Bulanıklar Can Okan Beni ben yapan bütünü kavrayamıyorum. Aziz Augustinus
1.Ses: Peki ya ötenazi? Asıl olay ötenazi. Bütün insanlık buna odaklanmalı hemde hemen. Ah! Yine başladılar. 1.Ses: Ötenaziyi kim buldu? Nasıl bir histir kimse merak etmiyor mu? Hatırlayamadığım bir süredir bu seslerin muzdaribiyim. Anlamsız, saçma, geveze bu seslerin… 2.Ses: Vietnam Savaşı mı? Evet, evet gerçekten de iyi noktaya değindin. Mantık bütünlüğünden kopuk boşluktaki iki ses. Bir süre sonra alışacağını sanıyorsun ama1.Ses: Ötenazi diyorum ne Vietnam’ı? 2.Ses: Vietnam savaşı bu yüzden oldu ya işte salak! Ama alışamıyorsun… 1.Ses: Şeytan neden şöhreti şimdi satar da ruhu sonradan ister? 2.Ses: Ötenaziden kaçmak için mi? Çoğunlukla bu iki sesin arasında çırpınırım. Günler böyle geçer. Aslında tuhaf. O kadar kafadan çıkan onca anlamsız ses varken kendi kafamda iki fazlalık anlamsız ses daha var. Devasa bir baş ağrısı derim ben buna. 1.Ses: Şeytan bir gün bara gider. Ruhu almasamıydım diye içinden geçirir. Sonra gözü televizyona takılır. Vietnam Savaşı ile ilgili son dakika haberlerini dinlemeye koyulur. Bu sırada bir anda fark eder ki ötenazi randevusuna geç kalmıştır. ( Kahkahalara boğulur) 2.Ses: Neye gülüyorsun? Başımı ağrıttın. 1.Ses: Senin başın yok ki! 2.Ses: Doğru dedin.
Kendilerine ait karakterleri var gibi. İlk duyulan ses daha mantıklı sanırım. Mantıktan ne kast ettiğimi ben de bilmiyorum. Ama değişkenler hem de çok. Takip edilmez derecede. Hangi ses hangisi hala ayırt edemiyorum. Çoğu zaman birbirlerinin farkında bile değiller. Kendilerince kendi kendine konuşuyorlar. Belki onu bile yapmıyorlar? 1.Ses: Ey seslerin sahibi! 2.Ses: Tuhaf bir koku alıyor musunuz? 1.Ses: Sana diyorum!! Ah! Bana bulaşacaklar. 1.Ses: Kime neyi anlatıyorsun? Cevap mı bekliyor? Cevap kafamın içinde değil mi? O da kafamın için de o zaman nasıl bir soru olabilir ki? 1.Ses: İşte bunu yapma. Burdan mırıldanıyormuşsun gibi bir ses geliyor. Sen düşünüyorsun değil mi? 2.Ses: Burnum beni yanıltır mı? Sanırım bebek pudra kokusu bu. 1.Ses: Düşüncelerin yankı yapıyor. Düşünceleri sevmem ağzımda kötü bir tat bırakır. 2.Ses: Kızgın yağ kokusu işte bu beni kurcalayan! Her şeyi denedim. Her psikotik ilaç, her alkol her madde her müzik türünü bile denedim. Ama yok. Yok! 1.Ses: Bana bak. 2.Ses: Evet? 1.Ses: Yine bizden şikayetçi. 2.Ses: Kim? 1.Ses: Bizi yaratan. 2.Ses: Kafamı kurcalama sen de! 1.Ses: Senin kafan yok ki! 2.Ses: Doğru dedin
2.Ses: Ah! Kafalı çocuk diyorsun evet bizden şikayetçi. Kafasız olmak zor da düşünce zincirine yetişemiyorum. 1.Ses: Evet kafalı çocuk. Bizim değerimizi bilmiyor. ( Boğazını temizler) 1.Ses: Öhm! Öhm! Baksana kafa sahibi! Biz senin düşünce zinciriniz. Zincirde birkaç kopuk halka var evet ama ne yaparsın! Zincir yine de zincirdir. 2.Ses: Soğuk. Bebek mezarı kadar soğuk. Çok üşüdüm hakikaten. Kapayın çenenizi! (Sokağın ortasında kendi kendine bağırdığını fark eder. İnsanlar panik halinde ona bakar, utanç duygusu kaplamıştır her yanı) 1.Ses: Biz olmasaydık temiz, berraklıktan geçilmeyen bir zihnin mi var olurdu sanıyorsun? Hayır. Biz olmasaydık herkes gibi düşünecektin. Herkes gibi düşündüğünü sanıcaktın ama aslında dinliyor olacaktın. Kafandaki yabancıyı dinleyip kendi kendine konuştuğunu sanacaktın. 2.Ses: Paltosu olan var mı? Gogol’un paltosu vardı değil mi? O nerede? 1.Ses: Neyden bahsediyorsun sen? 2.Ses: Vietnam Savaşı’ndan. Onları dinlemek çok yorucu ama kanlı canlı bir insanla konuşmak kadar zor değil. 2.Ses: Ben yürüyüşe çıkıyorum. Paltomu bu yüzden aldım. Peki kendi kendime konuşabilseydim sadece kendimle o zaman kimle konuşmuş olurdum?
Mezarlıkla da ya da köpekle de uzun uzun konuşur insan. Ama konuşma karşıdaki için değil midir aslında? Kendi kendinle de konuşabildiğin için konuşmak anlamsız. Hele başkalarıyla konuşmak. Kendi sesinde mahsursun. 2.Ses: Hey! Kafalı çocuk. Zihnin o kadar bulanık ki adım atacak yer yok. Bunu duydum! Bu bana söylendi diğer sesle bir ilgisi yok. Uzun zamandır ayırt edemezdim. Evet zihnim bulanık. Sizin gibi bulanıklar yüzünden bulanık! 1.Ses: Monoloğunu diyoloğa çeviriyoruz ama övgü nerde yok. Tam tersine bulanık oluyoruz! Küstahlık.., Rüyanızı ses kaydına aldığınızı düşünün. Rüya son derece kişisel ve bir o kadar absürtken sadece rüyadaki sesleri duyduğunuzu düşünün. Anlamsızın da anlamsızı. Bana olan bu. Ses kaydı dinletiyorlar bana. Eskiden mantıklı düşünen biriydim inanır mısınız? 2.Ses: Maymunun önüne daktilo koy ve sonsuza kadar tuşlara basmasına izin ver. Eninde sonunda bir Shakespeare eseri çıkartır. Bu noktadan sonra hayatım boyunca saçmalayacağım asilce! Belki anlamlı bir laf ederim diye. (Heyecandan konuşamaz) Gittiler mi? Diğer ses gitti sanırım. Yine gelmeden biraz dinlenebilirim. Şuraya kıvrılıp uyuyabilim bile. Birkaç saniye ne tatlı gelecek şimdi. ( Bir bebeğin mezarının yanında kıvrılıp uyur)
Give Me Tenasül or Give Me Hell Suhan Lalettayin
’’Ramazan davulcusunun tokmağının haşmetli sesi eşliğinde kasıklarımdan uzayan salyalarında baştan üretsin seni yatak ya da gel ordo ab chao dövdürelim koluma. Üstüme çık, altıma in, geçidi tanı, sonra sokağın satıcılarını kazır gibi seyrelt dudaklarımda zabıt tutan uçukları ve birtakım edebi şeyler işte ne bileyim…’’ Üzerinde hiç gitmediğim gezegen adlarının yazılı olduğu siyah çarşaf: Merkur-Mercure-Mercurio-Mercury-MercuriusMond-Lune- Luna -Moon -Maan -Neptun-NeptuneNettuno-Neptunus-Mars-Marte-Giove-JupiterSonne-Soleil-Son-Sole-Zon-Venerre-Venus –– Tanıdım. Üzerinde kül lekesi, değişik renklerde saç telleri ve kıllar olan beyaz çarşaf: …? Tanırım. -Chinaski’nin atları... Lekelibardak. Sukokusu. Enfeksiyonriski. Bordoayakkabı. Belirli bir satış rakamından sonra okur kitlesi ona sınırsız saçmalama hakkını sunmuş olmalı. Beyazayakkabı. Başarısız
dövmeler ve bira göbekleriyle kurulmaya çalışılan düzeysiz ilişki çabalarından arta kalanlar… da sen
Chinaski değilsin ki? Ben de değilim. Hipodroma da hiç gitmedim zaten.
-Tek bir dilek hakkı istiyorum. Çarşafları havalandıracağım. Yırtık dantellerin için üzgünüm. Kaput? Çaput? Kaldırımlar. İndirimler. Baskı mürekkebinden dövme boyası mı olurmuş, el insaf. Bugün yenilen hurmaların kokusu yakında çıkacak. Kendi ekseni etrafında dönen koltuk. Bir kere daha Sait Faik okuyalım. Ruh eşin neden öldü? Aşktan? Alkolden? Benimsenmek istiyorum. Yetersiz ipuçlarından uzun uzadıya kişilik tahlilleri ve sonu merak uyandırmayan muhabbetlerin merak uyandırmış gibi görünen azami tepkiselliğe dayalı akışları arasında, teşhir ürünü olmanın keyfini çıkarmak suretiyle yıpranırken günden güne azalarak kaybolacaksın. Hiçbir yere ait olmadığını biliyorsun, yine de kaçmıyorsun benden. Bunaltmak istemezdim seni, affet. Bak sabah ezanının en sevdiğim yeri başlıyor: -Tabi sen de haklısın kendince. Kafatasımın çeperlerine çarparak prizlerin içine süzülüyor hakim olamadığım düşünce ürünleri. Başkalarının düşüncelerini kontrol edebilme isteği bilindik arzudur, ne yazık ki dar vizyonum şahsi düşüncelerimi kontrol edebilmeyi dileyecek kadar. Saplantı değil. Takıntı değil. Batıl inanç değil. Kayıp parçanın yerine oturtulamayışına karşın diğer toplama parçaların itelenerek başka bir bütünün altında birleştirilmek istenmesiyle oluşan, git gide içinden çıkılmaz bir hale tanık olmanın huzursuzluğu. Soyutlanmak istiyorum.
