Özgür Halk Sayı 10

Page 1

İçindekiler

Editör 2

Abdullah Öcalan

Özgürlükle Buluşma

9

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı Önder Apo Özgürleşmeli Meclis Devreye Girmeli Tahkim Edilmiş Ateşkes Sağlanmalı

13

Kerim Nuda

Doğru Siyasi Çizginin Zaferi

18

Mustafa Karasu

Radikal Demokrasi Kazanacak Darbe Mekaniği Tarihe Gömülecektir

28

Murat Karayılan

Bi Ruhê 1’ê Heziranê Emê Ber Bi Serkeftin û Zaferê ve Bimeşin

38

Ali Haydar Kaytan

Zilan’ı Doğru Anlamak

45

Muzaffer Ayata

16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişinden Gezi Direnişine Devrimci Sosyalist Hereketin Analizi

51

Sinan Şahin

Komplo İhanet Ve Soykırım Başlangıç Tarihi

59

Navdar Amed

Kızılkayalar

63

Hazal Deniz

Sema(lar)dan Bize Kalan Ateşin En Derin Rengidir

Tarihi 7 Haziran milletvekili seçimin de HDP büyük bir zaferle çıktı. HDP’nin zaferi, Türkiye halklarıyla Kürdistan halkının buluşmasının zaferidir. Önder Apo’nun demokratik ulus projesinin somutlaşmış hali olan HDP-HDK projesinin zaferidir. Başta Kobanê ve Şengal olmak üzere, Kürdistan’ın dört parçasında demokrasi düşmanlarına karşı direnen halklarımızın zaferidir. Bu başarı en başta da bu seçim kampanyasında şehit düşenlerin başarısıdır. Ağrı’da halklarımıza karşı gerçekleştirilen komployu boşa çıkaran yiğit halkımız ve göğüslerini siper eden şehitlerimiz bu zaferin gerçekleşmesinde tarihsel bir rol oynamışlardır. Bingöl’de katledilen Hamdullah Öğe ve Amed’te gerçekleştirilen katliamda şehit düşenler bu seçim zaferinin baş mimarıdırlar. Seçim bürolarının bombalanması, yakılması ve mitinglere saldırılması karşısında yılmayan Türkiye halkları bu seçim zaferini yaratanlardır. Kuşkusuz Kürt halkı Türkiye’de gerçekleşecek demokratik devrimin en temel gücü olduğunu bir daha göstermiştir. Kürdistan’da otoriter hegemonik zihniyete sahip, kendini soykırımcı yeni devlet olarak kurumsallaştıran AKP’yi silip süpürmesi bu seçimin en net sonuçlarındandır. Kürt halkının tutumu; Önder Apo’nun, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve HDP’nin Kürtlerin siyasi iradesi ve muhatabı olduğunu, Kürt sorununun çözümünün ancak muhataplarla müzakereyle çözüleceğini bir daha gözler önüne sermiştir. Bu seçimin ortaya çıkardığı en temel gerçek, Önder Apo’nun düşüncesinin Türkiye’ye barış, özgürlük, demokrasi ve istikrar getireceğinin halklarımız tarafından görülmesidir. Bu gerçeklik, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü ile Önder Apo’nun özgürleşmesinin birbirinden koparılamayacağını ve Önder Apo’nun özgürlüğü ile Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünün aynı süreçler olduğunu göstermiştir. Bu açıdan Önder Apo üzerindeki tecrit derhal kaldırılmalı, özgürlüğü sağlanarak Kürt sorunu ve Alevilerin sorunlarının çözümü başta olmak üzere tüm sorunların çözümü temelinde demokratik Türkiye gerçekleştirilmelidir. HDP’nin başarısı demokrasi güçlerinin zaferidir. Bu açıdan demokratikleşmenin gerçekleşmesinde temel görev HDP’ye verilmiş durumdadır. HDP Türkiye’de demokratik devrim yaratacak ve Türkiye’nin tam anlamıyla demokratikleşmesini sağlatacak bir demokratik program ortaya koyarak bu program etrafında tüm demokrasi güçlerini harekete geçirmelidir. Demokratik ittifakın daha da genişletilerek Türkiye’deki demokratik devrim rüzgarının Türkiye’nin demokratikleşmesiyle taçlandırılması hamlesi başlatılmalıdır. 12 Eylül darbe anayasasının yarattığı siyasal sistemi de yenilgiye uğratmıştır. Artık Türkiye halkları fiili olarak lağvedilen bu anayasayla yönetilemez; bu anayasayla yaşatılamaz. Dolayısıyla demokratik ve özgürlükçü bir anayasanın gerçekleştirilmesi ihtiyacı acil hale gelmiştir. Bu seçimlerde sadece AKP yenilgiye uğratılmamıştır, IŞİD zihniyeti ve bu zihniyetle ruh ikizi olan tüm siyasi düşünceler ve politikalar da yenilgiye uğratılmıştır. AKP’nin yenilgisiyle IŞİD ve El Nusra gibi soykırımcı ve faşist çeteler de yenilgiye uğratılmıştır. Bu temelde demokratik ulus zihniyeti çerçevesinde demokratik devrim rüyası Türkiye’den başlamak üzere tüm Ortadoğu’da etkili hale gelecektir. Halkları etnik ve ulusal çatışmalar içinde boğan zihniyet ve politikalar bundan sonra gerileyerek Ortadoğu’daki farklı etnik, dinsel, kültürel ve sosyal toplulukların bir arada barış içinde yaşayacağı demokratik ulus çağı başlayacaktır.Türk devleti ve hükümetinin Kürt sorununu kimlerle ve nasıl çözmesi gerektiğini ortaya koymuştur. HDP’nin demokratik ulus anlayışı da bu çözüm için büyük şanstır. Türkiye’nin tüm demokrasi güçleri de bu seçim sonuçlarının gereklerini yerine getirmede daha fazla sorumluluk yüklenmeli, bu başlangıcı, ittifaklarını, birliklerini daha da güçlendirerek on yılların mücadelesini ve demokratikleşme birikimini Türkiye’nin demokratikleşmesiyle taçlandırmalıdırlar. Özgürlük Kazanacaktır…


Özgür Halk

Haziran 2015

Özgürlükle Buluşma

Kopmamaya çalıştığım esas gerçeklik PKK şehadet gerçekliğidir. Anlayış ve uygulama esaslarında ciddi bir yetersizliğe girmemek için büyük özen gösterdim. Gözünü kırpmadan kendini halklar uğruna feda eden insanların sağlam bir takipçisi olmak için nefes nefese bir yürüyüşü gerçekleştirmekten kendimi geri tutmadım. Abdullah Öcalan Eskiden “kitabi” olmak derlerdi. Biz buna, anlama gücüne saygı göstermek ve ona göre amelin sahibi olmak diyoruz. Kürt olayında en çok öğrenilmesi gereken, kitapsız bir halk gerçeği olmasıdır. İnsanlık yarışında kitapsız olmamız ve yaptığımız işlerin değerinin neredeyse olmaması, kendine karşı olması gibi bir gerçeğimiz var. Şimdi ameliniz kitaplardaki doğrulara olduğu kadar, bizim de yazmaya çalıştığımız kitaplara göre olamıyor.

İşte, bu da yenik düşmenin diğer bir ifadesidir. Burada tarih ve insanlık karşısında savunma olamaz. Kendini kandırmaktan tutalım, ipe sapa gelmez her türlü dili, herkese, her yerde dayatmayı sergilemekten geri durmuyorsunuz. Ama hayat size bu temelde vurdukça vuruyor. Demek ki bir anlayış geleneği, özellikle pratik yaşam, mücadele pratiğine damgasını vurmadıkça kendinizi affetmeniz asla mümkün değildir. Yani, yaşamın her yürüyüşünde bizi kahredecek engellerle karşılaşmaktan kurtulamazsınız.

Bedeninde kızıl köprüler kurarak büyük bir direnç gösteren Sema Yüce yoldaş için söylenmesi gereken; onlar kitaba ve Önderlik esaslarına göreydiler. Bir türlü yanıt veremeyenler ise, kitapsızdırlar, doğruları olmayan anlayışsızlardır. İşte, yapmamız gereken, kendimizi bu kitaba kavuşturmaktır. Hayatın kitabını okumayı bilmiyorsunuz, bu yeteneğe ulaşmamışsınız ve dolayısıyla bütün direniş değerleri unutulup gidiliyor. Gerçekten böyle yargılanma günlerinde hesap vermeniz çok zor. Ulusal değerler karşısında hesap vermesini bilmeyenler lanetliler, ikiyüzlüler, münafıklar ve sefiller grubuna girerler. İlkeli olmanız için büyük güç harcadık. Varsa bir gücünüz, bir samimi sözünüz artık zarar vermeyecek bir yeterliliğe ulaşmalısınız. Parti savaşımımız ilk elden içimizdeki sahteliğe karşı savaştır. Doğrusuz, mücadelesiz, aşksız, yalan yaşam gerçeği, yenilgilere ve güdülerin sınırlarına takılmış çirkin bir durumdur. Bu büyük ayıbı biraz olsun aşmak için partileşelim! Eskiden, “dinimizi kuralım, mezhebimizi kuralım” derlerdi, şimdi de “partimizi kuralım” diyoruz.

Yaşamınızın hangi döneminde ve nerede özgür yaşam ilkesine başarıyla bir yürüyüş gerçekleştiriyorsunuz? Bunları sorgulamak gerekiyor. Böyle günleri ağlama günlerine, dinsel ve duygu günlerine dönüştürmeniz yetmez. Önceleri halkımız zoraki ağlar, sahte gülerdi. İkisinin de değeri yoktur. Oysa bu şehitler belki de insanoğlunun yapamadıklarını gerçekleştirdiler. İbrahim Halil Peygamber ve Hallacı Mansurlar düşmanları tarafından ateşlere atılmıştır. Ama hem de genç yaşta, hayatın baharında rahatlıkla başka mücadele biçimlerini deneyebileceği imkanları olduğu halde, kendi özgür iradesiyle ateşlenmeyi Sema yoldaşımız gerçekleştiriyor. Bu bizi büyük düşünmeye zorluyor, zorlamak zorunda. Kopmamaya çalıştığım esas gerçeklik PKK şehadet gerçekliğidir. Anlayış ve uygulama esaslarında ciddi bir yetersizliğe girmemek için büyük özen gösterdim. Gözünü kırpmadan kendini halklar uğruna feda eden insanların sağlam bir takipçisi olmak için nefes nefese bir yürüyüşü gerçekleştirmekten kendimi geri tutmadım. Sizlerle büyük boğuşmayı yaşadık, yaşamak zorundayız. Çünkü bu değerler öyle kolay çiğnenecek değerler olamaz.

Bize çok gerekli olan ve doğru bir çizgisi olan bu büyük mücadele, her şeyden daha çok önemlidir. Gerçekliğimizle birleştirmeye çalıştığımız bu çizgiye karşı büyük bir homurtu var. Körce bir bağlılık kadar, çoğunlukla kime hizmet ettiği belli olmayan savrulmalar var. Burada en büyük savunma gerekçeleriniz; “beynim, yüreğim fazlasını kaldıramıyor” oluyor.

Şehit gerçeği kadar kesinleşmiş başka bir gerçek yoktur Darağaçlarında, ölüm kusan mermilerin delik deşik ettiği insanlara saygılı olmak için gücümü çok iyi

2


Özgür Halk kullanmaya çalıştım. Sözümde, eylemimde ciddiye alınan bir konuma geldim. Bunda en belirleyici etki bu şehitler gerçeğinin ta kendisidir. Şüphesiz şehitler gerçeği için bunları belirtmek kendi başına yetmiyor. Şehitler bundan ibaret değil, bir dava takipçiliği ve hatta savaşımlarına bir yere kadar da mesafe aldırmak tam ifade etmez. İçini sorgulamak daha büyük önem taşıyor. Bunlar genelde özgürlük kavramıyla açıklanmak isteniyor. Ama çok genel bir kavram.Özgürlüğün nasılı çok daha yakıcıdır ve gerçekleştirmesi de bir o kadar zordur. Şehitlerin birçok takipçisi var. Benden daha fazla kendini adayanlar var. Ama dikkat edilirse, bunlar bile bazen onları unutturmaktan ve hatta anlamsız bulmaktan öteye gidemiyorlar. Demek ki, takip etmek uğruna ölmek yetmiyor. Daha başka şeyler ve bu başka şeylerin içini doldurmak gerekiyor. Çünkü hiçbir şehadet büyük bir yaşama gerekçesi olmadan gerçekleştirilemez. Zor olan bunu çözmeye, noksanlığı varsa gidermeye, yaşamsallaştırmaya çaba göstermemiz ve bizim birçok kişiyle olan farkımızı ortaya koyuyor. Bunu başarmasaydık, şehit değerlerine bağlılık laf olmaktan öteye gitmezdi.

Haziran 2015

onun mirası üzerinde yaşayacağını iddia edeceksin. Buna kargalar bile güler. Laf anlamazlık, kuralsızlık ve bencillik temelindeki dayatmalar şehitlere ve kutsal değerlere bir başkaldırıdır. Çoğunlukla zarar verdiler. Anlayışı kıt olanlar kendilerini kaybettiler ve kazanmadıkları ortaya çıktı. Bunun anlaşılır kılınması için çok çaba harcadık. Dağları, taşları kitaplarla, çözümlemelerle doldurduk. Ama siz ilkeye göre yürümeyi beceremediniz; bencillikte aşırı gittiniz, hatta kendini bir şey sananlar çıktı. İşte, şehit gerçekliğimiz buna “dur” hareketi, doğruya “gel” hareketi oluyor. Bir değerlendirme gücü yaratmak istiyorsanız, kendinizi dürüstçe affetme, ıslah etme kararlığını yaratmak istiyorsanız; bütün yüce dinlerde olduğu gibi halkımızın gerçeğinde, hatta toplumsal insani birimlerde bile bu bağışlanma siyaseti doğru olabilir. İşi gücü kötülük olanların bağışlanması herhalde doğru olamaz. İncir çekirdeği kabilinde değersiz şeyler yüce yaşamı, onun araçlarını bozuyorsa ve bu konuda bir tutum davranış varsa, kesinlikle ona yer vermemek gereklidir. Bizim için trajik olan, bu şehitliklerde derin bir zayıflık var. Hele böylesine şehadetlerden kaçamamak, kendini mahkum görmek tam bir trajik zemine dayalıdır. Büyüklüktür, fakat trajiktir. Bu nasıl bir nokta, zemindir ki, böylesine insanlık tarihinin en ender olabilecek bir eylemine zorluyor. Bu zemini kurutmak gerekiyor. Bu zemini kurutmak için benim kadar bu işin ustası olmak, hem de amansız savaşçısı olmak belki de tarihte hiç görülmeyecek gibidir. Benim bu büyük duruşu, büyük trajik eylemi zorlayan gerçeğim, tarzım ve bir de bunu ortadan kaldırma çabam korkunç bir buluşmayla kendini ifade ediyor. Önlemek için büyük çaba harcadım, ama esasta sadece bu sembol eylemler değil, yoğunca yaşanan şehadetlerde de bu vardır.

En zor hesap verilmesi gereken, kendini sorgulayıp yanıt olmaktır. İç sorgulamayı tek kaldığında da geliştirmek ve bunu başarı düzeyine taşırmak en zor olanıdır. Ancak bunun gücünü gösterenler değerlidir. Arsız insanlar üzerinde şehidin dili yoktur. Herhalde insanların en fazla güç aldıkları, güç yitirdikleri nokta da bu dili olmayan şehit gerçeği karşısındaki duruşlarıdır. Biz de o kadar çok ki bunlar, sayılamayacak kadar; fakat bir o kadar da üzerinde durulması gereken büyüklükleri var. Bu rezil yaşama karşı bir darbe olan şehitliği, yaşamın düzeltilmesinde etkili bir silah olarak kullanamazsanız, hiç kimsenin sizi ciddiye alması, hayatın kendisinin sizi bağışlaması bile mümkün değildir. Kara cehalet örnekleriyle, tıkanmış duygularla, çok sözde kalan ve ucuz gözyaşlarıyla yanıt olamazsınız. Çünkü şehit gerçeği kadar kesin başka hiçbir gerçek yoktur. Bu gerçeğe göre kendinizi gerçekleştiremezseniz, kabulünüz mümkün değildir.

Bir ana ilkeye bağlılığın götürdüğü bir eylemken, diğer yandan orada ilkenin uygulanmasında kişilikteki yetersizliği, olmadık yerdeki şehadeti gerçekleştiriyor. İlkeye müthiş bağlı, benden daha fazla. Onun gereklerini büyük bir ustalıkla yapamıyor, çok trajik düşüyor. Benim yaptığım ilkeye biraz daha farklı bağılılık, ama o zeminde yıkılmamak için korkunç bir politik sezgi gerekiyor. İnanılmaz bir tarz ve tempo; en zor anda en önemli çıkışı yapmak, başarıyı sağlamak... İşte, bizim sanatımız budur.

Onlar ki, yaşamın yeniliğini, kendi bedenlerindeki ateşi küllerinden yaratmayı söz olarak veriyorlar. Sizin için bu ne anlama geliyor? Bireysel hevesler, keyfi duruşlar bu gerçekle tezat, terslik teşkil ediyor. Birileri bu kadar büyük fedakarlık eylemi koyacak; sen

3


Özgür Halk

Haziran 2015

gerektiği, böylesi bir öğretinin savaş sorunlarından kalıcı bir barışa, özgür insana kadar birçok soruna çözüm olacağı temelindeki açıklamalarını Kürt kadını kavramıştır. 8 Mart’tan başlayıp 21 Mart’ta doruğa çıkan eylem yürüyüşünde bunu ispatlamıştır.

