Mevzular Derin Fanzin Sayı : 18

Page 1


Kömür deposu, boşaldı işte, Mamak’a sonbahar geldi… Evet, eserin devamı böyle lakin başlıktaki kısmı bizim için o kadar da geçerli değil. Biz geldiğimizde, Ağustos 2015’ti ve gelişimizi bu sözle anlatmamız zor. Geldiğimizde Dolar 2.92 idi ve 3.37 idi Euro. Türk lirası hızla değer kaybediyordu ve biz de bu olaya kayıtsız kalamadık. İlk sayımızda müthiş bir çalışmayı kapağımıza taşıdık. Bunun ardından biz büyümeye devam ettik dolar ve euro da yükselmeye. Bugün Türk lirası değer kaybına devam ediyor ve artan baskı maliyetlerini karşılayamayan dergi ve fanzinler birer birer yayın hayatına veda ediyorlar. Bu içimizi burkan bir durum elbette, hepsini iyi anılarıyla ve edebiyatımıza katmaya çalıştıklarıyla hatırlayacağız. Biz ise şimdilik yolumuza devam ediyoruz. On sekizinci sayımızda yine kalabalık bir kadroyla karşınızdayız. Öykü-düzyazı türlerinde Safa Pektaş, Alperen Yavaş, Sonat Yurtçu, Ceren Kartal, İrem Eyit, Efrahim Aslan, Umut Çağın Bozacı, Suhan Lalettayin ve Kaldırım Sütü bu sayımıza katkıda bulunan arkadaşlarımız oldular. Hilmi Bilenbay, BoJack Horseman’i incelerken sayfalarında, sonraki sayfalarda Çağrı Efe Günay’ın ‘’Özgür Yazılım’’ üzerine düşünce ve bilgi aktarımlarına tanık olacaksınız. Bizi bu sayıda şiirleyenler ise Osman Utku Atış, Yağmur Deniz Aydın, Enes Kurnaz, Mislina Bursal, Kemal Gökçay, A.H.Sahabi, Eren Burhan, İsrafil Koah, Yalım Aydın, Yağmur Montenegro ve Emrah Karakuş oldu. Röportaj kısmımızda ise konuğumuz Deniz Poyraz oldu. Unutmadan, ön kapak çizimimiz Emiragzel’e, arka kapak ise İthaf’a ait. On dokuzuncu sayımız için katkıda bulunmak veya bugüne kadar çıkmış bütün sayılarımızı edinmek isterseniz adresiniz hala aynı. Evet, mevzularderinfanzin@gmail.com’dan bahsediyoruz. Buralardan daha güzel haberler vermek, sizin buraları okuduğunuz günlerde daha iyi zamanlarda hep birlikte nefes almak umuduyla sizlere şimdilik veda ediyoruz, kendinize iyi bakın.

mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfanzin mevzularderin.com


Kesik sahnelerle devam ediyor koşuşturma hali, video takılıyor ve tekrara düşüyor öne atılan adım – ardından ileri sarıyor kendini – arada kaçırılan görüntü ve olay unutuluyor ya da boşvermek daha kolay geliyor. Tabaklar ve kâğıtlar, ateş yükseliyor, ileriden zil sesi geliyor – şimdi bir adım daha aşağıya; fakat önce kilidi aç, anahtar yanlış – değiştir onu, tekrardan zorla ileri geri, in aşağıya burası karanlık, küçük odaya gir – iki kolunu açamayacak kadar dar olan yere, yüklen ve çık, metali çarp – selam ver: Merhaba! Zil çalıyor, biri geldi. Uyan. Yükselen şeyler alçakta duruyor – yükselen kim? Ben değilim. Ben eğimli bir yüksekte alçalıyorum, görüyor musun? Sırtını yasla, çakmağı çak ve görüntü takılıyor ateş yanarken hızı arttırılmış bir vantilatör gibi tekrar tekrar yanmaya çalışıyor, yan! Yanımda oturuyor. Kim? Kimse. Ateş yanıyor. Dinleniyorum. Sesler kesildi. Her şey olması gereken hızda devam ediyor. Hiçbir şey garip gelmiyor; kimseye. Olanın kendisine normaldir her şey, kendisinin dışında olanın aksine ve özüne dönmeye çalıştığını söyleyen herkes, yalan söylemekten çekinmiyor, gördüğü yansımanın zatına. Azdan geriye hiç kalmıyor ne biriktirirse biriktirsin ve aklını ne kadar boşaltırsa boşaltsın.

Bütün hormonlar masaların etrafında ve ceplerinde şifreli paralarla savaşlarına devam ediyorlar – edecekler. Mutfakta bir yangın, yangının içinde üstlerine önlükler giymiş kocaman vajinalar ve penisler birbirlerine giriyorlar – penis, yangını spermleriyle söndürürken her şey huzura kavuşuyor – hamamböcekleri yemeklerin içinde yuva halinde, herkes her ısırışta bir çatırtıyla irkiliyor. Dişleri dökülüyor yerlere insanların, toplamaya çalışıyorlar, derileri dökülüyor, saçları dökülüyor, insanlar böceklere dönüşüp bir koloni kuruyor ve şehrin en laik semtinde özel yapım hamburger ve kahve satmaya başlıyorlar. Hamamböcekleri özgürlüğünü istiyor ellerinde biralarıyla ve yasadışı maddeleriyle – maddeyi inceleyen kimyanın en büyük esrimeye çalışan mucizeleriyle. Zehirli böcekler bar sandalyelerine yayılmışlar ve saçıyorlar içindekileri, önce diyaframlarını şişiriyorlar, sonra biraz omuzlarını genişletiyorlar. Müdafaa başlıyor. Hesaplar ödeniyor. Böcek kolonisi, işine geldiği gibi insanları – insanlar böcekleri – ve her şey birbirine karışıyor. Söz, hiçbir anlama gelmiyor. Artık tür değişiyor – video takılıyor, ses takılıyor, kalp çarpıntısı başlıyor. Metal, ateş, zil – cehen-nem, ses – gecenin bir yarısı, yokuş, ve Sonunda evdeyim. Yarın sabah ilk işim böcek ilacı almak oluyor. Kulağımda ise; bir uğultu kalıyor. Fight!


ölümle bozulacak tatlar şerefli insan varmışçasına alenî. rüzgar, zaman, aSr, ve ingiliz emniyeti hâlâ atları kullanıyor. aCeleye gerek yok ancak fazladan bir kurşun ötenazi isteklerinden ivedi. kapı önüne dökülen suyun buhar buz ve döRdüncü bir hâl almaktaki hızını anlamını bilmediğim şarkılara eşlik eden sesin etkiliyor. kış akşamları anne geyiğin nefesindeki hırsı, bana gelen sıra. bana isabet eden sağnak. gökyüzünün pastel bir tasviridir gökyüzüyle aynı hızda döner rulEt. bir el. birden fazla kurşun. sırasını bekleyen daha fazla boşluk. o boşluklar içinde, iki kulağını birden kesen gece kolAy görülür ardışık ölümler. ışık tutulan sahte plaka. gökyüzünün kapalı bir tasviridir camera obsruca ters ve kolay görülür voodoo törenleri lazio çingeneler. çiçekler bir kez sinyorita . [göğe bakıp durduğumu görüyorsun. bulutlarımı çaldıklarını... görüyorsun.] namluyu boğazına dayadığında (neden şakak yerine boğaz?) Memelerinin arasına süzülen ter. memelerinin arasındaki kanlı şafak. gökyüzünü sıra bana geldiğinde betimleyeceğim.

taşa çarpmaya yöneldi söz duyulmadı varlık sözden değil ama nasılsa güzel sözlere itiyor çoktandır insanı insan deneneni iyi de ne ki insan tohumu başka mı taştan sudan aynı değil mi kül ve duman hararet ve buhar ile aynı tohum şimdi s ö z l e r i döllüyor varlıktan varlığa bir hata sağanağıdır bu ses kendi mantığını kuruyor nedense s ö z oluyor sonrasında her yüzey bir savaş alanı bir tozlu kerhane öğle vaktinde inlemek haykırmak susuvermek kahkaha atmak sahte gülümsemek için renkli bir bok çukuru yani söylendi taşa çarpıp sustu söz yürümeye devam edildi ve hala taş su kül duman hararet ve buhar sözleri döllüyor

ölene kadar yutuyoruz uykunun yükselen hiçliğin patlayacak sesine kadar sindirmeye çalışıyoruz varlık sandığımızı ve bir hata sağanağında varlıktan varlığa ağıyoruz


Zihnime vakumlanan kelimeler Değişim rüzgarı kimliği taşır Memurluktan kaçış kalemimi patronuma saplar Gangster olur Efsanelerde yaşar Kanımdan duman akıtırım. Belirir otobüs camında annemin gençliği Lambalar yeşil yeşil yeşil renklidir Üçten tövbem yok Algının gelincik tarlası içinde Bir:(ve hep ilktir) neşeli yarım bir kadın Diğerleri:(düşük değilse de değerleri) gize yeminli dört cinayet ortağı Son:(parıltında don!) yeşil yeşil yeşil trafik geçişi Sevgilim tam olarak bu kısımda Önümdekileri aksiyon filmi gibi sunsam da Dizeleri kendimle dolduramam Aklımın kara sineği kulağımdan yuvasına dönmez Gökyüzü fırtınaya sözünden bulutlanır Doğu batıda Kuzey güneyde Dost mahallede bulunmaz şimdi Hal böyleyken en iyisi Yarın boyanacak duvarlara şiirler yazmak Yarın yıkılacak evlere dert dökmek Kırık kabuk müslüman bir salyangoz olmaktır. Çelişkilerimden nefes almamı İgloo duvarlarına kazılı ritimler sağlıyor Susun artık munchies geliyor

şehir yırttım şişmiş karnını içinden neler çıktı neler kanın kimyasalı, zebani ordusu, benzinden gökkuşakları robot yanakları yalamaya çalışan mutantbin memeli hayvanlar ve hayalleriyle cafcaflı banliyölerin yıldırımsavarları bayraklar dalgalanmaya devam ediyor direklerin boşluğundan gelen elektriksel rüzgarla şehir yırttım şişmiş karnını ayaklarım boşlukta süzülüyor üzerimde ayın ve yıldızların şekerden havaifişekleri burada katır sesleri orada klekson döngüsü gözlerimdeki toza bak, gözlerimdeki dikene bak şehir yırttım şişmiş karnını melankoliyi bırak bana bak


sinir harbi her gün aynı terane. sayısız organizmanın dahil olduğu telaşe. yaşamla tanışma bitip de yüz göz olma başladıkça hoşgörüsü yüzüne gözüne yapış yapış, kopkoyu bir balgam gibi sıvanan medeniyet mahlukatı. hararetli biçimde birbirlerine ne anlatıyor? çaldıkları boyalarla - simgeledikleri her neyse artık kaplı yüz derilerinin altında anlaşılmaya muhtaç kılcallar ve her biri bir diğerinin psikoloğu olmaya oynuyor. vizite ücretlerinin bira, kahve ve türevlerinden oluştuğu psikotik mizansenler, verilen ve alınan akıllar, başka şeyler. “o da bir şey mi –” diye başlayan her tümce, sahibinin ne kadar “daha” olduğunu ispat edebilmek üzere türüyor.

sahip olsaydım, sahip olduğum tüm vakti akşam ezanını müteakip kurulan bir lağım kenarı sofrasında - hele ki kanımdaki libido seviyesi eş zamanlı bir artış gösteriyorsa ekseriyetle otuz bire kadar sayabilen adamlarla sait faik'in adalardaki ikametinin tercihi bir inzivanın mı yoksa bir yalnızlığın mı zorunlu getirisi olduğuna dair benzeri cürmünden geniş konuları itinayla sorgulayarak ve aralarında fütürizme gönül vermiş olanlarla o an bahsi geçen konunun gelecek nesillere yansıtabileceği pozitif/negatif etkilerden konuşarak harcayacaktım. herkes kendisinin ne denli boş bir insan olmadığını ve titrinde başı çekmesini istediği yönüne has deneyimlerle yoğrulduğunu ispat ettiğinden emin olunca nihayet hiçbir sonuca varılamayışın peşi sıra evlere dağılınacak, yalnız kalınıp da hakiki boşluk hissiyatının ana kucağını aratmayan pençeleri zayıf karakterleri yeniden sarmalamaya başladığında geriye dönerek hoşnut nidalar atılacak ve kısa süreli bir endorfin salınımıyla gün, rastgele canlıların olmayan hayat enerjisini de emerek bir kez daha sonlanmış olacaktı.

kesilesi dudak çevrelerine nüfuz etmiş “bir halt ediyor olmanın hakları”. birbirlerine çarpıyor, çarpıyor durmuyorlar. belermiş gözlerini iyice aralayarak daha ağızlarından süzülen salyaları toparlamadan shakespeare'den bahsetmeye başlıyorlar, yine de yine de memelerinin açık seçik ihtişamını ısrarla örtbas edebilmek için çırpınıyor işte bir tanesi tam ortada. dillere pelesenk feminist söylevleri  öze savuşturmayı başardığımda kadından önce insan olduğundan utanan birini görüyorum çoğunluğun böceklerden ve birbirini böcek karşımda. olarak görenlerden oluştuğu bir platformda ve fakat her nevi cinsel aktiviteyle hemhal nasırlı ayak olabilmek için götünü yırtanları olmaya dünden razı olan ben, - kısaca kim - anlamaya çaba gösterecek vaktim yok. uzun bu akşam burada olmayı dilemedim, hele ki zamandır neye vaktim olup olmadığı hakkıntanrıça olduğunu iddia ederek karşıma çıkan da ise birtakım gelgitlerim var. uyumlu olkadınların diri memelerini göremeyeceksem maya uyum sağlamak için yaptığım hamleler ve o memelerin ağızda bıraktığı tadı bir an asıl karakterimden devasa birer parça koparıolsun düşleyemeyeceksem iki kere dilemedim. yorken sakin kalabilmek için yırtınan genlerim yıllardır komada olan ve ölümü beklenen eğer bu gece daha az beklediğim gibi gitseydi birinin cenazesi gibi pek de heyecan verici ve biraz olsun kuvvetli bir anımsama gücüne olmayan bir sonlanma halinin hırpalanmaktan tadı kaçan tatminsizliğiyle kavruluyor.


