Mevzular Derin Fanzin Sayı : 15

Page 1


Demiş Saian Sakulta Salkım, bir kısmımızın bildiği, sevdiği, saydığı ve görüşlerine değer verdiği bir rap sanatçısı. Biz ise bu konuda ondan daha şanslıyız. Ne kendimizi yakmamız, ne de kendisini yakarak öldüren Budist rahip Thich Quang Duc olmamız gerekti kendimizi anlatmak için. Kendimizi anlatmak için başladığımız ve önemli bir adetteki sayımızı önsözle çıkarttığımız bu yolda, on beşinci kez karşınıza şiir türünde Suhan Lalettayin, İdil Özeren, İrem Eyit, Mislina Bursal, Yalım Aydın, Kemal Gökçay, Enes Kurnaz, Efrahim Aslan, Müntekim Gıcırhanım, Volkan Kılıç, Emrah Karakuş, Kadir Çakır ve Harun Akhisarlıoğlu çıkıyor. En büyük temennimiz burada …on biriyle (evet gerçekten on bir) demek idi, lakin hesabı yanlış yapmamızın ardından şiir türünde on üç kişiyle çalışmışız. Öykü-denemedüzyazı türlerinde ise karşınızda Onur Aşkın, Alperen Yavaş, Seynan Konucu, Türkeş Kurban, M.C.İ, Veysel Yılmaz, Yağmur Montenegro, Can Okan, Selim Sevim, Anıl Yaşagör ve Merve Turgan var. Bunun yanında bugüne kadar çıktığımız en kalabalık görsel kadrolardan biri, çizim ve kolajlarıyla Suhan Lalettayin, Emrah Koymat ve Sena Çiftçili’den oluşmakta. Toplamda yirmi altı farklı kişinin sesi olmayı başarmış olduğumuzu da belirtelim bu sayıda. On altıncı sayımız için bizimle öykü-şiir-deneme-çizim paylaşmak isterseniz başka mevzularderinfanzin@gmail.com olmak üzere çeşitli kanalları kullanabilirsiniz. Bunun yanında eski sayılarımızı soranlar oluyor, tüm sayılarımızdan var elimizde, bunları basılı edinmek isterseniz bize yazabilirsiniz. Issuu üzerinden online olarak da issuu.com/mevzularderinfanzin adresine girip okuyabilirsiniz. Tekrar görüşmek dileğiyle, umarım ayıracağınız zamana değecek bir sayı yapmayı başarmışızdır. Tüm sayılarımızı edinmek, hangi illerde nerelerde dağıtımımız olduğunu öğrenmek ve daha fazlası için: mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfazin mevzularderin.com


(İhtişamlı yelkenlerinle kara kara masallar anlat bize süt çiçekleri! Yelkovanına dokun Tocopilla’nın ve zehrini akıt yengecin. Pir’in sazını, Bedrettin’in sözünü çal! Kör parmaklarından damlayan keçi kanları, Poe’nin tırnak batımlarına adansın ve omuzlarında sakat atlar taşısın… Mekanik baykuş türküleri, İklimlerinde ‘e’ harfinin sansürlendiği Perec imgelemleriyle, Tebrizi bebek, ahududulu ve kanatsız bir Rimbaud melek yaratsın... Ucuz insanların, ucube alışveriş öykülerine dair bir psikoloji seyrinde, Yarım yağlı süt kutularının son kullanma tarihleri (Dünyanın memelerine yolculuk – Verne ve Jules. Adlı eserinde.) Yalnızlık elbiselerinde; Maymun iştahlı çingeneler, Nazi ve yedi, sekiz, dokuz cüceler doğur bize!)

Uyanış/ Mezarında yürünüyormuş hissine kapılmak, ölmekten daha ürkütücü değil midir? Tatlı bir uykunun en bölünmez ve tükenmez saatlerinde matematiksel tablolardan hallice zihin betimlemeleri ve tiz çığlıklarla uyanmanı sağlayan, bağımsız renkli haritalardaki kusursuz amaçlar ve öngörülmemiş acılardaki sinsi pazarlıklar olamaz mı? Kâğıttan kondomlar uçuşuyordu bize dair tüm sevişmelerde ve gözyaşları yoksul ve çıkmaz sokaklarda devrik cümlelere hapsediyordu bizi. Sonsuza duyduğum acı, bir aşığın yazgısındaki gizdir. Ve bahşedilmiş tüm cennetler, ellerinle eşelediğin ve düğümlediğin topraklarımda terleyen avuçlarının özlemi ve öznesidir. Ve/ Korkarsan gölgelerinden, suretlerinde binlerce hayalet maskesi bir kâbus olarak seni beklemektedir. Kırılmaz alışkanlık zincirleri, varoluş mimarları ve hassasiyet yoksunu yapıları da sana eşlik edecektir. Ne tekil yalnızlığına izin verecektir, ne de devingen toplumsal tiratlarına… Ötekilerin postane görevlisi; ‘’Ben’’ diyecektir (eksik ve yoksunluğun ön betimlemesi olarak) birleştirmenin ve kavramanın sihirli sözcükleri ve kokuşmuş yıllardan arda kalan siyahını yitirmiş kızıl bir şarabın, sesi, sözü, rengi, zevki ve tecrübesiyim. Yalnızlık mahzenlerinde eksiğim ve bir o kadar bencilim. Maddenin çağrışımı ve mistisizm öğretisiyim. Genelleme bekçisi ve akademik unvanların hipodrom


hakemi yani. Yeteneksizliğin kulvarlarında ağlamakla meşgul sirk maymunlarının ve muhtelif muhalif tüm ötekilerin metelik dilenimi ve anaç mekaniği… Önsözleri 21’e dair tüm coğrafyaların yetkini, cezai işlemleri ve hâkimiyim. Geleneksel tüm kategorilerde insanın, bir yaşamsal karmaşa ve kaosun şefiyim.’’ Kuyuların peygamberi Rahime’nin buyruk ve serzenişi; ‘’Hastalıklı köpekleri aşağılayın ve tekmeleyin. Onlara; hastalıklı bir yalnızlığa sahip olmadığını ve olamayacağını haykırın. Absürt yazgıların ve küfürlü jargonların da varoluşları ve ikilemlerinin ‘’’’bize dair olduğunu hatırlatın.’’’’ Afilli tekerlemelerin, klişe ve klasik dönemlerin, yer altı ve yer üstü çöplüklerinin, bir nesne olarak Mecnun istidadının ve Leyla’nın feminist ölçü ve yaklaşımlarının içini boşaltmak da, doldurmak da yalnız bize özel bir özgünlüktedir. Dört elementin ateşkes ilanlarında adımız geçmese de, bilinçli ve akılcı bir tercihin sonucu olduğunu bilmelisiniz. Bizler, yalnızca maske ile ilgileniyoruz. (yani birey tamlaması ile) Söylemler, yüzeyler ve detaylar pekâlâ konusu olabilir ve süzülebilir sanat ve felsefenin ucuz madencilerin parıltılı emeklerden ter damlaları ile alınlardan ve ak yelkenlerinde beyaz kâğıtlara aktarılmamış yazılarından yoz karanlık geçitlerin çıldırtıcı bilinmezlerine… Tükeniş çığlıkları atacaksan bir melodi olmasına ve özerkliğinin bizim kuyularımıza sarkmasına izin vereceksin. Hoyrat sevişmeler betimleyecek ve kalbinin ışıklarını söndüreceksin.’’ Çocuk sesli, şair ve eylem bilinci ile muhteşem bir marki Phenex; ‘’İhtiyacımız olan kusursuz bir zihin ve beden örneği değildir. Katkısız ve kimyasal madde bileşenlerinden uzak çöl kumlarındaki değirmenlere karşı atılan kılıç darbeleri, kapı eşiklerinde ömrünün, sembolist şiirlerin yalın ve tekin çözümlemesinden ibaret olmalı. Duyabiliyorsam seni, ne kulakların, ne de ruh çıkmazlarındır sebebi. Rüzgârla dalgalanan baharın saçlarından kalbine saplanan sezginin ve duygusunda onulmaz bir merhametin kanatan ve kanayan akışkanlığıdır. Mavi denizlerinde gözler barındıran kadının şiddete ve kendine mektup yazmasına varacak yönelimine dair umut ışığıdır. Uyuyuş/ Tebessümlerle karşılandığım ölü sevici bir sirk masalında (ışıksız ve köhnemiş odalarında yeryüzünün) yeşil gözleriyle yavrularını kucaklayan kuzgunlara bak derim. İskambil kâğıtlarında resmedilmemiş pervaneler, kahve tiryakisi çelimsiz ve siyahi bir kadının kollarıdır. Tanıdık yüzlerde aranan kirli sularında parıltı, aynalı tuvaletlerde uyanan sarhoşların kafa karışıklığıdır. Toplum üst katlarda bir değer biçemiyle dekore edilmiş aile salonlarında belirir ve itina ile akşam yemekleri söylenir. Geceye doğru, birinci tekil şahısların vatkalı ve ütüsüz benekli gömlekleriyle, seyirciler-alkışlar-cilalı sahne perdesi ve açılış… Anadolu-caz, sevimli hayalet Casper ve diyar-kanlı-hicaz, savaş tanrıçası bedelli İlyas, Kübrick-87fullmetaljacket aslanları-tank kahramanları, katarsis-hayvan barınakları, rakı kadehlerinde sosyalist Kadıköy akşamları, am-meme-kol-bacak-kulak oyuncakları, radyo ve televizyon frekansları kolordu başkanları; gez-göz-arpacık, buzdolabı karları, hışırtılı, cızırtılı… Haz ve federal orgazm anayasası... Bandrollü, hastalıklı, ucu ıslak sigaraların kirlenmiş çarşaflarda, bozuk İrlanda aksanları, natüralizm, siyahlık, beton yastık, kokuşmuş, leş kargalarına afiyetle sunulmuş, rivayetler unutulmuş. Vasata indirgenen, vasat bir sıfat gönlü saf model sufilerin mirası; süslü âşıklar ve inşaat kalasları, Don Juan’ın pervaneleri ve insanlıkla imtihanı. Göz arpacıklarında yağmur bulutlarıyla meşhur bataklıklar şehrinde, yatılı okul göçmenlerinin batık gemilerinde ve körebe


oyunlarında bir öğle vakti intihar seyrinde buğulanan, buz kesen, ellerimiz-ayaklarımız yalnızlığa kazınan. Mor halkalarında ölü göz çukurlarından sevişme çığlıkları duyulan. Söylemler; salgın bir hastalık bu! Dikkatsizlik; meydan okunacak, işaretlenecek ve sökülecek parmak uçları. Gök siperlerinde yankılanan mavi megafonlar ve ucube aşk ilanları; haykırışlar ve su perileri; sevgisizlikten kuduran insan ve oğlu ve kadınları.