İlkeye bütün insanları uyarlamak en temel işim. Benim bütün yürüyüşüme, tarzıma, tempoma damgasını vuran aslında bu gerçekliğin ta kendisidir. Hayret ediyorum, bu gerçekliği neden göremiyorsunuz. Korkunç bir şey! Haydi şehit, gerçeğiyle bunu ödedi, ya siz nasıl ödeyeceksiniz? En büyük soru benim için budur? İmdadınıza yetişmek için, dağları taşları ilkelerle doldurduk. Ama oralı bile olmayışınız, hatta tersinde ısrar, nasıl izah edilecek, neyle sonuçlandıracaksınız? Trajik ihanetler de çıkıyor, trajik değil de çok aşağılık ihanetler. O da bununla bağlantılı. İhanet ve hain gerçeği nedir? Şehit gerçeği nedir? Şehit; ilkeden taviz vermemek ise, hain ve ihanet de tam bu noktada en zorlu zeminde ilkeyi amansız çiğnemektir. Hain; en gerekli yerde ilkeye bağlılığı, en gözükara çiğneme kişiliğidir. Şehitlerimiz ne kadar çok ise tarihimizde hain ve ihanetçi de gerçekten çoktur. Sanıyorum burada da bir diyalektik bütünlük var. İhaneti bol olan, acımasız, utanç verici gerçeklikten büyük şehadeti bol olan bir gerçekliğe ulaşmamız, partileşmemiz bir bütünlüktür. Hiçbir ihanet bizdeki kadar ilkeye ters düşmez ve böylesine aşağılık bir biçimde gerçekleştirilemez. Ama hiçbir şehadet de bu kadar cesur ve fedakarlık temelinde gerçekleştirilemez. Bizim görevimiz; bu ikisinin de hakkından doğru gelebilmektir. Hainin ve ihanetin üstesinden doğru gelebilmek kadar, şehadetin de üstesinden doğru gelmek gerekir. Çünkü sizin gerçeğiniz de bu iki ilke arasında veya bir ilkeye sınırsız bağlılıkla birlikte, sınırsız karşıtlık temelinde düğümlenmiştir. Gerçeğinizin bu ikilemden kurtulması imkansızdır. Tanrısal ilkeleşme dediğimiz artık bu noktaya gelip dayanmıştır. Ruh kadar, düşünme gücünü göstermeniz gerekiyor.

“Kadınlar küllenen Kürt ateşinin kıvılcımlarıdırlar. Küllerinden yeniden doğmayı başaran, bunun kıvılcımı olabilen her kadın, özgür Kürdistan’ın dokuyucusu olacaktır...”

Bu çerçeve temelinde sözkonusu olan Zilan kişiliği ise ve onun en güçlü ardılı Sema Yüce ve kısmen de Fikri Baygeldi yoldaş ise, daha özgün olanı da dile getirmekte yarar vardır. Genel ilkeye bu yoldaşların bağlılığı tartışmasızdır ve yüce değerdedir. Yüce kuvvette, cesarette, fedakarlıktadır. Benim için kendilerini adamaktan bahsediyorlar. En büyük güvenceleri olarak bizzat bizi zikrediyorlar. Eylemlerini bize vasiyet ediyorlar. Bu eylemin büyüklüğünü benim halka, insanlığa ve partiye taşırabileceğime büyük bir güven duyuyorlar. Daha da önemlisi çözebileceğim, gereken sonuçları çıkarabileceğime inanıyorlar. Bunlar yazılmış, hepsi belgeli. Özlü mektuplar, söylenmesi gereken tüm doğruları yalın bir şekilde yazmışlardır. Her cümlesi çok değerlidir. Güzel cümleler var:

Başkanım! Bu temelde beynimi, yüreğimi ve bedenimi 8 Mart’tan 21 Mart’a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyorum. Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın ve diğer tüm şehitlerimizin iyi bir öğrencisi olabilmek için Zekiye gibi yanmak, Rahşan gibi Newrozlaşmak istiyorum. Diğer Newrozlaşan Berivan, Ronahi, Mirza Mehmet, Eser yoldaşların izinde kararlıca yürümek istiyorum. Kadının yaşam gücünün, zafer gücünün olduğuna, kadının da yoldaş olabileceğine olan inancımı soylu bir eylemle taçlandırmak isteğimin nedeni, soyluluğun bilinen tüm tanımlarından arındırarak kendisini basit düşleri, büyük insanın erdemi olduğunu haykırmak isteğimdir. Öğrencisi olmaya çalıştığım şehitlerimizin eylemleri üzerinde çok düşündüm. Her gün, her an devrim ateşinde yürüyerek yanmayı, bunun sırrını kavramayı çok istedim. Gördüm ki, bu kendini aşan insanın eylemidir. Bu kararı verdikten sonra, tekrar tekrar büyük bir

“Kürt kadını Başkan Apo’nun emrini almıştır. Kendini düşmana, onun kirli emellerine alet etmeyeceğini göstermiştir. Başkan Apo’nun 8 Mart’ta tüm kadınlara seslendiği konuşmasında ifade ettiği, kadın eksenli bir kurtuluş ideolojisinin geliştirilmesi

4


Özgür Halk iç savaşı yaşadım. Kendimde bütün beşeri zaafların ayartıcı gücünü son bir kez daha gördüm ve yendim.

Haziran 2015

nun yolu günlük parti içi sınıf mücadelesini yürütmek, kadın savaşçılar olarak bu mücadelenin öznesi haline gelmektir. Bu savaşta temel silahımız YAJK’tır. YAJK’ı büyütmek, kurumlaştırmak için her kadın savaşçı bugüne kadar gelişen deneyimleri iyi özümsemeli, şehitlerin öğrencisi olmalı, günlük yaşam içinde kendini her an yaratmanın savaşımını vermelidir. Kadının öncüleşmesi cins kurutuluşunun basit bir gerçekleşmesi değildir. Sistem bunun binlerce düşkünleştirici seçeneğini sunmaktadır. Başkan Apo her şeyden önce kadının ve erkeğin hareket ettiği zemini değiştirmek iddiasındadır. Bunun pratik öncülüğünü her an Parti Önderliği’nin şahsında görmek mümkündür. Bu anlamda her YAJK üyesi, parti zeminini farklı yaşam anlayışlarının ideolojik politik örgütlenmenin fırsatı olarak gören ve değerlendiren tüm anlayışlar karşısında mücadele etmelidir. Yoğunca kesimlerin yaşadığı çok sahte, keyfi yaşam zeminleri olmaktan çıkarmalı diyorum. Kadın şehit yoldaşlarımız bunun mümkün olduğunu soylu eylemleriyle ispatlamışlardır. Onlardan öğrenmeyi bilelim. Büyük tutkuların savaşçısı olalım.”

Özgür yaşam, özgür kadın tutkum bana bunu emrediyor. Başkan Apo’ya bağlılık andımın, bu tutkumun ateşinde kül olmak ve küllerden kendimi yeniden yaratmak olduğunu, şimdi daha iyi anlıyorum. Kendimde yaşamı yaratma kararında en önemli güç kaynaklarından biri de kadının partileşme silahı olan YAJK’tır. YAJK hem Başkan Apo’nun kadının yoldaş olabileceğine inancının eseridir, hem de inanıyorum ki, Başkan Apo’nun öğretisinin kurumlaşmasının yayılmasının ve derinleşmesinin önemli silahlarından biri olacaktır. Bu yüzden YAJK’ı daha da büyütmek, her Kürt kadınının, hatta bölge halklarının kadınlarının asli görevidir. Başkanım! Zafer tanrıçamız Zilan yoldaşın vasiyetine bağlılığımla, bunun görkemli eylemine sadece özüyle değil, biçim itibariyle de cevap olmak isterdim.” Biçim derken, pratik yaşam, savaşım noktasında diyor. Fakat zindan koşullarında bu mümkün değil. Yani ‘zindanda olmasaydı, taktikte savaşta zafer, yaşamda özgürlük bunu denerdim’ diyor. Yani, “böyle bir eylemim olmadan da ben bunun gereklerini özgür savaş, yaşam koşulunda yapmayı da çok isterdim” diyor.

Aslında sıradan duyarlılığı ve yüreği olanlar için kutsal ve öğretici değerlendirmeler yapıyor. En güzel anlamayı bilen bir yoldaş olarak Fikri Baygeldi’den de bir iki alıntı yapmakta büyük yarar vardır:

“Bu Newroz’da ayağa kalkan binlerce çocuk yüreğinin musumiyetiyle buluşmak, bu vasiyetin takipçisi olmakla mümkündür. Bu büyük savaş istemi özgürlük istemiyle birlikte zindanın tutsakladığı koşullarda çocuk yüreğinin masumiyetiyle buluşmak, bu vasiyetin takipçisi olmakla mümkündür. Özgürlük tutkum çok büyük, bu tutkuyu yaşam gücüne dönüştürebilmek için tek varlığımı, kendimi Başkan Apo’ya adıyorum.” Dönüştürmek için, yani bir yerde bu özgürlük tutkusunun yaşamsallaştırılmasının, buna dönüştürülmesinin bir gereği olarak kendini adamaktan bahsediyor. Buna güveniyor.

“Başkanım, seni çok seviyorum. Sana karşı duyduğum sevgiyi ancak senin çerçevesini belirttiğin aşk kavramlarıyla açıklayabilirim. Bu yüce ve kutsal bir aşktır. Senin şahsında insanlığa, halka ve şehitlere aşık olma olayıdır. Çünkü sen hepsinin toplamısın. Hepsini yaşatan ve üst düzeyde yaşayan bilge bir kişiliksin. Sen bir birey değil, bir toplumsun, bir sınıfsın, bir sınıf olduğun içindir ki, emperyalizm bu kadar pervasızca sana yöneliyor. Emperyalizm ve onun uzantılarının en çok korktuğu şey, Kürdün iktidar gücü olmasıdır. Bugün Kürdün bu aşamaya gelmesinde en temel şey senin büyük çabaların, senin kararlı ve inançlı bir biçimde köle Kürdistan üzerine gitmendir. Senin bu büyük çabaların büyük meyvelerini tek tek veriyor.

“Kadınlar küllenen Kürt ateşinin kıvılcımlarıdırlar. Küllerinden yeniden doğmayı başaran, bunun kıvılcımı olabilen her kadın, özgür Kürdistan’ın dokuyucusu olacaktır. Ancak bu bile Başkan Apo’ya cevap olmaya yetmez. Cevap olabilmek için karartılan her yüreğin ateşte arınması gerekir. Kendimi Newrozlaştırırken, beynimi ve yüreğimi, bedenimin her hücresini bu öğretinin yoluna adadığımı bir kez daha belirtiyorum. Bağlılık andımı yineliyorum.”

Başkanım! Ben kişiliğimde birçok parti dışı anlayışlar taşıyorum. Bu taşıdığım anlayışlar genelde eski Kürt gerçekliğinden farklı değildir. Yani Amed kişiliği içinde belirttikleriniz en çok benim için geçerlidir. Artık bilinen sorunları tekrar tekrar dile getirmekten ziyade bunun pratiğini gerçekleştirmemiz gerekiyor. Biz ancak ve ancak bu yöntemle yaşamda gerçek özgürlüğü ve savaşta zaferi yakalayabiliriz. Şehitlerimiz bizden birer demagog olmamızı istemiyorlar. Bizden sözüyle kişiliğine kavuşmuş erdemli kişilikler olmamızı istiyorlar.” Yani, söz ve eylemin birleştiği kişilikler...

Halka, emekçi Anadolu halklarına hitabı var. Hepsi çok değerli ve bir manifesto gibi. İnsanlığa da var, herkese var. En son kadın yoldaşlara; “Başkan Apo’nun öğretisi ve Zilan yoldaşın vasiyeti bizlere yürümemiz gereken yolu göstermiştir. Bize düşen görev anlamak, kavramak ve uygulamaktır. Bu-

“Sema yoldaş benim komutanımdır ve bu eylemiyle komutanlaşan Kürt kadınının sadece askeriyim.

5


Özgür Halk Asker, komutanının talimatı doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Ve ben bu zorunluluğun bilincindeyim. Gerçekleştireceğim eylem, bilincine vardığım şeyi hayata geçirmektir. Sana ve kahraman şehitlerimize layık olmanın yolunun da buradan geçtiğine inanıyorum.” Buradaki derinlik, var olan bazı eksiklikleri tamamlamaktır. Erkek kişiliğindeki eksikliği, hem de “çok” diyor. “Çözümlediğimiz Amed kişiliği temelinde böyle kahramanlık eylemiyle tamamlamayı” hem düşünmesi, hem onu muazzam hazırlıkla pratikleştirmesi gerçekten destansıdır.

Haziran 2015

oldu. Bu, kim ne derse desin Apo öğretisinin olgunlaşmış ifadesidir. Kadın eksenli kurtuluş ideolojisi tanımı, sözcükler yeni gelse de bizlerin kavrayamadığı Önderlik çizgisinin kısa ve net bir özetidir. Özgürlük arayıcısı olan her insanın, her Kürdün ve her kadının kölelikten büyük arınma yolunun müjdesi ve çağrısıdır. 8 Mart’ta atılan bu şiarı, verilen müjdeyi, yapılan çağrıyı Newrozlara taşımak, 8 Mart’tan 21 Mart’a insan bedenleriyle kurulmuş kızıl köprülerle bağlamak, insanlığa, Kürtlere ve kadınlara taşımak gerekiyor.” Günlükten yaptığım alıntıya ara vererek, hemen hemen aynı ifadenin son mektubuna da geçtiğini tekrarlamak gerekiyor. Son mektubunda da şunlar yazılı: “Başkanım, bu temelde beynimi, yüreğimi, bedenimi 8 Mart’tan 21 Mart’a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyorum.” Arkadaş 9 Mart tarihli günlüğüne düştüğü notta şöyle devam ediyor; “Milyonlarca insanın, kadının ve erkeğin basit ve ucuz yaşam alışkanlıkları içinde tükenmekte olan özlerini bir zerrecik olsun sağ, canlı ve temiz kalan yönüne yapılan yeniden dirilirken kendini zaferin teminatı yapma ve bu erdemli yolda büyüme çağrısıdır. Ben bu çağrıda kendimi, kendi arayışımı, Bese’nin arayışını, Delal’ın arayışını, bizi Lübnan sahasında bir araya çeken arayışı gördüm. Bu gece hep şehitlerimizle olacağım. Benim için oldukça güç veren kadın şehitlerimizden Mine, Delal ve Beseleri anma cesaretini kazandıran bir güç oldu.”

Bir de eylemiyle komutanlaşan Kürt kadınının sade bir askeri olmak... Büyük anlam derinliği var. İşte, büyüklük burada. Bu arkadaşımızın çok okuduğunu ve bu eylemi için yıllarca düşündüğünü bir yazıda biliyorum. Öyle hemen bir günde hisse kapılarak eyleme geçmemiş. Yıllardır bütün kahramanlık eylemlerini okumuş. Türkiye’de de kendini yakan, ölüm orucuyla şehadete giden bir değerli kadın militanı oldukça özümsemiş, etkilenmiş ve bizim bütün diğer şehitleri özümsemiş, aydın bir kişilik. Fazla sınıf sorunu, yani maddi zorluklardan ötürü de katılmamış. Son derece inancın ve bilimsel ilkenin bir gereği olarak katılmış ve bu partileşmeyi gerçekleştirmiş. Hayli farklı biri ve daha çok da bizim çözmeye çalıştığımız insan olmayı bilmiş. Yaşasaydı bu büyük irade, büyük düşünce gücüyle en sevilen bir yoldaş olacaktı. Keşke yaşayabilseydi, onları yetiştirebilseydik. Veya en azından biraz katkımız olabilseydi. Eğer bu şehadetlerden etkilenmezseniz gerçeğimize yaklaşmayın, saygısızlık olur. Biz bunu esas almak zorundayız. Size çok sert eleştiriler var, kesin dikkate almanız gerekiyor. Ben de bunun gereklerini yerine getireceğim.

“Nasıl ki, gökyüzünde iki güneş olmayacaksa, bizler için de iki kurtuluş çizgisi, iki ideolojik merkez, iki politik güç olamaz. Kendimizde her türden gelenekselliği aşarak tek merkeze bağlanmak zorundayız. Ufkumuz, tek güneş Parti Önderliği olmalıdır.” Kendini çok güçlü örgütlüyor ve başarıyla tamamlıyor. Yine 19 Mart tarihli raporu var, orada yaşadığı cins ve sınıf savaşımını, kırgınlıklarını anlatıyor. Bulamadığı yanıtları onun yarattığı acı üzüntüleri dile getiriyor. Bir kez daha son cümle; “Partinin her türlü kararını saygıyla karşılayarak irademi katacağımı belirtiyorum, bağlılık andımı tekrarlıyorum.”

Kendi içinde hem yoğun bir kadın cins savaşını, hem sınıf savaşını yaşatmış bir yoldaş. Sanırım halen yanı başındakiler bu savaşımın derinliğini anlamamışlardır. Onu açmakta yarar görüyorum. 9 Mart 1998 tarihinde günlüğüne şu şekilde yazıyor; “Başkan’ın değerlendirmesi bir eylem kılavuzu, yeni bir yaşam manifestosuydu. Önderlik bugüne kadar yaptığı kadın çözümlemelerini ve sosyalizm, ulusal kurtuluşçuluk, özgür yaşam tespitlerini bu gece oldukça cesaretli tespitlerle taçlandırarak bir kez daha hepimizin özlemlerinin, tutkularının dili ve yüreği

Burada sadece bu eylem değil, “partinin belirteceği her türlü kararı” diyor. Her türlü kararın içinde, orada partiyi temsil edenler eğer deseler ki, “Senin böyle bir eyleme hazırlandığın belli oluyor. Biz daha faydalı olması

6


Özgür Halk açısından bundan sonra bir partili gibi yapabileceğin işlerin daha da başarılı olacağına inanıyoruz” deseler, bu eylemi gerçekleştirmeyebilir. Ama derinlikten, gerçeklerden ve hayattan yoksun oldukları için, onunla bu hususu tartışamıyorlar. Buna güç yetirememişler.

