Özgür Halk Sayı 1

Page 1

Editörden

Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam İçin: Yeniden Merhaba

Ortadoğu belki de tarihinin en kritik kaos ve krizini yaşamaktadır. Yüzyıl önce emperyalist ve yerli işbirlikçileri tarafından halkaların iradesine rağmen yapılandırılan bölge dinamiklerinin karşıtı temelinde inşa edilen bölgemiz artık o ceberut yapıyı kaldıramayacak düzeye ulaşmıştır. Toplumsal dinamikler kendi öz iradeleriyle yeni bir Ortadoğu’yu inşa etmek için arayışlarını ve isyanlarını ortaya koymalarına karşın gerici güçler çeşitli yöntem, tezgah, saptırılmış eğilimlerle muğlaklaştırma ve kaosu derinleştirerek kendi sistemlerini kurmaya çalışmaktadırlar. Ortadoğu da ulus devlet paradigması çökmüştür. Kapitalist modernite, bölgenin tarihsel toplumsal özellikleriyle savaş halindedir. Buna karşın halkların isyanı ve arayışı devam etmekle birlikte, kendi düşünsel yaşamsal paradigmasıyla şekillendirebilecek koşullardan da uzaktır. Özünde Ortadoğu da devam eden üçüncü dünya savaşı kapitalist modernite ile demokratik modernitenin savaşımı halinde gelişmektedir. Fakat dış müdahaleler Ortadoğu halklarını düşüncesiz kılmak için saptırmalar, yozlaştırmalar üzerinde yoğunlaştığında; tam bir kaos ve kriz durumunun yaşanmasına neden olmaktadır. Sorunların çözümsüzlüğün temelinde zihinsel ve düşünsel konular esas yeri tutmaktadır. İşte yeniden Özgür Halk dergisinin yayın hayatına başlaması; Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Önderliğinin ortaya koymuş olduğu sorunların çözümünde, kaostan çıkıp Demokratik Kurtuluşu ve Özgür Yaşamın inşasının paradigmasal ifadesir. Onun özgür yaşama ulaşmanın gerek gördüğü mücadelenin tarz tempo ve yeni yaşamın inşasında ideolojik teorik ve kültürel esasları yaygınlaştırarak, çözümün ortaya konulması bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Özgür Halk; ilk yayınına Kasım 1990 yılında başladı. 1990 yılların Kürdistan’ı toplumsal dirilişini ortaya çıkarabilmek için askeri, siyasi ve kültürel olarak yoğun bir mücadele dönemiydi. Esası inkar edilen, yok sayılıp yoğun bir asimilasyonla varlığı ortadan kaldırılmaya çalışılan Kürt halk gerçeğini açığa çıkartmaktı. 1990’lı yıllarının mücadelesi esas ekseni bu kapsamda gelişmiştir. Kürdistan boydan boya bir savaş haline dönüşmüş, sömürgecilik uyguladığı özel savaşla binlerce yerleşim birimini yakma, yıkma yoluyla ortadan kaldırmış, 4 milyon civarında Kürt sürgüne zorlanmış, sayıları 20 bine yaklaşan ve faili devlet olan ‘faili meçhul’ cinayetler işlenmiş, yüzbinlerce Kürt esir alınarak yoğun işkencelerden geçirilmiş, onlarcası gözaltında kaybedilmiş, paramiliter güçler hiçbir savaş kuralına 1 Ağustos 2014

uymayan kirli savaşı pratiklştrmiş ve 90’lı yılarda savaş sonucu on binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Tam bir zulüm uygulanmış, Kürt varlığı fiziksel olarak toptan ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İşte Kürdün dirilişi bu yaygın kirlenmiş özel savaşa karşı topyekün ayağa kalkan bir halk gerçekliğine ulaşmıştır. Doksanlı yıların ortalarına gelindiğinde Önder Apo “diriliş tamamlanmış, sıra kurtuluşta” diyerek açığa çıkan Kürt varlığını ve kendi öz gücüyle özsavunmasını yapabilecek ve kurtuluşa yürüyebilecek bir düzeyi yakalamıştır. Özgür Halk, dirilişin düşünsel kültürel ve yaşamsal mücadelesini yürütmüştür. Bu mücadele içinde aktif yer aldığı için de saldırılara maruz kalmış, büroları kundaklanmış, yakılmış, onlarca çalışanı ağır işkenceler görmüş ve ilk şehidi olan Çetin Abayay yoldaşımız 30 Temmuz 1992’de Batman’da infaz edilmiştir. Dergimiz defalarca kapatılmış yeni isimlerle tekrar halka ulaşmakta ısrar etmiş ve sürekliliği direniş içerisinde geleneğini inşa etmede tavizsizce davranmıştır. Mücadeledeki kesintisizliğe sömürgecilerin yönelimleri de devam etmiştir. Baskılar sonucu, Özgür Halk çalışanı Engin Kişin dağa yönelecek ve 28 Eylül 1999 yılında kurulan bir düşman pusunda şehit düşecektir. 9 Ekim 1999 yılında Önderliğimize dönük geliştirilen uluslararası komploya karşı “güneşimizi karartamazsınız” fedai eylemliliğinde Özgür Halk çalışanı Nesrin Teke yoldaşımız bedenin ateşe vererek, 20 Temmuz 2000 tarihinde şehadete ulaşmıştır. Yine diğer bir yoldaşımız olan Esen Aslan da Nesrin yoldaşımız gibi bedenini ateşe vererecek, 3 Ağustos 2000’de şehitler kervanına katılacaktır. Kısaca özetlenen ve Özgür Halk dergisinin de tarihini oluşturan bu geçmiş, Dergi kendi geleneğini yaratmış, yaydığı düşünce, görüş, kültür ve yaşamıyla toplumumuzda ciddi bir saygınlık kazanmış, yayınlanmadığı 2010 yılından itibaren, sorulan ve ona doyulan büyük özlem ve ihtiyacı ortaya çıkartmıştır. Bu yönlü Özgür Halk dergisinin yayınlanmaması önemli bir boşluk doğurmuştur. Yine genelde Ortadoğu’da özelde ise Kürdistan’da yükselen özgürlük mücadelesi ideolojik, teorik bir yayın ihtiyacını fazlasıyla ortaya çıkartmıştır. Bu ihtiyacı ancak yürüttüğü mücadele ile haklı bir misyon yayıncılığına dönüşen Özgür Halk kapatabilir. Yeniden yayına başlamamız, özelde halkımıza, genelde Ortadoğu halklarının özgür geleceklerinin inşasında düşünsel ve zihinsel bir müdahale olmaktadır. Ve aynı zamanda, bu yeniden çıkışın tarihi15 Ağustos atılımının 30. yılında gerçekleştirmesi; ona daha da tarihi bir rol biçmektedir. Özgür Halk bu rolünün bilincindedir. Bu bilinçle, Önderlik


Editörden paradigmamızı esas alan bir yayıncılığı sürdürecek ve rolünü oynayacaktır. 15 Ağustos ilk kurşundur, Agit komutasında yoldaşlarıyla gerçekleştirilen tarihi bir adımdır, yok oluşa bir müdahaledir. Ve Kürt ulusal varlığını açığa çıkarma eylemidir. 15 Ağustostan günümüze tam otuz yıl geçti. Önderliğimizin rehberliğinde dişe diş gerillalşan bir halkın yürüttüğü diriliş mücadelesidir. 15 Ağustos 30. yılında gerilla sadece, Kuzey Kürdistan’da değil, Rojava’da uluslararası gerici güçler ve işbirlikçileriyle taşeron olarak kullanılan IŞİD’e karşı bir özsavunma savaşı yürütmektedir. Aynı zamanda da yeni yaşam paradigmasını inşa etmektedir. Demokratik modernitenin yaşam esaslarıyla Demokratik Özerkliğin kurumsal ifadesiyle ve Demokratik Ulus perspektifiyle bütün halkların, inançların, kadın özürlüğünü eksen alan ve kaynağını tarihte bulan coşkulu bir hayat inşa ediliyor. Diğer yandan gerilla Şengal’den Kerkük’e yani Güney Kürdistan’a oradan Doğu ve Kuzey parçalarına kadar Kürt ulusal varlığına dönük saldırıyı etkisizleştirmek için bir özsavunma savaşı yürütmektedir. Bu savaş sadece Kürdistan da yaşayan Kürtler, Asuriler, Araplar vd, inançlar ve kadının özgürlük mücadelesi değildir, o aynı zamanda da Ortadoğu halklarının kendi öz iradeleriyle kendi haytalarını kurma ve birlikte yaşama mücadelesidir. İşte Özgür Halk “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam”ın öz savunmanın düşüncesini zihnini örerken, diğer yanıyla özgür yaşamın inşa sorunlarının

Çetin Abayay

Esen Aslan

zihinsel, teorik, ekolojik, kültürel ve yaşamsal anlayışını geliştirecektedir. Kapitalist moderniteye karşı hayatın her alanında süren mücadelenin demokratik modernite yaşamının geliştirilmesinde misyon sahibi olacaktır. Çünkü hakların ve inançların gerçek özgürlükleri demokratik yaşamdadır. Demokratik sosyalizmdedir. Anti devletçi, anti hiyerarşik her türlü farklılığı barındıran, sosyal gerçeklerin özgürce yaşamasını esas alacak farklıkların ademi anlamda birlikte yaşamın düşünsel perspektifini geliştirecek, yani ahlaki ve politik toplum felsefesi temel yaklaşımı olacaktır. Yayıncılığında onları esas alacakt ve temellendirecektir. Özgür Halk, zor ve aynı zamanda tarihi görevlerle karşı karşıya olduğunun bilincindedir. Ancak Apocu çizgide birleşen; benmerkezci, maddiyatçı orta sınıf eğilimlerini reddeden, fikri, zikri ve eylemleri bir olanların çoğalarak başarılacağına inanmaktadır. Halkına ve halklara güvenerek onların öz gücüne inanarak; Önderlik paradigmasında ortaya koyduğu yolda yürünecek, özgürlüğe ve coşkulu bir yaşama ulaşılacağına inanmaktadır. Bu derin tarihsel bilinçle halkımıza ve yüreği özgürlük için çarpanlara yeniden merhaba diyoruz. Demokratik, özgür, ahlaki ve politik toplumu kendi öz gücümüzle kapitalist modernitenin tüketmeye çalıştığı toplumsal hakikatleri; yeniden kökleri üzerinde yükseleceğine olan inancımızla herkesi “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı” inşaya çağırıyoruz.

Nesrin Teke

Engin Kişin

Anıları Mücadelemizde yaşayacaktır 2 Ağustos 2014


Özgür Halk

Söz Özgür Olduğu Kadar Eylem de Özgür Olmalıdır Abdullah Öcalan Konuşanlar, açıklamada bulunanlar en azından söylediklerine değer vererek nasıl gerçekleştirileceğini de sağlama almayı bilmelidirler. Sözle eylemin kopuk gelişmesi kişiyi yalancı ya da lafazan durumuna sokar. Yoğunca yaşanan bir gerçeklik de budur. Bu bizde daha fazla gelişmiştir. Laflamayla, pratik arasında büyük bir fark ve ilgisizlik var. Hatta diyebiliriz ki, birbirlerini dıştalama, yadsıma yaşanıyor. Biz bunu kapatmaya çalışıyoruz. Sözünüze saygıyı esas almak istiyoruz. O da ancak pratik gerçekleşmeyle anlam kazanabilir. Bizim bütün yaşamımız buna örnektir. Söz özgür olduğu kadar, eylem de özgür olmalıdır. Sözünü gerçekleştirme gücünü kendisinde yaratamayanlar önemli kişilikler haline gelemezler. Bahane veya neden göstermek, sadece kendini aldatmaktır. Sizin için yaşam bir anlamda böyledir. Bir tarafta iyi niyet gösterilip iyi sözler verilirken, diğer tarafta yetmeyen, geri ve çelişkili bir pratik sergileniyor. Dolayısıyla çizginizde tutarlılık olmalıdır. Tabii bu çelişkiyi kapatmanız için de kendinizi kıyamet kadar çalıştırmanız gerekir. İddia düzeyiyle bunu gerçekleştirme olanağı, aracı ne kadar gelişmiştir? Bu olmazsa söylediğiniz her şey boş ve aldatmacadır. Tabii ki bu, kişinin kendisine alabildiğine yüklenmesini şart kılar. Sözlerinize, tartışmalarınıza bakıyorum, pratik doğrultunuzda çok az etkisi var. Bu neden böyle? Çizgi hattına girmeme veya baştan kendini yanıltarak girme ne anlama geliyor? Siz dünyaya böyle bakıyorsunuz ve böyle yaşamaya çalışıyorsunuz. O açıdan da ciddi başarılarınız olmuyor. Biz bunu gidermeye çalışıyoruz. Bu konuda biraz anlayışlı ve gerçeklere biraz saygılı olun ve bu temelde kendinizi doğrultun. Sözle eylem gücünüzü birleştirmelisiniz. Bu anlamda çareyi kendinizde bulmaya çalışın. 3 Ağustos 2014

Bu konuda bir tutarlılığınız olmalı. Yani "sözümle eylemim birbirini tutuyor mu" sorusuna vereceğiniz yanıt sizi tatmin edebilmelidir. Öyle bir söz verin ki, insan bu sözünüzün yaşamınızı birazcık bağlayacağını bilsin. Öyle bir söz verin ki, insan tutarlı bir biçimde gücünüzü harekete geçirerek mutlaka bir şeyler yapacağınıza inansın. Bu gücünüzü ve insani yeteneğinizi biraz kullanarak başarmaya çalışın. Büyük tutarsızlığı, yüzyılların mirası olan tutarsızlığı bırakın. Adam olmanızın ilk adımı böyle başlar. Lütfen kendinize biraz hâkim olun. İlk dersiniz, terbiye dersi olmalı. Hiç olmazsa kendinizi eğitme gücü gösterin. Çılgınlıkla bir yere varılmaz. Devrimden büyük kopuklukla bir şey elde edemezsiniz. Tutarlı bir pratik sahibi olmanız acaba çok mu zor? Kendinizi düzenlemeniz sizi çok mu sıkıyor? Acaba içinizde kendine söz verip de pratik yaşamını böyle düzenleyenler çıkabilir mi? İnsan, içinizde ne kadar sahtekârlık vardır demeye korkuyor. Ama unutmayın ki, yıllarca yaşamını böyle mal gibi ortaya serenlere saygıyla bakılmaz. Yıllarca yaşamını kumara yatıranlara, yaşamına kastedenlere kimse saygı göstermez. Aslında sizin bu durumunuzun temeli ana kucağındayken başlar. Ninniyle uyuya uyuya bugüne gelmişsiniz. Hâlbuki istediğimiz şey basit ve anlaşılırdır; tutarlılık ve sözle eylem arasında bağlantı isteniyor. Öyleyse bu gücü göstermelisiniz. Yaşam için nefesiniz tükenmemiş, ayrıca bazı istemleriniz de var. Bu tutarlılığı göstermedikten sonra bu yaşamı neyle ele geçireceksiniz? Bu temelde kendinize yönelmelisiniz. Ben bir yere girerken ya da bir yerde otururken iliklerime kadar kendime dikkat ederim, alınması gereken en olumlu sonuç neyse onun için her şeyimi ortaya koyarım. Bu bizim yaşam tarzımızdır. Ya siz? En yüce değerler karşısında ilgi bile duymuyor, saygılı olmayı da beceremiyorsunuz; kişiliğiniz mal gibi orta yerde. Buna nasıl cesaret ediyorsunuz? Apoculuk bu kadar mı ayağa düştü? Kendinizi ayağa düşürerek bunu gösteriyorsunuz. Hâlbuki


Özgür Halk ben de bir Apocu olarak kendimi tek bir saniye bile bu duruma düşürmedim. İstenilenler fazla değil, makul şeyler; artık bir yaşam tarzınız olmalıdır. Bir sefalet yığını olmaktan çıkmalısınız. Apoculuk, büyük mücadele, kendini düzeltme ve kendini amaca müthiş verme yeridir. Bunu başka türlü algılayamazsınız, gerçeğin bu olduğunu bilerek yaşamalısınız. Yoksa sahtekâr olmaktan kurtulamazsınız. Bunun da çıkış olmadığını söylüyoruz. Bizim sahamızdaki yaşam; yaşamın en amansızını esas alanların yaşamıdır. Ölümün bile kabul görmediği, yani hayatını bile adamanın fazla anlam ifade etmediği bir yaşamdır.

anlamını bile vermiyorsunuz? Sizin ilkeniz “ben eskiden beri ölmüşüm, ben adam olmam” şeklinde gelişiyor. Tüm bunlar doğru değil. Böyle bir ilkesizliği veya ölü ilkesini kendisine yakıştıranlar iyi yapmıyorlar. Dolayısıyla iyi bir yaşam ilkeniz olmalıdır. Artık sizin de bir ilkenizin olması veya bir tutum sahibi olmanız gerekir. O kadar dağınıksınız, insanın asla vazgeçemeyeceği ilkelerle o kadar çelişiyorsunuz ve onlardan o kadar kopmuşsunuz ki, insan esef etmekten başka bir yaklaşım gösteremiyor.

Şunu daha önce de söyledik; küfür ortamında doğmak, köleliğin her türlüsünü yaşamış bir toplumdan gelmek, başlangıçta kişiyi fazla suçlu yapmaz, ama belli bir Başkalarının emrinde ve ocaklarında kuzu kuzu süreçten sonra, yani artık onunla çarpışma gereğine yetişirsiniz, yürürsünüz, ama bize gelince yüzeysellikte, karar verdikten sonra söylenecek çok söz vardır. Onun lafazanlıkta, kendini koyuvermede, ilgisizlikte sınır için bunları önemli görüyorum ve her şey bir anlamda bu tanımıyorsunuz. Bunu nereden çıkarıyorsunuz, biz çok ilkeli yaşam içindir diyorum. Kimse bizi başka türlü mu otoritesiziz? Sizin o çok tapındığınız özellikleriniz anlamasın. Bu temelde yaşamaya söz vermişiz. Eğer kadar da mı değerimiz yok? O secdeye kapandığınız, kendinizi, çevrenizi değiştirmeye gücünüz yetmiyorsa, kendisine sevdalandığınız birçok alışkanlık karşısında başınızı iki elinizin arasına alın kendinizi çözmeye çalışın bizim değerimiz yok mu? Biz, sizin karşınızda neden her ve bu temelde kendinize güç yetirin. Eğer bir kişi "ben şeyimizi bu kadar ortaya koyuyoruz? kendimi adam edemiyorum" diyorsa, onun ya Görevler, tecrübeler karşılıklı değil mi? baştan çıkmış serseri bir kişilik ya da Sizin de görevlere karşılıklı sarılmaya böylesi davalara gelemeyecek bitmiş Söz dair bir yaklaşımınız yok mu? bir kişilik olduğu söylenir. Bunlardan özgür olduğu Diyelim ki başkaları sizi aldattı, adam olmaz. Öyleyse neden bu size her türlü kötülüğü layık kadarını yaşıyorsunuz? Kendinize kadar, eylem de özgür gördü, ama biz insana saygıyı karşı bir iddianız olmalı. olmalıdır. Sözünü esas alan, onun emeğine, Ülkenizde, halkınızın içinde gerçekleştirme gücünü onun temel rolüne anlam değerlerle o kadar oynayan ve kendisinde yaratamayanlar biçen bir hareketiz. Öyleyse aslında hiçbir değerin sahibi önemli kişilikler haline bunu biraz anlamalısınız. olamayanlar var ki, insan lanet Özgürlüğü böyle getirmekten başka bir şey gelemezler. Bahane veya değerlendireceksiniz. yapamaz. Fakat bunu görüp neden göstermek, sadece Hayret ediyorum, başkalarının duyduktan sonra da insanın kendini askeri okulunda, kendi aile durması ya da elinden bir şey aldatmaktır. okulunuzda size sunulan yaşam gelmemesi imkânsızdır. tarzına ne güzel alışıyorsunuz ve kabul ediyorsunuz, bu anlamda girmediğiniz renk, Bütün bunları şunun için söylüyorum; güç şekil kalmıyor, ama bizim ocak söz konusu oldu yetiremeyenleri yaşıyorsunuz. Doğru sözle pratik mu her türlü şarlatanlık yapılıyor. Sirklerde yapılan yaşamınız arasında güçsüzleri, çaresizleri ve numaralar bile bu siyasette, askerlikte yapılan numaralar yöntemsizleri oynuyorsunuz. Bu şekilde kazanamazsınız. kadar olamaz. Neden şimdiye kadar kimse size sahip Bu arayı kapatmak için fırtına koparmalısınız. çıkmadı? Neden bu isyanı bir gün bile sağlıklı idare eden çıkmıyor? İyi şeylere karşı düşman, güzel diye hiçbir şey Ben tek bir şeyi ispatlamak için yaşıyorum; söylediğimin yok, haklılık diye hiçbir şeye değer verilmiyor; vatandır, sahibi ve onun eri olmak için. Ülkenizde, halkınızın içinde özgürlüktür, bütün bunları bir tarafa bırakıyor. Başkalarının böyle başka biri daha var mı? Hayır! En değmesi en yüce okullarında her şeye "emredersin efendim, emrinizdeyim değerleri iki dakikada satabilir. Büyük ilke çiğnenirken, efendim" diyor, bu felsefe kimin felsefesidir? Bunu her şey elden giderken bir damla gözyaşı döken, kendini değiştireceğiz. Ben sizlerle başka türlü birliği kabul sorumlu hisseden var mı? Hayır. Yaşanılan budur. Bu etmiyorum. Bunu sağlamalısınız. Savaş, acı, işkence, temel gerçeğin dışında bir yaklaşımla kendilerini bana kısaca her şey böyle bir birliği sağlamak içindir. satmak için numara yapıyorlar. Dediğim gibi, tek bir sözü ispatlamak için yaşıyorum. Herkes başka türlü yaşar, ben Bir gerçek daha var: Siz çaresizsiniz, adeta çaresizleri de böyle yaşadım, böyle de yaşayacağım. Kendimi oynuyorsunuz. Neden devrimde verdiğiniz ilk sözün aldatmadığıma dünya alem tanıktır. Verdiğim söz 4 Ağustos 2014


Özgür Halk dahilinde yürüdüğümü herkes bilir. Kuşkusuz çoğu kişi bu temelde söz verir. Yalnız bunun tek bir şartı vardır, başarmak! Onun için de kişiliğinizi kıyamet kadar yoğurup yayacaksınız. Başarmak sözü budur. O şeref, hep bu bağlamda anlam ifade edebilir.

tenezzül etmez.

Halkımızın içinde “ilke budur, yaşam budur” diye bir tane evlat yetiştirmemişler. Ben kendi tanımımı yaptım. Ben böyle yaşıyorum. Bizimle yaşamak isteyenler tamamen böyle görevli olmayı esas alırlar. Başka türlü Her zaman şunu söylerim; yanlış büyümüşsünüz, söze tanımlanmamız mümkün değil. Diğer her şey bizim için bağlılık durumunuz çok zayıf. Büyük başarıları kimse sıradandır, esas olan da budur. Bu işin başında şu anda önüne koymamış ve yaşamını o temelde ben varım; görevi ben dağıtıyorum, ben yönlendiriyorum. düzenlememiştir. Eğer düzenleme işini başaramazsanız Bunu görmezlikten gelebilirsiniz veya birçok sirk eskiyi hortlatırsınız. Sanırım bu anlamda ben onurluyum. numarasıyla kendinizi başka türlü gösterebilirsiniz, ama Bir gerçeklik karşısında düşmanı da kudurtacak kadar bizim sahamızda bu geçmez diyorum. Henüz işlere işimin başındayım. Aynı şeyi siz söyleyemezsiniz. Ama hâkim olacak kadar kendimdeyim. Yani ölümünüze de, dikkat edin, bir göreve hakkını vermezseniz, unutmayın yaşamanıza da bağlı bir etkimiz var. Onları mutlaka ki bu görevin en başında ben varım, henüz sağım ve dikkate almalısınız, karşı olsanız da, yanında olsanız da sizlerin başındayım. Bu anlamda dikkate alın. Ama bu lakaytlık, her türlü yetersiz güvencemiz vardır. Uzun süredir yaklaşım en kötüsüdür. Karşı çıkmayı bilseniz bu değerlerler lime lime olurken, da bir tavırdır, "her yiğidin bir yoğurt yiyişi Kendimi kimin görevde ne vardır" derler, siz de bir yiğit olursunuz. olduğunu ve ne yaptığını Karşı taraftan da olabilirsiniz, ama hiç aldatmadığıma dünya da biliyorum. Herhalde değilse tartışırız. Yalnız orta yerde alem tanıktır. Verdiğim söz bile bile yalan durmak kötüdür ve size egemen olan dahilinde yürüdüğümü herkes bilir. söyleyecek veya da budur. Kuşkusuz çoğu kişi bu temelde söz gerçeği başka türlü verir. Yalnız bunun tek bir şartı vardır, gösterecek durumda Herkes batakta bir durumu yaşarken, olamam. Çünkü kendini iyi sanmak en kötü başarmak! Onun için de kişiliğinizi görevlerin amansızlığı davranıştır. Ben böyle davranmadım. kıyamet kadar yoğurup yayacaksınız. orta yerde, insan Ben kendi çalışmamda her zaman Başarmak sözü budur. O şeref, aklının tanık olmadığı ortak hareket etmeyi esas aldım. Hiçbir hep bu bağlamda anlam biçimde bizim önümüzde zaman ve hiçbir yerde arkadaşlarımı ifade edebilir. duruyor. O açıdan görevler konusunda zorlama, onları kendinizi görevde başarılı daraltma gibi bir tutuma girmedim. Açtığımız kılmalısınız. Hiçbir şey bütün sahalar imkânsızın başarılması temelinde yapamazsanız dahi kendi tutarlılığınız kazanılmıştır. Bizim yol arkadaşlığımız böyledir. "Çok konusunda başarılı olmanız gerekir. bağlıyız, çok anlıyoruz" diyorsunuz, fakat özellikle olup bitenleri göz önüne getirerek değerlendirdiğimizde ortaya Şu bir gerçek; çağımız sahtekârlık çağıdır, aldatmaca çıkan sonuç lafazanlık oluyor. Çok esaslı hatalar çağıdır. Bir anlamda kapitalist-emperyalist egemenler yapıyorsunuz, daha doğrusu hatalı yaklaşımlar yaşamınıza bunu yapıyor, fakat ona henüz teslim olmadık ya da her damgasını vuruyor. Bu konuda güç, kudret sahibi şeyimizle buna alet olmadık. En azından siz de bu değilsiniz. Zavallılığınız sizi her türlü hatayı yapmaya iddiadasınız. Sizin şu an kendinize tanıdığınız özgürlük götürüyor. Siyasi hâkimiyetinizin zayıflığı, örgüt pratiğine payı fazladır. Amaca yürürken, görev başarmaya karşı zayıflığınız sizi mahvediyor. Düşünce yoğunluğu çalışırken enerjiniz, anlayışınız yeterli midir, olanaklar örgüte götürür. Düşündüğünüzü sanıyorsunuz, ama eğer değerlendiriliyor mu? Direkt ya da dolaylı kendi bu örgüte götürmüyorsa ortada kendini aldatma var sahanızda olan her şeye anlam vermiş misiniz? Bu demektir. İşler üzerinde yoğunlaşın, başaramayacağınız konuda kendinizi lime lime ediyor musunuz? Bağlılıklar hiçbir iş yoktur. Fakat sizde yoğunlaşma yoktur ya da sonuna kadar mıdır? İşte bu soruların cevapları sizde kesintilidir, başka konular üzerinedir. O açıdan bu tip çok az, bunun yerine bir keyfilik ya da köylü kurnazlığı anormal hatalar ve aleyhte gelişmeler ortaya çıkıyor. almış başını gidiyor. Sizi alıştırmışlar, alıştırmışlar da ne Gerçekten çok acıdır. Kendi görevlerine bu kadar lakayt, elde etmişler. Yan yat, fazla sorumluluk duyma, yetkiyi bu kadar düşünce yoğunluğundan uzak yaklaşanlar, kişi başka türlü kullan, imkân-olanağın üzerine yat, biraz özgürlüğünü yaşadıklarını sanıyorlar. Aslında bu büyük bir sigara tüttürerek dalgana bak. Görev ve başarı için birgaflettir. Fakat çoğunuzun bize dayanarak yaptığı ve iki basit numara yaparak kendini başarılı göster, kendini yaşadığı budur. Bu durumda kaybeden elbette kendisi ve çevreni kandır, üstelik bir de bahaneler bul ve bol olur. Çünkü ben pozisyonumu tutmuşum ve halen mağlup bol şikâyet et. Sağlam bir eylem adamı bunlara olmamışım. 5 Ağustos 2014


Özgür Halk

Şengal'i Anlamak M.Delila Şengal'de bir insanlık faciası yaşanıyor. Êzidîlerin tanımıyla yeni bir ferman yaşanmaktadır. Binlerce Êzidî öldürülmüş, binlerce kadın ve kız kaçırılmış, yüzlerce çocuk açlıktan ve susuzluktan, gündüz sıcaktan, gece soğuktan yaşamını yitirmiştir. Eğer YPG, YPJ, HPG ve YJA Star güçleri zamanında yetişmemiş olsaydı insanlık dramı daha da ağır olacaktı. Gerillaların Şengal'e ulaşmasıyla birlikte on binlerce, hatta yüz binlerce Êzidînin yaşamı kurtarılmıştır. Tarihteki büyük kurtarma eylemlerinden biri gerçekleştirilmiştir. Eğer birkaç saatlik gecikme olsaydı bir Êzidî soykırımı gerçekleşecekti. Şengal'de büyük bir insanlık trajedisi yaşanırken, Birleşmiş Milletler ve İnsan Hakları Örgütleri bir ses çıkarmamaktadır. Ya da olayın ciddiyeti kadar bir açıklama ve yaklaşım görülmemektedir. Yine sıra Kürtlere geldiğinde insan hakları, hak, adalet, evrensel değerler bir tarafa itilmektedir. Dünyanın başka yerlerinde insan hakları ve evrensel değerlerden söz edilirken sıra Ortadoğu ve özellikle Kürtlere geldiğinde buz gibi soğuk çıkarlar esas alınmaktadır. Ne yazıktır ki bu bir daha görülmüştür. Bu gerçeklik, kapitalizmin nasıl bir insanlık dışı sistem olduğunu gözler önüne sermektedir. Kapitalizmde manevi değer yoktur. Sadece birey vardır. Bu birey de toplumuna karşı sorumluluk duymayan, ben kendi çıkarıma bakarım diyen bir bireydir.

mücadele etmektedir. Yaşam enerjilerini buna hasretmektedirler. Bu da tabii ki insanlık için çürüme ve bitme demektir. Kürt Halk Önderi bu nedenle kapitalizm kanserojen toplumdur demiştir. Hatta kapitalizmin toplumu yoktur. Bireylerden oluşmuş yığın vardır. ‘De classe' bireylerden oluşan da ‘de classe' topluluk vardır. Bu topluluklar kutsal kitapta tanrının gazabına uğrayan Sodom ve Gomore haline gelmişlerdir. Kapitalizm toplumu tanrının lanetine uğrayan topluluklar gibidir. Bu anlaşılmadan ne Güney Kürdistan'da peşmergenin direnmeyen karakterini, ne de Şengal'deki insanlık trajedisine sessiz kalan Birleşmiş Milletler ve insan hakları kuruluşlarını anlayabiliriz. Halbuki Êzidîler tüm dünyanın koruması gereken topluluklardır. Eğer Birleşmiş Milletler bazı tarihi eserleri koruma altına alıyorsa, bazı inanç ve kültürlerin de korunmaya alınması gerekir. Êzidîler bugün dünyada birinci derecede korunması gereken topluluktur. Sadece Kürtlere değil, insanlığa miras kalmış kültürel inançtır. Hatta insanlığın kök kültürlerinden biri Êzidî kültürüdür. Kürtler, insanlığın kültürel olarak kök hücresiyken, Êzidî Kürtler bu kök hücrenin de kökü durumundadırlar. Dolayısıyla Şengal'i savunmak insanlığın kök hücresini savunmaktır. Tabii ki Êzidîleri savunmadan Kürtler onurunu, namusunu ve kendi kültürlerini de koruyamazlar.

Êzidîler bugün dünyada birinci derecede korunması gereken topluluktur Kapitalizm, insanlık ve toplum çıkarı diye bir şeyi dikkate almadığı gibi, tüm insanları da hiçbir değere sahip çıkmayan hale getirmiştir. Kapitalizm değersizliktir. Kapitalizm bireyi, değeri olmayan insandır. Tek değeri tüketmektir. Kapitalizmde manevi ve moral olarak iyi ve kötü yoktur, kapitalizmde iyi marka, kötü marka vardır. Tüketilenin iyi ve kötü kalitesi vardır. Kapitalizmde iyi olan, iyi arabadır, iyi bilgisayardır, iyi telefondur, bilinen marka elbise ve giyim eşyasıdır. Kapitalizmde insanlar bunun için

Kürt Halk Önderi her fırsatta PKK'ye Êzidîleri koruyun talimatı vermiştir Kuşkusuz Şengal KDP'nin namusudur. Çünkü KDP bölgesindeydi. Eğer bir namus koruma varsa Şengal'i korumakla namus korunur ve kurtarılır. Şengal bir toprak parçası ya da bir toprak kaybetme olarak görülemez. Şengal korunmadan KDP, KDP'liler nasıl onurumuzu ve namusumuzu koruduk diyebilir. Bu tabii ki bütün Kürtler için geçerlidir. Şengal'i kurtarmayan Kürtlerin de özgür ve demokratik direnci zayıflar. Şengal gibi onur ve namus olan bir yeri korumayanlar başka değerlerini de 6 Ağustos 2014


Özgür Halk koruyamazlar. Bu nedenle Kürtler Şengal'in anlamını iyi görmelidirler. Bunu anlamayanlar çok şey kaybederler. Bu nedenle Şengal'i anlamak, Kürdün onur ve namusunu anlamak, özgürlüğünü anlamaktır. Kürdistan Özgürlük Hareketi bu gerçekliği bildiğinden önceden beri Êzidîler konusunda çok hassastır. Kürt Halk Önderi zaten her fırsatta Özgürlük Hareketi'ne Êzidîleri koruyun talimatı vermiştir. Musul işgalinden önce bile Êzidîleri korumak için Şengal'de mutlaka bir Şengal Savunma Hattı oluşturun dediğini biliyoruz. Bugün IŞİD'in saldırdığı tüm alanları korumak için savunma güçleri oluşturun demiştir. Kürt Halk Önderi'nin sürekli Ulusal Konsey için çağrıda bulunması da bu temelde gerçekleşiyordu. Tüm gelişmeler Kürt Halk Önderi'nin büyük siyasi öngörüsünün kanıtıdır. Neden Kürt Halk Önderi sıfatını aldığı da böylece bir daha anlaşılmaktadır. Şengal'de şu anda YPG, YPJ, HPG ve YJA Star gerillaları savaşmaktadır. Şengal dağı önemli düzeyde kontrol altına alınmıştır. Gerilla güçleri mutlaka Şengal'i kontrol altına alacaktır. Çünkü Şengal bir onur ve namus savaşıdır. Öte yandan Şengal'i kaybetmek Başur'u ve Rojava'yı kaybetmektir. Şengal'i koruyamayanlar Başur ve Rojava Kürdistan'ı da koruyamazlar. Bu açıdan Gerillalar ve peşmergeler ortak savunma gücüyle Şengal'i mutlaka savunup kurtarmalıdırlar. Şengal'de direniş olmasaydı bugün Şengal'deki trajedi bile konuşulmayacaktı. IŞİD'in zaferi ve IŞİD'li Ortadoğu konuşulacaktı. Şengal gibi Maxmur da KDP'nin ve Peşmerge'nin kontrolünde bir bölgedir Şengal'de IŞİD'in durdurulması IŞİD için sonun başlangıcı olacaktır, olmuştur. Bu açıdan Şengal'deki direniş çok önemlidir. Şengal'e açılan kapı olan Rabia'nın kontrol edilmesi çok önemlidir. Bu nedenle IŞİD günlerdir Rabia'ya yüklenmektedir. Hala Rabia ve Şengal direnişinin anlamı tam anlaşılmamıştır. Öte yandan orada yürütülen direniş stratejiktir ve kutsaldır. Bu açıdan buradaki direnişe tüm Kürtlerin katılması önemlidir. Başta Rojava olmak üzere birçok yerde bu alana gençler akın edebilirler. Şengal gibi Maxmur da KDP'nin ve Peşmerge'nin kontrolünde bir bölgedir. Maxmur'da şimdiye kadar Birleşmiş Milletler bayrağı vardı, KDP bayrağı vardı. Resmi olarak Birleşmiş Milletler ve

7 Ağustos 2014

KDP'nin korumasında olan bir kamptı. Zaten mülteci kampıydı. Ancak IŞİD'in Maxmur kampına dayanmasına, hatta bazı mahallelere girmesine rağmen Birleşmiş Milletler hiçbir ses çıkarmamıştır. Aslında Maxmur kampında Birleşmiş Milletler çökmüştür. Halbuki böyle bir kampa müdahale ve saldırı tüm Birleşmiş Milletler üyelerine yapılmış saldırıdır. Birleşmiş Milletlerin koruması altındaki kampların güvencede olmadığı görülmüştür. Maxmur kampı Birleşmiş Milletlerin hiçbir desteği olmadan kendi olanaklarıyla güvenli alanlara çekilmiştir. Şu anda Ranya'nın yakınlarında bir yere kamp kurmaya çalışmaktadırlar. KDP ise Şengal gibi burayı da namusu ve onuru olarak görüp öncelikli olarak savunması gerekirken burayı da savunmamıştır. Ancak amiyane deyimle yumurta kapıya dayandıktan sonra bir savunma hattı kurmaya çalışmıştır. Kuşkusuz bu da önemlidir. Kapitalizmin girdiği yerde insanlık maneviyattı ve direniş ruhu bitmektedir Tüm bu gerçekler Güney için bir gerçekliği ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmin maddiyatçılığı, tüketim hırsı toplumu çürütmekte, manevi değerlerden koparmaktadır. Vatan, onur, namus, özgürlük, iyi ve kötü değerler tüketim toplumunun maddiyatçılığı ortamında yok olmaktadır. Sorun, peşmergenin direnmemesinden öte bir durumdur. Direnişçi kültürün kalmaması bir sonuçtur. Kapitalizmin toplumun ruhunu almasının sonucudur. Kapitalizmin girdiği yerde maneviyat ve ruh bitmektedir; değerler bitmektedir. Değersiz, maneviyatsız, ruhsuz bir toplum ve birey kalmaktadır. Ortaya çıkmıştır ki, Güney'in milyar dolarları, Türkiye'den alınan mallar Türkiye'yi zengin ederken, Güney Kürdistan'ın ruhu çalınmıştır. Tüketim peşinde koşan, ruhsuz, toplumsallık ve toplum değerlerinden kopmuş bir insan yığını kalmıştır. Öyle ki milyarlarca dolarla Türkiye'yi zengin ederken, silahlarımız yok demesi de ayrıca irdelenmesi gerekir. Kuşkusuz KDP'nin gerillalardan katbekat üstün silah gücü vardır. Silahımız yoktu denilmesi, Güney Kürdistan'daki maddiyatçılık ve tüketim toplumunun yarattığı ruhsuzluğu örtmek için söylenmektedir. Kaldı ki az yenip içilseydi Türkiye'yi zengin eden milyar dolarlarla her türlü silah alınırdı. Tüm bu gerçeklikler Güney Kürdistan'daki toplumsal ve siyasal durumun çok fazla irdelenmesini gerektirmektedir.


