Nebevi Hayat Dergisi 45. sayı (2016)

Page 1

AĞUSTOS 2016, ZİLKA’DE 1437 • YIL 4 • SAYI 45 FİYATI 7,5 TL• dergi.nebevihayatyayinlari.com

Mümin’in

İki Kanadı

Sabır ve Şükür

Sabır; Pasiflik, Zillet ve Miskinlik Midir? Yoksa Direnmek, Cesaret ve Dayanıklılık Göstermek Midir? • Hakan Sarıküçük

Müslümanların Onurunu Çıkarlarına Basamak Yapanlar İlahi Gazaba Dünyada Duçar Olurlar • Ali Yücel

Fikir Çilesi Nedir Bilir Misin? • Said Özdemir

Kalbin Derinliklerindeki Hazine; Şükür • Derya Fıçıcı

Emperyalizm Üzerine - 1 • Nedim Bal

İngiltere Günah Çıkardı • İbrahim Adak


KAMPANYA

satis.nebevihayatyayinlari.com

AHLÂK SERİSİNDE KAMPANYA!

1. Risaletü’l Müsterşidin Ahlâkımız Roman boy Çift renk Ivory Karton Kapak 248 sayfa

2. Müslüman Kadının Ahlâkı Roman boy Çift renk Ivory Karton Kapak 176 sayfa

3. Peygamberimiz’den (s.a.v.) Ahlâk Hadisleri Roman boy Kitap kağıdı Karton Kapak 160 sayfa

4. Güzel Ahlâk Roman boy Ivory Karton Kapak 296 sayfa

5. Gençleri Bekleyen Büyük Tehlike; Flört Roman boy Ivory Karton Kapak 112 sayfa

6. İslâm Edebinden Seçmeler Cep boy Çift Renk Ivory Karton Kapak 120 sayfa

Oku Yaşa Anlat

45₺

6 KİTAP

* Kargo bedeli alıcıya aittir.

0212 515 65 72 0543 654 46 63 Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İstanbul

20₺

facebook/nebevihayatyayinlari twitter/nebevihayatyay www.nebevihayatyayinlari.com


Halep’e

Yardım Tırlarımız Yola Çıkıyor

Duaya Tüm Kardeşlerimiz Davetlidir

Yer: İmam Buhari Vakfı

21 Ağustos 2016 Pazar 11.00 “Amel, sözün efendisidir.” Güneşli Mah. Ayçin Sk. No:36 Bağcılar/İstanbul 0212 550 6377 | bilgi@imambuharivakfi.org | www.imambuharivakfi.org


Editör

YIL: 4 Sayı: 45 Fiyatı: 7,5 TL Sahibi İmam Buhari İktisadi İşletmeler Adına Ahmet Özer Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Mert Mali İşler Sorumlusu Hakan Sarıküçük Abone ve Dağıtım Sorumlusu Mürsel Gölbaşı (0543 654 46 63) - (0212 515 65 72) Abonelik Hesap Bilgileri Posta Çeki Hesap No: 10204553 Hesap Sahibi: Hakan Sarıküçük Kuvveyt Türk Katılım Bankası A.Ş. Mürsel Gölbaşı Hesap No: 6847147 IBAN: TR13 0020 5000 0068 4714 7000 01 (Açıklama kısmına mutlaka isim ve telefon bilginizi yazınız.) Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Ercan Araz Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: (0543) 654 46 63 twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com Abone Şartları 2016 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 90 TL Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevî Hayat Aylık Dergi (Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa İstanbul, Temmuz 2016 Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.

H

amd, sabredenleri ve şükredenleri seven ve onlara lütfunu saçan Allah’a, salat ve selam sabrın ve şükrün nasıl olması gerektiğini hem temiz dudakları ile hem de yaşantısı ile nasihat eden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, ailesine ve ashabına olsun. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem mü'mini mü'min yapan, onu diğer insanlardan ayırıp eşsiz bir şahsiyet haline getiren iki temel özellikten bahsetmiştir. Bunlar; sabır ve şükürdür. “Mümin kimsenin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırdır. Bu, müminden başka hiç kimse de yoktur. Kendisine bir iyilik isabet ederse verdiği nimetten dolayı Allah'a şükreder. İşte bu, onun için bir hayır olur. Bir sıkıntı isabet ederse buna karşı sabreder. Bu da onun için bir hayır olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/332) Âlimlerimiz demişler ki; iman, sabır ve şükürden ibarettir. Sabır ve şükür imanın bineklerindendir. İman ancak bunlara yüklenir. Hal böyleyken ne var ki; insanların çoğu iman yükünü taşıyabilecek ve sahibini cennete sevk edip nimetlere gark edecek bu hasletten uzak bulunmaktadır. Zira “şükürsüz ve sabırsız kullar" üretmek isteyen şeytan, bu hedefine ulaşmak için her türlü yolu denemekte ve insanları haktan saptırmaktadır. Bugünün, dünden daha fazla ihtiyaç duyduğu bu iki hasleti, okurlarımızın gönül dünyasında yer bulması için kaleme aldık. Kimileri acı imtihanlarla sabır meyvesini tüketirken; kimileri de şımarmışlığın pençesinde şükür ağacını kurutmuştur. Nebevi Hayat Dergisi olarak, sabır ve şükür hazinelerine dikkat çekmek ve kıymetini ortaya koymak için “Müminin İki Kanadı; Sabır ve Şükür” konusunu dergi kapağı yapıp kıymetli yazıları bir araya getirdik. Selam ve dua ile.


İçindekiler 04

Kapak Dosya Sabır; Pasiflik, Zillet ve Miskinlik Midir? Yoksa Direnmek, Cesaret ve Dayanıklılık Göstermek Midir? / Hakan Sarıküçük

12

Kapak Dosya Fikir Çilesi Nedir Bilir Misin? / Said Özdemir

16

Kapak Dosya Şükrün Önemi ve Şükreden Kulları Bekleyen Nimetler / Ahmet İnal

20

Kapak Dosya Sabrın İmandaki Yeri Başın Bedendeki Yeri Gibidir / Ebubekir Eren

24

Kapak Dosya Kalbin Derinliklerindeki Hazine; Şükür / Derya Fıçıcı

26

Olaylar ve Yorumlar Emperyalizm Üzerine - 1 / Nedim Bal

33

Nebevi Nasihatler Müslümanların Onurunu Çıkarlarına Basamak Yapanlar İlahi Gazaba Dünyada Duçar Olurlar / M. Sabri Yücel

36

Nebevi Aile Çocuklarda Yemek Yeme Sorunları / Halime Yılmaz

40

Davet ve Cihad Önderleri Kafkasyanın II. Şamil'i ve Efsane Komutan: Şâmil Basayev (1965-2006) / Cihan Malay

47

İslam Coğrafyaları Açe İstanbul Yetimhanesi / Metin Eken

51

Haber Analiz İngiltere Günah Çıkardı / İbrahim Adak

53

Serbest Köşe Hayatın Farklı Karelerinden Sabır Tabloları / Hüseyin Kalender

56

İktibas Kalp Doktoru İbn Kayyim El Cevziyye’nin Sabır İle İlgili Kaleminden Damlayanlar / İbrahim Demirbilek

60

Serbest Köşe İnsanlığın Gizli Düşmanları; Sosyal Medya İle Gelen Sosyal Çarpıklık / Ümit Şit

16

20

36

40

60


KAPAK DOSYA

Hakan Sarıküçük

Sabır;

Pasiflik, Zillet ve Miskinlik Midir?

? 4

AĞUSTOS 2016

Yoksa

Direnmek, Cesaret ve Dayanıklılık Göstermek Midir


H

amd, “Muhakkak ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (1) şeklinde buyurarak sabredenlerle birlikte olduğunu yüce kitabında bildiren Allah’a;

Salât ve Selâmlar, sabredenlerin piri, efendileri ve liderleri olan, sabrı en fazla olarak vasfedilen ve “Sen de azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret.” (2) Buyurulmak suretiyle övgüye mazhar olan Peygamberlere, özellikle de hadisleriyle bizlere sabrın faziletini defalarca bildiren ve “…Kim sabretmek isterse, Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır.” buyuran Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e; Allah’ın hesapsız ecri ise, karşılaştıkları musibet ve engeller karşısında sabreden mümin ve muvahhid kullarının üzerine olsun. Sabır kelimesi Kur’an’da 104 yerde zikredilmektedir. Sabır, ümmetin icmâsıyla farz olup imanın yarısıdır İmanın diğer yarısı da şükürdür. ‘Sabır’ kelimesi sözlükte; Darlıkta kendini tutmak, kontrol etmek demektir. Sabır, aklın ve şeriatın gerektirdiği durumlarda nefse hâkim olmaktır. Acıya katlanmak, o acıya dayanmak ve karşı koymak sabır olarak tanımlanır. Terim anlamı ise: İslâm’ın emir ve yasaklarını tatbik ederken, imtihan özelliği olan musibetler karşısında yılgınlık göstermeyip direnmek, cesaret ve dayanıklılık göstermek demektir. Sabır, hak yolda yaşamanın bedeli olan zorluklara göğüs germek, hedefe ulaşmak konusunda direnç, ahlâkî disiplin ve nefsi kontrol altında tutmaktır. Görüldüğü gibi sabır kavramı, lügat manası bakımından çoğunlukla bir şeylere tahammül edip dayanmak anlamını içerir. Dikkat çeken husus ise bu kavramın vakıaya göre farklı anlamlara gelebilmesi ve hepsinde de o duruma karşı direnç kazanmayı sağlayacak şeylere karşılık gelmesidir. Musibet anında umutsuzluğa

düşmemek, savaşta korkmamak, sıkıntılı zamanlarda gönül ferahlığı göstererek o sıkıntının geçmesine dek sabretmek gibi. Hepsinden önemlisi de, kişinin kendini şeriatın gerektirdiği şeylere vakfedebilmesi, selim aklın gereklerini yerine getirebilmesi, hayatını bunlara göre programlayabilmesidir.

Sabır, Cennetin bedeli olarak dünyamızın cennete benzer hale getirilmesi için iç ve dış düşmanlarımıza karşı verilen mücadelenin gerektirdiği zorluklara direnmektir. İslâm’ın içimizde ve dışımızda hâkim olması için gayretlerimiz karşılığında gelecek zorluklara tahammül etmek, direnmek demektir.

Yüce Rabbimiz; “Ey iman edenler, sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, (direnin), savaşa hazırlıklı olun, (uyanık bulunun) Allah’a karşı gelmekten sakının ki başarıya erişebilesiniz.” (3) buyurmak suretiyle sabretmenin çaresiz bir şekilde beklemek manasında olmadığını, bilakis direnmek ve mücadele etmekle özdeşleştiğini bildirmektedir. Sabır, iyilikte ve takvâda ısrar, Allah’a itaat ve ibâdette kararlılık demektir. Sabır, İslâm’ı kişisel ve toplumsal hayata hâkim kılma gayreti karşısında karşılaşılan zorluklara dayanmak ve direnmek demektir. Sabır, Cennetin bedeli olarak dünyamızın cennete benzer hale getirilmesi için iç ve dış düşmanlarımıza karşı verilen mücadelenin

ZİLKA'DE 1437

5


gerektirdiği zorluklara direnmektir. İslâm’ın içimizde ve dışımızda hâkim olması için gayretlerimiz karşılığında gelecek zorluklara tahammül etmek, direnmek demektir. Sabır; acıya, zorluğa, haksızlığa ve başa gelen üzücü olaylara dayanma gücüdür. Bir felakete veya belaya uğrayan kişinin telaş ve feryat etmeden, başına gelen her şeyin Cenâbı Allah’tan geldiğinin bilinci ile bu sıkıntıya sonuna kadar tahammül göstermesidir. İman sahibi; Cenâbı Allah’a sığınıp tevekkül ederek her türlü ıstıraplara isyan etmeden katlanır ve sonunda ise mutlaka Cenâbı Hakk’ın vereceği en iyi karar ile esenliğe kavuşacağını bilir. Nitekim Rabbimiz tarafından verilen emirde bu şekilde olmuştur.“ Rabbinin hüküm vermesi için sabret...” (4)

Dünya mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sabretmekten başka çaresi de yoktur. Üç şeye sabretmek insanı olgunlaştırır; Taate sabır, günah işlememeye sabır, bela ve mihnete sabır. Sıkıntılara, acılara, dert ve belalara sabır gösteren, sonunda huzuru ve mutluluğu elde eder. Sabrın sonu kurtuluştur.

6

sonunda ferahlık vardır. Kişi, başına gelen kimi belâ ve sıkıntılara, bazı lezzetleri terk etmenin verdiği rahatsızlıklara ve ibâdetlerin getirdiği zahmetlere Allah’ın emri doğrultusunda bir müddet sabreder ve zor da olsa nefsini bunlara yavaş yavaş alıştırırsa; zorluklara katlanabilme gücü kazanır; bu yolla sabır makamından daha yüce makamlara erişir. Dünya mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sabretmekten başka çaresi de yoktur. Üç şeye sabretmek insanı olgunlaştırır; Taate sabır, günah işlememeye sabır, bela ve mihnete sabır. Sıkıntılara, acılara, dert ve belalara sabır gösteren, sonunda huzuru ve mutluluğu elde eder. Sabrın sonu kurtuluştur. Kur’an-ı Kerim, insanların ahireti kazanabilmeleri için hayat boyu imtihan edileceği hususlardan biri de sabır olduğunu ifade eder. “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (6)

“Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımıyladır. Onlara karşı üzülme. Yaptıkları hileden dolayı sıkıntıya düşme.” (5)

Sabır gibi çok önemli vurguları taşıyan bu âyetin tefsirinde Seyyid Kutub, şunları söylüyor: Şüphesiz ki iman, sadece dille söylenen bir söz değildir. Bilâkis kendine has sorumlulukları olan bir gerçek, kendine has ağırlıkları olan bir emanet, sabrı gerektiren bir cihad ve tahammülü icab ettiren bir çaba işidir. Bunun için insanların sadece “inandık” demeleriyle imanî meseleleri bitmez. Fitnelere mâruz kalsalar da inançlarında direnip her türlü imtihandan başarılı ve hâlis kalple çıkmadıkça, iman görevleri bitmiş sayılmaz. Nasıl ki altın ocakta eritilerek içindeki çeşitli maddelerin karışımı temizlenir ve ona sonradan girmiş olan unsurlar arıtılırsa, fitneler/imtihanlar da gönüllerin temizlenip arınması hususunda aynı rolü oynarlar. (7)

Sabır Allah’ın kulunu sınamasıdır. Asla miskinlik ve korkaklık değildir. Acıdır, zordur ama

Bir yandan nefsin istek ve arzuları, diğer yanda imanın gerektirdiği pratikler... Dilleriyle

AĞUSTOS 2016


iman ettiklerini iddia edenler, denenecekler ve imanın gerçekten gönüllerinde iktidar olup olmadığı cihad ve sabırla açığa çıkarılacaktır. Allah’ın yeryüzündeki âyetleri, mü’minin kalbini ürpertecek ve nimetler karşısında sabırla birlikte şükrünü de edâ edecek ki cenneti kazanabilsin. Kendilerinden önce yaşayan insanların başlarına gelen şeylerle denendiğinin bilincinde olarak, aynı şeylerin kendi başına da gelebileceğini düşünüp imandan sonra şüpheye düşmeden azim ve kararlılıkla imanının pratiğini ortaya koyacaktır. İşte bunlar, belâ imtihanı karşısında denenmek ve sabretmektir. Bunu başarmak, Allah’ın sevgisini kazanmak olup karşılığı ise cennettir. “Nice peygamberlerle birlikte birçok bilginler, savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah sabredenleri sever.” (8) Kur’an’da Allah sabrı emretmektedir. Bazı âyetlerde de sabredenleri övmektedir. Allah sabredenleri sevdiğini, onlarla beraber olduğunu bildirmektedir. Sabretmek, kurtuluşa, başarıya sebep olan güzel huydur. Ancak sabır ile zafere ve mutluluğa ulaşılır. Sabır, peygamberlerin hasletlerindendir. Kur’an, sabrın, hayırlı sonuçlar vereceğini açıklar. Kur’an, sabrın, büyük irâde sahibi peygamberlerin yaptığı büyük bir iş olduğunu açıklamaktadır. Sabredenler, en güzel biçimde ödüllendirileceklerdir, Kur’an bunu müjdelemektedir. Sabredenlere Allah zafer garantisi vermektedir. Kur’an, başına gelen olaylara sabredenleri müjdelemesini Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e emretmektedir. Sabredenler, âhirette de büyük derecelere nâil olacaklardır. Kur’an, kötülüklere tahammül edip dayanmanın, o kötülüğü iyilikle uzaklaştırmanın sabır anlamına geldiğini ve sabrın Allah tarafından büyük bir bağış, hayır namına büyük nasip olduğunu belirtmektedir. Müslüman kişi, karşılaştığı musibetler neticesinde üzülür, göğsü

daralır ve hayattaki tüm ümit ve beklentilerini yitirir. Ancak bu musibetlere İslami bir bakış açısıyla bakmak kişiyi bu yolda başına gelenlere karşı teskin edecek, başına gelen her bir musibetin Rahmanı ilahiden geldiğini ve buna tahammül etmenin hiç bilinmeyen nice hayırlara kapı aralayacağını idrak edecektir. Nitekim Kehf süresi 74. Ayetinde Musa aleyhisselâm, Kuran’da “kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” şeklinde vasfedilen bir kul ile karşılaşması ve o kişinin bir çocuğu öldürmesi neticesinde ona şöyle demişti: “Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (kimseyi öldürmediği halde) katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!” Bu sözler zahiri bir bakış açısıyla Musa aleyhisselam’ın söylediği sözlerdi. Evet, böyle söylenmeliydi de. Yapılan zulme sessiz kalınmamalı ve itiraz edilmeliydi. Ancak Allah’ın kullarından bir kul olan bu zatın fena şeyler yapması düşünülebilir miydi? Nitekim daha sonrasında o kul şöyle demişti: “Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. (Devam etti:) “Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.” (9) Ve yine Taif’te Peygamber aleyhisselam’ın başına gelen o işkenceler ilk olarak düşünüldüğünde kişinin azmini kıran ve bu yoldan dönmesine sebep olabilecek bir durum idi. Ancak Peygam-

ZİLKA'DE 1437

7


ber aleyhisselam’ın tavrı Yüce Rabbine yönelerek; “Allah’ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, insanlar indindeki değersizliğimi sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen zayıfların Rabbisin. Ve benim de Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun. Bana katı davranan bir yabancıya mı? Yoksa üzerimde hâkimiyet kuran düşmanıma mı? Eğer bana bir gazabın yoksa bunlara aldırmam. Üzerime öfke ve gazabının inmesinden karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret hayatını düzene koyan nuruna sığınıyorum. Rızan için, serzenişim Sana’dır. Güç ve kudret ancak Sen’dedir.” şeklinde olmuştu. Sabretmiş ve bu uğurda başına gelenlere Yüce Rabbinin rızası uğruna tahammül göstermişti. Neticede insanların bu zulümlerine karşı Yüce Rabbimiz o zamana kadar indirmemiş olduğu dağlar meleğini Peygamberimize göndermiş ve dilerse Mekke’yi ahalisi üzerine yerle bir edeceğini bildirmişti. Ve yine yolda insanların tebliğe sağır kalmalarına karşı cinleri yoluna çıkarmış ve onlardan bir taife bu daveti işiterek iman etmiş ve kavimlerine ikaz ediciler olarak dönmüşlerdi.

8

dir. Kişi sabrı sayesinde kötü şartlara, nefsin insanı zillete düşüren isteklerine direnir ve özgürlüğünü kazanır. Cafer Sadık radıyallahu anh’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Özgür kişi her haliyle özgürdür. Başına musibet gelirse sabreder, musibetler üstüne sel gibi aksa yine de onu yenilgiye uğratamaz. Ama sabretmezse, kahırlı olur ve kolaylıklar güçlüğe dönüşür. Nitekim Yusuf aleyhisselam’ın köleleştirilmesi, esir edilmesi ve kahra uğraması onun özgürlüğüne gölge düşürmedi. Ne kuyunun karanlığı ona bir zarar verebildi, ne de başına gelen diğer musibetler. Derken Allah azze ve celle ona lütûfta bulundu ve yönetici yapıp ona zulmedenleri kendine hizmetçi etti. Sonra da peygamber yaptı ve onun sayesinde bir ümmete rahmette bulundu. İşte sabır bu şekilde ardından hayır getirir. Şu halde sabredin ve sabırla donanın ki ecre ulaşasınız.”

İşte tüm bunlar sabrın bir de görünmeyen tarafının bulunduğunun ve bunun iman edenler için daima hayır getireceğinin bilinmesi içindir. Bu sebeple bizler sabrı, başı zahiren acı ama neticesi tatlı olan bir durum olarak görmeliyiz.

Sabırla ilgili değinilmesi gereken diğer bir âyet de şudur: “Ey Peygamber! Sana ve sana tâbi olan mü’minlere Allah yeter. Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, (onlar) iki yüz kâfire gâlip gelirler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfir olanlardan bin kişiye gâlip gelirler. Çünkü onlar, fıkh etmeyen/kavraması olmayan bir kavimdir.” (10)

Nefsin boyunduruğundan ve esaretinden kurtulup özgür olmanın sonuçlarından ve meyvelerinden biri de sabırlı olmaktır. Bu anlamda ‘sabır’, hürriyeti elde etmede en önemli etken-

Âyetin yorumunda bir yazar şöyle diyor: Peygamberliğin başından beri sabır, Allah tarafından yüce elçisi için istenip emredilmiştir. Zira sabır, başarının ve yenilmezliğin en başta gelen

AĞUSTOS 2016


faktörüdür. Düşmanla karşılaşıp yüz yüze gelme durumunda yalnızca az sayının çok sayıdaki kuvvete eşitliği sabır sayılmamış, üstelik sabrın, az sayının çok sayıya üstünlük olduğu kabul edilmiştir. Manevî güç, maddî güçten daha etkilidir. Çünkü manevî güç, -makine ve silâhın, kalabalığın, yani sürünün, kaba kuvvetin, yani hayvanî gücün değil- aslında insanın gücüdür. İnsanî güç ise sürekli hareket ve devamlılık göstermektedir. İslâm, kuvvet konusundaki bütün tavsiyelerini birinci derecede manevî ve insanî kuvvete dayandırır. (11) Kur’an’a gönül veren bir mü’min, her konuda sabırlı insandır. Sabır gerektiren bütün işlerde aceleci değildir. Her işini teenni ile (sükûnetle, dengeli ve ölçülü) yapar. Gerektiği yerde nefsine ve isteklerine hakim olur. Dünya hayatının zorluklarına tabii bir şekilde dayandığı gibi, âhiret güzelliklerini kazandıran ameller noktasında da kararlılık gösterir. Kur’an, mü’minlerin tanımını yaparken, sabrı temel özellikler içinde sayar. (12) Allah’ın rızâsını ve cennetini kazanabilmek için gösterilecek en önemli vasıflardan biri sabırdır. Sabır, inkârcılara karşı kazanılacak olan zaferin de anahtarıdır. Sabredildiğinde Allah mü’minlerin gücünü arttırır, yeterince sabredilmezse, mü’minlerin gücü azalır. (13) “Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” (14) İmanın bir göstergesi olan sâlih ameller ancak sabırla işlenir. Burada hem amelin kendisinde olan güçlük, hem de nefsin o ameli işlemekteki isteksizliği aşılır. “Onlar, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarfederler; iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri Adn cennetleri vardır; babalarının, eşle-

rinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip: “Sabretmenize karşılık size selam olsun; burası dünyanın ne güzel bir sonucudur!” derler.” (15) Allah yolunda cihad etmek ancak sabırla olur. Allah’ın dinine yardım için çalışanlar çok büyük güçlük, zorluk, eziyet ve yoksunluklarla karşılaşabilirler. Bütün bunlara Allah rızasını kazanmak için sabredilmesi gerekir. “Rabbin, türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah uğrunda savaşan ve

Cafer Sadık radıyallahu anh’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Özgür kişi her haliyle özgürdür. Başına musibet gelirse sabreder, musibetler üstüne sel gibi aksa yine de onu yenilgiye uğratamaz. Ama sabretmezse, kahırlı olur ve kolaylıklar güçlüğe dönüşür.

sabreden kimselerden yanadır. Rabbin şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder.” (16) Allah yolunda çalışan mü’minler bu uğurda sabırlı olurlar ve sabrın şartlarını yerine getirirlerse; Allah azze ve celle onları destekleyecektir. “Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar de hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size, nişanlı beş bin melekle imdat edecektir.” (17) “And olsun ki mallarınız ve canlarınızla sı-

ZİLKA'DE 1437

9


nanacaksınız; hiç şüphesiz, sizden önce Kitap verilenlerden ve Allah’a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerdendir.”

mek, sağlam bir azim ve güçlü bir irâdeyle bu engelleri aşarak yol almaktır.

(18)

Sabrın imanla ilişkisi, Asr sûresinde de belirgindir.

Büyük azim gerektiren bu sabırdan sonra Allah sabredenler üzerinde nimetini tamamlar, düşmanlarından intikamını alır, Müminlerin elleriyle daha önce kendilerine işkence edenleri kahreder.

Sabır, Allah’ın dinini yaşamak ve yaşatmak için gerekli olan bir davranıştır.