Haziran 2015

Benim için söyledikleri daha anlamlı ve ağır görevler oluyor. Unutmayın, sizin çözüm diye dayattıklarınızın hepsi yerle bir edilmiştir. Sevgi, kadın-erkek ilişkisi boyutunda yapılanlara büyük eleştiri var. Ama diğer yandan büyük aşka çağrı var. Nasıl altından çıkacaksınız? İnkara gelmez, çok net! Öyle uyduruk duygular yok! Fikirsiz, ucuz yaşamalar yok! Mücadelesiz aşk yok! İlkesiz ucuz güdülere dayalı hiçbir şey yok! Büyük sevgi, büyük yaşam tutkuları var. Bunların hepsine yanıt olamazsanız, sizi bu değerlerle kıyasladığımda hükmümü vereceğim o büyük vasiyete karşı.

Dikkat edilirse çoğunuzun tarzında intiharvari yan ağır basıyor. Ama bizim burada sürekli yaptığımız çözümlemeler, bu intihar eyleminizi durduruyor ve uzun süreli bir mücadeleye dönüştürüyor. Bunu bilen bir arkadaş, “dışarda olsam, uzun süreli savaş militanlığını tercih ederim” diyor. Ama orada da mutlaka bir büyüklük yapmak istiyor. Çok büyük bir iki seçenek de var. Kendini bir seçeneğe mahkum etmiyor. Bir büyüklük de burada. Tercihini daha zor olandan yapması, büyüklüğünü arttırıyor. Eğer sizin konumunuzda olsaydı, bunu da başarıyla yürütecek. Burada en iyi anlayan ve ona yanıt olan kişiliktir diyebilirim. Bir düşünce derinliği kadar, bir dürüst partili olmanın çarpıcı ifadesi söz konusu. Kendisi ile boğuşmuş, sonuçta çok güçlü bir karar ve kendini terbiye etme gücüne ulaşmıştır.

Sema Yüce’nin mücadelesinde, özellikle parti içi savaşımında -kısmen Zilan’da da vardır-, gereken yeterli yaklaşımları bulamıyor. Yani etrafındakiler de doğruları söylüyorlar, ama biraz da ideolojik kuruluk temelinde ve çok somut, gerekli olduğu kadar yerine getiremiyorlar. Bu çok genel bir durumdur ve bu saflarımızı da zorluyor, ama çok zor bir gerçekleştirme biçimidir. Benim tarzımda bu cevabı iyi yakalıyor. Özgürlükte buluşma olarak değerlendiriyor. Fakat bunu taklit etmeniz birçok çarpıklığa yol açmıştır. Bence bu uyarıdan da yola çıkarak bu taklitçiliğe son vermek gerekiyor.

8 Mart konuşmaları önemliydi. Bakın sizlerin çıkarmadığı bütün sonuçları, o zor koşullarda çıkarmış bulunuyor. “Kim ne derse desin, kadın kurtuluş ideolojisi özgür yaşam manifestosudur” derken, en iyi anlayanlardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Oldukça çarpıcı ve yenilik içeren birçok değerlendirmeler yapmıştım. Hepsini büyük özümsüyor. Ve ideolojik-politik merkez, bunu da Parti Önderliği’nin temsilini tarzında dile getirmesi çok büyük karar ve değerlendirme gücüdür.

Dikkat edilirse, Fikri Baygeldi sevgi, aşk sözcüklerini çok değerli kullanmıştır. Bu kadın yoldaşları çok iyi incelemiş ve onları özümsemiştir. Cahil birisi değildir, ulusallık derecesinde görüyor ve bağlanıyor. İşte bizim özlediğimiz bağlılık bu temeldedir. Burada Zilan ve Sema yoldaşlar ucuz bir kadın olmak istemiyorlar. “Başlangıçta ‘kadın düşürücüdür’ sözünü büyük bir rahatsızlıkla karşıladım ve asla böyle bir kadın olmayacağıma o zaman karar vermiştim. Ne düşen, ne de düşürülen bir kadın olmamaya çok büyük bir çaba harcadım” diyor ve sonuna kadar bunun savaşımıyla yürüyor.

Görüldüğü üzere bu şehadetler gerçekten hem çok büyük, hem de büyük güçlendiren şehadetlerdir. En önemlisi de bir umutsuzluğun değil, muazzam bir yaşam tutkusunun, bir zafer tarzının şehitleri olmasıdır. Burasını çok iyi açığa çıkarmamız gerekiyor. En ufacık bir yetersizliğin şehadetleri değil, kendilerini en çok tamamladıkları, en çok kendilerini kusursuz kıldıkları noktanın şehadetleridir. Gerçekten bu partinin, bu ordunun en üst düzeyde gerçek komuta ve savaşçı kişilikleri oluyor. Gözlerinizin önünde bunu savsaklamak, bunu başka kılıflara büründürmek kesinlikle mümkün olamaz. Hiçbirinizin gücü de kurnazlığı da buna yetmez. Ama gereklerini yerine getirmeye de hepinizi çağırıyorlar.

Oradaki yoldaşlarla sevgi paylaşımını doğru temelde, bizim istediğimiz biçimde gerçekleştirmek istiyor. Yanıt alamayınca iki duygu arasında eziliyor; bir, doğru sevgiye ulaşamama, bir de yanlış anlaşılma. Bu şiddetli acılara yol açıyor ve karşı taraf bunu anlamıyor. Hep ideolojik doğruları dayatma adı altında, kuru, dogmatik, anlama derinliği olmayan bir yönetim, bir merkez dayatıyor. Onun için iki merkez olmaz; merkez tektir, güneş tektir diyor. Sonuca bu-

7


Özgür Halk radan gidiyor ve biraz da hatasının telafisi söz konusu burada. Neden böyle kişilik şahsında bir merkez gördü, ona özeleştiridir. Son şehidin bunu dile getirmesi ve kökten kopuştan bahsediliyor. Bu anlayışta onu belirtmesi önemlidir. Bireysel, keyfi kişiler seçme, merkezler seçme, partiyi kişilerin şahsında tanıma, burada şiddetle onu mahkum ediyor ve kendisine de son bir noktayı koyuyor. İşte, bu çok çarpıcı.

Haziran 2015

baları olmadan bu büyük yaşam gerçekleşemez. Neden bu kadar örgütsel olabiliyorum? Milyonları her türlü fedakarlığa yatırabilecek kadar bunu uygulayabiliyorum. Neyle? Örgütsel gücümle. Çok küçümsediğiniz, hep sıkıldığınız örgüt ilişkileriyle. Büyük yaşamın başka bir yöntemi yoktur. Bütün yaptıklarınız örgüt gücünü dağıtarak bir yaşama ulaşmaktır. Bu da, “sen köle kalmaya mahkumsun” ilkesine göre yaşamaktır. Çünkü güçsüzleşenin büyük yaşamı olamaz. Örgütlülük; yoldaşlarınızla kurduğunuz ilkeli bağlılıktır. Buna sevgiyi de, duyguyu da katmalıyız. Ama ilkeli olmak esastır.

Önderlik olayındaki gerçekleşen özgürlük, bütünüyle ilkesel ve uygulamalarıyla güneş kadardır. Katılmamız gerekir gibi bir kesin sonuç var. Zilan’da daha teorik, daha ilkeli iken, Sema’da daha sorunlarla boğuşma ve pratikleşmeye doğru bir tamamlama olayı var. Fikri’de de tutarlı erkek kişiliğinin nasıl yeniden şekillenmesi gerektiğine dair çok duyarlı, anlamlı yanıt var. Bunlar büyük gerçekleşmelerdir. Sadece büyük sözler değil, büyük eylemlerdir.

İlkelilik nedir? Bir savaş için gerekli olan bütün örgütsel bağları, yani köprüleri kurmaktır. Özgür yaşam için en gerekli olan önderlikte kendini ifade eder. Yoldaşlara, halka bağlanması ilkeli ve çok örgütlü biçimini kişide yakalama gerçekleşiyor. Bunun dışında seviyeli, saygılı, sevgili bir yaşamın başka yolu yoktur. Örgüt yetkilerini gasp ederek, örgütü kuru, hatta biraz da gözü karaca, kendi köhnemiş güdülerini dayatarak; bırakalım büyük yaşamın sahibi olmayı, büyük emekle hazırladığımız özgür yaşam olanaklarını yerle bir eder. Büyük yaşam talebine asla ulaşılamaz, layık olunamaz.

Bize düşen bunun ne kadar gerçekleştirilebileceği sorunudur. Bir halk olarak, bir partili olarak, bir kadın olarak sizlere vasiyetleri var. Ama en çok da bana. Kendilerini adamaktan bahsediyor, o zaman ben kendi gücümü bunun için kullanacağım. Sınırsız adamaya karşı, sınırsız yanıt olabiliyor, oluyor da. Özgürlük düzeyini gerçekleştirmek için neler yapabilirim? Bu da biraz bana kalıyor. Dogmatik bağlanmamak gerekir. Zaten bu vasiyetlerin içinde var. Çok somut olmak gerektiği dile getiriliyor. Çok sahte özeleştiri dilinin kullanılmaması gerektiğini söylüyorlar. İşte, bu da çok çarpıcı.

Bunlar da yetmiyor. Bunlar işin asgari olması veya olmaması gereken hususlarıdır. Büyük yaşam aynı zamanda güzel geliştirilmesi gereken yaşamdır. Güzel yaşamın, büyük, kutsal ilkeler kadar ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik, güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgütse, örgütlülük düzeyiyse, bunun elbisesi de güzel nakışlardır.

Çok büyük yaşam isteği, çok büyük eylem isteği var… Ve gerçekleşiyor. Yaşamı büyük sevmekten, -aşk düzeyinde... Ama, işte bu olmuyor. İlkesi, örgütsel ça-

8


Özgür Halk

Haziran 2015

Önder Apo Özgürleşmeli Meclis Devreye Girmeli Tahkim Edilmiş Ateşkes Sağlanmalı KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı Türkiye’de 7 Haziran’da bir seçim yapılmıştır. Demokratik ülkelerde her seçim politikalarda yenilikler getirir. Türkiye’deki seçim de politikalarda yenilikler getirecektir. Özellikle önceki Hükümet döneminde tıkanan ve toplumu olumsuz etkileyen konular üzerinde durulacak ve giderilmeye çalışılacaktır. Yürütme Konseyimiz de Türkiye’de yaşanan seçimler konusunda değerlendirmeler yapmış, temel sorunlar çerçevesinde izlenmesi gereken politikaların ne olması gerektiğini ortaya koymuş; yeni dönem için yapılması gerekenleri ve tutumumuzu netleştirmiştir. Türkiyeni Temel Sorunu Demokratikleşmedir Türkiye’nin temel sorunu demokratikleşmedir. Çünkü kronik sorunları Türkiye’nin demokratikleşmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle demokratikleşme ve demokratikleşme temelinde çözülmesi gereken sorunlara vurgu yapan HDP’nin oyları yüzde yüz artmıştır. Bu oy artışının sadece Kürtlerle sınırlı kalmaması, oy artımının çoğunluğunun Türkiye şehirlerinden ve birçok toplumsal kesimden olması, Türkiye toplumunun ve Kürt halkının en temel beklentisinin demokratikleşme olduğunu ortaya koymaktadır. Mevcut statükoyu korumak isteyenlerin oyu ya eski düzeyde kalmış, ya da AKP’de olduğu gibi büyük bir düşüş yaşamıştır. Bu gerçeklik, Türkiye’nin girmesi gereken kulvarı göstermektedir. Bunun da demokratikleşme olduğu açıktır. Kuşkusuz demokratikleşme derken de en başta da Kürt sorununun çözümü beklenmektedir. Alevilerin, farklı etnik ve inanç toplulukların sorunları, kadın ve gençliğin sorunları, emekçilerin ve yoksulların ciddi sorunları da bulunmaktadır. Ancak tüm diğer sorunlara da doğru bir yaklaşım göstermek ve çözümü için adım atmak en başta da Kürt sorununda zihniyet değişimi yapmak ve çözüm için adım atmakla mümkündür. Çünkü şimdiye kadar Kürtler yararlanır diye demokratikleşme adımları atmaktan kaçınılmış, bu da tüm toplulukların sorunlarının çözülmemesine ve zarar görmesine yol açmıştır. Kürt sorununun çözümsüzlüğü tüm toplumsal sorunların çözümünde ayak bağı olmuştur. Sadece iç politikada değil, dış politikada da tıkanma etkeni olmuştur. Dış politika esas olarak Kürt karşıtlığı üzerine kurulunca, çıkmazlarla karşı karşıya gelmek kaçınılmaz hale gelmiştir. AKP iktidara geldiği seçim öncesi demokratikleşmeden söz etmiş, ancak 13 yıllık iktidarı boyunca kendine demokrat, kendine Müslüman olmak dışında farklı toplumsal kesimlerin sorunlarını çözmek için ciddi bir adım atmamıştır. Kürt sorunu konusunda ilk önce “Düşünmezseniz böyle bir sorun olmaz” diyen Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesi gelişince sadece Kürtleri oyalamak ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı mücadele etme argümanları yaratmak için kültürel soykırımı engellemeyecek düzeyde dil ve kültür alanında bazı gevşemeler yoluna gitmiştir. Kürt sorununun çözümünü değil de Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesini hedefleyen politikalar izlemiş, bu politikaları da bugüne kadar bırakmamıştır. Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi AKP’nin bu oyunlarını bozmak ve Kürt sorununun çözümüne çekmek için çeşitli defalar tek taraflı ateşkesler yapmış, çözüm projeleri sunmuştur. Oslo’da odluğu gibi görüşmeler yoluyla demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü doğrultusunda adım attırmak istemiştir. Bu görüşmeler sonucu Önder Apo 2011 seçimleri öncesi Hükümetin bilgisi dahilinde 9-10 maddelik bir deklarasyonu Hareketimize göndermiş, Hareketimiz çok ufak bir değişiklikle bu deklarasyonu kabul etmiştir. Ancak AKP Hükümeti ne 12 Haziran 2011 seçimleri öncesi, ne de seçim sonrası bu deklarasyonu kabul ettiğini söyleyen ve pratikleştireceğini ortaya koyan herhangi bir adım atmıştır. Aksine 12 Haziran seçimleri öncesi Diyadin’de olduğu gibi askeri gerillanın üs bölgesi alanına sürmüş, burada 14 askerin ölmesi sonu-

