Editör G
ökleri ve yerleri dolduracak kadar hamd, alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah’a’dır. Salat ve selam Rabbinden ençok korkan ve sakınan Muhammed aleyhisselam’a, ailesine, ashabına ve tüm mümin kullara olsun,
yük günahlar arasındadır temiz kelimelerini referans alarak yaptık. Rabbim istifade etmeyi bu makaleleri yazan, düzelten, güzel bir formata sokan, okuyan ve okutan tüm kardeşlerimize nasib etsin.
Mübarek bir ay olan Ramazanın, ortalığa rahmet ve bereket saçtığı şu anlarda, böyle latif günlerin gölgesinde bizleri yaşattığı ve istifade ettirdiği için Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Manevi iklimin etkisinden uzaklaşıp haramlar ile kararan kalplere, kuruyan gözyaşlarına, tembelleşen dil ve bedenlere bir nebzede olsa ruh katan takva ayının içerisindeyiz. Kişinin kendi benliğini hatırlatan, fıtratının sesini işitmede yardımcı olan bu ay da istedik ki, onu Rabbinden uzaklaştırıp şeytan ve dostlarına yaklaştıran haramları inceleyelim. İnceleyelim ki ellerimize bulaşan haramların, Rahman ile aramızı nasıl perdelediğine şahid olalım. Bunu yaparken de Allah Rasûlü’nün “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, savaştan kaçmak, masum iffetli kadınlara zina iftirasında bulunmak” bü-
Nebevi Hayat Dergisi olarak, mübarek Ramazan ayının tüm İslâm alemine hayırlar getirmesini Cenab-ı Allah’tan niyaz ederiz.
YIL: 5 Sayı: 55 Fiyatı: 7,5 TL Sahibi İmam Buhari İktisadi İşletmeler Adına Ahmet Özer Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Mert Mali İşler Sorumlusu Hakan Sarıküçük Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Yakup Hazman
Abone ve Dağıtım Sorumlusu Mürsel Gölbaşı (0543 654 46 63) (0212 515 65 72) Abonelik Hesap Bilgileri Posta Çeki Hesap No: 10204553 Hesap Sahibi: Hakan Sarıküçük Kuvveyt Türk Katılım Bankası A.Ş. Mürsel Gölbaşı Hesap No: 6847147 IBAN: TR13 0020 5000 0068 4714 7000 01 (Açıklama kısmına mutlaka isim ve telefon bilginizi yazınız.)
Selam ve dua ile…
Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: 0543 654 46 63 twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com
Abone Şartları 2017 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 90 TL Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevî Hayat Aylık Dergi (Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa İstanbul, Haziran 2017 Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir.Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
İçindekiler Cennet Yolunda Geri Adım: Savaştan Kaçma Muaz Akgün
Affedilmeyen En Büyük Günah Allah'a Ortak Koşmak Mahmut Varhan
04
Sihir ve Hükümleri Hakan Sarıküçük
Zulüm Kıyamette Sahibini Kuşatır M. Sadık Türkmen
Kapak Dosya İnsanlığın Saadetini Tahrip Eden Faiz Felaketi Ebubekir Eren
Önderlerimiz Şemsü’l-Eimme (İmamların Güneşi): İmam Serahsî -rahimehullah- (1009-1090) Cihan Malay
İslâm Coğrafyası Tapınaklar Ülkesi Nepal’da İslâm ve Müslümanlar Metin Eken
11
23
26
Allah'ın Emaneti ve Peygamberin Kaderdaşı Yetimler İmam Buhari Vakfı Yetim Sorumlusu Av. Ahmet Özer
30
İffetli Kadına İftira Atmak Derya Fıçıcı
36
41
Nebevi Aile Çocuktan Mektup Halime Yılmaz
55
44
Haber Analiz Adalet Üzerine İbrahim Adak
59
51
Serbest Köşe Afrika Sömürülürken "Biz" Tükeniyoruz Ümit Şit
61
| Kapak Dosya
| Mahmut Varhan
AFFEDİLMEYEN EN BÜYÜK GÜNAH
ALLAH’A ŞİRK KOŞMAK K
ullarını tevhid fıtratı üzere yaratan ve şirkten sakınmaları için onlara kitaplar indiren ve peygamberler gönderen Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Hayatını tevhidi tahkik ve şirki izale etmeye vakfeden Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e, diğer bütün peygamberlere, onların âl ve ashâblarına ve kıyamete kadar onların izinden yürüyen mü’minlere salât ve selâm olsun. İmdi; biz bu makalemizde Allah’a şirk koşmanın mahiyeti, kısımları, sebepleri ve vahim sonuçları üzerinde durmaya çalışacağız. Allah azze ve celle bizleri gizli - açık, küçük - büyük her türlü şirkten muhafaza buyursun.
HAZİRAN 2017
1- Şirkin Tarifi Şirk; şirket ile aynı kökten türemiş olup ortak olmak ve ortak kılmak anlamını ifade eder. Buna göre Şer'î ıstılahta şirk; kulun, Rubûbiy-
4
yetinde, İlâhiyyetinde veya sıfatlarında Allah azze ve celle’ye denkler, benzer ve ortaklar kabul etmesidir. Diğer bir ifadeyle kulun, Zâtında, sıfât veya fiillerinde Allah azze ve celle’ye denk tuttuğu ortaklar kabul etmesidir. Göklerde, yerde ve bu ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü sadece Allah azze ve celle’ye aittir. Varlık âleminde zerreden en büyük küreye kadar hiç bir şeyde Allah azze ve celle’nin bir ortağı yoktur ve olması da zaten imkân dışıdır. Nakil, akıl, fıtrat, vicdan ve kâinattaki zerreler sayısınca deliller bunun parlak birer şâhididir. Dolayısıyla mevzûbahis ettiğimiz şirk, zâlim olan insanların iftira ederek ve yalan söyleyerek bâzı nesnelerin ve bir takım kimselerin âlemlerin Rabb’ine ortak olduklarını iddiâ etmelerinden ibârettir. Bu türden iddiâlar sadece zâlim insanların ve cinlerin uydurageldikleri kuruntu ve hurafelerdir.
Allah azze ve celle’nin bir ortağı, dengi ve benzeri olmadığından dolayı kulun böyle bir itikâda sahip olması en büyük bir zulûm, en çirkin bir yalan ve iftira ve affedilmez bir suçtur. Nitekim Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “De ki: Allah’tan başka ilahlaştırdıklarınıza siz yakaradurun. Onlar ne göklerde, ne de yerde, zerre ağırlığınca bir şeyin bile sahibi değillerdir. Ne göklerde ve yerde onların bir ortaklığı vardır, ne de Allah’ın onlardan bir yardımcıya ihtiyacı.” (Sebe’, 22) “De ki: Gördünüz mü Allah’tan başka yakardıklarınızı? Onlar yeryüzünde ne yaratmışlarsa gösterin bana! Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yahut Biz onlara bir kitap verdik de ondan bir delile mi dayanıyorlar? Doğrusu, o zalimler birbirlerini yalan vaadlerle aldatıp dururlar.” (Fâtır, 40) Bütün varlık âlemini yaratan, düzene sokan, işlerini idare eden Allah’tır. Bütün mahlûkatın sahibi, yegâne mâliki Allah’tır. Canlı cansız bütün yaratılmışların bu kâinattaki görev ve vazifelerini belirleyen, bu vazifelerini yerine getirme nizamını ve çalışma sistemini koyan Allah’tır. Bütün varlık âleminin ibadet ve itaat etmesi gereken ve insanlarla cinlerin zalimlerinden başka her şeyin ve herkesin bilfiil ibadet ve itaat ettiği Zât sadece yüce Allah’tır. Dolayısıyla Allah azze ve celle’nin bir sıfatını veya Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki ibadet ve itaat hakkını O’nun yaratmış olduğu varlıklardan herhangi bir nesneye veya kimseye veren kişi; bu nesneyi veya kimseyi âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya denk tutmuş ve müşriklerden olmuş olur.
rının istediği şeye uyuyorlar. Oysa onlara Rabblerinden hidayet rehberi de gelmiştir.” (Necm, 23) Allah Teâlâ, Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın zindan arkadaşlarına davetini bizlere aktararak şöyle buyurmaktadır: "Siz Allah’ı bırakıp, ancak adlarını sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım boş isimlere tapıyorsunuz. Allah onlara tapılacağına dair hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm verme yetkisi sadece Allah’ındır. O da, kendisinden başka hiçbir şeye kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte doğru olan tek din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yûsuf, 40) Bu ayet’i kerimelerde ifade edilen hakikat, bütün şirk inançları için geçerlidir. Yunan, Roma, Pers ve cahiliyye Araplarının şirk düzenleri ile modern batı uygarlığının ortaya koyduğu şirk düzeni arasında bir fark yoktur. Hepsi de hakikatsiz ve temelsizdir. Kadim cahiliyye şirklerin-
5
RAMAZAN 1438
Bu müşriklerin mesnetsiz, temelsiz, yalan ve iftira olan şirk inançlarını reddetmek ve sadece bir vehimden ibaret olduğunu tescillemek sadedinde Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Bütün bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden ibarettir; yoksa Allah onların ilahlığı hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak bir zan ve tahmine ve canla-
Göklerde, yerde ve bu ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü sadece Allah azze ve celle'ye aittir. Varlık âleminde zerreden en büyük küreye kadar hiç bir şeyde Allah azze ve celle'nin bir ortağı yoktur ve olması da zaten imkân dışıdır. Nakil, akıl, fıtrat, vicdan ve kâinattaki zerreler sayısınca deliller bunun parlak birer şâhididir.
de varlıkları hayal edilen tanrılar ne kadar hakikat ise, bilimsel temeller üzerine oturtuldukları vehmedilen kapitalizm, sosyalizm, faşizm, laiklik ve demokrasi gibi modern şirk düzenleri de o kadar hakikattir! Bütün bunlar sadece insanları aldatmak için kağıt üzerinde yazılmış ve gerçekte bir hakikati bulunmayan birer karalamadan ibarettir. Helvadan yapılmış birer put gibidirler. Bazen kendilerine tapılan tanrılar konumunda kabul edilir, bazen de kendisinden istifade edilir ve kullanıldıktan sonra bir paçavra muamelesi görerek bir köşeye atılırlar. Zira bütün bunlar, sadece bir kesimin çıkarlarını korumak ve devam ettirmek için uydurulmuş, çıkarları gerektirdiğinde rahatlıkla terkedilebilen ve tam aksi yönde hareket edilebilen birer beşeri dindirler. Çıkarları için dün komünizmi savunanlar, yine çıkarları için bugün kapitalist ABD'nin uşağı olmuşlardır. Dün kapitalist batıyla beraber hareket edenler, çıkarları gerektirince sosyalist Rusya’yla birlikte olurlar. Yani inançları hiçbir hakikat ifade etmemektedir.
HAZİRAN 2017
2- Şirkin Ortaya Çıkışı Şirk, insanlığın en eski tarihlerinden beri var olmuştur. İmtihan edilmek üzere yaratılan ve bir kısmı cennete, büyük çoğunluğu da cehenneme atılmak üzere var edilen ve bu neticenin tahakkuk etmesi için de şu dünya misafirhanesine yerleştirilen insanoğlu; çok erken bir dönemde imtihanı kaybetmeye başlamış ve şirk bataklığına saplanmıştır. İlk müşrik toplum, Hz. Nuh'un kavmi olmuş ve müşrik bir topluma gönderilen ilk rasul de Hz. Nuh aleyhisselam olmuştur. İnce bir plan ve merhale merhale uygulanan bir proje neticesinde insanlığın şirk bataklığına saplanmasını başaran İblis, günümüze değin binlerce çeşit şirk nizamını geliştirmiş ve insanların çoğunluğunu sonuç itibariyle kendisine taptırmıştır. Yazıklar olsun Rahman’ı terkederek şeytana kulluk eden bütün müşriklere! Çünkü taptıkları ve dost kabul ettikleri şeytan onları alevli cehennem azabına götürmektedir.
6
Allah Teâlâ’nın Nûh kavmi hakkındaki: “Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Vedd, Suvâ, Yağus, Yeûk ve Nesr gibi putlarınızdan vazgeçmeyin” dediler.” (Nûh, 23) sözünün tefsirini yapan bütün müfessirlerin izahlarının özeti şöyledir: Bu beş isim, kavimleri arasında pek çok sevilen beş salih kişinin adıdır. Bunlar ilimleri ve amelleri ile insanlara örneklik ve önderlik etmekteydiler. Bu salih insanlar ölünce, kavimleri çok fazla mahzun oldular. İblis de bunu fırsat bilerek onlara şöyle vesvese verdi: “Bu kimselerin sûretlerini ve heykellerini yaparak, onların meclislerine dikecek olursanız; sûret ve heykellerini gördükçe onları hatırlar, amellerini örnek alır ve böylece Allah’a daha çok yakınlaşırsınız.” Onlar da bu teklifi güzel gördüler ve bu salih kimselerin sûret ve heykellerini yaparak onların sürekli oturdukları meclislerine diktiler. Bunun üzerinden bir kaç asır ve peşpeşe nesiller geçince, bu sûret ve heykellerin neden dikilmiş oldukları unutulup gitti. Bu defa da İblis, iyi bir niyetle fakat aşırı tazimde bulunarak o heykelleri diken selefin, bunun gerçek sebebini unutmuş olan haleflerine gelerek şöyle dedi: “Sizin atalarınız, bu heykelleri ancak onlara duâ etmek, yağmur ve yardımı onlardan talep etmek için dikmişlerdi. Siz de onların yaptığı gibi yaparsanız, sizin de duâlarınıza icâbet eder ve size de yağmur yağdırırlar...” (1) Böylece cehalet bataklığında debelenen bu şerli halef, İblis'in bu uzun planı neticesinde putlara tapmaya başladılar. İşte ilk müşrik toplum böyle başladı. Bu şirk düzenini benimseyen azgın topluma, ilk Rasûl olan Hz. Nûh aleyhisselâm gönderildi ve tam dokuz yüz elli sene onlarla mücadele etti. Ancak iman eden çok az kişi dışında kimse şirkten vazgeçmedi. Sonunda hepsi tufanda boğularak helak olup gittiler. Görüldüğü gibi İblis, şirk uçurumuna yuvarlamak istediği insanlara ilk başta uçurumu göstermiyor. Üzeri yaldızlı ve çekici şeylerle örtülmüş olan şirk bataklığını insanlara olabildiğince süslü gösteriyor. Örneğin günümüzde Şeriat'ı ğarra'yı hâkim kılmak gayesiyle yola çıkan bazı in-
sanlara demokrasi şirk nizamını ve hatta laisizm küfrünü öyle bahaneler ve vesveselerle hatta “şer’i delil” süsü verilen şüphelerle süslü göstermektedir ki; bu insanlar misku anber zannederek bu şirk bataklığındaki kokuşmuş çamuru yüzlerine sürmekte ve fersah fersah şeriat'ı ğarrâ dan uzaklaştıkları halde kendilerini İslâm’ın en büyük hizmetçileri zannetmektetirler. Kâfirlerle dost, samimi Müslümanlara düşmanlık eden bu kimseler, ümmet'i İslâm binasını yıkıyor oldukları halde kendilerini aziz İslâm ümmetinin en büyük önderleri olarak görebiliyorlar! Daha şu günlerde dünya küfrünün liderlerinden ve global şirk düzeninin öncülerinden olan ABD başkanını en dostane ve misafirperverâne bir şekilde ağırlayan ve ikrama boğan Suud kralı ve aveneleri herhalde kendilerini Ehli Sünnet’in temsilcileri olarak görüyorlar! İblis'in tuzaklarından ve nifak hastalığından Allah’a sığınırız!
"De ki: Gördünüz mü Allah'tan başka yakardıklarınızı? Onlar yeryüzünde ne yaratmışlarsa gösterin bana! Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yahut Biz onlara bir kitap verdik de ondan bir delile mi dayanıyorlar? Doğrusu, o zalimler birbirlerini yalan vaadlerle aldatıp dururlar." (Fâtır, 40)
3 - Şirkin Sebepleri İslâm, fıtrat dinidir. Bütün kâinat ile birlikte yüce Mevlâ’ya teslim olmaktır. Şirk ise, fıtratın bozulmasıdır ve sağlıklı olan bünyenin hastalanmasıdır. Her hastalığın belirli sebepleri olduğu gibi, şirk hastalığının da bir takım sebepleri bulunmaktadır. Bu sebepler pek çoktur ki, biz bunlardan sadece bazılarını özetle zikredeceğiz:
b - Duyu organları ile algılanan şeylere meylederek, duyu organları ile algılanamayan şeylerden gafil olmak: Bu hastalığa yakalanan insanlar, Allah’ın sıfatlarını gözle görülebilen ve elle dokunulabilen nesnelere verirler. Bu müşrikler bazen arap cahiliyesinde olduğu gibi Allah’ın varlığını kabul ederler, bazen de Grek, Roma, Hind, Çin, Pers ve Kadim Mısır cahiliyelerinde olduğu gibi Allah’ın varlığından da gafil olurlar. Bu hastalığa yakalanan milletlerden biri de Yahûdilerdir. Daha peygamberleri Hz. Musa aleyhisselâm aralarında olduğu halde şöyle demişlerdi: “Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz...” (Bakara, 55) Bu Yahûdi milletinin etkisiyle son iki asırda insanların çoğunluğu bu hastalığa tekrar yakalanmış ve dinsizlik bataklığına gömülmüştür.
7
RAMAZAN 1438
a- Bazı kimseleri veya nesneleri tazimde aşırıya gitmek: Tazimde bulunmak, kusursuz kabul etmek ve takdis etmek derecesine varacak olursa; şirk olur. Çünkü kusursuzluk ve bütün ayıplardan münezzeh olmak, sadece Allah’a mahsustur. Daha önce izah edildiği üzere Nûh kavminin şirke düşmesi, bu sebepten kaynaklanmıştı. Yine Hristiyanların Hz. İsâ aleyhisselâm’ı, Yahûdilerin de Uzeyr aleyhisselâm’ı; aynı şekilde bu iki tâifenin din adamlarını ve azizlerini Allah’a ortak koşmalarının sebebi de budur. Tarih içindeki müşrik toplumların, şirk uçurumuna yuvarlanmalarının en önde gelen sebeplerinden biri de budur. Yine bu ümmetin içinden ortaya çıkan birçok bid’at fırkasına da
bu sebep sirayet etmiştir. Özellikle Ehli Beyt imamlarını (radıyallahu anhum) aşırı derecede takdis eden rafizilerde ve şeyhlerine aşırı derecede tazimde bulunan tarikat erbabında daha açık görülmektedir.
c- Hevâya tabi olmak ve arzuların esiri haline gelmek: Bu hastalığa yakalanan insanlar, arzularını gerçekleştirmeyi her şeyin üstünde tutarlar. Allah’ın vahyi, arzularını serbestçe yaşamalarına engel olunca, vahye bütünüyle teslim olmayı reddeder ve şehvetlerine engel olmayacak bir dini kabul ederek şirke düşerler. Bu tip insanlar hakkında Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “... Şiddetli azaptan dolayı vay kâfirlerin haline! Onlar dünya hayatını âhirete tercih ederler...” (İbrahim, 2-3) Bu hastalık, dünya hayatını tercih ederek bile bile hakkı inkâr eden bütün eski ve modern müşriklerde vardır.
HAZİRAN 2017
d - Allah’a ibadet ve itaat etmekten kibirlenmek: Büyüklenerek Allah'a ibadet ve itaat etmekten kaçınmak, genel olarak bütün müşrik milletlerin hastalığı olsa da özellikle bizim asrımızda bu hastalık daha çok yayılmıştır. Öyle ki bu mal, makam ve otorite sahiplerinin hastalığı olmaktan çıkmış; batı uygarlığıyla zehirlenmiş en basit insanların bile hastalığı haline gelmiştir. Allah’a karşı büyüklenme hastalığının ne denli öldürücü bir kanser olduğu hususunda Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki kendilerine gelen herhangi bir delil olmadan, Allah’ın âyetleri hakkında tartışanlar var ya, onların sinelerinde kendisine ulaşamayacakları büyüklenmeden başka bir şey yoktur. O halde sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, çok iyi işitendir ve çok iyi bilendir.” (Mü’min, 56) e- İnsanların kendilerine kulluk etmelerini isteyen tâğutların varlığı: Bu tâğutlar, Allah’ın kulları üzerinde mutlak hakimiyetlerini kurmak ve devam ettirmek için asla hakka boyun eğmezler ve devamlı kuvveti esas alırlar. Kuvvet sahibi oldukları için her hususta hak sahibi olduklarını düşünürler. Kendilerini Yüce Yaratıcı’nın yerine koyarak, emretme ve yasaklama, insanların hayatlarını nizama sokacak helâl ve haramları belirleme ve kanun koyma hakkını kendilerinde görürler. Böylece kendilerini, Rabbler’ konumunda görerek, insanların onları Allah’a ortak koşmalarını emrederler. Zavallı ve mustaz’af
8
insanlar da zilletlerinden veya korkularından dolayı bu tâğutları Allah’a ortak koşarlar. İşte Allah azze ve celle bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “İnkâr edenler: “Biz bu Kur’an’a ve ondan önce gelene asla inanmayacağız” dediler. Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda durdurulmuşken bir görsen! Onlar sözü birbirlerine çeviriler. Güçsüz bırakılanlar, büyüklük taslayanlara: “Siz olmasaydınız biz mutlaka mü’minlerden olurduk” derler. Büyüklük taslayanlar da güçsüz bırakılanlara: “Size hidâyet geldikten sonra, sizi ondan biz mi alıkoyduk? Bilakis siz suçlu kimselerdiniz” derler. Güçsüz bırakılanlar, büyüklük taslayanlara: “Bilakis gece - gündüz tuzaklar kurmanız bizi alıkoydu. Çünkü bize, Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrederdiniz” derler.” ( Sebe, 31-33)
4 - Şirkin Kısımları Allah’a şirk koşmanın, putların önünde secdeye kapanmak, putlara kurbanlar adamak ve onlara dua etmek gibi ilkel bir şekli bilinse de tek şekli bu değildir. Bundan başka daha birçok şekli bulunmaktadır. Bunların bazılarını özetle beyan edelim: a- Allah ile kulları arasında aracılar kabul etme şirki: Bu şirkin temeli, bir takım varlıkların kainatın işlerinin düzene sokulmasında Allah’a ortak oldukları ve Allah’ın katında özel bir etki ve yetkiye sahip oldukları inancıdır. Adeta bu varlıkları Allah’ın yardımcıları ve vezirleri olarak kabul etmektir. Kadim cahiliye toplumlarının hepsinde bu şirk çeşidi yaygındı. Bu inanca sahip olan müşrik, Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte O’nun irade ve meşietini etkileme, yönlendirme ve değiştirme gücüne malik olduklarını vehmettiği varlıklara dua eder, yakarır, kurban ve adaklar sunar ve bu varlıkların Allah katında kendileri için şefaatte bulunmalarını sağlamaya çalışırlar. Allah azze ve celle bu müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır: “İyi bilin ki, hâlis din Allah’ındır.
