Mevzular Derin Fanzin Sayı : 10

Page 1

Küresel sermayede fanzincilerin payı Borsada yükselen fanzin hisseleri Fanzin Malikanesi ile söyleşi. Sapkınların edebiyattan umdukları Yatırımcılar ne öneriyor? Altılı ganyan ne olur? Hiçbiri ve daha fazlası bu sayımızda..

twitter.com/mevzularderinf facebook.com/mdfanzin mevzularderinfanzin@gmail.com


Kıyamet Emir Evren

"Burası Merkez ilçesi ilan servisi. Yönetimden gelen bildiriyi okuyorum. 2060 ve 2070 arası doğumlu vatandaşlarımızın saat 8.00 ve 12.00 saatleri arasında sokağa çıkmaları uygun görülmüştür. Tekrar ediyorum..." Mekanik sesin açık pencereden odama süzülmesiyle gözlerimi araladım. İyice gerindim ve ayaklarımı yataktan aşağı salladım. Henüz dışarıya çıkmam için uygun vakit gelmemişti ancak bu saatlerde sokağı izlemek kötünün iyisiydi. Yıllardan 2071 ve dünya üzerindeki insan nüfusu otuz milyardan fazla. Artık biz insanlar sokaklara sığamıyoruz, bırakın sokakları evlere bile sığamıyoruz. Yer üstüne sığmayan insan nüfusu göklere kadar çıktı, yerin altına kadar indi. Düşük geliri olanlar yerin altında, normal geliri olanlar göğün katlarında. Devlet adamları ve gelirleri iyi olanlar ise tıpkı ailem gibi apartmanların ilk katları sayılabilecek altıncı yedinci katlarında. Ne oldu, nasıl bu hale geldik bilmiyorum. Daha doğrusu bilmeye yaşım yetmiyor. Yirmi iki yaşındayım, ancak yerinde duramayan yaşım bir beden büyümek üzere. Bu hale nasıl geldiğimizi ancak eskilerden dinleyebiliyorum. Eski dediysem kırk elli yaşında olan insanlardan. 2020 yılına kadar kan gölüne dönen dünyada ne olduysa 2020 yılında tüm savaşlar bıçak gibi kesilmiş. Savaşların kesilmesiyle barış başköşeye kurulmuş ve dünyayı idare etmiş. Savaşla azalmayan insan nüfusu her geçen gün katlanmış ve şimdiki halini almış. Eski insanlar, gökyüzünün mavi olduğunu söylerler. Kendimi bildim bileli siyahtır bu gökyüzü. Azalan bitkiler temizleyemez oldu havayı. Gündüzleri belli belirsiz ışık gelir Dünya'ya. Genelde gündüz ile geceyi ayıran sokak lambalarıdır. Yanan sokak lambaları gündüzü, sönen sokak lambaları geceyi getirir. En yaşlı insan elli altı yaşında artık. Soluduğumuz hava bir nevi zehir, yediğimiz besinlerin havadan geri kalır yanı yok. Genelde yer altında yaşayan insanlara az gelen besin yeri geldiğinde bize bile yetmiyor. Hayvanlar, bitkiler ve tüm doğa nüfusumuzun onda birine ancak yetebilir. Yapay gıdalarla doyurulmaya çalışılan bizler uzun yaşayamaz olduk. Gerçi kısa yaşamaktan şikayet eden insan yok denecek kadar az. Yaşamak insanlara eziyet artık. Sokağa çıkmama izin verilen saatlerde insanların gözlerine bakıyorum da... Hiç düşünmemişler sanki, hiç aşık olmamışlar, hiç öykü okumamışlar, hiç mutlu olmamış, hiç üzülmemişler, neredeyse hiç pişman olmamışlar. Tek pişmanlıkları yaşamak. Elimi yüzümü yıkamak için ayaklarımı sürüyerek banyoya gittim. Babam devletin önemli adamlarından biri olmasına rağmen oldukça küçük bir evimiz vardı. İnsanlar, gezegene sığmak için çareyi ufak evlerde yaşamakta buldu. En büyük ev yetmiş metrekare ya var ya yok. Musluğu açtım ancak sular akmadı. Henüz semtime sular gelmemiş olmalı. Tıpkı belirli saatlerde dışarıya çıkan insanlar gibi sular da belirli saatlerde uğrar semtlere. Musluğu kapatarak evin salonuna ilerledim. Dışarıyı görebileceğim tek yer evin salonundaki geniş pencerelerdi. Evden dışarısı da hiç iç açıcı değil yıllardır. Tüm arabalar durmuş ve caddelerde sıralanmış çünkü bundan yıllar önce trafik bir daha açılmamak üzere kilitlendi. Trafiğin kilitlenmediği rivayet edilen birkaç şehir var ama kimse doğruluğunu bilemiyor, kimse oralara yürüyerek gidemez. Trafiğin kilitlendiği zamanı hatırlıyorum. Babamın ülke sorunlarıyla cebelleşmediği nadir günlerden biriydi. Maaile sinemaya gidecektik ve sinema seansına gecikmemek için saatler öncesinden evden çıkmıştık. Arabanın radyosunda her zaman olduğu gibi trafiğin her an kilitleneceğine dair uyarılar vardı. Uyarının sıklığı uyarıya olan inancı düşürmüştü.


Sıkışık trafikte anca iki buçuk saat sonra sinemaya ulaşmıştık. Dönemin revaçta olan filmlerinin konusu daima eski zamanlarda geçiyordu. İnsanların rahat rahat yaşadığı zamanlarda. Pek az film insanların rahat yaşamadığını, eskiden nüfus az olsa da savaşın hüküm sürdüğünü savunurdu. Pek az filmlerle aynı düşünceyi savunanlar yalnızca yaşlılardı. Eskiyi bilmeyen yeni nesil, eskiye özlem duyuyordu. Film bitti ve sinemadan yarım saat içinde çıktık. Trafik sanki daha da kalabalıklaşmıştı. İnsanlar için sosyalleşmek yük haline gelmişti sırf trafik yüzünden. Yürüyerek bir yerden bir yere gitmek arabayla gitmekten daha zordu. Kaldırımlar yıkılmış ve yerine park yeri yapılmıştı. Yaya olarak ulaşım sağlamak imkansıza yakındı. Radyoda trafiğin her an tıkanabileceğime dair uyarılar yapılıyordu. Uyarılar doğru çıktı ve trafik kilitlendi. Hem de kilitlenen trafik bir daha açılmayacaktı. Bir şey defalarca söylendiğinde tesirini kaybediyordu fakat bir gün doğru olacağı gerçeği hiç yıpranmıyordu. Uyarılar gerçek oldu. Saatlerce trafikte hiç ilerlemeden bekledik. Trafiğin açılacağını düşündük. Nasıl olacağını bilmiyorduk ama açılacaktı işte. Dakikalar geçtikçe insanlar arabalarını ardında bırakmaya başladı. Kapılarını kilitleyip yürüyerek evlerinin yolunu tutuyorlardı. Babam inatçı olduğu için arabadan uzun süre inmedik, hatta inmeyi teklif bile edemedik. Gecenin geldiğinin habercisi sokak lambaları sönmek üzereyken mecburen terk ettik arabayı. Babamın ağzında dolanıp duran bir küfür benim bedenimde endişe. Kıyamet denen sonun yaklaştığına dair. Sıklaşan depremler kıyametin habercilerindendi ve insanoğlu sıklaşan depremleri durdurmaya başladı. Doğanın afetlerini durdurmayı başarmıştı belki ama bu kıyamet gelmeyecek demek değildi. Kendimce kıyametin kopacağını hissediyordum. Sokakta yürüyen çöpçülerin bağrışmasıyla geçmişten şimdiye geldim. Kilitlenen trafik yüzünden çöp arabaları sokağa çıkamaz olmuştu. Devlet işsizlik sorununu bitirecek kadar çöpçüyü işe aldı. Tüm çöpçüler sokakları dolaşarak çöpleri topluyor ve imha etmek için merkeze götürüyordu. Merkezde imha edilen her çöp gökyüzünü biraz daha karartıyordu. Ya çöplerin zehirleriyle yaşayacağız ya da havanın zehriyle. İçinde bulunduğumuz durum tam anlamıyla iki ucu kirli değnek. İnsanlar sokağa çocuklarını salmıyor ve tam bu yüzden sabah saatlerinde çocukların sokağa çıkma izni var. Sokaklar sabah saatlerinde boş oluyor ve çöpçüler çöpleri rahat rahat toplayabiliyor. Çalışma saatleri 12.00 ve 19.00 arası. Çalışan nüfus, dışarıya en çok çıkma imkanı olan nüfus. Yaşlılara sadece sokak lambaları sönmeden önce dışarıya çıkmaları için iki saat veriliyor. Çalışma yaşı yirmi ile kırk arası. Kırk yaşından sonra yaşlı sayılıyor insanlar. Yaşlı sayıldıktan sonra on yıl yaşamak şaşırtıcı ve kötü bir durum. İğrenç Dünya'da elli yıl yaşamak tam bir işkence. Çöpçüleri izlerken eskiden beri içimi kemiren endişe yeniden içime düştü. Kıyametin yaklaştığı çok bariz. Her an ölebiliriz topyekün. Ölmeyi dileyen insanların aksine yaşamayı diliyorum ben. Düşüncesi bana benzer olan insanların sayısı milyarlık nüfusu olan gezegende binleri bile bulmaz. Bunun farkındayım. Ölmekten korkuyorum, sevdiklerimin ölümünü izlemekten korkuyorum. Sevdiklerim sadece ailemden ibaret ve ben onların ölümünü izlemekten korkuyorum. Yalnızca annem ve babam var benim. Hayatımı oluşturan iki insanın ölmesinden korkuyorum. Kendimden geçeli çok oldu. Durduk yere aklıma düşen evhamla salondan çıktım ve yatak odasına gittim. Sarmaş dolaş uyuyan annemle babamı izlemeye başladım. Babamın uyurken bile alnında çıkan kırışıklıklar, annemin kirli çevreye rağmen bembeyaz kalan yüzü... Tam tablosu yapılası bir an sanki. Aklımda onların tablosunu çizerken evham koşarak uzaklaştı benden. Aklıma çizdiğim tablo sarsıldı bir anda. Tabloyla beraber yerde sallandı sanki. Yer sallanması deprem demek değil miydi? İnsanoğlu depremi engellememiş miydi? Yıllardır görülmeyen deprem şimdi neden tüm şiddetiyle geri gelmişti? Dışarıdaki ölüm sessizliğini bozan köpüren deniz miydi? Korktuğum başıma mı gelmişti? Yoksa...


