Mevzular Derin Fanzin Sayı : 7

Page 1


Mevzular Derin Fanzin için ne dediler? (10 kişiye sorduk, altısı yanıtlamadı)

Alperen : Mevzular Derin Fanzin. Bir başarı öyküsü mü? Bugün demir ağlardan sonra Türkiye'nin dört bir yanını duygusal bağlarla ören sayılı fanzinlerden biriysek kimse naziklik yapmasın efendim. Mevzular Derin Fanzin. Benim için ne ifade eder? Kelimeler dünyası ne kadar sınırsız olsa bile muhtemelen MDF, benim buraya daha önce yazdıklarım ve şimdi yazıyor olduklarımdan her zaman fersah fersah üstün olacaktır. Yani MDF kağıda yazılmıyor Mihriban'ım. Beyhude aranıp nafile yorulmayalım. Mevzular Derin Fanzin. Yeni yaşında neler vaadediyor? Bu, saygıdeğer yazarlarımızın ve en az onlar kadar da sevgili okurlarımızın katkılarıyla oluşturulmuş, edebiyat dünyasına armağan edilen pırıl pırıl bir gelecektir. Her sayıyla yeni yazarlar ve yeni okurlar yaratan bu oluşum raflarda yer almaya devam ettikçe -söz veriyorum- hepimiz gözlerinde sanat ışığıyla büyüyen yepyeni, bambaşka bir kuşağın habercisi olacağız. Tarih bizi güzel hatırlasın.

Curunir : Ayın bilmem nesi, yıl işte bir sene önce. Kafanız yorum yapmaya, diliniz gereksiz şatafat sözler kullanmaya başlıyor. Hah işte anladınız o evreyi! İnsanın kendince edebi sanatlarla tanıştığı dönem bu. Belirtmem gerekir bu dönem, aynı yukarıda tarif ettiğim gibi hareketlerde bulunan arkadaşlarınız ve dostlarınız varsa bir ayrı güzel oluyor. Kendinizi yetersiz bir miktarda film olur, karikatür olur, kitap, şiir olur, bilumum edebi materyalle besledikten sonra genç yaşın da getirdiği girişimcilik duygusu ile bu hisleri paylaştığınız dostlarınızla örgütleniyorsunuz. İşte bir fanzin böyle oluşmaya başlıyor. En azından bizimki böyle oldu. Telefonda Yalım ile bu fanzinin temellerini atarken bu oluşumun asla ilerlemekten ve büyümekten vazgeçmeyeceğine karar verdik. Bu ilerleme daha çok fanzinin kendini gitgide katlayıp, başka edebi boyutlara kök salmasıyla ilgiliydi ama, bu kendi başına bir yazı konusu. Beraber, başlangıç için yeterli yazar ekibini topladıktan ve topluca uzun bir muhabbetten sonra herkesin aklına kapağın ne olacağı geldi. Şimdi kapak, önemli bir konuydu. İnternetten ağaç – yaprak – sonbahar üçlüsünü bulup fırına vermek değildi olay. Her şeyden önce farklı olmalıydı. Özgün olmalıydı. Evet, evet bir çizer bulmamız gerekiyordu! Gizlicene bir arayıştan sonra çizeri de bulduk. Of ama, işler gitgide daha da zorlaşıyordu. Şimdiki sorun kapağın ne olup, neyle ilgili olacağıydı. Kusura bakmayın hiç çizere kapak konusunu seçme özgürlüğünü tanımadık, çünkü bu kapak bir oluşumu yansıtmalıydı, bir bireyi değil! E peki ne mi yaptık? Biraz despot, biraz demokrat olduk ve konuyu oylamaya soktuk. Sonuç olarak içler acısı (böyle denebilecek miktarda bile olmayabilir) makroekonomi biliminde gündem konusu olan dolar ve euro’nun Türk lirası karşısındaki yükselişini seçtik. Herkes mutlu mesuttu… A hiç olur mu öyle şey! Bu işin illa daha da zorlaması gerekiyor, yoksa işin doğasına aykırı olur. Yazanlar tamam. Çizer tamam. Kapak tamam. E artık bunun bir adını koymak lazım dedik ve başımıza başka bir bela daha aldık. Her kafadan zibilyon tane fikir çıkıyor ve bu fikirler aynı anda ortaya atılıyor. Of aman ne kafa şişirici günlerdi. Tam işler karıştı ve o kutlu birisi (kim olduğu meçhul) tüm isimlere hükmedecek tek ismi açıkladı. ‘’Mevzular Derin’’. Her kafa bu isim karşısında teker teker yenik düşüyordu. İşte böylece adımız da konmuştu. Artık mükemmeliyete çok kısa ve bir o kadar da uzun bir yol kalmıştı…


Kıvanç Tok : Vay be! 1 yıl olmuş bu üstü gerekli gereksiz samimi yazıcıklarla dolu birkaç parça A4 ‘ü çıkaralı. Geçen sene temmuz ayında arkadaşlar aralarında anlaşmışlar ve kararlaştırmışlar bu sorumluluk altına girmeye. Yalım mesaj yazdı bana ‘’eleman arıyoz gelcen mi?’’. Ülke dışında olduğum cevap vermem biraz uzun sürdü ama son anda da olsa ayağımın tozuyla girdim bu ciddi müesseseye. Gerçi bazı sebeplerden dolayı ayrılmam da çok uzun sürmedi ama çıkarılan birkaç sayıda katkım olmasından dolayı mesudum. Bu satırları yazarken aklıma ilk sayı için yaptığımız buluşma geldi. Sayfaları ucuza çektirmek için mekân mekân gezmiştik. Sonra bütün ekip toplaşıp cafeden kovmasınlar diye aldığımız muzlu ve kivili çayları içerken katlayıp zımbalamıştık. Zımba yapabilen gruptaki ender kişilerden hatta belki de tek kişi olduğum için(kimse mi yapamaz la) sonraki sayıda da bana kaldı bu iş. Birkaç kalkık deri ve bi o kadar kanayan zımba yarasıyla 2. Sayımızı da sağ salim atlattık. Pek kolay olmadı ve Yalım’ın amcasının engin yardımları olmasaydı (zımbaya tabanlık olması için strafor köpük) bitirmemiz çok uzun zaman alır ve belki de 2 parmağımı zımbaya kaptırmış olurdum. Yukarıda ayrıldım yazdım ama bu fanzinin ciddi takipçilerinden biri olmaya devam ettim. Şimdiki kadroya bakıyorum ve aklımdan şu duygu geçiyor. Bu iş bir spor takımı ise bizler sadece büyük umutlarla transfer edilmiş Afrikalı santraforlarız. Oyuncular gider kalır ama önemli olan armadır ya da bu durumda ilk sayfada yazan Mevzular Derin yazısıdır. Takımlar onları ayakta tutan taraftarları(okuyucuları) için vardır.

İdil : Merhaba hırbolar ben de üç beş cümle sarf etmek istedim. Malumunuz bir sene oldu MDF bünyesi altında yazmaya başlayalı, hatta direk ben yazı yazmaya başlayalı 1 sene oldu. Fanzin işine ilk defa soyunurken dil anlatım ödevleri harici hiç yazı yazmamışken (nasıl bir cesaretse artık), şimdi her gün bir şeyler karalayabilmek çok ilginç. İlk altı sayıyı önüme koyup "ben" in nasıl oluştuğunu görebilmek de tabii ki bu işe daha "hiç" ken başlamış olmamdan kaynaklı. Sanırım tam da bu yüzden MDF bizim hayatımızda git gide daha çok yer kaplıyor. Hiçler önce ben, benler de git gide biz oluyor. Bütün yolumuz hepimizin gözleri önünde yürünüyor. Yol boyunca bizi takip edenlerin de bildiği üzere tabii ki her insan topluluğunda olduğu gibi biz de anlaşmazlıklar yaşadık, birileriyle yollarımız ayrıldı. Bu çok doğal ve o zaman hepimizin geçerli sebepleri vardı aslında. Şimdi elimizden sadece bunları düşünmek hatta "ah ulan gençtik" ayaklarına yatmak, bazen nostalji yapmak haricinde bir şey gelmese de iyi kotü gidenlere söylemek istediğim şudur ki biz herkesi harbi özledik.

Yalım : Ustalara saygı kuşağımız sona ermeden, ben de bir şeyler söyleyeceğim. Tabi ki fanzinin benim için önemini, veya fanzin ne demek onu anlatmayacağım sizlere. Ülke gündeminden de dem vurmayacağım. Bunların hepsini defalarca buradan yaptım. Biz buraya içimizi döktük. Saygı duyduğum ve çok önemli bir fanzinci olduğunu düşündüğüm M Sky Code, ‘’Fanzin Ne Değildir?’’ adlı yazısında, ‘’ Çok okunan çok sevilenden ziyade kişisel olana önem veririz ki; bence bu insanların birbirlerini tanıması açısından daha faydalıdır. ‘’ der. Yani fanzin, çok okunan, çok sevilen ve popülist olandan ziyade kişisel olana yer verir. Biz kendimizi anlattık bu sayfalardan, yeri geldi kendilerini anlatmak isteyenlere yer verdik. Çok fanzin gördük, kendine has duruşu olan fanzinleri örnek aldık. Sonuçta ne demişti M Sky Code aynı yazısında? Aynen şunu : ‘’Fanzin sadece bir neşriyat değil bir duruştur.’’ Biz de iyi kötü bir duruş sergilemeye çalıştık. Umarız fanzin ismine leke sürmemiş ve zamanınızı fazla almamışızdır. Bu arada daha kalın bir sayı ve kapakları yine Oğul Arda çizdi. Şimdilik bana ayrılan zamanın sonuna geldim. Hadi eyvallah.


Bu hayatta geçirdiğim onca seneden yaptığım yegâne çıkarım, mutsuzluktan ölünmüyor arkadaşlar. Ölemiyoruz. Zaten bu hayatta hiçbir şey olması gerektiği gibi olmuyor. Bu konunun da felsefî olarak ayrıca incelenmesi gerekiyor bence ama konumuz bu değil. Neyse... Ne diyorduk? Heh, evet. Bizim stabil mutsuzluğumuz... Bazen öyle şeylere tanık oluyorum ki, aşağı inen yürüyen merdivenlerde yukarı çıkmaya çalışan biri gibi hissediyorum kendimi. Tanrı'nın çizdiği resimde tek hata benmişim gibi hissediyorum. O kadar insan yerli yerinde, eşyalar yerli yerinde, merdivenler yerli yerinde, olması gerektiği yerde olmayan tek şey benmişim gibi hissediyorum. Ve evet, hayatımı bir resim olarak görmek istiyorum, eğer öyle olsaydı yaptığım yanlışları geri dönüp düzeltebilirdim çünkü. Ama bu da olmuyor maalesef. Şu dünyada değişmesini istediğim çok fazla şey var. Birincisi kendim. Aslında insanların ölemediği hikâyelerde söz konusu mutsuz insanın elinden biri tutar. Ama bizim elimizden ancak bataklığa çakılı kalanlar tutuyor. Onlar da kendilerini kurtarabilmek için. Ben size burada gerçek bir sıkıntıyı anlatmak istiyorum aslında ama bunu yaparken kendimi sandalyenin kısa bacağının altına konulmuş gazete gibi hissetmekten konuya bir türlü giremiyorum. Şu an saat 4, birtakım zalim portallardan geçip Zeki Müren bataklığına saplandım. Hani yeryüzündeki bütün hüzünlerin toplanıp iki satıra yüklendiği bir şarkısı var ya, onu dinliyorum. Hiç kimse için ne dediğimin bir önemi yok. Biri de çıkıp şu kız ne demek istiyor dinleyelim bir anlayalım demedi. Velhasıl, Zeki Müren’in de dediği gibi; “ömrüm hiç gibi geçti, derdin ne diye soran olmadı.” Eh, insanların “Ben de varım!” dercesine üzerinde tepine tepine dolaştıkları bu gezegende sağlıklı bir şekilde yaşayacak yeteneklerle doğmamışım belli ki. Belki fark etmişsinizdir, bazı insanlar böyledirler. Sanki eski, siyah beyaz bir aile fotoğrafından kazınıp 21. yüzyılın tam ortasına yapıştırıl-

