Kitap Zamanı

Page 1

Ramazan için en iyi kılavuz Abdullah Aymaz, yeni kitabında Risale-i Nur külliyatından Ramazan, İktisat ve Şükür risalelerini şerh ediyor.

KAPAK: SALİH TEK İN

SAYFA 16

04 EDEBİYAT Efe Ertem

Hür düşünen yazar: Kemal Tahir

06 ROMAN

Ömer Ayhan

Sıra dışı bir roman: Tavan Arasındaki Buda

27 GEZİ

Yusuf Cangüzel

Montaigne ile Avrupa yolculuğu

34

ŞİİR-İ KADİM Ebubekir Eroğlu

Yunus Emre’nin iki özelliği

Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 7 S AY I : 7 9 6 A Ğ U S T O S 2 0 1 2 PA Z A R T E S Ý



K A PA K 0 8 ÜÇ BÜYÜK HAYAT Esir şehrin hür düşünen insanı 4 İslam’ın moderniteyle imtihanı 14 İktisat, bereket sebebidir 16 Mucizeleri saymakla bitmez 17

20

Prof. Nilüfer Göle Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar adlı yeni kitabında sekülerliğin ve dindarlığın etkilerini ulus-devlet mekanizması, kamusal alan ve cinsiyet üzerinden inceliyor.

22

Yevgeni Zamyatin’in bir kült kitap niteliğindeki distopya romanı Biz yeni baskısıyla raflarda. Yazar, Bolşevik Devrimi’ni sertçe eleştirdiği eserini kendi ülkesinde yayımlatamamıştı.

22

Fransız yazar Albertine Sarrazin’in tamamen kendi yaşam öyküsüne sadık kalarak kaleme aldığı Aşık Kemiği yalnızlık, aşk, suç dünyası, ıslahevi, kaçak olma gibi konulara odaklanıyor.

23

Yıldız Ramazanoğlu Görme Bahçesi adlı yeni kitabında, ötekini görerek ilerlemeye çalışanların, aynı zamanda bir sivil toplum inşasını sürdürenlerin hikâyelerini anlatıyor.

Zamanın ruhu, denizin dipleri 20 İlim kendin bilmektir 26 Felsefe hayatı içerir mi? 26 Montaigne ile Avrupa yolculuğu 27

Dehasını hayatına koydu 27 12 Eylül’e romanla bakmak 28 Keloğlan hâlâ aramızda 30 Tersine bir tehcir hikâyesi 32

Üç büyük usta odern edebiyatın üç kurucu figürü Arthur Rimbaud, James Joyce ve Robert Musil hakkında iyi biyografilerin aynı günlerde dilimize kazandırılması edebiyatseverleri sevindirmiş olmalı. Richard Ellmann’ın Joyce biyografisi İngilizcede yazılmış en iyi yaşamöyküsü kitaplarından biri sayılmasıyla, Graham Robb’un Rimbaud biyografisi edebiyat tarihinin belki de en sıra dışı hayatını en ince ayrıntısına kadar anlatmasıyla, Herbert Kraft’ın Musil üzerine kitabı ise büyük romancının dünyasına bir giriş niteliğinde olmasıyla öne çıkıyor. Üç ustanın dünyasına açılan kitapları yan yana görünce bize de üç ismi kapağımıza taşımak düştü. Her yıl özel dosyalarla ya da bu aya ilişkin kitaplarla ramazanı selamlamayı gelenek haline getirmiştik. “Ramazanda ne okuyalım?” diye soran okurlarımız için Abdullah Aymaz’ın Ramazan-İktisat-Şükür risaleleri üzerine yaptığı şerh çalışmasını özellikle salık veriyoruz. Ahmet Kurucan’ın tanıttığı, Ahmed İslamoğlu’ndan Hatıralar da Ramazan okumaları listesine eklenebilecek bir kitap. Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda ve Albertine Sarrazin’in Aşık Kemiği adlı romanları, yeni imzalar tanımak isteyenler için iyi birer seçenek. Sezai Coşkun’un Kemal Tahir üzerine kapsamlı çalışması da ayın önemli kitaplarından. İyi okumalar…

M

FEZA GAZETECÝLÝK AÞ ADINA ÝMTÝYAZ SAHÝBÝ: ALÝ AKBULUT GENEL YAYIN MÜDÜRÜ: EKREM DUMANLI GENEL YAYIN MÜDÜR YARDIMCISI: MEHMET KAMIÞ GENEL YAYIN EDÝTÖRÜ: ALÝ ÇOLAK EDÝTÖR: CAN BAHADIR YÜCE GÖRSEL YÖNETMEN: FEVZÝ YAZICI SAYFA TASARIM: AHMET BÝÇER SORUMLU MÜDÜR VE YAYIN SAHÝBÝNÝN TEMSÝLCÝSÝ: HAYRÝ BEÞER REKLAM GRUP BAÞKANI: MELİH KILIÇ REKLAM SATIÞ DİREKTÖRÜ: ALÝ DEMÝRHÝSAR, REKLAM SEKTÖR YÖNETÝCÝSÝ: EREN ENES REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ YAYIN TÜRÜ: YAYGIN SÜRELÝ ADRES: ZAMAN GAZETESÝ 34194 YENÝBOSNA-ÝSTANBUL TEL: 0212 454 1 454 (PBX) FAKS: 0212 454 14 96 REKLAM TEL: 0212 454 82 47 BASKI: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ TESÝSLERÝ HTTP://KÝTAPZAMANÝ.ZAMAN.COM.TR E-POSTA: KÝTAPZAMANÝ@ZAMAN.COM.TR HER AYIN ÝLK PAZARTESÝ GÜNÜ YAYIMLANIR twitter.com/kitap_zamani

facebook.com/kitapzamanicom

24

Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu hocanın, talebesi Nazif Yılmaz’ın çabasıyla derlenen hatıraları Ahmed İslamoğlu: Hatıralar ve Mülahazalar adıyla okura sunuldu.

28

Turgay Anar’ın, doktora tezine dayanan “Yeni Türk Edebiyatı’nda Edebiyat Mahfilleri” alt başlığıyla yayımlanan Mekândan Taşan Edebiyat adlı kitabı titiz bir literatür taraması.

33 31

Futbol dünyasının gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri olan Lefter’le ilgili beklenen kitap çıktı. Haluk Hergün’ün hazırladığı çalışma, Lefter/Futbolun Ordinaryüsü ismini taşıyor.

Fransız polisiye yazarı JeanChristophe Grangé’nin dilimizde yayımlanan son romanı Sisle Gelen Yolcu, okurun yine son sayfalara kadar merak içinde kalacağı bir macera.


İNCELEME

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Esir şehrin hür düşünen insanı Akademisyen Sezai Coşkun, Esir Şehrin Hür İnsanı Kemal Tahir adlı kitabıyla, Türk edebiyatının en çok tartışılan yazarlarından biri hakkında önemli bir kaynak sunuyor. Kemal Tahir’in yaşamı, fikirleri ve eserleri bu kapsamlı çalışmada ayrıntılarıyla ele alınmış. ESİR ŞEHRİN HÜR İNSANI KEMAL TAHİR, SEZAİ COŞKUN, DERGÂH YAYINLARI, 664 SAYFA, 38 TL

D

EFE ERTEM

önemine göre marjinal fikirleri ve çoğu kez kahramanları aracılığıyla dile getirdiği, topluma ilişkin “kalıba uymayan” görüşleriyle Türk romancılığında farklı bir yerde duran Kemal Tahir, belki de Türkiye’nin en çok tartışılan isimlerinden biridir. Romancılarımızın çoğu, belirlenen sınırlar ölçüsünde radikal, aynı sınırlar ölçüsünde “sıra dışı” iken, Kemal Tahir bu sınırları hiç tanımamış, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş esnasında üretilen toplumsal ve ekonomik varsayımların çoğunu tersyüz etmiştir. Tarihin Doğu’da Batı’dakinden daha farklı şekillendiğini savunan, buna dayalı olarak Osmanlı’nın siyasi, toplumsal ve iktisadi yapısının Marksist teorilerle açıklanamayacağını söyleyen Kemal Tahir’e göre en önemli sorun kendimizi ve bize özgü meseleleri bile Batı’dan öğrenmeye çalışıyor olmamızdı.

HANGİ KEMAL TAHİR? Kemal Tahir hakkındaki değerlendirmeler birbirine o kadar zıt olageldi ki, bu değerlendirmelerin aynı insandan bahsettiğini kabul etmek, özellikle bugün daha güçtür. Onu Türk romancılığının yüz akı ilan eden Cemil Meriç bir yanda, romancılığını beğenmeyen Fethi Naci diğer yandadır. Önemli bir uyuşmazlık da Kemal Tahir’in Anadolu (özellikle köy) insanına bakışına ve onu aktarışına ilişkindir. Her bir mısralarına, her hikâyelerine halk övgüsü ve yüceltmesiyle başlamayı ideolojik gereklilik sayanlar, elbette Göl İnsanları’ndaki Anadolu insanı manzarasından hazzetmeyeceklerdir.

ANADOLU’YA DİL UZATAN ADAM! Anadolu insanına en iyi dışarıdan bakışı yapan ve en doğru fotoğrafı çeken Kemal Tahir, kimi sosyalist yazarlarca halkı tanımamakla, çarpık değerlendirmeler yapmakla suçlanır. Onlara göre kapı komşusuna kazık atan köylülerden, hırsızlık yapan Anadolu insanından söz eden ve bunların nedenini, nasılını irdeleyen Kemal Tahir, köylüyle yalnızca hapishanelerde karşılaşmış ve Anadolu insanını yanlış tanımıştır. Oysa Anadolu halkı, dünya üzerindeki bütün halklardan farklı, ahlâk, iman ve ideolojide hiçbir toplumla kıyaslanamayacak (!) düzeyde ileridedir. Bu ve benzeri nedenlerden ötürü de Kemal Tahir aslında Cumhuriyet düşmanı ve Osmanlıcıdır! Eserlerinin kurgusu, diyalogları ve hikâyeleriyle Türk edebiyatının en’leri arasına girmiş Kemal Tahir, örneğin Oktay Akbal’a göre okunması ve tahammül edilmesi olanaksız bir yazardır. Akbal, Devlet Ana’yı iki yüz sayfa okuduktan sonra bıraktığını itiraf ederken buna imada bulunmuştur.

A’DAN Z’YE KEMAL TAHİR

NE SAĞ BENİMSEDİ NE DE SOL

Doktorasını Kemal Tahir üzerine yapan akademisyen Sezai Coşkun, büyük yazarın hayatının ve edebiyatının tüm dönemlerini, eserlerini ve fikirlerini incelediği Esir Şehrin Hür İnsanı Kemal Tahir adlı kitabıyla önemli bir kaynak sunuyor bize. Esir Şehrin Hür İnsanı, Kemal Tahir’i “İnsan”, “Eserleri” ve “Fikirleri” olmak üzere üç ana başlıkta derinlemesine ele alıyor. Birinci bölüm, doğumu, ilk gençliği, arkadaş çevresi ve eğitim yıllarından başlayarak gazeteciliğine, sosyalizmle tanışmasına, en iyi eserlerini kaleme aldığı Çankırı, Malatya, Çorum ve Nevşehir’deki hapis yıllarına ve Mehmet Barlas’ın evinde Mete Tunçay, Ali Sirmen, İsmail Cem gibi isimlerin de yer aldığı bir tartışmayla sonuçlanan “son gecesi”ne kadar ayrıntılarıyla işleniyor. İkinci bölüm, 1940 öncesi, sonrası ve ölümünün ardından yayımlanan hikâyeleri, romancılığı, romanları ve bunlar aracılığıyla duyurduğu tezlerinden oluşuyor. Üçüncü bölüm ise Kemal Tahir’in, imparatorluğun yıkılışını görmüş ve Cumhuriyet’in kuruluşuna şahitlik etmiş çağdaşlarının arasında neden özel bir yere sahip olduğunu kronolojik biçimde aktaran ve Kemal Tahir düşüncesini bütünsel olarak anlatmayı başaran “asıl” kısım. Yazarın düşünce dünyasının temel kavramlarıyla başlayan bu bölüm, bir kimlik olarak Osmanlılık, Osmanlı’nın oluşum şartları ve kuruluşu, kerim devletmemur devleti gibi konuların ele alındığı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk ve dünya tarihine bakış kısmıyla sürüyor. Marks’ın, Doğu toplumlarının iktisadi yapısını tanımlamak için kullandığı ve Kemal Tahir’in önemle üzerinde durduğu Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) ve ATÜT-Osmanlı ilişkisi de ayrıntılarıyla bu bölümde ele alınıyor. Osmanlı’nın yıkılış sürecinden Cumhuriyet’e geçiş, Atatürk ve Kemalizm üzerine düşünceleri, edebiyat ve dil hakkındaki fikirleri de bu bölümün konusu.

Kemal Tahir’in tartışılan isim olmasının nedeni, bu ülkede tartışılagelen diğer entelektüellerin gündemden düşmeyişinin ana nedeninden farklı değildir: Ömrü boyunca, ilkgençliğinde tanıştığı ilk ideolojinin, ilk fikrin peşinde koşmayı reddederek araştıran, düşünen ve fikir üreten bir isim olması, onun ne sağ ne de sol tarafından benimsenmesinin asıl

4

nedenidir. Osmanlı’nın toprağın tek bir elde toplanmasını engelleyen yapısını kerim devlet olarak nitelediğinde sosyalistleri, yine Osmanlı için talancı devlet tanımını yaptığında muhafazakârları karşısına almıştır. Oysa aynı Kemal Tahir, bir dönem sonra talancı devlet fikrini değiştirebilmiş, yeni tezler üretmeye, hem kendisinin hem de okurunun ufkunu genişletmeye devam etmiştir.

Kemal Tahir



ROMAN

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Farklı, çarpıcı, etkileyici ama... Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda adlı romanı, ABD’de yayımlandığında çok ses getirmiş, 2012 Pen/Faulkner Roman Ödülü ile Boston Globe Yılın En İyi Kitabı Ödülü’ne değer görülmüştü. Okunmaya değer, değişik, zihinde farklı tatlar bırakan bir kitap, çarpıcı bir anlatı; ama çok iyi bir roman değil. TAVAN ARASINDAKİ BUDA, JULIE OTSUKA, ÇEV.: DUYGU AKIN, DOMİNGO YAYINEVİ, 168 SAYFA, 18 TL

T

Otsuka “biz”i zaman zaman tekile de dönüştürüyor. Örneğin Japonya’nın Pearl Harbour baskınından sonra Amerika’da yaşayan Japonlar tek tek toplama kamplarına götürülüyor. Tam 11 sayfa boyunca, Natsuko’nun kocası, Şizuma’nın en büyük kızı Naomi, Nobuye, Atsuko ve daha onlarca talihsiz insan farklı yerlerden “yola çıkıyor”. Kitabın son bölümünü yine “biz” kalıbıyla Amerikalılar anlatıyor. Ne var ki, cümle kalıpları ve ritim değişmiyor.

ÖMER AYHAN

avan Arasındaki Buda’nın tüm dünyada ilgi uyandıran, okurda iz bırakan, dramatik yapısı güçlü bir roman olduğunu önceden duymuştum. Kitabın arka kapağından öğrendiklerimse şunlar: 2012 Pen/Faulkner Roman Ödülü ve Boston Globe Yılın En İyi Kitabı Ödülü sahibi. Ayrıca 2011 National Book Award finalisti. Romanı okuduktan sonra bir Servet-i Fünun öyküsünün sayfalarına geri döneceğimi, ayrıca amazon.com’da kitaba ilişkin bir yorumdan ötekine, sabırla iz süreceğimi elbette tahmin edemezdim. Zira Julie Otsuka’nın romanı birçok problematiği kışkırtan, sıra dışı bir metin.

HÜSEYİN CAHİT YALÇIN’IN ÖYKÜSÜ

BİRİNCİ ÇOĞUL ANLATICI 20. yüzyıl başlarında kendilerine gönderilen fotoğraf ve mektupların cazibesiyle Japonya’yı terk eden genç kızlar, zorlu bir yolculuktan sonra Amerika’ya ulaşır. Burada, daha önce ülkeye yerleşmiş ve kariyer sahibi olmuş, genç, yakışıklı memleketlileriyle evleneceklerdir. Gemiden iner inmez nikâhları kıyılan kadınların eşleri, kendilerine gönderilen fotoğraflardakinden ortalama 20 yaş büyüktür. Amerika’nın, ‘ayak işlerini’ yaptıracak yabancılara ihtiyacı vardır ve kocaların da düzmece fotoğraf ve mektuplarla suç ortağı oldukları kumpas, birbirinden acı olaylara yol açacaktır. Bu noktada Julie Otsuka, şapka çıkarılacak bir hamleyle okuru şaşırtıyor. Talihsiz kadınların dramını kitabın başından sonuna birinci çoğul anlatıcı ağzıyla kaleme almış: “Bize yeni isimler verdiler. Helen dediler, Lily dediler. Margaret dediler. Pearl dediler. Minicik endamımıza, uzun, parlak siyah saçlarımıza hayret ettiler.” Kitabın büyüsü ve kanımca anlatıyı zedeleyen birtakım problemler yazarın dille kurduğu ilişkide aranmalı. Başlangıçta anlatımıyla beni heyecanlandıran roman, sayfalar ilerledikçe bu çarpıcılığa biraz da hayal kırıklığı ekledi. Kitabın insanları neden böylesine etkilediğini anlamak güç değil. Öncelikle okuduğunuzun, her ne kadar roman olarak sunulsa da, gerçek hayat hikâyeleri olduğunu biliyorsunuz. Yazar teşekkür kısmında, yararlandığı tarihsel kaynakların önemli bir bölümünü bizimle paylaşıyor. Hayatları yabancı bir ülkede köleliğe dönüşen çaresiz kadınların başına gelenler, peş peşe doğurdukları çocuklarıyla ilişkileri, hatta kocalarının da aynı girdapta sürüklenişi, Otsuka’nın çarpıcı yöntemi ve iyi tasarlanmış kimi

Julie Otsuka

cümleleriyle deyim yerindeyse yürek dağlıyor. İsyan duygusuyla yol almak zorunda bırakılıyorsunuz, bir sayfadan diğerine. Dudaklarınızın ucunda sabırla beklettiğiniz sorunun farkındayım: Kitapta yanlış olan nedir öyleyse?

latma biçimindeki orijinallik, yazarın ‘atalet’ine yenik düşüyor. Yüzlerce, binlerce kadının dramını ‘biz’den okumak elbette çok etkileyici. Ne yazık ki, bu parlak yöntemi yeterli görmüş Otsuka. Roman boyunca zaman kiplerini ve cümle kalıplarını ‘biz’in güçlü kanatlarına sığınarak sürekli yineliyor. Bir-iki örnek yeterli olacaktır. Size rastgele seçtiğim bir paragraftan, cümlelerin -hiç atlamadan- sadece son sözcüklerini sıralayacağım. Böylece romanın -baştan sona- nasıl bir anlayışla yazıldığı görülecektir: “büyüdüler-direttiler-reddettileriçtiler-döktüler-konuştular-dediler…”

KURMACAYA DÖNÜŞEMİYOR Kabaca kitabın bir türlü kurmacaya dönüşememesi diyeceğim ilk elde. Romanı baştan sona, hayatın karanlık, çok karanlık bir dönemini, insanın tekinsiz yanını gösterdiğini ‘bilerek’ okuyorsunuz. Otsuka, bir kurmacanın çok katmanlı koridorlarında dolaşmanıza izin vermiyor. Üstelik an-

6

Gelelim amazon.com’a dünyanın dört bir yanından yazılan yorumlara. Kitabı hem bir tür büyülenmeyle okur, hem de söz ettiğim noktalarda hayıflanırken başka okurların metni nasıl yorumladığını belki de ilk kez bu kadar merak ettim. Yorum yazanların üçte ikisi kitabın bir başyapıt olduğunu söylerken, üçte biri -ki bunca beğenilen bir roman için yine de düşündürücü bir oran- kitabı sevemediklerini, hatta yarıda bıraktıklarını belirtmişler. İşin tuhafı, kitabı sevmemelerinin nedeni romanda, alışkın olduğumuz biçimde karakterlere yer verilmeyişi. Bense tam da bu yüzden etkilendim Tavan Arasındaki Buda’dan. Yorumları okuyunca şunu düşündüm. Okur aslında fazlasıyla bağımlı alışkanlıklarına, yeniliklerden ürküyor. Bir de kitabın şiirsel olduğundan söz edilmiş. Bu görüşe de katıldığımı söyleyemeyeceğim. Baştan sona aynı kalıpla yazılan romanda o duyguyu veren, Uzakdoğu toplumlarının, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, hayatı şiir gibi algılayıp yaşayabilmeleri. Kitapta sık sık karşımıza çıkan gelenek, inanç ve ritüellere dair cümleler sağlıyor bu yanılsamayı. Japon nesrinde şiiri solumak için Kawabata, Mişima, Tanizaki gibi yazarlara şans vermeli. Romanı bitirdikten bir süre sonra Hüseyin Cahit Yalçın’ın bir öyküsünü hatırladım. “Biz”in anlattığı bir ütopya öyküsü: “Hayat-ı Muhayyel”. Üstelik Otsuka’nın kaçınılmaz olarak anakronizmin gölgesinde yazmasına karşılık, Hüseyin Cahit tamamen kurmacanın çeperlerinde dolaşmış. Yalçın’ın öyküsünün Otsuka’nın romanı kadar çarpıcı olduğunu iddia etmeyeceğim. Ama yüz küsur yıl önce, Türk edebiyatında nesrin henüz geliştiği bir dönemde, bugün bile şaşırtıcı olan bir anlatım biçiminin kullanılmış olması, kuşkusuz ilginç. Şöyle bağlayacağım; okunmaya değer, değişik, zihinde farklı tatlar bırakan bir kitap Tavan Arasındaki Buda. Çarpıcı bir anlatı. Ama çok iyi bir roman değil.



KAPAK

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Yazarların oklukirpisi James Joyce İngiliz dilinde yazılmış en iyi biyografilerden biri kabul edilen, Richard Ellmann’ın James Joyce hakkındaki hacimli kitabı nihayet dilimizde. Ellmann, Joyce’un hayatından seçtiği ayrıntılarla, alıntılarla, mektuplarla, tanıkların hikâyeleriyle, kaynaklardan süzdükleriyle yeni bir James Joyce portresi sunuyor bize. JAMES JOYCE HAYATI VE ESERLERİ, RICHARD ELLMANN, ÇEV.: ZAFER AVŞAR, KABALCI YAYINLARI, 1022 SAYFA, 75 TL

H

A. ESRA YALAZAN

eyecanlı bir filmi, bir sonraki sayfasında ne olacağını merak ettiğiniz bir romanı, finalini henüz bilmediğiniz bir hayat hikâyesini sondan başa doğru okuyamazsınız. Bu, okuma hazzını mahveder, yolculuğu anlamsız kılar. Ama eserlerini ve yaşam biçimini az çok bildiğiniz bir yazarsa söz konusu olan, hayatının farklı dönemlerine bir kitapkurdu gibi sızıp bilmediklerinizi keşfetmek için dayanılmaz bir istek duyarsınız. Hele ki kitap iyi yazılmışsa... Peki, bir biyografiyi en basit ifadeyle ‘iyi’ kılan nedir? Edebiyatın diğer disiplinleri gibi onun da belirli ölçütleri vardır elbette. Anlatımı, araştırmaların metindeki işlevi, üslup, tanıklıklar, alıntılar, kaynaklar, konuya yakınlık vs. ama bu nesnel yaklaşımın ötesinde kendine has atmosferi, dili, içtenliği, mesafesi ve kalıcı olma dürtüsüyle okuru kavrayan öznel bir tavrı da yok mudur hayat hikâyelerinin? Doğrusu ben kendi adıma roman olarak tasarlananları pek sevmem. Onlardan film yaparlar genellikle ve pekâlâ eğlenerek seyredilir ama eğer ciddiyetle üzerine çalışılmış bir hayattan bahsediyorsak onu kendi gerçekliği içinde kavramayı tercih ederim. Bu anlamda, hâlâ geçtiğimiz yüzyılın tartışmasız en usta biyografi yazarı Stefan Zweig -kendisi de bir yazar olduğu için- şefkatle kucakladığı bütün sanatçıların hayatlarını incelikli üslubuyla romansı bir atmosfere kavuşturmuştu ama onlardan roman yapmadı. Benim için bir biyografiyi kalıcı ve edebi kılan ölçüt, okura hangi niyetle ve dille aktarıldığıdır, nasıl kurgulandığı değil.

