Yıl: 7- Sayı: 85 - Fiyatı: 9,5 TL
Sahibi Nebevi Hayat Yayınları Adına Yakup Hazman Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Yılmaz Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Yakup Hazman Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. 1300. Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Abone ve Dağıtım Sorumlusu: Kadri Karataş Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: (0533) 056 83 19 Web ve Sosyal Medya: twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com Abone Şartları 2019 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 100 TL Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevi Hayat Aylık Dergi(Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa, İstanbul, Aralık 2019
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Editör Hamd, “Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır” (Fatır,10) buyurarak izzet ve şerefin gerçek sahibinin kendisi olduğunu bildiren Allah azze ve celle’ye, Salat ve Selâm “Andolsun ki, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir, üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (Tevbe, 128) ayeti ile şeref ve izzet sahibi olduğu bildirilen Peygamber efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, Allahu Teâlâ’nın ikramı ve lütufları, affı ve mağfireti, izzeti ve şerefi Allahu Teâlâ’nın yolunda arayan, İslâm ile şereflenmeyi şerefin en üstünü gören, Müslüman olmanın izzetin kaynağı olduğunun farkına varmış mü'min erkek ve mü'min kadınların üzerine olsun. Nebevi Hayat Dergisi olarak bu sayımızda; “Asıl üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü'minlerindir.”(Münafikun,8) ayeti gereğince izzetin ve şerefin İslâm’da olduğunu, izzeti ve şerefi İslâm’dan başka yerlerde arayanların da hem bu dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayacağını önce kendimize sonra siz değerli okuyucularımıza hatırlatmak istedik. “Allah’ın izzeti”, kendisinden başka herkese galip ve egemen olmasıdır. “Rasûlü’nün izzeti”, dinini diğer tüm dinlerin üzerine izhar etmesidir. “Mü'minlerin izzeti” de Yüce Allah’ın onları, düşmanlarının üzerine muzaffer kılmasıdır. Modernizmin hoş görüntüsüne aldanıp tuzağına düşmüş, kapitalizmin pençesinde can çekişen insanlık bugün ne yazıktır ki izzeti ve şerefi makam, mevki, servet sahipliğinde aramaktadır. Mâmafih Yüce Allah, Peygamberini ve mü'minleri kendisi ile birlikte anarak, kendisine özgü olan şereften onlara da bahşetmekte, izzetin, gücün ve kuvvetin mü'minlerde olduğunu bildirmektedir. Hem de bu izzet, Allah azze ve celle’nin izzetinden bir parçadır. Siz de takdir edersiniz ki eğer böyle olmasaydı münafıklar, İslâm’ın ilk filizlendiği yıllardan beri mü'minlerin yanında olduklarını göstermeye çalışmazlardı. Bununlar beraber de dergimizi deneyimli kalemlerin, bizi Allah azze ve celle’ye yakınlaştıracak, hayatımızı İslâm ahlakına göre yaşamamıza yardımcı olacak çeşitli konulardan makaleleriyle zenginleştirdik. Her türlü ilimden faydalanmayı hedefledik. Rabbimizden niyazımız bizi izzetin ve şerefin İslâm’da olduğunun idrakine varanlardan ve bu hakikate göre yaşayabilenlerden kılması, hedeflediğimiz yola ayaklarımızı dini üzerine sabit kılmasıdır. Nebevi Hayat Dergisi olarak 2020 yılı abonelik çalışmalarımız tüm hızıyla devam etmektedir. Abone olarak ve yeni aboneler bularak bu hayırlı çalışmamızda bize yardımcı olabilirsiniz. Sosyal medya hesaplarımızdan bizi takip etmeyi unutmayın. Selam ve dua ile...
İçindekiler
İslâm’da İzzet ve Şerefin Kaynağı ve Önemi Hakan Sarıküçük
İzzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve Mü'minlerindir! Ahmet İnal
04
17
KUR'AN'I KERIM'DEN MÜ'MINLERE NIDALAR Allah’tan Hakkıyla Korkmak M. Sadık Türkmen
24
NEBEVÎ DAMLALAR Rasûlullah (sav)’in Emir ve Yasaklarına Karşı Ümmetin Görevi Yener Yılmaz
28
Kavramlar Tağut Kavramı Mahmut Varhan
37
İslâm Dünyasındaki Kâşifler Ortaçağ Avrupası’nı Aydınlatan Bir Astronom: Ebu İshak ez-Zerkâlî Cihan Malay
46
Nebevî Aile Vesvese (Takıntı) Hastalığı Ve Tedavi Yolları Halime Yılmaz
51
Serbest Köşe Allah İçin Bırak! Ümit Şit
58
Serbest Köşe Günlerden Bir Cennet Günü Derya Fıçıcı
61
KAPAK DOSYA Hakan Sarıküçük
İSLÂM’DA İZZET VE ŞEREFİN KAYNAĞI VE ÖNEMİ “De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz, şerefli; dilediğini zelil edersin.” (Al-i İmran, 26)
4
Aralık 2019
H
amd, “Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır” (Fatır,10) buyurarak izzet ve şerefin gerçek sahibinin kendisi olduğunu bildiren Allah azze ve celle’ye,
bildirilen Peygamber efendi-
Salâtu Selâm ise, “Andolsun ki, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir, üstünüze titrer, mü'minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (Tevbe, 128) ayeti ile şeref ve izzet sahibi olduğu
şereflenmeyi şerefin en üstünü
miz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e,
Allahu Teâlâ’nın ikramı ve lütufları, affı ve mağfireti, izzeti ve şerefi Allahu Teâlâ’nın yolunda gören,
arayan, Müslüman
İslâm
ile
olmanın
izzetin kaynağı olduğunun farkına varmış mü'min erkek ve kadınların üzerine olsun. Şeref kelimesi sözlükte, yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe, insanlar arasında geçerli
ve makbul olma, Cenab-ı Allah’a itaat ile çok ihsana kavuşmak demektir. Şeref, onur, güç, pâye, üstünlük gibi anlamları olan “izzet”in bütünüyle Allah azze ve celle’ye ait kılınması, bu kavramın insanlar açısından asla kullanılamayacağını değil, insanların elde edebilecekleri her türlü onur ve pâyenin Allah azze ve celle’den olduğunu ve ancak O’nun hoşnutluğuna uygun olması halinde değer taşıyacağını ifade etmektedir. Şüphesiz ki izzet ve şeref, yoktan var eden, gökleri ve yeri, canlı cansız her şeyi yaratan Rabbimize mahsustur. Dolayısıyla gerçek izzet ve şeref, izzet ve şerefin sahibi olan Rabbimizin bizlerden teslim olup boyun eğmemizi istediği İslâm’dadır. İzzet ve şerefi elde edebilmek Allahu Teâlâ’nın emirlerine teslim olabilme ile orantılıdır. Dünyada izzeti elde etmenin tek yolu ise, Rabbinin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve O’nun rızasına uygun bir şekilde yaşam sürmekle olur. “De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz, şerefli; dilediğini zelil edersin.” (Al-i İmran, 26) Allahu Teâlâ, Müslüman olmakla bizleri şereflendirmiştir. Allahu Teâlâ’nın verdiği bu şereften başka şeref ararsak, Allahu Teâlâ bizi zelil eder. Her
şeyden daha aşağı eder. Çünkü izzet İslâm’dadır. İslâm’ın ahkâmına uyan aziz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzet ve şerefi başka şeylerde arayan kimseler ise zelil olur. Kâfirlerin ve münafıkların yanında izzet ve şeref elde etmek isteyenlerin çabası boşunadır. Onların misali, içi pisliklerle ve leşlerle dolu olan bir kuyudan tatlı su içmek isteyen kişinin durumuna benzer. Nasıl ki böyle bir istek mümkün değilse izzet ve şerefin kaynağını münafıklarda ve kâfirlerde görmek de bir o kadar imkânsız bir durumdur. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Kâfirleri dost edinenler onların yanında izzet, şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, izzet bütünüyle yalnızca Allah’a aittir.” (Nisa, 139) İzzet ve şeref bütünüyle Allah azze ve celle’ye
ait olup bir nebzesi bile kâfirlere,
münafıklara ve müşriklere verilmemiştir. Ve hatta tam tersine bu tür kimseler necis (1)(pislik) ve hayvanlardan bile daha aşağı (2) olarak nitelenmişlerdir. Müslüman olmayan kimselerin yanında yer almakla izzeti elde edeceklerini zannedenlerin çabalarının boşa çıkması ve onlara yaklaşmakla Allah azze ve celle’nin yanından uzaklaştıkları için izzet ve şereften tamamen mahrum kalarak zillete yuvarlanmaları da kaçınılmaz bir durumdur.
1. Tevbe,28 “Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktirler...” 2. Araf,179 - Furkan,44
Rebi'ül Ahir 1441
5
narak ulaşılan makam ve mevkiler izzet değil yüz karasıdır.
Ömer radıyallahu anh buyurdu ki: "Ey Ebu Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allahu Teâlâ bizi Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahu Teâlâ bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder."
Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur (cehennemlik olursunuz). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” (Hud, 113) Müslümanın izzeti, onuru ve haysiyeti onun en değerli varlığıdır. Bunu kaybettiğinde o her şeyini kaybeder ve bu izzeti Allah azze ve celle’ye itaatin dışında hiçbir şeyle kazanamaz. Yağcılık, riyakârlık yaparak, müşriklerin ve münafıkların davulunu çalarak, başkasının ayağını kaydırarak, namus ve onurundan tavizde bulu-
6
Aralık 2019
Rabbimiz Münafikun süresi 8. ayette aynı uyarıyı tekrarlamaktadır: “Hâlbuki izzet (üstünlük ve şeref) ancak Allah’ın ve Peygamberinin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.” Yüce Rabbimiz, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şahsında bizlere kâfir ve müşriklere birazcık olsun meyletmenin akıbetinin ne olacağını haber vererek şöyle buyurmaktadır. “(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.” (İsra, 73-75) Dolayısıyla izzeti elde edebilmek izzet sahibinden izzeti istemekle ve sadece O’na kul olabilmek ile mümkündür. Bütün işlerde Allah azze ve celle’nin rızasını gözetmek Müslüman kişinin derecesini yükseltecek, hem insanlar nazarında hem de Allahu Teâlâ’nın katında onu izzetli kılacaktır. Allah azze ve celle’nin rızası olmadıktan sonra yalancı şöhretlerin, şaşalı hayatların, büyük makamların ve mevkilerin sahipleri olup emir ve amir kimse-
ler olmak belki birtakım insanların gözünde belli bir süre bizleri yüksek makam! sahibi kılsa da bir müddet sonra yıkılıp dağılmaya ve yok olmaya mahkûm, izzetten uzak bir hayata dönüşecektir. Sonuç ise hem dünyada hem de ahirette hüsran olacaktır. Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahu anh komutasındaki İslâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin düşeceğini anlayan patrik bir şartla teslim olabileceklerini belirtmişti. Anlaşmayı bizzat İslâm ordusunun emiriyle gerçekleştirmek istiyordu. Ebu Ubeyde, “Emir benim. Buyurun şartları görüşelim.” deyince patrik “Hayır, şehri ordu komutanına değil, bizzat devlet başkanınıza teslim edebilirim.” diye ısrar ediyordu. Bunu haber alan Ömer radıyallahu anh, Medine’de yerine Ali radıyallahu anh’ı vekil tayin edip yola çıkmıştı. İki yolcu... Sadece bir binekleri var. Ömer radıyallahu anh ile hizmetkarı beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Kudüs’e doğru ilerliyorlar. Biri efendi, diğeri köle... Bir tepeye ulaşıyorlar. Ömer radıyallahu anh binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada “Tekbir Dağı” adını alıyor ve hâlâ bu adla anılıyor. Şehre girişte, sıra köleye gelince, halife devesinden iniyor. Yerine kölesini bindiriyor. Binme sırası kölede... Köle itiraz ediyor. “Köle bineğin üzerinde efendisi hayvanın yularını tutmuş vaziyette şehre girmek uygun olmaz. Bu, zaferimize gölge düşürür”
diyor. Adalet timsali Ömer radıyallahu anh “sıra seninse senindir” diyor. Uzaktan bakan kimseler deveye binmiş köleyi halife, devenin yularını çeken Ömer radıyallahu anh’ı da köle zannediyordu. Bunu gören ordu komutanı Ebu Ubeyde bin Cerrâh radıyallahu anh dedi ki: "Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl izah edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler”. Ömer radıyallahu anh buyurdu ki: “Ey Ebu Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allahu Teâlâ bizi Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahu Teâlâ bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder.” Hristiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen devlet başkanını karşılamak üzere Şam Kapısında toplanıyor. Başlarında Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyorlar. Köle, elindeki asa ile onları dürtüyor, “Yazıklar olsun size...” diye haykırıyor. Allah azze ve celle’den başkasına secde edilmez.” Ve halka kendisinin köle, devlet başkanının da yuları tutan kişi olduğunu söylüyor. Ömer radıyallahu anh’ın Kudüs’ü ziyareti sırasında çalımlı atlar ve şaşalı kalabalıklar halinde şehre girmesinin daha izzetli ve şerefli olacağını hatır-
Rebi'ül Ahir 1441
7
sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim.” diye cevap veriyor.
Useyd: "Ey Allah'ın elçisi Allah'a and olsun ki eğer sen dilersen onu Medine'den çıkarırsın. Allah'a and olsun ki aşağılık olan odur ve sen şereflisin"
latan valiye: “Vallahi biz Araplar, çiğ et yiyen, birbirileriyle didişen basit ve cahil bir kavim idik. Allah azze ve celle
bizi İslâmla kıymetlendirdi, Pey-
gamber sallallahu aleyhi ve sellem ile şereflendirdi ve Kur’an la yüceltti. Artık İslâm’dan başka şeylerde izzet aramak ahmaklık ve nankörlüktür” şeklinde cevap veriyor. Bu sözlerden sonra Patrik bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Ömer radıyallahu anh
neden ağladığını soruyor.
“Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsun? Allah azze ve celle’ye
and olsun ki bunun için ağla-
mıyorum. Sırf sizin hâkimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hâkimiyeti bir andır. Adaletin hâkimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben
8
Aralık 2019
Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz de 1400 sene sonra, bu olayı örnek bir hareket olarak anlatıyoruz. Müslüman dininin, imanının ve dininden kaynaklanan değerlerinin savaşçısıdır. Müslüman İslâm ile izzet bulmuştur, İslâm’ı savunmakla izzetli kalacaktır. Allah azze ve celle’den başkasının yanında aranan her izzet ise aslında zillettir. Zillete boyun eğmeyenlerin mükâfatı izzettir. İzzetin savaşını vermek Müslüman için en büyük hürriyettir. Bu gerçeği en güzel ifade edenlerden bir tanesi de yakın dönemin insanlarından biri olan Seyyid Kutub’tur. (Allah azze ve celle kendisine rahmet etsin ve şehitlerden eylesin) Dönemin cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır, halkın gözünde hem kendini haklı çıkarmak için hem de şayet özür dilerse Seyyid Kutub’u kendince yenilgiye uğratacağını düşünerek ona şehadetinden önce şöyle bir teklifte bulunur: “Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinde yanıldığını beyan ederek cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’dan özür dilediğini belirten bir mektup yaz, bu takdirde idam hükmünü bozacak ve seni serbest bırakacağız” diye kız kardeşi Hamide Kutup ile Seyyid
Kutub’a bu haber ulaştırılır. Seyyid Kutub bu teklif karşısında Müslümanın izzetli ve şerefli duruşunun bir örneği olarak şu cevabı verir: “Eğer idamı hak etmiş olarak Hakk’ın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam.” Müslüman soyuyla, zenginliğiyle, aşiretiyle, ailesinin kalabalığıyla, asla izzet bulmaz. Bunları övünç kaynağı, izzet ve şeref olarak göremez. Mekke döneminde bir gün Ebu Cehil, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile karşılaştı ve ona “Ey Muhammed! Sen beni neyle tehdit ediyorsun?” dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem “Seni Allah’ın yaklaşan azabıyla tehdit ediyorum” dedi. Ebu Cehil, “Ey Muhammed! Şu görmüş olduğun Mekke vadisinde benden daha zengin, daha güçlü, daha soylu ve benden daha izzetli kimse yoktur” dedi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, Kehf suresinde geçen iki bahçe sahibinin kıssasını indirdi. “Onlara, misal olarak şu iki adamı anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekin bitirmiştik. Bağların ikisi de yemişlerini verip hiçbir ürünü eksik bırakmamışlardı. İki bağın arasından bir de ırmak akıtmıştık. Böylece adamın bol ürünü oluyordu.
Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: “Ben servetçe senden daha zenginim, nüfusça da senden daha güçlüyüm." Böyle bir böbürlenme içinde kendine kötülük ederek bağına girdi ve şöyle dedi: “Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbimin huzuruna götürülürsem bile hiç şüphem yok ki orada bunun yerine daha iyisini bulurum.” Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona hitaben, “Yoksa sen” dedi, “Seni topraktan, sonra nutfeden (sperm) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’a da mı inanmıyorsun? Hâlbuki O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. Keşke bağına girdiğinde, ‘Maşallah! Güç yalnız Allah’ındır’ deseydin! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan, ben de rabbimin, senin bağından daha iyisini bana vereceğini umuyorum. Allah senin bağına gökten afetler gönderir de bağ, boş ve kaygan bir zemin haline gelebilir. Yahut bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu aramaya bile gücün yetmez.” Çok geçmeden adamın ürünleri (felâketlerle) kuşatıldı. Sahibi, çardakları yere çökmüş haldeki bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü çırpınmaya başladı. “Ah” diyordu, “Keşke ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmamış olsaydım!” Ona Allah’tan başka yardım edecek yandaşları da yoktu; kendisi de (bu felâkete) engel olamadı. İşte
Rebi'ül Ahir 1441
9
b. Ubey b. Selul ile izzetin sembolü olan oğlu Abdullah’ın kıssasıdır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, babasını öldürtmek istediği yönde duyumlar alıyor. İçinde birbiriyle çelişen karmaşık duygular, düşünceler mevcut. Fakat o İslâm'ı seviyor/seçiyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in buyruğuna uymayı, babası aleyhinde de olsa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in emrini kendisi yerine getirmeyi istiyor.
burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel akıbeti veren yine O’dur.” (Kehf, 32-44) Müslümanın izzeti ancak İslâm’dadır. Bizleri İslâmla izzetlendirdiği için bizleri yoktan var eden, yaratan Allah azze ve celle’ye
ne kadar şükretsek yetersiz
kalır. İzzet ve şerefin en güzel misallerinden bir tanesi de münafıkların lideri olan zilletin sembolü Abdullah
10
Aralık 2019
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: Diyorlar ki: “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, daha izzetli (üstün) olan, daha zelil (alçak) olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” İzzet, (üstünlük) ancak Allah’a, O’nun elçisine ve mü'minlere mahsustur. Fakat münafıklar bilmezler.” (Münafikun, 8) İlk kuşak tefsircilerin birçoğu bu ayetin Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında indiğini söylemişlerdir. İbn İshak, Beni Mustalık seferinden söz ederken bu meseleyi ayrıntılı olarak anlatır. Olay Beni Mustalik kabilesine ait Mureysi kuyusunun başında hicretin altıncı yılında geçer. Savaştan sonra Peygamber sallalalhu aleyhi ve sellem’in bu suyun başında konakladığı bir sırada insanlar grup grup suyun başına iniyorlardı. Ömer b. Hattab’ın yanında para ile tuttuğu Beni Gıfar kabilesine mensup bir kişi vardı. Adı Cehcah b. Mesut’tu. Ömer radıyallahu anh’ın atını sürüyordu. İşte bu Cehcah ile Avan b. Hazrec’in müttefiki Sinan b. Vebr Cüheni suyun başında itişmeye başladılar. Ardından kavga ettiler. Sinan b. Vebr el-Cüheni: “Ey Ensar topluluğu” diye seslendi. Cehcah da “Ey Muhacirler!” diye bağırdı. Bunun üzerine Abdullah b. Ubey b. Selul öfkelendi. O sırada yanında akrabalarından bir grup bulunuyordu. Bunlar arasında genç bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam radıyallahu anhuma yer alıyordu. Abdullah b. Ubey şöyle dedi: “Ger-
çekten böyle yaptılar mı? Bize karşı soylarıyla övünmeye başladılar mı? Bizim ülkemizde çokluklarını ileri sürüp bizimle rekabete kalkıştılar mı? Vallahi bizimle Kureyş’in sürgünlerinin durumu tıpkı eskilerin şu sözünü andırıyor: 'Besle köpeğini yesin seni' (Besle kargayı oysun gözünü). Allah’a and olsun ki Medine’ye döndüğümüzde şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır”. Sonra yanında bulunan akrabalarına döndü ve onlara şöyle dedi: Bu durumu siz kendi elinizle hazırladınız. Yurdunuzu onlara açtınız, mallarınızı onlarla bölüştünüz. Fakat Allah’a and olsun ki eğer siz onların yakalarına yapışmayacak olursanız sizi evlerinizden çıkaracaklardır. Zeyd b. Erkam radıyallahu anhuma bunları duydu. Sonra kalkıp Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gitti. -O sırada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de düşmanla giriştiği savaşı henüz bitirmişti-. Abdullah b. Ubey b. Selul’un sözlerini birer birer anlattı. Ömer b. Hattab da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunuyordu. Ömer: “Abbad b. Bişr’e emret gidip öldürsün onu” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Ya Ömer, insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir? Hayır, öyle yapmayalım ama yola çıkılacağını bildir.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in hiç yolculuk yapmadığı bir saatti bu. Halk yola çıktı. Abdullah b. Ubey b. Selul de sözlerinin Zeyd b. Erkam radıyallahu
tarafından sallallahu aleyhi ve sellem’e iletildiğini duyunca yanına yürüdü ve böyle bir söz söylemediğine dair yemin etti. İbn Selul akrabaları arasında saygın bir yere sahipti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunan ensardan bazı kişiler: “Ya Rasûlallah, belki de çocuk yanlış anlamış, adamın dediklerini tam kavrayamamıştır” diyerek İbn Selul’u korumaya, onu savunmaya çalıştılar.
anhuma
İbn İshak diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem konakladığı yerden ayrılıp yola koyulunca Useyd b. Hudayr’a rastladı. Useyd Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i Peygamberlik selamıyla selamladı ve şöyle dedi: "Ey Allah’ın Peygamberi, Allah’a and olsun ki hiç de uygun olmayan bir saatte yola çıkıyorsun ki bundan önce böyle bir saatte hiç yolculuk yapmamıştın." Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Yoksa sen arkadaşınızın ne dediğini duymadın mı?” Useyd: “Hangi arkadaş ya Rasûlallah?” dedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Abdullah b. Ubey” dedi. Useyd: “Ne dedi?” diye sordu. Peygamberimiz: “Eğer Medine’ye dönerlerse şereflilerin aşağılıkları oradan çıkaracağını iddia etti” dedi. Bunun üzerine Useyd: “Ey Allah’ın elçisi Allah’a and olsun ki eğer sen dilersen onu Medine’den çıkarırsın. Allah’a and olsun ki sen şereflisin ve aşağılık olan odur” dedi ve şunları ekledi: “Ey Allah’ın elçisi O’na yumuşak davran, Allah’a and
Rebi'ül Ahir 1441
11
halkı önceki gün meydana gelen Abdullah b. Ubey b. Selul olayı ile ilgilenmekten alıkoymak için böyle yapmıştı.
sallallahu aleyhi ve sellem
Bu öneride bulunurken niyetinde doğrudur. Çünkü kendisine göre daha büyük ve daha ağır bir yükümlülükten korunuyor. İnsanın doğasından gelen duyguların azgınlaşıp kendisini bir kâfire karşılık bir mümini öldürmeye zorlamasını, dolayısıyla ateşe girmesini önlemiş oluyor. Bu doğruluğun, açık yürekliliğin neden olduğu bir ürpertidir.
olsun ki, Allah seni bize gönderdiği zaman kavmi başına taç giydirmek üzere kıymetli taşlar düzüyorlardı. Bu yüzden o, senin onun elindeki mülkü aldığını düşünüyor.” Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem o gün halkı akşama kadar yürüttü ve hiç dinlenmeden aynı gece de sabaha kadar yol aldı. Aynı gün güneş iyice rahatsız edene kadar yürüdüler. Daha sonra halkın dinlenmesine izin verdi. Daha yere oturur oturmaz uykuya daldılar. Hiç kuşkusuz Peygamber
12
Aralık 2019
İbn İshak diyor ki: Yüce Allah'ın münafıklardan söz ettiği bu sure Abdullah b. Ubey ve onun durumundaki kimseler hakkında inmiştir. Bu sure indiği zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Zeyd b. Erkam radıyallahu anhuma kulağından tutmuş ve şöyle buyurmuştur: “İşte bu adam kulağı ile Allah'a karşı sorumluluğunu yerine getirmiştir." Abdullah b. Ubey’in oğlu Abdullah radıyallahu anh da babası ile ilgili bu meseleyi duymuştu. İbn İshak diyor ki: Asım b. Ömer b. Katade'nin anlattığına göre Abdullah radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gelmiş ve “Ya Rasûlallah duyduğuma göre, bazı sözlerinden dolayı Abdullah b. Ubey’i öldürmek istiyormuşsun. Eğer mutlaka onu öldüreceksen bana emret başını sana getireyim. Allah azze ve celle’ye and olsun ki Hazrec kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur. Şayet onu öldürme işini bir başkasına verirsen ve o da gidip Abdullah b. Ubey’i öldürürse, nefsimin babamın katilini insanlar arasında dolaşmasına tahammül edememesinden dolayı gidip onu öldürmekten korkarım. Bir kâfire karşılık bir mü'mini öldürüp cehenneme girmekten endişelenirim” demişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu: “Aksine
biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz.” Bundan sonra Abdullah b. Ubey herhangi bir olay çıkaracak olsa bizzat akrabaları tarafından azarlanır, kızılır ve yaptıkları kınanırdı. Bu durumu haber alınca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ömer b. Hattab radıyallahu anh’a şöyle demişti: “Görüyor musun ey Ömer? Vallahi eğer senin söylediğin gibi o gün onu öldürecek olsaydım birçok kişi üzerine titrerdi. Ama bugün onlara onu öldürmelerini emretsem hemen öldürürler." Ömer radıyallahu anh diyor ki: “O gün Peygamber Efendimizin görüşünün benim görüşümden daha isabetli, daha bereketli olduğunu anladım.” İkrime, İbn Zeyd ve başkalarının anlattığına göre, halk Medine'ye girmeye başladığı sıralarda Abdullah b. Ubey'in oğlu Abdullah radıyallahu anh Medine'nin giriş kapısının önünde durmuş ve kılıcını kınından çekmiş durumda bekliyordu. Herkes önünden geçiyordu. Babası Abdullah b. Ubey gelince: «Geri dön!" dedi. Babası: «Ne oluyor sana, yazıklar olsun” dedi. Oğlu: “Vallahi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem izin vermedikçe buradan geçemezsin. Çünkü o şereflidir, sense aşağılıksın” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gelince -Peygamberimiz kafilenin ardından gözcü olarak gelirdi- babası, oğlu Abdullah'ı ona şikâyet etti. Oğlu: «Vallahi, Ya Rasûlallah, sen ona izin vermedikçe o, bu kapıdan içeri giremez” dedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem girmesine
izin verdi. Bunun üzerine Abdullah babasına: “Rasûlullah sana izin verdiğine göre şimdi şehre girebilirsin” dedi. İşte -kaderin belirlediği şekliyle- olaylar bir hikmete, bir hedefe yönelik olarak eğitim, ibret alınmasını sağlama, ahlâk, düzen ve adap kurallarını yerleştirme amacı ile bu şekilde akıp gidiyordu. Hakkında bu ayetlerin inmiş olduğu şu olay bile tek başına ders alınması, önemli sonuçların, çokça öğütlerin çıkarılması gereken bir olaydır... Olayda adı geçenlerden biri Abdullah b. Ubeyy b. Selul’dur. Müslümanların arasında yaşıyor... Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in
yakınında bulunuyor.
Önünde ve arkasında cereyan eden olayları, bu dinin gerçekliğini, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in doğruluğunu kanıtlayan ayetleri gözleriyle görüyor. Ne var ki Yüce Allah kalbini imana, doğru yola iletmiyor. Çünkü Yüce Allah bu rahmetten, bu nimetten ona pay ayırmamıştır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in İslâm’ı Medine’ye
getirmesi nedeniyle Evs ve Hazrec kabilelerine kral olamamanın hıncı bu coşan, parlayan nurun kaynağından etkilenmesine engel oluyor. Sadece bu ihtiras onu doğru yola girmekten alıkoyuyor. Oysa her yönden bu yolu gösteren işaretlerle karşılaşıyordu. İslâm’ın kaynağında, Yesrib’in aydınlığında yaşıyordu oysa.
Rebi'ül Ahir 1441
13
Allah azze ve celle üstünlüğü, şerefi imanın ikizi olarak müminin kalbine yerleştirmiştir. Bu üstünlük, bu şeref Allah'ın üstünlüğünden, şerefinden kaynaklanır. Bu şeref yıpranmaz ve bu üstünlük zayıflamaz. Bu şerefe, bu üstünlüğe sahip bulunan bükülmez, ezilmez imanı sarsılmadıkça en zor anlarda bile müminin kalbi gevşemez. İman oraya yerleşip kökleşince şeref ve üstünlük de beraberinde yerleşir, kökleşir.
Sıradaki şahıs da onun oğlu Abdullah radıyallahu anh’tır. Fedakâr ve itaatkâr Müslümanın üstün bir örneği. Babasından memnun değil. Yaptıklarına canı sıkılıyor. Konumundan utanıyor. Fakat her şefkatli ve iyi niyetli evlat gibi davranıyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in,
babasını öldürt-
mek istediği yönde duyumlar alıyor. İçinde birbiriyle çelişen karmaşık
14
Aralık 2019
duygular, düşünceler mevcut. Fakat o İslâm’ı seviyor/seçiyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in buyruğuna uymayı, babası aleyhinde de olsa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in emrini kendisi yerine getirmek istiyor. Bununla beraber bir başkasının gidip babasının boynunu vurmasını, sonra da gözlerinin önünde dolaşmasını hazmedememekten, nefsinin kendisine ihanet etmesinden, kan bağını kullanan şeytanı yenememekten, intikam duygusunu frenleyememekten endişeleniyor. Bu yüzden kalbinin içinde kopan fırtınalara karşı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yani komutanının yardımına sığınıyor. Karşı karşıya kaldığı bu beklenmedik sıkıntıyı gidermesini istiyor. Şayet yapmak zorundaysa babasını öldürme işini kendisine vermesini öneriyor. Hiç kuşkusuz bu emre uyacak, babasının kesik başını getirecektir. Tâ ki bir başkası bu işi üstlenmesin. Çünkü bu durumda babasının katilinin gözlerinin önünde dolaşmasına katlanamayacak, dolayısıyla bir kâfire karşılık bir mü'mini öldürmek suretiyle cehennemi boylayacaktır... Öylesine yüce, öylesine erişilmez bir makam ki bu, kalp nereye yönelirse yönelsin, göz nereye ilişirse ilişsin bir ürperti alır insanı. Bir insanın kalbini bürüyen iman ürpertisidir bu. Bu insan kalkıyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dünyanın en zor işini -babasını öldürme işini- kendisine vermesini öneriyor. Bu öneride bulunurken niyetinde doğrudur. Çünkü
kendisine göre daha büyük ve daha ağır bir yükümlülükten korunuyor. İnsanın doğasından gelen duyguların azgınlaşıp kendisini bir kâfire karşılık bir mü'mini öldürmeye zorlamasını, dolayısıyla ateşe girmesini önlemiş oluyor. Bu doğruluğun, açık yürekliliğin neden olduğu bir ürpertidir. Bu insan babasına yönelik beşeri zaafına karşı şunları söylüyor: “Allah’a andolsun ki Hazrec kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur.” İşte bu insan, bu zaafına karşı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve komutanının yardımına sığınıyor, bu sıkıntıdan kurtarmasını istiyor. Kuşkusuz verdiği emri geri alarak veya değiştirerek değil. -Çünkü onun emrine kesinlikle uyulur, işareti derhal yerine getirilir-. Fakat babasının başını kesme işini kendisine vermesini istiyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu sıkıntılı, bu dertli mü'min nefsi görüyor, bir hoşgörü ve yücelik örneği göstererek onu okşuyor, sıkıntısını gideriyor: “Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz” diyor. Bundan önce de Ömer b. Hattab radıyallahu anh’ı görüşünden vazgeçiriyor: “Ya Ömer insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir?” Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ön sezişi güçlü ve her yaptığını yerinde yapan bir komutan gibi olaya müdahale etmesi, zamansız yola çıkma emrini verip herkes bit-
kin düşene kadar bu yolculuğu sürdürmesi... Hiç kuşkusuz, kavgaya tutuşan iki adamın: “Ey Ensar!” “Ey Muhacirler!” diye bağırmak suretiyle uyandırdıkları ırkçılık düşüncesinden insanları alıkoymak amacına yöneliktir. Burada güdülen bir diğer amaç da, inanç sistemlerinin ve insanlığın tarihinde sevgi ve kardeşliğin eşsiz örnekleri olan Muhacir ve Ensar arasında münafık Abdullah b. Ubey b. Selul’un yaktığı fitne ateşini söndürmek ve insanları buna kapılmaktan alıkoymaktır. Öte yandan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Useyd b. Hudayr’a söylediği sözler, bu sözlerde kargaşaya karşı duyulan ruhsal bezginliğin belirtileri ve İslâm’dan sonra bile akrabaları arasındaki saygın yerini koruyan arkadaşının elinden tutma isteği, insanı ürpertici olaylardır. Şimdi de insanı derinden ürperten olayın son sahnesi karşısında duruyoruz. Münafık Abdullah b. Ubey b. Selul’un oğlu mü'min Abdullah’ın yer aldığı sahne karşısında durup düşünüyoruz. Abdullah radıyallahu anh kılıcıyla Medine’nin giriş kapısını tutmuş, babasının “Şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır” sözünü doğrularcasına, onun şehre girmesine izin vermiyor. Ona Allah azze ve celle’nin elçisinin şerefli, kendisinin ise aşağılık olduğunu gösteriyor. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gelip izin verene kadar babasını şehrin kapısında durduruyor ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in izniyle şehre girmesine müsaade ediyor. Böylece olay henüz bitmemişken
Rebi'ül Ahir 1441
15
ve olayın geçtiği zaman diliminde kimin şerefli, kimin aşağılık olduğunu pratik olarak kanıtlıyor.
Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü dereceye
Dikkat edin bu, imanın o insanları
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i ve
yükselttiği erişilmez bir zirvedir.
mü'minleri yanına alıp “İşte biz! Ve
Onlar insan oldukları halde, insana
işte şereflilerin bayrağı. En üstün saf
özgü zaaflar, eğilimler ve duygular
budur” demesinden daha büyük, daha
taşıdıkları halde iman onları bu zir-
onurlandırıcı bir bağış var mıdır?
veye çıkarmıştır. Bu durum İslâm inancının mahiyetini en güzel ve en doğru şekliyle ortaya koymaktadır. İnsanlar bu inanç sistemini gerçek mahiyetiyle kavradıkları zaman, bizzat kendileri bu inancın yemek yiyen, çarşılarda dolaşan insanlar şeklinde yürüyen gerçekleri oldukları zaman bu inanç sistemi en güzel ve en doğru şekliyle ortaya çıkar.
bu bağışta bulunabilir. Yüce Allah’ın,
Elbette Yüce Allah doğru söylüyor. Allah azze ve celle üstünlüğü, şerefi imanın ikizi olarak mü'minin kalbine yerleştirmiştir. Bu üstünlük, bu şeref Allah azze ve celle'nin üstünlüğünden, şerefinden kaynaklanır. Bu şeref yıpranmaz ve bu üstünlük zayıflamaz. Bu şerefe, bu üstünlüğe sahip bulunan bükülmez, ezilmez imanı sarsılmadıkça en zor anlarda bile mü'minin
Bir de münafıkların şu sözlerine deği-
kalbi gevşemez. İman oraya yerleşip
nelim: “Diyorlar ki: “And olsun eğer
kökleşince şeref ve üstünlük de bera-
Medine’ye dönersek şerefli olan,
berinde yerleşir, kökleşir.
alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” Abdullah b. Ubey b. Selul’un
“Fakat münafıklar bunu bilmezler.”
oğlu Abdullah radıyallahu anh’ın bunu
Nasıl bilebilirler ki, onlar bu onuru
nasıl gerçekleştirdiğini ve şerefli olan
tatmamışlar ki. Onurun, üstünlüğün
izin vermedikçe alçak olanı Medine’ye
asıl kaynağına ulaşmamışlar ki!
nasıl sokmadığını gördük. “..Şeref
Allahu Teâlâ bizleri, soyla, evlatlarla,
ancak Allah’ın, O’nun peygamberinin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.” (Münafikun, 8)
16
sahip bir bağıştır ve ancak Yüce Allah
evlerle, arabalarla, makamlarla, dünyevi varlıklarla izzet ve şeref sahibi olanlardan değil, izzetin ve şerefin tek
Burada Yüce Allah, Peygamber sallallahu
sahibi olan Allah’ın ipi olan Kur’an’a
aleyhi ve sellem’i
ve mü'minleri kendisi
ve İslâm’a sımsıkı sarılıp onun izzet
ile birlikte anıyor ve kendisine özgü
ve şerefiyle şereflenenlerden eylesin.
olan şereften onlara da bahşediyor.
Âmin. Selâm ve Dua ile...
Aralık 2019
KAPAK DOSYA Ahmet İnal
İZZET ALLAH’IN, RASÛLÜ’NÜN VE MÜ'MİNLERİNDİR!
G
eçtiğimiz yıl Türkiye gündemini uzun süre işgal eden, bizim için önemsiz ama birileri için oldukça önemli bir isim vardı. Şu sıralar unutulmuş olabilir. Malum, toplum olarak siyasi hafızamız biraz zayıf. Ama meselenin önemine binaen hatırlamak ve hatırlatmakta fayda görüyorum.
gibiyim. Neyse... Süreci kısaca
Bahsini ettiğim kişi, aslında 20 yıldır Türkiye'de yaşayan ama ismini çok sonraları öğrendiğimiz ajan/ rahip Brunson. İçinizin burkulduğunu hisseder
Bu
özetlemek gerekirse Brunson, 9 Aralık 2016 günü gizli bir tanık tarafından verilen ifade ile casusluk yapmaktan tutuklanmıştı.
Ancak
meselenin
siyasi arenada oluşturduğu yankı başlandı
2017’de ve
duyulmaya Türkiye-Ame-
rika görüşmeleri ağırlıklı olarak bu minvalde gerçekleşti. dönemde
Amerika’nın
masum(?) vatandaş Brunson
..Hâlbuki şeref ve üstünlük, Allah’ın, Peygamberinin ve O’na inananlarındır. Fakat münafıklar bu hakikati bilmezler.” (Munafikun, 9 )
için yapmış olduğu girişimler ve ekonomik düzeni manipule etme çabaları bolca gün-
Rebi'ül Ahir 1441
17
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği gibiydi. Ashabıyla beraber otururken buyurmuştu ki: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” Ordakilerden birisi: “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çer çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini söküp alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” buyurdu. Yine bir adam: “Vehn nedir ya Rasûlallah?” diye sorunca: “Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.” buyurdu.