oradan

yanımdaki adam buranın malı değil. ona nereli olduğu sorulduğunda sakince ensesini kaşır, sigarasından alelade bir nefes çektikten sonra en yakınında bulunan küllüğün iç kısmına götürür ve hafifçe döndürdükten sonra konuyu değiştirmek için alakasız bir şey söyler. ütüsüz siyah tişörtünde iyice belirginleşen sarımtırak köpek tüyleri, saatler önce uyanmayı gereken unutkan sesinden birkaç dalga boyunu ödünç almış gibi. girizgahından hemen önce kısa bir öksürüğe gereksinim duyulan konular - hangi başlık altında olursa olsun - gırtlağımın öznesi o, ola ki kesersem kandan önce o akar. bana verdiği bir nevi yaşama gücü için ona büyük bir teşekkür borçlu olmalıyım – yaşadığını hissettirmemek için bendini dumanla görünmez kılmayı denese zaman zaman. bir yaz gecesi rüyası’nın kurbağalıdere’deki mayıs izdüşümünden o da yeterince sıkılmış olacak ki, bir kahve teklif ediyor. ezkaza onu insülin batağından çekip çıkaralı beş dakika bile olmamışken, nörolojik fonksiyonlarını yitirmesine yol açan bir nöbeti andıran hareketlerini izliyorum. yıllar sonra aramızdaki ilişkinin türüne binaen bir teori geliştirmek isterse ilişki terapistleri, birbirlerini ilaç değil hastadaş sayan iki intihar düşkünü olarak anılmamızda hiçbir sakınca yok. shakespeare’in anlattığı aşkların yeryüzünde bir karşılığı varsa can bulmuş hali o, doğru yanlış terazisinin adaletin ve suçun birbirine karıştığı yer onun kasıkları. solu ağzımdan boş ağzına uzanan inleyişleri ve bir dağın zirvesinden milyonlarca kilometre uzaktaki bir yatakta kokusuyla ayak bileklerimi karıncalandıran, dalaverelerimi mest eden, kinime diz çöktüren bir "şey". uyuduğumuz yatakta iliğimden çekilen aidiyetsizlik, farkındalık ya da psikoloji ilminin hastalık diye tabir etmekte beis görmediği bütün duygu durumları arka odadan elinde viskiyle çıkagelen uyuşturulma bağımlısı yatağına cesedimle geliyorum

üzerimde uçuşsan sineklerle vajinal mantar, anal fissür, aidsle meidsle kurtarmayı ve kurtarılmayı reddeden fani kahraman olur da bir gün elimdeki bıçak sana dönerse önce kendimi kurtarırım bu hayattan 

size

sabaha karşı karşı camda açan renkler. sıvılar sıvıları çağırdı. çamur; ağzımı araladığımda dışarı feveran eden bozuk ve yalnız tat. geçmişin başucuma bıraktığı hediye, lime lime etmek istediğim dilim ve duvardan duvara vurarak kırmak istediğim kemiklerim; diğer yanımda tek kullanımlık nem maskesi ve engelli çocuklar vakfı yararına satılan organik ayva reçeli. “yaşam seviciliği” gündelik hayatta kendine tedx konuşmalarından yüzlerce dolarlık sertifika programlarına uzanan bir yelpazede kayda değer bir yer edinebiliyorken ölü seviciliğini savunan yargıların ve inanç sistemlerinin açıkça hor görülüyor olması insanlığın başlı başına enteresan yaklaşımlarla bezeli bir inkar yapıtı oluşunun seçilmiş kanıtlarından. kinle var olmayı seçtiğimden beri teker teker çekmek istediğim tırnaklarınızı, acıya dayanaksız kaygan göz bebeklerinizi, gırtlaklarınızdan şelale gibi fışkıracak kanın dişlerimden boğazıma süzülüşünü düşlerken hazdan titreyen parmaklarım ve suratımın ortasına tiz bir nefes verişle oturan gülümseme, beni yürüyen bir suç duyurusuna benzetiyor. öznelleştirdiğim kini dışarıya taşırmamak için gösterdiğim her çaba, habis bir tümör gibi içimi tüketiyor. söylemlerim ulaşılabilir çevremi endişeye düşürebilir, fakat sağlıklı bir yaşam için mutluluğun bulaşıcı gücü yerine nefretin bulaşıcı gücü kamu spotlarında görülmeye başlandığında masum kalan arkadaşlarıma bir kez sarılacağım. ne de olsa insanlık, etik ve ahlaki değerlerle bu denli sarıp sarmalanmış olmasaydı cinayet işleme eylemi bugün sanat literatüründe olabilirdi.


Kemikleri Çatırdayan Atlas Bir akşamüzeriydi… Kıştı. Kalbim bedenimden fırlamak için gümbür gümbür atarken, ölmek, diye düşünüyordum. Kızamıyordum. Herkes görevini yerine getirmeye gelmişti buraya ve o da, en nihayetinde ölmek için buradaydı. Tükenmek için. O bana söylemişti buna benzer bir cümleyi. Mia çok güzel gülüyordu ve bir akşamüzerinden çok sonra tanışmıştım Mia’yla. Doğa olayları vardı etrafımda yani olağan betimlemeler. Rüzgârlar hep tozluydu; dalgalar hep bulanık ve hırçın. Nefes almaya çalışıyordum, bazen zor oluyordu işte. Hele ki de böylesine sert, soğuk bir rüzgâr suratına eserken zor oluyordu. Korkuyordum. Ve kızın çığlıkları da gitmiyordu kulaklarımdan. Yoğun bakımın bir köşesinde dostumu beklerken başlamıştı kızın çığlıkları. Zi hnimde deniz kenarındaydım oysa, ellerim paltomun cebindeydi ve paltomun uçları sürekli uçarı… Boynumu bükmüştüm, kafamı göğsüme kadar çekmiş; hadi ulan, diyordum hadi, bir dalga gelse de sarsıp alsa beni, zaten nefes de alamıyordum. Kollarımı göğsüme kenetlemiş hastanenin duvarındaki tabloyu seyrederken başladı ilk çığlıklar. Denizin kenarındayken dalgalar betona her çarptığında duydum. Nefes alamıyordum. Kızcağız uyanık kaldığı her an acısına dayamayıp, çığlıklar atıyormuş. Kanser git gide ölmeye doğru… İki hasta bakıcı yanımda konuşurken duydum bunları. Hem ben hareketleri anlatmayı sevmiyorum ki… Hem de ölümü dahi uyurken beklemek ne acı. Zihnimi paylaşıyorum kızla, görüyorum ki tümörün getirdiği acıdan ziyade, yaşamak dürtüsü kimliğine bulaştığı için çığlıklar atıyordu. Tabloyu seyrediyordum. Ölmek, diye düşündüm. Kıştı. Üzeri kristalleşmiş göletin kenarında çatısı kardan bembeyaz olmuş, mini mini bir ev çizmişlerdi. Oysa ben, Emirgan’da deniz kenarındaydım. Arabalar geçerken, rüzgârın oradan oraya taşıdığı yağmurdan dolayı beni görmüyorlardı. Biliyorum, eğer görecek olsalar, durur yardım ederlerdi. Yardım mı etmek! Ben yardım mı arıyordum ki… Neden o zaman, bir metre önümü göremezken; yağmur taneleri demir bilyeler gibi bedenimi döverken, ruhum sızlarken burada dikiliyorum. Neden o zaman, çığlık çığlığa bir hastanenin köşesinde, ölmek kokusunun, yardım bağrışmalarının, çaresizliğin köşesinde; dostum ölüyorken, arkamdaki pencereye değen demir bilye gibi yağmur tanelerini dinleyip, gülüyordum. Gözlerim açıktı ve her şey o zaman oldu. Tablodaki evde bir şömine yanıyor olmalıydı. Bunca gölgenin içerisinde, turuncudan kaçan bir kırmızı pencereye vuruyordu. Bacasından da nasıl duman tütüyor, görmen lazım. Bir kadını görüyordum. Rüzgâr yağmur tanelerini oradan oraya taşırken, çiziyordu kadını. Karşımda can buluyordu. Ruhu mu? Rüzgâr var, yağmur var, deniz var, yapraklar var dallarından kopartılmış. Rüzgâr çiziyordu ve doğa ile bir kadın can buluyordu. Ama ben sadece yüzünü görebiliyordum. Zaman zaman gülüyordu, gülerken dudakları gerisin geriye çekiliyor, gözleri kısılıyordu. Git gide doluyordu kalbime, kalbim hıçkırıyordu. Sesini dalgalarda duyuyordum, belki de bunca yıllık dostluğum dalgalarla, bundandır. Bir akşamüzeri, rengini veriyordu yüzüne. Köşedeki koltukta bir adam vardı, parmaklarının arasındaki sigarayla oynuyordu. Ellerimi cebime götürüp tabakama baktım, oradaydı. Konuşuyordu ara sıra onunla, helal olsun sana, diyordu. Tabloyu seyrederken duyuyordum bunları, gülüyordum. Bir kadın nasıl böylesine ilkbahar gibi gülebilirdi ki… Arkasında olabildiğine kar vardı. Karlar dallara, çamların yapraklarına tutunmuştu. Ne garip, orada da bir akşamüzeriydi… Karların arasından birkaç tane yasemin fırlamıştı. Maviydi. Ne işi vardı bunların burada? Dostumun odasından doktor çıkmış bana doğru geliyordu. Üç adımdı. Nefesim kitlenmiş, ellerim, yüzüm morarmıştı. Kadın gökyüzünün seyrediyor, istemiyorum ete bürünmüş hiçbir şeyi, diye düşünüyordu. O görüyor olmalıydı. Gözleri yağmur tanelerinden oluşuyordu çünkü. Rüzgârın yeryüzünden kaldırdığı toprak, rengini veriyordu gözlerine. Zaman zaman elmacıklarına yağmur taneleri düşüyor, yanaklarından çenesine kadar süzülüyordu. Öpmek istiyordum, çenesinin biraz üzerinden. Bir yağmuru öpmek tanrım, söyle bana lütfen… Rüzgâr bitiriyordu kadını. Ölmek üzereyken


insan… Ne garip. Doktor karşımda kıpkırmızı yüzüyle, başı eğik bekliyordu. İki asistan doktor nitril eldivenlerini çıkartırken konuşuyorlardı. Eldivenlerde kan vardı. Gülüyordum ben, eldivenlerinde kan vardı ve asistanlar neye bu kadar şaşırmışlardı? Kalbini gördün mü, dedi. Diğerinin yanakları titriyordu. Başını sallayarak cevap verdi. Konuşmadı. Gülmüyordum artık. Yağmur çekiliyordu yavaş yavaş, rüzgâr kızgınlığını dindirmişti. Gözlerime bakıyordu, öldü, dedi. Gözlerime bakıyordu, ben artık yaşıyorum demek istemiyorum, dedi. Yaşadığımı göstermek istiyorum. O sırada rüzgâr olanca sakinliğiyle, ellerini bitirdi. Bir akşamüzerinden çok so nrasıydı artık… Savurdu kollarını semaya, yıldızları tuttu. Bak, dedi. İçime doluyor hepsi. Görmüyordum yıldızları. O görüyor olmalıydı, çünkü… Bir çıkmazdaydım sanki ve sırılsıklamdım. Git gide bedenime yapışıyordu dünya, terk etmek istiyordum, kabul etmek istiyordum. Karın üzerinde yalınayak adımladım. Yeryüzünü ezdikçe kırılan kemiklerin sesleri kulağıma doldu. İlerleyemiyordum, sadece biraz ötemdeydi, biraz ötemde bacası tüten mini mini bir ev… Ve üç parçada yansıyordum. Ellerim çekiliyordu, benim olmayan ellerim. Saklanıyordu bütün bir bedenim, bunalımın ertesinde, gece yarısından biraz ötede, sevgi, vardı ve yüzümün en incesinde ömrümün atlas’ında parmaklarını gezdiriyordu. Ay biraz ötemizdeydi ve sanki tanıyordu, onu tanıyordu. Bir koku duyuyordum. Yasemin desem değil, lavanta hayır, begonviller olamaz, bir mevsim peki…. Dur, dur yaklaşma, çözülüyor her şey ve bir hastanede bir koku duyuyordum. Kimsesizdi bu. Bir kimliğe bürünmekten geri çekilen ve bir kimlikle sarmalanınca bunalan bir koku. Gri değil elbette, sakin, her zaman. Denize bir piyano sesi karışıyor. Sırtımı dayadığım şu pencere hâlâ orada mı, ben neden üşümüyorum peki? Doktora bakıyorum, usulca öldü diye tekrar ediyor. Buğulanıyor yüzü ellerim çaresiz. Kimliksiz. Hani bir tablo olmalıydı burada, belki saatlerdir izlediğim. Bir koku duyuyorum. Bütün ışıkların ölgün olduğu, yüksek kesiminde atlas’ın sokakları mora boyadığı, daha aşağılarda ayrılıkların ölgün turuncusu, gece esmeri bir koku. Zaman zaman aidiyet hissetmeyen, fırlasın pencerelerden ışıklar, bir koku çünkü, insanlar boynu bükük geziyor enselerine yağmur değmesin diye, yabancılaşıyor gülümsemeler, …çünkü bu koku gerçek yüzlerin heyecanını taşıyacak bir koku. Yağmuru seviyorum artık. Bulutların gökyüzünü kapatacağı bir kokuyu bekliyorum. Yaratmak kızgın bir süreçle başlarken sakinliğiyle devam ediyor. Elleriyle topladığı yıldızları gösteriyor. Bak, diyor senin için limon renginde hepsi. Yağmurlarla yükselen, tutunan bir kadın, bana yaklaşıyor. Gözlerini kapatıyor. Derin bir iç çekişi var. Göz kapakları bulutlardan. Asla gri değil, siyaha biraz beyaz kapatılmış gibi. Çatlak dudakları, nereye varacağını bilmediğin bir çöl bu, kızarıyor toprak ve gerçek suyu vermediğinden çatlatıyor. Kıştı, kimsesiz değildim. Onu izliyordum, ağzım açık, ağlar gibiydim. Gülümsüyordum. Fısıldamak istedim, beni böyle düşün. Ve bir rüzgâr, ertesinde saçlarına değince ancak heyecan veren. Beni böyle bil. Rüzgâr durmadan fırçasını doğaya daldırıyor, renkleri seçiyordu. Avuçlarındaki yıldızlar daha da parıldıyor. Gözlerine bulaşıyor sonra, kalbine bulaşıyor. Sen kimseye ait olamazsın ki… Saçlarını çiziyor. Gece usul adımlarla yaklaşıyor. Yenilmiş bir komutan gibi avuçlarındaki rengi saçlarına döküyor. Gözlerini açmıyor kadın, sessiz. Ay, kadının saçlarını kızartmaya başlıyor. Saçlarının eteklerinde çıtırtılar, eteklerinde patlamalar, ete klerinde lav birikintileri. Zaman dolduruyor etrafı. Nesin sen bu cisimsizliğin ve hacimsizliğinle, bütün bir evren olmayı nasıl başarıyorsun. Siyah kurdelesiyle hediyesini bırakıyor kadının avuçlarına. Gözleri hâlâ kapalı. Kurdeleyi çözüyor kadın ve zamanın kokusu yayılıyor etrafa. Tutuyor hepsini, saçlarına götürüp kokluyor. Kıkırdıyor, gülümsüyor. İlkbahar… Yıldızların parıldattığı, yıldızların merhameti zorla teslim ettiği bir kadın çiziliyor karşımda, yok oluyorum. Bir akşamüzerinden çok sonrasıydı artık. Gözlerinde açıyor, içerisinde binlerce yıldız patlaması. Kollarını iki yana açıp ellerini denize doğru çeviriyor. Git gide dalgalanıyor deniz. Git gide fokurduyor. İçinden her an bir şey fırlayacak gibi. “Arkadaşınızın kalbini kurtaramadık” dedi doktor. O isteseydi, dedim içimden. Sinirliydim. Bulutlar çekiliyordu yavaştan. Yüzü aydınlandıkça anlıyordum. İnce bir ışık düşecek tabloya. Oysa onu kabul edemeyecek kadar, kırılgan bir resim bu. Işığı kabul edemeyecek kadar kırılgan. Bir ağaca yaslanıyorum. Diz boyu kar var. Tütünü çıkartıp ağzıma takıyorum. Çöküyorum yere. İnsan nasıl intihar eder, bekleyerek? Bir mektup bitemez mi yani şimdi?


