Çemberi daraltan tehlikeleri de yakınına çeker. Yılın yeni oluşuna biçilen kılıflar yeni - den kaybedilecek benliklere atfedilen sinsi birer kaplamadır ve her yenilik güzelliğe tekabül etmez. Çünkü ummak, eylemsizliğin romantik biçimde ifade edilişinden doğan bir şakadır. Kanmak kanamaktır. Hatrımızı ele geçiren yüklerin altından yirminci defa merhaba.
Arka Kapak: Kemal Gökçay mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfanzin mevzularderin.com
Miskin bir uygarlığın bozuk son parçalarını da üzerimden atıyorum (Atamıyorum, miskini çizip uyuşuk yazın) Şatarabanın ölüsü kemanların elinde Seccadeler hallelujah bodrumlarda çürüyor Ve ben, en modern idemle, modernitede elini tutup öpüyorum Usulca öpüyorum ve kulağına fısıldıyorum ki Bak tarihin bu döneminde yeniden doğuyoruz seninle Kızımız Virgil'den dizeler okuyor Je t'aime bebeğim çünkü bu bir kültür savaşıdır Bombaların arasından Rinascimento Italiano doğmaz Şeriatla bir arada duran bozuk mideler hümanizma kusar ansızın Ama sakın "sen bunları nasıl bilebilirsin?" diye sorma bana Humeyni posteriyle dart oynadım ben yıllarca El Nusra'daki sakalların mücahit değil menenjit olduğunu gördüm İşte ondandır yılan gibi söküp attım ölü kimliğimi Louvre a en yakın bibliyotekte sabahladım değişmek için (Bibliyotek, atabiliyor muyum yoksa?) Sana "gözlerini aç" diyebilmek için yıllar verdim Gözlerini aç sevgilim Artık dedelerimizin mezar taşında postmodern şiirler okuyoruz Oğlumuz okulda Aristophanes oynuyor Mi amas vin bebeğim çünkü bir hayalimiz var Yarın sabah köle olarak uyanmayacağız Kuru kemiklerimiz için kuru ekmek atıp kahramancılık oynamayacaklar Gelişmek sonranın farkında olmaktır, Gelişmek edilgen çizgilerini kırıp yaratmayı bulmaktır sevgilim Bataklıktaki sinekleri görüyor musun? Şimdi gördüğün her şeyi unut Farklı bir coğrafya yarattığımızda kelebek olacağız
geçmişe gidip geldim değişen bir şey yoktu aslen ne farklı bir gelecek ne de yolundan sapmış bir zaman doğrusu aynı eksiklikler aynı silikonla ya da japon yapıştırıcısıyla dolduruluyor aynı kıraathane aynı ortalarla dolu kuşların kanatları köpeğin hırlaması babanın aşırıya kaçması ya da alışkanlıkların körelttiği dudak tiryakileri ben onlardan değilim ikinci katında bir azınlık mekanının masasında bir arkadaşım demişti uzun mesafe şoförü mavi gözlüm al yazmalım kamyoncusu sınır komşularına portakal taşır aksatmaz sadece portakal washington lark demişti, lark ben sadece bunu içebilirim sosyal sınıf ayrımı değil hayır, kalkma dur bi bu benden çıkıyor, kuyudan, yosunludur hafif ama iyidir yani kalkarken de ödetmiyor hesabı parayla al diyor kasaya özgür, 12 tane portakal. çıkınca da ayrılıyoruz bana da kabuğundan veriyor portakalın sana veremem hepsini, sen olmazsın diyor eyvallah at gözlüklerimi takıp nutuk ata ata yürüyorum sokakta başladığım yere doğru, tersten at gözlüğü mecazen değil, ben en çok arbedaşlıyı severdim bağ vardı aramızda
sürmezdim, köküme sülfür attılar, ama çok iyi bakardım ona, eksik etmezdim sevgimi o da bana sağ olsun, hep iyiydi fakat köşedeki simitçi değil. o da bendendi ama uzun kolluyu o daha önce giymişti benden oysa anlaşmıştık aynı vakitte giymeye beyazı toprağı bol olsun, çok samimi olmamak için yolumu uzatırdım helal olsun! o köşeyi dönünce de bir kız durdurdu beni gözleri yalanla yanıyor, kaşları kusursuz, saçları sarı ama boya vakti gelmiş anlaşılıyor kusura bakma iki lira bozuğun var mı diyip ekliyor otobüse bineceğim de bende de bozuk yok diyorum yirmi var, kağıt bozdur o zaman diyor ve şiddetli bir gülümsemeyle bitiriyor sırasını bana paslayınca hayırı alıyor gülümseme eklemeyi unutuyorum zaten iki liraya otobüs mü kaldı eskidendi o, geç aklıma geliyor. çıkış noktama dönünce iki lirayı alıyorum geri dönüp kıza parayı veriyorum sağ ol diyor ben de seni bekliyordum görüşürüz tatlım bir yalancıyı çok severim ben tamamen dürüstüm, kendimi tamamlanmış hissederim her zaman fakat senin tabanın düz, korkulur senden şiddetli gülüyor tekrar kolumu okşayıp ayrılıyor simitçinin ruhunu görüyorum giydiği bluzun arkasında ben en iyisi geri gidip geleyim değişen bir şeyler olur belki.
Yan odadan zevk ve ihtiras dolu çığlıklar yükseliyor, bir cinsel ilişkinin en ateşli evresindeler. O ambiyansı bir duvar ile ayıran diğer odada ise bekar bir adam yaşıyor. Gece kuşağı kanallarını izleyip mastürbasyonunu yaptıktan sonra huzurlu uykusuna dalmış olmalı ki ses yok. Batı tarafında 305 no'lu odada orta yaşlı bir adam uyuyor. Horlamalarını koridordan duyduğumuz bu adam Sri Lanka'dan gelmiş. Akşam yemeğinde iki dakika konuştuğumuzda bana İslamiyet hakkındaki görüşlerini söylemişti. Bense böylesine çağdaş düşüncelerden etkilenip belki hemşehri çıkarız umuduyla memleket nere diye sormuştum. Sri Lanka cevabını aldığımda mesleğini de sordum. Bir bankacı için fazla paspal biriydi. Milyon dolarlarla oynadığını sanıyorum veya Sri Lanka'nın tüm gelirinin ona ait olduğunu. Ben de Myanmar’a gitmiştim bir kez, edebi tahlillerde bulunma bahanesiyle. Bağlı olduğum üniversite karşılamıştı masrafları. Pek sorgulamamışlardı. Zevk ve ihtiras çığlıkları yerini nefret ve hakaret dolu sözlere bırakınca daha da dikkatli dinlemeye başladım yan tarafı. İnsanların cinsel ilişkilerine tanık olmak hoşuma gidiyordu. Onları en saf ve en hayvani halleriyle görmek, tasavvur etmek veya dinlemek beni mest ediyordu adeta. İçimin rahatladığını hissediyordum. Bu odada kalırken de yan tarafı dinlemek benim için bir ritüel idi, aynı iki yan odadaki bekarın yatmadan önce yaptığı aktivitesi gibi. Bir zamanlar ben de bekardım. Sonra üniversiteye hazırlandığım yıllarda bir kızla tanıştım. Bütün hayatımı ona ayırdım, üniversiteyi kazanamadım, ondan ayrıldım. Sonraki yıl üniversiteyi kazandım. Oradan biriyle tanıştım ve onunla evlendim. Bir kız çocuğum oldu, adını önceden belirlediğim üzere Rozerin koymuştum. Buna on yedi yaşındayken karar vermiştim. Rozerin Aksu'nun hikâyesini de o zamanlar öğrenmiştim çünkü. Her sabah aynı acıya uyanıyordum o günler. İzmir'de yaşıyordum ve ülkedeki çoğu yerden iyiydi. Farklı görüşlere kısmen daha çok saygı gösteriliyordu, seçimlerde muhalifler çalışma yapmasa bile yüksek oy alıyordu. Üniversiteyi kazanıp Eskişehir’e gittiğimde beş gün içinde oraya alıştım. Kırmızı ve Siyah ön adlı otobüsler bana yabancı gelmedi hiç. Şimdiyse hala Eskişehirdeyim, ama karımla kavgalıyız. Ben de o yüzden bu çevredeki en köhne pansiyonda kalıyorum. Eğer yanda ağlayışlarına şahit olduğum kadın Serpil değilse, odanın sahibi bir hayli zararlı çıkacak bu geceden. Ve artık bitiriyorlar sanırım, benim de ilgilenebileceğim bir şey kalmadı. Sabah olunca kahvaltıya indim, indim dediğime bakmayın, aşağı hole iniliyor burada kahvaltı için. İftar masası ayarında bir masa kuruluyor ve pansiyonun bütün ahalisi oturuyor masa başına. Yemekler yeniliyor sohbetler ediliyor ve herkes beraber kaldırıyor sofrayı. Ben iki gündür burada kalıyorum ve hiç yabancılık çekmiyorum. Sadece bankacının aksanına pek alışamadım hepsi bu. Yemekten sonra yukarı çıkıp işe gitmek için giyinip odamı kitleyip merdivenlere yöneldim. Arkamdan birisi bana seslendi, döndüm. Serpil'di. Serpil, benim üniversiteden arkadaşım. Okuduğu
bölümde iş bulamayınca başka yerlere yönelmek zorunda kaldı. İlk başta bir pavyonda çalışıyordu, sonraları barlara takılmaya başladı. Bu pansiyona düşmeden önce de şehrin en lüks restoranlarından birinde bulaşık yıkıyordu. Oradaki mazbut hayat onu kesmemiş, o da daha aksiyonlu olan bu işe yönelmişti. Ve şimdi karşımda duruyordu. Bana bir şey söylemesini bekliyordum. "Efendim Serpil?" "Nereye gidiyorsun?" "İşe" "Üniversiteye mi?" "Evet" "Beni de götürür müsün?" "Olur" Fazla üstelemedim. Serpildi bu, benim tüm hayatımda gördüğüm şeyleri sadece son iki günde görmüştü. Eğer dün yan odadaki oysa, benim görmediklerimi de görmüştü. O an kendimden utandım işte. Ha yok, arkadaşımı bu hallerde düşündüğüm için değil, o inleme seslerinden arkadaşımı ayırt edemediğim için. Bir de Asuman vardı, bu ikisi beraber takılırlardı. Sonradan bazı muhabbetler olmuş, Asuman çok sık maddeye takılırdı, bir gün polis bulmuş cesedini, annesi hiç umursamamıştı. Babası zaten yoktu. Asumanın annesi, uyuşturucu kullanıp orospuluk yapan kendi kızındansa uyuşturucu kullanmayıp orospuluk yapan Serpil'i daha çok seviyordu. Asuman konuştuğunda "Sus, orospu!" diye bağırıp tokadı basarken, Serpil konuştuğunda ona "Kızım" diye hitap ediyordu. Bunların hepsini Serpil'i beklerken düşündüm. Serpil indiğinde havadan sudan konuştuk, zaten okula kısaydı yol. Personel otoparkına girip arabamı bıraktım. Serpil'in inmeye pek niyeti yoktu. "İnmeyecek misin Serpil?" "İneceğim." "İn de arabayı kapatayım kızım" "Tamam iniyorum" O indiğinde zannediyorum kantindeki dayı da tostları makineye yeni basmıştı. Tüm blok mis gibi sucuk kaşar kokarken Serpil'in koluna girmiş, onu yürütmeye çalışıyordum. Resmen ayakları geri geri gidiyordu. Neden okula gelmek istediğini anlamamıştım. Kantine götürüp oturttum onu, oradaki dayıya da tembihledim çıkmasın diye. Birkaç işimi hallettim, sonra kantine gelip Serpil'in karşısına oturdum. "Neden böyle oldun, iyi misin?" "Hayır, hiç iyi değilim. Yaşadığım bütün olayların sebebi bu siktiğimin okulunu seçmem mi yani?" "Hayır, böyle düşünme. Yaşadığın bütün olayların sorumlusu sensin, kendin. Bu okul kimseyi hayat kadını yapmak için açılmadı." "Neden bu kadar sert konuşuyorsun, ben sana ne yaptım?" "Sen bana bir şey yapmadın kızım, sen kendi hayatını siktin attın. Senin olduğun lağım çukurunda kalıyor olmam da benim hayatımın boka sarıyor olduğunun göstergesi."
