TENKID SINEMA - KITAP
YIL 2 SAYI 3 MART - NISAN 2020
"AYIKLA PIRINCIN TAŞINI."
Bu dergi sadece kitap ve sinema üzerine düşünmek ister. Ehli tarafından hür tefekkürün kalesi olarak da tarifi yapılan dergi hedeflenmektedir. Derginin editörü ve yayın ekibi hayatiyetini yer yer Adana Hümeyra Ökten Kız İHL binasında kendine münhasır mütevâzî bir ofiste, klas bir duruşla devam ettirse de yüksek fikir ve sanata ulaşmanın daimî amatörlüğüne tâliptir. İmajinatif ve manüplatif bir çağda cicili bicili görselliğin yerine sözün ve düşüncenin yükselişinin imkanlarıdır bizi bir arada tutan.
TENKID YIL 2 SAYI 3 MART - NISAN 2020
"Bu dergi Adana Hümeyra Ökten Kız IHL Proje Okulundaki bir grup kitap ve film meraklısı tarafından çıkarılmaktadır." Müracaat: tenkiddergi@hotmail.com Genel Yayın Sorumlusu ve İmtiyaz Sahibi: Murat Çelik
İÇİNDEKİLER KİTAP TENKİTLERİ 7 • Tasavvuf ve Modern Bilim / Kevser Akdeniz 12 • Ruhun Hastalıkları / Halime Nur Şahin 14 • Osmanlı Biliminin Öncileri / Zeynep Mekselina Güneş 16 • Müslüman Psikologların Çıkmazı / Zeynep Nida Aksoy 21 • Mecburiyet / Nida Koçmekan 23 • Kuantum Beyin Bilinç-Beyin Sorununa Yeni Bilimsel Yaklaşım / Elif Ebrar Keskin 28 • İslam'ın Bugünkü Meseleleri / Rukiye Kürek 33 • İslam'a Giriş / Meryem Koç 38 • İslam ve Antropoloji / Hatice Şimşek 42 • İslam Gerçeği Kitabı Üzerine / Aleyna Gündüz 46 • Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı / Eşref Şahin 50 • Din ve Uygarlık / Melike Dişbudak 52 • Dijital Gelecekte İnsan Kalabilmek / Merve Akar 54 • Kültürden İrfana / Nesibe Yiğit 58 • Mağaradakiler /Mübeccel Çalışkan 60 • Ara Sokakların Tarihi / Fadime Yeşil 64 • İnsan Nedir: İslam Düşüncesinde İnsan Tasavvurları / Eşref Şahin - Asude Çıraklı - Elif Ebrar Keskin MİMARİ / SANAT OKUMALARI - 1 76 • İslam Sanatı / Kevser Akdeniz - Hamdiye Nur Kanca - Elif Ebrar Keskin SİNEMA TENKİTLERİ 85 • Tokyo Hikayesi / Hatice Şimşek 88 • Tangerines / Kevser Akdeniz 90 • Dekalog 1: Senin Tanrın Benim, Başka Tanrılara İnanmayacaksın / Ayşe Şimşek 93 • Burjuvanın Esareti: L'avventure / Hamdiye Nur Kanca 97 • Bir Zamanlar Anadolu'da / Meryem Koç - Aleyna Gündüz -Pakize Erva Ünaldı 100 • Baran / Yağmur Şahin 103 • Amadeus Mozart / Elif Ebrar Keskin 107 • Empresyonizm / Yağmur Şahin 111 • Dücane Cündioğlu'nun Korona Salgını Paylaşımları Üzerine / Murat Çelik
kitap tenkitleri
KITAP & SINEMA
► TENKID
kitap tenkitleri
KEVSER AKDENİZ
TASAVVUF VE MODERN BİLİM MEHMET BAYRAKDAR, INSAN YAYINLARI ►
Yaşadığımız çağ bilim çağı olarak nitelendirilmekte. Ve muhtemel en çok duyduğumuz kelimelerdir akılcılık, bilimsel, modern gibi kelimeler. Hayatımızın her alanında sıkça karşılaşırız bu kelimelerle. Bilgi-anlam dünyamızdan günlük yaşantımıza, ekonomiden sağlığa, insan tabiatından evren fikirlerimize kadar etkilediğini görürüz. İşte bu yüzden bu kavramların nelere dayanarak ortaya çıktığını, bu kavramsal çerçevenin nelerle sınırlandığını, nelerin kast edildiğini bilmekte fayda olduğunu düşünmekteyiz. Mehmet Bayrakdar “Tasavvuf ve Modern Bilim” kitabında modern bilimin ve modernitenin bilgiyi parçalamasıyla göz ardı edilmeye
7
çalışılan tasavvufun kavramsal çerçevesinden başlayarak bunların metotlarının, ortaya konan çalışmaların ve teorilerin mukayesesini yapmıştır. Modern bilimin günümüzdeki çalışmaları ilerledikçe bazı mutasavvıfların asırlar evvel ortaya koydukları bilimsel çalışmalarla benzerlikleri fark edilmeye ve hatta bu çalışmalardan destek alınmaya başlanmıştır. Fakat modern bilimin, bilime getirdiği yeni anlayış içerisinde bazı tutarsızlıklar görülmektedir. Bu çelişkilerin, geçmişte yapılmış olana karşın bir basitleştirmeye, yok saymaya sebep olabileceği endişesiyle böyle bir mukayese çalışmasının gerekliliğinin önemi büyüktür. Modern bilim ve tasavvufun hem birbirine yeri geldiğinde dayanak olabilmesi hem de bir şekilde tasavvufun bugüne
TENKID ►
KITAP & SINEMA
katkısının görmezden gelinmesinin aynı anda olamayacağını görmemiz açısından bu kıyaslamanın yapılmış olması elzemdir. Kitabın ilk bölümünde modern bilim ve tasavvufun kavramsal altyapısını inceleyip ikisinin metotlarını kıyaslıyor yazar. Burada kıyasa kavramlardan başlanılmasındaki sebep temelde neyin farklı neyin aynı olduğunu tespit etmek açısından önemli olmasıdır. Kavramlarla anladıklarımızdan hareketle bu kavramlarla ortaya konmuş çalışmaların yerini nasıllığı hakkında da fikir yürütmüş oluyoruz. Modern bilim tabiri, çağımızın bilimini ifade için kullanılmaktadır. Mehmet Bayrakdar’a göre bu ifadeyle çağımızın bilimi, insanlığın başından beri sürdürdüğü bilimsel çalışmalardan ayrılmış oluyor. Bu ayrılık konu, metot, inceleme farkından ortaya çıkıyor. 19.yy pozitivistlerinin modern bilim anlayışında 'neden' sorusuna yer yoktu. Modern bilim yalnızca görünen şeylerin nasıllığına cevap aramaktan başka bir şey değildi. Durum böyleyken, bu anlayışa uygun yeni bir metot oluşacaktı. Akıl prensipleri, mantık kuralları kesinkes sınırları çi-
zilmiş; çelişmezlik, tümevarım, tümdengelim gibi yöntemler şart konulmuştu. Bunların dışında herhangi bir yöntem kabul edilemez ve bilimsellikten söz edilemezdi. Oysa bilim tarihine baktığımız takdirde şuan bilimsel kabul edilen teorilerin, keşiflerin tamamının sadece bu yöntemlerle ortaya çıktığını söylememiz imkânsızdır. Nitekim salt aklın dışına çıkarak hatta tesadüfi diyeceğimiz buluşlardan vardır. X ışınlarının keşfedilişi gibi. Bilimin yalnızca akıl ve mantık kurallarının değil sezginin, ilhamın da sonucu olduğunu kabul edenler de olmuştur. Bütünsel yaklaşıldığında bunun böyle olduğunu görüyoruz. Pozitivistlerce kabul edilen bu metotların sanki onların söylemiyle başlamış gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Bunda eski dönemlerde yapılmış faaliyetlerin değersiz, primitif olduğu kastı vardır. Batının eski dönemleri primitif kabul etmesinde, bilimin öncesiz, birdenbire Batı zihniyetinde vuku bulmuşçasına, bu şekilde bir yaklaşıma indirgeyip sahiplenmelerinde elbette ideolojik bir oyun söz konusudur. Fakat biliyoruz ki bu yöntemler primitif gördükleri dönemlerde de kullanılmış. Batı -19. yy pozitivizm anlayışı- bu şekilde bilimi ideolojilere kurban etmiş, ideoloji, adını bilimle kurmaya, kurtarmaya çalışmıştır. Bilimde sezgiden ilhamdan bahsedince İslam Tasavvufundan ve mutasavvıf bilim adamlarından bahsetmek gerekiyor. Tasavvuf, Allah hakkında doğru bilgiyi elde etmek ve insanı Allah’a yaklaştırmak için kullanılan
8
KITAP & SINEMA
bir yöntemdir. 'Kim ki nefsini bilir, Rabbini bilir' hadisinden hareketle tasavvufta nefsin tanınması ve onun terbiyesi esastır. Nefs, salt insan benliğidir diyebiliriz. Nefsin terbiyesi, onu yok etmek değil onu temizlemek ve bu yolla mükemmeli aramaktır. Nefsin mertebeleri, her mertebenin de farklı bilgi ve mahiyeti vardır. Mehmet Bayrakdar bu bölümde bu mertebelerden de bahseder. Kitabın ikinci bölümünde mutasavvıf bilim adamlarını ve onların bilime olan katkılarını anlatmış yazar. Allah, insanlara, evrenin yaratılışını, göklerin ve yerin düzenini, insanın kendi yaratılışı üzerine düşünüp akletmeye teşvik etmiş, Kur’an’ı Kerim’de birçok ayette de evrenin ve insanın yaratılışından örnekler vererek bunlar üzerine düşünmeyi emretmiştir. Müslümanlarda bu ayetlerden, emirlerden hareketle astronomi, tıp, kimya başta olmak üzere tabii bilimlerde de kendilerini geliştirip bilime büyük katkıları, yenilikleri olmuştur. Bu bilimler mutasavvıfların da ilgisini çekmiş ve onlarda bu bilimlerle meşgul olmuşlardır. Mutasavvıfların; çevrelerinin, olan biten olayların hakikatini, özünü bilmek istemeleri, onlara derin bir zihin ve yüksek bir anlayış sağlar. Bu yüzden onların bilime olan katkılarından da bahsetmek elzemdir. Astronomi, tıp, kimya, mekanik ve daha birçok alanda mutasavvıflardan çalışma yapan olmuştur. Burada hepsini zikretmemiz mümkün olmadığı gibi bazı örnekleri vermeliyiz. Kimya alanında nam salmış, matematik ve astronomiyle de ilgilenmiş, Öklid ve
► TENKID
Batlamyus'un eserlerine şerhler yazan 'Sufi' lakabıyla bilinen Cabir ibn Hayyan bunlardan biridir. Kûfe şehrinde bir laboratuvarı olan Cabir ibn Hayyan; deneylerini burada yapmış, sitrik ve nitrik asitleri ilk defa kullanmıştır. Cabir ibn Hayyan'dan önce kimya tamamen simyaya dayalıydı. Onun çalışmalarıyla kimya gelişmeye başlamıştır. Günümüzde Louis Pasteur, ilk defa mikroptan bahseden bilim adamı kabul edilir. Fakat Louis Pasteur'den 400-450 yıl kadar önce Akşemseddin 'Maidetü'l-Hayat' adlı eserinde 'kök' ve 'tohum' olarak bahsetmiştir. Pasteur de aynı şekilde 'kök' kelimesinin fransızca karşılığını kullanmıştır. Bu misâlleri, Gazali, Ahmed Süreyya Emin Bey, Kutbeddin eş-Şirazi ve daha nicesiyle çoğaltabiliriz. Mehmet Bayrakdar, yaptığı araştırmalarında, bugünün modern bilimince kabul edilmiş veyahut araştırmaları hâlen devam eden veriler ve teorilerin, başta yaratılış, evren düzeni, evren işleyişi olmak üzere tasavvuftaki bazı görüşlerle benzer olup paralellik arz ettiğini görmüştür. Kitabın üçüncü kısmına geldiğimizde bu benzerlikleri ya da ortaya çıkan bazı farkları mukayese etmiştir. Allah, birçok ayette insanın, kâinatın yaratılışını, yaratılmışların mahiyetini anlatıp insanlara açıklar. Mutasavvıflar bu ayetlerden yola çıkarak yeni görüşler ortaya koymuşlardır. Bunların bazısı o dönemde anlaşılmış ve üzerine yapılan eklemelerle çığır açmıştır, bazısı da o şartlarda anlaşılmamış 'hayal, boş laf' olarak görülmüştür. Fakat günümüzde yapılan
9
TENKID ►
KITAP & SINEMA
çalışmalar sonucunda, bu görüşler bilimsellik kazanmışlardır. Tümcanlıcılık bunlardan biridir. Bu görüşün esası, evrende her ne varsa hepsinin canlı olduğudur. Yalnızca insanın çıplak gözleriyle bunun farkına varması imkânsızdır. “Yedi gök, yer ve onlarda olanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra Suresi, 44) ayetini anlamaya çalışıp ona dayanarak ileri sürdükleri bu görüşlerin o dönemde şartlar el vermese de, son yıllarda ivme kazanarak devam eden atom altı parçacık, kuantum gibi çalışmalar bu görüşe destek mahiyetindedir. Atom altı parçacıkların davranışlarında, parçacıkların birbiriyle olan irtibatı, karar-fikir alışverişi olduğu ispatlanmıştır. Bu da bütün varlıkların kuantum düzeyinde bir canlı hayatına sahip olduklarını göstermiştir. Yine modern fizik ve kimyayla birlikte, mutasavvıfların halk-ı cedid (yeniden yaratma), zaman ve mekânın aşılabilirliği, embriyolojik gelişim, sinoatrial node ve kalb gözü görüşleri de bilimde kendine yer bulmuştur. Tasavvufun, ilgilenen herkesi bilim adamı yaptığı veya bilim adamlarının sufi de olduğu gibi bir görüş doğru olmamakla birlikte; tasavvuf, kişiye zihin derinliği ve geniş bir idrâk sağlar. Bilimler insanlığın müşterek malıdır. Bu yüzden bilim, hiç bir ideoloji, bir ırk, bir devlet adına eksik, çarpıtılmış, birazı yok sayılmış olmamalıdır. Mehmet Bayrakdar, ‘Tasavvuf ve Modern Bilim' kitabında tam da bu duruma karşı çıkarak kendi mede-
niyetimizden bir kapı açmıştır. Biz de bu kitabı tenkid ederek bu kapıya bir vesile sağlamak istedik. Burada bir ekleme daha yapacak olursak, mutasavvıfların ve diğer Müslüman âlimlerin tabii bilimlerle ilgilenmiş olmaları onların dünyaya bağlanmak veyahut dünyaya hâkim olmak düşünceleriyle değildir. Yaptıkları bu bilimsel faaliyetlerle ilahi emre uymuş, aşkın olanla bir bağlantı aramışlardır. Tabi bilimler, onların indinde bunu sağlayan unsurlardan biri olmuştur. Bu sebeple çok çalışmış, anlamak için emek sarf etmişlerdir. Fakat günümüz pozitivistlerine baktığımız zaman aksi bir durumla karşılaşırız. Bilim, onlar için yalnızca ulaşılması gerekendir. Ve hakikatin yalnızca bilimin kendisi olduğu düşüncesi hâkim olmuştur. Sezai Karakoç'un deyimiyle Bilim yeniçağın putu olmuştur adeta. Sanıyorum ki tüm bunların temelindeki fark taban tabana zıt olan bu iki durumun sonucudur. 'İlim müminin yitik malıdır. Nerede görse onu alır.’ diyen bir Peygamberin ümmeti olarak bugün bize düşen sorumluluk, yıllar önce 'Ben herkesin kendi çalışmasında yapması gerekeni yaptım: Öncüllerinin başarılarını minnettarlıkla karşılamak, onların yanlışlarını ürkmeden doğrulatmak, kendisine gerçek olarak görüneni gelecek kuşağa ve sonrakilere emanet etmek.’ diyen Biruni'nin üzerine aldığı sorumluluktan farklı değildir. İlim ve hikmet arayışında pergel misali sabit ayağı kendi medeniyetimizde, hareketli kısım ise tüm medeniyetlerin ortaya koyduklarını alarak devam etmeliyiz.
10
KITAP & SINEMA
Biz kendimizi dindar ve tertemiz sayarız ama belki de günahkâr ve isyankârızdır. Böyle olmadığımızdan hiçbir zaman emin olamayız bizim yapmamız gereken rehavete kapılmayıp her zaman takva ile Allaha yönelmektir.
11
► TENKID
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
HALIME NUR ŞAHIN
RUHUN HASTALIKLARI SÜLEMI, SUFI KITAP ►
Efendimiz (asm)’ın "Kendini bilen Rabbini bilir!" sözünden yola çıkan yazar, kendini gerçekten bilmek isteyene, insanın nefsini ruh hallerini bütün yönleriyle gösteriyor. İnsana berrak bir ruh aynası sunuyor. Kişinin benliğini, egosunu, nefsinin dalgalanmalarını bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor. Yazar kişinin sadece hatalarını, ruhsal hastalıklarını göstermekle kalmıyor her iki cihanda huzurlu bir hayatı olsun isteyenlere, uygulaması çok kolay çarelerde sunuyor. Tertemiz kullarına nefislerinin kusurlarını gördüren, onun aldatıcılığını gösteren, manevi yolculukları sırasında kendilerini uyanık tutup dikkatli olmalarını sağlayan
12
Allah'adır hamdimiz. Hamd olsun Allah'a ki nefislerinin eksikliklerini, kötülüklerini giderip tuzaklarını bozmada temiz kullarını başarılı kılmıştır. Peki nefis nedir? Kusurları nelerdir ve nasıl bir çözüm bulabiliriz? Sülemi'nin anlatımına göre nefis başlıca üçe ayrılır. Nefs-i mutmainne; Yüce Allah'ın kendisinin Rabbi olduğuna kesinkes inanan, Allah'ın vadettiklerine yürekten bağlanan, ondan gelenlere sabreden, Allah’ın kaza ve kaderine, hayır ve şerrine razı olmuş nefistir. Nefs-i levvame; yaptığı iyilik ve kötülük konusunda kendisini sürekli kınayan, rahatlıkta da sıkıntıda da sabretmesini bilmeyen, yaptıklarına hep pişman olan, kendini hep kötüleyen ayıplayan nefistir. Bu nefis ne iyi
KITAP & SINEMA
ne kötü olan sadece kendisini sürekli kınayan nefistir. Nefs-i emmare; kötü davranışlara eğimli olan hayırlı işlere uzak duran insanlığa kötülüğü emreden nefistir. Rabbim bizi bu nefisten uzak eylesin. Bu nefislerin hepsi bizde vardır ve bize hükmetmeye çalışırlar yaptığımız birçok şeyde karşımıza çıkar bizi etkisi altına almaya çalışır. Bizim yapmamız gereken davranışlarımızı bilip neyin doğru neyin yanlış olduğunu görerek bu hastalıklarımıza çareler bulup kendimizi iyiliğe yönlendirmek olacaktır. Fakat unutmamamız gereken en önemli hususta nefsin bize her zaman kötü yol göstermeyeceğidir. Nefsin hayatımızda hep var olduğunu ama onun bizi yönetmesine izin vermememiz gerektiğini hep bilelim. Kitapta konu edinen nefsin hastalıklarının bir kısmı şunlardır. Kendisinin kurtuluşun kapısına vardığı, yani cennetlik olduğu kuruntusuna kapılandır. Biz kendimizi dindar ve tertemiz sayarız ama belki de günahkâr ve isyankârızdır. Böyle olmadığımızdan hiçbir zaman emin olamayız bizim yapmamız gereken rehavete kapılmayıp her zaman takva ile Allaha yönelmektir. Bir diğeri de kendisini bir felaket veya sıkıntıdan kurtarmaları imkânsız olan insanlardan yardım istemek. Allah'ın her zaman yanımızda olduğunu unutmamamız gerekir ve en zor zamanlarımızda ondan başkasından medet ummamak gerekir. Hayır işlerinin ve ibadetlerin karşılığını beklemekte büyük bir hastalıktır. Bu hususta bilmemiz gereken en önemli şey bi-
► TENKID
zim ibadetlerimize Allah'ın ihtiyacı olmadığıdır. İbadetlerimizi başkası için değil kendimiz için yaptığımızı bilip karşılık beklememek gerekir. İbadet konusunda bir diğer hastalık ise kulun ibadetlerini isteyerek yerine getirmemesi ve ibadetlerin ona ağır geldiği düşüncesidir. Bu halin çaresi de helal rızıkla beslenmek, sürekli olarak Allah'ı anıp zikretmek, takva sahibi kulların yanında bulunmak insanın kalbindeki inanç duygusunun daha sağlam olmasını sağlar. Bir başka örnek de çok fazla günah işleyerek Allah'a karşı isyankâr davranarak kalbi katılaştırmaktır. Bunun ilacı Allah'tan af dilemek ve tövbe istiğfar etmektir. Bu örnekler gibi sunulan birçok konuda nefsin insanlar üzerindeki kötü etkileri insanı inançtan uzaklaştırması ve bu konuda yapmamız gereken birçok husus bize aktarılmaktadır. Kitap verilen örnekler doğrultusunda bu gibi konuların dahasına eşlik etmektedir. Bizim yapmamız gereken okuyup anlayarak yanlışlarımızın farkına varıp davranışlarımızı düzeltip inancımızı tam yaşamamız konusunda daha bilinçli olmaktır.
13
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
ZEYNEP MEKSELINA GÜNEŞ
OSMANLI BILIMININ ÖNCÜLERI SALIM AYDÜZ, TIMAŞ YAYINLARI ►
D ü ş ü n c e d ü nyamızda önemli çalışmalara imza atmış bilim tarihçimiz Prof. Dr. Fuat Sezgin’in temel tezlerinden birisi İslam medeniyetinin Orta Çağ’da Avrupa’ya öğretmenlik yapmış olmasıdır. Bizim de bu sayıda inceleyeceğimiz kitabın yazarı olan Prof. Dr. Salim Aydüz, Fuat Hoca’nın bu yolunu kendine amaç edinmiş kıymetli bir isimdir. Tenkidini yapacağım bu kitap Salim Aydüz’ün kaleme almış olduğu “Osmanlı’da bilim yoktu.” diyenlere cevap mahiyetinde hazırlanmış olup Osmanlı’nın ilk asırlarından son asırlarına kadar farklı alanlarda faaliyet gösteren âlimlerin hayatlarını konu almakta. Kitapta bahsi geçen
14
bilim insanlarının isimlerini pek duymadığımız âlimler olması da kitaba ayrı bir merak katıyor. Çünkü bizim bir yerde yeni şahsiyetler tanımamız her farklı âlimde hayatımıza zerk edecek bir nokta bulmamız açısından önemlidir. Ayrıca kitapta ismi geçen âlimlerin birçoğu bilimin farklı boyutlarında da başarılar sağlamış ayrı olarak sanatta ve siyasette kendisini yetiştirmiş insanlar olduğunu gözden kaçırmamak lazım. Örnek verecek olursak “Türkler bu okulu bitiremez.” denmesi üzerine Paris Tıp Fakültesi’nde ikinci tıp diplomasını alan Esad Işık Paşa; lineer cebir konusunda ismini dünyaya duyuran büyük Türk matematikçisi Hüseyin Tevfik Paşa da bu isimlerden birkaçıdır. Yazımın başlarında da dediğim gibi Osmanlı’da dina-
KITAP & SINEMA
mik bir bilim ortamının olduğu fikri üzerine yazılan bu kitabın aslında bize bu düşüncesini destekleyecek pek çok âlimin hayatlarını ve eserlerini anlatması kitabı daha inandırıcı kılıyor. Kitap bir solukta okunulabilecek kadar kolay bir anlatıma sahip olmakla birlikte bu kitabı okurken gezmenin ayrı bir tat bırakacağı düşüncesindeyim. Tabi buradaki kastım geçmişe doğru bir yolculuk, gezme… Topkapı’da bir ağacın altında oturup bu kitabı okumak eminim okuyucusuna daha da bir keyif verir. Kitabı okurken ara sıra verilen detaylara takılı kalabiliyorsunuz fakat kitap âlimlerin hayatları üzerine kurulu olduğu için bunu yadırgamamak lazım. Kitapta sevdiğim bir diğer husus da sayfalara eklenmiş görsellerdi. Kimi zaman anlatılanı kolay kavramamız açısından bize kolaylık sağlayan resimler bazen de bizi ufak bir müze seyahatine çıkartıyor. Zerkali’nin sayfasında Zerkali’nin Safiha isimli usturlabının resmini; İdrisi tarafından çizilen dünya haritasının resmini, Topçu Ali Usta tarafından yapılan iki parçalı topun resmini ve daha birçok resmi konularıyla alakalı yerlere serpiştirmesi okuyucuda uyanan merakı daha da körüklüyor. Kitabın son sayfalarına doğru “Ekler” başlığı altında İslam Dünyası’nın âlim hanımlarına, İstanbul’da zaman ve mekânlara - özellikle de muvakkithanelere - Endülüs’ün, Avrupa’yı etkileyen on meşhur âlimine, Endülüs’ün Avrupa’ya muhteşem on hediyesine alt başlıklar halinde değinmiş.
► TENKID
Benim düşünceme göre böyle önemli konulara bu denli değinilmesi kitabı yarım bırakmış. Ya hiç değinilmeseydi ya da kitap biraz daha uzatılarak onlara da daha geniş çaplı bakılsaydı diye düşündürtmedi değil. Osmanlı sadece Müslüman âlimlerle ilgilenmemiş “İlim Müslümanın yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.” hadisine de uyarak gayrimüslim âlimlerle de ilgilenmiştir, onlara ilim yapabilmeleri için gerekli ortamı ve tüm koşulları tahsil etmiştir. Salim Aydüz de Osmanlı’da yaşayan bazı Gayrimüslim âlimlerden bahsetmiştir. Kitabın en arka sayfasında yer alan ‘İndeks’ bölümü ise yine okuyucuya kolaylık sağlıyor. Adını hatırladığımız fakat onunla ilgili bilginin hangi sayfalarda geçtiğini hatırlamadığımız onlarca ismi bulmamızda kolaylık sağlıyor. Bugünün dünyasında bazı soru ve sorunlarla başa çıkabilmek için okunulması gereken bu kitap tabiri caizse ‘’Dün yapabildin o halde yarın da yapabilirsin sadece kim olduğun ve ne olacağını unutma.” demekte.
15
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
ZEYNEP NIDA AKSOY
MÜSLÜMAN PSIKOLOGLARIN ÇIKMAZI PROF. DR. MALIK BEDRI, MAHYA YAYINLARI ►
Psikoloji ilmi, Batı’da Hıristiyanlığın çöküşüyle paralel olarak doğmuştur. Hiç kuşkusuz daha önce de psikoloji ilminin mevzuları başka isimler ya da başka ilmi disiplinlerde ele alınmıştır. Fakat Batı’da bu akılla kurulmuş ya da yükselişi bu döneme rastlanır. Hıristiyanlığın çöküşüyle beraber kendilerine bir peygamber arayışına girmişlerdir. Rönesans, reform ve izimler çıkarmışlardır ama hiçbiri onları tatmin etmemiştir. Büyük bir buhranın dibinde bulmuşlardır kendilerini. Kısacası psikoloji ilmi, Avrupa insanının kendine peygamber edindiği, sığındığı bir “bilim” olarak ortaya çıkıyor. En temelden bizimle bağdaşmayan, neredeyse bü-
16
tün anlayışlarımızla çatışan bir bilim… Müslüman psikologların özellikle dünyanın farklı coğrafyalarında psikoloji eğitimi gördükten sonra dinlerini arka plana atıp prestijli bir yaşam uğruna Batı kavramlarına körü körüne bağlanması karşısında Malik Bedri bu kitabı hazırlar. Yazarın da gündeme getirdiği bu kitapla, Müslümanların bu psikoloji üzerine otururlarsa, körü körüne bağlanırlarsa; yıkılır, paramparça olur, kendi değer yargılarıyla çelişir yani kertenkele deliğine sığınan bir insan olur. O yüzden yazar bu disiplini ontolojik bütünden koparmaksızın yeniden şekillendirmesini vurguluyor bu kitapta. Kendi değerlerimizle, Müslüman temellerle yeniden inşa etmemizi istiyor. Malik bedri, Peygamberi-
KITAP & SINEMA
mizin(sav) sözleriyle başlıyor kitaba, bütün meseleye… Peygamberimiz, bir gün Müslümanlardan bazılarını Yahudi ve Hristiyanların absürt ve İslam dışı hareketlerini taklit ederek onlara uyacaklarını haber vermiştir: “Onlar bir kertenkele deliğine girseler, sizler de onları takip edeceksiniz.” Evet, gerçekten görüyoruz ki modern yaşama sahip biz Müslümanların, yaşantısının her yerinde her adımında Peygamberimizin bu uyarısının gerçekleştiği bariz bir şekilde ortada. Büyük bir taklit, takip içindeyiz ve ne derlerse ne yaparlarsa kabul ediyoruz. Onların temeli olmayan fikirlerini kabul ediyoruz. Eğer biz Müslümanlar böyle devam edersek ve bu uyarıyı idrak edemez, İslam dışı düşünceleri kabul edersek galiba bu deliğe girmiş olacağız. Görünenler şunu gösteriyor ki deliğe girmişiz! O zaman artık delikten nasıl çıkacağız, onu düşünmemiz lazım. Eğer bu hastalıklı düşünceleri reddedip yerine de önce Müslümanca, kendi fıtratımıza uygun, temelimize Kuran-ı Kerim ve Peygamber Efendimizi koyarsak, o zaman bu delikten çıkmış olacağız Allah’ın izniyle. Tabi bu o kadar kolay olmayacak, şöyle bir adım atalım dediğimizde önümüze hemen çıkacaklar, çıkıyorlar da. Çünkü basın, radyo, televizyon… Her yere egemen olmuşlardır. Zihinlerimizi her taraftan zincirlemeye, esirleri haline getirmeye çalışıyorlardır. Her yerden bizi durdurmak, kendilerinin sahte düşüncelerinin üstüne söz söylememizi istememektedirler.
► TENKID
Birde o kadar güzel bir şekilde bir kılıfa girdiriyorlar ki bu düşüncelerini; doğruyu yanlışı ayırt edemememizi düşünmememizi istiyorlar. Ama biz Müslümanlar o zincirleri kırarsak, ne yaparlarsa yapsınlar meşaleyi elimizden bırakmazsak, bu yolları da aşacağız inşallah. Malik Bedri kitabının giriş bölümünde kısaca anlatımının nasıl olacağından bahseder: ”Basit bir anlatımla Müslümanlar arasında görülen şuursuz kopyacılığın tehlikelerini tartışacak, hem üniversite profesörü hem de bir psikoterapist olarak kendi deneyimlerimden somut örnekler vermeye çalışacağım. İslam ülkelerindeki Müslüman psikologların uygulamaları ve bunlar hakkında neler yapabileceğini konuşmadan önce konuyu genel hatlarıyla ele alacağım.” Malik Bedri’nin de dediği gibi kitap basit ve somut örneklerle anlatımı yapılıyor. Daha çok günümüzde yaşanan sorunları ele alarak tartışıyor. Kitapta konuyu özetleyen karikatürler de anlamamıza, zihnimizde o düşünceyi canlandırmamıza yardımcı oluyor. Avrupa’da insanın aslının kötü olduğu söylenir. İnsana rezil gözüyle bakılır. Mesela bir psikolog karşısına çıkan hastasına zaten rezil, aptal, hemen bir ilaç vereyim de ne yapıyorsa yapsın gözüyle bakar. İslam’da ise bu tam tersidir. İslam insana “eşref-i mahlûkat” olarak bakar. Ondaki nuru kapatmaya çalışmaz. Ona sadece madde gözüyle bakıp tüketmeye çalışamaz onu. Çünkü onun bir hakikatinin olduğunu bilir Müslüman. "Onun şeklini tamamladığım ve ona
17
TENKID ►
KITAP & SINEMA
ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın." (Hicr, 29) Çünkü böyle bir ayetle karşı karşıyadır Müslüman. Nasıl olur da bu ayeti gördükten sonra insana sadece bir et parçası olarak bakar? Sadece insana da değil her şeye bu şekilde bakar. Peygamberimiz(sav):”Rabbim bana eşyanın hakikatini göster.” der. Biz bu düşünceye sahip oldukça Allah’ın izniyle sorunlarımızı çözebiliriz, öyle aldatıcı, sahte, ruhu dışlayan, insana bir hayvan gözüyle bakarak hiçbir şeye çözüm filan bulamayız. Zaten görüyoruz bulunamıyor da. İntiharlar, depresyonlar her geçen gün artıyor. Malik Bedri modern psikolojinin aileyi hedef aldığından da bahsediyor. Bizi en temelimizden, kökümüzden yıkmaya çalışıyorlar. Öyle ki bakıyoruz psikologlara "Çocuk her zaman haklıdır.", "Çocuk olağandışı bir hareket yaparsa görme, bir şey söyleme.", "Çocuk hiçbir konuda sıkılmamalı." gibi şeyler söyleyerek ailelerde büyük arızalara yol açıyorlar. Bedri günümüzde Freudyen yaklaşımları tek gerçek olarak kabul eden psikologların bu gibi düşüncelerinin birçok çocuğun geleneklerinden uzak ve dolayısıyla çatışmacı büyümesine, ailelerin birkaç sorunun akabinde hemen boşanmaya karar vermesine sebep olduğundan yakınıyor. Ve şöyle diyor: Eğer çocuklarınızın Amerikan filmlerinde gördüğünüz gibi, büyüdüklerinde ayaklarını masanın üzerine atarak yüzünüze karşı uzatıp oturmasını ve dırdır eden, sıkıntı veren bir ihtiyar olduğunuzda sizleri bir huzur evine
kapatmasını hoş karşılayacaksanız, o zaman Amerikan çocuk psikolojisi eserlerinin esiri olmaya devam edin. Fakat siz, anne babaya nezaketi Allah’a ibadet gibi gören Kuran ayetlerine hala değer veriyorsanız, şu ayetleri hatırlayınız: ”Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine ibadet edin, anne babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara ”öf” bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle. İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını indir ve şöyle de :”Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et.” (İsra,17/23,24.) Bu ayeti kerimeyi gördükten sonra attığım adımlara dikkat etmem gerektiğini düşündüm. Çünkü bu bir uyarı ve ben kertenkele deliğine girmek istemiyorsam dikkat etmek zorundayım. Malik Bedri "Freudyen Kuyunun Zifiri Karanlığı" başlıklı bölümünde kulluktan bahsediyor. Şöyle diyor:” Allah'a "kulluk" bizim psişemize ve ruhumuza işlenmiş, sistemimize kodlanmıştır. Eğer bu dünyada Allah'a kul olunmazsa, doğuşumuzla beraber getirdiğimiz bu kulluk fıtratı bizi başka şeylere kul olmaya sevk eder. Çocuğun anne babasını ve esrarengiz güçleri yüceltmesi, onları bir tanrı gibi görmesi, bu doğal duygunun yani kulluk duygusunun sistemimizde köklü olarak yerleşik olduğunun kanıtıdır.” gerçekten de fıtratımızda olan bu duyguyu gerçek sahibine vermedikçe, afallayıp duruyoruz ve önümüze başka ilahlar çıkartıyor; bizde
18
KITAP & SINEMA
neyi, kimi yüceltelim diye kafamızı karıştırıyoruz. Malik Bedri’nin de ifade ettiği gibi psikoloji ilmini reddedelim demiyoruz, onun tüm bilgileri yanlıştır da demiyoruz. Bu ilmin batı temelli olanının Müslümanlara ters olduğunu söylüyoruz. Ama tabii ki bir kenara atıp bu ilim bizi ilgilendirmez demeyeceğiz. Doğrusunu yanlışını biz öğreneceğiz ki karşımıza çıktığında afallamayalım. Onların oyunlarını tanıyalım. Var olan düşünceyi temele İslam’ı koyup diğer ilimleri de çevresine koyup yeniden düşünmeliyiz. Kendimiz bu sağlam temelle yeni teoriler ortaya koymalıyız. Bunu yaparken zorlanacağımızı düşünmüyorum. Çünkü zaten bu teorilerin çoğunu Müslümanlar biliyor ve uyguluyorlardır.. Malik Bedri’nin de dediği gibi Batılılarca; sevgi, saygı, hoşgörü büyük bir keşiftir. Ama Müslümanlar için öyle değildir. Kurânımız bu öğütlerle doludur. Peygamberimizin davranışları; hoşgörü ve sevginin gerçek temsilini yansıtmaktadır. Son başlık olarak Malik Bedri şu soruyu soruyo : ”Delikten çıkmalarına nasıl yardım edebiliriz?” Bu yazısında deliğe girişin nasıl olduğunu, delikte geçirilen süreyi ve çıkışın nasıl olacağını anlatıyor. Bu olayı üç evrede bizlere anlatıyor. -Hayranlık Evresi -Uzlaşma Evresi -Özgürleşme Evresi Bu evrelerde İnsanın hangi hallerde olduğunu kısaca açıklamıştır. Örneğin Hayranlık Evresi: O heyecanla önlerine konulan bilgiyi sor-
► TENKID
gulamadan uygulamak, her şeyi bildiklerini düşünüp gurur duymakla başlıyor. Uzlaşma Evresi: Kendi tutarsızlıklarının yarattığı hüsrandan kurtulmak için zorlama bir anlam arayışı içine girerler. Özgürleşme Evresi: Müslüman artık kendinin farkına varmaya başlar. Modern psikolojinin ve İslam’ın farklılıklarını anlar ve önce Müslüman sonra psikolog olduğunun farkına varır. İsmet Özel’in de dediği gibi özü-gür olur… Son olarak çukurun içindekiler dışarıyı tanımadıkları için veya unuttukları için korkacaklardır çıkmaya, kendilerini dışarda çıplak hissedeceklerdir. Bu yüzden çıkmak istemeyeceklerdir. Müslümanlar bu durumda ellerinden geleni yapmalı, İslam hakkında yanlış görüşlerini düzeltmek için çabalamalıdır. Bundan sonra da yüceler yücesi Allah’a güvenmelidir. “Ölülerle diriler de eşit olamaz. Gerçi Allah, her dilediğine işittirse de sen, kabirdekine işittirecek değilsin.”