9


Özgür Halk

Haziran 2015

cu binlerce asker, yüzlerce gerillanın ölümüyle sonuçlanan iki buçuk yıllık şiddetli bir savaş yürütülmüştür. Önder Apo, 2012 sonrasında halklarımızın çıkarının böyle bir savaşta olmadığını görerek ilk önce çatışmasızlığı sağlamış, 2013 Newroz’unda Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü konusunda bir demokratik çözüm manifestosu yayınlamıştır. Bu deklarasyonla birlikte Hükümetin de bilgisi dahilinde üç aşamalı bir çözüm planı sunmuştur. Hareketimiz gerilla güçlerinin önemli bir bölümünü Türkiye sınırları dışına çekerek, önemli bir bölümünü de yola çıkararak gerillayı geri çekme iradesi göstermiştir. Buna karşı AKP hemen Kürt sorununun çözümü için yasal ve anayasal çalışmalar yapması gerekirken, bir taraftan bu adımları atan Önder Apo’yla görüşmeleri keyfi olarak zamana yaymış, diğer taraftan “Cehenneme kadar yolları var” diyerek hiçbir adım atmayacağını ortaya koymuştur. AKP Hükümeti iki yıldır çatışmasızlığı sürdürdüğümüz ortamda hem askeri amaçlı karakol, baraj ve yollar yapmaya devam etmiş, hem de çatışmasızlık ortamında özel savaşı, psikolojik savaşı arttırarak Özgürlük Hareketi’ni zamana yayılmış biçimde tasfiye etmeyi hedeflemiştir. Önder Apo bu tehlikeli politikayı ve bunun kaçınılmaz olarak yol açacağı savaşı önlemek için 2014 Kasım’ında üç aşamalı demokratik müzakere taslağını taraflara sunmuştur. Hareketimiz bu taslağı tümüyle kabul etmiştir. Ancak Hükümet yine oyalama ve zaman kazanma içine girmiş ve hiçbir adım atmamıştır. Bu durum ve Meclise sunulan baskıcı polis devleti olmayı hedefleyen İç Güvenlik Yasası, çatışmasızlığın tümden ortadan kalkacağı bir gerilim ortamı doğurmuştur. Bu durumu aşmak ve seçim ortamına Önder Apo’nun hazırladığı on maddelik çözüm taslağıyla girmek için Dolmabahçe Sarayı’nda bir mutabakat deklarasyonu yayınlanmıştır. Dolmabahçe deklarasyonu, hem AKP, hem de HDP için seçime bağlayıcı bir demokratikleşme taahhüdüyle girmek anlamına geliyordu. Ancak kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Kürtlerin deyimiyle bir “Beko” gibi ortaya çıkmış, Dolmabahçe deklarasyonu da yanlış, 2015 Newroz’unda Önder Apo’nun sunduğu manifesto da yanlış, Kürt sorunu da yoktur, taraflar da yoktur, masa da yoktur, izleme heyeti de yoktur diyerek devletin çözüm politikaları olmadığını ve İmralı görüşmelerinin de kendileri açısından bir değerinin bulunmadığını açıkça ilan etmiştir. Bu tür deklarasyon, manifesto yayınlamalar ve açıklamalar İmralı’yı meşrulaştırmaktadır diyerek amaçlarının çözüm değil, oyalama ve tasfiye olduğunu net bir biçimde ortaya koymuştur. AKP Hükümeti de seçim boyunca Erdoğan’ın bu tutumunu benimseyen bir çizgi izlemiş, seçim kampanyasını da bu çerçevede yürütmüştür. Böylece AKP Kürt Özgürlük Hareketi’nin kendisine tanıdığı demokratikleşme ve Kürt sorununu çözme politikasına, sabırlı ve makul yaklaşımına olumlu karşılık vereceğine tasfiye politikasında ısrarlı olacağını göstermiştir. Özgürlük Hareketimiz AKP’nin içeride Kürt halkına ve demokrasi güçlerine, dışarıda ise Suriye ve Ortadoğu’ya yönelik savaş politikası izleyeceğini görerek bu planı bozmak için tüm tahriklere ve provokasyonlara rağmen sabırlı davranmış, seçim öncesi AKP’nin provokasyon ve oyunlarını bozarak demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünün önünü açacak politikaların ortaya çıkmasına fırsat tanımıştır. 7 Haziran seçimleriyle birlikte on yıldır demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü için adım atmayan; patinaj yaparak sorunları ağırlaştıran AKP Hükümeti son bulmuştur. Bu, aynı zamanda AKP’nin oyalama politikalarının son bularak demokratikleşme ve Kürt sorunu başta olmak üzere tüm sorunların çözümü için yeni politikaların devreye girmesi anlamına gelmektedir. AKP Hükümeti 13 yıldır beklenti yaratma ve oyalama yapma politikası izlemiştir. Yeni dönemde bu politikanın ve bu politikanın ortaya koyduğu uygulamaların tekrar edilmesi, eski çıkmaz politikaları sürdürmek olacaktır. Bu nedenle eskinin tekrarı kabul edilemez. Artık doğrudan çözüme yönelik politika, adım ve uygulamalara ihtiyaç vardır. Hareketimiz AKP politikalarına, yöntem ve uygulamalarına karşı sabırlı davranılmış, yeterince şans tanımıştır. Sonunda bir çözüm politikaları olmadığı netleşmiş, o yöntemlerle bir sonuç alınamayacağı anlaşılmıştır. Artık kamuoyuna açık ve şeffaf politika ve uygulamalara ihtiyaç vardır. Kuşkusuz Kürt sorununda Kürt Özgürlük Hareketi taraftır; Önder Apo da baş müzakerecidir. Kürt sorunu müzakereler ve Meclisin devreye girmesiyle çözülecek bir sorundur. Bu açıdan ilk başta iki temel adımın atılması gerekir. Birincisi, Önder Apo’nun özgürlüğü başta olmak üzere müzakere koşullarının hazırlanması, ikincisi bu müzakere temelinde Meclisin devreye girmesidir. Bu yaklaşım ve yöntem dışında Kürt sorununun çözülmeyeceği AKP Hükümeti dönemindeki politika ve uygulamalardan ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu iki temel konu açısından tahkim edilmiş ve tarafların karşılıklı uyacağı bir çatışmasızlığa ihtiyaç bulunmaktadır. Tahkim Edilmiş Bir Ateşkes Gereklidir Şu açıktır ki, Önder Apo’nun çabasıyla 2013’ün sonunda gerçekleşen çatışmasızlığa AKP Hükümeti hiçbir biçimde uymamıştır. AKP Hükümeti çatışmasızlığı daha başlamadan bitirmiştir. Çünkü ateşkes ve çatışmasızlık tarafların pozisyonlarını değiştirmeden çatışmasızlığın olduğu zamanlardaki gibi kalmayı gerektirmektedir. Yeni karakol yapma başta olmak üzere baraj ve yol gibi askeri amaçlı çalışmaların yürütülmemesini gerektirmektedir. AKP Hükümeti zamanında bunlara uyulmadığı gibi, gerilla alanlarına tank, top, obüs atışları sürekli yapılmış, hava saldırıları için keşifler durdurulmamıştır. Dolayısıyla

10


Özgür Halk

Haziran 2015

gerilla ve Özgürlük Hareketi’nin hiçbir bağlayıcılığı ve taahhüdü olmayan ve her zaman misilleme hakkı olan tek taraflı bir ateşkes sürdürülmüştür. Ancak tüm sabrımıza ve sorumlu yaklaşımımıza rağmen bu durum her an şiddetli çatışmalara yol açacak bir durumu ifade etmektedir. Bu açıdan gerçek anlamda müzakere koşullarının gerçekleştirilmesi ve çözüm için Meclisin devreye girmesi adımı için tahkim edilmiş bir ateşkes gereklidir. Demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü için bu üç adımın atılması gereklidir. Şimdiye kadarki görüşme ve ilişki biçimi ve Önder Apo’nun esareti koşullarında bir müzakere yürütülemez. Önder Apo’nun bulunduğu durumun ve ilişkiler ortamında baş müzakereci rolünü oynayamayacağı netleşmiştir. Dolayısıyla artık sadece HDP Heyetinin Hükümetin keyfi belirlediği zaman içinde İmralı’ya gidip geldiği, bazı görüş alış verişlerin yapıldığı bir durum sürecin var olduğu ve Kürt sorununun çözümünü sağlatacak müzakere sürecine geçildiği biçiminde gösterilemez. İmralı’da görüşmelerin çözüm doğrultusunda sonuç almamasının en temel nedeni, Önder Apo’nun konumunun değişmemesi ve özgür koşullarda müzakere yapmamasıdır. Önder Apo’nun özgürlüğünü düşünmeyen bir politikanın çözüm için adım atması mümkün değildir. Önder Apo’nun esaret altında tutulması Kürt sorunu konusunda zihniyet ve politikaların değişmediğinin en açık ifadesi olmaktadır. AKP Hükümetinin politika ve uygulamaları bunu ortaya koymuştur. Önder Apo’nun Özgürlüğü Çözümün Olmazsa olması görülmeli Önder Apo, örgütüyle, tüm siyasi partilerle, Türkiye ve Kürdistan’daki demokratik kuruluşlar ve sivil toplum örgütleriyle, yazarlarla, sanatçılarla, toplumun birçok kesimini temsil eden şahsiyetlerle her an özgürce görüşme yapmadan baş müzakereci rolünü oynaması ve çözüm için gelişmeler sağlaması söz konusu olamaz. Avukatların bile görüşmediği, aile ve HDP Heyetinin gidişinin bile Hükümetin keyfinde olduğu bir ortamda çözüm için müzakere yapılamaz ve hiçbir sonuç alınamaz. Bu açıdan Önder Apo’nun özgürlüğü ve özgürce her kesimle görüşmesi, Kürt sorununun çözümünün olmazsa olmazı olarak görülmeli ve gerekleri yapılmalıdır. Bu konuların sağlanmadığı hiçbir görüşmeyi, ilişkiyi ve yaklaşımı çözüm süreci olarak kabul etmeyeceğimiz bilinmelidir. Eğer çözüm isteniyorsa; çözüm olmalı deniyorsa halkımızın ve bizlerin böyle bir talepte bulunması makul ve çözüm için olması gereken koşulları ifade etmektedir. Artık görüşmeler şeffaf olmalıdır; Meclis devreye girmelidir. Bu açıdan geçen dönem CHP’nin görüşmeler şeffaf olmalı ve Meclis devreye girmeli yaklaşımını doğru buluyoruz. Çözüm ancak bu yaklaşım ve bunun gereklerinin yerine getirilmesiyle gerçekleşebilecektir. Çözüm için muhataplar bu seçimde netleşmiştir. Bu seçimde Kürt halkı çözümün Mecliste aranması gerektiğini ortaya koyduğu gibi, Önder Apo’nun baş müzakereci olduğunu, HDP’nin de bu konuda Mecliste görevini yaparak kolaylaştırıcı olacağını, Özgürlük Hareketi’mizin de mücadeleyi kırk yıldır sürdüren, siyasal gelişmeleri bu noktaya getiren temel aktör olarak Kürt sorununun çözümünde taraf olduğunu kabul etmiş ve ortaya koymuştur. Önder Apo, HDP ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni karşı karşıya koymak, birinin görevini diğerinden beklemek daha baştan Kürt sorununda çözümsüzlük politikalarında ısrar etmek anlamına gelecektir.Kürt sorununun çözümünde rol alacak tarafların rollerinin farklılığını görmemek kötü niyetli olmaktır; çözüm yerine tasfiye politikasında ısrar etmektir. Silah Bırakma İradesi Tamamen Hareketimize Aittir Şunu açıkça vurgulamalıyız ki, gerillanın Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakma konusu ve bunun iradesi tamamen Özgürlük Hareketimize aittir. Şunu herkes bilmelidir ki, HDP PKK’nin yasal partisi değildir. Zaten bileşimi bunu ortaya koymaktadır. Türkiye’nin demokratikleşmesini ve Kürt sorununun çözümünü isteyen çok farklı kesimler ve bireyler HDP içinde yer almaktadır. Dolayısıyla böyle bir çağrıyı HDP yapamayacağı gibi, mevcut İmralı koşullarında bulunan Önder Apo’nun da böyle bir çağrıyı yapması mümkün değildir. HDP’nin ve Önder Apo’nun “silah bırak” çağrısı yapmasını beklemek ve bu yönlü dayatmalarda bulunmak çözümsüzlükte ısrardır ve bunu da Özgürlük Hareketimizin kabul etmesi mümkün değildir. Bu tutumumuz ne Önder Apo’yu dinlememek, ne de HDP’nin politika yürütmesinin önünü almaktadır. Aksine Önder Apo ve HDP’ye bu dayatmalarda bulunmak Önder Apo’nun rolünü oynamasını ve HDP’nin demokratik siyaset yapmasını daha baştan ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir. Bu açıdan bu tutumumuz, Kürt sorunu gibi bir sorunda çözüm diyalektiğinin ve sürecin öyle olmayacağını bilmemizden ileri gelmektedir. Dünyadaki tüm deneyimler de bunu göstermektedir. Tayyip Erdoğan “IRA silahları gömdü” diyerek demagoji yapmakta ve toplumu aldatmaktadır. İrlanda sorununda sorunların çözümüne paralel olarak silahlar konusu gündeme gelmiştir. Önder Apo Özgürleşmeden Silah Bırakmak Mümkün Değildir Kürt Özgürlük Hareketi’nin Önder Apo özgürleşmeden, çözüm iradesi ortaya çıkıp ciddi adımlar atılmadan silahları bırakması mümkün değildir. Gerillanın silahlanması ve Türkiye devletine karşı mücadele kararını HDP vermemiştir ki HDP’nin gerillaya Türkiye’ye karşı mücadeleyi bıraktırma gibi bir rolü olsun! Önder Apo esaret koşullarındayken hiç kimse Önder Apo’ya silah bıraktırma dayatması yapamaz, yapsa da kabul edilemez. Hiçbir gerilla ve gerilla komutanı Önderlik özgür olmadan ve Kürt sorununda çözüm iradesi ve

11


Özgür Halk

Haziran 2015

adımı ortaya konulmadan ne gerilla güçlerini Türkiye dışına çıkaracaktır ne de silahlı mücadeleye son verdiğini ortaya koyacaktır. Dolayısıyla mevcut durumda ve Kürt sorununun çözülmediği ortamda hiç kimse gerilladan silahlı mücadelenin sonlandırıldığı ya da silahların bırakıldığı biçiminde bir tutum beklememelidir. Daha dün Amed sokaklarında ve başka yerlerde halkımıza silahla saldıranlar ve katledenler varken, Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamı için hiçbir güvence yokken Özgürlük Hareketinden silahları bırakmasını beklemek, halkımızın yaşamının ve varlığının celladına teslim etmesini istemek anlamına gelecektir. Bunu da hiç kimse Özgürlük Hareketinden isteyemez ve bekleyemez. Polis ve askerin gözü önünde çetelerin halkımıza saldırmasına göz yumanların, bunu Kürt halkını sindirme yolu olarak düşünenlerin gerilladan silah bırakmasını istemesi ne ciddiye alınır ne de dikkate alınır. Kuşkusuz HDP Kürt sorununun çözümünde ve Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin bırakılmasını sağlayacak çözüm sürecinde ve atılacak adımlarda rolünü oynayacaktır. Özellikle Kürt sorununun çözümünde Meclise düşen rol sürecinde sorumlu ve yapıcı bir rol oynayacaktır. Ancak HDP’ye PKK’ye silah bırak çağrısı yap dayatması kesinlikle kötü niyetli bir yaklaşımdır ve HDP’nin demokratik çözümde oynayacağı rolün engellenmesi anlamına gelmektedir. Bunu da Kürt sorununda çözüm zihniyeti ve politikası olmayanların yapacağı açıktır. Nitekim şimdiye kadar çözüm politikası olmayanlar çözüm için adım atma yerine hep silahları bırakın dayatması yapmışlardır. Bu, arabayı atın önüne koşmaktır. Dolayısıyla yaklaşım bırakılmalıdır. Demokratik Bİr Anayasaya İhtiyaçVardır AKP Hükümeti zaten Kürt sorununda çözüm zihniyeti ve politikasına sahip değildi. Önder Apo ve Hareketimizin her defasında sorumlulukla başlattığı ve sürdürdüğü çözüm süreci görüşmelerini ve adımlarını araçsallaştırdı; sadece seçim kazanma ve iktidarını sürdürme aracı haline getirdi. Öyle ki, çözümsüzlüğü iktidarını sürdürme diyalektiği haline getirdi. AKP’nin bir çözüm politikası olmadığının en temel kanıtı, kendisi dışında hiçbir partiyi, çevreyi ve toplumsal kesimi sürece katmamasıdır. Kürt sorunu gibi çok önemli bir sorun ancak farklı siyasi kesimleri, çevreleri katmakla çözülecek bir sorun olduğu halde hiçbir zaman bunu düşünmemiş ve gereklerini yapmamıştır. Önder Apo ve Hareketimiz başta CHP olmak üzere birçok partiyi, çevreyi, toplumu, şahsiyetleri, demokratik kurum ve kuruluşları demokratik çözüm sürecine çekmek istemişse de AKP Hükümeti hep buna karşı çıkmış, böyle bir duruma yanaşmamıştır. Zaten Önder Apo ve Hareketimizin attığı adımlar ve başlattığı süreç bir çözüm süreci haline gelememiştir; AKP’nin beklenti yaratma ve oyalama sürecinden öteye geçememiştir. Kuşkusuz Önder Apo ve Hareketimiz AKP ne düşünürse düşünsün politika, tutum ve adımlarıyla toplumu, siyasi çevreleri ve devleti çözüme hazırlama konusunda önemli gelişmeler yaratmıştır. Ancak gelinen aşamada toplum kesinlikle çözüm olmasını ve bu sorunun ortadan kalkmasını istemektedir. HDP’nin aldığı oylar tamamen bu iradeyi ortaya koymaktadır. Türkiye’deki siyasi çevreler ve devlette de bu sorunun çözülmesi gerektiği bilinci ve inancı açığa çıkmıştır. Dolayısıyla artık toplumu aldatmaktan öteye gitmeyen ve pratik bir sonucu olmayan çözüm sürecinden değil de çözümden ve çözüm adımlarından söz etmek ve bunun gereklerini yapmak gerekmektedir. AKP’nin yaklaşım ve uygulamaları çözümsüzlük demektir. Artık bunu tekrarlamamak, çözüm zihniyeti, iradesi ve yeni bir politik yaklaşım göstermek gerekmektedir. Hangi parti iktidarda olursa olsun, ister hükümeti tek başına kursun, ister koalisyon olsun, ortaya koyduğumuz gibi eskinin tekrarını dayatır; çözüm için ortaya koyduğumuz yaklaşımları göstermez ve adımları atmazsa bizim açımızdan yeni bir süreç başlamış olmayacaktır. Hareketimiz önceki dönem ve yıllarda üstüne düşen sorumlulukları fazlasıyla yerine getirmiş, ama karşılığını bulamamıştır. Aksine Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetleri bu tutumlarımız ve attığımız adımları içeride ve dışarıda savaşı sürdürme zemini ve fırsatı olarak görmüştür. AKP’nin tek başına Hükümet olması durumunda 7 Haziran sonrası savaşı başlatma planlaması bunun kanıtıdır. Erdoğan ve AKP Hükümeti hala kuracağı koalisyona içeride ve dışarıda savaşı dayatan bir zihniyeti bırakmamıştır. Çünkü Kürt sorununu çözmeyen AKP böyle bir savaş politikası yürütecektir. Hareket olarak buna fırsat vermek istemediğimiz için eskinin tekrarının aşılması ve yeni politika ve adımların devreye konulması önemli olmaktadır. Bunlar tahkim edilmiş ateşkes, baş müzakereci Önder Apo’nun özgürlüğü ve Meclisin devreye girerek üzerinde anlaşılan çözüm adımlarının yasal ve anayasal güvenceye kavuşturulmasıdır. Kuşkusuz Kürt sorununun çözümü yanında başta Aleviler olmak üzere ötekileştirilmiş etnik ve inançsal topluluklar ve sosyal kesimlerin de sorunlarının çözülmesi gerekmektedir. Tüm sorunların çözümü açısından çoğulcu demokratik bir anayasaya ihtiyaç vardır. Türkiye’nin temel sorunları eski anayasayla, bu anayasanın yamanmasıyla çözülemez. Ruhundan lafzına kadar köklü değişikliklere ve yeniden yapılmasına ihtiyaç vardır. Bunu da başta Kürtler, emekçiler, kadınlar, tüm etnik ve inanç toplulukların katılımıyla gerçekleştirmek gerekmektedir. Türkiye’nin iç sorunlarını çözüp Ortadoğu’da yükselen bir güç haline gelmesi ve demokratikleşmeyle yeni Ortadoğu’nun şekillenmesinde belirleyici rol oynaması ancak bu adımları atmakla sağlanacaktır. Bu temelde tüm siyasi partileri, demokratik kuruluşları, basını, aydınları, yazarları, sanatçıları, kadınları, gençleri, emekçileri, tüm etnik ve inanç topluluklarını sorumluklarını üstlenmeye, özgür ve demokratik Türkiye’yi yaratmaya, tüm sorunların çözümünü sağlamaya çağırıyoruz.

