Ozan Korkmaz / @ozannkorkmazz Bir defa hayal kurmuşsun Ya kırılacak ve kesik parçalardan aksini izleyeceksin, ya da karşısına geçip keyif çatacaksın diğer kırıklıkların. Her şey birkaç satır başı ile başlamadı. Bir şairin, tüm hayranlarının imzasını toplamak gibi istekleri olabilir ve bunu başaramazsa üzülüp bununla ilgili bir şeyler de yazabilir. İşte böyle zamanlardan birinde üzerinde oturduğum taburemden barın aynasına bakıp “gelsene bir şey konuşacağız” dedim. .. Derin nasihatler ile yüklü birkaç meseleden sonra arayacak deyip doğruldum, bara doğru eğildim... Dalgın yürüyen bir liseli kıvamında, iç cebimdeki tek sigaramı, yoksunluğundan kurumuş dudaklarıma götürdüm. Yalan söylemeye gerek yok gittiğinden beri her uykudan önce böyleyim, Artık böyleyim gelmen bir şeyi değiştirmeyecek Sabah kahvaltı edelim mi? Şimdi yanından gitmem lazım ! Diyeceğimi söyledim gittim. Kehanet tuttu. Aradı, sarıldık bir muallakta kendimi bırakmış olmak ile karanlığın ortasında ayaklarından asılı sallanmak arasında fark yoktur benim için . Fakat senin ne olacağını bilmediğim bir yolda tek başına yürümen de tehlikelerle dolu bir ormana seni terk etmek olacağından gidemem. Bu yüzden bıraktığın yerdeyim gel. Herhangi bir şeyin başlangıcı olmadığı gibi hiçbir şeyin devamı da değil,
-Duvar yazısı gibi gözleri vardı ne yapabilirdim ki-
400’ü verin bir daha bu yazıları yazmayalım.
Mislina Bursal
Tanya 7 Haziran’dan, sizin bu sayfayı okuduğunuz ana, hayatımızdan eksik olmayan kan, coğrafyamızın gerçeği olmayı sürdürüyor. 7 Haziran genel seçimlerinden 1 Kasım erken seçimlerine, geçtiğimiz beş ayda içinde her kesimden insanın bulunduğu 602 kişi hayatını kaybetti. Suruç’ta başlayıp; dehşet saçarak, durmadan artan katliamların doruk noktası sanıyorum ki, 10 Ekim Ankara’ydı. Çocukların mutlu olmasını, barışın gelmesini isteyen, artık kimse ölmesin diyen insanların katline şahit oldu bu ülke o beş ayda. Şimdi saymayacağım yüzlerce ölümle gidildi sandığa 1 Kasım seçimlerinde. 1 Kasım seçiminin sonucundan bahsetmeyeceğim. Sandığın da, seçimin de ne saygı duyulacak ne bahsedilecek tarafı kalmıştır. 1 Kasım – 1 Aralık arasında seçimlerdeki değişiklik sayesinde ülkece huzura ereceğimizi düşünenleri mutlaka yanlışlayacak en az 115 kişi var. Bu ülkede 1 Kasım’dan 1 Aralık’a 30 sivil, 12 asker, 61 PKK’lı olmak üzere en az 115 kişi yaşamını yitirdi. Ölümden bu kadar bahsetmek umutsuzluğa yol açmasın. Ölümlerin acısı hep yanı başımızda belki ama bizim acı çekmek gibi bir lüksümüz yok. Çünkü bilirsiniz, bizim topraklarımızda acı acıyı doğurur gibidir. Kızın ölür, 13 gün boyunca gömemezsin; oğlun ölür 56 gün bedenini alamazsın; cenazeni kaldıramazsın, kaldırsan da devletin düşündüğünden farklı bir şey söyleyemezsin. Söylersen ne vatan hainliğin kalır, ne sövülmedik akraban. Acı çekmeye ne lüksümüz ne vaktimiz var işte. Bizlerin, ‘’geride kalanların’’ daha iyi günler için çalışması gerek. ‘’Geride kalanlar’’ kadar saçma bir söz öbeği yok. Tıpkı bize değil, bir saraya ait olan savaşta bizim ölmemiz gibi. Galiba ölmeye devam ettikçe ‘’geride kalanlar’’ı kullanacağız. Bin kez budadılar körpe dallarımızı diyor ya şair, bin kez kırdılar yine çiçekteyiz işte, yine meyvedeyiz. Çiçek açmaktan, meyve vermekten başka şansımız yok. Sürekli dökülen kan, gerçeğimizin bir parçası evet ama bunun üzerine kadercilik oynayamayız. Şimdi gerçeğe umut yüklemenin zamanı. Dilerim acılarımız, umutlarımızı da ; savaşın bizim olmadığını da unutturmasın.
‘’işte katiller, işte biz, / büyüyor aramızdaki uçurum’’ Vicdanen zorunlu not : Bu yazı Aralık başında yazılmıştır. Yazan kişi, ülkede ve dünyada sonradan olanlara değinemediği için özür diler.
2
Yorgunum. Çay dökülen şiir kitabı kadar sarardı sayfalarım. ”Ah usta! Çoğul eklerinden çok uzakta, loş ışıkta yetişen bir adamım ben. Şuracıkta ölsem cesedimi en sevdiğim kitabın sayfaları arasında kurumuş bir çiçek olarak bulurlar. Ki ölmek de haram bana. Sevdiğim her şey gibi. Zaman içinde, parça parça yükseliyorum karanlığa. Tercih olarak mum ışığında yazıyorum bir de. Yanında bir bardak çayla.” Zamana meydan okuyan pek çok şey gibi, masanın yalnızlığına eşlik eden daktilo, genç adamın her dokunuşunda biraz daha yaşlanıyordu. Düşünecek çok zamanı yoktu delikanlının. Sözcükler parmaklarının hızında kayboluyordu. Akşamdan kalma düşüncelerle yazılmış birkaç satır sözün sahibi olan parmaklar, sobaya odun atarken sadece eskiyi düşlüyordu. Isınmak için sobaya ihtiyaç duymadığı günleri. ”Zaman, ah zaman!” diye iç geçirdi genç adam. ‘’Akıp giderken önünde durmak mümkün mü?’’ Kapıdan içeri girdiğinde mütemadiyen aynı manzarayla karşılaşırdı. Masalarının başında ağızlarından akıl karı bir kelam söz çıkmayan donuk suratlı duygusuz yazarlar ve içeri her girdiğinde aynı sözler, aynı bakışlar… -Aylık bir derginin durgun elemanlarıBilmezlerdi, bilmeyeceklerdi. Kapıyı belki gelir diye kilitlemediği geceleri, her akşam çayı iki kişilik demleyişini. Bekleyişleri, gerçekleşmeyen düşleri… Geceden karaladığı birkaç sayfayı Ahmet Abi’sine götürmek için ayaklandı. Bakışlarındaki mahmurluğu görmesin diye kafasını eğik tuttu. ”Ah be olum!” dedi derginin Ahmet Abisi. ”Kimler sıktı canını?” Sıkılacak can mı kaldı demedi. Bilirdi, onu az çok tanıyan insanları bile tek bir sözle kandırmak akıl karı değildi. Kafasını kaldırdı, ”Ah usta, ben sanırım yaşamayı unuttum. Bi’ el atıver. Bu illet bende ne varsa sürüklüyor. Saçlarım bile sana inat beyaza çalıyor. Sonra ruh yaşlanıyor, beden aynı kalıyor. Her gün burada gördüğüm anlamsız yüzler, gün geliyor, arkamdan ”ruhsuz” diyor. Ruhsuzluk nedir usta? Lakaytlık? İnsan doğuştan umursamaz olmuyor. Zamanla, zaman içinde, ya da gitgide sessizleştiren olaylar, yine gün geliyor bir anda gözümün önünden geçiyor. Anılar hatırlandıkça eskimez değil mi usta? Çünkü umut dediğin yaşamak için bir sebeptir, değil mi?” Cevap almadan masasına ilerledi genç adam. Biraz oturdu. Bu gün bile ölürken, kayıp giderken avuçları arasından, zaman dediği, sadece köşeye atılmış bir anı olmaya başlıyor. Takvimler kararıyor, bu günden, bu günkü ”ondan” kalan tek şey karaladığı birkaç sayfa yazı oluyor. Odasından hafifçe kafasını çıkaran editör Ahmet boşluğa bakan genç adama seslendi. ”Sen onu sevdiğinde tren istasyonları susar içinde, düğümü çözülür gözyaşlarının.” Ama ah be oğlum! Uzak dediğin nedir? ”Sana en uzak yer aslında sırtındır, bilmezsin.”’’
