Mevzular Derin Fanzin Sayı : 6

Page 1


altıncı önsözümüz (harbi ne ara altı oldu ya?) Yalım Aydın

Hiç kimse başladığımızda buraya kadar gelebileceğimizi tahmin etmiyordu. İlk sayıyı nasıl basabildik hala onda kaldım mesela ben. İlerleyişimiz ise hepimizi şaşkınlığa uğratmakla beraber, doğru adımlar atıldığından normal karşılanmalıymış aslında. Yarım düzine oldu, bir ay sonra bir yıldır bu işi yapıyor olacağız. Bir ay sonra, tüketim çılgınlığının esir aldığı, ilişkilerin yapaylaştığı ve modernleşme adı altında robotlaşmanın yaşandığı bu topluma, beleşe, samimi ve en ilkel baskı yöntemleriyle ortaya çıkarılan bir nesneyi bir yıldır yayınlıyor olmanın haklı gururu içinde olacağız. Neticede fanzin, tüketim çılgınlıklarına, yapay ilişkilere, tabulara ve bilumum izinlere karşıdır. Samimidir, tüketim aracı olmadığı için beleştir veya bir iki liradır. Görsel olarak bakıldığında kendimizi ''fanzin'' olarak tanımlamamız zorlaşıyor belki de. Ama bir farkımız yok. İsmimizin sonuna koyduğumuz ''fanzin'' kelimesi, dergi çıkartmak isteyip de yapamadığımız için değil, gerçekten yapmak istediğimiz şey bu olduğu için. Elimizden geldiğince bizi okuyan insanlara farklı metinler sunacağız, yegane amacımız bu. Yola çıktığımızda yanımda olan ekip arkadaşlarımın yarısından çoğuyla yol boyunca yollarımız ayrıldı. Bir kapıyı kapatan ilahi güç, diğer kapıyı açarmış ya hani, bende de o hesap oldu. Yola çıktıktan sonra da yeni yol arkadaşları kazandım. Bunun yanında ilk sayıdan beri istisnasız İdil, Mislina ve Alperen ile çalışmak çok büyük mutluluk. İkinci sayımızdan beri beraber olduğum Umut, Oğul, Ozan Korkmaz ve Seynan Konucu da çok değer verdiğim insanlar. Dördüncü sayıdan beri yanımızda olan Karya, İrem, Kürklü Balık çok değerli 3 kadın. Aramıza son katılan Ateş B. de varlığıyla değer katanlardan... Bunun yanında her zaman yanımızda olan Sıvadık Fanzin ve Kravat Fanzin'e her şey için teşekkür ederim. Ayrıca yardımlarını esirgemeyen Kopya Fanzin, Kışlık Fanzin, Ihlamur Akşamı, Ekinoks Fanzin gibi dostlara da selam olsun. Fanzin, fanzinin dostu, fanzin hayatın kendisi, yaşamın gerçekliğinin ucuz yöntemlerle başkalarına aktarılması, ve asla tanımlanamayan müthiş bir şeydir. Her gün yeni çıkan fanzinlerin bunu unutmadan yoluna devam etmesi gerekmekte. Bir de dergi/ fanzin ayrımını iyi yapmaları gerekiyor. Yirmi kişinin katılımıyla oluşturulan Mevzular Derin Fanzin'in altıncı sayısını okumaya başlamak için önünüzdeki tek engeli yazının tam da burasında aşmış oldunuz. Herkese huzur ve mutluluk diliyorum, iyi okumalar olsun...

belki ileteşelim dersiniz diye : twitter.com/mevzularderinf facebook.com/mdfanzin mevzularderinfanzin@gmail.com


papazın mektubu Alperen Yavaş

hanımefendi rahibeye iletiniz kendisine artık böyle sesleniyorum saklayamadığım ilişki rehberimde Batı Rönesans'ının geç dönem çocukları İran peçelerine asla bürünmedi. kesin ki bundan olacaktır pazar ayininde sürprizler bekliyorum tek cevabı hırslı konuştuğumda kaçırdığı gözlerinden düşen korku oluyor tarihte geriye gidiyorum makbere düşmüş bekaretini kurtlar yemeyecek ya da buz küresi zamanın at arabaları tırıstan dörtnala hiç geçemeyecek belki yine de gaipten gelen bitmek bilmez sapkın serzenişler benim çünkü ben modern ahlakın tahrip mühendisiyim Sophie'nin arka fonda sesi "bugünlerde bazı bazı beni özleyebilirsin tatlım" varoluş suallerine geçmeden önce işte fısıltılı bir gerçek romantizmin arzu köprüsü üstünde duygusal kızarıkların trafik yapıyor çok gecikmeyiz değil mi ? benim adımlarımda yürümeyi seçersen kameralara güler yüz ver halkın sehpasına pişman gidemem bilirim ki en büyük iffet koruyucuları hep şiddet sanıklarıdır parmak uçlarına düştüğüm gündeysen belirsiz bulutlar önünü almasın haşereler çoktur ama bin bir çeşit ölümleri vardır


Matrix’ten Hallice / İdil Özeren Alarmın çalmasıyla uyanan kadın aceleyle duş aldı (yeni aldığı vanilyalı duş jeliyle) ve dünden hazırladığı takımını giydi. Dünden hazırladığı çantasını da alıp mutfağa gitti. Yumurta haşladı ve portakal suyu sıktı. Kahvaltısını yaparken bir yandan da gününü planlamaya çalışıyordu. Kahvaltısı bitince hemen bulaşıkları çalkalayıp bulaşık makinesine yerleştirdi. “Kendini temiz tut ölüm gelir evini temiz tut konuk gelir.” lafıyla büyümüş olmak onun hayatına düzen getiren en önemli yaşam felsefesi olmuştu çünkü. Kadın üç ceviz, iki badem, üç kuru üzüm ve bir kuru kayısıyı yolda yemek üzere bir peçeteye sarıp kabanının cebine attı. Hemen telefonunu da aldı ve koşar adımlarla evden çıktı. Acayip bir sesle irkildi adam. Dün kahvaltısında kullandığı kaşığı üstüne sildi ve müsliyi kaseye doldurdu. Sütün bitmiş olduğunu fark edince kaseyi alıp çeşmeye doğru yöneldi. Gri suyun temiz su rengine kısmen ulaşması için birkaç saniye bekledi. Bu arada tişörtüne yapışmış birkaç şeker parçasını iki parmağının arasına topladı, müsliyi çeşmenin altına götürürken şekerleri diline koydu ve yavaşça erimesini bekledi. Şekerler eridi, kase doldu. Adam hızlıca yaptı kahvaltısını ve çantasını alıp attı kendini en az kendisi kadar pis kokulu sokağa. Ekşimiş portakal kokulu yolda yürürken ayağı taşa çarpan adam yere düştü. Kalkıp eline sıvanan köpek dışkısını bir duvara sildi ve çantasını alıp yürümeye devam etti. Korna sesleri içindeki kadın, yerinden çıkmış kaldırım taşına takıldı ve yere yuvarlandı. Sağ eline sıvanan o iğrenç kokulu kahverengi şeyi aceleyle sol eliyle çantasından çıkardığı mendile silip etrafa küfürler savurdu. “Köpek gezdiriyorsunuz anladık da insan şunları alıp çöpe atar be kardeşim!” “Belediye de yeni

yolları bozup düzeltsin ayol”

bozup

yapacağına

şunları

Simitçi kendi kendine kadını onayladı. Kadının telefonu çaldı. Açmadı. Evet tabi ki işe geç kaldığını biliyordu. Adam uykusunu açmak için kahve almaya bir kafeye girdi. Sade kahveyi işaretledi bir forma ve kasiyere uzattı. Kasiyer arkasına döndü, düğmeye bastı ve dolan bardağı adama uzattı. Adam parasını koydu masaya, kafeden çıktı yürümeye devam etti. Kadın ofise vardı. Güvenlik görevlisine günaydın diyerek dönen kapıdan içeri girdi. Asansörün üçüncü kat düğmesine bastı. Queen çalıyordu. Freddie Mercury’nin sesi O’na hep olduğundan daha iyi bir çalışan olduğunu düşündürürdü. Hırslı bir çalışan gibi. Ama Hz. Patron öyle düşünmüyordu elbette. Adam ofisinin olduğu binaya girdi. Asansörle üçüncü kata çıktı. Ofisine girerken müdürüyle karşılaştı. Kapıyı açtı, içeri girdi, sandalyesine oturup kahvesinden bir yudum aldı. Sonra bir yudum daha. Tekrar bir yudum. Kahvesini bitirdi. Bilgisayarını açtı, çalışmaya başladı. Saat 09:28 idi. Kadın ofisine koştu. Aceleyle içeri girdi ve sandalyesine oturdu. İlk iş olarak telefona sarıldı. “Halime abla bir sade kahve getirir misin sana zahmet?” Telefonu kapattı. Bilgisayarını açtı. İçeri Hz. Patron girdi (bir yığın dosyayla). “Bunlar sisteme işlenecek.” “Tabi Kenan Bey” Kenan Bey çıktı, Halime abla girdi. Kadın kahvesinden bir yudum aldı. Sonra bir yudum daha. Tekrar bir yudum. Sonra çalışmaya başladı. Kadın kahvesini unuttu. Saat 09:28 idi.


