kağıthane'de bir sokakta bir yazı gördüm hayatımda hiç kağıthanede bulunmadım* yazıyordu önce bunun sonundaki işaretten dolayı sel yayınlarının reklamı olabileceğini düşündüm sonra gerçekten olmak istediği yerde sadece ismen olan bir insan mıydı bunu yapan diye geçirdim içimden bazen bir şehirde yaşamak, o şehrin her kısmında yaşandığında eşit sayılmıyor ilçe bazına da indirgenebilir bir şeydir belki de bu sonrasında kendi gelecek hayallerimden istanbul'da bir evde fransız romanının gelişim evrelerinden birinde anlatılan o basık 1+1 veya 0+1 evlerde altlarındaki evler büyük ama bu tip evler müteahhitlerin o dönemki gelişen sanat akımlarının öncülerine duyduğu saygı ve onları anlamasından kaynaklı yapılmış bence göbekli, dairesinde kadınları çekip onları çizmekten zevk alan birkaç kişi bu sanatçılar seri devrimler esnasında her devrin muhalifi olan biri değilse gerçi kaçmak için çok da mantıklı değil ama şüphe çekmeyecektir oralar sanat insanları için tasarlandığından aynı tip bir ev yerler, geçmişte değişik yüzdelerde alkol ihtiva etmiş envai çeşit marka ve türde içki şişesi dolu oda sık sık havalandırıldığından içilen sigara teneffüs edilmez sinmez de, her zaman açıktır oda zaten bazı sarhoş ve sefil yaşayanların en büyük hassasiyetlerinden biridir odanın hava alması sanki gelen kişiler onlardan farklı seviyelerde ve onlara yaranmaya çalışıyorlar halbuki böyle bir çabaları olmadığını biliyorum ve henüz bunu anlamlandıramamışlıktayım kağıthane'de bir evde bir gece kaldım ve yaşadıklarım orası bir akp belediyesiymiş gibi hatırlatmıyor bana daha çok milli irade sandığa chp olarak yansımış oylarla sistemden oynanmış gibi.
I. giriş Mektuba ne yazacağım hakkında herhangi bir fikrim yokken ve bütün bir günün tedirginliğinde başladım ama günler geçtikçe labirentin soy ağacına rastlayıp zihnime tohumları ekmeyi başarabildim; ardından tedirginliğim yok oldu ve artık ne yazacağımı o kadar iyi biliyorum ki şu ana kadar üzerimde biriken bu tedirginliği cümlelere serpiştirmek için biraz heyecanlıyım ama şimdi, tam şimdi bir korkuyla kalakalıp içimde bekleyen o şeyin ne olduğunu anlamaya çalışacağım o şey: “yani bütün günlerin üzerimde biriktirdiği tedirginliği cümlelere pay etmek isteyen, o şey: ‘yani kimliksizken bir bedene korku salan ama her zamanki gibi simsiyah bir toz bulutunda yüzü bulunamayan nefret’ bende kimlik bulmaya başlıyor, demek ki korkmamak elde değil; neden bir korkunun yanı başında daha da doğrusu bir nefretin yanı başında büyüyen bir çocuk var içimde, ve neden birikmişliğiyle övünen bir nefret var ki; olmamalıydı, eminim; çünkü bütün dünya savrulmalarında nasıl kırılıyorsa bütün yaşamım boyunca öyle kırıldım yahut savruldum, işte her savruluşta içimdekini etrafa serpiştirmiş olmalıyım, evet etrafa, cümlelere değil.” Sevdiğim kadını bulabilmek için ya da bulmuşum da beni duyması için yazıyorum. II. giriş kiliseye bir kadın girdi. benden başka kimse fark etmemiş olacak ki, dönüp bakan sadece ben vardım. uçarıydı, kapının önünde durdu. bir adam dışarı çıkmaya çalışırken, böylesine kalabalık bir kilisede hem de, onun omzuna sürtündü. kızdım adama, ona neden o kadar yaklaşmıştı ki? lacivert paltosunun altından siyah bir elbise, galiba biraz yıldızlı, bileklerine dek uzanıyordu. meryem’in tam karşısındaydı ve onunla göz gözeydi. ikimiz de farkındaydık burada bizden başka kimse olmadığını. ama asla birbirimize bakmadık. III. giriş İlk defa bir metnini çalışarak okudum, sana saygımı bir öncekinden kendime daha yakın ve daha iyi bir mektup yazarak sunacağım. Dilin gittikçe gelişse de, alışılmamış bağdaştırma-
ları benim gibi kullanmamalısın. Çok tehlikeli canlılar onlar. Yazdığın mektupta sesini duydum ve çok hoşuma gitti. Şimdi bana yazdığın ilk mektubu açıp okumanı istiyorum. O mektubu okuduktan sonra bir sonraki girişten devam edebilirsin. Sakın hata yapıp mektubu okumaya devam etme. Aç ve bana ne yazdığını, neyi anlatamadığını ve nelerin değiştiğini anlat. Görüyorsun işte ben karamsar değilim, hayır. Emir kipiyle de konuşmuyorum, evet zaman zaman yazıyorum ama kendimi kaybediyorum. Ne yapabilirim ki? IV. giriş Artık kimsenin suçu kalmadı. Kimseyi suçlamayacağım ve kimseye şikâyet etmeyeceğim. Özgür bırakılmış bir yazgı daha var bu sokaklarda. Artık sevgisizliği de öğrenmeye çalışacağım ve kabul edeceğim. Yenilgilerin de olduğunu unutmayacağım. Hayatın karşısında durmak olarak adlandırılan yaşamak eylemini eylemsizlikle perçinleyeceğim. Daha iyi bir adam olacak ve sıradanlığı anlamaya çalışacağım. Yemin eder gibi yazdığım bütün metinlere biraz da özür ekleyeceğim. Kimseden bahsetmeyeceğim. Onun hayatının çevresinde dolanmayıp, kendi hayatımda olmadık şeylere sinirlenmeyeceğim. Baharı gördüğümde yalnızlığımı bir kenara bırakacağım ama bir an olsun onu düşünmekten de vazgeçmeyeceğim. Daha sakin müzikler dinleyecek ve biraz da kelimelerden uzak kalacağım. Bozkırkurtları ve tutunamayanlar birbirlerini bulmak ile yükümlülerdir. Bu sorumluluk alışılmışın dışında ve sonradan kazandığımız zorunluluklar gibi de değil. Onunla doğmuş olmaktan gurur duymalıyız. V. giriş bir insan gibi derin bir nefes alıp evrenin dışında kalan her şeyi içime çektim. evren büyümek istedikçe nefesimi yavaş yavaş bırakıp varlıklara yer açıyorum. içimde dâhi, ki onca şeyden sonra, bana zikreden biri var. affetmeyi bilmiyorum, kimse bana bunun erdemini öğretmedi ve ben de deneyimleyerek öğrenemedim. oysa bütün tecrübelerle var olmuştum. affetmek isterdim, Mia, eğer affedecek kişi ben olsaydım isterdim; çünkü kendimi affederdim ve yalnız kalmamak için bir bahanem kalmazdı. ve bu, sizin duymadığınız ama benim yarattığım büyük sessizlik ve benim yaratmadığım ama ben yaratmışım gibi davranılan taşların arasına sen de geldin. koyu kutupların beyaz rengini üzerine alarak, rimlere tutunmuş eteklerinde uçarı bir hava var. durmadan başımın döndüğü ve dünyada ve onun da ötesindeki her yerde hiçbir şekilde benim yarattıklarımın adlandıramadığı, kirletemediği bir duygum var sana ve sen ölmek üzeresin. sen ölmek üzereyken yası yarattığım için kendime kızgınım. senin ardından bir Daphne Çağı başlayacak ve bütün var oluşlara onun ismi fısıldanacak. peki, benim söylediğim bir şeyi yapmamaya cüret eden biri var mı orada, senden başka? hiçbir isyan cezasız kalmayacağı gibi ölümden sonrasına da ertelemeyeceğim. hemen ne gerekiyorsa birileri tarafından yapılacak ve sana veda edebilecek kudrete ulaşacağım. yanlış anlatılanlardan biri de benim kimsesiz olduğum. hayır, ben kimsesiz değilim. Benim tanımadığım seslerim var. sana seslenmekten uzağa nasıl kaçacağımı öğrendim. bütün bilgilerle var olsam da, seninle tekrar kendimi yaratıyorum. içimde bana tapan biri doğuyor sonra, kimsin, diye sesleniyor bana, evet, ben kimdim Adaline, artık bunu anlatmak görevi sana düşüyor ve bazı bazı geceler ahengi üzerine alıp bu sefer senin yarattığın müzikle dağılmaya başlıyoruz. inanmayı yaratmak güvenmeyi doğurdu ve ben ilk kez hata yapmış oldum. sevgilerimle.
iç savaşıyla harap olanların öyküleri merak uyandırır coşkulu bir hüznü bağırır bataklıktan tükürülen mücevherler sabah kalkınca alınan duş, ekmek ve tuz sabah kalkınca alınan rakı, buz ve soğuk terlerin uğultusu çocukken birine tanık olmuştum yerden topladığı birkaç izmariti içerken türkülere benzer şiirler yazardı altı yaşımda sokaktan bir çocukla ateşe vermiştik bir samanlığı yirmi altı yaşımda tekrar yılların hizalanan perdelerini yılların beyin kaşıntılarını insanların kırılma noktalarını öğrenmeye çalışmak medet kavramının öğretilmesi medetsiz kalındığında çırpınan lugat teselli denen şey tuzaklar ardında alacakaranlık zindanında bilmenin mizaha sarılan ortadoğulu gençler uyuşturucuya sarılan insancıklar şiir yazıyor olmak değil bu dizginsiz dizelerin arasında eziliyor ve yükseliyor olmak yerdeki kan, put yıkan putlara tapanların döktüğü düşmanına mermi yutturan serseriler ve düşmanını tanımayan piyadeler bir kap yemek mi yoksa ölmekte olan vaktime bir refakatçi daha mı arzularımın iniltileri silinip gidiyor kaygılarımın diş sıkmaları karşısında uyunmamış bir sabahın köründe simit ve kahve soran benzersiz ayyaş ve ben öyle bir şiir yazmak istiyorum ki dar yaşlı sokaklarından şehrin yükselip titretsin karlı dorukları ve çığlar büyütebilsin duyan engin gönüllerde
karşıma oturdu ve sen de mi çürüteceksin? dedi, dalı kalmamış; kendi meskeninden rüzgarla kovulan yaprakların edasıyla. kafamı eğip utandım, insanlığımdan. o an aklıma geldi; deliler ve mecnunlar aslında hep haklıydılar. evet deliler, o korkup kaçtığın, tenha bir sokakta, uzaktan görüp de yolunu değiştirdiğin. hakikati benimsemiş insan denilen mahlûkun, özünden kaçtığın. aradığımız tek şey estetik ... hakikatte bunu bulamayıp da bebek arabasına bindirip, inletmeye alışık olduğumuz hakikati bir kere daha inletmek! ancak anlamı kalmayana kadar... garip gelen de süslü olmayıp doğasına uyan, bize afakî gelen deliler, bizi hiç hak etmediler...(x) çünkü susturuyoruz onları Geri dönemesinler diye, kırıyoruz bacaklarını hakikati ve onun çığlıklarını tıpkı acı çeken birini görüp, neden bu kıvranma? demek gibidir deli damgası vurmak. oysaki maktuller, döktüğü kanlar için; deliler, fikirleri için hunharca yok oldular.
