Nebevi Hayat Dergisi 81.sayı (Ağustos, 2019)

Page 1




Yıl: 7 - Sayı: 81 - Fiyatı: 9,5 TL

Sahibi Nebevi Hayat Yayınları Adına Yakup Hazman Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Yılmaz Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Yakup Hazman Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. 1300. Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Abone ve Dağıtım Sorumlusu: Kadri Karataş Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: (0533) 056 83 19 Web ve Sosyal Medya: twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com Abone Şartları 2019 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 100 TL Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevi Hayat Aylık Dergi (Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa, İstanbul, Ağustos 2019

Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.

Editör H

amd, bizleri iman ile şereflendiren ve salih ameller ile süsleyen Rabbimizedir. Salat ve selâm ise iman edilmesi gereken her şeyde bizlere örnek olan Allah Rasûlüne, ehline, ashabına ve tüm müminlere olsun… İman bir şeye kesin olarak inanmak demektir. İnsanlar yaratılışları gereği bir şeye inanmaya ve bağlanmaya ihtiyaç duyarlar. Bu inandıkları hususlar gerek hak olsun gerekse de batıl, bir inancı temsil eder. İnancın kabul gören bir şey olması gerekmez. Her ne kadar içinde yaşadıkları toplumun büyük bir kesimi tarafından kabul edilmese de kendi doğruları olan ve bunların hakikatine inanan insanlar da bir şeye inanmış olurlar. İman etmiş toplumların içerisinde görülen inanmama durumu da aslında böyle bir inancı teşkil eder. Böyle bir toplumda Allah’a inanmadığını söyleyen kişi bile aslında Allah’ı inkâr ettiğini söylerken tabiata, Şeytana, ağaçlardan ve taşlardan yapılmış kendilerine bile hayrı dokunmayan putlara, “Buda” veya farklı isimler verdiği insanlardan olan varlıklara, meleklere, gökyüzü cisimlerine, ineğe, timsaha ve daha başka varlıklara kutsiyet atfederek onları kendinden üstün kabul edip inanmaya gereksinim duyarlar. Allah’a imanın zıttı olan diğer tüm varlıklara inanmak, batıl imanı temsil eder. Bu tür kimseler hiçbir şeye inanmadıklarını söyleseler dahi hakikatte akıllarını ilahlaştırmış ve akıllarının üstünlüğüne inanmış zavallılardır. Allahu Teâlâ’nın bahşetmiş olduğu akıl nimetini yaratıcıyı tanımak ve O’na gereği gibi kul olmak yolunda kullanmayıp aklının ve şehvetlerinin esiri olan kimseler bu tavırlarıyla kendilerini insanların en zekisi ve bilgilisi kabul edip, iman etmiş Müslüman kimseleri ise sefihlikle, akılsızlıkla ve cahillikle itham ederler. Nebevi Hayat Dergisi olarak insanı insan yapan en büyük cevheri yani iman meselesini gündeme alarak “Önce İman” kapak başlığı altında üç adet makale kaleme aldık. Aynı zamanda zengin köşelerimizde farklı meseleleri gönül dünyamıza taşıdık. Nebevi Hayat Dergisi olarak yaklaşmakta olan Kurban Bayramının İslâm Alemine hayırlar getirmesini, bu vesile ile Allah yolunda kurban olan kardeşlerimizin amellerinin karşılık bulmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ederiz. Selâm ve dua ile…


İçindekiler

İman Etmek ve İman Etmenin Önemi

Hakan Sarıküçük

İman Edenlerin Birleşeceği Ortak Payda Nedir? Yusuf Yılmaz

İnkârın Psikolojik, Sosyolojik Sebepleri ve Sonuçları Ümit Şit

04

11

16

KUR'AN'I KERIM'DEN MÜ'MINLERE NIDALAR Sadakada Gizli Tehlike "Gösteriş" M. Sadık Türkmen

22

Nebevî Damlalar Bid'atlerden Sakınma Yener Yılmaz

27

Kavramlar Din Kavramı (4) Mahmut Varhan

33

İslâm Dünyasındaki Kâşifler Zoolojide Öncü Bir İsim: Demîrî Cihan Malay

45

Yakın Tarih Tarihin Karanlık İdeolojilerinin Yakın Döneme Etkileri: 1. Milliyetçilik Furkan Uyanik

51

Nebevî Aile Çocukları Namaza Nasıl Alıştırabiliriz? Halime Yılmaz

57

Serbest Köşe Modern Çağın Unuturduğu Amel Sıla-i Rahim Derya Fıçıcı

61


KAPAK DOSYA Hakan Sarıküçük

İMAN ETMEK VE İMAN ETMENİN ÖNEMİ İmanın ne kadar önemli olduğunu Peygamber efendimiz şu hadisi ile dile getirmiştir: “Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu halde Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyen kimse cehennemden çıkar.”

4

Ağustos 2019

H

amd, bizleri kendisine inanan müslümanlar olarak yaratan ve imanı bizlere sevdiren Yüce Allah’a,

Allah’tan başka ilah yok-

Salât ve Selâm, iman etmenin gereğini ve önemini hadisi şerifleri ile bizlere bildiren Hz. Muhammed aleyhisselâm’a,

imanın

Allahu Teâlâ’nın selâmı, ihsanı, affı ve ikramı Yüce Rabbimize gereği gibi iman edenlerin üzerine olsun. Yüce Rabbimiz, Muhammed sûresi 19. ayette: “Bil ki;

tur…” buyurarak imanı bilgi ile ilişkilendirmekte ve imanın bir bilgi dahilinde olmasının önemini bildirmektedir. Bilgi temelidir.

Bilgisiz

iman olmaz. İmanla bilgi arasında yakın bir ilişki vardır. Her inanan kişi neye inandığını bilir, fakat her bilgi inanmayı gerektirmez. Nitekim kâfirlerin durumu da budur. Onlar hakikati görüp bildikleri halde kabul etmekten kaçındıkları için “örten” manasına gelen kâfir ismi ile anılırlar.


İnanılacak esaslarla ilgili bilgiye iman denilebilmesi için kişinin gönlünde ve kalbinde hür iradeye dayalı bir boyun eğmenin, teslimiyetin ve tasdikin bulunması gerekir. İman edene sevap, etmeyene ceza verilmesinin dayanağı kişinin gönülden bağlılığının ve tasdikinin bulunup bulunmamasıdır.

bağlanacağınızı bile bilmediğiniz bir varlığa itaat edebilir misiniz? Ona itaatınızın nasıl olması gerektiğini ve nelere dikkat etmeniz gerektiğini nasıl tespit edeceksiniz? Neler yaptığınız takdirde onun sevgisini kazanacağınızı, neleri yaptığınızda onu öfkelendireceğinizi nasıl bileceksiniz?

İnsanoğlu yaratılışı gereği bilmediği şeyin düşmanıdır. Bir şeyi bilmemek o şeye karşı bizlerde savunma duygusu oluşturur. Karşımıza neyin nasıl çıkacağını bilmediğimiz için tedirginlik ve tereddüt içinde olur, çekimser bir tavır sergileriz. Bu sebeple öncelikle imanın ne manaya geldiğini ve neden bu kadar çok öneme haiz olduğunu bilmemiz gerekir. Ancak bu yolla inanmamız gereken Rabbimizi tanır, tanıyınca da sever, sevince de bağlanır, bağlanınca da itaat eder ve dinleriz.

İşte bu sebeple imanın ne demek olduğunu iyi bir şekilde öğrenmemiz gerekir ki Rabbimize gereği gibi kul olalım ve O’nun sevgisini kazanalım. O’nu bizlere karşı öfkelendirecek ve gazabına sebep olacak şeyleri de yapmayalım.

İnsanoğlundan tanımadığı bir varlığı sevmesi beklenemez. O varlığın özelliklerini, kendisinde aradığı vasıfları bilmeksizin körü körüne hiç görmediği, duymadığı, hissetmediği ve bilmediği bir varlığa sevgi iddiası boş bir iddia olur. Böyle bir bağlılık kısa bir süre içinde bitmesi ve yok olması beklenen bir durumdur. Düşünün ki bir kişiyi seviyorsunuz fakat ne görmüşsünüz ne konuşmuşsunuz ne size cazip gelen özelliklerine muttali olmuşsunuz, ne ona karşı sizde hayranlık oluşturacak sıfatlarına vâkıf olmuşsunuz… Kısacası hayal dünyanızda bile şekillendiremediğiniz bir şeyi sevebilir misiniz? Neye, nasıl

İman bir şeye kesin olarak inanmak demektir. İnsanlar yaratılışları gereği bir şeye inanmaya ve bağlanmaya ihtiyaç duyarlar. Bu inandıkları hususlar gerek hak olsun gerekse de batıl, bir inancı temsil eder. İnancın kabul gören bir şey olması gerekmez. Her ne kadar içinde yaşadıkları toplumun büyük bir kesimi tarafından kabul edilmese de kendi doğruları olan ve bunların hakikatine inanan insanlar da bir şeye inanmış olurlar. İman etmiş toplumların içerisinde görülen inanmama durumu da aslında böyle bir inancı teşkil eder. Böyle bir toplumda Allah’a inanmadığını söyleyen kişi bile aslında Allah’ı inkâr ettiğini söylerken tabiata, şeytana, ağaçlardan ve taşlardan yapılmış kendilerine bile hayrı dokunmayan putlara, “Buda” veya farklı isimler verdiği insanlardan olan varlıklara, meleklere, gökyüzü cisimlerine, ineğe, timsaha ve daha başka varlıklara kutsiyet atfederek

Zilhicce 1440

5


onları kendinden üstün kabul edip inanmaya gereksinim duyarlar. Allah’a imanın zıttı olan diğer tüm varlıklara inanmak, batıl imanı temsil eder. Bu tür kimseler hiçbir şeye inanmadıklarını söyleseler dahi hakikatte akıllarını ilahlaştırmış ve akıllarının üstünlüğüne inanmış zavallılardır. Allahu Teâlâ’nın bahşetmiş olduğu akıl nimetini yaratıcıyı tanımak ve O’na gereği gibi kul olmak yolunda kullanmayıp aklının ve şehvetlerinin esiri olan kimseler bu tavırlarıyla kendilerini insanların en zekisi ve bilgilisi kabul edip, iman etmiş müslüman kimseleri ise sefihlikle, akılsızlıkla ve cahillikle itham ederler. Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit “Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!” derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler). (1) Müminlerle karşılaştıkları vakit “(Biz de) iman ettik” derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler. (2) Dünyanın en akıllı kişisi dahi olsa; bilgin, kâşif, düşünür, filozof ve daha nice isimlerle anılsa dahi Allah’a iman etmemiş kişi İslâmi bakımdan akıllı-

lar sınıfı içerisinde yer almaz. Çünkü zekâsının ve şehvetlerinin esir olan böyle kimseler dünya ve içindeki pek az bir menfaat uğruna ahiretlerini heba ederler. Peygamber aleyhisselâm böyle kimseleri şöyle vasfeder. “Akıllı kimse nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir. Aciz kimse ise nefsini hevâsına tabi olan ve Allah hakkında boş temennilerde bulunan kimsedir.” (3) “Herkes yarın için ne takdim ettiğine dikkat etsin” (4) mealindeki ayeti kerime de ölüm sonrası için çalışanların ne kadar isabetli ve akıllıca davranmış olduklarını göstermektedir. İmanın dînî terim olarak tanımı; Allah’ın varlığına, birliğine O’ndan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir (ikrar). Aynı zamanda Meleklerine, kitaplarına, Rasûllerine, ahiret gününe, hayır ve şerri ile kadere imanı da içerir. Bu esasları kabul edip inanan kişi de mümin bir kişi olur. İman ehli olmak İslâm inancında kişiyi Allah katında yücelten ve onu yaratılışındaki en üstün değerine çıkaran bir durumdur. İman kişinin Esfeli Safilîn’den Ahseni’t-Takvim derecesine yücelmesine sebep olur.

1. Bakara, 13 . 2. Bakara, 14. 3. Tirmizi, Kıyame,25; İbni Mace, Zühd, 31, Ahmed b. Hanbel, müsned, IV,124; Hakim, Müstedrek,IV, 251. 4. Haşr,18.

6

Ağustos 2019


Hayvanlardan bile daha aşağı derecede iken bu durumdan kurtulmasına ve Allah’ın kendisine uygun gördüğü Eşrefi mahlûkat değerini elde etmesine sebep olur. İman sayesinde kişi dünyada ve ahirette Allah’ın yardımını elde eder. Allah’ın sevdiği kulları arasındaki yerini alır. Allah’ın gazabından çıkıp rahmetini umar. Ahirette Allah’ın sevdiği diğer tüm kulları ile birlikte olmaya hak kazanır. Ebedi mutluluğa nail olur. İman insanı her iki âlemde esenliğe kavuşturan ve önceki hayatını tamamıyla değiştiren, öncesinde işlediği hangi türden olursa olsun tüm günahların affına sebep olan Allah’ın bahşettiği mükemmel bir nimettir. İnsan iman ile kemal bulur. İman ile rahmete nail olur. İman etme vasfı kişiyi şeytanın safından Allah’ın safına geçirir. O ana kadar Allah’ın düşmanı olup gazabı hak eden bir kişi iken rahmete kavuşan ve ebedi saadeti hak eden kişilerin arasına girmesine vesile olur. Merhum Mehmet Akif’in tabiriyle “İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür. İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.” mısralarıyla ifadesini bulan kıymetli bir mücevherdir. Kalbin pasını gideren onu ışıl ışıl aydınlatan pek büyük bir hazinedir. Dünyanın en kıymetli cevherlerinden daha mühim bir değerdir. İman kişiyi ahiretin sıkıntılarından kurtaran onu koruyup muhafaza eden bir zırhtır. İman elbisesini giyen kişiyi

Dünyanın en akıllı kişisi dahi olsa, bilgin, kâşif, düşünür, filozof ve daha nice isimlerle anılsa dahi Allah’a iman etmemiş kişi İslâmi bakımdan akıllılar sınıfı içerisinde yer almaz. Çünkü zekâsının ve şehvetlerinin esir olan böyle kimseler dünya ve içindeki pek az bir menfaat uğruna ahiretlerini heba ederler.

ifade yerinde ise yazın sıcağından kışın da soğuğundan koruyan bir örtüdür. Ona zarar verecek şeylere karşı bir kalkandır. Şeytanın tuzaklarına ve vesveselerine karşı sığınılacak bir limandır. Salihlerin ve Sıddıkların kendisi ile necat bulduğu, Peygamberlerin ve tabilerinin sayesinde teselli buldukları, sabır ve kurtuluş reçetesidir. İman bize kaybettiğimiz değeri kazandıran yüce bir nimettir. Sevdiğimizle buluşmaya vesile olan en kıymetli yitiğimizidir.

Zilhicce 1440

7


Kişi iman sayesinde kâfirlerden ve münafıklardan ayırt edilir. İçinde imanı sindiremeyen kimselerin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Onlar iman etmedikleri için Allahu Teâlâ’nın bütün ikramlarından özellikle de iman ehli kişilere has olacak nimetlerden mahrum kalacak kişilerdir. Ne kadar büyük bir hazineden mahrum kaldıklarının şuurunda olmayan kimselerdir. Dünyanın pek az menfaatına kendilerini kaptırmış, gözlerini dünyanın pek değersiz geçimliklerinin bürüdüğü şaşkın kimselerdir. Fayda-zarar hesabını yapamayan, az olup kendisinden pek de yararlanılamayan yakın menfaati, çok olan uzak menfaate tercih edenlerdir. Bu sebeple de hüsrana uğrayanların ta kendileridirler. Ne yazık dünyası uğruna ahiretini feda edenlere! Ne yazık az bir geçimlik uğruna ebedi saadetten mahrum kalanlara! İmanın ne kadar önemli olduğunu Peygamber efendimiz şu hadisi ile dile getirmiştir: “Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu halde Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyen kimse cehennemden çıkar.” (5)

Ömer’den rivayet ettiklerine göre, Peygamberimiz aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Allah kıyamet günü, ümmetimden bir adamı -insanların gözü önünde- hesaba çeker; her biri dosyası gözün uzandığı yer kadar uzun olan doksan dokuz dosyayı ortaya koyar ve o kimseye, “Söyle bakalım, sen bunları inkâr ediyor musun? Yoksa amelleri kaydeden melekler sana zulüm mü ettiler?” diye sorar. Adam: “Hayır ya Rab!..” diye cevap verir. Bu defa Allah: “Peki, senin bu konuda söyleyeceğin bir özrün / bir mazeretin var mı?” diye sorduğunda, adam “Hayır ya Rab!” der. Bunun üzerine Allah şöyle buyurur: “Fakat senin bizim nezdimizde mevcut olan bir iyiliğin vardır. Bugün sana asla zulmedilmez.” Derken içinde “Eşhedü en Lâ ilâhe İllallâh ve Eşhedu Enne Muhammeden abduhû ve Rasûluhu.” yazılı bir bitaka (küçük bir evrak- kartvizit) çıkartılır ve kendisine: “(karşılaştırılacak olan bu iki dosyanın) tartıldığı yerde hazır ol.” denilir. Adam:

Velev ki iman az dahi olsa kişinin cehennemde ebediyyen yanmasını önleyen çıkış biletidir.

“Bu küçük bir evrakın bu devasa doksan dokuz dosyanın yanında ne değeri var ki!..” der. Kendisine:

İmam Ahmed b. Hanbel ve Tirmizi’nin “hasen-garip” diyerek rivayet ettiği, yine Hakim el-Müstedrek; Beyhaki, Şuabu’l-iman adlı eserinde İbn

“Sana asla zulmedilmez” denilir ve o devasa doksan dokuz dosya bir tartının bir kefesine, o küçük dosya da öbür kefesine konur. Ve o doksan dokuz dosyanın

5. Buhari, İman,33; Tirmizi, Cehennem, 9; İbni Mace, Zühd,37.

8

Ağustos 2019


bulunduğu kefe havaya kalkarken, (içinde kelime-i şehadet bulunan) diğer dosya ağır gelir. Zaten yüce Allah’ın ismine hiçbir şey daha ağır gelmez.” (6) İmanın esası olan ve ikrarı ile iman ehlinden olunan “kelime-i tevhid”i söylemek, manasını da bilmeyi gerektirir. Bizler bu kelimeyi söylerken öncelikle ilahlığa soyunan tüm sahte ilahları reddediyor ve onları tanımadığımızı ilan ediyoruz. Onların bize tahakkümünü reddediyor, onları asla kabul etmediğimizi haykırıyoruz. İlah olarak karşımızda duran ne varsa onları bir sözümüzle yerle bir ediyor, onlara boyun eğmeyeceğimizi bildiriyoruz. Allah’ın dışında ilahlık makamına geçmeye yeltenenlere hadlerini bildiriyor, asıl ilah olan Allah ile asla boy ölçüşemeyeceklerini onlara söylüyoruz. Aynı zamanda bu sözlerimizle kendimize de ayar veriyor, ilah makamına koyduğumuz ne varsa, makam-mevki, sevgili, müzik, sanatçı, futbol, yönetici, lider, şehvet, para vs. bunların hiçbirini asıl ilah olan Yüce Allah’tan daha fazla sevmeyeceğimize, asla daha fazla önemsemeyeceğimize, en fazla Allahu Teâlâ’yı düşünüp O’na kulluğa zaman ayıracağımıza, O’nun buyruklarını baş tacı yapacağımıza, O’nun adıyla kalkıp O’nun adıyla yatacağımıza, her an O’nu zikredeceğimize, O’nun kitabıyla meşgul olup O’nun emirlerini yerine getireceğimize bunun dışında kim olursa olsun asla bizim yanımızda daha fazla

Kişi iman sayesinde kâfirlerden ve münafıklardan ayırt edilir. İçinde imanı sindiremeyen kimselerin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Onlar iman etmedikleri için Allahu Teâlâ’nın bütün ikramlarından özellikle de iman ehli kişilere has olacak nimetlerden mahrum kalacak kişilerdir.

bir öneme sahip olamayacağına dair Allah’a söz veriyoruz. Rasûlullah aleyhisselâm’ı tek önder kabul edip onun sözlerine göre hayatımızı şekillendireceğimize, onun sözünden dışarı çıkmayacağımıza, dünyamız ve ahiretimiz için onu rehber ve önder olarak kabul ettiğimizi bildiriyoruz. Onun sünnetine tabi olacağımıza, ona muhalefet etmeyeceğimize, onun bizim için yaptığı tercihleri kabul edeceğimize, onun bir dediğini iki etme-

6. İbn Mace, Zühd, 35; Tirmizi, İman, 17.