RICHARD ELLMANN’IN JOYCE AŞKI… Richard Ellmann’ın James Joyce (Hayatı ve Eserleri) başlıklı kitabını görünce biraz ürktüm. Daha yakın zamanda okuduğum, ondan biraz daha ince ama klişe deyişle ‘tuğla’ Marquez biyografisi gibi değildi sanki. Hayatı tarihlerle, şehirlerle dönemlere ayıran başlıklar önce fevkalâde soğuk, ansiklopedik göründü bana. Ama Richard Ellmann’ın giriş yazısını okumaya başlayınca korkum biraz geçer gibi oldu. Öncelikle kitapta Ellmann’ın İrlanda edebiyatı üzerine otorite kabul edildiğinden başka bilgi bulamadığımı ve buna şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Bin sayfalık dev bir biyografi çalışmasını (son yüz sayfası notlar,

kaynakça ve dizin) hazırlayan yazarın kim olduğu, bir okur olarak Joyce’dan daha çok ilgimi çekiyor. Nedenini Paris Review’da okuduğum bir röportajın girişinden alıntı yaparak anlatmaya çalışayım. Henry James gibi pek çok bilinen ismin biyografisini yazan Leon Edel’le ‘biyografi sanatı’ üzerine yapılan söyleşi şöyle başlıyordu: “Bir biyografi yazmaya genellikle aşka düşerek başlanır. Bu karasevdanın ne kadar süreceği belli olmaz. Nesnesi ölene dek tek taraflı bir aşk hikâyesidir. Pek çok biyografi, cazibeden ve şefkatten uzak başlar. Bir şiir duyar, şairinin peşine düşersiniz mesela. Hayat hikâyesini onu yazarken keşfedersiniz, değişimini görürsünüz. Gerçekler ortaya çıkar. Aşk nefrete dönüşebilir. Bir aşk hikâyesinde olabilecek her şey başınıza gelebilir.” Buna benzer düşünceleri içeren uzun bir röportajdı. Bu cümleler Richard Ellmann’ın çabasını da özetliyor sanki.

tılımının her anını ölçüp biçmelidir.” Ellmann, Joyce’un hayatından seçtiği incelikli ayrıntılarla, alıntılarla, eserlerinin hayatındaki izdüşümleriyle, kesişmeleriyle, mektuplarla, tanıkların hikâyeleriyle, kaynaklardan süzdükleriyle yeniden bir James Joyce ortaya koymuş adeta. Ancak onun da kitabın hemen başında belirttiği gibi, deha olduğu kabul edilmişken bu kadar çok eleştirilen az yazar vardır edebiyat tarihinde. Hal böyleyken her toplumun, sınıfın ona dair algısı da keskin çizgilerle ayrılıyor. Bir de pek çok yazarda görülen gelgitler Joyce’un hayatı söz konusu olduğunda neredeyse efsane-

‘O HEM TUTSAK, HEM DE KURTARICI’ Ellmann, başlangıçta Joyce’un hemen bütün edebiyatseverlerce bilinen özelliklerinden ziyade onu neden seçtiğini ve hayatının her anını edebiyat tarihine geçirdiğini şaşırtıcı bir berraklıkla anlatmış. Joyce gibi bir yazarın yaşamının diğerlerinden neden farklı olduğunu kişilik özellikleriyle değil, yaşamını sanatına dönüştürme biçimiyle açıklıyor: “O hem tutsak hem kurtarıcıdır. Böylece sırasıyla, deneyimleri, yeniden biçimlendirme işlemi, uyuma kalkma gibi yeknesak olaylarla iç içe onun hayatının bir parçası haline gelir. Biyografi yazarı sanatçının aynı anda sürüp giden bu ka-

8

vi bir hal alıyor. Sanırım bu yanılsamayı oluşturan da Ellmann’ın fevkalâde yerinde olan şu tespitinde söylediği şey: “Bugün nasıl ki Picasso sevmemek modaya dönüşüyor, yarın da Joyce sevmemek moda olacaktır.” Oldu bile! İşte bu kitap tam da o modanın rüzgârına kapılanlara cevap olsun diye yazılmış sanki. James Joyce hakkındaki onca yorum, analiz ve eleştiriden sonra zihnime kazınan ironik tespit yine Ellmann’ınki oldu: “O, yazarların oklukirpisidir.” Joyce’un labirentimsi hayatının sokaklarında dolaşırken onu öyle hayal ettim. Kıskanç, çekilmez, huysuz, kimilerine göre düpedüz sapkın, “sıradan bir kahraman”. İltifatlardan pek hoşlanmadığı ama bunu delicesine arzu ettiği söylenen Joyce, kendisini övmek isteyen Fransız akademisyene, “Benden bir kahraman yaratmaya çalışma, orta sınıftan basit bir adamım.” demiş. Ellmann, hakkında bin sayfaya yakın not tuttuğu Joyce’un hayat hikâyesini bunu hiç unutmadan yazmış bana kalırsa. Her döneminde, onun kimlerden etkilendiği, yazıyla, ailesiyle, kadınlarla ilişkisinin yanı sıra toplum algısını da hiç unutmadan, sabırla (Joyce’un onu dünyada meşhur eden Ulysess’i örmesine benzer bir tavırla) anlatmış.


KÝTAP ZAMANI

KAPAK

6 AĞUSTOS 2012

BİNLERCE BELGE

ZAHMETLİ BİR OKUMA

Bir biyografi yazarının olup biten her şeyi görebiliyormuş, nedenlerini anlamış gibi aktarması (bir tür ‘tanrı-yazar’lığa öykünmek de denebilir) kuşkusuz bazılarını rahatsız edebilir. Ancak Ellmann bunu çok uzun bir anlatıda kullandığı binlerce belgeyle o kadar ikna edici ve dengeli yapıyor ki, bir okur olarak kendinizi ona rahatça teslim ediyorsunuz. Bu anlamda, sadece bir yazarın hayatını değil, döneminin edebiyatçılarını, şairlerini, felsefecilerini, sanatçılarını da oradaymış gibi, onca ayrıntının içinde kaybolmadan izleyebiliyorsunuz. Ellmann, sık sık araya girip düşüncelerini anlatan bir yazar değil belli ki. Ancak yeri geldiğinde, hikâyenin anlatıcısı olarak araya girip size Joyce’un iç dünyasını göstermekten çekinmiyor. İtalya yıllarını anlattığı bölümde, olayların dışına çıkıp olan biteni uzaktan izliyor: “Nora’yla 1904’te tanıştığında onun sadece karısı olması yeterli bir şey değildi, kraliçesi ve hatta tanrıçası olmalıydı. Aşkını tümüyle kazanarak mükemmel kılmak için Nora’nın önce onu en kötü haliyle kabul etmesi şarttı.” Nora’nın kabul ettiğini ilerleyen sayfalarda ürpertici ayrıntılarla izliyoruz. Tıpkı onun neredeyse her adımını, soluğunu, gün ışığına çıkmamış hayallerini eserleriyle buluşturan Ellmann’ın da, Joyce’u olduğu haliyle kabul ettiği gibi.

Böylesine hacimli bir kitabı sıradan bir biyografi yazarı, meraklı bir gazeteci ya da bir romancı yazsaydı daha mı kolay okunurdu bilinmez ama kitabın sonunda Ellmann’ın cömertçe teslim ettiği cümleler, yazının başında belirttiğim ‘tek taraflı aşkın’ derinliğini ve tarafsızlığını olanca berraklığıyla gösteriyor: “Joyce’un yaşadığı hayata dışarıdan bakarsak iğreti ve dengesiz gelebilir. Ama özünde o, bu hayatı eserleri gibi bilinçli yaşamıştır. Kitaplarını yarattığı aynı hünerle dünyayı o eserleri okumaya zorladı. Bloom’a ve diğer başkarakterlerine verdiği sevecen gülüş, ailesine gösterdiği şefkatle aynıydı. O, sözcükler dâhil her şeyi sakınarak kullanan burjuva geleneğine sırtını dönmüş, edebiyatın en ıssız yolundan gitme cesareti göstererek cafcaflı bir üslup yaratmayı başarmıştır.” Malum, Joyce’un sembollerle yüklü, destanlarla, mitolojiyle beslenen, sözcük oyunlarının çoğu zaman hikâyenin önüne geçtiği kitaplarını okumak çok kolay değildir. Onun eserlerinde ve yaşamında ihtişamdan uzak olan yüceliği gören Richard Ellmann’ın bu dev biyografisini de okumak epey zahmetli. Ama “okurunu fethetmek yerine fethedilmeyi arzulayan Joyce’u” sevenler, onun Joyce için söylediklerini sonunda anlayacaklardır: “…Her şeyi kuşatıcı, amansız ve muhteşem olmak Joyce’un yücelik üslubudur. Zor bir üsluptur ama Finnegan’s Wake’te olduğu gibi sonunda ödüllendirilecektir.”

9


KAPAK

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

‘Bir şölendi yaşamım’ Arthur Rimbaud’nun sıra dışı yaşamına dair en kuşatıcı biyografilerden olan Graham Robb’un kapsamlı çalışması raflarda yerini aldı. Kitap, şair hakkındaki yarı mitsel öyküleri de es geçmeden, tamamı belgelere dayanan ayrıntılarla, titizlikle hazırlanmış. RIMBAUD, GRAHAMA ROBB, ÇEV.: SÜHA SERTABİBOĞLU, İŞ BANKASI YAYINLARI, 543 SAYFA, 48 TL

Ş

KEMÂL YANAR

airliğe heveslenmiş her gencin kendisini ikinci bir ‘Arthur Rimbaud vakası’ olarak düşlediği bir an vardır. Karaladığı üç beş kırık dizeyle kendini var ettiğini, bir ‘deha’ya dönüştürdüğünü sanması yetmezmiş gibi, genç sanatçı geleceğe de yön verecek, sanata yeni ve benzersiz bir soluk getirecektir. Oysa gerçek, bütün bu düşlerden uzaktır çoğu zaman. Rimbaud, her yönden, tüm çılgın aşırılığıyla tarihte tektir. Henüz yeniyetmeliğini tamamlamadan dile ve Fransız şiirine hâkimiyeti şaşırtıcı, yeteneği ise benzersizdir. Onu kıyaslayabileceğimiz bir örnekten yoksun oluşumuz, ‘kâhin’in Tanrı vergisi şiirsel gücünü yorumlamak açısından da bizi çaresiz bırakır. Söz konusu Arthur Rimbaud ise, çağdaşlarının onun karşısında yaşadığı şaşkınlık bizim için de geçerliliğini sürdürmektedir. Rimbaud ile ilgili anlatılan yüzlerce efsaneden birine göre Baudelaire, genç şair henüz 17 yaşındayken kendisiyle tanışmış ve saçlarını okşayarak ona “Çocuk Shakespeare” diye hitap etmiştir. Paul Valéry ise şair hakkında belki de en özlü tanımlamayı getirir: “Bilinen edebiyatın tamamı ‘ortak aklın’ diliyle yazılmıştır; Rimbaud’nunkiler hariç.”

BENZERSİZ BİR ROMAN KAHRAMANI GİBİ Modern dönemde sanatçı yahut şair kavramının aşırılığının oluşmasında belki de en büyük pay sahiplerinden biri olan Rimbaud, “istenmeyen bir yük gibi geride bıraktığı” şiirlerinin birer saatli bomba etkisi göstermesinden çok daha önce yaşamıyla kendi hâlesini oluşturmuş, ardından gelen edebiyat tarihçilerine yüklü bir malzeme armağan etmiştir. Şöhret için başlı başına yeterli olabilecek “Sarhoş Gemi”, “Sesliler” gibi şiirlerinin, “Cehennemde Bir Mevsim”, “Illuminations” gibi düzyazı-şiir yapıtlarının yanı sıra; büyük Fransız şairi Paul Verlaine ile ilişkisi, yirmili yaşlarında şiiri terk edip Kuzey Afrika’da fırtınalı bir hayata çekilişi onu benzersiz bir roman kahramanına dönüştürmüştür: “On üç ülkeye yolculuk yapmış, fabrika işçisi, öğretmen, dilenci, liman işçisi, ücretli asker, denizci, kâşif, tüccar, silah kaçakçısı, sarraf ve Habeşistan’ın güneyinde-

Arthur Rimbaud (1854-1891)

ki bazı yerlilerin gözünde de Müslüman bir peygamber olarak yaşamıştı.” Hepsinden öte de yeryüzündeki kehanet gücünün en büyük şiirsel temsiliydi.

mına benzeyen Rimbaud hakkında yazmanın ağır bir bedeli olduğunu kabul etmek gerek. Yazar, giriş yazısında bu gerçeğe şöyle değiniyor: “Söylencelerin içyüzünü açığa çıkarmak ve yanlış anlayışları düzeltmek hoş ama sonuç olarak boş ve hatta kendini kandırmaktan öteye gitmeyen bir çaba. Rimbaud’nun ‘aynalar galerisinde’ en az Rimbaud’nun yapıtlarındaki karakterler kadar Rimbaud vardır. Rimbaud araştırmacılarının, yılda ortalama on kitap ve yetmiş sekiz makaleyle gösterdiği gibi, onun şiiri canlı bir konserin edebi eşdeğeri değil, karmaşık, neredeyse patolojik derecede muğlâk bir yapıtlar topluluğudur.” Soyağacını barbar atalara bağlamaktan hoşlanan Jean-Nicolas Arthur Rimbaud (1854-1891) asker bir baba ile çiftçi bir aileden gelen bir

RIMBAUD’NUN AYNALAR GALERİSİ Şiir çevirisi konusundaki tartışmaları bir yana bırakırsak, yapıtları dilimize oldukça yetkin isimler tarafından aktarılan Rimbaud’nun yaşamına dair en kapsamlı incelemelerden biri geçtiğimiz günlerde meraklılarının ilgisine sunuldu. İş Bankası Kültür Yayınları’nın biyografi serisinden çıkan Graham Robb’un yaklaşık 550 sayfalık çalışması, şair hakkındaki yarı mitsel öyküleri de es geçmeden, belgelere dayanan akademik bir özellik taşıyor. Biyografi yazarlığının güçlüğü bir yana, yaşamı bir şimşek çakı-

10

annenin oğluydu. Dönemine göre oldukça geç yaşta evlenen bu çiftin (annesi Vitalie yirmi yedi, babası Frédéric ise otuz sekiz yaşındaydı) aralarında sevgi ve bağlılığa benzer duygulardan eser yoktu. Vitalie Rimbaud’nun hırslı ve tartışmaya kapalı sert mizacının aksine, baba entelektüel çalışmalara meraklı, hevesli bir derleyiciydi. Subaylığı süresince bulunduğu Afrika’da yerel halkın şakalarıyla ilgili hazırladığı bir derlemenin yanı sıra, Kur’an’ın bir çevirisini de yapmıştı. Oysa Madam Rimbaud’ya göre edebiyata dair her şey saçmalık ve ikiyüzlülüktü. Bu sert mizaç, ardı ardına dünyaya gelen dört çocuğun ertesinde Frédéric için katlanılmaz bir hal alacak ve Eylül 1860’ta alayına giden yüzbaşı bir daha geri dönmeyecekti. Rimbaud üzerinde, erken sayılacak bir dönemde ailesini terk eden babadan ziyade, ağırlıklı olarak annesinin baskın kişiliği yer etmiştir. Yaşamının büyük bölümünü annesiyle bir mücadeleye, hatta bir tür savaşa dönüştüren Rimbaud, toplumsal bir rol olarak ‘oğulluğu’ reddetmiştir: “Vitalie Cuif’in, ikinci oğlu Arthur tarafından yapılmış bir karakalem resimden başka görüntüsü muhtemelen yoktur. Bu resimde, sert kara hatlı, kederden iki büklüm olmuş ya da migren ıstırabı çeken, düğmeleri boğazına kadar ilikli, saçı bir filenin içine sıkı sıkı toplanmış, gergin, iskelet gibi biri görülür. Kendi kuşağından hiç kimse Vitalie’yi tarif etmemiştir, kadın hep loş ışıkta kalmış gibidir.”

BİR DEHANIN DOĞUŞU Arthur’un despot bir annenin gözetiminde geçen çocukluğu tipik bir ‘dehanın doğuşu’ öyküsüdür. Okul yaşamı ardı ardına gelen başarılarla geçen şair, Latince ve Fransızca gramer, tarih, coğrafya, aritmetik gibi derslerde de öğretmenlerinin gözdesidir. Henüz 10 yaşındayken ilk karalamalarını içeren defter, “Cahier des Dix Ans” (On Yaş Defteri) daha sonra araştırmacılar için Rimbaud’nun ilk metinlerini kapsama özelliği taşır. 1870’te, 16 yaşındayken şiirleri dergilerde yayımlanmaya başlamıştır bile. Hocası Izambard’a yazdığı mektupta, “Hissediyorum, içimde bir şey var, çıkmak istiyor.” diyen şair için doğduğu kasaba kendi gelişmesinin önündeki en büyük engel, sa-


KÝTAP ZAMANI

KAPAK

6 AĞUSTOS 2012

belgelerde geçen “Je est un Autre” (Ben bir başkasıdır) denklemi, halen süren çözümleme girişimlerini kışkırtacaktır: “Şimdilerde, olabildiğince sefihleşiyorum. Neden mi? Şair olmak istiyorum ve görünmezi gören kâhin olmaya çalışıyorum: Siz hiç anlamayacaksınız bunu ve ben de size anlatmayı aşağı yukarı beceremem. Bütün duyuların karıştırılmasıyla, düzenlerinin bozulmasıyla bilinmeze ulaşmak söz konusu… Acılar çok büyük, ama güçlü olmak, şair doğmak gerek ve kendimi şair olarak görüyorum. Bu hiç de benim suçum değil.” Düşlerinde büyüttüğü Paris, Arthur için kısa bir sürede başka bir cehenneme dönüşecektir: “Günlük yaşam çok yavaş ve ilhamdan yoksundu. İnsanlar aşırı durumlarda daha ilginçti”. Artık Paul Verlaine gibi bir yoldaş da bulduğu bu macera engellenemez bir hız kazanacak, şairin gerçekleşmesi kaçınılmaz kaderi onu sıra dışı bir çocuktan büyük bir şaire dönüştürecektir: “Eskiden iyi anımsıyorsam eğer, bir şölendi yaşamım, bütün yüreklerin açıldığı, bütün şarapların aktığı. Güzellik’i dizlerime oturttum bir akşam. – Ve acı buldum onu.- Ve sövdüm ona. Önlem aldım toplumsal düzene karşı. (…) Çamurun içinde yattım. Suçun havasında kuruttum kendimi. Ve delilik üzerine güzel numaralar yaptım. Ve bahar gerzeklerin iğrenç gülüşünü getirdi bana.”

natın ve şiirin başkenti Paris ise yaşamını sürdürebileceği tek şehirdir. Üçüncü sınıf bir vagonda, koltuğun altına gizlenerek yapılan ve polis zoruyla eve gönderilmesiyle sonuçlanan ilk kaçış, bir kaçışlar zincirinin de ilk halkası olacaktır. Graham Robb’un tasviriyle, şairin o yaşlardaki halini göz önüne getirmek pek de zor değil: “Rimbaud, görünüş olarak da farklı yaşların bir karışımıydı. Hâlâ küçük melon şapkasını giyiyordu ve güya Delahaye’i etkilemek için şapkayı bir gün ayağının altında ezinceye kadar da giymeye devam etti. 1870’in sonunda boyu ancak bir metre altmış iki santimdi fakat 1871’in sonlarına doğru yaklaşık on iki santim uzamıştı ve tuhaf bir şekilde, bir omzunu diğerinden öne çıkararak yürüyordu. Ölümünden sonra -ve beklenmedik şekilde- akromegali (özellikle ellerin ve ayakların aşırı büyümesi) tanısı konduysa da bu tanı metaforik olarak onun beyni için düşünülebilir. Yeni biriyle tanıştığında yüzü kızarır, en ufak bir dokunmada irkilir, günlerce konuşmadan durur ve bazen de gergin çocuklar gibi gülme krizine girerdi.”

“ŞAİR DOĞMAK GEREK” Daha kasabasından çıkışı öncesinde, dönemin önde gelen isimlerinden Georges Izambard’a yazdığı mektuplar şairin kehanet gücünün işaret fişeği olarak tüm modern edebiyatı etkileyecek; bu

11


KAPAK

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Hiçliğin bekçisi: Robert Musil Alman edebiyatı profesörü Herbert Kraft, Musil-Nitelikli Bir Adam adlı biyografisinde modern romanın kurucu figürlerinden Robert Musil’in eserlerini, düşüncelerini ve elbette hayatını anlatıyor. Kitap, yedi farklı konuşma metninin bir araya getirilmesiyle oluşmuş. MUSIL-NİTELİKLİ BİR ADAM, HERBERT KRAFT, ÇEV.: ALİ NALBANT, YKY, 300 SAYFA, 20 TL

R

rına çok yakın bir mesafeden anlatımını sürdürmüş, bu da kitabın bağımsızlaşmasını engellemiş. Kraft, Hugo von Hoffmansthal’dan yaptığı alıntıda, “… ilişkiler dokusu, gitgide bir hiyeroglif, bir yüz biçimi alır.” ifadesinin altını çiziyor. Çünkü Kraft’ın yapmaya çalıştığı şey, o az görünen yüzü değil de daha çok görünen ‘hiyeroglif yüzü’ anlatmaktır. Kraft, her ne kadar “Öğrenci Törless’in Bunalımları”, “Yaşarken Açılan Miras”, “Birleşmeler”, “Hayalperestler”, “Başlangıçlar” ve “Notlar” gibi başka başlıklar açsa da aslında yapıt boyunca Musil’in, ne yazarsa yazsın, özünde Niteliksiz Adam’a varan bir provalar zincirini sürdürdüğünü söylüyor. Yazının büyülü ikliminden dünyayı seyredenler için yapıtın en değerli bölümü “Üç Müneccim Kral”. Çünkü bu bölümde Musil’in, Thomas Mann’dan Herman Hesse’ye, Elias Canetti’den Stefan Zweig’a, Flaubert’den Dostoyevski’ye kadar bir dizi yazar hakkındaki görüşleri ve onlarla ilişkileri var. Takdir eder, hak verirken bir hayli ketum olan Musil, kendisi dışında bir tek Kafka’yı gerçek bir yazar olarak kabul ediyor. Thomas Mann, onun için, “Ölümsüzlüğünden sizinki kadar emin olduğum bir başka Alman yazarı yok!” demişken o, Mann’ı yerden yere vuruyor.

MEHMET ÖZTUNÇ

uhu ‘ifratla’ mayalanmışlardan Jean Paul Sartre’a, yazı uğruna sağlığı ile oynadığına dair istifham yüklü bir imada bulunulunca, “Sağlık ne için verilmiştir ki insana? Sağlığı yerinde olmaktansa -bunu hiç böbürlenmeden söylüyorum- Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yazmak daha yeğlenesidir, uzun, sımsıkı, kendisi için önemli bir şey yazmak çok daha yeğlenesidir.” diye karşılık verir. Sartre’ın uğruna sağlığını verdiği yazma tutkusuna, adı James Joyce, Franz Kafka, Marcel Proust ve Herman Broch’la birlikte 20. yüzyıl romanının kurucuları arasında anılan, ruhunun bir parçasını hep kuytularda saklamasını bilmiş Avusturyalı yazar Robert Musil bütün bir hayatını vermiştir. Musil, yazmanın taş döşekli inzivasına çekilirken Nazi hışmından kaçıp sığındığı İsviçre’de 61 yaşında ‘açlıktan’ ölmüştür. Başka bir iş yapma tekliflerini ise sırf Niteliksiz Adam üzerine çalıştığı için reddetmiştir. Ölüme, başyapıtı Niteliksiz Adam’ı, tam da niteliklerine uygun bir biçimde, eksik bırakarak gitmiştir.

‘DÜŞÜNCELERE AİT BİYOGRAFİ’ Sigmund Freud, bıçak soylu bakışlarıyla, Musil’in büyük bir hayranlık duyduğu, çeperleri en sağlam yazarlardan biri olan Goethe’yi bile kanlar içinde bırakmıştır. Çünkü ona göre yazmanın dip akıntısı çocukluktan kalan ve bir türlü aşılamayan zaaflardı; yani yazar sara nöbetleri geçiren bir hasta, yazı ise sayıklama nöbetleriydi. Freud, psikanalizin marazi gözleriyle, aslında her metnin özü itibarı ile bir biçimde özyaşamsal itiraflar barındırdığını savlıyordu. Ona göre edebi bir yapıt, günah çıkarma odasıydı. Robert Musil ise Flaubert’in “Madam Bovary benim” sözünü merkeze alarak, bu kadar yakın bir yerden değil de daha dışarıdan, kendisini ‘Niteliksiz Adam Ulrich’ ile özdeşleştirir ve ona düşüncelerini, yaratılışındaki bazı özellikleri giydirir. Ulrich-Musil özdeşleşmesi üzerine söz alan Ernst Fischer, Musil’in Niteliksiz Adam hakkında konuşurken, “Asıl önemlisi: Düşüncelerime ait bir biyografi” dediğini aktarır ve “Musil, Ulrich tipiyle kendi düşüncelerine ait böyle bir biyografiyi vermeye çalışmıştır.” der. Niteliksiz Adam’dan (Ulrich) yola çıkan Alman edebiyatı profesörü Herbert Kraft, Musil-Nitelikli Bir Adam adlı biyografi çalışmasında Robert Musil’in eserleri, düşünceleri ve elbette hayatı etrafında söz alıyor. Gölgemizin büyüklüğünü bedenimiz değil, onun üzerine düşen ışık belirler. Bu yüzden biyografi yazarının

SÜRGÜNDE ÖLDÜ Robert Musil (1880-1942)

en ölümcül malzemesinin beden üzerine düşecek ışık olduğuna inanıyorum. Niteliksiz Adam’ı yazmış, handiyse o kitabın bir parçası haline gelmiş Robert Musil için “Nitelikli Adam” tanımlamasını yeğleyen Kraft, ışığını hangi yönde kullandığını da açıkça belirtmiş. Bu tespiti, Musil’in ne kadar Ulrich olduğunu gösterse de, “Nitelikli Adam” tanımlamasını gölgelemez: “Hiç kimsenin Ulrich rolünden başka bir rolü oynarken gözlemlemediği Robert Musil, karaktersiz insanların çağında, kendi buluşu olarak düşündüğü ve yazdığı ilkesel imgeye, niteliksiz adam imgesine sıkı sıkı sarılmıştı.” Kraft, Sigmund Freud’un savına arka çıkarcasına, “Elbette bütün yazarlar yaşamlarından yola çıkarak yazar, fakat bunu Robert Musil kadar kapsamlı yapanı enderdir. Betimlediklerini ya yaşamış ya duymuş ya da okumuştu.” demeyi de ihmal etmez.

nı keşfetmek” olduğunu söyleyen Musil, aslında bize anahtar hükmünde bir yargı da veriyor. Kitabın ilk bölümünde, “Her türlü yaşamak üzerine daha önce yaşama göre bir resim çizerek” başlığını kullanan Kraft, her ne kadar bir yaşama yaslanmış olsa da fotoğraf değil de bir resim çalışması yürüteceğini söyler. Yani hem keşfin hem de inşanın uçlarına değen bir çalışma. Musil’in kendisi de elinden geldiğince fotoğraf çektirmekten uzak durur. Kraft, bunu yüzünün Musil’in “hırçın özgüvenini” taşıyacak güçten yoksun olmasına bağlıyor. Öyle ki Musil, makalesini basacak olan yayınevine yeni bir fotoğraf çektirip göndermektense makalesini geri çekmeyi yeğler. Kraft’ın yapıtının en büyük zafiyeti, ilki 1977’de Sheffield Üniversitesi’nde, sonuncusu 2012’de Münster Üniversitesi’nde farklı bağlamlarda yaptığı yedi konuşma metninin bir araya getirilmiş olması. Alışılagelmiş bir biyografi umanlar, MusilNitelikli Bir Adam’ı okurken hayal kırıklığı yaşayabilir. Çünkü Kraft hayattan çok yazıya odaklanmış ve Musil’in yapıtla-

BİYOGRAFİ: İNŞA MI KEŞİF Mİ? Biyografi yazmak bir inşa mıdır yoksa bir keşif yolculuğu mu? Belki de her ikisi. Bir romancının en temel arayışının “iç insa-

12

Musil iki dünya savaşı görmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nda katıldığı orduda, içindeki militarist coşkuyu tatmin edemeden eve dönmenin hayal kırıklığını yaşayan, savaşı Alman ruhunun mihengi olarak gören adam, İkinci Dünya Savaşı’nda antifaşist bir tutum takınır. Zaten kitapları bir süre sonra ‘muzır neşriyat’ kapsamına alınır, o da Niteliksiz Adam’ı yazmayı Viyana’da değil, sürgüne gittiği Cenevre’de sürdürür ve bu şehirde ölür. Kraft bu bölümü, klasik biyografinin diliyle aktarıyor: “1942’de eşi Marta Musil, eve geldiğinde kocasını yerde ölü yatarken buldu. Musil’in ölü bedeni Cenevre Saint-Georges mezarlığının krematoryumunda yakıldı.” Herbert Kraft, geleceği dünyanın, hayatın arka planı olarak gören Musil’i bir karatahtaya işler gibi yazmış. Nietzsche’nin, “Uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.” sözünü bağlamından kopararak söylersek, Musil gibi tekinsiz bir uçuruma uzun süre bakmak, tutuk bir heyecan kadar umutsuz bir körlüğü de kuşanır. Kraft’ın üslubu belki tam da bu yüzden Musil soylu bir anlatım giyinmiştir: Kırıklı, çatlakları çok, bütünlükten yoksun, heyecanı zayıf…



DÜŞÜNCE

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

İslam’ın moderniteyle imtihanı Prof. Dr. Bedri Gencer’in, ilk baskısı 2008’de yapılan İslâm’da Modernleşme adlı eseri gözden geçirilmiş yeni basımıyla okura sunuldu. 1839-1939 arasındaki yüz yılı kapsayan kitap, modernizmin İslam düşüncesi ve toplumları üzerindeki etkilerini inceliyor. İSLÂM’DA MODERNLEŞME, BEDRİ GENCER, DOĞU BATI YAYINLARI, 895 SAYFA, 55 TL

P

SAKİNE KORKMAZ

rof. Dr. Bedri Gencer’in, ilk baskısı 2008’de yapılan İslâm’da Modernleşme adlı eseri gözden geçirilerek Doğu-Batı Yayınları’nca tekrar okura sunuldu. Prof. Dr. Şerif Mardin hocanın kitaba yazdığı önsözde “çığır açıcı bir inceleme” olarak nitelediği eser, her ne kadar, özellikle “Anadolu’daki genç akademisyenlerin ilgileri” ve yazarının “eserle ilgili çeşitli formatlarda katıldığı elliye yakın program” olsa da kanaatimizce daha fazla ilgiyi hak ediyor. Bunu Gencer’in ele aldığı konularda derin ve entelektüel bir tartışma ortamı yaratması bağlamında söylüyorum. Zira eser önemli tezlerinin yanında önemli sorular sorduran, entelektüel tartışmalara kapı aralayan bir inceleme. Kitabın gördüğü ilgiye de değindiği “İkinci Yayına Önsöz”ünde geleneksel kültür hayatımızın “kurum ve kanallarının tamamen kaybolduğu ülkemizde artık kültür hayatının değil cılızlığından, varlığından bile söz etmek zordur” diyen Gencer’le; “İslam’ı Bilmek” adlı yazısında “Türk entelijansiyası, bırakınız bir inanç objesi olarak alımlanmasını, bir bilgi objesi olarak da İslam’ı kavramış, onu anlamış değildir. ‘Bilmek’le inanmak arasındaki zihinsel sınırlar, kasıtlı bir tavırla silinmeye çalışılmış, bundan dolayı da bir bilgi objesi olarak İslam’ı temellük etmenin, tuhaf ama anlaşılabilir bir fanatizmle ‘gericilik’, ‘yobazlık’ anlamına geldiği sanılmıştır.” diyen Hilmi Yavuz’un haklı tespitleri birleşince İslâm’da Modernleşme’nin neden yeterli ilgiyi görmediği anlaşılıyor.