"Eskiden böyle kırıcı değildin" "Ben eskiden de gerçekleri söylüyordum, demek ki gerçekler canını acıtmıyormuş o zamanlar" Bu cümleden sonra sustum. Üstüne çok gittiğimi fark ettim. Başını öne eğdi. Serçe ve baş hariç üç parmağımla çenesine temas edip, başparmağımla yanağını okşadım. "İyi misin?" "Beni geri götürür müsün?" "Hadi, gel" Pansiyona geri döndük. Akşam yemeği için sofra kurulmuştu. Patrona selam çakıp bankacının yanındaki yerime kuruldum. İşleri iyi gitmişti herhalde ki masayı donatmıştı bugün. Her zaman içtiğimiz ve yetmişliğine kırk beş lira verdiğimiz rakıdan farklı bir rakı vardı sofrada. Sırtını sıvazladım, içkiler için teşekkür ettim. Bir gün toplantılarından birinde bulunmak istediğimi söyledim ona. Ertesi gün için sözleştik. Serpil ise arada kaçamak bakışlar atıyordu bana. Gözleriyle iki yan odada kalan bekarı işaret ediyordu. Anlam veremedim. Daha doğrusu mevzuyu anladım ama Serpil'e yakıştıramadım. Daha da doğrusu Serpil'e de yakıştırdım ama bunu kendime itiraf ederken epey zorlandım. Yemekten sonra odalarımıza çekildik. Yan odada herhangi bir hareket yoktu. Bankacı house tarzı müziklerle büyük ihtimal esrar kullanıyordu. Sorgulamadım. Ahlak bekçisi değildim. Altı üstü bir üniversitede araştırma görevlisiydim. Bir fahişenin bu sabah üniversiteye girmesi suçundan suçluydum. Beraatim olanaksızdı. Rektörün kulağına gitse neler derdi? Büyük ihtimal yatmak isterdi o kızla. Ama bunu üstü kapalı bir şekilde söylerdi. Çünkü aldıkları üst terbiye bu işe yarardı. Yani bir sikime yaramazdı bu kademedeki adamların aldıkları eğitim. İşleri güçleri uçkurları ve seks kasetleri idi. Kim kiminle yatmış, kim çocuğunu aldırmış bunlar konuşuluyordu galiba toplantılarında. Üniversitenin ilerleyemeyişi bu yüzden olmalıydı. Bankacı ise müziğin bokunu çıkarmıştı. Odamın kapısını açıp ona doğru yönelecektim ki koridorda bir kapının uzantısını gördüm. Bu, iki yan odamın açık olduğu anlamına geliyordu. Hemen oraya yöneldim. İçeride iyi bir dövüş vardı. Ama seyredemedim. Midem kaldırmadı. En yakın arkadaşlarımdan birinin nakavt olmak üzere olduğu bir dövüşe müdahale etmeden duramazdım. Rakibine bir sol kroşe çakıp Serpil'i ringden aldım. Ve o gece benim odamda o yattı, bense dışarıda bir banka kıvrıldım. Sonraki gün gitmedim. Daha sonraki gün de gitmeyecektim pansiyona. Karıma da hiç yazmamıştım, kızımı da ne zamandır görmüyordum. Kızımı aramayı tasarlarken okulda olduğunu fark ettim. Tam o esnada kapım çaldı, bir adam girdi. Adam tanıdıktı, iki oda yandaki bekar gelmişti. Odamda yrd. doç. vardı, bir makale üzerine konuşuyorduk. Adam girdiğinde çıkayım mı dedi yrd. doç., gerek olmadığını söyledim. "Dün geceki kızın hak ettiği bu, iletirsin diye getirdim." deyip paraları masanın üstüne bıraktı. Gözümle üç yüz saydım orada. Ama bu densizlikti. Serpil o kadar pahalı mı diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Ayağa kalkıp adamın yüzüne baktım. Sonrasında da kafayı koydum suratının ortasına. Bir daha hiçbir orospuyu göremesin istedim. Aklında hep Serpil kalsın, aynaya her baktığında hiçbir şey göremesin ve Serpili hiç unutamasın istedim. Yere düşmüştü. Kaldırdım, bir daha vurdum. Yrd. Doç. sandalyesinden kalkıp kollarımdan tuttu beni. Bayılmışım.
Çürümüş beynimin işlevsiz kılcalları tek seferde yüzlerce satır kusan kemik kaplı şu elimi yönetiyorlar. Kırılmış sandalye ayakları umutsuzca kavuşmaya çalışırlarken gövdelerine, kan rengi göz bebeklerimden tek tek çıkıp da toplu şekilde hücum eden keskin bakışlarım havayı delerek sonsuz çizikler atıyorlar son çırpınışlarına ayakların. Hükmüm havada küflü bir kokuyla yayılırken odaya, çaresizce kapatıyorum beynimin şartellerini. Düşünmek eylemime sonsuz bir mühür en olaysız dağıtılanından. Hükmüm geçersiz, aklım yetkin değildir diyorum soranlara. Bitkisel latifelerle var oluşa karşı tutunuyorum betondan duvarlara. Gözlerim derinden bir yazma özlemiyle dikiliyorlar kâğıt başlarına ve her bir kırpışım onları, bir heceye can veriyor anında. Sonrası sessizlik ve bir kâğıdın daha kirlenişi. Oysa tek derdi toprağa tutunmak olan bu kâğıt, şimdi üstünde evrenin en sorunlu yaratığının boşalttığı bir nefreti taşıyor ve taşıyacak nesilden nesile. Derin bir nefesin elçisiyken kaplandığı bu çirkin görev nefes darlığı yaratan bir soruna dönüşüyor; düşünmek. Ve ben, her bir satırında dişlerimi sıktığım bu lanetli huyumun yansımasından bir adım dahi uzağa gidemiyorum. Var oluşum ve yok oluşum arasında ellerim kenetleniyor akşamlardan kalma kirli bıçaklarda. Yaşamaya meyilleniyorum açıkça. Yaşamaya meyilim yazdığım bir cümlenin özü kadar kuvvetli fakat az önce kırılan şu sandalye kadar onursuz değil yarı yolda bırakacak kadar beni. Hayatımı bağladığım pamuktan iplikler, şimdi üstümde bir kazaklar ve sıkıca sarıyorlar hayata beni. Ben, şu halimle, şu kenarları kırılmış koltuktaki umursamaz oturuşumla bugün yokum ve yarınım meçhul. Oysa gençliğimin ilk serzenişlerinde hayatın güzelliği barikatlar kurar, yıldırıcı darbeler atardı vücuduma. Hayat güzeldi düşünmeyene ve umursamayana. Hayatın güzelliğini tadan bir insan yeltenebilir miydi tek bir oturuşta sayfalarca kâğıdın namusuna leke sürmeye? Nasılsa hayat güzeldi ve yaşamak tek kelimeydi, sayfalara ihtiyaç yoktu. Yaşamak somut bir oksijen kaynağıyken düşünmek, olası bir zararlı maddenin keyifle vücuda yayılmasıydı. Olaysızca dağıtılan gösterilerin ardında bıraktığı cadde kirlilikleriydi düşünmek. İdeolojik olarak hiçlere oynayan bir beynin en derin silahlarla vurulması kadar anti-demokratikti. Hayata karşı tek duruşunun, öldüğü gün ardında yazılı birkaç sayfadan ibaret olduğu düşünülünce, insanın, yaşamında suçlanmak ne kadar acı ve mantık aranmayasıcaydı. Bu ki insanlık için büyük bir düşüştü.
Gergin bir zincirin hemen hemen ortalarında bütünüyle yerleşmiş, dikenlerle kaplıymışçasına bir kabuk. Ve yaşadığım şu ana dek Buna benzediğini bildiğim varlık olarak: Deniz kestanesi Fakat burada ardında gizli bir güzellik bulamıyorum Gülün dikeni yahut güzelliğin zırhı yalanı bitti! Öylesine zırh, Sadece parçalamaya çalışan. Bu hırçın halkanın tam içine yerleşmiş-im/iz Sanki kozamın içindeyim, Gözlerimi burada açtım, ötesini bilmiyorum Dünyam, benim dünyam! Gerginliğinden bir haber Fakat inanın başka hangi madde dayanır böylesine -Bir ihtimal: Kâinatı kapladığına inanılan ince madde.İncelmeyi beklemeden, Müsaade istemeden kopardı, Gerginliğini kusarcasına damağıma çarpar Lime lime ederdi Kendimle tanışmama o da böyle yardım ederdi Kan-ın-ın ta-dı-nı öğren. Bütünüyle beni kavrayan zincir damağımdan parçalamaya başladı. Neden? Kelimelerim gerginliğini zedeliyor, Benim dünyam, benim zincirlerim Kendi parça parça olmadan önce susmamı istedi. Derimden daha yakınken ağzımın içine girdi, tüküremedim, Tükürdükçe üredi. Ben, üzerime dikilmiş bu dünyayı, Nasıl E5 karayolunda fark ettim Nasıl tanıştım üzerimdeki bu eşeff, görünmezliğin ötesindeki bu zarla. Sanıyorum ki birbirini takip edenler, Gün, mevsim ve zaman epeydir anlatıyordu. Bir ihtimal olarak; Her gün mekik dokuduğum asfaltta, Kulağımdaki *nocturne* fısıldadı.