“Asra yemin olsun ki insan gerçekten hüsran/ziyan içindedir. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ!” (21)

“Hor görülen Yahudileri, bereketlendirdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık yerine geldi.” (19) “Sabredenlere ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.” (20) Kâfirlerin, tâğutların, İslâm dışı düzenin nefsine zor gelen ve hoş gelen özelliklerine karşı onlara meyletmemek, tâviz vermemek, müslümanca bilinç ve tavrı kuşanmak, ancak sabırla gerçekleşebilecektir. Sabır; kötülük, bozgunculuk ve yıkıma sebep olan olaylar karşısında insanlığın direnme, tahammül etme ve karşı koyma gücüdür. Sabır; bütün iç ve dış engeller karşısında diren-

“And olsun ki mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız; hiç şüphesiz, sizden önce Kitap verilenlerden ve Allah’a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerdendir.”

Bu sûrede kurtuluş için birbirinden ayrılmaz dört özellik sayılır ki, bunlar tek olarak yalnız başlarına birbirlerinden tümüyle bağımsız olarak bulunmaz; bulunursa eksik ve yarım olur. Sabrın da imanın bir gereği, iman etmenin zaruri bir neticesinin de sabır olduğu bu sûreden kolaylıkla anlaşılabilir. Ancak, şurası bir gerçektir ki, hakkı tavsiye etmek, insanlardan her zaman kabul görmez. Özellikle, bâtıl yollardan menfaat edinip çıkarları bâtılın devamına bağlı olanlar, hakka karşı tepkide bulunur ve hakkı tavsiye edenleri susturmanın, durdurmanın yöntem ve çarelerini ararlar. Bu da hemen hemen her zaman güce başvurmak ve zorbalıklarını göstermek biçiminde tezahür eder. Bu aşamada, hüsrana uğramamak gibi ayrıcalıklı bir özellik taşıyan kişi, yol ayrımındadır: Ya o âna kadarki düşünce ve hareketlerinde, iman ve hayat tarzının hakka uygunluğunda ısrar edip direnecek, ya da bulunduğu hal üzerinden gerisin geri dönüp hüsrana uğrayanların safına katılacak. Elbetteki olması gereken birincisidir. Bu ise sabretmeyi, yani olumsuz etki ve tepkiler karşısında sebat ve kararlılıkla direnmeyi gerektirir. Hüsrana uğrayanlardan olmamanın yegâne çaresi budur. Zaten sabır, müslümanın vazgeçilmez vasıflarındandır. Dinin birçok emir ve yasağı, onlardan rahatsız olanların reaksiyonlarına büyük bir kararlılıkla direnmeyi gerektirir ki, işte bu sabırdır. Sabır önemlidir, gereklidir; fakat Asr sûresin-

10

AĞUSTOS 2016


de sabırla ilgili bir başka özelliğe dikkat çekilir: Hakka dâvet üzerinde bulunan şahsiyetler birbirleriyle yardımlaşmalı; aralarında organize bir bütünlük sağlamalıdırlar. Bu, hakkı temsil etme yönünde planlı bir faaliyet yürütmek ve bu faaliyetin neden olacağı zorluklar karşısındaki kararlı direnişte birbirlerine yardımcı olmakla mümkün olur. Bu alanda zorunlu olan kararlılık ise, ancak ve ancak sabrı sürekli ve karşılıklı hatırlatıp tavsiye etmekle mümkündür. Fakat elbetteki bu, gereken sorumlulukları yerine getirip eldeki tüm imkânları kullandıktan sonra gelişmelerin sonucunu Allah’a bırakıp bu sonucu büyük bir kararlılıkla beklemek için yapılan bir sabırdır; çünkü “Zafer sabırdadır.” (22) Kul bilmelidir ki başına gelen belâya sabırdan hâsıl olan sevap, o belâ olmadığı zamandaki âfiyet nimetinden büyüktür. Kul, Allah’ın bu sevabını düşünerek hoşnutsuzluğu, burukluğu savarsa sabredenler derecesine erer. Allah’tan sabra yardım dilemek, sabrın kendi nefsiyle değil; Allah’ın yardımıyla olduğunu bilmek gerekir. “Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ın yardımı iledir.” 16/Nahl, 127 Allah kula sabır vermezse kul sabredemez. Yine kul, başka bir gaye için değil; sırf Allah’ı sevdiği, O›nun rızâsına erebilmek için sabretmelidir; sabrı Allah için olmalıdır. Unutmamak lâzımdır ki, Allah için sabredenler, iki cihanın izzetine ermişlerdir. Zira onlar, Allah›ın beraberliğine kavuşmuşlardır. İnsan, hemen her çeşit zorluğa dayanabilecek güçte yaratılmıştır. Allah›ın bize verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yerlere dağıtıp harcamazsak; her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir. İnsan, mâruz kaldığı musîbetlerin çok daha büyükleri ve beterleri olduğunu düşünüp haline sabretmelidir. “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı

bize yardım et…” (23) Selam ve Dua ile -----------------------1. 2/Bakara, 153. 2. 46/Ahkaf, 35 3. 3/Âl-i İmran, 200 4. 68/Kalem, 68/48. 5. 16/ Nahl, 127. 6. 29/Ankebût, 2-3. 7. Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’an, c. 11, s. 321-322. 8. 3/Âl-i İmran, 146. 9. 18/Kehf, 80-81. 10. 8/Enfâl, 64-65. 11. M. el-Behiy, İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, s. 242-243 12. 41/Fussılet, 34-35 13. 8/Enfâl, 46; 66 14. Secde, 24 15. 13/Ra’d, 22-24. 16. 16/Nahl, 110. 17. 3/Âl-i İmran, 125. 18. 3/Âl-i İmran, 186. 19. 7/A’râf, 137; 20. 16/Nahl, 96 21. 103/Asr, 1-3 22. Ahmed bin Hanbel, Müsned I/307; C. Vatandaş, Esenlik Yurdunun Çağrısı, s. 192-193 23. Bakara, 250.

ZİLKA'DE 1437

11


KAPAK DOSYA

Said Özdemir

Fikir Çilesi Nedir Bilir Misin? B İnandım demek; Efendimiz aleyhisselâm’a ‘anam babam sana feda olsun’ deyip O’nun arkasında durabilmektir. O’nun her hâtırasını canımızdan aziz bilmektir. Bir Nesibe gibi, onun varlığına herhangi bir zarar gelmesin diye bedenimizi O’na siper yapmaktır. Bir Sümeyye gibi her şeyimizi O’nun yolunda fedâ etmektir. Eşimizi, babamızı ve iki oğlumuzu onu savunmak için meydanlara göndermektir.

12

AĞUSTOS 2016

u çileli, zehir zemberek yolun kırkındaydı Efendimiz aleyhiselâm… Gözleri etrâfı temâşa ettiğinde çoğu insanın cehâletin zifiri karanlığında boğulduğunu, hevâ ve arzulara kurban gittiğini görüyor içten hüznün en koyusunu yaşıyordu. O’nun çileyle özdeş bir hayatı vardı. Daha peygamberlik makâmına erişmeden, semâ ile bir bağlantı kurmadan başlamıştı O’nun sancıları. Zira yaşatma idealini prensip edinenler kendi yaşamlarına en mukaddes çileyi yerleştirir ve bütün hal ve hareketlerinde hatta yüz hatlarında bile bunun izlenimini verirlerdi. Efendimiz aleyhisselâm da bu buhranlı zamanların da kendisinin ve gönlünün hira’sına çe-

kiliyor, tâ en köşelerde bu karanlık dünyâ’nın üstüne doğacak güneşin tülûunu gözetliyordu. İlâhi emirler yeryüzünü şereflendirmeye başladığında biricik Hatice’sine gelmiş ona içini dökmüştü. Belki tam çileyi kaldıramazdı Hatice annemiz ama bu kutlu dava’nın sancılı çilesine ortak olabilir, bu uğurda her şeyini fedâ edebilirdi. Yol Allâh’ın yolu olunca kim kendini fedâ etmez, ölü toprağa tohum saçmazdı ki. İki dava sâhibi, soluğu Varaka bin Nevfel’in yanında aldılar. Varaka bin Nevfel yaşamış olduğu câhiliye asrını çok iyi bilen bir Hristiyandı gözleri de görmez olmuştu. Her ne kadar bu gözler madde’ye kapanmış olsa da


mânâya karşı her daim açıktı. Efendimiz aleyhisselâm’a geçmişin bütün tecrübesini aktaracak, gelecek olan karanlık günlere bir meş’ale, bir umut olacak bir sözle O’na yardımcı olacaktı. (1) Ağzından öyle bir söz çıktı ki bu söz tarih boyunca İslâm’ı dert edip bu yolda çile çekenlerin şiârı olmuştu: “Senin getirdiğin davanın benzerini getiren kimselere, mutlaka düşmanlık edilir.” Allâh’ın yeryüzüne indirdiği bu dinin tabiatını Varaka bin Nevfel bu sözlerle özetlemişti. İşte peygamberler… İşte Mûsa aleyhisselâm, kızgın Tih çöllerinde dikenler arasında gül devşirecek bu uğurda kana bulanacak ve kırk yıl boyunca inatçı bir kavimle baş edecek onların alaylarına sabredecekti. İşte Nûh aleyhisselâm, yüzlerce sene çığırından çıkmış insanlığı insanca bir çizgiye getirmek için gayret edecek bunun karşılığında ise yerlerde sürünecek, her gün hakaret ve dayağa maruz kalacak sonra toplumuna

dönüp: ‘Beni dinleyen, bana itaat eden ve sefineme/gemi’me binen kurtulacaktır’ diyecekti. İşte testere ile biçilen Zekeriyyâ aleyhisselâm. İşte başı kesilen Yahyâ aleyhisselâm, işte öldürmek için bir grup azgının toplandığı ve evine yüründüğü İsa aleyhisselâm. Ve bu çileli yolun en büyük mihnetkeşi Muhammed aleyhisselâm… Ümitsizliğin, problemlerin ve içsel sıkıntıların tabana vurduğu bir dönemde çıka gelmişti. Sinesinde taşıdığı fikirlerinden dolayı, üzerine deve işkembesi bırakılan, elbiselerle boğulmaya çalışılan, hanımına iftira edilen, yüzüne toprak atılan, yollarına dikenler döşenilen, Yahudilerin suikastlarına maruz kalan,

mübârek dişleri kırılan, kanları akıtılan… Sonra dönecek ve ‘Senin kavminden çok çektim ya Aişe!’ (2) diyecekti. O dönemler de Efendimiz aleyhisselâm İslâmi hareketin ilk ferdiydi. Her davada olduğu gibi ilk olmanın bedeli çok ağırdı. Uzun soluklu bir harekete ilk işâreti verecek, ilk meş’ale’yi yakacak kişinin mükâfâtı büyük olduğu gibi o dönemde mesele daha da çetinleşecek sıkıntılar ve bela okları gelip onu bulacaktı. Zira ilklerin hayâtı çilelerle örgülenmişti. Kim davayı hakkıyla taşıyıp da yaşadıysa hep dünyâ da mazlum rolünü oynamıştı. Çile bu dinin temel taşı olmazsa olmasıydı. Efendimiz aleyhisselâm’a, “Belâ ve musibet yönüyle en sıkıntılı insan kimdir?” Şeklinde bir soru sorulduğunda verdiği cevap zaten bunu anlatmaktadır: “Peygamberler, sonra da derecesine göre diğer insanlar. İnsan, dini nispetinde imtihâna tabi tutulur. Şayet dini güçlü ise/hakkıyla yaşıyorsa ib-

tilâsı büyük olur. Dininde zâfiyet/gevşeklik varsa imtihânı da o derece olur. Belâ insana öyle bir gelir ki netice de üzerinde hata kalmadan yeryüzünde yürümesini sağlar.” (3) Peygamberin getirdiği bu hakikatler ve başlattığı bu hareketin ilâhi dalgaları içinde yer alan ucu kıyamete kadar uzanan çile ve mihnet kervanı yol almıştı. Bu kervanın yolcuları belâ’yı acı acı soluyan ama belâdan âh etmeyen, İslâmi emirlere kanı-canı pahasına tutunanlardı. Onlar ruhlarını çileyle kemâle ereceklerini, gönüllerinin çileyle inkişâf edeceğini bilen

ZİLKA'DE 1437

13


İnandım demek; dinin bütün emir ve yasaklarına karşı teyakkuz hâlinde olmak ve büyük-küçük ayırt etmemektir. Dinin emirlerini yerine getirirken ‘utanmamak’ kınayıcının kınamasından asla korkmamaktır.

mihnetkeş insanlardı. Onlar hayâtın anlamını ve tadını çile ile bulmuşlardı. Hayâtlarını monotonluktan ve renksizlikten çıkarıp göklere yükselen kutup yıldızı gibi toplumlarına yön veren kişilerdi. Dini gelişi emeksiz, gidişi de üzüntüsüz olmaktan çıkarıp, ıstırapla kazanmayı, muhâfazası uğruna da can vermeyi öğreten kişilerdi. İşte ashâb-ı kirâm, her biri ötelere hazırlanan mücahidler gibi efendimizin etrâfında şehbâl açmışlardı. Çilenin bini beş para olduğu bir dönemde amansız işkence seansları altında ’Allâh’ın yardımı ne zaman demişler, bizim için dua etmez, yardım talebinde bulunmaz mısın yâ Rasûlallah?’ demişlerdi.

İşte Allâh yolunda cihad edip şehâdete erişen yiğitler. Âdeta toprağın bağrına düşen bir tohumun parçalanması gibi kendini fedâ ederek bizlere baharı müjdeleyecek çiçekleri gösteren, İslâm ağacını kanlarıyla, gözyaşlarıyla sulayan çilekeş kahramanlar… İşte İslâm’ı zafere ulaştırma adına vücudunda bir para kadar yara almadık yer kalmayan Hâlid b. Velid… İşte İslâm ümmetini zilletten kurtarmak için ülke ülke cihad edip defalarca yaralanan, parmaklarını kaybeden ve en sonunda zehirlenerek şehid olan ama 15 yıldır annesini de görmeyen Hattâb…

İşte Özçent şehrinde kör bir kuyunun dibine atılan, yıllarca mahsur kalıp da davadan vazgeçmeyip bize 30 ciltlik fıkıh eseri olan el-Mebsut’u bırakan İmâm Serahsi…

İşte Abdullah Azzam, ömrü hayatını Pakistan ve Afganistan da geçiren, sürekli Müslümanların ıslâhı için koşuşturan, ahlak-davet-cihad ilkelerini genç dimağlara aşılayandı. Fakirliğe, açlığa, cihadın ağır meşakkatlerine Allâh için sabrediyordu. Yanan bir soba nasıl ki üşüyenleri etrâfına topluyorsa, İslâm için yanıp tutuşan Abdullah Azzam da etrâfına târihin yatağına gidip de târihin yönünü değiştiren kişileri topluyor onlara her daim; “İslâm’ın prensiplerini/ ilkelerini taşıyanlar çok azdır. Bu prensip ve ilkeleri yaşatma uğruna dünyâdan kaçanlar/vazgeçenler ise çok ama çok azdır. Bu prensip ve ilkelere yardım etme uğruna ruhlarını ve kanlarını fedâ edenler ise azın daha da azıdır. Bu az olan insanların ulaştığı şerefe ulaşmanın da tek yolu şu içinde bulunmuş olduğumuz hâldir” diyordu.

İşte Mısır zindanlarında 10 yıl kalarak en sonunda şehâdete yürüyen ve bizlere F’i-zilâli-l Kur’an tefsirini bırakan 1966’nın bir ağustos sabâhında ölüme gülerek giden Seyyid Kutub..

İşte Said Nursi, kanayan gönlünün rağmına etrafına gül gibi rayiha bırakmaya çalışan, iman davasını kuşaklara aktarmaya gayret eden bir gayretkeş… “Bütün ömrüm harp meydan-

İşte kadılık görevini reddettiği için hapishanenin karanlık ücralarında ağır işkencelere tabi tutulan ve bu uğurda 70 yaşında şehid olan İmâm Ebu Hanife... İşte doğruluğundan emin olduğu bir fetvâ sebebiyle, bir fikir yüzünden Şam da büyük bir kalenin içine hapsedilip orada ölümün kucağına bırakılan İbn Teymiyye…

14

İşte Allâh Rasulü aleyhisselâm’ın karikatürize edilerek çizilmesine karşı gelen ‘Eğer bugün sana yardım etmezsek analarımız bizleri yitirsin’ diyerek hakkı haykıran ve bu uğurda da 15 yıl hapse mahkûm edilen ve hala hapishane de yaşayan Şeyh Hâlid Râşid İşte bunlardı başı yüce dağlar kadar yüksek ve dumanlı olan kişiler…

AĞUSTOS 2016


larında, esaret zindanlarında memleket mahkemelerinde memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” (4) Peki, tüm bunlar niçindi kardeşler? Bu noktayı kavrayabiliyor muyuz? Bu çekilen çilelerin amacı nedir ve bize bir şeyler öğretiyor mu? Sâhip olduğumuz akide, taşıdığımız ahlak ve yolunda yürüdüğümüz cihadın bizde vücud bulup yaşaması gerektiğini hissedebiliyor muyuz? Türkiye gibi bir ortam da haramlarla karşı karşıya kaldığımızda, gayri İslâmi alanlarda ne yapmamız gerektiğini anlayabiliyor muyuz? Ve bu uğurda nefislerimize muhalefet etmemiz gerektiğini idrak edebiliyor muyuz? Taşıdığımız akidenin bekçiliğini yapamayacaksak, başımıza gelenlere sabredemeyeceksek dini yaşadığımız söylenebilir mi? Biz ki yeryüzünde namustan, mal-mülkten, vatandan daha çok korunulması gereken Allâh’ın şeriatına/dinine tabi olan Müslümanlarız. İnandım demenin bir bedeli vardır ve imanı doruk noktada yaşamanın diğer insanlara nazaran farklı olması gerekir. Zira iman ettim demek bütün olumsuzlukların sağnak olup üzerine yağması demektir. İnandım demek; dinin bütün emir ve yasaklarına karşı teyakkuz hâlinde olmak ve büyük-küçük ayırt etmemektir. Dinin emirlerini yerine getirirken ‘utanmamak’ kınayıcının kınamasından asla korkmamaktır.

İnandım demek; dertsiz, tasasız ruhların ham ve çiğ olduğunu, imanlarınında kolu kanadı kırık ve ölgün olduğunu bilmektir. İnandım demek; dinimizi bedel ödeyerek öğrenmek demektir. Ucuza mal etmeyip ucuza da gözden çıkarmamaktır. Miras malına konan kadir kıymet bilmezler değil, ter dökerek, kan ve can vererek onu öğrenmek ve muhâfaza etmektir. İnandım demek; Efendimiz aleyhisselâm’a ‘anam babam sana feda olsun’ deyip O’nun arkasında durabilmektir. O’nun her hâtırasını canımızdan aziz bilmektir. Bir Nesibe gibi, onun varlığına herhangi bir zarar gelmesin diye bedenimizi O’na siper yapmaktır. Bir Sümeyye gibi her şeyimizi O’nun yolunda fedâ etmektir. Eşimizi, babamızı ve iki oğlumuzu onu savunmak için meydanlara göndermektir. İnandım demek; rahlenin önüne, hocanın karşısına sadece ‘değişim’ için oturmak demektir. Her şeyin bir namusu olduğu gibi fikrin de namusu vardır. İnandığın akideyi savunmak, bu uğurda tüm zorluklara katlanmak, dik durmak, fikrin dedikodusunu yapmamak ve geri adım atmadan ilerlemek demektir. İlerleyen kutsilerden olma duâsıyla…. ------------------------

1. Bir insana gideceği yolda başına gelecek tehlikelerden bahsetmek ayrı bir nimettir. 2. Buhari, Bed’u’l-Halk 6, Müslim, Cihad 111 3. İbn Mace, fiten 23 4. Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller.

İnandım demek; gerektiğinde inancı için şehirler değiştirmek, ülkeler arası hicret etmek, zevklerinden ferâğat edip nefsine yenilmemektir.

ZİLKA'DE 1437

15


KAPAK DOSYA

Ahmet İnal

ŞÜKRÜN ÖNEMİ VE

Âlimlerimiz demişler ki; iman, sabır ve şükürden ibarettir. Sabır ve şükür imanın bineklerindendir. İman ancak bunlara yüklenir. Hal böyleyken ne var ki; insanların çoğu iman yükünü taşıyabilecek ve sahibini cennete sevk edip nimetlere gark edecek bu hasletten uzak bulunmaktadır. Zira “şükürsüz kullar" üretmek isteyen şeytan bu hedefine ulaşmak için her türlü yolu denemekte ve insanları haktan saptırmaktadır.

16

AĞUSTOS 2016

Ş

ükür; verilen nimetin bilinip açığa çıkarılması ve nimeti verene sunulan saygı- min-

nettarlık ifadesidir. Şükür, bir Müslüman’da bulunması gereken en temel özelliklerin başında gelmektedir. Çünkü Rasulullah(sav), mü’mini mü’min yapan, onu diğer insanlardan ayırıp eşsiz bir şahsiyet haline getiren iki temel özellikten bahsetmiştir. Bunlar sabır ve şükürdür. “Mümin kimsenin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırdır. Bu, müminden başka hiç kimse de yoktur. Kendisine bir iyilik isabet ederse verdiği nimetten dolayı Allah’a şükreder. İşte bu, onun için bir hayır olur. Bir sıkıntı isabet ederse buna karşı sabreder. Bu da onun için bir hayır olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/332)


ŞÜKREDEN KULLARI

BEKLEYEN NİMETLER

Âlimlerimiz demişler ki; iman, sabır ve şükürden ibarettir. Sabır ve şükür imanın bineklerindendir. İman ancak bunlara yüklenir. Hal böyleyken ne var ki; insanların çoğu iman yükünü taşıyabilecek ve sahibini cennete sevk edip nimetlere gark edecek bu hasletten uzak bulunmaktadır. Zira "şükürsüz kullar" üretmek isteyen şeytan bu hedefine ulaşmak için her türlü yolu denemekte ve insanları haktan saptırmaktadır. “İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. "Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” (Araf, 16-17)

İnsanın apaçık düşmanı olan Şeytan bu hedefine ulaşmış gibidir. Çünkü Allah(cc) Kur’an-ı Kerim’in müteaddid yerinde insanların çoğunun şükretmediğini bildirmektedir: “Allah’a yalanı iftira edenler kıyamet gününü ne sanıyorlar? Allah, insanlara çok ihsanda bulunmuştur, lâkin insanların çoğu şükretmezler. (Yunus, 60) “Şüphesiz Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Neml, 73) Allah(cc) kullarını şeytana karşı uyarmış ve onlara dosdoğru yolu göstermiştir. Artık bundan sonrası insana kalmıştır. “İnsanoğlu, isterse şükredici olacaktır, isterse küfredici(nankör).” ( Bkz, İnsan Suresi, 2-3. Ayet)

ZİLKA'DE 1437

17


elde etmiş gibi inkâr ederek nankör olur. Allah’ın(cc) insanların şükrüne elbette ihtiyacı

Şükrü terk edenler, şeytanın saptırmasına maruz kalmış ve onun tebaası haline gelerek haktan sapmış kimselerdir. Şeytan onlara sağlarından, sollarından, ön ve arkalarından yaklaşmış ve neticede onları rablerine karşı nankörlük eden kullar haline getirmiştir. Menfaatlerini koruma amacıyla insanlara türlü türlü teşekkür ifadeleri sunan; ancak kendilerine her türlü nimeti bahşeden rablerine karşı şükrü fazla gören bu insanları dünyada sefalet, ahirette ise büyük bir azap beklemektedir. Allah(cc) şeytana belirli bir zamana kadar mühlet verdikten sonra ona ve ona tabi olanlara hazırladığı akıbeti şu şekilde haber vermiştir:

yoktur. Ancak O, kimlerin şeytanın yolunu takip ederek “şükürsüz çoğunluğa” uyacağını kimlerin de kendi tarafı olan “azınlık grubuna” dâhil olacağını görmek istemektedir. Bundan peygamberler dahi müstağni değillerdir, şüphesiz onlar da aynı imtihana tabi tutulmuşlardır: “(Süleyman) onu (Melike’nin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, “Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.”(Neml, 40 ) Allah(cc), şükür ve küfür noktasında insanı serbest bırakmakla birlikte her iki grubun da varacağı nihai hedefi bildirmiştir ki bulundukları tarafı bilerek seçsinler. “Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size(nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok

“(Allah) buyurdu: “Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki,onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım.” (Araf, 18)

şiddetlidir.”(İbrahim, 7) Şükrü terk edenler, şeytanın saptırmasına maruz kalmış ve onun tebaası haline gelerek haktan sapmış kimselerdir. Şeytan onlara sağlarından, sollarından, ön ve arkalarından yaklaşmış ve neticede onları rablerine karşı nankörlük eden kullar haline getirmiştir. Menfaatlerini koruma amacıyla insanlara türlü türlü teşekkür ifadeleri sunan; ancak kendilerine her türlü nimeti bahşeden rablerine karşı şükrü fazla

18

İnsanoğlu, şükür ve nankörlük arasında gidip

gören bu insanları dünyada sefalet, ahirette ise

gelen bir sarkaç gibidir. Bazen, verilen nimet-

büyük bir azap beklemektedir. Allah(cc) şey-

lerin kadr-i kıymetini bilerek rabbine şükreder,

tana belirli bir zamana kadar mühlet verdik-

bazen de son derece lütufkâr olan Allah’ın(cc)

ten sonra ona ve ona tabi olanlara hazırladığı

verdiği tüm nimetleri sanki kendi kazanıp

akıbeti şu şekilde haber vermiştir:

AĞUSTOS 2016


“(Allah) buyurdu: “Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki,onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım.”(Araf, 18) Kötü davranışlarda bulunanlara elim bir azap tattırmak Allah’ın adaletinden olduğu gibi, iyi işlerde bulunanlara mükâfatlarını eksiksiz vermek de Allah’ın adaletinin ve merhametinin bir parçasıdır. Allah(cc) şükreden kulları için sayısız nimetler ve ecirler hazırlamıştır. Şükreden bir kimse öncelikle, kendisini büyük bir azaptan kurtarmıştır. Hz. Süleyman’ın söylediği gibi “Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur.” Yani kul rabbine şükürde bulunurken bir bakıma kendi kurtuluşu için de çalışmaktadır. Esasında kul için ilk hedef azaptan emniyette olabilmektir. Şükreden bir kimse, şeytan ile Allah arasındaki mücadelede safını Allah’tan yana tutmuştur. Allah’ın safında olanları ise ahirette büyük mükâfatlar beklemektedir. “Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.”(Mücadele, 22) Şükreden kimseleri ebedi cennette eşsiz nimetler beklese de onların nail olacağı en büyük nimet Allah›ın sevgi ve rızasını kazanmaktır. “Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe, 72) Rasûlullah (sav) ibret almamız için, İsrailoğulları içinde önceki dönemlerde yaşamış kel, kör ve alacalı üç adamın şükür konusunda

nasıl imtihan edildiğini haber veriyor bizlere. Allah(cc) insan şeklinde bir melek göndererek onların hastalıklarını gideriyor ve onlara deve, inek ve koyun sürüleri bahşediyor. Aradan belirli bir zaman geçtikten sonra Allah(cc) tarafından tekrar görevlendirilen melek, yolda kalmış bir adam kılığında bu üç kimseyi ziyaret ediyor. Neticede kel ve alacalı adamlar nankörlük ederek meleğe yardımcı olmuyorlar, kör adam ise bu nimetlerin Allah’ın bir lütfu olduğunu kabul ediyor ve meleğe istediği maldan istediği kadar alabileceğini söylüyor. Bunun üzerine melek kel ve alacalı adamlara beddua ederek hallerinin tekrar eskiye çevrilmesini istiyor, kör adama da bunun Allah’tan(cc) gelen bir imtihan olduğunu ve Allah’ın kendisinden razı olduğu müjdesini veriyor. Bizler de her konuda olduğu gibi şükür konusunda da Allah azze ve celle tarafından sürekli olarak imtihan edilmekteyiz. Bu imtihanın farkında olmak için illa ki bir meleğin gelmesini bekleyemeyiz. Unutmamalıyız ki; şükür ve küfür(nankörlük) yolları her daim önümüzde durmaktadır. Birinin sonu, azabı hak etmiş olan şeytana; diğerinin sonu, az iyiliğe çok mükâfat veren, rızası için yapılan iyiliklere fazlası ve pek ziyadesi ile karşılık veren Allah’a(cc) çıkmaktadır.