Kız Kulesi’ni yerinden sökebilecek libidoya sahip yaratık hanginiz? Masa, ne denli ulvi bir amaca hizmet ediyor olursa olsun kendi masanız değilse kırmayın. Yumruklanarak içeri göçertilmiş tuvalet kapısı şiddetin bir zevk aracından ziyade üçüncü kişi olarak yer aldığı cinsel birleşmeler hakkında bize bir işaret veriyor olmalı. Hijyenle yakından uzaktan alakası olmayan panayır ortamını terk etmek üzereyken çaktırmadan bir yerlerinize sokuşturduğunuz eşantiyonlar: Aids? Mantar? Melanom? Yine olmadı. ‘’Aids olsam beni terk eder miydin?’’ diyor sevgilim. ‘’Seni muhtemelen bir daha aramazdım’’ diyorum. Gaddarım ve rastlaştığım olaylara yüklediğim anlamları saplandığı çukurlardan geri çekeli hayli oldu. Yalan söylemeye tenezzül edemeyecek kadar yorgunum. Gerçeği diğer açılardan keşfetmek işin gülünç kısmı. Konuşurken bir yandan ovuşturduğum bileklerime sinen sevgili kokusundan habersiz, kirli halılara göz gezdiriyorum. Gözlerimi kaldırmadan gülümsüyorum can yeleğime, canım yeleğime. Ayna karşısında kendini izlerken uyuşturucudan yüzünde oluşan lekeleri sayıyor sevgilim. Satışa hazır, ikna kabiliyeti yüksek ses tonunu ayarında kullanarak kokainin zararlarından bahsetmeye başlıyor. Dinlerken aynadan manikürlü tırnaklarıma ve tiksindiğim mavi ojelerime kayıyor bu defa gözlerim. Hangi absürt yapay algı biçemi canlı görülmedikçe derinliğini kaybeden bir rengi tırnaklarına hapsederek estetik zevk sunmayı amaçlar? Tiksinç bulduğu şeyleri yakınında tutarak alışmayı uman geri zekalı: Burası boş mu? Pompeii’de yaşasam hayatım nasıl olurdu’yu düşünüyorum birkaç saniye, sonra Uruguay geliyor aklıma, İran, Irak... Kah varoşların pompacısı, kah mahalle maçlarının aranan elemanıyım. Hayatla alıp veremediklerim beni almış, kullanmış ve bulduğu gibi bırakmamış. Ödeşemiyoruz. Bana sadece dokunmuyor, kurak yerlerimden istifini bozmadan atlayarak boşluklarıma çiçekler ekiyor, başucumdan ayakucuma denk portakallar soyuyor, neslimi tüketiyor. Ruhumun devir teslimi harcadığımız zaman diliminde, bu duvarların arasında yavaş yavaş gerçekleşirken düşünmemeyi düşlüyorum. Sevgilim bana mavi istiridyeler çalar mı? Kuş seslerini dinlemeyi seven gangster ezan sesini duyunca ağlar. Bana sadece vurmuyor, söyleyemediğim pişmanlıklarımdan dileyemediğim özürleri ve dönemediğim dönüşleri çekip çıkarıyor nefsimden. Perdeler ardına kadar kapalı, gün ışığından nasıl kaçındığımın farkında. Beni anlamak için efor sarf etmesi gerekmeyecek kadar tanıyan bir beşeri hayatıma alırken iki defa düşünmeliydim. Rabbim ya bir tanrı okşuyorsam? Ağlanan şarkıların inlenen şarkılardan bir farkı olmalıydı. Ne güzel komşumuzdun sen Röyksopp. Odada sadece ikimiz yokuz. Odada sözde demokrasi, uygulamalı hiyerarşi var. Dayanaksız hesaplar, fizyolojik çatışmalar var. J ile başlayan hayvan adları, ota boka hakim Yunan tanrıları var. Odada ikimiz yokuz. Karşılıklı ego tatminleri ve itaat yeminlerinin ardından klostrofobisi tutuyor. Hava almamız gerektiğini söylüyor. Duvarların basıklığı sigara dumanıyla birleşince aşk yuvamız bir mahpushaneye adım adım evriliyor. Kendimizi dışarı atıyoruz, dışarıyı içimize atıyoruz. Kapıyı kilitliyor. Yaşanılanlar, kafatasıma zerk eden tüm düşünceler, rağbet görmeyen hislerimiz… Hepsi dilden dile bir sonraki nesle aktarılmak üzere inimizde yeni ziyaretçilerini bekliyor.
cico ve madam’ın anısına Beste Naz Karaca
-noksanlığımı yok eder miyim tükettikçe
fazlalıklarınızı?
*** diktiğim tüyler birini işaret ediyor vicdanım yakamı bırakmıyor gün dönüyor kollarını sıvıyalelade sözler sarf edemem nice yoruldum tüylerimi toplamaktan dağıtamam “dikkat et” tane tabak kırdım kırdıkça tuzlandım. niçin neşeli melodiler aks ediyor duvarlarıma? ne zamandır dumanlar raks eder oldu aynalarda? bu süzülen reçine de neyin nesi Madam Bovary? cico bana tütün süzgeci aldı artık bir matmazel sayılır mıyım? acıklı şiirlere veda mıdır tüt-
“Kes artık acılarından beslenmeyi ey cân!” herkes ne iyi bilir oldu kes artık demeleri kestiğin ekmek değil, umuttur iki gözüm umut. bir ayağı noksan çocuklarız biz her güz ile kış bir sancıdır saplanır bacağımızın tekine -çoğunlukla soluna ki en kanlı yolu tarihimizin sol İpek Yolu’ndan geçer bilirsiniz-
kalemi az biraz Madam’a veriyorum. “tek bacakları eskik basar bu çocukların fakat gökle yeksan sevgileri gibi yürekli tam, yürekleri ham._ Madam bizi övmeye girişecek anlaşılan kalem bizde kalsın. düşün iki gözüm düşün hangi vakitlerdi cepkenimizdeki insan istifini can çekerek kerpetenlerle, sağanak ve buzul meş’aleleriyle, yedi tane söktüğümüz yerine tütün istifi kurduğumuz? hangi vakitlerdi, dantelli yakamızdan hışımla çıkıp sokaklara atılışımız, meydan ateşlerine? birliğimizin bozulduğu, göğün gökle bir olduğu hangi vakitti-
İspanyol Sahibinden Satılık Zaman Makinesi
Alperen Yavaş
_ Oh, evet evet beyefendi lütfen biraz yaklaşın, ah, küçük adam sen de gel, ne kadar da büyümüşsün öyle? Señora ! Ulu Tanrım Señora’da buradaymış! Hem de ne tesadüf, yanında Castellón halkının prensesi ve sadık hizmetçisi var! Bu onuru bize bahşedin, size gösteri yapacağım, hey Miguel, ilkokuldan sıra arkadaşım Miguel’sin sen değil mi? Dostum seni gördüğüme ne kadar sevindim bilemezsin. Bak bak! Arkanda kahraman demircimiz Sánchez’de var, onu da alıp hemen gel dostum, gelin hepiniz gelin! Yılların sokak, festival ve panayırlardan sökemediği, ünü Avrupa’nın sınırlarından çoktan kurtulmuş olan, sefil bir ailenin çömezleri arasında para yapmış tek çocuğu,gençliğinden eşyaları uçurmaya,büyü yapmaya başlamış olan tavşan şapkalı şık boyalı tüccarınız İspanyol Voyvoda, o berbat lakabını sizlere unutturacak mükemmel bir mal satıyor! señoras y señores! Yanımda bütün ihtişamıyla duran, dünya üzerinde eşi benzeri olmayan çalışır tek zaman makinesine aranızdaki hangi şanslı sahip olmak ister? Durun durun, size sadece bir zaman makinesi satmıyorum, ayrıca yanında bir hikaye ve çok ilginç bir çocuk armağan ediyorum. Dinleyin,dikkatlice dinleyin beni! Geçtiğimiz yazın son festivali de bitip buralar bir çöl gibi ıssızlaşmaya başladığında artık yeni dünyalarda yeni maceralar arama vaktimin geldiğini anladım. Ben’in ne olduğunu, insanın özüyle nasıl bir ilişkisi olduğunu ve nasıl terbiye edileceğini öğrenmem gerekiyordu. Bunun için İspanyadan bir gemiye binip Hindistan yolculuğuna çıktım dostlar! Oradan da doğuya doğru devam ederek kentler, köyler, tapınaklar, küçük yerel gruplar arasında gezindim. Az konuşup çok dinledim, yorulmadan pek yürüdüm ve bu sefil tüccar hayatından ayrılıp bir sunakta om çekerek yaşamanın eşiğine kadar geldim baylar! İnanır mısınız? İnanmalısınız ama hayat, beni ruhani arınmanın önünden söküp alarak tekrar bu zor ve güvensiz tüccarlık serüveninin önüne attı. İnanılmaz bir teklif sundu bana, iğrenç lakabımdan kurtulup yıllar sonra daha iyi anılmak için altın bir fırsat doğurup kaçtı. Ben de peşinden koştum, hem de nasıl koştum biliyor musunuz? Şimdi benim adıma pek eskilerde ve bambaşka bir macerada kaldığı için ne zaman olduğunu çıkaramadığım bir vakitte ıssız olduğunu düşündüğüm korulukların arasında avare dolanıp arzularımı yontmakla uğraşırken yine benim gibi gezgin bir Samana grubuyla karşılaştım. Bunlar yanlarında yalnızca açlık, susuzluk, çile ve bir parça düz beyaz kumaştan kıyafet taşıyan insanlardı. Yanlarına vardım ve buraya gelme hikâyemi anlattım onlara. Sonradan öğrendiğim üzere Samana’lar neredeyse hiç konuşmaz, yabancıları da kendi aralarına katılmak konusunda istekli olmadıkları takdirde pek dinlemezlermiş. Dolayısıyla bir kişi hariç bütün grup tarafından saygısızlıkla suçlandım ve kovuldum. Neyse ki güler yüzlü, yumuşak başlı ve kilosuna, vücudunun durumuna bakılırsa gayet iyi göründüğünden Samana’lar arasına yeni katıldığını tahmin ettiğim bir adam beni anladı ve dostlarından izin alarak beni başka bir ağacın gölgesi altına götürüp konuşmaya başladı.