Zilhicce 1440

9


yeceğimize dair söz veriyoruz. Onu kendi nefsimizden daha fazla sevmedikçe iman etmiş olamayacağımızın şuurunda olduğumuzu bildiriyoruz. Hiçbir kimseyi onun önüne geçirmeyeceğimize dair beyanatta bulunuyoruz. İşte İmanımızı beyan ettiğimiz Kelime-i Tevhidin manası… Bizler Kelime-i Tevhidi söylemekle Allahu Teâlâ ile bir anlaşma imzalıyoruz. O’nu en üstün kabul edeceğimize ve sözümüze uygun hareket edeceğimize dair cennet karşılığında Rabbimizle anlaşma imzalıyor ve bu hususlara dair söz veriyoruz. İşte Mekke müşriklerinin söylemekten çekindikleri bu söz… Gereğini yapmaktan imtina ettikleri bu sözü bugün insanlar bilinçsizce söylüyorlar. Hayatlarında hiçbir şey değişmiyor. Söylenip unutuluyor, zaman zaman da tekrar edilerek, eski hayatlara kaldığı yerden devam ediliyor. Oysa öncekilerde bu sözü söyleyip olduğu gibi hayatlarına devam edebilirlerdi. Hayatlarını hiçbir şekilde değiştirmeden zevki sefa içerisinde yaşayıp gidebilirlerdi. Neden acaba bu sözü söylemediler, söylemekten çekindiler? Telaffuzu çok mu zordu ki? Dilleri mi dönmüyordu? Tabi ki değil. Onlar Arap’tı ve bu kelimeler kendi dillerinden olan ve manasını çok iyi bildikleri kelimelerdi. O zaman başka ne olabilirdi ki? Söz verip de yine sözlerine muhalefet etseler yarın Allah katında da mazeret beyan etseler olmaz mıydı ki? (Haşa) Allah’ı kandırabilirler miydi? Allah kalplerin özünü en iyi bilendir. Onlar bunu çok iyi bildikleri

10

Ağustos 2019

için yaşam kalitelerinden, zevklerinden, şehvetlerinden vazgeçemediler. Bunları terk edip vahye teslim olmak zor geldi onlara… Yaşamlarının ilk bölümlerini bir çırpıda silip yeni bir hayata başlamak zor geldi onlara… Çünkü şu ana kadar elde ettikleri hiçbir şey artık kendileri ile birlikte devam edemeyecek, alışık oldukları isteklerini frenlemek ve terk etmek zorunda kalacaklar, bunun yerine Allah ve Rasûlünün istediği bir hayatı yaşayacaklar… İşte bu zor geldi onlara, bu yüzden de vazgeçemediler cahiliye yaşamlarından… Vazgeçemediler tüm eski alışkanlıklarından… İlahı teke indirmenin kendilerinin menfaatine yönelik zararlarından… İşte bu yüzden iman etmediler. Günümüz insanlarının uyanma zamanı çoktan gelmiş geçmektedir. Eğer bu gidişatımıza bir dur demezsek halimiz vahimdir. İman ehli olabilmek fedakârlık ister, teslimiyet ister. Bizler rahatlığımızı feda edebilecek miyiz? Vahye teslim olabilecek miyiz? Başka yolu yok… Müslüman isek adımız “Teslim olan” manasına geliyor, o zaman gereğini yapacağız. İmanın gereklerini öğrenip ona göre yaşayacağız. Kurtuluşumuz buna bağlı. Vakit kaybetmeden, durup düşünmeden kaybettiğimiz zamanı telafi etmek için imanın bizden istediklerini yapacağız. Bu yolda devam edeceğiz. Rabbimize söz verip gereğini yerine getireceğiz. Haydi, şimdi Rabbimize söz verme zamanı... Söz verenler nerede? Selâm ve Dua ile


KAPAK DOSYA Yusuf Yılmaz

İMAN EDENLERİN BİRLEŞECEĞİ ORTAK PAYDA NEDİR?

A

llah

Rasûlü aleyhisselâm, Kâbe’nin gölgesinde kendisine ait

Rahmet ve şefkat peygam-

bir hırkayı yastık yapıp uzan-

den önceki ümmetler içinde öyle

mış iken Habbab b. Eret radiyal-

kimseler vardı ki, demir tarakla

yanına gelir. Peygam-

derileri, etleri soyulup kazı-

ber Efendimize “Bizim için

nırdı, testere ile tepesinden ikiye

zafer istemeyecek ve bizim

bölünürdü de yine bu işkenceler

için dua etmeyecek misin?”

onları dininden geri çeviremezdi.

diye seslendi. Bunun üzerine

Allah Teâlâ elbette bu işi, İslâmi-

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve

yet’i tamamlayacaktır. Öyle ki,

yattığı yerden doğrulup

hayvanına binip, San’a’dan Had-

oturdu ve yüzü kıpkırmızı

ramut’a kadar tek başına giden

olmuştu.

bir kimse, Allah’tan başkasından

lahu anh

sellem

beri Efendimiz kısa ve özlü şu nasihatte bulundu: “Siz-

Zilhicce 1440

11


rin bulunduğu bir zaman diliminde Peygamber Efendimiz, değerli kardeşi Habbab b. Eret’i yarınların güveni ile müjdelemektedir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır; “Gerek çamurdan gerekse kıldan yeryüzünde hiçbir ev kalmaksızın, Yüce Allah hepsinin içine İslâm’ı sokar. İslâm ya izzeti ile bir eve girerek o ev halkına izzet kazandırır yahut ta gücü ile girerek o insanları hakimiyeti altına alır ve onlarda İslâm’ın gücüne boyun eğerler.”

korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka bir endişe duymayacaktır. FAKAT SİZ ACELE EDİYORSUNUZ.” (1) Başta Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem

olmak üzere, iman eden erkek ve

kadınların her türlü sıkıntıya maruz kaldığı, müşriklerin Müslümanlara eziyet etmede yarıştığı, İslâm Dinini doğmadan öldürmek isteyen kafirle1. Buhârî, “İkrâh”, 1, “Menâkıbü’l-Ensâr”, 29.

12

Ağustos 2019

Korkuların gırtlaklara ulaştığı, her bir Müslümanın kapıp uçuracak bir fırtınanın içerisinde kendisini hissettiği, yalnızlık dehlizlerinde boğulacaklarını zannettikleri bir ortam da Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onları teselli ediyor ve sabredip Allah’ın dinine hizmet ettikleri takdirde zafer kapılarının açılacağından bahsediyor. Bu ne kadar büyük bir iman ve ne kadar güçlü bir teslimiyet… Allah Rasûlü aleyhisselâm tıpkı Musa aleyhisselâm gibi “Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın adamları: İşte yakalandık! dediler. Musa: Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.” tevekkülünü kuşanıp kardeşlerine yol gösterip İslâm dinine yardım bilinçlerini kamçılar iken sahabenin her ferdide güneşin varlığına yakinen inandıkları gibi Rasûlullah’ın müjdesine iman ettiler. Onun sözlerini sorgulamayı akıllarından geçirmedikleri gibi ona bu yolda yardım etme konusunda çok şerefli hatıralar bıraktılar sonraki nesillere… Müşriklerin tüm engellemelerine rağmen, İslâm davası efendimizin ve ashabının omuzlarında yükseliyor, davet Mekke’nin sokaklarında yan-


kılanıp yayılıyor… Tüm olumsuzluklar içinde efendimiz ve dostları en önemli payede buluşuyorlar “Allah’a iman ve kulları bu imana davet etmede gayret…” Bu minvalde hareket eden Müslümanlara açılan ilk kapı, nefes alacakları ilk hicret yurdu Habeşistan oluyor. Nusretin ilk belirtisi, müjdenin ilk alameti… İman erleri yola, kurtulmak için değil Allah’ın Dinine hizmette güç bulmak için adımlıyorlardı. Hemen arkasından Allah azze ve celle Müslümanlara yardımının ikinci kapısını açıyor ve müjdenin ikinci alametini Medine’ye hicretle gösteriyor. Şartlar, mekanlar, şahıslar değişse de iki şey Müslümanlar için var olmaya devam ediyor: “Allah yolunda eziyet görmek ve bu şartlarda Allah’ın Dinine hizmet etmek…” Bir taraftan Kureyş dışarıdan saldırıyor, bir taraftan Yahudiler ve münafıklar içeriden hamleler yaparak Müslümanları etkisiz bırakmaya çalışıyorlardı. Ümmete oynanan oyun devam ediyor ama bunun karşısında ümmet ilk günkü imani coşkunun içerisinde sabra kuşanmış İslâm Davasına sahiplik yapıyorlardı. Tüm zorluklar içerisinde Peygamberin şu müjdesini tıpkı Mescid-i Haram’da ki tevekkül ile karşılıyorlardı; Yer, Medine… Olay, Hendek Savaşı… Düşman dev bir dalga olup Medine’nin üzerine doğru gelirken, Allah

Nesai, İbni Abbas radiyallahu anhuma’dan rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır; “Başında benim, sonunda İsa b. Meryem’in, ortasında Mehdi’nin bulunacağı bir ümmet helak olmaz.”

Rasûlü hendeğin içerisine girip elinde bulunan kazma ile kırılmayan kayaya sert bir darbe vurup “Allahuekber. Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallahi şu bulunduğum yerden oranın kızıl köşklerini görüyorum” der. Sonra Bismillah deyip ikinci darbeyi indirir ve; “Allahuekber. Bana Fars’ın anahtarları verildi. Vallahi şu bulunduğum yerden Medâin’i ve onun beyaz köşkünü görüyorum” dedi. Sonra tekrar Bismillah deyip üçüncü darbeyi indirir ve;

Zilhicce 1440

13


“Allahu ekber. Bana Yemen’in anahtarları verildi. Vallahi şu bulunduğum yerden San’a’nın kapılarını görüyorum” der. (2) Ashabın kalbindeki iman bir kuş gibi havalanıyordu. Bu olaydan büyük dersler çıkarıp sabra kuşanırken bir taraftan da münafıkların kötü zan ve laflarına katlanıyorlardı. Muattib b. Kuşeyr “Muhammed bize Fars ve Rum diyarının fethedileceğini vaat ediyor. Halbuki biz şurada düşmanlar tarafından kuşatılmışız. Hiçbirimiz abdest bozmaya korkudan dışarı çıkamıyor” sözlerini kusarak, başta Rasûlullah olmak üzere Müslümanların şevklerine darbe vuruyordu. Ancak ne Allah Rasûlünün ne de iman erlerinin kalplerinde bu sözler bir yer bulamadı. Müslümanlar, peygamberleri ile birlikte Allah’ın Dinine yardım etme konusunda yürekleri titretecek icraatlarda bulunuyorlardı. Nitekim Efendimizin müjdeleri bir bir

gerçekleşiyor,

Müslümanla-

rın şevkleri artıyordu. Bu durumlara şahit olan Ebu Hureyre radiyallahu anh

Müslümanlara şöyle dedi:

“Bu fetihler sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah azze ve celle, fethedeceğiniz veya Kıyâmete kadar fetholunacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed aleyhisselâm’a vermiştir.” 2. İmam Ahmed b. Hanbel.

14

Ağustos 2019

Ey Müslüman kardeşim! İslâm alemi son 100 yıl içerisinde gözlerdeki yaşların kuruduğu, yüreklerin kan ağlamasına neden olan çok büyük zorlukları kucaklamaktadır. Dünyayı yönetmek isteyen azınlık firavuni bir gurup, uşaklarını arkasına alıp İslâm coğrafyalarını dört bir taraftan talan etmektedir. Müslümanlar hem maddi alanda hem de manevi anlamda büyük bir erozyona uğramış, fısk-ı fücur bir ağ gibi beldelerimizi ve bedenlerimizi sarmıştır. Dost ve düşman belli iken, Müslümanlar birbirlerine düşmüş, güven ortadan kalkmış, yutulmaya hazır hale gelmiştir. Müslümanları idare eden yöneticiler, Batının uşağı haline gelmiş; ümmet için daralan yolları açmaları gerekirken Müslümanların buhranlarını arttırmaktadırlar. Sayamayacağımız birçok şey beldelerimizde yaşanırken, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem tıpkı Kabe’nin avlusunda ve hendeğin içerisinde ashabını müjdelediği gibi bizleri de müjdelemektedir. Aynen ard arda vereceğim hadislerde olduğu gibi… İmam Ahmed b. Hanbel, Mikdat b. Esved radiyallahu anh’den rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır;


“Gerek çamurdan gerekse kıldan yeryü-

“Başında benim, sonunda İsa b. Mer-

zünde hiçbir ev kalmaksızın, Yüce Allah

yem’in, ortasında Mehdi’nin bulunacağı

hepsinin içine İslâm’ı sokar. İslâm ya

bir ümmet helak olmaz.”

izzeti ile bir eve girerek o ev halkına izzet kazandırır yahut ta gücü ile girerek o insanları hakimiyeti altına alır ve onlarda İslâm’ın gücüne boyun eğerler.” Muhaddisler bu hadisin kıyamet kopmadan önce, Hz. İsa’nın nüzulü ve Deccal’in öldürülmesinden önce gerçekleşeceğini beyan etmişlerdir. Bu

Efendimiz aleyhisselâm bir hadislerinde Mehdi’yi tarif ederken diğer taraftan geleceği dönemden de haber vermektedir. “Alnı açık ve burun kemiği yüksektir. Dünya zulüm ile dolmuş olduğu halde o, orayı adaletle dolduracak ve yedi sene

zaman içerisinde ise şu olayda zuhur

hüküm sürecektir.”

edecektir.

İmam Ahmed’ten gelen başka bir

Darimi, Abdullah b. Amr b. As radiyal-

rivayette Rasûlullah aleyhisselâm şöyle

lahu anhuma’dan

buyurmaktadır;

rivayetle;

Allah Rasûlünün yanında yazı yaz-

“İnsanların ihtilaf ettikleri, adeta deprem

makta iken bir ara “acaba şu iki

yaşadıkları bir sırada Mehdi’nin gelişi ile

şehirden hangisi daha önce fethedilir:

sizi müjdeliyorum. Yeryüzü zulüm ile

‘Konstantiniye mi yoksa Roma mı?’

dolu iken orayı hakkaniyet ile dolduracak-

diye sordum.” Allah Rasûlü aleyhisselâm

tır. Hem gök ehli hem de yer ehli ondan

“önce Konstantiniye” cevabını verdi.

razı olup kimse kimseye muhtaç ta olma-

Tarih bu beldenin fethedilmesine şahit

yacaktır.”

oldu. Ama Hristiyanlık aleminin kalbi

Ey Müslüman kardeşim!

konumundaki Roma böyle bir fethi daha yaşamadı. Müslümanların kalplerinin dumura uğrayıp bu ümmetten adam olmaz diyenlerin aksine gerçekleşmesi mümkün olacak bir şey Roma’nın fethi. Dünyanın zulüm ateşi ile çalkalandığı bir sırada Allah azze

Şimdi ne olur bir hayal et… Rasûlullah aleyhisselâm ile ya Kabe’nin gölgesinde ya da hendeğin içerisindesin. O sallallahu aleyhi ve sellem, ümmetini son hadisler ile müjdeliyor. O gün iman edeceğini düşünüyor isen bugün de

ve celle nusretini Mehdi aleyhisselâm’ın

aynı şekilde iman et. Tıpkı selefi sali-

eli ile gönderecektir.

hin gibi tüm sıkıntılar içinde sabrı

Nesai, İbni Abbas radiyallahu anhuma’dan rivayet ettiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem

şöyle buyurmaktadır;

kuşanıp Allah’ın Dinine hizmet için kendini yor… Selâm ve dua ile

Zilhicce 1440

15


KAPAK DOSYA Ümit Şit

İNKÂRIN PSİKOLOJİK, SOSYOLOJİK SEBEPLERİ VE SONUÇLARI İNKÂRIN PSİKOLOJİK SEBEPLERİ

b) Hevâ

1) Kalbi etkenler:

Kişinin kendi arzu ve istekleri doğrultusunda yaşamak istemesi, kurallara, sınırlara bağlı kalmadan tabiri caiz ise Allah'a karşı özgür olarak hevasına uyan şeyi yapmayı, uymayan şeyi ise terk etmek suretiyle ortaya çıkan bir küfürdür. Allah Kur’an-ı Kerim’de Furkan suresi 43. ayetinde "o hevasını ilah edineni gördün mü?" Ayetiyle bizlere hevanın insanı nasıl köleleştirdiğini göstermektedir.

a) Kibir Kendine aşırı özgüvenden ortaya çıkan ve sonucunda narsist bir anlayışa götüren bir etkendir. Allah tarafından verilen bazı kabiliyetlerin, kişinin kendinden bilmesi sonucu ortaya çıkan bir kalp hastalığıdır. Verilen bu kabiliyetleri, kişi gözünde büyüterek hakkı inkâr etmektedir. Karun’un, Kasas sûresi 76.ayetteki inkâr küfrü bu kabilden olup Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu ticari zekâya karşılık kendi becerisiyle yaptığı hissiyatına kapılarak küfre girmiştir.

16

Ağustos 2019

c) Haset Bir kimse başkasında gördüğü olumlu bir yeteneğin sadece kendisinde olmasını istemekle ayağına gelen daveti


inkâr edebilmektedir. Nitekim İskenderiye patriği Mukavkıs, Rasûlullah’ın göndermiş olduğu elçiye şu cevabı vermiştir: “Biz bir peygamber çıkacağını bekliyorduk ancak Şam’dan çıkmasını bekliyorduk.” Sırf kendilerinden çıkmadı diye inkâr etmiş ve tabi olmamıştır. Bir diğer örnek olarak ise Yahudilerin kendi kabilelerinden çıkmasını beklediği son peygamberin Araplardan çıktıklarını gördüklerinde hasetlerinden dolayı inkâr etmişlerdir.

d) Kin Bir kimsenin bir kimseye beslemiş olduğu eski bir mesele yüzünden oluşan kinden dolayı ayağına gelen daveti inkâr etmektedir. Örnek olarak Perslerin Müslümanlara karşı beslemiş olduğu kinden dolayı Müslüman olarak göründükleri ancak sürekli yan çizip Müslümanlara tuzaklar kurduklarına şahit olmaktayız. Günümüzde bile bunların emarelerine, vakıalarına şahit olmaktayız.

e) İnatçılık Bu etken aşırı gururdan kaynaklanmaktadır. Buna örnek olarak firavunun küfrünü örnek verebiliriz. Nitekim Allah Teâlâ, Musa aleyhi selâm ile birlikte nice mucizeler göndermesine rağmen ve nice belalara ve musibetlere duçar etmesine rağmen firavun direttikçe diretmiş ve sonunda küfrüyle boğulmuştur. İnadından son anda vazgeçmiş ama ölümün soğukluğunu hissettikten sonra kendisine bir yarar sağlamamıştır.

f) Nankörlük İblisin küfrü bu kabildendir. İsra suresi 27.ayette Allah, şeytanın nankör olduğunu bildirmektedir. Allah Teâlâ’nın nezdinde saygın bir makamı olmasına rağmen nankörlük yapmış. İblisin bu nankörlüğü diğer insanlara da telkin etmesi ile insanların çoğu şeytanın davetine icabet ederek nankör olmuşlardır. İyilikleri küçümsemek ya da görmemek gibi kalbi bir hastalıktır.

2) Zihni etkenler: a) Zan Kur’an-ı Kerim de Yunus sûresi 36.ayetin ifadesiyle, insanların çoğu zanna uymaktadırlar. Bakıldığında insanlar birbiri ile tartışmaktan ve içi boş laf kuruntularını temelsiz, tutarsız teorileriyle etrafa kusmaktadırlar. Mesela bilim, Allah’ın varlığına birçok delil ortaya koyarken, Allah’ın yokluğuna dair somut bir delil olmadığı halde insanlar kuruntularla dolu teorilere uymayı ilerici olarak görmekte ve gerçeği dogmalar bütünü diye küçümseyerek inkâr etmektedirler.

b) Aşırı şüphe İnsanların zihinlerinin bulanıklaşması ile ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Kişi her şeye karşı aşırı şüpheler beslemekte ve hakkı bu hastalıklı şüphelerden kurtulamadığından dolayı ortada kalarak inkâr etmektedir. Günümüzde sıkça rastladığımız beynin bir inkılaba maruz kalması sonucuyla

Zilhicce 1440

17


“inanıyorum ama şüphelerim var” ifadeleri bu hastalığın tezahürüdür.

c) Önyargı, peşin hüküm Kişiler yeteri kadar bir ilim seviyesine gelmemesine rağmen veya bir konuyu yeterince araştırmamasına rağmen ön yargılı ve peşin olarak hüküm verme yetkisini elinde tuttuklarına şahit olmaktayız. Bu tür şahıslar bazı propagandalardan etkilenerek bu karara varmaktadırlar. Beyni bu tür propagandalardan kurtarıldığı takdirde ön yargılardan kurtulma imkânı bulabilecektirler.

d) Gaflet Asr suresinde geçen insanlığın hüsranda olduğu gerçeği bu kapsamdadır. İnsanların rızık peşine düşmesi, kariyer peşine düşmesi yâda rahat bir hayat yaşama arzusuyla Allah’ın olmadığı bir yaşamı benimsemesi bu kabildendir. Bu şahısların hayatlarında Allah, belirli yerlerde sınırlı bir şekilde hatırlanmaktadır. Bu durum ise kişinin Kur’an’dan yüz çevirmiş bir hayatı benimsemesiyle sonuçlanmaktadır.

e) Cehalet İlmin, davetin kişiye ulaşılmamasından kaynaklı bir küfürdür. Kişi ne yapacağını neyin imandan çıkardığını bilmemesinden kaynaklıdır. İki kısma ayrılmaktadır. Cehaleti mazeret sayılanlar ve cehaleti mazeret sayılmayanlar. Örnek olarak Allah korkusundan dolayı kendisini yaktıran adamın Allah’ın kudreti hakkında bilgi sahibi

18

Ağustos 2019

olmadığını anlamaktayız. Diğer bir kısmı ise bildiği halde cahil olanlardır ki onların mazeretleri yoktur.