Sancılarım, midemden göğsüme doğru olan yolculuğunu gerçekleştirmekteydi. Bense sancılarımı vücudumdan dışarı çıkarmak için ağzımı kullanacaktım. Ağzım; keskinlikte, yumuşaklıkta ve döneklikte organlarım arasındaki birinciliğin sahibi. Bu yüzden en uygun çıkış yeri orası. Kararlı bir şekilde varış noktalarını değiştirmeye çalıştım. Gidişlerinden ağzıma yaklaşıyorlar gibi gözükseler de asıl niyetleri kaburgalarımın arasında hapsettiklerimi duyumsatmak. Uzun süren çabalarla ve kalın halatlarla düğümlemiştim tinsel taraflarıma dokunmasını istemediklerimi. Her hatırlayış, bir hayli acıyış benim için. Hal böyle olunca yedi yaşımdan beri her sene bir kaburgamı unutarak, kendimi tıpta bir mucize -kaburgasız insan- olduğuma inandırmıştım.

değildi ve gidiciydi. Herkese açık ve merhametli bu dünyada vatan ne kutsal değil mi? İnsan hayret ediyor.

Sancılar ayaklarımdan başladılar yolculuğa birkaç sene evvel. İlk başlarda önemsemedim, uzak geldiler bana. Vücudumda ilerledikleri her beş ayın sonunda ben bir kaburgamı hatırladım. İşte o zaman fark ettim mahkumlara zorunlu affın yakın olduğunu.

Sayısız defa şöyle bir duyuru yaptım beynimde:

Kaburgalarımın her yerine salya ve yalan karışımını sürmüştüm. Salyalar dışarıdan görenleri tiksindirmek ve bu sayede onları uzaklaştırmak için. Yalanlar ise kendime özel. Sancılar, bu karışımın iğrençliğine ve mahremiyetine bakmaksızın kaburgalarımın üzerinden yalayıp yutuyordu onu. Ne çok emek vardı! Onca salya, onca yalan, onca yıl... HAM! Bir gıdımlık heveslerimi de o zamanlarda hep bastırdım. Vajinal bölgem mülteci kampına döndü. Her şey oradaydı ama hiçbir şey ona ait

Herkes duygusal ve düşünsel savaşlardan yorgundur. Onları kabul edecek, sığınacak bir yer ararlar. Bu yer bir vajina, bir bunalım ve daha birçok şey olabilir. En beter sığınak: Gerçek zeminine ayağını sürtmüş fakat sonra uzayı yuva edinmiş hayaller. (Vajina aynı zamanda penistir bu metnin sözlüğünde) Acaba ne kadar geri gidebilirim diye sordum kendi kendime. İnsanlar hep ileri giderek sınırlarını zorlamamalı. Gelişime odaklı bir toplumda bu söylediğim absürt kaçabilir elbet.

Lütfen çekinmeyiniz, buyrun bir adım geri gidiniz. Yaklaşıyorum annemle babamın seviştiği o malum geceye. Yanlarına gidip bağırıyorum: Yapmayın, ölmek istemiyorum. Hiç... Kulak asmayıp zevk almaya devam ettiler. Daha o zamanlardan anlamıştım böylesine yalnız kalacağımı. Sevişme sesleri eşliğinde oluşum ve ölüşüm arasındayım. Tüm ömrüm dirilişimi hayal etmekle geçti.


Kül, güle nasıl anlatılır? taş.taş.taş. atıyor kalbi durmadı yol. yolcu. yoldaş. arıyor dilleri bulmadı "bilmiyorlar, bilseler...Affet." ağlamaktan yaparlar seni. Bakara Gallery'de puttur umudun radyoaktifi tapınç, hınç, inc. "baş üryan sine püryan" ayaklar al kan gülbank: zarara uğratır vaktinden evvel mevduatı bozman "bilmiyorlar, bilseler...Affet." böyle güven, böyle risk kullan beni, sahibü'l Junk, döndür beni kitabü'l ziyan tedbiri terk ettim kifayetim ziyafet içinde tebdil-i kıyafet, varlığım yokluk içinde tebdil-i mekan dan! diye vuruldu dilim arapçadan, farsçadan beridir senden; bar tuvaletinde pazuya çakılan, Taif'te Resul'e atılan Ve poz: yakalanan an tı. saplan: kayboldu Kaplan. hırkamı seremedim altına göğsümü geremedim taşlara, çocuklanan çok gençtim Çekken. utandım, örtündüm, modern müzeler gezdim torbacımı sordu asayiş şekli isim vermedim. taş: kokain boku. ucuz. çatladım, burnum kanıyor rus bkz. her gece egomla aynı şarkıyı söylüyoruz Kibrimden geceler yatabilmirem. Bu kibri kalbimden atabilmirem.

-gettoya, mazluma ve öteki olanlara

gölgeler; tanıtır ruhumu gölgeler; ölüm. gassaldır babam, amcamdı ölüm. atıldı imzalar idamıma, ben henüz yokken. bildiriler, davetiyeler ve tebrik kartları bırakıldı... tahtasız devlet banklarına... kahvaltıda yerken abdestli mermiyi muhammedî olan, tükürdü katil mazlumun hayalı yüzüne yalar generali cilala parlat cilala parlat elma dersem çık armut desem yık balta! geldi ibrahim.


Dünyanın sonu hakkında düşünmek eylemi. Başlı başına düşünmek bitkinleştirken Dünyanın sonu isimli kaç kat çıktık! terk ettiğimiz, Odaları göz olarak adlandırılan barınakların üzerine Kat, kat Düşünceler çıkılıyor Ve her şey bir yana, yorgunken daha iyi çalışan işçiler var. Onlarca „tık tık‟ sesinden çalışmak için seçileni yankılanıyor burada. Aynalardaki varoluş kimin? Dirsekten aşağısı, eller, parmaklar uzun yahut kısa nasıl uzayıp arştaki ağaçların köküne kavuşuyor? Kaçak katlarda açık seçik gözüküyor işte Kapı yorgunluk anahtarı ile açılırken Her şey uzatılmaya meyilli. Hayır, hayır Benim değil bu gözler, feri gitmiş, ölü balık Dudaklarımda minimal haritalar görüyorum, Yatmalıyım, ki kendimi göremeyeyim Şimdi kafamı yastığa koysam Tavanda asılı kalıyorum ya da kat kat dibe batıyorum. Neresi olduğu önemli değil, Dinlenemiyorum, dinleyemiyorum, Kendimi. Kafamın altındaki bataklık olabilir, Yorgunluk uğultusunda düşünürken. Gece oldu mu? Sızım sızım sızlayan yorgunluk, Bataklığa dönünce yapışıyor yakama Düşünceyi köprü edip dünyanın sonunu soktu aklıma. Azar azar Dünyanın sonu geliyor Yorgunken Uykudan önce, Uzatmalarda..

II Yorgunken, yorgun olmak durumunu hissettiren her şey bedeni sarmışken Sızlayan uzuvlarını söküp atmak isterken Takvimler taşıyorum Taşınma merasimlerinde kullanılan taşıma aracıyla hem de Kolilerce takvim taşıyorum Zamanın akışkanlığa çaldığı yerde, Burada zaman su ve un karışımından yapılmış Basitçe bir hamur gibi Bu yüzden her evde bulunur Açlık isimli çaresizliğe çözüm olarak Fazlasını istemekten ziyade şükür vesilesidir Zaman burada baş ağrısı gibi çepeçevre sarıyor gözlerin ardını. Sağlam temeli olmayan katların Duvarlarından pas akıyor. Hiçbir depreme benzemeyen bir sarsıntı yolda Açık saçık görünüyor kaçak katlardan. Diken diken duvarlarındaki gözler kimin ise o görüyor, her şeyi. Çalışan bir şeylerin sesi var, Koli bantlamak, çivi çakmak gibi Derinden nefes almak, Sabrederken dudak ısırmak gibi. Her şeyin temelinden sıyrılıp gittiği bir yerde takvimler kollarda yük oluyor. Ömür, öylesine yaşamaktan daha fazla olarak; “kaliteyi” arttırmak hedefinde. Yaşam standartları, uzman psikologlar, yüzde yüz pamuk nevresimler.. Tüccarlık ve kandırılmakla uzatmalarda bu gemi. Özdeki saflığı söküp alınıyor bir şeylerin Yine bir şeylere suni saflık yamanıyor. Yavaş yavaş, Dünyanın sonu geliyor, Uzatmalarda..


Eskici kafayı bırakamıyorum, yalan bu! Neyse zaten başlamaları ve başlıkları hep başıma geçiririm, ama sorun değil şu an bilgisayar soğukluğunun güvenindeyim. Çocukluğumu pornografik çağrışımlara sürükleyen karşı ev, parmaklarımın klavyede gezinişini de duyuyor mudur şimdi? Hep duyardı saksıların ardında olan biteni. Zaten ben klavyelileri iyi bilirim. Piyano, org- hop keçiliği bırakmak gerekir, burada az daha hızlı olmasam parçayı kaçıracaktım, nasıl dikkatsizim.

üç gece düşüyorum haklık mevzusunun peşinden. Sonra kurda kuşa el ediyorum, antropomorfist yükselenler devriliyor dev gökdelenlerin ardından yere. Annem dövünüyor gece vakti tüm üçlemelerin üstüne, kızım nasıl fıtratsız olur ah kızım ah. Kalbimi bir kuş yuvasına bıraktım, evet Jodorowskynin göğsünden fırlayanı gibiuyduruyorum. Ben zaten, zaten diye diye uydurmacılar koleksiyoncusu oldum bu çukurda, bilemediniz. Uydurmacılar koleksiyonculuğu pek zor iştir, arkada babasız kızlar balosu çalar, ben çıktığım oyuğu düşünürüm. Babam karşı ev parmaklıklarına tespih sallar, yüzümün yüzünde karşılığı bulunmaz ama anemi olan kara kargalar üçlemeli protestolara katıldığında bam-kemerlerbam sıyırın görüngülerin silikliğini.Ben altıydım bir zamanlar o pornografik çağrışımlara gebelerin, babam bir kasa çilekle gelirdi ev olmayana, annem yırtınırdı çiçeksizliğine meyve sebze hallerinin. Delirirdim ama yüzümün yüzlerinde bir karşılığı olmazdı delişmen bir delikanlının koynuna girmedikçe. Hatta belki o zaman bilepat hala mı deliyim?-pat