Özgür Halk

ABD İçin Savaşan Mücahitler Sarya Berivan Irak diktatörü Saddam Hüseyin asılmadan önce kendisine "Cehenneme git!" diyen celladına, "Artık cehennem Irak" deyip gülümsemişti... Irak şimdi çöküyor. Her yer enkaz halinde. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği Irak savaşında 1 milyon kişi hayatını kaybetti, 3 milyon insan topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Ortadoğu’da bu kez yeni bir savaş başlıyor. Şimdi olan Batı’nın kışkırttığı mezhepler savaşı... Bir kez başladı mı ne zaman, nerede duracağı belli değil. Ortalık kan gölü gibi. En kötüsü de Suriye ve Irak'ta yaşanıyor. Görünürde barışa dair bir işaret yok… Nasıl sona ereceğinin yanıtı ise güç bir soru. CIA, 100 bin radikal mücahide para yardımı yaptı Peki bu bütün olup bitenlerin sorumlusu kim? Aslında her şey 1970'li yıllarda Vietnam'da başladı. Amerika, Vietnam'da yenilgiye uğramıştı. Bu yenilginin gerisinde Sovyetler Birliği vardı. ABD, yıllarca Sovyetlerden ‘intikam’ almak için fırsat bekledi. Bu fırsat 1980'lerde doğdu. Sovyetler Birliği, Afganistan'ı işgal etmişti. Washington şimdi, ‘düşmanı’ yenilgiye uğratabilirdi. Dönemin başkanı Jimmy Carter, işi güvenlik danışmanı Zbigniev Brezinski'ye verdi. O da oluşturduğu takımla bir politika saptadı. Bu politikanın adını “Bin kesikli ölüm...’’ koydu. Hedef Sovyetleri yenmek, araç ise Orta Asya ülkelerindeki İslami hareketleri desteklemekti. ABD, bölgedeki İslamcılarla sıkı ilişkiler kurdu. “Cihad hareketi” adı altında bir strateji oluşturuldu. CIA ve Pakistan istihbaratı tarihindeki en büyük gizli operasyonu başlattılar. Amaçları, Afgan mücahitlerinin gücünü Sovyetlere karşı kullanmak ve direnişi genişletip bir ‘kutsal savaşa’, bir cihada dönüştürmekti. Başlangıçta bu olayın Sovyetler Birliği'nin Vietnam'ı olacağı düşünülmüştü. Ama bundan çok daha öteye gitti. Yıllar boyu CIA, Pakistan istihbaratı kanalıyla 40 İslam ülkesinden 100 bin radikal mücahide para yardımı yapıp kendine bağladı ve bunları Amerika adına yapılan savaşta asker olarak kullandı. Mücahitler, bu cihadı aslında ABD için yürüttüklerini bilmiyorlardı. İşin tuhaf yanı, ABD gelecekte kendine karşı yürütülecek bir savaşı finanse ettiğinin de farkında değildi. 1989 yılında, tam on yıl aralıksız sürdürdükleri çatışma sonunda Sovyetler arkalarında harabeye dönüşmüş bir ülke bırakarak çekildiler. Ancak Afganistan'daki iç savaş sürdü. Cihat, Çeçenistan'a, Kosova'ya ve Keşmir'e sıçradı. CIA para ve askeri teçhizat yağdırmayı sürdürdü, ancak giderler çok arttığı için daha fazla para gerekiyordu. Mücahitler çiftçilerden 'devrim vergisi' olarak afyon ekmelerini istediler. Pakistan istihbaratı Afganistan'ın dört

bir köşesinde eroin işleyen yüzlerce laboratuvar kurdu. CIA'nın ülkeye gelişinin üzerinden iki yıl geçmeden, Pakistan-Afganistan arasındaki sınır bölgesi, dünyanın en büyük eroin üreticisi ve ABD sokaklarında satılan eroinin tek ve en büyük kaynağı olmuştu. Yaklaşık 200 milyar dolar olduğu tahmin edilen yıllık kazanç, mücahit yetiştirilmesine ve silahlandırılmasına harcandı. ABD'nin Afganistan'da Sovyetleri yenilgiye uğratmak için giriştiği operasyonu CIA yönetti. İngiliz SAS komandolarının subayları eğitim verdi. Suudi Arabistan finansal desteği sağladı. Fransızlar da savaş alanında tıbbi müdahaleyi öğretti. Radikal İslamcılar, Körfezdeki ve Kuzey Akdeniz'deki İslam ülkeleriyle İran'dan destek aldılar. 1970’li yılların sonu olağanüstü dönemlerdi. Sovyet işgaline karşı sadece Reagan-Teacher değil, ulemalar da hemen her gün fetva veriyorlardı. Tıpkı Suriye savaşında olduğu gibi Bosna’dan, Çeçenistan’dan, Türkiye’den ve Avrupa’dan gençler Pakistan ve Afganistan’daki kamplarda bir araya geldiler. Ancak şaşırtıcı olan, gelenler yoksul ya da toplumun alt kesimlerinden gençler değildi. Hemen hepsi iyi eğitim görmüş, yabancı dil bilen, orta sınıfa mensup gençlerdi. Sovyet tehdidi, komünizmle mücadele adı altındaki propaganda o kadar etkiliydi ki, o zamanlar Afganistan’da cihada gitmek için adeta yarış vardı. ‘Şehit’ kavramı bu topraklara en fazla Afganistan savaşıyla girdi. ABD, ‘cihad hamlesi’yle sadece Ruslara değil, İran’a karşı da bir mücadele yürüttü. Çünkü İran’ın Orta Asya, Kafkaslar üzerindeki etkinliği Washington’u rahatsız ediyordu. CIA’nın yarattığı Ladin FBI tarafından aranıyordu Sonunda Afganistan ve Pakistan’da toplanan gençler kapsamlı ideolojik ve askeri eğitimlerden geçtiler. Eğitimler 8

Ağustos 2014


Özgür Halk sonucu bu çok yapılandırılmış grubu inşa ettiler. El Kaide ismi alacak olan bu grup kalıcı bir niteliğe kavuştu. İşte Usame Bin Ladin de bu dönemde ortaya çıktı ve örgütün temelleri atıldı. 1989 yılında Sovyetler, Afganistan batağından çekilmek zorunda kaldılar. Geride çok güçlü bir ‘birikim’ ortaya çıktı. İslamcıların üstünlüğüyle biten iç savaşta bile zayıflamayan bir birikim. Bugün iki ‘süper gücü’ ülkelerinden kovan bu birikimdi. Ladin’in Amerikalılardan ‘kopuşu’ ise Körfez Savaşı’nın başladığı yıllara denk geliyor. Sovyet işgaline karşı bütün o fetva çıkaran ulemalar bu kez aynı fetvaları Amerikalılara karşı vermeye başladı. “İşte görüyorsunuz Amerikan askerleri Suudi Arabistan’da. İslam toprakları yeniden işgal ediliyor. Yahudileri ve Hıristiyanları Arap yarım adasından kovmamızın zamanı geldi.’’ Ladin’in bu meşhur fetvasından sonra işler değişmeye başladı. O ana kadar CIA’nın, Suudi’nin desteklediği Ladin’in ile ABD arasına biraz ‘mesafe’ koydu. CIA’nın yarattığı Ladin artık FBI tarafından aranıyordu. Hindistanlı düşünür ve yazar Ardunhati Roy bu durumu, “Eğer Usame bin Ladin olmasaydı. Amerika onu yaratmak zorunda kalırdı. Sonuçta yarattı da...’’ sözleriyle özetliyor. Ladin, 1992 yılında yüzbinlerce kişinin öldüğü Darfur’daki savaşan taraflardan olan Hasan El Turabi tarafından Sudan’a davet edildi. İngiltere ve Fransa’da hukuk eğitimi gören El Turabi özellikle AKP’nin de görüşlerine başvurduğu bir isim. 90’lı yıllarda Turabi ve El Beşir’in Sudan’ı cihatçıların buluştuğu bir merkezdi. Ancak Sudan’a yönelik uluslararası baskı artınca Ladin 1996’da yeniden Afganistan’a döndü. Amerika ‘şeytan’ ve ‘kafir’ ilan edilmiş Tanzanya, Kenya gibi ülkelerde Amerikan elçiliklerine saldırılarla El Kaide iyice adını duyurmaya başladı. Amerika koyduğu mesafeyi kaldırmış, Ladin’i ‘düşman’ ilan etmişti. Bin Ladin Suudi'ydi. El Kaide ise Suudi parasıyla kurulmuştu. 11 Eylül günü Amerika'nın kalbine yönelik saldırıyı gerçekleştiren 19 hava korsanından 15’i yine Suudi'ydi. Amerika’nın mali ve askeri merkezlerinin hedeflendiği bu saldırıda yaklaşık 3 bin kişi hayatını kaybetti. Washington yönetimi, 11 Eylül'den dört hafta sonra Afganistan'ı bombalamaya başladı. Dönemin Başkanı Bush, bunu Taliban hükümetinin Bin Ladin'e sığınması nedeniyle yaptıklarını söyledi. “Onları deliklerinden çıkaracağız. Onu mağarasından çıkaracağız.” Bu kadar sert konuşmasına rağmen Bush tuzağa düşmüştü. El Kaide, ABD’yi Afganistan batağına çekmek istiyordu. Çünkü 11 Eylül saldırılarının amacı Amerika'yı İslam dünyasına savaş ilan etmesi için tahrik ederek Müslümanları uyandırmaktı. Nitekim Bin Ladin, Afganistan’a yapılan işgali “yaptıkları yavaş ve önemsizdi’’ diyerek Amerikalıları daha fazla tahrik etmeye çalışıyordu. Bush yönetimi Afganistan'a ilk etapta 11 bin asker yolladı. Daha sonra bu sayı diğer koalisyon ülkelerin katılımıyla 130 9

Ağustos 2014

bine kadar çıktı. ABD askerleri, Bin Ladin'in saklandığı muhtemel coğrafyaya iki ay giremedi. Amerikalı belgeselci Machiel Moore, Afganistan savaşının amacının farklı olduğunu, “Bush, ABD'ye saldıran bir katile iki ay kaçma şansı verdi. Çünkü Afganistan savaşının amacı başkaydı” sözleriyle değerlendirecekti. Evet, savaşın amacı başkaydı, çünkü ABD kendi kamusal alanını tüm dünyaya yaymak istiyordu. Amerikan yönetimi 11 Eylül saldırısını yeni savaşların kılıfı yaptı. Çünkü altyapısı daha önce hazırlanmış, ideolojik zemini oluşturulmuş, düşmanı belirlenmiş bir süreç, radikal İslamcıların bir saldırısı ile tetiklenmişti. ABD tam da istediğini kucağında bulmuştu. Kısacası yeni dönemin ideolojik ve politik temeli 11 Eylül’den çok önce atılmıştı. Amerikalı muhalif düşünür Noam Chomsky bu durumu şöyle ifade ediyor: ‘’Usame Bin Ladin’in 1990’ların başından beri uğraştığı ve önemli ölçüde başarılı olmasına rağmen nihayete erdiremediği İslam dünyasının radikalleşmesi sürecini, ABD güçleri ve politikaları tamamlamaktadır. Burada, Bin Ladin’in tek ‘zorunlu’ müttefikinin Amerika Birleşik Devletleri olduğu sonucunu çıkarmak makul olacaktır.” El Kaide savaşı Batı’dan İslam dünyasına taşıyor 11 Eylül’den sonra ise El Kaide hedefini değiştirdi. Irak, Suriye, Rojava, Nijerya, Libya’ya savaşı taşıyan El Kaide’nin tarihinde İsrail’e karşı düzenlediği bir eyleminin olmaması da dikkat çekici. Afganistan, Irak savaşlarından ve ‘Arap Bahar’larından karşımıza güçlü çıkan bir El Kaide var. Suriye’deki sonucun ne olacağı ise belirsizliğini koruyor. Üstelik örgütün lideri Bin Ladin’in öldürülmesiyle daha da güçlenen bir hareket görüyoruz. Ladin’in öldürülmesi, ABD’nin "terörle savaş"la mücadelesinde önemli bir “başarı’’ olarak duyurulmuştu. Oysa öyle olmadığı görülüyor. Aslında El Kaide örgütlenme ağı, Bin Ladin’in ölümünün ardından askeri bakımdan olmasa da siyasi olarak kısmen darbe aldı. Ancak silahlı mücadeleyi bir tarafa bırakmadı, aksine ağırlık verdi. El Kaide için siyasi propaganda alanı hep ikincil bir alandı. Öyle ki El Kaide’nin Irak kolu IŞİD için siyasi propaganda, yaptıkları vahşeti ‘youtube’ yüklemekten ibaret. El Kaide, savaşını 11 Eylül’den sonra Batı topraklarından İslam dünyasına taşıdı. Amerika 2003 yılı Mart ayında Irak’ı işgal ettiğinde, El Kaide ve bağlantılı gruplar hemen buraya yerleşti. Bu arada Baasçılardan ve Sünni aşiretlerden oluşan İŞID kuruluşunu ilan etti. Suriye ve Irak’ta İŞID ve El Nusra, silahlı eylemlerin yanısıra halk içerisinde ciddi bir örgütleme sürecine girdi. Aslında bu El Kaide için yeni bir şeydi. Örgüt ilk kez kurulduğu Pakistan-Afganistan dışında başka bir ülkede yerelde örgütlenmeye başlamıştı. İŞID’in buradan sökülüp atılmamasının en önemli nedenlerin biri de halk içerisinde örgütlenmiş olması. Irak’ta ise İŞID dayandığı farklı bir zemin var. Bu zemin içinde Sünni


Özgür Halk aşiretler ve Saddam’ın Cumhuriyet Muhafızları en başta gelenleri... ABD mezhep çatışmasıyla bölgeyi denetim altına tutmak istiyor Peki mevcut çatışmalar mezhep savaşlarına dönüşür mü? Öncelikle Arap baharının en çok El Kaide’ye yaradığını görüyoruz. Arap halklarının ayaklanmaları ile birlikte, Afganistan-Pakistan’daki mücahitler kendi ülkelerine dönerek cihadlarına burada devam ettiler. Mezhepler çatışması da Amerikan’ın Irak işgali ile başladı. Washington Irak’ın tüm sosyal ve siyasal altyapısını tahrip ederken, El Kaide ve radikal İslamcılarla işbirliği içine girdi. Irak, bu gruplara teslim edildi. Afganistan'dan Irak'a direnişle karşılaşması ve bozguna uğraması sonucu ABD bölgeyi kurgulanmış bir mezhep çatışmasıyla denetim altında tutma

Financial Times gazetesine verdiği mülakatta dile getiriyor. Brzezinski, ABD’nin şu an Irak’taki pozisyonunu ‘savaşı kızıştırmak’ olduğunu belirtiyor. ABD, iç savaşı nasıl kızıştırıyor? O zaman IŞİD adı altında Baas ve Sünni aşiretlerden oluşan koalisyonun Suriye ve Irak kentlerindeki işgaline bakmamız lazım. IŞİD, Saddam Hüseyin’in yardımcısı İzzet el Duri’nin de kurucuları arasında olduğu ve onlarla beraber çalışıldığı söyleniyor. Ortadoğulu bazı uzmanlara göre, IŞİD 21 farklı örgütün buluştuğu bir çatı örgütü. Türkiye ve Kürdistan kamuoyu daha çok Rojava Kürdistanı’ndaki katliamlarıyla tanıdı. Ancak IŞİD’in kökeni Irak’ta. Maliki önderliğindeki merkezi hükümet, esas itibariyle Şii ittifaka dayanıyor ve Sünni toplumun bu Şii iktidara karşı ciddi bir tepkisi var. IŞİD, bu ihtilaf içinde kendisi açısından çok verimli bir zemin buldu. IŞİD'i Irak bağlamında sadece

projesini geliştirdi. Suriye'deki IŞİD ortak bir örgütlenme. Diğer taraftan Sünni, İslamcı, cihadçı bir örgüt olarak savaşla birlikte de mezhepsel ise El Kaide bağlantısı olan bir örgüt. Bir görmemek gerekir. Eski Saddam çatışmaya müsait ortam tam taraftan da Türkiye'nin Rojava’da Hüseyin rejimiyle iç içe geçmiş bir yapı. olarak oluştu. Aslında IŞİD ortak bir örgütlenme. Diğer Kürtlerin statüye kavuşmamaları için taraftan ise El Kaide bağlantısı olan bir Amerika’nın El Kaide’ye ilişkin desteklediği bir yapı. Bütün bunların örgüt. Bir taraftan da Türkiye'nin politikalarını irdeleyen KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran oluşturduğu karanlık, KDP’nin de Rojava’da Kürtlerin statüye Kalkan’a göre ise durum ABD’nin de Türkiye’nin de içinde kavuşmamaları için desteklediği bir şöyle: “Ortadoğu’da mezhep örgütlendiği, birlikte iş yaptıkları bir yapı. Bütün bunların oluşturduğu çelişkisini ve çatışmasını karanlık, KDP’nin de ABD’nin de yapıyla karşı karşıyayız. Türkiye’nin de içinde örgütlendiği, istiyor olacaklar ki El Kaide çalışmalarına en azından göz birlikte iş yaptıkları bir yapıyla karşı yumuyorlar. Bölgenin bu biçimdeki kutuplaşması ABD karşıyayız. politikaları doğrultusunda oluyor. El Kaide öncülüğünde Elbetteki bütün bu karmaşayı Amerika, Suudi Arabistan Irak’ın Sünni kesimine, Suriye ve Türkiye’ye dayalı yeni bir organize ediyor. Suriye savaşıyla birlikte Katar ve blok, Şii eksenine karşı bir Sünni ekseni oluşturulmaya Türkiye’de mezhep savaşını körükleyen cepheye katıldı. çalışılıyor. Böylece ABD politikalarına dayalı olarak Suriye ve Irak’taki gelişmeler belki bölünmeyle Ortadoğu yeniden keskin mezhep ayrımlarına sahne sonuçlanacaktır. Sorun Irak'ın bölünüp bölünmediği de oluyor. El Kaide’ye bağlı güçlerin Rojava’ya yönelik saldırısı değil, bölünüyor. Artık eski bir Irak’ın varlığını sürdürmesi işte bu temelde ortaya çıkıyor. El Kaide’nin güçlerini mümkün değil. Ancak asıl kaygı verici gelişme bölgedeki dünyanın dört bir yanından toplayarak bu kadar kolay çatışmanın nerede duracağı kestirilmeyen bir Alevi-Sünni, Suriye’ye getirmesinin altında da bu gerçek yatıyor.’’ Şii-Sünni savaşına hızla evrilmesidir. 1979'da Afganistan’da “cihad hareketini” oluşturan Bir süre önce İngiliz basını, Suudi İstihbarat şefi Bender bin Zbigniew Brzezinski de benzer bir değerlendirmeyi Sultan’ın Türkiye ve Ürdün’deki ‘isyancı harekat 10 Ağustos 2014


Özgür Halk merkezlerini’ yönlendirdiğini yazdı. Dolayısıyla Musul’un ve diğer Irak kentlerinin IŞİD’ın kontrolüne geçmesi ne ABD, ne Suudi Arabistan, ne İsrail, ne KDP, ne de Türkiye için sürpriz değildi. Irak’ın orta kentlerinin işgali de Suriye’deki savaş bu ülkelerde örgütlendi. ABD sömürgeci statükonun devamını istiyor Bu yeni durum neyi ifade ediyor? Irak işgalinden sonra ABD’ye karşı ortaya çıkan direnişin bugün gelmiş olduğu çürümüş aşamayı ifade etmektedir. Sorunun kaynağı da ABD'nin Ortadoğu’yu ‘köleleştirme’ stratejisidir. Artık, Birinci Dünya Savaşı sonunda İngiliz ve Fransızların çizdiği sınırlar dağılıyor. Yeniden çizilen sınırlar var, bu da tüm siyasal güçleri derinden etkiliyor. Elbette yeni dengeler, yeni ittifaklar da gündemde. ABD Başkanı Barack Obama’nın “Artık yeni müttefikler seçmeliyiz ve İran bunlardan biri olmalı’’ sözlerini bu çerçevede değerlendirmemiz lazım. 11 Eylül saldırılarından beri El Kaide'ye karşı birlikte mücadele teklifinde bulunan İran’ın yeni lideri Hasan Ruhani de IŞİD'i durdurmak için Amerika'yla işbirliği yapabilecekleri mesajını da oluşmakta olan bu yeni dengenin çerçevesinde okumak daha doğru olacaktır. Ancak ABD’nin gelişen durum karşısındaki projesi ise biraz daha farklı... Esas olarak kökenleri Sykes-Picot anlaşmasıyla atılan sömürgeci statükonun devamını istiyor. Arap isyanlarıyla birlikte ABD bu amacı kimi yeni aktörlerle pratiğe yansıtmaya çalıştı. Hüsnü Mübarek gibi eski işbirlikçiler, Mursi, Erdoğan gibi ‘yeni işbirlikçi’lerle değiştirilerek bu statükonun yeniden devamı denendi. Ne var ki, Suriye'deki savaşta ortaya çıkan radikal yapılar, Libya'daki elçilik baskını, Mursi ve Erdoğan’ın istikrarsızlıkları, ABD’nin geleneksel siyasetine dönme eğilimine girdiğini gösterdi. Şimdi ABD'de "radikal İslam’a" karşı eski müttefikleri yeniden devreye sokarak statükoyu koruma yönündeki eğilim güçleniyor. IŞİD'in güçlenmesi de bu eğilimi besliyor. Böyle olunca Mısır’da Sisi gibi "eski" türden müttefikler devreye sokuluyor, İsrail daha fazla inisiyatif kazanıyor. Türkiye gibi geleneksel ittifaklara yeniden başvuruluyor. Ancak Türkiye’nin durumu biraz daha farklı. Dikkat edilirse, Amerika Irak krizinde kendisini ‘İslam dünyasının lider’ ülkesi olarak takdim eden Türkiye ile değil İran ile sorunu görüşüyor. Rojava, KDP, İran ve Şam’a havale ediliyor Yeni oluşan ittifak ve dengelere eklemlenen bir başka gelişme söz konusu. Türkiye, Güney Kürdistan'la işbirliğini geliştiriyor. Bu sadece bir petrol işbirliği değil, politik ve stratejik derinliği olan bir ilişki. Yeni durumda Irak'ta merkezi yönetimin (mevcut Başbakan Nuri Maliki değil) güçlendirilmesi yönünde bir irade ortaya çıkmış görünüyor. Bu, o zaman Ankara, Hewlêr, Bağdat, Washington, hatta Tahran ve Şam yönetiminin yeni cephede müttefik olarak buluşmaları anlamına geliyor. Böyle yeni bir durum ile karşı 11 Ağustos 2014

karşıyayız. Bu durumda Türkiye için Rojava Kürdistanı’ndaki oluşumu tasfiye girişimi IŞİD hareketinden alınıp, KDP, İran ve Esad rejimiyle birlikte oluşan yeni bloka havale edilecek gibi görünüyor. Independent gazetesinin deneyimli Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn ise IŞİD gibi bir örgütle savaşmasına rağmen Batılı devletlerin statükonun korunmasından yana olduğunu belirtiyor. Kürtlere Batı’nın neden soğuk yaklaştığını ise “Kürtlerin statükoyu tehdit etmesinden, sınırları ortadan kaldırmasından endişe ediyorlar’’ şeklinde özetliyor. Türkiye Kürt politikasını değiştirir mi? Rojava Kürtlerini bastırmak için AKP iktidarının korkunç girişimleri oldu. Kürt özgürlük hareketini tasfiye için Türkiye, IŞİD’i devreye soktu. Bu örgütün “kılcal damarlarına kadar girdiler.” IŞİD, Rojava Kürdistan’ında Türkiye’nin ajan örgütü gibi çalıştı, yüzlerce insanın hayatına malolan katliamlar yaptı. Türkiye sadece IŞİD’i değil, Suriye muhalefeti içerisinde Kürt karşıtı, Arap milliyetçisi damara da oynadı. KDP’yi de, Türkmen aşiretlerini de Kürtlere karşı kullanmaya çalıştı. AKP, bir tarafta Suriye’de kalıcı bir AleviSünni savaşını körüklerken, diğer taraftan da Rojava’da Arap-Kürt çatışmasının tohumlarını eken bir rol oynadı. Çünkü Rojava Kürtleri bir statü kazanırsa, statüsüz Türkiye düzeninin sürdürülemeyeceğini biliyorlardı. Şimdi, Türkiye bu siyasetinden vazgeçmiş midir? ABD’nin baskısıyla Türkiye’nin IŞİD ile arasına mesafe koyduğu görülüyor. Türkiye, mevcut durumda bir müttefik değiştiriyor olabilir. Onun için de IŞİD, konsolosluğu basıp Türkiye'ye bir gözdağı veriyor. Anlaşılan, karşılıklı hamleler yapılıyor. Nitekim Ruhani Ankara’ya geldiğinde kapalı kapılar ardında neler konuştuklarını bilmiyoruz, ama Abdullah Gül’le basın toplantısında “Bölgedeki tüm problemlerle ve terörle beraber mücadele edeceğiz” dediler ve işbirliğinden söz ettiler. Bölgede Irak ve Suriye’den başka ne problem var; IŞİD. Demek oluyor ki Türkiye’yle anlaşma yapılmış, alt yapısı hazırlanmış bir plan var. Ankara’nın IŞİD ile kurduğu ilişkiler karanlıkta olduğu için bu ilişkileri açığa çıkartacak radikal bir tutum almayacağı da görülüyor. Nijerya’da kızları kaçıran Boko Haram’la bile ilişkisi olduğu ortaya çıkan Türkiye, IŞİD meselesinde bir sır perdesi oluşturmaya çalışıyor. Ancak hem Türkiye’nin, hem İran’ın, hem de KDP’nin IŞİD’i Rojava’da Kürtlere karşı destekleyeceği görülüyor. Sorumuza dönersek, Türkiye’nin klasik inkarcı Kürt politikası değişmemiş, hedefinde ise PKK’nin tasfiyesi bulunuyor. ‘Çözüm’ olarak adlandırılan süreci Türkiye PKK’nin çözüleceği bir süreç olarak değerlendiriyor. Irak’taki gelişmeler artık Ortadoğu’da “haritaların değişeceği” anlamına gelmektir. Bölgede, Suriye’deki gelişmeleri bile gölgeleyecek yeni gelişmelerin olması kaçınılmaz görünmektedir. Bu kapsamda; Kürt sorununun bölge çapındaki çözümü için son derece önemli yeni dayanakların da ortaya çıktığını belirtebiliriz.


Özgür Halk

15 Ağustos Ölüm Sessizliğine Sıkılan Kurşundur Ezgi Demirsu 15 Ağustos 1984 yılında Mahsum Korkmaz Yoldaş öncülüğünde başlatılan Gerilla Atılımı’nın 30. yıldönümüne giriyoruz. Otuz yıl boyunca Kürt halkının yiğit oğulları ve kızları gerilla saflarına katılarak, gerilla saflarında özgürlüğü ilmek ilmek örme temelinde yaşayarak ve halka taşırarak yenilmez halk gerçekliğini yaratmasını bildiler. Özgürce yaşayarak, örgütlenerek ve eylemleşerek mücadele saflarında büyüyen ve bu mücadele içinde şehit düşerek ardıllarına yürünecek olan yolun ne olması gerektiğini gösteren ve bu yoldan asla dönülmemesi gerektiğini canlarını vererek ifade eden tüm devrim şehitlerini büyük bir saygı ve minnetle anıyoruz. 15 Ağustos 1984’te gerilla atılımıyla başlayan ve bugüne kadar süren mücadeleyle birlikte Kürt halkı büyük bir direniş içinde bilinçleniyor, örgütleniyor, irade oluyor ve kendi demokratik konfederalizm sistemini kurma temelinde özgürlüğünü elde etmeye daha da yakın hale geliyor. Kürt halkı, Ortadoğu coğrafyasında yaşayan kadim halklardan biri olmanın gereği olarak, bu coğrafyada insanlığa beşiklik eden tarımköy devriminin yarattığı değerlere sahip çıkarken, bununla birlikte insanlık tarihinde var olan ve esas olarak özgürlük, eşitlik, demokrasi ve birlikte yaşama amacıyla geliştirilen tüm mücadele değerlerini bu otuz yıldır hem sahipleniyor, koruyor ve hem de bu değerlere yenilerini ekliyor. Böylesi tarihsel temellere dayalı bir mücadelenin elbette ki çok büyük bir bilinç, inanç, irade ve örgütlülük gerektireceği açıktır. Çünkü bir yandan insanlık için bu kadar değer yaratımı yaşanmışken, diğer yandan da bu değerleri gasp etmek, halkları ve toplulukları baskı altına almak, köleleştirmek, egemenlik altına almak, iradesizleştirmek, asimilasyon ve soykırımdan geçirmek amacıyla büyük bir karşı saldırı da her zaman var olmuştur. Bugün bu saldırının en açık bir biçimde sürdürüldüğü coğrafya ise Kürdistan olmaktadır. 20. yüzyılın başından itibaren Kürt halkı ve Kürdistan büyük bir işgal, istila, asimilasyon ve soykırım saldırısıyla yüz yüze kalmıştır. Bir halk olarak inkâr edilen, soykırım tehdidiyle karşı karşıya olan, asimilasyonla başkalaştırılmak ve ortadan kaldırılmak istenen bir durumu yaşamaktadır. Kürdistan'ın coğrafya olarak dört egemen devletin denetimine bırakılma temelinde parçalanması, her parçada egemen olan devletlerin kendi Kürtlerini asimile etme 12 Ağustos 2014


Özgür Halk temelinde varlığını yok etmeyi amaçlayan saldırılarına karşı, Kürtler de varlığını koruma amacıyla direnişler geliştirmiştir. 1921 Koçgîrî halk hareketiyle başlayan ve en son Dersîm Direnişine kadar olan süreçte Kürtler Kuzey, Doğu ve Güney Kürdistan'da var olan egemen devletlere ve onların bağlı olduğu kapitalist küresel sisteme karşı bir direniş içinde olmuş, ama her seferinde bu direnişler katliamlarla karşılaşmış ve sonuçsuz kalmıştır. 1938 Dersîm Katliamından sonra Kürdistan'da bir sessizlik hâkim sürmüş, adeta bir halk ölüm sessizliğine, uykusuna yatırılmıştı. Bu durum 1970’lerde PKK’nin kuruluşuna kadar da sürüp gelmiştir. Kürdistan’da 1970’lerin ortasından bu yana PKK ile birlikte gelişen mücadelenin tümü inkâr ve imhaya karşı, soykırım saldırılarına karşı “Varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” direnişidir. Bu direnişin temel hedefi; Kürt halkının varlığını korumak, özgürlüğünü kazanmak, Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun demokratikleşmesini sağlamak; özgürlük, eşitlik, demokrasi ilkeleri temelinde özgür bir toplumsal sistem oluşturmaktır. PKK ile birlikte gelişen bu mücadelenin 12 Eylül faşist-askeri rejim tarafından nasıl bir katliam ve baskıyla karşılaştığını biliyoruz. 12 Eylül faşist-askeri darbesi esasta PKK çıkışına karşı geliştirilmiş bir darbedir. Bu darbenin amacı, PKK’nin Kürt halkı içinde örgütlenmesini engellemek olduğu çok açıktır. Çünkü PKK Kürt halkını ölüm sessizliğinden ya da ölüm uykusundan uyandıracak düşüncenin, bilincin, örgütlülüğün ve iradenin adı olmaktadır. Böylesi bir hareket Kürt halkıyla buluşursa, o halk yeniden bir ayağa kalkışı yaşayabilecek ve belki de var olan egemen sistemi parçalayabilecek bir duruma gelebilirdi. Kısacası, PKK Kürt halkı için bir umut olabilirdi. Dolayısıyla bunun önünün alınması için böylesi bir darbe geliştirildi. 12 Eylül faşist-askeri darbesiyle Kürdistan adeta yeniden bir askeri işgal ve istilaya uğradı. Devlet, ordusuna dayanarak ve askeri zor temelinde Kürdistan'da her yerde hâkimiyetini oluşturdu. Halk adına örgütlü olan ne varsa dağıtıldı, insanlar tutuklandı, cezaevlerine dolduruldu. Tabi ki, her şeyden önce, 12 Eylül darbesi PKK'ye yönelik geliştirildiği için, ilk hedef olarak da bu hareketin kadroları ve ona sempati duyan insanlar hedef alındı. Kürdistan'da PKK'ye yönelik yoğun bir tutuklama, cezaevlerinin PKK kadro ve sempatizanlarıyla doldurulması gerçekleşti. Özellikle Diyarbakır zindanında PKK’nin önder kadrolarına yönelik geliştirilen saldırılarla adeta PKK ve onun temsil ettiği ideolojik çizgi yenilgiye uğratılmak, bu önderler şahsında bu çizgi teslim alınmak istendi. PKK cezaevinde bitirilmek, bu temelde halkın umutları kırılmak istendi. Bilindiği gibi, Diyarbakır zindanında Mazlum Doğan yoldaşın direnişiyle başlayan, Dörtlerle devam eden ve 14 Temmuz Büyük Ölüm orucu Direnişiyle zirveye ulaşan o büyük direniş, 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı PKK kimliğinin, çizgisinin, ideolojisinin ve onun temsil ettiği 13 Ağustos 2014

umudun yenilmezliğini, yok edilemezliğini kanıtlayan bir direniş olmuştur. Kürdistan özgürlük mücadelesinde fedai çizgisi bu direnişle oluşmuştur. Özgürlük mücadelesinin temel ölçüleri bu direnişle kazanılmıştır. En zor anda bile özgür insanın yaşamı yaratan temel ölçü ve özellikleri en iyi bir biçimde bu direnişte ortaya çıkmıştır. İşte şanlı 15 Ağustos Atılımı bu büyük zindan direnişinin zaferi temelinde gerçekleşti. Kürdistan'da var olan sömürgeci faşist sistemin, onun örgütlü gücü olan ordusunun hâkimiyetini sarsan, onun otoritesine karşı çıkan, dengesini bozan gerilla direnişi bu zindan direnişi temelinde geliştirildi. Kürdistan'da adeta yaprak bile kıpırdamazken, faşist Türk devleti adeta kendisini Kürdistan'da hâkim gördüğü, otoritesinin ve hâkimiyetinin tartışmasız olduğunu ve buna karşı ufak bir karşı koyuşun bile olmayacağını hesapladığı bir anda, PKK öncülüğünde tarihi 15 Ağustos Gerilla Atılımı gerçekleşti. 15 Ağustos atılımı Kürt insanına direnmenin kutsallığını, her şeye rağmen ve her türlü zorluğa ve zorbalığa rağmen insanlık adına direnmenin imkân dâhilinde olduğunu göstermiştir. Bu atılım, bir halkın, hem de Ortadoğu'nun en kadim halklarından olan Kürt halkının mutlaka yaşaması gerektiğini, bunun için her türlü fedakârlığın, cesaretin, çabanın, emeğin verilmesi ve verileceğinin kanıtlanması olmuştur. Bir halk eğer isterse, doğru bir öncülüğe kavuşursa, bu temelde doğru bir örgütlenme yaratılır ve mücadele edilirse yıkılmayacak bir zulüm sisteminin, ortadan kaldırılmayacak sömürgeci engellerin, kurumların olmadığını ortaya koymuştur. Kürt halkının da öz savunmasını oluşturabileceğini, askeri örgütlülük temelinde düşman ordularıyla savaşabileceğini, bu örgütlülük temelinde varlığını koruyup özgürlüğünü sağlayabileceğinin ilk adımını atmıştır. Bugün 15 Ağustos Atılımı’nın kazanımları kendisini Rojava devrimiyle daha da kurumlaştırırken, Kürt halkı içinde giderek özgürlük hareketi ve onun savunma gücü olan Gerilla büyük bir ilgi ve sempatiyle karşılanmaktadır. Kürdistan'ın her parçasında Kürt halkının çıkarlarını koruyan tek meşru güç olma konumuna ulaşması gerçekliği, IŞİD çetelerinin Şengal’e, Ezidilerin kutsal yurduna, Kürtlerin onur ve namusu olan kadim topraklara saldırısında YPG ve HPG güçlerinin halkın korunması için kendilerini fedai bir ruhla savunma ve direniş savaşına yatırması ve her ne pahasına olursa olsun ana yurt savunmasına tereddütsüz girmesiyle kanıtlanmıştır. Şanlı 15 Ağustos Gerilla Atılımı, geçen otuz yıllık sürede böylesine büyük bir halk gerçekliğinin yaratılmasına, Kürt birliğinin giderek vücut bulmasına ve kadim bir halk olan Kürtlerin tekrardan bu topraklarda yaşamı yeniden yaratan, koruyan ve etrafındaki halklarla paylaşan bir konuma gelmesine vesile olmuştur. Kürtlerin bu yeniden ayağa kalkışları ve özgürlüğü yeniden inşa edişleri Ortadoğu için büyük bir onur, insanlık için büyük bir umut olmaktadır.


Özgür Halk

Demokratik Modernite PKK’si ve Kadro Gerçekliğimiz Duran Kalkan

PKK'ye farklı ölçü dayatmak, Kadronun ideolojik aşınması, ideolojik birlikte PKK kadrolarında ortaya PKK ölçülerini geriye anlayış sorunları üzerinde önemle çıkan ideolojik ölçü durulması gerekiyor. Bu konunun yükselmesine ulaştık mı, çekmek demek PKK'ye içten neresinden tutup neyi eleştirecek insan ulaşmadık mı sorunlarının en sert saldırıyı yürütmek bilemiyor. Bu duruma nasıl geldik, tartışmasını, eskinin bile demektir. Dıştan düşmanın siyasi mevcut hal çok ağır bir durum. Bu kadar gerisine düşmüşüz. Yeni askeri saldırısının yapamadığını pratikleşememenin, doğru karar paradigmaya göre ölçülerin çok yapacak ideolojik saldırıda alamamanın, etkili mücadele daha yüksek olması gerekiyordu. bulunmak yürütmemenin, her şeyin altında bu yatıyor. demektir. Ölçüler sapmış, aşınma olmuş. Diyorlar ya, PKK'ye göre en ağır suç deveye demişler niye boynun eğri, demiş; nerem ideolojik yaşam doğru ki! Şimdi kadroların anlayış sorunları var, ölçülerindeki kaymaydı diyeceğiz, ne yok ki, neyi doğru ki, neyine yanlış diyelim. Eski PKK'nin çok gerisinde şimdiki PKK ideolojik duruş Tuhaf değil mi, eski ile kıyaslıyoruz. Eskiden geri bakımından çok geri. PKK adaletin kılıcıydı. İnsanlar hiç bir düştüğümüzü eleştiriyoruz. Biz paradigma değiştirdik. Daha şeylerine güvenmez, ama PKK'ye güvenirlerdi. Canlarını özgürlükçü-eşitlikçi, daha toplumcu hale geldik. İktidar ve emanet ederlerdi, mallarını emanet ederlerdi. Kendilerinden devlet sisteminden, güç sahibi olmaktan parti olarak gizlemek istediklerini PKK'ye teslim ederlerdi. Kendilerine kendimizi uzaklaştırdık. Daha fazla halkçı hale geldik. Kadro güvenmediklerinin kırk katını PKK'ye güvenirlerdi. "PKK'de ölçülerini Önderlik belirledi, "bir lokma bir hırka", "fikir, zikir, terslik olmaz, hakaret olmaz, haksızlık olmaz, bozulma eylem birliği içerisinde olacak’’, "örgütsel ve eylemsel olmaz, zarar verme olmaz" diyorlardı. PKK'ye göre en ağır kılınmış hakikat" olacak. Şimdi bu ölçüler üzerinde suç ideolojik yaşam ölçülerindeki kaymaydı. En ağır yoğunlaşıyor mu? Parti kadroları bu ölçülerde mi? Böyle bir cezaya getiriyordu. Şimdi, "Canım ne olur, idare edelim, bir arındırma var mı? Bunların gereklerine göre olsak toplum şans daha verelim" deyip geçiliyor. Ama bu pratikte her etrafımızda fır döner. Fakat değil bunlar eski paradigmayla türlü sapmaya yol açıyor. Bu DEV YOL'u ne çökertti? ortaya çıkmış ideolojik ölçülerin arayışı içerisindeyiz. SHP'nin belediyeleri çökertti. Karasu arkadaşın iddiası "Eskiden şöyleydi, böyleydi" onun gerisine odur. Niye çökertti; belediyelere aday oldu, başkanlıklara düşmüşlüğümüzü eleştiriyoruz. Paradigma değişimi ile ya da belediye meclislerine girdiler. Ondan sonra ele 14 Ağustos 2014


Özgür Halk aldıkları ölçü, "burjuvalar yiyeceğine biz yiyelim" domuzdan bir kıl bile koparsan kardır! Girdiler belediyelerin yiyiciliğine, ortada ne ölçü kaldı ne kadro kaldı, tükendi. Devrimci öz, ölçü bitti. Reformcu olmaktan da öteye küçük burjuvalığı aştılar şimdi büyük burjuva olma yönünde ilerliyorlar. Yine de aynı kelimeleri tekrarlıyorlar. Biz biraz eleştirdik, kalkmış diyorlar, "Mahir Çayan devrimciydi" biz de biliyoruz Mahir Çayan devrimciydi de ÖDP devrimci midir? Mahir Çayan'ın mirasından başlayıp nereye geldi. Bizde de benzer ölçüler var. Geçen gün tartışıyorduk; Bakur'da Eğitim Destek Evleri var. AKP kapatmış şimdi telaşa düşmüşler, tartışılıyor, dedim, "çok güzel oldu, alkışladık" dedik, şaşırdılar. "Ee biz yapmasak Fetullahçılar yapıyordu!" Peki, biz Fetullahçılara karşı Fetullahçı yöntemiyle mi mücadele edeceğiz. Onlar yapmasın biz yapalım! Onlar yaparsa Fetullahçı olur, biz yaparsak iyi olur ama yaptığımız iş aynıdır. Öyle olur mu? Böyle ölçü olur mu? Fetullah ne için yapıyor; Kürdü yok etmek için. Bu kadar ölçü kayması var. İş gitmiş Fettullahın yöntemleriyle Fettulah’a karşı mücadele edeceğiz güya, onun yerine ondan daha fazla okul açacağız, yurt açacağız. Böylece Fettullah’a değil de Kürt halkı bizim yanımıza gelecek. Gelecek ama ortada Kürt kalacak mı? Geriye ne kalır, karşımızdakiler nasıl insan olurlar? Geçmiş seçimlerde Dersim'de niye kaybettik, kimse sorgulamıyor. Şu söylendi, "Yardım alın ama oy vermeyin" tutumumuzla halkı hırsızlığa teşvik ettik. AKP veriyor mu, alın oyunuzu vermeyin! Bunu aklım almadı. Bir defa insanı ikiyüzlülüğe teşvik ediyorsun. İki, o zaman Dersim insanını tanımıyorsun, nasıl alır da vermez. Mümkün mü, aldılar ve verdiler biz kaybettik. Dinlediler arkadaşları yardımları aldılar, tabi ondan sonrasını dinlemediler. Gittiler oylarını da verdiler. Neredeyse AKP, CHP Dersim'i ele geçiren partiler oluyorlardı. Bunları ideolojik ölçü genelde tanınsın diye söylüyorum. PKK militanı yaşama tenezzül etmez. Kim ki basit yaşama tenezzül ediyorsa, onda PKK'lilik yoktur, ondan korkmak lazım. Küçüklüğü, büyüklüğü nicelik farktır. Önemli olan niteliktir. Geçen gün aylık alınan parayı örnek verdim, "Bizim aldığımız paralar azdır" bugün az, yarın çok olabilir. Parayı para olarak kabul ediyorsan, zaten kapitalist moderniteyi temel yaşam biçimi olarak kabul ediyorsun demektir. Önderlik "sistemin komutanı" dedi. Sen o komutanın emrine giriyor musun, girmiyor musun? Bir kuruş da birdir, bir milyar da birdir. Aradaki fark sadece 15 Ağustos 2014

niceliktir, para paradır niteliği aynıdır. Sen ona dayalı olarak yaşamayı kabul ediyor musun, etmiyor musun? Ediyorsun! Arkadaşlarımız ediyor. Partiden para almak için can atıyorlar. Kemal Pir'e Filistinliler, sigara ihtiyacı için "al sigara parandır" diye para verdiler, Kemal Pir parayı alıp yüzlerine atmıştı; "ben paralı asker miyim? Bulduğum yerde içerim, bulmasam kalır. Ne kadar bulursam o kadar içerim. Para partinindir." Eski PKK'nin ölçüsü böyleydi. Kimseye hakaret etmiyorum, Kemal Pir öyle yaptı mı, yapmadı mı? Varlığa tenezzül etmemek ve kendini kaybetmemek gerekli Şimdi başkasının verdiği değil, "partiden ne kadar alacağız" diyorlar. Azıcık fırsat olsa maaşlı insanlara dönüşeceğiz. "İhtiyaçlarımız var. Parti versin, özel kullanalım" orda komünalizm bitti o zaman. Alırsın, nasıl kullanacağın belli olmaz. Orda küçük burjuvalık başlar, bireycilik başlar. Bugün niceliği azdır, niceliği bir fukara düzeyinde kalırsın yarın, imkanlar artar, işte Sovyetler Birliğindeki gibi bir sınıf haline gelebilirsin. İmkanlar bir anda da artabilir, önemli olan senin imkanlar karşısında nasıl yaşayacağın. Arkadaşlar şöyle diyorlar, "Varsa kullanalım, niye kullanmayalım?" Burada ölçü şu; yoksa zaten kullanamazsın ki, önemli olan var olduğunda kullanmaya biliyor musun? Varlığa karşı bir ilken var mı, duruşun var mı? Bir varlık varsa, orda kendini kaybedip har vurup harman savuran durumuna düşüyor musun, düşmüyor musun? Zaten bir şey yoksa yiyemezsin, örneğin paran yoksa harcayamazsın, ekmeğin yoksa yiyemezsin. Mecburen azla yetineceksin. O, senin marifetin değil var olan durumun sonucudur. Kişinin marifeti varlık içinde ölçüyle yaşaya biliyor mu, halkçı kalabiliyor mu? Doğru bir yaşam tarzı tutturabiliyor mu? Kendini kaybetmeye biliyor mu? İşte ölçü bu. PKK'lilik ölçüsü burada başlar. Varlığa karşı direnebilmek önemli. Yokluk karşısında direnecek bir şey yok ki, o yokluk seni hizaya çekiyor. Önemli olan varlık karşısında irade gösterebiliyor musun, tenezzül etmeyebiliyor musun, bir lokma bir hırka duruşu gösterebiliyor musun, gösteremiyor musun? Bunlar yeni bir duruş olarak görülebilir, fukaralık edebiyatı olarak sayılabilir, ahmaklık olarak da görebilirler. İçimizden bazıları öyle de görüyorlar. Sağa sola gidenlerin nasıl yaşamaya çalıştıklarını, dönüp bize neler söylediklerini biliyoruz, duyuyoruz. Fakat parti ölçüsü ne olacak, burada netliğimiz olsun. Saman altından su yürüten, gemiyi kurtaran kaptan olan mı parti militanlığının ölçüsü olacak, yoksa her şeye karşı yaşam ölçülerinde halkçı yaşam, ilkeli


