Mevzular Derin Fanzin Sayı : 21

Page 1


haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. a – haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. ama – haklısınız haklısınız. mesela – haklısınız haklısınız haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. haklısınız. hahahaha.

sağaltı. devinim. görgü. damla. kurgu. itiraz. iptida.

sayı 21. merhaba.

Ön Kapak: Suhan Lalettayin Arka Kapak: Montag

mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfanzin mevzularderin.com


korunağa adanan metabolizma cam fanusta birikti adandım varlığına hayyam'ı manen göreceğim tufan delalettir uyanacağım sabahertesi sarih merak yığınları kertecek tadı göğünyüzü, seksüel alışkanlıkları ölmeni bekliyorum başucunda seni iyi hatırlayabilmek için bir de dilindeki regl tadını felfecir ırmağı mengeneden hora bakın burada bir şey, bir kazık! kiraya çıkışmayacak paramız; borç değil kırboç bodruma yeni bir aile kurulmuş olur ayılana kadar sahibinden, temiz sıfır sıfır birden az hiçe yakın bize uygun sıfır şişerek sönmesini açıklayabilmeliydi gen havuzumuzun sen milyon dolar ediyordun bize geliyordu haciz bir ömür geriden gelemeyişin, neydi, nasıldı, mahvetti devasız kan bağına korktuğun ne varsa

kim ettiysen beni olmayan o saygı vuruşu, vur! sıyrılan ödüncün direnci birkaç kasa limon pahasına hicaba itildik, yaşa merak et yine itlik puştluk peşindeyiz seviştiğimiz yataklardan ben parçaları taşıyor korunmuyoruz hayırdan da şerden de devletlerce gereğimiz düşünülmeye değmez sen; değerli; sayın; siz bakın burada bir şar, bir azık! restore sövgünen tanınmaz suretiniz cennetin ayaklarınızı b i r k a ç milim ıskaladığı aşikar ;siz eski nefesi kesiklerden olmalısınız güya batmak için atlamıştınız değil mi gemiye bir yerde yatacak yeriniz olmalı yok!


"Those who restrain desire, do so because theirs is weak enough to be restrained"* William Blake

İsmid tozu sürmesini cilveyle kirpiklerine çekti. Rastıkla kömür karasına dönmüş kaşlarının güzelliği daha da ortaya çıkmıştı artık. İnce tülbendini al boyaya batırdı, boyayı iyice emdiğine emin olduktan sonra tülbendi önce oval hareketlerle yanağında gezdirdi, sonra da alt dudağına sürdü. Üst dudağı ile mühürleyip pekiştirdi. Öz miktarda üstübeç ile kireç güzelliğine ulaştı, nazardan koruması için alnına çektiği çivit sıra da enfes olmuştu. Ayağa kalktı ve boy aynasının önüne geçti. Üstündeki sırma işli kadife mintan, yine sırmalı ipek fistan ve gümüş kakmalı meşin kemeri ile birçok efendinin nefsini hüsrana uğratacağı şüphesizdi. Ne de olsa bu devirde hala aranır olmasını dillere destan letafet ve taravetine borçluydu. Tek sorunu ise ne kadar allık sürerse sürsün, üstübeç ile gizlemeye çalışırsa çalışsın bir türlü gözden kaybolmayan dudağının kenarındaki hafif irice bir et beniydi. Yine de bu kusuruyla yaşamaya alışmıştı. Aynaya tekrar baktı ve benini hafifçe okşadı. Elinden bir şey gelmezdi. Bulunduğu küçük oda sabahtan beri sessizdi. Akşam olunca yandaki yuvarlağı andıran ence daha geniş odada gürültülerin başlayacağı, seslerin iyice coşmaya yüz tuttuğu vakit ise ona bir işaret verilerek odadan çıkması isteneceği söylenmişti. İşaret verilene kadar odadan çıkması yasaktı. O da işareti bekliyordu. Bir müddet sonra sahiden yan odada birtakım tıkırtılar başladı. Bu tıkırtırlar yerini zamanla kıpırtılara, tak tuklara, çekilen iskemle ve gıybet fısıltılarına, sonra bazı sesli konuşmalara, en son da yüksek perdeden kahkaha ve bağırışlara bıraktı. Artık gürültü iyiden iyiye kendi bulunduğu odayı sarsıyordu. Nihayetinde kapısı üç kez sertçe vuruldu. Bu beklediği işaret olsa gerekti. Eline zillerini aldı ve kapıya yöneldi. Şimdi içerideki herkesi büyüleme vakti gelmişti.

********* Serkeşlerin demlenmeden, aşıkların fingirdemeden, kahinlerin de tebliğden alıkonulduğu bir devr-i istibdatta, vaktiyle bir cihan başkenti olan elan ise “Hasta Adam’ın Konağı” denilen Pay-i Taht-ı Saltanat’ta, yani Konstantin’in o güzel şehrinde demeli, baskı ve yasaklarla renkleri söndürülen koca koca semtlere, bulvarlara karşı çıkan, hareketini ve neşesini kaptırmamış birkaç esnaf sokağı var idi. Geniş kaldırımlı, esnafların sokağın iki yakasına adeta istiflenerek sabahtan akşama kadar geçen yüzlerce müşteriyi dükkanlarına buyur etmekle uğraştığı bu sokaklardan birinde sabah vakti ilginç bir olay oldu. Giyim kuşamlarından musikiye gönül vermiş oldukları anlaşılan dört tane genç adam çevrenin yeni yeni hareketlenmeye başladığı bir vakitte çalgılarıyla sokağın ortasına kuruldular. Üç sazende arkada bir ip gibi sıralanırken boğazından çıkardığı seslerle hanende olduğu anlaşılan genç ise onların birkaç adım önüne geçmişti. Sazendeler bir yegâh peşrevini çalmaya başlayınca aralarında sokağın en şaşaalı dükkanına sahip olan kuyumcunun da olduğu birkaç esnaf ve sokaktan o sırada geçmekte olan bazı kişiler bu musikiye yöneldi. Peşrev, yerini Neva makamından bir şarkıya bırakınca önde duran hanende birden yumuşaklığı kadifeleri, efsunu bülbülleri hasetten çatlatacak sesiyle teganni etmeye başladı. Bu sesin zarafeti sokağı sarmaya başlar başlamaz her çeşit beşer bu çalgı grubunun etrafına doluşur oldu. Kısa sürede çalgıcıların çevresi kocaman bir yarım daireye döndü. Esnaf takımı dahi dükkânlarını bırakıp gelmişti. Sazendeler de önlerinde şakımakta olan bu şahane sesten kuvvet aldıklarından mıdır nedir sanki daha bir şevkle, daha bir güzel çalmaya başladılar. Artık fevkalade bir ahenk, kusursuz bir musiki burada hüküm sürüyordu.


Ahalinin kulakları zevkin doruklarındaydı ki hanende birden “Hık!” diye bir ses çıkardı. Adeta boğazına kılçık takılmış bir adam gibi acayip hırıltılarla sağa sola rastgele adımlar atan adam şaşkınlıkla izlendi. Sazendelerin de bu tuhaf aksaklıktan dolayı elleri ayağına dolaşmış olacak ki bir nefeste çalmayı bıraktılar. İnsanlar filhakika bir büyünün etkisinden yeni çıkmış gibi daha başka bir merakla çalgıcılara bakmaya başlamıştı şimdi. İlk dikkatlerini çeken hanendenin topal olmasıydı. Hâlâ sanki birazdan ruhunu teslim edecekmişçesine pütürlü ve iğrenç geniz sesleriyle dolanan bu adamın mutlak bir bacağı diğerinden daha kısa olacaktı ki böyle biçimsiz adımlıyordu. Biraz önce ağzına hayranlıkla bakan grup teganni ederken attığı adımlara bakmadığından bunu fark edememişti. Ahali hanendeyi rezilliği ile yalnız bırakıp gözlerini merakla sazendelere yönelttiğinde ise çok daha fazla şaşırmıştı. Üç sazendenin üçü de kördü. İp gibi sıraya dizilmeleri de büyük ihtimal arada birbirlerine çarpmak suretiyle yerlerini tespit etsinler, musiki sarhoşluğuyla farklı yönlere kapılıp gitmesinler diyeydi. Bütün sokak gerçekten büyük bir şok tesiriyle susmuştu. Hiç kimsenin az önce çalınan harika ezgileri bu dilenci kılıklı noksan güruhun çıkardığına inanası gelmiyordu. Bu resmen musikiye hakaret olurdu. Sokağın suskunluğunu patlattığı bir kahkaha ile kuyumcu bozdu. Bu öyle yoğun ve yüksek perdeden bir kahkahaydı ki başladığında kuyumcuya yakın duran birkaç kişi korkuyla olduğu yerde sıçradı. Herkesin anlamsız bakışları altında kuyumcu doyasıya gülüyordu şimdi. Bu doyasıya gülmenin doyma kısmı da merakla beklendi, fakat beklenilen bir türlü gelmemişti. Dakikalar geçmesine rağmen kuyumcu hala aynı şevkle gülmeye devam ediyordu. Kimse bu tufanı nasıl durduracağını bir türlü bulamadan bir saat geçmişti. Bir saatin sonunda ise kuyumcu gürültüyle gülmeye devam ederken birden karnı ortasından yarıldı ve bütün barsakları dışarı taştı. Dolunaya dönmüş gözler, yutulan küçük diller arasında adam oracıkta ölmüştü. Şoku atlatıp kendine gelen bazıları bir süredir kuyumcunun çevresinde olan doktorları kovdu, yerlerine görevliler çağrıldı. Görevliler yaşarken pek zengin olan bu zavallı merhumun önce sokağa saçılmış barsak ve iç organlarını topladılar, sonra da topladıklarını cesedin üstüne koyup mahallenin imamının yolunu tuttular.

Ceset giderken ona yakından bakan bir iki kişi acizin üstündeki iç organların hala kıpır kıpır oynadığını söylüyordu. ******* Manav Nizam Bey sabah vuku bulan bütün bu olayları kuyumcunun karşısındaki dükkânından izlemişti. Öğle ezanı okunduktan bir müddet sonra önceden sardığı tütününü kapı önünde yakıp düşünmeye başladı. Yeni padişah vergileri ve yasakları arttırdıkça reaya daha da deliriyor, daha da kötü vaziyetlere düşüyordu. Misal kuyumcu eskiden parmakla gösterilen zenginlerdendi. Devir değişince ise kaybettikleri akıl sağlığını sıkıntıya sokmuş, bu sabah da öte tarafa yollamıştı. Tüttürürken derin bir nefes verdi, kendi sülalesinin vaziyeti de kuyumcudan pek farklı sayılmazdı esasında. Vaktinde babası Ekmel Bey’in dedelerinden kalma bir gedikli meyhanesi vardı. Bu meyhanede onlar için çok değerli olan bir aile geleneğini gerçekleştiriyorlardı. Babasının anlattığına göre Sultan İbrahim döneminde altın çağına ulaşan bu geleneği yaşatmaya çalışan en önemli aile kendileriydi. Hatta ne geleneği, başlı başına bir sanattı bu. Babası, atalarının sahip olduğu gedikli meyhanelere Mazlum Şah, Küçük Afet, Şeker Şah gibi nice sanatçının yolunun düştüğünü yemin billahlarla söylüyordu. Sonrasında ise yeni padişahın irade-i senniyeleri ile hem çoğu gedikli meyhane kapatıldı hem de bu sanat yasaklandı. Gedikli meyhaneler kapanınca alem geceleri Dersaadet’in dört bir yanında kaçak olarak var olan koltuk meyhanelerine taşındı. Bu koltuk meyhaneleri çoğunlukla bazı esnaf dükkânlarının kullanılmayan odalarında gece yarıları kurulan küçük sofralarla var oluyordu. Manav Nizam Bey’in de soranlara “depodur” dediği bir bodrum katı vardı ve burayı tabi ki de atalarının geleneğini devam ettirmek için bir koltuk meyhanesi şeklinde kullanıyordu. Sanatçı bulmak ise zordu, yasaktan sonra sanatçıların çoğu Anadolu’ya kaçarak dağıldığı için güzel bir taze bulmak için bazen günlerce aramak gerekiyordu. Ancak bu akşam sorunsuzdu, günler öncesinden bir taze ayarlanmış, içkiler hazır edilmişti. Kalfa çocuk akşama doğru bodrumun geniş odasını temizleyip eğlenceye katılacak olan beylere de gizliden haber uçurdu mu her şey tamamlan-


mış oluyordu. Sadece erketeci velet hasta olduğu için kalfanın bugünkü aleme katılmadan o görevi üstlenmesi gerekiyordu, imdi kalfa meşgul olduğu için de gösteri ortasında paraları kendisinin toplaması uygun olacaktı tabi. Nizam Bey gökyüzüne baktı, hava bugün evvel günlere göre biraz daha kapalıydı. Olur da yağmur yağarsa konukların ıslanmadan gelmesi çok daha iyi olurdu. ********* Nalıncı Osman hava iyice kararınca dükkânını kapattı. Hafiften çiseleyen yağmurun altında sokakları bir bir geçti ve en sonunda manavın önüne gelince durdu. Kapalı kapıyı usulca açtı. İçeride onu kalfa karşılamıştı. Kalfa gelen konuklarla çoktan konuşmadan anlaşmayı söktüğü için usulca tezgâhın arkasından çıktı, dükkânın arka tarafına doğru yürümeye başladı. Nalıncı da onu izliyordu, beraber bodrumum basamaklarından indiler. Nalıncı aşağı indiğinde henüz pek az kişinin gelmiş olduğunu fark etti. Turşucu Kambur Süleyman ile Tamburi Mesut Bey sabah olan tuhaf olayı tartışıyorlardı. Köşedeyse tanımadığı muşmula suratlı bir ihtiyar oturuyordu. Nalıncı hemen tartışan beylerin yanına kuruldu ve sabahki olay ile ilgili aklındaki ilginç teorileri onlara anlatmaya başladı. Fikirleri beylerce saçma bulunduğu için kıyasıya eleştirildi, o ise buna kızmış olacak ki daha önce dediklerini daha da bir hararetle savunmaya başladı ve hepsi beraber uzun bir münakaşanın içine düştüler. Bu münakaşaya o kadar dalmışlardı ki hiçbiri zaman geçtikçe bodrumun yavaş yavaş kalabalıklaştığını, gürültünün arttığını ve içkinin boğazlardan yuvarlanmaya başladığını fark etmedi. En son Nizam Bey’in de bodruma girmesinden mütevellit bir sessizlik olunca onlar da kafalarını kaldırıp baktılar. Dükkân sahibi sessizce eline bir kadeh rakı alıp yudumlamaya başladı. Ardından önce odanın köşesine doğru parmağını şaklattı, o tarafa doğru bakan nalıncı ne zaman geldiğini görmediği bir sazendenin tabure üstünde oturduğunu gördü. Adamın şaklatmasıyla sazende elindeki sazı çalmaya hazırlandı. Sonra da kalfasına eliyle bir hareket yaptı Nizam Bey, kalfa da el hareketini anladığını başını sallayarak gösterdi ve ence geniş odanın darlaşan yerinde duran bir kapıya doğru yürüdü. Kapının önüne gelince üç kez sertçe vurdu tahtaya. *********