Adam acıktı. Öğlen yemeğini yemek için alt kata indi. Formu doldurdu, kasiyere verdi, kasiyer düğmeye bastı, adam parayı verdi. Yedi ve tekrar üçüncü kattaki ofisine çıktı. Sandalyesine oturdu ve çalışmaya devam etti. Kadın o günlük işinin büyük bir kısmını bitirdi. Acıktığını fark etti. Soğumuş kahvesini görüp, iki tam bir yarım yudumda içti. Binadan çıkıp pastaneye gitti. Bir tiramisu yedi, kasiyere parayı götürüp iyi günler diledi. Geri dönerken birinci kata uğrayıp haftalık karikatür dergisini aldı ve asansöre yöneldi. Üçüncü kata çıktı. Ofise koşturdu. Sandalyesine oturup O yemekteyken gelen ne idüğü belirsiz dosyaları incelemeye başladı. Halime ablayı aradı ve yine kahve soğuyana kadar içemedi. Adam mesaisini doldurdu, ekşimiş portakal kokulu yoldan evine doğru yürümeye başladı. Saat 17:04 idi. Kadın o günlük işini bitirdi. Korna sesleriyle doğru orantılı olarak adımlarını hızlandırdı. Saat 19:40 idi. Adam evine girdi. Sabah kullandığı kaşığı tişörtüne silip akşam yemeğini yedi. Kadın markete girip dondurulmuş köfte aldı. Üstüne rendelemek için de kaşar. Kasa sırasına girdi. Kasanın yanında duran fındıklı çikolatalardan bir tane aldı ve parasını ödeyip çıktı kalabalık marketten. Koşar adım evine gitti. Adam kesintisiz bir uyku çekeceğinden emin, yatağına gitti. Ne yorucu gündü ama. Saat 20:12 idi. Kadın köfteleri tavaya koydu, kendi yağında pişirdi. Kaşar rendeledi. Yedi. Bir yandan da bu gün aldığı karikatür dergisini okudu. Sofrayı toplayıp bilgisayarı açtı. Patlama haberlerine göz attı, bu konuyla ilgili iki tweet gönderdi. Yatmaya hazırlanmak üzere banyoya gitti. Dişlerini fırçalayıp tuvalete

girdi. Makyajını temizleyip, uyku hapını içti. Kesintisiz bir uyku diledi ve gözlerini kapattı. Saat 23:48 idi. “Sende durumlar nasıldı?” dedi adamdan ve kadından büyükçe bir şey. Adamdan ve kadından büyükçe başka bir şey cevap verdi. “Normal. Yine az çalışıp çok yoruldular, erkenden yattılar. Olaysız ve kötü kokulu bir gündü yine işte” “Anladım. Benimkinde de yine birileri havaya uçtu, ölü kokulu bir gündü. Vücutlarını zorlayarak yaşamaya devam etti patlamayanlar da. Üzülmüş gibi yaptı çoğu yine” “Notlarını arşive ekle de gidelim yemek yiyelim artık. Profesör bir saat sonra gelip durum değerlendirmesi isteyecek bizden” “Sen çık ben de geliyorum şimdi.” Gri ve mavi dünyada güneş doğana kadar vakitleri vardı. Sonra yine ellerine not defterlerini alarak gözleme devam edeceklerdi. Gözleme devam edeceklerden daha büyükçe iki kişi iş başı yaptı. Gözleme devam edecekler iş başı yapana kadar ne yediklerini, nasıl yediklerini, ne konuştuklarını, nasıl konuştuklarını ve daha bir sürü onlara ait detayları arşivlerine koymak üzere, not almaya başladılar. Sonra yemek yiyecek ve sohbet edeceklerdi. Gri ve mavi dünyada güneş tekrar batana kadar kendilerine vakitleri olacaktı böylece. Onlar da eminlerdi onların serbest zamanlarında kendileriyle baş başa, izlenmeden yaşam sürdüklerine. Bir küçüklerinin emin olduğu gibi ve onların da küçüklerinin emin olduğu gibi.


Apartman Katından Müstakil Düşünceler

Alperen Yavaş

Sol köşesinde Laz bakkalın olduğu sağa doğru kıvrılan yola geldiğimde huysuzlanmaya başladım. (Dile kolay 14 yıldır işten eve dönüş yolu olarak burayı kullanıyorum. Patron beni işe ilk aldığında burada doğulu, esmer bir kuaför çocuk vardı. Karım birkaç kez saç kestirmek için gittiğinde öğrenmiş ki üç çocuklu bir ailenin babasıymış. "Güneydoğu'da yaşama şansı kalmadı ki be ablam ondan geldik biz de. Anamı, babamı, ablamı ve yeğenleri orda bırakıp karımla buraya kaçtık da mektupla haber verdiler artık seni aileden saymayız diye. Varsın öyle olsun dedim, sırf ata toprağı diye karımı ve döllerimi bomba ortasında büyütmek ister miyim hiç. Mirasınızı da alın başınıza çalın dedim ben burada yapacağım kuaförlükle üç beş kuruş alıp elbet aç koymam evde bekleyenleri. Haksız mıyım ablam desene?" Dört ya da beş yıl bu köşe başında kaldı, sonra bir zaman çekip gitti. Nereye gittiğini hiç öğrenemedik. Ondan sonra burada bir ayakkabı dükkanı açmışlar. Karım beni zorla alışverişine götürdü. İçerde iki üç gezindim ve kuaför çocuk daha güzeldi bu dükkanda dedim. Ondan sonra gözüm hiç o tarafa bakmadı iş dönüşlerinde. Sonrasında haberini duyduk ki ayakkabıcı batmış da kalan malları alıp memleketine kaçmış. Dükkan uzun süre boş durdu. Galiba evvelki sene yazın Laz bakkalın biri gelip burayı tutmuş. Dönerken gözümü hep ona diktim ve görünüşü hiç hoşuma gitmedi. Sonrasında da adını dahi bilmeden sürekli ona sövdüm durdum. Köşede duran çirkin varlığıyla bana 14 yıldır değişmeyen düzenimi hatırlatıyordu. Belki kuaför çocuk kalsa bu kadar sinirli olmazdım.) Yolu takip edip ilerideki ikinci sokaktan sola döndüğümde bizim apartmanın önüne geldim. Arabadan inip birinci katın balkonunun altına koyduğum çöpü kenarı çektim. Arabayı park edecek yer aramayayım diye 14 yıldır birinci katın balkonunun altına bu çöpü çekiyordum zaten. Kendime yeterli yeri açtıktan sonra arabaya döndüm ve eski külüstürümü park ettim. Cebimdeki anahtarı şıngırdatarak apartman kapısının önüne geldim. Kapıyı açtım. Merdivenlerden çıkmaya başladığımda aklıma bir şey takıldı. (Evlenirken karımın kısır olduğunu bilmiyordum. Düğünden çıkıp eve geldiğimizde daha yatak odasına geçmeden bana söyledi. Şok oldum ve ne yapacağımı bilemedim. Koltuğa oturup başımı iki elimin arasına aldığımda bana hiç bahsetmediği için çok çok özür dilediğini, annesinin bunu benden saklaması için kendini zorladığını ve ayrıca hiç üzülmemem gerektiğini, çocuk yapmadan da gayet mutlu bir ilişkimizin olabileceğini söyledi. Ben bunları hiç duymamış gibi hareketsiz kaldım. O da beklemekten sıkılmış olacak bir süre sonra yatağa girip yattı. Gerdek gecemiz aynen böyle geçti. Sonrasında karımı defalarca kez doktora götürsem de sonuç değişmedi. İçimde hiç baba olamayacak olmanın burukluğu ile evliliğimi bugünlere getirdim. Karım da butik bir otelde lobide personel olarak çalıştığı için ve bu işte çömez olduğundan dolayı,ona hep akşam gece arası işleri bıraktıkları için eve geç geliyordu. Ben de her seferinde apartman kapısını, demir kapıyı ve evin tahtadan, üflesen yıkılacak kapısını anahtarla açmak zorunda kalıyordum. Son günlerde hep düşünür oldum: Acaba çocuğumuz olsaydı, ben işten döndükten sonra zile basıp beklemenin keyfini yaşasam, o kapıyı açsa, ben evin kapısının önüne gelince de "Hoş geldin babacığım benim!" diyerek boynuma atlayıp sarılsa nasıl olurdu acaba?) Yukarı çıkıp demir ve tahta kapıyı açtım.