Toprak! Memleket işte hanımlar! Dünyanın öbür ucundayken bile insanları birbirine bağlıyor. Güler yüzlü adam aksanımdan benim de kendisi gibi bir İspanyol olduğunu anlamış ve uzun bir süre sonra ilk defa bir Batılı görmek onu nasıl da mutlu etmiş bilemezsiniz. Bana kendi hikâyesini anlattı: Dediğine göre eski hayatında bir bilim insanıymış ve zaman makinesi üzerine araştırmalarını Avrupa’dan saklamak ve hiçbir kral ya da padişahın etkisi altına girmemek için yıllar önce buraya gelmiş. İlk zamanlarında sadece makineyi icat etmek dışında hiçbir şeyle uğraşmazken zamanla yerli halkın arasına katılmış ve onlarla ortak dili konu şmaya başlamış. Tanıdıkça en çok Samana’ların yaşantısından etkilenen bu bilim insanı artık kaderin cilvesi midir nedir, zaman makinesini en sonunda yapmayı başardığında o kadar yorulmuş, bu sıkıcı akademik hayattan o kadar bıkmış ki zaman makinesini küçük yolculuklarda bir iki sefer denedikten sonra artık hayatın gerçek anlamını, bedeninden bağımsız tüm gerçekliğiyle yaşayan ruhunu ıslah etmenin yolunu bulmak için Samana’ların yanına katılmaya karar vermiş ve makinesini evine yakın bir yerde atılık olarak bırakmış. Şaka gibi değil mi baylar? Bu acayip adam kendisiyle biraz daha konuşmam sonucunda bana makinenin yerini söyledi ve hiç çekinmeden onu alıp kullanabileceğimi, çünkü kendisinin yeni hayatında bunun gibi illüzyonlara ihtiyacı olmadığını ekledi. Zaman makinesi, gerçek bir zaman makinesi yahu! Hiç vakit kaybetmeden adamın anlattığı yere gittim ve makineyi tarif ettiği durumda öylece atılık olarak buldum. Bana biraz bahsettiği gibi adeta bir buzdolabı gibiydi, içine bir kere giriyordunuz ve birkaç tuşa bastıktan sonra kendinizi Atina komedyalarının birinde kahkahalarla Aristophanes’i överken buluyordunuz dostlar! Hemen yanına varıp kapağını açtım ama ne göreyim, makinenin içinde bir çocuk kıvrılmış uyuyordu. Tipi hiçbir şeyi andırmıyordu, ne buranın insanları gibiydi ne de Batıdan birine benziyordu, gökten mi düşmüştü acaba bu? Uyandırıp burada ne aradığını sordum, daha önce hiç duymadığım bir dilde bir şeyler söyledi bana. Sonra da, pekala prenses tamam kısa geçiyorum öyle gözlerinizi devirmeyin, onu dışarı çıkarıp tanıdığım her insana kim olduğunu sordum. Hepsi de onu tanımadığını ve dilinden anlamadığını söylediler. Bu çok ilgimi çeken topraksız dilsiz çocukla bir süre iletişim kurmaya çalıştım ve en sonunda kullandığı dili epey anladım sayılır. Ama kendisini tanımak için sorduğum hiçbir soruya yanıt vermedi. Ben de omuz silktim ve zaman makinesiyle birlikte onu da yanıma alarak tekrar İspanya topraklarına döndüm dostlar! İşte karşınızdayım ve ah, işte sahneden yukarı çıkan da bu dilsiz topraksız çocuk, bakın bakın neler diyecek şimdi sizlere: _ Pur kovtra yim nekji tesye varp hadmi tun prax. ( Bu adama inanmayın, düpedüz yalancıdır.) _ Bizlere ne dedi söylesene İspanyol Voyvoda? _ Ah Miguel ne diyecek, zaman makinemin ne kadar harika olduğunu ve bu fiyatıyla kelepir olduğunu söylüyor. _Sinto tir fugza pojuyu çohçi awert tpia yahlax, jeyu komre tini kunte polustuar ebne uğnkle edevyi. ( Bense dünyaya ayak bağı olan bütün karşıtlıkların ortadan kalktığı, insanın kendini aşıp daha yetkin ve dengeli bir varlık olduğu gelecekten geliyorum .) _Hahaha bu dediklerine kahkaha atacaksınız! Zaman makineme o kadar bayılacaksınız ki köpeğiniz için de bir tane alarak dinozorlar devrinden kendisine tatlı bir sürüngen sevgili yapmasını isteyecek, yavrulasın diye dua edeceksiniz diyor. _Törtül ziil? Forkitse munche esparda mohone sekbar. İğyite tedsa agöze. Onhuru çimptzi jurnuya oyukyad nakba herfte guhre axwi wadah kölyce ıtrısta heredda. Yanmar takaski fretze puygu oğrup antrüke kabamar taştuka oprubba. (Gülüyorsunuz öyle mi? Kahkahalarınız yalnızca gerzekliğinizin dışavurumudur. Anlamaya kapalı, yutmaya hazır kobaylarsınız siz. Pratikte, hakikate onu okşar gibi yakınken para ve şöhret için yazgısını elinin tersiyle iten şu akıllı ve ahmak, sinsi ve saf, zengin ve de yok olurcasına fakir tüccardan
hiçbir farkınız yok. O çok ortada, sizler ise köşelerinizde eziliyor, kimseler tarafından önemsenmemenizi ideal zannederek yaptığınız pisliklerin başkalarının midesini bulandırmadığını sanıyorsunuz. Ne kadar bencilseniz o kadar da küçüksünüz, benim geldiğim gelecekte de yükselme uğruna aşağı atılmış birkaç kof kum torbasından birisiniz yalnızca.) _ Bu sefer epey sinirli konuştu sanki değil mi Voyvoda? _ Ah Hombre! Hiç meraklanmayın o sadece kültürsüzdür, kaba ve agresif görünmesi de bundan. Size kendi hayatında zaman makinemin ne kadar büyük yer taşıdığını anlatıyor, e haliyle de onu satacağım için bana biraz kızgın ama kendisinin de makinenin sahibiyle beraber gideceğini henüz söylemedim ona. _Ne yani İspanyol Voyvoda, yoksa köle ticaretine de mi başladın? _Oh, hayır hayır, katiyen hayır Señora! Köle ticareti geçmiş çağın en büyük yanılgısıydı, bu çağınki de iç imizden bizlere usulca fısıldayan yardımcı meleklerimizin seslerini bastırmak oldu ve bana sorarsanız da geleceğinki de yine bundan etkilenmiş biçimde insanların kendilerine ve birbirlerine yaptıkları kötülüklerden olacak. Ama unutmayın, tüm bu belaların hepsinden zaman makinemi alıp hayalinize göre en güzel çağa giderek kurtulabilirsiniz! Huzurla aranızda yalnızca birkaç altın duruyor sayın macera meraklıları. _Tanghirk estdre ulkyu muço eldte buye (Senin huzurla aranda ise açgözlülük duruyor.) _Sen artık çok konuştun sevgili dostum. Şimdi bırakalım ki bu şanlı İspanyol halkı yüreğinin derinliklerinden gelen doğru sesleri dinlesin, olumlu işaretleri alsın ve ticaret Tanrıları da siftah yapmanın bütün damarlarına kan getiren güzel melodisiyle bize capcanlı ve bol kazançlı bir gün hediye etsinler. _Hasfe cunka eguru omerte baypa etruw sflin (Sende hiçbir umut göremiyorum zavallı zehirlenmiş ruh.) _Sizi görüyorum arkalardaki beyefendi! Kaç altın veriyorsunuz?
Hiçbir Şey Olmamış Gibi Haydar Kahraman Oturduğum yerde kaldım. Bir saat mi yoksa bir gün mü bilmiyorum. Sıkı sıkıya kapalı koyu renk perdeler, kapalı pencere panjurları ve odamın içindeki yoğun sigara dumanı ile çevre gittikçe yaşanılabilir olmaktan çıkıyordu sanırım. Gözlerim yandı ve midemdeki his gittikçe artmaya başladı. Midemdeki his yanma veya bulantı gibiydi. Aç mıydım yoksa susamış mıydım? Kendime yabancılaşmıştım sanki. Masadaki maket bıçağını aldım. Kendimi kessem canım acımayacak gibi geldi. Koluma attığım ince çizik canımı acıtmayınca kalbim göğsümden fırlayacak gibi atmaya başladı. Gözlerimdeki yanma arttı. Sanırım gözlerimi kırpmıyordum bir süredir. Midemdeki ekşime de arttı iyice. Aç mıydım yoksa susamış mıydım? Yürüyen bir ölü gibi hissediyordum kendimi zaten bir süredir. Kolumdaki kan sızan kesiğe baktıkça içim ürperdi. Gelen panik atak beni duvardan duvara vurdu adeta. Gözlerim kese kağıdı aradı; filmlerdeki gibi içine nefes alıp vermek için. Elime geçirdiğim siyah bira poşedi ile yaptım aynısını. Plastik kokusunu içime çektikçe daha kötü oldum oysa ki. Kalın, siyah poşet. Petrolün son ürünü. Üzerinde milyonlarca insanın kanı olan petrolün son... Kusmaya başladım bira poşetine. Kusmak iyidir, rahatlatır; tecrübeyle sabittir. İçindeki maddi ve manevi sorunları ağız yoluyla atar insan. Hazmedemediklerini, fazla gelenleri, istemediklerini... Ben, panik atağımı kustum o gece. Yavaş yavaş nefes alıp verişim düzelirken başımı tavana kaldırıp cılız yanan tasarruflu beyaz ampule baktım. Hani zenginlerin enerji tasarrufu amacıyla yönlendirip fakirlerin kullandıklarından. Türkiye çöl olmasın diye boyalı bebeklerin reklamlarında oynadığı şeylerden yani. O an her şeyin sorumlusu olarak gördüğüm tasarruflu ampule karşı önlenemez bir öfke büyüdü içimde. O cılız, zayıf hastane ışığı, modern zaman floresan lambası... Elime geçirdiğim elektrik süpürgesinin sapı ile vurup patlattım onu.