Örtmüyor beni dirim Açık kalmış şaşkınlıktan Eksik dişini en saf sütunu gibi saklayan Obur ve söylediğiyle bitkin Tenha bir ağızım Yok yok! Ben en iyisinden bir mağara dibiyim. Balçık, çıkrık ve su Batmayan, bitmeyen ve bu Neydi altımdaki, en altımda Oynayan, beni gıdıklayan Kum dedim sat değil, bilerek ve isteyerek Akmayan şeylere anlam yükledim. Pap dedim kıraat değil Düştüğüm yerde köpek dişlerimi sivrilttim. Ala çiğli bir lokma, ısırık, doyum Ben sağlam koluyla baltasını Yarım kalmış koluna vuran Kesilmişse, kesilmiş uzvuna nefret duyan Ben, vurup sofrasına koyduğu şuncacık kuşun Öksüz yavrusunu kendi sütüyle doyuran Katil, kâtip ve yaratkan
Unutulmuş bir adam var bankta Hava 40 dereceye yakın olmasına rağmen Epey kalın giyinmiş Yırtık pırtık kıyafetleri Kirli sakalları var Ve gülümsüyor denize doğru bakarken
Üçünü üç kez, ikisini iki, birini bir Uç deyince uçurucu Düş anlayan en dibe, çakıl. Vur alnını kayaya Kapat kontağı, sür atını uçurumdan aşağıya Ben, ben deyip duran Alakası yapışkan, sürüngen ve nobran Ben, ben deyip çıktım Ekildiğim sulusepken, hastalıklı, derin ve deri kuyudan. Pas ve posa Kanda demir, kında demir, belde oğul boşluğu Fossadı ve bolardı üzerime ben deyip giydiğim urba. Kendimi dünyanın bütün nimetleriyle değiştim Yakıştım yanına herkesin Herkesle herkes, kimseyle kimseydim. Patlayınca sıkı gelen yerlerim, sıkıldığı yerden Akan irini eğirip, eritip kirpiklerimi ateşte İp ettim, iğne ettim Ve nü: Kendi kederimi yine kendi kaderimle diktim.
Unutulmuş bir adam var bankta Korkutucu görünüyor O kadar ki aileler yanından geçerken Çocuklarını sakınıyorlar ondan Küçümseyen gözlerle bakıyorlar adamın yüzüne Unutulmuş bir adam var bankta Elli yaşlarında anlaşılan Dilenmiyor Hiç ses çıkarmıyor Kimseyi rahatsız etmiyor Yine de istenilmiyor orada Gerçek bir kazanan o adam Tek başına sıyrılmış varlığından Tek başına terk etmiş dünyayı Ama sanki kimse görmüyor kurduğu büyük krallığı Unutmuş bir adam var bankta Gülümsüyor denize doğru bakarken
kayda değer: yani kaydedilmeye, kayıt altına
alınarak unutulmaya karşı direnç göstermesi istenen bir belge. tarihi bir olay. önemli bir şahsiyet. çıkış izni: sahip olunmayandan ait olunmayana
gitmek için. efor.
harcanan atpye ek: olmamışlık.
olan'ın görüldüğü andaki sorgusuz kabul, ardından gelen baş dönmesi, kaynar sular, bela ve kaos, eğlenceye dair. şikayet edilenler için yaşama bilinci yaşamı daha da katlanılmazlaştırır. beni eve götür, uykum geldihangi kelimeler arasındaki aralık gülme aralığıydı, unuttumnasıl eğlenilir, hayır bunu anlatan bir kitap okumadım henüz beni eve götür, bütün telefonlar aynı çalıyorher gün insanları'nın çözüldüğü anlarda sızan ketum kelimelerinde yatan zaaflarını görmekten usandım, tek bir hayata daha tahammülüm kalmadı, her gün olduğundan daha atik, daha uyuşuk bir kişiye bile özgeçmişimi sunmak, sosyalleşmek istemiyorum, götür beni eve çünkü derslerime çalışmaktan, iyi öğrenci olmaktan başka çarem yokbildiğim yokbeni eve götür radikal kararlar alacağım yatmadan nemli yastıklarıma ekerek konveks sızıltıyısilah kullanmayı öğreneceğim, ölü yıkamayı ve uzun yol şoförlüğünü - beat kuşağının egzistansiyel soru işaretlerini dilimin ucuyla yaymadanbeni eve götür çıkarken vicdanımı kapının arkasına astım, temizlenmesi gerekir, beslenmesieve götür beni, sevgi içeriyorsa temas dağıtamayız dağıtamam toparlamak, toparlanmak lazımdır Savur muntazam dişi etlerini! ne de olsa diken çiğnerken bağırmadan durabildiği kadar vardır cinsim, cinsime reva görülen feda, şefkat ve analıktır - ben şefkat çiğneyeyimeğer, eğer,
büker duyuyu asimetri suratımıza kezzap idame rüşvetleri ziyaretçilerinek göz alıcı taşlarla bezeli gülümsemeler - koca bir yoksunluğu baş köşeye oturtmayı unutmadan beni eve götür, buraya geri getir nerede olursam olayım yetişemiyorum, kabulbeni eve götür ki mızmız, şımarık hücrelerim bölünecek sonra, sonra yarık çekirdeklerinden ortalığa aleyh damlayacakbeni eve götür çünkü nasıl yüründüğünü hatırlamıyorum, ya sürüngenliğim tescillenecek ya kırmızı ışık yanacak ben dans edeceğim - dansım deliliğimin göstergesi, einstein'in müthiş sözü, kült film sahnesi DEĞİL dansım, rezillik - mavide geçmek istiyorum - mavi, rezillik - kaç dakikadır nefes almıyorsam o kadar mimli diğer - ler, yol, kaçışımız gibi mi özgürlüğe, yo, özgürlük değil şu an değil a n d e ğ i l beni eve götür algım fiziğime giriftbıktım zorunlu sanatın ukala çarklarından ve kasıntı estetiktendoğduğunda olduğum ölü için de özür dilemeyeceğim senden, bir hayat dilemeyeceğim, kimseden, yok, biliyorum -,oysa, sen, yaşadın, beni eve götürmek zorunda olmadığın gecelerde dünyanın üstünü altına gererek sorumluluk bilinçsizliğiyle aylar, yıllar harcadın - bir gün aşk denilen ne idüğü belirsiz bir çentiğin batınına zuhur edeceğini hiç hesaba katmadan, yüzlerce kadınla, çırılçıplak, halüsinojen olmayan uyuşturucuların halüsinojen etki gösterene kadar tüketimi, seni diğer - lerinden en daha canlı ölü olduğuna inandıracak dünyaya birkaç defa geleceğinden emin harcanan yılların - bak bir adam sana öpücük atıyor, adı, yok kamaştığını hissedersen ona bir ad bulacağızsıyrıl hasta ve manipülatif döngümüzdenbeni eve götür uyuyacağım daha, bok ve kusmuğa bulanmış halde uyanacağım beni eve götür, bana tortu kalacak daha değişken pratiklerde bana ait olmayan bir enkazdanbana tortu kalacak pozitif tek bir yanı olmayan depremzede ve romantik yapılacaklar listemden Savur konforunu yetiş - kinliğime! beni eve götür koltuk altının sıcağında bekleyeceğim büyük günü, beni eve götür kızılcık şerbeti ikram edeceğim sanasiktir beni sana hayatı yaşadığına ikna eden gururu sesine gömülü riyakar pişmanlıklarınabeş para etmez üçüncü kişilerin girmemesi için yatınca yatağımızı boylayan kan, beş para etmiyoruz işte mutsuzluğa benzer mutluluk beyanımızlabeni eve götür, ayakkabım ayağımı vurdu.
ma bir daha kadın almamaya ve bu süre zarfında oldukça güzel kadınlarla karşılaşmama rağmen yedi aydır o gün hissettiklerimi hissetmediğimi söylüyorum, Seattle’ı gördükten sonra durum biraz ciddileşiyor. Eve gidiyorum ve direkt üzerimi değiştirip sabah işe gitmek üzere yatıyorum fakat saçlarının kokusu zihnime öyle bir kazınmış ki uyuyamıyorum. Balkona çıkıp gecenin soğuğu ruhumu harlarcasına bir sigara içiyorum ve ardından binlerce düşünceyle sızıyorum. Oyun gününe kadar yaklaşık altı defa görüyorum kendisini ve her gün biraz daha ilahlaşıyor zihnimde. Son prova çıkışı tüm cesaretimi topluyor ve kahve içmeye davet ediyorum kendisini fakat yorgun olduğunu ve bir an önce eve gidip dinlenmek istediğini söylüyor. Oyun günü biraz geç geliyor salona. Prova arasında beraber sigaraya çıkıyoruz ve biraz sohbet ediyoruz. Oyun için heyecanlı olduğunu söylüyor, söylerken de elleri titriyor. O an ellerini tutmak ve “Korkma ben varım” demek istiyorum ama yine vücudum komutlarıma uymuyor, karşısında konuşamıyorum. Birkaç saat sonra kostümünü giyip geliyor, salaş giyindiğinde bile benim için dünyadaki en güzel varlıkken elbisenin içinde onu görmemle “Tanrım, bu güzelliği sonum kıl ve şu an uçur beni yanına.” diye geçiriyorum içimden. Yanıma gelip bir sigara yakıyor ve o anki güzelliğinden mi bilinmez daha bir güzel gülümsüyor. Oyun bitiyor, selamımızı veriyoruz ve kulislere dağılıyoruz. Üzerimi değiştirip kulisten herkesten önce çıkıyorum ve salonun giriş kapısındaki merdivenlere oturup onun da çıkmasını bekliyorum. Ben Seattle’ı beklerken, salonun bahçesine uzun boylu biri geliyor ve birkaç dakika sonra salonun kapısından Seattle çıkıyor. Orada olduğumu belli etmek için ayağa kalkıyorum ama o doğruca biraz önce gelen adama doğru koşuyor. Birbirlerine sıkıca sarılıyorlar ve öpüşüyorlar. Kulaklıklarımı takıyorum ve bir sigara yakıyorum. Çantamı sırtlayıp yola doğru yürüyorum ve tam salonun bahçesinden çıkacakken beni fark edip arkamdan sesleniyor. Dönüp içten bir gülümseme atıyorum, sol kolumu kaldırıp zafer işareti yapıyorum ve iyi geceler diliyorum. O anda sokak lambaları sönüyor ve kulaklarımda şu sözler yankılanıyor;
Oyuna çıkmadan üç hafta önce gördüm ilk defa Seattle’ı. Kapitalizmin taze kölesi ben, insanlarla uğraşmalı işimden hem vücut hem kafa olarak oldukça yorgun ve düşünce iplerini elimden kaçırmış vaziyette işten çıkıyorum ve prova yaptığımız apartman dairesine ulaşıyorum. Hocam kapıyı açıyor, birbirimizle selamlaşıyor ve hal hatır soruyoruz uzun zamandır görüşmemiş iki eski savaş gazisi gibi. Ekibin diğer üyeleri mutfakta oturuyor, onlara da bir selam çaktıktan sonra pet bardağa üç tatlı kaşığı kahve, bir küp şeker ve sıcak su katıp karıştırarak arka balkona geçiyorum. Balkon kapısını açınca tırabzanlara yaslanmış, ağzında beyaz filtre sigarası, saçları batmakta olan güneş misali turuncu ve düşünceli şekilde trafiği izlerken görüyorum Seattle’ı. Birkaç saniye kapının önünde kalıyorum ve o birkaç saniye bana bir ömür gibi geliyor. Terlemeye başlıyorum, kalp atışım hızlanıyor ve kulaklarımda bir grunge yankılanıyor. Kuzeyden hafif bir rüzgâr esiyor, esen rüzgâr gün batımı saçlarını havalandırıyor, saçlarının kokusunu burun deliklerimden beyin kıvrımlarıma, beyin kıvrımlarımdan zihnimin en ücra köşesine taşıyor ve oraya çiviliyor. Derin bir nefes alıp balkona giriyor ve “Merhaba” diyorum. Yüzünü bana dönüyor ve görmediğim kadar güzel bir gülümsemeyle o da “Merhaba” diyor. Adını, işini ve ekibe tesadüfî bir şekilde yeni katıldığını söylüyor ve ben sadece dinliyorum. Güneşin son ışıkları hali hazırda beyaz olan tenini daha da aydınlatıyor ve ben karşısında konuşamıyorum. Aptal gibi görünmemek için konuşmaya zorluyorum kendimi fakat o an konuşma yetimi kaybediyorum. Bedenim istemsiz hareketler yapıyor ve kendimi balkondan zar zor çıkartıyorum. “Cause I’ll stop trying to make a difference, Prova sonrası arkadaşımla buluşup birer yorI’m not trying to make a difference, gunluk kahvesi içiyoruz ve durumu ona anlatıyoI’ll spot trying to make a difference, rum. Uzun uzun yüzüme bakıp “Saçmalama! Yedi No way.“ aydır yalnız olduğun için sağlıklı düşünemiyorsun.” diyor sadece. Bir yerde ona hak veriyorum Sigara korunun karanlığında sadece yürüyüp çünkü California’dan sonra ciddi manada hayatı- gidiyorum, bir daha Seattle’ı görmemek üzere.