18
Aralık 2019
deme geldi. Ancak bu uğraşlar sonuç vermemiş olacak ki mahkeme 2018’in mart ayında bu şahıs için müebbet hapis cezası istedi ve süreç 35 yıl ceza talebiyle devam etti. ABD, biricik vatandaşını yalnız bırakmayacak ve serbest kalması için her türlü yola başvuracaktı. Bunun için 37 Senatör ve 78 Kongre üyesi Cumhurbaşkanı’na mektup yazmış, serbest bırakılıp sınır dışı edilmesini istemişti. Türkiye-Amerika arasını mekik dokuyan senatörlerini daha söylemiyorum bile. Diğer yandan ABD Başkanı Trump da tehditler savurmaktan geri durmuyordu. Bu sıralarda Brunson 3 defa duruşmaya çıkarılmış, üçünde de tahliye talebi reddedilmişti. Her karardan sonra ABD, tehditlerin dozunu biraz daha arttırıyordu. Baskılar arttığından olacak ki Brunson 25 Temmuz 2018 günü sağlık sorunları bahane edilerek ev hapsine alındı. Ama Amerika buna da razı değildi. Cevabın gelmesi gecikmedi. Ertesi gün aleni bir tehdit gelmişti: “Hemen serbest bırakın ya da sonuçlarına katlanmaya hazır olun!” Süreç karşılıklı restleşmelerle 12 Ekim gününe kadar geldi. Ve maalesef Brunson için ABD’nin beklediği karar çıkmış, ezici bir mağlubiyet yaşanmıştı. Verdikleri mesaj gayet açıktı: “Hiçbir vatandaşımızın kılına dahi dokunamazsınız!” Bu olay şahsen bir Müslüman olarak bana çok şeyler düşündürdü. Zira Arakan’da akıl almaz işkenceler ile öldürülen, Suriye’de her gün üzerlerine bomba yağdırılan, Filistin’de
hayatları kendilerine dar edilen Müslüman kardeşlerimizin bir ajan kadar da mı değeri yoktu? Amerika sadece bir vatandaşı için bile bu kadar mücadele ederken bizim kardeşlerimiz için neden güçlü bir sesimiz, sağlam bir müdafimiz çıkmıyordu! Oysaki Allah azze ve celle Kur’an-ı Kerim’in müteaddit (birçok) yerinde izzetin bütünüyle Allah azze ve celle’ye, Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’ne ve müminlere ait olduğunu buyurmuyor muydu? Nerede kaldı Müslümanın izzeti, şerefi! Nerede kaldı “Kenar-ı Diclede bir kurt kapsa koyunu, gelir de adl-i ilâhi Ömer’den sorar onu!” diyecek şuurdaki idarecilerimiz! Aslında yaşadığımız durum tam da Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği gibiydi. Ashabıyla beraber otururken buyurmuştu ki: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” Ordakilerden birisi: “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Rasûlullah
sallallahu
aleyhi
ve
sellem:
“Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çer çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini söküp alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” buyurdu. Yine bir adam: “Vehn nedir ya Rasûlallah?” diye sorunca:
“Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.” buyurdu. (1) Evet, başka bir açıklaması olamazdı gerçekten. Kıl kadar değeri olmayan dünyaya değer verenin dünyada da kıl kadar değeri olmayacaktı. Yanlış yaptığımız nokta tam olarak burasıydı. Değilse Brunson olayında Amerika’nın tek bir adam için yaptıklarına şaşırıyor değilim. Zira onların yaptığının bin kat fazlasını insanların Efendisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem zaten yapmıştı. Bunlardan haberdar mıyız acaba? Mazur görün, siyer okumalarında “şu tarihte doğdu, şu tarihte öldü, annesinin adı buydu, babasının adı şuydu”nun ötesine geçemediğimiz için soruyorum. Yıllardır kutlu doğum haftaları, mevlid kandilleri düzenlenir ama ben şahsen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir Müslümanın şerefini korumak için neler neler yaptığının anlatıldığına hiç şahit olmadım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem diğer devletlerin hükümdar ve valilerine İslâm’a davet için mektuplar gönderirdi. Bu mektuplardan birisi de Haris bin Umeyr radıyallahu anh tarafından Busra emirine tebliğ edilecekti. Haris radıyallahu anh, Mute’ye vardığında Gassani emirlerinden Şurahbil bin Amr, yolunu keserek nereye gittiğini sordu. Gassaniler Bizans’ın o bölgedeki uydu devletçiklerinden birisiydi. Haris radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aalyhi ve sellem’in elçisi olduğunu söyleyince, zalim Şurahbil, elçinin dokunulmaz-
1. Ebu Davud, Melahim, 5
Rebi'ül Ahir 1441
19
lığı kaidesini çiğneyerek o mübarek sahabiyi hunharca şehit etti. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, Haris radıyallahu anh’ın bu şekilde şehadetine çok üzüldü. İslâm’a ve Müslümanlara karşı açıktan açığa bir tecavüz mahiyetindeki bu hareket, Müslümanları hiçe saymak manasına geldiğinden, derhal üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Aksi takdirde Medine İslâm Devleti’nin itibarı zedelenir, Müslümanın şerefi, haysiyeti ayaklar altına alınmış olurdu. (2) 3.000 kişi olarak yola çıkan Müslümanlar karşılarında 100.000 kişilik bir ordu bulmuşlardı. Hem de bu ordu öyle çaylakların oluşturduğu bir ordu falan değil dönemin en büyük gücü Bizans imparatorluğu tarafından techiz edilen bir orduydu. Meseleyi uzatmayayım. Neticede Müslümanlar bu savaşta Zeyd bin Harise, Cafer bin Ebu Talip, Abdullah bin Ravaha radıyallahu anhum gibi önemli nice isimleri şehit verdiler. Bunlardan birisi “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gözdesi” olarak isimlendirilen evlatlığı, diğeri O’na yaratılış ve ahlâk bakımından en çok benzeyen amcaoğlusu bir diğeri de şiirlerini düşmana ok gibi gönderen şairi Abdullah b. Ravaha’sıydı. Düşünebiliyor musunuz? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o dönemin Amerikasına 3.000 kişi ile meydan okuyor, bu yolda göz bebeklerini, aslan parçalarını şehit veriyor. Hem de ne için! Tek bir Müslümanın kanını, hukukunu muhafaza için. 2. Vâkıdî, II, 755; İbn-i Kayyım, III, 381
20
Aralık 2019
İşte o büyük insanın nazarında bir Müslümanın şerefi, canı bu kadar değerliydi. Sadece tek bir Müslüman için bile değerdi. İşin bir diğer güzel tarafı savaşa katılan sahabilerin hiç biri bu konuda itiraz etmeden onca yolu tepmiş, canlarını seve seve ortaya koymuştu. Bilirlerdi ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in nezdinde her bir Müslümanın şerefi çok değerliydi. Bugün tek bir kişi için ordu hazırlayan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem günü gelir onlar için de hazırlardı. Evveldi, güzeldi. Fedakâr, samimi Müslümanların Allah azze ve celle katında da toplumlar nezdinde de böyle güzel bir ağırlığı vardı. Dedik ya, tarihimizde buna benzer nice olaylar var. Bunları ne biz satırlarımıza sığdırabiliriz ne de Batı zihin dünyasına. Yine de bir miktar anlatmaya devam edelim. Benzer bir diğer olay ise Medine çarşısında cereyan etmişti. Rivayetlerin ifadelerine göre Medineli ensardan bir zatın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudi kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudiler kadının yüzünü açmaya çalışırlar ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Derken, Yahudinin biri, kadına hissettirmeden arkasından elbisesinin eteğini bir diken ile beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Yahudiler eğlenerek kahkaha ile gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan
geçmekte olan bir Müslüman çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslümanla Yahudi boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman Yahudiyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudiler de Müslümanın üzerine çullanarak şehid ederler. (3) Bu olayın akabinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, hicretten yirmi ay sonra şevval ayının ortasında Beni Kaynuka‘nın mahallesini kuşattı ve on beş gün sonra teslim aldı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in esirlerden, sayılarının 700 civarında olduğu nakledilen savaşçı erkeklerin öldürülmesine karar vermesi üzerine Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Selul, Beni Kaynukalıların kendilerinin müttefiki olduklarını belirterek bağışlanmalarını istedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, münafıkların başı olduğunu bilmesine rağmen onun ısrarı üzerine kabile mensuplarının tamamının Medine’den sürülmesini emretti. Ayrıca onlara şehirden ayrılmaları için üç gün süre tanındı ve alacaklarını tahsil etmelerine izin verildi. Ticaret ve zanaatla uğraştıklarından toprak sahibi olmayan Beni Kaynuka Yahudileri çok sayıda silahla, silah yapımında ve kuyumculukta kullandıkları malzemeyi bırakarak Medine’den ayrıldılar ve bir ay kadar Vadilkura’da kaldıktan sonra Suriye taraflarına gidip Ezriat’a yerleştiler. (4)
Yahudiler bugün olduğu gibi o gün de zengindiler, küstahtılar. Ancak karşılarında onlara cevap verecek, haklarını savunacak bir İslâm toplumu vardı. Günümüzde ise yüzlerce Müslüman kadının iffetine tecavüzde bulunup en mukaddes beldelerimize saldırırlarken bizler ümmet olarak felçli hastalar gibiyiz. Hiçbir şey hissetmeyen, duyguları dondurulmuş ruhsuz kalabalıklar yığını… Bırakın bir Müslümanı müdafa etmeyi daha efendimiz, kıymetlimiz Peygamberimiz, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i bile savunamıyoruz. Adamlar aleni bir şekilde efendimiz için hakaretvari karikatürler çizme cüretinde bulunurken biz hala masumane(!) bir şekilde insan haklarından, medeniyetten bahsetmeye devam edelim. Onlar, yaptıkları sefil işlere sanat, bizim meşru müdafamıza gericilik desinler, susalım. Onların savaşçıları beyaz atlı prens, bizimkiler ise “irhabi” olarak anılmaya devam etsinler, ses çıkarmayalım. Öyle mi? Tabi ki hayır! Unutmayalım ki isimlerini hayırla yâd ettiğimiz, Allah azze ve celle’nin kendilerinden razı olduğu o güzel ashab böyle yapmamıştı, biz de böyle yapmayalım. Şu olaya can kulağımızı, kalbimizi, tüm ruhumuzu verelim lütfen! “Münafıkların reisi olan İbn-i Selül hiç boş durmuyor Beni Müreysi gazvesi esnasında fitne çıkarmaya devam ediyordu. Medinelileri başına top-
3. Siret i İbn Hişam, 3/51-54 4. Tabakât, 2/29; Taberî, 2/297
Rebi'ül Ahir 1441
21
layıp; “Medine’ye döndüğümüzde Muhammed ve etrafındakilere hiç bir şey vermeyin ki, Muhammed’in etrafından dağılsınlar. Şüphesiz Medine’ye döndüğümüzde şerefliler (yani münafıklar), zelil olanları (yani Peygamberimiz ve Ashabını) Medine’den çıkaracaktır” diyerek içinde gizli olan küfrünü dışına vurmuştu. Bu husus ise, Münâfikûn sûresi 7. ve 8. ayetlerinde mealen şöyle haber verildi: “Onlar öyle kimselerdi ki (ensara): “Allahu Teâlâ’nın Peygamberi nezdinde bulunan kimselere (muhacirlere) infak etmeyin. Tâ ki dağılıp gitsinler” diyorlardı. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri, Allah’ındır. Fakat o münafıklar bunu anlamazlar. Onlar; “Eğer bu savaştan (Müreysî gazvesinden) Medine’ye dönersek; kuvvetli, şerefli kimseler (yani münafıklar), zayıf ve zelil kimseleri (yani müminleri) oradan çıkaracaktır” diyorlardı. Hâlbuki şeref ve üstünlük, Allah’ın, Peygamberinin ve O’na inananlarındır. Fakat münafıklar bu hakikati bilmezler.” Abdulah bin Ubey bin Selül’ün bu sözlerini duyan Zeyd bin Erkam raduyallahu anh, Ömer radıyallahu anh’a haber verdi. O da, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek olanları anlattı ve “Ya Rasulallah! İzin ver de Abbad bin Bişr, bu herifin başını uçursun” dedi. Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Ömer radıyallahu anh’ı teskin ederek; “Ey Ömer! Halk “Muhammed artık arkadaşlarını öldür-
22
Aralık 2019
tüyor” demez mi? Hayır, sadece çağır, ordu yürüyüşe başlasın” buyurdu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in o saatte yola devam etmek âdeti olmadığı halde, yürüyüş emri verdi. Her zamanki âdetini terk ederek, istirahat vermeden uzun müddet yolculuğu devam ettirdi. Yolculuk telaşıyla, kimse münakaşa edecek vakit bulamadı ve konu böylece kapandı. Abdullah bin Übey bin Selül, Peygamber efendimize giderek, Zeyd bin Erkam radıyallahu anh’ın naklettiklerini, kendisinin söylemediğine dair yemin etti. Bu sırada Münafikun suresi nazil olup, İbni Selül’ün nifakı ortaya serildi. İbn-i Selül’un oğlu Abdullah radıyallahu anh, samimi mümin olup, sahabeyi kiramdan idi. Medine’ye girişte babasının atının dizginini tutup: “Vallahi, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şerefli, münafıkların zelil olduğunu söylemedikçe seni Medine’ye sokmayacağım” dedi. İbn-i Selül bu sözleri söyledikten sonra Medine’ye girebildi. Oğlu Abdullah radıyallahu anh, babasının öldürüleceği şeklinde bir teklif olduğunu haber alınca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize giderek: “Ya Rasulallah! Eğer babamın öldürülmesini emredeceksen bana emret. Zira Hazrec kabilesi içinde ebeveynine benden daha hürmetli kimse yoktur. Eğer onu başkası öldürür, sonra da ortalıkta Abdullah bin Übey bin Selül’ü öldüren kişi olarak dolaşırsa, nefsim bana galip gelebilir. Ben de
intikam için onu öldürürsem, bir kâfirin uğruna bir Müslümanı öldürmekten çekiniyorum” dedi. Fakat Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır, biz ona merhametli davranacağız. O bizimle iyi geçindiği müddetçe, onunla iyi geçinmeye devam edeceğiz” buyurdu. (5)
ihtiyacımız yoktur. Yapmamız gere-
İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, işte Ashab-ı Kiram. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Müslümanların maslahatından dolayı hakkından vazgeçiyor ve Ubey b. Selül’ü cezalandırmıyor. Ama en başta Ubey b. Selül’ün oğlu olmak üzere ashabın tamamı Rasûlullahsallallahu aleyhi ve sellem’in şahsına yapılan bu çirkin hareketi kabul etmiyor. Evlat çıkıyor ve Rasûlullahsallallahu aleyhi ve sellem’in onuru için hain babasını cezalandırmak istiyor. İşte onların ahlâkı, samimiyetleri böyleydi. Bir Müslümanın onurunu çok önemserlerdi. Ama söz konusu olan müminlerin lideri olunca akan sular duruyor, boğazlar düğümleniyor, kılıçlar çekiliyordu. Bu bağlılıklarından dolayı da Allah azze ve celle onlara kısa zamanda çok büyük bir güç ihsan etti ve gerilerinde güzel bir nam bıraktı.
yeniden anlatmalıyız bir Müslüma-
Bize gelecek olursak; İslâm’ın Müslümanın şerefine verdiği önemi iyice kavramaktan başka çaremiz yok. Unutmayalım ki Müslümanlar olarak imanınımızdan dolayı daima güçlüyüz, üstünüz. Ve hiç bir toplumu taklit etmeye, peşlerinden gitmeye
ken tek şey, zaaflardan kurtularak kalbimizdeki sağlam inançtan ilham ve güç almak. Zira İslâm ümmetinin neredeyse son üç asrı batı hayranlığıyla heba oldu. Ve arkadan gelen her yeni nesil bu hayranlığın kurbanları olmaya devam ediyor. Onlara nın asıl değerini. En düşük durumdaki bir müslümanın bile Amerika Başkanı Donald Trump’tan ve tebasından daha ağır bastığını. Hayvan haklarının bile Müslümanların haklarından daha güçlü savunulduğu bir dönemde bunu anlatmak elbette zor olacak. Ama bir şekilde olmak zorunda. Bu hakikati başta kendi evlatlarımız olmak üzere tüm dünyaya kabullendirmek boynumuzun borcu. Peki bu nasıl olacak diye sormayın sakın! Çünkü yolu yordamı belli bunun. Dünya üzerinde hiç bir kıymet ifade etmeyen Arap toplumu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte nasıl en üstün konuma geldilerse yine aynı şekilde olacak bu iş. Hatırlayın Ömer radıyallahu anh’ı, şu koca imparatorlukları dize getiren büyük insanı. Ne demişti: “Biz Allah’ın İslâm ile izzetlendirdiği bir toplumuz. Eğer izzeti bunun dışında bir yerde arayacak olursak Allah bizi tekrar o zelil halimize çevirir.”
5. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 334-337; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 65; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, IX, 317-318
Rebi'ül Ahir 1441
23
KUR'AN'I KERIM'DEN MÜ'MINLERE NIDALAR M. Sadık Türkmen
ALLAH’TAN HAKKIYLA KORKMAK Bismillahirrahmanirrahim Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, onun ailesine ve ashabına olsun. “Ey iman edenler! Allah’tan gereği gibi korkun ve ancak Müslüman olarak can verin.” (Al-i İmran, 102)
Halk arasında sebep sonuç ilişkisini bildiren çok güzel bir söz vardır: “Su testisi suyolunda kırılır.” İnsanoğlunun genel si’reti bu şekilde olmuştur. Yapılan ameller onu yapan kişi üzerinde
24
Aralık 2019
veya toplum üzerinde büyük tesir bırakmıştır. Bu sebepten dolayı her amelin bir neticesi olacağı muhakkaktır. İnsan eşyayı kendi ilmi nisbetinde ele alır ve bilgisi nisbetinde değerlendirir. Küçük bir çocuk için dünya belki de gözlerinin görebildiği bir yer ile sınırlıdır. Yetişkin bir kişi için ise ufuk elde ettiği ilim nisbetinde genişler. Her şeye rağmen insana ilimden çok az bir şey verildiği için yaratılmış şeylerin çok az bir kısmını dahi saymaktan acizdir. Ancak insan bu acizliğine rağmen cüz’i ilminde dahi sahip
olduğu bazı bilgiler karşısında dehşet içine düşebilir, o bilgileri özümseyene kadar bocalayabilir. “Bütün insanlar ve cinler toplanıp Allah’tan isteklerini talep etseler bu ancak Allah’ın mülkünden birinizin iğnesini denize daldırıp çıkarması kadar eksiltilebilir” hadisi şerifi tüm insanların ancak isteklerinin kendi atmosferleri ile sınırlı olduğunu gösterir. Zira insan Allah azze ve celle’nin samimi kullarına nasıl bir mükâfat hazırladığını idrak etmekten acizdir. Bu konuda akıllı bir müminin yapacağı en güzel hareket, mükâfatı, onu verecek olan Allah azze ve celle’ye havale etmek olacaktır. İnsan yapısındaki acelecilikten dolayı kâinatta var olan ve hacimce insandan büyük olan varlıkların yüklenmekten kaçındıkları emaneti yüklenmiştir. “Biz emaneti göklere, yer küreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (Ahzab, 72)
Bu durum bize Âdem aleyhisselâm’dan beri dünya serüveni yaşayan insanın gözü kapalı pek çok imtihanlara dalacağını, pek çok badirelerden geçeceğini göstermektedir. Acaba bunca aceleciliğine, zulmüne ve bilgisizliğine rağmen insan takva yolunu bulup onda ilerleyebilecek mi? Özellikle Yüce Allah’ın emanetini yüklenmekten kaçınan dağlar ile ilgili Kur’an’da verilen misal bu konuda
insanın ne kadar zor bir imtihana muhatap olduğunu göstermektedir. Bu misal emanetin ağırlığını, yeryüzünde Allah azze ve celle’nin halifesi olma, onun kanunlarını tatbik etme ve tam manasıyla Allah azze ve celle’ye boyun eğme konusunda oldukça büyük bir sorumluluğu bizlere hatırlatmaktadır: “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr, 21) Tüm bunların yanında yakinen inandığımız bir gerçek vardır. O da Allahu Teâlâ’nın insanı boşuna yaratmadığı ve tüm kusurlarına rağmen onu yeryüzüne halife yaptığıdır. Bu halife her ne kadar her ferdi Allah azze ve celle’den tam korkmasa da Allah azze ve celle’den gerçekten korkan fertleri de içinde barındırmakta, takva noktasında orta yolu tutan ve günahlarla birlikte bazı salih amelleri işleyen fertleri de bünyesinde bulundurmaktadır. Hatta deruhte etmekle (üstlenmekle) mükellef olduğu hilafet vazifesinden haberdar olan inkârcılar da Allah azze ve celle’nin yeryüzündeki halifesi olmak ile sorumlu tutulmuştur. İnsanın bu dünyadaki en büyük davası; bu hilafeti yerine getirmek ve Allah azze ve celle’nin insan için seçtiği İslâm’ı hem kendi hayatına hem de başkalarının hayatına hâkim kılmak, şu dünyadan ayrılırken tevhid inancı üzerine ayrılmaya gayret sarfetmektir.