23
Ufak Bir Tebessüm İçin - Alperen Yavaş Hafta içindeki günlere bazılarının aksine pozitif bakıyorum. Çünkü benim fikrime göre ülkemizin ve oradan da Dünyamızın muhtaç duyduğu birlik ve beraberliği özlerinde taşıyorlar. Güzel maaşlı bir çalışandan asgari ücretlisine, öğrencisinden güncü teyzelerine, şehirler arası yolcularından masa başı çalışanlarına değin hepimiz eve -en iyi ihtimal- akşam saatlerinde ve yorgun bir biçimde geliyoruz. Günün stresinden, içinde barındırdığı yüklü deviniminden gerilmiş ve sabit bir ifadeye takılı kalmış yüzlerimiz, kimselere sezdirmeden mini mini kurtuluş yolları arıyor. Sevdiklerimizi tekrar evde gördükten, akşam yemeğini beraberce yiyip rahat koltuklara doğru kendimizi bıraktıktan sonra kişi, ardında bıraktığı günün zor anılarını gerek tatlı tebessümlerle gerek espriler içinde, şen şakrak bir biçimde unutmak istiyor. Buradan da rotamızı dosdoğru komedi filmlerine çeviriyoruz. Yazımın devamında sizlerle birlikte güleceğimiz, beraber izleyip beraberce üstünde düşüneceğimiz Yeşilçam’dan usta eseri komedi filmlerine göz atacağız. Burada gördüğümüz filmleri izlememişseniz hiç vakit harcamadan bu eğlencenin bir parçası olmanızı tavsiye ediyorum. Unutmayalım: “Mizah ruhun tatlısıdır.”Yazarın biri-
Deli Deli Küpeli (1986)
Yalım Aydın Eh, acemiliğimizi biraz attık üzerimizden. Pek kıymetli fanzinimizin 3.sayısıyla geldik bu sefer karşınıza. Yine birbirinden dolu yirmi küsür sayfa var elinizde. Hepsi, günlerin emeği, yılların birikimi. Uykusuz gecelerin, aç kalınan günlerin ürünü. Başta belirttiğim gibi, acemiliğin biraz daha atılması, amatör ruhla profesyonel kalitede işler çıkarma yoluna iyiden iyiye girilmesi ve bu sayfanın bana üçüncü kez tahsis edilmesi.. Bunların hepsi, üçüncü sayımızın basımı ile gerçekleşti. İndigo’nun her yeni albümünde “bu, şuana kadar yaptıklarım içinde en iyisi” demesi gibi, ben de her yeni sayıda “bu, bizim bugüne kadar yaptığımız en iyi iş” diyorum.
-Ufukta bir gemiii! -Bandırası belli miii?? -Bellii, Venedikli! Andre Doria son saatlerin geldii. Bütün toplar ateş! (Bomm) Filmlerin konusunu uzun uzun anlatmak gereksizdir. Olay örgüsünden ziyade, filmin sahip olduğu ince mesajları, onu seyircilerin gözünde vazgeçilmez yapan değerleri ve filmin ana fikrini göstermek önemlidir.Deli Deli Küpeli içinde kısaca “Bir kış günü tımarhaneden kaçan iki delinin (Kemal Sunal ve Yaman Okay) yolları karla kapandığı için bekledikleri yeni kaymakamı gelemeyen bir köye sözde kaymakam ve hakim olarak gelmesi, halktan sürekli para çalan esnaf ahalisini ve onların arkasındaki avukatı bir güzel sıraya çekmesinin öyküsü” diyeceğiz. Politik bir başkaldırı, komedi ile ancak bu kadar güzel birleşebilirdi. “Zalimin zulmü varsa sizin de kaymakamınız var” diyor Kemal Sunal. Bu mesajını da film boyunca bizleri güldürürken ince ince içimize işliyor. Köylülerin belalarından biri olan eşkıya sorunu da Yılanoğlu karakteri sayesinde filmde yer bulmuş. -Gene geliyorum Yılanoğluu, Ben öldükçe çoğalırım! Kaymakamımız bu sorunu da kolayca çözüyor. Hatice karakteriyle bir aşk hikayesini, Deli Çavuş karakteriyle de dostluk ve fedakarlığı görüyoruz. Sonra buzlar çözülüyor, rüya gibi güzel yönetilen köyümüze gerçek kaymakam geliyor. Dolayısıyla da bizim delilerimize yol görünüyor. Peki nereye gidiyorlar? Tabi ki buzla kaplı başka bir kasabaya. Deli güzel delirirse böyle bir halk kahramanı olur işte. Haticemiz “sakıncalı” olsa da yeni maceramıza eşlik ediyor ve büyük bir tebessüm eşliğinde ekrandaki son yazısına bakıyoruz : -Biliyor musun sen delisin.
Sunuş
22
Hiç olmuyor mu umutsuzluğa düştüğüm ? Acaba okunuyor muyuz veya boşuna mı uğraşıyoruz diye sormuyor muyum kendime ? Soruyorum tabii ki. Lakin, sayıca bir piyasa dergisinin kitlesi kadar kalabalık olmasalar da, samimiyetleri ve güzellikleri had safhada olan bir topluluktan gelen görüşler, yorumlar, beğeniler beni motive ediyor. Bunun yanında, yaptığımız işi daha bir kaliteli yapmak zorunda hissediyoruz. Amaan canım, bunlar bütün fanzincilerin ortak dertleri işte, önsözde bunaltmayayım sizi. İçimiz böylesine karanlıkken, kan ağlarken, size güzel şeylerden bahsedemezdik elbette. Savaş ortamındayken sadece aşk şiiri yazılmamalı, sanatsal nitelik taşıyan ürünler, sanatçının toplumunda yaşanan gelişmelerden etkilenmeli. Bu sayıda içinizi, iş kazaları, sosyal sıkıntılar, ölüm vb. gibi konularla ve bunlara kıyasla bir nebze daha hafif olan aşk acısı, ayrılık gibi konularla karartacağız. Kapkaranlık dünyaya birkaç siyah sayfa da biz ekledik yani kısacası. Umarız bu kara günler geçecek ve biz de bu sayfalarda güzelliklerden, mutluluğun nasıl bir şey olduğundan falan bahsedeceğiz. Kendinize çok dikkat edin, umarım tekrar görüşürüz. -hiçbir zaman çok satanlar listesine girmeyecek olmamızın haklı gururu ile/mdfanzin
/mevzularderinf mevzularderinfanzin@gmail.com
3
Parmak Uçlarını Kazıtan Kadın Zeynep Üstün Küçük kırmızı termosundaki taze ama sıcaklığını yitirmiş kahveyi gördü. Kafasını kaldırdı, bir dikişte bitirdi. Sivri köşeli kahverengi masasına tutunarak ayağa kalktı. Odasındaki pencereden koşarcasına koridora dalan güneş ışıkları, duvarda yürüyen kadın gölgesi oluşturdu. Bir an durdu, ayaklarına baktı. Bob Marley söylerken nasıl dans ettiklerini hatırladı. Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Bir şeyler yemek için kalkmıştı ; vazgeçti. Başı dönüyordu. Odasına geri gitti. Sandalyeye düşer gibi bıraktı kendini. Belki de 1000. kez, duvardaki eski gazete manşetlerini inceledi. Hem öfke, hem yeisle bakıyordu 17 Ağustos başlıklı haberlere. Ömrünü milat gibi bölen lanet gün. On ye di a ğus tos. Ne kolaydı söylemesi! Hiçbir manşet, hiçbir şiir, hiçbir ağıt anlatamazdı içindekini. 45 saniyede sığınacak nesi varsa gömülüp gitmişti. Yıllarca okyanusun ortasına bırakılmış bir kağıt gemiydi. Battı, çıktı ama parçalanmadı. Bir başına ağladı, uyudu, büyüdü ve ağladı. Herkes gibi tutunacak dal arıyor, boğuluyor, çırpınıyordu. Sonunda “Evim!” diyeceği insanı buldu. En azından o öyle sanıyordu. Adam ardındaki yıkıma bakmadan gittiği gün, yanıldığını anladı. Ömrü boyunca tek başına savaşmaktan yorulmuştu. Kollarını kavradı, başı yarı istemsiz öne düştü. Sessizce ağlamaya başladı. Ardından yağmur gibi hiddetlendi gözyaşları. Hıçkıra hıçkıra ağlarken, durdu, parmak uçlarıyla gözlerinin altındaki kırmızımor torbalara dokundu. Hışımla yanaklarını çizdi sonra. Tırnakları kan dolmuştu. Yerinen fırlayıp etrafına hızla bakındı. Masadaki bardaklar, kalemler ve sayfalar yere düşme yarışına girdi. Odası birkaç dakikada tüyler ürpertici bir yere dönüşmüştü. Öfkesi enerjisini tüketti, bitkin düştü. Saçlarını elleriyle arkaya itti. Gözleri buğulanıyordu. Etraf sıcak gelmeye başladı. Hareketleri yavaşladı. Az önce çığlık çığlığa bağıran kadından eser kalmamıştı. Masanın yanına çöktü. Yerde kıvrılıp dizlerini karnına çekti, gözlerini yumdu. Son uykusundan bir önceki uykuydu bu. Uyandı. Ortasında yattığı harabe, odası olamazdı. Olmamalıydı. Eskiye kıyasla oldukça sakindi. Saat 16’ya gelirken yüzünü yıkadı, sigarasını içti. Yol parasını hazırladı, giyindi ve evden ayrıldı. Taksiye binip mekanın adını söyledi. Taksim’de işlek bir barda çalışıyordu. Artık çalışmayacaktı. Bara geldiğinde mutlu maskesini taktı, hiçbir şeyi yokmuş gibi çalıştı. O geceki mesaisini doldurduktan sonra, patronun şaşkın bakışları huzurunda istifasını bırakıp çıktı. Çıktığında saat gece yarısını geçiyordu. Araba sahipleri, metropol insanları uyuduğundan geceleri yollar kedi köpeğe kalırdı. Aralarından hızlıca geçip 1.50’de evine geldi. Dinlediği son şarkının Hople Leaves olmasına karar verdi. Dinlerken son sigarasını yaktı. Fazla oyalanmadan son’lar zincirini kıracak, son kez ölecekti. Bilgisayarını açtı. Eski dostu Güney’e bir soru yazdı. “En son sevgiyle dokunduğu, okşadığı yüzün izlerini parmak uçlarından dahi silmek istiyordu. Kazıtsa parmak uçlarını, silebilir miydi o izleri?” Cevabını kendisi bulacak, kimseye söyle(ye) meden öylece gidecekti. Tabii ya, en temiz silgi olmalıydı ölüm. Saat 2.50’ydi. “Gözlerinde korlu saklayan dolaptan” zehrini çıkardı, kaşıkta ısıttı. Hayatının aksine intiharı nizamiydi, dans eder gibi. Eroini ocaktan aldı, usulca enjekte etti. Parmak uçlarından soğumaya başladı vücudu. Ne kadar canlıysa saçları, o kadar ölüydü cesedi. Soğuktu, bembeyazdı, buz gibiydi. Parmak Uçlarını Kazıtan Kadın, şehrini öksüz bırakıp gitti.
