Yeni Yüksektepe
Feniks 3 Aylık Felsefi - Kültürel - Hümanist Dergi
Sayı : 73
PSİKOLOJİ: BİZİ HAREKET ETTİREN NEDİR? FELSEFE: GALİBİYETİN ESRARENGİZ SANATI BİR ÖYKÜ : DEDEMİN MİRASI
Yeni Yüksektepe
Feniks 3 Aylık Felsefi - Kültürel - Hümanist Dergi
Sayı : 73
Editör Köşesi
Ü
ç aydan aya çıkan Feniks dergimizin yenilenen yüzü ile tekrar karşınızdayız. Felsefi, kültürel ve hümanist dergimiz isminde de anlaşıldığı gibi bu konulara -belki de bugün en çok gereksinim duyduğumuzvurgular yaparak farklı farklı yazılarla sizlerin eline ulaşmaya devam edecek. Evet hiç kuşkusuz, Felsefe, Kültür ve Hümanizm kelimeleri sizlerde de çok şeyi çağrıştırıyordur. Feniks diğer bir deyişle Anka kuşu yeniden doğuşu, yenilenmeyi, rönesansı ve “bitti” derken yeniden küllerinden doğmayı ifade ediyor. Tıpkı tarihin tüm dönemlerindeki ortaçağların karanlığından Rönesansın aydınlığı ile çıkıldığı gibi. Eskilerin felsefesini, kültürünü ve hümanizmini yeniden canlandırarak.. Bu, kesinlikle eskinin yıkıntılarında kaybolup, nostaljik ve duygusal bir tutum takınmak anlamına gelmiyor elbette. Bu değişime, ünlü İnisiye filozof Helena Petrovna Blavatsky’nin sıkça kullandığı tabirle “eski şarap yeni şişede” de denilebilir. Yani, bizleri harekete geçiren, coşturan, galibiyetin muhteşem sanatını tekrar tatmamızı sağlayan, sözlerle ve iyi yapılan işlerle ifade edilen fikirlerden ve bu fikirlerin farklı ve bugün için daha anlaşılır ifadelerle söylenmesinden söz ediyoruz. Diğer bir deyişle, içeriğinden ve kimliğinden hiçbir şey kaybetmeden, dergimizin imajının ve kıyafetinin yenilenmesinden söz ediyoruz. Bu, dergimizin sadece tarihi, sanatsal, felsefi konuları içerdiği kanısını doğurmasın. Felsefi, kültürel ve hümanist olduğu takdirde güncel olan/olmayan konulara da yer vermeye devam
Bu sayıda: edeceğiz. Önceki sayılarımızdaki gibi psikoloji, bilim, tıp, sağlık, arkeoloji, mimari, sinema, tiyatro, söyleşi gibi birçok konuda da yazılarla sizlerle buluşmaya devam edeceğiz. Bu sayımızda; ilk olarak Oya Uysal’ın “harekete geçirmeye” teşvik eden yazısını bulacak ve kendi yüksek yaşam enerjisini yazıları yoluyla nasıl aktarmaya devam ettiğini göreceğiz. Eminim, yazıda kendinizle ilgili birçok bulabileceksiniz. Filozof Jorge Angel Livraga’nın bu sayıdaki yazısı “Galibiyetin Esrarengiz Sanatı”. Bu yazı hakkında çok söylenebilir ama yine de ifade etmeye yetmeyebilir. Nitekim bu çaba şuna benzer: Yeni yetme sanat eleştirmeni edası ile Da Vinci’nin tablolarını yorumlamaya çalışmak… Ama şu kadarını söyleyelim; Bu makale, bize de dergimizin hazırlanmasında çok ilham verdi. Sizde de benzer duygu ve fikirler uyandıracağından eminiz. Yazar Emine Aydoğdu dergimiz için güzel bir öykü kaleme aldı. İyi de etti. Çünkü, yazısı edebiyatın fikirlerin aktarılması konusundaki gücünü bize gösteriyor. Şimdi dilerseniz, dergimizin az ama derin içeriğinde kısa ama keyifli bir yolculuğa çıkalım. Aralık ayında daha zengin ve dolu dolu bir içerikle tekrar buluşmak üzere.. Tüm yayın ekibi adına iyi Okumalar… Nazım Özdemir 2
Bizi hareket ettiren nedir? Hayatta her gün seçimler yaparız? Peki bunların dayanağı nedir? Bizi bir yerden diğer yere götüren ya da onu değil de bunu seçmemize etki eden nedir? Fiziksel Oya Uysal Sayfa:3
Galibiyetin Esrarengiz Sanatı İnsanoğlunun sırrı gerçekten ne yapabileceğini, amaçlarına ulaşmak için kullanabileceği yolları bilmek, tüm dikkat ve gücünü bunlara yönlendirmektir. Düşündüğümüzden daha fazla güce
Jorge Angel Livraga
Sayfa:5
Bir Öykü :Dedemin Mirası Sonbaharın son ayında, çukur ve tümseklerin çokça olduğu toprak bir yolda ilerlemeye çalışan kırmızı bir arabanın içinde yedi aylıkken doğmuşum. Sonbahar Emine Aydoğdu sayfa:9
PSİKOLOJİ
BİZİ NE HAREKET ETTİRİYOR?