Rebi'ül Ahir 1441
25
Rasûlüne iman edenler! Ancak Rabb’inize teslim olarak, taat ile ona boyun eğerek uluhuyeti ve ibadeti ona has kılarak can verin.” (Aynı ayetin tefsiri)
“Biz emaneti göklere, yer küreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (Ahzab, 72)
Çünkü bu ayette Yüce Allah’ın “Ancak Müslümanlar olarak can verin” derken yüz kısma ayırdığı, yüzde birini bu dünyada kullandığı, doksan dokuzunu kendi katında sakladığı rahmetini tecelli ettireceği umulmaktadır.
AYET İLE İLGİLİ BAZI GÖRÜŞLER: İmam Taberi bu ayet-i kerîmenin şu manaya geldiğini belirtmiştir: “Ey Allah'ı ve Peygamber'ni tasdik edenler topluluğu! Emirlerine itaat etmek, yasaklarından
kaçınmak
suretiyle
Allah’tan gerçekten korkun ve onu gözetin. Bu durum Allah’a itaat edilip isyandan kaçınmak, nimetlerine şükredip inkâr edilmemesi, zikredilip unutulmaması ile olur. Ey Allah’a ve
26
Aralık 2019
Bu ayeti kerimenin Teğabun suresinde geçen “o halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun” ayeti kerimesi ile nesh edilip edilmediği konusu âlimler arasında görüş ayrılığına yol açmıştır. İbn Kesir bu konuyu tefsirinde şu şekilde belirtmiştir: “Said b. Cubeyr, Ebu Aliyye, Rabi b. Enes, Katade, Mukatil b. Hayyan, Zeyd b. Eslem, Es-Suddi ve başka âlimler rahimehullah bu ayetin “o halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun” ayeti ile nesh edildiğini söylediler. Ali b. Ebi Talha radıyallahu anh dedi ki: “Allah’tan hakkıyla korkun” ayeti ile alakalı olarak İbn Abbas radıyallahu anh şöyle dedi: “Bu ayet nesh edilmedi. Ancak ‘hakkı ile korkun’dan kast edilen, insanların Allah azze ve celle yolunda gerçek manada cihad etmesi, Allah azze ve celle hakkında hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaması, kendileri, babaları ve evlatları aleyhine dahi olsa adaleti ayakta tutmalarıdır.” İmam Kurtubi rahimehullah şöyle dedi: Müfessirler dedi ki: Bu ayet-i kerîme inince sahabiler; “Ey Allah’ın Rasûlü! Buna kim güç yetirebilir?” dediler. Bu ayet onlara ağır gelmişti. Bunun üzerine Allah azze ve celle “o halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun” ayetini indirerek bu ayeti nesh
etti. Bu görüş Katade, Er-Rebi ve İbn Zeyd’den rivayet edilmiştir. Mukatil şöyle dedi: “Al-i İmran’da bu ayetten başka nesh edilen ayet yoktur.” İmam Kurtubi bu görüşleri söyledikten sonra kendisinin de desteklediği bir diğer görüşü nakletti: “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun” ayetinin bir önceki ayeti açıklar mahiyette olduğu görüşü de vardır. O zaman ayet şu manaya gelir: “Gücünüz yettiği kadar Allah’tan hakkıyla korkun.” Bu görüş daha isabetlidir. Çünkü nesh iki ayetin arasının bulunmaması halinde olur. Burada iki ayetin arası bulunduğuna göre nesh edilmemesi daha evladır.”
AYET-İ KERÎMEDEN ÇIKARILACAK BAZI HİKMETLER: 1- Her Müslüman Allahu Teâlâ’nın sorumlu tuttuğu kulluk görevlerinden yapması gereken amelleri iyi bilmeli ve onlara sımsıkı sarılmalıdır. Asıl olan Müslümanın Allah azze ve celle’yi gereği gibi tanıması ve bu tanıma neticesinde ondan hakkıyla korkmasıdır. Eğer buna güç yetiremiyorsa gücü yettiğince takvaya sarılmalıdır. Zira Allahu Teâlâ hiçbir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemez. 2- Takva, kulun günahlara karşı bir kalkanı mesabesindedir. O halde takvayı kuşanmak için büyük bir gayret sarf etmek gerekir. Kul takvayı elde etmek için ne kadar gayret sarf ederse Allahu
Teâlâ’ya yakınlığı o derece artar. Ayet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur: “Ey Âdemoğulları! Sizin için, avret yerlerinizi örtecek bir elbise ile giyip süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Bir de takva elbisesi ki bu daha hayırlıdır. İşte bu Allah’ın delillerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.” (Araf, 26) 3- Müslüman olarak ölmek iman ehlinin en büyük temennisidir. Zira ameller sonlarına bakarak değerlendirilir. Nice salih ameller işleyen kişilerin son anı hüsranla biter, nice isyankâr kullar son anda tevbe yoluna yönelir. Takva ve imanın kalpte olduğu, kalbi de Rahmanın istediği yöne çevirebileceği şuurunda olarak sürekli ama sürekli “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” diye dua etmeliyiz. Bu peygamberlerin ve salih kulların adetlerindendir. 4- Kul ne kadar amel işlerse işlesin asla amellerine güvenmemesi gerekir. Asıl güvenilmesi gereken Allahu Teâlâ’dır. Kulun yaptığı ameller kendi nazarında ne kadar büyük olursa olsun Allah azze ve celle’nin azametini hakkıyla takdir etmesi asla mümkün değildir. Kul amellerini Allah azze ve celle’nin rahmetini celbettirecek bazı vesileler olarak görmelidir. Cabir b. Abdullah radıyallahu anhuma dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işittim; “Ben dahi Allah’ın rahmeti olmaksızın sizden kimseyi ameli cennete girdiremez, ateşden de koruyamaz.” (1)
1. Müslim, 2817
Rebi'ül Ahir 1441
27
NEBEVÎ DAMLALAR Yener Yılmaz
RASULULLAH (SAV)’İN EMİR VE YASAKLARINA KARŞI ÜMMETİN GÖREVİ
Asıl adı Abdurrahman bin Sahr olan Ebu Hureyre radıyallahu anh
dedi ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işittim;
“Size bir şeyi yasakladığımda onu tamamen terk edin, size bir şeyi emrettiysem gücünüz nispetince onu yerine getirin. Çünkü sizden önceki ümmetlerin helak olma sebebi, çok sormaları ve peygamberlerine karşı gelmeleridir.” (Buhari, İtisam 2)
28
Aralık 2019
HADISIN RAVISI EBU HUREYRE
İlme Olan Düşkünlüğü
(ra)’IN HAYATINDAN KESITLER
Ebu Hureyre radıyallahu anh Medine’ye ulaştığı günden itibaren kendisini tamamen dine verdi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunduğu sürece dünyevi hiçbir arzu peşinde koşmadı. Bazılarının ganimetlerden daha fazla pay almaya çalıştığı günlerde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, ganimet talebinde bulunup bulunmadığını sorması üzerine ganimet olarak Allah azze ve celle’nin verdiği ilimden kendisine bir şeyler öğretmesini istedi. (2) İslâmiyet’i geç benimsediği için kaybettiği yıllarını telâfi etmek amacıyla açlıktan bayılacak dereceye geldiği halde Mescid-i Nebevî’deki Suffe’den ayrılmazdı.
Yemen’de yaşayan Ezd kabilesinin Devs koluna mensup olup ne zaman doğduğu tam olarak belirtilmeyen Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın cahiliye devrindeki adı çeşitli kaynaklarda Abdüşems, Abdüamr, Sükeyn, Amr b. Abdüganm gibi farklı şekillerde kaydedilmektedir. Peygamber onun adını Abdurrahman veya Abdullah olarak değiştirmiştir. Künyesiyle ilgili en yaygın rivayet, koyun otlatırken bulduğu kedi yavrularını elbisesinin eteğine koyup onlarla oynadığı için kendisine (yavru kedi babası) anlamına gelen “Ebu Hureyre” dendiği şeklindedir. (1) İlk karşılaştıkları zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ona Ebu Hureyre diye hitap etmesi bu künyenin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
tarafından verilmediğini göster-
mektedir.
Rasûlullah (sav) ile Geçirdiği Süre Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın Medine’ye geldiği tarihten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in
vefatına kadar
dört yıllık bir süre geçirmekle beraber Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında üç yıl kaldığını bizzat kendisi söylemiştir.
Cihadı Ebu Hureyre radıyallahu anh, kısmen Hayber fethine ve daha sonra yapılan gazvelerin hepsine katıldı. Umretü’l-kazâ’da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kurbanlıklarını Mekke’ye götürmekle vazifeli olanlar arasında yer aldı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, düşmanlara karşı oluşturduğu bazı özel timlerde de görev aldı. (3) Daha sonra onun Yermük Savaşı’na ve Cürcân’ın fethine (4) katıldığı kaydedilmektedir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hindistan’ın fethedileceğini müjdeleyince ömrü yeterse canıyla ve
1. Tirmizî, “Menâkıb”, 46; Hâkim, III, 506 2. İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 436-437 3. Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112 4. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 30
Rebi'ül Ahir 1441
29
malıyla bu savaşa da katılacağını söylemesi (5) onun cihada karşı duyduğu arzuyu göstermektedir.
Üstlendiği Görevler Halife Ömer radıyallahu anh, Kudâme b. Maz‘un radıyallahu anh’ı zekât ve vergi âmili olarak Bahreyn’e gönderirken Ebu Hureyre radıyallahu anh’ı da orada namaz kıldırıp davalara bakmakla görevlendirdi. (6) Daha sonra onu görev yaptığı Bahreyn’e iki defa vali olarak tayin etti. Ebu Hureyre radıyallahu anh valilikten ayrılıp Medine’ye döndüğü zaman halife bütün valilerine uyguladığı yöntemi ona da uygulamış ve Bahreyn’den ne getirdiğini sormuştur. Ebu Hureyre 20.000 dirhem getirdiğini, bunu da yaptığı ticaretten veya üreyen atlarından, biriken maaşlarından ve kölesinin kazancından elde ettiğini söyledi. Fakat Ömer radıyallahu anh, sermayesini ve görev esnasında harcadığı parayı aldıktan sonra geri kalanı beytülmâle iade etmesini emretti. Bazı rivayetlerde ise Ömer radıyallahu anh’ın Ebu Hureyre radıyallahu anh’a, “Allah’ın ve kitabının düşmanı! Allah’a ait olan malı mı çaldın?” diye çıkıştığı fakat onun bu ithamı şiddetle reddederek Allah’a ve kitabına asla düşman olmadığını, aksine onlara düşmanlık edenlere düşman olduğunu belirttiği, 5. Nesâî, “Cihâd”, 41 6. İbn Hacer, el-İsâbe, V, 425 7. İbn Kesîr, VIII, 113 8. İbn Sa‘d, III, 70
30
Aralık 2019
beytülmâle ait hiçbir malı zimmetine geçirmediğini söylediği, buna rağmen halifenin onun malının yarısına veya tamamına el koyduğu ileri sürülmektedir. Ancak bütün rivayetlerde özellikle belirtildiği gibi yapılan tahkikat sonunda Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın dürüstlüğü ortaya çıkınca Ömer radıyallahu anh ısrarla onu tekrar vali tayin etmek istemiş fakat Ebu Hureyre radıyallahu anh zan altında kalıp rencide edilmek istenmediğini belirterek bir daha görev kabul etmemiştir. (7) Ömer radıyallahu anhgibi âdil bir halifenin Ebu Hureyre radıyallahu anh’ı görevine iade etmek istemesi, onun dürüstlüğü hususunda herhangi bir şüphesinin bulunmadığını göstermektedir.
Fitnelere Karşı Tutumu Osman radıyallahu anh’ın hilâfetini destekleyen Ebu Hureyre radıyallahu anh, halifenin evi isyancılar tarafından kuşatıldığı zaman kılıcını alıp onun yanına gitti. Fakat Osman radıyallahu anh Müslüman kanı dökülmesini istemediğini söyleyerek ona kılıcını bıraktırdı. (8) İslâm tarihinde fitnenin başlangıcı olarak kabul edilen bu olaydan sonra Ebu Hureyre radıyallahu anh Müslümanlar arasında çıkacak kargaşadan uzak durulması gerektiğini belirtir, bu fitnelerden kurtulmanın yegane yolunun silaha el atmamak
olduğunu söylerdi. (9) Ali ile Muâviye radıyallahu anhuma arasında çıkan savaşlarda Sa‘d b. Ebû Vakkās, Abdullah b. Ömer ve tanınmış diğer sahabiler radıyallahu anhum gibi o da hiçbir tarafı tutmadı.
Şahsiyeti ve Aile Hayatı Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın dört oğlu ile bir kızı olduğu söylenmektedir. Muharrer, Muharriz, Abdurrahman ve Bilâl adlı oğullarının ilk üçü az da olsa hadis rivayetiyle meşgul olmuşlardır. Kızı Said b. Müseyyeb ile evlenmiştir. Ebu Hureyre radıyallahu anh geniş omuzlu, saçı çift örgülü, sakalına kına yaktığı için kızıl sakallıydı. Başına siyah sarık sarardı. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde ibadet eder, üçte birinde de hadis müzakere ederdi. (10) Ona yedi defa misafir olduğunu söyleyen Ebû Osman en-Nehdî, Ebu Hureyre radıyallahu anh ile hanımı ve hizmetçisinin geceleyin sırayla kalkıp ibadet ettiklerini bildirmektedir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e duyduğu derin sevgiyi, “Seni görünce mutlu oluyorum, gözüm gönlüm aydınlanıyor” diye ifade ederdi. (11) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra Mescid-i Nebevî’de hadis rivayet ederken onu hatırladığı için göz yaşını tutamadığı olurdu. (12)
Ebu Hureyre radıyallahu anh şakadan hoşlanır ve nükteli uyarılarıyla Müslümanları düşünmeye sevkederdi. Binden fazla hadis rivayet etmeleri sebebiyle “müksirûn” diye anılan yedi sahabi arasında Ebu Hureyre radıyallahu anh ilk sırayı almaktadır. Rivayetleri tekrarlarıyla birlikte 5374’ü bulmaktadır.
Hafızası Ebu Hureyre radıyallahu anh’ı en çok hadis bilen ve hadisleri en iyi ezberleyen sahabi konumuna getiren çeşitli sebeplerin başında, onun Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili her şeyi öğrenme, hadisleri ezberleme konusundaki şiddetli arzusu ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in yanından ayrılmaması gelmektedir. Diğer sahabilerin neden kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara söylediği gibi muhacirler çarşıda ticaretle, ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken Ebu Hureyre radıyallahu anh Suffe ehlin’den biri olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanından ayrılmamış, diğer sahâbîlerin bulunmadığı meclislerde bulunmuş, onların duymadığı hadisleri duyup ezberlemiş, ilmi yaymayı emredip onu gizlemeyi yasaklayan âyetler karşısında bildiği hadisleri rivayet etmeye mecbur olduğunu düşünmüştür. (13)
9. Hâkim, IV, 472 10. Dârimî, “Mukaddime”, 27 11. Müsned, II, 323 12. Tirmizî, “Zühd”, 48 13. Buhârî, “el-Hars ve’l-müzâra'a”, 21; Müslim, “Feżâ'ilü’s-sahâbe”, 159, 160
Rebi'ül Ahir 1441
31
Ömrünün Sonları Ve Vefatı
– Her sene mi, Ya Rasûlallah? dedi.
Ebu Hureyre radıyallahu anh, hayatının son dönemlerinde yabancıların çoğaldığı, görüşebileceği sahabilerin azaldığı Medine’den ayrıldı ve yakın mesafede bulunan Zülhuleyfe’deki veya Akik’deki evine çekildi. Vefatından bir süre önce hastalandı ve h.58 (678) yılında yetmiş sekiz yaşlarında iken vefat etti. Cenazesi Medine’ye getirildi. Abdullah b. Ömer ve Ebu Said el-Hudri gibi sahabilerin (radıyallahu anhum) de katıldığı cenaze namazını Medine Valisi Velid b. Utbe radıyallahu anhuma kıldırdıktan sonra Cennetü’l-baki’ye defnedildi. İslâm için verdiği mücadeleden ve ilme olan katkılarından dolayı Allahu Teâlâ ondan razı olsun. (14)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cevap defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: – “Şayet “evet” desem mutlaka farz olurdu, tabi sizin de buna gücünüz yetmezdi” buyurdular.
(15)
Sonra da bu
hadisi söylediler. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e bu soruyu soran sahabinin Akra bin Habis olduğu kaynaklarda geçmektedir. (16) O sahabi namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerin süreklilik ve tekrar ifade ettiğini bildiği için haccın da aynı şekilde olabileceğini zannederek ısrarlı bir şekilde bu durumu açıklığa kavuşturmak istemiş ancak Rasûlul-
HADİSİ ŞERİFLE ALAKALI AÇIKLAMALAR
lah sallallahu aleyhi ve sellem önce sorusuna
Kur’an-ı Kerim’de bulunan birçok ayet-i kerîmenin iniş sebebi vardır buna “sebebi nuzül” denir. Hadisi şeriflerin bir kısmında da söyleniş sebepleri bulunmaktadır buna ise “sebebi vürud” denir. Bu hadisi şerifin söyleniş sebebi ise bir diğer bir hadisi şerifte açıkca ifade edilir;
yapmıştır. Bir Müslümanın öncelikle
saadeti kazandıracak bütün bilgileri
Resûl-i Ekrem Efendimiz bize hitap etti ve şöyle buyurdu:
ancak bir mesele ana hatlarıyla anla-
- “Ey müslümanlar! Size hac farz kılınmıştır, o halde hac yapınız”. Bir adam: 14. Bkz; TDİ Ansiklopedisi, Mad. Ebu Hureyre 15. Müslim, Hac 412 16. bkz; İbni Mace
32
vermeyip sustu. Adam sorusunu üç
Aralık 2019
cevap vermek istememiş, soru tekrarlanınca da yukarıdaki açıklamayı şunu iyi bilmesi gerekir ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize ahirette aktarmıştır. Dinde bir genişlik olsun diye bazı konuları detaylı açıklamamıştır. Bize detaylı olarak aktarılan bilgilerin tüm detayları önemlidir tılıyor detaylara girilmiyorsa, bize düşen bu konularda detaylarla boğulmamaktır.