Allah’ın dışında dostlar edinenler: “Biz onlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (derler.) Muhakkak ki Allah, aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda hükmünü verir. Şüphesiz ki Allah, yalan söyleyen, kâfir olan bir kimseyi hidâyete erdirmez.” (Zümer, 3) “Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyen ve fayda sağlamayan şeylere taparlar ve: "Bunlar Allah katında şefâatçilerimizdir" derler. De ki: “Göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz?” Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir, yücedir.” (Yûnus, 18) Bu şirk çeşidi, tarihteki müşrik toplumlarla birlikte yok olup gitmiş değildir. Bilakis “Bilim çağı” denilen şu asrımızda milyonlarca modern(!) insan bu ilkel şirki işlemektedir. b- İtaat etme ve tâbi olma konusundaki şirk: İbadet etmek, itaat etmek demektir. Emirleri ve yasakları, helalleri ve haramları, hayatı nizama sokan yasaları ve değer yargılarını Allah’tan alan kimse; Allah’a ibadet ve itaat etmiş olur. Bu ve benzeri konularda Allah’tan başka bir merci kabul eden kimse de Allah’a şirk koşmuş olur. İşte bu asırda bütün dünyayı dolduran şirk çeşidi budur. Allah’ın şeriatı dışında başka bir kanunla hükmetmeyi caiz görmek, başka bir yasayı Allah’ın şeriatından üstün görmek, Allah’ın şeriatı dışında bir kanunu tatbik etmeye davet etmek, bazı insanların yasama hakkına sahip olduklarını kabul etmek bütün âlimlerin icmâı ile küfür ve şirktir.
re düşmanlık edenlerle dolmuştur. Bunlar güç, kuvvet, izzet, uygarlık ve medeniyeti kâfirlerin yanında arıyorlar. İşte böyle kimseler hakkında Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: "İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’tan başkasını O’na denkler edinirler. Onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zâlimler, azâbı gördükleri zaman, şüphesiz ki bütün kuvvetin yalnız Allah'a ait olduğunu ve muhakkak ki Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu görürcesine bir bilseler! İşte o zaman kendilerine uyulanlar, onlara uyanlardan uzaklaşacaklar, azâbı görecekler ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar şöyle derler: "Keşke bizim için bir kere daha (dünyaya dönüş) olsa da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak." işte böylece Allah amellerini onlara pişmanlıklar olarak gösterecektir. Ve onlar, ateşten çıkacak kimseler değildirler.” (Bakara, 165- 167) d- Riyâ ve gösteriş şirki: Buna küçük şirk ve ameli şirk denilir ki, büyük günahların arasından en büyük ma’siyet olsa da kişiyi dinden
9
RAMAZAN 1438
c - Sevmek ve velâyet konusundaki şirk: Bu da bir önceki şirk çeşidine yakındır. Mü’minin velâyet ve muhabbeti Allah’a, O’nun Rasûlü’ne ve mü’minlere aittir. Kim de muhabbet ve velâyetini Allah’ın düşmanları olan kâfirlere ve müşriklere verecek olur ve bunu da caiz görecek olursa, bu konuda Allah’a şirk koşmuş olur. Teessüf ki İslâm âlemi, muhabbet ve velayetini kâfirlere veren ve müşriklerle ittifak kurup mü’minle-
Kudsî bir hadis'i şerifde Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: "Ortaklıktan en uzak olan Benim; Kim bir amel işler de o amelde başkasını Bana ortak kılarsa, Ben onu, Bana ortak koştuğu kimseyle baş başa bırakırım."
Şirk; Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkı olan ibadet ve itaat hakkını başkalarına vermek olduğundan dolayı büyük bir zulüm-
Şirk; Allah'ın kulları üzerindeki en büyük hakkı olan ibadet ve itaat hakkını başkalarına vermek olduğundan dolayı büyük bir zulümdür. Nitekim salih bir kul olan Lokman aleyhisselam oğluna nasihat ederken şöyle demiştir: "Ey oğulcuğum! Allah'a ortak koşma. Şüphesiz ki ortak koşmak büyük bir zulümdür." (Lokman, 13)
dür. Nitekim salih bir kul olan Lokman aleyhisselam
oğluna nasihat ederken şöyle demiştir:
“Ey oğulcuğum! Allah’a ortak koşma. Şüphesiz ki ortak koşmak büyük bir zulümdür.”(Lokman, 13) Bu öyle büyük bir zulümdür ki, sahibi ondan tövbe etmeden ölecek olursa asla affedilmeyecektir. Nitekim Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışındakini dilediği kimse için affeder. Kim Allah›a ortak koşarsa, şüphesiz ki büyük bir günah iftira etmiş olur." (Nisâ, 48) Şirk koşan kimse, İslâm milletinin dışında kabul edilerek kanı ve malı helal sayılmıştır. Bir müşriğin Müslüman bir kadınla evlenmesi haramdır. Müslüman bir erkeğin de müşrike bir kadınla evlenmesi haramdır. Bir müşrik öldü-
tamamen çıkarmadığına işaret edilir. Kişinin amelleri zahiren şeriata uygun olduğu halde,
ğü zaman yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz ve Müslümanların kabristanına defnedilmez. İnsanlardan uzak bir yerde bir çukur
Allah rızası için değil de insanların beğenmesi
kazılarak, oraya gömülür ki, pis kokusuyla in-
ve onların nezdinde bir makam sahibi olmak
sanlara eziyet vermesin.
gayesiyle yapılmışsa; bâtıl olur ve Allah katında hiçbir değer ifade etmez. Kudsî bir hadis’i şerifde Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır:
Allah azze ve celle, şirk koşan kimsenin hiçbir amelini kabul etmez. Allah Teâlâ cennete girmeyi müşriklere haram kılmış ve onların
“Ortaklıktan en uzak olan Benim; Kim bir amel
sonsuza dek cehennem ateşinde kalmalarını
işler de o amelde başkasını Bana ortak kılarsa,
hükme bağlamıştır. “...Kim, Allah’a ortak ko-
Ben onu, Bana ortak koştuğu kimseyle baş başa
şarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kıl-
bırakırım.” (2)
mıştır. Ve onun varacağı yer cehennemdir.
5- Şirk Koşmanın Hükmü ve Vahim Sonuçları Aşağıda zikredeceğimiz hükümler, modern
Zâlimlerin hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Mâide: 72)
-------------------------
çağın çağdaş müşrikleri olan kapitalistleri, ko-
HAZİRAN 2017
münistleri/sosyalistleri, ırkçı faşistleri, laikleri ve demokratları da kapsamaktadır.
10
1. bkz; İbni Kesir, Tefsirü’l- Kur’âni’l-Azîm: 6/316-317 2. Buhari, Müslim
| Kapak Dosya
Hakan Sarıküçük |
SİHİR VE HÜKÜMLERİ H
amd, Müminleri, tehlikeli olup kendilerine zarar gelmesi mümkün olacak hususlardan nehyeden ve onları hayr yollarına sevk eden Allah’a, Salât ve selâm, sihrin tehlikesini, sihir yapan kişilerin dünyevi ve uhrevi hükümlerini beyan edip bu hususlarda ikazda bulunan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e, Allahu Teâlâ’nın affı ve keremi ve o sonsuz mağfireti sihirden ve sihirbazlardan uzak durup takvalı ve itaat eden kulların safında yer alan mümin ve müminatın üzerine olsun.
mak, tesir altına almak, cezbetmek, iradeyi
Sihir kelimesinin Arapça’da birbirine yakın birçok manası vardır. Bunların en meşhurları şunlardır: Kandırmak, aldatmak, yanıltmak, hile yapmak, göz boyamak, oyalamak, avutmak, yalanı doğru göstermek, gizemli davran-
nün aldatıcı türleri olduğu gibi gerçekten etkile-
bağlamak, aciz düşürmek vb… Istılahî manasına gelince: Sihir büyü yapanın bazı sözler söyleyerek veya bazı maddeleri birbirlerine karıştırarak yahut görülmeyen şer güçlerle yardımlaşarak olağanüstü bir durum meydana gelmesine sebep olmasıdır. Her ne kadar Mutezile Fırkası ve Ehl-i Sünnet’ten bazı âlimlere göre sihir sadece aldatmadan ibaret ise de Ehl-i Sünnet’in cumhuruna göre büyüyici türlerinin de olduğu muhakkaktır. Cumhur, bunun etkileyici olduğunu ifade eden ayetleri ve tifak ettiğini bildirmişlerdir.
11
RAMAZAN 1438
hadisleri zikretmişler ve ümmetin bu hususta it-
"Onlar şeytanların, Süleymân’ın mülkü hakkında (uydurup) okuduklarına tâbi oldular. Oysa Süleymân kâfir olmamıştı. Fakat o şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihri ve Bâbil’de, Harut ve Marut denen iki meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki melek ‘Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız. Sakın kâfir olma’ demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat insanlar bu meleklerden, kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Hâlbuki Allah’ın izni olmadıkça onlar, bununla kimseye zarar verecek değillerdi. Onlar, kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı…”
Konu ile ilgili ayetlere gelince şunları zikredebiliriz: "Onlar şeytanların, Süleymân’ın mülkü hakkında (uydurup) okuduklarına tâbi oldular. Oysa Süleymân kâfir olmamıştı. Fakat o şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihri ve Bâbil’de, Harut ve Marut denen iki meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki melek ‘Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız. Sakın kâfir olma’ demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat insanlar bu meleklerden, kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Hâlbuki Allah’ın izni olmadıkça onlar, bununla kimseye zarar verecek değillerdi. Onlar, kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı…” (1) Eğer sihrin gerçekten etkisi olmasaydı, onu öğrenmek fitne olmazdı ve Allahu Teâlâ bunu insanlara öğrettiklerini haber vermezdi. Yine bu ayette “Onlar kendilerine zarar verecek şeyleri öğreniyorlardı” buyrulmaktadır. Bu da sihrin gerçekten zarar verdiğini göstermektedir. Keza bu ayette “İnsanlar sihir öğreten bu iki zattan kişi ile karısını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı…” buyrulmaktadır. Bu da sihir vasıtasıyla karı kocanın arasının açılacağını beyan etmektedir. Bu ise sihrin bir gerçek olduğunu ve etkisinin kesin olduğunu ortaya koymaktadır. “Mûsâ ‘Önce siz koyun” dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Böylece büyük bir sihir göstermiş oldular.” (2)
HAZİRAN 2017
Bu ayette Firavun’un sihirbazlarının büyük bir sihir yaptıkları beyan edilmiştir. Şayet sihrin gerçekten etkisi olmasaydı Allahu Teâlâ onu büyüklükle vasıflandırmazdı. "De ki: ‘Sığınırım karanlığı yaranın rabbine (Allah’a) … düğümlere üfleyen kadınların şerrinden…" (3)
12
Bu ayette düğümlere üfleyerek sihir yapan kadınların şerrinden Allah’a sığınmamız emredilmiştir. Eğer sihrin etkisi olmasaydı onun şerrinden Allah’a sığınılması emredilmezdi. Sihrin gerçek olduğunu ve etkisinin bulunduğunu ifade eden hadislerden bazıları şunlardır:
dis, açıkça ifade ediyor ki bizzat Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e
sihir yapılmış ve Onun vücu-
dunu etkilemiştir. Onun her zaman alışageldiği erkeklik gücü azalmış, hanımlarıyla ilişkisinde değişme olmuş. Öyle ki Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem
devamlı süregelen hal üzere olduğunu
sanıyormuş. Hâlbuki o halde değilmiş. Hadisin diğer bir rivayeti, bu hadisi açıklamaktadır. Hz. Âişe radıyallahu anha demiştir ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir yapılmıştı. Öyle ki, hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmadığı halde onlarla ilişkiye geçtiği kanaatine varıyordu. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle dedi: “Ey Âişe! Farkına vardın mı? Allah bana, hakkında fetva istediğim şey hususunda fetva verdi. Şöyle ki, bana iki zat geldi. Bunlardan biri başımın yanına, diğeri de ayaklarımın yanına oturdu. Başımın yanındaki diğerine ‘Bu adama ne olmuş?’ dedi. Diğeri ‘Buna sihir yapılmış’ dedi. ‘Kim sihir yapmış?’ dedi. ‘Benû Zurayk’tan, Yahudîler’in yeminli dostu olan Lebîd b. el-A`sam yapmıştır. O bir münafıktır’ dedi. ‘Ne içinde sihir yapmış?’ dedi. ‘Tarak ve saç döküntüsüyle sihir yapmış?’ dedi. ‘Nerede yapmış?’ dedi. ‘Zû Ervân Kuyusu içinde ağır bir taşın altında, erkek hurma çiçeğinin kurumuş erkek kapçığında’ dedi” Âişe dedi ki: Sonra Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem kuyuya gitti de onu çıkardı ve “İşte bana gösterilmiş olan kuyu budur. Onun suyu sanki kına suyu gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurma ağacının başları da şeytanların başları gibidır.” buyurdu. “Kuyudan çıkarıldı” diye ilâve etti. Âişe radıyallahu anha
dedi ki: Ben Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem’e
“Sana tutukluğunu (bağlanma-
nı) çözecek ilaç verilmedi mi?” diye sordum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “Yeminle söylüyorum ki, Allah bana şifâ vermiştir. Ben insanlardan hiçbir kimseye karşı kötü bir şey yapmak istemiyorum. (Bu işi teşhîr ederek, münafıkları cesaretlendirip Müslümanlara zarar vermelerini istemiyorum.)” buyurdu. (5)
13
RAMAZAN 1438
Hz. Âişe diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir yapılmıştı. Öyle ki Ona, bazı şeyleri yapmadığı halde yaptığı hayâli verilirdi. Nihayet günün birinde benim yanımda iken Allah’a tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana “Ey Âişe! Farkına vardın mı? Allah bana, fetva istediğim şey hakkında fetva verdi” buyurdu. Ben “Ey Allah’ın Rasûlü! O nedir?” dedim. O şöyle buyurdu: “Bana iki zat geldi. Bunlardan birincisi başucumda, diğeri de ayakucumda oturdu. Sonra bunların birincisi arkadaşına ‘Bu adamın hastalığı nedir?’ diye sordu. Diğeri ‘Buna sihir yapılmıştır’ diye cevap verdi. Birincisi yine ‘Ona kim sihir yapmıştır?’ dedi. Diğeri ‘Zuraykoğulları’ndan Yahudî Lebîd b. el-A`sam’ diye cevâb verdi. Sonra birincisi ‘Bu sihir neye yapılmıştır?’ diye sordu. Diğeri ‘Bir tarağa, saç döküntüsüne ve hurma çiçeğinin kurumuş erkek kapçığına yapılmıştır’ diye cevap verdi. Bunun üzerine birincisi ‘Bu sihir nerededir?’ dedi. İkincisi ‘Zû Ervân Kuyusu›nun içindedir’ dedi” Râvî dedi ki: Bunun üzerine Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem sahâbîlerinden bir kısım insanlarla birlikte kuyuya gitti. Ona baktı. Kuyunun üzerinde hurma ağacı vardı. Sonra Âişe radıyallahu anha’ya döndü de şöyle buyurdu: “Ey Âişe! Allah’a yemin ederim ki, kuyunun suyu kına suyu gibi kırmızımtırak, üzerindeki hurma ağacı ise şeytanların başları gibidır.” Ben “Ey Allah’ın Rasûlü! O büyü yapılan şeyi çıkarttın mı?” dedim. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem “Hayır, çıkartmadım. Benim açımdan, Allah bana afiyet ve şifâ verdi. Sihir yapılan malzemelere gelince, onları çıkarırsam insanlar arasında şerri yayacağımdan korktum” buyurdu. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem kuyunun doldurulup kapatılmasını emretti, kuyu da doldurulup kapatıldı.
En güvenilir hadis kitaplarında zikredilen bu ha-
Ebû Mûsâ el-Eş`arî radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Üç kimse cennete giremez: İçkiye müptela olan (içki içip alkolik olan), akrabalık bağını koparan ve sihre inanan.”
HAZİRAN 2017
Görüldüğü gibi hadisin bu rivayetinde Hz. Aişe radıyallahu anha, Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem büyülendiği zaman yaptığını sandığı, aslında yapmadığı şeyin ne olduğunu açıklamıştır. O da Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımlarına yaklaşmadığı (onlarla ilişkiye geçmediği) halde, onlara yaklaştığını zannetmesidir. Birinci rivayeti açıklayan bu ikinci rivayet gösteriyor ki, Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e yapılan büyü, sadece Onun belli bir süre hanımlarına yaklaşmasına engel olmuştur. Bugünkü ifadeyle Onu cinsel yönden bağlamıştır. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in inancını, düşüncelerini, aklını, kalbini ve diğer tavır ve hareketlerini asla etkilememiştir ve Onun masumiyetine gölge düşürmemiştir. Bu itibarla sahîh hadis kitaplarında zikredilen bu hadisi, Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in masumiyetine ters düştüğü gerekçesiyle reddetmenin tutarlı bir tarafı yoktur. Zeyd b. Erkam diyor ki: Yahudîlerden bir adam Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir yaptı. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem bundan dolayı birkaç gün rahatsız oldu. Bunun üzerine Ona Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: “Şüphesiz ki Yahudîlerden bir adam sana sihir yaptı. Sihir
14
malzemelerini birbirine bağlayarak filan kuyuya attı” Akabinden Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem birilerini gönderdi. Onu çıkardılar ve Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e getirdiler. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem ipten boşanmış gibi zinde bir şekilde ayağa kalktı. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem bu olayı ne o Yahudî’ye anlattı ne de onun yüzünü gördü. (6) Görüldüğü gibi bu hadisin bazı rivayetlerinde Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in, kendisine yapılan sihirde kullanılan malzemeleri kuyudan çıkarttırmadığı, diğer rivayetlerinde ise çıkarttığı zikredilmiştir. İmam Ahmed’in Müsnedi’nde Hz. Ali’ye emredip onları çıkarttırdığı beyan edilmiştir. (7) Bu iki rivayet şöyle bağdaştırılmıştır: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem onları çıkarttırdı. Ne olduklarını gördü. Sonra onları tekrar kuyuya attı. Tâ ki münafıklar onları görüp cesaret alarak, Müslümanlara aynı şeyi yapmasınlar. Sihrin gerçekten etkileyici olduğu ümmet arasında bilinen ve sahabîler, tabiîn, onlardan sonra gelen âlimler tarafından kabul edilen; az bir güruh hariç kimse tarafından reddedilmeyen bir meseledir. Nevevî, Kâdı `Iyâd’ın da konuyla ilgili olarak şunları söylediğini nakletmiştir: “Rasûlullâh’a sallallahu aleyhi ve sellem büyü yapıldığını beyan eden hadisin çeşitli rivayetleri Rasûlullâh’a sallallahu aleyhi ve sellem yapılan büyünün, Onun vücudunu, organlarının zahirini etkilediğini; Onun aklını, kalbini ve inancını asla etkilemediğini beyan etmişlerdir. Hadiste geçen ‘O hanımlarına yaklaşmadığı halde onlara yaklaştığını zannediyordu’ ifadesinden maksat şudur: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem kendinde her zaman hissettiği gücü ve alışageldiği âdeti üzere hanımlarına yaklaşacağını tahmin ediyordu. Fakat onların yanına varınca diğer insanlarda olduğu gibi büyü Onu bağlıyor ve onlarla ilişkiye giremiyordu. Bunda peygamberliğe şüphe sokacak ve sapıkların dil uzatmalarına vesile olacak hiçbir şey yoktur.” (8)
Sihir Yapanlara Gitmenin ve Onlara İnanmanın Hükmü Sihir yapanlara gitmek dînen haramdır. Bunlara inanmak, inananı günahkâr yapar. Hatta bazen de küfre düşürür. Aşağıda zikredeceğimiz naslar bunu ifade etmektedir. Ebû Mûsâ el-Eş`arî radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Üç kimse cennete giremez: İçkiye müptela olan (içki içip alkolik olan), akrabalık bağını koparan ve sihre inanan.” (9) Yani bunları yapan, tevbe etmeden ölürse evvelâ cehennemde yanmadan direkt cennete giremez. Ancak Allah’ın affetmesi müstesnadır. Ebû Sa`îd el-Hudrî radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Kendisinde beş şeyden biri olan cennete giremez: İçkiye müptela olan (içki içip alkolik olan), sihre inanan, akrabalık bağını koparan, kâhinlik yapan ve yaptığı iyiliği başa kakan.” (10)
1. Hanefiler’e göre: Eğer sihirbaz her dilediğini, şeytanların yapacaklarına inanırsa kâfir olur, yoksa olmaz.
Abdullah b. Mesûd radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Her kim sihir yapana veya kâhine yahut falcıya gider de onun söylediğine inanırsa şüphesiz ki o, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.” (11)
2. İmam Mâlik’e göre: Sihir yapan kâfirdir. Si-
Abdullâh b. Abbâs radıyallahu anh Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Sihir yapan ve yaptıran, kâhinlik yapan ve yaptıran, uğursuzluk yapan ve yaptıran bizden değildir.” (12)
şayan olan görüş sihirbazın sihri öğrenmesi ve
Sihir Yapanın Dinen Hükmü
ve sihirbaz hakkında dedi ki: Benim görüşüm
Bu konuyu iki meseleye ayırarak zikredeceğiz.
istenir. Çünkü bunlar tevbe etmeleri istenil-
Birinci Mesele: Mezhep âlimlerinin görüşleri
istenilmez, etse de kabul edilmez. 3. İmam Ahmed’den iki rivayet nakledilmiştir. Fakat bu mezhebin âlimlerine göre tercihe yapmasıyla kâfir olacağı ve öldürüleceği görüşüdür. İmam Ahmed’in kardeşinin oğlu Hanbel, Ondan şunları rivayet etmiştir: Amcam falcı, kâhin bunların bütün bu fiillerinden tevbe etmeleri mesi hususunda mürted gibidirler. Eğer tevbe eder ve yaptıklarından vazgeçerlerse serbest bırakılırlar. Hanbel diyor ki: Dedim ki: Tevbe etmezlerse öldürülürler mi? Dedi ki: Hayır, hapsedilirler. Umulur ki vazgeçerler. Dedim ki: Niçin öldürmüyorsun? Dedi ki: Namaz kılıyorsa umulur ki tevbe eder ve vazgeçer. (13)
15
RAMAZAN 1438
Mezhep âlimleri sihir yapanın kâfir mi veya günahkâr mı olacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:
hir yaptığından dolayı öldürülür. Tevbe etmesi
İkinci Mesele: Mezhep âlimlerinin delilleri 1. Sihir yapanın her halükarda kâfir olacağını
Abdullah b. Mesûd radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Her kim sihir yapana veya kâhine yahut falcıya gider de onun söylediğine inanırsa şüphesiz ki o, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.”
söyleyenler delil olarak şunları zikretmişlerdir: “Onlar (Yahudiler) şeytanların, Süleymân’ın mülkü hakkında (uydurup) okuduklarına tâbi oldular. Oysa Süleymân kâfir olmamıştı. Fakat o şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihri ve Bâbil’de, Harut ve Marut denen iki meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı. Hâlbuki bu ikisi: ‘Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız. Sakın kâfir olma’ demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı…” (15) Bu ayette “Süleymân kâfir olmadı” ifadesinden maksat “Süleymân sihir yaparak sihirbazlar
HAZİRAN 2017
gibi kâfir olmadı” demektir. Yine bu ayette “Biz Görüldüğü gibi bu rivayette İmam Ahmed’in bunları yapanları tekfir etmediği nakledilmiştir.
ancak bir fitneyiz. Sakın kâfir olma” ifadesin-
4. Şâfiilerde meşhur olan görüş, sihirbazın kâfir olmadığı, günahkâr olduğu görüşüdür. Yalnız küfrü gerektiren şeyler yaparsa kâfir olur.
rek kâfir olursun” demektir. Bu da sihir yapa-
İmam Nevevî diyor ki: Sihir, bazen küfür bazen de büyük günah olur. Eğer sihir yapan, küfrü gerektiren bir sözü söyler veya bir işi yaparsa kâfir olur. Yıldızlara ilgi gösterip onlara yaklaşmaya çalışması veya onların, dilediği her şeyi yapacaklarını sanması yahut sihir yapmanın helal olduğuna inanması bu kabildendir, bunlar onu kâfir ederler. Şayet küfrü gerektiren bir sözü söylemez veya herhangi bir ameli yapmazsa kâfir olmaz, fâsık olur. Eğer sihir yapan küfre düşerse, öldürülmesi gerekir. Yoksa ona tazir cezası uygulanır. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Çünkü Hz. Âişe radıyallahu anha’ya, ölmesinden sonra hür olacağına karar verdiği cariyesi sihir yapmış, Hz. Âişe radıyallahu anha onu öldürtmemiş, sahâbîlerin huzurunda başka birine satmıştır. Bu da sihirbazın küfrü icap ettiren bir şey yapmaması halinde kâfir olmayacağını ve öldürülemeyeceğini göstermektedir. (14)
16
den maksat “Sihri öğrenme! Yoksa onu öğrenenın kâfir olacağını gösterir. Diğer yandan Hz. Ali de sihir yapanın kâfir olduğunu söylemiştir. 2. Sihir yapanın küfrü gerektiren bir şeyi yapmaması halinde kâfir olmayacağını, günahkâr olacağını söyleyen âlimler ise delil olarak şunları zikretmişlerdir: a. Hz. Âişe radıyallahu anha’ya, ölmesinden sonra hür olacağına karar verdiği cariyesi sihir yapmış, Hz. Âişe radıyallahu anha onu öldürtmemiş, sahâbîlerin huzurunda başkasına satmıştır. (16) Eğer cariye sihir yapmasıyla kâfir olsaydı, onun öldürülmesi gerekirdi. Tekrar köle yapılmazdı. b. Sihir yapmak insanlara zarar vermektir. Diğer eziyetlerle kâfir olunmadığı gibi bununla da olunmaz. (17)
Sihir Yapanın Dünyadaki Cezası Sihir yapanın Müslüman veya gayrimüslim olması, bazı mezheplere göre uygulanacak cezanın farklı olmasını gerektirir. Bu nedenle bunlar ayrı ayrı zikredileceklerdir.