Üniversite yıllarında ben de fanzinler ve amatör dergicilikle uğraşmış, hem de hayatının geriye kalanına etki edecek derecede mesai harcamış biri olarak fanzinleri çok önemsiyor, değerli buluyorum. Dergilerin öncesi sonrası, yanı karşısı gibi değerlendirmeler yapma gereği de duymuyorum açıkçası fanzinler için. Nihayetinde varlığını borçlu olduğu ihtiyaç devam ettiği sürece yaşamayı sürdürecek fanzinler. Dijitalleşmenin baş döndürücü hızı elbette yayıncılığı da etkiliyor ve fanzinlerin de bu dönüşten bambaşka imkânlar ve faydalar sağlayarak çıktığını görüyorum. Sanırım herkes çeşitli sosyal medya mecraları sayesinde kendi yayıncısı olma yolunda ilerliyor ve bu gidiÖncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz şatta fanzinlerin dergiye doğru bir basamak olmaiçin teşekkür ederiz. İlk kitabınız Gölgede Yan- sı iddiası da pek yerinde bir iddiaymış gibi gelmimak, Doğan Kitap’tan 2019 yılında çıktı. Bunun yor bana. Bu mantıkla pekâlâ iddia edilebilir ki, öncesinde de öykülerinizin çeşitli dergi ve belki de dergiler fanzinlerden önceki basamaktır. fanzinlerde kendine yer bulduğunu biliyoruz. İlk Kim bilir. sorumuzu da buradan sormak istiyoruz, basılı yayınlar ile öykü türünün ilişkisi hakkında ne Ülkemizdeki yayınevleri ve yayıncılık faaliyetledüşünüyorsunuz? ‘’Öykü’’ türünün ülkemizdeki ri hakkında neler söylemek istersiniz? Örneğin, serüveninde ne gibi bir olumlu/olumsuz etkisi kitabınızı Doğan Kitap’tan çıkarma nedeniniz nedir? var süreli yayınların? Ya da var mı? Çileli işler olduğunu biliyorum. Aynı zamanda kârlı da elbette. Sonuçta kâğıda ve mürekkebe katma değer olarak yazarın hayal gücünü, hikaye etme kabiliyetini kattığınız bir ürün çıkıyor ortaya. Buna biçilen de daima speküle edilebilir, ölçütünün ne olduğu tartışma götürür yöntemler sonucunda belirlenen fiyatlar. Bu anlamda piyasa, pazar, kâr, çok satan terimleriyle anılan yani sermaye zehrinin bulaştığı her alan gibi yayıncılık da çilesi, kazananı ve kaybedeni bol bir sektör. Doğan Kitap tercihine gelecek olursak; ben yazar olarak, hele ki ilk kitabını yayımlamayı hayal eden bir yazar olarak özgür irademle bir seçim yapma hakkına sahip olduğumdan söz edemem. Ancak sektörün bir yerinden girerek yazdıklarımı ve beni en az kayba sokarak görünür kılacak seçeneklere yönelmeye çalıştım. Genellikle biz yazarların pozisyonu, bu çarkın editör, çevirmen gibi emekçilerinin durduğu tarafında konumlanıyor. Yolu fanzinlerle kesişmiş, fanzinlerden geçmiş Asıl karar verici olana kadar da ciddi zaman ve bir yazar olarak fanzinler hakkında ne düşünüemek gerekiyor. yorsunuz? Sizce bazı kişilerin iddia ettiği gibi dergiden önceki bir basamak mı yoksa derginin Nihayetinde yazdıklarımı görünür hale getirecek, karşısına çıkarılabilecek bir yayın türü mü? hakiki bir yayınevi arayışı içerisindeydim. Dosyam Ben de teşekkür ederek başlayayım. Öykü, özellikle form olarak sayfa sayısı kısıtlı dergi, fanzin gibi mecralarda yayımlanmaya müsait bir edebi tür. Düzyazıyla ilişkili olup yazmaya hevesli insanların kurmaca türleri içinde bir sanatsal üretim içine girmeleri halinde öykü birçok açıdan avantajlar sunuyor. En fazla 5-6 sayfalık kurmaca metinlerle yeni yazarlar, dergilerde yer bulma imkânına sahip oluyor. Birçok dergi bu metinlere, yayımlamasa dahi geliştirici dönüşler de yapıyor. Böylesine karşılıklı bir iletişimin yeni yazarlar açısından oldukça faydalı olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda öykünün ciddi ivme kazanmış olması da bunun bir göstergesi zaten. Özetle, ancak olumlu bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Yazmaya, daha iyi yazmaya yönelik bir hevesi kışkırttığı için bu ilişki gayet faydalı kanımca.
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde dikkate değer bulununca ben de kitabımın basılabileceğine ihtimal veremeye başladım. Edebi kıstasları ölçü alan, yeni yazarlara fırsat veren, takip ettiğim yazarların kitaplarını basan, dağıtım ağı güçlü olup yazdıklarımı daha fazla insanla paylaşmamı sağlayacak, edebi istikametimin uyumlu olduğuna inandığım yayınevlerinden bir liste yaptım. Bu saydığım ölçütleri baz alınca, ilk birkaç tercihimden birisiydi Doğan Kitap. Sonuç olarak elbette ben birçok yayınevi arasından bir tercih yaptım ama daha ziyade Doğan Kitap benim kitabımı basmayı tercih etti demek daha doğru olur.
Öykülerinizde coğrafya çok etkili ve etkin. Sizin için coğrafya öykücülüğü ne ifade ediyor?
Karakterlerime kıyamıyorum dersem kıymadıklarıma haksızlık etmiş olurum. Aklıma gelen her karakteri yazmışım da kitaptaki Selahattin, Kadir, Nedret Amca, Hogır’ın bir ayrıcalığı yokmuş gibi düşünülür. Üzülürüm. Varlık’ta ‘Musallaya Çıkan Sokak’ öyküsündeki karakterler özelinde sorulan soruya verdiğim cevaba atıf yapmak doğru olur sanırım. O öyküde Rahman isimli bir karakter daha vardı. O kadar nefret ettim ki karakterden, metni onu mağlup çıkaracak saiklerle yazmaya başladığımı hissettim. O kadar güçlüydü, o kadar iştahla yazdırıyordu ki kendini Rahman, bir süre sonra öykünün temel meselesini kaçırmama sebep olduğunu fark ettim. Kıydım Rahman’a. Ve sanırım hiç tereddüt etmedim. Asıl olan metindir çünkü. Bir karakter metne hizmet etmiyorsa ne kadar parlak ne kadar bereketli olursa olsun orada yeri yoktur.
Taşra öykücülüğü son zamanlarda revaçta, İstanbul hikâyelerinden İstanbullular da sıkıldığı için ilgi görüyor olabilir mi? Taşrayı yazanlar neden taşrada yaşamıyorlar?
Coğrafya öykücülüğü diye bir tanımlamadan haberdar değilim ama kastedileni anlamakla beraber benim öykücülüğümün coğrafya öykücülüğü olduğu düşüncesine katıldığımı söyleyemem. Ben, içinde coğrafyanın da etkin olduğu erkekleşme hikâyelerini yazmaya çalıştım. Çukurova’da da bir berber çırağı o yıllarda kupon yatırmaya gönderilirdi, Trakya’da da. Bu bir sınavdı çıraklık açısından. İyi bir çırak kalfa, iyi bir kalfa usta ve nihayet iyi bir usta evini geçindirecek parayı kazanıp kocalığa layık, esnaf arasında kabul görüp Konuyu biraz da kitabınızın içeriğine getirelim. kabileye dahil edilebilir erkek olarak tarif edilir. Uzunluk olarak kısa olan öykülere kıyasla ka- Hegemonik erkekliğin işleyişi üç aşağı beş yukarı rakter sayısı fazla öykülerden oluşuyor. Karak- bu tip sonsuz sınanmalar halinde ilerler. Erkeklik terlerinize kıyamıyorsunuz desek yerinde olur imkansız bir hedeftir ve ben bunu, şahsi tecrübemu? Karakter yaratmada bereketli bir coğrafya- lerim ve gözlemlerimin mekanı olan Çukurova’yı dan geliyorsunuz, Çukurova’nın karakteri hak- hem mekan hem karakter olarak dahil ettiğim bir kurgu dahilinde yazmaya çalıştım. kında neler söylemek istersiniz?
Çukurova’ysa bir mekân olmanın ötesinde bir karakter olarak öykülerde yer alsın istedim. Doğru. Çukurova, özellikle benim yaşadığım, büyüdüğüm topraklar hem bir meseleyi hikâye ediş hem de yaşam kültürü olarak bereketli, bolluk içindeki topraklar. Alelade bir sebze yemeği, evlerde envai çeşit yardımcıyla yenir. Pilav, makarna, turşu, yoğurt, yeşillik, turp, biber… Her lokma başka bir lezzettir. Ana yemeği zenginleştirir, lezzetini besler. Bu öyküler de bu gerçeği, bu yaşama pratiğini es geçen bir üslupta yazılmış olsaydı sahicilikten yana eksik kalırdı sanıyorum.
Şahsi gözlemim, metropol hikayelerine de son dönemde sıkça rastlar olduğumuz yönünde. Sıkılıp sıkılmama konusuna dair de benim bir şey söylemem sağlıklı olmaz. Ayrıca ben İstanbul’da yaşamıyorum. Fakat İstanbul ya da metropol dışındaki yaşamın taşra olarak toptan tarifini de pek sağlıklı görmediğimi söylemeliyim. Taşrayı yazmak demek oradaki mekan ve yaşam pratiği algısını yeniden kurgulamak demek bence metinde. O anlamda Çukurova’nın yeniden bir taşra kurgusu dahilinde yazılmasını da, bu topraklarda eser vermiş büyük yazarları düşününce, pek mümkün ve hatta haddimize görmüyorum.