H
ayatta her gün seçimler yaparız? Peki bunların dayanağı nedir? Bizi bir yerden diğer yere götüren ya da onu değil de bunu seçmemize etki eden nedir?
Fiziksel plandan düşündüğümüzde; Hayatta kalma içgüdüsü, susuzluk, açlık, tensel zevkler, tembellik, para, gördüğümüz manzaralar/olaylar, dinlediğimiz müzik, içtiğimiz şarap…
Hayatta kalma içgüdüsü örneğin; diğer kişiyi ölümün karşısına atmaya kadar götürürken, açlık ve susuzluk gibi gereksinimler, başkasının ekmeğini suyunu çalmaya itebiliyor, Tensel zevkler ise hayvanlarla bizi eşitliyor, İçtiğimiz şarap da neşeyi beraberinde getiriyor olabilir veya gördüğümüz muhteşem manzara şiirsel tarafımızı ortaya çıkartabilir. Tembellik ise, enerjimizi
akıtamadığımız için çabuk yaşlanmamıza veya başkalarının bizim için çalışmaları gerekliliğine götüren sapkınlıklara ulaştırabilir. Para veya her türlü nesne ise, bizi hareket ettiren seyler oluyor. -Goethe bununla ilgili Faust adlı kitabında ruhun satışı ile ilgili olarak uzun açıklamalarda bulunuyor, benim onun üzerine bir şey ilave etmem yakışık almaz? Bir depremde birbirini tartaklayıp çadır kapanlar, sonra da gidip parayla satarken öte yandan Japonya’da tsunami sonrasında biraz yemek için “sırada” sessizce bekleyenleri ne hareket ettiriyor? Kimi, hiyerarşik veya sadece olgunluktan dolayı üstü olan kişiden gelenleri duymaz, duymak istemez, duysa da yapmaz iken veya toplumsal problemler karşısında duyarsız kalırken, diğerini birşey söylemeye gerek bırakmadan hareket ettiren nedir? Kimini “hayvanlar için hayvan barınağında temizlik yapacağız” dendiğinde; o anda işini çıkartan, eğlenceye davet ettiğinde ise koşturtan, kimini tüm olanaksızlıklarına rağmen orada, elinden geleni yapma çabası içerisine sokan şey nedir? Psikolojik sebepler de vardır; En temelde korkular, bağlılık, öfke, kıskançlık, nefret, aşk, günah, …Her tür korku (yalnızlık, ölüm, günah, cehennem, dışlanma, başarısızlık, 3
sevilmeme v.b.) bizi ya hareketsiz/kararsız kılıyor ya da paralize/panik olmamıza sebebiyet veriyor. Yani her iki durumda da dengeyi kaybedebiliyoruz. Öfke, kıskançlık, nefret gibi negatif duygular bizi sonrasında pişmanlık ile yüzleştirirken, bağlılık, aşk gibi değerler ise sonu mutlulukla biten durumların içinde olmamıza neden oluyor. Doğaya, işine, eşine, bilgeliğe aşk duyan kişileri düşünün! Dokundukları yerleri -kişileri güzelleştiren, canlandıran, hayat veren şey nedir? Her türlü ayrımcılığa karşı, insanlığın arasında birliği yerleştirmeye çalışanları ne hareket ettiriyor? Bugünlerde fazlasıyla tanık olduğumuz kadın cinayetlerini gerçekleştirenleri veya sokak çocukları için çalışan, onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışan, “iyi bir vatandaş, insan, baba olsun” diye mücadele eden kişileri ne hareket ettiriyor? Koca koca ünvanları olan insanları, kitlelerin önünde bağırıp çağırmaları, yumruklaşmaları veya “daha popüler olacağım!” diye medya önünde şirretlik yapanları ne hareket ettiriyor?