ZİLKA'DE 1437

19


KAPAK DOSYA

Ebubekir Eren

Sabrın İmandaki Yeri Başın Bedendeki Yeri Gibidir

İ

zzet ve yüceliğin tek sahibi, şeref ve kibriyada ortağı olmayan, övgüye, hamde ve yü-

tıp saçtı, yaptıklarının en güzelinin karşılığını

Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed’e, onun değerli, hayırlı ve takva sahibi ashabına, hüküm alanında kıyamet gününe kadar onun şeriatını uygulayacak olanlara sayıp dökülemeyecek kadar çok salat ve selam ederim.

ebediyet yurdunda onlara vermek için kulla-

Sabrın Önemi Ve Fazileti

celtilmeye layık olan, izzetin, arşın rabbi olan Allah’a hamd olsun. O Allah ki insanları denemek için darlığın ve bolluğun her çeşidini dağı-

rını sıkıntı karşısında sabretmeye ve rahatlık esnasında şükretmeye teşvik etti. Bunun üzerine gevşeklik hastalığı uzuvlarda depreşmeye başladı. Birtakım insanlar bu hastalığı tedavi etmek için uyandılar, hazırlık yaptılar, arzuyu (heva) düşman saydılar, fani olanın fena bulmasından kaçarak bakiyi tercih ettiler. Onları övmeye, yerin ve göğün rabbinin şu kavli yeter: “sıkıntı ve hastalık anında sabredenler…” (1)

20

AĞUSTOS 2016

Bil ki, kulun dünyada karşı karşıya geldiği her olay iki çeşitten birine girer. Birincisi, kişinin arzusuna uygun olan, ikincisi ise hoşuna gitmeyen olaydır ki insan bunların her birinde sabra muhtaçtır. Kişinin arzusuna uygun olan şeyler şunlardır: Sağlık, esenlik, mal, makam, aşiret ve takipçilerinin çokluğu ve dünya zevkleri. Kul bütün bunlarda sabra muhtaçtır şöyle ki; bunlara dayanıp itimat etmemeli, onlarla


mağrur olup şımarmamalı, zevke ve oyuna dalmayıp infak etmek suretiyle malındaki ve halka yardımcı olmak suretiyle bedenindeki Allah hakkını gözetmelidir. Kişi nefsine hâkim olmayıp dünya zevklerine daldığı ve onlara itimat ettiği zaman bu hal onu mağrurluk ve azgınlığa götürür. Hatta ariflerden birisi bu hususta şöyle söylemiştir: “Belaya mümin sabreder, sağlık ve esenliğe ise ancak Sıddık olan sabreder.” Hz. Ali radiyallahu anh şöyle demiştir: “Dikkat edin. Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir. Baş kesilince beden ölür.” Sonra Hz. Ali radiyallahu anh sesini yükselterek şöyle söyledi: “Dikkat edin sabrı olmayanın imanı da yoktur.” Hasanu-l Basri şöyle demiştir: “Sabır, cennet hazinelerinden biridir. Allah onu ancak kendisi için çok değerli olan kullarına verir.” Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: “Yüce Allah bir kula nimet verdikten sonra onu çekip alır ve yerine sabrı verirse, bu vermiş olduğu şey çekip aldığı nimetten daha hayırlı olur.” Meymun b. Mihran şöyle söylemiştir: “İster bir peygamber, ister bir başkası olsun en büyük hayırları sabırla elde etmişlerdir.” Süleyman b. Kasım şöyle demiştir: “Sabır dışında her amelin sevabı bilinir. Yüce Allah sabır hakkında şöyle buyurmuştur: “Yalnızca sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir. (2) Tıpkı bardaktan boşalırcasına yağan yağmur gibi…”

Sabrın Kısımları 1- Allah’a itaatte sabır Kişinin kendi tercihiyle bağlantılı olan fiiller. Bunlar, ta‘at ve masiyet olarak nitelendirilebilecek olan kulun bütün fiilleridir. Taate gelince kul elbette bunları yaparken sabra muhtaçtır. Çünkü nefis, tabiatı itibari ile kulluktan kaçar ve rububiyeti arzular. Namaz gibi bazı ibadetlerden tembellik, zekât gibi bazı ibadetlerden

cimrilik, hac ve cihad gibi bazı ibadetlerde ise hem tembellik, hem de cimrilik yapmak nefsin hoşlanmadığı şeylerdir. Buna göre mürit, şu üç halde ta’at yaparken sabra ihtiyaç duyar. a) Amelden önce, doğru ve samimi bir şekilde ibadete niyet etmektir. Ayrıca, riya şaibelerinden ve afetlere sebep olacak durumlardan uzak kalmaktır. Birde ibadeti tam olarak yerine getirmeye azmetmelidir. Niyetin, ihlasın, riyanın afetlerinin ve şeytanın tuzaklarının ne demek

Hz. Ali radiyallahu anh şöyle demiştir: “Dikkat edin. Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir. Baş kesilince beden ölür.” Sonra Hz. Ali radiyallahu anh sesini yükselterek şöyle söyledi: “Dikkat edin sabrı olmayanın imanı da yoktur.”

olduğunu gerçek anlamda bilenler için bu çok ağır bir sabırdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Onlara ancak dini yalnız ona has kılarak ve Hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti.” (3) Hz. Ali radıyallahu anh bu konuda şöyle demiştir: “Sabır dört şeyde olur: Özlem, korku, terk etme ve gözleme. Cenneti özleyen arzularını unutur; Cehennemden korkan haramlardan kaçar; dünyayı terk eden musibetleri gözünde büyütmez; ölümü gözleyen iyilik yapmaya koşar.” b) Amel esnasında Allah’tan gafil olmamak ve yaptığı ibadetin edeplerine ve sünnetlerini yerine getirmede tembellik etmemek ve ibadet sona erinceye kadar bıkkınlık emarelerine karşı sabretmektir.

ZİLKA'DE 1437

21


c) Amelden sonra kişi yapmış olduğu ibadeti ifşa etme, nam ve riya maksadıyla onu başkalarına anlatma konularında sabra ihtiyaç duyar. Birde yaptığı ibadete kendini beğenme gözüyle bakmamak ve amelini geçersiz kılacak her davranış için sabra muhtaçtır. Sadaka verdikten sonra sabır gösteremeyip onu başa kakan kişi yaptığı ameli geçersiz kılmıştır. İbadetler ve itaatler farzlara ve nafilelere ayrılır ve insan bütün bunlarda sabra ihtiyaç duyar. Süfyanü’s Sevr’i bu hususta şöyle söylemiştir: “Eskiden şöyle denilirdi: Mümin yiyecek ve içeceğe muhtaç olduğu gibi sabra muhtaçtır.” 2- Allah’a karşı gelmemekte sabır

22

si ve insanların genelinin aşina olmasından dolayı o reddetmek ve çirkin bulmak hükmünü yitirmiştir. Örnek vermek gerekirse, ipek elbise giyen bir adamın bu fiilinin çok feci sayıldığını ama buna karşılık gün boyu insanların gıybetini yapan kimseye bir şey denilmediğini görürsün! Sohbetlerde diline sahip olmayan ve sabredemeyen kişiyi uzletten başkası kurtara-

Masiyetlere gelince, kul onları işlememek üzere sabra ne kadar muhtaçtır! Masiyetler, güdü saikinin gereklerini yapmaktır. Masiyetlere karşı sabrın en ağır olan çeşidi alışkanlık haline gelmiş olanlarıdır. Çünkü alışkanlık beşinci mizaçtır (tabiat). Alışkanlık veya adet haline gelmiş olan davranış arzuyla (şehvet) birleşince şeytanın iki ordusu yüce Allah’ın karşısında üstünlük sağlarlar ve böylece din saiki onları yenemez.

maz çünkü tek başına kalmaya sabretmek, in-

Alışkanlık haline gelmiş olan fiilin yapılması kolaysa ona karşı sabretmek nefse çok daha ağır gelir. Tıpkı dilin masiyetlerinden olan gıybet, yalan, münakaşa, açıkça ve ima yoluyla kendini övmek, başkalarını değersiz ve küçük görme kastıyla söylenen sözler, ölmüş olan kimseleri anıp onları, ilimlerini ve yaşam biçimlerini eleştirmek gibi fiilleri yapmamak için sabretmek gibi… Çünkü ölmüş olanları eleştirmek zahiren gıybet ve aslen kendini övmektir. Nefsin bu davranışta iki arzusu vardır: Başkasını yok saymak ve kendini ispat etmek. Bu ise mizaçta yerleşik olan rububiyet sıfatının eseridir. Oysa bu, nefse emredilen kulluğun tam zıddıdır. İki arzunun birleşmesi ve dilin harekete geçmesinin kolay olması sebebiyle bu durum, uzak durulması çok zor olan sohbetlerde mutat hale gelmiştir hatta çokça tekerrür etme-

içinden bir takım şeyler geçirmeye başlar. Kal-

AĞUSTOS 2016

sanların yanındayken sükût etmeye sabretmek daha kolaydır. Masiyeti işlemeye tahrik eden şeyin kuvvet ve zayıflının farklı oluşuna göre onlar karşısındaki sabrın şiddeti de farklılık gösterir. Dilin hareketinde daha kolay olan şey, vesveselerin kalbi doldurmasıyla canlanan düşüncelerin hareketidir. Bu durumda uzlette bile olsa kişi be din konusunda başka bir ilgi öğesi hâkim olup onu kaplamadıkça bundan uzak durmak aslen mümkün değildir. Tıpkı bütün ilgileri bir tek ilgiye indirgenmiş kişinin halinde olduğu gibi… Meymun b. Mihran sabır konusunda şöyle söylemiştir: “Sabır iki çeşittir; musibete sabretmek güzel bir şeydir ama bundan daha üstün olan masiyetlere karşı sabretmektir.” Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, işte bunlar yapmaya değer işlerdendir.” (4) “Onların söyledikleri şeyler yüzünden canının sıkıldığını biliyoruz sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et.” (5)


Hz. Ali radiyallahu anh şöyle demiştir: “Çektiğin acıdan şikâyet etmemen vesveseye, başına gelen musibeti kimseye söylememen Allah`a saygı göstermenin ve hakkını tanımanın göstergesidir.”

3- Musibetlere karşı sabır Kişinin çok değerli bir yakınının ölmesi, mallarının helak olması, gözlerinin kör olması, hastalık sebebiyle sağlığını kaybetmesi vb. bela ve musibet çeşitleri gibi başı da sonu da kişinin tercihiyle ilgili olmayan fiiller. Bunlara karşı sabretmek, sabır makamlarının en yükseklerinden biridir. Bu sabrın dayandığı esas yakindir. Ebu Said el- Hudri ve Ebu Hureyre radiyallahu anhumadan naklettiğine göre Hz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Vücuduna batan her bir dikene kadar Müslümanın başına gelen her yorgunluk, ağrı, sıkıntı, üzüntü, eziyet ve gam karşılığında yüce Allah onun günahlarını bağışlar.” (6) Ebu Hureyre radiyallahu anhın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Mümin erkek veya kadın sürekli olarak vücudu, malı ve çocuklarıyla ilgili belalara uğrar ve sonunda hiçbir günahı kalmadığı halde Allah’a kavuşur.” (7) Sa’d b. Ebi Vakkas radıyallahu anh şöyle anlatıyor: “Dedim ki ey Allah’ın elçisi, en ağır belaya hangi insanlar uğrar? Şöyle buyurdu: Peygamberler, sonra Salihler, sonra sırasıyla onlara en çok benzeyen insanlar. Kişi dininin durumuna göre belaya uğrar. Dini kuvvetliyse uğradığı bela hafifletilir. Hatta öyle olur ki kul, hiçbir günahı kalmadığı halde yeryüzünde yürüyünceye kadar belalara uğrar.” (8) Ebu Hureyre radiyallahu anhın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah bir kulun iyiliğini istediğinde başına bela yağdırır.” (9)

Ahnef şöyle söylemiştir: “Kırk yıldır gözümün biri görmediği halde bu durumu hiç kimseye söylemedim.” Adamın birisi İmam Ahmed B. Hanbel’e der ki: “Kendini nasıl hissediyorsun ey Abdullah’ın babası? İmam Ahmed şöyle der: “Sağlık ve afiyet içindeyim.” Adam sorar: “Dün gece sıtmalandın mı?” İmam şöyle cevap verir: “Sana sağlık ve afiyet içindeyim dediysem bu yeterli. Beni hoşlanmadığım bir şeyi söylemeye zorlama!” İbrahim el-Harbi şöyle anlatıyor: “Yakalandığım hummayı ne anneme ne kız kardeşime ne de karıma söylemedim. Gerçek adam, gamını içine gömerek ailesini üzmeyen kimsedir. Kırk beş senedir migren ağrısı çektiğim halde hiç kimseye söylemedim. Yirmi yıldır bir gözümle görüyorum ama bunu kimseye söylemedim.” Hikmet sahipleri şöyle söylemişlerdir: “Başa gelen musibetleri gizlemek, iyilik hazinelerinden biridir.” Rabbim bizleri kendisine gereği gibi kulluk etmeye, imtihan gereği bizi sınamış olduğu musibetlere karşı sabretmeye muvaffak kılsın âmin, vesselam. -----------------------1. Bakara 2/177. 2. Zümer 39/10. 3. Beyyine 98/5. 4. Âl-i İmran 3/186. 5. Hicr 15/97-98. 6. Buhari 5641. Müslim 2573. 7. Tirmizi 2399. Hadis hasen, sahihtir. 8. Tirmizi 2398. Hadis hasen, sahihtir. 9. Buhari 5645. Not: Detaylı bilgi için İbnül Cevzi’nin Minhacul Kasidin eserine bkz. (Tahlil yayınları)

ZİLKA'DE 1437

23


KAPAK DOSYA

Derya Fıçıcı

Kalbin Derinliklerindeki Hazine;

Şükür A

llah (celle celaluhu) Şekur’dur, kullarının az amellerine karşı çok mükâfat verendir. Kullarının sevaplarını kat kat artıran, kullarını bağışlayan, rahmeti bol olan, Kendisini anan kullarını övendir. Az şükretmemize rağmen kullarından razı olandır. Kulun şükrü ise Allah’ın fazlındandır. O’nun şükür isminden kullarının kalplerine ilham etmesidir. Kim Rabbini hakkıyla tanıyor, iman ediyor ise, o kimse Rabbinin kendisine verdiği nimete hamdeder, şükreder. Kalbi ve dili Allah’a şükürle meşgul olur. Kul Allah’a hamdeder, O’nu över, yüceltir. Allah’ın övdüklerini o da över, Rabbinin emir ve yasaklarını yerine getirir. O’nun önünde eğilir, kanunlarına boyun eğer, yasaklarından kaçınır. “Hamd, O Allah’a ki; kuluna dosdoğru kitabı indirdi ve onda hiç bir eğrilik koymadı.” (Kehf, 1)

24

AĞUSTOS 2016


K

ulun Allah’a şükretmesi, Rabbinin kâinata koyduğu düzen karşısında hayran kalmasıdır. Kara toprağın üzerinden fışkıran acı, tatlı, kırmızı, yeşil meyve ve sebzeleri gördüğünde O’nun lütfunu kalbinin derinliklerinde hissedip gönlünün, Rabbine doğru coşmasıdır. Her biri ayrı ayrı tatlarda olan, yediğinde hoşlandığı nimetleri sofrasında gördüğünde, defalarca kez Rabbini anıp gönlünün, ayrı bir nimet olan zikre dalmasıdır. Şükür; gökyüzünde süzülen rengârenk elbiseli kuşları gördüğünde, gecenin karanlığını tane tane aydınlatan, semaya serpilmiş kandiller gibi ışıl ışıl yanan yıldızlara baktığında, Rabbinin büyüklüğü ve azameti karşısında küçülüp kalbinin hızla atması, içinin sevinç ve heyecanla dolup huzuru ilahide derin bir nefes alması, secdede Rabbiyle buluşup binlerce kez hamdetmesidir. Ellerini duaya açtığında sıcak bir yaz günü yüzüne vuran yumuşak ve ılık bir meltem gibi, kalbinin serinlemesidir. Kalbinin her türlü hırstan, öfkeden, darlıktan kurtulması, Rabbinin genişliğine ve rahmetine sığınmasıdır. Yeryüzü zulümle dolduğunda, zorbalar, zalimler, mustazaflara kan kusturduğunda, zincirlere vurduğunda, zindanlara attığında, firavunlar en azgın yüzlerini gösterdiğinde, Musa’ları yeryüzüne elçi olarak gönderene hamdedip Musa (aleyhisselam)’ın safına katılmaktır. “Fakat Firavun yalanladı, karşı geldi. Sonra koşarak dönüp gitti. Derken adamlarını topladı da bağırdı: “Ben sizin en yüce Rabbinizim” dedi. Allah da onu tuttu, dünya ve ahiret azabıyla yakalayıverdi.” (Naziat, 2125) Kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, Kâbe’nin putlarla doldurulduğu, insanların azdıkça azgınlaştığı zamanda, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in getirdiği müjdeye sımsıkı bağlanıp, Abdullah b. Mesud (radıyallahu anh) gibi, müşriklerin karşısına dikilip

hakkı haykırmaktır. Ya da Bilal (radıyallahu anh) olup “Ehadun Ehad” diye haykırmaktır. Mekke’sini geride bırakıp Muhacir olmak ya da muhaciri gönlüne koyup ensar olmaktır. “İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, barındıranlar ve yardım edenler; işte onlar, gerçek mü’minlerdir. Onlar için mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.” (Enfal, 74) Ve tağutlar seni idama mahkûm ettiğinde; “Eğer Allah’ın kanunu ile mahkûm edilmişsem ben hakkın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm edilmişsem, ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım bir iş için asla özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım, asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.!” diyerek şehadete yürümektir şükür... Yalnız Allah’ın hudutları için nöbet tutmak, yalnız Allah için kıyam etmek, yalnız Allah için ölmektir şükür... Ya Rab! Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz. Allahumme Amin... Selam ve dua ile...

ZİLKA'DE 1437

25


OLAYLAR VE YORUMLAR Nedim Bal

EMPERYALİZM ÜZERİNE

26

AĞUSTOS 2016

1


Bismillahirrahmanirrahim Emperyalizm; Fransızca “imperialisme” kelimesinden dilimize geçmiş bir kavram. Kısaca ‘sömürmek’ anlamına gelir. Daha geniş ifadeyle emperyalizm; “bir ülkenin başka ülke topraklarını ele geçirme, öz kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanma ve kendi halkını üstün halk olarak empoze ederek hedef ülke halkını her yönüyle sömürmektir.” Emperyalizmin mayası sömürüdür. Bu mayanın tutması, zengin kaynaklarından dolayı egemenlik altına alınacak yeni ülkelerin var olmasına bağlıdır. Dünya üzerinde sömürülecek ‘her türlü kaynak’ var oldukça emperyalizm de var olacaktır. İşte emperyalistler bunun için bitip tükenmez bir açgözlülükle saldırırlar dünyaya. Onlar için dünya kocaman bir pastadır ve her biri daha büyük dilimi kapmak için yarışırlar. Kaptıkları pay onlara yetmez. Hep daha fazlasını isterler. Sonunda dünyada paylaşılacak toprak kalmayınca birbirlerinin topraklarına göz dikerler. Her şey kendi çıkarları doğrultusunda dünyanın tek hâkimi olmak içindir. Bu amaçlarına ulaşmak için de her yolu mubah/meşru görürler. Emperyalistler için “Kâr eşittir Kan’dır.” Bunun için halkların kanını dökmekte, ülkeleri işgal edip harabeye çevirmekte, ırkları yok etmekte bir an bile tereddüt etmezler. Ne demişti İngiliz başbakanı Churchill “Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir.” Emperyalistlerin dünya hayatına bakışları budur. Onlar için canın önemi yoktur. Afrika’da milyonlarca insan, çoluk, çocuk; açlıktan ve susuzluktan ölmüş umurlarında değildir. En büyük emperyalist ülkelerden biri olan ABD’nin sömürü politikalarına yön veren dönemin Yahudi kökenli ABD Dışişleri bakanı Henry Kissinger’in şu sözleri tüm emperyalistlerin ortak bakış açısını yansıtmaktadır: “Gı-

dayı kontrol edersen milletleri, petrolü kontrol edersen kıtaları, parayı kontrol edersen dünyayı kontrol edersin!” Dünya tarihinin en kanlı dönemleri olan I. ve II. DÜNYA (Paylaşım) Savaşları, emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşması uğruna çıkarılmıştır. Emperyalizmin üç temel hedefi vardır; toprak, kaynak, insan. Emperyalizm bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için farklı yöntemler kullanır.

Emperyalistler için “Kâr eşittir Kan’dır.” Bunun için halkların kanını dökmekte, ülkeleri işgal edip harabeye çevirmekte, ırkları yok etmekte bir an bile tereddüt etmezler.

Ekonomik Emperyalizm Genellikle gelişmiş ülkeler tarafından gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkeler üzerinde uygulanır. Ekonomik emperyalizm; güçlü ülkelerin, kendi sanayi sektörlerinin temel ihtiyacı olan; petrol, gaz, uranyum, çelik vb. hammaddeleri elde edebilmek uğruna, sömürmek istedikleri ülkelerin; insan, pazar ve kârlı yatırım alanlarını ele geçirmesidir. Ekonomik emperyalizm denklemi: “Tüketim alanlarını belirle, topluma empoze et, Üret ve Sat” üzerine kurulmuştur. Emperyalist ülkeler bu hedeflerine ulaşmak için yeri geldiğinde ekonomik güçlerini, yeri geldiğinde siyasal güçlerini, yeri geldiğinde teknolojik üstünlüklerini kullanırlar. Ekonomik emperyalizm sanayi devrimi ile ortaya çıkmış bir olgudur. Son yıllarda ülke işgal et-

ZİLKA'DE 1437

27


meler hem insan kaynağı hem de mali olarak çok pahalıya mal olduğu için emperyalist ülkeler hedef ülke topraklarına girmeden de o ülkenin ekonomik imkânlarını sömürme yoluna gitmektedirler. Bunu yaparken büyük küresel şirketleri piyon olarak kullanmaktadırlar. Coca -Cola, Mc Donald’s, BP, Shell, Silah sanayi vb. Tüm bu yollar tükenip de netice alınamadığında ise en son aşamada askeri güç kullanarak bu hedeflerine ulaşmak isterler. Örneğin ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte merkezi ABD’de bulunan küresel şirketler Irak’ta ki petrolü çok ucuza alarak kendi ülkelerine götürmüşlerdir. Modern dünya emperyalistleri, sırtlarını dayadıkları güçlü ordularını kullanarak ve o ülkelerde kendilerine bağlı kukla yönetimler oluşturmak suretiyle sömürgeciliklerine devam ederler.