Açılan kapıdan içeriye bütün ihtişamıyla bir köçek girdi. İşveyle elindeki zilleri tıngırdatınca sazende de hemen köçekleme çalmaya başladı. Bu 16-17 yaşlarında olan delikanlının doğrusu enfes bir yüzü vardı. Etrafındaki beylere gözlerini süzerek bakıyor, oynarken al dudaklarını hafice bükmeyi ihmal etmiyordu. Uzun ve parlak saçları, iki tarafına düşen uçları kıvrılmış kâkülleri ile şehvet uyandırıyordu. Dans ederken yumuşacık kiraz yanaklarından akmaya başlayan küçük ter tanecikleri önce zümrüt bir gerdanlık sayesinde ışıl ışıl parlayan o pamuk boynundan geçiyor, ardından yılanları aratmayacak şekilde bir o yana bir bu yana kıvıl kıvıl kıvrılan, gözleri esnekliği ile büyüleyen incecik beline uğruyor, bu yolculuğu ise musiki hızlı bir ritme geçtikçe aynı hızla onu kovalayan, yeni doğmuş bir bebeğinkine benzeyen ısırılası kıpkırmızı topuklarında, dolma gibi uzun ince parmaklarında ve derisi koyun sırtlarının yumuşaklığına ve sıcaklığına değişilmeyecek ayacıklarında bitiyordu. Bir afetti. İşlediği bir günah sonucu cennetten kovulmuş bir melek olmalıydı. Meyhane ahalisi de köçeğin bu güzelliğinin farkındaydı elbet. Kalfa erketeye dönmeyi unutmuştu, o da şimdi çevredeki herkes gibi kocaman gözlerle bu oğlanın ihtirasla kıvırdığı vücudunun her yerine bakıyor, erkekliğinin canlanıp ağzının salyalanmasına engel olamıyordu. Bu koltuk meyhanesinin cemaati uzun süredir birbirini tanır ve her birinin ne kadar köçeklere düşkün olduğunu bilirdi. Fakat bu oğlan bütün ezberlerini darmaduman etmişti. Çok rahatlıkla buraya daha önce gelen hiçbir köçeğin belindeki kemerin böylesine gümüşi parıldamadığı, alnına çektiği çivit sıranın böylesine masmavi ışımadığı söylenebilirdi. Şimdi musikinin sihriyle beraber bütün beyler arzu dolu bir günah denizine kulaklarından girmişti. Köçek ise o denizdeki ağız sulandıran bir balık, göz kamaştıran bir inciydi. İç gıcıklayan bir denizkızı, gökkuşağına götüren bir mercan idi. Nizam Bey şüphesiz bu duyguları en yoğun hisseden kişiydi, faslın başından beri neredeyse köçek kadar terlemiş, köçek kadar yüreğini hoplatmış, köçek kadar kanı güm güm atmıştı. Şehvetine ket vurmak için -onca - yıllardır direniyordu, direniyordu fakat buna mukabil olamadı. Herkesin köçeğin efsunuyla mest olduğu bir anda ayağa fırladı. Şimşek hızıyla köçeğin belinden kavradı ve


tutkuyla al dudaklarına kendi ağzını yapıştırdı. Bu, sonradan korkunç bir şekilde zıvanadan çıkacak gecenin ilk büyük olayıydı. Meyhane ahalisi gerçekten ilahi bir öpüşmeye şahit olmuştu. Hatta denilebilir ki bu öpüşmenin yarattığı ihtiras dalgası ile Dersaadet’in bazı yerlerinde kuşlar kondukları dallardan havalanmışlar, gevşek topraklar sallanmaya başlamış, Ay’ın yeryüzüne vuran parıltısı biraz daha artmıştır. Fakat bütün bunlar Nizam Bey’in yıllarca içinde saklı tuttuğu arzusunu dindirmemiş olsa gerek ki hayatındaki en yanlış kararı o an oracıkta verdi. Dudaklarını köçeğin dudaklarından anlık olarak ayıran adam, adeta bir mecnun gibi davranarak ağzını açtı ve o ana kadar neler yaşadığını bile anlayamamış olan oğlanın dudağının kenarında bulunan iri et benini sertçe ısırdı. Oğlan tüm gücüyle “Aaah” çekip feryat etti. Bu vaveyla o kadar kuvvetli, o kadar kuvvetliydi ki bütün beyler hemen kulaklarını kapadı. Ses dükkânın duvarlarını aşmış, tüm şiddetiyle Konstantinopolis gecesine karışmıştı. Şehrin üstünde uğuldayan rüzgâr aniden durdu, yağmur bıçak dokunmuş gibi aniden kesildi, gökyüzündeki kara bulutlar haber almışçasına tek bir yere toplanmış gidiyordu. Şehrin bütün köpekleri havlamaya başladı, Ay bezelyeden bilyeye dönmüş gibiydi, gece şimdi cehennemi andırıyordu. Feryadını durduramayan köçek de Nizam Bey’den mecnunluk kapmıştı. Zaten gecenin başından beri uslu durmayan adamın erkekliğini birden tuttu ve tüm gücüyle sıktı. ************** Kuyumcu birden uyandı. Kendi dükkânı önünde uzanmış, sırıtarak yatıyordu. Doğruldu, karnında bir boşluk hissettiği için orasına baktı, gerçekten da yarılmış karnı içinden dışarı taşan bir barsak parçası dışında bomboş duruyordu. Barsak parçasını gözüyle takip etti, o da yol boyunca serilmiş bir yere doğru gidiyor gibiydi. Merakla emekleyerek içinden taşan barsağı izledi, sokağın karşısına geçti ve bir dükkânın önünde ucunu buldu. Kafasını kaldırıp baktı, bu manavın dükkânıydı. O sırada “Aah” şeklinde çok kuvvetli bir feryat duydu. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken arkasını dönünce sırıtan suratının ifadesi tamamen silindi. Birkaç metre arkasında kara bulutlar arkası gözükmeyen bir daire oluşturacak

biçimde toplanmış dönüyorlardı. “Aah” feryadının yankısıyla dairenin üzerinde şimşekler cızırdamaya başladı. Kuyumcu daha ne olduğunu anlamamıştı ki ilkinden daha tok, daha gür bir “Aaaah” feryadı bütün şehrin çevresini sardı. Bu ikinci feryatla kara bulutların üstündeki şimşek cızırtıları çıldırdı. Gece birden bembeyaz olmuştu. Gecenin beyazlığı ortasında kara bulutların arasından birkaç ruh sıra sıra çıkmaya başladı. Kuyumcu hayretle ağzını kocaman açtı, bunlar bu tarihe kadar bütün aşk hikayelerinde duyduğu aşıkların kendileriydi işte. Ferhat ile Şirin, Romeo ile Juliet, Paris ile Helen ve daha niceleri akın akın bulutların arasından çıkıyordu. İkinci feryat kesilince bulut gözden kayboldu, ruhların hepsi dışarı çıkmıştı. Ortalık tam sessizliğe kavuşunca ruhlar birden “ Ba’sü ba’de’l-mevt” diye nida ettiler. Kuyumcu dehşetle yere kapaklandı, ruhlar şimdi koşarak üzerinden geçiyor, doğru manav dükkânına giriyorlardı. ************** Merdivenler aniden onlarca ayak ile doldu. Başta yeni kurulmuş polis teşkilatının görevlileri, arkalarda da halkın bazı öfkeli namus bekçileri olmak üzere bir grup dükkânın bodrumuna indi. Karşılaştıkları, bekledikleri rezaletten bile daha büyüktü. Bu apaçık oğlancılıktı, terbiyesizlikti. Cehennemin en dibine layık ahlaksızları burada suçüstü yakalamışlardı. Yeni gelen grup nefretle meyhane düşkünlerini kınarken aralarından iki kardeş çabuk davrandı. Yetkiyi şeriattan aldıklarını düşünerekten ceplerinde sakladıkları bıçakları çıkardılar ve hala tutuşmakta olan köçek ve manavı delik deşik ettiler. Algıladıkları son his acıyla karışık şehvet olan bu bedenler, yere düştüler kanlar içinde. Böylece İstanbul’un muhtelif tuhaflıklarla başlayan bir günü de aynı gariplikle diyetini ödeyerek son buldu. Muhtemel her ruh ait olmak istediği yere doğru yol aldığından sayfaların son satırından mesudiyet taşıyordu. “Kusur benim imzamdır.” Neyzen İbrahim Dede *Arzuları kısıtlayanlar kendi arzuları kısıtlanabilecek kadar zayıf olduğundan yaparlar bunu.


Dünyanın unutulmuş bir arazisindeydim. Yol kenarındaki bütün tabelalar yanmıştı. Burayı geçtikten sonra nereye kaç kilometre kaldığını sadece çöp kutularının yanına ayakkabı ve bavul bırakanlar biliyordu. O bavulların hepsini aldım. Arazinin ortasındaki üzeri bıçakla delik deşik edilmiş yeşil nevresimli yatağa kadar taşıdım. Önümde kirli bir göl vardı. Bavulları açtım, içlerinden çıkanları giydim. İki yanıma yeşilin iki ayrı tonundan iki turna gelip kondu. Ağladılar. Onlar ağladıkça ayakkabılarımdaki çamurlar aktı. Birkaç düzine uçaktan ve kamyondan, arazinin ortasına yüzlerce ceset bırakıldı. Bırakılan birçok genç kadın bedeninde birçok kirli el izi: bazılarının kollarında şırıngalar, kundaklı bir bebek cesedinin üzerinde de muz kabukları, ambalaj kâğıtları vardı. Bırakılanların hepsi güzel yüzlüydü, bazılarının yüzü yoktu. Birkaç uçak sadece et parçalarıyla dolu torbalar bırakmıştı araziye. Kamyonların birinden inen bir adam, kocaman bir çadır kurdu. Çadırın içine binlerce evrak dosyası ve kaset doldurdu. Sonra gittiler. Ben hepsinin yüzünü görmüştüm. Yüzlerini boyadılar arabaların içinde giderken. Herkesin tanıdığı insanlar oldular. Tek el ateş etti birisi. Koyu yeşil turna tek gözünden vuruldu. Diğer turna gölün içine doğru süzüldü. Etrafta yaşayan bir ben kaldım. Koyu yeşil turnanın gözünden akan kan, ayakkabılarıma bulaştı. Benim şahitliğimi bir tek

boşluk açıklayabilirdi. Giderek yükselen bir nefes sesi duydum. Nefes sesi giderek ben oldu. Kulaklarım patlayacakken tavandaki avizesiz lambayı gördüm. Ben avizesiz lambaya bakarken dedemin nefes sesi bütün evi kendisiyle birlikte dolaştı. Dedem sabaha kadar evin içinde dolanırdı. Sanki o meydanda kaybettiğimiz her şeyi sabaha kadar ufacık evde arayıp da bulacaktı. Işıkları açıp kapattı, mırıldandı, musluğu tam kapatamadı. O musluktan düşen her bir damla benim kafamda kıyamet kopardı. Annemin yüzü olup aktı, anneannemin… Dedemin açık unuttuğu lambadan çıkan cızırtılı ses, kendi sesim oldu. O güzel ceketin içinde, önümdeki ekrandan o ana kadar kimliği açıklananların ölüm haberlerini okuyup bu sırada kendi canımdan olanların adını da kendimden evvel herkese duyurduğum sesimi duydum, yankıyla. O haberde sıfırlandım, saçlarımı döktüm olduğum yere. Evimin kapısını uzun bir zaman için son defa kapadım. Haberde adı geçen herkesin mezarını evin duvarlarında gördüm. Başlarına iki renkli çaputlar bağladım. Dedem önümde dikiliyordu. Onun hep baktığı gibi ben de ona bomboş baktım. Kapı önünde dedem, ben, duvardaki mezarların başındaki gölgelerimiz, tozlu döşemelerimiz, kül içindeki kilimlerimiz, kırık basamaklarımız, dünkü bihaber halimiz, bugünkü çaresizliğimiz mıhlanmıştık. Yürümek fiili tehlike çağrıştırır mı? En tehlikeli şeyi yapıyorlarmış yıllardır her gün gördüğüm yüzlerin sahipleri. Aynaya baktığımda gördüğüm yüzün benzerine sahip olan, kendilerinden izler taşıdığım o kadınlar tesadüfen öldüler. Beni aylarca eli kolu gibi vücudundan bir parça olarak taşıyan kadınla dedemin hastalığıyla başa çıkan kadını bir tek saniyede küle dönüştürdüler. Bize saniyeler yön verecek galiba, savuracak bizi. Öyle savruldum ki belki bir saman kâğıda dönüştüm havada. Annemin gülüşü de savrulup parçalandı o gün, sesi de, bilinci de. O gürültüde silindim ben. Bir tek kollarım kaldı geriye benden, her sabah dedeme ince belli bardakta çay veren. Senelerdir kendiliğinden akıp giden günlerimin seyri, uykularımın rengi değişti. Hayatım boyunca taşımak zorunda olduğum bir mikrop kaptım. Ölene kadar kendim olmaktan, o güme gidişleri hatırlamaktan beni kurtaracak, günde birkaç defa alınacak bir ilaç yoktu. Dedem hatırlamazdı. O kendisini yıllar önceki bir günde kilitleyip unutmuştu. Başka anısı yoktu. Bu evin ilk