mış gibidirler. Günümüzde herkesin naylon bir amaç belirleyip peşinden koşturduğu, koştururken kaybolduğu, kaybolduğunu fark etmeyip aynı sokaklarda aklını da kaybettiği bu dünyada onlar, belki de ölene kadar hep bir şeylere alışmaya çalışırlar. Alışamadan da terk ederler, çoğunlukla alışamadıkları için... Kimse “beni anlayın!” diye bağırmıyor, herkes sessizce anlaşılmayı bekliyor. Lakin beklerken intihar edenlerimiz var. Neyse. Ben yağmura bile bakmayı bilmeyen insanlara ince şeylerden bahsetmenin zorluğunu işte bu insanlardan öğrendim. Eğer bir ahir zaman tanrısı olsaydım vereceğim ilk öğüt “bak” olurdu zaten... Bu düşünceme katılır mısınız bilmiyorum ama bence biz hatayı çevremizde olan biten her şeye ayak uydurup, mutlu olmaya çalışmakla yapıyoruz. Mutsuz olsak bile, bu hayatı “doğru” yaşamanın gereği bence budur, ait olduğumuz geçmiş zamanları “tümzaman” yapabilmek. Ama ben pek beceremedim bunu. Artık sadece fotoğrafın solmaması için çabalıyorum. “Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.” demiş filozof. En azından benim “yaşanamayan doğrum” bu. Ben bu hayatı anladım, birileriyle birlikte. Ama kabullenemedim işte. Hal böyle olunca da takdir edersiniz ki mutsuzluk kaçınılmaz oldu. Eh, mutsuzluğun dibi yok. Büyüdükçe daha da battık o çukura. Yaşadıkça, şekerli sakızın yavaş yavaş tadının kaçmasıyla aynı duyguyu uyandıran hayatın, bana yıllardır vermekte olduğu krediyi de kendimle beraber batırdım. Hep aynı yerinden kırılan hayallerim faizi bile karşılamaya yetmiyor artık. Bense sakızı toz şekere batırıyorum, eskisi gibi olmayacağını bile bile. Büyümek demişken, hayallerden bahsetmezsek olmaz! Bazı hayaller vardır, yaşadığımız çoğu şeyden daha gerçektir. Hayatımın ilk 10 senesinde kurduğum çocukça şeylerin de böyle bir anlamı vardı bende. Sonra lunapark dönüşü aldığımız uçan balonun ertesi sabah söndüğünü gördüğümde üzülmemeye başladım yavaş yavaş. Büyüdüm işte. Bilirsiniz, hayallerimiz varken Tanrı bizimledir, çünkü ona en çok hayal kurarken ihtiyaç duyarız. Ama hayallerin gerçek olmamasıyla ünlü şeyler olduğunu anlamaya başladığımızda, promosyon olarak büyümeyi de öğreniyoruz zaten. Benim de 10 yaşımdan sonra aynaya her baktığımda gördüğüm şey


şanssızlığın portresi oldu. Son 3-4 yıldaysa sadece arkamdaki duvarı görmeye başladım. İnsanların da bana baktıklarında, beni değil de arkamdaki duvarı gördüklerini fark ettiğimdeyse, her şey için çok geçti. Değişmek için çok geçti. Siz istemez miydiniz dönme dolapla yer değiştirmeyi? Ama böyle oldu işte. Böyle olması gerektiği için değil, böyle olduğu için. Benimki ıskalanmış bir hayat, yanlış yaşanmış bir hayat. Olması gereken şeyler hiçbir zaman olmadı. Sapmadığım sokakların sonu hep lunaparka çıktı. Bense kırık bir salıncakla mutlu olmak zorunda bırakıldım. Olabildiğim için değil, zorunda bırakıldığım için. Ben de her hayal kırıklığından sonra yeni bir çiçek dürbünüyle “bakmayı” öğrendim hayata. Son olarak sayın okur, eğer bir gün üzerinde “Ayça, burada kayboldu.” yazan kırık bir salıncağa bırakılmış bir çiçek dürbünüyle karşılaşırsanız, hiç çekinmeden alınız. Çünkü onu sizin için oraya ben bıraktım. Çünkü kaybolmadan önce ben de böyle yapmıştım.

aya benzetilir ya sevgilinin yüzü klasiktir klasiktir çiçek adı verilir sevgilinin boynuna sen dokunursan eğer yeryüzü bile gökleşir şairler gül, papatya, sümbül deseler de sevgilim boynun çiçeklerden nicedir ayrılık, atom bombasından hallicedir onun da yok oluş yatar ana fikrinde sen gidersen, kalmak anlamsızlaşır gidişlerin dünü bugünü olmasa da sevgilim gidişin gelişinden öncedir sevip de sevilmemek bir şair geleneğidir beni seversen haksızlık olur bu atalarıma dizeler ki gülümsemelerde gizlenir gülümsemen bir şeyler anlatıyorsa da sevgilim benim bilmediğim dilcedir fakat senin gülümsemen bile eskir yalnız benim için gülmüyorsan eğer sen gülersen, İngilizler bile ciddiyetsizleşir gözlerin kahverengi olsa da sevgilim gülerken mavi gözcedir sevdalanmak tavla oynamak gibidir ama kırılan taşlar değil kalptir bu oyunda doktor olmaya ne gerek var ilişkimizin sağlığı için susarken dudakların kıpırdamasa da sevgilim susuşun konuşur halinden gevezedir


‘’Abi yolumu kaybettim de, buralarda bir Hava Kuvvetleri Komutanlığı vardı. Yerini falan biliyon mu sen ?” Yaşı ya yedi ya sekizdir. Boyu kalçamın hizasına gelen, kısacık düz saçlı, çok güzel kirpikleri olan kahve gözlü çocuk bunları derken bir eliyle tişörtümden çekiştiriyordu. Diğer kolu ise sırtını dik kesecek bir şekilde arkasına gitmiş, benden bir şey gizliyordu. Aslında Hava Kuvvetlerine çok uzak değildik ama bir çocuğun daha henüz bilemeyeceği, ana caddenin trafiğini azaltan; ayrıca işlek yollara dükkan açacak kadar zengin olmayan birçok kafe ve restoran sahibinin ekmek kapısı olan az bilinir bir ara sokaktaydık. Gayet temiz giyimli ve temiz yüzlü olan bu çocuktan şüphelenmem için hiçbir sebep yoktu. Ama yine de böylesine diken üstü günlerdeyken askeri bölgeye gidecek olan bir çocuğun arkasında bir şey saklaması beni rahatsız etti. “Dur sen hele bakalım önce o arkanda ne saklıyorsun onu söyle” dedim. Çocuk soğukkanlı tavrını hiç bozmadı. “Yok abi, o bizim sırrımız” diyerek tişörtümü tutan elini de geriye atıp şortunu çekti ve elindekini o lastiğe sıkıştırıp üstüne de gömleğini örttü.”Sen bana desene ana caddeye nasıl çıkılır. Ordan yolu bulacam ben.” Çocuğa olan kuşkum daha da arttı. Son zamanlarda medya aracılığıyla askerlere karşı yürütülen itibar bozma ve cezalandırma politikasının başarıya ulaştığı bir gerçekti. “Demokrasi nöbeti” adı altında toplanan bir grubun öfkesi, askeri tesislerin önünü çöp kamyonu ile kapatacak kadar büyük bir aşağılamanın olmasına yol açıyordu. Karşımdaki ne de olsa bir çocuktu, büyüklerin tutkulu sözlerine kanması çok kolaydı. Belki şort lastiğinin oraya bir sapan koymuş, birkaç nöbetçi eri vurarak gurur duyulacak bir görev yapmanın isteğini taşıyordu. Bilmiyorum, fazla kötümser bir yaklaşımım bulunmuş olsa da sonuçta geçtiğimiz günler iyi niyetleri iyi yerlere pek götürmedi. Artık her türlü tedbiri göze almak gerek. En sonunda çocuğu Hava Kuvvetleri’ne kendim götürüp ne yapacağını izlemeye karar verdim. Böylece herhangi bir kötü durum olursa ortalık fazla gerilmeden bir şeyler yapma şansım olacaktı. “Tamam seni oraya kadar götürücem ben. Gel beraber gidelim.” Dedim. “olur abi buyur” diyince yürümeye başladık. Yolu azıcık uzatsam çocuğu daha çok inceleyerek bir şeyler çıkarabilirdim belki. Birkaç kez bilerek yanlış yöne döndüm. Daha ilkokul çağındaki bir çocuktan şüphelenmek ne kadar aptalca olsa da geçmişte çok büyük acılar çekmiş insanlar vardı. Mevcut düzen maalesef ki bu acıları tedavi edebilmek şöyle dursun, yenilerini engelleyebilmek için hiçbir şey yapamıyordu. Patlamalardan birinde kaybettiğim arkadaşımın ailesinin evine daha dün gitmiştim. Evladını yitirmek ve her gün kendi çocukları gibi pırıl pırıl nice gençlerin yittiğini görmek onların sağlığını iyice bozmuştu. Babası bir şey yiyip içmiyor, annesi de eskisi gibi yemek yapmayı beceremiyordu zaten. Hayata geçirilmeye çalışılan büyük projelerin bir yan etkisi olarak hayat zevkinden mahrum bırakılmış silik kişilerdi. Yüz binlercesinden benim tanıdığım yalnız iki kişi.


“Abi sen yolu bildiğine emin misin? Burdan geçmiştik ya” “Tamam paşam gel sen. Şuradan dönüp az ilerleyeceğiz ondan sonrası ana cadde zaten” Bu bir garip yavrucak tişörtümü çekiştirip beni yollara sürmüş olmasa, az biraz gerisinde beklediğim durağa otobüs çoktan gelmiş olacaktı. Gerçi kalabalıktan dolayı ilk gelene binemezdim herhalde. Bir yanda benim gibi izinleri iptal edilmiş insanlar işlerine dönmeye çalışsa da toplu taşıma araçları genelde beleşci teyze ve amcaların egemenliği altındaydı. Her gün bir kere itiş tepiş kavgası yaşasak da artık bir noktada bu iki grup birbine alışacak gibi. Şimdi işe de geç kalacağımız için bir mazeret üretmek gerekti. Yolda bulacağıma dair ümidim var.

Çizim : Oğul Arda Biçer

Birdenbire yanımdan hızla koşarak ileri atılan çocuk artık ana caddeye geldiğimizi bana hatırlattı. Yol boyunca sürekli farklı düşüncelere daldığım için onu unutmuştum bile. Ben de arkasından koşmaya başladım ve çevremizdeki insanların tuhaf bakışları altında ilginç bir kovalamaca başlattık. Aramızdaki mesafeyi sabit tutup neler olacağını görmek istedim. O da bir süre sonra Hava Kuvvetleri’nin önüne vardı. Ben yavaşlayıp durarak kendime bir gölge buldum ve çocuğu izlemeye başladım. Benim aksime hiç de yavaşlamamıştı ve yüzünde yeni yeni oluşan sıcacık bir gülümsemeyle nöbetçi askerin üstüne doğru koşuyordu. Önce koştuğu için bir paniğe kapıldım ancak kulübesinden yine aynı o çocuk gibi güven veren bir gülümsemeyle çıkan bir asker, çocuğu girişin biraz önünde karşıladı ve onu kucağına kaldırıp sarıldı. Ne konuştuklarını hiç duyamamış olsam da askerin sürekli çocuğun başını okşadığını, çocuğun da en son ayrılmadan şortunun arkasında taşıdığı bir demet papatyayı askere verdiğini gördüm. Bu papatyayı da verince askerle son kez kucaklaştı ve geldiğimiz yolun tersi istikamete doğru yürümeye başladı. Hızlı adımlarla yanına vardım ve arkasından minik omzuna dokundum. Döndü ve büyük şaşkınlıkla: “Abi sen caddeye çıktığımızdan sonra gitmemiş miydin niye geldin ki?” dedi. “Boşver sen onu aslan parçası, orda ne yaptın askere neden çiçek verdin ki?” bu sorudan dolayı biraz sıkıldı. Yüzünü yere dikip biraz düşündükten sonra : “Abi sana anlatırım ama vallaha aramızda kalacak söz mü” dedi. “Söz” dememle birlikte anlatmaya başladı. “Abi o gece var ya biliyorsun, işte o gecede benim babamın en sevdiği taa çocukluktan arkadaşı bir astsubay ölmüş. Babam bana anlattı, onlar çocukken o kadar iyi arkadaşlarmış ki bahçelerde, sokaklarda sabahtan akşama kadar birlikte oyun oynarlarmış. Babam diyor ‘Biz ikimiz de küçüklükten beri toza, toprağa ve doğaya çok meraklıydık. Beraber çiçek ve yaprak toplayıp inceleyerek büyüdük biz. O askeri liseye gitmeye karar verdiğinde yollarımızın artık aynı olmayacağını anlasam da ondan asla bağımı koparmadım. Her gün telefonlaştık, konuştuk, o benim daha dünyaya dair hiçbir şey bilmememe rağmen tıp okuyarak büyüdüğümü ve doktor olduğumu görürken ben de onun nasıl rütbe rütbe ilerlediğini görüyordum. Bir gün sözümüz vardı, ikimiz de emekli olunca ortak bir bahçeli eve taşınıp beraber çiçek yetiştirecektik. Yıllar geçse de hala toprak en büyük hayalimizdi. Ama olmadı. O, toprakta bir çiçek büyütmek yerine topraktan çıkan çiçeğin kendisi oldu.’ Diye söylüyor babam. Ondan dolayı da uzun zamandır her gün bu nöbetçi askerlere babamın arkadaşının anısına biraz papatya veriyorum.