Eski Muğla Çarşısı’nda bir barda oturuyordum. Birinci birayı dikmiş, ikincisini söyleyecekken, yerde bir broşür gördüm. Üzerinde büyük harflerle, “ARKADAŞ ARIYORUM, ÇOK YALNIZIM!” yazıyordu. Altında telefon numarası, onun da altında küçük bir dipnot: “Filmlerden, tiyatrodan ve müzikten sohbet edebiliriz. Kesinlikle eşcinsel değilim.” Kısa bir süre düşündükten sonra vazgeçtim, barmenden birayı tazelemesini isteyip babamı aradım: “Bir buçuk saat oldu, seni bekliyorum, neredesin?” “Daha Ankara’dayım, çok kötü sis var,” dedi. “Bu saatten sonra gelsem de hemen dönemeyiz.” “Bavulum hazır, evi teslim ettim, seni bekliyorum.” “Sen bu gecelik bir arkadaşında kal, sabah hava toparlayınca yola devam edeceğim ben.” Telefonu suratıma kapattı. Masaya sert bir yumruk attım. Sinirimden deliye dönmüştüm. Neyse ki arka masada uyuyup kalan ihtiyar dışında kimse yoktu. Barmen dışarıda sigara içiyor, yağmurla beraber cama çarpan sert rüzgâr müziğin sesini bastırıyordu. Okuldan bir iki arkadaşımı aradım, açmadılar telefonu. Sonra gözüm yine yerdeki broşüre takıldı. Bunları yazan bir adamın ne kadar zavallı ve aciz bir durumda olabileceğini düşündüm. Adama acımaya başladım. Ardından yüzünü tahmin etmeye çalıştım; götlü göbekli, dazlak ve kıllı bir adam geliyordu gözümün önüne. Kendimi tutamayıp bir kahkaha patlattım. Üçüncü birayı söyleyip söylememek arasında gidip gelirken bir anda adamı aramaya karar verdim. Ne kadar korkunç olabilirdi ki? Elimde koca bir valizle bar taburesine yaslanmış, kafayı çekiyordum, ben daha korkunç bir durumdaydım. Üstelik bu adamın çok hassas ve ince biri olduğunu düşünmeye başlamıştım, mesajın sonunda eşcinsel olmadığını belirtmesi bana fazlasıyla samimi gelmişti. Cinsel kimliğinin bir önemi yoktu neticede. Ama naif bir tavırla bunu belirtme gereği duymuştu. Tüm bunlar bir kenara, tek başına içmemek ve biraz muhabbet etmek ve rahat bir yatakta geceyi geçirmek de işin cabasıydı. Daha fazla düşünmek istemedim ve numarayı tuşladım. “Alo, iyi geceler.” “İyi geceler,” dedi telefondaki ses. Bu bir kadın sesiydi ve oldukça karizmatik geliyordu. “Ben broşürdeki ilan için aramıştım, ama…” “Aa, öyle mi, nasılsınız?” “İyiyim, teşekkür ederim,” dedim. “Ben bir erkek ile konuşmayı bekliyordum, şaşırdım şu anda.” Çok yüksek bir kahkaha patlattı ve gülerken konuşmaya devam etti. “Erkek olduğumu da nereden çıkardınız?” “Eşcinsel değilim, yazıyordu?” “Evet,” dedi. “Çünkü eşcinsel değilim.” Birkaç saniye sessizlik oldu. İkna edici bir tavırla, “eskort da değilim,” dedi. “Yalnızca arkadaş arıyorum. İlanda belirttiğim gibi yani.” “Ben de bu geceyi geçirebileceğim bir ev arıyordum. Yarın sabah erkenden Çanakkale’ye döneceğim.” “Benim için sorun olmaz.” “Geliyorum öyleyse.” Tezgâhın üstündeki tükenmez kalemi alıp bana verdiği adresi koluma yazdım. Tezgâhın üzerine iki bira parası bırakıp bardan çıktım. Şiddetli bir yağmur vardı, elimde valizle bu yağmurda Düğerek’e kadar gitmem oldukça zor görünüyordu, mecburen taksiye bindim. Kolumdaki adresi şoföre okudum, on dakika sonra apartmandan içeri girdim. Asansörü yoktu, üçüncü kata kadar valizi sırtlayıp ağır ağır tırmandım. Ben zili çalmadan kapıyı açtı.
“Beklediğimden önce geldin,” dedi. Saçları ve dudakları kızıl, üzerindekiler simsiyahtı. Olgun ve alımlı bir kadına benziyordu. Şarap içip sinemadan, müzikten, resimden, edebiyattan ve daha birçok konudan konuştuk. Sait Faik ve Gabriel Garcia Marquez kitapları ve Miles David plaklarıyla dolu bir rafı vardı, duvara konser ve film afişleri yapıştırmıştı. En sevdiği yazar Georg Büchner’di, yaşasaydı daha pek çok oyun yazacaktı ama yirmi üç yaşında vereme kurban gitmişti. Anlatırken neredeyse gözleri dolmuştu. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi kitaplığına gitti, aralardan tozlu bir kitap çıkarıp yanıma geldi. “Didem Madak,” dedi. “Sever misin?” Bir şey demedim. “Öyle oluyor bazan,” dedi. “Yaşarken bilmiyorlar kıymetini. İyi ki geldin bu gece!” Gülümsedim. O da gülümsedi. Yaşı benden büyüktü, her ne kadar kafam güzel olsa da bunu suratındaki kırışıklıklardan kolaylıkla anlayabiliyordum. Ama çok güzeldi. Bu kadının neden bu kadar yalnız olduğunu aklım almıyordu. Kitabı alıp rafa koymak üzere tekrar ayağa kalktı, bu sırada Ahlar Ağacı’nı okudu. Ezberden. Boşalan bardaklara şarap döküp tekrar yanıma oturdu. “Konu madem ölülerden açıldı,” dedim. “Dedem öldü bu sabah. Yarın köye, cenazeye gideceğim.” Suratıma baktı, bir şey demedi, eliyle yanaklarımı okşadı, sonra bacağıma uzandı. İkimiz de çok sarhoştuk ve eminim çok komik görünüyorduk. “Okuyor musun?” diye sordu sigarasını yakarken. “Hayır,” dedim. “Peki ne yapıyorsun?” “Yazarım ben.” “Sahi mi? Ne tür şeyler yazıyorsun?” “Öykü yazıyorum genellikle.” “Öyleyse bu geceyi de yazacaksın, değil mi?” “Büyük ihtimalle.” “Şunu da yaz o zaman: Bugün bir kadınla tanıştım. O kadının intiharını erteledim ve ona arkadaşlık ettim.” “Sonra?” “Sonra onunla sabaha kadar seviştim.” Öğleye doğru babamdan gelen mesaj sesine uyandım, şehre varmak üzereydi. Başımı döndüğümde güler yüzlü bir şekilde uyuyordu, sol memesi yorganın üstünden fırlamıştı. Üstümü değiştirdikten sonra pespembe meme ucundan öpüp evden ayrıldım. Ne ben ona ismini sormuştum ne de o söylemişti.
Refakatçi saatlerin uzayan tıngırtısı Döverek büyütür gecenin sarhoşluğunu Oluşur kafamda asfalta yapışmış kedi leşleri ya da ayrılığın sinematografik tasviri Buğulu ya da büyülü Uyanırım Uyanmanın görgüsünü bile silerek hafızamda Uyanırım Hala ölmediğimin kanıtıdır bu yalnızca Uyanıkken, Boş odaların açık duran kapılarının yarattığı rüzgârdayken, Rüzgârken, döndürmeye çalışırken kendince pek muhterem olmayan bir hayatın panellerini Belki de sırf yaşadığımı kanıtlamak için ölümü ararken Ve tişörtümde bastırılmış kavimlerin kızlık lekesinin ağırlığını hissederken Yani çökmüşken, yirmi bir yüzyıl pisliği ağzımda gevelerken, kurtulmaya çalışırken genetiğin lanetli kederinden Başkaları Ordularla ilerler ülke menfaatleri adına Başkaları Bir tokat patlatır arabasına aldığı travestinin yüzüne Herkes kabullenmiştir en yakınında olduğunun intihar tamamlayıcılığının Herkes emin adımlarla ilerler her şeye rağmen hedefine Kimi bilir cebinde taşıdığı cinayet aletinin kendi sonunu da getireceğini Ama kabullenemez geçmişe fırlatmayı Kimi övünüyor bu sevgisiz leş çukuruna her gün kattığı hacimlerle Bu yüzden, bu yüzden, işte tam da bu yüzden Her sabah uyanırım yalnızca ölmediğimin kanıtı olarak Ve ararım ölümü uyanıkken
Agujetas’a Bu çoğu zaman böyledir, şehrin denize bakmayan kıyısının sokaklarını âşıkların, sarhoşların ve uykusuzların parlayan gözleri aydınlatır. Bu sokakların birinde tahta pencereli taş evleri, egzoz borusundan yağ damlayan arabaları, eskimiş kaldırım taşlarını sarıp sarmalayan iki koku vardır: sabahları akasya, akşamları anason kokusu. Bu sokakta geçip giden sabahların ve akşamların en belirgin, belki de tek farkı budur. Ancak bu sokakta eksik olmayan tek şey gürültüdür. Sabahları zorla giyindirilip anneleri tarafından okula gönderilen haşarı çocuklar birbirlerini görünce uyanırlar. Okul yolunda evlerin zillerine basıp çığlıklar içinde koşturarak bozarlar uykunun sessizliğini. Daha sonra ihtiyar adamların çocuklara sövgüleri katılır bu sessizlik bozma oyununa. Kadınların kocaları yiyecek iki lokma bayat ekmeği bulduktan sonra Manuel’in kahvesine inip o günün ölecekleri gün olup olmadığını görmek için beklerler. Bu bekleyiş elbet sessizce sürmez. Kumar taşlarının şakırtısı ve her kaybedişe yakışan yüksek sesli küfürler eşlik eder bu bitmeyen bekleyişe. Akasya kokusu hala duyuluyorken bu gürültüye sadece seyyar satıcıların bağırışları uğramaz. Gökyüzünün kızıllaşıp kararmaya durduğu saatlerde yerlerini değiş tokuş etmeye başlar anason ve akasya kokusu. Sessizlik bozma oyununun eli, genç kızlardadır bu sefer. Kapı önlerindeki yahut pencereler arasındaki kahkahalar birilerine duyurulmak isteniyordur. Annelerin azarları yüz hatları yeni yeni keskinleşen, uzun saçların artık farklı bir eda katmaya başladığı kızları gerisingeri evlerine döndürür. Bu bitmez oyuna haftada yalnızca bir kere ara verilir. Yaşlısından gencine herkesin kabul ettiği bir kuraldır bu. Cumartesi akşamları kadınlar ve erkekler sokağın lokantasında toplanır, gözlerini kapıya dikerler. Dokuzu on geçe Antonio görünür lokantanın kapısında, sırtında gitarıyla. Gürültücüler heyecanla onu beklerler; genç kızlar kapılarda göz süzerek, kadınlar çocukları zapt ederek, erkekler sangria tüketerek. Antonio gelir ve kurulur ortasına lokantanın. Yerde gıcırdayan tahtanın üzerine asla basmadan iskemlesine oturur. Kıvırcık siyah saçlarının dibinden şakaklarına parlak ter damlaları dökülür. Gitarında daha önce duyulmamış ezgiler, Antonio’nun esmer kalbinden yolculuğa çıkar ve maharetli parmaklarının uçlarından tellere nüfuz eder. Tellere dokunan her sert vuruşta parmaklarındaki deriler ayaklarının dibine parçalanmış gül yaprakları olup dökülür. Paslı sesiyle bazen bir İspanyol’un bile anlamlarına aşina olmadığı kelimelerden şarkılar uydurur. Kadınların, adamların, ihtiyarların ve çocukların kulaklarında bir kurşun gibi patlar. Bazen sabahlara kadar süren bu ezgilere gece boyunca adamların alkışları, kadınların topuk sesleri karışır. Şehrin kıyısındaki sokağın, yaşamın kıyısındaki sakinleridir buradaki insanlar. Sefaletin ve ötekinin insanları. Öyküleri bu kadardır, isyanın ve acının bestelerini dökerler ellerinden ve ayaklarından hepi topu. Şehrin bir tek akasya kokan sokağı yabancı değildir onlara, geri kalanı ise garipser ve alışamaz bu insanların öfke ve tutkularına. Böyle doğmuştur Antonio’nun ezgileri ve kadınların topuk sesleri.