4
Yeraltı
Yalım Aydın
Mükemmel bir Zeki Demirkubuz filminden esinlenerek seçmedim bu başlığı. Veya Dostoyevski’nin fevkalade eserinin bir bölümünün ismine olan hayranlığımla başlık, “Yeraltı” olsun demedim. Fanzinlerle ilk tanışmamın üstünden çok zaman geçmedi. Zaten alışkın olduğum yeraltı kavramı sayesinde bu kültüre hemen alıştım. Alıştıktan sonra da bir benzerini arkadaşlarımla yapalım istedik ve yaptık. Neyse bunlardan zaten önsözde bahsettim. Burasının amacı başka. Burada size, biraz önce röportajını okuduğunuz adamların yaptığı tür müzikten bahsedeceğim. “Yeraltı” dediğimiz mefhumun, müzikal açıdan tam olarak karşılığıdır rap müzik. Çoğumuzun Ceza, Sagopa ile bileceği bir müzik türü olmasına rağmen, bu müziği icra eden çok sayıda insan var. Onların içinden kaliteli işler yapan bir grupla söyleştik bu sayımızda. Belki müzisyen olur belki yazar, şair fark etmez ama yerin altında kaliteli işler yapan insanlara elimizden geldiğince yer vereceğiz. Rap müzik, enstrümantal açıdan rock müzik veya diğer üflemeli, vurmalı çalgılarla çalınabilen müzikler kadar iyi değil fakat günümüzde en azından Türkiye’deki işler hafiften gelişmeye başladı, canlı enstrümanlarla altyapı yapanlar falan var. Mesela Ados, son albümü olan Naperva’da gitarla çalınan altyapılara söz okudu. Müzikten enstrümantal olarak haz almak gibi bir derdiniz yoksa, muhtemelen sözlere önem veriyorsunuzdur. Bu noktada karşınıza gelebilecek en yegane sözleri, hatta günümüzde sosyal medya üzerinden birçoğunuzun “şiirsokakta” hasthagiyle paylaştığı sözlerin bir kısmı, rap sanatçılarına ait. Fena olmayan altyapıların üstüne, şiirsel nitelikli verse’ler okunmasıyla vücut bulan bir rap şarkısı, yolda yürürken ritimli yürümenizi sağlayabilir. Tabii ki tek faydası bu olmayacaktır. Rap, özellikle protest formatta olduğu zaman çoğu şeye değişik bir açıdan bakmanızı, duyarsız kalınan sorunların gün yüzüne çıkarılması gibi işlevlere sahip. Sokak müziğidir rap, sokakları anlatır. Haksızlıkları, kadın cinayetlerini, fakirliği, açlığı, sefaleti anlatır. Hiphopskool adlı derginin bir sayısında, rap müziğin neden kulaklıkla dinlenmesi gerektiği ile ilgili bir yazı vardı. Orada, bu müzikte herkes tarafından hoşa gitmeyecek olan şeyler konu edildiği için, kulaklıkla dinlenmesinin daha iyi olacağından bahsediliyordu. Bir bakıma doğru, sistemi eleştiren bir müziği sisteme alet olanların, sistemin kölesi olanların veyahut sistemi kuranların beğenmesini bekleyemeyiz. Ama bunlardan biri değilseniz, bu müziği beğenmeniz için hiçbir engel yok.
21
Ev
Söyleşi / Varoşun Azizleri Yalım Aydın: Merhabalar, öncelikle Türkiye’nin en yeraltı müziklerinden birini icra eden bir grupla söyleşi yapma hakkını bize verdiğiniz için teşekkür ederiz. Kısaca grup ve grup üyeleri hakkında bilgi verir misiniz? Varoşun Azizleri: Varoşun Azizleri, Maşta Firavni ve Musab Mst olmak üzere iki kişiden oluşuyor. Fakat, siyasi görüşü farketmeksizin, biri öldüğünde kimliğini ayırt etmeden üzülen, insan olan herkes varoşun azizleri olabilir. Bu grubu kurmadan önce bu isimde bir albüm yaptık. Sonra varoş ve aziz gibi birbirine zıt olan iki kavramın , birleştiğinde çok güzel olduğunu keşfettik. Varoşun Azizleri nedir diye soracak olursanız, ‘’Fikirlerin, vicdan temelli olan her şeyin, insanlara anlatılmasını isteyen fakat bunu sadece müzikal anlamla sınırlamak istemeyen’’ bir oluşum olarak tanımlayabiliriz. Yakın zamanda sokakta aktif olmak istiyoruz. Yeni projelerimiz var. Yalım: Kendinize idol aldığınız bir sanatçı var mı ? Musab Mst: Ahmet Kaya ve Mohsen Namjoo özellikle bu bağlamda belirtilebilir. Türkiyedeki rap müzikten ise Sagopa Kajmer’i halen çok severek dinlerim. Tabii çok kaliteli işler yapanlar var. Bu arada, Şiirbaz’ın üstümüzde çok emeği geçti. Bize bir nevi akıl hocası oldu. Maşta Firavni: Pavoretti ve Rakim’i kendime idol alıyorum. Yalım: Rap dışında hangi müzikleri dinlersiniz ? Maşta Firavni: Opera dinlemeyi çok severim. Pavoretti’ye özel bir hayranlığım var. Klasik müzik olarak Sebastian Bach’ı beğeniyorum. Türkü dinlemeyi ve söylemeyi çok severim. Doğu müzikleriyle ise seviyeli bir birlikteliğimiz var. Musab Mst: Altyapı hazırlarken sample’da kullanmak için çok fazla türü dinliyorum. En çok Fars, Arap, İran müziklerini dinliyorum. Ek olarak Anathema grubunu ve Ahmet Bülent Ekin’i de çok severek dinlerim.
