Diyerek başlamış Tevfik Fikret, en ünlü şiirlerinden ‘’Yağmur’’ adlı şiirine. Bugün çıkan fanzinlerin bir kısmını anlatmış aslında. Günümüz Türkçesiyle ‘’ Küçük, tekdüze, ürkek vuruşlar’’ diye çevriliyor bu dize. Yani yaptıkları işte bir sıra dışılık hedeflemeyen ve söyleyeceği sözü olsa bile söylemekten çekinenler. Yapısı gereği endüstri karşıtı, popüler kültür ve onun dayatmaları karşıtı olması gereken fanzinler ve fanzinci cenahının önemli bir kısmı şu an Kerem Görkem’in Evrensel Gazetesi’ndeki ‘’Alelade Bir Bitki ve Edebiyatın Metalaştırılması’’ adlı yazısında hepimizin neyin kastedildiğini anladığı ‘’Alelade Bir Bitki’’nin izinden gitmekte. Herhangi bir farklılık yaratmaya çabalamamaktalar. Ürünlerini olan kaliteleriyle zaten satabildiklerini, dağıtabildiklerini ve sevdirebildiklerini gören bu kişiler, yenilikten yana bir tutumu doğal olarak takınmıyorlar. Biz üç yıldır kendimizi her sayıda yeniledik, geliştirdik. Mottomuz yoktu ama mottomuz varmış gibi savunduk o mottoyu. Ve tekel yayıncılık endüstrisi ile popüler dergi furyasının karşısında olduk hep. Bizce yapılması gereken bundan ibarettir. Tezgah Dergi – Tezgah Fanzin olayları olduğunda tweet atıp popüler dergilerle ilgili fikir belirten fanzinlerin bu fikirlerinin yalnız tweette kalmaması istenendir. Biraz karanlık bir girişin ardından devam edelim. Bu sayıda görsel kadroda bizleri İthaf, Emrah Koymat ve Melda Atıcı selamlıyor. Şiir alanında Müntekim Gıcırhanım, Hüseyin Serhat Akın, Suhan Lalettayin, Eren Burhan, İrem Eyit, Enes Kurnaz, Ece Baş, Emrah Karakuş, Kemal Gökçay, Efrahim Aslan, Veysel Yılmaz, Volkan Kılıç, Yalım Aydın ve Varoşun Azizleri’nden oluşan efsane bir kadroyla karşınızdayız. Düzyazı - öykü türünde ise Mislina Bursal, Umut Çağın Bozacı, M. Utku Gözelsoy, Onur Aşkın, Türkeş Kurban, Ceren Kartal, Zeynep Seden, Yusuf Karakurt, Yağmur Montenegro ve Alperen Yavaş üretimleriyle yer buluyor kendilerine. 26 kişilik dev ekibimizle on altıncı kez merhaba diyoruz, on beşinci kez tekrar söyleyeceğiz ama, bugüne kadar yaptığımız en iyi sayı bu oldu. On yedinci sayımız için bizimle öykü-şiir-deneme-çizim-kolaj paylaşmak isterseniz, bunun için önünüzde bir engel yok. Başta mevzularderinfanzin@gmail.com olmak üzere bütün sosyal medya hesaplarımızdan bizimle iletişime geçip, ‘’ya böyle böyle bir durum var’’ diyebilirsiniz. Ayrıca arşivciler için bütün sayılarımız basılı olarak satışta. Bu konuda detaylı bilgi için de bize ulaşabilirsiniz. Son olarak ben arşivci değilim ama tüm sayıları nereden bulacağım derseniz de issuu.com/mevzularderinfanzin adresi imdadınıza yetişiyor. Herkese iyi okumalar diliyoruz. mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfazin mevzularderin.com
ağlamayın, demişlerdi, o müthiş uğultu sırasında bana gelene kadar elden ele verilen bir savaş bitti ve geçiliyordu sonrakine annannem bu hırkayı benim için ördü ve giydirdi diyorlardı düşünde ben ellerin uzanmadığı nerdeyim eksiğim salıncaklar uygun değil ve fırtına güz dediğin uzun bir savrulmanın ikincisi sokağın başına gölgeler dikilmiş çocuklar yeni bir oyun kuramıyor sonunda düşün dağları vardı çürümüş aylardan ve salaş gölgesinde yaşanmaz artık evlerin buraya nerden geldim gözümü açtığımda hangi şiirden geldi Lorca’nın defne kokusu Leylâ dün mü sevmişti karanlık uzun elleriyle göğü tarazladığında tarihin çıkmaz sokaklarda beliren namlu değme ölümlerin öcü birikiyor aşklara dışardaki bir kentin sözü ediliyor yüzüm annemin soluğuyla yağız devleri ağırlayacak bir bahçemiz bile yok üzgünüm dokunmadığım her şeye büyük gemilerin dönmüyor kuşları uzaktan hayal, aşk ve sabah bir ulamadan farksız
adımı bir bumeranga çeviriyorum döner sahibine bir gün diye gelip kırıyor aynaları bir gölge rüyalarımın denizlerinde kesiliyor yolum kendimi bağladığım yelken direği donmuş bir sesmiş meğer kıyılara seriyor gece serin gövdesini ve bir domuz bile değilim büyücünün gözünde ağlamayın, demişlerdi, o müthiş uğultu sırasında hatırlıyorum kırıklarımın izleri hâlâ gülüşüm çil kanatlarda hafiflesin düşük bir yazın anısı var yüzümdeki yağmurda ağlamayın, demişlerdi, o müthiş uğultu sırasında her insan bir atın yanı sıra doğmuştur uzar gider karartması bu dayanılmaz hüznün okunaksız, pencerelerde bir şey durur hangi çölü bitirdik ki yenisine başlıyoruz ayarttığımız hiçbir bedevî yok şimdi yanımızda ben yine de inatla çıkacağım bu tepeye tanrıdan önce beni içimdeki gök öldürür
Marstaki ilk günümüz. Dünyanın geri kalanı tamamen yalnız. Fareler, kurumuş tarlalarda gönlünce cirit atıyor. Her köşe başını hamamböcekleri tutmuş. Marstaki gözlemevlerinden dünyanın sıcaklığı seksen derece olarak ölçülüyor. Bu sıcaklıkta bile kimi yerlerde su baskınları görülürken gezegenin yüzde yetmişi ise kuraklıkla boğuşuyor. Temiz su kaynakları tükenmiş, canlı çeşitliliği sıfıra yaklaşmış durumda. Sırp bilim insanı Milankoviç’in 1930’lu yıllarda ilk kez dile getirdiği ve Dünya’nın, Güneş çevresindeki yörüngesinin her doksan beş bin yılda bir biraz daha basıklaştığı ve Güneş’e yaklaşarak daha fazla ısındığı teorisi, Marstaki diğer bilim insanlarınca yüksek sesle dile getiriliyor. on bin yıl daha Mars’ta yaşamak zorundayız ve bunu yüzyıllar önce öngörerek bu hazırlıkları yapmaya başlamanın haklı gururu içindeyiz. Yaklaşık yirmi milyon şanslı azınlık lüks kapsüllerinin içinde yaşarken; dünyanın geri kalanı astım, tifo, verem gibi hastalıklarla telef oldu. Birilerini feda etmemiz gerektiğinde bunu haklı çıkaracak çok önemli bir sebebimiz var: Irkımız devam etmek zorunda… Beş bin yıl sonra… Mars’ta insan nüfusu üç milyon. Irkımız tarih boyunca ilk kez yok olma tehlikesiyle karşı kaşıya. Çoğalmak bir dürtü olmaktan çıkıp yasal bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Cinsiyetler nesneleşmiş durumda. Aile kavramı çoktan yok oldu. Kadınlar karşısına çıkan her erkekten gebe kalmak zorunda. Aksi halde kapsüllerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya. İnsan ömrü ortalama yüz elli yıl. Kayıtlara yaşlılık dışında bir ölüm nedeni geçmeyeli binlerce yıl geçti. Bilim insanları dünyayı gözlemlemeye devam ediyor. Sıcaklık kırk derece olarak ölçülüyor. Hala yüksek sıcaklıklara adapte olup hayatta kalabilen canlılar görülebiliyor. Su baskınları bitmiş, denizler sakinleşmiş durumda. Kıtalar birleşmiş, buzullar tamamen erimiş, binlerce yıl önce insan nüfusunun görüldüğü şehirler sular altında kalmış. Yer yer yeşil alanlar görülürken, yağmurlar toprağa fısıldayarak düşüyor. Ve bilim insanlarının cevabını bulmak zorunda olduğu yeni bir soru doğuyor. Dünya yeniden canlanırken, insanlık ölüyor…
-Yarının son gün olduğunu hatırlıyorsundur umarım.
sız birçok cümle kuran insanları tek kelimeyle susturmayı.)
- Evet. (Hayatta her zaman kendimden emin görünmek istedim.)
- Çok hevessizsin ama her neyse. Şimdi gitmem gerek, gelecek sefer seni daha iyi bulacağıma inanıyorum, görüşürüz.
- Güzel. Bu sayıdaki yazının nasıl olduğundan biraz bahsedebilirsin o zaman herhalde. -Hiçbir şey yazmadım henüz. (Aynı zamanda da şapkamdan hep sürpriz çıkarmayı.)
(Üstelik garsonluktan önceki hayatımda bütün bu istekler yalnızca çaresiz bir hayal olarak yüreğimin tozlu raflarında saklanıyordu. Şimdi her şey ne kadar farklı, ne kadar özel.)
- Ne demek hiçbir şey yazmadım? Yani onca ay tek bir çizik bile atmadın mı defterine?
Gereksiz, egoist bir insan. Sonunda gittiğine göre daha farklı şeylere odaklanmalı.
- Ama çok şey gördüm. (Kusursuz nedenler sunmayı.)
Odaklanmalı ama bir zamanlar bu kızla arkadaşlık kurup kendimi nasıl bu kadar onun peşinden gitmeye şartladığımı bir türlü anlayamıyorum. Bir yerlerde upuzun bir ip kopmuş, bambaşka bir dünyanın ortasına düşmüşüm ben. Ama ne zaman? Neden ve nasıl? Bunların cevaplarını biliyor muyum?