12


Özgür Halk

Haziran 2015

Demokratik Siyasetin Zaferi PKK Lideri Abdullah Öcalan hem HDP projesini geliştirdi ve hem de bunun uygulanmasında ısrar etti. Demokratik siyasette yaşanan darlığı ve inançsızlığı şiddetle eleştirdi. En umutsuz anda bile HDP’de ısrar edilmesini ve bu temelde çalışılmasını sağladı.Dolayısıyla 7 Haziran seçimindeki HDP zaferinin herkesten önce Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yarattığı zafer olduğunu bilmek ve asla unutmamak gerekir Kerim Nuda 7 Haziran geçti ve Türkiye seçimini yaptı. Gerçekten de Türkiye’nin en heyecanlı ve gergin seçimlerinden biri yaşandı. Gerçi Türkiye’deki her seçim heyecanlı ve gergin gerçekleşiyordu. Fakat 7 Haziran 2015 genel seçimi kadarki herhalde hiç görülmedi. Hatta seçimin yapılması ve çatışmasız geçmesi bile bir başarı olarak değerlendiriliyor.

ğan kaybetti” değerlendirmelerinin yapılmasını ortaya çıkarıyor. Bir AKP-HDP mücadelesi olan 7 Haziran seçiminde AKP kaybedince, doğal olarak kazanan da HDP oldu. Yüzde on üçü aşan oy oranıyla “Acaba barajı aşar mı, aşamaz mı” değerlendirmelerini ve barajları yıkan HDP, yerel seçimlerdeki muğlak yaklaşım sonucu yaşadığı olumsuzluğu da giderme imkanı buldu. Böylece örgütlü ve ciddiyet içinde girdiği ilk seçimde barajı aşıp önemli bir sonuç elde ederek ve demokrasi hareketini iktidar alternatifi haline getirerek yeni demokratik Türkiye’nin doğuşunu da müjdelemiş oldu. Mevcut seçim sonucu ve HDP başarısı üzerine yapılan ilk yorumlar genel olarak “Demokratik Zafer” biçimindedir. Aynı zamanda “HDP Türkiye’dir, Türkiye HDP’dir” , “Kazanan barış, adalet ve özgürlük olmuştur” değerlendirmeleri öne çıkmaktadır. Mevcut sonucu “Demokratik Devrim” olarak değerlendirenler de vardır. HDP’nin seçimde aldığı bu sonuç, tüm demokratik güçlerde ve ezilen kesimler içinde büyük bir coşku ve umut yaratmıştır. “HDP güneşi herkese yeter, artık AKP ampulüne gerek yok” sloganı esas olarak tutmuştur.

Bilindiği gibi, 7 Haziran genel seçim süreci esas olarak bir AKP-HDP mücadelesi olarak yaşandı. Bunun böyle olması doğal bir durumdu da. Çünkü CHP ve MHP’nin Türkiye için önerdiği yeni bir görüş ve proje yoktu. AKP ise, esas itibariyle yapacaklarını yapmış ve iyice tutuculaşmıştı. Türkiye’nin olmazsa olmaz ihtiyacı olan barış ve demokrasiyi ise HDP programlamıştı. Bu anlamda eski iktidar olan AKP ile demokratik alternatif haline gelen HDP arasında ciddi bir seçim yarışının yaşanması doğaldı. Mevcut haliyle 7 Haziran seçim sonuçlarında fazla bir sürpriz yok. Bazı karamsarların “HDP barajı geçecek mi, geçemeyecek mi?” biçiminde papatya falı oynamasına rağmen, sandıktan beklenen tablo çıktı. Her şeyden önce, yüzde seksen beşi aşan oranla çok yüksek katılımlı bir seçim yaşandı. Beklendiği gibi, CHP ve MHP esas olarak mevcut durumunu korudu. CHP önceki seçimde aldığı yüzde yirmi beş oranını tekrarlarken, MHP ise fazla bir siyasal değer taşımayan iki puanlık bir artışı sağlamakla yetindi.

Şimdi 8 Haziran sabahı itibariyle mevcut tabloda nasıl bir hükümetin kurulabileceği konusu tartışılmaya başlanmıştır. Belli ki bu konu artık eskisi kadar kolay değildir ve zorlu bir çalışmayı gerektirmektedir. Bundan dolayı daha şimdiden “Erken seçimi” dillendirenler bile görülmektedir. Mevcut sonucun Türkiye’deki “İstikrarı bozacağını” iddia edenlerin yanında, bu sonuçla Türkiye’nin demokrasiye açıldığını ve hatta demokratik devrim yaşandığını ifade edenler de bulunmaktadır. 7 Haziran genel seçim sonuçlarıyla Türkiye siyasetinin yeni bir döneme girmiş olduğu açıktır. Bu durum AKP’nin Newroz ertesinde başlattığı yeni gerginlik ve çatışma sürecini daha da derinleştirecek mi, yoksa yeni bir demokratik çözüm süreci temelinde barış mı gelişecek? Kuşkusuz bunu önümüzdeki süreç gösterecek. Hangi ihtimal yaşanırsa yaşansın, önümüzdeki süreçte Türki-

7 Haziran genel seçiminin kaybedeni tartışmasız bir biçimde AKP oldu. Barış ve demokratikleşmenin vazgeçilmez bir ihtiyaç haline geldiği Türkiye’de, gittikçe çok daha fazla tutuculaşan ve merkezileşen(tekleşen) AKP’nin kaybedeceği açıktı. Gerçi yüzde kırk küsur oy oranıyla AKP hala birinci parti ve şimdiye kadarki aldığı en az oy oranı bu değil. Fakat mevcut sonuç AKP’nin tek başına hükümet kurmasına izin vermiyor ve bu temelde on üç yıllık AKP’nin tek başına iktidar dönemi sona ermiş oluyor. Bu da “Seçimi Tayyip Erdo-

13


Özgür Halk ye siyasetinin daha da hareketli olacağı kesindir. Eğer süreç doğru değerlendirilir ve demokrasi mücadelesi doğru yöntemlerle yürütülürse, bunun sonunda demokratik siyasetin iktidar haline geleceği tartışmasızdır.

Haziran 2015

toğlu olmak üzere tüm AKP sözcülerinin HDP’yi hedefleyen hakaretvari sözlerle dolu psikolojik saldırılardır. Bu çerçevede AKP sözcüleri çoğu ağza alınmayacak türden her sözü söylemiştir. İkinci olarak, polis terörü harekete geçirilerek HDP’nin Türkiye kentlerine açılımı engellenmek istenmiştir. Özellikle Karadeniz, İç Anadolu ve Ege Bölgelerinde HDP’nin seçim çalışmaları sivil polis saldırıları ile engellenmiştir. AKP Hükümeti bu süreçte ısrarla bir MHP-HDP ve Hüda-Par-HDP çatışması yaratabilmek için yoğun bir çaba harcamıştır. Sivil polis tarafından örgütlendirilen saldırılara bu tür süsler verilmeye çalışılmıştır. AKP, bu tür çevrelerden derleyip örgütlediği paramiliter güçlerini HDP’ye karşı saldırılarda aktif olarak kullanmıştır. Üçüncü olarak da ordunun Kürdistan’daki askeri hareketliliğini ve HDP’ye oy verilmemesi amacıyla halk üzerindeki baskı uygulamalarını ifade etmek gerekir. Öyle ki, geçen kampanya sürecinde ordunun Kürdistan’daki hareketliliğinin adeta bir savaş niteliğinde olduğunu herkes bilmelidir. Aslında AKP, HDP’ye yönelttiği “Silah gölgesinde oy alma” suçlamasını kendisi uygulamıştır.

Baskı ve katliamlara karşı zafer Her şeyden önce, oldukça heyecanlı ve gergin bir seçim kampanyasının yaşandığına dikkat çekmek gerekiyor. 7 Haziran günü sandıktan çıkan tabloyu değerlendirmeden önce, sandık başına nasıl gidildiğini dile getirmek önem taşıyor. Bunu özellikle de bir demokrasi bloğu olan HDP açısından yapmak gerekiyor. Çünkü seçim mücadelesi esas olarak AKP-HDP mücadelesi biçiminde yaşandı ve bir taraf olan AKP iktidar ve devlet imkanlarının hepsini kullanırken, HDP ise halkın desteği dışında hiçbir şeye dayanmadı. Dahası devlet ve iktidar imkanlarını arkasına alan AKP her türlü saldırıyı yürütürken, HDP için seçim kampanyası baskı ve katliamlara karşı cesur bir mücadele olarak gerçekleşti. Böylece HDP’nin seçim başarısı esas olarak baskı ve katliamlara karşı bir zafer oldu. AKP-HDP arasında geçen seçim mücadelesinde var olan dengesizlikten öteye, HDP’ye yönelik iktidar kaynaklı saldırıları görmek gerekiyor. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın ifadesine göre, kampanya sürecinde HDP’ye yönelik 140’tan fazla saldırı gerçekleştirilmiş bulunuyor. Tabi bunlar öyle basit ve sıradan saldırılar da değildir. Miting engellemelerden seçim bürolarını ve il binalarını tahrip etmeye kadar, tutuklama ve polis saldırısından katliam girişimlerine kadar çok değişik ve ciddi bir saldırı durumu yaşanmıştır. Seçim kampanyası başlarken İstanbul ve Ağrı’da gerçekleştirilen provokasyonları en başta hatırlamak gerekir. Karadeniz’de ve Orta Anadolu’da HDP mitinglerini engelleme ve seçim bürolarını açtırmama çabalarını dikkate almak önem taşır. Bu süreçte yaşanan Adana ve Mersin HDP İl binalarının bombalanması olayları önemlidir. Yine Batman, Karayazı ve Erzurum olayları ardından 5 Haziran tarihli HDP Diyarbakır mitingine yönelik katliam girişimi, söz konusu baskı ve saldırıları zirveye taşımıştır. Dolayısıyla kampanya boyunca HDP çok çeşitli engelleme ve baskılar yanında şehitler veren bir mücadele yürütmek zorunda kalmıştır.

7 Haziran genel seçim süreci esas olarak bir AKP-HDP mücadelesi olarak yaşandı. Bunun böyle olması doğal bir durumdu. Çünkü CHP ve MHP’nin Türkiye için önerdiği yeni bir görüş ve proje yoktu. Özellikle bu saldırıların zirvesi olan 5 Haziran Amed katliamını dikkatle değerlendirmek gerekir. Dört şehidin ve dört yüzden fazla yaralının verildiği bu katliamın daha ağır sonuçlar yaratmamasını, halkın sağduyulu ve örgütlü hareketi önlemiştir. HDP Eşbaşkanlarının da ifade ettiği gibi, Diyarbakır katliamıyla esas olarak seçimin engellenmesi hedeflenmiştir. Bunun, seçimi kaybedeceğini anlayan AKP’nin bir girişimi olduğu tartışmasızdır. Nitekim seçim sonucu da bunu doğrulamıştır. Fakat en son Diyarbakır katliamı başta olmak üzere tüm bu saldırılara karşı HDP’nin dikkatli, sağduyulu ve örgütlü hareketi seçimin yapılmasını sağlamıştır. HDP, AKP’den gelen tüm baskı ve saldırılara karşı direnmiş, provokasyonlara karşı ise tedbirli davranarak bunları boşa çıkartmıştır. Dolayısıyla 7 Haziran seçim zaferi, esas olarak provokasyonlara karşı sağduyunun zaferi, baskı ve katliamlara karşı demokratik direnişin zaferi olmuştur. Özellikle gençlerin ve kadınların gösterdiği sağduyu ve direniş bu tarihi demokrasi zaferini açığa çıkarmıştır.

CHP ve MHP’nin alternatif bir görüş ve proje sunamaması ortamında HDP, AKP’nin tek hedefi haline gelmiştir. Özellikle kampanyanın ilerleyen dönemlerinde HDP’nin yüzde on barajını aşacağının kesinleşmesi AKP saldırılarını daha planlı ve örgütlü hale getirmiştir. AKP mevcut iktidarını sürdürmeyi HDP’nin engellenmesinde ve baraj altında bırakılmasında görmüştür. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Meydanları onlara mı bırakacağız” diyerek AKP eş başkanı gibi seçim meydanlarına inip mitingler düzenlemesi böyle gündeme gelmiştir. AKP’nin HDP’ye yönelik saldırıları üç boyutlu olarak gerçekleşmiştir. Birincisi, başta Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davu-

Siyasal darlığa ve inançsızlığa karşı zafer Kuşkusuz Türkiye demokrasi hareketinin potansiyeli ne yüzde 13, ne de 20’dir, söz konusu potansiyel yüzde yetmiş ve seksenlere ulaşır. Bu nedenle, 7 Haziran genel seçiminde HDP’nin aldığı yüzde 13’lük oy oranı mevcut durumda büyük başarı olsa

14


Özgür Halk da, aslında demokratik siyaset açısından asla yeterli görülemez. Ancak siyasal darlık ve başarıya inançsızlık, işte demokratik güçleri bu oranla yetinmek ve buna sevinmek durumunda bırakmaktadır.

Haziran 2015

nı sağladı.Dolayısıyla 7 Haziran seçimindeki HDP zaferinin herkesten önce Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yarattığı zafer olduğunu bilmek ve asla unutmamak gerekir. Bu, her türlü darlığa, inançsızlığa, güvensizliğe ve sorumsuzluğa karşı doğru siyasal çizginin kazandığı bir zaferdir. Kendine ve halka güvenin, demokratik birlik anlayışının, siyasal açılımcılığın ve hamleciliğin bir zaferidir. Bu zafer, her türlü AKP ve CHP kuyrukçuluğuna karşı bağımsız ve özgür ideolojik ve siyasal duruşun zaferidir. Yaşanan, AKP’ye dayanan Kürt çevreleri ile CHP’ye dayanan sözde demokratik çevrelere karşı PKK Lideri’nin geliştirdiği demokratik siyaset çizgisinin zaferi olmuştur.

Başa dönülerek iyi hatırlanırsa, mevcut HDK-HDP bloğunun oluşturulması da çok sancılı oldu. Yine seçime bağımsız adaylarla değil de parti olarak girme konusunda da ciddi yalpalamalar ve muğlaklıklar yaşandı. Bu nedenle bazı sol çevreler demokratik seçim bloğunun dışında kaldılar. Bazı Kürt çevreler demokratik güçler yerine AKP ile ittifak yapmayı ve AKP içinde seçime girmeyi yeğlediler. Bütün bunlar hem HDP oluşumunu zorlaştırıp zamana yaydı, hem de HDP’ye katılabilecek farklı ideolojilerden bazı demokrasiye açık güçlerin katılımını engelledi. Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? İşte burada siyasal darlık ve başarıya inançsızlık var. İdeolojik bir grup olmayı aşamama ve politik alanı

Peki bütün bunları böyle ısrarlı bir tarzda belirtmek neden önemlidir? Bir kere, geçen sürecin değerlendirmelerini doğru yapmak ve derslerini doğru çıkarmak gereklidir. Çünkü başarı göz kamaştırıcıdır, dolayısıyla

tamamen egemen güçlere bırakma yaklaşımı söz konusu. Bunun altında da esasen halkın gücüne güvensizlik ve demokrasiye inançsızlık yatıyor. Bu nedenle sol demokratik güçler çok tartışıyor ve fazlasıyla iddialı görüşler ortaya atıyorlar, ama bunların hiç birini pratikte yerine getiremiyorlar. Bu temelde de hep söyleyen olup iş yapma durumunu egemenlere bırakma yaşanıyor.

herkesi baştan çıkarabilir. Ciddi bir özeleştiri ile yanlış ve hatalarını düzeltmesi gereken biri, işte bu nedenle her şeyi kendisinin yarattığını sanabilir. Oysaki Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek ve Selahattin Demirtaş’ın yaptığı gibi teşekkür etmeyi bilmek gerekir. Bu nedenle seçim süreci pratiğine özeleştiri temelinde yaklaşmak ve derslerini doğru ve yeterli bir temelde çıkarmak kesinlikle gerekli ve de önemlidir. İkincisi, seçimde belli bir başarı sağlanmış olsa da, henüz hiçbir şey bitmemiştir ve deyim yerindeyse her şey daha yeni başlamaktadır. Seçimde alınan sonuç henüz yeni bir başlangıçtır ve esas mücadele bundan sonra verilecektir. Dahası önümüzdeki mücadele çok daha karmaşık ve çok yönlü olacaktır. Dolayısıyla doğru bir taktik anlayışa ve tarza ihtiyaç duyduğu kadar, çok güçlü birlik ve ittifakları da gerektirmektedir. Bu da en başta söz konusu siyasal darlığın ve inançsızlığın aşılmasını gerekli kılmaktadır. Bu nedenle, elde edilen demokrasi başarısını kutlamak

İşte bu noktada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın rolünü ve demokratik siyasete yaptırdığı açılımların önemini iyi görmek gerekiyor. Unutmayalım ki, şimdi HDP’nin başarısı için sevinen ve içinde yer alan çoklarımızın bile umutsuz ve kararsız davrandığı bir ortamda PKK Lideri Abdullah Öcalan hem HDP projesini geliştirdi ve hem de bunun uygulanmasında ısrar etti. Demokratik siyasette yaşanan darlığı ve inançsızlığı şiddetle eleştirdi. En umutsuz anda bile HDP’de ısrar edilmesini ve bu temelde çalışılması-

15


Özgür Halk kadar, herkes kendini daha ciddi demokrasi mücadelesine de hazırlamalıdır. Bunun için de, seçim sürecinde yaratılmış olandan daha büyük bir demokratik birliği ve ittifakı yaratmak zorunludur. Seçim sonuçlarından da ders çıkartarak, demokratik güçlerin kendine güven temelinde en geniş siyasal birliği yaratmaları, başlayan demokratik devrimi sonuca götürmek için şarttır.