Jandarmalar ağyar olanı bulmaya gelirdi ben altıydım o pornografik çağrışımlara gebelerin. Kara kutu, küp, analara baş eğdiren izbe site köşeleri. Derken örümceğimsi bir şey dolandı boynuma, altına tükürdü, ağaçların yarasına. Hani çöpçülerin ufak parmaklıları kaçırdığı ağaçlıkların yarası, bildin mi? Bilemedin, kızlar bağırmaz desem bilirdin belki, ya bekaret falan pedofili ve çamyarması adamlar kırbaçlanan. Hayır sus daha değil. Hayır olağan bunlar. Kırbaçlanan adam değil. Sus, susmazsan babalar koşar. Babalar koşarsa kangren olur tombul kuşlar. Şimdi kandırmayalım birbirimizi, zaten sen civciv bile sevmezsin. Kanayan yerleri parmaklarından emerek otur, zaten sen ruhlar ale- Kapılar kapanırsa pencerelere göğüs gereriz, topal değilse kuş sayılırız kesin. Sahiden bilemiminden, evriminden, fıtratından aç kişi. yorum neyi kime niye söylediğimi. Aklım diyoTombul kuşlar nasıl uçar? Bartelby olsaydı tercih rum hemen bir karışımı kaldırıyorum tepesine etmezdi, ben tombul bir kuş olsam topallayanın- ah aksızlığım benim. Papazların erikleştiği zadan olurdum zaten. Belki topal taklidiyle meş- manlardan kalma bir anıdır bugün, vücudum hur olanından, o kadar meşhur ki topallığından paranoyak dinamitlerin çıt sesi. Demem ona bu topal kuşluğu adileşmiş. Affedin şimdi ayağım yargı bağımsızlığı için beni delirteni getirin, kaşınıyor ipi boynuma dolayın, boynum kaşını- imalat hatası binleri getirin, çoğulcu jiletlilerin yor beni en tepe noktadan mezarına- ‟Orospu boynuna dolanan kumaş parçasını getirin, gebekanı diline dolanmış, kitabını kurda kuşa bırak- rene dek yaşayanları getirin, beni bir şehadet mışsınˮ la la la la anne bu deliren oyluk sen mi- parmağına doğuranı get- söndürün sigaraları, sin? Kitabım kimdir diye üç gece düşünüyorum, kabusunuz bitti.


her şeyin başladığı o gece saat tam 23.51’i gösteriyordu tam 3 kişi tarafından kınanmış tanımadığım tam on yedi kişi tarafından tacize uğramıştım koşarak ilerliyordum cebimdeki bozuklukların ritmine ayak uyduran yalnız ben değildim ambulans polis ve de yarısı kahveye dönmüş sonunu gemilerin belirlediği yansıma su topluluğu da bozuklukların hayata yaptığı kur dansına uyuyordu yavaşladığımda üç yüz elli bin liralık bir arsanın yan tarafındaydım tam olarak güneye çevrilmiş üzerinde köpeklerin ve farelerin uyuduğu bez parçasında namaz kılan bir adam gördüm beş para etmez bir et yığını kendince bir anlam taşıdığını düşünüyordu elime bir taş aldım -ağırlığı 4 senedir biriktirilmiş kalbimin kırıldığında içinden çıkan mermiler kadardı- adama fırlattım ve camiide kesilen kafaların yerini arazide parçalanan kafalar almaya başladı yoluma devam ettim koştum durmayı aklımdan geçirdiğimde işçilerin siklerinin peşinde olduğunu getirdim gerçekten de öyleydi hiçbiri saat takmaz zamanlarını kontrol ettirirlerdi en iyi bahane onlardaydı çünkü her zaman telefonlarının camlarına günlükleri gitmişti öğle arasında porno izleyip ekranına attırdıkları telefonları bozulduğunda ağlayıp yakarmaktan başka çaresi olmazdı belki bir golden köpek keyfini yerine getirebilirdi sonuçta bir kemer almak çok zor değildi birinden çaladabilirdi

kuru ekmek bulup onu dölleriyle ıslatmak başlı başına bir zevkti zaten ardından asla gözlerini kaçırmamasını isterdi köpekten e doğal olarak duygulu olmalıydı seks sadece git gel değil iletişim göz teması ter tüyler bolca kemik ve et hepsi de yapı taşıydı unutulmazın iğrençleşmesini isterdi köpeğin kendininkini uzatır ısırmasını isterdi bir daha gelemezdi dünyaya bu işçi gelseydi de farkında olmazdı bu işçiyi de orada bıraktım devam ettim koşmaya nefesim kesiliyordu artık ben kocaman bir yırtıktan çıktım fiziksel olarak sağlam değilim sokağın samanı zamanla vitamin gibi de gelmiyor sapıklarla dolu caddelerde yürümenin verdiği tedirginliği de hala atabilmiş değilim belki bulsam orospu çocuğunu bir güzel benzetirdim onu sonra arşivini alır başka bir zengin beyaz yakalı bir sapıkla anlaşıp azar azar satardım eldekileri bu kadarına da pes denmesini istemem hayatta kalmak için her şeyi yaşarım sonuçta gördüm geçirdim inanç: tonlarca paranın oluşturduğu okyanustaki tek adadır ruhu boş olana emek: bahanesidir kendisine taparken adak adayanların şeytan: meleklerin birbirini kıskanmasıdır ruh: uğruna ara sokaklarda iş aramaktır gözler: şeytanın iç aynasıdır çoğunluk ruhun aynasıdır dese de her şeye rağmen hayatı bok dolu bir çuvala benzettiğimizde bizler sadece gübre öğüten tohumlarız


Röportaj: Alperen Yavaş & Yalım Aydın Yılın en sakin zamanlarının tadını çıkaran, sıcak ama sevimli bir İstanbul. Beşiktaş'ta uzunca bir yokuşu çıkıyor ve kendimizi Abbasağa Parkı'nın en tepesinde, küçük bir kahvede buluyoruz. Yazar Deniz Poyraz'ı köşe bir masada yakınlarıyla sohbet halinde görünce kendisine birkaç soru sormak için izin alıyoruz. Sağ olsun ki bizi kırmıyor ve aramızda çok aydınlatıcı bir sohbet başlıyor. Öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz Deniz Bey. 2018'in Şubat ayında ilk baskısını yapan "Emine'nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler" adlı öykü kitabı ile yazarlık dünyasına ilk adımınızı attınız. Bu süreç tam olarak nasıl oldu bize kısaca açıklar mısınız? Aslında yazarlık "Ben yazar olacağım!" diyerek yola çıktığınız bir meslek değil. Daha çok hayatınızın bir evresinde içinizde bulduğunuz, kendinizde keşfettiğiniz bir şey. Bu keşfi yapmamda da iyi kitaplarla karşılaşmamın önemli bir etkisi oldu. Yani rahatlıkla, okuyarak yazar oldum diyebilirim. -Peki öykülerinizin gelişim süreci nasıl oldu? Onlara son halini verene kadar hangi kaynaklardan beslendiniz? - 18-19 yaşlarında yazdığım ilk öykülerim gözümde yetersizdi. O dönemde okumakta olduğum nitelikli eserlerle mukayese edince kendimi

daha da geliştirmem gerektiğini fark ettim. Kaliteli eserleri anlayabiliyordum ama onların seviyesinde yazamıyor olmak bana acı veriyordu. Bu sorunu çözmenin yollarını araştırınca farklı disiplinlerde kendimi geliştirmem gerektiğini keşfettim. Dolayısıyla sanatın edebiyat dışındaki alanları olan müzik, sinema ve tiyatro gibi disiplinlerde kaliteli bir dinleyici ve izleyici olmaya çalıştım. Bunların bana uzun vadede katkı sağladığını söyleyebilirim. Ayrıca üniversitede ‘’Sanat Tarihi’’ okumamın da önemli bir etkisi oldu. Burada insanlığın ilk olarak mağara duvarlarına işlediği resimlerden 20. yüzyıl post modern sanatına kadar birçok evreyi inceleme şansım oldu. Okuduğum süreçte "sanatçı","eser", "sanatsal üretim" gibi kavramlar üzerine daha çok düşündüm ve bu daha derin, daha çok boyutlu bir düşünce ve duygu dünyasına ulaşmamı sağladı. Bütün bu etkilerin sonucunda yazdıklarımda, takdir tabi okurun olsa da, iyileşmeler hissettim. - Öykülerinizi oluştururken takip ettiğiniz bir yol var mı? Günlük hayatımızın sıradan rutini içerisinde birtakım şeyler bizi daha fazla etkiliyor. Bu bir an olabilir, bir olay, bir gazete haberi, bir karşılaşma, bir bakış, duyulan bir söz, sevdiğiniz ya da sevmediğiniz bir insanla aranızda geçen diyalog... Hayatın sonsuz kombinasyonu içerisinde daha pek çok şey sayabiliriz tabi. İçimde böylesine karşılık bulmuş, dikkatimi çekmiş bir


şeyi zihnim otomatik olarak kaydediyor. Ve bu fikir benimle beraber yaşamaya başlıyor artık. Rahatlayabilmek için de benim onu bir şekilde bir şeye dönüştürmem, ondan kurtulmam gerekiyor. Dolayısıyla oluşturduğum öykülerin çatısını da beni böylesine etkilemiş anların üstüne inşa ediyorum. Öykümdeki olay örgüsü, dil yapısı, karakterlerin sosyal ve sınıfsal durumu dahi o ana hizmet ediyor, onu daha güçlü kılmaya çalışıyor. Genel olarak böyle bir yöntemim var. - O zaman biraz da kitabınızla ilgili spesifik sorular yöneltelim size. "Emine'nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler" toplam on öyküden oluşuyor. "Solo", "Fındıkların Altında" ve "Mahalle" isimli üç öykünüz ise özellikle dikkatimizi çekti. Bu öykülerinizde ortak olarak kadın-erkek ilişkilerinde gelişen umutları, çıkmazları ve hayal kırıklıklarını kadın karakterlerin ağzından anlatmayı tercih etmişsiniz. Bir erkek yazar olarak bu tercihiniz sonucunda zorlandınız mı? Kadınlarla empati kurmakla kalmayıp bunu kurguya yerleştirmeye çalışmak zor olsa gerek. -Evet, bir erkek yazar için kadın bir karakter yaratmak, onun ağzından bir atmosfer kurmak ve onun üzerine bir anlatım inşa etmek başlı başına bir cüret. Ben de bunu en doğru şekilde yaptım diyemem tabi, ancak cüret ettiğimi söyleyebilirim. Sınırlı bir dünyaya doğuyoruz. Seçemediğimiz bir aileye, millete, dine, ırka, topluluğa, cinsiyete doğuyoruz. Sanat tutkunlarının da çok iyi bildiği bir şey var ki insan bir süre sonra kendisine verilen tek bir hayattan, varoluşuyla beraber özünü oluşturup içine fırlatıldığı bu gezegendeki rolünden sıkılıyor, bir tek buna bağlı olmaktan rahatsızlık duyuyor. Buna çözüm olarak da kurguya yöneliyor, başka ırkların, başka cinsiyetlerin hikâyelerini anlatarak kendini onlarda genişletmeye çalışıyor. Bu bana her zaman çekici gelmiştir. Gerçekte deneyimleyemediğim bir hayatı kurguda deneyimleyebilmek çok özel bir zevk. Kodlarının ve kontrolünün sende olduğu senden bambaşka bir karakterin verdiği keyif zorlayıcı bir durum yaratsa da beni bu şekilde yazmaya itti diyebilirim.

- Kitabınızdaki öykülerde yer yer halk dilinden sözcüklere rastlıyoruz. Bunların bazılarının kökenine bakınca da kendimizi Trakya'da, sizin doğduğunuz topraklarda buluyoruz. Buna bakarak kitabınızda oluşturduğunuz dilde yörenizin kültürel özellikleri etkili diyebilir miyiz? -Etkilemedi dersem yalan olur. Yaşar Kemal'in bir nasihati var "Her yazarın bir Çukurova'sı olması lazım" diye. Biz de buna dikkat ediyoruz. Ayrıca ben, öykülerim için bir atmosfer yaratırken temel amacımı tüm insanlarda karşılığını bulabilecek, insanlığın esas özüne hitap edebilecek anlar, ilişkiler ve bakış açıları yakalayabilmek olarak belirliyorum. Bu amacıma ulaşabilmek için de kitabımda gerek sokak dilini gerek de doğduğum yer olan Trakya'nın yerel yaşayış biçimlerini ve konuşma biçimlerini kullandım. Herkeste olan öze hitap etmek için en bildiğim sularda yüzmeye özen gösterdim. Fakat oluşturduğum dili de sadece yöremle bağdaştırmanın yanlış olacağını düşünüyorum. Çünkü kitap içerisinde "Fındıkların Altında" gibi Karadeniz'de geçen öyküler de var. Buradan da bir önceki soruya dönebiliriz. İnsan bir şeyler yazmak için yaşamayı beklerse ömrü yetmeyeceği için Giresun gibi farklı bir yöre ve farklı bir hayata dair öyküler yazabilme şansını kaçırabilir. Yeniye ve farklıya cüret etmek gerekiyor. -"Yara" gibi bazı öykülerinizin başında da epigraf kullanmışsınız. Epigraflara dair ne düşünüyorsunuz? Sizin için değerleri nedir? - Öykülerimi kurarken izlediğim yolu anlattığımda öykünün içindeki bütün öğelerin vurucu bir ana hizmet ettiğini söylemiştim. Buna epigraflar da dahil. Kimileri tarafından epigraflar gereksiz de görülebilir, derdini yeterince anlatamayan yazarın başarısızlığının göstergesi olarak başka metinlerden yardım alması olarak değerlendirilebilir. Benim içinse epigraflar bir oyundur. "Yara" öyküsünde kullandığım epigraf öyküye dair değerli ipuçları verir mesela. Bir yandan da Orhan Kemal'e verdiğim bir selam olarak orada duruyor. Hem edebiyattan aldığım zevki daha da arttırmak için hem de dalları yüz binlere, milyonlara ulaşmış edebiyat ağacının bir parçası olduğumu hissetmek için


uygun yerlerde epigraf kullanmayı tercih ediyorum.

- Öldükten sonra da okunmanın bir yazar için önemi nedir sizce?

-Çok klişe bir soru olsa da bir yazarın kitap olarak tercihlerini, okumaya öncelik verdiği kitapları merak ediyoruz.

- Yazma güdüsü insanın temel gerçeği olan ölümle ortaya çıkan bir şey. Öldükten sonra kalma isteğinin sonucu denilebilir. Evrenin sonsuzluğunu kavrayan kişi aldığı sınırlı nefeslerle yetinmek istemiyor ve ölüme çareler aramaya başlıyor. Bu konuda hepimizin kullandığı çözüm doğumdur, yani kendine benzer başka bir canlı dünyaya getirerek ölümün getirdiği varoluş sancısından bir nebze kurtulmak. Fakat bir yazar için bu yeterli değil, o sadece kendinden bir kuşak sonrasını değil onlarca kuşak sonrasını da yüzyıllar sonrasını da adıyla birleştirmek istiyor. Örneğin biz şu an burada konuşurken bile Shakespeare'in oyunları dünyanın farklı yerlerinde oynanmaya devam ediyor. Her yazarın hayali bu ama ben bu durumun varoluş sancısını tamamen dindirdiğini düşünmüyorum. Sadece sizden 50-60 yıl sonra, sizin yarattığınız bir eserin uzak bir coğrafyadaki bir sahafın rafında durduğu hayali, ölüm kaygısını bir miktar azaltıyor.

