Editör
YIL: 4 Sayı: 48 Fiyatı: 7,5 TL Sahibi İmam Buhari İktisadi İşletmeler Adına Ahmet Özer Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Mert Mali İşler Sorumlusu Hakan Sarıküçük
H
amd; Müslümanları tek bir ümmet kılan ve onları şeytanın safına tabi olmaktan sakındıran
Allah’a, Salât ve Selâm ise; Tüm İslâm dışı sistemlere
Abone ve Dağıtım Sorumlusu Mürsel Gölbaşı (0543 654 46 63) - (0212 515 65 72)
karşı duran ve İslam sancağının altında toplanmayı
Abonelik Hesap Bilgileri Posta Çeki Hesap No: 10204553 Hesap Sahibi: Hakan Sarıküçük
Allah’ın affı ve mağfireti ise sadece İslâm’a mensup
Kuvveyt Türk Katılım Bankası A.Ş. Mürsel Gölbaşı Hesap No: 6847147 IBAN: TR13 0020 5000 0068 4714 7000 01 (Açıklama kısmına mutlaka isim ve telefon bilginizi yazınız.) Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Yakup Hazman Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: (0543) 654 46 63 twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com Abone Şartları 2016 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 90 TL Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevî Hayat Aylık Dergi (Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa İstanbul, Kasım 2016 Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
emreden efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselâm’a;
olmakla övünen ve diğer tüm batıl fikirlerden ve ideolojilerden uzak duran müminlerin üzerine olsun. İnsanın hakkı reddetmesinin en önemli sebeplerinden biri de asabiyet duygularıdır. Asabiyet, insanın bâtılda ısrar etmesine ve kibirlenerek hakkı reddetmesine sebep olur. Asabiyet, insanın zulmeden kavmine yardımcı olmasına ve körü körüne ataların yoluna tâbi olmasına sebep olur. Bu kötü durumdan ve helak edici akıbetten sakınmak için asabiyetin mahiyetini ve sebeplerini iyi bilmek ve bu müzmin hastalıktan sakınmak gerekir. Nebevi Hayat Dergisi olarak Kasım ayında bu konunun üzerinde durmaya çalışacağız. Allah Azze ve Celle, Ümmet’i Muhammedi her türlü asabiyet duygularından muhafaza eylesin! 25 Aralık Pazar günü saat 11.00’de Umre ödüllü dergi yarışmamıza tüm okurlarımızı davet etmekteyiz. Selam ve dua ile
İçindekiler 04
Kapak Dosya Asabiyetin Mahiyeti ve Sebepleri / Mahmut Varhan
09
Kapak Dosya Kavmiyetçiliğin İslâm Ümmetine Zararları / Hakan Sarıküçük
15
Kapak Dosya Asabiyet, Bir Kavme Zulümde Yardım Etmektir / Muaz Akgün
18
Kapak Dosya Milliyetçilik Akımları ve Kurucuları / Emrah Seven
22
Kapak Dosya Ulusçuluğa Bir Antitez Olarak; Arap Olmayan Sahabiler ve İslâm'a Hizmetleri / Ahmet İnal
27
Olaylar ve Yorumlar Gülen ve Derin Yapılanma / Nedim Bal
32
Kur'ân'ın Gölgesinde Muîn-ı Zâlımın Dünyâda Erbâb-ı Denâettır. Köpektır Zevk Alan Sayyâd-I Bî-Insafa Hızmetten / Zafer Mert
38
Nebevi Nasihatler Dini Dert (İman) Milli Dert (?) / M. Sabri Yücel
42
Nebevi Aile Kardeş Kıskançlığı / Halime Yılmaz
46
İslam Coğrafyaları Mağripte Bir Müslüman Beldesi; Cezayir / Metin Eken
49
Davet ve Cihad Önderleri Basralılar’ın İmâmı: Hasan Basri –rahimehullah(641-728) / Cihan Malay
56
Serbest Köşe Dünya İle Oynarken Ölümü Unutmak / Ümit Şit
62
Serbest Köşe Ümmetin Hayâlı Gençlerine / Derya Fıçıcı
04
09
15
27
42
KAPAK DOSYA
Mahmut Varhan
ASABİYETİN MAHİYETİ VE SEBEPLERİ
Â
lemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle’ye hamd olsun. Peygamber Efendimiz’e,
onun âline, ashabına ve kıyamete kadar ona tâbi olan mü’minlere salât ve selam olsun. İmdi; insanın hakkı reddetmesinin en önem-
4
maya çalışacağız. Allah Azze ve Celle, Ümmet’i Muhammedi her türlü asabiyet duygularından muhafaza eylesin!
1- Asabiyetin Mahiyeti ve Hakikati Nedir?
li sebeplerinden biri de asabiyet duygularıdır.
Asabiyetin en güzel tarifi, cahiliyye araplarının
Asabiyet, insanın bâtılda ısrar etmesine ve
şu sözü olsa gerektir: “Zalim de olsa mazlum
kibirlenerek hakkı reddetmesine sebep olur.
da olsa kardeşine/kavmine yardım et.” Burada
Asabiyet, insanın zulmeden kavmine yardımcı
dikkat çekilen husus, yardımın ve arka çık-
olmasına ve körü körüne ataların yoluna tâbi
manın sebebinin akrabalık olması ve aynı ka-
olmasına sebep olur. Bu kötü durumdan ve
bileye mensup olunmasıdır. Yardım edilmesi
helak edici akıbetten sakınmak için asabiye-
talep edilen kişinin zalim ya da mazlum olması
tin mahiyetini ve sebeplerini iyi bilmek ve bu
ikinci derecede önemli kabul edilmiştir. Asıl
müzmin hastalıktan sakınmak gerekir. İşte biz
önemli görülen husus ise, aynı kabileye/kavme
de bu makalemizde bu konunun üzerinde dur-
mensup olan kişilerin mutlak olarak birbirleri-
KASIM 2016
ne yardım etmeleri gerektiğidir. İşte aile, kabile, aşiret, kavim, ırk, toprak, vatan, grup, parti ve benzeri her türlü bağı; haklı mı haksız mı, zalim mi mazlum mu olunduğunu göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak yardım etmenin sebebi görmek asabiyettir. Bu nazarla içinde yaşadığımız dünyaya bakınca, insanlık âleminin asabiyet duygularının mahkûmu ve esiri haline geldiğini görürüz. Özellikle de insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan şirk ve küfür düzenlerinin en yaldızlısı ve en karanlığı olan demokrasi düzeninin kabul görmesi ve siyasi partilerin ortaya çıkması, tam anlamıyla bir partizanlık ve tarafgirlik akımını meydana getirmiş ve asabiyet duyguları her yeri kuşatmıştır. Birbirleri ile rekabet halinde olan bu partilerin taraftarları için yardım etmenin esası, haklı olmak ya da mazlum durumda bulunmak değil parti bağıdır. Bu da kabileciliğin modernize edilmiş şeklidir. Özetle söylemek gerekirse şayet yardım etmenin ve destek vermenin temelinde kan bağı, toprak ve vatan bağı, aidiyet ve parti bağı, grup ve cemaat bağı, mezhep ve meşrep bağı hakkın önüne geçirilecek olursa ve hakka karşı öncelenecek olursa; orada asabiyet var demektir. Buna göre faşist, ırkçı ve milliyetçi hareketler asabiyetin zirvesine çıkmış hareketlerdir. Ancak yardım etmenin ve destek olmanın İslam’daki ölçüsü, haklı olmak ve mazlum konumda bulunmaktır. Bu ölçüyü göz önünde bulundurmak kaydıyla insan kendi yakınlarına ve kavmine yardım edip destek verebilir. Burada önemli olan onların yakınlığı değil haklı ve mazlum olmalarıdır. Şayet haksız ve zalim iseler, onlara yapılacak yardım onların zulmüne engel olmaktır. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu konudaki cahiliyye döneminin zalimce kanununu değiştirerek, İslami dönemin âdil kanunu yapmıştır. Enes radıyallahu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” Bunun
İşte aile, kabile, aşiret, kavim, ırk, toprak, vatan, grup, parti ve benzeri her türlü bağı; haklı mı haksız mı, zalim mi mazlum mu olunduğunu göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak yardım etmenin sebebi görmek asabiyettir. Bu nazarla içinde yaşadığımız dünyaya bakınca, insanlık âleminin asabiyet duygularının mahkûmu ve esiri haline geldiğini görürüz.
üzerine: “Ey Allah’ın Rasûlü! Mazlum olunca tamam ona yardım ederiz; peki zalim olunca ona nasıl yardım edelim?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: "Onun ellerinden tutarak onu zulümden vazgeçirirsiniz." (1) Vasila b. Eska’ der ki: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Asabiyet nedir ey Allah’ın elçisi?” diye sordum. Şöyle buyurdu: “Zulüm üzere kavmine yardım etmendir.” (2)
2- Asabiyetin Sebepleri Nelerdir? Hiç şüphesiz ki asabiyet duygusunun pek çok sebepleri vardır. Bunlardan en önemli olanları özetle açıklayalım: 1- Cehâlet: Asabiyet duygusunu besleyen en önemli kaynaklardan birisi cehâlettir. Zira câhil olan kişiler ve toplumlar, hakkı bilmedikleri için haklıyı haksızdan ayırdedemezler. Hakkın mizanı olan Kur’an ve Sünnet’ten bîhaber olduklarından dolayı da dostluk ve düşmanlıklarını hevâları üzerine bina ederler. Böylece gerçek dostlarını düşman, hakiki düşmanlarını da dost olarak görebilirler ya da onlara bu
SAFER 1438
5
şekilde gösterilir. Böyle toplumlarda ırkçılık, milliyetçilik, vatancılık, halkçılık, bayrakçılık ve devletçilik düşünceleri olumsuz bir şekilde çok çabuk yayılma gösterir. Hak ölçüsü gözardı edilerek mutlak bir şekilde bu tür milli ve vatanî mefhumlar geliştirilerek bunlara sahip çıkılır. Şu anda bütün dünyada geçerli olan değerler bu tür milli söylemlerdir. İslam toplumlarında bu milli söylemlere, halkı galeyana getirmek için biraz da dini söylemler karıştırılmaktadır. Ancak asıl olan yine milli söylemlerdir. Zira yasalar dine ters olduğu ve laik bir düzende yaşanıldığı sürece dini söylemler sadece söylemde kalmaya ve çıkarcı bir zihniyetle kullanılmaya mahkûm kalırlar. 2- Kibir: Hadis’i şerifte tarif edildiği üzere kibir; “hakkı reddetmek ve insanları küçümsemektir.” Soylarını daha asil ve toplumlarını daha uygar ve medeni gören kişiler ve topluluklar da kibir hastalığına yakalanmışlardır. Çünkü bunlar, başka kavim ve milletleri hakir görür ve onların her türlü hukukunu inkâr ederler. Başkalarının haklarını çiğnemekte birbirlerine yardımcı olur ve bunu kendileri için bir hak olarak görürler. Eski ve yeni tüm cahilî sistemlerin ve cahiliyye toplumlarının ortak özelliği işte budur. Modern cahillere göre bir yahudi veya bir hıristiyan ya da batılı bir insan diğer
6
KASIM 2016
insanlarla eşit değildir. Bu hususta özellikle batılılar tam bir kibir sarhoşluğu yaşıyorlar. Daha önceleri “bir Alman cihana bedeldir” şeklinde olan cahiliyye sözünü, bizim buralarda yaşayan cahiller "bir Türk cihana bedeldir" şeklinde çevirmişlerdi. Teessüf ki şu anda bütün dünyada kibir ve gurur kaynaklı olan dini, etnik bir asabiyet hüküm sürmektedir. Ancak Allah Azze ve Celle’nin merhamet ettiği hak ehli Müslümanlar hariç... Bu konuda şu hadisi kaydetmek faydalı olur: Ebû Hureyre radıyallahu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Azze ve Celle sizden, cahiliyye kibir ve gururunu ve atalarla övünme huyunu artık gidermiştir. (İnsanlar) ya takva sahibi bir mü’min veya bedbaht bir fâcirdir. Sizler Âdem’in evlatları olup Âdem de topraktandır. Bazı kişiler, artık cehennem kömürü olmuş bir takım topluluklarla övünmeyi ya bırakırlar; ya da bu kişiler, Allah Azze ve Celle’nin katında burnuyla pislik sürten böcekten daha değersiz olurlar.” (3) 3- Kişileri Kutsamak: Asabiyeti besleyen en önemli bir damar da kişileri kutsamak ve ataların yoluna körü körüne bağlanmaktır. Herhangi bir kişiyi -ne isim altında olursa olsun- kutsayan kimse, mutlak olarak ona bağlanır ve bu bağlılığında mutaassıb davranır. Peygamberlerin hak davetlerine muhatap olan kavimler, genellikle atalarına olan bağlılıklarını öne sürerek asabiyet göstermiş ve hakkı reddetmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde; “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Şayet ataları hiçbir şeye akıl erdiremiyor ve doğru yolu bulamıyorlarsa da mı?” (Bakara; 170) İslam tarihi boyunca ortaya çıkan siyasi ve itikadi bid’at fırkalarının hastalığı da budur. Hatta bu hastalık nadiren de olsa yer yer Ehli Sünnet ve’l-Cemaat dairesinde bulunan dört fıkıh mezhebinin tâbilerine de sirâyet etmiştir. Bu tür mezhebi bir taassuptan şiddetle sakınmak gerekir.
4- Tarafgirlik: Bundan maksadımız şudur ki, biz insanlar bütün peygamberlere -onlardan birini diğerinden ayırdetmeksizin- iman etmekle memuruz. Yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi peygamberlerden bazılarını inkâr etmek için diğer bazılarına tarafgirlik göstermek ve bu şekilde onların arasını ayırmak asabiyettir. Aynı şekilde Allah’ın indirmiş bulunduğu bütün kitaplara -tahrife uğramamış asli şekliyle- iman etmemiz emredilmiştir. Bu kutsal kitapları birbirinden ayırmak ve bazılarını inkâr etmek için diğer bazılarına tarafgirâne bir tavır sergilemek asabiyettir. Yine Kur’an ve Sünnet’i bir bütün olarak kabul etmemiz emrolunmuştur. Kur’an ve Sünnet’te bir tenâkuz varmış gibi davranarak bir kısmını reddetmek için diğer bir kısmına sarılmak da asabiyeti meydana getirir. Bütün bid’at fırkalarının hastalığı bu olup, bid’atlerine asabiyet derecesinde bağlanmışlardır. Diğer taraftan ashab’ı kiram topluluğu, bir bütün olarak bizim için örnek toplumdur. Onları da birbirinden ayırarak bazılarını sahiplenmek adına diğer bazılarını tekfir ve tefsîk etmek de galiz bir bid’at ve çirkin bir asabiyettir. Haricilerin ve rafizilerin asabiyeti gibi... Hülasa; hakkın bir bölümünü reddetmek için diğer bir bölümüne sarılmak ve tarafgirâne bir davranış içerisine girmek fırkalaşmaya ve grup asabiyetine sebebiyet vermektedir. Bu kötü akıbetten kurtulmanın yegâne çaresi hakkı bir bütün olarak kabul etmektir. 5- Kalbin Kasveti: Şüphesiz ki taassubun, bağnazlığın, hakkı reddetmenin, halkı hakir görmenin en önemli bir sebebi kalplerin kasvetli olmasıdır. Öyle ki kalp kaskatı kesildiği zaman, hakkı gizler ve reddeder. Hevâsının esiri ve arzuların kölesi haline gelir. Katı kalpli insanlardan her türlü asabiyet sâdır olur. Hakka karşı yumuşamayan ve Allah’ın kullarına merhamet göstermeyen katı kalpler, en vahşice asabiyet örneklerini sergileyebilir. Bu hususta insanlık âleminin en katı kalplileri olan İsrailo-
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et." Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Rasûlü! Mazlum olunca tamam ona yardım ederiz; peki zalim olunca ona nasıl yardım edelim?" diye sordular. Şöyle cevap verdi: "Onun ellerinden tutarak onu zulümden vazgeçirirsiniz."
ğulları hakkındaki şu ayet’i kerimeler üzerinde düşünmek faydalı olacaktır: “Sonra bunun ardından da kalpleriniz kaskatı kesildi. Onlar taşlar gibi veya daha beter katı oldular. Şüphesiz taşlardan öylesi vardır ki, ondan nehirler fışkırır. Yine muhakkak onlardan öylesi de vardır ki, yarılır ve ondan su çıkar. Yine elbette onlardan öylesi vardır ki, Allah korkusu ile yukarıdan aşağı düşerler. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” Onların, size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir fırka, Allah’ın kelamını dinliyorlardı da iyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif ediyorlardı. "İman edenlerle karşılaştıkları zaman: 'iman ettik' derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman da: “Allah’ın size açıkladıklarını Rabbinizin katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Hiç akletmiyor musunuz?” derler. Bilmezler mi ki; şüphesiz Allah onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da.” (Bakara; 74-77)
SAFER 1438
7
de "böl, yönet" taktiğidir. Dolayısıyla her türlü asabiyet özellikle de milliyetçilik asabiyeti,
İslam toplumlarında bu milli söylemlere, halkı galeyana getirmek için biraz da dini söylemler karıştırılmaktadır. Ancak asıl olan yine milli söylemlerdir. Zira yasalar dine ters olduğu ve laik bir düzende yaşanıldığı sürece dini söylemler sadece söylemde kalmaya ve çıkarcı bir zihniyetle kullanılmaya mahkûm kalırlar.
düşmanın içimize attığı bir zehirdir. Ahiretteki akıbeti daha tehlikeli ve daha acıklıdır. Zira ırkını, kavmini ve vatanını din yerine ikame eden, dostluk ve düşmanlık mefhumunu bunlar üzerine bina eden, bunlar için savaşan ve bunların maslahatı için barış yapan milliyetçi ve ırkçı kesimlerin din’i mübin’i İslam ile bir bağları kalmadığı için bunlar kâfir olmuşlardır. Bu tür asabiyetçi hareket mensuplarının akıbeti, diğer kâfirlerin akıbeti gibi sonsuz cehennem ateşidir. Asabiyeti bunlardan daha hafif olan diğer bid’at ehli kesimler de derecelerine
3- Asabiyetin Kötü Akıbeti Asabiyet düşüncesinin hem bu dünyada akıbeti
göre bu suçlarının karşılığını muhakkak göreceklerdir.
vahim ve hem de ahirette akıbeti çok kötüdür.
Ebû Hureyre radıyallahu anhu dedi ki: Rasû-
Bu dünyadaki akıbeti zillet, meskenet, bölü-
lullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur-
nüp parçalanmak ve düşmanların kolayca yu-
du: “Her kim İslam dışında herhangi bir gaye için
tabileceği küçük lokmalar haline gelmektir.
açılmış bir bayrağın altında savaşır; asabiyet için
Çünkü düşmanın en derin tuzaklarından birisi
öfkelenir, asabiyete davet eder, asabiyet düşüncesiyle kavmine yardım eder de öldürülecek olursa; o, cahiliyye tarzı üzere öldürülmüştür.” (4)
-------------------------
1. Buhari: 2444 2. Ebû Dâvûd: 5119; İbni Mâce: 3949; İmam Ahmed, Müsned: 16986 3. Ebû Dâvûd: 5116; Tirmizi: 4299; İmam Ahmed, Müsned: 8736 4. Müslim: 1848; İbni Mâce: 3948; İmam Ahmed, Müsned: 7944
8
KASIM 2016
KAPAK DOSYA
Hakan Sarıküçük
KAVMİYETÇİLİĞİN İSLÂM ÜMMETİNE ZARARLARI H
amd; müslümanları tek bir ümmet kılan ve onları şeytanın safına tabi olmaktan sakındıran Allah’a, Salât ve Selâm ise; Tüm İslâm dışı sistemlere karşı duran ve İslam sancağının altında toplanmayı emreden efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselâm’a; Allah’ın affı ve mağfireti ise sadece İslâm’a mensup olmakla övünen ve diğer tüm batıl fikirlerden ve ideolojilerden uzak duran müminlerin üzerine olsun. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin bu ümmete yaptığı en büyük nasihatler-
den biri de vefat edeceği zamana yakın, veda hutbesi diye bilinen ve ümmeti için en çok endişe ettiği hususlarla ilgili olarak verdiği nasihatlerdir. Bu nasihatler içerisinde konumuzla ilgili olarak verdiği mesajlar gözden uzak tutulmaması gereken esaslardır. Nitekim şöyle buyurmaktadır Rahmet Peygamberi: “Ey İnsanlar, Rabbiniz birdir. Hepiniz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah katında en şerefli olanınız, takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arab olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Arab olmayanın da Arab üzerinde
SAFER 1438
9
bir üstünlüğü yoktur. Siyahın beyaz üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyazın da siyah üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.”(1)
Kişiyi üstün kılacak olan ailesi, kavmi, toplumu ve cemaati değildir. Asıl üstünlük takva sahibi olmaktır. Allah’ın emirlerine olan teslimiyettir. Kardeşlik bilincine sahip olup ümmet olabilmektir. Yaratılıştan kaynaklanan farklılıklar hususunda kendisi gibi olmayanı ötelememek, ona sıcak davranıp, samimi olabilmektir. Dost ve sırdaş olabilmek, İslâm kardeşliğini karın kardeşliğinden üstün tutabilmektir. Kardeşine yardımcı olabilmek, ona şefkat kanatlarını gerebilmektir. Renk ve dil ayrımı gözetmeksizin farklılıkları uzaklaşmak şeklinde değil de uzlaşmak olarak görebilmektir. Ümmet olabilmenin tüm ilkelerini öğrenip uygulayabilmektir. Kavmini, kabileni ve cemaatini kutsayıp hatada ve kusurda ortak olmamak, onları mutlak itaat mercii olarak görmemektir.
Görüldüğü gibi asıl övünülecek husus, İslâm sancağı altında bir araya gelmek ve İslâm’a mensubiyettir. Kişiyi üstün kılacak olan ailesi, kavmi, toplumu ve cemaati değildir. Asıl üstünlük takva sahibi olmaktır. Allah’ın emirlerine olan teslimiyettir. Kardeşlik bilincine sahip olup ümmet olabilmektir. Yaratılıştan kaynaklanan farklılıklar hususunda kendisi gibi olmayanı ötelememek, ona sıcak davranıp, samimi olabilmektir. Dost ve sırdaş olabilmek, İslâm kardeşliğini karın kardeşliğinden üstün tutabilmektir. Kardeşine yardımcı olabilmek, ona şefkat kanatlarını gerebilmektir. Renk ve dil ayrımı gözetmeksizin farklılıkları uzaklaşmak şeklinde değil de uzlaşmak olarak görebilmektir. Ümmet olabilmenin tüm ilkelerini öğrenip uygulayabilmektir. Kavmini, kabileni ve cemaatini kutsayıp hatada ve kusurda ortak olmamak, onları mutlak itaat mercii olarak görmemektir. İşte ümmet olmak dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna kadar her yeri ve içinde yaşayan müslüman kardeşlerini bir bütün olarak kendinden görebilmektir. Onlarla aramıza uçurumlar koymamaktır. Bilakis kâfirler tarafından masa başında cetvellerle çizilip ümmete dayatılan sınırları kaldırıp
“O iman, ittihad isterdi bizden, vahdet isterdi Nasıl “Bünyân-ı mersüs” olmamız lazımsa gösterdi!” dizelerinde olduğu gibi tek vücut şeklinde ve tek bir ümmet olarak kafirlere karşı durabilmektir. ***
“Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi Nehyedermiş bir fenalık görse kardeş kardeşi.”
10
KASIM 2016
dizelerinde olduğu gibi iyiliği emredip kötülükten nehyetmek suretiyle kardeşiyle yardımlaşmaktır. Ona değer verip zarar geleceğini gördüğü hususlara karşı ikaz etmektir. İşte değer verilmesi gereken ve övünülmesi gereken esaslar bunlar olmalıdır. Bugün İslâm ümmetine karşı her türlü baskı, zulüm ve yok etme politikalarını uygulayan kâfirler, müslümanların bir araya gelmelerini asla istemezler. Bu sebeple de onları daima bölecek, birbirine düşürecek, hatta birbirlerinin kanlarını dökmeyi helal görmelerine sebep olacak planları İslam coğrafyasında yüzlerce yıldır uygulamaktadırlar. Maalesef bu oyunlara alet olan biz müslümanlar tarihten bir türlü ibret alamadık.
Müslümanları bir bütün olarak görmekten korkan kâfirler her fırsatta onların içine ayrılık tohumları ekiyorlar. Bunlara dur diyebilen müslümanlar ise maalesef çok az oldukları için ya yok ediliyorlar veya farklı vasıflarla damgalanıp toplumlarından tecrid ediliyorlar.