Dışarılarda İntihar Etmeyin, İçine Ne Koydukları Belli Değil

Abdullah Demirbaş

Yollar çoğu zaman kargaşa noktalarıdır. Fakat yolda olmak insanı bir faaliyette olduğuna ikna eder ve bu karmaşa içinde dahi yaşamaya teşvik eder. Tabi bazı durumlar vardır. Ben bunlara insanın asidinin kaçması diyorum. Hani 3 saat önce bardağın ağzına kadar sıkılmış bir portakal suyu gibi. Tamam taze olabilirsiniz fakat dibe çökmüşsünüzdür. Biraz çalkalanıp kendimize gelmek istesek bile olmaz . Artık taşar ve dökülürüz. Tam bu ruh halinde yapmamanız gereken bir şey söyleyeceğim şimdi. Hazır olduğunuzda ve isteğiniz doğrultusunda devam edebilirsiniz. Asla ama asla bir mezarlığa girmeyin. Kendinizi bir anda tanımadığınız bir insanın mezarında ağlarken bulabilir, kendinize bile itiraf edemediğiniz sırlarınızı anlatabilirsiniz. Emin olun istemezsiniz ama iyi yanlarından da bahsetmeden edemeyeceğim. Yalnızlığın bir ağ gibi dört tarafını sardığı anda seni edepli bir şekilde dinleyenin olması, tabi ki bir de okuyanın, senin o an sahip olduğun tek şey gibi gelebir. E tabi hayatta olan şeyler bunlar. Biraz kızıl, biraz mavi ha biraz da arzın talebe Baki MERCİMEK çalımı. Hayat ne deseler bu derim. Kader ne derlerse de o tavadaki muazzam son sucuğun başkası tarafından bitirilip yenmesi derim. Tabi bunları sabah medibasyonlarında düşünüyorum. Son olarak biraz kör devrim biraz fetiş ve az biraz da umarsız yaltaklanma. İşte tüm gereken bu. Bu yazı ekmeğinin peşindeki midye etekli Hawaii dansözlerine atfedilmiştir.

Sigara Mitolojisi Sözlüğü

Ravisi Adıyamanlı siyah bir kedi Erkek: izmarit uydusu. bu hikayenin, Ve aşk: kozmik histeri. Destanıdır sterilize acıların, Ayrılık: her şiirin klitorisi. prematüre cennetlerin. Kanserim gel! Tanrı yedi gün boyunca sevişti kendisiyle Şakaklarımdaki şu münzevi efkarı Sonra bir sigara yaktı, karanfilli: Big Bang! aydınlat! Dumanı büyüdü, büyüdü ve yayıldı milyonlarca Ciğerlerime eflatun rayihalar sun yıl boyunca Ve öksüz parmaklarımda gönlünce oyalan! Gel! Savruldu külleri sigaranın: Uzun, derin bir nefes Yıldızlar, gezegenler... Faşizan sevdaların, taşkın yangınların şerefine! Derken dünya soğuk, dev bir kül tanesi. Ölü doğan Mesihlerin şerefine! Yaşam: nikotin ağacı Uzun, derin bir nefes daha Ölüm: anlam detoksu. Her kibrit, tanrısını arayan bir cehennem taşır Kadın: her kül tablasının alternatifi kafasında..

Mert Topuz


Kime Varmak İstesem Bir Telefon Aranır Tuğçe Özkanat

İthaf

Bir yara var çocukluğumdan kalma. Evden eşyalarımı alıp kaçtığım güne dair. O evde benden biri kaldı; avuçlarına kocaman taşlar batan. O evde annem de kaldı. Otuzlu yaşlarında, duvarlara sandığından özenle çıkarıp porselenlerini atan. Sonra o evde duvarlar kaldı: babamın özenle boyadığı. Gömme dolaplar kaldı: ablamın saklandığı. Suretimde eskiden kalma alışkanlıklar var. Eşyalarını alıp kaçan bir çocuk. Çocuğa yakıştırılan gülüşler. Suretimde umutsuzluklar var; hiç uçurtma uçurmamış gibi. Hiç saçını tarayanı olmamış gibi. Konuşacak ne çok şeyim vardı oysa, nereden başlayacağımı bilmediğim. Bir cümle bir insanı nerede doğurur ve ne zaman öldürür? Yazacak çok şeyim vardı benim. Kalemim de vardı ablamın özenle kapladığı defterimde. Bir şey eksik, ne olduğunu tanımlamak için uğraşmadığım. Uğraşırsam kurbağanın prense dönüşmeyeceğini biliyorum. Bildiğim her şey bir gün zorunluluk haline geliyor. Zorunluluklara sorunlu kalmaktan da nefret ediyorum. Geceleri tavana bakmaktan da. Bir kitap var hiç başlamadan sonunu bildiğin. Bir biz varız sonunu göremediğimiz. Bir de günah dolu bir gecede elimde kalan emanet keyif sigarası. İki dudağımın arasına hatırlamaktan hiç bıkmayacağım anılar biriktirdim. İki gözümün görebileceği kadar çok hikaye yaşadım. Eğer üç gözüm olsaydı da çok hikaye yaşardım. Ama bitmiş bir hikayeye yeni cümleler koyamam. Yeni düğümler atamam. İnsan bitmiş bir evin çatısına neden emanet bir tuğla koysun ki zaten? Nereye gitsem sığıntı oluyorum hayatlarda. Nereye gitsem gözünüz hep her an kalkıp açıp gidebileceğiniz kapının kolunda. Giderken o kapıyı yarı aralık bıraktığınız. Kime varmak istesem yolum ucuz şaraplarınızla bir gece yarısı ağlayarak aranan telefon. Kimden gitmek istesem kendimi unuttuğum kapı pervazları. Içimde size dair biriktirdiğim en hüzünlü şarkılarım var. Altında oturduğum bir incir ağacı, meyvesini sizin gibi vermekten sakınan. Bir de Tanrı var aldığım nefesi dahi bana emanet kılan.


Kodlanmamış Kötü Ezgi Okşaş

İnsanoğlu kötüyü dışlayarak intiharına zemin hazırlayacak bir algıyla yetiştirilir. Henüz emeklerken ateşten uzak durmamız söylenir, ayaklanmaya başlayınca balkondan, okula başladığımız anda yabancılardan şeker almamamız tembihlenir. Bizlere kumbaralar verirler fakat onları harcarken dikkatli olmamızı söylerler. Arkadaşlarla dışarıya çıkmaya başladığımız zaman onlara uymamamızı, onlar kötü bir şey yaparsa arkadaşlığımızı bitirmemizi isterler ki gariptir, bu arkadaşlarımızın aileleri de bizden yana rahat olamazlar. Halbuki bu yaşa kadar algımız sadece kötüyü dışlamıştır, saf ve ateşten uzak kalan gençler olmuşuzdur. Henüz kötüyü kodlamamış bu beyinler, keşfedecek iyileri bulamadıkça ateşe dokunmaya başlar, tembihler kafasında yankılanır, çünkü o insan iyi özüne ihanet etmiştir. Çok geçmeden yabancılarla aynı masaya oturur. Kötüyle tanışır insan, çocukluğundan beri neyden kaçtığını bilmediği o şeytani durumlarla karşılaşır. Yabancılar ruhuna girer, ateşler gövdesini sarar, kumbaraları yasak şeyler için kırılır. İnsan yıllarca uzak durduğu kötüyü bir türlü kucaklamayı öğrenemez, tökezler. Nasıl baş edeceğini bilemez çünkü sobaya bile bile elini değdirdiğini söylemek şöyle dursun, sobanın yanıklarını canla başla saklar. Oysa hiç aklından geçmez yanıkları gösterip de "evet bir ateş var! ve beni yaktı. Ben onu gizlemiyorum, ateşi isteyerek tattım. İsterseniz bağırın fakat ben bu yarayla mutluyum" diyemez. Bu düpedüz saygısızlıktır. En sonunda gizleyeceği yaralar haddini aşınca paniklemeye başlar. Bu yüzden intihar ederek ölenlerin bedeni tamamen gizledikleri yaraların sessiz kabullenişidir ve "neden kendini yaktığını söylemedin" diyebilecek empati yoksunu seslere cevabını cansız vücuduyla verir. Artık yaraları geride kalanlarındır. Bir de şurdan bakalım: Bir de hep intihardan bahsedenler vardır. Onlar en ölmek bilmeyenlerdir. İntihar, tamamıyla bir gösteridir, yalnızca hayatla gerçekten bağı kalmayanların perdelediği bir gösteri. Ama hayattan kopma eylemini karşısındakine "intihar edeceğim" diye ballandırarak anlatanlar, işte onlar hâlâ hayatla aralarında bir bağ bırakanlardır ki gösteriye kimin katıldığını, kimin dehşete düştüğünü görebilsinler diye bırakmışlardır bu bağı. Çünkü gösteriyi perdelerlerse, hayatta kimin dehşete düştüğünü göremezler. Bu, onlar için çok daha büyük bir acıdır. Onlar, misafirler gelince elini sobada yakanlardır. İntihar genellikle erdemli ve saf kalplilerin işidir. Kötüler ve hırsına yenik düşenler hiç intihardan bahsetmezler, ama onların ne zaman ne yapacağını da kestiremezsin, çünkü hayatla aralarında bir ganimet savaşı vardır. Onlar yaralarını keyifle saklayan kişilerdir, bir şeyleri gizlemenin keyfine varıp işler sarpa sardığında panikler ve gösteriyi tamamlarlar. Sürekli kendini öldürmekle seni tehdit edenler, maalesef aramızdaki en umutlu insanlardır. Belki de onları hayata bu bağlıyordur. Yine de pek inanmayın bana, bilinç, ucu açık bir kutudur. Birileri süpriz yapabilir.