Özgür Halk yaşam ölçülerinde, özgür yaşam ölçülerinde ne olursa olsun diretecek miyiz? Mücadeleci olacak mıyız, olmayacak mıyız, mesele bu. İdeolojik öncülük mücadelesi burada ortaya çıkıyor. İdeolojik öncülükteki yetersizlik bu noktada ortaya çıkıyor. Yoksa bunun filozof olup olmamakla bir alakası yok. "Vay be çok geri insanlarmış. Bilgileri azmış" ne alakası var? İleri olmanın ölçü ne ki? Burjuvanın bildiğini bilmek zorunda değiliz, sömürgecinin bildiğini bilmek zorunda değiliz. Bizim de kendimize göre bilme ölçülerimiz var. Onların ölçülerine göre kendimizi niye tartalım, kendi ölçülerimize göre tartacağız. Sorun böyle olamamak da var işte. İçimize bu anlamda bir kurt girdi, nifak girdi, ölçü kaybetme girdi. Neredeyse birbirinden çalma yaşanıyor, ayıptır. PKK böyle miydi? Yoldaşları için her şeyi yapan konumdaydı. Haki Karer için ne söyledi Önderlik; "yemedi başkalarını yedirdi, giymedi başkalarını giydirdi, uyumadı başkalarını uyuttu." Bu bir gerçekti, bir abartı değildi. Bir gerçekti, bir gerçeği ifade etti, ölçü olarak koydu. Önderliğin Haki Karer'in anısına yazdıklarına bakalım. PKK, böyle PKK oldu. O kazandırdı, o PKK gelişme yarattı. Paradigmasının devletçi olup olmaması değil, kendisinin nasıl yaşadığı ve ne yaptığı belirleyici oldu. Gelişme ve kaybetmede belirleyici ölçü o oldu. Tabi o bilince dayansa, daha geniş bir dünya bilgisine sahip olmak iyidir. Öyle olmaya çalışmak lazım. Kimse öyle olmayı ret etmez, ama doğru partilik öyle olmaktır diyemeyiz. Öyle olsa filozoflar en iyi PKK'li olurlar. PKK'nin düşmanları bu anlamda daha iyi öğreniyorlar, daha fazla biliyorlar. Bütün burjuvalar, alimler daha fazla PKK'li olurlar, öyle midir gerçek, hayır. Kesinlikle ölçü o değil. İdeolojik duruş, ideolojik ölçü o değil. İdeolojik öncülükteki sorun oradan kaynaklanmıyor. İdeolojik öncülük sorunu kadronun bireycileşmesinden, yaşam düşkünlüğü göstermesinden, kapitalist modernitenin etkisinde kalmaktan kaynaklanıyor. Önder Apo'nun ön gördüğü PKK'de gerçekleşmiş militan kadro ölçülerinin temsil edememesinden kaynaklanıyor. Burada yalpalanmalar yaşanıyor, burada muğlaklık, karışıklık var. Burada kendine yaşam arayışı var, topluma değil. Bulduğunu kendine alma var, bozulma var. PKK'ye karşı tasfiyecilerin tek silahı yaşam ölçülerinin geriletilmesiydi PKK'nin doğuş ölçülerinden, ortaya çıkış ölçülerinden geriye düşüş, bozulma var. Oysa Önderlik paradigma değişimi ile onu daha ileri bir düzeye taşıdı. İktidar ve devlete bağlanma bozulma getirir, dedi. Demokratik Modernite çizgisi tersine özgürlük, eşitlikten başka hiçbir şeyi kabul etmeyen, onu yaşayan, onun için kendisini her şeyiyle topluma adayan insanların işidir, dedi. Kadroyu ideolojik ölçüler bakımından böyle tanımladı. Bu kadar aşınmışlık var. Bazı arkadaşlar kabul etmiyor. Ölçüler çok tersyüz olmuş, farklı yaşam ölçüleri çıkmış. Bunlar normal

görülüyor. Oysaki bunlar karar haline getiremedi. 2000'lerin başında tasfiyeciler dayattılar, partinin kongresi, konferansı ret etti. Ama fiiliyatta uyguladılar. Ellerindeydi, bozdular. Partiyi böyle bozacağız, dediler. Bu Ferhat-Botan tasfiyecilerinin partiyi bozma yöntemiydi. Partiye karşı silahları sadece buydu. Bu noktada kalmak tasfiyeciliğin etkisi altında kalmaktır. Ona karşı duramamak, aşamamak kesinlikle tasfiyeciliğe karşı duramamak anlamına geliyor. İdeoloji nedir, ideolojik mücadele nasıl olur? Sınıf ve cins mücadelesi nasıl yürütülür? İç mücadele nedir? Nefs mücadelesi nedir, dışarıda bunlar nasıl olur? Bunlar 24 saat yaşamımızın temel sorularıdır. Doğru cevap vermemiz gereken hususlar, ama bunlardan uzak duruyoruz, hiç kimse oralı olmuyor. Böyle bir mücadeleye kimse girmiyor. Niye kendisine imkan açılsın diye. Dışında bunları keskin yapsa kendisinin de buna uyması lazım. Ama böyle muğlaklık olursa, karışıklık olursa kendisine de bireycilik için ortam hazırlanır. Demek ki, o tür duruşlar bireyci duruşlar. Öyle yapmasan bile yapılana ses çıkarmıyorsan sen de öyle bir ortamı arıyorsun demektir. Ölçümüz bu, böyle olmak durumunda. İdeolojik mücadele yürüteceksek, ideolojik öncülük sorununu çözeceksek sorunları böyle ele alacağız. Öyle süslü laflarla, anlaşılmayan kavramlarla durumu ifade etmeye hiç gerek yok, onun hiçbir anlamı yok. Sorunlar öyle değildir, ideolojik sorunlar somuttur. Basit gibi görünür, pratiktir, ama işin özüdür. Basit gibi görünür ama her şey basitlikle başlar. Bu Ferhat denen kişi bir kere doğru söyledi. 5. Kongre'de soruşturulurken, "Her şey bir pastayla başladı. Bir pasta hediye geldi İran'dan kabul ettim, ondan sonra ikincisi geldi. Ondan sonra pastanın yerine bilmem ne geldi, ne geldi, Xakûrke'de lord oldum. Ama her şey bir pastaya tenezzül etmekle oldu." Şimdi bir pasta mıdır, hepimiz ne gelse "Allah razı olsun" diyoruz. Şu gelmiş ret ediyorum, diyen var mı? Yok. Parti içinde hediye alıp vermek neredeyse meşru bir olgu haline gelecek. Partinin parasıyla hediye mi olur? Ben cezaevindeyim, Kani Yılmaz gelmişti. Bir tane kalem getirdi, mahkemede verdi, "Kani bunu göndermiş, hediyesidir." Şaşırdım, Fuat arkadaşla tartıştık. Getirene sordum, "Kani parti çalışması yapmıyor mu, para için farklı bir işte mi çalışıyor?" "yok, partinin temsilcisi" dediler. Peki, kalemi nasıl almış, partinin parasıyla. Partinin parasıyla hediye mi olur. PKK'nin parasıyla bana hediye veriyor, beni ayartmaya çalışıyor. Bunlar küçük şeyler gibi görünüyor ama önü alınmazsa diğeri niceliktir. Parti parasıyla herkese hediye dağıtıyor, kim, Kani'nin hediyeleri. Ama maaş alıyordu kadrolar, ha bire para geliyordu. Ben diyorum, "göndermeyin" para orda duruyor, bize vermiyorlar zaten cezaevinin kasasındadır. Dünya kadar harcasam, hiçbir şey yemiyorum, onunla satın alıp yiyorum, yine gelenin onda birini ancak harcayabiliyorum. Orada kalıyor devlet faizini alıyor, göndermeyin! Bana "herkese veriyoruz bunu. Senin hakkındır, al ye" dediler. Cezaevinden çıkarken 5-6 bin 16 Ağustos 2014


Özgür Halk Mark çıkardım, götürdüm maliyeye verdim. Cuma günü verilen yemek dışında hep kendi paramla satın alıp yedim, yine de o kadar para fazla kaldı. Akıl alır gibi bir şey değildi. 2000'de 7. Kongresi'nden sonra Avrupa'ya gidiyoruz, Şam'a gittik. Meleha diye bizi götürecek birisi vardı. Şam'da evde oturuyoruz. Okuldur, okula bakanlar var. İki de bir bu diyor, "ben gideyim bir şeyler getireyim." Gidiyor, bakıyoruz bir sürü eşya almış getiriyor. Ona buna dağıtıyor, yiyor. İki saat bir daha, bir, iki, üç dedim, "Ya Meleha bu neyle oluyor, sen neyle alıyorsun bunu?" "Bizim paramız var, sizin yok mu?" dedi. Parti bize maaş veriyor! Ben dedim, "Yoktur, bize vermiyor. Demek ki biz çalışmıyoruz, siz çok çalıştığınız için size veriyor!" Öyle olan birisi PKK'de o kalışla düzenden ayrı bir yaşam kalışında oldu. Zaten bıraktı kaçtı. PKK'de olmakla olmamak çok farklı olmuyor öyle. Onun için ölçüler yakın olduğu için istersen PKK'de olursun, istersen kaçabilirsin, fark etmiyor. Rahatlıkla o yaşama da uyum sağlayabiliyorsun. Bunlar hepsi bozulmadır. Kesinlikle düzeltme, yeniden partileşme olacaksa özellikle de Demokratik Modernite çizgisinde yeni bir PKK olacaksa bu çok büyümüş bir PKK olmayacak, nitelik olarak ölçüleri çok yükselmiş bir PKK olacak. "Eskisi gibi yaşanmayacak, eskisi gibi savaşılmayacak" dedi Önderlik. Peki, yeni yaşam, yeni mücadele, savaş nasıl olacak? Yeni tarzda mücadele edebilmemiz için eski yaşam neydi, nasıl değiştireceğiz? Şimdi yaşamı değiştiremediğimiz için yeni tarzda mücadele edemiyoruz. Ne serhıldanda bir değişiklik yapabiliyoruz, ne gerillada. 10 yıldır HPG'de bu tür teorik tartışmalarla patlıyoruz, tarz anlamında, sonuç alıcılık anlamında bir milim değişiklik yaratamadık. 2004'te çok zor, geri duruma düşülmüştü. 2007'de HPG'nin yeniden PKK'ye katılması kararı aldık konferansta. Şimdi de YRD'ye önerdim, PKK'ye yeniden katılma kararı almalı diye. Halbuki bunları PKK kurdu. "Biraz çalışsak, biraz da yaşasak, bir uzlaşma yaratsak ne iyi olur. 24 saat çalışmak bize göre değil, dayanamıyoruz" deniliyor. 24 saat devrimciliğe gelmiyoruz. 3. Kongrede Önderlik buna "küçük burjuvalık" dedi. "Kötü değilsiniz, iyisiniz de küçük burjuvasınız. İstiyorsunuz ki, biraz siz partiye verin, biraz da parti size versin" bütün reel sosyalizmin ölçüleri böyle. O zaman reel sosyalizm bütün görkemiyle sürüyordu. "Siz de diyorsunuz bizimki de öyle olsun. Ama Kürdistan'da olmuyor, yapamıyoruz. Ben de karşı değilim ama öyle yürütemiyorum. Öyle oldu mu bitiyor parti." Ciddi ideolojik sorunlarımız var. Önderliğin, partinin ideolojik sorunları yoktur, kadronun ideolojik sorunları var. İdeolojik öncülük sorunu kadroda ortaya çıkıyor. Kadronun algılama sorunu var, anlama sorunu var, yurtseverlik sorunu var, vatan-ülke sorunu var. Bozan arkadaş en çok meşruiyet üzerinde duruyor. Kürdistan ve Kürt gerçeğini meşru görmekle, sömürgeciliği gayri meşru görme sorunu var. Mevcut duruşumuz sömürgeciden, soykırımcı rejimden 17 Ağustos 2014

koparıyor mu, oraya itiyor mu? Birçok çalışma itiyor, birçok sistem itiyor. Kurmuşuz sistemi, elimizle devlete gönderiyoruz, ondan sonra da mücadele ediyoruz ve bu devletten alacağız diye. Tarzın, yöntemin devlete itiyor, oraya gönderiyor. Orayı meşrulaştırıyor, onunla birlikte yaşanabilir gösteriyor. Mesela 1994'te kitlenin metropole gidişine izin vermek büyük hata oldu. Niye düzenden kopmuyor, çünkü metropole gidişe izin verildi, net tutum alınmadı. Devletle girilen diyalog süreci, ilan edilen ateşkes sanki devletle bir oluyormuşuz gibi anlaşıldı, toplumda o anlayışın sonucu olarak kendisine en yakın bulduğu yere gitti. O ayrımı göremedi. Toplum mu hata yaptı, biz önlemedik. Şimdi iyi mi oldu? Mevcut durumda bakalım. Bu kadar sorunun çözümsüz kalmasında, sürecin uzamasında soykırım rejiminin bu kadar PKK'yi eriteceğim umuduna kapılışında bu tutumların, bu tür hareketlerin payı yok mu, bence vardır. Bir MİT belgesi vardı, AKP'nin belgesidir. PKK'ye karşı psikolojik savaş nasıl yürütülmeli; net söylüyorlar. Sözde görüşmeleri yürüten yönetim hangi hesapları yaparak onları yürütüyor. Bilelim, niye gözü kapalı olalım, beklentili hale gelelim. Diyor, "Aslında biz bitirmiştik. Bu PKK çıktı, çok az bir kesimi kalmıştı, onları tuttu, bir kesimi de bizden kopardı." Devletin PKK'nin başarısı olarak gördüğü nedir; devletin asimile ettiği bazı kesimleri devletten, Türk uluslaşmasından koparmış olması olarak görüyorlar. "En büyük tehlike budur, bütün çalışma buraya yöneltilmelidir" diyorlar. "PKK'nin bizden çaldıklarını tekrar geri almalıyız. Elbette hepsine düşmanız, ama şehit ailelerine gidin. Dağa çocuğu giden ailelere gidin, onlara dostça yaklaşalım. Düşmanımızdır, düşman bilelim ama politik olarak dost yaklaşalım, devlete çekelim, kazanalım. Yoksa bizden kopan bir toplum kesimi oluşturuyor, ayrı bir ulusal kimlik oluşturuyor. Bu kesinlikle önlenmeli" diyorlar. Çocukları katılmış ailelerin isyanı bu projenin uygulanması olarak ortaya çıkıyor. Arkasında MİT var. AKP'nin planlanmış MİT tarafından yürütülen bir eylemi oluyor. Arkasında psikolojik savaş belgesi var. Bu kapsamlı bir plandır. Hepsine bakılabilir. Karşı taraf düşman dediğimiz güç bu kadar planlı, ölçülü. Saldırılarını buna göre yürütüyor. Politik esneklik gösteriyor ama ideolojik olarak duruşunda en küçük bir taviz vermiyor. Sonuna kadar sonuç almada, inkar ve imha siyasetini uygulamada kararlıdır. Bir kişinin yapacağı işi on kişinin yapması kolektivizm değildir Toplumdaki durum bizim aynamızdır, örgütümüzün duruşunun yansıması. Yoksa toplum kötü, biz iyiyiz de toplum bizi takip etmiyor değil. Bize bakıyor, bize göre kendisini ayarlıyor. Bizim tarafımızda diye tanımladığımız kitlelere bakarız; sözleri nasıl, davranışları nasıl, ölçüleri neler; kendimizi orda görmeliyiz. Çünkü bizim ideolojik yansımamız oradır, aynamız orası. Resmimiz orada çıkıyor. Yoksa kendi kendimize bakarak ortaya çıkmıyor. Buradaki


Özgür Halk en küçük bir sapma orda büyük bir karşıtlığa yol açıyor. Burada küçük bir terslik yaşam kayması orda düzenle iç içe geçmeyi doğuruyor. Düzenden kopma, düzene karşı çıkma, düzenle mücadele etmeyi değil. İdeolojik etkilemeler bu düzeydedir. Kadro sorunlarının önemli boyutları bunlar. Kadroyu burada tanımlamak lazım. Önderlik tanımlamış, Önderlik tanımıyla kendi duruşumuzu karşılaştıralım. Basit yaşama tenezzül eden, maaşlı yaşamaya çalışan duruşla bir lokma, bir hırka duruşunu karşılaştıralım, aynı mıdır? O teorinin pratik uygulaması böyle mi olur? Niye arkadaşlar tartışmıyorlar? Bozulma olmuşsa niye düzeltme olmuyor? Niye yeniden ideolojik devrim yapmıyoruz, değişim gerçekleştirmiyoruz? Yapmıyoruz, sorgulama yapmıyoruz. Değil bunu, bu konuları tartışmak bile anormal bulunuyor, gündeme gelmiyor, kimse eleştirel gözle bakmıyor. Bu biçimde biz yeni dönemin, Demokratik Modernitenin PKK'si olamayız. Demokratik Modernitenin PKK'si olabilmemiz için yaşam duruşumuzda, ölçülerimizde köklü değişiklikler yapmamız gerekiyor. Bozulmuş olan birçok şeyi düzeltmemiz, eksik olanı tamamlamamız gerekiyor. Çünkü paradigma değişimi oldu. İktidarcı-devletçi paradigmayı ret ettik. O halde ona eğilim duyan bizi oraya götürecek olan anlayışları, yaşam ölçülerimizin hepsini düzeltmemiz gerekli. Geçmişte bütün devrimciliğine rağmen bu yönlü olanları da vardı PKK'nin yaşam tarzında. En azından teorik olarak onların önünü açık tutuyordu. Pratik olarak uygulanamıyordu. Kürdistan'da uygulanamıyor, diyordu Önderlik. Zaten Kürdistan'daki pratik uygulama PKK'yi reel sosyalizmin çözülüşü sırasında çözülmekten kurtardı. Şimdi de o teorik açıklığı tümden ortadan kaldırdı Önderlik. Tam bir bütünlüklü teorik tanımlama geliştirdi. O halde pratik duruşumuz, kadronun ideolojik duruşu yeni tanımlamanın gereklerine uygun olmalı. İdeolojik çizginin gereklerine uygun olmalı, onu temsil etmeli, onu yaşatmalı, onu gerçekleştirmek için büyük bir ideolojik mücadeleyi kendi içimizde yaşamalıyız. Bireysel olarak yaşamamalıyız, örgütsel olarak yaşamalıyız. Böyle bir durumu yaygın olarak parti içinde gündemleştirmek, bu temelde "ben kendimi düzeltiyorum" diyenleri çekip almak, diğerlerini parti üyeliğini düşürmek lazım. Parti ölçülerini değil de, parti ölçülerine gelmeyen insanların kadroluk ölçülerini düşürmek lazım. KCK'li olsunlar, başka örgütlerden olsunlar ve o ölçüleri temsil etsinler, mesele değil. PKK'nin ölçülerini düşürmesinler,

geri çekmesinler. Kötü olmaz, kendi ölçüleri öyle ise o ölçülere uygun örgütlerde başarıyla da çalışabilirler. PKK'li olmanın yüksek ölçüleri olmalı. Öyle olmayan eğer yurtsever mücadele de istekli, ısrarlıysa o zaman başka örgütlerde çalışmalı. O örgütlerin kadro ölçülerini taşımalı. Bu da iyidir, netlik olursa işler daha iyi yürür. Ama net olmaz PKK ölçüsüne getirirsen yurtseverlik ölçülerini dayatırsan PKK'yi sırtından hançerlemiş olursun. PKK'nin ölçüsünü gider halka dayatırsan PKK ile halk ilişkilerini zehirlemiş olursun. Halkı PKK'den kaçırmış, ajanlık yapmış olursun. Bu kadar nettir. Her şey kendi yerinde anlamlı, önemli ve uygulama gerektiriyor. Partiye yurtseverlik ölçülerini dayatma, yurtsever ölçülere, KCK'ye PKK'yi dayatma. İlla PKK'li olacaksın, diye zorlama. Böyle yapanlar da var, geçmiş pratik içerisinde epeyce çıktılar, kitle ilişkilerini daralttılar. Önderlik çok şiddetli eleştirdi; "İntikam alıyorsunuz. Ben size bazı ölçüleri dayatıyorum. Onu götürüp olduğu gibi kitle ilişkilerimize dayatarak, sizi biraz zorlamış oluyoruz, onun intikamını alıyorsunuz partinin ilişkilerini bozarak. Kitleyi partiden uzaklaştırarak sonuç almak istiyorsunuz." PKK'ye farklı ölçü dayatmak, PKK ölçülerini geriye çekmek demek PKK'ye içten en sert saldırıyı yürütmek demektir. Dıştan düşmanın siyasi askeri saldırısının yapamadığını yapacak ideolojik saldırıda bulunmak demektir. 11. Kongre bir düzeltme kararı aldı. Bu düzelme nasıl olacak, netleştirme nasıl gelişecek onu da parti yönetimi tartışıp yol, yöntem bulacak. Doğru pratikleşmenin yolu, yöntemi nedir gündeme almak gerekiyor. Ama böyle bir tartışma olmuyor. Bu biçimde bir keskinlik olmuyor. Biraz sert eleştiri oldu mu da tepki duyuluyor. Kimse yetersiz olduğuna inanmıyor, "bu koşullarda ancak bu yapılır" deniyor. İçten içe "ben doğruyum, başarılıyım" deniliyor. Biraz eleştirildi mi, bu sefer genellemecilik ortaya çıkıyor, "E tamam, benim de eksiklerim var, hatalarım var. Özeleştiri veriyorum" deniliyor. Biraz daha eleştirildi mi, "şurada hata yapmışsın" diye somutlaştırdın mı, tepki duyuyor. Daha fazla üzerine gittiğinde başlıyor, "Öteki yaptı, benim suçum yok" diye gerçeği açığa çıkıyor, başlıyor kendini savunmaya. Bir idarecilik var, şöyledir; ne kadar eleştiri gelecek! Ona göre kendini ayarlama, onun dozajına göre tavır alma. Demek ki orada iddia yok, amaç bağlılığı yok. Ben bu işi başardım mı, başarmadım mı sorgulaması yok. Başarılmadıysa, niye başarmadım diye kaygı yok. Halbuki herkesin bu kaygısı olmalı. Kendine böyle soru sormalı. Kim olursa olsun, nerede çalışırsa çalışsın kendine bu soruyu sormalı. Kendisinden kaynaklanıyorsa özeleştiriyle açığa çıkarmalı, başkasından kaynaklanmışsa eleştiriyle hesap sormalı. 18 Ağustos 2014


Özgür Halk Önderlikten eleştiri gelmese, yönetimden eleştiri olmasa "Çok derinleştirmeyelim, idare edelim, en iyisidir" genel yaklaşım bu. Böyle kadro yaklaşımı olur mu? Böyle militan yaklaşımı olur mu? İdeolojik olarak böyle yaklaşan biri siyasi, peki askeri mücadele yürütebilir mi? Orada da daha fazla idareci olur, geçiştirmeci olur, ertelemeci olur. Ölçü diye bir şey kalmaz, ilke diye bir şey kalmaz. Bunlar son derece net, açık, somut olan hususlar. Yaşam tarzıyla mücadele tarzı arasındaki ilişkiyi görmek lazım. Kolektif çalışma komünal yaşamla olur. Komünal yaşamayan birisinden kolektivizm çıkmaz, bireycilik çıkar, iktidarcılık çıkar, emir verme çıkar. Eğer örgüt sisteminde yönetim tarzında, çalışma tarzında kolektivizme ulaşalım diyorsak bunun ideolojik duruşla bağı var. Buna uygun bir ideolojik duruş yaratmamız lazım, yaşam tarzı yaratmamız lazım. Komünalizm, bir lokma bir hırka tarzı, fikir-zikir-eylem birliğini yaratma tarzı. Böyle olursa bir kadro kolektivizmi yaratır. Kolektivizm adına her türlü bireycilik, parçalanma ortaya çıkar. Sözde en kolektif örgütüz, ama kolektivizmi yanlış anlama var. Kolektivizmi pratikte bozma yaşanıyor. Bürokratizm çok fazla ortaya çıkıyor. Bir kişinin yapacağı işi on kişinin yapması kolektivizm değildir. Bazı yerlerde böyle bir tarz gelişmiş. Reel Sosyalizmin tarzı buydu ve çöktü. Bu tarz çöktü. Kolektivizm bir kişinin yapacağı işi 10 kişinin yapması değil, iki kişiyle 5 kişilik iş yapmadır, üç kişiyle 10 kişilik iş yapmadır. Karar alma düzeyinde de, uygulama düzeyinde de ortaklık, kolektivizm böyle bir enerji doğurur. Dolayısıyla insanın verimini arttırır. Kolektif çalışmada verim artışı vardır. Bir kişi ile yapacağımız işin başına on kişi koy, bak kolektif çalışıyorlar! Bunun da ideolojik duruşla bağı var. Böyle olmayanlar da oluyor. İleri düzeyde tekleşme, kendine görelik, bireyciliğin her düzeyi, merkezileşmenin her düzeyi ortaya çıkar. Bütün bu çalışma, yönetim tarzıyla yaşamdaki bireyciliğin, komünalizmden uzaklaşmanın, yaşam ölçülerinin Önderliğin ideolojik ölçülerine göre kuramamanın kopmaz bağı var. Birbiriyle etle tırnak gibi bağlı bunlar. Önderliğin neden mücadele tarzının, savaş tarzının yaşam tarzıyla bağlı olduğunu söylemesini doğru anlayalım. Doğru savaşacaksak, doğru mücadele edeceksek yaşam tarzıyla kazanacağız. "Savaşta değil yaşamda kaybediyorsunuz" deyişini iyi anlayalım. Bütün bu sonuçları doğuran nedenler yaşam tarzıdır, ideolojik duruştur. Bir yerde doğru karar alamıyorsak, başarılı iş yapmada gücümüz yetersiz kalıyorsa bundandır. Kolektif olsak birimizin göremediğini kolektif olarak görürüz, yanlış karar almayız. Birimizin zayıf kalan gücünü ortak bir planlama ve iş bölümü temelinde gideririz, pratikte zayıf kalmayız, düşman karşısında tedbirsiz kalmayız. Kolektivizm az enerjiyle çok iş yapmak anlamına gelir, başarılı sonuç almayı ifade eder. Hamalın tarzı; çok enerji harcayıp az sonuç almasıdır. Devrimcinin tarzı; az emek harcayıp çok sonuç almasıdır. Devrimci tarzın verimliliği, sanatkârane olması buradan ileri gelir. Sanatçı az emekle büyük sonuçlar çıkarandır, zanaatçı hamal gibi vurup yorulan ama ancak ortaya çıkmış sonucu tekrarlayan 19 Ağustos 2014

konumda kalır, oradan öteye geçemez. Daha kendisinden önce veya bir önceki seferde ne üretmişse onu tekrarlar. Aynı üretim düzeyini tekrarlar durur, daha ileri gitmez. Unutmayalım, bu, bizde çok çok daha önemli. İşler zor, görevler çok. Buna karşı ciddi bir çaba sahibi olmamız lazım. Bireysel olarak yapabileceğimiz bir şey yok böyle zorlu bir çalışma ortamında. Zayıflıklarımızı kolektivizmle gidereceğiz. Kolektif çalışma ile bireysel zayıflığımızı giderebiliriz. Kolektif çalışmayı komünal yaşamla ortaya çıkaracağız. İdeolojik ölçülerle, ilkeli oluşla, netlikle ortaya çıkaracağız. Bu konularda sapmamayla ortaya çıkaracağız. İdeolojik alanda katılık, politik alandaki esnekliği besler Bir şey olmaz, diyoruz. Bu 'bir şey olmaz' tehlikelidir. Özal diyordu; "Anayasayı bir kere de ben delsem ne olur" diye. İdeolojik duruşa öyle yaklaşılmaz. Bir sefer de ben bozsam, olmaz. “Bir sefer yapayım bir dahaki sefere yapmam” olmaz. İdeoloji katı ilkeler alanıdır. İdeolojik duruşta katılık esastır. İdeolojik katılıktan dolayı kimseye dogmatik denmez. Dogmatizme karşı Önderlik savaş açmış, o halde “kendimizi muğlaklaştırmalıyız, ilkeleri yerle bir etmeliyiz" biçiminde anlaşılıyorsa yanlış. İdeolojik alan ilkesel alandır, katılık alanıdır. İdeolojide ilkeli olanlar, oldukları oranda da politikada esneklik gösterebilirler, açılım yapabilirler. İdeolojik ilkeliliği, katılığı olmayanlar politik olarak esneyemezler, açılamazlar. Açılalım derken aşınırlar, tepe takla giderler. Kendi ilkelerini kaybederler. O nedenle politik esneklik ayrı, ideolojik katılık ayrıdır. İdeolojik duruşla politik duruş arasındaki farkı kaybetmememiz lazım. İdeoloji ile politikayı birbirine karıştırmamalıyız. İdeolojik alanın özellikleriyle politik alanın özelliklerini birbirine karıştırmamalıyız. Ayrı alanlardır, ayrı özellikler içerirler. Birinin katılığı diğerindeki esnekliği besler, güçlendirir. İdeolojik olarak ilkeli, katı olan politik olarak gerektiği kadar esneyebilir, her türlü ilişki ve ittifaka açık olur. Çünkü kendine güveni olur, kendi çizgisinde sağlam duruyordur, diğerleriyle ilişki kurabilir. Ancak ideolojik ilkeli olmayan, netliği olmayan, katılığı olmayan başkalarıyla nasıl ilişki kuracak? İlişki kurmaz onlar içinde kaybolur, erir gider. Dolayısıyla öyle olmamak için politik olarak kendini geri çeker. Türkiye'deki sol-marjinal örgütler bu durumu yaşıyorlar. Çok ideolojik gibi görünüyorlar ama kendilerine güvensizdirler, ilkesizdirler. İdeoloji ile politikayı iç içe geçirmişler. Dolayısıyla birileriyle ilişkiye geçseler eriyecekler. Onun için ayrı duruyorlar ki, ancak kendi kimliklerini koruyabilsinler. Böylece politik alanı bölüyorlar, parçalıyorlar, demokratik birliği engelliyorlar. Bu bakımdan ideolojik alanın ilke alanı olduğunu çok iyi bileceğiz. Sonuna kadar da ilkelerde tutarlı olacağız, dikkatli olacağız, keskin olacağız. İlkesi var mı, yok mu belli olmayan tarzda olmayacağız. Önderliğin yaşam ilkelerini, ideolojik ilkelerini doğru anlayacağız ve kesin bir katılıkla yaşayacağız, yaşatacağız. Doğru partileşmek, PKK'lileşmek böyle bir ilkesel tutum içine girmekle olur.


Özgür Halk

Kadın Partileşmesi ve Görevlerimiz PAJK Koordinasyonu Özgürlük mücadelemiz başladığından beri içinde kadınlar hep var olmuştur. Kadınlar partinin kuruluşunda Sara yoldaşın şahsında yer aldıkları gibi, bu gün kendi partilerini ve hareketlerini yürütme ve ayakta tutma gücünü açığa çıkarmış bulunmaktadırlar. Günümüzde yakalanan çoğalma ve büyüme düzeyi, partileşme ve harekete dönüşme düzeyi, binlerce fedai kadın yoldaşın kahraman duruşu, karşılıksız emeği ve kendini bedel yapma düzeyi ile bu güne gelmiştir. Bu bir yoldur, bir çizgidir. Kadın özgürlük yolu ve çizgisidir. Bizi çoğaltan ve büyüten bu Apocu Kadın Özgürlük Yolundaki ve Çizgisindeki yürüyüşümüz devam etmektedir.

çalışma alanı değil, önüne koyduğu birincil hedefler doğrultusunda kendi stratejik esasları üzerinden, kendi ideolojik ilkeleri üzerinden, kendi başına örgütlenen bir mücadele alanı olmaktadır. Bu açıdan kadın özgürlük mücadelesi, ikincil bir konumsal yaklaşımı, taktik bir yaklaşım konumunu kabul etmemektedir. Cins sorunları oldukça stratejik ve hayati sorunlar olduğu gibi, mücadelesi de kendi stratejisini ve kendine has çözüm yollarını bu açıdan gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla kadın özgürlük mücadelesi, bir parti hareketidir. Toplumun hem oluşturanı hem de doğuranı olarak, toplumu inşa hareketidir, inşa partisidir. Topluma “Ana”lık, topluma “Öncülük” partisi olmaktadır. Potansiyel olarak böyledir. Bu potansiyeli gören Önderlik, 1998’den bu yana partileşmeyi gündemimize koydu. 1999 Mart’ından bu yana da kadının partileşme süreci devam etmektedir.

Bu yol ve bu yolda yürüyüş, uzun soluklu bir yürüyüştür. Hatta ulusal sorunlarımızın, siyasal ve askeri sorunlarımızın çözülmesini aşan bir sorun ve mücadele yürüyüşüdür. Kürt sorunu siyasi statü çerçevesinde çözülürse dahi, kadın özgürlük mücadelesi devam edecek bir Kadın hareketimizin gelinen aşamada Ortadoğu mücadele yürüyüşüdür. Çünkü kadın kadınlarında büyük umutlar oluşturduğunu, açısından çözülmeyi bekleyen, sadece Ortadoğu’da kadının toplumsal statüsünü siyasi veya askeri bir sorun değildir. gündeme koyduğunu, kadın etrafında Kadınlar olarak yüz yüze bir tartışma düzeyi geliştirdiğini, kaldığımız sorunlar; uygarlıksal, kadınların yaşadığı ağır sorunları tarihsel, felsefi, kültürel, ideolojik görünür kıldığını artık herkes ve toplumsal sorunlardır. Kısa görmektedir. Hem demokratik vadeli güncel ve hukuki siyasetin geliştirilmesinde hem de çözümler, biraz rahatlatıcı kadın savunma gücünün olabilir ancak sorunu kökten geliştirilmesinde, önde olan ve çözme yeteneğinde olamaz. örnek alınan bir hareket olmaktayız. Sadece bu gün dağ zeminindeki Dışarıdan imrenilerek, özenilerek örgütlülük düzeyimiz ve şimdiye bakılmaktadır. Adeta birçok kadına kadar açığa çıkardığımız mücadele “keşke bu iradeyi, bu gücü, bu dirayeti biz düzeyimizle de tek başına çözülecek bir de gösterebilseydik” dedirtiyor. İzlenecek, sorun değildir. Bu anlamda, takip edilecek, öncülük yapabilecek bir kadın özgürlük mücadelesi, uzun konumda görülüyor. Kadının geleceğini ören Cins sorunları oldukça stratejik güçlü bir hareket olarak bakılıyor. Neredeyse soluklu, Önderliğin de belirttiği ve hayati sorunlar olduğu gibi, giderek kıtasal temsiliyeti kabul görüyor. gibi önümüzdeki elli yıla, yüz yıla mücadelesi de kendi Kadın Özgürlük Hareketi ideolojik, siyasal, yayılacak bir mücadele alanıdır, stratejisini ve kendine has askeri, toplumsal her açıdan, bölgedeki en mücadele yoludur. çözüm yollarını bu açıdan gelişkin hareket olmakla birlikte, gelinen düzeyi Bu yolun yolcularının da elbette gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla aşma ve yeni çıkışlar yapma konusunda belli bu gerçeği bilerek, kabul ederek kadın özgürlük mücadelesi, bir bir zorlanmayı da yaşamaktadır. Yaşanan ve kendini yatırarak, baş parti hareketidir. Toplumun zorlanma ve tıkanma öncülükte koydukları bu yolda güçlü hem oluşturanı hem de yaşanmaktadır. Öncülük rolünü oynamada adımlarla yürüme kararlılığını belli bir zorlanma içerisindedir. Giderek her doğuranı olarak, toplumu inşa göstermeleri gerekmektedir. alanda gelişen, büyüyen ve genişleyen bir hareketidir, inşa partisidir. harekete dönüşüyoruz. Nicel olarak çoğalma Kadın özgürlük mücadelesi, Topluma “Ana”lık, topluma ve büyüme hızla devam etmektedir. Nicel kadın açısından ikinci bir “Öncülük” partisi olmaktadır. çoğalma ve büyüme, artan işlerde de yoğunluk mücadele alanı, ikinci bir ek 20 Ağustos 2014


Özgür Halk getirmektedir. Aşırı yoğunluk, pratik koşuşturma, tarzda tekrara yol açıyor. Çıkış ve yenilenme yaratmıyor. Nicel çoğalma ve büyüme hızını, nitel çoğalma ve büyümede gösteremiyoruz. Deyim yerindeyse büyüyen ve genişleyen bir gövdeye artık yetmeyen, yetişemeyen bir beyin, bir öncülük gerçeği söz konusudur. Parti merkez alanından tutalım diğer tüm alanlara kadar yaşanan ortak sorunumuz esasta bu yönlüdür. Genel hareket olarak da böyle bir sorunumuz olmakla beraber, kadın cephesinde yaşanan boyutları bizler açısından daha da önemli olmaktadır. Çünkü kadından bu yönlü de bir öncülük beklenmektedir. Geçen yıl Newroz’la birlikte içine girdiğimiz yeni mücadele dönemini örgütlemede ve karşılamada öncü kadronun yeterli cevabı oluşturmadığını, üzerine düşen inşa görevlerini yeterince yerine getiremediğini, dönem ihtiyaçlarına istenilen düzeyde cevap oluşturamadığını, eski ile yeninin arasında bir sıkışmayı yaşadığını belirtebiliriz. Bu anlamda öncüde yaşanan en temel zorlanma, kendini aşma konusunda yaşanmaktadır. İnşaya, öncelikle kendinden başlama konusunda yetersiz kalınmaktadır. Kendini, kişiliğini, düşüncesini, dünyasını, tarzını, yöntemini yeniden inşa etmeyen bir öncülüğün, başka alanlarda da yeniyi inşa edemeyeceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Kendini yeniden inşa etmek, kendini ciddi bir eleştiriden-özeleştiriden geçirmeyi gerekli kılmaktadır. Ancak öncü kadro şahsında eleştiriden kaçışın olduğu ortaya çıkmaktadır. Eleştiriye açık olmama, öz eleştiriye yanaşmama var. “Evet, ben sahiden de yanlış yapmışım, düşünememişim” diyememektedir. İçine girdiği eksik ve yetersizlikleri kabullenip düzeltme yaklaşımına girmek yerine, birçok gerekçe bulup gelen eleştiriyi boşa çıkaran yaklaşımlar söz konusu olmaktadır. İçinde bulunduğumuz süreç ve dönem görevlerini başarı ile yerine getirebilmenin en temel ilkesi, cins mücadelesini geliştirme ve yükseltme olmaktadır. Cins mücadelesi kadının özgürlüksel gelişim düzeyini belirleyen ve örgütlü iradesinin başarı ölçüsü olarak önümüzde durmaktadır. Cins mücadelesi derinleştirildikçe, egemenlikli zihniyetin aşılacağı, özgür kadın öncülüğündeki ahlaki politik toplumun yaşam bulacağı açıktır. Ancak bunun karşısında yaklaşımlarımız oldukça dar, güncel tavır ve tutumlarla sınırlı olmamalıdır. Ya da sıkça değerlendirdiğimiz ya çekişme, didişme ya da uzlaşmacı ve dengeci tutumlar arasında sıkışma olduğunda, kendisini mücadelesizliğe mahkûm etme, daha ötesi ise bireysel kaygı ve hesapları ile yaklaşma şeklinde yaklaşımlar öne çıkabiliyor. Cins mücadelesini bu anlamda doğru, derinlikli ve yetkin bir biçimde sürekli kılmak, dönem görevlerimizin başarı ölçüsünü belirlemektedir. Mücadele sahalarımızın tamamında kadının çok önemli bir emek ve çaba sarf ettiği, artık erkeğin de inkâr edemediği bir gerçek olmaktadır. Ancak kadın rengini hâkim kılma yetersizliği de bir o kadar ifade ettiğimiz bir durum ve sorun olmaktadır. Bu durum, 21 Ağustos 2014

cins mücadelesine yaklaşım ile ilgili gelişmektedir. Dönem görevleri karşısında kadın özgürlük ölçüleri ve ilkelerini öncülük düzeyinde hâkim kılamadığımız anlamına geliyor. Kendimizi bu anlamda kıyaslayacağımız şey, dönem görevlerine başarı ile cevap olabilme gerçeğidir. Bu konuda kadın gücü olarak kendimizin ve birbirimizin geriliklerini ne kadar mücadele konusu yaparak aşıyoruz, ortak akıl, irade ve ruhla, kolektif tarzı ne kadar hâkim kılıyoruz ve erkek egemen zihniyet ve yaklaşımlarını bu anlamda ne kadar aşabiliyoruz. Bu konuda oldukça dar, sınırlı yaklaştığımız, fazla duyarlı yaklaşmadığımız hatta çoğu zaman önceliğimiz haline getirmediğimiz gerçeği karşımıza çıkıyor. Bu tarz, erkek egemen zihniyet ve tarzına takılan, aşamayan veya tabi olan ya da etkisizleşen bir katılım durumu ortaya çıkarıyor. Erkek kadının gücünün, yarattığı etkinin ve harcadığı emeğinin farkındadır. Ama pratikte ona göre yaklaşmamaktadır. Önderlik, geliştirdiği eşbaşkanlık sistemi ile kadınlar olarak mücadelenin her alanında öncülük görevlerini en aktif bir biçimde geliştirme fırsatını bizlere sundu. Ama bu eşbaşkanlık sistemiyle, geçmişte önümüze çıkan engelleri de kaldırarak öncülük görevlerini yerine getirmede zorlandığımızda sığındığımız gerekçeler de ortadan kalkmış oldu. Bu durumda kendisine çeşitli gerekçeler yaratmadan, Önderliğin açtığı yolda, dönemin öncülük görevlerini yerine getiren ve kendinden daha emin adımlarla yürüyen bir tarzın açığa çıkarılması gerekmektedir. Önderliğimiz yaptığı görüşmelerde ve gönderdiği mektuplarda; kadınların gelişim durumunu, öncülük düzeylerini, erkeğin egemenlikli yaklaşımları karşısında mücadele durumlarını sık sık sormakta, tıkanma ve zorlanmaları anlamak ve hissetmek kadar bizlerden güçlü ve başarılı gelişmeler beklemektedir. Bu anlamda bu dönemde cins mücadelesine bakışımızı derinleştirme, mücadele yönteminde yetkinleşme ve dönem görevlerine başarılı öncülük düzeyi ile layıkıyla cevap olabilme gerçeğine bir kez daha dikkat çekmek önemli olmaktadır. Geldiğimiz aşama da değerlendirilmesi gereken diğer bir konu ise alanlardaki partileşme düzeyimizdir. Hemen hemen tüm parçalarda, yine dağ ve zindan alanlarında, yurt dışı alanlarında çok ciddi partileşme sorunlarımız bulunmaktadır. Partileşme, partinin ideolojik ilkelerini ve ölçülerini kendi alanında hakim kılmak ve bunu yeni bir yaşam anlayışı olarak, yeni bir dünya görüşü olarak, yeni çağın toplumsal örgütlenmesi olarak pratikleştirmektir. Özgürlük ideolojisinin, felsefesinin ve ilke-ölçülerinin yaşamsallaşmasını ve toplumsallaşmasını sağlayacak olan parti kadrosudur. Parti kadrosu, partinin ideolojisini, felsefesini, ilke ve ölçülerini, dünya görüşünü, bakış açısını yani paradigmasını kendinde oturtmamışsa, kendi özümsememişse, kendinde yaşam ve duruşa, tarza ve üsluba dönüştürmemişse, partileşmemiş demektir. Parti kadrosunun “Bu kadar yıldır parti içindeyim, nasıl ‘partileşme sorunun var’ dersiniz” dememesi gerekiyor.