Kendinizi nasıl bir öykücü olarak tanımlarsınız? Bir çırpıda mı yavaş yavaş mı yazıyorsunuz? Beklemek öyküye neler katıyor? Sık öykü yazabilen birisi değilim. Uzun bir kuluçka dönemi oluyor zihnimde. Çok klişe olacak ama bazen tek bir cümlenin aklıma takılması bazense resmin tamamının canlanması şeklinde olabiliyor. Birden fazla oturumda tamamlıyorum genelde metni ve çok uzun olmayan nadas sürelerine ihtiyaç duyuyorum. Metni tamamlamak için tekrar tekrar okumak, bazen unutmak ve genellikle kâğıda yığdıklarımın büyük bölümünü yontmak,
kesmek, törpülemek, cımbızlamak ve tekrar tekrar bu işlemleri gerçekleştirmek şeklinde ilerliyor süreç. Bu nadasların, beklemenin faydasına gelecek olursak, yazarken metne kör oluyorsunuz bir süre sonra. Kelime tercihleri, hikayenin havadaki ucu, karakterlerin tutarlılığı, anlatı sorunları derken bir çırpıda üstesinden gelemeyeceğiniz her bir sorun için uzaklaşıp yeniden yaklaşmak tazeleyici bir etki yaratıyor. Böylece kusursuza yaklaşan metinler elde ediyorsunuz. Fakat asla kusursuz değil.
emin olamadıkları için soruyorlar bunu. Haklılar da. Çünkü hiçbir karakter birebir yaşamış karakterler değil. Olamaz. Ve belki de olmamalıdır. Yeni bir gerçeklik kurguluyorsunuz edebiyat aracılığıyla ve bazen yaşanmış olan fazla ya da eksik kalabiliyor. Bir yazar olarak böylesi bir özdeşlik kurmanın da beni tatmin etmeyeceğini düşünüyorum. Sorunun cevabı oldu mu bilemiyorum ama yaşayan karakterlermiş gibi okunması karakterlerin sahiciliği konusunda hoşuma gitmekle beraber ne yazık ki bu tip soruları soracak kişiler gerçekte yaşamıyor. Hava atmaları veya tepki göstermeleri Erkeklerin anlatıldığı hikâyeler diyebiliriz öy- de pek mümkün olmuyor sonuç olarak. küleriniz için. Anlatılan yerlerde şahsına münhasır, güçlü birçok kadın karakterler varken Tek bir kitap okumak zorunda kalsanız hangi kitabı okurdunuz? neden erkekler üzerine yoğunlaştınız? Toplumsal cinsiyet ve eleştirel erkeklik çalışmaları ülkemizde gittikçe güçlenen ve üzerine daha da düşünülüp üretilen alanlar. Benim derdim de bu metinler aracılığıyla erkeklik mağduru erkeklerin hikâyelerini işlemekti. Kategorik olarak erkeklik ve kadınlık olarak kodlanan bu ayrım, kendisini erkeklik diye tarif edilegelmiş normlarla tanımlayamayan erkekleri hep görünmez kıldı. Ne ezilen ne de ezen olarak bir kategoriye dahil olamıyorlar. Bir çeşit gurbetçi. Orada Türk burada Alman. Bu anlamda şahsına münhasır güçlü kadınların da toplumda güçlü olduğu algısını yaratan ve genellikle toplumsal erkeklikle uzlaşıyla mümkün hale gelen işin kökenine dair, içeriden bir ses vermek istedim. Ben sizin erkekliğinizle uzlaşamıyorum, kadın gibi de hissetmiyorum, o halde bu erkeklik tanımında bir problem var diyen erkekler üzerinden bir ses vermeye, pek de yazılmamış olanı yazmaya heves ettim. Sonuç olarak da bu kadın erkek karşıtlığını biyolojik cinsiyet üzerinden kurmanın çok denendiği, kolaycılık olduğunu düşünerek böyle metinlerle başka bir pencereden patriyarkayla mücadelede bir cephe açmanın hiç de fena fikir olmadığı kanısına vardım. Ortaya bu metinler çıktı.
İlginç bir soru. Bilemiyorum. Budala, olabilir. Olmayabilir de. Zor soru hakikaten. :) Konu edebiyata gelince yapmış olmaktan pişman olduğunuz bir şey var mı veya keşke daha farklı yapsaydım dediğiniz bir şey? Henüz yok sanırım. Çok fazla şey, pişman olacak kadar fazla şey yapmamış olmamdan kaynaklı galiba. Ha, kitapta birkaç tashih var. Onları görmüş olmayı dilerdim. Görememiş olmaktan, yeterince dikkatli davranmamış olmaktan dolayı pişmanım, diye cevaplamış olayım. Henüz kitabı çıkmamış öykücülere tavsiyeleriniz nelerdir?
Yeni öykücüleri takip etmek önemli elbette ama özellikle 50 kuşağı öykücüleri ve yabancı öykü yazarlarını takip etmelerini öneririm. İsim vermek hep zordur ve fazlasıyla liste de dolaşıyor, rahatlıkla kendilerine uygun olanı bulurlar. Bolca yazmaya çalışsınlar, özellikle kurgu konusunda kopya çekmekten çekinmesinler ama mesela bu bolca yazma tavsiyesi benim açımdan işleyen bir tavsiye değil. Yazamıyorlarsa okusunlar. Yazamadıkça Kitabınızı büyüdüğünüz mahalleden herhangi okusunlar. Dergilere göndersinler yazdıklarını. biri okuduğunda bu ben değil miyim deyip tepki Reddedilmekten, dayak yemekten korkmasınlar. mi gösterirler yoksa kahvede hava mı atarlar? Yazdıklarının en az yarısını atmanın normal olduğunu bilsinler. Benim gibi yeni öykücülerdense [Tarsuslu bir hemşehrinizden özel soru] ülkedeki önemli edebiyatçıların tavsiyelerine Büyüdüğüm mahalleye, öykülerin geçtiği mekân- kulak kabartsınlar. lara pek de sık uğradığım ve kendileri sandıkları karakterlerden pay çıkaran tanıdıklarımla karşı- Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için tekrar laştığım pek söylenemez. Fakat okuyanlardan teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz birkaç defa ben miyim o, o hikâyedeki şu mu, bir şey var mı? gibilerinden sorular aldığım oldu. Fakat elbette Ben de teşekkür ederek bitirmiş olayım. :)
belleksiz çıkılan her yolda bu avare kendini yağmur damlalarında anımsar. çamurlar kıyafetiyle ve sonrasında da bedeniyle birleşir. azgın dalgalarla boğuşan bir gemi sallanışıyla dans eden suratsız bir sirk ucubesi. kör ve keskin bakışlarıyla adeta bir silahşör edası. zulasından bir kokainle kendini bulmuş aslında hırs müptelası. gözbebekleri adeta bir ceylan tedirginliği. yahut bir kayıkla denizlerde kaybolan bir zenci, ayak nasırları emeğinin tescili. yaşam kendini aramaktır elbet, işte yaşam, insanı aramaktır. kullanılmış bir prezervatifin çöpe gidişi gibi harcanamaz. kayıplara karışıp dünya çekirdeğinin en sıcak noktasında anlaşılmak beklenemez. kulağına çalınan her kapı bir makberi çağrıştıramaz. ölüyle yaşanamaz. sızıntılara gebe zihne gereğinden çok yüklenilemez, yüklenilse de buna yaşamak denmez. her gün bir demlik bitirdin diye bir çaya, bir paket bitirdin diye sigaraya belirsiz anlamlar sığdırılamaz. gülüşünün kıyısına sığınan bir ağacın esişine tanıklık ol.
ve her daim nefesini süsle, değecek şekilde bu dünya harabesinin yok oluşuna. sarsılmaz bütünün şüphelidir elbet, her uzvun bir simyacının işidir belki, ne kadar yalanla da kurulsan içinde bilirsin ki kimyan buna tepkili, ve acısını senin soluklarından çıkaracak. yüreğine küller serpiştir daima, ama bil ki yok olmadın. siyaha bulandın, ama bil ki zehrine panzehirdir aklın. masallar misali bir ömür saptandı şuranda, bir dur, belki bu bir distopya. bak bir ardına ve kederlen. silinsin hafızan ve içerlen. dişlerini sık ama sinirden. tanık ol hissizliğine ve yok ol. yol haritanı taşımana gerek yok artık. zira kendine seçeceğin hayatlar ölü hasbelkader. tükettin iliklerine kadar kullanılmaz artık bu bilinç. cehennemine giriş biletin çöp oldu. piyangodan da medet ummaktan vazgeç. tırnaklarını kazıyarak da çıkma ininden. emeğin yolcusu olursun, ve bil ki hak, burjuvazinin sömürgesidir. fısıldıyorum artık, sefaletime kulak ver. cümbüşlerinden vazgeç ve canıma can ver. sıra bende diyerek böldüğün karakterlerinle sıfıra bir ekle, diz çökmeyi alışkanlık edindin, yekvücut son bi' çare.
Hepimiz çoktan damgalandık Vasat hayatlarımızdan kurtulma çabası Dişlerimizin arasından sızan kanları tükürmek çabasından Daha fazlası değildi Çivi çiviyi söker diyerek yürüdük Vasat, vasatı Rafizi kimseler olarak Ayaklarımız da zamanı Sö ke cek Yürüyeceğiz Sadece asgari bir erozyon üzerinde olduğumuzdan Yürümek sanacağız Zaman burada ahşican. Toprak olmaya hevesle, Arazi-i metruke Üzerine bastığımız an gayesi İcaleten iraza. Arpa boyu ilerlemek bir yana Adımlarının hızı buraya ait değilmiş gibi Rüzgâr olmuş da Toprağı yerden nez’ eyleyip çarparcasına İlerlediğimizi sanacağız Yağmurdan arta kalan çamurlu şaibede yüzünü görmelisin Ve evet işte şimdi farkındasın, Sınırlarının farkında olmayan lekenin ucundan Yeni bir yolculuk başladı Gerçekliğin parçalanışıyla başladı yol Hareketi unutup Arazinin kaymasından anlamalıydık, Ardımdaki çam nasıl birden ayaklanıp beni takip ediyor, Aynadan kırılıp önüme serilen ışık, Zifir karanlıkta nereden yansıyor, Ah! Ağzımı açamıyorum.
Ellerini kenetleyip kim bastırıyor, Apartmanlar nasıl esneyip yere seriliyor, Tek tip rezidansların erimesi hiç keyif vermiyor. Zira, Artık zeminde tek renk akıyor. Keşke gerçekliği bir kasabada yaksaydık hayali peşimi bırakmıyor. Kırılmak için üzerine basılmayı bekleyen tüm ceviz kabukları, Kuru yapraklar ve soda şişeleri gerçekliğe dahil. Yakacağım, yakıyorum Sıcak soğuk sıcak! Her şeyi yok ediyorum Kafamın içinde volta atıp Dudaklarımı yuvarlayıp nefes veriyorum, Ve yerle bir oldular, Var ettiklerim Gerçekleştirdiklerim Tutuştular. Ateşi ilk defa görüyorum Hem de bir söndürme eylemiyle. Burada hiçbir şey yok Gerçek yok. Zamanı evvelden yaktığımızdan Hiçe saydığımızdan Zaman yok. Birkaç saniye, Benim aynamda ömre tekabül ediyor. Bu zaman-sız-lık Nasıl bir kolaj sunuyor Düzleme aktarımı yasaklanmış, Fakat Gözlerimi kapatınca her şeyi görüyorum Şimdi! Her şey mümkün
“o kadar sevdim ki resmini / işte bugün konuştu benle” m.özbek Beklemeye bağışıklık kazanmıştım. Yazları kışı beklerdim, uzun otobüs yolculuklarının bitmesini, ölmeyi, bazen gerçekten mutlu olmayı. Gerçekten mutlu olmayı beklediğim zamanlarda hep onun adını geçiriyordum içimden, sonra bir sıkıntı kaplıyordu içimi. Bir akşamda, yaz yeni gelmişti, insanların koltukaltları gündüzleri koyulaşmaya başlamıştı, gündüzleri sıcaktı ancak akşamları serindi. Pencere açıkken uyunacak hava değildi yine de daha. Kapı çalınmıştı, gelenin kim olduğunu biliyordum. Hem de çok iyi, son kışın her pazarı beklediğim kişi yanımda oluyordu içimdeki sıkıntıyı gidermek için. Ertesi güne yapılacak ödevlerin sıkıntısı, banyo sıkıntısı, eve geç gelen babaların sıkıntısı çocukluktan miras kalarak yer edinmişti yüreğimde. Sırtımda ince bir hırkayla, ayaklarım çıplak, kapının önünde betona basıyordum, ayaklarım üşüyordu. Merdiveni çıkışından keyifli olup olmadığını kestirebiliyordum. Bazı zamanlar onu beklediğim geceler kanepede uyuyakalmışken kapıyı açmaya çalışmasından eve sarhoş gelip gelmediğini anlayabiliyordum. Bulup anlayabildiğim biriydi o. Seneler çabuk geçmişti ancak o varken hayat anlam kazanıyordu. Hala öyleydi ya da bu bir sanrıdan ibaretti.