MODERNİZMİN İSLAM DÜŞÜNCESİNE ETKİLERİ 1839’la 1939 arasındaki yüz yılı kapsayan İslâm’da Modernleşme, yaklaşık yüz sayfası geniş bir kaynakça ve bibliyografyayı kapsayan dokuz yüz sayfalık bir eser. Değerlendirilmesi ve eleştirilmesi bu yazının imkânlarını aşan kitabın her bölümü ayrı bir incelemeye konu olabilecek nitelikte. Gencer’in temel meselesi modernizmin İslam düşüncesi ve toplumları üzerindeki etkileri. Yazar bu etkiyi öyle derinlemesine inceliyor ki, örneğin “İslam düşüncesi” kavramını kullanmanın dahi “sekülerizmin kapanına düşmek” olduğu görüşünde. Yani modernizmin İslam toplumlarının üzerindeki etkisini salt bir yaşam biçimi olarak değil, dilden düşünceye evrilen bir etki şekilde değerlendiriyor. Çalışmasının geniş hacmi Gencer’in metodoloji olarak geleneksel “ilm-i küll” (disiplinlere parçalanmayan, dünyayı bir bütün olarak kavramaya imkân veren bütüncül yaklaşım) ile sosyolojinin babası sayılan Marx Weber’in kullandı-

Prof. Dr. Bedri Gencer

ğı mukayeseli-tarihî perspektifi benimsemesinden kaynaklanıyor. Gencer’e göre İslam dünyasının modernleşme süreci Doğu ile Batı’nın akültürasyon’unun sonucudur. Dolayısıyla Batı’nın modernizm serüveni bilinmeden Doğu modernizminin kavranmasına imkân yoktur. Buna en önemli örnek, din savaşlarına son veren Westphalia Antlaşması anlaşılmadan, Ernest Renan’ın İslam’a yönelttiği “İslam terakkiye manidir” ithamının anlaşılamayacağı iddiası. Çünkü 19. asrın ilk yarısında Avrupa’da Protestanların Katoliklere yönelttiği, “Katoliklik mâni-i terakkidir” tezi din savaşlarının sona ermesiyle bu kez gizli Protestan olan Cizvit Ernest Renan aracılığıyla “İslam mâni-i terakkidir” şeklinde İslam dünyasına yöneltilecektir. Gencer’in temel tezi, “Batılı kozmopolitanizmin dönüşümü modern Batı/Doğu karşılaşmasını nasıl etkilemiştir?” sorusundan ortaya çıkıyor. Sekülerleşmeyle birlikte din medeniyete, hak ve batıl dinler Batı ve Doğu medeniyetlerine dönüştürülmüştür. Artık Hıristiyanlaştırmanın mümkün olmadığını anlayan Batı bu kez medenileştirme projesine girişmiştir. Avrupa-merkeziyetçiliğin yani Batı’nın kimlik inşası için kendini merkeze koyup Doğu’yu öteki olarak seçmesinin miladı konusunda farklı görüşlerin öne sürüldüğü biliniyor. Gencer milat olarak (tıpkı Edward Said gibi) Napoleon’un Mısır seferini alıyor. Napoleon, kişiliğindeki Mesihçilik ve “evrensel dünya düzeni kurma” idealiyle birlikte Doğu’yu medenileştirme hareketinde sıcak savaş için ge-

nelde İslam dünyasını, özelde Osmanlı Devleti’ni seçmişti. Böylelikle medenileştirme projesi Mısır’ı fiziksel, Osmanlı’yı kültürel olarak etkilemiş ve İslam’ın bu iki öncü topluluğunda modernizme karşı iki tepki gelişmiştir. Türk ve Arap dünyasının öncüleri olarak Namık Kemal ve Muhammed Abduh’un kolektif İslam yorumlarından yola çıkarak modernizmin iki dünyadaki etkilerini inceliyor yazar. İki İslam topluluğunu ‘meşruiyet ve akliyet’ üzerinden okuduğu bölüm okura ciddi sorular sorduruyor. Sunuş yazısında Şerif Mardin’in de bugüne kadar ilk kez Bedri Gencer’in tespit ettiğini söylediği, “Batı’nın kendi meşrebine uygun olarak benimsediği ‘medeniyet olarak Arap İslamı’na karşı ‘din olarak Türk İslamı’nı nasıl ötekileştirdiği” meselesinin argümanlarını ortaya koyarken, Arap İslamı’nın ‘medeniyet’le, Türk İslamı’nın ise ‘din’ (fıkıh) ile özdeşleştirildiği tespitinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum. “Din ile imparatorluk arasındaki ilişkiyi Osmanlılar, geleneksel olarak ‘din ve devlet’in ikizliği formülüyle ifade etmişlerdir.” diyor Gencer. Böyle bir ikizlik söz konusuysa Osmanlı fethedip “imparatorluğuna” kattığı toprakların halklarını neden İslam’ı kabul etmeye zorlamamıştır? Gencer’in argümanının canlı bir kültürel ortam için tartışılmasını umuyorum.

SEKÜLERİZMİN KAPANINA DÜŞMEK Gencer’in çalışmasının bir başka önemli özelliği ise kavramların izini sürmekteki titizliği. Bu konuda Reinhart Koselleck’in

14

geliştirdiği begriffsgeschichte (kavram tarihi) metodunu geliştirerek takip ediyor. Kavramların izini sürdüğünde ortaya sekülerizmin ağzıyla konuşan bir İslam dünyası çıkıyor. Gencer’e göre “İslam medeniyetinin değerleri” ifadesini kullanmak, “sekülerizmin farkında olmadan kapanına düşmek” demek. Çünkü gelenekte ne ‘medeniyet’ ne de ‘değer’ vardır. Bu iki kavram da Batı’nın icadıdır. ‘Değer’in kapitalizmin gelişmesiyle, değişim ve fiyat kavramıyla ortaya çıkışından hareketle, geleneksel dünyada karşılığı bulunmayan bir kavram olduğunu söylüyor yazar. Fıkıh, kelam, sünnet gibi geleneksel kavramlar İslam hukuku, İslam düşüncesi, İslam felsefesi gibi seküler kavramlara dönüşmüştür. Gencer’in bu mukayesede verdiği bir örnek de modernizmdir. Ona göre modernizmin geleneksel kültürde karşılığı bid’attır. Peki, modernizmi bid’at kabul etmek bizi neredeyse fundamentalist bir yoruma sürüklemez mi? (Burada bir parantez açarak gelenekteki muhafazakârlığın da moderniteyle birlikte fundamentalizme dönüştüğü tespitinin yine Gencer’e ait olduğunu belirtelim.) Kavramların etimolojisinin izini sürerken dilin doğal değişimi teorilerini reddetmiş de olmuyor mu yazar? Sekülerizmin İslam toplumları üzerinde meydana getirdiği değişim sadece dil düzleminde incelenmiyor eserde. Fıkıh ve edebiyat gibi geleneksel disiplinlerin sosyolojiye, ‘ulema’nın ‘aydın’a dönüşümü de yine tarihsel arka plan okumalarıyla ortaya konuyor.



RİSALE-İ NUR

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

İktisat, bereket sebebidir Abdullah Aymaz, Risale-i Nur üzerine kaleme aldığı serinin son kitabında Ramazan, İktisat ve Şükür risalelerini şerh ediyor, günümüzün büyük hastalığı israfa ve şükürsüzlüğe karşı çare yollarını gösteriyor. Aymaz Hoca, Risale-i Nur’un farklı yerlerinden ilgili kısımları bir araya getirip açıklamış, alıntılarla ve hatıralarla zenginleştirmiş.

A

FOTOĞRAF: HALİT ÖMER CAMCI

RAMAZAN İKTİSAT ŞÜKÜR RİSALELERİ ÜZERİNE, ABDULLAH AYMAZ, ŞAHDAMAR YAYINLARI, 150 SAYFA, 7 TL

AHMET DOĞRU

bdullah ibni Abbas (radiyallahu anh) hazretlerinden nakledilen bir hatıra vardır. Saadet asrının mesut bir gününde, günün en sıcak saatinde Server-i Kâinat Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) ile iki sadık yâri, Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer (r. anhüma) mescitte karşılaşırlar. Böylesine sıcak bir vakitte evden dışarı adım atmak âdet olmadığından birbirlerine bu durumun sebebini sorarlar. Üçünün de sıcağa rağmen dışarı çıkma sebebi aynıdır: Bastırmakta zorlanılan açlık hissi. Kâinat Sultanı (s.a.s.) ve iki müstakbel halifesi hep birlikte Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin Mescid-i Nebevî’nin yanındaki evine yönelir. Abdullah ibni Abbas hadiseyi uzun uzun anlatmaktadır; kısaca söylersek, Eyyûb Sultan hazretlerinin evinde, yeryüzünün en şerefli misafirlerine kızartılmış ve haşlanmış et ile ekmek ikram edilir. Sofraya koruk, taze ve kuru meyvelerinin bir arada olduğu, yani her çeşidini üzerinde barındıran bir hurma dalı da konulur. Allah Resûlü’nün emriyle bir parça et ve ekmek, günlerdir böyle yemek görmemiş olan Fatıma-ı Zehrâ (r. anha) validemize gönderilir. Yemek yenildikten sonra Fahr-i Cihan Efendimiz (s.a.s.) gözlerinden inci tanesi gibi yaşlar akıtarak, “Ekmek, et, kuru, koruk ve taze hurma” der ve “Sonra o gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” ayetini okurlar, ardından da eklerler: “Bu nimetler de kıyamet gününde sorulacaklardandır.”

BOLLUK ARTTIKÇA ŞÜKÜR AZALIYOR MU? Sultan-ı Kevneyn Efendimiz’in (s.a.s.) nadir zamanlarda sofrasında bulunan böyle birkaç çeşit yiyecek, bugün çoğumuz için adiyattan. “Ne güzel katıktır” buyurduğu sirke, bizim için ekmekle tek başına yenilen bir yemek çeşidi değil, sadece yemeğe lezzet vermesi için kullandığımız bir katkı maddesi. Yılın hangi mevsiminde bir markete adım atacak olsak her mevsimden, her memleketten binlerce çeşit yiyecek, içecek önümüzde hazır. Belki de tarih boyunca hiç görülmemiş bir bolluğu yaşıyoruz. Peki ya huzur? Kaç kişinin gönlü mutmain? Elbette her zaman, her yerde Hakk’ın hususi ikramına mazhar has kulları vardır, fakat dışarıdan nazar edildiğinde çoğu insanın şükürsüzlüğün bereketsizliğini yaşadığını görmemek mümkün değil. Bolluk arttıkça nimetin kıymetini idrak, dolayısıyla şükür azalıyor. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) gözlerinden yaşlar akmasına sebep olan hakikat üze-

rinde çok tefekkür etmemiz, hayatımızı her an yeniden gözden geçirmemiz gerekli. Abdullah Aymaz, Risale-i Nur üzerine kaleme aldığı şerh serisinin son kitabında günümüzün bu büyük hastalığına çare yollarını gösteriyor. Ramazan, İktisat ve Şükür Risaleleri Üzerine’de Aymaz hoca, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin üç risalesi ile Risale-i Nur’un farklı yerlerinden konuyla ilgili kısımları bir araya getirip açıklıyor; Üstad’ın hayatından ve talebelerinin hatıralarından alıntılarla etrafını cami bir risale dersi yapıyor. Kitap, Cihan Yenilmez’in Bediüzzaman Hazretleri’nin Ramazan ayını nasıl geçirdiğini anlattığı bir yazıyla başlıyor ve “Ramazan Risalesi” ile devam ediyor. “Ramazan Risalesi”, bu mübarek ayı Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine, nimetlerinin şükrüne, toplum hayatına, nefsin terbiyesine ve serkeşçe muamelelerinden vazgeçmesine, Kur’an-ı Hakîm’in indirilmesine, insanoğlunun ahiret kazancına, şahsi hayatına, nefsin aczini görerek kulluğunu bilmesine bakan yönleriyle dokuz nükte halinde izah ediyor.

rek kovan, 25 sene hizmetini gören yüz paralık çay kaşığı kırıldığında atmayıp tamir ettiren Üstad Bediüzzaman’ın hayatı, iktisat ve bunun takipçisi olan bereketin adeta tecessüm etmiş bir misali. Talebelerinden Süleyman Rüşdü, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî risalesinde onun bu halini şöyle anlatıyor: “Üstadımızın hasta olmadığı halde bütün ramazanda yediği gıdayı hesap ettik; bir tek francala ekmeği, yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki, yirmi dört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Fazlaya ihtiyacı olmadığı için yiyemiyordu. Bu hal, ramazandan sonra ona yazdırılacak olan İktisat Risalesi’nin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametine bir işaret idi.” Üstad’ın kendisi de üzerindeki sakoyu yedi sene evvel eski olarak aldığını ve beş sene boyunca elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettiğini belirterek, “Bereket, iktisat ve rahmet-i ilahiye bana kâfi geldi. İşte şu numuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i ilahiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum.” diyor. Aynı şekilde, az miktarda bir balı şaban ve ramazan ayı boyunca iktisatla kullandığını görenlerin o vaziyetini belki hasislik sandıklarını belirtiyor ve “Fakat haki-

İKTİSAT VE BEREKETİN CİSİMLEŞMİŞ MİSALİ İktisadı Kur’an-ı Kerim’in emrettiği bir hayat düsturu olarak kabul eden, âdeti dışında fazladan yumurtlayan tavuğu “Benim iktisat kaidemi bozuyor.” diye-

16

kat noktasında, o zahirî hısset [cimrilik] altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük.” ifadesini kullanıyor. “Şükür Risalesi”nde ise insan lezzetli bir yemeği yiyip şükrettiğinde, o nimetin şükür vasıtasıyla bir nur, uhrevî bir cennet meyvesi olacağını söylüyor.

İKTİSATLI OLMAYAN, ZİLLETE DÜŞER Bediüzzaman günümüzde dünya hayatını ebedî hayata, cam parçalarını bâki elmaslara değişenlere ise hayret ediyor. İktisatlı olmayanların zillete, mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzet olduklarını söylüyor: “Bu zamanda israfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus [uğursuz] bir para veriliyor. Demek manevî yüz lira zarar ile maddî yüz paralık bir mal alınır.” Hayatında iktisadın ve şükrün bereketini gören, kimseye yüzsuyu dökmeden, dinini dünyaya âlet etmeden, dünyalık için insanlık şerefine zarar vermeden, hatta hediye bile kabul etmeden Allah’tan başkasından müstağni bir ömür süren Üstad bunları söylüyor. Bir an için kendi dünyamıza nazar edelim; bu cümleler çoğu zaman etrafımızda yaşananların, geçmişte yaşanmışların özeti değil mi?


KÝTAP ZAMANI

RİSALE-İ NUR

6 AĞUSTOS 2012

Mucizeleri saymakla bitmez Ufuk Yayınları tarafından yayımlanan sadeleştirilmiş Risale-i Nurlar arasından son olarak “Mucizât-ı Ahmediye” risalesi, 19. Mektup - Peygamber Efendimizin Mucizeleri adıyla okurla buluştu. Kitapta, Bediüzzaman Said Nursi, Peygamber Efendimizin üç yüzden fazla mucizesini anlatıyor. 19. MEKTUP-PEYGAMBER EFENDİMİZİN MUCİZELERİ, BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ, UFUK YAYINLARI, 331 SAYFA, 7 TL

U

de hazırlanan kitapların orijinal Risalelerle karışmaması için gösterilen gayretin bir ifadesi. Zira ne kadar mükemmel olursa olsun hiçbir tercüme ya da sadeleştirmenin bir eserin aslının yerini tutmayacağını onlar da biliyor. Buna rağmen sadeleştirirken Risalelerin aslına ve ruhuna sadık kalmak için azami gayreti göstermişler.

HASAN KALECİK

fuk Yayınları tarafından yayımlanan sadeleştirilmiş Risale-i Nurlar arasından son olarak “Mucizât-ı Ahmediye” risalesi, 19. Mektup - Peygamber Efendimizin Mucizeleri adıyla okurla buluştu. Nesiller arasında büyük bir dil kopukluğu olduğu, dünyanın global bir köy haline gelmesiyle ana dili Türkçe olan, fakat farklı coğrafyalarda yaşayan veya Türkçeyi yeni öğrenen gençler için de eski metinleri okumanın neredeyse imkânsızlaştığı bir gerçek. Hal böyle olunca bir hazine değerindeki Nur Risalelerini, bu eserlere gönül vermiş, aslından okuyan, anlatan, hayatına rehber edinen kesimlerin haricine de ulaştırmak için -aslının yerine koymamak şartıyla- günümüz insanına hitap eden şekilde sunmak bir zorunluluk. Gönül arzu etse de herkese “Bu eserleri okumak için dilini öğrenmek zorundasın!” diyemiyorsunuz. Öte yandan bildiklerimizi paylaşmak, güzelliklerin, hakikatlerin tebliğini ulaşabileceğimiz son noktaya ulaştırmak da en önemli görevlerimizden. Yayınevinin yetkilileri de bu yolda dile getirilen eleştiriler karşısında yaptıkları açıklamalarda sadeleştirme çalışmalarının kesinlikle Risaleleri değiştirmek anlamına gelmeyeceğini, yayımladıkları kitapların orijinal eserlere alternatif olmadığını ısrarla vurguluyorlar. Sadeleştirme kapsamında yapılanları, “eskiden beri Risale derslerinde fiilen yapılagelen izah geleneğini kitabın sayfalarına taşımaktan ibaret bir gayret” olarak görüyor ve “Bizim Nurların maksadına hizmetin ötesinde bir niyetimiz yok, olamaz. ‘Hatamız, eksiğimiz yok; en güzelini yaptık!’ demiyoruz. Ancak diğer dillere çevrilirken yaşanan anlam kayması ve mânâ kayıplarının burada en asgari şartlarda kaldığını, bunun için azamî titizlik gösterdiğimizi düşünüyoruz. Şunu betahsis ifade etmek isteriz ki yaptığımız işin, Risale-i Nurların alternatifi olduğunu asla düşünmedik, düşünemeyiz. Her birimiz onu yine aslî halinden okuyoruz ve okumaya da devam edeceğiz.” diyorlar. Sadeleştirilmiş Mucizât-ı Ahmediye’nin kapağına “Mucizât-ı Ahmediye” yerine “Peygamber Efendimizin Mucizeleri” başlığını koymaları ve çalışmayı gerçekleştirenlerin imzalarına yer vermeleri

ÜÇ YÜZDEN FAZLA MUCİZE “Peygamber Efendimizin Mucizeleri”, Resûlullah Efendimiz’in (sallahu aleyhi vesellem) farklı alanlarda gerçekleşmiş üç yüzden fazla mucizesini bir araya getiriyor ve izah ediyor. Üstad Bediüzzaman, Mucizât-ı Ahmediye risalesi için, “Nakil ve rivayetleri aktarmakla beraber, yüz sayfayı geçtiği halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezberden, dağ başlarında, bağ köşelerinde, üç dört günde, her gün iki-üç saat çalışmak suretiyle tamamının on iki saatte yazılması harika bir hadisedir.” diyor. Kitapta anlatılan mucizelerin tamamı sahih kaynaklardan, ilmî kesinliğe sahip rivayetlerden naklediliyor. Bediüzzaman, kitabın başına koyduğu ihtarda bu risalede çok hadis-i şerif naklettiğini, fakat yazarken yanında hadis kitapları bulunmadığı için lafızlarda bir yanlışlık varsa “hadis-i bi’l-mânâ” olarak kabul edilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Sadeleştirilmiş nüshada Bediüzzaman’ın yanında kitap olmadan yazdığını söylediği hadislerin kaynakları dipnotlarda tek tek belirtilmiş, ayrıca kitabın sonunda kaynakların tespitinde faydalanılan eserlerin bir listesi verilmiş. Risalede “Resûl-u Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) peygamberlik davasını ilan etmiş, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve hakikati delilleriyle bilen tahkik ehli zâtlara göre, bine varan açık mucizeler ortaya koymuştur. O mucizelerin –bir bütün olarak- varlığı, peygamberlik davası kadar kesindir.” denildikten sonra risalet bağında açmış mucize gülleri, gerçekleştiği alanlara göre tek tek sayılıp izah ediliyor. Risaleye ilave olarak kaleme alınan zeylde de, “Ey hayalî arkadaşım! Şimdilik yeter, geri dönmeliyiz. Zira şu zamanda, şu yarımadada yüz sene de kalsak, o zâtın hayret verici icraatının ve vazifelerinin yüzde birini bile tamamen kavrayıp seyrine doyamayız.” denilerek meseleye nokta koyuluyor.

17




GÜNCEL-DÜŞÜNCE

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

‘Medeniyet’in sınırları

Zamanın ruhu, denizin dipleri Yayınına ara veren Anlayış dergisinde yayımlanan söyleşiler, “Türkiye Söyleşileri” üst başlığıyla bir dizi kitapta toplanıyor. Derginin her sayısı için alanında yetkin bir isimle yapılan konuşmalardan oluşan dizinin yeni çıkan üç kitabı, zamanın ruhunu anlamak için birer rehber niteliğinde.

Prof. Nilüfer Göle Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar adlı yeni kitabında, sekülerliğin ve dindarlığın etkilerini ulus-devlet mekanizması, kamusal alan ve cinsiyet üzerinden inceliyor. Göle, Avrupa toplumlarındaki hareketliliğin yargı ve siyaset tarafından doğru okunamadığı görüşünde.

DERİN DEVLET, AK PARTİ VE TÜRKLER, KOLEKTİF, KÜRE YAYINLARI, 230 SAYFA, 12 TL CUMHURİYETÇİLİK, MİLLİYETÇİLİK VE İSLAMCILIK, KOLEKTİF, KÜRE YAYINLARI, 275 SAYFA, 15 TL KÜRESELLEŞME, DİN VE MEDENİYET, KOLEKTİF, KÜRE YAYINLARI, 231 SAYFA, 12 TL

SEKÜLER VE DİNSEL: AŞINAN SINIRLAR, NİLÜFER GÖLE, METİS, 176 SAYFA, 14 TL

84.

NİHAT DAĞLI

sayısıyla yayınına ara veren Anlayış dergisi, geçmiş zaman dergilerinin soyundandı. Meselesi ve derdi olan… Kendi ifadesiyle, “İlahî düzlemde her şey Mukadder olsa da, beşerî düzlemin Muhtemelliğinin bilinciyle, Mevcut’un mahkûmu olmamak adına Muhayyel’e doğru kanat çırpıp Mümkün’ün sınırlarını yoklayan” bir dergi… Sırtını verdiği ‘dağ’ın imkânlarıyla ‘mevcut’tan geçip ‘muhayyel’e yürüyen, böylelikle ‘mümkün’ü gerçekleştiren… Bir medeniyet perspektifine sahip kadronun çıkardığı Anlayış’tan geriye şimdilik yayınevleri ve kitaplar kaldı. Ve bu yazı, Anlayış’ta yayımlanan söyleşilerin oluşturduğu bir seriye işarettir. “Türkiye Söyleşileri” başlıklı bu serinin yeni yayımlanan üç kitabı şöyle: Derin Devlet, Ak Parti ve Kürtler; Cumhuriyet, Milliyetçilik ve İslamcılık; Küreselleşme, Din ve Medeniyet… Derginin her sayısında gündemin başlığında duran konuda yetkin bir isimle söyleşi yapılmış, dergi yayına ara verdikten sonra söyleşilerin tümü “Türkiye Söyleşileri” üst başlığı altında kitaplaştırılmış.