-Ah, hadi ama lütfen bana o bardan bahsetmediğini söyle. - O bardan bahsediyorum. (Ciddiyet yoksunlarına karşı ısrarcı olmayı.) - Demek vasatın bir tık üstü bir barda birkaç ay çalıştın ve hayatın tavus kuşu tüylerini görme şansı yakaladın öyle mi? Bak Esra, neredeyse bir buçuk yıldır tanışıyoruz ve bir o kadardır da bu fanzini çıkarıyoruz biliyorsun. Ben de senin hiçbir zaman öyle konuşmaya meraklı, heyecanlı tiplerden olmadığını biliyorum. Sen hep pek sessiz ama büyüleyici bir yazar oldun. Belki de sessiz olduğun için böyle oldun bilmiyorum. Demek istediğim şey şu: Çalışmaya başladığın bara kendini bu kadar kaptırmanın hiçbir anlamı yok. Senin en iyi yaptığın şeyi bile aksatmana neden olduysa kim bilir başka neler çalmıştır senden. Barla arana biraz mesafe koyup yazıyı da yarına yetiştirebilirsen o eski Esra tekrar küllerinden doğacak sanki ha, ne dersin? - Uğraşırım. (Her biri ötekinden daha da anlam-
Öğlen vakti olmasına rağmen park oldukça sessiz görünüyor. Havuz başında ağır ağır yürüyen yaşlı çifte; sesleri tek tük gelen, uzakta koşuşturarak oyun oynayan çocuklara bakarak bir cevap arıyorum. Nafile. Yakın çevremi tekrardan dikkatlice tarıyorum. Parktaki çirkin heykellerden birinin arkasından çıkan bir kedi, oturduğum banka doğru yürüyor. Bankın üzerine atlayıp çantama sürtünüyor… Çantam! İçinde hep günlüğüm olan çantam! Kendi geçmişime karşı dedektifçilik oynamaya karar verdiysem günlüğümden daha değerli bir ipucu olabilir mi? Liseden beri belirli aralıklarla yazdığıma göre içinden önemli bir şey çıkmama-
sı mümkün değil. Nasıl da unutmuşum onu bu aralar. Neyse, bir an önce okumalı.
Çizim : Melda Atıcı
gelenleri ise farklı bir beden olarak bile seçemiyorum bazen. Bugün kendimi, düşündüğüm çirkinliklerin pratiğe tamamen uymasından kaynaklı bir iğreniş; nefret ve küçümseyici bir ifade ile insanlara bakarken yakaladım. Korkuyla hemen yüzümü her zamanki belirsiz haline soktum sonrasında. Buradan bu kadar çabuk kovulmayı istemiyorum ama işe bayıldığım da pek söylenemez. Début’daki insanlar hafta sonu gecelerinde durduğuna asla şahit olamadığım içimdeki “His ve Thesis Nehri”nden –adını böyle koymuştum- bile daha çok gürültü yapıyor. Kahkahalar, müzik, öpüşme sesleri, heyecanlı tartışmalar, laubali konuşmalar, kavgalar… Yeter. Para kazanmak zorunda olduğumu biliyorum fakat bunun daha onurlu yolları da vardır elbette. Hayatımda bir değişim gerek. Yoksa burada pek uzun kalamam sanıyorum.
İyi Polis Gizli Polis Çiçeği Burnunda İş Kadını (Günlüğümün hiçbir yazısına tarih atmayıp onun yerine başlık atmış olmam da tamamen kendi şapkamdan kendime çıkardığım sürprizlerle bağdaşır.) Début’da işe başlayacağım ilk gün. Çalışma hayatına bir barda atılmanın pek zor olacağı ve “kız başıma” böyle risklere girmememin daha iyi olacağı söylendi. Umurumda değil. Zaten buranın sahibi beni özel olarak bu işe seçtiğini söyledi. Ufak bir araştırma sonucu benim profilimde ve çalışmak isteyen bir insan bulduğunu, bunun önemli bir pazarlama stratejisinin kilit parçası olduğunu, detaylarını gelecek günlerde bana da açıklayacağını söyledi. Şimdilik bekliyorum.
Tırnaklarımın Ucunda Bağıran Dünya Siparişleri hep aynı kelimelerle ve aynı ses tonuyla aldığım, boştayken diğer çalışanların hiçbiriyle iletişim kurmadığım ve müşteri memnuniyetine tamamen aykırı soğuk yüz ifademden dolayı şaşkın yahut kızgın bakışlarını aldığım müşteriler oldu. Alkolden kişiliklerine çektikleri duvarların önünde bütün insanlar aynı görünüyor gözüme. Ağlamak için gelenlerle gülmek için gelenler bile aynı. Aynı amaçla
Sonunda neden özel seçilmiş bir garson olduğumu öğrendim. Début’nün sahibinin uzun yıllar sonucu geliştirdiği işletme tecrübesi ile bize sunduğu plan şuydu: Garsonlar ben ve diğerleri olarak ikiye ayrılacaktı. Ben, bütün gün boyunca olabildiğince sakin, hareketsiz ve soğuk durarak gözler önünde görülemeyen bir hayalet olacaktım. Ama bu hayalet aynı zamanda müşterilere sürekli yakın durarak, her konuşmalarına olabildiğince dikkat kesilerek onların nasıl insanlar olduklarını, neler konuştuklarını ve neler yaşadıklarını öğrenecekti. Bütün bu öğrendiği bilgileri ise mekânın neşeli ve sempatik diğer garsonlarına rapor halinde sunacaktı. Böylece siz onlarca sıkıntınız arasında boğulurken beklenmedik bir anda sizi tamamıyla anlayan ve yaşadıklarınızı “sürpriz bir şekilde” bilen bir kurtarıcı garson karşınıza çıkacaktı. Ucuz ama iş görür bir samimiyet üzerine kurulu bu yöntemin işe yaradığı çok açıktı. Uygulamaya başlamamızı takip eden birkaç günde hemen sadık müşteriler kazanmaya başlamıştık. Début’nün artık meşhur garsonları vardı, gelen müşteriler en az arkadaşları kadar onlarla konuşuyor, beraber gülüp beraber ağlıyorlardı. Benim bütün gecelerim ise hala bardaki tüm insanların profilini çıkarmakla geçiyordu. İçimdeki “His ve Thesis Nehri” sadece kendi suyuyla değil, dün-
yanın bütün okyanuslarından gelen sularla besleniyordu sanki. Artık yalnız kendini duyan bir kulak değil, başını toprağın nefesine doğrultmuş bir naiftim. O gürültünün olağanüstü çeşitliliğinden habersizdim. Aklımın kenarında köpükler birikiyordu.
his içimde ne zaman olgunlaşsa gizlice yanına gitmeye çalışıyorum ama o sürekli beni takip ettiği için konuyu hemen değiştiriyor. Kendisini şimdiye kadar gereksiz kimlik bilgileri dışında tanıyamadım ama bir gün gelip benimle bir şeyler paylaşacağını biliyorum.
Amiral Battı (Sırtıma Bıçak Gibi)
Öykülerde Buluşuruz
Barmenin dikkatsizliğinden olsa gerek, bardağın üstünde çok fazla köpük birikmişti. Yolda dökmemek için çaktırmamaya çalışarak üstünden bir yudum aldım. Siparişi sahibine, üç haftada üç kez buraya gelmiş sert bakışlı emekli bir tuğamirale götürdüm. Geçen seferlerde olduğu gibi beni yine yol boyunca memnuniyetsizlikle süzdü. Bardağı masaya bıraktım, arkamı dönüp tam gidiyordum ki Tuğamiral benimle ilk kez konuştu:
Aklımı en çok karıştıran masaya iki bira koyarken bir el yumuşakça bileğimden kavradı. Çocuğun eli. Karşısındaki arkadaşı tuvalete gideceğini söyleyip masadan kalkmıştı. Beni gözleriyle karşısına oturttu, oturdum. Ağzının kenarından yukarıya doğru uzanan bir kıvrımla beni sakinleştirdi, sakinleştim. Bazı insanların öyle teklifsiz bir gülümsemesi vardır ki onlara tek bir cevabınız olabilir. O da yalnızca geri gülümsemektir, gülümsedim. Aklımızdan geçen en önemsiz düşüncelerin bile karşıdaki eşini bulabileceği kadar uzun bir süre konuştuk. Kahramanının benim olduğu bir hikâye yazdığı için beni günlerce izlediğini söyledi, ben de ona kendisinin bir süredir günlüğümün kahramanı olduğunu söyledim. Demek parmaklarımız ilk olarak kâğıtlar arasından birbirine uzanmıştı. Şimdi ise her şey hareketin dünyasında, bizim dünyamızda oluyordu ki bu tarif edilemez bir mutluluktu. O gün daha sonra yaşadıklarımı buraya yazmayacağım çünkü hayatım boyunca aklımdan çıkmayacaklar. Ayrıca böylesine değerli, insanın hayatında belki de yalnızca tek kez karşılaşabileceği eşsizlikteki anıları da günlük sayfalarımdan dahi kıskandığımı belirtmekte beis görmüyorum tabi.
-Bardağımdan neden içtin? Bomboş gözlerle ona baktım. Oysa bardak gayet normal görünüyordu, ne kenarlarına bira dökülmüştü ne de üstündeki köpük eksilmiş sayılırdı. -İçtiğimi nasıl anladınız? Saniyelik bir gülümseme gördüm. Bu, özgüvenin, tahminle yola çıkıp da hedefi on ikiden vurmanın yarattığı gururlu bir gülümsemeydi. -Kızım, bana öyle yeni yetme bir bahriyeli gibi bakma, ben yıllanmış bir denizciyim: köpüğün her türlüsünden gayet iyi anlarım. Ayrıca odağını yanlış yere yönlendiriyorsun, kaybolan köpükler bardakta değil dudağının kenarında. Anladım ki sofrada oturan kurtlardan mutfaktaki biftek kokusunu saklamak imkânsızmış. Profesyonellerle aşık atmaktan olabildiğince sakınmalı.
Nöbetçiyi Kim İzler? Bir çocuk her cuma günü buraya gelip beni izliyor. Sanırım birkaç haftadır durum böyle. O kadar dalgın bir bakışı var ki bana değil de aklındaki benim hayalime bakıyor olması daha olası geliyor bana. Arkadaşları ile konuşmalarında da benden bahsettiğini hissediyorum. Bu
Günlüğüme en son böyle yazmışım. İyileşmeyi damarlarına kadar duyumsamanın hazzı… Parkın gölüne bir karabatak dalarken ben Güneş’in tüm parıltısını üstümde hissediyorum. Arkamda oynatılmış kalemlerden de tek bir sonuç damıtıyorum: Vaktinde ektiğim nefret tohumları hasat vaktinde karşıma sevgi olarak, sevgili olarak çıkmış. Bundan gayri tek bir inancım var Sürpriz koynunda neşesini saklar.
Sen coğrafyaları sevmezsin Devleti benim kulağıma üflerler Sen vatansızlıktan bahsederken Denizin ortasına çekilen bir bayrak gibi topraksız, İçinde gezdirirsin hüznünü Bilirim, Her şeyi gören gözlerin bilir Sınırları bilerek görmemeyi Ve her şeyi bilen aklın o köşe başındaki İki katlı apartman gibi “Böyle bir yerde yaşamak isterdim” diyen ağzın gibi Kilitlersin Ara sokaklarda bekleyen yalnızlık sapaklarımı Gözlerin sarmal sarmal Kirpiklerinin panjurundan sızan Güneş’e düşeyim bekler Her gece göğün ışıklarını söndürür, Yaşını büyütüp asarlar çocukluğunu.