Küresel Emperyalizmin Modern Örgütleri Emperyalizm amacına ulaşmak için örgütlenmelerini de oluşturmuştur. En başta NATO gibi bir askeri saldırı örgütüne; IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik terör örgütlerine sahiptir. Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütleri ve bölgesel askeri-siyasal paktları da bu doğrultuda kullanmaya çalışır. Bunun yanında tek tek tüm emperyalistlerin ve işbirlikçi ülkelerin “milli” etiketli orduları, Polis teşkilatları, istihbarat örgütleri, değişik ülkelerde çok çeşitli adlar alan özel terör grupları vardır. Emperyalist sömürüye yönelen tehdidin niteliği ve boyutuna göre bu terör araçlarından biri ya da hepsi devreye sokulur. Başta NATO olmak üzere tüm terör araçlarının

28

AĞUSTOS 2016

faaliyetleri gerçekte hiçbir ulusal veya uluslararası antlaşmayla sınırlı değildir. Asıl olan emperyalistlerin ya da işbirlikçi rejimlerin güvenliği ve sömürü düzeninin bekasıdır. Bunun için hiçbir kural, yasa, gelenek, ahlak ve ölçü tanımaksızın her yola başvururlar. Emperyalist terörün hiyerarşisi, en tepe noktasında Beyaz Saray ve Pentagon olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin ve işbirlikçi ülkelerin başkentlerini içine alan bir ağ içinde örgütlendirilmiştir. Bu hiyerarşi halklara karşı gerçekleştirilecek terör eyleminin niteliğine göre açık ya da örtülü olarak devletler, hükümetler düzeyinde ordu ve polise gizli servislere, kontrgerilla türü örgütlere ve oradan uygulayıcılarına doğru işler.

Ey Batı! Siz Kan Ve Gözyaşı Üzerine Kurulmuş Yarasa (M)..edeniyetisiniz! ABD ve Avrupa bugünkü ekonomik ve askeri gelişmişlik seviyesine akıttığı milyonlarca kan ve gözyaşı sayesinde ulaşmıştır. Dolayısıyla ‘MİM’siz Batı ..EDENİYET’İ KAN VE GÖZ … EDENİYETİDİR. Başta İngilizler olmak üzere Avrupa Devletleri, Amerika kıtasında kurdukları kolonilere işgücü sağlamak amacıyla milyonlarca Afrika’lıyı köleleştirip Amerika›ya gönderiyordu. Bristol ve Liverpool, İngiltere’nin köle ticareti yapan gemilerinin yola çıktığı belli başlı limanlar haline gelmişti. 17. yüzyılda Liverpool’dan yola çıkan her dört gemiden biri köle ticareti yapıyordu. O dönem Avrupası’nda köle ticareti, sebze meyve ticareti kadar doğal bir işti.


İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1786'da Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar 23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle götürmüş, bir sene içinde yani 1786 tarihinde toplam satılan köle sayısı 97.500’ü bulmuştu. 1787 yılında ise bu sayı 100.000 zenci köleye ulaşmıştı. 1850’lerde ise Amerika’daki Zenci köle sayısı 4 milyonu aşmıştı. 16. yüzyılla 19. yüzyılın ortalarına kadar sadece Brezilya’ya getirilen Zenci köle sayısı 3,5 milyonu buluyordu. Toplam 15 milyon Zenci, köleleştirilerek Amerika Kıtası’na götürülmüştü. Kölelerin can kayıpları da düşünüldüğünde Afrika’dan koparılan ve gemilere yüklenen Zenci sayısı 25 milyonu buluyordu. Bu sayı o tarihteki dünya nüfusu göz önüne alındığında dehşet verici bir rakamdır. Cezayir’in ilk Cumhurbaşkanı Ahmet Bin Bella, Haçlı soykırımlarının vahim tablosunu şöyle dile getiriyordu: “1492-1800 yılları arasında 100 milyon Afrikalı öldürülmüştür.” Bu tarihlerde İngiltere’nin nüfusunun 3 milyon, İspanya’nın nüfusunun ise 11 milyon olduğu göz önüne alınırsa yapılan katliam ve soykırımın dehşeti de ortaya çıkmış olur. Müslüman olmadan beş yıl önce 1977 yılında yazdığı Medeniyetler Diyaloğu kitabında Roger Garaudy ise Haçlı dünyasının dehşet verici tarihini rakamlarla şöyle anlatıyor: “Batılılar yüz milyonu aşkın Amerika yerlisini öldürerek dünyada daha önce eşi benzeri görülmemiş bir soykırım yaptılar. Bunun ardından üç yüz yıl süren köle ticareti sırasında en az

yüz milyon Afrikalı’yı öldürerek bir başka akıl almaz soykırımı gerçekleştirdiler." işte batının gerçek yüzü bu! Peki, bu soykırımlar, katliamlar nasıl gerçekleşmişti? Papa 6. Alexandra, 1493 yılında, Vatikan’ın himayesi altında dünyayı Portekiz ve İspanya arasında paylaştırmıştı. Tordesilla adı verilen bu paylaşım anlaşmasından sonra, dünya daha önce görülmedik bir insanlık dramına şahit oldu. Keşfedilen Amerika kıtasında üç yüzyıl içinde 100 milyon Amerikan yerlisi /Kızılderili öldürüldü. Ortaya çıkan iş gücü açığını karşılamak için bu defa Afrika’dan köle ticareti başlatıldı. 15 milyon kölenin Batı’ya ulaştığı bu ticarette, araştırmacılara göre avlanma ve taşıma sırasında ölenlerle birlikte toplam Afrikalı zayiatı 100 milyonu bulmuştu.

Cezayir’in ilk Cumhurbaşkanı Ahmet Bin Bella, Haçlı soykırımlarının vahim tablosunu şöyle dile getiriyordu: “1492-1800 yılları arasında 100 milyon Afrikalı öldürülmüştür.” Bu tarihlerde İngiltere’nin nüfusunun 3 milyon, İspanya’nın nüfusunun ise 11 milyon olduğu göz önüne alınırsa yapılan katliam ve soykırımın dehşeti de ortaya çıkmış olur.

ZİLKA'DE 1437

29


Kültürel Emperyalizm Bir ülkenin kendi inanç, ideoloji ve kültürel değerlerini başka bir ülkenin halkına empoze etmesi, kabullendirmesi, benimsetmesidir. İnsanların beyinleri batılıların istediği gibi düşünmeliydi. İngiliz emperyalizminin önderlerinden sayılan Thomas Babington’un şu ifadeleri kültür emperyalizminin ne denli büyük bir tehlike olduğunu ortaya koyuyordu: “İngiliz dili ve kültürünü tüm Hindistan’a yayarak, öyle bir insan grubu oluşturacağız ki bunlar kanları ve renkleri itibariyle Hintli ama zevkleri, dünya görüşleri, zihinsel yapıları bakımından İngiliz olacaklar.” Avrupalı sömürgecilerin Afrika kıtasına gönderdikleri askeri güçlerin ardından hemen misyonerler (Hristiyan tebliğciler) devreye girmekte idi. Bu Hristiyan misyonerler, ‘beyaz adama gösterilen saygı ve itaatin, aslında Tanrıya gösterilmiş saygı ve itaat olduğuna(!)’ Afrika insanını inandırmış ve kendi ülkelerinin emperyalist çıkarlarına büyük hizmet etmişlerdir. Örneğin; İspanyollar, Latin Amerika›da kurdukları “Encomiendo” sistemiyle, topraklarını gasp ettikleri yerlileri, Tanrının krallığına kabul edilmeleri şerefine yani “Hristiyanlaşmaları karşılığında üç kuşak karın tokluğuna çalıştırma sözleşmesi” yapıyorlardı. Yine Afrikalı bir liderlerin söylediği şu söz aslında her şeyi özetliyordu: “Avrupalılar bu kıtaya geldiklerinde onların elinde İNCİL, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Şimdi, bizim elimizde onların İNCİL’i, onların elinde ise bizim TOPRAKLARIMIZ var.”

30

AĞUSTOS 2016

İngiliz emperyalizminin önderlerinden sayılan Thomas Babington’un şu ifadeleri kültür emperyalizminin ne denli büyük bir tehlike olduğunu ortaya koyuyordu: “İngiliz dili ve kültürünü tüm Hindistan’a yayarak, öyle bir insan grubu oluşturacağız ki bunlar kanları ve renkleri itibariyle Hintli ama zevkleri, dünya görüşleri, zihinsel yapıları bakımından İngiliz olacaklar.”

Papalık makamı ise; bu Hristiyanlaştırma misyonundan oldukça memnundu. Geride milyonlarca ölü olsa da bundan daha önemi olan , kendisini “Tanrı Krallığı” makamında gören Vatikan’ın sınırlarının genişlemesiydi..

Çağdaş Misyonerler; Müzik, Televizyon, Sinema Günümüzde ise kültür emperyalizmi, “bir ulusun ya da toplumun öz değerlerine olan bağlarını zayıflatmak için etkin bir kontrol yöntemi “olarak kullanılır. Aslında Kültür emperyalizmi, sömürü düzenlerinin tıkır tıkır işlemesi için uygun zemini hazırlar. Batı kültürü 20. yüzyıl itibariyle; gazete, dergi, radyo, televizyon ve sinema filmleriyle insanların beyinlerini iğdiş edip düşünemez hale getirmiştir. Kültürel emperyalizm ile Hristiyan Batı


dünyası, Müslüman toplumları giyim, eğlence ve tüketim alışkanlıkları bakımından tam anlamıyla kendisine benzetmiştir. Böylece değişen toplumun ortaya çıkan yeni ihtiyaçları(!) batı dünyası için çok kârlı bir Pazar oluşturmuştur. Bu sürecin sonun da toplumlar; sahip oldukları eski kültürel öğeleri, inançları, alışkanlıkları yobazlık, çağdışılık olarak algılanmaya başlamıştır. Çünkü ahtapotun kolları gibi insanlığı saran medya, toplumun aklıselim ile düşünmesine fırsat vermemekte, doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstermektedir. Böylelikle kültür emperyalizmine maruz kalan toplumlar, emperyal kültürü eninde sonunda büyük ölçüde benimser ve bu durumdan da rahatsız olmaz hale gelirler. Kültürel emperyalizmin en başarılı olduğu ülkelerden bir tanesi maalesef Türkiye’dir. Türkiyeli Müslüman halklar öyle hızlı bir kültür emperyalizmi ile karşı karşıya kalmıştır ki, aynı evi paylaşmasına rağmen baba ile oğlu, anne ile kızı bile ayrı dünyaların, ayrı inanç ve alışkanlıkların temsilcisi olmuşlardır. Gençler batı tarzı müziklerin bağımlısı haline gelmiştir. Televizyonlardaki yarışma programları, ahlaksız diziler ve eğlence programlarıyla Müslüman halk resmen kültürel emperyalizmine tabi tutulmuştur. Öyle ki; İlâhi Kelimetullah uğruna dünyanın dört bir yanında savaşan Osmanlı’nın bugünkü torunlarının yaşam tarzıyla, Hristiyan ve Yahudi milletlerin yaşam tarzı arasında neredeyse hiçbir fark kalmamıştı Bir Amerikan dergisinin Türkiye’de yayınlanan ilk nüshasında kültür emperyalizmine ilişkin şu ifadeler çok ilginçtir “Amerika, CIA ya da

Ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u (sinema sanayi) gönderir.” Yaptığı müzik temelli yayınla popüler kültür üzerinde etkisi olan ve ayrıca yaptığı programlarla gençlerin ilgisini çeken bir kanal MTV, tıpkı Coca-Cola ve McDonald’s gibi kapitalizmin ve Amerikan kültürünün dünyaya empoze edilmesinin simgeleri olarak görülmüştür. Özellikle yoğun olarak yayınladığı Yeşil Kart (Amerika’ya kabul kartı) reklamları ile dünya gençliğinde bitmez tükenmez ABD hayallerine sebep olmuştur.

Firavun Düzenlerinin Sihirbazları Halkları Aldatıyor Emperyalizm ve işbirlikçisi iktidarlar, sömürmek istedikleri ülkelerdeki, meşru halk direnişlerini etkisiz hale getirebilmek için bir kavram üretmişlerdir; “TERÖRİZM.” Emperyalist devletler için terörizmin ortak tanımı; ‘kendilerine ve çıkarlarına karşı olan her şeydir.’ Siz, benim vatanım, benim kaynaklarım, benim dinim, benim yaşam tarzım diyemezsiniz. Dediğiniz an adınız ‘terörist’ olur. Çünkü bu tavrınızla emperyalist devletlere karşı gelmiş ve onların sizin topraklarınızdaki egemenliklerini tehlikeye atmış olursunuz. İşte “terörizm” kavramı; emperyalizm ’in kendi vahşi sömürüsünü meşru göstermek için kullandığı bir demagoji malzemesidir. Gerek İslam coğrafyasında gerekse başka coğrafyalar da emperyalizme ve Siyonizm’e karşı direniş hareketlerinin doğması, gelişmesi ve dünyanın hemen hemen tüm kıtalarına

ZİLKA'DE 1437

31


yayılması emperyalist güçleri ciddi anlamda korkutmuştur. Bu sebeple yükselen İslami hareketlerin direnişi durdurmak ve halklar nezdinde itibarsızlaştırmak için bu hareketleri “terörizm” suçlamasıyla karşı karşıya bırakırlar. Böylece kendilerine hizmet etmeyen, kendi çıkarlarına uygun olmayan tüm İslami Cemaat ve hareketleri gayri-meşru duruma düşürüp, dünya kamuoyuna karşı kendi terörizmlerini meşru göstermek isterler. Sonra ülkeleri; terörizm ’den ve teröristlerden kurtarmak(!), halkları özgürleştirmek(!) bahanesiyle işgal ederler. Onların özgürleştirme dediği şey; kelimenin tam tam anlamıyla köleliktir..

Dünyanın Yaşadığı Açlık Ve Yoksulluğun Sorumlusu Emperyalizmdir Dünya nüfusu ekonomik kategori olarak; en zenginler, zenginler, orta halliler, fakirler ve yoksullar olarak beş ana klasmana ayrılıyor. Bu en zenginler kategorisinin içinde kalanların da içindeki yüzde 20’lik kesim dünya üretiminin yüzde 84,7 sine sahip. Yoksullar kategorisinin içinde kalan en yoksul yüzde 20’lik kesimin payına ise toplam üretimin sadece yüzde 1,4’ü yani yüzde bir buçuğu bile düşmüyor. Dünya sağlık örgütünün ‘Dünya Çocuklarının Durumu Raporu’na göre dünyada 12 milyonu aşkın çocuk kötü beslenmeden dolayı ölüyor. Hindistan’da yüzde 34, Haiti’de yüzde 21, Burundi’de yüzde 19, Nepal’de yüzde 9... Afganistan’da doğan bebeklerin dörtte biri, Nijer’de üçte biri henüz 5 yaşına gelmeden ölüyorlar. Güney illerindeki her 10 çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor, Afrika Sahrası nüfusunun yüzde 36’sı ve Güney Asya’nın yüzde 47’si günde 1 dolardan az parayla yaşıyor. Aynı şekilde Zambiyalıların Yüzde 85 i, Madagaskarlıların yüzde 72’si, Çinlilerin üçte biri ile Meksika ve Endonezyalıların yüzde 15’i günde 1 dolardan az harcama yapabiliyorlar. Bangladeş’te yeni doğan bebeklerin yarısı, Pa-

32

AĞUSTOS 2016

kistan ve Sri Lanka’da dörtte biri, Hindistan’da üçte biri yetersiz beslenmeden ötürü normal kilosunun altında doğuyor. Bu rakam birçok Afrika ülkesinde beşte bir, Irak ve Orta Amerika ülkelerinden Guatemala’da yüzde 15’e varıyor. Orta Amerika’yla ilgili yayımlanan raporlara göre yoksulluk inanılamayacak derecede arttı. BM Geliştirme Programı verilerine göre yoksulluk Guatemala’da yüzde 60, Nikaragu’da 59, Honduras’ta 56, Panama’da 30, El Salvador’da 26 ve Kosta Rika’da 20 oranında yoksulluk arttı. Her yıl 30 milyon insan açlıktan ölüyor. Avrupa ile ABD’nin kozmetik ürünlerine harcadığı para dünya halkları için kullanılsa dünyada açlık diye bir sorun kalmayacak. Dünya nüfusunun yaşadığı zengin Kuzey ülkeleri toplam dünya gelirinin yüzde 80’ine el koyuyor. Dünyanın 225 büyük zengini toplamda 1000 (bin) milyar Euro’yu ellerinde tutuyor. Bu servet, 2,5 milyar insanın yaşadığı en yoksul 47 Güney ülkesinin bir yıllık gelirine eşit. General Motors’un cirosu Danimarka’yı, Toyota’nınki Portekiz’in toplam gelirini aşıyor. Excon-Mobil’in cirosu da Avusturya’nın ulusal gelirini geçmiş durumda. 23 en büyük Çok uluslu Şirket’in (ÇUŞ) satışları 120 yoksul Güney ülkesinin dış satımını aşıyor. Dünya ticaretinin yüzde 70’ini Çok uluslu şirketler denetliyor. Milyonlar açlıktan kırılırken malların fiyatları korunsun diye her yıl binlerce ton tahıl, domates ya da balık imha ediliyor. İşte doymak bilmeyen emperyalizmin kara, kapkara iğrenç yüzü. Ne diyordu Yahudi kökenli ABD Dışişleri bakanı Henry Kissinger’ “Gıdayı kontrol edersen milletleri, petrolü kontrol edersen kıtaları, parayı kontrol edersen dünyayı kontrol edersin!” (Devam edecek inşallah) Selam ve Dua ile.. Allaha emanet olunuz.


NEBEVÎ NASİHATLER

M. Sabri Yücel

MÜSLÜMANLARIN ONURUNU ÇIKARLARINA BASAMAK YAPANLAR İLAHİ GAZABA DÜNYADA DUÇAR OLURLAR :‫ قال رسول الله صلى الله عليه وسلم‬:‫عن أبي برزة الأسلمي رضي الله عنه‬ ،‫ لا تغتابوا المسلمين‬،‫يا معشر من آمن بلسانه ولم يدخل الإيمان قلبه‬ ،‫ فإنه من اتبع عوراتهم يتبع الله عورته‬،‫ولا تتبعوا عوراتهم‬ ‫ومن يتبع الله عورته يفضحه في بيته‬

B

ir müslümanın en yüce gayesi kendisini yaratan Rabbini razı etmek, O’nun hoşnutluğunu kazanmaktır. Bu yüce gaye, hiçbir beşerin tahayyül edemeyeceği cennet nimetlerinden daha ulvi bir makam olarak zikredilmiştir Ku’an-ı Kerim’de. (Bkz. Tevbe Suresi 72) “Allah’ın yardımını imdat edecek seviye”ye gelen nice neferler, bahse mevzu hedefin gerçekleşmesi için her türlü zahmet ve zorluğa katlanmayı bir kulluk vazifesi olarak addetmiş-

lerdir. “Allah’ın rızası” diye ifade edilen gayeye ulaşmak için birçok vesile sayılabilirse de en yalın ve öz hali ile “hayatı O’nun istediği gibi şekillendirme ve sürdürme” bu hedefin şüphe götürmez temel esasıdır. Hayatın hangi alanı olursa olsun O’nun buyruklarına ittiba etmeden veya bu endişeyi taşımadan rıza-i Bârî’ye ulaşabileceğini düşünmek izahı zor bir aldanmışlık ve gaflet olmalıdır. Rabbimizin rızasına ulaşmak nasıl yüce bir

ZİLKA'DE 1437

33


gaye ve hedef ise O’nun gazabına duçar olmak da o denli tehlikeli ve korkunçtur. Bu korkunç durumun endişesi kimilerinin canına mal olurken kimilerini de gece uykusuz bırakmıştır. Türlü işkence, dayatma ve zorlamalara göğüs gerilmiş, yine de Rablerinin gazabına sebep olacak davranışları işlememiştir Allah’ın rızasını arzulayanlar. Bilallerin, Habbabların, Suheyblerin isimlerinin bugün hâlâ anılıyor olmasının sebebi bu olsa gerek. “Rabbim razı olsun da bedenimin zahmet çekmesi dert değil, O bana gazap etmesin de her türlü musibet kolay gelir bana” anlayışında olmak. İlahi gazabı celbeden birçok sebep bulunsa da, Allah azze ve celle’nin buyruklarına lakayt davranmak, bir nevi görmezden gelmek, bildiği halde inat eder gibi tersini yapmak en önde gelen sebepler sayılabilir. Bunlar dışında elbette âlemlerin Rabbi’nin azametine saygısızlık sayılabilecek birçok cürüm bulunmakta olup Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye konuyla ilgili nassları bünyesinde barındırmaktadır. Elbette ki bu cürüm ve günahların hepsi Allah celle celaluh’a karşı yapılmış isyanlar olmak bakımından birlikte değerlendirilseler bile görecekleri karşılık ve ceza bakımından farklılık arzetmektedirler. Büyük-küçük günah ayrımı, ısrarla işlenen küçük günahın özel hükümlerle anılması, bahse mevzu konunun doğal bir neticesidir zaten. Günahların silsile-i meratibinde özellikle bazılarının faillerinin daha dünyadayken bedbaht olup yaptığının karşılığını göreceği şer-i şerifin kaynaklarında ikaz ile belirtilmiştir. Bu günahlar incelendiğinde görülecektir ki kişinin işlediği günah başka birisi için zarara sebep oluyor ve ortaya çıkan kul hakkı gerekli mekanizmaları çalıştırarak bertaraf edilmiyorsa, genel itibari ile daha dünya hayatında günahın muhataplarını aynı akıbete sevketmektedir. Hele de bu günah bir müslümanın hukukuna karşı yapılmışsa çetin ahiret azabının yanında dünyada aynı duruma düşmek ya da daha bedbaht bir seviyeye yuvarlanmak kaçınılmaz olabilmektedir. Kendini beğenerek müslüman kardeşini bir hatadan dolayı ayıplayanın dünyada o hata

34

AĞUSTOS 2016

ile karşı karşıya kalacağı tehdidi buna örnek teşkil edebilir. (Bkz. Tirmizi, Kıyâme, 53) Gökyüzündeki şimşek ve yıldırımlarda bulunan ve düştüğü yeri yakıp kavuran enerjiyi çeken paratoner misali Allah’ın gazabını celbeden sözler ve eylemler bulunmaktadır. “Bizden daha güçlüsü var mı?” diyerek hadlerini aşan Âd kavminin akıbeti, ahlaksızlığı bizzat peygamberlerinin huzurunda dillendirecek kadar düşük Sodom-Gomore’nin ürpertici sonu misal sayılabilir. Müslümanlar, topluma zararı söz konusu ol-

Gökyüzündeki şimşek ve yıldırımlarda bulunan ve düştüğü yeri yakıp kavuran enerjiyi çeken paratoner misali Allah’ın gazabını celbeden sözler ve eylemler bulunmaktadır. “Bizden daha güçlüsü var mı?” diyerek hadlerini aşan Âd kavminin akıbeti, ahlaksızlığı bizzat peygamberlerinin huzurunda dillendirecek kadar düşük Sodom-Gomore’nin ürpertici sonu misal sayılabilir.

mayan ve kul hakkı terettüp etmeyen günaha müşahede ettiklerinde muhatabı nasihat ile doğruya yöneltmek ve günahı ifşa etmemekle mükelleftirler. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse şayet, gördüğümüz ayıbı gizlemek Kıyamet günü ayıplarımızın gizlenmesi için bir vesiledir. Mahcubiyet yaşayacağımız bir kusurumuzun önüne geçebilmek için bir vesile sayılabilir ayıp, kusur gizlemek. Allah’ın gazabını celbeden en dikkat çekici kabahatlerden biri de müslümanların ayıp ve kusurlarını ifşa etmek, mahcup olacakları mah-


remleri ve sırlarını paylaşmaktır. Ayıplarımızı hemen yüzümüze vurmayıp onları setreden/ gizleyen es-Settâr olan bir Rabbin kulları olan bizler, O’nun esma-i hüsnasına ittiba gereği kardeşlerimizin ayıp ve kusurlarını gizlemek durumundayız. Zararı topluma mal olan ve insanları aleni ifsat edenler değil elbette kastımız. Ayıbı kendini ilgilendiren kardeşlerimizdir mevzu bahis olan. Bu sebeple kardeşliğin haklarından biri de kusur gizlemek ve ayıpları örtmektir. İnsan yapısı gereği ulaşmak istediği hedefe varabilmek için bazı zaman en mukaddes değer-

Bir müslümanın varlığını dünyanın yok olmasından daha kıymetli addeden Zât-ı Zü’lCelâlîn, kendisi uğruna varını yoğunu seferber etmiş ve yolunda cihad etmek için her türlü zahmete katlanmış kullarının onurunu, kâfirlerin elinde maşa olmuş müptezellere bırakacağını sanmakla ne büyük yanılgıya düştüğümüzü daha iyi anlıyoruz şimdi. “Terör” kelimesi ile müslümanları lekelemeye çalışanların hazin sonlarına şahitlik ediyoruz hepimiz. Müslümanların onurunu vesile ederek menfaat sağlama derdinde olanların iplikleri pazara çıktı tüm dünyanın gözü önünde. Ayıpları neşredildi, kusurları ortaya döküldü, sırları ifşa oldu, hicap duyacakları ne kadar davranış varsa gündem oldu… İlahi gazaba nasıl davetiye çıkarmışlardı ki bu korkunç hale düştüler. Evet, günah işlemek ne kadar densiz bir davranış ise günaha gerekçe bulmak onlarca kez densiz bir davranıştır. Günaha gerekçe bulup bu günah ile müslümanları mağdur ve mazlum düşürmek ise ilahi sillenin davetiyesi konumundadır. Allah yolunda cihad eden bir Müslüman menhec ve metot olarak senin kendi arzularınla şekillendirdiğin din anlayışının dışında diye “en nefret ettiğin kimse” oluyorsa ilahi kader seni nefret abidesi haline getirir. Kâfirlerin elinde maşa gibi vazife yapıp müslümanların haremine ilişirsen haremsiz kalırsın.

lerini bile çiğneyebiliyor hepimizin müşahede ettiği gibi. Allah’ın son peygamberi, fahr-ı kâinat olan Resul-ü Ekrem aleyhisselam’ı peygamber kabul etmeyen diğer din mensuplarının bu itikadi ayıp ve kusurlarını gizleme gayreti içerisine girenler diğer taraftan kendi menfaat kulelerinin basamaklarında rahat ilerlemek için müslümanların onurlarını rencide ederek sırlarını yayma çabası içersinde olabiliyorlar. Müslümanları yeryüzünün nefret misali olarak anılması için beyanatlar verebiliyorlar en yüksek avaz ile…

Ebu Berze el-Eslemî radıyallahu anhunun rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ey dili ile ikrar edip de kalbine iman girmeyenler! Müslümanların gıybetini yapmayınız, onların ayıplarını araştırmayınız. Kim müslümanların ayıbını araştırırsa Allah da onun ayıbını araştırır. Allah kimin ayıbını araştırırsa onu evinin içinde bile rezil eder.” (1)

------------------------

1. Ebu Davud, 4880; Müsned, 19776. Şuayb el-Arnavutî, -li ğayrihi kaydıyla- hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.