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
bulunmayınız.” (2)
Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hadiste geçen ‘babanın bilmem nesini ısır’ cümlesindeki ‘bilmem nesini’ deyimi “el Henu” kelimesinin çevirisi olarak verilmiştir. Arapça’da bu kelime, anması veya söylenmesi çirkin olan şeyler için kinâye olarak kullanılır. Hadis şerhlerinde bu kelimenin zeker ve ferc ’den istiâre olduğu belirtilmektedir. (3)
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Diyor merhum Mehmet Akif. Ne acıdır ki hiçbir zaman ibret alınmıyor, dünyevi istekler ve menfaatler çatıştığında, bir anda tüm değerler rafa kaldırılabiliyor. Müslümanları bir bütün olarak görmekten korkan kâfirler her fırsatta onların içine ayrılık tohumları ekiyorlar. Bunlara dur diyebilen müslümanlar ise maalesef çok az oldukları için ya yok ediliyorlar veya farklı vasıflarla damgalanıp toplumlarından tecrid ediliyorlar. Peygamber aleyhisselâm kavmiyetçilik hususunda bir hayli hassas davranmış ve olabildiğince bir şiddetle ümmeti bu pis hastalıktan sakındırmıştır.
Rasûlullah aleyhisselâm’ın ırkçılığa karşı ümmetini uyanık tutması ve ırkçılığın ne kadar kötü ve zararlı bir şey olduğunu göstermesi bakımından bu hadîs, fevkalâde dikkat çekicidir. Irkçılığın ne kadar çirkin bir hastalık olduğunu gösteren başka hiçbir hadis olmasaydı bile, sadece bu hadîs-i şerîf ırkçılığın, soyunu üstün görmenin ve kavmiyetçiliğin, ne kadar adî ve rezil bir husus olduğunu göstermesi bakımından yeterli olurdu.
“Bir kimsenin cahiliye âdetince, kavim ve kabilesine intisab ederek (onlardan yardım taleb ettiğini) ve onlarla şereflendiğini duyacak olursanız ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır!’ deyiniz. Ve bunu açık açık söyleyerek, îmâ ve kinayede de
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bütün sohbetlerinde son derece nazik, edepli ve güzel sözlerle meseleleri açıkladığı halde, kavmiyetçilik ve ırkçılık dâvası ile ilgili olarak bu meseleleri ön plana çıkaran ve bayraklaştıranlara
SAFER 1438
11
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bütün sohbetlerinde son derece nazik, edepli ve güzel sözlerle meseleleri açıkladığı halde, kavmiyetçilik ve ırkçılık dâvası ile ilgili olarak bu meseleleri ön plana çıkaran ve bayraklaştıranlara karşı, gayet sert davranmış ve onları tahkir ve rezil edici ifadeler kullanmıştır. Bu husus, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir durumdur.
karşı, gayet sert davranmış ve onları tahkir ve rezil edici ifadeler kullanmıştır. Bu husus, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir durumdur. Hiçbir meselede bu kadar ağır ifadeler kullanmayan peygamber aleyhisselâm’ın bu tavrı göz ardı edilmemelidir.
12
KASIM 2016
Bugün kavmiyetçilik hastalığı müslümanlar arasında canlı tutulmaya çalışılırken kâfirlere baktığımızda tüm şahsi isteklerini bir kenara koyduklarını ve ortak çıkarları uğruna bir araya geldiklerini görüyoruz. Sınırlarını müslümanların dışında kendi dindaşlarına açmışlar, serbestçe birbirlerinin ülkelerinde dolaşabiliyorlar. Ortak para kullanmaya varıncaya kadar beraber olup birlikte kalkınmanın ve gelişmenin yollarını arıyorlar. Ancak mesele müslümanlara gelince onları olabildiğince bölüp sınırlarını daraltmaya çalışıyorlar. Birbirlerine rahat bir şekilde ulaşmalarını engel olacak yolları araştırıyor, gerek vize ile gerek de terör ile olsun kullanabilecekleri tüm zorlukları müslümanların aleyhine olacak şekilde uyguluyorlar. Kendi içlerine sokmamak hususunda çalıştıkları gibi müslümanların birbirleri ile görüşmelerini, birlikteliklerini ve ticaret yapmalarını bile engelleyecek birçok hain planı yapıp uygulamakta gevşek davranmıyorlar. Maalesef günümüzde müslümanların kendi vatanlarında bile ülke sınırları içinde bir şehirden başka bir şehire ulaşmaları can, mal, ırz vs. gibi endişeler sebebiyle zorlaşmıştır. Doğuda bir vilayete gitmeyi düşünen batıdaki bir kişi oraya ulaşıncaya kadar ya türlü türlü kontrollerden geçmekte ya da yolda başına gelecek olan hususlardan endişe etmektedir. Rahat ve huzurlu bir şekilde seyahat hakkından mahrum kalmıştır. Kendi ülkesindeki kardeşlerine karşı bedenen uzaklaşan kişilerin kalpleri zamanla birbirlerine karşı sevgi hislerinde azalma yaşayacak, zamanla bu buğza ve kin duymaya kadar varabilecektir. Belli bir zaman sonra artık o topraklarda yaşayanları farklı bir ırktan görmeye başlayacak, onları farklı düşünen, farklı konuşan, farklı hareket eden kişiler olarak tanıyacaktır. Maalesef bu durum zamanla karşı karşıya gelmeye ve sınır mücadelesine sevk edecektir. Bunu çok iyi anlayan kâfirler tarih bo-
yunca bunun mücadelesini vermişler ve “böl, parçala ve yut” prensibiyle hareket ederek müslümanların arasına çok tehlikeli fikirsel ayrılıkları sokmuşlardır. Kavmiyetçilik te bu hastalıklar içerisindeki yerini almıştır. Ümmet olarak, tepkisizlik ya da gecikmiş cılız tepkilerimizle, organlar arası irtibatları oldukça zayıflamış, duyarlığı büyük ölçüde kaybolmuş bir vücudu andırmaktayız. Zira değil karşı koymak için, tıbbî ve insanî yardım için bile bizden olmayan dış ve düşman odakların iznini alma zilletini yaşıyor olduk. Bugün kardeşlerimize bir ilaç veya ekmek göndermemizin bile önüne setler çekilmiştir. *** “Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamberden?
İslâm ümmeti, sınırları İslâm ve imanla çizilmiş kardeşler topluluğudur. Bu bünyeye imandan başka hiç bir şey; ne ırk, ne renk, ne de coğrafya asla sınır çizemez. İslâm kardeşliğinin yegâne belirleyici ön şartı “La ilahe illallah MuhammedurRasûlullah” demektir. Bu kelime-i tevhîd’i söyleyen herkes Müslüman’dır ve öteki Müslümanların din kardeşidir.
Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken, Kalb-i pakinde duyarmış o musibetten acı, Sizden elbette olur ruh-i Nebî davacı!..” (4) Allahu Teâlâ’nın “Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.” (5) buyruğunda geçen “Ve birbirinizle tanışmanız için” kaydını gerçekleştirebilmek bugün için olabildiğince zorlaştırılmış, dikenli teller, mayınlı araziler, gözetleme kuleleri, keskin nişancılar, yüksek duvarlar, tel örgüler, geçiş ve kontrol noktaları ve burada saymayı unuttuğumuz daha bir çok şekilde müslümanların kendi dindaşlarını görmeleri onları ziyaret etmeleri engellenmiştir. Bu söylediklerimiz düşünüldüğünde halkı müslüman olan birçok ülke de bunların yaşanmakta olduğunu müşahede ederiz.
Peki, ne yapmalıyız? Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, “Ancak mü’minler kardeştir” (6) şeklinde, sevgili Peygamberimiz de hadisi şerifinde: “Müslüman müslümanın kardeşidir” buyur-
muş, dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi zaman da yaşarsa yaşasın bütün Müslümanların din kardeşi olduklarını tüm dünyaya duyurmuştur. Medine’ye ilk olarak teşrif ettiklerinde, Mekke’den gelen Muhacirlerden her birini Medineli Müslümanlardan biri ile kardeş ilân etmiş, böylece ilk İslâm toplumunu, kardeşlik esası ve uygulamasıyla başlatmıştır. Modern dünyanın “toplum dayanışması” dediği ve aradığı oluşumu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kıyamete kadar yaşayacak olan ümmetine örnek olmak üzere muâhât (kardeşlik) uygulamasıyla, daha ilk İslâm toplumunda gerçekleştirmiştir. İslâm ümmeti, sınırları İslâm ve imanla çizilmiş kardeşler topluluğudur. Bu bünyeye imandan başka hiç bir şey; ne ırk, ne renk, ne de coğrafya asla sınır çizemez. İslâm kardeşliğinin yegâne belirleyici ön şartı “La ilahe illallah Muhammedur-Rasûlullah” demektir. Bu kelime-i
SAFER 1438
13
tevhîd’i söyleyen herkes Müslüman’dır ve öteki Müslümanların din kardeşidir.
saklamıştır. Bilhassa İslâm kardeşliği ve İslâm
Bu sebeple Müslümanlar, kardeşliği Kitap ve Sünnet ile ilan edilmiş bir ümmettir. Ve ümmet olma şuurunu asla kaybetmemelidirler.
ırkçılığı şiddetle yasaklamıştır.
Gelin “Peki, ne yapmalıyız?” sorusunun cevabını bir de peygamber aleyhisselâm’dan dinleyelim.
sa da mı?” “Evet!” cevabını verdi. “Oruç tutsa
“Kim, itaatten ayrılır ve (İslâmi) cemaati terketmiş halde ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur. Kim de, ummiyye (gayesiz, hedefsiz iş, asabiyet ve kavmiyet için yapılan savaş) bir bayrağın altında savaşır, asabiyet (kavmiyet) için öfkelenir veya asabiyete (kavmiyetçiliğe) çağırır veya asabiyete devam eder ve bu esnada öldürülürse, onun ölümü câhiliye ölümüdür.” (7) İşte hadiste de beyan edildiği üzere kavmiyetçilikten ve ona davet eden her türlü akımdan uzak durmalı, daima ümmet şuuru içerisindeki müslümanlarla birlikte olmalıyız. Câhiliyye insanının dediği gibi: “Ben ve benim soyum-sopum, kavmim, kabilem her zaman haklıdır ve ne olursa olsun ben kavmimden yanayım” anlayışının kavmiyetçilik ve tefrika olduğunu, İslâm’ında bunu yasakladığının bilmeliyiz. Nitekim bir hadîs-i şerîfte sevgili Peygamberimiz: “Zâlim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et” buyurmuştur. -Mazlum kardeşe yardımı anladık, fakat zâlime nasıl yardım edeceğiz? diye sorduklarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Onu da zulmünden vaz geçirirsiniz. Bu da ona yardımdır” (8) buyurmuştur. Evet, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın elçisi olarak, müminlerin birlik ve beraberliğini bozan, zedeleyen her türlü düşünce ve fiili ile her çeşit kötü ahlâkı ya-
14
KASIM 2016
birliğinin en zararlı, en büyük düşmanı olan
“Kim kavmiyetçilik dâvası güderse, cehennemde iki dizi üzerine çökecek olanlardır.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, oruç tutsa da, namaz kılda, namaz kılsa da.” (9) İşte ümmet bilinci, bu tür habis hastalıkların tümüne karşı kesin tesiri olacak ilahi bir merhemdir. Tek bir Ümmet olmaya dayalı bir bilinci zihinlerimizde ve müslümanların bulunduğu coğrafyalarda yaşanır kılacağımız güne kadar içinde bulunduğumuz bu asırda yaşamakta olduğumuz sıkıntılar şu ya da bu boyutta yaşanmaya ne yazık ki devam edecektir. İlaç her zaman olduğu gibi İslâm’ın ta kendisidir. Her sistem gibi İslâm da kendi ümmetini ve medeniyetini belli esaslar üzerine kurmuştur. İnançta tevhidi, toplumda kardeşliği ve birliği esas almıştır. Bu esaslar dâhilinde İslam bizler için hem dünyayı, hem de ahireti düzenleyen büyük bir nimettir. Ve bu nimetin değeri asla ihmal edilmemelidir. Selam ve dua ile...
-------------------------
1. Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632. 2. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 5, 136; Şeybânî, Şerhü Siyeri’l-Kebîr, 1, 90. Bu hadisin sahih olduğu rivayet edilmiştir. 3. Tahavi, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, 8/231-238; Ebû ‘Ubeyd Garîbu’l-Hadîs; İbnu’l-Esîr en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs 4. Safahat, s. 164 5. Hucurat,13. 6. Hucurat, 10. 7. Müslim, İmâret, 53-57. 8. Buhârî, Mezalim 4, İkrah 7; Tirmizi, Fiten 68. 9. Hâkim, Müstedrek 4, 298
KAPAK DOSYA
Muaz Akgün
ASABİYET Yardım Etmektir
Bir Kavme Zulümde
َس ِم ْع ُت: َقالَ ْت،َع ْن ا ْم َرأَ ٍة ِم ْن ُه ْم ُيقَا ُل لَ َها فُ َس ْي َل ُة َسأَلْ ُت َر ُسو َل الل ِه َصلَّى الل ُه َع َل ْي ِه: َيقُو ُل،أَبِي أَ ِم َن الْ َع َص ِب َّي ِة أَ ْن، َيا َر ُسو َل الل ِه:َو َسلَّ َم َف ُق ْل ُت َولَ ِك ْن ِم َن الْ َع َص ِب َّي ِة، « َلا:ُي ِح َّب ال َّر ُج ُل َق ْو َم ُه؟ َقا َل ين ال َّر ُج ُل َق ْو َم ُه َع َلى ال ُّظ ْل ِم َ أَ ْن ُي ِع
F
üseyle’nin babası (radıyallahu anh) şöyle anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Kişinin kavmini sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı? diye sordum. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Fakat kişinin kavmine zulüm üzerine yardımcı olması, asabiyettir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; İbn Mâce, Fiten 7)
SAFER 1438
15
üstünlük kaygısı, geçmişten günümüze en büyük sorunlardan birini teşkil eder. Ancak ayet-i
Kavmiyetçilik, ırkçılık ve asabiyet kavramları yerine son birkaç yüzyıldan beri milliyetçilik terimi kullanılmaktadır. Bu noktada milliyetçilik kavramının Kur’ân’da ve hadislerde geçen millet kelimeleriyle karıştırılmaması gerekir. Kur’ân’da ve hadislerde yer alan millet kavramı, asabiyet anlamında değil genellikle din, şeriat, sünnet gibi anlamlarda kullanılmıştır.
kerimede de belirtildiği gibi asıl üstünlük takvadadır. İşte dünya hayatı; kendi ırkını, kavmini üstün görenlerle takvayı hedefleyenlerin karşılıklı mücadelesine sahne olmaktadır. Günümüzde kendi kavmini üstün görme fiili daha çok milliyetçilik, ırkçılık gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Ancak Hz. Peygamber dönemini ve yukarıda zikredilen rivayeti daha iyi anlamak için ilgili dönemle yaşadığımız çağda yaygın olan kavramları kısaca ele almakta yarar vardır. İslam’dan önce Arap toplumunda kabileler halinde yaşanmaktaydı. Her kabile kendini diğerinden üstün görür, birbiriyle rekabet ederdi. Suç ve suçun mahiyeti önemsenmeden haksız da olsa mensup olduğu kabile kendi
Erkek ya da kadın olarak yaratılmak, insanın kendi iradesine bırakılmadığı gibi hangi top-
üyesini savunur ve bu kan davası boyutuna ulaşabilirdi.
luluğun içerisinde ve hangi bölgede var edile-
Hz. Peygamber, kendi kavmini üstün görmeyi
Allah
erdemli bir iş sayan bir toplumu, asabiyyetten
azze ve cellenin insanı farklı bölgelerde farklı
uhuvvete doğru yöneltmiştir. İnsanların ırk-
ceği de onun isteğine bırakılmamıştır.
(1)
kabilelere ayırarak yaratmasının hikmeti ise insanların birbirleriyle tanışarak iletişime geçmeleridir. İnsanların birbirleriyle tanışarak iletişime geçmelerinin ardından nefsin yol açtığı
larının, kavimlerinin ne olduğunun önemli olmadığını, tüm insanların Allah katında eşit olduğunu tüm insanlığa tebliğ etmiştir. Nitekim veda hutbesindeki: “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arab’ın başka ırka, başka ırkın Arab’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlak üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur” (2) sözü, ayrımcılığı reddetmekte ve İslam kardeşliğinin önemini vurgulamaktadır. Kavmiyetçilik, ırkçılık ve asabiyet kavramları yerine son birkaç yüzyıldan beri milliyetçilik terimi kullanılmaktadır. Bu noktada milliyetçilik kavramının Kur’ân’da ve hadislerde geçen millet kelimeleriyle karıştırılmaması gerekir. Kur’ân’da ve hadislerde yer alan millet kavramı, asabiyet anlamında değil genellikle din, şeriat, sünnet gibi anlamlarda kullanılmıştır. (3) “Sen dinlerine (milletlerine) uymadıkça ne
16
KASIM 2016
Yahudiler ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar.”(4) ayeti örnek olarak verilebilir. Günümüzde kullanılan milliyetçilik kavramının ise, belirli bir coğrafyada ortak kültürel veya etnik kökene sahip toplulukların siyasî ve tarihî meşruiyetiyle yüceltilmesini hedefleyen siyasal, sosyal, kültürel, dinî düşünce ve yaklaşımlarla ideolojik anlamda millî devletin güçlenmesini en önemli hedef sayan bir anlayış olarak milliyetçiliğin 1789 Fransız İhtilâli’nin ardından geliştiği kabul edilir. (5) Etnik kökene sahip toplulukların kendilerini yüceltmelerini
Etnik kökene sahip toplulukların kendilerini yüceltmelerini gaye edinen milliyetçilik, asabiyetle ve ırkçılıkla benzerlik taşır. Bu anlamda Hz. Peygamber’in asabiyete dair hadisleri milliyetçiliği yermekte, bu anlayış uğrana yapılan her türlü gayreti cahiliye adeti olarak nitelemektedir.
gaye edinen milliyetçilik, asabiyetle ve ırkçılıkla benzerlik taşır. Bu anlamda Hz. Peygamber’in asabiyete dair hadisleri milliyetçiliği yermekte, bu anlayış uğrana yapılan her türlü gayreti ca-
olduğu soy-sop, millet ve ırkı sevmesi, onları
hiliye adeti olarak nitelemektedir.
kendisine yakın hissetmesi, daha doğrusu ken-
(6)
Yukarıda verilen rivâyeti kısaca açıklayarak
disini onlarla aynı sayması pek tabiî bir duygu-
sözlerimize son verebiliriz. Bu hadiste kavmi-
dur. Ancak soyu ve milletini iman değerlerinin
yetçiliğin hangi durumda ortaya çıktığı, diğer
üzerine geçirerek haksızlıklara başvurması,
bir ifadeyle kavmiyetçiliğin illetine vurgu ya-
mümin kişi için beklenmeyen bir durumdur.
pılmaktadır. Buna göre, kişinin kendi ırkı, kavmi, soyu ve milleti adına haksız yere mücadele vermesi, bu uğurda kavminin zulmüne ve yaptığı haksızlıklara ortak olması milliyetçiliktir. Ve milliyetçilik davası güdenler, önemli bir iş yaptıklarını zannetseler de boşa çabalamaktadırlar. Hz. Peygamber’in şu hadisi, bu boş çaba-
Sonuç olarak, hak duygusunu kaybeden, kavmi için zulümden geri durmayan, ‘ben ve benim soyum, kavmim ve milletim haklıdır, ne olursa olsun onların yanındayım’ diyen birey milliyetçilik yapmaktadır. İslam ise bu haksızlığa karşıdır. (8)
nın tasvirini şöyle yapar: “Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş
-------------------------
deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.”
(7)
Çünkü kuyruğundan tutmakla deve
kuyudan çıkarılamaz. Aksine hem deve hem de deveyi çıkarmaya çalışan helak olur. İşte bu hadisin ifade ettiği gibi, haksızlıkta kavmine yardımcı olmaya çalışmak hiçbir yarar sağlamaz. Konu başlığımızda yer alan hadiste calib-i dikkat olan ikinci husus, kişinin kendi kavmine sevgi beslemesinin kavmiyetçilik olmadığıdır. Zira İslam, fıtrî ve haktan yana bir sistemdir. Kişinin hiçbir mücadelesi olmadan mensup
1. Hucurât (49), 13. 2. Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber Döneminin Siyasi-İradi Belgeleri, çev.: Vecdi Akyüz, Kitabevi, İstanbul, 2002, s. 362. 3. Millet kavramı ile ilgili daha fazla bilgi için bk. Kerimoğlu, Yusuf, Kelimeler, Kavramalar, İnkilab Yayınları, İstanbul, 2004, s. 232-236. 4. Bakara (2), 120. 5. Özcan, Azmi, “Milliyetçilik”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, 2005, XXX, 84. 6. Müslim, İmaret 57; Nesâi, Tahrim 28. 7. Ebû Davud, Edeb 112. 8. Çakan, İsmail L., Hadislerle Gerçekler, İstanbul, İFAV, 2015, s. 495.
SAFER 1438
17
KAPAK DOSYA
Emrah Seven
MILLIYETÇILIK
Akımları ve Kurucuları M “Milliyetçilik, ‘uyuyan güzel’ ile başlayan, ‘Frankeştayn’ın canavarı’ ile biten bir öyküdür. Kenneth R. Minogue
18
KASIM 2016
illiyetçilik, milletin çıkar ve değerlerini tüm öteki çıkar ve değerlerin üstünde tutan siyasi hareket ve teorilerinin genel adıdır. Milliyetçi teorilerde, toplumu ilgilendiren her türlü düşünce ve hareketin meşruiyeti, millete bağlılık ve sadakatte aranır. (1) Milliyetçilik akımında en üstün kabul edilen değer kendi ideolojisini hâkim kılmak ve milliyetçi bir devleti kurmaktır. Milliyetçilik akımı özellikle fikri yapısını, temellerini 19.yüzyılda alsa da kökeni 1789 Fransız ihtilaline dayanır. Fransız ihtilalinin getirmiş olduğu ulus – devlet, halk, eşitlik gibi kavramlar milliyetçilik akımlarının temelini oluşturur.
Milliyetçilik, Liberalizm, Sosyalizm, Anarşizm gibi modernleşme dönemine ait batılı ideolojilerden biridir. İslam ülkeleri, tarihinin hiçbir döneminde İslam Fıkhı ve İslami yönetime alternatif bir ideoloji meydana getirmemiştir. Belirttiğimiz tüm bu ideolojiler batı menşeilidir, patentleri batıya aittir. Belli bazı dönemlerde İslam ülkelerini etkisi altına almış Birinci Dünya savaşının akabinde ulus devletler kurulmuştur. Milliyetçilik akımı evrensel fikirlere sahip değildir. Diğer Millet ve toplulukları etkisi altına alamayıp kuşatamadığından dolayı faşist bir yapıya bürünür. Egemen olduğu her dönemde milyonlarca insanın ölümüne de sebep olmuştur. Tarih, toplumların ortak hafızasıdır. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı bizim en önemli tanıklığımızdır ve bu savaşların etkisi hala devam etmektedir. Milliyetçilik akımını şöyle sınıflandırabiliriz: Siyasi olarak genelde batılı ideolojiler ve kendi ırkını yüceltenler Türkçülük, Turancılık, Kürtçülük, Faşizm ve Kemalizm gibi siyasi menşeli olanlar.
Benito Mussolini iktidarında İtalya’da ilk varlığını gösterse de Faşizm denilince ilk akla gelen isim Adolf Hitler. Germen ırkının diğer ırklardan üstün olduğunu savunan Hitler, diğer ırkları Germen ırkının hizmetkârları olarak görmüştür. Bu ideoloji ile Hitler, kafatası ölçe-
Faşizm Faşizm 20. Yüzyılda fiilen ortaya çıkmış, sosyal ekonomik bir sistemdir. Faşist doktrin üç temel ilkeden hareket eder: Irk teorisinden kaynaklanan milliyetçilik; bütün sosyal ve ekonomik hayata tek ve yalnız başına egemen olan devletçilik; yayılmak ve tüm dünyaya hâkim olmak için savaş. Yani faşist teorinin felsefesi; milliyetçilik, uygulaması; devletçilik, dış politikası ise; savaştır. (2) Faşizm bir sistem olarak 1942-1945 yılları arasında İtalya’nın siyasi rejimi oldu. (3) Marksizm’e tepki olarak doğan Faşizm, Birinci Dünya savaşından yenik düşen devletlere bir umut oldu. Kaybettiği toprakları geri alma, Irk temelli devlet kurma, diğer ırkları kendi hizmetinde kullanma hedefleri ortaya çıktı.
Arap ülkelerinde etkisini gösteren milliyetçi akım ise Baas milliyetçiliği. Özellikle Suriye ve Irak’ta varlık gösteren bu ideoloji Arap milliyetçiliği ile sosyalizmin birleşiminden oluşmuştur. Etkin olduğu ülkelerde askeri darbelerle yönetimi ele geçirmiş, halkını katletmekten çekinmemiştir. Irak’ta Halepçe katliamını, Suriye’de Hama katliamını Baas iktidarları gerçekleştirmiştir.
SAFER 1438
19
lar milliyetçilik akımlarından etkilenmişler ve akabinde bağımsızlıklarını ilan ederek ulus devletlerini kurmuşlardır.
Milliyetçilik, Liberalizm, Sosyalizm, Anarşizm gibi modernleşme dönemine ait batılı ideolojilerden biridir. İslam ülkeleri, tarihinin hiçbir döneminde İslam Fıkhı ve İslami yönetime alternatif bir ideoloji meydana getirmemiştir. Belirttiğimiz tüm bu ideolojiler batı menşeilidir, patentleri batıya aittir. Belli bazı dönemlerde İslam ülkelerini etkisi altına almış Birinci Dünya savaşının akabinde ulus devletler kurulmuştur.