Birinci Mesele: Müslüman olduğu halde sihir yapanın cezası Buna verilecek ceza hakkında iki görüş vardır: 1. Cumhur ulemânın görüşü: Müslüman olduğu halde sihir yapanın cezası öldürülmesidir. Bu görüş Ömer b. el-Hattâb’dan, Osman b. Affân’dan, Abdullâh b. Ömer’den, Rasûlullâh’ın sallallahu aleyhi ve sellem hanımı Hafsâ’dan, Cundeb b. Abdillâh’tan, Cundeb b. Ka`ka`a’dan, Keys b. Sa`d’dan, Ömer b. Abdilazîz’den rivayet edilmiştir. İmam Mâlik de bu görüştedir. İmam Ebû Hanîfe ve Şâfi`î de sihirbazın, bazı hallerinde bu görüşü zikretmişlerdir. İmam Ahmed’in tercih ettiği görüş de budur. Bunların delilleri şunlardır: “Onlar (Yahudiler) şeytanların, Süleymân’ın mülkü hakkında (uydurup) okuduklarına tâbi oldular. Oysa Süleymân kâfir olmamıştı. Fakat o şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihri ve Bâbil’de, Harut ve Marut denen iki meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı. Hâlbuki bu ikisi: ‘Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız. Sakın kâfir olma’ demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı…” (18)
bazı zatlara göre bu hadisle amel edilir. Mâlik b. Enes de bu görüştedir. Şâfi`î ise şöyle demiştir: Eğer sihirbaz, yaptığı sihirle küfre düşerse öldürülür. Bundan daha az bir şey yaparsa biz onun öldürülmesi kanaatinde değiliz. (20) Becâle b. `Abde diyor ki: Ben, Ahnef b. Kays’ın amcası Cez’ b. Mu`âviye’ nin kâtibi idim. (Ona) ölümünden bir yıl önce, Hz. Ömer’in bir mektubu geldi. (Bu mektupta) “Her sihirbazı öldürünüz, mecusilerden kendisine haram kılınmış olan birisiyle evlenmiş olan her çifti birbirinden ayırınız ve onların, (yemeğe başlarken) ağızlarını kapatıp burunlarından ses çıkararak mırıldanmalarını men ediniz” (diye yazılıydı.) Bunun üzerine biz, bir günde üç sihirbaz öldürdük ve mecusîlerden Allah’ın Kitabı’na göre kendisine haram olanlarla evli olan her erkeği (eşinden) ayırdık… (21) Muhammed b. Abdirrahmân b. Sa`d b. Zurâre’nin rivayet ettiğine göre, ona şu hadis ulaşmış: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımı Hafsâ, ona sihir yapan cariyesini öldürtmüştür. Hafsa, ölümünden sonra bu cariyenin hür olmasını söylemişti. Fakat o sihir yapınca emretti ve onu öldürttü. (22) Aşağıdaki şu rivayet bu hadisteki kıssayı zikretmektedir.
Tirmizî bu hadisi rivayet ettikten sonra şunları söylemiştir: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbîlerinden ve diğerlerinden ilim sahibi
Ebû Osman en-Nehdî, Cündeb el-Becelî’nin, Velîd b. `Ukbe’nin yanında bulunan bir sihirbazı öldürdüğünü ve şu ayeti okuduğunu rivayet
Bu ayetin zahiri, sihir yapanın kâfir olacağını ifade etmektedir. Küfür ise öldürmeyi gerektirir. Nitekim dinden dönen böyledir. Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’den de şu hadisler rivayet edilmiştir:
17
RAMAZAN 1438
Cundeb diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Sihir yapanın cezası, (boynunun) kılıçla vurulmasıdır.” (19)
Nâfi`, Abdullâh b. Ömer radıyallahu anh’den şunu rivayet etmiştir: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımı Hafsa’nın câriyesi ona sihir yaptı ve bunu yaptığını itiraf etti. Hafsa, Abdurrahmân b. Zeyd’e onu öldürmesini emretti, o da onu öldürdü. Hz. Osman radıyallahu anh, kendisinin haberi olmadan Hafsâ’nın bunu yapmasına karşı çıktı. Abdullâh b. Ömer radıyallahu anh, Osman radıyallahu anh’a gitti ve şöyle dedi: O cariye Hafsâ’ya sihir yaptı ve bunu itiraf etti. Osman’ın karşı çıkması, Hafsa’nın bunu, yöneticinin izni olmadan yapmasındandı. (23)
Cundeb diyor ki: Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Sihir yapanın cezası, (boynunun) kılıçla vurulmasıdır.”
etmiştir: (24) “Siz görüp dururken sihir mi yapıyorsunuz?” (25) Ali b. Zeyd, Hasan’ın şunu söylediğini rivayet etmiştir: Osman b. Ebi’l-`Âs, Kilâb b. Umeyye’ye uğradı. O zaman Kilâb, Basra’nın haracını toplama heyetinin başkanı idi. Osman Ona dedi ki: Seni burada oturtan nedir? O da dedi ki: Şu Ziyâd b. Ebîhi beni buraya vazifelendirdi. Osman Ona dedi ki: Ben Rasûlullâh’tan sallallahu aleyhi ve sellem duyduğum bir hadisi sana anlatayım mı? O da evet, dedi. Bunun üzerine Osman dedi ki: Ben Rasûlullâh’ın sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ın peygamberi Dâvûd’un -aleyhisselâm- geceleyin belli bir saati vardı. O saatte ailesini uyandırır, onlara şöyle derdi: Ey Dâvûd Ailesi! Kalkıp namaz kılın. Çünkü bu öyle bir saattir ki, Allah bunda yapılan duayı kabul eder. Ancak sihir yapanın ve (haksız yere) haraç toplayanın ki hariç…” Bunun üzerine Kilâb b. Umeyye gemisine bindi. Ziyâd’a geldi ve o vazifeden alınmasını istedi. Ziyâd da Onu o vazifeden aldı. (26)
HAZİRAN 2017
Hadiste sihir yapanın geceleyin yapacağı münacatın dahi reddedileceği vurgulanmıştır. 2. Şâfii Mezhebi’nin görüşü: Bu mezhepte meşhur olan görüş, sihir yapanın kâfir olmayacağı, bu itibarla öldürülemeyeceği görüşüdür.
18
Ancak sihir yaparak kasten birini öldürdüğünü ve yaptığı sihrin öldürücü olduğunu itiraf ederse bu takdirde kısas yapılarak öldürülür. Eğer yaptığı sihrin öldürmesinin muhtemel olduğunu söylerse öldürülmez. Fakat bizzat kendi malından ölenin diyetini öder. Nevevî diyor ki: Bize göre sihir yapan öldürülmez. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Bizim mezhebin âlimleri demişlerdir ki: Eğer sihir yapan sihri ile birini öldürürse ve sihrinin çoğu kez öldürücü olduğunu itiraf ederse, ona kısas yapılması gerekir. Eğer derse ki: “O benim yaptığım sihirden dolayı öldü ama benim sihrim bazen öldürür, bazen öldürmez”, bu durumda ona kısas gerekmez fakat bizzat kendi malından diyetini öder, akrabaları bir şey ödemezler. Bizim mezhebin âlimleri dediler ki: Sihrin öldürdüğü, şahitlerle tespit edilemez. Sihir yapanın itirafı ile tespit edilir. Bu görüş İmam Ahmed’den nakledilen rivayetlerden biridir. Münzirî de bu görüştedir. (27) Bunların delilleri şunlardır: `Amra, Hz. Âişe radıyallahu anha’den şunu nakletmiştir: Bir zaman Hz. Âişe radıyallahu anha hastalanmış, kardeşinin oğullarından bazıları onun hastalandığını Zudlular’dan (28) birine anlatmıştır. Bu adam onlara şunu söylemiştir: “Herhalde sizler kendisine sihir yapılan bir hanımdan bahsediyorsunuz. Ona cariyesi sihir yapmış. Şu anda câriyenin kucağında, üzerine sidik işeyen bir çocuk var.” Kardeşinin çocukları bunları Âişe radıyallahu anha’ya anlattılar. Bunun üzerine Âişe radıyallahu anha filan câriyeyi bana çağırın, dedi. Dediler ki: Onun kucağında filan çocuk var. O onun kucağında üzerine sidik işemiş. Hz. Âişe radıyallahu anha dedi ki: Onu bana getir. Cariye getirildi. Hz. Âişe radıyallahu anha ona: Bana büyü yaptın mı, dedi. Cariye evet, dedi. Âişe radıyallahu anha: Niçin yaptın, dedi. Câriye: Azat olmak istedim, dedi. Hz. Âişe radıyallahu anha, ölmesinden sonra bu cariyenin azat olacağını bildirmişti. Bunun üzerine Hz. Âişe radıyallahu anha dedi ki:
Allah’a ahd ediyorum ki, sen ebediyyen azat edilemeyeceksin. Sizler Araplar’dan, sahip olduğu kölelere en kötü davranan birini bulun ve bunu ona satın. Hz. Âişe radıyallahu anha bu cariyeden aldığı para ile başka bir cariye aldı ve onu azat etti. (29) Bu olayda Hz. Âişe radıyallahu anha’nin, kendisine büyü yapan cariyeyi öldürtmediği beyan edilmiştir. Eğer sihir yapanın öldürülmesi gerekli olsaydı, bunu satmak caiz olmazdı. Diğer sahabîler buna karşı çıkarlardı. Sa`îd b. el-Museyyeb diyor ki: Bir kadın Hz. Âişe radıyallahu anha’nin yanına geldi ve ona dedi ki: Devemi bağlamamın bir sakıncası var mı? Hz. Âişe radıyallahu anha dedi ki: Deveni bağla. Kadın: Bana karşı kocamı bağlayabilir miyim, dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe radıyallahu anha: Bu sihirbaz kadını benim yanımdan çıkartın, dedi. Orada bulunanlar da onu çıkarttılar. (30) Bu olayda da sihirbaz öldürülmemiştir. Hz. Osman radıyallahu anh diyor ki: Ben Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Bir Müslümanın kanı helal olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yapanın kanı helal olur: Müslüman olduktan sonra kâfir olan, evlenmiş olduğu halde zina eden ve birini öldürmeyeni öldüren.” (31) Bu hadis-i şerîfin aynısı Abdullâh b. Mes`ûd radıyallahu anh’dan (32) ve Hz. Âişe radıyallahu anha’den (33) de rivayet edilmiştir. Sihir yapandan bu amellerin herhangi biri meydana gelmemiştir. O halde kanı helal olmaz. (34)
İkinci Mesele: Gayrimüslim olan sihirbazın cezası Eğer sihir yapan Müslüman olmaz, ehl-i kitap veya putperest biri olursa bunun cezası hakkında iki görüş vardır:
b. İbni Şihâb ez-Zuhrî’ye Müslümanlarla muahedeli olan ehl-i kitaptan biri sihir yaparsa öldürülür mü, diye sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: Bize ulaştığına göre Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e böyle biri bunu yapmış, o bunu yapanı öldürmemiştir. Bunu yapan ehl-i kitaptan biriydi. (36) c. Diğer yandan, Allah’a ortak koşmak sihirden daha beterdir. Onunla öldürülmediği gibi sihirle de öldürülemez. d. Sihir yapanın öldürüleceğini beyan eden haberler, Müslüman iken sihir yapanlar hakkındadır. Zira bu mürted olur, ölümü hak eder. Diğeri ise aslen kâfirdir. 2. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise, gayrimüslim olan biri sihir yaparsa öldürülmeyi hak ettiği takdirde o da öldürülür. Zira sihir yapanın öldürülmesini beyan eden naslar umumîdir, tahsîs edilemez (geneldir, özelleştirilemez). Diğer yandan sihir yapmak bir cinayettir. Bunu yapmak
19
RAMAZAN 1438
1. İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Şâfi`î’ye göre bu kişi büyüsüyle birini öldürürse, kısas olarak öldürülür. Yoksa öldürülmez. Bunların delilleri şunlardır:
a. Yahudî Lebîd b. el-A`sam, Rasûlullâh’a sallallahu aleyhi ve sellem büyü yapmış, Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem onu öldürmemiştir. (35)
Diğer yandan sihir şirkten daha büyük değildir. Şirke sürüklenene tevbe ettirildiği gibi, sihir yapana da ettirilir.
Sa`d b. Ebî Vakkâs diyor ki: Ben Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kim sabahladığında acve hurmasından yedi adet yerse o gün ona ne zehir zarar verir ne de sihir.”
bir Müslümanın öldürülmesini gerektirdiği gibi, muahedeli zımmînin de öldürülmesini gerektirir. Bu, birini haksız yere öldürmeye benzer. Tercihe şayan olan birinci görüştür. Zira Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e büyü yapan Yahudînin öldürülmemesi bunu ifade etmektedir.
Sihir Yapanın Tevbe Ettirilmesi Sihir yapanın, yaptığı sihirden dolayı tevbe etmesi, bir daha yapmayacağına dair söz vermesi kendisinden talep edilip edilmeyeceği hakkında iki görüş vardır:
HAZİRAN 2017
1. İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Ahmed’den bir rivayete göre sihir yapan tevbe ettirilmez. Sahâbîlerden nakledilen davranış da bunu göstermektedir. Onlardan herhangi birinin sihir yapanı tevbe ettirdiğine dair hiçbir rivayet yoktur. 2. İmam Şâfi`î’ye ve İmam Ahmed’den nakledilen ikinci rivayete göre ise sihir yapan tevbe ettirilir. Eğer tevbe ederse tevbesi geçerli sayılır. Zira Firavun’un sihirbazları tevbe etmişler ve tevbeleri kabul edilmiştir. Bu da sihrin, tevbenin kabulüne engel olmayacağını göstermektedir.
20
Ayrıca sihir yapan aslında kâfir olsa, sonra Müslüman olup tevbe etse, tevbesi kabul edilir. Müslüman iken sihir yapanınki daha evlâ kabul edilmelidir. Şuna dikkat etmek gerekir ki, sihir yapanın tevbesinin kabul edilip veya edilemeyeceği tartışması ona dünyada uygulanacak olan cezanın düşüp veya düşmemesiyle ilgilidir. Allah katında tevbesinin kabul edileceğini veya edilmeyeceğini O bilir. Kullarına karşı tevbe etme kapısı, boğaza, can verme hırıltısı düşünceye kadar açıktır. Allahım! Sen bizi samimî tevbe edenlerden eyle.
Sihri Bozdurmanın Hükmü ve Yolu Sihirbazlara gidilerek sihri bozmaları talep edilebilir mi, yoksa edilemez mi, meselesinde de iki görüş vardır. 1. Bazı âlimlere göre Kur’ân okuyarak veya Allah’a dua ederek yahut mahzurlu olmayan sözler söyleyerek büyüyü bozmak caizdir. Bu hususta İmam Buhârî şunları zikretmiştir: “Sa`îd b. el-Museyyeb bunu caiz görmüştür. Katâde şöyle demiştir: Ben Sa`îd b. el-Museyyeb’e dedim ki: Bir adama büyü yapılmış olursa veya hanımına karşı bağlanmış olursa onun sihri bozulur mu veya bağlanması çözülür mü? O da dedi ki: Bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü bu ona faydalı olan bir şeydir. Faydalı olan şey yasaklanmamıştır.” (37) Âmir eş-Şa`bî şöyle demiştir: Araplar’ın, hazırlandığında zarar vermeyen çözümü ile büyüyü çözmenin bir mahzuru yoktur. Araplar’ın çözümü şudur: İnsan dikenli çöl ağaçlarının bulundukları yere gider. Sağında ve solunda olan meyvelerin hepsinden alır. Onu ezer. Üzerine okur. Sonra onunla yıkanır, banyo eder. (38)
Vehb b. Munebbih’in kitaplarında şu yazılıdır: Sihri çözmek isteyen sedir ağacının yeşil yapraklarından yedi yaprak alsın. Onları iki taşın arasında ezsin. Sonra onu suya katsın. Üzerine ayetu’l-kursîyi ve “kul” ile başlayan sûreleri (39) okusun, sonra ondan üç yudum içsin ve onunla yıkansın. Allah’ın izniyle bu ondaki her şeyi giderir. Bu tedavi, hanımına karşı bağlanan için de iyidir. (40) Sa`d b. Ebî Vakkâs diyor ki: Ben Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kim sabahladığında acve hurmasından yedi adet yerse o gün ona ne zehir zarar verir ne de sihir.” (41) 2. Diğer bir kısım âlimler büyüyü bozdurmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Hammâm b. Munebbih diyor ki: Câbir b. Abdillâh’tan büyüyü çözme soruldu. O da: Bu şeytanın amelidir, dedi. (42) İbni Kudâme diyor ki: Ahmed b. Hanbel, büyünün herhangi bir büyü ile çözülmesi hususunda fikir beyan etmedi. Esrem şöyle demiştir: Ebû Abdillâh’a (Ahmed b. Hanbel’e) bir adamın büyüyü bozduğunu zannettiği soruldu. O da dedi ki: Bazı insanlar buna ruhsat vermişlerdir. Yine Ona denildi ki: O kişi tencereye su koyuyor ve onda kayboluyor. Şunu ve şunu yapıyor. İmam Ahmed bunu kabullenmediğini ifade ederek ellerini silkeledi ve şöyle dedi: Ben bunun ne olduğunu bilmiyorum. Yine İmam Ahmed’e denildi ki: Ne dersin? Böyle bir şey yapmak sihri bozar mı? Dedi ki: Ben bunun ne olduğunu bilmiyorum.
Rabbimiz bizleri sihrin ve sihirbazların şerrinden muhafaza etsin. Sihrin kendilerine isabet ettiği kardeşlerimize de bir an önce acil şifalar versin. Bu işe yönelen kimselere de yaptıkları bu günah ve haram olan fiillerden derhal vazgeçmelerini nasip edip kolaylaştırsın. Bizleri saadet yurdu olan cennetlerde nebiler, rasûller, şehidler, sıddıklar ve salihlerle birlikte eylesin. ALLAHUMME AMİN. Selâm ve Dua ile.
-------------------------
1. Bakara, 102. 2. A`râf, 116. 3. Felak, 4. 4. Buhârî, Tıbb, bab: 50 (Metin bu bölüme aittir); bab: 49; Bed’u’l-Halk, bab: 11; De`avât, bab: 57; Müslim, Selâm, bab: 43, hn: 2189; İbni Mâce, Tıbb, bab: 45, hn: 3545; Müsned, İmam Ahmed, VI, 57, 63, 96. 5. Buhârî, Tıbb, bab: 49; Edeb, bab: 56; Müsned, İmam Ahmed, VI, 63. 6. Nesâî, Tahrîmu’d-Dem, bab: 20; Müsned, İmam Ahmed, IV, 367. 7. Bkz. Müsned, İmam Ahmed, IV, 367. 8. Müslim, Şerh-i Nevevî, XIV, 175. 9. Müsned, İmam Ahmed, IV, 399; Sahîh-i İbni Hibbân, VII, 366, hn: 5322 (Bu hadisi Hâkim de Müstedrek’inde rivayet etmiş ve Sahîh olduğunu söylemiştir. Zehebî de Ona katılmıştır) 10. Müsned, İmam Ahmed, III, 14. (Bu hadisin ravileri içinde `Atıyye el-Avfî bulunmaktadır. Bu, hakkında tartışma olan biridir. Ancak bundan önceki Ebû Mûsâ’dan rivayet edilen hadis bunu desteklemektedir) 11. Beyhâkî, Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 233, hn: 16497; Taberânî, Mu`cemu’l-Kebîr, X, 76, hn: 10005; Taberânî, Mu`cemu’l-Evsat, II, 131, hn: 1476. 12. Taberânî, Mu`cemu’l-Evsat, IV, 490, hn: 4262. Heysemî, hadisin ravilerinden Zum`a b. Sâlih’in zayıf olduğunu söylemiştir. (Bkz. Mecma`u’z-Zevâid, V, 117) 13. Bkz. el-Muğnî, İbni Kudâme, VIII, 151-155. 14. Bkz. Nevevî’nin Müslim Şerhi, XIV, 176, 2189 numaralı hadisin izahı. 15. Bakara, 102. 16. Müsned, İmam Ahmed, VI, 40 (Heysemî bu hadisi Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiğini, ravilerinin sahîh hadis kitabının ravileri olduğunu söylemiştir Bkz. Mec-
21
RAMAZAN 1438
İbni Kudâme devamla diyor ki: Muhammed b. Sîrîn’den, sihirbazların kendisine işkence ettikleri bir kadın soruldu. Orada bulunan bir adam: Ben o kadının üzerine çizgiler çizeyim. Çizgilerin birleştiği yere bıçak sokayım ve Kur’ân okuyayım, dedi. Muhammed b. Sîrîn dedi ki: Kur’ân’ın her halükarda okunmasında bir sakınca olacağını sanmıyorum. Fakat çizgilerin ve bıçağın ne olduğunu bilmiyorum.
İbni Kudâme diyor ki: Bunların bu sözleri gösteriyor ki, dualar okuyarak afsunlama yapanlar, sihirbazlara dâhil değillerdir. Zaten bunlara “sihirbaz” denilmez. Bunlar insanlar için faydalı olurlar, zararlı değillerdir. (43)
HAZİRAN 2017
ma`u’z-Zevâid, IV, 249.) 17. Bkz. el-Muğnî, İbni Kudâme, VIII, 152. 18. Bakara, 102. 19. Tirmizî, Hudûd, bab: 27, hn: 1460; Beyhakî, Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 234, hn: 16500; Hâkim, Müstedrek, IV, 360. (Bu hadisi Dârekutnî de rivayet etmiştir) Tirmizî diyor ki: Eğer hadisin ravilerinden İsmâîl b. Müslim, el-Mekkî ise bu, hadiste zayıf görülen biridir. Şayet İsmâîl b. Müslim, el-`Abdî el-Basrî ise Vekî` bunun güvenilen biri olduğunu söylemiştir. Bu hadis Hasan’dan da rivayet edilmiştir. Sahîh olan Cundeb’den mevkûf olarak rivayet edilendir. 20. Bkz. Tirmizî, Hudûd, bab: 27, hn: 146. 21. Ebû Dâvûd, İmâre, bab: 31, hn: 3043; Müsned, İmam Ahmed, I, 190, 191; Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 234, hn: 16498. 22. Muvatta’, İmam Mâlik, `Ukûl, bab: 14. 23. Taberânî, Mu`cemu’l-Kebîr, XXIII, 187, hn: 303; Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 234, hn: 16499. 24. Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 234, hn: 16501. 25. Enbiyâ’, 3. 26. Müsned, İmam Ahmed, IV, 22, 218. 27. Nevevî, Müslim Şerhi, XIV, 176. 28. “zud” Hintçe “jut”un Arapçalaştırılmasıdır. Bu isim Hindistan’ın (Pakistan’ın) Sind Eyaleti’nde yaşayan insanların ırk ismidir. Bunların bazıları zaman zaman Arap âlemine göç edip orada yerleşmişlerdir. Özellikle Basra’ya çokça yerleşmişlerdir. (Bkz. Lisânu’l-`Arab, VII, 308) 29. Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 236, hn: 16506. 30. Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 237, hn: 16507. 31. Nesâî, Tahrîmu’d-Dem, bab: 8, hn: 4023; İbni Mâce, Hudûd, bab: 1, hn: 2833; Müsned, İmam Ahmed, I, 61, 63, 65, 70, 163. 32. Bkz. Buhârî, Diyet, bab: 6; Müslim, Kasâme, bab: 25-26, hn: 1676; Müsned, İmam Ahmed, I, 382, 428, 444, 465. 33. Bkz. Ebû Dâvûd, Hudûd, bab: 1, hn: 4353; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem, bab: 5, hn: 4022; Müsned, İmam Ahmed, VI, 181, 214. 34. Bu konuda şu hâdise de nakledilmiştir. Çok garip bir olay olduğundan metinde değil, dipnotta zikredilmesi uygun görülmüştür. Hz. Âişe şöyle demiştir: Dumetu’l-Cendel halkından bir kadın bana geldi. Rasûlullâh’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) arıyordu. Ona içine sürüklendiği fakat yapmadığı sihri sormak istiyordu. Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) yeni vefat etmişti. Hz. Âişe, bacısının oğlu `Urve’ye şunları anlattı: Yeğenim! O Rasûlullâh’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) bulamayınca ağlıyordu. Kadın benim kendisine merhamet etmem için ağlıyor ve şöyle diyordu: Ben helak olduğumdan korkuyorum. Benim kocam vardı, kayboldu. Bana bir ihtiyar kadın geldi. Ben de ona kocamı şikâyet ettim. Kadın bana şunu söyledi: Benim dediğimi yaparsan kocanı getiririm. Gece olunca kadın bana iki siyah köpek getirdi. Birine ben bindim, diğerine de o bindi. Çok zaman geçmeden Babil’e (Irak’a) vardık. Bir de ne göreyim! Ayaklarından asılı olan iki adam! Onlar bana: Niçin buraya geldin, dediler. Dedim ki: Sihri öğrenmek için geldim. Dediler ki: Biz ancak bir fitneyiz. Kâfir olma! Dön git! Ben direttim ve dedim ki: Hayır! Onlar dediler ki: O halde şu tandıra git.