Durakta âşık olduğum her kadınla Ayrı otobüslere binip Ayrı evlere gittik Yaşları büyüdükçe güzelleşen evlere Yaşları büyüdükçe güzelleşen evlere Gittiğim evlerde hoş buldum Sol cebime koydum Rakı içtim, Sarhoş olmak için hak kazandım Paris’te hiç evim olmadı Paris’te bir ev hayalim de Gittiğim evler Hüznün adını ‘’Neşet Ertaş’’ koyduğum evlerdi Ev gibi evlerdi anlayacağınız Sevişmekten bir haber gibi davranan kadınlar Kızlarını okulun ilk gününe hazırlar gibi Dünyanın saçını tarar o evlerde. Aynı gökyüzüne baktığımızdan şikâyetçi kadınlar Yaşamayı savaş meydanına bir kısrak getirir gibi Dik başlılıkla getirir o evlere. O evlerde bir ben, bir de yaşamayı bilenler Ben ölürsem, onlar yaşamak adına türkü yapar, söylerler Onlar ölürse, ben gözlerine bakarım yaşamayı öğrenmek için Sen ölürsen, ölüm devletin verdiği bir soy isim olur, peşime takılır Sen yaşarsan, sermayeye bir ev daha eklenir
Necip Fazıl Say
Utanç
Yalım: Dinleyicilerinizin bir kısmı, şarkı isimlerinizi nasıl kararlaştırdığınızı merak ediyor… V.A: Genellikle önce şarkıyı yazarsınız, sonra şarkı sizi isme götürür. Ama bizde öyle olmuyor. Biz önce şarkı ismine karar veriyoruz sonra o isme göre bir şeyler yazıyoruz.
son nefesimi verdiğimde, utancımdan yüzüne bakamam, seni, bu savaşta yalnız bıraktığım için… annem hüznün başkenti olur. ben ruhumu bu şehirde bırakırım. adım atacak mecalim kalmadı, affet. sessizlikten çığlığa koşarak, içindeki utancı bastıramazsın. bir yangının küllerinde tüten son dumanım. hangi kor eskiye döndürür beni?
Yalım: Keyifli sohbetti, teşekkür ederim. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı ? Musab Mst: Burayı okuyanlara sesleniyorum. Haksızlıklara karşı asla boyun eğmeyin. Bunu isterseniz müzikle yapın, ister resimle, ister yazı yazarak. Bunları yapamıyorsanız düşünmeniz bile yeterli. Maşta Firavni: Bu işi (fanzin) yapmayı gerçekten seven insanlarsınız, umarım fark yaratan, daha farklı kelimelerin, nazım biçimlerinin olduğu alışılmışın dışında, camyaklı işler ortaya çıkarırsınız.
20
5
Remzi Tutak
Böceğin Etkisi
Cumhuriyet Savaşçıları
Seynan Konucu
Kıvanç Tok
“Sevgili Max Brod, olmasaydın olmazdık.“ Arkadaşlarla Beşiktaş maçını izleyip eve gelmiştim. Tabii sinirliyim. Böyle maç yönetilmezdi. Bana verseler daha iyi yönetirdim. Zaten bizim millet hemen teknik direktör, siyasetçi ve darbukacı olur. Kahvemi yaptım sigara paketimi, kül tablasını alıp odama geçtim. Tezer Özlü havam vardı. Pencereyi açım oda havalansın dedim. Tezer Özlü varsa o paket biter. Her neyse internet çekmediği için bilgisayar da olan müziklerle idare ettim. Babamın bir haftadadır kafamın etini yediği müziği maça gitmeden önce indirmiştim. Maçtan önce indirdim ki sinirli geleceğim için adama atar yapmayım yarın Buket’le buluşacağım çünkü. Neymiş lan bu kafa siktiren şarkı niyetiyle açtım. Pek umudum yoktu açıkçası yine yavaş emekli müziğidir diye. Şon şon diye slow parçaydı. Ortama da güzel uydu açıkçası. Yarım kaldığım kitabımı elime aldım okumaya başladım. İyi de gidiyordu. Bir sigara sönüp diğeri yanıyordu. Baz istasyonlarının tepesinde yanan ışık gibi. Pencere açık olduğu için perde bazen uçuyor gibi yapıp faik geriyor dikkatimi dağıtıyordu. Bende bloğa kalkan basketçi gibi her seferin de bunu yiyordum. Duvarda asılı duran saatin sesi bazen terapi bazen de sinir bozucu oluyordu. Ama ne zaman saatin sesi bana sinir bozucu gelse o gün bir şeye sinirli oluyor sinirimi o sese küfür ederek geçiriyordum. Tek sadık dostumuz saatlerdir gerçeği tık tak diyerek suratımıza vurur. Gözüme ortaokulda iş eğitimi dersinde yaptığım kutu takıldı. Onu yaparken sevgimi değil sinirimi katmıştım. Lanet kutuyu bulana kadar Pandora’nın kutusunu bulmuştum resmen. Annem güzel bir şey yap da anahtarlık kutusu yaparız dediği için kendimi aileme karşı sorumlu hissetmiştim. Ama bilmiyorlardı ki bende resim dersinde arkada resim kağıdına sutyenli kadın, cinsel organ çizen ekiptendim. Bu bana verilen ağır bir yüktü. Başarıyla kalktım ama. Bunu hala kutunun ev de bulunmasından anlıyorum. Kutuya dalmış bunları düşünürken perdenin yine havalandığını benim yine faik yediğimi sanmıştım ama yemedim. Perdenin havalanmasıyla içeri uçan hamam böceği girdi. Koltuğa gömülüp kaldım. Kaçamadım çünkü çok hızlı uçuyor her an bana saldıracakmış gibi hareketler yapıyordu. Güdümlü füze gibi bana odaklanmıştı. Benim okumamı istemeyen Amerika odama bunu göndermiş demokrasi yerine savaş getiriyordu. Her zamanki gibi. Koltuğuma sığınmış elimde kitapla bana doğru manevra yaparsa uzaklaşmasını sağlayacaktım. Yine kitaplar yetişti imdadıma. Tam bir trajedya. Tırnağım kadar olan böcek bana kök söktürüyor bunu erkekliğime yediremiyordum. Acilen cevap verip gururumu rahatlatmam gerekiyordu. İçeri o an biri girse ve beni o koltuk da çaresiz görse polis arardı. Kimse gelmeden halletmem gerekir artık. Allah kahretsin keşke TV’de izlenecek bir şey olsaydı da odama gelmek zorunda kalmasaydım. Şuan Filistinli çocuklar Amerika’ya karşı ne hissediyorsa ben de onu hissediyordum. Böcek lamba etrafında öyle tur atıyor ki resmen beni tehdit ediyordu. Bazen de gösteri uçakları gibi saltolar atıp gözdağı veriyordu. Uygun zamanı bekleyip alaşağı edecektim annemin böbreklerimi üşütürüm diye zorla giydirdiği terlikle. Duvarlara deli gibi vuruyor çok fena sesler çıkarıyordu. Geldiği gibi gitmesini bilmiyordu. Duvarlara vurduğunda içeriden biri gelip benim o çaresiz halimi görmesini istemiyordum. Kapısının arkasına astığım pantolonuma
6
“Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz!” Bu satırlara yıllar önce bir kitapta rastlamıştım. Okumayı bilecek kadar büyük, bu cümlelerin anlamını bilemeyecek kadar küçüktüm. Büyük bir merakla dedeme sorduğumu hatırlıyorum. Yüzünde buruk bir gülümseme oluşmuştu. O cümleler kurulalı on yıllar geçmiş, aynı topraklarda cumhuriyetten eser kalmamıştı şimdi. Yaşadığım bu toprakların yabancı geçmişi beni kendine çekmişti. Okula gidiyordum, derslerin hiçbirinde geçmiyordu bu “cumhuriyet”. Sanki hiç var olmamıştı. Yıllar geçtikçe benim merak artıyor ve ben okunması katiyen yasak şeyleri gizlice temin ederek okuyordum. Mustafa Kemal’in yaptıklarını, Türk milletinin gücünü hayranlıkla okuyor, tüm bunların yaşandığına hayret ediyordum. Bir gün cesaretimi toplayıp tarih dersinde sormuştum Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bu hale geldiğini. Öğretmenim beni dersten kovmuştu. Lisenin ilk yılındaydım o zamanlar. Sonraysa kararımı vermiş Atatürk’ün gençliğe bıraktığı vazifeyi kendi görevim olarak üstlenmiştim. Sınıfımla başladım. Onların sorgulamalarını sağladım. Tarih dersinde neden sadece son 300 yıl ve oldukça eski tarih işleniyordu, arası neredeydi? Neden basitçe kestirilip atılıyordu. Boşluk göz ardı edilemezdi. Sınıfımda Atatürk’ün yaptıklarını tam anlamıyla duymuş iki kişi çıktı. Gerisine de biz anlattık. Cumhuriyetten bahsettik onlara, egemenliğin halka ait olduğu bir yönetimden! Başta hayalperest dediler, ciddiyetimizi görünce deli dediler. Pes etmedik! Yıllarca mücadele ettik ve asla cumhuriyet tutkumuzdan vazgeçmedik! Tıpkı zamanında atamın da yaptığı gibi. Günler geçtikçe mücadelenin ağırlığı arttı. Benim ve arkadaşlarımın cılız omuzları taşıyamaz oldu artık bu görevi. Sonra oturup düşündüm; “Ben kısmen de olsa zaten var olan bir şeyi bu kadar zor devam ettirebiliyorsam onu baştan yapmak ne kadar da zor olmuştur.” Aradan yıllar geçti. Ben büyüdüm, arkadaşlarım büyüdü, hedeflerim değişti. Bir gün aklıma geldi. Dönüp baktım bir zamanlardaki hedef kitleme, belki bir ilerleme vardır diye. Az gitmişiz, düz gitmişiz, dere tepe düz gitmişiz ama bir arpa boyu yol gidememişiz. Maalesef anladım ama biraz geç anladım. Sözlerle, konuşmalarla istediğin kadar kişiyle, istediğin kadar çaba sarf et insanların aklına bir cerrah titizliğiyle soktuğun her fikir kaybolmaya mahkûmmuş. Sonra yazmaya başladım. Her gün yazdım. Fikirlerim yok olmasın en azından bir iki evde kalsın diye. Belki başarmışımdır. Alt belleğinize yazdıklarım belki de ulaşmıştır. Yazdıklarım ulaştıysa 3-5 insana ne mutlu beni yetiştiren o yaşlı adama.