Özgür Halk Çok eski bir kadro arkadaşın bile çok ciddi partileşme sorunları olabilir ki var. Partileşme yenilikle eskilikle ilgili değildir. Çok eski bir kadronun yeni paradigmaya girme sorunları ciddi olabileceği gibi, çok yeni bir arkadaş kendisini zorlayarak çok çabuk yeni paradigmada derinleşebilir. Bunlara şaşırmamak gerekmektedir. Sonuç itibariyle, çok eski kadro arkadaşlarda da yeni kadrolaşan arkadaşlarda da, kendi özgünlüklerinde ciddi partileşme sorunları bulunmaktadır. Önderlik paradigmasının parçalarda ve alanlarda pratik toplumsal örgütlenmesine kavuşamaması, kendi başına partileşme sorunlarımızın çok ciddi olduğunu ortaya koymaktadır. Parti kadrosunun Apocu düşünceyi ve paradigmayı, adeta havariler gibi topluma yayması ve propaganda etmesi, örgütlemesi gerekmektedir. Ama önce düşünceyi yayacak, propaganda edecek, örgütleyecek olan havarinin, kendinde bir özümsemeyi yaşaması gerekir. İnsan kendinde taşımadığı, özümsemediği, kendinde duygu ve düşünceye dönüştürmediği, his ve davranışa, tarz ve üsluba dönüştüremediği bir düşünceyi, etrafına da yayamaz, onun pratiğini öremez, örgütleyemez. Bu açıdan tüm parça ve alanlarda bulunan kadro arkadaşların, öncelikle kendi şahsında bir partileşme mücadelesi yürütmesi gerekmektedir. Kendiyle bir iç mücadele, kendiyle bir ideolojik, paradigmasal mücadele yürütmesi gerekmektedir.

Kadınlar partinin kuruluşunda Sara yoldaşın şahsında yer aldıkları gibi, bu gün kendi partilerini ve hareketlerini yürütme ve ayakta tutma gücünü açığa çıkarmış bulunmaktadırlar.

İster yönetim sorumlulukları olan bir kadro olsun, ister resmi sorumlulukları olmayan bir kadro olsun, her kadro arkadaşın bu dönem açısından öncelikle kendine karşı bir partileşme mücadelesi yürütmesi gerekmektedir. Kendine karşı partileşme mücadelesi yürütmek, kendini hiçleştirmek, işe yaramaz görmek değildir. Gelişimi, değişimi ve dönüşümü önündeki engelleri tespit edip, aşmak demektir. Eski hallerimiz, eski tarzlarımız örgütü, hareketi, mücadeleyi yürütmeye biraz yetmekteydi. Ancak şimdi dev gibi büyümüş ve zihinsel bir devrim, paradigmasal bir devrim yaşayan bir partiye ve harekete dönüşmüşüz. Eski hallerimiz, artık bu tarihsel görevleri ve toplumsal beklentileri karşılamaya yetmemektedir. Her bakımdan eski hallerimizi aşıp, yenilenme yaşamamız gerekmektedir. Yani devrimi önce kendimizde, partileşmeyi önce kendimizde gerçekleştirmeliyiz. Bu 22 Ağustos 2014


Özgür Halk konuda hiç değişim yok değil, elbette önemli bir değişim düzeyi de var ama devrimin hızına yetişmede ve içinden geçtiğimiz zamanın ruhuna denk bir düzey oluşturmada, değişim ve gelişim hızımız düşüktür, yetmemektedir. Bunun elbette tarihsel, sosyolojik, reel sebepleri vardır. Ancak içinden geçtiğimiz sosyolojik zamanın oluşum anındayız. Bu sosyolojik zamanı durdurup, var olan gerekçelerimizi ortadan kaldırmayı beklemesini isteyemeyiz. İçinden geçtiğimiz “Oluşum Anı” bizi beklemeyecektir. Zaman kendi yatağında akışını sürdürmektedir. Bizim ona yetişme gibi bir sorunumuz vardır. Yetişemezsek, kendimizi oluşturamazsak, bizi arkasında bırakır, bizi aşar gider. Bu açıdan en çok da kadınlar olarak bizim, içine girdiğimiz kadın zamanını doğru değerlendirmemiz, ruhunu iyi yakalamamız, ona iyi ayak uydurmamız gerekmektedir. İçinden geçtiğimiz kadın zamanının, her şeyi kadınca olmalı. Düşüncesini, zihniyetini, duygusunu, ahlakını, vicdanını, kültürünü, politikasını kadınca yapmalıyız. Kısacası içinde yaşadığımız erkek egemenlikli dünyayı kadınca bir dünyaya çevirmeliyiz. Bu konuda içinde olduğumuz “Özgürlük Sosyolojisi Zamanı” yani “Oluşum Anı” kadınlar olarak bizim lehimize işlemektedir. Dünyayı lehimize yeniden oluşturmada tarihi fırsatlar sunmaktadır. Özellikle de Ortadoğu zemininde Kürt Kadınlarının yakaladığı gelişim ve içinde olunan zamana damgasını vurma fırsatını hepimiz görmeliyiz. Bunu kaçırmamak için, eski köle kadınlığa, bağımlı kadınlığa, esir kadınlığa, işkenceli-ızdıraplı-krizli kadınlığa geri dönmemek için, kadınlar olarak zamanın bize sunduğu bu özgürlüğümüzü oluşturma olanağını ve fırsatını kaçırmamak için zamanın emrettiklerine, kendimizi sonuna kadar zorlayarak da olsa koşmalıyız. Kendimizi zorlamaktan çekinmemeliyiz. Özgürlüğün emrettiği zorluklar, ön gördüğü bedeller bizleri yıldırmamalıdır. Geri çekmemelidir. Aklımızı ve yüreğimizi güçlendirmeliyiz. Aklımızı ve yüreğimizi, küçük sorunlarla meşgul edip, kadınlığın yaratıcı enerjisini boş şeylere tüketmemeliyiz. Doğru şeylere, güçlü şeylere, büyük şeylere harcamalıyız. Aşılan değil, aşan olmalıyız. Bunun için de kendimizi çok güçlü eğitmeli ve yetiştirmeliyiz. Binlerce yıldan beridir, kadınlar olarak en temel hakkımız olan, kendimizi eğitme hakkımız elimizden alınmıştı. Yaklaşık son yetmiş yıldır, kadınların dünyadaki mücadeleleri sonucu, kadınların eğitim hakkı konusunda ulus devlet hukukunda bir gedik açıldı. Ancak ulus devlet hukuku, kadınlara tanıdığı bu hakkı kendi lehine çevirmenin çabasını vermektedir. Bu açıdan bu hukuki eğitim hakkını tek başına büyük bir kazanç olarak göremeyiz. Binlerce yıldan beridir sisteminden kovduğu kadınları, kendi öngördüğü modele sokma şartıyla eğitmektedir. Egemen erkeğin eğitimli kadınını yaratmaya çalışmaktadır. Her 23 Ağustos 2014

şeyiyle kendi sistem içi kadınını yaratmanın eğitimini vermektedir. Şimdi Kürdistan’da Önder Apo, çok özgür şartlarda, erkeğin sisteminin tamamen dışında, kadınlar olarak kendimizi eğitme olanağını sunuyor. Kendimizi eğitme, kendimizi yeniden oluşturma, kaybettiğimiz kendimizi yeniden yaratma olanaklarını sonuna kadar veriyor. Fakat bu kadar cömertçe sunulan gelişim olanaklarını, yeterince kullanamadığımız ortadadır. Bu cömert olanakları, neden yeterince kullanamadığımızı kendimize acımadan sormalıyız. Gelişim konusunda kendini rahata bırakmak, kendini yormamak, kendini zorlamamak, kendine kıymaktır. Kendine en büyük kötülüğü yapmaktır. Kendine karşı en büyük günahı işlemektir. Özgür kadın zamanına, en büyük haksızlığı yapmaktır. Bu açıdan her kadın arkadaş, nerede ve hangi koşullarda olursa olsun, mutlaka bir biçimde kendini eğitmeli, gelişimine yoğunlaşmasına önem vermelidir. Önderlik, savaşın en kızgın dönemlerinde, kadın ordusunu geliştirirken bile kadınların kendi eğitimini bir ibadet olarak dayatıyordu. Kadınlar olarak birbirimizi nasıl eğiteceğimizi, birbirimize neler anlatacağımızı bilmeden de, bize “Birbirinizi eğitin” dedi. Nasıl yapacağımızı bilmemeyi, sorun yapmadı. Çünkü kadına yapılacak en büyük iyilik, kendisini eğitmesine olanak tanımaktı. Kölelikten ancak kendini eğitmekle çıkılırdı. Bölge siyaseti açısından ve toplumsal düzlemde oluşturduğumuz beklentilere cevap olmak gibi tarihsel sorumluluklarımız bulunmaktadır. Kendimizi, yürüttüğümüz kırk yıllık mücadelenin sonunda, kendisinden beklenilen bu konuma getirdik. Oluşturduğumuz bu konumun bilinç ve ağırlığı ile mücadeleye yüklenmemizin gereği, her birimize rağmen ortaya çıkmaktadır. Kendimizden, bireyselliklerimizden, basitliklerimizden, kompleks ve kaprislerimizden, bireysel sorunlarımızdan çıkıp, tarihin bize yüklediği büyük görevlerin ciddiyeti ile hayata ve mücadeleye yüklenmemiz gerekmektedir. Artık eski tarzımız ve tempomuz, eski alışkanlıklarımız, eski istek ve eğilimlerimiz, eski yoğunlaşma tarzlarımız, bu ciddi görevleri karşılamamıza yetmemektedir. Durmadan büyüyen bir partinin, bir hareketin yerinde sayan kadroları ve militanları olamaz. Tek tek kadro ve militanları olarak bizlerin de her an partiyle beraber hareketle beraber büyümesi ve ivme kazanması, değişmesi ve dönüşmesi gerekmektedir. Biz istemesek de bunu bizden tarih ve toplum istemektedir. Bize karşı oluşan bu beklentilere, ya onurluca cevap olmanın büyüklüğünü göstereceğiz, ya da tarihe karşı suçlu olacağız. Tarihe suçlu geçmeyi bilerek tercih etmeyeceğimize göre, o zaman hep beraber önümüzdeki sürecin görevlerine, kadın zamanının ortaya çıkardığı heyecanlı ve coşkulu ruhuyla asılmalıyız. Ortaya çıkan bu kadın ve halklar zamanının arkasında kalmayı, kendisi için kabul etmeyecek bir mücadele kararlılığı ve iddiasıyla, tüm yoldaşları selamlıyor mücadelelerinde başarılar diliyoruz.


Özgür Halk

Hayat Kahramanların Sevdasında Çoğalır Newroz Cizre

Hayatın kendisidir anılarımız. Hayat gibi canlı, akışkan ve bir o kadar tanımladığım sözler kadar yüreklerde biriken, bir tek senin taşıdığın ve tek senin şahit olduğun cümlelerdir. Anılar… Bu cümleler belki görünmezler, yüreğinin derinliklerinde dururlar. Tıpkı okyanusların derin, kımıltısız, sakin bekleyişleri gibi kendi zamanlarını beklerler. Ancak bu zaman, resmi takvimlerin kurallarına göre belirlenen bir zaman değildir. Hayatın hatırladığın kadar ve yaşama verdiğin anlam kadardır. Anılar hep canlı. Bugün yaşadığın kadar yakınında. Hatırladığın, ruhunda dolaşan serin bir rüzgâr gibidir. 2000’e büyük umutlarla girmiştik. 20.yy. kanlı savaşlar, katliamlar, yoksulluk, acı, gözyaşı ve kötülüklerin yaşandığı yüz yıl olarak yazılmıştı belleklerimize. “Ölümlerin en kötüsü umutsuzlukla öldürmektir” diye bir söz okumuştum. Yani umutla yaşar ve yaşatılır insanlık. Biz de 2000 yılını barışın, özgürlüğün, eşitliğin hakim olduğu bir yıl olması dileğiyle karşıladık. Uzun bir kış uydusundan uyanmasını ve üşümüş olan duygularımızı ısıtmasını beklediğimiz, tüm güzelliklerin anası bahar nihayet gelebilmişti. Her seferinde bize hiçbir cimrilik yapmadan, cennet denen şeyin hayalini yaşatan, yemyeşil çimenlerle ruhumuzu ısıtan toprak ana yine bereketini göstermişti. Gökyüzünün mavisini yavaş yavaş kapatarak toplanan bulutların yağmuruyla, tüm bitkiler ilk çocukları olan tomurcukları çıkartarak her tarafımızı

canlandırmayı başarmıştı. Tüm bu doğa harikalarının diyarı olan Haftanin’e bağlı Geliyê Pisağa’da olmak, bu muhteşem güzellikleri görmek, gerillalar arasında şanslı olma anlamına gelir. Baharın gelişi, aynı zamanda gerillaların kış kamplarını terk ederek pratiğe çıkma zamanıdır. Biz de bir takım bayan ve bir takım erkek arkadaştan oluşan bir bölükle güvenlik amacıyla zirvelere çıktık. Terden sırılsıklam olmuştuk. Nefes nefese kalmış bir şekilde nihayet zirveye ulaşmıştık. Dağlarda yürüyüş bir yaşam serüveni gibidir. Her adım olağan üstü bir enerjinin harcanması sonucu olur. Zirveye ulaşmak istiyorsan öncelikle neden çıktığını yani güçlü bir nedeninin olduğunu bileceksin. Durduğun anda her adımda göstermiş olduğun çaba yarıda kesilir. Bin bir zorluklarla aştığın engeller ve bunun sonucunda seni bekleyen Dağlarda yürüyüş bir yaşam başarı yerine, serüveni gibidir. Her adım zorluklara teslim olduğun anda hayat olağan üstü bir enerjinin senin için artık harcanması sonucu olur. bitmiştir. Gerilla için Zirveye ulaşmak istiyorsan zirveye çıkmak en öncelikle neden çıktığını yani büyük tutkudur. güçlü bir nedeninin olduğunu Yaşam anlayışında bileceksin. Durduğun anda her kazanılan, her şeyin adımda göstermiş olduğun büyük bedel çaba yarıda kesilir. istediğini ve her 24 Ağustos 2014


Özgür Halk adımda dökülen terin yaratılan bir an olduğunu bilirler. Kesilen nefeslerinin Kürt halkına nefes kazandıracağını ilk devrimci ders olarak kusursuzca zihinlerine yerleştirirler. Zirvenin güzelliklerini düşünmek, ağırlaşan adımları hızlandırır. Ulaştığın an bütün yorgunluk uçup gider bedeninden. Bir de yanınızda zirvelerin ceylanı, sevdanın kendisi, güzelliklerin toplamı Yekbun yoldaş varsa bu an ölümsüzdür. Hayalinde aradığın “işte bu benim gerçek yoldaşım, onu buldum” dediğim andır Yekbun yoldaş. Uludere’nin Hilal köyünden olan, Kürt kadınının neolitik kültürünü günümüze taşıran, kadın olmanın Kürtçede “Jin ü Jiyan” anlamını kendinde ifadeleştiren, özgürlüğün tüm anlamını kendi kişiliğinde somutlaştıran. Önderlikle gerçek yoldaş olmayı başaran, komutanlaşan Kürt kadınının gerçek kimliğini ifade eden Yekbun yoldaş… Zarif, uzun boylu ve uzun saçlarıyla, sadeliğin en güzel görüntüsüyle birlikte, saç teline kadar metalaşan, kendisi olmaktan çıkarılan kadına meydan okurcasına kendisi olmasının olgun güzelliğini gösteren Yekbun yoldaş… Anlamın dağıtıcısı olan büyük gözleri çevresine vermek istediği mesajı bir bakışta verirdi. Gözlerine her baktığımda hayranlığımı saklamayı beceremezdim. Her hangi bir sohbette bir konuyu anlatırken ki çarpıcı ve herkesi etkileyen, kendisini dinletmeyi çok iyi beceren çekici üslubu ve anlamlı sözleri karşısında saatler ona tutsak olurdu. Sevgiyi herkesin yüreğinde dolaştırır, herkes bir bedende toplanan tek yürek olurdu. Yaşam Yekbun’la akışkan ırmaklardan çağlayan denizlere vurulan dalgalar olurdu. Her anda yıllara bedel mutluluklar yaşatırdı bizlere. En çarpıcı özelliği ise emekle yaşamayı, insanlık özünün gereği olarak yaşam anlayışı haline getirmesiydi. Her zorlukta en önde yer alırdı. Sevginin karşılıksız bir şey olduğunu gösterirdi. Karıncaların kolektif çalışma tarzının insanda ki uygulayıcısıydı. “Yaşama verdiğin değer, verdiğin emek kadardır” derdi. Doğayla bütünleşmiş bir arkadaştı. Tüm otların adlarından faydalarına kadar hepsini bilge kadın gibi bilirdi. Her sabah güneşin yüzümüze gülümsemesiyle” Haydi Newroz ot toplama zamanı” derdi. Sonra bir torba ve iki bıçağı alarak olağanüstü enerjisinin verdiği hızla yola düşmüş olurdu. Ben daha ona yetişmeden ot toplamaya başlardı bile. Yüreklerin kapısını açan düzeyli ve coşkulu esprileriyle yorgunluğun bedenimizde hissedilmesini engellerdi. Hayatın yorucu gerçekliğini yenmeyi başarmıştı. Toprakla uğraşmaktan zevk aldığını, kokusunu içine çekerek huzur bulduğunu, öldüğünde toprağın kucağında olacağı için, yaşamaya başka bir biçimde devam edeceğini söylerdi. Her konuşması ilgimi çeker bir kitabın not olmak istediğim sözleri gibi belleğime yerleştirmek için en hızlı tempomla beynime not almaya çalışırdım. Bitmesini hiç istemediğim sohbetlerin eşliğinde otlarımızı toplarken, kırmızı lalelerin mekânı güzelliğiyle gözlerden ruhumuza kadar bizi sarardı. Hiç birini incitmeden içlerinden dolaşmak 25 Ağustos 2014

istememize rağmen, bu istemi zalimce bularak yakınına yaklaşıp nazik hareketlerle ondaki güzellikleri paylaşmak için sadece dokunurduk. Tıpkı yeni doğan bir çocuğun ilk sevgi tepkisi olan saf gülüşleri gibi sanki yüzümüze gülüyordu. O an dost olmuştuk. Doğa ona, sevgiyle yaklaşanı, cevapsız ve karşılıksız bırakmaz. Çünkü o da sevgiyle büyür ve sevgiyle yaşar. Onun dilinden anlayan Yekbun yoldaş “Kanım bir gün binlerce kahraman Kürt gencinin kanı gibi bu çiçekleri sulayacak. Ve ben kanımla onları yaşatacağım için çok mutluyum. Çünkü onlar Kürt halkını ifade ediyor” dedi ve devam etti “ hissedebiliyorum bu yıl bende Kürdistan’ın Kutsal toprağına gelin olacağım.” Bu sözler soğuk bir suyun vücudumdan ruhuma kadar dökülmesi gibi bir etki yarattı. İçime derin bir burukluk girmişti. Sözlerim sanki ölümün önüne geçecekmiş gibi” böyle söyleme, sana çok ihtiyacımız var. Sana gelen kurşun beni bulsun. Çünkü her yoldaşımın şahadetiyle ben zaten ölüyorum. Şahadet her insanın ulaşamayacağı bir erdem, eğer buna layıksan senin yasın yerine benimki tutulsun” dedim. Ama ne yazık ki hiçbir sözün gücü ölüme ferman geçiremiyordu. Aradan bir hafta geçmişti. Mücadelemizde şehitler ayı olarak bilinen mayısın dördüydü Rojbaş’a kalkar kalkmaz o günün ağır havası üstümüze çökmüştü. Gökyüzünün her zamanki masmavi görüntüsü yerine her tarafı, yıkık bir kentin üzerinden yükselen dumanlar gibi sis sarmıştı. Güne başlamak için “reşomuzda” -gerilla da çaydanlığa verilen isim- sabahın ilk çayını yaptık. Kahvaltıya oturduğumuz anda tepeciler bağlantı kurarak yakın tepelerde düşmanın göründüğünü bildirdiler. Daha tekmil verilmesi bitmeden kobraların sesi gelmeye başladı. Bu sırada saat hiç hazırlıklı olmadığımız sabahın 05.30’uydu. Hızlı bir şekilde parlayan eşyalarımızı toparlayarak hemen tepeye doğru harekete geçtik. Yeni kaynayan çayımızı döktük. Ve hemen noktadan çıktık. Yekbun yoldaş arkadaşları rahatlatmak için bir espri yaparak sanki gezmeye ve eğlenmeye çıkıyormuş gibi neşe içinde iki saatlik tepeye 40 dakikada ulaşmamızı sağladı. İki gün kendimizi arazide sakladıktan sonra Önderliğimizin barış elini havada bırakan, sınır dışına çıkan gerillayı sınırı geçerek imha etmek için ısrar eden düşman saldırılarına cevap vermek için alanın tam içine tekrardan döndük. 3 gün hiç durmadan yürüdük. Yorgunluktan bedenimizi taşıyamıyorduk. Susuzluktan dudaklarımız patlamıştı. En ufak bir rüzgârla sallanan yaprakların sesi bile bize su sesi gibi geliyordu. O an su hayatın kendisi olur. Suya ulaşmak, özgürlüğe ulaşmak, en güzele ve en sevdiğine ulaşmak gibi olur. Serin esen rüzgâr o an seni boğmaya çalışan bir fırtına olur. Çünkü seni ayakta tutan son tükürüğünü bile kurutarak, boğazını bir bıçak gibi keser. Gerillanın en değerli hazinesi olarak adlandırdığımız ayaklarınız her adım attığımızda sizinle konuşur, “ yeter bana çektirdiğin, kan ter içinde kaldım” der. Biz de “ dayan, hayat her zaman yüzümüze gülmez. Belki de en


Özgür Halk az biz Kürtlere gülüyor. Ama biz bu zorluğun arkasında doğacak güneşi görüyoruz. Bir gün mutlaka hayat bu haksızlığın farkına vararak bitmeyen bir gülücük konduracak yanaklarımıza” deriz. Zor anlarda zaman çok yavaş ilerler. O son gece de sanki bir yıl olmuş, bitmek bilmez olmuştu. Yorgunluktan, hiç durmadan yürümemize rağmen ulaşmamız gereken yere ulaşamadan sabah olmuştu. Bir gün karanlığı seveceğimi hiç düşünmemiştim. Meğer bazı zamanlarda karanlık da seviliyormuş. Karanlık gerillanın düşmanlarından korunduğu mekândır. Karanlık aydınlığı bağrında taşıyan, aydınlığı aydınlık diye kavramlaştıran gerçeğin bir yüzüdür. Bu zaman çarkı elimize geçseydi de bir saat daha erteleyebilseydik aydınlığı diye bir istem geçti içimizden. Ama bu istemin gerçekleşmeyeceğini çok iyi biliyorduk. Ama yine hayal kurmaktan çekinmezdik. Çünkü hayal insanın en özgür dünyasıdır. Hiçbir sınır, hiçbir yasak ve hiçbir engel tanımadan, kendi sınır ve kurallarını kendisi koyar. O anki ilk hayalimiz uykusuzluktan balon gibi şişen gözlerimizi derin bir uykuya yatırmaktı. Ancak ulaşabildiğimiz, iki parçaya yarılmış, uzun, ama ancak oturabileceğimiz kadar dar olan yerde görüntü vermemek için kamuflajlı kayalığın ortasına sırayla takımı sıkıştırarak yerleştirmeye çalıştık. En sona ben ve Yekbun arkadaş kalmıştık. Üstümüzdeki çalıların arasına da erkek arkadaşların takımı yerleşti. Ben artık oturduğum yerde uykuya dalmıştım. Ömür boyu hiç uyumamış gibi uykuya hasret kalmıştık. Diken ve sivri kayalıklara aldırmadan sanki en yumuşak yataktaymışım gibi hiç unutamayacağım, tatlı bir uykuya dalmıştım. Sonsuza kadar uyumak isterdim ama yarım saat geçmemişti ki Yekbun yoldaşın beni sarsması ve çok kısık bir ses tonuyla “ Newroz uyan ve

buraya gel, düşman hemen karşımızda” demesiyle uyandım. Yarı uyanık halimle hemen uyanarak kamuflajlı delik gibi olan yere geldim. Sürünerek yürüyordum. Yekbun arkadaş öne geçmek için “çabuk, itiraz yok” diye dayattı. Tüm ısrarlarıma rağmen o her zamanki gibi önde yer almıştı zaten. Israrım boşunaydı. Arkadaşları biraz daha sıkıştırarak zorla sıkıştık. Uzun olanlar “keşke bu bacaklarım kısa olsaydı, arkadaşlarımın yerleşmesini engelliyor, bir arkadaşın yerini kaplıyor” diye kendisine kızmaya ve söylenmeye başladı. Hepimizi bir gülme tuttu. Ama düşman 20 metre yakınımızdaydı. Biz nasıl onların sesini alabiliyorsak onlar da bizimkini alır diye herkes içinden gülmek zorunda kadı. Operasyona Uludere çeteleri de katılmıştı. Yekbun arkadaş “şu adam benim çete olan hain amcama benziyor” diyerek “ağacın kurdu ağaçtandır” sözünü hatırlatarak iç ihanetin tarifi olmayan lanetli gerçeğine değindi. Tam o sırada yeni ektiğimiz bahçemizi askerler tek tek sökerek cellatlığa soyunmuş ruhlarının vahşiliğini yansıtıyorlardı. Yavaş yavaş sesler çok yakınımıza geldi. Yekbun arkadaş, çatışma pozisyonu alarak yukarımızda açık olan deliği göstererek “ düşman o deliğin üzerine geldiğinde, filmlerdeki gibi, ama onun gerçeğini sergileyerek daha ‘buradalar’ demeden vuracağım. Onları vurduktan sonra ben şehit düşeceğim. Elimden geldiğince çabuk şehit düşeceğim, ama savaş karşılıklıdır. Vurduğun gibi vurulursun da” dedi. Takım için planlar yaparak kayıpları nasıl en aza düşüreceğimizin planını kuruyordu. Yine akşamı dört gözle beklemeye başladık. Artık saatimize bakmak istemiyorduk. Zaman geçmez olmuştu, bizse bir fırtına gibi geçmesini bekliyorduk. Nihayet akşam karanlığı bize can verircesine üstümüze düşmüştü. Diğer bölüklerle bir noktada bir araya gelerek eylem planlamasına geçtik. Zincirleme pusu

26 Ağustos 2014


Özgür Halk

kuracaktık. Yekbun arkadaş, kendisini düşmanın ilk geleceği yere önerdi. Önerisini ısrarları sonucu kabul ettirmişti. Ben de kendimi düşmanın ilk geleceği yere önermiştim, ancak herkes Yekbun arkadaşın gitmesine katılmıştı. İçimde büyük bir sıkıntı vardı. İçimden bir ses bir daha Yekbun’u göremeyeceğimi söylüyordu. Bunun önüne geçmeliydim, ama önümdeki tüm yollar kapanmıştı. Yekbun arkadaş, büyük bir heyecan ve coşkuyla silahını, cephane ve cihazını hazırlıyordu. İçim kaynayan bir volkan gibiydi. Dilim, sözlerin çözüm olamayacağının burukluğuyla bir söz söyleyemiyordu. Tüm sözlerimi yüreğime döküyordum. Daha da ağırlaşıyordu yüreğim. Altından kalkamayacak kadar güçsüz hissediyordum kendimi. O an artık sonsuza kadar ayrılmanın vakti gelmişti. Yanıma yaklaştı. Sımsıkı sarılarak ayrılıkların bile hoş karşılanmasını isteyen o sihirli sözcükle “Serkeftin, kendine iyi bak, gidip gelmek de var, gelmemek de… Kendini her iki ihtimale de hazırla” diyerek vedalaştı. Bu sözler ondan duyduğum son sözlerdi. Yani her zamanki coşkusunun dışa vurduğu haliyle ilerliyordu grubuna doğru. O anda her şeyin durmasını istedim. Bazı anlar vardır ki, ona takılı kalırsın. 27 Ağustos 2014

Sanki bütün evren o an olur. Taşıdığın sevgi seli yurtsuz bırakılan göçmenler misali, bir yerden bir yere hep göç halindedir. Zifiri karanlık, sabah saatlerinin yakınlaşmasıyla yerini ay ışığındaki bir aydınlığa bırakıyordu. Ben de grubumu alarak gitmemiz gereken yerimize doğru yola koyuldum. Ayaklarım sanki yerçekiminin tüm gücüne takılırcasına ağırlaşmıştı. Havanın aydınlamasıyla görüntü vermeye neden olmamamız gerektiğini hatırlayarak, adımlarımızı hızlandırıp yerimize ulaştık. İlk işimiz, düşmanın geleceği yöne doğru mevzilenmek, sonra bizler gibi toz içinde kalan dürbünümüzü, terimizi sildiğimiz, tüm yorgunluğumuzun tanığı mendilimizle silerek etrafımızı kontrol etmekti. Dürbünüm Yekbun ve diğer yoldaşlarımın mekânına kilitlenmişti. Nefesimi bile, dürbünün bir saniyelik de olsa karıncalanmaması için oldukça dengeli alıp veriyordum. Bu hassasiyetim yoldaşlarımın o anki duygularını paylaşmak içindi. Sabah güneşinin yüreğimizi ısıtan ışınlarıyla, namludan çıkan mermi sesleri birbirine karışmaya başladı. İlk mermi, Yekbun arkadaşın bulunduğu yerden gelmişti. Erken


Özgür Halk saatlerde çatışmaya girmeleri büyük bir dezavantajdı bizim için. Yaklaşık bir, iki saatlik çatışmadan sonra geri çekilme aşamasına geçtiler. Düşman bütün gücüyle çatışma alanına yöneldi. Bütün hızlarıyla ulaşmaları gereken yere yani bizim tarafa doğru koşuyorlardı. Çatışmada tek bir arkadaşın eli bile kanamamıştı, ama düşmanın bir sürü kaybı olmuştu. Yiğitler meydanında düşman yine yenilmişti. Kobralar vahşi hızlarıyla eylem gücünü vurmaya başlamıştı. Ben ve etrafımdaki arkadaşlarım anlamlı bakışlar ve tüm dikkatimizle kahramanca savaşan yoldaşlarımıza bakıyorduk. Biz cengaverliğimizle meydanda savaşmayı bilirdik. Teknik, korkakların icadıdır. Yüreği olmayanların eşitsiz silahıdır. Cihazımla son kez Toprak’la konuşmak istedim. Toprak, Yekbun arkadaşın cihaz koduydu. Çünkü o, toprağa sevdalı, toprağa bağlı, toprağın aşkıyla büyüyen, kutsal toprağın kızıydı. Sesim ona gitmiyordu. Cihazımı yerden yere vurmak istedim, ama tek umudum ona bağlı olduğu için umudumu kendi elimle yıkamazdım. Tam o anda en sevdiğim şarkıyı duyarcasına kulaklarıma Yekbun’un beni çağıran sesi geldi. “ Hilal” diye son seslenişi karşılıksız kalmıştı. Avazım çıktığı kadar bağırıyor, cevap veriyordum ama kahrolası cihaz, sesimi ulaştırmıyordu Yekbunuma. Yekbun’un sesi artık tarihe karışmıştı. Yoldaşlarını kobra atışından korumaya çalışırken, yoldaşına gelen kurşuna kendini siper etmişti. Sırtından aldığı kurşunla ağır yaralanmış “benim yüzümden size bir şey olmasın. Ben artık kurtulamam, biliyorum. Kendinizi kurtarın. Tüm yoldaşlara, halkıma selamlarımı ulaştırın. Biji Serok APO” sloganıyla o ve sekiz yoldaşı şehitler kervanına katılmıştı. Hamza, Rezan, Dijvar, Çiya, Hogır… Hamza arkadaş Cizreliydi. Cudi’de şehit düşen büyük Hamza arkadaşın yeğeniydi. Önderlik sahasından Kürdistan topraklarına geleli bir yıl olmuştu. Önderlikten militanlaşma dersini çok iyi almış, olgun, girişken, yüksek kararlılıkla gittiği her işi başaran bir duruşa sahipti. Çok konuşmayı sevmezdi. Ama her sözünde birçok anlam ifade ederdi. Sözleri çok çarpıcıydı. Sıcak yüreği yüzündeki tebessümle açığa çıkıyordu. Hayat bedel ister insandan, o da insana verdiği yalnızlıktır. Hamza arkadaş kendi şahsında Kürt halkının yalnızlığını gördüğü için katılmıştı özgürlük mücadelesine. Komutanlaşmayan geri Kürt gerçekliğine karşı yaşadığı nefretini komutanlaşarak, Kürtlerin de komutanlaşabileceğini tarihe meydan okurcasına göstermişti. Hamza arkadaş da yoldaşlarını kurtarmak için hesapsızca, korkusuzca ve büyük yüreğiyle siper etmişti bedenini kurşunlara. Rezan arkadaş Siirt’in koçerlerindendi. 1992’de katılmıştı. Biz ona hep “Koçer” diye hitap ederdik. Çocuk yaşta katılmış, hiç büyümemişti. Yüzünde masum, çıkarsız ve derin bir ışığı taşıyan büyük gözleri ve hiç eksilmeyen bir gülüşü vardı. Sözcükleri çok az tüketirdi. Çünkü, gözleriyle konuşurdu. Bir yazarın yüzlerce sayfaya dökemediği

anlamı bir bakışıyla verirdi. İçindeki gizlilik biçimine yansımıştı. Öz, biçim birlikteliğini ilk şekillenmesinde almıştı. Her saldırının komutanıydı. Her mevzi kaldırışında “Kürdistan’da dikilen ve halkımın özgürlüğünü çalan bir mevzi daha eksildi” der ve büyük bir mutluluk duyardı başarıdan. Ona göre, militan gittiği her işte başarılı olmalı, başarıyla dönmeliydi. Onun kitabında yenilgiye yer yoktu. İnsanları seviyordu. Bunun için de insanlık mücadelesinde en önde yer almayı, sevginin bir gerekliliği olarak algılıyordu. Rezan arkadaşta “ ben” yoktu, “biz” vardı. Bir gün Beytüşşebap’ta uzun bir yürüyüşte ayakkabısı yırtılan bir arkadaşa ayakkabısını vererek, yalın ayakla iki gün yürümüştü. Ayakları kan içinde kalmış, dikenlerle dolmuştu. Özgürlüğün ağır bedel istediğini, acısına hiç aldırmadan yürünmesi gerektiğini biliyordu. Her çatışmada düşmanın gözünü korkutan gerçek bir kahramandı. Kahramanlar, anlamsız yaşamaya başkaldıranlardı. Rezan, Kürt olmanın onuruyla, onurunu çiğnetmeyeceğini göstermişti. Dağları onuru için kendisine mekân etmişti. Şahadete giderken bile, yeni arkadaşlara korunmanın yerini gösteren öncüydü. Hayat ona iki adımlık mesafeyi bile kapatmıştı. Sadece iki adım kalmıştı kurtulmasına, ama ne yazık ki savaş saniyeler üzerine kurulan acımasız bir oyundu. Dıjvar arkadaş genç ve yeniydi. Mardin’in Nusaybin ilçesinden katılmıştı. Yeni olmasına rağmen, sanki bu mücadeleye geç kalmış gibi her işe, en zor görevlere kendisini önerirdi. İlk eylemi son eylemiydi. İçindeki öfkeyi bir çatışmaya sığdırmak zorunda kalmıştı. Çiya arkadaş Amed’liydi. Gerillada daha bir iki ayı yeni dolmuştu. Sema Yüce ve Fikri Baygeldi arkadaşların mektuplarından etkilenerek, Kürt erkeğinin geriliklerini kendisinde aşmak ve özgürleşen Kürt kadınıyla yoldaş olmak istiyordu. Ve bu yüzden mücadeleye katıldığını söylüyordu. Daha ilk günlerinde hepimizin yüreğinde yer edinmeyi başarmıştı. Hogır arkadaş, İran’ın Kotul ilçesinden 99 yılında katılmıştı mücadeleye. Onu hep morallerdeki güzel ve düzeyli esprileri ve tiyatrolarıyla tanıdık. Her şeyden bir anlam çıkarma yaratıcılığına sahipti. Şehit düşmeseydi Kürtlerin tarihini yansıtacak gerçek bir tiyatrocu olurdu. Kahramanlarda hiçbir şey eskimez. Onlar bugünden daha çok bize yakınlar, bizimle yaşıyorlar. Tıpkı her bahar yeniden filizlenen ağaçlar gibidirler. Meşe ağacı gibi kesildikçe toprağa kök salan, her tarafa yayılan ve ulaşandırlar. Vuruldukça daha çok büyürler. Çünkü vurulan sadece bedenlerdir. Ruhları, düşünceleri, yürekleri hiçbir zaman ölmez. Hayatımıza yayılarak varlıklarını derinleştirirler. Yeni bir yaşan armağan ederler. Ben sadece sizin bende bıraktıklarınızı anlattım. Anlatırken bile o zamanları tekrar tekrar en ince ayrıntısına kadar yaşadım. Aynı duyguları tek başıma taşımanın ağırlığıyla yaşadım. 28 Ağustos 2014


Özgür Halk

Kürdistan’ın Dört Parçasında Aktif Mücadele ile Demokratik Ortadoğu Devrimine Duran Kalkan Ortadoğu’nun çehresini değiştiren olaylar yaşanıyor. Biz daha çok Kuzey Kürdistan’daki olaylara, gelişmelere yoğunlaşmıştık, onlar da önemliydi, aslında bölgenin kuzey hattındaki gelişmelerin nasıl olacağını belirleyen nitelikteydi. Amed-Bingöl hattındaki, yine Botan-Hakkari yöresindeki bazı halk direnişleri, girişimleri belki çok hazırlıklı değildi, örgütlü değildi ama önemli siyasi sonuçlar ortaya çıkaran, siyasi gündemi belirleyen, siyasi gündeme damga vuran, TC devletini ve AKP hükümetini ciddi biçimde sarsan, zorlayan bir siyasi sonuç ortaya çıkardı. 2014 yılında Türkiye’deki siyasi sürecin nasıl seyredeceği, Kürdistan’da özgürlük mücadelesinin nasıl gelişeceği konusunda ipuçları ortaya çıkardı. Biz bunları anlamaya, değerlendirmeye çalışıyorduk. Tabi bu arada Ortadoğu’nun ortasında, Kürdistan’ın diğer parçalarını yakından ve doğrudan ilgilendiren gelişmeler oldu. Daha şimdiden bölge açısından önemli siyasi sonuçlar, değişiklikler ortaya çıkartan olaylar düzeyinde yaşanan gelişmeler oldu. Irak-Şam İslam Devleti diye ifadelendirilen gücün son hamleleri sonucunda hemen hemen Irak’ın ortasını, Sünni Arap bölgesini mevcut haliyle ele geçirmiş durumdalar. Başta Musul olmak üzere bütün kentler şimdi ellerinde. Daha önce de bu gücün Suriye’nin Sünni Arap bölgesi içerisinde önemli bir etkinlik kurduğunu, egemenlik geliştirdiğini biliyorduk. Sünni Arap bölgesinin bir bölümü üzerinde İslami Cephe denen gücün etkisi varken, önemli bir bölümünde Irak Şam İslam Devleti denen örgütlenme kendi etkinliği, egemenliğini kurmuştu. Bunu daha çok Rojava Kürdistan’ını da ele geçirerek Türkiye sınırına dayanarak sağlamlaştırmak istiyordu. Son bir yıldır bu temelde çok yoğun saldırılar oldu, çatışmalar yaşandı. Rojava halkı yüzlerce şehit vererek bu vahşi saldırganlığı durdurabildi. Rojava’ya dönük amaçlarını başaramadı, o yönlü saldırılar kırıldı ama Suriye’nin Sünni Arap bölgesinde önemli bir etkinlik sahibi olmayı başardı. Aslında İslami Cephe epeyce daralmıştı. Suriye’de elinde şehir bulunan hükümetten sonraki temel güç konumundaydı. İslami Cepheyle de çatışmaya girerek Suriye üzerindeki etkinliğini sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Şimdi belli ki önemli bir hazırlık ardından, mevcut siyasi koşulları da çok ustaca değerlendirerek Irak ortasında etkili bir hamle yapma içerisine girdi. Böyle bir hamleyi geçen kış sürecinde Irak’ta geliştirmiş ve Felluce ve çevresini almıştı. Bazı alanlarda etkinlik kurmuştu. Şimdi onlara da dayanarak Irak’ın Sünni Arap bölgesinin tümünü ele 29 Ağustos 2014

geçirmeyi hedefleyen bir saldırı içine girdi ve mevcut haliyle sonuç almış durumda. Bağdat dışında Irak’ın ortasında, Arap Sünni bölgesinin tümü bu gücün, IŞİD’in eline geçmiş bulunuyor. Bu da fiilen Irak’ın üç parça olduğu anlamına geliyor. Suriye de mevcut durumda dörde bölünmüş bir vaziyeti yaşıyor zaten. Bir tarafta eski hükümet güçleri var; ağırlıklı olarak Şam ve Alevi toplumunun yaşadığı kesimler üzerinde etkili. Bir tarafta İslami Cephe denen, eski Özgür Suriye Ordusu’nun da içinde olduğu, İhvan-ı Müslim güçlerine dayanan bazı kırsal alanlarda etkinlik sürdüren bir kesim var, Rojava Devrimi var. Bir de IŞİD’in hem Suriye’deki hem de Irak’taki egemenlik altında tuttuğu alanlar bitişiktir; böylece Irak-Suriye sınırı orta bölgede ortadan kalkmış oluyor. Irak’ın Sünni Arap bölgesiyle Suriye’nin Sünni Arap bölgesinin önemli bir kesimi birleşmiş oluyor. Fiilen Suriye ve Irak ortasında yeni bir egemenlik gücü ortaya çıkmış bulunuyor. Mevcut Irak-Şam İslam Devleti denen örgütlenmenin egemenlik alanını öyle değerlendirmek lazım. Resmiyette ne olur, bu egemenlik nasıl korunur bu ayrı bir konu, ama Saddam Hüseyin yönetimi yıkıldıktan sonra Irak’ta zaten bir sistem kurulamamıştı, Irak’ın Sünni Arap kesiminin nasıl yönetileceği bir çözüme kavuşmamıştı. Şimdi mevcut çözümsüzlüğü bu IŞİD denen güç kendi ideolojik-siyasi amaçları doğrultusunda bir çözüme kavuşturmuş oluyor; bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Şu ana kadarki adımları başarılıdır. Maliki hükümetine bağlı güçler hiçbir varlık gösteremediler bu sahada, dağıldılar. Elde tuttukları bütün mali ve askeri güç IŞİD’in eline geçti. Güney Kürdistan yönetimi tehlike altında Güney Kürdistan sınırına boydan boya dayanmış durumda. Güney Kürdistan yönetimi büyük tehlike altında, risk altında, ürküntü içinde; “acaba ne olacak” diye bir arayış sürdürüyor. Bu ciddi bir durum ve yeni olan bir durum. ABD’nin Irak ve Suriye’yi parçalayacağı yönünde birçok şey söyleniyor, diplomatik kulvarda bu ciddi biçimde tartışılıyordu. ABD’nin, İsrail’in bu tür arayışlar içinde olduğuna dönük bilgiler de var. Bu durumu önlemeye dönük İran’ın da çok yoğun bir diplomatik faaliyeti vardı. Onlar da İran-MalikiEsad-Hizbullah kemerini, hattını ayakta tutabilmek için Kürtlere dayanmak istiyorlardı. Basına da yansıdı, iki kez bir KDP heyeti Şam’a gitti, Beşar Esad yönetimiyle