Aniden geldi aklıma zulamdaki tek sarımlık ot. Hemen çekmecemi açıp içindeki metal parfüm kutusunu çıkardım, kapağını fırlatıp attığım kutunun içinden çekip aldım gazete kağıdına sarılı duran zulamı ve çarşafı. Masanın üstüne geçip kanlı maket bıçağımla bir dal sigaranın karnını yarıp çarşafa tütün dizdim. Sigara paketinin kartonundan zıvana yapıp yerleştirdim sonra. Otu da serpiştirip ustalıkla tükürükleyip dudağımla mühürledim. Çakmağı çakıp ciğerlerime çektikten iki saniye sonra susmuştu kafamdaki bütün sesler. Kusmak gibiydi bu da işte. Beynimdeki parazitleri dövüyordu sanki duman. Ağızlarını burunlarını dağıtıyordu, yerlere düşürüp tekmeliyordu. İşte o yüzden belli belirsiz bir gülümseme belirdi yüzümde. Keyif gülümsemesi bu. Keşke başka zamanlar da gülümseyebilseydim. İşyerindeyken mesela. Yanımdaki tezgahta çalışan arkadaşımla tesadüfen göz göze geldiğimizde sebepsiz yere sıcak ve dostça gülümseseydik birbirimize. Deniz kenarına gitseydim de rüzgar yüzümü hafifçe okşarken gözlerimi kapatıp gülümseyebilseydim. Sevdiğim bir kadın olsaydı da göz göze saatlerce gülüşerek dursaydık. Bakkala gülümseyip günaydın diyebilseydim en azından sabahları. Bir his vardı içimde, karnım mı açtı yoksa susamış mıydım bilmiyorum. Masadaki bira şişesinin dibini fondipledim. Ağzımdaki kötü tat ile perdeyi çekip pencereyi açtım. Gün yeni aydınlanıyordu. Sabahın serinliğini çektim içime. Saate baktım, yediye çeyrek vardı, yirmi üç Ocaktı o gün. İşçi servisi gelmek üzereydi. Gidip elimi yüzümü yıkayıp üzerimi değiştirdim yine. Ceketimi giyip çıktım evden; yine kilitlemedim kapıyı. Ellerim ceketimin cebinde kaldırımın solundan yürüdüm her zamanki gibi. Ve sonrasında da durakta bekleyen diğer dört kişiyle beraber servise bindim yine, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Dengeleyici Kablo Demetleri
Vak Vak
Emine`ye zehrini köşelerinden sıyırdık iki sokumlu plastik bantlarla eskimiş yağ soğutucularının aynanın karşısındaki oluşan sarı somurtma senindir onun gibi otokent duruşları vardır düşüncende evinin silindir yiyicisidir geometrik zamanda oluşturulan çizgiler silindir emicisidir üç hareketle eline geçirdiğin damla acıkmayı bile farklı algılar ile ele geçirdi uzay yolunu soyutlayan cihazın et kökleri vejetaryen olma yolunda kablo demetleri sıyrılma yolunda kapaklardan kablo demetleri contalarını dışarıya çıkardım demir çubukluklarla rüya düzeneklerinde ofansif beyin kıvrımlarımın her şey birbirine girdi üst üste istiflenen duygu yığını beni üzmeye yetti kısa ama uzunca yaşadığım bir patlamayla dengelendi titrememdeki bok böceği anatomisi dengelendi apandisle kablo demetleri dengelendi gözdeki seğiren matruşka cinsli kis efekti dengelendi üzerimde kokuşmuş kablo demetleri
gümüş rengi parıltısız bıcı bıcı yapma yerine girip çıkınca güneş ışınları teninle etkileşince gümüş gümüş parlarsın güneş çıkmaz ki sürekli bulutlar ve ay matlık orada bak matlık burada da gümüş olur hep gri öyle piç renk bu piç renk vak vak taksisine binip gitmez tenimden kazınmaz gökkuşağı ve güneş küflenmiş birer dağılmış gazdır piç renklerin egemenliğinde
''enselendim''
Eren Burhan
İrem Eyit
son şiir
hikaye bu ya
bizi insan sanmayınız yanılan insanlar oluşumuzu tekrarlayınız aranızda siz bilirsiniz keyif çatmayı ama keyif çatmanın bir usulü olduğunu sınırların varlığını ve sınırlarla gelen güzelliği de bilirsiniz biz sizlere kanıtlayan olalım sınırsız aptallığımızla keyiflerinizin haklılığını belki birkaç yıla öleceğim kanser, ülser, delilik siz, siz kalın olmayın benim gibi sinirleriniz bozulduğunda seğiren yüz kaslarını istemezsiniz atıveren adeleleri de mücadele etsin mimikleriniz en yüce gönüllülerinizde bile yargılamayı gördüm yargılanmayı öyle bir şefkat gördüm ki samimiyetinden kuşku duymadığım bir engizisyon mantığın, sağduyunun sesini dinleyen iyi niyetler hep boktanlığımla yüceldi alçalmayı ben kanıksadım, alçak olmayı öğrendim çocukları ve yavru kedileri de gördüm çocuklara ve yavru kedilere kanmayınız çünkü bazılarına bana düşen zar denk gelecek ve bir müddet süren şefkati şansın iradenin lanetine bırakacak sonra yerini
Enes Kurnaz
Bir ışık süzmesi geliyor Uzaktan hayal diyarından Yürüyorum durmadan Akıl almaz yollardan Geçiyorum, Cesaret edilmez duvarlardan Atlıyorum. Dizlerimdeki, bileklerimde ki Akan kana Gözlerimdeki gözyaşlarına Aldırmadan Ellerimi dürbün gibi kullanıyorum. Işık süzmesi büyüyor, Bembeyaz bir geçit oluyor Benim üstüm, başım parçalanmış, Elim, yüzüm karalar bağlanmış, Hayretler içinde kalakalmış, Bir halde bakakalıyorum. "Gel" diyor bir ses Türkü kokusu geliyor ta derinden, Diyorum, " Ben de kalmadı tek nefes" "Son bir gayret diyor" diyor, "Işık sönmeden gel Oradaki bağlarını kes." Sonunda geliyorum varacağım yere Her yer huzur, aşk içinde Bir garip berduşum buralarda. Ellerimi tutuyor, "Ben de berduşum aslında Arada gelirim buraya Beklerim diğer yanımı Türkülerle seslenirim. Duyan olmadı bu zamana kadar Ama sonunda sen duydun beni ve geldin yanıma. Kapansın ışık sonsuza kadar Gelmesin hiç kimse Biz bize yeteriz son nefese kadar." Hikaye bu ya, Kapandı ışık bir anda, İki berduş elele uzaklaştı Kayboldu ufukta ve bir yolculuk da böyle başladı...
Selin Sabcıoğlu
Daktilo Piyeslere Efrahim Aslan
“Citius! Fortius! Altius!” Yek!
Hamamböceklerinden korkuyor olmam Fahri kafkaeskliğimi sekteye uğratmasın. Put kimi mağrur kısraklar seyreyliyorum Bütün bunlar aramızda kalsın -Çok kötü sevişiyorum.-
Dü!
Sinirlenince “Mayna Vira!” diye bağırmıyor olmam Gemide’yi izlemedim anlamına gelmesin. Tarihe bir küçük şerh düşüyorum Bütün diller ensesinden lal kesilsin -Tam altı gündür esrar içmiyorum.-
Se!
Her bahar âşık olmam Bu baharın da biteceğine delalet etmesin. Utanınca dosdoğru tank olmağa koşuyorum Eşe dosta haber gitsin -Daktilo piyeslere bir kadını seviyorum.-
Çar!
-Ve mastürbasyonlarıma onu da dâhil etmek istiyorum.-
Bay Parris’e Mektuplar Türkeş Kurban
Gaz lambasına konan sivrisineklerin ve karanlık bir tarihin ortasında açtın gözlerini Bay Samuel Parris. Altın varaklı feodal kapılardan dünyaya baktığın tozlu vitrinlerde, her anahtarlığın bir çilingiri, her tokmağın bir çiviyi ve ahşap zeminin oklu, kılıçlı kahraman hikâyelerini ilk sen duydun, gördün, dokundun ve sevdin onları. Tütün tarlalarında yazdığın imgelemi kırık, kalemi sağlam şiirlerini söylemiyorum bile… Modern şiir antolojilerinde adın geçmese de, Ve hiçbir tanrının evladı, torunu ve akrabası dahi adını bilmese de, İyi biri olduğuna ve hoyrat sesinle avazın çıktığı kadar şarkılar söylediğine ben şahidim. Merak ediyorsun biliyorum. Sen kimsin? Sorusundaki şaşkınlığı ve gereksinimi hissedemeyecek kadar seni tanıdığımı sanıyorum, kendimi tanımadığım kadar… Çıldırıyor, bağırıyor ve beni susturmak istiyorsun. Çok parasızlığın, az işsizliğin getirdiği merak içgüdüsüne sahip olduğunu da gene en iyi sen biliyorsun. Hatırladın mı bilmiyorum? Kızıl ve kara isimli kitapların yakıldığı, Ceylan kalbi karşılığı, toplumsal yaşam çağrılarının yankılandığı, Ölü soyguncuları ve bunak bekçilerinin sonsuza uğurlandığı maviye boyalı aynalardaki savunmasız yalnızlıkları… Ulussuz, sürgünsüz ve vatansız rahimsiz kadınları… Ben hatırlıyorum ama… İşkenceden çok, acımasızlığa dayanamadı çingene kızı Esmeralda. İşaret parmağını kaldırdı ve Lila’yı gösterdi gökyüzünü kucaklar gibi. Bay Parris için Lila, Sararmış tütün yaprakları gibi hüzün dolu bir hayatın içerisinde bataklıkta açan beyaz nilüferdi. Sperm sayıları ile gurur duyamayacağı tek ruhsal doygunluğu ve deniz yosunlarıyla kaplı umuda açılan merdiven olduğunu belirtmeliyim. Yitirilmiş ve geri dönüşümü mümkün olmayan bir çocukluk yolculuğu, sanırım şuan hepsi bu… Canlı cenazelerin arkasından konuşmak ne kadar doğru olurdu?