19
Kör Sahaf
Ölebilir Miyim
Parmak arası duygularım vardı bir ara Sadece ellerini tuttuğumda ortaya çıkan Seni öptükten sonra Dilimin peltekleşmesine sebep olan duygular… Sana anlatsaydım anlar mıydın onları ? Bakire kulaklarından içeri girmesine İzin verir miydin ? Sırf sen üzülme diye söylemedim Ağlama diye sakladım bavulumu … Gidemedim senden işte ! Şimdi seni yalnızlığımla kapıda bekliyorum … Çünkü seni öpmeden, saçlarına dokunmadan, Nefesini ciğerlerime hapsetmeden Gidemem … İçinde kasım ayının yalnızlığı , Dökülen yapraklar , ağlayan gökyüzü Ve düzensiz baş ağrıların varken Piç gibi ortada bırakamam seni … Aslında ben alışkınım gitmelere de Seni ağlatırlar diye korkuyorum … Yoksa benim alkolle aram iyi , İçerim , ağlarım , sokak kedileriyle iyi geçinirim de... Sen yalnızken üşürsün diye korkuyorum... Zeki Müren’e eşlik ederim sen yokken, Ahmet Kaya misafirim olur masama da Sen içerken yalnız kalırsın diye korkuyorum … Gökyüzüne bakarken ismini verdiğim yıldızlar Sana küser diye korkuyorum ! Her şeye rağmen gitmeliyim artık , İsminin geçmediği yeni bir alfabe öğrenmeli Sana dair tüm anılarımı Kör bir sahafa satmalıyım !
Üç mermi Üç boş kovan İhtimallere mi kaldı aşkın ölmesi? Bir tetikte ya pişmanlığın derin sancıları, Cesur ellere mi kaldı aşkın ölmemesi? Saniyelerde hissettiğin vicdanına, Ona mı kaldı? Şampanya kadehini güzelleştirebilir mi bir buse? Yalnızca, ufak bir öpücük Isınsa da yüreğimiz O sıcacık elbisen misali Yapabilir miyim bunu sana? Gencecik teninden sakladığım aşkımı İntikam ruhuyla tutuşan ruhuna, Anlatabilir miyim? Ve sen, O boşluktan düşerken Seni sevdiğimi söylemenin rahatlığıyla, Ölebilir miyim? Doğukan Akbaba
arada bir konuyor nefeslenip tekrar showunu yapıyordu. Son güler iyi güler diyerek bekledim. Yorulmaya başladı. Maç sonuna yaklaşan futbolcu gibiydi hareketleri. Son bir kontra atak yapıp feriştahını sikecektim. Maç sonu zemin kötü deyip geçemez de. Deplasmana gelmek kolay gitmesi zordur. Şimdi de kitaplığıma kafa atmaya başladı. Asıl meselesi onlarla. Amerikan işi ne olsa. Kafka’ya, Dosto’ya, Nazım’a hayatın atmadığı kafaları atıyordu. Artık” yeter ulan sen kimsin Kafka’ya kafa atıyorsun Amerikan dölü” diye şaha kalktım. O an gidip öyle bir kitaba kondu ki hayatın cilvesi demekten başka bir şey diyemedim. Evet Kafka’dan Dönüşüm’e kondu. Kan kanı çeker diye boşa dememişler. Sen git o kadar kitabın arasında böcekli olana kon. Bütün o sinirim, hırsım o an gitti. Evde besleyesim geldi o derece. Edebiyatsever bir hayvanım olacaktı. Yanına yaklaşmak istiyordum ama olmuyordu. Temkinli olmam lazımdı çünkü gâvur işi belli olmaz. Neyse pazardan 8 liraya Gezer marka terliğimi elime alıp sanki savaş meydanın da yerde yatan düşman askerine yaklaşan asker gibi hissediyordum. Birden uçup o duvarlara attığı kafayı bana atsa gözlüğümün camı çatlardı o derece hızlı ve ataktı. Yanına yaklaştıkça kendimi Dönüşüm’deki (Değişim olarak da bilinir) Gregor Samsa gibi hissediyordum. Kafka’nın bakışları vardı antenli bakışlarında. Kitap da “Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, insanca yaşamaktan çok daha kolay” der bende bu yüzden böceğe kalırsan sana Gregor Samsa’nın ailesi gibi davranmayacağım demeyi teklif edecektim ama etmedim. Hayvanın yeri ev değil doğduğu yerdir. Dışarısıdır. İnsanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır der reis. Yaklaşıkça üstümde bir ağırlık çöküyor kitabın etkisine takılıyordum sanki ama bu gerçek bir ağırlık. Kafka’yı bunu yazarken de bunu hissetmiştir. Bu hissi anca ikimiz anlardık. Ama sen rahat ol üstat Max Brod gibi yapmayacağım ben aramızda. Böceğe Samsa adını koydum. Manidar olsun diye. Böceğe yaklaşmaya hatta dokunmaya başlayacaktım. Ama elim gitmiyordu bir türlü, dokunursam etkisi kaçacakmış gibi oluyordu. Böceğin etkisi işte. Böceği orada rahat bırakıp yatağıma geçtim. Tedirginliğim devam ediyordu. Uyandığımda Gregor Samsa gibi olmaktan korkuyordum belki. Daha realist olursam hadi ben yatarken kulağımdan, ağzımdan içime girerse korkusu idi. Lan hayvanla kanka olduk hala neyin derdindesin diyorum ama hadi Amerikan oyunu ise? Yapacak bir şey yoktu gidip de içerdekilere bunu anlatamazdım. Manyak gibi hayaller kurarken uyuya kalmıştım sonunda. Uyandığımda halı sahada hamlamış gibi hissediyordum. Kasılmaktan olmuştu hep. Gözlüğümü takar takmaz kitaplığa yöneldim. Samsa’ya bakmak için. Samsa, bir gözü allaha diğeri toprağa bakıyordu. Görevini şerefiyle yapan asker gibi şehit olmuştu. Adını edebiyat tarihine böcek kanıyla silinmeyecek şekilde yazmıştı. Elime aldım, kanatları elimde kaldı Samsa yere düştü. Hemen odama girdiği pencere de bulunan saksıyı kazdım içine gömdüm. Çok içerlenmiştim. Bir sigara yaktım. Sonra kanatlarını ortaokulda yaptığım kutunun içine koydum. Kitaplığa yöneldim. Samsa’nın öldüğü yere içlenerek küfür etim. Kitabı elime aldım. Sayfalarını hızlıca geçtim. Para sayma makinesinin para sayması gibi. Gözüme “Buradan gitmeli…tek çare bu, baba. Ama onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan atmak gerek. Bizim asıl felaketimiz, bunca zaman bu düşünceye inanmış olmamız. Fakat o nasıl Gregor olabilir ki? Gregor olsaydı eğer, insanların böyle bir hayvanla birlikte yaşamalarının olanaksızlığını çoktan anlar ve kendiliğinden çıkıp giderdi…” yazısı takıldı. Ne yapacağımı bilemedim. Sikerim böyle dünyayı dedim. Gidip bir sineklik aldım. Bir daha böyle kederlenmek istemiyorum. Kafka’ya değil ona bu kitabı yazdıranların odasına böcekler bassın.