İNKÂRIN SOSYOLOJİK SEBEPLERİ a) Sosyal Çevre Arkadaş ortamlarının niteliklerine göre tercihlerin şekillenmesiyle oluşmaktadır. Komünizm propagandasına maruz kalınmış bir arkadaş ortamında hak kabul edilmemektedir. Hırsızların oluşturduğu bir ortamda çalmanın haram olduğunu kabullenip yaşamak abes bir durumdur. Ancak kötü olan sosyal çevre değiştirildiği takdirde hakkın kabul edilme ihtimali Allah’ın izni ile yüksek olmaktadır. Kişilerin ortamlarına kendilerini ispat etme girişimleri kişileri haktan uzaklaştırmaktadır. Günümüzde Allah’ı inkâr eden bir yaşama rağbet edilmesi, cadde ve sokakların ona göre şekillenmesi, kariyerlerin, iş imkânlarının ve diğer laik ortamlarda kişilerin haktan uzaklaşmaları hızlanmaktadır. Yani kişiler bazı kişilere kendilerini ispat etme adına hakkı görmemekteler. Aitlik hissiyatının giderilmesi adına hak inkâr edilmektedir. Yoksa sende mi gericiler gibi namaz kılmaktasın? Sende mi boşu boşuna aç kalmaktasın? Gibi ezilmişlik psikolojisi ile sosyal çevre hem sanal hem de gerçek mecralarda insanları kuşatır.

b) Atalar putu Ailede başlayan ve toplumun geneline yayılan atalar inancı kişiyi hakkı


inkâra götürmektedir. Kişiler doğduklarında atalarını hangi yol üzerinde bulduysalar o yolda kalmaya sorgulamadan razı olurlar. Kur’an’da Allah, atalarını takip edenleri şu ayetiyle uyarmaktadır: "Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?" (1) Atalar inancı atılması güç olan bir aile ve toplum dayatmasıdır. Günümüz tabiriyle mahalle baskısı olan bu durum kişilerin sorgulama mekanizmasını çökerten en büyük etkenlerden biridir. Kişi doğruya yönelmek isterse aklına gelmiş geçmiş atalarının mücadelelerini, yaşayışlarını ve diğer davranış şekillerini getirtmekte ve geri adım atmaktadırlar. Yani şu şekilde cümlelere hiç de yabancı değiliz “ne yani sen doğrusunda gelmiş geçmiş atalarımız yanlış mıydı?”, sen bu şekilde tam Müslümansın da atalarımız kâfir miydi?” bunun gibi ifadeler. Söylemlerden de anlaşıldığı üzere ataları kutsama amacı taşıyan bu inançtan dolayı hakka tabi olunamamakta ve reddedilmektedir. Mekkeli müşriklerin durumu, Hz. İbrahim’in kavmiyle olan durumu, bu kabildendir.

c) Baskı ve Zor kullanma Toplum içerisindeki cahil insanların kaş yapayım derken göz çıkarması

durumuna benzemektedir. Hikmetten ve hoşgörüden uzak baskıcı bir davet kişiyi veya kişileri dinden uzaklaşmasına sebebiyet vermektedir. Çocukluğumuzdaki Kur'an kurslarındaki zalim öğreticilerin çocuklara sopa ile zulmetmesi çocukları o yaşlarda İslâm’dan soğutmakta ve Allah dilemedikçe de o yola gelememektedirler. Yine aynı şekilde aile içerisindeki bir babanın çocuğu üzerinde sevgi ve merhametten uzak bir din öğretme ve yaşatma arzusu kişileri dinden tamamen soğutmaktadırlar. Genelde toplumun vakıasından uzak, ilim olarak yetersiz, ehliyetsiz kişilerin baskıları hakkı inkâra götürmektedir.

d) Toplum liderlerinin saptırması Her kavmin, toplumun, devletin, milletin önde gelen liderleri mevcuttur. Zaten lidersiz bir toplum olunamayacağı kesin bir kabuldür. Şayet toplum lideri hak yolda ise toplum tarafından benimsenmiş, sevilmiş ise o liderin getirdiği davada o oranda kabul görmektedir. Buna örnek olarak peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i örnek vermek yeterli olacaktır. Toplumun geneline merhamet nazarıyla bakmış ve olaylara hikmet esasıyla yaklaşmış bir lider olarak getirdiği dava kalbi ve zihni bozuklar dışında kabul görmüştür. Bu durumun tersini düşünecek olursak kendini hakka nispet edip hem kendisini saptıran hem de takipçileri saptıran liderlere

1. Bakara, 170.

Zilhicce 1440

19


de şahit olduk ve şahit olmaktayız. Sözde kanaat önderleri, sözde aydınlar, parti ve vakıf başkanları, bidatçi tarikat şeyhleri ve nice liderler bu kabildendir. Kalabalıkların oluşturduğu bir cemiyette, sempatik gelen ve toplumun hevâ ve hevesine seslenen liderlerin doğru yolda olduğu zannedilmektedir. Kuran ve sünnetten araştırma yapmaksızın batıl liderler peşinde koşanlar, azınlığın getirdiği hakkı küçümsemektedirler. Bu kişilerin hakkı küçümsemelerinin sebebi içinde bulundukları toplum psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Bilimsel olarak bakıldığında birey kendini bir topluma nispet etmektedir. Aksi takdirde yalnızlaşma, dışlanma korkusu yaşamaktadır. Bu tür bireylerin oluşturduğu bu kalabalıkların ortak görüşler etrafında birleştiklerini ve ayrıştırıcı fikirlere kapalı oldukları görülür. Toplum psikolojisine maruz kalan ferdin akli melekeleri, sorgulama yetisi devre dışı kalarak çoğunluğun peşinden bir gazla koşmaktadırlar. Yalan olsa da çoğunluğun görüşü ölçü kabul edilir. Gerçek olsa da azınlık olunduğundan görüşleri reddedilir. Ashabı Kehf örneği gibi, Hz. Nuh kavminin örneği gibi.

SONUÇ İnsanlar yukarıdaki sebeplerden dolayı kendisine tebliğ edilen hakka kulak tıkamış, görmezden gelmiş ve böylelikle yeteri kadar varlık alemi üzerinde düşünmemişlerdir. Dünyanın görü-

20

Ağustos 2019

nen ambalajına teveccüh ederlerken, ambalajın içindekine farklı anlamlar yükleyerek ömürlerini tüketmeye devam etmekte ve tüketmişlerdir. Oysa dünyadaki varlıklar birer ayet olarak karşılarında durmakta ve kendi öz canları ile başlayıp kâinatı tefekkür etmeleri gerekmektedir. Ancak cevaplar bir kenara dursun bu sorulara yönelmemişler bile. Bunun neticesinde gençliklerini arzularına kurban edenler bir zaman sonra hayatlarının eskisi gibi olmadıklarını müşahede etmişlerdir. Allah’ın kâinat için koyduğu kanunları, nizamı kabul etmeden yaşayan insanların hayatları harabeye dönüşmüştür. Misal verilecek olsa, trafik kurallarına uymadan hareket eden bir sürücünün kaza yapma oranı veya ceza yeme oranı yüksektir. Kaza oranı yüksek olan bir hayatta emniyet içinde yaşamak düşünülemez bir gerçektir. Kazalar ise bazen ölümle sonuçlanır ve bazen de telafisi olmayan yaralar açmaktadır. İnsan Allah’ın dünyasında emniyet içinde yaşaması için Allah’a iman etmesi gerekmektedir. Nitekim ev sahibi olanın kuralları ev içinde geçmektedir. İnsanlar Allah’a ibadet etmesi için yaratılmışken farklı bir program içine girerek fıtrat dışı bir hayat sürmenin olumsuz sonuçlarını çekmektedirler. Nitekim kurallara uyulmamış, hız yapılmayacak yerde hız yapılmıştır. Bu yüzden inkâr eden insanlar, dünyada mutsuzluk ve emniyetsiz bir hayat ile cezalandırılmıştır. Kendi hayatlarını kendi seçimleri ile


zor duruma soktular. Kafir olan kimsenin hayatına bakıldığında mal, para ve diğer menfi şeyler ellerinde olmasına rağmen mutlu olmamaktadırlar. Allah'a tevekkül etmediklerinden dolayı korkarak bir yaşam sürmektedirler. Her yerde güvenlik kameralarını, güvenlikten sorumlu bekçileri görmekteyiz. Mutluluğu veren ve emniyet içinde yaşatan Allah’tır. İnkâr ederek Allah’ın yardımını ret etmelerinden dolayı yardımsız bırakıldılar. Bu yüzden hayatlarında bereket ve huzur söz konusu olmadığından her şeyden pirelenirler. Her kimseye ve her şeye paranoyak bir tavırla yaklaşırlar. İnkâr edenler en büyük kötülüğü öncelikle kendilerine yapmakla beraber çocuklarını da kendileri gibi yetiştirerek maddenin ötesine geçemeyen, dünyanın darlığında sıkışan, ölümün bir yok oluş olduğunu düşünerek ıstırap içinde olan, ilahi kurallara iman etmedikleri için ahlaksızlaşan bir neslin ortaya çıkmasına sebep olmaktadırlar. Bu sebeple şiddete eğilimli, doymak bilmeyen, merhametten uzak, biz olma bilincini yitirmiş psikolojide olan bireyler ortaya çıkmaktadır. Bu bireyler Müslümanların başına bela olarak ortaya çıkmakta, kutsalları çiğnemekte, iman edenlere işkence etmekte, psikolojik eziyetler vermektedirler. Böylelikle hem kendilerini ateşe sürüklerlerken hem de toplumun barışına dinamit yerleştirmektedirler.

Bu bireyler günümüzde Müslüman beldeleri işgal eden emperyalistlerin paralı askerleri olarak görev yapmaktadırlar. Merhametten uzak bu kişilikler bu beldelerde neden olduklarını, kendilerine zarar vermeyen bu insanların topraklarını neden necis postallarıyla kirlettiklerini sorgulamaktan çok uzaktadırlar. Bu bilinçli bir programdır. İnancı olmayan kişinin inandığı tek şey paradır. Para verildiği takdirde her türlü alanda kullanılabilir bir köle olarak görev yapmaktadırlar. Bu paralı köleler Müslümanların memleketlerinde resmi terör estirmektedirler. Anlaşıldığı üzere inkâr etmek sadece bireyin kendisini etkileyen bir seçim değildir. Bu yüzden Müslümanlar inkâr edenlere karşı davet dilini hiçbir zaman bırakmaması gerekmektedir. Çünkü cehennem ateşi benzeri olmayan kötü bir neticedir. İslâm’ın daveti ise açık ve sadedir. Ya tebliğe iman ederek selâmete ererler ya da iman edenlere cizye vererek bu dünyada emniyet içinde yaşarlar. Rabbimizden duamız hem dünyada hem de ahirette iyilik, güzellik vermesi ve cehennem azabından bizi ve ailemiz muhafaza etmesidir. “…Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği

şeyleri

yükleme!

Bizi

affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (2)

2. Bakara, 286.

Zilhicce 1440

21


KUR'AN'I KERIM'DEN MÜ'MINLERE NIDALAR M. Sadık Türkmen

SADAKADA GİZLİ TEHLİKE “GÖSTERİŞ”

H

amd alemlerin Rabbi Olan Allah’a mahsustur. Salat ve selâm

benzer ki ona şiddetli bir

Rasûlullah’a, o’nun ailesine ve

bir taş bırakır. İşte bunlarda

ashabına olsun.

kazandıklarından hiçbir şeyi

“Ey iman edenler! Malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah’a ve ahiret gününe

dekini götürüp geriye çıplak

elde edemezler. Allah, kafirler güruhunu hidayete erdirmez.”

(1)

iman etmeyen kimse gibi,

İnsanı diğer canlılardan ayıran

sadakalarınızı başa kakmakla

özelliklerden biri de niyet fak-

ve eziyet etmekle boşa çıkar-

törüdür. İnsan amelinin seme-

mayın. Böyle bir kimsenin

resini elde etmek istiyorsa

durumu,

toprak

sağlam bir niyete sahip olmalı.

bulunan kaygan bir kayaya

Aksi takdirde gören bir kişinin

üzerinde

1. Bakara, 264.

22

yağmur isabet eder. Üzerin-

Ağustos 2019


nazarında makbul sayılabilecek bir amel, niyet dünyasındaki mahrumiyetten dolayı tersyüz olabilir. İnsan ve cin haricinde her şey Allahu Teâlâ’nın kudretine gönül hoşnutluğu ile boyun eğmiştir. Dolayısıyla onlar için yaptıkları amelin reddedilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Onlar içinde yaradılış itibariyle en büyükleri olan gökler, yer ve dağlar kendilerine yeryüzünün hilafeti teklif edilince bundan korkmuş, ürpermiş ve böyle zor bir görevin altına girmekten kaçınmışlardır. Bununla beraber her şey kendi lisan-i hali ile kendilerini yaratan Allah’a karşı itaat sorumluluğunu yerine getirmiştir. “Görmüyor musun göklerde ve yerde bulunanların hepsi güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyorlar…” (2) “Yedi gök ile yer ve bütün bunlarda bulunan akıl sahipleri O’nu tespih eder. Hatta O’nu hamd ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini iyi anlayamazsınız. Gerçekten O, çok yumuşaktır çok bağışlayıcıdır.” (3) Yine tüm varlıkların Allah tarafından kendilerine verilen sorumlulukları yerine getirdikleri aşikardır. Kâinat ve dünyanın devam eden faaliyetleri

bunun en güzel delilidir. Mevsimlerin değişmesi, ekinde ve nesilde bozulmalar oluşması, dünyada yaşanan büyük afetler, doğal felaketler, kuraklık ve benzeri hadiseler kâinattaki varlıkların Allah’a isyanından kaynaklanmamaktadır. Bilakis bu durum insanın fıtratının aksine yaptığı davranışların bir neticesidir. Her daim doğudan doğduğunu müşahede ettiğimiz güneş batıdan doğuyorsa bu yeryüzünde “Allah” diyen bir insanın kalmamasındandır. “İnsanlar kendi elleriyle kazandıkları yüzünden, karada ve denizde fesat ortaya çıktı ki Allah, yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırsın! Belki dönerler.”

(4)

“Size isabet eden musibet, ellerinizin kazandığı sebebi iledir. Birçoğunu da affeder.”

(5)

2. Hac, 18. 3. İsra, 44. 4. Rum, 41. 5. Şura, 30.

Zilhicce 1440

23


Allah’a kulluk ve yeryüzünün imarı ile mesul olan insanoğlu kendisini özellikle günümüzde bu mesuliyetinin dışına çıkarak bariz eylemler içine girmiştir. Bu konu az çok herkesin bilgisi dahilinde olan açık bir gerçektir. Ancak insanda görünüşte haktan olan nice amellerini iptal eden bir durum vardır. Bu da niyettir. Allah’a kulluk ve yeryüzünün imarı ile meşgul olan insanın karşısında aç bir kurt gibi tetikte bekleyen bu tehlikenin karşısında son derece basiretli olması icap eder. Kalpleri elinde bulunduran Allahu Teâlâ insanı değişik vesilelerle denemeye tabi tutar. Bazen çok zor engelleri aşan insan basit gibi görünen imtihanlar da takılı kalır. Bu sebepten dolayı kalplerin muhafazası ancak ihlasa sımsıkı sarılarak ve Allah Teâlâ’nın yardımıyla elde edilebilir. “Biz senden önce hiçbir resul (kendisine kitap verilen peygamber) ve hiçbir Nebi (kendisine kitap verilmeyen peygamber) göndermedik ki o, bir şey okuduğu zaman şeytan onun okumasına bir şey sokmaya kalkışmasın! Fakat Allah şeytanın sokacağını iptal eder. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (6)

Yapısı itibari ile unutmaya kabil olan insan bazen nimetin asıl sahibini unutarak verdiği sadakayı başa kakma ve eziyet etme vesilesine çevirir. Oysa bu durum bir Müslümana asla yakışmayan riyâkar kâfirlerin ahlakındandır. Müslüman yaptığı infakın Allah Teâlâ’ya verilmiş bir emanet olduğunu bilir ve bu çerçevede hareket etmeye çalışır. Kafir ise ahiretten bir ümidi olmadığı için sahip olduğu servetle insanları kendi tahakkümü altında tutmaya çalışır.

Sadakayı Başa Kakmak ve Gönül İncitmek

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanları bu gibi durumlardan sakındırarak onları kâfirlerin adımlarını takip etme konusunda uyarmıştır:

Allah Teâlâ’nın insanların kimini diğerlerinin üstüne idareci kılması,

Ebu Zerr radiyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle nakleder:

6. Hac, 52.

24

kimine zenginlik kimine fakirlik vermesi, insanları hayat nizamlarının daha sıhhatli gitmesi konusunda birbirine ihtiyaç duyar bir halde bırakması imtihanın inceliklerindendir. Esas itibari ile küçük bir bebek ve yaşlı bir insan gibi gençliğinin zirvesinde olan babayiğit bir fert de Allah’tan müstağni değildir. Bu açıdan bakıldığı takdirde Allah’tan insana ulaşan her nimet bir denemedir. Zengin olan kişi Allah için infakta, fakir olan kişi maruz kaldığı fakirlik de sabırlı olmalıdır. Allah’ın dünya malı ile sınadığı insan daima rızkı vereni tefekkür ederek, bunun hakkını vermesi konusunda Allah’tan sebat istemelidir.

Ağustos 2019


“Üç kişi vardır ki Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacaktır, onlara bakmayacaktır, onları temize çıkarmayacaktır. Ve onlara elem verici bir azap vardır. Bunlar verdiği şeyleri başa kakan, pantolonunu yerde sarkıtan, yalan yeminle eşyasını satan kişi.” (7) İbni Ömer’den rivayetle Nebi sallallahu aleyhi ve sellem

şöyle buyurdu: “İçki tir-

yakisi, anne babasına isyan eden ve başa kakan kişi cennete giremez.” (8) İmam Taberi bu ayetin tefsirinde şöyle dedi: Zikri yüce olan Allah bu ayette şunu kast etmiştir: “Ey Allah’ı ve Rasûlünü tasdik edenler, sadakalarınızı iptal etmeyin. Yani sadakalarınızın ecirlerini başa kakarak ve eziyet ile tıpkı malını insanlara gösteriş yaparak infak eden küfür ehli kişinin yaptığı gibi boşa çıkarmayın. Bu durum kişinin amellerini insanlara göstermek suretiyle zahiren Allah’ın rızasını umuyormuş gibi yaparak malını infak etmek suretiyle onların kendisini övmesini beklemesidir. Oysa o bunu yaparken ne Allah’ın rızasını ne de O’nun sevabını talep etmektedir. Bunu açıktan infak etmesindeki gaye insanların ‘Bu cömert ve ikram sahibidir, bu salih biridir’ diyerek kendisini methetmeleridir. Böylece insanlar onun yaptığı infak da saklamış olduğu niyeti bilmeden ve onun Allah ve ahiret gününe inanmadığı mevzusundan habersiz onun hakkında güzel şeyler söylerler.” (9)

Dikkat edilmesi gereken önemli bir konuda şudur: Kâfirler insanlara riya yaparak başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle infak ederler. Müminler ise böyle bir davranıştan uzak dururlar. Bu halde içinde Allah rızâsını gözetmeksizin infakta bulunan kişi nifak tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Cehennem ateşinin kendisi ile tutuşturulacağı bildirilen üç kişiden birinin yaptığı infakı riya için yapan kişi olduğunu hadisi şerifte bizlere nakledilmiştir. İmam Kurtubi tefsirinde bu ayeti açıklarken çok ince bir noktaya temas etmiş ve nifaka giden yolları tıkama konusuna şöyle değinmiştir: Âlimlerimiz (Allah onlara rahmet etsin)

7. Müslim, İman: 171. 8. Nesai, Kitabu’z zekât, 69. 9. Taberi tefsiri, aynı ayetin tefsirinden.

Zilhicce 1440

25


şöyle dediler: İmam Malik bu ayete dayanarak kişinin infak etmesi vacip olan sadakayı akrabalarına vermesini mekruh gördü. Bunun sebebi sadaka verenin diğerlerinden övgü ve teşekkür beklememesi, başa kakmaması, onlardan mükafat beklememesidir. Eğer bunları gözeterek infakta bulunursa bu sadaka Allah’ın rızâsına ait olmaz. (10) İmam Taberi de aynı konuda şöyle dedi: Münafıkların amelleri, üzerinde toprak bulunan kaygan kaya gibidir. Ona bol yağmur isabet eder, üzerindeki toprağı sürükler, üzerinde ne toprak ne de başka bir şey kalmayacak şekilde tertemiz eder. Müslümanlar münafıkların kendilerine gösterdiği şekliyle tıpkı kayanın üzerindeki var olan toprak misali zahiren onların da amellerinin olduğunu zannederler. Kıyamet günü olup insanlar Allah’ın huzuruna varınca bunların hepsi yok olur. Çünkü bu ameller Allah için değildi. Onların durumunu tıpkı bol yağmurun kayanın üzerindeki toprağı sürükleyip onun üzerinde hiçbir şey bırakmayarak tertemiz etmesi gibidir. (11)

Ayetten Çıkarılacak Bazı Dersler Amelleri Allah rızasına uygun yapmaya çalışmak gerekir. Bir amelin makbul olabilmesi için iki şart vardır. Birincisi Allah’ın rızası gözetilmeli, 10. Kurtubi Tefsiri aynı ayetin tefsiri. 11. Taberi Tefsiri. 12. Furkan, 23.