Azınlık unsurlarının bağımsızlıklarını ilanından sonra Osmanlı Devletinin kurtuluşu için yollar aranmış, İslamcılık fikri ortaya atılmış, Arap isyanları ve devletin kademelerini ele geçiren İttihat ve Terakki Fırkası ve Enver Paşa’nın etkisiyle Turancılık fikri benimsenmiştir. Enver Paşa’nın Osmanlı’nın kaybettiği toprakları geri alma fikri Osmanlıyı Birinci Dünya savaşına girmesini sağlamış ve neticesinde Osmanlı Devleti savaştan yenik çıkmıştır. Turancılık fikrinin yetersiz olduğu düşüncesi ortaya çıkınca Mustafa Kemal etrafında şekillenen kurucu ideoloji Türkçülük akımını ortaya atmışlardır. Atatürk’ün ve devletin kurucu ideolojisi milliyetçi unsurları içerisinde barındırır. “Atatürkçülük” nasıl bir ‘maneviyat’la kurulmuştu, hatırlayalım: Kemalettin Kamu “Ne örümcek ne yosun/Ne mucize ne füsun/Kâbe Arabın olsun/Bize Çankaya yeter” diyordu.
rek kendine has bir metot oluşturmuş, kendi ırkının kutsiyetine inanmıştır. Batılı ülkeler içerisinden çıkan bu kan emici ideolojiler Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franko liderliğinde Dünya’nın her bölgesinde binlerce masum insanın kanına girmekten geri durmamışlardır. Bu katliamları, şimdilerde Batı farklı bir ideoloji kılıfına bürünerek gerçekleştiriyor.
Kemalizim – Türkçülük – Turancılık Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi Kemalist, Türkçü, Turancı bir yapıya sahiptir. Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu milliyetçi akımlar en fazla imparatorlukları etkilemiştir. Etkilenenlerin başında ise Osmanlı imparatorluğu gelmektedir. Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerinde özellikle azınlık unsur-
20
KASIM 2016
Yusuf Ziya Ortaç, “(Atatürk) Yoktan var ediyor Tanrı gibi her şeyi” diyordu. Behçet Kemal Çağlar, “Ey Samsun’da karaya çıkan ilah, merhaba!” diyordu. Aka Gündüz, “Atatürk’ün tapkınıyız. Her şey (O)’dur. Her yerde (O) var” diyordu. Yaşar Nabi, “Motorların şarkısı olsun yeni bestemiz/Yeni din ezanları minareler yerine/ Bulutları püskürten bacalardan okunsun... / Ceddimiz nasıl önce tapardıysa ateşe/Öyle Cumhuriyetle doldurduk kalbimizi” diyordu. Betin, “Atatürk ekber! Atatürk ekber! Ancak O var: Atatürk” diyordu. Kemalizm Türkçülüğün yanında inanç olarak Atatürk’ü kutsar. Türk milliyetçiliği ise ırkının kutsiyetine inanır.
Baas Milliyetçiliği Arap ülkelerinde etkisini gösteren milliyetçi akım ise Baas milliyetçiliği. Özellikle Suriye ve Irak’ta varlık gösteren bu ideoloji Arap milliyetçiliği ile sosyalizmin birleşiminden oluşmuştur. Etkin olduğu ülkelerde askeri darbelerle yönetimi ele geçirmiş, halkını katletmekten çekinmemiştir. Irak’ta Halepçe katliamını, Suriye’de Hama katliamını Baas iktidarları gerçekleştirmiştir. Irak’ta Saddam, Amerika darbesiyle bitmiş. Suriye’de ise muhalifler Baas’ın son temsilcisi olan Esad’ı cehenneme göndererek bu milliyetçilik akımının kökünü kazıyacaklar Allah’ın izniyle.
Yahudilik Milliyetçiliğin siyasi boyutu Fransız ihtilali ile başlasa da dini boyutun temellerinde Yahudilik inancına dayanır. Yeryüzüne bütün kötülükleri yayan kavim inanç olarak da zihinleri bulandırmaktan geri durmaz. Yahudiler de Faşist Hitler gibi ırkçılıkla ilgili benzer iddialar sunar. İsrail kavmini ‘Yahova, bütün dünyayı idare etmesi için en yetenekli bir kavim ve ırk seçmişti. Yahudilerin dışında kalan herkes aşağılıktır. Bir kimse istese de asla Yahudi olamaz. Yahudi ırkı bu anlamda bütün dünyaya kapalıdır.’ (4) Bu noktada inanç olarak da çelişkileri olan bu din Milliyetçi bir yapıdadır. Faşisttir. Gaddardır. Zalimdir. İnsan kıyımı gerçekleştirmekten bir adım olsun tereddütte düşmemiş, lanetli bir kavimdir.
Sonuç Milliyetçi akımlarla ilgili çıkaracağımız sonuçlardan en önemlisi bu akımların temeli batı kökenlidir. Batılı emperyalistler, Müslümanları yönetmek, Müslümanların topraklarını sömürmek ve işgal etmek için beşeri ideolojilerle Müslüman coğrafyaları etkisi altına almaya çalışmaktadır. Milliyetçilik akımında herkes bir şeyleri bay-
raklaştırmıştır. Kimi devletini, kimi ırkını, kimi liderini put haline getirmiş. Ortak yönleri bayraklaştırdıkları kavramlarla diğerlerini kendilerinin hizmetkârları, uşakları görmeleridir. Daha önceleri 600 sene boyunca Osmanlı Devletinde böyle bir tartışma ve çekişme yokken Batı emperyalizmi gözünü bu topraklara dikince birdenbire Araplar, Kürtler ve Türkler birbirlerine düşman kesildiler. Bu sebeple Milliyetçilik kan ve gözyaşından başka bir şey getirmemiştir. Müslümanların İslam’dan başka yönetim modeli ve inancı olamaz. İslam yeryüzüne yine yeniden hâkim olursa dini, ırkı, dili, düşüncesi ne olursa olsun insan olan herkes adalet içerisinde yaşar. Şanlı tarihimiz buna şahittir.
-------------------------
1. Şükrü Karatepe, Siyasi İdeolojiler, İz Yayıncılık 2. A. B, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Çıra Yayınları 3. A. B, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Çıra Yayınları 4. A. B, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Çıra Yayınları
SAFER 1438
21
KAPAK DOSYA
Ahmed İnal
ULUSÇULUĞA BİR ANTİTEZ OLARAK;
ARAP OLMAYAN SAHABiLER VE İSLÂM’A HİZMETLERİ
İ Rasûlullah (sav) davetini zengin, fakir, soylu, köle, genç, yaşlı, siyah tenli, beyaz tenli, Arap olan, Arap olmayan fark etmeksizin herkese ulaştırmanın gayretindeydi. Nitekim kısa bir süre sonra yanında toplanan insanlar bahsi geçen sınıflardan hepsinden numuneler taşıyordu. Rasûlullah (sav) böylece tüm insanlığa büyük bir ders veriyordu. Üstünlüğün iman ve takvanın dışında farklı bir yerde aranmaması gerektiğini tüm dünyaya ilan ediyordu. Bu basit bir haykırmadan ibaret değildi elbette.
nsanları renklerine ve ırklarına göre sınıflandırıp aralarında üstünlük peyda etme hastalığı etkisini tarih boyunca hissettirmiştir. Bu düşünce yapısının etkisiyle toplumlar kendi içlerinde ciddi kırılmalar yaşamış, birçok kimse yaptığı zulüm ve haksızlığa bu yolla kılıf bulmuş, birçokları da uğradığı zulme sessiz kalma mecburiyetinde kalmıştır. Hatta bu durum, insanların zihin dünyalarına ve yaşantılarına o kadar sirayet etmiştir ki; kimi zaman bir takım kimseler tanrılarla aynı soydan geldiklerini iddia ederek bulundukları toplumlarda hegemonyalarını oluşturmayı başarmıştır. Aslında bahsini ettiğimiz hastalığın menşei insanların bizzat kendileri değildir. Kur’an-ı Kerim, bu hastalığın ilk numunesinin Şeytan eliyle meydana geldiğini ve onun etkisiyle insanlara sirayet ettiğini bildirmektedir. “Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım. “Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfle-
22
KASIM 2016
dim mi derhal ona secdeye kapanın.” Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah: “Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi. İblis dedi ki: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.' Allah: “Hemen çık oradan, artık sen kovuldun.” “Ve elbette lanetim ceza gününe kadar senin üzerindedir.” buyurdu.” (Sad, 71-78) Şeytan, kendince basit bir mantık yürütüp ateşin topraktan daha üstün olduğu sonucuna varmış ve âlemlerin rabbinin emrine karşı çıkmıştı. Sergilemiş olduğu bu hareketle de Milliyetçilik / Irkçılık/ Ulusçuluk yolunda atılan ilk adımın sahibi olmuştu. Oysaki Allah’ın (cc) insanları farklı ırk ve renklerde yaratması bambaşka bir hikmete mebniydi. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat,13) Rasûlullah (sav) ilk İslam toplumunu inşa ederken bu ayet gereğince hareket etmişti. O’nun nazarında insanların renklerinin, makam ve mevkilerinin, kabilelerinin üstünlük belirtme açısından hiçbir kıymeti yoktu. Rasûlullah (sav) davetini zengin, fakir, soylu, köle, genç, yaşlı, siyah tenli, beyaz tenli, Arap olan, Arap olmayan fark etmeksizin herkese ulaştırmanın gayretindeydi. Nitekim kısa bir süre sonra yanında toplanan insanlar bahsi geçen sınıflardan hepsinden numuneler taşıyordu. Rasûlullah (sav) böylece tüm insanlığa büyük bir ders veriyordu. Üstünlüğün iman ve takvanın dışında farklı bir yerde aranmaması gerektiğini tüm dünyaya ilan ediyordu. Bu basit bir haykırmadan ibaret
Çok yer gezip farklı tecrübeler elde etmesi sonucu geniş birikime sahip olan Selman’ın Taif’in fethi sırasında mancınık ve debbabe kullanılmasını tavsiye ettiği ve bunların yapımını bizzat gerçekleştirdiği belirtilmektedir.
değildi elbette. Çünkü Rasûlullah ‘ın farklı ırk ve kabilelerden teşekkül ettirdiği bu renkli yapı ilk dönemlerde bazı sıkıntılar yaşasa da netice itibariyle insanlığa örnek olabilecek başarılı bir numuneydi. Çünkü Arabından Farisisine, Habeşlisinden, Yemenlisine kadar yetiştirdiği bu yiğitler dünyayı yerinden oynatarak ve herkesin kendilerinden korktuğu süper güçleri tarihin tozlu sayfalarına iterek İslam kardeşliğinin kendilerine kazandırdığı üstün gücü asrın idrakine söyleteceklerdi. İşte bu yiğitlerden birisi de Selman-ı Farisiydi… Asıl adı Mahbe b. Buzehmeşan iken Müslüman olduktan sonra kendini Selman İbnü’l-İslâm diye tanıtan, Selman el-Hayr, Selman-ı Pak veya Selman el-Hakim diye de anılan büyük sahabi… Aslen İran’ın Ramehürmüz şehrine nispet edilen Selman, Mecusi ateşkedesinde kutsal ateşin sönmemesini sağlamakla görevli iken yeni bir din arayışına girmiş ve ailesinin şiddetli muhalefetine rağmen Hıristiyanlığı benimseyerek Dımaşk’a kaçmıştı. Yaşadığı maceralı serüvenin sonunda kendisini Medine’de bir köle olarak bulan Selman(r.a) Rasûlullah ’ın(sav) Kuba’ya geldiğini haber aldığı anda hedefine ulaşmıştı. Çünkü hidayet aradığı günlerde bir papaz O’na, pek yakında Arap yarımadasında İbrahim peygamberin Hanif dini üzere gönderilecek son peygamberin geleceğini haber vermiş ve O’nun bazı özelliklerinden bahsetmişti. Şimdi Sel-
SAFER 1438
23
man(r.a) için yeni bir dönem başlıyordu. Mecusiliği terk edip Hıristiyanlıkta hidayet arayışları içine giren ve aradığını tam olarak bulamayan Selman şimdi İslam ile şereflenmişti. Mecusi ateşinin sönmemesi için uğraşan Selman artık İslam nurunun sönmemesi, kâinatı aydınlatması için uğraşacaktı. Selman(r.a) İslam’ı o kadar benimsemişti ki; insanlar arasında anılması bile İslam ile olmuştu. Herkes kendisini kabilesine nispet edip bununla gurur kaynağı oluşturmaya çalışırken O, kendisini Selman İbnü’l-İslâm(İslam’ın oğlu Selman) olarak tanıtmış ve İslam ile yeniden doğduğunun gururunu ilan etmişti herkese. Selman bulduğu yeni dinin ve edindiği yeni kardeşlerin kıymetini bu denli bilirken Ensar ve Muhacir de Selman’ı Arap olmadığı için dışlamamışlar; kardeşleri olarak kabul etmişlerdi. Hendek Gazvesi sırasında hendek kazılmasını teklif etmesi ve hendek kazmadaki başarısı dolayısıyla ensar ve muhacir Selman’ı kendilerinden sayma konusunda ihtilafa düşmüş, Rasûlullah , “Selman bizden, Ehl-i beyt’tendir” diyerek bu tartışmaya son vermişti. Rasul-i Ekrem’in bu sözüne dayanan Hz. Ömer diğer Ehl-i beyt mensuplarına olduğu gibi ona da maaş bağlamış; fakat Selman bu parayı sadaka olarak dağıtıp hurma liflerinden ördüğü hasırları satmak suretiyle hayatını kazanma yolunu seçmişti. Bizler O’nun ismini İslam tarihinde ağırlıklı olarak Hendek Savaşı’ndaki teklifiyle anarız. Ancak Selman’ın(r.a) ümmet için yapmış olduğu hizmetler bununla sınırlı değildir. Çok yer gezip farklı tecrübeler elde etmesi sonucu geniş birikime sahip olan Selman’ın Taif’in fethi sırasında mancınık ve debbabe kullanılmasını tavsiye ettiği ve bunların yapımını bizzat gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Selman(r.a) Hz. Ömer’in halifeliği zamanında İran’ın fethi için hazırlanan orduya da iştirak etti. Bu orduda çok mühim hizmetlerde bulundu. Çünkü kendisi de İranlı idi. Bu sebeple, bilmedikleri topraklarda ilerleyen İslam ordusuna kılavuzluk yaptı. Onlara İranlıların kullandıkları silahlar ve savaş taktik-
24
KASIM 2016
leri hakkında bilgi verdi. İran ordusunun savaş için kullandıkları filleri nasıl öldüreceklerini öğretti. Bu arada İranlıların İslamiyet’i kabul etmeleri hususunda elinden gelen gayreti gösterdi. Onları kendi lisanlarıyla Müslüman olmaya davet etti. İslamiyet’in güzelliklerini anlattı. Selman’ın, Hz. Ömer’in emriyle Kufe şehrinin kuruluşu aşamasında ve sonrasında da önemli katkıları oldu ve halife onu Medain’e vali tayin etti. Hz. Osman’ın hilafetinin sonlarına kadar valilik görevine devam eden Selman’ın bu sırada vefat ettiği belirtilmektedir. Selman’ı(r.a) askeri dehasıyla anmanın yanında zühdünden bahsetmemek büyük bir eksiklik olur. O’nun hayatının en bariz vasıflarından birisi zühd ve takvasıdır. Selman, Medain’de valilik maaşı olan beş bin dirhemi alır almaz hemen fakirlere dağıtırdı. Kendi ihtiyaçlarını ise sepet yaparak karşılardı. Bir sepeti üç dirheme satar, bu üç dirhemden birisiyle tekrar sepet yapmak için hurma yaprağı alır, bir dirhemi kendisi için harcar, bir dirhemi de yine sadaka olarak dağıtırdı. Yaşadığı ev ise küçük bir kulübe ve içindeki birkaç dirhemlik eşyadan ibaretti. Allah O’ndan razı olsun. Selman, Ashab-ı Kiram içindeki tek acem değildi elbette. O’nun dışında da Arap olmadığı halde Ensar ve Muhacir ile birlikte yaşayan ve büyük hizmetler peşinde koşan büyük kimseler vardı. Bunlardan birisi de Rasûlullah tarafından çok sevildiği için “hibbü Rasulillah” lakabıyla tanınan Zeyd b. Harise’ydi… Zeyd’in ilk iman eden kimselerden olduğunu, ‘Rasûlullah ’ın sevdiği dost’ olarak anılan tek kimse olma vasfına sahipliğini ve Kuran’da adı bizzat geçen tek sahabi olma şerefini taşıdığını hatırlarsak İslam’ın milliyet/ulus noktasında nasıl bir fikriyata sahip olduğunu daha rahat kavrarız. Yemen asıllı olan Zeyd, henüz çocukken annesi ile birlikte akrabalarını ziyarete giderken kaçırıldı ve Ukaz panayırında köle olarak Hz. Hatice’nin yeğeni Hakîm b. Hizam’a satıldı. Hakim
onu Mekke’ye götürdü ve halası Hatice’ye, Hz. Hatice de Rasûlullah ’a hediye etti. Rasûlullah (sav) ise Zeyd’i azad etti. Peygamber(sav) O’nu çok sever, Zeyd de Rasûlullah ’ı çok severdi. Bu sevgi o kadar güçlüydü ki; Zeyd kendisini bin
Ashab-ı Kiram arasındaki acemlerden birisi de Bilal B. Rabah idi. Rasûlullah (sav), efendisi tarafından ağır işkencelere maruz kalan, onun nezdinde zerre miktarı değer görmeyen Bilal’i İslam’ın nişanelerinden birisi olan Ezan’ı oku-
bir emek ile arayıp bulan babası ve amcası ile gitmeyi bile reddetmişti. Bu olaydan sonra, evlatlığı reddeden ayet ininceye kadar Zeyd b. Muhammed olarak anılmıştı. Zeyd(r.a) İslam davetinin başlangıcından şehit olduğu Mute savaşına kadar her daim Rasûlullah (sav) ile beraber bulundu. Rasûlullah ’ın en zor günlerinden birisi olan Taif’te beraberinde bulunarak O’na destek oldu. O’nunla beraber tüm savaşlara katıldı. Sadece Müreysi gazvesinde Peygamber efendimiz (sav), Zeyd bin Harise’yi Medine’de yerine vekil bıraktığından dolayı orada bulunamadı. Bunun dışında pek çok seriyyeye iştirak etti, birçoğunda kumandanlık ederek şecaati ile herkese ör-
Rasûlullah (sav) ashaptan ileri gelen birçok kimsenin bulunduğu Mute savaşında O’nu kumandan tayin ederek koskoca Bizans’ın karşısına eskilerin kölesi olan bir zatı dikerek hem Zeyd’e olan sevgisini izhar etmiş hem de üstünlüğün ırkta olmadığını, iman gücünün yanında ırkın hiçbir değer ifade etmediğini bir kez daha ortaya koymuştu.
nek oldu. Rasûlullah (sav) ashaptan ileri gelen birçok kimsenin bulunduğu Mute savaşında O’nu kumandan tayin ederek koskoca Bizans’ın karşısına eskilerin kölesi olan bir zatı dikerek hem Zeyd’e olan sevgisini izhar etmiş hem de üstünlüğün ırkta olmadığını, iman gücünün yanında ırkın hiçbir değer ifade etmediğini bir kez daha ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’in Zeyd’e olan güvenine işaret eden Hz. Aişe, “Rasul-i Ekrem, Zeyd’i bir ordu ile sefere gönderdiğinde mutlaka onu kumandan tayin ederdi. Eğer şimdi sağ olsaydı kendisini yerine halife bırakırdı” demiştir (Müsned, VI, 226-227, 254, 281). Rasûlullah ’ın Zeyd’e olan sevgisi oğul Usame için de geçerliydi. Usame b. Zeyd ‘Dostun oğlu dost’ olarak anılır, Peygamber(sav) tarafından gözetilirdi. Usame de Rasûlullah tarafından babasının görevlendirildiği gibi Bizans’a karşı duracak orduya kumandan tayin edilmişti. Ayrıca Rasûlullah (sav) Mekke’yi fethettiği zaman terekesinde bulunan genç, Kureyş asillerinin evlatları değil Yemenli bir kölenin oğlu olan Usame b. Zeyd idi.
mak ile görevlendirmişti. Arap topraklarında vücud bulan İslam, kendisini Arap olmayan eski siyahi bir köle ile ifade ediyordu. Yine Mekke fethedildiği zaman Rasûlullah (sav) Bilal’e Kâbe gibi şerefli ve mukaddes bir mekân üzerinde ezan okutarak bu hakikati tekrar vurgulamıştı. Çünkü bu din gariplerle beraber yükselmiş, insanlığın itibar ettiği tüm sahte üstünlük vasıtalarını takva ve İslam kardeşliği ile paramparça etmişti. Arap olmayan sahabilerden birisi de Ebu Huzeyfe’nin dostu Salim’dir(r.a). Aslen İranlı olup Medineli bir kadının eline köle olarak geçen Salim, efendisinin Ebu Huzeyfe ile evlenmesiyle birlikte Medine’den Mekke’ye taşınır. İslam davetinin erken dönemlerinde Rasûlullah ‘a tabi olunca efendisi Ebu Huzeyfe tarafından azat edilerek evlatlık edinilir. Evlatlıkların, kendi öz babalarının isimleriyle çağırılmasını emreden ayet-i kerime nazil olunca Salim, Ebu
SAFER 1438
25
Huzeyfe’nin dostu ve kardeşi olur. Ebu Huzeyfe, Salim’i o kadar çok seviyordur ki onu yeğeni Fatıma binti Velid ile evlendirir. Azad edilmiş bir köle, Kureyş’in en güçlü ailelerinden biri olan Emevilerin kızıyla evleniyordur! Bu, Cahiliye toplumunun kabul edemeyeceği bir hadisedir. Ebu Huzeyfe bu hareketiyle, Kureyş’in kabilecilik ve kibir putlarını kırıp üstünlüğün ancak takva ile olabileceğini gösterir.
eve gitmekte bir müddet gecikti. Eve vardığında
Salim, Müslümanlar tarafından çok sevilen ve değer verilen bir şahsiyet haline gelir. Öyle ki; “Hz. Ömer, vefat etmeden önce kendisine kimin halife olacağını soranlara, şöyle diyecektir: “Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Salim hayatta olsaydı, onu halife olarak tayin ederdim.”( İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 343.)
“Bu Salim’dir. Ümmetimin içerisinde bunun gibi-
Salim, Yemame savaşında Müseylemetü’l Kezzab’a karşı savaşıp şehit olduğunda: “Kur’an’ın dörtte biri gitti.” denildi. Çünkü Rasûlullah (sav) O’nun hakkında şöyle buyurmuştu: “Kur’an’ı şu dört kişiden öğreniniz: Übeyy b. Ka’b, Muaz b. Cebel, Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Salim, Abdullah b. Mes’ud.” (Buharî, Menakibu’I-Ensar,16) Bir defasında müminlerin annesi Hz. Aişe evine gidiyordu. O sırada mescidden muhteşem bir ses yükseldi. Birisi Kur’an okumaktaydı. Hz. Aişe, okunan Kuran’dan o kadar çok etkilendi ki
Efendimiz, Hz. Aişe’ye gecikme sebebini sordu. Hz. Aişe şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Mescidde bir adam Kur’an okuyordu. Ben Kuran’ı ondan daha güzel okuyan bir kimse görmedim.” Sevgili Efendimiz merak içerisinde mescide koştu, Kur’an okuyan sahabiyi görünce Hz. Aişe’ye şöyle buyurdu:
leri var eden Allah’a hamdolsun.” (İbn Mâce, İkâme 176) Netice olarak diyebiliriz ki; Ashab-ı kiram ağırlıklı olarak Araplardan müteşekkil olsa da aralarında Arap olmayanlar da vardı. Bunların neredeyse tamamı hür insanlar iken kaçırılarak köle edilmişler ve Rasûlullah ‘ın bulunduğu topraklara vasıl olarak İslam’a icabet etmişlerdi. İslam ise milliyetçiliğin ötesinde İman kardeşliğini savunan bir yapıda olduğu için bu kimselere değer vermiş ve onların büyük hizmetler sunmalarına fırsat tanımıştı. Bu kimseler gerek ilim alanında gerek Cihad meydanlarında gerekse davet yolunda büyük hizmetlere imzalarını atarak ulusçuluğun zihinleri kirlettiği şu dönemlerde yaşayan bizler için gerilerinde büyük dersler bırakmışlardı. Selmanları, Salimleri, Zeyd ve Usameleri ve daha bunlar gibi birçoğunu ümmetin öncülerinden kılan ve bizleri onlarla aynı yolda bulunduran Allah’a hamd olsun”. ------------------------Kaynakça 1. İBN HACER, el- Askalani, el-İsabe fi Temyizi’s- Sahabe, Darü’l- Ma’rife, Beyrut, Lübnan, 1425/2004 2. TÜRKİYE DİYANET VAKFI, İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009 3. EFENDİOĞLU, Mehmet, Arap Olmayan Sahabiler, İfav Yayınları, İstanbul, 2011 4. HALİD, Halid Muhammed, Ümmetin Yıldızları, Dergah Ofset, İstanbul, 2006 5. MUTLU, İsmail, Sahabiler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, İstanbul, 1999
26
KASIM 2016
OLAYLAR VE YORUMLAR
Nedim Bal
Bismillahirrahmanirrahim
K
ökü dışarda olan malum Gülen hareketi, hiçbir zaman duran arabaya binmemiştir. Gülenist hareketin en büyük özelliği, herhangi bir ideoloji/dünya görüşü gözetmeksizin her zaman yükselen güç ve iktidarların yanında, arkasında, sağında, solunda yer almasıdır.