22
Oraya idrarını işe. Ben oraya gittim fakat korktum. Bir şey yapmadan onlara döndüm. Onlar yaptın mı, dediler. Ben evet, dedim. Bir şey gördün mü, dediler. Ben hayır, dedim. Onlar: Sen yapmamışsın. Memleketine dön! Kâfir olma, dediler. Ben şüphe içinde kaldım ve direttim. Onlar o halde, git o tandıra sidik işe sonra gel, dediler. Ben gittim. Tüylerim ürperdi, korktum. Sonra onlara tekrar döndüm ve dedim ki: Yaptım. Dediler ki: Ne gördün? Dedim ki: Bir şey görmedim. Dediler ki: Sen yalan söylüyorsun, yapmamışsın. Haydi, sen memleketine dön, kâfir olma. Çünkü sen henüz işin başındasın. Ben şüpheye düştüm, yine de ısrar ettim. Bu defa da onlar: O halde o tandıra git ve oraya idrar et, dediler. Bu defa ben gittim ve tandıra işedim. Sonra ben gördüm ki, yüzünde demir maske olan bir süvari benden çıkıp göğe doğru gitti ve kayboldu. Onu göremez oldum. Ben onlara geldim, onu yaptım, dedim. Onlar: Ne gördün, dediler. Ben dedim ki: Benden yüzü demir maskeli bir süvarinin çıkıp semaya doğru gittiğini, ortadan kaybolduğunu, bir daha göremez olduğumu gördüm. Bunun üzerine onlar: Şimdi doğru söyledin. O giden senin imanındı. Senden çıktı, haydi git, dediler. Ben o ihtiyar kadına dedim ki: Vallahi ben bir şey bilemedim. O da bana bir şey söylemedi. Kadın dedi ki: Evet! Evet! Ne istersen o olur. Bu buğdayı al. Onu ek de gör. Ben onu ektim. Sonra “yerden ekin olarak çık” dedim. Hemen çıktı. “biçil” dedim, biçildi; “sürül” dedim, sürüldü; “kuru” dedim, kurudu; “öğütül” dedim öğütüldü; “ekmek ol” dedim, ekmek oldu. Ben her istediğimin yapıldığını görünce pişman oldum, üzüldüm. Ey mü’minlerin annesi! Allah’a yemin olsun ki ben hiçbir şey yapmadım ve yapmam. Bu kadın, durumunu, o zaman çokça bulunan Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabîlerine sordu. Onlar ne söyleyeceklerini bilemediler. Hepsi de bilmedikleri şey hakkında fetva vermekten çekindiler ve korktular. Sadece Abdullâh b. Abbâs veya Onun yanında bulunan bazıları şunu söylediler: Keşke anan, baban veya biri sağ olsaydı. Urve’nin oğlu Hişâm şöyle demiştir: Bu kadın bugün bize gelseydi, ona garantili fetva verirdik. Sahabîler takva kimselerdi. Allah’tan korkarlardı. Kendilerini zorlamadan ve Allah’a karşı cüretkâr olmadan uzaklardı. Bu kadın bugün gelecek olsaydı, ahmakların hemen cevap verdiklerini ve bilgisizce kendilerini zorladıklarını görürdü. (Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, VIII, 235-236, hn: 16505) 35. Bkz. Buhârî, Tıbb, bab: 50; Bed’u’l-Halk, bab: 11; De`avât, bab: 57; Edeb, bab: 56; Müslim, Selâm, bab: 43, hn: 2189 ve diğer kaynaklar. 36. Buhârî, Cizye, bab: 14. 37. Buhârî, Tıbb, bab: 49. 38. Mûsânnefu Abdirrazzâk, XI, 13, hn: 19763; `Umdetu’l-Kârî, XXI, 284. 39. Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs sureleri 40. Mûsânnefu Abdirrazzâk, XI, 13, hn: 19763; `Umdetu’l-Kârî, XXI, 284; Kurtubî Tefsîri, II, 49. 41. Buhârî, Tıbb, bab: 52, 56; Et`ime, bab: 43; Müslim, Eşribe, bab: 154-155, hn: 2047; Ebû Dâvûd, Tıbb, bab: 12, hn: 3876; Müsned, İmam Ahmed, I, 181. 42. Mûsânnefu Abdirrazzâk, XI, 13, hn: 19762. 43. el-Muğnî, İbni Kudâme, VIII, 154-155.
| Kapak Dosya
M. Sadıkı Türkmen |
H
amd âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selâm Rasûlullah’a, onun
lukla beraber kolaylık takdir edildiği gibi nefis terbiyesi ile beraber de Allah’a bağlı kalp
ailesine ve ashabına olsun.
hâsıl olur.
İslâm’ın en büyük gayesi insanın dünya ve ahi-
Ancak Müslümanın ahiretini imar etmesinin
rette saadete ulaşmasıdır. Allahu Teâlâ’nın re-
yolu, sadece hayırlı ameller işlemekle meydana
suller göndermesi bu gayeyi gerçekleştirmek
gelmez. Bu çok büyük bir etken olmakla beraber
için vesileler yaratması sebebiyledir. Ahirette
Müslüman ahiretini kurtaracak, orada hüsrana
selamete ermek, selim kalp ile ahirete ulaşmaya bağlıdır. Selim kalp dünyada Allah’ı zikredip O’nun zikri ile mutmain olan kalptir.
sebep olacak davranışlardan da uzak durmalıdır. Cabir radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Zulümden sakının. Çünkü zulüm kıya-
mücadeleler ve yorgunluklar gerektirir. Zor-
met günü karanlıklar meydana getirir…” (1)
23
RAMAZAN 1438
Selim kalbe ulaşmak; uğrunda büyük çabalar,
Zulüm sadece ahireti karartmakla kalmaz. Dünya hayatında da sahibini kuşatır. Zalim insan yaptıklarından dolayı sürekli endişe içindedir. Onun durumu yeryüzünde karar kılamayan, temeli sağlam olmayan, çekilmekle hemen kökü sökülecek bitki gibidir.
Zulüm sadece ahireti karartmakla kalmaz. Dünya hayatında da sahibini kuşatır. Zalim insan yaptıklarından dolayı sürekli endişe içindedir. Onun durumu yeryüzünde karar kılamayan, temeli sağlam olmayan, çekilmekle hemen kökü sökülecek bitki gibidir.
HAZİRAN 2017
Zulümât ile nurun savaşı ilk insana kadar dayanır. Allahu Teâlâ’nın meleklere Âdem’e secde etme emrine isyanı nasıl zulümse, hakkı ehline ve yerine teslim etmeyen her davranış ta zulümdür. Bu, bazen ganimetten mal çalmak, bazen bir Müslümanın hakkını gasp etmek, bazen eliyle ve diliyle Müslümana zulmetmek, bazen sâlih ameline güvenerek ihlasını zedelemek şeklinde tezahür edebilir. Şüphesiz ki Kur’an-ı Kerim’in bize arz ettiği zulüm örnekleri arasında en dikkat çekenlerinden biri Âdem aleyhisselâm’ın iki oğlu arasında cereyan eden hadisedir. Bir tarafta Allah Teâlâ’yı mutmain bir kalp ile razı etmiş O’nun hoşnutluğunu kazanmış selim kalp sahibi bir mümin, diğer tarafta amellerinin makbul olmadığını henüz dünya hayatında öğrenen, bu
24
durumdan dolayı kalbi kararan ve zulmün esiri olmuş bir zalim. Kendi elleriyle takdim ettiği amel makbul olmayınca suçu başkasına atarak kendisini temize çıkarmaya çalışması, tüm nasihatlere rağmen şeytanın kendisine süslü gösterdiği yola meylederek öz kardeşini öldürecek kadar gözlerin perdelenmesi ve korkunç âkibet: “Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin nefsi ona, kardeşini öldürmeyi süslü gösterdi ve o da onu öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.” (Maide, 30) Ya niçin öldürüldüğünü dahi bilmeyen kız çocuklarına ne demeli? Cahiliye döneminin karanlık zihniyetinin cahiliye ehline dayattığı “kız çocuğuna baba olma utancına” ne demeli. Henüz kendisini karşıdaki muhatabına izah dahi edemeyecek yaşta diri diri toprağa gömülen, kendisiyle birlikte tüm insanlığın toprağa gömüldüğü kız çocuğuna; “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman.” (Tekvir, 8-9) Günümüz cahiliyesi ise henüz anne rahminde olan cenine kastetmiş ve insan öldürmeyi daha dünyaya gelmeden önce gerçekleştirmiştir. Oysa cenine dört ayı geçtikten sonra ruh üfürülür ve o artık bir insan olarak kabul edilir. İslâm âlimleri ittifakla ruh üfürülen ceninin öldürülmesini haram olarak görmüşlerdir. Anne rahminde çocuk düştüğü andan itibaren çocuk düşürmek yine âlimlerin çoğunluğuna göre haramdır. Her ne kadar bazı görüş sahipleri bunun azil olduğunu iddia etmişlerse de ekseriyetle bu görüş kabul görmemiştir. İnsanların elleriyle dünyayı saran zulmü ortadan kaldırmaya çalışan peygamberlerin ve davetçilerin öldürülmesi ise zulmün en iğrenç yüzünü ortaya koymaktadır. Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Helak edici yedi şeyden kaçının.” “Onlar nedir ya Rasûlallah”, denilince şöyle dedi: “Allah’a şirk
koşmak, sihir, Allah’ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, iffetli, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina iftirası atmak.” (2) Abdullah bin Amr bin As radıyalahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’a, tüm dünyanın yok olması, Müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafif gelir.” (3) İslâm nazarında haksız yere insan öldürmek sadece Müslümana karşı değil tüm insanlara yönelik bir suç olarak telakki edilmiştir. Kur’an-ı Kerim bu meseleyi şöyle ele almıştır: “Bundan dolayı İsrail oğullarına yazdık ki: Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın öldürecek olursa şüphesiz ki o bütün insanları öldürmüş gibi olur, kimde birinin yaşamasına sebep olursa şüphesiz ki o bütün insanları diriltmiş gibidir.” (Maide, 32) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gerek kendi yapmış olduğu savaşlarda gerekse göndermiş olduğu ordularında masum insanların canlarını ve mallarını güvence altına almış onlara zarar verilmesini yasaklamıştır. Haksız yere insan öldürmenin hükmü: Haksız yere bir nefsi öldürmek, Allah’ın haram kıldığı büyük günahlardandır. Bunun sebebi, Allah’ın yarattıklarına ve topluma karşı haddi aşma ve insanın en fazla korumakla mükellef olduğu temel esaslardan biri olan hayata kastetmektir. İslâm haklı öldürmeyi şer’an izin verilen alanlara has kılmıştır. Bunlardan en önemlileri şunlardır; Müslümanlara karşı savaşan harp ehli, mürted, evli olduğu halde zina eden kadın ve erkek, yol kesen eşkıya, haksız yere birini öldürene kısas yapmak, Müslümanlara karşı isyan edip silaha sarılan isyancılar.
lem şöyle buyurmuştur: “Kim kılıcını çekip sonra
kınına koyarsa kanı hederdir.” (4) Abdullah bin Mesud’tan radıyallahu anh rivayet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka ilah olmadığına, benimde Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet eden bir Müslüman kişinin kanı ancak şu üç şeyden biriyle helal olur; evli olduğu halde zina eden kişi, nefse karşı nefisle kısas, dinini terk edip (İslâm) cemaatini terk etmek.” (5) Allahu Teâlâ bizi dünya ve ahiret zülümatından muhafaza eylesin.
------------------------1. Müslim, 2578 2. Buhari, 2767, Müslim 89 3. Tirmizi, 1395 4. Nesai, 4099 5. Buhari, 6878, Müslim, 1676
25
RAMAZAN 1438
Abdullah bin Zübeyr’den radıyallahu anh rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-
Günümüz cahiliyesi ise henüz anne rahminde olan cenine kastetmiş ve insan öldürmeyi daha dünyaya gelmeden önce gerçekleştirmiştir. Oysa cenine dört ayı geçtikten sonra ruh üfürülür ve o artık bir insan olarak kabul edilir. İslâm âlimleri ittifakla ruh üfürülen ceninin öldürülmesini haram olarak görmüşlerdir. Anne rahminde çocuk düştüğü andan itibaren çocuk düşürmek yine âlimlerin çoğunluğuna göre haramdır.
| Kapak Dosya
| Muaz Akgün
CENNET YOLUNDA GERİ ADIM:
SAVAŞTAN KAÇMA
“Ey iman edenler! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu halde karşılaştığınızda onlara arkanızı dönmeyin. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah’tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!” (Enfal, 15-16)
HAZİRAN 2017
İ
26
slâm’ın zirvesi ve en faziletli amellerden biri olan cihad, dinin sadece Allah’a ait olması
Cihad amelinin mükâfatının büyük olması, or-
için girişilen muazzam bir faaliyettir. Öyle ki
dir. Zira Müslüman hayattaki en değerli varlı-
bu amel, Allah ile yapılan bir ticarette cennetin
ğını, bedenini ortaya koymakta, yakınlarını ve
karşılığı olarak satın alınan hayatın ortaya ko-
varlığını bu yolda feda edebilmektedir. İşte bu
yulmasıdır. Asırlar boyu Müslümanlar Allah’a
durum cihadın ne kadar çetin ve cesaret isteyen
verdikleri sözde durmuş ve bundan sonra ver-
bir amel olduğunu göstermektedir. Bu durum
dikleri söze sadık kalmaya devam edeceklerdir.
özellikle de düşmanla karşılaşma anından ya-
taya konan gayretin kıymetini göstermek için-
kinen hissedilmekte, müşahede edilmektedir. Mücahid, düşmanla karşılaştığı anda Allah’a dayanmalı ve bütün cesaretini ortaya koyarak zafer için mücadele etmelidir. Çünkü ortaya konan bu gayret İslâm’ın tüm dinlere hâkim olması yolunda atılan önemli bir adımı teşkil etmektedir. Ancak mücahidin cenk esnasında kumandanının emri olmaksızın ya da bir taktiğe bağlı kalmaksızın cepheden kaçması haramdır, büyük günahlardan biridir. Bu yazıda zikri geçen hususa bazı ayet ve hadislerle işaret edilerek meselenin fıkhî boyutuna ayrıntıya girilmeden kısaca değinilecektir. Fıkhî boyutundan daha çok, savaştan kaçmanın neden büyük günahlardan olduğu hususuna kaynaklardan yararlanarak özet olarak işaret edilecektir.
kaçan kişinin savaştan kaçtığı söylenemez ve tehdit bu kimseye yönelik olmaz. (3) Yukarıda zikredilen ayetin nüzul olmasının sebebine işaret eden rivayeti aktarmak konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır: İbni Ömer’den rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir: Biz bir savaşta idik. İnsanlar (harpten) bir dönüş döndüler(darmadağınık olmuşlardı). “Biz, savaştan kaçmışken Hz. Peygamber ile nasıl karşılaşacağız?” dedik. Bunun üzerine “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!” ayeti nazil oldu. “Medine’ye girmeyelim, bizi kimse görmesin.” dedik. Sonra da
27
RAMAZAN 1438
Kur’ân’da savaştan kaçma ile ilgili şu ayet-i kerime konuyla yakından ilgilidir: “Ey iman edenler! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu halde karşılaştığınızda onlara arkanızı dönmeyin. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah’tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!” (1) Bu ayet, taktik gereği yer değiştirme veya destek için gelen ya da destek olunacak bir topluluğa katılma amacı olmaksızın kâfirlere arkalarını dönüp savaştan kaçmanın ne kadar ağır günah olduğunu açıkça dile getirmektedir. Ayette geçen emir, müminlerin savaşta kendilerinden iki kat fazla olanlara galip geleceği ayeti (2) dikkate alındığında bu orandan fazla olanlara karşı geri çekilmenin caiz olduğu hükmüyle sınırlıdır. Diğer bir ifade ile mü’min topluluk kendilerinden iki kat fazla olan bir topluluk karşısında geri çekilebilirler. Dolayısıyla Müslümanlardan bir grup, kendilerinin iki katı bulunan bir toplulukla karşılaşacak olursa, farz olan onların önünden kaçmamaktı. İkiye karşı bir halinde kaçan kişi savaş kaçan durumunda olur. Ancak, bire karşı üç halinde
Cihad için safta hazır olunduğunda savaşmak farz olan bir husustur, bundan dolayı savaştan kaçmak haram olur. Eğer savaştan kaçma; taktik icabı bir yere pusu kurup saldırmak, dar bir yerden düşmanı daha geniş bir alana çekebilmek, güneş yahut rüzgârın yönünden kaçınmak için ise caizdir. Aynı şekilde bir topluluğun başka bir topluluğa katılması uygundur.
Cihad için safta hazır olunduğunda savaşmak farz olan bir husustur, bundan dolayı savaştan kaçmak haram olur. Eğer savaştan kaçma; tak-
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hep Allah’a kulluk edip hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayan, namaz kılan, zekât veren ve büyük günahlardan sakınan kimse Cennetliktir” buyurdu. Kendisine: “Büyük günahlar nelerdir” diye sorduklarında: “Allah’a ortak koşmak, Müslüman kimseyi haksız yere öldürmek ve savaş anında savaştan kaçmaktır.” buyurdu.
tik icabı bir yere pusu kurup saldırmak, dar bir yerden düşmanı daha geniş bir alana çekebilmek, güneş yahut rüzgârın yönünden kaçınmak için ise caizdir. Aynı şekilde bir topluluğun başka bir topluluğa katılması uygundur. (5) Günümüz için ise benzer amaçlarla yapılabilecek taktikler aynı bağlamda değerlendirilebilir. Savaştan kaçmanın fıkhına dair verilen kısa bilgilerle yetinip bu eylemin ahiretteki cezasına ve sebat gösterilmesi hakinde verilecek ecirlere işaret edilebilir. Konu hakkındaki fıkhî ayrıntılar ve tartışmalar için dipnotta verilen eserlere bakılabilir. Savaştan kaçma, büyük günahlar arasında zikredilmiştir. Bununla ilgili pek çok rivayet vardır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ebu Eyyub el Ensarî radiyallahu anh’ten
rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem:
“Hep Allah’a kulluk edip
hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayan, namaz kılan, zekât veren ve büyük günahlardan sakınan kimse gidelim dedik. Bu sıra da Peygamberimiz sabah
Cennetliktir” buyurdu. Kendisine: “Büyük gü-
namazından çıktı. “Biz kaçaklarız, (savaşta fi-
nahlar nelerdir” diye sorduklarında: “Allah’a
rar edenleriz).” dedik. Peygamber şöyle bu-
ortak koşmak, Müslüman kimseyi haksız yere öl-
yurdu: “Sizler güç kazanmak için dönüp tekrar
dürmek ve savaş anında savaştan kaçmaktır.” bu-
savaşacak kimselersiniz.” Biz de Peygamberin
yurdu. (6) Diğer bir rivayette ise Peygamberimiz
elini öptük. Bunun üzerine o da: “Ben sizin bir-
şöyle buyuruyor: “Yedi büyük günahtan sakını-
Bu hadise Mute sa-
nız.” “Ey Allah’ın Rasûlü bunlar nelerdir?” diye
vaşında vuku bulmuştu. Bu savaşa gönderilen
soruldu. O da şöyle cevap verdi: “Allah’a şirk
askerlerin sayısı, düşman-kuvvetlerine nispet-
koşmak, Allah’ın haram kıldığı bir nefsi öldür-
liğinizdenim.” buyurdu.
(4)
le çok az bulunduğundan bir yenilgi olmasın
HAZİRAN 2017
ve takviye kuvvetle bunlara karşı çıkılsın diye
28
mek, yetimin malını yemek, faiz yemek, karşılaşma gününde (düşmandan) kaçmak, iffetli mümin
askerler geri dönmüşlerdi. Bu hususta henüz
bayanlara iftira atmaktır.” (7)
âyet-i kerîme nâzil olmamış bulunduğundan,
Savaştan kaçmayarak sebat etme ile ilgili riva-
ashab-ı kiram bu savaştan dönüşün sorumlu-
yetlerden bazılarını dile getirmekte de yarar
luk derecesini bilmiyorlardı ve Hz. Peygambe-
vardır. Zira savaştan kaçmanın ne kadar kötü
rin onlara ne söyleyeceğinden korku içindeydi-
bir davranış olduğu, savaşta sebat gösterme-
ler. Böylece durum izaha kavuşmuş oldu.
nin mükâfatının ne derece büyük olduğu ile
daha iyi anlaşılabilir. Ebû Âmir el Eş’arî radi-
Sonuç olarak, savaşta sebat etme izzeti, muha-
yallahu anh’ten
rivâyet rivâyete göre, Rasûlullah
rebe meydanında savaştan kaçma zilleti tem-
şöyle buyurdu: “Esed
sil ettiği söylenebilir. Ölüm korunaklı kalele-
ve Eş’arîler ne iyi kabilelerdir. Savaştan kaç-
rin içinde de olsa gelip kişiyi bulacaktır. Va’d
maz ganimet malına da hainlik etmezler, onlar
edilen müddetten başkası yaşanmayacaktır.
benden ben de onlardanım.”
Ölüm, Allah yolunda savaşılırken ya da dün-
sallallahu aleyhi ve sellem
(8)
Başka bir riva-
yette Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Uhud’ta kardeşleriniz şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Şehitlerin ruhlarını taşıyan kuşlar cennetteki ırmaklardan içerler, cennet meyvelerinden yerler. Arşın gölgesinde asılı altın kandilleri yuva edinirler. Yedikleri ve içtiklerinin lezzetine varıp yataklarının rahatlığını görünce, bizim cennette diri olduğumuzu ve bize nimetlerle lütfedildiğini kardeşlerimize kim bildirir? Bunu bilsinler de onlar da cihada yönelsinler, savaştan kaçmasınlar.’ Bunun üzerine Yüce Allah şehitlere seslenir: (Merak etmeyin!) Ben onlara sizin haberlerinizi
ya hayatının peşinde koşarken gelebilir. Cihad muhakkak ki, zor bir uğraştır ve mükâfatı da büyüktür. Cihad meydanında, o zor anda sebat etmek bu mükâfatın değerini göstermektedir. Ancak bunun tersine ölüm korkusu ya da başka bir sebepten savaştan kaçmak övülen sevabın kaybolmasına sebep olmaktadır. Bununla birlikte ölüm savaştan kaçarken de gelip kişiyi bulabilir. Ama bu durumda ki kayı ne büyüktür. Rabbim cihad yolunda olanlara sebat ve istikamet versin, kalplerini iman ve cesaretle doldursun… Şayet rızıklar takdir edilmiş dağıtılmış ise
iletirim. Efendimiz (ekledi): ‘(Nitekim) Allah,
Kişinin rızıkta az hırslı olması daha güzeldir
‘Allah yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyin...’