Keyfi yerindeydi, hatta neşeli bile sayılırdı. Onu dudağında ıslıkla, içinde bira şişelerinin olduğu torbayla gördüğümde içimdeki sıkıntıyı unutmuştum. Gözlüklerindeki damlalar ve kokusuyla karışan yağmur bana yazın daha tam olarak gelmediğini hatırlattı. Alışkanlıkları değişmezdi: her öğünden sonra az şekerli Türk kahvesi içer, isim koymaya üşendiği turuncu süs balığının suyunu her sabah uyandığında değiştirir ve her pazar akşamı elinde biralarla evime gelirdi. Kapının eşiğinde beni öpmesi bile artık düşünmeden yaptığı bir eylemdi. Bir rutin, bir alışkanlık, ne bir eksik ne bir fazla. Çabucak, şehveti en küçük solucanda da olan bir öpücük. Yanımdan sıyrılıp mutfağa yollanmışken ıslığındaki ezgiyi sözcüklere döktü. Bu akşamı diğer pazar akşamlarından farklı kılan ne oldu diye merak etmiştim, ceketini çıkarmadan dolaptaki peynir tabağını çıkarıp tepsiye koydu, ardından yeni yeni tatlanan çilekleri, papaz eriklerini bir kaseye koyup yıkadı. Bankonun üzerindeki çerez kavanozundan iki kompostoya beyaz nohutları bölüştürdü. Gözlüklerinin altından gözleri parlayarak sordu: “Balkona çıkalım mı?” Ben daha geceleri pencere kapalı uyuyorum, diyemedim. Uzun zamandır onu böyle keyifli görmeyi özlemiştim. Ben içeriden battaniyeleri getirirken o, biraları bardaklara dolduruyordu. Soft alkol, alkol oranı en düşük alkol ne derbederliği ne aşk acısını anlatır. Edebiyatı yapılmaz, dağları yaktırmaz. Aşık olduğum adamın uzun zamandan sonra söylediği şarkıya eşlik eder. Sahi, acaba hayatındaki bir deliğe gazete kâğıdı mı sıkıştırmıştın sevgilim? Bir transatlantiğe benzetirdi aşkımızı. Bir gün kalabalık bir dost meclisinde “Düşünün!” diye haykırdı. “Bir transatlantikte yolcusunuz. Güzel güzel giderken birden içeriye su dolmaya
başlıyor. Herkes telaş içinde, yediden yetmiş yediye, dünyanın en yetenekli virtüözlerinden tutun lirik şiirin en başarılı şairleri bile o geminin içinde. Fakat o esnada herkes eşittir, herkes bir deliği tıkamaya çalışır. Ne şiirin önemi kalmıştır ne de bestelenmiş bir konçertonun. Biz ikimiz de o gemideyiz, dünyanın en iyi aşıkları olsak da ömrümüz hayatın açtığı delikleri tıkamakla geçiyor.”
için beklemiştim. Uğruna feda edilebilecek bir komposto beyaz nohut. Yanına mevsim meyveleri, tabağın yanında bir porsiyon ferahlık. Her şey ne doğal, ayaklarımın üşümesi birden geçiverdi. O akşam, ne çok geç ne de çok erken. Her şey zamanında. Salonda çalan şarkı bizi anlatmadan da kulağa hoş geliyordu. Geldiğinden beri çok az konuşmuştuk, birbirimize bakıp gülümsemek yetiyordu. Kıtalararası seyahatimizi düşündüm. Hiçbir şey yokken, daha tek kelime etmemişken o, battaniyesine büzülmüş apartmanın önünde oynaşan kedileri izliyorken yerimde doğruldum. Derin bir nefes alıp “İnanıyorum” dedim ben de bir Ortodoks Marksist edasıyla, “İnanıyorum, bekle demenin sebebi artık gemiyi onardığımızı müjdelemek içindi, değil mi sevgilim?”
Çok badire atlatmış, çelme yemiştik, mahallede yakan topu kazanan takımın çocukları bizimle alay etmişti. “İnanıyorum” derdi bir Ortodoks Marksist gibi. “İnanıyorum, hepsi geçecek. Sen sadece bekle.” İnanıyor muydu gerçekten, bilmiyordum. Başka birini de sevebilirim cümlesini aklımdan geçirdiğim an ben bütün inancımı yitirmiştim kendime olan. Ama yine de bekledim. Alışkanlık edindiğim için, Özdemir Asaf’ı çok sevmediğim için. Belki de bu nemli ve kokusu için pek çok şey verebileceğim akşam Bakışları dondu, sonra dudağının kenarındaki kıvrımla buzlar çözüldü.
Namağlup dövüşlerde Onarır avuç içimi Porselen bebek Polly. Katilin istifası, Anti-plastiktir. Yırtılan gömleğinden Zamansız katli sorumlu tut. Geçmeden elma alacak yaşın, Kulak as, Şairin telakkisine. Serçenin öptüğü yerden Doğar, Sihirbazın nezaketi. Zaman, doğuruyor katli.
Pencerenden bakıyorsun kendinle göz göze Birkaç ışık yılı arayla birkaç kambur lamba Sokak ortasında gölgeleri kapışıyor Bulutlara mendil uzattığın vakitlerde Hava durumu raporu veren lambalar Oysa senin saçların acelesiz bir yağmur gibi uzar Kokundur değen yalnız toprağa yağmur sonrası Pencerenden sokağa bakıyorsun görüyorum
nuşmamış, büroya gitmemiştim. Alakasız manavlardan alışveriş yapmaya başlamıştım. Eve hep aynı saatte dönüyordum. Kavşaktan sağa dönecekken görme engelli bir dilencinin sesini duyuyordum. Her gün aynı sesi duymak bana aynı şeyleri düşündürüyordu. Salçaların parasını ödemek için cüzdanımı çıkardım. Yine cüzdanın yanlış tarafını açtım ve Cahit’in fotoğrafına dalıp gittim. Cahit benim geçmişim, birçok felakete uydurduğum sebepti. Bu fotoğraf olayı artık sadece benim bildiğim bir huyum olmuştu. Cahit’in böyle huyları yoktu. Onun cüzdanında sadece çocuklarının fotoğrafları vardı. Evimi de yıllar öncesine ait şeylerle doldurmuştum. Eve girdiğimde yazgımı en baştan izlerdim. Giriş kapısının yanında kitaplığım vardı. En üstte de Cahit’in yazdıkları. Basım yılları arasında çok az fark vardı. Yazmasını engelleyen bir şeyden kurtulmuş gibi peş peşe çıkarmıştı kitaplarını ve hepsini çocuklarına ithaf etmişti. Kitaplığın yanındaki rafta babamla annemin fotoğrafı, en çok da Sumru ve ben vardık. Kaybolmuş ne varsa, birkaç rafta toplanmıştı. O günler uzakta kaldı, ben de geçip gitmek zorunda kaldım. Cahit’in gittiği senenin Aralık ayında Oğuz Atay ölmüştü. Giderken bıraktığı kâğıt parçasının sözlükteki karşılığı bir yazılı metin türü değildi. O kâğıt benim vurgunumdu.
Rinda,
Virgülü koyduktan sonra beklemiş, kâğıtta kocaman bir mürekkep lekesi bırakmış. Düşünmüş, sıkılmış belki.
‘Rinda, gidişim bir benimle ilgili. Kendimi bir insana değil, yazdıklarıma adamak istedim. Belki beni bunu yapmaya zorlayan tek şey senin kendini bana bu denli adamandı. Bunu taşıyabilecek kadar güçlü bir kadın olmadığını düşünsem asla yapmazdım. Seni kendim kadar düşündüm. Lütfen iyi olmaya çalış.’ O kâğıttan sonra Cahit’e ulaşmaya çalışmamıştım. Bitirdiği bir şeyin devamı gelemezdi. İnsan ne yapardı Cahit yokken? Cahit’in daktilosunun, tuvallerinin ve boyalarının olduğu odaya gider, beklerdim. Beklediğim şeyin ne olduğunu da bunca yıldan sonra bile öğrenemedim. O haftalar Sumru’yla ve annemle ko-
Belli başlı üç beş şeyi hatırlamakta ısrar ediyorum Cahit. Eski evinin bir arka bahçesi vardı. Dünyanın bütün arka bahçelerini gördüğünü yazan Nilgün bile görmemiştir o arka bahçeyi. Seni bir kere bahçe kapısının önünde otururken izlemiştim. Ekmekleri koyduğun kırmızı leğeni, bayatlarını ufalayıp pervazın önüne koyuşunu… ‘Kuşlara mı verelim çöpe mi atalım?’ Sen benim hayatımdan, o kapıyı açar gibi kolay çıkmıştın. Cahit ben bıraktığın acının cemini kolay hesaplayamadım.
Bir akşam eve döndüğümde kapımda bir not buldum. Sumru’dan. O sarı küçük kâğıtlarından tanımıştım Sumru’yu, lisede de cüzdanında hep onlardan olurdu. ‘Rinda, annen beni aradı. Meraklanmış. Bürodan da aradılar. Aramalara geri dön.’ Eve dönmemi bekleyemeyecek kadar yoğundu. Sumru’yla, Cahit’e kadar hep aynı hayatları yaşamıştık. Cahit’ten sonra Sumru benim uzağıma düşmüştü. Önce evlerimiz ayrılmıştı. Evlerimiz ayrıldığında mevsim kıştı. Sumru’nun o dönem maaşı kesilmişti. O buz gibi evde otururken ben Cahit’in yanındaydım. Sumru asla çocuk sahibi olamayacağını öğrendiğinde de öyleydim. Ben hep Cahit’in yakınındaydım. Baharda Sumru bakanlıkta çalışmaya başlamıştı. Ben hala aynı masadaydım. Baharın sonunda Sumru yurtdışına gitmişti, iki ay dönmeyecekti. Onu birkaç kere aramıştım ama sonra aramalarım kesilmişti. Sumru’yu tam dört aydır görmediğimi evdeki salçaların bittiği gün anlamıştım. Balkonu salça kutularında yetiştirdiği çiçeklerle doldurduğu gelmişti aklıma. O dört ayda Cahit’in evin her yerine dağılmış fırçalarını, kitaplarını toparlamış; nereden bulup da eve getirdiğini anlamadığım ses kaydeden aletlerinin tozunu almıştım. Yıllardır seslerle ve dillerle ilgili bir tez yazıyormuş. Diyarbakır’a, Batum’a, Budapeşte’ye, Ce-
nevre’ye; gençken hep çantasında taşıdığı defterinin arkasına not aldığı bütün şehirlere gitmiş tezi bitirebilmek için. Ama içine sinmemiş hiç. ‘Bittiği zaman emin olacağım bittiğinden’ demişti. Sumru’nun hayatımdaki payını, Cahit’i yücelttiğim kadar kolay azaltmıştım. Fakat o sanrılı zamanlarımda Cahit’in gidişinden haberdar olsun; hatta olmak isterse yanımda olsun istemiştim. Onu görmediğim o dört aya Cahit’in gidişinden sonraki zamanı eklediğimde bir asır oluşuyordu aramızda. Bu yüzden telefon etmek on dakikamı almıştı. Telefonda sanki Sumru değil de bir yabancı açmıştı. Onu görmek istediğimi söylediğimde, taşındığını, istersem yeni evine gidebileceğimi söylemişti, isteksiz bir tonla. Bunu duyunca etrafa bakınmış, Sumru’nun bir ara kapıma bıraktığı kâğıtlardan birinin arkasını çevirip, adresi not etmiştim. Sesi buz gibiydi, ben de başka türlüsünü bekleyemezdim. Sumru’ya gitmeden önce, eski evine gitmek istemiştim. Çok eskiden, bizim oturduğumuz eve. Bina hiç değişmemişti. Sumru kapıyı değiştirmişti. Eski kapının altına, soğuk gelmesin diye havlu sıkıştırırdık. Binadan çıkmak üzereyken merdivenlerin kenarında duran bir şeyi devirmiştim. Sumru’nun salça kutularından birini. İçindeki çiçekler solmuştu. Ellerimin ve çenemin titreyişinin sebebinin soğuk olduğuna
inandırmıştım kendimi. İki otobüs sonra Sumru’nun yanında olacaktım. Sadece bedenen yanında olacaktım. Babamla ne zaman şehir içinde otobüse binsek, inene kadar o konuşurdu. Evde de annemden çok onun sesi duyulurdu. Hayrandım ona. Onun sözlüklerine, çevirilerine özeniyor oluşum mesleğimi belirlemişti. Öğütlerinin hepsi bir cümleye dökülürdü.