ZİLKA'DE 1437

35


NEBEVÎ AİLE

Halime Yılmaz

ÇOCUKLARDA YEMEK YEME SORUNLARI Y

emek temel bir ihtiyaçtır ve giderilmediği takdirde gerilime sebep olur. Çocuk, yemek ihtiyacının giderilmesi için yoğun çaba içerisine girer. Ağlamak, tepinmek, kendini sıkmak, saldırmak açlık ihtiyacını giderme çabasıdır. Vücut yemeğe ihtiyaç duyduğunda mide asidi salgılanır, salgılanan bu asit kişiye acı vererek midede bir yanma hissi oluşturur ve kişiyi yemek yemeye zorlar.

Temel bir ihtiyaç olan yeme, çocuğu bu iki kıskaç arasında tutarak yaşamın devamını sağlar. Çocukta fizyolojik bir sorun yoksa sistemin mükemmel çalışması beklenir. Acıktıkça acı duyan çocuk, acısını bastırmak için yemeğe yönelir, yemek onda damak tadı oluşturur, oluşan damak tadı çocuğun bir sonraki yeme ihtiyacının temelidir.

Eğer midedeki yanma hissi herhangi bir sebepten dolayı oluşmuyorsa yemek gibi hayatî bir ihtiyacın giderilmesi için insan bedenine ikinci itici güç olan “damak tadı” yerleştirilmiştir. Yiyeceklerin damakta oluşturduğu lezzetin arzu edilmesiyle insan yiyeceğe doğru yönelir. Temel bir ihtiyaç olan yeme, çocuğu bu iki kıskaç arasında tutarak yaşamın devamını sağlar. Çocukta fizyolojik bir sorun yoksa sistemin mükemmel çalışması beklenir. Acıktıkça acı duyan çocuk, acısını bastırmak için yemeğe yönelir, yemek onda damak tadı oluşturur, oluşan damak tadı çocuğun bir sonraki yeme ihtiyacının temelidir. (1) Peki, bazı çocuklarda görülen yeme problemle-

36

AĞUSTOS 2016


ri neden kaynaklanır? Aslında yeme temel bir ihtiyaçtır ve ebeveynler bu temel ihtiyacı yanlış davranışlarla sorunlu hale getirmektedirler. Günümüzde çocuklarının yemek yemediğini ileri sürerek günde en az üç öğün; henüz öğünden anlamayan, dört yaşına gelmemiş çocuklarının peşinde tabakla koşarak yemek yedirmeye çalışan annelerin ve büyüklerin sayısı az değildir. Bu tavırlarıyla adeta hem kendilerine hem de çocuklarına eziyet etmektedirler. İki çocuk annesi bir kadın olarak, çocuğunuzun karnının aç olmasının içinize sinmediğini çok iyi anlayabiliyorum. Ama çözüm, peşinde tabakla dolanıp yemeğe tepki vermesine sebep olmak değildir. Bu, işi daha da çıkmaza sokup midesini küstürmenize ve her yemek öğününü çocuğun ıstırap gibi algılanmasına sebep olacaktır. Diğer yandan bu tutum yavrunuzun size karşı da tepki almasına neden olabilir. Müslüman bir ebeveynin görevi çocuklarına iyi bir eğitim ve ahlak vermektir. Evlatlarının yeme, içme, giyinme gibi temel ihtiyaçlarını karşılama da anne-babasının sorumluluğundandır. Ama bunlar, iyi bir hayat yaşayabilmek için araçlardır. Ve asıl amaç haline gelmemelidir. Sabahtan akşama kadar tek sorun yemekmişçesine çocuğu kovalayan bir anne, çocuğa bu hayatta en önemli amaç yemek-içmektir mesajını vermektedir. Sergilediği güzel bir davranıştan dolayı tebrik edilip övülmesi gereken çocuklar; son derece isteksiz, hatta öğürerek, gözlerinden yaşlar gelerek ve kimi zaman da -inanılır gibi değil amakustuğu tekrar yedirilerek yemeğini bitiren çocuklar tebrik edilmekte, öpülmekte ve hatta yediği yemekten ötürü kendisine teşekkür edilmektedir. Yiyebileceği kadar yemek tabağına konulan ve bunu tamamıyla bitiren çocuğa “aferin” denilmesi ve tabağındakini bitirdiği için övülmesi olağan bir durumdur. Ama diğe-

rinde bir zorlama vardır. Yemek bir ihtiyaçtır. İhtiyacını giderdiği için çocuğa teşekkür etmek abesle iştigaldir. Normalde, fıtraten; teşekkür, yapılan iyiliğe karşı edilir. Yemek yemek bir iyilik değildir. Çocuk o ihtiyacı zaten hissedecektir. Ama ona bu fırsatı vermeyen ya da bu konuda onu böyle davranmaya iten yine anne-babanın kendisidir. Çocuk “acıktım” diyene kadar “bırakın, ilgilenmeyin” denildiğinde “olur mu öyle şey, üç gün yemek vermesem istemez” diyen annelerle karşılaşıyoruz. Sorunun temeli bu yanlış algılamadan kaynaklanıyor. Hiç kimse -çocuk bile olsa- aç kalmaz. Acıktığında yemek isteye-

cektir. Elbette ki acıkınca abur-cubur vermek çocuğun iştahının kesilmesine ve dolayısıyla yemeğe ilgisiz kalmasına sebep olacaktır. O yüzden acıktığında cips, kola, çikolata değil; sebze, meyve gibi doğal gıdalardan alternatif sunmamız gerekmektedir. • Çocuğun yemesi için ön şart -eğer fizyolojik bir rahatsızlığı yoksa- açlık hissinin oluşmasını beklemektir. Çocuk aç değilken yemek yemeye zorlanırsa yemeğe karşı tepki verir. (2) •

Yiyebileceği kadar yemek tabağına konmalı ve küçük yaştaki bir çocuğun büyük bir

ZİLKA'DE 1437

37


insan kadar yemek yemesi beklenmemelidir. Bırakın iki yaşındaki bir çocuk bile olsa ne kadar yemekle doyacağına kendisi karar versin. Yani doyduğunu anladığınız an onu zorlamayın. Elbette ki tabağındaki yemeyi bitirmeyi öğreteceğiz. O zaman bitirebileceği kadar yemek koyalım tabağına ki bitirmenin mutluluğunu da yaşasın. •

Her insanın yemek yerken aldığı bir tat vardır. Bu tat, ancak sakin ve yavaş yenilin-

Müslüman bir ebeveynin görevi çocuklarına iyi bir eğitim ve ahlak vermektir. Evlatlarının yeme, içme, giyinme gibi temel ihtiyaçlarını karşılama da anne-babasının sorumluluğundandır. Ama bunlar, iyi bir hayat yaşayabilmek için araçlardır. Ve asıl amaç haline gelmemelidir. Sabahtan akşama kadar tek sorun yemekmişçesine çocuğu kovalayan bir anne, çocuğa bu hayatta en önemli amaç yemek-içmektir mesajını vermektedir.

ce hissedilir. Eğer çocuğa “yemeğini çabuk bitir” diye bir baskı yapılıyorsa çocuk damak tadını alamaz. (3) • Açken çocuğu bekletmek, yemek ihtiyacını bastırır. Böylece çocuk acıktığında açlığı duymamayı alışkanlık haline getirir. (4) • Çocuğu erken yaşta öğüne alıştırmak yanlıştır. Çocuklar dört yaşına kadar öğünle değil, ihtiyaçla yemek yemelidir. Ancak dört yaşından sonra adım adım öğün sistemine geçilmelidir. • Öğün aralarında özellikle yemekten önceki bir saat diliminde abur-cubur veya başka yiyecekler tüketilmemelidir ki ana öğün için açlık oluşsun. (5) • Çocuğun ruh halinin de yemek yemeye müsait olması gerekir. Mesela az önce annesi tarafından azarlanan bir çocuğa annesi “hadi, otur, yemek ye” derse çocuğun yemeğe tepkili olması kaçınılmazdır. Veya arkadaşlarıyla oyunun en heyecanlı yerindeyken yemeğe davet edildiğinde yemek yememesi de doğaldır. (6) • Çocuğun damak tadının, anne sütünden başlamak üzere; en az uyarandan en çok uyarana doğru adım adım gerçekleşmesi gerekir. Bu, şu anlama gelir: eğer çocuk tadı, tuzu, lezzeti çok olan yiyeceklerle erken yaşta tanışırsa; örneğin tadı az olan sebze yemeklerine ilgi göstermeyecektir. Mesela cips; aşırı yağ, tuz, baharat ve uyaranı fazla kimyasal katkı maddelerini barındırır. Çocuk damağı bu kadar çok uyaran ile tanışırsa, onun için sebze itici hale gelir. Çocuğa yemek alışkanlığının kazandırılması için damak tadını uyaran gıdaların adım adım tercih edilmesi önemlidir. Ancak bu uyaran hiçbir zaman doğal gıdaların sahip olduğu tat eşiğinin ötesine geçmemelidir. (7) • Çocuğa televizyonla oyalayarak yemek ye-

38

AĞUSTOS 2016


dirmek, çöp kovasına atık çöpler atmak gibidir. Çocuğa televizyon izlerken yemek yedirmek, onun damak tadını duyamamasına neden olur. Damak tadı ise çocuğun yemek yemesi için itici bir güçtür. Çocuk acıktığını hissediyor ve damak tadını alabiliyorsa yemeğe karşı ilgili olur. (8)

Yemek yeme adabı çocuklara öğretilmelidir: • Yemekten önce ve sonra elleri yıkamayı öğretmeliyiz. • Yemeden önce besmele çektirmek ve yemekten sonra yemek duasını okutmalıyız. En azından “Elhamdûlillah” demeyi bilmelidirler. • Sağ elle yemek yemeyi bilmelidirler. • Ağızda bir şey varken konuşulmayacağını ve başkalarını rahatsız edecek şekilde yenmemesi gerektiğini öğretmeliyiz. • Rasûlullah (sas)’ın uygulamasında olduğu

Çocuğa televizyonla oyalayarak yemek yedirmek, çöp kovasına atık çöpler atmak gibidir. Çocuğa televizyon izlerken yemek yedirmek, onun damak tadını duyamamasına neden olur. Damak tadı ise çocuğun yemek yemesi için itici bir güçtür. Çocuk acıktığını hissediyor ve damak tadını alabiliyorsa yemeğe karşı ilgili olur.

gibi midenin tamamını yemekle doldurmamayı; üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de hava ile doldurmayı alışkanlık haline getirtmeye çalışmalıyız. ------------------------

• Yemek-içmek Rasûlullah (sas) ve ashabı için bir amaç ve hedef değildi. Sadece ibadet etmek için bir araçtı. Bizim ve çocukla-

2. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları

rımız için de öyle olmalıdır. “Ben cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(9)

1. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları

ayeti gereğin-

3. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları 4. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları

ce, sadece Allah’a kulluk çizgisinde yaşanan ve

5. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları

sırat-ı mûstakim üzere sürdürülen bir hayata

6. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları

sahip olup nesillerini bu düsturla büyüten, şu-

7. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları

urlu Hannelerden olmak duasıyla...

8. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar, Nesil Yayınları

Velhamdûlillahi Rabbil Âlemin.

9. Zâriyât Sûresi, 56

ZİLKA'DE 1437

39


DAVET VE CİHAD ÖNDERLERİ

Cihan Malay

Kafkasyanın II. Şâmil’i ve Efsane Komutan:

Şâmil Basayev (1965-2006)

40

AĞUSTOS 2016


Künyesi: Emir Abdullah Şâmil Ebu-İdris "Ey ölüm ne kadar soğuk olursan ol! Bana buz gibi sudan daha tatlı gelirsin. Senden korkmuyorum. İstersen gel! Al canımı"

Hayatı

rında bulunduğu 11 kişiyi şehit etti.

Şâmil Selmanoviç Basayev, 14 Ocak 1965’te Çeçenistan’ın Vedeno Bölgesi›nin Vedeno Köyü’nde doğdu. Şâmil Basayev’in ailesi Rus İhtilali‘nden(6 Kasım 1917) sonra Çeçenistan’dan Kazakistan’a sürgün edilmiş ancak 1957’de Kruçev döneminde yurtlarına geri dönebilmişti.

Daha Fazla Masum Ölmemesi İçin

İlkokul ve liseyi kendi köyünde okuyan Şâmil, üniversiteyi okumak için Moskova’ya gider. 1987 yılında Moskova’da Makina Mühendisliği Bölümü’nü bitirir. Bu eğitimden sonra 19891991 yılları arasında İstanbul’da eğitim gördü. 1991 yılının ortalarında Komünist Rusya yıkılmış, yerine Rusya Federasyonu kurulmuştu. 1991 yılında, bağımsızlığına kavuşan Çeçenistan’a döndü ve Rusların gizli örgütleri ile mücadele etmek için kurulan özel birlikleri yönetti. Bu birlikler içinde Rusya’ya karşı Afganistan Savaşı’nda mücadele etmiş tecrübeli mücahitlerde vardı. Yine bu yılda Çeçenistan’da yaşanan insanlık dramını dünyaya duyurmak için bir Rus uçağını Ankara’ya kaçırdı ve böylelikle dünya kamuoyu onu tanımış oldu.

Evinin bombalanması sonrasında şöyle bir açıklama yapar: “Ruslar, evimi bombaladılar. Komşularımı ve diğer sivilleri öldürdüler. Ruslar’ın evimi yok etmeye bu kadar istekli olduğunu bilseydim, mazlum insanların ölmemesi için bu evi kendi ellerimle yok ederdim. Ama biliyorum ki, Çeçenleri yok etmek için Ruslar’ın bütün bombaları bile yetmez. Hatta onları esir alıp, bu evleri onlara yaptıracağız.”

Direnişe Devam... Haziran 1995’te Şamil Basayev ve Çeçen direnişçiler, Çeçenistan’da yaşananları dünya

“Zorluklar ve yokluklar, bir müslümanın sadece imanını ve kararlığını güçlendirir! “

Mücadele İle Geçen Yıllar 1994 yılında Rusya, Çeçenistan’ı işgal etti. Bu işgal üzerine Çeçenlerin lideri Dudayev’in emrinde Ruslara savaşmaya başlayan Şâmil, bu mücadelede Ruslara büyük kayıplar verdirdi. 1994-1996 yılları arasında 11.000 mücahidin komutanlığını yaptı. Gösterdiği başarı karşısında Ruslar’ın aciz kalması ve Rusları bir hayli zora sokması üzerine onun bu mücadelesini kırmaya çalışan Rus savaş uçakları, 1995 yılında Şâmil’in Vedeno’daki evini bombalayarak, eşi ve çocuklarının da(biri erkek üçü kız olmak üzere dört çocuk) arala-

kamuoyuna duyurabilmek için Stavropol’da Budennovsk Hastanesi’ni kuşattı. Basayev, askerlere kuşatma ile Rusya’nın Çeçenistan’dan çekilmesini talep eder. Ancak Rus ordusu, içerideki sivillere aldırış etmeden öldürür. Baskında zarar gören siviller için ayağa kalkan Batı dünyası, tekrar ikiyüzlülüğünü göstererek Çeçenistan’daki soykırımı görmemeye devam etti. 21 Nisan 1996’da Cahar Dudayev’in şehit edilmesinin ardından Çeçen Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetler Komutanı olan Şâmil, Rus güçleri-

ZİLKA'DE 1437

41


nini Çeçenistan’ın başkentini boşaltmaya mecbur eden Rusların Grozni ismini verdiği ancak müslümanların Cahar-Kale olarak değiştirdiği operasyonunu komuta etti.

2000 mücahid ile bağımsız bir Dağıstan-Çeçen

I. Çeçen Savaşı olarak adlandırılan bu savaş sonucu Rusya, Cahar-Kale’yi terk etmek zorunda kalarak Çeçenler ile Rusya arasında 31 Ağustos 1996 yılında Hasavyurt Antlaşması imzalandı. Bu yılda yapılan yapılan seçimler sonucunda Aslan Mashadov devlet başkanı, Şâmil ise başbakan oldu.

sonra Çeçenistan’a girdi. Böylece II. Çeçen Sa-

Başbakanlık görevi uzun sürmeyerek istifa eden Şâmil, çeşitli bölgelerde Ruslara karşı yürütülen mücadelenin liderliğini yapmaya devam etti. 1 Ağustos 1999’da kurulan İslam Şûrâsı’nın başkanlığına getirilen Şâmil, bu yıllarda Afganistan’daki savaşta tecrübeli olan Hattab ve

İslam Cumhuriyeti’nin kurulması için Dağıstan’da mücadeleye başladı. Ruslar bu mücadeleyi söndürmek için buraya müdahale ettikten vaşı dönemi başladı. Bu savaşta Doğu Cephesi Komutanlığı görevini üstlenen Şâmil, çok kanlı süren bir savaşa komutanlık etti. Ruslar, bu savaşta Çeçen’lere büyük sivilleri yaşattılar. Şâmil, bu savaşta 100.000’den fazla Rus askerine karşı 11 bin mücahidle Grozni’yi savunurken mayın patlaması sonucu bir bacağını kendisinden önce cennete gönderdi. Tam 7 yıl boyunca ayağına protez takarak mücadelesine devam etti. Yurtdışından kendisine getirilen özel çorapla zehir ve mikroplara karşı silikon çorapla ayağını şehit oluncaya kadar korudu. O günü yaşayan bir mücahid, şöyle aktarıyor:

“Bir mücahidi güldürmek istiyorsanız, onu ölümle korkutun. “

“Biz Emir Şâmil ve Hattab ile birlikte kuşatmayı nasıl yaracağımızı istişare ettikten sonra, dağlara doğru çatışarak çekilme kararı aldık. Bunun bize büyük kayıplara mal olacağını biliyorduk. Fakat Şâmil Basayev ve Hattab’ ın üstün zeka ve kabiliyetlerine güveniyorduk. Gruplara ayrılıp dağlara doğru çatışarak çekilmeye başladık. Komutanlarımız Şâmil Basayev ve Hattab en öndelerdi. Bu çatışma sırasında bir çok kardeşimiz şehit düştü. Ancak Ruslar bizden kat kat daha fazla kayıp veriyordu. Çekilme esnasında, bir dağın yamacında boğazlanarak üst üste dizilmiş Rus cesetlerini görünce Allah’ın yardımının bizimle olduğunu anladık. Bu çekilme sırasında Emirimiz Şâmil Basayev, bir mayın tarlasına en önde girerek kendisini mücahidlere siper etti ve mayına basması sonucu sağ bacağını kaybetti.” Bu zorlu savaş günlerinde ona acı verip pes ettirmek isteyen işgalci Rusya, babasının olduğu eve saldırarak onu da şehit eder. Basayev’in babası kendisini esir etmek isteyen gözü dönmüş işgalcilere karşı silahıyla direnmiş ve 80 yaşını aşkın yaşıyla şehit düşmüştü.

42

AĞUSTOS 2016


Rusların Hukuksuz Savaşı Şâmil Basayev, Rusların kendi vatandaşları dâhil giriştiği katliam gibi savaşın bir anısını şöyle aktarıyor: “O gün 300 Rus askeri öldürdük. 3 helikopter düşürdüm. Onlar bize saldırdıklarında ilk olarak hastaneleri, doğum evlerini, petrol kuyularını vuruyorlardı. Biz zorunlu olduğumuz için hastaneye girdik. Onlar burada gelip yaşlıları çoluk çocuğu öldürürlerken dünya neredeydi? Onlara niye terörist demediler? Bugün insanların bana terörist demeleri umurumda değil. Benim ne yaptığımı Allah biliyor. Ben halkım için savaşıyorum. İnsanların ne düşündükleri umurumda değil.” Bunun yanında ikiyüzlülüğü her zaman adet edinmiş olan dünya basını, Rusya’nın resmi olarak katlettiği 46 bin Çeçen çocuğu ve toplamda 300 bin şehidi gündemine almadı. Bu katliamlara bir dur demek ve Rus güçlerinin Çeçenistan’dan çekilmesini talep etme amacıyla Şâmil ve arkadaşları, 23 Ekim 2002’de Moskova Tiyatro Baskını’nı 40 mücahidle yönetti. Baskında ilk olarak tüm çocuklar ve Müslümanlar tahliye edildikten sonra 712 kişilik esir sayısı 600’e indi. Ruslara Çeçenistan’daki işgali durdurması karşılığında esirleri bırakacaklarını söyleyen mücahidlere karşı Rus Devlet Başkanı Putin, “hepsini öldürün” emri verdi. Baskından birkaç gün sonra Rus Özel Birlikleri’nin zehirli gaz kullanması sonucu, bütün mücahidler şehit olmakla beraber 178 kişi katledildi. 21 Haziran 2004... İçlerinde Şâmil Basayev’inde olduğu yaklaşık 80 Çeçen ve İnguş mücahit, kamyonlarla İnguşetya’nın Başkenti Nazran’a gider. Toplam üç gün sürecek olan meşhur Nazran Şehir Operasyonları başlar. Şâmil Basayev’in bizzat katıldığı bu saldırılarda Nazran’daki tüm polis ve güvenlik güçleri öldürülür ve istihbarat binaları imha edildi. Bu saldırılarda 180’den fazla özel Rus askeri öldürülür, bir çok askeri araç hurda yığınına döner. Şâmil Basayev’in Nazran’daki FSB üssünü ve İnguş ordusunun cephanelerini ele geçirdiği esnada çekilen görüntüleri ve ayak üstü yaptığı konuşması Rusya tarafından internetten kaldırılmıştı.

“Putin’e ve İçişleri Bakanı’na bu silahları bizim için özenle koruduklarından dolayı teşekkür ediyoruz. Size olan borcumuzu Çeçenistan’da fazla fazla ödeyeceğiz. Şuan tek sorunumuz bu silahları taşıyacak gerekli kamyonumuz yok. Ya zafer ya şehadet. Allahu Ekber!” demiş ve izlenme rekorları kırmıştı. 1 Eylül 2004... Şâmil Basayev’e bağlı 50 dolayında mücahid, Kuzey Osetya’nın Beslan kasabasında sıkıştırıldı. Beslan’a gelindiğinde, mücahidler bir okula sığınmak zorunda kalır. Eğitim yılının ilk günü olmasından dolayı okullara velilerde gelmiştir. Mücahidler(mecburen) okulu ele geçirir ve 400 küsür Oset vatandaşını esir alınır. Okulda 132 çocuk vardır ve mücahidler zarar vermekten yana olmadıklarını göstermek için 65 çocuğu serbest bırakır. Olaydan saatler sonra karadan T-72 tankları, havadan M-24 uçakları okulu bombalamaya başlar ve en son olarak Rus Özel Birlikleri zehirli kimyasal gazlarla 334 esir öldürülür. 32 mücahidte canice şehid edilir. Katil lakaplı Putin, bu saldırıdan sonra Şâmil Basayev’in başına 10.000.000 $ para ödülü koyar.

Mücadeledeki Azmi 31 Ağustos 1999’da Grozni’de yaptığı basın toplantısında Şâmil Basayev şu açıklamalarda bulundu: “Bu savaş, Volga’dan Don Nehri’ ne kadar tüm Müslümanlar kurtarılıncaya kadar sürecek. Bütün dünyayı alevler kaplasa da bu cihada devam edeceğiz. Dünyadaki tüm Müslümanlar uyanıyor. Savaş 20-25 yıl sürebilir. Tüm Rusya savaş alanı olacak. Nihai hedef ise Kudüs’ün Si-

Şâmil Basayev, konuşmasında şöyle diyordu;

ZİLKA'DE 1437

43


gular yaşadınız?” Şâmil Basayev: “Dürüstlükle söylüyorum şok oldum, yemin ederim. Bunu hiç beklememiştim. Putin’in bu kadar kana susamış bir kişi olduğunu düşünmüyordum(içeridekileri öldürebilmesine). Böyle yapacağını düşünmedim. Daha ciddi bir durumla karşılaştıklarında gaz ya da benzeri bir şey yapmaya çalışacaklarını düşündüm. En azından çocuklara karşı bir şey yapmazlardı. Benim düşüncem buydu. Eylemi ne kadar sert yaparsam, mesajı o kadar çabuk iletebileceğimi düşündüm. İşe yarayacağını düşündüm.

yonist işgalden kurtarılması.”