Bizden önce yaşayan ümmetlerdeki en büyük hatalardan bir tanesi, peygamberleri detay bildirmediği halde detayların peşine düşmeleri, netice olarak da helak olmalarıdır. Nitekim Yahudilere Musa aleyhisselâm “bir inek kesin” dediğinde kesecek inek aramak yerine ineğin detaylarıyla uğraşıp durdular ve işi yokuşa sürerek nredeyse bulamayacakları vasıflara sahip bir inek kesmek zorunda kaldılar. Onlar, peygamberlerine çok ve yersiz sorular sorarlardı. Ayrıca peygamberlerinin verdiği cevabı kabullenmek yerine, onu aralarında münakaşa ederler, ihtilafa düşerlerdi. Bu nitelikleri, yani çok ve yersiz sorular sormaları, aldıkları cevapları münakaşa konusu yapıp çok ihtilafa düşmeleri onların helakına sebeb oldu. Çünkü ihtilaf, ayrılıkları ve gruplaşmaları doğurur, bir işin sonu helak ise o iş, haram ya da büyük günahtır. Özellikle ihtilaflar, kalplerin ayrılmasına ve dinin zayıflamasına sebeb olur. Bunlar nasıl haramsa, bunlara yol açan sebebler de aynı şekilde haram olur. Dinde bir şey yasak kılınmışsa onu terk edemiyorum mazereti geçersizdir. Çünkü bir kişinin haram olanı terk edememe durumu söz konusu olamaz bazı zaruri istisnai durumlar elbette ki olabilir ancak bunlar istisna olduğu için genel kaideyi bozmazlar. Kişinin dindarlığı ve takvası, yaptığı ibadetlerden çok, yasaklardan kaçınması ile değerlendirilir. Çünkü yasaklardan uzak durmak, bir riya, gösteriş ve başkalarına hoş görünme konusu
olamaz. İbadetlerde ise bunlar şu veya bu ölçüde bulunabilir. Yasaklardan kesinlikle kaçınılmasına karşılık, dindeki emirler kişinin gücü nisbetinde değerlendirilir, ayakta duramayan bir kişinin namazda farz olan “kıyam”ı oturarak eda etmesine ruhsat verilmiş ve ümmet için kolaylık kapısı açılmıştır. Bir işi yapmanın, yapabilmenin çeşitli şartları ve sebebleri vardır. Bu şart ve sebebler, herkeste aynı oranda bulunmayabilir veya hiç olmayabilir. O halde herkes gücünün yettiğinden sorumludur. Çünkü Allahu Teâlâ, hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklememiştir. (Bakara, 286) Kimileri bir işi yapmaya güç yetirirken, kimileri yetiremeyebilir. Sorumluluk güç yettiği orandadır. Cenâb-ı Hak da “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin...” (Teğâbun, 16) buyuruyor.
Rebi'ül Ahir 1441
33
mak (tesettüre riayet etmemek), aldatmak, gıybet, koğuculuk ve buna benzer yasaklanan şeyler bu türdendir.
“Olmadık şeyleri sormamanızı istiyorum zaten olanlar bizi yeteri kadar uğraştırıyor” demiştir. Bir Müslümanın henüz olmamış bir şey hakkında «şöyle olsa nasıl olur ya da böyle olsa" gibi uzatmaması en güzel olandır.
“Farz
olan
sorumlu
iken
ibadetlerden nafile
herkes
ibadetlerde
sorumluluk yoktur”. Nafile, sünnet ya da müstehap olan her türlü davranış ya da sözler kişinin kendisine bırakılmış olup kudretiyle sınırlandırılmıştır. Bu kaide sadece ibadetlerde değil dinin bütün emirlerinde geçerlidir.
Hadisi Şeriflerde Geçen Yasaklar (Nehiyler)
İster zaruri bir durumda olsun ister olmasın, kulun (tenzihen) mekruhu işlemesi caizdir fakat takvalı bir Müslümana daha çok yakışan ve onun için daha uygunluk ifade eden tutum mekruhlardan göklerin ve yerin Rabbinin mizanlarında yükselinceye kadar sakınmaktır. Hanefi mezhebi âlimleri mekruhu iki kısma ayırmış, harama yakın olanları tahrimen mekruh, helale yakın olanı ise tenzihen mekruh diye isimlendirmişlerdir. Bu âlimlere göre tahrimen mekruh işlendiği zaman tıpkı haramda olduğu gibi kişi ceza alacaktır, tenzihen mekruhların ise ahirette cezası yoktur.
Hadisi şerifler de geçen yasaklar iki
Hadisi şeriflerde geçen “emirler”
şekilde değerlendirilir;
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emirleri Hanefi mezhebine göre üçe ayrılır;
1- Haramlık ifade eden yasaklar: Şeriatın emrini yerine getirmek kastıyla uzak duranın sevap aldığı, işleyenin cezalandırıldığı nehiylerdir. Bu gibi nehiyler ise kesin ve bağlayıcı olmak üzere gelmiştir. İçki içmek, zina etmek, faiz yemek, açılıp saçıl-
34
2- Mekruhluk bildiren yasaklar: Bu da dini bir emir olduğu için terk edenin sevap kazandığı, işleyenin ise cezalandırılmadığı işlerdir. Bu gibi yasaklar kesin ve bağlayıcı olmak üzere gelmemiştir. Yatsıdan sonra konuşup sohbet etmek, sarımsak ve soğan yemek gibi.
Aralık 2019
a) Farziyet ifade eden emirler: Eğer hadisi şerifler yoluyla bize Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den Kur’an-ı Kerim’de geçmeyen bir konuda emir ulaşmış ve hadisi şerif de sahih olup,
mütevatir ya da meşhur bir yol ile bize aktarılmış ve hadiste geçen ifadeler farklı anlamlar içermeyip tekbir mana içeriyorsa bu emirler farziyet ifade eder. Örneğin; Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Beni nasıl namaz kılyor görüyor-
sanız sizde o şekilde kılın” buyurmuştur. Böylece namazın onun öğrettiği şekilde kılınması farz olmuştur. Farzın bilerek terk edilmesi haram olmakla beraber kişiye cezayı gerekli kılar. b) Vaciplik ifade eden emirler: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yükümlü Müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zanni delil ile sabit olduğu söz ve davranışlardır. Örneğin: namazlarda fatiha suresini okumak, vitir namazı kılmak ve sünnet olmak gibi durumlardır. Vacibi terk eden, farzı terkedenin cezasından daha az bir cezayı hak etmiş olur. c) Sünnet ya da müstehaplık ifade eden emirler: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yapılmasını tavsiye şek-
linde emrettiği söz ve davranışlardır. Terkinde günah ya da ceza olmayıp yapanın sevap kazanacağı hususlardır. Örneğin: kuşluk namazı kılmak, sabah akşam zikirleri yapmak gibi.
Önceki Ümmetlerin Helak Olma Sebepleri Hadisi şerifte önceki ümmetlerin helak olmalarına sebep olan iki husus zikredilmiştir;
1) Çokça soru sormaları 2) Peygamberlerine muhalefet etmeleri Peygamberlere muhalefet etmenin helak sebebi oluşu açıklamaya gerek olmayan bir durumdur fakat soru sorma meselesine biraz detaylı bakmamız gerekir. Helaka sebep olan soru çeşitleri şunlardır; 1) Şeriatın detaylı açıklamadığı hususlarda detaylara yoğunlaşarak sorumlulukları arttıtan sorulardır. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Müslümanlara haram kılınmayan bir hususta soru sorarak o işin haram olmasına vesile olan kişi en büyük cürmü -günahı- işlemiş olan kişidir” buyurmuştur. (17) 2) Faydasız ve ihtiyaç olmayan meseleler hakkında sorulan sorulardır. Ebu Musa el Eş’ari radıyallahu anh şöyle dedi: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hoşlanmadığı bir takım şeyler soruldu. Sualler çoğalınca kızdı. Sonra halka: - Bana dilediğiniz şeyi sorun! buyurdu. Derken bir adam: - Benim babam kimdir? diye sordu. Senin baban Huzafe’dir, buyurdu. Bir başkası kalkarak; - Benim babam kimdir, ya Rasûlallah? diye sordu. Senin baban Şeybe’nin azatlısı Salim’dir, buyurdular. Ömer Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzündeki öfkeyi görünce:
17. Müslim, fedail 133
Rebi'ül Ahir 1441
35
- Ya Rasûlallah! Biz Allah’a tevbe ediyoruz, dedi.” (18)
HADİSTEN ÇIKARILACAK DERSLER
3) Alay edip gülüp eğlenmek maksadıyla sorulan sorulardır. İbni Abbas radıyallahu anhuma dedi ki: “Bir takım kişiler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘e sadece alay etmek, gülüp eğlenmek için soru sorarlardı. Kimi “Babam kimdir?” diye sorar kimi de kaybettiği devesinin nerede olduğunu sorardı ardından şu ayet-i kerîme indi: “Ey iman edenler, açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız.”
şerifte,
(Maide, 101)
kişinin
kendisine
ihtiyaç
duyulmayan şeylerden önce hayatta kendisine gerek duyulan daha önemli şeylerle uğraşmasının daha önemli olduğu vurgulanmaktadır.” 2) Dinin kesin olarak yasakladığı şeyleri terk etmek her müslümana farzdır. 3) Dini yasaklarda gevşeklik göstermek asla caiz değildir.
4) Henüz gerçekleşmemiş durumlar hakkında soru sormaktır. Ömer radıyallahu anh “Olmadık şeyleri sormamanızı istiyorum zaten olanlar bizi yeteri kadar uğraştırıyor” demiştir. Bir Müslümanın henüz olmamış bir şey hakkında «şöyle olsa nasıl olur ya da böyle olsa" gibi uzatmaması en güzel olandır.
4) Dinin emirleri kişinin gücü nis-
5) Allahu Teâlâ’nın ilmini kendisine sakladığı hususlar hakkında sorular sormaktır. Kaderin detayları, kıyametin saati, ruhun mahiyeti v.b. hususlarda sorular sormak gibi. Kişinin saydığımız bu durumların dışında öğrenip faydalı ilmini arttırmak ve öğrendiğiyle amel etmek gayesiyle sorular sorması övülen ve faydalı bir iştir nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Bilmiyorlarsa sorsalar ya, muhakkaki hastalığın şifası soru sormaktır” buyurmuştur. (19)
6) Ciddi boyutlara ulaşan münakaşa
18. Müslim, fedail 138 19. Ebu Davud
36
1) Hafız İbni Hacer der ki “Bu hadisi
Aralık 2019
betince yerine getirilmesi gereken görevlerdir. 5) Ortaya problemler çıkaracak, şüphelerin doğmasına, ihtilafların artmasına sebep olacak soruları sormak caiz olmaz. ve ihtilaflar, fertlerin ve toplumların yıkılışına sebep olur. 7) Her Müslüman üzerine düşen görevi yapsa, bildiği haramlardan var gücüyle uzaklaşsa, emirleri, farzları gücü nisbetinde yapmaya çalışsa ümmet olarak içerisinde bulunduğumuz bu üzücü durumdan çıkacağımız aşikârdır, Allahu Teâlâ dine olan gayretimizi arttırsın haramlardan kaçınabilmeyi nasip eylesin, âmin.
KAVRAMLAR Mahmut Varhan
T
Kavramlar
TAĞUT KAVRAMI
ek olan, ortağı bulunmayan ve O’ndan başka ilâh/hak mabud olmayan âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.
İmdi; biz bu makalemizde
Ubûdiyet/kulluk makamının gereklerini yerine getiren, ilâhiyet makamına karşı haddini aşan azgınlara ve tağutlara karşı mücadele eden bütün peygamberlere, onların seyyidi ve sonuncusu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, enbiyanın âl, ashab ve etbâına salat ve selam olsun.
lığı azgın tağutların şerrinden
“Tağut”
kavramı
üzerinde
durmaya çalışacağız. Allah azze ve celle
cümle ümmeti
muhammedi ve tüm insanmuhafaza buyursun.
1- TAĞUT KAVRAMININ TANIMI Tağut kavramının lügat ve ıstılâh
anlamını
açıklığa
kavuşturmak için önde gelen lügat ve tefsir âlimlerinden bazılarının sözlerini aktaralım:
Rebi'ül Ahir 1441
37
A- Allâme Râğıb el-Esfehâni şöyle demektedir: “Tuğyan; isyanda haddi/ sınırı aşmaktır... Tağut ise Allah dışında kendisine tapılan ve kendisine ibadet edilmesi için haddi aştıran her şey ve herkestir. Bu kelime, hem tekil hem de çoğul anlamında kullanılmaktadır.
Nitekim
Allahu
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Her kim tağutu reddedip, Allah’a iman ederse...” (Bakara, 256) “Tağuta ibadet etmekten sakınıp Allah’a dönenlere; işte onlara müjde vardır.” (Zümer, 17)
“Kâfirlerin dostları ise tağuttur.”
(Bakara, 257)
“Onlar tağutun hükmüne
başvurmak
istiyorlar.”
(Nisa,
60).
Bütün bu âyetlerde geçen tağut kavramı, (kulluk) haddini aşarak azgınlaşan her şeyi/herkesi ifade etmektedir. İşte bu anlamından dolayı sihirbaza, kâhine, cinlerin azgınlarına, Allah azze ve celle’ye
kulluk yolundan alıkoyan
herkese tağut ismi verilmiştir.” (1) B-
Allâme
demektedir:
Feyrûz-Âbâdî “tağiye,
şöyle
tuğyânen”
kelimeleri haddi aştı, kibirde zirve yaptı, küfürde ileri gitti, masiyet ve zülûmde aşırıya kaçtı anlamlarına gelmektedir. Tağut ise Lât, Uzzâ, kâhin, şeytan, her türlü dalalet/sapıklık yolunun önderi, putlar, Allah azze ve celle dışında ibadet edilen her şey ve
kitap ehlinin azgın liderleri anlamlarında kullanılmıştır. (2)
C- Şeyhul-Müfessirin İbni Cerir et-Taberi, yukarıda geçen anlamlardan her birini sahabe ve tabiin müfessirlerinden naklettikten sonra şöyle demektedir: “Bana göre tağutun manasında doğru olan Allah azze ve celle ‘ye karşı her azgınlık yapan ve O’nun dışında kendisine tapılandır. Tağuta tapmak, ya tağutun kendisine tapanları zorla taptırmasıyla ya da tapanların kendi istekleri ile gerçekleşir. Tapılan tağut ister insan ister şeytan ister put isterse heykel veya herhangi bir şey olsun.” (3) D- İslâm şehidi Seyyid Kutup, tağutu şöyle tarif etmektedir: “Tağut, bilinçlere baskı yapan, hakka karşı zulmeden ve Allah azze ve celle’nin, kulları için belirlediği sınırı aşan her şeydir. Binaenaleyh, Allah azze ve celle’den alınmayan her sistem, her düşünce tarzı, her konum, her taklit ve her terbiye sistemi tağuttur.” (4) E- Üstad Mevdûdi şöyle demektedir:”Kur’an-ı Kerim’de bu kelime Allah azze ve celle’ye isyan eden, kullarına egemen olduğunu ve onların mâliki olduğunu iddia eden, Allah azze ve celle ‘nin kullarını kendisine kul olsunlar diye ezen kimseler manasında kullanılmaktadır. İsyanın üç derecesi vardır: 1- Eğer bir kul Allah azze ve celle’nin kulu olduğunu ikrar eder de, Allah azze ve celle’nin emirlerini yerine getirmezse bu kimse fasıktır.
1. Râğıb el-Esfehâni, el- Müfredat: 520-521. 2. Feyrûz-Âbâdî, Besâiru zevi’t-Temyiz fi Letâifi’l-Kitabi’l-Aziz: 3/508-509. 3. İbni Cerir et-Taberi, Câmiu'l-Beyân: 3/13. 4. Fî Zilâli’l-Kur’ân: 3/28.
38
Aralık 2019
2- Eğer kul Rabbi ile irtibatını koparır; Allah azze ve celle’den başkası ile irtibata geçerse kâfir olur.
sallallahu aleyhi ve sellem’e
3- Eğer birisi Allah azze ve celle’ye isyan eder, Allah azze ve celle’nin kullarını da kendisine boyun eğmeye zorlayacak olursa, işte bu, tağut olur. Bu bazen şeytan bazen papaz bazen dini lider bazen siyasi lider bazen kral bazen de devletin kendisi olabilir.” (5)
Bütün bu tanımlarda açıkça görüldüğü gibi tağut, insanlarla Allah azze ve celle arasında engel teşkil eden, insanların Allah azze ve celle’ye kulluk etmelerine ve O’nun şeriatına uygun yaşamalarına mani olan, Allah azze ve celle’nin gönderdiği peygamberlere savaş açıp, toplumların onlara iman ederek tabi olmalarının önünde set olarak duran azgın cinler ve insanlardır. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Biz her peygambere ins/insan ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı bir takım sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık sen de onları iftiraları ile başbaşa bırak.” (En’âm, 112)
F- Hafız İbni Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: “Tağut; kulun kendisi sebebiyle haddini aştığı her şeydir ki bu bir mabud (kendisine ibadet edilen) veya kendisine tabi olunan yahut itaat edilen biri olabilir. Buna göre her kavmin tağutu, Allah azze ve celle ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem dışında hükmüne başvurdukları veya Allah azze ve celle dışında ibadet ettikleri ya da Allah azze ve celle’den bir basiret üzere olmaksızın tabi oldukları yahut Allah azze ve celle’ye itaat olmadığını bildikleri hususlarda itaat ettikleri her şey ve herkestir. İşte bütün âlemin tağutları bunlardan ibarettir ki sen bunları ve insanların bunlara karşı olan hallerini iyice düşünecek olursan, insanların çoğunun Allah azze ve celle’ye ibadetten tağuta ibadet etmeye, Allah azze ve celle’nin ve Rasûlullah sallalahu aleyhi ve sellem’in hükmüne başvurmaktan tağutun hükmüne başvurmaya, Allah azze ve celle’ye itaat ederek Rasûlullah
tabi olmaktan tağuta itaat edip tabi olmaya yöneldiklerini göreceksin.” (6)
İnsanların Allah azze ve celle’yi inkâr ederek veya Allah azze ve celle’yi ortak koşarak kulluk ettikleri, itaat ettikleri, tabi oldukları mahlûkların tağut olmaları için onların Allah azze ve celle’nin emrine aykırı bir şekilde kendilerine kulluk etmelerine, itaat etmelerine ve tabi olmalarına rıza göstermeleri veya bunu sağlamaya çalışmaları gerekir. Binaenaleyh insanların taptıkları cansız ve şuursuz varlıklar/ putlar gerçekte tağut değillerdir. Zira bu varlıklar mükellef olmayıp, kulluk sınırını aşmış değillerdir. Gerçekte kulluk sınırını aşan ve azgınlaşan
5. Tefhîmü’l-kur’ân: 1/202. 6. İ’lâmü’l-Muvakkiîn: 1/53.
Rebi'ül Ahir 1441
39
tağutlar, bu putlar üzerinden kendilerine ibadet ve itaat edilmesini sağlamaya çalışan müstekbir ins ve cin şeytanlarıdır ki bunların da başında melun iblis bulunmaktadır. Diğer taraftan sapkın insanların iftira ederek ve zulmederek ilahlaştırdıkları meleklerin, peygamberlerin ve salih kimselerin böyle çirkin bir sıfattan beri olduklarını söylemeye gerek bile yoktur.
insanın şükretmesi, sadece O’na kulluk etmesi ve her şeyi O’nun adıyla rızasına muvafık bir şekilde yapması gerektiğini vurgulamıştır. Peki, pek cahil ve pek zalim olan insan bütün bu nimetlere karşılık ne yapmıştır? İşte bundan sonraki âyetlerde de bunu belirterek şöyle buyurmaktadır: “Sakın! Çünkü insan, gerçekten azar; kendisini müstağni gördü diye. Şüphe yok ki dönüş ancak Rabbinedir.”(Alak, 6-8)
2- KUR’ÂN’I KERİM’DE TAĞUT KAVRAMI
Evet, cahil ve zalim olan insan bilim, servet ve iktidar açısından kendisini yeterli ve müstağni görünce bütün bunların Rabbi tarafından kendisine bahşedildiğini unutarak şımarır ve âdeta kendisini yüce yaratıcının rakibi ve hasmı kabul ederek kibirlenip azar. Bu şekilde azarak büyüklenme ve kibir hastalığına yakalanan zavallı insan, artık kendi nefsini her türlü iyiliğin kaynağı görür ve şeytani bir tavır takınarak asla kendi nefsine bir kusuru yakıştırmaz ve eleştiri kabul etmez. Nitekim tarihin en büyük kapitalist tağutlarından biri olan Karun’a, “Şımarma! Çünkü Allah şımaranları sevmez. Allah'ın sana verdiği ile âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Yeryüzünde de fesat çıkarmayı isteme. Çünkü Allah fesat çıkaranları sevmez." (Kasas,76-77) diyerek nasihat edenlere, o şımararak ve kibirlenerek şu cevabı vermiştir: “Bu, bana ancak bende olan bir ilim dolayısı ile verilmiştir.” (Kasas, 78).