''''ب ود سال ه چ ند م گر شراب آن ی ار ت ری ن ی گان ه ای ی ار ای [ey yâr ey biricik yâr o şarap kaç yıllıktı? (Furûğ Ferruhzâd)] bilmek istemiyorum artık gösterme. sevmek istediğimde tektim. isyanda tek. tetiği çektim. hızlı peş peşe açık rastgele. sözlerinin arasına çıplak girdim. bunu ve başka hiç bir şeyi öğrenmedim. ben öğrenmem. inanırım. cinayeti görmedim. çıplak olur eylemlerim. tüm elbiselerim şeffaf tenimi gösterir. raskolnikov okulu bitirip işe başlar şeytan iş verir ona ben balta patronlar parasını vermez. her buda'nın içinde bir kadın nar toplar görüyor musun her çantamda biri nobel heykelini dinamitliyor. her odada tûr dağını görüyorum. her evden çıkarken mikail'i. her fotoğrafta ihaneti. ben de eskiden melektim. çoooook kanatlarım vardı. mağra duvarlarına kıtmîri çizerken tüm kanatlarım yandı. ben yana yana negro oldum senin sadece cesetin yanıyor samiri!!! melek de olsam şairdim ve şair hikaye anlatmaz rastgele ateş eder. her namlu sana döner. sona gelindiğinde. sona gelenlerin üzerlerine ateş açtım, rastgele. isyanda ateistim. isyanda tek. sevmek istediğimde çatlardı atlar. sevmek istediğimde baş ucumda taşeron bir sehpa. başucumda biseksüel bir akbaba. sevmek istediğimde tetiği çektim. dökülen yaprakları süpürmek zor. simurgun kara kutusuna ulaştım hava taşıyamadı sesleri düştüler kulaklara ulaşamadan eksi sonsuza. kot kumlaya kumlaya. ağır ağır ağır düşüyor bir yaprak daha. dün düşer mi köle bir günün tanıklığıyla? inanayım mı sonsuza yarınım cehennem de olsa? dökülen yaprakları süpürmek zor inanayım mı rüzgâra?
etraf metaforlar ve aforizmalarla kuşatılmışken içine doğulan dilde öğrenilegelinen kelimelerin anlamlarının tekabül ettiği imgeleri karşılayamadığının acı keşfi ile başlayan yetersizlik, korkunun ham maddesidir. hayal gücünün hayal dışı işleviyle tanışmanın üzücü yanı ise, tatminsizlik illetiyle yaşama devam edecek olmanın farkına varmaktır. ortalama zihinlerin olan’dan öte olabilecek’i, olması istenen’i ve reddedilen’i de savunulabileceğini görmesi, yıllardır itaat etmek haricinde herhangi bir öz yaratım sürecine dair eylem ereğinde bulunmadan öylece devinip durmuş, adeta paslı bir makineyi andıran yapıları bir anda dipsiz olasılıklar silsilesinin merkezine çarpmaya itiyor. oturduğu yerden kalkıp da, kırılmamak için eğilmektense dik durmayı yeğlemeyenler; yollarını ve kapılarını kendi elleriyle açmak üzere sevgili uzuvlarını kire, çığlığa, kana ve pasa bulamayı göze almadığı sürece şehvet odalarının kapıları cereyan yapmaya devam edecektir ve onlar, bu cereyanın orta yerinde telaşlı, terli ve geç kalmış bedenleriyle “hasta” adıyla çağrılmaya boyun eğerek gömülmeyi bekleyeceklerdir. çünkü ayağa kalkmak, adab-ı muaşeret kurallarında saygı duyuş ile özdeşleştiriliyorken basmakalıp düzenin dogmatik yaşam formları için büyük bir tehlike teşkil etmektedir.
üzerine örtüldüm teneşirlerin ve İblisler yaraşamaz daha gürültülü, daha kendimden emin Bâb-ı âli’de cellât oluşuma. açıkladım nasıl biri olduğumu Sallanmakta geçirdiğim sıtmalar bizdik çünkü dikenle tebelleş yüzlerin Nasibini tetanozda bulan salıncaklarda, içindekini müsaade almadan deşen haydutlar. O salıncak ki yakılacak “son saat” vaktinde, bendim çünkü chopin'i unuttuğumda deliren O kızılderili baltası ki en güzel cümlemi sona saklarken Eski dostudur yaraların. sondan önce külü yaratan, sahipsizi Ruhum sahte değil; inşa eden, bendim. Ruhum harpte! put şuydu: döktüm o külü morglara döktüm, kuma benzedi hepsi İşlerini aksatmamış memurlar külttü ve rab'tı benim için bir müddet sinema Yazdırır semirmenin güncesini. tam on sekiz şehirde bankların arasından yürüdüm Tıraşı yarım kalmış vertigolular, urgan dedim içimden, o ütülü elbisem Öğüt verir dışımda suratların her birine chopin'di Saygının kusur olmadığı başaklarda. hatırlattığım. deşerek, deşmek, deştim. Benim üzerime düşen, bu - bilmiyorum hangi anlama geldi Bodrum katında sara krizleri, yağmurda dökülüşünü ayıklamak gerekti kirin Lahey’de yargılanmak. ur vardı, büyüdü, ayıkladım notalarıyla hücreyi philip morris ne kutsal kaldı yıllarca babam için ve benim için. açıkladığım benden geriye yalnızca soğuk bir ceketin kalacağının o inanılmaz hüsranı, işte, bu beni yaşatmayacaktı elbet benden sonra dikilmiş her küfrün içinde
gökyüzünü giydin üzerine dayanabildik biz insanlar buna
Benken katlin ta kendisi, Kurtarma çabalarım geçersiz. Geçersizdir ışığı arayışım Âmâ bir dev iken, Geçersizdir kara defterde af dilekçeleri. Sürterken kayalıklara yumruğumu, Çekip ısırdığım acım değil; öfkemdir. Yaralar törpülemez yumruğumu. Bilerken dişlerimle öfkemi, Vurduğum; kendimdir.
denebilirdi elbette kir olmasaydı yahut suratlar hatırlanmayacak olmanın albısa dönüşünü uyurken de düşlemeyebilirdim çocukken. ete bürünmek ve taşmak oldu hata güzel mimariydi aslında bu, işlendikçe iz bırakabilirdim yaşama, bir ailenin dip tarafında aktivist ya da kapının önünde sayıklayan sosyolog ama asla bir insan değil güzel mimariydi fakat gözlerimiz bunu mu anlatmıştı bizim? birden, korktum çok tuhaf karlar düştü izinsizdim camın kirini izlerken tanıdım kıstasları kurumuydu bu çocukluğumun.
Ben, bir insanım ve otuz altı yaşındayım. İki tane oğlum var. Evliyim ama kocam varla yok arası. Yani sadece yüzüklerimiz, çocuklarımız ve aile cüzdanımız bizim evli olduğumuzun kanıtı. Ki ikimiz de evliliğin kanıtlanmak için olmadığını düşünüyoruz. Bu yüzden ayrı yaşıyoruz. On iki yıl önce ikimiz de aile baskısından kurtulmak için evlendik. Ben “Evde kaldın!” diyerek halay çeken dillerden; o da “Artık kocaman adam oldun. Çoluk çocuğa karış!” diyen bıyıklı ve kocaman babasından kurtulabilmek için… Evlendiğimizin ilk gününden beri ayrı evlerde yaşıyoruz. Çocuklar nasıl oldu diyeceksiniz, bilim sağ olsun. Onun bir tane spermi benim bir tane yumurtamı insan kasaplarının çalışma tezgâhında dölleyerek bir ikiz dünyaya getirdi. Tabii bundan ailemizin haberi yok. Onlar o işi yaptığımızı zannediyorlar. Yapıyoruz ama birbirimizle değil.
konuştum. Ama o, böyle bir şeyi kendisinin öğretmediğini söyledi. (Gerçi böyle bir şeyin öğretmenliğini bildiğim kadarıyla kimse yapmıyor. Ama tabii bu sadece benim araya sızdırdığım bir laf.) Ben de üstelemedim. Unuttum ama birkaç saat sonra Mehmet “Küllük istiyorum!” diye ağlamaya başladı. Ben de mecburen bir küllük aldım. Sonra da eline verdim. Reklamlardan falan görmüştür diye düşündüm. Çocuk sonuçta, her şeyi istiyor. Aradan birkaç gün geçti. Bu sefer de Ali benden bir uçurtma istedi. Gayet normal bir durumdur bir çocuğun uçurtma istemesi. Ben de ona bir uçurtma aldım. Ama o uçurtmayı eline alabilmek için bir küllüğe ihtiyacı olduğunu söyledi. Sonra da ağlamaya başladı. Ben de gidip mecburen aldım. Çocuk sonuçta saçmalıyordur dedim.
Kocam zengin. İktidardaki partinin milletvekillerinden biri. Çok kazanıyor. O yüzden böyle bir şey yaparken maddi bakımdan hiç sıkıntı çekmedik. Çocuklar da henüz büyük değil. Yani neden ayrı evlerde yaşadığımızı sorgulayacak kadar büyük değiller. Ki sorguladıkları zaman ayrılıp bütün aileye bunu duyurmayı düşünüyoruz. Ayrıca çocuklar haftanın dört günü onda üç günü de bende kalıyorlar. Bende daha az kalıyorlar. Çünkü sevgilimle beraber yaşıyorum. Aslında kocamın da sevgilisi var. Ama aynı evde yaşamıyorlar. Oğullarımın ikisi de üç yaşında. Adları: Ali ve Mehmet. Çok fındıklar. Baya tatlılar. İnsan onları görünce hemen öpüp sevmek istiyor. Onlar benden ne isteseler hemen sorgusuz sualsiz yapıyorum. Ama geçen hafta yapmadım. Anlatayım.
Birkaç gün daha geçti. Bu sefer de Mehmet benden süt istedi. Ben de yine gidip aldım tabii. Ama sütü içebilmek için uçurtmaya ve küllüğe ihtiyacının olduğunu söyleyip ağlamaya başladı. Ben de dayanamadım ve bir çocuğun bu kadar saçmalamasının imkânsız olabileceğini düşündüm. Bu yüzden çocuklarımı sıkıştırdım. Ama cevap gelmedi. Okulda hocalarıyla falan konuştum ama her şey normal dediler. Kocama anlattım. O da onların çocuk olduğunu ve bu yüzden saçmaladıklarını söyledi. Son olarak çocuklarımı odalarında uçurtmaların üzerinde oturup, içi süt dolu küllüklerden süt içtiklerine şahit oldum. Şaşırdım. (Tabii ki fazlasını yine yapmak istedim.) Ama onlar gayet olması gereken bir şeymiş gibi sakin davranıyorlardı. Ben de bu durumu çözmek için çocuklarımı kreşte izleme kararı aldım.