Sesler çoğalır Yüzler çoğalır Eller, direkler çoğalır Kırmızı koltuklar birer birer boşaldıkça Boşluğa diktiğin yüzünü duvara dayayıp Pyong-yang’da, Kurşuna dizerler. Beni Caracas’ta kovalarlar cadde cadde Ağzından çıkan duman kararır Göğü sarar gök kararır katre katre
Deniz kararır ben senin teknenin kamarasından bakarım göğe Körfezden geçer ağır ağır mavnalar Ellerim fayanslarda patlar Duvarlarda Sözlerin patlar Sözlerin kararır. Silikleşen siluetimi bir kurşun gibi, Gülüşünü, bir şimşek gibi (parlayıp sönen) Ben on üç bin yıl aradım seni, On üç bin yıl kurtardım. İlkin bir suyun duru şırıltısını duydum bakıp da sana Barbar kavimlerin boru seslerini bastıran Havayı delen mızraklara kalkan olan kahkahanı Kokunun titrettiği bedenime “Neden titriyorsun?” diyen sesini Değdiği her yere kokusunu bırakan Şefkatli ellerinin izini Kendimi bir tek yüzünün sindiği aynada gördüm Kendime bakıp gözünün yansısında, İnanıp da hala insan olduğuma, Kendime bir tek senin parmaklarına dokundum.
1
Van Gogh'un Kestiği kulak Bir emektir En az çizdiği tablolar kadar Ve yine en az onlar kadar yaratıcı ve sanatsaldır. Kimse Van Gogh'un kulağını çeyizine koymaya kalkmasın! Bulamazsınız zaten, ayrıca sizin göz nurunuz değil o kulak. Çok istiyorsanız kendi kulağınızı kesin, tabii onun kadar yaratıcı işler yapmadıktan sonra değil bir, varsa beş kulağınızı kesseniz kime ne? Zamanında o da sevmiştir kulağını elbet. Kim bilir neleri duymasını sağlamıştır ama hayat işte... Van Gogh'un kulağını kesmesi kulağını sevmediği anlamına gelmez ki! Resim yapmasının boyaları sevmesini sağlamayacağı gibi... Diyeceğim o ki rahat bırakın, yok Van Gogh'un kulağı imiş, yok şunun burnunda kasaba kurmuşlar, yok bunun yazıları raylı sistemde imiş... Herkes kendi beyin kıvrımlarında yaşasın ve mutlu olsun lütfen...
Sarı odalarda Kutsal tasvirlerle donatılmış Tezgâhtar ceketli gri sinsi duvarı zihnimin Şiir ikliminde çöplerin içinde türeyen Aksi bakteriyel el ve Kalpteki hızlı çarpıntı; Koşuşturan merdiven Hasta eden paranoyak kurgusal IP Derime yapışmaya çalışan irsi dünya Zıplayan orrganlar, zıplayan organlar Animal pencere İçimde kükreyen asil hayvan İpimin ucunda sallanan Artoud boku Doğal reenkarne süreci Kılcal damarlarımda hareket halinde Ağacının uzun kökleri İsa’nın içine giren Roma dikeni Her şeyde kendi izimi görüyorum Bir makineyle paylaşır gibi Suyumu ve aklımı Her şeyi takmak Kendi İsa’mın ışıyan kurukafasına ve Deneysel uzun kıllarına, O tacı. Sarı odadaki saklı makyaj; paranoya Zekanın ilerleyen tekerine. 8 İnin dinamitleriyle Bulup çıkartacağım Dışımda insana evrimleşen gizli tortuyu Meridyenin başlangıç yerinde Borularıyla yeniden gerileceklerin Rüzgar güllerine, Otomat evrenin Harıldayan sosyete gövdelerine -Sıfır derecede
İthaf
Nasılsınız? Nasıl uyanıyorsunuz? Bitik? Doğmasaydım ne değişirdi diyerek? Yastığa başınızı koyduğunuzda ne tür sancılar beyninize hücum ediyor? Saklı kapılarınızın ardındaki hangi odada çürümeye bıraktınız kendinizi? Hangi odada olduğunuzu biliyor musunuz? Kim olduğunuzu biliyor musunuz? Siz kimsiniz? Kendinizi nerede unuttunuz? Kimliğimi kaybettim sakın kimseye söyleme. Şimdi gazeteye ilan verecek halim yok. En iyisi benliğim fark edilmesin diye bir perde dikeyim etrafıma. Öyle bir perde olsun ki, terziye diyeyim, beni harika göstersin. Olmadığımı olayım. Yaşamadığımı yaşadım sansınlar. Bana desinler ki, harikasın. Harika olmak hissi bile nasıl ferahlatıyor bu yazık yüreğimi. Terzi de mükemmelse eğer, haha harikayım ben. Mesela bugün şey olayım; ahkam kesen, çok bilen. İnşallah bilmediğim yerden sormazlar. Yarın da şey olayım; aranılan, tercih edilen, eğlendiren. Öteki gün içi boş zenginliğin getirdiği aziz sandığım ukalalığımla ezdiğim insanlardan haz duyan biri olmak istiyorum. Beni demirden bir zırhı var sansınlar. Umarım samimiyetimden kuşkuya düşmezler. Çünkü şüphe, yeteri kadar zaman vermez. Yetersiz zaman, hataya sürükler ve bu benim istediğim seviyede gereken hazzı almama engel oluşturur. Umarım aptal olma sınırına yaklaşmam. Çünkü aptal olursam beni dışlarlar, çok bilmezsem beni yok sayarlar. Kendimi kabul ettirmek için var oldum ben. Siz ne isterseniz öncesinde sezmeye çalışıp, onu olurum ben. Ne olur bana özenin. Ne olur ben yokken beni kıskanın. Beni kıskanın lütfen. Ben olmayı istemeniz için yaşıyorum ben. Yalvarırım ben olmak isteyin. Nasılsınız? Nasıl uyuyorsunuz? Kaç yalan söylüyorsunuz bir günde? Kaç yalana kendinizi inandırıp rahatça uykuya dalıyorsunuz? İçinizi ne güzel rahatlatıyorsunuz, görüyorum. Bitkin düştüğünüzü görüyorum. Sabahına yeni dünyanıza yeniden uyandığınızı görüyorum. Sizi çok kıskanıyorum. Sizi çok seviyor, sizinle evlenmek istiyorum.
Blue night is in my mind Your hand is on my side Foreign girl's eyes are on you I am shape of your eyes Everything is slowing down Expect my heart beats
My head is my head is On your brain Let me let me See your ideas And let me kiss you It is hard to understand Why you are taking another drink I am your drug Take me take me baby And save me Let me make you high with me
sığ uykularının muhripliğinden korunmak bilinir bütün atmosferlerden bir nefes almaktır damenlere sarmaksa tenlerinin güzelliğini bilinmez, 24 ayrıtlı bütün kemallere erişmektir öncesinde tek yön tek şeritken bu düzlükler şimdilerde ise çift yön ama hala tek şeritli kaynar ve musir bir yol denge testini geçememiş 2 çift fara sahip olmanın bedbaht bunalımlarını atlatamıyorum kıvranırken ağırlığında vücudumun teneke parçalarından paslanmış damarlarımı tıkayan yolları açmaya çalışan faninin işi de zor, biliyorum intiklalinde bile önceliklerinden sakınmaya çalışan
en güzel kadın sensin “öncelikle, önceliklerimin de kendi içinde öncelik sırasına sahip olduğunu ve bunları sizinle paylaşmanın beni rahatlatıyor oluşunu kesinlikle inkar etmeyeceğim” diye atıldı ön sıradan bir dualist çiçek olun keserim dalınızı deyip içinden pedofil pedofil güldü kutay hoca bense karanlıklar içinde tek taraflı annemle sohbet ederken bir yandan parçaları bir araya getirmemek için özenle geçiriyorum dakikaları mevta bir kalbin sahibini ise en yakından takip ediyor ve birini sevme sürekliliğini grafiklerle daima rüyalarıma bırakıyorum.
fotoğrafta yarım yamalak çıkan sancho panza burcularap'tan uzak sulara yakın. itiraf et panza, sen meleklerden önce oradaydın.
çekim(ler)i arasındaki fark.. berbat. kevin carter ve bozuk paralar bu kadarına şahit.. fırlatılan ayakkabılar tramvaydaki akordiyon saçlarını ceketinin rengine boyamış kadın abir el cenabinin gözlerinin verdiği gizlilik kararı
asûde bir kadehten caddeye duvarla ağaç arasındaki hesapların neden yanlış olduğunu eğilip bir kara deliğe haykıran ferinaz hosrevaninin terleyen simasındaki mesafeye bak kelime ve yer
bana da bildik geliyor her tamlayan her an bir uçaktan.. hem ölümden müştekisin hem insan
çok şey anlatır fermuarını çekemediği için alınmayan elbiseler, tek çıkılan yolculuklar. Albümler zamanın bıraktığı yaraların kabuğunu kaldırmak, solan çiçekler güneş almayan küçük odaların bir türlü atılamayan demirbaşlarıydı.
Ütopyalar güzeldi fakat cumartesiler kadar değil. Kafasından başka hayatların geçmiş zaman öykülerini atıp, birkaç saatliğine battaniyeye teslim olmuştu. Saçlarında anılar taşıyan kadınlar, kalpleri kırılınca kestirip atamazlardı geçmişi, hiç yaşanmamış gibi. Bir şişe şarap ve Inti-illimani oldukça arkada, devrimci şarkılar dinleyip belki sarhoş olacak, belki yalnızca saatler gibi gelip geçeceklerdi akşamın karanlığında. Zaman yalnız zamana karşı koyanların götürür şimdisini elinden. Gelecek hiç gelmeyecek olur şimdiler geçmişe giderken. Tutup elinden yardım eden yoksa yardım istemez kanepe kadınları. Günlerce kıvrılıp uyumaktan, daha doğrusu uykuya kapılıp uyumayı unutmaktan, bel ağrısı çeker hiç de yakınmazlar bundan. Yaratılmış şikayetlerin arasında, kendi eksiklikleri, varoluş sancıları yaşanır, yaşatır ve üstüne çok düşünmekten belki de bir gün yerini başkasına bırakır. Kitaplığında yer kalmadığından orada burada duran yığınla kitaba takılır da düşerse bu kadınlar, hiç düşmemiş gibi gülerek kalkarlar ayağa.
Televizyon yoktu, perdesi hiç kapanmayan camlar ve pervazları vardı. Süregelen düzenin değiştiremediği bir şey varsa o da loş ışıkta okumaktan gözlük fiyatlarına aşina oluşuydu. Saatler geçer, başka bir şişe şarap ya da boş çay bardakları doldururdu masayı. Yıkanmayan bulaşıklar, yerini yeni tabaklara bırakmaz, sayısı kadar bardak, misafir gelirse diye uykuya dalan takımlar, uzanamadığı raflarda yerinden hiç kıpırdamazdı. Çoğul kavramı yerini tekilliğin dayanılmaz hafifliğine bırakmışken sabah olurdu. Ütopyalar güzeldi, fakat cumartesiler kadar değil. Pazar günü dışarı çıkmak için bir sebep ararken düşlerinde,
Başka hayatların geçmiş zaman öykülerinden sıyrılıp kendine teslim olduğu kanepede bir Şarabın sonu gelirken tutunacak dalı kalmadı- başka güne uyanacak, ğından belki Gün, dün olacak, Belki tutunduğu ne kadar dal varsa kırıldığından, Bel ağrıları da bir yerlerde unuttuğu gözlük sayısı da arttıkça yaşlandığını hissedecekti kadın. Yalnızlığıyla konuşurken bulur kendini. Zaman, zamana karşı koyanların saçlarını ağarHer şeyin üst üste geldiği ama gidenlerin bir tırdı. türlü gelmediği dünyalarında tek kişilik yaşamaya alışkındırlar. Başka bir cumartesi akşamını düşleyerek yaşayan kadınların saçları hep siyahtı, Ne çok şey anlatır masada duran kadeh. Küçük demlikler, yatağın bozulmadan duran tarafı. Ne Siyah kalacaktı.