“Tuğyan” kökünün türevleri ve özellikle de “tağut” kavramı Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde ve birçok münasebetle kullanılmıştır. Biz, bu kavramın çerçevesini tam bir şekilde çizebilmek ve boyutlarını idrak edebilmek için bu yerlerden bazılarını çeşitli başlıklar altında incelemeye çalışacağız. A- Tuğyanın Sebebi, İnsanın Kendini Müstağni Görmesidir Allah azze ve celle, inzal buyurduğu ilk âyetlerde, “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı (sülük gibi yapışan) bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en kerim olandır. O, kalemle (yazmayı) öğretendir, insana bilmediğini öğretti” (Alak, 1-5) buyurarak insanı yaratan, muhtaç olduğu her şeyi keremiyle ona bahşeden, öğrenme yollarını ona kolaylaştıranın ancak kendisi olduğunu hatırlatmıştır. Bu büyük nimetlere karşılık
40
Aralık 2019
Ancak bu azgın tağutlar, Allah azze ve celle ‘nin huzuruna dönünce yanıldıklarını anlayacak ve tarifsiz hasretler içerisinde kalacaklardır. Pek zalim ve pek cahil olan insanın, tuğyan hastalığına yakalanınca neler yapacağını Yüce Allah, Alak suresinin devamında şöyle ifade etmektedir: “Bir kulu namaz kılarken engelleyeni gördün mü? Gördün mü (onun yaptığını)? Ya o (namaz kılan) doğru yol üzerinde ise yahut takvâyı emretti ise? Gördün mü (ya bu engelleyen) yalanlayıp yüz çevirdi ise (bu adam) Allah’ın, muhakkak gördüğünü hiç bilmez mi?” (Alak, 9-14). Bu ümmetin firavunu Ebû Cehil’in şahsında temsil edilen tağutî amel işte budur. Allah azze ve celle ‘ye ibadet ve itaat edilmesini yasaklamak... Bunlar ne kendi iğrenç hayatlarına bakar ne de Allah azze ve celle’ye kulluk edenlerin dosdoğru ve tertemiz hayatlarını hesaba katarlar! Nitekim bu firavunlaşmış tağutlardan birinin, şu kapkaranlık ahir zamanda Allah azze ve celle’ye ibadet ve itaat edilmesini yasakladığı, İslâm şeratını yürürlükten kaldırıp hilafeti uzmâyı (büyük, iri) lağvettiği ve Allah azze ve celle’ye ibadet mekânlarını hayvan ahırlarına çevirdiği halde nasıl da putlaştırılıp kendisine kulluk edildiğini/ettirildiğini ibretle müşahade etmekteyiz! Allah azze ve celle bu âyetlerin devamında, müstekbir tağutların akıbetlerini haber vererek şöyle buyurmak-
tadır: “Sakınsın, (bu yaptığından)! Eğer vazgeçmezse, -andolsun ki- şiddetle yakalayıp çekeriz alnından, o yalancı ve günahkâr alnından. O halde çağırıversin meclisini... Biz de zebanileri çağırıveririz!” (Alak, 15-18) Abdullah b. Amr radıyallahu anhuma’nın rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem müstekbirlerin elim akıbetini şöyle beyan etmektedir: “Mütekebbirler kıyamet gününde insan suretlerindeki karıncalar gibi haşredileceklerdir. Onları her türlü zillet ve alçalma kaplayacaktır. Nihayet cehennemde bulunan “Bûles” isimli bir hapishaneye gireceklerdir. Burada onları ateşlerin ateşi kuşatacaktır. Onlara, cehennem ehlinin bedenlerinden akan irinden içirilecektir.” (7) Son âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ, tağuta itaat atmeyi yasaklayarak sadece kendisine ibadet etmeyi emredip şöyle buyurmaktadır: “Hayır! Ona itaat etme! (Allah’a secde et ve yaklaş!” (Alak, 19) B- Bütün Peygamberler, Tağutlardan Sakındırmak Üzere Gönderilmişlerdir İnsanlık âlemi arasında küfür ve şirkin yayıldığı zamandan beri tağutlar olagelmiştir. Bunlar küfür ve şirk vasıtasıyla insanları hâkimiyetleri altına almış ve onları köleleştirmişlerdir. Damarlarında tanrı kanının dolaştığına inanılan bazı aileler, bu yozlaştırıcı şirk inancını kabul ettir-
7. Tirmizi: 2492; İmam Ahmed, Müsned: 2/179. İsnadı Hasen bir hadistir.
Rebi'ül Ahir 1441
41
Bütün dünyadaki tağutların, toplumlarını hâkimiyetleri altında tutmak için kullandıkları en büyük dayanakları, çeşitli beşeri sistemlere onları mahkûm etmeleridir. İnsanların canları, malları ve ırzları hakkında hevâlarına dayanarak koydukları birtakım kanunlarla hüküm vermeleridir. Böylece mutlak bir ibahiyecilik anlayışı toplumlara hâkim olmuştur. İnsanların şehvetleri azmış, servet yığmak için her yol mübah görülmüş ve makammevkileri işgal etmek uğrunda zalimce bir rekabet ortaya çıkmıştır. Kuvvetli ve güçlü olanlar haklı, zayıf ve servetten yoksun olanlar da haksız kabul edilmiştir.
dikleri toplumları sömürmüşlerdir. İlk müşrik toplum olan Nuh kavmi, Âd kavmi, Semud kavmi hep bu şekildeki yarı tanrı kabul edilen tağutlar tarafından kandırılmış ve
42
Aralık 2019
Allah azze ve celle’yi bırakarak bu azgın tağutlara kulluk etmişlerdir. İbrahim aleyhisselâm’ın peygamber olarak gönderildiği Nemrud ve Musa aleyhisselâm’ın peygamber olarak gönderildiği Firavun düzenleri de asırlarca toplumları üzerinde ilahlık taslamış ve onlara boyun eğdirip kendilerine kulluk ettirmişlerdir. Daha sonra Yunanlılar, Romalılar ve Persler de aynı yolu takip ederek yarı tanrı kabul edilen insanlar tarafından şeytani bir kıskaç içine alınmışlardır. Nitekim son Peygamber Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem geldiğinde dünyanın batı tarafı Romalı/Bizanslı tağutlara, doğu tarafı da Pers tağutlarına kulluk etmekteydi. İşte Allah azze ve celle bütün müşrik toplumlara bu tağutlardan sakınmaları ve sadece Allah azze ve celle’ye ibadet etmeleri için peygamberler göndermiştir. Allahu Teâlâ bu hususu şöyle beyan etmektedir: “Andolsun ki Biz her ümmet arasında ‘Allah’a ibadet edin ve Tağuttan kaçının’ diye bir peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimine hidayet verdi kiminin aleyhine olmak üzere sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezinin de yalanlayanların sonu nasıl oldu görün." (Nahl, 36) Böylece hidayete erenler kurtuldu, tağutlara kulluk etmekte diretenler de tağutları ile birlikte helak oldular. İnsanlık tarihi zalim toplumların helak örnekleri ile dopdoludur. En son örneklerinden biri de Romalı/ Bizanslı ve Persli tağutların İslâm
ümmetinin eliyle tarih sahnesinden silinerek helak olmalarıdır. Aynı şekilde Moğol ve Haçlı tağutlar da İslâm ümmetinin eliyle kahredilmişlerdir. Allah azze ve celle’nin izniyle batılı ve doğulu modern asrın tağutları da bu büyük İslâm ümmetinin eliyle kahredileceklerdir. C- Tağutları İnkâr Etmek, Allah’a İman Etmenin Şartıdır Başlarında melun iblisin bulunduğu bütün cin ve insan tağutları Allahu Teâlâ’nın düşmanlarıdırlar. Hepsinin ortak hedefi, Allah azze ve celle’ye ibadet edilmemesi ve O’nun peygamberlerine itaat edilmemesidir. Çünkü ancak bu şekilde kendilerine kulluk edilmesini ve itaat edilmesini sağlayabilirler. Günümüzdeki tağutlardan gördüğümüz üzere bu gayelerini gerçekleştirmek için her türlü yöntemi kullanmaktadırlar. Bazen insanların önüne lüks ve refahın kapısını sonuna kadar açarak onları servet ve şehvet sarhoşu haline getirip kendilerine kulluk ettirmekte bazen de milyonlarca insanı öldürerek toplumların hür iradelerini felce uğratıp onları zillet boyunduruğu altına almaktadırlar. Zalimi zalim yapan, mazlumun zulme boyun eğip sessiz kalmasıdır. İşte bu tağutlar da toplumların korku damarını işleterek onlara egemen olmayı başarmışlardır. Özellikle günümüzde Müslüman ülkelerin başına musallat olan tağutlar bu damarı daha çok işletmektedirler. Bugün Mısır’da, Suriye’de,
Irak’ta, Suud’da ve diğer Müslüman ülkelerde bulunan tağutların hâkimiyet tahtları milyonlarca Müslümanın cesedi üzerine kurulmuştur. İşte Allah azze ve celle bu tağutları inkâr etmeyi ve onların temsil ettikleri tağutî sistemlerini reddetmeyi, kendisine iman etmenin şartı kabul ederek şöyle buyurmaktadır: “...Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse o muhakkak, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 256) Zaten tevhid kelimesi olan “Lâ ilâhe illallâh” da bu manayı ifade etmektedir. İlk önce Allah azze ve celle’nin dışındaki bütün mabudlar inkâr edilecek ki hakkıyla Allah azze ve celle’ye iman ve ibadet edilebilsin. D- Allah İman Edenlerin Dostu, Tağutlar ise Kâfirlerin Dostlarıdır Yukarıda beyan edildiği üzere insan ve cin şeytanları, kâfirleri hak yoldan saptırmış ve onları küfür, şirk, zulüm ve masiyetin türlü karanlıklarına sevketmişlerdir. Kendilerine kulluk ve itaat eden toplumları dünyada türlü türlü kargaşalara, dünyevî rekabetlere, çıkar savaşlarına, haysiyetsiz tavırlara, hayâsız davranışlara ve zillet içerisindeki bir hayata mahkûm etmişlerdir. Esaret ve kölelikte hürriyete kavuştuklarını zanneden divanelere çevirmişlerdir. Ahirette ise bu toplumlar, kulluk ve itaat ettikleri bu tağutları ile birlikte pek çetin bir
Rebi'ül Ahir 1441
43
azaba uğratılacaklardır. Böylece dünyalarının da ahiretlerinin de ziyanda olduğu ortaya çıkacaktır. Hâlbuki iman edip salih amel işleyenlerin dostu Allah’tır. Onları dosdoğru yola ve istikametli bir hayata mazhar kılmıştır. Şirk, küfür, şek/şüphe ve şehvet hastalıklarından onların kalplerini korumuştur. Onları karanlıklardan kurtarıp apaydınlık İslâm yoluna kavuşturmuştur. Allah azze ve celle bu iki taifenin farkını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Allah, iman edenlerin velisi (dost ve yardımcısı) dır. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Kâfirlerin dostları ise tağuttur. Onlar da onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateş (cehennem) liktirler. Onlar orada temelli kalıcıdırlar.” (Bakara, 257). Şu son asırlarda insanlığın çoğunluğunu kapitalizm, komünizm, faşizm/ırkçılık, laiklik ve demokrasi karanlıklarına sevkederek toplumları birbiriyle çarpıştıran ve yüz milyonlarca insanın katledilmesine sebep olanlar azgın tağutlar değil midir?! E- Tağutlar, İnsanları Beşerî Sistemlere Mahkûm Ederler Toplumların, tağutu ilah makamında görebilmeleri ve onlara kulluk ve itaatlerini sunmaları için vahiyden ve Allah azze ve celle’nin şeriatından uzaklaşmaları şarttır. Bunun içindir ki azgın zalimler, toplumlara Allah azze ve celle’yi, ahiret gününü ve Allah’ın peygamberlerini unutturmak gayesiyle çeşitli yollara başvurmaktadır-
44
Aralık 2019
lar. Nitekim geçen asrın ilk yarısında yaşayan bir tağut, topluma kendi tanrılığını benimsetmek için Allah azze ve celle’nin dinine savaş açmış, O’nun kitabının asıl şekliyle okunmasını dahi yasaklamıştır. İslâmî ilimleri ortadan kaldırmaya çalışmış, Müslüman toplumun dil, tarih, kültür, giyim-kuşam ve yaşam tarzına dair ne varsa kökünden söküp atmaya çabalamıştır. Allah azze ve celle’nin dinini temsil eden âlimleri ya darağaçlarında sallandırmış veya toplumdan uzak tutarak hapislerde çürütmüş yahut da ülke dışına sürmüştür. İşte bütün bu mezalimin ardından Müslüman bir topluma laiklik ve demokrasi gibi beşeri sistemleri benimseterek ilahlığını onlara kabul ettirmek istemiştir. Teessüf ki toplumun belli bir kesimi tarafından tanrı gibi algılanmış ve ilahlığı kabul edilmiştir. İşte bu portre İslâm âleminin her tarafında birbirine benzer şekillerde meydana gelmiştir. Bütün dünyadaki tağutların, toplumlarını hâkimiyetleri altında tutmak için kullandıkları en büyük dayanakları, çeşitli beşeri sistemlere onları mahkûm etmeleridir. İnsanların canları, malları ve ırzları hakkında hevâlarına dayanarak koydukları birtakım kanunlarla hüküm vermeleridir. Böylece mutlak bir ibahiyecilik anlayışı toplumlara hâkim olmuştur. İnsanların şehvetleri azmış, servet yığmak için her yol mübah görülmüş ve makam-mevkileri işgal etmek uğrunda zalimce bir rekabet ortaya çıkmıştır. Kuvvetli ve güçlü olanlar
haklı, zayıf ve servetten yoksun olanlar da haksız kabul edilmiştir. İşte Allah azze ve celle, tağutun hevâsına dayanarak hüküm verdiğini ve onun bu hükmünü rızasıyla kabul edenlerin iman etmiş olamayacaklarını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara iman ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde tağutun hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları (hidayetten ayırıp) uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin” denilince münafıkların senden alabildiğine yüz çevirdiklerini görürsün.” (Nisâ, 60-61) F- İman Edenler Allah Yolunda, Kâfirler ise Tağut Yolunda Savaşırlar Yukarıdan beri izah edildiği üzere insanların bir kısmı kulluk ve itaatlerini tağuta sunmakta, diğer bir kısmı da Allah azze ve celle’ye ibadet ve itaat etmektedirler. İşte bu iki grup arasındaki mücadele tarih boyunca devam etmiş ve kıyamete kadar devam edecektir. İman eden ve salih amel işleyenler Allah azze ve celle’nin dinini hâkim kılmak uğrunda savaştıkları gibi, kâfirler de tanrılaştırdıkları tağutların hâkimiyetini devam ettirmek, onların ortaya koyduğu beşeri sistem ve kanunlarını sürekli kılmak uğrunda savaşırlar. Nitekim günümüzde kapitalizm, komünizm, faşizm, laiklik ve demokrasi uğrunda savaşarak yüz-
binlerce can vermekte ve milyonlarca insanı bu düzenlerini sürdürmek için kurban
etmektedirler.
Hâlihazırda
Filistinli Müslümanları öldüren Yahudiler, Şam topraklarındaki Müslümanları katleden Ruslar, Afganistan, Somali, Irak, Yemen ve daha pek çok yerde Müslüman toplumları katleden batılılar, İslâm toplumlarının başına musallat olup bu tiranların uşaklığını yapan zavallı kuklalar tağutî düzenlerini devam ettirmek uğrunda savaşan kâfirler değiller midir? Diğer taraftan insanlık âlemini azgın tağutların tasallutundan kurtarmak için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in
bayrağı altında
toplanan ashabı kiram ve onlardan sonraki tarihi süreç içinde günümüze kadar ilahi adalet ve rahmeti yeryüzüne hâkim kılmak uğrunda canlarını feda eden İslâm ümmetinin sayısız evlatları da Allah azze ve celle yolunda savaşan mücahidlerdir. Bir tarafta şeytanın tuzakları olan beşeri sistemleri ve azgın zalimlerin zulmünü devam ettirmek uğrunda savaşanlar; diğer tarafta da Allah azze ve celle’nin kelimesini/şeriatını en yüce kılmak ve bütün insanlığın Allah azze ve celle’ye kulluk etme şeref ve onuruna kavuşmasını sağlamak için savaşanlar... İşte Allahu Teâlâ bu tarihi vakıayı tescil etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın velileri (dostları) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76)
Rebi'ül Ahir 1441
45
İSLÂM DÜNYASINDAKI KÂŞIFLER Cihan Malay
Ortaçağ Avrupası’nı Aydınlatan Bir Astronom:
Ebu İshak ez-Zerkâlî (1029-1100)
E
46
ndülüs Medeniyeti, kurulduğu günden yıkıldığı tarihe kadar büyük bir ilmi mirası gerisinde bırakmıştır. Bu durum tarihte çok az topluma verilmiş olup Allah azze ve celle’nin büyük bir lütfudur.
Nitekim bu durumu bizatihi
İlimlerini miras bırakan ilim ve bilim adamları, öncelikle Ortaçağ karanlığındaki Avrupa toplulukları olmak üzere diğer toplulukların yolunu aydınlatacak bir birikimi geride bırakarak büyük bir boşluğu doldurmuştur.
şüphesiz Zerkâlî’dir.
Aralık 2019
Avrupalı bilim adamları da itiraf etmektedir. Astronomi, tarih, tıp ve diğer bilim alanları yanında önemli bir
boşluğu
dolduran
bu
medeniyetin yetiştirdiği önde gelen isimlerden biri de hiç Ne hazindir ki İslâm Medeniyetinin bilimsel anlamda yetiştirdiği bu öncü şahsiyet hakkındaki bilgilere kaynaklarımızda çok az rastlamaktayız. Onun hayatı hakkındaki
bilgilerin azlığı, bu alana ilgi duyanların ilgilerini çekmiş olmalı ki uzun bir müddet sonrasında hakkında bilgiler verilmiş, yaptığı çalışmalar tanıtılmıştır. Hâlbuki Avrupa’da yaptığı çalışmalardan yıllar yılı faydalanılmış, yaptığı çalışmalar astronomi ilgililerinin dikkatini çekmiştir.