Haziran 2015

diki arasında temel bir fark vardır. Geçmişte insanlar kendi kimliğini inkar ederek sadece Türk, Sünni ve erkek olarak meclise giriyorlardı. Şimdi 7 Haziran’da seçilen meclis bileşiminde her kimlik demokratik Türkiye ulusu üst kimliği temelinde kendi özgün kimliğini esas alarak ve açıkça taşıyıp yaşayarak giriyor. Örneğin, kadınlar erkekleşerek değil, kadın kimliklerini bilinçli ve örgütlü olarak gururla temsil etme temelinde giriyorlar. Müslümanlar yanında Hıristiyanlar, Yahudiler, Êzidiler de kendi dini kimliklerini temsil ederek giriyorlar. Sünniler yanında Aleviler ve diğer bütün mezhepler de kendi kimliklerini temsil ediyorlar. Türkler yanında başta Kürtler olmak üzere Ermeniler, Süryaniler, Araplar, Romanlar, Çerkezler, kısaca tüm halklar kendi ulusal kimliklerini temsil ederek giriyorlar. Böylece 7 Haziran seçiminden başlamak üzere Türkiye demokratik ulusu şekilleniyor. Bu durum Türkiye’nin yaşadığı en büyük zihniyet ve demokrasi devrimi oluyor.

Demokratik ulus mayası tutmuştur 7 Haziran seçiminin bizce en önemli sonucu, devlet ulusa karşı demokratik ulus mayasının tutmuş olmasıdır. Dolayısıyla tekçi ve Türkçü ulus-devlet anlayışına karşı çoğulcu ve her kimliği gözetip içine katan demokratik Türkiye ulusu anlayışı etkili olma sürecine girmiştir. Bu gerçeği en başta HDP’de ve onun meclis grubunda görmek mümkündür. Elbette demokratik ulus oluşumu HDP’nin de ötesindedir, 7 Haziran seçim sürecine yön veren demokratik ulus anlayışı olmuştur. Dolayısıyla HDP’nin temsil ettiği demokratik ulus anlayışı daha baştan kendisini de aşarak tüm partilere ve seçim sürecine yön vermiştir. Bu temelde AKP dahil tüm düzen partilerinin temsil ettiği tekçi ve hegemonik zihniyet önemli ölçüde kırılmıştır.

Kuşkusuz böyle bir demokratik uluslaşmanın merkezinde HDP yer alıyor. Mevcut haliyle HDP, tüm şehirlerde oy aldığı gibi, Karadeniz dışında Türkiye’nin tüm bölgelerinden de milletvekili çıkarmış bulunuyor. Karadeniz’de çıkaramamasının da gizli AKP engellemelerine ve bu bölgede otuz yıldır yürütülen Türkçü özel savaşın sonuçlarına bağlı olduğunu biliyoruz. Aynı şey Orta Anadolu için de geçerlidir. Onlarca yıldır özel savaş kapsamında yedirilen şoven Türk milliyetçiliği işte bu sonucu yaratmıştır. Onun dışında İstanbul, Bursa, Kocaeli, İzmir, Antalya, Mersin ve Adana’da alınan sonuçlar önemlidir. Aslında iyi çalışılsa ve baraj tereddüdü yaşanmasaymış Aydın, Manisa, Hatay, Malatya gibi yerlerden de rahatlıkla milletvekili çıkarılabilirmiş. Henüz yeterli olmasa da bir demokratik ulus hareketi olarak HDP kendini kanıtlamış durumdadır. Bütün engellemelere rağmen, Türkiye demokrasi hareketini demokratik ulus çizgisinde oluşturmayı başarmıştır. Önümüzdeki süreçte hem HDP’nin bu yönlü gelişimi ve hem de Türkiye demokratik ulusunun örgütsel şekillenmesi gerçekleşecektir. Mevcut haliyle AKP’deki şişkinlik durumu devam etmektedir ki, eriyip aşılan AKP’nin yerine alternatif olarak HDP gelişecektir. Bu anlamda süreci ilerletmekte HDP’ye tarihi ve öncü bir rol düşmektedir. Zor da olsa HDP’nin siyasi süreci demokratikleşme temelinde işletmesi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu demokratik dönüşümü gerçekleştirecektir.

Devlet ulusa karşı demokratik ulus mayasının tutmuştur. Dolayısıyla tekçi ve Türkçü ulusdevlet anlayışına karşı çoğulcu ve her kimliği gözetip içine katan demokratik Türkiye ulusu anlayışı etkili olma sürecine girmiştir. Kuşkusuz 7 Haziran seçim sonuçlarını bu temelde analiz etmek son derece önemlidir ve bizi oldukça değerli sonuçlara ulaştırır. Her şeyden önce, demokratik ulus gerçeğinin temelinde yer alan kadın katılımı henüz yeterli olmasa da, öncesine göre mevcut düzey devrim niteliğindedir. Neredeyse yüze yakın kadın değişik partilerden milletvekili seçilmiştir ki, bu oran hemen hemen beş buçukta bire tekabül etmektedir. HDP’de ise bu oran yüzde kırk düzeyindedir. Herhalde ilk TBMM Genel Kurul bileşiminden sonra kendi kimlikleriyle değişik kesimlerin mecliste temsili bu düzeyde sağlanmaktadır. Belki de mevcut düzey ilk meclis bileşiminin de ilerisindedir. Farklı kimlikleri meclise taşıma işi sadece HDP ile de sınırlı kalmamış, diğer partilerin bir kısmı da bunu esas almak zorunda kalmıştır. Kuşkusuz böyle olmasını HDP’nin temsil ettiği demokratik ulus anlayışı ve bu anlayışın toplumca benimsenmesi sağlamıştır. Bu bakımdan anlayış olarak HDP daha seçimin başında bile çok önemli bir başarı elde etmiştir.

Kürdistan demokratik özerkliği gerçekleşmiştir Yüz yıllık cumhuriyet rejiminin inkar ve imha temelinde gerçekleştirmek istediği Kürt kültürel soykırımının başarısız kılındığı da 7 Haziran seçim sonuçlarının gösterdiği çok önemli hususlardan biri olmaktadır. Aslında bu durum “Referandum” olarak ifade edilen 29 Mart 2009 yerel seçiminden beri tekrar tekrar kanıtlanmaktadır. O zamandan bu yana neredeyse her yıl yapılan seçimin en önemli sonucu Kürtlerin demokratik özerklik temelindeki özgür yaşamdan yana oy kullanmış olmasıdır. 7 Haziran genel seçim sonuç-

Biz bunu belirtince bazı milliyetçi çevreler, “Geçmişte de çeşitli kesimlerin aday olup meclise milletvekili olarak girdiğini” söylüyorlar. Doğru, her zaman çeşitli kesimler meclise girmiştir. Fakat geçmişte olanla şim-

16


Özgür Halk ları ise bu gerçeği iyice perçinlemiştir. Kısaca Kürdistan Demokratik Özerkliği artık fiilen gerçekleşmiştir.

Haziran 2015

tum içinde olmuştur. Newroz ardından ise yeniden otoriter ve baskıcı bir yönetim tarzına yönelmiştir. Son seçimde halkın AKP’yi cezalandırması bu temeldedir. Mevcut oyalayıcı ve diktatörleşen yönetim tarzını halk kabul etmemiş ve cezalandırmıştır. Şimdi 7 Haziran seçim sonucu başta AKP olmak üzere herkesin elinden bu tür politikaları almakta ve herkesi demokratik davranmaya zorlamaktadır. Yani seçim sonucu ile Türkiye siyaseti demokrasiye daha açık hale gelmiştir. Dolayısıyla “Biz muhalefet olacağız” veya “Erken seçim gözüküyor” demek yerine, halkın oylarıyla önünü açtığı demokratik sistemi doğru siyasal yaklaşımla işletmek gerekir. Bunun tek yolu da demokratik siyaseti işletmektir. Başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin tüm sorunlarının tek çözüm yolu demokratik siyasettir. Kuşkusuz demokratik siyasetin işlevli hale getirilmesinde de birincil görev HDP’ye düşmektedir. Herkesin HDP’ye bu kadar ilgi duyması ve umut haline gelmesi bu nedenledir. Yeni demokratik Türkiye’nin şekillenmesi HDP öncülüğünde olacaktır. O nedenle, herkesten önce ve herkesten çok HDP’nin bu gerçeği görmesi ve kendini hızla buna göre örgütleyip çalışır kılması gerekir. HDP için bütün bunlar elbette yeni şeylerdir, ama yeni görevlere hızla intibak etmeyi de mutlaka başarabilmelidir.

7 Haziran seçim sonuçlarının bu açıdan analiz edilmesi de bizi çok önemli sonuca ulaştırmaktadır. Resmi olmayan kesin sonuçlara göre, HDP Kürdistan’ın on dört ilinde birinci partidir. Bu on dört ilin beşinde HDP tulum çıkarmıştır. Yani başka hiçbir parti milletvekili çıkaramamıştır. Bu illerde HDP oyları ortalama yüzde seksene yaklaşırken, ikinci parti konumunda olan AKP ise yüzde onun bile altında kalmıştır. Geriye kalan dokuz ilde ise AKP ancak birer milletvekili çıkarabilmiştir. Yani HDP yüzde yetmişler içinde oy alırken, AKP ancak yüzde yirmiye yakın oy oranına ulaşabilmiştir. Bu konuda bazı rakamlar oldukça öğretici ve dikkat çekicidir. 5 Haziran’da HDP mitinginde katliam yapılmak istenen ve Kürdistan’ın merkezi olarak görülen Diyarbakır’da milletvekili sayısı HDP lehine 10’a 1’dir. HDP’nin oy oranı ise yüzde 78,8’dir. İkinci büyük kent olan Van’daki sonuç da HDP lehine 7’ye 1’dir. Hakkari’de HDP’nin aldığı oy oranı yüzde 86,7 olurken, Mardin’de ise yüzde 73,2 olmuştur. Bütün asimilasyon çabalarına rağmen, Serhat alanı Kürtlük ve demokrasi değerlerine bağlı olduğunu çok güçlü bir biçimde ortaya koymuştur. İki sıfırlık sonuçla Dersim kendi tarihi gerçeğiyle buluşurken, Bingöl alanı da yüzde 40’ı aşarak özel savaşı yenilgiye uğratma noktasına gelmiştir. Bundan sonra AKP şahsında özel savaş sisteminin hızla çözüleceği alanların başında Bingöl, Urfa alanları ve çevresi olacaktır.

Bunun için öncelikle HDP’nin kendini örgütlü ve işlevsel kılması gerekir. Kendini örgütleyemeyen ve eski alışkanlıklarda kalan HDP’nin yeni süreci karşılaması mümkün değildir. Yine HDP’nin demokratik ittifakı daha da büyütmek için çalışması, öyle ki HDK-HDP dışında hiçbir demokratik güç bırakmaması önemlidir. Bunun için başkalarından beklememek ve inisiyatifli davranarak görüşmeler yapıp demokrasi bloğunu büyütmek gerekir. Bir de HDP’nin gecikmeden bu dönemde gerçekleştirilecek demokratik değişimi içeren asgari bir demokrasi programı sunarak, yeni anayasa temelinde böyle bir demokratik değişimi gerçekleştirmek için tüm partileri ortak çalışmaya çağırmalıdır. Yeni hükümetin kuruluşunu ve sürecin ilerletilmesini HDP’nin bu temelde ele alması en doğrusu olacaktır.

Kürtlerin nabzını tutan alan olarak Diyarbakır’ı öngörürsek, ki merkez olması itibariyle bu doğrudur, neredeyse yüzde seksene yaklaşan oy oranıyla Kürtlerin demokratik özerkliğe evet dediği ve mevcut kültürel soykırım rejimini reddettiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Zaten yapılan haritalarda da bu durum açıkça görülmektedir. Artık bu gerçeğin kabul edilmesi ve demokratik Türkiye’nin bölgesel özerklik sistemi temelinde şekillendirilmesi gerekmektedir. Bu noktada Türkiye sisteminin yerel demokrasi temelinde yeniden yapılandırılması ve bunun gerektirdiği reformların yapılması şarttır. Merkezi yönetim bu temelde yeniden yapılanırken, Kürtlerin de yerel demokrasi temelinde kendi örgütlülüklerini ve öz yönetimlerini gecikmeden geliştirmeleri gerekli olmaktadır. Seçim sonuçları herkesin önüne böyle ciddi demokratikleşme görevleri koymuştur.

7 Haziran seçimiyle Türkiye’nin barışı, demokrasisi ve özgürlüğü için kapılar açılmıştır. Gerisi mevcut partilerin ve demokratik güçlerin bunu doğru değerlendirmesine kalmaktadır. Bu da tüm demokratik güçlerin başaracağı yeni tarihsel görev olmaktadır. Şengal, Kobani ve Rojava direnişleri ve zaferleri ardından 7 Haziran seçim zaferi de tüm bu görevleri başarmanın gücünü ortaya çıkarmıştır. Bu temelde barışa, demokrasiye ve özgürlüğe inanan herkesin yüzünü güldüren 7 Haziran seçim zaferini kutluyor, emeği geçen herkese yeni mücadelelerinde üstün başarılar diliyoruz!

Demokratik siyaset tek çözüm yoludur Geçen dönemde AKP Hükümetleri demokratik siyasetin önünü açmamış ve işler kılmamıştır. Tersine “Açılım” kavramı altında demokratikleşmeyi geliştirdiğini iddia etmiş, fakat pratikte hep oyalayıcı bir tu-

17


Özgür Halk

Haziran 2015

Radikal Demokrasi Kazanacak Darbe Mekaniği Tarihe Gömülecektir Kapitalist modernitenin projesinde bölüp-parçalama, karşı karşıya getirme, sürekli gerilim ve çatışma içinde tutma varken, Önder Apo’nun demokratik ulus projesinde bütün farklı inançları, farklı etnik toplulukları yan yana yaşatan ve bütün zenginlikleriyle birbirlerini tamamlayarak, bütünleyerek güçlendiren bir hedef vardır Mustafa Karasu Ortadoğu’da savaş şiddetlenmiş bulunuyor. Halklar özgürlük ve demokrasi için ayağa kalkarken, buna müdahale edilerek mezhep savaşları etnik savaşlar haline getirildi. Ulus-devlet modeli, halkları birleştirmeyen, inançları ortak yaşam içinde tutmayan bir projeydi. Bu nedenle de şimdiye kadar özellikle etnik ve inançsal toplulukların iç içe geçtiği, yüz yıllar, bin yıllar boyu yan yana yaşadığı Ortadoğu coğrafyasında ulus-devlet projesi tam bir iç savaş durumu ortaya çıkardı. Halklar ve inanç toplulukları arası güvensizliği, gerilimi, çatışmaları süreklileştirdi. Çünkü tekçi zihniyet kendini hakim kılmak isteyince buna karşı da sürekli direnişler, hoşnutsuzluklar gelişti. Belki ulus-devlet projesiyle oluşan devletçikler asimilasyon, kültürel soykırımla tekçi bir toplum oluşturma politikası yürüttüler, bu konuda halklara büyük acılar çektirdiler, ancak bu proje halkları ve inançları tasfiye edip tekleştirmeyi başaramadı. Başarması da mümkün değildi. Bu açıdan bu proje çöktü.

halini aldı. Şu anda Ortadoğu’da eski sistem parçalanmış, dağılmış; siyasal, sosyal, kültürel, inançsal ve ekonomik sorunlara çare bulunamadığı için ortaya bir kaos durumu çıkmıştır. Ortadoğu’da bugün Önder Apo’nun ortaya koyduğu yeni yapılanmaların ortaya çıktığı, yaratıcılık anı, yaratım anı dediği bir kaos ortamı yaşanmaktadır. Bu kaos ortamında kuşkusuz farklı siyasal projeler bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, aslında iflas etmiş ulus-devleti ve belirli bir dine dayanan teokratik devleti savunan güçler olmaktadır. Etnik ulus-devletçi zihniyet temelinde Ortadoğu’da etkili olmak isteyen iki devlet vardır. Bunlardan birisi Türkiye, diğeri İran’dır. Her ikisinin de geçmişte büyük imparatorluklar olmasının getirdiği siyasal genlerinde var olan büyüklük kompleksi, Ortadoğu’daki sistemi belirleme eğilimi olarak kendini dışa vurmaktadır. Bu açıdan İran ve Türkiye, ulus-devletçi zihniyet ve mevcut yapılanmayı korumak isteyen iki devlettir. İran’ın teokratik bir devlet olduğu söylense de, İran’daki Şialık günümüzde tamamen milliyetçiliğin hizmetine konulmuş bulunmaktadır. Bunun yanında Suudi Arabistan gibi teokratik devlet zihniyetine dayanan bir eğilim de vardır. Bu üç eğilim kendi zihniyetleri temelinde Ortadoğu’da siyasal etkinliklerini kurmak istemektedirler. Bugünkü Ortadoğu’da yaşanan tüm çatışmalarda bu üç devletin parmağının şu veyahut da bu düzeyde olduğunu herkes bilmektedir. Ancak halkların sorununa çözüm bulacak ve farklı etnik ve inanç topluluklarını bir arada yaşatacak bir siyasal anlayışa sahip olmamaları bunları kaosu derinleştiren ve süreklileştiren aktörler haline getirmiştir.