Beş lira abi! Beş liraya olmaz mı? Sıkı pazarlıkçıydı çünkü. Hicap duyuyorum gayri. Betimleme satın alacağım kendime. İçtiğim şaraptan kaliteli olmalı zira, bu devirde bunlar para ediyor. Ne kadar betsin; o kadar etsin. Bir nevi takas abicim; hani bilirsin sıkı pazarlık etmeyi severiz. Çok betler be abi, betim betim betimliyorlar beni. Nasıl diyeyim bir nevi ölçü birimi herhal. Üç betlik adamız be abi, beş betlik olsak keşke. İnsan bu sonuçta tarttı mı tartarsın. Üç hokka beş hokka neyse artık! Ben küçükken mesela, öngörmemişler beni. Onulmaz bu demişler. Nasıl yani? Aynen öyle. Bir tür hastalık. Kırdığın zincirlerin kırılmaması sendromuymuş. Sana dokunmayan yılanın bana dokunmayan yılanla akraba olması kadar da normalmiş. Herkesin zinciri kendine en nihayetinde. Biz var mıyız abi? Aksi yönde duyumlar alıyorum bu sıralar. Orospunun birisi öyle buyurmuş ya; götüme göt diyenin götüne koyana götümü veririm demiş. Çok matematiksel seksler bunlar abi. Tutup birine x desen öyle üstlenir ki bunlar logaritmik siyasi krizler çıkar piyasaya. Tutup nota verirler adama. Doooooo! Beni hiç köpek ısırmadı biliyorsun. Isırsaydı saklamazdım. Zira bu köpek beni niye ısırdı demek kaç yıldan başlıyor kimi anayasalarda diye zahmet edip düşünemedim. Ama şu son günlerde ağzım köpürmüyor değil. Salgın var diyorlar. Bütün Çinliler aynı anda osurmuş mu öyle bir şey olmuş. Kokusunu duyan itfaiyeciler uyuyunca yangın sarmış çölü. Çöl yanar mı hiç deme be abi. Çöl de yanar, balıklar da boğulur. Değişmeyen tek şey değişimin kendisinin değişme ihtimali olduğu kadar değişmeme ihtimali de olduğudur. Bir de kargaya hiss dersen sana diss der. Gak gaak! Neyse abi, üstü kalsın. Betlerine silikon taktırırsın.


şuh verven, bir kaleydoskopla bakılan telekinetik sinestezi servikal ekstansiyon ve adını bilmediğim kadınlara şiirler yazan haydut bilumum hastalıklarımın nedenidir, olasılara davetiye kaçanın vurulduğu yerlerden ıssız adalara darbedir devşirmeler eskilerden yenilere imrenenlerin kalacağı esaretlere gebedir mahallemiz burjuvazi itençlerine itilenlere pejmürde ve bayağı deriz ki hala ellerimiz donukluktan mor, itilmişlikten bez çantalarımız beyaza çalan rengini kaybetmiş ve bir dokunaklı keriz bahsetmekte esrikliklerden sabahları üstünde batist-penyuar başka baharların ayak sesleri ta afrikalardan o aradığınız şimdi, eski adıyladır farsça yoğunluklardan yoğunluk beğenmiştir kendine ve hep oradadır cinsiyetsizliğiyle bürünmüştür keşmekeş bir palyaço kimliksizliğine en umulmadık yerlerden uzanarak alır masasında son unuttuğunu kitabını kandırır kendini birkaç dolar fazla paradır alacağı bu mesajların altında yatan anlamlara son verme hastalığıdır tutulacağı altı üstü kıskançlık varoşlarda en ağır temayülü ruhun bir de yalnızlığı çekilir kılan motor sepeti taşınanlarından para kazanılması sekizbeş işlerde bahsedilen kelimelerden belirli çıkarımların yapıldığı toplantılarda mahalleye sosyolojik bakılır ve ardından mahalle kaybedilir aksak ritm rap şarkısıyla talan edilir etraf bertaraf sustalı bıçak ve bardakta çekilen madde satışları artacaktır doğal olarak artık otosansür uygulanır oldu teokratik yöntemlerin arasınıfsal etkilenimleri üzerine demeçler verenlerin ne derece kaale aldığı uygulamalardan tekidir imrenenlere imrenilenlerin dur demesine imrenilecek hale geldiysek sorumlusu rektör ülkeyse üniversite ama ikisi de değil birbirinden daha iyi fayrap kaçışmak, fayrap sevişmek, fayrapi kışkışlanımlar bazı kişileri cezbeder diğerlerinden ziyade ülke bayraklarına saldırının olası tehditleri vardır herkesin kutsalı olan bazı ekonomik sistemlerden ziyadesiyle mahkum yaşayanlar güzel şiirlerden mahrum sayılabilirse de onlar hayatlarından memnun ve olmaya gerek yok meftun


yapılmaması uygun bulunmayan şeyleri ima ettiğimde bir kez daha dışlanırdım hadi fanzin parasını bıraktım yine iyisin bu işportadan gelen paralar yetmez evet yetmez abi bunları yol parası yapıp bizim bunak ile yol yapacağız daha olduğunu nerelere bilmediğimiz yerlere sırt çantalarımızla illegal sayılalım amacıyla maslahat-ı amme yani amme hizmeti bunlar hep kamu yararına olan şeyler hangimizdeydi el evet biraz daha devam edelim sonra kalkar neden on beş liraya yemek yediğimizi fakat bunun bizim tarzımızı bozmamak için gerekli olduğunu siktiriboktan şiirlere neden mi saygı duyduğumuzu ha dersen bu konuyu şöyle açıklarım her farklı söz yazıp araştıranlar şiir her saygı duyulan kişi şair değil belirli kaidelerle hareket edip fok balıkları fotoğraflarını faytonlarda elinde taşıdıklarını söyleyenler, ipekaların hepsini sizler için aldım sizleredir bütün bu ölüm saçan taramalı makinelerim aşifte seni! ama o laf kadınlar için denir geceleri sahillere çıkılamayan şehrin kadınları münezzehtir deniz özgürlüğünün getirdiği necasetten kürtçe de, bir seni sevdim bir seni sadece seni bu şehrin olamayan kıyılarına varolacak bütün özgürlük sistemlerinin getireceği olası etnik ayrımcılıkları reddederek sevdim kürtçe de, neden münezzeh ve neden necaset olarak tanımlanır kevaşelerin argosunda bazı karlofçacı büyüklerin psikoanalitik eleştirileri biçimciliğe neden kayar? öncü olmak bir konuda özellikle bütün bilgi kaynaklarımı safça önüne sunmak ve bunlardan bahsetmek rus argosuna yakın bir yerde olup rus gece hayatına ilgi duymak ve moskova metrosundan indiğimde seni fethedeceğim moskova diye bağırmak hangi şov inancına sığar veya sığacaktır eğer kendim bir şey oluşturmasam bunu da içine dahil etmesem ve dünyam sadece görünenlerden ibaret olsa, olsa.


Güneş tepede Atlarımı çiftlikte bırakmış, Saçlarımı kurdele yapmıştım. Bir meşe ağacı altında tecavüze uğradım. Beni tam eğilirken yakaladı. Şeker kamışı almak için yere çökmüş, hayallere dalmıştım. Arkamdan sarılarak kollarının arasında hapsetti. Nazikçe kulağıma fısıldadı: Üzerinde çiçek yapacağım… Cehennem sıcağı bir sabah, bütün ağırlığını üstüme verdi. Kavurucu toprak sırtıma yapıştı. Küçük memelerimi var gücüyle sıkıyordu, canım o denli yanıyordu ki zar zor ses çıkartabildim. Çiçekler hehehe güzel, küçük çiçekler diye sayıklıyordu. Domuz gibi terliyordu. Teri ağzıma sıçradı. Hayatımda bu kadar çığlık atmadım. Yüzü… Vücudu… O denli kızarmıştı ki. Arkasından parlayan güneş, yüzünü görmemi engelliyordu. Devasa bir göbek ve yumurta şeklinde bir kafa . Beyaz bir sıvı yüzüme fışkırdı, nerden geldiğini anlamadım.

Yüzünü zihnimden atamıyorum. Hatırlayamadığım bir yüzden korktum. Hatırlamak istemediğim bir sabah, hatırlamak istemediğim bir sabahın yüzü. İşini bitirdikten sonra küçük bir cep çakısı ile göbek deliğimin biraz üstüne bir çarpı arttı. Sayıklamalarımı kesmek için sus yoksa dilini keserim dedi boğuk bir sesle. Attığı çarpıya baktı, sırıtarak gözlerime baktı. ‘’Artık kutsandın’’ dedi. Ter gözümü yakıyordu. Bir an sesimi kaybettiğimi sandım. Birdenbire pantolonunu çekip kemerini bağladı ve var gücüyle uzaklaştı. Uzun otlar arasında kayboldu… Birkaç saat boyunca yerimden kalkamadım, kalktığımda ise eve doğru ağlayarak koştum ama evde kimse yoktu. Soğuk suyla yıkandım. Gözyaşlarımı görmemek için suyu kapatmadım. Güneş hala tepede . Penceremden bakıyorum, kuşlar hala uçuyor, otlar rüzgarda dans ediyordu. Şeker kamışı toplamak için çok sıcak olduğunu evden çıkmadığımı söyleyeceğim. Vücudumdaki çarpıyı annem er geç gördüğünde kutsandığımı söyleyeceğim. Atlara yem vermeye, süt sağmaya devam edeceğim. İçimde ne kaldıysa yaşamaya devam edeceğim. O an anladım ki cehennem bir sabahtı…


“Biz doğduğumuzda maktul, büyüdüğümüzde de katil oluyorduk. Yani senin anlayacağın biz ‘eden bulur’ dünyasında değil de bulanın bir gün mutlaka edeceği bir dünyada yaşıyorduk.” Bu sözlerin tesiriyle oturduğum yerde dikleşme ihtiyacı hissettim. Amcam hapisten yeni çıkmış birine göre ne kadar rahat konuşuyordu! Sanki içerideyken ruhu hiç yıpranmamış, sinirleri hiç gerilmemiş, kaderi bütün bu söyleyeceklerinin kusursuzluğuna bağlı olduğundan aynı sözleri içinde defalarca tekrarlamış gibiydi. “Hala böyle kapalı konuşmanın bir anlamı var mı?” diye sordum ona. “Gizli saklı eylemlerimizle geçen yıllar bize şüphesiz kapalı konuşma ihtiyatını da hediye etti.” Ve kısa bir gülümseme. Sonra tekrar ciddileşti. “Baştan sona merak ettiğini tahmin ediyorum.” “Çünkü hiçbir zaman anlatmadın.” “Uyduruk bir bölme arasında zorla akan kelimelerden oluşan ‘görüşme saati’nde mi anlatacaktım? Anlamazdın. Ve kaldıramazdın da. Şimdi ise iyi dinle: 11 yaşındaydım, keza baban da öyleydi. O yaz deden çalışalım diye bizi iki sokak arkamızdaki Gregor diye bir Rum berberin yanına çırak olarak göndermişti. Hani bir çocuk 10’lu yaşlara gelince babasının her şeye gücü yeten bir süper kahraman olmadığını anlar da hayatı boyunca sevip örnek alacağı bir idol arar ya, Gregor da benim idolümdü. İlk tanıştığımızda bu günümüz toplumunun ezberletilmiş, leş aklından ve de ahlakından daha fazlasına sahip olamadığım için ondan nefret etmiştim. Ama şimdi anlıyorum ki Gregor olmasa öğrendiğim, sahip olduğum ve yaptığım şeylerin hiçbiri olmayacaktı. Dedenle anlaşmalarına göre Gregor çırak olarak sabahtan öğlene kadar beni, öğleden akşama kadar da babanı çalıştıracaktı. İşin 3. Gününde baban sabah vakti arkadaşları ile oynarken ağaçtan düşüp ayağını kırdı. Onun bahanesiyle de bir daha hiç dükkâna uğramadı. Ben ise o günden sonra hep sabahtan akşama kadar çalıştım. Zaten Gregor’un tabiatı ondan çok uzaklaşmama izin vermiyordu. Robotları bizim çocukluğumuzdan da eski zamanlarda geliştirip gizlice sokaklara salmadılarsa eğer, Gregor benim hayatım boyunca gördüğüm robota en çok benzeyen “şey”di. Duygusuzdu, profesyoneldi, her an tetikteydi ve aynı zamanda büyüleyici bir entelektüeldi. Bana ilk kez tecavüz ettiğinde kendimi artık hiçbir işe yaramayacak olan, acziyetle dolu harap bir et yığını olarak sandığımdan dükkânında saatlerce ağlamıştım. Ben ağlarken bu sırada o da bana kendisinin ilk kez tecavüz edilme hikâyesini anlattığında üzüntümün ağırlığı nefretimin yanında kaybolup gitmişti. O sıralarda