halleri, sağlam musluklar, anneannemin gençliği net değildi dedemin bilincinde. O günlerden yanına alabildiği tek şey, hep tüttürdüğü sigaranın dumanıydı. Perdeler bile kanser olmuştu dumandan. Benim unutmaya meylim, unutabilecek kadar matah bir iradem ya da zayıf hafızam yoktu. Yatakta doğruldum, sol elimle uzanıp perdeyi araladım. Daha aydınlık olmadığından hiçbir şeyi seçemedim. Sokaklardaki lambalar da bozulacak yakında. Bütün turnalar gözlerinden vurulduğu zaman bütün lambalar da bozulmuş sayılacak. Rüyamdaki arazide bir gün güneşi de saklayacaklar. Gerekirse dünyayı bağlayacaklar, olur da araziye bir damla güneş denk gelir diye. Sanki dün geceden beri bir yokuş çıkıyorum ve yüzüme doğru bir rüzgâr esiyor. Yüzümü kurutuyor, yüzümü yok ediyor yavaş yavaş, kimliğimi yakıyor. Artık unutacak bir şey kalmadı dede, yüzüme bak. Bir tek bu yüz kaldı şimdi senin tanıdıkların arasında küle dönüşmeyen. Yüzümü veriyorum sana, bundan sonra birlikte dolaşacağız bu evin iki odasında. Ucu yanık fotoğraflara aslında her şeyin habercisi onlarmış gibi davranacağız. Artık unutamazsın. Çünkü ben fark ettim ki insan çabaladıkça unutmak için, düz yolda bile kayboluyor. Düz yol bulursa kayboluyor, düz yol kalmışsa eğer. Binalar dikiyorlar buldukları her düzlüğe. Ben yangınları, çığlıkları unutayım diye yok ediyorlar her yeşillik zerresini. Beyaz binalarla dolu bütün arazilerin altında, isimleri yüzleriyle birlikte unutulmuş bembeyaz ruhlu cesetler var. Üzerini örtüyorlar pisliklerin, malzemeden çalıp da yaptıklarıyla. O araziyi gördüğüm geceden kimsenin haberi yok ama bütün cihan bile öğrenseydi o gece gördüklerimi, turnanın uçuşu kadar kısa bir zaman diliminde yok olurdu anlattıklarım. Sanki herkes dedemin hastalığına tutulmuş. Anlatmadım, gece vakti dışarının rüyasını gördüğümü kimseye söyleyemedim. Turnaları rüyamda gördüğüm gece hayatımın en alelade gecesiydi aslında. Etrafımda dilini bilmediği bir ülkenin çöplerinden kâğıt toplayanlar, kendilerini kilitledikleri karanlık mecaz odalardan çıkamayıp ölümlerine hiç tanımadıkları insanları şahit edenler vardı. Böylesine acılarla dolu, rengini yitirmiş bir dünyada belki de bu eve sinip kalmış olmak benim şansımdı. Rüyamdaki cesetlerin hikâye-

lerini dinleyemedim çünkü herkes olanları örtmek için avazının çıktığı kadar kendinden bahsediyordu. Bu dünyada ölüm var. Ara sokaklar, kirasız dükkânlar, merdiven altları var. İşte ben dünya denilen uzun yokuşta geride kendimi bırakmıştım. O iki adımlık yerkürenin bütün arka bahçelerini gören kadın bile kendi isteğiyle vazgeçtiyse bir yere tutunmaktan, ben de bir gece açık unutulan lambaları kapatmaya kalkamayacaktım. Benim dedemin nefesini duyduğum saniye, binlerce silah patladı ya da binlerce çocuk çıktı annesinin rahminden. Birileri doğdukça arazi daha da doluyordu. Araziye atılan her beden, benim belimi büküyordu. Annem gidince yolum bitti benim. Turnaların öldüğü gece ben ışıkları sönmüş bir cehennemde uyuyordum. Bilmem neredeki kaldırımın birinde, oradan geçen herkes bulunduğu noktada kaldı. Tuzla buz olmuş o semtin haberini duyurduktan sonra bu evin en rutubetli köşesini kendime uzay yaptım. Burası bizim hapishanemiz artık. Yaşıyorum ama sanki sağ göğsümü ya da bir parmağımı kesip almışlar benden dede. Yerinde zehir gibi bir acı esiyor. Sen de sadece yüzüme bakıyorsun, durduk yere saçma sapan isimler sayıklıyorsun. Şimdilerde dışarıda herkes senin gibi sürdürüyor günlerini. Pembe stüdyolarda o arazinin varlığından haberdar olmayan insanlar mikrofonlara isteklerini haykırıyorlar. Her zaman önlerine sunulan tepside çiçekler bulunacağını sanıyorlar. Bundan sonra bir tek o mikrofonlara söylenenler duyulacak. Ağıt ve silah sesleriyle bir nefes sesi artık aynı kefeye sığacak. Belki yakında çıkarız evden seninle. Sana birlikte nasıl geride kaldığımızı anlatırım, unutacağını bilsem de. Çayını farklı bir bardaktan içersin o gün, rüyamdan bahsederim. Eve bir muhabbet kuşu almış olurum o vakte kadar. Böyle bir gece yaşadım, derim. Öyle, hep yaşanabilen bir gece…

Görünüşte gün gibi Gözükene bakılınca


Karanlık enerji bunun içinde olabilir Patlayabilir midende bütün evren Belki de yeni bir gezegenin ana maddesi olur nefesin Çünkü herkes hisseder bazen gözlerinden saçılan kozmik ışınımın savrulduğunu öylece sokakta Elbette bu sadece yeni bir tesadüf olabilir -Birazdan öğrenebilirsin her şeyi Ama sen de biliyorsun bu yüzden açmaya korkarsın gözlerini Gözlerindir bir gün katil bir gün asker bir gün rezil Hiçbiri katlanamaz yenigünçoğrafyalarının travma unutturmayan güzelliğine Kim bilir belki gözlerin de bunun içindedir Benim sebebim tam olarak bu Benim sebebim tam olarak şu Kozmosun da kendi yaraları vardır Herkesten itinayla sakladığı Bu yüzden namahremdir insanoğluna bilinmeyenle güreşmek BU yüzden vardır tanrı Sen evrenselliğini yanına aldıysan başlayalım Önce görülmeyenin mesafeli duruşu aşılacak Sonra kendine soyunacaksın Ve ele alacak sonunda seni tükenerek saklı kalan özgün malzeme Tüm bunların ufak lila haplara nasıl sığdığına inanamayacaksın

ölüm yayılıyordu, ölüyordu gece bile bırak çağırma kimseyi acizliğinle kal, ağlamayışınla inanma, inandırma ihtiyacın yok ölmeye inanma, doğmaya inanma ne kadar her gece ölülerin kıyısında uyansan da sana inan diyene kadar açma gözlerini daha demedim iç dünyamızı ikili susmalarla bölme ya da bağırma susmak için ben artık sesini tanımıyorum bilmiyorum da yemin etmeyi gözlerini aç demedim

koridorlar dolusu topuklu ayakkabılar seri üretim burunlar balon gibi şişirilmiş göğüslerin içinde bir ayna bul kendine üç kere söyle adımı gör bak bir bok olmayacak hemen gözlerini kapat intihar senaryolarından kurtul öyle fiyakalı olmayacak seninki güneşe üflemeyi bırak yemek dip tuttu üstelik elini de yaktın tut bir ucundan atmosferin denizleri bana ayır bir daha da açma gözleri


Akşam karanlığının iyice çöktüğü vakitlerde, yağmurdan kaçarak müşterilerin dolup taştığı bir kafeye girmiş, yan masanın sakinleri tarafından askılık olarak kullanılmış bir sandalyenin masasına göz dikmiştim. Masanın sakinleri belki lise, belki üniversite çağlarında, kahkahalarının ortamın gürültüsüne karıştığı genç kızlardı. Sandalyeyi işaret ettiğimde, ağzımı açmaya fırsat vermeden çantalarını, kabanlarını ve kaşkollarını oturdukları sandalyelere astılar. Saat sekizi yirmi beş geçiyordu. Masaya oturup garsonun benimle ilgilenmesini bekledim. Muhtemelen garson beni hayatı boyunca hiç görmediği için tanımadı ve “her zamankinden” siparişimin ne olduğunu bilmeyecekti. Bu yüzden az şekerli bir kahve söyledim. Yarım saatim vardı, bekleyerek geçirilecek yarım saat. Aslında bekleme eylemini hakkını vererek gerçekleştiremiyordum. Otuz dakikanın geçmesini beklerken hem az şekerli bir kahve yudumlayacak hem de kafedeki insan seslerini ve radyo sesini dinleyecektim.

Benim bekleyişimin biteceği an gitgide yaklaşıyor. Onu gördüğümde olacakları hayal ediyorum. Çoğu gece uykuya dalacakken beynimde dolaşan gölgesini hatırlıyorum. Sonra onu aklıma getirdiğimde bana hissettirdiklerini: hayalinin bedenimin her noktasında uyandırdığı ürpertileri, bahsi her geçtiğinde hızlanan kalp ritmimi. Kavuşmamıza çok az kaldı, onu karşılamak üzere kafeden ayrılırken yağmur diniyor. Soğuktan tir tir titreyen delikanlının yanına pijamalarının altına bot giymiş bir kız geliyor. İyi giyimli kadın porselen fincanda bir çay sipariş ediyor ve kapıdan çıkarken radyoda bir adam başka bir dilde “Aşkını geri kazanmak için zamana ihtiyacım var.” diyor. Onunla bu şehrin en güzel ve en yalnız sokağında buluşmak üzere sözleştik. Tam 20.55’te, ne bir dakika geç ne bir dakika erken. Kolumdaki saatin tiktakını bileğimden geçen damarlar beynime taşıyor. Sıklaşan adımlarım bu tiktaklarla yarışıyor.

Hiçbir zaman hiçbir şeyi tam anlamıyla bekleyemezdim. Ne bekleyecek zamanım ne de sabrım vardı. Alelacele ve yarım yamalak gibi ikilemeler oluşturuyordu hayatı. Ancak şimdi beklediğimin gelmesine dakikalar kalmışken birilerinin sebatla beklemeyi öğrenmiş olduğunu görebiliyorum. Kafenin kapısının tam karşı kaldırımında, bir elektrikçi dükkanının tentesine sığınmış öylece dikilen genç bir adam beklemeyi çoktan öğrenmiş gibi duruyor. Belli ki şemsiyesi kırılmış ya da unutulmuş, bu yüzden saçları suyla yakın temasta. Bir yandan sokaktan geçen araçların üzerine su sıçratıp sıçratmayacağına bakıyor, bir yandan muhakkak üst katlardaki bir dairenin penceresinden bir çift gözle rastlaşmayı bekliyor. Elinde armağan edilmek üzere bir demet gül bulunmuyor, delikanlı öylece bekliyor.

Ve sokağın başındayım. Kavuşmamıza kimsenin şahitlik etmesini istemediğim için çöplüğün kenarına sinmiş uyuyan sarı ve bir o kadar da pis kediyi korkutup kaçırıyorum. Eğimi bir hayli yüksek olan bu sokağın sağında deniz ve üzerinde mışıl mışıl uyuyan tekneler var. Görmesem de bunu biliyorum. İşte beklediğim geliyor, geldiğini fark ettiğimde önce el ve ayak parmaklarımın uçları uyuşuyor. Heyecandan olduğunu düşünürken bu uyuşma bir sarsıntıya dönüşerek bileklerime, ardından dirseklerim ve dizlerime tırmanıyor. Hayalimdeki, “Nasılsın, iyi misin?” diye sormadan vücudumda bir yılan gibi dolanmaya başlıyor. Belli ki o da beni çok beklemiş, bu zamana kadar kendisini niye beklettim diye kızmış olmalı. Zaman ilerledikçe onu daha yoğun hissediyorum, tüm dokularıma nüfuz ediyor. Bende yarattığı sarsıntı ensemden ve avuçlarımdan fışkıran teri silmeme izin vermiyor. Kavuştuk diye sayıklıyorum, aslında ne dediğimi bilmiyorum çünkü onunla birlikte olmak bilincimi yok etmeye başlıyor. Önce ellerim ve ayaklarım çözülüyor. Ardından dilim düğümleniyor, soluk artık bana bir şey ifade etmiyor.

Peki ya kasanın yanında oturan, ellilerinde, iyi giyimli ve yakasına iğne oyadan broş takmış yalnız kadın? Beklemeyi benden ya da şu soğukta titreyen delikanlıdan daha iyi öğrenmiş midir? Bu sorunun cevabını, masasının üzerinde bir gazete gördüğümde alıyorum. İyi giyimli kadın benimle aynı hataya düşmüş oluyor. “Demek ki” diyorum kendi kendime “hakkıyla beklemenin yaşı yoktur.” Hoş geldin. Tanıştığımıza memnun oldum. Zamana ihtiyacımız vardı.


Aslında bu kadar zor olmamalı. Kırmızı kazağın sandım. Belki burun deliklerime de bakmış altına siyah etek geçirmek. Ya da olmayacak bir olabilir. Ama iletmek istediği tek bir mesaj şeyin üzerini sırf olabilmesi için fosforlu ka- vardı: Ne istiyorsun? lemle karalamak. Ölüm, yalnızlık ve kan… Hadi gidip cinayet Zor olan çok şey var: geğirmek, aldatmak, saç işleyelim. (Birini öldürmek gerçekten isterdim.) örmek… Ama ağlamak değil. Ağlamak zor bir şey değil. Bunu savunan, benim göz bebekleri- Hayır, tabii ki bunlar işin şakası. Böyle şeyler me uğrayan ve bağlama çalan bütün insanlar demedim. Aslında doğrusu diyemedim. Çünkü her ne kadar parmak uçlarının soru kitapçığı bir adam geldi yanıma. Yanı başıma. Elinde olsalar da yalan söylüyorlar. bağlamayla. Kıyafetlerini anlatmayacağım. Siz kurun. Ama iyi niyetli gibiydi. Yani içim kulakParmak ucu olmak önemli şey. Hayır, terlik ya larıma öyle söyledi. Sonra “Neden küpe yok bu da sivri burun değil. Hayır, ayakkabılar Laz ya kulaklarda?” diye çığlık attı. Şaka şaka, yapmadı da Rum değil. Olsa ne yazar gerçi. Bağlamanın öyle şeyler. O kadar kokona değil. telleri ses teli değil ya. Konuşana da çalar. Konuşamayana da. Azıcık gönül olsun biraz da Sadece geldi yanıma. Arkasından onun gibi yürek ısınsın yeter. Beynin kıvrımlarının kanal- birkaç tane adam daha. Bir şeyler çaldılar. larından kime ne. DNA da bulanda kalsın. Pe- Oynak bir şeyler. Ben portakalların ya da kırçeteler kandan ıslamasın yeter. (Şiir gibi sözler. mızı montlu dağcıların bu kadar oynak olmalaTuhaf tuhaf şeyler oluyor.) rına şaşırdım. İşin özü bağlamacılar (Satanlar değil. Çalanlar.) yalan söylüyor. Ağlamak zor bir şey değil. Gözümün içine su damlatmadığım halde. Gerçi küçükken zordu. Ama o zaman da gözlerimin altına damlatırdım. Ablamla beraber ağlama numarası yapardık. Eğer oyunda en yakın arkadaşınız saçlarını bağlarken tokasını kaybettiği için kalp krizi geçirip ölürse ağlamak zorunludur.

Ama onlar devam etti. Hep beraber çaldılar, söylediler.