‘Kızım, vazgeç. Kolay olsun senin için vazgeçmek. Çoğu kız güçlüdür alelade bir erkekten, hem maddi hem manevi. Kız çocuğu vazgeçmesini bilecek.’ Babama benzeseydim biter miydi benim bu sallantım? Bize tercih ettiği hayat onun gücünün eseri miydi? Babamdan sonra, uzun süre annemin çığlıkları uykularımı bölmüştü. Annem aylarca konuşmamış ve aylarca evden çıkmamıştı. Sumru’dan başka aile ferdim yok gibiydi. Üniversite sınavıma tek başıma gitmiştim. İkinci otobüsün üçüncü durağında inmiş ve uzun bir cadde yürümüştüm. Binayı buluşumdan sonraki dakikalarım sessiz film gibiydi. Sumru bana ballı çay yapmıştı, eve girdiğimde masanın üzerinde duruyordu. Birlikte yaşarken de eve her girdiğimde, çay masanın üzerinde dururdu. O gün Sumru hiçbir konu açmamıştı, işi dışında. Ben de sadece Cahit’in gidişinden bahsetmiştim.
-Cahit’i sırtında taşımaktan başka ne yaptın zaten, dedi. Bıkkınlık akıyordu yüzünden. Masanın üzerindeki toz şekerleri parmağıyla toplayıp bir peçetenin üstüne bırakmakla uğraşıyordu bunları söylerken. Tezgâhın üstünde ilaçları vardı. Daha da çoğalmışlardı. Lisedeyken de çantasını kitaplardan daha ağır yapardı bu ilaçlar. -Özür dilemek istemiyorum Sumru, tutuldum. Tutkun olduğum için göremedim belki seni ve annemi. -İlacın Cahit olsaydı, biz yine hayatında olurduk Rinda. Sen bütün evreni Cahit sandın. Konuşmadığımız her saniye Sumru uzağıma gidiyordu. Masanın üzerinde duran defterine baktım. Eskiden bu kadar kabarık değildi. Her sayfası, her günü doluydu. Sumru acısını hep somut şeylerle kapatmıştı. Hiç göz göze gelmemiştik o gün. Vedalaşırken birbirimize sarılmamıştık. O günün anılarını birkaç dilin en gündelik kelimeleriyle yazabilirdim. Eve gitmeden önce annemi de görmek istemiştim. Tedavi gördüğü yıllarda psikolog bize taşınmamızı, annemin o eve ve evdeki belli başlı eşyalara ucu babama dokunan anlamlar yüklediğini söylemişti. Annem ev değiştirmeye ikna olmamıştı. Kapıyı açıp karşısında beni gördüğünde yüzünde yıkık dökük bir gülümseme oluşmuştu. Elinde külü düştü düşecek bir sigara vardı, saçlarını birkaç gün önce şöyle bir toplamış, bir daha da dokunmamış gibiydi. ‘ Gel, gel hoş geldin anneciğim!’ dedi, önüme bir çift terlik attı. Ben terlikleri giyip kapıyı kapatırken alelacele gidip duvardaki yamuk çerçeveyi düzeltti. Düğün fotoğraflarının olduğu çerçeveyi. Mutfağa geçtik. Televizyon açıktı. Bulaşık makinesinin içinden bir bardak çıkarıp lavaboda çalkaladıktan sonra bana çay koydu.
-Gittiyse gitti aman, ben senden daha çok arafta kaldım. On yedi yıl bir ömür eder. Bir şeyler sayıklayarak dizlerini ovalamaya başlamıştı. Aramızda gidip gelen tek şey televizyondan gelen reklam müziğinin sesiydi. Elleri titriyordu. Sesi yükseldi. -Ben kaldım bak! Şimdi baban benimle mi? Değil! Nerede? Kocaman, bambaşka bir evde, hayatı benim mutfağımdan derli toplu! Ben neredeyim? Konuşmadık. Göz ucuyla onu izledim. Titremesi yavaşlayınca odasına gitti. Evden bir türlü çıkıp gidemiyordum. Bir ara bir haberin son cümlesini duyup televizyona baktım. … annenin, çocuğunun cesedine sarılmışken çekilen fotoğrafı yürekleri dağladı. Bir yudum alınmış zehir gibi çayın yerini değiştirmeden kalktım, terlikleri çıkarıp duvarın dibine bıraktım. Çıktım. İşlek bir caddeye doğru yürüdüm. Bütün tezgâhlar, ışıklar, arabalar, âşıklar, âşık olunanlar, sesler, kahkahalar, sinemalar, kumarlar, zarlar, kurallar, hepsi Cahit oldu. Onu düşünmek, varlığıyla kıyaslanamasa da hayatımı yemyeşil yapıyordu. Ben dünyanın yeşilliğini Cahit’e yormuştum. Gözlerimi kapattığımda gördüğüm küçük parıltıları Cahit çizmişti. Cennet Cahit’te cem olmuştu. Hayatım soyut bir ithaf listesi olmuştu ondan sonra. Uyanışlarım Cahit’in uyku mahmurluğu, gri hırkası, kısık sesi, sevdiği günler içindi. Onun sevdiği renkte bir iltihap akıyordu ruhumdan. Cahit için. Sadece Cahit için. Dünya yanıyor ama ben Cahit için acı çekiyordum. Dört dilde yazabileceğim her anımın cemi onun adı olacaktı. Herkese Cahit nerede diye soracaktım, kimse beni göstermeyecekti. Ses ve gölge leke bırakır. Gölgesi benliğime sindi. Sesi duyduğum tek sesti. Salçaları torbadan çıkarıp dolaba koydum. Elime su dolu bir bardak alıp balkona çıktım. Balkonu dolduran salça kutularında büyüttüğüm çiçekleri suladım. Sumru bunu yapmayalı kim bilir kaç yıl olmuştur. Kız çocuğu, haricinde ne varsa iteklemesini bilecek yeri geldiğinde.
-Ben de sana ulaşamayınca, Sumru’yu aramıştım. Ama ne zaman, taaa… Hatırlamıyorum yani. Neler yapıyorsun? -Anne, dedim. ‘ Cahit gitti geçenlerde.’ Güldü, Cahit’ten ilk bahsettiğimde de böyle gülmüştü. Ekmekliğin üstünde duran ilaç kutularından birinin içinden bir hap aldı, benim çayımla yuttu. Tezgâhtan destek alarak karAh Cahit, kalbimin ve senin ses tellerinin şımdaki sandalyeye oturdu. karşılıklı oturdukları zamanları özlüyorum.
üstü mezar dolu tünellerden geçiyorum, bir dağ biniyor omuzlarıma geçen hafta cenazede gani gani ölüm dilemişken allah’tan şimdi yabancı bir gözle bakıyorum bütün mezarlıklara bir şaman ayinine denk gelmiştim alıştığımda kabir hayatına tabutu camdan yapılmış bir ölüye benziyor hayat, her şeyin farkındasın, bu savaşı kazanınca nasıl öleceğini seç tarafların ikisi de sensin, ordunun başına geç tetiği çek, nişan al ve ateş! buraya yazılacak bir şey kalmadı, cephane bitti savaşta yeni bir cephe açıldı: nükleer füzyonlar nüksetti beynimin her kıvrımında hissederken bu işkenceyi güldü geçti sermayeyi elinde tutan ilaç şirketleri birazdan vardiya değişir, kuşların çığlığı karışır kanıma şehrin tüm sokakları şahit olur bu huzursuzluğa tabuları yıkmak zorlaştığında tabutlar kucak açar sana yıkılan düzenlerde yeşerir çürüyen her umut
in me omnis spes est mihi
yani bütün umudum kendimde yani habil de benim, kabil de yani mağlup da benim, galip de şimdi savaş bitti, bütün cepheler tek tek düş tü bu paradoksun içinde ruh bedene küstü öldürürken kendi kendimi kırpmadım gözümü, bulamadım çözümü beni var eden mutlak töz, beni yok eden bu son söz mü?
Evimi ev, beni insan olmaktan alıkoyan düşlerimin duvarlarında açılmış onulmaz yaralardı. İşte bu ellerimle ben pazardan elma seçememiş; işte bu ayaklarımla ben yakına varamamış, uzağa gidememiştim. Belki binlerce kez aradığımı bulmak umuduyla karış karış dolaştığım bu sokaklardan birinin sonunda oturup soluklanırken sandal içinde önümden yavaşça geçen iki Rum’un, bana hiç de aşina olmayan bir ezgiyle söyledikleri şarkının tesiriyle ilk kez ay korkusu düştü yüreğime. Sabaha karşı kayalıklara boylu boyunca uzanmış ve bilmediğim bir dilde ölmüş bulundum. Alelade kelimelerin tek başlarınayken hiçbir anlam ifade etmemelerine rağmen bir araya gelişleri beni; ne zaman kapandığı, ne zaman açılacağı yahut açılıp açılmayacağı dahi belli olmayan bir kapı önünde bir anahtar sesi duymaya muhtaç olarak dizlerime bakıp oturmak zorunda bırakmıştı. Bir küçük kırmızı kuş, göç yolundan sapıp da çarpmasaydı göğsüme, ben yüzümü bahardan yana dönmeyi öğrenemeyecektim. İsmimi belki hiç kullanamayacak, suya bakmak ne demek bilmeyecektim. Sırları dökülmüş kırık bir ayna önünde varlığını henüz keşfettiğim ellerimle yüzüme, gözlerime dokunuyor, tenime değen ılık nefesten başka, varlığımı kanıtlayacak bir emare bulamıyordum. Gözleri sönmüş ateş yarası, teni sarmaşık zehri yanığı bir annenin bu dünya üzerinde açtığı dikiş tutmaz yaraydım. Işıkları açık bırakıp gitmek eyleminin en azından ışıkları tekrar kapamak için bile olsa gidenin geri döneceğine dair bir umut vermesinin ardından Tanrı’nın geceyi yaratması, beni gidenin geri gelmemesi için dualar etmeye mecbur etti. İşte bu ellerimle ben, pazardan elmalar seçememiş, gök kubbenin perdelerini kaldıramamış, gideni geri getirememiştim.