SON ON YILDIR KONUŞTUKLARIMIZ Kitapların başlıklarında sıralanan konuların her biri ‘olay’dır. İçinden geçtiğimiz zamandan kalkan toz… Hem önem hem de mahiyet açısından olay… Son on yıldır yaşadığımız, konuşmaya devam ettiğimiz mevzular… Öyle deniyor; olaylar, zamanın tozudur. Zaman deniz ise olay denizden kıyıya vuran dalgadır. Böyle olduğundan, dalga denizden, olay da yaşanan zamandan bağımsız okunamaz. Çünkü olay ve dalga, geldikleri yerde yaşanan mecaz ve şifrelerdir. Zamanda ve denizde bir şey olur, bu kendini olay ve dalga şeklinde gösterir. Mecaz ve şifrenin çözümü ise bedel ister. Olayın/dalganın ne söylediğini anlamak ve neyi haber verdiğini kavramak için zamanın ve denizin künhüne vâkıf bütüncül bir bakış gerekir. Zamanın ruhunu ve denizin diplerini bilmeden olay ve dalga anlaşılamaz. “Türkiye Söyleşileri” serisinin kitaplarını okurken, konuların mahiyeti ve konuşmacıların perspektifi bana bunu hissettirdi. Konu, konuyu açan sorular ve sorulara verilen cevaplar, zamanın ruhu ve denizin diplerinden geçen bütüncül bir bakışa işaret ediyor. Söyleşi verenleri söyle sıralayabiliriz: Derin Devlet, Ak Parti ve Kürtler kitabı; Ahmet Turan Alkan, Avni Özgürel, Cemil Ko-

F

çak, Haşim Haşimi, Kazım Berzeg, Mesut Yeğen, Metin Heper, Muhsin Yazıcıoğlu, Mustafa Özel, Osman Can, Ömer Taşpınar, Serap Yazıcı, Ümit Fırat ve Zühtü Arslan… Cumhuriyet, Milliyetçilik ve İslamcılık kitabı; Ahmet Davutoğlu, Beşir Ayvazoğlu, Burhanettin Duran, Cevat Özkaya, Etyen Mahçupyan, Ferhat Kentel, Gökhan Çetinsaya, Halil Berktay, Hamza Türkmen, İbrahim Kalın, Kemal Karpat, Mustafa Şentop, Ömer Çaha, Ömer Laçiner ve Taha Akyol… Küreselleşme, Din ve Medeniyet kitabı; Abdülkerim Süruş, Alper Görmüş, Bülent Aras, Bülent Yıldırım, Hayrettin Karaman, Mehmet Görmez, Muhammed Nureddin, Nezih Erdoğan, Richard Falk, Sabri Orman, Numan Kurtulmuş, Seyyid Hüseyin Nasr, Stephan M. Walt ve Şinasi Gündüz… Dikkat çekmek istediğim bir diğer husus da şu: Serideki kitapların başlıklarında sıralanan konuların tarafları var. Ayrıştıran, çatıştıran, taraflarda farklı yüzler edinen meseleler… Mesela Türkiye son on yıldır kendi derin devletiyle hesaplaşmanın sıkıntılarını yaşıyor. Üç dönemdir iktidarını sürdüren AK Parti kadrosu bir yığın tartışmanın nesnesi ve öznesi. Yüzyıllık ömrü bulan Kürt meselesi ülkeyi/toplumu kilitlemiş durumda. Türkiye bugüne kadar hiç böyle konuşmamıştı bu meseleleri. Konuşmaların tümü bir şekilde Cumhuriyet, Milliyetçilik ve İslamcılık’a geliyor. Ve ülke kendini/tarihini konuşurken küreselleşmeyi göz ardı edemiyor. Kendine giderken dünyayı görüyor, dünyada kendine bakıyor. Nihayette, içinden çıkıp geldiği ama uzunca zamandır göz ardı ettiği medeniyet ve din gerçeğine uyanıyor. Bütün bu gerçeklik, hakikatli bir buluşma üzerinden konuşulabilir. Kendine gömülerek veya sadece kendini merkeze koyarak yol alınamaz. Evet, ülkeler büsbütün özerk değil artık, ilk kez ‘bir dünya’da yaşadığımızı kavrıyoruz. Başkasıyla, benzemeyenlerimizle bir ülkeyi ve dünyayı paylaşıyor olmanın gerginliği… Sınırların neredeyse hükümsüzleşmesi bizi başkasına taşırken, başkasını da yanımıza kadar sokuyor. Kendimizi konuşarak ağız kesiliyoruz, ama kulak olmamız da kaçınılmaz. Yazının konusu olan serinin söyleşiler toplamı olması da bunun ifadesi gibi. Bu bana, Hölderlin’in şu dizelerini hatırlattı: “Çok şey öğrenmiştir insan./ Göklülerden nicesini adlandırmıştır o,/ Biz bir söyleşi olalı/ Ve birbirimizden işitebileli.” İyi ki böyledir, zira insanların ve düşüncelerin birbirlerine söyleşi kesilerek birbirlerini işitmeleri bizi gelecek adına iyimser kılıyor.

A. YAVUZ ALTUN

arklı kimliklere “alan açmak” Avrupa için bile yeni bir kavram. “Alan açmak”: Kamusal alanda politik, ekonomik ve sembolik/kültürel olarak varolabilme imkânı. Modern toplumda hiyerarşiler açısından iki tür sahne tasavvur edilir: (1) Antik Yunan’daki “tanrılar dağı”nı simgeleyen bir çeşit “üst tabaka”, (2) halkın içeriden ve dışarıdan her türlü etkiye açık olabildiği, haliyle “üst tabaka”dan daha “çeşitli” bir kamu alanı. Birinci sahne, yasa koyucuları, siyaset belirleyicileri ve “kamu yararı”nı düşünürken, ikinci sahne o yasalara muhatap olacak, o siyasetin sonuçlarını yüklenecek ve “yararı” için çalışılan “kamu”yu sürekli bir devinim halinde tutacaktır. Bu zemin, Prof. Nilüfer Göle’nin Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar kitabında sıklıkla karşımıza çıkan analitik işlem yapma alanını oluşturuyor. Zira Göle, sekülerliğin ve dindarlığın etkilerini ulus-devlet mekanizmasında (yasalar ve politikalar), kamusal alanda (karşılaşmalar, etkileşimler, semboller) ve nihayet cinsiyette (beden, birey, kimlik) araştırırken bu zemini bir laboratuvar olarak kullanıyor.

ALT YAPI ÜST YAPIYI BELİRLİYOR Marksist teorinin meşhur fehvasınca, “alt yapı üst yapıyı belirliyor”. Haliyle Avrupa’da bugün İslamofobi, başörtüsü yasakları ve bağnazlık gibi meseleler, Müslüman bireylerin Avrupa’ya “taşınması” sorununa verilen doğru/ yanlış tepkiler olarak görülebilir. Yukarıda sıralanan üç alan içerisinde en hızlı değişimi geçiren elbette birey; ardından kamusal alana etkilerini gözlemliyoruz ve “üst tabaka” bunlara karşı tepkiler üretiyor. Fransa’da başörtülü kızlar okula gidiyor, okul yönetimi (mikro “üst tabaka”) bunu yasaklıyor. Sonra kamusal alandaki benzer örnekler tartışmaya dâhil oluyor ve nihayet Fransa yargısı (makro “üst tabaka”) bir karara varıyor: Başörtüsü okullarda yasaklanmalı. Nilüfer Göle, toplumdaki bu hareketliliğin yargı ve siyaset tarafından doğru okunamadığı kanaatinde. Müslümanların Avrupa’ya göçü, hâlihazırda hikâyeye aniden dâhil olmuş bir “kurgu” değil. Avrupa’nın sömürgeci tarihinin “doğal” bir sonucu. Ancak “beklenmedik” olan, Müslümanların sosyal mobilizasyona dâhil olma biçimleri. Avrupa’nın “karar alma mekanizması”, “Avrupalı değerler” ve o değerlerin “bekçileri” tarafından korunmalı! Bu noktada Türkiye’nin Avrupa Bir-

20

liği (AB) üyeliği önemli bir kesit. Özellikle Fransa ve Almanya’nın isteksizliği birtakım tarihsel gerekçelere dayanıyor. Avrupa’nın “ne”liği tartışılıyor, temellerinin dayandığı kaynaklar sorgulanıyor. Yahudi-Hıristiyan kökler canlanıyor. Sekülerlik “olmazsa olmaz” bir konum olarak dayatılıyor. İslam’ın Avrupa içlerine kadar etkili olan bir kimliği beslemesi, bu köklerdeki ısrarı daha “anlamlı” kılıyor. Nilüfer Göle, küreselleşen dünyada kamusal alanın İslam’dan ve onun gündelik hayata dair vereceği cevaplardan kaçamayacağını söylüyor. Jürgen Habermas’ın kamusal alana ve özellikle medyaya yüklediği yeni anlamlar, Avrupa’ya önerdiği “çok merkezli ortaklık” gibi hususlar (Habermas, Europe: The Faltering Project) kitapta pek yer bulmasa da, Göle’nin “değişimin kaçınılmazlığı” görüşüyle örtüşüyor. Bu açıdan Türkiye gibi seküler/demokratik bir devlet sistemine sahip ama kültürel açıdan güçlü İslamî referansları olan bir ülkenin AB’nin varoluş atlasına eklemlenme çabası, “Avrupa nedir?” sorusunun karşısında yer alabiliyor. Haliyle Avrupa’daki Müslümanların yaşadığı sıkıntılara ne türlü çareler üretileceği, Avrupa’nın kendisiyle ilgili fikirlerini nasıl revize edeceğiyle de ilgili.

ÖTEKİ, AVRUPA’YI NASIL ALGILIYOR? Nilüfer Göle, göçmenlerin Avrupa’ya bakışıyla fazla ilgilenmemiş ancak Avrupa’nın “öteki”ni nasıl algıladığı kadar, “öteki”nin Avrupa hakkındaki görüşleri de bu küresel karşılaşma anını anlamlandıracak. Müslüman birey(ler) in, “seküler habitus” içinde, gelenek ve modern arasındaki dengede bugüne kadar yaşadığı deneyim, AB için de yol gösterici olabilir. Zira Türkler ve Araplar, tepeden inmeci seküler yönetimlerle geçirdikleri yıllar boyunca, “modern/ Batılı” hayat karşısında yeni bakış açıları üretebildi, sekülerle dinsel arasındaki sınırları/geçişkenliği bir gündelik pratik içinde belirleyebildi. Avrupa’nın İslam’la karşılaşması bir çeşit “sınırdeneyimi” olarak okunabilir. Sekülerliğin farklı biçimlerinin yeniden düşünüleceğinden de kuşku yok. Ancak Avrupa’nın küreselleşen dünyaya daha önce hep iddia ettiği gibi “evrensel bir pratik” önerebileceği kuşkulu. İslamofobi gibi konularda siyasî merkezin genelde sağ politikalara terk edilmesi -şimdilik- en büyük tehdit. Bu anlamda belki de Talal Asad’ın Sekülerliğin Biçimleri’nde (2006, Metis) yaptığı gibi daha felsefî, moderniteye ve aydınlanmaya da eleştiriler getiren tartışmalara ihtiyaç var.



ROMAN

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

‘Biz’im sayısal çaresizliğimiz

Aşık kemiğinin dinmeyen acısı

Yevgeni Zamyatin’in bir kült kitap niteliğindeki distopya romanı Biz yeni baskısıyla raflarda. Yazar, totaliter bir dünyanın belirtilerini anlattığı, “büyük kapatılma”yı haber verdiği ve Bolşevik Devrimi’ni sertçe eleştirdiği eserini kendi ülkesinde yayımlatamamıştı.

Fransız yazar Albertine Sarrazin’in tamamen kendi yaşam öyküsüne sadık kalarak kaleme aldığı Aşık Kemiği, yalnızlık, aşk, suç dünyası, ıslahevi, kaçak ve sürgün olma gibi konulara odaklanıyor. Roman, yayımlandığı 1960’lı yıllarda Fransa’da çok ses getirmişti.

BİZ, YEVGENİ ZAMYATİN, ÇEV.: FATMA-SERDAR ARIKAN, İTHAKİ YAYINLARI, 250 SAYFA, 15 TL

AŞIK KEMİĞİ, ALBERTINE SARRAZIN, ÇEV.: BİRSEL UZMA, EVEREST YAYINLARI, 186 SAYFA, 12,50 TL

Y

SERDAR ÇELİK

irminci yüzyılda ortaya çıkan hegemonik yapının köklerinin aydınlanma felsefesine kadar uzandığı söylenebilir. Aydınlanma felsefesiyle beraber, din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapı ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli bir toplumsal yapı alır. Rousseau, Voltaire, Diderot, Hobbes, Hume gibi toplum mühendisleri tarafından ortaya konulan akla dayalı toplumsal yapılar, kent mimarisinin ortak yaşam alanları oluşturmasıyla önemli bir aşama kat etmiştir. Bu toplumsal değişimin öncüleri, insanları ortak bir doğrunun etrafında birleşmeleri konusunda teşvik etmiş, bunun için birtakım reçeteler sunmuştur. Nitekim ortak eğitim, ortak vatan, ortak dil, ortak akıl bunun bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve farklı bir gelişim göstererek günümüze kadar gelmiştir. Hatta J. J. Rousseau, ortak toplumsal bir yapı için Toplumsal Sözleşme adlı, toplumun “devlet” eliyle nasıl eşit kılınacağı konusunda bir eser de yazmıştır. Avrupa’da aydınlanma ile beraber ortaya çıkan toplumsal hareketlerin, dünyanın hemen hemen bütününe sirayet ettiği söylenebilir. Rusya da bu değişimden payını alan ülkelerdendir. Birinci Petro ile başlayan Rus aydınlanması, Lenin, Troçki, Kropotkin gibi önemli aktörlerle devam etmiştir. Bolşevik devriminin ortaya çıkışını da bu toplumsal değişimler içerisinde ele almak yanlış olmaz. Toplumsal olayların kendini güçlü bir şekilde dayattığı on dokuzuncu yüzyıl sonu Rusya’sında, öne çıkan yalnızca ideologlar değil; Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Turgenyev, Yevgeni Zamyatin gibi önemli edebiyatçılardı aynı zamanda.

ÜLKESİNDE YAYIMLANAMADI Zamyatin, Bolşevik Devrimi’nin hemen sonrasında kaleme aldığı Biz’i ülkesinde yayımlatamamıştır. Kitabın önce İngilizce, ardından Çekçe çevirisi ülke dışında basılmıştır. Belki de yazarın Biz’i yayımlatamamasının en önemli nedeni, devrimi olmuş bitmiş bir şey olarak değil, sürekliliği bulunan ve hiçbir zaman kesintiye uğramayan bir süreç şeklinde göstermesidir. Zamyatin romanında, totaliter bir yapının her şeye hâkim oldu-

C

ğu, insanların bürokrasiye ve devlet denen aygıta koşulsuz biat ettiği, yalnızca devletin kendilerine sunduklarıyla yetindiği, bireysel hiçbir hakkın bulunmadığı ve elbette en önemli unsurun devlet denilen organizasyon olduğu bir dünya tasavvur eder. Romanın belki de en ilginç tarafı, insanların cam duvarlar içerisinde tutulması ve hepsinin bir isim yerine koda sahip olmasıdır: D503, I-330, R-13,V-1. İnsanın aklına, Foucault’nun “Büyük Kapatılma”, “Büyük Gözetleme” dediği durum geliyor. Biz romanında neredeyse bütün zaman, devletin komutlarıyla hareket eden insan topluluklarının ehlileştirilmesiyle geçer. Dolayısıyla yazar, insan varlığından bahsetmenin mümkün olmadığını, bireyin yerine devletin geçtiğini, bireyin devlet için var olduğunu anlatır.

SERDAR GÜVEN

ezayir asıllı Fransız yazar Albertine Sarrazin’in kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı Aşık Kemiği romanını okumaya başlamadan önce, gerçek yaşamöyküsünün yapıta aktarılması sürecinin zorluklarına dikkat çekilmeli. Yaşanmışlıkların ne kadarı metne aktarılabilir? Üstelik zorunlu değişiklikler, çarpıtmalar ve gerçeğin kendisine sadık kalma kaygıları arasında bu çaba gerçekten mümkün müdür? Sarrazin’in onu üne kavuşturan romanına baktığımızda bunun mümkün olabildiğini görüyoruz. Sanki yazar bir roman yazmak üzere yola koyulmamış, trajik yaşamının öyküsünü anlatmak istemiştir ama tam da yaşananların trajikliği yüzünden anlatılanlar etkili bir romana dönüşmüş gibidir. Albertine Sarrazin, küçük yaşta ailesi tarafından terk edilir. Bir süre sonra doktor bir çifte evlatlık verilir. Ne bu aileye ne de gönderildiği okulun kalıplarına sığınca kendisini henüz on beş yaşındayken önce sokaklarda, sonra da arkadaşlarıyla bir mağaza soymaya kalkışıp birini yaraladığı için ıslahevinde bulur. Bu zorlu çocukluk ve ilkgençlik deneyimleri Sarrazin’in ıslahevinde yepyeni bir yaşam deneyimiyle karşılaşmasına yol açar. İsyankâr, düzenle bir türlü uyuşamayan, belirli kalıpların içine girmeyi reddeden Sarrazin için ıslahevi de çare olmaz. Karanlık bir gece, yaklaşık on metrelik bir duvardan atlayarak ıslahevinden kaçmayı başarır yazar. Ancak bu kaçış eyleminden geriye, bütün hayatını etkileyecek, hatta onu en sonunda ölüme götürecek bir iz kalır. Önce ayak bileğini burktuğunu düşünür duvardan atlarken. Ama gerçek çok başkadır: Aşık kemiği kırılmıştır.

TOTALİTER BİR DÜNYANIN İŞARETLERİ Zamyatin, gelecekte var olacağı düşünülen totaliter bir dünyanın varlığına işaret eder. Bunu D503 denilen bir matematikçinin günlüğünden öğreniriz. Günlüğü okurken, adım adım o dünyanın içerisine girdiğimizi, çekildiğimizi fark ederiz. Nitekim günlüklerde beliren devlet aklı bizi, ortak faydanın ne olduğu konusunda garip bir karmaşanın içine hapseder. Özel yaşamın kamusal yarar uğruna vazgeçilebilir bir şey olduğuna bizi ikna etmeye çalışan totaliter aygıt, yaptığı binaların camdan olmasını, “bütün yurttaşların faydası için” diye savunur. Hem kent mimarisini hem de insanı biçimlendirmeyi kendinde bir hak gören Devlet, toplumu buna uygun olarak biçimlendirir ve ardından kendini dogmatikleştirir. Hatta bir tür ilkellik gibi gördüğü Tanrı inancını tanımaz, onun yerine kendini koymayı bir kurtuluş manifestosu gibi gösterir. Bolşevik devrimi esnasında Rusya’da birçok faaliyet yürüten yazarın romanını, devrim sonrasında yalnızca Bolşevik devrimi karşıtı bir metin olarak okumak doğru olmaz sanırım. Biz’in, bir toplumsal hareketten ziyade o günün dünyasında yaşanan bir dizi değişimin sonucunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Biz, “insanın” yerine “meta”yı, ideolojiyi veya herhangi bir totaliter varlığı koyan anlayışa karşı yazılmış bir eserdir.

FİRAR GÜNLERİ Fransa’da epey ses getiren Aşık Kemiği, ıslahevinden kaçma eylemiyle açılıyor ve bu noktadan sonra yazarın gerçek yaşamöyküsü sıklıkla belirip kaybolmaya başlıyor. Romanın kahramanı Anne, aşık kemiği kırıldığı için sürüne sürüne ana yola çıkmayı başarır. Yolda önce bir kamyoncuyla, ardından da bütün hayatını etkileyecek, kendisi gibi bir kanun kaçağı olan Julien’le tanışır. Julien, onu önce ailesinin yanında, sonra da karanlık hayatının başka bölgelerinde gizleyip Anne’e destek olmaya çalışır. Yürüyemez haldeki Anne, peş peşe operas-

22

yonlar geçirmesine rağmen bir türlü toparlanamaz, ayak bileğindeki sancı, yerini başka bir sancıya terk eder. Hayatı boyunca görmediği şefkati borçlu olduğu Julien’in her ortadan kayboluşuyla birlikte günlerini onun yolunu gözlemekle, geride bıraktığı ıslahevindeki günlerini düşünmekle ve yakalanmamak için sürekli yer değiştirmekle geçirir. Sarrazin, kaçmak ve sürekli yer değiştirmek için Paris’in kenar mahallelerinde dolaşan Anne ile onun tıpkı kendisi gibi olan kanun kaçağı sevgilisi Julien’in hikâyesini anlatırken çok çeşitli insan tipleriyle tanıştırıyor bizi. Anne kaçmak için yeraltına çekildikçe insanların ikiyüzlülüğü ve kötülük fikri üzerine düşünmemizi istiyor. Güzel bir söz uğruna bütün hayatını mahvetmeye hazır erkekler, geçinmek için türlü hilelere başvuran kadınlar ve o iklimde boy veren küçük çocuklarla kurulu bu dünyada yalnız başına kalan Anne için tek kurtuluş Julien’dir. Bir yandan iyileşmeyen aşık kemiğinin acısı, diğer yandan Julien’in yolunu beklemekle geçen zorlu günlerin sonunda Julien ortadan temelli kaybolur ve izine bir cezaevinde rastlanır. Böylece iki âşığın birbirlerine tam kavuşacakken ayrı düştüğü bir olaylar zinciri kurulur. Julien cezaevinden çıkacakken bu kez Anne tutuklanır. Kırılan aşık kemiği gibi, yaşadıkları aşk da parçalanır. Ama Anne’in bir türlü kaynamayan kemiğine inat, aşk her seferinde bütün parçalarını toplayıp yeniden ayağa kalkma gücünü bulur.

ÜÇ ROMAN, 29 YILLIK BİR HAYAT Sarrazin’in tamamen yaşamöyküsüne sadık kalarak yazdığı ve yalnızlık, aşk, suç dünyası, ıslahevi, kaçak, sürgün olma gibi konulara odaklanan roman, bir bakıma yazarın hayatında dönüm noktası olur. Çok ses getiren bu romandan sonra iki roman daha yazar Sarrazin. Kitapta karşımıza çıkan Julien’le evlenip yeni bir hayata başlar. Ancak belalı geçmişinden kendisine yadigâr kalan aşık kemiğinin acısı yeniden ortaya çıkar. Peş peşe geçirdiği ameliyatlara rağmen bir türlü iyileşmez ayağı. Dahası, son bir operasyon için yeniden ameliyat masasına yattığında Sarrazin’in sonunu edebiyat değil, kaderin kendisi belirler. Fransa’nın en ünlü yazarlarından biri olmaya aday Sarrazin, geride üç roman ve yirmi dokuz yıl süren trajik bir hayat hikâyesi bırakır.


GÜNCEL

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012

Empati ‘görmek’le başlar Yıldız Ramazanoğlu, Görme Bahçesi adlı kitabında, ötekini görerek ilerlemeye çalışan, aynı zamanda bir sivil toplum inşasını sürdüren insanların hikâyelerine odaklanıyor. Ramazanoğlu’nun ‘göz’ü, aktivist bir bakış açısıyla “devlet mağdurları” denilen kitleyi anlamlandırma çabasında. GÖRME BAHÇESİ, YILDIZ RAMAZANOĞLU, TİMAŞ YAYINLARI, 224 SAYFA, 14 TL

K

sasiyetlere sahip “İslamcı” aktivistlerin empatiyi İslamî duyarlılığa bağlamaları açısından modernleşme ve Batılılaşma geleneğinin içinden konuştuğumuzu söyleyebiliriz. Zira söylem, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan “faşizmle mücadele” diskuruyla paralellikler içeriyor. İlk Osmanlı modernleşmecilerinin de İslamî literatürü çağıran söylemlerini hatırlayalım. Ancak Ramazanoğlu’nun anlattığı hikâyeler, verdiği örnekler yalın bir “sivil toplum aktivizmi”nin az daha ötesinde. “Müslüman kadın aktivistler” bugün tüm dünyada fark edilir bir kimlik inşa ediyor. İslamî duyarlılığın ve vicdanın taşıyıcısı olma iddiasındalar. Her türlü adaletsizliğe karşı “kadınca” bir duruş sergiliyor ve “İslamcı erkek” tipinden ayrışıyorlar. Zayıfa şefkat gösterme, ezilenlere merhametle mukabele etme, yoksula aş götürme gibi eylemleri, “Müslüman kadın” kimliği üzerinden geleneksel bakışı dönüştürerek (ama rahatsız etmeden) icra edebiliyorlar. 1990’larda sıklıkla karşımıza çıkan “ataerkil toplum” eleştirisi, bu yönüyle pratiğe aktarılmış oluyor. Erkeklerin yapamayacağı bir dayanışma sergileyebiliyorlar. Mesela Uludere’de çocuklarını kaybetmiş annelere giderek “muhafazakâr hükümete oy vermiş kitlenin” vicdanını köreltmediğini gösterebilecek bir yatay hat çekebiliyorlar.

KEMAL SUSKUN

imlik politikaları Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında revaçtaydı ve post-kolonyal düşünceyle birlikte ‘öteki’ne dair yeni pozisyonlar, yeni bakış açıları gelişti. Bunu iki şekilde yorumlamak mümkün: (1) Olup bitenler Modernite’yle birlikte varılan yoldan bir geri dönüş, Avrupa medeniyetinin inşa ettiği ‘biz’ kimliğine bir karşı çıkış olacaktı; ya da (2) Batı kendi geleneğinin içinden yeni bir damar çıkarmıştı ki, böylece Modernite’yle kopukluk yaşamadan ‘öteki’ne dair bir algı geliştirebilecekti. Bu post-kolonyal söylem, Batı’dan Doğu’ya doğru yayıldıkça farklı kisvelere büründü ve Soğuk Savaş’ın da sona ermesiyle birlikte 20. yüzyılın inşa ettiği kimlikleri yapısöküme uğrattı. Ancak kimlikleri yeniden ele almak, sadece “empati” kavramıyla değil aynı zamanda “bilme” arzusuyla mümkündü, akademik bir uğraş alanı açıyordu. Türkiye’de ise 1970’leri bu kimlikleri önemsemeyerek, 1980’leri liberal dünya ekonomisine eklemlenme çabalarıyla, 1990’ları ise ‘kendi kaderini tayin hakkı’nı talep eden kimlikleri ezilmekten koruyamayarak geçirdik. Muhalefet, tam da bu noktada “empati” konusunda bir duyarlılıkla kendini göstermeli, sivil toplum “devlet mağdurları” olarak kümelenmek yerine, bu mağdurlar arasında köprüler oluşturulmalıydı. Bu süreci bir miktar yaşadık.