Ama böyle bir durumda değil. Mandalina yemek belki. Ama ne olur söyleyin neden bir grup bağlama çalabilen insan, sırf bir adet soğana bakabilmek için bir manavın önünde bağlama çalar ki? Neden? Tamam kabul, filozofum. Ama benim de ellerim soğukta çatlıyor ve onlar neden böyle bir şeyler yapıyor? Çünkü… En iyisi anlatmak…

Sonra bitiverdi şarkı. Açıklama nerede diye baktım manavın suratına. Ama o alışmış mesleğine. Dört yüz dörde âşık olmuş. Hala Ne istiyorsun? Bakışı. bir gram bile değişiklik yok.

Dün manava gittim. (Hayır, filozof olduğum için değil. Ya söyler misiniz kim filozof olduğu için manava gider?) Bir şeyler almak için. Domates, salatalık falan. Gittim manavın önüne. Manav gözlerimin içine baktı. Yani ben öyle

“Müzik, utangaç bakışlı bir dar pantolondur. Ve bu kadar tuhaf olduğu için herkese susma emri verir.” demiş bir Filozof. (Hem de fosforlu kalemlere zaafı olan bir kâğıt toplayıcısı misali. Biliyorum çok saçma.) Doğru demiş. Hepimiz sustuk çünkü. Şarkı bitene kadar.

O sormayınca ben soruverdim adamlardan birine: “Neler oluyor?” “Hayatta mı?” “Hayır. Ya da evet. Kısacası şu an burada.” “O zaman hayatta.” “Bu ne saçma bir soru. Anlayamıyorum.”


“Tamam, ben de rüyamda evleneceğim kızı görmedim.” “Ne?” “Ağlamak zor.” “Anlamıyorum diyorum.” “Doğru. Çünkü manavın cevap vermesi gerekiyor.” “O zaman neden susuyor?”

“Dördüz dörde aşık olmuş.”

“Ne oluyor allah aşkına?” “Cevap vermeyi düşüyor musun manav?” ve manav nihayet bana bir şeyler anlatmaya başladı: “Bak kardeşim, ben bu adamlarım ağlamasını sağlıyorum. Onlar da bana bağlama çalıyorlar. Onlar söylüyorlar ben de onların önüne soğan koyup ağlamalarını sağlıyorum.” “Neden?” “Çünkü bağlamayı seviyorum. Bağlamanın çıkardığı müziği de.” “Peki onlar?” dedim ve benim içimi kandıran adam başladı konuşmaya: “Bebeklerin fotoğrafları çekebilmek için.” “Nasıl yani?” “Şimdi bebeklerin fotoğraflarını çekebilmek için daha özel bir kameraya ihtiyacımız var ve bu kamerayı kullanabilmek için özel gözlüklere. E gözlükler pahalı. Ağlamak da bu gözlükleri kullanmakla eş değer. Hal böyle olunca ve malum soğanın fiyatı bizi bunu yaptırmaya mecbur kıldı.” “Ne? İnanmıyorum.” “İnanma zaten. Yalan söyledim. Biz gönlümüzün estiği yerde gönlümüzün estiği kişilere gönlümüzün istediği parçayı çalıyoruz. Bir nevi sokak şarkıcılarıyız. Ama para için değil. Kulak vergisinin herkes için gerekli olduğunu düşündüğümüzden. E bu manav bizi tanıyor. Senin de tanıdığı zannetti herhalde. Gerçi biz de öyle zannettik. Hatta bizimle maytap geçiyorsun sandım ben. O yüzden alay ettim senle. Bizi buralarda herkes tanır çünkü.” “Anladım.” dedim ve manava dönüp: “Bir kilo domates iki kilo salatalık.”

Galaktik bir serüvenden yeni döndüm Mecalimi yolda, yükümü sende bırakıp Korkularımdan ördüğüm surlarla çevriliyim de Ne savaşım ne ittifakım seninle Saman rengi bir rüyadayım uyanmak için uyuduğum Bir kibrit kutusu bu yeniden ve yeniden kendimi bulduğum Her şey ayrılıyor kabuğundan – bir pranga bileğimden hariç Caddeler geçiyor içimden keşke gösterebilsem. Öldürürken eldiven giyiyordu diye masum zanneder mi kendini bir katil? Olmamış mı olur bu olanlar üstüne kan sıçramadığında Tuza mı yatırılır vicdanlar, cımbızla mı çekilir? Bu maskeyi çıkarıp fotoğraflarının yanına bırakıyorum

Bu yükü inan daha fazla taşıyamıyorum Bir taarruzun ortasındayım Bir çöl geçiyorum Yüküm çok, devem yok Dönülmezmiş Görüp de üstü örtülmezmiş gerçeklerin. Sevdiğim şiirlerin dizeleri batıyor etime Üstüne toprak atılmış her anı beni yanına çağırıyor Ben sanırım burada daha önce de kaybolmuştum Şimdi Sen paralel şekilde bölerken boyutları ve zamanları Kalbinden aldığım bu parçayı anı kutuma koyuyorum Seni temin ederim Bu boşluğu artık romantize etmiyorum.


1. Ayrılık ‘’Kaldırma kuvvetine yükleyip sorumluluğu suyun yüzünde, derinlere dalma hazzını yukarıdaki keyfi kedere vermek neden?’’ Bunu Serkan’a on günlük sürecek eğitimimizin ilk günü, çıkışta gittiğimiz barda bira köpüğünde boğulmak istercesine soruyorum. O ise mutsuz evliliği ve iki oğlundan bahsediyor. Ben ise yeni bir şehre gelmenin heyecanıyla hiç adaptasyon sorununu yaşamamış biri olarak akmak istiyorum ışık huzmelerine. Münzevi ruhum ritmik bir uğultuda, derin derin, arzuyla baktıkça onu daha da etkileme isteğinde. Tam kalkacağız masadan; ‘’Şimdi senin yaşında olmak isterdim, diyor. Şimdi seninle…’’ Beni öğretmenevine kadar bırakıyor. Yol boyunca geceye çarpıp bölünen gölgelerin sahipleri konuşuyor, biz yürüyoruz susarak. Fahişeler konuşur büyük harflerle, adamlar iş bitirici konuşur, eldeki kirli paralar ölümü konuşur, sigaralar bittikleri yerde başlayan hikâyelerini konuşur. En çok gölgelerden korkulur. Kesişen gölgeler akrebin ve yelkovanın üst üste geldiği andan itibaren ertesi güne ekleniyor, renkleri eksiliyor. Her geçen saat soluyoruz birer mağara olan ağızlarımızın içinde ateşi yakarken. Birbirimizi janjanlı renklerde sevip beyaz çarşaflara bürünüyoruz çünkü sevdiğimize teslimiyette renkleri kusuyoruz duvarlara. Bu yüzden çeperlerini hesaplı kitaplı yaparsın; çeperin karşı tarafındaki dikenlerine merhem sürmek isterken bile gözlerini kapatır, vücudunu sıka sıka sağarsın gündüzü geceden. Gündüzler rahatlatıcıdır fesleğen tazeliğinde. Bacak arandaki sızı, sabahları hoyratça sıyrılan fon perdeden içeri sızan ışığından alır arsızlığını. Arsız bir tazelik fesleğeninki, kendini saksının dışında ilk defa gören… ‘’Beni bir tanıma sığdırma Serkan, bu en çok korktuğum şey!’’ ‘’Nereye kadar böyle uçacaksın?’’ Şehir renklerimizi emiyor, geriye uzayıp kısalan tanımsız gölgelerimiz kalıyor. Bir an dursak öpüşeceğiz. Tanımsız gölgeler iç içe geçerek katmanlaşacak, zaman ve uzam ilişkisi içinde sokak lambasının sarı ışığının sınırladığı alanda boşluğu doldurup sonsuz uzaydan sıyrılıp kopacağız. Kendimize yarattığımız anların çıplak ayaklı yeryüzü astronotlarıyız, bedenler arası yolculuk üzerinde çiy taneleri belirene kadar… ‘’Karımla yatak odasından başka yerde sevişmeyiz.’’ ‘’Yarın görüşürüz’’. ‘’Görüşürüz.’’

Her gün oturup içiyoruz, muhabbetler suda seken taşlar gibi sıçramalı ve kesik… Biliyoruz ki bir süre sonra hiç konuşmayacağız. İlk sigaramı onun yanında içiyorum. Bana içime çekmeyi öğretiyor; hep tüketmeye odaklı hayatım gibi bunu da bir çırpıda öğrenip gitmek istiyorum. Gitmek? Senin kal diyemeyeceğin kadar küçük yaştayım. Kıvırcık saçlarına dolasam parmaklarımı, eminim kısa ve kesik bir gezinti olur cümleler gibi… Biliyoruz ki bir süre sonra hiç konuşmayacağız. Otogarda o bana aldığı kar küresini hediye edecek, ben onun omzunda sevdiğim oğlan için ağlayacağım. Yolculuk boyu uyumayıp gözlerim yakamoz parıltısında, tüm gece koltuğuma sıkışmış şunları yazacağım defterime:

‘’Katı, sıvı, gaz her bir dönüşüm mevsimine atfedilen… Varsayalım ki önümüz kış. Bu kış kıyamette su dolu kürede dudakları büzüşmüş mor öpücüklü yakışıklı... Hey yakışıklı sana bir çift sözüm var! Susarsan dudaklarına kar taneleri yapışır. O yüzden gece gündüz, gündüz gece, çalkalanan, sarsıntılı, yeryüzünde dörde bölüştürülmüş mevsimler ama sana hep sağanak sağanak gelen kışın frekansında konuş. Dilini ısır, sonra tükür kanı. Yeter ki tüm kan çekilmiş olmasın son bir su baloncuğunda. Unutma ki iki sus arasında gömülür bedenler, iki sus arasında okunur dualar.’’ 2. Kesişme Müphem bir yaza tutunabilme çabasında çırpınan ağzı küçük iki canlı öpüşerek somon rengi bir sabah serinliğine esnetiyor şehri. ‘’Ağzın küçücük kuş gibi…’’ ‘’Ben bir kuşla öpüştüm evvel zamanda.’’

Kentsel dönüşüme tabi tutulan gecekonduların kuşları ölmüyor Serkan! Alçalıp yükselen kepçenin ritminde kanat çırpan kuşlara yem atıyor yüreğim. Şimdiki zamanda birini sevmek için kuş kadar hızlı, kepçe kadar ritmik olmak gerekiyor. Konmak için zamanımız daraldı.

Şimdi kalbim penceresiz oda dört metrekare. Sana burada yaşayalım desem dudaklarını büzüştürürsün. Zamanı aldatıcı olmakla suçlarsın, oysa sen akıtırsın bilisiz ruhuna zamanın göreceliğini. Ve dudakları büzüşmüş mor öpücüklü yakışıklı zamanın bana göre hiç de akmadığı ve aldatıcı olmadığı bir dilimde gelmişti ve öyle de gidecekti. Seni aramak istiyorum Serkan. Ama kendime yediremiyorum. Kendi halinde seyreden hayatlarda suyun kısıldığı yerde ağzına bir iki damla düşen o mağduru oynamak istemiyorum. Oysa derdim sadece konuşmak. Ama onlar beni tanımlayacak biliyorum. ‘’Mağdur kızın sığınma çabaları.’’ Birin-


den, sonbaharda dalından sükûnetle dökülen ama ayaklar altında çatırdayan yaprak gibi kopabiliyorum. Döküldüğüm yerde etkinliğini sürdüren rüzgârın renklerine boyanmak isterken, hayat beni kümeliyor kaldırım taşının soğuk gri yüzeyine. Başımı kaldırım taşına çarptığımda geldi aklım başıma. Herkes keser yanlışlıkla parmağını ve emer kanı… Onları affedemiyorum çünkü bu ani bir sıyrılışın kabuk kabuk soyuldukça derinde biriken irinini temizlemek. Ve biz temizlik işçileri çocuklar, süregelen sarmallığın ucunda çözülümü gerçekleşen evliliğin boğumlarında büyürler. X ve Y veya X ve X bir araya gelir ve döl yatağında bir denklem oluştururlar. Kimyayı bozar aile mefhumu! ‘’Çocuklar için bu evliliği sürdürmen saçmalık.’’ ‘’Sen bunu nasıl anlayabilirsin, evli bile değilsin.’’ Sarsılıyorum! Bir gün ben de bir çocuğa kendimde yer açabilecek miyim bahçede akşamsefasına yer açtığım gibi? Bu bana açık bir saldırı -eylemsel olmayan- ama ta çocukluktan süregelen kabız bir durumun tuvaletteki kanlı hali. Sen ise sadece cinsiyet belirleyicisin, fonksiyonel görevin bu, onu ilk kucağa alana kadar… Sonrası senin bileyeceğin iş! Kucağındaki varlığın ya kurtarıcısı olursun ya da katili. Ve gün gelir o küçük oluşum sırf seni cezalandırmak için yatağında ölümü düşler.

Sana akşamsefasının kokusunu duyumsamak için yanımda kal demiştim hatırlar mısın? Annemle babam akşamsefasının kokmadığı bir günde ayrıldılar. Annem ağzında çiğnediği ekmeği morarmış alnıma koyuyor. Göbek bağı koptuktan sonra iyileştirici güç ağzına verilen; bazen bir ninni de, bazen dokundurulan minik bir öpücük de, bazen ıslanan ekmek de enerji dolu varlık. İçimizde annemizin mitokondrisi var, o toprağın altındayken bile, biz yeryüzünde onun eteğinden dökülen kaygılarla yaşarken. Duvardaki küçük bir delikten kafasını içeri uzatmış kuş yavrusu görüyorum. Minik ağzını açmış annesini bekliyor muhtemelen. Ama ben rol çalıp ağzımda hızlıca tükürük oluşturup dilimin ucuyla onun somon rengi minik diline bırakıyorum.