Yalnızlık Enes Duran Önündeki kadehten bir yudum daha alabilme umuduyla elini uzattığında soğuk bir boşlukla karşılaştı; sıradan bir gün, elini uzattığı her şeyin boşluğa ve yokluğa dönüşmesi sıradan, körkütük sarhoş olma eşiğini iyiden iyiye genişlettiği için 7/24 alkol alabilmesi sıradan, kağıtlara boğulması sıradan. Tembelliğinden ödün vermeden boşlukta elini sağa sola salladı. Gözlerini uğraştığı şeyden ayırmadan bardağı buldu, yaklaştırdı. Sâkinin bade doldurmasını andıran özenli bir tavra girişmeden hoyratça şarap şişesine uzandı, kadehi tamamen doldurduğunda şişe de boşalmıştı. Bu özensizliğe rağmen tek bir damla dökülmemesine içten içe sinirlendi. Kusursuz olan her şeye sınırsız bir nefret. Böyle olmayı kendisi tercih etmedi, onu suçlayanlar da akıl kârı bir iş yapmadılar. Hele de onu tanıyanlar, olaylara tanık olanlar ama ona hak vermeyi düşünmeyenler; en çok da bunlara öfke doluydu. Aslında umurunda değildi ama öfke doluydu. Bu çelişkilerin ortasında tamamen akıl sağlığını yitirene kadar saf ve ilkel bir öfkeyle dolu olan kalbi, artık taşlaşmaya yüz tuttuğu için hislerinin yarısından çoğunu hissetmeyi unutmuştu. Hisleri hissedememek. Bunun acısını hissettiğindeyse suratını buruşturup büyük bir yudumu mideye indirdi. Bir yandan okuyor, bir yandan yazıyordu. Bir yandan okuyor, bir yandan bir işte çalışıyor; bir yandan okuyor, bir yandan yaşamaya çalışıyordu. Hayatının vazgeçilmez motifi okumaktı ama okuduklarının vasfı da değişmişti, elbette yazdıklarının muhtevası da bambaşkaydı artık. Eskiden oturduğu yeri en fazla on dakika koruyabilir, konumunu değiştirmezse çıldıracak gibi olurdu. Kadehindeki son yudumu aldığında ve gözü saate iliştiğindeyse tam dört saattir iki büklüm oturuyor olacaktı. Kendi isteğiyle değil de

sanki zorundaymış gibi yüzünü buruşturarak yerinden kıpırdadı. Odanın basık ve insana sanki suratının karşısında bir motor çalışıyormuş hissi veren sıcak havası, hislerini kaybetmiş adamı bile rahatsız etti. Camı sonuna kadar açtı. Gecenin üçünde; insanların kötü olduğuna inandığı her çeşit kötü ruhun cirit attığı, sokaklarda inin cinin ve sarhoşun top oynadığı bu gece vaktinde; bütün şehre insanı boğan bir sessizlik çökmüştü. Veya adam duyma yetisini de kaybetmişti. Bazen insanın yapayalnız hissetmesi normaldir; gencinde yaşlısında, zengininde fakirinde ve diğer bütün karşıt karakterlerde görülebilecek klişe bir histir bu. O derece güçlü bir klişedir ki bazıları bu yalnızlık kavramını kullanarak yalnızlıktan kurtulmayı becerirler. Ama kendi içinde yalnızlaşmak, kendini kendinden uzakta görmek, hislerin en kötüsüdür; klişe değildir, o derece keskin bir histir ki diğerlerini köreltir. Bu yüzden kişi ne kadar bokun içine batmış durumda olduğunu sadece kısa seraplarda görebilir ve çıldıracak hale gelir. Bu kısa anlar geçtiğinde sanki az önce uyuşturucu kullanmış gibi hissedeceğini bilir, avazı çıktığınca delirir, deliliğine yenik düştüğündeyse serap biter. Karanlık geri gelir. Adam camı kapattığında son serabını görüyordu. Aklının son dallarına tutunarak masaya yürüdü. Az önceki pozisyonunu tekrar aldı. Çekmeceden gümüş rengi bir silah çıkarttı. Şu an biraz müzik fena olmazdı ama bu isteğini yerine getirebilmek için odanın öbür ucuna ulaşması gerekiyordu. Bu da serabın sona ermesi için yeterli bir vakit alırdı, bunu göze alamadı. Son bir kez odasına göz gezdirdi, dört saatini verdiği intihar mektubunu tam karşısına koymuştu. Silahı çenesine dayadı, tek kurşunda ölebilmek için gerekli açıyı ayarladı. Hiçbir acı hissetmemek için var olmuş bütün tanrılara son kez dua etti, tetiğe asıldı.


üçüncü sayfa

yoncalı refüjlerde

kaygıyla işletilen limanında elleri elleri yelpazeli, uskumrusu ağzında ağzında gül, etekleri bahar bir kadın bir kadın, koşturur rablerini ardından ardından ucuz şarkılar yuvarlar bir barbar bir barbar bir barbara, bir barda bir bardak bir bardak şalgam bir bardak daha daha da geçmemeli kadın onun yurdundan

ölü yoksullar gördüm yoncalı refüjlerde refüjler de yürüyen hep yolun ortasında ortasında-yım yine milyonca adım sonra sonra izne tabidir en ulu başkaldırılar başkaldırılar yurdundan geçmeli dedim kadın kadın, koşturur rablerinin ardından ardından ötüverir masmavi pelikanlar pelikanlar, alçalır göğün öbür yüzünden yüzünden okurum onun, adını tüm nebilerin nebilerin, ne bileyim, nerden bile nerden bilesin...

Enes Faruk Nom

yasla karışık yağmur diyordu televizyonlar şemsiyeli stüdyolardan evlerin içine uzanarak. bizimse yokluk rüzgarında ters dönmüştü şemsiyelerimiz ayakkabılarımızın su alan deliklerinden geçerek akarken hayat. cılız yanıyordu sobamız ve yüreklerimizin yangını, bizi ısıtmaya yetmiyordu artık. yemeklerimizi sıcak televizyona nazır soğuk meskenlerde yiyorduk. altına serdiğimiz gazetelerden ekmeğimize yalan bulaşıyordu. yalanın küfü karışıyordu el değmemiş fikirlerimize. şehrin ekonomi sayfalarına uzak gazetelerinin, kuşe kağıtlı magazin sayfalarına hep uzaktan bakan üçüncü sayfa mahallelerinde kalıyorduk bu şehir bizi onyedi yerimizden bıçaklıyordu sanki... dedim ya, yasla karışık yağıyordu yağmur ve biz hep şemsiyesiz yakalanıyorduk.

Deniz Caymazer


La Havle

Ağaçlı Bir Şiir Daha

Hayalet bir kağnının aslı astarı düşüyor tarihin giz punduna. Efsunu yitik bir general selam duruyor sır taburuna. Esamesi; metafizik bir haydut çetesi! Giriyor ölü kılığında ahir zamana. -Heya mola! Heya mola! Peygamber gaspediliyor Anatolia'ya. Mahfuz bir kolezyum çağı bu yaşanılan Kırılacak değneği rhapsodes'lerin. Ahalisi dağılacak abdalların ve de dengbej'lerin. Ve gönenecek modern zamanların hayasız gerçeği. Sürüp gidecek bir tükeniş olan. -Sürüp gidecek -Sürüp gidecek. Ve şarka yaraşır bir ün! Bir tün oturacak günün karnına. -Pata küte, pata küte! -La havle Yaklaşılıyor bir tabiatın payandasına!

Gökmen Yener

şairler kaçanlardır zamansızın gelen şiir her bir şairde kaçış yolunu gösteren olur kaçışı şairin hayata dair bir ahkam kesmedir dedeler ötemizde cesedi yüzlerce yıllık ağaçlar devirmiş bir şairin kulağına heceler böylece sıralanmıştı bir kaçışın absürd curcunasında kelimelere çabalamışlardı her duyguyu içerebilen tümünün içinde olan hepsini kapsayıp hükmeden bir şiir böylece yazdırmak istemişti kendini yine onsekizinci yüzyılda yine bir allahsız koca bir taştan ilham almıştı düşünceler üzerine düşünmenin sırrını bense cesedi yüzlerce yıllık ağaçlar devirecek bunalıyorum şiir bir garip sıcaklık olarak başıma yayılıyor sövüyorum sevdiğimden "sevdiğini aşağılamak zorunda olmayan ne anlar ki aşktan"

Enes Kurnaz


00



Herkes Rahat Rahat İdil Özeren Deal With It! Ya ben senden nefret ediyorum. Sen. Sen kimsin biliyor musun? Bilemezsin. Sen yoksun. Yok ne? YOKluğun VARlığı SÖZ konusu OLabilir mi? Bundan sonra umuda "yok" diyeceğim. Oğlumu akıl hastanesine kaldırttım. Ona elektrik verdiler. Çok sinirliyim. "Anne iyi misin?" Huh? "Yeşil yandı." Çiş yapmaya gidicem. Hayır trajik bir sahne bu gülME! Ne diyoduk; oğlum. Yok. Evet. Yok. Oğlum yok. But I have no choice. I m confused. I m confused too. I cannnot speak Turkish. Şalom! (İbranice) Aslında yok da YOK. :umut: olan değil 'olmayan' olan YOK kelimesi olan YOK MU? HOŞ, olmasıyla ilgili de herhangibirumut yok. Ben yokum, ayna yok, sen hele hiç yoksun. Nere bura be! Nere bura!? Endonezce tengkorak Kafamda egzama var benim. Derimin altında ama. Tas civarında. Hamam tası(mı?)! Değil(mi?)! Kafa tası (here where there is.....) Latincesi cranium Cava dili tengkorak

İngilizcesi skull ve asıl gerçek şu ki Arnavutça lobanja Bunların hepsi yalan. Bunlar yok. Yanlış değil sadece yok. Yoksun. İspanyolcası craneo ( a nın üstünde çizik varmış var mıymış?) Yoksun. Ben yokum, ayna yok, sen hele hiç yoksun! Bir senaryo üzerinde çalışmaya başlamadım. Akademik hayatım çok güzel. Telefonum bozuk değil. Ben bozuk değilim. Depresyonda da değilim. Depresyon nedir bilmem. Sen de yoksun. Sen kimsin lan?! Sinirlenmedim. Sinirlendim. Sinir ne bilmem. Sinir ne? Sinir de yok. Ya uyanırsam? Şimdi istiklal marşını tersten okuduğun gibi tüm bunları da tersten oku. Yoksa oğlum sen misin? Elenktrink! Akıl hastahanesi! Ya uyanırsam?! Bu kötü olacak mı? Kötü var mı? Özgürlüğün olmadığı bir dünyada ahlaktan söz edilebilinir mi? Bu soruyu götünden anla şimdi. Gel (git) ve bunun altında (üstünde) düşünme (düşün)! Evet. Deal with it! Ya uyanırsam? Ya uyanmazsam? Ben yokum, ayna yok, sen hele hiç yoksun!