PSİKOLOJİ
Tersine sadece insan sevgisi nedeniyle ilkelerinden ödün vermeyen, her türlü zorluğa katlanan, iftiralara uğrasa da idealinden vazgeçmeyenleri ne hareket ettiriyor? Elbette zihinsel düzeyde ve hatta spiritüel düzeyde bile sebepler bulunur; Arzular, hırs, cennete gitme arzusu, kibir, prestij, cehalet, bilgiye ulaşma, ideal.. Siddartha Gautama Buda, acının kaynağının arzular, beklentiler, cehalet olduğunu söylemiştir. Yine bir Hint Destanı olan Mahabharata’da da “İnsan neden doğru davranamıyor?” sorusuna verilen yanıtta, kişiliğin hırsla yaklaştığı bencil hareketleri sonrasında acı çekeceği veya tam tersine “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek üç maymunu oynayanların, cehalet denizinde boğulacağı belirtilmektedir. Yardım kampanyalarında toplanan para ve ayni olarak verilecek yardımları iç eden, har vurup harman savuran veya zayi eden zihniyeti ya da Tsunami’den sadece altı ay sonra yok olmuş yerleri önce büyük parçalardan arındırıp, sonra gönüllü öğrenciler ile küçük parçacıkları ayıklatan ve sonunda sanki orayı hiç Tsunami
vurmamışçasına eskisinden daha düzenli hale getiren zihniyeti ne hereket ettiriyor? Doğru ile yanlışı aynı torbaya koyanları veya “bunların hangileri doğru hangileri yanlış?” ayırımını yapabilenleri ne hareket ettiriyor? Şimdi sorumuzu tekrar edelim: Bizi hareket ettiren şey nedir? Her gün seçimler yapıyoruz ve hayatımızı bir yöne doğru sürüyoruz.
Farkında mıyız, bizi hareket ettiren şey nedir? Her gün konuşuyoruz, paylaşıyoruz, aktarıyoruz, soruyoruz. Ağzımızdan çıkanların bir limandan kalkıp, gelmelerini sağlayan rüzgarı tanıyor muyuz? Her gün seviyor, sevmiyor, kızıyor, aşık oluyor, güceniyor, gurur duyuyoruz. Duygusal iniş ve çıkışlarda, göğsümüzü doldurup indirenin ne olduğunu ve bizimle nasıl oynadığını görüyor muyuz? Her gün, “benim”, “benim değil”, “ben yaptım”, “ben asla öyle yapmam”, “ben olsaydım böyle yapardım”, “böyle de yapılır mı?” fikirlerinin uçuşmasını ve bizim de buna göre hareket etmemizi ve sonuçlarına da katlanmak 4
istememizi, hatta sonuçlarını görünce “hep de beni bulur” dedirteni tanıyor muyuz? “Manage” ve “conduct” kelimelerinin etimolojilerine baktığımızda atlarla ilgili olduğunu ve onların yönetmeki, sürmek, bir araya getirmek anlamına geldiğini görürüz. İnsan olarak ; yukarıda bahsettiğimiz tüm fiziksel, psikolojik, zihinsel ve spiritüel unsurların toplamı olduğumuza göre, bunların hangi iç güçlerle yönetildiklerini biliyor muyuz? Onları yakalıyor muyuz? Yakaladıktan sonra onlarla ne yapıyoruz? Bir kişi kendini tanımayı önemsemiyor ise yaşadığı dış hayat sadece bir kabuktur ve içi boş bir kabuk, nasıl ki en ufak bir dış darbede kırılırsa, insan da hayatın getirdikleri karşısında o kadar kolay kırılır. Kendimizi tanımayı, iç güçlerimizi yönetmeyi öğrenmemizi sağlayacak zihni geliştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Her birimizin, arzudan arınmış, sadece doğruyu, adili, güzeli, iyiyi işaret eden zihin olmasını dilerim. Oya UYSAL, Araştırmacı
FELSEFE
Galibiyetin Esrarengiz Sanatı der.