Siyah cübbesinin ceplerinde ayrıksı otların kaldığını, Suyunu yitirmiş, içi boş tarihin takvim yapraklarına terkedilmiş çöllerde, Kül rengi tebessümlerin, giyotin sehpalarında yeşerdiği oldukça uzun bir gece olduğunu ikimiz de biliyoruz… Sonbahar yapraklarında yalnızca bizim gördüğümüz, papatya ölüsü ortak epizot çürüğü… Zamanın tozlarının uçuşmadığı, Akışkanlığını yitirdikçe, yaralarını sardığı, Ve tüm bilinmezleri bilinir kıldığı… Başka bir bilinmez için… Soğuk bir Petersburg gecesinde, Akakiy Akakiyev’in kahkahaları, emeğin, ekmeğin ve sevginin gecikmiş bir rastlantı olduğunu haykırıyordu. Gallow tepesinde uykular saydamlaşıyor, Adem, cennetten sikinin üzerine yeryüzüne çakılıyor ve Salem cadılarına ölüm! Sloganı ile insanlığa sesleniyordu. İşte o an, Maviye boyalı tüm aynalar kirlendi ve cinayet işlendi. Astronot kıyafetinden maymunlar, kedi postundan paltolar, savaş fetişisti kumandanlar, elektronik his kıvılcımları, anti Freud benzeri geleneksel korkuları ve kıyımları insanoğlunun… Vicdanın olmadığı akıl, aklın olmadığı bir vicdan kabul töreni… Bay Parris dinliyor musun hala beni? Balıkların rüya görmediğine dair tüm yalanları alt üst eden, bağımsız bir filmin seyrinde, ‘’dürbünle bakarak her şeyi göremezsin Terry, eğer bir kadın geceleri ağlıyorsa, bu illa bir erkek için olmak zorunda değildir’’ cümlesine eşdeğer varoluş serkeşliğini… Ve hissedebiliyor musun hala sarhoşluğunun aşka dair etkilerini? Son ve ilk olarak; Sonsuzluğun darağacında şiirlerimi yakıyor ve seslendiğim sen ol istiyorum, Bay Samuel Parris! Artık koşmana gerek yok! Kalbinin mezar odalarına döneceksin ve kendine ait bir cesedin ayak parmaklarından öpeceksin.
Öpücük
İrem Eyit
Gözaltılarımın teri, rüzgar serin serin esse de sıcaklık azalsa da kurumuyor. Kirpiklerim Ekvator'a taşınmış olmalı, üç saniyede bir göz kırpışımda yılda bilmem kaç mm yağan yağmurlarından tenime bırakıyor olmalılar. Başka bir açıklama bulamıyorum. Ama gözaltlarıma daimi bir ıslaklık bahşedildi. Gözaltlarım terli değilse ağlarım. Gerçi terlilerse de ağlarım bazen. Ne zaman kuruydu gözaltlarım? Doğduğumda ağlamıştım. Üzgünüm Cem abi, pek çok insan gibi dediğini yapamadım. Hem ilk yaratıldığından beri çok değişti Dünya. Eskisi gibi olsaydı belki gözaltlarımı arada bir sahipsiz eller kurulardı. Böyle yani... Gözaltlarım üzerine ne uzun bir düşünüş... Düşünmek sıkar. Yeterince düşündükten sonra bu karara vardım. Düşünmeden durulmaz tabii ama düşünmek eğlenmeyi engellememeli. Mesela şu koltuktan kalkabilmeliyim. Uzun bir zaman koltukta oturdum ben. Sonra annemin vajinasından çıkışımı koltukta dudağıma yapışık sigara ile sonlandıracağımdan korktum, çok korktum. Yine hatırladım o günleri. Hızlıca kalkacağım bu koltuktan, hah kalktım işte. Soğuk bir duş ve sıcak düşlerimi alıp sokağa çıkacağım. Müzik dinleyeceğim, dans edeceğim, yeni insanlarla tanışacağım canım isterse bazıları ile öpüşeceğim. Yorulmadığım sürece koltuğa katiyen oturmayacağım. Kapımı kapatıp gidince eşyalarım yalnız kalacak. Sahi ben onlarla yalnızsam onlar da benimleyken yalnız olabilir. Daha çok sahisi yalnızlık kavramları yoktur. Bunları düşünmeyip istediklerimi yapmalıyım artık. Çoğu insanın çuvalladıkları yerlere sınır dediklerini aşmalıyım. Olmayan bir sey ne kadar aşılırsa artık. Düşündüğün anda yap ve git!
Ne Güzel İçerdin Sen Yeşer Abla! Neşeli parmaklarda diskleşen atlar Onlarca semer kokan fesleğinsiz ruh Kapılarda nöbet tutuyor terapistler Islığın teki öksüz bırakırken tüm izmaritleri Diğer ıslık lohusalığını alıyor efkar-ı ahbabın. Şerbet gibi bir diken düğümlendi boğazımıza Derdimizi çözmek değil örtmek niyetindeyiz Ne kadar içtiğimizi matematikle değil midemizin ekşisiyle ölçmek niyetindeyiz. O halde bir pavyon kurulsun menekşe beyazlığında; ki sorma gitmesinler Elvedalara özendirdiler hatrı telveden değil adımlarındaki nepotist zelzeleden sorulan dostlarımızı Taksilerini istedikleri renkte getirdiler Konsomatrisvari bir gülüşle buyur ettiler içeri Lakin o dostlar özgürlüğü bize değişmediler! Helal mi olsun haram mı bulsun düşünmedik biz de Kurduk sahneyi ki üç dört "Biz Heybeli'de her gece mehtaba çıkardık ..." Sultanımız da bağırdı mı bu gece ölüm yok diye Allaaah! Dizilsin dar kesim garsonlar, Durmayın! Elma soyun, şeker ekin, isterseniz dere tepe düz gidin! Yeşer ablama votka yetiştirin! Votka! Arnavut kaldırımı ciğersiz, saki aksi sanki Olsun, olsun. Keyfimiz yerinde, yerinde ne kelime Kaburgalar fora, dertlere tahliye Mukadderat tatlı bir kaşıntı gibi dil altlarımızda Bırakın fesleğen telaşla dolsun ciğerlerimize, Destursuz girilen her kaburgaya tam bir kadeh! Durmayın! Tütün sarın, fıstık ayıklayın, aforizma açıklayın! Yeşer ablama votka yetiştirin! Votka!
Mert Topuz
Tek Var mı? kelimelerin karşılığını sözlükte aramaktan bıkıp, gözlerine serbest dalış yapmaya karar verdim hıza yenik düştüğümden kalbim de çıkıverdi yerinden şimdi anlaşılıyor gözlerin neden kanlı daimi günde 1500 kere mezara gir çık sırat gişelerini zengin yaptım melekler numaramı istedi ama ben şeytana uydum vermedim onu da dışlamışlar yukarda hep yalnız takılıyo tekelden tek sigara alıp deftere yazdırıyo sonradan öğrendim herkesi sevmiş ama hep boydan kaybetmiş
Kemal Gökçay
Askere Mektup Seynan Konucu Merhaba Memet,
Nasılsın iyi misin, gerçi bu soruyu sormak biraz yanlış oldu; çünkü iyi olduğunu annenlerden öğreniyorum. Sana öncelikle şu konuyu açıklamak istiyorum; sana mektup göndermemenin iki nedeni var: bunlardan birincisi beni telefonla aramışsın ve beni bulamayınca tekrar arayacağını söylemişsin. Ben de sürekli telefon etmeni bekledim. İkincisi ise, mektuplaşmayı pek sevmediğini biliyorum. Bütün bu olaylar bir kenara dursun, bana bayramdan önce çektirdiğin resmini göndermişsin. Bu çok güzel bir olay, ama annengil gönderdiğin resmi bana bugün verdiler. Onları suçlamıyorum, senin de suçlamanı istemiyorum, çünkü gönderdiğin resim bayram dolasıyla ellerine biraz geç ulaşmış. Annen resmi bana verdi, ben de hemen bu mektubu yazmaya başladım. Her neyse bu kadar laf kalabalığı yeter. Şimdi biraz senden söz edelim. Gönderdiğin resimde ilk günler zorluk çektiğini söylüyorsun, peki şimdi durumun nasıl, askerliğe alışabilin mi, aslında asker üniforması da yakışmış. Orada futbol durumu nasıl, oynayabiliyor musunuz? Biz burada da sen gittikten sonra epeyce oynadık. Özelliklede bir maç var ki onu sana anlatayım. Seni yolcu ettikten 1-2 hafta sonra Altay’ın sünnet düğünü için İstanbul’dan halaları, dayıları çocuklarıyla birlikte geldiler. Öyle kalabalık oldu ki, bizim aileler beraber 25-30 kişi olduk. Sünnet düğününden sonra maç yapmaya karar verdik ve 11-12 grubunda boş yer bulduk. Maç 11-12 olduğundan sahada yabancı kimse kalmadı. Tel örgünün çevresini hep bizim aileler doldurdu. İstanbul’dan gelenler, bizim aileler, Ahmet’in ailesi, diğer akrabalar sahanın etrafını doldurdular. Tam bir curcuna oldu, keşke o maçta oynayabilseydin. Her neyse ben maçı anlatmaya devam ediyorum; takımlar şöyle: Kenan, Murat, Yusuf(kocero), Fikret, çavuşun kardeşi İmad, Şenol’un kardeşi Hasan. Bizim takım şöyle: ben, Yalçın, Emrah, Tuğrul, Hüseyin, Zeynel, Abidin. Hakemi de bizden biri yaptık. Maç saati geldi ve maç başladı. Arada 1-2 dakka geçti 1 gol yedik, ardından bir daha bir daha derken durum 6-0 oldu. Bizim takımı topladım hepsine bir fırça attım. Koşmayan adam siktirsin gitsin diye bağırdım. Seyircilerin hepsi bana gülüyordu. Neyse gol yedikten sonra ben ileriye