Emrah Koymat
Bu lanet yere niçin geldim bilmiyorum. Sıcacık evimde spotçudan altığım o lanet koltuğuma oturup yarım bıraktığım romanı okumaya devam edecektim fakat telefonun öbür ucundan gelen ‘’parti var’’ sözüne dayanamadım ne yalan söyleyeyim. Parti deyince benim aklıma çılgın şeyler gelir. Benim geldiğim bu yerde çılgınlık falan yok, en azından ben göremiyorum. Şu an delirmemem işten bile değil. Daha önce bir partiye katılmadım. Birkaç siyasi parti biliyorum. Şimdi o lanet partileri de burada anlatacak halim yok. Bu tarlada neden beklediğimizi sordum ona. Soruyu sorduğum kişi beni telefondan arayan liseden arkadaşım Cemal. Bu geri zekâlıyı hiç sevmiyorum. Kızlarla arasının iyi olduğunu bildiğim ve parti deyince aklıma kızlar geldiği için hiç düşünmeden geliyorum demiştim telefonda bu geri zekâlıya. Ona geri zekâlı dediğime bakmayın, zeki bir insan aslında. Ben birisine kızdığımda geri zekâlı derim genelde. Sorumu duymamış gibi yapıp bir sigara yaktı. Hem de sorumu duymamış gibi yapanlardan nefret ettiğimi bildiği halde. Şu sigaraya da bir türlü alışamamıştım. Acaba sır sigarada mıydı? Leonardo gibi sigara içemedikten sonra ne yapayım ben bu dumanlı piçi. Leonardo da ne güzel sigara içiyor ama. Tanrı aşkına, Leonardo Di Caprio yüzünden bir ara sigaraya başlama kararı vermiştim fakat nasıl bırakıldığını bilmediğim için başlamamıştım. Bu mereti bulan nasıl bırakılacağını söylememiş. Hep yarım yamalak işler yapıyorlar maalesef. Neyse ki akıllı davrandım. Hiç yoktan param gidecekti bir de. Böyle akıllı davranarak masraftan kurtulduğum çok olmuştur.
dumanı yüzüme üfleyerek, bu aralar çok Amerikan filmi izlediğimi, bunu azaltmamı, daha yararlı şeyler yapmamı mesela Tarkovski izlememi, Çehov falan okumamı tavsiye etti. Böyle boş tavsiyeler her zaman canımı sıkar. Çehov’muş, sanki kendisi kitap kurdu ve film uzmanı da bana tavsiye veriyor eşşek. İçimden ona sinkaflı bir küfür ettim. Sesli de yapardım bunu lakin Lhasa ve Nina’yı düşündüm. Kızlar gelmeden küçük tatsızlıklar çıksın istemedim. Fakat bu lafların altında da kalamazdım. “Zerkalo’yu izledin mi peki?” dedim. İşte bir geri zekâlı. Bana Tarkovski önerene bak. Zerkalo’yu bile izlememiş. Tarlanın başında elektrik lambasına bakarak, sanki önemsiz bir şeymiş gibi Tarkovski’nin lanet bir filmi dedim. Çuvalladı, izmariti içmeye çalıştı. Benim ilgi alanlarımla beni vurmaya çalışanlara gereken cevabı aklımla veririm.
Lhasa ve Nina olarak düşündüğüm iki kız o an el ele tutuşarak bize doğru gelmekteydiler. Ah, işte bu duruma tahammül edemezdim, kesinlikle eve gidecektim. Bir lezbiyenler partisinde asla işim olmazdı. Onları seyretmeye gelmedim ben. Cemal ne zamandan beri lezbiyendi düşünmek bile istemiyorum. Canımın sıkıldığını belli edeyim diye arkama döndüm. Sıkıldığımı değişik şekillerde belli ederim. Ben öylece arkamı dönmüş, ayakkabılarıma ve sağa sola bakarak bekliyordum ki Cemal’in sesi uzaklardan geldi, Lhasa olduğunu daha sonradan öğrendiğim kızın sesi ise yakınımdan geldi. “Hadi oğlum, ne bekliyorsun?” diyordu Cemal, Nina’nın elinden tutmuş gidiyordu. Lhasa ise elini uzatmış, yanımda, beni bekliyordu. ‘’Nina ve Cemal gidiyor, sen de bana eşlik etsen de daha fazla beklemesek “Neden bu kadar sinirlisin, Lhasa ve Nina değil mi?’’ dedi tripli tripli. Bu trip kelimesini buraya gelecekler. Biraz sabırlı ol.” dedi Ce- hiç sevmem bu arada. Dört duvar arasında mal, sigarasından bir fırt çekerek. Bu sefer de sıkışmış gibi hissederim bu kelimeyi
ne zaman duysam ya da tribe maruz kalsam. Velhasıl, isminin Lhasa olduğunu böyle öğrendim. Yani sonradan derken bu kadar bir sonradan bahsediyorum. Her neyse. Demek ki sadece lezbiyen değillermiş diye düşündüm. Her bireyi kendi şartlarına göre değerlendirmeyi unutuyordum bazen. Lhasa’nın elinden tutmak zorunda kaldım. Sanırım az önce Nina ile el ele tutuşarak geldiklerinden olsa gerek terliydi avucunun içi. Bu kız neden hemen elimi tuttu? Daha tanışmadık bile. Orospu mu ne? “E Yusuf, konuşmayacak mısın?” diye sorunca Lhasa, bir an afalladım doğrusu. Tanrı aşkına, bu kız adımı nereden biliyordu? Duymamış gibi yaptım. O sıra tuttuğum el, bana bir çöp poşeti gibi gelmeye başladı. Çok sinirlenmiştim. Cemal’e parti ortamlarında adımı Martin diye tanıtmasını söylediğimi hatırlıyorum. Çok ayıp olacak, acaba ben de onu tanıyor muyum? Lhasa diye isim mi olur? Nerede yaşıyoruz, lanet olsun. Sinirimi beynimin kıvrımlarında harmanladım fakat ortaya zekice şeyler çıkaramadım ve ağzımdan, “Ben sizi pek tanımıyorum da ehem.” diye bir sesler grubu çıktı. İşte o sırada daha önceden tanıdığım bir kahkaha sesi, çöp tenekesindeki bir kedinin aklını aldı. Benim Lhasa diye elinden tuttuğum mezkûr kız doğaya bıraktığı uzun kahkahasının ardından, tiksinç bir biçimde, “Yusuf, ben senin eski sevgilin: Seda. Nasıl hatırlamazsın? Gerçi biraz değişmiş olabilirim fakat tanıman lazımdı.” Ben o sıra şaşkınlığımı gizlemeye hem de elini bırakmaya çalışırken o konuşmaya devam etti. “Mahalleden taşındıktan sonra babamın işi gereği yurt dışına gittik. Fransa’ya. Dört yıldır oradayız. Gerçi tanımaman normal, Fransa’ya gideceğimizi sana söylememiştim, senden kaçmıştım.” Yine tuhaf bir kahkahayla söylemişti ‘’senden kaçmıştım’’ı. Tam da o anda tahminen üç gündür fırçalanmamış dişlerini de görmüştüm. Cemallerin yanına varınca sustuk. Cemal sinsi sinsi gülüyordu bana. Bana öyle hıyarca güldüğünü gördüğümde tam lunaparkın yanından karanlık sokağa sapıyorduk ki o an ‘’bir pezevenksin dostum’’ deyiverdim Cemal’e. Kızlar kahkaha atmıştı. Sivri zekâm bazen soğuk espriler
yapmamı öğütler ve o zamanlarda böyle tutamam işte kendimi. Derken bir anda partinin yapılacağı eve geldik. Başım biraz dönüyor gibiydi. O aradığım pasaklı gürültü yoktu. Çok sessizdi her yer. Bazen anlam veremediğim sesler geliyordu diğer odadan. Neredeydim ben? Bu ev çok tanıdık geliyordu. Şu yatak mesela. Çok tanıdık. Birisine benzettim bu yatağı, bir şaire ama şimdi tam hatırlayamadım. Derken, Lhasa karşıma çıkıverdi. İçten bir sesle ‘’gel artık haydi, ne duruyorsun?’’ diyordu. Ben anlam veremiyordum. Birden karşıma nasıl çıktı? Nereye gelecektim? Lhasa benim gelmeyeceğimi anlamış olmalı ki uzandığı yerden kendisi geldi. Tanrı aşkına, bu kız, az önce elinden tuttuğum, Seda mıydı? Hayır değildi. Seda daha çirkindi. Ya da Lhasa mı desem, anlam veremiyorum. Ben anlam veremiyordum ama Lhasa gömleğimin düğmelerini çözüyordu. Pat. Pat. Pat. Bir an Gemide filminde kaptanın anlattığı kadının yerinde hissettim kendimi. Midem de kalktı. Zart diye… Hayır olamaz. Elleniyorum. Fakat hoşuma da gidiyor. Lhasa gömleğimi tamamen çıkardı ve fırlattı, gömlek kayboldu. Elini sırtımda gezdirmeye başladı. Kendimi kötü hissediyordum. Chelsea mi Arsenal mi diye soruyordum. Lhasa kahkaha atıyordu. FIFA mı Pes mi dediğimde de kahkaha atıyordu. Lhasa her zaman kahkaha atıyordu. Artık eli vücudumla bütünleşmişti ve nefes alışı da hızlanmıştı. Lunaparka gitmek istiyorum ama kamikazeden korkarım diyordum. Pezevenklerden de korkuyorum. Lhasa… Lhasa… Lhasa gitmişti. Uyandığımda lanet spotçudan aldığım lanet koltuğun üstünde elim uyuşmuş, kitap da Martin Eden de halıya düşmüştü. Saat epey geç olmuştu. Cemal yan koltukta uyuyordu. Bilgisayarı açıktı. Lhasa de Sela’dan bir şarkı çalıyordu. Banyoya gitmek için ayağa kalktım. Şarkı devam ediyordu. Bu “lanet” kelimesi dilime hangi ara yapışmıştı? Az önce gördüğüm ya da görmeye çalıştığım rüyayı düşünmeye başladım.