Bir günde yıkılan gecekonduların yerine yerleşen, enine boyuna şişmanlayan ruhsatlı binaların duvarının soğukluğu değildi beni o gün zangır zangır titreten, bir gece migren ağrısıyla uyandığım ve duvara yasladığım alnıma çarpan o üç solukluk sesti. Cik! Cik! Cik! 3. TANIŞMA Büyük aile sofraları; bir konuya gebe kalmış muhabbetlerin ağızda yavaş yavaş çevrilişi, sürahinin incelikli desenine yansıyan suretler, inip kalkanaçılıp kapanan mekanik ağız ve kollardan oluşur. Bir zamanlar öyle özlem duyardım ki bu büyük aile

sofralarının muntazam ve abartılı işleyişine, ta ki her birimizin aslında yalnız olduğunu, kendi içlerimize doğru dilsizleşen uçurumların bizi yakınlaştırdığı kadar ayrıştırdığını da fark edene kadar. Göz kenarlarında tutuşan kırışıklıklarına toz doluyor, sen camın arkasından beni süzerken. Sigaranı söndürüp içeri giriyorsun ve karşıma oturuyorsun. Ben gene aidiyet duygumu sorgulama peşinde tabağımdaki bezelyelerde gezinirken. ‘’Mendel de bezelye bahçelerinde gezinirken kendi aidiyet duygusunu hiç düşündü mü acaba?’’ Eğitimin ilk günü beni seçip masama oturan bu adamla sadece Mendel üzerine konuşabileceğimi sezinlemenin ne kadar saçma olduğunu şimdi anlıyorum. Çünkü sonrasında çöp deşen köpekler gibi deşiyoruz yaşamlarımızı, bir şeyler bulabilmenin heyecan verici gücüyle... Onun burnu iyi koku alıyor, benim ise sezgilerim kuvvetli. Dokunuşları asit etkisi yaratıyor bedenimde… ‘’Bana dokunma, ağlamak istemiyorum.’’ ‘’Karım beni sürekli eleştirir.’’ Parlatılmış şamdanlar gibi özenle korunan aile yapılarının temelleri su altında kalıyor. Büyük aile sofralarının uzun süren damak lezzetinin yerini iki kişilik hızlı tüketim çılgınlığı alıyor; yedikçe tatsızlaşan, insanı pişman eden. ‘’ Eleştirilmeye tahammülüm yok!’’ ‘’ Bazen insanlardan çok sıkılıyorum.’’ ‘’ Onları affedebilirsem kendimi sevebilirim.’’ ‘’ Onları affet.’’ ‘’ Ben güçlü bir kızım.’’ ‘’ Şimdi kendi seyrindeki hayatıma dönmem gerek.’’ ‘’Seninki çarpık düzeni cilalamak!’’ ‘’ Çok güzel gülüyorsun.’’

Sen bir pazar arabası olmak istedin. Ol! Ben dökülen elmaları toplayacağım, bilhassa dökülenleri. Döküntüler bana sözde gürbüz ağaçlardan kalan hikâyeler… Sen artık istesen de gelemezsin su toplamış ayaklarınla… Bir gün istersen şair olmak, pazar arabası olduğunu unutma!

Kararsız bulutların arasında beliriveren gün ışığı, çatıların üzerindeki ıslanmış kiremitlerin kızıllığını emip balık pulu gibi parlatıyor. Yol kaygan yılan gibi, başı ve sonu belli olmayan şehrin uzantısında kıvrılıyor. ‘’Hayatın denklemine değişken olan o meşhur x ve y her bir değişkende farklı sonuçlar veriyor baksana.’’ diyorum gülümseyerek.

Kar küresindeki mor öpücüklü yakışıklıyı öpmek için bir kuş olmam yeter mi? Bilemiyorum. Misal kalplerimizi yakacaklar metan gazı açığa çıkacak, konduğumuzu da beğenmeyeceğiz, biliyorum. Ama küreye yerleştirdiğimiz mor öpücüklünün dudaklarından nasibimi de alabilecekmişçesine kanat çırpacağım inadına. Serkan! Deniz sanki artık içindeyken çekici; sınırsızlığı görmek, sonra küfrederek sınıra yüzmek… Anla!


-Bir Sessizliği çoğaltan içten yanmalı sus payı Virgülde yarım, noktada tam ses sessiz Dudakta işaret parmağı, duvara sıfır Çivide sallanır, düşerken her şey hava bile -Isınmıyorsa eğerKi ben oldum olası düşmek olasıdır Mikrofon arızalıdır, ses titrer telde Ses hep titrer, duyulur frekansta ağlak Cızırdar radyo kanalında ah o şarkı -Biliyormuş gibi yaptığımızBir tablodur duvarda kim asmış bilinmez Kendimi bildim bileli kendimde değilim Çocukluk evi kiraysa daha çok hüzünlendiriyor İnsan ayağı takılsa da hala düşürmeyeyim diye -Düşse de kendi-Ki Gün geceliklerini giyince evler jeneratör Gibi devreye girer görünür evin içi Bir el hemen perdeye davranır Örtercesine dedikodu yapan ağızları -Parmaklar, parmaklıkHerkesin tekerleyerek sayabileceği Birden üçe kadar kulakta kemik Sesleriniz kulaklarınızdan yankılanıyor Sesleriniz suyumu dalgalandırıyor -DengeDoğa taş kesilmiş insanlar gelince Ağlayarak gelmiş ayakta sallanmışlar Gürültüyü daha gür bir ses bastırır Ninni yok artık ve tek çalgı üflemeli -Üf, karahindiba-

gökyüzünün güneşli şarkısı kulağımda yüzüme şavkıyla vurmak suretiyle kendisini bir sıcak ruh gibi hissettirerek birçok insandan daha zarif dokunuyor neye sığınacağımızı anlıyorum zamansız ölçüsüyle nakışlanmış huylarımız direterek çıkış yolunda ışıksız yürüyor yüksekte uçan kuşlara yüz çevirip uçurtmalara göz dikiyor herkes doğaya inanışım ömür boyu benim sevincini yıldızlarla paylaşan hayallerim bulutların huylandırıcı meltemleriyle geceyle gündüzün anlaşılmayan varoluşunda herkesin bir ayrıcalık sandığı gibi susmuş ruhumu yoklayan sözlerimle manzaramdan nefret edene kadar ortak koşacağım yalnızlığımın soyutluğuna aklıma gelmezdi bambaşka bir umutla büyüyen çiçeklerin dipdiriyken solacağı kimin aklıyla buradaysak o da hiç düşünmemiştir bizim kör yanımızı kan kokulu ağızların kıyısında direnebilmekti korkmadan sevişmek çapkın bir kadın bakışı gibi sunulan hayatta tanrıyı tanıyamadık yaşadığımızla unutulmayan nezaketin ölmediği ruhlarla bir yaşamak umuduyla hayattaydı insanlar boyun eğmeyen çiçeklerin ve ölmemenin sözcüsüydü eskinin takvimi çocuklara vaat edilen geleceğin yavaşça yok oluşunu izliyoruz bazen aklımızdaki ışıltılı eğlence unutuluyor sarhoşumsu gözlerle bakıyoruz geleceğe


Çemberin dışına çık! Ellerimle şekil verdiğim güzel mahkumiyetimde, Bir çatlak arıyorum, şimdilik. Sanki Asya’dan Soputan tekrar püskürse sarsacak bizi, Ya da güçlü bir depreme ihtiyacımız var kurtulmak için Haydi butterfly effect güldür yüzümüzü. Dünyanın bir yerlerinde -inan ki mühim değil coğrafi koşulları- kaos olmalı. Çatırdamayı duymak inancım kaosa bağlı, Affına sığınıyorum Dünya. Ellerim yapamadı, tırnaklarım derimden ayrılmaya yüz tutuyor, haykırışlarımın rüzgarı, yerinden bile oynatmadı. Kaosa mecburiyet benim seçimim değil. Şayet mecburiyet dışındaki hayat, Bir marangozluk. Tüm varoluşları yon-tu-yor-uz. Ellerle değil, kalbimle. Kuvvetle değil, bencillikle. Öfke, tam ortasında oturuyor bu yontmanın Çünkü biz bu akışkanlığa kapılamıyoruz. Gerimizden gelip hızımıza hız katmıyor, Önümüzden akıp gidiyor. Tam yanımızdayken de Rahatsız edici bir kahkaha duyuyoruz, Hız eşiğinin en üstünde, yaralamak istercesine çarpıyor. Şimdi bir yerlerde, bir anne çocuğunu terk etti biliyorum isimlendirilerek değerlenen ölü bedenler de çoğalıyor, bir yerlerde. Zaten kan ile sulamak gerekiyor kutsal vatan topraklarını. Yeni bir kaos istemekten öte, Yüzümü yanı başımdakine çevirerek gözümü açarak çatlatacağım çemberi. Evvelden beri siyah bir kadife ardında olsa da İşte şimdi! Gözlerim açılıyor, Gözkapaklarım üzerindeki kararsız tüm renklere rağmen. Yaşamak için veda ediyorum mahkûmiyetime, akıştaki kaosu ardımıza alacağıma and içerek. Merhaba yaşam, silahsızım.

Elinde bir demet gülle Büklüm Sokak’ta eski bir genelevin önünde bekliyordu adam Serim, düğüm ve ölüm Umut denen tesadüfen sararmayan bir başka yaprağı ömrün. Göç yolunda bir trenin camında sonlanan hayaller, Sağ tarafta uyuya kalan genç bir kadın, Ön camda sistematik kuş ölümleri, Tren göç, Tren suç yolunda. -Son akşam yemeğiKocaman bir masanın çevresinde on üç adam. On ikisi kızgın, Biri durgun. İşlemediği suçtan yüküm giyen, Artık giydiği ne varsa üstüne birkaç hayat büyük gelen, Şimdinin sahnesinde geçmişin ayak izleriyle yürüyen, Karda sürünüp, izini belli etmeyen. Biri solgun, Biri kırgın, Biri durgun. Yemekler intikam kadar soğuk, Umut, On iki ateşle yanan sobada çıtırdayan dalları ömrün. Yorgan diye yalanlarla örtülü bir kundaktı aşk kırk üçüncü baharında. Çiçekli sofra bezleri, Aynı ev, tahta bir sıraya ortadan çekilmiş şerit, Tahammül benzeri yutkunuşlar, Birkaç kırık akor, Yarım kadans Devrik cümle, Pespaye hamleler. Mutfaktaki sarı bez, Sabah, Akşam, Dün, Yarın, Bugün. Umut denen Büklüm sokakta bir çiçekçi, Kokmayan tek yaprağıydı gülün.


Gözümü açtığımda karakolun sorgu odasında dayak yemeye devam ediyordum. Artık konuşmaya takatim kalmamıştı. Çünkü beni dinlemiyorlar ve ısrarla aynı soruyu tekrarlıyorlardı: “Erkan Çiçek’i nereden tanıyorsun?” Erkan liseden arkadaşımdı. Severdim Erkan’ı. Ama sonra bir olay oldu, olayı hatırlamıyorum şimdi, lise de bitince bir daha görüşmedik. Ta ki 16 Aralık gecesine kadar. O gece bir barda denk geldik Erkan’la. İlk bakışta hemen tanıdık birbirimizi. Ama ikimiz de masalarımızdan kalkmaya tenezzül etmedik. Yanında kız arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim bir kadın vardı. Oldukça güzel bir kadın. Erkan da oldukça güzeldi o gece. Takım elbise giyinmişti. “Belki de yıldönümleri falandır,” diye geçirdim içimden. Yalnız başıma oturuyordum. Kız arkadaşımla kavga etmiştik o gece. Kız arkadaşım dediysem, yalnızca hafta sonları görüşürdük, fuckbuddy gibi bir şey yani. Kocası vardı, evliydi. Kocası hafta sonları iş seyahati bahanesiyle metresinin yanına gittiğinde görüşürdük. Bardan çıkıp onun yanına gidecektim, ufak bir özür dileyip belki şarap içecektik. Sonra sevişip sımsıcak evime dönecektim sabah olmadan. Ama o gece bir his vardı içimde. Hani şu İspanyolların Saudade dediği kavram var ya, aynı anda mutlu hem de mutsuz hissediyorsun. Bir tür geçmişi özleme hali. Özlem paradoksu. Öyle bir hisse kapılmıştım Erkan’ı görünce. Bir yanım gidip hıçkıra hıçkıra sarılıp ağlamak istiyordu, bir yanımsa delik deşik etmek, onu oracıkta bıçaklayıp öldürmek. Neyse ki Erkan bir seçim yapmama yardımcı oldu. Kız arkadaşının yanından ayrılıp tuvalete gitmek için izin istedi. Ben de barmenden bir bira daha isteyip Erkan’ın peşinden tuvalete gittim. Lavaboda ellerini yıkıyordu. “Erkan Çiçek, Erkan Çiçek…” naraları atıp alkış tutarak yanına doğru yaklaştım. Beni görünce şaşırmadı. Aksine üstüme yürüdü. Beni bekliyor gibiydi.

“Arkadaşım, sosyopat mısın sen? Niye öküz gibi bütün gecedir bana bakıyorsun?” “Bir dakika, bir dakika,” dedim, “o elini bir indir. Beni tanımadın mı lan?” “Tanıdım amına koyayım, ne yapmamı bekliyorsun? Otuz sene sonra hiçbir şey olmamış gibi yanına gelip sarılmamı, içki ikram etmemi mi istiyorsun?” “Lan bir dur, ne oluyor? Ne oldu ki, ne yaptım ben sana?” “Ulan bir de ne yaptım diye soruyor… Bak sana söylüyorum, bir an önce kalk siktir git buradan, yoksa ağzını yüzünü sikerim senin, tamam mı?” Hıçkıra hıçkıra ağlarken sarılmak istediğim lise arkadaşım Erkan Çiçek, suratıma neden olduğunu bilmediğim bir öfke yağdırıyor; bununla da kalmayıp gömleğimin yakasından tutup beni sağa sola itekliyordu. Bir an içimdeki nefret duygusu patladı ve pantolonumun arka cebinden çıkarttığım çakıyı lise arkadaşım Erkan Çiçek’in karın boşluğuna sapladım. Bıçağı karın boşluğundan çıkartmamla yere yığılması bir oldu. Artık savunmasız ve saf bir masumiyetle karşımda yerde yatıyordu lise arkadaşım Erkan Çiçek. Az önceki kadar güzel görünmüyordu, beyaz gömleği kanlar içinde kalmıştı. Fakat arkada sevdiğim bir şarkı çalıyordu. Çok eskiden dinlediğim, bir kez dinlediğim ve ismini bilmediğim bir şarkı. Ne olduğunu anımsamaya çalıştım ama bulamadım. Çok oyalanmayıp içeri geçtim, hızlıca biramı içip hesabı ödedim. Tam kapıdan çıkacakken bir yaygara koptu. Ve işte her şey o an oldu ve yaka paça paketlediler beni, karakola götürdüler. Seyrek saçlı polis memuru artık benden usanmıştı, köşeye geçip bir sigara yakmış, boş ve uykusuz gözlerle yerdeki kan izlerine bakıyordu. Kel kafalı polis memuruysa bitmek tükenmek bilmeyen bir hınçla beni tokatlayıp aynı soruyu tekrar tekrar sormaya devam ediyordu.