26

Ağustos 2019

ikincisi yapılan amel şeriata uygun olmalı. Her yapılan amelde rıza’yı ilahi düşünülürse bu zamanla kalbe güzel bir tesir bırakır. Akıllı insan yaptığı işleri sadece bu dünyayı esas alarak yapmaz. Çünkü o asıl hayatın ahiret olduğunu yakinen bilir. Sadece dünya menfaati gözetilerek yapılan amellerin sahiplerini zor bir hesap beklemektedir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Varıp, onların yaptıkları kötü işleri saçılmış toz haline çevirmişizdir.”

(12)

Müslüman ümit ile korku arasında yaşamalıdır. Amellerinin makbul olup olmayacağını araştırmalı, en sağlam kulpa tutunmaya gayret etmelidir. Çünkü farkında olmadan amellerini düşürebilecek bazı fiilleri işlemeyle karşı karşıya kalabilir. Riya, başa kakma ve gönül kırma kâfirlerin sıfatları arasındadır. Ancak bunlar Müslümandan sadır olursa dinden çıkarmaya sebep olmaz. Ayet veya hadislerin zahirinden hüküm çıkarmada acele etmemeli, işi âlimine bırakmalıyız. Bununla beraber kâfirlerin sıfatlarını taşıyan amellerden uzak durmaya son derece gayret etmeliyiz.


NEBEVÎ DAMLALAR Yener Yılmaz

BİD’ATLERDAN SAKINMAK Âişe radiyallahu anhâ’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez.” Müslim’in bir rivayeti şöyledir:

“Kim bizim dinimizde olmayan bir şey yaparsa o merduttur, makbul değildir.” (Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17,18. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 2)

Zilhicce 1440

27


Hadisi rivayet eden; Hz Âişe’nin (r.a) hayatından kesitler;

Hz. Âişe, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile evlendikten sonra, üstün bir mevki ve haklı bir şöhrete ulaştı. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde çalışmış, Hendek savaşında ise Benî Harise kabilesinin kalesinde Sa’d b. Muâz’ın annesiyle birlikte bulunmuştur. Hudeybiye anlaşmasına da katılmış, Hayber’in fethinden sonra Hz. Peygamber diğer hanımlarıyla birlikte ona da bir miktar hisse ayırmıştır. Hicretin 10. yılında yapılan Veda Haccına Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in diğer eşleri ile birlikte katılmıştır.

ne’ye dönülürken ordunun konakladığı bir yerde Hz. Âişe devesinden (mahfilden) inip bir ihtiyacını gidermek için ordudan biraz uzaklaşmış, dönüşünde boynundaki gerdanlığın düştüğünü fark etmişti. Gerdanlığı aramaya çıktığı sırada O’nun devenin üzerine konulan kapalı oturakta olduğu zannedilerek orduya hareket emri verilmişti. Hz. Âişe geri dönünce konak yerinde kimseyi bulamadı ve kendisini almaya gelecekleri ümidiyle beklemeye başladı. Ordunun artçısı Safvân b. Muattal Hz. Âişe'yi görünce onu devesine bindirip orduya yetiştirdi. Bu savaşa katılmış olan münafıkların reisi Abdullah b. Übey, Hz. Âişe aleyhine iftira ve dedikoduya başladı. Bazı Müslümanlar da onun bu çirkin iftirasına alet oldular. Hz. Peygamber ve Hz. Âişe'nin anne babası dedikodular sebebiyle çok üzüldüler. Savaş dönüşü bir ay kadar hastalanan Hz. Âişe, kendisine yapılan bu iftirayı çok sonra tesadüfen öğrendi. Hz. Peygamber’den izin alıp babasının evine gitti ve üzüntüsünden günlerce ağlayıp ıstırap çekti. Nihayet Nûr süresinin 11-21. âyetleri nazil oldu ve Allah Teâlâ yapılan dedikoduların tamamen asılsız olduğunu ve Âişe’ye iftira edildiğini bildirdi. Bu olay “İfk hadisesi” olarak bilinir, ifk ise; iftira demektir

Hz. Âişe'nin iştirak ettiği en önemli seferlerden biri, hicretin 5. yılı (bazı kaynaklara göre 6. yıl) Şaban ayındaki Benî Mustalik Gazvesi’dir. Hz. Peygamber sefere çıkarken Hz. Âişe'yi de yanına almış, savaş sonrası Medi-

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Âişe'nin odasına geçti ve mübarek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun oda-

Hz. Ebû Bekir’in kızı ve Hz. Peygamberin hanımıdır. Babası Hz Ebû Bekir, es-Sıddîk lakabıyla tanındığı için kendisine Âişe es-Sıddîka binti’s-Sıddîk denilmiştir. Annesi, Kinâne kabilesinden Ümmü Rûmân bint Âmir’dir. Babası Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile daha önce hicret ettiği için aynı yıl (622) annesi, abisi Abdullah, kız kardeşi Esma, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde, kızları Fâtıma ve Ümmü Külsüm ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hicretin 2. yılı Şevval ayında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile evlendi.

28

Ağustos 2019


sına defnedildi. Hz. Âişe, Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur’an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi.

tini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza

Hz. Aişe, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında eğitimini aldı. Çocuğu olmadı. Bununla birlikte, Hz. Peygamber ona kız kardeşi Esmâ’nın oğlu Abdullah b. Zübeyr’e nisbetle “Ümmü Abdullah”künyesini verdi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onu çok sevdiği için kendisine Ayşe, Uveyş ve Âiş diye de hitap ederdi. Ayrıca Hz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisine Humeyrâ diye hitap ettiği de rivayet edilmiştir. Hz. Ali bir hadis rivayet ederken ondan “Rasûlullah’ın sevgilisi” diye söz etmiş, tabiînden Mesrûk ise Hz. Aişe’den rivayet ettiği hadislerin senedinde, “Allah’ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen ayetle temize çıkan kişi” ifadesini kullanmıştır.

Ünlü şair Lebîd’in birçok beytini ezber-

Kendisine büyük yakınlık ve sevgi gösteren Hz. Peygamber ile koşu yaptığı, onun omuzuna dayanarak Mescid-i Nebevi’de mızraklarıyla savaş oyunları oynayan Habeşliler’i seyrettiği ve Hz. Peygamber’e nazlanmaktan hoşlandığı bilinmektedir. Hz. Peygamber de onunla bir arada bulunmaktan, özellikle seyahatlerinde kendisiyle sohbet etmekten, davetlere onunla birlikte katılmaktan, sorularına cevap vermekten pek memnun olurdu.

yıl daha yaşadı, 17 Ramazan 58 Çar-

Hz. Peygamber vefat ettiği zaman çok genç olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hz. Peygamber’in sünne-

lığına

eden sahâbîlerin başında yer alırdı. Arap

dilini

maharetle

kullanması

yanında Arap şiirini de çok iyi bilirdi. lemişti. Kuvvetli hafızası sayesinde Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler ifa etti. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 2.210’dur. Binden fazla hadis rivayet eden ve “Müksirûn” diye adlandırılan yedi sahâbînin dördüncüsü oldu. Rivayet ettiği hadislerin çoğunu, doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den nakletmiştir. Hz. Âişe, 23 yılından vefatına kadar her yıl hac için Mekke’ye gittiğinde, muhtelif yerlerden gelenlerin kendisini çadırında ziyaret etmelerine ve soru sormalarına izin vermiştir. Hz. Peygamber’den sonra kırk yedi şamba gecesi, vitir namazını kıldıktan sonra Medine’de vefat etti. Ölümü Medine’de büyük bir üzüntüyle karşılanmış, cenazesi aynı gece kaldırılmıştır. Kadınlar da dahil olmak üzere Medine ve civarındaki bölgelerde yaşayan bütün halk geceleyin Cennetü’l-Baki’ mezarlığına gelmiş, cenaze namazı mezarlığın ortasında Medine vali vekili Ebû Hureyre tarafından kıldırılmış, vasiyeti üzerine Bakii mezardefnedilmiştir.

Onu

kabre

erkek ve kız kardeşlerinin çocukları koymuşlardır. (1)

1. Daha geniş bilgi için bkz. DİA, Hz.Aişe Md.

Zilhicce 1440

29


Açıklama Bu hadis, İslâm’ın en önemli temellerinden biridir. Kitab ve Sünnet’e dayanmayan her amel-ibadet merdut, yani kabul edilemez niteliktedir. Böyle bir şey dinden sayılmaz ve bâtıl-fasit olarak adlandırılır. Hz. Peygamber, bu hadisleriyle, dinde haddi aşıp ileri gidenlerin aşırılıklarını, bâtıl yollara sapıp dini tahrif edenlerin tahrifatını din olarak kabul etmemek gerektiğine dikkatimizi çekmektedir. Bunların her biri bid’at olarak nitelenmiştir. Bid’at; Asr-ı saâdet’ten sonra ortaya çıkan, şer‘î bir delile dayanmayan inanç, ibadet, fikir ve davranışlar hakkında kullanılan bir terimdir. Daha dindar olabilmek veya öyle görünmek için Kur’an’da ve Rasûl-i Ekrem’in

sünnetinde

bulunmayan

birtakım ibadetler veya Allah’a yakın olmaya vesile sayılabilecek bazı ameller ortaya çıkartan kimse daha dindar değil, dine ilavelerde bulunan bir bid’atçidir. Kendisi ve yaptığı işi asla kabul edilemez. Bunun aksine, dinde bulunup da Kur’an ve Sünnet’e uygun olan ibadet ve amelleri yok sayan, noksanlaştıran veya değiştiren, böylece dini tahrif eden bâtıl ehli de bid’atçıdır. Onlar ve amelleri merdut olup, asla kabul edilemez.

Bidatler Kaç Kısma Ayrılır? Bid‘at biri geniş, diğeri dar kapsamlı olmak üzere iki şekilde tarif edilmiştir.

30

Ağustos 2019

1- Geniş kapsamlı tarife göre bid‘at Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şeydir. Bid‘atın sözlük anlamından hareketle yapılan bu tarife göre, dinî mahiyette görülen amel ve davranışlardan başka günlük hayatla ilgili olarak sonradan ortaya çıkan yeni fikirler, uygulama ve âdetler de bid‘at sayılmıştır. Başta İmam Şâfiî olmak üzere Nevevî, İzzeddin b. Abdüsselâm, Mâlikîler’den el-Karâfî, Zürkānî, Hanefîler’den İbn Âbidîn, Hanbelîler’den Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve Zâhirîler’den İbn Hazm bid‘atı bu şekilde kabul edenlerdendir. Bu tarifi benimseyen âlimler, görüşlerini Hz. Peygamber ve sahâbîlerden nakledilen bazı rivayetlere dayandırmaktadırlar. Meselâ Müslim’in naklettiği bir rivayette “Rasûl-i Ekrem, İslâm’da güzel bir çığır (sünnet-i hasene) açana o çığıra uyanlar bulunduğu sürece sevap verileceğini, kötü bir çığır (sünnet-i seyyie) açana da aynı şekilde günah yazılacağını ifade etmiş, Hz. Ömer de teravih namazını topluca kılanları görünce, “Bu ne güzel bir bid‘attır” (Buhârî) demiştir. Bid‘atı sonradan ortaya çıkan her şeyi içine alacak şekilde geniş kapsamlı olarak kabul eden âlimler, bid‘atı “iyi bid‘at” (bid‘at-ı hasene) ile yapılması yasaklanan “kötü bid‘at” (bid‘at-ı seyyie) diye ikiye ayırmayı uygun bulmuşlardır. Kur’an’ı bir mushafta toplamak, teravih namazını cemaatle


kılmak, minare ve medrese inşa etmek iyi bid‘ata, kabirlerin üzerine türbe yapmak ve buralara mum dikmek de kötü bid‘ata örnek olarak gösterilebilir. Bu anlayışa göre hadislerde reddedilen bid’at kötü bid‘attır. Şâfiî fakihlerinden İzzeddin b. Abdüsselâm daha da ileri giderek bid‘atı mükellefin fiillerine paralel olarak vâcip, mendup, mubah, mekruh, haram olmak üzere beşe ayırmaktadır. 2- Bid‘atı dar kapsamlı olarak anlayanlar ise onu, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilâve veya eksiltme özelliği taşıyan her şey” diye tarif etmişlerdir. Bu görüşü benimseyenler arasında, Mâlikîler’den başta İmam Mâlik olmak üzere Turtûşî, Şâtıbî; Hanefîler’den Bedreddin el-Aynî, Birgivî; Şâfiîler’den Beyhakī, İbn Hacer el-Askalânî, İbn Hacer el-Heytemî; Hanbelîler’den İbn Teymiyye ve İbn Receb sayılabilir.

meâlindeki hadislerin genel ifadelerini esas almışlardır. Bunlar diğer grubun dayandığı hadisleri de kendi görüşleriyle bağdaşacak şekilde yoruma tâbi tutmuşlardır. Meselâ yukarıda söz konusu edilen hadis, “Kim İslâm’da güzel bir çığır

Bunlara göre dinle ilgisi ve dinî mahiyeti bulunmayan şeyler bid‘at sayılmaz; bu bakımdan örf ve âdet türünden olan davranışlar bid‘at kavramının dışında kalır. Dar kapsamlı bid‘at anlayışına sahip olanlar görüşlerine delil olarak, “İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir (ortaya çıkarılanlardır)” (2) ; “Sonradan ihdas edilen her şey

(sünnet-i hasene) açarsa” anlamında

bid‘attır”

landırılan bir adettir anlamındadır. (5)

(3)

ve “Her bid‘at dalâlettir”

(4)

değil, “Kim İslâm’da güzel bir çığırı (sünneti) ihya ederse” anlamındadır. Hz. Ömer’in teravih namazının cemaatle kılınması için söylediği “ne güzel bir bid‘at” sözündeki “bid‘at” da terim anlamında değil sözlük anlamında kullanılmıştır, yani daha önce yapılan fakat unutulup sonradan tekrar can-

2. Müslim. 3. Nesâî. 4. Müslim. 5. Bkz DİA bidat maddesi.

Zilhicce 1440

31


2. Bid’atı îcat eden de, onun yolunda ve izinde giden de aynı şekilde günahkârdır.

‫ اَ ْل َي ْو َم اَ ْك َم ْل ُت لَ ُك ْم ۪دي َن ُك ْم‬.. ‫َواَ ْت َم ْم ُت َعلَ ْي ُك ْم نِ ْع َم ۪تي‬

.. ‫ال ْس َل َم ۪دي ًن ۜا‬ ُ ‫َو َر ۪ض‬ ِ ْ ‫يت لَ ُك ُم‬

.. Bugün size, dininizi kemale erdirdim, nimetimi üzerinize tamamladım ve size din olarak İslâm'ı verip, ondan razı oldum... (Maide, 3)

3. Müslümanların bidatlerle mücadele etmesi bir nafile değil vecibedir, bunun yolu da Kur'an ve Sünnet hükümlerini iyice öğrenmekten geçer. 4. İslâm dini mükemmeldir, hiçbir eksikliği yoktur bidat olarak icat edilen her bir ibadet ise sanki dinde bir eksiklik varmış da onu tamamlamak için çıkarılmış adetlerdir. 5. Yapılan bir amelin bidat olup olmadığını tespit edebilmek için o konuda yeterli bir ilime sahip olmak şarttır. Hakkında bilgimizin olma-

Hadisten Çıkarılan Dersler 1. Yukarıda gördüğümüz gibi İzz bin Abdisselâm gibi bazı âlimler bid’atları, vâcip, mendup, mübah, haram ve mekruh olmak üzere beş kısımda ele almışlardır. Bu taksimata göre

32

dığı bir amelin bidat olduğunu söylemek, bidat işlemek kadar tehlikeli bir durumdur. Dolayısıyla toplumda yapılan bazı ibadetleri şeklen sünnete aykırı zannederek tepki vermek yanlış sonuçlar doğurabilir.

örneğin; yeni savaş aletleri üretmek

6. İslâm mükemmel bir dindir hiç-

ve zamanın şartlarına uygun kuvvet

bir eksiği yoktur, dinde var olan

hazırlamak

Üniversiteler,

sahih ibadetler kulu Allahu Teâlâ’ya

enstitüler kurmak, ilmî kitaplar hazır-

yakınlaştırmak için yeterlidir, ibadet

layıp basmak, ilmi yaymak, insanlara

olduğu ve kendisiyle sevap alacağı-

öğretmek, okul-medrese binaları yap-

mız iddia edilen bir ameli araştırma-

mak gibi şeyler mendup ve makbul-

dan uygulamak Allah muhafaza bizi

dür. Helal olan şeyleri yiyip içmek

ateşe yaklaştırabilir, bu konuda titiz

mubah, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve

davranmak her bilinçli Müslümanın

sellem’in

yapmadığı veya yapılmasını

görevidir Allahu Teâlâ bizlere doğ-

tavsiye etmediği bir ibadet şekli çıkar-

ruyu öğrenip uyabilmeyi batılı öğre-

mak ise haramdır.

nip kaçınabilmeyi nasip eylesin…

vâciptir.

Ağustos 2019


KAVRAMLAR Mahmut Varhan

Kavramlar

DİN KAVRAMI (4) Sünnet’i Seniyye’den “Sırat'ı Müstakîm” Üzerinde Devam Etmenin Ölçüleri

da zaruri olduğunu göster-

“Hidayet eyle bizi dosdoğru

için; gazaba uğrayan yahû-

mektedir. Evet, peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve

yola. Kendilerine nimet verdiğin

kimselerin

Gazaba yolunu

yoluna...

uğrayanların

ve

sapıtanlarınkine

değil...” âyet’i kerimesi, hidâ-

salihlerin yoluna tabi olmak dilerin, sapık hristiyanların ve bilcümle kafirlerin yol ve metodlarından şiddetle sakınmak gerekir. Zira Allah’a iman etmenin şartı, tâğûtları

yete ererek hidâyet yolu üze-

inkâr etmek ve onların yolla-

rinde sebat etmenin zarure-

rını/yöntemlerini reddetmek-

tine delalet ettiği gibi; gazaba

tir. Kur’ân’ı kerim ve sünnet’i

uğramış ve doğru yoldan

seniyye’de küfür, şirk ve bid’at

sapmış olan kimselerin yol ve

yollarından

metodlarından

müstakîm

sakınmanın

sakınıp;

sırat’ı

üzerinde

sebat

Zilhicce 1440

33


Allah'a karşı samimi olmak; O'nun ilâhiyetine, rubûbiyetine, Esmâ'i Hüsnâsına ve yüce sıfatlarına hakkıyla iman etmektir. O'nun muhabbetini herşeye öncelemek, sadece O'ndan korkmak, O'na tevekkül etmek, O'ndan istemek, sadece O'nun rahmetine umut bağlamak, O'nu ta'zim etmek ve ancak O'dan yardım istemektir.

etmenin ölçüleri beyan edilmiştir ki; bu ölçülerden bazılarını bir önceki yazımızda açıklamıştık. Bu makalemizde de diğer bazıları üzerinde durmaya çalışacağız.

1- Din Samimiyettir Temim Dârî radıyallahu anhu dedi ki: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem üç defa "Din nasihattir/samimiyettir” buyurdu. Bizler, “Kime karşı samimi olmaktır?” diye sorduk; şöyle buyurdu: “Allah’a, O’nun kitabına, elçisine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır.” 1. Müslim, 55.