İSLAMÎ DUYARLIK VE KADIN BAKIŞI

‘DEVLET MAĞDURLARI’NI ANLAMAK

Yıldız Ramazanoğlu, bize “demokratikleşme” maceramızın içinde yer alan önemli bir dinamiği anlatıyor/hatırlatıyor. Tepeden inmeci modernliğin Müslüman bir toplumda bıraktığı izleri silme aşamasındaki Türkiye’de, İslamî duyarlılıkları kadın bakış açısıyla alarma geçiriyor. Altını çizdiği bu önemli kategori, “devlet mağduru” kitlelerin birbirinden kopukluğunu giderebilir elbette. Ancak dikkat edilmesi gereken hususu, geçenlerde Emine Uçak Erdoğan, Twitter’da belirtti: “Başörtülü kadınları tepki vermeye duyarlı matruşka robotlar sanan bir güruh var.” Toplumsal dönüşümün taşıyıcısı olabilecek Müslüman kadınların farklı aktivist gruplar tarafından böyle bir “tepki vermeye duyarlı robotlar”a dönüştürülme riskine karşı da uyanık olunmalı. Zira kimi pozisyonlar salt retorik üzerinden kurgulandığında hakikatle bağını yitirebilir ve manipülasyona kapı aralayabilir. Belki bundan sakınmak adına, bir kimlik empatisi düşüncesinin ötesinde, kimliklerden bağımsız bir “ötekini görme” eylemine ihtiyaç var.

Yıldız Ramazanoğlu’nun Görme Bahçesi, ötekini görerek ilerlemeye çalışan, aynı zamanda bir sivil toplum inşasını sürdüren insanların hikâyelerinden oluşuyor. Bir başka deyişle, Ramazanoğlu’nun ‘göz’ü, hatta İslamî veçhesiyle söylersek, ‘gören göz’ü aktivist bir kimliğin, “devlet mağdurları” denilen kitleyi anlamlandırma çabası. 2000’lerin Türkiye’sinde herkes için verili bir pozisyondan bahsetmek mümkün, zira mevcut siyasi atmosfer bu yeni kimliklere aksiyona geçme imkânı tanıdı. Bu pozisyonları da sorgulayarak yatay bağlar kurabilmek, “empati” kelimesini toplumsal manada karşılıyor. 1990’larda sözgelimi, Kürt meselesi tartışılırken tutturulan “Hepimiz kardeşiz” türkülerinin yerini, “illa kardeş olmak gerekmez, insan olmak kafi” denilecek reel bir duruş alacaktı. Bu, Türkiye’nin Batılılaşma hikâyesinin içerisinde oldukça doğal bir “ilerleme” diye görülebilir, zira Avrupa için eski olan bir gelenekten bahsediyoruz. Hatta Ramazanoğlu’nun ve benzeri has-

23


HATIRA

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Hikmet yolunda bir ömür Kamuoyunun yakından tanıdığı Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu hocanın, talebesi Nazif Yılmaz’ın çabasıyla derlenen hatıraları Ahmed İslamoğlu: Hatıralar ve Mülahazalar 1 adıyla Kaynak Yayınları tarafından okura sunuldu. Kitap, hikmet yolunda geçen bir ömrün özeti. AHMED İSLAMOĞLU: HATIRALAR VE MÜLAHAZALAR 1, HAZ.: NAZİF YILMAZ, KAYNAK YAYINLARI, 416 SAYFA, 18 TL

H

AHMET KURUCAN

atıralar tarihin çöplüğünden kurtarılan malzemelerdir. Hem öyle malzemeler ki, muhtevasına göre kimi bir insana yön verir, kimi de bir millete ve devlete... Kimi “hayali cihan değer” dedirtir, kimi insanı “keşke”lerle inletir. Kimi güldürür, kimi ağlatır. Nedendir bilmem, hatıra yazımına çok önem vermeyiz biz. Şimdilerde, özellikle Osmanlı arşivciliği ve bürokrasisindeki düzenli, sistemli çalışmaların keşfedilmesiyle tenkit görmeye başlayan ama daha düne kadar herkesin diline pelesenk olan “tarih yapar ama yazmaz” denilen özelliğimiz mi ağır basıyor, tembelliğimiz mi hâkim rol oynuyor bunda, yoksa gıybete gireriz endişesi, kötü şeyleri miras bırakmayalım düşüncesi, nasıl olsa ahiret var, orada herkes hesabını Allah’a verecek inancı mı, bilmiyorum. Ama gerçekten hatıra yazımında olmamız gereken yerde ve seviyede olduğumuz söylenemez. Tabii herkesin hatıra yazmasına gerek yok. Ama yaşadıkları hayatla bugüne ve yarınlara ışık tutacak insanların yazması şart. Kaldı ki, şimdilerde sesli ve görüntülü kayıt cihazları ya da tanıtımını yapacağımız kitapta olduğu gibi röportaj biçiminde başkalarının kaleme alması sayesinde bu işler çok kolaylaştı ve yukarıda ifade ettiğim mazeretlerin birçoğunu elimizden aldı. Yeter ki usül belirlensin, ilke ve prensiplerden taviz verilmesin, manipülasyonlara girilmesin, aydınlatacağım derken karartma ameliyesinde bulunulmasın.

BİR ÖMRÜN ÖZETİ Merhum Aliya İzzetbegoviç’den Ali Ulvi Kurucu’ya, Hayrettin Karaman’dan Tayyar Altıkulaç’a kadar bazı isimlerin son birkaç yıldır okuduğum hatıra kitapları, “Keşke herkes hatıralarını yazsa, yazsa da bugünlerimizi şekillendiren dünü daha iyi bilmemizi sağlasa; böylece yarınlarımıza şekil verecek bugünü daha iyi değerlendirsek.” dedirtti bana. Dedirtti zira ders, ibret, tecrübe, nasihat; adını ne koyarsanız koyun, öyle şeyler öğreniyorsunuz ki, tarihin çöplüğünden kurtarılıp arşive kaldırılan o malzemeler, sizin bir ömür boyu geçtiğiniz, geçeğiniz yollara ışık ve rehber oluyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı Mustafa İslamoğlu hocamızın babası muhterem Ahmed İslamoğlu hocamızın, aynı zamanda talebesi olan Nazif Yılmaz’ın teşekküre şayan bir çalışma ile derlediği hatıraları düşündürdü bana bunları. Ahmed İslamoğlu: Hatıralar ve Mülahazalar 1 ismiyle Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitap, hâlâ devam eden -Allah müzdad ve mübarek kılsın- bir ömrün hülâsası. Sayfaları çevirmeye başladığı-

Ahmed İslamoğlu hoca talebeleriyle...

nız anda sizi çok da uzak olmayan bir tarihin içine çekiyor eser. Bırakmak istemiyorsunuz; bir sayfa daha, bir sayfa daha derken oldukça mesafe aldığınızı görüyorsunuz. Sevinçle hüznün, acıyla tatlının iç içe ve peş peşe olduğu bir hayatın zorlukları ile nasıl mücadele edildiğini, çıkan fırsatlara karşı nasıl bir tavır takınıldığını müşahede ediyorsunuz.

daki dine, dindara bakış açısı ve dinî yaşam ile kitapta anlatılan dönemdeki asker ocağını mukayese etme imkânı buldum. Kurum bir kenara; kurumu oluşturan -rütbesi ne olursa olsun- insanların dini algılayışlarını, zihnimde hâlâ canlı olan uygulamalarıyla bir yere oturtmaya çalıştım. Vardığım sonucu söylemeyeyim, fakat herkesin ilgili bölümü bu bakış açısıyla okuyup mukayese yapmasını ve “nereden nereye?” sorusuna cevap aramasını hararetle tavsiye ederim. İkincisi, ismini şimdiye kadar defalarca duyduğum merhum Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’yi (k.s.) daha iyi tanıma imkânı buldum. O coğrafyanın insanı belki daha iyi tanır merhumu ama itiraf edeyim ben kitabı okumadan önce bu kadar malumata sahip değildim. Mesela merhumun, yine merhum Mahmut Sami Ramazanoğlu (k.s.) ile münasebetlerinin anlatıldığı bazı yerler var ki, şeyh-mürit ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusunda ne kadar çok şey anlatıyor insana! Bunları okuyup da bugüne ve açıkça ifade edeyim aynaya bakınca “edep ya hu!” demekten kendimi alamadım.

HATIRA OKUMAK: KÂRLI BİR TİCARET Kitapta hayatı anlatılan kişinin bir din âlimi olması sebebiyle, eğer aynı inanç, aynı duygu, aynı düşünce çizgisinde buluşuyorsanız, aynı hayat felsefesine sahipseniz, daha açık bir ifadeyle belirteyim, tıpkı Ahmed hocam gibi Kur’an ve sünnetin inşa edici özellikleri sizi de size bırakmıyorsa eserden istifadeniz daha da artacaktır. Belli bir müddet sonra Ahmed İslamoğlu siz oluyorsunuz, farkında olmadan hikâyenin sonunu kendiniz getiriyorsunuz; hoca şimdi şöyle diyecek, böyle davranacak diyor ve isabet kaydediyorsunuz. İşte hatıra okumanın insana kazandırdığı şeyler tam da bu noktada başlıyor; sanki o hayatı yaşayan sizsiniz, o kitapta anlatılan 70-80 yıllık bilgi ve tecrübeye birkaç saatte sahip oluyorsunuz. Ne kadar kârlı bir ticaret değil mi? Çok şey var kitapla alâkalı söylenecek. Sadece iki noktaya dikkati çekeceğim. Birincisi, askerlik hatıraları. Geniş sayılabilecek ölçüde yer verilen askerlik hatıralarını okurken, ister istemez kendi askerlik dönemime gittim. 1987’de asker ocağın-

ÇARPICI BİR ANEKDOT Bana çok çarpıcı gelen bir anekdotu aktarayım. Ahmed İslamoglu hocam anlatıyor: “Şu an memur, 1960’larda Kayseri İmam Hatip ortaokul üçüncü sınıf talebesi bir Mehmed’imiz vardı. Bir gün geldi Mehmet Efendi: ‘Hocam, okuyup gidiyoruz. Birtakım

24

şeyler de okuduk ama ben şu kanaate vardım ki, bir mürşid-i kâmile teslim olmadıkça hakkıyla kulluk yapmanın da, kul olmanın da imkânı yok. Beni bir Yahyalı’ya götürseniz.’ dedi. O sıralar on beş yaş civarındaydı. ‘İnşallah yarın gideceğim. Sen de hazırlan.’ dedim. Mübarek yavru sabaha kadar uyumamış. Lisenin orada otobüs bekliyordu. Akşam görüştüğümüz Mehmed’i tanıyamadım. Mehmet serâpâ [baştan aşağı] nur olmuş, müspet yönden tanınmaz hale gelmiş. Gusül almış. Bayram hazırlığı gibi giyinmiş. Zaten masum yavru. Büyük bir tahavvülata [değişime] uğramış. Yahyalı’ya gittik. Büyük de bir iltifata mazhar oldu. Ayrılırken merhum Hacı Hasan Efendimiz, ‘Bu yavrunun defterinde hiçbir günah lekesi yok. Zikrullah sohbetlerine oturtmayınız, tecelli zuhur eder, kalbi çatlayabilir, teslim-i ruh edebilir.’ buyurdular.” Günümüz insanının belki de anlamakta zorlanacağı şeyler olabilir bu ve benzeri hususlar. Bu da bizim fakirliğimiz. Dün vardı, hatta sıradandı bu türlü şeyler. Baksanıza Kozanlı Ahmet Saygılı’dan şunu aktarıyor Ahmed İslamoğlu hocamız: “Sabah çıkar, akşama kadar Konya’yı dolaşır, eli öpülüp dua alınacak insanları bitiremezdik.” İlavesini de kendisi yapıyor, “Fakat bugün eli öpülecek insan kalmadı.” Fakirliğimiz derken bunu söylemeye çalışıyorum. Celvet’te halvet’in nasıl yaşandığını görmek ve yaşamak isteyenler bu hatıratı okumalı.



DÜŞÜNCE-FELSEFE

KÝTAP ZAMANI

Felsefe hayatı içerir mi?

İlim kendin bilmektir

İ

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Furkan Aydıner’in Seküler Bilimin Tanrıları adlı kitabı, göndermelerinden dipnotlarına, dilinden içeriğine kadar Risale-i Nur’un ikliminde vücut bulmuş bir eser. Aydıner kilisede tanıştığı, Batılı bir bilim adamı olan Thomas isimli dostuyla yaptığı tartışmaları akıcı bir üslupla kaleme almış.

Felsefeyi hayat tarzı haline getirmek mümkün mü? Pierre Hadot Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe adlı kitabında bu sorudan hareketle felsefe tarihini yeniden yazmayı deniyor. Yazar, okura felsefe ile hayat arasında ilişki kurabilmenin yollarını gösterme çabasında.

SEKÜLER BİLİMİN TANRILARI, FURKAN AYDINER, ETKİLEŞİM YAYINLARI, 272 SAYFA, 13 TL

RUHANİ ALIŞTIRMALAR VE ANTİK FELSEFE, PIERRE HADOT, ÇEV.: KÜBRA GÜRKAN, PİNHAN YAYINLARI, 336 SAYFA, 20 TL

CEM MERT

nsanoğlu var olduğu günden beri kâinatı merak etmiş, onun sırlarını çözmeye çalışmıştır. Antik dönemde Yunan filozofları fizik kelimesinin de kökeni olan physis’i, yani eşyanın hakiki mahiyetini bilmek istemişlerdi. Âlemi yaratan ve onu idare eden bir yaratıcının var olması gerektiği fikrine ulaşmalarına rağmen madde ile mananın ayrı alanlar olduğu hâkim düşünce haline gelince, yüzyıllar sürecek Ortaçağ başlamış oldu. Batı düşüncesi Rönesans’la birlikte tekrar tabiatla ilgilenmeye, maddi âlemi araştırmaya başladı. Bu durum modern bilimin de doğuşunu işaret ediyordu. Antik dönemde olduğu gibi Aydınlanma’da da iki ayrı dünya düşüncesi egemen durumdaydı. Aydınlanma düşünürlerinin mekanistik dünya görüşlerine göre evren büyük bir makineyi oluşturan parçaların toplamıydı. Katı bir determinizme sıkı sıkıya bağlı olan mekanistik modelin başarıları ve bu başarıların teknolojik sonuçları öyle büyük oldu ki, kâinatı oluşturan parçacıkların tümünün pozisyonlarının ve hareketlerinin tam olarak bilinebilmesiyle kâinatın bütün sırlarının çözülebileceğine inanılmaya başlandı. Her şeyin en azından prensip olarak bilimle izah edilebileceğine inanıldığından, kâinatı madde ötesi bir varlığa dayandırmaya ihtiyaç yoktu.

HER ŞEYİ DEĞİŞTİREN PARÇACIK FİZİĞİ Batılı bilim adamlarının kâinatı tamamen fethettiklerini düşündükleri bir dönemde her şeyi altüst eden bir doğum yaşandı. Laplace determinizmini paramparça eden bu gelişmenin adı yeni fizik ya da parçacık fiziğiydi. Atom altı parçacıklarını, bu parçacıkların birbirleriyle ilişkilerini inceleyen Planck, Einstein, Bohr, Heisenberg gibi fizikçiler Newton’ın mekanistik fizik kavramlarının bu mikro dünyayı anlamak için çok yetersiz olduğunu ortaya koydular. Yeni fizik, kâinatın sadece kendini oluşturan parçaların anlaşılmasıyla izah edilebileceği fikrini reddetti. Evren ayrı ve birbirinden bağımsız parçalar halinde analiz edilemezdi, her bir parçacık kâinatın bütünüyle alâkadardı ve ayrı ele alınamazdı. Peki, Batı’da bunlar olurken bizde durum nasıldı? 17. yüzyıldan bu yana, az sayıdaki istisnayı saymazsak, bilim ve düşünce üretemeyen ve Batı’da olan bitenin izleyicisi durumundaki aydınlarımızın çoğu, mekanistik evren algısına ve pozitivist bilim felsefesine sıkı sıkıya bağlı kalmıştı. Batıdan dalga dalga gelen modern paradigmalara karşı kabaca üç fark-

F

lı tavrı benimsediğimiz söylenebilir: Çatışma, uyum ve aşma. Başat ve en yaygın tavır modern pozitivist bilimsel dogmaların, olduğu gibi, sorgulanmadan kabul edilmesi, yani uyum olmuştur. Çatışmacı ve toptan reddedici yaklaşımsa toplumda karşılık görmemiş, yaşama şansı bulamamıştır. En sağlıklı duruş ise toptan ret ya da kabul yerine modern bilime daha soğukkanlı yaklaşmak, bilimsel teorileri belli paradigmalar çerçevesinde değerlendirmek, bilimsel verilerin değişebilir olduklarını kabul etmekti. Burada son yüzyılın en parlak ve belki de tek özgün düşünürü diyebileceğimiz Bediüzzaman Said Nursi’yi anmak gerekiyor. Bediüzzaman modern bilimle, modern evren anlayışıyla ve bunun felsefi yansımalarıyla yakından ilgiliydi. Aydınlanma’yla beraber darmadağın olan kozmoloji tasavvurumuzu yeniden kurmuş, modern bilimin tüm verilerini kullanarak yazdığı, Newtoncu doğa anlayışının incelikli eleştirilerini de içeren görkemli eserleriyle Allah-kâinat-insan denklemini çözmüştür.

SÜREYYA SU

elsefe teorik bir disiplindir. Gündelik hayatta çok az pratik karşılığı vardır. Hatta felsefe yapanların kendileri açısından bile hayata çok az tatbik edilebilir bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir. Aslında her felsefe insanların hayatlarını değiştirme konusunda çok büyük iddialar taşısa da, çoğunun, felsefecilerin bile kişisel hayatlarını değiştirme konusunda fazla başarılı olduğu söylenemez. Peki, felsefeyi hayatla buluşturmanın, onu hayatın içine katmanın ve teorik bir disiplin olmanın ötesine taşıyıp bir hayat tarzı haline getirmenin imkânı yok mudur? Pierre Hadot böyle bir sorudan hareketle felsefe tarihini yeniden yazmayı deneyerek bize felsefe ve hayat arasında uyum sağlayabilmenin, bir hayat tarzı olarak felsefenin yapılabilirliğinin imkânlarını göstermeye çalışıyor.

FELSEFE TEORİDEN ÖTE BİR ŞEYDİ Klasik Yunan’la başlayıp pagan antikitenin sonlarında noktalanan dönem boyunca felsefe sırf teorik bir disiplin olmaktan daha öte bir şeydi. Onun teorik bir disiplin haline gelmesini sağlayan Aristoteles bile Nikomakos’a Etik’te hâlâ felsefeye dayalı bir hayatın insanların sürdürebileceği en iyi hayat olduğunu öne sürmekteydi. Felsefi bir hayat, kişinin zamanla ve ciddi bir çabayla edindiği felsefi görüşlerinden kendi karakterini oluşturmasıyla mümkündür. Çünkü felsefi bir hayat, bu hayatı sürdürenlerin karakterini etkiler. Teori ve pratik, söylem ve hayat birbirine tesir eder; insanlar en iyi insan tipi olmayı ve bir insan için mümkün olabilecek en iyi şekilde yaşamayı istedikleri ve bunu becerebildikleri ölçüde gerçekten felsefeci olurlar. Kişinin neye inandığı ile nasıl yaşadığı birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Saf teori söz konusu olduğunda önem taşıyan tek konu, kişinin ortaya attığı sorulara verdiği cevapların doğru olup olmadığıdır. Hayatı etkileyen bir teori söz konusu olduğunda ise kişinin görüşlerinin doğru olup olmadığı hâlâ önemli bir konudur; ama kişinin bu görüşleri benimsemesi sonucunda inşa etmeyi başardığı kişilik tipi de ayrıca önemlidir. Bir kimsenin belli teorileri benimsemesi sonucu oluşturduğu kişilik sadece biyografik bir mesele değildir. Çok daha önemlisi, edebi ve felsefi bir başarıdır. Pierre Hadot’nun Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe adlı kitabında ele aldığı felsefeciler tarafından sunulan kişilik tipine bu felsefecilerin yapıtları damgasını vurmuştur. Hayat tarzı olarak felsefe

GERÇEK BİLİM - SEKÜLER BİLİM Bediüzzaman’ın insan-evren birlikteliği bağlamında tevhid anlayışını temellendirdiği önemli kurucu metinlerinden biri Şualar kitabından “Ayetü’l-Kübra” başlıklı pasajdır. Bu risale, kâinattan yaratıcısını soran bir seyyahın gözlemlerini, manevi miraç hükmünde olan seyahatini anlatır. Furkan Aydıner’in Seküler Bilimin Tanrıları isimli kitabını “Ayetü’l-Kübra” risalesinin şerhi olarak okudum. Göndermelerinden dipnotlarına, dilinden içeriğine kadar Risale-i Nur’un ikliminde vücut bulmuş bir eser Seküler Bilimin Tanrıları. Furkan Aydıner kilisede tanıştığı, Batılı bir bilim adamı olan Thomas isimli dostuyla yaptığı çetin tartışmaları kaleme almış. Akademik bir dil yerine roman gibi okunabilecek, sorulu-cevaplı ilerleyen, okuyucuyu sıkmayan bir üslup kullanmış. Bilimi gerçek bilim ve seküler bilim olarak ikiye ayırıyor Aydıner. “Gerçek bilim insanın Rabbini daha iyi tanımasına vesile olur. Seküler bilim ise dinlerin kutsallarını reddeder, kendi kutsalını satır aralarında telkin eder.” diyor. Kitabın yazılış amacını seküler bilimin sözde tanrılarını fark etmek, ateist bilim adamlarının bize yutturmaya çalıştığı bilimsel hurafeleri ayrıştırmak ve seküler bilimin kutsal ineklerini deşifre etmek olarak özetlemiş. Kitabın fazlasıyla didaktik olduğu, yer yer tekrarlar içerdiği, bazı bölümlerin bilimsel kurgusunun zayıf kaldığı gözden kaçmıyor. Ama Risale-i Nur’la irtibatı ve genç okurların ihtiyacı bağlamında okunmaya değer.

26

geleneğinin kaynaklandığı Sokrates’in ve kendine ait hiçbir yapıt ortaya koymayan az sayıda felsefecinin dikkat çekici istisnai durumu dışında, bu geleneğin felsefecileri hem yapıtlarının ürettiği karakterlerdir hem de şekillendirdikleri karakterlerin var olduğu yapıtların sahibidirler. Bu felsefeciler hem birer sanatçıdır hem de birer yapıt. Bu yüzden sistematik felsefeciler, hayat tarzı felsefecilerini çoğunlukla şair ya da edebiyatçı olarak görmüşlerdir. Öte yandan, hayat tarzı felsefecileri de sistematik felsefeyi savunanları sahiden kendilerine ait bir yapıt yaratamadıkları için bilimsel nesnelliği isteyen ve kendi yetersizliklerini gizlemek amacıyla çıkar gütmeme ve taraf tutmama anlayışının arkasına sığınan korkak, yavan ve sıkıcı insanlar olarak nitelemişlerdir.

FELSEFECİYİ EDEBİYATÇIDAN AYIRAN NEDİR? Hayat tarzı felsefecilerinin hepsi de benliği verilmiş değil, inşa edilmiş bir bütünlük olarak görür. Kişi bir benlik edinir ya da yaratır; bu malzemeyi girdiği yolda edinilen ve oluşturulan diğer malzemelerle bütünleştirerek birey olur. Bir benlik yaratmak, birey olmada, bir karakter sahibi olmada, yani alışılmadık ve ayrıksı bir tip olmada başarılı olmaktır. Birey olmak, sıradan olmayan, kendine has bir karakter kazanmak demektir; kişiyi dünyanın geri kalanından ayıran ve yalnızca yaptığı veya söylediği şeyden ötürü değil, ama yanı sıra kim olduğundan ötürü de unutulmaz kılan bir dizi özellik ve bir hayat tarzı kazanmak demektir. Gelgelelim, alışılmadık bir hayat inşa eden herkes felsefeci değildir. Büyük edebiyatçılar, görsel sanatçılar, bilim insanları, entelektüeller çoğunlukla arkalarında özenilecek hayatlar bırakmışlardır. Peki, felsefecileri diğerlerinden ayıran şey nedir? Felsefeyi bir hayat tarzı olarak uygulayanlar, kişiliklerini felsefi görüşlerinin sorgulanması, eleştirilmesi ve üretilmesi aracılığıyla inşa ederler. Onlar yapıtlarının tesis ettiği hayatı, öz-düşünümsel bir süreç içinde kurarlar. Felsefi bir hayat tesis etme projesi büyük ölçüde öz-düşünümseldir. Pierre Hadot, Klasik ve Antik Çağ’da bir hayat tarzı olarak görülen felsefenin, modern zamanlara gelene kadar nasıl bu anlayıştan uzaklaşarak hayattan koptuğunu, Sokrates’ten Wittgenstein ve Foucault’ya kadar felsefe tarihinde yaptığı okumalarla ortaya koymaya çalışıyor. Aslında Hadot da felsefe aracılığıyla, ruhunu yitirmiş bir dünyanın ruhunu arıyor. Avrupa’nın maneviyatını Antik Yunan felsefesinde bulmasının imkânlarını sınıyor.


GEZİ-ÖYKÜ

KÝTAP ZAMANI

Dehasını hayatına koydu

Montaigne ile Avrupa yolculuğu

T

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Ömer Bozkurt’un dilimize kazandırdığı Montaigne’in Yol Günlüğü, büyük denemecinin külliyatının en önemli ikinci parçası. Dilimize ancak üç asır sonra kazandırılan eser, zengin gözlem gücüyle öne çıkıyor. Montaigne’in yolculuğu Kuzey Fransa, İsviçre, Almanya ve İtalya’yı kapsıyor.

Özdemir Asaf’ın “O, kimseye ‘bana benzer’ demeden herkesi kendisine benzetmeye çalışmışlardan biridir.” diye tanımladığı Oscar Wilde, Mürver Ağacı adıyla yayımlanan toplu hikâyeleriyle bir kez daha okur karşısında. Kitap, sıra dışı yazarı tanımak için iyi bir fırsat.