Demokratik Kral

İrem Eyit Karanlık odalara geçiş yaparkenki aydınlık koridorda "Mutluluğu buldum." dedim. Dedim ki işte bu yaşamam gereken. Altını çiziyorum: Hissetmem değil, yaşamam gereken bu dedim. Hissetmekle yaşamak arasında epeyce fark var. Hissetmek, istediğim; yaşamak delicesine istediğim ve uğruna delirdiğim. Ve zamanla şunu anladım: Hangi koridordan geçersen geç ister seni kara bulutların arasından geçen bir pilot yapsın, ister bir meleğin düşen göz yaşındaki ışığı gören biri. Sonunda hep karanlık bir odadasın. Kara çarşaflı bir oda, daha medeni kanunu tatmamış bir oda, vahşiliğin rengi, siyah olan bir oda. Bu odada yaratacağın her eğlence geçici, tıpkı yarattığın her hüzün gibi. Eğlence de hüzün de beşeri olduğu kadar doğal. Doğaya gitmek lazım, odalardan çıkıp doğaya gitmek lazım. Beni bırakır mısınız odanın duvarlarını yıkayım ya da binlerce ton renge boyayayım. Bırakmazsınız tabii. İlahi yani benimkisi de soru mu efendi? Efendi? Kim benim efendim? Sen misin yoksa? Yoksa ben miyim? Kim benim efendim? Milletim mi yoksa? Ama benim milletim yoktur. Sen misin ama ne sen benimsin ne de ben senin. Kahrolsun özel mülkiyet diye bağırıyor en isyancı yanım. Ben mi benin efendisiyim? Hayır değilim, öyle olsa istediğimi yapardım. Kendimin efendisi olmam lazım, kendime itaatsizlik yapmamalıyım. Tek vatandaşı demokratik kralı olan bir imparatorluk! İşte istediğim bu. Ve sen, sen yabancı dudaklarımı öper misin? Tanıdıklar ütopik şeyleri gerçekleştirmeyi deneyip boşuna enerji harcamaktalar. Sen yabancı dudaklarıma iğne saplayacak mısın? Ama lütfen kan akmasın, bayılırım. Mümkünse sen dudağıma bana göstermeden kan enjekte et. Seni seviyorum yabancı, tanıdıklar çok meşgul. Ben de meşgulüm. Ama tanıdıklarıma vakit konservelemiştim onları sana verebilirim. Rüyamdasın ve yanımdasın yabancı. Yoksun ama nefesin var. Var olup nefesinin yok olmasından iyidir. Al bunlar konservelerim yabancı. Vizesiz krallığıma hoşgeldin. İğne için hazırım. Ben, demokratik bir kralım.


Herkese Ait Bir Oda ve Sürüngen Hayatı

Alperen Yavaş

Kadın: zenginlerin gördüğü gibi olmasa da yalnızların da asla bilemeyeceği, sağlam dostluklarla beraber dünyayı güzel kılan her şeyin iliğini emmeye karar vermiş bir çevre içinde, kıskanılacak dolu dolu bir sosyal yaşantıya sahip. Mütevazı bir bütçe ile derin hazlara götüren zevkler ve tükenmek bilmeyen bir heyecana aracı maceralardan oluşan hayat pastasından her gün her ânıyla –hiç çekinmeden- cürretkar dilimler almaya çalışıyor. Oğlan: – yaşından dolayı değil, Kadın’ın aksine tecrübesinin kıtlığı yüzünden “Adam” olamıyorücra köşelerden birinde kendisinin uzun yıllardan beridir tanıdığı en iyi dostu ve ayrıca da hayata dair toplumun gösterdiği tüm biçimlere yabancı. Her insanda olması gereken sosyal yönü çoktan kuşlara yem olmuş olsa da, düşünceleriyle her gün her an –hiç çekinmeden- yarattığı dünyanın yanında “hayalgücü” dediğimiz şeyin çok sınırlı ve aciz kaldığını düşünüyor. (Ve alışkanlıkların getirdiği onca beklentiye rağmen ikisinin arasında hiçbir aşk hikayesi geçmemiştir.) Oğlan Kadın’a hiddetle anlatmaya başladı. “ Evet sen, sen herkesin hayalini kurduğu özgür bir çevre içinde, modern çiçek çocuklar denilebilecek arkadaşlarınla dünyanın akıp gitmekte olan sistemine baş kaldırdığını düşünüyorsun. Sana göre çok güçlü bir kişiliğin var değil mi? Hep birlikte oynadığınız tatlı marjinallik oyununun seni özel kıldığını ve ayaklarının altında nefes alıp veren bu toprağın sırlarına yalnız senin gibi “asi ruhlu dünya kaşiflerinin” ulaşabileceğini sanıyorsun. Oysa basit taklit dizgilerinden oluştuğunu söylememe gerek var mı ki? Senin gibi bir doğa şiirlerinin dizesiyle, anarşik kitapların önsözüyle yapay biçimde oluşturulmuş insanların, ya da farklı olabilmenin verdiği hazzı kutsal görüp hayata 1. Sınıf bir macera oyunu kıvamında yaklaşan insanların, aykırı olduğu iddia edilenlerin davranış ve sözlerini taklit eden insanların kendine has bir karakteri olması mümkün mü ki? Eğlenmek, gezmek, tatmak, tecrübe etmek, çok görmek, defalarca görmek, koklayıp içine çekmek, yolları aşındırmak, durgunları aşağılamak, insanlar tanımak, tanınılmayacak kadar çok insan tanımak, çevre sahibi olmak, yalnızlığın ne olduğunu bildiğini sanmak, yalnızlıktan köpek gibi korkarak “popüler başkaldırı” yoluna daha da sarılmak, okumak, hiç düşünmeden bilmiş olmak için okumak, yaşamak, yaşamak, yaşamak, düşünememek, yaşamak, yaşarken duymaya vakit olmaması, yaşamak… Seni yeterince özetliyor muyum? İçinde bulunduğumuz bu odayı görüyorsun değil mi, işte bu oda senin özelim diyebileceğin her şey olsun. Paylaşılmayacak duygular, düşünceler ve insanlara dair en toy hisler senin özelin olsun bu odada. Herkesin kapısını komşularına dahi açmadığı kendine ait bir odası vardır. Ama sen kendine ait bir oda yaratamayacak kadar acizsin. Elinde kapısı ardına kadar açık olan herkese ait bir oda var. Bir sabah uyanıyorsun ve yatağında bambaşka bir çarşaf buluyor-


sun. Tablolar iniyor, mobilyalar değişiyor, perdelerin aşınmaktan kirli sarı bir renk alıyor, insanlar giriyor, insanlar çıkıyor, insanlar parça koyuyor, insanlar parçaları söküp gidiyor ve senin buna karşı yapabileceğin hiçbir şey yok. Kilidi hiç yaptırılmamış kapın yüzünden en yetenekli hırsız ve mimara tabiisin. Yani seni baştan yaratacak bir hırsız ve mimara. Maddi dünyada koşturup duran sen, ruhunla boş boş bakınıyorsun. Hımbıl bir kişilik, muhtaç bir hayal. Sen kişi değilsin. Tek başına küçük bir toplum hücresisin.” Oğlan konuşurken sinirden köpürerek sözünü kesmek için uğraşan Kadın, Oğlan’ın öfkesinin azalarak yerini dingin bir bitişe bırakmasıyla boşalan hiddet koridorunu doldurdu: “Aptal lağım faresi! Seni fareye benzetmemin kuru bir hakaret olduğunu sanma. Gün ışığından korkarak köhne duvar diplerine tüneyen bir insan türü olmadığından sana yalnızca fare diyebiliyorum. Rezil koşullar altında, hayatta olduğuna dair tek kanıtın uyumak ve uyanmak ve –her sağlıklı insan gibi- kendini kaptırıp ağlama nöbetleri geçirmek olduğu bir durumda “duruyorsun”. Sen zaten yaşayamazsın: durmak, durağanlıkla gurur duymak, ve bütün o uydurma hayali evrenin verdiği kof güvenle gerçeğe ait şeyleri aşağılamak senin yapına daha çok uyuyor. Sürekli bir köşeye kıvrılıp dünyadan nefret etmek, geçmiş günlerin koca bir kayıp, geleceğin de derin bir boşluk içinde olması seni nasıl “karakter sahibi” yapıyor anlamıyorum. Chaplin’in dediği gibi eğer gülmeden geçirilmiş bir gün harcanmış bir gün ise ardında bir dağ silsilesi gibi yükselen harcanmış yıllar bırakmış olmaktan memnun musun? Nefes aldığın birkaç metrekare dışında hiçbir şey bilmiyorsun, dünyayı adım dahi atmadan tanıyabileceğini, anlayabileceğini düşünüyorsan üzülerek söylüyorum ki bu, yalnızca daha önceden yazılmış bir masalın konusu. Yarattığın fantezilerin bulanıklığında gerçek-sanal ayrım gücünü tamamen kaybetmen seni “hayalgücü olağanüstü gelişmiş bir dahi” yapmıyor, aksine başka türlü yaşam sahası bulamadığı için gözlerini kapatıp kaybolan bir melankoliğe benziyorsun. Topluma kin kusmak, toplumdan nedensizce saklanıp bütün suçu onun üstüne yıkmak yaşadığın yalnızlık buhranlarının çözümü olmayacak. Hatta öyle günler gelecek ki, kendinden o kadar emin “kişiliğin ve orijinalliğin” hiç paylaşılma şansı bulamadığından – ki zaten paylaşılsaydı hem sen olmazdın, hem de bunla gururlanamazdın- tarihin tozunu ciğerlerine kadar yutacak ve biz seni bir gerçek olarak bile bilemeyeceğiz. Eğer bu oda benim olsaydı herkese ait olacağını söylüyorsun. Ben de diyorum ki bu senin odan olsaydı, devam ettirdiğin sürüngen hayatının küf ve nem kokusu bütün köşelerine dek sinerdi. Hayata macera olarak değil de acı olarak bakmak o kibirli ruhunun önünde duran bütün zevk ve umut olanaklarını bir çırpıda silip atıyor. Bir yolu olsaydı da ölümün sahipsizlikten utanmasın diye cenazenin başında kendi kendine ağlasaydın isterdim. Zira sen, fazlaca kendi başına bırakılmış, sınırları arasında paramparça olmuş, eğlenceli bir kafes kuşusun.” Oğlan duraksamadan kendini savundu, kadın tekrar ona yanıt verdi… Bütün bunlar olurken bir şeyi yeni fark ediyoruz. Bu satırların sahibi Oğlan ve Kadın’ın olduğu odanın kapalı kapısının önünde kulağını neredeyse kapıya yapıştırarak içeriyi dinliyor. Ve bu diyalogların sonunda görünüşe bakılırsa aklından şöyle bir şey geçiyor: “İki zıt kutup. İki vahşi tip. Tanrım, ben neredeyim ? Ben hangisiyim hangisi benim?