Şâmil Basayev İle Yapılmış Röportajlar Andrei Babitski adlı gazatecinin Şamil Basayev ile yaptığı röportaj(özetle)... Andrei Babitsky: “Dünyada en çok aranan ikinci terörist olduğun halde, bu kadar uzun süre yaşamayı nasıl başardın?” Şamil Basayev: “İlk olarak ikinci değilim ve ikinci olarak ben aranmıyorum. Ben bu teröristleri bulmaya çalışıyorum. Tüm Rusya’da, onları arıyorum. Onları aramaya ve bulmaya devam edecek ve onları cezalandırmayı da sürdüreceğim. Bu yüzden onların beni bulmaya çalıştıklarını söyleme sakın, ben onları bulmaya çalışıyorum.“ Babitsky: “Neye güveniyorsun? Terörün, Putin rejimini teslim olmaya ya da müzakerelere zorlayabileceğini düşünüyor musun?” Şâmil Basayev: “Benim onların müzakerelerine ihtiyacım yok. Çeçen halkına karşı yapılan soykırımın bitmesine ihtiyacım var. İşgalci ayak takımının, ülkemizi terk etmesine ihtiyacım var. Gelecekteki Çeçen nesillerinin, 1944’de olduğu gibi Siberya’ya sürülmeyeceklerinin garantisine ihtiyacım var. Bağımsızlığa ihtiyacımızın olma sebebi işte bu. Pratik olarak bütün dünya, bunun bir soykırım olduğunu biliyor. Terörist olanlar ‹Ruslar’dır. Ulusal bağımsızlığımız için devam eden bir mücadele var.” Babitsky: “Beslan olayından sonra ne tür duy-

44

AĞUSTOS 2016

Beslan’da küçük çocukların olacağını hiç düşünmemiştim. Bu bir okul. Her neyse en küçüğü 6 yaşında olacaktı. Yolun karşısında bir anaokulu var. Kimseyi görmedim. Haritalarla çalıştık, her şeye baktık. Planlar yaptım ve komutana, Rus görevliler geldiğinde taleplerimizi resmi bir şekilde iletmelerini ve on yaşından küçük her kesin serbest bırakılmasını söyledim. Hiçbir soru sorulmadı. Ona söylediklerim bundan ibaret. Benim şartlarım bunlardı.” Babitsky: “Bunu bağımsızlık için bir mücadele olarak adlandırıyorsun.” Şâmil Basayev: “Peki sen ne olarak adlandırırdın?” Babitsky: “Sanırım bunun yanında inançsal bir motivasyon da söz konusu. “ Şâmil Basayev: “Bu sene beni iki kere zehirlemeye çalıştılar. Birçok çatışma oldu ama zamanım daha gelmedi. Zamanım geldiğinde beni öldürmeleri için Rus ordusuna ihtiyacım olmayacak, öleceğim. Er ya da geç herkesin zamanı gelecek. Bu yine Allah’ın sözünü doğruluyor; Allah bizim için ne yazdıysa o olur. Zamanım geldiğinde, öleceğim ve bütün dünya birleşse bile benim için hiçbir şey yapamaz o anda. Bu da beni acıtamaz. Ve eğer Allah benim için iyi bir şey yazmışsa olur. Ve dünyadaki hiçbir şey de bunu engelleyemez.”

Kendisiyle Yapılmış Başka Bir Röportaj Soru 1: “Düşmanın haince yaptığı yıkıcı saldırılar karşısında dağlardaki mücahidlerin durumu nedir?” Şâmil Basayev: “Dağlarda şu andaki durumumuz Grozni’dekine göre daha iyi. Allah’a inancımızı arttırması ve bizi koruması için dua ediyo-


ruz. “Allah inananları korur” (Hacc, 38) ayeti de bizim için bir güvence kaynağı. Ayrıca Peygamber Efendimiz; ‘O(Allah) onlara (inananlara) yeter. O, her şeyi bilen, görendir’ buyuruyor.” Soru 2: “Bazı yayın organlarında mücahidlerin Başkent Grozni’den çekilmeleri Rus kuvvetleri ve Putin için bir zafer olarak telakki ediliyor. Ayrıca bu geri çekilmenin şehirde ikamet eden sivilleri Rusların intikam saldırılarına karşı karşı savunmasız bırakıldığı vurgulanıyor. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?” Şâmil Basayev: “Başarıyla gerçekleştirdiğimiz başkentten geri çekilme harekâtı, tam tersine mücahidlerin bir zaferiydi. Biz 100.000 düşman askerinin oluşturduğu 3 kademeli kuşatmayı delerek kentten çıktık. Çok fazla zaman harcanarak oluşturulan ve sayısız araç ve ağır silahla donatılan bu kuşatmanın bizim tarafımızdan bir gün gibi kısa zamanda yarılmasını nasıl hala bir zafer olarak değerlendiriyorlar anlamıyorum. Bizim geri çekilme harekâtımız, daha önce hiçbir mücahidin şehir dışına çıkamayacağını ve hepsinin öldürüleceğini iddia eden Rus komutanların suratlarına acı bir tokattı(Şamil Basayev’in emriyle Grozni(Cevherkale)’nin en işlek caddelerine, ‘Şimdilik gidiyoruz ama yakında geri geleceğiz’ yazan dövizler asılmıştı). Rus birliklerinin komutanı bir sineğin bile şehri terk etmesinin imkânsız olduğunu söyleyerek övünüyordu. Peki bizler onlarca kişiyle bu kuşatmayı nasıl yardık ve Batı Grozni’nin köylerinde Ruslara nasıl ağır kayıplar verdirdik? Bu rezil savunmanın bile kendileri için bir zafer olduğunu iddia ediyorlar. Söyleyin Allah aşkına bu nasıl bir zafer?... Mücahidlerin Grozni’den çekilmesinin kentte kalan sivillere zarar getirdiği konusundaki iddialara gelince, bu çok utanç verici bir iddiadır ve doğru ile bağdaşır bir tarafı yoktur. Herkes bilsin ki Grozni’den çekilmemizin ana gayesi kentte yaşayan sivil halkın hayatını korumak ve kent etrafında oluşturulmuş kuşatmayı kaldırtmaktı. Sivilleri hedef alan Ruslar masum insanları sorumlu tutmaktadırlar. Asıl sivillere zulüm eden ve onları işkence ederek öldürenler Rusyanın ta kendisidir.

mücahitleri bu işten sorumlu tuttular. Rusların bu kini Ruslarla Çeçenler arasındaki savaştan kaynaklanmamaktadır. Duydukları kinin tek nedeni, Çeçenlerin Müslüman olmalarıdır. Çünkü Rusya’da Çarlığa, Bolşevikliğe ve Komünizm’e karşı nefret kıvılcımlarını alevlendiren tek unsur, Çeçenlerin İslam’ıdır...” Soru 3: “Sizin yaralandığınız hakkında bir takım haberler etrafta dolaşmaktadır. Şu anda sağlığınız ne durumda?” Şâmil Basayev: “Ayağımın ön tarafı başkentten geri çekilmemiz esnasında “butterfly” adı verilen bir mayının patlaması sonucu yaralandı. Daha sonra da bu yara iltihap kaptı ve ayağımın bir bölümü kesildi. Ama Allah’a şükürler olsun, üstesinden geldim.” Soru 4: “Savaşın ilerleyen safhalarında beklentileriniz nelerdir?” Şâmil Basayev: “Bu savaş içerisinde olabilecek her türlü şeye hazırız. Karşılaşacağımız her zorluğu aşabilecek güçteyiz. Buna inancımız tam. Fakat bizim beklemediğimiz ve anlayamadığımız şey, inançsız Batı’nın desteğiyle dünyanın gözü önünde Ruslar tarafından gerçekleştirilen imha çalışmaları karşısında İslam âleminin içinde bulunduğu hayret verici sessizlik. Bizim karşı karşıya olduğumuz durum, Kosava’da işkence gören kardeşlerimizin durumundan 20 kat daha vahim. O çatışmalar sırasında bütün dünya Sırpların başlattığı hareketi kınadı ve Müslümanlar bütün desteklerini ve sempatilerini bu olaya yansıttılar. Fakat bizim şu anda Çeçenistan’da yaşadıklarımız çok daha vahim. Karşı karşıya olduğumuz düşman daha vahşi. Sivil ölümlerin sayısı Kosava’dakinden kat kat daha fazla. Ayrıca Çeçenistan’ın duru-

“Bacısı bir kâfir tarafından tecavüze uğramamış, evladı kâfir tarafından gırtlağı kesilmemiş bir kişi asla cihadı anlayamaz ve hayatı çiçek böcek dağıtmakla geçer.”

Ruslar masum insanları katlettiler daha sonra da

ZİLKA'DE 1437

45


mu statü olarak Kosova’ya da benzemiyor. En nihayetinde Çeçenistan özerkliğini almış bağımsız bir ülke konumundadır. Aslına bakılırsa inançsız ülkelerin menfaatleri çerçevesinde hareket etmeleri bir dereceye kadar anlaşılabilir ama ya İslam ülkeleri! Müslümanlar hangi ölçüyü benimseyerek ümmetin amaçlarını gözetiyorlar?! Nerede “Allah en büyüktür” diyen insanlar. Soru 6: “Savaşta mücahid komutanların birliklere bizzat önderlik ettiklerini duyuyoruz. Şüphesiz bu büyük bir cesaret örneği, aynı zamanda mücahitlerin motivasyonlarını arttırıcı bir etken. Ancak bir komutanı kaybetmek onlarca askeri birden kaybetmekten daha kötü. Öyleyse neden kendinizi ve komutanları korumuyorsunuz?” Şâmil Basayev: “Bütün mücahitler savaş meydanında eşittirler. Komutanın da kaybedecek bir tek canı var askerin de. Aynı zamanda herkes cihad meydanında canını feda etmeye ve şehit olmaya hazır. Eğer bir komutanın hayatını kaybetmesi bu cihadın devam etmesine bir engel teşkil edeceğini türünde bir düşüncemiz olursa, o kişiyi savaşmaya göndermeyebiliriz. Fakat şu bir gerçek ki savaş meydanında kardeşlerimizin hepsi birer komutandır ve her biri birlikleri sürükleyecek kadar yeteneklidirler. Bu konu sizi fazla endişelendirmesin...”

Şehadeti Çeçen-İçkerya Devlet Başkanı Abdulhalim Sadullayev’in 17 Haziran 2006 tarihinde şehit edilmesinden sonra yerine geçen Dokko Umarov’un yardımcılığını yaptı. Mart 2006’da Rus yanlısı Çeçen Cumhuriyeti Başkanı Ramazan Kadirov, 3000 askerin dağlarda Basayev’i aramak için görevlendirildiğini ilan etti. Efsane komutan ve 41 yıllık ömrünün 15 yılını cihat ile geçiren Şâmil Basayev, 10 Temmuz 2006’da bindiği aracın büyük bir patlamayla infilak etmesi sonucu şehid düştü. Onun şehadetine sebep olan kişinin FSB(Rus İstihbaratı)’na çalışan en yakın savaşçılardan biri olduğu ortaya çıktı. Bu kimsenin araca veya yola yerleştirdiği bombanın patlaması sonucu şehit olmuştu.

46

AĞUSTOS 2016

Onun efsane bir komutan olduğu bizzat Rus istihbaratının açıklamalarıyla sabit olup şehid edilişinin hain bir plan olduğunun ispatı, dönemin en üst düzey Rus devlet adamlarından olan Rusya Federal Güvenlik(FSB) sorumlusu Nikolay Petruşyev olaydan bir gün sonra yaptığı basın toplantısında; “Şâmil Selmanoviç Basayev isimli terörist, 15-17 Temmuz tarihleri arasında başkentimiz Moskova’da yapılacak olan G-8 zirvesini basacak ve dünya liderlerini esir alacaktı. Dün itibariyle büyük bir saldırıya imza atacak bu teröristi öldürdük. Artık Çeçen-Kafkas direnişi bitti” sözleri oldu.

Sözleri “Zorluklar ve yokluklar, bir müslümanın sadece imanını ve kararlığını güçlendirir! “ “Bir mücahidi güldürmek istiyorsanız, onu ölümle korkutun. “ “Ne zaman öleceğimiz önemli değildir. Önemli olan nasıl öleceğimizdir, bize düşen şerefimizle ölmektir. “ “Doğru bildiğin yolda tek başına kalsanda yürümeye devam et. “ “Bacısı bir kâfir tarafından tecavüze uğramamış, evladı kâfir tarafından gırtlağı kesilmemiş bir kişi asla cihadı anlayamaz ve hayatı çiçek böcek dağıtmakla geçer.” “Ey ölüm ne kadar soğuk olursan ol! Bana buz gibi sudan daha tatlı gelirsin. Senden korkmuyorum. İstersen gel! Al canımı.” “Daima savaşacak kadar genç, ölecek kadar yaşlıyız.” “Bir dava, uğrunda ölünecek kadar değerli değil ise, uğrunda yaşanacak kadar da değerli değildir!” -----------------------Kaynakça: 1. Bir Çeçen Kahramanı Şamil Basayev Kimdir?, Mehdi Nüzhet Çetinbaş(makale) 2. Cihada adanmış bir ömür: Şamil Basayev!, Kavkaz Center(makale) 3. Çeçenistan›ın Efsane Komutanı Şamil Basayev’i Unutmuyoruz, incanews.net 4. Hasan Bayev’den Şehit Şamil Basayev Hatırası Röportaj, Cekhaş Beslan(makale]


İSLAM COĞRAFYALARI

Metin Eken

Açe

İstanbul Yetimhanesi

İ

slam Coğrafyaları yazı dizisinin bu bölümünde Açe seyahati süresince konuk olduğumuz Açe İstanbul Yetimhanesi müdürü Ramazan Bey ya da yetimhanedeki yavrularımızın ifadesiyle Baba Ramazan ile gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşacağız. İHH tarafından Endonezya’nın Açe bölgesinde Tsunami felaketi sonrasında inşa edilen yetimhane bugün hala ülkenin pek çok bölgesinden gelen yetimler için sıcak bir yuva olarak hizmetlerine devam ediyor. Yetimhane müdürü Baba Ramazan ise, yetimlerin adeta gerçek babası gibi. Buradaki minikler Türkiye’den gelen tüm erkeklere “baba” kadınlara ise “anne” diye sesleniyor. Açe’deki İstanbul yetimhanesinin ilk görevlileri onları öylesine kucaklamış, bir anne ve baba

gibi üzüntülerinde ve sevinçlerinde öylesine beraber olmuşlar ki onlarla, o günden bu yana Türkiye’den gelen Müslümanlara böyle seslenir olmuşlar. Baba Ramazan da bu fedakâr görevlilerden biri. Ve tabi bu görev sırasında kendisinin en büyük destekçisi Eşi Yasemin hanım. Ramazan bey nasıl baba ise Yasemin Hanım da çocukların annesi gibi. Ufak yavruları Muhammed Yahya’yı da unutmamak lazım. O da tüm yetimhanenin minik kardeşi… Ramazan Bey öncelikle bizlere kendinizi tanıtabilir misiniz? İsmim Ramazan Erdoğan, 1982 Sivas doğumluyum. Sivas İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldum. Yaklaşık on beş yıl ticaretle iştigal et-

ZİLKA'DE 1437

47


tikten sonra İHH İnsanı Yardım Vakfı’nda çalışmaya başladım. Bir süre sonra da ailemle birlikte Açe İstanbul Yetimhane sorumlusu olarak buraya geldim. Ve yaklaşık bir yıldır burada ikamet etmekteyim. Peki, bizlere bu yetimhanenin tarihinden bahsedebilir misiniz? İHH İstanbul yetimhanesi 2006 yılında kuruldu. Bilindiği üzere Endonezya’nın Açe bölgesi 2004 yılının 24 Aralığında ciddi bir afetle karşı karşıya kaldı. Yaklaşık 230 bin insanın hayatını kaybettiği elim Tsunami hadisesinden yaklaşık 1 yıl 2 ay kadar sonra yetimhanemiz hizmete girdi. Öncelikle Tsunami mağduru çocuklarımıza yönelik faaliyet gösteren yetimhanemiz daha sonraları farklı sebeplerle ailesini kaybeden pek çok yetimimizi barındırmaya başladı. Şu an Açe bölgesinin farklı yerlerinden onlarca yetim kardeşimiz bu yetimhanemizde yaşamlarını devam ettiriyor. Yetimhanenin faaliyetlerine geçmeden önce okuyucularımızın da meraklarını gidermek açısından bize biraz da Açe toplumundan bahseder misiniz?

48

AĞUSTOS 2016

Açe bölgesi çok uzun yıllar boyunca İslam’ı yaşamış, özümsemiş, benimsemiş bir İslam coğrafyası. Strateji olarak da Güneydoğu Asya’nın en önemli boğazlarından biri olan Malaka boğazına sahip. Açe toplumu da tarihsel süreçte Portekiz, Hollanda ve Japonya gibi ülkelerin istilasına düçar olsa da özgürlüğünden vazgeçmemiş, prangaları kabullenmemiş inatçı bir toplum aslında. Bu istilalar sırasında Osmanlı Devleti ile de iyi ilişkiler kurmuş. Ancak gerek coğrafyanın uzaklığı gerekse de Asya insanının özellikleri ile ilintili olarak ümmetin diğer coğrafyalarına dair ilgi eksikliği olduğunu da söylemek mümkün. Bu yönüyle içine kapalı bir toplum izlenimi veriyor. Ancak İslam’ın renklerini ve güzelliklerini bu toplumda görmek mümkün. Pesantren adı verilen geleneksel medreselerinde İslami eğitimlerin devam ettiği biliniyor. Her ne kadar modern eğitim kurumları bu geleneksel okulların etkisini kırsa da İslami eğitim usulü bu ülkede gayet yaygın. Kur’an eğitimi çok küçük yaşlardan itibaren ailelerin büyük bir hassasiyetle üzerinde durduğu bir husus. Halkın neredeyse tamamı tecvit ve talim kurallarına özen göstererek Kur’an okuyabiliyor. Ve bu noktada çok gayretliler.


Namaz toplum hayatına çok hâkim. Toplumsal hayatı şekillendiren unsurlardan biri. Tatiller, dükkânların açılıp kapanması dahi dini günler ve namaz vakitlerine göre planlanıyor. Gün ise sabah namazı ile başlıyor. Ramazan ayında okullar tatil edilir, hayat biraz daha yavaşlar bu topraklarda, dükkânlar teravih namazlarında kapalıdır. İnsanlar biraz daha ibadetlere yönelir.

deriyoruz. Şu an yetimhanemizden mezun olan

Peki, bu yetimhanede sizlerin faaliyetleri neler? Öğrencilerle ne şekilde ilgileniyorsunuz.

sabah namazı ile başlıyor elhamdülillah. Daha

Burada yetimhanenin içerisindeki görevli konutunda çocuklarımızla iç içe yaşıyoruz. Bütün bir yıl boyunca yetimhane programı dışında tüm çocuklarımızın psikolojileri, sağlıkları, okul hayatları ve okul sonrası hayata hazırlanmaları noktasında tüm ihtiyaçlarıyla ilgileniyoruz. Bir bakıma onların ailesi gibiyiz. Yetimhanemizde şu an 90 kadar öğrencimiz var. Bir de üniversite okuyan öğrencilerimize yönelik açmış olduğumuz bir öğrenci evimiz var. Yine üniversite okumak üzere Kuala Lumpur, Jakarta ve İstanbul gibi şehirlere de burada yetişen öğrencilerimizi üniversite okumak üzere gön-

rasında kendilerine eşlik etmeye çalışıyoruz.

beş öğrencimiz Türkiye’de eğitimlerine devam etmekte. İnşallah önümüzdeki eğitim döneminde yaklaşık 35 yetimimizin daha aramıza katılmasını bekliyoruz. Bir yetim çocuğumuzun günlük programından bahsedebilir misiniz? Yetim çocuklarımız güne cemaat ile kılınan sonra okullarına buradan servislerimiz aracılığıyla gidiyorlar. Bizler de bu yolculukları sıÇocuklarımız okullarından geldikten sonra istirahate çekiliyorlar. Tüm namazlarımız cemaatle kılınıyor. Özellikle akşam namazından sonra burada geleneksel hale gelen Hasan El Benna’nın Me’surat isimli kitabı sesli bir biçimde tekrar ediliyor. Kur’an ve Tecvit derslerimiz, haftalık fıkıh derslerimiz var. Yine Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutan çocuklarımız var. Haftada birkaç gün teheccüd programımız var. Bu şekilde gayet düzenli programlarla evlatlarımıza faydalı olmaya çalışıyoruz.

ZİLKA'DE 1437

49


Bizlere biraz da yetim çocuklarımızın dünyasından bahsedebilir misiniz?

almak üzere Türkiye ve Malezya gibi ülkelere gönderiyoruz.

Tabi ki tüm bu çocuklarımızda yetim olmanın vermiş olduğu mahzuniyeti görmek mümkün. Anne babalarına ve köylerine olan iştiyakları her zaman hissediliyor. Ancak yetimhanemizde kendilerine sunulan imkânlar ve buradaki görevlilerin içten tavırları sebebiyle tatil için köylerine giden evlatlarımız dahi hemen yuva sıcaklığındaki yetimhanemize dönmek istiyor. Çünkü burada bir aile ortamı var. Ve burada mutlular. Ve biz de gerçekten onların aileleri gibi olduk. Mesela bir örnek vermem gerekirse, bir yemek için dahi olsa çarşıya gittiğimizde mutlaka yanımıza yetimhanedeki evlatlarımızın birkaçını alıyoruz. Bazen hep beraber yemek yemeye, pikniğe ve diğer sosyal faaliyetlere gidiyoruz. Arabayla yetimhane dışına çıkmaya yeltendiğimizde, “baba bize meyve suyu getirsene diyen yavrularımız var” (Gülüşüyoruz…) Yani tam bir aile gibiyiz artık. Biz nasıl onlarla ilgileniyorsak onlar da bizle ilgileniyor. Üzüntülü olduğumuz zamanlarda bizleri teskin ediyorlar. Çok duygulu anlar da yaşıyoruz tabi. Bazen yapmış olduğumuz toplantılarımızda hem beraber güldüğümüz hem de beraber ağladığımız pek çok anımız var.

Yetimhanemizin çalışanları ile ilgili güzel anektodlar da duyduk bu hususta bizlere neler söylemek istersiniz?

Görebildiğim kadarıyla Açe’deki diğer yetimhanelere oranla Açe İstanbul Yetimhanesindeki öğrencilerin vizyonu daha geniş bunu sağlamak için neler yapıyorsunuz? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Açe toplumu biraz kapalı bir toplum. Bizim buradaki faaliyetlerimizin amacı çocuklarımızın öncelikle kendi dünyalarının farkına varmasını sağlamak sonrasında ise kendi dışlarındaki dünyalar hakkında da onları bilgilendirmek. Ümmetin diğer coğrafyaları hakkında bir bilinç oluşturmak. Bunu gerek nasihatlerimiz ve ders programlarımızla gerekse de yetim dayanışma günleri ve diğer faaliyetler kapsamında çocuklarımızı farklı kültürlerle buluşturarak yapıyoruz. Bu doğrultuda daha önce de bahsettiğim üzere pek çok öğrencimizi üniversite eğitimi

50

AĞUSTOS 2016

Bu hususta özellikle yetimhanemizin şoförü olan Ahmet kardeşimden bahsetmek isterim. Yaklaşık yedi yıldan uzun süredir burada çalışıyor. Onun hikâyesi biraz ilginç. Medan denilen uzak bir şehirden daha iyi bir İslami yaşantı sürmek için lise yıllarından sonra Açe’ye gelen bir kardeşimiz Ahmet. Bu yetimhanede uzun yıllar fedakârlıkla hizmetler etmiş. Bizden birkaç dönem önceki yetimhane sorumlumuz tarafından da yetimhanemizde yetişen Tsunami mağduru bir kızımızla evlendirilmiş. Şu an da minik bir evlatları var. Kendisini adeta buraya adamış. Ahmet yetimhane görevlilerinin eli ayağı gibi aslında, Türkçe esprileri ve Türkiye’ye olan sevgisiyle, sempatik ve sıcakkanlı tavırlarıyla bir dost gibi Ahmet. Ayrıca bölgeyi de iyi tanıması bakımından bizim en büyük yardımcımız. Bize söylemek istediğiniz başka şeyler var mı? Tabi burada anlatmış olduğum güzel tablo bizden önce de burada emek vermiş olan kıymetli insanların gayretleri üzerine bina edilen bir tablo. Bu hususta özellikle geçmişte burada hizmet eden Baba Reşat ve Baba Mesut gibi kıymetli insanlar ve ailelerini anmak istiyorum. Anlatılacak çok şey var tabi ki. Ama tüm Müslüman kardeşlerimize ümmetin farklı coğrafyalarındaki Müslümanların dertleri ile dertlenmelerini rica ediyorum.