YOL GÜNLÜĞÜ, MICHEL DE MONTAIGNE, ÇEV.: ÖMER BOZKURT, YKY, 328 SAYFA, 24 TL

MÜRVER AĞACI, OSCAR WILDE, ÇEV.: SUAT ERTÜZÜN, CAN YAYINLARI, 327 SAYFA, 24 TL

ürlerin bir süre sonra yazarlarını da kendilerine benzettiklerine inanırım. Yazar, içinde eser verdiği türü kendisine doğru çekerken, o tür tarafından da çekilir. Belki de bunun için denemeciler hep iki kişilik yazarlar. Çünkü deneme, doğası gereği en az iki kişilik bir yolculuktur. İki kişilik sözü aslında çokluğu azaltıyor. Yoksa kırk kapısı da açık hanlar gibidir deneme; bir karnaval coşkusu, özgürlüğü taşır. Bir deneme içinde en az üç beş yazarın göze çapması, yazı sofrasına kurulmaları, hızını en çok bu özgürlükten alır. Başka yazarlardan çokça alıntı yaptığı için eleştirilen Montaigne, “Eğer onlardan daha iyi ifade edeceğime inansaydım, alıntıladıklarımı kendim yazardım. Daha iyisi ifade edilmişken, hem edebiyata hem de diğer yazarlara haksızlık etmeyi istemedim.” der. Aslında Montaigne, bu eleştiriyi yüce gönüllülükle karşılarken denemenin doğasındaki tevazuyu da bilerek ya da bilmeyerek gizliyordu. Çünkü deneme, edebiyatın terkibi en zengin türüdür ve doğası gereği diğer türlere göre bağışıklığı daha güçlü, daha dirençlidir.

sonra Rahip Joseph Prunis tarafından, Montaigne’den kalan şatoda, bir sandığın içinde bulunur. Rahip, eseri üzerinde birtakım tasarruflarda bulunarak yayımlamayı tasarlar. Ancak el yazmasının alındığı şatonun o zamanki sahibi hırsızlık ihbarında bulunur. Bu itiş kakış içinde gerçek bir hazineye konduğunu hisseden ve kitabın basımından büyük maddi kazanç uman yayıncı Le Jay bir punduna getirip eseri basar. Ne var ki umduğunu elde edemez. Bu başarısızlık üzerine söz alan Montaigne uzmanları, Montaigne’in Loreto’daki Meryem Ana Evi’ne ilişkin sergilediği sofuca tavır ve Papalık’a ilerici derecede sunduğu saygının (Aydınlanma Çağı Fransa’sında) Montaigne imgesine zarar verdiğini ve ticari başarıyı engellediğini belirtiyor. Kitabın etrafındaki kara büyü bir türlü dağılmaz. Orijinal el yazması nüsha kralın kütüphanesine teslim edilmiştir ancak bir daha bulunamaz. Sanki karanlık bir el, yapıtın gün ışığına çıkmasını ısrarla engellemek istemektedir. Basım çalışmaları, özgün nüshadan çıkartılmış olan kopyalar üzerinden yürütülür. Bütün bunlara bir de orijinal el yazması nüshadaki eksik ilk bölüm eklendiğinde karşımızda enikonu sorunlu bir yapıt vardır.

ÜÇ ASIR SONRA DİLİMİZDE

ZOR VE DEĞERLİ BİR METİN

YUSUF CANGÜZEL

Montaigne’i Türkçeye ilk çeviren isim Sabahattin Eyuboğlu, bugünün mesafesinden bakıldığında yüz kızarıklığı olacak bir ifadeyi 1940’ta Denemeler’e yazdığı önsözde büyük bir rahatlıkla belirtmiştir: “Montaigne memleketimizde pek tanınmış olmamakla beraber…” Montaigne’in bugünkü tanınırlığı, onun kültürel ortamımıza hak ettiği ölçüde eklenmemiş olduğu anlamına gelmiyor. Birçok yayınevi tarafından özensizce basılan Denemeler kanımca kültürel bir illüzyona sebep olmuştur. Ömer Bozkurt’un Montaigne’den çevirdiği Yol Günlüğü’nü okurken içim cız etmedi değil. Çünkü Avrupa’nın anıt yazarlarından Montaigne’in külliyatının en önemli ikinci parçası, yazık ki dilimize 250-300 yıl sonra çevriliyor. Bu, kültürel hızımıza ve yönümüze dair bir veri olarak mutlaka çetelemize eklenmelidir. Belki Montaigne’in Yol Günlüğü’nde fazlasıyla savruk ve kişisel bir metnin içine sıkışıp kalması bu gecikmenin gerekçesi olarak mevzi kapabilir; ama yapıtın modern Fransızca versiyonlarında ya da İngilizce basımlarında bu sorunların bir biçimde aşıldığını bizzat Ömer Bozkurt söylüyor. Aslında Yol Günlüğü bir dizi talihsizliği mündemiç bir kaderle ortaya çıkıyor. Montaigne’in el yazması notları, neredeyse yazıldıktan iki yüzyıl

İ

TEMEL KARATAŞ

ngiliz edebiyatının en başarılı ve parlak yazarlarından biri kabul edilen Oscar Wilde, Anglo-Amerikan edebiyatına yön vermiş bir isim olarak da bilinir. Victoria döneminin en ünlü yazarı olmayı ve Paris’teki bir otel odasında sefalet içindeki ölümü aynı hayata sığdırmayı “başaran” sıra dışılığı, edebiyatına da yansımıştır. Kırk altı yıllık yaşamında, Kraliyet Okulu ve en iyi kolejlerde tahsil, birbirinden değerli başarı ödülleri, zaman zaman şaşalı bir yaşamın yanı sıra kürek mahkûmluğu ve sefaletle geçen yılların yan yana durması, edebiyatını da sıra dışı kılmıştır. Özdemir Asaf, “Etraf beyaz mıdır? Oscar Wilde kara olacaktır. Etraf kara mıdır? O ak olacaktır. Karşısında halim selim insanlar mı vardır? O ukalâca küstah olacaktır…” derken aslında bu sıra dışılığın niteliğini tarif eder. Tıpkı Baudelaire ve Mallarmé gibi, modernist edebiyatın öncüsü olarak anılan Wilde, yalnızca edebiyatıyla değil, sanat ve edebiyat üzerine eleştirileriyle de 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. Dehasını hayatına kattığını, eserlerine yalnızca yeteneğini koyduğunu söyleyen yazarın karmaşık sanatçı kişiliği bugün de çok sayıda insanın ilgi alanındadır. Hikâyeleri, romanı, masalları, şiirleri, denemeleri, hatipliği, esprileri ve elbette özdeyişleriyle olduğu kadar dış görünüşüyle de çağının ahlâkına cesur eleştiriler getirmiştir.

Bilindiği gibi Fransız olmasına karşın Montaigne’in ‘anadili’ Fransızca değildir. Bu dili altı yaşından sonra öğrenmiştir. İlk öğrendiği dil Latincedir. Dönemin Fransızcasının kesinleşmemiş, billurlaşmamış anlatım olanakları, bu fazlasıyla kişisel metne nüfuzu bir hayli zorlaştırmıştır. Bu yapıtı kıymetli kılan, klasikleştiren özelliği, dönemi hakkındaki zengin gözlem değeridir. Denemeler’in üçüncü kitabının bu yolculuktan sonra yazılmış olması da kitabı başka bir eser sarmalında değerli kılıyor. Denemeler’de Paris’i anlattığı bölümde Montaigne, “Sonradan başka şehirler gördükçe onun güzelliğine daha derin bir sevgiyle bağlandım.” diyor. Kitabın ilk bölümü başka bir yazman tarafından yazılıyor. Ve Kuzey Fransa, İsviçre, Almanya, İtalya’yı kapsayan bölümleri içeriyor. İkinci bölümü Montaigne Fransızca kaleme almış, üçüncü bölüm İtalyanca, dördüncü ve son bölüm yine Montaigne’in Fransızca yazdığı sayfalar şeklinde biçimleniyor. Denemeler’in her çeviriden sonra Türkçede ulaştığı olgunlukla karşılaştırıldığında hayli zor bir metin var karşımızda. Ama Ömer Bozkurt’un bu gözü pek çabası Türkçeye çok kıymetli bir kitap kazandırmış. Has okurun mutlaka kapısını çalacağı, bahçesinde ağırlayacağı bir eser.

HER BİRİ KLASİKLEŞMİŞ HİKÂYELER Mürver Ağacı, Oscar Wilde’ın edebiyatta nasıl bir evren ve zihin dünyasında tur attığının izlenebilmesi için iyi bir fırsat. Ağırlıklı olarak hikâyelerin bir araya getirildiği kitapta düzyazı şiirler de yer alıyor. Oscar Wilde’ın masal ve romantik alegori alanındaki başarısını ortaya koyan “Mutlu Prens”, “Bülbül ve Gül”, edebi yaratıcılık ve üretkenlikteki benzersizliğinin en iyi örneklerinden “Lord Arthur Savile’in Suçu”, “Nar Evi” ve diğer hikâyelerinin toplu olarak bulunabileceği Mürver Ağacı, 1888’den 1894’e kadar altı yıllık bir üretkenliğin bütünsel şeması adeta. Mürver Ağacı’nda toplanan ve Wilde’ın yazar yönünü ortaya koyan hikâyeler birçok edebi üslubun örüldüğü, her biri klasikleşmiş hikâyeler.

27

“Mutlu Prens” ile “Bülbül ve Gül”de aşkın en sembolik halleriyle bir melankoli fonu oluşturulurken, “Örnek Milyoner”de dönemin toplumunun maddeciliği yalın bir üslup ve sivri bir mizahla eleştiriliyor. “Lord Arthur Savile’in Suçu” ve “Canterville Hayaleti”, Victoria döneminin ahlâkını yansıtıyor. Her biri başyapıt niteliğindeki bu hikâyeler, sıra dışı ustayı tanımak için iyi bir fırsat.

WILDE SADECE VECİZE YAZARI MI? Geçtiğimiz yıl, eserlerinden alıntıların bir televizyon dizisinin dış seslerini süslemesi, ülkemizde geniş kitlelerce “aforizma tavuğu” ve “aşk vecizecisi” olarak bilinen Oscar Wilde’a ilişkin bu algıyı güçlendirdi. Özellikle “her insan sevdiğini öldürür” dizesi internet sitelerinde büyük ilgi gördü. “Kadınlar anlaşılmak için değil, sevilmek için vardır.” (“Sırrı Olmayan Sfenks”) gibi birçok cümlenin, aslında hikâye kahramanlarının diyaloglarından parçalar olduğu algılanamadı. Hatta onun gerçekçi bakışının örneği olarak gösterilebilecek, “Romantizm zenginlerin ayrıcalığıdır, işsizlerin harcı değil. Yoksullara gerçekçi ve sıradan olmak düşer. Onlar için hayranlık verici olmaktan yeğdir kalıcı gelir sahibi olmak.” (“Örnek Milyoner”) cümleleri, internet sitelerinde dolaş dolaşa, “Aşk zenginlerin ayrıcalığıdır. Fakirler pratik zekâlı ve sıradandır. (sıradan olmalıdır vb.)” gibi anlam yoksunu cümlelere dönüştürüldükten sonra, altına Oscar Wilde imzası atılarak bu “anlamsız” cümlelere yeniden anlam kazandırıldı! Birçok dünya yazarının ülkemizde “haplaştırılarak” kullanılması, yalnızca edebiyatın yeri hakkında fikir vermekle kalmıyor, “geleceğin okuru” hakkında da ipucu sağlıyor bize. İşin aslı, Oscar Wilde açtığı her beyaz sayfaya bir vecize konduran yazarlardan değildi. O halde, tüm zamanların yazarı, açtığı her internet ya da kitap sayfasında iki satırlık vecizeler görmek isteyen okur türünün yeşerdiği bir zamana da şahitlik ediyordu. Hal buyken, yayınevinin Oscar Wilde’ın toplu hikâyelerini Suat Ertüzün’ün, “Mutlu Prens”teki masal duygusunu, yalınlığı ve çarpıcılığı Türkçeye kusursuz aktaran çevirisiyle yayımlamak yerine, Oscar Wilde’dan vecizeler içeren bir cep kitabı derlemesi daha “kullanışlı” olabilirdi!


İNCELEME

KÝTAP ZAMANI

12 Eylül’e romanla bakmak

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Edebiyat konuşulurdu oralarda

Mehmet Özger, Türk Romanında 12 Eylül adlı çalışmasında, 12 Eylül darbesinin edebiyatımıza etkisini romanlar üzerinden tartışıyor. Bilge Karasu’dan Latife Tekin’e, İbrahim Yıldırım’dan Ali Teoman’a kadar pek çok yazarın yapıtlarına odaklanan kitapta, darbe döneminin bir panoramasını sunuyor yazar.

Turgay Anar’ın, “Yeni Türk Edebiyatı’nda Edebiyat Mahfilleri” alt başlığıyla yayımlanan Mekândan Taşan Edebiyat adlı kitabı ciddi bir literatür taraması. Anar çalışmasını İstanbul’la sınırlamamış ve kitaba kahvehanelerin yanında paşa konaklarını, otelleri ve lokantaları da dâhil etmiş.

TÜRK ROMANINDA 12 EYLÜL, MEHMET ÖZGER, KAKNÜS YAYINLARI, 256 SAYFA, 14 TL

MEKÂNDAN TAŞAN EDEBİYAT, TURGAY ANAR, KAPI YAYINLARI, ??? SAYFA, 24 TL

12

MEHMED MEHMEDOĞLU

Eylül darbesi, çok çeşitli yönlerden Türkiye’de yaşanan diğer darbelerden farklılık gösterir. Hiçbir darbe, kendisinden sonraki zaman aralığı üzerinde bu denli köklü etkiler bırakmamıştır. Bugün hâlâ 12 Eylül mahsulü bir anayasa ile yönetildiğimiz düşünülürse durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır. 12 Eylül’ün getirdikleri, toplumun hemen her katmanında gözle görülür bir biçimde hissedilirken, asıl etki en çok sanatta, özellikle şiir ve romanda gösterir kendini. Denilebilir ki, edebiyatımızdaki dönüşüm, kendiliğinden değil, bir müdahale sonucu yeniden şekillenmiş, etkisini kendisinden çok sonra gelecek kuşaklara değin sürdürmüştür. Genç akademisyen Mehmet Özger, Türk Romanında 12 Eylül adlı çalışmasında, 12 Eylül darbesinin sebep olduğu bu etkiyi, darbe dönemini veya sonrasını konu alan romanlar üzerinden tartışıyor. Bilge Karasu’dan Latife Tekin’e, İbrahim Yıldırım’dan Ali Teoman’a, Zülfü Livaneli’den Oya Baydar’a kadar pek çok yazarın yapıtlarına odaklanan kitapta, darbe döneminin bir panoramasını çıkararak çeşitli meseleleri romanlar üzerinden incelemeye çalışıyor yazar.

DARBE VE BELLEK Mehmet Özger, kitabında öncelikle Osmanlı’dan günümüze kadar “birey” kavramını ve onun iktidar karşısındaki konumunu tartışmaya açarak 12 Eylül’e gelene değin nasıl bir “birey” tasavvuru bulunduğunu ve bu tasavvurun hangi etkenlerle kuşatılmış olduğunu, darbe sonrasında ne tür dönüşümler geçirdiğini ortaya koymaya çalışıyor. Kitabın hemen başında 12 Eylül 1980 öncesi Türk romanındaki eğilimleri belirttikten sonra, konusunu dolaylı ya da doğrudan biçimde 12 Eylül darbe ortamından veya sonuçlarından alan romanlar üzerinden bellek meselesini tartışmaya açıyor. Özger, 12 Eylül darbesinin asıl hedefi olan belleğin bir tür unutuşa teslim edilmesinin Türk romanında nasıl şekillendiğini, oluşturulmaya çalışılan anlam haritasının hangi dinamiklerle örülü olduğunu, romancılığımızın bu girişime ne tür tepkiler verdiğini gözler önüne seriyor kitabın ikinci bölümünde. Tarifi yapılan “bireyin” zaman içinde çeşitli iktidar aygıtları aracılığıyla nasıl baskı altına alındığını, iktida-

Z

rın çok çeşitli yüzlerinin birey üzerinde nasıl bir tahakküme yol açtığını gösteren kitap, dördüncü bölümde özellikle Türk sinemasında çokça işlenmiş olan darbe sonrası travma sürecine odaklanıyor. Etkileri ancak yıllar sonra ortaya çıkan ve Kemal Sayar’ın “Eylül Yorgunluğu Sendromu” olarak adlandırdığı durumun gerek toplumsal hayata, gerekse Türk romanına yansımalarını konu edinen bu bölümde, yaptığı birtakım belirlemeleri romanlardan alınmış cümlelerle destekliyor yazar. Kitabın (bence asıl önemli olması gereken fakat kısa tutulan) son bölümünde 12 Eylül’e odaklanmış romanların poetikasına değinen akademisyen, bu romanlardaki poetik izlekleri, anlatım tekniklerini, karakterleri ve mekân tasarımını ele alıyor.

YUSUF GÜNDÜZ

amanın çarkına giren her şey eskiyor, unutuluyor bir köşede. Hayatımızda mevcudiyetini canlı bir şekilde koruyan çok az şey var. Değil geçen yılların, saatlerin bile esamisinin okunmadığını, hayatımızda hatırasının olmadığını düşününce aslında geçmişsizliğe doğru hızla ilerlediğimiz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Böyle bir döngüyü kırmak için üç yıl önce Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (ESKADER) gayretleriyle bir toplantı düzenlenmişti. Bir nisan ayında cumartesi günü gerçekleşen buluşmada eski edebiyat ve kültür ortamlarından Marmara Kıraathanesi’nin son müdavimleri yani ‘Marmaratörler’ bir araya gelmişti. Beyazıt Meydanı’nının hatıralarında gizlenmiş ve günümüzde izine rastlanmayan bu kıraathanenin hatırası dinleyicilerin zihninde oldukça derinmiş ki saatler sürdü bu zevkli sohbet. Teşkilat Tevfik’ten Deli Filozof’a, Necip Fazıl’dan Mükrimin Halil Yinanç’a uzanan hatıralar silsilesinin devamını talep etti katılımcılar. Bu toplantı sonrasında İstanbul’un bu kültür hazinesi benzerleriyle beraber nazara verilmeye başlandı. Bu minvalde yayımlanan kitaplardan biri, Mekândan Taşan Edebiyat. Bu araştırma Turgay Anar’ın zahmetli çalışmasının sonucunda ortaya çıkmış. “Yeni Türk Edebiyatı’nda Edebiyat Mahfilleri” alt başlığıyla yayımlanan kitap, içinde ciddi bir literatür taramasını barındıran bir doktora tezi aslında. Kitabın hazırlanma sürecinin yoğun geçtiğini anlatıyor yazar önsözünde. Onlarca dergi, kitap ve arşivin taranmasıyla tamamlanabilmiş bu süreç. Tabi bu kültürel ortamlardan nasibini almış insanlarla, yani sözlü kaynaklarla kurulan iletişim de çalışmaya renk katmış. Mekândan Taşan Edebiyat’ta Turgay Anar alanını İstanbul’la sınırlamıyor. Çalışmasına kahvehanelerin yanında paşa konaklarını, otelleri ve lokantaları da dâhil ediyor.

BİLİNEN TESPİTLERİN ÖTESİNE GEÇEMİYOR Mehmet Özger’in kitabı hiç şüphesiz konuyla ilgili ilk çalışma değil. 12 Eylül’ü konu alan romanlarla ilgili pek çok eleştirmenin önemli değerlendirmelerine farklı bir pencereden bakmaya çalışıyor kitap. Edebiyat teorileri ve roman kuramlarından çok siyaset felsefesi, sosyoloji ve felsefeden yola çıkarak birtakım belirmelerde bulunmaya niyetleniyor. Böyle olunca, inceleme nesnesinden koparak daha çok edebiyat dışı birtakım referanslar verdikten sonra, bu referansları romanlardan alınan kimi tespitlerle destekliyor yazar. Yer yer özgün tespitlere (örneğin, bu romanlarda yer alan “öteki” algısına) rağmen kitap bilinen bazı tespitlerin ötesine geçemiyor ne yazık ki. Bu durumun bir nedeni, inceleme nesnesine doğru yöntemlerle yaklaşamamak, daha açık söylemek gerekirse edebiyat dışı birtakım referanslarla yola çıkmaksa, bir diğer nedeni de Türkiye’deki tez yazım sorunlarıyla doğrudan ilişkili kanımca. Günümüz Türkiye’sinde, akademilerde üretilen yüksek lisans ve doktora tezlerinin çoğunlukla, ortaya konulmuş bir meselenin başka kaynaklarca desteklenmesi dışında bir üretime sahne olmadığını, özgün düşünce ve kavramsal bir çerçeve üretmekten uzak olduğunu söylemek gerek. Mehmet Özger’in kitabı, her ne kadar konusuna kendi kuramsal çerçevesi dışından bakmaya çalışıyorsa da bu romanları edebiyat dışı bir yaklaşımla ele aldığı için zaman zaman konunun uzağına düşüyor. Böylece bir tez olarak başarılı sayılabilecek çalışma, bir kitaba dönüştüğünde eksikliklerini de gözler önüne seriyor.

EDEBİYAT MAHFİLİ NEDİR? Çalışmanın özellikle ilk kısımları bir kavramı tanımlamaya ve anlamlandırmaya ayrılmış. Kitabın daha başında “edebiyat mahfili”ni tanımlamak için zemin hazırlıyor yazar. Bunu yaparken de kanon kavramına dair farklı yaklaşımları aktarıyor. ‘Kanon’ bahsinin hemen ardından edebiyat mekânlarının, yahut yazarın özel bir ısrarla kullandığı şekilde ‘mahfil’lerinin tarihçesine göz gezdiriyoruz. Zengin paşaların ve beylerin konaklarında sanatçıların ağırlanması ve bu

28

toplantılara katılanların dönemin edebiyat âleminde prestij sahibi olması eskilere dair bildiklerimizden. Her yazar-şair katıldığı toplantıya ve himayesini gördüğü zâta göre değerlendirilirmiş vaktiyle. Belli muhitlerde edebî toplantılar düzenlenir, bunu dönemin zenginleri ve makam sahipleri himaye edermiş. Böyle evlerin varlığını divan şairlerinden beri biliriz. Anar’ın kadrajı ise daha çok Tanzimat sonrasındaki muhitleri içine alıyor. Bu dönemde sadece konaklar ve yalılar yok listemizde. Yazarların takıldığı mekânlar çoğalmış git gide. Kahvehanelerde rastlıyoruz şairlere ve yazarlara, bazen lokantalarda, bazen otellerde... Bu mahfillerden bazıları Cumhuriyet’in ilk yıllarında tek tük Ankara’ya doğru kaysa da İstanbul edebiyatın ve edebiyatçıların sığınağı mekânlar açısından her zaman gözde olmaya devam etmiş. Recaizade Mahmut Ekrem’in yalısından Safarim Kıraathanesi’ne, hatta Lambo’nun meyhanesine geniş bir yelpazeye yayılıyor mekânlar. Sonra edebiyatçıların evlerine konuk oluyoruz. Kitapta bahsi geçen her bir ev dönemin yazar-çizer takımının uğrak yeri, yani edebiyatın bir mahfili aynı zamanda. Sanat ve edebiyat bahislerinin demlendiği bu mekânlar eski zamanlarda bir paşa konağı, sonraları ise imkânı olan, daha doğrusu bir göz evi de olsa gönlü açık edebiyatçıların evleri oluvermiş. Bu yönüyle Cenap Şehabettin’in yetiştiği Şeyh Vasfi’nin konağıyla Adalet Cimcoz’un, Sabahattin Eyüboğlu’nun evi aradan asırlar geçse de aynı amaca hizmet etmiş. Bir edebiyat mahfiline müntesip olmak, zannettiğimizden daha elzem bir mesele eski edebiyatçılar için. Bunu Sait Faik’in Rıfat Ilgaz’a fısıldamasından biliyoruz: “Eğer buralara düzenli gelmezsen entelijansiya seni yazardan saymaz.” Şimdilerde devam eden iki edebiyat mahfilinden de bahsediyor kitap. Eskisi kadar meşhur olmasa da bir hatıranın tülü olarak bakabiliriz buralara. Bunlardan biri Çiçek Pasajı’nda Cevat Çapan etrafında toplanan bir grup, diğeriyse Türk Dili dergisinin kurucusu Ahmet Miskinoğlu’nun kurduğu ve 80’lerden beri Kadıköy’de toplanan Perşembeciler. Turgay Anar’ın bu meşakkatli uğraşı bizce kütüphaneleri şenlendirecek bir kültür tarihi. Edebiyatın hatıralarda kalmış, tozlu raflarda ve eski dergi sayfalarında unutulmuş birçok nüktesi cımbızla seçilmiş ve okura sunulmuş. Anar’a kitabın sonuna eklediği fotoğraflar için de ayrıca teşekkür etmek lazım. Bu tür çalışmaların zamana ve zemine göre çeşitlenmesini ümit ederek sözü sonlandırmak da bizim vazifemiz.



ÇOCUK

KÝTAP ZAMANI

Keloğlan hâlâ aramızda

Renkleri kim icat etti, bilen var mı?

Gonca Yayınları, Erdoğan Tücan imzalı Keloğlan’ın Kemeri adlı kitapla başladığı, kahramanı Keloğlan olan özgün masallar serisine bir yenisini ekledi: Keloğlan Aramızda-İksir. Erol Ergün’ün kaleme aldığı kitap, “milli ve yerli” bir Keloğlan tipi ortaya koyma amacında. KELOĞLAN ARAMIZDA-İKSİR, EROL ERGÜN, GONCA YAYINLARI, 186 SAYFA, 9,90 TL

M

MUSA GÜNER

asal dünyamız karmakarışık. İyi kötü, bizden olan olmayan bir yığın kahraman, çocukların zihninde cirit atıyor. Masalın çocukların olmazsa olmazı kabul edilmesi, her çocuğun mutlaka masal okuması gerektiği ön kabulü ve masal kelimesinin çocukla özdeşleşen masumiyeti yol açıyor bu duruma biraz da. Gerçekte masal ne çocukların olmazsa olmazıdır, ne de bir çocuk kadar masumdur. Karşısında çok dikkatli olunması gereken, bir bilgisayar virüsü gibi zihinlere girip orada yer eden bir olgudur neticede. Masalların çocuk zihinlerinde geçiş üstünlüğü var, bizim tarafımızdan kurulan. Bu düşünceler ışığında baktığımızda masal dünyasında uçuşan çoğu kahramanın belli bir yaşa gelmemiş çocuklarda olumsuz etkiler yaptığını görmemek imkânsız. Özellikle kültürümüze yabancı birtakım kahramanlar, çocuklar için sakıncalı sayabileceğimiz davranışları da pervasızca sergileyerek zihinlerde birer örnek oluşturuyor. Sözün tam da burasında akla hemen şu soru geliyor: Neden bizim milli bir masal kahramanımız yok? Bu soruya verilen hiçbir cevap yoktur ki içinde Keloğlan geçmesin. Keloğlan ‘milli’ olmaya en yakın duran masal kahramanımızdır. Bu potansiyeli taşıyor, ancak bugüne kadar onun hakkında bizim masalımızın en kahraman kişisi budur diyemedik. Çünkü Cumhuriyet döneminde yapılan derlemelerde karşımıza çıkan Keloğlan, bu milletin karakterinden süzülüp gelmiş, onun zekâsını, inceliklerini ortaya koyan bir tip değildi. Daha çok bir ideolojinin temsilcisi, amacına ulaşmak için her yolu mübah sayan, sık sık hilelere başvuran biriydi o. Şimdilerde yazarlar Keloğlan konusuna yeniden dönmüşe benziyor. Kahramanı Keloğlan olan özgün masallar yazılıyor. Gonca Yayınları’ndan çıkan Özgün

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

RENKLERİ İCAT EDEN PROFESÖR, DİLEK AYKUL BİSHKU, MAVİBULUT, 88 SAYFA, 7 TL

Dünyada renkler olmasaydı ne olurdu? Mavibulut Yayınları, çocuk okura tabiat ve çevreyle ilgili bir tefekkür kapısı açıyor bu kitabıyla. Renkleri İcat Eden Profesör, yayınevinin eğlenceli öyküler serisindeki altıncı kitabı; okurken eğlendiren ve eğlendirdiği için de okumayı sevdiren bir eser. Kitap, üç öyküden oluşuyor: “Renkleri İcat Eden Profesör”, “Park, Peri ve Belediye Başkanı”, “Gökten Üç Elma Düşmüş”… İlk öykü, çılgın profesörün sevimli köpeğiyle birlikte dünyayı nasıl rengarenk yaptığını anlatıyor.