Ayakkabılarımı içeri almadan ardımdan kapıyı örttüm. Ev darmadağınık haldeydi. Hiç umursamadan yatak odasına gittim ve soyundum. Üstümden çıkardığım kıyafetleri aynen çıkardığım vaziyette bırakıp yatağa uzanırken gözüm aynanın kenarına tutturulmuş olan, kiracının numarasının yazılı olduğu kağıda ilişti. (14 yıl önce yeni bir işe girmiş olmanın sevinci içindeyken ve bir yandan da evlenme hazırlıklarını sürdürürken ucuz ve sade bir ev kiralamak için bu kiracıya gitmiştim. Kiracı -zaten işinin de gerektirdiği gibi- hoş sohbet ve çenesi düşük bir adamdı. Evleri dolaşırken bana sürekli kendim ve geçmişimle ilgi gerekli gereksiz bir sürü soru sormuştu. O zaman mutlu bir ruh hali içinde olduğumdan bütün hayatımı detayları atlamadan ona anlatmıştım. Bu soruları sırf benim kişiliğimi öğrenip, sonra her fırsatta kapatılamayan reklamlar gibi bana beni satması için sorduğunu öğrendiğimde geç olmuştu. Evi döşerken onun yüzünden yediğim kazıklar hala hatrımdan çıkmadı. Neyse ki evlendikten sonra onun gibi kurnaz bir adamla ilişkimiz devam etmedi, sadece bazı aylar apartmanda tadilat yapıldığında ve bu sebepten dolayı benden para istediklerinde kirayı yatırırken bu fiyatı kiradan düşeceğimi belirtmek için aradım. Böyle durumlarda ev sahibinin problem çıkartabileceğini bildiğinden kuru Çizim : Oğul Arda Biçer bir "Pekala beyefendi" diyerek telefonu kapatırdı. Eminim görüşmeden sonra da uzunca süre ofisinde homurdanırdı.) Bu ev 14 yıl önce karımın, annemin ve kayınvalidemin istediği şekilde yerleştirildiğinden beri eşyaların yeri hiç değişmemişti. Zaten içinde çok uzun süre kalamadığımız için bu evde yenilik yapmaya hem ben hem de karım üşeniyorduk. Şu an yattığım yatak bile alındığından birkaç gün sonra yaylarının bozuk olduğu sebebi ile değiştirilmesinin dışında 14 yıl önceki yatak ile aynıydı. Değiştirdiğimizden sonra bir daha bozulmamıştı, biz de bir daha yenisini almamıştık. Belki hayat da bu kadar düz ve basitti. Zihninizde 14 yıl geriye gittikten sonra birkaç yay parçası ve bazı dükkan kiracıları dışında hiçbir şeyin değişmediğini görürdünüz. Patlayan bombalardan kurtaracak bir ailesi bile olamayan birileri büyük umutsuzluğa kapılınca hayatın akışını durdururdu. Ya da belki bütün bunlar değişime doğumundan beri kapalı olan bir bünyenin korkunç monotonluğu sorgulanınca kendini korumak için ürettiği bahanelerdi. Tahmin etmesi gerçekten güçtü. İşten her zaman olduğu gibi yorgun döndüğünden bu konuyla daha fazla ilgilenmedi. Vücudu sızlamaya başlamışken göz kapakları da yavaş yavaş kapanıyordu. Yorgunluk uykusu tatlı olacaktı. Uykusunun getirdiği hazzı dahi ezberlemişti. Yastığını kabarttı, her zamanki gibi sağ kolu yazı yazmaktan ağrıdığı için sol yanına döndü. Beş dakika sonra uykuya dalmıştı. Yarın sabahki yedi otuz üç alarmının çalması ve tekrar yeni bir günün başlamasına kadar olan süreci boğucu ve sessiz bir gece eşliğinde geçirecekti. Rüyasında 14 yıl önce kaybettiği inancını gördü.


Aptal / esved asuman

ne olacak sanıyorsunuz ki acaba bilmiyorum düzeninize hiç ayak uyduramadım ki hiç aptal olmadım gördüğüm rüyaları hiç unutmadım şuramda sakladığım deliliği hiç aldatmadım aptalsınız ki bilmiyorum size söyleyebileceğim tek şey bu yaşıyorsunuz birini sevdiğiniz için anneniz için aileniz için neden öldüğünüzü görmemekte bu kadar ısrarlısınız? aptal değilim unutmadım hiçbir şeyi görmezden gelmedim yaşamadım sizin gibi ayak uydurmadım pis yalanınıza bir avuç dolusu aptalsınız sanırım altı milyarsınız ama aptalsınız bir boka yaramayacak senin var olman gözüne sürdüğün rimel uzattığın sakal kırıklarını aldırdığın saçlarınla iyileşmeyeceksin içtiğin 70lik unutturmayacak onu peki neden neden neden neden aptal olduğunu kabul etmiyorsun neden yaşıyorsun neden öldüğünün farkında değilsin bedeninizin ruhunuz hakkında hiçbir şey söylemeye hakkı yok mu istemiyor işte seni bileklerini kestiriyor sana saçlarını sakallarını yalnız bırakıyor seni ya da kalabalıkta öldürüyor

bir boka yaramayacak varlığınızla neyin ısrarı bu?


kendini öldürmeye cesareti olmayanlar hayatlarını mahvederler hani yalnız kalıyorsunuz ya anlıyorsunuz o zaman hiçbir şeyin amacı olmadığını sonra biri geliyor ışığı yakıyor ya unutuyorsunuz hemen buuu buuu buuu NE! delilik mi bu savaştığım delilik mi bana yüzümü kestiren delilik mi bana bunları size söyleten kendisiyle savaşamayanlar başkalarıyla savaşır demişti biri kendimle savaşmanın hakkını verdim vermemek isterdim aptal olmak isterdim sizin gibi unutarak görmezden gelerek yaşamak isterdim Say That You Love Me 'yi hiç dinlememek isterdim


Oruç Tutan Tekelci

İrem Eyit

Üç saatten beri aynı koltukta oturuyordum. Ayaklarım kefene sarılıp defnedilmemiş gibiydi. Çölü gören bankın müdavimi olmaktan bıkmıştım. Bu yüzden beynimdeki otobüse adım attım. Otobüs, bulunmak istemediğim duraklarda bekliyordu. Şoför benden başka kimsenin gelmeyeceğini anlamalıydı. Onun bu ısrarcı bekleyişi ve benim sabırsızlığım uyuşmuyor. Ayrıca uzun süre kapalı bir alanda kalamam. Yan koltuğa bıraktığım ceketimi aldım ve otobüsten indim. Ben inince otobüs harekete geçti. Durağın bir ucundan öbür ucuna yürümeye başladım. Otobüsü veya birini beklemiyordum. Duraktaki herkes beklemek zorunda değil. Ben sadece yürümek isteyen bir insanım. Bu isteğimi gerçekleştirmek için bir durağı seçmem tuhaf olabilir. Yine de durağın çevresinde yürümeye devam ettim. Biri beni uzaktan izliyordu. Bakışları bir bebeğin örtüsü gibi yumuşak. O bakınca sıcak hissediyordum. Peki, neden uzaktaydı? Yanıma gelirse bakışları korkunç görünür diye mi çekiniyordu? Belki görünürdü. Ya o gelirdi ya da bakışları benden giderdi, giderlerdi, her şey giderdi, gitmeleri gerekirdi. Gidince "sen" kalırsın, denklem gibi. X'i bulmak için diğer terimleri karşıya atmak gerekir. Atılan terimler farklı olanlardır. Sen olmayıp seni oluştururlar. Yalnız bırakılman lazımdır. Bu yüzden tüm matematik formüllerine küfürlerimi iletiyorum. Thales, Pisagor, Arşimet ve daha niceleri yansın diyorum. Bu dediğimden matematikle bir problemim olduğunu çıkarmayın. Aklımda matematik kılıfını giymişle bir derdim var. Hayalimdeki yolda yürümek varken belediyenin çukurlu kaldırımlarını arşınlıyorum. Bu dediğimden belediyeyle bir problemim olduğunu... Bilmiyorum, çıkarın veya çıkarmayın. Size açıklamak için bu satırlarda ilerlemeyeceğim. Kelebek olmuş bir tırtılın kozasını yırttığı gibi çıkıyor zombi ayaklarım. Bedenim hareket ederse, beynimdeki yolculuk biter diye düşünüyorum, olmuyor. Yine yanıldım. Koltuktan kalktığımdan beri sokaklardayım, sokaklar ise bende. Örtüm yoktu, soğuktaydım ve ceketim yeterli gelmiyordu. Kötü hissettim. Bir kaldırıma oturup sigara yaktım. Dumanı ciğerlerimi ısıtamadı. Kafamı göğe çevirdim. Gök beni içine aldı, sevişen iki insan gibiyiz. Artık ben pencerenizden baktığınızda gördüğünüzüm. Gece gökyüzünüz olup hatalarınızı örtüyorum. Gündüzleri ise ortanıza atılıyorum. Sizin bir soytarıymışım gibi bana domates fırlattıgınız zamanlarda geceleri hava yağmurlu fırtınalı olur. Ne siz benim kralımsınız ne de ben sizin... Sadece ben kendimi domatesle kirletebilirim. Ben sokakta, sokaklar bende, ben geceleri gökyüzünde. İyi geceler çocuklar...