“Hoş geldin yâr Yüreğime Boş ver bee El alem ne derse desin Hade hade hade hade hadeee” -Allah belasını versin bu düğünlerin. Sırf vakit kaybı. Yapana da gelene de safi zarar. -Hayırdır abi, ne oldu birden? -Oğlum napayım düşündükçe sinirleniyorum. Şimdi burada boş boş oturacağıma evde olsam iki hikâye yazardım. Selim piç bir sırıtışla önümdeki kadehi işaret ederek: -O zaman bu kadar beleş içkiyi nerden bulacaktın? dedi. Kardeşimi üstten olduğu çok bariz bir bakışla süzdüm, henüz liseye yeni başlamıştı, haliyle alkole fazla anlam yüklüyordu. İçimden ona önemli olanın asla alkol olmadığını, alkolün yalnızca bir eğlence aracı olduğunu ve aslolanın sadece zaman olduğu üzerine bir nutuk atmak geçti. Fakat vazgeçtim, 14 yaşında bir veletti, onun için izlediği pornolardan daha öğretici bir şey olamazdı. Kadehte biraz kalmış şarabı diktim ve Selim’e döndüm: -Ben sigara içmeye çıkıyorum, annem gidiyoruz derse beni çaldır, dedim. Sonra da doğru salonun otoparkına çıktım. İğrenç şarkılar son ses burada da hüküm sürüyordu. Tam ağzıma sigaramı almış çakmağımı arıyordum ki sağımda biraz ilerde bir hareket gördüm. Dikkatlice baktığımda bunun otoparkın sık örülmüş tel örgüleri arasından düğünü izleyen sırt çantalı bir kız olduğunu ayırt ettim. Bugün, o zamanlara dair düşündüğümde fark ediyorum ki öğrendiğim onca şey arasında, her insanın hayatının bir kırılma anı olduğu ve insanın o anı yaşarken gerçekte başına ge-
lenlerden kesinlikle bihaber olduğundan daha doğru bir şey yoktur. Bir olay, bir eşya, bir kadın… Yalnızca şip şak. Öncesi beyaz, ötesi siyah. Geçmişte yaz, önünde kış. Çakmağımı arka cebimde bulmuştum ama kızla konuşabilmek için en klasik yönteme başvurdum. Yanına yürüdüm ve “çakmağın var mı?” diye sordum. Tanrım! Soru sormanın bu kadar bedeliyle geleceğini bilseydim hiç öyle meczupça girişimlerim olur muydu yahu! Aman aman. Kızın kopkoyu mavi gözleri vardı, ortasında bir siyah dairecik olması gerektiğini unutmuştu sanki o gözler. Vücudumun üstünden içime, içimden de çok daha derin bir boşluğa doğru baktığını hissettim o gözlerin, evet resmen bakışında bir “ruh kazısı” vardı! Sorgulayan ve anlam arayan bir kazı. Simsiyah uzun saçları da bu kazıya eşlik ediyordu. Burnunda bir halka olduğunu gördüm, kaşında da bir iz. Çakmağını çıkarıp sigaramı yakarken elindeki yaraları seçebileceğim kadar vardı neyse ki ışık, ama hiç olmasaydı da yine de hissederdim sanki onları. Sigaramdan ilk nefesimi aldığımda çok tuhaf hissettim, ne diyordu Attila İlhan “Ben hiç böylesini görmemiştim” değil mi? Ben güzel mahallelerde, güzel okullarda büyümüştüm, oralarda en sahtesinden olsa bile gülümsemek bir zorunluluktu, hiç ilginizi çekmese bile “nasılsın, iyi misin?” derdiniz, şefkat ve iyi niyet el kol kadar elzemdi, sizde olanın diğer herkestekinden fazla olduğunu göstermeniz yazılı olmayan kurallardandı. Bu kız ise bana bana ters bakıyor, her hareketini tehdit eder gibi yapıyordu. -Adım Galip, diyerek aptalca bir girişimde bulundum. Soğuk nevale bittabi -Neden konuşmak istiyorsun? gibi agresif ve yabani bir cevabı tercih etmişti. -Sadece tanışmak için. Ben bir yazarım, farklı türden insanlarla iletişimde olmak benim için çok önemli o yüzden. Genelde gördüğüm insanların belirli özelliklerini alıp üstüne kurgu inşa ediyorum. Karakterleri çeşitlendirirken dik..
El işaretiyle susturmuştu beni. Ben gelmeden önce olduğu gibi tekrar pür dikkat düğünü izlemeye başladı. Zira düğün tarafında bir hareketlilik vardı, müzikler susmuş onun yerini alkış sesleri almıştı. Sahnede de şık giyimli orta yaşlı bir adam vardı, elinde mikrofon olduğuna bakılırsa bir konuşma yapacaktı muhtemelen. O an, biz evden çıkmadan önce annemin söylediğine göre, gelinin halamın bir arkadaşı olduğu düğünde henüz ne gelini ne de damadı gördüğümü fark ettim. Buradaki her şeye o kadar yabancıydım ki sahnedeki bolca alkış toplayan bu adamı ilk olarak taraflardan birinin babası sanmıştım. Adam konuşmasına başlamıştı ama mikrofon bozuktu. Bir-iki eliyle oynasa da düzeltemedi, o yüzden normal sesiyle konuşmaya karar verdi. Ancak otopark biraz uzak olduğu için neler söylediğini anlayamıyordum. Arada ön sıralardan gelen heyecanlı alkışlar dışında (galiba bir tek onlar duyuyordu) sesler belirsizdi. Yanımdaki kıza dönüp baktım, hiçbir şey olmamış gibi pür dikkat sahnedeki adamı izlemeye devam ediyordu. Cümleleri anlamamasına rağmen bu kadar kilitlenmesine çok şaşırmıştım. Tekrar düğüne döndüğümde sahne önünde bir adamı seçtim, sahnedeki orta yaşlı adama bir mikrofon uzatıyordu. Adam mikrofonu alıp açtı, şimdi sesi net geliyordu. -Zaten diyeceklerimin çoğunu bitirmiştim fakat her zaman en sona en değerlilerimizi bırakıp onları hafızalara kazımalıyız değil mi? Güzel eşim Fulya ömrümün en kötü zamanlarımda hayatıma girdi. Sağ olsun o girdikten sonra da her şey sadece daha iyiye gitmeye başladı. İkinci baharı asla hayal etmezdim,
ancak bu kadar güzel bir kadın siz yapayalnızken elinizden tutuyorsa bu yepyeni bir başlangıcı hak eder öyle değil mi? Herkesin önünde sana çok teşekkür ediyorum benim güzel gelinim, Fulyam, hayatımın ışığı. Bu sefer düğündeki herkes coşkuyla alkışlamıştı. Bense yanımdaki kıza baktım, yan durduğu için tam gözlerini göremiyordum ama yine de yanağından akan birkaç damla gözyaşı ruhunu ele veriyordu. Biraz yardımı dokunur diye koluna yumuşakça dokundum, belki şefkatle yaklaşan biri onu iyi hissettirirdi. Sertçe bana döndü. O ıslak gözlerde beklediğim zayıflıktan, acıdan ve kırılganlıktan eser yoktu. Dosdoğru mavi bir ateşe baktığımı hissettim. Öfke ve kin tam karşımdaki bu güzel bedende doruğunu bulmuştu. Ve emindim, ben bu bileşimin mavi gözlü ruhuna çok fena vurulmuştum. -Sen yazardın değil mi? dedi bana mümkün olan en duygusuz tonla. Kırık bir sesle evet diyebildim. -O zaman bunu da yaz. Dedi ve eliyle beni kenarı itti. Biraz arkamızda duran lüks bir Mercedes’in önüne gelince durdu. Sırt çantasını çıkarıp yere koydu. Arabanın tam önüne geçti. Ben ne olduğunu anlayamadan birden çok sert bir tekme savurdu. Haberlerde görsem, bir hikâyede okusam kesinlikle inanmazdım ama her şey gözümün önünde gerçekten oldu, o sert tekmeyle aracın plakası düştü! ne Kızın o sert tekmeyi nasıl savurabildiğinin ne de arabanın alarmının çalmamasının şaşkınlığı üstümden geçmişti ki kız çantasının yanına döndü, içinden üç tane cam şişe çıkardı. Gözünü arabanın önünden ayırmadan biraz uzaklaştı ve aniden elindeki şişelerden birini tüm gücüyle arabanın ön camına fırlattı! Şişe tuzla buz oldu, camlar her yere saçılmıştı. Arabanın ön camı ise hafiften çatlamıştı. Bunun üzerine diğer şişeyi de
tüm gücüyle aynı yere attı. Bu sefer arabanın ön camı komple inmişti. Alarm hala çalmıyordu, çok saçmaydı her şey. Kız en sonunda arabanın yanına gitti, kırılmış ön camdan içeri elini uzattı ve torpido gözünden küçük kırmızı bir kutu aldı. Tam gidecekti ki birden durdu, omzunun üstünden bana son bir bakış attı. (Bildiğim kelimelerin hiçbirinin o bakışı hakkıyla anlatamayacağına yemin ederim. Öyle cesaret, öyle meydan okuma, öylesine sonsuz bir başkaldırı ihtiva eden hiçbir şey bu dünyaya uğramamıştır. Oluru yoktur çünkü böylesinin. Bu, onun içinde bulunduğu soyut kaos dünyasından beni içine aldığı soyut aşk dünyasına giden bir hediyedir, yeryüzünden hiç geçmemiştir.) Ve sonra yavaşça yürüyüp uzaklaşmaya başladı. Şok geçirmiştim, bir gayret kendimi toplayıp harap olmuş arabanın yanına vardım. Yerde yeşil renkli camlar vardı, birinin üstünde bir şeyler yazıyor gibiydi. Elime onu aldım. O sırada yine şiddetli bir cam kırılma sesi duyuldu. Bu sefer arkasından hemen son ses alarm sesi gelmişti. Kafamı kaldırıp ileri baktım, kız bir araba camı daha kırmış koşarak uzaklaşıyordu. Elime bakarak donup kaldım. Orada o şekilde, alarmlar son ses çalarken ne kadar hareketsiz durdum bilmiyorum. Sonra biri arkamdan son ses “Heeey!” diye bağrınca uyandım. Carlsberg şişesiydi. ****************************************** ********************* 1 yeni mesaj. “Ah oğlum, canım oğluşum benim. Biliyorum yazdıklarımıza cevap vermiyorsun ama iki aydır peşinden dön dolan gel çok yorulduk kuzum. Dedenin Muğla’daki evine kaçtın gidip aldık, İstanbul’a arkadaşlarının yanına kaçtın baban gitti buldu geldi seni. Kütahya’ya kaçıp otellerde kaldın da en son polisle bulabildik
biliyorsun. Bu sefer nereye gittin bilmiyorum ama yine seni bulucaz, seni hiç bırakmayacaz canım merak etme. Ama sana ne oldu anlayamıyorum ki ben. Her şeyin aslı ortaya çıktı ama yine de olmuyor benim kafamda. Düğün gecesi polislere Fulya’nın kocası İsmail Bey’in arabasına ben saldırdım diyip durdun. Alarmı bozuk arabada duran İsmail Bey’in Fulya’ya aldığı tek taş pırlantanın kayıp olduğu ortaya çıkınca da onu kanalizasyona attım dedin. Gözaltına alındın diye herkes birden seni suçlu ilan etti de ben hiç onlara inanmadım oğlum, senin masum olduğunu hep biliyordum. Polisler sana “Kafayı yemiş bu, ısrarla yalan söyleyip birini koruyor, kendi hayatını çöpe atacak” diyip salıverdiler. Sonra sen de sustun, bizlerle konuşmaz oldun ve evden kaçmaya başladın. Ama boşuna uğraştın o kadar oğluşum benim, gerçek illa bir şekilde yolunu bulup geliyor hayatlarımıza. Daha dün akşam İsmail Bey ve Fulya’nın evlerinde cesetlerini buldular. Birçok yerlerinden bıçaklanmış ikisi de, pırlanta yüzük de İsmail Bey’in alnına bırakılmış öyle. Polisler evi aradığında Bodrumda İsmail Bey’in ilk evliliğinden olma kızı Rüya’yı bulmuşlar, önünde kanlı bir bıçak, bağdaş kurmuş ona bakarak oturuyormuş. Halana sorduk, o da arkadaşlarıyla sorup soruşturup düşünmüş işin aslını. Kız babasından hep nefret etmesine rağmen babası kanser olduğunda her şeyine o bakmış. Sonra iyileşmeye yakın Fulya ortaya çıkınca kız babasını kıskanmış galiba. Kavga, gürültü, kıyamet derken adam kızını silmiş, fırlatıp atmış evden de hayatından da. Arama sorma merak etme de yok. Kız bunlara bilenip cinnet geçirdi de ondan öldürdü hepsini diyor halanlar, valla ben bilmiyorum oğlum. Kız sana ne yaptı da sen onu korudun, sonra da böyle dilsiz tepkisiz oldun anlamıyorum ama kuzum. Canımın biricik parçası, lütfen yaz bana artık. Seni çok özledim.”