gittim hepsini defansa çektim. Bizimkilere orta sahayı geçmeyi yasakladım. Santra yaptıktan sonra uzaktan şutla bir gol attım, bizim taraftarlar ki onların hepsi gençler çünkü yaşlılar hep kocalarının takımını tutuyor. Bizim geçler coştu, arkasından bir gol daha attım, durum 6-2 odu. Sonra Yalçın’ı yanıma aldım. Oyun tempomuzu biraz yükseldi. Birinci yarıyı mağlup kapattık. İkinci yarı oyuna daha düzenli başladık, tabi bu sırada bağırmaktan bende ses kalmadı, kendi kendime “ulan keşke Memet şimdi bizle oynuyor olsaydı” diye düşündüm. Çünkü biz birbirimizin oyun stilini biliyoruz, nerde- ne zaman pas vereceğini biliyoruz, verkaçı nasıl yapacağımızı biliyoruz. Ama gel bir de bunlara anlat hepsi ”koyun” gibi. Zaten özellikle Zeynel’e fırça attım. Her neyse ikinci yarının ortalarına doğru bunları yakaladık, durum 6-6 oldu. Sonra 2 gol daha yedik 86 oldu. Artık tempoyu çok yükselttik. Maçı 11-8 kazandık. Tabi ki seyirciler coştu. Ertesi gün maçın kritiği yapıldı. Mesut Abim “maçı biz mahsus biz size verdik” diye gırgır geçiyor. Ben de ona “gene şükredin Memet yoktu” dedim. Neyse sonunda yenilgiyi kabul ettiler. Maç başlamadan önce bir fotoğraf çekilmiştik, onu sana gönderiyorum. İçlerinde sadece sivil giyinmiş olanı tanıyorsun o Melek ablanın yeni damadı, çok iyi kafa dengi bir arkadaş. Sana karşı biraz ayıp ettik galiba hep kendimizden bahsettik. Asker arkadaşlarından kafa dengi birini bulabildin mi? Çünkü bulamadıysan askerlikte zaman hiç geçmez. Eğitimleriniz ağır mı? Ayak uydurabiliyor musun? Orada zamanın nasıl geçiyor. Dışarı çıkma izinleriniz başladı mı? Şehri gezebiliyor musun? Unutmadan sana bir şey söyleyeyim, Veysel abinin düğünü 30 Ağustos’ta imiş. Sen de dağıtıma 15 Ağustos’ta gelirsen düğünü göremeyecen. Ağustosun 20si gibi gelme şansın yok mu? Eğer geç gelme oluyorsa 20sinden sonra gel düğünü görebilesin. Aksi taktirde göremeyecen. Annen bunu söylememi ısrarla istedi. Veysel abin evlilik hazırlıkları yapıyor. Evinizin üst kısmını boşalttı ve kendisi için dekore ediyor. Şu anda annenler aşağıda oturuyor. Mahalle aynı bıraktığın gibi, değişen bir şey yok. Sen gittikten sonra Mustafa ile zaman geçirmeye çalışıyorum. Dershaneye takılıyorum Mustafa kolejdeki yabancı öğretmenlerle tanıştırdı. 2’si Amerikan 1’i İngiliz bayan öğretmenler. Tam iyi vakit geçiriyorduk derken koleji bırakıp ülkelerine döndüler. Şu anda 1 tane Amerikan zenci bayan öğretmenle konuşuyoruz. O kadar iyi bir insan ki anlatamam. İki tane çocuğu var. Kocası Kanada’da imiş. Çocuklar Türkçe öğrenmiş ama kendisi bilmiyor. Geçenlerde Basri’yle Hamit’i gördüm, seni sordular. Ben de askere gönderdik deyince inanamadılar. Daha geçenlerde gördük diyorlar. Neyse zorla inandırdım. Sana biraz Tarsus idman yurdu haberleri vereyim. Mahir 500.000.000 T.L. Fenerbahçe’ye gitti. Fakat şimdi Fener Mahir’i satış listesine koymuş. Fenerin yeni hocası Mahir’i yeteneksiz ve kapasitesiz bulmuş. Tabi Mahir gazetede demeç vermiş Fenere ateş püskürüyor. Kaleci Deli Rıdvan Tarsus’la anlaştı. Gazetedeki demecinde “Yakup’u benle kıyaslamayın o benim alternatifim olur, ben buraya yedek kalmaya gelmedim” diyor. Göreceğiz bakalım. Şimdilik benden bu kadar, zaten bu yazdıklarım tezkereye gelene kadar seni idare eder. Haydi hoşça kal…
Murto
Teyzeye Dair Yalanlar Söyledim! İdil Özeren Zamanda sıçrama! Bazen zamanda sıçrarım. Öyle bir sıçrarım ki hem de. Aklınız hayaliniz durur. OFF FENA VAR YA. Şehirlerarası otobüsteyim. Oturuyorum haliyle. Evet geçen Fethiye yolculuğunda teyzeye dair şeyler yazmıştım. Beni konuşturmaya çalışan teyze. Açıklıyorum. Öyle bir teyze yoktu. Hiç var olmadı. Belki de olmuştur ama ben denk gelmedim. Kendime bunun yapılmasına asla ve asla izin vermem. Ayrıca zaten o yolda tek başıma oturuyordum. Tekli koltukta. Ama tarihi doğruydu. Şimdi yine Fethiye ye gidiyorum. 17 Haziran 2017 bu sefer hiç yalan söylemeyeceğim. Gerçekten zamanda yolculuk yaptık. Bütün otobüs. Otobüs muavini çay verdi önce. Saat 14.37. Adımı biliyor ama ben onunkini sormayı unuttum. Bu yüzden kendimi kötü hissediyorum. “39 numara İdil Hanım?” dedi. Evet benim dedim. Sonrasında konuşacak konu bulamamış olsa gerek ya da, evet evet kesinlikle öyle, galiba gözü çok açık bir dost çapkını. Otobüsteki herkesin adını ezberlemiş manyak. İyi ki benimle konuşmaya çalışmamış diyorum içimden. Ama yine de adını sormamış olmak da içimde kalmadı değil. Gerçi elindeki kâğıda da sık sık bakıyor. Belki de oradan okuyordur ama o günlüğü de olabilir. Ya da başkalarından öğrendiği şeyleri not alıyordur. Olabilir böyle şeyler. Olabilir ben de yapıyorum. Arkadaş avcısı muavin işini bitirmek üzereydi ve ben artık gözlerimle onu takip etmeyi bırakmaya karar vermiştim, önüme dönerken önümdeki sağ çaprazımda bir çift sevgili -biri erkek biri kadındıgözüme takıldı. Gözlerim takılacak şeyleri hep buluyordu zaten. Konuşmalarını duydum. Kulak misafiri olmak gibi değil, dinledim, kulak kesildim. Tam zamanında çıkarmışım kulaklığımı oh. Yeni sevgili olduklarını düşünmeme neden olan şöyle bir konuşma geçti el tutuşmayla senkronize şekilde yapış yapış, yine de rahatsız edici olmayan ses tonlarıyla – ki belki yapış yapış da değildi-
“seni seviyorum” _(erkek) “yiaa ben de seni seviyorum” _(kadın) O sırada bi’ bebek ağlamaya başladı. Bu cümlelerle yarası olabilir. Belki de ben anca duymaya başladım. Annenin susturmaya çalışmasında kullandığı cümlelerle neden ağladığını bulabilmeyi ummuştum ama pek de öyle olmadı. Nedeni yoktu galiba. Çocuklar bazen nedensizce ağlar. En az yetişkinler kadar. Yalnız yetişkinler için kategoriler vardır. Onlar önce ikiye ayrılır sonra ağlarlar. Olgun bildiklerimizin ağlamaları, içe doğru. En gereksizi. Aslında şu anki sistem içinde en makul sayılabilecek olan bu ama eğer ağlayanı görüp samimiyet seviyesi ne olursa olsun “ayy canım iyi misin bi şeyin var mııııı �” diye şirin şirin (?) ulayanlar olmasaydı herkes rahat rahat ağlayabilirdi. Bi’ de diğer yetişkin türü. Ermemiş ergenler. Beraber yaşaması en zor olan ama kendi çapında ufak ufak mutluluklar ve mutsuzluklar yaşayan kitledir. Şöyle de bir şey var belki alakalıdır; bu ermemiş ergenler de ikiye ayrılır. Biri herkes görsün diye ağlayanlar ki bence onlar içlerine ağlamalılar, başaramazlarsa katledilmeliler, diğeri canı ağlamak istediği an kendi kendine ağlayıp kendi kendine tekrar susanlar. Bu otobüste şu an benden başka ağlayan yok sanırım. Ya çok mutlular (şu çift gibi(?)) ya ağlayamayacak kadar yaşlılar, tek çekimlik içleri kalmış, olgunluğu halt sananlar, belki de biraz olgunlar da vardır. Yoksa neden ağlamasınlar sonuçta. Ben bunları düşünürken (bu okuduklarınızın zamandaki sıç ramam ile hiç alakası yoktu) arka çaprazımdaki teyze bana baktı, kaşla göz arasında gülümsedi. Lütfen tuvalet molasında yanıma gelme teyze. Neyse konumuz. Otobüse bindiğim andan sonra aşağı yukarı 15 dakika sonra uyumuşum sanırım. Bir uyandım her yer karanlık olmuş. Kesin o günün gecesine zaman yolculuğu yaptık. Belki o gün değildir bile, başka bir otobüs yolculuğundayımdır. Mezarlığın önünden geçtik, umarım bir dahaki sefere bir mezarın içinde olduğum zamana SIÇrarız.