Ayna Taşıyıcısı Ateş B.

Islaklıktan ağırlaşmış saçları rüzgarla savrulurken; en soğuk yüz ifadesini giymişti. Ölü yeşil gözleri kımıldamazken, ince dudakları belli belirsiz titriyordu. Güzel çıplaklığını saklayan karanlık, güneşin yokluğundan değildi. O, kendi gecesinde yürüyordu; kendi korkularının, belki de niyetlerinin siyahında boğuluyordu. Eşsiz güzelliğini sarmalamasına izin verdi kendi gecesinin ve bunun güzel olduğuunu sandı. Gözleri karanlığa alıştı ve yıldızların ihtişamını unuttu. Kendi karanlığında aynalara bakamadı ve güzelliğini unuttu. Yeşil gözleri kımıldamaya başladı. Boşluğun içinde bir şeyler görmeye çalıştı, ya da ben öyle sandım, ama öyle olmalıydı. Tutunacak bir şey arıyordu. Bir ışık ya da herhangi bir şey. Kendi güzelliğinin yokluğuna o kadar inanmıştı ki hayalini kurduğu tek şey soldurduğu yıldızların kaybolmuş ışıklarıydı. Ah ben, ben de onun gecesine daldım. Çıplaklığını görmek için, kolumun altına sıkıştırdığım ucuz aynayla ona kendi muhteşemliğini hatırlatabilmek için. Ama bulduğum şey, narin ayaklarının çamurda bıraktığı izlerden fazlası olamadı. Çıplak ayak izleri, belki kokusu kalmıştı derisinin; ölü sandığı içini sarmalayan pürüzsüz ve tanrısal tabakanın. Ben, ayna taşıyıcısı, her ayak izini ayrı ayrı sevdim, ondan kalan yegane lekeleri. Onu bulamadım, ona kendi eşsizliğini gösteremedim, onu mükemmelliğinin etrafına kurduğu şu hiçlikten çıkartamadım. Ucuz aynam kolumda, ben ayna taşıyıcısı, sevmeye değer tek şeyimi bulana kadar bu çirkin gecede onu arayacağım

Gazeli Vurdum çığlıksız bir gündüze ramak kala bir şarlatanın ruhu acılarını sızlattı boşluklarından van gogh’un kesik kulağından tutuştu renklerin dansı baykuşun uğultuları dolandı kırık ağaçlara bıyıklarıma vurdum en körpe usturayı neşterle açtım ağacın kabuğunu ve delilerin yara izlerini kapattım yapraklarıyla

Mahir Taşyurt


Zevâhir.

ne kadar topluma yakınsan benden o kadar uzaksın sen bir din olsan ben seni yaymazdım asla neticede günahsız insan nâmümkün, günahkâr peygamberin olmak ise benim için büyük şans tabii bu benim aşkı yaratmamla bağlantılı benim inanacağım din güzellikte tırmanışa geçmek zorunda, şartım o. şâyet başka bir peygamber seçilirse annem yahudi olmamasına karşın ne yapar-eder yahudi olurdum ve gererdim çarmıha onu bakışlarımla, yüreğimle eze eze... zaten, bana ne kadar yakınsan toplumdan da bir o kadar uzaksındır şimdi sen bunu anladıysan, ben artık sana inanayım... merak etme sevgili-dinim, günahkâr peygamberliğim sayesinde fazla can almayacağım uğruna tüm il’lerdeki azra’lar tatile çıksın!

Toprak Şems Tezcan

Beş Yüzü Aşkın

düşlemenin kalbime verdiği huzur, zorlu günlerin haklı -olmasa da- gururu, en güzel sabahlar, kırmızıda saklı o geceler, nasıl unutulur? aşkın bir başka olduğu kasımdan, yepyeni bir yıla devroluşumuza, parmaklarımın ucundaki rengarenk mutluluklardan, akıp giden günah sellerine, ikimizdik hep, bizdik, helal olsun! olamadım belki masalların o meşhur kahramanı, kurtaramadım çoğu yangından seni, korkmadan. dünyamın yettiği kadar sevdim, masalımın el verdiği kadar da mutlu, görmek istedim, seni, dünyamda…

Remzi Tutak


İstenmeyen

Ağlamaktan düştü bîtap gözlerim Bir hayâl artık görüşmek sevgilim Koklamak ister idim son bir defâ Gül kokan buğday teninden sevgilim En güzel taksim sesindir parlayan Şarkılar sensiz sebepsiz sevgilim Kıskanır ay görse eşsiz çehreni Okşamak tarif edilmez sevgilim Of! Dudaklar kıpkızıl bir çift şarap Damlasından dâhi mestim sevgilim

Şûrî

Sivas sömürge bedenlerde bir ülke kadar çığlık öğütülür çocuk serleri devlet nezdinde iç cebinden sakat eliyle köstekli bir saat çıkarır dedem henüz saat buçuk, henüz yara açıkken biat eder gelen iyi günlere iki ellerini yaralar bürür ikisinde temmuzun vurulur asaf'ın mızıkasına yüreği seyrelen bir nehirdir sivas'ın izbe yerlerindeki yangına.

Mert Can Fırat


Titanyum - II Kırmızı kadife tek kişilik koltuğumda otururken, ağırlaşan saçlarımdan birkaç parça saç yüzüme perde çekti. Gözlerimi anlamsızca evin içine giren sokak lambalarına çevirdim. Binaların arasında oturan birinin görebileceği tek şey, sokak lambasıydı. Parmaklarımın arasından çıkan duman kokusunu, yeniden ciğerime doldurduğumda göz kırpıştırarak kolumu kaldırdım. Dudağımın arasına sigarayı yerleştirdim ve dumanı içime çektim. Sevişitiğim kadınlar hep farklı oluyordu ama aynı tipti. Hep sarışın, hep mavi gözlü ve bir manken gibi vücut yapıları vardı. Bu rüyaları ilk gördüğümde tek düşündüğüm, cinsellikten mahrum kalmış bir bedene sahip olduğumdu. Şimdi ise o kadınların hepsini öldürüyordum. Rüyalarda, bir kadını öldürmek çok masumca gelebilir ama değildi. Bazen çıldıracak noktaya geliyordum. Gözlerimi yavaşça yırtılmış duvar kağıtlarımın arasına saklanmış saatime çevirdim. Saat 5'e geliyordu. Bir saat sonra yeniden işe gidecektim. Beynimi belirli saatler arası uyuşturuyor ve yeniden canlandırıyordum. Bazen düşündüğüm zamanların boşluğunu bile unutuyordum. Unutuyordum çünkü, artık kendimi kontrol edemiyordum. Yerimden kalkarken, bedenimi yıkılan bir kumdan kale gibi hissettim. Kumlar aşağıya doğru dağ poziyonu alırken, bedenimde de kalan son enerji topluluğu bacaklarıma akıyordu. Gözlerimi ovuşturdum. Üç saat önce giydiğim yeni takımım ve miras bırakabileceğim tek şey olan, paltomu alarak üzerime geçirdim. Biraz yürümeye, bedenimi ve ruhumu ayakta tutmaya ihtiyacım vardı. Bir odalık evimden çıkarken, arkamda her şeyi bırakmışım hissi ile göğüsüm kabardı. Paltomun yakalarını yukarı doğru kaldırdım ve apartman dairesinden çıkmak için emin adımlar attım. Apartmanın buğulu camından dışarıyı izledim. Yağmur başlamıştı. Tanrının şelalesi ile saniyeler sonra buluşacaktım.