yutmadan tükür nevrin kirini dölünü yeter durmadan tanışıyoruz doğduğun evde bekle ölümü makatından taşacak gıyap nehri emrivaki otostop silahı yutunca hap! diye avrada gergin müdahale ıslanıyor düşünce atı boşlukta seviştiriyor bazı itlik yalan dilim şiddetim kadar dönüyor bağdaşıklığı mekana tutsak idealize ikona arka plan sabit merak helvası kavrulan kayıphane sinyali bir başıbozuk alaturka buna rağmen muntazam yerleştirebiliyorum şüphelendiğim her paketi fer pakete mahsus send me a, smile send me a smile, send me a smile veronica ara sıcaklarda elenora manitasyon doktor ana yemekte yara yoldan çıkan yol bu tabağa boca tabağa boca tabağa boca fleslight ile aramdaki farka parmak, eminim orası değil sola yanaşamayan araç yani müsait olmayacak kerhane fotoğraflarda çıkmıyoruz kör kameraman dilsiz şarkıcı bizi söylüyor melodisini taştan senteze yön alıyor fişe takılınca üşen yassı kahraman sert sessizlik sular çenemi aleni anemi ● “bu” yani nefeslenecek yeri olmayan tatmin eksikliği ile hastane yolunu gözetmiş çevreye verdiğimiz rahatsızlık, kadrajda kangren dikey buhran panayır ölümü boka açan gülü kurşun geçirmez isyan
üzerine basmak için yolumu bulduğum ekmekleri yere koymam ürkütmüyor şimdi kimsemi iyi kötü istikamet belirlemek için dürüst sayılıyorum henüz karanlıktan hala korkuyorum anlamıyorsun saçların çok karanlık gözlerin çok karanlık dur ileride! olmadığından sebep iyi geceler duymuyorum istediğin kadar vur yüzüme şiddet benim çocukluk aşkım bir özüme vurma yeter ben onunla para kazanıyorum yutmadan tükür nevrin kirini dününü gelmeden çalkantılı tat üzücü koku baş yanı jiletlene jiletlene damağından girip dudağından cibran görmezden gelinirse tükeneceği yalanı sürülmüş ekmeğine yine de bana inanmıyor bana neden inanmıyor yetmedi mi seremoni tutam tahammülü kalmadı harekete geçmedikçe dağılıyor darmaduran heves durmadan kendimi durduruyorum, duman bir zahmet koparsınlar kayışımı kendi yüzüme bizzat tükürüyorum kişisel yemişim kitapları dilimin uzanamadığı ciğere siktir ella ile gaviscon şerrinden de mi ona sığınırım yine de bana inanmıyorum bana neden inanmıyorum çamaşırımda kin mi kan mı saklamak güç günayırdıncaya değin hiçbir yere gidiyorum yer çekimser özeğimi inadına insan kalabalık kabus, yatak birinci gelenin galip sayılmadığı yegane mecrası, yatak tavan göğün kopuk parçası tepeden tırnağa ayn var ●●● never ending night ya da geberene dek yaşasın onlar
kaldığını hissediyor, bundan o endişeyle karışık hazzı alıyordu.
Yağmur yağıyordu o gün. Koca bir şehri kızdırmaktan içten içe zevk alırcasına, gökyüzünden fütursuzca dökülüyordu damlalar. Tatlı bir telaş okunuyordu koşuşturan insanların yüzlerinde. Biraz kararsızlık, biraz da endişenin altında gizli haz. Tıpkı bütün beklenmedik olayların yaptığı gibi. Damlalar lagünün yeşil sularına karışırken, dar sokakları ayıran minik köprülerden birinin üzerinde, tahta korkuluklara yaslanıp şehri inceliyordu. Adanın taştan evlerini, yerli halkın şiir misali konuşmalarını dinledi uzun bir süre. Sonra arka sokaklarda yürümeye başladı köprüden usulca inip. Kalabalığı her adımda biraz daha geride bıraktıkça kendisiyle baş başa
Alsancak'ta körfeze karşı bir kafede oturuyorum. Elimde bir kalem, önümde kağıt bir de çay masada. Öylece oturmuyorum aslında, etrafa bakıp, gördüklerimi kağıda aktarıyorum. Başka ne yapabilirim ki, anlatacak bir hikayem yok. Ne başka ülkeleri gezmeye gittim, ne babamı bayrağa sardım, ne de beni aldatacak bir sevgilim var. Öylece yaşıyorum bu hayatı, hiçbir olaya karışmadan, karışmak da istemeden. Sonunda beni üzecek bir şeye enerjimi harcamak istemiyorum, sonunda ağlayacaksam uğraşmak istemiyorum. Bunu riske bile atmak istemiyorum. Hiç uğraşmamak daha kolay, daha güvenli. Ne de de olsa elini ateşe yaklaştırmazsan yakamıyor ateş seni.
Küçük bir kanala bakan üniversite bahçesine girdi soğuk havayı teninde hissederek. Basamakları suyun içinde kalmış arka merdivenlere gitti doğruca, elinde kırık tahta parçalarıyla. Yosunların arkadaşlık ettiği demir kapı dalgaların etkisiyle öylesine paslanmıştı ki sahneye inandırıcılık katıyordu adeta. Acelesi olmayan gondollar ağır ağır Büyük Kanal'a açılırken durmuştu yağmur. Güneş ise yerini aya bırakmak için hazırlanmaya başlamıştı, tüm gün süren yağmuru gururuna yediremezcesine. Küçük dalgalar gondolu okşarken o, karşıdaki adalara bakmakla yetiniyordu. Venedik, her yağmurdan sonra farklı görünecekti; yağan hiçbir yağmurun aynı olmayacağı gibi. Yağmur yağıyordu o gün, ama ne şehrin tanık olduğu ilk yağmurdu, ne de sonuncu olacaktı.
Ulm Katedrali'nin karşısında bir kafede oturuyorum. Elimde bir kalem, önümde kağıt, masamda kahve. Öylece oturuyorum, etrafa bakıp, yaşadıklarımı kağıda döküyorum. Anlatacak çok hikayem var, insanlar duysun istiyorum. Sevgiliden ayrılmanın ne kadar acıttığını, farklı yerleri görmenin ne kadar heyecan verici olduğunu, sigaranın ne kadar mutlu hissettirdiğini biliyorum. Bunların hepsini anlatmak istiyorum. Bu hayatın peşinden koşuyorum. Bu hayatta her şeyi denemek istiyorum. Sonunda beni üzecek olsa da çabalamak istiyorum. Ne de olsa elini ateşe hiç yaklaştırmazsan ateş seni ısıtamaz.
proganochelys -ilkel bir kaplumbağadokunmaya çalışıyor yıldızlara başka bir gezegende -cesaret edildiğindevahşice evriliyor bir şeyler hep çiçekler açıyor başka bir gezegende -cesaret edildiğindeama burada kayalıklar sarp ve sarsılmaz ve hızla kabuk bağlıyor algıda açılan yaralar yıkmaya emanet anlamını yaşamın beşbinbeşyüz yıl önce gece tapar-bakardık bütün kabile bozkırda şamanımıza rasyonel olmayan düşünüşüyle bilge deli-bilge deli şamanımız ateşin başında kalbimizi kavrar götürür ruhumuzu işlerdi şaman kaktüsten hazırlanmış iksiri –ilahi ve şeytani-
Çizim: Melda Atıcı
henüz içmişti: “yaprak uzay bir açıdan” bir sinek kısa devre yaptırmıştı Harvard Mark II’ye -ilkel bir bilgisayarşimdi uykularımız parazitli kesintili çınlamalar ve öngörülemeyen sıçramalar rüyalarımızda böceklerimizin yazdığı yaprağın ufak bir köşesi katliam yaprak: bir açıdan salt katliam katlandığında devletdairesi buruşturulduğunda su düşerken“yaprak kadın bir noktadan”
Kutsanmış hayaller sözgelimi; Gökkuşağı hırsızları ve savaş bilimleri Gerçeğin dansı ile yıkanmış ve fildişleriyle sonsuza yazılmış şiir kehanetleri Ve lanetlenmiş topraklarda uyku bekçisi; yıldız burunlu köstebek sürüleri. I/ Uyuma istemine denk bir unutmak eylemi ile başlayan; hislerin keskin büyüsü ve yalnızlığın ipleriyle sallanan vagonlar dolusu düşlerinin plastik bir cam bardak gibi çatlayışını dinliyorsun. Doğanın kemikleri kırılıyor ve cenin varyasyonlarında kentler icat ediliyor; flanör fenerlerin yansıttığı sarı-metal ışık huzmeleri varoluşun yazgısına, mağara duvarlarındaki yazıtlara, diktatör tanrıların gölge oyunlarına çarpıyor - martı kanatlarının değmediği bu dünyaya ait olmayan deniz dalgaları gibi. Göğün suretlerinde beliren maskeli bulut kümeleri, umut mavisi gözlerinden utanan bir cellât ve takip ediyor seni. Ne zamandır yıkamaktan-bilinçli bir yorgunlukla utanç duyduğun yüzündeki deri boşluklarında birikmiş, çukurlaşmış kutsal menn tanelerine dokunuyorsun. Adını bilmediğine emin olduğun ve ilgilenmemekle gurur duyduğun trafik cennetlerinden bir şehirde olduğunu anlamakla gecikmiyorsun. Apartman çatılarındaki çatlaklar üzerinden sekerek geldiğin ve anlam yüklemeksizin boşlukta devindiğin bu yerde; Bob Marley tınılarının ve tahta bacak Frida motifleriyle dizayn edilmiş yarı kafe yarı barın camlarından içeri sızmayı düşlüyorsun. Adımların hızlandıkça bilinmez ve uzak olmayan bir orman yoluna sapıyorsun. Sorgulamaksızın fötr şapkalı bir meşe ağacının kovuğuna oturuyorsun.