Emrah Koymat
Sarı Sayfalı Anılar Kitabı Mislina Bursal Geçmişe bakarken boynu tutulan insanların takvimlere değil, gidip de gelmeyenleredir düşmanlığı. Herkesin sağır olduğu bir şehirde iç çekmek gibidir varolmayan kalplerin sessiz çığlıkları. Öyle ki, bahar gelir, bahar geçer. En çok da bu mevsimde geçmez meczupların yıllanmış yalnızlıkları. Granit duvarların soğuk sessizliğine gömülmüş nefesler, Sıcak yatakların habersiz misafirlerini izliyor uzaktan. Sarı bir gökyüzü şahit oluyor arabalarına atlayıp çok da uzaklara gidemeyen insanlara. Yürüme mesafelerini öldürürken minibüsler durakta, Yeni biçilmiş çimlerin kokusu kimseyi heyecanlandırmamaya başlıyor o disütopik dünyada. Bazen Orwell haklı diyor insan, 1984 romanında, "Oynadığımız bu oyunda, kazanmak söz konusu değil. Ama bazı yenilgiler ötekilerden daha iyidir, hepsi bu." Peki ya aşk? Yenilgi midir her dünyada, bütün zamanlarda? Kuşların uçmadığı, Biraların sıcak, çayın soğuk içildiği bir evrende bulmalı insan kendini. Bir kez daha tanımak, Ve hiç tanımamış olduğunu görmek için yalnızca zamanın aynasında gördüklerini. Bulutlar yıldızları gizliyor her gün. Fazla ışıklı şehirlerin karanlık sokaklarında dolanırken bir gece vakti, İlk kez su birikintilerini ziyaret eden yıldızlara rastlıyorum. Ben daha yüzmeyi öğrenememişken, Denize açılan yelkenlinin dümeninde bir kadın ilerliyor çok sevmeler diyarına. "İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki" Bense kimsenin duymadığı o şehirlerde sokak çocuklarına anlattım derdimi. Takvim yaz, Mutluluğa çıkan sokaklar çıkmazdı. Kaldırım taşlarında gözyaşları saklıydı çocukluğumuzun. O gece vaktiydi, nereye varacağını bilmediğim yollarda yürüdüm, Yürüdüm. Bir hikaye uğradı yanıma sayfalarından anıların, Biri varmış, Biri hiç olmamış diye, Büyüdüm.
Onlar Bir Köşede Gizli Gizli Azer Bülbül Dinlerler Yalım Aydın
sert içerdi. birkaç şişe şarabı haftalık nevalesi yapıp atardı şehirlerarası otobüsün bagajına. her mola yerinde bir şişe olmak üzere dört şişe şarap tüketirdi izmir - kayseri arası. dördüncü mola yerine kadar içkiyle mutlu olur, dörtten sonra bu zıkkım onu efkarlandırırdı. aylardan kasım, mevsimlerden ise kış idi. izmir denilen bu ilde her ne kadar kış sert geçmese de ona sertti. ona her şey sertti, en ufak bir şeyde hemen dağılıverirdi. şehir dışına çıkmak isterdi, çıktığında sevdiklerini geride bıraktığını düşünüp hüzünlenirdi. bir kavgaya girip dayak yemek isterdi sürekli. militan şarkılar dinledi yirmi dördüne kadar. sonra soğuk nedeniyle göz altlarına kadar çektiği bir nevi puşi olan bez parçası nedeniyle iki gece soğuk nezarethanede yattığı için bıraktı. yoktu para bunlarda. para kazanmalıydı. üniversite sınavına hazırlandı, kazandı. şehir dışında bir okul yazdı, tuttu. ama gidemedi. parası yoktu. annesi yoktu. babası yoktu. ailesi yoktu. annesi ile babası on beş yıl önce ayrılmış, ayrıldıklarının mahkemede ilanından beş gün sonra annesi bir trafik kazasında, on sekiz gün sonra da babası takdir-i ilahi nedeniyle vefat etmişti. akrabaları annesini de babasını da sevmezdi. dolayısıyla şükrü onları sevmezdi. annesi ve babası iyi insandılar, birbirlerini de çok severlerdi. belki de bu yüzden ayrı kalmaya yalnızca on sekiz gün kadar dayanabildiler. ne diyorduk? dördüncü mola yeri miydi? terminal mi? ha doğru. terminallerde şöforler de bırakır gider arabayı. iki batak atarlar veya yarım paket sigara içip öyle gelirlerdi. uzun yol şöforleri dertli adamlardır. en tehlikeli olan şeylerden biri de uzun yol esnasında dertlenmeleridir. muavinlik yapmaya karar verdi şükrü. maliyetsizdi. yolculuk yapmayı severdi. kazancı önemli değildi. zaten bu dünyada karın doyurmaktan ötesi lükstü. başını sokacak bir evden fazlası lükstü. ikinci bir battaniye lüks, ikinci bir çift çorap ise zorunluluktu. çünkü çamaşır makinesine gerek yoktu, evin musluklarından su akmaya devam ettiği sürece. felsefi akımlar lükstü. dertsiz insan uğraşlarıydı. bir izmir - kayseri otobüs muavinine yakışmazdı. muavinler azer bülbül dinleyen adamlardı. descartes'la, hegel ile işleri olmazdı. ''bakar mısınız?'' aniden dönen sesle irkildi şükrü. kendisine bu kadar kibar seslenilmesine alışkın değildi. sarışın, zayıf bir kadın sesleniyordu kendisine. kibar olmaya çalıştı :
''buyur bacım?'' kadın sanki böyle bir karşılık beklemiyormuş gibiydi. halbuki şükrü tam da konuşmasında takındığı tavır gibi biriydi. yanlış anlaşılmasın, burada bacım diyenlere bir yergi yok. sonra ileride ünlü olurum belki, edebiyat eleştirmenleri mi ne boksa onların eline düşeriz, bunları kullanırlar. ha onları kullanan bunları da kullansın. yetmiyorsa bir de.. neyse.. ''benim telefonumda kontör bitmiş de sizinkini kullanabilir miyim?'' şükrü'nün bir telefonu yoktu. içi cız etti. ama erkeklik gururuna da yediremedi. bir yalan salladı farkında olmadan. ''tabi, bir saniye bekleyin şuradan alayım.'' gidip şöforun telefonunu aldı, kadına uzattı. kadın teşekkür edip numarayı çevirdi. samimi bir muhabbet vardı karşısındakiyle. iki dakikayı aşmayan fakat dolu dolu olan bir konuşma geçirmişti. bunun şöforün bakiyesine etkisi ise doksan iki buçuk kuruş olacaktı. bilet fiyatına eklenmeliydi. ama dünya adil değildi. dünyanın adaleti kaçalı kaç sene olduysa, o kadar yılın bir fazlası kadar süredir dünya vardı. insanlar riyakar ve kaypaktılar. bu, eski zamanlarda da böyle olmakla beraber, kimse bir insanın doğuştan iyi olduğuna kanaat getirmemeliydi. ne demeye felsefe derslerinde böyle şeyler tartışılırdı? şükrü ortaokul mezunuydu, hiç felsefe dersi görmemişti. birden ortaokulu bitirdiği gün aklına geldi. o sahneler bir bir geçti aklından. sarışın kadına bir bakış attı. çok güzel sayılmazdı. sarışın hayranlığı olan erkekler için biçilmiş kaftan olmakla mukabil, çoğu şey gibi bu kadar iyi bir insan da lükstü şükrü için. güneş kendini yavaş yavaş belli ediyordu, sabah olmuştu. kayseri'ye ulaşmışlardı. otogarda durunca uyuyan yolcuları uyandırdı sırayla muavin. sarışın kadına gelince ona daha narin seslendi. kadın uyandı, gülümsedi. tüm yolcular otobüsten indikten sonra bagaj açıldı, kaptan bir sigara yaktı ve şükrü bagajdakileri sırtlayıp sahiplerine verdi. sarışın kadın tekrar yanına geldi : ''felahiye tarafına gitmem lazım. buraları hiç bilmiyorum. bana yardım eder misiniz?'' şükrü'nün akşama kadar vakti vardı. saat beş e kadar burada kalacaklardı. felahiye uzak sayılmazdı. kabul etti. yeşil renkli belediye otobüslerinden birine atladılar. şu yenilenenlerden. 2015'in sonunda filoya katılan fıstık yeşili otobüsler. merkezi bir yerde indiler. kadın tekrar telefon rica etti. şükrü yine bir yalan söyleyip telefonunu otobüste unuttuğunu belirtti. yoldan geçen birinden telefon istediler. şükrü sonra kadını verilen adrese bıraktı. otogara geri döndü. saat beşe geliyordu. kaptanı uykusundan uyandırdı. izmir yönüne gitmek isteyen yolcuları aldılar arabaya. biletler kontrol edildi. hava hafiften kararmaya başlar iken, gecenin ortasına kadar sürecek bir yolculuğun ilk adımlarını attılar. şükrü artık saat aralıklarıyla seferlere çıkıyordu, kıdemliydi. maaşına zam yoktu, o prestij yeterdi ona. sadece mola süreleri artıyordu gittikçe. sistemdeki açıkların farkına şükrü de varmıştı. şirketin zarar etmesi umrunda değildi. bundan dolayı rahatladığını hissetti. bütün hücrelerinde. bütün hücrelerin-