Şayet mal, terk edilmek üzere toplanıyorsa
(mealindeki) ayet-i kerimeyi, -sonuna kadar-
Kişinin onu terk etmesi cimrilik sayılmaz
bunun için indirdi’” (9) Savaşta sebat etme ile ilgili şu rivayet de dikkat çekicidir: Rasûlullah, minberde hutbe verirken bir adam gelerek: “Allah yolunda sabrederek ecrimi de Allah’tan bekleyerek sa-
Şayet dünya değerli addediliyorsa Allah’ın sevabının değeri daha yüce daha üstündür Bedenler ölüm için yaratılmış ise
vaştan kaçmaksızın hep ilerleyerek düşmana
Kişinin Allah için kılıçla ölmesi/öldürülmesi
karşı savaşırsam. Allah günahlarımı affeder
daha güzeldir. (11)
mi?” diye sordu. Peygamber efendimiz “Evet” buyurdu. Biraz sustu ve: “Az önce soru soran
-------------------------
nerededir?” buyurdu. O adam: “Buradayım” dedi. Rasûlullah: “Ne demiştin?” diye sordu. O adam da: “Allah yolunda sabrederek ecrimi de Allah’tan bekleyerek savaştan kaçmaksızın daima ilerleyerek düşmanla savaşırsam, Allah günahlarımı affeder mi?” demiştim dedi. Rasûlullah da: “Evet fakat kul borcu müstesnasöyledi” dedi. (10)
29
RAMAZAN 1438
dır” buyurdu ve: “Bunu bana biraz önce Cibril
1. Enfal, 15-16. 2. Enfal, 65-66. 3. Kurtubî, el-Câmi’ li-ahkami’l-Kur’ân, Buruc Yayınları, VII, 605. 4. Buhârî, Edebü’l-Müfred, 444. 5. İbn Nehhas, Cihad, Takva Yayınları, s. 354. 6. Nesâî, Muharebe, 3. 7. Müslim, İman, 145; Buhârî, Hudud, 46. 8. Tirmizi, Menâkıb, 73. 9. Ebu Davud, Cihad, 25. 10. Nesai, Cihâd, 32. 11. İbn Nehhas, Cihad, s. 362.
| Kapak Dosya
| İmam Buhari Vakfı Yetim Sorumlusu Av. Ahmet Özer
ALLAH’IN EMANETİ VE PEYGAMBERİN KADERDAŞI
YETİMLER H
amd; ezelden ebede dek yalnızca Allah’a özgüdür. O’nu över ve O’ndan Peygamber
efendimizi, O’nun ehli beytini ve ashabını rahmetiyle kuşatmasını dileriz.
Yetim Sözlükte “yalnız olmak, tek başına kalmak” anlamındaki “y-t-m” kökünden türemiştir. Yetim kelimesi babasını kaybeden küçük büyük herkese (sözlük anlamı bakımından) denilebilirse de fıkıhta yetim henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar hakkında kullanılır. Çocuğun nafakasını temin etme, haklarını koruma ve onu yetiştirmede babanın daha çok rolü bulunduğundan yetimlik özellikle babaya bağlanmıştır. Arapça’da annesini kaybeden çocuk için “aciyy”, hem annesini hem babasını kaybeden çocuk için “latîm” kelimeleri varsa da gerek
HAZİRAN 2017
konuşma dilinde gerekse yazılı metinlerde yetim bütün bu durumları ifade etmektedir.
30
Cahiliye döneminde kabileler arası savaşlarda ve yıllarca süren kan davalarında ölenler arkalarında çok sayıda yetim bırakıyordu. Arap yarımadasında kızlara, eli silâh tutmayan çocuklara, yaşlılara ve kadınlara genellikle miras hakkı tanınmaz, yetimlere de babalarından kalan mal verilmezdi. Bazı yetim kızlar vasileri tarafından evlendirilerek mihirlerine el konulur, bazen de vâsileri sırf mallarına sahip olmak için onlarla evlenirlerdi. İslâm’ın gelişiyle şeref bulan insanlık zayıfın, yetimin, öksüzün ve dulun da korunup gözetilmesi noktasında ışık olmuştur. Kur’an’da yirmi iki ayette yetimlerle ilgili meselelere temas edilmiş ve yetimlere karşı iyi davranılması emredilmiştir. Bu husus Allah’a iman ve ibadet yanında anılmış, (1) yetimlerin itilip kakılması ve onlara karşı ilgisiz davranılması kınanmış,(2) yetimlerin küçümsenip kendilerine kötü muamelede bulunulması yasaklanmıştır. (3) Mü'minler muhtaç durumdaki yetimleri
doyurmaya, onları malî yönden desteklemeye ve yaşam şartlarını düzeltmeye teşvik edilmiştir. (4) Medine döneminde devlet gelirlerinden ganimet ve fey içinde yetimlerin hakkı olduğu bildirilmiş, bu hakkın ödenmesine gelirlerin harcama kalemleri arasında yer verilmiştir. (5) Yetimlere adaletle davranılması, özellikle mallarını ele geçirmek amacıyla yetim kızlarla evlenip haksızlık yapılmaması, evlendirilen yetim kızların mihirlerine el konulmaması, (6) yetimlerin mallarının en güzel şekilde korunup yönetilmesi, (7) büyüdüklerinde mallarının geciktirilmeden kendilerine teslim edilmesi ve teslim sırasında şahit bulundurulması hususu (8) Kur’an’da yetim haklarına dair geçen temel prensiplerdir.
Bir defasında şahadet parmağı ile orta parmağını birleştirerek “Yetimi koruyup gözetenle cennette böyle yan yana olacağız” buyurduğu nakledilir. Rasûlullah ayrıca Allah rızası için yetimin başını okşayan kimseye elinin dokunduğu her saç teli kadar sevap verileceğini bildirmiştir.
Yetim malı yemek büyük günahlardan sayılmış, haksız yere yetim malı yiyenlerin şiddetli azap görecekleri bildirilmiş, yetimin veli ve vasilerine ancak fakir olmaları durumunda onun malından belli ölçüde faydalanma izni verilmiştir. (9) Yetimliği bizzat yaşamış olan Hz. Peygamber birçok hadisinde; yetimlerin hukuku üzerinde hassasiyetle durmuştur. Resûl-i Ekrem’in, “Allah’ım! Ben yetimin ve kadının, bu iki zayıf insanın hakkını ihlâl etmekten insanları şiddetle sakındırıyorum” dediği, (10) Bir defasında şahadet parmağı ile orta parmağını birleştirerek “Yetimi koruyup gözetenle cennette böyle yan yana olacağız” buyurduğu nakledilir. Rasûlullah ayrıca Allah rızası için yetimin başını okşayan kimseye elinin dokunduğu her saç teli kadar sevap verileceğini bildirmiştir. (11) Hz. Peygamber şehitlerin geride bıraktıkları yetim çocuklarıyla da çok yakından ilgilenmiş¸ onlara çok büyük şefkat ve merhamet göstermiş; onların her türlü ihtiyacını karşılamıştır. Beşîr b. Akrebe adlı sahâbi anlatıyor:
Yetimler öncelikle mahremi olan yakın akrabaların sorumluluğundadır. Bunların yokluğunda veya sorumluluklarını yerine getirememeleri durumunda sorumluluk diğer Müslümanlara geçer. Devlet başkanının, velisi olmayanların
31
RAMAZAN 1438
“Babam Akrabe Uhud Savaşı’nda şehid düşünce ağlayarak Rasûlullah’ın yanına gittim. Rasûlullah bana “Ey sevgili yavrucak! Ağlama,
ben baban olsam, Aişe de annen olsa istemez misin?” diye sorunca ben de “Elbette ki isterim ya Rasûlallah!” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah benim başımı okşadı. (Şu anda) saçlarım ağardığı halde Rasûlullah’ın başımı okşadığı yerler hâlâ siyah kalmıştır. Yetimlere ait malların ticaret yoluyla arttırılmasını istemiştir. (12) Öte yandan yetim malı yemenin insanı helâke sürükleyen yedi büyük günahtan biri olduğu belirtilmiş, mü'minlerin bundan şiddetle kaçınması gerektiği vurgulanmıştır. (13) Yetim malının idaresi kişiye ağır bir sorumluluk yüklediğinden, Hz. Peygamber’in bu sorumluluğu taşımaya ehil görmediği Ebû Zerr’e yetim malının idaresini üstlenmemesini tavsiye ettiği nakledilir. (14)
velisi olduğu yolundaki genel kurala göre (15) bu vazifenin devlet tarafından veya devletin denetiminde koruyucu ailelerle ya da kurumlarla yerine getirilmesi gerekir. Yönetim boşluğu halinde çocuğun bulunduğu beldedeki Müslümanlar sorumlu olur. Anne ve babaları Müslüman olsun olmasın yetim çocukların terkedilmemesi ve kötü niyetli kişilerin eline bırakılmaması istenmiştir. Yetimin bakımı ve yetiştirilmesinin gerektirdiği masraflar kendi malından, malı yoksa yakın akrabaları tarafından, onların da gücü yetmezse devletçe yahut belli vakıfların geliriyle karşılanır.
HAZİRAN 2017
Anglikan kilisesine bağlı sadece bir misyonerlik kuruluşu dört milyon yetimi küçüklüğünden itibaren barındırıp evleninceye kadar da desteğini sürdürüp kendi davalarına birer hizmet adamı haline getiriyorlar. Yüzlerce böyle hizmet yapan kurumların insan kaynağı da ne yazık ki ümmetin sahipsiz yetimleridir. Yetim çocuklardan zeki olanlar Avrupa’ya götürülerek sağlam bir misyoner olarak yetiştirilmektedir. Ayrıca bu yetimler kilise kurumları aracılığıyla zengin ailelere evlatlık olarak satılmaktadır.
32
Babasını kaybetmekle kendisi için çalışıp kazanan ve haklarını koruyan bir koruyucudan yoksun kalan yetimin kendi ailesi içinde bakılıp büyütülmesi esastır ve ilk dönemlerden itibaren İslâm toplumlarında yaygın olan uygulama da bu şekildedir. Kabile bağlarının güçlü olduğu ilk dönemlerde yetimlerin bakımı yakın akrabalarına (asabe) verilirdi. Ancak anne babanın her ikisinin de vefat etmesi, annenin ikinci bir evlilik yapması veya aile ortamının elverişsizliği gibi durumlarda yetimlerin bakımını üstlenecek kurumlara ihtiyaç duyulmuştur. İslâm toplumlarında uygulamada yetim mallarının korunmasına özel bir önem verilmiş, insanlar yetimlerle kendi çocukları gibi ilgilenmeye teşvik edilmiş, idarî açıdan kadılar eliyle, malî açıdan vakıflar yoluyla çözümler getirilmiştir. Bilhassa Selçuklulardan itibaren “Eytamhâne” ve “Islahhâne”ler kurularak yetimlerin bakımı sağlanmaya çalışılmıştır. Eyyûbîler ve Memlüklüler döneminde yetimler için özel mekteplerin açıldığı, vakıfların tahsis edildiği bilinmektedir. Osmanlılar ’da yetimlerin himayesine yönelik uygulamalar daha da geliştirilmiş, avârız vakıfları fakir yetimler için bir tür sosyal güvence olmuş, Dârû’l Eytamlar’da yetimlerin ihtiyaçları karşılanmıştır. Yeniçeri birliklerindeki orta sandıkları şehidlerin yetimlerine, esnaf birliklerince kurulan esnaf sandıkları da kendi mensupların-
dan ölenlerin çocuklarına maddî destek sağlamış, 19. yüzyılın ortalarından itibaren eytam sandıkları oluşturulmuştur. 1873’te tesis edilen Dârû’ş Şafaka, yetimlerin eğitim ve himayesine yönelik bu anlayışın bir ürünüdür. 1917’de kurulan Himâye-i Etfâl Cemiyeti daha sonra Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüştürülmüştür.
Günümüze Gelecek Olursak Yetim çocuklar dünya üzerinde en fazla istismara uğrayan grupları oluşturmaktadır. Tahmini 400 milyon yetimin yer aldığı dünyamızda nüfus yoğunluğu temel alındığında, yetim nüfusu bir ülke olarak kabul edilse Çin ve Hindistan’dan sonra 3. sırada yer alır. Yetim ülkesi 305 milyon nüfusu olan ABD’yi bile geride bırakıyor. Ne yazık ki yetimlerin yoğunlukta bulunduğu coğrafyalar başta Afrika kıtası olmak üzere diğer Müslüman ülkelerdir. Gerek yer altı yerüstü zenginliği gerekse ortalama ömrün düşük olması sebebiyle genç nüfus yoğunluğundan dolayı cazibe merkezi olan Afrika Kıtası, bugün Hristiyan Devletlerinin yüzyıllar boyunca ilgisini çekmiş bir coğrafya... Avrupa Devletleri bu zengin kıtada lüks yaşantılarının karşılığını çok fazlasıyla bulmuşlardır. Bu mazlum coğrafyaların özellikle kurak bırakılması, iç ve dış savaşlarla da anne ve babaların katledilmesi, yetim ve öksüz kalan çocukları başta misyonerler olmak üzere organ ve fuhuş mafyaları, dilenci şebekeleri, savaş ağalarının hedefi ve sermayesi haline getirmiştir. Misyoner Kurumlar Afrika’nın tamamında ve diğer İslâm ülkelerinde kurdukları yetimhanelerle Müslüman çocuklarını kolaylıkla Hristiyanlaştırmaktadırlar.
Ayrıca bu yetimler kilise kurumları aracılığıyla zengin ailelere evlatlık olarak satılmaktadır. Kenya’nın kurucusu Jomo Kenyatta şöyle demiştir: “Avrupalılar Afrika’ya geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.” Afrika kıtasında 20. yy’ın başında Hıristiyan nüfusu % 6 iken bugün %50’nin üzerindedir. Tabi ki bu durum kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Yukarıda belirttiğimiz yöntemler ve çalışmalar neticesinde bu son, elbette ki kaçınılmazdır. Bu dünyada kim hangi iş için gayret eder, planlı programlı çalışırsa Allah, Rahman sıfatı gereği onun karşılığını verecektir. Hz. Meryem’i Afrika Kraliçesi ilan eden Katolik Kilisesi 20. yüzyılı Afrika Kıtası için ‘Hristiyanlık asrı’ olarak kabul etmiştir. Ümmetin mazlum coğrafyalarında kurdukları lüks eğitim ve sağlık kurumlarıyla ve yetimhaneleriyle legal bir kılıfla ümmetin nesillerini Hristiyanlaştırıyorlar. Yılda birkaç kez Afrika’yı
33
RAMAZAN 1438
Anglikan kilisesine bağlı sadece bir misyonerlik kuruluşu dört milyon yetimi küçüklüğünden itibaren barındırıp evleninceye kadar da desteğini sürdürüp kendi davalarına birer hizmet adamı haline getiriyorlar. Yüzlerce böyle hizmet yapan kurumların insan kaynağı da ne yazık ki ümmetin sahipsiz yetimleridir. Yetim çocuklardan zeki olanlar Avrupa’ya götürülerek
sağlam bir misyoner olarak yetiştirilmektedir.
Endonezya’nın şeriatla yönetilen bölgesi Ache de tsunami olduğunda “World Help” adlı Amerikan misyoner grubu tsunami vakasında yetim kalan 300 çocuğu Hristiyan prensiplerine göre yetiştirmek üzere topladı. Misyonerlik faaliyetlerinin artmasından rahatsız olan direnişçiler, facia bölgelerine gidip bu guruplarla mücadele etmişlerdir. Yine son yıllarda başta Türkiye olmak üzere İslâm ülkelerindeki cemaatlerin kurdukları vakıf ve derneklerin yetim konusundaki uluslararası çalışmaları her ne kadar da ihtiyacın çok gerisindeyse de takdire şayandır. Allah onlara güç birliği versin ve kendilerinden razı olsun.
ziyaret eden Papa, inancı uğruna meslek hayatının 4-5 yılını tüm imkânsızlığına rağmen Af-
Kardeşlerim! Bildiğiniz üzere Rabbimiz Allah azze ve celle tüm iman ehlini birbirine kardeş kılmıştır. Bu da Müslümanlara karşı kardeşlik hukukuna riayetle hareket etmek zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Bunda hiçbir Müslümanın istisnai bir durumu yoktur. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Mü’minler ancak kardeştirler.” (16)
Hıristiyan doktor ve öğretmenler, yıllık tatili-
mafyaları, savaş ağaları, fuhuş ve uyuşturucu
Allâh Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu zalime teslim etmez. Kim kardeşinin yardımında bulunursa Allah da (celle celâluhu) ona yardım eder. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da (celle celâluhu) onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini
çeteleri vb. illegal örgütler bin bir kılıfla o maz-
giderir… ” (17)
Müslümanlar için ne ifade ediyor acaba? İslâm coğrafyalarında herhangi bir savaş ve afet yaşandığında ilk olarak oraya çadırını kuran misyonerlerdir. Devamında ise insan tacirleri organ
HAZİRAN 2017
Endonezya’nın şeriatla yönetilen bölgesi Ache de tsunami olduğunda “World Help” adlı Amerikan misyoner grubu tsunami vakasında yetim kalan 300 çocuğu Hristiyan prensiplerine göre yetiştirmek üzere topladı. Misyonerlik faaliyetlerinin artmasından rahatsız olan direnişçiler, facia bölgelerine gidip bu guruplarla mücadele etmişlerdir. Yine son yıllarda başta Türkiye olmak üzere İslâm ülkelerindeki cemaatlerin kurdukları vakıf ve derneklerin yetim konusundaki uluslararası çalışmaları her ne kadar da ihtiyacın çok gerisindeyse de takdire şayandır. Allah onlara güç birliği versin ve kendilerinden razı olsun.
rika’nın köylerinde geçirerek fedakârlık yapan ni Afrika şehirlerinde geçiren Hıristiyanlar biz
34
lum beldeleri sömürürler. Ümmetin nesli, şehitlerimizin göz nuru evlatları bu vahşi topluluklar tarafından onların kirli sermayelerine kurban gitmektedir. Kızılhaç örgütü de çalışmalarını Katolik kilisesi ile ortak yürütmektedir. Ecnebilerin misyonerlik çalışmalarının tümü kiliseyle beraber yürümektedir. Tek dertleri ümmetin sahipsiz yetimlerini yetiştirip aynı bölgeye Hristiyan bir misyoner olarak gönderip o bölgelerde hegemonyalarını devam ettirmektir. Yıllarca İslâm coğrafyaları bu kukla yöneticiler tarafından uyutularak yönetilmiş batıya peşkeş çekilmiştir.
O Yetimler Bize Emanettir. Tüm Ümmet Bu Vebali Sırtında Taşıyor Müslümanlar! Yetim deyip geçmeyelim. Efendimiz de bir yetimdi. Allah onunla hak dini insanlığa armağan etmiştir. Tüm ümmet evlatlarına çağrımdır. Ecnebiler ümmetin yetimlerini Hristiyanlaştırmak adına kiliseler öncülüğünde aralarında ittifak ettiler. Yeter artık bu bölünmüşlük. 400 milyon yetimin etrafında halka olup ümmet şuuruyla çalışmanın vakti gelmedi mi? Allah’ın izniyle yetimlerimizi batıldan kurtarmak adına göstereceğimiz ortak ümmet bilinci ve çalışması ile nice Selahattin Eyyubiler yetimlerin içinden çıkacaktır. Yetim bereketiyle ve rızkıyla gelir. Biz ümmete düşen o bereketten istifade etmek ve yetime teşekkür etmektir. Onların bize değil bizim onlara ihtiyacımız olduğunu anladığımızda ümmetin bu bölünmüşlüğü ortadan kalkar. Selam ve duayla kalın. Yetim biriminin açılmasına öncülük eden ve bu birim sorumluluğunu almamda vesile olan ZAFER MERT hocamızdan Allah razı olsun… Rabbim şehadetini kabul etsin inşallah…
-------------------------
35
RAMAZAN 1438
1. el-Bakara 2/177; en-Nisâ 4/36 2. el-Fecr 89/17; el-Mâûn 107/2 3. ed-Duhâ 93/9 4. el-Bakara 2/215, 220; en-Nisâ 4/8; el-İnsân 76/8; el-Beled 90/15 5. el-Enfâl 8/41; el-Haşr 59/7 6. en-Nisâ 4/3, 127 7. el-En‘âm 6/152; el-İsrâ 17/34 8. en-Nisâ 4/6 9. en-Nisâ 4/2, 6, 10 10. İbn Mâce, “Edeb”, 6 11. Müsned, V, 250; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 121 12. Tirmizî, “Zekât”, 15 13. Buhârî, “Vehâyâ”, 23 14. Nesâî, “Vehâyâ”, 10 15. Tirmizî, “Nikâh”, 15; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 19; İbn Mâce, “Nikâh”, 15 16. el-Hucurat: 48/10 17. Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 59; Ebû Davud, Edeb, 38; Tirmizî, Hudûd/3; Ahmed, Müsned, 2/91
Ne yazık ki yetimlerin yoğunlukta bulunduğu coğrafyalar başta Afrika kıtası olmak üzere diğer Müslüman ülkelerdir. Gerek yer altı yerüstü zenginliği gerekse ortalama ömrün düşük olması sebebiyle genç nüfus yoğunluğundan dolayı cazibe merkezi olan Afrika Kıtası, bugün Hristiyan Devletlerinin yüzyıllar boyunca ilgisini çekmiş bir coğrafya... Avrupa Devletleri bu zengin kıtada lüks yaşantılarının karşılığını çok fazlasıyla bulmuşlardır. Bu mazlum coğrafyaların özellikle kurak bırakılması, iç ve dış savaşlarla da anne ve babaların katledilmesi, yetim ve öksüz kalan çocukları başta misyonerler olmak üzere organ ve fuhuş mafyaları, dilenci şebekeleri, savaş ağalarının hedefi ve sermayesi haline getirmiştir. Misyoner Kurumlar Afrika’nın tamamında ve diğer İslâm ülkelerinde kurdukları yetimhanelerle Müslüman çocuklarını kolaylıkla Hristiyanlaştırmaktadırlar.
| Kapak Dosya
| Derya Fıçıcı
“İffetli kadınlara zina etmekle suçladıktan sonra, bu konuda dört şahit gösteremeyenlere seksen sopa vurunuz ve artık şahitliklerini hiç kabul etmeyiniz. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.”(Nur, 4)
İ
slâm’da zina etmek suç ve cezayı gerektirdiği gibi, zina ile itham etmek de suç ve cezayı
gerektiren bir haram olarak zikredilmiştir. Nur suresi 4. ayetin tefsirinde Seyyid Kutup rahimehullah şöyle demiştir: “İffetli, köle olmayan evli, dul veya bekâr kadınları kesin bir kanıt olmaksızın zina etmekle suçlayan dilleri serbest bırakmak, suçsuz bir erkek veya suçsuz bir kadını bu iğrenç suçla lekelemek isteyen, sonuçta da elini kolunu sallayarak gezen iftiracılara geniş bir imkân hazırlar.” Yani Allah celle celaluhu, zinayı haram kıldığı gibi, zinayla iftira etmeyi de yasaklamış, top-
HAZİRAN 2017
lumda bu ahlaka sahip olan kimselerin önünü kesmiş ve ahlaklı kadın ve erkekleri koruma
36
altına almıştır. Bu koruma, akrabaların, kavminin, yakınlarının koruması değil, Allah celle celaluhu’nun korumasıdır. İffetli kadınlar ve iffetli erkekler Allah’ın yasasıyla, hükmüyle korunmuşlardır. Zina suçunun iftira yolu ile dahi konuşulması, toplumda yayılması, meşruluk kazanmasına ve buna meyledenlere cesaret kazandırmasına sebep olacağından dolayı, Allah celle celaluhu zinanın önünü kesecek, o yolu tıkayacak, insanlık için rahmet olan ayetlerini indirmiştir. Zina suçunu işleyenlere de zina eden bekâr erkek ve kadına verilen cezaya benzer bir ceza ile seksen sopa vurulmasını ve şahitliklerinin geçersiz sayılmasını, fasık olarak damgalanmalarını istemiştir.
Seyyid Kutup rahimehullah, Allah celle celaluhu’nun verdiği bu cezayı şu şekilde anlatıyor: “Seksen sopa, birincisi bedensel bir cezadır. İkincisi ise, toplumsal düzeyde bir uslandırma yöntemidir. Bu iftirayı atanın sözünün boşa gitmesi şahitliğinin kabul edilmemesi, toplum içinde itibarının düşmesi, sözüne güvenilmeyen biri olarak halk arasında gezmesi yeterlidir. Üçüncüsü ise, dinidir. Böyle birisi imandan sapmış, doğru yoldan çıkmıştır.”
“Yalnız bu iftira suçunun arkasından tevbe
Gıybet etmenin de haram kılındığı, dinimizde Hucurat Sûresi 12. ayette geçmektedir: “Sizin bir kısmınız diğerlerinin dedikodusunu yapmasın. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette ondan tiksinirsiniz. Ve Allah’a karşı takva sahibi olunuz. Muhakkak ki Allah, tövbeleri kabul eden ve Rahim olandır.”
sadece fasıklık sıfatını mı kaldırıyor? Yoksa şa-
Gıybeti edilen yani konuşulan konunun zina içerikli olmasını, günah ve haramlığı bakımından düşündüğümüzde, hem müslüman kardeşinin ölü etini yemek hem de dört şahit getiremediği zinayla itham ettiği, hatta bunun dilden dile yayılıp meşrulaşmasına sebep olduğu günahı düşündüğümüzde ve bu günahı işleyen kimselerin şer'i hukukla cezalandıracak bir mahkemede olmadığından, tevbe ve istiğfar etmezse Allah’a günahlarla gideceğini düşünelim.