Özgür Halk

görüşmelerde bulundu. Rojava yönetimiyle İran görüşmek üzere girişimlerde bulundu. PYD başkanı Tahran’a gitti. KDP’yle Suriye yönetimi arasındaki gibi görüşmeler gündeme geldi. Yine Suriye-İran yönetimlerinin şimdiye kadar olduğu gibi ortak görüşte olmadıklarını, bazı bakımlardan görüş ayrılıklarında bulundukları, Suriye yönetiminin İran’da görüşmeler yapmaya pek razı olmadığı duyumları oldu. Sonuç; Tahran görüşmesi gerçekleşmedi. Rojava heyeti Bağdat’ta görüşmeler yaptı, geri döndü. Bu durum olası ABD müdahalesine karşı, mevcut statükoyu korumak için İran’ın yoğun bir çabası, diplomatiksiyasi faaliyeti olarak değerlendirilebilir. Önder Apo bu durumu görüyordu, değerlendiriyordu. Buna göre artık tek parçada ya da iki parçada değil, dört parçada büyük hedefler önüne koyan aktif bir mücadeleye hareketimizin girmesini istiyordu. Ortadoğu’da olası gelişmeler karşısında savunmada değil, edilgen değil, aktif ve hamlesel bir konuma getirerek en ileri siyasi-askeri sonuçları alan, Kürdistan’daki devrimi Ortadoğu’ya yaymayı ve böylece demokratik Ortadoğu devrimine dönüştürmeyi sağlayan bir gelişmeyi ön görüyordu. Bütün bunlar şimdiye kadar gördüğümüz, tartıştığımız hususlardı. Şimdi olaylar tüm bu tartışmaları doğrulayan niteliktedir. Açığa çıktı ki, İran’ın mevcut statükoyu koruma çabaları başarılı olmadı. Şimdiye kadar bu alandaki mücadelede etkili olan, sonuç alan İran’dı. 1991’den bu yana, Körfez Savaşıyla başlayıp günümüze kadar gelen yaklaşık 25 yıllık süre içerisinde ABD’nin bölgeye müdahaleleri, saldırılarında görünüşte en çok sonuç alan güçtü İran. Irak’taki yönetim üzerinde en fazla etkinliği olan güçtü. Suriye’deki çatışmalarda ABD müdahalelerini, Türkiye müdahalelerini, Suudi müdahalelerini zayıflatan, kıran, Esad yönetiminin etkinliğini koruyan güçtü. Bir Şii ekseni Ortadoğu’nun ortasında oluşturmuştu. Bu, İran için bir başarı olarak değerlendiriliyordu ama anlaşılıyor ki mevcut hamle İran’ın

bu konumunu geriletiyor, mevcut durumu değiştiriyor. İran’ın 25 yıllık mücadele ile ortaya çıkmış statüyü koruma, sağlamlaştırma çabası sonuç vermemiş oluyor. Aslında statükoyu korumak için yürüttüğü diplomatik faaliyetlerde İran sonuç alamamış oluyor. Suriye ve Irak parçalandı Diğer yandan IŞİD saldırılarında ABD’nin yeşil ışık yaktığı anlaşılıyor. ABD’nin Suriye ve Irak’a müdahalesi, buraları bölüp parçalayacağı biçimindeki söylentiler aslında IŞİD saldırısıyla doğrulanıyor. Demek ki ABD müdahalesi böyle gelişiyor, böyle gerçekleşiyor. Herhalde öyle dememiz lazım; yoksa onun dışında herhangi ABD-İsrail müdahalesi söz konusu olmaz, olacağa da benzemiyor. “Irak, Suriye bölünecek” deniliyordu, zaten IŞİD saldırıları bunu gerçekleştirmiş durumda. Artık ABD desteğiyle mi oluyor, ABD yeşil ışık yaktığı için mi gerçekleşiyor, yoksa ABD’nin ağır kalması ve cesaret edememesinden kaynaklı ortaya çıkmış boşluğu değerlendirerek IŞİD’in bundan yararlanması biçiminde bir gelişme mi oluyor, buna ilişkin net bir şey söylemek bu aşamada zor. Fakat mevcut durumda Ortadoğu’nun dengelerini değiştirecek, yeni bir siyasi-askeri durum ortaya çıkaran bir gelişme durumu var. Irak’taki son gelişmeler bölgeyi bu düzeye getirdi. Artık eski Suriye yok, eski Irak yok, dolayısıyla eski Ortadoğu yoktur; o çok sarıldıkları sınırlar paramparça olmuştur. İstediği kadar İran yol yapmaya karakol kurmaya çalışsın, istediği kadar Türkiye sınırı tahkim etmeye çalışsın mevcut haliyle Irak-Suriye sınırı diye bir şey kalmadı. Irak’la Suriye diye bir şey kalmadı. Yeni oluşumlar ortaya çıkacak. Mevcut durumun çok geriye gitmesi artık mümkün değil. “Böyle kalır” da diyemeyiz. Bazı değişiklikler olabilir ama mevcut gelişmeleri artık kalıcı görmek lazım. IŞİD’i doğru tanımlamak ve tanımak IŞİD denen gücü Rojava halkının, Rojava direnişinin, 30 Ağustos 2014


Özgür Halk oradan etkilenerek hareketimizin değerlendirdiği gibi “çete grubu” diye tanımlamak doğru değil, yeterli değil. Bu bir çete grubunun işi değil; topluma dayanıyorlar. Hiç kimse Irak’ta ve Suriye’de Sünni Arap toplumuna bir gelecek öngörmedi, çözümde bulunmadı. Halbuki bu güç, bu kesim Irak’ta yüz yıldır yönetimdi, Kürdistan ve Osmanlı’yla birleştirildi mi, Suriye’deki Sünni Araplar da önemli bir güçtü. Bir süreden beri itilip kakılan, sahipsiz, gelecekten yoksun, örgütlenemeyen bir konumdaydılar. Şimdi IŞİD bunların hepsini birleştirmiş oluyor. Dolayısıyla öyle dışarıdan gelmiş bir çete grubu falan değil. Başlangıçta Suriye’ye Irak’tan gittiler, dünyanın dört bir yanından getirdiler, Suriye için Rojava’ya saldırırken bir çete grubu konumdaydılar ama Irak’ta da öyle değiller. Saddam yönetiminin kalıntıları bunların omurgasını oluşturuyor. Bu örgüt 2003’te Saddam yönetimi yıkıldığı zaman kuruldu. Başkanı Zerkavi’ydi ABD vurdu, yerine geleni de vurdu. Her vuruş dağıtmadı, tersine daha da güçlendi. Şimdi yeni liderleri var, örgütlülükleri var. Saddam kalıntıları, Saddam’ın başyardımcısı İzzet İbrahim El-Duri’nin içinde olduğu, baştan beri Suriye’den yönettiği -şimdi Musul’da olduğu söyleniyor- Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi de destekliyor, birliktedirler. Şii bölgelerine dönük bütün intihar saldırılarının hepsini bunların yaptığı söyleniyordu. 10 yılı aşkın sürede gerçekleşen bu saldırılarda on binlerce insan katledildi. Toplumsal destekleri var. Eski Baasçılar, Saddam’ın o cumhuriyet muhafızları –fedai kuvveti- denen güçler herhalde bu gücün omurgasını oluşturuyor. 1991 Körfez Savaşından bu yana Saddam’ın giderek İslami eğilimi öne çıkardığı, İslam vurgusu yaptığı, devletini ve kendine dayalı örgütlenmeleri İslami çizgiye dayandırmaya çalıştığı biliniyordu. Bunlar gelişti, sonunda Saddam yönetimi 2003 ABD saldırısıyla yıkılınca bu tür örgütlenmeler o eğilimin devamı olarak ortaya çıktılar. Kısaca mevcut haliyle IŞİD yalnız başına bir İslami akım değil, oradan buradan toplanmış bir çete akımı da değildir. Kendine göre bir İslami çizgisi var. İslam’ın Sünni mezhebine dayanıyor, esas alıyor, fakat Arap milliyetçiliğiyle de birdir. Deniyor ya Türk-İslam Sentezi, Arap-İslam Sentezidir. İslam'dan daha çok Arap milliyetçisi olma yönü ağırlıklıdır. Bu nedenle de geçen 12 yıllık süre içerisinde birçok güçten destek aldılar. ABD işgaline karşı direnişin öncüsü haline geldiler. Bu noktada İran destekledi, Suriye yönetimi destekledi, El-Kaide destekledi hatta daha o zamandan Türkiye’den destek aldılar. Uzun süre bu desteklerle geçindiler ve kendilerini El Kaide’nin Irak kolu olarak tanımladılar. Giderek Suriye-Beşar Esad yönetimiyle çok sıkı dayanışma içinde olan, destek alan konuma geldiler. Suriye hattına dayandılar, ABD’nin Irak’taki işgaline karşı direndiler. ABD işgalini en çok darbeleyen, giderek Irak’ı terk etmek zorunda bırakan bu güçlerdi. ABD sonunda bir sistem tutturamadığı gibi işgali de durduramadı, kendini kurtarmak üzere geri çekilmek 31 Ağustos 2014

zorunda kaldı. Mevcut gelişmelerle ABD’ye sorumluluk yüklediği açığa çıkınca, ABD başkanı Barack Obama bir konuşmada, “Mezhep çatışmalarının olduğu alanlara bir daha hiçbir zaman ABD askeri gönderilmeyecek” diyordu. Çünkü bir gönderdiler, Irak’tan zorla çıktılar. Şimdi Afganistan’dan çıkmaya çalışıyorlar. Aslında bu bir ABD yenilgisidir. ABD mevcut durumu değiştirdi, rejimleri yıktı, değişikliklere yol açtı, doğru, ama bir sistem yaratamadı. “Irak’taki gelişmeler karşısında ABD’nin sorumluluğu olacak, ABD müdahale edecek mi” sorusu karşısında ABD başkanı Obama, “Asla! ABD askeri bir daha o tür bölgelere gitmeyecek” dedi. Çünkü başarılı olamadı, etkili olmadı, kendini bile koruyamadı. ABD’de neredeyse yeni bir Vietnam Sendromu yaşanıyordu. Onun için geri çekiliyor, kaçmaya çalışıyor, kendini kurtarmaya çalışıyor. Ondan korktuğu için Suriye’ye, AKP hükümetinin bütün çabalarına rağmen askeri müdahalede bulunmadı, girmedi. Bölge yeniden yapılandırılırken Libya’da eğer Kürtler birlik ve örgütlü olur, müdahaleyi yürüten gerekli direniş mücadelesini güç oldu; o da gösterirlerse özgürlüklerini elde karadan değil, hava edebilirler. Ama böyle olmasa da saldırısıyla katıldı. yeniden bir parçalanma, Aşiretleri örgütledi, Libya’nın sosyal köleleşme, yok olma bile koşulları buna yaşanabilir. elveriyordu. Böyle bir savaşı yürüterek Kaddafi yönetimini yenilgiye uğratmayı başardı. Ama doğrudan karadan askeri güç çıkartarak müdahalede bulunamadı. Şimdi de bulunabilecek durumda değil. Bu açıdan mevcut gücü küçümsemeyelim. Aslında IŞİD sahipsiz kalan geniş bir toplumsal güce sahiplik yaptı. Demokratik Ortadoğu Devrimi için hamle yapma gücü var Geçen yıl boyunca hareket olarak hep şu değerlendirmeleri yaptık; “Mevcut durumda bölgede yerine oturmuş bir durum yok. Mücadele gelişecek, durum değişecek ama bu nasıl değişecek? Mevcut çatışan güçlerin durumu ne” dediğimizde şunu da gördük: Küresel müdahale hamle yapacak durumda değil. Suriye’de özellikle yenilgiye uğradı, çıkmaza girdi. Zaten Irak’ta, Afganistan’da çıkmaz içinde. Dolayısıyla mevcut ABD yönetiminin müdahale edecek, hamle yapacak gücü yok. En fazla yapacağı, Mısır’daki askeri darbedir. Kendine bağlı orduların olduğu yerlerde askeri darbe yapar. Örneğin Türkiye’de de kendine karşı gelişmeler çok olsa darbe yapar. Ordu NATO’nun ordusudur. Adı Türk ordusu ama kimin yönettiği, kime bağlı olduğu tartışma götürür. Mısır ordusu da öyleydi, NATO’ya bağlı değildi ama orduyu Mısır devletinin ayakta kalması temelinde ABD güdümüyle denetler, yönetir hale geldi. Ordu’nun bütün masrafları


Özgür Halk Mısır’da ABD tarafından karşılanıyordu. Onun dışında askeri müdahalede bulunamıyor, siyasi-ekonomik destekle de Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’nu yarattılar, hatta orada ABD İhvan-ı Müslim’e dayanmak istedi, yine bir güç geliştiremedi. Dolayısıyla öyle hamlesel bir konumu yoktu. Bir edilgenlik, çıkmaz içine girmişti. Mevcut çıkmazı bölgenin ulus-devlet statükoculuğu da yaşıyordu. İran var olanı korumaya çalışıyordu. AKP hükümeti, Suriye’deki bütün saldırganlığı ve değişim arayışına rağmen sonunda Rojava karşıtlığıyla sınırlı kaldı. Suudi, Katar müdahalelerinin de çok yapacağı bir şey yoktu. Bu durumda hem küresel kapitalist hegemonya, hem de bölgenin 1. Dünya Savaşı’nda ortaya çıkartılan ulus-devlet statükoculuğunun mevcut durumu değiştirecek bir hamle yapma konumu, gücü yoktur. Geriye iki güç kalıyordu; bunlardan birincisi, Kürdistan Özgürlük Hareketi temelinde, Kürdistan’dan başlayarak Ortadoğu’ya yayılacak Demokratik Ortadoğu Devrimi. İkincisi ise, El Kaideciliğin temsil ettiği, adına Radikal İslam denen saldırı gücü. Yeni dönemde bu iki güç hamle yapabilir. Onun dışındaki güçlerin mevcut durumuyla hamle yapabilme güçleri yok. Bu durumda El Kaideciliğin saldırısı İran’ın Irak, Suriye ve Hizbullah’a kadar uzanan Şii ittifakına karşı yeni bir radikal Sünni ittifakı, egemenliği yaratma çabası anlamına geliyordu. Böylece bölgeyi yeniden bir Sünni mezhep ayrımına ve çatışmasına sokmayı ifade ediyordu. Eğer El Kaidecilik saldırı içinde olur, etkinlik geliştirirse bunun varacağı yer bölgenin yeniden iki temel mezhep temelinde ayrışması, ittifaka dönüşmesi ve vahşi bir çatışmaya dönüşmesi olacaktı. Bunu geliştirecek potansiyel var mıydı? Evet. Şiiler zaten böyle bir etkinlik yaratmışlardı, Sünni kemerini de El Kaide adım adım örüyordu. Eğer Kürdistan Özgürlük Devrimi öncülüğünde Demokratik Ortadoğu Devrimi sürece müdahale etmezse, ABD, yani küresel kapitalizmin yeni bir etkinlik kurma şansı yoktu. Sonunda bu mezhepsel bölünme ve çatışmaya razı olacaktı. Biz o zaman, “bunun arkasında bir ABD oyunu olabilir, küresel kapitalizm arkasında olabilir. Ortadoğu’yu denetleyemiyor, etkinliği altına alamıyor ama buna karşı Ortadoğu bir demokratik devrime gebe. Böyle bir devrim gelişirse kapitalist moderniteye alternatif yeni bir modernite açığa çıkacak. Bunu engellemek, Ortadoğu’da demokratik modernite devrimini engellemek, dolayısıyla Ortadoğu’nun yeniden uygarlık öncüsü haline gelmesini engellemek için mezhep çelişkisi ve çatışması içine sokmayı, Ortadoğu’nun böyle bir çelişki ve çatışma içinde gücünü tüketmesini isteyebilir. Böylece Ortadoğu’nun gücünü tüketmek, kapitalist modernitenin egemenliğini buna dayanarak sağlamak isteyebilir” değerlendirmesi yapmıştık. Şimdi gidişat böyle görülüyor. Bu gelişmelerin arkasında kesinlikle ABD’nin, İsrail’in, İngiltere’nin parmağı var. “Karşıyız” diyorlar, “kaygı duyuyoruz” diyorlar ama ön açtılar, destek verdiler, zemin yarattılar. Bu gücün gelişmesini istiyorlar. İran karşısında, İran’ın Ortadoğu’da sağladığı etkinlik

karşısında Ortadoğu’da yapabilecekleri başka bir şey kalmadı. Bununla bir yandan İran’ın bölgede Şii hegemonyasının etkili olmasını kırmaya çalışıyorlar, diğer yandan Demokratik Ortadoğu Devrimini engelliyorlar. Mevcut hareket Kürdistan’ı kuşatmadır Kürdistan’ı kuşatıyorlar, Kürdistan’a dayalı bir Ortadoğu devriminin, Demokratik Ortadoğu Devriminin gelişmesini engelliyorlar. Devrimi kuşatmış oluyorlar. Mevcut hareket Kürdistan’ı kuşatmadır. Dahası Kürdistan’ı ele geçirmek de istediler. Gelişmeler ciddi ve dikkatle değerlendirmeyi gerektiriyor. Küresel ve bölgesel güçler çıkmazdaydılar, çözümsüzdüler. Çelişkiler en ileri düzeye geldi, çatışmaya dönüştü ama ne küresel kapitalist hegemonya ne de bölgesel ulus-devlet statükoculuğu bunlara çözüm getirebildi. Boşluk oldu. IŞİD güçleri yararlandırdı. Siyasi ortamı çok iyi değerlendirdiler. İyi hazırlanmışlar. Ortadoğu’nun yaşanan 3. dünya savaşının içinde bulunduğu durumu, çözümsüzlüğü, çelişkileri, çatışmaları ortamında hiçbir gücün adım atma, hamle yapma konumunda olmadığını görerek boşluğa saldırdılar. Ortadoğu şimdi 1940’ların dünyasına benziyor. Neydi bu durum? Dünya savaşı askeri güçleri yıkmıştı; küçük bir ordu örgütleyen bir güç belli bir alanı ele geçiriyor, gerilla yapıyor, etkinlik kuruyordu. Birçok devlet öyle kuruldu, birçok siyasi egemenlik öyle ortaya çıktı. Dünya savaşının yarattığı sonuçlar, boşlukları böyle değerlendirdiler. Şimdi 3. dünya savaşı da siyasi-askeri kulvarda böyle boşluklar yaratıyor. Bunları değerlendirebilen, değerlendirerek gerekli hamleleri yapanlar kazanıyor, kazanacaklar da. Bu anlamda IŞİD gerçekten de boşluğu dolduran, değerlendiren hamleyi yaptı. Birçok alanı ele geçirdi. Bundan sonra ne olur? Mevcut durum nereye gider? Nasıl sürdürülür? Şimdiden “şöyle olacak” demek zor. Ama Irak ve Suriye yeniden yapılanacak. Belki de Irak ve Suriye’nin adı bile tarihten silinebilir. Yeni devletler ortaya çıkacak. Mevcut gelişme bunu yaratacak düzeydedir. Yani Irak ve Suriye’deki Sünni Arap kesiminin artık bir yönetim olmasını kimse engelleyemez, geriye itemez. Ayrı bir devlet mi olur, başka devletlerle birleşik özerk bir yönetim mi olur, bir şey diyemem ama böyle olacağı kesin. Böyle bir düzeye ulaştı, coğrafyası geniştir, potansiyeli var, ekonomik gücü var. Yönetim gücü var, tarihten gelen gücü var. Bu çerçevede Irak en az üçe bölünmüş oluyor. Suriye belki parçalanacak. Bu parçalanma süreci ne kadar sürecek, ne tür çatışmalara sahne olacak, nasıl sonuçlanacak, siyasi resmiyete nasıl dönüşecek? Bunlar için bir şey söyleyemeyiz. Belki önümüzdeki dönemde çok kanlı çatışmalar gelişecek. Bazı çevreler belki müdahale ederler, bu duruma razı olunabilir. O konuda belirsiz bir durum var. Bu noktada giderek mezhep çelişkilerine göre bir ayrışma oluyor. Maliki yönetimi bir Şii yönetimidir, Esad yönetimi de bir Alevi 32 Ağustos 2014


Özgür Halk

yönetimine dönüşecek, İran’da da Hizbullah var. Bunlar parça parça kendi aralarında ilişkili olacaklar ama Sünni Arap alanı da bir devlet olabilir. IŞİD bütün Sünni kesimler üzerinde etkinlik kurmak isteyebilir mi? Rojava’da yapmak istediğini sürdürüp Kürdistan’ın diğer alanlarına da yaymak isteyebilir mi? Mesela Başur’a, Rojava’ya saldırabilir mi? Bu alanlarda da Sünni toplum var. Güya Arap milliyetçiliğini geriye iterek bütün Sünni kesimi birleştirmek üzere bir girişimde bulunabilme tehlikesi de vardır. Böyle olursa IŞİD hem Güney Kürdistan’a, hem de Batı Kürdistan’a saldırır. Şii bloğuna karşı böyle bir Sünni blok yaratmak isteyebilir. Bu ihtimal vardır. Bu Kürdistan açısından ciddi bir durumdur. Kürdistan direnemez ve birlik olamazsa “dış güçler Kürdistan’ı korur” dememek lazım. Öyle bir durumda eğer Kürtler birlik olmazlar ve direnç gösteremezlerse ne yapacaklar? Türkiye’den, İran’dan destek arayacaklar. Her iki destek de aslında Kürtleri, Kürdistan’ı geçmiş tarihte içine düştükleri geri bir duruma düşürecek, etkisiz hale getirecek. Bu tehlikelidir. Mevcut gelişme karşısında ne yapmak lazım? Kürdistan açısından ne söylenebilir? KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı Ulusal Kongre çağrısı yaptı, birlik ve birlikte direnme çağrısı yaptı. Önder Apo bütün olumsuz yaklaşımlarına rağmen KDP’yi böyle bir kongrede birleştirebilmek için bir süreden beri yoğun çaba harcıyordu. Mevcut haliyle böyle bir birlik kesinlikle gerekiyor. Önder Apo’nun savunmalarında ortaya koyduğu, yine proje olarak önerdiği Ulusal Kongre’nin gerçekleşmesi gerekiyor. Bir Ulusal Kongre, onun Kürdistan parçalarını yürütecek bir icra kurulu, zaten Kürdistan parçaları da artık çok fazla kalmayacak. Irak ve Suriye’nin Arap bölgesi birleştiğine göre Kürt bölgesini KDP hendekleriyle parçalamak her halde ayaklarını kesmekten başka bir anlam ifade 33 Ağustos 2014

etmeyecek. Böyle bir durumda diplomasiyi ve askeri güçleri birleştiren, Kürdistan’ı ve Kürt toplumunu savunacak bir ortak askeri güç oluşturmaya ihtiyaç var. Bunları sağlatacak bir Ulusal Kongre, bu temelde güçlerin birleştirilmesi, savunma kuvvetlerinin geliştirilmesi bu tür saldırılar karşısında Kürdistan’ı bir etkin güç haline getirebilir. Irak, Suriye parçalanıyor ama eğer gerçekten bir devrimci duruş gösterilmezse, ulusal birlik, kurumlaşma, devrimci duruş kolay değil. Boşluk oluyor sanmayalım. Bu gelişme yaşandığı gün Türkiye yönetimi gece yarısına kadar müdahale etmek üzere toplantı halindeydi. “IŞİD ne yapıyor Maliki ne yapıyor” demiyorlar, “Kürtler devlet ilan ederlerse müdahale ederiz” diyorlar. Onların bütün düşmanlığı Kürdistan’daki gelişme üzerinedir. Kürdistan, dört parçada aktif ve ortak mücadele ile savunulabilir Türkiye ve KDP’nin petrol anlaşmaları yapması da sonucu değiştirmez. Bunlar koşullar olduğunda ekonomik çıkar sağlamak için yapılan şeyler. İşin içine siyasi-askeri egemenlik girdiğinde mevcut Türkiye’deki egemenlik hala çok katı bir Kürt karşıtıdır. “Irak ve Suriye parçalanıyor, buradan bir Kürdistan ortaya çıkabilir” Türkiye yönetimi bunu değerlendiriyordu. Aynı şeyi İran da yapıyor. Boşluk olmayacak yani, bu konuda yanılmayalım. Ancak gerçekten Önder Apo’nun öngördüğü gibi bir Ulusal Kongre, bu temelde güçlerin birliği ve dört parçada aktif bir mücadele gelişirse belki bu saldırılar kırılabilir. Böyle bir ortamda uluslararası siyaset buna biraz açık. En azından siyasi değerlendirmelerden bunu anlıyoruz. Saldırılar karşısında Kürtleri, Kürdistan’ı koruyacak bir güç kesinlikle yok. Ancak kendileri kendilerini korurlar. IŞİD saldıracak, Türkiye saldıracak, İran saldıracak! Bu


Özgür Halk süreçte Kürdistan üçlü saldırı altında kalabilir. Bu güçler kendilerine bağlamak isteyecekler, kendi yanlarına çekmek, egemenlikleri altına almak isteyecekler. Bunu anlaşmayla da yapmak isteyecekler, olmazsa silah zoruyla yapabilirler. Savaşlı ve çatışmalı yeni bir döneme giriyoruz. Ortadoğu savaşı yeni bir aşamaya geldi. Kürdistan’daki durum da bununla iç içedir ve gerçekten bunları gören, üç cephede siyasi-askeri ortak duruş gösterebilen, gerektiği yerde savaşarak özgürlüğünü koruyan bir duruş gösterirlerse Kürdistan bu süreçte özgür, bağımsız olabilir, Kürtler için yeni bir gelecek ortaya çıkabilir. Bu gösterilemezse tarihin, 10. yüzyılın başında olduğu gibi, 16. yüzyılın başında olduğu gibi, 20. yüzyılın başında olduğu gibi elverişli koşulların bir kere daha kaybedilebilir. Tekrar aynı konuma düşebilir. Öyle basit, dar parti çıkarlarıyla, maddi çıkarlarla yaklaşılacak bir durum değil. Gerçekten de önemli tarihi bir sürece giriliyor. Öyle imkanlar, fırsatlar var. Bölge yeniden yapılandırılırken eğer Kürtler birlik ve örgütlü olur, gerekli direniş mücadelesini gösterirlerse özgürlüklerini elde edebilirler. Ama böyle olmasa da yeniden bir parçalanma, köleleşme, yok olma bile yaşanabilir. “Öyle kendiliğinden yok olma aşılmıştır, kimse bize bir şey diyemez, istediğimiz gibi yaşarız” kimse dememeli. Mevcut gelişmeler bizi çok daha fazla ve çok yönlü siyasi-askeri mücadelenin eşiğine getirmiştir. Bakur’daki gelişmeler bu konuda ön açıcıydı. Önder Apo’nun demokratik siyasi çözüm dayatması gerçekleşebilseydi, mevcut potansiyeli eritmeden siyasi çözümle Kürt gücünü daha çok büyütüp böyle bir bölgesel gelişmede daha etkili siyasi-askeri mücadeleye dönüştürme mümkün olacaktı. Onu sağlatmaya çalışıyor. Bunun için projeler oldu. Ama dikkat edin AKP’de en küçük bir çözüm emaresi, hareketlenmesi olmadı. Her şeyi yüzde yüz kendi iktidarı için kullanmaya, bu temelde oyalamaya çalıştı. Bunun üzerine bahardan beri halkın askeri amaçlı baraj, yol, karakol, kalekol yapımına karşı tepkileri oldu. Kurulmak istenen kalekol değil, Kürdistan’ın her tarafına operasyon üsleridir. Tamil gerillalarına yapıldığı gibi büyük bir askeri saldırıyla varlığımızın tümünü ezmek için hazırlık yapmaya çalışıyorlar. Öyle normal devleti egemenlik altında tutacak karakol yapımları değil, öyle sanınca; “devletin karakol yapması hakkı değil mi” diyorlar. Karakol yapmıyorlar operasyon üssü kuruyorlar. Üç yüzün üzerinde operasyon üssü yapılarak, 24 saat her alanda birden operasyon halinde olunmak isteniyor. Onun askeri hazırlığını yapıyorlar. Mevcut hareketliliği doğru tanımlamamız lazım. Buna karşı da halkın rahatsızlığı gelişti. Özellikle Amed-Bingöl hattında gelişen direniş ciddi bir kriz, işlemezlik, dolayısıyla siyasi durum ortaya çıkardı. Belli çatışmalarda oldu, şehitler de verildi, saygıyla anıyoruz. Fakat kısa süreli ve çatışmalı olmayan bir mücadeleyle, yerinde zamanında hareket edilince hükümeti ve devletin işlemez hale getirebileceği ortaya çıktı. Tıpkı 2011-2012 savaşının sonunda nasıl AKP hükümeti çıkmaz

içine sokulduysa, Lice direnişi, Meskan ve Şax’daki direnişler bu konumu ortaya çıkardı. Hükümeti temellerinden sarstı. Ciddi bir dayatma oldu ve bu oyalama oyunlarını bozdu. Lice direnişi Kürdistan’a göre yeni mücadele tarzını ortaya çıkardı Bu gelişme AKP’yi siyasi çözüme zorlamak için yürütülen bir mücadele oldu. Yoksa Demokratik Özerklik çözümünü gerçekleştirmek için henüz bir mücadele içine girilmiş değil. Fakat amaç AKP’yi siyasi çözüme zorlama amacına dönük bir mücadele olsa da, eylem biçimlerindeki yenilikler, değişiklikler önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Hızla siyasi sürece damga vurur hale geldi. Yeni bir serhıldan biçimi ortaya çıktı. Geçen dönemde kentlerde, Arap isyanında olduğu gibi büyük serhıldanlar yapıldı, ama istenen sonuca ulaşmadı. Öyle bir serhıldan arayışı Arap isyanını Kürdistan’a taşımak oluyordu. Demek ki koşullara göre değildi. Yeni stratejinin ve paradigmanın gereklerine göre değildi, Kürdistan’a göre değildi. Şimdi Haziran başından beri çok daha etkili olarak gelişen Lice-Botan’daki direnişler aslında yeni bir durumu ifade ediyor. Kürdistan’a göre, bize göre bir mücadele tarzı, çok planlı olmadan, hazırlıklı olmadan ortaya çıktı. Yeni bir mücadele tarzı ortaya çıktı. Ciddi bir siyasi sonuç da açığa çıkardı. AKP hükümeti ve TC devleti üzerinde siyasi çözüm anlamında en ileri baskı durumlarından birini oluşturdu. Türkiye’de devlet ve hükümet siyaseten çözüm adımı atacaksa şimdi atmalı. Bunun için gerekli zorlama yapılmıştır. Atar, atmaz! Önderlik kapıyı açık tutuyor, ama bizim mücadeleyi etkili kılmamız gerekli. Mevcut mücadeleci duruşumuz Önderliğin elini güçlendirdi. Mevcut durumun devam edecek hali kalmadı Ortadoğu yeniden şekilleniyor. Yeni siyasi-askeri egemenlik biçimleri ortaya çıkıyor. Bu bakımdan hızla çözüm için yol almamız gereken bir durumdayız. AKP de Amed’te bir toplantı yaptı, bize yansıyan, çözüm arayışlarını tasfiye arayışlarıydı. Bu durumda biz mevcut mücadeleyi siyasete dönüştürmek üzere bazı tutumlar, açıklamalar yaptık. Bu durum artık hızla çözüme gitmelidir, artık bunu kaldıramayız, sabır edecek halimiz de yoktur. Derhal İmralı sistemi parçalanmalı, Önder Apo’nun özgür çalışma koşulları, sağlık ve güvenlik koşulları çözülmeli. Böylece Kürt sorunun siyasi çözümünün önü açılmalı. Böyle olmayacaksa biz mutlaka Demokratik Özerklik çözümümüzü dayatmalıyız. Kritik bir noktadayız, kesilirse tehlikeli olur. Ama mevcut durumun devam edecek hali de kalmamıştır. O nedenle bugünler kuzeyde de netleşme günleridir. Yani ne olacaksa olacak. Esas olansa mevcut mücadeleyi Demokratik Özerklik mücadelesine dönüştürmektir. Eylemi kesintiye uğratmadan, kendi gücümüzle Demokratik Özerklik çözümünü gerçekleştirecek, özgürlük devrimini yapacak bir mücadele düzeyine yükseltmek gerekmektedir. 34 Ağustos 2014


Özgür Halk

Özgür Yaşamın Tanrıçaları Nisan Devrim “Biliyorsunuz, tarihte kıblegâhlar, kutsal mabetler ve onların içinde kutsal tanrı veya tanrıçalar vardır. Onların ardılları, onların mensupları uygun günlerde gidip bu mabetlere kapanırlar, secde ederler, yalvarır-yakarırlar, "af et" bizi diye. Böyle yoldaşlar öyle yoldaşlardır. Bir mabede gider gibi huzurlarında eğileceksiniz, secdeye kapanacaksınız, af dileyeceksiniz ve güç alıp kendinizi temiz kılacaksınız.” Önder APO Bu dağlar ki nice yiğit kızlara, oğullara mesken oldu, nice kahramanlar gelip geçtiler bu doruklardan. Kürdistan’ın en güzel kızlarının resimleri nergislerle nakşedildi yeşile kesmiş bu dağlara. Ne kelimeler, ne de kâğıt kalem yeter onları anlatmaya. Onlar imkânsızları başaranlardır, onlar karanlıkları keskin bir kılıç gibi ikiye bölüp ışığa kavuşanlardır. Onlar tanrıçalar diyarında tekrardan bu mertebeye ulaşanlardır.

Onlar bu dağların asi ve yılmaz kadın savaşçılarıdır. Onlar fedaileşen Kürt kadının sembolü olan Zilanlar, ve Semalar’dır. Ayrı haziranlarda bütünleşen bu iki özgür yürek, Kürt kadının özgürlük mücadelesinin zirveleşmiş gerçeğini temsil etmektedirler. Yaşamları ile düşünceleri ve yürekleri ile bunların hepsinin bileşkesi olan savaşımları ile her zaman önde olmayı, öncü olmayı bilmişlerdir. Sizleri anlatabilmek zor, çok zor. Ama sizin yoldaşlarınız olabilmek için, sizleri anlamak ve anlatabilmek bizim için en büyük görev, heyecan ve mutluluk olmakta… Tarih 30 Haziran 1996 Yer Dersim; Bir Kürt kızının “Biji Serok Apo” diyen çığlığı ile şaşkına dönen kalabalık ve bir bomba patlaması ile sarsılan bir meydan… Etraf kan kızıla dönüyor bir anda, büyük bir karmaşa ve korku her yeri sarmış, ne olduğunu kimseler anlamıyor. Herkes dehşete kapılmış bir şekilde. Yiğit bir Kürt kadınının 35 Ağustos 2014

eylemi tarihe damgasını vuruyor o gün. Düşmanını hem hayrete hem de korkuya düşüren bir eylem yapıyor ve Kürt kadınının özgürlük sembollerinden biri oluyor. Adı Zilan, yani Zeynep Kınacı. Daha çok genç, yaşama heyecanı ile dopdolu bir yürek taşıyor bedeninde. Hep kıpır kıpır, hiç yerinde durmuyor, zorluğa boyun eğmek nedir bilmiyor, yaşam karşısında bir o kadar olgun ve duyarlı, geriliklere karşı dik başlı bir mizaca sahip. Bu yaşamayı çok sevmesinden ileri geliyor, o kadar çok seviyor ki bu yaşamı onun için gözünü kırpmadan bedenini bir bomba yapıp, paramparça edebiliyor. Çünkü o da yaşamın manasına kavuşanlardan, bu mananın sırrına erenlerden. Eyleminden sonra yoldaşları ve halkı ona “Tanrıça Zilan” demeye başlıyorlar. Özgür yaşamdaki ısrarı ile mücadeleye olan bağlılığı ve yoldaşlarına olan düşkünlüğü Önderinin izinde yürürken daha büyük adımlar atmasını sağlıyor. Bin yıllar önce yalancı ve sahtekâr erkek tarafından düşürülen tanrıçalık kültürü heval Zilan şahsında tekrar canlanıyor. Böylece Kürt halkı onu bağrına basıyor. Kürdistan’da doğan birçok çocuğun adı Zilan oluyor, eylem yaptığı meydanın adı Özgürlük Meydanı oluyor. Heval Zilan gerçekleştirdiği bu büyük eylemi ile tıkanan sürecin önünü açarak, gericiliğe ve komploculuğa karşı büyük bir çıkış oluyor. Önderliğe karşı geliştirilen 6 Mayıs komplosunu en derinden anlayıp, cevap veriyor. Hepimiz Zilan yoldaşın öyle uzun yıllar parti içerisinde kalmadığını biliriz. Bu güzel kadın yaşamı ve duruşu ile katılımı ve emeği ile ve yaptığı fedai eylem ile PKK’li olmanın yıllarla ölçülemeyeceğini, PKK’li olmanın bir yürek ve beyin işi olduğunu bir kez daha göstermiştir. Her şehit yoldaşta olduğu gibi Zilan yoldaş da ideolojimizin, ilkelerimizin savunucusu olarak, ardında bıraktığı yoldaşlarına en anlamlı mesajı vermiştir. Birçoğumuz onunla birlikte kalmadık belki, birebir onu dinleyemedik, ama onu tanımayı çok istedik. Onu tanıyan yoldaşlardan tanımaya çalıştık onu. Hiç göremesek de, sesini hiç duyamasak da ondan büyülendik, ona hayran kaldık. Bu nasıl bir güzelliktir ki içinde olduğu yaşamı da bu kadar güzel kılıyor? Birçok zorlanmaya rağmen hiçbir zaman geri adım atmamayı insan Heval Zilan’dan öğreniyor. Dersim dağlarının asiliği onun kişiliğinde vücut buluyor, Dersim ile bütünleşiyor, Dersimin acılarına ortak oluyor. 38’de yaşananları, özellikle de Kürt kadınlarının yürek kavuran acılarını kendi yüreğinde hissediyor, kendini o uçurumlardan atan kadınların çığlıkları kulağında çınlıyor ve bütün bunların intikamını almaya ant içiyor. Heval Zilan’ın yaşamı düşmandan intikam almanın en somut ifadesidir.