Geçen haftanın herhangi bir gününde Mehmet benden bir küllük istedi. Şaşırdım. Daha fazlasını da yapmak istedim. Üç yaşında çocuk sonuçta. Küllüğün ne olduğunu nerden biliyor? Kim öğretmiş? Aklıma babası geldi. Arayıp
Yani benden, okuldan ve babalarından etkileniyorlardı. Ben ve babası böyle bir saçmalığın sebebi değilsek o zaman kesinlikle kreşti. Belki “Çok abartıyorsun! Bunlar çocuk! Saçmalıyorlardır.” Diyebilirsiniz. Ama ben kendi çocukla-
rımı tanıyorum. “Çocuk tanınmaz, eğitilir!” de diyebilirsiniz. İşte o zaman da sıkıntı bende oluyordu. O yüzden benim ne olursa olsun bu durumu çözmem gerekiyordu. Bu yüzden onları izleme kararı aldım. Onları kesinlikle bir büyüğün ya da bir büyükten etkilenmiş bir küçüğün etkilediğini düşünüyordum. Ama asıl sorun kimseye çaktırmadan nasıl çocuklarımı izleyeceğimdi. Sonuçta etkileyen kişi hocaları da olabilirdi. Evet. Belki bana her şey normal dediler. Ama kim bilir? Belki çocuklarımı gizli bir terör örgütü grubuna katmışlardı. Bu yüzden de her şey normal diyorlardı. Olamaz mıydı? Olabilirdi. Çözümler düşünüp beynimde ampuller yakmaya çalıştım. Ne gezsin bende ampul? Aptal fikirlerimden biri, onları bende kaldıkları üç gün boyunca okula göndermemek ve davranışlarını izlemekti. Sonuç ise tek çizgi. Klasik teknoloji çocukları ve bunun yanında bütün gün koltuğun üzerinde ya tablet ya da televizyon. Başka bir şey olmamıştı. Tabii yine odalarında uçurtmaların üzerinde oturup, küllüklerden süt içmeye devam ettiler. Geriye tek çare olarak kreşe gitmek kalmıştı. Bu yüzden sabahın köründe kalkıp çocuklarımla servise bindim. Zaten her şey de serviste çözüldü. Ortada ayakkabı bağcığı yoktu tabii. Sadece balık kılçığı vardı.
“Evet, olması gerektiği gibi.” “Ben çocuklarım böyle bir servisle okula gitsinler diye para ödemiyorum. Bunun nedenini soruyorum.” “Benim bir suçum yok. Böyle olmasını isteyen Milli Eğitim Bakanı.” “Milli Eğitim Bakanı mı?” “Evet, Milli Eğitim Bakanı geçen günlerde servislerde bir değişikliğin olması gerektiğini söyledi. Buna uymayanların da ceza ödemek zorunda olduklarını. Ben de bu yüzden böyle bir şey yaptım.” “Peki, neden? Milli Eğitim Bakanı neden böyle bir şey yapmanızı istedi?” “Valla bir araştırma yapmış sanırım Amerikan bilim adamları. Onlara göre çocuklar sabahları okula gelirken çok heyecanlı oluyorlarmış. Hatta bu heyecan o kadar fazlaymış ki çocukların önceki günlerde akıllarında kalan bütün bilgilerin uçup kaçmasına neden oluyormuş.” “Yani?” “Yanisi şu; küllük dediğimiz şeyin insan beyninde sakinleştirici bir etkisi varmış. Bu da sigarayla alakalıymış. Ne alakası olduğunu bilmiyorum. Zaten süt de insanın uykusunu getirir, e zaten uçurtmanın görüntüsü bile insana huzur verir. Bizim Milli Eğitim Bakanı da bu üçünü birleştirmiş ve böyle bir şey yaratmış.”dedi.
Sözünü bitirmesiyle zaten açık olan radyoda Sezen Aksu’nun bir şarkısı bitti ve bir haber yayınlandı. Son dakika haberi ve spiker kız. Aslında o ara neden spiker oğlan olmadığını düşünmem gerekiyordu. Ama haber buna izin Servise adımımı atar atmaz beni içi süt dolu vermedi. küllükler karşıladı. Yerdeki gri şeridin neredeyse her yerinde içi süt dolu küllükler vardı. Hat- Meğersem bütün bu saçmalıkların nedeni fazla ta bazı çocuklar yerden alıp içiyorlardı. Daha ithalatmış. Sevgili iktidarımız (sanırım Cumsonra gözlerim koltukların üzerindeki uçurt- hurbaşkanın damadı) o kadar fazla süt, uçurtmalara kaydı. Gidip servis şoförünün yanına: ma ve küllük ithal etmiş ki bunları değerlendirmenin başka bir yolunun olmadığını düşü“Bu ne böyle?” nüp böyle bir karar almış. “Ne?” “Bu yaptığınız şey? Ne yapmaya çalışıyorsu- Mantıklı bir karar aslında. Hem bu sayede innuz?” sanımız yani en azından çocuklarımız değerli “Neyi, ne yapmaya çalışıyoruz?” olduklarını hissetmişlerdir. Keşke böyle bir “Küllüklerden, sütten ve uçurtmalardan haberi yayınlama salaklığına düşmeseydik. Ne bahsediyorum.” güzel alttan alttan kendimizi avutmaya devam “Onlar mı? Onlar öğrencileri sakinleştirmek ederdik. Hem şaşırırdık fena mı? Kendimizi için.” önemli hissederdik. “Sakinleştirmek için mi?”
Ayrıca benim sevgili çocuklarımın neden odalarında gizli gizli böyle bir şey yaptığını hala anlamış değilim. Kimseye ve özellikle kendilerine bir zararı yok yaptıkları şeyin. Belki de televizyondan ve tabletten bıkmışlardır. Kendilerinin önüne koyulan yeni ve farklı bir şeyi çocuksu isteklerinin tahrikiyle yapma kararı almışlardır. Bilirsiniz çocuklar için eğlence sadece oyunlar ve oyuncaklar değildir. Ki öyle olsaydı kibrit denilince çocuklarımızın gözleri parlamazdı. Çocuklarımın kendilerine televizyon ve tablet dışında yeni bir eğlence bulmaları beni mutlu etti aslında. Ama Milli Eğitim Bakanı’nın isteği bu değilmiş tabi ki. Servislerdeki küllükler gidince tabletler de geri döndü. Keşke nefes almanın ne kadar kutsal bir şey olduğunu kabullenebilsek. Ama kabullenemeyeceğiz. Çünkü dünyanın iç organlarımızın içine sıçmak için bizi ağırladığını düşünüyoruz. Hatta o kadar böyle olduğunu düşünüyoruz ki yaptığımız hataları boyayıp ‘’Biz nefes almaya değer veriyoruz! Biz geleceğe değer veriyoruz!’’ diye gösteriyoruz. Parmaklarımızın gezindiği her saç telimiz bile ne kadar kıymetli oysaki. Değil mi sevgili dostlar? Sizce de öyle değil mi?
“Ünal Dayıma…” nasıl tanışırsan kederle öyle kalır. tüm kentler, kadınlar, kitaplar hep o ilk kederi anlatır evler göçer, eller çekilir ilk oyunlar rüyalarda büyür uzak deyince iki haftada bir baba anne karışık buzhaneler ölü elmaları saklar omzunda adımın kiraz bakırı asılı kasa yarası, kuş yeniği yaşım Cahit Sıtkı’ya nazire bir küçüğe dayandım ekmek yedim, su içtim her sofrayı piknik her gece gezmesini park el ele dolaşmayı salıncak sandım yeni yettim yaşamaya kimseyi avrat belleyemedim
okullardan kaçtım kederimle, kaderimle, kuşkumla unuttum, uyudum ant içtim, din edindim dinmedi ilk kederim putumu kendime yoldaş bildim kimsesizim, kılıçsız atımı yelesinden tutup şiirimde gezdiremedim hiç atım olmadı benim kontağı çevir, gaz pedalı bu bu da debriyaj dediler dediler de, hiçbir aleti atım yerine sevemedim. cigara sardım, rakıya yakındım dostlarım vefasızlığımla tanır beni vefa: mezbaha insan kesilir kollu bacaklı sevmelerde, sızmalarda, evciliklerde gidesim var hevesim yok havam kasap. iyi kuşbaşı olur benden küçük küçük yaşamakları bilirim ciğerimin bir sokak kedisine yem olduğunu zaten söylemiştim ben her filmin, hep sonunu severim başlamak bitirmenin karısı benim ailem her öykünün ortası
Göğe avaz avaz bağırmalarımızın Yorgun birer nara olarak dönüşüdür İnsan patikadır betonun bittiği yerde Uçurtmanın bittiği yerde gökyüzü Yere baktıkça yalpalayan uçurtmanın Omuzlar üzerine göğüs kafesi gibi İnip kalkan imece bir ölüm seçtik Yaşamak daradan düşüldü ve karar Saatin kaç olduğunca geçmezken zaman Yaşasak şimdi kaç yaşında olacaktık İki sayfa romana uyku tekabül ediyor Loş odalarda ve sarı ışıkta fena güzeliz Hele ağaçların kaburgaları sayılırken Elbiselerimiz ve saçlarımızda savrukluk Hele ayna kapılı evlerden geçmişsek Parmaklarımızla saçlarımızı hecelerine Ve kelimesi kelimesine unutarak Bir yerlerde unutulmuşçasına güzeliz Dört tarafımızla inip çıkıyoruz aşağı yukarı Kapalı kutuda hepimiz farklı yöndeyiz Kapalıyızdır aşağı yukarı dört tarafımızla Bir istifa dilekçesi nasıl tıklatırsa kapıları Lütfen çıkarken kapıları nasıl kapatırsa Yankılı geniş koridorlarda merdivenlerden üçer beşer Yüksek topukları bastıran hışımla indik Bir korkuluğun omzundaki karga tavrında Ölümlüydük ölümlüyü sevmiştik
Kurmacalar sızıp durur Beynimin her hücresinden Sıza sıza paketler Beyin yüzeyinden Ve en derininden Kokusu etrafa yayılmaya başlarsa Sızıntının Beynimi hemen Ceketimin iç cebine Atarım Bön bön bakar Islık çalarak Yürürüm Böylece insanların diğer duygularını meşgul ederek burunlarının işlevsizliği için oynarım en güzelinden kendi yazdığım ama kendime yakıştıramadığım senaryoları Kimsenin olmadığı Bir ara sokağa Girip "Şşt" derim beynime "şşt" Kurma kokma ve donma Bu üç olumsuz formda emir ve bir tüfek Bam! Dudağımdaki beynimin parçalarını dilimle alıp yutmaya çalışırım Geçişsiz sokaklarda ben de vurulurum Bam! Beynimin sağlam kalan tek hücresi bile Bana intikamcı ve suikastçidir.