sylvia* Babam onlarla da konuşmuş heralde verdiğim bütün papatyaları bir yerde sakladıklarını söylediler. Asker abi bana onu diyordu az önce” Beynimden vurulmuşa döndüm. “ İyi o zaman neden yol boyunca sakladın papatyayı benden, neden hiç göstermedin?” “Babam sıkı tembih etti ‘Aman ha, papatyaları çok kimseye göstermeden yürü Barış da kimse senle uğraşıp bir şey demesin. Çok yazık, bu dönemde bir erkeğin diğerine çiçek vermesine hiç düşünmeden yanlış gözle bakıyorlar’” Nöbetçi erden daha da sıkı sarıldım Barış’a. Beni çok kısa bir zamanda çok büyük bir sevginin tanığı yapan çocuk ne güzel çocuktu. Gözlerim yaşarmışken Barış’ın kulağına eğildim “Babana benden çok selam söylersin, olur mu Barış?” “Kimden diyeyim abi?” “Topraktan dersin.” “Tamam söylerim abi” deyip gülümsedi bana. Arkasını dönüp tekrar dönüş yoluna koyuldu. Ben o gün Barış’ın arkasından artık bir başka açılan gözlerimle dünyaya baktığımda ne kadar sevgi dolu olduğunu gördüm. Sevgi, dünyanın kendisiydi.

tek başına ağlarken kendisiyle konuşur omuzlarından öperdi masada çiçekler ve kuş uzandı ve kesti saçlarını tek başına ağlarken çünkü her bulut bir gitmektir. yarım kaldı şiirlerim çünkü her yağmur bir vuslattır aynı çiçeği sulamak aynı filmi izlemek sivil şiirlerin satır aralarında kavuşmak sevişmeklere mesela yabancı bir semtteyiz yarım açıyoruz gözümüzü güneşe yarım dolduruyoruz bardakları fakat yokuş yukarı seviyoruz "ses boşlukta yayılmıyor" münferit sevmekler popülerleşiyor masada balzamin ve albatros kentlerin yalancı yeşilliklerinden dere akıyor derenin ortasına kadar ağlıyorsun vücudunun ortasına kadar ağlıyorsun yalnızlığın ortasına kadar ağlıyorsun yüreğin birdenbire dereye akıyor meşrulaşıyor kesilen saçların defterlerin arasından (adam burada anlıyor kısa saçların uzun uzun hikayeler anlattığını) istanbul'un bir ucundan ben başlamışım diğer ucundan sen fakat bizim henüz fotoğrafımız bile yok

Evren Akşahin


Son çeyrek saattir hiçbir şey söylemiyor, konuşmalarıma odaklanmıyordu. ‘’Aşık mısın’’ dedim. Cevap verdi ; Kim bilir... Başkasına aşıktı belli. İnsanın hayatında öleyim de kurtulayım dediği anlar olur. Bağırmak, sıkı sıkı sarılmak istedim. Sonra gözlerinin içine baktığımda bana şiir okuduğunu gördüm. Zaten gözlerine her baktığımda bana hep şiir okurdu. Bu sefer Turgut Uyar’ın Yalağuz’u gibi bakıyordu. Bilir çok sevdiğimi. Türküsünde, koşmasında, şarkısında Tamamda da noksanda da .... İğneden ipliğe işte Bektaş, yapayalağuzdu... Yine çok güzel okumuştu bir mısrayı, ağzını bile açmadan. Bir devrim gibiydi. En güzeliydi. Kadehlerimizin son demleriydi. Hangi ara rakı masasına oturduk? Bilmiyorum. Zaten birlikteyken hep rakı içmek istemiştim. Saçlarını okşayıp içinden dökülen şiir kırıntılarını toplayacak ve okuyacaktım ona. Biliyorum! Piraye’den bir parça vardı onda. Mona Rosa gibi kırılgandı ama Tomris kadar güçlü... Ben bunları düşünürken Palyaço seslendi; ‘’Rakı doldur!’’ dedim. Eksilmesin.. Ama eksiliyorduk. Çok içmiştim galiba. Düşünmeye başladım tekrar. Niye eksiliyor, niye ölüyorduk? Fazla

sevgiden ölemezdik sanırım ama bir mısra daha okusam her şey bitecek gibiydi. Ben de sustum. Gözlerimi kaçırdım gözlerinden. Utandım, çünkü ilk defa türkü gibi gözlerinden korkmuş, kaçacaktım. Saklanacak bir yer bulabilmek için koşmaya başladım. Çok uzaklaşınca durdum ve derin bir nefes aldım. O kadar çok koşmuşum ki kaybolmuştum. Saniyeler içinde yanıma geldi. Eliyle koymuş gibi bulmuştu beni. Belli biliyor buraları. “Kaçtığın zaman hep buraya gelirsin” dedi. Tekrar koşmaya başlayacaktım ki, hadi dedi “zaman geldi,gidelim..” İstemiyordum, direnecektim ve direneceğim. Son kez şiirle baktı ve kelimeleri döküverdi damla damla; Haydi sirtaki yapalım palyaço Rakı doldur, yine eksildik biraz...


“Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının size ilham getireceğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz, hatta uyku sırasında gördüğünüz rüyalar bile size ilham vermeyecek. Eğer uykunuzdan uyanıp biraz çabalarsanız ilhamın kendin olduğunu göreceksin. Sonuçta senin yarattıkların, senin içinde olmalıdır hömücük.” Kapının sert ve gürültülü bir şekilde çalınmasıyla uyuyakaldığım koltuğun üzerinden yere yuvarlandım. Yere düştüğüm sırada üstüme dolanan pikeyi üzerimden almaya çalışırken kapı gittikçe daha sert çalınıyordu. Kapının sert çalınmasıyla panik oldum ve pikeyi üzerimden sertçe çektim, oluşan rüzgar, romanımın tamamlanmamış olan taslak kağıtlarını uçurmuştu. Onları alma zahmetine katlanmadan kapıyı gittikçe daha hızlı çalan kişiyi bekletmemek için kapıya gittim. Hayatımın her dakikası gibi şu dakikalar da oldukça monotondu. Bu saatlerde ilham gelmediği gerekçesiyle artık gözümde çöp değerine düşen romanımı tamamlamaya çalışırken uyuyakalırdım. Çok geçmeden evin veya apartmanın sigortaları eski olduğu için atar ve Solmaz teyze beni uyandırmaya gelirdi. Bir de rüyalarımda gördüğüm hava durumu spikeri kılıklı, ilham dersleri veren dayıyı unutmamak gerek. Kapı son bir defa çalındığında Solmaz Teyzeyi göreceğimi bile bile kapıyı hızlıca açtım. Solmaz Teyze’nin olması gereken yer karanlık ve boştu. Kapıyı kapatmadan önce bu duruma kapıları çalıp kaçan mahalle çocukları sebep oldu sansam da, paspasın üzerine yapıştırılmış fosforlu sarı bir post it dikkatimi çekti. Notta yazanları okumak için evin koridorunun ışığına uzandım lakin çalışmıyordu. Aynı şekilde apartmanın lambasını açmak istedim lakin o da çalışmıyordu. Her gece yaşanan apartmanın sigorta atması sorunu yine yaşanıyordu, bu defa farklı olan kapıyı çalan kişinin Solmaz teyze değil sarı bir not olmasıydı. Sarı not kağıdını alarak evin eskimiş tahta kapısını kapattım ve pencerenin pervazına doğru gittim. Penceren gelen ay ışığı ile notta yazanları okumaya çalıştım. Yazan kişinin el yazısı o kadar kötüydü ki orada yazan bir kaç cümleyi bile okumak dakikalarımı aldı. “Görünüşe göre elektrikler kesilmiş. Kim olduğumu görmek için neden apartmanın şalterlerini kaldırmak için aşağı gelmiyorsun Emiran.”

Çizim : Eren Burhan

Emiran bana sadece yakın arkadaşlarım tarafından söylenen ismimdi. Asıl ismim Emirhan'dı ve bana Emiran diyen yakın arkadaş sayısı çok azdı, bu sayı bir kadardı. Evin kapısını kapatmadan önce alt dairemde oturan Solmaz teyzenin terliklerinden birini aldım ve kapının önüne koydum. Anahtarı yanıma almadan merdivenlerden inmeye başladım. Evden çıkarken aldığım cep telefonun ışığında üç kat aşağıya merdivenlerden indim ve apartmanın zemin katına geldim. Merdivenlerden inmemin temel sebebi elektrik olmayışı değil, apartmanda asansör olmayışıydı. Telefon ışığında geldiğim zemin kata telefon ışığı ile göz attığımda burada beni bekleyen kimsenin olmadığını fark ettim. Bana yapılan basit bir şaka olduğuna kendimi git gide inandırırken apartmanın şalterlerini geri kaldırmak için şalterlerin olduğu yerin kapağını açtım.


Kalkık olan şalterin üstünde fosforlu sarı bir post it daha vardı. Birinin benimle eğlendiği aşikardı lakin ben de işsiz sayılırdım. Sonuçta ilham gelsin de tamamlayayım diye beklediğim romanım dışında herhangi bir işim yoktu. Benimle eğlenen kişiye davetiye çıkararak şalterin üzerinde olan kağıdı aldım. Kağıtta yazan el yazısı biraz daha düzelmişti lakin hala anlaşılmıyordu. “Görünüşe göre sorun şalterde değil. Hadi evine geri dön ve sana oynadığım oyunu bitirelim. Sen de romanını tamamlamak için ilham perini beklemeye devam et Emiran.” Aldığım yeni notu baş parmağıma yapıştırdıktan sonra telefon ışığında merdivenleri çıkmaya başladım. Yüzüme ister istemez salak bir tebessüm takılmıştı. Hem roman yazdığımı bilen, hem bana 'Emiran' diyen hem de evimi bilen tek kişi İlker'di. Büyük ihtimalle beni evimin önünde karşılayacak olan da oydu. Merdivenleri yine telefon ışığım ile çıkarken dönemin plastik şarkılarından birini dilime doladım. Apartmanda şu anda tek ses çıkaran kişi bendim. Bütün apartman aynı anda sözleşerek beni korkutmak istiyordu sanki. İkinci kata geldiğimde Solmaz teyzenin kapısında duran terlik dikkatimi çekti. Bu terlik, tekini alarak kapımın önüne koyduğum terlikti. Eğer tahmin ettiğim gibi benimle eğlenen kişi İlker'se terliği kapının arasından alanda oydu ve bu kapıda kaldık demekti. Hızla üçüncü kata çıktığımda kapalı olan evimin kapısında üçüncü bir not vardı. Aynı fosforlu sarı post it üzerine yazılan kargacık burgacık yazı. “Bu defa söz veriyorum son olacak. Çatı katına gel, merak etme evinin anahtarı orada. Seninle oyun oynamak güzel Emiran.” Mecburen yine telefon ışığında git gide sinirlenerek çatı katına çıkmaya başladım. Çatı katına çıkmak için tek basamak kaldığında, sarhoş olduğum bir gece yazdığım sözü kısık sesle okudum. “İmkanı olan delirsin.” Sonunda gelebildiğim apartmanın çatı katına giren ay ışıkları ortamı loş bir biçimde aydınlatıyordu. Ortamda çok ağır ve pis bir koku vardı, insanı burnunu kapatmaya mecbur ediyordu. Loş ışık sebebiyle sadece bir iki adım ileriyi seçebiliyordum. Evin anahtarını bulmak ve bir an evvel eve girip kapıyı kilitlemek için yavaş yavaş ilerleyerek evin anahtarını arıyordum. Zaten fazla büyük olmayan çatı katında bir şeye çarptı ayağım. Ayağımın çarpmasıyla oluşan sesin hemen ardından sağımda bir ateş yandı. Ateşin ardında duran siluet el salladıktan sonra hızlıca kaçtı. Silueti yakalayıp yakalamamak arasında kalmışken çatı katının lambası tam tepemde yandı ve ayağımın ucunda olanı aydınlattı. Aylar önce bir akşam geldiğimde evde olmayan ve bir daha haber alamadığım sevgilimi. Aslında bakarsanız onun ölü bedenini. Bütün bedenim titrerken ona doğru yaklaştım. Beyninin sağ tarafında oluşan delikten kanlar çatı katının ahşap yüzeyine akmıştı. Oluşan delikten karıncalar girip çıkıyordu. Bu manzaraya daha fazla dayanamayıp olduğum yere düşerek oturdum. Karıncalar onun beyni ile mi besleniyordu? Kısa süre önce sadece beni düşünen beyni parçalayarak yuvalarına mı götürüyorlardı? Götürdükleri kıvrımları olan basit bir et parçası mıydı yoksa et parçasına hükmedilmiş düşünceler miydi? Ölüm bir insanın düşüncelerini de öldürür müydü? Cevap bulamadığım soruları yanımdan alıp bir çakıl taşı gibi denize fırlatmak için başımı çevirdim diğer tarafa. Bir tarafta cayır cayır yanan romanımın taslağı, diğer tarafta ise önceki notta bana bahşedilen evimin anahtarı. Önümde ise aniden ortadan kaybolan sevgilimin cesedi ve böceklenmiş beyni. Hemen önünde ise romanımdan bir kağıt. “Çok yetenekli olduğundan bahsedip dururdu, Dünyadaki tüm ışıkları aynı anda söndüreceğini iddia etti ve kapadı gözlerini.”