İ
nsanoğlunun sırrı gerçekten ne yapabileceğini, amaçlarına ulaşmak için kullanabileceği yolları bilmek, tüm dikkat ve gücünü bunlara yönlendirmektir.
Düşündüğümüzden daha fazla güce sahibizdir. Herbirimiz, ne kadar küçük olursak olalım büyük enerjileri, büyük olanakları içimizde barındırırız. Bazılarımız: “Nasıl olsa kimse yazdıklarımı basmayacağına göre hiçbir zaman şiir yazmayacağım” veya: “Bu maceraya atılmayacağım, çünkü nasıl olsa kimse beni anlamaz”
Kıyaslamanın, rekabetin, bizi yetiştirdikleri o sağlıksız sporun tadını biraz unutalım. İstediklerinizi gerçekleştirmek için buradan çıkın. Şiir ruhunuzu uyandırıyorsa, ruhunuzda yuvalarındaki kuşlar gibi duruyorsa onları kabul edin, eğitin, uçurun, zararı yok! Matbaa yokken şairler ne yapıyorlardı? Sapho, zamanında o uzak Grek’de şiirlerinin Ortaçağ’daki acı kayboluşuna dek
5
tüm Dünya’ya yayılması için ne yapmıştı? Matbaa yok, yayıncı yok ama... Şiir var! Kulaktan kulağa, azar azar dolaştılar. Nasıl “yayınlanacağımızı” düşünmeden yaptıklarımızla ürün alabiliriz. En sevdiğim kitabıma on dokuz yaşında başladım ve hiçbir zaman birgün yayınlanacağını düşünmedim. Kaç kişi kitapları, mesajları, kişilikleri içlerinde saklamışlardır! Bunları çıkarmak gerekir! Bunları kendimizden çıkarma gücüne sahip olmamız, kendiliğindenliğe susamış ve artık büyük altyapıların belirlediklerini istemeyen, kalpten konuşmayı, erkek erkeğe, kadın kadına, insan insana, eski Romalıların dediği gibi kalp kalbe konuşmayı isteyen bir dünyaya sunmamız gerekir. Bu eşitlikten kaynaklanmaz çünkü o verimsizdir ama daha çok çıkıntılı parçaların girintili parçalara oturduğu bir çarkın düzeninin dişleri gibi kendimizi tamamlayanı bulduğumuz bir şeydir.
FELSEFE Birinin çıkıntılarının diğerinin boşluklarını doldurduğu bu tamamlayıcı hareketle kuvvet aktarılabilir: tinsel kuvvet, fiziksel kuvvet, kısaca içsel kuvvet... Zaferi, herkesi bekleyen son zaferi elinde tutan, bunu, kalbimizi inanç ve hayalle dolduran küçük başarıların, hiç durmadan tekrarlanan gündelik küçük zaferlerin yardımıyla yapmıştır. Belki resim yapıyorsunuz belki de desen çiziyorsunuz, yapın o halde! İnsanların bunu anlayıp anlamamasının hiçbir önemi yok. Başkalarının ötesinde, çevrenin ötesinde başka bir Yargıç vardır. Bu Yargıç o kadar büyüktür ki büyüklüğünü anlamak mümkün değildir. Bu Yargıç hayal edilemeyecek kadar iyi ve o kadar adildir ki yapılanların ötesinde kalplerden yapılanların kaynağını okur. Bu büyük Yargıç bir şekilde mantosunu üzerimize, alçakgönüllü zaferlerimizin, küçük hayallerimizin üzerine örter: Asla yazmadığımız mısraları, asla yapmadığımız resimleri, elde edemediğimiz şefkat anları, elimizden kaçan ama yine de binyıllar boyunca tamamen içsel olarak gerçekleşinceye kadar o büyülü dünyada kalan fırsatları.