19
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Ferdinand’ın içine düştüğü ruhsal çekişmede, özgürlüğü ve sorumluluğu arasında karar vermesinin zorluğunu anlatan eser, bize istintakı bir kenara bırakarak kabul ettiğimiz fikirleri tekrar tekrar sorgulatıyor.
20
KITAP & SINEMA
► TENKID
kitap tenkitleri
NIDA KOÇMEKAN
MECBURIYET ◄ STEFAN ZWEIG, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI ►
‘Dışarıdayken kendini kaçak hisseden bir insan ne kadar özgürdür?’ Savaş karşıtı görüşleriyle tanınan ve görüşlerinin etkisiyle Birinci Dünya Savaşını ülkesinin dışında geçiren Zweig, bu görüşlerini yaymayı kendine misyon edinmişti. Dünya vatandaşı kimliğine büyük ölçüde değer veren yazar, savaşın yıkıma uğrattığı dünya değerlerinin kayboluşunu kendisine dert edinmiştir. Savaş fikrinin insanı canavarlaştırdığını, savaş yüzünden ülkesinin köleleştiğini düşünen yazar umutsuzluğa kapılarak eşi ile birlikte 1942 yılında intihar etmiştir. O dönem de yaşadıklarını ve hissettiklerini Mecburiyet’in ana karakteri olan Ressam Ferdinand ve eşi Paula ile ‘Özgürlük mü yoksa sorumluluk mu?’ sorusuna cevaplar ara-
yarak okuyucuya aktarmıştır. Mecburiyet… Zorlama, zorlayış anlamlarına gelen cebr kelimesinden türetilmiş bir kelime. Kimilerine göre bir kelimeden daha fazlası. Zaten yapılacak olan bir işin ‘mecburiyet’ kalıbına sokulması, insanı yapacağı işten soğutan, uzaklaştıran hatta bir süre sonra isyana sürükleyen bir çeşit mahkûmiyet olmaya başlar. Sevmez bu yüzden çoğu kişi bir şeyleri söylemeye, yapmaya mecbur olmayı. Bazıları için ise durum çok farklıdır. Mecburiyetlere bağlı olarak yaşarlar hayatlarını, sürekli bir şeylere mecbur hissederler kendilerini. Zweig’ın başlığı ‘Firari’ olarak tasarlayıp sonrasında ‘Mecburiyet’te karar kılması, eserin vermek istediği mesajı daha anlamlı kılmış diye düşünüyorum.
21
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Ferdinand’ın içine düştüğü ruhsal çekişmede, özgürlüğü ve sorumluluğu arasında karar vermesinin zorluğunu anlatan eser, bize istintakı bir kenara bırakarak kabul ettiğimiz fikirleri tekrar tekrar sorgulatıyor. Stefan Zweig, eserlerinde her zaman vurguladığı psikolojik betimlemelere oranla daha az yer vermiş bu sefer. Fikrimce savaş karşıtı görüşlerini öne çıkartmak istediğindendir. Fakat okuyucu okurken hiçbir eksiklik hissetmiyor, her duyguyu gerektiği kadar tadıyor. Çanakkale Zaferi geldi aklıma eseri okurken. Çocuklar, gençler, dedeler, nineler… Bu topraklar uğruna hayatını feda eden binlerce vatan evladı. Bizde vatan, nefes demek. Bunları düşününce Ferdinand ve Paula’ya biraz öfkelendim doğrusu. Nasıl olurdu da vatanı korumak için bir şeyleri feda etmek saçma olabilirdi? Fakat biraz düşünüp farklı pencerelerden bakmaya çalışınca bazı noktalarda hak vermeye başladım. Nazilerin baskısı, Hitler’in belirli bir kitleye olan nefreti, insanları yaşlısı genci demeden siyasi bir amaç uğruna canice savaştırma, katletmesi ve daha nicesi. Savaş karşıtı fikirlere sahip olmak için onlarca yeterli sebep. ‘İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat başkalarının çılgınca fikirleri uğruna değil.’ ‘Dışarıdayken kendini kaçak hisseden bir insan ne kadar özgürdür?’ sorusuna Zweig’ın şu sözleriyle karşılık vererek yazımı bitirmek istiyorum. ‘İnsan kendini kaçak hissettikten sonra hiçbir yerde özgür değildir, içeride ya da dışarıda olmuş hiç fark etmez.’
22
KITAP & SINEMA
► TENKID
kitap tenkitleri
ELIF EBRAR KESKIN
KUANTUM BEYIN
BILINÇ-BEYIN SORUNUNA YENI BILIMSEL YAKLAŞIM
DR. SULTAN TARLACI, KIŞISEL YAYINLAR ►
-beyin, elektrofizyolojiden hissetmeye giden sarp geçidi nasıl aşar? zor sorundan bahsediyorum, zihinsel hayat fizyolojik olaylardan nasıl doğar? kafamızın içinde ufak bir insan mı yaşıyor? zihin-beden ilişkisi insanlık tarihi boyunca süregelen bir problem olarak bugün de gizemini kaybetmiyor. bu çizgide kat ettiğimiz yol, maddeyi tanıyıp evreni anlamaktan geçiyor bu da varlığı anlamaya oradan da insanı tanımaya doğru yol alıyor yani ‘sırra’ kapı aralıyor. bilinç problemi nörolog ve fizikçilerin büyük ayrılıklara düştüğü ve sayısız teorinin ortaya atıldığı bir mesele olsa da, zihin ve madde arasında hiçbir zaman keskin bir ayrım yapamayacağımızı söyleyen
23
Sultan Tarlacı, bu ön kabul üzerinden Kuantum Beyin isimli eserinde, bilinci açıklamak için düalist ve monistik yaklaşımların yeterli olmadığını ancak bu iki görüşü bir araya getiren bir yaklaşıma ihtiyacımız olduğunu söyleyerek arayışını kuantum mekaniği üzerinden sürdürmüş ve çalışmalarıyla bilim dünyasına yeni bir ses getirmiştir. bugün hâlâ üsküdar üniversitesinde nörobillim ana bilim dalı başkanlığı yapmakta olan Sultan Tarlacı, uzun yıllar sinir sisteminde kuantum mekaniği kurallarının işleyip işlemeyeceği üzerine çalışmıştır. iki bin üç yılında yayın hayatına başlayan ve büyük ilgiyle karşılanan NöroKuantoloji/NeuroQuantology dergisi, ismiyle Tarlacı’ının bilim dünyasına sunduğu yeni bir ortak alanın
TENKID ►
KITAP & SINEMA
adını taşımaktadır. aynı zamanda derginin yayıncısı ve baş editörü olan Tarlacı, bu toprakların vefalı bir bilim insanı olarak çalışmalarına devam etmektedir. Sultan Tarlacı, beyin-bilinç sorununa yeni bir yaklaşım olarak sunduğu Kuantum Beyin kitabında, kuantum mekaniğinin temel ilkelerine de yer vererek, daha çok bilinç problemini açıklamada klasik fiziğin yetersiz kaldığı noktalara değinmiş, beyni atom altı yapıda açıklamaya çalışan birçok teoriyi sentezleyerek bu zor ve henüz doğrulamayan konulara yeni bir ışık tutmuştur. kitabın çıkış noktası da, beynin parçalarını klasik nesneler gibi gören nörologların daha alt basamaklara inildiğinde kuantum mekaniği etkisini kabul etmediklerinden kaynaklı beynin zihinsiz ve bilinçsiz kalmış olmasıdır. Tarlacı’ya göre zihin ve gözlemcinin beynin yapısına etkisini göz ardı edemeyeceğimizden kuantum mekaniği ile bilinci mistik konuların parçası olmaktan çıkarıp bilimsel olanın bir parçası haline getirebiliriz. ancak biliyoruz ki bilim dünyasında teoriler kendi içlerinde ne kadar güçlü ve tutarlı kabul edilseler de zamanla yerine daha iyileri gelecektir. kuantum mekaniği de fizik biliminin son aşaması değildir fakat bu alandaki uğraşlar yanlış da olsa boşa gitmeyecek ve bir çok soruna yeni bakış açıları kazandıracaktır. kitap da her ne kadar mesele itibariyle yoğun ve zor olsa da başlıca uğraşını bu çerçevede şekillendirmektedir. temelleri yirminci yüzyılın başlarında atılan kuantum teorisi atomaltı parçacıklar arasında gözlemlenmek-
tedir. bu teorinin makroskobik dünyaya uygulanması ilk kez Shrödinger’in öne sürdüğü “kedi” düşünce deneyiyle gündeme gelmiştir. insanı tekrar evrenin merkezine yerleştiren kuantum teorisi alışılagelmişin dışında birçok problemi de beraberinde getirmiştir. bu deneyde, sistemi süperpozisyon denilen üst üste olma durumundan çıkartıp nihai gerçekliğe indirgeyen şeyin ne olduğu da bu kitap çerçevesinde incelenen en önemli sorundur. klasik fizikte görülen belirlenimcilik kuantum mekaniğine uyarlanamaz. kuantum mekaniği gözlemci denilen deneyciyi içselliği ve karar süreci ile birlikte ölçme sürecine dahil eder. bu da sistemde fiziksel gerçeklikle, gerçekleşeceği öne sürülen hal arasına “öznel gözlemci” faktörünü yerleştirerek ölçmenin gözlemden önce mi yoksa sonra mı tamamlanacağı gibi önemli bir meseleye beraberinde getirir. ancak gözlemlenen ve çevrenin yanında sisteme etkin faktör olarak dahil edilen gözlemciyi birbirinden ayıracak şeyin ne olduğu yine çözüme kavuşamamış bir problemdir. bunların yanında klasik fizik, bütünün parçaların toplamından nasıl daha fazla olduğunu açıklayamaz. ancak kuantum mekaniğinde parçalar arası ilişki ve parçalardan oluşan bütünün tanımı tamamen farklıdır. bu teoride salt madde değil maddeyi algılayan gözlemci etkin faktördür. tüm nesne ve fenomenler evrensel bir biçimde birbiriyle ilişkilidir. klasik fizik ile kuantum fiziğinin kısmen de olsa temel özelliklerine değindiysek, başlıca esasları bu ayrımdan gelen diğer meselelerin izahı
24
KITAP & SINEMA
daha kolay olacaktır. öncelikle fiziksel bir teori olan kuantum mekaniğiyle beynin atomaltı yapısını açıklayabilmek için, biyolojik bir unsur olan beyinle irtibatının kaynağını bulmak gerekir. biyolojik varlıkları incelerken, fiziko-kimyasal düzeye inildiğinde birçok kuantum mekaniksel olayın gerçekleştiği görülür. yine sadece kuantum mekaniğine özgü olan tünellemenin biyolojik canlılarda da görüldüğü birçok çalışmayla tespit edilmiştir. farklı başlıklar altında insan bedeninden de örneklere yer veren Tarlacı meseleye oldukça geniş bir yer ayırmıştır. bunlardan biri sadece kuantum mekaniksel terimlerle açıklanabilen fotokimyasal tepkimelerdir. tam anlamıyla fotokimyasal bir reaksiyon olan görme faaliyetinde göze ulaştırılan foton enerjisinin görme yolları vasıtasıyla beyin kabuğuna ve hipotalamusa iletilmesi yine kuantum mekaniğinin işlediği biyolojik bir olaydır. Sultan Tarlacı’ya göre beynin faaliyetleri ve insan davranışları, iyonik sinir ileticilerine ve atomik işlere bağlı olduğundan klasik fizik bunu açıklamada yetersiz kalır. bu durumda sinirsel aktiviteyi hücre altı moleküler mekanizmaya bağlayan vasıtayı kuantum teorisinin daha derinlerine inerek aramamız gerekmektedir. öyleyse bugün hala birçok soru işareti bulunduran beyin bilinç sorununa yeni çözümler sunmak için kuantum mekaniğinin neden gerekli olduğunu anlamaya çalışalım. Tarlacı’ya göre zihin ve bilinç mistik bir konu değildir ve bilimin kuralları çerçevesinde ele alınmalıdır. kuantum mekaniği ile sinir sistemi de pe-
► TENKID
kala beraber incelenebilir. beyin yerel değildir, bütüncüldür. kuantum mekaniği de yerel değildir. her fiziksel hareketimiz, bizi oluşturan zihinsiz temellerin arkasındaki mekanik etkileşimlerle tam olarak açıklanamaz. kuantum mekaniği de insanı, her adımı tahmin edilebilir bir otomattan zihinli bir kişiliğe dönüştürür. kuantum mekaniğindeki dalga-parçacık ikiliği, zihin-beyin ikiliğine benzerlik göstermektedir. beyin-bilinç sorunu henüz açıklanmamıştır. o halde kuantum mekaniğinin de henüz açıklanamamış bu probleme yeni bir çıkış yolu sunma ihtimali yüksektir. kitabında, beynin kuantal yapısını açıklamaya girişen teorilerin büyük çoğunluğuna yer veren Tarlacı, kısa bir tarihçeyle başlayıp daha sonra her bir teoriyi ayrı başlıklar altında incelemektedir. bunların içinde önemli bir yere sahip olan kuantum nesnel indirgeme teorisi Penrose ve Hameroff tarafından ortaya atılmıştır. Tarlacı bu teorinin bugüne kadar kuantum mekaniği üzerine inşa edilmiş en güçlü bilinç teorisi olduğunu söyler. Penrose’a göre sinir hücreleri içinde yer alan mikrotübüller bilincin kuantum mekaniksel yeridir. Hameroff ise tersten düşünerek anestezik maddelerin bilinci nasıl kapalı durumuna getirdiğini anlamaya çalışmıştır. ona göre bu etki mikrotübüller üzerindeki elektron akışını geçici olarak engelleyerek ortaya çıkar ve titreşen mikrotübüller aynı hücre içinde yayılıp daha sonra diğer sinir hücrelerine de ulaşarak beyinde büyük bir eşdurum hali gösterir. Hameroff da bu eşdurum hailinin bilincin
25
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kaynağı olabileceğini düşünmektedir. Penrose ise, kuantum mekaniğinde henüz çözülmemiş bir sorun olan nesnel ve öznel indirgenme meselesine bir ayrım getirir. öznel indirgenme için bilinen açıklamaları yapsa da nesnel indirgenme Penrose’un keşfidir ve görelilik ile kuantum kuramını birleştirerek nesnel indirgenmeyi de kuantum mekaniksel bilinç teorisinin dahil eder. nesnel indirgenme teorisine göre organize bir kuantum sisteminde uzay-zaman ayrılması için gerekli eşik aşılana kadar üst üste binme durumunda kalan bilinç kendiliğinden indirgenir ve bilinçliliğin ortaya çıkması için bu kendiliğinden indirgenme esastır. yine dalga fonksiyonun indirgenmesinde yer çekimini etkin faktör olarak gören Penrose ve Hameroff kuantum ölçme sorunun anahtarının yer çekiminin elinde olduğunu düşünürler. bunların dışında kuantum fizikçilerin dikkatlerini tekrar sinir sistemine yönelten bu teori kolayca kabullenilmemiş ve birçok karşı çıkışa maruz kalmıştır. ancak tüm bunlara rağmen beyin ve bilinç sorununa yeni bir bakış açısı getirmiş olması yadsınamaz bir gerçektir.
bugün hâlâ çözülememiş bir problem olan bilinç beyin sorunu elbette yalnızca nöroloji ve fizik biliminin meselesi olarak kalmamıştır. modern zamanlarda dijital dönüşümü gerçekleştirmek üzere akıllı endüstri 4.0 sistemleri kurmak, üretim hatlarını akıllandırmak ve yazılım otomasyonu sağlamak gibi amaçlarla geliştirilen yapay zeka, beyin ve bilincin kopyalanabilmesi gibi ciddi bir sorunu da beraberinde getirmiştir. insanın ölümsüzlük isteğiyle kamçılanan bu süreç yeni bir yazının konusu olacak kadar detaylı ve önemlidir. ancak burada yapay zekanın karşılaştığı temel problemin insanın hesaplanabilir düşünce işlemlerinin taklit edilip edilemeyeceği olmadığını bu kitap çerçevesinde hatırlatmamız gerekir. esas mesele insanın bilinçli bir zeka ile yürüttüğü düşünme faaliyetlerinin hesaplanabilir olup olmadığıdır. son olarak, atılan her adımın varlık ve anlam dünyamızı baştan sona değiştirecek imkana sahip olduğu bu konu hâlâ sayısız soru işaretini barındırıyor ve verdiğimiz her cevap daha zor bir soruyu beraberinde getiriyor. ancak bu durum, sahadan ayrılmayı değil gerekirse başımızı kaldırmadan çalışmaya devam etmeyi zaruri kılıyor. değişen dünya düzeninin sonuçları üzerine düşünmeye bile fırsat bulamadan hayatımızın inşa edildiğine seyirci kalmak istemiyorsak, bugün insanın varoluşuna ilişkin ciddi sırlar taşıyan bilinç meselesini dijital çağın neden yok sayamadığını çözmenin vakti gelmiştir. ancak hem aktör hem de izleyici olduğumuz bu oyunda kurallar oldukça karışık. sahi! oyun mu?
26
KITAP & SINEMA
İslam; insanlar arasında statü, ırk ayrımı yapmadan beş şartıyla insanları bünyesine kabul etmekte ve hangi dinden olursa olsun insanların asli haklarına saygı duymakta ve bunları kutsal kabul etmektedir. İslam milliyetçiliği yoktur ve olamaz.
27
► TENKID
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
RUKIYE KÜREK
ISLAM'IN BUGÜNKÜ MESELELERI EROL GÜNGÖR, ÖTÜKEN YAYINLARI ►
Semavi dinler gökseldir, tek tanrı inancına dayanır. Aynı zamanda İbrahimî din olarak da nitelendirilen semavi dinler, Peygamberlerin ilahi vahye dayalı tebligatıdır. Semavi bir olan İslam’ın ezelden beri var olan kökleri 610 yılında Hz. Muhammed (sav)’e gelen peygamberlik müjdesiyle tekrar meyveye durmuştur. Peygambere nazil olan vahiy ile ruhlar yeniden uyanacak, insanlık ilahi saadeti yudumlayacaktır. İslam kelime anlamıyla başlı başına bir müjdecidir. Çünkü “İslam” barış, huzur, kurtuluş ve denge sıfatlarıyla muttasıftır. İslam’ın 610 yılında Nur Dağı’nda peygamberimizle başlayan tebliği önce Mekke’de inkâra, zulme, adaletsiz
28
düzene ve müşrikliğe karşı çıkmıştır. Mekke’nin ardından Medine’yi de nurlandıran İslamiyet, her geçen gün daha geniş coğrafya ve beldelere ulaşıp susamış yürekleri bir rahmet yağmuru gibi müjdelemiştir. Asr-ı saadet, ayeti kerimede “Üsve-i Hasene” olarak zikredilen peygamberimizle can bulmuştur. Nuruyla nurlanan ümmetine hem yoldaş hem emsalsiz bir yol gösterici olmuştur. Zamanla İslam’ın Arabistan’ı aşıp farklı kültür ve toplumlara ulaşması farklı ekolleri oluşturmuş, haliyle vahye ve sünnete yeni yorumlarla yaklaşan mercilerin sayısını da her geçen gün arttırmıştır. Müslümanların henüz sayılabilecek miktarda olduğu zamanlarda kararları başta peygamberimiz olmak üzere o dönem halife olmayan Hz.
KITAP & SINEMA
Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer sahabeler veriyordu. Ama ne zamanki peygamber vefat etti ve halife başa seçimle geçti problemler de peşi sıra gelmeye başladı. Dört büyük halife döneminde ve bilhassa Hz. Osman zamanında çatırdamaya başlayan İslam Devleti, Hz. Ali'nin halifeliğiyle beraber her geçen gün yeni bir ayrılık ve huzursuzluğun merkezi oldu. Kısacası Hz. peygamberin vefatının ardından Müslümanların arasına giren fitne, birçok üzücü hadiseye sebep olmuş; hâliyle yeni yeni farklı kültürlere tebliğ edilen İslam'ın yayılmasını da olumsuz yönde etkilemiştir. İslam dini sadece tek tanrı inancı ve belli başlı ibadetlerle sınırlı değildir. İslam; iktisat, siyaset, hukuk, edebiyat, sanat, sosyal yaşam alanında söz söyleme ve hüküm koyma hakkına da sahiptir. Yüz yıllardan beri bu meseleler yeni nesillerle tazelenmiş; kimi zaman yükselme devrini yaşamış kimi zaman ise kendi iç çatışmaları arasında çıkmaza girmiştir. Bu mühim meseleler üzerine birçok eser yazılıp çizilmiştir. Biz de bu eserlerden biri olan; Prof. Dr. Erol Güngör’ün yazdığı “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” yapıtını inceleyeceğiz. Erol Güngör, eserinde İslam’ın yüz yıllardan beri gelen meselelerini, aradığı çözümleri ve yaşadığı buhranı ana başlıklar altında kategorize ederek okuyucuya sunmuştur. ‘İslam’ın Uyanışı’ başlığıyla giriş yapan Güngör, İslam’ın geçirdiği buhranlı dönemin devamında gelen toparlanışı ele almış, ardından geçmişte ve şimdide Batı karşısında yapılan hataları açık-
► TENKID
lık getirerek izah etmiştir. Ancak bir uyanış nötralize edilerek gerçekleştirilemez. İktisadi ve siyasi yönden İslam ülkeleri karışık olmadığı için 20. yüzyılda uyanışa geçmiştir demek nötralize uğramış bir durumdan öteye gidemez. Çünkü “uyanış” durağanlıktan değil hareketlilikten doğar. Eserde de bu duruma Erol Güngör, "İslam’ın uyanışı denen şey her tarafta hâkim olan dünya görüşüne, idare tarzına, iktisadi ve sosyal sisteme karşı ortak bir reaksiyonu temsil etmektedir."1 şeklinde yanıt vermiştir. Bu uyanış sürecinde işlenen bir hata ise İslamcılığın milliyetçilik kisvesi altında yaşanmasıdır yani İslamcılık ve milliyetçilik adeta iç içe girmiştir. Bundan da önemli diğer bir konu Batılılaşmadan memnun kalmayan diğer taraf ise hatırı sayılır bir kalabalık ile Marksist bir topluluğu teşkil etmektedir. Bugünkü diğer Müslüman grup ise zayıf bir mukavemet içerisindeler, İslam’dan önce imanı kurtarmak gerektiğini savunarak selefe sarılmaktalar. Yaşadığımız bu fikirsel ve dinsel buhrandan tek çıkış yolu kitapta da şu cümlelerle ifade edilmiştir: “Düzelecek şey bizim bugünkü halimizdir, düzeltme modeli ise ilk Müslümanlar devridir.2 İslam’ın, Avrupa ve Hıristiyanlık üzerindeki tezahürleri ve onların kendi içindeki çekişmeleri daima çetin geçmiştir. Çünkü İslam, batı için her zaman bir tehdit oluşturmuştur. Batı’nın sermayesine ve bu sermayeyi elde edişine, kullanışına kısaca iktisadına, izlediği sosyal ve siyasi sömürgesine karşı daima insanları savunan ve kurtaran bir panzehir olmuştur.
29
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Ayrıca Avrupa ve Amerika için bir Sovyet tehdidi veya komünizmin yayılışı söz konusu olmasa idi bugün İslam dünyasındaki gelişmelere karşı Batı’nın tavrı herhalde daha negatif olacaktı.3 Müslümanlar, Batı’nın duracağı düşmanca tavrı diğer ideolojik fikirlerle paylaşmış durumda. Batı, kapitalist; Sovyetler ve Çin komünisttir. İkisi de birbirinin antitezidir. Yıllarca Batı, komünizm tehdidiyle yaşadı ve halkını bu sosyalist düzenle kışkırttı. İslam için ise radikaldir, şeriatçı bir terörizm gibi palavralarla İslam’ı tam aksine halkına lanse etti. Fakat büyük tabloya baktığımızda Batı’nın yaptığı, tam anlamıyla bir intihar hareketidir. Kolektif medeniyetini kendi eliyle infaz etmektedir. Çünkü Batı kendini çağın çıkarlarına cevap vermek zorunda hissetmekte ve bunu ise kendi medeniyetini tahribata uğratarak yapmaktadır. O da dünya üzerinde gelmiş geçmiş her medeniyet gibi insanı dünyevileştirmeyi ve yüceltmeyi kendine amaç edinmiştir. Lakin çağın iki popülarite hareketi olan laiklik ve demokrasi, Hıristiyanlığın çürümesine ve kokuşmasına neden oldu. Bir medeniyeti ancak dini bir maya can-
lı tutabilirdi ama Hıristiyanlık bu kutsaliyeti kaybetti. Modern Batı ise teknolojiye ve ilme olan güveninin esiri oldu. Batı medeniyetinin başarı ve ilerleyişinin Hıristiyanlığa atfedilmesi; bindiği dalı kesen şuursuz bir kimsenin hali gibidir. Çünkü Batı bu başarı ve ilerleyişi teknolojiyi putlaştırarak kime atfettiğini göstermektedir. İnsanlığa, bir perde arkasından sunduğu faşizm, komünizm, kapitalizm ve emperyalizm gibi belalar getirdi. Ayrıca Batı’nın çok övündüğü hatta insanlığa bir merhamet pınarı gibi sunduğu hümanizm ve bilimi tamamladığı rasyonalizmle hakikatte Batı medeniyetinin “özünü” bozan, onu içten yıkan ve hastalandıran bir mikroptan öteye gidememiştir. İslam’a ise Erol Güngör’ün eserde yer verdiği kısımla devam edelim: İslam insanı maddi ve manevi bütünüyle kavramaya çalışan, onu topyekûn ele alan bir sistemdir. Bu yüzden İslam Hıristiyanlıktaki manasıyla laik değildir. İslam’da laiklik daha ziyade vicdan hürriyeti şeklinde ortaya çıkmaktadır. 4 Ayrıca İslam’ın makineleşmeye karşı getireceği çözüm onu reddetmek değil, onu ulvi bir değer sisteminin emrine vermek olacaktır. İslam, sosyalizm ve milliyetçilik insanlığı nereye getirdi ve insandan neleri götürdü sorusunu sorar. Sosyalizm ve İslam’ı birbirine yakın kılan şey aynı şeylerden şikâyetçi olmalarıydı. Fakat bu durum hiçbir zaman İslam ve sosyalizmi aynı kalıba koymadı. Çünkü sosyalizmin İslam’ın karşısında mukavemet sağlayacak bir sistemi yoktu. Bu yoksunluğunu ise 1917’de Sovyetler Birliğinin çöküşüyle
30
KITAP & SINEMA
somutlaştırmış oldu. Hakikatte sosyalizm Avrupa medeniyetinin tarihi bir mahsulüdür, yani o medeniyetin aksaklıklarına karşı yine şartlar altında bulunmuş bir alternatiftir.5 Avrupa için bir alternatif olmaktan öteye gidemeyen sosyalizm, İslam aydınları için materyalizme dayanan Marksist bir dünya görüşüdür. Lakin sosyalizmin ferdiyetçiliğine karşı cemaat anlayışına önem veren İslam anlayışı sosyal adaleti ve Müslümanlar arasındaki müsavatı sağlamakta hep kazanmaktadır. İslam; insanlar arasında statü, ırk ayrımı yapmadan beş şartıyla insanları bünyesine kabul etmekte ve hangi dinden olursa olsun insanların asli haklarına saygı duymakta ve bunları kutsal kabul etmektedir. İslam milliyetçiliği yoktur ve olamaz. İslam, Musevilerin kendi dinlerini milli kabul ettiği gibi bir din değildir ve buna mukavemet oluşturacak hiçbir yanı da yoktur. Milliyetçiliği Batı için değerlendirecek olursak; milliyetçilik siyasi bağımsızlık hareketiyle birlikte Batı kapitalizmine karşı da bir reaksiyon halinde ortaya çıkmaktadır, bu yüzden hem Batı’dan kurtulmak hem de onun gücüne sahip olmak gibi iki gaye milliyetçi hareketlerinin temel karakterini teşkil ediyor.6 Yani kurtulmak ve sahip olmak arasında bocalayan milliyetçilik hareketi yine Batı’nın siyasi ve iktisadi ayağına bağ olmaktan öteye gidemeyecektir. İslam ve hukuk; Müslümanların en çok ihtilafta kaldığı, üzerinde çok durduğu, ana kaynaklar dışında kıyasa başvurulduğu derin bir meseledir. İslam dünyasında hukuktan
► TENKID
kaynaklı anlaşmazlıkların çıkmasının en büyük sebebi; hukuk hareketlerinin modern hayata yetişememesidir. Bu pasifliğin en büyük nedeni ise kıyas ve icmanın bitmesidir. Çünkü çözüme kavuşturulamayan sorunlar hükme bağlanmak istendiğinde önceliğimiz Kur’an ve sahih hadislerdir. Eğer buradan doğrudan bir hüküm çıkarılabilirse dini konuda toplumda kabul görmüş ve yetkin birinin (kadı) söz konusu ayeti veya hadisi yorumlayarak ictihat yapmasıyla problemler çözüme kavuşturulmaktadır. Bu kolaylık ortadan kalkınca sorunlar cereyan etmeye başlar. Ne zaman ki hayatımıza teşri koyan Kur’an duvarlarda kaldı ve biz Müslümanlar şeriati kendimiz yazar olduk o zaman bozulmalar başladı. Bunu örneklendirecek olursak Mecelleden bahsedebiliriz. Mecelle başarılı olamamıştır. Sebebi; Osmanlı, İslam cemiyetinin dışarıdaki değişme hızına ayak uyduramayışı; daha doğrusu değişmeyi kontrol edemeyecek kadar onun şiddetli baskısı altında kalmasıdır.7 Bizdeki bu örnekten sonra hukuki açıdan meseleye biraz yaklaşalım; bazı insanlar hukukun hayatı takip etmesini değil, hayatın hukuka göre yeniden dizayn edilmesini isterler ve bunu oldukça önemserler. İnkılap geçiren ülkelerde ve işgal altındaki coğrafyalarda hukuk genellikle sosyal değişmenin başlıca manivelasıdır. Hıristiyanlıktaki hukuk anlayışına bakacak olursak “İsa’nın hakkı İsa’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” denilerek din ve dünya hayatı ayrıştırılmıştır. Ayrıca Hıristiyanlıkta laik ahlak ve laik hukuk anlayışıyla kurulan
31
TENKID ►
KITAP & SINEMA
"İslam’ın uyanışı denen şey her tarafta hâkim olan dünya görüşüne, idare tarzına, iktisadi ve sosyal sisteme karşı ortak bir reaksiyonu temsil etmektedir."