GÜLEN VE DERİN
YAPILANMA Kökü dışarda olan malum Gülen hareketi, hiçbir zaman duran arabaya binmemiştir. Gülenist hareketin en büyük özelliği, herhangi bir ideoloji/ dünya görüşü gözetmeksizin her zaman yükselen güç ve iktidarların yanında, arkasında, sağında, solunda yer almasıdır.
1960’lar da yükselen Demokrat Parti hükümetiyle, 1975’lerde solcu Ecevit hükümetiyle, 1978’lerde Süleyman Demirel hükümetiyle, 1980’lerde askeri darbe komutanı Kenan Evren’le, 1985’lerde Turgut Özal hükümetiyle, 1990’larda Mesut Yılmaz hükümetiyle, 1995’lerde Tansu Çiller hükümetiyle, 1999’larda yine solcu Ecevit hükümeti ile ve nihayet 2003’lerin başında AK Parti hükümetiyle daima içli dışlı olmuş bir hareketten bahsediyoruz. F. Gülen 1975’lerin başından beri hakkında kovuşturma ve mahkeme kararları olmasına rağmen nasıl oluyordu da hem askeri kanat hem de hükümetler tarafından korunup kollanıyordu? O dönemlerde devlet yetkilileri bile Avrupa ve Amerika’ya giderken bin tane sorgu sualden geçtiği halde nasıl oluyordu da özel izinle Amerikan vizesi alıyor dahası 160 ülkede okullar açabiliyordu. işte kökü dışarıda Gülen hareketinin derin ilişkileri..
Kasım Gülek Kasım Gülek, F. Gülen’in üzerine bina edilen Amerikan çıkarlarına uygun İslam projesinin kavşağındaki en kritik isimdir. F. Gülen hareketini doğru analiz edebilmek için önce Kasım Gülek ismini ve anlamını iyi bilmek gerekir. Zira F. Gülen kendisine açılan bütün yollara ilk adımı Kasım Gülek’in aracılığıyla atmıştır. Kasım Gülek, Türkiye devletini yöneten bürokrat ve siyasileri yetiştirmekle meşhur
SAFER 1438
27
olan Galatasaray Lisesine kaydolmuş, akabinde Amerika’nın kurduğu Robert Kolejine geçerek buradan mezun olmuştur. 1928’de Fransa’nın başkenti Paris’de Ecole des Sciences Politiques’ bölümünü bitirdi. Amerika’nın Columbia Üniversitesi’nde iktisat dalında doktorasını tamamladı. Dünyaya yön veren ve Amerika’nın derin sahipleri olan Yahudi sermayedar Rockefeller Vakfı kursiyeri olarak Londra Üniversitesi’nde ve Keynes’in öğrencisi olduğu Cambridge Üniversitesi’nde İktisat ve Maliye bölümlerinde öğrenim gördü. Daha sonra Almanya’da Berlin ve Hamburg Üniversitelerinde doktora sonrası çalışmalar yaparak hukuk eğitimini tamamladı.
Kasım Gülek
Kasım Gülek, 19 Ocak 1996’da nefes darlığı tedavisi gördüğü Amerika’daki Walter Reed Askeri Hastanesi’nde 91 yaşında vefat etti. Cenazesi Türkiye’ye getirilen Gülek, Ankara’da Kocatepe Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Adana’da defnedildi. Vasiyeti üzerine cenaze namazını F.GÜLEN kıldırdı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla siyasete giren Kasım Gülek, Bilecik’ten milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi. İki dönem Bilecik Milletvekilliğinden sonra 1946 yılında Adana’dan Milletvekili seçildi. TBMM Ticaret Komisyonu Başkanlığı yapan Gülek, 1947’de Hasan Saka Kabinesi›nin en genç bakanı olarak Bayındırlık Bakanlığı›na, 1948’de de Ulaştırma Bakanlığı’na getirildi. 1949 yılında Kore’ye giderek orada yeni göreve başlamış olan Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu’nun Başkanlığına seçildi. Mensup olduğu Moon tarikatının merkezi burasıdır. Kasım Gülek, Unification Church’ü yani“Birleştirme Kilisesi”ni güçlendirmek için büyük çaba gösteriyordu. “Amerikalılar”la, 1920’li yıllardan beri içli dışlı olan Kasım Gülek, Moon tarikatı elemanlarının da katıldığı ilk toplantıyı, 1982’de İstanbul’da yapmıştı. Bu toplantılarda Moon’un Ortadoğu Temsilcisi, Thomas Cromwell başta olmak üzere Moon’un örgütlerinden ve Türkiye’deki yerli destekçilerinden de birçok yönetici katılmıştı. 1950 seçimlerinde büyük yenilgiye uğrayan CHP’nin Genel Sekreter seçme yetkisinin Par-
28
KASIM 2016
ti Meclisi’nden alınarak delegelere verildiği ilk kurultay olan 8. Kurultay da Genel Sekreter seçilen Gülek, 1950 ile 1959 yılları arası aralıksız olarak CHP Genel Sekreterliği görevini seçildi. Bundan sonra 15’inci Kurultay’a kadar yapılan tüm Kurultaylarda Genel Sekreter sürdürdü. CHP’nin iç tüzüğü dikkate alındığında Genel Sekreterlik makamının parti Genel Başkanlığı makamından daha etkin ve derin bir gücü olduğunu unutmayalım. 1959 yılında görevinden istifa etti. 1961 yılında Adana İli temsilcisi olarak Temsilciler Meclisine seçildi. 1961 ve 1965 yıllarında Adana’dan Milletvekili seçilen Gülek, 1968 yılında Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığına seçildi. 1969 yılından 1973’e kadar Cumhuriyet Senatosu üyeliği yaptı. Uluslararası kariyerinde ise, Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu Başkanlığı, Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığı, Konsey Kurucu Üyeliği, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi Başkan Yardımcılığı, NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı, Atlantik Enstitüsü Başkanlığı, Doğu Akdeniz Kalkınma Enstitüsü İkinci Başkanı görevlerinde bulundu. Kasım Gülek, 19 Ocak 1996’da nefes darlığı tedavisi gördüğü Amerika’daki Walter Reed Askeri Hastanesi’nde 91 yaşında vefat etti. Cenazesi Türkiye’ye getirilen Gülek, Ankara’da Kocatepe Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Adana’da defnedildi. Vasiyeti üzerine cenaze namazını F.GÜLEN kıldırdı. İki çocuk babası olan Gülek, Ecevit Hükümeti’nde Devlet Bakanı olan Tayyibe Gülek’in babasıdır.
Bermuda Şeytan Üçgeni 1999 yılı Türkiye ve ABD için çok önemli bir tarih. Çünkü ABD, emperyal işgallerini kökleştirmek ve İslam âlemini Mankurtlaştırmak amacıyla; ‘YEŞİL KUŞAK’ projesine hız verdi.
Graham Füller
ABD, “Yeşil Kuşak” projesi bağlamında Ilımlı İslam modelini yeniden revize etti, güncelledi. Yeşil kuşak projesinin fikir babaları tanınmış CIA direktörleri Henri Barkey ve Graham Fuller’di.
Graham Fuller ve F. Gülen İlişkisi Yeşil Kuşak, ABD’nin Rusya’yı kuşatmak için büyük olanaklarla yürüttüğü “CIA” projesiydi. CIA stratejistleri Graham Fuller ve Henri Barkey ‘Ilımlı İslam’ parantezinde; “Rusya’nın etrafındaki Müslüman ülkelerde İslami eğilimler güçlendirilerek ve İslamcı yönetimler başa getirilerek Rusya kuşatılıp sıkıştırılacaktır” şeklinde revize ettiler. CIA eski başkan yardımcısı olan ve Türkiye’nin yanında birçok Ortadoğu ülkesinde istasyon şefliği yapmış ayrıca Fethullah Gülen hareketi üzerine de kitapları bulunan Graham Fuller daha sonraki yıllarda, F. Gülen projesi hususunda detayları şöyle verdi: “Türkiye Batı, ABD ve İsrail yanlısı, NATO üyesi, radikal devletlerin karşısında ve iç siyasal dengeler açısından istikrarlı bir ülke olarak ‘sadık’ bir müttefikti. Ama bu haliyle Ortadoğu halkları veya gelişmekte olan ülkelerin çoğu için bir model değildi.
SAFER 1438
29
Moon Tarikatı - Sun Myung Moon
Ben Gülen’in ABD’de oturması için mektup yazdım. Müslüman dünyasında eğitimin artırılması ve bu ülkelerin modernize edilmesi son derece önemlidir. Gülen hareketini de çağımızdaki İslami düşüncenin modern, akılcı, olumlu, yapıcı, sosyalleşmiş, barışçı ve toleranslı olarak evrilmekte olan göze çarpan bir örneği olarak görüyorum”
Kasım Gülek ve Bülent Ecevit İlişkisi Bülent Ecevit, dünya ekonomisini ve siyasetini yönlendiren Yahudi Rockefeller bursu ile Harvard Üniversitesi’nin Sosyal Psikoloji ve Ortadoğu Tarihi kurslarına devam ederken, (Kasım Gülek’te aynı Yahudi vakfından burs almıştı) CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek tarafından, 1957 yılında milletvekili olması sağlandı. Sonra Çalışma Bakanlığı’na getirilmesinde de etkili oldu. ABD, Abdullah Öcalan’ı 1999 yılında paketleyip Türkiye’ye verdi. Bülent Ecevit, Öcalan’ın teslimi nedeniyle seçimleri kazanma şansı bularak, 1999 yılında Başbakan oldu. Gülen’in ABD’ye gidişini ve yeşil pasaport verilmesini Başbakan Bülent Ecevit ve yardımcısı Hüsamettin Özkan gerçekleştirdi. Fethullah Gülen'in ABD’ye gelmesi için kefil
30
KASIM 2016
Opus Dei - Jose Maria Escriba
olan ise Graham Fuller ve Morton Abramowitz’di.
Kasım Gülek- Abramowitz ve Gülen ilişkisi Sung Myung Moon tarikatının Türkiye ilişkilerini yürüten Kasım Gülek, F. Gülen’le dostluğu ilerletiyor ve onu ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştırarak ABD-CIA bağlantılarını kuruyordu. 1 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde, bizzat F. Gülen’in kendisi bu ilişkiyi şu şekilde açıklıyordu; “ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abromowitz’di... O, Türkiye’de bir zaman büyükelçi olarak kalmıştı... Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı... Onun vasıtasıyla gıyaben onu tanıyorduk... Türkiye, şimdiye kadar çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır. Bunu isterseniz bir kriz sayın ama millet bunu aşar dedim... Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürmeli dedim.”(1 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde) Kasım Gülek’in bir de baldızı vardı, Aylin Radomisli. Uzun yıllar ABD’de yaşayan ve Amerikan ordusuna katılan Aylin Hanım çok etkiliydi. Kasım Gülek’in kızı Tayyibe Gülek, Teyzesi
Aylin Rodomisli ile ABD’de yaşıyordu. Harvard’ta okuyordu. F. Gülen’in ABD’de oturma izni almasında bu isimler etkin rol almıştı. Bu ilişki yumağını yine F. Gülen 21 Ocak 1998 yılında Yeni Yüzyıl gazetesiyle yaptığı röportajda bizzat kendisi dile getiriyordu “Kasım Gülek Bey’in baldızı Amerika’daydı. Pentagon’la irtibatları vardı. Kendisine Beyaz Saray’dan sormuşlar ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘endişe edilecek bir şey yoktur’ demiş, referans vermiş. Kasım Gülek’in beni tanıştırdığı Morton Abramowitz’in ilgisini de hiç unutmam” (21 Ocak 1998 Yeni Yüzyıl gazetesi) Bu hususta söylenecek ve ortaya dökülebilecek daha pek çok ilişki yumağı var. Aslında bu meseleler yeni ortaya çıkmış çokta gizli hususlar değil. F. Gülen hareketinin ‘ABD/ İsrail eliyle başta Türkiye olmak üzere, halkı Müslüman olan birçok ülkede sistemin içine bilerek yerleştirildikleri daha sonra korunup kollandıkları, önemli ve stratejik makamlara üsten tayinlerle getirildikleri’ birçok feraset sahibi Müslüman tarafından öteden beri dile getiriliyordu.
ABD, Abdullah Öcalan’ı 1999 yılında paketleyip Türkiye’ye verdi. Bülent Ecevit, Öcalan’ın teslimi nedeniyle seçimleri kazanma şansı bularak, 1999 yılında Başbakan oldu. Gülen’in ABD’ye gidişini ve yeşil pasaport verilmesini Başbakan Bülent Ecevit ve yardımcısı Hüsamettin Özkan gerçekleştirdi. Fethullah Gülen›in ABD’ye gelmesi için kefil olan ise Graham Fuller ve Morton Abramowitz’di.
suçluluk psikolojisine kapılıp baskı altın-
Geçmişte bu hareketin sinsiliği ve tehlikesi noktasında etrafındaki insanları uyaran feraset sahibi Müslümanlar, başta onunla iş tutan AK parti ve diğer camialar tarafından şiddetle kınanıyordu. Hatta fitne çıkarmakla itham ediliyorlardı.
da kalarak ya da bir intikam duygusuyla
Maalesef bugün gelinen nokta o feraset sahibi Müslümanları haklı çıkardı. Yine o feraset sahibi Müslümanlar bugün daha büyük bir endişe yaşıyor ve şu soruyu soruyorlar: “Geçmişte onca uyarılara rağmen gözlerini ve kulaklarını hakikatlere karşı kapatan, önlerindeki tehlikeyi göremeyen siyasi sorumlular; fırsat bu fırsat diyerek İslam’a, Müslümanlara ve cemaatlere karşı salyalarını akıtarak saldıran Kemalist, ulusalcı, solcu ve ateistler karşısında bir eziklik, bir
nimler verdi denemez.
hareket ederek İslami camialara karşı yanlış tutum ve davranışlar içine girerler mi?” Bu soru ve kaygı çok önemli. Zira şu ana kadar iktidar partisinin televizyon ekranlarına çıkan sözcüleri bu konu hakkında pekiyi izleDevlet eliyle dine ve cemaatlere ayar verilmesi çalışması son derece hassas ve tehlikeli bir durumdur. İnşallah bir daha ki yazımızda bu konuya daha geniş değinmek ümidiyle.. Allah’a Emanet Olunuz. EsSelamu Aleykum Ve Rahmetullahi Ve Berakatuhu….
SAFER 1438
31
KUR’ÂN’IN GÖLGESİNDE
Zafer Mert
“MUÎN-I ZÂLIMIN DÜNYÂDA ERBÂB-I DENÂETTIR. KÖPEKTIR ZEVK ALAN SAYYÂD-I BÎ-INSAFA HIZMETTEN.”(1)
َ الل ِم ْن أَ ْولِ َياء ث َُّم َ َو نص ُرو َن ِ ّ ون َ ال ُت ِ ال تَ ْر َك ُنو ْا إِلَى ا ّلَ ِذي َن َظلَ ُمو ْا َف َت َم َّس ُك ُم ال َّنا ُر َو َما لَ ُكم ِّمن ُد “Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hud, 113)
Y
32
eryüzündeki her çeşit zulme ve her tipteki zâlimlere karşı çıkmak, yüce dinimizin en
Günümüzde insan haklarından çok söz edil-
önemli emirlerinden biridir. Özellikle mazlumla-
değildir. Ancak, bir yandan da zâlimler zulüm-
rın ahının semayı titrettiği günümüzde zulmün
lerine devam ediyor. İnsan haklarından söz
bertaraf edilmesi ve İslam’ın hâkim olması için de
edenler, zulüm karşısında çifte standart uy-
tüm zâlimlere isyan edilip baş kaldırılması şarttır.
guluyorlar. Güçlüler ve zenginler, fakirleri ve
Zâlimlerin yüzünden nice mazlum acı çekmiş,
zayıfları ezmeye devam ediyor. Zayıf ülkelerin
perişan olmuş, haklarından mahrum kalmıştır.
mazlumlarını pek savunan yok. Güçlü ülkeler
Tarihte nice zâlimlerin yüzünden kitleler ve fert-
kendi çıkarlarını savunan zâlimlere arka çıkı-
ler sayısız zulümler görmüşler, nice insanlar en
yorlar. Mazlumlar kendi yandaşları değilse ilgi
temel haklarından mahrum kalmış, nice insanla-
göstermiyorlar. Halihazırdaki Suriye ve Ha-
rın insanlık onuru ayaklar altında çiğnenmiştir.
lep’teki kardeşlerimiz bunun en canlı örneği.
KASIM 2016
diğine şahit oluyoruz. Bu elbette kötü bir şey
Tarihî emperyalizm ve sömürgecilik, geçmişte çok zulümler işlemiş, pek çok insanı mazlum yapmıştı. Bugün de o çirkin emperyalizm ve sömürgecilik en vahşi bir şekilde devam ediyor. Yeryüzünde bir yığın insan en temel haklarından mahrum yaşıyor. Dünyanın bazı yörelerinde zenginler ve zâlim yöneticiler, kendi vatandaşlarına baskı ve zulüm yapıyorlar. Böyleleri kendi halkına zulmetmekten, onların haklarına tecavüz etmekten adeta vahşi bir zevk alıyorlar. Bazıları, başka insanların vatanlarını, topraklarını, evlerini işgal ve gasp ediyorlar, bu cinayetlerine karşı çıkanları ya acımasızca sindiriyor, öldürüyorlar, ya da çeşitli yöntemlerle susturuyorlar, onları terörist ilan ediyorlar. Bazıları da, devlet ve makam imkânlarını kullanarak, rüşvet ve torpille, adamını bularak başkalarının hakkına tecavüz ediyor, haklarını savunamayan kimseleri mağdur edebiliyorlar. Bu sebeplerden dolayı niceleri mazlum konumuna düşüyorlar. İslâm, zulmün her çeşidini yasaklamakta; Müslümanlara, bütün zulümleri ortadan kaldırmak için çalışmalarını farz kılmakta; mazlumlara arka çıkılmasını emretmektedir. Kur’an, zâlimleri lânetliyor; adâleti yüce bir değer olarak ortaya koyuyor ve adâleti ayakta tutmaları için müslümanlara çağrı yapıyor. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim zalimlere karşı mücadele etmeyi olmazsa olmaz görüyor. Günümüzde, yeryüzündeki savaşların, fitnelerin, karışıklıkların asıl sebebi zâlimlerin zulümleridir. Onlara karşı insan onuru taşıyan herkesin mücadele etmesi gerekir (Nisâ, 75). Zulme rızâ göstermek, zalimlerin yaptıklarına ses çıkarmamak da zulümdür. Kur’an, zâlimlerin yanlarında oturmayı bile hoş görmüyor, yasaklıyor. “Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber otur-
İlâhî vahyin ve peygamberlerin en önemli hedeflerinden birisi, toplumunda adaleti ikame etmektir. Müslümanlara, hayatın bütün alanlarındaki zulme karşı, ellerindeki tüm imkânlarla mücadele etmeyi Kur’an emretmektedir. Bu mücadele, mü’minlerin toplu eylem gerektiren görevleridir. O yüzden mü’minler cemaat ve teşkilât olmalı, her çeşit zulme karşı tek vücut ve saf halinde biraraya gelip yardımlaşabilmelidir. Kur’an’a inananlar, Kitab’ın insanlar arasında Allah’ın gösterdiği gibi hüküm vermek ve yaşanmak, topluma hâkim olmak üzere indiğinin bilincinde olmalıdırlar.
ma.”(En’âm 68). Peki, onları benimseyerek, onlara yaltakçılık yaparak, onlardan bir menfaat umarak, yaptıklarını onaylarcasına onlarla birlikte olanlara, hele onlara yardımcı olan ve onları çeşitli yollarla destekleyenlere ne demeli? Elbette onlar da zâlimlerdendir. İslâm’a göre zâlimin tanımı gayet açıktır: Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen, o hükümleri uygulayarak adâleti sağlamak bir tarafa, onları korkusuzca inkâr eden, onlara düşmanlık yapan, o ilâhî ölçülerin hayata hakim olmaması için her türlü çabayı gösteren; bu inkârcı kafa yapısına sahip olduktan sonra insanlara zulmeden, onların haklarını elinden alan, ya da onların haklarına ulaşmalarına engel olan herkes zâlimdir (Mâide, 45). Bu zâlimler Allah yolunun düşmanları oldukları gibi, insan haklarının da düşmanıdırlar. Çünkü onlara göre kendi çıkarları ve keyifleri her türlü hakkın üzerindedir.
SAFER 1438
33
İlâhî vahyin ve peygamberlerin en önemli hedeflerinden birisi, toplumunda adaleti ikame etmektir. Müslümanlara, hayatın bütün alanlarındaki zulme karşı, ellerindeki tüm imkânlarla mücadele etmeyi Kur’an emretmektedir. Bu mücadele, mü’minlerin toplu eylem gerektiren görevleridir. O yüzden mü’minler cemaat ve teşkilât olmalı, her çeşit zulme karşı tek vücut ve saf halinde biraraya gelip yardımlaşabilmelidir. Kur’an’a inananlar, Kitab’ın insanlar arasında Allah’ın gösterdiği gibi hüküm vermek ve yaşanmak, topluma hâkim olmak üzere indiğinin bilincinde olmalıdırlar. İnsanın yaratıldığı günden bu yana kesintisiz olan tek mücadele, tevhidle şirk arasındadır. Bu, aslında adâletle zulüm arasındaki mücadeleden ibarettir. Çünkü bu mücadelede müşriklerin safı hep zâlimlerin yanıdır. Taşıdıkları şirk ve küfür hastalığının sonucu olarak, müşrikler ve kâfirler, adâlet çağrısı yapan peygamberler ve onların yolunu takip edenlerden rahatsız olmuşlardır. Bazen bu rahatsızlıklarını haksız yere öldürmeye kadar götürürler. “Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adâleti emreden insanları öldürenler (yok mu); onlara acı bir azabı müjdele!” (Âl-i İmrân, 21) Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara karşı hak ve adâleti ayakta tutması gereken İslâm ümmeti, Kur’ân ve Sünnet temelinde bir araya gelerek yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırmakla vazifelidir. Kur’ân ve Sünnet temelinde hareket eden, itidalli, orta yolu esas alan bu topluluk, sayıları kaç olursa, imkânları ne olursa olsun, haktan ayrılmadan bâtılla/zulümle mücadeleden geri durmamalıdır. Kendi nefislerine ağır gelse de, kendi kişiliklerine karşı olsa da, ilâhî gerçekleri savsaklamadan yürürlüğe koymalıdırlar. Hakkı hâkim kılmaya çalışmak, zulmü engellemek, hakka uygun âdil hükümler vermek, bu topluluğun vazgeçilmez bir ilkesi olmalıdır.