Ben genel olarak edebiyat ve sinemada bu memleketin temsillerine öncelik veriyorum. Benim için Türkiye Edebiyatı tartışmasız en başta yer alıyor. Bu topraklarda yaşayan yazarlar olarak dilin imkânlarını her aşamada tanımaya ve keşfetmeye ihtiyacımız var. Bu yüzden, Ahmet Mithat'tan tutun Halit Ziya'ya, Refik Halit'ten tutun Haldun Taner'e, Hüseyin Rahmi'ye, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve 80-90 kuşağı yazarlarına kadar bütün büyük ustaları takip etmeye, okumaya gayret ediyorum. Fakat bu Çeviri Edebiyat okumayacağız demek değil tabi ki. Dünyada neler konuşuluyor, nasıl anlatılıyor bunları öğrenmek için de güncel Çeviri Edebiyat'ı takip etmeliyiz. Okuduklarım arasından Gospodinov'un "Hüznün Fiziği" geliyor aklıma. "Doğal Roman" da beni etkileyen bir eserdi. Sonra Andrey Platonov'un öykü kitapları oldukça güzel. Klasikleri söylememe gerek bile yok ama Çeviri Edebiyat okurken güzel bir Türkçenin, iyi bir çevirinin olmasına da dikkat etmek gerekli. -Şimdi dümeni biraz da kendi sayfalarımıza kıralım. "Fanzin" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sistem dışı edebiyat sizin için ne ifade ediyor? - Günümüz edebiyatının vazgeçilmezi olarak görüyorum ben fanzinleri. Özgür üretim, satış kaygısının olmaması... Bütün bunları birleştirdiğimde kafamda fanzinle özdeşleşen tek bir kelime beliriyor: O da tutku. Belirli bir periyodu olmadan çıkan her yayının büyük bir emek ve dayanışma eseri olduğunu biliyorum. Henüz öykü kitabımı çıkarmadan önce bazı öykülerimi yayınladığım bir fanzin aracılığıyla görmüştüm bu zorluğu. Bazen eski fanzinleri kurcaladığımda günümüz Türk Edebiyatı'nın değerli kişilerinin de zamanında oralarda yazdığını görüyorum. Bu da fanzinin değerini arttırıyor kesinlikle.

- Son olarak şunu sorabiliriz: Yazarlık heyecanı taşıyan gençlere neler tavsiye ediyorsunuz? -Eğer elinizde bir dosyanız varsa öncelikle yapmanız gereken şey sizin yazdıklarınızın dokusuyla, içeriğiyle uyuşan bir yayınevi ve editör bulmak. Bu en temel koşul gerçekleşmediği takdirde çok yetenekli yazarlar bile eserlerini yayımlatamıyorlar. Paul Auster'in New York'ta neredeyse yirmi yayınevi tarafından reddedilmiş olmasını, Willam Golding'in "Sineklerin Tanrısı"nı bir türlü bastıramamış olmasını buna örnek verebiliriz. Bunun dışında verebileceğim en büyük tavsiye ne tarzda yazarsanız yazın; ister postmodern bir yazar olun, ister bilimkurgu yazın, ister yer altı edebiyatçısı olun, kendinize ve yazdıklarınıza karşı gerçekçi olun. Eserinizi geliştirebilmek için ona her zaman objektif ve katı bir gözle bakmayı ihmal etmeyin. -Röportaj için çok teşekkür ederiz sayın Deniz Poyraz. - Ben teşekkür ederim.


-Eskilerde bir gün yaşımdan beklenmeyecek şekilde büyüleyici bir cinayet işledim biliyor musunuz? Gencecik bir kadını öldürdüm. Üstelik cinayet aletini geçin, ellerimi bile kullanmadan başardım bunu! İnanabiliyor musunuz? Ablam beni ihbar etmedi. Polis beni yakalamadı. Alnıma sürülmüş taze bir kanla yepyeni bir katil yaşamına doğdum. Dünyadaki yoksulluğun en gözde neferiydim artık! Benim gibi katiller sayesinde rahatlıkla varoluşuna devam edecekti. -Beyefendi siz neler saçmalıyorsunuz? Yanlış numarayı mı aradınız acaba? -Hayır, yalnızca size ödüllü bir bilmece sormak istedim. Bu bilmeceyi bilirseniz on dolar kazanacaksınız Betty Hanımefendi. -Bilmece mi? -Evet bilmece. -Tanrı aşkına siz sadece saçmalayıp durdunuz, dediklerinizin arasında soru bile yoktu.

-Zırvalamaların için bir de para istiyorsun ha? Utanmaz herif! -Yarın görüşürüz hanımefendi, bence gayet güzel bir konuşma oldu. ******************************************************** ******************** Ve sessiz sinema dönemi bitti. Sesleri seyircilerin kulağını kaşındıracak derecede korkunç olan, vurgu ve tonlamadan bihaber aktörler birer birer mesleklerini terk ettiler. Bu dönemde sürekli başrollerde olan güzel leydiler, kazandıkları parayla satın aldıkları malikânelerine geçerek kendileri gibi oyunculuğu bırakmış diğer başrol leydilerle sonu gelmez oyunculuk hayatı dedikodularına başladılar. Kariyeri bitmiş yakışıklı başrol jönleri ise tekneleri ile daha çok vakit geçirmeye karar verdiler ve sık sık meslektaşlarıyla beraber denizin ortasında sabahlara kadar süren eğlenceler düzenlediler. Bu topluluklarda herkes mutluydu. Ama... Herkes bu kadar şanslı değildi.

-Ya da siz gayet iyi duyan bir sağır olduğunuz Aslında Poe, sessiz sinema komedilerinin nereiçin anlattığım hikâyedeki sembolleri göremedi- deyse her çeşidinde yer almıştı. Bir zaman Chaplin'i kovalayan polis olmuştu. Keaton treniyle niz. kaçarken arkasından tüfekle ateş etmişti. Lloyd -Bakın benim böyle şeylere ayıracak hiç vaktim canını hiçe sayarak bir binanın tepesine tırmayok. Evde dört çocuğa bakıyorum ve akşam nırken aşağıdan heyecanla ona bakmıştı. Sinema yemeğini hazırlamaya daha başlamadım bile. dünyasının tecrübeli bir üyesiydi sonuç olarak. Üstelik bu karga sesinizle kimseye uzun bir Fakat şimdilerde sinema bir devrimin ortasınşeyler anlatmamalısınız. daydı. Setlerdeki eski aletler gidiyor, yerlerine en -Sizde pek de parlak bir zeka göremedim, o yenisi geliyordu. Stüdyolar yepyeni dekorlarla, yüzden keyfiniz bilir. Son olarak yarın sabah parlak ışıklandırıcılarla dolmuştu. Seyirci de adresinize gelip oyuna katılım ücreti olan bir filmlerin müthiş bir değişim furyasında olduğunu anlamıştı, artık en iyi filme değil de en yeni doları sizden alacağımı söylemek isterim. oyuncakların, en yeni tekniklerin kullanıldığı


filmlere gider olmuştu. Bu sebeple eski hatırlatan ne varsa -buna oyuncular dahil- yavaş yavaş terk ediliyordu. Sadece eski dönemin en iyilerinin burada kendini kanıtlamaları için bir şansı vardı. Diğerlerine çoktan şimdiye kadar verdikleri emekler için teşekkür edilmişti. Poe alacaklarının önemli bir kısmını tahsil edemeden kendini Los Angeles sokaklarında işsiz buldu. Birden dibe vurmuş olmanın getirdiği sinir krizleri ve bunalımlar yüzünden haftalarca kendini ablasıyla beraber yaşadıkları eve kapadı. Ruh sağlığını tekrar tesis edebildiğinde fark etti ki ablasıyla yaşamlarına devam edebilmeleri için bir iş bulması gerekiyordu. Qiana hemşirelik yapıyordu fakat kazandığı yeterli değildi. Bir işe ihtiyacı vardı, evet kesinlikle ihtiyaçları vardı hatta ama Poe birkaç ay öncesine değin kendisinin yaşadığı aktör hayatını düşleyenler tarafından modası geçmiş, kullanışsız bir eşya muamelesi görünce sinirden köpürüyordu. Bu devrim döneminde yaşadıkları, onu kuşkusuz daha kırılgan, daha duygusal biri yapmıştı. Başarılı bir kariyeri olduğu dönemlerde ağır ağır sindirdiği geçmişin acı anıları şimdilerde müthiş bir hızla tekrar gün yüzüne çıkıyordu. Zeki insanların ilk bakışta oldukça karmaşık görünen olaylardan bile yorulmadan sıyrılabilmesi pekâlâ şaşırtıcı değildir. Poe da zeki sayılabilecek bir insan olduğu için ortasında durduğu bütün bu koşullara uygun bir iş bulabilmesi çok uzun sürmedi. Kendisinin yarattığı bir işti bu, benzersiz ve özeldi. Sadece iki şeye ihtiyacı vardı: telefon defteri ve adres defteri. Şehir merkezine indiğinde bunları temin etmesi de oldukça kolay olmuştu. Artık yapacağı şey açıktı: telefon defterinden bir numaraya arayacaktı. Sonrasında açan kişiye ödüllü bir bilmece soracaktı ve bilemeyenlerden (ki çoğunluğu bilemezdi nasıl olsa) oyuna katılım ücreti alacaktı. Adres defteri de bunun içindi sonuçta, birinin evine giderseniz parasını alma konusunda ona ne kadar ciddi olduğunuzu kolaylıkla gösterebilirdiniz. Birkaç kişiyi arayıp bilmecelerini sordu, aralarından bilen çıkmamıştı. Telefondakilerden bazıları sakindi, oyunu kaybetmeyi doğal karşılamışlardı ve para ödemekte de pek bir sıkıntı çıkarmayacak gibiydiler. Fakat bir kısmı da sövüp durmuştu, onlardan yana pek bir umudu yoktu.

Yine de yarın aradığı her adrese gidip şansını deneyecekti. Qiana öğle iznindeydi. Ama Poe işini kaybedip tuhaflaştığından beri bu vaktini hemşire arkadaşlarıyla yemek yiyerek değil, Poe’yla uğraşarak geçiriyordu. İlk günler eve gidip Poe ile konuşurdu, onu teselli ederdi elinden geldiğince. Sonraları Poe’yu evde bulamamaya başladı. Bir gün izin vaktinde hastaneden ayrıldığında adımlarını birazcık hızlandırarak Poe’nun evden çıkışını görmüştü. Sonra Poe’nun bir rutini takip ettiğini fark etti. Poe her gün evden aynı saatte ayrılıyor, şehrin sokaklarında dolaşıp bazı kapıları çalıyor, bazen sessiz sedasız beş dakika içinde bazen de kavga gürültüyle yarım saat sonunda evlerden ayrılıyordu. Qiana’nın hastaneye dönmesi gerektiği için Poe’nun ne zaman eve döndüğünü bilmiyordu ama akşam olduğuna dair bir tahmini vardı. Qiana bugün kendisini idare etmesi için bir arkadaşıyla anlaştığından tekrar işe dönmeyecekti. Kardeşinin ne yaptığını tam olarak anlamak istiyordu. Poe o gün de her zamanki gibi evden aynı saatte çıkmıştı. Qiana’nın varlığından bile haberi olmadığı sokaklara girip çıkmış, bir sürü eve uğramıştı yine. Qiana kardeşinin sokaklarda beklediğinden daha çok vakit geçirdiğini görünce şaşırdı. Akşamın ilerleyen saatlerinde Poe, evlerinin yolunu tutmuştu. Qiana onu uzaktan izliyordu, oldukça dikkatli sayılırdı. Kardeşi eve girdiğinde durdu, o gün çalışmadığını ona söylememişti. Aşağıda biraz oyalanıp neden erken geldiğine dair bir neden bulmaya çalıştı. -Benim biraz bol gömleklerim ve pantolonlarım hep bira kokar. Üstelik ablam defalarca kez yıkayıp ütülese de geçmez hiç kokuları. Çocukluğumda “Canavar Bavul” diye bir hikâye anlatmıştı bana birisi. Rivayete göre bir zamanlar hareket eden kanlı canlı bir bavul varmış. Bu bavul gecenin geç saatlerinde evlere sarhoş bir şekilde girer, insanların temiz kıyafetlerini toplar ve gidermiş. Fakat bu bavul o kadar çok bira içermiş ki bira kokusuyla adeta bütünleştiğin-


den, şöyle bir bakmak için dokunduğu kıyafetler bile sonsuza kadar bira kokarmış. Yıllar önce bavulun bizim eve girdiğini duymuştum yatağımdan. Yani o olduğuna emin olamadım ama biri bütün kıyafetleri kurcalamış ve bazılarını alıp gitmişti. O günden beri kimi zaman bavul gibi leş kokuyor olmak midemi bulandırıyor.

- Başhemşire çok solgun göründüğümü söyledi. Eve gidip biraz dinlenmeliymişim, haftaya ekstra mesai yaparsam sorun olmazmış.

-Vaov, doğrusu bilmece soracağınızı söylediğinizde böyle bir şey anlatacağınızı beklemiyordum. Çocuk kitaplarında olanlar gibi basit bir şey sorarsınız sanmıştım ama siz bir şey sormadınız bile.

Son kelimeler iyice soğuk bir şekilde söylenmişti. Qiana sorusunu yineleme fırsatı bulamadan Poe somurtarak odasına gitti, kapısını kapadı. Kardeşinin gelmesi o güne dair bütün planlarını aksatmıştı.