EROL GÜNGÖR sözde adalet sistemi dini ve vicdanı devre dışı bırakmaktadır. Böyle bir adalet düzeninin insana hakkını ne kadar vereceği sizlerin kanaatine kalmıştır. İslam ve edebiyat konusuna değinecek olursak; edebiyatımızda yüzyıllardan beri anlatılagelen destanlar, hikâyeler ve şiirlerde İslami motifleri görmek mümkündür. Bu sadece İslam için geçerli bir durum değildir. Çünkü Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarların romanlarında da Hıristiyanlık kültürünü nasıl bir estetikle işlediklerini görmek mümkündür. Ayrıca dünyaca ünlü bu yazarların romanları Müslümanlarca da okunmakta ama maalesef ki Hıristiyan kültürünün motifleri hemen anlaşılamamaktadır. Şuna da değinmek gerekir ki dünyaca ünlü bu yazarlar ve bunlar gibi olanlar kilisenin ve bundan kaynaklı olarak Hıristiyanlığı eleştirmelerine rağmen Hıristiyan kültürünün motiflerinden kurtulamamaktadır. Kısaca tüm konuyu özetleyecek olursak İslam başlı başına bir âlemdir
ve onu anlamak gayret ve emek ister. Erol Güngör birçok başlığa yer vererek bu konuları bir çatı altında toplamış ve kaleminden geldikçe arı bir dille açıklık getirmiştir. Bir medeniyet ölürken kendini tekrar eder o yüzden dinin yerine geçecek başka bir sistem bulunmuş değildir. İslam medeniyeti hiçbir zaman kendini tekrar etmemiştir. Sadece insanlar tarafından anlaşılamamıştır. KAYNAKÇA 1 Erol GÜNGÖR Meseleleri” sayfa 23 2 Erol GÜNGÖR Meseleleri” sayfa 8 3 Erol GÜNGÖR Meseleleri” sayfa 28 4 Erol GÜNGÖR Meseleleri” sayfa 51 5 Erol GÜNGÖR Meseleleri” sayfa 114 6 Erol GÜNGÖR Meseleleri” sayfa 114 7 Erol GÜNGÖR Meseleleri” sayfa 88
32
“İslam’ın Bugünkü “İslam’ın Bugünkü “İslam’ın Bugünkü “İslam’ın Bugünkü “İslam’ın Bugünkü “İslam’ın Bugünkü “İslam’ın Bugünkü
KITAP & SINEMA
► TENKID
kitap tenkitleri
MERYEM KOÇ
ISLAM'A GIRIŞ MUHAMMED HAMIDULLAH, BEYAN YAYINLARI►
İslam’a Giriş, Muhammed Hamidullah’ın mahir kaleminden çıkmış, kendine has hoş bir kitaptır. Birçok dile çevrilmiş, önemi hacminden büyük olan bir eserdir. 1961 yılında Türkçeye çevrilerek Türk okuyucuyla da buluşan kitabımız haznesinde İslam’ın temel meselelerini barındıran kolektif bir eser mahiyetindedir. Özgün fikirleri ve geliştirdiği yeni araştırma metotları ile İslam camiasının mihenk taşlarından olan Muhammed Hamidullah’ın bu kitabı yazmasındaki temel gayesi: Biz meraklı okurlara, bilhassa İslam’a yeni girmiş Müslüman kardeşlerimize ‘İslam’ olmanın ne manalar taşıdığı cihetinde genel bir pers-
33
pektif sunmak ve bizlere yol göstermektir. Duruluk ilkesine uygun cümleleri ve derin anlamlar yüklediği kavramları ifade ediş tarzı ile Muhammed Hamidullah’ın İslam okumalarına giriş niteliğindeki bu eseri, alanında önemli bir konuma sahiptir. İşte bu bağlamda bir başucu kitabı olduğunu da söylemekte fayda var. Hamidullah, konuları belli başlı kalıplara sığdırmadan, daha önce aşina olduğumuzun dışında, okuyucuyu hayrete düşüren hatta akılda soru işaretleri bırakan yorumlarını seçtiği vakalar üzerinden başarılı bir şekilde aktarıyor bizlere. İslam’a giriş, İslam değer ve yargılarının insanı eşrefi mahlukat seviyesine nasıl ulaştırdığı yönünde bize bir yol haritası sunuyor. Teşbihte hata olmasın: İs-
TENKID ►
KITAP & SINEMA
lam haritası... İslam’a merak salmış bir kişi bu haritayı alarak dilediği istikamette yoluna devam eder, kitaptaki özü kavramakla kalmaz her konunun bir derya olduğunu bilir ve sadece bu kitabı okumakla tatmin olmaz. Bu yüzdendir ki Hamidullah, kitabını son satırlarında ‘mütevazi bir çalışma’ olarak nitelendiriyor. “Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlere bu maksatla yazılmış eserlere başvursunlar” diyor. Kitaba geçmeden göz gezdirdiğimiz içindekiler kısmındaki muntazamlık ve konuların birbiriyle olan bağlantısını koparmadan kümeler oluşturulması bir başucu kitabı olduğunu kanıtlar nitelikte. Hamidullah kitabına Ahsen’i takvim olan Hz Peygamber’in(sav) hayatı ile başlıyor. Hz Peygamber’in(sav) doğumundan vefatına kadar geçen süre içerisinde yaşamış olduğu hadiseleri bir özet mahiyetinde sunup kafamızda bir nevi ‘Hayat profili’ çiziyor ve her şey o merkez çevresinde gelişiyor. Peygamber Efendimizin(sav) herkesin herkese karşı savaştığı anarşik bir düzeni yıkıp tam teşkilatlı bir devlet kurması, ardından hakikate susamış insanların akın akın İslam'a girmesi ve uygulanan fetih politikası ile serpilip koca bir çınar olması… Okunmaya, öğrenilmeye değer… İslam medeniyeti, hukukuyla iktisadıyla ilim ve sanata katkılarıyla mahlûkata karşı tavrıyla gerçek
mükemmel bir Medeniyet. Batı’nın mimsiz1 medeniyetine taş çıkaracak cinsten. Bu medeniyetin gerçek bir medeniyet olmasının altında yatan saiklerden İslam'ın hayat anlayışından başlarsak yerli yerinde bir başlangıç olur zannımca. Hamidullah’ın ‘İslamın Hayat anlayışı’ konusundaki saptamaları dikkate değer anlamlar taşır. Ona göre “Bir toplumun ömrünün uzunluğu, sahip olduğu hayat felsefesine ve onu uygulama biçimine bağlıdır.” Müslümanların hayat felsefesi de merkezde kuranı ve sünneti tutmak ve ondan destek alarak cihana Allah’ın adını haykırmaktır. Müslüman bu sayede dünyasını ve ahiretini kurtarmış olur. İslam devletinin hayat anlayışı böyle şekillenir. Hamidullah’ın konu üzerinde yaptığı yorumlar ve verdiği örnekler, “insanın hayat felsefesinin milim kayması ardından gelecek felaketlerin başlıca müsebbibidir” fikrine bizi iter. Bu felsefe, insanın ruh ve beden (madde ve mânâ) cephesinin birbirini tamamlamasıyla hayat bulur. Biri diğerine feda edilemez yani. Akılların dumura uğratıldığı bu çağda Müslümanlık sadece namaz kılmak oruç tutmak gibi dini hayatın pratiklerini yapmak olarak dar bir kalıba sokuldu. Oysaki akıl, İslam’ın yapı taşlarındandı. Tarihte Müslümanların ilim ve sanata katkıları insanlığın seyrini değiştirecek kadar
Evet mimsiz medeniyet; habis nazar-ı şeriatta merdud (şeriat böyle bir medeniyeti reddeder),seyyiatı haseatına galib (kötülükleri iyiliklerinden fazla) ,intibah-ı beşerle mahkum-u inkıra (insanlığın uyanmasıyla çökmeye mahkum),sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi, dışı süs, içi pis, beşerin nefsi emmaresi, kurtlanmış bir ağaç görümündedir (Bediüzzaman Said Nursi) 1
34
KITAP & SINEMA
etkiliydi. Hamidullah, kitabında bir Müslümanın bu uğraşlara(ilim öğrenmek) nasıl yaklaşması gerektiği yönünde kurandan bizlere kanıtlar gösterir. Hz peygamberin de teşviklerini unutmaz tabi. “Bu dünyada refahı engellemek şöyle dursun, Kur’an bunu defalarca teşvik eder.” sözüne dayanarak da tarihte ömürlerini bu yola adamış Müslüman ilim ve bilim adamlarının üzerinde durdukları alanlara da değinir: fizik, felsefe, hukuk, astronomi hatta botanik... Kitapta geçen ve manidar olduğunu düşündüğüm bir bölümde Müslümanların sanata katkılarından bahsediyor Hamidullah. Ve burada “İslam sanata karşı çıkmaz hatta bu konudaki atılımları da asla yadırgamaz fakat İslam’ın buna koyduğu yegâne engel canlı figürüdür(insan da dâhil)” der. Ardından neden canlı figürünün yasaklandığı sorusuna cevap aratır bizlere. Biz buradan da anlarız ki “İslam’ın yasakları da bizi geliştirmeye yöneliktir bizi asla sıkmaz ve sürekli bir atılım bekler bizden”. Bu konu üzerindeki çarpıcı cümlesi de “ağacın budanması meyvelerini çoğaltır” cümlesidir. Doğuştan yetenekli bir sanatçının bu figürlerden uzak durması onun bambaşka yeteneklerini ortaya çıkarabileceği düşüncesini tasdikler. İslam ilim merkezlerine de değinmeden olmaz. Özellikle iki bilim güneşi Endülüs(Kurtuba, Gırnata) ve Bağdat’taki kütüphanelere... Bu kütüphaneler dünyanın seyrini değiştiren eserlerle dolup taşmıştı. Değerli bir Müslüman entelektüel olan
► TENKID
Roger Garaudy’nin şu sözünü de aktarmak yerli yerinde olur sanırsam: ”Avrupa Rönesans’ı demek ciltler dolusu Müslüman eserler demektir.” İşte böyleydi Müslümanların altın çağı. Böyle kütüphaneler Müslümana da olmayanına da esin kaynağı olurdu, barbar kavimlerin yıkımına uğramadan önce tabi. Hamidullah zâhiri ilimlerin yanı sıra bâtıni ilimlere de değinmeyi de unutmuyor, İslam’ın mistik konulara bakışının nasıl olduğu yönünde en genel hatlarıyla bizlere farklı bir bakış sunuyor. Mesela Arap harflerine karşılık gelen sayılardan yola çıkarak oluşturulmuş bir hesap sisteminden yani ‘ebcet hesabından bahsediyor. Ne var ki özellikle bu bâtıni ilimler hususunda verilen bilginin yetersizliği insanın merak duygusunu kamçılıyor. Hamidullah’ın amacı da bu zaten. Ağzımıza bir parmak bal çalmak. İslam’da her bir kaide birbirine bağlı ve birbirinin devamıdır. İslamın yaptığı, insanın hayatının merkezinde olmak ve ona güzergâh belirlemektir. “İslam kuru bir inanç
35
TENKID ►
KITAP & SINEMA
"Hamidullah’ın ‘İslamın Hayat anlayışı’ konusundaki saptamaları dikkate değer anlamlar taşır. Ona göre “Bir toplumun ömrünün uzunluğu, sahip olduğu hayat felsefesine ve onu uygulama biçimine bağlıdır.” Müslümanların hayat felsefesi de merkezde kuranı ve sünneti tutmak ve ondan destek alarak cihana Allah’ın adını haykırmaktır."
MUHAMMED HAMIDULLAH değil ruhi ve bedeni pratikleri de içeren ve insan hayatını düzene sokan bir kurallar bütünüdür” Hamidullah İslam’ın olmazsa olmazları olan iman esasları ve dini hayatın ritüellerini bu bağlamda incelemiş ve çok farklı çıkarımlarla var olana doğru emin adımlarla ilerlemiştir. Hatta bir Müslümanın Peygamberin(sav) ana dili olan Arapçaya nasıl yaklaşması gerektiğine değinmiş bilhassa Arapçanın bir ırk dili olmasından ziyade Müslümanları birleştirici bir güç olarak kullanılması gerektiğini belirtmiştir. Namazın neden Arapça kılındığı, Kur’an’ın neden Arapça okunduğu, bir Müslümanın neden Arapça bilmesi gerektiği üzerinde de durmuştur. Bununla beraber şunu söylemekte fayda var: İslam ırkçılık yapmaz veda haccında Efendimizin
sözlerine dayanarak ‘milliyet olmak’ gerektiğini bize bildirir. Hamidullah İslam’da milliyetin günümüzdeki milliyet (kişinin soyu sopu) anlayışının ötesinde daha ilerici ve kapsayıcı bir anlayış olduğunu ifade eden değerlendirmeler de yapmıştır. İslam’ı temelden insanlara aktarmanın amaç edildiği bu kitapta Hamidullah devletleşmenin temellerindeki işleyiş sistemlerine de değinmiştir. Fazla derine inmeden, okuyucuyu sıkmadan, bilgileri gerektiğince kendi yorumlarıyla sentezleyip okunulası bir çalışma ortaya çıkarmıştır. Kitapta ilk olarak İslam’da siyaset sisteminden başlık açılmış ardından hukuk ve iktisat sistemi takip edilmiştir. Hukuk sisteminden başlayalım o zaman, Hamidullah Müslümanla-
36
KITAP & SINEMA
rın hukuka katkılarına ve bu alanda yapılan başarılı çalışmalara da yer vermiş. İslam hukukunda yasama, yürütme, yargının kimlerin elinde olduğunu ve bu hukukun yüzyıllardır insanların ihtiyaçlarına nasıl cevap verdiğini bizlere çok yönlü bir şekilde anlatmış. Dinamik ilkelere dayalı “bugün dahi o dinamizmini kaybetmemiş” olan İslam hukukuna geri dönüşü ihtiyaç olarak görmüştür. İslam iktisat sisteminde, özellikle günümüzde de sorunlar teşkil eden meselelere değinmiştir. Her Müslümanın bilmesi gereken; mirasın nasıl dağıtılması, vasiyet hakkının kime ve hangi koşullarda verilmesi gerektiği konusuna değinmiş hatta devleti ilgilendiren iktisat meselelerinden de söz etmiştir. İslam’ın siyaset sistemi konusuna gelince Hamidullah, İslam’ın siyasete yaklaşımının nasıl olduğu, iç ve dış siyasette hangi yollar izlediği, İslam’ın halifelik anlayışı vb. konuları ele alıyor. Hatta halifelik üzerine (yönetim şekli) çıkarımları da gayet titizce yapılan çıkarımlardır fikrimce. Bana göre Hamidullah’ın bu kitabı üzerinde ciddi incelemelerde bulunulması ve onun fikirlerinden de istifade edilmesi gerekir. Çünkü biz görüyoruz ki O, 1960’lı yıllarda hem var olan hem de var olabilecek bazı durumları tahmin ve önsezi ile kitabına aktarıyor. Fakat kitapta dikkatimi çeken ve yanlış anlaşılmaya müsait gördüğüm bazı durumlara da değinmenin son satırlarını yazdığım bu naçizane tenkid yazısı için değerli olduğunu düşünüyorum. Kitabın bir sayfasın-
► TENKID
da 2 Hamidullah şöyle bir ifade kullanır: “...İçinde bulunduğumuz zaman diliminde toplumlar uygarlık seviyelerine göre sıralanacak olursa yine de ilkel yaşam seviyelerine ve hatta yamyamlığa kadar inen medeniyetler trafiğe elde edilir”. Yaptığımız araştırmalar neticesinde buradaki yamyamlık ve ilkelliğin medeniyet kavramıyla bağdaşmadığını görüyoruz. Medeniyet yalnız maddeyle değil manayla da gelişmiş, refah seviyesi yüksek insanların oluşturduğu büyük bir topluluğun adıdır. Bu yamyam ve ilkel topluluk olsa olsa deniyet (mimi düşmüş medeniyet) topluluğu olur. Başka bir sayfada3 ise Hamidullah’ın İslam için ‘imparatorluk’ kelimesini kullanması, Latinceden türemiş ve anlamları farklı kapılara açılan bu kelimeyi İslam için kullanması, bizleri biraz üzdü. Bu kelimenin yerine bizim kavramlarımızdan ve daha oturaklı olan ‘medeniyet’ ya da ‘uygarlık’ kelimelerini kullanmak daha yakışık kalırdı diyerek düşüncelerimizi de belirtmiş olalım. Sözlerimi şu cümlelerle bitirmek istiyorum : “İSLAM’A GİRİŞ” geniş bir perspektif. Hamidullah, meraklı okuyucunun ağzına bir parmak bal çaldı. Kafada soru işaretleri bıraktı. Meraklı okuyucunun lezzetini duyduğu balın peşinden gitmesi için kendisine güzergâh belirledi. Artık okuyucuya kalmış her şey; bal da yol da... Duâ ile. 2 3
37
Sayfa 63, 99.prgrf son cümle. Sayfa 204,334.paragraf ilk cümle
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
HATICE ŞIMŞEK
ISLAM VE ANTROPOLOJI EKBER S. AHMED, INSAN YAYINLARI ►
"Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık." ( Hucurat\13) Bir ev sadece tuğlaların toplamından ibaret değildir. Evi sadece kendisini oluşturan parçaların, bileşenlerin bütününden daha fazla bir şey yapan, fonksiyonel bir biçim kılan şey, tuğlaların belli bazı özgül şekillerde bağlanmasıdır. Farklı insan toplulukları da böyledir. Antropoloğun işi ise başka toplumları araştırmaktır. Toplumları araştırma sayesinde o, kendi toplumunu
38
anlamayı öğrenir ve kendisinin sırlarını keşfeder. Bizden farklı olanlarla birlikte yaşamada en mükemmel ifadesini bulan kurani anlamda "tanışma"ya da İslami antropoloji kılavuz olacaktır. Henüz "tanıma" düzeyinde kalan çağdaş Batı antropolojisi ise ancak İslamizasyon sürecine girerek "tanışma" düzeyine yükselebilir. "Sosyal bilimlerin İslamileştirilmesi" amacıyla kaleme alınan bu eser de Batılı antropolojiyi İslami bir nazardan değerlendirmek için yapılmış ilk sistematik girişimdir. Meseleyi 2 bölümde ele alan Ekber Ahmed kitabın birinci bölümünde; Antropoloji Bilimi, Antropoloji ve Sömürgeci Mücadele, Antropolojik Alan Araştırması, Oryantalist
KITAP & SINEMA
Antropoloji gibi alt başlıklarla meseleyi ele alırken ikinci bölümde ise artık antropolojinin İslamileştirilmesi mevzu bahis olmuştur. Kitap modern antropolojiyi anlamak ve eleştirmek için epistemolojik ve metodolojik bir çalışma olarak görülebilir. Bu nedenle ilk olarak modern Batılı antropolojiyi anlamak bizler için elzemdir. Darwin'in evrim kuramıyla birlikte daha da aktüel hale gelen doğrusal tarih anlayışının bir ürünü olan "ilkel" kavramı ortaya çıkmıştır. Bu kavram sayesinde toplumların ilkelden moderne doğru bir süreç içerisinde olduğu öne sürülmektedir. Çağdaş Batı antropolojisinin işi ise "modern" karşısında "ilkel"i araştırmak olarak tanımlanır. Bu antropoloji sadece ilkel olanla ilgilenmektedir. Adeta primitif toplumlar bu antropolojiye can veren başlıca etkenlerdendir. Bu toplumlar modernizasyon sürecine girdiği andan itibaren ise sosyolojinin ilgi alanına havale edilmektedir. Ve ne yazık ki evrensel anlamda bir antropoloji adı altında Batı güdümündeki antropoloji sadece "belli" insanları incelemektedir. Haddizatında antropoloji, toplumların incelenmesi açısından önemli bir disiplindir ki çağdaş sosyal problemleri anlama ve çözmeye yardım babında sunacak çok şeyi vardır. Fakat Batı tam tersi bir istikamete yol çizerek antropolojiyi nispeten bir sömürge vasıtası haline getirmiştir. Dahası 3. dünya ve Marksist eleştirmenleri tarafından antropoloji sömürgeciliğin bir ürünü ola-
► TENKID
rak dahi görülmektedir. 19. ve 20. yüzyılda sömürgecilerin çoğunun antropologlardan oluşması da söylediklerimizi tasdikler niteliktedir. Bu gibi söylemlerin yanı sıra günümüze değin her yerde ve zamanda ortaya çıkmış İslamifobia’nın etkileri yine antropoloji alanında da kendini göstermiştir. Çoğu Batılı antropologlar Hz. Peygambere ve İslam’ın temellerine saldırmış yahut bütün İslam toplumlarını mafya ‘ya eşit kılmışlardır. Peki bu tip olaylarla karşı karşıya kalan Müslümanların deve kuşu misali başlarını kuma gömüp bu sesleri duymuyormuş gibi mi yapmaları gerekir? Ya da Batılı-yahut Gayrimüslim- bilimselliğini reddetmeli midirler? Böyle olursa bizler kendi etrafımıza demirden bir entelektüel perde örmüş olmaz mıyız? İşte bu yayınıyla bu soruları cevaplamayı amaçlayan Ekber Ahmed, Batılı antropologların iddialarını değerlendirmiş ve eleştirmiştir. Kitabın ikinci bölümünde ise İslami antropolojiyi teşekkül etmiştir. İslam; insanlık, bilgi ve hoşgörü gibi evrensel ilkelere sahiptir. Ekber Ahmed'e göre de İslami antropoloji bu gibi evrensel ilkelere bağlı âlimler tarafından Müslüman cemaatlerin incelenmesi olarak tanımlanır. Ekber Ahmed, Müslüman antropoloğun görevinin de Hakk'ın rızasına uygun toplumun inşasına çalışmak olduğunu belirtir. Hz. Peygamber zamanındaki orijinal, ideal İslam toplumunu da çağdaş bir İslam toplumu yaratmak için örnek almamızı ve bir üsve-i hasene olan pey-
39
TENKID ►
KITAP & SINEMA
gamberimizin yaşantısını İslam’ın anlaşılması tarafından büyük önem arz ettiğini söyler. Eserinde Müslüman antropologlara da değinen Ekber Ahmed El-Biruni'yi antropolojinin babası olarak nitelendirir. Günümüz Müslüman antropologların sayısının çok az olduğunu söylemekle birlikte iki belirgin örnek olarak da Türkiyeli Nur Yalman ile Hindistanlı İmtiyaz Ahmed'i verir. Alanında bir öncü olan bu eserde Ekber Ahmed'in de üzerinde durduğu gibi İslam dünyası için hayati önem arz eden antropolojiden çok yönlü yararlanmak mümkün. Gerçekliği etnocentic (ırk merkezli) bir açıdan görme iptilasına düşmüş Batı antropolojisi değil tabii ki de İslami evrenselcilik ilkesine uygun bir antropoloji. Irk, asabiyet şüphesiz Kuran-i Kerimde yazımızın başında da verdiğimiz ayette işaret edildiği üzere fıtri bir olgudur. Fakat tabiiki de bu etnocentisizme (ırk merkezcilik) götürülmemelidir. İslami evrenselcilik ilkesine uygun bir antropoloji muhayyilesi Batı güdümündeki bireyselcilik anlayışına
sahip antropolojinin tersine Müslümanı her zaman ümmetin, cemaatin bir parçası olarak görür. Toplumları ayırt etmeksizin inceleyen ve bunu ahlaki bir düstur haline getiren İslami antropoloji elbette Batı güdümündeki antropolojiye taban tabana zıttır. Bilgi dağılımının eksiksiz sağlandığı bugünümüzde de bu anlayışından vazgeçmeyen Batı antropolojisi, Batı’nın diğerlerine nazaran neden daha ileride olduğunu araştırıyor. İlkel gruplardan ümidini kesen Batı antropolojisi, bir başka sahada "biz ve onlar" ayırımını körüklemeye devam ediyor. Son olarak antropolog kendini, kültürünü ve evrenini aşarak, çevresindekilere, renk, statü ya da inanca bakmadan özel insanlık kavramına göre konuşabileceği ve onları anlayabileceği konuma ulaşmalıdır diyen Ekber Ahmed veda hutbesinde peygamberimizin bir seslenişiyle kitabını sonlandırırken ben de yazıma antropolojinin hapsolduğu o dar görüşten kendini kurtarması, Allah'ın ve insanlığın bir olması gibi antropolojinin İslam’ın ilk gerçekleriyle eşit ve bir olması temennisiyle ve yine aynı seslenişle son vermek istiyorum. "Allah bölünmeyesiniz diye, sizi birbirinize kardeş kılmıştır. Bir Arab'ın bir Acem'e (arap olmayana), bir Acem'in de bir Arab'a üstünlüğü yoktur; ne de bir beyazın bir siyaha üstünlüğü vardır; üstünlük ancak takva iledir."
40
KITAP & SINEMA
Bir şeyin doğruluğundan emin isek ve onu savunuyorsak, aynı şekilde onun altını doldurabilmeli ve çelişkili ifade biçimlerinden kaçınmalıyız. Filhakika savunduğumuz şeyi kendi hayatımızda da uygulamamız elzemdir.
41
► TENKID
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
ALEYNA GÜNDÜZ
ISLAM GERÇEĞI KITABI ÜZERINE MEHMET BAYRAKDAR, FECR YAYINLARI ►
Evvela siz değerli okurlara tenkid edeceğim kitabın yazarını hülasa tanıtarak söze başlamak istiyorum. Mehmet Bayrakdar Hoca, İslam düşünce felsefesinin yanı sıra İslam bilim tarihi ve Batı düşünce tarihiyle ilgilenen önemli bir düşünür ve yazardır. 1995 yılında Ankara’da hükümet tarafından belli başlı ilahiyatçılara 'İslam Gerçeği’ adlı bir kitap yazdırılmıştı. Bu kitapta insanın din ile olan ilişkisi ve günlük hayatta İslam’ın boyutu konuları ele alınmıştı fakat yetkin bir biçimde değildi. Bu kitap üzerine Mehmet Bayrakdar Hoca bir tenkid kitabı mahiyetinde 'İslam Gerçeği Kitabı Üzerine' adlı
42
kitabını yazmıştır. Mehmet Bayrakdar, ‘İslam Gerçeği' kitabında mantıksal çelişkiler, fikri tutarsızlıklar, bilgi yanlışlıkları ve konuyla ilgisi olmayan ayetler tespit etmiştir. (Yazarımız bunu önsözünde de ifade etmektedir.) Yazar aynı zamanda kitapta yapılan bu hataları eleştirmekte ve böylece toplumun İslam dinini doğru ve yetkin bir şekilde anlamasına olanak sağlamaktadır. Bayrakdar Hoca evvela kitabın adını eleştirerek tenkide başlamıştır. Ona göre kitapta ilahiyatçı yazarların kendi yorumlarıyla İslam'ı anlatmalarından dolayı kitaba “İslam Gerçeği” adının verilmemesi gerekirdi. Çünkü bu kitabı okuyan insanlar, İslam’ı istedikleri şekilde yorumlayabilecekleri hissine kapılabilirler. Bu du-
KITAP & SINEMA
rum insanların İslam'ı rölatif bir din olarak görmelerine neden olabilir. Böylece bir konuda herkes menfi çıkarlarına göre hareket eder. Müşterek bir din anlayışı sağlanamayabilir. İslam Gerçeği kitabı yazarları, Hz. Peygamber’den sonra İslam dininin yozlaştırıldığını ve bu nedenle tarikatların ve mezheplerin din haline geldiğini söylemişlerdir. Ve aynı zamanda Hz. Peygamber’den sonra henüz ‘Kur’an Müslümanlığına erişilemediğini de söylemişlerdir. Sözde ilahiyatçı dediğimiz bu yazarlar, aynı zamanda hurafelerin asıl dinin yerine geçtiğinden, bu nedenle de İslam'ın asıl hüviyetini koruyamadığından ve ilmi anlamda gelişemediğinden yakınmaktadırlar. Bunun çözümünün ise akıl ile Kur’an’a dönüş olduğunu ifade etmişlerdir. Demokrasi ve laikliğin (!) Kur’an’a dönüşte önemli desteklerden olabileceğini de savunmuşlardır. Bayrakdar Hoca, sözde ilahiyatçıların tespit ettiği bu durumun aslında geçmişten günümüze sürekli tekrar edilen ve yeni pazarlanmış gibi önümüze sürülen fikirler olduğunu ifade etmekte ve bu fikirler yüzünden İslam'ın tarihi önemini kaybettiğini söylemektedir. Bu nedenle de insanlar maddi, manevi her türlü sorunlarının nedenini dinden uzaklaşma olarak görüyorlar ve çareyi Kur’an’a dönmekte buluyorlar. Ama ilk olarak yapmaları gerekenin zihinlerini onarmak olduğunu unutarak Kur’an’a yönelmeye çalışıyorlar. Bu durum da tam tersi yönde etki ediyor insanlara. Çünkü zihin onarımı olmadan Kur’an’ın anlaşılması zordur.
► TENKID
Fayda sağlamayabilir. İsmet Özel'in de dediği gibi: “Eğer bir şey onarılacaksa bu önce zihniyet onarımı olacak.” Bayrakdar Hoca kitapta “Kim ne derse desin, kim ne iddia ederse etsin, onların iddiaları iddia olarak bizi ilgilendirmiyor. Bizi esas ilgilendiren husus, zihniyet yapılarımızdaki çelişkiler, tutarsızlıklar ve çarpıklıklardır.” diyerek düşüncelerini tasdiklemekte. Zihniyet kavramıyla hurafeler konusunu bağdaştırabiliriz. Bayrakdar Hoca’ya göre İslam’ın hurafeler yüzünden yıkıldığını söylemek genel anlamda yanlıştır. Haddizatında İslam Müslümanların akli düşünme ve bilimsel düşünmeyi zaman içinde yitirdiklerinden batmıştır. Zihniyetimizin onarımını ertelediğimizden dolayı tefekkür gücümüz ve sorumluluk bilincimiz zayıflamıştır. Cahit Zarifoğlu'nun dediği gibi “Yükümüz ağır, sorumluluk duygumuz ise zayıf.” Bayrakdar Hoca zihniyet problematiğimizle ilgili olarak şu sözleri de sarf ediyor: “Allah bize inayetiyle tecelli eder; biz de insanımızın, geçmiş ve geleceğimize olabildiğince tenkitçi bir zihniyete sahip olarak tecelli etmesini sağlayalım. Dünyanın ve henüz tarih olmayan zamanın aktörü olmaya çalışalım.” Bu sözlerden de anlayacağımız gibi zaman tarih olmadan yani iş işten geçmeden veya kıyamet gelmeden bizim insanlara ümmet bilincine sahip bireyler olarak örneklik teşkil etmemiz gerekmektedir. Yazar, kitapta ikinci aşama olarak 'özel eleştiriler' adlı bölüme geçiyor.
43
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Bu bölümde İslam Gerçeği kitabında konuların gerek ele alınış biçimlerini gerekse de yazarların yaptığı açıklamaları tutarlılıkları yönünden eleştiriyor. Sözde ilahiyatçı yazarlar “Kur’an’ın anladığı manada din” diye bir ifade kullanmışlar İslam Gerçeği kitabında. Bayrakdar Hoca ise buna karşılık olarak “Kur’an anlamaz, anlatır.” diye tepkisini göstermekte kitabında. Sonuç itibariyle Kur’an bir şahıs değil ki vahyi anlasın. Kur’an zaten vahyin kendisidir. Bir başka konu ise İslam’ın, sadece duygu-inanç-ibadet topluluğu olarak lanse edilmesi. Bu konuda Bayrakdar Hoca, İslam’ın maddi, manevi anlamda bir müessese olduğunu dile getirmiştir. Tahsin Görgün Hoca’nın da dediği gibi “İslam medeniyeti, Hz. Peygamber’e ittibaa edenlerin oluşturduğu bir müessesedir.” Bir diğer mühim konu sözde yazarların “Hz. Peygamber kendi anlayışına göre dini örnek uygulamalarla açıklamıştır, fakat onun örnekliği bugün Müslümanları için bağlayıcı olmayacaktır.” demeleridir.
Bayrakdar Hoca buna biraz sert bir tepki göstermiştir. Ve düşüncelerini şu sözleriyle dile getirmiştir. “Bu durum Hz. Peygamber’i dışlamak ve O'nun sünnetine hiçbir değer vermemekten başka nasıl izah edilebilir ki? Eğer Hz. Peygamber örnek alınması gereken bir kimse değilse, bu herhangi bir Müslüman’ı Hz. Peygamber’den üstün tutmak değil midir? Yani bu herhangi bir Müslüman’ın din anlayışının İslam olacağını mı demek istiyor?” Bunun üzerine Bayrakdar Hoca sünnetin önemine işaret ederek “Keşke her konuda O'nun yaşayan (fiili) sünnetine uyulsaydı. Kaybedişimiz, bu sünnete uyduğumuzdan değil, aslında uymamış olmamızdandır.” demektedir. Bir diğer önemli mesele ise İslam Gerçeği yazarlarının İslam'ı şu şekilde tanımlamaları: “İslam; barış, güven, huzur, mutluluk ve esenlik ifade eden 'silim ve selam' kökünden türemiş olup bu nötr kavramların insanlar tarafından eylem ve aksiyona dönüştürülmesidir.” Bayrakdar Hoca bu tanıma 1992 Bosna Hersek katliamını örnek göstererek başlamakta ve yazının sonunda ise “O zaman herkesin güven, huzur, barış ve esenlik anlayışı İslami ise İslam'a ne gerek var?” diyerek tepkisini göstermektedir. Bayrakdar Hoca’ya bu noktada katılıyorum ama bu konuya yaklaşımı biraz eksik kalmış. Çünkü 'nötr kavramlar'ı sadece bir örnekle açıklamış. Halbuki şu şekilde açıklasa daha anlaşılır olabilirdi: Aslında yazarlar burada nötr kavramların insanlar arasında olan ilişkiler sonucu ortaya
44
KITAP & SINEMA
çıktığını değil de hazır olarak hayatın içinde bulunduğunu ve insanların sonradan bu kavramları hayata geçirdiğini savunuyorlar. Bu nötr kavramlar eğer kendiliğinden yeryüzünde var olsaydı Allah zaten insanoğluna cenneti hazır olarak bahşetmiş olurdu. Yani cehenneme de gerek kalmazdı. Haddizatında İslam Gerçeği yazarları bu tanımı yaparak aşkın olanın yani Allah’ın işine karışmış oluyorlar. (Haşa) İslam Gerçeği yazarlarının yaptığı en büyük hatalardan biri de Allah’ın insanı terbiye ettiği kitap olan Kur’an’daki bir ayeti çarpıtarak yanlış anlamlara sürüklemeleri. Âl-i İmrân suresinin 83. ayetinin meali şöyledir: “Allah’ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez O'na teslim olmuştur. O'na dönecektir.” İslam gerçeği yazarları bu ayetten tabiat kanunlarına uymanın da din olduğunu savunmuşlar. Bayrakdar Hoca buna tepkisini hülasa şöyle dile getirmiş: “Eğer dedikleri gibi tabiat kanunlarına uymak bizatihi din ise buna ister istemez zaten herkes uyuyor. O halde herkes dindar ve Müslüman! O halde Allah’ın fasığa, dine uy demesinin ne anlamı vardır!” Haddizatında yazarların bu anlayışı günümüz seküler çağında İslam'ı tabiri caizse 'evcilleştirmek'. Yani dini kendilerine göre yeni baştan oluşturmak ve sanki dinde bozukluk, eksiklik varmış gibi onu düzeltmeye uğraşmak. Modern medeniyetin dini zaten tabii teolojidir. Yani tabiat kanunlarına uymak. Bu durumda da yazarların İslam'ı modernist anlayışla bağdaş-
► TENKID
tırmak ve dinin etki gücünü köreltmek gibi amaçları olduğu sonucuna da varabiliriz. Bayrakdar Hoca hiçbir konuda İslam Gerçeği yazarlarına katılmıyor değil. Katıldığı noktalar da var. Bunlardan birisi de kendi tabiriyle “Arap İslam’ı, Fransız İslam’ı olamaz” İslam gerçeği yazarlarının şu sözü üzerine Bayrakdar hoca bunları söylüyor: “İslam kelimesi, bir dinin özel adı olduğu için Arap İslam’ı, Fransız İslam’ı vs. denmesi uygun olmaz.” Çünkü hakikat biriciktir ve aşkın olanın sanat eseri biriciklikle önem kazanır. Bir benzeri daha olamaz. Dolayısıyla İslam dini de tektir, birden çok değildir. Sadece insanların İslam’ı anlayışı ve yaşayışı kültür faktöründen dolayı farklı olabilir. Bayrakdar Hoca kitabın son kısımlarında, İslâm Gerçeği yazarlarının bahsettiği İslâm'ın temel konularına ve meselelerine değinmekte. Aynı zamanda yazarların bu konulardan bahsetme üsluplarını da eleştirmektedir. Bu konular ve meseleleri şu şekilde sıralayabiliriz: Boşanma ile ilgili ayetlerin yanlış anlaşılması, miras konusu, kadın erkek şahitliği meselesi, başörtü meselesi, hırsızlığın cezası meselesi, yüz değnek cezası, şura konusu, Allah’ın siyasi ve hukuki hükümleri. Bayrakdar Hoca, İslam Gerçeği yazarlarının kimi konuları yanlış anladıklarını ve yanlış ifade ettiklerini, kimilerinde çelişkiler olduğunu belirtmekte ve bu konu ve meseleleri tenkid etmektedir. Bayrakdar Hoca son olarak laiklik konusunda ve sekülerizm konusunda
45
TENKID ►
KITAP & SINEMA
"İslam gerçeği yazarları bu ayetten tabiat kanunlarına uymanın da din olduğunu savunmuşlar. Bayraktar Hoca buna tepkisini hülasa şöyle dile getirmiş: “Eğer dedikleri gibi tabiat kanunlarına uymak bizatihi din ise buna ister istemez zaten herkes uyuyor. O halde herkes dindar ve Müslüman! O halde Allah’ın fasığa, dine uy demesinin ne anlamı vardır!” Haddizatında yazarların bu anlayışı günümüz seküler çağında İslam'ı tabiri caizse 'evcilleştirmek'. Yani dini kendilerine göre yeni baştan oluşturmak ve sanki dinde bozukluk, eksiklik varmış gibi onu düzeltmeye uğraşmak."
yazarların yaptığı büyük çelişkiden yakınmaktadır. Şöyle ki İslam Gerçeği yazarları “Türkiye şu an da sömürü sektörünün yaşatmak istediği kültürel ve hurafeye dayalı dincilik ile Kur’an’a dönüş düşüncesinin çeliştiği bir din atmosferini yaşıyor. Bu süreçte laiklik, Kur’an’a dönüş düşüncesinin önemli desteklerinden biri olabilir.” demektedirler. Lakin bunun ardından diğer paragrafta “...laiklik ve sekülerizm yüzünden yaratıcısını sürgüne göndermiş bir durumda yaşıyoruz.” demektedirler. Ve buraya dipnot olarak sekülerizmin din bakımından inançsız olduğunu da söylemektedirler. Bayrakdar hoca, yazarların çelişkilerle dolu bu ifadeleri için düşüncelerini şu şekilde ifade etmekte: “ Eğer gerçekten yazarların söylediği gibi, sekülerizm dinsizlik ise ve yine söyledikleri gibi laiklik ideal bir şey değilse o halde lakilik ile İslam’ı bağdaştırmaya çalışmanın mantığı nedir?”. Bu konuda ben de Bayrakdar Hoca’ya katılıyorum. Şunu da eklemek istiyorum: Bir şeyin doğruluğundan emin isek ve onu savunuyorsak, aynı şekilde onun altını doldurabilmeli ve çelişkili ifade biçimlerinden kaçınmalıyız. Filhakika savunduğumuz şeyi kendi hayatımızda da uygulamamız elzemdir. Buradan hareketle kendimize bir ders çıkarabiliriz. Elhamdülillah Müslümanız, o halde Kur’an-ı Kerim’i hayatımızın merkezine koyarak hareket etmemiz ve onu yaşamamız elzemdir tıpkı Resulullah efendimiz gibi. Eşref-i mahlûkat sıfatına uygun olarak yaşamaya çalışan bireyler olmak dileğiyle. Vesselam.