34
KASIM 2016
Mü’minler, temellerini Kur’an ve Sünnet’te buldukları ilkelerle yeryüzünden zulmü söküp atmalı, yerine adâleti ikame etmelidirler. Adâleti ayağa kaldırma görevi müşrik ve münâfık gruplara bırakılamayacak, ertelenemez aslî bir farîzadır. Şüphesiz Kur’an, insanlar arasında adâleti sağlamak için indirilmiştir. Bu konudaki ölçüler gayet nettir. Mü’minler, insanlar arasından çıkarılmış vasat/orta yolda bir ümmet olarak adâleti ikame etmede tanıklık ve örneklik etmekle yükümlüdürler. Bunun gereği olarak zâlimleri, fıtratına ve Allah’a ihânet edenleri dost tutmamak, onlara taraf olmamak, yeryüzündeki zulmü/ haksızlıkları ortadan kaldırmak, temel bir kulluk görevimizdir. İnsanlara zulmeden zorbalara boyun eğmek büyük bir zillettir. Nitekim Âd kavmi, zorbaların peşinden gittiği için lânetlenmiştir. “İşte Âd kavmi! Onlar, Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyamet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular.” (Hûd, 59-60). Lânetten kurtulmak için, hem zorbalara, hem de onların zulümlerine karşı direnmek şarttır. Hz. Ali (r.a.) şöyle buyurur: “Zulmün iki temel unsuru vardır. Birisi zâlim, diğeri de mazlum. Zâlim zulmettiği için, mazlum da zulme rızâ gösterdiği için hesaba çekilir.” Tâğûtî iktidarların; hem Allah’ın hukukuna, hem insanların haklarına tecavüz ettikleri, bir vâkıadır. Dolayısıyla tâğûtî iktidarlara karşı elleriyle, dilleriyle ve kalpleriyle mücadele vermeyen kimselere de zâlim demek mümkündür. Zâlimlere, zihnen ve kalben meyletmek dahi büyük bir tehlikedir. “Bir de zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Zaten sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra (zâlimlere meylettiğiniz için) Allah’tan da yardım göremezsiniz.” (Hûd, 113) Zâlimlere kalben meyletmek ve zulümleri karşısında sessiz kalmak, başlı
başına bir fâciadır. Onlarla işbirliği yapmak ise, cinayet hükmündedir. Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: “İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezalanır.” (Tirmizî; Tuhfetu’l Ahvezî Şerhu Câmiu’t Tirmizî, 8/423) Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü’minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındadır. “Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler.” (Şûrâ, 39). Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: “Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler” (Kurtubî 16/39). Sahih-i Buhâri’de İbrahim enNehâî’nin şöyle dediği kayıtlıdır: “Ashab horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi.” (Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99) Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” (Hûd, 113) Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette “zulmedenlere” denilip de “zâlimlere” denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir. (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir.) Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen ceza, ona da verilir. Bunları ateş cezasından kurtaracak dostları da olmayacaktır. “Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/ perişan etmişsindir. Zâlimlerin
Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara karşı hak ve adâleti ayakta tutması gereken İslâm ümmeti, Kur’ân ve Sünnet temelinde bir araya gelerek yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırmakla vazifelidir. Kur’ân ve Sünnet temelinde hareket eden, itidalli, orta yolu esas alan bu topluluk, sayıları kaç olursa, imkânları ne olursa olsun, haktan ayrılmadan bâtılla/zulümle mücadeleden geri durmamalıdır. Kendi nefislerine ağır gelse de, kendi kişiliklerine karşı olsa da, ilâhî gerçekleri savsaklamadan yürürlüğe koymalıdırlar. Hakkı hâkim kılmaya çalışmak, zulmü engellemek, hakka uygun âdil hükümler vermek, bu topluluğun vazgeçilmez bir ilkesi olmalıdır.
hiç yardımcıları yoktur.” (Âl-i İmrân, 192) Peygamber Efendimiz’in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: “Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır.” (Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106) Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek caiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi caiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi
SAFER 1438
35
kimse, Allah’ın mülkünde O’na âsi olunmasını istemiştir.” (Beyhakî, Şuabu’l İman) Süfyanu’s Sevrî; “Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?” diye soranlara: “Hayır!” cevabını vermişti. “Ama ölür” denilince de, “Bırakın ölsün!” demişti. Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü, iyi niyet, bazen belli şartlar dahilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin
36
bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsaade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.
ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında
Nitekim Firavun’a gelen azap, avanesine de gelmişti. “Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı.” (Kasas, 8) Allah, hepsini bu âyette “hata” vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun’un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun’a inince, yardımcılarına da inmişti: “Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk.” (Zâriyât, 40) “Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!” (Kasas, 40) Allah, hepsini “zâlim” olarak vasıflandırdı. Firavun’a ve ona yardım ettikleri için askerlerine “zâlimler” diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.
Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına ce-
Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. “Zâlimin bekası için duâ eden
hayata geçirmek için gerekli gücü oluşturma
KASIM 2016
bulunması, onları tasvip etmediğini ilan etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması caiz değildir. maati de ortak ederler. Müslüman cemaate düşen, halkın kusur ve yükümlülüklerini
ümmete
göstermesidir.
Halkın kusurları, zâlim idarecinin karşısında susmak, eğilmek, ona meyletmek ve destek olmak suretiyle zulmüne yardımcı olmalarıdır. İşte onların bu kusurları olmasa, zâlim, yetkisini kötüye kullanmayacak ve zulmünü sürdüremeyecekti. Müslümanlara düşen, zâlimi zulme götüren bütün sebepleri ortadan kaldırmaya ciddi bir gayretle yükümlülüklerini yerine getirmektir. Ayrıca, zâlim yöneticiyi onaylamama, ona olan fiilî hoşnutsuzluğu ve fiilen zulmü ortadan kaldırma gibi sorumlulukları da yerine getirmesi gerekir.
Allah, hayat kanunlarını ve toplum içerisindeki genel sünnetlerini insanlar için devre dışı bırakmaz. Kaldı ki, onların durumları, Allah’a Rasulullah’tan ve O’nun arkadaşlarından daha sevimli değildir. Allah onların çektiği eziyet ve Allah yolunda karşılaştığı musibetleri, yeryüzünden zâlimleri ve tâğutları kaldırmak için Allah’ın yardımına mazhar oluncaya kadar olağanüstü fedâkârlıklarını bize anlatır. Müslümanların, tâğutları ve zâlim idarecileri etkisiz ve yetkisiz kılmak için tüm güçlerini harcamaksızın onlardan rahatsızlık duyarak yalnız “of!” çekip üzüntülerini dile getirmeleriyle veya onların müslüman olduklarını delillendirip durmalarıyla sorumluluktan kurtulamayacaklarını bilmeleri lazımdır. Bazı insanlar kendileri evlerinde oturup, müslümanlıklarıyla övünüp dururken, Allah’ın zâlim idarecileri yok etme gereğinden bahsederler. İsterler ki, Allah meleklerini göndersin de melekler onların yerine savaşsınlar, zâlim idareciyi bertaraf etsinler, neticede onun şerrinden onları kurtarsınlar. Hayır! Yok öyle şey!
verilsin, mutlak surette zulüm işlenmiş olur.
En büyük zulüm şirk olduğuna (Lokman, 13) ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah’ın dininden alıkoyanlardır. İslâm’ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adaletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.
mak, zulmüne engel olmak, ona boyun eğme-
Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce «müslüman» vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm›sız bir statüye göre işleyen bir mekanizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse
“Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.” (Mâide, 45) İslâmsız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesada vermektedir.
(14)
İslâm›da savaş, insan-
ları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur›an, mazlumların,
ezilenlerin,
sömürülenlerin
hakkını korumak için müslümanlara mücadeleyi emreder (Nisâ, 75). Zulmün Cezasından Ümmeti Korumanın Yolları: Zulüm, ümmetin helâkine sebep olunca, zulme râzı olmamak, zâlime karşı çıkmek ve meyletmemek şer’an vâciptir. Ümmet ancak bununla içine düştüğü zulmün sebep olduğu helâkten ve hak ettiği cezaya çarpılmaktan kurtulur. Rabbim cümlemizi zulmün her türlüsünden muhafaza eylesin, zâlimleri kahru perişan eylesin, mazlum İslâm ümmetine Şuarâ sûresindeki müjdeyi görmeyi nasip eylesin. “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini (yakında) bileceklerdir!” (Şuarâ, 227) -------------------------
1. Zâlimin yardımcısı dünyada alçak kimselerdir. Köpektir, zevk alan insafsız avcıya hizmetten.
SAFER 1438
37
NEBEVÎ NASİHATLER
M. Sabri Yücel
DİNİ DERT (İMAN) MİLLİ DERT (?)
ِ عن َجابِر ْبن َع ْب ِد اللَّ ِه َر ِض َي اللَّ ُه َع ْن ُه َما َقا َل كُ َّنا ِفي َغ َزا ٍة َف َك َس َع َر ُج ٌل ِم َن ال ُم َه َر ُجلًا ِم َن،ِين َ اجر ِ َيا لَ ْل ُم َه:اج ِر ُّي ِ َو َقا َل ال ُم َه،ِ َيا لَ ْلأَنْ َصار: َفقَا َل الأَنْ َصا ِر ُّي،ِالأَنْ َصار َف َس ِم َع َذلِكَ َر ُسو ُل اللَّ ِه َصلَّى،ِين َ اجر ِ ك ََس َع َر ُج ٌل ِم َن ال ُم َه، َيا َر ُسو َل اللَّ ِه:الجا ِه ِل َّي ِة» َقالُوا ِين َر ُجلًا َ « َما َبا ُل َد ْع َوى:الل ُه َع َل ْي ِه َو َسلَّ َم َفقَا َل َ اجر » « َد ُعو َها َف ِإن ََّها ُم ْن ِت َن ٌة: َفقَا َل،ِِم َن الأَنْ َصار
C
âbir b. Abdullah radıyallahu anhu anlatıyor: “Biz bir gazvedeyken muhacirlerden
Yüce Allah, kim neyi dert edinmek isterse o
bir adam, ensardan bir adama (arka kısmına)
han diyarında da dert edinilecek birçok konu
vurdu. Ensardan olan “Yetişin ey Ensar!” diye
bulunmaktadır. Hayata İslam dininin emirleri
bağırdı. Muhacirden olan ise “Yetişin ey Muhacirler!” diye imdat istedi. Bunu işiten Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Bu ne hal, ca-
doğrultusunda bakmakla mükellef olan müslümanlara göre her zamanın ve zeminin en mühim derdi iman derdidir. Hayat boyunca karşılaşılabilecek bütün dertler bir şekilde ni-
hiliye davası mı (güdüyorsunuz)?” diye sordu.
hayete erecekken iman derdinin sebep olduğu
Orada bulunanlar “Muhacirlerden bir adam,
durumlar sonsuz bir hayatta da muhatapları-
ensardan bir adama vurdu. Ensardan olan “Ye-
nın peşini bırakmayacaktır. Hz. Âdem aleyhis-
tişin ey ensar!”, Muhacir olan da “Yetişin ey Muhacirler!” diye seslendi. (Sesler bundan dolayıydı) dediler. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem
38
derdi nasip eder kuluna. Dünya denilen imti-
selam’dan Hz. Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem kadar insanlığa yol gösteren bütün peygamberlerin derdi de iman olmuştur. İnsanlığın son kılavuzu ve rehberi olan Resul-ü
sallallahu aleyhi ve sellem “Bu ifadeleri bıra-
Ekrem efendimizin derdi de hiç şüphesiz iman
kın. Çünkü o, iğrenç bir şeydir» buyurdu.
olmuştur. Kıyamet gününe kadar insanlara na-
KASIM 2016
(1)
sıl iman edeceklerini beyan eden Kur’an-ı Kerim’in sekiz yüz küsur yerinde “iman” kelimesi ile ilgili lafızların kullanılması ve imana vurgu yapılması bu konuyu dert bilmenin önemine yeteri kadar dikkat çekecektir kanaatimizce. Kişi neyi dert bilirse onu dillendirir. Ortam, zaman ve mekân ayrımını bile önemsemez derdi için. Dünyalık kazanmak derdindeyse evinde, işinde, yolda, arkadaş ortamında veya aile ortamında ayrım gözetmeksizin bunu dillendirebilir, bu konuda planlar yapabilir ve düşünce dünyasında birçok şey tasarlayabilir. Çünkü derdidir o ve dert derman buluncaya kadar da meşgul etmelidir kendisini. Rıza-i Bâri denilen dermana ulaşana kadar bütün müslümanların en öncelikli derdi imandır. İman derdi her ortamda paylaşılmalı, kişinin kurtuluşunun ilk şartı olan bu nurun sönmemesi için bütün gerekli mekanizmalar seferber edilmelidir. “Otur biraz imandan bahsedelim” anlayışı sohbet meclislerinde baş tacı olmalı, Resul-ü Zi-Şan efendimizin ashâbının bu konuda birbirleriyle dertleştikleri hakikati sürekli hatırlatılmalıdır. Çünkü iman, gevşemeyen, paslanmayan, sürekli aynı kıvamda kalan bir olgu değildir. İman edenlere hitap eden ayet-i kerimenin sonunda “müslüman olarak hayatınızı sonlandırın, imanınıza halel getirmeyin” ikazının yapılmış olması hem dikkat çekici hem de derdi iman olanlar için son derece sarsıcı bir uyarı konumundadır. Yine iman edenlerin muhatap alındığı ilahi kelamda “kim imanından vazgeçer dininden dönerse” buyrulması, imanın değişken yapısına en üst perdeden vurgu yapmaktadır. Rabbine karşı hüsn-ü zan ile mükellef olan mümin kimsenin düşebileceği büyük yanılgılardan bir tanesi de iman açısından kendisini garantide görmesidir. Korku-ümit dengesini bozmayacak bir iman anlayışı için sürekli iman nöbetinde olmalı ve her asırda imana musallat olabilecek virüslerden kendimizi koruma gayreti içerisinde bulunmalıyız.
Yüce Allah, kim neyi dert edinmek isterse o derdi nasip eder kuluna. Dünya denilen imtihan diyarında da dert edinilecek birçok konu bulunmaktadır. Hayata İslam dininin emirleri doğrultusunda bakmakla mükellef olan müslümanlara göre her zamanın ve zeminin en mühim derdi iman derdidir. Hayat boyunca karşılaşılabilecek bütün dertler bir şekilde nihayete erecekken iman derdinin sebep olduğu durumlar sonsuz bir hayatta da muhataplarının peşini bırakmayacaktır.
İmanı hedef alan düşmanlar, saldırı çeşitleri, kullanılan argümanlar ve vesileler değişiklik gösterse de her zaman ve zeminde korunması gereken en büyük nimettir iman. Mekke gibi vatanı terk etsen bile terk etmemelisin iman yurdunu. Kalbindeki her türlü duygu sökülüp alınsa bile kökü derinlerde sabit, dalları ufka yücelmiş olan iman ağacını hiçbir etken sökmemelidir kalbimizden. Asr-ı saadet döneminden uzaklaşılmış asr-ı şakâvet diye isimlendirilmeyi fazlasıyla hak eden, fıskın ve fücurun fetvalarla desteklendiği bir zamanda daha fazla önem kazanmaktadır imanın muhafazası. Muslih görünümlü müfsitlerin her köşeyi kapıp kurnazca zehir zerk ettikleri bir ortamda iman derdinden daha önemli hangi dert olabilir ki? İmanı ve buna bağlı olarak gerçekleşen İslam kardeşliğini en çok zedeleyen etkenlerden bir tanesi, kişinin kendi ırkını üstün görmesidir.
SAFER 1438
39
Üstünlük anlayışını iman açısından geçerliliği olmayan etkenlere bağlamak, kullarını “takva” ile değerlendirecek olan Allah azze ve celle’ye karşı yapılmış saygısızlıkların başında gelmektedir. Bu sinsi hastalık, asr-ı saadet devrinde de müslümanların nabzını yoklamış bir çeşit hazır kıta bekleyen düşman mesabesindedir. İslam kardeşliğinin mümtaz örneklerini sunmuş olan Evs ve Hazrec kabilelerinin geçmiş kabahatlerini ortaya dökerek damarlarda harekete geçmek için fırsat kollayan kabilecilik, kavmiyetçilik ve milliyetçilik duygularını şaha kaldırmak suretiyle müslümanların arasını bozmak isteyen Yahudiler ve Yahudi karakterliler her zaman yapıları gereği bu zaafı kullanmak isteyeceklerdir. Yine milliyetçilik anlayışının kendilerini “milli bir din” üretecek kadar pervasızlaştırdığı Yahudilere kulak veren iman zaafına müptela olmuş tipler ve gruplar dün olduğu gibi bu gün de vardır ve muhtemelen yarın da var olacaktır. İslam ülkelerinin sınırları müslüman olmayanlar tarafından şekillendirilip dillerine kendi ırkını üstün göreceği sloganlar yerleştirildiğinde zaten bitap düşmüş olan ümmet-i Muhammed, hepten birbirinden uzaklaşmaya başladı. Her ırkın bir “milli” davası, sınırı, sloganı, bayrağı, dili, geleneği oldu. Diğer milletlerin “milli” unsurlarıyla yarıştırılır hale geldi her şey. Kimlerdensin sorusuna muhatap olduğunda ilk etapta “müslümanım” cevabını verenlerin torunları, gözlerine inen habîs bir perdeden dolayı Kur’an-ı Kerim’in diline, indiği peygamberin toplumuna yan bakar burun kıvırır oldu. İslam’ı çağrıştıran her şeyi yok edilmesi gereken bir hedef kabul eden, Resul-ü Ekrem için “Çöl bedevisi” nitelemesi yapan bedbaht densizlere bile hoş nazarla bakıldı aynı ırktan olunduğu için. Hakaret edilen peygamber de olsa görülmezden gelindi “milliyetçilik” uğruna. Adını İslam ile cihana duyuranların torunları “atalarının” ırkıyla medeniyete kavuşmanın derdine düşer oldular. Anlaşma ve kaynaşma maksadına binaen yaratılan farklı
40
KASIM 2016
milletler ve halklar bu ilahi hikmeti ayrışma ve savaşma sebebi olarak kullandılar. Zalim ırkdaş mazlum kardeşten makbul kabul edilir oldu. Bilal, Ammâr, Habbâb gibi hakiki manada iman edenler dünyalara bedelken her hangi bir ırkın mensubu olmaya hasredildi bu yüce makam. “Milli projeler” bir bir hayata geçerken gözler o kadar perdelenmişti ki “milli din” anlayışlarıyla İslam da nasibini almıştı gelişmelerden. “Arabın İslamı (?!)” olurdu da “Acemin İslamı (?!)” niye olmasındı? Doğulu, batılı ne diye durur da “milli anlayışlarına uygun” bir din geliştirmez ki acaba?! Allah celle celâluh, her insanı kendisinin bildiği bir sebebe mebni olarak bir ırka ve kavme mensup olarak yaratmış ve her insandan aynı yükümlülükleri yerine getirmesini istemiştir. Yarışılacak meydan ve imtihan konuları aynıdır. Kimsenin mensup olmuş olduğu soy ve nesepten dolayı avantajlı olması da mümkün değildir. Amelsizlikten dolayı imanın gerilerinde kalmış kimseleri nesep ayrıcalığı ön saflara sürükleyecek değildir velev ki peygamber nesebinden olsun! Bu konuda İslam’ın ölçüleri gayet net ve anlaşılır olup iki temel esasa dayanmaktadır: 1- Herkes yaratılış bakımından eşittir ve Allah’ın kuludur. 2- İnsanlar sadece işledikleri amellerle birbirlerinden üstün olabilirler. Bunun dışında “Arabın Arap olmayana, beyaz tenlinin kızıl tenliye bir üstünlüğü” söz konusu değildir.
،ٌ َوإِ َّن أَ َباكُ ْم َو ِاحد،ٌ أَ َلا إِ َّن َر َّب ُك ْم َو ِاحد،اس ُ َيا أَ ُّي َها ال َّن َو َلا لِ َع َج ِم ٍّي َع َلى، أَ َلا َلا َفضْ َل لِ َع َربِ ٍّي َع َلى َع َج ِم ٍّي َو َلا أَ ْس َو َد َع َلى أَ ْح َمر إِ َّلا، َو َلا أَ ْح َم َر َع َلى أَ ْس َو َد،َع َربِ ٍّي بِال َّت ْق َوى Sürekli bakım görmesi gereken ve en büyük derdimiz tasamız olan imanımıza “ırkçılık, kavmiyetçilik, milliyetçilik” virüsü bulaşmasın diye âlemlere rahmet olarak gönderilen Re-
sul-ü Ekrem efendimizin bize şifa olarak sunduğu buyruklarından birkaç tanesi şöyledir:
«إِ َّن اللَّ َه َع َّز،َقا َل َر ُسو ُل اللَّ ِه َصلَّى الل ُه َع َل ْي ِه َو َسلَّ َم َوفَخْ َر َها بِا ْلآ َبا ِء،َو َج َّل َق ْد أَ ْذ َه َب َع ْن ُك ْم ُع ِّب َّي َة الْ َجا ِه ِل َّي ِة ِ َو َف،ُمؤ ِْم ٌن َت ِق ٌّي ٍ أَنْ ُت ْم َب ُنو آ َد َم َوآ َد ُم ِم ْن تُ َر،اج ٌر شَ ِق ٌّي ،اب إِنَّ َما ُه ْم َف ْح ٌم ِم ْن َف ْح ِم،لَ َي َد َع َّن ر َِجا ٌل فَخْ َر ُه ْم بِأَ ْق َوا ٍم ِ أَ ْو لَ َي ُكونُ َّن أَ ْه َو َن َع َلى اللَّ ِه ِم َن الْ ِج ْعل،َج َه َّن َم َان الَّ ِتي »َت ْد َف ُع بِأَنْ ِف َها ال َّن ِت َن 1. Ebu Hureyre radıyallahu anhu’dan (rivayet edildiğine göre) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: «(Aziz ve Celil olan) Allah, cahiliye (döneminin) kibrini ve atalarla övünme âdetini sizden giderdi. (İnsanlar iki kısımdır: Birincisi Allah katında övülmüş olan) takva sahibi mümin (kimseler, ikincisi de Allah katında yerilmiş olan) bedbaht ve Allah’ın yolundan çıkmış (kimseler. Binaenaleyh) siz (hepiniz) Âdemoğlusunuz. Âdem topraktan (ya-
، َع ْن أَبِي ِه،َع ْن َع ْب ِد ال َّر ْح َمنِ ْبنِ َع ْب ِد اللَّ ِه ْبنِ َم ْس ُعو ٍد َف ُه َو كَا ْل َب ِعي ِر، « َم ْن ن ََص َر َق ْو َم ُه َع َلى َغ ْي ِر ا ْل َح ِّق:َقا َل » َف ُه َو ُي ْن َز ُع بِ َذنَ ِب ِه،الَّ ِذي ُر ِّد َي
3. Abdullah b. Mesud radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Kavmine haksız yere yardım eden kimse (bir kuyuya yüzüstü) düşüp de kuyruğundan çekil(erek kurtarılmaya çalışıl)an deve gibidir.” (4)
: َقا َل،ِس َ َوكَا َن َم ْولًى ِم ْن أَهْلِ َفار،َع ْن أَبِي ُع ْق َب َة ِ شَ ِه ْد ُت َم َع َر ُس ،ول اللَّ ِه َصلَّى الل ُه َع َل ْي ِه َو َسلَّ َم أُ ُحدًا ُخ ْذ َها ِم ِّني: َف ُق ْل ُت،ين َ َف َض َر ْب ُت َر ُجلًا ِم َن الْ ُمشْ ِر ِك َت إِلَ َّي َر ُسو ُل اللَّ ِه َصلَّى َ َفا ْل َتف،َوأَنَا ا ْل ُغلَا ُم ا ْلفَار ِِس ُّي
َوأَنَا، « َف َهلَّا قُ ْل َت ُخ ْذ َها ِم ِّني: َفقَا َل،الل ُه َع َل ْي ِه َو َسلَّ َم »ا ْل ُغلَا ُم ا ْلأَنْ َصا ِر ُّي
ratılmış)tır. (Allah’a yemin olsun ki) insanlar
4. Farslılardan azatlı bir köle olan Ebu Ukbe
(ya bu) kavimler(i) ile övünmeyi bırakırlar -ki
radıyallahu anhu anlatıyor: Resûlullah sallalla-
o kavimler (böyle cahiliye âdeti üzere yaşadık-
hu aleyhi ve sellem ile birlikte Uhud gazvesine
ları için şimdi) cehennem kömürlerinden bir kömürdürler- yahut da Allah katında burnuyla dışkı yuvarlayan pislik böceğinden (mayıs böceğinden) daha değersiz bir hale düşerler.” (2)
: َيقُو ُل، أَن ََّها َس ِم َع ْت أَ َبا َها،َع ْن بِ ْن ِت َواثِ َل َة ْبنِ ا ْلأ َ ْسق َِع ين َ «أَ ْن ُت ِع: َما الْ َع َص ِب َّي ُة؟ َقا َل، َيا َر ُسو َل اللَّ ِه:قُ ْل ُت »َق ْو َمكَ َع َلى ال ُّظ ْل ِم 2. Vâsıla b. el-Eska’ radıyallahu anhunun kı-
katılmıştım. “Al bu da benden. Ben Farslı bir gencim” diyerek müşriklerden birine bir darbe indirdim. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana bakarak “Al, bu da benden, ben ensarlı bir gencim, deseydin ya?” buyurdu. (5)
-------------------------
zından (rivayet edildiğine göre) kendisi babasını şöyle derken işitmiş: (Ben Peygambere sallallahu aleyhi ve sellem): “Ey Allah’ın Resûlü, asabiyet nedir?” diye sordum. O da, “Zulümde
1. Buhârî, 4907; Müslim, 2584. 2. Ebû Dâvûd, 5116. 3. Ebû Dâvûd, 5119.
(haksızlıkta) kavmine yardım etmendir” bu-
4. Ebû Dâvûd, 5117.
yurdu. (3)
5. Ebû Dâvûd, 5123.
SAFER 1438
41
NEBEVÎ AİLE
Halime Yılmaz
KARDEŞ KISKANÇLIĞI K
42
ıskançlık, her insanın fıtratında var olan doğal bir duygudur. Dolayısıyla kıskançlık anormal bir hale dönüşmediği sürece normal bir durumdur. Kardeşler arası kıskançlık, anne-babaların en çok şikâyette bulunup yaka silktikleri bir konudur.
küçük yavrunun rakip olarak algılanması do-
Aslında kardeşler arası kıskançlık normal düzeyinde ise bir sorun yoktur. Hatta küçük çatışmalara sebep olan bu olağan kıskançlıklar kardeşlere birçok şey öğretir. Kardeşler arası kıskançlığı anormal hale getiren anne ve baba tutumlarıdır. 1
Ağabeylerinin Hz. Yusuf’u kuyuya atıp babala-
Yeni bir kardeşin gelmesi her şeyden önce eve yeni bir birey gelmesi demektir. Bu yeni birey evdeki dengeleri değiştirecek ve daha önemlisi çocuk tarafından rakip olarak algılanacaktır. Devamlı bakıma muhtaç, annenin tüm zamanını alan, bütün aile bireylerinin ilgisini çeken
sa peygamber olan Hz. Yakup ve Hz. Yusuf için,
KASIM 2016
ğal karşılanmalıdır. Bu rakip, anne ve babayı çocuktan uzaklaştıran istenmeyen biridir. Sadece ev içindeki bireylerin değil misafirlerin dahi odak noktası olmuştur. Ona hediyeler gelmekte, devamlı ondan söz edilmektedir. 2 rına kurdun, kardeşlerini yediği yalanını söyleten, babaları Hz. Yakup’ un gözlerini kaybedecek kadar üzülmesine ve uzun yıllar evladından ayrı kalmasına sebep olan kıskançlıklarıdır. Bu kıskançlığının ileri dereceye ulaşmış halidir. Bu kısiçinde çok büyük hikmetlere haiz bir imtihandı. Ancak bizlere de “en güzel kıssa” olarak adlandırılan kıssadan hisseler ve ibretler düşmektedir. Kardeş kıskançlığı anormalleşirse hiç te hoşa gitmeyecek manzaralar ile sonuçlanabilir.