Özgür Halk Heval Zilan yaşarken de karşısındaki düşmandan intikam almıştır. Eylemi bu intikamın zirveleşmesidir. Kadın ordulaşması ve YAJK örgütlenme sürecine denk gelen bu eylem kadının örgütlü mücadelesine büyük bir cevap olmuştur. Heval Zilan kadın yoldaşlığının, samimiyetinin, fedakarlığının, iradesinin en somut ifadesidir. Zilan kişiliği kadının öz kimliğidir. Geri erkek ve geri kadına karşı amansız bir savaşım içerisinde olarak kendisine dayatılan geriliklere hiçbir zaman boyun eğmemiştir. Bilakis mücadele etmek onun bir kişilik özelliği olmuştur. Onun bu özellikleri fedaileşmesine yol açmıştır. Çünkü bu tür kişiliklere sahip insanlar her zaman büyük yaşamayı ve büyük yapmayı esas alırlar. Ölüme giderlerken bile arkalarından büyük değişimler bırakacak pratiklerin sahibi olurlar ve nitekim Heval Zilan böyle bir gerçekliğin sahibi olmuştur. Bunu en güzel Heval Zilan’ın kendisi ifade etmiştir, “büyük ve anlamlı bir yaşamın sahibi olmak istiyorum” demiştir. O kadar olağanüstü bir karar vermesine rağmen kişiliğinin mütevaziliği bunun dahi yeterli olmadığını söyler, kendisini Önderlik karşısında borçlu hisseder ve bunun için “keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı” der. Çünkü Önderliğin yaptıklarının ne anlama geldiğini, bunların ne kadar değerli çabalar olduğunu çok derinden hissetmektedir. Heval Zilan Önderlik ile kadının güçlü buluşmasının en güzel örneklerinden biridir. Heval Zilan yaşamı ve eylemi ile tanrıçalaşan kadın olmuştur. İki yıl sonra, Çanakkale ceza evinde Heval Zilan’ın ardılı olan Sema Yüce yoldaş ondan kalan mirasa kendi bedenini cayır cayır yakarak cevap verdi. “8 Marttan 21 Marta ateşten bir köprü olmak istiyorum” diyerek bir alev topu gibi parladı karanlığın sinsiliği ve yalnızlığına. Kürt kadının fedâkar ve yurtsever özünü bir kez daha tarihe yazdırdı. Diyarbakır zindanlarında Mazlumlardan, Dörtlerden kalan bir geleneğin devamcısı oldu. Heval Sema eylemi ile Kadın Kurtuluş ideolojisinin en büyük pratikçisi oldu. Yaşama olan bağlılığı, düşüncelerindeki anlam derinliği, duruşundaki kararlılık, duygularındaki sadelik ile her zaman ön saflarda seyreden bir katılımın sahibi oldu. Gerillada kısa bir süre kaldıktan sonra zindana girmesi, mücadele azminden hiçbir şey kaybettirdi. Zindan pratiğinde yaşadığı zorlanmalar, farklı farklı eğilimlere tanık olması, çizgi devrimciliği yönündeki ilerleyişini güçlendirmiştir. Heval Sema’da Heval Zilan gibi hiçbir zaman pes etmemiştir, birçok kişi o süreçlerde bireysel kaygılar içine girerken, küçük hesaplar peşinde koşarlarken bu yoldaşlar ideolojikleşmenin yaşamsal ifadesi olmuşlardır. PKK ruhu onların yaşam dayanağıdır, güç kaynağıdır. Kürdistan devriminin farklılığını, bu farklılığın en başat ifadesi olan kadın özgürlüğünün anlamını en iyi çözen, hisseden yoldaşlar olmuşlardır. Heval Sema kendisi ile gerilikleri de yakmıştır, yaşanan örgüt dışı eğilimlere dur demiştir. “Nasıl ki gökyüzünde iki güneş yoksa Kürt halkı için de tek bir önderlik vardır” diyerek Önderliğe bağlılığın en keskin ifadesi olmuştur. Çok güçlü kişilik özelliklerine rağmen kendi duruşunu yetersiz görmesi ve pratiği ile

Önderliğe, halka, şehitlere özeleştiri vermedeki ısrarı ne kadar büyük bir düşünce gücüne sahip olduğunu göstermektedir. Heval Sema’nın raporlarındaki kendini çözümleme gücü ve samimiyeti insanı derinden etkiliyor. Örgüte karşı son derece açık ve dürüsttür, zaten gerçekleştirdiği eylemi bütün bu özelliklerinin ifadesidir. Kişiliğinin Nirvana’ya ulaşmasıdır. Hakikat rejimini kendi kişiliğine yedirmesidir. Sema Yüce yoldaş iradeli ve güçlü kadının kişilik kazanmış halidir. Zindan gerçekliğinde bir yandan düşman baskısı, bir yandan da iç tasfiyeciliğe karşı kararlı bir mücadelenin sahibi olmuştur. Önderliğin kast ettiği kadın duruşunu layıkıyla yerine getirmiştir. Mücadelesinde çok keskindir, çizgiyi savunmada ısrarlıdır. Dayatılan ihanetin ne demek olduğunu iyi bilmektedir. Süreç karşısında ön görülüdür, süreç için büyük bir cevap olmak ister. Yaşadığı yanlışlıkları cayır cayır yakarak, ateşin kucağında özgürleşmeyi seçer. Heval Sema Ararat’ın asi, başı dik kızıdır, Ağrı Dağı isyanın gelenekçisidir, adı gibi bir serhildan kızıdır. Kendi küllerinden dirilen Kürt kadınını temsil etmektedir. Şehit Hozan Serhat’ın da söylediği gibi o artık “Ararat’ın isyan kızı, barış tanrıçası”dır. Zilan, ve Sema yoldaşlar. Birbirlerine o kadar çok benziyorlar ki. Bu yoldaşları anlayabilmek, hissedebilmek, bunu yürek ve akıl gücüne dönüştürebilmek onların nasıl yaşadıklarına bakmaktan geçiyor. Yaşam anlaşılmak ister, evrenin amacı anlaşılmaktır; bu büyük şehitlerimiz yaşamın anlam şifresini çözmüşlerdir. Yaşamı yaşarken en derinden anlayanlar olduklarını kendi kişiliklerinde göstermişlerdir. Ancak yaşamı bu kadar seven insanlar anlamlı bir yaşamın sahibi olabilirler. Heval Zilan ve Heval Sema eylemleri ile özgürlüğün ve aşkın ölçüsü oldular. Hem cins hem de ulus olarak bin bir türlü köleliğin reva görüldüğü Kürt kadının kaybolan ruhunu canlandırdılar. Kendi bedenlerini bu uğurda patlatmayı, yakmayı göze almak demek bağlılığın, sevginin, fedakarlığın ve özgürlüğün en büyüğünü canı gönülden yaşıyor olmak demektir. Bu kadar derin hissedenlerin ve sevenlerin eylemidir gerçekleşen. Önder APO’ya ve O’nun ideolojisine, felsefesine derin bir inancın ve güvenin göstergesidir. Zilanlar ve Semalar özgürlük savaşçılarının en yalın ve en keskin çizgisidir, ölçüsü ve yol gösterenidir. Önder APO ile yoldaş olmanın örnekleridirler. Önder APO “Şahadetlerin çizgisinde yürümesini bilmeyenlerin eylemleri ve hatta zaferleri fazla anlamlı olamaz, -tehlike içerir. Şahadet, en ağır konulardan biridir. Şahadetin yükünü kaldırmak, en ağır işlerden biridir. Şahadetin gereklerine göre yaşayabilmek ise yaşamların en zorudur” demektedir. Bu değerlendirmeler şehitlere yaklaşımın ne olduğunu en somut ve yalın bir biçimde anlatmaktadır. Bundan başka yol yoktur, bundan başka ölçü yoktur. Zilanlar ve Semalar bizlere büyük görev ve sorumluluklar bırakmışlardır. Bizlere düşen ise bu görev ve sorumluluklara sonuna kadar sahip çıkmak, tanrıçalarımızın anısına layık olmaktır. 36 Ağustos 2014


Özgür Halk

PKK Bir Eğitim Hareketi Olarak Bugüne Geldi Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi

Eğitim, en genel tanımıyla; iş yapmaya hazır hale gelmek, kendini iş yapmaya hazırlamak olarak tanımlanabilir. Parti eğitimi de partinin işlerini yürütmeye kendini hazırlamak olabilir. Duygu olarak, düşünce olarak, beceri olarak parti görevlerini, işlerini başarıyla yapar konuma kendini getirme olarak ifade edilebilir. Demek ki, eğitimle iş yapma, görev yürütme ve pratik arasında kopmaz bir bağ var. Eğitim pratikten, işten kopuk bir şey değildir. Daha genel ele alırsak aslında yaşamı öğrenmeyi eğitim olarak tanımlayabiliriz. Bir çocuğun eğitimi bunu içeriyor mesela. Esas eğitim olarak o da ele alınıyor. Yaşamı ve iş yapmayı öğrenme, kendini, yaşamı yaratmaya, iş yapmaya hazır hale getirme, onun duygu, düşünce ve beceri gücünü kazanma olarak eğitimi tanımlayabiliriz. Önderliğin kendisini eğitim olarak nasıl ele alabiliriz; parti olma bilincine varma, halkın özgürlüğü, kurtuluşu için çalışmayı bir görev olarak bilme, bu işleri yapacak bir duygu gücü, düşünce gücü kazanmak için çalışma, araştırma, inceleme, teorik eğitimler bunu ifade ediyor. Ortaya çıkan düşünce gücünü başkalarına taşımak için çaba harcama, onu gerçekleştirmek için bir söz, hitabet, propaganda gücü kazanma, dil gücünü ortaya çıkarma; insanlarla bir olma, onları örgütleme, görev verme, yönetme, örgütleme önemli bir iş. Bunları yapacak şekilde kendini eğitme, örgütleme ve yönetme gücü kazanma; onun için görevleri takip etme, görevlerin nasıl yürütüleceğine dair plan gücü kazanma, yapılacak işlerle iş 37 Ağustos 2014

yapacak kişinin uyumunu belirleme, insanlara görev verme, denetleme hepsi yönetim kapsamındadır. Parti eğitimi süreklidir Aslında yönetimin kendine ait görev alanı var tabi. Yönetim olmak demek bazı işlerin yapılmasını üzerine almak demektir. "İş ve rol koordinasyonu" dedi Önderlik, yani iş yapmak, görev almaktır yönetim. Yönetimin iş yapmakla kopmaz bağı var. Eylem gücü; halk örgütü kurma gücü. Bunların hepsi parti işleri yapma durumudur, bu işlere göre kendini eğitmek gerekiyor. Önderliğin kendisini sürekli eğittiğini bilmek lazım. Başta her işi yapar konumda değildi, bütün bu işleri yapmaya hazır değildi. Görevler gündeme gelip kendini dayattıkça, o görevlerin gereğine göre kendini eğittiğini bilmek lazım. Parti sürekli olduğuna, parti işleri ve görevleri süreklilik içerdiğine göre parti eğitimi de süreklidir. Yaşam ve iş yapma sürekli ise eğitim de süreklidir. Tabi eğitimin moral, motivasyon, duygu boyutu var; düşünce, zihniyet, anlayış boyutu var; pratik iş yapma, beceri boyutu var. Bunlara moral eğitim deniliyor, ideoloji eğitim deniliyor, askeri-teknik veya mesleki eğitim deniliyor. İnsanı iş yapmaya hazırlama alanı bakımından eğitim pratiğe geçti mi kendi içinde ayrışıyor. Beceri hazırlıyorsa ona mesleki eğitim diyoruz, düşünce olarak hazırlıyorsa ona teorik-ideoloji eğitim diyoruz, moral veya duygusal olarak hazırlıyorsa ona moral eğitim diyoruz.


Özgür Halk

Burada önemli olan yaşam ve iş yapmayla kendini eğitme arasındaki kopmaz bağı anlamak. Yaşamın ve iş yapmanın eğitimle mümkün olduğunu, başarılı iş yapma ve doğru yaşamak için kendini eğitmek gerektiğini anlamak önemli. Kendini bu temelde hazırlayıp, eğitmek olmazsa yaşamda başarılı ve doğru pratikleşme olmaz. Ne kadar kendimizi görevler karşısında eğitirsek o kadar yaşamı doğru anlar, pratiği başarılı gerçekleştiririz. Kendini eğitmeden sürece giren takla atar, çöker. Hazırlıksızlık, anlamazlık öyle ortaya çıkıyor. Eğitimsizlik, yapacağı işe göre kendini hazırlamama anlamına geliyor. Öyle olup da ondan sonra işleri başarıyla yapan, görev yürüten olmak mümkün değil. Kendimizi eğittiğimiz oranda pratiği başarıyla yapabiliriz Parti de kendine göre bir yaşam tarzı yaratmak olduğuna göre, alternatif bir yaşam tarzını ve bu temelde çalışmayı ifade ettiğine göre sürekli bir kendini eğitme olayı oluyor. Önderlik gerçekliğinin sürekli bir eğitim gerçekliği olduğunu biliyoruz. Kendine has özellikleri olan bir okul. Her şeyi eğitime dayanarak yürüttüğü tartışmasız. Kürdistan gerçeğinde bunların kopmaz bağ içinde olduğu, ne kadar eğitim o kadar doğru yaşam ve başarılı pratik olduğunu, eğitimsiz yaşam ve mücadele adına hiçbir şey yapılamayacağını bilmemiz lazım. "Parti öncülüğü olmadan Kürdistan'da yaprak bile kıpırdamıyor" dedi Önderlik. Parti öncülüğü demek iş yapmaya hazır hale gelmek demektir. Halkın, devrimin, ulusal-demokratik işleri gerçekleştirmeye hazır bir gücü yaratmak demektir. Parti öncülüğü bunu ifade ediyor. Demek ki, eğitim olmadan Kürdistan'da özgürlük adına, mücadele adına hiç bir şey yapamayız. Ancak kendimizi eğittiğimiz oranda bunları yapabilir, dolayısıyla pratikleşebilir, pratikte iş yapıp başarı kazanabilir bir pratik birikim ortaya çıkarabiliriz. Çünkü bunlardan duygu olarak kopuş var. Kültürel soykırım rejiminin, sömürgeci rejimin ve ona teslim olmuş ajan yapının duygu olarak toplumu bu gerçeklikten koparma durumu var. Onun için her şeyden önce yeni bir duygu, ruh hali, moral düzeyine ihtiyaç var. Böyle bir şeyle beslenmeden ne kendini eğitebilir, ne de iş yapabilirsin. Diğer yandan güçlü bir düşünce eğitimine, anlayış kazanmaya ihtiyaç var. Çünkü var olanın, düzenin tersine iş yapacaksın. Ne yapacağına, nasıl yapacağına dair elde hiçbir veri yok. Onu kendin bulacaksın, yaratacaksın. Bunu da kendini eğiterek yapabilirsin. Anlayışını değiştirdiğin, yeterli kıldığın, kendini söz konusu görevleri yapmaya ikna ettiğin ölçüde iş yapabilirsin. Anlayış birliği olmadan ve ikna olmadan iş yapılamaz. Şimdi de onun sancılarını yaşıyoruz. İstediğin kadar görev ve yetki alınsın kendine görelik oluyor. Doğaldır, bir insan kendi bildiğini uygular,

bilmediğini nasıl uygulayacak! Mazlum arkadaş Önderliğe "bunları biz biliyoruz, siz niye yazıyorsunuz ki" demişti; Önderlik "Bildiğimizi yazarız tabi, bilmediğimizi nasıl yazalım" dedi. İnsanlar bildiğini, ikna olduğunu, anladığını uygular. Öyle olmazsa uygulamazlar; emirlerin, talimatların gereği yerine gelmez. Bizde işler emir-talimatla yürümüyor. Kürdistan'ın işleri, Kürt halkının işleri öyle yürümüyor. Kendi pratiğimizden çıkan sonuç olarak ifade edersek Kürdistan'da insanlar ikna olduğu kadar, özümsediği, benimsediği kadar uyguluyor. Benimserlerse de ölümüne uyguluyorlar. Beceriklidirler, başarılı iş yapıyorlar. O konuda kesinlikle "insan yapısı geridir, iş yapamıyor" görüşü kesinlikle doğru değildir. Onlar uydurma, düşman görüşü ve hakaret içeriyor. Ama biz de diyoruz “iş yapamıyoruz, yapılamıyor” diye. Niye yapamıyoruz? Demek ki, ikna olmuyoruz, anlamıyor, benimsemiyoruz. Onun için Önderlik Önderlik gerçekliğinin sürekli pratikte iş yapamayınca, doğru bir eğitim gerçekliği tarz bulamayınca olduğunu biliyoruz. Kendine "inancınızı gözden has özellikleri olan bir okul. geçirin" dedi. Yoksa Her şeyi eğitime dayanarak başka bir yürüttüğü tartışmasız. noksanlıktan Kürdistan gerçeğinde kaynaklanmıyor. bunların kopmaz bağ içinde "Demek ki, tam olduğu, ne kadar eğitim o kendinizi ikna kadar doğru yaşam ve etmemişsiniz. başarılı pratik olduğunu, Amaca tam eğitimsiz yaşam ve bağlanmamışsınız. mücadele adına hiçbir şey Tutku düzeyinde amaç bağlılığınız yapılamayacağını bilmemiz yok" diyordu lazım. Önderlik. İdeolojik eğitimden kasıt aslında ikna yaratmaktır. Devrimin işlerine, devrimci yaşamın, özgürlükçü yaşamın, toplumcu yaşamın güzelliğine kendimizi, çevremizi inandırma, ikna etme işidir. İdeolojik eğitimden başka ne anlıyoruz ki? Çeşitli bilgileri edinmek ideolojik eğitim değildir, onlar teorik bilgi edinmeyi ifade ediyor, ideolojiyle bağı yok. İdeoloji aslında kendini ikna etme işidir. Neye; özgürlükçü yaşama, devrim gerçeğine, öyle bir yaşam için mücadele etmek gerektiğine, o yaşamın yüceliğine ve güzelliğine bağlamak demektir. Bilincin teorik bilgiden farklı olması da bundan kaynaklıdır. Teorik bilgi edinme ayrı bilinç ayrıdır. Bilinç ideoloji ile ilgilidir, diğeri davranış eğitimi, beceri eğitimidir. Bir de yeteneklerimizi başarıyla pratikleşebilir hale getirebilmek, devrimin tarzını, yöntemini kazanabilmek, araçlarını yetkin kullanabilmekle ilgilidir. Propagandaysa, dilimizi yetkin kullanabilmek; savaşsa, askeri-teknik malzemeleri yetkin kullanabilmek; halkla ilişkilerse, halka uygun hitap edebilmek, halk karşısında doğru davranabilmek; yönetimse, insanları görevlendirip yönetebilmenin yol-yöntemini, usulünü, üslubunu 38 Ağustos 2014


Özgür Halk

Tersine düzenin içinde, sistemin içinde de ondan kopmak mümkündür. PKK öyle başladı, hem de sistemin merkezinde, Ankara'da sistem yaşamın ortasında ondan koparak alternatif bir yaşamı yaratmayı bildi. PKK böyle bir hareket.

öğrenebilmek. Bu da beceri eğitimi oluyor. Yetenekleri pratikleştirme, iş ve görev karşısında etkin kullanabilme, görevleri başarmanın araçlarını, yöntemlerini doğru uygulama eğitimi oluyor. Buna da meslek eğitimi, teknik eğitimi, beceri eğitimi diyoruz. Askeri eğitimler dediğimiz eğitimler bu kategoriye giriyor. Basın eğitimi diyoruz, siyasi eğitim diyoruz, örgütsel eğitim, propaganda eğitimi. Bunların hepsi yeteneklerimizi kullanma görevleri başarmak için yöntem ve araçları yetkince kullanmayı öğrenmeyi ifade ediyor. Tarihten çıkartacağımız dersler nelerdir? Mademki Önderlik gerçeği bir eğitim gerçeği, parti hareketimiz bir eğitim hareketi, parti tarihimiz aslında bir eğitim mücadelesi, eğitim çalışması tarihi, o halde bu tarih nasıl gelişti, hangi evrelerden geçti, nelerle, hangi yöntemlerle, araçlarla kendimizi eğittik? Kendimizi doğru yaşar ve parti görevlerini başarıyla yürütür, halkın ve devrimin işlerini başarıyla yürütür hale getirdik. Bu konuda Önderliksel çıkıştan günümüze kadar geçen tarihsel evreyi bilmek lazım. Aslında bir boyutuyla parti tarihi böyle eğitim süreçleri, aşamaları tarihi oluyor. Burada önemli olan şu: Eğitimsiz hiçbir işin olmadığı, her şeyin başında kendini eğitmek, hazırlamak geldiğidir. Bunun için illa bir okul düzeni gerekmiyor ama eğer eğitim duygu, düşünce, beceri de doğru yaşama ve başarılı iş yapma, kendini iş yapmaya hazır hale getirme ise parti görevlerini başarıyla yürütmeye hazırlamak ise o zaman kendini eğitmeden bunları yürütemezsin. İş yapma yetisi kazanmanın hepsine bir eğitim diyebiliriz. PKK’li olmak terk etmeyi gerektiriyor Bu, başlangıçta nasıldı? Önderlik araştırma-incelemeyle, okuyup-tartışmayla işe başladı. Anlama, gözleme, bilgi edinme, onları yorumlama, okuyup inceleyerek doğru bilgilere ulaşma ile kendini eğitti. Bunu bütün kadrolaşmanın temeli yaptı. Bilgi edinme ve bilgiyle bilincini kurma, o bilgiyi ideoloji

39 Ağustos 2014


Özgür Halk bilince dönüştürebilme, bir inanç ve ikna haline getirebilme, teorik, ideolojik eğitim dediğimiz eğitimin kapsamına bunlar giriyor. Baştan itibaren insanların devrim için, parti işleri için çalışır hale gelmesi bunun gerekli olduğuna, böyle yapmanın doğru, yüce olduğuna inandırmak, bunu nasıl yapacağının bilincini edindirmeden geçiyor. İlk eğitimle böyle oldu. PKK çıkışı, sistemden, düzenden kopma ve kendi yaşam ölçü ve özelliklerini yaratma çıkışı oldu. Her şeyden önce alternatif bir yaşam nasıl olacak, sistemden nasıl kopulacak? Sistemin yaşamı ve işlerinden kopmak ciddi bir iştir. Derler ya, sudan çıkmış balık gibi oluyor, insanlar başta öyle bir duruma geliyorlar. Çünkü düzenin ölçü ve özellikleri içerisinden çıkma, ondan kopma ve yeni bir şey içine girene kadar ciddi bir yalnızlaşma, ayrışma yaratıyor. Sistem de kendisine hizmet ettirebilmek için eğitiyor. Ruh, duygu, düşünce, davranış her şeyi şekillendirmek, kendine kazandırmak istiyor. PKK'li olmak, alternatif bir yaşam ve çalışma içine girmek onların hepsinden kopmayı, terk etmeyi gerektiriyor. Bu kopuş sadece dağa gelip gerilla olunca gerçekleşmiyor. Bazıları öyle de sanıyorlar, bu da büyük bir yanılgı. Tersine düzenin içinde, sistemin içinde de ondan kopmak mümkündür. PKK öyle başladı, hem de sistemin merkezinde, Ankara'da sistem yaşamın ortasında ondan koparak alternatif bir yaşamı yaratmayı bildi. PKK böyle bir hareket. Yoksa oradan kaçıp dağlara çıkarak kendisini korudu, ayrı bir yaşama ulaştı dersek PKK tarihini doğru değil yanlış anlamış oluruz. Bu anlamda bir yanılgı sistemden kopabilmek için şehirden, köyden, yaşam ortamından kopmak dağa kaçmak gibi algılanıyor. Bu yanlış, kesinlikle doğru değil. Diğer önemli bir yanılgı; PKK'li olmanın alternatif bir yaşam kazanmak, onun için sistemin verdiği verili yaşam ve çalışmanın hepsinden kopmayı, kesin bir kopuşu içerdiğidir. Öyle kopuş olmadan da PKK'li olunamıyor. Baştan itibaren de alternatif yaşam duruşu olması buradan ileri geliyor. Bu da yeniye göre kendini eğitmeyi gerektiriyor. O halde düzenden öğrenilenler burada çok fazla para etmiyor. Tersine partileşme, devrimcileşmenin önünde engel oluşturuyor. Kendini eğitmenin burada iki boyutu ortaya çıkıyor; eski bildiklerine karşı mücadele etmek, onları mahkum etmek, unutmak ve yenisini öğrenmek. Bir kişi sistem yaşamı içerisine ne kadar çok girmişse o kişinin partileşmesi, PKK yaşamının içine girmesi zor ve zahmetli oluyor. O kadar daha fazla eğitim, iç mücadele, çaba gerekiyor. Düzen etkilerini tümden yıkmayı, aşmayı, gidermeyi gerektiriyor. Diğer yandan onun yerine partiye, Önderlik gerçeğine ait olanları koymayı gerektiriyor. Bu, daha fazla çaba, mücadele gerektiriyor. Bir kişi ne kadar fazla kapitalist modernite etkisine girerse PKK'lileşmeye yaklaşmış değil, tersine uzaklaşmıştır. Bu biçimiyle de PKK reel sosyalizmden ayrılıyor. Reel sosyalizm ölçüleri neydi;

kapitalizmde ne kadar çok ilerlersen sosyalizmin temelleri o kadar çok gelişir. Tersi olduğu ortaya çıktı. Bu görüş pratikte doğrulanmadı. Yanlış bir görüş olduğu açığa çıktı. PKK de başta öyle bir ortamdan çıktı, ama giderek kendisini doğru bir ölçüye, rotaya oturttu. Onun için PKK eğitimi için düzen eğitiminden, yaşamından geçmenin gerekmediği, tersine öyle bir eğitimin daha zor olduğu, daha fazla mücadele istediği, düzen eğitiminden bir kişi ne kadar uzak olursa PKK eğitimini almaya o kadar açık ve yatkın olduğunu tarihsel süreç, gelişme bize gösterdi. Eğitim olarak önemli aşamalardan da geçtik. Böyle doğmadık. Hep bir eğitim hareketi olduk, ama eğitim yaklaşımı, tarzı, biçimi hep aynı olmadı. Farklı stratejik dönemlerin eğitimlerinin içeriği de farklı oldu, hedefleri de farklı oldu, araçları, yöntemleri de farklı oldu. Örneğin ideoloji dönemin eğitimlerinin amacı yeni bilinci edinmek, kendini ikna etmek, o bilinci propagandayla başkalarına taşırır hale gelmek, o bilincin gerektirdiği yaşam ölçülerine girmekti. Bunun yolu yöntemi daha fazla teorik, daha çok ideoloji eğitim oldu. Araçları, yöntemleri okuyup-incelemeydi, araştırmaydı. Bunu bireysel ve grupsal düzeyde yapmaydı. Bunları tartışma ortamlarında, seminerlerde, grup eğitimleriyle evlerde yaptı, kütüphanelerde, yurtlarda, okullarda, derneklerde yaptı. En temel olanı evlerdeki grup eğitimiydi. Böylece yaşam iki boyuta indi; bir, kendini eğitip hazırlama, iki, çalışma, mücadele etme, propaganda etme, gençlik mücadelesi veya farklı mücadelelere farklı düzeyde katılma. PKK'de 24 saat profesyonel devrimcilik ilk günden beri esastır Yaşam ortamı bunların 24 saat yapıldığı ortam oldu. Önderlik geçen yıl "24 saat gerillacılık" dedi, arkadaşlar yeni bir şey söylüyor gibi öne çıktı. PKK ilk çıktığı günden beri 24 saat devrimcilik üzerinden çıkış yapmış bir harekettir. Önderlik gerçeği buydu, partileşmesi böyleydi. Gerilla her zaman 24 saat mücadele halinde oldu, ama Önderlik gördü ki, ortaya çıkan gelişmeler, ateşkes ortamları, mevcut üstlenmelere dayanınca 24 saat mücadele konumunda kalınmıyor, gevşeme oluyor, farklı duruşlar ortaya çıkıyor. Bu kaybettiriyor, kazanma imkanlarını ortadan kaldırdığı gibi düşman saldırıları karşısında da kaybetmeye yol açıyor. Onu önlemek için bir kere daha uyardı. Yoksa daha başlangıçta Önderliksel duruş, ilk gruplaşma 24 saat profesyonel devrimcilik üzerinedir. PKK bu anlamda da diğer örgütlenmelerden farklıdır. Bu boyutuyla reel sosyalizmden ilk günden koptu. Yine diğer Kürt hareketlerinden ilk çıkışta koptu. Onlar gibi hiç olmadı. Eski devletçi paradigma altında mücadele yürütürken de, örgütlenirken de böyle yürüttü. Kendine göre de bir ölçü geliştirdi. Bu günümüzde de devam ediyor. PKK'nin her şeyi değişmedi. 24 saat profesyonel 40 Ağustos 2014


Özgür Halk devrimcilik ilk günden beri esastır, bugün de geçerli olan odur. Dikkat edelim, ondan uzaklaştıkça işleri doğru yürütür olmaktan koptuk, başarılı iş yapamaz hale geldik. Demek ki, PKK'de ne değişiyor, ne değişmiyor onu da iyi anlamamız lazım. Hep değişimden, dönüşümden, yenilenmeden söz ediyoruz. Tasfiyeciler bunu partinin ölçülerinin, özünün değişmesi olarak gündeme getirdiler. Öyle anlamamak gerekiyor. Değişenleri var, değişmeyenleri var. Baştan itibaren değişmeyen, daha çok kökleşen, sistemleşenleri var, ama rolünü doldurup eskiyen veya yanlışlığı ortaya çıkıp değiştirilmesi gerekenler var. Değişimi tek boyutlu anlamak kesinlikle doğru değil. Tasfiyeciliğin yaptığının da doğru anlaşılması gerekiyor. Gelişip, güçlendirilmesi gerekenleri, yok edilmesi gerekenler olarak ortaya koydu. Tersyüz etti. İlk dönemin, 1'inci Stratejik Dönemin eğitimleri gurup eğitimleriydi, okuyup-tartışma üzerineydi. Bunu çok fazla yapıyorduk. Öyle ki, neredeyse teoriyi ezberler düzeyde eğitim vardı. İkna olma, pratikle çok bağdaştırılamadığı için, ne kadar çok teorik düşünce ezberlenirse ancak o kadar ikna olma, ona bağlanma gerçekleşiyordu. Bize ait özgün olarak bilgi yoktu. Hep insanlığın, ezilenlerin, dünya genelindeki mücadele tecrübelerinden öğrenmeyi ifade ediyordu. Başta reel sosyalizm olmak üzere, ulusal kurtuluş hareketleri, tüm özgürlük hareketlerinin deneyimleri ve ortaya çıkardıkları teorik bilgiler PKK için kendini eğitmenin araçlarıydı. Bilgi miraslarıydı. Onlar olmasaydı veya onları esas almasaydık kendini eğitecek, inandıracak, ikna edecek, yeni bir yaşam arayışına itecek başka bir şey bulamazdı. Bunun için bu tür tecrübe birikiminden öğrenmek, onları ifade eden kitapları okumak, grup olarak okuyup incelemek, tartışmak temel kendini eğitme yöntemiydi. Bunlar her alanda oldu, uygulandı. Öyle ki, kendini eğitmeden PKK yaşamına katılınamazdı. Önemli olan bir husus budur. Çünkü alternatif bir yaşam öğreneceksin, kendine göre yaratamazsın ki! Bir de diğer yaşamdan kopacaksın, yeni yaşamı uygular hale geleceksin! Bu da ancak kendini eğiterek olur. Çalışma, iş yapmadan önce onu yapar hale gelmek, kendini eğitmek, doğru yaşayan ve iş yapan hale kendini getirerek pratiğe katılmak esas oldu. Türkiye metropollerinde oldu, Kürdistan kentlerinde bu oldu. Kadronun kaldığı her ev bir parti okuluydu Partileşmeye giden süreçte yüzlerce parti okulu vardı. Her yerde kadroların kaldığı evler onların okullarıydı. Yaşam ve eğitim ortaktı. Yine de öyle olmak durumunda. PKK'nin çıkışında bu var. Yaşam yeri ayrı, eğitim yeri ayrı PKK'de yoktur. Yaşamı yaratmayla iş yapar hale gelme arasında hep bağ vardı. PKK bu bağı diyalektik olarak hep kurdu. 24 saat profesyonel devrimcilik yaşamda ve çalışmada gerçekleşti. Böylece yeni bir duruş, çalışma ahlakı, tarzı ortaya çıktı. Yeni bir eğitim tarzı da ortaya çıktı. Diğer 41 Ağustos 2014

yerlerdeki gibi hep okul düzeni, imkana dayalı eğitim olmadı. Bir küçük bilgiyi bulmak için araştırdı, yorumlayarak bilgiler açığa çıkardı. Doğruluğuna inandığı kitaplardaki bilgileri edinmek için yoğun bir okuma, inceleme, tartışma yürüttü. Böyle partileşildi. Şimdi parti okulları oluşmuş diyoruz, öyle değil tabi. PKK her zaman eğitim halindeydi. 1978, 1979'da partileşme süreci, bir boyutu pratik mücadele yürütürken, diğer boyutu eğitimdi. Eğitim daha fazlaydı. Eğitim de bir mücadeleydi, ideolojik mücadeleydi, kendini değiştirme-dönüştürme mücadelesiydi. Düzenden koparak Önderlik gerçeğini, çizgisini anlama, özümseme ve ona o temelde yaşamı yaratma mücadelesiydi. Bu da büyük bir çabayı, mücadeleyi gerektiriyordu; öyle bir anda, bir söz söylemekle gerçekleşmiyordu. Eğitim kişilik devrimi yapma işidir İkinci partileşme döneminin, gerilla döneminin eğitimine bununla birlikte askeri eğitim eklendi. Askeri eğitimin örgütsel boyutu var, tarz, teknik, taktik, komuta boyutları var. Bütün bunların hepsi ekledi, 79'dan itibaren, Siverek direnişiyle birlikte ve yurtdışına çıkışla birlikte, FilistinLübnan hattındaki hazırlık süreci ile birlikte ideolojik askeri eğitimlerin birlikte görüldüğü, iç içe geçtiği eğitim okulları, sistemleri gelişti. Bunlara askeri kamp düzeni denildi. Oradan birlikler çıktı, birlikler bunu yapar hale geldi. Bu düzen giderek askeri akademilerin kurulmasına gitti. 86-87 kışında 3. Kongre ardından 1987 gerilla hamlesini başlatmak üzere Mahsum Korkmaz Akademisi (MKA) önderlik sahasında kuruldu. Bir Önderlik Okulu olarak kuruldu. 87'den 92'ye kadar hem teorik-ideolojik eğitimler hem de askeri eğitimler böyle bir akademik düzende doğrudan Önderlik yönetimi altında gerçekleştirildi. Önemli bir okul düzenine geçişti. Bu düzeyde askeri eğitim, kamp o zaman mı ortaya çıktı, yok, 79'dan itibaren LübnanFilistin sahasında gerilla duruşu ve eğitimi esas olarak böyleydi. Fakat kamplar düzenindeydi, değişkendi. Bir biçimi, sistemi ve sürekliliği yoktu. 86-87 kışından itibaren MKA'nin kuruluşuyla gerçekleşen buna bir düzen, sistem verme, kamp düzeninden okul düzenine geçme ve bunu sürekli kılma oldu. Onun eğitimi, ideolojik eğitimle askeri eğitim arasında amaç itibariyle aslında fark yoktur. Kişilik yaratma işi, kişilik devrimi yaratma, kişiliğe özellik kazandırma, kişiliği değiştirme işidir. Birisi ikna ederek, anlayış vererek davranış değişikliğine yol açıyor, birisi davranışları değiştirerek anlayış değişimine yol açıyor. Yani, çıkış noktaları farklı, ama ikisinin de amacı kişilik devrimi yaptırmaktır. Tabi askeri eğitimin teknik bilinç kazandırma boyutu da var, becerileri işletme boyutu da var. Ama ideolojik boyutları ortaktır. Askeri eğitimle ideolojik eğitimi bir birinden kopuk ele almamak gerekli. Çıkış noktaları, yöntemleri farklı olsa da yaratmayı hedefledikleri benzerdir.


Özgür Halk 92'den itibaren düşman saldırıları sonucunda MKA kapatılıp, iş yapamaz hale gelince eğitim çalışmalarında farklı arayışlar gündeme geldi. Önderlik 93-94 kışından itibaren Parti Merkez Okulu'nu örgütledi. Askeri boyutu, pratik boyutu olmayan, ama askeri eğitimleri de teorik düzeyde görmeyi öngören okul düzeyiydi. 93-94 kışından 98 Ekimi’ne kadar da böyle bir okul sisteminde çalıştı, mücadele etti. Eğitimleri yürüttü. Teorik düzeyde mücadelenin, hareketin sorunlarını çözdü. İnsanları anlayış düzeyinde, zihniyet düzeyinde devrim görevlerini yerine getirebilir, başarabilir hale getirdi. O temelde kadro, komuta eğitimi yaptı, yürüttü. Büyük katkıları oldu o eğitimin de. Ama pratik tarz kazandırma, üslup, tempo kazandırmada yeterli olmadı. Bunları tamamlamak üzere Kürdistan'da askeri okullar, yeni savaşçı temel eğitim alanları açılmaya çalışıldı. Kamplar eğitim alanı olarak kullanıyordu, birlik düzeyinde eğitimler yapılıyordu. Yeni savaşçı katılanların eğitimleri yapılıyordu. İmkan olduğu ölçüde bu yapılıyordu. 93'ten sonra Botan'da, Behdinan'da ve diğer yerlerde kısmen Önderliğin sahasında yapılamayan, MKA'nin kapatılmasıyla yapılamayan eğitimlerin yapılması yönünde girişimler, kamp düzeni, okul oluşturmalar oldu. Bazı yerlerde okullar açılabildi. Bir süre devam ettiler. Bazı yerlerde kamplar oldu. Süreklilik arz eden, birçok devreyi peş peşe gören bir düzen değil de bir eğitim devresi için örgütlenmiş yer, sistem kast ediliyor. Okul ise peş peşe devam eden farklı eğitim devrelerinin görüldüğü bir eğitim sistemi. Böyle tanımlayabiliriz,

aralarındaki fark o. Okul eğitim üzeni olmasa parti ayakta kalmaz Bizde kamp düzeni, birlik düzeni hep oldu. En azından askeri eğitim kesilmedi. Azalsa da çetecilik tarafından sabote edilse de yine de en azından kış dönemlerinde birlik eğitimleri ya da kamp eğitimleri görüldü. Bunlar olmasa hareket yürümezdi. Kış eğitiliyor, ancak yazın iş yapabiliyor. Kış eğitimleri, dönemsel eğitimler veya zaman yaratılıp eğitimler yürütmesek başarı sağlamamızın, mücadelede süreklilik sağlamamızın imkanı olmuyor. Komplodan sonra Önderlik eğitimi ortadan kalkınca, aynı şeyi yürütmek üzere dağda benzeri sistemler geliştirilmeye çalışıldı. Çünkü şu açığa çıkmıştı; okul eğitim düzeni olmasa parti ayakta kalamaz, mücadele yürütülemez. Yeterli, yetersiz ama mutlaka eğitim, onun içinde okul düzeni gerekli. Bu temelde, komplodan sonra 99'dan sonra kadro okulu sistemi geliştirildi. Ana karargah askeri eğitimler yürüttü. 2001'den itibaren de şimdi Mazlum Doğan Parti Merkez Okulu diye tanımladığımız okul, eğitim düzeni oluşturuldu ve o günden bugüne eğitimi sürdürüyor. 2001'den itibaren 7. Kongre sonuçları temelinde yeniden yapılanmayla farklı eğitim sistemleri geliştirildi. Zaten 1990 ortasından itibaren, YAJK kuruluşuyla birlikte kadın özgün eğitimi ideolojik ve askeri düzeyde okul düzeninde sürüyordu. 2001'den itibaren ise askeri eğitimle ideolojik eğitimler biraz birbirinden ayrıştırıldı. Diğer çalışmalar, basın, sanat-edebiyat, kitle

42 Ağustos 2014


Özgür Halk çalışmaları, siyasi-sosyal çalışmalar için kendi özgünlüklerinde kadroları hazırlayan, iş yapabilir hale getirmeyi amaçlayan eğitim sistemleri, okulları oluşturuldu. Merkezinde kadro okulu oldu, ama mesleki eğitimlerle de birleşen ideolojik eğitimi onunla da birleştiren yoğunlaşma düzeninde, okul düzeninde eğitim sistemleri farklı çalışma alanlarında geliştirildi. 99-2000 bir geçiş dönemiydi. 2001'den itibaren daha geniş bir örgütsel sistem, bugünün sisteminin temellerini oluşturan bir eğitim sistemi geliştirildi. Bugün daha da geliştirilmiş olan sistem bu. 2004'ten itibaren Ocak sisteme eklendi. 2001 AİHM Savunmasıyla birlikte, PKK'nin adının da değiştirilebileceği biçiminde Önderliğin belirlemeleri çerçevesinde, 2002 Nisanı’nda gerçekleşen 8. Kongre PKK adını değiştirdi. 2004'e kadar böyle geçti, KADEK adıyla. Sonra KongraGel adıyla çalışmalar yürütüldü. 2004 baharından itibaren paradigma değişimine dayalı olarak ki Önderlik o döneme ‘ideolojik bunalım dönemi’ dedi, yeni bir ideolojik netleşmenin ortaya çıkışı ardından, PKK'nin yeni paradigma temelinde yeniden inşası gündeme geldi. Bu da PKK'nin yeniden inşasını gerçekleştirmek üzere yeni bir eğitim sistemi, yeni bir okula ihtiyaç gösterdi. Ocak da bu temelde gündeme geldi. Aslında diğer okulların hepsi parti çizgisinde eğitim yapan okullardı, ama Ocak yeniden inşa, onu ifade eden yeniden yapılanma okulu olarak gündeme geldi. Bir parti okulu oldu. Yeniden partileşme sorunlarını tartışarak, onu yürüten kadroları yetiştiren okul. Okul düzeninde geniş eğitimlerimiz var. Eğitim araç ve yöntemlerinde değişiklik oldu. Fakat şu gerçek devam ediyor: Ne kadar eğitim olursa o kadar pratikleşme, iş yapma gücü, imkanı kazanılıyor. Bu başta da böyleydi şimdi de böyle. Daha çok profesyonellik oldu. Eğitim sistemimiz daha fazla içerik kazandı. Tarz bakımından, program bakımından yeni durumlar kazandı bu değişim süreci açısından. Fakat hedef değişmedi, eğitimin anlamı ve önemi değişmedi. Hatta mücadele büyüdükçe ve çok yönlü hale geldikçe eğitime daha fazla oldu. Eğitimin anlamı ve önemi daha çok arttı. Kendimizi eğittiğimiz oranda büyüyen, gelişen ve çeşitleyen devrim görevlerini yapabilir hale geldik, geliyoruz. Eğitimdeki bu kadar büyüme, profesyonelleşme biraz da devrim görevlerindeki büyüme ve çeşitlenmeyle bağlantılıdır. Tasfiyecilik başta eğitim sistemini tasfiye etmek istedi Başlangıçtaki evlerde grupların kitap okuması ve tartışması biçimindeki eğitim, 12 Eylül faşizmine karşı 15 Ağustos Atılımı sürecinde kamplarda, birlikler düzeninde ve giderek MKA'inde süren eğitim, 93'ten sonra 3. Stratejik Dönemde ideolojik askeri eğitimlerin biraz daha farklılaştığı, ayrıştığı, okul sisteminde çok yönlülüğün, çeşitlenmenin geliştiği bir döneme evrildi. Komplo ardından ise değişim ve yeniden yapılanma temelinde daha da fazla ayrışma, çeşitlenme ve sistemleşmeyi yaşadı. Okul düzeni buna göre değişti. 43 Ağustos 2014

Tasfiyecilik, başta bu okul düzenini tasfiye etmek, darbe vurmak istedi. Eğitimi kendisi için en büyük engel gördü. Okul düzenlerini ortadan kaldırmaya büyük çaba gösterdi. Yapamadıysa eğitimi dejenere etmeye, özünü boşaltmaya çalıştı. Aslında tasfiyeciliğe karşı durulabildiyse bunda iki etkenden söz edilebilir; başta Önderlik tasfiyeciliği tasfiye etti. Ama Önderliği bu biçimde takip eden kadronun var olması aslında eğitimin sürekliliğine, kadro eğitim düzeninin yarattığı sonuçlara bağlı oldu. Bunu hiç göz ardı etmemek lazım. Tasfiyecilik en büyük tehlike olarak eğitim sistemini görüp, bu sistemi 2002 başından itibaren kaldırmak, yok etmek için büyük çaba harcadı. Tümden kaldıramadı, başarılı olamadı ama eğitim sisteminde epeyce liberalize olma, dejenere olma da geliştirdi. Sistem laçkalaştı, ciddiyeti azaldı, örgütsel ve çalışma disiplini azaldı. 2003'ten 2006 sonrasına kadar böyle bir zarar görme, sarsıntı yaşandı. Eğitim yönetimine önem vermeme, eğitimde disipline, düzene önem vermeme, anlayış birliği yaratmaya önem vermeme, ideolojik çizgi mücadelesini eğitim ortamından çıkarma ve böylece eğitimin özünden boşaltma yaklaşımları oldu. Bu etkilenmeden kurtulmak için de belli bir çaba yürütüldü. Zihniyet, sistem düzeyinde çok fazla bozdu, değiştirdi. Önderliğin öngördüğü değişimi çok fazla tersyüz etti. O bakımdan yeniden düzen kazanmak, sistem kazanmak zor oldu. Hala da eğitimlerin yeterince sonuç verememesinde tasfiyeciliğin etkilerinin devam etmesi rol oynuyor. Bütün eksikliklerine rağmen yine de parti olma ve ayakta kalma bu eğitim düzenine bağlı. Ama böyledir diye, "eğitim sisteminin eleştirilecek, düzeltilecek yanı yoktur, en iyisine ulaşmışız, işler mükemmel yürüyor" diyemeyiz. Nicelik olarak azdır. Birçok alanda eğitimler sürmüyor. Mesela bundan dolayı Önderlik o kadar Bakur'u eleştirdi, "niye akademiler yok" diye. Nicelik bakımından sorunlar var, esas itibariyle de nitelik bakımından sorunlar var. Eğitim dönemin istediği kadroyu yetiştirirse başarılı olur. Mevcut eğitimlerimiz göreve ne kadar hazırlıyor, başarısı ona bağlı. Eğitim sistemimizin, tarzımızın da kadro sorunlarını çözme partiyi önderliğin istediği seferberlik düzeyinde çalışan, her yerde pratiğe seferber olan bir güç haline gelmekte zayıf bırakan sonuçlarda eğitimin de payı var. Bu temelde eğitim sistemimizin de eleştirilmeye, tartışılmaya, düzeltilmeye ihtiyacı var. Her düzeydeki eğitimler için bu geçerlidir. Bütün eğitim sistemlerimizi, tarzımızı sürekli gözden geçirmemiz, eleştirel bir yaklaşımla ele almamız gerekiyor. Bir küçük ev-grup çalışmasından yüzlerce okulun, akademinin eğitim yaptığı düzeye gelmek büyük bir gelişme. Bunu görmek, inkarcı olmamak lazım. Ama bu böyledir diye, bunun üzerine yatıp, "işler mükemmel yürüyor" diyerek var olana razı olmak, bunu esas almak da kesinlikle doğru değil. İnkarcılık ne kadar yanlışsa, bu biçimde işin üzerine yatmak da o kadar yanlıştır.