Demirden yapılmış kapıyı zorlukla açtım ve yüzüme çarpan umudun kokusunu bedenime çektim. Umudun kokusu. Bu girdaptan çıkabileceğimi düşündüğüm umudun, küçük kırıntısı. Yağmur yağarken, günah, insanların enselerine pençelerini geçirmiş gibi kaçtıklarını görmüştüm. Hayattaki en komik olan belki bu olay. Sen ıslanmaya üzerinde hiçbir şey yokken hazırsan, yaşamayı bilmiyorsun demektir. Yaşam risklerle, kaygılarla, geleceği düşünmekle, beyninde kurduğu o meşgul dünya dışına çıkamamakla ve ruhen mutlu olacağı zamanı beklemekle doludur. Belki bu yüzünden düşüyoruz. Hep iyi şeylerin olacağına inandığımız için. Ellerimi ceplerime sokarak kirli yağmur damlası ile harmanlanmış sonbahar rüzgarının yüzümü okşamasına izin verdim. "Yağmurda, tek başına dolaşan adam!" Sağdan gelen sese aldırmadan yürürken, sesin tekrar gelmesi ike bakma zorunluluğu hissettim. "Siyah paltolu!" Beni tarif etmesi ile bakkalın güneşliğinin altında, yağmurdan kaçmıştı. "Bana mı sesleniyorsunuz?" Hevesle kafasını salladı ve ellerini ısınmak istermiş gibi mor paltosuna daha çok sokuşturdu. "Evet sana sesleniyorum!" Dudaklarımı yalayarak seri adımlarla güneşliğin altına girdim. Yağmur sesleri buradan daha hoş geliyordu. Hafif ıslanmış uzun dalgalı kahverengi saçlarını

geriye doğru savururken, koyu kahverengi gözlerini kısarak bana baktı. "Ateşin var mı?" Senli benli oluşuna aldırmayarak, kafamı salladım ve cebimden zippomu çıkartıp ona uzattım. Ellerini ceplerinden çıkarttı.


Tırnaklarındaki yarısı çıkmış olan şefaf simli ojelerine baktım. Yaşına göre oldukça hayat dolu görünüyordu. Ya da sadece moda zevki zayıftı. Sigarasının dumanın içine çekerken bana kısık gözlerle baktı. "Yağmurda yürüyen insanlar ya bir eğlence arıyordur ya da kafası bir şeyi dert etmeyecek kadar doludur." "Öyle mi, kimin bu söz?" Gülümserken, bir duman daha çekti. "Benim." Onaylayarak kafamı salladım. "Bu karara varmak için çok dışarıda beklemiş olmalısın." Gülümseyerek bana baktı. "Çok ukala bir şeye benziyorsun."

Gözlerimin altındaki morluklara baktığını fark ettiğim an gerildim. "Sen kaç yıldır uyumuyorsun?" Kendi hayatım işin içine girdiği anda buradan kurtulmak için beynimde saat ters dönmeye başladı. Ağzımı açsam, tüm kirli çamaşırlarımı ortaya dökecekmişim gibi hissettim. Dayanamayarak yürümeye başladım. Sorusunu cevapsız bıraktım. Güneşliğin altından çıkarak bedenimi tekrar tanrımın şelalesi ile buluşturdum. Arkamdan gürlermişcesine gelen ses ile durdum. "Siyah paltolu!"

Senli benli oluşumuzdan yararlanarak, haddimi aşan bazı kelimeleri sohbet çerçevemize savurdum. "Sen de tanımadığın bir insanın damarına basacak kadar kana susamış görünüyorsun." Beğenmişlikle baktı. "O zaman izin ver son saniyelerimi, on bir lira vermeme değecek olan sigaranın tadını çıkartmakla geçireyim." Gözlerimi devirirken, kendimi bir duvar ile konuşuyormuş gibi hissettim. "Sadece senin iyiliğin için söylüyorum. Her insanla böyle konuşma." Sigarada kırmızı rujunun izi çıkmıştı ve elini havaya kaldırdı. "Hiç kimse, kimsenin iyiliğini düşünmez. Kiracın bile her ay parayı ödemen için zam yapmıyor. Sadece alacağı para aksamasın diye. Şu an bile seni burada dakikalarca ayakta tutabilecek bir konuşma yapabilirim. Sonra, konuşmanım sonuna 'iyiliğin için söylüyorum' ekliyerek senden taksi paramı çıkartırım. İnsanlar birbirlerini kullanır." Ne baş belası ama! "Unut gitsin. İyiliğini düşündüğüm yok." Dumanını yüzüme doğru üflerken, yağmurun yüzüme çarptığı 3 dakika öncesini özledim.

Gözlerimi kıstım ve görüntüsüne bulanıklık düşüren yapmur damlaları arasından ona bakmaya çalıştım. "Ne var?" Güneşliğin sonuna geldi. "Korkuyor musun?" "Neyden?" "Hayatın sana getirebileceklerinden. Korkuyor musun?" Korkusuzca ve gözünü kırpmadan rüyalarında kadınları öldüren biri olarak mı? Hayır. "Bunun ne önemi var?" "Korkma, yoksa kapana kısılırsın." Yüzüne karanlık bir gülümseme indirirken yavaşça konuştu. "İyiliğin için söylüyorum." Zippomu bana doğru ve havaya attı. Gülerek, zippoyu tekrar ona attım. "Sende kalsın." Arkasına dönüp yürümeye başlarken, elindeki zippoyu havaya kaldırdı. "Seni kullanmama izin verdiğin için teşekkür ederim." Önüme döndüm ve dolu olan beynime garip, mor paltolu kızın söylediği sözleri soktum. Korkmak ve kullanılmak.

Karya Gültang


Taksim Kürklü Balık

‘’Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok. Ne büyük savaşı yaşadık ,ne büyük buhranı. Bizim büyük savaşımız ruhani bir savaş..’’ Taksim’de hayvan hakları için bir yürüyüşe katıldıktan sonra akşamın serinliğine kendimi bırakmak istemiştim. Bu aralar kendimi bir şeylere bırakma isteği var içimde. Kulaklığımı takıp yürümeye başladım. Karaköy’e kadar yürüdüm. Rastgele bir bara girdim, küçük çantama sığmayan bir kitap vardı onunla uğraşıyordum. Barın yanına gelip bir Bomonti filtresiz söyledim. Hemen yakınlarda bir adam oturuyordu. Birileri yanından geçerken adama çarptı ve adam ona çarpanlara bağırarak şu soruyu sordu : ’’ Hey, nereye gidiyoruz?’’ Deli herhalde diye düşünmüş olmalılar. İstanbul’da böyledir. Yürürken, otururken, herhangi bir yerde insanlar size çarpar ve asla özür dilemez. Artık normal bir durum haline gelmiştir bu nezaketsizlik. Ben yalnız başına oturan adama bakıyordum refleks olarak. Nerede yalnız bir insan görsem bakarım. Sherlock Holmes’un kadın hali olabilirdim belki. Sanırım biraz fazla incelemiş olacağım, bir kaç kez göz göze geldik. Bir süre sonra masadan kalkıp bara geldi. Bir bira ve biraz fıstık istedi. Bu ikisini söylemek zorundaydı, söylemeseydi klişeler bozulurdu çünkü. -‘’Az önce bir camideydim, şuan buradayım. Hayat ne kadar garip değil mi? ‘’dedi. -‘’İbadet etmen gereken yer ,belki de orası değildi.’’dedim . Birasından bir yudum aldı. -‘’İbadet mi?’’ dedi ve güldü. -‘’Peki ne için camideydin?’’ ‘’Dün babam öldü’’dedi. Dünyada her şey sanki 2 saniyeliğine durdu. Birbirinden ayrı duran gülümsemekten laçkalaşan dudaklarım birleşti. Sanki biri yere 3 tane bardak, 2 tane tabak düşürmüş gibi bir sessizlik hakimdi. -‘’Bilirsin, şu ölünün arkasından yapılan can sıkıcı merasimler. 2 aydır hastahanedeydi. Kanserdi, ölümünü bekliyorduk zaten.’’ -‘’Başın sağolsun, üzüldüm ‘’dedim. Önümdeki biradan bir yudum da ben aldım. -‘’Üzülüyormuş gibi gözükmek zorunda değilsin. Ben üzülmüyorum mesela. Ben çocukken annemi aldattı, annem de boşanıp amcamla evlendi. Dünyada başka erkek yok sanki. Neyse sen neden yalnızsın? ‘’dedi. - ‘’Bazen yalnız kalmak gerekiyor. Bu vücudun bir ritüeli diye düşünüyorum. ‘’ -‘’Mutsuz görünüyorsun ve yalnızsın.’’ -‘’Sen mutlu olmak için hep birilerine mi ihtiyaç duyuyorsun ?’’