başta da dediğim gibi çok büyük bir cinayet zincirinin ortasına düştüğümü sanıyordum. İçimdeki çocukluğu öldüren adamın çocukluğunu da bir zamanlar başka biri öldürmüştü. O da onların yolundan devam ediyordu. Kahroldum, haftalarca tuvalette dikeldim. Başkalarına söylememi engellemişti. Birkaç defa daha tecavüze uğradım. Sonra ise işler değişti. Yanında kaldığım uzunca bir süre şokumun ve hayal kırıklığımın etkisiyle dediklerini hiçbir zaman özenle dinlememiş, kendisini tek düşmanım bellemiştim. Fakat bütün günü beraber geçirip de düşman olmanın zorluğundan, zamanın mucizeleri bir koşuşta kolaylıkla alışkanlıklara çevirme kuvvetinden olsa gerek bir süre sonra onu dinlemeye başladım. İşte fark etmesi zor olan gerçek şimdi tam karşımdaydı: Gregor en başından beri benim iyiliğim için çaba gösteriyordu. Sana tekrar söylüyorum, büyüleyici bir entelektüeldi. Ondan o korkutucu kalınlıktaki ciltli ansiklopedilerde bile doğru dürüst yazmayan tonlarca şey öğrenmiştim. Ama şüphesiz içlerinde en önemli yere sahip konu Antik Yunan’dı. Antik Yunan Gregor’un en sevdiği konuydu, uzmanlık alanıydı. Üstelik herkesin hemen ilk olarak aklına getirdiği gibi konuya Sokrates’ten Platon’dan girmez, Antik Yunan’ın emekleme dönemlerinden nasıl bugün herkesin hayranlıkla baktığı bir medeniyet haline geldiğini anlatırdı. Antik Yunan’ı çok sevmesinin nedeni de kuşkusuz hayatımızı adadığımız öğretinin kökenlerinin onda yatıyor olmasıydı: Pederasti. Bahsettiği şüphesiz buydu. Yunan atalarımız da bizim günümüzde en çok sıkıntısını çektiğimiz konulardan biri ile cebelleşiyordu: Ellerinde önemli hiçbir amacı olmayan, kişisel zevklerini mümkün olan en üst seviyelerde yaşamaktan ibaret bir dünya görüşü olan, zevkleri de seks ve kadınlarla sınırlı kalmış sığ bir gençlik vardı. Bu gençliğin üyeleri yetişkin olduklarında da ya içkinin kuyruğuna takılıp ölüyor, ya da kadınlara asalaklıkla bütün vaktini tüketip bitiriyordu. Devletine faydalı erkekler yetiştirmek adına Antik Yunan Pederasti fikrini ortaya attı. En azından asker yapacak erkeklerini kurtarmışlardı artık. Pederasti felsefesinin sorunlara çözümü, hayranlık duyulacak cinstendi. Eğer elinizde aklını seks ve kadınlarla bozmuş bir oğlan çocuğu varsa bunların ikisini de onun elinden alarak onu çıldırtmak yerine birini yok ediyor, diğerini de bolca vererek onu doyuruyordunuz. Pederasti’nin belirttiğine göre gerekli yaşa gelmiş oğlan çocukları eğitim için askeri bir okula alınırdı. Burada Yetişkin ve yetenekli savaşçılardan askeri eğitim alırken aynı zamanda onlarla cinsel ilişkiye girerlerdi. Her potansiyel askere bir eğitmen düşmesi şarttı, böylece bir sevgili-öğretmen yaratarak bir insanın hayatta en çok ihtiyaç duyduğu iki şeye tek koldan yardım ediliyordu: Sevgi ve bilgi. Erkekler bilgi peşinde kendinden önce gelen diğer erkeklerin kitapları çevresinde koşmakla bir kadının sevgisi ve şehveti peşinde koşmak gibi bir ikilemde kalmıyordu artık, tüm ihtiyaçları kendiliğinden doyuruluyordu. Karşı cinse olan hastalıklı ilgi kesilince, gerçek dünya bu zamana kadar onu kapatmış olan gri bulutların arasından göz kamaştırıcı bir biçimde açığa çıkıyordu. Gregor bana bunların hepsini özenle anlatmıştı. Ben de bunları dinlemekle kalmadım, içselleştirdim ve gelecek için bir hedef haline getirdim. Antik Yunan’da bu öğreti için bir okul olması ne kadar iyiydi! Şimdi ise okulu bırak, Gregor’un yaptığı bireysel emekler bile yasaklanmıştı. Modern zamanlarda insanlık sorunları çözmeye değil de en mükemmel şekilde saklamaya büyük bir çaba harcamıştı. Bana göre bu, değiştirilemez bir şey değildi. Antik Yunan pederastisi birebir şekilde olmasa da günümüze uyarlanmış bir şekilde küllerinden tekrar dirilebilirdi. Bu düşüncelerimi –maalesef ki- hiçbir zaman Gregor’a açamadım, Benim eğitimimin neredeyse sonuna geldiğimiz bir zamanda Gregor, ders vermeye çalıştığı başka bir çocuğun babası tarafından vurularak öldürülmüştü. Toplum hiçbir zaman onun sakladığı yüzünü görememişti ama Gregor’un ölümü benim çok önemli bir şeyi fark


etmemi sağladı: Her ne kadar Gregor gibi soğukkanlı ve profesyonel bir kişi de üstlense, bu iş bireysel çabalarla sonuç verecek basitlikte değildi. Hikayeme ‘Ve sonrasında adını Pederasti Cemiyeti koyduğum gizli bir örgüt kurdum’ şeklinde devam edersem bunu çok basit gerçekleştirdiğim sanılabilir. Her ne kadar gerçek tam aksi şekilde çok sancılı ve zorluklarla dolu bir kuruluşa işaret etse de anlatmak istediğim kısım cemiyetin başlangıç dönemi değil. Başarıya daldaki meyveyi koparırmışçasına basitçe ulaşmış olan yükseliş dönemimizden bahsetmek istiyorum. Gözlerinde biraz olsun zeka parıltısı bulundurup da ergenliğin yüklemeye başlamış olduğu hormonlarla başı belaya girmiş (veya girmeye hazır) olan oğlanları sokakların arasından bir bir bulup onlarla bir şekilde iletişime geçiyorduk. Sonra cemiyetteki gönüllü bir arkadaşımız oğlanla bir şekilde samimi bir ilişki kuruyor ve en sonunda onu kandırarak cemiyetin gizli binasına gelmeye ikna ediyordu. İlk zamanlarda kilitli tutmak ve gözlerini açmaları adına birtakım ufak işkencelerden geçirmek pahasına da olsa, bu oğlanların bizi anlamalarını sağlıyorduk. Daha sonraları ise kapıları kilitlememize gerek kalmıyor, hepsi kendi isteği ile sık sık uğruyordu. Mezunlarımız kilitli kaldıkları bir dönem dışarıda ‘kayıp çocuk’ olarak geçseler de topluma tekrar kazandırılacakları vakit hiçbir şey olmamış gibi tekrar ortaya çıkıyor, nasıl kaybolup başına ne geldiğine dair rastgele bir hikaye uyduruluyor ve mezun, eski hayatına eskisinden çok daha başarılı ve topluma faydalı bir birey olarak dönüyordu. Mezunlarımızdan içlerindeki sanatçı yönü, bilimci yönü, felsefi yönü ve hatta sportif yönü keşfetmemiş ya da ilerletmemiş olan neredeyse hiç yoktu. Hepsi, dışarıdaki başarılı hayatlarıyla gözlerimizin önünde bir zafer anıtı gibi dikiliyorlardı. Sistemin her dişlisi bin bir emekle özel olarak üretilmiş gibi tıkır tıkır işliyordu ve biz, bu Pederasti Cemiyeti, neredeyse ümit kesilme aşamasına gelmiş bir toplumu ıslah etme adına küçük ama bu zamana kadar hiç atılmamış önemli Çizim : adımlar atıyorduk. Her şey bir rüya gibiydi ve Sena Çiftçili ben bu rüyanın sahibi, kurucusu ve patronuydum. Mezunlarımızdan bir mahalle oluşturarak hayalimdeki toplumu aynanın içinden yeryüzüne taşımak üzereydim ki polis bizi enseledi. O görkemli günlerine ve başarılarına bakılmaksızın Pederasti Cemiyeti dağıtıldı. Bir şekilde yakalanacağımızı anladığımız zamanlar başarılı bir manevrayla gerçek işlerimizi saklayarak kendimizi uyuşturucu ticaretinde gibi gösterdik. Polis bir uyuşturucu çetesini dağıttığını sanıyordu ve ben elebaşı olarak 25 yıl hapis cezası yemiştim. Babanın olaylara anlam verememesi de bu yüzdendi, çünkü benim ticareti bir yana hiçbir zaman uyuşturucu kullanmayacağımı biliyordu. Şimdi, hikâyeyi sonunda öğrenebildiğin için mutlu musun yeğenim?” Vücudumda kusma ihtiyacından daha yoğun hiçbir tepki olmadığından koşarak tuvalete gittim. Lavabonun aynasında içinden ruhu çekilmiş bir yüz beni karşıladı. Aklımda yalnız tek bir soru vardı: Yıllarca amcam sandığım bu adam kimdi? Bir katil miydi? Bir sapık mıydı? Yoksa söylemekten ve kendime itiraf etmekten çok korksam da, bir dahi olabilir miydi?