Değiş tokuşlar sonrasında kendi aralarında birliğe ve barış sonucuna varmış bulutların gölgesinde soluklanıyor ve nedendir-sigara içmiyorsun. Üşümeyen bedenin, düşüncelerini sislendiriyor ve belirli bir hız ivmesine erişmiyor, değmiyor ve puslu gözlerinle odaklandığın doğa-orman kara deliklerinde kayboluyorsun. Hiç baykuş görmediğin aklına gelmiyor, köy yollarındaki kurtların ve eşkıyaların misafirperverliklerini övgüye ve yergiye yol açmaksızın anlatmıyorsun. Az ötede, kahverengisini seçemediğin ve siyah bir rakun tazısı olduğuna kanaat getirdiğin köpeğin büyüklüğüne şaşırmadığın için- gözbebeklerine hapsediyorsun onu. Yaklaşmakta olmasının sende yaratmayacağı korkudan bihaber; kaçmanın getireceği hızlı ve aciz ölümü reddediyor ve dindar bir azizin sahtekâr dinginliğinde bekliyor, izliyor ve kalbinin hızlı adımlarına lanetler yağdırıyorsun. Kara cübbeli dev köpeğin, gökyüzünü kaplayan ağaçların arasından sızan ay ışığı eşliğinde küçük gölgene kadar ilerlediğini fark ediyorsun. Yorgunsun, bezginsin ve bu yüzden korkuyor; kahverengisi belirginleşen siyah vahşi köpeğin havada üzerine saldırması anında-hangi yaratıcı olduğuna emin olmadığın kucaklayıcı ve sevecen bir tanrıya dua ediyor ve uyanıyorsun. II/ Yapışkan ter, mide spazmı ve anti-militarist iblisin bulantısına eşdeğer bir kâbusun sonlanışı… Pazar sabahları ve modern insanın kadercilik fermanı; Astrolojiye, hayranlık uyandırıcı gizemlere, alçak düşüncelere gönül kılıfları ile - estetik, ekonomik, ontolojik/ sinematografik duygusal üçleme. Bir sigara içimi; uyku teslimiyeti öncesi bonservisi çalınmış sakat bir futbolcunun marşlar-alkışlar
eşliğinde mızrağına kavuşma özlemiyle alevlenen gladyatör özgüveniyle dolu arena özlemini yansıtıyor. Tükenmiş ve işlevini yitirmiş sigaranın küllük yetimhanesine terkedilmesiyle birlikte avını bekleyen dişi aslan kükremesiyle uyku seni bekliyor. Issızlığın ve ürkütücü sessizliklerin uzakta kaldığını anlaman için; Bob Marley cover şarkılarına kulaklarını tıkaman ve önsözünde devrimci Frida’nın özensiz çizimleriyle duvara kazınmış siluetiyle karşılaşman yetiyor. +18 ve 40 yaş sınırına hizmet eden bu mekânın içtenlikten ve samimiyetten yoksun olmadığına ikna olmanla- menekşe ve kedi patisi desenleriyle hoş görünümlü masadaki 3.tekinsiz adamın konuğu olman aynı uzaklık-göreceli yakınlık. Sarsak ve kafenin -40 ömür anayasasına uygun-kırmızı çizgili gömleğiyle sefalet dolu bir geçmişin öznesi; sosyolojik inşaatların atılan temellerinden kaytarmış sınıfta kalmış hademesi ve öğrencisi 3x şahsı, kirli ve uzun tırnaklarına tezat oluşturacak kadar kumral ve yakışıklı. Yalnızlığın, etinden ve tırnağından sızmadığı 3x’in, 20 yılı aşacak yayımlanmamış bir hayal defteri bulunmaktadır- sanatla uğraştığı yanılsamasına kapılmaktadır. Kısık sesli harflerle her konuştuğunda bedenindeki tüm eklem ve hareketleri; tuhaf-biçimsiz-çirkin ve iyi-kötü yalandır. Tavırları ve eylemleri bir bekleyişi müjdelemekte-sabırsızlığına biçim vermektedir. Sarışın bir garson kalın kartondan bir menüyle ne istersiniz soru ekleriyle gelir-cevap bekleniralınır-kahve söylenir. Saatler aksamazyedidir. Kafenin buğulu camlarını kazıdığınızda bitkin-dağınık ve harap olmuş bulutların umarsızlığına kaptırırsınız kendinizi. Kırmızı-iç açıcı spor bir arabanın öfkeli far gözleriyle size bıkkınlıkla baktığına ve kapıların el hareketleri desteği ve hareketi ile açıldığına memnunsunuzdur. Süt teninde siyah ve büyükçe pentagram dövmeli ve soy ağaç kökeni baba tarafından Artvinli kıza takılır gözleriniz. Kızıl saçlarının kısık ateşli sahanda yumurtasının akına, her erkekte itina ile şehvet düşleri uyandıracağına ve salt güzelliğin hükümdarlığında köleler yaratacağına inandığınızda yavru fil hortumlarından baktığınız
bu dünya yani-tuvaline sıçtığınız çekimsiz rüya küçük bir genellemedir sadece- kabul edilmelidir. Kod adı 2x’in; 3 yabancı lisana sahip olmasının, bir eylemde bulunmaksızın önemi olmasa da; Türkçeye, yeraltı mahzenlerinde çürümeye yüz tutmuş- mükemmellik değeri taşıyabilecek 5 adet İskandinav coğrafyasından eserler sunması mühimdir. Anaerkil çağın intikamcısı, apolitik neslin modern Punkçısı bu kadının nötr duygularının kavalyesinin sarı ve yağlı saçlarına uyumsuz olan siyah deri ceketine baktığınızda da +40 yaş ortalamasını anımsattığını söylememek güçtür-iştir-ağırdır. Cüretkâr olduğu kadar kibar ve temiz cümleler kullanan 4x şahsının sinema eleştirmeni olduğunu anlamak için çok çaba gerekmeyecektir; ki sohbetin başlamasıyla birlikte alt metin olarak bunu fazlasıyla hissettir- yani çömez bir kuruntu değildir. Kırtasiye dükkânlarının üst raflarında özel müşteriler için saklanılan ışıltılı mavi dosya ve James Joyce Ulyses’in masanın en göze çarpmayacak noktasında bulunmasına ve 3 kişilik bir sohbetin başlangıcını oluşturmasına kesinkes-kibirli ve keskin zekâların ehemmiyetiyle yaklaşmak ve burada araya girmek gerekir. Boz bulanık zihinlerde es geçilmemesi gerekenler listesi-yani; apartman çocuklarısuratsız çiçek satıcıları-ömrünü TOKİ konutlarında ev taksiti ödemekle görevli, gururlu, vakur hasta bakıcıları-otuzbir bağımlısı esnafları-X-ray cihazları-kalburüstü AVM kampanyaları-etiketler-yürüme komutlu merdivenler-otopark ışıkları-seçim afişleri-kadrolu seks muavinleri-üniversite finalleri-yahni kokulu kampüsler-ödevler-rektörler-panellerünlü çıkmazları-sunumları-salyalarından savaş kusan turkuaz renkli pelikanlar-GBT’ye takılmış afacan bakayaların-hiçbirini görmemekle birlikte eksiklik duyduğunu hissettiğin ojeli objeler-şiddet sahneleri-ötekileştirilen nesneler-ayracı kırılmış harflerin olmadığı bir coğrafya hayal etmek ve saygı kamburu olana dek nezaketen-gücenmeden önünde eğilmek gerekir. Alçak tavanıyla rahatlık hissinin çatışmalarında korunaklı bir siper olan bu mekânın,
zamanda, 21 asırlık kaosun ortasında; sarışın
4x, bakımsız 3x ve pentagram kolyeli-dövmeli
kızıl saçlı 2x’in başucunda soluklanırsın ve hikâye; ellerin ve kolların sıkıldığı, sarıldığı, ceplere-çantalara-gömlek yakalarına- gözlük camlarına-kül tablalarına- alkollü, alkolsüz içeceklerin dokularına-adisyon karalamalarına-garson hislerine, seslerine, sözlerine-itimat ve güvencelerine dayanarak sarımtırak 4x’in önce sinsi bir boşluğa ve sonra çelimsiz 3x’e yönelttiği şu cümlelerle başlar; ‘’Öyle bir yer istiyorum ki, kitapların içerisinde gezindiğim, patilerinden siyah ve beyaz kediler sevdiğim, bol bol bira içip, sınırsız şekilde küfürler edebildiğim bir düşte olmak isterim.’’
3x- Son cümleni kabul ettiğimi varsayalım; yaşama sürecinde karşına çıkacak; fırsatimkân-insan-olay-düşünce-gerçeği ve hayali ile eser öncesi bir çıraklık dönemi. Çağımızda, hayatın tüm dengesi ve zinciri bir ekonomi hapishanesi müebbedi ise, sana da sanat bekçilerinin umumi tuvaletçisi olmak düşer. Ya içindeki bokları temizlersin, ya işemeden sıçmayı öğrenirsin, ya da kendi bok denizinde yüzersin.
4x- Sınırsız acı ve yalnızlıkta yaşayacağın ve insanlığa sunacağın her değer, insanlığın herhangi bir tarihinde- bu 1000 yıl sonra da olsa Fazla uzun sürmeyecek bir sessizliğin ardın- bir erdem olarak kabul görecektir. Bence sen, dan 3x’e dikilen gözlerim-pentagram küpeli- kendine hayaletler yaratıyor ve korktuğun dövmeli kızın gözleri tatmin olmayı bekliyor- zaman şikâyet ediyorsun. du ve oldu. 3x- Hayır sadece, yüzmeyi bilmedim ve hiç 3x- Bu isteğinin sanat, edebiyat ve ikiyüzlü öğrenmek de istemedim. olmaktan uzak bir yaşamakla hiçbir ilgisi bu4x- İşte bu yüzden kaybettin. lunmuyor. 4x- Sanatçının ihtiyaçları sıralamasında başı 3x- Süslü bir intiharda boğulmaktan iyidir. çeken ve ruhunu muhafaza etmesi gereken bir yalnızlık sahası alanını yadsıyamazsın herhal- 4x- Bak dostum. Alzheimer hastası bir adam tanıdım. Bu adamın geçmişte oldukça zengin de. bir tüccar olduğunu ve iflasın eşiğine gelme3x- Bu isteğinin karşılanması için patronunu siyle birlikte tüm servetini kaybettiğini öğrenarayıp arabasının tekerine işeyeceğini söyle- dim. Bu hastalığın ona farklı ve son derece men ve kötülüğe dair vasıfsızlığı sebebi ile önemli bir kazanım olduğunu da ekleyeceğim. iyilik maskelerinin ardına sığınmış bir alçak Kar yağdığında avuçlarını açar ve mucize olarak nitelerdi. Ne zaman görsem kendisini gibi tokatlanmana izin vermen gerekir. mutlu-sevecen ve her şeyden zevk almasını 4x- Patronum olduğunu kim söyledi sana? bilen haylaz bir çocuk gibiydi. Sürekli olarak yiten ve güncellenen bir hafızaya sahipti. Ben 3x-Yayınevleri-editörleri-yazmanları-kuralları- geçmişin, nehir yatağına ve akışkanlığın önüsansürleri-imza günleri ve okurları. ne çekilmiş bir baraj olduğunu düşünüyorum. Ve dostum, tüm alçak gönüllüğümle bu sap4x- Yapıt ortaya koymaksızın bunları düşün- lantılardan kurtulman gerektiğine inanıyomek de, reddetmek de, kabul etmek kadar rum. üretkenliği ve potansiyeli düşürecektir. Bu sebeple, insan önce özgür ve bağımsız olabil- 3x- Ben de, tam aksine her barajın bizi felaketmeyi bilmelidir. Bunu gerçekleştiremese bile lerden alıkoyduğuna inanıyorum. Beni narbu farkındalık onu ayakta tutacaktır. Söyle- kozla mutlu etmeni de istemiyorum. min; kendine dair yıkım ve yanılgılarının kalkanı gibi geliyor bana.