Ulus devlet modeli Ortadoğu da iflas etmiştir Öte yandan despotik rejimler sadece bir inanca değil, bütün inanç topluluklarına, bütün halklara zulüm, baskı yaptı ve sömürüyü derinleştirdiği için sadece devlet tarafından soykırıma uğratılmak istenen etnik ve inanç toplulukları değil, belli bir zümre dışında tüm halklar Ortadoğu’da kurulan sistemden rahatsız oldular. Bütün bunlar ulus-devletin çözümsüzlüğünü ve iflasını beraberinde getirdi; halklar ayağa kalktı. Ancak ulus-devlet anlayışına, emperyalizmin Ortadoğu’da böl, parçala, yönet politikalarına alternatif bir zihniyet, siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik bir proje olmadığı için ayağa kalkışlar, çatışmalar, direnmeler sonuçta çeşitli devletler tarafından saptırıldı. Bu ortamda tekçi inanç ve tekçi etnik zihniyete sahip olan çeşitli güçler ortaya çıkan boşluktan yararlanarak kendilerini etkin ve hakim kılma savaşları geliştirdiler. Ortadoğu’da kriz derinleşti; tam bir kaos

Bir diğer proje ABD ve İsrail’in projesidir. ABD ve İsrail’in projesi ise halkların uyanışı karşısında giderek kontrol edemedikleri Ortadoğu’yu daha fazla bölüp parçalayarak ve kendi içerisinde gerilim ve çatışmaları süreklileştirerek kendi hegemonyasını, etkinliğini

18


Özgür Halk sürdürme seçeneğidir. Bir taraftan mezhepler arasındaki çatışmayı körüklerken ya da mezhepler arası çatışmadan böl, parçala, yönet politikası temelinde yararlanmaya çalışırken, diğer taraftan Ortadoğu’da yaşanan kaos durumunu IŞİD gibi bazı çetelerin devreye girmesine göz yumarak derinleştirip kendi politik amaçlarına ulaşmayı hedeflemektedir. Nitekim IŞİD’in devreye girmesiyle birlikte bugün Suriye’de de, Irak’ta da bölünme eğilimi güçlenmiştir. Küçük devletçikler temelinde bütün Ortadoğu bölünerek güçten düşürülecek ve kolay yönetilecektir. Bu kesinlikle bir kapitalist modernist projedir. Kapitalist modernist proje nasıl ki ulus-devletleri ortaya çıkararak kendi sömürüsünü geliştirdiyse ve hala bu proje ile dünyayı kolay yönetip yönlendiriyorsa, günümüzde de ulus-devletçi zihniyeti daha da boyutlandırarak Ortadoğu’daki bölüp parçalamayı derinleştirmeye çalışmaktadır. Bu konuda önemli düzeyde amacına ulaştığı da söylenebilir. Herhalde bundan sonra İsrail ve ABD savaş içinde bölüp parçaladığı ülkeleri ulus-devlet zihniyeti temelinde iktidar paylaşımını ifade eden küçük devletçikler haline getirerek yeni bir yapılandırmaya kavuşturacaktır. Bu da kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki projesidir.

Haziran 2015

temelinde bütünlüklü ve birbirini güçlendirip tamamlayan bir karaktere sahiptir. Demokratik ulus yaşamı temelinde güçlenme ve böylece kapitalist modernite, kapitalist emperyalizm karşısında durma gerçeği vardır. Demokratik ulus halinde ortak yaşama, kapitalist emperyalizm, kapitalist modernite ve hakim olmak isteyen güçler karşısında demokratik toplum gücüyle kendi iradesini, bağımsızlığını ortaya koyma projesidir. Bu, tabii kapitalist emperyalist güçlerin, kapitalist modernist güçlerin projelerini etkisiz kılan, kapitalist modernist güçlerin, emeperyalist güçlerin Ortadoğu’daki etkinliğini kıran ve onların hegemonyasını tehdit eden bir projedir. Bu açıdan kapitalist modernist güçler, ulus-devletçi güçler bu projenin Ortadoğu’da hakim olmasını istememektedirler. Bu nedenle de böl-parçala-yönet anlamına gelen ulus-devletçi, yine diğer inançların birbirine tahammül etmediği, tek inançlı zihniyet ve politikalarla ortak yaşamı değil de toplulukların sürekli birbirlerine karşı gerilim ve çatışma içinde olduğu bir Ortadoğu düzenini arzulamaktadırlar. Türkiye, İran ve Suudi Arabistan projesi zaten çökmüştür. Bunların bir geleceği yoktur. Aksine bu eğilimler ulus-devletçi zihniyetleriyle, tekçi zihniyetleriyle kapitalist modernitenin, kapitalist emperyalizmin böl-

Üçüncü bir proje ise, Önder Apo’nun sadece Kürt sorununun değil, bölgedeki bütün etnik ve dinsel toplulukların sorunlarının köklü çözümünü hedefleyen demokratik ulus çözümüdür. Bu çözüm modeli, kapitalist modernitenin ulus-devlet, böl-parçala-yönet projesine karşı Önder Apo’nun demokratik ulus temelinde halkları ve inançları birleştiren, bütünleştiren demokratik ulus projesidir. Kapitalist modernitenin projesinde bölüp-parçalama, karşı karşıya getirme, sürekli gerilim ve çatışma içinde tutma varken, Önder Apo’nun demokratik ulus projesinde bütün farklı inançları, farklı etnik toplulukları yan yana yaşatan ve bütün zenginlikleriyle birbirlerini tamamlayarak, bütünleyerek güçlendiren bir hedef vardır. Bu iki proje birbirine zıt projelerdir. Kuşkusuz demokratik ulus projesinde farklı etnik ve dinsel toplulukların demokrasiye dayanan, demokrasi temelinde özgünlüklerinin özerkliğini ve özgürlüğünü ifade eden bir zihniyet ve yapılanma olacaktır. Ancak bu, ulus devletteki gibi farklı etnik ve ulus topluluklarını birbirine düşüren, parçalayan ya da birini hakim kılıp diğerleri üzerinde hegemonya kuran bir proje değildir. Bu projede ne birinin diğerini yok etmesi, birinin diğerinden üstünlüğü vardır, ne de birbiriyle çatışma, kavga, gerilim vardır. Aksine eşitlik ve özgürlük temelinde, demokratik ulus anlayışı içinde birleşme ve demokratik ulus olarak halkların ve inançların ortak yaşaması vardır. Ortak vatanda, demokratik ulus temelinde birlikte yaşama gerçeği vardır.

Türkiye’nin politikası da, İran’ın da, Suudi Arabistan’ın da Ortadoğu’da etnik ve dinsel toplulukların çatışmasını körükleyen, bu çatışmaların daha da derinleşmesine neden olan bir rol oynamaktadırlar. ge politikalarına, bölge projelerine, bölgede böl-parçala-yönet politikalarına zemin sunmakta ve hizmet etmektedirler. Hatta ABD ve İsrail projesi bazı yönleriyle bu devletleri kendi amaçları doğrultusunda kullanarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır. Nitekim Türkiye’nin politikası da, İran’ın politikası da, Suudi Arabistan’ın politikası da Ortadoğu’da etnik ve dinsel toplulukların çatışmasını körükleyen, bu çatışmaların daha da derinleşmesine neden olan bir rol oynamaktadırlar. Bu karakterleriyle kendilerinin de bölünüp parçalanmasına yol açacak kapitalist modernist politikanın destekçisi, kuyrukçusu olmaktadırlar. Bir taraftan kapitalist modernitenin kendi içlerine soktuğu ulus-devlet fitnesiyle tüm etnik ve inanç toplulukları yok etmeye çalışırken, diğer taraftan da bu tür politikalarıyla ABD’nin bölgeyi daha da fazla parçalayıp bölme politikalarına güç vermektedirler. Böylelikle ABD’nin ve İsrail’in politikaları doğrultusunda kendi mevcut siyasi sınırlarının parçalanmasına bizzat kendi politikalarıyla yol açmaktadırlar. Hatta bu politikaları ulusal birlik adına, ülkenin birliği ve milletin bütünlüğü adına yürütmektedirler. Ancak

Kapitalist modernitenin projesi, ulus-devlet zihniyetine dayanan böl-parçala-yönet politikasıyken, Önder Apo’nun demokratik ulus projesi bütün etnik ve dinsel toplulukların kendi özgünlüğü, özerkliği ve özgürlüğü

19


Özgür Halk

ülkenin birliği, milletin bütünlüğü biçiminde izledikleri politika mevcut durumda tamamen ABD’nin tüm Ortadoğu’yu böl-parçala-küçük devletler haline getir-zayıflat ve yönet politikasına hizmet etmektedir. Bunu görmeyecek kadar ideolojik ve siyasi olarak kördürler. Bu körlükleri ve ulus-devletçi zihniyetleri nedeniyle Önder Apo’nun demokratik ulus projesini anlamamakta, hatta demokratik ulus projesinin bütünleştirici, birleştirici yanını görmeyerek, bunu da bir bölücülük olarak değerlendirip Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu projesini birlikte bastırmayı, etkisizleştirmeyi planlamaktadırlar. Türkiye ve İran birçok konuda karşıt durumda olsalar da, Kürt Özgürlük Hareketi’ni etkisizleştirme konusunda işbirliği yapmaktadırlar.

Haziran 2015

tutan politikalarla çözümsüzlükte ısrar edip kaosu derinleştirmektedirler. Mevcut durumda bu kaostan ve yaşanan ağır bedellerden ulus-devletçi kapitalist modernist güçler kadar, ulus-devletçi zihniyetle diğer farklı etnik ve dinsel toplulukları hegemonya altına alma ya da soykırıma uğratma politikasını sürdüren mevcut devletler ve siyasal güçler de sorumludurlar. Ancak halklar bu çatışmadan, gerilimden bıkmışlardır. Gerçekten çözüm aramaktadırlar. Bunun için de Önder Apo’nun demokratik uluslaşmaya dayalı çözüm projesi bugün Ortadoğu’da heyecan yaratmaktadır. Bu projenin kısmi olarak Rojava’da pratikleşmesi Ortadoğu’da sorunların çözülebileceğine, tüm Ortadoğu’nun halklar ve inançlar için ortak demokratik bir ev, vatan haline getirileceğine inancı arttırmaktadır. Bu yönüyle Önder Apo’nun demokratik ulus projesinin sınırlı pratikleşmesi olan Rojava Devrimi Ortadoğu’da umudu yeşertmiş, Ortadoğu’da halkların özgür ve demokratik yaşamı için bir ışık olmuştur.

Önder Apo’nun İran’ı, Türkiye’yi, Irak’ı, Suriye’yi ulus-devlet zihniyetiyle devletçiklere bölerek değil, demokratikleşme ve demokratik ulus temelinde bütün halkların kendi özgür ve demokratik yaşamının sağlandığı demokratik ulus zihniyeti ve yapılanmasıyla Ortadoğu halklarının birliğini sağlama amacını anlayamamaktadırlar. Ulus-devletçi zihniyette ısrar etme ve demokratik ulus modelini anlayamama İran, Türkiye, Irak ve Suriye’yi bölerek değil de demokratikleştirerek tüm bu ülkeleri güçlendiren Önderlik projesine karşı kapitalist modernite ve emperyalistler adına savaş yürütmelerine yol açmaktadır. Önder Apo Ortadoğu’nun tarihine uygun, Ortadoğu’nun tarih içindeki tüm etnik ve inançsal toplulukların bir arada yaşamasını ifade eden doğal federasyona, doğal konfederal ilişkilere dayalı yeni bir Ortadoğu’yu şekillendirmek isterken; İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer ülkeler Ortadoğu gerçeğiyle uyuşmayan, Batıdan gelen ulus-devletçi, milliyetçi zihniyetlerle Ortadoğu’nun bütünlüğünü parçalayan, birbirlerini zehirleyen ve bugünkü kısırdöngü çatışma içinde

Ortadoğu’da bu ışık görülmüştür. Bölgenin eski devletleri Türkiye, İran ve Suudi Arabistan kendilerini olduğu gibi sürdürme temelinde bölgeyi gerilim ve çatışma içinde tutmak isteseler de, kapitalist modernist sistem Ortadoğu’yu daha fazla bölüp parçalayarak egemenlik kurma politikası izlese de bu politikaların geleceği yoktur. Ortadoğu’da önümüzdeki yılları kesinlikle belirleyecek, yönlendirecek Önder Apo’nun demokratik ulus çizgisi olacaktır. Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi olacaktır. Demokratik ulus projesinin daha şimdiden bütün siyasal gelişmelerde büyük bir etkisi bulunmaktadır. IŞİD başka güçlerle savaşırken önünde kimse duramazken Rojava’da, Güney Kürdistan’da özgürlük savaşçıları karşısında tutunamaması, esas olarak demokratik ulusa dayanan öz-

20


Özgür Halk gür ve demokratik yaşam zihniyeti, enerjisi ve gücü nedeniyledir. Bu açıdan Rojava Devriminin ve Güney Kürdistan’daki gerilla güçlerinin IŞİD karşısındaki zaferi en başta da bir ideolojik zaferdir, demokratik ulus projesinin zaferidir. Bunu gerçekten böyle değerlendirmek gerekmektedir. Demokratik ulus projesi gelişecek, kazanacak projedir. Ulus-devletçi zihniyetlerin, politikaların, dar milliyetçi yaklaşımların kesinlikle bir gelecekleri yoktur. Bu tür politikalar Ortadoğu’da kaybetmeye mahkumdur. Özellikle Kürt sorunu ve Kürtler söz konusu olduğunda demokratik ulus zihniyetine dayanmayan milliyetçi politikalar kesinlikle Kürt halkına kaybettirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.

Haziran 2015

tifli politikalar izlemektedir. Çünkü Ortadoğu bir bütün olarak yeniden şekillendirilecektir; bir bütün olarak siyasal dengeler ve buna dayalı sistemi değiştirme mücadelesi vardır. Bu açıdan bu bütünlüklü mücadele içinde yer almadan, bu bütünlüğün parçası olmadan, bu bütünlüklü savaşta Kürtlerin kazanabileceği, Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamını kazanmasını sağlayabileceği, daha doğrusu bütün Ortadoğu halklarının özgür ve demokratik yaşamını sağlayabileceği bir ideolojik ve siyasal duruş içinde olmadan Kürtlerin herhangi bir parçada özgür ve demokratik yaşama kavuşmaları mümkün değildir. Sadece kendilerini Güney Kürdistan’a sıkıştırarak Güney Kürdistan’ı özgür ve demokratik yaşama kavuşturmak mümkün değildir. Rojava Devriminin sadece Rojava’yla sınırlayarak kendisini özgür ve demokratik yaşama kavuşturması mümkün değildir. Bugün belirli mevziler kazanılmış olabilir, ancak Ortadoğu yeniden şe-

Kürt ulusal birliği Ortadoğu’yu demokratikleştirecektir Kürtlerin bütün parçalarda özgür ve demokratik yaşamı demokratik ulus modeliyle gelişeceği gibi, Kürtlerin gerici güçler karşısında soykırıma uğramamalarının güvencesi de, soykırım politikalarının boşa çıkarılmasının yolu da demokratik ulus zihniyeti ve buna dayalı siyasal projeden geçmektedir. Demokratik ulus zihniyeti Kürtleri bütün parçalarda özgür ve demokratik yaşama kavuşturacağı gibi, bütün Ortadoğu’yu demokratikleştirerek ulusal varlığını, özgür ve demokratik yaşamını güvenceye alacak projedir. Bunun dışındaki tüm ideolojik ve siyasi yaklaşımlar Kürtlere kaybettirmekten başka bir sonuç vermez. Kürtler kapitalist modernist ulus-devletçi projelerle kesinlikle hiçbir şey kazanamazlar. Olsa olsa kapitalist modernitenin ve İsrail’in Ortadoğu’da halkları birbiriyle karşı karşıya getiren, bölen, parçalayan, birbirine düşüren böl-parçala ve yönet politikasına hizmet etmekten başka bir şey yapmış olmazlar. Hatta bu milliyetçi yaklaşımlar karşıt milliyetçi eğilimleri güçlendirerek Kürtlerin sadece özgür ve demokratik yaşamını değil, ulusal varlığını bile tehlikeye sokacaktır. Bu açıdan Kürtlerin kesinlikle dar ve milliyetçi yaklaşımlardan kurtulmaları, demokratik ulus anlayışıyla bulundukları ülkeleri özgür ve demokratik yaşama kavuşturmaları ve bu temelde demokratik Ortadoğu’yu yaratmada öncülük yapmaları ve 21. yüzyılı Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamının gelişmesi temelinde tüm Ortadoğu’nun özgür ve demokratik yaşama kavuştuğu yüzyıl haline getirmeleri gerekmektedir. Kürtlerin önünde böyle bir tarihi görev bulunmaktadır.

killenirken, yeni bir Ortadoğu kurulmaya çalışılırken bunun güvencesi yeni Ortadoğu’nun özgür ve demokratik temelde şekillenmesi mücadelesinde yer almakla olur. Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde inisiyatif alınmazsa, özgür ve demokratik yaşamın hakim olacağı bir Ortadoğu mücadelesi verilmezse, Ortadoğu halklarının demokratik Ortadoğu birliği mücadelesi verilmezse kesinlikle Ortadoğu savaşından Kürtler zararlı çıkacaktır. Bu açıdan demokratik ulus projesi temelinde Kürtlerin kendi bulundukları ülkeyi ve Kürdistan’ı özgürleştirmeleri ve demokratik bir yapılanmaya kavuşturmaları, hem kendilerini, hem bölge halklarını özgürlüğe kavuşturacakları gibi, hem de tüm Ortadoğu’yu özgür ve demokratik yaşama kavuşturarak Kürdistan’ın gerçek anlamda ulusal varlığının güvenceye alındığı özgür ve demokratik

Mevcut Ortadoğu’da yaşanan çekişme ve çatışmalar ortamında inisiyatifsiz, pasif ya da kendi içine kapalı, sadece Kürtlerle ilgili sorunlarla ilgilenen siyasal yaklaşımlar kesinlikle Ortadoğu dengelerinin yıkıldığı, yeni dengelerin kurulduğu bir dönemde Kürtlere büyük kaybettirmekten başka bir sonuç vermez. Bu açıdan Kürtlerin kesinlikle bölgesel politikalar izlemeleri gerekir. Bulundukları ülkelere yönelik politikalar izlemeleri gerekir. Şu anda Ortadoğu’da yeni dengeler oluşurken her kes çok boyutlu ve geniş perspek-

21


Özgür Halk yaşamının kalıcılaşacağı bir Ortadoğu’yu yaratacaklardır. Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere seyirci kalınırsa, biz şu beladan kaçalım, bu beladan kaçalım denilirse Ortadoğu genelinde yaşanan mücadeleyi yönlendirecek, etkileyecek, bu mücadele içinde kendisini örgütlenmesiyle ortaya koyacak bir inisiyatif ve tutum içinde olunmazsa filler tepişir çimenler ezilir misali Kürtlerin ezilmesi tehlikesi yaşanacaktır.