-telefon çalıyor 03.05, saat 17:24, açıyorum. "bu akşam içelim mi" diye soruyor. sesindeki titreme, reddetmemem için yalvarır gibi. onu ilk gördüğüm zaman da böyleydi, tanrı, onu bir şeyleri vaktinden önce gerçekleştirmesi için yaratmıştı belki belki de tanrı, onu, vaktinden önce yarattığı içindir. kökeninin neresi olduğunu sorduğumda, "egeliyiz!" demişti, dudağının kıvrımında gülümseyen bir acele vardı sanki.. besbelliydi, egeli değil de, tezcanlıydı o! "kuru mu, ıslak mı" diye soruyorum. "fark etmez" diyor. "tamam" diyorum, "rıhtıma gel" aceleyle atıyorum kendimi sokaklara, köşedeki bakkaldan bira, çerez kapıp yollanıyorum yanına. her zamanki gibi benden önce varmış, oturmuş, saçlarının rüzgarla dans etmesine izin veriyor, gözleri denizin içinde. deniz, onun ayaklarının ucuna değebilmek için hiddetle yükseliyor. o, denizi değil de, deniz onu izliyor. çöküyorum yavaşça yanına, yavaş yavaş anlatıyor, ben birayı içiyorum, o, beni. bir bira daha açıyorum, bira köpürüyor, taşıyor, yere akıyor. köpürüyorum dinlerken, taşıyorum. ayağının dibine düşüyor sanki bedenim. "olmadı" diyor. "kendimi sevdiremedim ona"

o'nu gördükten sonra nasıl kayıtsız kalabilir, aklım almıyor. o'nu henüz ikinci görüşünde sevmekten başka seçenek kalmıyor. dikkatlice gözlerine bakınca, göz pınarlarındaki vanilya bahçelerini görüyorsun. herhalde kör lan bu! diye bağırıyorum içimden, sessizce. öyle güzel söylüyor ki; isminle seslense, ismin fiyakalı oluyor.. ismin güzelliğinden utanıyor, yanakların gül kırmızısına çalıyor. öyle güzel. hem kör, hem sağır olamaz değil mi? anlatmaya devam ediyor, anlattıkça sesi titriyor. içimdeki balta girmemiş ormanlara dozer giriyor sanki. "niye güldürdü o zaman beni?" diyor, kirpiklerini ıslatıyor gözleri. nisan yağmurları akıyor, ilk muson yağmuru toprağa düşüyor. eteklerine akıyor yaşları, taşlara değiyor. bir karıncanın sırtına düşüyor, karınca ediveriyor tanrı beni.. taşıyamıyorum sırtımdaki ağırlığı, eziliyorum. "kesin burç evresinden" diyor. "ne evresi?" diyorum. "venüs" diyor, "ilk zamanlar olacak gibiydik, venüs 41 günlük değişim evresine girince o da değişti" "ne değişimi" diyorum, "ne venüs'ü, koskoca venüs ne yapsın sikindirik ilişkinizi" "öyle deme, "ilişkinin akıbetini bunlar belirliyor." diyerek karşılık veriyor. lan, diyorum içimden, saldırmaklıyım. hay diyorum, evresini sikeyim. ondan mı ağzıma sıçtın, diyorum kendi kendime. sinirden ağlamaklıyım, venüs'ü bulsam sikecek kıvamdayım. -denize bakıp, biramdaki son yudumu alınca geçiyor, sakinleşiyorum. "zaten sevmezdim venüs'ü, bok gibi gezegen." diyorum yüksek sesle. "muhtemelen sayın tanrı, onu tuvaletteyken yarattı..".


Hızlı hızlı merdivenleri çıktıktan sonra palas pandıras eve giriyorum. Kanepede oturmuş; ayaklar baş, başlar ayak olmuş! Yat hayatım yat, sana da bu yakışır. Uykulu gözlerini bana deviriyor; elinde ödünç verdiğim çizgi roman, yarı açık. Kafasının karışıklığını gösterircesine birbirine girmiş saçları gibi, romanın sayfaları da havada asılı, birbirine karışmaya çalışıyor. -Dışarı çıkacaktık, hazırlanmamışsın. +Canım istemiyor. Beni bilirsin işte. Sen çık istersen. Sahi, bilir miyim seni? Kendimi bile bilemezken? -Hâlâ bitirmemişsin kitabı, ben yeni bir romana başlayacağım. +Oha! O kadar kısa mıydı ya kitap? -Evet o kadar kısaydı aslında; bomboş, çorak Anadolu topraklarını anımsatan uzun, beyaz sayfalar üzerindeki garip kelimelere uzun uzun bakıp kafa karışıklığıyla duraksadığım halde bir saati bulamadı bitirmem. Ben miyim bunları söyleyen, yoksa yazar mı? Bunlar benim kelimelerim mi? Çıkıyorum dışarı, üzgün, kendine güveni kırılmış, yalnız. Silik biri miyim ben? Derinlere, derinlere, derinlere inmem lazım. Köşeyi dönüyorum, işaret yer altını gösteriyor. Fazla düşünmeden başlıyorum inmeye. Yürüyen merdivenlerde yürürüm ben, sabırsızımdır. Bu sefer daha hızlı yürüyorum, derinlere inmem lazım.

Belki de Simurg’u arayan kuşlardan biri olmalıyım, kim bilir? Bütün bu soruların cevabını O verecektir biliyorum. Ama dedim ya; sabırsızım, yolun yarısında geri dönenlerden olup telgrafın tellerine konuyorum. Vagona giriyorum. Kapılar kapanıyor. Acaba kapılar kapanmasaydı da metro öyle gitseydi, dilimi dışarı çıkartıp izleyebilir miydim kara koridorları? Ya da metronun hızına dayanamaz ve kalkar mıydım tellerinden telgrafın? Yoruluyorum kendimi aramaktan, Simurg gelsin istiyorum. Metronun camından kendi yansımamı izliyorum. Şekil verilmiş saç, kulakta kulaklık, ciddi bir surat. Üzerimde sıradan bir deri ceket var, sıradan bir kot pantolon. Sıradan biri miyim ben? Hoşuma gitmiyor bu soru, başımı çeviriyorum. Oha ne gü-! Hayır, benim sevgilim var. Kafamı diğer tarafa çeviriyorum. Ama bir an iki vagon yanda sıradan ben’in bir kopyasını görür gibi oluyorum. Aynı kıyafetler, aynı çanta, aynı renk kulaklık. Aynı sıradanlık duygusu ve hoşnutsuzlukla başımı geri çeviriyorum. Metroyu bilirsiniz, bakacak çok fazla şey yoktur. Oha ne güzel! Hayır! Oha ne güzel kız! Ve incelemeye başlıyorum; kıvırcık saçlı. Renklerin birbirine karışmadan iç içe girdiği kolyesi gözüme takılıyor. Elinde bir fanzin. Göz göze geliyoruz, gözleri büyük, gözlerini kaçırıyor. Sempatik, kendine güvenen, anlayışlı bir ben olmaya karar veriyorum. “Merhaba” diyorum gülümseyerek, “o fanzinde benim de bir yazım yayımlanmıştı.”


beyaz karışmış buklelerini kaplanlar görse bineğin olurlar gizliden şiir yazar gibi bakıyorsun başka dillerde kelime karşılığı olmayan kelimelerle annenden utanarak tüm eksiklikler rağmına örtünle aldığın çerçeveye yerleştiriyorum portreyi, siliniyor .. hardal rengi gömleğimle ben siliniyorum orada. bazı sabahlar her şey siliniyor yalnız başıma beklerken ayaklarımı boşlukta sallarken ve tozul saçlarını örerken hep heycanlanıyorum göğsüme üç kafama bir kurşun sık ama sırtımı boşlama ya gelişini ya gidişini göremiyorum başka şeylere dalarım para sayarken bıraktığın kokuya el titremelerine tehlikeli karelere yerleşiyoruz çok uzun namlulara göğsüme üç alnıma bir kurşun sık ama sırtımı boşlama bana arkamdan sarılsana. kalbimdeki pis pıhtıya batırdım kalemi zimnî yezit sevgisine şeyimde meniyle mi namaz kılıyorum ben de aşağılanınca ağlıyorum beş dakka. (senin gözlerin bulutların hangi rengi? ) notalar dökülüyor fistanın yere düşerken / kaldırırım aşkı \ şarap meclislerinde fısıltılarında sakînin sürahisinde orkestralarda. aşkın orkestrası yok ki


Cihan harbi bitti de Cihan harbi üzgünü şiirler bitmedi mi der ruhum Nefsimse Bir Yudum Daha Alır Ta ki dedi adam coşkundu Hayda diyen dayaklı Güzel Avratotu Bunak, Şiiri kiminin anlaşılmama çabası sanan Erken yaşlandı Banaysa kelimeler Öyle parayla gelmez Zaten Şair caddeleridir Gün içerisinde vaktimi geçirdiğim Ritmik kafiyelerde tüyler diken İken Deniz boş şimdi Bir şişe daha şarap açmaya yorgun Aşık içmiş rakısını Haplar birilerinin midesinde Aşkları bende Onları ben biriktiririm Ginsberg’un dudaklarından öperim hepsinin yanaklarından Kolayca pes etmeyen Kolayca güldürülemeyen Kadınlar karşısında

adamlar Kendini Kolayca KoyuVeremeyen dostları ben bulutlarda teraziledim Ya Öyle işte Kibrimden tırnaklarken sen ben tırmanıyordum Yaylılar Arkamdan koşuyordu Sizin düşünüzde Ben atlar koşturdum Ne diye diz çökeyim Acınası fikirlerinin çamurunda Ben Bir KurBağa olmayı Unuttum. Ya işte öyle dostum. Moliere’i bilir misin? İlkokulda hangi cumhuriyetçi beynini yıkadı Lisede hangi devrimci Ve hangi kısmında mahsur kaldın Tanrıdan bahseden orospuçocuklarının Kusulası kavgasının Hangi öğrenci evindeydin Hangi şairi küçümsüyordun Beni Keşke Küçümsesen Diyen kamışlara aç bir nefeste hangi notasın Boğulana kadar duman solumakta Yarışır Mısın Hayalimle?


? benim şeytanım sizin şeytanlarınıza benzemez yaktım mı iş bilmez paradigmalarınızı çuval dolusu kuşkonmaz hayrına yahut umurundaysa avelin kusmuk kokan labirent sokaklarına yalın ayak yazılmış bir şiir haybeye okunurken şairini bizzat özürsüz yakabilirim yuhalanmaktan doğrulamayan beli, kuluçkasında şans eseri edimleri bitmez güneş yanığıyla tanışık sanatzede müsveddesi özeğini baştansavar lavantalı çamaşır yumuşaklığında çiğ jantlarına üfürülmüş floral nefesler rekafatında süslemeğe alınmış kıtipiyöz kırbacının tam şak ettiği esnada, öğrendikçe demir ile pamuğun eşitsizliğini şiirde korkarak sağlamanın etkisiyle hiçbir şeyliğin bana vermiş olduğu yetkisine dayanamayarak körpe haspam saçına uyanmamayı bekleyen canı tez bildirgeçleri elimi eteğimi çıkara çıkara yatağında doğrultabilirim benim şeytanım sizin şeytanlarınızı ezemez olsa olsa bayat tütünlerinizi ışıklı göksel yetileriyle bulamaç eder de düşkünlüklerinizden yanılgan usunuzu kopararak gen haritanızı baştan aşağı esritebilir ya da kolera'sına kıymık batsa ağlayacak maharetten bihaber podyum aşıklarınızı rehin karşılığında dijital müptelalar tarafından henüz irdelenmemiş ozan tabakasına kalıcı delikler açar da zaten gülünç fiyakanızı un ufak edebilir ?? suyken ve akarken bulamadığım yatağımda okyanus yeminime kondurulan ödünç haciz yanağımdan icazetken gözleme gerek duymadan soldurduğunuz insanlığımı ahlak masasına yatırıp sikerken hayatıma uzatılan tasmayı azı dişlerimle çiğnememe rağmen yan yana gidelim isterken buyursun haydut heveslerinize alet ettiğiniz nahoş söylemler, buyurun sırtınızı nesli tükenmeyen haydarlarla eze eze kanatacak daham; bunlar ateşli silahlarım bunlar ihtiyaç anında veryansın kırılacak vukuatlarım bunlar yüzükoyun süzüldüğüm pembe ara parçalarında berelerimi karşılayan müzmin kaktüs örnekleri hepsini yalnız sinequanon'a neden, neden gösterdim? oysa inceldiği yerden kopan hesabımdır, yuş uşe sofan yuş uşe sofan yuş duyulmadı anlamı hiç hiçleniyorken öylesine genişledi ki bacaklarımın arasındaki geç kıvançlı bertaraf, halka amade kösnül açı takribi yarım yüzyılı aşkındır bir döşeği eşik bilendim her şeyi hiçbir şeyden ayrımsayamayacak kadar çapraşıklaşıyor belleğim