-Ritüel dedin de antik dönemde cenaze törenleri için ağlasınlar diye kadınlar kiralıyorlardı.’’Ağlayan kadınlar lahdi ‘’diye bir lahit var biliyor musun? ‘’dedi sorduğum soruyu umursamayarak. -‘’Hayır ‘’ dedim .’’İsmi çok dramatize edilmiş, gel biraz yürüyelim.’’ -‘’Olur’’ dedi. Biralarımız bitince bardan çıktık ve yürümeye başladık. Uzunca bir süre ikimiz de hiç konuşmamıştık. -‘’Dünyanın tüm fekaletleri senin başına geliyormuş gibi davranmayı kes. Annem ben 7 yaşındayken bizi terkedip gitti.3 katlı bir apartmanın en üst katında babamla birlikte yaşıyorduk.1 yıl sonra bir sabah babamı evde bulamadım. Çatı katına çıktım, kendini asmıştı. Üniversiteyi İzmir’de okudum emlakçı çatı katı bir ev gösterdi, o emlakçıyı orada öldürmek istedim. Üniversite bitince buraya gelip çalışmaya başladım. Bir gün evimin önünde annemi gördüm. Ağlıyordu. Ben hiç ağlayamıyordum epey zamandır. İki tane kardeşim varmış, bir adamla evlenmiş çok mutsuzmuş, hiç parası yokmuş. Para verdim, gitti. Bugün evden çıkmadan önce çamaşır makinem bozuldu. Telefon faturam 250 TL geldi. Yolda yürürken gördüğüm bir anne, engelli olan küçük kızının kollarını bir yerlere çarpıp zarar vermemesi için çaba sarfediyordu. Gözlerinde bir günde yaşadığı hüznün yıllara çarpılmış hali vardı. Bugün internette gördüğüm bir fotoğrafta Afrikalı anne gögüğlerinde süt olmamasına rağmen bebeğini emziriyordu. Sürekli bir yerlerde insanlar kendini patlatıyor o da yetmiyormuş gibi masum insanların canına kastediyorlar. Havalimanında üzerinde battaniye ile gezen 5 yaşındaki kız çocuğunun suçu neydi?’’ Biraz durdum. -‘’Neyse ya teselli vermeye çalışırken biraz abarttım sanırım.’’dedim. -‘’İhtiyacım olan da buydu. İşte bu gerçek bir teselli oldu.’’ -‘’Etrafı ayağa kaldırmadan acı çekmeyi öğreneceğiz bunu çok sevdiğim bir yazar söylemiş.’’ -‘’Bazı acılar için tam bağımsız bir ayaklanma gerek ama’’ -‘’O acılar için dünya siyasi haritasındaki siyasi sınırları silmeye hazırım. O ayrı.’’ Bir sigara yaktı.’’Yaşayanlar bir sigara yakar.’’Sigarasını bitirdikten sonra -‘’Gidiyorum şimdi, seni bir daha görmek istersem nasıl olacak peki?’’ -‘’Ya boşver şimdi bunları , işler buraya varmamalı her seferinde.’’dedim. -‘’Peki’’ dedi arkasını döndü birkaç adımdan sonra bana dönerek -‘’Seninle hiç öpüşmeyeceğimiz sokakları şimdiden özledim.’’ dedi ve bu sefer gitti. Ben ise biraz daha yürüdüm, son cümlenin üzerinde durmak istedim. Sonra vazgeçtim. Eve döndüğümde çamaşır makinem için bir tamirci çağırmam gerektiğini hatırladım. Benim çamaşır makinemin de bir ruhu var.Hatta benden daha fazla bir ruha sahip.

‘’Eşyaların da bir ruhu vardır.’’


Bütün İşsizler Biraz Marx’ın Alkolsüz Sayıklamalarıdır Seynan Konucu

Tarsus’un tasvir edilemeyen sıcağında Niyazi’yle geleceğimiz hakkında planlar kuruyorduk. Ta ki Niyazi’nin aklına giren bacasız sanayi sektörüne girme düşüncesi bizde sahilden gelen serin meltem etkisi yaratana kadar. Hem para kazanacaktık hem de yabancı kadınlarla beraber olacaktık. Bu fikir Niyazi ve bende o gece uyutmama etkisi yarattı. Aileler konusunda sorun çıkacağı Kral TV’ye gönderilen aşk itirafları gibi açık ve netti. Anneme söylediğimde babana sor o ne derse cevabını aldığımda Kral TV’de aşkını itiraf eden adamın ruh haline girdim. Aynı durum Niyazi için de geçerliymiş annesi topu babasına atmış. Babama söylediğimde sadece dikkatli olmam gerektiğini, paramı idareli harcamam gerektiğini, günde en az iki kere aramam gerektiği gibi koşulları sundu. Ben de havuza balıklama atlayan Rus turistler gibi atladım. Niyazi’nin babası ekstra olarak amcasının yanına gitmemizi söylemiş. O bize orada iş ayarlayabileceğini söyledi. Ama biz istemedik. Her şeyi Niyazi’yle biz yapacaktık, torpil ya da birinin selamını getirmek istemedik. İkimizin babası da kabul etti. Belki adam olur da okuruz diye. Niyazi’yle ikimiz Antalya’da hiçbir yeri ve kimseyi tanımadan yola çıktık. Güneş tepemizde. İş aradığımız için 40 derece sıcakta pantolon ve gömlek giymiştik. Önümüze gelen ilk otele iş başvurusu yapmak için sıraya girdik. Herkes Doğu’dan gelmişti. Önümüzdeki çocuk “Dezzim bi cıgaran varsa verin mi?” diye sohbet açtı.

Çıkartıp verdim ben de. Nerelisin “Bingöllüyümdür dezzim sen nerelisin” , “Tarsus”. Niyazi hemen “Dur bakım bizden mi değil mi anlarım şimdi dedi” gizlice. Böyle şeyler hep gizli söylenir zaten. “Bingöl’ün neresinden birader?”, “Kığılıyım dezzim.” “Alevi misin?” “Ne yapacan dezzim tadımızı mı kaçıracan?” dedi sert ve akıllı ol dercesine. Oysa biz de aleviydik sadece sahip çıkalım birbirimize diye sormuştu Niyazi. Sonra ben araya girip yine gizlice “Biz de Aleviyiz kardeş merak etme” deyince cennette beklediği birini görmüş gibi “Öyle desene dezzim ben de şey sandım valla.” “Yok yok merak etme.” diyerek güven tazeledik. Konu konuyu açtı, en son “Sizin eliniz yüzünüz düzgün niye buraya geldiniz hem siz ne iş yaparsınız elektrik, animasyon, komi, garson hangisi var sizde?” deyince Niyazi bana ben Niyazi’ye baka kaldık. “Mesela ben stewardcıyım.” “O ne oluyor kardeş?” “Meydancı. Meydanı temizliyorum havuz başında çöp oldu mu onları topluyorum o tarz yani.” “Bunun için bir ad koymalarına gerek yok ki herkes yapar bunu.” “Öyle olmuyor işte dezzim her işin adı var turistler böyle seviyor.” Niyazi’yle karaya bırakılmış kırık sandal gibi kaldık. 40 derece sıcakta beklerken paramız az olduğu için güvenliğe gidip “Abi biraz su verir misin çok susadık.” dedik. Demez olaydık. Güvenlik, “Siktirin gidin lan cami mi bura pezevenklere bak. Kapıdan içeri girmeyin turistler rahatsız oluyor içeride, baktığınızı görmeyim götünüzü keserim.”