leri ve düşlerin gerçekleştiği geceler... Yer yer yapışkan bir kıvam halinde akıp giden zamanı hatırlayamadığımı fark ettim. Peşi sıra gidip gelen insanlar, onların konuşmaları ve sorunlaBölüm I rı zamanın belli evrelerinde kaybolup gittiler. Yarım bırakılmış bir hikâyenin tamamlayıcısı Tutmak istediğim- aitlik bahşettiğim her duyolarak eklenmesine olanak tanıdığım yeni bir gu, bir döngünün yanılsaması olarak avucuma bırakılan çizgiler bütününe dönüşmekteler... hikâye... Evveliyatı daha kıymetli gibi dursa da hangisinin “asıl ben” olduğuma dair henüz bir fikir sahibi olamıyorum. Geçmişe ara verip arzularıma sahip olanın hikâyesini okuyacaksınız. Geçmişe döndüğümüzde ise hikâyelerin ana karakteri – tarifsizlik içerisinde, hırslarının kulu olmuş sorgusuz cesaretiyle donanmış bir kadını öğrenecek dünya... Sıradan bir günde başkasının aracılığı ile tanıştırıldığım bir kadın ile bira içip geçmişimden dert yanarken tarihini unutamadığım o günün başlangıç ve bitiş noktam olduğunu bilmiyordum. O güne kadar farkında olmadığım bir adamdı. Onun farkında olmayışımın sebebi o güne değin önceliklerimin – hislerimle doğru orantılı işleyişiydi. Hisleri oluşturan ana etkenin “bireyi tanımak- öğrenmek – çözümlemek ve ortak değerler” çerçevesinde buluşmak olduğuna inanırdım. Bana bambaşka dünyaların kapılarını açacağını o gün –o adamı- izlerken henüz bunu bilmiyordum. Beni bıraktığım hikâyenin tam ortasında yakalayıp devam etmek istediğim noktaya ulaştırdı. Ve ben buna bile bile izin verdim. Yalnızlığımla çevrelediğim dünyamda, büyük bir bölümü ortak paydada buluşabilme ihtimali üzerine yalanlarla süslenerek ilerletilen, dokundukça görünenden çok hissettirilene kavuşma günleri beklenir oldu. Odaklanılan hedefin istenilen tek sonucu olmalıydı. Arzuların sınırsızca yaşanabildiği gecelerin sonsuz düş-
Doğan güneş ve parıldayan her ay ışığı ile bende dönüp durdum. Aradığım, yanı başımda yaşamasına olanak tanıdığım her şey- herkes ve her his bu dönüşlerde dalı kuruyan yeşil uzantılar halinde düştüler birer birer. Gücümü, kadınlığımla çevreleyip yeniden doğurdum kendimi, her düştüğümde... Mekanik olmakla suçlananbedenlerin kavuşma arzusu ile aldığım hazzın, hücrelerin arasında gezinen akışkan sıvıların sıcaklığını hissetmek ve hissettirebilmek arasında dönen çizgisel zamanlarda kayboluyorduk. Sonsuz bir istekle ulaşmayı beklediğimiz ortak bir hedef etrafında dönen öpüşmeler ve bedenlerimizin tatmin edici noktalarına ulaşmanın zaferini fonda çalan enstrümantal tınılarla aynı hızda hareket ederek taçlandırıyorduk. Geçmiş – gelecek ve şimdiki zaman arasında kaybolup giderken kadın! Cazibesini, kadınlığını ve dahi annelik güdüsünü hissettiren iki adam arasında taçsız bir kraliçe olarak hükümranlığını çoktan ilan etmişti tüm hemcinslerine karşı. Sağ avucunda tuttuğu, “Hiçbir kadın bu kadar güzel sevilmemiştir” cümlesini gerçek kılan bir adam... Sol avucunda “yarım bırakılan hikâyenin yeni kahramanı misali yeni çıkılan bu yolculukta, paslanmış bir zırhla – bir tene dokunmanın şehvetini sunuyordu”. Yeni savaşçısı olan. Sokak ile tüm bağlantılarını kesmiş olan bu kadına, tedavi edilemez bir bağımlılık düzeyi yaratıyordu zihninde, arzularında ve kadınlığında...
Başka bir zaman diliminde yahut evrenin kaybolmuş bir köşesinde iki farklı bedene hâkim iki farklı zihinle savaşmak, kavuşmak beklentisi olmaksızın yekvücutta birleşmiş olmalarını dilemekle geçiyor günleri... Hikâyesinin özü aslında kendisi ile bitiremediği savaşların yenik tarafı olmasıydı. Kabullenmek her zaman uzun bir dönemi ve en zoru kapsayan süreçleriydi. Dönüp kendi içine baktığında iğne dolu fıçıdan farksız hırsları ile “başarı “tutkusuyla yoğrularak yaratıldığını hissederek yaşamak en ağır gelen ancak koparıp atamayacağı tek gerçekliği hikâyesinin... Yalnızca arzu nesnesi haline getirdiği bedenler hayatından geçip giderken gerçek olanın ne olduğuna dair soru işaretleri ile geçer her anı. İnsan ilişkilerini ve kim olduğunu bulmak üzere çıktığı yolculuğun ana kahramanına eşlik edecek benzerlikleri ve farklılıklarından besleneceği bir kaynak arayışını sürdürmek…
yorgun bir aylak serseri kılığında bir meczup olduğum bir parlayıp çokça kaybolduğum yıllar boyu düştüğüm dipten doğrulmak uğruna dizelerde kendimi avuttuğum doğrudur şiirin ve müziğin uğultusunda başımı parkta ahşap bir masaya koyduğum dumanla ve sıvının ruhuyla boğulduğum doğrudur kendimi eski üstatların kendimi gariplerin yerine koyduğum öylece varlığın kabuğunu soyduğum orada iç titreten imgeler bulduğum trajedimi kimi zaman iyiye yorduğum doğrudur mutluluğa inat şüpheci sorular sorduğum hem gerçekçi hem şizoid olduğum doğrudur berk kuşlarıyla calvino’nun sığırcık sürüsüyle
teselliden medet umarak konuştuğum doğrudur akçaburgazlı yekta ile davut’un yanına oturduğum yalnızlığıma kara taştan tapınak kurduğum doğrudur anlaşılmamaktan çekindiğim anlaşılmaktan domuzuna korktuğum ölesiye sevgimi ölümlü sevdiklerimden koruduğum doğrudur bir ihtimal kendimden kurtulurum diye hakikatleri okumayı unuttuğum yıldızlara dair düşlerimi kuruttuğum zifiri uykuların uzunluğuna tutunduğum yok olamadan bir hiç olduğum doğrudur kimsenin düşmesini istemeyeceğim metruk kuyuların dibinden ışık kirlisi gökyüzüne bakışlar atıp durduğum oradan mevsimlerin kokusunu çarpık soluduğum tüm bu çatallı seslenişleri cılızca titreştirip sunduğum hüznüme güzellik buyurduğum doğrudur
Lafımı bitirdiğim an çeneme sert bir kroşe yemem bir oldu. Arkadaşlarından bazıları boks ile uğraşıyordu, belli ki ona da bir iki numara öğretmişler. Yumruğu yedikten sonra her zamanki piç sırıtışımı yapıp doğruldum. Dergim yere düşmüş ve bir kısmı da yerdeki küçük su birikintilerine denk geldiği için ıslanmıştı. T-shirtümün alt kısKemik dergisi 2003 Temmuz sayısını okurken mıyla derginin ıslanmış kısmına baskı yaptım fazla gelmişti o gece. Hafif bir yağmur yağmıştı gelmesuyu emsin diye, pek bir işe yaramadı. Sinirli bir den önce ve ben dergimi zar zor yağmurdan koruşekilde ona döndüm; yabilmiştim. Geldiğinde saçları hafif ıslak ve biraz gergindi. Konuşmaya çalışıyor ama kelimeler bo"Her kimsen, önce sevdiğim kadını aldın. Şimdi ğazına düğümleniyordu, bu her halinden belliydi. de en sevdiğim derginin zorlukla bulduğum nadir Bir süre sonra ince bir gece esintisiyle birlikte bir sayısına zarar verdin. Siktir git. Senin sikik başladı konuşmaya; yüzünü görmektense kurumuş yaprakları izlerim "Senin için ta anasının amı kadar yol yürüdüm. daha iyi. En azından onlar bir zamanlar âşık olduğum kadının adının hakkını veriyorlar." Bütün gece bu sikik dergiyi mi okuyacaksın ?" En az yarım saat konuşmadan sadece yerdeki "Bülent Üstün o dönemde iyiymiş, keşke hala dekurumuş yapraklara baktı. Bir sigara yaktım. Ona vam etse bu hikâyelerine." da uzattım. Normalde sarı filtre sevmezdi ama "Ben ayrılmak istiyorum." yaktı. İkimiz de sanki büyük ve yıkım dolu bir sa"Ben de bir Harley Davidson istiyorum!" "Taşak geçmenin sırası değil. Dayanamıyorum vaştan çıkmış iki yaralı er gibi sadece savrulan artık umursamazlığına. Senin için okulumu bırak- kurumuş yapraklara bakarak sigaralarımızı içtik.
mayı göze aldım ben geri zekâlı. Evlenelim, kaça"Madem konuşmayacaksın, neden çağırdın lım dedin buralardan. Düşünmeden evet dedim beni buraya bu saatte? O kadar yolu oturup boş sana. Güvendim, her şeyden ve herkesten kaçarak boş bakmak için gelmedim. Ve üstelik deli gibi de sığınabileceğim tek liman olarak seni gördüm. Ama ıslandım." sen ne yapıyorsun? Dergi okuyorsun." "Sevdiğim kadını ele geçiren orospuya onu rahat bırakmasını söylemek için çağırdım seni Başımı bir an dergiden kaldırdım. Ağaçlara buraya. Ve söyledim de, onu rahat bırak! Verdiğim baktım. Rüzgârda yaprakların dans edişlerini izledim. O an bir yaprak olmak istedim, son baharda sözleri senin için tutmak zorunda değilim. Ben o ağacını terk edip özgürlüğüne doğru süzülen bir sözleri ona verdim sana değil." yaprak olmayı. Kurumuştum artık. Ceketimin iç cebinden dedemden kalma mataramı çıkardım. Bir gece önceden kalan şaraptan alabildiği kadarını mataraya koymuştum evden çıkmadan. Geri kalanı da fondip. Matarayı önce ona uzattım. Aldı. Önce mavi t-shirtünün dışarıya çıkmış parçasıyla ağzını temizledi. Daha önce bunu yaptığını görmemiştim ve o an anladım ki bir şeyler ters gidiyordu. Bir yudum aldı, yüzü ekşidi, şarap sevmediğini biliyordum. Bir süre karşıya baktı ve bir dikişte tüm matarayı fondipledi. Şarabın bir kısmı esmer teninde süzülmekteydi. "Şarap sevmediğimi bilmiyor musun hala? Ya da kalın kafana girmiyor mu? Ayrıca mataraya viski konur geri zekâlı kimse söylemedi mi bunu sana?"