Suhan Lalettayin


Rüyalarımda oturuyorum. Salondaki çift kişilik koltukta. Hiçbir hareket yok, tek bir ses işitmiyorum. Sadece oturup karşıdaki duvarı izliyorum. Yüzümde değişmeyen o ifade. Şey gibi... Bir arkadaşınızın arkadaşını(AA) düşünün. Arkadaşınız, arkadaşını sizle tanıştırıp tuvalete gitmek suretiyle sizi onla yalnız bırakıyor. AA size sevgilisiyle ilgili sorunlarını anlatırken siz de karşı masadaki çiftin ilişkisinin bitiş çizgisine uzaklığını hesaplamaya çalışıyorsunuz. İşte o ifade, o ifade. -

-

Az zamanları kalmış. Nasıl vardın ki o sonuca? Formül basit: Toplam diyalog süresi (dakika) – Dedikodu yaptıkları süre (dakika) --------------------------------------------------------------------------------- * 10 Toplam diyalog süresi (dakika) Çok güzel anlatıyorsun da, hiçbir şey anlamadım. İşte bir oran çıkar yukarıdaki formülden. Diyelim 3,6. Bu demektir ki daha ziyade dedikodu yapmışlar. Yani ilişki bitime doğru gidiyor. Sayı doğrusu gibi düşün. Sıfır, ilişki bitimini simgeliyor ve sıfıra yaklaştıkça sona yaklaşıyorlar.

Hayatım çok sıradan. Yukarıdaki formül için yaklaşık yarım saat uğraştım, belki bu durumumu açıklar. Hayatım çok sıradan ama bunun rüyalarımda oturmamla hiçbir alakası yok. Bence yok. Freud ya da başka bir psikanalistçi çıkıp “Tabii ki var! Sen ne bileceksin cahil herif! Bir kere önce annenle ve babanla olan ilişkiden başlamamız lazım fakat cinsellikli minsellikli.” derse, itiraz etmem. Genel olarak itiraz etmiyorum. Eskiden ederdim ama hiçbir faydasını görmedim. Artık sadece onaylıyorum ve buna rağmen daha fazla yalnızlaşıyorum. Yanlış anlamayın, yalnız kalma korkusu ve buna ilişkin kaypakça bir tavırla edindiğim bir huy değil onaylamak. Herkes herkesi eleştiriyor – ki bunu eleştirerek kendi güzel paradoksuma bir kulaç daha atıyorum - ve dahası herkes bir başkasını linç edebilmek için fırsat kolluyor. Böyle bir dünyada, hızla tükenen “onaylayar-ak gezenler-” muhafaza edilmesi gereken önemli bir tür. Hiç izlemediğim bir dizi ama olsun, gönderme göndermedir. Deminki konuya geri dönecek olursak... Şunu da belirtmek istiyorum ki hayatı sıradan olmayan kaç kişi var? Hangi cengaver çıkıp “Benim hayatım acayip farklı, ne zaman, nerede, ne olacağı hiç belli değil. Ne altı ay sonrası için tatil planı yaparım, ne de ucuza uçak bileti kovalarım.” diyebilir? Geçen gün bunu düşündüm mesela. Ne olmasaydı ya da ol-


saydı, ki geçen gün bundan daha iyi başlamıştım cümleye, hayatım sıradan olmazdı. Hiçbir şey bulamadım. Mesela bir cevabım olmaması beni sıradan olmaktan kurtarır mı yoksa diğer sıradan insanlar da bu konuda cevapsız mı? Bunu da bilmiyorum. Ama bence insanın dünya üzerindeki bütün çabası, sıkıntıyı öldürmek üzerine. Hatta biraz daha ileri giderek, sıkıntıdan kurtulmak için evleniyoruz ve çocuk yapıyoruz bile diyebilirim. Bunu diyen 83758979. kişi olduğum için de herhangi bir tebrik beklemem. Siz bunu ilk kez benden duyuyorsanız ve kutlamak isterseniz de hayır demem. Neden? Çünkü kayıtsız şartsız onaylamak bunu gerektirir. Burada bir yerde yazımı bitirmem lazım. Zaten ne söylersem söyleyeyim, bir yeri terk ettiğimde sırtıma yapışan o “Bir şey unuttum mu acaba ya?” hissi hep benimle. Bir yere ait hissetmediğimden belki. Her yerde bir şey unutuyor ya da unuttuğumu sanıyor ve azalarak hiç bilmediğim bir yere doğru, pek de umursamadığım bir nedenle gidiyorum. Elimde olmasa da yaşıyorum, buna yapabilecek bir şeyim yok. Keşke hayatı dava edebilseydik ve bu kadar milyar insan içinde hayattan beklediğini alamayan o kişi, emsal niteliğinde olacak o davayı kazansaydı. Neyse, bu güzelim arabesk tadla veda ediyor, beni okuduğunuz için hepinize teşekkür ediyorum.

Kullanışlı sembolizm iki saniyelik bir döngü Her limanda bir torbacısı olan kaptan geri döndü mü? Kolunda çakma bir casio saat, üzerinde dedesinden kalma montu ile, Mahallenin bütün lağımcılarını birbirlerine küstürdü mü? Mahallenin yıldızları, teker teker kaydı yokuştan Tek bir köpeğe, tekbir etmeye Tek bir imama, tek bin din kuralına karşı koymaktan, Ve mahallenin piçi kemale sonsuz yumruktan, Yorgunluktan kaydılar teker teker. Otoban kenarı sarısı iç çekişlerle, bu sefer de bastılar Önderliğinde kaptanın torbacısının hanımının Evini imamın ve 7 günahkar evladının. Teker teker çıkardılar üzerlerindeki paçavraları, Yakıldı her biri inanç ateşinde, tam 13 saat. Ve her birinin günahları bağışlandı çıkardıkları kokulara göre.


Var gücünle kaçıyorsun omuzlarımdan parmak uçlarıma Meğer bir kadın Ne çok pencere sığdırabiliyormuş İki memesinin arasına Anamın rahminden beridir memleket sevdası Köklerime salınan. Anadolu’nun dört yanında dolanan Elleri nasır işçi senmişsin, tüm kavgam. Ve bir devrimci ülkesinden ne kadar vazgeçebilir, biliyorsun. Ülkemsin, Memlekete dair ne hayalim varsa, ihtimal, sensin.

Küçük bir ev Dar bir avlu Avlunun içi Küçük kedilerle dolu Küçük eve itfaiye sığarsa Hortumuyla kedilere Su tutar Kediler acı acı miyavlarıyla Orkestra kurar Bu müzik eşliğinde Duman yükselir Duman olan yerden Yangın çıkar Gösteri bittiğinde Miyav tüyü kalır İtfaiye evden çıkıp gider Çünkü başka çıkarı yoktur Bir rüzgar tüyleri savurup avludan atar yorgan yapar - Ölü miyav yorganı taze geldi.Yalnız duman kalır Durmadan yutanların soluğu bu Dünya'nın rüzgarlarını oluşturur


Sahibinden satılık gayet de çok kullanılmış sahipsiz yalnızlığım Bütün satma satılma yöntemleriyle sahiplendirmeye çalışıyorum Emlakçım mı bana para ödedi ben mi emlakçıma Hani sahibinden satılıktı Hayır emlakçı satın aldı Emlakçılar her zaman üst düzey gevşek adamlar değildirler Çok konuşmaları onların yalnız olmadığı değil Aksine çok yalnız oldukları anlamına gelebilir. Aslında adamına göre de değişir. Emlakçıdan emlakçıya çok fark var Hüseyin Abi var Çok çocuklu Çok satılacak Çok satamayacak Çok dertlenecek Çok çocuklu Çok boklu çok çocuk Bebeler hepsi Yine de sahibinden satılık gayet de çok kullanılmış sahipsiz yalnızlıklar Bomboş ya da döşelisi de var Öğrenci için en eskisi En arabeski En olmaması gereken şekilde En altın çağı En ot kokulu duvarlı En çürük En bariz Herkesin bildiği gibi Yalın.

Gülü susuz bırakır bu aşinalık Bir gülsem anlaşılır Bildim bülbülü kışkırtmak için kurulan tezgâh Hangi tezgâhtadır İşte… İşte bir cinayeti ters çevirdi vardiyalı Konuğumuza mikrofon uzattık: Bir cinayet ki üstünde domates doğranır mı! Ne istifçi istihdam; hiçbir renge çalınmaz Betona çarpa çarpa dinecekmiş yâdın Sual edilmez & Hayra yorulmaz bir huyu vardı anamın Evin ummadık yerlerinden fırlar, Buckingham’dan bir hülyaya daldırırdı kaşığı Aşında o geçmiş pazarların magazin tadı Flaş! Flaş! Flaş! Asılacakmış Yuuhnus’un teki Sansasyona bayılırdı asli ceza yargıcı Okudu gerekçeli kararda geçen sözleri: Modernizm modernizm dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri… Post Feveran’dan küstah manşet: Ütüsüz gömleğine bilenmiş mevzuat Buğusuna güz çiziyor dünya cenneti