- Peki, gerçekten hasta mısın o kadar? -Önemli bir şey yok.

-İnsanlar basit değildir Alden Bey. O yüzden Qiana Poe’nun bu küskün tavırlarını pek garip basit sorularla da yetinemezler çoğunlukla. karşılamadı. Fakat ortada müdahale etmesi gereken bir şey olduğunu hissediyordu. Kapı eşiğin-Anlıyorum. Size bir cevap vermek isterdim de duyduğu şeyler pek yabancı gelmemişti ama ancak aklıma pek bir şey gelmiyor. Bir bavulun bir sonuca da varamıyordu şimdilik. Kardeşini sarhoş olması sizce de çok saçma değil mi? gözleyip daha çok şey öğrenmeden onun hayatına dokunmak istemedi. - Bence dünyanın onca saçmalığı arasında çok da sırıtmıyor. - Ücret konusunda biraz indirim yapamaz mısıEvde sular dinmişti. Poe için o gün kendisini nız peki? polise şikâyet edeceğini söyleyen kel ihtiyar dışında canını sıkan bir şey de olmamıştı. Çok kazanmıyordu ama hiç yoktan iyiydi. Aslında bu Qiana kapıyı usulca açmıştı, eşikte sessizce içeriişte aradığı şeyin para dışında bir şey olduğunu yi dinledi. Poe birine telefonda hikâye gibi bir içten içe biliyordu fakat… Hayaller çoğunlukla şey anlatıyordu. Bir süre daha orada durup karulaşılacak değil amaçlanacak şeylerden oluşudeşinin başka insanları arayarak anlattıklarını da yordu. Voltaire haklıydı: Dediği her şey güzel dinledi. En sonunda içeri girmeye karar verdi. sözlerden olsa da öncelikle bahçemize bakmamız gerekirdi. Poe salon kapısının eşiğinde ablasını görünce hemen konuşmasını kesti. Elinde kulağına dayaHızlı adımlarla evine gitti, terlemişti. Üstündekidığı ahizeyle şaşırıp kalmıştı. Gözleriyle birbirleleri çıkarıp duşa girecekti ki telefon çaldı. Bu rini kısa bir süre tarttılar. Poe karşı tarafın kobiraz tuhaftı, bu evin telefonu genelde çalmaz, nuşma sesinin hala geldiği ahizeyi yerine koyarancak çaldırırdı. Gidip açtı, özgüvenle yoğrulken Qiana konuşmaya başladı. muş bir erkek sesi “Merhaba” dedi. -Telefonda öyle heyecanla ne anlatıyordun sen?

-Sizin ününüz çevremde yayılıyor Bay Poe. Duydum ki bazı insanları arayıp birtakım bilmePoe bir soruya cevap vermenin onu başka birçok celer soruyormuşsunuz. Bunları ben de duymak soruyla uğraşmak zorunda bırakacağını anlamış- isterdim doğrusu. tı. Bu çok pasif bir yaklaşım olurdu, Poe agresif olmakta daha iyiydi. Bu giriş Poe’da merak uyandırmıştı. Bu yabancının ona meydan okuması hoşuna gitmişti. Sesi -Sen neden bu saatte evdesin? onaylayıp işlediği cinayetle ilgili bilmeceyi anlattı. Bilmece bittikten sonra bir süre sessizlik oldu.


Sonra adam bu sefer daha alçak bir tonla ko- çalacak ve şu acımtrak geçmişi rahatlatacağız. nuşmaya başladı. Oldu mu dostum? - Evet, güzel süslenmiş bir hikâye, ancak ben -Alden bu… bu çok tuhaf. Sen yaşıyorsun ve… ölen kadının bir anne olduğunu görebiliyorum Ah çok sevindim ama nasıl birden… Bay Poe. Siz de görüyor musunuz? Ses elindeki ahizeye telefon kulübesine bıraktı, öteki elindeki kâğıdı ise yanında duran kadına teslim etti. Kadın bekletmeden cüzdanından bir Jackpot. Adam bilmişti. miktar para çıkarıp Ses’e uzattı. Ses parayı aldı ve kadına istediği zaman onu tekrar arayabileceŞaşırdığını çok da belli etmemeye çalışarak sesi ğini söyledi. Kadın başıyla onayladı, Ses hızlı doğruladı. Bir bilmece daha teklif etti, ses de adımlarla sokağın sonuna gitti. gülerek kabul etti. Poe bu sefer adama sarhoş bavulu anlattı. Bilmece bitince ses heyecanlan- Qiana derin bir iç çekti. Bilgi ne kadar ağır bir mıştı. yüktü! Uzun vadede sorumluluktan başka hiçbir Poe bir an duraksadı.

şey getirmiyordu insana. -Vay canına, bu masalsı olayı çok iyi düşünmüşsünüz Bay Poe. Alkolik bir baba daha güzel Qiana annelerinin Poe’nun doğumunda öldüğütasvir edilemezdi heralde. Yazarlık sizin hamu- nü biliyordu. Bu yüzden babalarının yıllarca runuzda olmalı. Poe’yu suçladığını, karısının ölümünden sonra kendini tamamen alkole teslim ettiğini ve bir gün Poe şok olmuştu. Şaşkınlıktan dudağı titrese bile eve zil zurna sarhoş geldikten sonra eşyalarını aklında kalan son şeyin peşinden koştu. bir bavula toplayıp onları terk ettiğini biliyordu. -Yemeklerimi az pişmiş sevdiğim için şehirde kavga etmediğim aşçı kalmadı. Fakat çok pişmiş bir etin burnuma yanık deri kokusu getirdiğini bir türlü anlatamadım onlara. Sanırım bu zevk evini bırakıp uzaklara taşınan en iyi dostumdan geçmişti bana. Ateşte kalmış bir yemek kül bırakırdı her yere, ziyandı, bir daha hiç eskisi gibi olamayacağı gibi vücuda faydasızdı. Ses içindeki hüznü sızdıran titrek bir tona dönmüştü. -Evi yanan dostun uzaklara gitmiş olabilir Poe ama inan bana hala yaşıyor adamım. -Alden! Alden bu sensin! Tanrım! Karın ve çocuğun enkazda vardı ama sen yoktun. Tanrı aşkına ailen ölürken nerdeydin Alden? -Bunların hepsini zamanla öğreneceksin dostum. Şimdi gitmem gerekiyor, Los Angeles’a çok uzaktayım ve yapılması gereken çok iş var. Düzenimi kurana kadar seni çok sık arayamam ama bazı günler beklemediğin anlarda telefonun

Poe’nun odasında saklı duran kasanın şifresinin Poe’nun doğum yılı, daha doğrusu annelerinin ölüm yılı olduğunu biliyordu. Poe’nun kasanın içinde annelerinin resimleri yanında bir telefon ve adres defteri sakladığını biliyordu. Telefon defterinde Poe’nun yalnızca iki ismin altını çizdiğini (dolayısıyla sadece onları aradığını) ve bu isimlerin evindeki çıkan yangında ailesini kaybedince ortadan yok olan Alden ve annelerinin ismi olan Betty olduğunu biliyordu. Aslında Poe’nun insanlara bilmece sorarken esas amacının para kazanmak olmadığını, bir şekilde hayat hikâyesini anlayan bir ruh bulup içini ona dökme arzusu taşıdığını biliyordu. Qiana doğduğundan beri kardeşini asla yalnız bırakmamıştı. Onun içinden geçen düşünceleri aslında bunlar kendi düşünceleriymiş gibi biliyordu. Bu bilgileri iyi bir şeye dönüştürmek gerekirdi. Dış dünyada zarar görmüş insanların, hayal güçleri ile örüp mükemmeliyeti kovaladıkları o paralel iç dünyalarının, oyun evrenlerinin iyileşmesine yardım etmek iyi bir dönüşümdü işte. Tanrılar yaratıcılığı böyle ödüllendirirdi.


Emrah Koymat


Yeşil tarlalardan, taş yollardan geldim Elimde eski bir gaz lambası, Toza toprağa, Kısa bir ana bulanmışım Kara servilerle çevrili memleket türkülerinde geçer adım. Yaşamak telaşıyla yoğrulmuş hamurları sıçrar üstüme, Yağmur yağar gözlerinden anaların. Bomboş arazilerde tek başına büyümüş bir ağaç gölgesinde Günü dün Geceyi gündüz eyler matemi anıların. Denizi dalgalı, Göğü kızıl adalardan geldim. Elimde ibresi kırık bir pusula, Önüm arkam Sağım solum geçmişin anımsattıkları, Rüzgarı dinler, Geleceği düşler bir yanım.

Haklıydı şair belki de Sokaklar kimsenin değil, Şehirler de öyle Ama çehrelerimizden okunan ince hüzün bizim Yaşamanın sorumluluğu kadar Özgürlüğe yakılan ağıtlar bizim Varoluşun bedeli kadar, Bu çelişkilerin hepsi bizim. Parmaklarımızın arasından kayıp giden Hiç bize ait olmasalar dahi Anılarımız sahipsiz Ve hala ödüyoruz geçmişin bedelini.

Günü dün etmekten kayar takvimi zamanın Teni sıcak, Suyu duru, Masmavi bir gökyüzü gibi kadınlar yürür taş sokaklarda. Al yazmalarından saçları düşer alınlarına Basma eteklerinde dans eder utanmaz rüzgar. Gri yollardan Kör gecenin ayazından geldim. Saçlarımda yazdan kalma bir koku Kömüre, dumana, Sobada demlenen çaya hasret, Yorulmuşum. Gün ağarken doğan çocuklar, Gece yarısı depremiyle yıkılan yetmiş yıllık evler, Taş köprüler, Minaresiz camiler. Yürüyorum. Kara servilerle çevrili memleketime. Adım, Adım.

Adı, hatıralarımızda birkaç harf Siması gözlerimizin önünde Kalplerimize kazınmıştır veda edişleri, İşte, o insanlar bizim Hiç bize ait olmasalar dahi Anılarımız sahipsiz Ve hala ödüyoruz geçmişin bedelini. Yeterince cesur sayılmayız Korkunun hâkimiyetinde bedenimiz Haklıydı şair belki de; Sokaklar kimse değil, Şehirler de öyle.


“Efrahim,” dedim. “Efrahim Aslan. Sen neden Nihat’ı arıyorsun?” “Nihat’ı aramıyorum. Nihat benim.” “Geç içeri istersen.” “Dışarı çıksak?” “Olur.” Masraflarımı karşılamak için bir yerel gazetede muhabirlik yapıyordum. Röportaj için bir huzurevine gitmiştim, orada yaşlı bir kadın, halime acımış olmalı ki bana üstü bezle sarılı bir kuş kafesi uzattı. “20 lira!” “Bu ne?” “Kuş kafesi.” “Ne var bunun içinde?” “Ne olacak yahu! Kuş elbette.” “Ne yapacağım ben kuşu?” “Beslersin. Salarsın. Sonra tekrar kafese koyarsın. İyi gelir sana.” “Sana artık iyi gelmiyor mu?” “Bu yaştan sonra bana artık ne iyi gelebilir?”

Paltomu alıp dışarı çıktım, beni beklemeden yürümeye başlamıştı, takip ettim. İzbe bir birahanenin üst katına oturduk, birer bira söyledik. Bizden başka kimse yoktu. “Beni hatırladın değil mi?” “Evet,” dedim, “Röportaj yapmıştık seninle geçen ay.” “Evet,” dedi.

Bir süre konuşmadık, gözleriyle beni süzüyordu. Başımı pencereye çevirdim, dışarıda kar atıştırmaya başlamıştı. Birahanede her şey ahşaptandı; duvarlar, pencereler, masalar, sandalyeler… Biranın içinde bile ahşabın o kekremsi tadı vardı sanki. İlk yudumu aldıktan sonra üzerime bir ağırlık çöktü. Dirseklerimi masaya dayadım güç Kafesin içinde pili bitmiş bir oyuncak kuş vardı. almak için. Gözkapaklarımla bir savaş halindeyKadının gözleri görmüyordu. Herhalde oyalan- dim. sın diye ona böyle bir hediye layık görmüşlerdi. Kaşlarını kaldırdı, beni izlemeyi bırakıp dışarıya Cebimden beş lira çıkarıp kadına uzattım. baktı. Birasından bir yudum alıp bana döndü ve “Ama senin bu kuş ölmüş galiba?” öfkeli bir şekilde bakmayı sürdürdü. “Hayır,” dedi, “ne ölmesi, uyuyor o.” “Adresini gazeteden aldım” dedi. Parayı avucunda sıkıştırıp mutlu bir şekilde “Orospu çocukları” diye geçirdim içinden. ayrıldı yanımdan. Eve döndüğümde salonun “Röportaj için ödeme yapacağını söylemiştin lambası yanmıyordu. Patlamış olmalıydı. Ampu- bana?” lü çıkartıp yerine kuş kafesini yerleştirdim. Mut- “Evet.” fağın lambasını açıp oradan gelen loş ışıkla bi- “Hesap numaramı vermiştim, hafta başında ramı içtim. Televizyonda sabah oynayan maga- yatar demiştin?” “Evet.” zin programının tekrarı vardı. “Bir ay geçti, yatmadı hala.” Bir ara içim geçmiş. Uyandığımda saat beşe “Evet,” dedim. “Yayımlanmayan röportajlar için geliyordu. Gecenin en karanlık saatleri. Elimi gazete para ödemiyor.” tütünlüğe attım, filtre kalmamıştı. Filtresiz bir “Neden yayımlanmadı?” tütün sardım kendime. Tadı gerçekten çok kö- Cevap vermedim. tüydü, çok bayattı, ufalanmış tütünler ağzıma “Travesti olduğumuz için mi?” dökülüyordu. Bu mide bulantısına daha fazla “Gazetenin kararı.” dayanamayıp sigarayı yarıda söndürdüm. Kapı “Sıçarım gazetesine, neden vaktimi meşgul ediçaldı. Bir travesti. yorsun o zaman!” “Nihat?” “Nihat değil.” “Sen kimsin?”

Konuşmadım. Konuşamadım, üzerimde çok fena bir ağırlık vardı, epey mayışmıştım. Şuracıkta uyuyabilirdim.