İmam Ebu Hanefi ise: “Sadece son cezanın
ederek tutumlarını düzeltenler bu hükmün kapsamı dışındadırlar. Çünkü Allah affedicidir, merhametlidir.” (Nur, 5) Bu ayet-i kerimede, iffetli kadın ve erkeklere iftira eden kimsenin tevbe etmesi ve bu davranıştan nasuh bir tevbeyle uzaklaşması, o kimseyi bu hükmün kapsamının dışında tutar. Âlimler bu ayetle ilgili; Bu son cezayı mı kapsıyor ve hitliğinin kabul edilmemesi geçerli olarak mı kalacak? konusunda ihtilaf edilmiştir. İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafii: “İftiracı, tevbe ettiği andan itibaren şahitliği geçerli olur, fasıklık sıfatı kalkar.” görüşündedir.
kalkacağı, yani fasıklık sıfatı kalkar ancak şahitliğinin kabul edilmemesi hali devam eder.” görüşündedir. Şa’bi ve Dahhak: “Tevbe etse bile şahitliğinin geçersizliği devam eder.” demiştir. Ancak “Zina suçlamasında bulunurken iftira attığını itiraf ederse, bu durumda şahitliği kabul edilir.” görüşünü bildirmişlerdir.
RAMAZAN 1438
37
ayrıca cezasını da çeken iftiracının itibarına zarar verecek bir durumda kalmamış olur.” İftira suçunun nelere sebebiyet verebileceğini Allah celle celaluhu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, pak ve temiz olan Aişe annemiz ve Hz. Ebubekir radiyallahu anh’ın yaşadığı ızdırap dolu günler ile bize anlatıyor: Zühri, Urve ve başkalarına dayanarak Hz. Aişe’nin -Allah ondan razı olsun şöyle dediğini rivayet eder:
“İffetli, köle olmayan evli, dul veya bekâr kadınları kesin bir kanıt olmaksızın zina etmekle suçlayan dilleri serbest bırakmak, suçsuz bir erkek veya suçsuz bir kadını bu iğrenç suçla lekelemek isteyen, sonuçta da elini kolunu sallayarak gezen iftiracılara geniş bir imkân hazırlar.”
Seyyid Kutup rahimehullah, bu son görüşü kabul etmiş ve şöyle açıklamıştır: “Burada tevbenin yanında, iftiraya uğrayanın iftiracının açık itirafı ile aklanmasının duyurulması zorunluluğu getiriliyor. Bu şekilde iftiraya uğramış kişinin ırzı aklanmış ve yasal açıdan sonra
HAZİRAN 2017
düşünce açısından da itibarı iade edilmiş olur. Sonra, yaptığı iftirayı itiraf ederek tevbe eden
38
“Rasûlullah -salât ve selâm üzerine olsun- bir yolculuğa çıkmak istediğinde kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime çıkarsa onu birlikte götürürdü. Yine bir sefere (Bu, tercih edilen görüşe göre Hicri beşinci senede meydana gelen Beni Mustalık savaşıdır.) çıkmak üzereyken aramızda kura çekti. Kura bana çıktı. Ben de örtünme ayetinin inmesinden sonra gerçekleşen bu sefere onunla beraber katıldım. Ben bir hevdec içinde deveye bindirilip indiriliyordum. Yola devam ettik. Hz. Peygamber bu savaşı bitirdikten sonra geri döndü. Medine’ye yaklaşmıştık. Bir gece yola çıkma emrini verdi. Yolculuk emri verildiği sırada ben kalktım, ordunun konakladığı yeri geçip ihtiyacımı giderdim. İşimi bitirince ordunun yanına döndüm o sırada göğsüme dokundum. Gerdanlığımın kopup düştüğünü farkedince üzüldüm, geri dönüp aramaya koyuldum. Gerdanlığı aramak epey zamanımı aldı. Bu sırada bana yardımcı olanlar gelip hevdecimi deveye yüklerler ve beni hevdecin içinde sanırlar. O zamanlar kadınlar hafiftiler, vücutları etli ve ağır değildi. Çünkü o zamanlar az yemek yerdik. Bu yüzden onlar da hevdeci kaldırıp deveye yüklerken, hafifliğine şaşırmamışlardı. Üstelik ben oldukça gençtim. Deveyi kaldırıp yola çıkarlar. Ben de o sırada gerdanlığımı buldum. Ama ordu hareket etmişti artık. Ben konaklama yerine geldiğimde kimseyi bulamadım. Daha önce bulunduğum yerde tek başıma beklemeye koyuldum. Onların benim kaybolduğumun farkına varıp geri döneceklerini sanıyordum. Orada öylece
oturuyorken uyku ağır bastı ve uyudum. Safvan b. Muattal es-Selemi ordunun gerisinden gelirdi. Bütün gece yol almıştı. Benim bulunduğum yere gelince uyuyan bir insan karartısı görmüştü. Yanıma gelmiş, görünce de beni tanımıştı. Beni örtünme ayeti inmediği zamanlarda görürdü. Beni tanıyıp şaşkınlıktan “innalillah ve inna ileyhi raciun”demesiyle uyandım. Hemen başörtümle yüzümü örttüm. Allah’a andolsun ki, benimle bir tek kelime konuşmadı. Beni gördüğü zaman şaşırmışlığın ifadesi olarak söylediği “innalillahi ve inna ileyhi raciun”dan başka ondan tek bir söz duymadım. Devesinden indi ve onu çöktürdü. Ön ayaklarına basarak binmemi sağladı. Deveyi önden çekerek yola koyuldu. Nihayet orduya konakladığı bir yerde yetiştik. Bundan sonra benim hakkımda çıkardıkları dedikodudan helak olanlar oldu. Günahın büyüğünü de Abdullah b. Ubey b. Selul üstlendi. Nur Suresi 11.ayette: “O ağır iftirayı ortaya atanlar, sizden bir gruptur. Bu olayı kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir. O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır.” buyrulmaktadır.
(Nur, 12)
nerelere kadar ulaşabileceğini tüm ızdırabı ile yaşamışlardı. “O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın bütün mü’minlerin, kendileri hakkında hüsnü-zan besleyerek, özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak ‘`Bu apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?” (Nur, 12) Allah celle celaluhu, bütün müminlerin birbirleri hakkında hüsnü zan beslemeleri gerektiğine dikkat çekiyor. Yani bir mümin
39
RAMAZAN 1438
Bu ayet-i kerimede İslâm toplumunu sarsan bu olayın bir kişinin planladığı bir mesele olmadığı, müslümanlara düşmanlık besleyen ya münafık ya da yahudi bir toplumun temsilciliğini yapan kimse olabileceği vurgulanıyor. İslâm’la açıkça savaşmayıp perde arkasından komplo kurarak savaşabileceklerine işaret ediyor. Ayetin, “Bu olayı kendiniz için kötü bir şey sanmayınız” kısmında ise bu hadise ile içinizdeki düşmanlar ortaya çıktı ve iftira edenlerin neden cezalandırılması gerektiği gerçeğini müslümanlar kendi vicdanlarında görmüş, şahit olmuşlardı. Allah’ın ayetlerindeki hikmeti bir kez daha hissetmişlerdi. İftiranın cezası olmazsa bu suçun boyutlarının
“O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın bütün mü’minlerin, kendileri hakkında hüsnü-zan besleyerek, özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak ‘`Bu apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?”
hakkında zina suçlaması duyulduğu zaman diğer müminlerin kalplerinde ancak hüsnü zan olur. Yani kardeşinin böyle bir günahı işlemeyeceğine kalben inanır ve diliyle de bunu ifade eder.
Hiç bir delili, dayanağı olmayan bir müslü-
“Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi? Mademki, bu şahitleri gösteremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların ta kendileridirler.” (Nur, 13)
disini hiç rahatsız etmeyen ve bu yaptığından
İslâm’a teslim olmuş akıllı müminlerin yapması gereken davranışlardan biri de böyle bir iddiayı ortaya atan kimseye, şahidi olup olmadığını sormak, değilse Allah’ın onları yalancılıkla suçladığını bilmeleri gerekir.
bartan, sonra duyduklarını başkalarına satan, bir an olsun bile düşünmeden, vicdanı kenAllah’a sığınmayan kimselerin akıbetini Allah celle celaluhu Nur suresi 21, 23, 24 ve 25. ayetlerde bildiriyor: “Ey mü’minler, sakın şeytanın izinden gitmeyiniz. Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin davranışları emreder. Eğer Allah’ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı hiç-
Konuşulan meselenin ne gibi yıkımlara sebep olabileceğini düşünmeden yayılması, kulaktan kulağa geçmesi, akıllarda şüpheler uyandırması ancak bu kötülüğü önemsiz görenler tarafından yapılabilecek bir harekettir. Önemsiz sayılan bu tavır, düşüncesizlik, Allah’ın yasakladığı bir haramdır.
“O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri
Böyle bir söz işittiğimiz takdirde takınacağımız en güzel tavrın ne olduğunu Rabbimizden işitiyoruz. “Bu konuda konuşmak bize yakışmaz.” İşte Rabbimizin mümin kullarına nasihati...
HAZİRAN 2017
üzecek sözleri işittiğinde bu sözlere kulak ka-
“Hani bu iftirayı dilden dile yayıyordunuz. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü önemsiz sanıyordunuz. Oysa o, Allah katında ağır bir suçtu.” (Nur, 15)
“Onu işittiğiniz zaman “Bu konuda konuşmak bize yakışmaz. Haşa Allah’a! Bu ağır bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi?” (Nur, 16)
Eğer Rabbinin emrine uymayıp şeytanın izini takip ederse müminlerin arasında, ahlaksızlığı yayanlar, dünya ve ahirette Allah’ın azabına maruz kalacaklardır.
40
manın ırzını, iffetini tehlikeye atacak, onu
biriniz asla kötülüklerden arınamazdı. Ama Allah dilediği kimseleri kötülüklerden arındırır. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.”
kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir.” “Zinadan haberi bulunmayan iffetli mümin kadınlara, zina isnad edenler, dünyada ve ahirette lanete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır.” “O gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah’ın, apaçık “gerçek” olduğunu anlayacaklardır.” İftira etmekten, iftiraya uğramaktan, bu günah ile Rabbin huzuruna gitmekten Allah’a sığınırız. Rabbimiz..! Bizlere senin emir ve yasakların hakkında takva ile yürüyecek bir iman nasib eyle... Allahumme Amin... Selam ve dua ile...
| Kapak Dosya
Ebubekir Eren |
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve eğer müminlerseniz faizden kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah’a ve Resulüne karşı savaş açmış olduğunuzu bilin.”
İNSANLIĞIN SAADETİNİ TAHRİP EDEN
FAİZ FELAKETİ İ
zzet ve yüceliğin tek sahibi, şeref ve kibriyada ortağı olmayan, övgüye, hamde ve yüceltil-
meye layık olan, izzetin, arşın rabbi olan Allah’a hamd olsun. Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed’e, onun değerli, hayırlı ve takva sahibi ashabına, hüküm alanında kıyamet gününe kadar onun şeriatını uygulayacak olanlara sayıp dökülemeyecek kadar çok salat ve selam ederim. İnsanlığın saadetini ve bekasını tahrip eden faiz musibeti, Allah’ın sebat verdiği salih kulları hariç insanların ekseriyeti adet hayatlarının bir parçası haline getirmiş durumundadırlar.
ber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in ya-
Onların bu halleri bizim için ne güzel örnektir. Hem dünyada hem de ahirette rahat etmek istiyorsak, kedimizi faizden muhafaza etmek için gayret göstermemiz gerekmektedir. Bizim için en selametli yol budur. Faize giden yolları en ince ayrıntısına kadar tespit etmeli, hepsinden büyük bir titizlikle uzak durmalıyız. Faizin birçok şubeleri vardır. Detaya inmeden faizi ana hatlarıyla ele almaya çalışacağız.
41
RAMAZAN 1438
Bizden önceki insanlar, Rabbimizin ve Peygam-
saklamış olduğu işlerden aslandan kaçar gibi kaçıyorlardı. Nitekim İbni Abbas radıyallahu anhu demiştir ki; “Biz faize düşmek korkusundan dolayı, on dokuz tane helali terk ettik.”
Fâizin temel Kısımları:
"Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, “alışveriş de faiz gibidir” demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah'a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır."
Faizin Tarifi Faiz kelimesinin Arapça karşılığı “ribâ”dır. Ribâ, sözlükte artma, çoğalma, gibi mânâlara gelir. Türkçe’ye geçmiş şekliyle, fâizin anlamı da aynıdır. Fıkıhta ise, para ve standart (mislî) malların birbiriyle değişiminde, taraflardan birisi için şart koşulan karşılıksız fazlalığı ifade eder.
HAZİRAN 2017
İslâm›ın ilk devirlerinde, câhiliye toplumunda ödünç verilen malın aslına «re›sü'l-mal» yani anapara denirdi. Belirlenen vâde sonunda anaparaya eklenen fazlalığa ise “ribâ” adı verilirdi. Bu mânâda borçlara eklenen fazlalık da “ribâ” özelliğini taşıyordu.
42
a. Birinci kısım: ‘Ribe’l-Fadl’ yani ‘Fazla mal fâizi.’ Akdin iki tarafının, ribevî (bu tür fâize konu olabilecek olan) mallardan birini kendi cinsinden bir mal karşılığında, peşin ve miktar farklılığıyla, yani iki bedelden biri diğerinden fazla tutularak yaptığı mübâdelede tahakkuk eder. 100 gr. altını 101 ya da 99 gr. altın karşılığında peşin bozdurmak veya 1 çuval buğdayı 2 çuval buğdaya veya yarım çuval buğdaya karşılık, peşin satmak gibi… Hatta iki ürünlerden biri kaliteli diğeri âdî olsa bile… 100 gr. 24 ayar altını, 101 gr. 18 ayar altın karşılığında satmak gibi… Bu câiz değildir. b. İkinci kısım: ‘Ribe’n-Nesie’ yani ‘Fazla zaman fâizi’. Ribevî malların birbirlerine karşılık ve vadeli olarak, birbirine denk ya da fazla miktar karşılığı satılmasıyla tahakkuk eder. İki şekli vardır: Birinci şekil: Ribevî malların, kendi cinslerine karşılık vadeli satılmasıdır. 1 çuval buğdayın 1 çuval buğday karşılığında vadeli satılması veya 100 gr. altının 100 gr. altın karşılığında vadeli satılması gibi eşit miktarlarda ya da 1 çuval buğdayın 2 çuval karşılığında vadeli satılması gibi farklı miktarlarda olmaları eşittir. Bu fâizin tahakkuku için yeterli olan ribevî malların cins birliğiyle ribe’n-nesîe meydana geldiğinden, bu alışverişler câiz değildir. İkinci şekil: Ölçü birimleri aynı olan farklı ribevî malların birbirlerine karşılık vâdeli satılmalarıdır. 1 çuval buğdayın 1 çuval arpaya karşılık vadeli satılması gibi eşit miktarlarda olmalarıyla, 1 çuval buğdayın 2 çuval arpaya karşılık vadeli satılması veya 100 gr. altının 200 gr. gümüşe karşılık vadeli satılması gibi farklı miktarlarda olmaları sonucu değiştirmez.
Faizin Haram Kılındığını Belirten Muhkem Âyet ve Hadisler: Allâhu Teâlâ buyuruyor ki: “Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, “alışveriş de faiz gibidir” demeleri yüzün-
dendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır.” (1) “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (2)
Abdullah İbni Mesud radiyallahu anhuma şöyle dedi: “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ‘Faiz yetmiş üç kısımdır. Onların günah bakımından en hafifi, kişinin annesi ile zina etmesi gibidir. Bilin ki, faizin en şiddetlisi Müslüman kişinin ırzıdır. ”
Cabir radıyallahu anhu dedi ki: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, fâizi yiyene, yedirene, yazana ve şahitlerine lânet etti ve ‘Bunların hepsi eşittir.’ dedi.” (3)
Faizin Zararları “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve eğer müminlerseniz faizden kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah’a ve Resulüne karşı savaş açmış olduğunuzu bilin.” (4) Bu ayete dikkat etmek gerek! Şöyle ki: Kur’an’da hiçbir günah için, “Allah’a ve Resulüne karşı savaş açma” tabiri kullanılmamıştır. Allah’a ve Resulüne karşı savaş açma ifadesi sadece faiz yiyenler için kullanılmıştır. Faizin Allah-u Teâlâ katında ne kadar büyük bir günah olduğunu açıklamaya herhalde bu kadarı yeter. İbni Abbas hazretleri tefsirini yapmış olduğumuz ayet-i kerime hakkında şöyle der: Kıyamet günü faiz yiyen kimseye: “Savaş için silahını al.” denilecektir. “Böyle yapmasanız -yani faizi terk etmezseniz- Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin.” ayet-i kerimesi bunun delilidir.
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ‘Faiz yetmiş üç kısımdır. Onların günah bakımından en hafifi, kişinin annesi ile zina etmesi gibidir. Bilin ki, faizin en şiddetlisi Müslüman kişinin ırzıdır. ” (6) Buhari ve Müslim’de yer alan bir rivayete göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanları helak eden (ahiret hayatını mahveden) en büyük yedi günahı “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, savaştan kaçmak, masum iffetli kadınlara zina iftirasında bulunmak” şeklinde sayarken, faiz yemeyi adam öldürmekten hemen sonra dördüncü sırada yer vermesi, bunun ne kadar büyük bir günah olduğunun göstergesidir. Rabim ayaklarımıza, kalplerimize sebat versin ve bizleri faiz felaketinin her türlüsünden muhafaza eylesin âmin vesselam. ------------------------1. el-Bakara, 275 2. en-Nisâ’, 29 3. Müslim, Musâkât, bâb: 106., hn.: 1098
43
RAMAZAN 1438
Ebu Hureyre’in naklettiği bir rivayete: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda faiz yemeyen kalmayacak. Öyle ki,(doğrudan) yemeyene buharı ( veya tozu)ulaşacak” (5)
Abdullah İbni Mesud radıyallahu anhuma şöyle dedi:
| Önderlerimiz
| Cihan Malay
Şemsü’l-Eimme (İmamların Güneşi):
İmam Serahsî –rahimehullah(1009 – 1090)
R
asûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İki nimet vardır ki insanların çoğu
Yusuf aleyhisselâm’ın hayatını okuduğumuzda
(onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır:
medreseye dönüştürdüğünü öğreniriz. Ancak
Sağlık ve boş zaman.” (Buhari, Rikak 1)
Allah bizlere tarihin her döneminde Yusuf
Rabbâni âlimlerimiz ve İmam Serahsî’nin rahimehullah
hayatının özeti bu hadistir. Âlimleri-
miz ve önderlerimiz; hayatlarını bu hadis üzere
HAZİRAN 2017
inşâ ederek, sağlıklarını ve vakitlerini Allah yo-
44
onun zindana atılmasını ve zindanı adeta bir
aleyhisselâm
gibi zindanı medreseye dönüştüren
kimseler olduğunu göstermiştir. İmam Serahsî de zindanı medreseye dönüştüren imamlarımızdan biridir.
lunda harcadı ve bu iki nimeti nimetin kadr-u
İnsanın İslâm’ı öğretmesine hapishane kuyula-
kıymetini en üst seviyede yaşadılar. Onlar ade-
rında cezâlandırılmasının dahî engel olamayaca-
ta bedenlerini ve zamanlarını Allah yoluna fedâ
ğını bizlere öğreten bir imamdır, İmam Serahsî.
ettiler.
Asıl özgür olanın Rabbi ile bağı güçlü olan kim-
İmam Serahsî, bizlere çok büyük örneklik gös-
se olduğunu bizlere öğretendir, İmam Serahsî.
tererek bu hayata gözlerini yumdu. Hayatını
Asrımızda Müslümanların ilim ve dinini öğren-
adeta şu sözü yaşayarak bizlere öğretti: “İm-
mede bahanelerinin hiç bir şekilde artık geçerli
kânsızsanız, imkan sizsiniz.”
olmadığını öğretendir, İmam Serahsî.
Doğumu Asıl adı Ebu Bekr Muhammed B. Ebî Sehl Ahmed Es-Serahsî ve Hanefî fıkhının dönemindeki önder imamlarından olan İmam Serahsî rahimehullah,
Serahs’ta 1009 yılında doğmuştur.
Memleketine nisbetle Serahsî olarak anılmıştır ve künyesi Ebu Bekr’dir.
İlmi Şahsiyeti
Muhammed Hamidullah Serahsî için şöyle der: “Eserlerinin mikdarı bakımından o şüphesiz en büyük Müslüman fakihidir.”
Serahsi, henüz çocuk denilecek yaşta (10 yaşında) iken ticari maksatla Bağdat’a giden babasına refakat etmiştir. Bu seyahatin akabinde küçük yaşta ilimle meşgul olmaya başlayan İmam Serahsî, Buhâra'da ders veren büyük fakih ‘Şemsü›l-Eimme (İmamların Güneşi)’ ünvânı sahibi Abdulaziz el-Halvânî başta olmak üzere es-Suğdi ve Ebu Hafs Ömer b. Mansur elBezzâz gibi âlimlerden ilim tahsiline başlar. Bu gibi âlimlerden başta fıkıh olmak üzere hadis, kelâm, usûl-i fıkıh, münazarâ ve şiir gibi çeşitli alanlarda dersler aldı ve bu alanda kendisini yetiştirmiş önemli biri haline geldi. Bu dönemde hocası el-Halvânî’nin medresesinde meşhur Hanefî âlimi Fahru’l-İslâm Pezdevi ile birlikte dersler okumuştur. Hocası Halvânî, Serahsî daha öğrenci iken “Sifat’u Eşratü's Saat” ve “Makâmatü'l Kıyâme” adlı eserleri ona imlâ ettirmiştir. Parlak zekâsı ile kısa zamanda şöhret bulan Serahsî, hocası Halvânî’nin ilim okuturken kullandığı post ile mükâfatlandırıldıktan sonra ‘Şemsü'l-Eimme (İmamların Güneşi)’ ünvânnı da hocasından devralır. Hocasının vefatında 48 yaşında olan Serahsî, hayatının geri kalan kısmında hep bu ünvânla anılmıştır. Osmanlı şeyhülislâmı ve tarihçisi Kemalpaşazâde tarafından “Tabakâtü’l-Fukahâ” başlığı
Muhammed Hamidullah ise Serahsî için şöyle der: “Eserlerinin mikdarı bakımından o şüphesiz en büyük Müslüman fakihidir.” Ona nisbet edilen şu sözler, ilimdeki derecesini bize anlatmaktadır. Kendisine: “İmam Şâfiî üç yüz cüz ezberlemiş” denildiğinde, şöyle demiştir: “Şâfiî'nin ezberlediği bizim ezberlediğimizin zekâtıdır.” Öğrendiği ilmi insanlara aktarmada da yoğun gayret gösteren Serahsî, talebe yetiştirmeye önem gösterdi. Onun önemli talebelerin bazıları şunlardır: “Buhâra’yı birçok yıllar idare etmiş âlim bir sülâlenin kurucusu Burhanü’l-Eimme İbn Mâze, el-Hasirî ve el-Kuşenî.” Bu öğrencileri dışında Buhâra ve çevresinde dersler okutmuş ve birçok ilim adamının yetiştirmiştir. Eserlerinin önsözlerinde yer alan ifadelerine göre Serahsi’ye göre Yüce Allah’a imandan sonra en büyük farz, ilim talep etmektir. Zira ilim, peygamberlerin mirasıdır. Peygamberler, hiçbir zaman miras olarak dinar ya da dirhem bırakmamışlardır. Onların bıraktıkları miras, ancak ilimdir. Bu ilmi alan kişi de gerçekten nasipli ve bahtiyar kişidir.
grubunda kabul edilmiştir.
duğunu bilmediğinizden bu teklifi yapıyorsunuz.”
altında yapılan ilk ve bilinen tek derecelendir-
45
RAMAZAN 1438
meye göre İmam Serahsî, “mesâilde müctehid”
Onun ilmi seviyesini görenlerden bazıları kendisine “Bir mezhep de sen kur” demişler, gülmüş ve şöyle demiştir: “Siz, İmam-ı Azam’ın kim ol-
İmam Serahsî rahimehullah, en değerli eserlerini h.466/1073480/1087 tarihleri arasında Özkent Kalesi Hapishanesi’nde bir kuyuda kaldığı yaklaşık 15 yıla yakın zamanda yazmıştır ve örnek ilim adamı portresini bizlere öğretmiştir. Zor şartlarına (kitapları, kalemi, kâğıdı vs. olmamasına) rağmen ilim öğretmekten bir an olsun geri durmamıştır.
rahsî’nin, Batı Karahanlı Devleti Hâkanı Şemsülmülk II. Nasr Han tarafından hapsedilmesi hakkında birçok görüş öne sürülmüşse de bunlar arasında en fazla itibar edileni, eserlerinde de yer verdiği Mu’tezile düşüncesine sahip bazı kimselerin hükümdara onun hakkında verdiği yalan, yanlış ve iftira dolu suçlamalardır. Nitekim kendisinin, hapiste tutulduğu zamanlarda yazdığı ‘el-Mebsut’ eserinin “Bab-u Hibatü’l-Marid” bölümünün bitiminde imlâ ettirdiği: “Bunu yazdıran, yalan ve yanlış ithamın kaldırılmasını isteyip dua edendir ki işte bu itham yüzünden hapse düşmüş, tecrid edilmiş, ailesi, oğlu ve bütün kitaplarından menedilmiş, dua sayesinde kurtulmayı gecelerin karanlığında korku içinde ve gözleri yaşlı ağlamak isteyen kimsedir” sözü ve yine “Aydınlatıcı, doğruyu söyleyen, bundan dolayı esir gibi hapsedilmiş” tabirleri buna işaret etmektedir. Yine bu konuda “Şerhu Ziyâdâtî’z-Ziyâdât” eserinde şöyle demiştir: “Kıyâmet günü bana sermâye olsun ve ben de kazançlı kimselerden olayım” diye, derine gidenlerin yolunu tutarak, diğer nasihat edenlerin arasında ben de sarfettiğim ‘söz’ sebebiyle hapse düşmüş ve dünyada kurtuluşa ermekten ümidimi kesmiş durumdayım. Allah (azze ve celle) ancak takva sahiplerinden hoşnut olur ve O, sâlih kullarını kendine velî edinir. Hâin olanların da hîle ve düzenini hedefe vardırmaz ve iyi insanların da mükâfatını zâyî etmez. Evvel ve âhir hamd, Allah’adır.”