Duvara değil de kafasının içine delik açıyorlarmış hissi veren matkap sesi, zaten zayıf olan sinirlerini iyice bozdu. Sabahtan beri süren ses, sekiz yaşındaki oğlunun yaramazlıklarına olan duyarlığını arttırdıkça, tahammülünü de azalttı. Kocasının sorumsuzluğundan, öfkesinden, tutmadığı sözlerinden, özürlerinden, varlığının ruhuna ettiği işkenceden kurtulmuşsa da anası ve oğluyla yaşadığı bu yeni evin içine bir karabasan gölgesi de gelmişti onlarla. Güneş alan, sokağa bakan güzelce bir Küçükesat eviydi halbuki. Bu yeni hayat, yeni düzen, güneşli ev kovacaktı elbet ruhundaki kara gölgeleri; kasvetin evine sirayet etmesine izin vermeyecekti. Duvarlarını rutubet bağlamış ıslak bir evde senelerce yaşamış; ciğerleri nemle dolmuş biri gibi teni solgun, asabı bozuktu. Evin ferah havası ciğerlerini açacak, gün ışığı kemiklerini ısıtacak, kocasının gölgesini silecek, sağlığa erdirecekti ruhunu. Sabırlı kadındı, yıllarca onca şeye katlanmamış mıydı? Yavaş yavaş, zamanla düzelecekti. Ah, bir de şu çocuğa bu kadar sinirlenmese. Yıkayıp küp küp doğradığı patatesleri süzgece dökerken, matkabın -tam bitti sanırken yeniden başlayan- sesine, oğlunun avaz avaz sesi de eklenince elindekileri bırakıp hızla salona yöneldi. Çocuğa kızmak yerine, mutfağın eksiklerini almaya gönderdi. Koltuğun tepesindeki Kadir, oyunu hemen bırakıp, sevinçle çıktı evden. Annesi onu yeni yeni, evin alışverişi için taa Kocatepe'nin oraya gönderiyor, hatta bazen bir şeyler almaya tek başına bulvara bile yolluyordu. Büyümek demekti tek başına Kızılay'a inmek. Zaten onca yaramazlığına rağmen, hep büyük bir çocuk olmuştu. Annesinin sıkıntısını, üzüntüsünü anlar; daha az yaramazlık yaparak, suçlu kendisiymiş gibi, gönlünü almaya çalışırdı. Kocatepe'ye çıkınca, alacağı eksikleri de evde yemeklik bekleyen annesini de bir süreliğine unuttu. Olgunlar'dan aşağı bir çırpıda top gibi yuvarlayıverdi kendini. Şimdi yeni neler neler vardır bulvar üzerindeki işportacılarda. Çakmaklar, tırnak makasları, jiletler, çoraplar, donlar... En çok ilgisini çeken kulağa takılıp dinlenen radyolardı. Bir kerecik olsun kulağına takıp dinleyebilmeyi çok istiyordu. Tezgahlara öylece durup bakmak, işportacıların mallarını satabilmek için yaptığı numaraları, kendinden büyük abilerin pazarlık ve alışverişlerini izlemek, uzunca bir süre en büyük eğlencesi oldu. Tabi bu eğlenceleri annesinin, yaptığı kaçamağı anlayamayacağı kadar kısa tutmak konusunda dikkatliydi. İndiğinden daha büyük bir hızla yokuşu çıkar, istenilenleri alır, annesini ve anneannesini kızdırmamaya özen gösterirdi. Kadir'in yaramazlıkları evin içinden dışarı çıkmazdı. O; söz dinleyen, aklı başında, paranın üstünü harcamadan getiren bir çocuktu. Annesi böyle biliyordu. Böyle bilmesi iyiydi. Merak kapısı bir kere açılmış, gizli saklı işlerin heyecanı tadılmıştı bir kere. Hem Kızılay'a tek başına inince kötü bir çocuk da olmuyordu. Eve geç kalmadan, sağ salim dönüyordu gerisin geri. Annesinin bilmesi gereken bir şey yoktu. Yolun karşısında on sekizinde bir genç, göğsüne bastırarak taşıdığı kitaplar ve yüzünde yaşının iki katı ciddiyetle, Kadir'e bakıyordu. Arada çift şeritli yol olmasına rağmen burun buruna bir mesafeden bakıyormuş gibi belirgin hissediliyordu bakışları. Kadir de dikti gözünü. Kulağındaki kulaklığın yolunu izlerken, şimdilerde 'volkmen' denen kasetçaları hemen buldu gözleri. Tam kıskanacak oldu ama öyle tanıdık selamı veren, pırıl pırıl bakışları vardı ki gencin... "Annem üniversiteyi kazanınca


hediye etti." diye seslendi karşıdan. Kadir bir tezgâhın önünde duralı on yıl geçmişti. "Eyvah, bu sefer geç kaldım!" diyerek geçen zamanın uzunluğundan ürperdi. Koşarak yine yokuşu çıkarım diye düşündüğü sırada birden karanlık çöktü. Tezgâh, işportacılar, insanlar bir anda yok oldular. Yalnız yolun karşısındaki genç, bir de aşağı taraftan gelen otuzlarına yeni girmiş bir adam ve Kadir kalmışlardı. Ekşi maya kokusu gibi bir koku caddeye yayıldı. Uzaktan sakin görünen adam yaklaştıkça küfürlerini duymaya başladılar. Kadir'i de genci de görmüyordu sanki. Köpekler vardı yolun kenarında, onlara bakıyor, küfrü de onlara ediyordu. Üstlerine doğru hızla büyük bir adım atıp havlamaya başladı. Kadir de artık yolun bu tarafına geçmiş olan delikanlı da şaşırıp, hiç köpeğe havlayan birini görmedik diye birbirlerine baktılar. Kadir artık eve ne kadar geç kaldığını da evden ne kadar uzakta olduğunu da düşünemeyecek kadar korkmuştu. Köpekler arkalarını dönüp sessizce gidince, adam da havlamayı bırakıp yoluna devam etti. Tam Meşrutiyet'i dönecekken arkasında bir bakış hissedip döndü. Köpekler iyice uzaklaşmış, hava aydınlanmaya başlamış ve caddede kimse kalmamıştı. Kadir, günle birlikte aymaya başlayan kafasının içinde o delici matkap sesi; işporta tezgahlarını seyreden çocukluğunu, dört elle kitaplarına sarıldığı üniversite yıllarını, annesinin yoktan var edip aldığı kasetçalarıyla arşınladığı sokakları; şimdi pencere önünde bekleyen annesinin, sarhoşluğunu nasıl kızgınlıkla karşılayacağını düşünerek yürüdü. Zararsız yaramazlıkları yıkıcı hatalara dönüşmüş, heyecanlı merakı sarhoşluğunda yitip gitmişti. Geçtiği her sokağa taşırdığı öfkesinin en çok kendisine olduğunu biliyordu. Eve gittiğinde annesi kızmak yerine aynı çocukluğundaki gibi evin eksiğini görmeye gönderse, sanki az önce yanından geçtiği çocukluğunun elinden tutup devam edebilirmiş gibi hissetti.

yeşil tülbentler gördüm ölü bir mültecinin üzerinde geceye bilenmiş ışıksız bir palto ben gece olunca yorgun bir alkoliğe evrilirim bir ceset kadar soğuk ve anlamsız tülbentler taşırım omzumda. bu bile beni viyadüklere galip kılmaz bu, yolumu çevirmem için yeterlidir ölülerin dudağından. oysa tırnaklarımdan tarazlanırken sevda ve karıncalanırken yüzyıl tangosu göğsümde türkülerin kreşendosu cam fanusun balkonundan kitaplarına sarkar hayatın. ölü bir mülteci görüyorumdur yaşamak gibi kanlı bir bahsin tam ortasında. zarafetin ayaklarına kapanmak, sesler dökülürken yaşamın iri memelerinden pansumanın yarıda kesilişiyle çığlığa bürünmek kunduralar canlanır birden birdenbire o güz siyahî acentelerle üzerime saldırır.

kahretsin ki ben tam da o an kesiyorumdur bu ipi ölü bir mülteci gibi haklıdır isyan istifalar bile haklıdır bazen uzaktan yurtsuz gelinler bile doğuyor görünürler tekrarı oynatılan kaçamak radyonun infazıyla hayat bağlamını incitmiş bir şair anlatıyordur bunu. ve ben kesmeden annemin namazını gövdesi küle dönmüş kardeşimin tamamlanmamış anneliğinden ittirerek tam da şu baharın ortasına bırakırım. bunu çok önceden planlamış olmalı ölü bedeni hayatın. çok önceden kısırlaştırmış ki şu düşünceler yığınını kendi sonunu gözleriyle görsün diye ve henüz baharken baharken henüz şu dipçiğin ve divitin şu palto ve tülbentin bir mülteci ve benim cesedimi aynı anda kıbleye kondurmuştur hiç düşünmeden


Betimlemelere, ayrıntılı tasvirlere ve sadece kağıt üstünde kalan kelimelere ayıracak pek vaktimizin olmadığı bir cumartesi günüydü o gün. Buna rağmen, yaşamaya dair asla pervasız olmayan, genç ve yoğun bir istek içindeydik. Biz yaşamalıydık, günlük sohbetlerin arasında kaybolup gitme ihtimali anımsanmayacak kadar çok olan sohbetlerimiz ise yazıya aktarılmalıydı. Belki her şey Yeşil'in bana kafası karışık bir halde aşkı sormasıyla başlamıştı. Gülmüştüm. Yaşadığı ikileme, aşkın onu hayal kırıklığına uğratmış olmasının mı yoksa artık bittiğine dair korkusunun mu sebep olduğunu sordum ona. Ve bu, ikimize de aşkı tanımanın bir insanı tanımaktan çok farkı olmadığını anımsattı. Her tanışma zordu ve fedakarlık gerektiriyordu, en azından seni tanıştıran da kendinken. Başta aşkın tutku olduğunda ısrarcı olurken, sonra aşkın bana Mavi'nin tattırdığı şey olduğunu savunduğumun farkına vardım: Beğendiğimiz bedenlere hayalimizdeki ruhları koyup bunun aşk olduğu yanılgısına kapılıyorduk; Shakespeare'in yüzyıllar önce yazdığı gibi. Aşk buydu; bir tutam heyecan, bolca hayal kırıklığı ve unutulmayacak anılar. Ne daha fazlası, ne daha azı. "Biz." dedim deniz kenarına doğru yürürken. "İyi-kötü her şeye alışırız, alışmakta zorlandığımız tek şey bu adaptasyon gücümüzdür. Bugün

bir yazı okumuştum, hayatta her şeyin yalnızca birkaç defaya mahsus olduğuyla ilgili. Çocukluk günlerimizden hatrımızda kalan tek şey birkaç özel gündür, aynı özel insanla yaşadığımız anlar gittikçe değerini yitirmeye başlar.. Her acı, her sevinç, zamanla küllenir." Ki küllenir. Anıları asla silmeyiz lakin geriye dönüp onlara baktıkça daha az etkilenir, onları bile yadsırız. İlk itirafın, ilk öpücüğün tutkusunu birbirimize alıştıktan sonra ayakta tutamayız. Özel olmalarının sebebi hayatın bu kadar tek sıkımlık olmasıdır belki de. Yaşanmışlıkları acı tatlı hatıralara dönüştüren, hayatın ta kendisidir. Asla düzgün algılayamadığımız "zaman"da sıkışıp kalışımız, ne ileri ne geri gidemeyişimizdir. "Aşk." diye ekledim sonradan. "Henüz ilk ilişkimin başındayken düşündüğüm gibi bir şey sanırım. O zamanlar da öyle hayal kırıklığına uğramıştım ki aşkın tek kişilik olduğunu söyleyivermiştim heyecanla, iki kişilik olan yalnızca ilişkiydi." Aradan seneler geçmişti ve ben hala aynısını savunuyordum. Sözde karşılık bulduğu zamanlarda dahi aşk, karşılıksızdır. İki kişinin birbirini karşılıklı sevmesi bir anlam ifade etmez- çünkü hiçbir kalbin bir diğerine benzer olmadığı bu dünyada farklı kalplerde aynı duyguya rastlayamazsınız.


Etrafı kontrol ederek kapının kilidini çevirdi. Karıcığım diye seslendi, sana en sevdiğin parfümden aldım. Üstünü değiştirip yatak odasına geçti. Karısının üzerine uzandı. Saçların kopuyor tatlım, biraz daha balmumuna ihtiyacın olacak...