Gerçeğine mi, şakacığına mı ? deyince Niyazi durdu, sağda hayvanlar su içsin diye koydukları kapları gösterdi. “Hayvan kadar değerimiz yok lan.” dedi. Hayatında ilk defa sigara içti. Niyazi’ye bile sigara içtirdi bu hayat. Güneş göğün oruspusudur demişti Arkadaş. Tepemizde hem elletiyor hem de gösteriyordu kendini. Başka otele iş için gittik. Yine su vermediler. Niyazi yine sigara içti. Müdürü beklerken, altında bulaşık sularının aktığı penceresiz odaya koydular bizi. Turistler rahatsız oluyor diye. 40 derece hava ve ağır koku öldürdü bizi. En son Niyazi kapıyı kırdı. 10 dakikaya gelecek olan müdür iki saatte gelmişti. Kapı kırılma olayında ufak arbede çıktı güvenlikle aramızda. O sırada müdür geldi, güvenliklerin kulübesine soktu bizi “Şimdi gençler kendinizi benim yerime koyun ben de sizin yerinizdeyim. Beni neden işe alırdınız?” dedi. Niyazi bir bana baktı bir de sebile.“Oğlum hiçbir özelliğiniz yok müzikten anlamıyorsunuz, yabancı dil yok, deneyim yok ben size niye işe alım gidin memleketinize okuyun girmeyin bu işe.” dedi. Niyazi bir sigara daha yaktı. Elimizdeki paradan yol parasını çıkartıp kalan paraya baktık, hatrı sayılır para kalmıştı. Etraftaki en pahalı görünen bara gidip bayılana kadar içtik, kızları elledik, her şeyi yaptık. Öbür gün sabah ilk otobüsle memlekete döndük. Yolda bir karar almıştık Niyazi’yle. İleride ilk maaşlarımızla bize su vermeyen otele gidecektik. Daha gidemedik ama hala aklımızda. Niyazi hala sigara içiyor. Bence o otelde tatil yapana kadar da içmeye devam edecek.

"İnsan içinden geleni söylemeliydi yalnızca." demişti Virginia Woolf. Benim de içimden gelen şey; küçük bir çocuğun misket oynamadan önce sorduğu en önemli soru. "Gerçeğine mi? Şakacığına mı?" Neydi gerçek ya da şaka olan şey? Tanrı dünyayı yarattı. Bu, benim bir gerçeğimdi. Neydi peki herkesin gerçeği? Ortak gerçeğimiz yalnızlıktır ey ahali! Yalnız değil miydik hepimiz? Doğarken yalnız değil miydik? Peki ya yaşarken? Hepimiz o koca koca binaların içindeki ya da o devasa kalabalığın içinde ki yalnızlardık. Söylesenize hangimiz Turgut Uyar okurken yalnız değildik? Bir Neşet Ertaş dinlediğimizde, Sadri Alışık'ın Serseri filminde hangimiz yalnız değildik? "Anladın mı Kazım ? Anladın mı anam, babam,kardeşim... Arkadaşım Kazım" Kazım da tatmıştı yalnızlığı; sigarasının son dumanında, şiirin son mısrasında ya da bir türkünün son notasında... En güzel yalnızlıktı onunki, gaz lambasını yakmış, sigarası bitmek üzere öylece aynaya bakıyor... Ne güzel oynamıştı Sadri Abi yalnızlığı. Gerçeğine ya da şakacığına... Yalnız yaşayanları ne güzel anlatmıştı Orhan Veli; "Bilmezler yalnız yaşamayanlar, nasıl korku verir sessizlik insana... Bir cana hasret, bilmezler..." Misket oynamadan bildi çocuk da yalnız kalacağını, korktu ve o yüzden sordu; “Gerçeğine mi? Şakacığına mı?"

Veysel Yılmaz


Fikret Abi Yalım Aydın

Doğduğum pembe panjursuz, tek katlı, bakımsız ve sıvasız evimin bulunduğu mahallede yaşayan bir abi vardı. Bu abi gece gündüz şarap içip, mahallenin çeşitli noktalarında sızıp kalırdı. Yılda üç mevsim kendisine hiç dokunulmaz, sızdığı köprünün altından çekip alınmaz veya üstüne bir gazete parçası örten olmazdı. Ama kış mevsimi geldiğinde mahallemin sakinlerinin merhamet duygusu soğukla doğru orantılı olarak arttığından olsa gerek, Fikret Abi’yi evlerine aldıkları, hatta birkaç geceliğine misafir ettikleri bile olurdu. Fikret Abi yani bu bizim şarapçı abi de bu misafirperverliklere karşı bir teşekkür bile etmez, sanki onu soğuktan koruyup misafir etmek, evlerinde yer açmak komşuların göreviymiş gibi hiçbir iyi laf etmezdi. Bunu takiben, Fikret Abi kötü bir söz de söylemezdi. Açıkçası Fikret Abi pek konuşmazdı. Yani eskiden konuşurmuş da, sonra sözcüklerin onun için hiçbir değeri kalmadığı için konuşmadığını söylüyor mahallemin yeni nesil ve felsefeyle yeni tanışan gençleri. Neyse konuya dönelim. Fikret Abi ile ilgili bildiğim tek şey adının Fikret olduğu. Herkes, kendini bildi bileli onun burada olduğunu ve her zaman yaşlı olduğunu söylüyor. Hani Müzeyyen Senar (mekanı cennet olsun) için de böyle derlerdi, o misal. Hiçbir işte çalışmamasına, hiç parası olmamasına ve dindar mahallemde hiçbir bakkalın içki satmıyor olmasına rağmen o yaşama tutunduğu %8 alkol oranlı sıvıyı nasıl elde ettiği tam bir muamma. Tabutta Rövaşata’da Sarı öldüğü zaman arkadaşları onun mezarına ziyaret gitmiş ve orada içki içmişlerdi. Şişenin dibinde kalan içkinin bir kısmını da mezarın üstüne dökmüşlerdi. Fikret Abi ölse bırak mezara şişeden kalanı dökmeyi, arkasından ağlayacağını düşündüğüm kimse yok. Beraber hiç yaşanmışlığım olmasa da kendisini kendi iç dünyamın tezahürü olarak gördüğümden ötürü kendisine sempati duyuyordum. Kış mevsiminin soğuk günlerinden biri. Mahalle sakinleri arasında paylaşılan ‘’Fikret Abi’yi misafir etme görevi’’ bizde. Babamla gidip sızdığı köşeden aldık adamı. Eve getirdik, yatırdık. Sabah uyandığımda Fikret Abi bizim evin kapısını açıp dışarı çıkmak üzereydi. Ses etmedim çünkü buradan çıktıktan sonra nereye gideceğini merak ediyordum. Adeta duygusuz bir varlık olarak bellediğimiz, insanlara ait sıfatları uygun görmediğimiz bu ilginç adamın, sabahın bu saatinde kalacak yeri olmadığı halde nereye gittiği oldukça merak uyandırıcı olsa gerek. Haliyle onu takip etmek için planımı yaptım. Beni görmemesi için de sessizce ve bir casus edasıyla hareket ettim. Onun ardından evden çıkıp büyük bir tedbirle onu takibe başladım. Asla onu takip ettiğimi görmemeliydi çünkü beni görürse kafasındakini yapmayabilirdi. Yıllardır onun içki içmek ve sızıp kalmak dışında bir aktiviteye imza attığını görmeyen kitlenin bir parçası olarak ben, böyle bir şansı kesinlikle riske atamazdım. Velhasılıkelam, heyecanı yüksek gişe hasılatlı filmlerden pek de geri kalmayacak nicelikte bir takip başladı. Fikret Abi doğuştan yorgun ve halsiz ve ek olarak da uyuşuk bir insan olarak yaratıldığı için arkasına bakmıyordu. Belki de aklına gelmiyordu. Bu yüzden işimin kolay olduğu iddia edilebilecek olsa da bunun kesinliği yoktu.