46
KITAP & SINEMA
► TENKID
kitap tenkitleri
EŞREF ŞAHIN
ENTELEKTÜEL-
SÜRGÜN, MARJINAL, YABANCI EDWARD SAID, ILETIŞIM YAYINLARI ►
Edward W. Said’in tanıtmaya çalıştığımız kitabı, esasında 1948'de Bertrand Russel tarafından başlatılan Reith Konferanslarında, Said'in 1993 yılında yapmış olduğu konuşmaların deşifre edilerek kitaplaştırılmasından oluşmuştur. Kitapta “Entelektüelin Temsil Fikirleri”, “Milletlere ve Geleneklere Pes Etmemek”, ”Entelektüel Sürgün: Göçmenler ve Marjinaller”, “Profesyoneller ve Amatörler”, “İktidara Hakikati Söylemek”, “Tanrılar Hep İflas Eder” başlıkları altında Said, kimileri tarafından “fildişi kulenin müntesibi”, “burnu havada olan” entelektüelin hakikatte kim olduğunu, yaşadığı tecrübelerden, gözlemlerden, kimi düşün insanlarından -Sarter’dan Adonis’e, Vico’dan Fanon’a…- yapılan alıntılardan
47
ve dünya siyasi tarihinde meydana gelen birtakım örnekler üzerinden sorgulamaktadır. Edward W. Said “Entelektüel” adlı kitabının giriş kısmında “Entelektüelin bir görevi de insan düşüncesini ve insanlar arası iletişimi kıskacı altına alan klişeleri ve indirgeyici kategorileri kırmaktır” demektedir. Kitabı oluşturan konferansların genel çerçevesini bu cümlede bulabiliriz. Yazar kitabın ilerleyen sayfalarında entelektüelin kim olduğundan, sahip olması gereken ilkelerden ve bu ilkelerin gerektirdiği duruştan bir hayli bahseder. John Carey'e atıfta bulunarak entelektüelin misyonunun, yönteminin ne olması gerektiğini şöyle ifade eder: “Carey'in dediği gibi, bir bütün olarak kitle toplumu değildir entelektüelin meselesi; kamuoyunu biçimlendiren, onu
TENKID ►
KITAP & SINEMA
konformistleştiren, iktidardaki bir avuç çokbilmişe güvenmeyi teşvik eden uzmanlar, eş dost grupları, profesyoneller, düzen adamlarıdır onun meselesi…” Said’e göre entelektüelin ne söylemeleri ya da ne yapması gerektiğini belirleyen hiçbir kural yoktur. Burada doğal olarak insanın aklına “Bu cümleyi yaşadığımız sosyal gerçeklik ile nasıl özdeşleştirebiliriz?” sorusu takılıyor. Said bunu da şöyle cevaplıyor: “Hepimiz bir toplumda yaşıyoruz; kendi dili, geleneği ve tarihi olan bir milletin mensuplarıyız. Entelektüeller bu fiili durumların ne ölçüde kölesi, ne ölçüde düşmanıdırlar? Aynı şey entelektüellerin kurumlarla (akademi, kilise, mesleki örgüt) ve zamanımızda entelijansiyayı olağanüstü ölçüde kendi saflarına katan dünyevi iktidarlarla olan ilişkisi içinde geçerlidir.” Wilfred Owen’dan yapmış olduğu bir alıntıyla “mürekkep yalamışların tüm halkı bir kenara itip/ devlete biat etmeleri”ni doğru bulmaz ve ekler “Nitekim entelektüelin asli görevi bence bu tür baskılar karşısında görece bağımsızlığını koruma arayışına girmektir. Entelektüeli sürgün ve marjinal olarak, amatör olarak, iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan bir
dilin müellifi olarak nitelememin nedeni de budur.” Entelektüel, toplumu aydınlatma görevini yerine getirirken, sahip olduğu hakikatin farklı blokajlar sebebiyle toplumda makes bulmamış, olumlu değişim ve dönüşümlere kaynaklık edememesi sebebiyle derin bir ızdırap yaşar. Bu entelektüeli bulunduğu topluma ve yaşama yabancılaştırır. O bir şeyleri değiştirmek istemesine rağmen bu imkânlara set çeken güçlü toplumsal otoritelerin oluşturduğu ağ karşısında kendini çok güçsüz hisseder. Ayrıca bu otoritelere bilerek ait olmamak, kimi zaman kimsenin farkında olmadığı dramatik durumlara şehadet eden bir tanık rolüne mahkûm olmak anlamına gelir. Said entelektüelin alın yazısını böyle resmeder. Bununla beraber bu tanıklık hiç de monoton ve renksiz bir faaliyet değildir. Zira Foucault'nun, deyimi ile amansız bir vukufu, alternatif kaynakları taramayı, gömülmüş belgeleri gün ışığına çıkarmayı, unutulmuş tarihleri diriltmeyi gerektirir tanıklık etmek... Aslında bu tanıklık faaliyeti entelektüelin metodolojisini ortaya koyduğu, umursamazlıktan nasibini almamış bir süreci ortaya çıkarır. Yazar bundan sonra şu soruşturmayı açar: Bir şekilde bilgi ile içli dışlı olan herkes entelektüel olarak kabul edilebilir mi? Aslında bununla ilgili türlü tanımlar vardır. Mesela Antonio Gromsci, “Bütün insanlar entelektüeldir ama toplumda herkes entelektüel işlevini görmez” der ve ekler “Kapitalist girişimci kendisi ile birlikte sanayi teknisyeni, ekonomi-politik uzmanını, yeni bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin oluşturucularını vb. yaratır.”
48
KITAP & SINEMA
İşte tüm bu kişiler organik entelektüellerdir. Diğer tarafta Julien Benda'nın entelektüelleri, insanlığın vicdanı olan süper yetenekli, ahlaki donanımları gelişkin, filozof krallardan oluşan bir avuç insan olarak gösteren tanımı vardır. Benda’ya göre gerçek entelektüeller, “Özünde pratik amaçlar gütmeyen faaliyetler yürüten, bir sanat ya da bir bilimle ya da metafizik spekülasyon ile ilgilenmekten, özel ve manevi avantajlara sahip olmaktan keyif alan, yani bir bakıma şöyle diyen kişilerdir: “Benim krallığım bu dünyanın krallığı değil.” Entelektüel sahip olduğu direniş bilinci ile maskeleri düşürür. Bu nedenle o dinleyicilerini mutlu etme derdinde olmaz. İşin özü sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olmaktır. Fakat bu hiç de kolay bir şey değildir. Zira entelektüel her zaman yalnızlık ile saf tutma arasında bir yerde durur. O madun statüsüne sahip olduğu düşünülen zayıf insanların ve temsil edilmeyenlerin safına aittir. Entelektüel romantik idealizm peşinde de değildir. Entelektüel’in yarım doğrulara ya da basmakalıp fikirlere pabuç bırakmamak için sürekli tetikte bulunma hali, insanı pek sevilen biri yapmasa da onu diri tutup zenginleştirmektedir. Diğer taraftan entelektüel kim değildir? gibi bir soru sormak ona yüklenebilecek negatif imajları da açığa çıkaracak ve onun kimliğinin daha belirgin hale gelmesine önemli bir katkı sunacaktır. Said’e göre entelektüel, “profesyonelizm” denilen tutuma sahip olmayandır. “Profesyonelizm” ile kastedilen şey, bir entelektüel olarak yaptığını bir geçim kaygısı ile sabah dokuz ile akşam beş arasında yaptığınız bir şey olarak
► TENKID
düşünmeniz, denizi bulandırmamanız, kabul edilmiş paradigmaların ya da sınırların dışına çıkmamanız, pazarlanabilir ve öncelikle de "presentable" olmak uğruna kendinizi "aman bir tatsızlık çıkmasın da" diye düşünen, apolitik ve nesnel biri haline getirmenizdir. Ayrıca bir entelektüel için içselleştirdiği takdirde en üst düzeyde yozlaştırıcı olan, entelektüelin hayatını biçimsizleştirecek, öldürücü zihinsel alışkanlıklar vardır. Bu zihinsel alışkanlıkların oluşturduğu davranış biçimlerini Edward W. Said şöyle dile getirir: Fazla politik görünmek istemezsiniz; adınızın oyunbozana çıkmasından korkarsınız; patronunuzdan ya da bir otoriteden onay almanız gerekir; dengeli, nesnel, ılımlı biri olarak kazandığınız ünü korumak istersiniz; kendisine fikir sorulan, danışılan biri, bir yönetim kurulu ya da prestijli bir komite üyesi olmak, sorumlu vasatlar arasından ayrılmamak gibi bir umudunuz vardır; günün birinde bir şeref payesi, büyük bir ödül, hatta belki de bir elçilik kapma peşindesinizdir... Yazara göre tüm bu alışkanlıklar tutkulu bir entelektüel hayatı tahrip eden, aktif ve ahlaklı bir entelektüel hayatın karşısındaki en büyük tehditlerdir. Özetle entelektüel; bilgiye ihanet etmeyen, küf kokulu anlaşmalara gitmeyen, sürgün ve marjinal olmayı kabullenmiş, doğru hayatı yanlış yaşamayan, kimseden medet ummayan, uzmanlaşmaya teslim olmayan bir amatör, bireysel sesi ve mevcudiyeti olan bir avangard, narsist ve teşhircilik eğilimi bulunmayan, sadece inandığı değerlere dayanan, gelişime açık, iflah olmaz ölçüde bağımsız bir ruhtur.
49
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
MELIKE DIŞBUDAK
DIN VE UYGARLIK AKIF INAN, IZ YAYINCILIK ►
Yedi güzel adamdan biri olan Mehmet Akif İnan; sendika, edebiyat, şiir konularında bilgi sahibidir. Derya, Edebiyat, Yedi İklim, Mavera dergilerinde birçok yazısı bulunmaktadır. Mehmet Akif'in şairliği ve yazarlığı; kesintiye uğramış bir medeniyetin hep bu yerli üslup, kavram ve kahramanlarla yeniden dirilişi düşüncesini işler. Mehmet Akif 'in kendine göre kavramları ve bu kavramların da bir kahramanı vardır. Lakin sendikacılıkta bir kahramanı yoktur. Çünkü kahraman kendisidir. Kendisi olmalıdır. Ayrıca Eğitim Bir-Sen’in de kurucusudur. Kitaba genel bir perspektif ile bakacak olursak: Batı’nın dünya standına çıkışını anla-
50
tarak başlayan kitap Batı’nın gelişimi ile devam eder ve Batılı aydınlarımızın Batı hayranlıkları ile devletin içinde bulunduğu labirente değinerek kapanışı yapar. Batıcılık ile değişen aile, yaşam, kültür ve edebiyata değinir yazar. Bu Batıcılık dönemindeki karşıtlıkları, görüşleri yansıtır. Dinin geldiği konuma dokunuş yapar. Ve yazar “Bu hale gelen dini “ uyandırmak için haykırmak “gerekliydi.” der kitabın son satırlarında. Son bölüm ile Mehmet Akif bizi resmen silkeleyip kendimize getirmek istemiştir. Bunu şu satırlarından anlayabiliriz: Tarihten önce değil! Daha 60 sene önce Ortadoğu tek bir devletti ve adı Osmanlı Devletiydi. Ve biz 200 yıl evvel şu üstünde oturduğumuz arz küresinin en büyük devletiydik. Başta Batıdaki bunalıma
KITAP & SINEMA
da dokunuş yapmıştır Mehmet Akif. Batı’daki din boşluğunu yani maneviyatı, maddiyat ile doldurmak istediler. Lakin dolduramadılar ve bu "maddi varlıklar çoğaltıyordu bunalımlarını." Bu bunalımları nasıl bırakıp bir medeniyet kurulduğu kitap ile gözler önüne seriliyor. İslamiyet ’in yaşandığı toplumun ise bir medeniyet olduğunu gösteriyor. Çünkü Batı, kilisenin skolastik düşünce ve tavır sultasını kırarak bir medeniyet haline gelmiş bulunmaktadır. Ve biz İslamiyet ‘ o yaşarken lider konumundaydık! İslamiyet, sadece bir din değil, aynı zamanda bir medeniyettir çünkü. İlk emir “İkra!” yani “Oku!” okuma ile bilinçli bir nesil açığa çıkar; bilinçli ürünler, bilinçli toplum açığa çıkar. İlim, İslamiyet ‘ in bu meyvesidir. Kur’an ile hadisler ile ilime, irfana yönlendiriliyordu toplum. Haram ve helallere göre dizayn oluyordu devlet ve "sadaka verilecek tek bir insan bile kalmıyordu ülkede." Şuan dünyanın bir kısmı çok yemekten kusuyor, hastalıklar çekiyor; bir kısmı ise açlıktan ölüyor... Şu an dışarı çıkmaya, insanlarla konuşmaya korkuyoruz bir şey yapar diye. Eskiden mahallerde herkes cankan kardeş idi. İslamiyet, yere düşenin kaldırılmasını emrederken şu an yaşadığımız “Avrupailik”te, “modernlik” te, “gelişmişlik” te bir düşen görüldü mü ki bir tekme de biz atıyoruz. İslamiyet yalnızca din demek değildi; bir yaşam stiliydi, bir toplumsal ahlaktı, 600 yıllık bir devletin temel yapıtaşıydı... Peki Batı neden bizim onlara benzememize bir ses çıkarmadı? Neden
► TENKID
Batılılaşmamızı istediler? Çünkü İslam uygarlığı, hatta o uygarlığın kalıntısı bile bizim bir medeniyet kurmamız için gereken dinamizmi taşıyordu. “Çarçabuk ayağa kalkacak potansiyel taşıyorduk.” Bunu engellemek için unutturmak istediler, istiyorlar. Asimile etmek istediler, ediyorlar... Bunun için bilinçli bir toplum olmamız lazım… YOKSA GİTTİ GİDER KALANLAR DA...
51
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
MERVE AKAR
DIJITAL GELECEKTE İNSAN KALMAK SINAN CANAN, MUSTAFA ACUNGIL, TUTIKITAP ►
İnsanoğlu… Homo sapiens… Düşünebilen, çevreye uyum sağlayabilen, hareket donanımı gelişmiş olan, zekasının yanı sıra son derece üstün iletişim ve sosyal birlikler kurabilme yeteneğine sahip, beyin ve bilinç farkıyla diğer türlerden ayrılan insanoğlu… İnsanoğlunun içinde sürüklenip gittiği dijitalleşen dünyada insan kalabilme üzerine ve insanın bu süreçten nasıl etkileneceği konusunda dijital gelecek senaryoları üreten bir doğa bilimci Sinan Canan ve bir mühendis olan Mustafa Acungil’in ortak geleceğimize dair sohbetlerinin derlendiği bu kitapta ilk insandan başlayarak insanın hem bedensel hem zihinsel
52
geçirdiği evrimsel süreçlerin, basit makineden yapay zekaya uzanan teknolojinin ve gelecek senaryolarının ‘Bireyin Geleceği, Sosyal Çevrelerin Geleceği, Eğitimin Geleceği, Eğlencenin Geleceği, Yasaların Geleceği, İnsanlığın Geleceği’ gibi alt başlıklara ayrılıp konuşulduğunu görüyoruz. İkisi de geleceği isabetli bir şekilde öngörme iddiasından son derece uzak insanlar olduklarını belirtmiş ve amaçlarının düşünebileceğimiz tüm olası gelecek senaryolarını masaya yatırıp geleceğe dair hayal gücümüzü kışkırtmak ve kitabı okuyan her insanın buradan kişisel yaşamına ve kişisel geleceğine dair ipuçları yakalayabilmesi olduğunu dile getirmişlerdir. İnsanoğlunu, bedensel eksiklikleri, zayıflıkları ve doğal ortamın ona doğrudan
KITAP & SINEMA
sağlayamadığı ihtiyaçları nedeniyle, zihinsel donanımını daha yoğun kullanmak ve gittikçe daha ‘zeki’ olmak konusunda zorlanmış, milyonlarca yıl boyunca bu yönde gelişmiş bir canlı olarak tanımlayan yazar aynı zamanda insanı meyvenin içindeki tohuma benzetmiştir. Meyvenin içindeki tohumun, ağacın taslağını taşıması ve ondan o koca ağacın benzerinin çıkabilmesi gibi, bütün canlılık bilgeliğini bünyesinde ve ruhunda barındırır insan... Böylesine çeşitli fonksiyonel özellikleri olan, 'bilinç' sahibi ‘insan’ın kendi ürettiği bir ürünle (bilgisayar, yapay zeka vb.) kendini kıyaslamasını ve ona benzemeye çalışmasını temel problem olarak görüyor yazar. Bilgisayar [yapay zeka], insan beyninin ürettiği bir üründür. Beynimizin yaptığı bazı işleri daha hızlı gerçekleştirsin diye ürettiğimiz, zamanla da bazı konularda bizi çok gerilerde bırakacak kadar geliştirdiğimiz bir aygıttır. Bilgisayarlar bizim ürünlerimiz olduklarından bizden çok daha basit nesneler olmak durumundadır ve gerçekten de öyledir. Yazımın en başında insanoğlunun diğer türlerden bilinç farkıyla ayrıldığını dile getirmiştim. Şu an en karmaşık görünen yapay zeka uygulamaları bile, aslında bilinçli bir şey yapmıyor. Yapay zeka, belirlediğiniz veriler ve sınırlar içerisinde verileri inceleyip bir düzen oluşturup sonuca ulaşabilir, peki ya veriler yoksa? İnsan hiçbir düzen olmayan veri kümelerine ilişkin anlam üretebiliyor. Bu yüzden yapay zekadan temel farkımız anlam inşa etmektir.
► TENKID
Asıl sorun dijital dünyada var olabilmek. Bugünün dünyasında bile konumumuz sarsıntılı, yarının dünyasında nasıl var olacağımız ise şüpheli… Değerlerimizi, kültürümüzü, zenginliklerimizi koruyabilecek miyiz? Yoksa akışın değiştirmesine izin mi vereceğiz? Hala ‘insan’ kalmaya devam edebilecek miyiz? Herkesin bildiği gibi teknolojinin verdiği rahatlık ve imkanlar tartışılamaz. Fakat insanları böyle bir imkan bolluğu içinde serbest bıraktığınızda olumsuz yönde sonuçlar yüksek oranda yaşanacaktır. Günümüzün eğitim ve kültür çevresinin etkisi nedeniyle kendisini ‘bilgi işlem yapan bir organizma' olarak tanımlayan günümüz insanının yerini “Ben aslında neyim?” sorusunu sormak zorunda kalan bir varlık olacak, insanın “ne’liği” sorusu çok daha büyük önem kazanacak diyen Sinan Canan bireyin geleceği hakkındaki en kötü senaryosunu tek tipleşmeden yana kullanmıştır. Sanal ilişkilerin, biz gençliğin, toplumun temel yapıtaşı eğitimin, sosyal düzenin, dinin, ‘insanlığın’ geleceği nokta olası bir kontrolsüzlük ve akışa kapılma konusunda zarar görebilme ihtimali içinde. Yeni bir sosyal düzen, yeni yaşam alışkanlıkları, hayatın her alanıyla ilgili yeni tanımlar oluşması sürecinin içerisindeyiz. Bu yıllarda yapıp ettiklerimiz oluşacak düzenin yapı taşlarına etki edecek. Farklı konulardaki birçok iyi ve kötü senaryoları göz önünde bulundurarak dijital teknoloji imkanlarını lehimize çevirmek zorundayız. Peki sizce dijital gelecekte hala insan kalmayı nasıl başarabiliriz?
53
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
NESIBE YIĞIT
KÜLTÜRDEN IRFANA CEMIL MERIÇ, ILETIŞIM YAYINLARI ►
Batı'nın içerisinde damla damla bir arayış akmakta artık akmaktan yer yer pıhtılaşmaktadır. Fransız ihtilâli bu arayışın pıhtılaştığı yerlerden biridir. Bu pıhtılaşma kendini farklı noktalarda göstermektedir. Bu belki bir reform veya teknolojinin üstünlüğü kabulleniş veyahut daha fazlası. Bu arayış içinde olan hırçın denizi bir süreliğine sakinleştirir ve sonra tekrar bu deniz hırçınlaşır. Sahilleri, kayaları aşındırmaya devam eder çünkü mutlak mutmainliğe ulaşmamıştır. Kısacası hakikat arayışının bir nevi huzur verici tesellisini bulamamış sancılarını ağır bir şekilde çekmektedir. Batı buhranlarıyla sallanmakta ve bütün
54
hücrelerine kadar hissetmekte, hissettiğini yansıtmaktadır. Batı'nın buhranlar içinde çalkalanışının bir ürünüdür Batı'nın buhranlı kelimeleri. Tam mana verilemeyen ve hudutları çizilemeyen aynı anda birçok şeyi kastedebilen buhran içindeki kelimeler. Son günlerde fazlaca gündemde olan bir kelime özgürlüktür. İnsanlara her şeyi yapabilme algısı uyandırma çabası içinde sunuluyor gibidir. Oysa insanın özgürlüğü her şeyi yapabilme değil düşüncelerine kelepçe takılmaması, hudutları çizilmemesidir. Şu devirde özgürlüğü her istediğini yapabilme fırsatı sanan insan da yanılgının içindedir. Özgürlük sınırsız bir uçuş değil uçabileceğini bilme ve uçtuğun zaman farkında olabilmektir.
KITAP & SINEMA
► TENKID
"Cemil Meriç'in eleştiri getirdiği bir noktaysa Batı'nın edebiyata masum olmayan sızışlardır. Ve bu sızışlar bazen birbirlerini bu kadar iyi anlayabilecek tecessüs sahibi kimseleri zıt düşürmek, edebiyatımıza uçları yaşatmaya çalışarak yay gibi germenin sonucu değil midir Akif ile Fikret."
CEMIL MERIÇ Hayatımız içerisinde fazlasıyla karşımıza çıkan ama birçok kelime gibi de üzerinde durup düşünmediğimiz ve sorguya tabi tutmadığımız diğer bir kelime “kültür”. Bir kesimin kullanmaktan çekindiği hatta bazılarının kalem dahi sürmediği, bir kesimin ise kendi benimsedikleri anlamı yansıtacak şekilde geniş bir alan açarak kullanımında bulunmuş oldukları bir mefhumdur. Bir kelimenin dahi anlamının hudutlarını çizmekte bazen zorluklar yaşarken birçok dilde kullanımı olan ve her dilde ayrı bir boyut kazanan bir mefhumu anlamak, anlam hudutlarını çizmek... Böyle bir mefhumu nasıl ele almalı, nasıl izah edilmeli, bu izaha nereden başlanmalı? İlk olarak şu anımıza kadar bu mefhum hakkında elde edilen verileri değerlendirerek başlamak isabetli olmuştur. Bu mefhumu zihinlerimizde iyice hazmettirmeyi başarmıştır. Kültür gibi bir mefhumun bu kadar güzel hazmını yaşarken ileriki
sayfalarda irfanı kelimeler arasında arayışa geçeriz. Sayfaların sonuna kadar bir umutla irfanın zihinlerimizde yavaş yavaş mana kazanmasını bekleriz. Sayfalar ilerledikçe konulara iyice eğilmekte ve derinleşmektedir. Derinleşen bu konularda biz irfanı hissetmekte muvaffak olamadık. İrfan konusu zihnimizde birçok sorunlarla meçhul olarak kalmıştır. Kültür gibi kendi harfleri içerisinde anlamından uzaklaşan Batı’dan alınıp lügatlerimize sokulmuş olan bu mefhumları anlamak veya kendi zihinlerimizde anlamlandırabilmek için ise bu mefhumların kelime haznemize sızdığı dönemleri de anlamak lazımdır. Cemil Meriç, bu dönemi raflarda tozlu kalan bölümlerinde görmekle daha çeşitli bakış açılarıyla değerlendirmemize yardımcı olur. Ülkemize doğru da esen bu buhranlı havayı Cemil Meriç'in tam da bahsettiği bu dönemlerde solumaktayız. Ve solumanın
55
TENKID ►
KITAP & SINEMA
sonucu olarak bu buhranların kalbi olan Batı’da doğan ve genetik olarak bu buhranı taşıyan kelimelerde içimize sızmıştır. Ve bu mefhumların lügatlerimize girişi de bu havayı soluyan insanlar tarafından kullanılması ile tekâmül etmiştir. Biz bu buhranlı havayı soluyan insanların torunları değil miyiz? Kim bizim de bu havadan etkilenmediğimizi savunabilir? Belki de içimizde kıyıda köşede kalmış bir sis gibi dolaşmaktadır bu havalar. Bu havalara güneş ışığı gibi sızan iki eserden bahseder Cemil Meriç. Biri Redhouse' un İngilizce - Türkçe lügatidir. Diğeri Firuz Abadi'den Mütercim Asım Efendi'nin tercümesi olan Kamus-u Okyanus. Bu zamana kadar ve bu zamanlar da dâhil olmak üzere başvurabileceğimiz alanında iki başarılı eser, lügat. O kadar zaman geçmesine rağmen biz neden hala aynı eserlere bakma ihtiyacı duyuyoruz ve o kadar zamanın geçmesinin ardından üzerine neredeyse bir tuğla dahi eklememişizdir. Burada vardığım kanı ise bu havanın hâlâ üzerimizden dağılmadığı gerçeğidir.
Cemil Meriç'in eleştiri getirdiği bir noktaysa Batı'nın edebiyata masum olmayan sızışlardır. Ve bu sızışlar bazen birbirlerini bu kadar iyi anlayabilecek tecessüs sahibi kimseleri zıt düşürmek, edebiyatımıza uçları yaşatmaya çalışarak yay gibi germenin sonucu değil midir Akif ile Fikret. Bir ak biri kara gibi bir ayırış yapmak oysaki ikisi de aynı vaktin çocukları, aynı çağın tutulmasına yakalanmış insanlar. Cemil Meriç'in tanımıyla ise kısaca “iki düşman kardeş." Akif ile Fikret. Bir söğüt ağacının büyümesi gibi kökten başlar meselelere sonra ilerledikçe dallandırıp budaklandırarak birçok konuya eğilir, birçok şeyden haberdar kılar. Zihnimizde kitabı iyi çözümlemek ve anlamlandırabilmek için ağaçtan anlıyor olmak gerekir. Yani iyi bir kavrayış için ön bilgiye ihtiyaç duyabilirsiniz. Tekrar tekrar ele alınıp okunabilecek ve her okuduğunda ufkumuza yeni şeyler fısıldayacak bir kitap olduğuna inandığım bir eser, Kültürden İrfana...
56
KITAP & SINEMA
Son Yaprak’ında kullandığı “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıycıydılar, kitaplara kaçtım.” sözü aslında Meriç’in bakış açısını, hayat tarzını bir nebze de olsa anlayabilmemiz için olanak sağlıyor.
57
► TENKID
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
MÜBECCEL ÇALIŞKAN
MAĞARADAKILER CEMIL MERIÇ, ILETIŞIM YAYINLARI ►
Entelektüel yahut Avrupa’da aydın… Kimdi bu entelektüel? Ne gibi vasıfları vardı? Antik Yunan’da aristokrat çocuklarına ders veren yarı hoca, yarı gazeteci sofistin mi torunuydu yoksa okuma yazma bildiği için mahkûmluktan kurtulan klerin mi? Kimine göre üslubu olan bir yazar kimine göre de kendinden başka sınıfların çıkarlarına öncülük edendi entelektüel. Kimine göre yüksek tahsil entelektüellik için gerekli ve yeterliydi kimine göre değildi. Entelektüel farklı toplumlar içerisinde, farklı sosyal yaşamlarda farklı farklı tanımlara maruz kalıyor. Meriç’e göre entelektüel ise yükselen bir sınıfın şuuruydu yani bir devrimci. Ayırıcı vasfıysa tenkid yeteneğiydi.
58
İlk ceddi sofist olan entelektüel sınıflar arası sosyal çatışmanın da etkisiyle tarihsel süreçte bazen bir filozof bazen bir aydın bazense bir kler olarak karşımıza çıkıyor. Entelektüelin soyağacından sonra intelejensiyanın Rusya’daki gelişimini tarihsel ve sosyolojik açıdan irdeliyor Meriç. İlk üyeleri “şuuru burkulmuş soylular” olan bu sınıf zamanla toplumun her kesiminden insanlardan oluşan bir tarikat haline geliyor. Dostoyevski’nin “Rus toprağının koca serserileri” olarak tanımladığı bu tarikat zamanla ortak eğilimleri, ortak davranışları olan sosyal tabaka şeklinde tezahür ediyor. Entelektüelin soyağacında Meriç’in sözlerine yer verdiği Koestler “Düşünmek, mutlularla sömürülenlerin arasında sıkışıp kalanların işidir. Bilgi
KITAP & SINEMA
susuzluğu, meçhulün bir endişe kaynağı olduğu sosyal zümrelerin imtiyazı. Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı var? Ezilenlerin ise hür düşünceye ne zamanı ne de imkânı var. Düşünce mutlular için bir lüks, eksiklik duyan için ihtiyaç.” diyor. Biz bu tanımda neredeyiz? Mutlu olup düşünceyi bir lüks olarak görenlerde mi yoksa düşünceye ne zamanı ne de imkânı olanlarda mı? Okurken dikkatimi çeken bir nokta da Meriç’in Osmanlı’da ulema sınıfının ve Tanzimat aydınlarının tekrarcılığından bahsetmesiydi. Yeni bir şey ortaya çıkarmamaları, daha çok var olanı yayma görevini üstlendiriyor onlara. Ulema buna zorunluydu, karşılarında mutlak hakikat vardı, birikmiş irfanı yayacaklardı. Tanzimat aydınları da yabancı dünyada, bilmedikleri şartlar altında gelişen bir kültürle karşı karşıyalardı, bu kültürü ayıklamaları, tenkid etmeleri güçtü. Mağaranın içine girelim biraz da. İhtilal, inkılap ve devrim diyor. Aynı anlamlarda kullanılmaya çalışılan bu üç mefhumu bize dünyanın farklı yerlerinden farklı bakış açılarından farklı kamuslarla açıklıyor. Bu bölümde, Mareşal Moltke’nin “Türkiye’de inkılaba kuyruktan başlandı.“ sözü gerçekten üzerinde durulması gereken bir nokta. Biz neyi yanlış yaptık? Meriç’in sıklıkla bahsettiği karıştırılmaması gereken bu iki mefhumu, ihtilalle inkılabı mı karıştırmıştık yoksa? Açıkçası bu kitap; okurken anlamakta güçlük çektiğim, zaman zaman hiç anlayamadığım bir eserdi. Meriç’in mefhumları açıklarken o dönem toplumunun tarihçesine de girmiş olma-
► TENKID
sı, kitabı daha iyi anlayabilmek adına bahsi geçen ülkenin sosyal ve tarihsel çerçevesine de hâkim olmayı zaruri kılıyor. Cemil Meriç’in başyapıtlarından biri olan bu eseri toplumların aydınlarına, tarihsel-sosyolojik gelişim süreçlerine, yabancı yazarların bu süreçteki görüşlerine ve fikir ayrılıklarına anlayabildiğim kadarıyla bilgi sahibi olmama vesile oldu. Dünya görüşümüze aydınlık getiren, her satırı ilmek ilmek işlenmiş bu eser Mağara’nın iç ve dış yüzünü bizlere yansıtmasıyla öne çıkıyor. Hakikati bulanı bulma, hakikate ilerleme yolunda yolumuza yoldaşlık ediyor. Son Yaprak’ında kullandığı “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıycıydılar, kitaplara kaçtım.” sözü aslında Meriç’in bakış açısını, hayat tarzını bir nebze de olsa anlayabilmemiz için olanak sağlıyor. Amaçları düşünceye ve kitaba düşman bir nesil yetiştirmek olan, sözde ilimci hakikatte yobaz şezlong entelektüellerinden kaçınıp hakikati bulmak dileğiyle…
59
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
FADIME YEŞIL
ARA SOKAKLARIN TARIHI DÜCANE CÜNDIOĞLU, KAPI YAYINLARI ►
Babanzade Ahmet Naim Efendi XX. yüzyılın başlarında üniversitede mantık, genel felsefe, psikoloji ahlak, metafizik gibi konularda hocalık yapmıştır. Telif ve tercüme eserlerinde geçen felsefi kavramları ele alırken hem içerik hem de dil açısından hassasiyet göstermiştir. Avrupa'dan çeviri yoluyla bize gelen felsefî ilmi terim ve kavramların doğru anlaşılması hem de felsefi kavramları olduğu gibi almayıp yerine Türkçe isimler uydurmaca kolaylığından da kaçınıp şöyle bir formül bulmuştur. Bu formül: “Bugün felsefe için bizim yapacağımız şey vaz-ı ceditten ziyade keşf-i kadimdir.”