“Erkan Çiçek’i nereden tanıyorsun?” Aslında bugün keyfim ve enerjim gayet yerindeydi. Kış gelmişti ama dışarıda halen günlük güneşlik bir hava vardı. Maaşım yeni yatmıştı. Öğleden sonra kız arkadaşımla boktan bir sebep yüzünden tartıştım. Neye tartıştığımızı bile anımsamıyorum, o kadar boktan bir sebep olmalı… Sonra biraz alkol almaya ihtiyaç duydum. Salak kafam, niye tekelden birkaç bira alıp sımsıcak evimde televizyon izlerken içmiyorsam… “Erkan Çiçek’i nereden tanıyorsun?” “Yahu kaç defa söyleyeceğim, liseden arkadaşımdı diyorum ya…” “Amına kodumun oğlu, madem liseden arkadaşındı, ne diye bıçaklıyorsun liseden arkadaşını? Bir de pişkin pişkin liseden arkadaşımdı, diyor…” “Evet ama liseden arkadaşımdı.” “En son ne zaman görüştünüz bu adamla?” “Liseden beri görüşmüyoruz biz amirim. Bu gece barda karşılaştık.” “Ne oldu, neden kavga ettiniz?” “Kavga falan etmedik.” “Sorun neydi o zaman amına koyayım?” “Yalan olmasın, biz lisedeyken bir konuda bununla kavga etmiştik, o günden beri de küsüz. Bir anda karşılaşınca da raylar koptu tabii, bağırmaya başladı bana.” “Ne diye bağırdı?” “Hiçbir şey olmamış gibi yanına mı gelmemi bekliyordun, dedi…” “Ne oldu ki?” “Ben de onu hatırlamaya çalışıyorum işte amirim.”

Nalına ve mıhına Yalanır kaldırımlar. Güzü yansıtan güneş, Delirtir, Su ile kibriti. Belirmemişken henüz Yıldızın kuyruğu Yaş tahtalarda, Bir aluç görmek -diyorum kiYıkıntının tam ortasında.

…sandı ve eteğini kaldırdı. derin sularda bir denizaltıydı korku. mucizeye dalarken nefesini tut. kardeştir boğulmak ve ürkü belkıs, tahtında hız ve cin ve cüruf süleyman, mülkünde kuş ve ku ve ispat atıf: bilme fantezisi çağırılma yakubu, bekleme odası bilekleri göründü kristal üstünde o bilekleri süleyman’dan başkası görse allahını şaşırırdı. aklını yitirmedi. süleyman çareyi kuşlarla konuşmakta buldu davet icabete açıktı ve katılmamak kabalık olurdu. formunu neyle koruyorsun ya belkıs? soruyu soran iman detoksundan yeni çıktı on emir dokuza indi musa kekemeydi, harun ilk şarkısının adını: beyaz eller ülküsü koydu. top 10’da ilk sırayı yine coltrane, saksafonuyla zapt ediyordu. …sandı ve eteğini kaldırdı. fotoğrafçı çekiyorum dedi ve sordu: yoksa Marilyn Monroe! belkıs’ın günümüzdeki ucuz versiyonu muydu?


soğuk işbirlikçisi parka omuzlarıma aşık çanta cepte kitaplar dimağda dolaşan uçsuzca bucaksızca özgürlük ve kurtuluş mücadeleleri eskitiyorum sokaklarını ankara'nın refik müzik ile, iki ayak vasıtasıyla saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca genç gence karşı fark üniforma, dimağ karartan ideolojik saik yüksel, her zamanki gibi karışık ütopya, el ele tutuşması genç ile gencin yürümek atiye, yüreğimizi kıpırdatan sunulan seçenek, susmak veya panoptikon ikame etmezsen, araftasın susarsan, yaşayan ölüsün panoptikon, boğar yaşamı karartır geleceği keser, ümit yolundaki ati'nin şah damarını ansızın, fısıldandı bir gün kulağımıza ikra doğum sonrası okunan ezan gibi ikra'dır panoptikon yol taşları otururken cemil ile kıyısında meriç'in gördük, recm edilen düşünceyi kördür, o günden beri cemil oymuştur gözünü dayanamadan kanayan dikiş tutmayan yaradır cemil, vicdanında neslin geceleyin, soğuk bardakta çay taneleri sandalyede ben gassân kenefâni'den yadigâr kurşun tetikte cumartesi, recm edilen düşünceler ve cemil'in gözleri için oturduğumuz lisede yırtılan gömlek sırtımda düşüncelerdeyim düşünceler bende ağız dolu küfür benden, bireyci kenan'ın ruhuna yenilen burger, fettuccine etmiyor tatmin ruhu aşk etmiyor tatmin, herkes aşık herkes sevdalı aşk'ın kıyısında, hipergamik poligamik eğilimler, fiyasko mefhum karmaşası, mefhumlar yoz, sürez yoz

büyük boşluklar diliyorum ki sînemi yakan seslerden, küllerden başlayayım kurulmaya hicretin en ince ayrıntılarını içime giyerek. ne kadar sonraları denk gelir bir sinema ekranı gözlerimin tam önüne, şu park etmiş içerimdeki dağınıklığı yararak? işte soru bu işte delik orada oluşturulur içinden şehrin evlatları ezsin diye akar gider tüm noktalamalar kaldırımlara. binaları örterek gizlemek uçurumlar gözlemek tek bir halkın avuç içlerine yerleşerek kayıp gitmek ameliyat terlerinden zor olmamalı biz evsizler için. bu yüzden umut hala tekdüze çiğnenmiş bir lokma sayılıyor hala kırmızının erotik bir pranga ağırlığı var yaşadığım odamdan çıkamayan karıncalar için de bizler için de. biz evsizler hastane odalarındaki tanıklığımız kuru bir mendile hapsolarak, çıkmamak üzere kurulmuşsa neden hala kalbimiz doymakla bitmeyen bir doyumsuzluk içinde?



Şehrin ışıkları evrenin derin karanlığını aydınlatan bir fener gibi zümrüt yeşili bir parıltıyla sürdürüyordu yaşamlarını. Rüzgârsız bir eylül yağmuru temizliyordu sokakları politikacıların, gaspçıların, tecavüzcülerin, din tüccarlarının, sübyancıların, âşıkların ve “YALANCILARIN” kirli oyunlarından arta kalan pisliklerden. O gece belki de yağmurun onu günahlarından arındırmasını isteyerek çıkmıştı dışarı. Mal varlığı paketinde kalan iki dal sigaradan ibaretti. Sağanak yağmurun altında yarı düşünür vaziyette yürüyordu. Artık pek fazla düşünmüyordu çünkü düşününce bir bok olmadığını geç de olsa anlamıştı. Yaya geçidinin başında durdu. Sokaklar boştu ama o yine de yeşil ışığın yanmasını bekliyordu ya da yeşilin ona ilahi bir aydınlanma vereceğine inandırmıştı kendini. Gözlerini cehennem alevi gibi yanan kırmızı ışıktan kaçırdı. Acı çekiyordu, ona önceki şehvet dolu ilişkilerini hatırlattığı için. Yolun karşısına baktı, bir çift, liseli aşıklar gibi sağanak yağmurun altında oynaşıp şakalaşıyorlardı. Kahkahaları iki sokak öteden duyulabilirdi. Gülümsedi hallerine, hiçbir zaman o mutluluğu yaşayamayacağını bile bile gülümsedi. Çift, yeşilin yanmasını beklemeden sokağın boşluğundan yararlanıp karşıya ağır adımlarla ilerledi. Ama o hala yeşil ışığın ruhunu arındıracağını umarak bekledi. Çift yakınlaştıkça etrafa saçtıkları mutlulukla daha da gülümsedi. Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttu. Sırılsıklam olmuştu. Üzerinde sadece siyah bir t-shirt ve Boston Celtics şortu vardı. Son zamanlarda o şortu her giydiğinde Paul Pierce'a küfür etmekten bıkmamıştı ve bu ritüeli evden çıkmadan tekrar gerçekleştirdi. Üşümüyordu. Çiftin yaydığı mutlulukla daha da ısınıyordu. Birden yüzü asıldı. Kafasında bazı anılar canlandı. Fazla değil, sadece dört sene önceki doğum gününü hatırladı. Bir zamanlar hoşlandığı bir kadın vardı. Çocukluk arkadaşıydılar. Ne olduysa âşık olmuştu ona, o dönemde fazla boşlukta olduğundan mı yoksa çocukluğundan beri

ondan hoşlandığını yeni mi anlamıştı bilmiyordu. Bir gece, bir şişe şarabı bitirdikten sonra onu aramıştı, hep buluştukları, dertleştikleri yerde, tepedeki ıhlamur ağacının altında. Yapraklarını dökerken daha bir güzeldi o ağaç. Belki de bir şeylerin önceden habercisiydi ama o dönemde bilmiyordu acı verdiğini kurumuş yaprakların. Cesareti yoktu hissettiklerini ayık kafayla söylemeye. Biraz çaldıktan sonra kız telefonu açtı. Açar açmaz konuşmaya başladı; "Benim daha ne yapmam gerekiyor. İlla tüm herkese karşı bağırayım mı sana hissettiklerimi ya da içip içip kapına mı dayanayım serseri tarafımı dışa vurup. Seviyorum işte seni. Geri zekâlı olsan eyvallah ama bu zamana kadar anlaman gerekmez miydi sana gösterdiğim ilgiden, yanında olmak istememden, sürekli sana sarılmak istememden, seni öpmek istememden seni sevdiğimi? İşte, artık ayrıca bir çaba göstermene ihtiyacın yok açık açık söylüyorum, sevi seviyorum!" Kız telefonun diğer ucunda bir süre sessizce bekledi ve sinirli bir ses tonuyla konuşmaya başladı; "Bu zamana kadar ne sana ilgi gösterdim, ne de umut verdim. Seviyorsan, âşıksan, kendi içinde yaşa bu aşkı umurumda değil. Bu zaman kadar senin yanında olduysam, derdini paylaşmışsam arkadaş olduğumuz için, beraber büyüdüğümüz için fazlası yok." Bir sigara yakmıştı bu sözlerin üzerine; hayatının büyük bir parçası olmak üzere. Kız bir süre daha sessizliğe gömüldü ve sakin bir tonla konuşmaya başladı; "Bu telefon kapandıktan sonra bir daha beni arama, sakın! Bırak yüzünü görmeyi sesini bile duymak istemiyorum. Ama seni tanıyorum, üzüleceksin, üzüntünden köpek gibi de içeceksin fakat yapma, üzülme. Hayat birilerine ya da bir şeylere üzülmek için fazla kısa. Beni sevdiğini söylüyorsun ama emin ol günün birinde gerçekten âşık olacaksın ve olduğunda da karşılığını göreceksin ve mutlu olacaksın hiç olmadığın kadar. İnan, senin için tek isteğim bu. Umarım bir gün aradığını bulursun. Sana geri kalan hayatında başarılar, hoşça kal." Telefonu kapatır kapatmaz ağlamaya başlamıştı alkolün verdiği yetkiyle. Ömründe geçirdiği en üzücü doğum günüydü. Doğmamış olmayı istedi o gece ve bunu


unutmak için cidden çok çaba sarf etmişti ve bu boktan anıyı şu anda hatırladı çünkü çift ona doğru yaklaştıkça yüzlerini daha net seçmişti. Kız karşısındaydı, hiç değişmemişti. Hala aynı güzellikteydi. Hala uzun kıvırcık saçlı ve hala çok güzel gülümsüyordu, hatırladığı gibi. Mutluydu, o gece olumlu sonuçlanmış olsaydı belki de şu anda bu kadar mutlu olmayacaktı, bilmiyordu. Çift yanından geçerken kız ona baktı. Tanımış olacak ki birden suratı asıldı ama bozuntuya vermedi. Yanından geçip gittiler. Kızın aksine gülümsüyordu. Onu mutlu gördüğü için, onun mutluluğu için gülümsüyordu. Sigara paketini çıkarmak için elini cebine attı. Tam paketi cebinden çıkaracakken elinden kaydı, kaldırım ile yolun birleştiği yerdeki su birikintisine düştü. Eğimin verdiği akıntıyla süzülüyordu rögara doğru. Tek mal varlığının yer altının karanlığına karışmasını büyük bir sakinlikle izledi. Paket, kanalizasyona karıştığında dizlerinin üstüne çöktü. Zaten kaybetmiş bir adamın tek dayanağını da kaybetmesinin verdiği acıyla ağlamaya başladı. Yağmurun sesi bir süre sonra onun sesini bastıramaz olmuştu öyle ki şehrin en uç noktasından biri o an dışarıya çıksa o bile ağlamasını duyabilirdi. Küfrediyordu. Zeus, Odin, Ra, Amaterasu... Hangisinin hükmünde olduğunu bilmeyerek lanet okuyordu hepsine, en çok da Allah’a! Sol omzunda bir el hissetti. Başını çevirdi, şaşkınlığını gizleyemedi. Yerinden doğrulurken elin sahibi çantasından sigara paketini çıkararak bir sigara aldı. Titizlikle ağzına götürdü. Yaktı. Büyük bir nefes çekti. Sonra sigarayı ona uzattı. Sigarayı aldı, hala şaşkındı. Sigarayı verdikten sonra kız yine elini sol omzuna koydu, gülümsüyordu, çok güzel gülümsüyordu: "Ağlama! Hepimiz bir şeyler kaybettik elbet fakat bunun için üzülme. Hayat bir şeylere ya da birilerine üzülmek için fazla kısa." Ağlamayı kesti, gülümsedi. Kız arkasını dönüp sevgilisinin yanına gitti. Kız gittikten sonra sigaradan büyük bir nefes aldı. Yeşil ışık tüm heybeti ve ilahiyatıyla yandı. Dört yıl aradan sonra üşüdüğünü hissetti.

bugün hiç şu içmedim / önceden çok su içerdim / bu sizi ilgilendirmez / önceden ağlamazdım / şimdi de ağlamam / bu beni ilgilendirir / çorapları ayağa değil penisime giydiririm / bu bende çok vicdan azabı / ama eminim yukarıdan bakınca da güzeldir götün / al bu tabancayı amına sok ve vicdanını öldür / hiçbir şey kaza değildir ve allah unutmaz / ben unuturum / penti çok kıvrak tangalar üretir / bu beni çılgına döndürür / nereden bakarsan bak azdırır/ taşikardi kalbini götünde attırır