güzeldi hayallerim sadık kalabilseydim ­di, ­di, ­dim dünyayı kurtaracaktım mesela kedilere iyi bakacaktım sokak köpekleri vardı, onları koklayacaktım çayıma bir şeker atacaktım, kahvemi sütlü yapacaktım güzel hayallerim vardı, sadık kalmaya çalıştıklarım bunlar sana gelecektim, ayaklarımı sana doğru sürecektim boynunu kavrayıp seni içime çekecektim kahven sütlü az şekerli, dilim damağım dudağının tadıyla âbkâr balkonumuzda binbir renk çiçek hiç sevmem ama sevecektim içeri gelecektin yüzümü süzecek, kanıma girecektin kapılarımız türlü anahtarlarla kilitli bilirsin korkarım elimdekini kaybetmekten kahvaltı masamız her sabah çocukların yüzündeki gülümseme gibi şen ayrılıklarımız, sabah vakti güneşin perdenin arasından içeriye sızması gibi, can sıkıcı olacaktı

dünya çok güzel olacaktı inanır mısın kadınlar tek başına, çıplak, koşa koşa caddeler boyu caddeler izlerini bırakacaklardı kahvem hiç soğumayacaktı gözünden bir damla yaş düşmesin diye bu şehri binlerce kez yerle bir edecektim küfür ettiklerine bir küfür de ben edecektim. her sabah, en sevdiğin gömleğini ütüleyecektim kötülüğü kalbime işlemiş biri olmalıyım tüm dünyadan özür dilerim sevgilim ben bizden hiç gelmemişken gittim

İllüstrasyon : Alper Pek

sana şarkılar açacaktım, gündüzler hep gece olacaktı güneş hiç doğmayacak, insanlar karanlığı benim gibi sevecek, sevecek, alışacaktı yıldızları sayacaktık, sonra biri yüzüme düşecekti üfleyecektin, ellerin yüzüme değecekti peri kızı olacaktım artık yüzümde peri tozu ellerinde benim tozum

ellerimde ellerin, o zaman ben hiç ölmeyecektim


salak bir kedi gibi bacaklarının arasında dolaşıyorum. beni sevebilme ihtimalin yaptırıyor bana bu çılgınlıkları. aptal bir kediyim, sevgine aç, ilgine susuz, seni düşünmeyecek kadar arsız, gözüm başkasını göremeyecek kadar kedi. çikolata yemenin erkekliği bozduğu zamanlardı. şarapçı dayılara bir level uzaktaydım. ihtimalsizliğimizi -sorusunun cevabını- şişelerde arardım. bulamayınca bir sigara yakardım, ardından gelecek on bir'in elebaşı. kadınımı ısıtamadım hiç, güvenip sığınacağı bir liman olamadım. limanı geç, adam bile değildim. soğuk bir kadın nasıl ısıtsın kadınını? kadın nasıl kabul etsin kadının kadını olmayı? soğuk gecelerde sıcak şarap, kavurucu günlerde votka limon, vaadimden öte neydim ki, varlığımla hakaretten ibarettim ona, Allah beni, ona ıstırap çektirmek için fırlatmıştı dünyaya. tam zamanlı şair, yarı zamanlı insandım. tam zamanlı adam, yaradılışta kadındım.

canhakan


Herkes kahkaha atarak dans ederken, bazıları şarkıya eşlik ediyor. Birkaç insan sadece bakıyor. Etrafta kahkaha azaldıkça ve şarkının neşesi düştükçe kederler ortaya saçılıyor. Sahne tamamen dertlerin ve mutsuzların oluyor. Kadeh seslerini arkamda bırakarak bardan çıktım.

"Senin için üzülüyorum. Kendinden korkuyorsun." Korkum gülümsedi. "Ben dedim." Elimi masaya vurdum. Kalemi daha elime almadan tüm duygularım, önce yazılmak için akın ediyordu.

Yol uzun geldi. Her adım beni başka bir yola çekiyordu. Aldığım nefes tüm o içim- Sevgim, omzuma elini koydu. Tüm duygularıdekileri sıkıştırıyordu. Ceketimin kolu yere ma fısıldadı. "Kendine ceza vermek, kalbini değiyordu. Hiçbir kurtarma çabam olmadı kırdığın insanları daha çok mutlu etmiyor." bu da onu yere daha çık yaklaştırmış oldu. Nefretim ayağa kalktı. "Normalde bu cıvık Eve vardığımda sessizlik, yalnızlığımı cıvık iyilik ve mutluluk kokan şeye katılmazimzaladı. Salona girip birkaç ışık açtım. Loş dım ama neden seni üzmelerine izin veriyorken sen tek bir hatan ile onları üzdüğünde, ışıkta dolanan duygularım, hayaletim oldu. onların sana nefret büyütmesini haklı buluRahatsız ediliyordum. Nefretim koltuğun yorsun? Neden nefret edemiyorsun? Neden yanında duruyor, üzüntüm camın kenasadece kendini enkaza atıyorsun?" rında duruyor, mutluluğum ise ortalıkta yoktu. İçimde bile yer almıyordu ki! Gerildim. "Ben, onları üzemem." Gözüm masaya ilişti. Kalemlerim, kağıtla- Cesaretim birden belirdi. "Onları üzerken rım, kitaplarım, bilgisayarım tam orada yeterli cesareti buluyorsun ama." duruyordu. Aylardır yazmaktan kaçınıyordum. Pişmanlığım ayaklarını masaya uzatırken kıkırdadı. "En sevdiğim tablo bu, sonuçlarına Kalemi elime aldığım anda odanın bir katlanamayan ve dağılan insanlar. Şu an o yerlerinde duran hayaletlerim kağıda resmi çiziyorsun. İçiyorsun, üzülüyorsun. yapışacaklardı. İçimdekini kusmak isti- Umurlarında mısın acaba?" yordum. Sandalyeyi geriye çektim. Sevgim eline kalemimi alıp, parmaklarının Hayaletlerim beden aldı ve hepsi bana arasında çevirdi. "Bu duyguları yaşaman norbaktı. Nefretim küçümsedi. mal. Sen bir insansın, en büyük özelliğin hissetmek. Fakat, gerçekten doğru insanlar için "Gerçekten yazabilir misin?" mi kendine acı çektiriyorsun?" Affediciliğim Umutsuzluğum, sonradan oyuna girmiş gökyüzünden düşer gibi birden masanın bagibi yanıma oturdu. Üzerinde sarışın ve şında belirdi. "Seni üzen herkesi nasıl affedebigüzel bir kadının tehlikesi vardı. "Ben liyorsun?" sonunu biliyorum. Bir kelime yazıp gideGururum birden bağırdı. "Nasıl oluyor da ceksin." yaptıklarını yedirebiliyorsun?" Korkum elinde bir şarap ile yanımdan Ve en çok olması gereken hayaletim oyuna geçti. "Sen korkaksın." Üzüntüm cama tüm girdi. Yalnızlığım. Elleri ceplerinde bana doğru bedenini yasladı.


Çizim : Oğul Arda Biçer

yürüdü. "Gerçekten bu kadar yalnız mısın? Mutluluğum ellerini göğüsünde birleştirdi. Sahte insanların seni kullanmalarını ve üzme- "Gideceklerini düşünerek, sadece çekeceğin lerine izin verecek kadar yalnız mısın?" acıdan kaçmak için mutluluktan uzaklaşıyorsun. Mutlu olmayı beklerken neden yolu hep Vicdanım tam yalnızlığımın yanında durdu. uzatıyorsun?" "İçindeki sıkıntı bu. Sen içten içe kendine kızıyorsun. Biliyorsun, onların beş para etme- Cesaretim saçlarımı okşadı. "Cesaretli ol. Mutdiğini. Bu dünyaya tek başına geldiğini biliyor- luluk ve mutsuzluğun birbirini tamamlayan sun." kavramlar olduğunu bilerek adım at. Mutluluğu bil ki, mutsuzluğundan korkma." Güvenim masada duran içkimden bir yudum aldı. "Yeni bir insanla tanışmanda beni gör- Mutluluğum düşünceli bir şekilde baktı. "Kormezden geliyorsun. Doğrusunu söylemek kacak bir şey arıyorsan benden kork. Çünkü gerekirse, içinde bir beni bulmak için yapmayacayerde güvendiğin ğın şey yok. İçerken, düşünürkimse yok." ken, gezerken bir köşede beni arıyorsun. Olduğum yeri çok Yalnızlığım yeniden iyi biliyorsun." konuştu. "Filmin sonunu görmemek için Mutluluğum bir adım attı ve gözlerini kapatıyorsun bir toz bulutu olup gitti. Birama son şu; yalnızsın." den odanın her tarafında olan hayaletler toz bulutu olmaya Umutsuzluğum yavaş başladı. Endişeli bir şekilde bir şekilde mırıldandı. koltuğumdan kalktım. "Bir daha arkadaşım olmayacak diye içinden "Nerede?" geçiriyorsan," İçeriye doğru döndüğüm anda Sevgim devam etti. ayna ile karşı karşıya geldim. "Hala gerçek bir insan gibi davrananlar var. Kalbim deli gibi atarken bir adım attım. KenHer gün, saygısızlık yapmamak için 'Günaydın' dime baktım. Her sabah, 'yine mi sen?' deyip diyen iş arkadaşın." gittiğim bir bakış değildi şimdiki. Gerçekten kendime baktım. Yalnızlığım derin nefes aldı. "Sen beni kullanıyorsun." Mutluluk bendim. Sevgim mırıldandı. "Sanki birini sevsen," Güvenim iç çekti. "...sanki birine güvensen,"

Birden gülümsedim. O içimi kemiren, tenimden geçmek için çırpınan o iğrenç hisler bir buhar gibi yukarı savruldu. Üzerimden kalktı.

Umudum gözlerini bana çevirdi. "...sanki biri Ellerimi saçlarıma geçirirken, etrafa baktım. sana umut verse," Boş salona, düzenli duran sandalyelere baktım. İçimdeki mutluluğu bulmamak için, kenKorkum elini masaya koydu. "...başın sıkışa- dimi mutlu görmemek için ne kadar çok çabacakmış gibi hissediyorsun. Korkuyorsun. İn- lamıştım. sanların gerçek duygularını hissetmeyi, onlara gerçek duygularını vermeyi üzerinde büyük Masaya oturdum ve kalemi yeniden elime bir yük olarak görüyorsun." aldım.


evreni yarattığından bahsedilen yüce allah! niye kokardı onun elleri hep yağmur sonrası gibi? senden başka soracak kimsem kalmadı. terör olaylarından sonra ortaya döktükleri yapmacık hisleriyle yaklaşıyor insanlar bana. şehit olmuşum da, arkamdan ağlıyorlar. söylüyorum onlara, ne darbeler oldu içimde, kalbimi meydanlara çağırdım, kırık çıktı diye. ben acınacak bir şey yapmadım. aşk dediğin söylenmiş şarkılar kadar, söylenmemiş olanlardadır değil mi? hem ben içimde kalanları sarıp sarmaladım, sen kokan ipek mendillerde sakladım. sonra bir gemi kalktı limandan. eski türk filmlerinde gözü yaşlı kadınlar mendil sallar ya gidenlerin ardından, ben de içimde kalan ne varsa, öyle denize yolladım. "denizler cinayet işlemezler" belki. ama kimseyi de istemezler, benim gibi. ağladığımda yaslanacak bir omuz istemiyorum yanımda. gecelerim mutlu geçsin isterdim, belki hiç ağlamamak geride kalanlara. fakat keşkeler yetmiyor akıp giden zamana. sağanak varken ağlamış da, gözyaşları yağmura karışmış gibi bakardı bana. eh yüce allah, sevmemek ne mümkündü,

nasıl olurdu anılarda? ben onu sevmesem, temmuz alır başını gider, akşamüstleri simsiyah olurdu. yahu ben onu sevmesem, hatrı kalırdı gözlerinin. demir atacak bir denizim olmazdı o zamanlarda. el salladım yıllar sonra belki, fakat o gemi bir gün gelecekti. ya, yüce allah, benim söyleyecek sözüm kalmadı. aynı şeyleri anlatıp duruyorum aynalara. işin kötü yanı, onlar da beni dinlemiyor. ben kendime acımıyorum, aynalar bana bakıp ağlıyor. ben ağlıyorum, onlar yalnızca susuyorlar. kendini beğenmiş aynalarım var benim. üstelik içten içe bana benziyorlar. şimdi yüce allah, ben olmasam sonuçta, aynalar boş kalırlar. neyse, ben gidip hüzünlü şarkılar dinleyip ağlarım belki deniz kıyısında. kahve falan alırım. sonra bir sigara yakarım, herkesleşen bir hayatın son demlerini, tek başıma yaşarım. zaten yüce allah ben, farklı da olamam. çay içerken dayanamam, ayaklarımı sehpaya uzatırım.