Heterojen Sayıklamalar Onur Aşkın Hayatı ezber kalıplar içinde kabullenerek yaşamak kolaydır. Bir şeyin bütünlüğünden ancak o şey bütünüyle hissedilebildiğinde bahsedilebilir. Salt soyut duygular ile hissedilebilecek bir bütünlükten bahsediyorum. Hayatı yalnız ve ancak algılayabildiğin kadarıyla yaşarsın yani. Kalanı, bütünün anlamlandıramadığın parçalarını oluşturur. Başkası için algılanabilen ancak senin sadece izleyicisi olduğun bir parçalar yığını. Bu yüzden herkes hayatı biraz eksik yaşar. Bu yüzden şikâyetlerimiz, gözyaşlarımız ve hayal kırıklarımız farklıdır. Çünkü hayallerimiz, hayatı algılayışlarımız kadardır. Hep bir parçasından yakalarız hayatı ve bu yüzden tam da oradan kırılırız. Bir şeyin yokluğundaki acıyı, o şeyin algılarınızda kapladığı yer belirler. Bu yüzden hayata dair somut nesneleri ne kadar çok anlamlandırırsanız yokluğunda o kadar fazla acı çekersiniz. Bir şeyin yokluğunu hissetmek için o şeye sahip olmuş olmanız gerekir demeye çalışıyorum. Sırf bu sebepten hiçbir şeye sahip olmamak birçok şeye sahip olmaktan her zaman daha az acı verir. Ne kadar makul görünürse görünsün bir zaman sahiplendiğiniz şeyleri hayatınızdan çıkarmak için sandığınızdan fazla cesarete ihtiyacınız vardır. Çünkü hayatı sizin için yaşanılabilir kılan şeyler, algılarınız ile biçimlendirdiğiniz parçalardır. Bu yüzden sahiplendiğiniz bir şeyden vazgeçmek ancak duyularınızdan vazgeçmekle mümkündür. Korkaklık ile kahramanlık arasındaki ince çizgiyi aşmak için duyularınız üzerinde hakimiyet kurmanız gerekir. Sonrasını düşünmek; kahramanlarla kaybedenlerin tek ortak noktası. Yaptığınız her şeyin bir nedeni olmak zorunda değildir. Ama mutlaka bir sonucu vardır. Katlanmak, kanıksamak en olağan yaşam biçimi. Paçalarıma değen pislik ve burnumu sızlatan koku, katlanmak zorunda olduğum şeyse eğer bu benim kendi seçimim olmalıdır. Hayat, başkalarının seçimlerini yaşamaktır çünkü çoğu zaman.

Seçmek zorunda bırakıldığınız için seçim yaparsınız. Avuçlarının içinde sizin GELECEĞĠNĠZĠ saklamış olan adamın hangi elini seçerseniz onu yaşamak zorundasınızdır. Ġyi ya da kötü. Üçüncü bir seçeneğiniz asla olmaz. Yaşamak için değil, istediğim gibi yaşamak için çalışmalıyım. Bir markette kasiyer olmak ya da bir bankada adam kazıklamaktan çok daha öte bir yaşamak bahsettiğim. Eğer yalan söyleyeceksek bu para kazanmak ve daha fazla şeye sahip olmak için olmamalı. Sahiplendiğiniz her şeyin hayatınızı daha da kısalttığını unutmayın diye diyorum bunları. Sakallarımı avuçlarımla sıvazlayabilecek kadar uzatmış ve cebimde metelik yokken hayat daha kolaydır. Ġnsan hafızası 'unutmak' üzere programlanmıştır. Bu bakımdan deneysel olarak gözlemleyemediği şeyler hususunda her daim söylenenlere inanmak zorundadır. Eğer haber bültenleri en soğuk kışın yaşandığını söylüyorsa, en soğuk kış yaşanıyordur. Ġnsan; öleceğinin bilincinde olarak yaşayan tek canlı olmasına rağmen hayatı ve olguları sorgulamak ihtiyacını pek az hisseder. Bir işi ya da bir kadını kaybetmek, başarısız olmak, daha az kazanmak ve en son çıkanı en önce alamamak vücudun andrenalin üretmesi için yeterlidir. Gen haritası tamamen değiştirilmiş, beklentileri kurcalanmış, dürtüleri indirgenmiş, seçenekleri kısıtlanmış, üzüleceği, sevineceği, korkacağı, yadırgayacağı, benimseyeceği her şey seçeneklendirilmiş bir nesiliz. Sesimiz yalnız istedikleri şeylere çıkıyor, bünyemiz yalnız verdikleri ilaçları içiyor, gösterdikleri yerlere sıçıyor ve istediğimiz kadını düzemiyoruz. Uyandığımda Comptine d'un autre été çalıyordu. Gerindim. Sayıklayarak uyandığım bir rüyanın daha sonunda ütülenmiş gömleğim, her zaman çift çizgi olan pantolonum ve kedimin paçalarımda bıraktığı tüyleri giyinerek işe koyuldum. Keşke diye geçirdim içimden; yaşamak da en çok sayıklamak kadar gerçek olsaydı…


Yarım Kalanlar Veysel Yılmaz

Ya diğer yarım kalanlar... Yarım kalan, tamamlanmayan aşklar ne olacak? Yarım kalacaklar, çünkü tarih hep kavuşamayanları yazdı... Yavaş yavaş üşümeye başladım. Terliyorum ama üşüyor gibiyim. Bilmiyorum. Sanırım daha fazla dayanamayacağım. Çok acıyor çünkü. Heh işte sandalım da geldi. İndi içinden ölüm, yavaş yavaş geliyor bana doğru, görebiliyorum. Filmlerde anlattıkları kadar kötü de değil gibi. Gülümsüyor bir kere. Bize hiç ölümün gülümsediğinden bahsetmediler. Hep asık suratlı, ağlamaklı bir yüz ifadesi var diye biliyordum. Size bakınca çok korkuyormuşsunuz. Doğru aslında korkuyorum, ama ölümden değil. Bir sürü yeni kitap yazılacak ve o sarımtrak sayfaları mis gibi kokacak. İnsanlar kelimelerin arasında kaybolacak ama ben, ben hiç koklayamayacağım o sayfaları. Yenileri bırakın daha bir sürü okuyamadığım ama okumayı planladığım kitaplarım vardı, onları bile okuyamayacağım. Ah be keşke 'daha zamanım var okurum' dediğim Tutunamayanlar'ı okusaydım. En azından bir başlangıç yapsaydım içimde kalmazdı. Bak kitap dedik de dertlendim, bir de bunun şiiri var. Bir sürü yeni şiir yazılacak. Genç şairler kalbi ile beyni arasındaki bütün kelimeleri sayfalara döküp şiir yazacaklar ve ben onların hiçbirini okuyamayacağım. En sevdiğim, her aklıma geldiğinde gülümseyerek okuduğum satırları son bir kez size okusam ya. Aysel git başımdan ben sana göre değilim, ölümüm birden olacak seziyorum, hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim. Aysel git başımdan seni seviyorum. Çağan Irmak'ın film replikleri gibi veda ediyorum değil mi size? Sahi Çağan Irmak ta yeni filmler çekecek değil mi? Ama ben onları da izleyemeceğim. Onur Ünlü ve Haluk Bilginer kim bilir daha kaç film projesinde bir araya gelecek. Bu adamlar da beynimi yakıyordu be. Ne anlattıklarını anlayana kadar film bitiyordu ama beni çeken yönü buydu zaten. Tamam biliyorum onlara da elveda diyeceğim. Yeni filmler, yeni şarkılar ve yeni kitaplar... Hiçbirini göremem. İşte ölüm kötü yüzünü yavaş yavaş göstermeye başladı bile. Hadi bunlara da eyvallah be. Ama ya ailem. Annem en güzel yemeklerini kime yapacak bundan sonra? Ulan bak tam da yeni arabaya almıştık, ehliyet falan alıp annemle her yere gidecektik. Neyse abim gezdirir annemi, kafasını dağıtsın, pek yokluğumu hissetmesin diye. Onlara emanet ediyorum annemi. Çok yaklaştı ölüm ve yaklaştıkça da filmleri doğrular yönde kötüleşmeye devam ediyor. Altı yaşımdayken böyle sapsarı saçları olan bir sevgilim vardı. Ne yapıyordur acaba şimdi? Ölsem aklıma gelmezdi bu durumda onun gözümün önüne geleceği. Doğru ya ölüyorum zaten. Daha evlenecektim ben be. Bir kız çocuğum olsun diyordum hep, olmadı işte. Yarım kaldı bu isteğim de. Peki ya diğerleri? Ya diğer yarım kalanlar... Yarım kalan, tamamlanmayan aşklar ne olacak? Ölüm artık yanımdaydı. Kulağıma doğru eğildi ve fısıldadı... Yarım kalacaklar, çünkü tarih hep kavuşamayanları yazdı... Elimden tuttu ve sandala bindik. Gidiyoruz...