Canlılığından hiçbir şey kaybetmeden tıpkı yüz yıl öncesinde de olduğu gibi baharı bekleyen bir ağaç misali bekliyorsun dolunayın çağrısını. Bir yerlerde yaşıyor ve denize götürüyorsun aldıklarını. Işıkları yakmıyor, imla hatalarıyla dolu bir hayat yaşıyorsun. Kolunda saat yok, zamanını hiç bilmiyorsun. Daha ne söyleyeyim? Annemi gökyüzünün mavi olmadığına inandıramadığım gibi, yaşıyormuşçasına koluma takıp da gezdiremezdim bir ölüyü Arnavut kaldırımlı bu sokakta. Deprem olacak sanrısıyla uyanıp kendimi can havliyle dışarı attığımda aslında içimde kopan büyük vaveylaya, dünyanın, henüz doğmakta olan güneşin şavkıyla gözlerimi kamaştırmaktan başka bir tepkisi olmamıştı. O zaman anlamıştım ne bu gecede ne de başka gecelerde büyük hikmetler aramamak gerektiğini. Kâinatı yedi günde yarattı Tanrı ve küçük serçenin usulca konduğu gibi bir körpe dala, kondurdu ruhuma acıyı. İşte bu acı; ellerim, gözlerim kadar benim. İçimdeki kaçma isteğini bastırmak isterken aklımı kaçırıyorum. Oturup soluklanıyor, bir soğuk su içiyorum. Zor topluyorum kendimi sokaktan. Senin hayatına son veren eylemler benim için hayatın ta kendisi oluyor. Toprak ananın koyu yeşil saçlarını okşuyor ve senin genç gözlerine dalıp gidiyorum. Bak, bu gördüklerin yaz insanlarından çok başka insanlar. İşte bu duyduğun akşam beş otuz Karaköy vapuru, akşam yayınının sesi ve ölülerimizin asla yok olmayan sesleri. Biliyorsun sen olmadan yön bilmez bir göçmen kuşum. Senin yüzünle karşılaşınca ben, kırılıyor mutfağımda çini kâseler. Yüzyıllardan devşirdiğim, uğruna can verilecek bir sırrım var. Annen kapıyor sana gözlerini, gözlerin üç gece kadar kara. Çehrende beliriyor henüz doğadan öldürdüğün günlerin. Sahiden dünyada hiç mi yer yok bana? İstersen giderim, bunları hiç söylememiş olurum. Ama bil ki ben gidersem İstanbul düşer, Galata’yı yerle bir ederler.

boşunadır kendinden dışarıda bir amaç uğruna direnmek. toprak kaymasıdır dünya. karşı koyan bir taş parçası sadece hız verir büyük kayalara. taşlar birleşseler de çakıl oluşur olsa olsa. yine de kaygılanır insan, toptan yuvarlanışı gördükçe. kaygının güzeli ise acıya değil öfkeye dönüşendir. öfkelenmek doğadandır. ancak, rüzgara veya dallara değil kendi damarlarına öfkelenir bir yaprak. yeni damarlar fışkırtmak ister öfkesi kendinden dışarıya. dökülen yapraklar fark edilir sonra. sonsuza yönelen öfkenin geçici sınırlarını çizmektedirler. korkuyu çağırır ölüm bilgisi. oysa bulutlar yağmur başlamadan bilmektedir tesellinin kıymetsizliğini. bulut olamaz kişi, uslandırmaya çalışır kendini ölümle. erdem öğütler kendine. ölene kadar erdem. buna rağmen, sarsılıp akıllanmayacağını ve yok oluşuna koşacağını söylemelidir yuvarlanan taş. gitmekte olduğumuz uçurumun farkındayım, demelidir. ve küfreder. küfrettikçe çoğalır asıl sevgi. kırıldıkça açılmaya başlar renkli yolları kendinden geçmelerin. sivri yerleri ufalanır taş parçasının, ortasına hapsolmuş özü görünür kılınmıştır. yaprak alevlenir, bulutun kavrayışına erişmiştir döküleceği sırada.


Yazarlarımızdan Suhan Sürmeli’nin ilk kitabı çıktı. “Suhan Lalettayin” mahlası ile uzun süredir birçok fanzinde yazan Suhan Sürmeli’nin ilk şiir kitabı “Türkçeden Türkçeye Çeviri Şiirler – Fata Morgana” çıktı. Kapak illüstrasyonunu Bunnykingx’in yaptığı Türkçeden Türkçeye Çeviri Şiirler – Fata Morgana, genç bir kadının modernize dünya düzeninin parıldayan mekanik yüzlerine karşın çırılçıplak giriştiği bir kavgada aidiyet, köken, kavramlarının, parçalanmanın devingen ruhu ve haz temelli şiddet hallerinin bulaştığı sayfalardan oluşuyor. Suhan Sürmeli, şiirlerinde okurunu huzurlu ve güvenli limanlardan uzaklaştırmakla kalmadığı gibi bir de ona tekinsiz sularda beraber kaybolmayı teklif ediyor. Suhan Sürmeli, Türkçeden Türkçeye Çeviri Şiirler – Fata Morgana’dan bahsederken, “Bu kitap, bir yerlere parçalanmışlıklarının tümüyle temas ederken değdiği yerlerde yangı ve rahatsızlık uyandıracak bir iç sayık yazını olabilir belki, ya da değildir, olmayabilir. Üstü örtülen ve sayılmayan hiçliğe bir alkış niteliğinde olmadığı kesindir, pek tabii evrene de mutlak barışı getirmeyecektir. Olsa olsa şimdilik “ben” kadar olan ancak “biz” kadar olabileceğini umduğum bir “şey”dir. Uzay boşluğunda otokontrolsüzce savrulacak bir cisim daha var artık, mesuliyeti bana ait olan.” ifadelerini kullanıyor.


sanatın en güzellerini yapanların ilham kaynaklarını merak ederek geçti kayda değer bir kısmı yaşantımın anlattım bütün süreçte bazen güney bazen batıda ortasında ülkenin soğuktan donarken yine de çalıştım anlamaya neydi okuduğun kitaptan alabileceğin maksimum fayda neydi voroşilov caddesinin asıl hikayesi sahafta bulup okuduğumda taymis kıyılarını biraz daha anladım sadece önemli bulduğum yerlerin üzerinden geçmedim hiçbir yeri atlamamaya çalışarak okudum bütün tabloların altında yatan anlamları çözmeye çalışarak huzur karakterleri aklımdan uzun süre çıkmadı buydu maksimum alabileceğim fayda bir kitaptan not ederek her şeyi ve sonra şiirlerde kullanmak mesela bunda ne kısım olduğunu bile hatırlamazken henüz kafam da iyi değil ama işe yarıyor bunu reddetmeden önce o kelimeleri ustaca bir şekilde birbirine eklemleyen yazar kadınla bir röportaj yapmalıyım kadın yazar değil, yazar kadınla falih rıfkı neden önemlidir ve ne katmıştır uygarlık tarihine belki bunun üzerine de konuşuruz ben iki günde bir kitap okumaktan fazlasıyla yok görürüm her şeyi ve yılbaşlarına gereken önemi göstermem doğum günlerine de abaküs için riyaziye olmazsa olmazdır gibi bir söz acaba abaküs icat edilmeden kaç sene önce söylenmiş olabilir bunu düşünürüm onun yerine ve neresinde ne kullansam sırıtmaz bunu bilsem zaten bunca yoksul ilişki denemesinden bir seferinde umduğumu bularak çıkabilirdim ama belki bu sefer olur diye her seferinde ve belki bu sefer gerçekten de olur ama önce edebi kaygılarla bir şeyler yazmaya başlamam gerek yeni yıldan beklentim mi yoksa o işlere müdahale etmediğini her fırsatta ima ettiğim ve ima eden üst varlıktan mı beklentim bu atay çok katmıştır medeniyete ülkemizde o kitabında bahis olunur herkese iyi yıllar diyen mutlu noeller lafının sloganlaştığı ülkelerin medeniyetlerinden ve bizim medeniyetlerimizden gerilik ve ilerilik kavramlarından, yeşilden yılı için iyi bir gezi kitabı ya da yolculuk notları


aralarda bilgi vererek hikaye anlatılır aralarda bilgi vererek öyküler yazılır okurları yönlendirmek amaçlı öyküler yazılır ki propagandadır tiyatro sergilenir halk eğitilir ama saçma şiirde iç döküp bir şeyler anlatmayı kim yapar yapılmaz, mudil iş değil de aslında pek ama beceriksiz insanlar yaptıklarında bu işi üzerlerine yakışır yani kendileriyle tutarlı olmuş olurlar ve tutarlılık arayan insanlar genel kitlenin beğenilerini temsil etmekle yükümlendirilmiş kişiler olduğu için mudil iş saptaması doğruya çıkmış olur. istanbul'u seviyorum engellenmiş kelimelerim arasında ankara var, diyarlarda dolaşır en son oraya gelirim diyen yazarları duymamak için kitaplarında o kelimeyi sansürleyip anlamaya çalışırım bezle silerim o kelimeyi, yine de kalkmaz sansür herhalde temizlik işçilerinin görmemesi gereken bir şey diye düşünüp avuturum kendimi sevgiliye kavuşma anlarını izlerken hayıflanarak da yapabilirim aynı şeyi, septik filozofları anlamaya çalışırken de ve kendimden bir alıntı yankılanır beynimde: ''o biçim sahnelenmişti ki oyun bütün ağızlara zift döktü kapkaraydı zaten daha da kapkara oldu onlar bir köyde yaşar ve bütün kötülükleri buna bağlarlardı bela almamak için ağlanması gereken zamanda'' çağrıştırır çokfazlaşey postmodernizmle edilen kavga, duvara yumruk atmak gibidir benliğin olmadığı bir şeyde duygu da yoktur ve mekaniktir mekanik, duvar yapımını da konu edinmesi gereken bir disiplindir benim fizik anlayışıma göre o yüzden yapılan işleri kalıplara sokup onlara daha kolay küfretmeye çalışmak saçma biz sizin aşk böcekli şiirlerinize ya da hala tanzimat’ta kalmış kafalarınıza müdahale etmiyoruz ki ve madımak'a üzülürler, bireyselliklerini yalnızca şiirlerinde şiirin böyle algılanmadığını ve olmaması gerektiğini göstermek için kullanırlar yani şiir yazarlarken büyük resmi gör mek iyi değilin tarafındayım ve mevcuttur yurtsal sevgim şiir anlayışımla önyargılaştırılanın aksine


ROMA: (Yönetmen/Alfonso Cuarón, Senaryo/Alfonso Cuarón, Süre/135 dakika) • “Oscar 2019 – En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu (Yalitza Aparicio), en iyi yardımcı kadın oyuncu (Marina de Tavira), en iyi özgün senaryo, yabancı dilde en iyi film, en iyi ses kurgusu, en iyi ses miksajı, en iyi yapım tasarımı, en iyi sinematografi kategorilerinde aday” Bir sinema deneyimden fazlası “Roma”. Derinlemesine bir anlatım söz konusu değil belki de ya da ilk defa izlediğimiz bir hikâye (Aile kavramı, kadın olma, sınıfsal farklılık, toplumsal olaylar). “Roma”yı farklı kılan, bütünün bir parçası olmak gerektiği. Bu da bir ilk olmayabilir ama bunu bütünüyle sağlayan ilk film belki de. Bedenin, ruhun ve duyguların bütünüyle ortaya çıkması; hikâyeye ait olmak gerekiyor. Bunu da film size sormadan sağlıyor. İşte bu, muazzam bir sinemacılık örneği. Seyirciyi seyirciden fazlası yapabilmek; bize ait olmayan bir coğrafyada yaşayan insanların hatıralarının, hatırlayışlarımıza dokunması… Kelimeler bütünü değil bu, hislerin karmaşıklığı. Her sahne, her plan, her detay olabildiğince doğal. Bu doğallık, oyunculuklara da yansıyor. Oyunculuk yokmuş gibi. Sabit planların yarattığı genel görüntüye, detaylara hâkim olabilme hissiyatı, her sahnenin bir kartpostal değeri taşıması, filmi doğallıktan büsbütün gerçeklik seviyesine çıkarıyor. Anlatının siyah-beyaz yapıya sahip olması, dramatik kompozisyon içinde hüznü, acıyı, sıkıntıyı ve özellikle sevgiyi bir basamak daha yukarı taşıyor. Ritmik akıştan ziyade bize bir kesit vaat ediyor “Roma”. Şiirden ziyade bir durum öyküsü bu film. Kurguda eklenen bir müzik, ses yok. Yönetmen ne duyduysa o var sadece. Bir mihenk taşı “Roma”. Yarının sinemasının en önemli yol göstericisi. Naçizane Not: 9.5/10

COLD WAR: (Yönetmen/Pawel Pawlikowski, Senaryo/Pawel Pawlikowski, Süre/88 dakika) • “Oscar 2019 – En iyi yönetmen, yabancı dilde en iyi film, en iyi sinematografi kategorilerinde aday” “Roma”yla, “Cold War”un üst üste vizyona girmesi muazzam bir olay. Pürüzsüz, uzantısız, çıkıntısız, çiçek gibi yönetmen sineması örnekleri. İki filmin de siyah-beyaz olması dışında bir benzerlik yok. “Roma”dan bahsederken durum öyküsü demiştik. “Cold War” da bir şiir örneği. Bütün dengesini ritmik bir olay örgüsü üzerinden kuruyor. Ritmik akışı korumak her zaman daha zordur. İlgiyi bir an olsun düşürmek filmi sıradan bir film haline getirir. Bu filmin ritmik akışı, o kadar muazzam ki 88 dakikalık kaliteli bir şiir izletmekle kalmayıp, on iki yıllık bir aşkı, hikâyenin geçtiği dönemin değişen politik şartlarına ayak uydurarak anlatmayı da başarıyor. Film, başladığı üst perdedeki noktadan, pürüzsüz bir çizgi yaratıp, bu çizgiyi hiçbir dalgalanmaya izin vermeden, son üst perdedeki noktaya taşımayı başarıyor. Film, anlattığı hikaye dâhilinde, folklorik ögeleri çok başarılı bir şekilde kullanmayı başarıyor. İki dev oyunculuk örneği izliyoruz aynı zamanda: Joanna Kulig, Tomasz Kot. Sinema salonunda izlenilmeyi hak eden bir film “Cold War”. “Başka Çarşamba” kapsamında “Başka Sinema” salonlarında bu nadide filmi izlemediyseniz, yakalama şansınız hala var.