“Tamam, affedersin” dedi daha yumuşak bir tonda. “Sakince konuşalım.” “Affedecek bir şey yok” dedim. “Allah belasını versin öyle gazetenin, konuşabilirsin.” “Neden çalışıyorsun o halde?” “Geçim sıkıntısı.” “Anlıyorum.” “Sen neden çalışıyorsun?” “Geçim sıkıntısı.” “Kaç para vereceğim demiştim sana o gün? Röportaj için.” “İki yüz lira.” “Biraz uçmuşum galiba.” “Biraz sarhoştun.” “Son altı yıldır hep sarhoşum.” “Hayatında biri var mı?” “Var.” “Peki aşık mısın?” “Yalnızca bir kere aşık oldum.” “Sonra?” “Öldü.” “Sebep?” “Aşırı doz.” İkinci biraları söyledik, bir sigara ikram etti. Sokakta iki adam kavga ediyordu, biri ötekine bıçak çekti, kolundan yaraladı, araya girip ayırdılar. Kolu kanayan adam öfkesinden deliye dönmüştü, “orospu çocuğu,” diye bağırıp kendini yerlere atıyor, eline ne bulduysa fırlatıyordu. Kavga namus sebebiydi. Biraz sonra polisler ve ambulans geldi kapının önüne. Kar yağmura dönmüştü ve güneş açıyordu. Tüm bu manzarayı pencereden izledik. Hiç konuşmadık. Sessizliği bozdu. “Benimle yatar mısın?” “Yirmi lira var cebimde.” “Kalanını sonra verirsin.” “Olur.” Aşağı indiğimizde kalabalık dağılmıştı. Ağır adımlarla eve döndük. “Keşke hiç dışarı çıkmasaydık,” dedim. Öğleye doğru uyandığımda gitmişti. Dışarı çıkıp bankamatiğe uğradım, hesabıma küçük bir para yatmıştı. Su faturasını ödeyip bir ampul ve oyuncak kuş için dörtlü kalem pil aldım. Param buna yetmişti.

Uyumaya devam etmek için çok sıcak bir güne uyandım. Uyandığımda yatakta öylece yatmaya devam ettim çünkü kalkmak için çok sıcaktı. Sıcağa daha fazla dayanamayınca yataktan kalktım ve biraz serinlemek için kendimi duşa attım. Serin su kafamdan aşağı akarken herkesin duşta düşündüğü saçma düşünceler aklıma doluştu. Yeterince serinledikten sonra duştan çıktım ve evimin her noktası ıslanmasın diye kurulandım. Kurulandıktan sonra evimde sıcağa karşı olan savaşta etkili olan tek aletin yani pervanemin önündeki koltuğuma kuruldum ve kitabımı okumaya başladım. Canım çay içmek istiyordu ama hava herhangi bir şey içimek için fazla sıcaktı. Çaysız bir şekilde kitabımı okumaya devam ettim. Bölümü bitirince kitabımı kapattım ve düşüncelere daldım. Bu hayatın ne kadar anlamsız olduğuyla ilgili düşüncelerle doldu aklım. Öyleydi de benim burada bir pervanenin önünde oturmamın hiçbir anlamı yoktu. Evren, benim ya da başka birinin ne yaptığını umursamıyodu. Bu düşünceleri aklımdan çıkaran şey karnımın guruldaması oldu. Dışarı çıkıp taze gevrek almaya karar verdim. Koltuğumdan kalkarken, başımı beni sıcaktan korumak için tüm hızıyla dönen pervaneye yaklaştırdım ve çıkarabildiğim en garip sesleri çıkarıp dönen pervaneden geçerken sesimin nasıl değiştiğine güldüm. Hayat anlamsız olabilirdi ama hala eğlenceliydi


yoğun derecede baskıyla bunaldım artık yetmiş beş derece sıcakta başıma şapka almadan çıksam bu kadar bunalmazdım çünkü o baskıyı oluşturan bir makine ve bu makine teknik deyişlerden çok uzak bir gösterir kendini, bir kaybolur kısa saçlı kadınlara benzer, yani bazı kadınlara bir gösterir kendini, bir kaybolur bazı hayallere benzer, yani bazı kadın hayallerine bir gösterir kendini, bir kaybolur bir gösterir kendini, bir kaybolur ağırlaştığımı hissediyorum bazı kelimelere hayal uçlarımla basıp geçtiğimi yeterince okuyamadığımı aslında beni bulunduğum yerden alıp çok uzaklara götürecekleri yeterince idrak edemeyişim hep eski şarkılara bağlanmam bazı kadın hayalleri bazı kadın hayalleri evlenir bazı kadın hayalleri evlenir ve bazı kadın hayalleri evlenir ve görürsün bazı kadın hayalleri evlenir ve görürsün yanındadır bazı kadın hayalleri evlenir ve görürsün yanındadır hayalinde

yaktığın mumlardır aslında hissettiğin bazen çok çile çekmiştir sana anlatır çekip sokakta dayadığında duvara onu sağ avuç için sol omzunun üzerinden duvara dayalı yeterince işe de gitmemiştir yirmi bir ayrı yaşı için içerisinin bohem havası üstüne sinmemiştir ve bu iyi bir şeydir sahneyi tekrar hayal edince üstüne teması sinmiştir bulunduğun şehrin ya yitiksindir ya kallavi herkesten ya bitmişsindir ya dobra dobra söylüyorsun bazen bazı tıkanıklıkların olduğunu ama bundan memnun da değilsin nitelikli ve amiyane şovları caddelerde çok büyük hedeflere yürürler striptiz kulüplerinden yükselmek de hedeftir oradan kurtulmaya çalışmak da hedef hedeftir bugün işportadan sattığın tezgahı ikiye katlamak hedeftir yarın da çok çalışıp kendine vakit ayırmak bu sabah kalkıp işe gitmesem mi diye düşünürdüm o kitabı okurken ama önce bir işim olması lazımdı ve ondan çıkmış sonra başka bir işe girmiş olmam daha sonra başka bir işe gir çık sonra bir daha işte öyle özdeşleştirmiştim kendimi onun yerine böylesine koymuştum tüm şartlar eşit olmadan varsayımlar anlamsızdı.


Dram sevmem. Daha doğrusu izlemeyi çok tercih etmem. Deli gibi komedi tüketirim ama. Gerekli gereksiz; ne varsa. Jim Carrey, Adam Sandler, Steve Carell, Seth Rogen, Eddie Murph…. Liste saymakla bitmez. Bu arada animasyon da çok severim. Eğer size biri “Animasyon da çocuk işi…” diye başlayan bir cümle kurmaya kalkarsa ağzına kürekle vurun ve hemen açıp "BoJack Horseman" izletin. Çok ciddi söylüyorum, müptela olmazsa bu sefer benim ağzıma gelin kürekle vurun. Öyle bir diziden bahsedeceğiz ki, bu üç türün ortaya çok basit bir matematik konusu çıkardığını fark edeceğiz: Evrensel küme.

olan duygular insani duygular. İnsanın olduğu her yerde insan duygusu hakimdir - hayvanlar konuşuyor olsa bile.

Evrensel kümenin bir altındaki kümemiz ise dram. Bu dizinin bütün muazzamlığı da bunun altında şekilleniyor aslında. Büyük ihtimalle hiçbir dizide denk gelemeyeceğiniz kadar derin bir dram var. Keza bunu da harika bir yoldan sağlıyorlar: komedi ile - yani en küçük alt kümeyle. Herkesin keyfinin gıcır olduğu salt komik ve absürt ögelerle bize görmek istediğimizi veriyorlar. Fakat bu çok akıl dolu bir şaşırtmaca. Alttan alta işlenen ve bir anda yüzümüze tokat gibi çarpan kederi hissedebildiğimiz an BoJack Bu basit matematik konusunu açıklamadan önce Horseman’ın iç dünyasıyla karşı karşıya kalıyoBoJack Horseman’ın Netflix platformu üzerinden ruz. İyi olmaya çalışan bir insan müsveddesi. At izleyebildiğimiz bir animasyon dizisi olduğunu olsa bile, insan insandır. Bu bir şaka değil! vurgulayarak, çok ince işlenmiş olan bu diziyi hiçbir sürpriz bozan olmadan ve olaya dair ipu- Diziyi yükselten başka etmenler de var. Öyle bir cu verilmeden ne yalnızca aktarmaya çalıştığına jeneriği var ki dört sezon boyunca hiç atlamadan totalde kırk sekiz defa izleyebiliyorsunuz. Bu dair bir yazı okuyacaksınız. Bütün olayımız bu. büyük başarı cidden. Hele ki o jenerik müziğini Ve gelelim sayısal konulara. Oluşturacağımız defalarca dinledikten sonra BoJack temasına en küme her basamakta biraz daralacak. En önemli uygun müziğin seçilmiş olduğunu anlıyorsunuz. noktamız ise sırayla bahsedeceğimiz her bir Üçüncü .sezona doğru bu kendini belli etmeye kümenin kendinden bir önceki kümenin bir alt başlıyor. Çılgın bir blues eşliğinde patavatsız bir kümesi olduğudur. Hadi başlayalım. atın oldukça mutsuz hayatını izliyorsunuz o jenerikte. Dizi hep kederi saklamaya çalışıyor En geniş halkamız yani evrensel kümemiz “ani- ancak size yakalamanız için bu tarz küçük ipuçmasyon”. Yani kurulmuş olan ve olayların ger- ları atmayı da ihmal etmiyor. çekleştiği evren. Konu olarak insanların ve hayvanların ortak yaşadığı dünyada, Bojack adında- Her dizide olabileceği gibi BoJack Horseman’ın ki tek diziyle meşhur olmuş, eskimiş, kokuşmuş da çöp bölümleri var elbette. İlk sezonun ilk altı bir ünlünün maceralarını mercek altına alınıyor. bölümü gerçekten çok kötü. İnsana diziyi bırakBir animasyon kuralsızlığında aklınıza gelebile- mayı ciddi ciddi düşündürüyor. Espriler espri cek her şey mümkün bu dizide; insanlar, konu- değil, hikaye desen ne olduğu belirsiz, karakterşan hayvanlar, su altı şehirleri, türler arası cinsel- lere alışamıyorsun derken yedinci ve sekizinci lik, devasa saçma partiler, sidik yarışları, türler bölümler arasında biraz düşünmeye başlıyorsuarası ayrımın olmadığı yaşam standartları, ırkçı- nuz. Çünkü dram faktörü o bölümler arasında lık, fuhuş, ot, tükenmişlik sendromu… Kısacası yerleştirilmeye başlanıyor ve aslında anlatılan BoJack evreni de standart bir evren aslında. hikayelerin çok daha geniş bir bütüne hitap Standart bir insan evreni. Bu evrene de hakim ettiğini o bölümlerde kavrıyoruz. O bölümlerden


sonra da izlenilen bölümün nasıl olduğundan ziyade dizinin nasıl şekilleneceğini merak ediyoruz. Bu teknik de her baba yiğidin harcı değildir. O yüzden dizinin yaratıcısı Raphael BobWaksberg’i burada herkesin önünde yürekten selamlıyorum.

tercih etmiş olduğu gibi yazmak. Yazarak ifade etmek en kolay yoldur. Özgürsündür. Baskı altında en az kaldığın yoldur. Diane’in en iyi yaptığı şey yazmak. Eleştirmek istediğini yazarak eleştirir, yorumlamak istediğini yazarak yorumlar. Lakin Diane dizi içinde önemli bir değişikliğe uğrar. Eleştirdiği toplumun bir parParmak basacağımız son nokta ise dizinin birbi- çası olmaya başlar Bu o kadar hızlı gerçekleşir ki rinden eşsiz karakterleri. Birazcık iç yapılarına çatalınızdaki son biber dolmasını ağzınıza daha gireceğiz ve karakterleri tanımaya çalışacağız. tıkamamışsınızdır. BoJack Horseman: Will Arnett’in muazzam sesiyle hayat bulan BoJack Horseman’ımız tek kelimeyle hıyarın teki. Aslında karaktere ait en büyük özellik de bu. Bu hale gelmesinin en büyük sebebi de yaşadığı sevgisizlik. Çocukken sevgisiz kalan birinden sevgi talep etmek mümkün değil. Sevgisizlik insanı duyarsızlaştırır. Bir sonraki hamlesinin ne kadar büyük bir hata olacağını kestirtemez. Bu yüzden her daim bela, peşindedir ve mutlu olabileceğin o anı elinden hep kaçırırsın. Yapmak istediğin iyi şeyleri yapamazsın, eline yüzüne bulaştırırsın. Sevgiyi bilmiyorsundur çünkü. İyi olan herhangi bir şey sevgiden beslenir ve bu derinlerde hissedilir. BoJack’in asıl sorunu da bu işte. Hislerini kaybetmesi. Bu, birinin başına gelebilecek en tehlikeli şey. Her daim mutsuzsundur. Bu, yorgunluğa sebep olur. Hiçbir şey yapmak istemezsin. Gücünün olmadığının farkındasındır. Bu farkındalık bitkinliğe yol açar. Her şeyin bittiği ve bir görselin sadece fiziksel fonksiyonlarını yerine getirebildiği bir durum içinde yuvarlanırsın. Bir karadeliğin içinde kaybolmaya benziyor biraz. Diane Nguyen: Alison Brie’nin seslendirdiği Diane Nguyen adlı karakterimiz ise kocası Mr.Peanutbutter ile kararsız bir evliliğe sahip, feminen duyguları da hallice yüksek ablamız. Karakterin en önemli özelliği fikirlerini yaymaktan çekinmesi. Topluma muhalif bir karakter ve bu yüzden dışlanacağını çok iyi biliyor. İçimizde biriken her düşünce bir şekilde dışarı çıkmak zorunda. Hangi yolu seçersek seçelim. Diane’inki ise şu an okuduğunuz fanzinin yazarlarının da

Mr. Peanutbutter: Paul F. Tompkins’in seslendirdiği, sevgili Diane’mizin dünyalar tatlısı biricik köpek eşi. Adam hakikaten köpek. Bildiğimiz köpek. Onun en büyük özelliği hayata tamamen pozitif bakması. Mr. Peanutbutter’ı dizi boyunca hiçbir şeyin üzmeyeceğini düşünürsünüz. O kadar neşelidir ki, ben ilk altı bölümü onun sayesinde atlayabildim. Onu üzen tek durum, algıda en basit kavram gibi görünmesine rağmen en komplike kavram olan "aşk". Çok sevdiğiniz hatta tüm kalbinizi emanet ettiğiniz bir kişinin aslında sizi o kadar da sevmiyor olduğunu düşünmek yeterince acı verici bir belirsizliktir. İşte Mr. Peanutbutter’ın mutsuzluğu bu olaydan ibaret. Todd Chavez: Breaking Bad’den tanıdığımız Aaron Paul’un seslendirdiği Todd, tuhaf ama orijinal karakterlerinden. Todd aseksüel bir insan. Kötü bir gün geçirdiğinizde her zaman yanınızda olacak biridir. Gerizekalıdır ama boş ceviz de değildir. Todd işte ya. Tuhaf… Princess Carolyn: Amy Sedaris’in sesi olduğu menajer kedimiz. Onun durumunu da bir kavram özetliyor tabi ki: hırs. Seni ele geçirirse tehlikelidir çünkü başardığın her anı baltalar. İyi bir şeye sahipsen bile yetersiz olduğunu düşünürsün. Yükselmek istersin ve hayatının senin önünden sana el bile sallamadan köprüden düştüğüne şahit olursun. İlk bakışta Princess Carolyn’in durumu için de durum böyle ama o denge sağlayabilmiş biri. Her zaman arkadaşlarının yanında ve mutlu olmak için çabalıyor.