Kardeş Kıskançlığının Sebepleri
getirdi.” derse, çocuk kardeşinin hediye geti-
1) Kardeşler arası doğal kıskançlık anne babaların hatalı tutumlarıyla bir sorun halini alabilir. Genellikle ilk hata çocuğun ona bir kardeş geleceğine hazırlanmaması ile başlar. Hiçbir şeyden haberi olmayan çocuk, bir gün biri ile karşılaşmakta ve kendisine kardeşi olduğu söylenmektedir. Oysa daha gebelik sırasında çocuğa kardeşi olacağı bilgisi verilmeli ve çocuk bu duruma hazırlanmalıdır. 3
remeyeceğini bilecek yaşta ise bu duruma şa-
2) Yeni doğan bebeğin sevincini yaşayan aile bir an diğer çocuklarını unutabilir. Ancak çocuk ne olup bittiğini dikkatle izlemektedir. İlginin yeni doğan bebeğe kaydığının farkındadır. Kendisinin de orada olduğunu ispatlama çabası ile birkaç farklı davranış biçimi aile tarafından tepki ile karşılanırsa çocuk, artık sevilmediği düşüncesine kapılabilir. 4
yaşındayken yeni kardeşi olursa muhtemel ki
3) Yapmacıklık: Bazı anne babalar; “Biz seni ondan daha fazla seviyoruz.” gibi sözler söylerler. Ancak çocuğun istediği daha fazla sevilmek değil sadece sevilmektir. Önemli olan eski sevgisini kaybetmediğini hissetmesidir. 5 4) Doğal olmamak: Ebeveynin doğal olmayan tavırları da kardeş kıskançlığına sebep olabilir. Örneğin; kardeşi dünyaya gelen bir çocuğun annesi hastaneden gelirken yanında bir hediye ile gelir ve “Bunu sana kardeşin hediye olarak
şırır. Kaygılanır ve anne babaya güveni sarsılır. Kardeş kıskançlığına sebep olmak istemeyen ebeveynler gerçekçi ve doğal olmalıdırlar. Yapmacık tavırlar çocuğu kaygılandırır, kaygı kıskançlığa sebep olur. 6 5) Yaş Farkı: Çocuklar arası yaş farkı kıskançlıkta rol oynayan faktörlerdendir. Bir çocuk, üç iki kardeş arasında kıskançlık yaşanır. Zira üç yaşındaki bir çocuk “benmerkezci”dir. Paylaşmayı sevmez. Dikkatlerin başka birinin üzerinde yoğunlaşmasından hoşnut olmaz. 7 6) Kardeşler arası eşitlik: Asıl olan çocuklara eşit değil adaletli davranmaktır. Zira her çocuk, diğerinden farklı fıtratta yaratıldığı gibi dünyaya önce ve sonra gelişleri de farklıdır. Ayırt etmeden, ikisine de aynı muamelede bulunmak; birini diğerine karşı ezmek demektir. 8 7) Benzetme (Kıyas) : Bir kardeşin, aileden birine benzetiliyor olması ve bunun dile getirilmesi, diğer kardeşin kendisini dışlanmış hissetmesine sebep olabilir. Bu histe kıskançlığın tetikleyicisidir. 9 8) Adaletsizlik: Mesela çarşıdan çocuklarını-
Kardeşler itişip kakışırken birbirlerinin sınırlarını test ederler. Bu da onlara kendi özgürlük sınırlarının nereye kadar olduğunun tecrübesini kazandırır. Bu, yetişkinlik yılları için önemli bir artı değer olur.
za hediye almayı planladınız. Aynı yaştaki iki erkek çocuğa aynı hediyeyi aldınız. Acaba bu doğru mu? Çocuklardan biri sosyal yönü ağır basan oyuncakları, diğeri matematiksel oyunları seviyorsa biri sevinip diğeri kenara çekilerek “Zaten en güzel oyuncağı hep kardeşime alıyorsunuz…” diyebilir. Çünkü onun farklı yönü düşünülmediğinden böyle davranır. 10
SAFER 1438
43
arttırır. Çocuklar kavga etse de kin tutmazlar. Böylece kavganın kindarlık olmayacağının tecrübesini elde ederler. Çocukluğunda hiç çatışmamış, kavga etmemiş kişiler, yetişkinlik yıllarında yaşayacakları çatışmaları oldukça abartır, duygularını tekrar toparlamakta oldukça zorluk çekerler. 14 Paylaşmayı, sabrı, beklemeyi kardeşler birbiriyle çatışarak öğrenir. 15
Kardeş Kavgalarında Ne Zaman Müdahale Edilmelidir Anne Baba Ne Yapmalı
Kavgalardaki sınır; çocuklardan birinin sinme-
• Yeni doğan kardeşini kıskanan bir çocuk,
halini alıyorsa, burada müdahale edilmelidir.
eğer anne babanın dengeli ve olumlu tu-
Aşağılama, küçük düşürme, alaya alma gibi
tumu devam ederse kısa süre içinde yeni
davranışlar müdahaleyi gerektirir, asla taviz
duruma uyum sağlar. Anne ve baba bu durumda çocuğu kıskandıracak tutumlardan kaçınmalıdır. 11
verilmemelidir. 16
Müdahale Nasıl Olmalıdır?
• Anne baba tedirgin olsa bile doğal davra-
Anne baba çocukları arasındaki her anlaşmaz-
nır, çocuğun kaygılı davranışlarını sükû-
lıkta hakem rolünü üstlenmemelidir. Sınırların
netle karşılarsa çocukta kaygıların yersiz
aşıldığı düşünülürse krize müdahale edilmelidir.
olduğu izlenimini uyandırır. Yani çocuk
Özellikle küçük çocuk ağlayarak annenin duy-
her şeyin yolunda olduğunu düşünmeye
gusallığını kullanmaya çalışır. O zaman büyüğe
başlarsa kıskançlık oluşmadan önlenmiş
“Sen büyüksün” denilerek yüklenilmesi hatalı
olur. Mesela yeni kardeşi olan bir abi için
bir tutumdur. Küçük çocuk bunu kullanabilir. 17
anne baba istifini bozmadan hem onu hem kardeşini severse çocuk normalleşir. Asıl olan çocuğun anne, baba ve evdeki diğer
Ender durumlar hariç anne baba taraf olmamalıdır. 18
bireylerin sevgisini kaybedeceğine dair
Eğer sözel bir aşağılama, argo veya küfür var-
kaygılanmamasıdır. 12
sa; asla taviz vermeden “Kardeşinle bu şekilde
Kardeşler Arası Çatışmalar Bazen Faydalıdır
konuşman doğru değil.” denilerek durum net ifade edilmelidir. Burada ses tonu baskıcı değil
Kardeşler itişip kakışırken birbirlerinin sınırla-
kararlı tonda ve vurgulayıcı olmalıdır. Bu ka-
rını test ederler. Bu da onlara kendi özgürlük
rarlılığı vücut dili de desteklemelidir.
sınırlarının nereye kadar olduğunun tecrübesini kazandırır. Bu, yetişkinlik yılları için önemli bir artı değer olur. 13
44
si, ezilmesi ve kendini savunamaz hale gelmesi
Çocuğun yüzüne parmak sallayarak değil, eller göğüs hizasında kelebek şeklinde bağlanarak ifade edilmelidir. Ebeveynin bu duruşu “Bu
Çocuksu çatışmalar iletişim yeteneklerini ge-
konuda diyaloğa kapalıyım, itirazsız bu davra-
liştirdiği gibi, problem çözme becerilerini de
nışı yapmanı istiyorum.” şeklinde algılanır. 19
KASIM 2016
Eğer kavga fiziksel bir şekle dönüşmüşse, ebeveynler aralarında olacak şekilde sakinleşmeleri için çocuklar bir yere oturtulmalıdır. Sözel olarak hala atışıyorlarsa içinde aşağılama olmadıkça müdahale etmemeli, kızmalarına izin verilmelidir. Çocukların tartışması bittikten sonra “Evet öğrenmek istiyorum ne oldu burada?” diye sorularak başlanılır. İkisi ayı anda konuşursa kendini ifadede zorlanan çocuğa izin verilir. Diğerine; “Bir dakika! Önce kardeşini dinlemek istiyorum. Sonra seni dinleyeceğim” diyerek el ile de “Dur” işareti gösterilir. Kardeşinin konuşması tamamlanınca “Şimdi sen anlat” denilir. Burada dikkat edilecek nokta, bir kardeşin anlattığı olayı, diğerine dönüp “Öyle mi sen mi başlattın?” gibi sorguya dönüştürmeden devam etmektir. 20 Kardeş kavgasında asıl olan şey doğru veya yanlışın kimde olduğunu bulmak değil, hangi davranışta olduğuna karar vermektir. Anne baba yol gösterici olmalıdır. Bu yol göstericilikten sonra da tartışmadaki güzel davranışları varsa onlardan da bahsedilmelidir. Örneğin;
Eğer sözel bir aşağılama, argo veya küfür varsa; asla taviz vermeden “Kardeşinle bu şekilde konuşman doğru değil.” denilerek durum net ifade edilmelidir. Burada ses tonu baskıcı değil kararlı tonda ve vurgulayıcı olmalıdır. Bu kararlılığı vücut dili de desteklemelidir.
“Kardeşin sana tükürdüğü halde sen tükürmedin, bu güzel bir davranış. Aferin Ahmet.” diyerek doğru davranışlara vurgu yapılmalıdır. 21 Velhamdûlillahi Rabbil Âlemin.
-------------------------
Kaynakça 1. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar?, Nesil Yayınları 2. Prof. Dr. Mücahit Öztürk, Anne Baba ve Eğitimciler İçin Çocuk Psikiyatrisi, Uçurtma Yayınları 3. Prof. Dr. Mücahit Öztürk, Anne Baba ve Eğitimciler İçin Çocuk Psikiyatrisi, Uçurtma Yayınları 4. Prof. Dr. Mücahit Öztürk, Anne Baba ve Eğitimciler İçin Çocuk Psikiyatrisi, Uçurtma Yayınları 5. A.g.e 6. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar?, Nesil Yayınları 7. A.g.e 8. A.g.e 9. A.g.e 10. Adem Güneş, Çocuk Eğitiminde Doğru Bilinen Yanlışlar, Timaş Yayınları 11. Prof. Dr. Mücahit Öztürk, Anne Baba ve Eğitimciler İçin Çocuk Psikiyatrisi, Uçurtma Yayınları 12. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar?, Nesil Yayınları 13. A.g.e 14. A.g.e 15. A.g.e 16. A.g.e 17. Prof. Dr. Mücahit Öztürk, Anne Baba ve Eğitimciler İçin Çocuk Psikiyatrisi, Uçurtma Yayınları 18. A.g.e 19. Adem Güneş, Çocuk Neyi Neden Yapar? Nesil Yayınları 20. A.g.e 21. A.g.e
SAFER 1438
45
İSLAM COĞRAFYALARI
Metin Eken
Mağripte Bir
Müslüman Beldesi
İ
slam coğrafyaları yazı dizisinin bu bölümünde Kuzey Afrika’nın önemli ülkelerinden biri olan Cezayir’e uzanacağız. Kuzey Afrika’nın Mağrib olarak da bilinen kuzeybatısında yer alan ülke, bölgede İslam’ın yayılmasında lokomotif görevi gören önemli bir Müslüman beldesidir. Ancak ülke ismi uzun yıllardır hâkim olan kargaşa ve kaosla birlikte anılmaktadır. Bu yazıda ülke, coğrafi ve demografik özelliklerinden tarihsel arka plana kadar geniş bir perspektifte ancak özlüce tanıtılacaktır.
CEZAYİR
yük ülkesidir. 38 milyona yaklaşan nüfusa sahip olan ülke kuzeydoğuda Tunus, doğuda Libya, güneydoğuda Nijer, güneybatıda Moritanya ve Mali, batıda ise Fas ve Batı Sahra ile komşudur. Kuzey Cezayir ve Güney Cezayir olmak üzere iki ana bölgeye ayrılan ülke topraklarında nüfusun büyük bir bölümü coğrafi şartların daha uygun olduğu kuzey bölümde toplanmıştır. Kuzeyde Akdeniz iklimi etkinlik gösterirken Güney kısımlarda ise çöl iklimi hakimdir. Ülke halkının yaklaşık %78’lik bir
46
Ülkenin Genel Özellikleri
kısmını Araplar, %20’lik bir kısmını ise Berbe-
Resmi adıyla Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti, 2 milyon kilometrekareden büyük olan yüzölçümüyle Kuzey Afrika’nın en bü-
riler oluşturmaktadır. Ve halkın %98’i Müslü-
KASIM 2016
mandır. Genel olarak sünni olan halkın büyük bir çoğunluğu Maliki mezhebine mensuptur.
Tarihsel Süreçte Cezayir ve Müslümanların Ahvali Ülkenin İslam öncesi tarihine bakıldığında milattan önce 146 yılında Romalılar tarafından ele geçirilen Kartaca bölgesi sınırları içinde bulunan Cezayir’in, milattan sonra kırk yıllarında Roma’nın hâkimiyetine girdiği bilinmektedir. Bu dönemde kıyı bölgelerinde “Romanizasyon” ismiyle bilinen yoğun bir sömürgecilik ve zulüm siyaseti uygulanırken Cezayir’in iç kesimleri Roma hâkimiyetinin dışında kalmıştır. İç kesimlerde kabile toplulukları halinde göçebe hayatı yaşayan yerli halka Libyalı deniliyordu. Kendilerini “Emâzîğ” (hür insanlar) olarak tanıtan bu yerli halka sonraları “Berber” adı verilmiştir. (1) Günümüzde Berberiler olarak bilinen bu yerliler, halkın yaklaşık %20’lik bir kısmını oluşturmaktadır. Bölgenin İslam ile tanışması ise miladi yedinci yüzyıla rastlar. Müslüman fatihlerin bölgeye yaptığı akınlar yerli halk tarafından bir mukavemetle karşılaşsa da bölge zaman içerisinde Müslümanların kontrolü altına girmeye başlamış ve yerli halkın İslamlaşması süreci hızlanmıştır. 1500’lü yıllara gelindiğinde ise bölgede artık Osmanlı devletinin etkileri hissedilmeye başlamıştır. Nitekim 1517 yılı bölgenin Barbaros Hayrettin Paşa ve kardeşi tarafından Osmanlı hâkimiyetine geçirildiği tarih olmuştur. 1830’lu yıllara kadar da bölgede Osmanlı devletinin hâkimiyeti devam etmiştir. 1830 yılının Temmuz ayına gelindiğinde Fransızların Cezayir’i işgali vuku bulmuş ve bölgeyi büyük Fransız İmparatorluğu’nun bir parçası haline getirme çabaları yoğunluk kazanmaya başlamıştır. Bunun için Fransızlar Cezayir’in Müslüman halkını Hristiyanlaştırmak ve kendilerini tamamen Fransız kültürüne adapte etmek için ciddi faaliyetler yürütmüştür. 1830’da Cezayir’de Avrupa’nın en büyük misyonerlik merkezi olan Beyaz Papazlar Cemiyeti kurulmuş, bu cemiyet Cezayir
halkını elli yıl içinde Hristiyanlaştırma amacı gütmüştür. (2) Fransızlar halkın mukavemetini kırmak için askerî, siyasî, dinî, kültürel, ekonomik her baskıyı deneyerek Cezayir’in İslami kimliğini ortadan kaldırmayı hedefleyen planlar uygulamış ve her şeyden önce Hıristiyanlığı yaymaya, Arapçanın yerine Fransızcayı hâkim dil haline getirmeye çalışmışlardır. Halka ait mülkleri tasfiye etmeye, vakıflara ve kendilerine mukavemet eden kabilelerin topraklarına el koymaya başlamış, bunların yanı sıra ülkenin en güzel yerlerine Avrupalıları yerleştirerek sömürge yerleşim birimleri oluşturmaya gayret etmişlerdir.(3) 1830’daki işgalden itibaren Fransızların sömürgeciliğine karşı ciddi bir direniş ve bağımsızlık mücadelesi başlamış, ancak bu bağımsızlık girişimleri Fransızlar tarafından çok kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Cezayir Müslümanlarının 1954 yılında Fransız işgaline karşı Millî Kurtuluş Cephesi’nin öncülüğünde toplu bir kıyam başlatması ve bu doğrultuda yaklaşık sekiz yıl süren savaş süresince 1,5 milyon civarında şehit verilmiştir. Millî Kurtuluş Cephesi, Kasım 1954’te kurtuluş savaşını başlatırken yayınladığı bildirisinde amacının “Cezayir’de İslâm ilkelerine göre şekillenen bir bağımsız devlet kurmak” olduğunu bildirmiş ancak bağımsızlık sonrasında Fransa’nın da oyunları ile Cephe içinde yer alan Müslüman ilim adamları tasfiye edilerek, batıcı-laik düşünce sahipleri ön plana geçirilmiştir. (4)
SAFER 1438
47
İlerleyen yıllarda ülkede sosyalist rejimin etkinliği sağlanmış, bu dönemde Müslümanlar bu sosyalist rejime yönelik de ciddi başkaldırılarda bulunmuştur. Bu başkaldırı sürecinde
1830 yılının Temmuz ayına gelindiğinde Fransızların Cezayir’i işgali vuku bulmuş ve bölgeyi büyük Fransız İmparatorluğu’nun bir parçası haline getirme çabaları yoğunluk kazanmaya başlamıştır. Bunun için Fransızlar Cezayir’in Müslüman halkını Hristiyanlaştırmak ve kendilerini tamamen Fransız kültürüne adapte etmek için ciddi faaliyetler yürütmüştür. 1830’da Cezayir’de Avrupa’nın en büyük misyonerlik merkezi olan Beyaz Papazlar Cemiyeti kurulmuş, bu cemiyet Cezayir halkını elli yıl içinde Hristiyanlaştırma amacı gütmüştür.
Abbas Medeni öncülüğündeki İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) önemli ölçüde etkinlik göstermiştir. 1990 ve 1991 yıllarında girdiği seçimlerde halkın büyük bir desteğini kazanan İslami Kurtuluş Cephesi’nin bu etkinliğini günden güne arttırması sebebiyle de başta Fransa olmak üzere batılı ülkelerde ciddi bir rahatsızlık meydana gelmiştir. Bunun üzerine ülkede meydana gelen darbe ile İslami Kurtuluş Cephesi ciddi yaralar almış ve liderleri hapishanelere atılmıştır. Ülkenin gerek fiili sömürgecilik döneminde gerekse de bağımsızlığın kazanıldığı ancak Fransız etkisinin kendisini güçlü bir biçimde hissettirdiği dönemlerde karşı karşıya kaldığı sıkıntılı süreçleri anlatan bu tarihsel serüven Müslüman halkın ülkede ne gibi zorluklarla karşı karşıya kaldığının somut göstergesidir. Ve bu durumun diğer bölge ülkeleri ve hatta pek çok Müslüman beldesi için de geçerli olduğu tarihsel bir vakıadır.
------------------------Dipnotlar ve Kaynakça 1. Nasiruddin Saiduni, “Cezayir Tarihi” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2013. 2. Ekrem Yolcu, Cezayir, Vahdet Dergisi. Erişim Adresi: http://www.enfal.de/cezayir.htm. 3. Davut Dursun, “Cezayir Sömürge Dönemi”, , Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2013. 4. M. Ahmet Varol, Batı’ya Parmak Isırtan İslam Ülkesi, Altınoluk Dergisi, 1990 Temmuz, Sayı: 53, Sayfa: 13
48
KASIM 2016
DAVET VE CİHAD ÖNDERLERİ
Cihan Malay
Basralılar’ın İmâmı:
Hasan Basri –rahimehullah-
(641-728)
SAFER 1438
49
A
bidlerin sultanlarından olan ve Ebu Said künyeli Hasan Basri(r.h), tabiin devri-
nin büyüklerindendir. Hz. Ömer’in hilâfetinin bitmesine iki yıl kala h.21(m. 641) senesinde doğmuş, Medine de büyümüştür. Babasının adı Yesar’dır. Hıristiyan olan Yesar’ın hicretin 12.yılında Halid b. Velid ile Karyanus kumandalarındaki orduların arasında vuku bulan Vak’atu’s-Sinyi’de esir düşmüş ve onun Zeyd b. Sabit’in hizmetine girdiği rivayet edilir. Annesi Neyyir de mü’minlerin annesi Ümmü Seleme‘nin
azatlısıdır. Hasan Basri(r.h), mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (r.a)’ın evinde büyüdü. Ümmü Seleme annemizin Hasan Basri(r.h) için şöyle dua ettiği rivayet edilir: “Ya Rabbi! O’nu dinde fakîh kıl ve insanlara sevdir.“ (1) Ömrünü ilme ve insanlara Allah korkusunu anlatmaya, zulmün karşısında her zaman dik durmaya adayan Hasan Basri(r.h), 14 yaşında hafız olmuştur. Yine bu yaşlarda Basra’ya gitmiş ve orada ilmi ve hitabeti ile halk arasında itibar görmüştür. Onun bu etkili hitabetini İmam Cafer-i Sadık(r.h) şöyle aktarmıştır: “Sözü Peygamber’in sözüne benziyor.” (Tehzib, 2/265)
Malik bin Dinar(r.h) bir gün Hasan Basri’ye sordu: “Dünyada en ağır ceza nedir?” O: “İnsanın kalbinin ölmesidir” diye cevapladı. Sonra Malik: “Kalp neden ölür?” diye sordu. Hasan Basri(r.h): “Dünyayı sevmekten. Çünkü dünyalığı aziz tutan zillete duçar olur. Ne kadar çok olursa olsun, fâni olan bâki olana denk değildir.”
50
KASIM 2016
Onun haksızlığa karşı çıkmasının bir örneği Yezid’in halifeliğinin sahih olmadığını açıkça söylemesidir. Diğer bir örneği ise Said b. Cübeyr’in katledilmesi olayında sergilemiştir. Haccâc’a karşı çıkmış ancak kargaşaya sebebiyet vereceği endişesiyle Haccâc’a isyan edilmesini doğru bulmamıştır. Öte yandan Haccâc öldüğü zaman, “Allah’ım! Onu ortadan kaldırdığın gibi kurduğu yönetimi de kaldır” diye dua etmiş ve onun ölümünden dolayı Allah’a şükretmiştir. (2) Tabiinden olan Hasan Basri(r.h), çocukluk günlerini Medine’de geçirmiş ve sahabeden bazılarını görme şerefine nâil olmuştur. Bir gün Basra halkına sahabeyi şöyle anlatır: “Vallahi, Bedir ehlinden yetmiş kişiye yetiştim. Eğer siz onları görseydiniz deli sanırdınız. Onlar da sizin iyilerinizi görselerdi ‘Bunların ahirette bir nasibi yok’ derlerdi. Kötülerinizi görselerdi, ‘Bunlar hesap gününe inanmıyorlar’ derlerdi.“ Başka bir sohbetinde de salih kimseleri anlatırken şöyle der: “Öyle insanlar gördüm ki dünyaya ayaklarının altındaki toprak kadar kıymet vermezlerdi. Dünya kendilerine doğmuş, batmış, filan gitmiş, falan gitmiş hiç umurlarında değildi. Öyle insanlar gördüm ki bunlardan biri akşam eder, yanında azıcık azık vardır, yine hepsini yemez. ‘Bunun hepsini kendi karnıma koymayayım, bir kısmını da Allah için sadaka vereyim’ diye düşünürdü.”
Din Ehli Seni İstemez, Sen de Dünya Ehlini İstemezsin Ömer b. Abdülaziz(r.h) döneminde bir süre Basra kadılığı yapmıştır. Yine kendisi gibi takva ve zühdüyle meşhur Ömer İbn Abdulaziz(r.h), bir gün kendisinden hüküm meselelerinde kendisine yardım edecek kimseleri tavsiye etmesini Hasan Basri’den istemiş, âbidlerin sultanlarından olan Hasan Basri(r.h) de Ömer bin Abdulaziz’in bu isteğine şöyle cevap yazmıştır: "Din ehli seni istemez, dünya ehlini de sen istemezsin."