Hayatı Endülüs Medeniyeti’nin yetiştirdiği en meşhur bilim adamlarından biri olan Ebu İshak İbrahim bin Yahya en-Nakkaş ez-Zerkâlî’nin doğum tarihi tam olarak bilinmese de kimi kaynaklarda 1029 tarihine yer verilmektedir. Kurtuba’da (1) dünyaya gelen Zerkâlî, Batılı kaynaklarda “Arzachel” adıyla anılmaktadır. Astronomi bilginlerinin aletlerinin yapımını üstlenen bir aileye mensup olması, onun daha küçük yaşlarda astronomiye merak salmasına vesile olur. Nitekim ara ara babasının yanında bu aletlerin yapımına yardım etmesi, bu durumu ispat niteliğindedir. Aletlerin yapılmasıyla sınırlı kalmayarak bu aletleri kullanan astronomi bilginleriyle tanışması da uzun sürmez. Onlarla tanışarak, bu aletlerin kullanımı hakkında donanımlı bir kimse olmak için gayretli bir çalışma içerisine girer. Her ilimde olduğu gibi bilimsel
| Bir usturap örneği bilgiler için de geçerli olan bir kural olarak kendinden önce bu konuda yazılanları incelemekle işe koyulur. Gençlik yıllarında (1060) o dönemin Kadı’sının hizmetine giren ve yaptığı gözlem aletleriyle kısa sürede yükselen Zerkâlî, 1062 yılında Tuleytula (2) Emiri Yahya tarafından kurulan astronomik gözlem heyeti üyeliğine getirilmiş, kısa sürede de bu heyete başkan seçilmiştir. Astronomi alanındaki gözlemlerini uzun bir müddet Tuleytula’da (10611080) kurulan rasathanede sürdürdükten sonra bilim tarihine önemli bir zîc (3) miras bırakan Zerkâlî, bu astronomi takvimi ile büyük bir şöh-
1. Şimdiki adıyla Cordoba, İspanya’da bir şehir 2. Şimdiki adıyla Toledo, İspanya’da bir şehir 3. astronomi takvimi, cetveli
Rebi'ül Ahir 1441
47
den sonraki bu alanın ilgilileri için önemli bir yeri işgal etmiştir. Nitekim modern astronominin kurucusu kabul edilen Nureddin Bitrûcî (4), onun eserlerinden faydalananlardan sadece biridir. Bitrûcî dışında Endülüslü astronomi bilginlerinden kendisinin de talebeliğini yapan büyük astronomi bilgini Seyyid Muhammed bin İbrâhim; İbn Hâim, Ebu’l-Hasan Ali, İbn Bennâ el-Marekkeşî ve Abraham İbn Ezrâ gibi astronomi bilginlerini de etkilemiştir. | es-Safiha ez-Ziciyye ez-Zerkali´nin Ekvatoryumu, Prof. Dr. Fuat Sezgin rete kavuşmuştur. Hazırladığı astronomi takvimi daha sonraları latinceye tercüme edilmiştir. Kral X. Alfonso tarafından hazırlatılan “Alfonso Tabloları”nda, Zerkâlî’nin takviminden yararlanılmıştır. Bulunduğu şehri Kastilya Kralı VI. Alfonso’nun işgal etmesinin ardından (1085) çalışmalarını Kurtuba’ya giderek sürdüren Zerkâlî,
yeteneği
ve merakı sayesinde bu alanda önde gelen bir kişi haline gelmiş, astronomi alanındaki
bilgileri
öğrencileriyle
paylaşarak da bu alanda önemli bir rol oynamıştır. Öğrencileri vasıtasıyla kitapları yaygınlık kazanan Zerkalî, kendisin-
Zerkâlî’nin alanındaki yetkinliğini Fransız gökbilimci Laland şu cümlelerle dile getirmektedir: “Zerkâlî gökbilimde çok önemli bir gelişme temin etmiş, (geliştirdiği) teoriyi (Güneş teorisi) Kopernik ve Koracius almış ve Horacius tarafından Ay’a uygulanmıştır. Hatta daha sonra Newton ve Haley bu teoriyi gökbilimin yeni esaslarına göre şekillendirmişlerdir. İşte bu teori, Zerkâlî’yi yüzyılın en yüksek gökbilim kürsüsüne çıkarmıştır.” (5) Müslümanların bu dönemde astronomideki konumlarının ne derece ileri olduğunu Corci Zeydan, “Medeniyet-i İslâmiye Tarihi” eserinde şu şekilde belirtmektedir: “İslâm hey’et-şinasları (astronomları) bu ilimde o derece büyük bir iktidar
4. Bitrûcî (ö.1217): Tam adı Cafer Nureddin Ebu İshak el-Batruci el-İşbilî olan Batrucî’nin doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Modern astronominin kurucusu kabul edilen Batrucî, İşbiliye’de dünyaya gelmiştir. Günümüze ulaşan Kitab fi’l-Hey’e eseri, bu alandaki Hristiyan ve Yahudi bilginlerinin yararlandığı kaynak eserlerden biridir. Bu kimseler arasında modern astronominin önemli ismi Kopernik’te yer almaktadır. 1217 yılında vefat etmiştir. 5. Zerkâlî, İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, ilgili yer.
48
Aralık 2019
ve maharet sahibi olmuşlar idi ki bu devirde bütün cihanın üstadı kesilmişlerdi. Cihanın her neresinde olur ise olsun, en müşkül (zor, çetin) meseleler İslâm astronomlarına müracaatla hallolunurdu. Avrupa hükümdarları astronomi ilminde müşkül bir meseleye düştükçe kendilerine daha yakın bulunan, yalnız Endülüs’e değil, Doğu-İslâm Ülkeleri’ne dahi özel görevlendirilmiş memur göndererek o müşkül meseleleri Müslüman ilim adamlarına hallettirirlerdi.” (6)
Astronomiye Katkıları - Yaptığı gözlemler sonucunda Güneş’in dünyaya en uzak olduğu noktanın hareketinin senelik değişmesini 12° olarak ölçmüştür. Bu gözlem sonucunda Batlamyus’un kuramını çürüterek dünyanın güneş merkezli hareketine ait kendi kuramını oluşturmuş ve bu durumu yazdığı “Zîc” isimli eserinde belirtmiştir. Bu değer modern verilere göre 11,8° civarındadır. Bu da onun ölçüm noktasında dönem şartlarında modern ölçüme ne kadar yakın bir değer bulduğunu göstermektedir. - Dünya eksen eğikliğini ilk keşfeden bilim adamıdır. - 1088 ile 1092 yılları aralığında Güneş, Ay ve gezegenlerin günlük konumlarını veren çizelgeler hazırlamıştır.
Zerkâlî’nin alanındaki yetkinliğini Fransız gökbilimci Laland şu cümlelerle dile getirmektedir: “Zerkâlî gökbilimde çok önemli bir gelişme temin etmiş, (geliştirdiği) teoriyi (Güneş teorisi) Kopernik ve Koracius almış ve Horacius tarafından Ay’a uygulanmıştır. Hatta daha sonra Newton ve Haley bu teoriyi gökbilimin yeni esaslarına göre şekillendirmişlerdir. İşte bu teori, Zerkâlî’yi yüzyılın en yüksek gökbilim kürsüsüne çıkarmıştır.”
6. Mehmet Şeker, İslâm’da Astronomi ve Rasathaneler, Diyanet Dergisi, c.18, Sayı:4, Temmuz-Ağustos 1979, s.248.
Rebi'ül Ahir 1441
49
- “Safihatü’l-Zerkâi” diye adlandırılan ve Orta Çağ Avrupası’nda “Saphaea” olarak meşhur olan evrensel bir usturlap (7) yapmıştır. Bu alet, dönem şartlarında en gelişmiş olanıdır. Bir örneği Paris Kütüphanesi’nde mevcut olan alet hakkında Mirim Çelebi, Sultan İkinci Bayezid Han’ın emriyle “Risale der-Şikazî ve Zerkala ez-Âlât-ı Rasadiye” isimli Farsça bir eser yazmıştır.
yaptıkları gözlemlerini kaydettiği eseridir. Eser, Batı’da “Toleda Cetvelleri” adıyla çok meşhur olmuştur. - Sabit Yıldızlar Kitabı Eserin Arapçası kayıp olup, İbranice tercümesi günümüze ulaşmıştır. Eser, 25 yıllık gözlemlerin kayıt altına alınmasıyla oluşturulmuştur. - Safihatü’z-Zerkâlî Aynı isimle icat ettiği gökbilim aletini anlatan
- “Tuleytula Acibesi” diye dönemde meşhur olan gündüz ve gece saatleri ile Kameri takvime göre günleri gösteren bir su saati icat etmiştir. Hayranlık uyandıracak derecede yaptığı bu saatleri, onun daha da fazla tanınmasını sağlamıştır.
- Tratado de la lámina de los siete
Onun bu saati, Avrupa’da saatlerin yapılmasına öncülük etmiştir. (8)
masıdır. X. Alfonso’nun emriyle
Onun astronomi bilimine yaptığı katkılarının unutulmaması adına Uluslararası Astronomi Birliği tarafından ayın bir kraterine Zerkâlî’nin adı verilmiştir.
Vefatı Zerkâlî, 14 Ekim 1100 tarihinde Kurtuba’da ardında yetiştirdiği talebeleri ve yaptıklarıyla büyük bir ilmi mirası geride bırakarak vefat etmiştir.
Eserleri - Zîc-i Tuleytula (Tuleytula Cetvelleri) Zerkâlî’nin Tuleytula’da
bir eserdir. Latince ve İspanyolca’ya çevrilmiştir. planetas 1081 yılında yazılıp İbn Abbâd el-Mu‘temid’e ithaf edilen eserin önemi Merkür’ün yörüngesinin eliptik olduğu iddiasını taşıKastilya diline çevrilen nüshada bu husus çizimlerle gösterilmektedir - Kitâbü’t-Tedbîr - Kitâbü’l-Medhal ilâ 'ilmi’n-nücûm - el-Kânun -----------------------KAYNAKLAR Dizer, Muhammed. Zerkâlî, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.21, s.243-245. Zerkâlî, Rehber Ansiklopedisi, c.20, s.?. Aydüz, Salim. Endülüs Bilim Dünyasından 10 Âlim 10 Kâşif, Derin Tarih Dergisi, Özel Sayı:4, s.83. Bir Usturlap Örneği es-Safiha ez-Ziciyye ez-Zerkali´nin Ekvatoryumu, Prof. Dr. Fuat Sezgin
7. Gök cisimlerinin yükseltisini ölçmekte kullanılan araç 8. İbrahim Sarı, Müslüman Bilim Adamları, Net Medya Yayıncılık, s.352.
50
Aralık 2019
NEBEVÎ AİLE Halime Yılmaz
VESVESE (TAKINTI) HASTALIĞI VE TEDAVİ YOLLARI
V şüphe
esvese; şeytanın insanın kalbine attığı, aslı olmayan kuruntu, fısıltılarıdır.
İnsanı
yanlış yola saptırmaya yemin ederek
önlerinden,
arkala-
rından, sağlarından ve sollarından yaklaşarak doğrudan saptıracağını söyleyen şeytanın tuzakları çok çeşitlidir. Her yönden her boşluğunuzdan faydalanarak yaklaşmak onun işidir. Etrafımızı çepeçevre kuşatmış olsa da üstten Allah’ ın koruması bizimledir. Oradan yaklaşamaz. Bu
yüzden Araf Suresi 17. ayette ifade buyurulduğu gibi şeytan şöyle der: “Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.” İblisin tek işi insanoğluna oyunlar kurarak onları safına çekmek ve saptırmaktır. Onun kurup oynattığı oyunlardan biri de takıntı yani vesvese hastalığıdır. O, bu oyunla safına başka yollarla çekemediği insanları bile
“Onları muhakkak saptıracağım ve onları boş kuruntulara ve hayallere kaptıracağım…” (Nisa, 119)
Rebi'ül Ahir 1441
51
Araf Suresi 17. ayette ifade buyurulduğu gibi şeytan şöyle der: “Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.”
çekmeyi başarmıştır. O yüzden sıkça bu yola başvurmaktadır. Bu yüzden takıntının öncelikle onun bir oyunu olduğunu bilmek ve kabullenmek gerekmektedir. Şeytan tarafından bu oyunun bir parçası haline getirilen çoğu insan bunun kendinden olduğunu düşünerek bu hastalıktan bir türlü kurtulamaz. Zaman geçtikçe de bu hastalıkla yaşamayı öğrenir. Hayatı kendine zehir eder. Ayıplanır korkusuyla insanlardan uzaklaşır. Hatta kimi zaman günlük aktivitelerini bile yapamaz hale gelir. Bu vesvesenin sadece kendisine geldiğini düşünerek güvendiği kimselerle bile paylaşmaz. İçine bile kapanabilir. Ya da bu durumuyla övünerek içindeki duyguları bastırmaya çalışır.
52
Aralık 2019
Kiminde aşırı titizlik, kiminde aşırı ihtiyat, kiminde aşırı şüphecilik gibi benzeri belirtilerle gözlemlenir. Titizlik ve ihtiyat bir Müslümanda olması gereken özelliklerdir. İnsanlara tedbirli ve dikkatli yaklaşmak da öyle. Ama sorun olan bu konulardaki aşırılıktır. Mesela aşırı titiz ve bu konuda takıntılı bir kadını ele alalım. Böyle bir kadının evi her an tertemiz olmak zorundadır. Bakın temiz demiyoruz. Bu noktayı iyi ayırmak lazım. Tertemiz diyoruz. Bu kadına göre eve bir toz taneciği bile giremez. Kendini böyle bir durumda çok pislenmiş hisseder. Evine gelen misafir bir an önce gitsin de temizlik yapsın diye düşünür. Her gün, günün önemli bir kısmını temizliğe ayırır. İbadetlerini, günlük sorumluluklarını aksatacak kadar ileri gider. Çocuklarının eğitiminden bile önemlidir onun için temizlik. İşte bu, kaygılanılması gereken bir durumdur. Bu temizlik takıntısı kesinlikle ihmale gelmez. Aşırı temkin takıntısı sebebiyle bazı insanlar evden çıkana kadar en az üç kere suyu kapatıp kapatmadığını, ocağı söndürüp söndürmediğini kontrol eder. Üç defa da yeterli olmaz ya. Ama işleri acele ise bununla yetinmek zorundadırlar. Kişinin tedbir sandığı şey bu boyuta ulaşmışsa kesinlikle bunun bir takıntı olduğunu kabul etmeli ve anında bu hastalığa bir çözüm bulmanın yollarına başvurmalıdır. Genelde abdest azalarına suyun tam ulaşıp ulaşmadığı ve namaz rekâtlarının sayısı ile ilgili gelen bir vesvese ve
hastalık derecesine ulaşmış bir şüphecilik de vardır. Ki insanın namazdan huşu almasına engel olur. İbadet bir eziyete dönüşür. Bu boş kuruntularla şeytan insanı oyalar ve sapkınlık yolunda iken doğru yoldaymış hissi vererek kandırır durur. İblis bizlerin birkaç vesvese ile küfre girmemiz konusunda ümidini kesmiştir. Ama bu kuruntular ile amacına daha rahat ulaşacağını çok iyi bilmektedir. Çoğu Müslüman namazını
Dinde emredilmiş bir şey varsa onu titizlikle yapmak Allah azze ve celle’yi hoşnut edecektir. Ama aşırıya gitmek Allah azze ve celle’yi gazaplandırır. Ayrıca kişinin kendine sıkıntı veren işten bir hayır da beklenmez.
kılar. Ama abdest ve namazla ilgili gelen vesveseler yüzünden belki de mükâfattan mahrum kalır. Bazen bu takıntılar yüzünden çevresine kötü örnek olur. Çocuğunu İslâm ahlâkıyla yetiştirme derdindeyken bazı takıntılı düşünceleri sebebiyle çocuğunu tamamen kaybedebilir. Batıla kayacak korkusu yaşar. Ama takıntıları sebebiyle farkında olmaksızın haktan da soğutmuştur. Hâlbuki bu, şeytanın milyonlarca insanı saptırmak için sıklıkla kullandığı bir yoldur. İnsan yolun ortasında ya da başındayken bunun kuruntu olduğunu bilmez ve bunlara uyarsa yolun sonunda şeytanın onu yapayalnız bırakacağını da unutmamalıdır. Şeytan ettiği yeminini yerine getirmek için seni kandırıyor. Farkına varmanı elbette istemez. Farkına varacak olan sensin. Bak! Bir itirafı Nisa Suresi 119. ayette şöyle dile getirilmiş:
“Onları muhakkak saptıracağım ve onları boş kuruntulara ve hayallere kaptıracağım…” Ayetin son kısmında ise şeytana uyanın ziyana uğrayacağı buyrulmuştur. Allah azze ve celle’nin emirlerine uyan her zaman felaha erecektir. Aşırı giden helak olur, haddini aşan pişman olur, ileri giden heder olur, kendini bilmeyen ziyan olur. Takıntı ve vesvese aşırılıktır. Haddini aşmaktır. Sünneti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den daha iyi bilen var mıdır? Bunu kabul etmek nasıl mümkün değilse, ondan daha titiz olmaya çalışmak neyin nesidir? Peygamber nasıl abdest aldıysa öyle abdest almalı, fazlasını yapmanın sünnete muhalif olmak olduğunu bilmeliyiz.
Rebi'ül Ahir 1441
53
-Vesvese ve takıntıdan kurtulmanın en önemli vasıtası, ilmi meselelerle meşgul olmaktır. Zira “sen hak ile meşgul
“Kendi öz canlarınızı zora koşmayınız! Aksi halde Allah’ın size şiddet göstermesiyle karşılaşırsınız. Biliniz ki önceki kavimlerden biri, dinde şiddeti iltizam edip kendilerini zora koştular da Allah’ın şiddeti ile karşılaştı. İşte gördüğünüz şu manastır ve kiliseler onların eseridir. Yüce Allah kendilerine emretmediği halde bunu kendiliklerinden icad ve iltizam ederek bu duruma geldiler.”
olmaz isen, batıl seni meşgul eder” (2). İmam Ahmed şöyle demiştir: “Kişinin abdest ve gusülde vesveseye yer vermemesi, onun fakih oluşuna dalalet eder.” (3) İmam Ahmed o kadar az su ile abdest alırdı ki neredeyse yere su düşmeyecek gibi olurdu.
(4)
Tüm muteber
Müslümanlarca kabul edilmiş imamlardan biri az su ile abdest alıyor da biz ondan daha mı takvalıyız? Bu daha takvalı olmaktan değil tamamen vesveseli ve takıntılı bir yapıdan kaynaklıdır. İnsan, ilmi arttıkça bu gibi küçük mevzulara takılıp daha önemlilerini aksatmaması gerektiğini anlar. Şeytan ise bu meseleleri büyütür ki daha önemli meseleler ile meşgul
Takıntı Hastalığından Kurtulma Yolları Nelerdir? -Belli âdetler takıntı haline gelmeye başladığında eğer bu âdet muayyen
olmayalım. Ümmeti ayaklandıracak işler yapmayalım. Yiğit savaşçılar yetiştirmeyelim. Örnek önderlerden olmayalım. Sadece küçük bir çember içinde kısır döngü yaşayalım.
bir nastan kaynaklanmıyor ise o âdeti
İmam Gazali der ki: “Vesveseye yer
değiştirmeliyiz. Mükemmel dinimiz
vermenin iki sebebi vardır: Ya kişi dini
bunun için hep vasat olmayı bize tel-
ve sünneti bilmemektedir ya da onun
kin etmiştir. Hatta takıntı olabilir diye
aklında bir noksanlık vardır. Bunla-
kişinin namaz için belli bir yeri mekân
rın her ikisi de bir kul için gerçekten
tutmasını bile yasaklamıştır.
büyük kusur ve ayıplardandır.” (5)
(1)
1. Ebu Davud 1/ 538 hadis no: 862; Nesai, 2/ 214; İbn Mace 1 /459 2. İmam Şafii 3. İbn Kayyım el- Cevziyye -Vesveseden Korunmak -Polen yayınları s. 55 4. A.g.e. 5. A.g.e. s.73
54
Aralık 2019
Bu kadar kolay teslim olmamalıyız
-24 saatin en az bir saati -farz ibadet-
şeytana. Bu tuzaktan kurtulamayan
ler hariç- Allah azze ve celle ile bağımızı
ümmete faydalı olamaz. Takıntıları ve
güçlendirmekle
vesveseleri aşamayan zalimin seddini
Rahmanın zikrinden uzak yaşarsa,
yaramaz. Kendini kuruntu ağından kurtaracak kadar aklını kullanmayan, zalimin elinden mazlumu alamaz. Akılı olmak zorundayız. -Vesveselerin şeytandan olduğunu bilmeli, onu gözümüzde asla büyüt-
geçmelidir.