Formaldehit. Dezenfektan. En iyi parfümler. Balmumu... Yatak odasındaki şifonyerin üzerinde duran parfüme uzanıp, sevgilisinin yanına kıvrıldı. Senin için aldım hayatım dedi; elleri vücudunun kıvrımlarında dolaşırken, şimdi çok daha güzel kokuyorsun... O da çocukken sorulduğunda doktor olmak isteyenlerdi. Şimdi mikrobiyoloji alanında uzmanlaşmış, kentin en iyi hastanelerinden birinde enfeksiyon hastalıkları üzerine çalışmalar yapıyordu. Konferanslara katılıyor, söyleşiler yapıyor, makaleler yayımlıyordu. Tüberküloza çare bulmak için çalıştığı bir sırada kendisine bir hastadan bahsedildi. Yanına gitti. yirmili yaşlarının başlarında olan çok güzel bir kadındı. Daha önce onu rüyalarında gördüğüne yemin edebilirdi. Onu iyileştirebilmek için her yolu denedi. Ama henüz tüberkülozun kesin bir çaresi yoktu. Ölmeden önce ona aşkını itiraf etti. Ne kadar imkansız olduğu umurunda bile değildi. Karşılık alamadı. Genç kadın evliydi. Üstelik hastalığından önce çocuk düşürmüştü. Kadın hastalığa daha fazla dayanamadı. Onun için bir mezar yaptırmak istedi. Ailesine durumu açtı. Türbeyi andıran bir mezarlık yaptırdı. Her gün mutlaka ziyaret ediyor, mezarına çeşit çeşit hediyeler bırakıyordu. Her gece rüyalarına giren kadının ondan bir isteği vardı. Gecelerce düşündü bunu. Bu isteği yerine getirip getiremeyeceğinden çok nasıl ve ne zaman yapacağını düşünüyordu. Formaldehit. Dezenfektan. En iyi parfümler. Balmumu...

Gece kararını verdi. Kadının mezarına gitti. Her akşamki ziyaretlerimden biri diye düşündü. Ama bu sefer ikimiz için dua edeceğim. Doğruldu. Hafifçe fısıldayarak kadına seslendi: Artık yalnız uyumayacaksın. Her ziyaretinde yanında getirdiği çiçekleri ve hediyeleri mezarın çevresinden toplayıp evine götürdü. Yatak odasına geçti. Bir saat sonra kapıyı arkasından kapatırken rüyalarının gerçekleşmek üzere olmasından duyduğu mutluluğu anımsadı. Mezarın yanına yeniden geldi. Yanında bir bavul ve balmumu vardı. Rüyalarım gerçekleşiyor, istediğin olacak... Biraz sonra kapıyı arkasından kilitledi. Çantayı yatak odasına taşıdı. Kadını yatağa yatırmadan önce yüzüne baktı: Evine hoş geldin sevgilim... Kapısı hızla vurulmaya başlandı. Aradan geçen 5 sene boyunca her gece karısı için getirdiği hediyeler, parfümler, formaldehit çözeltileri ve balmumlarıyla; onun için yaptırdığı gerçek saçtan peruk, kemiklerini bir arada tutmak için kullandığı teller, gövdesine doldurduğu ipek kumaşlarla birlikte saplantılı sevgisinin sonuna geldiğini düşündü. Kapı daha hızla vuruldukça kalbi daha yavaş atmaya başlamıştı sanki. Sonunda kapı kırıldı. Elleri arkadan bağlanarak evin dışına çıkarılırken ayrılık vakti geldi diye seslendi karısına: Kaçımız rüyalarını gerçekleştirebilir ki? Seni yeniden görmeye geleceğim... Akıl hastanesine, oradan da hapishaneye kapatıldı. Ömrünün sonuna dek O’nun için küçük hediyeler biriktirmeye devam etti. Tüberküloza çare bulundu. Nekrofili tıp literatürüne girdi...


Yığınla hayatı üst üste koymuşsun da, ne kadar ölüsü varsa çıkmış gibiydi. Terminaller bir yerden bir yere giden insanların ilgisini çekecek yerler değil. Hani her sabah beşte uyanır altıda evden çıkarsın da başını kaldırıp bir kere bakmazsın ya güneşe. Öyle işte. Gözleme satan adam misal, yıllardır gözlerinin ne renk olduğunu bilmez. Başka bir gözün ışığı vurmayınca ne anlamı kalır alacakaranlığın, tan yerinin, umutların? Yelkovan akrebe yetişmeye çalışır, her saat başı, başka yolcuları hayatın başka kıyılarına taşır. Küçük yastıklar satan o adamı bilirsiniz. Ya da yağmur yağarken şemsiye satanları, Kısaca Unutulmuş envanter ustaları. Terminaller şehir değiştirecek insanları ilgisini çekecek yerler değil. Yeşil maviye karışır, Sabahın simidini akşam yol yorgunu martılar kapışır. Yol akar, zaman durur. Başka hayatların akşamlarına, sabaha karşılarına, kara gecelerine uyanırsın. Hele vardır ya o yol kenarlarındaki üç katlı pembe apartmanlar bir katı boyanmamış tuğla evler, Kaç kişi nefes alır hayatın karmaşasında, Her gün merkeze gelmek için kaç litre benzin harcar otobüsler, servisler? Yol akar Hayat durur. Kilometreler, yerini kasabalara, şehirlere bırakır.

İki şehrin ortasında, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde sabaha kadar oyuncak ayıların arasında onlarla birlikte poşetlenmiş insanlar durur ayakta. Buralarda çay hala iki liradır. Evi barkı yok mudur bu insanların? Sabahın dördünde mola verirsin de ilk kez içiyor gibi yakarsın ya o sigarayı. Her gün sabah dörtte sigara içmek için bir sebep arıyor gibi. Rutin gibi, Alışkın gibi. Sen uyuyorken bu pişmaniyeler yine satılıyor, Yine tuvalet önünde sıra bekliyor insanlar. Ve yine aynı soru ağızlarda. Parayı girerken mi veriyoruz çıkarken mi? Ne ironik, değil mi? Cam kenarında sabaha karşı hiç yolu izlememiş insanlara göre yerler değil terminaller. Bomboş tarlalarda tek başına duran o ağacın gölgesi kim bilir ne güzeldir şimdi. Dağ yollarından aşağı bakarsın da alabildiğine ormandır, Yol kenarında sıra sıra şehirde olmayan o ince uzun ağaçlardan vardır. Şehirlerde olanlar hakkında konuşan insanlar için pek de keyifli yerler değildir terminaller. Gidişlerdir, dönüşlerdir. Geceye başlayıp sabah uyanmak, Sarhoş olup en güzel gününü hatırlayamamaktır. Yol zamanla oynamak, Süregelen düzen yalnızca senin için durmuşken, Başka hayatların bir geceliğine saçlarını ağartmaktır. Terminaller sabahı bekleyenlerin ve güneşi düşleyenlerin ilgisini çekecek yerler değil. Zaten otobüsler de, Sevilenler de hep geç gelir.


Elimde Yaşar Kemal, yola doğru oturmuş müşterilerin gelmesini bekliyorum. Annem karşı somyada oya işliyor. Bir gözüm yola diğer gözüm İnce Memed’e. Kırmızı araba uzaktan yavaşlayarak sıkmacıların olduğu patika yola girmeye başlamıştı. Dükkânlara bakarak önümüzden geçti. Biraz ileri gitti, arabasını geri park etmeye çalıştı bizim dükkânın önüne. Annem hemen ayaklandı, “Kalk oğlum müşteri geldi masayı topla.” derken çoktan ocağa doğru gidip hazırlıklara başlamaya çalıştı. Ben de masada bulunan limon kolonyasını etrafa dökmeye başladım. Bir kadın arabadan indi. Boynunda fotoğraf makinesi ve sırt çantasıyla bize doğru gülerek gelmeye başlamıştı. “Hoş geldiniz, buyurun.” diyerekten sildiğim masayı gösterdiğim de kadrajını kaldırıp dükkâna baktı. Benim oturduğum masayı göstererek, “Bu masaya oturabilir miyim?”

“Peki, buyurun oturun.” dediğimde annemin yüzündeki şaşkınlığı fark edebiliyordum. Çünkü masama kimsenin oturmasını istemem ve de izin vermem. Etrafa bakmaya başladı oturur oturmaz. Kendi ellerimle yaptığım ve boyadığım demir sandalyelere, su kabaklarından yaptığım lambalara ve arkamda duran İnce Memed resmine bakıyordu. Bakışlarını bölmemek için sipariş almadım. Gömleğimin arka tarafı pantolonumdan fışkırmış, kırışmış vaziyette olduğunu ayran dolabının yansımasından görmüştüm. Kendine geldikten sonra “Ne alırsınız? Sıkmamız, gözlememiz ve börek çeşitlerimiz var. Köy peynirli, kaşarlı, zeytin salatalı, patatesli ve kıymalı çeşitlerimiz var. İçecek olarak da el yapımı bol köpüklü ayranımız var.” dediğimde limon kolonyasının kokusunu almıştı, nefes alıp vermesi bir köpeği anımsatıyordu. “Neden limon kolonyası?” dedi. Anneme dönüp baktığımda çoktan hamur açmaya başlamıştı.

Annem ocaktan bana baktı. Ben de anneme. Biliyordu o masaya kimseyi oturtmadığımı. “Aile geleneği gibi bir şey.” İçerden seslenerek, “Nasıl yani?” dediğinde ya havle dediği mi an“Hoş geldin güzel kızım, şöyle oturmaz mısın? lamıştı. Şimdi temizledik bu masayı.” “ Rahmetli peder bey çöpçüydü. Kokudan, sası “Yok teyzeciğim bu masada oturmak istiyorum sası olan kokudan nefret ederdi. O da sürekli sorun olmazsa?” dediğinde sinirlendiğimi anla- kendine ve dükkana dökerdi. Öyle bize de bulaşmıştı. Dayanamayıp, tı.”dediğimde bütün bu ortamı merak ediyordu. Bir zeytinli salatalı ve patatesli sıkma istedi. Bir “Neden bu masa bir sürü masa varken?” de ayran. “Fotoğraf makinesini alıp uzaktan bakarsan sende bu masada oturmak istersin, bak sana fesleğen ve Yaşar Kemal var masada.” dediğinde hiçbir şey diyemedim.

Fotoğraf makinesini çıkartıp annemin yanına gitti. Güneş gözlüğüyle saçının önüne gelmesini engellemeye çalışırken nasıl yürek tükettiğini anlamış olacak ki annem gidip bir yağlık vermiş-


ti. Hemen saçına takıverdi. Önceden taktığı çok neyim gelirdi anamla konuşmaya. Bülent de belliydi. üniversiteye gidip geldikten sonra mesellemenin değerini anladı. Akıllılık edip çekti nenesini. Ben “Nasıl da güzel oldu. Fındık gibi oldun.” de anamdan öğrendiğim şeylerle acık bilirim ama anam çok güzel anlatırıdı. Güzel sözler “ Çok teşekkür ederim teyzeciğim.” söyleridi, Hızır Aleyhisselam’ın hikayelerini anlatırıdı, Çukurova’da olan yiğitleri anlatıridi, “Şey teyzeciğim, sizin için sorun olmazsa birkaç Köroğlu, Karacaoğlan şiirleri okuridi rahmetlik. fotoğraf çekebilir miyim?” Hatta taa önceleyin koca bir adam gelmiş kara şalvarının cebinden sarı defterlerle, bir gözü de “Tabi kızım çekebilirsin, gazeteci misin?” dedi görmezmiş heybetli bir adammış o bile anamdan gülerekten. Ben de o ara ayranı doldurup domameselleme dinlemeye gelmiş. O adam da ahan şu tes söğüş yapıyordum. Gömleğimin arka tarafı resimdeki adammış, Bülent öyle der.” dediğinde pantolonumdan fışkırmış, kırışmış vaziyette kadın şok olmuştu. olduğunu ayran dolabının yansımasından görmüştüm. “Yaşar Kemal? Öyle mi?” “Yok, teyzeciğim hocayım üniversitede, daha “Ben öyle tahmin ediyorum.” atılmayanlardan.” “Burada arabaların sesi geliyor kızım gel arka “Ne güzel, maşallah kızım. Ee, bu fotoğraf ne tarafa gidelim. Siz gidin Bülent’le ben de çayları için ders için mi?” getirem.” “Yok, teyzeciğim ben köy köy gezip ağıt, hikâye “Anne belki hanımefendinin zamanı yoktur?” topluyorum. Okulla alakası yok. Hobi olarak diyebiliriz.” “Yok yok olur mu çok güzel olur hatta.” dediğinde çantasını ve fotoğraf makinesini toplamış“Ah kızım benim ne güzel. Tam yerine gelmiş- tı. Merdivenlerden inip esmer bir kızın sivilce sin. Ben de aslında mesellemeciyim. Bilir misin zamanı gibi olan portakal bahçesine bakakaldı. mesellemeyi?” dediğinde kadın şok olmuştu. Hemen fotoğraf çekmeye başladı. Ardından babamın mezarını gördüğü zamanki şokunu “O ne oluyor teyzeciğim?” dediğinde bildiği şeyi atlatmadan; başkasına soruyormuş ifadesi vardı. Hemen cebinden küçük bir not defteri, kalem çıkardı. “Yüzyıllık Yalnızlık’ı okudun mu?” Annem de: “Kızım senin yemeğini hazır edem sen yemeğini ye sonra konuşuruz olur mu? Sen asıl Bülent’le konuş, nenesinin anlattıklarını çekerdi.” dediğinde hazineye bakar gibi baktı. Onlar konuşurken masayı çoktan hazır etmiştim. Sıkmaları yediğinde sabırsızlıkla annemle benim anlatacağım hikâyeleri düşünüyordu.