Aşı korkusuyla eski çağlara... ACAYİP BİR DENİZ YOLCULUĞU, MÜGE İPLİKÇİ, GÜNIŞIĞI KİTAPLIĞI, 100 SAYFA, 13 TL

Keloğlan Masalları Serisi’nin ilk kitabı, daha önce yayımlanan Erdoğan Tücan imzalı Keloğlan’ın Kemeri’ydi. Yayınevi şimdi masalların ikincisini de yayımladı. Keloğlan Aramızda-İksir adını taşıyan kitabı Erol Ergün kaleme almış. Ergün’ün kitabı ‘milli ve yerli’ olma yolunda bir Keloğlan tipi ortaya koyuyor. Buradaki Keloğlan ideolojik kisveye büründürülen sözlü masallardakinden bir hayli farklı. Aslında yine cin gibi, cesur, sorunlara hemen kendince çözüm bulan biri. Fark bunları iyilik ve insanlık adına yapıyor olması. Keloğlan Aramızda-İksir, Keloğlan’ı “bir düşüncenin alması”yla başlıyor. Bu durum anasının gözünden kaçmıyor ve “A benim güzel oğlum, kel kafalım selvi boylum, iyi kalpli güzel huylum. Senin bir derdin var. Düşünürüm bulamam, çekinirim soramam. Sen de anlatmazsın derdini. Söyle bana keleş oğlum, bu bir gönül işi mi, hangi padişahın kızına âşık oldun? Hangi prenses için sararıp soldun?” diyor. Keloğlan’ın bu seferki derdi ne padişahtır ne de prenses. Keleş oğlanın anasına cevabı şöyle: “Benim masallarımı okuyan, onları dinleyerek büyüyen çocuklar var ya… Onları merak ediyorum ana. Onların yaşadığı çağa gitmek,

onlarla beraber olmak istiyorum. Onları yakından inceleyip benden öğrendikleri güzellikleri mi yaşıyorlar, yoksa doğru yoldan mı şaşıyorlar görmek istiyorum. Lakin bu arzumun gerçekleşmesi zor. Hatta Kafdağı’na gitmekten, padişahın sarayına gizlice girmekten bile zor. Benim derdimin çaresi yoktur güzel anam.” Çözüm anadadır. Keloğlan’ın ve eşeğinin bugüne gelmesinin iksiri ondadır. Evladının acısına dayanamaz ve ondan ayrılma pahasına iksiri ona verir, geri dönüşü olmadığını da ekleyerek. Keloğlan iksir sayesinde kendini İstanbul’da Eminönü meydanında, kalabalığın içinde bulur. Ve Keloğlan’ın günümüzdeki macerası böylece başlar. Bundan sonrası Keloğlan’a aşina çocukların “Keloğlan bu devirde yaşasaydı, nasıl biri olurdu?” sorusuna cevap vereceği şekilde gelişir. Ergün’ün kitabı akıcı bir dille kurgulanmış. Günümüzdeki sosyal sorunları çözme potansiyelindeki Keloğlan tipinin bir örneğini ortaya koymuş. Akıcı bir dil, sürükleyici bir üslupla… Kitabın başında verilen klasik masal tekerlemesi ve içeride yer yer başvurulan tekerlemeler de çocukların geleneksel masalı hatırlamasını sağlayan güzellikler. Yeni Keloğlan tipi Abdussamed Başer tarafından görselleştirilmiş.

Müge İplikçi imzalı kitap, 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği’nin deniz arkeolojisi çalışmalarından biri olan “Foça-Marsilya Tarihe Yolculuk” projesini çocuklara tanıtmak için hazırlanmış. Antik Çağ batıklarından yola çıkılarak inşa edilen gemi, Kibele’nin yolculuğundan esinleniyor. “Alerjisi yüzünden aşıdan korkan Kerem’in kâbusu gerçek olur: Okulda aşı günüdür! Çocukların hepsi de o kadar çok, o kadar çok ağlarlar ki, sıradan bir aşı günü, ancak çok eski çağlarda yaşanacak bir serüvene dönüşüverir.”

İstanbul’un taşı toprağı tarih TAŞI TOPRAĞI TARİH İSTANBUL, ZEHRA AYDÜZ, UĞURBÖCEĞİ YAYINLARI, 142 SAYFA, 6,50 TL

İstanbul hakkında çocuklar için yazılmış kitaplara bir yenisi eklendi. Hangi şehirde yaşıyor olursak olalım İstanbul hepimizin İstanbul’udur. Binlerce yıl öteye uzanan bir tarihin mesajlarıyla dolu bir şehirdir orası. Ama o mesajları okuyabilmek ve şehrin dilini çözmek gerek. İşte Zehra Aydüz’ün kaleme aldığı kitap, okuru Osmanlı Devleti’ne asırlarca başkentlik yapmış güzel İstanbul’un, taşı toprağı tarih dolu sokaklarında dolaştırmayı ve tarihin dilini çözmeyi amaçlıyor. Kitap Sevgi İçigen’in resimleriyle görselleşmiş.

Dedektif Ines, macera peşinde Ekmek arası biraz iyilik biraz eğlence EKMEK ARASI KÖFTE, ORHAN BİLİR, MUŞTU YAYINLARI, 82 SAYFA, 4,50 TL

Kısa, nükteli ve şaşırtıcı metinler, farklı bir anlatım tarzı. Yer yer hikâye, yer yer deneme. Orhan Bilir’in kaleme aldığı Ekmek Arası Köfte klasik bir hikâye kitabı gibi başlıyor. Ama ilerleyen sayfalarda yazar okurunu şaşırtıcı ve eğlenceli bir dünyaya doğru çekiyor. Sokak isimlerine, sayılara, kelimelere, her gün kullandığımız ama ayrıntılarını çok fark etmediğimiz eşyalara her zamankinden farklı bir gözle bakmayı öneriyor. Matematikten, ren geyiğinden, gözyaşı kutusundan ve musluklardan söz açıyor. Kimi zaman yer sofrası ile yemek masasını konuşturuyor, kimi zaman da okuru peribacaları ile ilgili bir proje ödevinin hazırlanma aşamalarına misafir ediyor.

Kolombo’nun vârisi müthiş dedektif Rüştü Çakmak MÜTHİŞ DEDEKTİF, ŞEMSETTİN YAPAR, ZAMBAK YAYINLARI, 96 SAYFA, 5 TL

Hikâyeci Şemsettin Yapar bu kez çocuklar için maceralı bir roman kaleme almış. Zambak Yayınları etiketiyle çıkan Müthiş Dedektif isimli kitap, biraz sakar, biraz evhamlı bir dedektifin, Rüştü Çakmak’ın maceralarını anlatıyor. Çakmak, kendince kuralları olan, gözü kara, acar bir dedektif. Hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkıyor ve en karmaşık olayları kolayca çözüyor! Veya öyle düşünüyor, çünkü ne olay onun gördüğü gibi karmaşıktır, ne de ortada dedektiflik bir durum vardır. Çoğu girişiminde ortalığı karıştırıp emniyet görevlilerinin işini zorlaştırsa da onun bu maceraları sosyal birtakım çarpıklıkları gözler önüne serdiği için önemlidir.

30

KATİLİN OYUNU, JEAN-LUC LUCIANI, CARPE DIEM, 173 SAYFA, 9,50 TL

Meraklı dedektif Ines, yeni maceralar peşinde. Otobüsteki yolculardan biri öldürülür. Polis teşkilatı hemen olayla ilgili soruşturma başlatır. Araştırmaların sonucunda birçok farklı ülkeden kullanıcıların, internet üzerinden oynadığı bir bilgisayar oyunu ile karşılaşılır. Ancak sorun bununla çözülmez. Asıl suçlu diğer oyunculardan nasıl ayırt edilecek? Bazı önemli ayrıntılar meraklı dedektifin gözünden kaçmaz. Bakalım, heyecan ve gizem dolu bu olay nasıl açığa kavuşacak?


POLİSİYE

KÝTAP ZAMANI

Bavulsuz bir yolcu…

Kur’an sevdalıları

Sisle Gelen Yolcu ünlü Fransız polisiye yazarı Jean-Christophe Grangé’nin dilimizde yayımlanan son romanı. Grangé bu kitabında ilk kez bir kadın kahramana teslim ediyor cinayet vakalarını. Okuru yine son sayfalara kadar merak içinde kalacağı bir macera ve tahmin edilmesi zor bir final bekliyor. SİSLE GELEN YOLCU, JEAN-CHRISTOPHE GRANGÉ, ÇEV.: TANKUT GÖKÇE, DOĞAN YAYINCILIK, 677 SAYFA, 33 TL

F

YAVUZ ULUTÜRK

ransız polisiye yazarı JeanChristophe Grangé’yi, Türk okurlar ilk kez Kızıl Nehirler adlı romanıyla tanıdı. Yazarın ikinci kitabı olmasına rağmen, Türkiye’de yayımlanan ilk eseriydi. Ardından Taş Meclisi geldi ve sonra yazarın yayımlanan ilk kitabı Leyleklerin Uçuşu… Sonra diğerleri: Kurtlar İmparatorluğu, Siyah Kan, Şeytan Yemini, Koloni ve Ölü Ruhlar Ormanı. Her birini bir çırpıda okuduğumu hatırlıyorum. Sadece son kitabı Ölü Ruhlar Ormanı’nı, askerde botlarla uygun adım yürümekle meşgul olduğum günlerde yayımlandığı için temin edememiş, okuyamamıştım. Ta ki Sisle Gelen Yolcu yayımlanana kadar. Bilen bilir, yazarımızın mitolojiye hayli merakı var. Sisle Gelen Yolcu’da Grangé yine seri cinayetlerin peşinden sürüklüyor okuru. Fransa’nın değişik şehirlerinde gerçekleşen bu cinayetlerin her biri mitolojik bir efsaneden esinle işleniyor. Roman, hafızasını kaybetmiş, kimliksiz, dev cüsseli bir adamın Saint-Jean tren garında baygın halde bulunmasıyla başlıyor.

İLK KEZ BİR KADIN POLİS… Sisle Gelen Yolcu yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi iki ana karakter üzerinden ilerliyor. Grangé iki karakter arasındaki geçişleri birkaç sayfalık kısa bölümlerle sağlamış. Fakat bu iki karaktere ait iki ana hikâyeden bahsetmek pek mümkün değil. Romanımızın esas oğlanı Mathias Freire isimli bir psikiyatr. Garda bulunan adam, Freire’in çalıştığı hastaneye getirilmiştir. Freire, tedavi sürecinde adamın bir çeşit amnezi hastası olduğunu ve psikolojik bir kaçış yaşadığını teşhis eder. Fakat kimliği belirlenemeyen bu dev adamın baygın bulunduğu garda, kafasına boğa başı geçirilmiş bir de ceset bulunmuştur. Böylece başka bir seyre giren soruşturmanın başında, başkomiser olarak ilk cinayet dosyasını araştıran Anaïs Chatelet yer almaktadır. Belirtmekte fayda var, Grangé romanlarında ilk kez bir kadın kahramana teslim ediyor cinayet vakalarını. Genç polisimiz üstelik çok da hırslı. Çünkü yıllar önce babasının iki yüzden fazla siyasi tutuklunun katili kabul edilen bir işkenceci olduğunu öğrenmiş ve polis olmaya karar vermiştir. Gelelim psikiyatr Freire’e… Hikâyenin ana çizgisi onun üzerinden ilerliyor. Arka kapak yazısını okuyunca anlamakta zorlanıyorsunuz önce. Kıvrak zekâsı ve sağlam polisiye kurgusuyla tanıdığınız bir yazarın kitabını elinizde tuttuğunuzu biliyor olsanız bile… “Ben gölgeyim. Ben avım. Ben Katilim. Ben hedefim. Kurtul-

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

KUR’AN ÂŞIKLARI, YUSUF ÖMEROĞLU, IŞIK YAYINLARI, 207 SAYFA, 5.90 TL

Yazar Yusuf Ömeroğlu’na göre “Kur’ân Âşıkları” ifadesinin açılımı şöyle: “Kur’ân’a gönülden bağlı olanlara, O’nu İslam’ın bir sancağı gibi hayatının her alanına taşıyanlara, böylece ona hizmeti hayatının gayesi yapmış kimseler.” Ömeroğlu, Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) sahabilere, İslam tarihi boyunca Kur’an’ı hayatlarına rehber yapmış olan Hak dostlarından günümüzde Kur’an hizmetleri ile anılan onun hâdimlerine kadar pek çok şahsiyetin Kur’an’a nasıl muhatap olduklarını ele alıyor.

‘Biblo’da biriken yazılar BİBLO, MEHMET AYCI, KURGAN EDEBİYAT, 94 SAYFA, 6 TL

Şair Mehmet Aycı, ‘biblo’da sakladığı yazıları sayfalara taşıdı. Bakmayın öyle dediğimize, Aycı’nın 2007 sonrasında yazdığı, bazıları dergilerde yayımlanan yazıları bunlar. “Bir şeyden çekiniyorum: Kendimle göz göze gelmekten…” diyen şair, yazılarından anladığımız kadarıyla yine de kendiyle yüzleşmekten çekinmiyor. ‘Söylenmeyecek şeyler’i söyleyen Aycı, okura sormadan edemiyor: “Bütün bunları ifşa ettikten sonra siz hâlâ benim Mehmet oğlu Mehmet Aycı olduğuma mı inanıyorsunuz?”

İstanbul kültürüne dair mak için tek çarem var: Diğerinden kaçmak. Peki ya diğeri de bensem.” Biraz kafa karıştırıcı gelebilir ama 677 sayfalık roman ilerledikçe düğüm yavaş yavaş çözülüyor ve okur gerçekten iyi bir finale hazırlanıyor. Daha romanın ilk cümlelerinde ipuçlarını vermeye başlıyor yazar. Gelgelelim bu ipuçları, ilerleyen sayfalarda bir pazılın parçaları gibi birbirini tamamladığı zaman bütün resmi gösteriyor okura. Tabii payınıza ne düşeceğini, polisiye kurguya ve yazarın tarzına aşinalığınız belirleyecek. Burada konuyu biraz açmakta fayda var. Daha doğrusu matruşkaları… Bilindiği gibi bu Rus bebekler bir tane gibi görünse de içlerini açtıkça, bir tane daha, bir tane daha çıkar… Romanda Grangé bu metaforu kullanıyor. Başkahramanımız Freire, roman ilerledikçe tıpkı matruşka bebekleri birbirinin içinden çıkarır gibi bazen geçmişine bazen geleceğe yolculuk yapıyor. Ve her seferinde yeni bir isim ve yeni bir hayat çıkıyor karşısına. Freire romanda matruşka bebekleri bir bir açtıkça değişik karakterlerle karşılaşıyoruz: Viktor Janusz, Narcisse, Nono lâkaplı Arnoud Chaplain ve François Kubiela. Elbette, her şeyi anlatıp romanın sırrını ortaya dökecek değiliz… Sadece roman boyunca bavulsuz bir yolcuya eşlik edeceğimizi söyleyip gerisini sadık ve meraklı okurlar için kitaba havale edelim. Romanda Fransa, şehirleri sokakları ve mimarisiyle hayli yer tutuyor. Ki-

tabı okurken bir yandan da Paris’i, Bordeaux’yu, Nice’i, Marsilya’yı geziyor; köprüleri, otogarları, tren garlarını dolaşıyorsunuz. Ayrıca işlenen cinayetlerin mistik arka planları bir bir ortaya çıkarken Yunan mitolojisinin içinde buluyorsunuz kendinizi. Resim sanatına dair pek çok ayrıntıya vâkıf oluyorsunuz. Müzik ise başkomiser Anaïs’in vazgeçilmezi…

SİSLE GELEN YOLCU MU? Sisle Gelen Yolcu’nun kapağını beğenmediğimi belirtmeliyim. Kanlar ve ateşler içinde kalmış bir gözün mitolojik merakları olan katilimizle, hele hele sisle gelen yolcuyla pek alâkası yok. Zaten romanın orijinal adı Le Passager yani sadece “Yolcu”. Yazarın diğer romanlarında genelde kitap adını birebir kapağa taşıyan Doğan Kitap bu sefer başka bir isim tercih etmiş. Yazar muhtemelen olaya bir gizem katmak için romanın başlarında sis imgesini kullanıyor. Fakat bu, bavulsuz yolcunun neden sisle geldiğini açıklayacak kadar önemli bir ayrıntı değil. Romanın finali yine Grangé’ye yakışır şekilde. Okuru iyi bir giriş ve gelişme ile finale hazırlayan yazar, diğer kitaplarında olduğu gibi son otuz sayfaya kadar merak içinde bırakıyor bizi. Ve tahmin edilmesi zor bir sonla karşı karşıya kalıyoruz. Son olarak: Grangé kitaplarının başarılı çevirmeni Tankut Gökçe yine güzel iş çıkarmış.

31

BURASI İSTANBUL, HALDUN HÜREL, KAPI YAYINLARI, 490 SAYFA, 29 TL

Sokak sokak gezdiği, satır satır araştırdığı İstanbul’un dili olan Haldun Hürel, Burası İstanbul’da bu muhteşem ve talihsiz şehrin bugününü anlatıyor. Çarpık yapılaşma yüzünden yerinde yellerin bile esemediği, yok edilen yüzlerce medrese, kilise, han, hamam... Yeniden yapılan tarihi camiler! Ve belleri bükülmüş de olsa hâlâ inatla ayakta duran daha birçok tarihi eser. Yazar, “tarihin incisi bu şehir nasıl katledildi?” sorusunu Burası İstanbul’da yaşanmış örnekleriyle cevaplıyor.

Ziya Paşa’nın Endülüs’ü ENDÜLÜS TARİHİ, ZİYA PAŞA, TİMAŞ YAYINLARI, 528 SAYFA, 20 TL

Batılılaşma yanlısı Ziya Paşa, Endülüs Tarihi isimli kitabını, Müslümanların Endülüs’teki mühim birikimlerinin o ana kadar hiçbir esere konu edilmemesi sebebiyle kaleme almış. Zamanında dört cilt olarak basılan bu eser, yayımladığı dönemde çoğu yazar ve şairin dikkatini çekmiş, Endülüs medeniyetine ilgiyi canlandırmıştır. Ziya Paşa’nın çeşitli Fransızca ve Arapça tarih kitaplarından derleyerek döneminin edebi zevkiyle yoğurduğu eser, sadeleştirilerek yayımlandı.


ROMAN

KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Tersine bir tehcir hikâyesi: Sarı Gelin Gazeteci-yazar İbrahim Karahan’ın hüzünlü bir göç hikâyesi anlattığı Sarı Gelin, aynı adlı türküden esinlenen bir roman. Anadolu muhacirlerinin dramına dikkati çeken kitapta canlı tanıklıkların yanı sıra tarihi belgelere de referanslar var.

G

SELAHATTİN SEVİ

Amerika’da bir Türk AMERİKA’DA BİR TÜRK, TOSUN BEKİR BAYRAKTAROĞLU, SUFİ KİTAP, 224 SAYFA, 13.50 TL

Şeyh Tosun Bekir Bayraktaroğlu’nun hayat hikâyesini birkaç cümleyle özetlemek gerçekten çok zor. Robert Kolej’de geçen gençlik yıllarında sosyalist; Batı’da geçen sanat dolu döneminde bohem ve anarşist; Fas’ta geçen ticaret döneminde zengin ve aristokrat; İstanbul’daki Cerrahî tekkesindeyken derviş; New York yıllarında ise şeyh. Şeyh Tosun Efendi, kendi kaleminden çıkan bu hatıratında, bizi sadece kendi hayatını okumaya değil, Cumhuriyet döneminin tamamını gözden geçirmeye çağırıyor.

BAĞIMSIZLIKLARININ YİRMİNCİ YILINDA ORTA ASYA CUMHURİYETLERİ, EDT.: A. AYDINGÜN, Ç.BALIM, ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ YAY., 683 SAYFA

Çiğdem Balım ve Ayşegül Aydıngün’ün editörlüğünde hazırlanan Bağımsızlıklarının Yirminci Yılında Orta Asya Cumhuriyetleri Türk Dilli Halklar - Türkiye ile İlişkiler adlı kitapta Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’daki siyasal, kültürel, toplumsal ve ekonomik dönüşüm kapsamlı bir şekilde ele alınıyor. Kitap, Türk dilli toplulukların bu dönüşümden nasıl etkilendiklerini irdelemek, Türkiye’nin bu süreçte izlediği politikaları değerlendirmek isteyenler için kapsamlı ve önemli bir çalışma.

SARI GELİN-DOĞUDAN BATTI GÜNEŞ, İBRAHİM KARAHAN, PARAF YAYINLARI, 368 SAYFA, 20 TL

azeteci-yazar İbrahim Karahan’ın, hüzünlü bir göç hikâyesi anlattığı Sarı Gelin adlı romanı Paraf Yayınları’ndan çıktı. “Sarı Gelin” türküsünden esinlenen ve Anadolu muhacirlerinin dramına dikkati çeken romanda canlı tanıklıkların yanı sıra tarihi belgelere ve zengin kaynaklara da referanslar var. 93 Harbi ve 1915 olayları sırasında tehcire zorlanan insanları anlatan kitap, savaşlara, kaosa, çekişmelere sahne olan Doğu Anadolu topraklarını kasıp kavuran o ünlü “seferberlik” yıllarında unutulup giden acıları dile getiriyor. Karahan kitabı hakkında, “Yaşanan talihsiz olaylar, kuşakları da etkiliyor. Özgüven kaybı nesilden nesle devamlılığını sürdürüyor. İnsanlar topraklarını, yurtlarını, ailelerini kaybetme korkusuyla yetişiyor. Muhacirlik hatıraları dinleyerek büyüyen analar, babalar, evlatlarının dizlerinin dibinden ayrılmasını istemiyorlar. Aynı evde, aynı binada yaşamayı tercih ediyorlar. Çünkü yüreklerindeki o muhacirlik korkusu hep canlılığını koruyor.” diyor. Savaş ve karmaşanın yöre insanları arasında hiçbir ayrım yapmadığına dikkati çeken Karahan şöyle konuşuyor: “Olayların sonunda Ermeniler yaşadıkları topraklardan zorunlu göç ile uzaklaşıp gittiler. Ardından Rus işgali ve Ermeni tedhiş hareketleri sonrası Türkler dondurucu soğuğa rağmen her şeylerini bırakıp batıya doğru yola düştüler. Anadolu’da yakılan fitne ateşi sonucu Ermeni komitacılar bölgeyi yaşanmaz hale getirdi. Hikâye Sarıkamış felaketi sonrası Rus işgali ile başlıyor. Bu süre içerisinde Rusların göz yummasıyla çılgınlaşan Ermeni komitacılar yöredeki insanlara büyük zarar verdiler. Burada dik-

Tarihin sayfalarında…

Kur’andan dualar KUR’AN VE SÜNNETTEN DUALAR, İBRAHİM ÜNAL, NESİL YAYINLARI, 216 SAYFA, 6.50 TL

İbrahim Karahan

kat edilmesi gereken göç olgusudur. Bu kaos hiç kimseye yaramadı. Hem Ermeniler hem Türkler, topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Yani, savaş ve tedhiş hareketleri sonucu esen fırtına bölgede ayrım yapmadı. Sonuçta muhacirliği Ermenilerle birlikte Türkler de yaşadı. Yüklendikleri kısıtlı yiyeceklerle yollara düşen insanlar, geride evlerini, mallarını ve hayallerini bıraktı. Dondurucu soğuğa rağmen yol almaya çalışan muhacirlerin başı beladan kurtulmadı. Açlık, hastalık ve aralarında asker kaçaklarının da bulunduğu gözü dönmüş haydutların saldırıları onları bekliyordu.”

ÖLÜME YOLCULUK “Sarı Gelin” Alis de muhacirler arasındaydı. Ermeni bir ailenin kızı olarak Türk aileye gelin giden Alis, genç yaşta eşini çetecilerin saldırısında kay-

bedecekti. Annesi ve babası da taciz ve tehditlerden bıkarak Kafkaslar’a doğru ölüm yolculuğuna çıktı. Kendisi de eşinin babası, annesi ve minik kızı ile Kayseri’ye doğru yola çıkan Türk muhacirlerin arasına katılacaktı. Artık memleketleri Erzurum’un Hasankale (Pasinler) kasabasındaki topraklarda yaşamak imkânsızdı onlar için. Romanda Alis’in öyküsüne, İtibar Ağa ve eşi Mühide Hanım ile torunları Goncagül’ün acıklı hikâyesi de eşlik ediyor. Yaşlı, çocuk ve kadınlarla hastaların da bulunduğu ölüm yolculuğunda biçare insanların hayata tutunmak için verdikleri mücadeleyi görmek mümkün. Yazarın deyişiyle, “Palandöken dağının üzerine düşen yoğun sis perdesinin örttüğü gibi, zaman denen gerçek de geçmişte kalan bu acıların üzerine örtü örttü... Belki bir daha açılmamak üzere...”

Babadan mektuplar

Kürtaj mı doğum mu?