merhabalar, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. ülkede en çok değer verilmesi gereken şeylerin belki de başında gelen tiyatro sanatının bir ferdi ile karşılıklı oturmak bile çok güzel. hazır tiyatro demişken, ilk soruyla başlayalım, hem tiyatro oyunlarında hem de televizyon dizilerinde oynamış biri olarak, televizyon dizilerini mi yoksa tiyatroyu mu tercih edersiniz? Manevi açıdan tiyatroyu fakat maddi açıdan televizyonu tercih ederim. günümüzde tiyatro oyunlarının yeterli ilgiyi görmemesinden şikayetçi çoğu sanatçı. siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

dizi bittikten sonra oyuncuların içine düştükleri boşluğu ekranlardan ''ben de özledim '' sayesinde izlemiştik. sizin bu konuda hatırladığınız bir anınız var mı? Orada izledikleriniz senaryo gereğiydi. Herkesin dizi sürerken de bitince de başka işleri oldu. leyla ile mecnun’da elinizden her iş geliyordu, gerektiği zaman psikolog, cerrah ve her türlü dalında hizmet veriyordunuz tıbbın. gerçek hayatta da bu kadar çok yönlü müsünüz? Yok çok becerikli bir insan değilimdir. (el becerisi olarak) (Gülüyor) fanzinler veya edebiyat dergileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben de bu konuda diğer sanatçılar gibi tiyatronun hakketiği değeri görmediğini düşünüyorum.

Fanzinleri yeni duydum, edebiyat dergilerinin ise çok az kitap okunan ülkemizde önemli bir görevi var bana kalırsa.

anladım.. diğer soruya geçelim, leyla ile mecnun dizisindeki ortamı başka bir yerde bulabildiniz mi?

sizce popüler kültür nedir?

Ben her gittiğim yerde eğlenmeye çalıştığımdan aşağı yukarı buldum diyebilirim. dizide ara ara yapılan ince göndermeler vardı, mesela edip cansever'in masa da masaymış ha şiirinin okul kitaplarında sansürlenmesine o deniz kenarındaki efsane kafede, yavuz abi ile eylül tarafından değinilmişti. biz izleyenler olarak bu tür göndermelere bayılıyorduk. bu tür göndermeler hakkındaki düşünceleriniz nedir? Ben komedinin sadece güldürüden yani insanları güldürmekten ibaret olduğunu düşünmüyorum. Bence komedi, insanlara bir şeyler verebilmektir. O yüzden bu tarz göndermeler benim de hoşuma gidiyordu.

Popüler kültür, tv nin ve sosyal medyanın sana sunduğu ve kolay ulaşılan, kolay unutulan sabun köpüğü gibi bir şeydir. ilerleyen zamanlarda bir proje hazırlığınız var mı? Var ama Leyla ile Mecnun ekibi ile değil. Farklı bir ekip, sürpriz olsun. fanzinimizin okuyucularına iletmek istediğiniz bir şey var mı? Herkese selamlar, sevgiler 


Yüzümü gizlemeyişimin bir önemi yoktu. Eğer yeterince hızlı koşabilirsem her yerde saklanabilirdim. Bunu bilerek önüme çıkan tüm sokak lambalarını, çöp konteynerlerini tekmeliyor, çevremdeki asık yüzlere bakarak küfürler savuruyordum. Alışılagelen tüm davranış kalıplarının aksine, kendi doğrularım için yaşama fikrini ve insanların yüzlerinde beliren soru işaretlerini görmekten keyif alıyordum. Benim için ne düşündükleri umrumda değildi. Söylenen yüzlerini, sayıklayan beyinlerini çoktandır kanıksamıştım. Diğer herkese göre yaptıklarım ucubelikti. Biliyordum. Bu beni daha da keyiflendiriyordu. Nerede bir polis sireni duysam, ışığa kaçan sinekler gibi kendimi sesin geldiği yöne doğru sürüyordum. Hayatı boyunca birilerine, bir şeylere yetişmek üzere programlanmış olan beyinleri, yetişilecek insan olarak çalıştırmak en büyük hevesimdi. Bu bir polis sireni de olabilirdi, ölüm de... Kamu düzenini bozmak ve halkı korkuya sürüklemekle suçlanarak ekip arabasına bindirildim. Yüzümde, karşımdakine iğreti gelen bir gülümseme vardı. İlkokulda, Ali ata bakarken, Emel’in eve gönderildiği bir eğitim anlayışıyla büyümüştüm. Şimdi ekip otosunda karşımda duran bu adamların da benim hakkımda ne düşündüğünü tahmin etmek hiç te zor değildi. Şimdi ben; söz dinlemeyen, yalnızca ata bakmayıp, onu sorgulamak isteyen kişisiydim okuma fişlerinin. Ertesi sabah eve döndüm. Neyse ki kamu, bir gece düzen

içinde uyumuştu. Sıra bendeydi. Çünkü ben herkesin uyandığı saatlerde uyumayı, sahte mutluluğun kağıt parçalarıyla takas edildiği zamanlarda aralarında olmamayı tercih ediyordum. Bir sigara yaktım, yatağıma uzandım. Parmaklarımı zafer edasıyla birleştirip kafamın altına aldım. Hayat diye düşündüm; bir vidanın sarmalı gibi, girdiğiniz çukuru derinleştirmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Uyandığımda güneş henüz batıyordu. Gelen sesler, yakında bir yerlerde büyük bir kavganın olduğunu düşündürüyordu. Umursamadım. İnsanlar diye başladım sırtımı dikleştirip boş duvarlara çığlığımı çalarak, erken kalkarlar, en büyük adaptasyonları alarm sesleriyle uyanmalarıdır ve yapacakları bir yığın vardır. bir şeylere yetişmelerinin ikamesidir hayal kurmaları ve onu da beceremezler uykusuzluktan... Kapı tıkırdadı. Gelen kız arkadaşımdı. Muhteşem kalçaları vardı. Tanrı’yı takdir ediyordum. Ondan bundan konuştuk biraz. Benim için endişeleniyordu. Haklıydı. Son günlerde fazla öksürüyordum. Sigara içmenin zararları üzerine dokunaklı bir nutuk dinleyeceğimden emin bir şekilde yüzünü izledim. Güzeldi yüzü. Burnundan şikayet ederdi hep. Ufak kusurların, insanları daha çekici kıldığından habersizdi oysa ki. Bunu ona söylemiyordum. Bu benim ve onun burnu arasındaki bir sırdı. Uzandık. Güneşin batışını izleyebileceğimiz en güzel yer değildi belki yatağım ama hiç değilse karşılığında para vermek gerekmiyordu. Öksürük nöbetleriyle geçen bir hayatım vardı ve hep en güzel anımda gelirdi bu nöbetler. Şaka olmalıydı. Namlusu şakaklarınızda bir çember oluşturmuşken hayatın, aldığınız nefesin kokusu baruta benzer. Öpüştük uzun uzun. Güneş batana ve ayak sesleri kesilinceye dek...


İki saat sonra dışarıdaydık. El ele hüküm sürüyorduk sokaklarda. Bizde daha güçlüsü, daha kaygısızı olamazdı. Ruhumuzu rüzgarın hışırtısına teslim etmiştik. Tek tük geçen arabaları seyredip, bir arabamız olmadığı için şükrediyorduk. Elimi bıraktı bir an için. Koşarak yola fırladı. ‘’Hey, gelsene ! Ölüme meydan okumak için çok mu gençsin yoksa ?’’ Ölümden korkmuyordum oysa. Beni öldüren şey’lerin seçimi ile ilgileniyordum sadece. Hayatımızda olmadığı için şükrettiğimiz bir şeyin bizi öldürmesine izin veremezdim. Asil bir ölüm yakışırdı bize. Böylesi ahmakçaydı. Yağmur altında ve topuklarımda yolların yorgunluğu varken, hiç bilmediğim bir coğrafyada ölmek istiyordum. Yanıma geldiğinde saçlarından öptüm. Henüz değil dedim. Henüz değil... ölmek bize en çok erguvanların içinde ve dilimizi konuşmayan insanların yanında yakışır dedim. Sen ve ben sevgilim, ancak yeni filizlenmiş ve 1000 yıl boyunca hüküm sürecek bir ağacın tazeliği gibi yaşamalıyız. Dallarımız nice yolcuya gölge olmadan buradan ayrılamayız. Elimi beline attım. Tüm gezegeni avuçlarımda hissetmiş olmanın hissiyatı anlatılmazdı. Seviyordum. Ölemezdim. Henüz değildi...

Hakikât Kan donduran yıkım, acı çığlık ve yalvarış, Cansız vücuttan "ah" dolu son sessiz ağlayış. Etler saçılmış etrafa; baş, gövde, kol, bacak, Toprak tümüyle kanla sulanmış, karış karış. Fânîler açmış elleri: "Tanrım, uyut beni!" İnsâniyet ki: Vahşi köpeklerde kalmamış! Her dâim ezdi zengin olan, çulsuzun başı, Âdâletin terâzisi: Rüşvet haram, çalış! Bilmez cehâlet ehli, cihan kendinin sanır, Bir maskarayla yan yanadır, son bulur yarış. Bencil, yalancı; bolca kibir, öfke sâhibi, Hah! Amma üstün, amma güzel bir yarâdılış! Artık lüzûmu yok bu sönük hasretin, zirâ, Kayboldu hiç var olmamış ol pis yalan: Barış!

Şûri


En son vapura bineli ne kadar oldu? Haftalar mı, aylar mı, yoksa yıllar mı oldu ben en son deniz meltemini hissedeli? Ne kadar oldu Süleyman Amca'dan simit almayalı? Ne zamandır içmedim taze sıkma portakal? Dayanamadım özlemime, vapura binmek için çıktım yola. Bir iskeleye geldim ama yanlış iskeleye geldim sanırsam. Süleyman Amca yoktu ortalıkta -Hastadır herhalde-. İskele büfelerin işgaline uğramıştı. Her zaman etrafta koşturan veletler yoktu ortalıkta evlerinde yemek yiyorlardır (?)-. Hayır, Süleyman Amca hasta olsa da gelirdi, veletler ise güneş olduğu sürece eve gitmeyip etrafta koştururlardı. Yanlış iskeleydi bu, emindim. Etrafıma biraz bakındıktan sonra içeri girdim, -yanlış iskeleden bile vapur geçer değil mi?- Bu iskelenin içi de yanlıştı. Düz tahta bankların yerini şekilli plastik koltuklar almıştı. -niye insanlar ayrı oturmak ister ki birbirlerinden- Biraz bekledikten sonra kapılar açıldı, hemen ayaklandım vapura doğru koştum -ilk ben bineyim ki en güzel yeri ben kapayım-. Vapur geldi ama yanlış vapurdu galiba. Sürat gemisi gibiydi bu "vapur". Kafam karıştı, kapıyı açan görevliye ‘’bu vapur mu’’ diye sordum. Görevli bana deliymişim gibi baktı sensin deli- "Vapur olmasa burda ne işi var, gerzek" -senin burada ne işin var YARATICI KÜFÜR HERE- diye tersledi beni. Gelen "vapur"a bindim ama bu "vapur"da bir terslik vardı. İçeri açılan üç büyük kapı hariç hiçbir şey göremedim güvertede - dışarıda nerede oturacağız biz yerde mi-. Belki içeriden dışarı çıkılıyordur düşüncesiyle içeri girdim ama içeride de dışarı açılan kapı bulamadım. Bir süre sonra kapılar beni içeri kapattı. Dışarı çıkma umutlarım kaybolmuştu ama taze sıkma portakal hayallerim daha ölmemişti. İçeride büfeyi aramaya koyuldum lakin ortalıkta büfe yoktu. Koskoca büfenin yerini iki makineye vermişler -bunlarda ne demleme çay var ne taze sıkma portakal suyu büfenin yerine makine niye koyarsın (BAŞKA YARATICI KÜFÜR HERE)-. Portakal suyu hayallerim de böylece hayatının sonuna ulaştı. Bıraktım hayallerimi, oturdum boş bi koltuğabu "vapur" koltukları gereğinden fazla rahat vapurda tahta banklar olur, ofis koltuğu olmaz-. Yolculuk sonlanana, başka yabancı bir iskeleye yanaşana kadar oturdum koltuğumda. "Vapur" iskeleye yanaştığı anda "vapur"dan indim. İskeleye bir kere bile bakmadan at gözlüğü takmışçasına geçtim gittim iskelenin yanından. Evime doğru yürümeye başladım yabancı bir şehrin içinde.