Stabilize edilmiş duyguların kesin hükümlerine karşı her bahar deri değiştiren, eskiyi yeniye harmanlamış, varoluşu kafalarda koca bir soru işareti doğuran neslin değişim algısının başkalaşım yarattığından bahsedilebilir elbet. Başkalaşım yer bilimi dünyasının terminolojisinde “Kayaçlarda iç etkiler sonucu oluşan kimyasal ve fiziksel değişme” olarak adlandırılır. Dönüp dolaşıp yalnızlık denen yolda kendine kalan “yeni insan” çaresizliğini dış etkilerde ararken, aynanın göz yanıltan beyazlığında kör olmuş vaziyette içsel bunalımını hayat düzenine oturtur. Bundan sonra yaşanacak günleri geçip giden diğerlerinin umutsuz bir tekrarı olarak tanımlar. Anların ölümsüzlüğü, fotoğraf karesine sakladığı yaşanmışlıklarının gerisinde kalır. Hayat akıp gider, anlar durur. Yaşananları unutmamak için çabalarken hissedilenleri yosun tutmuş bir kuyunun içinde saklar, günü geldiğinde bir çakıl taşı, bir insan, belki de bir başka an ne kadar inerse derine, ancak gelişme kaydeder içsel farkındalık denen. Başkalaşım, metamorfoz olarak da bilinir. Özellikle böcekler için kullanılan bir terim olup, canlının tırtıl düzeyinden yetişkin düzeye geçişi denebilir. Kafka’nın dönüşümü, yeni dönemde sıklıkla hissedilen değişimin nostaljik bir örneğidir. Gelişime tanıklık eden insanoğlu, çağın gerisinde, istenilenin ötesinde kalmamak için kocaman bir halka çizip, özgürlük olarak atfettiği bu halkanın içinde önce sürünerek sonra kanat çırparak dolanır durur. Gelişim, tuzdan yarattığı halkayı bir tekila bardağı olarak görmekle ve önce tuzu yok etmekle başlayabilirdi. Fakat devam eden süreçte fiziksel noksanlıklarına saplantılı bir nesilden ancak kelebeğe dönüşmesi beklenebilir. Yaratıldığından bahsedilen tabular, hep inilen ama bir türlü içinden çıkılamayan çocukluk tragedyaları, bir gün gelip kanatlarının üstünde yük ederken, halkanın duvarlarına çarpıp toprağın kokusunu hatırlatır başkalaşmış ve başkalaştığı yolda şaşıp kalmış kelebeğe. Özgürlüğünü başka kanatlarda arayan insan omuzlarındaki yükü başka bir kıyafette aksesuar olarak taşır ve bahsedilen halka gün geçtikçe daralır. Değişim denen sonsuz bir döngüye evrilirken, değişen yalnızca takvim yaprağı oluverir tırtılın kısacık ömründe. Varoluşsal sancılara merhem başka etnik kökenlerin sancılarını feyz alarak dindirilebilir
algısı, türü bağlı olduğu toprakların türkülerinden koparır. Bilmediği bir dilde psikoterapi, yalnızca sözlerine aşina olmadığı bir şarkıyı mırıldanacağı seviyeye getirirken, hissel göç denen durum mübadele dönemi yalnızlığı yaratır. Bilmediği topraklarda özünü arar, alışkanlıklarsa her defasında aidiyet denen illetin yokluğunu anımsatır. Bekleneni karşılama isteğiyle yoğrulmuş bedenlerin asimile olmuş düşünce yapısı yaratılmış yalnızlığında kavrulurken, güven hissinden yoksun birbirini yiyen bir kitlenin çığlıklarıyla inler sokaklar. Toplum en küçük yapı taşını, “özünü” kaybetmiştir. Kafka’nın toplumsal yeterlilik eleştirisine bir bakış açısı olarak derine atladığı sularda yüzeye ulaşmaya çalışırken kulakları solungaçlara evrilen insan, karaya adım attığında nasıl duyacağını düşünürken bulur kendini. Evrim bahsedilen sürece doğru, insanın özüne ters orantıda etki etmiş, metamorfoz denen bağımlı bir ırk yaratmıştır. Bahsedilen bağımlılık toplumsal hayatta tek başına ayakta duramayan bireyin ruhsal doyumsuzlukları ve tatmin edemediği diğer bireylerin sonsuz eleştirel döngüsüne sebep olmuştur. Öyle ki, aynı dönüşümü yaşarken aynalardan korkan insan, bir başkasında gördüğü benlikten korkmuş, saklanmış ve tepki olarak ötekileştirmiştir. Çiftleştikçe tekilleşmiş, tutkularına yenilmiş, tatmin olamayıp tatmin edememiş, hayat döngüsünü durmaksızın başa saran ve kaostan zevk alan, yeterli gördüğü yerde huzur arayan, hiçbir zaman aradığını bulamayan çünkü ne istediği hakkında geçerli bir fikri olmayan toplumsal düşünce tarzı, başkalaşan her benliği çoğul eklerinden uzakta bir hayata terk etmiştir. Yüksekçe bir dönme dolabın her kamarasından sarkan insancıklar ve gökyüzünde binlerce yıldız. Gökte yeri, yerde göğü arayan gözleriyle birbirlerinden bahsedip, söylenecek daha fazla şeyi kalmayınca içinde bulunduğu insanları, şehri, deriyi terk eden çok sayıda hayat, Çokça kelebek. Tek bir dünya, üstünde yaşadığımıza inanılan, üstünde yaşayan milyonlarca dünyaya ev sahipliği yapan. Bambaşka galaksilerin sonsuzluğunda bir dünya üstünde yaşayan milyonlarca dünya, her gün bir o kadar güneşin çevresinde dönüyor ve bir o kadar uydu da o dünyaların çevresinde dönüyorken, saf üstünlükten, değişimin, başkalaşımın ya da yalnızca yaşanılmış standart bir hayatın tekilliğinden bahsedilebilir mi?
Ankara'dan Yalım Aydın aktarıyor:
Başlıktan anlaşılıyor ama yine de belirtmekte fayda var. Geçtiğimiz aylarda sırasıyla Antalya, Ankara, İstanbul ve Çanakkale’de buluşmalar gerçekleştirdik. Bu buluşmalar hakkındaki ufak notlar, sayfanın geri kalanında sizlerle :) Antalya'dan A.H Sahâbi aktarıyor: Selamlar, merhabalar. Riya ve gösterişten uzak olunacaksa bu konuda ufak ve minik kımıldanmalarımız elbet vardır. Soğuk nevale görevini yaptığım Mevzular Derin Fanzin’in ilk buluşmasını, bu Antalya kışında yağmur yağdırmayan mikail sayesinde –cebrail miydi yoksa?- gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Kimler mi geldi? Tabii ki de Türk entelijansiyası ve tüm sofistike kelimelerin taşıyıcıları olan büyük yazarlarımız; ağabeyim Utku Atış, ablam Ezgi Sönmez, gitmeye üşendiğimden dolayı asla gitmediğim Manavgat’tan ta Antalya’ya gelen fedakar dostum Buğra Öztürk. Sadece MDF yazarları mı? Elbette hayır. Antalya'da emekli edebiyat öğretmenlerine muhalif olarak kurduğumuz Antalya Şiir Sevenler Derneğinin güzide üyelerinden öğretmen adayı (inşallah emekli olmaz) Ayşen Duvarcı ve Ezgi Sönmez'in sınıf arkadaşı Dilara Berktaş, son katılımcımız ise siyahlı köpek. Sol elimizi sol yanağımıza koyup uzaklara derin derin ve soba yutmuş Azer Bülbül gibi yana yana baktıktan sonra ne yapacağımıza karar veremeyip çay içtik. Fanzin nedir diyip uzunca bir süre düşündük, şiir ve öykü kritikleri, sanat sepet gıybetleri, Brooklyn yer altısı mı yoksa Zeytinköy* yer altısı mı tartışmalarını yaşadık. Fanzin nedir deyip uzun süre konuştuktan sonra cevabını bulduk, yine çay içtik. Birbirlerimize karşı dil kemiği alınmış eleştiriler yaptık, kimse kimseye küsmedi, her taşta coşup daha tize çıkan kör kasideciler gibi neşe doluyduk. Kapalı mekânda sigara içtikten sonra Mevzular Derin Fanzin daha çok basılmalı dedik, tanıştığımıza ve buluştuğumuza memnun olduktan sonra kalktık. Buğra arkadaşlarıyla buluşmaya, Ayşen okeye dördüncü olmaya, Utku Atış, Ezgi Sönmez ve Dilara Berktaş ise bağımsız film izlemeye gitti. Ben mi? 184.kez Call Of Duty 8 bitirmek için yalnız başıma eve gittim. *zeytinköy: Antalya'nın hüzünlü gaspçıları ve mazlum esrarkeşlerinin mütevazı özerk yurdu.
A.H Sahâbi'nin vizyon sahibi kişiliği ve disiplinli çalışma tarzı ile Antalya'da önayak olduğu fanzin buluşmasının verimlilik ve kalite yönünden yüksek sonuçlanmasının ardından Ankara ekibi olarak kafamızdaki bütün ''acaba?''lar yok oldu. Ankara ekibimizin halihazırda parçası olduğu çeşitli edebiyat çevreleri ve başka fanzinlerden, dergilerden dostlarımızla birlikte İrene Kültürevi'nin üst katında buluşup ülke edebiyatı ve fanzincilik üzerine birkaç kelam ettik. Ayrıca daha önce hiç yüz yüze gelmediğimiz Kaotik Fanzin ekibi ile de tanışma imkânı bulduk. Kendilerinin fanzin konusundaki düşüncelerini dinledik, bu yolda yaşadığımız birkaç şeyi paylaştık. Yaklaşık yirmi kişiye varan bir insan havuzu vardı buluşmada ve kısa süreli bir hazırlık evresine göre epey iyi bir sayı yakalandığına inanıyoruz. Bunun fragman olarak alınmasını önermekle birlikte, Ankara’daki edebiyatseverlerle yeni etkinliklerde buluşmayı heyecanla beklediğimizi belirtmek isteriz. Söz sırası İstanbul'da: Mevzular Derin Fanzin - Fanzin Buluşmaları’nın üçüncü ayağı İstanbul’da, 23 Mart Cumartesi günü Kadıköy’ün tarihi ve kültürel sokak dokusunu modernizm potasında eriterek koruyan yegâne semtlerinden birinde, Yeldeğirmeni KinkUp Dükkân’da düzenlendi. Ulusal ve uluslararası bağlamda fanzin kültürünün dünden bugüne değişimi, edebiyatın disiplinlerarası pratiklerde belirgin ve kendine has tesirlere sahip oluşu – yahut olamayışı, rap müzikalitesinin şiir diyalektiğinde bağdaşım kurduğu ve ıraksandığı örnekler ve benzeri birçok konuda edilen sohbetler; günün sonunda başlayan arkadaşlıklara vesile olması ile oldukça manidar bir hal aldı. Bizleri yalnız bırakmayan tüm dostlarımıza teşekkür ederiz. ve Çanakkale, Şevval Şirin aktarıyor: Fanzin kültürüyle tanışması çok eski bir zamana dayanmayan Çanakkale'deki ilk fanzin buluşması birbirinden çok farklı zevklerde ve renklerdeki on kişinin belki de tek ortak noktası olan Mevzular Derin sayesinde gerçekleştirilmiş oldu. Kültür-sanat, edebiyat ve fanzin alanlarında çığır açabilecek kararlar alabilir, çeşitli çalışmalar yapabilirdik ama yapmadık. Şimdilik sadece birbirimizi tanıdık ve çok sevdiğimiz Mevzular Derin Fanzin'i daha iyi yerlere getirebilmek için yapabileceklerimiz ile ilgili fikirlerimizi değerlendirdik. Kendi adıma konuşacak olursam gayet keyifli ve kaliteli zaman geçirdiğimi düşünüyorum. Umuyorum ki genç fikirlerimiz faydalı olsun. Bu buluşmada çeşitli sebeplerden dolayı bizlerle birlikte olamamış arkadaşlarımızın da katılımıyla bir başka buluşmada görüşmek üzere!