Hapis Hayatı ve Kuyudan Yazdırılan Eserler
HAZİRAN 2017
İlim adamlarının tarihin her döneminde hakkı söyledikleri için maruz kaldığı hapis cezası, İmam Serahsî’ye de verilmiştir. Ona hapis cezası verildiğinde yaşı 64 idi. Büyük âlim ve Şemsü›l-Eimme olan İmam Se-
46
İlim adamlarının hakkı söylemelerine tahammülsüz davranan ve İmam Serahsî’ye bu cezayı veren Şemsülmülk II. Nasr Han, hiç kimseden çekinmeden doğruyu söyleyen Maveraünnehirli bir diğer fakih olan Ebu İbrahim İsmail b. Ahmed el-Saffar’ı da sebebi zikredilmeyen bir olay dolayısıyla h.461/1068 yılında öldürtmüştür. İmam Serahsî, hapiste olduğu süreçte (10731087) hükümdar olan Nasr Han’ın kardeşi Hızır ve onun oğlu Ahmet Han zamanlarında da yaklaşık 15 yıl hapiste tutulmuştur.
O, bu günlerini, “mihnet ve bela dolu, esir hayatı yaşadığı ve ücretsiz köle gibi bir hayat sürdüğü, üzüntü ve bezginlik diyârı bir hapishaneye konulduğu” gibi ifadelerle tavsif eder.
Hapiste İmkânsızlarla Yazdırılan Eserler İmam Serahsî rahimehullah, en değerli eserlerini h.466/1073-480/1087 tarihleri arasında Özkent Kalesi Hapishanesi’nde bir kuyuda kaldığı yaklaşık 15 yıla yakın zamanda yazmıştır ve örnek ilim adamı portresini bizlere öğretmiştir. Zor şartlarına (kitapları, kalemi, kâğıdı vs. olmamasına) rağmen ilim öğretmekten bir an olsun geri durmamıştır. Hapse atılmasına karşı eylemler ile karşı çıkmalar olunca, dönemin yönetimi tarafından talebelerinin onun ziyaretine gitmelerine izin verilmiştir. Hapis günlerinde bazı seçkin talebelerinin talepte bulunması ile kitaplarından yoksun olmasına rağmen hapishaneye gelen öğrencilerine 30 ciltlik önemli eseri ‘Mebsut’u hapishaneden çıkmadan h.479/1086 yılında toplam 13 yılda talebelerine yazdırmıştır. Bu onun ilimdeki derecesini gösteren en büyük delillerden biridir.
"Kıyâmet günü bana sermâye olsun ve ben de kazançlı kimselerden olayım” diye, derine gidenlerin yolunu tutarak, diğer nasihat edenlerin arasında ben de sarfettiğim 'söz' sebebiyle hapse düşmüş ve dünyada kurtuluşa ermekten ümidimi kesmiş durumdayım. Allah (azze ve celle) ancak takva sahiplerinden hoşnut olur ve O, sâlih kullarını kendine velî edinir. Hâin olanların da hîle ve düzenini hedefe vardırmaz ve iyi insanların da mükâfatını zâyî etmez. Evvel ve âhir hamd, Allah'adır."
Talebelerinden biri onun hapis günlerindeki ilmi öğretmedeki gayretini şöyle aktarır: “Kendisi iki yıldan beri sabırlı bir şekilde -Mebsut’un sekiz cildini bize iki yılda yazdırdı- bu işe devam etmekte ve Allah’ ın kendisini lütfuyla kurtarmasını ümit içinde beklemektedir...” Hapishane günlerinde talebelerine söylediği şu sözleri, onun ilme karşı edebi ve düşkünlüğünü bizlere öğretmektedir: vazgeçmeye utanmıyor musun? Hâlâ hatırımdadır. Ben Buhara’da talebe iken bir gün ishalden muzdarib idim ve günde kırk defa helaya gitmeye mecbur kalıyordum. Her defasında da abdest tazelemek için ırmağa gidiyordum. Öyle soğuk idi ki odama geldiğimde mürekkebi donmuş buluyordum, sonra onu bir müddet göğsüme sürüyordum
47
RAMAZAN 1438
“Derslerini yazdırttığı kuyu-hapishânede bir gün bir talebesinin mevcûd olmadığını fark etti. Sorması üzerine bir başka talebe, arkadaşının abdest almaya gittiği ve bizzat kendisinin de o gün hüküm sürmekte olan şiddetli soğuk sebebiyle bundan vazgeçtiği cevabını verdi. Bunun üzerine o büyük fakih, talebesine şöyle dedi: “Allah seni affetsin. Bu kadar soğuk yüzünden abdestten
ve göğsümün harareti onu eritince notlarımı yazmaya devam ediyordum.” Şimdi de hapisteki zorluklara rağmen onun talebelerine yazdırdığı bazı kitaplarına bakalım: El-Mebsût (30 cilt): Hapis hayatında ‘Mebsut’ adlı eserin yazılşını Prof. Dr. Muhammed Hamidullah şöyle anlatıyor: ”…Biyografi müellifleri bu hapishanenin derin bir kör kuyu olduğu konusunda hem fikirdirler. Serahsi‘nin hükümetle zıtlaşması için maddi veya şahsi hiçbir sebep yoktu. O sadece ilâhi hukuku (şeriatı Allah‘ın emirlerini) anlatıyor ve bir hükümdarın hoşuna gitsin gitmesin bunların değişmeyeceğini söylüyordu. Dindar âlim hapishanede hiç sesini çıkarmıyordu; durumuna sabr, tahammül ve Allah‘a tevekkül ile karşı koyuyordu. Gündüleri oruç tutuyor, geceleride geç vakitlere kadar nafile namaz kılıyordu. Bu durum hapishane görevlilerini o kadar müteessir ediyordu ki Serahsi’ye birtakım ilmi çalışmalar yapması hususunda ricâda bulunurlar. O da bunu memnuniyetle kabul eder ancak kuyuda kitapları yoktur. Ona gösterilen yegane kolaylık, talebelerinin kuyunun başına oturmaları (ve muhtemelen bir metin okumaları izni) idi. Serahsi kuyunun dibinden onlara okudukları metnin şerhini yazdırıyordu. Böylece “Mebsut” isimli fıkıh kitabını yazdırdı.”
HAZİRAN 2017
el-Mebsût, hapishaneye 13 yıl boyunca (466479) düzenli olarak gelen talebelerin Hakim eş-Şehid’in “el-Muhtasarü’l-Kafî” adlı eserini hocalarına okumaları ve onun da okunan pasajlar hakkında açıklamada bulunduktan sonra, talebelerinin yardımıyla metinler hazırlaması suretiyle meydana getirilmiş bir eserdir.
48
İmam Serahsî, içinde bulunduğu bu günlerini şöyle anlatır: “Aileden, çocuktan ve bütün kitaptan men edilmiş kimse.” Cuma namazıyla ilgili bir bahsi yazdırırken ise öğrencileri kitaba insanın içini acıtacak şu notu düşerler: “Bize bunları yazdıran insan ne cumaya ne de cemaate gidemeyen bir insandır.” İmam Serahsî, ‘Mebsut’ eserinin önsözünde dönemindeki insanların fıkıh ilmine az rağbet etmelerinden yakınmış ve bu durumun sebeplerinin başlıcalarını şöyle sıralamıştır: 1. Fıkıh öğrencilerindeki gayret ve himmet eksikliği 2. Bazı hocaların fıkıh bakımından pek önem arzetmeyen tâli meseleleri geniş geniş tahlile girişmeleri ve özellikle de ihtilaflı meselelerine dalmaları 3. Özellikle bazı kelam bilginlerinin fıkhî terminolojiyi, felsefî terminoloji ile açıklama çabaları. Neticede gördüm ki en doğru şey, bu ‘el-Muhtasar’ adlı kitabın şerhini telif etmektir. Bunu yaparken de her bâbda itimada şayan olanla yetinip, her meselenin gösterilmesinde hadislerden neşet eden mânâ hudutları dışına çıkıp fazla izah ve mana verişlerde bulunmadım. Bütün bunlara, benim teselli bulup avunmam hususunda ben hapiste iken yardım eden bazı seçkin arkadaşlarımın bu kitabı imlâ ettirmem için talepte bulunmaları da ilâve olunca kendilerine bu hususta müsbet cevap verdim.” İmam Serahsî'nin en hacimli ve en meşhur eseri olan el-Mebsût, 30 cilttir ve bu eserini hapiste talebelerine yazdırtarak tamamlatmıştır. Bu kitapta Serahsî meseleleri açıklarken Kur’an ve hadis yanında tarihi olaylardan da faydalanmış
ve ayrıca Hanefi Mezhebi dışındaki âlimlerin de görüşlerine yer vermiştir. Eser Türkçe’ye 31 cilt olarak tercüme edilmiştir. Usûlü’s-Serahsi (2 cilt): Hanefî mezhebinin fıkıh usûlu üzerine kaleme alınan eserlerinin en önemlilerinden birisidir. Usûlü’s-Serahsî adıyla şöhret bulan bu eser, Serahsî’nin kendi isimlendirmesiyle Temhidü’l-fusûl fi’l-usûl veya Bülûğu’s-sûl fi’l-usûl’üdür. el-Mebsût isimli geniş şerhini tamamladıktan sonra şerhte takip ettiği usûlü, fer’î meselelerin hakikatlerini anlamalarına yardımcı olması ve yeni meselelerin çözümünde nasıl bir yöntem takip etmeleri gerektiğini göstermek amacıyla fıkıh talebeleri için müstakil bir eserde toplamıştır. Bu eserini Özkent Kalesi’nde esir olduğu zaman talebelerine yazdırmıştır. Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir: Serahsî’nin Özkent Hapishanesi’nde talebelerine yazdırdığı on kadar eserden en son kaleme aldığı eseridir.
Serahsi’ye göre Yüce Allah’a imandan sonra en büyük farz, ilim talep etmektir. Zira ilim, peygamberlerin mirasıdır. Peygamberler, hiçbir zaman miras olarak dinar ya da dirhem bırakmamışlardır. Onların bıraktıkları miras, ancak ilimdir. Bu ilmi alan kişi de gerçekten nasipli ve bahtiyar kişidir.
Hapis cezasının son senesinde hapishaneden çıkarılarak hapishanenin bulunduğu Özkent şehrine kendisini himayesine alıp hürmet gösteren Emir Gün’ün evine nakledilen Serahsî, burada “Şerhu Siyeri’l-Kebir” eserini yazdırmaya başlamıştır. Ancak eserini daha tamamlayamadan her ne sebepten ise Özkent Kalesi Hapishanesi’nden çıktığı kuyuya tekrar dönme emri almıştır. Nihayet 480/1087 senesinin Rebiyülevvel ayının bitimine on gün kala Cuma günü tamamen hapisten kurtulup ömrünün son üç yılını geçirdiği Ferğana bölgesinin Merginan şehrine yerleşmiştir.
1826’da basılan bu eser, cihâda âit ince bilgileri ihtiva etmektedir. İmam Serahsî, bizzat kendisi bu eserini ne zaman ve nerede yazdığını şöyle anlatıyor: “İmlâya Özkent›te 479 senesi Zi'l-Kâide ayının ilk günü olan pazartesi sâbir, zekî, ‹Emir Gûn› lakabıyla tanınmış Ebu Ali el-Huseyn b. Ebi›l-Kâsım›ın evinde başlanmıştır. Bu imlâ, Eman bahsinin sonuna kadar devam etmiştir. Sonra aynı Özkent Kalesi’nde şerh işine devam etmemize dâir emir verildi. Buradaki (yâni hapisteki) yazdırma ise Şurût (şartlı muahedeler) bahsinin başına kadar devam etti. Müteakiben hapisten kurtuluş 20 Rebîü›l-Evvel›-
49
RAMAZAN 1438
İmam Muhammed’in devletler umûmi hukukuna dair olan es-Siyerü’l-kebîr adlı eserine yazdığı özel şerhidir. Bu eser, gerek Bizans arazisi gerekse Orta Asya illerinde vazifeli bulunan müslümanların askerî hayatına dâir canlı bir tablo çizmektedir. Umûmî tarih bakımından da alâka çekici sayısız vak’alardan bahsetmektedir. Antepli Muhammed Münib
Efendi tarafından Türkçeye tercüme edilen ve
de tahakkuk etti ve biz, Seyfü'd-Dîn İbrahim
Hani bir söz vardır, “Rabbi’ni bulan neyi kaybet-
Îshak b. İsmail'in evine yerleştik. Sonra Şeyh
miştir, Rabbi’ni kaybeden neyi bulmuştur” diye.
Seyfü›d-Dîn ve bütün fukahâ bu işi tamamla-
İşte imam Serahsî de bu vakitlerini Rabbi’ne
mamızı rica ettiler. Bunun üzerine Şurût bah-
yakınlaşmaya, O’nunla çokca zaman geçirmeye
sinden itibaren Seyfü›d-Dîn›in evinde 24 Rebîü›1-Âhir çarşamba günü başlanıp, Allah›ın
harcamıştır.
yardımı ve muvafakat etmesiyle 3 Cumâ-
Bir Rabbâni âlim olmasın ki onun Rabbine
de›l-Ûlâ 480 cuma günü bitirildi.”
duyduğu takvâsı olmasın. İşte İmam Serahsî de
es-Siyeru’-Kebîr’in şerhini İmam Serahsî üç yıla
takvâsı ile hapishane de dahî Rabbi ile imanın
yakın bir müddet içerisinde bitirmiştir. Hepsini
tadını aldığı vakitler yaşamıştır.
ezberinden yazmış ve bu arada İmam Muhammed’in kitabına bile müracaat etmemiştir.
Vefatı
Bunlardan başka Serahsî’nin hem hapis ha-
Büyük fakih Şemsü’l-Eimme Ebû Bekr Muham-
yatı hem de hapis hayatı dışında telif ve
med b. Ebî Sehli’s-Serahsî, çileli ve bereketli bir
şerh türünde kaleme aldığı daha pek çok
ömür sürdükten sonra h.483/1090 yılında 81
eseri bulunmaktadır. Şifâtü Aşrati's-Sâ'a ve
yaşında iken Merginan’da vefat etti.
Makâmâtü›l-Kıyâme, İmam Muhammed’in Ziyâdâtü’z-Ziyâdât’ı üzerine yazdığı en-Nüket’i,
Şerhu’I-Muhtasâr
fi’l-Fıkhı,
Fevâi-
Mezarı Kırgızistan’ın Oş iline bağlı Özgen şehrindedir.
dü’l-Fıkhıyye ve Kitâbü’l-Hayz, Hanefî fıkhını derli toplu halde özetleyen ve günümüze ulaşan ilk el kitabı Muhtasaru’t-Tehâvî Şerhi,
-------------------------
İmam Muhammed’in Kitâbü’l-Kesb Şerhi, yine İmam Muhammed’in el-Camiu’s-sağîr, el-Ca-
Kaynaklar
miu’l-kebîr ve Şerh-i Ziyâdâtü’z-Ziyâdât, Has-
İmam Serahsi Kimdir? (makale) - Mairamkan İsabaeva
sâf’ın Kitâbü’n-Nafakât ve Şerh-i Edebü’l-Kâ-
Serahsi’nin Hayatı, Sünnet Anlayışı ve Hadislerle Ameli -1,
dî’sini şerhleri bunların başlıcalarıdır. Bu eserlerden önemli bir kısmı günümüze ulaş-
Şemsü’l-Eimme es-Serahsî’nin el-Mebsut Adlı Eserinin Hacmi Üzerine, Cemalettin Şen, Uludağ Üniversitesi
tüphanelerinde mevcuttur.
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. 21, Sayı: 2, 2012, s. 23-41.
Takvası
Bedir cilt: 42; sayfa: 221-222
İmam Serahsî’den bahsedilen eserlerde onun
900. Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle Büyük İslâm Hukuk-
namaz kılarak Rabbine yaklaşma için salih
HAZİRAN 2017
Dergisi, IV, Şanlıurfa 1998.
mış olup, yazmalar halinde değişik dünya kü-
vakitlerini oruç tuturak, geceleri uzun uzun
50
Abdullah Yıldız, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
TDV İslâm Ansiklopedisi, Usulu’s-Serahsî md., Murteza İmam Serahsi Sempozyumu, D.İ.B Yayınları. cusu Şemsu’l-Eimme es-Serahsi Armağanı, Ankara Üniversitesi İlahiyât Fakültesi Yayınları, 1964. Bir Sîre Kaynağı Olarak Serahsi’nin El-Mebsut Adlı Eseri,
ameller ile geçirdiği aktarılmıştır. Takvânın
Havva Esma Akış, Yüksek Lisans Tez, Dokuz Eylül
yeri kalptir, nereye giderse gitsin bir kimsede
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010.
takvâ bulundu mu esâretle, işkence ile sona
1 Serahsî’nin doğum yeri olan Serahs kasabası bugün-
erdirilemez.
kü Türkmenistan sınırları içerisinde bulunmaktadır.
| İslâm Coğrafyası
Metin Eken |
Tapınaklar Ülkesi Nepal’de
İslâm ve Müslümanlar H
er ay bir Müslüman coğrafyasını ele aldığımız yazı dizisinin bu bölümünde
gerçekleştirildiğinden, bu seyahatler sonucu
Nepal’e konuk olacağız. Yaklaşık bir milyona
linin anlaşılmasına yönelik çarpıcı anekdotlar
ulaşan Müslüman nüfusuna rağmen Türkiye
içeriyor.
ve dünya Müslümanlarının ümmet bilincinin gerektirdiği biçimde yeterince tanımadığı bir ülke Nepal. Bunda, özellikle ülkemizde Nepal’in sosyo-kültürel yapısı ve tarihsel serü-
oluşan izlenimler ülke Müslümanlarının ahva-
Yazımızın başlığından da anlaşılacağı üzere Nepal, Budizm ve Hinduizmin önemli ölçüde etkin olduğu ve bu inançlar doğrultusunda binlerce ve hatta yüz binlerce tapınağın inşa edildiği bir ülke. Çoktanrılı bir dini anlayışın
yapılmamış olmasının payı büyük. Bu sebeple
hâkim olduğu ülkede neredeyse her şey put-
Türkiye Müslümanlarının Nepal’e ilişkin bilgi-
laştırılıyor. Müslümanlar ise bir azınlık olarak
leri sivil toplum kuruluşları tarafından ülkeye
yaşadıkları bu ülkede putların karşısına diki-
yönelik yardım faaliyetleri çerçevesinde yürü-
len İbrahim’i aleyhisselâm temsil ediyor. Her ne
tülen seyahatlere dayanıyor. Ancak bu seya-
kadar azınlıkta olsalar da azim ve kararlılıkla
hatler ümmet bilincinin bir yansıması olarak
yalnızca bir olan Allah’a kul olan Müslümanlar
51
RAMAZAN 1438
venine yönelik araştırma ve sorgulamaların
önüne seriyor; 16 yaşındaki bir genç kız İslâm’ı seçtiği için sokağa atılıyor, aynı akıbete düçar olmamak için Müslüman olan bir kadın yıllarca İslâm’ı seçtiğini eşinden saklamak zorunda kalıyor. Ailesinden işkence gören de var, bütün arkadaşları tarafından dışlanan da. Fakat tüm bu zorluklar Nepal’li Müslümanları Allah’ın dininden alıkoyamıyor. İşte tüm bunlardan dolayı Tapınaklar ve putlar ülkesi Nepal’de Müslüman olmak, cahiliye Mekke’sinde Müslüman olmaya çok ama çok benziyor.
(2)
Bu yönüyle
Nepalli Müslümanlar şirk ve küfrün bataklı-
Nepal, Budizm ve Hinduizmin önemli ölçüde etkin olduğu ve bu inançlar doğrultusunda binlerce ve hatta yüz binlerce tapınağın inşa edildiği bir ülke. Çoktanrılı bir dini anlayışın hâkim olduğu ülkede neredeyse her şey putlaştırılıyor. Müslümanlar ise bir azınlık olarak yaşadıkları bu ülkede putların karşısına dikilen İbrahim’i (a.s.) temsil ediyor.
ğında tertemiz imanı ve parlayan bir İslâm güneşini temsil ediyor. Şimdi gelin Nepal’i biraz daha yakından tanıyalım.
Ülkenin Coğrafi ve Demografik Özellikleri Ülke Batı, güney ve doğudan Hindistan kuzeyden ise Çin tarafından sarmalanmıştır. Bu yönüyle ülke sınırlarını oluşturan Çin ve Hindistan gibi güçlü ülkelerin siyasi ve ekonomik etkisine önemli ölçüde açıktır. Yaklaşık 30 milyonluk nüfusunun büyük bir bölümü Budist ve Hindulardan oluşmakta ve Müslümanlar ise yaklaşık bir milyonluk nüfusuyla ülkede azınlık konumunda yer almaktadır. Ülke Müslümanlarının tamamına yakını Sünni ve Hanefi
putların ve onlara inanan çoğunlukların karşısında sarsılmaz bir iman mücadelesi veriyor. Ve
Dünyanın en yüksek noktası olarak bilinen
bu mücadele ülke çapında pek çok gayrimüs-
Everest tepesi (8.848) ve dünyanın önemli
limin imanla müşerref olmasıyla sonuçlanıyor.
yüksek zirvelerine sahip olan Himalaya sıra
Bu yönüyle Nepal’de her bir Müslüman İbra-
dır. Ülkenin en önemli şehri başkent Kath-
HAZİRAN 2017
him’i aleyhisselâm ve her bir yeni Müslüman ise
52
mezhebine mensuptur.
dağları ülke sınırları içerisinde yer almaktamandu’dur. Çok kültürlü ve çok dilli yapısıy-
bu putların an be an yıkılışını temsil ediyor. (1)
la dikkat çeken ülke Hindu ve Budistler için
Tüm mücadele aynı zamanda ülke Müslüman-
sembolik öneme sahiptir. Hinduların hac için
larının pek çok sorunla yüzleşmesine sebep
ziyaret ettiği Pashupatinath Tapınağı bu ülke-
oluyor. Bu yönüyle Nepal’de Müslüman olmak
de yer almaktadır. Bununla birlikte Budizm’in
cahiliye Mekkesi’nde Müslüman olmaya benzi-
kurucusu olarak bilinen Buda’nın da ülke sı-
yor. Nepal’e seyahat gerçekleştiren bir Müslü-
nırları içerisinde doğduğu bilinmektedir. Ülke
man hayır gönüllüsünün bölge halkıyla yaptığı
bu yönüyle Budistler için de ciddi önem arz
röportajlar bu zorlukları tüm yönleriyle gözler
etmektedir.