Kolaj : Oğul Arda Biçer

Çizim : Oğul Arda Biçer


Yolculuğun daha başından nereden geldiğimi unutan ben bir trende, boş vagonun pis halısı üzerinde azımsanmayacak kadar ciddi baş ağrısıyla uyandım uykumdan. Saat çok erkendi. Hani kafanı kaldırırsın ve aydınlıktır, ama gökyüzünün kendine yetecek kadar güneş ışığı vardır ya. O saatler işte. Nerede olduğumu bilmeyen, zaten de umursamayan ben tek başımayım. Birkaç dakika sonra bu yalnızlık beni benim gerçek vaziyetimmiş gibi ele geçirdi ve yalıtılmışlığımın keskinliği beni bana kabul ettirdi. Yalıtılmışlığım. Örtülmeye çalışılmış ama hakiki. Neyse ki bu hakikat beni çok fazla hırpalayamadan ulaşılması gereken yere (eğer böyle bir yer varsa) ulaştım. Her ne kadar bu zamana kadar etrafımda kalabalık oluşturamamış olsam da kalabalıklara sığabiliyordum. Yine sığdım ve yürümeye başladım. *WAVE’ DESİNİZ* Güzel. Peki neden kendimi bu kadar evimde hissediyorum? Hemen aklıma bir kitapta geçen ‘Genel Zaman Kuramı’ geldi. Genel Zaman Kuramı eve dönmenin mümkün olduğunu söylüyordu. Yeter ki evin şu ana kadar hiç bulunmadığınız bir yerde olduğunu anlayın.

‘çiftleşmenin ticarete döküldüğü’ bir dizi sokaktan geçtim. Bir adam bir kadını bıçaklıyordu. Gözümün önünde öldürdü hatta. Geçtim gittim yanlarından üzerime kan sıçramasın diye adımlarımı hızlandırarak. Neden böyle çirkin davr… Hayır çirkin değil fonksiyonsuz bir yaratık gibi. Tam olarak bu. Neden böyle fonksiyonsuz bir yaratık gibi davrandığımı bilmiyordum. On dakika önceki bu kanlı sahne benim için nasıl bu kadar alışılmıştı. Ama katili çok kızgındı. Kadın kesin kötü bir şey yapmıştır. Sokağın ucundan elinde bilgisayar çantası olan (sanırım aynısından bende de var) takım elbiseli bir adam bana bakarak hızlı adımlarla gözden kayboldu. Uzaktan cıkaramadım adamı ama tanısaydı gelirdi herhalde yanıma değil mi? Önemsemedim. İçgüdüsel olarak bi eve yöneldim ve girdim. Diğer kapılar gibi bu kapıda da kilit yoktu.

Çizim : İdil Özeren

Takım elbise ile spor ayakkabı giyenler, tamamen aynı renkten giyinenler, giyinmemiş denebilecek kadar dekolteli giyinenler… Bu kalabalığı oluşturan bin bir türlü insan. Yüzlerine bakmadım, yüzlerini önemsemedim. Yürümeye devam ettim, ayağıma toplu iğne batana kadar. Buradan bir terzi geçti diye düşündüm ama bu canımın çok

yandığı gerçeğini hiç zedelemedi. “Terziyse terzi. İğnesine neden sahip çıkmıyor allahaşkına.” Sinirli değil tepkiliydi bu ses tonum. Acıyla tüylerimin diken diken olmasına izin verdim.


Burada hayatlar neden bu kadar şeffaf diye düşünürken yine içgüdüsel, pencereye yöneldim. Evi önceden tanıyor gibi hissetmemi de garip karşılamadım. Eski eşimle kaldığımız eve çok benziyordu. Tam karşıdaki yanan bina düşüncelerimden sıyrılmam için yeterli olmamıştı anlaşılan. Mutfağa gidip dolaptan kendime kek ve süt çıkartıp yemeye başladım. Trenden indiğimden beri sormuş olmam gereken ama sormadığım soruyu sordum kendime. “Ben neredeyim?” Her şey o kadar saçma ki… … …?! HSKTR! YANGIN? Pencereye koştuğumda zaten ortada kurtarılacak bir şey kalmamıştı, bugün görüp de sonradan farkettiğim ikinci olay. Hadi ben şerefsizim, bu çevrede benden başka (benden ve yananlardan başka) kimse yok mu? Sıkıntıyla saçlarımın yönünü değiştirdim ve bu hareketim acıyla bağırmama neden oldu. Ellerim su toplamış. Ne alaka lan?! Neredeyim ben?! KENDİMİ KESİCEM NEREDEYİM BEN? Gözlerimin düşmesini, kulaklarımın akmasını istemiyorum nidaları beynimde yankılanırken aceleyle sokağa çıktım. Öylece yürüdüm. Yoruldum. Oturdum. Beni de sayarsak bomboş bir sokak. Lan! Evet! Evet tanıdık bi’ yüz! Hey! Hey buraya geri dön!

Dur! Beklesene! Durdu. Bana bak! Adam baktı. koştumHSKTR…

-

+Ben neredeyim? -Zamanda bir yerde. +Neden?! -Yabancı gibi davranma. +Yabancıyım. Evime dönmek istiyorum. -Gerçek evindesin. Olman gereken yerde. +Gelecekte falan mıyım? -Gelecek yaşanmıştır. Tıpkı geçmişin geride kalmadığı gibi. Meydana gelmiş ve gelecek olan her şey sadece var demektir. Evse soyuttur. Ya da daha önce hiç gitmediğin bir yerde. +Evime dönmek istiyorum. (dedim tekrar, önceki söyleyişimle aynı, basit tonda.) -Gerçek evindesin. Olman gereken yerde. Gördün mü; gelecek yaşanmıştır. +Bir diyaloğu tekrarlamak bu demek değil. Zaman halkasal değil. Ben neredeyim? -Evinde. Özüne döndün. O adamı oracıkta parçaladım. Çürüklerle ‘eve’ döndüm. Somut olan eve. Ölene dek evde kalmanın mümkün olduğunu söylüyordu adam. Yeter ki kendime saldırmayı bırakayım. Bırak BENİ! Ben benliğimde ve benliğimleyim. Yakamdaki yırtığı tutturmak için taktığım toplu iğneyi çıkartıp sinirle pencereden dışarı fırlattım. Wave. Benim adım Wave.


Sandalyeye oturmuş, bir ileri bir geri sallanıyorum. Kafam öne eğik ve ayaklarımın hızına uyum sağlıyor. Ayaklarım, masanın iki uzak ayağını bağlayan orta demirin üzerinde. Kafamda da buna benzer bir demirin olmasını isterim. İki uç düşüncem arasında yürüyebileceğim bir bağlantı, rahatlatıcı olur. Oysa şimdi ikisine birden yetişmeye çalışıyorum. Birinden birine hava boşluğu gibi güvensiz bir ortamda gidiyorum. Özellikle ayaklarım terk edilmiş hissediyor. Evet, hiç gelmemiş olan bir demir tarafından terk edildiler. Hatta parayı bulan bir ailenin taşındığı gecekondudan daha terk edilmişler. Ben ikisi arasında olabildiğince hızlı gidip geliyorum. Bir sorun var: Yolun ortasına bile gelmeden, onlarla el sıkıştığımı unutuyorum. Kendimi havaya kaptırmamdan kaynaklanıyor. En sonunda yorgun düşüyorum ve ikisini de bırakıyorum. Havanın kanlı masum ellerinde gözlerimi kapıyorum. Kanlılar çünkü beni bezdirdi. Masumlar çünkü bana insanların nadiren yakaladığı bir gevşeme sundu. Maalesef ki gözlerimi kapadıktan bir süre sonra iki uç yine oluşuyor. Bu seferkiler farklı ama aynı olsalar da bir şey değişmeyecek. Unutkanlığımdan dolayı… Boğazımın kuruluğunu hissediyorum. Tükürük bezlerim yeterli gelmiyor. Ayaklarımı indirip karşımdaki arkadaşıma bakıyorum. O da düşünceli gözüküyor. ‘Gözler, gözler…’ diyerek bir sandalyede oturduğunun farkına vardırtıyorum. İkimize de kahve almak için kalkıyorum. Geri döndüğümde ayaklarımı demire koymuyorum, kırgınım ona. Yere sağlam bastıklarını da söyleyemem. Tek söyleyebileceğim hem Güneş’e aşık hem de cilt kanseri olduğum. Her cümlemde göz çukurlarım taşkın bir akarsu havzası oluyor. Oraya baraj kurmak için kilometrelerce öteden beton harcı getiriyorum ve başarıyorum. Her cümlemde boğazıma yeteneksiz bir okçunun okları saplanıyor, çıkaramıyorum. Okların üstüne işemişler, pis kokuyor. Boğazım, burnuma yakın. Her cümlemde kalbim… Orayı tarif edemiyorum, çünkü ulaşamıyorum. Yolları tıkalı. Ayrıca ulaşırsam, acıları dosyalayıp koyduğum raflar üzerime düşecek. Vücudumda kafam merkezli bir deprem var. Elbet, göz çukurlarıma yağmur yağmayacak ; okçu çok çalışacak ve hedefini on ikiden vuracak; yollar açılacak ve ben, yıkılan rafları tamir edeceğim. Çünkü sütler mayalanacak.


düşsel iş

bisiklet pis

şimdi bir yağmur yağar ve sen ıslanırsın gölgesinde yalnızlığımın. ellerin pırıl pırıl kalır gözlerin yaşlı ve yalnız sen kendini büyütürken bir çiçek gibi yazdıklarımın hiç bir önemi yoktur.

şimdi çeksem sifon ve gizem dökülür çarpsam beş bisiklet kilidi, dilim de çözülür. dumanı bi dolu çeksem, büyü ezgime yıkılır ateş vardır, yanmaktadır.

durup, etrafına bakındığında yollar uzun gelir ancak yollar git git bitmez sadece ilerlersin durduğun şehirler seni yutar. ancak sen, yutulmazsın.

yükselemezsek ritmle, bozarız gene be, üzülme bu yonca ne olacak sence büyüyünce bi yonca, diyecek “beden nerde” bi yonca süzülecek ve cesedine girecek.

bi' su bardağında ruj izi sigarada ruj izi odamda ruh gölgesi yalnızlığı kaldırıp vurduğun zaman yeryüzüne, japonyada bütün evler yıkılır birer birer. şu gördüğün gökkuşağı sensindir. şu gördüğün alacakaranlığı bi' yakamoz aydınlatır. sahi, güneşin yakamozu var mıdır? gölgenle savaşacak kadar yalnız kaldığında bir haber yolla! kuş olur uçarım bir rüzgarda yıkılırım. seni bulur çıkarırım yakamozun altından. sahi yakamoz hapis eder mi gözlerini? beklenmedik bir şekilde ölümüm gelir. ve ölüm,seni ........ beni........ biz yapmaz.

Alihan Yörüsün

tanımım deli ve namım yamuk yürür sanırım bakanların hepsi çarpık durur veya algı aynadır, bütün çabam boşadır kum dökülmüştür, benim kafam yeşildir ben nefes veririm herkes bi kez alırken, alıngan sürüngen duvar dibinde kumar peşinde zarar peşimde, yarar berimde, durur cebimde, durun durunca durgun durum. yani siz alışırken yok olmalara, çağrılara ben çokça küçük saçak, berinizde yaşamak ten çokça kaçık kaçak, terinizde solumak, gerinizde olmak, genzinizde solmak. hayır durmuyorum asla, nefesle solan nefret nesi aslolan tezahürat nesli neyi sevdi, sesi az çıkan, zahiri bet sesli neyi sevdi, pusu boz çıban, talihi ket seslemeyi sevdi, bense benimseyiverdim, benimse severdim.