“Okudum.” “Orada ‘İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa o adam o toprağın insanı değildir.’ yazdığını bilirsin.” dediğimde annem gelmişti. Hala şokun etkisinde olduğundan anneme bakıp duruyordu.

“Şeker atıyor musun kızım?” “Ee teyzeciğim neymiş bu meselleme meraktan öleceğim. Bu arada ellerinize sağlık sıkma da Kafasını sallayarak hayır demeye çalıştı. O ara ayran da çok güzeldi.” Coli havlamaya başlayınca kendine geldi. Annem; “Afiyet olsun kızım. Beğendiysen ne mutlu. Bu meselleme önceden çok önemliydi. Köyümüzde “Coli tamam oğlum.” dediğinde sustu Coli. mesellemeciler varıdı lakin hepisi öldü. En son anam kaldı. Böyle senin gibi şehirden hocalar “Kıtmir gibidir Coli.”


“Benim adım Banice kızım, herkes beni mesellemeci Güllüce’nin kızı diye bilir. Anam çok meşhur idi Çukurova’da. Herkesler onu dinlemeye gelirdi evimize. Gelenlere kaç litre ayran yapardık bilemezdik. “Mesela…” der başlardı anlatmaya. Ondan mesellemeci derler.” “Ne gibi mesela?” “İşte aklıma gelenler: hikaye ekmiş, çamura çökmüş, çekince kuyruğu kopmuş sonraa aklı harman etmişler herkes kendi aklını almış başkaa Allah kel versin tırnak vermesin ondan sonra atlılar atlılar takırtısı tatlılar, bizim eve varasınız, peynir ekmek yiyesiniz, sıçan Süllübey öldü diyesiniz gibi bir sürü var da kızım anlatmaya anlatmaya unuttuk biz de.” Dediğinde dediklerini hızlı hızlı yazıyordu. O ara tulumbadan su doldurmaya gittiğimde tulumbayı fark etti. Hemen makinesini çıkartıp çekti. Arkamdan kadrajdan bana baktığını hissediyordum. Çekmeden önce elimi ıslatıp pantolonumun paçasındaki kurumuş çamurları çıkarmaya çalıştım. O anı da çekti. Aslında kabak tadı vermeye başlıyordu ama gitmesini istemiyordum. Annem anlatırken ona hayran hayran baktığı gibi ben de ona hayran hayran bakıyordum. Annemin verdiği yağlığı boynuna atmış not alırken fotoğrafını çekmem lazımdı. Çünkü şu an burada çekilebilecek en güzel şey kendisiydi. Bir öğleden sonra uykusundan kalkmış gibi. Beyaz bir kedi annemin oturduğu vişneçürüğü renginde somyanın ucuna oturduğunda çoktan bu renk cümbüşünü çekmişti bile. Annem anlatmaya devam ederken asmanın altına düşen koruğu fark edince hemen orayı da çekmeye başlamıştı. O fotoğraf çekerken annemle ben bakışıyorduk sadece. Bir süre sonra bizi tanımaya yönelik sorular sormaya başladı. Bana neden burada yaşadığımı sordu. Şehirde iş bulabileceğimi söylediğinde annem 34 yıldır verdiği cevabı vermişti:“Bülent’in parayla işi olmaz, onun derdi okumak ve siyaset. Zaten başına ne geldiyse o yüzden geldi. Sen tut sınav kâğıdına ‘Din Kültürü dersindeki teneffüs, sünni teneffüs’ yazarsın böyle olur. Küçükken belliydi bunun böyle olacağı.” “Ne yaptı ki küçükken?” dedi gülerek.

“Hep siyasi haritalara bakardı.” dediğinde kaçıncı defa gülmek zorunda olduğumu hatırlamaya çalıştım. Birden “Bana nenenin kayıtlarını gösterir misin?” dediğinde hiç beklemediğin anda gelen yumruk etkisi oldu. Annemin bana öğretmediği tek şeydi insanlara hayır diyememek… Odama girdiğinde etraftaki kitaplara baktığını hissediyordum. “Yalnızlık kokuyor burası Bülent.” “Yok, çorap kokusu o.” dediğimde pişman olmuştum ama gerçekti. Okuldan atılmama sebep olan bölümün dergisine baktığında çok utanmıştım. O zamanlar da şimdi de çok kötü cümle kurardım. Sesli okumaya başladı: “Batı’da annelerin gelecek derdi akşam ne yemek pişirsem, Doğu’da oğlum akşam eve dönecek mi? / Batı’da Allah baba taş atar Doğu’da devlet baba bomba atar. / Soldan sağa beş harfli: LİBOŞ. Kaç yaşındaydın bunları yazdığında?” “17” “Neyse bakalım hadi kayıtlara.” Kayıtları seyrettikten sonra, “Çok güzel şeyler bunlar değerini bil.” dedi. Dışarı çıkarken son kez bahçenin ve sıkma yapılan yerin fotoğrafını çekti. Annem de yolluk sıkma yapıp gazeteye sarmıştı. Küçük bir şişeye de ayran. Annemle sarıldılar. Benle el sıkıştı. Tam giderken “Hızır yoldaşın Ali bekçin.” olsun dedi annem. Onu da hemen not etti.


Trenimin kalkmasına beş dakika kala cebimdeki cigarayla polis kontrolünden geçtim. Hayatımdaki en büyük stres kaynağı bu geçişteki dakikalardı zaten. Tadını çıkardım. Tekdüze hayatımda, nadir stres anlarının tadını çıkarırım. Aklıma takılan şeyler var; dişi peygamberdevesi çiftleştikten sonra erkeği öldürüyor. Bir de geçen gün annem çok güzel bakmıştı bana, sanırım seni seviyorum diyecekti. En çok evimizin arka bahçesinde domuz beslememiz gerektiğini söylediğimde bana seni seviyorum demek istediğini biliyorum. Sanırım dişi peygamberdevesi de böyle demek istiyor. Yanıma eski sevgilime benzeyen bir kadın oturmuş ama farkında değilim. Vücudunda kelebekler sevişiyor sanki. Çok güzel. Eski sevgilimin vücudunda kelebekler sevişmezdi; sırf bu yüzden ayrılmıştık galiba, hatırlamıyorum. Arada işi düşer yazar, sanırım hala kelebeklerden bihaber. Kelebekler güzelmiş dedim yan koltuğumda oturan kadına teşekkür etti sanırım herşeyin farkında yada deli olduğumu falan düşünüyor. İçtiğim sigara etkisini daha da göstermeye başladı. Hafif bir terle birlikte dans etme isteği uyandı bende. Dans gecelerine falan gitmişliğim olmuştu birkaç sefer. Kelebeğin biriyle birlikte salsa yapmak istiyorum ama yanımda duran sahibi izin verir mi bilmiyorum. Sormamalıyım bunu, zira kelebekleri görmüyor ve benim deli olduğumu düşünüyorsa daha da korkabilir benden. Bu da ileride sevişme ihtimalimizi düşürür. Terlediğimi görüp peçete uzattı bana sanırım deli olduğumu düşünmüyor. ‘’Sigara içmek ister misin?’’ dedim. Trene giriş yaptığımız kapının eşiğinde derin bir nefes aldı sigarasından ve yavaşça kırmızı küçük dudaklarının arasından üfledi dumanı. Üflediği şey bir isyandı sanki. Avuç içlerim terledi. Son ateş bükücü gibiyim. Topraktan geldim ve kelebek olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum sigara içen bu kadının yanında. Annem gibi bakabilir belki bir gün bana, kim bilir. Vagona döndük, sanırım otuz – otuz beş kadar fille birlikte yolculuk yapıyoruz. ‘’Filleri sen de görüyor musun?’’ dedim. ‘’Daha değil.’’ Terlemeye başladı, peçete uzattım ve bana annem gibi baktı. Bir fil geldi, çay falan satıyormuş. Sanırım kan şekerim düştü ve bir şeyler yemem gerekiyor. On üç tane kek aldım. Hepsini hortumuyla tek tek uzattı ve bu işler yarım saatimizi aldı. Film izlemek istiyorum. Haluk Bilginer'in oynadıklarından. ‘’Hayatımızda her şey yolunda gitmeyebilir ama her şey yoluna girecek, buna inan’’ demişti bir adam, bir filmde. Hayatımızda her şey yolunda gitmeyebilir ama her şey yoluna girecek buna inan. Tren durdu, yolculuğum sona erdi. Bir sigara daha içmek için birlikte indik trenden. Sanırım bir sigara daha içip sevişeceğiz. Kelebeklerle.


ÇIÇEKLERIN YERI YESILDIR VE POSTA NAKLIYATI YAPAN KISILERE POSTACI DENIR -YAHUT HER ZAMANKI AHVALLERIMIZ ÜZERINE GENIS VE VAROLUSSAL ANALIZLER-

Efrahim Aslan "Bilgili bir aptal, bilgisiz bir aptaldan daha aptaldır." Molière "Zeka dünyayı yerinden oynatmaya yarayan maniveladır." Honoré de Balzac "Bir biranız ve havayolu şirketiniz yoksa gerçek bir ülke olamazsınız. Bir futbol takımı ya da nükleer silah da yardımcı olur ama en azından bir biranız olmalı." Frank Zappa "Dervişlik olsaydı tâc ile hırka / Biz dahi alırdık otuza kırka." Yunus Emre "Düşümüzde düş görmeye başlayınca, uyanma zamanı yakındır." Novalis "İşte evren, karşımızda duruyor ve hepsi bu!" Bertrand Russell "Bence güzel olmak isteyen önce yüreğini temiz tutsun." Nükhet Duru

Bugünlerde kafam çok karışık, Bisiklet bile çalmak gelmiyor içimden.


Emrah Koymat


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.