Fikret Abi belediye binasının bulunduğu caddeye girdi. Caddenin sonundaki köşkü geçti. İkiye ayrılan yolun sol kısmını tercih etti. Takip ettiği güzergahın sonunda bir halk plajı vardı. İçimi iyice merak sardı. Aynı sıklıktaki monoton adımlarla yarım saatlik bir yürüyüşten sonra halk plajına vardık. Mevsimin kış olmasından dolayı tek bir canlı kalıntısının ortada olmamasının normal karşılanacağı, belediyemizin yaz mevsiminde ücretli servis hizmetiyle ulaşımı sağladığı uzunca bir plajdı bu. Başlangıcında ve bitişinde kayalıklar vardı. Genellikle plajların bu kısımlarındaki kayalıklar iki çeşittir. Bazı plajlarda alçaktır ve çok fazla sayıda kaya içermez. İkinci tip plajlarda ise yükseklik korkusu olanların bakamayacağı tipten ve korkunç şekillerdeki kayalara sahip kayalıklar mevcuttur. Bizdekiler ikinci tip ailesine mensuptu ve Fikret Abi o an onlara doğru yol alıyordu. En yüksek olanına çıktıktan sonra ufuğa baktı. Ve benden yaklaşık sekiz on metre uzakta, duyabileceğim sesle ufuğa doğru konuşmaya başladı : ‘’Affedin beni, bugüne kadar hiç ayık gezmediğimden algılayamadım. Dünyayı bir şişe şaraptan ibaret sandım siz gittiğinizden beri. Belki de bu kepazeliklere, rezaletlere, ikiyüzlülüklere ayık kafayla dayanamazdım. Belki de canından çok değer verdiği insanları iki kuruşluk insanların iğrenç komplolarına kurban vermiş, tanımadığı adamların kirli hesaplaşmalarının arasında suçsuz yere hasar görmüş bir adamın Tanrı’dan bunu istemeye hakkı vardır. Belki de günah denen kavramdan muaf tutuluyorumdur. Canım gitti lan benim canım. O adamlardan ne aldın sorarım sana. Bazen sokak köşelerinde, bazen de her gün başka bir evde sabahlamaksa benim kaderim, böyle kader mi olur ulan. Madem böyle bir kaderim vardı, niye onları benden aldın ? Bana misliyle yaşattığın acılar sayesinde kim mutlu şuan ? O iki kuruşluk herifler mi ? Canlarımı benden alanlar mı ? Konuşsana lan susma öyle! ‘’ Cümlelerini ufka karşı büyük bir nefretle kurmuştu. Sorularını ise samimi bir şekilde öğrenmek için soruyordu. Bir haksızlığa uğradığı açıktı. Bugüne kadar ağzından neredeyse tek bir kelime duymadığım herif, bütün içini bir buçuk dakika içerisinde döküvermişti. Ufuktan bir cevap alamayınca benim asla orada bulunup aşağı bakamayacağım o kayadan aşağı bıraktı kendini Fikret Abi. İntiharı da yaşamı gibi sessiz oldu. Yaşadığının da kimse farkında değildi, öldüğünün de kimse farkında olmayacaktı. Çaresizce bakındım etrafıma. Biri olsa yardım isteyecektim belki. Herif kaç metreden atlamıştı gerçi ne yardımı ? Şaşırmıştım. Fikret Abi’yi benim iç dünyamın tezahürü olarak gördüğümü biliyorsunuz. Benim de sonum böyle mi olacaktı ? Veya ruhumun, içimin sonu ? Bu yaşananlara ve hislerime daha fazla dayanamayıp saklandığım yerde ağlamaya başladım.


bazı kuşlar ve diğerleri

siyah beyaz bir filmin içine yanlışlıkla bırakılmış gibi yaşıyorum yine. süslü kelimelerin samimiyetsiz ahenginde kayboluyorum. saçma sapan bir suçtan hüküm giymiş mahkûmlar kadar masumum. elbet anlayacak birileri. marketten şeker aşırmış çocuklar kadar dolu ceplerim yiyemediklerimle idama gönderilen genç bir öğrencininki kadar fazla sana bir türlü söyleyemediklerim. anlatsam her şey yoluna girecek gibi –di li geçmiş zamanda. fakat duyulan geçmiş zamanın rivayeti bile daha inandırıcı geliyor söylenen sözler arasında. küçük bir çocuğun vazo kırmış ruh halindeyim. eski bir gardırobun içine saklanıp saatlerce uyuyasım var. birileri beni bulduğunda bağırışlar, haykırışlar duymak istemiyorum çevremde. kaybolmuş fakat büyük uğraşlar sonucunda bulunmuş küçük bir kız çocuğu gibi davransınlar bana. şımarmak, ağlamak, boynuna atlamak istiyorum birilerinin. bahçede saklambaç oynarken kaybolmuş gibi en güzel anılarım. hissettiklerimi gömdüğüm çukurun yerini unutmuşçasına bakıyorum etrafıma. donuk yüzler arasında tutunacak bir mimik, bir hareket arıyorum umutsuzca. bazı bekleyişler hiç gelmeyişlere tanık olur derler. ve bazı gelmeyenler de bazı bekleyişleri sonsuzluğa sürükler. geçip giden günler eskide kalmış diğer günleri maziye yollarken, usul usul ilerleyen bir trenin üstünde özgürlüğe koşuyor gibiyim ne kadar hızlanırsam hızlanayım, geri dönmek zorunda kalacağım. ve ne kadar özgür olursam olayım, trenin içinde yol alan bir kafes kuşuyla gideceğim yere aynı anda varacağım.

Mislina Bursal


Huzur

Ve nefesimi verdim. Ciğerimdeki duman, çıkarken bile yaktı içimi. Nefret ediyorum bu sigaradan ama ona ihtiyaç duyduğum için kendimden daha çok nefret ediyorum. İhtiyacım var sigaraya. Hayatta olduğumu bir tek bu illet sayesinde biliyorum. O kadar çok ağladım ki mutluluk anlamını kaybetti, o kadar çok kalbim kırıldı ki aşk manasını yitirdi. Ne içtiğimden tat alıyorum ne de gördüğümden zevk. Yaşadığımın bir tek şu sigaranın yaktığı ciğerlerim hatırlatıyor bana. Hayattaki son tutanağım şu elimdeki sigara. O da son nefesini verecek yakında. Tek dostum şu kalem ile kağıt. Dertlerimi tek dinleyenler onlar. Gerçi onların da beni bırakması yakın. Dertlerimi dinlemek istiyorlar ama ben anlatamıyorum , içimi onlara dökemiyorum çünkü onları dertlendirmekten korkuyorum. Kağıdımın kirlenmesinden, kalemimin körelmesinden korkuyorum. Onlar beni dertlerimden kurtarabilse bile ben onları kurtaramam. Kağıdımı temizleyemem, kalemimi açamam. Kadim dostlarıma yardım edemem ben. Huzuru bir şişe birada buldum. Daha doğrusu biranın yarısında. Tam sarhoş olmadan önceki o yudumda buldum huzurumu. O yudumu alsam sarhoş olup tüm dertlerimi unutacaktım ama bir dakika durdum ve düşündüm sonra biramı kenara koydum ve yürümeye başladım. Yalpalaya yalpaya yürürken hayatın tüm acılarını gördüm. O acıların yanında mutluluklar da gördüm . Ufacık mutluluklar acıların yanında önemsiz gibi gözüküyordu ama yine de oradaydılar. Hayatta ikisinin de olduğunu görünce asıl huzuru öyle buldum ben.

Umut Çağın Bozacı

"Her an ensemde bir nefes, eli tutulmuş gölgem, omurgam boyunca ürpermem, uyuyamayışlarım, uyanamayışlarım. Kafamın içindeki sesler, vedalarım, dönüşlerim, göz yaşlarım, kahkahalarım. İntiharlarım, cinayetlerim, ölenlerim. Ben ve kırk yama hayaletim, hayaletlerim. Dün ilk telefonla konuştuğumuz yerlerden geçtim, ellerimden tuttun benim. Yine küfrettin o kadına, yine güldüm ben. Tam okuduğum şiiri açarken yeniden, yok oldun. Eve dönünce umutlanışımı anlattım duvarlara, yastığımda kokunu duydum, duymuşsundur beni. Çay koyuşumda yoklayan adam, her seferinde sıçratıyor beni. Bir keresinde yaktım kendimi, bileğimdeki izin sebebi. Piyanosuna takılıyorum hep, aynı sahilde aynı şarkıları çalıyor, dans ediyor hayaletlerimiz. Neden kahkahaların kulaklarımda ey ellerimle öldürdüğüm kadın? Sımsıkı sarmıştım boğazını, onun benim ruhumu sardığı gibi. Kulaklarım çınlıyor, uçmuş hallerimiz çarpıyor bir tokat. Masamın altındayken ben. Odamı mesken edinen solistler, çağırdığı tonlarca hayalet ile coşan gitarist. İçimdeki küçük, en çok sen uğruyorsun, kucaklıyorum sımsıkı. Beni öldürdüğün yere götür diyor, kalbimi söktüğün yeri hatırlıyor musun? Gözyaşlarıyla bir daha söküyorum kalbini, tekrar ve tekrar dikiyorum yerine. O bir daha gelmezse sürükler hayaletler beni. Ne zaman bir çiçek kopsa bir yerlerde bir kalp daha dikiyorum yerine. Ve sesleniyorum saydamlaşmamışlara; peki sen herif, ölünce sen de ziyaret edecek misin beni, papatyam uğrayacak mı her şiirle sevişmemde? Hep düştüğüm yerde kanımı silecek misin hocam, hep aynı saatte?"

Irmak Ekim


Çizim : Oğul Arda Biçer


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.