Gergin ve soğuk diyalogların getirisi olarak 2x- Anlamadım? pentagram bileklikli 2x; iki eski dostun birbirine karşı bu kadar acımasız olmaması gerekir. 3x- Erkek egemenliğinin, baskı ve şiddetin mağdurları olarak kadınların özgür birey adı 4x- Sevgilim, 3x benim kadim dostumdur. altında normal bireyler haline gelmesi zorunlu Zorlu ve hiç kimsenin istemeyeceği bir yaşamı ve kaçınılmaz derecede önemlidir. Ancak, olmasından ve fevri tavırlarından bihaber tüketime dayalı her makine çarkı, cinsiyet fark değildim hiçbir zaman. etmeksizin varoluşun önüne geçmektedir. İster kadın olsun, ister erkek, üretmezsen tü3x- Görüyorum ki, benim olduğu kadar sevgi- kenirsin, tüketirsin… linin yerine de düşünmekle kalmıyor, fikir beyan ediyorsun. 2x- Bu noktada beni tanımadığın için önyargılı olduğunu düşünmekten başka seçenek gelmi4x- Faşist bir bencil olduğumu mu düşünü- yor aklıma. yorsun? 3x- Haklı olabilirsin pekâlâ. 3x- Evet ta kendisi! 4x- Tartışmanızın sonlandığını düşünerek 4x- Buraya tartışmak ve bir düelloda bulun- artık vedalaşmamız gerekiyor 3x. mak için gelmedim. Sözlerine dikkat edersen sevineceğim. 3x- Tabi ki seve seve. 3x- Tüm nezaketinle verdiğin komutu, bir Sürgün ediliyor; DNA değerlerin göze batıyor kölen ve eski dostun olarak x2 gibi ben de ve tüm tüccarlık birikimini artık bilemiyorum kabul edeceğim. kaç asır önce bir dağın altına sakladığın hazine kutusundan yayılan zehirli gaz-cehalet-sefalet 2x- Kölelik maksadının bir kadın olmamdan ve sislenen nefreti duyumsuyorsun. Sivri, sert kaynaklandığını ve çok aşağılık bir sonuca ve can acıtıcı buz kazıkları ortadan ikiye ayrıçıkacağını bilmelisin. lıyor ve her hikâye sadece kendi acısını sırtlıyor. Siyah ve kahverengi rakun tazısı köpeği 3x- Senin kadından öte ve öncesinde bir insan gözlerinle-dudakların ve kulakların ile ruh olduğunu düşünüyorum. Sanırım konuyu çıkmalarında arıyor ve merak içgüdülerinle cinsiyetçi bir konuma sokmak ve köleliğini birlikte esnemeksizin uyanıyorsun. Akşam kutlamak istiyorsun. saatlerinde bir pazar; perdesiz pencerenden yansıyan mobilya mağazaları ve ışıkları ve baş 2x- Kadınlar köle değildir. ağrıları. 3x- Emin misin buna? 2x- Evet, artık çalışıyor, üretiyor, geziyor ve hatta özgürce sevişebiliyoruz. Özgür bireyler olarak çüklerin egemenliğinde bulunan bütün fırsatlara ve imkânlara sahibiz. 3x- Katılıyorum kesinlikle. Ama sadece sosyal ve ekonomik düzlemde. 2x- Onaylamadığın ne? 3x- Oyuncaklar.
III/…
Çizim : Melda Atıcı
I. Düş kesiliyorum bir semazene ses dindiğince hü! Yalan oluyorum hırpani bir jahr ile Kostümsüz bir esrar ile İcazetten ve baharla gelen hasretlen Döndüğün dergâha pervane kesiliyorum hü! (heyhat!) II. Çok şiveli tekerlemeler yazıyorum kahrolmağa Yaşımı başımı almışım bit pazarından Bundan ötesi görülmez gayrı (oyy!) III. Eski zaman çocuklara bakmaklan geçiyordu Şimdi çiçek yetiştirmeklen… Buna da şükür! (oy oy oyy!) IV. Dünya bu kadar sentetik olsaydı Dağlar denize paralel Çehresi altlardan basık üstlerden kâküllü Ve gökleri bir ahuya kaf ziyan gözlerden Bir düşe beriki düşmüşlerden Ve bir meye meyleden mahcup ellerden-Aman, bir sıkıntı bastı içimi kafiyeden (ooof of offf…) V. Çok sıkıldım politikadan Daha kaliteli uyuşturuculara ihtiyacım var. (fırtttt!)
ama ona duyduğum aşk bittiyse şayet başka bir şey başlamak üzereydi uzun bacaklarını bacak bacak üstüne atıp gülümsedikten sonra neşeli bir biçimde, ‘’ee anlat bakalım, ne yaptın benim yokluğumda,’’ dediğinde. Charles Bukowski Bazı zamanlar 'Tanrı' kavramı yanımızda küçük kalır, bazı zamanlarda ise karanlık bir sokaktaki bitlerle dolu kirli bir sokak köpeği bize dokunsa kutsanmış sayılırız. İnsan dediğimiz bu ince çizgi üzerinde bulunur, hangi tarafa hangi oranda yalpalayacağı kendi seçimine kalmıştır. Çizgiden, tanrısallıktan ya da utanç verici aşağılık olma durumundan daha önemli bir şey vardır: kendini okuyabilmek. Çizginin farkında olabilmek, kendini ve ne tarafa ne oranda yalpaladığını bilmektir. Ben’i, bir oranda "biz" dediğimiz kavramı ben ya da biz yapan şey budur. Kendine yönelttiğin farkındalık, her zaman utanç içerir, mükemmellik denen kavramın yakınlarında bir bütün olarak yüzemezsin ve her daim kendi çürümüş geçmişini paçalarında sürüklemelisindir. Kıssadan hisse, farkındalık huşu verici olduğu kadar acıydı da. İsa için söylenmiş sözleri hatırlayalım: "Öğrendikçe kederlendi, kederlendikçe öğrendi.". Kendimizi öğrendikçe işkencenin dozu da artıyordu. Gecenin sahipliğini yaptığı ışıklar odanın duvarlarında garip şekiller oluştururken, kendi benliğinizi bir kanca yardımıyla asardınız. Kurumuş kanla kaplı, zincirleri paslı bir kancadır bu. Bu tarz zamanlarda şunu yapmayı iyi bilirdi: objektif olabilmeyi, sistemin parçası olduğu halde sistemin dışından sisteme bakabilmeyi. İçi ezilirken utanç dolu bakışlar atardı fakat bununla sınırlı değildi. Kancanın ucundan sarkan şey bir hilkat garibesiydi lakin görmeyi bilen gözler orada farklı bir şeyin de
idrakine varabilirdi: evreni ayaklar altına alırmışçasına vuku bulan bir tanrısallık. O yer yer çarpıklaşmış benliğe iyi bakın, mükemmelliğe yakın taraflarını görebilirsiniz. Kendini beğenmişlik gözünü kör edemeyecekti çünkü gecelerin ve de yargılamaların her birini oldukça iyi hatırlıyordu. Sahi biz hiç "o"ndan bahsetmedik. Kimdi o? Derin düşüncelere daldığı vakitler ellerini inceleyen, geçmişi, şimdisi, geleceği bulamaç olan bir adamdı. Davud heykelinin, Mona Lisa'nın, yazının keşfinden beri kağıtlara dökülmüş her sözcüğün, yazın serçeler için sokağa bırakılmış bir kap suyun ve de masum bir canı almak uğruna çekilmiş her tetiğin sorumlusu aynı ellerdi. O bütün bunların bilincindeydi, öyle olmasının ona oldukça zarar verdiği zamanlarda bile. İçten gelen bir farkındalık için pek fazla seçim şansı yoktu ve de hangi yolu seçeceğini oldukça iyi biliyordu. Her şeyin bir bedeli vardır. Her vazgeçiş aslında bir seçimdir. Keşke kendinden de vazgeçebilecek cesarete sahip olabilseydi. "Biz" denen şey haricinde o veya bu şekilde kimse onun önünde ceketinin düğmelerini iliklemese de o, ellerini kendi kanına bulamaktan çekinmezdi. Gözyaşları parke zemine damlarken, kırbacı her seferinde daha sıkı kavrardı. Ne isterdi bilir misiniz? Anlaşılmak ve bilinmek. İtiraf etmeliyim ki bu onun tanrısallığına açıkça bir göndermedir. Arzularını size aktarabilmeyi isterdim eğer ilerlemek adına daha fazla cesaretim olsaydı. Bir gecenin daha kefareti yeterli miktarda mürekkeple böylelikle ödenmiş oluyordu. Kalemi kullanılmaktan yıpranmış defterin üzerine bırakırken sol eliyle beceriksizce tuttuğu sigarasından derin bir nefes çekti. Dumanı, yavaş yavaş köhnemeye yüz tutmuş ciğerlerinden dışarı salarken etrafını yarım yamalak bir şekilde inceledi. Mekana, kusurları örtermişçesine davranan loş bir ışık hakimdi. Masalar ne tek tük ne de tıka basa doluydu. Standart bir günün getirisi diye düşündü. Bir bira daha söylemek için elini kaldırırken arka masaların birinden tok bir kahkaha yükseldi. Yorgunluktan göz altları hafifçe
şişmiş bir garson geldi, mekana hakim olan uğultu bir dalga misali yükselip alçalırken birkaç kahkaha daha patladı, biri yıllardır kendine kötü bakmasının bedelini öksürük kriziyle ödedi, bir sigara daha yaktı, bira geldi ve de zaman bir şekilde akmış oldu. Kokusunun parmaklarına ve de bıyığına sinmesinden rahatsız ola ola elindeki sigarayı sömürürken bir yandan da her nefese karşılık, birasından bir yudum alıyordu. Gevşemeye ihtiyacı olduğunu biliyordu, biraz alkol alımı bunu sağlayabilirdi. Gözleri biranın içinde oluşan hava kabarcıklarından deftere kayarken haz etmediği düşünceler zihnine akmaya başlamıştı. Bir şeyler karalamak adına neden bu tarz bir geceyi seçtiğini biliyordu. Yazdığı her cümle içini bir nebze olsun sıkarken o, "anlaşılmak ve bilinmek" amacıyla gelecek adına bir olasılık yaratmak istemişti. Masanın üzerindeki defteri görecek ve okumak isteyecekti, bunu biliyordu. Okuyacak ve irdeleyecekti. 'Arzularını açıklamayı ne de çok isterdim bunun için birazcık cesaretim olsaydı.'. Kendi zayıflığına kadeh kaldırırken sigarası ölmek üzereydi. Sol elinin dışıyla esnemesini bastırmaya çalışırken vücudunun verdiği uyku sinyallerini dikkate almaya karar verdi. Nispeten yorucu bir gündü ve de bazı şeylerden kaçmak adına uykuya düşmek mantıklı olmasa da etkili bir yöntemdi. Karanlık oturma odasını elinden geldiğince aydınlatmakta olan telefonunun ekranını kapattı ve odasına doğru yöneldi. Aklında yavaş yavaş kurgular oluşmaya başlamıştı bile. Okuduklarını tek tek aklına getiriyor, bunlara uygun düşen parçalar kurguluyor ve de bunları zihninde birleştiriyordu. Bir yerden sonra birçok şeye bu gözle bakmaya başlamıştı: esinlenilebilir... Yorganının altına girerken o an aklında bulunan imgeler şunlardı: bir adam, bir bar ve de adamın beklediği bir kadın. Gözleri ağır ağır kapanmadan evvel son bir kez daha esnedi.