BİR MÜBADİLİN MEKTUPLARI, TAHSİN GÜLEN, TÜRK EDEBİYATI VAKFI, 568 SAYFA, 22 TL

Yakın tarihimiz birbirinden acı ‘gurbet’ hatıralarıyla dolu. Her döneminden ciltler dolusu sayfalar devşirilebilir. Tahsin Gülen, kendi ailesinden yola çıkarak geçtiğimiz yılın en önemli olaylarından mübadeleye birinci elden ışık tutuyor. İbretlik olaylardan, dönemin değerlendirilmelerinden oluşan kitapta yazarın babasıyla mektuplaşmaları, aynı zamanda son yarım asırlık yakın tarihimize düşülmüş notlar olması dolayısıyla da önem arz ediyor.

DOĞUM KONTROLÜ VE KÜRTAJ, DR. ARİF ARSLAN, ANATOLİA KİTAP, 160 SAYFA, 12 TL

Bir süre önce hararetli tartışmalar eşliğinde gündeme gelen sezaryen ve kürtaj tartışmaları, ardında fazla bir şey bırakmadan geldi geçti. Dr. Arif Aslan, tartışmaların harareti geçtikten sonra İslam’ın ışığında meseleye bakıyor. Yazar, sosyal etkenlerin, psikolojik unsurların, ailevi ve İslami konuların etkisi altında konuya geniş bir açıdan bakmanın kalıcı ve doğru bir yaklaşım olacağını anlatıyor. Kur’an ve sünnet ışığında aile hayatının yanı sıra, doğum kontrolünü, kürtajı ve sezaryeni ele alıyor.

32

Yaşı kemale erenlerden olup da, ‘Kırk yaş duası’ ile Allah’a yakaran var mı aranızda? Ya da çocuk beklerken eşinizle beraber Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın duasını okudunuz mu? Sorular uzayabilir. Günlük hayatımızda belki yer etmese de bu dualar, Kur’an-ı Kerim’de mevcut. Dolayısıyla, hiç olmazsa içinde bulunduğumuz Ramazan ayında hatim indirenler bu duaları da etmiş oluyor; belki bilerek belki bilmeyerek. İbrahim Ünal, dua pınarının kaynağına giderek Kur’an ve sünnetten dualar devşiriyor. Dillere pelesenk olması dileğiyle…

Montaigne’in izinde GÖLGESİ KALEMİMİN UCUNDA MONTAIGNE, FERİDUN ANDAÇ, KAVİS KİTAP, 256 S., 17 TL

Hemen her kalem erbabının ‘Montaigne’in ünlü ‘Denemeler’ine atıfta bulunduğu vakidir, ancak kaçı gerçekten de onunla hemhaldir. Fransız yazar, “Benimle düşüp kalkanlar ‘Denemeler’deki gibi konuşuyorlar, ama aynı şekilde düşünüp düşünmediklerini bilmiyorum.” derken belki de bunu kastediyordu. Kendi ifadesiyle, Nurullah Ataç’ın ‘eşiğinden’ geçip Montaigne’e ulaşan Feridun Andaç, ‘Deneme Zamanı’ serisinin ilkinde “Kalemimin ucuna gölgesi düştü” dediği usta yazara selam gönderiyor. Serinin diğer iki kitabı Elias Canetti ve Italo Calvino’nun izinde devam edecek.

Şiirin kakülünü taramak SEYRAN, BAHAETTİN KARAKOÇ, NAR YAYINLARI, 512 SAYFA, 30 TL

Nar Yayınları, büyük bir kıymetbilirlik örneği göstererek şair Bahaettin Karakoç’un şiir kitaplarını “Bütün Eserleri” üstbaşlığıyla yayımlıyor. İlk kitap Seyran. Fazla söze gerek yok. İlerleyen yaşına rağmen şiire emek vermeyi bırakmayan Bahaettin Karakoç, pergelin bir ucunu yüreğine koyup diğer ucuyla yüce dağları aşıyor; ırmak olup coşuyor ve yorulmak bilmeyen arı duru sular gibi şiir okyanusuna akıyor.


FUTBOL

KÝTAP ZAMANI

Futbolun ordinaryüsüne yakışmış Futbol dünyasının gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri, hatta başta geleni olarak gösterilen Lefter Küçükandonyadis’le ilgili beklenen kitap nihayet çıktı. Haluk Hergün’ün hazırladığı büyük boy çalışma, efsane yıldızı gerektiği gibi anlatıyor. Ekinde de Nebil Özgentürk’ün Lefter belgeseli var. LEFTER - FUTBOLUN ORDİNARYÜSÜ, HALUK HERGÜN, NTV YAYINLARI, 392 SAYFA, 30 TL

S

runda kalacaktır. Neyse ki karşıdan motorla yetişen bir grup Fenerbahçe taraftarı onu ve ailesini bu badireden kurtaracak, sonrasında yetkililer de onlara sahip çıkacaktır. Ne çare ki Lefter’in yüreği yaralanmıştır. Uzun yıllar bu yarayı içinden atamadığı da bir sır değildir. Kitapta bunun gibi konular da görmezden gelinmemiş, Lefter’le ilgili acıtatlı her türlü olay gerektiği gibi yer bulmuş. Oynadığı dönemin gazetecilerinin tanıklıkları elbette ki önemli. Özellikle rahmetli İslam Çupi’nin Lefter’i bir başka keyifle anlattığı sır değil. Doğal olarak kitapta gerekli yeri bulmuş. Bir başka spor yazarı ağabeyimizin daha çok şehir efsanesi kıvamındaki anlatımları da kitabın şakacı yanını oluşturmuş, demekle yetinelim.

AHMET ÇAKIR

por dünyamızın en zayıf yanlarından birinin bu tür yayınlar olduğunu hemen her ay yinelemek zorunda kalıyoruz. Bu alanda belli bir uygarlık çizgisine ulaşmış ülkelerde hakkında belki de 100 kitap yazılabilecek bir efsane sporcunun kitabı da vefatından birkaç ay sonra gün yüzüne çıkabildi. Buna da şükür, diyebilmek pek kolay değil. Hemen söyleyelim ki, Lefter/ Futbolun Ordinaryüsü kitabının yazarı Haluk Hergün bu işi iyi kotarmış. Böyle kitaplarla ilgili olarak “bunca yıllık beklemenin ardından bu mu gelecekti?” endişesi her zaman vardır. Hergün de bu endişeyi duyarak çalışmış ve iyi bir iş çıkarmış. Kitabın eki olarak Nebil Özgentürk’ün belgeseli de harika bir armağan. NTV Yayınları’ndan çıkan kitapta Lefter’le ilgili olması gereken her şey var. Özellikle futbol yaşantısıyla ilgili bütün bilgiler derli toplu verilmiş.

FUTBOLU 40 YAŞINDA BIRAKTI AMA… Kolay değil, Lefter Küçükandonyadis futbolu 40 yaşında bırakırken (1924 doğumu, 1964 bırakışı, ikisi de tartışılır olduğundan özellikle belirtmekte yarar var) sonraki yıllarda teknik adam olarak görev yaptığı takımlarda da oynadı. Örneğin, Metin Oktay kitabını yazarken yaptığım araştırma sırasında 1968 yılında teknik adam olarak görev yaptığı Boluspor’da oynadığı maçların kadrolarında adına rastlamıştım. Oyun zekâsı, kıvraklığı ve becerisiyle kendini kısa sürede kabul ettiren ve rekor süre sahalarda kalarak Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yıldızı unvanına layık görülen Küçükandonyadis, Fenerbahçe ve milli takımda attığı goller nedeniyle “Ver Lefter’e/ Yazsın deftere” şeklindeki sloganın üretilmesine yol açan bir verimliliğin adı olmuştu. Gerçekte futbolu 1963’te bırakması ancak Fenerbahçe’nin çağrısı üzerine sonra yine oynaması, arada Yunanistan’a antrenör futbolcu olarak gitmiş olması epeyce kafa karıştırıcı durumlardır. Aynı özelliği taşıyan bir de Güney Afrika serüveni vardır Lefter’in. Hep söylenir ama ne olduğu hakkında tam bir bilgi bulabilmek neredeyse olanaksızdır. Kitapta bu bilgiler tam olarak var. Lefter’in doğum tarihi 1925 olarak geçiyor pek çok yerde ama kendisinin 1924 dediğini biliyorum. Bunu kendisiyle yaptığım röportajda (Hürriyet’in Kelebek eki, 16 Mart 1988) bana da söylemişti. O yıllardaki nüfus kayıt işlerinin durumu malum, yani çok da üzerinde durulacak bir nokta değil.

MİLLİ TAKIMDA KAÇ GOLÜ VAR? İTALYA VE FRANSA’DA OYNADI Fenerbahçe’ye transferi, bütün hayatını belirleyecek önemdeki gelişmedir. Birkaç yıl sonra önce İtalya’da Fiorentina’da oynar (1951). Ardından Fransa’nın Nice takımına geçer (1952). Yani bu işin pek de yaygın olmadığı bir dönemde iki büyük futbol ülkesinde top koşturur. Fiorentina’da iken 5-0 kazandıkları maçın 2 golünü atıp 3’ünün de pasını vermesi gibi olağanüstü işleri vardır. Ancak Metin Oktay gibi o da son derece duygusal biridir ve en az Fenerbahçe kadar bağlı olduğu Büyükada gözünde tüter. O nedenle Avrupa serüveni uzun sürmez ve Fenerbahçe’ye döner. Dönüşü sırasında transfer için devreye Galatasaray’ın girmiş olması, bu işlerin o günden bu yana pek değişmediğini gösteriyor. Oynadığı harika futbol ve attığı gollerle bir döneme damgasını vurmuş süper yıldızdır Lefter. O kadar ki kendisine Ordinaryüs unvanı verilir. Gerçi veren bir Fenerbahçe taraftarıdır ama buna itiraz etmek kimsenin aklının kıyısından bile geçmez. Taraflı tarafsız herkes onun bu unvanı sonuna kadar hak ettiğini bilir. Doğrusunu isterseniz Lefter, yıllardır konuşturulması pek de kolay olmayan, biraz da bu nedenle kendisiyle ilgili kitap yazılamayan, film ve benzeri belgesel çalışmalar yapılamayan biri olmuştur. Bunda Lefter’in futbol dışında yaşadığı bazı tatsızlıkların payının bulunduğu kabul edilir. 1940’lı yılların Varlık Vergisi faciası, onun yoksul bir balıkçı olan babasını ve dolayısıyla aileyi pek etkilemiş değildir ama 6/7 Eylül (1955) olayları sırasında evine saldıran çapulcu sürüsüne karşı eline tüfeğini almak zo-

Lefter’le ilgili çok açık ve kesin olması gereken bazı bilgilerdeki karışıklıklar, milli takımla ilgili kitapları hazırlarken beni de çok yormuştu. Ülkemizde milli takım formasını 50 kez giyen ve bunun için madalya alan ilk futbolcu olan Lefter aynı zamanda Ay Yıldızlı forma altında en çok gol atan futbolcu unvanını da uzun yıllar taşıdı (şimdi bu rekor 51 golle Hakan Şükür’de ve pek yanına yaklaşabilen de yok.) Ancak Lefter’in milli takımda attığı gol sayısı çeşitli kaynaklarda 20, 21 ve 22 olarak yer alabiliyor. Kitapta da 22 sayısına itibar edilmiş ama sıkıntı ümit milli düzeyinde oynandığı belirtilen bir maçta atmış olduğu golden kaynaklanıyor. 2 Ağustos 1948’de Londra’daki olimpiyat oyunlarında Çin Halk Cumhuriyeti takımına attığı gol, bu nedenle çeşitli kaynaklarda sayılmıyor. Her kitapta ille eksik-aksak bir yan bulma derdinden değil, sadece dilek olarak söyleyeceğim: Kitaptaki fotoğraflar biraz ziyan edilmiş. Daha büyük kullanılması gereken belge değerindeki fotolar çoğu yerde minik kalmış. Bunlar kitap içinde ayrı bir albüm olarak da verilebilirdi. İki minik yazım yanlışı gördüm: 50. sayfada Osman İncil denilmiş, İncili olacak (Galatasaray’ın ‘Kova’ unvanlı kalecisi). 91. sayfada da Hideguti yazılmış, Hidegkuti’dir. Bir de yakın yıllarda Fenerbahçe’de oynayan Müjdat Yetkiner’le (doğumu 1961) aynı ad ve soyadı taşıyan geçmişin ünlü Fenerbahçeli futbolcusunun adının Müjdat değil de Müzdat (1922 doğumlu) olduğunu bu kitaptan öğreniyoruz. Başka görebildiğimiz bütün kaynaklarda Müjdat deniliyor ama kitapta o kadar çok Müzdat var ki hepsi dizgi yanlışı olamaz, kanısına varıyoruz.

33

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

Tarihin efsanesiz hali EFSANE TARİH, MUHSİN ÖZTÜRK, KAYNAK KİTAPLIĞI, 192 SAYFA, 9 TL

Türkiye’deki tarih tartışmalarında henüz aşılamayan bir durum söz konusu: Resmi ve gayriresmi okumalardan doğan zıtlıklar. Resmi tarihin ‘bu böyle biline’ dediği, sadece demekle kalmayıp geniş kitlelere ‘onun öyle olduğunu gösterdiği, anlattığı ve aynı zamanda bellettiği’ şeye direnmek kolay değil ama her şey bir adımla başlar. Muhsin Öztürk, bu adımlara bir yenisini ekliyor. Taksim anıtındaki gizli Rus’un kimliği, Sinan’ın kafatasının yeri, Fatih’in Hristiyan askerleri, kitaptaki konu başlıklarından bazıları.

Çileli bir yazı yolculuğu GALİP ERDEM, ÜLKÜCÜNÜN ÇİLESİ, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 251 SAYFA, 14 TL

1960’lı ve 70’li yılların yazı hayatının ‘sağ’ cenahında yer alan önemli isimlerden Galip Erdem, yakın arkadaşları arasında çalıştığı her gazeteden kovulması ile meşhurdu. Fakat bu mizahi takılmanın arkaplanında bâbıaliye dair acı bir durum da yatıyordu. Çünkü Erdem, “İnandıklarının tamamını yazamasa da, inanmadıklarını katiyen yazmayan” bir yazardı. Haliyle o dönemin bâbıalisinde kalıcı olması zordu. Kitap, Erdem’in az ama öz gazete yazılarından bir seçki sunuyor.

Ancak Tanrı yaratabilir! FRANKENSTEIN, MARY SHELLEY, CAN YAYINLARI, 272 SAYFA, 20 TL

Bilim tutkunu genç öğrenci Victor Frankenstein “yarattığı” varlığı gördüğü anda tüm çabasının boşa gittiğini anlamış, fakat iş işten geçmişti. Shelley’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus’u, 18. yüzyıl Avrupası’nın Aydınlanmacı tutkularının kültür açısından korkunç sonuçlarını hayal eder. Bilimden yararlanarak “doğanın sırlarına nüfuz etmeye” yönelirken, insan doğası ve bedeni dahil olmak üzere her şeyi birer nesneye çeviren Aydınlanmacı arzu, Frankenstein’ı pişmanlıkla son bulacak bir serüvene sürükler: Frankenstein’ın canavarı, aslında aklın kendi canavarıdır ve şimdi sadece bu canavardan değil, onu meydana getiren aklın kendisinden de korkulması gerekmektedir.

Lezzetin tarihçesi LEZZETİN TARİHİ, PROF. DR. ZEKİ TEZ, HAYY KİTAP, 368 SAYFA, 25 TL

Prof. Zeki Tez bugün sofralarımızı süsleyen birçok gıda ve içeceğin tarihinde yolculuğa götürüyor okuru. Haliyle bu uzun yolculukta birbirinden şaşırtıcı bilgilerin yanı sıra, olmadık soruların cevapları da çıkıyor karşımıza. Sorulardan bazıları şöyle: Tarihte ilk yemek nasıl pişirildi? Tereyağını kutsal ayinlerde kullanan uygarlık hangisiydi? Yezidîler niçin lahana, marul ve ebegümeci yemez? Muzu dünyaya tanıtan imparator kim? Umberto Eco’ya göre 10. yüzyılda en sevilen et yemeği hangisidir?


KÝTAP ZAMANI

6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESÝ

İnsanî öze bir ad Yunus Emre, entelektüel oluşumların Fars dili çevresinde dönüp durduğu, ortak bilinci besleyen çok sayıda eserin (klasiklerin) Farsça olarak yazılmış ya da bu dile çevrilmiş olduğu 13. yüzyıl Anadolu’sunda, Türkçe şiir söylemede ulaşılan ilk büyük aşamanın timsalidir.

Yunus Emre, entelektüel oluşumların Fars dili çevresinde dönüp durduğu, ortak bilinci besleyen çok sayıda eserin (klasiklerin) Farsça olarak yazılmış ya da bu dile çevrilmiş olduğu 13. yüzyıl Anadolu’sunda, Türkçe şiir söylemede ulaşılan ilk büyük aşamanın timsalidir. Yunus’un yaşadığı devir, yazılı kültür ile sözlü kültür arasında düzensiz geçişlerin bulunduğu, çoğu yerde sözlü kültürün ağır bastığı bir devirdir. Sözlü şiirde, şarkı sözündeki durumun bir benzeri olarak insanların ortak algısına uyarlanacak bir ritmi tutturmak önem taşıyor. Konuşmakta olan herkesi kapsayan sözel algı, tek tipleşmeye eğilimli görünse de hareketli ve değişime açık olmasıyla zaman içinde başkalaşmaya yatkındır. Yunus Emre’nin sözlü şiirin işlerliğe sahip olduğu dönemde ve alanlarda etkili bir kişilik olduğu besbelli. Kendisi, tekil insan olarak ne yapması gerektiğini düşünmektedir ve topluluk içindeki konumunun, söylem alanına ilişkin sorumluluğunun farkındandır. İnsanı erdemden uzaklaştıracak alışkanlıkların eleştirisi ve bir insanı erdemli kılacak nitelikler üzerindeki vurgusu ile bunların kazanılması yönündeki hassasiyet, Yunus Emre’nin bütün eserine yayılmıştır. Siyasi çevre ve çerçevelerin konu dışı olduğu bu söylemin dokusunda halkın sağduyusuna sinmiş olan Allah’ın inayetine duyulan inanç vardır. Bu inanış, üzerinde devlet şemsiyesinin varlığını hissetmeyen toplumlarda rastlanan, barbar dünya kalıntılarına yer bırakmamıştır. İçsel disiplin taşkınlık eğilimlerini ehlileştirir, insanda davranışları düzene sokar. Aşk bahsinde, bağlılık derecesinin cenneti bile feda edecek ölçülere vardığını söyleyen Yunus Emre, cennetsi bir “bu dünya”nın, insanın iç âleminde oluşmasını sağlayacak anahtarları vermiştir. “N’idem demek, ırak oldu bunlardan” diyerek toplum içinde sorumlu olması beklenenlerin bu duyguyu sahiplenmesi gereğine göndermede bulunduktan ve manevî gıda sahiplerinin “Her dem yeniden kısmet alır” olduğunu belirttikten sonra da: “Yunus cümle sözün sana ferîde / Çün iş sana düşüptür, kim iş ide” şeklindeki beyti yazarak, yapılacak işin başkalarından önce kendisine düştüğünü söylüyor. Bu söylemin sahibinde, şair kişiliğine ilişkin, özerk bir bilincin bulunduğu çok açık.

YUNUS’TAKİ İKİ NİTELİK Yazma ve söyleme bireysel eylemlerdir, ancak bireysel verimler topluca paylaşılan bir algı dünyasında şekillenir. İnsanlığın kayıtlara geçmiş tarihinde genelleyici bakışı dile getiren, ortak noktalara vurgu yapan, paylaşıma ve yakınlaşmaya göndermede bulunan söylemlerin, bireysel ifade biçimlerinden önce ortaya çıktığı biliniyor. Bir topluluktaki müş-

anda anlamlar dünyasını bir parça daha görünür kılar. Anlamlar dünyasının kazandığı görünürlük derecesi, aynı tutkuyu paylaşanların her biri için kazanımdır, kozmik dünyaya muhataplığının farkında olan herkesin yararınadır. Başkalarını başkalaştırma ihtiyacı duymayan bir özerkleşme, ancak anlamlar dünyasında olabilir, genişleyen anlam alanı ise olgunlaşmanın yolu üstünde bulunan, arzu ve tutku sahibi herkesi kucaklar.

‘Kİ SEVDÜĞÜNDEN ÖTE MENZİLÜN YOK’

kı beyitte geçen sevgi gibi, kalpte bulunan, gönülle ve zihinle ilgili bir durumdur. Tablonun içinde sınanan ise, adı sanı belli insanlar (kişiler) değil, insan gerçekliği olarak anlaşılmalı. Aynı zamanda derviş olan bir şairi tanıtmaya çalışırken özerk kişiliği ve bireyliği çağrıştıran nitelemelere başvurduğumuza göre, şu açıklamayı da yapmamız gerekiyor: Çağımızda tercih edilen görüş, kendisini kurtarma peşinde olmayı bireyleşmenin parçası saymaktadır. Buna göre son derecede hayatî ve insanî olduğu kadar herkesi kapsayan bir konuda kendisini sağlama almış birinin, ulaşabileceği kadar yakınındaki birine bile aynı konuda, “o senin sorunun” diyerek onu yalnız bırakması normal sayılır. Bunun yanında, hayat enerjisinin bazı insanlarda bireysel olmayan tutkuya dönüşerek herkese hitap edeceği, kucaklayıcı insan olgunluğu halinde görünürlük kazanacağı hesaba katılmıyor. Şair, kozmik evreninde sönmesini istemediği anlamsal genişlemenin peşindedir; bunun, toplum içinde kendisini kurtarmaya çalışmakla alâkası yok. Çıktığı yolculukta tutkusunun yoğunluğu, bağımsız bir anlam bütününün özerk taşıyıcısı kılar onu, aynı tutkuya sahip olanlar aklının altındadır hep; tek başına ama onlarla dolu olarak yürür şair. Kendisini kurtarma peşinde koşan ve bu koşuyu birey olmanın meşru aşaması sayanlara yer bulunmaz bu akılda. Şairin, anlamlar denizinde attığı her kulaç, aştığı her dalga onun özerkliğini derinleştirir, aynı

terek dünyanın algıyla kurulmasında değişik alanlara ait etmenlerin payı var, ancak şairlerin bireysel çıkışları algı dünyasının inşasında en önemli yere sahiptir. Yunus Emre’nin dünyasında, algının ortak dünyasının inşasına yapılan katkıyı ve seçilebilir şair kişiliğinden yayılan sesi bir arada buluyoruz. Bu iki nitelik belirgindir Yunus’ta. Yapılacak işi başkasına bıraktığına dair hiçbir imâda bulunmadan kendisinin üstlenmesi de sorumlu ve özerk bir kişiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. İşin özünde, çok kullanışlı olması için içi boşaltılmış değil, gerçekten insan sıcaklığının ve yakınlığın belirticisi olan ve şiirdeki söyleme tarzı “karşı çıkma” biçiminde olduğunda dahi şairlerin bağlı kaldığı, “sevgi” vardır. Günümüzün kavramlarına yansıtırsak; bu sevginin hem bireysel olarak sahip olunan hem de toplumsallığın mayasında yer alan, entelektüellere has bir nitelik olduğunu söyleyeceğiz. Neyi sever isen imânın oldur Nice sevmeyesin sultânın oldur Bu beyitte geçen “iman”ı, bilinen şekliyle dinî bir terim olarak değil de (bu anlamıyla çelişen bir yola girmeksizin) insanî yakınlık ve sıcaklık olarak, “sultan”ı da yine insanî yakınlığın ve bağlılığın dile getirilme biçimi olarak aldığımız zaman, kişilik bütünlüğüne sahip tekil insanın o günden bugüne, her zaman sınandığı bir tabloyu önümüzde buluruz. İman, tıp-

34

Bu beyit okunduğu zaman, “Kişi sevdiğiyle birliktedir” anlamındaki hadis-i şerifin hatırlanması doğaldır. Algımızı, dinî bilgilerin denizine salarak tefsir yapmaya girişmeyip insanı etki altında tutan sevgi öğesine onun doğal bir durumu olarak baktığımız zaman, insanî gerçeğin eskimeyen bir niteliğinin bu beyitte dile geldiğini hissederiz. Bu, insanoğlunun sahip olduğu ve sahipliğini şiirle olgunlaştırmak istediği bir gerçektir. Bu gerçeği bariz hale getirmek için, dediğimiz gibi; iman’ı bir hukuk (fıkıh) terimi, sultan’ı da siyasi terim olarak almayacağız. Yunus Emre’nin söyleyişi, bu terimlerin anlamsal bağlamını dışlamıyor ve büsbütün dışlanmasına imkân vermiyor ama belirli bir disipline açıkça göndermede bulunmamakla, söylediğimiz biçimde, insan duygusuna odaklanmış olarak anlaşılmaya müsaittir. İnsanın, “boyandım rengine” diyeceği ölçüde yakınlık duyup sevdiği varlık ile barışık olma halini dile getiren bu beyit, Risaletu’n-Nushiyye’de anahtar sözlerden biri olarak yer almıştır. Yunus Emre’nin bir mısra halinde söylediği “Ki sevdüğünden öte menzilün yok” sözüyle ve başka yerlerde, başka ifadelerle desteklenen o beyitteki anlam, şairin deyişlerinin özündendir. Bu aynı zamanda bireyi geleneklerden, toplumsal bağ ve bağlantılarından ayrı, tek başına düşünmemize imkân veren insanî bir özdür. Tekkelerde, nüktelerle ve söz sanatlarıyla buluşmaya meyilli ve dinlemeye hazır bir topluluk her zaman hazır oldu. Sözel şiirin tekke ortamında sürüp gitmesinin, tekkelerden çıkarak insanlar arasında yayılmasının başlıca nedeni, bir tanıma bağlanmış dinî ilkelerle insan hayatının değişkenliği arasında, iktidarın hiyerarşisi ile insanının kendi dilemesine göre bağlanması ya da serpilmesi arasında ve genel bilgi ile bilginin duyumsanması arasındaki dalgalanmayı yaşayan bu toplulukların varlığıdır. Dalgalanmadaki bireşim (çokluk içinde birlik) arayışı hem tutkulu bağlılığa ve hem terk etmeye (dünyaya boş vermeye) dönüşebilirdi. Dervişlerin üzerinde cisimleşen bu haller, tekke ortamında bir söyleme ve edaya yüklenmiş olarak korundu, kuşaktan kuşağa aktarıldı. Onların söylemi, bütün bir kültürü içermiştir. Edaları liriktir. Çünkü algının ve dilin ilk biçimi şiirseldir, insanın başlangıcı ile sonu arasındaki yolculuğu, bu nedenle, lirik bir atmosferden yansımıştır.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.