Unutulmuş Kalpler Dükkanı

Mislina Bursal

Değirmenler terse dönerse zamanda geriye gitme şansımız var mıdır Madam Perry? Sizi böyle sorularla meşgul ediyorum, Bakmayın bir türlü örtemediğim şu kusurlarıma. Geçmişi geçmişte bırakayım derken, kalbimi de orada unutmuşum, Ondandır eskiye olan bu bağımlılığım, affola! Fa diyez minör bir akor basılınca kilisenin orgunda, Yaşlı zangoç ancak bir sigara yakabilir. Siz Madam, hala dua ediyorsunuz ruhu kötülükle yoğrulanlara. Tanrı mesela, sabah kahvaltısının hemen ardından uzatır ayaklarını, siz ve sizin gibileri düşünüp mutlu olur uzaklardan. En büyük hatasıdır şairlerin, Tanrıyı koymak bir insan kılığına. Akşamüstü çayını içen tanrı kızmaz, Yaşayanların dünyasında ise birtakım insanlar şairleri yakarlar otel odalarında. Ah Madam! Çocukluğuma geri dönüp kendimi kıyafet dolabınızda saklanırken bulmayı düşlemekteyim. Bazen bir çocuk için bile hayat çok yorucu olabilir, Bazen bir çocuk hayata kafa tutabilir. Hayallerinin üstüne apartmanlar dikilmiş kuşlardan olmak istemiyorum. Verandada onunla oturup mısır ayıklıyor olmayı dilerdim hayattan. Ah Madam Perry! Giderken elime uzanmıştı elleri. Keşke hiç tutmasaydım da, Sabah kalkan ilk vapurda uyuklarken kavuşsalardı birbirlerine, Bir türlü hoşça kalamadığım o veda töreni yerine. Şimdiyse akıp giden zamanın yorduğu sonbahardan kalmış bir yaprak gibi oradan oraya süzülüyorum. Biliyorum bir gün dönecek değirmenler tersine, Tanrı bizlere unutulmuş kalpler dükkânından bir kalp daha bahşedecek. Ve biliyorum ki, kilisede yaktığınız mum sönmeden Madam, Gidenler geri gelecek.


Emrah Koymat


Figüranın Öyküsü - Eşkiya

Süleyman Can Kurnaz

Cumali önde biz arkasındayız. Bende çizgili bir takım var o zamanlar. Gömleğin yakaları ceketin bir parmak üzerinde. Pantolonun paçaları hafif bol, yürüdükçe dizden bükülmeyen cinsten. Çingene kesimi diyorlar şimdilerde mat siyah bir kumaş. Göz yormuyor ışık altında. Şimdi versem mesela sen giyemezsin, paçaları bolmuş dersin. Ama o zamanlar bende boy 1.90. Koyar mı? Mermi gibiyim. Sokak lambasının bile yanmadığı, taksinin, polisin pek girmek istemediği sokaklarda birbirinden yakışıklı adımlarla ilerliyoruz. Bir zamandan sonra 3.köşeden bir bara daldı Cumali. Biz de arkasından. Uzun bir holden geçtik girişte. Garip bir yerdi nasıl anlatayım kendini balkonda gibi hissediyorsun millet aşağıda dans ediyor sen yukarıdasın o sırada. Sahne de aşağıda. Balkon korkuluğunda olduğu gibi aralıklı demirler var. Önce sağ sonra uzun bir soldan sonra merdivenlere ulaşıyoruz. Kaşlarımın üzerinde bir nebze ter birikiyor, içerisi takım elbise ile gezenler için oldukça sıcak. Sanki daha önce defalarca dans etmişiz ve bu işten sıkılmışız gibi bir havamız var. Aslında Cumaliler olmasa şimdi Travolta gibi yıkarım ortalığı. Ama Cumaliler var. Bara yanaşıyoruz. Cumali bir adama selam veriyor, adam daha selamı almadan cebinden bir balya para çıkarıyor. Pislik bir işin içindeyiz ama benim de hayallerim var . Bir kulağımla müziği dinliyorum inceden. Sahnede adını sonradan öğrendiğim Thomas Ertan var. Gözünde bir gözlük ve üzerinde gökkuşağının bütün renklerinden bir gömlek. Yanındaki kadına dikkat kesiliyorum. Elindeki zımbırtı ile şarkıya eşlik ediyor. Ne içtiyse bütün zerreleri beyninde. Sadece elindeki aleti ve omuzlarını düzenli aralıklarla ileri ittiriyor, arada kendini geri çekmeyi unutuyor öyle havada asılı kalmış gibi duruyor, sahnenin ışıksız bir köşesinde... Yüzüme bir gülümseme oturdu onu öyle görünce, „‟Oğlum‟‟ dedim kendime. Şimdi şu kadın koynunda olsa, başıyla göğsünü zorlasa, saçları boynuna değse. Farkında bile değilim, kollarımla sarmı


şım kendimi. Sanki arasında o varmış gibi. Sahnenin tam önünde. Ter daha fazla tutunamayıp şakaklarımdan süzülürken ceketi çıkarmaya yeltendim. Selim topladı yakamı o sıra, “Napıyorsun belasını siktiğim belinde emanet var.” dedi. Öyleydi. Mermisi ağzında bir tabanca külotuma değiyordu. Şehrin en pislik adamının malını çalmış, üzerine onun şehrinde satmaya çalışıyorduk. Cumali ağzındaki sigarayı içmeye bile fırsat bulamıyordu. Mekanın en karanlık köşelerine gidiyor, önce sağına sonra soluna bakıyor, iki parmağına sıkıştırdığı malı uzattıktan sonra başka bir köşeye uzuyordu. Her an ölebilirdik. Üstelik bu silahın nasıl çalıştığını bile doğru düzgün bilmiyordum. Mahallede yaptığımız maçlardan çok uzaklaşmış değildim. Thomas Ertan‟lar “10 dakika sigara molası,” deyip sahneden indiğinde boylarımız eşitlendi, ama ben daha uzunum tabi, boy 1.90. Gözümü kadından ayıramıyordum. Neler biliyordu, en iyisinden nerelere gitmişti? Hiç arkadaşım olmadığı gerçeği ile yanına yaklaştım. Ne desem yanlış olurdu, ne yapsam saçma görünürdü. Aynı yerdeydik ama benden çok uzaklarda yaşıyorlardı. Cumali-nin yanına gittim aklıma başka bir şey gelmedi. “ Cumali bana biraz para versene canım viski çekti,” dedim. Canının derdinde bana baktı, yanlış anladığını düşündü. “ Ne diyorsun lan sen birazdan götümüzü kesecekler, siktir git kapıyı kontrol et,” dedi kolumdan sarsarak. Kapıya gitmem gerekiyordu ama ayaklarım bara doğru gitti. “ İki viski, Cumali ödeyecek kardeşim,” dedim. Malını çaldığımız adamlar öldürmese de Cumali kesin öldürecekti beni, ama umurumda değildi. Kadını, Cumali‟nin yanında ve barda geçirdiğim süre zarfında çok özlemiştim. Elimde iki viski ile yanaştım. Yalnız kaldığı bir zaman viskiyi masasına bıraktım. Suratıma baktı, hemen sarılsam ve bağırsa kimse duymazdı, hatta görmezdi bile. Ben dedim sizden çok hoşlandım, müzik süper...Size esrar da çözerim hem beraber bir yerlere gideriz belki, mafyayım ben. Suratıma baktığı noktadan gözlerini ayırmadan viskiye sigarasını attı. Sigara, bardağın rengini değiştirdiği sırada merdivenlerden aşağı inen takım elbiseli adamlar gördüm. İçerisi gerçekten sıcaktı ve burada çok fazla durmaya niyetleri yokmuş gibi görünüyorlardı. Cumaliler benden önce görmüş olacak ki arka kapıdan kaçışlarını gördüm. Onlara yetişme şansım yoktu. Mekanın her yerine dağılmış, bizi arıyorlardı. Belimdeki silahı çıkarıp , nasıl çalıştığını öğrenmeye çalışana kadar çoktan mıhlarlardı beni. 10 dakika ne kadar da çabuk bitmişti. Üstelik sigara içmemiştim. Thomas‟lar sahneye kurulduktan sonra kadınımı sahneye çağırdılar. Kabul edilir gerçekler, insanın istemediği zamanlarda cereyan eder. Gidiyordu. Takım elbiselilerin görüş mesafesine girmek üzereydim. Viskiyi dipleyip kadınıma arkadan sarıldım. “Beni öldürecekler.“ Sigara bastığı viski gibi ona bakıyordum. 5 yıl kadar düşündü, yani bana öyle geldi. 5.saniyede kolumdan tutup sahneye fırlattı. Kırmızı ışıklar ter içinde kalmış gömleğimin üzerinde parlıyordu. Biraz önce dalga geçtiğim zımbırtıyı elime tutuşturdu. Thomas Ertan ve çocuklar ne olduğunu anlamadan ve pek umursamadan şarkıya girdiler. “ Buradaa, karanlığın ortasındaa, gölgelerin arasındaa.... Bana yavaş yavaş gelirken....” Takım elbiseliler yavaş yavaş geliyorlardı. Kadınım, elimdeki zımbırtıyı gösterip “Salla,” dedi. Dediği gibi salladım. Kadınım “Oyna,” demedi ama korkuyordum. Oynamaya başladım. Sanki sahnenin her yerindeydim. Travolta gibi... Takım elbiseliler bir süre sonra gitti. Bir süre sonra da şarkı bitti...