de hissettiği diğer bir şey ise kısa tekel 2001 idi. rahmetli babası günde iki paket tekel sigarası içerdi. annesini de alıştırmıştı zamanla. sigaradan ölmemişlerdi ama, o yüzden içebilirdi. ilk mola yerinde bir şarap açtı zuladan. eski alışkanlıktı. bir tane de kaptana verdi. bütün otobüsün hayatını riske atmakta bir beis görmüyordu. bu kadar vurdumduymazlık fazla değil miydi? bir gün ezilenlere iktidar olma fırsatı verilirse bugünün ezenleri de bundan korkuyordu. kendi sonları olacaktı. bundan başka bir öyküde bahsedilecekti, şuan yazarınız konuşuyor sayın öykü. tahammül edemiyorsunuz belki de araya girmeme ama yine eleştirmen vurgusu yapacaktım, tam şu an vazgeçtim. izmir'e geldiler. alpaslan dolmuşuna atladı, merkeze gitti. bornova merkeze. oradan karşıyaka, alsancak derken saati kaçırmıştı. kaptan onu arayamazdı. telefonu yoktu. siktir et dedi içinden. ''artık sıkılmıştım zaten.'' alsancak iskelesinde sabaha karşı beşte bir sigara yaktı. sabahlayan şarapçılara baktı. içinden bir ton şey geçirdi. ara sokaklardan kıbrıs şehitleri caddesine çıktığında saat altı idi. meyhaneler yeni kapanıyordu. ortalıkta bir tek canlı kalıntısı yoktu. cebinden kimliğini çıkarttı. çakmağıyla yakmaya çalıştı, yakamadı. gördüğü ilk kanalizasyon deliğine kimliğini attı. bir sigara çıkardı, boş caddeye bakarak yaktı onu. boş caddeye üfledi tüm dumanı. kanalizasyon deliğine tekrar bakmadan yürümeye devam etti. sevinç pastanesine doğru yürürken aklına amerikan'dan kaçak aldığı purolar düştü. on dört yaşında ilk kez izmir'e gelmişti. pasajdan aldığı purolarla birkaç kez komalık olmuştu. kısa da bir uyuşturucu geçmişi vardı. bunların hepsine lanet edip sevinç'in oradan çankaya yönüne saptı. buraları çok iyi biliyordu. buralarda hayat bu saatlerde başlamazdı. buralar zevk ve eğlence yerleriydi. diskolar, barlar, restoranlar buralarda konuşlanmıştı. böyle düşünceler içindeyken gümrük bölgesine ulaştı. oradaki küçük esnaflar yavaş yavaş açıyordu dükkanlarını. gümrüğü geçip kemeraltı'na, oradan da basmaneye geçti. arapça yazılı tabelaları gördü. iç çekti. mültecilere iç çekti. türkçe tabela azlığına iç çekti. bir sigara daha yaktı. yanından geçen suriyeli çocuğa bir sigara verdi, mendil satan kadından bir mendil aldı. basmane gar'ın karşısındaki kebapçıda çorbasını içti. bu bir gelenekti. alemci geleneği. sabahlara kadar pavyonlarda kadınlarla parasını yiyen kalantor abiler bile geceyi çorbacıda noktalardı. o yüzden çorbacıların her zaman anlatacak çok hikayesi olmuştur. gece olana kadar bekledi. sonra 45 numaralı otobüse bindi. gültepe otobüsüdür. gültepe, adından da anlaşılacağı üzere gülüdür izmir'in. bilirdi. kendi çevresi oradaydı. eski tanıdıklarla görüştü, bir rakı sofrası dizdiler o gece. sonra manzaranın göründüğü tepeye çıktı şükrü. elinde bir şişe cesar şarap varken, cebinden çıkardığı çakısı ile sol koluna bir çizik attı. hoşuna gitmişti. bir çizik daha attı. hızını alamadı, kolunu kan revan içinde bıraktı. bağırdı sonra. çok bağırdı. çığlıkları duyulmadı. ortalık kan gölüne dönmüş, o göl kurumuştu sabaha karşı. polis gelmezdi oralara pek. mezarlık bekçisi arif abi bulmuştu meftayı da. mesai saatinin bitişinde ıslık çalıp seke seke yürürken. gece onun hayaliyle uyuyakalan çocuklarına bakacağını, onların üstünü örteceğini hayal ederken. arif abi bulmuştu cesedi. gültepe mezarlığına defnedildi hazretleri. bütün bilinmezliği ve hayatta değer verdiği şeylerden kayserili sarışın kadın -ona bu adı takmıştı- ile konuşamamanın içinde kalması ile.
Etten Talos Umut Çağın Bozacı
Klik klilk klok klik Göz kapağıma aldırmadan gözümün içine giren güneş ışığıyla uyanıyorum başka bir güne. Yorganımı her sabah yaptığım gibi dağınık bırakıp tuvalete giden yolu bulmaya çalışıyorum yarım bir yatakta uyurken. Tuvaleti bulup atıklarımı boşalttıktan sonra yüzüme üç kere su çarpıp dişlilerimin açılmasını beklerken aynaya bakıyorum. Yeterince ayıldıktan sonra odama gidip yatağımı düzeltiyorum, üstüme elime ne gelirse geçirip mutfağın yolunu tutuyorum. Klik klilk klok klik Her sabahki gibi üzerine tat bile vermeyecek kadar az bal sürülmüş akşamdan kalma ekmeği ve birkaç lokma peyniri mideme zorla göndererek yakıt ihyacımı karşıladıktan sonra sıra banyoya gidip ısıtıcıyı tamir ettirmediğim için ısınamayan suda duş almaya geliyor yeniden. "Yarın tamir ettireceğim şu lanet ısıtıcıyı, buz gibi suyla duş mu alınır yetti artık." şeklinde kendi kendime isyan ettikten sonra duştan çıkıp üzerime düzgün bir şeyler giyip evden çıkıyorum. Klik klik klok klik Apartman kapısı arkamdan kapanırken her zamanki gibi otobüsümden üç dakika önce durağa varıyorum. Otobüs bugün de beni oturtmamaya kararlı bir dolulukla tam vaktinde geliyor yine. Durağıma kadar bir demir çubuğa dayanıp öylece gidiyorum, beynimden tek bir düşünce bile geçmeden. Her zamanki saatinde duruyor yine otobüs
ofisimin önünde. Hidroliklerimi zorlayarak iniyorum otobüsten ve ofisime adım atıyorum. Klik klik klok klik 9 saat mesaim başka bir "insan" ile konuşmadan, bu günü diğerlerinden ayıracak hiçbir şey olmadan geçiyor. Ofisimden yine aynı saatte çıkıp her gün bindiğim otobüsle evimin yolunu tutuyorum. Durağımda inip evime girmeden önce aşağıdaki tekelden bir somun ekmek, biraz yeşillik ve iki gofret alıp evime atıyorum kendimi sonunda. Üstümdeki bayıcı kıyafetleri çıkarıp sabah çıkardıklarımı geçiri veriyorum üstüme. Mutfağa gidip pazar gününden kalma ne varsa ısıtıp ekmek ve yeşillikle ağzımdan aşağı atıyorum hepsini. Tankım dolduktan sonra bulaşıkları makinaya atıp salona geçiyorum. Televizyonda dizimi açıp, koltuğuma oturup, aklımda tek bir düşünce barındırmadan gofretlerimi yiyorum. Televizyonda her günki gibi bir dizi oynuyor ama ben onları önemsemeyi bırakalı ne kadar oluyor hatırlamıyorum bile. Artık dizilerin bana hangi günde olduğumu hatırlatmaktan başka bir amacı yok bu evde. Dizi bitince koltuğumdan yavaşça kalkıp odama doğru ayaklarımı sürüyorum. Odama varınca üstümdekileri yere bırakıp yorganı yatağın üstünden atıyorum. Kendimi yatağa bırakıp karanlıkta kaybomuyorum. Tik tok tik tok Göz kapağıma aldırmadan gözümün içine giren güneş ışığıyla uyanıyorum başka bir güne. Yorganımı her sabah yaptığım gibi dağınık bırakıp tuvalete giden yolu bulmaya çalışıyorum yarım bir yatakta uyurken...
Yazmak ve Var Olmaya Devam Etmek Adına
Veysel Yılmaz
Veda ediyorum diye bir yazıya başlamıştım. Yazılarıma, fanzinime, yapmaya çalıştığım şeylere veda edecektim. Ama sonra vazgeçtim. Kendime ihanet edemezdim. Herkes bana ihanet edebilirdi ama ben kendime yapamazdım. Nitekim de öyle oldu. Kesilen ağaçları, yapılan haksızlıkları, adaletsizlikleri, kırılan kalpleri yazmazsam bu kendime yapacağım en büyük felaket olacaktı. Bir kadını seviyorum. Gezi parkına benziyor, adalet yürüyüşüne benziyor. Umut dolu adalet dolu. Bir kadını seviyorum. Ali İsmail Korkmaz gibi Erdal Tosun gibi ışıl ışıl. Ve ben en çok bunun için yazmaya devam edeceğim. Bir ağacın gölgesinde, bir otel odasında, bir tiyatro sahnesinde... Yazacağım çünkü ben bu işe aşığım. Ben bir kadına da aşığım. Turgut Uyar geliyor aklıma; Palyaço söyledi ben yazdım Yazdım, yazmasam ağlayacaktım... Yazmasam ağlacaktım. Bu yüzden yazmaya devam etmeliyim. Dünyanın ne kadar kötü olduğunu buna karşın gerçek edebiyatın, gerçek bir sevginin, bir ağacın, bir baharın, bir kadının veya bir adamın bu dünyayı ne kadar güzelleştirdiğini yazmam gerekiyor. Gerçek bir sevginin bu dünyayı ne kadar güzelleştirdiğini yazmam gerekiyor. Zaten başka türlü vâr olamıyorum bu hayatta. Ahmet Kaya'yı dillendirmem, Neşet Ertaş'tan bahsetmem gerek. Yazın karadan denize doğru bir hafif rüzgar eser içinizi titreten. Meltem'dir o rüzgarın adı. Rüzgardan bahsetmem gerek. Meltem'den bahsetmem gerek. Adaletsizlikten, savaşlardan, savaşlarda yitirdiğimiz çocuklardan, çocuk kahkalarından bahsetmem gerek. Kadınlardan, her gün türlü iğrençliğe maruz kalan kadınlardan, Özgecan'dan...
Günde 15 saat çalışan işçiden, işçi haklarından, haktan, hukuktan bahsetmem gerek. Evet arkadaş bu iş böyle olmamalı şöyle olmalı diyip toplumsal sorunları irdelemem gerek. Hayvanları anlatmalıyım mesela. Satın alıp bir süre sonra sıkıldığımızda sokağa ya da barınağa bıraktığımız hayvanlardan. Bir kap su yada mamayı çok gördüğümüz hayvanlardan... Kibrimizden... Hayatın saçma koşuşturmasında unuttuğumuz şeyden; sevgiden. Benim bunları anlatmam gerek arkadaş. Sevgiyi, aşkı, baharı, rüzgarı, meltemi size anlatmam gerek. Benim yazmam gerek. Başka türlü vâr olamıyorum bu hayatta. Benim yazmam gerek.