Hafiften gözleri doldu. O an aklından geçenleri söylemek istedi belki de ya da o mizanseni yaratmak için yüzüme anlamlı bakmaya çalıştı. Sigarasından son bir nefes daha alıp dergimin düştüğü su birikintisine bıraktı. Derin bir ah çekip konuşmaya başladı; "Peki, ne yapacağız şimdi ?" "Hiçbir şey. Çakırkeyfim ve açlıktan midem yanıyor, gidip kokoreç yiyeceğiz sonra da siktir olup evlerimize gideceğiz. Onun içinden çıkana kadar da görüşmeyeceğiz."
O yaz Ankara fazla sıcak değildi ve yine bir Temmuz olmasına rağmen fazla yağmur yağmıştı. En Yüzüne baktım. O an romantik bir şeyler söyleyenefret ettiğim kişinin bana hediye ettiği zippoyu ceğimi ya da ondan yaptıklarım için özür dileyecehala taşıdığımı da hiç bir zaman öğrenemedi. ğimi sandı; "Viskinin de senin de amına koyayım!" dedim saVe kokoreç kuzu etinden değildi. dece tüm kinimi dışa vurarak.
Hayatımı eskisi gibi algılamıyorum artık Sürahinin ağzını tersten kapatmış da su içmeye çalışır Tam ters yönde tahmin edilebilir birikintiye bakarken bulur kendini, Benliğin bencil dünyasında Yansıma, Ve su içmeye gidilen yolda nefessiz kalarak sonlanan düşüş eyleminin ta içindeyim. Hiç yıkılmamış bir binayı her defasında birkaç tuğlayla ayakta tutmaya çalışırken zamanın önlenebilir varsayılan yok edişi beklenmedik sonuçlar doğurur, Sabahı olmayan gecelere hiç uyumamış olmayı dilerken bulurum kendimi. Dünyayı akvaryumdan kafası olan kadın çizimlerinin içine sığdıracak kadar küçültebiliyorsak, Evreni de cebine koyup zamanı büken bir neslin Çoklu evrenlerde bile şımarık olduğu söylenebilir. Aklıma gelen başıma geliyorsa Tesadüften ne kadar bahsedilebilir? Saçlarımı bile ortadan ayırıyorum artık, Gazeteleri kenara, Siyaseti anlayana bırakıyorum. Aynadaki yansımama bakıp kaç dünyanın atmosferinde soluduğumu düşlerken Yoruldum. Tenimde geçmişi şimdiye taşıyan rüzgârlar, Gözlerimde ahenk içinde renk değiştiren birkaç iguana soyunuyor her defasında Her renk başka bir anı-ymış, Mesela. Basit diye oymadığım taşlardan Davut Heykeli yapar bir diğeri, Çözümlenebilir diye uğraşmadığım problemler pi sayısının sonunu getirebilir. Gün gelir koynunda boşvermişliğin pembe ışığı altında dilenen bir yabancıyla uyanıverirsin. Halının altına ittiklerim takılmasın diye ayağıma Dip bucak temizlik yapıyorum. Tek kişilik yatağında ölümün, Ömrün yorganına göre uzattım ayağımı. Azın çoğunda Çoğul olanın sessiz yakarışında pusuya Yatmış gibi Yalnızca Yalnızca bekliyorum.
Climax:
Bohemian Rhapsody:
Yönetmen/Gaspar Noé,
Yönetmen/Bryan Singer, Süre/135 dakika, VT/2 Kasım 2018)
Süre/96 dakika, VT/1 Kasım 2018) 90 dakikalık bir kâbus izlediğimiz "Climax" 2018'in en iyi filmlerinden biri. Belki en iyisi. Orada hararetli bir tartışma olur bu arada. "Gaspar Noé" oldukça sıra dışı bir yönetmen. Her filminde karakterler arası iletişim kanallarını değiştiriyor. 2015 yılında yaptığı Love filmine baktığımızda iletişimi sağlayan öge cinsellik. Climax'te ise dans ve müzik. Şöyle düşünelim; bir kâbus gördüğünüzde baştan sona her şey kötü değildir. Yavaş yavaş çok kötüye gider. Film, bu tabanı oldukça iyi tasarlıyor ve üstüne üstlük "Gaspar Noé"nin küçük kurgu şamatalarını izlemek de ayrı bir keyif veriyor. Genelde bu tarz eğilimler filmden kopmanıza sebebiyet verir. Burada ise birer uyarıcı görevi görüyor. Orijinal dans sekansları, kamera kullanımı ve mekân tercihiyle "Climax" cehennemi ayaklarınızın altına seriyor. Bu film aslında birçok yönden 2017'nin bana göre en iyi filmlerinden olan "Mother!"a benziyor. İkisinin arasındaki temel fark ise "Mother!"da metaforlar size tepsiyle sunulurken "Climax"te o kadar iyi gizleniyor ki film bittiğinde sadece LSD kafası yaşadığınızı düşünüyorsunuz. İşte bu bir ustalık. "Climax" kesinlikle sinemada yaşanması gereken bir film deneyimi. (Zannediyorum ki Başka Sinema kapsamında Türkiye'de en çok gişe yapan film unvanına erişmiştir.) Naçizane Not: 9/10
"Bohemian Rhapsody" filmini objektif bir bakış açısıyla değerlendirebilmem mümkün değil. Ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olursa olsun. Bir "Queen" hayranı olarak çok sevdim filmi. Müzikler hikayeye katkı sağlayacak şekilde çok tatlı bir şekilde filme yedirilmiş ve hikayenin ilerlemesine olanak sağlıyor. Bu çok önemli bir detay, bu noktayı unutmayalım. Diğer bir filmimizde de geri döneceğiz çünkü. Filmi ne kadar sevmiş olsam da bariz hatalar da söz konusu. "Brian May, Roger Taylor ve John Deacon"ın birer tip halinde kalması filmin sıkıntılarından (oyuncular grup üyelerine o kadar benziyorlar ki bırakın öyle analım). Karakter olarak sadece "Freddie Mercury"i izleyebiliyoruz. Aslında bu anlaşılabilir bir tercih. Diğer türlü 4-5 saatlik bir film olması gerekirdi. Filmin tepe noktasını "Live Aid" konseri olarak belirleyip hikâyeyi buna göre hazırlaması son derece başarılı ama "Live Aid"e giden olaylar silsilesi bir iki sahne dışında gelişigüzel geçiştirilmiş. Buna "Freddie Mercury"nin AIDS durumu da dâhil. Başarılı bir sanat yönetmenliği ve "Rami Malek"in harika performasıyla çok iyi bir seyirlik ortaya çıkmış. (Rami Malek 2018 OSCAR ödüllerinde çok ciddi bir adaydır.)
Naçizane Not: 7/10
Müslüm: (Yönetmen/Ketche, Can Ulkay, Süre: 132 dakika, VT/26 Ekim 2018) ”Müslüm” ile “Bohemian Rhapsody” arasında uygulanış olarak çok bir fark yok. İkisi de özünde Hollywood tarzında çekilmiş filmler ama “Müslüm” inanılmaz vasat bir film. Senaryosu “Hakan Günday”ın elinden geçti bu filmin, acaba hiç mi sahneler arası bağlantı kurabileceği bir olay bulamadı? O kadar düzensiz ki film, bir noktadan sonra sadece sahneleri izliyoruz. İlk ve ikinci yarısıyla birlikte bambaşka filmler. Prodüksiyon aşaması sıkıntılı bir film. Haberleri duyuyorduk zaten. Yönetmen koltuğuna “Ketche” yerine bir noktada “Can Ulkay” geçti. İki yönetmenin tarzı da birbirinden farklı olduğu için kimin nereyi yönettiği çok belli oluyor. ‘’Sahneler’’ dediğim bütün kısımlar “Can Ulkay”ın elinden çıkma. “Ayla”da ne yaptıysa bunu da ona benzetmeye çalışmış. “Bohemian Rhapsody”de bahsettiğimiz müziğin hikâyeye katkı sağlaması bu filmde yok. “Timuçin Esen”, “Müslüm Gürses” şarkılarını harika bir şekilde yorumlamış ama sadece bu. Ötesi yok. Seni bir noktadan alıp bir noktaya taşımıyor. Bu, bir film açısından rahatsız edici bir durum. “2006 Müslüm Gürses Harbiye Açık Hava Konseri”ni dev ekranda izleyelim tamam ama anlatılamayan bir karakteri kurtarmak için film sonu yazılarıyla koltuğa hapsetmek işin kolayına kaçmaktır. Film gibi kompleks bir kavramı bu kadar basite indirgemek izleyicinin zekasına hakaret. Ama şunu da belirtmeden geçmeyelim: Ne yazık ki bu durum ülkemizde işleyen bir organizma.
Naçizane Not: 5/10
Anons: (Yönetmen/Mehmet Fazıl Coşkun, Süre/94 dakika, VT/19 Ekim 2018) Muazzam. Hem akıl almayacak sekilde eğlenceli bir durum komedisi, hem de çok başarılı bir darbe girişimi hikâyesi. Diyaloglar başlı başına ustalık seviyesinde. Durumlar oldukça olağan olaylarla ilerliyor. Karakterler oyunculuklarla beraber tip olmaktan tamamen kurtarılıyor. Son olarak da tempo oldukça stabil. Genele baktığımızda şu kanıya varabiliriz: Türkiye'de ne anlattığını iyice kavrayıp nerede neyi kullanacağını çok iyi bilen yönetmenler var. “Mahmut Fazıl Coşkun” da bunlardan biri. Bu yönetmenin işlerini takip etmek izleyicinin bir yükümlülüğü. Bunun anlaşıldığı gün bu ülke her sene birden fazla kaliteli film izleyecek. Naçizane Not: 8/10 Put Şeylere : (Yönetmen/Onur Ünlü, Süre/23 Kasım 2018, VT/87 dakika) Onur Ünlü’nün son zamanlarda ne yapmaya çalıştığı büyük bir meçhul. Bir senede haddinden fazla işe bulaşınca çoğu projesi hem elinde patladı hem de bir milyoncu damgası yedi. “Put Şeylere” özeline indiğimizde çok ilginç bir anlatımla karşı karşıya kalıyoruz. Yaptığı on projeden ikisi başarılıysa belki de biri budur. Kendimi bu film hakkında yorum yapacak bir vaziyette göremiyorum maalesef. Hiçbir şey anlamadım. Ne anlatıyor, ne anlatmaya çalışıyor, ne oluyor, ne bitiyor... Hepsi birer soru olarak bitiyor. Bir cevap da vermeye çalışmıyor. Anlamlandıramasam bile çok amatör ruhlu bir iş olduğu ortada. Bu zaten kamera kullanımıyla ortaya çıkan bir durum. Sonucunda ise ne kaliteli, ne kalitesi, ne idüğü belirsiz bir deneysellik ortaya çıkmış. (Demokratik dramaturji saçmalığına hiç dokunmak istemiyorum.)