Hırs onu şu noktada engelliyor: Hayallerini gerçekleştirmesine olanak vermiyor. O da bu yüzden mutsuz anlayacağınız. Tıpkı dizideki herkes gibi. BoJack Horseman’ın gerçekten şakası yok. Bu dizide mutsuz hayatlar izliyoruz. Bir nevi Requiem For A Dream bu dizi. Filme dair hiçbir parça yok ama karakterlerin dağıldığı anları izlemek o hissi uyandırıyor ve o his de tıpkı Requiem For A Dream’in sonunda yarattığı gibi hayatınızda yaptığınız hataları cenin pozisyonunda izlemek oluyor. İşin kötüsü, sen de mutsuz oluyorsun. Bir sonraki sayıda görüşene dek BoJack Horseman’ı izleyin ve izlettirin.

Bazı düşünceler onları yok eden ya da var eden olaylara göre yorar sizi. Duygusal yazılar aslında ne kadar duygusal olduğunuzla alakalı değildir. Duygularınızın aldığı hasarla ilgilidir. Aynı şey doğduğunuzda edindiğiniz kültür ve coğrafyayla da alakalıdır. Çizgiler nereye çizildiyse orada kalır, onları aşmak için mücadele verdiğimizde hainlikle suçlanırız. Fanusunda çırpınan diğer türler gibi. Çırpınırken edindiğimiz yaralar ve izler, savaşı kimlerle ve hangi düzeyde yaptığımızı kuşaklara taşır. Bu da sizi literatürde yani sosyal dilde ölümsüz yapar. Peki bu kimin umrunda? Nasıl gıda sektörü için tüketici gerekiyorsa, yapıları yapmak ilk etapta yıkmaktan geçiyorsa, yara izlerini aktarmak da her daim mücadeleden geçiyordu. Harekete geçmemiz, eğer sınırları kendimiz seçmiyorsak yok etmemiz gerekmiyor muydu? Karanlıkta güneşlenenler! Saat farkı nedeniyle siz uyurken uyananlar, onlar uyurken sizin ayakta kalmanız, bütün bunlar o anki zaman algısında uyananın uyuyandan kendini güçlü hissetmesi, birer kurmaca. Gerçekte önemli olan tek nokta zamanı kavrayabilmek ve yerinde kullanabilmektir. Uyumak, doğru kullanıldığında iyi bir güçtür. Zaman kavramının günümüzdeki işlevinde artık bir şeyler için beklemenize gerekte kalmadı. Mesela koparılmak için, illa yasak meyve olmanız gerekmiyor; meyve olmanız kimi zaman yeterli oluyor. Aynı durum renk olmanız durumunda da geçerli, renkleri takım olarak görüp, çeşitleri zenginlik olarak görmek daha cazipken; renkleri sınıflandırıp birbirinden ayırmak, oluşacak yeniliklere gericilik yapmaktan da öteye gidemiyordu. Siyahla beyazın kavgasında ortalık kırmızıya kalıyordu. Halbuki üç rengin birleşimi yeni bir rengi ağırlıyordu. İçinde bulunduğunuz zamanın gölgesinde, dinlenmeden önce kendiniz için savaşın, arının, kopyalanmayın, kopyalamayın. Vücudumuzdaki benler geçmiş yaşantımızda nereden yaralanıp öldüysek, orayı işaretleyip gösterirmiş. İşaretlerinize sahip çıkın, benlik her şeydir. Benlikte labirentler sizi daima bir yere çıkarır ve tüm çıkış yolları aynalıdır.


Bir insan neden özgür olmak ister? Bu sorunun birçok farklı cevabı var: düşünceleri rahatlıkla dile getirmek için, istediğini başkalarının hakkına kast etmeyecek şekilde yapabilmek için, huzurlu bir toplumun inşası için vb. Artık gündelik hayatımız teknoloji ile iç içe. İnternette özgürce dolaşmak, sosyal platformlarda dilediğimiz konularda tartışmak ve karşılaştığımız bir sorunu dile getirmek artık dünyanın üzerinde durduğu konular. İnsanlar yeri geldiğinde bir afiş tasarlıyor sorununu dile getirmek için, bunu bilgisayarı veya telefonu üzerinden internete aktarıyor, Facebook‟ta yayınlıyor, Twitter‟da insanların görüşlerini okuyor. Yani bütün bunların hepsini yazılımlar aracılığıyla yapıyor. Peki bu yazılımlar da insanların özgürlüğünü kısıtlıyorsa... Yazılımın neden özgür olması başlayalım.

20. yüzyılın son çeyreğinde MIT‟nin Yapay Zeka Laboratuvarı‟nda çalışan Richard Stallman abimiz, laboratuvarda kullanılan bir yazıcının hata çıkarması sonucu hatayı düzeltmek ister ancak yazıcının kodları görüntülenebilir değildir ve düzenlenmesi yasaktır. Daha önceden de yazılımlarla ilgili yaşadığı bu tarz sorunların üzerine bu da eklenince artık dayanamaz ve çalışmalarının kısıtlandığını düşünerek MIT‟den ayrılır. Bundan sonra da „‟Özgür Yazılım‟‟ hareketini başlatır. Kendisinin tanımıyla: Belirli bir yazılım programının özgür yazılım olarak değerlendirilmesi için ve söz konusu yazılımın sahip olması gereken özellikleri açık bir şekilde göstermek için bu tanımı kullanırız. “Özgür yazılım(ing. Free Software)” özgürlükle ilgilidir, ücretle ilgili değildir. Kavramı anlamak için, “özgür” terimini, “ücretsiz bira” tarifindeki gibi gerektiğiyle değil “özgür konuşma” tarifindeki gibi anlamalısınız.”

Elinizde bir mukavva var ve siz bundan evinizdeki eşyaları yeni evinize taşımak için bir kutu yapmak istiyorsunuz. Herhangi biri size, hatta o mukavvanın üreticisi “Hayırdır kardeşim? Mukavvadan kutu yapma hakkını kendinde nasıl bulursun?” derse nasıl hissedersiniz. Büyük ihtimalle ona bir küfür sallarsınız ve ordan uzaklaşması için onu uyarırsınız. Çünkü mukavva artık sizindir ve onunla istediğinizi yapabilirsiniz. Ama piyasadaki birçok yazılım üreten firma, birisi ürünlerini kullanırken ona bir sözleşme sunar, hatta bazen sunmaz ve o ürüne sizin özgürlüğünüzü kısıtlayabilecek şeyler koyabilir. Bunların olmasını kimse istemez. Size bir yazılımı güvenilir şekilde ve istediğiniz gibi kullanabileceğinizin güvencesini sadece özgür yazılımlar sunar. Bir yazılım nasıl özgür olabilir ki?

Ayrıca yazılım özgürlüğünü dört temel maddede toplamış. Bunların hepsini sağlamayan bir yazılımın özgürlüğü sağlaması mümkün değildir ona göre. Özgürlük 0: Herhangi bir amaç için yazılımı çalıştırma özgürlüğü. Bir yazılımı istediğiniz gibi kullanamıyorsanız kullanmanın anlamı kalmaz. Bu sebeple bir yazılımın özgür olmasının temel şartı Özgürlük 0‟dır. Özgürlük 1: Her ne istiyorsanız onu yaptırmak için programın nasıl çalıştığını ögrenmek ve onu değiştirme özgürlüğü. Yani bir programın/yazılımın kodlarını görürseniz ve onları değiştirme yetkisine sahip olursanız programın ne işe yaradığından ve neler yapabildiğinden emin olursunuz. Ayrıca kendi ihtiyaçlarınıza göre düzenleyebilirsiniz de.


Özgürlük 2: Komşunuza yardım etmenizi sağlayacak şekilde kopyaları yeniden dağıtabilme özgürlüğü. Burada “komşu” kavramı sembolik bir ifadedir. Yazılımı ihtiyaç duyan herkese dağıtabilme özgürlüğünü sunar. Özgürlük 3: Programı daha da geliştirebilme ve elde ettiğiniz yazılımı tüm toplumun faydalanabilmesi için herkesle paylaşabilme özgürlüğü. Bu madde ilk üç maddenin bütünleyicisidir. Bir yazılımın özgür olması ne tür avantajlar sağlar? Yazılımın nasıl çalıştığını anlarsınız. Kodlarını inceleme şansınız olur. Böylece programın sizden ne istediğini, sizin onunla neler yapacağınızı anlamış olursunuz. Ayrıca programlama öğrenmenize çok büyük katkısı olur. Bu yazılıma başkasının ihtiyacı olabilir. Yazılımı kopyalayıp ihtiyacı olanlara dağıtabilirsiniz. Böylece o programla ilgili bir topluluk oluşturursunuz ve programın daha kullanışlı hale gelmesi için çalışabilirsiniz. Yazının başında bahsettiğim uygulamalar, siteler, programlar vs. sizin bunları yapmanıza olanak sağlamaz ve sizi kendi istedikleri gibi yönlendirirler. Klişe bir örnek ile başlayalım, kişisel bilgisayarlarda artık tekel olmuş bir işletim sistemi: Microsoft Windows. Tamamen son kullanıcıya yönelik bir işletim sistemi olur kendileri, tamamen kapalı kaynak kodludur. Geliştiricileri dışında kimsenin kodlara ait bir fikri yoktur - tabi tersine mühendislik yapılarak kodları çözülmeye çalışılır ki bu çok zordur. İşletim sistemine yönelik bir geliştirici topluluğu da olamadığı için kimse kodların nasıl işlediğini inceleyemez ve diğer insanları bilgilendiremez. Bu sebeptendir ki dünya üzerindeki birçok yazılım virüsü Windows‟a yöneliktir. Üstüne üstlük bilgilerinizi depolar ve bunları satma hakkını saklı tutar. Kendi isteğiniz dışındaki bir güncellemeyi aniden uygulamaya çalışarak canınızı sıkar. Bütün bunlara rağmen orijinal bir Windows işletim sistemi kopyası için Microsoft firması sizden yüksek bir ücret talep eder ve kopyalayıp paylaşmanızı da yasaklar. Bunun doğru olduğunu hiçbir insan söyleyemez.

Yazılım ücretli veya ücretsiz olsun, o artık size aittir ve başkalarının sizin işinize karışması ve bilgilerinizi kullanması etik olarak kesinlikle doğru değildir. Buna karşılık ne yapmalı? Yazılımlarınızı özgür yazılım lisanslarıyla lisanlayabilir ve bu dayanışmaya ortak olabilirsiniz. Ya da özgür olan yazılımların topluluklarına dahil olarak yazılımları inceleme, denetleme ve son hali için topluluktaki diğer insanlarla birlikte düzenleme sürecine katkıda bulunabilirsiniz. “Ben bu tarz işlerden pek anlamam. Bilgisayarı açarım, işimi görüp kapatırım.” derseniz yapacağınız iş çok basit: Özgür bir işletim sistemi kurabilirsiniz. İnternette binlerce özgür, kişisel veya şirket bazlı ihtiyaçlara göre düzenlenmiş GNU/Linux işletim sistemi bulabilirsiniz. Kurulumları basittir, herhangi bir sıkıntıyla karşılaştığınız takdirde internette kısa bir gezintiyle sorunun çözümüne ulaşabilirsiniz. Ha, derseniz ki “Ben Windows‟a ve/veya Mac OS X‟e çok alıştım, onlarsız yapamıyorum.”, yine çok kolay bir çözümü var: Bilgisayarınıza mümkün olduğunca bu işletim sistemleriyle uyumlu özgür yazılımlar yükleyebilirsiniz. Ya da insanlara özgürlüğü anlatabilirsiniz. Bu hareketi şekillendiren ve yönlendiren özneler “insan”dır. Bu yazı benim bir yayın için yazdığım ilk yazıydı. Eğer sürçü lisan etmişsek veya sorularınız, önerileriniz, sonraki sayılarımız için beklentileriniz varsa edgu@protonmail.com benim e-posta adresim, yazmaktan çekinmeyin. Faydalı olabilecek linkleri ve kaynakçayı aşağıya bırakıyorum. Kendinize iyi bakın, özgür kalın. Film Önerisi: Revolution OS https://linux.org.tr/ https://www.gnu.org/philosophy/freesw.tr.html#RefTransNote2 Özgür Yazılım, Özgür Toplum – Richard M. Stallman http://ozgurlisanslar.org.tr/


ithaf


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.