”Kim
ona, yoldaş olan bir şeytanı musallat ederiz.” (Zuhruf 36) Allah azze ve celle ile bağ güçlendikçe başına saran şeytan da kalbine gelen kuruntular da zayıflayacaktır.
memeliyiz. Şeytanın faaliyet ve tuzak-
-Dinde emredilmiş bir şey varsa onu
larını önemsemeyelim demiyorum.
titizlikle yapmak Allah azze ve celle’yi
Onun vesvesesi olduğunu bilip, gere-
hoşnut edecektir. Ama aşırıya git-
ken zikir ve dualara sarılmalı ama
mek Allah azze ve celle’yi gazaplandırır.
onun asla bir yaptırım gücünün olma-
Ayrıca kişinin kendine sıkıntı veren
dığını ve gücünün sadece fısıltıyla sınırlı olduğunu bilerek onun acizliğini görebilmeliyiz. Bazı insanlar biliyoruz. Şeytan ve cinlerin özelliklerinden bahsedince tüy-
işten bir hayır da beklenmez. Enes radıyallahu anh’dan rivayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
leri ürperiyor. Ödü kopuyor. Hatta
“Kendi öz canlarınızı zora koşmayınız!
“Aman cin demeyin, üç harfli deyin,
Aksi halde Allah’ın size şiddet göster-
maazallah musallat falan olurlar”
mesiyle karşılaşırsınız. Biliniz ki önceki
diyerek konuyu kapatmaya çalışırlar.
kavimlerden biri, dinde şiddeti iltizam
Yahu onları da yaratan Allah azze ve
edip kendilerini zora koştular da Allah’ın
değil midir? Allah azze ve celle’den
şiddeti ile karşılaştı. İşte gördüğünüz şu
celle
bahsedilince bu gibi insanların neden tüyleri ürpermez, neden korkmazlar da cinlerin adından bile korkarlar? Sebep Allah azze ve celle’ye olan imanın zayıflığı ve düşmanı olan şeytanı tanı-
manastır ve kiliseler onların eseridir. Yüce Allah kendilerine emretmediği halde bunu kendiliklerinden icad ve iltizam ederek bu duruma geldiler.” (6)
mayışıdır. Bir tanısa görecek ki onun
-Takıntının bazen daha faziletli olan-
hilesi çok zayıftır. Onun hilesi sadece
dan bazen farzdan bazen de sünnet-
onu tanımayanlara ve ondan Allah
ten alıkoyan bir şeytana itaat vesilesi
azze ve celle’ye sığınmayanlara tesir eder.
olduğunu bilmek gerekir.
6. Ebu Davud, 5/ 209-210 Hadis no: 4904
Rebi'ül Ahir 1441
55
İbnu’l-Cevzi’nin naklettiğine göre Ebu’l-Vefa İbn Akil şöyle bir olayı yaşamış ve anlatmıştır:
boyutuna varan bir kuruntu değil
“Adamın biri bana gelip halini anlattı. Dedi ki:
ve daha nice büyük günahlara sebep
“Ben tekrar tekrar suya daldığım halde, guslümün sahih olup olmadığında yine şüphe ederim. Siz buna ne dersiniz?”
- Özellikle abdest ve namaz konu-
Ben de kendisine şöyle dedim:
Ama onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve
“Bak kardeşim, senden gusül ve namaz sakıttır (kalkmıştır).”
sellem’e
O hayret edip sordu:
Sözüm odur ki bu ve benzeri konu-
“Bu nasıl olur?” Ben de kendisine dedim ki:
larda vehme kapılan kişi bununla
“Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadislerinde; “Şu üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Mecnun, uykuda uyuyan ve buluğa ermemiş sabi” (7). İşte bu durumda sen de bu üç kişinin içinde zikredilen mecnun sayılırsın. Çünkü tekrar tekrar suya daldığı halde, vücuduna suyun isabet edip etmediğinden şüphe eden birisi ancak bir mecnun olabilir.” (8) -Bazı şüphecilikler yuva bile yıkarlar. İnsanın eşini kıskanması gayet doğal bir durumdur. Ama onu sıkboğaz edip hayatını yaşanmaz hale getirecek kadar ileri gitmek ve hatta bazı vakalarda olduğu gibi hiçbir delil olmadan eşini aldatmayla suçlayarak öldürmek takıntı ve vesvese 7. Buhari, Kitabu’l-Hudud; Ebu Davud 4/ 558 8. İbn Kayyım-Vesveseden korunmak-s.65
56
Aralık 2019
de nedir? Bakın, basit görünen bir vesvese adam öldürme, yuva yıkma olmaktadır.
sunda gelen vesvese sadece bu çağa has bir hastalık değildir. Asr-ı saadette sahabeye bile gelmiş bir vesvesedir. danışarak bu vesveseden kur-
tulma yolunu tercih etmişlerdir.
imtihan olan kişinin sadece kendisinin olduğunu düşünmemelidir. Bununla beraber takva sahibi birine danışıp bu durumdan kurtulmanın yollarına başvurmalıdır. Osman radıyallahu anh diyor ki: Ben Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e müracaat edip: “Ey Allah’ın Rasûlü! Şeytan benimle namazımın arasına girdi, bana birtakım vesveseler vermeye çalıştı” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bana cevabında şöyle buyurdu: “Bu, adına Hınzeb denilen bir şeytandır. Onun sana yaklaşıp da vesvese verdiğini hissettiğin zaman, onun şerrinden Allah’a sığın! Sol tarafına da üç defa tükür!”
Ben aynen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘in söylediğini yaptım, Allah da onu benden uzaklaştırdı.” (9) Ubey bin Ka’b’dan rivayet edilen başka bir hadiste şöyle buyrulur: “Abdest hakkında insanlara vesvese veren Velhan adında bir şeytan vardır. Su hakkında onun vesvesesine kapılmaktan sakınınız.” (10) Bu hadislerde görüyoruz ki namaz ve abdestte vesvese ve takıntıya sebep olan özel şeytanlar var. Bunların işi bu amellerde kafa dağıtıp huşuya ve ihlasa engel olmaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu konuda gelebilecek vesveselerden bahsederek ne yapmamız gerektiğini birçok vesileyle dile getirmiştir:
Hülasa; takıntı hastalığının terapisi, buna sebep olanı tanıyıp tedbir almak, gerekeni yaptıktan sonra Allah azze ve celle’ye tevekkül etmek, kendinden kaynaklanmayan, dışardan gelen bir fısıltının hayatını altüst etmesine müsaade etmemek ile mümkündür. Sonuçta şeytan gibi onun vesveseleri de zayıftır. Ancak zayıflığına yenilenler ona uyarlar.
“Biriniz namaz kılmakta iken, şeytan kendisine yaklaşır, abdestim bozuldu diye kendisini şüpheye düşürür. Sakın bir ses veya koku duymadıkça namazından çıkmasın.” (11) Hülasa; takıntı hastalığının terapisi, buna sebep olanı tanıyıp tedbir almak, gerekeni yaptıktan sonra Allah azze ve celle’ye tevekkül etmek, kendinden kaynaklanmayan, dışardan gelen bir fısıltının hayatını altüst etmesine müsaade etmemek ile mümkündür. Sonuçta şeytan gibi onun vesveseleri de zayıftır. Ancak zayıflığına yenilenler ona uyarlar. Bununla birlikte bu
hastalık ileri boyuta ulaşmış ya da baş edilemeyecek hale gelmişse imanı ve takvasına güvenilen bir uzmana başvurulmalıdır. “Şeytanın vesveselerinden, Allah azze ve celle’nin
mükemmel kelimelerine
sığınırız.” Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah azze ve celle’ye
mahsustur.
9. Müslim, 3/ 1728 10. İbn Mace: 1/147; Tirmizi: 1/84; Müsned: 6/153 (Tirmizi bu rivayetin garip olduğunu, senedinin kavi olmadığını söylemiştir) 11. Müsned: 3/96; Ebu Davud: 1/ 117, Hadis no: 166
Rebi'ül Ahir 1441
57
SERBEST KÖŞE Ümit Şit
ALLAH İÇİN BIRAK! Bırak, seni sen olmaktan çıkaran amelleri... Gözlerin yaşlara boğulmasın pişmanlıklara bakarken... Bırak,
Rabbinin rahmeti düşerken yerlere, toprak bereketle koksun
mutluluğunu yaşasın ruhun...
O toprağa alnın bir tek Allah azze ve celle için sürülsün ve bir tek ilaha eğilsin tüm bedenin
Dünyayı
Bırak,
Bir günü hayırla bitirmenin keşfederek,
nılmayacağı
yaşa-
doğruluğuna
kavuşsun aklın Uzak görünse de anakara, bırak nafilelerinle yakınlaşsın Bırak,
58
Yağmur yağarken şehrine, seni ansın Rabbin, senin andığın gibi her damlada
Aralık 2019
Beyninin karanlık çeperlerini, Rabbin nuruyla aydınlatsın Huşu bulsun yüreğin, tebessümle uyurken azimle uyansın yüzün
Sabah güneşi yüzünü, yüzün kardeşlerini ısıtsın Bırak;
yüreğin
sevmeye
çalışsın,
koşullara inat. Geleceğin
verdiği
kaygı
kilidini,
umutla semaya kalkan iki avuç kırsın. Korkma! Aç ellerini usulca, taşıyabilecek bir dava lütfedilsin Hayal de olsa, rüya da olsa, amansız bir hastalık da olsa birilerine ancak, Bırak sen aldırma. Unutma nesillere taşınacak elindeki sancak. Kapat! zihnini prangalara vuran, her türlü fitneye kulaklarını Bazen Taif gibi olmasa da cümlelerle taşlanacağın zaman olur Ayaklarında ararken kandamlalarını, yüreğine akıtırken bulursun Bırak taşları atanlar düşünsün pişmanlığı... Sen vesile olurken hidayetlere Rahman ve Rahim olanın adıyla. Bazen zilletin ağırlığını hissedersin gezerken cadde ve sokaklarda Sonra izzeti hatırlarsın, merhamete aç olan insan simalarına bakarken Bırakamam gelecek kaygısına hapsedilmiş gençlerin çaresizliğini, Bırakamam geçmişi özlemin ötesine taşıyarak bugünü unutan her yaşlıyı dersin.
Bırak ey nefis dünyadan kan almayı, cennete bırak özgürce tüm beklentileri Bırak ey nefis dünya mutfaklarını... Tüm lezzetleri yok eden o soğuk hâl gelmeden önce dersin Sonra nasihatçilerin şahit olurken,
dönüşümüne
Zeminin gardı indirmek için müsait olmadığını fark edersin. Kayıp düşmemek için sıkı tutunursun... Bazen kısa sürede anlarsın bazen ise uzun sürede... Düştükten sonra kalkmanın değil düşmemenin keramet olduğunu. Teker teker yapraklar gibi düşse de tüm sevdiklerin bu yolda, Sen asla arkana bakma ilk cemrenin toprağa düştüğü ana dek. İlerledikçe yaprak kümelerine rastlarsın... Kimileri oradan oraya savrulur amaçsızca... Kimileri hareketsizdir... kimileri ise çoktan süpürülmüş olur. Sebat etme gücü ile rüzgâr şiddetinin doğru orantılı olduğunu bilmenin, Hesap bilmekle alakalı olmadığını kısa sürede anlarsın... Ama anlamak yetmez. Fedakârlıkları istersin...
hesapsızca
yapmak
Rebi'ül Ahir 1441
59
Ama matematiği iyi bilen şeytanlarla karşılaşırsın.
İnsanların olumsuz söylemlerine karşı
Seni süpürülmüş yaprak haline çevirene dek hediyelerle kapını çalan hırsızlar gönderir.
Nasihatlere karşı kulak kesen değil
Ama unutma bir çalar iki çalar üç çalar sonra giderler sakın deme
Hedefe kilitlen...
Son kişiyi almadan gitmeyen bir hırsız olduğu cehennem için çaldığı hayatlarda gizlidir.
kulak kesilen ol. İstişare ile operasyon kararı al... Pusuya yatmış her şeytan ve mü'minlerine karşı tetiğe bas. Allahu ekber! Bırak planlarını yapan Rabbin olsun...
Bazen helal satış yapan bir tüccarın emeğini, bir damla içki satışı ile çalar.
Yüreğin daralınca kimsem yok ki
Bazen kalpteki ihlası, riyakâr bir davranış takasıyla çalar.
Her daim Rabbin sana, senden yakın...
Bazen şehvete vurduğu kırbaçlarla, iffeti ve hayâyı çalar.
olması yetmez mi? Allah azze ve celle
Bazen dünya makamı karşılığında, cennetteki köşkünü senden çalar.
Dünya şimdi dönüyor ama çok yaşlı...
Bazen dünya menfaati için imanını çalar
Dünyanın ya da hayatının ritmi dur-
Bazen ise hiçbir şey çalmasına gerek kalmaz... Sen çalarsın o oynar.
İnsanların çoğu iblise iffetlerini, ahlâk-
Ama sen Rabbini hatırla ve yola devam et.
sizliklerini, düzenbazlıklarını, hakka
Bu yoldan alıkoymak isteyen pusudaki şeytanlara karşı silahlan. Mühimmatlarını fazlalaştır... Hatalarından ders çıkar... Tuzaklara karşı tuzak kuranların en hayırlısı Allah azze ve celle’dir de yola devam et. Asla arkanı dönüp bakma... Allah azze ve celle’nin vadettiği fetihe odaklan...
60
sağır,
Aralık 2019
sakın deme
Rabbini an! O’nun senin yanında yeter! Kalbi duracak... madan sen durma... sızlıklarını, yalancılıklarını, adaletkarşı düşmanlıklarını sunarken, sen Rabbini yücelt! Bedeninden ruhun alınmadan önce Rabbine bir şeyler feda et... İster canını ister malını ister mesaini ya da bir hurma tanesini, Rabbini razı etmek için harca. Hiçbir şeyin yoksa Tutma Bırak! Allah azze ve celle için dökülmüş, gözü yaşlı anıların olsun.
SERBEST KÖŞE Derya Fıçıcı
GÜNLERDEN BİR CENNET GÜNÜ Ey Allah azze ve celle yolunda koşturan! Ey acılara, kederlere gark olan! Üstü başı kanlara, tozlara bulanmış, yalnızlığın çöllerinde, ücralarında tek başına kalmış, tüm hücrelerine, zerrelerine kadar acılar çekmiş, işkenceler görmüş, zindanların karanlıklarına gömülmüş olan kardeşim! Ey yatağı soğuk beton, yorganı ise hüzünleri, özlemleri olan! Ey gözyaşları içinde secdelere kapanan şehadet sevdalısı! Ey Yusuf Medresesi’ni talebesi! Ey annesinin dizinden öksüz, babasının soluğundan yetim olan! Haydi kalk! Allah ve Rasulü’nden size bir müjde var! Ey beli bükülmüş, omuzları düşmüş İslâm davetçisi!
Rebi'ül Ahir 1441
61
Ümmetin dertleriyle saçları ağarmış, bedenini bu yolda yoran, rahat nedir bilmeyen, gözleri uykudan, vücudu yatağından ayrı düşmüş olan! Müslümanları bir arada tutan, fitnelere karşı mücadele eden, biz kardeşiz diyen! Mahallesini, sokağını, semtini hatta tüm dünyayı Allah azze ve celle’nin boyasıyla boyamak isteyen! Gecenin bir yarısında kalkıp düşüne düşüne Kur’an okuyan! Bazen vefayı bilmeyene, bazen ahdini unutanlara ve bozanlara, bazen yüz çeviren, bazen sırtından hançerleyenlere karşı sabırla ve namazla Allah azze ve celle’den yardım isteyen! Haydi kalk! Allah ve Rasulü’nden sana müjde var! Ey çığlıklarını kimseye duyuramamış olan mü'minler! Feryatları göklere ulaşan ama kalplere ulaşmayan sabrın çocukları! Mülteci kamplarında yaşam mücadelesi veren, seccadesi çamurdan, mescidi ağaç dallarından, kalemi kömürden, defteri tahtadan olan, gönlü Kur’an, aklı Kur’an, hayatı Kur’an olan yiğit mü'minler! Açlığın şiddetinden yüzünün feri gitmiş olduğu halde başları secdeden ayrılmayan Afrika’nın siyah incileri! Dudakları susuzluktan kurumuş, gönülleri imanla yeşermiş, kadınlar, çocuklar ve adamlar! Haydi kalkın! Allah ve Rasûlü’nün size müjdesi var! Şeytan ve dostlarına, kâfir, müşrik ve münafıklara, dünya fitnelerine, ahir zaman fitnelerine karşı Allah azze ve celle’nin ipine sımsıkı yapışan, dünyanın her yerine dağılmış olan mü'min erkekler, mü'min kadınlar ve çocuklar! Günahların, haramların, her türlü azgınlığın baş gösterdiği, tıpkı büyük bir girdap gibi insanları içine çektiği şu zamanda Rabbine sığınan genç! Hayâ elbisesinin yırtıldığı, iffetsizliğin, ahlâksızlığın bir fırtına gibi her yeri sarıp kuşattığı zamanda, iffet ve hayâ elbisesinin
62
Aralık 2019
muhafaza eden ümmetin saliha hanımları! Her türlü incitilmeye, hakarete, eziyete hatta şiddete rağmen hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan yeryüzünde izzetle yürüyen mü'min erkekler ve mü'min kadınlar! Haydi kalkın! Allah ve Rasulü’nden size müjde var! Kim Rabbine karşı bir özlem duyduysa, kim ona kavuşmayı isteyerek gözlerinden yaş akıttıysa, kim yolunu ona çevirdiyse; O Rahman ki o kullarının dertlerini vuslat gününde eritti. İbrahim aleyhisselâm’ın ateşine “Serin ol ey ateş!” dedi... Yasir ailesi şehadet yolunun ilk taliplileri oldu... Ahmed b. Hanbel rahimehullah’ın sırtında şaklayan kamçıların ona tesiri yalnızca dilinde ve kalbinde kelime-i şehadet oldu... Ey Hasan el-Benna’lar, Seyyid Kutup’lar, Abdullah Azzam’lar ve daha niceleri! Ey âlimler, Salihler, şehitler ve mü'minler! Allah ve Rasulü’nden, tüm dertleri eriten, cennet nimetlerinin bile O’nun gölgesinde kaldığı bir müjde var! Suheyb radiyallahu anh’tan nakledilen hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyuruyor: “Cennet ehli cennete
girdiğinde Allah Teâla der ki: ‘Size ziyade olarak bir şey vermemi ister misiniz?’ Ehl-i Cennet der ki: ‘Ey Rabbimiz! Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete sokup ateşten korumadın mı? Yani bize bu nimetleri vermişken biz daha ne isteyelim?’ derler. Bunun üzerine Allah azze ve celle hicabı kaldırır -yani zatından perdeyi açarak cemalini gösterir.- Onlara Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir. Ya Rabbe’l-alemîn! Sen bizleri o kullarından eyle!” (1) Selam ve dua ile... 1. Müslim, İman 80; Tirmizi Sıfatu’l-Cennet 16; Nesai; Süneni’l-Kübra, Tefsir 179; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2398
Rebi'ül Ahir 1441
63