Tushaspergen

Seynan Konucu

Çekirdeğin siyah olduğu zamanlardı. Salondaki koltukta uyuyakaldığım için yüzümde yabancı filmlerde yer altında yaşayan sosyopat karakterin yüz şekli hakimdi Niyazi beni uyandırmaya geldiğinde. “Halı saha bitti lan akşam açılacakmış gel gidip bakalım.” dedi heyecanlı heyecanlı. Benim hiç niyetim yoktu. Sevmiyordum halı sahayı. Düzenimizi bozmuştu. Mahalle maçları periyodu bozulmuş, herkes halı sahanın inşaatını izliyor aynı zamanda da bitmesi için sabırsızlanıyordu. “Sen git Niyo akşam üstü gelir bakarım, hem daha bozuk para almaya gideceğim babama fırınlarda bitiyor hemen bulamazsam siker beni.” Babamın tekel bayisi olduğu için lazım oluyor tek durduğu için dışarı çıkamıyordu. “Tamam işte sahaya giderkenki fırından alırız.” Oradan almam Niyo uzatma biliyorsun.” Niyo dünyanın en güzel bakale diyen insanıydı. “Bakale mahalle kaptanları da gelecek, sahanın sahibiyle konuşur gündüzleri maç yaparız işte.” “Bizim sahamız var işte niye adama ağız eğeceğiz kendi ellerimizle yaptık, muhtarla kavga ettik, boyacı Ahmet’ten para biriktirip alçı alıp taç çizgisi, kale çizgisi yaptık, bu kadar kolay bırakmayın o saha için okuldan kaçıp nöbet tuttuk, yapma Niyo.” O anlar aklına geldi herhalde, daldı Niyo. “Bakale o saha eninde sonunda gidecek ya apartman yaparlar ya da park Seynan, yol yakınken biz de yolumuzu bulalım önümüzü görelim. Sahanın sahibiyle anlaşıp maçlara başlayalım. Geçen maç karşı mahalleye nasıl yenildiğimizi unuttun galiba. Mert kaleciydi ve kaleden topu alıp tek tek çalım atmaya çalışmıştı. Bunun ne demek olduğunu biliyorsun kaptan.” Evet gerçekten de fena hezimete uğramıştık. Karşı mahalleden birinin Almanya’dan kuzeni gelmişti ve bizi haşat etmişti tek başına. Ne de olsa Alman altyapısı görmüştü. O yenilgiden sonra mahallenin bakkalı Ali Abi bizi çağırıp düzenli, sistemli çalışmamız gerektiğini bizim de tamam dememiz halinde takım kurup forma çıkartacağını, teknik direktör ve başkanının kendisi olacağını söyledi. Belli bir formamız olacaktı, herkes aynı formayı giyecek kaptanlık pazubandına, kaleci eldivenine kadar alınacaktı ve Mikasa marka top alacaktı. Hepimizin hoşuna gitti bu teklif. Takımın adı da TUSHASPERGEN’di. Çünkü Ali abi forma yaptırmak yerine Almanya’da kaçak yaşadığı zamanlarda kurdukları mahalle takımının formasını verecekti bize. 10 numarayı da bana vereceğini söyledi, oyun tarzımız çok benzediği için. Diğer mahalledekiler çatlayacaktı. Tam bunlar yaşanırken halı saha çıkmıştı başımıza. Niyo’yu başımdan atıp Ali Hocanın(abi dediğim de olurdu sonuçta takım kaptanı olduğum için belli bir hukukumuz vardı.) yanına vardım. Her zamanki gibi bakkalın dışına attığı taburesine oturmuş Sözcü’sünü okuyor, sigarasını içiyordu. Eski solculardanmış, babam derdi “Bütün eylemlere gider ama hiç görünmeyen solculardandı.” derdi. “Ooo kaptan hoş geldin oralet söylüyorum hemen.” dedi gazlı içecekler içmememiz gerektiğini söylediği için, yanımızda olduğunda oralet, kuş burnu tarzı şeyler ısmarlardı. Karşıdaki kahveye el edip söyledi oraletimi. O ara bir araba geldi “Benim sigaradan 3 tane ver sene Alim.” Arabadan inmeden. 3 paket Camel Soft verip gönderdi adamı. Taburesine otururken pantolonunu dizinden yukarı çekerken derin nefes verir gibi “Ee kaptanım takım nasıl var mı sıkıntı.”. İçim cız etti. “Olmaz mı abi bu yeni halı saha ne takım bıraktı ne de takım ruhu, sikti belamızı. Ben hariç herkes şuan sahanın açılışında.”. Bir sigara yaktı Ali Abi. Çay ve oralet gelmişti. Garson çocuğun gitmesini bekleyip konuşmasına başlayacaktı. O anki halı seminere davet edilen yazarların 2 gün önceden hazırlık yapması gibiydi. “Yapma be


kaptan ne olacak şimdi? Halı sahada oynamak için can atıyordur onlar, nasıl kıracağız şevklerini?” “Bilmiyorum valla abi biz toprak saha adamıyız o sahada öğrendik top oynamayı da, arkadaşlığı da, takım olmayı da. Halı saha bizi bozar. Kendi ellerimizle, kendi harçlığımızla yaptık. Biliyorsun abi bizim sınıfta bir kız vardı sana bahsetmiştim, ona bile okulda gazoz alamadım sahaya alçı alacağız diye. Gelip senin dükkandan alıp deftere yazdırıyordum yolda içiyorduk şimdi böyle olunca zoruma gitti abi, ne yapacağız bilemedim sana geldim.” Ali Abi çaresiz bir iç çekti. Ne yapacağımı bilmiyorum demekti bu. Çay kaşığıyla oynarken aklıma arabadan sigara almaya gelen adam geldi. “Abi o sigara almaya gelen adam kimdi aşağı bile inmeye üşendi mal.” Sigarasının külünü düşürmezdi Ali Abi. “Bilsem sigara vermezdim dürzüye.” dedi.” Neden abi ne alaka.” “Halı sahanın müdürü o, kasaya falan bakacak işte.” Belliydi zaten, en başta gıcık olmuştum. Ali Abi, metropolde yaşayan Anadolu ailesinin arka balkonu gibi olmuştu. Darmadağın. Ali abinin yanından kalkArken bozuk paran varsa deyip 20 liralık 1’lik 30 liralık 50’lilik 10 liralık da 25’lik alıp eve gittim.

Bozuk paraları mutfaktaki baharatlıkların oraya bırakıp çıkmadan önce de içinden 3 lira alarak çıktım evden halı sahayı görmeye. Kaç yıldır tren raylarına üst geçit yapılsın diye tren durdurma eyleminden, belediye binası basmasına kadar her şeyi yapan mahalleliye sanki gıcıklık olsun diye halı saha yapıldıktan sonra yapmışlardı üstgeçidi. O raylarda kaç kişinin öldüğü bilinmiyor, kaç kişinin kaç parçaya bölündüğünü olay yeri ekipleri bile bulamıyordu. Bizim çocuklar bir gün, birinin parmağını bile bulduklarını ve korkudan gömdüklerini söylediler. Sinirli sinirli geçitten çıktım sahaya girdim. Çok kalabalıktı. Bütün mahalle oradaydı. Bedava içecek koymuşlardı masalara. İlk maçı kentin takımıyla belediye meclis üyeleri yapıyordu. Hakem de kaymakamdı. Mahalleliden çok, polis vardı sahada. Bizim takıma baktım, halı sahanın tellere dayanmış maçı izliyorlardı. Çok mutlulardı. Sanki Beşiktaş’ın maçını İnönü’de izliyorlarmış gibi.

Geri döndüm eve gittim. Öbürsü gün Niyo bize gelip sahibiyle anlaştıklarını, akşamları sahanın kenarına atılan çekirdek kabuklarını, sigara izmaritlerini etraftan düşen ağaç yapraklarını temizleme, derbi günlerinde erken gelip sandalye dizme ve maç sonrası temizlik karşılığında öğlenleri maç yapmak için izin almışlardı. Satmışlardı kendilerini, emeklerini. Ali Abi teknik direktörlüğü ve başkanlığı bıraktığını ve takım için sipariş verdiği malzemeleri iptal ettirdiğini söyledi. Ali Abi’nin yanında yazları işe başladım ben de. Arabadan sigara isteyenlere sigara vermeyen bir çırak oldum. Takımdaki çocukların akşam 10-11 maçlarını izlemeye gitmekten başka işim olmadı onlarla. Kramponumu kutusunun içine koyup ayakkabılığın üstüne koydum. Tabanında alçı ve toprak kalıntılarıyla. TUSHASPERGEN’nin altına giyemeden kaldırdım kramponlarımı.


Un Sohbetlerinden Mülteci Krizine Yalım Aydın Bu sabah da kendimi bir böceğe dönüşmüş olarak bulmadım. Yine elimi yüzümü yıkamadan kalkıp, üç beş parça bir şey atıştırdıktan sonra bilgisayarımın başına oturdum. İş bulma sitelerinden gelen ilanlara göz gezdirdikten sonra, uygun olduğunu düşündüğüm iki tanesiyle daha detaylı konuşmayı arzuladığımı belirttim. Ondan sonra sosyal medya denen illet çukuruna salıverdim kendimi. Son günlerde berbat olaylar yaşanmıştı ülkede. Gerçi son bir yıldır ülkenin üzerinden kara bulutlar hiç ayrılmamıştı. Öyle zor zamanlarda, felaket haberlerini en istenmeyen gerçekliğiyle sunan sosyal medyaya gömerim kendimi. Tonla insan manipülasyon yapıp kendine rant elde etmeye çalışır insanların acısından. Her önemli toplumsal felakette aynı şeyleri hissedip, aynı kişilere sövüyorum. Bazılarıyla sanal ortamdan hakaretleşiyoruz, adres istiyorlar, vermiyorum, deliriyorlar. Bu arada söylemeyi unuttum, bu kadar gevezelik yapadurayım ben, başvurduğum şirketlerin birinden bugün ikiye randevu talebi aldım. Bir dakika bile düşünmeden haykırdım onlara : ''KA BUL E Dİ YO RUM!'' Duymuşlar mıydı? Bu kadar coşku vermekle hata mı ettim? Aslında bakarsanız bunları düşünmenin sırası değil. Üç saat sonrasına bir randevu koparmıştım ve on yaşındayken sınıfın en güzel kızından msn'de kopardığım randevudan sonra kopardığım ilk randevuydu. Hemen

üst baş ayarladım kendime, otobüse atlayıp gittim. Oraya vardığımda saat bir idi. Sırf erken geldiğim için bile alabilirlerdi beni işe. En azından ben buna inandırmıştım kendimi. Çünkü bir buçuk yıldır çalışmıyordum ve artık evimde satabileceğim bir şeyim de kalmamıştı. Rezervasyon bölümüne gittim, burası bir oteldi sonuçta ve haliyle otelin en yetkili bölümü de burasıydı. Oradaki elemanlarla konuştum, bana yeri tarif ettiler ve mülakatın yapılacağı odanın önünde gergin bir şekilde beklemeye başladım. Yaklaşık yarım saat geçti ve kapıdan biri çıktı. O da çok gergindi ve kapıyı kapattıktan sonra on ikinci kattan merdivenle aşağı inmeyi tercih etmişti. Bu korkunçtu. Çok gergin olduğunuzda delice şeyler yaparsınız ve bu şeyler genelde hızla merdiven çıkmak veya istihzalı bakışlarla çevrenizi tiye almak olur eğer naif bir insansanız. Ve belki de asıl korkunç olan budur. Hem delirmişsinizdir, hem de çaresizsinizdir. Hem insanları ciddiye almıyorsunuzdur, hem onlardan gelmesi muhtemel tepkilerden çekiniyorsunuzdur. Felsefe yapmayı yarıda kesmek zorunda kaldım, çünkü kapıdaki beyaz yakalı herif beni çağırmıştı. Samimi olmaya çalışarak içeri girdim, selam verdim. Karşımdakinin gereksiz ve komik olmayan şakalarına nezaketen gülerken, aslında samimiyetimi kaybettiğimi farkettim.