34

Ağustos 2019

(1)

Cennetin yolu olan sırat’ı müstakîm üzerinde ölünceye kadar sebat edebilmek için Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a ve peygamber olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e razı olmak şarttır. Bunun için de kalp selâmeti ve iç âlemin samimi olması gerekir. İşte dinin özü ve dindârlığın rûhu budur. Bu, Cibril hadisinde beyan edilen İslâm, imân ve îhsân makamlarını kapsayan câmi’ bir esastır. Allah’a karşı samimi olmak; O’nun ilâhiyetine, rubûbiyetine, Esmâ’i Hüsnâsına ve yüce sıfatlarına hakkıyla iman etmektir. O’nun muhabbetini herşeye öncelemek, sadece O’ndan korkmak, O’na tevekkül etmek, O’ndan istemek, sadece O’nun rahmetine umut bağlamak, O’nu ta’zim etmek ve ancak O’dan yardım istemektir. Hülâsa Allah'a hakkıyla ibâdet etmektir. Allah’ın kitabına karşı samimi olmak; onu öğrenmek, onunla amel etmek ve onun ilimlerini yaymak/öğretmek için gayret etmektir. Allah’ın elçisine karşı samimi olmak; ona iman etmek, dinin hâkimiyeti yolunda ona yardım etmek, ona son derece saygı göstermek, sünnetini öğrenip onunla amel etmek, onun düşmanlarına karşı mücadele etmek için canı ve malı fedâ etmek ve ona itâat etmeyi cana minnet bilmek ve kurtuluşun tek çaresi olarak görmektir. Müslümanların yöneticilerine karşı samimi olmak; Allah’ın kitabı ve


Rasûlü’nün sünneti ile amel ettikleri ve şeriat'ı ğarrâyı tatbik ettikleri sürece onlara itaat etmek, onlar için duâ etmek, marûfta onlara yardım etmek, yönetim hususunda onlarla çekişmemek, halkın onların etrafında toplanmaları için gayret sarfetmek, onlara iyiliği emretmek ve münkerden onları sakındırmaktır. Bütün Müslümanlara karşı samimi olmak; kişinin kendisi için sevip razı olduğu şeyleri onlar için de istemesi, kendisi hakkında kerih görüp istemediği şeyleri onlar hakkında da istememesidir. Müslümanların büyüklerine hürmet gösterip, küçüklerine merhamet etmesidir. Müslümanlara ihsanda bulunmak için çaba sarfetmesi, onların maslahatlarını kendi menfaatine öncelemesidir. Hülasa Müslümanlar arası kardeşlik hukukuna riayet etmesidir. İşte bu şekilde Allah’a ibadet eden, O’nun kitabıyla amel eden, O’nun elçisine itaat eden ve O’nun kullarının hukukuna riayet eden ve bütün bu hususlarda kalp selâmeti ve gönül samimiyetine

sahip

olan

kimse;

muhakkak kurtuluşa erecektir. Nitekim Allah azza ve celle bizlere, İbrahim aleyhisselâm’ın

şöyle dua ettiğini aktar-

mıştır:”(İnsanların) öldükten sonra diriltilecekleri

günde

beni

zelil

eyleme! O günde malın da evladın da hiç faydası olmaz; Allah’a sâlim bir kalp ile gelmiş olanlar müstesnâ!”

(2)

2- Her Hak Sahibine Hakkını Vermelidir Fıtrat dini olan İslâm, dengeli bir hayatı emretmiş; huzurlu ve müstakim bir hayat için her şeyin ve herkesin hakkını belirlemiş ve her hak sahibine hakkını vermeyi talep etmiştir. Şu büyük kâinatı bir denge üzere yaratan, hacmi küçük olmakla birlikte kâinatın merkezinde yer alan şu insanın beden sarayını mükemmel bir mizan üzere vareden yüce yaratıcı; insanın ferdi, âilevi ve toplumsal hayatını tanzim eden ve uygulaması hâlinde onun için dünya-âhiret saâdetini te’min eden şeriatını da aynı kusursuz mizan üzere vazetmiştir. Şeriattan kastedilen dünya-âhiret saâdetinin te’mini için, şeriatı hayatlarına tatbik edenlerin bu mizana riâyet etmeleri ve her hak sahibine hakkını vermeleri gerekir. Bir tarafın hakkını tam bir şekilde verebilmek için diğer bir tarafın hakkını asla ihmal etmemelidirler. Sırat’ı müstakîm üzerinde sebat etmek ve dosdoğru nebevi minhacdan sapmamak için bu asla/ölçüye riâyet edilmesi gerekir. Ebu Cühayfe Vehb İbni Abdullah radıyallahu anhu şöyle dedi: "Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, Selmân-ı Fârisî ile Ebü’d-Derdâ’yı kardeş yapmıştı. Birgün Selmân, Ebü’d-Derdâ’yı ziyarete gitti. Bu sırada onun hanımı Ümmü'd-Derdâ'yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona: ”Bu halin

2. Şuarâ, 87-89.

Zilhicce 1440

35


ne?” diye sorunca, kadın “Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez" dedi. O sırada Ebü’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikram edip “Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum” dedi. Selmân “Sen yemedikçe ben de yemem” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebü’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selman ona “uyu” dedi. Ebü’d-Derdâ uyudu. Bir süre sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine “uyu” diyerek onun kalkmasına izin vermedi. Gecenin sonuna doğru Selman “Şimdi kalk” dedi ve her ikisi birlikte namazlarını kıldılar. Sonra Selmân Ebü’d-Derdâ’ya şöyle dedi: "Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, Nefsinin hakkı vardır, Ailenin hakkı vardır. Hak sahiplerinin her birine hakkını ver." Sonra Ebü’dDerdâ gidip olan biteni Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e

anlattı. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem de “Selmân doğru söylemiş” buyurdu (3)

3- Dünyevileşmekten Sakınmak Sehl b. Sa’d es-Sâîdî dedi ki: Bir adam Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek, “Ya Rasûlellâh” dedi, “Bana öyle bir amel söyle ki, onu işlediğim zaman; Allah da beni sevsin, insanlar da beni sevsinler.” Hz. Peygamber

şöyle buyurdu: "Dünyada zahid ol ki, Allah seni sevsin. İnsanların ellerinde bulunan dünyalığa karşı zahid ol ki, insanlar seni sevsinler.” (4) sallallahu aleyhi ve sellem

Mutlak olarak dünya iyidir ve övülmeye layıktır denilemeyeceği gibi, mutlak olarak dünya kötüdür ve yerilmeye şayandır da denilemez. Fakat dünyanın farklı yönleri vardır ki, bu yönlerden bazıları övülmeye layık iken; diğer bazıları da yerilmeye şayandır. Genel olarak şunu söyleyebiliriz ki: Eğer dünya, insanın yüce Mevlâ’sına yakınlaşmasına vesile olursa; bu durumda dünya övülmeye layık olur. Şayet dünya, insanın yüce Mevlâ’sından uzaklaşmasına sebep olursa; bu halde de dünya, yerilmesi gereken mezmûm bir meta’ olur. İşte dünyevileşmek ifadesi ile kastedilen de dünya ehlinin mübtelâ olduğu dünyanın bu yüzüne kapılmaktır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bizim için en çok korktuğu şey de budur zaten; Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Benim sizin hakkınızda en çok korktuğum husus(lardan biri de), Allah’ın sizin için ortaya çıkaracağı dünya nimetleri ve süsleridir.” (5) Dünya nimetleri, bu ümmetin fitne ve imtihanıdır. Bu ümmetin sırat’ı müstakîmden sapmasının en önemli sebebi de dünya malı ve makamıdır. Ka’b b. İyâz dedi ki: Rasûlullah sallal-

3. Buhârî, Savm 51, Edeb 86. 4. İbni Mâce, 4102. İmam Nevevi, isnâdının hasen olduğunu belirtmiştir. 5. Buharî, 1465, 6427; Müslim, 1052.

36

Ağustos 2019


şöyle buyurdu: "Her ümmetin bir fitnesi vardır; benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (6)

lahu aleyhi ve sellem

Mü’minleri, Allah’a ve Rasûl’üne itaat etmekten ve Allah yolunda cihad etmekten engelleyip uzaklaştıran en büyük sebep de yine dünyanın çeşitli bağları ve zincirleridir; nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (soy ve sopunuz), elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise; o halde Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (7) Dünya sevgisi/dünyevileşmek, her türlü günahın ve helakın sebebidir; Hasan’ı Basrî rahimehullah şöyle demektedir: "Bütün hataların başı ve sebebi, dünya sevgisidir." (8) İşte fertlerin ve toplumların gerçek hastalığı ve onların helâkına sebep olan asıl kanser bu dünya sevgisidir. Ebû Mûsa el-Eş’arî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Dinar (altın) ve dirhem (gümüş para) sizden öncekileri helâk ettikleri gibi; sizi de helâk edeceklerdir.” (9) Ka’b b. Malik

Allah'ın elçisine karşı samimi olmak; ona iman etmek, dinin hâkimiyeti yolunda ona yardım etmek, ona son derece saygı göstermek, sünnetini öğrenip onunla amel etmek, onun düşmanlarına karşı mücadele etmek için canı ve malı fedâ etmek ve ona itâat etmeyi cana minnet bilmek ve kurtuluşun tek çaresi olarak görmektir.

el- Ensârî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem

şöyle buyurdu: "Bir koyun

sürüsüne salınan iki aç kurt, kişinin mal ve şeref (makam) hırsının dinine zarar verdiği kadar o koyun sürüsüne zarar veremezler.” (10) Hz. Ömer b. Hattap şöyle demektedir: "Allah Teâlâ hangi kavmin önüne dinar, dirhem, altın ve gümüş hazinelerini serecek olursa; muhakkak onlar birbirlerinin kanlarını döker ve akrabalık bağlarını koparırlar."

6. İmam Ahmed, Müsned: 17471; Tirmizi, 2336. Sahih bir hadistir. 7. Tevbe, 24. 8. Beyhaki, Şuabü’l-İman:10501 (7/338) İsnadı Hasendir. 9. İbni Hibban,694. Sahih bir hadistir. 10. Tirmizî, 2376. Hasen-Sahih bir hadistir.

Zilhicce 1440

37


“dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamak” şeklinde açıklamıştır.

Müslümanların yöneticilerine karşı samimi olmak; Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünneti ile amel ettikleri ve şeriat'ı ğarrâyı tatbik ettikleri sürece onlara itaat etmek, onlar için duâ etmek, marûfta onlara yardım etmek, yönetim hususunda onlarla çekişmemek, halkın onların etrafında toplanmaları için gayret sarfetmek, onlara iyiliği emretmek ve münkerden onları sakındırmaktır.

Müslümanların mağlubiyet ve hezimetlerinin en büyük bir sebebi de dünyevileşmeleridir. Nitekim Allah Teâlâ Uhud savaşında Müslümanların hezimete uğramalarının sebeplerini sayarken şöyle buyurmaktadır: “İçinizden kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de âhireti istiyordu...” (Âl’i imrân,152)

İslâm

Peygamber Efendimiz de

Ümmetinin,

diğer

toplum-

lar karşısında mağlup olmasının en önemli sebebinin “Vehn” hastalığı olduğunu beyan etmiş; bu kanseri de 11. Al’i İmran: 14. 12. Müslim, 2742.

38

Ağustos 2019

Bütün bu ve benzeri pek çok tehlikelerine rağmen dünya hayatı süslü ve cazibeli olup, biz insanlara sevdirilmiştir. Âdeta gelin libasına bürünmüş bir cadı gibidir. Nitekim Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Nefsani arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (11) Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki dünya tatlı ve yeşil/çekicidir. Muhakkak Allah sizlri orada halife yapacak ve nasıl iş göreceğinize bakacaktır. Bundan dolayı dünyadan sakının ve (özellikle) kadınlardan sakının.” (12) Teessüfle belirtelim ki biz Müslümanlar, uyarılmış olduğumuz halde bu dünyevileşme uçurumlarına yuvarlanmış; şehvet, şöhret ve servet hastalıkları kanser gibi bütün benliğimizi yakıp kavurmuştur. Şayet tevbe ile tedavi olmazsak, bu kanser bizi helak edecek ve zarara uğrayanlardan olacağız. Yahya b. Muaz er-Razi’nin şu sözü ne büyük bir hakikattir: “Dünya, şeytanın sunduğu şaraptır. Her kim bu şarabı içerek sarhoş olursa, o bir daha ancak ölüler kampında (kabris-


tanda) kendine gelip ayılır. Fakat pişman olarak, zarar edenlerle beraber o da ziyana uğrayacaktır.”

4- Sırat’ı Müstakîm Üzerinde Devam Etmenin Temeli, Helal Lokma ile Beslenmektir Ebû Hureyre radıyallâhu anhu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. Şüphesiz ki Allah Teâlâ peygamberlere neyi emretti ise, mü’minlere de onu emretmiş ve: “Ey peygamberler! Tertemiz, helal olanlardan yiyin ve salih amel işleyin” (13) buyurmuştur. Mü’minlere de: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tertemiz ve helal olanlarından yeyin” (14) emrini vermiştir. Peygamber Efendimiz daha sonra, uzun uzadıya yolculuk yapan, dağınık saçlı, toz toprak içinde kalan bir adamı anlatarak şöyle buyurdu: “Bu adam ellerini semaya uzatır, “Ya Rabbi ya Rabbi”... diye yalvarır. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Vücudu haram gıdalarla beslenmiştir. Bunun duası nasıl kabul edilir?!” (15) İnsan için en temel ve hayati mesele, temin edilen rızkın ve bedeni besleyen gıdanın helal ve meşru olması konusudur. Zira beden hem ruhun kalıbı, elbisesi hem de bineği ve şu hayat seferinin sahası olan dünyayı katetme

vasıtasıdır. Dolayısıyla bedeni besleyen gıdanın ruh üzerinde muhakkak büyük tesiri olacaktır. Helal yollardan elde edilen ve meşru bir şekilde alınan gıda, ayrı ayrı çiçeklerden Allah’ın lütfu ve keremi ile topladığı ürünleri bala çeviren bal arısı misalinde olduğu gibi, beden ve ruh için bir şifa kaynağı ve âzâlarda salih ameller şeklinde ortaya çıkan bir nur olur. Haram yollarla elde edilen ve gayrı meşru bir şekilde alınan gıda ise, aynı çiçeklerden ve bitkilerden topladığı ürünleri öldürücü zehire çeviren eşek arısı misalinde olduğu gibi ruh için bir zehir ve âzâlarda ortaya çıkan fasid ameller şeklinde bir zulümat olur. İbni Receb el-Hanbeli dedi ki: “Mü’minin salih ameller işlemeye muvaffak olmasının en büyük sebebi, beslendiği gıdaların helal ve temiz olmasıdır. Amelleri ancak bununla temiz ve güzel olur. Bu hadis’i şerif işaret etmektedir ki, ancak helal gıdayla beslenmekle ameller temiz ve makbul olur. Haramla beslenmek ise, amelleri ifsad eder ve kabul edilmesine mâni olur. Çünkü hadis’i şerifte “Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder” esası takrir edildikten sonra şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz ki Allah Teâlâ peygamberlere neyi emretti ise, mü’minlere de onu emretmiş ve: “Ey peygamberler! Tertemiz, helal olanlardan yeyin ve salih amel işle-

13. Mü’minûn, 51. 14. Bakara, 172. 15. Müslim, Kitâbu’z-Zekât: 2/703; Tirmizi, Kitâbu’t-Tefsîr: 5/220.

Zilhicce 1440

39


yin” (16) buyurmuştur. Mü’minlere de: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tertemiz ve helal olanlarından yiyin” (17) emrini vermiştir.” Burada kastedilen şudur: Peygamberler ve onların ümmetleri, helal ve temiz gıdalarla beslenmekle ve salih ameller işlemekle emrolunmuşlardır. Buna göre helalden beslendikleri sürece, amelleri salih ve makbul olur; beslendikleri gıdalar helal olmayınca, amelleri nasıl makbul olabilir ki?!” Zâhid Ebû Abdullah es-Sâcî dedi ki: “Beş haslet vardır ki, ancak bunların gerçekleşmesi ile amel tamamlanır: Allah azze ve celle’yi tanıyarak iman etmek, hakkı bilmek, Allah için ihlaslı amel işlemek, sünnete muvafık amel işlemek ve helal ile beslenmek. Bu beş özellikten birisi bulunmadığında amel semaya yükselmez. Şöyle ki; sen Allah Azze ve Celle’yi tanır da hakkı bilmezsen, bunun sana bir faydası olmaz. Eğer hakkı bilir de Allah Azze ve Celle’yi tanımazsan, bunun da sana bir faydası olmaz. Şayet Allah’ı tanır ve hak-hukuku bildiğin halde ameli ihlasla işlemezsen, bunun da sana bir faydası olmaz. Eğer Allah’ı tanır, hak-hukuku bilir ve ameli ihlasla işlediğin halde amelin sünnete/şeriata muvafık değilse, bunun da sana bir faydası olmaz. Şayet bu dört özellik bulunduğu halde beslendiğin gıdalar helal değilse, yine de amellerinin sana bir faydası olmaz.” (18)

Böylece günümüz İslâm toplumları içerisinde sırat’ı müstakîmden sapmaların galip bir hâl almasının temel sebebi anlaşılmış oldu ki, bu da haramdan beslenmenin galip gelmesidir.

5- Dinin Bütünü İman ve İstikamettir Ebû Amr Süfyan b. Abdullah radıyallâhu anhu şöyle dedi: "Ya Rasûlallah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’a iman ettim” de sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. Ben, “Ya Rasûlallah!” dedim, “Benim için en fazla korkup çekindiğin şey nedir?” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dilini tutarak “İşte budur.” buyurdu.” (19) İstikâmet; ifrat ve tefritten sakınıp, vasat yol olan sırat’ı mustakîm üzerinde sebat etmektir. Sağa-sola yalpa vurmadan dosdoğru ve sapasağlam din yolunda yürümektir. Bu da ancak kalbi olsun bedeni olsun Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek, aynı şekilde kalbi olsun bedeni olsun Allah’ın bütün yasaklarından sakınmakla mümkündür. Böylece istikamet vasiyyeti, dinin bütün hasletlerini kapsayan kuşatıcı bir vasiyettir. Mustakîm bir hayat, yakînî bir imanın meyvesidir. İman bütün kalbi kaplayıp, ruhta kökleşerek yakîn merteb-

16. Mü’minûn, 51. 17. Bakara, 172. 18. Ebû Nuaym, el-Hilye: 9/310. 19. Müslim, İman: 62. Ayrıca bkz: Tirmizi, Zühd: 61; İbni Mâce, Fiten: 12.

40

Ağustos 2019


sine ulaşınca, istikametli bir hayatı meyve vermesi kaçınılmazdır. Kur’an ve sünnete muvafık ihlaslı ameller işleyen ve istikamet üzere yaşayan bu mü’minlerin dünyada da âhirette de dostları meleklerdir. Allah azze ve celle bu hayırlı kullarını överek şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru yaşayanlara melekler gelerek: “Korkmayın, üzülmeyin ve size va’dolunan cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da ahirette de sizlere dostuz. Esirgeyip bağışlayan Allah’ın ikramı olarak (cennette) canınızın çektiği ve dilediğiniz her şey sizindir” derler.” (20) “Muhakkak ki; “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru hareket edenler için korku yoktur, onlar üzülmezler de. Onlar cennetliktirler. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli kalacaklardır.” (21) Allah Teâlâ, Sahih bir hadiste Hz. Peygamber’in saçlarını ağarttığı belirtilen Hud suresinde Peygamber Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Artık sen de emrolunduğun gibi istikâmet üzere (dosdoğru) ol; beraberindeki tevbe edenler de (emrolundukları gibi istikâmet üzere (dosdoğru) olsunlar).” (22) Bazı âlimlere göre Hz. Peygamber’in saçlarının ağarmasına sebep olan bu âyet'i kerimedir.

İstikametin temeli, kalbin tevhid akîdesi üzerinde istikamet bulmasıdır. Nitekim Hz. Ebû Bekir es-Sıddık, Allah azze ve celle’nin, “Muhakkak ki; “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru hareket edenler” sözünü “Allah’tan başkasına iltifat etmeyenler” şeklinde açıklamaktadır. Zira kalp Allah’ı tanımak, O’ndan korkmak, O’nu yüceltmek, O’na ta’zimde bulunmak, O’nu sevmek, O’nu irade etmek, O’ndan ummak, O’na duâ etmek, O’na tevekkül etmek ve O’ndan başka her şeyden yüz çevirmek hususlarında istikamet üzere olursa; bütün azalar da Allah’a itaat hususunda mustakîm olurlar. Çünkü kalp bütün azaların sultanı olup, azalar da onun askerleridir. Sultan dosdoğru olursa, onun askerleri ve raiyyesi de dosdoğru olurlar. Kalbin istikametinden sonra mustakim olmasına en fazla riayet edilmesi gereken organ dildir. Zira dil, kalbin tercümanı ve ondaki manaları ifade aracıdır. İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine soru soran kişiye mustakîm olmasını emrettikten sonra dilini korumasını özellikle ona tavsiye etmiştir. Enes b. Malik dedi ki: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kulun kalbi mustakîm olmadıkça, imanı istikamet bulmaz. Dili mustakîm/dosdoğru olmadıkça da kalbi istikamet bulmaz.” (23)

20. Fussilet, 30-32. 21. Ahkâf, 13-14. 22. Hûd,112. 23. İmam Ahmed, Müsned: 3/198 (13048). İsnadında zayıf bir ravî bulunmaktadır.