Alper Pek


“Acile kız bakmaya gidiyoruz artık.” Hava bugün rüzgarlıydı. Bu, böbrek taşı olanlar için çanların onlar çalmasıdır. “Atlet giymezsen seni kız bakmaya gönderirim.” diyordu benim gibi spor salonuna yazılan yakışıklılara. Evden çıkarken annem uyarmıştı “Evladım düğünün olduğu yer serin olur, geçen Ahmet abinin oğlu Cumali’nin düğününde donduk valla sağolsun Ahmet abi bıraktı bizi, bırakmasa rezil olurduk.” dedi. Aslında beni uyarmayla başlayan cümle evrimleşip dedikoduya doğru yol alırken “Gencim anne bir şey olmaz. Bak bu kasları düğünde halay çekerken yapmadık herhalde.” diyerek normal insanların kabızken yaptığı surat ifadesini yapmıştım. “İyi tamam.” cümlesiyle saçlarıma son vaksı sıkıp çıkayazdım. Daha evden çıkmadan “Oğlum bu kadar sıkma şunu bak dayın gibi kel olursun ileride. Bu kaslar boşa gider o zaman.” diye laf sokuyor bir de her düğünde giydiği elbisesiyle. “Lan dedim neyse siktir et.” Ahmet abigil de geliyormuş düğüne onlar bırakacakmış. Lan bu Ahmet servisçilik mi yapıyor düğünler için nasıl emeklisin sen? Arabanın içi dedikodu ve Avon kokuyor, saçlarına elbiselere döktükleri simden göz gözü görmüyordu. Herkes disko topu gibiydi. Beni öne Ahmet abinin yanına oturttular erkeğim ya onun da canı sıkılmasın sohbet etsinler maksat. Ya bu adam DSİ emeklisi amına koyim, ne konuşayım ya. Arkada başka düğünlerin sıcağı sıcağına yorumları yapılırken biz de önde Ahmet abiyle arabanın kaç beygir olduğunu, kumandalı teybin özelliklerini, fanın çalışıp çalışmadığını kontrol edip ehliyetlerini bakkaldan alan şoförlere “nick nick” edip ”Sövdürecek şimdi pezevegin çocuğu.” eşliğinde yol alıyorduk. Arabadan indiğimde arabanın arka tarafının yolla yakın ilişki kurduğunu, kadınların indikçe arabanın amörtisörlerinin her seferinde nasıl hopladığını görmem, gecenin habercisiydi.

Daha arabanın kapısını açmamla rüzgar dar tişörtümün içinden geçip böbreklerime “Feriştahını sikmeye geliyorum.” demişti. Düğün salonuna giderken annemgilin benden yavaşça koptuklarını, Ahmet abiyle baş başa bıraktıklarını anlamaya çalışırken kapıda duran hacı amcaya doğru yürüyordu Ahmet abi. Hayır, hayır olamaz. Anne? Lan bu nasıl iş? İçerde davul sesi, ses bir iki sesi yerine mevlit okunuyor def çalınıyordu. Kadınlar bir tarafta erkekler bir tarafta… Sinirimden hiç içeride oturmadım. Spora başladığımdan beri içtiğim sigaradan fazla içmiştim o gün. Tabi rüzgar da alttan alta verip veriştiyordu. Sinirden böbreğimde taş olduğu hiç aklıma gelmedi, üstelik rüzgar da iyi geldi diyordum kendi kendime. Sonra Ahmet abiye ayıp olmasın diye yanına gidip oturdum. Masaya koydukları kurabiye ve tuzlu pastalardan biraz yedim. Ahmet abi o ara: “Oğlum sen niye sürekli tişörtünü çekiştirip duruyon. Mini etek giyen kadınlar gibisin aynı.” dediğinde fark etmiştim böyle yaptığımı. Mantıklı bir şey söylemem lazımdı. “Abi benim böbrekte taş var biliyon mu hava da esiyor o yüzden böyle yapıyorum.” “Atlet giy oğlum o zaman.” “Rahat edemiyom abi atletle içim sıkılıyor giydim mi. O yüzden yani.” Kafasını sallayıp kurabiyeleri gömerken böbreklerimde “Köprüden önceki son kış” anonsu yapılıyordu. Yanıma her böbrek taşı düşürenin Kur’an’ı Kerim’i Buscopan’ı almamıştım. Anneme ödemeli atıp, salonun kapısına gittim. Yanıma gelirken elleriyle elbisesini tozunu alıyormuş gibi yapıyordu. “Anne Buscopan var mı çantanda?” “Dur bakayım oğlum. Ne oldu böbreğin mi tuttu yine?” “Yok anne acıktım biraz içeyim dedim alla alla. Hadi ya şu çantana bak.” Bir annenin çantasında her şey olabileceğini o zaman anladım. İsveç çakısından, ıslak mendile oradan ince uçlu şarj aletine kadar. “Anne hadi bak fena geliyor ha yoksa yok de.” “Dur oğlum bakıyorum işte telaşa sokma beni de.” “Bilmiyormuş gibi konuşma anneee!”


“Yok oğlum, git Ahmet abiye söyle acile gidelim hemen bırakır bizi.” “Ben demem anne sen söyle.” “Oğlum söylesene o kadar konuştunuz ettiniz. Kadın başıma muhatap etme beni.” dedi. Ulan en can alıcı yerden girdi. “Hadi burada bekliyorum çabuk ol.” diyerek içeri gönderildiğimde, semazen ekibi kendinden geçmiş, Ahmet abiye zombi gibi yürüyordum. Ahmet abi tuzlu pastaları gömerken “Niyazi şu elmalı pastadan yedin mi çok güzel al ye.” dediğindede bıyığında ve gömleğinde elmalı pastanın pudraları gözüme çarptı. Onlara baktığımı anlayınca elliyle çırpmaya başladı. Yemeyeceğimi anlayınca plastik tabaklarda kalan pastaları da alıp peçeteye sardı. Yarın beş çayında balkonda gömecekti bunları. Kıvranmaya devam ediyordum. Ama bir türlü adama da söyleyemiyordum. Annem anladı Ahmet abiye söyleyemediğimi, karısına gidip durumu anlatmış olacak telefonu çaldı. Dışarı çıktığında yanıma gelip “Bende diyorum bu çocuk niye salak salak hareketler yapıyor. Desene evladım hastayım diye. Hadi kalk acile gidelim. ..” dediğinde iki saattir ağzından çıkan en güzel cümleyi söylemiş oldu. Zombiler gibi yürüyerek semazen ekibine eşlik ederek çıktık düğün salonundan. Saçlar, dar tişört, dar pantolon hepsi boşa gitti. Arabaya binerken beni yine öne oturttular. “Neyi var abla çocuğun?” “Taş döküyor Ahmet abi. Seni de yorduk abi kusura bakma. Allah razı olsun.” “Yok abla olur mu ya. Şey yaptınız mı çökelek suyu içir bire bir o.” “Denedik abi düşmedi.” “Meyan kökü kaynattın mı?” “Kaynattım abi olmadı.” “Sende de ne varmış be oğlum bizim barajda sulamada çalışan Korhan vardı izbandut gibi adamdı. Gözümüzün önünde devrildi adam böbrek taşından. Çatladı resmen herif.” “Öyle abi, bir doğum sancısı bir de bu. Taşı çatlatır derler.” dedi annem.

Ahmet abinin karısı “Anam diş ağrısı da kötü ama.” diyerek sohbete girdiğinde ben ön koltukta İsmail Y.K. gibiydim. Acile geldik dediklerinde sanki başka düğün salonuna gelmiştik. Ağzına kadar dolu. iftar çadırı gibiydi. Burada bana sıra gelene kadar ben ölürdüm. Annem girişimi yaparken, Ahmet abiyle karısı koluma girip beni bekleme salonuna götürdüler. İsmimi söylediklerinde içeri alacaklarmış. Zaman geçmiyor, içimdeki taş sürekli büyüyordu. İçime taş oturdu deyimini iliklerimde hissediyordum. Annem yanıma gelip “Az kaldı oğlum önünde bir kişi kaldı.” deyip duruyordu. Artık dayanamıyordum. Elimle böbreğime bastırmaktan söküp çıkartacaktım resmen. Bekleme salonunda kendimden geçmeyle bayılma arasında olduğumu hatırlıyordum. Annem etrafa bağırıyordu. Gözümü açtığımda tepemde ikinci serumu takıyorlardı. Hala ağrım vardı ama. Stajyer hemşire sürekli seruma bakıyordu. Belli bu bebek daha yeniydi buralarda. Tam serumu hızlandıracakken perdeyi açıp: “Hayır dokunmayın başınız dönebilir bu hız iyi.” “Ama çok sıkıldım yatmaktan yapacak bi şey yok.” “Burası düğün yeri değil ki canınızın sıkılması normal.” “Annem nerede, telefonumu getirse bari.” “Olmaz, kimse giremez buraya.” deyip serumun ayar yeriyle oynuyordu. Çaktırmadan da kollarıma, baklava karnıma bakıyordu. “Damar yolu açmak kolay olmuştur sizin için.” “Ay evet damarlarınız çok belliydi. Spor mu yapıyorsunuz?” “Evet.” “Bizde arkadaşlarla spora gidecez de hangi spor salonuna gidelim karar veremedik. Belli ki sizin gittiğiniz iyi bir yer.” İşte bu be. Düğüne kız bakmaya diye çıkarken acilde kız bulmuştum kendime.


Yetmişti artık canına. Otuz altı senedir çektiği bu evin kahrı, otuz beş senedir arşınladığı şehrinin tozlu sokakları, otuz dört senedir anasına küfrettiği hayatı ve otuz üç senedir işlediği suçlar. Rıdvan, otuz altı yaşında. Hayatın suça ittiği her insan gibi fakir doğmuş. Evin altı çocuğundan biri. En büyük kardeşleri oto sanayide araba tamir ederken o da ek gelir getirmek için ufak hırsızlık numaralarıyla başlamıştı işe. Yaklaşık dört yaşında başlamıştı ve otuz iki senedir yapıyordu. Bir kere evlenmişti Rıdvan. Bu beğenmediği hayata bahtsız yeni üyeler getirmenin sorumluluğunu reddetmişti. Ama karısı ne yapıp edip onu ikna etmişti. ‘’Yoksulluk kader olamaz’’mış. Yalan. Yoksul adamın çocuğu yoksul doğar, yoksul yaşar. Değerlerini, karakterini, şerefini satmadığı sürece bu durum böyle devam eder. Rıdvan’ın oğlu Semih de fakir doğanlardandı. On dört yaşına kadar okula gitti babasından farklı olarak. On beş yaşına geldiğinde liseye başlamak yerine çalışmaya başlamak istedi. Okulun bu bataktan onu kurtaramayacağını anlamıştı. Mahallenin kumarhanesinde getir götür işlerine bakmakla başladı. Ondan sonra Kral Necmi, -ona böyle seslenilirdi- onu pavyonuna aldırdı. Geceliği yüz lirayla çalışan Semih, on altı yaşında Kral Necmi’nin en sevdiği elemanı oldu. Racon gereği güvenilen adamların hakkı fazlasıyla ödeneceği ve her pavyon sahibinin aslında birer mafya babası olduğu gerçeği birleşince, Semih’in kaderi de belli olmuş oldu. Beraber aç yattığın, ölüme gittiğin, sevinçlerini paylaştığın ve aynı babaya inandığın insanlarla olan bağın elbette sorgulanamaz. Semih de kendi gibi olan arkadaşlarıyla özel bir bağ içindeydi. Hani bu Türk dizilerinde görülen başka bir mafyadan para alınca babasını satma olayı, Kral Necmi’nin fedaileri için geçerli olmazdı. Bir kadına yan gözle baktıkları, taciz ettikleri, laf attıkları görülmemişti kralın adamlarının. Velhasıl, şeref ve namusun en geçerli olduğu ortamlarda, adlarından söz ettiriyorlardı. Peki ne yapıyordu bu adamlar? Uyuşturucu satıcılığı, kaçakçılık, tefecilik vb.. Birçok kez düştükleri polisten türlü nedenlerle tahliye olmuşlardı. En son girdikleri iş ise istihbarat ağına takılmıştı. Her kaçakçılığın varacağı ‘’top level’’ olarak takdir edeceğiniz şey buydu. Savaşların tek kazananı silah tüccarları, yerinde duramayıp, savaş olan her yerde savaşı daha da körükleyen, ekmek parasını çıkartan –ki çoğu kahvaltıda bir dilim ekmek bile yemez- değişik insanlardı. Kral Necmi de bugüne kadar yoksulların yanında olduğunu iddia etmesine karşın, büyük devletlerin çıkarlarına ne yazık ki hizmet etmeye başlamış oldu. Ortadoğu’ya yakın bir ülkenin vatandaşı olduklarından hizmet alanı bulmakta zorlanmadılar. Kısa zamanda bilinen en büyük beş tüccardan biri haline geldi Kral Necmi. Yakalanmaları ise istihbarat tarafından gerçekleştirilmişti. İşleri bitmişti. Artık leşlerini kargalar bile bulamazdı. En azından Semih böyle düşünüyordu. Bugüne kadar girdiği işlere lanet etmedi ama. İşlediği suçların azabını hiçbir zaman çekmedi. Hayata karşı kötülük yaptığında öcünü almış hissediyordu. Onu yalnız bırakan, onu suça iten hayata… Rıdvan ise artık altmış yaşlarına gelmişti. Oğlundan bir daha haber alamayınca koyvermiş, yeni bir çocuk da yapmamışlardı. Karısı ile İstanbul’un bir semtinde emekli hayatı sürmekteydi. Gündemkonuları, semtte yaşanılan hırsızlık vakaları, muhtarın karısını dövmesi falandı.Huzurluydular.