Özgür Halk

Kürdistan Tarihi -1.BölümRıza Altun

Başkaları için çok normal olan hususlar dili, kültürü kabul edilmeyen, her konuda inkâr ile karşı karşıya kalan Kürt halkı için anormal bir durumdur. Onun için Kürtleri, Kürt dilinin varlığını, yaşadığı tarihsel kesitleri kanıtlamak, o tarihsel kesitler içerisinde sosyal, kültürel, ekonomik yine çevresiyle olan ilişkilerini, Kürdistan toprakları üzerinde yaşananların etkilerini ve sonuçlarını bütün olarak ortaya koymak büyük önem taşır. Diğer yandan Ortadoğu’nun oluşumunu bilmeden de Kürdistan’ın siyasal çözümünü gündemleştiremeyiz. Kürtlerdeki sosyal ve tarihsel gelişimi bilmeden, bugünkü sınıfların politik düzeylerini ortaya koyamayız. Bunları iyi bildiğimiz zaman bir değer biçebiliriz. Aksi takdirde sadece güncel duruma göre değerlendirme yapılır ki o da büyük ölçüde yanılgılara götürür. Yine Kürdistan’ın sosyal ve siyasal gelişimine baktığımız zaman, Kürt milliyetçiliğinin tarihsel olarak oynamış olduğu rol, korkunç derecede ihanet ve işbirlikçilik içerir. Tarihsel olarak işlemiş olduğu işbirlikçi, ihanetçi rolü, bugün böyle duruş ile ifade etmesinin nedenleri anlaşılmazsa, tanımlanmasında bir hataya düşülürse, bu büyük bir kaos ve sapma durumunu ortaya çıkarır. Kürt ve Kürdistan kelimelerinin ortaya çıkışı Kürt ve Kürdistan kelimelerinin neolitikten kalma oldukları, Kürtlerin atalarının ise daha o döneme dayandığı bir

gerçektir. Esas olarak halkların ayrışması belli bir tarihsel süreçten sonradır. İlk toplulukların oluşması ile birlikte farklılıklar ortaya çıkmıyor. Toplulukların ilk ortaya çıkmasından uzun bir zaman sonra klan, kabile ve aşiretler ayrışıyor. Klan, kabile ve aşiret farklılaşmasıyla birlikte halkların farklılaşması gelişiyor. Bunların yaşamış olduğu toprakların farklılığından ülkeler ortaya çıkmaya başlıyor. Klan ve kabilelerin göçer karakterleri, vatan edinmeyi, farklılık oluşturmayı elverişli kılmıyor. Neolitik dönemin anaerkil aşamasında farklı halklar, farklı ülkeler biçiminde tanımlayabileceğimiz bir ayrışma yoktur. Bu klan ve kabilelerin aşiret sistemine geçişiyle başlayan farklılaşma ile ortaya çıkıyor. Bir anlamda da yerleşik sisteme geçiş ile birlikte ortaya çıkıyor. Halk ve ülke ayrışması bu temelde şekilleniyor. Aslında bu konuda da ilk dönemlerde aşırı bir belirginlik yoktur. Uzun bir tarihsel dönemi düşünmek gerekir. Birçok halk tarihsel süreç içerisinde doğmuş ya da çok farklı değişim ve dönüşümler yaşadığı evreler ile günümüze gelmiştir. Aynı şeyi Kürtler için de söyleyebiliriz. Ama genel araştırmalardan hareketle Kürtlerin Mezopotamya’daki farklılaşması Sümerler dönemine dayanır. Bugünkü Kürtlerin ataları olarak tanımlanan bazı halkların varlığını ve onların o zamanki egemen Sümerler tarafından tanımlanma biçimlerini değerlendirdiğimizde Kürtlerin kökenlerini buraya kadar indirgeyebiliriz. Sümerlerin bu halklar için kullandığı isimlendirme “Kurti”dir. Kurti kelimesi 44 Ağustos 2014


Özgür Halk bizim bugünkü Kürdistan’ın, Kürdistan gerçeğinin tarihteki ilk başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir. Sümer dilinde “Kur” dağ anlamında kullanılmakta, “Ti” ise aidiyet ifade etmektedir. Şöyle bir sonuç ortaya çıkarabiliriz: “Dağlı halk” Anlamı budur. Sümerlerin yaşadıkları coğrafya açısından kastettikleri ve “Kurti” ismini verdikleri halkın Kürtler olması ihtimali oldukça büyüktür. Dağlık alanlar Mezopotamya’da daha çok Kürtlerin yaşadığı bölgeye tekabül etmektedir. Eğer Sümerlerde “Kur” dağ anlamına geliyorsa, “Ti” ekiyle birlikte Dağlılar, Dağlı Halk anlamına gelmektedir. Bugünkü Kürtler anlamındadır. Bu adlandırma ilk defa Sümerlerce kullanılmıştır. M.Ö. 3000 yıllarında Dağlı Halk biçiminde bir tanımlama ile karşı karşıyayız. Aşağı Mezopotamya’da Mısır ve Sümerlerin yerleşik durumları ile Kürtlerin ataları olan Hurilerin dağlık

ortak yanları varsa da, bugünkü anlamda da “Gond” köy, “Van” eki ise köylülerin ülkesi, köylülerin vatanı ya da köylülerin olduğu coğrafya anlamına geliyor. M.Ö. 3000 ve 1000 yılları arasında “Kurti” ve “Gondvana” kelimelerinden hareketle Kürtlerin yavaş yavaş belirginleştiğini söyleyebiliriz. Daha sonraki süreçlerde Asuriler’de de Kürtler ile ilgili bazı belirlemeler görülüyor. Botan’da kurulan Nairi aşiret federasyonları şeklindeki bir örgütlenme, daha çok Kürtlere tekabül ediyor. Nairi kelimesi daha çok Asurlular tarafından kullanılan, Botan’da kurulan aşiret federasyonlarını anlatan bir kelimedir. Nairi, “Nehirler ülkesi” anlamına geliyor. Bugünkü Botan’ı kapsayan aşiretler federasyonudur. Dicle ile Fırat arasında, yani Botan’da kurulmuş bir aşiret federasyondur. Asurlar dönemine indirgediğinde de, Kürtlerin ataları

Kürdistan gerçeğinin tarihteki ilk başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir. Sümer dilinde “Kur” dağ anlamında kullanılmakta, “Ti” ise aidiyet ifade etmektedir. Şöyle bir sonuç ortaya çıkarabiliriz: “Dağlı halk” Anlamı budur. Sümerlerin yaşadıkları coğrafya açısından kastettikleri ve “Kurti” ismini verdikleri halkın Kürtler olması ihtimali oldukça büyüktür.

kesimdeki üsleniş biçimlerine baktığımız zaman ve bunların ilişki ve çelişkilerine baktığımız zaman bu, oldukça isabetli bir tespit olmaktadır. Çünkü o dönemde Aşağı Mezopotamya daha çok düzlük ve uygarlığın geliştiği bir yer; Yukarı Mezopotamya ise daha çok küçük tarımın, yerleşik yaşam ve çobanlığın geliştiği yerdir. Bunların kendi aralarındaki çatışma ve çelişkilerine baktığımız zaman Sümerlerin bunlar ile ilgili bazı tespitlerde bulunması kaçınılmaz oluyor. Çünkü Sümerler daha çok maden, kereste ve ağaca ihtiyaç duyuyor ve bu da daha çok Hurrilerin memleketi olan dağlı kesimde var. Hurriler ise daha çok uygarlığı merak ediyor. Aşağı Mezopotamya’ya eğilimleri vardır. Bunun için aralarında belli çatışmalar yaşanıyor. Buradan hareket ettiğimiz zaman şunu söyleyebiliriz: M.Ö. 3000 yıllarında Sümerlerin kullanmış oldukları “Kurti” kelimesi, Kürtlerin ataları için söylenmiştir. Bununla birlikte Kürtler için başka adlandırmalarda vardır. M.Ö. 1000 yıllarında Luwilerin, Kürtler için “Gondvana” ismini kullandıklarını görüyoruz. Kürtçe’de “Gond” köy anlamına geliyor. “Van” ise sonuna geldiği kavramı çoğaltan bir ek. Gondvana kavramı “Köylüler” anlamına geliyor. Sümerlerin 3000 yılında, Luwilerin ise 1000 yıllarında kullanmış oldukları kelimeler büyük bir ihtimalle Kürtleri ifade ediyor. Kürtçenin her ne kadar bazı diller ile 45 Ağustos 2014

olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kürdistan olgusunu üçüncü olarak Nairiler’de görebiliyoruz. Nairilerin M.Ö. 1300–600 yılları arasında yaşadığı düşünülürse, Sümerlerden yani M.Ö. 3000’den 600 yılına kadar Kürtlerin isimsel olarak ortaya çıkışını üç farklı noktada insan rahatlıkla görebilir. Birincisi, Sümerler’de “Kürtiler”; ikincisi, Luwiler’de “Gondvana”, üçüncüsü, Dicle ve Fırat arasında kurulan Nairi Aşiret Federasyonunun Kürt geçmişi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Birebir bu böyledir yaklaşımından ziyade, bugüne kadar yapılan bütün arkeolojik araştırmalar, ortaya çıkan gerçekler, çözülen Sümer ve Asur kitabelerine bakıldığı zaman ortaya çıkan bu oluyor. Bunları Kürtlerin ataları olarak kabul etmek durumundayız. Kurtileri, Hurrileri, Nairileri Kürtlerin ataları olarak kabul etmek durumundayız. Bir anlamda Urartular da bu ölçülere indirgenebilir. “Ur” kökenli bütün kelimelerin Sümer kökenli olduğunu düşündüğümüz zaman demek ki, Urartular da Sümerler tarafından kullanılan bir söz olabilir. M.Ö. 3000 yıllarında ilk “Kurti” kelimesini kullanmışlardır, ama Urartu’nun tarih sahnesine çıkış tarihine baktığımız zaman, Urartu, Sümerler tarafından kurulmuş olabilir. Urartu bugün Van’da kurulan bir uygarlıktır. Kürdistan toprakları


Özgür Halk içerisinde kurulmuş olan bir uygarlıktır. Kürdistan’da yaşamış farklı halkların sürekli iç içe girerek ve bazılarının tasfiye edilerek ortadan kaldırılması, söylediğimiz gerçeği değiştirmiyor. Saf Kürtleşme ancak daha sonraki olguların ortaya çıkması ile netleşebilir. O zaman Urartu kelimesini de aynı çerçevede değerlendirebiliriz. Yine M.Ö. 250 ve M.S 100 yıllarında Helenlerin Anadolu ve Mezopotamya üzerinde hegemonya dönemleri var. Bu dönem içerisinde Helenlerin Kürtler için yapmış oldukları bazı tespitleri var. Bugün bile Kürdistan’da Helen ve Greklerden kalma isimler var. Biz onların söylediklerini elbette dikkate almak durumundayız. Helenler döneminde kurulan medeniyetler var. Urfa’da, bugünkü Suriye’de, Adıyaman’da kurulan uygarlıklar var. Bu uygarlıklar dönemi içerisinde Adıyaman-Samsat’ta “Komagene” diye bir devlet modeli ya da daha esnek, aşiret konfederasyonlarına tekabül eden bir örgütlenme söz konusu. Komagenelerin de Kürt olduğunu insan rahatlıkla söyleyebilir. Hem isim itibarı ile hem de içerisinde yaşamış olduğu tarihsel koşullar, örgütlenmeler açısından baktığımız zaman Komagenelerin de Kürt olduğunu söyleyebiliriz. Kom “topluluk”, “zom” anlamına geliyor; “Gen” ise Yunanca da, Helence de “soy” anlamına geliyor. Komünal yaşama, zom yaşamına dayalı bir soy anlamında kullanılmıştır. Merkez olarak da bugünkü Adıyaman-Samsat civarıdır. Bunlarında Kürt kökenli olması kadar doğal bir şey yok. M.Ö. 250 ile M.S. 100 yıllarında yaşayan Komagene halkının da Kürt olma ihtimali oldukça yüksektir. Bu, daha çok ilkçağ ve köleci dönemde ortaya çıkan bir durumdur. Ortaçağa geçtiğimiz zaman, Arapların ve İslamiyet’in hakim olduğu dönemlerde de Kürtler ile ilgili bazı tespitler var. “VêlatîEkrat” yani “Kürtlerin ülkesi, Kürtlerin toprağı” anlamına geliyor. Araplar Kürtlerle ilgili ilk adlandırma olarak bunu kullanıyorlar. İslamiyet’in giderek Ortadoğu’da yayılması ile birlikte bölgeye gelen ve Farsça konuşan Selçuklular tarihte ilk defa Kürt kelimesini kullanmışlardır. Tarihte ilk defa “Kürt” ve “Kürdistan” kelimelerini İran’da yaşayan ve Farsça konuşan Selçuklu yetkilileri dile getiriyor. Daha önce Kürtler ve yaşadıkları yerler için kullanılan adlandırmalar değişikliklere uğruyor ama Selçuklulardan sonra “Kürt” ve “Kürdistan” kavramları değişikliğe uğramıyor. Gerek yerel düzeyde Kürtler tarafından gerekse de Kürdistan’ı işgal ve istila eden güçler tarafından kullanımı giderek resmiyet kazanıyor. İran Selçukluları tarafından kullanılan Kürt ve Kürdistan kavramları daha sonra Osmanlılar tarafından da kullanılıyor. Başlangıç olarak Yavuz’u, 1514’lü yılları, Çaldıran savaşını esas alırsak Yavuz Sultan Selim dönemi başta olmak üzere Kürt ve Kürdistan kelimeleri Osmanlılar tarafından yoğunca kullanılıyor. Yavuz Sultan Selim’in Kürdistan’da yerel güçler ile yaptığı ittifak temelinde Çaldıran savaşıyla Sefavileri yenmesi dönemine dikkat ettiğimizde Yavuz zamanında en çok kullanılan kavramlar oluyor ve aynı zamanda resmi belgelere de geçiyor. Yavuz Sultan Selim

Kürt beylerine yazdığı mektuplarda Kürt ve Kürdistan kelimelerini kullanıyor. Resmi yazışmalarda Kürt ve Kürdistan kavramları yer alıyor. Osmanlı devletinde Yavuz’dan sonra da Kürt ve Kürdistan kelimeleri kullanılmıştır. Kürt ve Kürdistan kelimeleri 1848 ve 1867 Arazi Kanunnamelerinde resmi olarak devlet kayıtlarına geçmiştir. Bu dönem, Osmanlı devletinin büyük bir değişime ihtiyaç duyduğu bir dönemdir. Meşrutiyetin, Batılılaşma arayışının olduğu bir dönemdir. Bu dönemde büyük arayışlar vardır. Bu arayışlar içerisinde Kürt ve Kürdistan kelimeleri Arazi Kanunnamesi’nde yasalar düzeyinde kullanılmıştır. Aynı durumu 1900’lü yıllarda, Abdülhamit döneminde yine Meşrutiyet döneminde de görürüz. Meşrutiyet döneminde “Kürdistan” mebusluk statüsüne alınan ve Kürtlerin yaşadığı toprakları anlatan bir kavramdır. Bu sadece jeokültürel bir kavramlaştırma değildir, Kürdistan siyasal bir kavram olarak kullanılmıştır. Bu zamana kadar Kürtler ve Kürdistan kavramları siyasal bir kavram düzeyinde ortaya konulmamıştır. Daha çok jeo-kültürel bir tanımlamadır. Siyasallaşmamış, siyasal sürece girmemiş, varlığını doğal olarak sürdüren bir halkı ve onun yaşadığı yerleri anlatan kavramlardır. Ama meşrutiyet döneminde, Kürdistan mebusluk statüsü, çok gelişkin olmasa da siyasallaşmanın

46 Ağustos 2014


Özgür Halk

Yavuz Sultan Selim Kürt beylerine yazdığı mektuplarda Kürt ve Kürdistan kelimelerini kullanıyor. Resmi yazışmalarda Kürt ve Kürdistan kavramları yer alıyor. Osmanlı devletinde Yavuz’dan sonra da Kürt ve Kürdistan kelimeleri kullanılmıştır. Kürt ve Kürdistan kelimeleri 1848 ve 1867 Arazi Kanunnamelerind e resmi olarak devlet kayıtlarına geçmiştir.

47 Ağustos 2014

belirtileri içerisindedir. 1877–78 ve 1910 yılları arasındaki 1. Ve 2. Meşrutiyet dönemlerinde, yine Meşrutiyetin ilanında Kürt mebusluk sistemi vardır. Yine sarayda, Abdülhamit çevresinde Kürtlere dayalı belli bir örgütlenme vardır. Çok daha ileri düzeyde bir statüye geçilmiştir. Abdülhamit “Baba Kurdi” olarak tanımlanmıştır. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Kürt ve Kürdistan kelimeleri daha yoğun kullanılmıştır. Anadolu’da ulusal hareketin başlaması ile birlikte, Mustafa Kemal’in geliştirmek istediği ittifaklar ve bu ittifakların yazışmalarında Kürt ve Kürdistan kelimeleri bolca kullanılmıştır. Özellikle Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ve daha sonra ilk Meclisin oluşmasında, Kürt ve Kürdistan kelimesi çokça kullanılmıştır. Bu, resmi kayıtlara geçmiş ve Kürtler resmi olarak mebusluk düzeyinde kendilerini ifade edebilecek düzeye kadar gelmişlerdir. Ama daha sonra yaşanan gelişmelerin de ağır etkisi altında direkt Kürtlüğün ve Kürdistan’ın inkârına kadar gidebilecek bir süreç başlamıştır. Kısaca toparlarsak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Kürt” kelimesi ilk olarak M.Ö. 3000 yıllarında Sümerler tarafından ortaya atılmış, Luwiler tarafından sürdürülmüş daha sonra Helenler ve Asurlular tarafından devam ettirilmiş, Selçuklular tarafından son biçimine kavuşturulmuş, Osmanlılara taşırılmış, cumhuriyetin ilk yıllarına kadar gelmiş, cumhuriyetin kurulması ile birlikte siyasal olarak ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bunların tümüne baktığımız zaman şöyle bir tespit

yapabiliriz: Kürt ve Kürdistan kavramları daha çok jeo-kültürel bir kavramdır. Bir coğrafya üzerinde, bir kültürün varlığına tekabül ediyor. Adeta siyasal oluşumların dışında bir olgu gibi düşünmek gerekiyor. Jeo-kültürel bir kavram olarak düşünmek gerekiyor. Kürt ve Kürdistan kelimelerinin siyasal kavramlara dönüşmesi esas olarak PKK ile başlar. Günümüzde bu siyasallaşma düzeyi en üst noktaya çıkmıştır. PKK’nin Kuzey merkezli geliştirmiş olduğu mücadele Kürt ve Kürdistan kavramlarına siyasal içerik kazandırırken Güneyde de Kürt federe devleti ile birlikte bir siyasallaşma ortaya çıkmıştır. Bu siyasallaşma kendi içerisinde iki farklı süreci ortaya koyuyor. Birisi daha çok uluslararası güçlere dayalı federal bir sistem olarak kendisini gösteren bir siyasallaşmadır. Diğeri ise Demokratik Ulus kavramı temelinde, demokratik bir ulus yaratmanın mücadelesi içinde gelişen bir siyasallaşmadır. Günümüzde Kürt ve Kürdistan kavramlarının siyasallaşmasını daha çok bu iki kanalda ele alabiliriz. Bunun tarihi çok eskilere götürülemez. 1940 ve 1950’lerden başlatılabilir ancak çok belirgin değildir, Kürt sorununun 1970’lerden bu yana siyasallaşma sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Kürt olgusunu değerlendirirken, tarihsel gelişimi içerisinde onu bu tanımlamanın dışında tanımlamaya kalkışırsak yanılgıya düşeriz. Geçmiş tarihteki oluşumlarına aşırı derecede siyasal bir değer biçmeye çalışırsak, büyük bir tarihi çarpıtma ile karşı karşıya geliriz. Siyasallaşma süreci 20.yy.’ın son çeyreği ile sınırlıdır.


Özgür Halk

IŞİD Saldırısı Kürtleri Birleştirmiş, Daha Direngen Bir Kürt Gerçeni Açığa Çıkarmıştır Muzaffer Ayata

Ortadoğu çok hareketli ve sıcak günler yaşıyor. 2010’da Tunus’ta başlayan olaylarla en son Suriye’deki iç savaşla ve tam bir yıkım ve kaos ortamına sürüklendi. Bu süreç “Halkların baharı” “Arap baharı” gibi özgürlükçü kavramlarla tanımlandı medyada, basın ve aydınların bir kesiminde ama gerçek anlamda halkların baharına ya da özgürlük arayışına cevap olamadı. Neden olamadı? Bir; uzun yıllara dayalı Amerika’nın geliştirdiği Sovyetleri kuşatma projesi temelinde Yeşil Kuşak Projesi projesi geliştirildi. İslam’ın muhafazakâr-sağ siyasal yorumu, otoriter ulus devlet rejimleri ve diktatörlükleri desteklendi, bu temelde halkların demokratik muhalefeti bastırıldı, ezildi, tutuklama-işkence-öldürmesürgün gibi faşizan yöntemlerle halkların muhalefet damarları kurutuldu. Tek yanlı yönetim geleneği ve devlet otoritesi hâkim kılındı. İkincisi; İsrail-Filistin meselesi bağlamında değerlendirilebilir. Ortadoğu’nun kangren olmuş Arap toplumlarını etkileyen batıya ve İsrail’e bakışını şekillendiren bir yaklaşım bu konu üzerinden ortaya çıktı. Bu hususta genelde Arap rejimleri İsrail ve Amerika yandaşlığı işbirlikçiliği ya da uzlaşmacılığından vazgeçmediler. İsrail’in işgal ve baskıları Filistinlilerin sürgün kamplarında çürütülmeleri, tutuklanmaları, vahşi yöntemlerle katledilmeleri bir türlü sorunu çözmedi. BM bir Filistin devletinin kuruluşunu kabul etti ama yine sorun çözülmedi. Sorun kanamalı bir biçimde günümüze kadar taşındı. Birinci Dünya Savaşından günümüze kadar Ortadoğu gerçek anlamda durulmadı. İç çatışmalar, çelişkiler, darbeler,

savaşlar, kontrol dışı örgütler, ya da herkesin el attığı örgütler geleneği sürdürüldü. Filistin-İsrail savaşıyla bu daha da derinleşti. Doğal olmayan sınırlar, devletleşmelere gidilmişti zaten. Amerika’nın Ortadoğu’ya hâkim olması İngilizlerin yerini alması ve her şart altında İsrail’i desteklemeleri Filistin şahsında Arap dünyasında ve Müslüman aleminde bir mazlumiyet yarattı. Filistin bir Müslüman Arap yarası, Arap milliyetçiliğinin bir vicdan yarası gibi ele alındı. Güçlü olan İsrail’di arkasında Amerika vardı. Amerika İsrail’i her koşulda desteklemekten vazgeçmedi. Avrupa doğru bir tutum almadı. Böylece 2000’lere geldik. Amerika’nın Afganistan politikası da bir çıkmaza saplandı. Nasıl ki Rusya’nın işgaline karşı Amerikalıların da desteğiyle Taliban gibi örgütlerin sürekli silahlandırılmaları, isyanları, Pakistan’ın desteği Sovyetler için Afganistan’ı bir batağa dönüştürdüyse; El Kaide gibi örgütlerin finansmanı, eğitilmesi, silahlandırılması Sovyetlerin yıkılmasından sonra bir Amerika batağına ve çıkmazına dönüştü. Militan tarzda, savaşçı tarzda örgütlenen ve İslam’ı kullanan bu güçler Filistin’in mazlumiyeti ve Batının egemenlikçi politikaları temelinde zamanla Amerika’ya karşı tepkiye, tutuma yöneldi. En son 11 Eylül ikiz kuleler olayıyla birlikte Amerika kendisini daha çok Afganistan ve Ortadoğu batağında buldu. Hem bu batağın hazırlayıcısı kurgulayıcısıydı, hem de bir biçimde batanı oldu. Amerika bu duruma sessiz kalamazdı. Dünya hakimiyetine oynayan neo-conların başta olduğu bir yayılmacı bir güce sessizlik, hareketsizlik 48 Ağustos 2014


Özgür Halk uymazdı. Bu temelde Afganistan’a saldırdılar. Zaten Sovyetlerin yıkılmasından sonra İkinci Dünya Savaşının dengeleri bozulmuş, yeni bir dünya düzenlemesi gündeme gelmişti. Amerika’lılar bunu “Yeni Dünya Düzeni” diye formüle ettiler. BOP (Büyük Ortadoğu projesi) diye adlandırdılar ve bu paylaşım en stratejik en kaotik yerden başladı. Ortadoğu’dan. Afganistan’da saldırdılar, Taliban’ı yönetimden düşürdüler ama direnişçi gelenek, dağlı bir coğrafya, Amerika’nın yabancı bir güç olması gibi dezavantajlar Amerika’ya karşı uzun yıllara dayalı bir direnişi geliştirdi. Bütün işbirlikçi ve gerici rejimlere rağmen Afganistan sorunu tamamen çözülmüş değil. Amerika işin içinden çıkamadı. NATO güçlerini ve Pakistan’ı da katarak kendisini ayakta tutmaya çalışıyor. Diğer ayak Ortadoğu’ydu. Saddam’ın ölçüsüzlüğü ve Kuveyt’i işgaliyle birlikte Irak’a müdahale gelişti. Körfez Savaşı Saddam’ı devirebilecekken Bağdat kapılarında durdu. Çünkü bir alternatif hazırlamamışlardı. Ortadoğu’da nasıl bir düzen, nasıl bir güç düzenlemesi yapacaklarına karar vermemişlerdi. Bu Saddam’a zaman kazandırdı. Sovyetlerin yıkılmasından sonra Saddam, Hafız Esad, Suudi hanedanı gibi güçler dünya dengelerindeki değişimi, eskisi gibi gitmeyeceğini, bir kampın yerini tarih sahnesinde diğerine bıraktığını, artık değişmeleri gerektiğini kavrayamadılar. İletişim gelişmiş, bilgi kaynakları çoğalmış, uydu telefonlar, TV’ler internet sistemleri gibi araçlar ortaya çıkmış, okuryazar oranı artmış, dünya küçülmüş, dünyayı tanıma ve anlama gelişmişti. Doğal olarak bunlar toplumlarda birikim yaratmıştı. Bu rejimler en azından burjuva demokrasisinin, liberalizminin önünü açarak, biraz kendilerini geri çekerek esneme yeteneği gösteremediler. Kaskatı bir rejim yaratmışlardı. İstihbarata, zora ve militarizme dayalı bir iktidar yürütüyorlardı. Bir iç işgal gücü gibi davranıyorlardı. Böyle olunca da uzun yıllara dayalı birikimler patlamalara dönüştü. Irak zemininde Saddam dış müdahale ile devrildi. Şiilerin önü açıldı. İktidar oldular. Ama iktidar olan Maliki Irak’ta Sünnileri de kucaklayan, kapsayıcı bir yönetim anlayışı sergilemedi. Sünniler Irak’ta uzun yıllar iktidar olmuştu, iktidar yetenekleri gelişmişti, önemli bir birikime sahiptiler. Şiiler ise baskı altında tutulmuşlardı. Amerika geri çekilince, Maliki güçleri iktidar

49 Ağustos 2014

olunca daha çok İran’a yanaştı. Bir anlamda savaşı yürüten Amerika, kazanan ise İran oldu. Böyle bir iç çelişki ve dengesizlik, BAAS çevrelerinin rahatsızlıkları, Güney Kürt yönetiminin Türkiye’ye yanaşması, ayrı petrol boru hatları döşemesi, “Gerekirse bağımsızlık ilan ederiz” söylemleri Irak’ı içten içe zıtlaştırdı, kutuplaştırdı ve çözülmeye doğru götürdü. Suriye savaşı çok kaotik bir hal aldı, çıkmaza dönüştü. En başta Türkiye sınırları açtı. Yurtdışından gelen El NusraİŞİD-El Kaide militanlarını, sorunsuz bir şekilde kendi sınırlarından geçirerek Suriye’ye taşıdı. Silahlandırdı, maddimanevi her türlü desteği ve eğitimi verdi. Elini çabuk tutmaya çalıştı ve Suriye muhalefeti silahlı mücadele yürütmezken, hazırlıklı değilken, böyle bir potansiyelleri yokken Suriye’yi kanlı bir girdaba sürükledi, buna öncülük etti. ÖSO kuruldu ama iç birliği, yetenekli bir önderliği, demokratik bir programı, ordaki toplumlara güven verecek bir yapılanması yoktu. Türkiye bir yandan bunları İstanbul, Ankara, Adana toplantılarında görüldüğü gibi kontrol altına almaya çalışırken bir yandan da Kürtleri dışında tutmaya çalıştı. Böylece “Kürtler süreçten bir kazanım elde edemesin, güney benzeri bir statüye sahip olmasın” diye iç melanete bulaştı. Suriye rejimiyle zıtlaştı, bunu iç politikada kullandı. Ama batılılar Libya’da Kaddafi’ye yaptıkları gibi Esad’ı güç kullanarak devirme yoluna gitmediler. Rusya’nın müdahaleleri ve güçlü desteği oldu, İran’ın güçlü desteği oldu, Hizbullah’ın devreye girmesiyle beraber üç yıldan fazladır rejim direndi, dayandı. Arap muhalefeti halka güven vermediği için bir alternatif olamadı. Bunun yerini bu devletlerin bir yerde kontrol edemediği El Kaide- El Nusra benzeri örgütler, en son olarak ortaya çıkan IŞİD aldı. Kürtler ne güven vermeyen, demokratik programa sahip olmayan Suriye muhalefetine katıldı ne de Esad rejimine katıldılar. İki tarafın da destekleyicisi ya da askeri olmadılar. Çünkü kör ve kanlı bir iktidar kavgası yürütülüyordu. Kürtler bunun dışında üçüncü bir yol, bir alternatif olarak kendilerini yönetme ve savunmayı esas aldılar. Yine etnik köken farkı gözetmeden bütün azınlıklara, farklılıklara açık, Ortadoğu’ya da model olabilecek kantonsal bir yönetim oluşturdular. Türkiye bunu kırmızıçizgisi ilan etti bir dönem. Kürtlerin kendi başlarına alternatif olamayacağını, yönetim oluşturamayacağını, Suriye’nin bütünlüğünün dışına taşamayacağını ısrarla vurguladı. El Nusra gibi IŞİD de Esad güçleriyle


Özgür Halk çatışmadı. Türkiye’nin önünü açması ve yönlendirmeleriyle Rojava’daki Kürt bölgelerine ve yönetimlerine saldırdı. Türkiye Ceylanpınar bölgesinden bu çetelerin serbest giriş çıkış yapmalarına olanak tanıdı. Bu kanlı saldırılar sonuç vermeyince, ayrı olan, zayıf gördükleri Kobani’ye saldırdılar. Uzun zaman peş peşe güç toplayarak Kobani’yi düşürmeye, diğer kantonların bağlantılarını koparmaya, kuşatmaya almaya çalıştılar. Ama YPG, YPJ, diğer güçler HPG’nin desteğiyle başta Kuzey halkımız olmak üzere tüm parçalardaki halkımızın desteğiyle direndiler. Herkesin bela gördüğü kanlı, vahşi, gerici, diğer halklara, mezheplere, kültürlere tahammülü olmayan kendi anlayışını çok zengin kültürlü Ortadoğu halklarına dayatan IŞİD dehşet saçarak bu yapılanmayı dağıtmaya, egemen olmaya çalıştı. Ama bütün saldırıları Kürtlerin güçlü direnişiyle, fedai gerilla donanımı ve anlayışına sahip YPG güçleri tarafından püskürtüldü. Sünnilerin rahatsızlıklarını kullanarak, BAAS’çıların da hazırlıklarıyla hiç kimsenin beklemediği bir zamanda, çok kısa bir sürede Musul’u almıştılar. Irak ordusu herhangi bir biçimde silah kullanmadan bütün Musul ve çevresini, bütün cephanesini, bütün askeri teçhizatını bırakıp geri çekildi. Böylece IŞİD bir gecede bütün Musul ve çevresine yani milyonlarca nüfusu barındıran geniş bir alana egemen oldu. BAAS’çıların hazırlıkları, desteği ve yönlendirmesi olabilir. Dış güçlerin desteği olabilir. Ama bütün bunlar IŞİD adına yapıldı, dünyaya öyle duyuruldu. Hem Bağdat, hem bölge devletleri, hatta dünya biraz şok oldu. Böyle bir güç nasıl olur da on binlerce askerin olduğu bir bölgeye bu kadar ucuz bedelsiz, çatışmasız hâkim olabilir? Herkes şaşırdı. Yine de sonuçta herkes bir yere kadar anlam vermeye çalıştı. Obama’nın ilk tepkisi “Bu bir askeri sorun değil siyasi bir sorundur” oldu. ‘Maliki Sünnileri kapsayamadı, iyi yönetemedi, kucaklayamadı, onların da tepkisi böyle bir duruma yol açtı. Biz askeri güçlerimizi gönderip öldürtmeyeceğiz, sorunlarını kendi aralarında çözsünler’ anlamına gelen değerlendirmeler yaptı. İran beklendiği kadar sert bir tepki göstermedi. Maliki rejimine askeri, siyasi, ekonomik hiçbir alanda hızlı bir destek vermedi, sıradan yaklaştı. Türkiye ‘elçiliklerimiz ve vatandaşlarımız rehin alınmış’ diye hiç tepki vermedi. Bir bilgiye göre de bütün bu güçler –Amerika, Avrupa, İsrail, Türkiye, KDP de- Musul’un Sünnilerin eline geçmesine tolerans göstermişler, olur vermişler. Kendileri dışında böyle bir hareketin gelişmesine müdahale etmemişler, rahatsız olmamışlar. Ama IŞİD’in zafer sarhoşluğu, dar dogmatik, Ortadoğu gerçeğine uymayan akıl dışı din ve siyaset anlayışı çok kısa sürede Ortadoğu’yu bir daha karıştırdı. İlk önce Bağdat’a saldırıyorlardı, stratejik yerleri, barajları, petrol kuyularını ele geçiriyorlardı. Bunlar çok sert tepki uyandırmıyordu. Beklenen şuydu; Irak devleti üç bölgede Kürt-Sünni-Şii bir federasyon ya da ortak bir sistem içinde bir uzlaşıya

gidecek, bir çözüm bulacaklar. Ama IŞİD bununla yetinmedi kendisi gibi olmayan herkesi hedefledi. Dünyanın kabul ettiği, BM’nin ve dünya devletlerinin yani mevcut egemen sistemin kabul ettiği, devletlerin sınırını, iç yönetim ve iktidar olgusunu kabullenme, iç işlerine karışmama, diğer kimlikleri, hukukları tanıma gibi bir yaklaşım içine girmedi adeta hiçbir şeyi dikkate almadı. Sanki dünya bir sistem kurmamış, dünyada bir sistem yokmuş gibi her tarafa saldırdı. Hiç beklenmeyen bir zamanda en azından Güneyli güçlerin çok fazla beklemediği bir zamanda Ezidi Kürtlerine, Şengal’e saldırdılar. Burada bir parantez açmamız lazım; İmralı’dan Önder Apo başta Özgürlük Hareketimiz olmak üzere özellikle Kürtleri uyarmıştı. Bir perspektif sunmuştu. Kürtlerin birleşerek, güçlerini ortak bir çatı altında toplayarak Bağdat ve Hevler merkezi dışında Rojava’yı da kapsayan bir güvenlik koridoru oluşturmalarını, Sincar (Şengal) dağlarını tutmalarını belirtmişti. Ortak olmazsa gerilla güçlerinin yerleştirilmesini, buradaki halkın güvenliğinin sağlanmasını söylemişti. Yaşanan durumları öngörmüştü ve bu güçleri kara bir faşizmin temsilcisi olarak nitelemişti. Rojava için de benzer belirlemeleri vardı. Son olarak da “Kürtler onların saldırılarını beklememeli Kürtler saldırıp bunların merkezlerini dağıtmalı, çünkü bunlar tehlikeli güçler” dedi. Ezidi Kürtlerin bölgelerini Kürtlerin Gazze’si ilan etti. IŞİD’i de onların İsrail’i olarak tanımladı. Kürt halk önderliği sorunu böyle tahlil eder ve olabilecekleri öngörürken diğer güçler sorunu böyle ele almadı. Hızlı davranmadı. Hareketimiz hızla boşluğu doldurma yerine öneriler götürdü, KDP ve YNK hareketimizin askeri güç göndermesine, orda güç bulundurmasına ve mevzilenmesine yanaşmadı. Geriye kendi imkanlarımızla bölgeye ulaşmak kalıyordu. Biz de bunu yapmaya çalıştık ancak daha ilk grupları göndermeden KPD bunu engellemeye yöneldi. Yola çıkan kimi arkadaşlarımızı tutukladı. Yine “PKK gizli gruplar gönderiyor” diye basına verip deşifre etti. Ama sonuçta çıkan durum KDP’nin hesaplarını aştı. Şengal tamamen KDP’nin denetimi ve kontrolündeydi. Peşmerge güçleri mevzilenmişti. Herkese orda yönetimin kendisi olduğunu, koruyacağını söylüyordu. Bağdat’la olan çelişkilerini düşünerek Musul başta olmak üzere IŞİD’in bütün saldırılarına karşı sessiz kaldı. Böylece Bağdat’ın zayıflayacağını kendisinin rahatlayıp, güçleneceğini hesapladı. IŞİD’in kendine saldıracağını beklemedi. Buna göre bir hazırlığa da girmedi. Ne zamanki güneydeki Kürt bölgelerine Şengal bölgesine saldırı başladı, KDP yüzlerce peşmergesini bölgeden savaşmadan geri çekti. Bir nevi kaçış diyebileceğimiz bir geri çekilme yaptı. On binlerce sivil ve silahsız insan katliamla yüz yüze kaldı. Birçoğu köylerini, şehirlerini terk etti, Şengal dağına çekildiler, bir kısmı da öldürüldü, kaçırıldı, imha edildi. Bir kısmı da daha sonra YPG’nin 50 Ağustos 2014