Nepal’de İslâm ve Müslümanlar Müslümanların 8. yüzyıldan itibaren Nepal hakkında bilgi sahibi oldukları bilinmektedir. Bîrûnî çeşitli eserlerinde Nepal’in yerini Katmandu vadisi civarı olarak belirlemiştir. Bölgede İslâm’ın yayılması ise 15. Yüzyıldan itibaren bölgeye gelen Müslüman tüccarlar ve ilim adamları vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Günümüzde Müslümanlar genel olarak Nepal’in Terai bölgesinde yaşamakta ve Hindu kültürünün yoğun baskısı altında bulunmaktadır. Nepal’de Müslümanlar hayatın her alanında nüfuslarıyla orantılı bir temsilden yoksundur. Bunda Nepal’in Hindistan’daki Hindu-Müslüman çatışmalarından etkilenmesinin de payı büyüktür. Ülkede diğer inançlara yönelik ayırımcılık çok güçlü olduğu için yakın zamanlara kadar Müslüman çocuklar Hindular’ın okullarına kabul edilmemiştir. Son zamanlarda dinî medreselerin ve Müslümanların kurdukları dernek ve merkezlerin sayısında ise önemli bir artış görülmekte ve Müslümanlar alternatif eğitim ve bilgilenme ortamlarından faydalanmaktadır. (3) Her ne kadar çeşitli baskılara maruz kalsalar da ülke Müslümanları inançları ile bağlarını her geçen gün zenginleştirmekte ve son yıllarda pek çok gayrimüslim İslâm ile müşerref olmaktadır. Bunda 2008 yılında yaklaşık beş yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan Kuran-ı Kerim’in Nepal dilindeki mealinin etkisi büyüktür. Daha önce sadece belli bölümleri Nepal diline çevrilen Kuran-ı Kerim’in tamamının Nepal diline çevrilmesi Müslüman halk tarafından büyük teveccüh ile karşılanmış, bu durum İslâm’ı öğrenmek isteyen gayrimüslimler için de önemli fırsatlar doğurmuştur.
mazlum Müslümanların dilinden şu şekilde dökülmektedir; “Adım Ayşe, Evlenmeden önce Hindu idim. Kızımı doğurduktan sonra, o henüz 1 aylıkken Müslüman oldum. Kur’ân’daki Hz. Peygamber ile alakalı olan ayetlerden çok etkilendim ve bu şekilde Müslümanlığı seçtim. Çok fazla sıkıntı yaşadım. Eşimle sürekli bunun münakaşasını yaptık. Bebeğim 2 aylıkken, bir gece saat 11
53
RAMAZAN 1438
Ancak ülkede din değiştirip İslâm’a yönelen Müslümanlar ciddi sorunlarla yüzleşmektedir. ‘Nepal’deki Mekkeliler’ isimli yazısında bölgede sonradan Müslüman olanların ahvalini anlatan bir insani yarım gönüllüsünün röportajlarında (4) bu sıkıntılara yönelik ifadeler
Nepal’de Müslümanlar hayatın her alanında nüfuslarıyla orantılı bir temsilden yoksundur. Bunda Nepal’in Hindistan’daki HinduMüslüman çatışmalarından etkilenmesinin de payı büyüktür. Ülkede diğer inançlara yönelik ayırımcılık çok güçlü olduğu için yakın zamanlara kadar Müslüman çocuklar Hindular’ın okullarına kabul edilmemiştir. Son zamanlarda dinî medreselerin ve Müslümanların kurdukları dernek ve merkezlerin sayısında ise önemli bir artış görülmekte ve Müslümanlar alternatif eğitim ve bilgilenme ortamlarından faydalanmaktadır.
nağına gidiyordum. Ailem de Hindu idi. Ben de Hindu gibiydim fakat tam anlamıyla öyle değildim. Ailem Müslüman olduğumu öğrendiğinde çok büyük şaşkınlık geçirdi. Aynı zamanda öğretmenim, arkadaşlarım da şaşırdılar. Müslüman olduktan sonra okula ilk geldiğimde tesettürüm ile okumama müsaade etmediler. Bunun benim özgürlüğüm olduğunu söyleyerek direndim ve birçok Müslüman da beni takip etti. Nepal’in Müslüman bir ülke olmadığını ve buna izin vermeyeceklerini söylediler. Ben de onlara bunun benim dinim olduğunu ve ondan asla vazgeçmeyeceğimi söyledim. Sonunda izin vermek zorunda kaldılar.” Bölgedeki mazlum Müslümanların yaşadığı tüm bu sıkıntıların Mekke’deki ilk Müslümanların yaşadığı sıkıntılarla benzerlikler göstermesinden hareketle bölge Müslümanları Nepal’deki Mekkeliler olarak anılmaktadır. Nepal’deki İslâmi yapılanmalara bakıldığında
Nepal’deki İslâmi yapılanmalara bakıldığında ise öncelikle Tasavvufi cemaatlerin etkin olduğu görülmektedir. Bununla birlikte özellikle Pakistan ve çevre ülkelerde önemli etki uyandıran Cemaati İslâmi’nin de bölge Müslümanlarının bilinçlenmesinde önemli roller oynadığı bilinmektedir.
ise öncelikle Tasavvufi cemaatlerin etkin olduğu görülmektedir. Bununla birlikte özellikle Pakistan ve çevre ülkelerde önemli etki uyandıran Cemaati İslâmi’nin de bölge Müslümanlarının bilinçlenmesinde önemli roller oynadığı bilinmektedir.
------------------------Dipnotlar ve Kaynakça
HAZİRAN 2017
civarında eşim evi terk etmemi istedi ve beni bebeğimle birlikte dışarı attı.” “Adım Hafsa, 17 yaşındayım. İslâm’ın insanları sevmeyi ve korumayı teşvik etmesinden çok etkilendim. Elhamdülillah 1 yıl önce Müslüman oldum. İlk zamanlar herhangi bir dini kabul etmiyordum. Kiliseye gidiyordum, Hindu tapı-
54
1. Sema Bayram’ın Milat gazetesinde İHH Ankara Genel Koordinatörü Hanefi Sinan ile gerçekleştirdiği röportajda Nepal’i anlatan Hanefi Sinan’ın ülkede İslâm ve Müslümanlara yönelik analizleri için bkz: http://m. milatgazetesi.com/bir-musluman-bir-putun-yikilmasi-demek-haber-32525 2. Serkan Nergis’in Time Türk’te yayınlanan yazısı ve gözlemleri için bkz: http://www.timeturk.com/ tr/2012/07/05/asya-da-iki-durak-banglades-ve-nepal. html 3. Azmi Özcan, Nepal, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 2006, Cilt 32, s.557-558. 4. Turgay Bakırtaş, Nepal’deki Mekkeliler, Detaylı Bilgi için bkz: https://www.ihh.org.tr/oradaydik/nepaldeki-mekkeliler
| Nebevi Aile
Halime Yılmaz |
RAMAZAN 1438
55
HAZÄ°RAN 2017
56
RAMAZAN 1438
57
HAZÄ°RAN 2017
58
| Haber Analiz
Emrah Seven |
Adalet Üzerine Adalet mülkün temelidir.” (Hz. Ömer)
T
adalet ile yönetilmeyi beklemek abesle iştigal olacak ama Müslüman fertlerin adaleti istemeleri kendi yaşamlarını bu doğrultuda çizmeleri gerekmektedir. Demokratik sistemlerde adaletin olması zor olacak nedeni parlamentolar belli bir siyasal grubun, partinin yönetimindedir. Bu siyasal parti kendi menfaat ve çıkarlarına uygun yasa çıkartır ve o yasaları kendi çıkarlarına göre tatbik eder. Çünkü siyasal partileri denetleyen
59
RAMAZAN 1438
ürkiye 15 Temmuz gecesi başarısız darbe girişimiyle karşı karşıya gelmiş ve büyük bir felaketi atlatmış. Başarısız darbe girişiminden önce kamuoyunda merkez sağdan, ulusalcılara, milliyetçilerden, sosyalist sol hareketlere kadar her kesimden insanın methettiği Gülen hareketi, meğerse ülkeyi kendi cemaatinin ve liderinin çıkarına göre yönetiyormuş. Başarısız darbe girişimiyle Adalet›in önemini bir kez daha anlamış olduk. İşin gerçeği demokratik sistemde adalet arayışına girmek,
radiyallahu anh’ı
göndermişti. Rüstem, Rib’î b.
Âmr’e: – Sizi buraya getiren sebep nedir? Buralara kadar niçin geldiniz? Diye sormuş, bunun üzerine Rib’î b. Âmr, şu târihî cevâbı vermişti:
“Bizi Allah gönderdi: Allâh’ın izniyle insanları kula kulluktan kurtarıp Allâh’a kulluğa dâvet etmek, insanları dünyanın darlığından kurtarıp dünya ve ahiretin genişliğine eriştirmek ve onları râhiplerin zulmünden kurtarıp İslâm’ın adâletine kavuşturmak için…”
– “Bizi Allah gönderdi: Allâh’ın izniyle insanları kula kulluktan kurtarıp Allâh’a kulluğa dâvet etmek, insanları dünyanın darlığından kurtarıp dünya ve ahiretin genişliğine eriştirmek ve onları râhiplerin zulmünden kurtarıp İslâm’ın adâletine kavuşturmak için…” (1) Bu konuyu neden gündeme aldım sorusuna cevap ise başarısız darbe girişiminden sonra binlerce insan tutuklandı. Binlercesi işlerinden uzaklaştırıldı. Binlercesi toplumdan soyutlandı. Binlercesi yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bu yargılama süreci adaletli oldu mu? İnsanların kalbi mutmain oldu mu? Hayır, Ne adalet ile oldu ne de insanların kalbi mutmain oldu. Belki binlerce insan masum olduğu halde işinden, ailesinden, vatanından oldu. Belki çok zengin olsalardı, belki belediye başkanın oğlu
ve gözetleyen yine kendi seçmiş oldukları yargı mensuplarıdır. Ülkeyi yönetenler ister dini söylemleri dilinden düşürmeyen muhafazakâr bir parti olsun, ister eşitlik, halkların kardeşliği kavramlarını düşürmeyen sosyalist bir parti olsun bu değişmez çünkü sistemin kaynağı, temeli, çıkış noktası problemlidir. Sorun sistem sorunudur. Türkiye’yi en iyi lider de yönetse sorun çözülmeyecektir. Çözüm İslâmi bir sistemdir.
HAZİRAN 2017
Hz. Peygamberin yetiştirdiği sahabiler yönetim ve adalet meselelerini çok iyi idrak ettiler. Öyle ki; Hz. Ömer radiyallahu anh’ın hilâfeti döneminde Suriye İslâm orduları başkomutanı Sa’d b. Ebi Vakkas radiyallahu anh, bazı konularda İslâm ordusundan bilgi almak isteyen İran orduları başkomutanı Rüstem’e elçi olarak Rib’î b. Âmir
60
olsalardı demokratik sistem içerisindeki adalet onları da bulabilirdi. Müslümanların gerçek adaleti hayatlarında tatbik etmeleri için sistemin kaynağının İslâmi temeller üzerine inşa edilmesi gerekir. Demokratik sistemin ya da İslâm dışı her bir ideolojinin adaleti sağlamaları imkânsızdır. İslâm’ın kuralları insan fıtratına uygundur. Allah İslâm’ın adaletini hâkim kılmayı bizlere nasip etsin.
-------------------------
1. Rib’î b. Âmir b. Halid b. Amr: Sahabe-i kiramdandır. Irak, Nihavend, Suriye ve Horasan Savaşları’na katılan komutanlardan biridir. Hz. Ömer tarafından Müsenna b. Harise’ye destek olmak üzere askeri bir kuvvetle görevlendirilmiştir. Horasan fethedildiğinde Taharistan vâlisi olarak tayin edilmiştir. (İbn Hacer, İsabe: 2/194)
| Serbest Köşe
Ümit Şit |
A
frika bir zamanlar İslâm
ya da teknolojik açıdan ilerletmek değil aksine köleleştirmek, sömürmek ve
ümmetinin hâki-
teknolojik ve birçok alanda kendine
miyetinde
bağımlı kılmaktır.
iken
şu an ki durumdan çok üstün bir yaşam içerisindeydi. Hatta hayatın birçok alanında
ilerlemeler
kaydedilmişti. Afrika'da, İslâm’ın etkisiyle ilerleyen insanlık 1924’de İslâm hilafetinin yıkılışına
Dünyada Müslümanlar söz sahibi olmadığı sürece insanları güdüp ellerindekini yağmalayan güçler hep var olacak ve toplumlar arasındaki alakalar sadece menfaat üzerine kurulmaya devam edecektir. Avrupalıların dünya zenginliklerini elde edebilmek için uyguladığı sömürgecilik durmayacaktır, işgaller bitmeyecektir. Müslümanlar ulusla-
tan sonra Müslümanlar başsız kaldılar. Böy-
rarası arenadan kaybolduğundan beri, dün-
lelikle Afrika’yı ele geçiren sömürgeci Avru-
yanın hali hiç değişmemiştir. Hilafet yıkıldı-
palılar, bu kıtadaki tüm ilerlemeleri, maalesef
ğından beri Müslümanlar ve diğer milletler
durdurdular. Asırlar içerisinde Afrika’da, ka-
adalete hasret kalmışlardır. Avrupa’nın ve
zanılan, kaydedilen, hayatın birçok alanla-
daha sonrasında Amerika’nın rüyası olan ka-
rındaki ilerlemeler, tıpkı Endülüs de olduğu
pitalizm; dünyayı sürekli tüketen, tükettikçe
gibi Avrupalıların elleriyle yerle bir edildi.
haz alan insan kalabalıkları şeklinde bambaş-
Avrupa’nın amacı insanları medenileştirmek
ka bir portre çizmiştir.
61
RAMAZAN 1438
kadar devam etti. Hilafet makamı kaldırıldık-
İnsanlar istedikleri yönetim şeklini ve kendi seçimlerini uyguladığını sanmaktadır. Aslında dev bir senaryo içerisinde hapsedilmişlerdir. Kendi seçenekleri değil dayatılan seçenekler arasında seçim yapmaktadırlar. Bu durum insanların özgürlüğü değil köleleşmesidir. Bu durum insanları, sadece haz merkezli tutumları ele alınan, duygulardan yoksun robotlara dönüştürmüştür. İnsanlar her imkâna rağmen
HAZİRAN 2017
İnsanlar istedikleri yönetim şeklini ve kendi seçimlerini uyguladığını sanmaktadır. Aslında dev bir senaryo içerisinde hapsedilmişlerdir. Kendi seçenekleri değil dayatılan seçenekler arasında seçim yapmaktadırlar. Bu durum insanların özgürlüğü değil köleleşmesidir.
mutsuzdurlar. Çünkü bedenleri her türlü hazzı ve zevki yaşarken ruhları hazlardan açığa çıkan günahlardan dolayı can çekişmektedir. Müslümanların dünya siyasetini yönlendirmediğinden beri meydan boş kaldı ve korkaklar ortalıklarda sanki aslanlarmışçasına dolaşmaktadırlar. Oysa İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler âlemine kan kusturmaya devam ettirmektedirler. Afrika gibi toplumları doğrudan asimile yaparak
62
köleleştirenler, doğrudan köleleştiremedikleri toplumlara ise kendi yönetim sistemini dayatarak insanlığı 12 saat veya daha fazla şekilde kendi çarkında adeta bir fare gibi koşturmaktadırlar. Kapitalist sistem, medya canavarları sayesinde fakirleşme edebiyatı yaparak insanları sürekli para kazanmaya iten bu kan emici sistemin mahluklârı, insanların haklarını gasp ederek, bilerek ve isteyerek toplum refahına çomak sokmaktadırlar. Çünkü ihtiyaç sahibi olan insanlar daha çok çalışma ihtiyacı duyacaklar. Daha çok çalışan insanlar ise sadece 40 metre kare hayat alanı görebilen gözlükleri ile dünyaya bakacak, ahiret hesapları ise çok uzak bir ihtimal olarak kalacaktır. Zavallı insanları her gün öğüten sistemin uşakları Allah’a kulluktan alıkoyarak adeta kendilerine kul yapmaktadırlar. Para ve kariyer peşinde koşan modern insan, dünyevileştikçe ahiret bilincini kaybetmektedir. Oysaki Allah Teâlâ, bizi günde 12 saat iş düşünmek ve sürekli maddi kazanç sağlamak amacıyla yaratmadığını Zariyat suresi 56. ayetinde buyurmaktadır: “…ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Allah ile aramıza giren her şey bizi kaçınılmaz mutsuz sona ulaştırmaktadır. Kulluğumuzun tadını alamayışımızın sebebi kulluk bilincini kapitalistlerin değiştirmeleri ve bizimde bunun farkında olmadan kabullenmemizden ileri gelmektedir. Evet, kulluğun yalnız Allaha olacağını ve bu dünyanın bir sonunun olduğunu fark eden Müslümanlar, ümmeti milletlere bölen sömürgecilerin yurtları üzerindeki kirli ellerini itmek için bir uğraş içine girmektedirler. Ama ne yazık ki böyle bir uğraş içinde olan yani İslâm’ı dava edinmiş kişilerin sayısı ise oldukça azdır. Kapitalist kâfirler, her ne kadar kendileri de uluslara bölünmüşlerse bile konu Müslümanlar olduğunda derhal bütünlük oluşturmaktadırlar. Müslümanlar istedikleri bir yönetim şeklini dillendirseler parça parça olmuş birleşmiş müşrikler topluluğu hemen bir duvar gibi
olup Müslümanların önlerinde durmaktadır. “Onlar toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.” (Haşr, 14) Evet, kendi içlerinde müthiş bir şekilde savaşırlar ki, bunun en büyük delili, iki dünya savaşına Avrupa’nın ev sahipliği yapmış olduğu gerçeğidir. Bu savaşlarda milyonlarca insan ölmüştür. İşte kendi içlerinde bu kadar vahşi olmalarına rağmen konu Müslümanlar olduğunda bu vahşi ve barbarlar birbirlerine bir anda medenileşirler. Bu medenileşmeleri ile beraber barbarlıklarını ve vahşiliklerini Müslümanların üstüne kusarlar. Korkak bir topluluk olduklarından, ortaya çıkmadan savaşmak isterler. Bazen büyük kalelerin ardından, bazen uçaklarıyla korkakça bombalar atarak, bazen ise insan bile kullanmaktan çekinmektedirler. Bugün en büyük savaş taktikleri Müslümanlara karşı hain ve münafık olan uşakları sahaya sürerek kendi adına savaştırmaktır. Hiçbir ülkenin insanlarının refahı veya emniyeti umurunda değildir. Örneğin, Afrika’da ki menfaatleri genel olarak ihracat ürünleri, elmaslar ve diğer madenlerdir. Petrolün keşfi ve artan petrol üretimi ve tüketimi, meseleye başka bir boyutta kazandırmıştır.
Ey âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberin merhametli Ümmeti! Afrika’daki ve diğer coğrafyalardaki kardeşlerini unutmana sebep teşkil eden şey nedir?
63
RAMAZAN 1438
Günümüzde dünya petrol rezervlerinin çok önemli bir kısmı, Afrika topraklarının altında bulunmaktadır. Kapitalist uluslar, Afrika toprakları ve denizlerinde yaptıkları keşif ve sondaj çalışmalarıyla, halkın petrollerini sömürürken bir su kuyusu açma tenezzülünde bile bulunmayacak kadar merhametten yoksundurlar. Medeni olduğunu iddia eden bu çürük toplumlar Afrika’da susuzluktan ölen bebekleri kendi bakış açılarından çıkarmışlardır. Peki, batının gaddarlığına rağmen bizim kardeşlerimize olan merhametimizin derecesi ne kadardır?
Kapitalist sistem, medya canavarları sayesinde fakirleşme edebiyatı yaparak insanları sürekli para kazanmaya iten bu kan emici sistemin mahluklârı, insanların haklarını gasp ederek, bilerek ve isteyerek toplum refahına çomak sokmaktadırlar. Çünkü ihtiyaç sahibi olan insanlar daha çok çalışma ihtiyacı duyacaklar. Daha çok çalışan insanlar ise sadece 40 metre kare hayat alanı görebilen gözlükleri ile dünyaya bakacak, ahiret hesapları ise çok uzak bir ihtimal olarak kalacaktır.
Kaçımız Afrika’daki annelerimizin, babalarımızın, bacılarımızın ve kardeşlerimizin susuzluklarından kaynaklanan suskunluğuna ses olabiliyor.
Günümüzde dünya petrol rezervlerinin çok önemli bir kısmı, Afrika topraklarının altında bulunmaktadır. Kapitalist uluslar, Afrika toprakları ve denizlerinde yaptıkları keşif ve sondaj çalışmalarıyla, halkın petrollerini sömürürken bir su kuyusu açma tenezzülünde bile bulunmayacak kadar merhametten yoksundurlar.
Kaçımız Rahmanın bize kolayca bahşettiği hayat kaynağının şükrünü hakkıyla ifa edebiliyor. Kaçımız 12 ay taksitli mutlulukların içine gömülerek hayatı vadelere bölme eminliğini yaşamıyor ki. Kaçımız metre ile hesaplanabilen plazmalardan hayata bakarken hayattan uzaklaşmıyor. Kaçımız TV’lerde susuzluktan, bombalar altında kalan, açlıktan kıvranan Afrika, Suriye, Irak, Filistin, Afganistan portreleri karşısında çevik bir kumanda hareketiyle vicdanlarından kaçmıyor? Kaçımız buzdolaplarındaki soğuk meşrubat çeşitlerini seçmede zorluk yaşamıyor ki.
Sen değil misin değişik coğrafyalara İslâm’ın merhametini, yardımlaşmasını götüren, kardeş olma duygusunu taşıyan Sahabe takipçisi? Bugün susuz değilsin. Peki, yarın olmayacağının garantisini verir misin? Allah subhanehu ve Teâlâ şu hitabını bize yöneltirken: De ki: “Söyleyin bana: şayet suyunuz çekilir, yerin dibine giderse, o akan tatlı suyu, kim getirebilir size?” (Mülk, 30)
HAZİRAN 2017
Bugün aç değilsin çünkü: "O, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her tehlikeye karşı onlara emniyet vermiştir." (Kureyş, 4) ayeti şu zamanda seni tarif ediyor. Muhakkak Müslüman olan Allah’a ve ahiret gününe iman eden her fani biliyordur ki kaynaklarımız daimi değildir ve bu rahatlığımız dilediğimiz kadar değil, Allah’ın dilediği kadar sürecektir. Kaçımız su bulma uğrunda yolculuğa çıkan annelerin yolda susuzluktan ölen çocuklarını bile gömemeden su bulmaya devam ettiğini biliyor.
64
Kaçımız sudaki protein değerleriyle oyalanmadan, Afrika’daki bebeklerin çamurdaki sulara iştahla atladığını hatırından çıkarmıyor. Kaçımız vitaminlerin hangi besinde değeri ve oranı ne kadar tartışmaları yaparken, bir arpa tanesine muhtaç olan ümmetin çocuklarına ağlıyor? Kaçımız Ramazanda akşam ezanı ile susuzluğunu giderirken, Afrika’da beş vakit ezan sesiyle susuzluğun ve diğer coğrafyalarda ise açlığın hep hâkim olduğunu aklından çıkarmıyor. Kaçımız Rasûlullah’ın: ‘Kim susuz birine su ikram ederse, Allah ona cennetin misk kokulu içeriğinden içirir.’ (Ebu Davud, Tirmizi) müjdesiyle Afrika’daki kardeşlerine el uzatabiliyor. Kaçımız bu hadisle aç olan midelere umut, boş olan amel sepetlerine ecir koyarak tükenen benliğine yeniden mürekkep olabiliyor: “Kim bir Müslüman kardeşine iftar vakti yemek yedirirse, onun sevabı kadar da kendisine sevap yazılır. Yemek yedirdiği kimselerin sevabından da hiçbir şey eksilmez.” (Tirmizî, Savm: 82; İbni Mâce, Sıyam: 40)