Semih, sorgu odasında sorguya girmeyi beklerken aklına babası geldi. Kendisinin iyiliği için, kendi yolunu seçmemesi için onu okula göndermişti babası. Okula gittiklerinde derse girmeden ‘’Türküm, doğruyum, çalışkanım,’’ dediklerini anımsadı. Türktü. Sapına kadar bu vatanın evladıydı. Ama bu vatana karşı kullanılabilecek silahların tüccarlığını yapmıştı. Türklüğe ihanet ettiğini hissediyordu. Vatana karşı ihanet ettiğini hissediyordu. Askerlik çağında gayrımeşru işlere daha rahat bulaşmak için kendini okuyor gösterdiği üniversitesini hatırladı. Tarifini isteseler yapamazdı bile. Bulunduğu şehirden bile emin değildi. Bunların hepsini düşündüğünde aslında hayatının bir hiç üzerine kurulu olduğunu anladı. Babasını seviyordu, ona ihanet etmiş, onu bırakmıştı. Annesini seviyordu, ona onu sevdiğini bir kez bile söylememişti. ‘’Doğruyum’’ diyordu andımızda. Birazdan sorgu odasına girecek bir kişi için tehlikeli bir sorgulama yapacağının farkındaydı. Yaptı. Doğruysa madem, mertse, çalışkandı da üstelik, bunun gerekliliklerinin yapılması gerekirdi. Türk İstihbaratına, Türk Devleti’ne bir ihanet daha etmeyerek önceki ettiklerini unuttururdu belki hem. İnanmadığı dinde tövbe etmek deniyordu buna. İnançsızlık, mafya işlerinde olması gereken üç temel şeyden biridir. Diğer ikisi, mafyadan mafyaya değişiklik göstermektedir. Çağırdılar Semih’i. Sorgulama başladı. Bildikleri sorulara yanıt arıyorlardı. Semih bu tiyatroyu neden sürdürdüklerini merak etti, sordu. ‘’Bize her şeyi tek tek anlatacaksın’’ dediler. ‘’Her şeyi biliyorsunuz işte, Rodnak vardı, ona gidecekti mühimmat, o da oradan Suriye’ye kaçıracaktı silahları. Ondan sonrasını bilmiyorum, siz de bana onu soruyorsunuz’’ diye cevapladı Semih onları. Bu diyalogun ardından sorgu bitti. Semih’i sorgulamayı bıraktılar. Kral Necmi ve diğer adamları kalmıştı. Ağır abi pozları işe yaramamış olmalıydı. Leşlerini kargalar bile bulamayacaktı diye düşündü Semih onlar için. Biraz da üzüldü, neticede iyi adamlardı, bunca sene boğazlarına aynı lokma girmişti. Ortadoğu karmaşasında gazeteci kıyafetleriyle beraber görüşme yapmıştı Ferit, Rıfat ve Kemal ile. O günü hatırladı. Suriye’ye geçmişlerdi gece sınırdan, kara yoluyla. Silah ve mühimmat satışı için görüşmeleri gereken birileri vardı sınırın öte tarafında. Çok büyük işti ay nı zamanda ve bu işi kaptıktan sonra bütün mafyacılık faaliyetlerini sona erdirebilirlerdi. Sekiz milyon dolarlık bir işti bu ve bilmiyorlardı ki bu silahlar, mühimmatlar, en nihayetinde masum halka doğrultulacaktı. Bunu anladı Semih. Şuan nerede olduğunu bile bilmediği bir yerde, hayatının her aşamasında yoksulları savunduğunu söyleyen Kral Necmi’nin en büyük fedaisi olarak aynı amaca hizmet ettiğini düşünmüştü üstelik. Kandırılmışlığının farkına vardı. Semih, kendi iç hesaplaşmalarından bazı çıkarımlarda bulunduğu anda, babası da kalp krizi geçiriyordu evinde. Annesi hemen 112’yi arasa da babasından artık nabız yoktu. Babasının gözü açık gitmişti. Cidden, yani biyolojik anlamda açık. Semih bir huzursuzluk duydu. Tam o ana gaipten sesler duyması veya halis görmesi yakışırdı belki ama hayatta her zaman yakışan olmuyordu. Sorguları yapanlar bütün herkesi serbest bıraktıklarını beyan ettiler. Bıraktılar kulübe bozması yerden dışarı. Arkalarına bakmadan kaçmalarına fırsat bile bırakmadan da hepsini teker teker indirdiler. Devlete ihanetin, halka kötülüğün cezası budur işte. Vatana ihanet eden asla affedilemez. Semih de affedilemedi. Yaptığı iç hesaplaşmalarıyla ve öldüğünden haberinin bile olmadığının babasının ardından sonsuzluğa kavuştu.


Saçmalıklarla dolu kafamda rahat bir yer aradım; bir yazı yazmam gerekiyordu ve ben kareli pijamalarımı çoktan giymiştim. Kendi griliklerimin arasında alter egomu aradım ; asla olmak istemediğim ama kendime tepki olarak en başından beri olduğum kişiyi.

gelmiştim. Zaten şu günlerde hiçbir şey normal gelmiyordu.

Gitmek istediğimiz yerlere baktım, hayal kırıklıklarımızda da değildi. Şaşırdım, genelde buralarda gezinirdi. Epeyce aradım, bulduğumda grilerden çoktan çıkmıştım. Çılgınca akan sonsuz bir derenin ortasındaki küçük bir kayaya oturmuştu. Garip, burası onu düşündüğümüz yerdi.

‘’Bizimle ilgilendiğini düşünmüyordum, cenneti her neredeyse oraya kapanmıştı. Aksini nasıl düşünebilirdim? Çünkü her gün bitimi acıtıyordu bizi, kurduğumuz her hayal. Üşüyorduk, kafamızı toparlamak için gittiğimiz her dağ manzarasından daha parçalanmış dönüyorduk. Nasıl inansaydım?’’ ‘’İnanamazdın.’’ Gözlerini ayırdı yıldızlarımızdan, içime doğru baktı. ‘’Farkındasın değil mi?’’ ‘’Neyin?’’ Ne olduğunu biliyordum ama ondan duymam gerekliydi. ‘’Günbatımları acıtmıyor sanki artık. Geceleri rüyalarımızda da üşümüyoruz. Farkındasın değil mi?’’ ‘’Farkındayım’’ ‘’Sabahlar hoşumuza gidiyor gibi, geceler de. Göremiyoruz ama oralarda bir yerlerde olması bile yetiyor sanki.’’ ‘’Sus, biliyorum’’ Utanmıştım. ‘’Çok güzel bakmıyor mu bize?’’ ‘’Sus artık.’’ ‘’Gözleri gördüğüm en güzel yeşil.’’ Yine yıldızlarımıza bakıyordu. ‘’Biliyorum’’ ‘’Saçları yumuşak ve sapsarı.’’ Sustum, zaten konuşsam da duymazdı artık. Benim hayallerimde kendi hayallerine daldı. ‘’Sesi de çok güzel.’’ ‘’Onun hayali üşütmüyor.’’ ‘’Sus.’’

Delirmişçesine köpüren derenin ortasındaki kayaya gittim, nasılını sormak gibi bir hata yapmayın çünkü alter egom bile gerçek değil. ‘’Senlik bir yer değil, ne dersin?’’ geldiğimi fark etmemiş, irkilmişti. Bana şöyle bir baktıktan sonra gözleri yine hayallerimizdeki yıldızlara kaydı. Dudaklarındaki titrek gülümseme, endişelenmeme neden oldu. ‘’İyi değilsin’’ dedi ve iç çekti. Çirkin olan her şey karşımda duruyordu, o hep kötüydü ama gözlerindeki şey kötüden uzaktı. Benim şeytanım, elleri yanaklarında yıldızlarımıza bakıyordu. ‘’Kaybolmuştuk, peki gideceğin bir yer yoksa nasıl kaybolabilirsin?’’ Bunları söylerken gözlerini yıldızlarımızdan ayırmamıştı. ‘’Bilmem’’ deyip yanına oturdum. Aslında olmayan yıldızlara baktım ben de, omuzlarımız değdi. ‘’Tanrıya inanıyor muyuz?’’ Aslında soruları ben soracaktım; buraya onun için

‘’Sanırım inanıyoruz’’ Omuzlarımız biraz daha değdi, sanırım bana dokunmaya çalışıyordu. Buna ihtiyacı olduğunu neden düşündüm ki? O gerçek bile değildi.

Sustu. Omuzlarımız değdi. Bitmeyen sessizliğimizin ortasında ben de baktım yıldızlarımıza. Gözlerini düşündüm ; yeşili gerçekten çok güzeldi. İşte aşık olduğumuzu o zaman farkettim. Ben ve şeytanım, aynı hayali yıldızlara bakıp, aynı yeşili düşünüyoruz.


Bir yaşamı çelişkilerden arındırıp onu anlamlı bir forma büründürmenin başat ve bir o kadar da elzem olan koşulu, anlamsız bir yaşamın var olmasını sağlayan düşüncenin tasfiye edilip kişiyi anlamlı ve yaşanılabilir bir hayata ulaştırabilecek bir düşünceyi var etmektir. Düşünce, kişinin içinde bulunmuş olduğu durumu belirleyen bir unsur olma özelliğine sahiptir. İnsanın içinde bulunmuş olduğu durumun hoş veya nahoş olması, biraz da bu unsurun(düşüncenin) niteliğiyle ilintilidir. Bir yönüyle düşüncelerin ürünü olan yaşamın, nitelikli bir hal alması, düşüncelerin sağlıklı bir nitelik arz etmesini gerekli kılar. Nitekim bu noktada Mevlânâ Celâlettin-i Rumi hazretlerinin “Düşüncen konuşmana, konuşman hareketine, hareketin kaderine yansır. Güzel düşün, güzel yaşa…” vecizesi düşüncenin, insanın yaşamı üzerinde ne denli büyük bir etkiye sahip olduğunu ifade eden isabetli bir tespittir. Düşüncelerin insan yaşamı üzerindeki etkisi kuşkusuz tartışma götürmez. Bu minvalde, dikkat edilmesi ve üzerinde önemle durulması gereken temel husus, insanın yaşamında bu denli büyük bir yere sahip olan bir unsurun “NEDEN” ve “NASIL” var edileceği, var edilen bu unsurun kişiyi isabetli bir sonuca götürebilmesi için “HANGİ” özelliklerle harmanlanarak oluşturulabileceği hakkında sorulan sorulara tutarlı cevaplar verilerek, izlenecek olan yolun haritasının çıkarılmasıdır. Anlamlı bir yaşamın mimarı olan bir düşünce oluşturulurken onun reel dünyada bir karşılığının olması, yani gerçeklikle uyumlu olması lazım geliyor. Kişinin içinde bulunmuş olduğu konjonktürün göz ardı edildiği bir yaklaşım, somut bir esere dönüşmeyip salt kişisel bir fantezi olmakla yetinecektir. Bu durumun önüne geçmek için kişinin içinde bulunduğu durumu tanıması, tanımlaması ve bu bilinçle güçlü bir tutum geliştirip etkin ve verimli bir eylem sellikle hayatı yaşanılabilir kılmanın savaşımını vermelidir. Kişinin içinde bulunduğu durumun “NE” olduğunu analiz ettikten sonra “NE”lerin bu yaratım sürecine ket vurduğunu saptaması ve bunun önlemini alması önem teşkil eder. İranlı yazar ve aydın Ali Şeriati’nin “İnsan, kendisini alıkoyan şeylere ‘HAYIR’ dediğinde var olur.” özdeyişi konuyla ilişkili olarak kayda değerdir. Adına dünya denilen şu hengamede, eksik bir insan olarak tamamlanmayı bekleyen kişiyi, anlamsızlıktan azade edip tamamlayacak olan düşünce; iyilik, güzellik ve doğruluk ile yoğrulmuş olandır. Çelişkilerden arındırılmış anlamlı bir hayat bu üç öğeyle yoğrulan düşünce üzerine bina edilmelidir. Bu inşa süreci içerisinde teori ve pratik arasında derin bir uçurumun olmamasına dikkat edilmelidir. Ve William Shakespeare’inin “HAMLET” adlı oyununda geçen “Takdir hakkınızı kullanın. Eyleminizi söze, sözü eyleminize uydurun.” ibaresi bu süreçte her dem hatırda tutulmalıdır.


Çizim : Oğul Arda Biçer

itiraf etmek gerek ki alakasız arka kapaklarımızı biz de çok seviyoruz. İletişmek, hal hatır sormak için : mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.