Özgür Halk müdahaleleriyle, Rabia’nın tutulması ve sınır kapısının açılmasıyla Rojava’ya geçirildi. HPG’nin de müdahalesiyle direniş biraz kimlik kazanmaya, Şengal’i güvenlik altına almaya başladı. Daha sonra IŞİD Mahmura yürüdü. Mahmur kasabası ve mülteci kampı boşaltıldı. Gerillanın da takviye yapmasıyla Mahmur’da milislerle beraber güçlü bir direniş sergilendi. Kürdistan’ın dört parçasının yüreği güneyde atmaya başladı. Kürt halkı bütün kazanımlarıyla çok vahşi, sınır ve kural tanımaz bir gücün saldırısı ve tehdidi altındaydı. KDP bağımsız devlet olacağını ilan ederken, daha devlet olamamış, yeni yönetim olmuş IŞİD karşısında tutunamadı. IŞİD’in sağladığı moral üstünlük ve saldırganlık geldi Hewler sınırlarına dayandı. Hewler’den kaçışlar gündemdeydi. Gerilla güçleri bölgeye girdi. Dört parça halkının desteği, isteği ve çabasıyla bir biçimde toparlanma ve direniş çabası gelişti. Bunun üzerine Barzani yönetimi Amerika’dan destek istedi. Obama da mecbur kaldı. Baktı ki Hewler de tehdit altında. Havadan IŞİD’in mevzilerini, kullandığı ağır silah noktalarını vurmaya başladı. Eğer Kürt federe bölgesi tehlike altına girmeseydi, yönetimin talepleri olmasaydı Obama böyle bir saldırı emri vermezdi. IŞİD Kürtlerin bütün kazanımlarını hedefleyip, Rojava’yı bastırmayı düşünürken güneyde de gerillanın direnişiyle karşılaşması yeni bir durumu ortaya çıkardı. Kendisine karşı olan bütün güçleri birleştirdi. Biliniyor, uzun bir süredir ulusal birlik ve ulusal kongre çalışmalarına çeşitli bahanelerle katılmadı. Ama IŞİD’in saldırıları KDP dâhil bütün Kürt güçlerini yan yana getirdi. Bu da bütün Kürt halkının coşku ve sevinciyle birleşti. Yani IŞİD ‘Kürtleri bastırayım, korkutayım, sindireyim’ derken birleşmiş, daha direngen bir Kürt toplumunu açığa çıkardı. Sınırları ortadan kaldıran, dört parçadaki halkımızın kalbinin attığı bir Şengal direniş mevzisi yarattı. Açığa çıkan bu birlikçi, kendine güvenli, direngen ruh dalga dalga bütün Kürdistan’a yayılıyor. Ortadoğu’da Türkiye’nin sınırları dışında bunlar olurken Türkiye’nin içinde de işleyen bir barış süreci vardı. Türkiye Ortadoğu’da bunlar yaşanırken, cumhurbaşkanlığı seçimlerine gitti. Önder Apo’nun ısrarı ve çabalarıyla barış süreci küçük bir adım da olsa ilerledi. “Bu süreç böyle gitmez yasal bir çerçeveye kavuşmalı” dayatmaları etkili oldu. Zamana yayma, bekletme, oyalamalara rağmen hükümet böyle bir yasa çıkarmak zorunda kaldı. Bu yasanın şöyle bir özelliği var, hükümet isterse Kürt sorununu bu yasaya dayanarak çözebilir. İçerde dışarda heyetler oluşturabilir, görüşmeler yapabilir, ekonomiksiyasi-sosyal-kültürel alanda tedbirler alabilir. Bunu yapan hükümete karşı herhangi bir yasal süreç geliştirme, suçlama, hesap isteme dayatılamaz. Yasa bunlardan muaf tutuyor. Hükümeti koruma altına alıyor. Ama Kürt tarafına böyle bir koruma getirmiyor. Bütün yetki bu biçimde hükümete verildiği ve bu da sürecin en ciddi zaafını oluşturdu. Hükümet isterse sürecin önünü açar, istemezse 51 Ağustos 2014

tıkatır ve bir adım atmaz. CHP’nin sürece kısmen itirazlarına rağmen müdahil olması, bu yasaya destek vermesi aslında Türkiye’de sürecin daha sağlıklı, daha hızlı ilerleyebileceğini gösteriyordu. MHP dışında sürece karşı çıkacak bir güç kalmadı. Halk çatışmasızlığa, cenazelerin gelmemesine, savaş olmamasına memnuniyetle yaklaştı. Türkiye’de daha rahat sakin ve istikrarlı bir ortamın oluşmasının avantajlarını gördü, yaşadı ve buna onay verdi. “Savaşırım ve savaşı kazanırım” diyen bir ordu da aslında ortada kalmadı. Otuz yılı aşan bir savaş ve çatışma ortamında bütün yıkımlarına rağmen ordu bu sonucu yaratamadı. İşte bütün bunlardan hareketle AKP Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kitleleri daha çok dahil ederek, çözüm sürecini şeffaf kılarak, heyetleri-basını İmralı’ya götürerek, İmralı’yı ortak ederek daha hızlı ve sürükleyici hale getirebilirdi. Ama Erdoğan yönetimi bunu yapmadı. Seçimin diğer önemli bir yanı da ilk defa halkoyuyla cumhurbaşkanının seçilmesiydi. Üç aday çıktı. Ancak bu seçim burjuva hukuk ve seçim sistemi içinde yasalara uygun bir seçim olmadı. Görünürde yasaldı ama hiçbir biçimde adil ve eşit bir ortamda seçim yarışı yürütülmedi. Bir de Erdoğan başbakanlık koltuğunu terk etmedi. Eşit ve adil yarışma adına nezaketen de olsa bir ay başbakanlıktan feragat edebilirdi ama onu yapmadı. Oluşturduğu güçlü bir basın vardı, TRT vardı. Bütün bunları emrine soktu, muazzam bir para kaynağını ayırarak, bütün basını kullanarak, tüm devlet güç ve imkanlarını yine partisinin olanaklarını seferber ederek bu seçime yüklendi. HDP’nin böylesi bir imkanı yoktu. Bu şekilde bir kampanya yürütecek gücü yoktu. Yerel adaylar da olmadığından, yerel örgütlerini, tabanı tam seferber edip harekete geçiremedi. Bu alanda eksik ve boşluklar da vardı. Yine yaz mevsimi olması ve yüzbinlerce Kürdün kendi şehirleri dışına çalışmaya gitmesi gibi hususlar nedeniyle dezavantajlı bir konumda oldu. CHP-MHP’de Ekmeleddin’i aday yaptı ama Alevi ve Ulusalcı kanat Türk İslam geleneğinden gelen Ekmeleddin’i çok sindiremedi. Ortak ittifak adayıydı ama MHP’ye yakın olabilecek bir isimdi. Aslında MHP de tam asılmadı. Böylece Erdoğan’ın miting meydanlarında esip gürlediği, karşısında adeta rakip bulmadığı bir seçim süreci izledik. Ekmeleddin İhsanoğlu bir miting bile düzenleyemedi. Coşkulu bir önderliği, iradeli ve mücadeleci bir kişiliği yine böyle siyaset tarzı yoktu. İstediği desteği basın ve diğer çevrelerden alamadı. Dolayısıyla seçim yarışı “Yeni Türkiye, Yeni Yaşam” diyen; barışı, demokrasiyi, Türkiye halklarını yönetime katma ve ortak etme yaklaşımını sergileyen; bunun projesini savunan HDP adayı Selahattin Demirtaş ile düzeni savunan, daha çok da AKP’yi cumhurbaşkanlık köşküne taşımak isteyen, hem cumhurbaşkanlığını, hem başbakanlığı yürütmek


Özgür Halk isteyen, fiili olarak başkanlık sistemine yatan Erdoğan arasında geçti. Yani şimdiye kadar izlediğimiz sahneleri, gördüğümüz yönetim tarzını yani Erdoğan’ın kutuplaştırıcı, karşıt yaratıcı, bastırmacı, devlet gücü ve imkanlarını ele geçirici yönetiminin devamını izleyeceğiz. Ama seçim meydanları tabi ki HDP’nin program ve projesinin geniş kitlelere yansımasını getirdi. Bu anlamda HDP’nin tanıtılması ve Demokratik Türkiye Projesi olarak sunulması olumlu sonuçlar aldı. Çünkü her zaman Kürt adayları ve partileri hükümet ve basın tarafından hep ötekileştirildi. ‘Bölücü, Kürtçü, ayrılıkçı, bölge partisi’ diye lanse edildi. Sesinin tüm Türkiye’ye gitmesi engellendi. Bu sefer de Karadeniz ve diğer bölgelerde birçok yere sokulmamasına rağmen HDP bir Türkiye projesi olarak, Kürtleri kapsadığı kadar Türkiye’nin diğer halklarını da kapsayan bir parti olarak yansıdı. Kürdistani örgütler çok çalışmasa, çok seferber olamasa bile Türkiye’den de alınan oylarla çok rahat yüzde on barajını aşabileceğini gösterdi. Bu da Kürtlerin-Sol ve demokrat çevrelerin yeni sürece daha aktif olarak gireceklerinin ipuçlarını verdi. İşareti ve başlangıç noktası oldu. Şimdiye kadar girilen seçimler içinde en çok oy alınan seçim oldu. Taban çok hareketlendirilemediği ve birçok çevre aktif çalışmadığı halde yine de yüzde on oranına ulaşıldı. Artık baraj bir anlamda HDP için yine Kürtler ve demokratik çevreler için aşıldı. Artık anlamsızlaştı. Önümüzdeki çalışmalarda ve seçimlerde bu alanda da büyük bir çıkış beklemek gerekiyor. Türkiye halklarının kendini bulması, birbirine güvenmesi, kucaklaşması, MHP ve CHP dışında bir alternatifin görünür hale gelmesi Türkiye adına büyük kazanımlardır. Bundan sonra AKP iç dengelerini bozmaz, yani Erdoğan’a bağlı kalır bu hattı korursa belki bir dönem daha Türkiye’yi böyle yönetme imkanı bulur. Ama bunu kaybederse AKP yıpranacak ve hızla baş aşağı gidecektir. Türkiye bu partiyi taşıyamaz hale gelecektir. Kılıçdaroğlu ve CHP’nin sosyal demokrat bir partiye dönüşememesi, alternatif bir program sunamaması, kitleleri bu temelde sürükleyememesi, AKP’yi demokrasi cephesinde sıkıştıramaması AKP’nin en büyük avantajı oldu. Bu AKP’nin ömrünü uzattı. Ama HDP’nin yükselişiyle AKP bu avantajını kaybedecek ve bu noktada zorlanacaktır. Eğer barış sürecini hızlandırır, müzakere ve izleme heyetleri oluşursa, barış sürecinin önü açılır ve Türkiye bu sürece daha çok evrilir. Ateşkes ve çatışmasızlık daha kalıcı bir konuma kavuşur. Yok, ‘Cumhurbaşkanlığını da kazandım, her seçimi kazandım, çoğunluk benden yana, istediğimi yaparım, gerekirse başkanlık sistemine de geçerim’ ısrar ve dayatmaları olursa ve Kürt tarafının iradesi, sergilediği çaba, emek, çözüm ısrarı, iyi niyeti suiistimal edilmeye devam ederse doğal olarak Türkiye karışır. Kürtler süreçten el çeker ve Erdoğan Ankara’da kendi yandaşlarıyla baş başa kalır. Ortadoğu’daki gelişmeleri, kaotik durumu, çatışma ve

çelişkileri dikkate aldığımızda kendilerini bekleyen parlak bir gelecek olmaz. Ortadoğu rejimlerinin başına gelenlerin AKP ve Türkiye’nin de başına gelmesi hiç sürpriz olmaz. Egemen sistem açısından durumu böyle değerlendirirken hükümet süreci sahiplenmez, ayak diretir ya da oyalarsa; sol demokrasi güçleri, ya da Kürt Demokratik Hareketi ne yapmalıdır? Doğal olarak biz Türkiye’nin geleceğine, kırk yıllık mücadelemizin birikimlerine, halkımızın beklentilerine sıradan yaklaşamayız. Ortadoğu’da adeta bıçak sırtında yürürken, birçok yerde çatışmalar olur insanlarımız ölürken biz de Diyarbakır’da, Van’da ya da İstanbul’da siyasi gelişmeleri TV ekranlarından izlemekle yetinemeyiz. Ya da yorumcular, yazarlar gibi analizler yapıp evimize gidemeyiz. Daha önce de Önderliğimizin uyarıları ve eleştirileri olmuştu. ‘Muazzam bir güç var, kadro potansiyeli var ama ne yeni sistemi inşa etmek için harekete geçiyor ne de halkı savaşan bir halk olarak harekete geçiriyor’ diyordu. Üniversitelerde binlerce Kürt genci okuyor, çalışıyor. Şehirlerde muazzam bir birikim var. Gençlik cıvıl cıvıl, erkeğiyle kadınıyla yoğun bir genç nüfus var ama bu potansiyel harekete geçemiyor. Aslında sadece Şengal’deki çağrılar ve çatışmalar bile şimdi Kürt halkını ayağa kaldırıyor ama en fazla da Kürt gençliğini ayağa kaldırmalıydı. Nasıl ki Urfa’da çadır eylemlerinde barikatlar, sınır telleri yıkıldı, yüzlerce insan Kobaniye aktıysa bütün sınırları önce kafada yıkmalı, egemen sistemin üzerimizdeki ölü toprağını bir tarafa atmalı, beyni, ruhu, düşünce birliğini sağlamalıyız; özgürlük-ülke-halk-toprak gerçeğiyle bütünleşmeli; bir seferberlik ruhuyla siyasal-örgütsel-eylemsel çalışmaları halkı da katarak, meclis ve komün sistemini oluşturarak, demokratik komünal sistemi Kürdistan’ın her yanında inşa etmeliyiz. En önemlisi de Halk Savunma Güçlerini büyütmeliyiz. Her alanda katılmalı, ayağa kalkmalı, örgütlenmeli Türkiye’nin siyasal bileşimine müdahale eden, ağırlığını koyan, kazanımlarını ve özgürlüğünü garantiye alan bir örgüt ve halk gücüne ulaşmalıyız. Eğer Türkiye barış ve demokrasiye “evet” derse biz bunu inşa eden örgütlü bir özgürlük ve demokrasi gücü olmalıyız. Türkiye buna sırt döner komplolara, hilelere, savaşa başvurursa hazır olmalı, onun bütün oyunlarını ve savaş planlarını bozacak bir direniş ve savaş gücü olarak kendimizi hazırlamalıyız. Yani hem demokratik mücadeleye öncülük edebilmeli hem olacaksa bir saldırı savaşı onu da durduran ona karşı da halkımızın direnişine öncülük yapabilen bir hareket konumumuzu geliştirmeliyiz. Hayatın her alanında okuyan, araştıran, örgütlenen, perspektiflerini kendi görüşlerini, programını hayata geçiren pratikleştiren, dört parçayı buluşturan, dört parçaya öncülük edebilen, halkın öncü ve kadro ihtiyacını karşılayabilen bir militanlaşmaya, örgütleşmeye ve eylem gücü haline gelmeye ulaşmalıyız. 52 Ağustos 2014


Özgür Halk

Kapitalizmin Toplumu Öğütme Makinesi; Popüler Kültür -1.BölümŞiyar Koçgiri Başka bir hayatın kurulabilmesi, başka bir kültürün kurulabilmesi demektir. Bu ise etrafımızı saran kültürün sorgulanması, açığa çıkarılması ve aşılmasını gerektirir. Reel sosyalizmin damgasını vurduğu mücadele sürecinde belki de en fazla ihmal edilen konu bu olmuştur. Kapsamlı ve derinlikli sistem analizleri yapılır, ekonomik, sosyal ve siyasal çözümlemeler geliştirilirken, ‘nasıl yaşamalı?’ sorusuna en kapsamlı yanıtın geliştirilebileceği kültür alanı bir türlü gereken ilgiyi görememiştir. Kültür ekonomik çözümlemelerin gölgesinde en spekülatif, muğlak ve belirsizliğe terk edilen önemsiz bir konu olarak kalmıştır. Son elli yıl içinde yoğunlaşan kültür tartışmaları ise daha çok ‘popüler kültür’, ‘kitle kültürü’ kavramları altında yürütülmektedir. Ancak kültür alanı hâlâ en sorunlu, kafa karışıklığı ve muğlaklığın en fazla yaşandığı alan olmaktan kurtarılamamıştır. Bu durum nedensiz değildir. İlerde bu nedenleri ele alacağız. Kültür kavramı etrafında geliştirilen bu kafa karışıklığını aşmanın, mücadelesini yürüttüğümüz ahlaki ve politik toplumu açığa çıkarıp, geliştirecek ve kalıcılaştıracak kültür tanımını ortaya çıkarmanın en temel devrimci çalışmayı oluşturduğunu özellikle belirtmek gerekmektedir. Kültür belirli bir mekân ve zamanda, belirli araçlar ve yöntemlerle toplumsal yaşamın yeniden üretilmesidir. Kültür üzerinde en fazla tanımlar geliştirilen kavramlardan biridir. Kim nerede duruyorsa, bulunduğu yerden bir kültür tanımı yapmaktadır. Bu da iletişim araçları ve kültür endüstrisinin gelişmesine paralel ortaya çıkan bir durum olarak ele alınabilir. Yine kültürün toplumsal yaşamdaki yeri ve önemi, toplumları ve bireyleri yeniden inşa etme ve biçimlendirmedeki rolü ortaya çıktıkça, kültür kavramı da üzerinde yoğunlaşılan bir hal almıştır. Bu nedenle öncelikle kültürün tanımında bir netliğe ulaştığımız, rolünü ortaya koyduğumuz, toplumsallıkla, iktidar ve sermaye ile ilişkisini açıklığa kavuşturduğumuz zaman konumuz olan popüler kültüre açıklık kazandırmak daha kolay olacaktır. Türkçe Sözlük’te kültür, “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün özdeksel ve tinsel değerler ile bunları yaratmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümü, ekin, hars. Bir topluma ya da halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat yapıtlarının tümü”1 biçiminde tanımlanmaktadır. Sosyolog İ. Erdoğan, “Kültür insanın toplumsal yaşamının her alanındaki kendisini ve kendisinin olanı (veya olduğunu sandığını) ifadesidir; çünkü kültür, insanın kendi yaşamını, geçmişten gelen tecrübeler ve birikimlerle ve kendi yarattıklarıyla nasıl ürettiğini anlatır. İnsan kendini nasıl üretiyorsa odur ve bu üretme yolu onun kültürüdür”2 demektedir. Önder APO ise kültürü tarihsel ve güncel kapsamı itibariyle 53 Ağustos 2014

toplumsal yaşamın temel kavramlarından biri olarak geniş ve dar anlamıyla ele almakta ve çok boyutlu bir tanımlamaya tabi tutmaktadır: “Kültürü insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanımlamaya kavuşturabiliriz. Yapısallıkları dönüşüme açık kurumların bütünü olarak tanımlarken, anlamlılıkları dönüşen kurumların zenginleşen ve çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriği olarak tanımlamak mümkündür. Bir benzetmeyle tanımlamayı güçlendirirsek, yapısallığı yapının maddi, somut çerçevesi olarak, anlamı ise bu maddi, somut çerçevenin içeriği, hareket ettiren, duygulu ve düşünceli kılan yasası olarak belirlemek mümkündür. Kültürün dar anlamda tanımı da oldukça sık kullanılmaktadır. Burada kültür daha çok anlam, içerik, yapının yasası ve canlılığı olarak belirlenmeye çalışılmaktadır. Toplum söz konusu olduğunda, dar anlamda kültürü anlam dünyası, ahlâk yasası, zihniyeti, sanatı ve bilimi olarak tanımlıyoruz. Politik, ekonomik ve sosyal kurumlar bu dar anlamla bütünleştirilerek geniş anlamda genel kültür tanımına geçilir. Dolayısıyla ancak temelde kurumsal ve içerik olarak anlamı varsa, bir varlık olarak toplumun kendisinden bahsedilebilir. Sadece kurumsal veya anlamsal toplumdan bahsetmek oldukça yanıltıcıdır. Tikel bir toplum ancak yeterli ölçüde bir kurumsal ve anlamsal düzey taşıyorsa kendisini bir varlık olarak kimliklendirebilir, adlandırabilir. Sadece kurumsal veya anlamsal toplumdan bahsetmek, bu tür toplumlar içinde insanca yaşanabileceğini varsaymak, tarihte tüm toplumlarca dile getirildiği gibi yanlışlık, sapma, ahlâksızlık ve çirkinlik olarak yargılanır.”3 Kültür bir halkı saran öz varlık biçimidir Yukardaki tanımların ortak noktalarından hareketle kültür bir halkın, bir toplumun belirli zaman ve mekanda çeşitli araçlarla ortaya çıkardığı yapısallıklar ve anlamsallıklar bütünü, onun yaşam tarzı ve yaşamı yeniden üretme biçimidir diyebiliriz. Kültürleşme bir anlamda toplumsallaşma demektir. Toplumu oluşturan ve yeniden üreten kültürden başka bir şey değildir. Demek ki kültür toplumsaldır, toplum tarafından toplumun devamlılığı, sağlığı ve gelişimi için üretilir. Yine belli bir mekânı gerektirdiği gibi belli bir zaman için geçerlidir, yani kültür değişen ve dönüşen bir nitelik taşımaktadır. Bir diğer özelliği kültürü sadece manevi alanla sınırlama ve maddi yaşamdan bağını koparma, anlam ve yapı bütünlüğü dışında ele almanın mümkün olmamasıdır. Tarih içinde kültürün doğuşu ve gelişimine bakıldığında da bu temel özellikleri görülebilir.


Özgür Halk Sınıfların, hiyerarşik ve devletçi düzenin ortaya çıkmadığı doğal toplum sürecinde kültür tüm toplumundur. Kültürel farklılaşma söz konusu değildir. Toplum bütündür. Sınıflara, gruplara, değişik inanç ve çıkar gruplarına bölünmemiştir. Ama uygarlıkla, hiyerarşik devletçi ve erkek egemenlikli sistemle birlikte toplumda kültürel farklılaşmalar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bir yandan hiyerarşik-devletçi sistem ve onun kültürü, diğer yandan Önder Apo’nun belirttiği gibi onun yanında ve onunla mücadele eden toplumun komünal demokratik kültürü ayrışmıştır. Daha sonra yaşanan toplumsal bölünme ve gelişmeye paralel bunlar da kendi içinde farklılaşacaktır. Egemenlerin kültürü içinde de, toplumsal kültür içinde de çeşitlenmeler ve farklılaşmalar ortaya çıkacaktır. “Kültür, oluş yerinin ve yapılış biçiminin özelliklerine göre siyasal, ekonomik, sosyal, eğlence, dinlenme, aristokrat, işçi sınıfı, gençlik, müzik, sanat, aile, köy, kent, başkaldırı, arkadaşlık, dostluk, çevre ve teknolojik kültür gibi gruplara ayrılabilir.”4 Yine farklı etnisitelerin farklı zaman ve mekânlarda ortaya çıkardıkları farklı kültürler vardır. Ama tüm bunları iki başlık altında toplamak mümkündür. Birisi halkların, toplumların kültürü, onların varlıklarını devam ettirmelerini, kendilerini yenilemelerini sağlayan kültür; diğeri buna karşıtlık temelinde gelişen, egemen sistemi meşrulaştıran güçlendiren ve yeniden üretilmesini sağlayan kültür. Herhangi bir toplumun, bir ideolojinin, alternatif bir çıkışın varlığını devam ettirebilmesi, kendini topluma mal etmesi ve başarılı olabilmesi için kendini toplumsal bir kültüre dönüştürmesi gerekir. Ancak böyle olursa bir toplum, bir ideoloji, bir çıkış kendisine ait bir toplumsal kişilik ve kimlik haline gelebilir. Kültür toplumların varlık koşuludur Devletçi, iktidarcı, hegemonik ve cinsiyetçi uygarlığın doğuşuyla birlikte parçalanan toplumda kültür de parçalanmayı yaşamıştır. Egemenlerin kültürüyle toplumsal kültür arasında keskin sınırlar çizilmiş ve aralarında sürekli bir mücadele olagelmiştir. Bunun yanında birbirlerinden etkilenmeler de yaşanmıştır. Ama artık toplumsal kültür doğal toplum sürecinde olduğu gibi tüm toplumun kültürü diyebileceğimiz bütünlüklü bir yapı sergileyememiştir. Tüm toplumu kucaklayan tek bir kültür söz konusu olmamıştır. Bu anlamda Türk kültürü, Kürt kültürü gibi genellemeci kültür tanımları yanlıştır. Genellemeci kültür anlayışı toplumsal parçalanmayı, sınıfsal, cinsel ve etnik ayrışmayı perdelemeye ve egemenlerin toplum üzerindeki egemenliğini meşrulaştırmaya hizmet etmektedir. Devletçi uygarlığın doğuşuyla birlikte kültür üzerinde toplum ile egemenler arasındaki mücadele kesintisiz bir biçimde günümüze kadar gelmiştir. Ancak bu mücadelenin toplum aleyhine en fazla derinleştiği süreç kapitalist modernite süreci olmuştur. Kapitalist modernitenin büyüme ve yaygınlaşmasıyla birlikte, sermaye ve iktidar sahipleri kültürü hem tekellerine almışlar, hem de üretimini, ifade

biçimlerini ve içeriğini değiştirmişlerdir. Toplumun kültürel üretim yöntemlerinin yerine merkezi, tekelleşmiş üretim yöntemleri geçerken, içeriğe bireycilik, tüketicilik, belleksizlik, eğlence hakim kılınmıştır. Tabii bu arada kitle iletişim araçları ve medya dünyası da kültürün üretildiği temel alan haline getirilmiştir. Dev medya şirketleri başta olmak üzere kültür endüstrisini oluşturan tekeller ‘halk adına halk için’ kültürün üreticisi haline gelmiştir. Toplumların, halkların kendi kültürlerini oluşturması ve sürdürmesi gasp edilmiştir. Beğeni ve tercihleri, kabul ve ret, güzel ve çirkin, iyi ve kötü ölçülerini üretme koşulları ellerinden alınmıştır. Bunun yerini önce ulus-devletler giderek uluslararası tekeller kaplamıştır. Beğeniler ve tercihler bunların biçimlendirdiği kültüre ve onun ürünlerine odaklandırılmıştır. Toplumlar artık kültür üreten konumundan çıkarılmakta, kültür satın alınan ve tüketilen bir konuma itilmektedir. Satın alınan kültür ise kültür endüstrisi tarafından sistemin mantığına ve çıkarına göre tasarlanarak üretilen kültür ürünleridir. Tam da burada toplum olmaktan çıkma olgusunu tanımlayabiliriz. Kendi kültürünü üretememek toplum olmaktan çıkmak demektir. Kültürünü üretme koşulları ortadan kaldırılan bir toplumun toplum olma özelliğinden bahsedemeyiz. Günümüzde bu hale getirilmiş toplumları anlatmak için ‘kitle toplumu’ kavramı kullanılmaktadır. Kültürünü üretme yeteneği ve gücü çalınmış, egemenler tarafından gasp edilen, kâr ve iktidar amacıyla yeniden üretilen kültürün alıcısı haline getirilmiş toplumu anlatan çeşitli kavramlaştırmalara gidilmiştir. Ancak biz kitle toplumu kavramlaştırmasını esas alacak ve kapitalist modernitenin toplum olmaktan uzaklaştırılmış sözde toplumunu bu kavram altında inceleyeceğiz. İşte burada kitle toplumunun satın aldığı ve tükettiği sözde kültür için de popüler kültür kavramı üzerinde duracağız. Kapitalizm değer üretmeye değil tüketmeye dayalı bir iktidar sistemidir. Çünkü kapitalist modernite toplumsallığı parçalayarak ve zayıflatarak sistem haline gelmiştir. Akıl ve vicdan dışılığı bu kadar açığa çıktığı halde sistem olarak hala varlığını sürdürmesini de aynı şekilde sağlamaktadır. Bu nedenle kapitalizme bir toplumsal biçim diyemeyiz. Toplumsallık dağıtılınca ortaya çıkan yozlaşma, istismar, gasp ve talanın, ahlaksızlık ve hüküm süren yalanın sistem kazanması kapitalizmdir. Kitle toplumu Kapitalizmde kültürel bir ürün toplumsal kültürü geliştirmek, bu yolla toplumu daha sağlıklı kılmak amacıyla değil, kâr elde etmek ve iktidarı büyütmek amacıyla pazara sürülmek ve tüketilmek için yapılır. Tüketim kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Kapitalizmin gücü tüketimle doğru orantılıdır. O nedenle üretkenliğin teşvik edildiğine rastlamak çok enderken, tüketicilik günün yirmi dört saati bin bir yöntemle teşvik edilmektedir. “Ne kadar tüketim o kadar kapitalizm” denklemi günümüz modernitesinin temel denklemidir. Bu nedenle kapitalist modernite için toplum tüketicilerden 54 Ağustos 2014


Özgür Halk ibarettir. En sağlıklı toplum en çok tüketen toplum, en iyi birey tüketen ve tüketimi teşvik eden bireydir. Zenginliğin, refahın, gelişmişliğin, çağdaşlığın günümüzdeki ölçüsü üretim değil tüketimdir. Fakat toplumsal yaşam demek, üretim halinde olmak demektir. Bunun için kapitalist modernite sürecinde toplumdan ziyade kitleden söz edilmektedir. Kitle ise kendisi için maddi ve manevi üretimde bulunmaktan koparılmış ve tüketici olmuş toplum demektir. Bu hale getirilmiş toplumlara ise kitle toplumu denilmektedir. Kapitalist modernite sisteminde maddi ve manevi değerler ne kadar yoğun ve hızlı tüketilirse, kâr ve sermaye de o kadar büyümektedir. Bu yüzden tüketimin hızlandırılması ve yoğunlaştırılması gerekir. Hiç gerekmediği halde bir şeyi ihtiyaç haline getirmek sistemin özelliklerindendir. Tüketim olmaksızın sistemin yaşayabilmesi mümkün değildir. Bu özelliğiyle kültür alanına ve kültürel ürünlere yaklaştığında sistem kültürü özünden ve içeriğinden boşaltmaktadır. Kültürün ve kültürel ürünlerin temel özelliği kalıcılıktır. Bir özelliğin kültürleşmesi toplumsallaşması demektir. Bir eserin toplumsal kültüre mal olması ise kalıcılığı gerektirir. Kültürel ürünler ve bunlar üzerinden taşırılan değerler kalıcı olursa, tüketimi de yavaş ve geç olur. Bu da daha az kâr, daha az iktidar demektir. Kapitalizm sürekli ve daha çok biriktirmek mantığıyla işlediği için kalıcılığa düşman olmak zorundadır. Kapitalist sistem açısından alım-satım esas olduğu için her şey pazara sürülecek, alım-satım konusu haline getirilecek derekeye düşürülmek durumundadır. Alım-satım için felsefi olarak olması gereken şey değersizliktir. Çünkü bir şeyin satılabilmesi için, önce onun insan bilincinde değersizleştirilmesi varsa kutsallığından soyundurulması gerekir. Çünkü kutsal ve değerli olan bir şey pazara sürülemez, alım satım konusu yapılamaz. Kültüre yaklaşım insan ve toplumuna da yaklaşımdır Kültür ile toplum arasındaki kopmaz bağ bu sonuca yol açar. Kültürel değerler toplumsal emeğin bir sonucudur. Kültür değerlerinin ayrım yapılmadan pazara sürülebilmesi için toplumun kendi emeğine ve bunun sonucu olarak ortaya çıkardığı değerlere yabancılaşması, “Bunlar satılabilir” mantığının geliştirilmesi gerekir. Bu ise toplum olmaktan çıkmaktır. Çünkü toplum üretmek, yeni değerler yaratmak temelinde işleyen canlı bir organizmadır. Bu organizma ihtiyaçtan fazlasını tüketen değil üreten bir özellikte işler. Toplumsal üretimin fazlalığı tüketimi değil, toplumsal zenginliği artırır. Ama kapitalist modernite toplumsallığı dağıttığı için her değeri alım satım konusu yapabilmekte, toplumsal işleyişi tüketim lehine çevirebilmektedir. Alım satım konusunda kapitalist pazarlamacılık, kültürü popülerleştirerek satar. Kültürel değerler tüm insanlığın değerleri oldukları için, satışa sürüldüğünde alıcısı da tüm insanlık olur. Kültür insanın manevi olarak beslenmesini sağlar. Kültürel değerler pazara sürüldüğünde alıcı bulmasının nedeni budur. Kültürel değerlerin bu iki özelliğinin sistem tarafından istismarı toplumsal kültüre pazara düşme yani popüler 55 Ağustos 2014

kültür haline dönüşme dışında bir yol bırakmaz. Kültürün popülerleştirilmesinin daha çok para kazanmak ve bunun için pazarı genişletmekle birebir ilişkisi vardır. Amaç iddia edildiği gibi tüm toplumu kültür ve sanat ile buluşturmak değildir. Para kazanma amacı olmayan hiçbir uygulama kapitalist sistemde gerçekleşemez. Çünkü değerlerin el değiştirmesinde para kazanmak amaç olmaktan çıkarsa kapital birikmez. Kapitalizm biter. Kültürün en geniş kesimlere ulaşması için halk kültürlerinin işlenmesi gerekir. Cinsi, etnisitesi ve sınıfı ne olursa olsun, her kesimden alıcısının olduğu tek alan kültür değerlerinin satıldığı pazar alanıdır. “Toplum toptan metalaşmaktadır. Alım satım konusu olmayan hiçbir değer kalmamıştır. Kutsallık, tarih, kültür, doğa, her şey metalaşıyor. Bu gerçeklik de toplumsal kanserleşmedir ve kaosa götürür.”5 Üzerinde bilinçli bir şekilde en çok spekülasyon geliştirilen ve muğlaklık içinde rolünü sürdürmesi istenen popüler kültür kavramının kökü People (halk) kelimesinden gelir. Ancak egemen sınıflarca anlam kaymasına uğratılmıştır. Günümüzde ‘geniş kitlelerin benimsediği kültür’ anlamında kullanılmaktadır. Bu haliyle geniş kitlelerin tükettiği kültürdür. Ancak halkların kendi tarihinden, yaşamından süzdüğü bir kültür değildir. Egemen sistem tarafından, onun müzik sektörü tarafından, onun medya sektörü tarafından, onun ideolojik kurumları ve başka sektörleri tarafından egemenlerin zihni, duygusal ve sosyal normlarını hâkim kılmak üzere üretilmektedir. Geniş toplumsal kesimler tarafından tüketilmektedir. Ancak bundan hareketle popüler kültürün halkın kültürü olduğu anlamı çıkarılamaz. ‘Geniş halk yığınları kullanıyor, halka aittir ve iyidir’ denilemez. “Popüler kültür kavramı kaymaya uğratılmamış anlamıyla merkezileşmiş kültür endüstrileri tarafından yaratılma yerine, yerelde halkın kendiliğinden yarattığı kültür anlamına gelir. Popüler kültür, modern kitle iletişim araçlarının gelişmesinden önceki zamanlarda üretilen halk kültürünü içerir.”6 Bu tanım belki 20. yüzyılın ortalarına kadar bir ölçüde geçerliydi. Fakat popüler kültür kavramı artık “halkın, halka ait, halktan” anlamını taşımamaktadır. Popüler kültür kavramının halk ile olan bu bağı geçerliliğini yitirmiştir. Halk kültürü yerelliğini ve özgünlüğünü, otantikliğini koruduğu ölçüde halkın olarak kalmaktadır. Fakat ‘popüler kültür’ kavramı kapitalist modernitenin iktidar ve pazarının bir parçası olmuştur. Popüler kültür kavramı “kültür endüstrisi tarafından üretilen ürünlerin yaygın kullanımı” anlamına gelmektedir. Kapitalist modernite tarafından, kapitalist modernite için dönüşüme uğratılmıştır. Böylece popüler kültür kavramı bir zaman ait olduğu toplumun elinden gasp edilerek, diğer mallar gibi kâr ve iktidar amacıyla üretilen ve satılan bir duruma dönüştürülmüştür. Egemen sistem tarafından egemen sistemin yeniden üretilmesi amacıyla üretilen kültürdür. Popüler kültür toplumun sorunları, çelişkileri, sevinçleri ve acıları bağlamında, endüstriyel amaçlar gütmeden kendini yenileme, ifadeye kavuşturma


Özgür Halk ve toplumsallığı sağlıklı olarak geliştirme temelinde ortaya çıkan bir kültürel birikim değildir. Popüler kültür kapitalist modernitenin ekonomik olarak kâr elde etme ve pazarı genişletme, ideolojik olarak da toplumu yeniden inşa etme, yeniden kurgulama amacıyla sürdürdüğü planlı bir sürecin sonunda ortaya çıkmaktadır. Bunun için oluşturulmuş son derece güçlü mekanizmalara sahiptir. Hem oldukça kârlı bir sektör durumundadır, hem de sistemin ayakta kalmasında etkili bir rolü bulunmaktadır. Sistemin zihniyet ve duygu dünyası, davranış ve ilişki kalıpları bu sektörde yeniden ve yeniden üretilmektedir. Bireycilik, hazcılık, rekabet, karamsarlık, belleksizlik, kadercilik ve cinsiyetçilik gibi sağlıklı bir toplumsallığı kemiren kişilik özelliklerinin ve davranış kalıplarının yeniden üretimi bu sahada gerçekleştirilmektedir. Toplumun ahlâki ve politik güçten düşürülmesi, sistemin zihinsel iklimine çekilmesi en fazla da popüler kültür üzerinden gerçekleştirilmektedir. Walter Benjamin’in deyimiyle “Kültürün mekaniksel üretimi” ve modern kitle iletişim araçları yerel halk kültürünü de işgal etmiş, onun saflığını dönüşüme uğratmıştır. Halkın maddi ve manevi kültür ürünleri ya ortadan kaldırılmış, (çelik çomak, aşık atma, sözlü destanlar, sürahi, testi, tas, çanak, el yapımı oyuncaklar, geleneksel oyunlar, doğal tedavi yöntemleri) ya ilkellik ve gerilikle suçlanarak marjinal duruma düşürülmüş (halk ozanları, türküler, tahta kaşıklar, beşik, geleneksel kıyafetler), ya da sermayenin çıkarına göre yeniden biçimlendirilmiştir (düğün, nikâh, futbolun sermayenin salonlarına ve sahalarına taşınması, halk ve halay oyunlarının televizyonda metalaştırılarak gösteriye dönüştürülmesi). Böylece öz niteliklerini yitirerek topluma yabancı bir üretim içinde yine topluma yabancı bir ürün haline getirilmiştir (Türkülerin aranje edilmesi, poplaştırılması, halk oyunlarının modern dans haline getirilmesi, bakkalın süpermarket, berberin kuaför olması vb.) Popüler kültür, para verip tüketmek üzere satın alınan paketlenmiş kültürdür. Bu anlamıyla bir kutu bisküvi ya da bir şişe meyve suyundan farkı yoktur. Alabildiği kadarıyla tüketici kitlenin malıdır. Onun ötesinde toplumun kültür üzerinde bir sahipliği söz konusu değildir. Popüler kültürle yürütülen kâr ve iktidar oyunları medya ve iletişim araçları üzerinden gerçekleştirilmektedir ve topluma ait her kültürel olgu popüler kültürün ilgi alanına girmez. Bir kültürel olgu pazara sunulduğunda kâr sağlayacaksa alınıp işlenir ve popülerleştirilir, değilse unutturulur. Yine sistemin yapısına ve mantığına ters ise popülerleştirilmez. Aksine eski, ilkel, cahil insanlara ait kötü ve zararlı etiketleriyle kötülenir. Buna karşı alternatif kültür üretimine yönelen toplumsal kesimler baskı ve engelleme mekanizmalarını karşılarında bulurlar. Ya kısa sürede piyasadan sürülürler ya da toplum tarafından tutulmuşsa ele geçirilip ticarileştirilirler. Protest müzik buna iyi bir örnektir. İşbirlikçi ulus-devletlerde uygulanan diğer bir popüler kültür politikası da toplumun otantik kültürünü Batı kültürüyle karıştırmadır. Sonunda ortaya “Modern dans, modern müzik, özgün müzik, Türk pop müziği, Türk hafif müziği, Kürt popu, Yeşil pop, vb.” gibi

kozmopolit, ne Doğulu ne Batılı ucube bir şey çıkmaktadır. Kapitalist modernite sürecinde popüler kültürle birlikte toplumun kültüre, kültürel ürünlere toplumsallığını öğrendiği, kutsal, erdemli ve insani olanı ifade eden temel değerlerin yansıtıldığı eserler olarak bakışı ortadan kalkmıştır. Eğlence, kullanma, tüketme hâkim hale gelmiştir. Toplumsallığı üreten en temel alan olarak kültür toplumun tükettiği ve tüketildiği bir alan haline getirilmiştir. Önder APO, “Halkların kültürel gerçeklerinden koparılması fiziki, ekonomik katliam ve talanlardan daha yakıcı sonuçlar doğurmuştur”7 demektedir. W. Benjamin de, sanatın kendine özgülüğünü ve eşsizliğini yitirmesine ve değerin pazarda para cinsinden belirlenmesine dikkat çekmektedir. Ancak daha önemlisi konunun ideolojik boyutudur. Toplumun günlük kendini ve kendinin olanı kendine ve tarihine göre üretebilmesi engellenmekte, toplumun bu temelde kendini yeniden üretmesinin önüne geçilmektedir. Kapitalist modernite sürecinde toplumlar ve kültürler tarihsel üretim biçimleriyle yok edilmektedir. Modern üretim yöntemleri ve araçlarıyla (kitle iletişim araçları-medya) topluma ait olan ve yerel olan her şey tarihten silinmektedir. Bir yanda bunlar olurken, diğer yanda sistemin propaganda araçları ve sözcüleri yerelleşmeden ve yerel değerlerin korunmasından bahsetmektedir. Bu biçimde dönüşüme uğratılan popüler kültür evde, sofrada, televizyonda, sokakta, işte, eğlence yerlerinde, gördüklerimiz ve duyduklarımızda, yediğimizde, içtiğimizde bulunan ve kaçınamayacağımız geniş bir günlük yaşam alanını içine almaktadır. Günümüzdeki biçimiyle popüler kültür kavramı ‘nüfusun büyük çoğunluğunun kültürü’, ‘çoğunluk için olan kültür’ veya ‘çoğunluk tarafından izlenen, tutulan, tercih edilen kültür’ anlamında kullanılıyor. Dolayısıyla, popüler kültür artık belli bir yerel topluluğun ürünü değildir ve onların yaşam kültürünü yansıtmamaktadır. Popüler kültürün bu biçimdeki eleştirel tanımından farklı tanımları da yapılmaktadır. Bu anlamıyla popüler kültürün tanımı konusunda da bir mücadeleden bahsedilebilir. Kimi çevrelere ve kişilere göre popüler kültür direnenlerin ve egemenliğe karşı mücadele edenlerin kültürüdür. Bu kültür kendi başına var olmaz; egemen kültüre karşıtlık süreci içinde oluşur. Örgütlü iktidar güçlerine karşı geliştirilmiştir. Direniş tarafından yaratılmış, artık yaşanmayan uzak geçmişin değil şimdinin günlük yaşamın kültürüdür. Geniş anlamıyla da kapitalist modernitenin egemenliğini sürdürmek için uyguladığı politikalara karşı yürütülen mücadelenin içinde ortaya çıkar. (1)Türkçe Sözlük (2)İrfan Erdoğan-Popüler Kültürde Gasp Ve Popülerin Gayri Meşruluğu (3)Abdullah Öcalan-Kürt Sorunu Ve Demokratik Ulus Çözümü (4) Ayşe Lahur Kırtunç-Popüler Kültür Araştırmaları-syf,72 (5)Abdullah Öcalan-Bir Halkı Savunmak (6) Polity Reader, 1994-Sayı.3 Aktaran: İrfan Erdoğan-Popüler Kültürde Gasp Ve Popülerin Gayri Meşruluğu (7)Abdullah Öcalan-Bir Halkı Savunmak

56 Ağustos 2014


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.