Zilhicce 1440

41


Görüldüğü gibi sırat’ı mustakîm üzerinde sebat etmenin en önemli bir sebebi de özü sözü dosdoğru olmaktır. Özünde/kalbinde eğrilik, dilinde yalan olan kimsenin sırat’ı mustakîmden saparak nifak uçurumuna yuvarlanması an meselesidir.

6- Muhkem-Müteşâbih Telakkîsi Sırat’ı mustakîm üzerinde dâim olabilmek için Kur’ân ve Sünnetteki muhkem (anlamı açık olan) nasları esas/asıl kabul edip, müteşâbih (anlamında kapalılık bulunan) nasları muhkem naslar ışığında anlamak gerekir. Muhkem naslarla amel ederek, müteşâbih ifadelere Allah ve Rasûlü’nün muradı üzere iman etmek gerekir. Ancak muhkem nasları te’vil ederek, müteşâbih ifadeleri dinin esası kabul edenler, İslâm tarihi boyunca çeşitli fitnelere, tefrika ve bid’at yollarına sapmışlardır. Bid’at ehlinin, görüşlerine uymayan âyet'i kerime ve hadis’i şerifler hakkındaki kuralı şudur: Âyetî kerimeyi te’vil, sahih de olsa hadisleri inkâr ederler. Allah Teâlâ, Sırat’ı mustakîm üzerinde sebat eden ve fitne peşinde koşarak Sırat’ı mustakîmden sapan bu iki tâife hakkında şöyle buyurmaktadır: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan bir kısım ayetler muhkemdir. Bunlar Kitab’ın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihtir. Ama kalbinde eğri-

lik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onu te’vil etmeye kalkışmak için onun müteşâbih olanına uyarlar. Hâlbuki onun (müteşâbih ayetlerin) te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz nezdindendir” derler. Olgun akıllılardan başkası ibretle düşünemez. (O ilimde derinleşmiş olanlar derler ki:) “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma. Bize katından bir rahmet bağışla. Muhakkak Sen bol bol bağışlayansın.” (24)

7- Velâ/dostluk ve Berâ/düşmanlık Prensibi İmanın şubeleri arasında “Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek” en başta gelen hususlardandır. Bera b. Âzib radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir.” (25) Ebû Zer radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.” (26) Allah’ın dostlarına dost olmak ve Allah’ın düşmanlarını düşman edinmek (el-velâ ve’l-berâ), Allah’ın dinine yardım eden mü’minlerin özelliklerinin başında gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte olan mü’minleri şöyle

24. Âl-i İmrân, 7-8. 25. Hasen li ğayrihi bir hadistir. İmam Ahmed, Müsned, 18524. 26. Hasen li ğayrihi bir hadistir. Ebû Dâvûd, 4599.

42

Ağustos 2019


nitelemektedir: “(Onlar) kâfirlere karşı şiddetli ve kendi aralarında merhametlidirler.” (27) Yine Allah Teâlâ, dinine yardım edecek mü’minlerin niteliklerini sayarken “Mü’minlere karşı alçak gönüllü ve kâfirlere karşı izzetlidirler” (28) buyurmaktadır. İslâm'a göre dostluk ve düşmanlık kavramlarını iyice anlamak ve bunları hayata tatbik etmek, hayati derecede önemlidir. Bu konu önemli olduğu kadar da derin ve geniş bir konudur. Kur’ân-ı Kerim’de ve Sünnet’i Seniyye’de en fazla üzerinde durulan konulardan biri de budur. Zira İslâm’ın bildirdiği şekilde ifrata kaçmadan ve tefritte kalmadan dostluk ve düşmanlık kavramlarını bilip tatbik etmek mutlak manada maslahatı temin ederken; bu kavramları bilmemek ya da bunları bilerek terketmek ve tatbik etmemek ise, mutlak manada mefsede ve İslâm toplumları için öldürücü bir zarardır.

en büyük rolü oynamışlardır. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem döneminde İslâm toplumunun içinde yer alan ve zâhiren Müslüman görünen bu beşinci tabur -ki bunlara Kur'an dilinde münafık denilmiştirher fırsatta şirk ordusuna gösterdiği dostluğunun gereğini yerine getirmiştir. Fakat ilâhî inayet ve nebevî feraset sayesinde başarılı olamamışlardır. Daha sonraki dönemlerde çeşitli saltanatlar kurulmuş ve bu saltanat dönemlerinde “el-velâ ve’l-berâ (dostluk ve düşmanlık)” esasları doğru bir şekilde işletilmediği, dostluklar ve düşmanlıklar dünyevî birtakım çıkarlar doğrultusunda şekillendiği için Müslümanlar arasında pek çok savaşlar cereyan etmiş ve hatta bir takım gafil ve cahil yöneticiler, kendi Müslüman kardeşlerine karşı kâfirleri yardıma çağırmış ya da münafıkça bir siyaset gereği kâfirlere yardım etmişlerdir.

Tarih boyunca ve özellikle de günümüzde İslâm toplumlarının başına gelen büyük bela ve musibetlerin çoğunda bu kavramları ihlal etmenin payı olmuştur. Kâfirler, Müslüman toplumların arasından kendilerine yardım edecek dostlar devşirmeden Müslümanlara galip gelememişlerdir. Koyun postuna bürünen ancak kurt kalbini taşıyan bu hainler, kâfirlerin plan ve projelerinin başarılı olması için İslâm toplumunun bünyesini içeriden kemirmiş ve küfrün galip gelmesinde

Haçlıların batıdan, Tatarların da doğudan çekirge sürüleri gibi İslâm âlemini işgal ve istila ettikleri o karanlık dönemlerde, İslâm âleminin içine çöreklenmiş bulunan Râfizî Şiîler, Nusayrî ve İsmailiyye gibi bütün batınî fırkalar zındıklık ve münafıklıklarını ortaya koymuş ve Müslümanlara karşı Haçlılara ve Moğollara yardım etmişlerdir. Müslümanlar galip geldiğinde matem ilan edip yas tutmuş, putperest Moğollar ve Haçlı hıristiyanlar galip geldiğinde bayram edip sevinmişler-

27. Fetih, 29. 28. Mâide, 54.

Zilhicce 1440

43


dir. Abbasî hilafetinin merkezi olan Bağdat’ın düşmesinde ve putperest Hülagu tarafından işgal edilmesinde en büyük payı olanlar, İbni Alkami liderliğindeki Şiîler olmuştur.

Son olarak deriz ki: Allah Azze ve Celle, mü’minlerin birbirlerinin velileri

Felaketlerin en büyüğü kabul edilen şu son asırlardaki yahudi ve hıristiyanların maddi anlamda mutlak bir galibiyet elde etmelerinde de en büyük payı olanlar, yine dostlarına düşman ve düşmanlarına da dost gözüyle bakan gafil ve cahil Müslümanlardır. İslâm toplumlarının içinden çıkan, Müslümanların tenini taşıyan ve onların diliyle konuşan kimi münafık, zındık ve mürtedler, kâfirlerin dostluğunu kazanarak İslâm toplumlarına düşmanlık etmişlerdir. Münafıkça dehalarıyla da cahil bırakılmış olan Müslüman toplumları kandırmayı ve kendilerine bağlamayı başarmışlardır. Böylece Müslümanların çocuklarından devşirdikleri ordularla, yahudi ve hıristiyanların her türlü plan ve projelerini yürürlüğe koymuşlardır.

edenler ve (bu muhacirlere) kucak

İşte bütün bunlardan dolayı Kur’an-ı Kerim’de bu konu tafsilatlı bir şekilde bütün gerekleri ve sonuçlarıyla birlikte ele alınmış, Rabbimiz Celle Celâluhû biz Müslümanlara gerçek dostlarımızı ve gerçek düşmanlarımızı göstermiştir. Dostlarımızla sıkı sıkıya birbirimize bağlanmayı ve asla ihtilaf ve tefrikaya düşmemeyi emretmiş; düşmanlarımızdan da şiddetle sakınmayı ve asla onları dost edinmemeyi emrederek onlara az bir meyli dahi şiddetle yasaklamıştır.

44

Ağustos 2019

olduklarını beyan ederek: “Muhakkak ki iman eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad açan ve yardım edenler; işte bunlar, birbirlerinin velisidirler” (Enfâl, 72) buyurmaktadır. Bir sonraki ayet’i kerimede kâfirlerin de birbirlerinin velileri olduklarını “Küfre saplananlar da birbirlerinin veli (destekçi)sidirler” (Enfâl, 73) buyurarak beyan ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Eğer siz de bunu yapmaz (birbirinizin destekçisi olmaz) sanız, yeryüzünde fitne (şirk/anarşi) ve çok büyük bir fesad (bozgunculuk) baş gösterir.” (Enfâl, 73)

İşte bu ayet’i kerime el-velâ

ve’l-berâ özelliğinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Zira kâfirler ittifakına karşı eğer mü’minler de ittifak içinde hareket etmezlerse, yeryüzünde şirk, küfür, ma’siyet ve fesad hâkim olur. Nitekim günümüzde şirk ve küfrün hakimiyeti zirvesine varmış, fesad ve bozgunculuk her tarafı kaplamıştır.

Bundan

kurtulmanın

yegâne çaresi mü’minlerin velâ ve berâ akidesine riayet ederek düşman olmaları gereken kesimlere -en yakınları olsalar dahi-düşman olmaları ve bu düşmanlığın bütün gereklerini yerine getirmeleridir. Aynı şekilde dost olmaları gereken Allah, Rasûlullah ve mü’minlere de velâyetlerini vererek bu dostluğun bütün gereklerini yerine getirmeleridir.


İSLÂM DÜNYASINDAKI KÂŞIFLER Cihan Malay

Zoolojide Öncü Bir İsim:

DEMÎRÎ (1344-1405)

İ

birtakım kimseler çıkmış ve yaşanılan dünya ve içerisindekilere dair toplumu aydınlatmışlardır.

İnsanların bir bölümünün birçok alanda bilgisiz ve cehalet içerisinde karanlıklarda olduğu bir dönemde, İslâm medeniyetinin içerisinden

Yaşanılan dünyada gökyüzü yanında yeryüzündekilere dair araştırmalarda bulunmuşlardır. Bu araştırmalarında güçleri nispetinde ve Allah’ın lütfuyla inceleyebilecekleri birçok alanda çalışmalarda bulunmuşlardır. Bu çalışmaların bir kısmını da hayvanları

slâm medeniyetinin yıldızının parladığı dönemlerde Müslüman ilim ve bilim adamları astronomi, mühendislik, botanik (1), zooloji (2) ve daha farklı birçok alanda insanlığa fayda sağlayacak çalışmalarda bulunmuşlardır.

1. Botanik: Bitkiler üzerinde çalışan ve incelemelerde bulunan bilim dalı. 2. Zooloji: Hayvanların yaşam tarzlarını, davranışlarını, beslenme ve üremelerini inceleyen bilim dalı.

Zilhicce 1440

45


incelemeye ve onlar hakkında toplumu aydınlatmaya ayırmışlardır.

ve Babü’n-Nasr içindeki İbnü'l-Bakari Medresesi’nde dersler verdi.

Tarih içerisinde zooloji (hayvan bilimi) üzerine yapılan çalışmalara öncülük etmesi açısından Demîrî ve yazdığı “Hayatu’l-Hayevan” eserinin yeri inkâr edilemez.

Zühd ve takvasıyla dolayısıyla Kâhire’de bulunduğu sırada rağbet görerek büyük bir şöhret kazandı. Çağdaşı ünlü Mısırlı İslâm tarihçilerinden Makrîzî (ö.845/1442), “el-'Ukūd fî târîhi’l-'uhûd” adlı eserinde yıllarca onunla birlikte bulunduğunu ve vaazlarına katıldığını belirtmektedir.

Şimdi onu ve eserini biraz tanımaya çalışalım.

Hayatı Tam adı “Muhammed bin Musa bin Îsâ el-Kâhirî eş-Şâfiî”, künyesi “Ebü’lBekā” ve lakabı “Kemâlüddîn” olan Demîrî, Mısır’ın Dimyat şehri yakınlarındaki Nil deltasındaki Semennud kasabasında yer alan “Demîre” adlı köyde h.745 (1344) yılında doğmasından dolayı bu adla meşhur olmuştur. Gençlik yıllarında geçimini terzilikle sağlayan, ardından kendisini ilme vererek uzun müddet Bahaeddin es-Büskî’nin yanında ilim tedrisinde bulunan Demîrî, Cemaleddin Abdürrahim bin Hasan el-İsnevî’den fıkıh, Burhaneddin İbrahim bin Şerefeddin el-Kiratî’den edebiyat, Buhaeddin Abdullah bin Abdurrahman İbn Akil’den Arapça ve diğer başka ilim dallarında eğitim aldı. Tefsir, hadis, fıkıh ve fıkıh usulünde, dil ve edebiyat ilimlerinde söz sahibi bir kimse olarak Kâhire’deki Ezher ve Zâhir Camii’lerinde ve Kubbetü’l-Baybarsiyye

Fıkıh bilgisi ile Şâfiî mezhebinin fıkıh âlimleri arasında yer alan Demîrî, 1360-1379 yılları arasında altı defa hacca gider ve 1379’dan 1399’a kadar yirmi yıl kaldığı Mekke’de hem ders okutur hem de fetva verir. Batı dünyasında yaptığı çalışmalarından dolayı doğa tarihi alanında yaptığı önemli çalışmalarla tanınan Georges-Louis Leclerc de Buffon’a (ö.1788) benzetilerek “Müslümanların Buffon’u” denmiştir. (3)

Zoolojide Kaynak Bir Eser: Hayatu’lHayevan (Hayvanların Hayatı) Avrupalılar’ın “zooloji” adını verdiği alanda, daha henüz zoolojiden bahsedilmediği bir zamanda 400 yıl öncesinde ilk zooloji ansiklopedisini yazan Demîrî, kendisinden sonra gelecekler için önemli bir kaynak olarak bu eserini hazırlamıştır. Hayvan isimlerinin alfabetik sıra ile hazırlandığı eser, ismi verilen hayvan

3. Şemseddin Sâmî, “Medeniyyet-İ İslâmiyye“, Hazırlayan: Remzi Demîrî, Gündoğan Yayınları, s.75.

46

Ağustos 2019


hakkında kısa bilgiler verilerek yazılmış bir ansiklopedik eserdir. Demîrî, 773 yılı Recep ayında (Ocak 1372) otuz bir yaşında iken bitirdiği eserin önsözünde, bu kitabını kültürlü kimseler arasında rastlanan hayvanlarla ilgili bazı yanlış bilgileri düzeltmek amacıyla kaleme aldığını söylemiştir. Demîrî eserini hazırlarken 560 kitap ve 199 divandan istifade ettiğini söylemektedir. Diğer eserleri gibi Arapça olan bu kitap hakkında Jofes de Sumuggu şunları demektedir: “...Şüphesiz ki, Demîrî, hayatını din ilimlerini tahsil ve tetkik ile geçiren büyük bir İslâm âlimi idi. Zooloji ilmi üzerinde çalışırken, kendisinden önce gelen zoologların bu sahada bazı mühim hatalar yaptıklarını tespit etti ve bu ilim dalında bir eser yazmak lüzumunu hissetti. Gerçekten büyük bir emekle ortaya koyduğu eseri ile bu ilim dalında insanlığa büyük bir hizmet sunmuş ve temel kaynak olmuştur.” (4) Eser her ne kadar zooloji bilimine katkı sağlamış olsa da hayvanların anatomisi (5) ve fizyolojisi (6) hakkında çok fazla bilgiye yer vermemektedir. Kâtip Çelebi, Demîrî’nin Câhiz kadar hayvanat ilminin ehli olmadığını ve daha çok dinî ilimlerde başarı gösterdiğini, dolayısıyla amacının yalnızca bu konuda değişik üslupta bir eser kaleme almak ve anlamı belirsiz

Fıkıh bilgisi ile Şâfiî mezhebinin fıkıh âlimleri arasında yer alan Demîrî, 1360-1379 yılları arasında altı defa hacca gider ve 1379'dan 1399'a kadar yirmi yıl kaldığı Mekke'de hem ders okutur hem de fetva verir.

isimleri açıklamak olduğunu belirtmektedir. Eserin İslâm ve bilim tarihinde öne çıkan en önemli özelliklerinin başında, alanının ilk eserleri arasında yer almasıdır. Kendisinden sonra eser üzerine çalışmalarda bulunulmuştur. Eser yedi ana bölüm üzerine yazılmıştır: Birinci Bölüm: Hayvanların isimleri, bu isimlerin dil yönünden incelenmesi ve verilen ismin dışında kullanılan yaygın diğer isim ve künyeler. Ayrıca Arap şiirinde bu ismin kullanıldığı yerlere de değinmiştir.

4. “Demîrî” İslâm Tarihi Ansiklopedisi, c.4, s.? 5. Anatomi: Canlı Varlıkların Yapı ve Şeklini İnceleyen Bilim Dalı. 6. Fizyoloji: Bitkilerin, Hayvanların ve İnsanların Organizmalarının İşlevlerini ve İşleyişlerini İnceleyen Bilim Dalı.

Zilhicce 1440

47


İkinci Bölüm: Adı verilen hayvanın

Eserin önemli vasıflarından birisi de

huy ve mevcut özellikleri ile türleri

o devre kadar henüz adı duyulmamış

hakkında bilgiler.

hayvanlara yer vermesi ve bunların

Üçüncü Bölüm: Adı verilen hayvan hakkında varsa ayet veya Kütüb-i Sitte’de ve diğer kaynaklardaki o hayvanla ilgili hadislere yer verilen bölüm.

hayvanlardan özellikle aslan üzerinde çok durmuş, bunun vahşî hayvanların en şereflisi olduğunu ifâde etmiştir. I. Selim zamanında Hakimşah Kazvini onu Farsça’ya çevirip padişaha

Dördüncü Bölüm: Farklı mezheplere

sunmuştur.

göre hayvanın yenilmesi, alım-satımı

Kâhire’de Bulak Matbası’nda basılan

ve kullanılmasının şer’i hükmünün belirtildiği bölüm.

eser, Mehmed bin Süleyman tarafından 1400 yıllarında Türkçe’ye çevrilmiş-

Beşinci Bölüm: Söz konusu hayvanla ilgili deyimler. Altıncı Bölüm: Hayvanların azalarının tıbbî özellikleri ve hayvanlardan yapılabilecek tıbbi tedavi usulleri hakkında bilgiler. Bu bölüm kısa tutulmuştur.

tir. Bu tercüme, Topkapı Sarayı Revan Köşkü 1664 numarada kayıtlıdır. Eserin diğer bir Türkçe tercümesi Abdurrahman es-Sivasi tarafından yapılmış ve 1914’te İstanbul’da basılmıştır. Kemaleddin Demîrî’nin Türkçeye’de terceme

edilen

“Hayatu’l-Hayevan”

Yedinci Bölüm: Bazı hayvanların

isimli eserini görmek isteyenler İstan-

rüyada görülmesinin ne manaya gel-

bul Fatih’teki Millet Kütüphanesi’ne

diğinin belirtildiği bölüm. Bu bölüm

uğrarlar ve bakarlarsa, altmış üç (63)

kısa tutulmuştur.

ciltlik hayvanlar âlemiyle ilgili sekiz

Eserin yazımında lügat alanında öne çıkmış İbni Sîde (ö.458/1066) ile Cevherî’nin (400/1009’dan önce) yanında zooloji alanında bilgiler veren yedi ciltlik

“Kitâbu’l-Hayvan”

eserinin

sahibi el-Câhız (ö. 255/869) gibi ilim adamlarından faydalanmıştır. Ayrıca

48

tasvir ve tarifini yapmasıdır. Eserinde

yüz yıl önce yazılan eseri görebilirler. Eserden yapacağımız alıntı ile eserin tanıtımını sonlandıralım. Eserin aslan ve tavşanı anlattığı kısmında şöyle demektedir: “Arslan, yırtıcı hayvanlardandır. Arapça adı “esed” olup, çoğulu “üsûd"dur. Dişi-

İbnü’l Baytar’ın “Kitabu Câmi” eserin-

sine “esede” denilir. Arslanın pek çok ismi

den çokça yararlanmıştır.

vardır...