60
Yazarımız da Babanzade Ahmet Naim’in yaklaşımını benimsemiştir. Dücane Cündioğlu'nun yazmış olduğu ‘Görevimiz vaz-ı cedit değil keşf-i kadim’ adlı köşe yazısından da belirtmiş olduğu bu anlayış yani bir şeyleri ortaya koymaktan evvel Kadim olanı keşfetme lüzumludur. Peki kadim-i keşif ne işe yarayacaktı? Eksik parçalar yerini bulacak ve güç kuvvet verecekti. Peki keşf-i kadimin olmaması ne demekti? Ne gibi etkileri olabilir? Bunu açıklamak için yazarımızın yukarıda da bahsettiğim köşe yazısından bir örnek vermek istiyorum. “İmparatorluk ufkunu kaybetmiş olanlar ‘siyaset-i hilâfet’ yerine ‘devlet' ; ‘Adalet’ yerine ‘eşitlik’ terimleri ile tartışmak gafletine düştüler”
KITAP & SINEMA
► TENKID
"Saklı dünyaları ulaşabilmenin yolu hatıratlardan geçiyor. Ayrıca hatırlat tarihte denen koca binanın inşasında kullanılan bir yapı taşı gibidir. Tek başına ele alındığında bir kıymet taşımaması da bundandır. Bu yüzden binanın tümü göz önünde bulundurulmalıdır."
DÜCANE CÜNDIOĞLU Bu örnekten de Anlaşılacağı gibi keşf-i kadim yapmayanlar ister istemez kadim bütünlük ve sürekliliğin takipçiliğini yapamaz hale geldiler. Yazarımızın ara sokakların tarihi diye adlandırdığı hatıratlar da keşfi kadim de bize yoldaş olacak bir dosttur. Yazarımızın tarihe bir şehir olarak baktığını söyleyebilirim ve bu şehir sadece ana caddelerden ibaret değil haliyle ara sokakları arka sokakları da var bu şehrin. Tarih sadece devletlerin hanedanların kurumların örgütlerin fikirlerin tarihinden ibaret değil. Tarih insan teklerinin kişisel özel ve mahrem dünyalarında saklı. Saklı dünyaları ulaşabilmenin yolu hatıratlardan geçiyor. Ayrıca hatırlat tarihte denen koca binanın inşasında kullanılan bir yapı taşı gibidir. Tek başına ele alındığında bir kıymet taşımaması da bundandır. Bu yüzden binanın tümü göz önünde bulundurulmalıdır. Kendilerini anlamlı kılacak diğer unsurlarla birlikte değerlen-
dirilmedikçe bu yapı taşlarına hak ettikleri değeri vermek zor. Örneğin bir Çanakkale Zaferini anlamak için ansiklopedi de okunmalı, bir İngiliz subayının günlüğü de okunmalı; bir askerin bir komutanın hatıratı da okunmalı ve bir annenin bir dulun veya bir yetimin anısı da okunmalı. Yazarımız kitabında Türkiye-Amerika ilişkilerinde köprübaşılığı yapan büyükelçiler hakkında bazı notlar düşüyor. Bu not iki Amerika büyükelçisinin hatıratları ile ilgilidir. Yazar bu eserlerin Türkçeye çevrilen bölümlerini belirtmiş. Ayrıca çeviriden çıkarılan bölümlerini de yazmıştır. Başka bir bölümde de yazar bir televizyon programında bir yorumu tartışmak ve programındakilerin temas ettiği ele aldıkları tarihi bir hadiseyi yazılı metninden kısmen aktarmış. Ayrıca programdan sonra bu ilgili kısmını da dinleyicilere nerede bulacaklarını söyleme vad'inde bulunmuştur vad ettiği metni kitapta da yayımlamıştır. Bu
61
TENKID ►
KITAP & SINEMA
verdiğim iki bilgi ara sokakların tarihi adlı kitabımızda da geçen ve yazarımızın keşfi kadim yolculuğunda elde ettiği bulgularının iki örneğidir. Yine sizlere kitabın içeriği ile ilgili bazı fikirler edinmeniz adına bilgi vermek istiyorum. Kitap dört bölümde ele alınmıştır: Tarihin ara sokakları, Meşrutiyet hatıratları, Cumhuriyet hatıratları ve kabristanın hüznü. Bu bölümlerde yazarımızın düşüncelerini, bize tanıttığı bazı şahsiyetlere, ki hatıratlardan yararlanarak anlatmıştır bu şahsiyetleri, tavsiye eserlerine ve özellikle de yukarıda iki örneğini verdiğim keşfi kadimlerine ulaşabilirsiniz. Yazarımız ‘Aydınlığın üç evresi’ adlı bir konuşmada kendisinin keşfi kadim görevini yerine getirdiğini 30-40 yıldır yaptığı çalışmalarla geçmişi, kendi düşünce geleneğimizi anlamaya çalıştığını şimdi yapması gerekenin yeniyi ortaya koyma yani vaz-ı cedit olduğunu ve bugün söylenilmesi gerekenler için çalışma konumuna geldiğini belirtmiştir. Yazarımızın Bu kitabı önceden yazmasına rağmen kitapta bahsettiği İstan-
bul ufkunu kaybettiğimiz ve yerine Ankara ufkunu koymaya çalışırken koyamadığımız uzun bir araştırma sürecinin sonucudur. Yani yazarımızın kadimi keşif görevini yerine getirmeye çalışırken hassasiyet gösterdiğini buradan da anlayabiliriz. Bir İstanbul ufkunu anlamak için onun Bizans Dönemi’nde Roma Dönemi'ni de bilmek gerekiyor. Yazar bunları bilip daha sonra İstanbul'un İslam'ın şehri ve İslam'ın başkenti konumuna gelişini de idrak edip bir İstanbul ufku fikrini ortaya koymuştur ve yakın tarih diye adlandırabileceğimiz dönemden itibaren Ankara ufku ortaya konulmaya çalışılmasına rağmen koyulamamıştır. Ankara bugünkü İslam ülkesinin ve İslam dünyasının başkentliğini iyi bir şekilde karşılayamamıştır gerek bilim, sanat, ilim ve edebiyat açısından Bu örnekte de belirttiğim gibi yazarımızın önemli keşfi kavimleri bulunmaktadır. Bu kitapta da buna yer verilmektedir. Kitap hatıratları anlamamız açısından ve hatıratların bize keşfi kadim de yardımcı olması açısından önemli bir kitaptır.
62
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Farabi’nin insan nedir? sorusuna verdiği ilk cevap “insan, düşünen canlıdır” cümlesidir. Öyleyse şu açıklıkla ifade edilebilir ki, insanın hakikati/mahiyeti bütün fertlerde hiçbir zaman değişmeyecek sabitelerdir. Bu sabitte türün bütün fertlerinde bir ve aynı anlam olarak yer alır.
63
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kitap tenkitleri
EŞREF ŞAHIN - ASUDE ÇIRAKLI - ELIF EBRAR KESKIN
İNSAN NEDIR:
İSLAM DÜŞÜNCESINDE İNSAN TASAVVURLARI ◄ EDITÖRLER: ÖMER TÜRKER - İBRAHIM HALIL ÜÇER, ILEM YAYINLARI ►
Eşyanın mahiyetine yönelik detaylı bir incelemeye girişmeden önce, onun ne olduğunu bilmemiz gerekir. İş gördüğü alanlar, nasıl çalıştığı, neden ve kim için hatta kim tarafından var olduğu gibi birçok soru “bu nedir?” sorusunu cevaplayabildiğimiz nispette anlam kazanır. Ancak nesneler dünyasıyla ilk kez karşılaşan insanın hayatın içine girebilmek için bilinçsizce tekrarladığı bu soru, insanın neliğine yöneltildiğinde sayısız çıkmaza kapı aralayan bir probleme dönüşür. Bugün dijital çağın eşiğinde olan dünya neden ve sonuçları perde arkasına saklayan hızıyla, yaşananları iki çift gözle anlaşılabilecek düzeyin dışına çıkarıyor. Ve tüm bu kurgunun “muhatabı” olan insan aynı zamanda “fail” konumuna geçtiğinde durum
sandığımızdan daha karışık bir hale evrilerek yalnızca bir milletin değil tüm dünyanın kapısını tıklatıp, küresel bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda her şartta orijin olarak kalacak insanın dün nasıl bilindiğini ve yarın neler göreceğini arayıp araştırmak bugüne yetişmek için zaruridir. İşte bu ihtiyaca binaen ikinci sayıda, modern düşüncede temel tartışmalara kapı aralayan “İnsanı Yeniden Düşünmek” kitabıyla geçirdiğimiz zorlu mülahaza, “İslam Düşüncesinde İnsan Tasavvurları” kitabının incelenip, yarım kalan sürecin tamamlanmasını mecburi kıldı. Bu tek seferlik düşüncelerin ve tek seferlik insanların hâkim olduğu kullan-at toplumunda kavramlar ve kurallar sisteminde görülen çaplı değişikliği kabul etmediğimiz
64
KITAP & SINEMA
takdirde bugüne dair tutarlı bir söz söyleyebilmemiz mümkün değildir. Bu durumda yaşadığımız modern zamanlarda katı olanın yerini alan akışkanlığın hayatlarımızda gösterdiği başkalaşımına direnebilmek için tüm dünyada tek bir çarkın hareketiyle irca edilen sistemin dışında kalmayı öğrenmemiz gerekiyor. Ancak burada çağın diline ve kurallarına hâkimiyetin bir kabulleniş olmadığını hatırlatmamız gerekir. Zira modern çağın değerleriyle kaynaşması halinde kendi olmaktan çıkacak tek anlayış tarzı İslam’dır. İşte tam da bu noktada karşı duruşun kaynağını İslam çerçevesinde aramanın tek çıkış yolu olduğunu fark ediyoruz. İsmet ÖZEL’in ifadeleriyle İslami nassların küçük bir beldede dahi hükümran olması sistem sorumlularını rahatsız edecek. Çünkü İslam’ın bu çağda yaşanılabilirliği bir kez gösterildi mi bunun önünün alınmayacağını en iyi bilen yine sistem bekçileridir. Bu anlamda modern düşüncenin bilincinde ve üzerinde olan bir Müslüman, arayışını İslam’ın bugünkü sesine kulak vererek sürdürecek. Biliyoruz ki bugünü anlamadan düne ulaşamayacağız yahut ulaştığımız dün, bugün bir işe yaramayacak. İşte bu yazıda İslam düşüncesinde insan nedir sorusunun merkeze alınması, öncelenen modern dönem düşüncesinin tamamlanışı niteliğindedir. Bu arayış, sistem sorumluları tarafından kolayca yönlendirilen ve kendine en büyük hedef olarak sistemin çarkını kendi tarafına çevirmeyi seçmiş olan zihinlerden kurtulma çabasıdır. İslam düşünce geleneğinde, felesefi, kelâmi ve fıkhi perspektiflerden
► TENKID
insan tasavvurlarını inceleyen bu kitap, İLEM yayınları vasıtasıyla, “İslam Düşüncesinde İnsan Tanımları” isimli çalıştayda tartışılan metinlerin düzenlenip birkaç yeni yazının da eklenmesiyle oluşturulmuştur. On dört farklı makaleden oluşan kitap, Ömer Türker’in ifadeleriyle “Özgür bir insandan ne bekleyebiliriz?” sorusunun hâlâ anlamlı bir şekilde sorulabileceğine ilişkin güçlü bir inançtan doğmuştur Kelâmi insan tasavvurları: Kelam ilminde felsefeden farklı olarak yenilenen veya dönüşen şey, inanç sisteminin doğru bir şekilde beyan edilmesi, anlaşılması gibi gayelere kullanılan yöntem veya üsluptur. Bu sebeple tanımlar ve açıklamalar farklılık gösterse de herkesçe kabul edilen temel düşünceler değişmez. Mütekellimler, sınırları İslam’ın temel kaynakları ve akıl ile çevrilmiş bir alanda; insanın neliğini sistematik bir biçimde açıklamaya çalışmışlar, bunu yaparken de temel kaynaklar yanında antik geleneklerin bilgi tecrübelerinden yararlanmışlardır. Çeviri faaliyetleriyle hız kazanan bu etkinlik, insanı cisme indirgeyen fikirden, çokça konuşulan cismani veya gayri cismani olmayan soyut nefs kavramına kadar zengin bir literatür oluşmasını sağlamıştır. Muhtelif sistemlerle benzerliğinin yanında değinilmesi gereken İslami noktalar ve referansalar kelam geleneğini özgün hale getirmiştir. Bu anlamda kitabın ilk bölümünde Kelam ilmi içerisindeki farklı ekollerin, “insanın mahiyeti nedir?” sorusuna verdikleri cevaplar geniş bir kartela haline getirilmiştir. Her metin
65
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kendi içerisinde müstakil bir kitap olabilecek derinliğe sahip iken bu kitapta toplanan metinler Kelamî gelenekteki kırılma ve eklenme noktaları diyebileceğimiz hususlardır. Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta geleneğin zikzaklar çizerek değil, birbiriyle katmanlanarak ilerlemesidir. İnsan tanımı yapılırken soyut nefs teorisinin sahip olduğu konumdan ve ilk dönem kelamcıları tarafından göz ardı edilmesinin sebeplerinden bahsederek bir giriş yapılmıştır. Kelamî gelenek; temelde insanın beden ve ruh düalizmi üzerine iki ayrılmış, daha sonra ruhun/nefsin cismani ya da gayri cismani olmayan, yani soyut olan bir varlık olması üzerinden fikir ayrılıklarına düşmüşlerdir. Kelamcıların insan anlayışındaki benzerlik ve karşıtlıkları kitapta Nazzam, Ebu Hüzeyl, Eş’ari, Maturidi, Cüveyni ve Razi örnekleriyle metinler üzerinden ele alınmış, İbni Sina’nın bu husustaki merkezîliği ifade edilmiştir. Sunulan tabloda Kelamî gelenekteki insan tanımının seyri (Ör. Eş’ari ’de “insan nedir?” şeklinde sorulan sorunun Cüveyni ’de giderek “ruh nedir?” e dönüşmesi) gözler önüne serilmektedir. Fakat her ne kadar İslam düşüncesinin insan tasavvuru başlığı kullanılsa da seçilen örnekler ve metinler bize klasik dönemin insan anlayışını yansıtmaktadır. İnsanın mahiyeti yalnızca bir tanım cümlesi değildir. “Ma hiye?” sorusu sorulurken kaçınılmaz olarak onun temel bileşenleri, arazları, kökeni, görevlerine ilişkilin sorular da sorulur. Bunlar da fizik, metafizik, epistemoloji ve eskatolojinin kelam ilminin konuları haline gelmesini; izdüşümlerinin ise
etik, siyaset, ekonomi vb. gibi toplumu ve insanı ilgilendiren her yerde görülmesini sağlamıştır. Felsefi insan tasavvurlar: Şu an gündemimizde olan kitabın başlığında yer alan “İnsan nedir?” sorusu İslam düşünce geleneğinin en esaslı temsilcileri tarafından cevaplandırılmaya çalışılmış zor bir sorudur. Soruyu görünüşler açısından değerlendirdiğimizde insanın yiyen, içen, gezen, söyleyen, yazan vb. özelliklerini ön plana çıkarıp, nispeten kolay bir tasvire ulaşabiliriz. Fakat görünüş değil gerçeklik ise gayemiz bu soruya verilecek cevaplar çetrefilli bir hale dönüşür. İnsanın kendisini nesneleştirip onunla ilgili soruşturmalara girmesi, kendi zatına yakın olmakla beraber, onu idrak bakımından ne kadar sınırlı bir evrene sahip olduğunu insanın kendisine gösterir. Kitabın felsefi insan tasavvurları bölümünde yer alan beş makale bu idrak evrenini, beş önemli düşünür üzerinden genişletme çabası içerisindedir. Bu makalelerin ilkinde Hatice Umut, ahlak ve siyasetin öznesi olan insana geçişin serüvenini Farabi üzerinden serimlemektedir. Farabi’ye göre insan türüne ait olan bütün tikeller insanlık mahiyetinde eşitlenmiş varlıklardır. Bununla beraber onlar dış dünyadaki tahakkukları itibariyle sahip oldukları farklı niteliklerle birbirinden ayrışmış ahlaki, siyasi öznelerdir. Mahiyetleri itibariyle bir, mevcudiyetleri itibariyle farklı niteliklerin sahipleri olan insanlar, birbirlerine indirgenemez benzersiz hüviyetler olarak kabul edilirler. Öyleyse insana dair soruşturmanın iki önemli varlık düzleminde ele alın-
66
KITAP & SINEMA
ması gerekmektedir: Hakikat ve hüviyet. Hakikat düzlemi, bir nesnenin “o nesne” olmasını sağlayan esaslarının zikredildiği düzlemdir. Bu düzlemde ifade edilen esaslar, o nesnenin kurucu unsurlarıdır ve onlar olmadan bu nesneyi düşünemeyiz. Bu unsurlar cins ve fasılda ortaya çıkar. Cins anlamı, bir şeyin diğer nesnelerle ortaklığına delalet ederken, fasıl, o şeyin diğer nesnelerden farklılaştığı özelliklere delalet eder. Bu bağlamda insanın “canlı” olması onun cinsine işaret ederken, “düşünen” olması diğer canlı türlerinden farkına işaret eder. Farabi’nin insan nedir? sorusuna verdiği ilk cevap “insan, düşünen canlıdır” cümlesidir. Öyleyse şu açıklıkla ifade edilebilir ki, insanın hakikati/mahiyeti bütün fertlerde hiçbir zaman değişmeyecek sabitelerdir. Bu sabitte türün bütün fertlerinde bir ve aynı anlam olarak yer alır. Peki, hakikat seviyesindeki insandan, hüviyet seviyesindeki insana geçiş nasıl olur? Buradaki farklılaşma nasıl tebarüz eder? Farabi’ye göre insan fertlerinin farklılaşmasının ilk aşaması “ilk makulleri kabul/idrak” noktasından ortaya çıkar. Bu farklılaşmanın temel nedeni ise, insan fertlerinin tabiatları itibariyle birbirinden farklı kuvve ve hazırlıklarla varlığa geldiği kabulüdür. İnsanların tabiatları gereği ilk makulleri idraklerinde gerçekleşen farklılaşma üç seviyede ortaya çıkar: Birinci seviyede, ilk makullerden hiçbirini idrak edemeyenler, ikinci seviyede ilk makulleri oldukları halden başka bir tarzda idrak edenler, üçüncü seviyede ise makulle-
► TENKID
ri oldukları hal üzerine idrak edebilen selim fıtrat sahipleri yer almaktadır. Farabi’nin tasnifinde yer alan birinci ve ikinci seviye, maddeden mücerret akıllar mertebesine yükselebilmek için gerekli fiilleri hiçbir surette icra edemezler. Selim fıtrat sahiplerinde ise, başlangıçta maddi bir heyet halinde bulunan insan aklının kuvveden fiile intikali ile müstefad akıl seviyesine doğru bir yetkinleşme söz konusu olabilmektedir. Yani kendine mahsus fiili akletme olan nâtık nefis/akıl, ilkesi akıl olan fiilleri neticesinde zihni yetkinliği ulaşır. Nâtık nefsin kullandığı. fiillerise “nazar” , “tefekkür”, “teemmül”, “reviyye”, “taakkul” gibi her türlü akletme durumudur. Diğer taraftan insan tabiatı itibariyle madde ve suretten müteşekkildir. Madde, kendisine herhangi bir suret ilişmeden önce, tamamlanmış, hüviyet kazanmış bir bütünlükten yoksundur. Dolayısıyla suret olmadan maddenin karar kılması mümkün değildir. Madde ve suret bir araya gelerek cisimsel cevheri oluştururlar. Ayrıca insanlık anlamının kurucu ilkesi olarak vazedilen nutkiyet/akıl özelliği ise, nâtık nefs olarak kabul edilir. Bu nâtık nefs ile madde bir araya gelerek insan ferdini oluştururlar. İnsanın varlığı ilişkin bilgisi nâtık nefsin kuvveden fiile intikali anlamına gelen bir süreçle duyusal, tahayyüli ve akli olmak üzere üç farklı idrak düzeyinde gerçekleşir. Ayrıca Farabi'de kimi zaman maddi yapı anlamında kullanılan mizaç, semavi cisimlerden coğrafi şekillere, iklimden bitki örtüsüne kadar birçok unsurdan etkilenir. Böylece insan nefsinin taşıyıcı anlamındaki maddi yapı
67
TENKID ►
KITAP & SINEMA
ona etki eden yukarıdaki sebeplerle farklılaşır. Bu farklılaşma bedenlerin farklılaşmasına, bedenlerin farklılaşması da nefse ait kuvve ve heyetlerin farklı farklı tahakkuk etmesine sebebiyet verecektir. İnsanın kendisi ile varlığı idrak ettiği kuvve ve melekelerin her insanda farklı düzeyde bulunması nedeniyle de insanlar arası farklılaşma gerçekleşecektir. Farabi’nin makulleri idrâki noktasında gözettiği farklılaşma, insanların sahip oldukları idrak yapılarının genişliği ve faaliyetleri nispetinde daha ileri bir aşamaya taşınmıştır. Yine insanlar elde ettikleri bilgileri bir başkasına öğretme, yöneltme ve kılavuzluk etme noktasında birbirinden farklılaşacaklardır. Ferdi farklılaşmanın bu aşamalarında anahtar kavramlar “fıtrat”, “kuvvet”, “tabii istidat”, “hazırlık” ve “heyet” gibi kavramlardır. Bunların sonucunda insan ferdiyyeti tahakkuk eder. İnsanın düşünen ve iradesi ile eyleyen fail konumunda olduğu bu seviyede her bir insanın amacı nihai yetkinliktir. Yani insanın nefsin nazari-ameli bütün yönlerden bilfiil hale geldiği “es-saadetü’l-kusva”mertebesidir. İnsanın türsel olarak değil fakat hüviyyet olarak farklılaştığı bu aşamada insan, bütünlük fiiline sahip olarak ahlak ve siyasetin öznesi haline gelir. “İbn Sinacı İnsan Tasavvurunu Yeniden Düşünmek: Madde, Doğa ve İnsani Haller” başlıklı ikinci makalede ise İbrahim Halil Üçer, insanın biyolojik varoluşu ile beraber aşikâr özellikler alanının oluşturduğu sentezi anlamak için, aşikâr olan ve olmayan özelliklerin arkasında yatan doğal güçleri tespit etmek ve söz konusu özel-
likleri bu güçlerle ilişkilerine nispetle bir illiyet bağı içerisinde, hiyerarşik bir sıralamaya tabi tutmak gerektiğinden bahseder. Yazara göre “İnsan nedir?” sorusu onun sadece aşikâr özelliklerine bakılarak cevaplanabilecek bir soru değildir. Bu sorunun cevabı, insani varoluşa katkıda bulunan tüm faktörlerin birlik kazandırıcı asli bir ilke aracılığıyla düzene kavuşturulması, gerçek anlamlarının keşfedilmesi ve değersel konumlarının belirlenmesinden geçer. İbni Sina, maddi parçalara birlik kazandırarak, onların davranışlarını belli bir gayeye doğru yönlendiren şeyin cevheri suretler olduğunu kabul eder. Cevheri suretlerin en temel rolü bilfiillik bekleyen potansiyel maddi altyapılara ihtiyaç duydukları yetkinliği kazandırarak, onları varlık sahasına çıkarmasıdır. İbn Sina suretlerin “İlahi akıl” (sahib-i suver) tarafından verildiğini söyler. Yeni Eflatuncu anlayışa göre fizik dünyanın oluşumundan sorumlu olan sahib-i suver, bu dünyadaki bütün doğal türlerin suretlerine sahiptir ve sırası geldiğinde bu suretler çokluğundan uygun olanı seçerek maddeye aktarır. Bu yaklaşıma göre insanda içeriği daha önceden tayin edilmiş metafizik bir suretinin maddedeki görünümünden ibarettir. İbn Sina’ya göre ise maddi evrendeki çokluğun veya türsel çeşitlenmenin temeli ilahi akıllarda değildir. İlahi aklın aşağıya aktardığı şey, Tanrıdan gelen varlık ve birlik anlamıdır. Ayrımlaşmamış ve birlikli bu varlık anlamının, biçim dünyasında bilfiil suretler çokluğunu meydana getirebilmesi, onu alılmayan, kabul edici maddi altyapıların, özelleşmiş çokluğu ile müm-
68
KITAP & SINEMA
kün hale gelir. Sebep failde bulunmadığında, zorunlu olarak kabul edicide bulunur. Bu kabul ediciler, fiziksel karışımların hazırladığı yatkınlıları taşıyan, özelleşmiş maddi alt yapılardır. Diğer taraftan müşahede ettiğimiz aşikâr özellikler teşekkülünü maddeye, varoluşunu surete borçludur. Aşikâr özellikler maddi yapıya bağlı olarak tezahür ettikleri için, maddi yapıda meydana gelecek bir bozulma esnasında suret tek başına bu özelliklerin ortaya çıkmasında yetersiz kalır. Fakat suretler, duyulur olmayan ancak duyulur ile aklediliri bütünleştirici, aşikâr olanla olmayan arasındaki bağı sağlayıcı ve aşikâr özellikleri düzenleyici bir vasıta gibidir. İbn Sina’cı insan tasavvurunun, insanı anlamak için yeterli bir zemin oluşturabilmesi, kelam ve tasavvuf disiplinlerinde yer alan insana dair teorilerle, modern meydan okumalarla yüzleşebilmesinden geçmektedir. Mehmet Zahit Tiryaki, “İbn Sina’nın Kitabu'n-Nefsinde Beden ve Bedensellik” adlı makalesinde, İbn Sina’nın insan idrak ve hareketlerine dair açıklamalarından yola çıkarak duyusal ve bedensel olanın yerinin ne olduğunu tespit etmeye çalışmaktadır. Bu tespit sürecinde kabaca üç arka plandan bahsedilmektedir. Felsefi bilimsel arka plan, herhangi bir görüşün dile getirildiği felsefi-bilimsel bağlamdır. Burada şunu hemen belirtelim ki, klasik ya da çağdaş dönemden bir takım filozofların nefs-beden ya da zihin beden ilişkilerine dair görüşleri, zamanlarının felsefi-bilimsel kavrayışları ekseninde yapılmış bir takım modellemelerdir. Bu türden modelleme
► TENKID
girişimlerinde asıl olan, bahis konusu olan modelleme ile şeylerin temellerine dair tasarılarımız arasındaki karşılıklı etkileşim olmaktadır. Ayrıca zihin-beden ilişkisi probleminin temelinde, zihinsel deneyimler ile fiziksel deneyimler ya da bilinçli durumlar ile maddi bedensel yapımızın bir organı olan beyindeki sinirsel etkinlikler arasındaki ilişki ve etkileşimin nasıl gerçekleştiği meselesi bulunmaktadır. Geliştirilen çok farklı kuramlara rağmen problemin doğasında var olan güçlükler çağdaş literatürde “izah gediği” ve “zor sorun” gibi adlandırmalar ile ifade edilmektedir. Diğer taraftan çağdaş dönemde öznellik ve nesnellik bağlamındaki tartışmalar önemini korumaktadır. Sorun şudur: İnsanın içsel, psikolojik gerçekliğine dair herhangi bir bilim, salt nesnel bir gözlemle yapılabilir mi? Bu bağlamda bilim, nesnel olma kaygısı ile düşüncemizde hayal edilenden daha fazlasını işaret eden referanslarından uzak kalırken, dindar kitleler ise hakkında bilgi sahibi oldukları hususlara dair nesnellikten yoksundurlar. Yine bugün psikanaliz ile sinir bilim arasında var olan öznellik ve nesnellik gerilimini bu açıdan düşünebiliriz. Tekrar İbn Sina'ya dönecek olursak o nefs deyince “fiillerin iradeyi yok edecek şekilde, tek bir tarzda olmayarak sudur etmelerinin ilkesi olan her şeyi” anlamaktadır. İbn Sina nefs ile nefsin cevherleri arasında bir ayrıma gitmektedir. Fiillerin ilkesi olması bakımından nefsi tespit etmek, zatını da tespit etmek anlamına gelmemektedir. Ayrıca İbn Sina’da nefs gayri maddi ve
69
TENKID ►
KITAP & SINEMA
gayri cismanidir. İbn Sina bunu “uçan adam” örneği ile ifade eder. Bu örnekte boşlukta durup, bütün organlarından ayrışmış bir insan var sayılır. Organlarının hiçbirisinin varlığı söz konusu olmamasına rağmen bu kimse, zatının mevcut olduğunu şüpheye düşmeksizin kabul eder. Bu benlik bilinci (zati şuur)’ne yönelik önemli bir izahtır. Aslında burada “gerçek ben” diyebileceğimiz nefis zatı, cevher ve mahiyeti bakımından nefs değil, varlığımız içerisindeki “arazi ben" olan nefistir. Böylece “ben” İbn Sina’da parçalı bir şeye dönüşmektedir. Bizatihi ve bilaraz olarak nefis. Yine burada insanın kendi bedenine yönelik şuuru ile o bedeni kullanan şuur arasında bir ayrımdan da söz edilmesi gerekmektedir. Her halükarda kendi zatının cisim olmadığını ifade eden İbn Sina böylece zatı ya da beni cisimsellikten uzak tutmaya çalışır. Bu noktada maddi ve bedensel bileşenlerin insan tabiatına eklenmiş fakat ona yabancı garip şeyler olduğu söylenebilir. Bununla beraber eğer bedenler olmasaydı nefisler sayıca başkalaşıp farklılaşamayacaklardı. Yani nefislerin çoğalması, mahiyeti kabul eden ve mahiyetin özel olarak kendisine nispet edildiği şey açısından olmaktadır ki bu ise bedendir. Yetkinleşmenin ilkeleri, o beden aracılığıyla o nefs için gerçekleşmektedir. Hülasa beden olmadıkça nefsin bireyselleşmesi (teşahhus) ve çoğalması (tekessür) gerçekleşmemektedir. Bireyler arasında var olan farkların temelinde ise arzu vardır. Mesela bir insan, herhangi bir yiyeceği tahayyül ettiğinde, açsa o yiyeceği arzulamakta yoksa arzulamamaktadır. Böylece
insan neye ihtiyaç duyuyorsa onu arzulayan bir konumda bulunur. İnsani nefse özgü bu ve benzeri hususlar insanın neyi yapıp neyi yapmayacağına dair planlarında etkili olur. Pekala, zat, mahiyet ve cevher olması bakımından nefs, bedenden ayrıldıktan sonra ne olmaktadır? Burada hemen şunu ifade edelim ki İbn Sina’ya göre, bedenle birleşip tekil varlıklar olarak bireyselleşen nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra tek bir zat olmaları mümkün değildir. Nefsler bir heyet, herhangi bir güç, herhangi bir ruhani arazdan biriyle ya da bu sayılan hususların tamamının bir araya gelmesiyle bireyselleşirler. Çağdaş tartışmalarda ise, biz ve ben diyerek kendisine atıf yaptığımız şeyin, beynimizde gerçekleşen milyarlarca işlem neticesinde oluşan, beynimizin kimyasal ağıyla ilgili yönlerinin olabildiğine yönelik kabule dair bir tutum hissedilmektedir. Bu nedenle çağdaş tasvirde ben, İbni Sina’da olduğu kadar sabit ve değişmez değil bilakis bitmez bir değişim neticesinde sürekli olarak yeniden ortaya çıkan bir durumdur. İnsan nedir? sorusuna “Sühreverdi’de İnsanın Hakikati ve Kendilik Bilgisi: Benlik Aynasında Başkasının Gölgesi” adlı makalesi ile cevap arayan Fatma Turgay, bu makale başlığında yer alan “kendilik” ve “benlik” kavramlarının aynı hakikate işaret etmekte olduğunu ve fakat birincisinin ontolojik yönüyle epistemolojik bağlamını, ikincisinin ise aynaya izafeten beden ile ilişkisini vurguladığını ifade etmektedir. Sühreverdi’ye göre insan nefis ve beden olarak ikiye ayrılamaz
70
KITAP & SINEMA
fakat ontolojisi gereği insanın hakikatinde güçlüden zayıfa, kemalden noksana bir iniş dolayısıyla temsili bir derecelendirme mevcuttur. Bu nedenle insanın hakikati ile bedensel görünümü arasında bir özdeşlik değil başkalık söz konusudur. Nur olan nefsin kendini bilme süreci, kendi ile ilişkili olan bu “başkası” yoluyla başlar. Bu açıdan süreç, noksandan kemale, misaldan hakikate doğru bir saflaşmaya işaret eder. Bu makalede Sühreverdi’nin ‘nefsin beden aynasında tezahür eden görüntülerle özdeş olmadığı, bu nedenle insanın hakikati olan kendilik bilgisinin ortaya çıkmasında, bedenin yerinin başkası olarak konumlandırılması gerektiği düşüncesine’ yer verilmiştir. Bu sebeple nefsin hakikatinin nur, bedenin ise bu nura ayna olduğu, kendilik bilgisinde “ben”in başkasından nasıl ayrıştığı, bu sınırların nerede başlayıp nerede bittiği ifade edilmeye çalışılmıştır. Soruşturmanın sonucunda ulaşılan nokta ise, hakikatte başkalığın benlikten ayrı olmadığı, birinin asıl diğerinin fer’ statüsünde olduğu belirtilmektedir. Beden nefsin mazharı (göründüğü yer)/ayna olarak onun varoluşunun fiziksel göstergesidir. Bu seviyede görünenlerde nefse aittir ancak bu görüntüler, kendisinin aynı değil aynada görünen gayrılarıdır. Bu nedenle nefsin varlığı, bedenden ve bedensel güçlerden ibaret olmadığı gibi varlığı da bunlara dayanmamaktadır. Sühreverdi’ye göre kendimizde “ben” diye işaret ettiğimiz insan nefsi “saf/soyut nur” olarak belirlenmektedir. Mücerret nur olması sebebiyle
► TENKID