Mehmet Özgal 18
7
PolyFauna
Yıldızların Çocukları Umut Çağın Bozacı
Pelin Takımcılar Yarısı hala ağzımda olan tırnağımın diğer yarısını masaya tükürdüm. Bir yenisini koparmak üzere serçe parmağımı dişlerime yöneltmek isteyince ellerimi, kafamın arkasındaki ufak adamlar birkaç dakikalığına sussun diye bastırdığım gözlerimden çektim. Basınçla oluşan parlak şekiller, yerini karanlığıma bıraktı. Renkli sıvı oval köşeli, tüp şeklindeki borulardan göz bebeklerine doğru akmaya başladı. Venice’in zihninde düşünce akışını yumuşak hatlı ve kaydırağı andıran borularda gezinen cıva kıvamındaki renkli sıvı sağlar. Küçükken bu oyunu, uzayda yolculuk yapıyormuş gibi hissetmek için oynardım. O zamanlar bu şekiller koca boşluktaki arkadaşlarım olan yıldızlardı. İnsan ne kadar büyüse de bir yanı aynı kalıyor işte, yıldızlarım hala benimle. Tek fark artık bana el salladıklarında onlara küfrediyorum hala doğduğum anki kadar canlıyım diye. Diriliğimden hiçbir şey kaybetmedim. Zihnimdeki bu çok sesli kaostan beslenen ruhum gittikçe genişliyor, renklerim ve seslerimin gürültüsü artık bedenime sığmıyor. Her geçen saniye şakaklarıma biraz daha kuvvet uyguluyorum. Kirpiklerimden başımın ağrısı damladı. Damla, tırnağı kıskanıp masaya düştü, fi tarihinde bir makasla kazıdığım tombul sekizin hemen sol yanına. Artık kafamda aynı anda konuşan tam sekiz adam var. Venice’in zihninde kapılar yan yatmış sekiz şeklindedir. Sağ taraftan girilir, sol taraftan çıkılır ve kapılar daima iterek açılır. (Çıkışlar dahil.) Dünyaya gözlerimi açtığımda bu sayı iki idi. Annem, tanrı, şeytan. Tanrı ve şeytan bir adam ediyor. Aynı odanın iki zıt ucundalar. Annemin bulunduğu oda pembe dantelalarla süslü, tam ortasında bir şişe var, içinde de yemek kokan elleri. Konuşmayı öğrendiğim gün o iki adama da öğrettim, bir daha susmadılar, beni susturdular. Çocuk adımlarım yeni yeni dönen dilim eşliğinde sahneye çıkınca, kendi hayatlarının taze oyuncuları olan küçük insanlarla karşılaştılar. Yalnız kalmayayım diye oturttum onları biraz kalbime, biraz zihnime ve ilk dostlarımla beraber turuncu odanın inşaatına başlandı.
8
Etrafınızdaki cisimlerin, kendinizin, değerini ne kadar biliyorsunuz ? Evinizdeki metal çatalı düşünün ve nasıl oluştuğunu sorun kendinize. Bir çoğunuz fabrikada yapıldı diyecektir. Peki, metal nereden geldi diye sorunca madenden çıktı demeyecek misiniz ? Peki hiç madenin nasıl geldiğini düşündünüz mü ? Eğer bir çoğunuz madenin dünyada hep var olduğunu düşünüyorsa, yanılıyorlar. Metal, dünyaya göklerden bir armağandır. Çünkü evrendeki her element, bir yıldızın çekirdeğinde oluşur ve metaller (özellikle demir) füzyona uğramaz ve yıldız, demiri oluşturduktan saniyeler sonra ölür. İşte bir düşünün, o önemsemediğiniz çatal, bir zamanlar bir demirin parçasıydı. Şimdi kalkın ve aynaya bakın. Aynada gördüğünüz vücudunuzu oluşturan her atom bir yıldızdan gelmiştir. Hepimiz tam anlamıyla yıldızların çocuklarıyız. Kendinizi ne zaman önemsiz, değersiz ve sıradan hissederseniz şunu hatırlayın: Vücudunuzdaki her atom, bir yıldızdan, sizi oluşturmak için geldi. Binlerce yıldız siz yaşayabilin diye kendi yaşamından vazgeçti. Hepimiz özeliz, hepimiz eşsiziz. Ne kadar zaman geçerse geçsin sizi oluşturan atomlar bir daha asla bir araya gelmeyecek, sizi tanımlayan olaylar başka hiç kimseyi tanımlamayacak. Bunu asla unutmayın. Ve artık, etrafınızdaki en küçük ve önemsiz olduğunu düşündüğünüz şeylerin bile gerçek önemini görebilirsiniz.
Ki Sen
Musa Kelam Şahin
Kimi zaman su gibiydin benim için. Renksizdin bazen.. Duygularımın şeklini alırdın. Onların rengini sürerdin tenine. İfade ettiğim ne varsa o olurdun. Rüzgar gibiydin bazen de. Göremezdim ama hissedebilirdim. Yürürken yüzüme dokunan, saçlarımı okşayandın. Hoş, korkardım bazen senden. Endişelenirdim. Kim bilir izlediğim filmler, okuduğum kitaplardandır: hep bir son görülmesi. Yine de sen bir sondun. Kötü algılama sakın bunu. Sen ki gelebileceğim en güzel yer, duyabileceğim en güzel masal, tadabileceğim en büyük zevktin. Sonumdun sen. Büyük ihtişamı ile bir sondun sen. Sonsuzsun sen. Varabileceğim cennettin sen. İşlediğim duyguların ameli, sevebileceğim bir kenttin sen. Hayaletsin kimi zaman. Zihnimin koridorlarını titretirdin. Öyleydin ki içimde her şeyin yerini bilirdin. Her anının, her duygunun ve düşüncenin yerini bilirdin. Zaten bir çoğunun da sahibi sendin. Sonbahardın sen. Duygularımın cemali, duygularımın karmaşasıydın. Yedi sayısı gibiydin. Haftanın her günü seninle başlar, seninle biterdi. Sayabileceğim dakikalardın sen. Işıktın sen. Sensiz göremezdim ben. Sen gitarın telleri, piyanonun tuşları. Müziksin sen. Her duyguma bir ritmin vardı. İyi hissettirirdin. Yazdığım en güzel satırlarsın sen. Kelimelerimin kudreti, söyleyebildiğim en cazibeli kelimesin sen. Doğum günüm sensin. Üflemeye korktuğum mumlarım, tuttuğum dileksin sen. Tüm sessizliğimdin. Kişiliğimdin. Huzurumdun sen. Seçebileceğim en güzel kır çiçekleriydin sen. Gökyüzümle, yeryüzümü bir tutan sendin. Öyle ya zaafımdın sen benim. İçimde ki boşluğun köprüsü, tek yaramsın sen. Kimileri aşk diye seslenirdi bu yazdıklarıma. Hayır, her şeyimsin sen. İnandığım beden, ilk günümün sabahı. Ki sen her şeysin.
17
Kimse Ona Yıldızlara Dokunamayacağını Söylememişti Esther Sonbaharın başındayız ,ilk yaprak düşeli çok oldu. Sonbaharın başındayız, yağmurlu bir gece vakti. Ruh hastaları hariç herkesin uykuda olduğu bir saat diliminde gözlerini açtı genç kız. Kapadı, tekrar açtı. Belki de bu gece bin defa tekrarlamıştı bu hareketi. Uyanık olmadan uyunmuyordu ki. Boş tavanı izlemekten sıkıldığından olsa gerek, kalktı ayağa ve geçti aynanın karşısına. Çok sevdiği upuzun saçları... Hepsini tek bir makas darbesiyle kesmişti. Kulak hizasındaki yeni saçları... Aynadaki yansıması, tüm olanların bu kadar gerçek olması ve iç sesinin ilk defa bu kadar sessiz kalması onu korkutuyordu. Bilincini yitirmişti sanki. Düşünmeden, sadece içinden geleni yapıyordu. Evden dışarı çıktı. Bir adım attı varoş sokağa. Bir adım daha. Dünya üzerindeki tüm toprak parçalarını ayakları altında hissetti ya da kim bilir, ayakları altındaki toprak parçasını tüm dünyanın sandı. Yüzüne çarpan ilk yağmur damlasıyla gülümsedi, tıpkı bir roman karakterinin yapacağı gibi. Mahallenin sonundaki bozuk sokak lambasına doğru yürüyordu, altındaki banka oturdu. Bu bankla düşüncelerini paylaşan, sokak lambasıyla aynı havayı soluyan ilk insan olabilirdi. Çünkü kendini bildi bileli, boştu bu bank. Ve belediye tamir etmeyi düşünmüyordu bozuk sokak lambasını. Kovboy filmlerindeki kaktüsler kadar yalnızdı bank, lamba ve genç kız. Rüzgarın bile sesini çıkartmadığı bu yerde, banka yattı usulca. Kendi varoluşunun ve sorunlarının ne kadar küçük olduğunu fark etti genç kız. Kim olduğundan çok, kim olmadığını biliyordu ve kendi hayatında etkisiz bir figürandı. Siyah ve beyazdan emin olmak mümkün değildi. Tüm hücrelerine kadar hissediyordu griyi. Yıldızları izlemeye başlamasıyla annesini hatırladı. Ona her insanın bir yıldızı olduğunu söylemişti. “Seninle birlikte doğar yıldızın, o ne kadar parlaksa sen o kadar şanslısındır ve senin gözünü açmamak üzere kapamanla, yıldızın da söner. Ya da kayar, başkalarına ilham vermek için.” Parmağını kaldırdı ve Soğuktan titreyen elleriyle yıldızları tutmaya çalıştı. Kimse ona yıldızlara dokunamayacağını söylememişti. Parmak uçlarıyla yıldızları takip ederek yeni takımyıldızları yarattı. Böylece birleştirdi insanları. Son yıldızı da gördüğünde gökyüzündeki, yerçekimine karşı koyamadı kolları. Gözleri kapandı ve dudakları aralandı. Bir yıldız daha kaydı gökyüzünden ruh hastaları hariç herkesin uykuda olduğu bu gece vakti.