Ağustos 2019


Arslan, yabani hayvanların en üstünüdür. Hayvanlar arasında mevkii, kuvveti, erkekliği ve dirayeti bakımından çok korkunç olduğu için kral mevkiindedir. Kuvvet, güçlülük, atılganlık ve hareketlilik konusunda örnek olarak bilinir. Bunun için Abdulmuttalip oğlu Hz. Hamza'ya da "Allah'ın Arslanı” denilmiştir. Arslanın pek çok çeşidi vardır... Tavşan; ön ayaklan kısa, arka ayakları uzun, zürafanın tersi bir hayvandır. Toprağa ayaklarının ucuyla basar. Arapça tavşan manasına gelen “erneb” kelimesinin çoğulu “eranib”dir. Hem erkeğe hem de dişiye verilen bir isimdir. Tavşan, gözü açık uyur. Canlılar arasında âdet gören dört varlık vardır. Bunlar sırtlan, yarasa, tavşan ve kadındır. Köpeğin de âdet gördüğü söylenir. Abdullah bin Ömer’in bildirdiğine göre, Hz. Peygamber, tavşanın âdet gördüğünü söylemiştir. İslâm bilginlerinin hepsine göre, tavşanın eti yenir. Delili, bir cemaat tarafından Enes bin Malik’ten nakledilen şu vakıadır. Enes radiyallahu anh der ki: “Biz Zeharn Geçidi’nde bir tavşana rastladık. Bir grup onun peşine düştü ve yakaladı. Ebu Talha’ya getirdiler, o da kesti. Hz. Peygamber’e, kol ve but kısmını gönderdi. Hz. Peygamber’de onu kabul etti.” (7) At ile ilgili bölümde, Âdem aleyhisselâm’a tüm mahlûkatın gösterildiğini ve kendisinden bu canlılar içinden birini seçme-

Kemaleddin Demîrî’nin Türkçeye’de terceme edilen “Hayatu’l-Hayevan” isimli eserini görmek isteyenler İstanbul Fatih’teki Millet Kütüphanesi’ne uğrarlar ve bakarlarsa, altmış üç (63) ciltlik hayvanlar âlemiyle ilgili sekiz yüz yıl önce yazılan eseri görebilirler.

sini söylendiğini ifade eder. Demîrî’ye göre Hz. Âdem, atı seçmiştir. Ve o gün bugündür at, insanoğluna arkadaş olagelmiştir. Yine aynı eserde Hz. Allah’ın celle celaluhu

ata hitaben: “Ben senin kişne-

menle kâfirleri zelil ederim. Senin kükreyişin ile kâfirlerin kulaklarını doldururum. Senin kükreyişin ile kâfirlerin korkudan ödlerini patlatırım.” buyurduğu ifade edilir. Bu anlatımlar, atın insanoğlu tarafından neden müstesna bir mevkiye koyulduğunun ispatı gibidir adeta. Gerçekten at, dünya tarihi boyunca insanoğlunun yanında yer almaktan başka, İslâm ordularının vazgeçilmez unsuru olagelmiş ve kuvvetin de timsali olmuştur. (8)

7. Muraz Boyraz, Avrupalılardan 400 Sene Önce Zooloji Ansiklopedisi Yazan Bilgin: Demîrî. 8. Ahmet Pak, Tarihi Sırtında Taşıyan Yol Arkadaşı “At”, İnsan ve Hayat Dergisi, Sayı: 86, Nisan 2017.

Zilhicce 1440

49


Rumûzü’l-künûz ellezî bereze ibrûzühû ahsen bürûz. Fıkıh ve kelâm ilimlerine dair 30.000 beyitlik bir urcûze(mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım)dır. Eserin bir nüshası dört cilt halinde Köprülü

Kütüphanesi’nde

bulun-

maktadır. Manzûme fi’stihbâbi’l-vuzû. Oğlu tarafından şerhedilmiştir.

Diğer Eserleri

Şerhu’l-Mu'allakāti’s-seb'el-Cevhe-

Muhtasarü’l-Gaysi’l-müseccem fî Şerhi

rü’l-ferîd

Lâmiyyeti’l-'Acem. Halil b. Aybek es-Sa-

(Şerhu Süneni İbn Mâce). Beş cilt

fedî’nin, Tuğrâî’nin “Lâmiyyetü’l-'A-

kadar olduğu kaydedilen eser tamam-

cem”ine yaptığı “el-Gaysü’l-müseccem

lanamamıştır.

fî Şerhi Lâmiyyeti’l-'Acem (el-Gaysü’llezî insecem fî Şerhi Lâmiyyeti’l-'Acem”) adıyla bilinen şerhinin ihtisarıdır. Kâtip Çelebi bu eserin bir nüshasının üzerinde 769 yılı Rebîülevvelinde (Kasım 1367) dört gün içinde ihtisar

'ilmi’t-tevhîd

ed-Dîbâce

Gāyetü’l-ereb fî kelâmi hükemâ'i’l-'Arab. Müellif bu eserine bir de şerh yazmıştır. et-Tezkire.

edildiğine dair bir kayıt gördüğünü

Vefatı

bildirmektedir.

Demîrî, h.808 (1405) senesinde Kâhi-

Eserin müellif nüshası Süleymaniye

re’de vefat etti. Mezarı, Ali Beyyumi

Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

Camii yakınındaki Sabuni Mescidi

en-Necmü’l-vehhâc

(Şerhu

Minhâ-

bahçesindedir.

ci’t-tâlibîn li’n-Nevevî). Demîrî, telifini 786 Rebîülâhirinde (Haziran 1384) tamamladığı bu şerhini hocaları olan

-------------------------

Bahâeddin es-Sübkî, İsnevî ve başkalarının Minhâcü’t-tâlibîn’e yaptıkları

KAYNAKLAR

şerhleri kısaltmak suretiyle meydana

- İzgi, Cevat. “Demîrî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.9, s. 152-153.

getirmiştir. Eserin muhtelif nüshalarına ait bazı ciltler Süleymaniye Kütüphanesi’nin çeşitli bölümlerinde mevcuttur.

50

Ağustos 2019

- “Kitâbu’l-Hayevân” TDV İslâm Ansiklopedisi, c.17, s.18-20. - Durak, Beyzanur. “Demîrî”, Güneş Doğudan Yükseldi, Tenzile Erdoğan Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi Yayını, s.40-42.


YAKIN TARİH Furkan Uyanık

TARİHİN KARANLIK İDEOLOJİLERİNİN YAKIN DÖNEME ETKİLERİ:

1-MİLLİYETÇİLİK (1)

H

amd, yerin ve göğün yaratıcısı olan, gücün ve kuvvetin gerçek sahibi Allahû Teâlâ’yadır. O ki vaadini yerine getirendir. Salat ve selâm Efendimiz, komutanımız Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme, ailesine ve ashabına olsun. “Ey insanlar, muhakkak Bizler sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizleri büyük halk toplulukları (kavimler) ve kabileler halinde kıldık ki birbirinizle tanışasınız

diye. Muhakkak sizin Allah katında en kerim (üstün ve değerli) olanınız en çok takva sahibi olanınızdır.” Milliyetçilik, yaşadıkları topraklar ve vatanları değişik bile olsa aynı soydan gelen ve aynı dili konuşan kimselerin, tek duygu ve sevgi etrafında birleşmelerini gerektirir. Her ne kadar milliyetçiliğin diğer bir manası, son aşamada milliyetin bütün fertlerini kuşatan bir vatanda toplanmalarını hedef alacak şekilde çalışmaktır.

Zilhicce 1440

51


Bizler ümmettik, cemaattik lakin büyük bir şerre düşerek (düşürülerek) önce camia sonra da ulus olduk. Tarihte toplumları bir araya getiren en önemli unsur her zaman din olmuştur. İslâm’ın gelmesiyle birlikte insanların en şereflisinin yukarıda da belirttiğimiz gibi takva sahiplerinin olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat orta çağda ayyuka çıkan lakin tarihte her zaman var olan milliyetçilik hastalığı yakın dönemimize de yansımış ve insanlar arası savaşlara ve ölümlere yol açmıştır. Milliyetçilik hastalığı ve propagandası son İslâm devletini de bölmüş, parçalamış ve bir kapana kısarak şimdilik tarih sahnesinden silmiştir. Bizler bu ayki yazımızda milliyetçilik kavramının doğuşundaki süreci ve kısaca bu topraklara etkisini aktaracağız. Gelecek yazımızda ise bu karanlık ideolojinin bu topraklarda yol açtığı kaosu, eylemleri ve Avrupa’dan sistem ve ilkelerin ithal edilmesinin büyük bir yanlışlık ve acziyet olduğunu ortaya koymaya çalışacağız inşallah… Bu yazıda ki hedef milliyetçilik düşüncesinin çözülmesinin başlangıç sürecini verip gelecek yazıda Fransız ihtilalinden sonra Hilafet merkezindeki fiili eylemler verilecektir. Sebepleri bir arada göz önünde bulundurduğumuz takdirde, Hıristiyan Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında gerçekleşen birliğin, İslâm’ın egemenliği altında gerçekleştirdiği şekilde gerçekleşemeyişinin ve İslâm ümmetinin oluşum seviyesine hiçbir

52

Ağustos 2019

zaman çıkamayışının nedeni karşımıza çıkar. Çünkü İslâm ümmetinde akide, şeriattan ayrı görülmedi, birliğini dağıtan itikadî ihtilaflar baş göstermedi, uzun bir dönem dilleri tek bir dil olarak Kur’an dili şeklinde kaldığından uyumlu ve tek bir şekle sahip ümmet olarak varlığını sürdürdü. Papa’nın ve çevresini oluşturan din adamlarının ruhî tuğyanları, Avrupa’da bulunan farklı kiliselerin Roma Kilisesi’nden ayrılarak bağımsız kiliseler haline gelmeleri arzusunu uyandırdı. Bu arzu, çoğu zaman -vaktiylebütün kiliselerin boyun eğmiş olduğu Katoliklik ile mezhebi bir ihtilaf halini alıyordu. Önce Britanya Kilisesi, arkasından Almanya Kilisesi, bunların arkasından da diğer kiliseler... Hasan en-Nedvî şunları aktarır. “Semavi bir din ne kadar tahrif edilse ve değişse bile insanlar arasında sun’i birtakım farklılıkları cinsler, renkler ve vatanlar arasında fark gözetmez. O bakımdan Hıristiyanlık, Avrupa’daki toplulukları din bayrağı altında bir araya getirdi ve Hıristiyan dünyasını tek bir aşiret, tek bir toplum halinde ortaya çıkardı. Pek çok halkın Latin Kilisesi’ne boyun eğmesini sağladı. Bu bakımdan ırk taassubu ve toprağa bağlı milliyetçilik davaları azaldı. Bu şekliyle Hıristiyanlık uzun bir süre halkların bu gibi bölücü davalarla uğraşmasına fırsat vermedi. Fakat Luther (1483-1546 m.), Latin Kilisesi’ne karşı ünlü reform hareketini başlatınca kendi ulusundan olan


Almanların

yardımını

istemenin,

işinin başarıya ulaşması açısından yararlı olacağını gördü. Giriştiği işten küçümsenmeyecek bir başarı da sağladı. Sonunda Latin Kilisesi’ni yenilgiye uğrattı, onun birleştirici bağı çözülerek uluslar bağımsızlaştı ve aralarında herhangi bir bağ kalmadı. Her geçen gün bağımsızlıkları ve dağınıklıkları daha da arttı. Sonunda Avrupa’da Hıristiyanlık çözüldü, buna karşılık milliyetçilik ve yurtseverlik taassupları güçlendi. Din ile milliyet, terazinin iki ayrı kefesine benziyordu. Birisi alçalınca diğeri yükseliyordu...

“Dini reform hareketi olduğu ileri sürülen Luther hareketi, Avrupa'nın kültürel ve dini birliğine son verince bu kıta çeşitli ulusal yönetimlere bölündü ve bunların arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar, bütün dünyanın güvenliği için ebedi bir tehlike haline dönüştü.”

Bilindiği gibi din kefesi her geçen gün hafifliyor, karşı kefesi ise gittikçe ağırlık kazanıyordu.” Endülüs’teki

Hıristiyan

gençlerin

hangi boyutlarda İslâmi varlıktan etkilendiğini ortaya koyan ve artık onların Hristiyan Lâhût’a ait kitapları küçümsediklerini, üzerlerinde durulmaya değer bulmadıklarını belirten Kurtubalı Alvaro’nun sözlerine işaret etmemiz yeterlidir. Daha az derecelerde olmakla birlikte benzeri birtakım etkilerin Haçlı savaşlarıyla, barışçı ilişkiler dolayısıyla var olduğunu umabiliriz. O zamanlar yeryüzünde Müslümanlardan başkasının yanında ilim bulunmadığından Endülüs’te, Kuzey Afrika’da, Sicilya’da ve İslâm ülkesinin diğer bölgelerinde ilim öğrenmek maksadıyla Avrupa’nın öğrencilerini göndermesi suretiyle ortaya çıkmıştı bu barışçı etkiler.

Hıristiyanlar, Müslümanlarla ilişkiye geçtiklerinde tümüyle değişik bir dünyayla karşılaştılar. Bu dünyada ne kilisede papa ne de din adamları vardı... İşte o zaman, reformu arzulayan kimselerde, kilisenin asırlar boyunca üst üste biriken fesatlarını düzeltme ve Papa’nın ve diğer din adamlarının din adına insanlar üzerinde kurdukları azgın otoritelerini ortadan kaldırma arzusu harekete geçti. Fakat onların bu çabaları, İslâm'a girmeyi kabul etmeyip onu gerçekleştirecek hakiki aracı ellerine almaksızın reforma kalkıştıklarından dolayı çürümeye yüz tutmuş bir elbiseyi yamamaktan başka bir şeye benzemedi. Diğer taraftan krallar bu hareketleri -bundan önce de belirtmiş olduğumuz gibi- kendi

Zilhicce 1440

53


54

nam-ı hesaplarına istismar etmeye başladılar ve hiçbir zaman gerçek dinî ıslahatı arzu etmediler. İnsanların sahih din üzerine dosdoğru yürüyerek kendi itaatlerinin dışına çıkmalarını kabul etmediler. Bu krallar, reform hareketlerinin Papa’nın otoritesinden kurtulmalarında kendilerine yardımcı bir araç görevini yerine getireceğini gördüklerinden, sadece bu sınırlar çerçevesinde bu hareketleri kullandılar.

O her şeyden önce insanın dünyasını sınırlandırır. İnsanın ufku insanlık dünyası olacağı yerde, sadece kendi kavmi olup çıkar. Yüce manalar olacak yerde, değer ölçüleri kendi kavminin ve kavminin üzerinde yaşadığı bu daracık yer parçasının menfaatleri olup çıkar. Belirli bir yerde doğmak, doğduğu bölgede konuşulan dili konuşmak, kaçınılmaz maddi menfaatler ile kuşatılmış olmak gibi...

Bu oyunun arka planında yer alanlar, krallardan ibaret değildi. Onun arkasında aynı şekilde Hıristiyanlardan intikam almalarına imkân verecek her fırsatı dört gözle bekleyen Yahudiler de vardı. Çünkü Hıristiyanlar, Yahudilere Hz. Mesih’in asılmasına sebep teşkil ettikleri için ve onları alabildiğine aşağılamışlardı. O bakımdan Hıristiyanların birliğini dağıtmaya ve kilisenin otoritesini paramparça etmeye yönelik hareketler baş gösterince, onların bu hareketleri bağırlarına basarak gizli ya da açık bir şekilde kilise ile bu hareketler arasındaki ayrılığın artması için yönlendirmeleri, hiç şüphesiz kendi menfaatlerineydi. İster reform, isterse de bozgunculuk yapma hedefiyle ortaya çıkan her ayrılıkçı hareket, son tahlilde gerçek düzelmeye götürmediği sürece Yahudilerin menfaatineydi. Yahudilerin bilinen durum sebebiyle- bizzat Protestanlıkla olan ilgileri, bu hareketin tarihini inceleyen herkes tarafından -bu ilişkiyi kabul etmeseler bile bilinen bir husustur.

Fakat Avrupa cahiliyesinin, hidayetin asıl kaynağı olan İslâm'ı reddetmesiyle birlikte, bu yüce anlamlara doğru yol bulmaya imkânı olamazdı...

Ağustos 2019

Şayet bu dava sahipleri, tabii hallerinde gerekli güce sahip iseler, ilk yönelecekleri şey, kendilerinden daha zayıf olan ya da daha zayıf olduğu sanılan bir milliyetin zararına kendi alanını genişletmek olacaktır. Ve vahşi hayvanların, zayıf gördüğü hayvanlar üzerine avlanmak amacıyla atılması gibi onun üzerine atılmaya çalışacaktır. Üstad Nedvî, az önce aktardığımız ifadelerinden sonra da şunları söylemektedir: “Dini reform hareketi olduğu ileri sürülen Luther hareketi, Avrupa’nın kültürel ve dini birliğine son verince bu kıta çeşitli ulusal yönetimlere bölündü ve bunların arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar, bütün dünyanın güvenliği için ebedi bir tehlike haline dönüştü.” Durum her ne olursa olsun, Avrupa’da milliyetçi akımları, emperyaliz-


min bütün aşağılık işlerinde ve çirkinliklerinde ayrılmaz bir parça olarak varlıklarını sürdürdüler. Çeşitli milliyetler arasında en çirkin şekliyle savaşlar baş gösterdi. Ve sonunda bu savaşlar dünya savaşları haline geldi. Bütün milliyetler bu savaşlara katıldı ve suçlu, suçsuz bütün dünya bu savaşlara girdi.

Milliyetçiliğin Bu Topraklara Yansımasına Dair Kısa Bir Kesit Siyonizm’in babası Herzl, 1897 yılında İsviçre’nin Bale şehrinde ünlü kongresini yaptı. Söz konusu bu kongrede Yahudilerin liderleri, “elli yıllık bir süre içinde Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının zorunlu olduğunu” kararlaştırdı. Herzl, Müslüman sultan Abdülhamid’in yanına giderek arzda egemenliğinin devam etmesini arzulayan herkesin hoşuna gidecek teklifler götürdü. Ona Osmanlı iktisadını canlandırmayı vaad ve teklif etti. Çünkü Osmanlı Devleti’ni ya da son dönemde onu adlandırdıkları şekilde “Hasta Adamı” zor duruma düşürmek amacıyla düşmanlarının sürekli olarak kışkırttıkları iç kargaşaları durdurmak üzere devlet büyük harcamalara girmiş ve dolayısıyla Osmanlı ekonomisi oldukça gerilemiş durumdaydı. İşte bu noktada olan oldu ve Yahudiler, önce Sultan Abdülhamid’i azletmek, daha sonra da halifeliği tümüyle

Dönme diye bilinen, zahiren Müslüman olduklarını gösteren ve batıdan hicret edip Balkanlarda yerleşen Yahudiler, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gerçek kurucuları ve düzenleyicileri oldular.

ortadan kaldırmak için plan kurmaya başladılar. Bunun için kullanılacak araç da milliyetçilikti. Dönme diye bilinen, zahiren Müslüman olduklarını gösteren ve batıdan hicret edip Balkanlarda yerleşen Yahudiler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerçek kurucuları ve düzenleyicileri oldular. İşte İttihat ve Terakki (Türklerin İslâm’a girişlerinden önceki milliyetleri olan) Turancılığı ortaya koydu. Ayrıca İttihat ve Terakki, devletin Türkleştirilmesi, yani devlet görevlerinin Türklere verilmesi zorunluluğunu da ilan etti. Bunun anlamı ise Arapların, Türklerin yönetiminde zulme uğradıkları, haklarının verilmediği

Zilhicce 1440

55


İş gayet basit bir şekilde -Müslümanlar farkına varmadan- gerçekleşti. Tarihin açıkça belirttiğine göre, Arap milliyetçiliğini ilk olarak öne sürenler Lübnan ve Suriye Hıristiyanlarıdır. Daha sonra da misyoner okullarında yetişen “Müslümanlar” onlara katıldı... Bunların arkasına ise İslâm ile Arapçılık arasında herhangi bir çelişki görmeyen gafil Müslümanlar

Tarihin açıkça belirttiğine göre, Arap milliyetçiliğini ilk olarak öne sürenler Lübnan ve Suriye Hıristiyanlarıdır. Daha sonra da misyoner okullarında yetişen “Müslümanlar” onlara katıldı...

takıldı. Bu gafil Müslümanlar, Arapçılığı İslâm’ın damarı ve Arapları İslâm'ı bütün insanlığa taşıyan kimseler olarak görüyorlardı.” (1) Bu bölümde mevzu 1897’den alınsa da İslâm devletinin içerisindeki ilk milliyetçi propagandanın tarihi 1804 Kara Yorgi isyanıdır. Akabinde Sırplar Yunanlar ve Ermeniler başta olmak üzere

birçok

ortaklığının

grup

Siyonist-Haçlı

kışkırtmalarıyla

ayak-

lanma, isyan ve ihanet içerisine girmiştir. Bu konunun detayına bir sondemekti...

raki yazıda girilecektir... Milliyetçilik

Gerçekten de böyle oldu. İşte tam bu

propagandası ne kadar yangın olursa

noktada İslâm’a karşı Yahudilerle yan

olsun biz şunun farkındayız ki, bizler

yana çarpışan haçlılar, Arapları tav-

ne sömürgeci emperyalist oluruz ne

layarak onlara Lawrence’i gönderdi.

de kabuğumuza çekilmiş ulus bir yapı

Lawrence’in görevi, Turancılık mil-

oluruz. Bizler sadece bizlere benzeyip

liyetçiliğine tepki olarak Arap mil-

bizler gibi oluruz, bizler gibi yaşarız

liyetçilik ruhunu alevlendirmek ve

ve bizler gibi ölürüz.

halifelik devletine karşı Büyük Arap

sorusunun cevabı da çok açıktır: Biz-

Devleti’ni oluşturmaktı.

ler ışığımızı İSLÂM ‘la yakanlarız...

duygusuna

kapılmaları

1. Muhammed Kutup, Çağdaş Fikir Akımları, İstanbul, Nisan 2016, s.569-605

56

Ağustos 2019

Bizler kimiz


NEBEVÎ AİLE Halime Yılmaz

ÇOCUKLARI NAMAZA NASIL ALIŞTIRABİLİRİZ?