bu özelliklere sahip olan nefis, cisim olmayan ve cisim yapısına girmeyen bir cevherdir. Bu cevher cisimsel güçleri yöneten konumundadır. Ayrıca Sühreverdi nefsin hakikatinin nur olduğunu ve onun düşünen (nâtık) bir canlı olarak tanımlanmasında geçen düşünme istidadının ise onun hakikatine nispetle arazi ve ona tabi olduğunu belirter. Bu nedenle ona göre nefis, bu düşünmenin de ilkesidir. Felsefi tasavvurların son makalesinde ise Sümeyye Parıldar “Molla Sadra Düşüncesinde İnsanın Mahiyetini” deşifre etmeye çalışmaktadır. Ona göre, Molla Sadra’nın teorisi hem ontolojik hem de psikolojik açıdan monistir. Buna göre insani nefis, ortaya çıkışı açısından cismani, beka açısından ise ruhanidir. Bu kabüle göre cismani ve ruhani olmak arasında geçişlilik mümkündür. Bu geçişliliği sağlayan ise bilgidir. Bilen, bilinen ve bilginin birliğini savunan Molla Sadra’ya göre, bilgi sayesinde özne hem aktif olarak kendinde formları oluşturur hem de bilginin ürünü olan formlara dönüşür. Bu süreç insanın evrilmesi ve aynı zamanda bir küçük âleme dönüşme sürecidir. Diğer taraftan filozofun ontolojisi ve psikolojisi teşkik ilkesinin (başka deyişle aşamalı ontoloji) tavizsiz uygulama alanlarıdır. Buna göre varlık aşamalı bir gerçekliktir. İnsan, varlığa geldiği andan itibaren varlığın muhtelif alanlarını teşkil eder. Her bir aşama, insanın kendi varlığıdır. İnsan cevheri bakımından dönüşüm içinde bulunduğu için, bu “cevheri hareket” sonucunda kendisinin dönüştüğü yeni modlar onun varlığının devamını teş-
71
TENKID ►
KITAP & SINEMA
kil etmektedir. İnsan bu varlık aşamalarından biridir. Ayrıca insan kendinde de aşamalı bir gerçeklik alanıdır. Bu süreçte insan, içinde yeniden varlık kazanan dış dünyanın yansımalarıyla dönüşmekte ve küçük bir âlem olmaya doğru ilerlemektedir. Fıkhi insan tasavvurları: Fıkıh ilmi daha çok şer’i ve ameli hükümlerle ilgileniliyor olsa da, “mükellefiyet” kavramının kritik nokta kabul edilmiş olması insanın mahiyetine yönelik derin bir arayışın göstergesidir. Kitapta fıkhi açıdan insanı anlamayı konu edinen bölümde, insanın mükellefiyetinin serüveni ehliyet bahisleri üzerinden incelenmiştir. Ardından, fıkıh kitaplarında sıkça görülen, insanın keramet vasfı, ahsen-i takvim üzerine yaratılması ve dünya hayatında halife seçilmiş olmasına dair bir incelemeye girişilmiş; son olarak da nefis, ruh ve akıl kavramları üzerinden geniş çaplı olmayan daha çok fıkhi yönlerine ilişkin bir tahlil yapılmıştır. Fıkhi bir hüküm dört erkân üzerine inşa edilir. Bu dört unsurdan biri olan “el-mahkûm aleyh” hakkında hüküm verileni ifade ederek fıkıh eserlerinde kimi zaman insan kelimesi yerine de kullanılır. Böylelikle fiillerinden hareketle muhakeme edilecek olan insan, şer’i hükümlere uygun hareket ettiği ölçüde farklı sonuçlarla muhatap olacaktır. Fıkhi terminolojide mükellefiyet, kişinin ilahi teklife muhatap olması için ehliyete sahip olmasını ve ehliyet arızalarından da uzak durmasını gerektirir. Sözlükte liyakat, yeterlilik gibi anlamlara gelen ehliyet kavramı, kitapta vücûb ehliyeti ve edâ ehliyeti olmak üzere iki başlık altında
incelenmiştir. İnsan olarak doğan her canlının sahip olduğu vücûb ehliyet, insanın henüz cenin safhasında iken bile lehinde olan haklara sahip olmasını gerektirir. Bu kişiye yüklenen sorumluluğu bilfiil değil bilkuvve vücuda getirdiğinden mükellefiyetin ilk aşamasıdır. Vücûb ehliyetinin insaniyyetin ilk aşaması olması hasebiyle zorunlu bulunması, bezm-i elestte Allah ile ahitleşen insanın emaneti yüklenmesiyle ilişkilendirilir. Sağ doğumla başlayan kâmil vücûb ehliyeti, kişinin ölüm anına kadar devam eder. Bilinçli tercih sonucu kazanılmayan insaniyetten, yine tercihen de vazgeçilemeyecektir. Bu da insanın bir takım hak ve sorumluluklara peşinen sahip olmasını gerektirir. İsmet, özgürlük ve malikiyet olmak üzere insanın dünyaya iştigaliyle elde ettiği üç vasıf, vücûb ehliyetiyle de ilişkilendirildiğinde insaniyetin ilk şartları olarak düşünülebilir. Vücûb ehliyetinin ardından kazanılan edâ ehliyeti, kişinin dini-hukuki bir hükme muhatap olabilmesi için ilk şarttır. Kişinin akli ve bedeni gelişimine ilişkin çeşitli safhalara ayrılarak rüşt çağında son aşamasına ulaşır. İşte bu noktada dünya hayatında cüzi iradesiyle faal olan insanın mükellef oluşu ile fıkıh ilmindeki yeri, şeri hükümlerle temellendirilerek aktiflik alanı sınırlandırılmadan ancak belirli ölçüler dâhilinde ve sonucunda bir hesaba tabi tutulacağının bilincinde şekillenir. Kitaba göre fıkıh ilminde insan kavramının anlamına bütünüyle ulaşabilmek için, keramet’un-nâs ve ahsen-i takvim olmak üzere insanın yaratılışına ve mahiyetine ilişkin bu ifadele-
72
KITAP & SINEMA
ri bilmemiz gerekiyor. İnsanın diğer yaratılmışlar arasında şerefli bir yere sahip oluşu fıkıh literatüründe keramet’un-nas kavramıyla ifade edilir, kitapta da keramet ve ismet terimleri üzerinden meseleye açıklık getirilmiştir. Ancak burada insana atfettiğimiz şeref, kitapta insanın diğer canlılardan üstün yaratılması şeklinde ifade edilse de bu böyle değildir. İnsanın şerefi, kendisi için çizilmiş sınırları aşabilme ve kâinattaki ahengi bozabilme gücüne sahip olmasına rağmen şuurlu bir tutumla bu gücünü kullanmayıp kâinatın ahengine katılmasıyla ilişkilidir. Esfel-i safilin ile eşref-i mahlûkat ölçeğinde anlam kazanan insanın şerefi takvadadır. Takva ise sakınmadır. Burada kitaba geri dönecek olursak, “muhakkak ki biz âdemoğlunu mükerrem kıldık” ayeti ile ilişkilendirilen insanın onuru, herhangi bir şart koşulmadan “âdemoğlu” kelimesiyle ifade edildiğinden insan cinsinin yaratılıştan onurlu ve şerefli olduğunu anlıyoruz. Yine bundan kaynaklı insan onurunun devredilmesi ya da vazgeçilmesi de mümkün değildir. Şeyhizade ise insanın mükerrem yaratılmasını ubudiyyet ile ilişkilendirerek taat ve ibadetle meşgul olmasından kaynaklandığını söyler. Fıkıh ilminde insanın ayrılmaz vasfı olan mükerremiyet, yalnızca dünya hayatı ile sınırlı değildir. Bu vasfın öldükten de devam ediyor olması Hz. Peygamberin “onur sahibi olmada insanın ölüsü ile dirisi arasında bir fark yoktur” hadisi şerifi ile ilişkilendirilir. Ve kitapta fıkıh eserlerinde insanın her hangi bir parçasının satılmasının yahut öldükten sonra kemiklerinin veya başka organlarının
► TENKID
kullanılmasının caiz kabul edilmemesinin sebebi olarak da ifade edilmektedir. Burada bir parantez açarak, insana böylesi bir onurun atfedilmesini salt insanın kendisiyle ve bireysel varlığıyla açıklayamayacağımızı belirtebiliriz. Bu insanın, varoluş sebebiyle ilişkili ve yine insanın daha çok ilahi bir varlığın isim ve sıfatlarının şuurlu bir yansıması olması hasebiyle sahip olduğu bir vasıftır desek yanlış olmaz. Kitaba geri dönecek olursak, fıkıh ilminde insanın onuruna verilen önem ceza hukukunda da kendini gösterir. İnsanın can, mal, ırz ve namusuna tecavüz edilmesinin haram kılınması yine verilen bu önemle ilişkilendirilir. Bir diğer mesele ise insanın ahsen-i takvim üzere yaratılmasıdır. Kitaba göre Tin suresi dördüncü ayette ifade edilen bu vasıf insanın hem maddi hem manevi özelliklerle donatıldığını göstermektedir. Fizyolojik yönlerinin yanında aşkın özelliklere de sahip olan insan, hayata şuurlu bir şekilde iştigal etmesi hasebiyle maddi ve manevi âlem arasında bir vasıta konumundadır. İnsanın tesadüfen veya başka varlık kategorilerinden tekâmülle yaratılmasının mümkün olmadığı da insanın şerefini ve biricikliğini ifade eden ayetlerle temellendirilmiştir. Son olarak fıkhi açıdan insanın mahiyetine yönelik bir arayışın sürdüğü bu yazıda insanı daha bütüncül anlayabilmemiz için nefis, ruh ve akıl kavramlarının fıkıh literatüründeki karşılığını bilmemiz gerekiyor. Fıkıh ilminde nefis kavramı özellikle Hanefi âlimlerin eserlerinde fıkhın tarifi içinde incelenmektedir. “Ma’rifet’ün nefsi mâ lehâ ve mâ aleyhâ” tanımına göre
73
TENKID ►
KITAP & SINEMA
fıkıh, nefsin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Taftazani’ye göre tanımda geçen nefs kelimesi, insan nefsine işaret ederek fıkhın, nefsin fiilleriyle ve fiillere ilişkin hükümlerle ilgilendiğini vurgulamaktadır. Bunun dışında Hanefi âlimlerin başından gelen Debusi, “en hayırlı cihadın nefisle olduğu” hadisini merkeze alarak nefs kavramı üzerine ayrıntılı çalışmalarda bulunmuştur. Ruh meselesi ise kelam ve felsefe eserlerine nispetle fıkıh ilminde daha çok yaşamın başlangıcı ve sonuna ilişkin konularda kısmen incelenmektedir. Ruhun mahiyetine ilişkin çok fazla konu yer almasa da örneğin gurre cezasını belirlerken, ruhun üfürülmesi mevzusu gibi durumlarda ele alınmıştır. Yine Debusi ruha dair de önemli çalışmalar yapmıştır. “Kendi ruhumdan üfledim” ayetini merkeze alarak Allah’ın ruhu kendisine izafe etmesinin önemli bir anlamı olduğunu düşünür. Debusi’ye göre nefsin daha çok dünya hayatına ilişkin olmasının yanında, ruh da ilahi olana yöneliktir. Bunların yanında insanın mahiyetine ilişkin üçüncü önemli unsur olan akıl, fıkıh âlimlerinin de oldukça gündemine girmiş bir
meseledir. Gazaliye göre mükellefiyet için başlıca unsur olan akıl, hitabı anlayacak şekilde muhatap olmanın ilk şartıdır. İnsanın sırf akıl sebebiyle mükellef olamayacağını söyleyen Pezdevi ise, aklı tamamen devre dışı bırakanların da salt aklı vacip kılıcı görenlerin de tutarlı bir delillerinin olmadığını söyler. Kitabın yalnızca yazıda bahsettiğimiz başlıklar üzerinden incelediği mesele, elbette birkaç makalede izah edilemeyecek kadar ayrıntılı ve uzundur. Ancak herhangi bir düşünceyle hesaplaşmadan salt bilgi halinde kaleme alınan bu çalışma bütüne ilişkin çıkarımlardan uzak ve eksik kalmıştır. Bu durumda piyasadaki işlenmemiş bilgilerin çokluğu kitaptaki bu bölümün de meseleye ilişkin yeni bir söz söyleyemediğini göstermektedir. Fıkıh ilminin daha çok ameli hayata ilişkin meseleleri konu edinmesi, onun inançtan yahut zihni faaliyetten sonra geleceğini düşündürebilir ama bu böyle değildir. Düşünce dünyasının davranış alanından ayrı kabul edilmesi, modern zamanların başlıca özelliklerindendir. Ancak mümin bir bütündür. İnancın hayat bulduğu bir dünya, bizi bilmek ve yapmanın müşterek alanına sevk edecektir. Kitabın da en önemli eksikliklerinden biri, insanın düşünce ve davranış olmak üzere iki melekesinin ayrılmazlığının, fıkıh ilminde insan tasavvurlarını konu edinen bu bölümünde yer bulmamasıdır. Oysa fıkhi hükümler bahsi geçen bütünlük ile beraber düşünülse, günümüz insanına ve onu anlamaya çalışanlara çok söz söyleyecektir.
74
KITAP & SINEMA
Bir şeyin ‘ne’liğine ve mahiyetine yönelik sorulmuş bir soruyu, hakkını vererek cevaplandırabilmek için onun ne olmadığını da bilmemiz gerekir. Bu anlamda İslam sanatlarının modern sanatlarla ayrışan yönlerini tespit edip, daha sonra temel esaslar üzerinden mukayeseli bir incelemenin yapılması zaruridir.
Kayrevan Ulucamii Minaresi – Tunus
75
► TENKID
TENKID ►
KITAP & SINEMA
MIM A RI/S A N AT OKUM A L A RI -1 KEVSER AKDENIZ- HAMDIYE NUR KANCA - ELIF EBRAR KESKIN
ISLAM SANATI ◄ TITUS BRUCKHARDT, KLASIK YAYINLARI ►
“Ben o güzelliği Hayatını hikmet ve gelesöylüyorum” neğin modern zamanda anlaşılmasına adayan BruckMimari ve sanat üzerine hardt, Alman asıllı aristokrat kurulmuş sayısız cümle ve bir aileye mensuptur. Sanat bakış açısı var bulunsa da, ile içli dışlı bir ailede büyügüzellik sevgisini önceleyen müş olması onun bu mecrabir medeniyeti inşa eden un- daki istidat ve alakasının kosurları idrak düzeyine çıkara- layca şekillenmesine sebep bilmek için meselenin ‘güzel’ olmuştur. Protestan bir geçkavramının etrafında şekil- mişe sahip olan Bruckhardt lenmesi gerektiği düşüncesin- duyduğu yoğun ilgi üzerine deyiz. uzun yıllar Doğu sanatları Modern sanatlarda sıkça üzerine düşünmüş ve çalışgörülen ve bu çerçevede İslam mış, sonucunda da İslam’la sanatı ile ayrılığa düşmeye se- müşerref olmuştur. Bundan bep olan iyi ile güzel arasında- sonraki hayatında ‘kutlu saki açıklık, Titus Bruckhardt’ın nat, İslam estetiği, simya ve İslam Sanatı isimli eserinde tasavvuf ’ gibi alanlara kafa işaret edilmiş, aynı zamanda yormuş ve göz ardı edilemeetik, estetik ve bilginin, insa- yecek eserler vermiştir. nın kendi bütünlüğüyle beraBruckhardt, İslam sanatıber çokluk içindeki birliğine nı dil ve anlam üzerinden inulaştırılması öncelenmiş ve celemeye giriştiği bu eserine, bu anlamda alanında başarılı sanatta orijin olarak kabul bir eser kaleme alınmıştır. ettiği ve ilk sanat olarak gör-
76
KITAP & SINEMA
düğü ‘Kâbe’ye yolculuk ile başlar. İlerleyen sayfalarda “İslam Sanatında Ortak Dil, Sanat ve Ayin, İkona Muhalefet, Terkib, İslam Şehir Planlamacılığı” gibi birçok başlık altında meseleye bütüncül bir perspektiften yaklaşmaktadır. Sanatı semâvi hakikatlerin yeryüzünde yansıması olarak gören Bruckhardt, mimari yapıların incelemesini merkeze almış İran, Şam ve Osmanlı gibi farklı kültürlerden birçok camiyi üslup ve anlam boyutunda incelemiştir. Ancak bu incelemelerde yalnızca yapısal özellikler üzerinden değil, her bir unsurun ifade ettiği anlam boyutunda da bir okuma gerçekleştirmiştir. Bunların yanı sıra minyatür, halı sanatı, kıyafet sanatı ve hüsnühat gibi birçok dalda da sanatın özü olarak görülen aynı zamanda ilahi bir nitelik ithaf edilen ‘güzel’in sesi aranmış ve işaret edilmiştir. Bruckhardt, kitapta da birçok kez ‘kutlu sanat’ tabiriyle ifade ettiği İslam sanatının hikmet ve zanaatın birlikteliğinden doğduğunu söyler. İslam sanatı, tarihsel süreçte kazara birbirine karışmış eklentilerden oluşmaz. O İslam’ın bâtıni boyutunun estetik düzeyde dışavurumudur. Vahyin ilke ve formlarının bir türevi olarak hayatın her ayrıntısında izleri görünen ve o hayatı inşa eden başlıca unsurdur. Aynı zamanda dünya hayatının sınırları içerisinde olmakla birlikte zaman ve mekânın üzerinde bir anlama karşılık gelmektedir. Ancak bu durum her bir yapının kendine has statik bir karaktere sahip olmasını engellemez. Bruckhardt İslam sanatını koşullara
► TENKID
indirgeyerek açıklamaya çalışmanın boşuna bir uğraş olduğunu söyler. Onun aşkın niteliği ve bütünleştirici gücü böyle bir yöntemle incelendiğinde özündeki topyekûn formal yapıya ulaşmayı engeller. Bruckhardt’ın tâbiriyle, İslam sanatı “a priori” olarak vardır. Bu durumda unsurların terkibinden oluşmadığı gibi bütüncül yapısı parçalara indirgenerek incelendiğinde de elimizde pek bir şey kalmayacaktır. İslam sanatlarını anlatmaya Kâbe'yi anlayarak başlamanın gerekliliği söyleyen Bruckhardt, Kâbe'yi kutsallık-sanat-ibadet denkleminde inceleyen neredeyse tek isimdir. Bu anlamda çalışmanın hakkını vermek için bu öncelemeyi ve ayrıcalığı belirtmek gerekir. Kitapta topyekûn bir yönelişi simgeleyen ve mimari açıdan da merkezi bir öneme sahip olan Kâbe'yi birçok yönüyle inceleyerek ve yeni anlamalar yükleyerek ya da sahip olduğu anlamaları gün yüzüne çıkarmaya çalışarak başlar. Kâbe'ye atfedilen bu merkezîlik, onun sanatsal açıdan en iyi oluşundan kaynaklanmaz. Ancak daha çok “ilk sanat” olduğunu söyleyebileceğimiz Kâbe, mimari yapısının yanında manevi boyutlarıyla da, İslam sanatının tüm içkin özelliklerini ihtiva ettiğinden taşıdığı rol itibariyle tohum işlevinde bir değere sahiptir. Bruckhardt İslam’ın İbrâhimî gelenekle ve diğer tek tanrılı dinlerle irtibatlı oluşunu onun ibadet merkezli yönüyle ilişkilendirir. İbadet ise bir seçimdir. Bu seçim, başta Kâbe'ye göre konumlanmış tüm mimari eserleri diğer yapılar-
77
TENKID ►
KITAP & SINEMA
TITUS BRUCKHARDT dan ayırır. Aynı zamanda hem Kudüs’e dönerek ibadet eden Yahudileri hem de yüzlerini güneşin doğuşuna döndüren Hristiyanları bir reddediştir. Bununla birlikte bu somut yönelişi Hristiyan ibadet sembolizmiyle karıştırmamak gerekir. Bu farkı tüm kiliselerin Hz. İsa'nın yeniden dirilişini sembolize eden Doğuya bakmasıyla açıklayan Bruckhardt’a göre bu yöneliş, Hristiyan mabetlerinin paralel bir eksene sahip olmasına sebep olur. Oysa tüm Müslümanlar ve mescidler tek bir noktada buluşarak cüzi iradenin külli iradeyle birleşmesini sembolize eder. Bruckhardt’a göre İslam’ı bundan daha somut ve dolaysız anlatan bir ifade yoktur. Bu anlamda diğer tüm İslami yapılara nispetle orijin vazifesini üstlenen Kâbe’nin taşıdığı tüm bu nitelikler
çiçeğe duracak İslam sanatlarının aşkın olanla irtibatının her şartta sağlanmasını mecburi kılmaktadır. Vahiy merkezli bir sanat, ancak Kuran ile kurulan sağlıklı irtibat sayesinde istenilen sonucu verecektir. İslam’ın ırka dayalı bir olgu olmadığı apaçıktır ve formal ifade ve tezahürlerinde Araplara ait birçok unsuru içeriyor olması bu gerçeği değiştirmeyecektir. Bu anlamda başta vahyin dili olan Arapça olmakla birlikte, vahyin nazil olduğu belde olan Arabistan’ı ve Arap kültürünü daha sonra peygamberi ve sünnetini anlamak, İslam sanatlarının Kuranla kurduğu ilişkisini yani temel esası olan ilahi boyutunu anlamak için zaruridir. Büyük çoğunluğu göçebelerden oluşan Arap toplumunun en kıymetli hazinesi, dilidir. Arap dilinin kendi kültürel mirasının koruyucusu olmasının yanı sıra diğer İslam medeniyetleriyle etkili bir iletişim kurmada vasıta oluşu da Bruckhardt’ın tabiriyle ‘kutlu’ bir dil oluşundan kaynaklanır. Taşıdığı aslî cevher Kurani vahiy ile fiile geçer. Bu kutlu dilin kalıcılığı ise Arap toplumunun göçebe oluşuyla izah edilebilir. Bruckhardt’a göre dillerin zamanla eskiyip anlam daralmasına uğraması daha çok kentlerde görülür. Bu anlamda zamanın dışında yaşayan göçebelerin de tek hazineleri olan dillerini her şeye rağmen korumalarına ve dahası şiir ve belagat gibi sanatlarla taçlandırmalarına şaşırmamak gerekir. Bunların yanında Kuranı ve kullanılan dilsel yapıyı hiçbir tertip ve telif ölçüsüyle sınırlandırmanın mümkün olmadığını
78
KITAP & SINEMA
hatırlatmak gerekir. İslam sanatlarının tarz ve ölçüsünü Kuranın taşıdığı manevi titreşim belirlese de, onu biçimsel açıdan Kuranla bağlayan ilkeyi kavramak pek mümkün değildir. Bruckardt’a göre İslam sanatlarıyla Kuran arasındaki en derin bağlantı onun biçime girmeyen özünde yatar. Öyledir ki İslam sanatları, ilahi birliğin görsel düzeydeki iz düşümü ya da izharıdır. Bir şeyin ‘ne’liğine ve mahiyetine yönelik sorulmuş bir soruyu, hakkını vererek cevaplandırabilmek için onun ne olmadığını da bilmemiz gerekir. Bu anlamda İslam sanatlarının modern sanatlarla ayrışan yönlerini tespit edip, daha sonra temel esaslar üzerinden mukayeseli bir incelemenin yapılması zaruridir. Modern Batı sanatlarıyla zıt kutuplarda yer alan İslam sanatının bu ayrılığı Rönesans’tan bugüne doğru kendini belirgin bir şekilde göstermektedir. İslam sanatlarında görülen ve bu dünyanın reel gerçekliğini esas gerçeklik kabul etmeyi olanaksız kılan ruh-beden, bu dünya-öteki dünya, görünen gerçeklik-hakikat gibi ayrımlar modern Batı sanatına oldukça yabancıdır. Gerçekliğin yüzyıllarca bedenle, duyuyla ve bu dünya ile özdeş tutulduğu Batıda seküler sanatın hâkimiyeti İslam sanatlarıyla büyük ölçüde ayrışmanın temel sebebidir. Sanatı, kutsal ile kurulan bir bağ ve Tanrıyı daha iyi anlama yolunda bir aracı olarak gören Bruckhardt, yine kutlu sanatın dayanağının sembolizm olduğunu söyler. Sanatçının sembolizm vasıtasıyla biçim üstü gerçekliğe de bir an-
► TENKID
lam verebileceğini ifade ederken bu düşüncesini vahyin de sembolik bir dil kullanmasıyla ilişkilendirir. Bu durumda kutsalla kurulan ilişkinin aracısı olan sembolik dile yabancı olan modern dönem sanatlarının giderek yozlaşması kaçınılmazdır. Bunların yanında İslam sanatının soyut sanat vasfıyla isimlendirilmesi modern Batı sanatında görülen soyutlamayla aynı şey değildir. Cam ve çeliğin hâkim olduğu modern sanatlarda Hüseyin Nasr’ın ifadeleriyle beşeri ve rasyonalist düzenin, natüralist formları matematiksel bir soyutlamayla ifadeye kavuşturduğunu görürüz. İslam sanatında ise bu ruhani âleme ilişkin bir süreçtir. Müslüman sanatçıya göre soyut sanat bir ilkenin izharıdır ve birliğin çokluk içinde ifade bulmuş biçimidir. Hatırlatılacak bir diğer husus ise İslam sanatının bütünleştirici gücü olacaktır. Bruckardt’a göre bu kutlu sanatın mesele ya da idealinin tüketilemez oluşundan kaynaklanır. İslam’ın içkin vasıflarını tam anlamıyla kapsayabilecek hiçbir form ve biçim yoktur. Ancak Müslüman sanatçının bir çerçeve ve sınır dâhilinde kısmen de olsa İslam’ın kutlu idealini ifade etmenin bir yolunu bulması gerekir. Aynı zamanda kutlu sanatta görülen süsleme ve bezemelerin başlangıcı ve sonu olmayan yapısı aynı tüketilmezlik ilkesiyle ilişkilidir. Yine camilerde kubbelerin dairesel bir yapıya sahip oluşu da bu durumun bir tezahürüdür. Bruckhardt’a göre küre, ilke olan noktanın merkezden çevreye dağılımının sonucunda oluşur ve bu dağı-
79
TENKID ►
KITAP & SINEMA
lım varlığın kavranılamaz noktasından sudur eden ruhu temsil eder. Bu durumda köşeleri olmayan bu şekil hiçbir yöne ayrıcalık tanımayarak aynı kubbe altında ilahi birliğin mimarideki yansımasıdır diyebiliriz. Ancak maddeyi beşeri fonksiyonlarıyla sınırlandıran modern Batı sanatında, her bir unsurun kapsadığı alan bellidir. Tüm parçalar tek tek bir anlama karşılık gelir ve hiçbiri sonsuzluğu temsil etmez ve hissettirmez. Her şey ne ise odur, başlamış ve bitmiştir yahut bitecektir. Maddenin hatta zaman ve mekânın ötesinde bir şeyler aramak beyhudedir. Öyleyse sanatın faili olan insanın, mahiyetine ve ruh dünyasına dair hiçbir şey söyleyemeyen bu soğuk sanat, İslam sanatının yanında elbette âciz kalacaktır. Bruckhardt’a göre kutlu mimaride sanat ile teknik arasında bir ayrılık yoktur. Güzelliği fonksiyonellikten ayrı düşünemediğimiz bu sanat anlayışının ilk örneği de, geliştirilme süreci Osmanlı Türklerine atfedilen cami fikridir. Bu yapı, dikdörtgen bir temel üzerine yerleştirilen yarım küre şeklinde bir kubbeden oluşsa da, küp ile küre arasındaki geçişte tonoz mukarnas gibi birçok farklı unsurun yardımıyla estetik bütünlüğe ulaşmayı amaçlayan ince ayrıntılarıyla anlam kazanır. Bruckhardt’a göre bu sistem rasyonel, dekoratif ve mimarinin monolitik yönünü vurgulayan bir özelliğe sahiptir. Osmanlı camileri başlığı altında incelenen birçok mimari yapı arasından, hiç çekinmeden kutlu mimar diyebileceğimiz Mimar Sinan’ın en önemli
eserlerinden olan Süleymaniye Camii, kutlu mimarinin ikonografik özelliklerinin anlatıldığı önemli bir örnektir. Bruckhardt caminin dil, üslup ve biçimsel özelliklerini işaret ederek, Süleymaniye’nin Ayasofya Katedrali ile hemen hemen aynı nispette mimari seviyeye ulaştığını söyler. Sinan, muazzam bir merkezi kubbe ve aynı çapta iki yarım kubbeyle taçlandırdığı bu eserinde, düz ve kavisli yüzeyler arasında sükûneti sağlamak için mukarnas kullanırken, tonozları destekleyen fil ayakları ve kemerlerle de tüm mekânı pürüzsüz ve yerli yerinde terkib eder. Bruckhardt’a göre Sinan’ın dehasının ortaya çıktığı bu nokta, İslam mimarisinde her ayrıntının gözetilerek hiçbir şeyin tanımsız kalmadığını ifade eder. Diyebiliriz ki sanat tarihinde hedef eserin ikonolojik yönlerini tespit etmektir. Bu anlamda Bruckhardt da Süleymaniye’yi inşa eden unsurları çözümleyip tanımladıktan sonra, kısmen de olsa anlam düzeyinde bir incelemeye girişir. Ona göre Osmanlı mimarisinin unutulmaz başarısı, bir binayı merkezi bir kubbe ve kalem gibi ince minarelerle bütüncül bir yapıya kavuşturmasıdır. Kubbe barış ve teslimiyeti işaret ederken göğe doğru bir mızrak gibi yükselen minarelerin bu dikey hareketi tam bir dirilik ve “ İlahi Birlik ”e apaçık bir şehadettir. İslam sanatlarının ilk temellerinin atıldığı, “a priori” olarak var olan vahiy temelli ilkelerin faaliyete geçtiği ve vahyin yeni nazil olduğu zamanlarda yaşamış hayatların ve içinde bulundukları yaşam koşul-
80
KITAP & SINEMA
larının bu kutlu sanatın üslubunu ve şekillenme sürecini belirleyen en önemli faktörler olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda zikredilen zaman diliminden bugüne doğru geldiğimizde en belirleyici olan, kendi içinde büyük farklar barındırmakla birlikte aynı zamanda birbirinin tamamlayıcısı da olan iki yaşam biçimini, yani göçebe ve yerleşik hayatları, ve tüm bu insanların eşya ile kurdukları irtibatı, anlam dünyalarını, zihinsel ve fiziksel ihtiyaçlarını nasıl tedarik ettiklerini ve kutsal kabul ettikleri değerleri bilmek İslam sanatlarına bir adım daha yaklaşmamıza yardımcı olacaktır. Bruckhardt’a göre İslam, bu iki insani tutumun yani yerleşik ile göçebe hayatının bir terkibini barındırır. İlk olarak bir yerleşiğin hayatına baktığımızda büyük ölçüde istikrar ve dengenin izlerini göreceğiz. Ancak göçebenin tutumu mekânın ve zamanın dışında bir serbestliği temsil eder. Onlara göre sabit bir mekânda hayatlarını sürdürmek bir esarettir. Ancak bu durum yerleşik için bir kısıtlama değildir. Bilakis, zamanın süregelen dönemlerine güvenerek, üretmesine ve inşa etmesine bu vasıtayla da kalıcılığı sağlayıp kutsallarının korunmasına tanınmış bir imkândır. Bruckardt’a göre İslam’ın kendi sisteminde göçebenin tavrı gelip geçici olana bağlanmama olarak izah edilirken, yerleşiğin tavrı manevi dengeyi koruyup itidali sağlıyor olmasıyla önem kazanır. Yerleşiğin bir diğer özelliği olan korumacı tavrı ise eşyanın kıymetinin biliyor oluşuyla yorumlansa da, gö-
► TENKID
çebeye göre eşyanın fani yüzü ona kalıcı bir anlam yüklemeyi reddeder. Bunların yanı sıra göçebenin anlam dünyasında büyük yeri olan ve İslam sanatında da önemli bir yere karşılık gelen -Bruckardt’ın yiğitlik, kahramanlık anlamında kullandığı- “fütüvvet” kavramı ise değinmemiz gereken bir diğer noktadır. İslam’da fütüvvetin göçebelerle ortak paydada buluşmasının en temel gerekçesi; tez canlı, gözü pek ve hayatları gereği can ve mallarını kaybetmekte korkusuz oluşlarıyla ilişkilidir. Fütüvvete dayalı sanatın teoride ve pratikte birleşmesi ilk etapta silah yapımında görülür. Bruckhardt’a göre İslam’da silah imalatı, zihni ve manevi bir anlama karşılık gelse de, kutlu sanatın izlerinin göründüğü işleme ve nişanlarıyla cesaretle zarafetin buluştuğu noktayı temsil etmektedir. Bu anlamda İslam, göçebelerin asalet ve yiğitlik gibi olumlu vasıflarından istifade etse de, Bruckhardt İslam’ın tasvip ve tercih ettiği hayatın şehir hayatı olduğunu söyler. İçerdiği ibadethaneler ve Peygamberin sünnetinin korunmasına elverişli yapısı bunun en temel sebebidir. Bruckhardt’a göre şehir hayatı bütünlüğün bir imajıdır ve sahip olduğu biçim ve formlara, insanın çevresiyle kurduğu ilişki sonucu tecessüm eden ortak hayat vasıtasıyla ulaşır. Bu durum daha çok sosyal meselelerle ilişkili olan şehir planlamacılığının, İslam sanatının bir parçası olmayacağını düşündürür. Ancak peygamberin söz ve davranışlarının zaman ve mekânla bu-
81
TENKID ►
KITAP & SINEMA
TURGUT CANSEVER luşması sonucu şekillenen bu yapı hiç de sanıldığı gibi sanatın dışında kalmayacaktır. Bilakis başta mimari olmak üzere, insanın anlam dünyasına somut bir biçim kazandıran şehir hayatı İslam sanatının tüm içkin özellikleriyle ilişkilidir. İslam kültüründe farklı toplumlarda yeni üsluplarla şekillenen bu yapı, uzunca geçirdiği deneme ve benimseme süreci sonucunda sınırlarını oluşturmuştur. Bruckhardt’a göre şehirleşme sürecinde faal yapıyı belirleyen dört temel esas vardır. Sünnette imanın yarısı kabul edilen temizliğin başat unsuru olan ‘su’ ibadetin öncelediği abdest için de şart olduğundan bir mekânın sahip olması gereken ilk özelliktir. Ardından ulaşım kolaylığının sağlanması ve can güvenliği teminatı veren mekânların seçilmesi