Naçizane Not: 9/10


SPIDER-MAN INTO THE SPIDER VERSE : (Yönetmen/Peter Ramsey, Bob Persichetti, Rodney Rothman, Senaryo/Phil Lord, Rodney Rotman, Süre/117 dakika) • “Oscar 2019 – En iyi animasyon kategorisinde aday” Mahallemizin Örümcek Adamını dev ekranda görmeye alıştık artık. Her yıl en az bir defa münasebete giriyoruz kendisiyle. Bunu da tabii ki Marvel Cinematic Universe’e borçluyuz. Tomarla para kazanıyor bu adamlar. Haliyle Superman ve Batman’den sonra tüm dünyanın en çok tanıdığı süper kahramanın da bu kadar çok sayıda filme sahip olmasında bir mantıksızlık yok. Hatta 2019 yılında iki sefer daha göreceğiz kendilerini ama bu film kadar başarılı bir iş çıkarabilirler mi bilinmez. Bu filmin en büyük avantajı çizgi roman mantığını bilen kişilerin elinden çıkmış olması. Bu, hem çizgi roman okuyucusu açısından hem de genel izleyici açısından fazlasıyla tatmin edici bir durum. Sadece gişe kaygısı güden bir eser izlemiyorsun. İyi bir film izlemiş oluyorsun. Her şeyden önce bu filmin animasyon olması büyük şans. İnanılmaz bir özgürlük alanı oluşturuyor; hem atmosfer hem de Mahallemizin Örümcek Adamı adına. Boşuna Mahallemizin Örümcek Adamı demiyoruz. Sıradan bir insan bir örümcek adam. Sen, ben, o olabilirdik. Belki de maskeyi taktığımız gün biz de oluruz. Bunu bizzat filmin içinde Örümcek Adam söylüyor. ‘’Örümcek Adam Mantığı’’ budur işte, hep buydu. Bunu doya doya tadıyoruz bu filmimizde, hem de dibini ekmekle sıyırıyoruz. Görselliği de oldukça başarılı filmin. Muazzam bir evren yaratılmış. İşin güzel tarafı yaratılan görsellik, hikâyenin anlatımına da katkı sağlayan bir element olarak filmi döndüren çarkların içinde çok iyi işliyor. Keza filmin mizah seviyesi ve yer yer çok sağlam yaptığı film olarak kendisini ciddiye alma dozu da çarkların daha kaliteli dönmesini sağlıyor. Peter Parker dışındaki diğer evrenlerin Örümcek Adamlarını dev ekranda izleyebilmek ve filmin onları bize tanıtma şekli de gerçekten çok keyifli. Tertemiz bir iş.

Naçizane Not: 7/10

BİZİM İÇİN ŞAMPİYON : (Yönetmen/Ahmet Katıksız, Senaryo/Ahmet Katıksız, Süre/129 dakika) Şaşırtıcı derecede başarılı bir anaakım filmi “Bizim İçin Şampiyon”. Türkiye’de son dönem çıkan gişe filmlerine baktığımızda (“Ayla – Müslüm”) drama ekmektir gibi, Twitch jargonları tadında filmler izledik ve bunlar kötü filmlerdi. Özellikle senaryo bazında düşündüğümüzde, bu filmler bütünsel kalite yerine seyirciyi ağlatmak üzerine kurgulanmış birtakım sahneler içeriyordu. Bu durum seyirciyi aptal yerine koymanın bir tanımıdır aslında. “Bizim İçin Şampiyon” bu formüle uymadan, bir bütün izletmeyi başardığı için çok başarılı bir yapım olmuş. Bir hikâye var ve bu hikâye çok başarılı bir şekilde seyirciye aktarılıyor. Bir biyografi izlerken pek gerçekleşmeyen bir durum bu. Anlatılan kişiyi doğru düzgün anlatamadıkları için final sahnesinde birtakım yazılar silsilesiyle bu kişiyi anlatmaya çalışırlar. Bu, kötü sinemacılık örneğidir. “Bizim İçin Şampiyon” ise ganyan temasından yola çıkılan ve duygusal açıdan yoğun bir film ve bu çok büyük bir başarı. Oyunculuklar da gayet şahane. Farah Zeynep Abdullah - Ekin Koç çok başarılı oyuncular ve bu yapımda da oldukça başarılı bir iş çıkarmışlar. Naçizane Not: 6/10 AQUAMAN : (Yönetmen/James Wan, Süre/142 dakika) Bok üstüne bok atan, çöp suyu gibi bir yapım Su Adam. Hikâyesi, müzikleri, efektleri, oyunculuklarıyla, her şeyiyle çok kötü bir yapım. Film ne anlattığını bilmiyor bir kere. Bir ikincisi ki bu daha büyük bir problem, film ne olduğunu bilmiyor. Aksiyon mu, savaş mı, romantik komedi mi…… Hele ki filmin müzikleri aşırı kötü. Kendini bilmezlik özellikle müziklerde kendini çok belli ediyor. CGI inanılmaz CGI. Artık 2019’dayız. Lütfen ama lütfen, artık buram buram bilgisayar hissiyatı veren bir film yapmayın. Yazık günahtır, İki yüz milyon dolara çekiyorsunuz bu filmleri. Bu film yerine açın bu filmin uyarlandığı “DC New52 Aquaman” çizgi roman serisini okuyun. Çizgi romanın hikâyesi gene vasat ama bu filmden otuz bin kat daha eğlenceli. Patrick Wilson’ın oyunculuğu ve bir iki tane fena yapılmamış dövüş sekansı için naçizane notum ektedir. Naçizane Not: 2/10


Teknoloji gelişmeye başladığından beri insanlar yavaş yavaş hayatımızı kolaylaştıran aygıtlardan korkmaya başladı. Bu iş 2000'lerin başında öyle bir raddeye geldi ki insanlar, eve kendi aldığı miksere bile güvenmez oldu. Bir şekilde o mikser, sanki onu yere yatırıp kendi kablosu ile boğacakmış gibi bir algı oluşturdu. Bu hayal gücü ayakta alkışlanmalı. Ancak şu an bu insanlar ile dalga geçer gibi yazdığım bu şuursuz yazıyı yazma sebebim şu an gerçekten bu aygıtların düşünmeye yakın tavırları. Bu aygıtlar artık kendi kodlarını dahi ufak ufak yazabilecek duruma geldi. Tabi bu aygıtlardan kastım mikser veya televizyon değil. Yapay zeka programları ve Sofia gibi bizzat vücut bulmuş robotlar. Yine bir ancak demem gerekecek; çünkü bu robotlar ne kadar problem çözerse çözsün yine de birçok insana göre onlar input-output sistemi ile çalışan yapay köleler. Yani aslında kendilerine ait düşünceleri yok. Şimdi önümüze bariz çizgilerle gösterilmiş iki görüş çıkıyor. Biri artık bu robotların teknoloji yardımı ile düşünebilir hale geldiği, öteki ise "yok kardeşim gavurun yaptığı alet düşünmez" diyenler. Tabi açıkça belirtilmeli ki ikinci şekilde düşünenler ile asla alay etmiyorum çünkü zaten bizzat ben o topluluktanım. Benim tezimi çürütmeye çalışan tatlı dedemiz Turing der ki

makineler işlem çözmekten ötesini yapabilir ve düşünebilir. Hatta öyle bir düşünür ki(ona göre) kandırma üzerine olan oyunlarda verdiği cevaplar ile bir insanı bile kandırabilir. Bunu Imitation Game adlı çalışmasında da anlattı zaten. Yani kabaca diyorum ki çok meraklısıysanız benim kısıtlı bilgim ile yetinmek zorunda kalmadan çalışmayı okuyun. Yazımı kirlettiğim bu cümlenin ardından konuma dönüyorum. "Gerçekten makine düşünebilir mi?" Bu düşünme dediğimiz şey insanınkine benzer bir düşünce tarzı olduğundan benim için pek düşünüyor sayılmazlar, ancak pek narsist birisi değilimdir o yüzden düşüncemi söyleyip kestirip atamıyorum. Benim bu düşüncemin altında yatan şey asla miksere soru sorduğumda cevaplamıyor oluşu değil. İleri hatta orta teknoloji ürünü olan yapay zekalar cevap verebiliyor ki önemli olan da bu ancak acaba gerçekten cevap vermek, düşünüyorlar demek için yeter mi? Siri birçok soruya cevap veriyor ama bu o sorulara vereceği cevaplar önceden hazır olduğundan dolayı. Sofia ve denklerine geldiğimizde Siri'den tek farkları bilgi hazinelerinin genişliği bence. Bunu şöyle örnekleyeyim, zerre kadar Çince bilmeyen ancak görsel hafızası herkesten üstün birini ele alalım. O kişiye Çin harflerinin yanında kendi alfabesindeki harf veya kelimelere çevrildiği bir el kitabı verelim. Kitabı ezberledikten sonra bu teste koyalım ve hafızası sayesinde 100 alsın. Asıl soru şimdi geliyor,: Bu kişi Çince biliyor diyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı benim için yobazca(!) hayır. Peki ya sizin için?

Seçenekler birer seçenek midir yoksa karşınıza sunulanlar sınırlandırmalı birer yönlendirme midir? Aslında kaçınılmaz olanı bir kül olarak nerede yanacağınızı bilememeniz ve her yerden umut bekleyerek belkilerle her yeri ateşe vermeniz. En acı olanı bu dönemde bu aslında. Bizler bu amansız yarışta kendimizi süsleyip şirketlere kurumlara pazarlıyoruz ve bu hiçbir kurumun umurunda değil. Dikkat çekmek için kendinizi ateşe vermeniz gerekiyor ama bu da televizyonda çıkacağınız süreyle beraber itibarınızın toplumu ne kadar etkilediğiyle alakalı. Hayatınız tamamen bir dakikalık yayından sonra sönerek sular altında da kalabilir. Ya bu risk oyununda affedersiniz hayat yolunda direneceksiniz sinir sisteminiz yok olacak ya da onlardan birine dönüşeceksiniz. Sağ taraf ya da sol taraf diye seçilen şey aslında ne kazandığınızla alakalı değil ne kadar kayba katlanabileceğinizle alakalı. Ne kadar kaybın sizi bir taşa ya da süngere çevireceğiyle alakalı. Isınmak için saç kurutma makinesiyle ısınan ailenin çaresizlikten kafasına sıkmasıyla da alakalı olabilir. Çaresizlikten evlatlarının gözlerini kapatıp gezdiren ya da yeni şeyler

görüp özenmesin diye hayat yolunu evinin duvarına çizen çocuklarla alakalı. Neyle alakalı olduğu kısmını uzatacak kadar olayımızın bol olmasıyla bile alakalı olabilir değil mi? Bu bile korkunç bir olay olabilir mesela… Milyonlarca insanın umutlarıyla yaşadığını iyi bilmeleri ve bununla beraber o umutlarda istenilen şekli çizmeleri de acımasızca gelir hep bana. Biz de CVmize attığımız her şıkkın kendi elimizde olduğunu sanıyoruz. Sonra da her şıkkın bizi yarışta kendimiz gibi kurban edilen rakibe bir çelme olduğunu. Aslında asılı çelmenin kimin tarafından kime takıldığını da hep sonradan idrak ederiz. Evet sanırım benim CVm bu hayattan ne istediğim, bu hayatta neler yapmak istediğim yani planlarım ve hayallerim; birinin hayatında öne geçmek, birinin egosunda tatminler yaratmak değil. Gelişim, aynalardan da belli olur ama önemli olan aynanın sadece yansıtacak olması ve size gösterecek olmasıdır. Bu yüzden edinilen her bilgi, okunan her kitap, gidilen her okul ayna için mi yoksa toplum için mi olmalı buna karar vermeliyiz. Birilerinin kurtarılması için birilerinin iz bırakması gerekir, aynada sadece parmak izi bırakırsınız. Bazı insanların daha fazlasına ihtiyacı var, yanmak yerine yakacağa ihtiyacı var, duvara çizmek yerine çizileni tatmak gibi ihtiyaçları var, birilerinin gerçekten birilerine ihtiyacı var. Birileri için de CVnize tik atın.


Var olduğu günden bu yana en çok sömürüsü yapılan olgudur din. Bu sömürü şekli gelmiş geçmiş en etkili kitle kontrol silahıdır ve binlerce yıldır başarı ile uygulanmaktadır. Dinsel inançların egemen olduğu toplumlarda din ile siyaset arasında sıkı bir ilişki vardır. Ve siyaset, dinin sömürüldüğü en büyük mecradır. Kimisi iktidardayken başı sıkışır dini kullanır, kimisi iktidar olmak için... Ülkemizde de durum bundan farklı değildir. Yıllardır siyasetçiler, dini kullanarak sömürüyü toplumsal yaşamın bütününe yaymaktadır. Meşruluğunu aldığı halktan kopan siyasetçiler, gayrimeşruluğunu dinden kopardıklarıyla kapatmaktadırlar. Ruz-i mahşer... Yani kıyamet günü. Bilenler bilir kıyamet günü cennetin kapıları, ülkemiz ve bizi şaha kaldıracak olan oylar sayesinde sonuna kadar açılacak(mış). Ben de yeni duydum bunu ve derhal bununla ilgili bir şeyler yapmaya karar verdim. Sonuçta bu iş bu kadar kolaysa geçmişte yaptıklarım nafileymiş. İlk olarak çok olmasa da kıyıda köşede duran az biraz inancımı tekrar sorguladım, eğer bu iş bu kadar kolaysa vardır bir bit yeniği diye. Sonra İslamiyet’i, sonra da tek tek dinleri... Konunun çok da ırgalayacağım bir tarafı olmadığına karar verdim. Sonuçta Orta Çağda kilisenin kendilerine inanmayanlar için hazırladığı Böğüren Boğa’dan tutun da günümüzde oy ile cennete gideceğiniz safsatalarına kadar din hep aynı başat unsurlar üzerinden dönmektedir: güç, iktidar, para... Günümüzde eğer güç sahibinin ya da iktidarın istediklerini yapmıyorsanız inançsız ilan ediliyorsunuz. Yok ben yapıyorum mu diyorsunuz? Yine iyisiniz, çünkü cennetliksiniz demek bu. İnsanlar size cenneti vaat ediyor. Elindeki iktidarla cenneti yaşayıp halka sefalet çektiren insanlar. God loves you, and he needs money.

Bir gece uykum bölündü. Gözlerimi yavaşça açtım ama karanlıktı etrafım. Vücudum uyuşuk boğazım kuru. Doğruldum yatağımdan, bacaklarımın itirazına rağmen ayağa kalktım. Susamıştım, su içmeliydim. Dolaptan bir bardak aldım, buzdolabından da bir sürahi. Bardağımı doldurdum, susuzluğumu giderdim. Yatağıma geri dönmeliydim ama dönmedim. Balkona çıkmak istedim. Balkon soğuk havasıyla karşıladı beni. Vücudumdaki ısıyı kendine çekti. Üşüyordum ama umursamadım. Gecenin karanlığı ayın ışıklarını yutmuş, tüm şehri çevrelemişti. Huzurluydu şehir geceleri. Arabalar geçmiyordu caddelerden, insanlar yürümüyordu sokaklarda. Gece karanlığı ve soğuğa aitti. Kendimin bu sakinlikte kaybettim. Soğuğun getirdiği titreme beni geri getirdi kendime. Arkamı döndüm gecenin karanlığına. Balkonun soğuğunu geride bıraktım. Yatağımın sıcaklığına geri döndüm. Gözlerimi kapayıp rüyalarımda kayboldum.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.