N

amazın dinimizin direği, müminin miracı, kişinin şirk ve küfre düşmesinin önündeki en büyük engel olduğunu ve namazsız bir Müslümanın düşünülemeyeceğini bilmeyen yoktur. Kişi sadece kendi namazından sorumlu değildir. Çocuk sahibi kişiler çocuklarına da bu sorumluluğu öğretmekle mükelleftir. Anne baba çocuğuna küçük yaştan itibaren gereken eğitimi verir, bu konuda gere-

ken tüm vesilelere sarılır ama çocuk yetişkin olduktan sonra uygulamada

nakıs

kalırsa

ebeveyn sorumlu olmaz. Yalnız bu konuda gereken her şeyi yaptığından emin olmak zorundadır. İşte bu konumuzda bu mevzu üzerinde duracağız.

Çocuklarımıza

namazı nasıl aşılayabiliriz? Bu konuda çocukların fıtrat ve yapılarına en uygun eği-

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Sağını solunu ayırt etmeye başladığında çocuklara namazı emredin.” (Ebu Davud)

tim yolu nedir? Sorularının cevaplarını bulacağız inşallah.

Zilhicce 1440

57


Peygamber buyurdu:

sallallahu

aleyhi

ve

sellem

“Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmalarını söyleyiniz. On yaşına bastıkları halde kılmazlarsa kendilerini cezalandırınız, yataklarını da ayırınız.” (1) Çocuklara vurma konusunda oldukça hassas olan, henüz tıfıl olan çocuklara vurulmasına müsaade etmeyen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, 10 yaşına kadar gereken eğitimi aldığı halde namaz kılmamakta direten çocuklara hafifçe ve belli kuralları çiğnemeden uyarı maksatlı vurulmasını emretmektedir. Burada bir hatırlatma yapma ihtiyacı hissediyorum. Çocuğun yüzüne, kafasına, mahrem yerlerine, karın bölgesine vurulması, vurulan yerde iz bırakmak, “Allah aşkına” diyen çocuğa vurmak ve vurulan aleti kullanırken eli aşırı derecede kaldırmak, 3 defadan fazla vurmak yasaklanan durumlardan bazılarıdır. Ben bu durumları yazarken siz de muhtemelen okurken “bu kadar şart varsa hiç vurma daha iyi” diyoruz. İslâm çocuk da olsa kimsenin onurunun kırılmasına izin vermez. Çocuğun dayak arsızı yapılması demek asla söz dinlememesi demektir. Dayakla çocuk yola gelmez. 10 yaşa kadar çocuğa vurmak yoktur. 10 yaşına kadar dayak yemeyen çocuğa sadece uyarı maksatlı yukarıdaki şartlar altında hafifçe vurulursa, bu ona yetecek ve çocuk hatasını zaten anlayacaktır. Ama ebeveynler 10 yaşına kadar çocuklarını dayak arsızı haline getirdikleri için o yaştan 1. Ebu Davud, Salat, 26.

58

Ağustos 2019

sonra hafifçe vuruş çocukta hiçbir etki bırakmayacaktır. Unutmayalım. Çocuk eğitimi anne karnında başlar ve çocuk ölene kadar devam eder. Çocuk delikanlı çağına gelene kadar eğitmemişseniz o yaştan sonra “Hadi yavrum namaz kıl” dediğinizde genç size sadece gülecek ve bu sözünüz onda hiçbir etki bırakmayacaktır. O yüzden çocuk eğitirken üşenmeyelim, ertelemeyelim, büyümesini bekleme hatasına düşmeyelim. Küçük yaştan eğitime başlayalım. Mezkûr hadise göre 7 yaşına geldiklerinde çocuklara namazın çoktan anlatılmış olması, 10 yaşına geldiklerinde ise beş vakit namazı aksatmadan kılıyor olmaları gerekmektedir. Ayrıca bu hadis çocuklara namazı emretme konusunda serbest olmadıklarını da göstermektedir. Bunun gerçekleşmesi için bir süreç, sabır ve anne babaların ve eğitimcilerin uymaları gereken bazı kurallar vardır: - Çocuğa önce inanç eğitimi verilmeli. Her şey inanç ile başlar. İnanç sağlamsa amel de sağlam olacak, inanç zayıfsa amel de zayıf olacaktır. Çocuk öncelikle namaz kılmanın gerekliliğine ve önemine inanmalıdır. Amel devamında kendiliğinden gelecektir. Şirke bulaşmamış sadece Allah’ı yücelten bir tevhit bilinci vermek, anne babanın ilk vazifesidir. Bu yüzden çocuk konuşmaya başladığında ona ilk Kelime-i Tevhidin öğretilmesi emredilmiştir. “Küçük çocuk Allah’ı


birlemekten ne anlar” diye düşünmeyin. Onlar fıtrat olarak doğmadan önce sadece Allah’ı Rab olarak bilme konusunda kodlanmış “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna muhatap tutularak bunun karşılığında “Evet” cevabını vermişlerdir. Onları sonradan bozan anne babanın ve çevrenin yanlış eğitimidir. Çocuk bu tabiatı gereği doğmadan önce Allah’ı tanır. Doğduktan sonra da tanıdığı Allah’ı aramaya başlar. Anne babaya düşen çocuğun tanıdığı Rabbi ona hatırlatmaktır. Çocuğa tevhit inancı verildikten sonra anne babanın en önemli sözü Lokman aleyhiselâm’ın sözü gibi olmalıdır: “Yavrucuğum, namazı kıl” (2) Çocuğa bu inanç yerleştirildikten sonra amel boyutuna geçilmelidir. - Küçük yaşlardan itibaren namaz aşılanması çok önemlidir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Sağını solunu ayırt etmeye başladığında çocuklara namazı emredin.” (3) - Örneklik. Çocuklar söylediklerinizden çok, yaptıklarınızı örnek alırlar. Ailenin samimiyeti çok önemlidir. Çünkü eğitim evde başlar, evde devam eder ve evde son bulur. - Dua çok önemlidir bu süreçte. Her namaz sonrası, her ezan ve kamet arası, her an, her dakika yapılmasını tavsiye edebileceğimiz dua, İbrahim aleyhiselâm’ın duasıdır:

Namaz eğitiminde geç kalmamak çok önemlidir. Az da olsa küçük yaştan itibaren düzenli bir terbiye, çok ama gecikmiş bir eğitimden daha değerli ve etkilidir. Ağaç yaşken eğilir.

“Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle” (4) - Namaz eğitiminde geç kalmamak çok önemlidir. Az da olsa küçük yaştan itibaren düzenli bir terbiye, çok ama gecikmiş bir eğitimden daha değerli ve etkilidir. Ağaç yaşken eğilir. - Namaz eğitiminde sevgi gücü çok iyi kullanılmalıdır. 10 yaşına kadar şiddet ve dayağa başvurulmamalıdır. - Çocukları namazı özendirecek ve sevdirecek ortamlara götürmek, namaza özen gösteren çocuğun sevdiği büyüklerle beraberliğini artırmak, küçük yaşlardan itibaren çocuğu bunaltmadan namazın önemi ile ilgili çocuğu bilinçlendirmek, yaşına uygun hikayelerle bu bilinci pekiştirmek, - Çocuğu özellikle tarihi öneme sahip cami gezilerine götürmek, çocuklarla birlikte cemaatle namaz kılmak, imkanlar el verir vermez çocuklarla birlikte

2. Lokman, 17. 3. Ebu Davud, Salat, 1/ 335. 4. İbrahim, 40.

Zilhicce 1440

59


umre ziyaretinde bulunmak ve o süreçte de her vakit namazını o bölgenin mescitlerinde kılmaya önem göstermek. - Anne ve babanın çocuğa namazın alıştırılması konusunda hemfikir olması çok önemlidir. Şayet anne baba bu konuda farklı düşünürse çocuğa namazı alıştırmak zorlaşacaktır. Bu konuda eşiyle anlaşamayan kişi öncelikle eşini güzellikle ikna etme çabası içerisine girmelidir. Ardından çocuğa namaz öğretilmelidir. - 4-8 yaş arası çocuklara aylık namaz ağacı boyama etkinliği temin edilmeli, her gün namaz kıldıkça o günün yaprağı yeşile boyanmalı, kâğıt çocuğun görebileceği bir yere asılarak teşvik edilmeli, ayın sonunda da düzenli bir şekilde namazlarını kıldıysa yaşına uygun hediyelerle desteklenmelidir. Bunun faydasının oldukça büyük olduğu görülecektir. 9-10 yaşlarındaki çocuklara da aylık namaz çizelgesi hazırlanmalı, çocuğun her gün çizelgeye artı atması sağlanmalı, üşendiği günlerde yardımcı olunmalı, ayın sonunda da çizelgenin çoğunluğu olumlu yönde işaretlendi ise çocuk yaşına uygun hediyelerle ödüllendirilmelidir. Namaz ağacı ve namaz çizelgeleri evde çizilebileceği gibi internetten de bu konudaki sitelerden rahatlıkla bulunup temin edilebilir. - En önemlisi de peyderpey çocuğun namaza nasıl alıştırılacağıdır. 6 yaşına kadar arada bir bizimle namaza katılması için teşvik edilmelidir. 6 yaşına gelince her yıl bir namaz

60

Ağustos 2019

kılma zorunluluğu getirilir. Mesela 6 yaşındayken her gün kılması gereken namaz, akşam namazı olarak belirlenebilir. Rekât sayısı az ve çocukların kılmaya iştiyaklı olabileceği bir vakittir. Ama herkes kendi aile ortamına uygun başka bir vakit de seçebilir. Bir yıl boyunca bu vakitteki namazı her gün aksatmadan kılmaya alışan çocuk, artık kılmakta zorlanmayacaktır. Ardından her yıl bir namaz vakti eklenerek 10 yaşına geldiğinde bütün vakitleri bıkmadan oturtarak içselleştirerek kılması sağlanmış olacaktır. - Anne babayla çocuğun iletişimi de çok mühimdir. Eğer çocuğun sizinle arası iyi değilse siz ondan namaz kılmasını istediğinizde sizin inadınıza kılmak istemeyebilir. Bu durumda ona namaz kılmayı öğretmeden evvel aradaki buzları eritmek, bozuk ilişkiyi düzeltmek gerekmektedir. - Disiplin ve kararlılık da şart. Ama bu süreçte ebeveynin çocuğuna karşı kullandığı dili çok önem arz etmektedir. “Namaz kıl” demek yerine “Haydi beraber namaz kılalım” demek, “Ben hatırlatmasam senin namaz kılacağın yok” demek yerine “Bakalım namazı ilk hangimiz kılacak” demek, oyundan ayrılmak istemeyen çocuğa “Oyun namazda daha mı önemli?” demek yerine “Oyunu aklında tut, namazdan sonra devam et. Hatırlayamazsan sana yardımcı olacağım” sözlerini kullanmayı tercih etmek çocuk üzerinde daha etkili olacaktır. Ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-Alemin…


SERBEST KÖŞE Derya Fıçıcı

MODERN ÇAĞIN UNUTTURDUĞU AMEL

Sıla-i Rahim

İ

man ettiğimiz İslâm dini her türlü insani ilişkilerimizi düzenlediği gibi akra-

erkekler ve kadınlar üreten

balarımızla olan ilişkilerimizi

bulunduğunuz Allah’dan ve

Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte

de gerek ayetlerle gerek Pey-

akrabalık (bağlarını kırmak)

gamber sallallahu aleyhi ve sellem’in

tan sakının. Şüphesiz Allah

hadisleriyle, olması gerektiği

sizin üzerinizde gözeticidir.” (1)

gibi düzenlemiştir.

Tıpkı namaz gibi, oruç gibi,

“Ey insanlar! Sizi bir tek

zekât gibi, akrabalık bağlarını

nefisten yaratan ve ondan

sürdürmek de Allah’ın bir

eşini yaratıp ikisinden birçok

emridir. Yine başka bir ayette

1. Nisa, 1.

“Ve onlar ki, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (akrabâlar ve mü'minler arasında olması gereken bağı) birleştirirler; Rablerinden korkarlar ve hesâbın kötüsünden endişe ederler.” (Ra’d, 21)

Zilhicce 1440

61


Mü'minlerden söz ederken, “Ve onlar ki, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (akrabâlar ve mü’minler arasında olması gereken bağı) birleştirirler; Rablerinden korkarlar ve hesâbın kötüsünden endişe ederler.” (2) buyrulmaktadır. Halid b. Zeyd (Ebu Eyyub El-Ensari) Hazretlerinden rivayet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek: “Ya Rasûlallah! Beni cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz?” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu cevabı verdi: “Allah’a ibadet eder ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Namaz kılar, zekât verir ve Sıla-i Rahim edersin.” (3) Başka bir hadiste bu amelin önemini daha iyi anlıyoruz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse akrabasını görüp gözetsin.” (4) Bu hadisten şunları anlıyoruz: Birincisi: Bu ameli yerine getirmek bizi cennete taşıyacak inşaallah. İkincisi: Bu mesele, Allah’a ve ahirete iman etme meselesinden ayrı değildir. Akrabalık ilişkisi bu kadar önemli iken, Allah ve Rasûlü’nün İslâm ümmetine emri iken müslümanların bu amelde gevşeklik göstermesinin sebepleri nelerdir? Bunları dile getirmeliyiz ki inşaallah Sıla-i Rahim ümmetin arasında yeniden canlansın. Hem ahiretimizi hem de davetimizi güzelleştirsin. 2. Ra’d, 21. 3. Buhari, Zekât 1. 4. Buhari, İlim 37, Müslim, İman 74-77. 5. Buhari, Edep 12.

62

Ağustos 2019

Cenneti büyük amellerin ardında ararken, ‘ah biz de o amelleri yapabilsek, örneğin İslâm ordusunu donatsak ya da Allah yolunda cihad etsek ya da imkânımız olsa da Beytullah’ı ziyaret etsek’ diye cenneti bu amellerde ararken belki de cennet çok yakınımızda, kıymetini, değerini farkedemediğimiz, gücümüzün yettiği bir amelde gizlidir. Belki de insanlar tarafından boşaltılmış bir köyde, tek başına, kimsesiz, sessizliğin sesinden başka bir şey işitmeyen, gözleri yollara çevrili, insan sesine hasret kalmış, beli bükülmüş, sizi gördüğünde sevincinden gözlerinden yaşlar akıtarak Rahman’a için için dua edecek teyzenin dudakları arasındadır. Kim bilir, onun hatrını sorduğunuz, bayramda onu yalnız bırakmadığınız, mütevazi sofrasında bulunduğunuz için kalbinden, taa derinden öyle dualar edecek ki Allah celle celaluhu, onun duası ile sizin hem rızkınızı hem de ömrünüzü bereketli kılacak, kim bilir... Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Her kim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa akrabasını görüp gözetsin.” (5) Ne zaman ki dinlenme anlayışımız tatil beldelerinden ibaret oldu; bu rahmet bu bereket üzerimizden kalktı. Memleket ziyaretlerinin, akraba ziyaretlerinin yerine bir tatil kasabasında gezerek eğlenerek geçirme alışkanlığı edindik ve bu rahmetten böylece uzak kaldık.


Sadece biz mi kaldık? Hayır tabiki. Yetiştirdiğimiz nesil, amcanın, dayının, teyzenin kim olduğunu, onları ziyaret etmenin, bu ilişkileri korumanın önemini bizimle birlikte yitirme tehlikesi ile başbaşa kaldı. Bir büyüğünü gördüğünde hatır sormayı, hürmet etmeyi bilmeyen çocuklar bizim ellerimizde yetişti. Ne zaman ki akşamları akraba ziyaretleri yerine televizyon dizileri izlemeyi tercih ettik, birbirimizin dertlerini öğrenemedik, evdeki sıkıntısını veya sevincini paylaşamadık, işte o zaman kalpler birbirinden uzaklaştı. Dizi günlerinde birbirini misafir kabul etmeyen bir toplum oluştu bizim ellerimizde. Kim bilir belki de cennet, derdini bizim omuzlarımıza bir an olsun bırakarak rahatlayıp teselli bulan bir yakınımızın, “Ya Rab! Sen bu kulundan razı ol. O beni dar günümde yalnız bırakmadı, Sen de onu yalnız bırakma.” diye içten içe yapacağı duasında idi. Ne zaman ki hafta sonu gezmelerimiz, sevgimizi, muhabbetimizi, sohbetimizi, bir parça ekmeğimizi, en mütevazi haliyle kurduğumuz sofralarda buluşup paylaşmanın yerine, alışveriş merkezlerinde dolaşıp eğlenmeye dönüştü; dünyevileşme, dünyaya daha fazla meyletme, şükürsüzlük, lüks hayat tutkusu, nefislerimizde baş gösterdi. Böylesi önemli bir amelin ihmal edilmesi, kalplerin darmadağın olmasına sebep oldu. Şimdi ise bu ameli yeniden anlamalı ve hayatımızda yeniden yeşertmeliyiz. Sıla-i Rahim bazen

akraba ve yakınlarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak, selâmlaşmak, hal hatır sormak, daima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek, onlara dua etmektir. Bazen ziyaretlerine gitmek, özellikle yaşlı ve muhtaç olanların hizmetlerini gücümüz yettiğince görmek, onları sevindirmektir. Sıla-i Rahim bazen, mâli sıkıntı çeken yakınımızı desteklemek, onun sıkıntısını elimizdeki imkanlar ölçüsünde gidermektir. Özellikle günümüzde bu ölçü kalktığı için birçok müslüman faizli bankaların avucuna düşerek buhrandan buhrana sürüklenmektedir. Zengin olanımız mâli sıkıntıya düşene, sağlıklı olanımız sağlığını kaybetmiş yatalak olana, kısacası herkes kendi gücünün imkân verdiği ölçüde bu rahmet kapısında yer almalıdır. “Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.” (6) Terki, Allah’ın laneti ile ihyası ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu müjdesi ile karşılık buluyor: “Ey insanlar! Birbirinize selâm verin, akrabanızı gözetin, yemeği yedirin, geceleyin insanlar uyurken namaz kılın ki selâmetle cennete giresiniz.” (7) Selâm ve dua ile...

6. Ra’d, 25. 7. Tirmizi.

Zilhicce 1440

63


SERBEST KÖŞE Şehid (İnşallah) Zafer Mert

Kurban; EN SEVDİĞİNİ

ALLAH’A ADAMA BİLİNCİ

K

urban, vermektir. Kurban, teslimiyettir, Allah’a adanmışlıktır. Kurban, Hz. İsmail

gibi Hz. Meryem’in annesi Hanne gibi her şeyden vazgeçebilmek, en sevdiğini feda edebilmektir. Kurban, uzun yıllar çocuğu olmayan bir baba olan Hz. İbrahim ile yine uzun zaman çocuğu olmayan bir anne olan Hanne validemizin en sevdikleri evlatlarını Allah’a adama şuurunun bir göstergesidir. Kurban, Hz. İbrahim gibi emre itaat, Hz. Hacer annemiz gibi teslimiyettir.

sembolize ettiği gerçek; Hakk’a adanmanın, teslimiyetin diğer bir adıdır. Kurban, bizlere her gün daha fazla dünyaya meyledilen, dünya için her şeyden vazgeçilen ama Allah için aynı fedakârlığın gösterilmediği bir dönemde, bir kere daha neleri, ne için feda etmemiz gerektiğini hatırlatarak geliyor. Eğitimini, evliliğini, işini, bütün hayat programını dünyada birtakım makamlara gelmek, para, kadın, lüks evler gibi geçici lezzetler elde etmek için çalışan insanlara fedakârlığın nasıl yapılması gerektiğini hatırla-

Kurban en sevdiğini daha çok sevdiğin

tıyor.

için bırakabilmektir. Sadece Allah için

Kurban, Allah için verdiklerimizin asıl

hesapsız ve içten vazgeçebilmektir.

kazandıklarımızın ta kendisi olduğunu

Kurban; Rabbimizin bizlere bahşet-

bizlere hatırlatmak için geliyor. Çünkü

tiği en değerli hayatı, değersiz şeylerle

Allah kendisi için her ne feda edilir,

harcamaktan kaçınarak en yüce değer

her ne kurban edilirse daha güzelini

uğruna adamanın temsilidir. Kurbanın

vereceğini bizlere müjdeliyor… (1)

1.Zafer Mert Hocamızın eski bir makalesinden kısa bir alıntı.

64

Ağustos 2019




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.