Ne kadar alçakgönüllü ne kadar küçük olursak olalım, kendimizi Dünya’da ne kadar yanlız hissedersek hissedelim Zafer’e ulaşabiliriz. Yavaş yavaş, küçük adımlarla ilerleyebiliriz, ilerleyebiliriz, ilerleyebiliriz. Ne formüllere ne de özel desteğe ihtiyacınız vardır. Her zaman geçmişten öğrenerek kendimizi yavaş yavaş mükemmelleştirebiliriz. Fanatikleri tek başına olduklarında köşelerinde ve kendi mumları sayesinde güzellik ve rengi algılayabildiklerine inanmaya bırakın. Onları böylece bırakın, onlar insanlığın başka bir çağına aittirler. Bugün her birimiz kendi ışığımızı, kendi yerimizi aramalıyız.Kendimizi böyle hissediyorsak mükemmel! Bir yerde mutlu değilsek bir başka yerde olabileceğimizi bilmeliyiz. Gerekli olan kimseye kötülük yapmamak, komşunun yağıyla değil kendi yağımızla kavrulmaktır. Sonuçta gerekli olan ışığımız olmasıdır. 6
FELSEFE
Seçebilmeliyiz: Bir mumumuz olabileceğini varsayalım ne isterdiniz? Mumu mu, ışığı mı tercih edersiniz? Mumu tercih ederseniz geri kalan günlerinizde karanlığı tanıyacaksınız; ışığı tercih ederseniz mumu söndürmeniz gerekecektir. Bir kibrit alıp onu sürtmemiz, onu yaklaştırmamız ve alevin aydınlık bir kılıç gibi her zaman yukarıya doğru doğuşunu izlememiz gerekir. Her durumda maddi şeyler düşer, yerlerini değiştirir ve kaybolurlar. Eskiler “Omnia transeunt”, “Her şey yol alır” derlerdi... Suların denize doğru akması gibi her şeyin bir kaderi vardır. Kendimizi bu kaderle birleştirelim! Suların şarkı söyleyerek dağlardan nasıl indiklerini gözleyelim. En saf olanları hangileridir? Kayalara çarpanlar, şelale halinde dökülenler ve çokça beyaz köpük takviye ile köpürenler. İşte bunlar en saf olanlarıdır; diğerleri korkak, sakin, uyuyan sular kirlenir ve içlerindeki tüm yaşam kaybolur. Dünyanızı derinden gelen büyük fikirlerle, coşkun fikirlerle doldurun. Öyle ki iyi varlıklar, iyi melekler, iyi düşünceler ve iyi
duygular size yerleşsin. Öyle olsun ki içinizde yaşayan her şey hapiste gibi olmasın, şarkı söylesin. Ağacın dalına konmuş kuşlar, az derin bir denize daldığımızda gördüğümüz balıklar gibi olsunlar. Kendimizde özgür ve alacalı tüm varlıkları, şöyle diyebilen tüm varlıkları toplayalım: “Burada yaşıyorum çünkü özgür ve mutlu bir insandayım.”