Kalp Nasıl Ölür Malik bin Dinar(r.h) bir gün Hasan Basri’ye sordu: “Dünyada en ağır ceza nedir?” O: “İnsanın kalbinin ölmesidir” diye cevapladı. Sonra Malik: “Kalp neden ölür?” diye sordu. Hasan Basri(r.h): “Dünyayı sevmekten. Çünkü dünyalığı aziz tutan zillete duçar olur. Ne kadar çok olursa olsun, fâni olan bâki olana denk değildir.”
Allah Korkusu İçinde duyduğu derin Allah korkusu ve etkili vaazlarıyla Basra halkı üzerinde etkili olan Hasan Basri(r.h), bir gün insanlara şöyle hitap eder: “Mü’min, üzgün sabahlar ve akşamlar. Bundan başkasını yapamaz. Çünkü o iki korku arasındadır: “Geçmiş olan ve Allah’ın o hususta kendisine ne işlem yapacağını bilmediği bir günahla, başına ne gibi tehlikelerin geleceğini bilmediği bir ömür arasında.” Onu tanıyanlardan biri kendisinin etkileyiciliğini şöyle anlatır: “Çok düzgün, etkileyici ve tatlı konuşurdu. Âhireti anlatırken veya sahabe-i kiram devrini tasvir ederken gözünden yağmur gibi yaş boşanırdı. Bu son dönemde, Haccâc b. Yusuf gibi güzel konuşan ve konuşma yeteneği olan biri gelmemişti. Halk Hasan Basri ve Haccac’ı güzel ve düzgün konuşmakta eşit kabul ederdi. Meşhur dil uzmanı ve dil bilgisi otoritesi Ebu Amr b. el-Alâ diyor ki: “Ben Hasan Basri ile Haccac b. Yusuf’tan daha düzgün konuşan kimse görmedim. Hasan, Haccac’tan daha düzgün konuşurdu.”
Bir Nasihati “Vah vah, yazıklar olsun; aşırı istekler, hayalî beklentiler insanları mahvetti. Laflar çok, amel ve uygulamalardan hiçbir eser yok. İlim var fakat gereğini yerine getirmek için ne azim ne de bir gayret var. İman var fakat yavan ve kuru. Gelip gidenleri, onların hışırtılarını duyuyorum ama samimi bir dost göremiyorum. Mil-
let önce (İslam’a) girdi, vallahi sonra da çıktı. Önce her şeyi öğrendiler, sonra inkâr ettiler. Önce haram olduğunu kabul ettiler, sonra da helâl saydılar. Sizin dininiz nedir? Birinize, ‘Ahiret gününe inanıyor musun?’ diye sorulsa hemen, ‘Evet’ der. Kıyâmet gününün sahibine yemin ederim ki yalan söyledi. Mü’mine yakışan dinde sağlam olması, iman sahibi ve kesin inançlı olmasıdır. Onun ilmi için hilm, hilmi için de ilim süs olmalı. Akıllı fakat yumuşak huylu olmalı. Güzel giyimi ve zorluğa katlanması yoksulluğunu örtmeli. Zengin olursa itidalli olmayı elden bırakmamalıdır. Sadaka ve fakirlere harcamalarında şefkatli, perişan durumda olanlara merhametli, haklıya hakkını vermekte cömert ve geniş kalpli, adalet ve insafta dürüst olmalıdır. Mü’min; birinden nefret ettiğinde aşırılığa gitmez. Birine sevgi ve muhabbet beslediğinde onun hakkında şeriatten tâviz vererek günah işlemez. Ne kusur arar, ne alay eder. Laf taşımaz, zevk-ü sefa peşinde koşmaz. Lüzumsuz sözlerle boşboğazlık yapmaz. Hakkı olmayan şeyin peşine düşmez. Yapması gerekli şeyi reddetmez. Özür göstermekte haddi aşmaz. Başkalarının felâketine sevinmez. Mü’minin namazı huşu içinde olur, rukûya gidişi hızlı (istekli)dır. Sabrı takva, sükûtu baştan başa tefekkür, bakışı tamamen ibret ve ders almadır. Âlimlerin meclisine gider, ilim öğrenmek için; onların yanında sükût eder. Konuşursa (sevap) kazanmak için, faydalanmak için. İyi bir iş yaparsa sevinir, kötü ve yanlış bir iş yaparsa tevbe ve istiğfar eder. Kendisine bir densizlik yapılırsa yumuşak başlı davranır. Zulmedilirse sabreder. Kendisine hakaret edilirse adaletle karşılık verir. Allah’tan başkasından yardım dilemez. Ondan başkasına sığınmaz. Topluluk arasında vakarlı-
SAFER 1438
51
dır, tek başına bulunduğunda şükreder. Rızkına kanaat eder; felâketlere, musibetlere sabreder. Gâfiller arasında bulunursa hakkı söyleyenlerden, hakkı söyleyenler arasında bulunursa tevbe ve istiğfar edenlerden olur.
hesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah’tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.” (Rad, 11) (3)
Hz. Peygamber(s.a.v)’in sahabeleri işte böyleydiler. Derece ve sıralarına göre, dünyada yaşadıkları sürece şanlarına yakışan şekilde yaşadılar. Sonra teker teker Allah’a ulaştılar. Ey Müslümanlar! Sizden önceki Salihler de öyle idiler. Ancak siz değiştiğiniz için Allah da sizi değiştirdi: “Şüp-
İlmi
“O; ilmi, takvası, zühd ve verâsı, iffeti, üstün himmeti ve fıkıh bilgisi bakımından parıl parıl parlayan bir yıldız gibi idi. Onun meclisinde çok çeşitli insan bulunur ve her biri bir feyiz alır; biri hadis öğrenir, biri tefsirde ondan faydalanır, bir diğeri fıkıh dersi alırdı. Biri fetva sorar, biri mahkemede hüküm vermeyi, karar verme kaidelerini öğrenir, kimi de nasihat ve sohbetini dinlerdi. O dalgalanan bir deniz, etrafına ışıklar saçıp aydınlatan bir lamba gibidir. Sonra onun emri bil ma’ruf ve nehy-i anil münker(iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma) konusundaki mücadeleleri, sultanlar ve idarecilerin yüzüne karşı tok sözle gerçeği söyleme olayları unutulacak şey değildir.”
52
KASIM 2016
Onun ilminin genişliğini ise Rebî b. Enes(r.h) onu şöyle anlatıyor: “Ben on sene boyunca Hasan Basri’nin yanına gittim geldim. Her gün ondan, daha önceki günlerde hiç duymadığım sözleri duyardım.” Diğer bir kimse ise şöyle anlatır: “O; ilmi, takvası, zühd ve verâsı, iffeti, üstün himmeti ve fıkıh bilgisi bakımından parıl parıl parlayan bir yıldız gibi idi. Onun meclisinde çok çeşitli insan bulunur ve her biri bir feyiz alır; biri hadis öğrenir, biri tefsirde ondan faydalanır, bir diğeri fıkıh dersi alırdı. Biri fetva sorar, biri mahkemede hüküm vermeyi, karar verme kaidelerini öğrenir, kimi de nasihat ve sohbetini dinlerdi. O dalgalanan bir deniz, etrafına ışıklar saçıp aydınlatan bir lamba gibidir. Sonra onun emri bil ma’ruf ve nehy-i anil münker(iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma) konusundaki mücadeleleri, sultanlar ve idarecilerin yüzüne karşı tok sözle gerçeği söyleme olayları unutulacak şey değildir.”
Sahabe ve Mü’minlerin Özellikleri Bir gün sahabenin imanı ve mü’minlerin özelliklerini anlatırken şöyle der: “Bu davet ilk mü’minlerin kulağına ulaşınca onlar hemen o anda iman ettiler, ‘Ona hemen lebbeyk’ dediler. Bu davete iman, onların kalplerinin derinliklerine işledi. Onların kalpleri, bedenleri, gözleri Allah’ın heybeti, azâmeti karşısında eğildi. Vallahi ben onları gördüğüm zaman, ‘Sanki onlar dinin gerçeklerini gözleri ile görmüş gibi iman ediyorlar gördüm. Onlar birbiri ile çekişen ve yanlışın peşinde koşan kimseler değildi. Lüzumsuz sözlerle uğraşmazlardı. Allah’tan onlara ne gelmişse hemen inandılar.’
Allah Teâlâ onları Kur’an-ı Kerim’de bakınız ne güzel övmekte ve tarif etmektedir: ‘Rahman olan Allah’ın kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler. Câhiller kendilerine lâf attıklarında da “selâm” derler.’ (Furkan, 63) Onlar yumuşak başlı kimselerdi. Cahillik yapmazlardı. Başkası da cahillik yaparsa onlar ağırbaşlılıklarını ve vakarlarım bozmazlardı. Onlar Allah’ın kullan ile işe yarar söz dinlemek için gündüzlerini geçirirler. Allah onların gecelerini hayırlı gece olarak bildirmiştir ve şöyle buyurmuştur: ‘Onlar gecelerini ayakta durarak ve secde yaparak (namaz kılarak) geçiren kimselerdir.’ (Furkan, 64) Gerçekten onlar ayakları üzerine dikili kalırlar, yüzlerini yere sürerler, secde yaparlardı. Onların yanaklarında gözyaşlarının bıraktığı çizgiler vardı. Allah korkusu onların gözlerini yaşla doldurmuştu. Gecelerini uykusuz, gündüzlerini Allah korkusuyla geçirmek, onlar için bir mesele değildi. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Onlar; Ey Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzaklaştır. Muhakkak cehennem azabı sürekli bir felâkettir derler.’ (Furkan, 65) İnsanoğlunun başına gelen sonra da uzaklaşıp giden şeye Araplar “ğarâm”(sürekli azab) demezler. Âyet-i kerimede geçen “ğarâm” kıyâmete kadar insanın başından gitmeyen musibet ve felâket demektir. Kendisinden başka mâbud olmayan Allah’a yemin olsun ki; Allah’ın o kulları (sözlerinde, dinlerinde) sağlam olduklarını gösterdiler. Ağızları ile söyledikleri şeyleri yaptılar (söylediklerine göre amel ettiler). Hâlbuki sizler ne yazık ki sadece temenni etmekle yetiniyorsunuz. Ey insanlar! Bu boş temennilerden vazgeçin. Çünkü Allah Teâlâ hiçbir zaman hiçbir kuluna, dünyada da âhirette de kuru arzusu ve boş temennisinden dolayı bir şey vermemiştir.” (4)
Bu konuşmanın sonunda (çok kere nasihatlerinin sonunda söylediği gibi) şöyle buyurdu: “Bu nasihat ve öğütlerde bir eksiklik yoktur. Ama gönüllerde hayat ve canlılık varsa tabiî.” (5)
Mal Hususunda Bir Ölçü Hasan el-Basri(r.h), “Ben ölümden korkuyor ve onu sevmiyorum” diyen birine şu cevabı vermiştir: “Malını geride bıraktığın için ölümü sevmiyorsun. Eğer malını ileriye (ahirete) gönderseydin, peşinden gitmek isteyecektin. Allah Teâlâ sana mal verir; sen de Allah’ı unutur malla uğraşırsan, o malı sana kara bir perde yapar. Dünyayı, ahireti göremez olursun. Yalnız malı bilirsin. Çok kere de malı alır, seni değiştirir. Fakir eder, zelil eder. Çünkü sen asıl nimeti vereni unuttun, nimetle meşgul oldun. Eğer o mal, mülk seni meşgul etmez de ibadetinle uğraşırsan, sana bir hediye olarak verilmiş olur; bir tanesi bile eksilmez. Mal sana hizmetçi olur, sen de Yaratana ibadet edersin. Böylece dünyada rahat, güzel geçinirsin. Ahirette ise sıddıklar, şehitler, salihlerle beraber bulunursun...”
Hasan Basri’nin Ömer bin Abdulaziz’e Mektubu “Ey müminlerin emiri! Bil ki, adaletli bir başkan her eğriyi doğrultur, her zulme karşı gelir, her bozuğu düzeltir. Her zayıfa destek olur, her mazlumun imdadına koşar ve her korkanın korkusunu giderir. Ey müminlerin emiri! Adaletli başkan evladını seven bir baba ve anne gibidir. Öksüzlerin anası, yoksulların hamisidir. Küçüklerini yetiştirir, büyüklerini besler. Adaletli başkan kalb gibidir. Kalb iyi ise bütün gövde iyidir. Ey mü‘minlerin emiri! Daima ölümü hatırla. Ölümü tek başına karşılayacağını unutma. Ona göre ve onun ardına göre hazırlan. Bugünkü
SAFER 1438
53
ikametgâhından başka ikametgâha geçeceğini düşün. Orada uzun uzadıya kalacaksın. Dostların seni bırakacak ve sen o ikametgâhın dibinde tek başına yaşayacaksın. Yanına öyle azık al ki, insanın kardeşinden, anasından, babasından ve çoluk çocuğundan kaçarak canını kurtarmak için uğraştığı gün işe yarasın. O günü düşün ki, kabirlerin içinde ne varsa hepsi savrulur, sinelerin içinde gizli ne varsa hepsi açıklanır, hiçbir şey saklanmaz ve amel defterleri bir bir açılır. Onun için ey mü‘minlerin emiri! Ecel gelmeden evvel eldeki mühletten faydalan, ümitler kesilmeden önce hazırlan. Allah‘ın kulları arasında cahillerin vereceği hükümle hükmetme. Ve onları zulmeden kimselerin yoluna saptırma. Kibirli ve gururlu kimseleri zayıf olan kimselerin başına musallat etme. Çünkü bu çeşit kimseler müminlere saygı göstermezler. Yoksa suçların ağır yükü altında ezilir, suçlarına başka suçlar da eklenir. Kendi yükün yetmiyormuş gibi başkalarının yükü de sırtına vurulur...
da Hasan Basri’nin tefsiri, talebesi Katade’nin tefsirine karışmıştır. Yine talebelerinden Amr İbn Ubeyd’in tefsire dair bir kitabı vardır ve bu kitapta Hasan Basri’den işittiklerini yazmıştır.
Sakın bugünkü kudretine güvenme, yarın ölümün pususuna düştüğün zamanki kudretine güven. Allah‘ın karşısına durup hesap vereceğin anı düşün!
Vefatı
“Ey mü‘minlerin emiri! Bu öğütlerimle eskilerin payesine erişemedim. Fakat elimden geldiği kadar senin hakkında hayırseverlik göstermiş bulunuyorum. Bu mektubumu, bir hastayı tedavi için ve sıhhatini korumak ve kurtarmak için verilen bir ilaca benzet. Selâm sana ey müminlerin emiri!” (6)
Tefsiri Hasan Basri(r.h), İbn Abbas(r.a)’ın tefsir derslerini katılmıştır. İslam tarihçilerinden İbn Nedim, ‘Fihrist’ adlı eserinde tefsirlerden bahsederken Hasan Basri’nin de bir tefsir kitabı olduğunu söyler. Müfessir âlimlerimizden İmam Taberi(r.h) de Hasan Basri’nin talebeleri tarafından rivayet edilen tefsirlerini kitabına almıştır. Çok defa
54
KASIM 2016
Bir Tefsir Örneği: “Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır.” (Kaf, 17) Bu ayeti Hasan Basri(r.h) şöyle tefsir etmiştir: “Ey Âdemoğlu, senin için iki sayfa açıldı. Sana iki kerim melek verildi. Biri sağında, öteki solunda. Sağında olan iyiliklerini zapteder, solunda olan kötülüklerini. Artık dilediğini yap. Az veya çok. Ölünce sayfan dürülür, boynuna asılır ve kabrine konur. Kıyamete kadar o seninle beraberdir. O zaman (Allah) der ki: ‘Her insanın günahını boynuna astık. Kıyamet günü onun için ap açık bir kitap olarak çıkaracağız. Kitabını, oku, bugün kendi kendine hesabını görebilirsin.’ Vallahi seni nefsinin hesapçısı yapan Allah, gerçekten adalet yapmıştır.”
Ömrünün son yılları hastalık ile geçen Hasan Basri(r.h), ölüm döşeğindeyken devamlı; «Biz Allah’ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine O’na döneceğiz, derler.”(Bakara, 156) ayetini okumuştur. Vefat etmeden önce de şöyle demiştir: “İnsanoğlu sıhhatli günlerinde ve hasta olduğu günlerde faydalı şeyler yapmış olsa (ömrünü iyi değerlendirse) ne iyi olur.” Bundan sonra da vasiyetini şöyle yazdırmıştır: “Hasan ibn Ebu’l-Hasan şehâdet eder ki: Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Muhammed(sallallahu aleyhi ve sellem) O’nun Resulu’dür” dedikten sonra Muâz bin Cebel’den (radıyallahu anh) şu hadisi rivâyet etti: “ “Kimin (hayatta söylediği) en son sözü La ilahe illallah olursa cennete gider.” (Ebu Davud, Cenaiz 20) Hayatının son anlarında kendisinden faydalanmak için birşeyler soranlara, size üç şey söyleyeceğim buyurdu ve şunları söyledi: “Size harâm edilen şeylerden, insanların en çok sa-
kınanı olunuz. Emredildiğiniz şeyleri de en iyi şekilde amel etmeye çalışınız. Yapacağınız işler zararlı ve faydalı olmak üzere iki kısma ayrılır. Siz faydalı olanına yönelerek bu hususta kendinizi iyi kontrol ediniz.” Hasan Basri(r.h), 728 (h. 110) senesi Receb ayının evvelinde bir Perşembe gecesi vefât etti
6. Vefât edenleri kabrine defnedip, onlardan ibret almamak.” “Allah Teâlâ hakkı için söylüyorum: Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile Allah katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiç bir kimse de Allah katında bu sebeple zelîl olmadı.” “Fitnenin görünür bazı alâmetleri vardır. Bun-
Eserleri:
ların arasında önemli olan iki alâmet ise insan-
Tefsîr-ul-Haseni’l-Basrî: Bu kitabı bir bütün
mada gevşek davranmalarıdır.”
olarak zamânımıza kadar ulaşmamıştır. Ancak
ların Allah’a isyan etmeleri ve görevlerini yap-
kaynak tefsir kitaplarında dağınık rivâyetler
“Ey âdemoğlu! Allah’ın haram kıldıklarından
hâlinde bulunmaktadır.
uzak durursan âbid olursun, Allah’ın sana ver-
Kitâbü’l-Hasen ibni Ebi’l-Hasen fil Aded:
diğine razı olursan zengin olursun.”
Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin adedi ile ilgilidir.
Hakkında Ne Söylediler?
Risâle fî Fadlı Harami Mekketi’l-Mükerre-
İmam Zehebî(r.h) onun için; “Basra halkının
me: Mekke’nin fazîletine dâirdir. Risâle Abdi’l-Melik ibni Mervan ilâ Hasen-il Basrî ve Cevâbihi Aleyha: Halîfe Abdülmelik’e yazılmış bir risâledir.
şeyhi, Basralılar’ın imamı, şeyhü’l-İslâm” tabirini kullanır. Hicri üçüncü asrın gayrimüslim filozofu Sabit b. Kurre’nin şu sözü meşhurdur: “Başka mil-
Risâle Erbea ve Hamsin Farîda: İmanda ara-
letlerin gıpta edeceği ümmet-i Muhammed’in
nılacak elli dört farzı anlatan bir kitaptır.
en seçkin kişilerinden biri de Hasan Basri’dir.
El-İstigfârâtu’l Munkıze Mine’n-Nâr (Bu ki-
Mekke-i Muazzama her zaman ve daima İslâm
tabın bir adı da Errâd-ı Hıfzıyye’dir): İstigfâr, yâni tövbe hakkındadır. Bunlardan başka eserlerinin de olduğu kaynaklarda bildirilmektedir
Sözleri “Kalbin bozulması altı şeydendir: 1. Allah Teâlâ’nın rahmetini umarak, tövbeyi terk etmek, 2. İlim ile amel etmemek, 3. Amelde ihlas sahibi olmamak, 4. Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu rızkı yiyip, şükretmemek, 5. Allah Teâlâ’nın taksimine razı olmamak,
dünyasının merkezi olmuştur. Oraya her ilmin en yetenekli kişileri devamlı gelir gider. Halk bunlara alışıktır, bu bakımdan dikkatlerini çekmez. Fakat Mekkeliler, Hasan Basri’nin derin ilmini gördükten, onun konuşmalarını dinledikten sonra: ‘Biz böyle bir adam görmedik’, diyerek hayran kalmışlardır.” (7)
------------------------1. İbn Sa›d, Tabakât, VII, 114 2. İbn Sa‘d, a.g.e, VII, 169 3. İbn Cevzi, Hasan el-Basri, s.69-70 4. Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Kıyam el-Leyl, s.12 5. Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:, 1/91-95. 6. Bkz. İkinci Ömer, Selâmet Mecmuası, S. 60- 62, İstanbul 1948, s. 7. 7. Ebu’l-Hasan En-Nedevi, a.g.e, 1/88-91
SAFER 1438
55
SERBEST KÖŞE
Ümit Şit
DÜNYA İLE OYNARKEN
ÖLÜMÜ UNUTMAK Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla İnsan olarak bizler; doğar, yaşar ve ölürüz. Doğarız ve niçin doğdum diye sorgulayamayacağımız gibi öleceğimiz zaman ise ben ölmek istemiyorum diye bir söz ardına düşemeyiz. Dünyaya geldiğimizde Allah Teâlâ’nın anneye bahşettiği şefkatle yoğrulur, baba otoritesinin gölgesinde güçleniriz. Güçlü ve çeşitli ışıklarla donanmış imtihan sahamızı keşfederken henüz tanışmadık alacakaranlığın içindeki zorluklarla ve bu zorluklara karşı verilen mücadelelerle çocukluk hikâyelerimiz, bizler için vazgeçilmez anılara dönüşür ve hayat boyunca bu anılara özlem duyarak yaşarız. Neden çocukluk çağlarına özlem duyarız? Aslında cevabı gayet basittir. Kalbimiz daha yıpranmamış-
56
KASIM 2016
tır. Bakıldığında hangi çağ, dönem, yıl olursa olsun insanlar, çocukluk anılarını özler, çünkü kalp henüz temizdir. Günahlarla kirlenmediğinden hayattan mutluluk duyarız. Kalp daha deforme olmadığından eylemlerimizde huzuru buluruz. Kalbimize daha günahların karanlık siyah noktaları çökmemişken; yiyeceklerden, içeceklerden, giysilerden tat alır, mutlu oluruz. Bu mutlu, huzurlu ve kaygısız yaşamımızda yüce Rabbimiz Allah’ın fıtratımıza yerleştirdiği sorulara cevaplar bulmaya çalışırız. Bu yüzden çocuklar çok soru sorarak, varlığına ait sorularına tatmin edici cevaplar ararlar. Şayet bu sorulara tatmin edici cevaplar veren anne-baba varsa çocuk kendini tanır, çevresinde olup biten olayların amacını kavrar ve iyi bir psikolojiyle
büyür. Ancak anne-baba tarafından “oğlum... Kızım nerden buluyorsun bu soruları bilmiyorum” cümlesi kurulursa önce varlığımızı sorgulamamız engellenir, sonra cevaplarını aradığımız bu soruları zamanla unuturuz. Sonra bir şekilde büyürüz ve varlık içinde yokluğu görür, az para karşılığında ucuz iş gücü satarız. Sadaka veren insanlardan olmamız beklenirken, sadaka derecesindeki maaşlarla kontrol altında tutularak yaşarız. Bu durumun amacı, insanın daha çok çalışarak varlık sorgulamasında bulunmaması içindir. Yani ilk yaratılışını, dünyaya gelişini, ne uğruna hayatın içinde olduğunu ve ne uğruna öleceğini düşünmemen için zihnin sürekli meşguldür. Bu meşguliyet bilinçli bir şekilde tasarlanmıştır. Özellikle merkez şehirlerde yaşayanlar düşünememenin ne olduğunu iyi bilirler. Öyle bir koşuşturmaca vardır ki burnumuzun ucundaki yerleri göremeyiz. Evden işe, işten tekrar eve, evde yemek yer ve yarın sabah kalkıp işe gitmek için tekrar uyuruz. Bu koşuşturmacada ölümü düşünecek bir tefekkür yakaladık mı? Hayır. Boş zaman ise sadece bir gündür ve o günde de yarın tekrar işe gitmenin telaşesiyle alış-veriş veya eğlence kabilinden şeylerle meşgul oluruz. Bu sırada da ölümü hatırlatacak tefekkür mesaisi harcadık mı? Hayır. Bizim sorunumuz düşünmeden yaşamış olduğumuzdandır. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerin-
de düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler. (Âl-i İmrân, 191) Dünyada dünya için sürekli mesai harcarken, kimliğimizi arama ve bulma yolculuğunda ne için öğrendiğin, ne için sevdiğin, ne için sevildiğin, ne için mücadele ettiğin gibi soruların karşılığı olarak hep para, mülk ve haz veren, şehveti kamçılayan arzuların tatmin edilmesi cevapları ile karşılaşmaya devam ederiz. Muhtaç olma korkusu vesveselere, vesveseler ise mahalle baskısına dönüşür ve araç olan dünya hayatını amaç ediniriz. Dünya hayatını amaç edinmemizle beraber zihnimize telakkide bulunan vesveseler sürekli devam edecektir. Ta ki, içimizde hayır kalmayana dek... Ta ki, kalbimizi şer ve fesat esir alıncaya dek. Ta ki, bir gün öleceğimiz gerçeğini hatırımızdan çıkarıncaya dek. İnsanların her gün, her saat, her dakika ve her an zihnine fısıldayan şeytan ve şeytanlaşmışların kalp üzerindeki misyonunu, Allah Subhanehu ve Teâlâ şu ayetlerle ortaya çıkarmıştır. “Şeytan sizi (hayırda harcamakla) muhtaç olacaksınız diye korkutur, sizi cimriliğe ve çirkin şeylere teşvik eder. Allah ise kendi katından bir af ve lütuf vaad buyurur. Allah’ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilir.” (Bakara, 268) Fakir olmaktan, yoksul olmaktan, sokakta yatmaktan ya da en az kötü seviyede düşünecek olursak, borçları ödememe konusunda kınan-
Sadaka veren insanlardan olmamız beklenirken, sadaka derecesindeki maaşlarla kontrol altında tutularak yaşarız. Bu durumun amacı, insanın daha çok çalışarak varlık sorgulamasında bulunmaması içindir. Yani ilk yaratılışını, dünyaya gelişini, ne uğruna hayatın içinde olduğunu ve ne uğruna öleceğini düşünmemen için zihnin sürekli meşguldür. Bu meşguliyet bilinçli bir şekilde tasarlanmıştır. Özellikle merkez şehirlerde yaşayanlar düşünememenin ne olduğunu iyi bilirler.