16
Yumuşacık bir oda yapıldı, mis gibi meyve ağaçları dikildi dört bir yanına. Zaman geçti meyveler büyüdü, olgunlaşanlar ağaçlarından düştü, çürüyenler için yeni bir oda yaptırıldı, duvarları leş kokulu mor boyayla kaplandı. Tüm bu kalabalığın ardında tek kişilik bir oda daha vardı, köşesinde bir adam. Adamın kalbi, içi okyanus dolu bir kum tanesi kadar ağır. Gözleri simsiyah, ismi bir parça aşk, birkaç hece tutku. Her harfte biraz daha hareketlenen cıva kıvamlı sıvı, zihnin silindirik yuvarlak kaydırakları ile sekiz küçük bölme arasında yol almaya devam etti. Sık sık verilen molalar, Venice’in hiçbir zaman düşünmeye odaklanamamasından kaynaklanıyordu. Renkli sıvı bu kez iç içe geçmiş iki kapının önünde durdu. Yıllar geçtikçe hayatım bu beş odaya sığmaz oldu ve sarı oda döküldü gözlerimden. Etrafına kareli defteri andıran parmaklıklarla yeni bir oda örüldü. İçine biraz aşk eklendi ve mahkumun ayak bileğine bağlandı esaretin somut bir temsili olsun diye. Yeni mahkumlar geldi, düğüm sayısı arttı, duygular çoğaldı ve her esir kendi efendisiyle sonsuzluğa uzandı. Cıva bir anda dondu ve rengini Venice’in sağ kulağından dışarı akıttı. Son odada hiçbir renge yer yoktu. Renksiz, kokusuz, boşluksuz, duygusuz ve imkansız bir düş. Var olmayan ama beni var eden o son oda. Odanın gökyüzünde gri bir sis tabakası, altında deniz. Küçük, beyaz bir kum birikintisi, üç dört metrelik bir iskele. Ucunda minicik bir kadın, kadının ağzında üç tane ben. Saçları kısa, simsiyah, yüzü resim gibi. Ayakları çıplak, iskelenin ayaklarına özenmiş; suda. Hiç duymadığım sesi birkaç santim yanımda belirdi. Sol elimin serçe parmağına bir melodi bağlayıp, kulağımdan içeri süzüldü ve renksiz odanın orta yerine kıvrılarak derin bir uykuya daldı.
9
Kanlı Aşk Senfonisi Fatih Can Dudaklarının arasından kan akıyordu. Başının altında bir el… Bir el de kalbinde… Gözyaşları damlıyordu kanayan vücuda. Kanayan ise, gözyaşı dökene üzülüyordu. Öyle bir ağlıyordu ki elini kalbine koyan… Gök delinmişti sanki. Dudaklarının arasından kan gelen, acısını unutmuş. Bir eliyle ağlayanın gözyaşlarını siliyor ve… “Ağlama n’olur, öldüreceksin beni” diyor. Oluk gibi kan akıyordu o ağladıkça. Akan gözyaşı kırmızıya boyanıp hemoglobin oluyordu sanki. “Ellerin kan oldu bir tanem. Hadi git yıka.” Adam kanlar içinde…
Peşinde koştuğumuz benliğimizi ipotek ettiğimiz hedeflerin, ölüm karşısındaki acizliğimizi hafifletemediğini dehşetle fark ediyor insan ölüme tanık olunca. Bilmekle yaşamak aynı olmuyor. Yaşarken, daha önce bildiklerin çok daha farklı ayrıntılarla bezenip, etkileşimlerini şiddetlendiriyor. Bilgiler, dehşeti, hayal kırıklığını, umutsuzluğu, hüznü, kaybedişi böylesine duyumsatmıyor insana. Ölümün salyalı kollarında az önce kıvranarak can vermiş bir insanın baş ucunda, sıranın sana ne zaman geleceğini düşünüyorsun. Zamanın akıp gittiğini bilmenin korkaklığıyla kaybediyorsun kendini. Sonra bu işin sırasının da olmadığı hatırına geliyor ve hatırı sayılır bir dehşet saplanıp kabarıyor içinde (kabarıp saplanması da olası). Geride bırakacaklarını düşünüyorsun en çok. Kendin için korkmuyorsun çünkü. Hiçbir yerden gelip hiçbir yere gidiyorsun. Zaten hiçbir yere ait olabiliyorsun sadece ya da ait bile olamıyorsun hiçbir yere. Bunu fark ettiğinde, yaşamla ölüm arasındaki o trajik anı ellerinle örtüp yok etmek isteği filiz veriyor birden ve bir anda milyonlarca kez büyüyerek tüm varlığını sarıp sarmalıyor, ölmek için doğduğun yanılgısında kalp atışın hızlanıyor. Yerine getirmek isteyip yaklaşamadığın isteklerin hatırına geliyor. Neden en azından yaklaşmak için hiçbir girişimde bulunmayıp ot gibi yaşadığını merak ediyorsun. Hayat, içinde özgür olduğunu sandığın hayat, kendi kararlarını alabildiğin, akışını denetleyebildiğin hayat. Oysa hepimiz çağdaş dünyanın karmaşık mekanizmaları içinde, bireysel ve toplumsal yaşamımızı denetleme gücünü yitirerek, edilgen bir konuma sadece bizden beklenildiği gibi davranıyoruz. Belli davranış kalıplarından bir türlü sıyrılamıyor, böylece bireysel açmazlarımızı derinleştiriyoruz.
Öyle güzel delmişti ki o zift çekmekten aciz düşmüş ciğerlerini… Bir kurşun!
En şanssız bir avuç insansa bütün bunların farkında olanlar ( Sümeyra Teyze de dahil ), onlar bireyin kıstırılmışlığını en derin acılarla göğüslemek durumundalar çünkü kendi kendileriyle ve ulaşamayacakları hayallerle barışık olmak, kaosların karanlık uçurumlarına yuvarlanmak, “acıyı bal eylemek” hep onların işi.
Güzel kadın adamın boyasına boyanmıştı.
Bir de boş zamanlarda kahramanlık türküleri söylemek.
Aşkın senfonisi…
Bu arada Sümeyra Teyze, ben de uyuyacağım yakında. O şiirden geri aldım acımı.
Çalıyordu o an. Sağ eliyle yanağını okşadı kadının. “Sakın ağlama.”