Bir şekilde özgür olmak, mutlu olmak dostlarım, çok sevgili dostlarım... biraz da galip olmak değil mi? Sadece biraz... Müthiş veya olağandışı bir şekilde değil. Amacımız bu, birazcık galibiyet, özgürlüğün, uyumun ve neşenin merdivenlerinden bir basamak daha çıkmak... Dizlerinizin titremesine izin 7
vermeyin! Her durumda düşmenin zararı yok! Tekrar, tekrar kalkın! Ellerinizden sanki kanatlarmış ya da Tarih’in yamaçlarındaki köklermiş gibi destek alın ve kendinizi her seferinde daha uzağa, ileriye fırlatın! Hepimiz öleceğiz, hepimiz (belki) yeniden doğacağız, hepimiz Büyük Yol’un, Büyük Samsara’nın yolcularıyız ama her şeyin ötesinde kendi irademizin de yolcularıyız... Küçüklüğümüzün farkında olarak sık sık kendimize sorarız: Bir zamanların büyük adamları nerede? Kendi içimizden başka nerede? Unutulmadılar, kaybolmadılar ama biz onları korku ve tereddüt gibi çer çöpün altına gömdük. Onları tüm bunların altından çıkaralım. Tüylü miğferleri yeniden göreceğiz, gökyüzünün ışığını yarılmış surlardan göreceğiz ve adımlarımızı gögsümüzdeki kalbin şu vuruşları gibi algılamaya başlayacağız : Zafer! Zafer! Zafer! Jorge Angel LIVRAGA Filozof, Şair, Yazar Edebiyat, Bilim, Sanatta Paris Nişanı Sahibi Fransızcadan Çeviren: Yeşim Özben
ÖYKÜ - DENEME
Fotoğraf: Geleneksel Türkiye Fotoğraf Yarışması (El sanatları) Siyah Beyaz Dalında FDÇK Özel Ödülü Cemal AĞACIKOĞLU “Tosya Bakırcı”
DEDEMİN MİRASI
S
onbaharın son ayında, çukur ve tümseklerin çokça olduğu toprak bir yolda ilerlemeye çalışan kırmızı bir arabanın içinde yedi aylıkken doğmuşum. Sonbahar denilince hemen herkesin aklına hazan gelir. Hazan, doğanın soyunmasını, toprağın uyumasını, suyun soğumasını ve yaprağın dökülmesini anlatır. Doğanın bu değişimi, ölümle beraber hüznü de yanında taşır. Anneme göre sonbaharın son ayı ölümün adı olsa da -doğurduğu ilk çocuk bu ayda ölmüş- dedem bu ayda doğanlar için “ölüme başkaldıranlar” derdi. Yolculuk sırasında doğduğum için annem adımı Yolcu koymak istemiş.
Dedem: “İnsanın adı, yazgısını yaratır, bir kadının gezgin olması da zor iştir.” Kalem gibi uzun parmaklarını alnımın üzerine koyarak, “Kalbinde korku olmasın!” diyerek, adımı (Amine) Emine koymuş. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda -halk arasında bilinen adıyla söylersek 93 Harbinde(Rumi Takvimiyle 1293 denk geldiği için) Ruslara esir düşmüş. Adı Hüseyin olmasına rağmen herkes ona “Koca Çınar” derdi. Böyle bir lakapla çağrılmasının birçok nedeni vardı. Çınar gibi uzundu boyu. Yaşına rağmen dimdik yürürdü. İshal olup ateşi yükselenlere suda ıslattığı Çınar 8
ağacının kabuklarından elde ettiği karışımı içirirdi. İnsanlar ve hayvanlar kısa sürede iyileşirdi. Evimizin dört bir yanını çınar ağacı süslerdi. Arkadaşlarım sık sık hastalanırken, ben hiç hastalanmazdım. Sanırım ağaçlar bizim evi koruyordu.
Fotoğraf: Geleneksel Türkiye Fotoğraf Yarışması (1994 yılı) Renkli Dalında Mansiyon Dördüncüsü T. ONAN
ÖYKÜ - DENEME
Fotoğraf: Geleneksel Türkiye Fotoğraf Yarışması (Çevre konulu) Siyah Beyaz Dalında Birincilik Ödülü İbrahim PEYNİRCİ “Köyümüz”