HABER ANALİZ

İbrahim Adak

İngiltere Günah Çıkardı

İ

ngiltere’de Tony Blair Hükümetinin 2003’teki Irak işgali öncesi ve sonrası aldığı kararlara yönelik en kapsamlı soruşturmanın bulgularını içeren ve İngiltere’nin ABD öncülüğündeki Irak istilasına katıldığını araştıran Chilcot Raporu açıklandı. Rapora adını veren eski diplomat ve Irak Soruşturma Komisyonu Başkanı John Chilcot, İngiltere’nin Irak Savaşı’nda ABD öncülüğündeki misyona destek vermesinin aceleci bir karar olduğunu ifade ederek, savaşa girme kararının Irak’ta silah bırakılmasına yönelik tüm barışçıl çözümler tükenmeden alındığını belirtti. Ayrıca raporda İngiltere’nin savaş sonrasında da Irak’a yönelik planlarının çözümsüz olduğunu ifade etti. Başta Tony Blair olmak üzere dönemin önde gelen isimlerinin eleştirildiği rapor 2 milyon 600 kelimeden oluşuyor. Bundan tam 13 yıl önce 20 Mart 2013 tarihinde Emperyalist ABD kuvvetleriyle birlikte Irak’a giren İngiltere, yaklaşık 1,5 milyon insanın yurdundan edildiği ve 1 milyona yakın

insanın ölümüyle sonuçlanan katliama imza atarak Müslümanların memleketini tanınmaz hale getirmiş, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmüş, hapishanelerde halka işkence ettikten sonra arkalarında kan, gözyaşı, tecavüz, tarumâr edilen ülke, iç karışıklık meydana getirdikten sonra intikam ve nefret tohumlarını atıp gitmişlerdi. İntikam ve nefret duygularıyla bezenen Müslüman halkın çocukları; dinlerini, ülkelerini ve mukeddesatlarını korumak için direniş grupları oluşturmuş çeşitli misilleme operasyonlarında bulunarak bir nebzede olsa analarının gözyaşlarına, bacılarının feryat çığlıklarına merhem olmuştu.

İngiltere Önce İşgal Etti Şimdi Analiz Ediyor Yayımlanan bu rapor ile Irak işgalini iyi niyet ölçütü olarak değerlendirmeye alanlar 1 milyon insanın ölümüne, altyapının yıkılmasına-tarumâr edilmesine neden olan bu savaşı hangi iyi niyet ölçüsü olarak değerlendirmeye

ZİLKA'DE 1437

51


kalkışmışlardır. Önce işgal edilen ülke şimdi mi analiz edilmeye başlanmıştır? Güneş balçıkla sıvanmaz diye güzel bir deyimimiz vardır. Yaptığınız bunca pisliklere rağmen operasyonlarınıza bir hata diyerek bunun üzerini örtemezsiniz. Anaların, bacıların, çocukların, gençlerin ve yaşlıların evine, sinelerine vurulan bu katliam tarzı işgali nasıl unutturacaksınız? Direniş ve diriliş gruplarına terörist damgası vurarak Irak halkının önce topraklarını, sonra zihinlerini işgal ettiniz. Müslüman halkların başlarına diktiğiniz kuklalarla yönetimi işgal ettiniz. Müslümanların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürerek bu zenginliklerin gerçek sahiplerini ötekileştirip topraklarına yabancı ettiniz. Tarih kitaplarında güneşin batmadığı ülke olarak nam salarken bu halka güneşin batışından sonra çıkacak hilali unutturdunuz. Bu kadar çok yönlü işgalinize rağmen masaya yatırdığınız Irak katliamı halen anaların gönüllerinde sıcaklığını korumaktadır.

Bağdat İngiltere’ye Dava Açmak İçin Rapordan Yararlanmalı El Mustansiriya Üniversitesi Stratejik ve Siyasi Araştırmalar Merkezi Direktörü Aziz Caber Şayal, bu konuyla ilgili şu değerlendirmede bulundu: “İngiltere’nin Irak’a karışması her anlamda bir hataydı. Rapor, Irak işgali konusunda İngiltere’nin siyasetiyle ilgili infial uyandırır. Krallık, Avrupa Birliği’nden ayrıldıktan sonra, Irak’ın tazminat talep etmesi durumunda uluslararası toplumun desteğini alamayacak. Bağdat, İngiltere’ye dava açmak için rapordan yararlanmalı ve işgal sırasında yıkılan her şey için tazminat talep etmeli.” açıklamasında bulundu.

Doğu-Batı Çatışması Değil Medeniyetler Çatışması Medeniyetler Çatışması adlı tez, Samuel Huntington tarafından Soğuk Savaş sonrasına tekabül eden 1990’lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade eden bir tez olarak ortaya atılan bir olgudur. Özellikle 2000’li yıllardan sonra iki medeniyetin

52

AĞUSTOS 2016

çarpışmasının sürekli olacağını öngörmüştür. 21.yüzyılın gelişim olaylarını seyrettiğinizde toprak işgalinden çok zihin ve değer işgallerini görmekteyiz. ABD ve İngiltere odaklı Kapitalist düzen mantığı insanların refah düzeyini yükseltmesini sağlarken değerlerinden ve ilkelerinden ödün vermesini sağlamıştır. Yeni Dünya Düzeni parolası ile dünyaya açılan ve değerleri altüst etmeye çalışan bir düzen görmekteyiz bunun en somut örneklerinden bir tanesi de Hollywood’dur. Hollywood’ın yapmış olduğu tahribat her kesimin şahit olduğu bir gerçektir. Nasıl Hollywood’a sadece bir sinema gözüyle bakamazsak artık işgallere de sadece askeri bir operasyon olarak bakamayız. ABD öncülüğünde Irak’ı işgal eden İngiltere, ülkeyi işgal etmekle kalmayarak Batı Medeniyetinin değerlerini de empoze etmiştir. Son olarak; Batı Medeniyetinin ahlakı haline gelen önce işgal sonra özür siyaseti tecavüz edilen bacıların çığlıklarını bastıracak mı? O yaşta oyun parkında olması gerekirken ciğerini toprağa gömen annenin bedduasını engelleyebilecek mi? Ebu Gureyb hapishanesinde işkenceci askerlerin postalları altında Allah’ı zikreden insanların Allah’a yakarışlarını engelleyebilecekler mi? Bu bir medeniyetler çatışmasıdır. Batı medeniyetinin değerleri ile İslam medeniyetinin değerleri arasında cereyan eden bir çatışmadır. İslam medeniyetinin evlatları çok bonkördür. Dinini ve ülkesini işgale gelenlere yeri geldiğinde suyunu bölüşür, yeri geldiğinde yemeğini bölüşür hatta ve hatta toprağını bile bölüşürler ve derler ki : ‘’ALTI SENİN OLSUN ÜSTÜ BENİM’’ 2 MİLYON 600 KELİMEDEN OLUŞAN RAPOR YAKLAŞIK 1 MİLYON KİŞİNİN ÖLÜMÜYLE SONUÇLANAN BİR KATLİAMA NEDEN OLMUŞKEN, RAPOR ÖLDÜRÜLEN İNSANLAR KADAR DEĞER GÖRMEMİŞE BENZİYOR. RABBİMİZ OLAN ALLAH’TAN DUAMIZ ŞUDUR Kİ; BATI MEDENİYETİNİN HER TÜRLÜ OYUNLARINA KARŞI İSLAM MEDENİYETİNİN EVLATLARINA FERASETİ VE ONLARA KARŞI EN GÜZEL BİÇİMDE MÜCADELEYİ ETMEYİ NASİP ETSİN.


SERBEST KÖŞE

Hüseyin Kalender

Hayatın Farklı Karelerinden Sabır Tabloları

S

abrı engin ve çok büyük olan yüce Allah’a hamd ederim. Yüce Allah bir şeye “ol” demesi ile herşey meydana gelmesine rağmen, yerleri, gökleri ve içindekileri altı günde yaratması ile kullarına işlerinde sabırla hareket etmelerini göstermiştir. İnsanı bir anda olgun ve dolgun bir halde yaratma kuvvet ve kudretine sahip olmasına rağmen belli bir süre anne karnında tutup sonra dünyaya gelmesini murad etmiştir. Yüce Mevla bütün işlerini sabır ahengi üzerine yürütülmektedir. Güneş; milyonlarca senedir sabırla doğup batmaktadır. Bütün gezegenler ve kâinat sabır ekseni etrafında yollarına devam etmektedir. Müşriklerin bütün işkence, zulüm, baskı ve dayatmalarına rağmen yoluna sabırla devam eden Peygamber efendimize; ailesine, ashabına ve kıyamete kadar sabır ve sebat üzerine onlara tabi olan müminlere salat ve selam olsun.

Sabır; Allah’a giden yolcunun enerji ve azığıdır. Sabır olmadan hiçbir yol aşılmadığı gibi herhangi bir menzilede varılmaz. Sabır; ayağı sürçmeyen bir binek, karanlıklarda adeta bir ışıktır. Sahih bir hadisi şerifte peygamberimiz şöyle der; “Kişiye sabırdan büyük ve daha hayırlı hiçbir şey verilmemiştir.” (Buhari, Müslim) Çünkü sabır bütün hayırların anahtarı, sabırsızlık ise bütün mahrumiyetlerin başlangıcıdır. Hayatın birçok farklı karelerinde sabra ihtiyaç duyulur. Ancak ilim tahsilinde, musibetlere karşı ve aile hayatında ise sabra daha çok ihtiyaç hissedilir.

İlim Tahsilinde Sabır; İlim ile sabır birbirinden ayrılmaz ikiz kardeşlerdir. Sabır olmadan herhangi bir ilme ve bilime sahip olmak mümkün değildir. Önder ve öncü âlimlerimiz sabırla ilmin ve bilginin doruk zirvesine ulaştılar. Onlar açlığa, susuzluğa, uykusuzluğa, gurbet hayatına ilim için sabrettiler. Anneden, babadan, yardan ve serden ilim

ZİLKA'DE 1437

53


Sabır; Allah’a giden yolcunun enerji ve azığıdır. Sabır olmadan hiçbir yol aşılmadığı gibi herhangi bir menzilede varılmaz. Sabır; ayağı sürçmeyen bir binek, karanlıklarda adeta bir ışıktır.

öğrenmek uğruna vazgeçtiler. Sahabeler içerisinde en çok hadis rivayet etmede meşhur olan Ebu Hureyre (ra)’ın ne tür zorluklara katlanarak ilim tahsil ettiğini kendisinden öğrenelim. O şöyle der; “Ensar bağ-bahçesiyle, muhacirler ise ticaretleri ile meşgul olurlardı. Ben ise karın tokluğuna Allah Rasûlünden hadis öğrenmek için Mescidi Nebevi’ de kalırdım. Ben öyle günler gördüm ki; bir defasında mescidi Nebevinin içinde kendimden geçmiş bir vaziyette secde eden kimse gibi iki büklüm yere kapanmıştım. Bu halimi görenlerden birisi gelip sar’a tuttu zannederek, ızdarabımı dindirmek için ayağı ile boğazıma basıyordu. Hâlbuki beni sar’a falan tutmamıştı. Benim bu halim açlıktan dolayı idi.” Sahabeler içinde en çok hadis rivayet eden olmak kolay olmaması gerekirdi. İşte ilimde zirve olmak ancak bu şekilde sabrederek mümkün olur. Önceki âlimlerimiz ilim uğruna ömürlerini harcarlardı. Onlardan Ma’mer b. Musenna, hocası Yunus b. Habibe tam kırk sene öğrencilik etmiştir. Kendi zamanındaki âlimler onun hakkında şöyle der; yeryüzünde her türlü ilmi meselede ondan daha bilgilisini tanımıyoruz. Bu âlim ölümünden sonra iki yüze yakın faydalı eser bıraktı. İbn Teymiyye’nin önde gelen öğrencilerinden İbni Kayyım hocasına tam on altı sene talebelik yapmıştır. İbn Kayyım; kitapları ve öğrencileri ile İslam tarihine ismini altın harflerle yazan bir şahsiyettir. Günümüzde ise dersler, belli aylar ve dakikalar içerisinde gerçekleşiyor. İlim adına meydana çıkanlar; belli bir kitaptan, belli bir konuda birkaç kelam okuyup bilgeçlik taslıyorlar. İnsanlarda ilim

54

AĞUSTOS 2016

kisvesi altındaki bu cahillere fetvalar sorduğunda; kendileri sapıttıkları gibi insanları da saptırıyorlar… İlim bunların yaptığından yer ile gök mesafesi kadar uzaktır…

Musibetlere Karşı Sabır; Sabra; en çok ihtiyaç hissedilen yerlerden biriside musibet, bela, sıkıntı ve zorluk anlarıdır. Kişi musibet ve sıkıntının Allah’tan geldiğinin şuuruna ererse bunlara karşı sabretmesi de kolaylaşır. Absoğullarından bir adam, kaybettiği devesini aramaya çıktı. Üç gün boyunca devesini aradı, bulamadı. Zengin birisiydi. Allah ona serveti, deve, sığır, dana, oğlan, kız her istediğini vermişti. Serveti ve ailesi, geniş bir evin içindeydi. Bu ev, Absoğulları diyarında bir sel yatağında inşa edilmişti. Rahat ve güvenlik içinde yaşıyorlardı. Babaları da çocukları da başlarına bir felaket gelebileceğini düşünmediler. “Ey gecenin başında huzur içinde uykuya dalan kişi, Bazen seherlerde kapıyı çalmaktır musibetlerin işi.” Bir gece büyüğüyle küçüğüyle bütün aile uykuya daldı. Malları mülkleri yerlerinde duruyordu. Babaları üç gündür kayıp devesini arıyordu. Allahu Teâlâ o gece üzerlerine öyle bir sel gönderdi ki; önüne gelen her şeyi sildi süpürdü. Toprağı sürüklediği gibi önüne gelen kayaları da sürükledi. Bu sel onları gecenin sonlarına doğru vurmuştu. Evlerini temelinden yıktığı gibi içindekileri de alıp götürmüştü. Adamın bütün ailesini, malını ve mülkünü azgın sular alıp götürdü. Sanki eskiden de yokmuş gibi geride izleri kalmadı. Sadece dillerde söylenen bir hatıra oluverdiler. Üç gün sonra baba eve geri döndü. Hiç kimseyi görmedi. Hiç kimsenin sesini duymadı. Ne bir canlı, ne bir konuşan, ne de bir dost vardı. Aman Allah’ım! Evinin barkının olduğu mekân dümdüz olmuştu. Ne büyük felaket! Eşi, oğlu, kızı, hiç kimse kalmamıştı. Ne devesi ne koyunu ne sığırı ne parası ne de elbisesi kalmıştı. Aman ya Rabbi ne büyük bir musibet. Bu da yetmezmiş gibi develerinden birisi kaçmıştı. Onu yakalamak için peşine düşüp kuy-


ruğundan tuttuğu sırada hayvan yüzüne bir tekme savurmuş ve gözlerini kör etmişti. Adam sığınabileceği bir yere kendisini götürecek birini bulmak ümidi ile çölde bağırmaya başladı. Bir müddet sonra adamın sesini bir bedevi işitti ve onu aldı. Şam’da Halife Abdulmelik’in yanına götürdü. Ona durumunu anlattı. Halife: “Nasılsın” diye sorunca adam: “Allah’tan ve ondan gelen her şeye razıyım.” Dedi. Kalbinde iman ve tevhidi taşıyan bu Müslümanın söylediği bu söz gerçekten çok büyük bir sözdür. Öğüt ve ibret almak isteyenler için canlı bir ibret ve öğüt numunesidir.

Aile Hayatında Sabır; Gerçekten sabır dertlerin duası, zorlukların çaresi, kurtuluşun anahtarıdır. Zor ve dar anlarımızda sabır limanımız olursa, yanlış davranmaktan ve bu koca dünya okyanusunda boğulmaktan kurtulmuş oluruz. Sabırsızlar hep pişman olmuşlardır. Sabrı az olanın, keşke demesi çok olur; çünkü öfkeyle kalkan, zararla oturur. Birçok insan, hiddetini sabırla sürdürmediği için aile yapısında onulmaz yaralar açmış, hatta bu kutsal kurumu tamamıyla yıkıp tahrip etmiştir. Sabır aile hayatının temel ihtiyacıdır. Çanakkale anneleri, sabrın ve sadakatin bütün renklerini en güzel biçimde yansıtmış güzel örneklerdir. Onlardan birkaç tanesini örnek teşkil etmesi bakımından buraya almak yerinde olur. Adı, Şemsi Nine idi. 16 yaşında evlenmiş. Evliliği sadece üç gün sürmüş. Eşi yedek subay olarak Çanakkale’ye çağrılmış. Orada şehitlik şerbetini içmiştir. Şemsi Nine, kocasının Çanakkale’den kendisine yazdığı mektupları, evinin duvarına yapıştırmış. Yıllar yılı her sabah, bu silik ve sararmış mektupları birer kere okur; her birinin karşısında şehit kocasının ruhuna Fatihalar gönderir, sonrada rahlesinin önüne diz çöküp kaldığı yerden Kur’an okumayı sürdürürmüş. Şemsi Nine evinden dışarı hiç çıkmazmış. Dermiş ki; “Kocam Çanakkale’ye giderken bana gençsin, güzelsin ne olur ben gelinceye kadar dışarıya çıkma. Gözüm arkada kalmasın” dedi. Nasıl çıkarım dışarı! Yıllar sonra cenazesini çıkarmışlar, evinden. Şemsi Nine’nin üç günlük eşine göstermiş olduğu vefa, sabır ve sadakat, şimdi beldemizde bulunan bütün eşlere bölüştürülse

hepsini de vefa, sabır ve sadakat timsali yapmaz mı? Allah dostlarından biri, sinirli ve kavgacı bir hanımla evlenmiş. Daha ilk gün, eşinin leblebiden nem kapan, alıngan ve sabırsız bir kadın olduğunu anlayıvermiş ve hanımıyla pazarlık yapmış: “Hanım, anladığım kadarıyla sen, sert ve sinirli bir insansın. Benimde sabrım sınırlıdır. Lakin Allah nasip etti eşim oldun. İnşallah bir ömür birlikte olacağız. Bunu başarabilmek için sana bir teklifim var.” Hanımı kocasının teklifini merak etmiş ve sormuş. Eşiyle her şeye rağmen geçinmeye niyetli olan bu mübarek adam teklifini açıklamış: “Sen kızdığın zaman, ben sabredeyim; ben kızdığım zamanda sen sabret. İkimiz birden kızmayalım. Kızgınlık bir bakıma delilenmektir. Yani geçici bir deliliktir. Bu bakımdan ikimiz birden delilenmeyelim. Birimiz delilendiğinde, diğerimiz velilere mahsus olan sabır güzelliğine sarılıp velileşsin… Böylece birbirimizi idare edelim de şu iki günlük dünyada geçinip gidelim… Hanımı, bu tek maddelik teklife “peki” demiş ve uzun bir ömrü birlikte geçirmişler… Bunun gibi sabır misallerini çoğaltabiliriz. Ancak asıl mesele sabrın bütün hastalıkların, sıkıntıların, musibetlerin, dertlerin ve kederlerin ilacı olduğunun farkına varmaktır. Sabır kısaca; cenneti kazanmanın en önemli anahtarlarından biridir. Bundan dolayıdır ki rabbimiz cennetliklere şöyle nida edecek: “Sabretmenize karşılık size selam olsun. Bakın dünya yurdunun neticesi ne güzel” (Ra’d, 22) Rabbim; bu müjdeyi alıp, ebedi mutluluklar diyarı olan cennetlerine girmeyi cümlemize nasip etsin. Selam ve duayla… ------------------------

Kaynakça: 1. Şemaili Muhammedîye; İmam Tirmizi 2. Safahat min Sabril uluma / Abdul Fettah Ebu Gudde 3. La Tahzen / Aiz el-Karni 4. Aile hayatında sevgi iletişimi / Vehbi Vakkasoğlu

ZİLKA'DE 1437

55


İKTİBAS

İbrahim Demirbilek

Kalp Doktoru İbn Kayyim El Cevziyye’nin Sabır İle İlgili Kaleminden (1) Damlayanlar

H

amd, çokça sabreden, şükredenlere nimetiyle karşılık veren, çok yüce, çok büyük, her şeyi layıkıyla işiten, her şeyi kemâliyle gören, her şeyi layıkıyla bilen ve kudreti sonsuz Allah’a mahsustur. Salat ve Selam Allah’ın rızası uğrunda hiçbir kimsenin katlanamayacağı meşakkatlere katlanmış ve Allah’ın rızasına ulaşmak için sabır ve şükür ile hakkıyla kaim olmuş, sabredenlerden hiçbirinin ulaşamayacağı ‘’sabır makamı’’nda sabit olmuş, bütün şükredenlerin erişemeyeceği ‘’şükür derecesi’’ne yükselmiş olan Muhammed (sav)’in üzerine olsun.

56

AĞUSTOS 2016

Sabrın Fazileti • Allah Teâlâ sabrı, tökezlemeyen bir at, körlenmeyen bir kılıç, bozguna uğramayan bir ordu, yıkılamayan, hatta gedik bile açılamayan muhkem bir kale kılmıştır. Sabır ile nusret (zafere ulaşma) iki kardeştir, bunlar bir anadan süt emmiş ve hiçbir zaman birbirinden ayrılmayacaklarına dair yemin etmişlerdir. •

Zafere ulaşmak, sabırdan sonra gelir, ferahlık ve sevinç üzüntüden sonra gelir, güçlük ve sıkıntıdan sonra kolaylık gelir.


Sabır sahibine silahsız ve hazırlıksız bir ordudan daha yardımcıdır. Sabrın zaferdeki yeri, vücuttaki baş gibidir. • Allah (ac) sabrın, sabredenler için en hayırlı şey olduğunu yeminle te’kid ederek ‘’Sabrederseniz, andolsun ki, bu tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır’’ (2) buyurmuştur. • Allah (ac) sabır ve takva sahibine düşmanın ne kadar güçlü ve kuvvetli olursa olsun- hilesinin zarar veremeyeceğini haber vererek şöyle buyurmaktadır. ‘’Eğer siz, sabreder de korunursanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez, Şüphesiz ki Allah, ilmiyle onların yaptıklarını kuşatmıştır.’’ (3) • Allah(ac), sabredenleri üç ayetle müjdeledi ki bunlardan her biri, dünya ehlinin birbirlerini çekemeyerek uğrunda kan döktükleri dünyadan ve dünya malından daha hayırlıdır. Allah (ac) şöyle buyuruyor: ‘’Sabredenleri müjdele ki, onlar başlarına bir bela geldiği zaman, ‘Biz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler. İşte onlara Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır ve işte onlar hidayete erenlerin ta kendileridir’’ (4) • Sabır, mü’minin bağlanmış olduğu bir iptir, ondan kurtulamaz, imanın dayandığı bir temeldir, sabrı olmayanın imanı yoktur. Olsa da son derece zayıftır, böyle bir iman sahibi, Allah’a tek taraflı ibadet edenlerdendir, eğer kendisine bir hayır dokunursa ona gönlü yatar, eğer bir bela gelirse gerisin geriye dönüverir(mürted) olur, dünyada da ahirette de hüsrana uğramış ve bunlardan ziyandan başka birşey kazanamamıştır. Mesut ve bahtiyar insanlar sabırları sayesinde en güzel maişeti elde etmişler, şükürleri sayesinde de en yüce makamlara yükselmişler, sabır ve şükürleri sayesinde de en yüce makamlara yükselmişler, sabır ile şükrün kanatları arasında na’im cennetlerine ulaşmışlardır.

Sabrın Lügat Manası Sabır, insanın kendisini feryad etmekten, dilini şikâyet etmekten, ellerini yüzüne, dizine vurmaktan ve elbiselerini yırtmaktan men etmesidir

Sabrın Hakikati • Sızlanmak, acizliğin arkadaşı ve kardeşidir, sabır ise, aklın arkadaşı ve maddesidir. Sızlanmaya, "baban kimdir?" diye sorulduğunda, "sabırdır" diye cevap vermiştir. • Nefs, kulun bineği olup, onun üzerinde ya cennete veya cehenneme gider, sabır ise bu bineğin gemi ve yuları gibidir, eğer bineğin gemi ve yuları olmazsa her tarafa kaçabilir. • Bazı kimselerin kendisine faydalı olanlara sabretmesi, zararlı olanlara sabretmesinden daha kuvvetlidir. Böyle kimseler ibadet ve taatın meşakkatine sabreder fakat yasak olanlara sabredemez. • Bazı kimselerin yasaklara sabretmesi ibadet ve taatın meşakkatlerine sabretmesinden kuvvetlidir. • Bazı kimselerin de bunlardan hiçbirine sabrı yoktur, insanların en üstün ve faziletlisi hem ibadet ve taatın meşakkatlerine hem de yasaklara sabreden kimsedir. • Birçok kimseler, sıcak olsun soğuk olsun geceleri ibadet etme, gündüzleri oruç tutma meşakkatine sabrederler, fakat harama bakmamaya sabredemezler. Bazısı da, haramlara bakmamaya sabrederler; fakat bu sefer iyilikleri yapmaya, kötülüklerden sakınmaya, kâfirler ve münafıklar ile cihada sabredemezler. İnsanlardan çokları ise bunlardan hiçbirine sabredemez. Bunların hepsine sabredenler de çok azdır.

ZİLKA'DE 1437

57


Sızlanmak, acizliğin arkadaşı ve kardeşidir, sabır ise, aklın arkadaşı ve maddesidir. Sızlanmaya, "baban kimdir?" diye sorulduğunda, "sabırdır" diye cevap vermiştir.

Sabrın Nispetlerine Göre İsimlerinin Açıklanması • İhtiyari ve makbul olan sabır, kötü arzu ve isteklere sabretmektir. Bu sabır, alakalı olduğu yere göre değişik isimler alır. • Haram olan ferç şehvetine karşı olursa buna “namusluluk”, zıddına ise “günaha dalmak, zina” denir. • Bu sabır mide şehvetine, yemeğe acele başlamaya, hoş olmayanları yemeye karşı olursa, buna “tokgözlülük”, zıddına ise “açgözlülük” denir. • Bu sabır, açıklanmayacak ve söylenmeyecek sözler hakkında olursa buna “sır tutma”, zıddına ise “söz yayma ve ifşa etme” denir. • Bu sabır, dünyalıktan yetecek kadarından fazlasını kazanmamaya olursa buna “zühd” zıddına ise “hırs” denir. • Bu sabır, aceleye karşı olursa buna “ vakar ve sebat” zıddına ise, “hafiflik” denir.