Kış gününde çıplak kalmış kavaklarla bir, Dünya maruziyetimin yirmi birindeyim. Bu zemherinin ortasında Yaşımın geçmişliği Ve başıma gelmemişliği aklımın... Tüm acılardan mükellefim Kefilim tüm onulmamış yaralarına. İsyan değil ettiğim, yanlışlık olmasın Sitem bile değil Sesim bile. Sesim bile benim değil Ben gecenin bir yarısı bilmediğim yüzlere dokunup benim olmayan şiirler okuyorum. Söylediklerimin yarısı ucuz tiyatro Diyelim ki aşk, Farz edelim ki köklerimi kurutan sarmaşık Adını vermeyeceğim, adın nasıl verilir aynı gökyüzünün altında ne ayıp Ne ayıp sevi demek, kabullenemiyorum. Anlayıp da ararsan Mor bir menekşenin arkasında tüm sırlarım Aşığın maşuğuna verebileceği başka da pek bir şey gelmiyor aklıma Bende benden geriye pek bir şey kalmadı. Aklımda dönen bir tekerlek var Durmuyor Durduramıyorum.
Tekli koltuk bu akşam ya benim olur ya yere uzanırım Stratejik olarak sigaram şarkı tüttürür ben utanırım İmana gelir kendimi inkar ederim, katil oluruz Olmadık yerlerde ağzımdan öpmen süpriz partiler yapar Kandillerin hapse atılır, tarafsız bölgeden ayrılırız Maliyetli yaklaşımlar bizi güldürür, mantz ölürüm Yaslı başına dayanmış başlı başına hünkarlık, manavgart Pankart asarken düştü tavandan, kaldıramadılar Kükürt aslen bizim oralıdır, ayet okunaksız daskapital Kamanları imzalarından tanırım seni giderken Kahvaltılar iktidar barındırıyor için için, zeytinler asker Arabesk okunsun konservatuarın tuvaletınde *Sen otuzbir çekerken Ay bir tepki sesi değildir, olanaksız bir aşkın babasıdır Islık başıboş bir serseriye çalınır eniştem İsviçreden selam söyler Beni ikna et sana bakarken aksi haldi kung-fu biliyorum Ve benden yapmamı istemediğiniz her şeye amin diyorum Bir gün çok* yani çok param olursa bir at’ı özgürlüğüne salarım Eğer isterse arkadaşı da olurum, param yeterse amin deriz Dün Yesibi bildim, entarili çetelerin ilk episodu bizdik Ne kadar cani varsa çiçek aldı, çiçek olduk dimdik Önce güldük kıs kıs önce öldük tek tek öncü olduk Katliam ateşini Kamuran abla yaktı hakim bey biz gördük Yüz kişiydik vaazı kaçırdık, müezzin ağladı Yüz kişiydik ağzımız acırdı, aklımız kanadı Biz çeteleştikçe sevdamız legalleşti, uzaklaştık Günahkar mı olur yusuflar yoksa peygamber mi? Sokaklar mı daha romantik yoksa kahire mi? Ayaklarım mı gitmek istemiyorum Şişhaneye bilmiyorum Sen iktidar yanlısı gözlerinle bakınca ben anarşist oluyorum Bunu iki kere söylüyorum
postmodern ilahların hepsini show dünyasına kaptıran yer altının münzevi çocuklarına bu gece bir ağıt yakarım olsa dünya çapında ünlü ve unutsa geldiği yeri yalpalayarak beklemediğim kelimeleri kullansa şiirlerinde ve gün kararıp o ünlü olsa o ünlü bir demeç verse gazeteye ben gazetelere inanmam yalan diye gazeteler yayınlar mı sizce ve aynı şekilde bukowski'den yeni basılan yayının yayınevinin yanında evim olsa ilk ben ulaşamam yine tekel distribütörler aracılığıyla bize gelir hiç bize kalır mı fabrikalardan, tarlalardan iyi şiir için toplanıp elimizde kalemlerle değil silahlarla yayınevi bassak benim kendi ritüellerimi gerçekleştirmem için biraz zamana ihtiyacım var geri kalan kısmını siz hayal edin neler olur ama öyle her yayınevini her matbaayı değil, özellikle matbaacılardan sendikalı olanlarını ayıralım bir de gün aşırı mastürbasyon yapanlarını biz yer altıyız diye bağıranların arasından bandrollü olanların gittiği matbaacıları suçlamayalım, onlar işin parasında sonuçta olmamalı sendikalı değilse pervasız olmamalı prensip sahibi değilse dosyaların tamamına hakim çok güzel o zaman odama gelin, ferdi tayfur posterlerini çıkarttım artık daha genele hitap ediyorum örgütlü örgütsüz bütün kadınlara, mevsimlik tütün işçilerine sendikasız öğretmenlere, matematikten kalan öğrencilere şiir işçilerine ama değil kendini şiir işçisi betimleyenlere çünkü ben iyiyim demek iyi olduğunuzu belirtir ama götümü şu kadar yırtıyorum demek aferin beklemektir. çok okunaklı yazdım bu şiiri ama herkesin bahsettiği gibi yapaylaşan dünya, kötü giden insan ilişkileri üzerine bağırmak istiyorum ben, sosyoloji dersleri alıp tez yazmak değil. mahalleden adam toplayıp gitmek istiyorum o çok tutulan uzay üslerine ama ferdi posterlerini çıkarttığımdan ciddiye alınmam, ferdi posterlerini çıkartmadığımda da fazla arabesk bulunurum. demiştim, ben en kral gazetenizde köşe yazarlığının tek oluruyum anlaşmalarım var büyük devlet saydığım büyük fotokopicilerle büyük dağıtım şirketlerim var, her birinde bir işçi çalışıyor ilçe bazına inemiyoruz çünkü ilçelerden yeterli talep geleceğini öngörmüyoruz, maddi imkansızlıklarla alakalı bir durum değil bu gözünüzün önünden film şeridi gibi geçen ve uluslararası fanzin yasasına göre üstün deneyim ve retorikyeteneklerimleçoğukişiyikendimeinandırabilirim diyenler çok kişiyi kendine çekerek kaybetti, bu da içleyip aşımdır. bahsederken ferdi posterlerinden dikkatinizi dağıttım veya aklınız leyla ile mecnun'a gitti biliyorum ama yeni şiir akımı budur, ve ben de virtüözü değil ayak bağıyım bu akımın artık bundan böyle tüm şaraplar, aşkın hasiyetinin açılımıdır.
Yıkılana kadar yumruklana duvar, kırılana kadar çarpılan kapı, camlar patlayana kadar açılmış müzik… Basit bir cümleyle giriş gibi olacak ama insanların gerçeklerle ciddi anlamda yüzleşmesi gerekiyordu. Çünkü bana göre hayaller bile olabilitesine göre planlanmazsa, boşlukların topluma salınmasından başka bir şey olmuyordu. Ve biz insanlar, boşlukları kurcalayarak sırf farklı olanı ve anlayamadığımızı büyük harflerle yazmak için hikayeler arıyorduk. Evet, başkalarının hayatına burnumuzu sokuyor, acı ve pas tutmuş olayları gün yüzüne çıkarıp bunlardan besleniyorduk. Acıyı ve pisliği seven bir toplumduk. Bu nedenle çoğu olayı çözebilecekken dallandırıp budaklandırıyorduk. Amaç çözüm değildi, amaç sorunlu bireyler olmaktan ve bunu popülarite haline getirmekti. Acımızı başka acıları duyarak bileylemekten ve acı yarıştırmayı sidik yarıştırmaya çevirmemizdi. Halbuki bu toplumda gerçekten hasta bireyler vardı. Kimseye asla belli etmek istemeyecekleri kadar düşmüş insanlar da vardı. Ama asla gün yüzünde onları göremezdik. Hikayemi yıllarca merak ettiler. Benden nefret de ettiler. Bu iki cümleden eminim. Çünkü nefretten emin olabilirken sevgiden asla emin olamadım. Her kelimem sanırım kavgaydı. İki dengesiz genin dünyaya bırakabileceği kuşkusuz en büyük silah, çocuklarıydı. Her şeyi vurabilirdi bu çocuk; ben de öyleydim. Yerine göre sevgiyi yerine göre nefreti vurabilirdi. Hedefi sanırım bu iki genin yaptıklarının izi belirliyordu. Son zamanlarda konu biraz daha değişti; kentsel dönüşümdeki gibi, aynı işlev aynı eksik aynı tiplerde tasarlanan, imara açılan yerlere dikilen ahmak binalar gibiydik. İdeal çocuklar olmamız isteniyordu. Hedefi aynı tutmak aynı anda o noktaya binlerce kurşun değil miydi? Ya o çok güvenilen hedef binlerce kurşunu kaldıramazsa? Yıkıntının altında kalacak bizler değil miydik? Toplumdaki genlerin yeni nesil genlere yapmak istediği şey bozulan kumandayı vurarak tamir etmek gibiydi ya da nasıl çalıştığını bilmediği makineye aptal programlar yükleyip, kurcalayıp, toptan yok etmesiydi. Bizler makine değiliz, ‘’en azından bu tarihte değiliz. ‘’ gelecek tarihte daha az kurcalanmak üzere! Adiós!
Sanrım! Seni sağ elimle yoklayacağım bugün Yeni mimler yakıştıracağım övünçlerime Şişmandım, ahdi bir ilmeğe sığdıramazdı maksadım O maksat ki kargatulumbadan semiz kürsülere -Volkan, kalk bakalım Dünyanın en doğusundaki il nedir? Iğdır olduğuna bir türlü inandıramamış, Yarın velin gelsin, demiştiniz. Ne yalan söyleyeyim muallim bey, Üstümde velayet denilen bir Hakk’a erişmedim. Varsın, bilindik cümleler kurulsun gıyabımda Çünkü Kaman cevizinden kapımıza ‘‘Lütfen daha az muaşeret’’ Yazabilmek için söktüm alfabeyi Ben diyorum Kâtip Bartleby! BEN! Aşikârın inatla öngörmediği delil Ne meteliğin Ne metheylediklerin ile mutedil İmla aranmaz imalar gibi Özlemişim, kibar çehremin altından Ağız dolusu BEN diyebilmeyi Zerre itimadım olmayaydı Ey konserve gülüşlü şehir! Elbet erinmiyor dirim, silince dendenlerini Ben: Öleceğim Ölüm, yoksa bir denden mi?
Gözlerinden akan iki damla Yıldız parçası Ve yüzünde yarım kalan Şiirler Meyhane efkarı kokan yüzün Kadehin son damlası gibi bitmez bu hüzün Kışın tanrının hediyesi sıcak bir Güneş gibi Tutturmuşsun dilinde bir şarkı Her şeyi ona bağlıyorsun, tanrı da Tanrı. İntihardan önceki son sigaran Hani nerede o beyaz adam? Birazdan gideceksin buralardan Seninle gelmeyecek olan bir akrep Bir de yelkovan Giderken çıkarma aklından Zencidir ölmeyecek Ve güneştir hiç batmayacak olan