Dedem: “Çınar ağacının yaprakları tozdan ve gazdan etkilenmezler” derdi. Bütün dünyada olduğu gibi onun yaşadığı yerde de erkeklik kaba güçle ölçülürdü. Çok güçlü olmasına rağmen hiçbir koşulda güç gösterisine girişmezdi. Ayıp sayardı. “İnsan, kaba gücüyle değil, vicdanıyla sınanır” derdi. Omuzları öyle geniş, kolları öyle kalındı ki, görenleri hayrete düşürürdü. Esaret yıllarında, kendisini esir alanlara kahramanca direndiği, uzun yıllar süren esirlik hayatından üç arkadaşıyla birlikte kaçarak kurtulduğu, dilden dile dolaşan bir söylenceye dönüşmüştü. O yıllara ilişkin sorulan sorulara genellikle susarak yanıt verirdi. Güneşten önce uyanır. Yaz-kış aralıksız gün daha toprağa düşmeden çıplak ayakla toprağa basardı. Bunu neden yaptığını sorduğumda: “Yenileniyorum. Eskiyle yeniyi yer değiştiriyorum” derdi. Kamber
amca, her sabah taze yumurtayla yeni sağılmış koyun sütünü karıştırarak bakır maşrapa içinde getirirdi. Dedem, suyu içtiği gibi yumurta ve sütün karışımını da üç defada dura dura içerdi. Bize de nefeslenerek içmemizi öğütlerdi. Nedenini sorduğumuzda; “Dinlene, dinlene içmek; hem hazmı kolaylaştırır, hem susuzluğu çabuk keser, hem de daha sağlıklıdır.” Derdi Kamber amcanın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Hiç konuşmazdı. Sesinin rengini, tonunu duyan ve bilen olmamıştı. Dedeme sormaya da kimse cesaret edemiyordu. Merakımı susturamadığım bir gün, bütün cesaretimi toplayıp sormaya yeltendiğimde ise; parmak kalınlığındaki kaşlarını çatıp; buğulu gözleriyle: “Evimize sığınmış, ekmeğinin peşinde bir garip! Hem neyi öğrenmek istiyorsun?...” demişti. 9
Kömür’e eyersiz binerdi. Göğsüne kadar uzayan beyaz sakalı ve saçıyla, kapkara tüylü atın üzerinde bir yontu gibi dururdu. Bu duruşu çıkık elmacık kemikleri ve güneş yanığı teniyle Kızılderili Kabile Reisini anımsatırdı. Bazen gün ağarmadan yola çıkar, ta akşamın karanlığında eve dönerdi. Nereye gittiğini ne yaptığını kimse bilmezdi. Yanına yiyecek almadığı gibi içecek de almazdı. Fazla yemek yemediğini bildiğimiz için bu durumu garipsemiyorduk. Susuzluğunu gidermek için ağzına tırnak büyüklüğünde parlak bir taş alıp dilinin üstünde çevirirmiş. Böylece uzun süre susamadığını söylerdi. Hepimiz ona öykünürdük. Susadığımızda hemen su içmezdik. Ağzımıza aldığımız küçük taşı dilimizin üzerinde çevirerek
ÖYKÜ - DENEME
susuzluğumuzun yok olduğunu şaşkınlıkla öğrenmiş olurduk. Dedem: “Ruhun ve bedenin terbiyesi, üç yoldan geçer. Öğrenmek, denemek ve sabır.” Derdi. Böylece bedene ve ruha hakim olmayı öğrenebilirmişiz. Hintli bir gezginden öğrenmiş. Çölde uzun süre yol alan her insan bunu bilirmiş. Suyu tükenen çöl yolcusu, taşı emerek bir süre daha hayatta kalmayı başarırmış. Annem, dedemin kırk yaşında
evlendiğini, hayatının onsekiz yılını ninemle beraber geçirdiğini, ninemin ölümünden sonra da kadınsız bir hayatı yeğlediğini anlatmıştı. Yeniden evlenmesi için öneride bulunanlara: “Belgüzarın açtığı yolda kimsenin yürümesine izin vermem” dermiş. Dedem, çınar ağacı gibi çok genç yaşında hızla büyümüş ve upuzun bir ömür geçirmiştir. Dedemle çınar ağacı arasındaki tek fark; çınarlar yaşlandıkça
dışlarını korusalar da; zamanla içleri çürür ve boşalır. Dedemin dışı gibi içi de ölünceye kadar hep dolu kaldı. Doksan sekiz yaşında, doğduğu gün, yani sonbaharın sonunda, çok sevdiği toprakla buluştu. Emine AYDOĞDU, Yazar
25 Eylül, Çarş, 19:30
Künye YENİ YÜKSEKTEPE KÜLTÜR DERNEĞİ Feniks, Felsefi, Kültürel ve Hümanist E-Dergi Sayı: 73 Yıl : 19 Eylül-Kasım 2013, 3 Ayda bir çıkar.
10 Sahibi: Yeni Yüksektepe Kültür Derneği adına Oya UYSAL Yazı İşleri Müdürü: Gülsen ÇELİK Editör: Nazım ÖZDEMİR 10
İletişim: Hoşdere Cad. Fuar Sok No: 11/13 Çankaya/Ankara Tel: 0 312 438 69 44