İş koşullarına geldi sıra, konuştuk, anlaştık. Uyumlu biriydim sonuçta ve zaten başka seçeneğim de yoktu. Ya uyumlu olacaktım ya açlıktan ölecektim. Evde 200 gr. zeytin ve üç dilim beyaz peynir kalmıştı. Kahvaltıyı günde iki kez yapıyordum, her öğlen yemeğinde bir eski arkadaşımı görmeye gidiyordum bahaneyle. Fakirliğin beni sosyalleştirdiğini farkettim. Güldüm. Toplantıyı sonlandırdık, beni işe aldılar. Hatta avans da verdiler. Benim gibi birini kaçıramazdılar ki zaten. Hem bana muhtaç değiller miydi sonuçta? Böyle yüksekten uçmayı yarıda kesip, az önce kapıdan hışımla çıkan elemanı düşünmüştüm. Pekala benim de sonum öyle olabilirdi, ama olmamıştı. Şanslıydım. Sustum. Pansiyon, otel yarısıdır. Her zaman buna inanmışımdır. Turizm okulundaki abilerle de bunun tartışmasını yapmıştık zamanında. Okulu beş yıldır tek dersten uzatan bir İlyas Abi vardı, pansiyondan teklif almıştı bir kez. ''Hayır olmaz ben otelcilik okudum, pansiyonculuk değil'' deyip reddetmişti. Bana sorarsanız kendisi sik kafalının tekiydi, ama çoğu konuda olduğu gibi bu konuda da fikrime danışılmamıştı. Hep bu yüzden kaybediyorsunuz işte. İlk iş günümde de benim idarem altında çalışan bir tip, benim dediklerimi yapmamıştı. Bunu gidip müdüre ilettiğimde idare etmemi söyledi, nedenini söylemedi. Sonraki günlerde bu çocuk davranışlarına devam etti. Ben de bunun üzerine patronun huzuruna çıktım, şikayetlerimi anlattım. Bizim işgüzar müdür bu çocuğun patronun oğlu olduğunu en başından anlatsaydı, şikayetlerim ile patronumun muhtemel vaazı arasındaki o süre boyunca karın ağrısı çekmeyecektim. Çünkü şikayetlerim diye bir şey olmayacaktı. Burası Türkiye idi, burada yöneticilerin yeğenlerine, kızlarına, oğullarına ve uzak yakın tüm akrabalarına kıyak geçilirdi. O yüzden aksayan yönler asla tedavi edilemez, ve her zaman da aksayan yönler bu kişiler arasından çıkardı. Ama patron hiç beklemediğim bir şekilde oğlunu işten atacağını belirtti. Dumura uğramıştım.

Akşam eve gittiğimde bu şirketin benim için fazla onurlu olduğunu düşünüp, gereğini yapmam gerektiğine karar verdim ama önümde bir engel vardı. Gereğini yapmam için yaklaşık altı gün beklemek zorundaydım, yoksa aylığım yanardı. Altı gün bekleyip ilk maaşımı aldıktan sonra, istifamı bastım ve bu büyük patronun yönettiği büyük şirketten ayrıldım. Sonra da gittiğim her dost ortamında bu patrondan bahsettim. Hani çok zenginler kendi çocuklarını şirkette pazarlama bölümünde başlatırlarmış ya rivayete göre, öyle şeylerin hala yaşandığını görmüş oldum. Şirketin hisse değerlerinin olası bir artışında da benim rolümü yadsıyamazlardı, bunda oldukça yüksek bir payım vardı. Ayrıca bir aydır çalıştığımdan dolayı aksattığım öğlen yemeklerine konukluk işine de hemen kaldığım yerden devam ettim. Cebimde bana en az beş ay yetecek kadar para vardı, gururluydum ve aptal olduğumu tüm dünyaya ispatlamıştım. Daha iyisi düşünülemezdi. Sonra bir oyun salonunda işe başladım. Ondan sonra mekanın sahibi vefat etti ve akranları da yarı hisseyle beni ortak edip, işletmesini de bana verdiler. Belki de hayat bana on yaşımdan beri ilk kez gülmüştü, msnden konuştuğum sınıfın en güzel kızından sonra ilk... Oyun salonunda işler iyiydi. Bıraktığım otel işindeki maaşımın yaklaşık iki katını kazanıyordum bundan. Hem zahmetsiz hem keyifli bir işti. Zaten ilgim de vardı böyle şeylere. Bütün gençliğim, yani param olduğu zamanlar, arkadaşlarımla oyun salonlarına gitmekle geçmişti. Gerçi bizim zamanımızda atari falan vardı, şimdiki gibi playstation üç dört falan yoktu. Farketmez. Çağ değişiyor ve bu değişen çağa belki de en çok oyun salonları uyum sağlıyor. İşler güzel gidiyordu bir zamana kadar, ama sonra yine hayatın bana sağ gösterip sol vuracağını anladım. Nefes almakta zorlanıyordum artık. Bir gün kasada otururken fenalaştım, mekanın müdavimleri beni hastaneye yetiştirdiler. Soluk alıp veremediğimi hatırlıyorum ambulanstayken. Uyandığımda da bundan fazlasını hatırlamıyordum.


Yanıldın

Behemehal

Hiçbir zaman yeterince pürüzsüz değil düşünceler Ve asla anlatabilecek kadar yeterli değil Dilin duvarlarını kırabilecek kadar güçlü değil Sen ne kadar iyisin? Soğuk derin ve ıssız yılmışlık Umutsuz olabilecek kadar yalnızsın Ölmeden boğulabilcek kadar başarılı Hep üzülen olacak kadar eksiksin Hep mi hatalıydın? Hep mi yanıldın? Sessizliğe yakın derecede gürültülü hayatın Ve sensiz kalabalığının içinde tek başınasın Nereden öğrendin karanlığı Kim kırılmayı işledi içine, hep mi böylelerdi? Sevgisizliğin son çaresi mi Yaşanamamış öfke Anlaşılamamış aşk Değiştiremediğin değişkenlik Ve dışa vurulan bulantı, anlatamadın değil mi? Yetemedin kendin olmaya Yetemedin istediğini almaya O da yok yanında değil mi?Sahi oldu mu hiç? Olmak istediğin yerde olamadın Olmak istediğin yer yoktu Duvarlarının içinde birileri öldü Ve birileri öldürdü Ne kadarın öldü? Yine ne kadar boş kalbin Ne kadar zamandır hiçsin Belirsizlik kadar kötü mü hiçlik Yine ne kadar içtin Ne kadar kaçtın da İçtiğin her yudum yine kaçamadığın kendin için Bitirememişliğin, başlayamamışlığın ve Sevilememişliğin için. Salt kendin olabilecek kadar cesur Ama asla gösteremeyecek kadar aciz olanlara..

Hızla ilerleyen saate yetişmeye çalışıyorum ağır adımlarla. Ne kadar çabalasamda geride bırakıyor beni zaman. Yarın gitmeyi planladığım dükkanın kapısına kilit vurmuşlar, her hafta satranç oynadığım (___) Amca'yı dün gömmüşler. Gitmeyi planladığım üniversiteyi geçen ay kapatmışlar, çalışmayı düşündüğüm şirket geçen sene kapılarını son kez kapatmış. Geleceğe dair tüm planlarım geçmişte kalmış, zaman tüm umutlarımı almış elimden. Hepsi toprağın bir parçası olmuş zamanın buyruğuyla. Orada durup çaresizce izlemişim. Zamanın bütün dünyamı yavaşça parçalarken, elimden hiçbir şey gelmemiş. Zamanın ilerleyişiyle değişmişim yavaş yavaş. Yüzüm kırışıklıklarla dolmuş, güvendiğim bacaklarım tutmaz olmuş. Zamanın peşinden koşamaz olmuşum, elimde bir tek zamanın benden uzaklaşmasını izlemek kalmış, an be an zaman benim sonumu yaklaştırırken.

İ.İ.B

Umut Çağın Bozacı


Söyleşi – Banliyö 13

Merhaba arkadaşlar, öncelikle söyleşi teklifimizi geri çevirmediğiniz için teşekkür ederiz. Dilerseniz herkesin aklındaki ilk soru ile başlayalım. Kimdir Banliyö 13, kimlerden oluşur ve isminizin esin kaynağı nedir? Banliyö 13, şimdilik iki kişiden oluşan bir rap grubudur. Grup üyeleri Ahkaf ve Omen’dir. İsmimizin esin kaynağı, izlediğimiz ‘’Banliyö 13’’ adlı film. Filmin hikayesinden çok etkilendik ve grubumuzun isminin bu olmasını istedik. Bu zamana kadar neler yaptınız, gelecekte neler yapmayı planlıyorsunuz? Single olarak yayınladığımız parçalar var şuanda youtube kanalımızda. Gelecekle ilgili planlarımızın başında ekibe müzikle ilgilenen yeni arkadaşlar alıp onlarla beraber hem kendimizi hem onları geliştirmek var. Omen ise şu sıralar ‘’club edm’’ türünde işler yapmak için çalışıyor. Neden müzik yapıyorsunuz? Neden rap?

Türkiye'de kimleri beğeniyorsunuz rap olarak, kimleri idol alıyorsunuz? Omen : Sagopa Kajmer ve Ceza’yı beğeniyorum ama idol aldığım kimse yok. Albüm düşünceniz var mı?

Müzik hayatımızdaki boşluğu dolduruyor ve rap de içimizi dökmemizde etkili. Lakin bu, Türkiye’de çok kolay değil. Türkiye’de kolay olmadığını söylediniz. Peki İzmir için de aynı şey geçerli mi? İzmir rap açısından iyi bir şehir, her yerde stüdyolar var. Etkinliklerin olduğu sohbetlerin edildiği yerler var. Biz Torbalı’da iki yıl kadar rap sohbet günü adı altında etkinlikler yaptık ve bir çok arkadaş bizim sayemizde birbiriyle tanıştı. Yerel bağları bu şekilde kuvvetlendirmeye çalıştık diyebiliriz.

Albüm düşüncemiz var ama biraz daha tecrübe kazandıktan sonra planlıyoruz. Müzik yaparak geçim sağlamak müziği endüstrinin köpeği haline getirir mi? Getirmeden bu mümkün olur mu? Omen : Türkiye’de müzikten para kazanmak çok zor hele bizim seviyelerimiz için daha da zor oluyor. Ben müzikten para kazanmanın müzik endüstrisinin köpeği olmaktan geçtiğine inanmıyorum. kaliteli müzik üretip insanlara bunu verebilirseniz zaten siz müzikten para kazanmayı hak etmişsiniz demektir.


Emrah Koymat


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.