gelir. Son olarak da cami, medrese, kervansaray gibi yapıların bulunması şehir hayatının temellerini oluşturur. Bunların yanı sıra yaptıklarından mükellef olan insanın çizgilerini, helal-haram kavramları belirleyecektir. Bu durumda her hayatı yaşanabilir kabul edecek genişlikte olmayan Müslüman bir toplumun bazı kararlar alması gerekir. Ancak ayet-i kerimede üsve-i hasene olarak zikredilen gönüllerin sultanı peygamber, sünneti ile bu yükü hafifletmektedir. Öyle ki, giyim tarzından temizliğine, aile kültüründen yemek yeme adabına kadar tüm beşeri faaliyetleri ihtiva eden sünnet, ulvi gayesini hayatın içine sindirerek yerleştirmesiyle, oluşacak toplumsal yapının kurallarını da belirler. Aynı zamanda komşu haklarının farza yakın bir öneme sahip oluşu, evlerin kendine mahsus kültürünün ve birbirleri arasındaki ilişkinin en güzel şekilde kurulmasının temelidir, ki bu da toplumu inşa eden başlıca unsurdur. Tüm bunları zikretmek, İslam sanatının temellerine ışık tutuyor olsa da, modern insanın şehir hayatını, hayatsız bıraktığı evleriyle nasıl bir uçuruma sürüklediğini görmek için de bir fırsattır. Sanat ve mimarinin konuşulduğu bir yazıda Turgut Cansever’in ismi zikredilmiyorsa bir şeylerin eksik kalmış olması muhtemeldir. Biz de yazıyı bitirmeden Turgut Hocadan kısa bir anlatı paylaşmayı yarım kalmış bir meseleye ışık tutması mahiyetinde gerekli görüyoruz. Mimari donmuş düşüncedir, diyen Turgut Hoca, dönemin anlam ve düşünce
82
KITAP & SINEMA
dünyasını bilmeden yapılan her incelemenin eksik kalacağını söyler. Ona göre her yapı tarihi bağlamının çocuğu olduğundan, inşa sürecinde âlimlerin neler konuştuğunu ve hangi felsefi, tasavvufi ya da ontolojik problemleri tartıştığını bilmek zaruridir. Bir Mimar Sinan kitabı hazırlarken bu eksikliği fark eden Turgut Hoca, İsmail Kara ve İhsan Fazlıoğlu’nun da içinde olduğu bir grup düşünüre meseleyi izah edip, dönemin ilim ve düşünce hayatına ilişkin birtakım sorular sormuştur. Ancak soruların cevabının aranacağı kaynaklar, üzerinde çalışmalar yapılmakla birlikte henüz ve hâlâ dillerini çözemediğimiz metinler olarak yazma eserler kütüphanesinde durmaktadır. Bu durumda Turgut Hocanın büyük bir heyecanla üzerine eğildiği bu çalışma istenilen sonuca ulaşmamıştır. Burada İslam Sanatı kitabına geri dönecek olursak, benzeri bir eksikliği zikretmemiz gerekecektir. Bruckhardt, İslam literatürüne olan hâkimiyetiyle, mimari ve sanata dair yoğun bilgisini bir araya getirerek alanında üst düzey bir eser ortaya koymuştur. Ancak eser ve yapıları objektif yaklaşımıyla, inşa edildiği sürecin düşünce hayatından bağımsız bir yöntemle incelemiş olması yaptığı çıkarımların kıymetli ancak eksik kaldığını göstermektedir. Son sözlerimizi, büyükçe düşünen büyük düşünür İsmet ÖZEL’in sesine kulak vererek tamamlayalım. “Yüksek düşüncelerin bayağı zevklerle bir arada bulunmaları mümkün değildir. Zevklerin baya-
► TENKID
ğılığı düşüncenin asaletini zedeler. Itri dinlemekten sıkılan bir adamın Süleymaniye’nin mimarisinden tad alabileceğini mümkün sayamayız. Mümin bir bütündür, onun bir yanıyla çok yüksek bir inancı yaşayıp, bir yanıyla da basit ve bayağı zevklere boyun eğmesi bir bozukluktur. Bir milleti köleleştirmenin en iyi yolu benim bildiğim kadarıyla o millette yaşayan âhengi bayağılaştırmaktır. Dilini kaybeden düşüncesini kaybeder. Ama eğer ahengini muhafaza ediyorsa dilini yeniden ele geçirecek gücü toparlayabilir. Ahengi bayağılaşmış olan bir millet düşüncesinin yeniden ele geçirilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmakta bile güçlük çekecektir.” Öyleyse birkaç satır önce ifade ettiğimiz eksikliğin dünün dil ve düşünce dünyasıyla aramızda oluşan açıklıktan kaynaklandığını hatırlayarak, bugün hâlâ âhengimizi kaybetmemiş olduğumuzu umalım ve yarın yüksek düşünceye ulaşmak için çok çalışalım…
83
film tenkitleri
KITAP & SINEMA
► TENKID
film tenkitleri
HATICE ŞIMŞEK
TOKYO HİKAYESİ YASURIJO OZU ►
Bir köy… Evler... Çocuklar... Okula giden çocuklar… Uzaktan gelen bir ses ve duman… Kara bir tren... Acı bir korna sesi… Bir yolculuk var! Ne? Bu yolculuk kadim gelenekten moderne bir yolculuk. Köyden şehre… Tokyo’ya bir yolculuk. Kadim gelenekten moderne bir yolculuk dedik. Bir değişimin, başkalaşımın olduğu gelenekselin moderne evirildiği bir çağdayız. Son demlerini yaşadığımız bir yolculuğun içerisindeyiz. Moderniteyi kabullenmekteyiz fakat çağının problemlerini çözmekten kaçınan dahası bu problemlere sebep olan bu hâkim paradigmaya karşı bir başkaldırı olmalı. İş bu tam da bu noktada tokyo hikâyesi
85
filmini insanlığımızın temel ve en önemli yönü, toplumun yapıtaşı olan aile ve insan ilişkileri nazarından moderniteye bir eleştiri filmi olarak konumlandırıyoruz. Yönetmen koltuğunda Yasurijo Ozu’nun oturduğu ve 1953 tarihinde Japonya’nın yavaş yavaş gelenekselden uzaklaşıp modernizasyon sürecine girdiği bir dönemde çıkmış bir film olan Tokyo Hikâyesi, üzerinden 67 yıl geçmesine rağmen aktüalitesini koruyan bir sinema olarak hâlâ gündemimizde. Adeta değişen bir toplumda kaybolmuş geleneklerin ve değerlerin bir tablosu olan bu film, köyde yaşayan yaşlı bir çiftin şehirde yaşayan çocuklarını ziyaret etmek üzere köyden şehre, Tokyo’ya olan yolculuğuyla başlıyor. Uzun zaman sonra çocuklarını görecek olmalarının he-
TENKID ►
KITAP & SINEMA
yecanını taşıyan yaşlı çift Tokyo’ya vardıklarında beklentilerinin aksine çocukları tarafından ilgisizce karşılanmışlardır. Babaanne ve büyükbabalarının gelişiyle huysuzlaşan ve çağırdıklarında yanına gitmeyen çocuklarla film boyunca zaman zaman kuşak çatışmasına yer verilir. Belki basit diyebileceğimiz yalın bir hikâye ile değişen kültürün beraberinde getirdiği yeni ve eski arasındaki iletişimi bozan modernizm, kapitalizm, sanayi, iş, meşguliyet ve dahası da filmde konu edilir. Dramatik müziğe yer vermeyen, Robert Bresson’un oyuncu kavramına karşı sunduğu 'model' kavramının izlerini taşıyan bir film olan Tokyo Hikâyesi aynı zamanda bressonvari olarak sessiz sakin, çok konuşmanın olmadığı daha çok görüntülerin hâkim olduğu bir yapıya sahiptir. Filmde mana sözde değil diyaloglar arasında olan o sessizlikte saklıdır. Biz ise tüm bunları sanki tatamide (Japon minderi) oturmuş, modelleri karşıdan izliyormuş, onların dünyalarına dâhil oluyormuş gibi izleriz. Ozu’nun imzasını taşıyan 'tatami çekimleri' biz seyircilere kendi iç muhakememiz
için olaylardan bir ayna tutar adeta. Bunların yanı sıra sahnelerin arasına serpiştirilmiş görüntülerle de bir motif yaratır Ozu. Filmin açılış sekansında yer alan kara trenin ve onun acı kornasının filmin kapanış sahnesi de olmak üzere birkaç yerde daha olması motif haline getirendir bunu. Veya fabrika bacaları, inşaat halindeki binaların gösterilmesi modernleşen Tokyo’ya bir vurgu mudur? “Tokyo ne kadar büyük baksana, kaybolursak birbirimizi asla bulamayız.” anne babalarını ilgisiz karşılayan sonrasında da onlara hiç vakit ayıramayan çocuklarının tersine onlara her an güleryüz ile muamele eden 8 yıl önce savaşta ölen oğullarının eşi Noriko’nun yaşlı çiftle çıktığı tokyo gezisi sırasında büyükannenin söylediği bu cümle, aslında bize birçok şeyi anlatır. Kuşaklar arası yabancılaşmayı, mekanikleşen tokyoyu, kalabalıklar içinde yalnızlığı… Bir kültürel değişimin yozlaşmanın olduğu bu dönemde, anne-baba kavramı da anlamını yitirmiştir artık. Tek meşguliyetleri işleri ve kendileri olan, anne babalarını bir yük gibi gören çocuklar onları belki de başından savma düşüncesi ile kaplıcaya gönderirler. Kaplıcaya giden yaşlı çift yavaş yavaş her yerde etkilerini gösteren modernizmin getirdikleriyle orda da karşılaşır. Ertesi gün yine Tokyo’ya dönerler. Fakat planda olmayan bu ani dönüşle çocuklar söylenmeye başlar bu durumun farkında olan yaşlı çift dışarı çıkar ve 'şimdi gerçekten yersiz yurtsuz kaldık işte' cümlesi dökülür ağızlarından. Ozu modern toplumlara ayak uydurmaya çalışanların
86
KITAP & SINEMA
► TENKID
FILMDEN BIR SAHNE ve bu değişimle de aile bağlarını kötü etkileyen belki de yok eden yönlerini bize gösterir. Tokyo yolculukları bekledikleri gibi geçmeyen yaşlı çift Tokyo’daki son gecelerini de ayrı yerlerde fakat aynı duygularla bir iç muhakeme içinde geçirirler. Çocuklarının yine de birçok insandan iyi olduklarıyla kendilerini teselli ederler. Tokyo’dan ayrıldıktan sonra da dönüş yolunda büyükanne rahatsızlanır ve durumu ağırlaşır, çocuklarına haber verilir. Gelirken annelerinin ölebileceği düşüncesiyle yas kıyafetlerini de yanına alan çocuklarının aksine Noriko’nun üzüntüden bu aklına gelmez. Bir süre sonra büyükanne ölür. Kısa süreli bir üzüntü yaşayan çocukları cenaze töreninin hemen ardından geri şehre, işlerinin başına dönerler fakat Noriko babanın
yanında biraz daha kalır. Ozu Noriko ile sevgi bağının sadece kan bağı ile olmadığını bizlere gösterir. Ayrılmadan önce yalnız kalan babayla olan konuşmaları ve babanın 'kendi çocuklarımız olmasına rağmen bizim için en çok çabalayan sen oldun ve aramızda bir kan bağı bile yok ' demesi de bu düşüncenin bir tezahürüdür adeta. Noriko babayla vedalaşarak köyden ayrılır ve tekrar şehre döner. Ve tıpkı modernizmin yaşandığı bugünümüzde gelenekselin yalnızlığı gibi. Baba da beklemeye başlar yalnızlığı. Bir köy… Evler… Deniz… Denizde yüzen gemiler… Uzaktan gelen bir ses ve duman… Kara bir tren… Acıklı bir korna sesi… Bu kez bir ayrılık var! Modernizmin getirdiği bir değişim var. Yalnız kalan bir baba var. Yalnızlık var.
87
TENKID ►
KITAP & SINEMA
film tenkitleri
KEVSER AKDENİZ
TANGERINES ZAZA URUSHADZE ►
İnsanlık tarihi, biraz da savaşlar tarihidir. İnsan var oldukça savaşlar da bir şekilde var olmuştur. Silahlarla bombalarla savaşlar, biyolojik savaşlar, fikir savaşları, ideolojik savaşlar… Dünya hepsine şahit olmuştur. Dönüm noktaları bir nevi bu savaşlarla belirlenmiştir. Peki, nedir bu savaşlar? Tam da bu noktada hatırımıza bu soruyu getiren filmlerden biridir Tangerines (Mandalinalar). Zaza Urushadze'nin yönetmenliğini yaptığı 2013 yapımı film, Gürcistan-Abhazya Savaşı’nı (1992) anlatırken savaşa dair farklı bir bakış açısı da sunmuştur seyirciye. Filmin, özet olmasından çekinerek, genel bir çerçevesinden bahsedersek, savaşın başlamasıyla iki ateş arasında
88
kalan fakat köylerini henüz terk etmemiş birkaç kişiden olan İvo ve Marqus'un, yaralı Abhazya tarafında savaşan Çeçen askeri ve Gürcü askerini evlerine alıp onları iyileştirmelerini konu ediniyor. Savaşın köylerine kadar dayandığının farkında olan Marqus, bir an evvel diğerleri gibi Estonya'ya ailesinin yanına dönmek istiyor ama bahçesindeki mandalinaların heba olmasını istemediği için onlar toplanıldığında satıp öyle gitmeyi düşünüyor. İvo ise Marqus’a tahta kasa yapan ve ona yardım eden bir marangozdur. Fakat İvo Estonya’ya dönmek istemiyor. Sebebinin ne olduğu film boyunca merak unsuru olarak yerini korusa da sanıyorum ki filmin sonunda bizler bunun sebebini anlıyoruz. İvo ve Marqus’un, çıkan çatışmada yaralanan iki düşman
KITAP & SINEMA
askerini, Gürcü askeri Nika ve Abhaz tarafındaki paralı asker olan Çeçen Ahmed'i iyileştirmek amacıyla evlerine almalarıyla film bir hareket kazanıyor. Zaman geçtikçe yalnızca iyileşmelerine şahit olmuyor aynı zamanda iki düşmanın birbirine olan intikam hırslarına, farklı sebeplerle karşı karşıya geldiklerine, zamanla değişen duygularına da şahit oluyoruz. Savaşın ortasında tarafsızlık sergileyen İvo ise bir ayrım yapmadan her ikisine karşı kinden, nefretten uzak iyi niyetiyle elinden geleni yapıyor. Birbirlerine düşman konumunda olan Ahmet ve Nika’nın, aralarında çıkan çatışmada arkadaşlarının ölmesiyle ikisinin karşılıklı kin ve nefretinin yanına intikam alma hırsı eklenmekte fakat İvo'nun kendi evinde buna izin vermeyeceğini, ancak kendisini çiğneyerek bunun olacağını ifade etmesiyle onlarda İvo'nun evinde birbirlerine zarar vermeyeceklerine dair şeref sözü vermiştir. Olayların devam etmesi ve İvo’nun onlar üzerindeki etkisiyle yalnızca iki karakterin duygu ve düşüncelerinin değişimine değil intikamın insanı nasıl bencil, suçlayıcı hale getirdiğini ve insanın beşeri yönünün bir yansıması olduğunu görür seyirci. Sonuçta ikisi de arkadaşlarının ölümlerinden sorumludur. İvo ve Marqus arasında geçen bir diyalogda Marqus bu savaşın, mandalinalarının üzerine bir savaş olduğu yani mandalinalarının üzerinde bulunduğu toprak parçası için olduğunu ifade etmiştir. Öyle ki bu sahne ve diyaloğun filmin kilit taşlarından biri olduğu kanaatindeyim. Güç, toprak, çıkar, ihtirasın sonucu savaşların yalnızca taraf olan iki devleti, iki milleti etkilemesinden ziyade, yapıldığı topraklarda yaşayan, o savaşla ilgisi olmayan, savaşı istemeyen insanları da
► TENKID
etkilediğini ve hatta savaşın yıkıcı, yok edici etkisinden nasiplerini aldıklarını bir de bu şekilde görürüz. Nika ve Ahmet’in mandalinaları toplayabileceklerini söylemesi veyahut birbirlerine ölen arkadaşları için üzgün olduklarını ifade etmeleri insanın içindeki iyilik duygusuna ve onların karşılıklı tutumlarının değişimlerine işaret etmektedir. Ahmet’i öldürmek isteyen askerlere ateş açan Nika, düşmanı için hayatını ortaya koyması ve öldü sanılan bir askerin kurşunuyla ölmesi bu değişimin son noktasıdır. Nika'yı İvo savaşın başlarında öldüğünü öğrendiğimiz oğlunun yanına gömerken, Ahmet’e savaşta ölenlerin ya da öldürenlerin hangi taraftan olduğunun bir önem arz etmediğini söylemesiyle son bulur film. Burası da düşünülmesi gereken bir noktadır. Film biterken birçok soruya da kapı aralar ve seyircileri kendi muhakemeleriyle baş başa bırakır. Tangerines filmi yaklaşık seksen dakikada intikam, paralı asker, savaşın sonuçları gibi savaşa dair birçok meseleden bahsetmiş ve sonucunda biz katılalım ya da katılmayalım derinlemesine düşünecek birçok alan da bırakmıştır. Günümüzde sık karşılaştığımız popülerliğini koruyan filmlerin aksine, haberlerden alınma aksiyon sahneleriyle ya da sloganlar ve propagandacı yaklaşımlarıyla seyredenleri baskılayan ve manipüle eden sahneler olmadan düşünmeye hakikat arayışına sevk etmesiyle kaliteli bir film olmuştur. Öyle ki bu filmi neden izlemeli miyim? sorusuna da cevap olmuştur bu durum. Fikirsel tabanında savaş karşıtlığı mevcut olan bu filmin çekimlerinin de bu yönde olup fikrin ve tekniğin paralel gitmesi takdir ettiğimiz bir başka husustur.
89
TENKID ►
KITAP & SINEMA
film tenkitleri
AYŞE ŞİMŞEK
DEKALOG 1:
SENİN TANRIN BENİM, BAŞKA TANRILARA İNANMAYACAKSIN
KRZYSZTOF KIEŚLOWSKI ►
Dekalog: Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieślowski’nin 10 orta metrajlı bölümden oluşan serisidir. Her bir bölüm Yahudilik inancına göre tanrının Musa’ya verdiği on emirden birisi üzerine kuruludur. 1.Bölüm Jeden Dekalog’un temel taşıdır ve serinin nasıl ilerleyeceği konusunda deliller sunar. Perde gölün başında ateş yakan evsizle açılır. Ekrana odaklanan mavi ve irite bakışların yanında melodi girer. Filme konuk olan Zbigniew Preisner trackleri ve bu ritme eşlik eden şehir manzaraları Polonya’nın yapısını gözler önüne sermekten kaçınmaz. Sinemada siyasi ve sosyal eleştirileriyle kendini sansürlemekten kaçınan Kieślowski sineması daha ilk sahnelerde şehrin üzerine örtülen sis ve ken-
90
di griliklerinde karmaşıklaşan binaların üstten görünümüyle, insanların birbirleriyle iç içe oluşu ve içten içe kopuşunu anlatır. ‘Senin tanrın benim, başka tanrılara inanmayacaksın’ olan birinci emir antik anekdotları egzajere olmaktan kaçındırarak daha bilimsel ve modern bir söylemle dile getirilir. Yeryüzünde tanrı tekliğin yaşamsa ikiliğin sembolü olduğundan Kieślowski ortaya iki şeyi koyar. Birincisi mutlak tanrıdır. İkincisiyse yine tanrının yarattığı fakat insanlar tarafından tanrıdan koparılıp başka bir tanrı olarak yaratılan bilimdir. Böylelikle şirk koşmayı yani inandığımız ve tanrılaştırdığımız şeylerin modern manada çatışmasını izleriz. Hikaye; baba, hala ve oğul Pawel üzerinden işlenir. Hikayedeki baba bir üniversitede profesördür. Rasyonalisttir, ateisttir, deneye inanır. Hala ise tanrının
KITAP & SINEMA
varlığına inanan bir Katoliktir. Pawel ise bu farklı iki konu arasında kalmış meraklı ve sorular üzerinde büyüyen bir çocuktur. Kieślowski izleyiciyi Pawel yerine koyar. Amacı net ve somut edimleri indüklemek değil her iki savı da ikna kabiliyetleriyle ortaya koymaktır. Bölümün teknik açıdan oldukça dolgun olmasının yanı sıra senaryo yönüyle de hayli zengin olması baba ve Pawel arasında geçen diyaloglarla rasyonel felsefeyi (bkz. insan neden ölür?) hala ve Pawel arasındaki diyaloglarla din felsefesini (bkz. tanrı eğer inanırsan çok basit) önümüze koymaktan çekinmez. İndirgenmiş bir çözümsemeyle anlaşılamaycak semboller ve birikimler üzerinden izleyiciye sunulmuş politik bir seri örneğini de meydana getirmekten kaçınmaz. Olay şu şekilde başlar ve devam eder: Pawel, buz tutmuş gölde kaymak istediğini söyleyince baba buzun kırılıp kırılmayacağını ölçmek üzere deney yapar, gölün yanına gidip ikinci defa kontrol eder ve gölün kırılmayacağı kanısına varır. Bu sırada gölün kıyısında oturan mistik figür donuk mavi bakışlar kamerayı kaplar. Baba ve evsiz arasında geçen bu sessiz diyalog nihayete eremez ve baba eve geri döner. Sonraki gün Pawel eve vaktinde gelmez babanın endişesi ve sürekli bunu inkâr edişi kameraya nesneler üzerinden yansır. Çalışırken kavanozun altından sızıp etrafa sıçrayan mürekkep Kieślowski sinemasının nesne-birey ilişkisini ortaya koymuş olur. Etrafa dağılan mürekkep belki de babanın zihnindeki endişe kumkumasının sembolüdür. İçine sızan mistik endişe vardır fakat bilimin güvenirliği ve aklın ben(ci)liğinden bir inat durumu hâkimdir. Elli dakika boyunca durgun geçen sinema son dakikalarda hızlanır. Çocuğun arkadaşları diğer
► TENKID
velilerin soruları gölün etrafına toplanan insanlar her şeyi özetler. Mantıken göle birisi düşmüştür. Ama babanın kalabalığı görmesine rağmen son sahneye kadar gölün yanına gitmediğini görürüz. İnsanoğlunun içindeki kabullenememezlik ve gelgitleri duygusal bir perspektifle izleyiciye yansır. Bekleyiş gölden donmuş iki cesetin çıkmasıyla sona erer. Birisi bir çocuk bedeni diğeriyse bir adam bedenidir. Baba gölün başında ateş yakan adamı görse de buzulun o ateşten etkileneceğini hesaba katmamıştır ve buz kırılmıştır. Son sahnede oğlunu kaybeden babanın kiliseye gittiğini görürüz. Baba ağlar ve tanrıya yakarır. Aslında hayattaki bu olağandışı ya da alışılagelmemiş durumları hesaba katmaması yukarıda bir tanrı bir analiz yapamaması babanın sorunu olsa da kilisede şamdanları devirmesi ve İsa motifinin alasıyla izleyici ekranda somutlaşır mercek tanrı figürünün içindeki kader kavramına odaklanır ve bölüm sona erer. Kieślowski’nin bu paradoksal düşünme biçimi, diğer emirler arasında inşa ettiği köprü ve birçok sinematör gibi perde kapandıktan sonra dahi zihinden gitmesine izin vermediği filmografisiyle perde kapanır.
91
TENKID ►
KITAP & SINEMA
İhanetin ve sadakatsizliğin normalleştiği, hatta sadakat kelimesini lügatlerinde bulundurmayan bir toplumu onların her geçen dakika daha çok yabancılaşmasını ele alıyor Antonioni.
92
KITAP & SINEMA
► TENKID
film tenkitleri
HAMDİYE NUR KANCA
BURJUVANIN ESARETI: L'AVVENTURA MICHELANGELO ANTONIONI ►
L'avventura, Michelangelo Antonioni'nin yönetmenliğini ve aynı zamanda senaristliğini yaptığı, sinema dünyasına yeni bir bakış açısı getirdiği başyapıtlarından ilkidir. Filme dair geniş bir söylemde bulunmadan önce çok uzağa gitmemekle birlikte İtalyan sinemasının gelişmeleri üzerinde kısaca duralım. I. Dünya Savaşı sonrası Amerika'nın sinemada güçlenmesiyle birlikte Benito Mussolini sinemanın propaganda gücünü fark etmiş devletin de yardımıyla faşistler İtalyan sinemasının üzerinde kontrol oluşturmuşlardır. Filmler rejimin baskısı ile faşizmin İtalya’da yaygınlaşması için çekilmiş bu durum yaklaşık 20 yıl gibi bir süre İtalyan sinemasına hâkim olmuştur. II. Dünya Savaşının
93
da etkisiyle bu dönemin baskı ve zorlamalarının getirisi olan bir arayış sonucunda İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı doğmuştur. Henüz çiçeği burnunda bu akımla birlikte yönetmenler kameralarını stüdyolardan sokağa çevirmiştir. Filmler de ana tema, daha bireysel meseleler, yoksul halkın gerçekçi bir biçimde ekrana yansıtılması ve savaş sonrası çekilen zorluklar olmuştur. Antonioni de 1950’li yıllarda bu akım çerçevesinde eserler vermiştir, bu dönem onun kendine has tarzının ortaya çıkmasında en büyük rolü oynar. 1960 yılında ‘İletişimsizlik Üçlemesi’nin ilk filmi olan L'avventura ile nihayet kendi üslubunu ortaya koyabilmiştir. Her ne kadar Cannes Film Festivali’nde salondaki seyircilerin hatırı sayılır bir kısmı tarafından yuhalansa da "film diline getirdiği yenilik ve güzel görüntüle-
TENKID ►
KITAP & SINEMA
ri için" açıklamasıyla jüri özel ödülüne layık görülmüş ve artık dünya çapında modern bir yönetmen olarak kabul görmeye başlamıştır. Film Anna adında bir genç kızın uzun süredir görmediği sevgilisi Sandro ve en yakın arkadaşı Claudia'nın da içine bulunduğu burjuvadan bir grup arkadaşları ile çıktıkları yat gezisi ile başlar ve gezi sırasında, Anna Sicilya kıyılarında esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. L'avventura Türkçeye ‘macera’ ve ‘serüven’ olarak iki şekilde çevrilmiş. Filmin isminden ve buraya kadar özetlediğimiz kısımdan da yola çıkarak yaklaşık 45 dakika heyecanın dorukta olduğu, olaylar silsilesinin durmaksızın birbirini takip ettiği bir macera filmi seyredeceğinizi düşünebilirsiniz. -Nitekim yapıtın sahibi Antonioni olmasaydı bu düşünce doğru olabilirdi- lakin Antonioni ilerleyen dakikalarda bu düşüncelerinizi ortadan kaldıracak, hatta filmin ana karakteri olan Anna’yı ve onun kaybolduğunu dahi seyircinin aklına neredeyse getirmeyecektir. Filmin henüz ilk sahnesinde, Anna ile babasının konuşması esnasında birbirlerine dönük olmayan bedenleri, göz temasından kaçınmaları, isteksiz ve bunalmış tavırları ile filmin ilk iletişimsizlik örneğine şahit oluyoruz. Anna'nın uzun süredir görmediği sevgilisi Sandro ile tam buluşacağı vakit geri dönmek istemesi ve Claudia'ya söyledikleri ile Sandro’nun Anna’yı manevi anlamda tatmin etmediğini hissedebiliriz. Uzun bir süreden sonra ilk kez buluştukları o anda sohbet dahi etmeden birlikte olmaları da bu durumu kanıtlayabilir. Onlar birbirlerini değil, birbirlerinin bedenlerini özlemiştir. En azından bu Sandro için böyledir.
Yat gezisinde ise saf ve henüz bozulması için bir eyleme girişilmemiş doğanın içinde dahi burjuvazinin zenginliğini ve yapaylığını en derinden hissederiz. Kısa cümlelerle kurulan, hatta kurulamayan diyaloglar, birbirleriyle vakit geçirmek için değil de sanki zorla bir araya getirilmiş bir insan topluluğudur karşımızdaki tam da burada iletişimsizliği en bariz şekilde görürüz. Anna ortadan kaybolmadan önce sevgilisi Sandro'ya kendilerinin ve arkadaşlarının evli bir çiftten farklı olmadıklarından, bu durumda evlenmenin bir anlam ifade etmeyeceğinden yakınır. Antonioni burada günümüze de ayna tutmuştur sanki. Değerlerin gittikçe çöküntüye uğradığı zamanlar, evli mi bekâr mı ayırt edemediğimiz çiftler… Anna'nın ortadan kaybolmasıyla bu vakte kadar mantıklı gözlemler yapan, çok konuşmayan ve arkadaşlarına nispetle yoksul bir geçmişten gelen Claudia'ya gözler çevrilecektir. Anna'nın kaybolduğu gün Claudia'nın, Anna'nın onun çantasına koyduğu gömleğini giymesiyle birlikte Anna'nın hissiyatlarının ve hayatta ki rolünün de Claudia'ya geçtiğini simgeler adeta Antonioni. Anna'nın kaybolmasının henüz ilk gününde Sandro, Claudia'ya karşı his beslemeye başlar. Artık onun için Anna gitmiş ve yerine Claudia gelmiştir. Claudia ise tüm bunların farkında ve nasıl davranacağını bilmemektedir. Bir yandan Sandro’yu seviyor bir yandan da arkadaşına ihanet edeceği düşüncesiyle Sandro’yu reddediyordur. Bir müddet yat gezisinde ki arkadaşlarının evinde misafir olur Claudia. Herkes Anna’yı unutmuştur. Kimi para, kimi güzellik peşinde içlerindeki o kendilerine bile itiraf edemedikleri boşluğu kapat-
94
KITAP & SINEMA
mak için çabalıyorlardır. Claudia ise hala arkadaşını düşünüyor ama bir yandan da Sandro’yu unutamıyordur. Nihayet Sandro ile bir araya gelirler ve Anna’yı aramak için ufak bir yolculuğa çıkarlar ki bu yolculuk onlara da Anna’yı unutturur. Onlar için de sadece kendileri ve söz de aşkları vardır artık. Claudia'nın içindeki boşluk bir türlü kapanmıyor, içindeki sıkıntı bir türlü gitmiyordur ama. Film Sandro’nun Claudia'ya aldatması ile son bulur. Sandro zannediyorum yaptıklarından özür dilercesine, çektiği vicdan azabından sebep ağlıyordur Claudia'ya ise bu ihanete karşın beden dili ile onun yanında olduğunu söylemiştir seyirciye. İhanetin ve sadakatsizliğin normalleştiği, hatta sadakat kelimesini lügatlerinde bulundurmayan bir toplumu onların her geçen dakika daha çok yabancılaşmasını ele alıyor Antonioni. Onlar için para kazanmak her şeyin çok daha ötesindedir. Daha fazla parayı görmeye başlayanlar üsttekilere boyun eğiyor ve artık sorgulamamaya başlıyorlar, insan olmanın en önemli getirisi olan düşünmeyi ve üretmeyi ellerinin tersi ile itiyorlardı. Erkekler için kadınlar salt güzelliği ölçüsünde değerlidir, kadınlar ise nasıl daha güzel ve ilgi çekici görünebilirim yarışında. Kendilerini tamamen dünya metaına bağlamış bu insanların hayatında bir boşluk, ahlaki çöküntü, güvensizlik vardır. Tüm bunları giderme yolunu ise tekrar dünya metaında ararlar, bu bir döngü haline gelir ve geçici mutlulukların esiri olan bu insanlar hayatta yalpalayıp dururlar. Antonioni L'avventura'yı şu sözlerle açıklar: “Belleği kıt, vicdan azabı duygusu yetersiz, kolayca ihanet eden insanın incelemesiydi.” Antonioni'nin amacı ekonomik
► TENKID
ve sosyal anlamda ulaşılacak en üst nokta olarak kabul edilen burjuvazinin iç dünyasını gözler önüne serip, gerçekleri göstermekti. Nitekim bunu başardığı düşüncesindeyim. Öyle ki çekim açıları ve manzara da bunu kanıtlar niteliktedir. Manzaraların ve çekim açılarının insanı büyülemesinin yanında Antonioni'nin kamerayı en ufak bir hareket ettirişinde dahi karakterlerin iç dünyasını anlamlandırmamızı sağlayan nüanslar vardır. Filmi seyrettiğiniz vakit bunu çok daha iyi anlayacaksınız. Naçizane Antonioni'nin filmlerinin ilk seyredişte direkt mesajını alabildiğimiz filmler olmadığı görüşündeyim. Yine L'avventura da içselleştirme sürecine ihtiyacı olan, üzerinde uzun uzun düşünülecek bir film. Film kendini size açtığı vakit içinde bulunduğumuz hayata ve hatta kendi iç dünyanıza da hitap eden bir yönünü yakalayacağınız kanaatindeyim. Filmi izlemek üzere size emanet ederken sözlerimi Antonioni'nin filmlerini ve kendine özgü tarzını daha iyi anlamamıza olanak sağlayabilecek şu sözü ile bitirmek istiyorum: “Benim filmlerim hayata ayna tutmaktadır ve hayat aslında her gün alışılmamış olaylar olmadan, melodram olmadan, tumturaklı sözler ve yüksek düzeyde heyecan anları olmadan yaşanır. Her şeyden çok da ben Luchiano Visconti tarzı bir yönetmenin filmlerindekine benzer melodramlardan nefret ederim. Melodram dünyanın en kolay işidir ve çok da ucuz bir şeydir. Yapmaya değecek bir şey değildir. Çok daha zor, çok daha karmaşık ve dolayısıyla daha sanatsal biçimde meydan okumak, hayatın gerçek ritimlerini yansıtan bir film yapmaktır.”
95
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Bir gece Anadolu’da bir cinayet üzerine görevli üç beş taşra çalışanının sabaha kadar zanlıyla birlikte cinayet mahallini aramakla başlar, bulunan maktulün üzerinde yapılan otopsiyle sonlanır. Hepsi bu. Yalnızca 12 saat kadar süren bir serüven. Gerçeküstülükten uzak...