10
15
kullanılmayınca biriken çoğul ekleri
“Acıyı Bal Eyleyen”
Mislina Bursal İdil Özeren
Dün akşam 7.35 civarlarında çok üzüldüğüm bir ölüm izledim. Sümeyra Teyze öldü. Ölüm… Tüm yaşamın, onca yıl, onca anı, onca tanıdığın sığdırıldığı dört harfli kelime. Çok ağır olan bu kelimenin, sadece dört harfle ifade edilmesi, bu olgunun ağırlığıyla büyük tezat oluşturuyor. Ama daha dil bilimcilerin el atmadığı bu suya, daha köpürtmediğim ellerimi durulamaya gitmeyeceğim. Suya sabuna dokunmuyorum. Çocukluğumdan beri ilk defa bir ölü görüyorum. Sümeyra Teyze’yi çok sevdiğimden midir yoksa annemin dediği gibi korkunç ölülere benzemediğinden midir bilmiyorum ama korkmak hiç aklıma gelmemişti. Filmlerdeki gibi ağzı açık, gözleri hafif aralık, koyu sarı yatıyordu. Onu ertesi gün teneşirde yıkarlarken seyrettim. Beynimde yankılanan şu cümlenin sesini kısamıyordum ; “Yaşamın geri dönüşleri yoktur.” Evet yoktu. Sümeyra Teyze şimdi canlanıp, oğlunu eve alamazdı mesela. Ya da evden atmak yerine polisi arayamazdı. Sümeyra Teyze’nin oğlu katildi. Bir transseksüeli öldürdü, ya da biz öyle biliyoruz, günahını almayayım. Gerçi Sümeyra Teyze evden atmakta haklıydı. Polisi arasa ne olacaktı? Bir travestinin katili kaç kere aranmıştı ki? Kimliksizlermiş, ortadan pislik temizlenmişmiş, ne güzel olmuşmuş işte… Bu vahşilik karşısında yapabilinecek tek şey oğlunu bir daha görmemekti. ( Zaten kendi elleriyle polisi arayıp hapis yüzü göstermek ister miydi? ) Böyle böyle yaşlanmıştı Sümeyra Teyze. Zaman da akıp gitmişti. Tek odalı evinde, tek başına ( pardon, ölen sevgili kocasının resmiyle beraber ), tek tas çorbasıyla. Kötü ruhlu zaman, kararlı mekan... 72 yaşındaydı. Neyse ki kendi kendine ölmüştü. Hiç önemsemediği dağınık dolapların suçu yoktu. Fakir evindeki yer sıkıntısı yüzünden duvarlara asılı çürümüş dolaplar üzerine düşseydi ? Kim suçlu olurdu ? Sümeyra Teyze mi – tamir ettirmediği için- ? Devlet mi – tamir etmesine yetecek kadar para vermediği için- ? Dolaplar mı –düştükleri için- ? Suçlu dolaplar olacaktı. Devlete laf çarpmaktan, Sümeyra Teyze’yi yermekten daha kolaydı çünkü. Nesnenin sorumluluğunu nesneye vermek, hatta nesneleri en çok insandan sorumlu tutmak… Uyurken ölmüş, hiç ses çıkarmadan göçüp gitmişti Ankara’dan –beyaz saçlarını kapatan ince tülbenti ile beraber- yanında bir kirli tas. Cenazesine oğlu gelmemişti. Katil oğlanı cenazede arayan gözlerimde görüntü, netliğini kaybetti. Ölümün dondurucu gizemiyle her yer silikleşti.
14
şişmiş gözlerim kadar pembeydi bir zamanlar begonviller. sonra tek tek, zamanın kısacık bir diliminde solup hemencecik gittiler. kahverengi, sessiz, sensiz bir ot yığını haline geldiler. fakat begonviller mi yoksa gözlerim miydi zamanla kuruyup gidenler? hangisi daha çirkindi kim bilir sen yokken. sen yokken anlamını yitirdi gelişler. nerede? “biri olmak lazım” “en azından biri için” diyen o hüzünler, o biriktirişler, o iç çekişler? neredeydi hoşçakal denilmemiş o bir anlık gidişler? ince belli rakı bardakları masalarda yer aldığı vakit beni sevecektin sevgilim. fakat ikimiz de biliyorduk. denize nazır kederler ve oltaya takılan yarım kalmış hayallerle doluydu yüreğimdeki tekinsiz meyhaneler.
11
Giden Gitti, Hâlâ Aynıyız Alişim
Alperen Yavaş
Kasnağından fırlayan kayışa Kaptırdın mı kolunu Alişim! Daha dün öğle paydosundan önce Zileli’nin gitti ayakları. Yazıldı onun da raporu: “İhmalden!” Gidenler gitti Alişim, Boş kaldı ceketin sağ kolu… Rıfat Ilgaz (“Yarenlik” şiir kitabından, ”Alişim” şiiri, 1943) El Salvador, Cezayir ve Türkiye. Dünyanın lider 3 ülkesi. Eğitimde mi dersiniz? Belki ekonomidir? Türkiye’de her yıl iş kazalarında bin kişinin üzerinde insan ölüyor. Ülkemiz iş kazalarında Avrupa’da birinci, Dünya’da ise üçüncü sırada. Her saat 80 iş kazası oluyor ve bu kazalar neticesiyle her gün 4 işçi ölüyor, 6’sı iş göremez hale geliyor. 2014 yılında 1414 kişi iş kazalarında hayatını kaybetti. Son 12 yıla baktığımızda ise 14 bin 125 sayısını görüyoruz… İstatistikler böyle kâbus gibi devam ediyor. Hayatlarında hiç ağır koşullarda çalışma görmemişler ise bu sayıların vahşetini kavrayamıyor. Medya her gün onlara kan, gözyaşı ve ağıtlar sunsa da atasözünde olduğu gibi ateş düştüğü yeri yakıyor ve o hızla unutulup geçiyor. Bir tarafta her sabah “acaba?” ile uyanan insanlar ve içlerindeki mesai bitimi eve dönüşün kesin olmamasının verdiği huzursuzluk, Diğer yanda ise bu insanları korumakla yükümlü devlet/özel sektör ikilisi. Düşünün ki her gün yerin yüzlerce metre altına inen, tehlikeli iş makineleri kullanan, vücutlarında artık “çalışma izleri” olan işçilerimizin güvenliği; hayatında hiçbir madene inmemiş (Ya da seçimden seçime şöyle bir bakıp çıkmış!), inşaatlarda bir tek imzası ile katkı sağlamış, fabrikalarda paydos zamanı işçilerle iki laf etmişliği olmayan parlamento abilerine ait. Buna ne denir biliyor musunuz? Komedi!
Başka ne Tiyatro istersiniz ki sevgili Türkiye Cumhuriyeti halkı, Dramı zaten her gün yaşıyoruz… Ülkece ağlamaya başlasak dünyadaki selpak rezervi yetmez. Ama gözyaşlarımızın daha da çoğalmaması için öncelikle sorunlarımızı gündemde aktif tutmalı ve üst makamlarca ivedi bir şekilde çözülmesini sağlamalıyız.
Röportajın Dertleşme Hali Geçen haftalarda bir gün bütün meraklı bakışlarımı üstümde toplayıp, bulabildiğim en gerekli soruları zihnimden geçirerek bir inşaata gittim. Kapının eşiğinde sonradan binanın tesisatından sorumlu olduğunu öğrendiğim iki kişi sigara molasındaydı. Biri üniversite yaşlarında, diğeri de 40’lı yaşlarının ortasında olan arkadaşlara selam verdim, yanlarına vardım. Onlara müsait olup olmadıklarını sordum, iş kazaları hakkında bir araştırma yaptığımı ve bu konu hakkında kendileriyle konuşmak istediğimi belirttim. Daha benim sorularıma gerek kalmadan uzun uzun anlatmaya başladılar. Belli ki dertleri büyüktü. 15 dakikalık konuşmamızda onlardan “yok artık”, “o kadar da değil canım” dediğim bir sürü gerçek hikaye dinledim. Çalışırken kafasına matkap düşen insanların, koluna demir girenlerin, canavar kıvılcımlarından bir gözü kör olanların öyküleri ne kadar şiddet doluysa bir o kadar da gerçekti. Tahmin ettiğiniz gibi bu olaylar olurken ortalıkta ne bir gözlük, ne bir baret, ne de bir emniyet halatı vardı. İşin ilginç yanı bu gibi kazalar ölümle sonuçlanmayınca hiç olmamış gibi yapılıyor, bunların tekrarlanmasını önlemek için güvenlik önlemleri alınmıyordu. Emekçi, uğradığı fiziksel zarar ve psikolojik bozukluklarla yalnız başına kalıyordu. Tıpkı gözü pek bir generalin savaşa girme kararı alırken vatanın daha önce defalarca ölmüş çocuklarını düşünmemesi gibi; Devlet/özel sektör ikilisi de imar ya da madencilik uğruna bu vatanın çocuklarını sonu ölüme kadar giden çetin bir ”görünmez savaş’a” yolluyor. Zayiat önemli değil onlar için. Hayattaki tek ülküleri kâr etmek olan insanlar, arkalarında bıraktıkları canlara sahte bir hüzünle bakıyor ve 1 hafta sonra unutulmak üzere sözde güvenlik önlemleri alarak, hüzünleri kadar sahte ve yapmacık bir duyarlılık başlatarak, hem ölen insanlarla hem de onarların yakınlarıyla resmen alay ediyor. Rütbe ve makamlardan yoksun olan bizlere ise insanların zarar görmesini engelleme yetkisi gelemediği için, bu yetki sahiplerine bütün öfkemizi kusup onları -gerekirse zorla -radikal değişiklikler yapmaya mecbur etmek düşüyor. Bu bizim vazifemizdir. Bunu yapabiliriz. Bu ülkemizin güzel yarınlarının mimarı ve mühendisi vatandaşlarımız, işçilerimiz! Sizlere de hakkın verildiği değil de güç bela alındığı bir ülkede olduğumuzu hatırlatıyorum. Hak ettiğiniz değeri yine en çok kendi isteğiniz sayesinde göreceksiniz. Duvarda asılı kalmasın bağlamanız, beklemesin mızrabını ümitsizce. Sizler bize emanetsiniz!
Ya Soma Maden Faciasından sonra bile iktidar partisinin Avrupa’da zorunlu olan her madende yaşam odası olması kanununu -hiç utanmadan- mecliste reddetmesine ne denir? Trajedi!
12
13