SAFER 1438
57
mak korkusu, insanlarımızı dünyanın içine dalmaya, mal mülk biriktirmeye sadakadan, zekâttan, yoksullara, hayırda bulunmaktan uzaklaştırdı. Mal, mülk yarışına giren bir insanın zamanı para, attığı para, tuttuğu para olarak karşılık bulacağından ya da böyle bir dünya anlayışına sahip olunacağından dolayı zaman kalmayacaktır tünelin sonundaki hüsranı düşünmeye, tren gidiyor, çarklar işliyor, duman tütüyor bacadan. Tünelin sonunda rayların bittiği düşüncesine kimse kapılmak istemez ve bu düşünce hak bile olsa kişinin arzularını tatmin eden yalanlara kurban edilir. Bu yalanlar geçici mutlulukta verse o kişi için o an önemlidir. Çünkü “o an mutluysam, yarın için mutluluğun garantisi yoktur” felsefesi ile hareket edilir. Bu hareket ölümü bilinçaltına atarak, karantinaya alır. Ölüm unutulacağından, uzun yıllar
için uzun vadeli planlar yapılır. Uzun planlarda Ahiret unutulur, dünya mahmur edilmek için uğraşılır. Bu sürecin en korkunç yanı ise 1000 liralık bir alacağı bulunan birinin, 100 liraya ulaştıktan sonra 900 liradan vazgeçtiği gibi kişinin cennetten vazgeçmesidir. Rahman olan Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terk edip durursunuz.” (Kıyamet, 20-21) Hedefinde cennet yurdu bulunmayanlarımızın; davranışlarında erdemli olmasını, ticaretinde dürüst olmasını, verdiği sözün senet olmasını beklemek mantığa aykırıdır. Çünkü ahireti unutan bir kişi veya bir toplum, aslında Allah’ı unutmuştur. Allah’ı anmayı unutan ölümü de de unutarak, dünyaperest bir hayat sürer. Bu şekilde günahkâr bir hayat süren insan, Allah’ın emir ve yasaklarına dünyada nasıl önem vermeyip arkasına attıysa, Allah da ona önem vermeyip bir kenara atacağını şu ayetlerle bize bildirmiştir: “Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz. ‘Ya Rabbî’ der, ‘ben gözleri gören biri olduğum halde neden beni kör olarak haşrettin?’ Buyurur ki: ‘Bu böyledir. Nasıl âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttuysan, bu gün de sen öyle unutulur, bir kenara atılırsın.’ “ (Ta-ha, 124-126) Kendisine gönderilen kitabı unutarak Allah’ın kitabı Kur’an’a göre yaşamayan birinin yarın ölüp Allah’ın huzurunda; davranışından, ticaretinden, amellerinden hesap vereceksin! Diye uyarılması, Allah hidayet verirse elbette bir dönüşüm gerçekleştirir. Fakat günahlarında ısrarcı biriyse bu nasihat onun için bir anlam ifade etmeksizin kulağına ağırlık olarak geri dönecektir. Rabbim bizi Müslümanca yaşatarak, Müslümanca öldürsün.
58
KASIM 2016
Allah’ın buyruklarından gafil olarak bir hayat süren insanın aklına tıpkı çocukken olduğu gibi garipsenen ancak bir o kadar da doğru yola götüren sorular gelmez. Gelse de “nerden buldun bu ahiret sorularını” gibi abes bir söylem geliştirecektir. Çünkü artık kalbi çocukluğundaki gibi temiz değildir. Günahlar sebebiyle kalbi katılaşmış ve Allah hidayet vermediği müddetçe hakka kapanmıştır. Böyle bir kalbe sahip bir insanın, yeryüzünde kendisinden önce kaç insan gelip geçtiği, gökyüzüne kaçıncı insan olarak baktığı, bu muazzam kâinatın varoluş amacını, bizden önceki milletlerin mezarlığının dünya oluşu, kimsenin taşınabilir ya da taşınmaz mallarını kendiyle beraber dünya dışına çıkaramaması gibi birçok tefekkürü derinleştiren soruların cevaplarını aradığını göremeyiz. Çünkü bu sorular ve cevapları fatura ve kira ödeme konusunda yardımcı olmamaktadır. Bu sebepten dolayı insan, daha çok dünyalık biriktirme telaşı ile kabre doğru ilerlemektedir. Rabbimizin buyurduğu gibi: “Dünyalıklarla böbürlenmek, oyaladı sizleri. Tâ boylayıncaya kadar kabirleri!. Hayır (geçici dünya zevklerine bağlanmak doğru değil, sakının bundan) ileride bileceksiniz!. Evet, evet! İleride bileceksiniz!” (Tekasür, 1-4) Yeryüzünde Allah’ın nimetlerini yerken, içerken ve gezerken hiç düşünüyor muyuz ki, bu içme bu yeme ve gezme alışkanlıklarımız bir gün son bulacak ve bizde, bizden önce yaşayan ve bizim gibi her nimetin en güzeline, en çoğuna gözünü dikenler gibi bir sonla karşılaşacağız. Yemeklerin en lezzetlilerini damağında gezdirenler gibi, içeceklerin en keyifli, soğuk ve sıcak olanlarını tüketenler gibi, eşyaların en çetrefilli, en gösterişli olanına hücum edenler gibi, bineklerin en sağlamına ve son modeline koşanlar gibi, kadının en güzelini aramaya yönelenler gibi, malın en çoğunu daha çoğaltmak için çabalayanlar gibi, binaların en yükseğini ve görkemlisini inşa etmek için uğraşanlar gibi, makamının basamaklarını arttırma mücadelesi verenler gibi, hayatını zevk alma, haz
“Şeytan sizi (hayırda harcamakla) muhtaç olacaksınız diye korkutur, sizi cimriliğe ve çirkin şeylere teşvik eder. Allah ise kendi katından bir af ve lütuf vaad buyurur. Allah'ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilir.” (Bakara, 268 )
alma merkezli yaşayanlar gibi ve buna benzer birçok insan örnekleri bu varlık dünyasından başka bir varlık dünyasına intikal ettiler, gittiler ve bir daha da dünya ya geri gelmeyecekler. Peki, hayatlarının son demlerinde hayatlarının amacına ulaştılar mı? Evet, gidiyorum ama dünyada her şeyden gözü ve gönlü doymuş olarak gidiyorum diyen insan sayısı kaçtır? Hayır, biz şunu biliyoruz ki, dünyayı kovalayanlar, dünyaya daha çok bağlanırlar. Dünyaya daha çok bağlananlar ise ölümü unutarak yaşarlar. Ölümü unutanların, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in buyurduğu “Lezzetleri kaçıran ölümü hatırlamayı arttırınız” hadisi hayatlarında ne kadar yer kaplamaktadır. Ne yazık ki ölümü hatırlamayı arttırmaktan çok, ölümün kendisini unuttuk. Ölüm bir topluluk içinde bir laf arasında geçiverse, dünyaya kendini kaptıran insanlarımız: “ağzımızın tadını kaçırma! Şimdi nerden çıktı bu ölüm daha genciz” “daha anne olmadım”,” daha baba olmadım”, “daha emekli olmadım”, “daha yaşlanmadım” gibi birçok mazeret sayıp ölümü düşman olarak görürlerken, sahabeden Huzeyfe radiyallahu anh’ın dudaklarından ise
SAFER 1438
59
ölüm, “Tamda ihtiyaç halinde gelen sevgili!” olarak telaffuz edilir. Sahabenin ölüme bakış açısından ne kadarda uzağız. Biz kendimize ölümü yakıştırmaya duralım. Bununla beraber dünyada her yıl ortalama 52 milyon insan, her gün ise ortalama 145 bin insan ölmektedir. Her geçen saatte ortalama 6 bin kişi ölmektedir. Kimin garantisi vardır ki, bu büyük rakamların içinde kendisi yer almayacaktır. Sen daha gençsin, o daha işini büyütmedi, öteki daha evlenmedi ise bu ölenler hep yaşlılar mı? Bir yılda 52 milyon insan ölmesine rağmen, dünyanın toplam yaşlı nüfusu 6,5 milyondur. Şayet hep yaşlanarak ölmek olsaydı, sokakta ve caddede yaşlıları göremezdik. Şu asıl sondan ve başka bir hayatın başlangıcından hep kaçar olduk. Ölüm bizi hep ürkütür oldu. Oysa ölümün kendisi değil mümin isek Allah’a verilecek olan hesap bizi ürkütmeliydi. Ölümün kendisinden korkma hastalığımıza Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şu hadis ile nasihat etmektedir: “Âni ölüm, kâfir için gazab-ı ilâhî’nin bir yakalamasıdır; mü’min için de bir rahmettir.» (Ebû Dâvud, Cenâiz 14) Hayatımızın eksenine; işimizi, eşimizi, dünyevi ideallerimizi koymak yerine; Allah’ın kitabını ve Rasûlullah’ın sünnetini merkez alan bir yaşam sürersek evet Allah Rasûlü doğru söyledi. O zaman mümin için ani bir ölüm, Allah’ın izniyle rahmet olacaktır. Neden olmasın ki, mü-
60
KASIM 2016
min dünyada bütün işlerinde Allah’ın rızasını gözetir. İnsanları ölçü olmaktan çoktan çıkarır, Allah yolunda kınanma korkusundan sıyrılırdı. Ticaretini nebevi ölçüyle gerçekleştirir, doğru sözlü olmaya itina gösterirdi. Neden ölüm mümin için rahmet olmasın ki, o yetimlerin başını okşar, cüzdanından dul bacıların payını ayırırdı. Namazı devamlı kılar, zekâtı verirdi. Neden ölüm mümin için rahmet olmasın ki, mümin kardeşlerine güler yüzlü davranır, kalp kıracağına kafasının kırılmasını yeğlerdi. İhtiyaç sahibini boş çevirmez, yaptığı iyiliği başa kakmazdı. Neden ölüm mümin için bir rahmet olmasın ki, anne-babaya iyi davranır, komşularını rahatsız edecek davranışlardan kaçınırdı. Akrabalar arasında fakir-zengin ayrımı yapmaz, kişiler arasında adaletli olurdu. Neden ölüm bir mümin için rahmet olmasın ki, boş şeylerden tamamıyla yüz çevirir, yüzünü, özünü bütünüyle Allaha çevirirdi. İffetli, edepli, hayâ sahibi bir kişilik olarak yaşar, eşini ve çocuklarını da şeref sahibi olarak yaşatırdı. Neden bir mümin için ölüm rahmet olmasın ki, Allah’ın kendisini af etmesi için gece gündüz gözyaşı dökerek tevbe ederken, Gafur ve Rahim olan Allah neden mümin kuluna merhamet etmesin. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kullarıma haber ver ki (günahları örten) gafur, (ihsanı bol olan) rahîm Ben’im.” (Hicr, 49) Günahları örten, ihsanı bol olan bir Rabbimiz varken, hala dünyanın geçici nimetlerine saplanıp ölümü unutarak mı yaşayacağız? Hadi! Sen ölümü unuttun ama o seni unutacak mı sanıyorsun? Öyle ya da böyle o karanlık çukurda kendini bulacaksın. Ne çocukluk anıların seni kurtaracak, ne o ihtişamlı işin, ne sadakatli eşin nede göz bebeklerin olan çocukların elinden tutacak, sen büyük bir pişmanlıkla o karanlık dehlize yuvarlanırken. Bu beklenmeyen terk edilişi Rehberimiz Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur : “Kul kabrine konulup yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup:
‘Muhammed (s.a.s.) denen kimse hakkında ne diyorsun?’ diye sorarlar. Mü’min kimse bu soruya: ‘Şehâdet ederim ki O, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür!” diye cevap verir. Ona: ‘Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı cennette bir mekâna tebdil etti’ denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allah da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar. Eğer ölen kâfir ve münâfık ise (meleklerin sorusuna): ‘(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!’ diye cevap verir. Kendisine: ‘Anlamadın ve uymadın!’ denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu (insan ve cinlerden ibaret olan) iki ağırlık dışında ona yakın olan bütün (kulak sahipleri) işitir.” (Buhârî) Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem’e iman etmek, onu anlamak, ona uymak, onun izince yol almak bize ölüm gibi kederli bir sonu bile rahmet dolu ebedi bir başlangıca dönüştürecektir. Ama Allah Rasûlüne iman ettiğimizi söylediğimiz halde ondan uzak bir hayata sahipsek, onu anlamak yerine eski yunan filozofların varlık yorumlamalarına dalmışsak, ona uymak yerine kendimize başka rehberler arıyorsak, onun izini başka izler ve izm’ler ile karıştırıyorsak o zaman ölüm işte ilahi bir gazap ve sonu olmayan bir elemdir. “Her canlı ölümü tadacaktır. Siz ey insanlar, çalışmalarınızın ücretini ancak kıyamet günü tam bir şekilde alacaksınız. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete yerleştirilirse, işte o muradına ermiştir. Yoksa bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” (Âl-i i İmrân, 185) İşte öldün ve en sevdiklerin ve sevenlerin seni terk edip gitti. Ne kadar acınası bir durumda aciz ve bedbahtsın. Dünyadayken; villâlarda, yalılarda ya da apartmanlarda geçen hayatının sonu işte bu tek kişilik alelade kazılmış bir çukurdan ibarettir. Odandaki avizelerin gözünü kamaştırdığından değişikliğe gider eski avizelerine elveda derdin. Şimdi o karanlık toprak ko-
Hedefinde cennet yurdu bulunmayanlarımızın; davranışlarında erdemli olmasını, ticaretinde dürüst olmasını, verdiği sözün senet olmasını beklemek mantığa aykırıdır. Çünkü ahireti unutan bir kişi veya bir toplum, aslında Allah’ı unutmuştur. Allah’ı anmayı unutan ölümü de de unutarak, dünyaperest bir hayat sürer.
kulu odada bir mum ışığına muhtaçsın. Havadar olsun diye en son klima sistemleriyle havanı tazelerdin şimdi sevdiklerin burnunu toprakla doldurdu. Modalarla değişen elbise seçeneklerinin yerine basit beyaz bir kumaş sarıyor titrek bedenini. Yine mi bu yemekler diyerek yemek seçtirdiğin damağına toprak doluyor. Aynada saatlerce baktığın o güzel yüzünü, böcekler çiğniyor. Kremlerle beslediğin derin, kemiklerinden ayrılıyor. Bu kadar musibete karşı var mı sadece Allah içindir diyebileceğin amellerin varsa sevinmekte haklısın, yoksa ne elde ne de avuçta o zaman kederlenmekte haklısın. “De ki: “Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 8) “Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387)
SAFER 1438
61
SERBEST KÖŞE
Derya Fıçıcı
ÜMMETİN HAYÂLI
GENÇLERİNE
E
n temiz ve en yüce övgüler Allah’a aittir. Salat ve selam onun Rasûlüne, âline ve ashabına olsun. Allah’ın
selâmı, rahmeti ve bereketi mümin kardeşlerimin üzerine olsun. Nasihatlerimin önce kendi nefsimi, ehlimin ve tüm kardeşlerimin nefislerini ıslah edebilmesi duası ile… Görünüşleri ile Allah›ı hatırlatan, konuşması ve ilmi ile bulunduğu ortama maddi manevi fayda veren, hareket ve davranışları ile daima ahireti hatırlatan mümin genç kardeşlerim... Rabbim sizlerden razı olsun. Her biriniz yaşadığımız toplumda haramların içinde kaybolmuş, karanlıklara gömülmüş, ruhi bunalımlar yaşayan genç topluluklara, uyuşturucu, alkol, sigara gibi gençleri tehdit eden onca haram ve pisliğe rağmen kendisini ko-
62
KASIM 2016
ruyan ve yalnızca Allah›a kul olan ve bunca karanlığın içinde nur misali parlayan kıymetli şahsiyetlersiniz. Allah›ın rızasını kazanıp Firdevs cennetlerine, Adn ve Naim cennetlerine arzumuz, gayret ve mücadelemizde kopması mümkün olmayan urvetül vuska’ya (sağlam kulba) sarıldık. Kalpler Allah›ı birledikçe, amellerimiz arttıkça şeytanın hilelerinin zayıfladığını görüyoruz. Bize karşı kurduğu tuzaklar artık büyük değil, zayıf ve cılız. Bunları birkaç örnekle anlatalım; 1. Benim genç kardeşim, iffetini korumuş, tesettürünü korumuş, gözlerini, kulaklarını, dili-
Evlilik mevzusunda nasihat almak istiyorsanız, kendi yaşınızdaki bekârlarla değil, evli, yetişkin ve evliliğinde size örnek olacak kişilerle nasihatleşin. Diğer türlü konuşmalar sizleri harama yaklaştırır.
ni her türlü haramdan sakındırmış ve güzel bir niyet içerisine girip evlenmeye karar vermiş. Hatta evlenerek daha birçok haramın yollarını tıkayacak, Allah’ın davasına daha faydalı olmak için tevhid evini kuracak, orada muvahhid ve muvahhide bireyler yetiştirecek. Dininin diğer yarısını tamamlayacak. İşte bu güzel niyetler içerisinde girdiği yolda şeytan kirli oyunlar peşinde ‘bu güzelliğe, bu hayra nasıl şer ve kötülük bulaştırabilirim, harama nasıl meylettirebilirim’ peşindedir. Evlilik görüşmesinin olumlu geçmesi ile bu tuzaklar baş gösterir. Örneğin; ‘evleneceğin, hayatını paylaşacağın kişiyi bu iki saatlik zaman diliminde mi tanıyacaksın?’ diye başlayan vesveseler verir. Ardından ‘telefonla görüşmelisin, ölçüyü koruyarak kafandaki soruları sormalısın’ der. Ve artık ok yaydan çıkar. Günde birkaç dakika yapılan görüşmeler saatlere, sürekli mesajlaşmaya, fotoğraf göndermeye kadar gider. Hâlbuki o konuştuğun kişi sadece evlilik için niyetlendiğin kişidir. Daha eşin olmamış, nikâhınız da olmamıştır. Oysa sen yıllardır bunun mücadelesini veriyorsun. Haramdan uzak kalmayı, en ufağına dahi bulaşmamayı ve tertemiz bir şekilde yuvanı kurmayı beklerken şeytan temiz hayallerinin içine pislik kırıntıları atıyor. Hatırla!
Sen Peygamberinin kızı Hz. Fatıma›nın iffetini, hayâ duygusunu, “Öldüğümde beni gece defnedin ki, kimse görmesin” sözlerini okuduğunda onu kendine örnek almıştın. Dikkat et ey bacım! Fatımalara zarar gelmesin. Ve sen ey kardeşim! Fatıma timsali, kendine eş alacağın hanıma zarar gelmesine, hele hele senin elinle hayâsının yırtılmasına, zarar görmesine izin verme. Şöyle bir mesele de var ki, bu nişanlılık sürecinde harama düşmemek için yapılan nikâh bizi haramdan koruyabilir, ancak yaşadığımız toplum ve kültür bunu tam kabul etmediğinden İslam’a ve davete zarar gelebilir. Nişanlı olan kardeşlerimiz toplum nazarında nişanlı olarak bilindiğinde nikâhları henüz meşruluk kazanmadığından yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilir. Nişanlı kimselerin yaptıkları nikâh, genelde aileler tarafından bilinir ancak henüz herkese ilan edilmemiştir. Ve zaten ilan edilse de ancak bilinçli müslümanlar bunu anlayabilir. Bunun
SAFER 1438
63
dışında olanlar sizi nişanlı olarak görür. Nişanlı olan tesettürlü bacım ve sakallı mümin kardeşim... Dışarıda kendisine nikâhlı olan nişanlısıyla dolaştığında insanların gözünde cahillerden farkı olmayan bir nişanlılık süreci yaşadığı algısı oluşabilir. Bu da İslam’ın hudutlarının yanlış anlaşılmasına sebebiyet verebilir. 2. Gençlerin kendi aralarında sürekli evlilik mevzusundan bahsetmesi, aklını sürekli bununla meşgul etmesi ve zaaf noktalarını sürekli gündemde tutması şeytanın zayıf hilelerinden biridir. Evlilik mevzusunda nasihat almak istiyorsanız, kendi yaşınızdaki bekârlarla değil, evli, yetişkin ve evliliğinde size örnek olacak kişilerle nasihatleşin. Diğer türlü konuşmalar sizleri harama yaklaştırır. Evlilik arefesinde değilseniz, mahrem konular hakkında bilgi almaya, öğrenmeye çalışmayın. Gençler arasında da bu tür konuların konuşulmasına mani olun. Evlilik mevzularında aracılık yapmayın. Zira bu sizin işiniz değil, büyüklerin işidir. Ola ki tecrübesizliğiniz kardeşinize hayır yapayım derken zarar vermenize sebep olur. Özellikle genç kızlar birbirlerine bekâr olan ağabey ve kardeşlerinden söz etmesinler. Bunun sakıncası şudur: Arkadaşınızın ümitlenmesine, hayal kurmasına sebebiyet verebilir. Allah korusun aşk hastalığına tutulmasına da sebep olabilir. “Andolsun ki o, istekli idi. Eğer Rabbının burhanını görmemiş olsaydı; o da onu arzu etmiş gitmişti. İşte Biz, böylece ondan fenalığı ve fuhşu bertaraf ettik. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yusuf, 24) İbni Kayyum (rahimehullah) “Kalbin İlacı” adlı kitabında aşk hastalığından şöyle bahsediyor: “Bu ölümcül hastalığın tedavisi, kişinin tevhide ters düşen bu hastalığa ancak cehaleti ve kalbinin Allah’tan yana gaflette olması sebebiy-
64
KASIM 2016
le tutulduğunu bilmesiyle mümkündür. Onun ilk önce Rabbini birlemeyi, O’nun sünnetlerini (değişmez yasalarını) ve ayetlerini öğrenmesi gerekir. Sonra kalbini devamlı Rabbini düşünmekle meşgul edecek zahiri ve batıni ibadetleri yerine getirmeli, Allah’a çokça sığınmalı, bu belayı kendisinden uzaklaştırması ve kalbini tekrar O’na döndürmesi için Rabbine çokça yalvarmalıdır. Onun için ihlastan daha faydalı bir ilaç yoktur.” 3. Sosyal medyada mahrem sınırlarına dikkat edilmemesi. Kardeşler, öyle şeyler duyuyoruz ki, sosyal paylaşımlardan etkilenip facebooktan tanıdığı kişiye evlilik teklif edenler, facebookta yazışarak birbirini tanımaya çalışanlar var. Kadınların erkeklere veya erkeklerin kadınlara davet-tebliğ amaçlı yazdıklarını dahi duyuyoruz. Bu da şeytanın bize kurduğu tuzaklardan biridir. Ayrıca bayan veya erkeğin, herkesin gördüğü ortamlarda fotoğraflarını paylaşmaları hem kendilerini hem de başkalarını harama yaklaştırabilir. Hanım kardeşlerimin peçeleriyle fotoğraf koymaları da uygun değildir. Hanımların paylaşımlarına bir erkeğin yorum yazması veya erkeğin paylaşımlarına bir bayanın yorum yazması, mümin erkek ve kadınlara yakışmayan davranışlardır. Yabancı erkek ve kadının birbirleriyle mektuplaşmayacağı gibi sanal ortamda da yazmaları uygun değildir. Sonuç olarak; akıllı kişi şunu bilmelidir ki, akıl ve şeriat faydalı şeylerin elde edilmesini ve artırılmasını, zararlı şeylerinde yok edilmesini gerekli kılar. Ya Rabbi! Haramların bizi çepeçevre kuşattığı şu dönemde, Sen, İslam’a teslim olmuş gençlerin izzet ve takvalarını arttır. İzzet ve takvamızı yok etmek uğruna kurulmuş tuzaklara karşı bizlere basiretli bir bakış ve anlayış nasib et... Allahumme Amin... Selam ve dua ile...