Naçizane Not: 5/10
Yağmuru çok severdim o gün olduğu gibi, artık yağmur kelimesinin bile tüm anlamlarının silinip tek bir ana hapsolacağını bilmeden... Bu yazıyı öyle anlamlı düşünceleri, edebi kelimelerle süsleyerek sanata katkıda bulunma amacıyla falan yazmıyorum. Bu yazıyı hanemdeki çınar ağacı için yazıyorum, zira hep derim; babam, ağaç gibi adamdır. Gücünü köklerinden alır. O gün ağacımızın dalları kırıldı, dallarından yere düştük. Kırıklarımız oldu, gücümüzü toplayıp içimizdeki duvarları bile yumruklayamadık. Gidenler oldu hayatımızdan, gelenler oldu. Hangisinin daha büyük bir sosyal deney olduğunu saptamaya çalıştım. Her olay gibi güzel çıkarımları da oldu. Yediklerimizden içtiklerimize uyandığımız bu günlerde yattığımız yataklardan stres dolu uykulardan bile uyandık utanarak... Ama başarmak zorundaydık, bu büyük mücadelede yine savaşmak zorundaydık, içimizdeki her hücreden güç toplayıp devam etmeliydik. Ağaçlar elbette yaprak dökerdi, yoksa o güzel çiçekler nasıl açardı? Tekrar çiçek açacaktı. Hastane koridorlarında aynı acıyı paylaşan yüzlerce insanın aynı dili konuştuğunu gördüğümde anladım aslında aynı dili konuşabilmek için aynı yerde doğmaya, aynı soyadı taşımaya, yıllarca ve yollarca aynı anaya eşlik
etmeye gerek yoktu. Acı eşiklerine göre iletişim kurmak diye bir şey vardı. Organlar gibi dağılan solunum cihazlarını bir saat daha fazladan beklediğinde hayatın kendisine sunduğu savaşta yaralarından kıvrananları gördüm. Çaresiz kalan insanların elindeki umut atomlarını nasıl hızlı parçaladığını görmek hayatın lümpen tarafına biraz daha yaklaştırıyor. İlacı olmadığından değil alamadığından ölenlerle her yıl ilaç fiyatlarıyla oynayanların savaşında kaybolabilirsiniz, sinirleriniz bozulur, devreden çıkar. Günlerce aynı durumların acısı hiç azalmazsa günler sadece gün olur saatler ve tarihler basit rakamsal ifadelerden oluşur sizin için. Zaman’dan hız kazanırsınız. Tek yaptığım bu süreçte kaybettiğim zamanı parayla satın almaktı. Bir büyüsü yok, taksiler yardım ediyordu. Somon ekmekleri gözümü doldururken, fotoğraflar kâğıt gibi kesiyor bazı şeyleri. Evimize babam girmeden girsin istemiyorum somon ekmekleri... Kirpikler için tonlarca şey söylenmiştir divan şiirlerinde, edebi metinlerde en acısını söylemek bana düşmemeliydi belki de ama kirpik gözünden düşse kalbini, yemekten çıksa mideni bulandırır. Şimdi kirpiklerini topluyorum babamın hastanedeki yatağından, sırf bana ondan biraz daha bir şeyler kalsın da güç alayım diye. Hayatın getirisini ölçmeyi ve küçük detaylara takılmayı bırakın. Nefes alın derin derin, çünkü önemlisiniz. En azından dallar tutunmak için yerlerinde bekliyor ve inanın zaman hain planlarını işletirken onlara çok ihtiyacınız olacak. Dallarınıza sahip çıkın, zira hayat zaten kesmek için sizinle savaşıyor.
Sabah sekizde çıktı fabrikadaki vardiyasından ellerinde on iki saattir makinelerle uğraşıyor olmanın ağrısıyla. Her sabah aynı terane. Her sabah eve gidip bir sonraki iş saatine kadar uyur, bir şeyler atıştırır ve tekrar işe döner. Yaptığı işin ağırlığına göre bu tempoya ne kadar ayak uydurabileceğini düşünüyordu. Fabrikada işler artmış, şartlar da aynı ölçüde ağırlaşmıştı, aldığı 3 kuruş para da cabası. Üstelik bu ay fabrikada elli liralık bir güvenlik önlemi alınmadığı için bir arkadaşını kaybetmiş, bir arkadaşı da kolundan olmuştu. Her yıl ülkede sadece açıklanan ortalama 1132 işçi bu ve bunun gibi sebeplerle hayatlarını kaybetmekteydi. Kendi gibi eve üç kuruş para, iki ekmek götürmeye çalışan 1132 insan... Bu aralar bu insanları çok düşünüyordu. Fabrika sahibinin sadece bu ay tonlarca para kazandığını duyduğundan beri... Bütün bunların üstüne kriz bahane edilip işten çıkartılmalar başlamıştı. Sıra kendisine ne zaman gelecekti? Kriz bahane edilerek fabrikanın daha çok çalışması böylelikle patronun daha çok para kazanması gerektiği söyleniyordu. Böylelikle işçiler de paralarını alabilecekti. Bu nedenle molalar kısaldı, vardiyalar uzadı. Yemekler desen başka bir alem... Tüm bunların yanında bekâr olduğuna şükrediyordu. Ya arkadaşı Salih gibi 2 kız çocuğu olsaydı ne yapardı? Bu parayla onlara nasıl bakar istedikleri hayatı nasıl sunabilirdi? Salih’e hep imrenmişti zaten. ‘Helal olsun’ derdi arkasından hep. Salih’in bir kızı on sekiz yaşında, üniversiteye hazırlanıyordu, diğer kızı ise ilkokul çağındaydı. İkisinin okul masrafları, faturalar, kira ve aldığı asgari ücret... Zordu Salih’in işi. Bu sene hükümetten bekledikleri asgari ücret zammını da alamadılar. Gördükleri tek zam, hükümetin kendisine yaptığı on beş milyarlık zamdı... Tüm bunlar canını acıtıyor hak, hukuk, emek, alınteri gibi kavramları tekrar sorgulamasına yol açıyordu. Birileri ülkenin kaymağını yerken kendisi ve halkın durumu her geçen gün kötüye gidiyordu. Ülkede kendisi gibi olamayan 3.5 milyon insan vardı. 3.5 milyon işsiz... Onların durumu ne ola ki diye sordu kendi kendine. Bu düşünceler içinde her gün fabrikaya gidip geldi elbet; bir gün isyan umuduyla...
Derken tüm güzelliğiyle sonbahar gelir ve yanında güçlü hissettiğimiz insanla bir ağacın altında otururken yaprakların kızıllığını görmezden gelerek onu anlamaya çalışırız. Esasında anlamaya çalıştığımızın o mu yoksa güzün kendisi mi olduğunu bilmeyiz, hep şüphe ederiz içten içe. Bu kadar güzel olan hangisidir, ona bile karar veremeyiz. Fakat tek bir şeyden eminizdir: Kahverengi ve sarının en güzel tonları nasıl ki turuncuda buluşuyorsa, bizim en zayıf noktalarımız da gücümüz zannettiklerimizde buluşacaktır. Zaten ötesini ne Zeus bilebilir, ne mevsimlerle ilgilenme işi üstüne yıkılmış bir başkası. Ötesiyle yalnızca insanlar
İnsanoğlu yani sokakta gördüğümüz, sevdiğimiz, nefret ettiğimiz, değerlilerimiz kişiler ve elbette ki bizler ortak bir gaye paylaşırız: Her şeyi bilmek. Bu değişmeyecek bir gayedir. Bir şeyi bilmiyor olmaya ne kadar katlanabiliyoruz? En basit bilgiyi bile aldığımızda içten içe mutlu olur, o gün için ilerlediğimizi varsayarız ancak gerçekte ne kadar şey biliriz? İnternette gezinirken bir videoya denk geldiğimizi varsayalım ve o videoda günlük hayatta doğru bildiklerimizin aslında yanlış olduğu söylensin. İşte bu durumda iki his yaşarız: Öfke ve arka plandan bize yaklaşan gizli haz. Çünkü aslında bilmediğimiz şeye kızar ama yeni öğrendiğimiz bilgi ile özel hissederiz. Peki nereden belli iki bilgiden hangisinin doğru olduğu? Elbette araştırabilir, o araştırma sonucu öğrenebiliriz ama genellikle bunu yapmayız çünkü genel olarak hiçbirimiz öğrenmeye odaklı değiliz, bilmeye odaklıyız. Yalnız şimdi bu noktada işleri biraz daha karıştıracağım. Yazımın başlığına odaklanalım "Aslında ne biliriz?" Öyle bilmeyi tercih ettiklerimizi mi yoksa hakikati mi? Eğer bildiğimiz şey hakikat ise aslında hakikat diye bir şey var mıdır? Bunu nasıl bili
alakadardır, nitekim asla tatmin olmazlar bildikleriyle. Çünkü herkesin göz ardı ettiği şey, yanlış soruların peşinden koşarak doğru cevaplara ulaşılmayacağı gerçeğidir. Yapraklar renk değiştirir, sonbahar gelir. Bu mevsimde artık aramızda olmayanları anarız. Akşamlar sessizleşirken yaz veda etmenin hüznünü göze alamayarak usulca uzaklaşır. Belki dökülen yaprakların yaptığı da bizimkinden farksızdır. Belki hepimiz bu yüzden sonbahar akşamlarında gün batımını seyrederken içimizi kaplayan tarifsiz duyguların pençesinde kıvranırız, yaza doğru bunları anımsamak bizi sıradan bir nostaljiye boğar. Yaprakların tuttuğu da geçmiş güzlerin yasıdır zira. Onların sessiz gözyaşları bizimkilere karışırken biz el ele tutuşmuşuzdur. Çünkü ne onlar kadar cesur, ne sonbahar kadar güzelizdir.
riz? En sarsılmaz bilgiler den birine, üçgenin iç açılarının 180 derece olduğu bilgisine gidelim. Bu bir teoremdir ve bu teorem Gödel isimli bilim insanı tarafından yıkılmıştır. Gödel'e göre bir teorem hem tutarlı olup hem de detaylı araştırma içeremez. Detaylı araştırma sonucu üçgenin iç açısı değişebilir ve bu da tutarlılığı yıkar. Elbette biz insanlar detaylı araştırma ile tutarlılık arasında bir seçim yaparak yere sağlam basabilmek adına tutarlılığı seçmişiz ve bu şekilde bazı ihtimalleri göz ardı etmişiz. Şimdi bu örneği kullanarak hala bunu biliyoruz diyebilir miyiz? Bir başka isim Arthur Coestler 1960 yapımı "Sleepwalkers" adlı bilim tarihi kitabında eski inançların o insanların kafasındaki kesinlik ile bizim şimdiki inanışlarımızın kafamızdaki kesinliğe bakıyor ve argümanların biraz gelişmesi dışında çok fark olmadığını gösteriyor. Buradan çıkan sonuç hüzünlenip kendimizi cahil kabul etmemiz mi peki? Yoksa bilmek dediğimiz dogmatik anlam yüklediğimiz kelimenin anlamıyla biraz oynamamız mı? Bilmek dediğimiz kelimenin anlamını bir konu hakkında bazı yönleri ile bilgiye sahip olmak diye mi değiştirmeliyiz? İşte bu dediğim hiçbir zaman olamayacak çünkü insanlar bir konu hakkında tam bilgiye sahip olamamayı kabul edemez. Bu dünyada bazı olasılıkları ihmal ederek kendimize bir zemin yaratıyoruz, işte hepsi bu.