96
KITAP & SINEMA
► TENKID
film tenkitleri
MERYEM KOÇ, ALEYNA GÜNDÜZ, PAKIZE ERVA ÜNALDI
BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA ◄ NURi BİLGE CEYLAN ►
Bakmakla görmek arasındaki farkın gözler önüne serilmeye çalışıldığı tenkid dergimizde, hatrı sayılır Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dan bahsetmek ve yönetmenliğini üstlendiği Bir Zamanlar Anadolu’da filmine değinmek biz üç arkadaşın kısmetineymiş. Her ne kadar günümüzdeki haz ve hızcı yönetmenlerin çokluğundan şekva etsek de akıntıya karşı kürek çeken yönetmenlerin varlığı bizleri umutlandırmıyor değil. Bizim de gündemimiz, bu akıntı tersine kürek çekenlerden biri olan Nuri Bilge Ceylan ve filmi. Nuri Bilge Ceylan; sinemanın olağanüstücülüğünden, rastlantısallığından uzak, kendi halinde, kendi sinemasını kurmuş, kendi dilini iyi yakalamış, peşinde olduğu şeyi iyi yapan bir yönetmen olarak
karşımıza çıkıyor. Onun filmleri Anadolu’nun ücra köşelerinde çekilmiş, gerçekliği tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekle beraber tekdüze ve sıradan hayatın sinemaya uyarlanmasıdır. Onun sinemacılığı riskli alanlarda dolaşmasıyla şekillenir. Riskli alanlarda dolaşmanın ve daha anlatılmamış olduğunu düşündüğü bir takım bölgelerin kendisini heyecanlandırdığını söyleyen Nuri Bilge Ceylan, gençlik hayallerinin peşinden koşarak elle tutulur kıymetli eserler vermiştir. Bu yüzden Türk sinemasında adı baş köşelerdedir. Çocukluğunu geçirdiği kasabanın O’nda büyük etki yarattığı aşikâr. Taşra hayatını ince detaylarına kadar inceleyen ve bilen Ceylan, doğuyu batı gözüyle görebilen en iyi yönetmen olduğu iddia edile-
97
TENKID ►
KITAP & SINEMA
NURİ BİLGE CEYLAN cek kadar işinde mahirdir. Özellikle taşranın sakin, canlı, sessiz havasını kadrajına alarak belirli bir olay üzerinde değil de görselliğe yakın filmler çekmeyi kendine yakın bulduğunu röportajlarında da anlıyoruz. Nuri Bilge Ceylan, senaryoya pek önem vermediği gibi öykünün ne olduğunu da önemsemiyor. Karakterlerin o anki yaşadıklarını aktaran bir yönetmen olarak anılıyor. Hatta hiçbir şeyin altını kalın çizgiyle çizmiyor, oyuncu oynamıyor yaşarken çekiliyor. Tenkid ilk sayımızda da adı kitabıyla geçen Robert Bresson’un “Oyuncu yok, rol yok, sinemayı sahneye koymak yok, görünmek yerine olmak var. Yani model...” sözü, Ceylan’ın da sinematografi üzerine izlediği yolun özeti mahiyetindedir. Artık Nuri Bilge Ceylan’la temellerini attığımız yazımızın filmine -Bir
Zamanlar Anadolu’da- geçebiliriz. Önceki satırlarda verdiğimiz ham bilginin işleyebileceğimiz alanı oldu artık her şeyin çorap söküğü gibi geleceğine inanıyoruz. Filmin Senaryosunu Ercan Kesal ve eşi Ebru Ceylan’la paylaştığı Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi, 2011’de vizyona girmiş ve Cannes büyük jüri ödülüne layık görülmüş bir filmdir. 11 hafta süren filmin çekimleri, Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde gerçekleşmiştir. Filmde Dostoyevski ve Çehov’un ayak izlerini görmemiz mümkün. Çehov’un bir öyküsünden esinlenerek senaryoyu yazdıkları da malumumuz. Filmin hikâyesi: Bir gece Anadolu’da bir cinayet üzerine görevli üç beş taşra çalışanının sabaha kadar zanlıyla birlikte cinayet mahallini aramakla başlar, bulunan maktulün üzerinde yapılan otopsiyle sonlanır. Hepsi bu. Yalnızca 12 saat kadar süren bir serüven. Gerçeküstülükten uzak... Dram var fakat büyük çapta aksiyon yok. Bir duyguyu bize empoze etmek amacında bir müzik de yok. Yalnızca doğanın bize sunduğu seslerin ahengini işitiyoruz. Burada söylemeliyiz ki her kesime hitap etmeyen bir film, sabır gerektiriyor. Filmin bir anlam ifade edebilmesi için de odaklanmak... Hikayenin insanı filme bağlayan gücünü Ercan Kesal, “Filmin gücü entrikalı çetrefilli filan oluşu değil de kimsenin cinayetin derdinde olmaması ve herkesin kendi içindeki meselenin peşinde olmasının bir gecelik anlatımından başka bir şey değildir” sözleriyle belirtmiştir. Filmi genel bir çerçeveye aldığımızda karşımıza çıkan işte bu manzara.
98
KITAP & SINEMA
Filmin izlenilesi yanı da bu. Filmde imgesel şeyler görebiliyoruz. Evet ortada bir cinayet var fakat sadece görünürde bir cinayet… Filmin içini deşmenin anlamsız olduğunu düşündüğümüz için olaylar üzerinde durmamaya karar verdik fakat can alıcı noktayı söylemek gerekirse; katile yargı dağıtan ve maktulün de izini sürenlerin hiçbiri masum değil. Herkes kendi meselesinin (cinayet mi? Belki. Büyük bir ihtimal.) peşinde. Nuri Bilge Ceylan burada da ustalığını konuşturmuş. Kameranın zoomladığı her bir yüzdeki yorgunluk, suçluluk duygusu ve kabullenemeyiş, bize aksiyonsuz gelen olay örgüsünü unutturup onların meselesiyle ilgilenmeye çalışırken kendi içimize dönük iç hesaplaşma yaptırıyor. Belki de ürpertici gerçeklerle bizleri yalnız bırakıyor. Ayrıca Nuri Bilge Ceylan’ın alışılmışın dışında kamerayı yönetiş tarzı var. Gelip geçen olay örgüsünden kopuk, kameranın kadrajına aldığı karakterlerden bir anda olayla alakasız bir zaman diliminde daldan düşen elmayla bizi oyalaması (yalnızca bir örneği), aslında meselenin özünü bize sunuyor. İşte meselenin özü: öze inmek. Detaylarda boğulmak değil ruha dokunmak. Bu yüzden bakmak yetmiyor işte. Dikkat gerektiriyor. Oradaki nüansları görmemiz bekleniyor bizden. Bilhassa burada ayrılışa geçiyor bakmak ve görmek. Fark ettiyseniz dikkatimizi çeken ve anlamlar yüklemeye çalıştığımız mekân, kameranın kadrajı. Kamera ustaca kendine döndürülmüş bir bütün. Amma şunu söylemeliyiz ki ‘filmin hakikati’ üzerine bu kadar olumlu düşünceler besleyemiyoruz. Bir zaman-
► TENKID
lar Anadoluda’nın hakikati üzerine söyleyebileceğimiz tek cümle, filmin gerçeklerinde bile bir sahteliğinin olduğudur. Biz, bize sunulan bazı olaylar ve ‘şey’ler üzerinden filmi anlamaya çalışırken bir de bakıyoruz o olay bambaşka bir sahtelikle karşımıza çıkmış. Film kaba gerçekle yani kameranın olduğu gibi kaydettiği gerçekle örülmüş. Nuri Bilge Ceylan’ın hiçbir şeyin altını kalın çizgiyle çizmediğinden midir bilinmez, filmin asıl anlatmak istediği net bir şey yok. Filmin hakikati yok! Kaba gerçeğin tek başına hakikati veremeyeceğini söyleyen Bresson’a biz de katılıyoruz. Hakikatin olmayışı filmi bu bağlamda gölgeliyor. Filmin her türlü kusuruna rağmen insanı insana en iyi anlatan içimizdeki kasabanın öykücüsüne kulak verip o kasabanın gizleriyle buluşmayı denemek, heyecan verici ve ürpertici. O zaman, filmdeki eşsiz sahnelerden birindeki konuşmayla yazımızı sonlandıralım: “Bir zamanlar Anadolu’da dersin. Ücra bir yerde görev yaparken, işte böyle bir gece yaşamıştık dersin, eee anlatırsın yani ne bileyim ‘masal’ gibi..”
99
TENKID ►
KITAP & SINEMA
film tenkitleri
YAĞMUR ŞAHIN
BARAN MECID MECIDI ►
2001 yapımı Mecid Mecidi’nin ulusal ve uluslarası birçok alanda ödül alan filmi Baran… Film bizlere henüz on yedilerinde olan, bir inşaatta işçilerin getir götürlerini, ayak işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan, yer yer acemiliğinin kanıtı olarak gösterilebilecek yersiz şakalar yapan Latif’in yaşanan olaylar karşısındaki değişimini mistik bir havayla aktarmaya çalışıyor. Peki, nedir bu değişime sebep olan olaylar? Bir gün Afgan inşaat işçisi Necef inşaattan düşer ve ayağı kırılır. Necef Afganistan’daki savaştan dolayı İran’ın Güneyi’ne gelen 1,5 milyon Afgan göçmenden sadece biridir. Birçok Afgan göçmen gibi Ne-
100
cef’te ağır şartlar altında, sarf ettiği çabanın karşılığını alamayacak bir şekilde yasadışı yollarla çalışır bu inşaatta. Elbette Necef’in omuzlarındaki tek yük bilmediği bir ülkede göçmen olarak bulunması değildir. Aynı zamanda ihtiyaçlarını gidermesi gerektiği bir de ailesi vardır. Necef’in komşusu Sultan, Necef’in kızı Rahmet’i alır ve inşaata götürür. İnşaatın ustası Memar ilk başta bir erkek çocuğu zannettiği Rahmet’i işe almak istemez ama daha sonra ailesinin içinde bulunduğu durumdan ötürü Rahmet’i işe alır. Rahmet inşaattaki bir kişiyle bile tek kelime konuşmaz. Rahmet’in sırtına yüklendiği ağır çuvalları taşımakta zorlandığını gören Memar, Rahmet’i çağırır ve Latif’in işi olan çay yapmak, getir götür gibi işleri Rah-
KITAP & SINEMA
met’e verir. Bu kararı duyan Latif, ta ki Rahmet’in küçük sırrını öğrenene dek her defasında Rahmet’ten intikamını almaya çalışır. Bu küçük sırrı öğrendikten sonra Rahmet’in içindeki intikam ve öfke duyguları yerini aşk ve sevgiye bırakır. Bu noktadan sonra film daha da mistik bir hal almaya başlar. Latif Rahmet’i ona karşı gelebilecek her türlü kötülükten korumaya çalışır. Rahmet’e şirin görünmek için türlü türlü şeylere başvurur. Bir gün inşaata gelmeyen kızı aramak için yalan söyler ve Rahmet’i aramak üzere yola koyulur. Yolda bir ayakkabı tamircisini görür ve ona Necef’in komşusu Sultan’ı tanıyıp tanımadığını sorar. Karşısındaki adam da ona buradaki birçok Afgan’ın isminin Sultan olduğunu söyleyerek karşılık verir. Bunun üzerine Latif “İnşaatta çalışan” der ve adam o dönemdeki birçok Afgan’ın içinde bulunduğu durumu ortaya koyan “Bütün Afgan cemaati inşaatta çalışır” sözlerini sarf eder. “Sohbete sen burada yalnız mı yaşıyorsun?” sözleriyle devam eden Latif, “Yalnız adamın arkadaşı Allah’tır” cevabını alır. Bu sözün üzerine Latif uzaklara dalar ve elinde bulunan çorap ısınmaya çalıştığı ateşten dolayı yanmaya başlar. Bunun üzerine adam “İnşallah kalbinde bu ateş gibi Allah’ın aşkıyla yanar” der. Latif bu sözler karşısında sadece “çok güzel konuşuyorsun” diyebilmiştir. Buna karşılık adam “Sözlerim kalbimden gelir oğul, sağ ol” der. İşte bu dua sanki Latif’in yazgısını yönlendiren bir dua gibidir.
► TENKID
Daha sonra Sultan’ı bulan Latif, Rahmet’i sorar ve onun başka bir yerde çalışmaya başladığını öğrenir. Kızı sürekli görmeye gider. Zor durumda olan Necef’in, Afganistan’da bulunan karısının yanına gitmesi gerekir ama yeterli parası olmadığından Memar’ın yanına gelir ve ondan para ister. Memar, Necef’e para vermek ister ama onunda parası yoktur cebindeki parayı ona verir. Bu olayı gören Latif bir yıl boyunca elini bile sürmediği maaşını Memar’dan “Kız kardeşim çok hasta.” diye bir yalan söylerek alır ve Necef’in komşusu aracılığıyla aileye parayı ulaştırır. Yine bir gün kızı görmeye giden Latif ailenin Afganistan’a gitmekte olduğunu görür ve yanlarına yaklaşır, onu gören kız heyecanlanır ve elindeki poşet yere dökülür. Latif poşetin toplanmasına yardım eder. Kız apar topar onu beklemekte olan kamyonete doğru koşar. Kamyonet hareket eder. Latif’in gözü kızın ayak izine takılır ve bu sırada yağmur şiddetlenir ve film biter. Mecid Mecidi diğer birçok filminde olduğu gibi bu filminde de aile kavramı üzerinde durmuştur. Ayrı-
101
TENKID ►
KITAP & SINEMA
FILMDEN BIR SAHNE
ca zamanın problemi olarak görülen Afgan mülteci “sorunu”na da farklı bir bakış açısıyla bakmış ve İranlılar ve Afganlar arasındaki olumsuz tartışmalara da yer vermiştir. Toplumsal gerçeklik bağlamında onların var olma mücadelesini de filminde işlemiştir. Bununla beraber insanlar arasında var olan ilişkilerin inişli çıkışlı seyrini büyük bir sadelikle yansıtabilmiştir. Beşeri sevginin yalın, saf ve duru biçimini mistik bir havayla seyirciye sunmuştur ancak Mecidi’nin birçok filminde olduğu gibi bu filmde doğu dünyasında yeteri kadar ilgi görmemiştir. Mecidi birçok ödülünü Batı’dan almıştır. Mecid Mecidi ayrıca kendi sinema yaklaşımını da kısaca şu şekilde özet-
lemiştir: “Ben bunu tasavvufi yahut irfani sinema olarak değil fıtrat sineması; yani insaniyeti, aşkı, adaleti ve sevgiyi mesele edinen sinema olarak görüyorum. Çünkü bunlar Allah’ın insanların içine yerleştirdiği duygular. Bütün sanat dallarında da ben buna yakın olmanın gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu hem fıtrat dili, hem Kur’an dili, hem de sanat dili. Biz her sanat dalında bunu başarabilirsek herkese ulaşabiliriz.” Kısacası Mecidi yönetmenliğini yaptığı filmleriyle İran sinemasına mistik bir boyut katmış; özellikle Batı dünyasından fazlasıyla ilgi görüp, birçok ödül almış yetenekli bir yönetmen olarak, izlenmeye değer filmlerin yönetmenliğini yapmıştır…
102
KITAP & SINEMA
► TENKID
film tenkitleri
ELIF EBRAR KESKIN
AMADEUS MOZART MILOS FORMAN ►
yıl bin dokuz yüz seksen dört, uzak tarih. yıl bin yedi yüz doksan bir, yakın geçmiş. amadeus mozart. yoğun gerilimi hissettiren sayısız insani hâli sanat ve sanatçı kişiliği üzerinden kısa bir hayat öyküsü eşliğinde anlatan uzunca bir film. her ne kadar tarihi bağlamına uyuşmayan ögeler taşıdığı için eleştirilmiş olsa da bu bizim için önemli değil. çünkü meselemiz mozart’ı anlamak ya da tanımak değil. öyleyse filmi kısaca özetleyelim. bir itirafla başlayan film akıl hastalarının kaldığı bir mekanda mozart’ın ölümünden otuz iki yıl sonra hala hayatta olan salieri’nin diliyle geçmişe dönen sahneler üzerinden gösterilmektedir. hırçın ve hırslı bir adam
103
olan salieri sanatla ilgisi olmayan bir ailenin çocuğudur. ancak müziğe olan (ya da başka bir şeye) tutkusu, tüm hayatını ünlü bir besteci olmak amacıyla tüketmesine sebep olur. çabaları sonucunda, o dönem müziğin başkenti olan viyana şehrinde saray bestecisi olarak çalışmaya başlar. müzikten anlamaz bir imparatorun övgüleriyle yıllarca avunur. ta ki mozart hayatına girene kadar. dillere destan bir yeteneğe sahip olan mozart, babası vasıtasıyla küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi almış saygın bir kişilik olarak yetiştirilmeye çalışılmıştır. ancak onun ritüellere sığmayan karakteri, sınırları önceden çizilmiş bu hayatı kabul etmek istemez. kuralsız ve hesapsız kişiliğiyle saray halkının hiyerarşik kurallarını rahatsız eden mozart,
TENKID ►
KITAP & SINEMA
tuhaf kahkahalarına rağmen görmezden gelinemeyecek dehası için saraya kabul edilir. zamanın en iyisiyle karşılaşan ve bunu fark edecek bir kapasiteye sahip olan salieri bundan sonraki hayatını hırsına yeni bir boyut kazandırıp yalnızca ünlü bir besteci olmak için değil mozart’a benzemek uğruna tüketir. salieri’ye göre mozart tanrının sesini duyurmak için enstrüman olarak seçtiği kişidir. bunun adaletsizce olduğunu düşünen salieri, mozart’ı öldürerek tanrıdan intikam alacağını düşünür. mozart’ın geçim sıkıntısı çektiği bir dönemde ondan belli bir meblağ karşılığında bir ölüm ayini yazmasını ister. kurgusuyla görünenin ötesinde birçok farklı noktaya değinen film mozart’ın ölümüyle sonlanır. birazdan söyleyeceklerimizin daha iyi anlaşılması için yazdığımız satırlar tamamlandığına göre, filmi rahatça hayat ve insanla ilişkilendirerek anlam boyutunda inceleyebiliriz. yoğun içeriğiyle, göze ve kulağa ustaca hitap eden film, sahte duygularla seyircisini kontrol altına almak istemez ve filmin bitmesiyle yüksek ses ve hareketli görüntüler geriye sanıldığı gibi uyuşmuş bir zihin bırakmaz. tam aksine bir dinginlik aktif bir zihnin anlama çabalarını beraberinde getirir. bu önemli bir noktadır. bunların yanında, kurgunun merkezinde yer alan mozart ve salieri, sıradan filmlerdeki gibi değişmez iyi ve kötü sıfatlarına sahip kişiler değildir. büyük pencereden bakacak olursak film sanat bağlamında insanın zaaflarını ve güçlerini farklı kişiler üzerinden aktarmaktadır. karakterlerin bu in-
sani vasıfları, gerçek hayatta da seçimi kendi iradesiyle yapmamış kişiler üzerinde izlerini gösterdiğinden film her seyirciyi farklı sonuçlara götürebilecek ucu açık bir yapıya sahiptir. film, sanatın iki temel unsuru olan yetenek ve deha kavramları etrafında şekillenmektedir. burada bu iki unsuru sağlam bir duvarın inşası için gerekli olan tuğla ve harç ilişkisine benzetebiliriz. başarılı bir sanat eseri de ancak yetenek ve dehanın aynı kişide bir araya gelmesiyle zirveye ulaşacaktır. bunların yanında deha ve yetenek kavramları birbirinden keskin çizgilerle ayrılmaz. bir işi yapmaya yatkınlığı gösteren yetenek geliştirilerek daha iyi bir noktaya evrilebilir. ancak deha yetenekten çok daha ötede bir şeydir. ona çalışarak ulaşmak mümkün değildir. işte yeteneği üzerinde çalışarak ışığı söndürülmeyen deha da, sanat değeri zirveye ulaşmış eserlerin olmazsa olmazıdır. bu anlamda mozart ideal bir sanatçıdır. hayatını müziğe adamış, bu uğurda birçok şeyden vazgeçmiş ve neredeyse tüm zamanını besteleri üzerine çalışarak geçirmiştir. bu da geliştirdiği yeteneği kendisine bahşedilen dehasıyla da birleştirerek sanat dünyasında her vakit kalıcılığını koruyacak eserler vermesine sebep olmuştur. salieri ise her ne kadar çalışmayı hayatının merkezine alsa da müzik onun dünyasına sonradan girmiş bir şeydir. iyi müzik yapabilmeyi (yine söylüyorum, istediği iyi müzik yapmak değil iyi müzik yapan kişi olmak olabilir) gözünü karartan bir tutkuyla istese de bunu tam anlamıyla kendisiyle bütünleştirememektedir. bu durumda salieri’deki
104
TENKID ►
KITAP & SINEMA
takdir odaklı, rekabete dayalı, kibir ve hırstan arınamamış yetenek, mozart’ın aşkın, zaaflarından arınmış dehası karşısında sonsuza dek ezilmeye mahkûm olarak kalır. bir diğer mesele ise salieri’nin inanç dünyasıdır. her ne kadar tüm isteklerini tanrıya yönelten biri olarak görünse de o tanrıyla faydacı bir ilişki kurmaktadır. film boyunca görülen adalet çırpınışlarının tutarsızlığı da bu çıkar ilişkisinde net bir şekilde görülmektedir. o tatmin olmayan hırsı ve kıskançlığıyla mozart’ın kendini beğenmiş gibi görünen davranışlarına katlanamaz. oysa bunların hiçbiri mozart’ın umurunda değildir. onun karışık planları ve hesapları yoktur. tek isteği içinden gelen müziği yaşamak ve yaşatmaktır. ancak salieri tanrının çalışarak ulaşmanın mümkün olmadığı bu yeteneği neden mozart’a verdiğini bir türlü kabullenemez. film de bu açıdan bakıldığında önemli bir kader problemini konu edinmektedir. vicdan azabıyla daha fazla yaşayamayan salieri’nin intiharıyla başlayan film, otuz iki yıl önce yaşamış mozart’ın ölümüyle son bulur. filmin en kritik noktası da bu uzun ve karışık örgüyü ölüm hakikatiyle beraber düşündüğümüzde çözülecektir. öncelikle olay akışına tekrar dönerek mozart’ın ölümünü hatırlayalım. kimliğini gizleyen salieri mozart’tan belirli bir para karşılığında bir ölüm senfonisi yazmasını ister. ve bunu besteyi tamamladığında mozart’ı öldürüp cenaze töreninde kendi eseri gibi sergileyerek akıllarda silinmez bir iz bırakmak için istemektedir. ancak bu şekilde tanrıdan intikam alacağını
düşünen salieri’nin planı sandığı gibi işlemez. babasının ölümüyle ruhunda derin bir azap kalan mozart, kendince bu kimliği belirsiz kişi üzerinden öteki alemle ilişki kurar. ondan delice korkar ve sürekli kaçmaya çalışır. ancak sonunda pes edip istediği beste üzerine çalışmaya başlar. öyle ki, ölmeden önceki o son anlarında her şeyden habersiz bitirmeye çalıştığı bu besteyi sanki kendi ölümüne yetiştirmek için çabalıyordur. canhıraş bir halde yatağında bestesini mırıldanırken hayatı son bulan mozart’ın salieri de dahil kimse ölüm sebebini tam olarak bilmemektedir. sıradan insanların gömüldüğü toplu bir mezara tozlu bir kefen içinde ölü bedenlerin üzerine atılan mozart gördüğümüz tüyler ürpertici bu sahneyle tüm her şeyi anlatır. artık, herkesi ve her şeyi eşitleyen ölüm karşısında mozart’ın olağanüstü dehası bile ona bir ayrıcalık tanımayacaktır. işte salieri’nin hayatını cehenneme çeviren intihar sebebinin de mozart’ın bu çok şey anlatan ölümü olması kaçınılmazdır.
105
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Çoğunlukla eserlerinde geçici ışık değişikliklerine ve anın geçiciliğine odaklanıyorlardı. Parlak renkleri belirgin fırça darbeleriyle renkleri birbirine karıştırmadan uygulayıp sembolik anlatımlardan uzak durarak resim okumasının önüne geçip anı hissettirmeye çalıştılar.
106
KITAP & SINEMA
► TENKID
sanat
YAĞMUR ŞAHIN
EMPRESYONIZM
Rokoko, Barok, Realizm, Romantizm, Neo Klasizm gibi sanat akımlarının kol gezdiği 19. yüzyılın ortalarında 1840’ın 14 Kasım’ında Paris’te dünyaya gelen Monet 5 yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte Le Havre’ye göç etti. 15 yaşına geldiğinde annesini kaybeden Monet, zamanın büyük bir kısmını okyanus kıyısında yaptığı yürüyüşler sırasında doğayı incelerken geçiriyordu. Sanata ve doğaya her zaman ilgisi olan Monet bu yıllarda resim sanatına ilk adımını atarak karikatür çalışmalarına başladı. Yaşadığı kasabanın bir kitapçısında sergilenen Monet’in karikatürleri zamanın manzara ressamı Jean Roudin’in ilgisini çekti ve bunun üzerine Roudin, Monet’i 1856-1858 yılları arasında yanına aldı ve ona açık havada resim yapma
zevkini aşıladı. 1859 yılında resim eğitimi almak için Paris’e giden Monet özel bir sanat okuluna kaydoldu fakat zorunlu askerlik nedeniyle Cezayir’e asker olarak görevlendirildi. Askerlik döneminde çeşitli sağlık sorunları yaşayan Monet, bir yıl sonra tekrardan ülkesine döndü. Bu yıllarda Paris’in Batignolles Mahallesinde’ki Café Guerbois’da Camille Pissaro, Paul Cézanne, Alfred Sisley, Fredic Bazille, Auguste Renoir gibi ressam ve yazarların katıldığı buluşmalarda, sanatın geleceği hakkındaki teorilerini tartıştılar. Bu dönemde en çok etkilendikleri ressam Manet adında bir ressamdı. Bu yıllarda salon sergileri organize eden ve yarışmalar düzenleyen Güzel Sanatlar Akademisi koydukları kuralların sorgulanmasına alışık
107
TENKID ►
KITAP & SINEMA
değildi. Önce Realistler şimdi ise bu sanatçılar onlara meydan okuyordu. 1963’te Manet ve Courbet eserlerini salonda sergilemek istediler ama jüri kabul etmedi. O sene salon jürisi normalden fazla eseri geri çevirdi. Bunun üzerine Paris’i modernleştirmeye çalışan 3. Napolyon eserlerin değerlendirilmesinde halkın da söz sahibi olması gerektiğini düşündüğü için Reddedilenler Salonu’nu açtı. Çoğu kişi bu sergiye alay etmek için gitmiş olsa da sanatın onaylanmış tarzların dışında da sergileyebilecekleri fikri akıllarda yer almaya başladı. 1873’te başta Manet ve Monet olmak üzere Anonim Sanatçı, Ressam, Heykeltıraş ve Gravürcüler Topluluğu oluşturuldu. Topluluğun ilk bağımsız sergisi 1874 Nisanı’nda gerçekleştirildi. Sergi ziyaretçilerin alaycı ve iğneleyici yorumlarıyla ve Louis Leroy’un eleştiri yazısıyla karşılandı. Leroy, yetersiz ve utanç verici bulduğu Monet’in İmpression Sunrise (İzlenim, Gün Doğumu) eserine atıfta bulunarak sergiyi “İzlenimcilerin Sergisi” olarak isimlendirdi. Böylece bu topluluk için ilk
defa emprestyonistler ismi kullanılmaya başlandı. 1874-1876 yıllarında sekiz sergi daha düzenleyen topluluk zamanla kabul görmeye başladı. Tarzları ve konuları arasında farklılıklar olsa da tüm empresyonistler sanatı modernleştirme çabasındaydı. Çoğunlukla eserlerinde geçici ışık değişikliklerine ve anın geçiciliğine odaklanıyorlardı. Parlak renkleri belirgin fırça darbeleriyle renkleri birbirine karıştırmadan uygulayıp sembolik anlatımlardan uzak durarak resim okumasının önüne geçip anı hissettirmeye çalıştılar. Tablolarında renk kuramlarından yararlanan bu sanatçılar eserlerinde birbirinin zıttı olan tamamlayıcı renkleri bir arada kullanarak görünen rengin daha parlak olmasını sağlıyorlardı. Yıllar geçtikçe Post ve Neo Empresyozim olarak ikiye ayrılan bu sanat akımı Claude Monet, Van Gogh, Manet, Alfred Sisley, Camille Pissaro, Berthe Morizot, Frederic Bazzille gibi birçok sanatçıyı etkisi altına aldı.
Monet’in eserlerine gelecek olursak;
Monet resime bu karikatürlerle başladı.
108
KITAP & SINEMA
► TENKID
İmpression Sunrise (İzlenim,Gün Doğumu)
Monet’in yaptığı tabloya verdiği isim nedeniyle bu sanatçılar yıllardır Empresyonist adıyla anılıyorlar. Eserle ilgili en çok yapılan yorumlardan biri ilk bakışta en dikkat çekici obje olan ‘turuncu güneş’ tir. Güneş resimdeki en parlak şey gibi görünse de bu bir yanılgıdır. Güneş, en az bulutlar kadar parlak fakat sarı ve turuncu
renklerinin kullanımından dolayı resimde ki en parlak objeymiş gibi algılıyoruz. Resimde ki diğer unsurlara baktığımızda resmin tam olarak tamamlanamadığını düşünüyoruz fakat tamamlanmamış gibi görülen unsurlar aslında Monet’in sisli havadan dolayı oluşan kısıtlı görüş mesafesinden dolayı kaynaklanıyor.
109
TENKID ►
KITAP & SINEMA
Monet’in ayrıca “En büyük eserim.” olarak adlandırdığı 8 dönümlük bahçesini gözlemleyerek yaptığı onlarca eseri var. Bu eserlerden en çok dikkat çekenleri suda yüzen nilüfer yaprakları ve suyun üzerine
yansıyan bulutları resmettiği tablolarıdır. Ayrıca Monet’in Paris’in çevresinde ki Giverny Kasabası’nda bulunan bahçesi günümüzde ziyaretçi akınına uğrayan adeta bir açık hava müzesine çevrilmiştir.
Monet 1923’te katarakt sebebiyle iki kez ameliyat olmuştur. Katarakt olduğu dönemlerde hastalığının sebep olduğu durumdan ötürü Monet bahçesini bu şekilde gözlemlemiş ve eserlerinde genel olarak kırmızı tonlarını kullanmıştır. Monet 1926 tarihinde akciğer rahatsızlığından
ölene kadar resim yapmaya devam etmiştir. “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum” sözünün sahibi olan Monet olmak üzere birçok empresyonist sanatçının eserleri günümüzde Paris’te bulunan Marmottan Monet Müzesi’nde sergilenmektedir.
110
KITAP & SINEMA
► TENKID
yaşam
DÜCANE CÜNDİOĞLU'NUN KORONA SALGINI PAYLAŞIMLARI ÜZERİNE DERLEYEN: MURAT ÇELIK
Bazı noktalarına şerhler düşülmesi gerektiğini ve bazı noktalarının tartışmalı olduğunu düşünsem de bu salgınla ilgili karşılaştığım en mantıki, tutarlı ve muhakeme düzeyi en yüksek düşünceler Dücane Cündioğlu'na ait. Buyrun bu epidemik notlardan ilk dördü: “Epidemik Notlar 1: Bilinçli yaşamın yokoluş olasılıklarını konuşmak “Evrensel varoluşun anlamı (amacı) nedir?” sorusuna yanıt aramak demektir. Bu virüs salgınına bir amaç biçerseniz -ki bilim bunu asla yapamaz- olup biteni ‘açıklamış’ olmaz, aksine ona anlam vermiş olursunuz.
Epidemik Notlar 2: Bu virüs salgınının “anlamı” nedir? Teolojik yanıt: • Tanrı bizi sınıyor, günahkar kullarını cezalandırıyor, kıyamet alameti... Politik yanıt: • Üst aklın bir oyunu bu, faiz lobisi devrede, ABD ve israil komplosu, yeni dünya düzeni kuruluyor...
111
TENKID ►
KITAP & SINEMA
“Epidemik Notlar 3: Her iki yanıt da olup bitenin ardında bir bilinçli öznenin varolduğu varsayımına dayanıyor. Yani örtük olarak “Erek varsa bir bilinçli istem de olmalıdır” diye düşünülüyor: teleoloji. Bugün teleoloji (ereksellik) bilimdışı bir varsayım olarak tanımlanmakta. Epidemik Notlar 4: Felsefi yanıt: • Olan olmalıydı / olacak olan olur / o halde olan olur. Doğada erekselliği yadsımakla felsefe kendisini olgunun olası sonuçlarını kestirmekle sınırlar: Bilinçli yaşamın yaşam (doğa) içindeki payının süreklilik biçiminin nasıllığına." (Dücane Cündioğlu'nun twitter hesabından alıntıladım.) Bana göre şerh düşülmesi gereken ya da tartışmalı noktalar: 1. Sosyal bilimler nerede duruyor burada belirsizlik var. Ekonomi gibi pratikte belirleyici bilimler (eğer bilim kabul ediliyorsa) bir erekselliğe yönelmiyor mu? Yöneliyorsa bugün sermayedarların ekonomi -politiğindeki politik ile ekonomi hedeflerini nasıl birbirinden ayıracağız? Daha çok kazanma ve paranın seyri ile üretim -sosyal mekanizmalar- teknolojinin seyri nasıl birbirinden ayrılacak? Teknoloji dediğimizde bilimi burdan nasıl ayırt edeceğiz. Tekno-bilim sermaye sahiplerinin erekselliğine göre ar-ge yapmıyor mu? O zaman tekno-bilim, ekonomi ve sosyal bilimlerin hem konusu hem amacı anlamında multidisipliner bir metodoloji gerektirmez mi? 2. Eğer Dücane Bey, sosyalin bilim olacağını kabul ediyorsa bu bilimin mevzusunun amacından, öznesinin nesnesinden nasıl ayırt edileceğini de açıklaması gerekir. 3. (Yine) Eğer sosyali bilim görüyorsa fen bilimleri ile sosyal bilimlerin nerelerde ve hangi metodoloji ile ayrılabileceğini de göstermelidir. Politik yanıt ile sosyal bilimlerin nerde ayrıştığını belirtmesi beklenir. Elbette politik yanıtta verdiği konuların nerdeyse her biri bir başka sosyal bilim dalına tekabül ediyor. Olgusal ve kavramsal politik olandan bahsedebilmeyi mümkün görüyorsa. 4. Felsefede erekselliğin kalmadığı felsefenin bilime tabi olduğu bilimin de erekselliği artık bilimsel kabul etmediği çıkarımınızla tutarlı. Fakat felsefenin bilime tabi olduğunu ve bilimin erekselliği bilimsel kabul etmemesi cari bilim felsefesi için geçerli kabul edilse de bunun doğru olup olmadığı yeniden tartışılmalı.
112
KITAP & SINEMA
113
â–º TENKID
SINEMA KITAP İSLAM SANATI
"İslam sanatlarını anlatmaya Kâbe'yi anlayarak başlamanın gerekliliği söyleyen Bruckhardt, Kâbe'yi kutsallık-sanat-ibadet denkleminde inceleyen neredeyse tek isimdir."
AMADEUS MOZART
MAĞARADAKİLER
"Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı var? Ezilenlerin ise hür düşünceye ne zamanı ne de imkânı var. Düşünce mutlular için bir lüks, eksiklik duyan için ihtiyaç.” diyor. Biz bu tanımda neredeyiz? Mutlu olup düşünceyi bir lüks olarak görenlerde mi yoksa düşünceye ne zamanı ne de imkânı olanlarda mı?"
2020
"film, sanatın iki temel unsuru olan yetenek ve deha kavramları etrafında şekillenmektedir. burada bu iki unsuru sağlam bir duvarın inşası için gerekli olan tuğla ve harç ilişkisine benzetebiliriz. başarılı bir sanat eseri de ancak yetenek ve dehanın aynı kişide bir araya gelmesiyle zirveye ulaşacaktır."
MART - NISAN
SAYI.03
hökten IHL