Sabır İle İlgili Diğer Sözler • Musabere: Düşmanlara karşı olan sabırdır. • Murabata: Sabır ve Musaberede sebat etmek, devam etmek ve bunlardan hiçbir zaman ayrılmamaktır. • Murabata: Vatan sınırlarını görünen düşmanların hücumlarından devamlı korumaktır. Kalbin sınırını da görünmeyen

58

AĞUSTOS 2016

hevanın ve şeytanın girmesinden devamlı korumaktır, aksi takdirde şeytan sınırdan girip kalbi memleketinden çıkartır. • İnsanın sabrı, heva ve şehvet kuvvetine üstün gelirse meleklere katılır. Fakat heva ve şehvet kuvveti sabrına üstün gelirse şeytanlara katılır. Yemek, içmek ve cinsi münasebet gibi tabiatının kuvvetleri sabra üstün gelirse, hayvanlara katılır. • Yasaklara çağıranlar dörttür; insanın nefsi, şeytanı, fena istek ve arzularıyla, dünyasıdır. İnsan bu dört düşmanla cihad etmedikçe, yasakları terk edemez. Zira dört düşmanla cihad etmek ise, nefislere en ağır ve en acı gelen şeydir. Çünkü yasaklar, nefislerin fena arzu ve lezzetlerinden men edilmesinden ibarettir. • Bir gün bir kimse, Şibli’nin yanında durup “Hangi sabır, sabredenlere en ağırdır? diye sordu. Şibli’de şöyle dedi, “Allah için sevmede ve Allah için buğzetmekte sabır” dedi. O kimse “hayır” dedi. Şibli, “Her şeye Allah için sabır” dedi. O kimse “ Hayır” dedi. Şibli, “Allah’la beraber sabır” dedi. O kimse “Hayır” dedi. Bu sefer Şibli, “Hangi sabırdır?” diye sordu. O kimse de, “Allah’tan uzaklaşmaya sabırdır.” deyince, Şibli öyle bir çığlık attı ki, neredeyse ruhu çıkacaktı. • Denildi ki, Allah’la beraber sabır, vefadır. Allah’tan uzaklaşmaya sabır ise, cefadır. İnsanlar ittifak etmişlerdir ki, sevgiliden uzaklaşmaya sabretmek övülmez. Kulun olgunlaşması ve kurtuluşu Allah’ı sevmekte olunca, O’ndan uzaklaşmaya sabreder. Sevilenler, sevenlerin kendilerinden uzaklaşmalarına sabretmelerine ayıplarlar. • Ahmak biri ağlayıp sızlandıktan sonra sabreder. Akıllı ise, musibet başına geldiği anda sabreder. Nitekim denilmiştir ki, bir işin sonunda varacağı yer, başlangıçtaki yeridir. Buna göre, bir işin sonu sabır olunca, ahmağın sonunda yapacağını, akıllının


başlangıçta yapması ne kadar güzeldir. • Akıllılardan biri dedi ki, şerefli kimselerin sabrı gibi sabretmeyen, hayvanlar gibi bağırır. Şerefli kimse, musibete bakar, eğer sızlanma musibeti gideriyorsa, bu sızlanma faydalıdır, eğer musibeti gidermiyorsa musibeti ikiye katlamış olur. • Sabrın iki asıl maddesi vardır; biri ilim, diğeri ameldir. Kalplerin ve bedenlerin tedavi edildiği bütün ilaçlar, bu iki maddeden yapılmaktadır. • Seven bir kimse, sevdiğine itaat eder. Terkin en üstünü, sevenlerin terkidir. Nitekim taatın en üstünü, sevenlerin taatıdır. Allah’ı sevdiğinden dolayı günahı terk edip O’na itaat eden ile Allah’ın azabından korktuğundan dolayı günahı terk edip O’na itaat eden arasında çok büyük fark vardır. • Kul, kalbini boşaltıp, manevi hastalıkları tedavi edip, rahmetin inmesine hazırlasaydı, Allah’ın tecelliyatından ne kadar şaşılacak şeyler görecekti. Allah’ın fazlını, keremini kulda ki kusur önler. Kul, o kusurunu giderseydi, her taraftan Allah’ın fazlı ve keremi ona süratle koşacaktı. Uğradığı bütün arazileri sulayan bir ırmağı düşün. Fakat o ırmak ile arasında bir set bulunan bir arazi susuz kalmaktadır. Irmak arazisinin yanından geçtiği halde sahibi o yüksekliği kaldırmaz ve birde arazisinin susuz kaldığından şikâyet eder. • Günahlardan uzaklaşmaya sabrın gerekli olduğu apaçıktır. İnsanın günahları bırakmaya en büyük yardımcısı, kötü alışkanlıklarının ve bunlara yardımcı olan fena arkadaşlarının bulundukları yerlerden, onlarla konuşmaktan uzaklaşmasıdır. Kötü gelenek ve göreneklerden de mutlaka vazgeçilmelidir. Çünkü gelenek ve görenekler hususi tabiatlardır. Bunlara şehvet de eklenince, şeytanın ordusuna iki yardımcı ordu daha katılmış olur da dini kuvvet bunları mağlup edemez.

• Dilin ve fercin günahlarından uzak durmaya sabretmek, sabır nevilerinin en zor ve en çetinlerindendir. Çünkü bu işlere davet edenler çok kuvvetli olduğundan bu günahların işlenmesi de kolay olmaktadır. Laf taşıma; gıybet etme, yalan söyleme, devamlı münakaşa etme, gizli ve açık olarak birisini övme, insanların sözlerini taklid etme, sevmediği kişiyi aşırı yerme, sevdiği kişiyi aşırı övme gibi dilin günahlarından olanlar insanın meyvesidir. Yani insanın, zevk aldığı günahlardır. • Dilin günahları insan için artık adet haline gelince onlardan uzaklaşmaya sabretmekte çok zor olur. Bu yüzden geceleri namaz kıldığını, gündüzleri oruç tuttuğunu, takvası yüzünden bir an dahi ipek yastığa bile dayanmadığını gördüğün bir çok kimsenin, söz taşımada, insanların namusları hakkında konuşmada, salih âlim ve dindar kimselerin gıybetini yapmada ve bilmediği konularda Allah’a isnad edip O’na iftira atma gibi büyük günahlarda ise dillerini salıverdiklerini görürsün. Yine insanlardan birçoklarının en küçük haramdan, bir damla şaraptan, iğne ucu kadar necasetten sakındıkları halde zinadan sakınmadıklarını görürsün. ------------------------

1. Bu yazıda ibn Kayyim el Cevziyye’nin ‘’Sabredenler ve Şükredenler’’ adlı eserinden alıntılar yapılmıştır. (İnsan Yayınları) 2. Nahl/126 3. Âl-i İmran/120 4. Bakara/155-157

ZİLKA'DE 1437

59


SERBEST KÖŞE

Ümit Şit

İnsanlığın Gizli Düşmanları;

Sosyal Medya İle Gelen Sosyal Çarpıklık

İ

nsan sosyal bir varlık olarak dünya üzerinde diğer canlı ve cansız varlıklar ile bir uyum, bir iletişim içerisindedir. İletişim tüm insanların yaşamında vazgeçilmez bir unsurdur. Kişiler konuşarak, susarak, bakarak, oturuş ve duruş biçimleriyle diğer kişilere çeşitli anlamlar aktarmaktadır. İnsanın toplumsal bir varlık özelliğine sahip olarak yaşamını sürdürebilmesi, diğer kişilerle iletişim kurmasını bir anlamda zorunlu kılmaktadır. İnsanlar tarih boyunca birbirleri ile sözlü ve yazılı olarak iletişime geçmiştir.

60

AĞUSTOS 2016

Sosyal iletişim araçları her çağda farklılık göstersede güdülen amaç hiç değişmemiştir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in yaşadığı dönemde şiir, sosyal yaşam içerisinde büyük öneme sahip bir iletişim aracıydı. Şairler, hitabetleri sayesinde insanların zihin dünyalarını etkileme imkânları bulurlardı. Tevhid dini olan İslam›ın adaletine, ahlakına, pratik çözümlerine düşmanlığıyla bilinen ve toplumu kendi menfaatleri çerçevesinde yönlendirmek isteyen krallar, sultanlar, imparatorlar, reisler, başkanlar vs. şiirin keskin cümleleriyle bir medya


oluşturmuşlardı. Böylelikle insanlar arasında hakkı batıl, batılı hak gibi göstererek bir kamuoyu oluşturuyorlardı. Toplumu yönlendirerek, kendi düşünce ve fikirlerini topluma enjekte etme amacı her çağda farklı iletişim araçlarıyla hep varolagelmiştir. Günümüzde de insanları, bilhassa gençleri hipnotize ederek kuşatan kitle iletişim araçlarından biri de, şüphesiz sosyal sanal medyadır. Sosyal medya kavramı, son on yılda daha hızlı yayılan, temelde insanların olanaklarını daha çok haberleşme ve iletişim için kullanmaları eylemini ifade etmektedir. Sosyal medya küreselleşmenin sebebiyet verdiği alternatif medya veya günümüz medyasına karşı olan bireylerin kendi haberlerini yazıp ürettiği bir ifade biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal sanal medyada bulunan uygulamalar bir ilaç gibi insan ihtiyacına göre tasarlanmaktadır. Ancak unutulan ya da görmezden gelinen bir hususiyet söz konusudur, o da; her ilacın bir yan etkisi olduğu problemidir. Bilim ve teknoloji insanların ruh hallerini, manevi ihtiyaçlarını hesaba katmadan maddeci anlayışla denetimsiz ilerlerken aynı zamanda insanın derinliklerinde bir kaosa sebebiyet vermektedir. Oysa akademisyenlerin, bilim adamlarının, sözde aydın ve kanaat liderlerinin gündelik hayatlarında kurdukları cümleler içinde Allah lafzını değiştirmeden kullandıklarını görmekteyiz. Mesela ‘Allah korusun’ yerine ‘bilim korusun’ demezler, ’Allah kurtarsın’ yerine ‘teknoloji kurtarsın’ diye hitap etmezler veya ‘Allah gani gani rahmet etsin’ yerine ‘bilim rahmet etsin’ demezler. Yani bir musibet geldiğinde Allah’tan başka kimsenin korumayacağına, mahkûm olduklarında çağrılarına Allah’tan başka kimsenin cevap veremeyeceğine, öldükten sonra rahmetin veya azabın Allah tarafından geleceğine dilleri şahit iken araştırmalarını ve çalışmalarını evrenin sahibi ve yaratıcısı olan Allah’ı devre dışı bırakarak, yaratılışı inkâr ederek düzenlerler. İşte böyle çelişkilerle dolu ıslaha muhtaç, kusurlu bir yapıdan sadır olan birçok problemlerle karşı karşıya gelinmekte, yararından çok zararlarıyla uğraşılmaktadır. Şayet teknolojiyi; insanlara

kulluktan Allaha kulluğa, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine çağıran ve işleri ehline vermeyi öngören kusurdan münezzeh bir sistem olan İslam denetlemez ise; hastalıklı, ihtiraslı beyinlerin kendi ceplerine ve karanlık kalplerine göre oluşturdukları beşeri, zalim, heva ve heves dinlerinin denetleyeceği, sürekli kusur ve problem üreteceği unutulmamalıdır. Teknolojinin ‘anı yaşama’ gayesiyle denetimsiz ilerlemesine paralel olarak, toplumların ahlak, erdem, adalet, vicdan ölçülerinde de problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Toplumumuzda ve toplumlarda tecavüz, gasp, cinayet, hırsızlık, aldatma, dolandırıcılık, nikâhsız yaşam vs. gibi birçok ahlaksızlığın ve suçların yayıldığını

Toplumu yönlendirerek, kendi düşünce ve fikirlerini topluma enjekte etme amacı her çağda farklı iletişim araçlarıyla hep varolagelmiştir. Günümüzde de insanları, bilhassa gençleri hipnotize ederek kuşatan kitle iletişim araçlarından biri de, şüphesiz sosyal sanal medyadır.

ve ölçü dışına çıkıldığına ne yazık ki şahit olmaktayız. Nitekim Allahu Teâlâ her şeyi bir ölçüye göre yaratmış ve değişmez kanunlar koymuştur. Bu kanunları değiştirmeye veya tahrif etmeye çalışan insanlardan meydana gelen dengesizlik, nizamların bozulmasına ve kaosların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Rabbimiz bizi 14 asır öncesinden şu ayetle uyarmıştır: Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır. (Rum, 41)

ZİLKA'DE 1437

61


Sosyal medya, birçok alanda toplumdaki bireylerin çağın getirdiği yenilikleri keşfetmesini isterken kötü neticeleri olarak tembelliğin çoğalmasına, mahremiyetin ortadan kalkmasına ileri derecede kapı açmış bulunmaktadır. Sosyal medyanın yan etkileri olarak genelde insanlar özelde ise Müslümanlar tembellikten ve mahremiyetlerin kaybolmalarından kendi davranış ve tutumları sebebiyle üzerine düşen paylarını almışlardır. Tembellik hayat alanımızın her köşesinde, yerine göre tam ortasında yayılma imkânı bulurken, özel durumlarımız umuma doğru kaymaktadır. Tembelliği sıradan bir işe yönelirken ortaya çıkan üşengeçlikle karıştırmamak gerekir. Sosyal medya kaynaklı tembellik, Müslüman olduğumuzu ilan etmemize rağmen Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekteki gevşekliğimizle ortaya çıkan

mesini engelleyememiş oluruz. İnsanı rabbi özel ve şerefli yaratmış, güzel ahlakı, iyiliği yaymayı, kötülüğe engel olmayı emretmiştir. Ayrıca Allahu Teâlâ kullarına iffetini korumalarını buyurmuş, zinaya yaklaşmamaları hususunda uyarılarda bulunmuştur. Ancak sosyal medya, Müslümanların kızlarını ve oğullarını, annelerini ve babalarını sosyalleşmek adına sanal ortama çekerek islami değerleri yavaş yavaş ortadan kaldırmayı hedef almıştır. Rabbimiz iffetimizi korumayı emrederken kırmızı başörtülü kızımızın elli bin namahrem takipçisi olması bizi şaşırtmaktadır. Rabbimiz güzel ahlakı emretmişken sanal ortamda yapılan yorumlarda, paylaşılan fotoğraflarda ne edepli, şuurlu cümlelere rastlanabilir nede ahlakın resmine ulaşabilirsiniz. Rabbimiz iyiliği emredip kötülüğe engel olmamızı emrederken, bu ortam-

Teknolojinin ‘anı yaşama’ gayesiyle denetimsiz ilerlemesine paralel olarak, toplumların ahlak, erdem, adalet, vicdan ölçülerinde de problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Toplumumuzda ve toplumlarda tecavüz, gasp, cinayet, hırsızlık, aldatma, dolandırıcılık, nikâhsız yaşam vs. gibi birçok ahlaksızlığın ve suçların yayıldığını ve ölçü dışına çıkıldığına ne yazık ki şahit olmaktayız.

iman zayıflığından ileri gelmektedir. Kendi yaratanın emrine karşı tembellik ve aynı derecede gevşeklikte bulunan bir kulun sosyal medyadaki çevresine olan çalışkanlığını; malını satmak için zoraki tebessüm içinde bulunan, yapmacık davranışlar sergileyen ve menfaati ön planda olmasına rağmen gizleyen bir pazarlamacı profiline benzetmekten başka bir şeyle tanımlayamayız. Öncelikli olarak Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmek gerekirken, popüler olan sosyal medya ortamlarındaki batıl ve boş gayelere teveccüh etmek aslında nefsimize hoş gelen günahlarla çevrili olmasından ileri gelmektedir. Günahlar şeytanın süslemesiyle görünmez ve çekici olurlarken biz birden çok şeye itaat ettiğimizin farkında bile olmadan mahremiyet alanımızın kamusal alana dönüş-

62

AĞUSTOS 2016

larda iyilik kınanmış, fitne ve fesat ne yazık ki takdir edilmiştir. Rabbimiz zinaya yaklaşmayın emrini vermesine rağmen sosyal medya kanalıyla zinaya giden yolda hiç durmadan yürüyen gençlerimiz neseplerini tarumar ettiklerinin farkında değillerdir. Sosyal medyada yararlı grup ve sayfalar olduğu gibi bizi boş, malayani grup ve sayfalara yönlendirerek hayatımızı ifsad eden, kendi elimizle hayatımızda fitne çıkaran ortamlarda mevcuttur. Sosyal medyanın birçok avantajı olmasına rağmen bir çoktan fazla dezavantajı mevcuttur. Sosyal medya bir araçsa eğer bu aracı dinimizin sınırları çerçevesinde kullanacaksak bir sakınca yoktur. Ancak amaç edinmişsek sınıra bakılmaksızın hayâ ve edep ölçülerinden sıyrılarak hayatımızdaki düzeni sosyal medyaya sunarak


Teknolojinin yüksek bir ivme kazanmasıyla tuşlu cep telefonlarının yerini dokunmatik, geniş ekranlı akıllı cep telefonları almıştır. Bu akıllı telefonların faydasını inkâr edemeyiz ancak zararlarını da geçiştiremeyiz. Akıllı telefonlar ile sosyal sanal medya patlaması yaşanmıştır. İşte ya da evde bilgisayarların esiri olmaktan kurtulan modern insan artık, hayatının her alanını akıllı telefonların egemenliğine sunarak sınırlı esaretten, sınırsız esarete geçmiştir. Akıllı telefon teknolojisi de her teknoloji gibi gençler üzerinden bir kanal bularak ilerlemektedir. Artık gerçek mahiyette gelecek, gençlerin

Günümüz gençliği hiç olmadığı kadar tehdit altında olduğunu bilecek şuurda ne yazık ki değildir. Çünkü birçok gencimiz üzerindeki tehdit evresi bitmiş netice evresine geçilmiştir. Toplumun çok azı sosyal ortamları şuurlu ve yararlı bir şekilde kullanmaktadır. İslam terbiyesi ve denetiminden yoksun olan bilim ve teknoloji, gençleri ruhsuz hurma kütüklerine çevirmektedir. Gençler bunların farkında değillerdir çünkü onları oyalayan her koşul onların ayaklarına adeta bir kırmızı halı gibi serilmiştir. Kırmızı halı üzerinde yürüyen gençlerin ayakları yerden sosyal medya aracılığıyla kesilerek her taraftan kuşatılıp yaşam tarzları değiştirilirken, aklımıza bir kaç soru takılmaktadır. Batı toplumunun bir yansıması olan

elindedir! Geleceği bir teknolojik alet olarak görüyorsak bu doğrudur. Akıllarını akıllı telefona aktaran, düşünmeyi ve idrak etmeyi ellerine devreden, batı kültürünü hayatının merkezine koyan, tarihinden, dininden, özünden uzaklaşan gençlik kâfirlerin kendilerinden razı olacağına şu ayete rağmen inanmaktadırlar: Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen de ki: “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir. Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın. (Bakara, 120)

Müslüman anne ve babaların çocukları acaba gerçek bir Müslüman olarak yaşayabiliyorlar mı? Her şeyden kısa sürede usanan doyumsuz bir nesil toplumumuza inşa edildiğinin acaba farkındalar mı? Gençler İslam’ın sadece abdestin ve namazın şartlarından ibaret, pasif bir din anlayışına sahip olduğunu, sosyal hayattan kısıtladığını mı düşünüyor? İslam’ın hakikatlerinin, ilkelerinin, hayatın tüm alanlarına girmediği süre içinde eksik bir İslam inancı olacağı biliniyor mu? Gençler ve aileler dünyadaki asıl gayenin ne olduğu, dünyada gerçek mahiyette neler olup bittiği, geçmişteki toplumların bir zamanlar kendileri gibi yeryüzünde oynayıp eğlenirken şimdiki akıbetlerinin ne olduğu, ge-

yeniden ölçülendirme tehlikesi her zaman vardır.

ZİLKA'DE 1437

63


lecekte kendisini maddi sıkıntılardan öte hangi sıkıntıların beklediği, etrafındaki arkadaşların, akrabalardaki dede ve ninelerin ölümlerini görüp kendisinin belki de o yaşa bile gelmeden öleceği gerçeğini anlayamamaları, seküler dünya düzeninin onlara dayattığı İslam dışı bir hayat tarzını kabullenmesi ya da kabullendirilmesiyle ortaya çıkmış gerçeklerdir. Gençler düşünmemektedirler; çünkü düşünceyi, tam manası itibariyle kaldırmayıp yönlendiren karanlık çarklar, gençleri çocuk yaşta ele alarak öğütmektedir. Bunu çocukken çizgi filmleriyle yaptılar, şimdi ise sosyalleşme bahanesiyle sanal sosyal medya ile yapmaktadırlar. Gençlerin düşünceleri işgal altındadır. Bilim ve teknolojinin, asıl sosyal ortam olan mahalle ve sokaklardan koparıp yapay sosyal bir ortama nakletmesiyle, gençler kendisinin kim olduğunu bile hakiki manada bilmemektedirler. Küresel zalim güçlerin hayalleri, kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleşerek ilerlerken; kötülükler, zulümler, haramlar karşısında ses çıkaran toplumu sessizliğe yöneltmek, isyan eden bir toplumu ise kıyamda değil, kıyıda yüzen bir toplum haline dönüştürme istekleri ne yazık ki gençleri bir köprü gibi kullanarak sanaldan öteye geçmeye devam ediyor. Gençlerimiz, kardeşlerimiz, abilerimiz uyuşturucu madde bağımlılığı, alkol bağımlılığı ve aşk adı altında zina bağımlılığı altında hem beden hem de ömür sermayeleri ile tükeniyorlar. Sosyal medya, her geçen gün gençleri kalabalıklar içerisinde yalnızlığa sürüklemektedir. Sosyal medyanın, kalabalık sosyalleşme söylemi, şayet toplumsal bir hareket söz konusu değilse sanal bir hayalden ibarettir. Toplumsal hareket, kişinin toplumsallaşmasıyla var olur ancak toplumsallaşma bireyin hayal dünyasının genişliği ile değil, gözünün alabildiği genişlik oranında, canlı gözlere selamla gülümsemekten geçer. İnsanın gün içindeki eylemleri ‘beğendi’ butonuna kurban verilmemelidir. İnsan, teselliyi fotoğraflara yorum yapmaktan öte görmeli, kardeşinin akan gözyaşlarına elini ortak etmelidir. Sosyalleşen insandan beklenen; sevinçli ya da hüzünlü haberlerin ardından donuk bir ekranda edebi sözler dökmesi değil,

64

AĞUSTOS 2016

bizzat sahaya inmesi veya kürsüye çıkmasıdır. Sosyalleşen insan, hasta ziyaretlerinin bir tweetten fazlası olduğunu bilmeli ve öğretmelidir. Sosyal insan, sapkın bir filozof olan Aristo’nun deyimiyle toplumsal bir hayvan değil, hayvanların da içinde bulunduğu varlıklar toplumunun insan kısmını oluşturmaktadır. Küresel karanlık sistemin elebaşları, sesli olan bireyleri sessizleştirmek, eylem içinde bulunan sesli bireyleri ise tek sese düşürmek düşüncesini gütmektedir. Bu düşünce ise sosyal medyanın tabanında kendine bir yer bulmuştur. Toplumumuzdaki kardeşlerimiz, sosyal medyada görünmeyen bireylere dönüşerek mahallelerin, caddelerin, sokakların eskiden olduğu gibi iyi mahalle abilerinden ahlaklı, faziletli hayırlı insanlardan yoksun olmasına, kötülerle kötülüklerin yayılmasına fırsat vermiştir. Onlara göre sosyalleşme evinin içinde bulunan bir bilgisayar köşesinden ibarettir. Ancak ölüler ağacının birer meyvesine dönüştüklerinin farkında değillerdir. Allah Subhanehu ve Teâlâ buyuruyor: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i İmran, 104) Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla, bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar “Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz.” dediler. Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhari)



EY ALLAH’IN KULLARI! RABBİNİZE DÖNÜN! Yeryüzünde hâkim olan ABD-İsrail liderliğindeki küfür tarafından Türkiye’de bir darbeye kalkışılmıştır. Bu durumun I. Dünya savaşından beri İslâm âlemine yönelik savaşın halkalarından biri olduğunda şüphe yoktur… Allah’a ve ah�ret gününe �man eden b�r Müslümanın böyle b�r kalkışmanın yanında yer alması mümkün değ�ld�r. Ancak… Öte yandan sadece Türkiye değil, bütün İslâm âlemi I. Cihan Harbinden itibaren İslâm hükümlerini kaldırıp yerine beşeri hükümlerin yerleştirilmesinden sonra sıkıntı, belâ ve hezimetlerden kurtulamamıştır. Bu belâları türlü sebeplere bağlamış, çözmeye çalışmış ama başarılı olamamışlardır. Çünkü doğru sebebin ne olduğunu bir türlü tespit edememişlerdir. Binaen aleyh şu bilinmelidir ki; İslâm âlem�n�n yaşadığı belâ, sıkıntı ve hez�metler�n kaynağı: Allah’ın hükümler�n�n rafa kaldırılmış olmasıdır. İslâm âlemi ve Türkiye’de bizler Allah’ın kitabı ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetine dönmediğimiz, beşeri idare yerine Allah’ın hâkimiyetini tesis etmediğimiz müddetçe, farklı şekillerde ortaya çıksa da bu belâlardan kurtulamayız. Tek bir yol vardır. O da: Allah’ın kitabı, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetidir. Nitekim yüce Rabb’im şöyle buyurmaktadır; “K�m Ben�m z�kr�mden (Kur’an’dan) yüz çev�r�rse şüphes�z k� onun �ç�n sıkıntılı b�r hayat vardır. Kıyâmet günü de B�z onu kör olarak haşredeceğ�z.” (Tâhâ Sûresi: 124)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.