Haziran 2015

düşünmekten çok, PKK’yi sıkıştırma, etkisizleştirme, zayıf düşürmeyi temel politikası haline getirmiştir. PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni nasıl kontrol altına alırım, nasıl sıkıştırırım yaklaşımını bir türlü bırakmamıştır. Her fırsatı PKK aleyhine kullanma yaklaşımı içindedir. En son olarak KDP-İ’lilerin gerilla güçlerinin hakim olduğu Medya Savunma Alanlarının Xınêre bölgesine hiç bilgi vermeden geçmesi ve bunun getirdiği gerilim ve sonucunda bir KDP-İ’den bir kişinin yaşamını yitirmesi, birinin de yaralanması sonrası yapılan propagandalar KDP’nin doğru ve iyi niyetli olmayan bir politika içinde olduğunu gözler önüne sermiştir. Anlaşılıyor ki bazı örgütleri PKK ile karşı karşıya getirme ve bu temelde de PKK’nin Kürt kamuoyundaki etkisini zayıflatma, yıpratma gibi basit hesaplar düşünmektedirler. Bu nedenle gerçekleri çarpıtmaktadırlar. Gerilla güçleri “bizim alanımızdan önceden bilgi vererek geçebilirsiniz, istediğiniz yere gidebilirsiniz, ancak kendinize ilişkide bulunduğunuz güçlerin hakim olduğu alanlarda üslenme yapın” denilmiştir. Ancak bir dayatma, bir kışkırtma yapmak için ısrarla gerillanın bulunduğu alanlara gelme ve üslenme dayatması içinde olmuşlardır. Gerilla kendilerine belirli seçenekler sunduğu halde bu seçenekleri gözden geçirme yerine, tamamen gerillaya emrivaki yapma biçiminde provokatif yaklaşımlar içine girmişlerdir. KDP-İ’den olan bir grubun Xınêre’deki bu yaklaşımları ve dayatması sonucu ortaya çıkan istenmeyen bir durumu bahane ederek bir antipropaganda yürütmek gerçekten de KDP’nin niyetini göstermektedir. Bu yaklaşımlar KDP’nin Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı bir psikolojik savaş, bir özel savaş yürüttüğü anlamına gelmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bütün makul yaklaşımları karşısında ilişkide olduğu bazı grupları kışkırtmak ve belirli bazı dayatmalar içine sokmak başka bir anlama gelmemektedir. Ortadoğu’daki mevcut durum; Bakurê Kurdîstan, Rojava ve Güney Kürdistan’daki gelişmeler, IŞİD’in Türkiye ile birlikte geliştirdiği Kürt düşmanlığı karşısında ulusal birlik politikaları izlemek yerine bu tür gerilimler yaratması, dönemin ihtiyaçlarını ve gereklerini anlamayan bir tutumu ifade etmektedir.

Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi sürekli ulusal birlikten söz etmektedir. Ulusal birliği sağlayarak hem Ortadoğu politikalarında etkili olmak, hem de her türlü tehlikeye karşı ulusal birlik mücadelesiyle bu tehlikeleri bertaraf etmeyi hedeflemektedir. Gerçekten de Kürtler ulusal birliği gerçekleştirdiğinde bütün devletlerin Kürt sorununu çözmesini sağlayacaklardır. Sadece Kürt sorununun çözümünü sağlamayacaklar, Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde belirleyici rol oynayacaklardır. Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde belirleyici rol oynamak ise demokrasinin yükseldiği, demokratik değerlerin hakim olacağı çağda Kürtleri 21. Yüzyılda Ortadoğu’nun yükselen halkı haline getirecektir. Bu açıdan ulusal birlik politikaları, ulusal konferans önemlidir. Kürtlerin özellik-

Rojava Devriminin ve Güney Kürdistan’daki gerilla güçlerinin IŞİD karşısındaki zaferi en başta da bir ideolojik zaferdir, demokratik ulus projesinin zaferidir. Demokratik ulus projesi gelişecek, kazanacak projedir. le diplomaside ve ulusal savunmada ortak hareket etmeleri gerçekten çok önemli olmaktadır. Eğer bu dönemde bu bilinçle hareket edilmezse, bu yaklaşım içinde olunmazsa Kürtler kendi bindikleri dalı keserler. Bu açıdan KDP’nin politikaları, yaklaşımları çok dar, sadece kendisiyle sınırlıdır. Bütün Ortadoğu’daki gelişmeleri görmeyen, geleceği düşünmeyen, sadece günlük politikalarla uğraşan ya da dar, parti çıkarlarıyla kendini hakim kılmaya çalışarak ulusal politikadan uzaklaşan yaklaşımlarla kendisine de Kürtlere de zarar verecek bir politika izlemektedir.

Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi her alanda gelişmektedir. Rojava Devrimi, Kobanê’de IŞİD’i yenilgiye uğrattıktan sonra Rojava’nın Cezire kantonunda da önemli başarılar elde etmiştir. Daha önce Tıl Hemıs ve Tıl Barak alanında ortaya konulan başarılar, Tıl Temır’de IŞİD saldırılarının püskürtülmesi ve Şengal’in Suriye sınırları tarafından kuşatmaya alınmasının boşa çıkarılması, IŞİD’in birçok alandan atılması sağlandığı gibi, en son olarak hem Cezire kantonu, hem de Şengal’i güvenceye almak açısından çok önemli olan Kezvan, diğer adıyla Abdul Aziz dağının YPG gerillaları tarafından kontrol edilmesi Suriye genelinde Rojava Devriminin etkisinin artması, Rojava Devriminin bütün Suriye’ye taşırılması açısından çok önemli olmaktadır. IŞİD ve El Nusra Suriye’de başka alanlarda

Özellikle Kürdistan’ın en büyük parçası Bakurê Kurdîstan’da büyük güç olan, bu gücüyle bütün parçalardaki özgür ve demokratik yaşamın mücadelesinin güvencesi olan PKK’nin öncülüğünde yürütülen Kürdistan Özgürlük Mücadelesine karşı olumsuz yaklaşımlar içinde olunması, yine Rojava Devrimi gibi Ortadoğu’yu etkileyen devrim karşısında olumsuz tutum içinde olunması, KDP’nin bencil, dar çıkarları nedeniyle gerçek ulusal çıkarları görememesini ifade etmektedir. PKK ile, Kürt Özgürlük Hareketiyle nasıl ortak iş yapabiliriz, nasıl birlik kurabiliriz konusunu

22


Özgür Halk

bazı ilerlemeler sağlamış olsalar da, mevcut durumda Rojava Devriminin çok stratejik konumda olan Abdul Aziz dağını kontrol altına alması, önümüzdeki dönemde önemli siyasal gelişmeler ortaya çıkaracaktır.

Haziran 2015

müyle ortaklaşmaları da söz konusu olmamaktadır. Bu da esas olarak Suriye’deki çatışmaların süreklileşmesi, herkesin bölgede etkin olma politikalarını bizzat Suriye üzerinde denemeleri, Suriye halkları üzerinde denemeleri bir çıkmazı ifade etmektedir.

Rojava demokratik Suriye için bir modeldir Suriye’de bir kaos yaşanmaktadır. İslam’ı maske ve ideolojik güç olarak kullanan IŞİD ve El Nusra gibi bazı güçler kimi ilerlemeler kaydetmiş olsalar da, hala tümden Suriye’ye hakim olacak bir pozisyona kavuşmaktan uzaktırlar. Aslında mevcut durumda IŞİD ve El Nusra’nın saldırıları, yaklaşımları ABD ve İsrail’in Suriye’yi bölme politikasına hizmet etmekten başka bir sonuç vermemektedir. Suriye’nin bütün halklarının, Kürtler, Sünni Araplar, Alevi Araplar başta olmak üzere tüm diğer etnik ve inanç topluluklarının özgür ve demokratik yaşamı temelinde Suriye’nin birliğini sağlama projesi sadece ve sadece Rojava Devriminin zihniyetinde ve siyasal projesinde bulunmaktadır. Bu açıdan önümüzdeki dönemde bu projenin daha da etkili hale gelmesi, mevcut çıkmazdan tek kurtuluş projesi olduğu için Alevi’siyle, Sünni’siyle tüm Arap halkları tarafından benimsenmesi giderek daha da artacaktır. Kuşkusuz Suriye üzerinde Türk devletinin Suudi Arabistan’la birlikte geliştirdiği politikalar vardır. Türkiye, Suriye’de El Nusra ve Ahrar El Şam üzerinden Hatay ve Antep sınırlarına yakın bölgelerde etkili olmak istemektedir. Böylelikle Esad rejiminden intikam almaya, Esad rejimini sıkıştırmaya çalışmaktadır. Diğer taraftan Suudi Arabistan ve Katar’ın IŞİD’i destekleyerek son Palmira’da olduğu gibi bazı yerlerin alınmasını sağlamaları, aslında Suriye’deki kaosu ve çıkmazı daha da arttırmaktan başka bir sonuç vermemektedir. Zaman zaman Türkiye ile Suudi Arabistan’ın, Katar’ın politikaları örtüşse de, taktik olarak birbirlerine destek verseler de tü-

Bu ortamda Suriye’nin demokratikleşmesi isteniyorsa, Suriye’deki mevcut durumdan rahatsızlık duyuluyorsa yeni bir Suriye yaratılmak isteniyorsa, kesinlikle Rojava Devriminin öngördüğü siyasal proje etrafında herkesin birleşmesi gerekmektedir. Eğer Suriye’deki çatışmadan, halkları birbirine kırdırmaktan yarar görülmüyorsa bundan başka yol yoktur. Rusya, ABD ya da Suriye içindeki muhalifler bir anlaşmaya varacaklarsa, yine Alevi Arapları da içine alarak Suriye’nin birliği korunmak isteniyorsa, o zaman Rojava Devriminin farklı etnik ve dinsel toplulukların kendi örgütlülükleri temelinde özgür ve demokratik yaşamasına dayalı bir demokratik Suriye projesi üzerinde anlaşılması gerekiyor. Rojava Devrimci güçleri kendi projelerini Arap halklarına iyi anlatırlarsa, Suriye içindeki tüm siyasi güçlerle bu temelde ilişki kurarlarsa, yine Suriye’ye istikrar getirecek ve Ortadoğu’nun istikrar ve barışına katkı sağlayacak bu projeyi Ortadoğu’daki tüm demokratik özgürlükçü güçlere anlatabilirlerse Suriye’de halkların kardeşliğine, özgür ve demokratik yaşamına bağlı bir çıkış yapmak mümkündür. Suriye’de mevcut durumda yapılması gereken budur. Yoksa Suriye’deki savaş daha da derinleşir. Nitekim Türkiye hala Rojava Devrimine karşı düşmanlığını sürdürmektedir. Rojava Devrimine karşı bazı örgütleri kışkırtmaktadır. Halep ve çevresinde etkili olan El Ekrad örgütüne karşı bazı siyasi güçleri birleştirmesi, yine Rojava Devrimi, PYD ve YPG kontrolündeki Afrin üzerinde Türkiye’ye bağlı

23


Özgür Halk bazı güçlerin tehdit yapması, Türkiye’nin Suriye’nin demokratik birliği, istikrar ve barışından değil de, çatışmayı daha da derinleşmesinden yana olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin Ortadoğu’da çıkmazın yaşandığı ortamda bir emrivaki yaparak Suriye’deki savaşı derinleştirmesi, buna dayanarak AKP Hükümetinin içerideki sorunların üstünü örtmesi, dışa taşırması gibi çok tehlikeli durumların gelişmesi ihtimali da vardır. Türkiye artık Suriye’nin demokratikleşmesi ya da başka ülkelerin demokratikleşmesine bağlı bir proje izleme yerine, çeşitli ülkelerdeki siyasi güçleri, grupları destekleyerek kendi politikasını etkin kılmaya çalışmaktadır. Bu, gerçekten Türkiye için çok tehlikeli bir politikadır. Bu politikalar Ortadoğu’da etnik toplulukların ve mezheplerin çatışmasını kışkırtmakta ve çatışmaların derinleşmesinden başka bir sonuç vermemektedir. Bu durum ister istemez çekişme ve çatışmaların Türkiye’ye sıçramasını beraberinde getirecektir. Bir nevi Türkiye bu politikalarla Ortadoğu’daki çekişme ve çatışmaları kendi içine taşımış olacaktır. Türkiye’de böyle bir durumun gelişme potansiyeli ve imkanı bulunmaktadır. Türkiye’nin Suriye’nin ikiye bölünmesini ve daha sonra da İslam maskesi edinen

Haziran 2015

Irak’ın demokratikleşmesinde inisiyatif sahibi olma, bu temelde de Irak politikasında etkili olma şansı varken, böyle bir zihniyet ve politikaya sahip olmaması Kürtler açısından gerçekten büyük bir eksikliktir, tarihi bir fırsatın kaçırılmasıdır. Halbuki demokratik ulus ve demokratikleşme temelinde Irak genelinde etkili olunsa bugünkü Irak’taki iç savaş da sona erdirilir. Demokratik ulus projesi kesinlikle IŞİD’i de, Şiiler içindeki dar, milliyetçi yaklaşımları da etkisizleştirir. Şiilerin, Sünnilerin, Kürtlerin ve diğer etnik ve dinsel toplulukların bir arada özgürce yaşayacağı demokratik bir Irak kurulur. Kürt siyaseti böyle bir inisiyatif alsa kesinlikle Irak’ın kaderi değişir. Irak’ta etkili olduğunda bütün Ortadoğu’da etkili olur. Bütün Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde Kürtler önemli rol oynayabilir. Böylelikle Kürtler kendi özgür ve demokratik yaşamlarına kavuşacakları gibi, Ortadoğu’yu demokratikleştirme temelinde tüm Kürdistan parçalarının özgür ve demokratik yaşamının sağlanmasında da çok büyük etkide bulunabilirler. Bu konuda büyük rol sahibi olabilirler. Ancak Başurê Kurdîstan’da Kürt örgütleri ve siyasi grupları kendi iktidarlarını, hegemonyalarını düşünme dışında ne Irak geneli açısından, ne Ortadoğu geneli açısından demokratikleşme ve özgürleşmeyi getirecek bir zihniyete ve politikaya sahiptirler. Bu da aslında Başurê Kurdîstan’ın oynayacağı tarihsel rolün, fırsatın kaçmasına yol açmaktadır. Eğer Başurê Kurdîstan’da KDP, bölge hükümeti, diğer gruplar dar bir politik yaklaşım içinde olmasalar ya da PKK’nin Bakur’daki, Rojava’daki etkisinden rahatsız olma yerine bundan güç alarak Irak genelinde Irak’ın demokratikleşmesinde etkili olma politikası izleseler, gerçekten de hem Irak içindeki bütün Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamını güvenceye alırlar, hem demokratik ulus çerçevesinde Irak’ın demokratikleşmesinin öncüsü olurlar, hem de gerçekten de Ortadoğu’da Kürtlerin tarihsel rol oynamasında çok etkili olurlar. Böyle bir imkan ve fırsat Başurê Kurdîstan’daki güçlerin önlerinde vardır.

Kürtlerin gerici güçler karşısında soykırıma uğramamalarının güvencesi de, soykırım politikalarının boşa çıkarılmasının yolu da demokratik ulus zihniyeti ve buna dayalı siyasal projeden geçmektedir. bazı gruplar eliyle Rojava Devrimini boğdurarak kendisini Suriye’de etkin kılmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin önümüzdeki dönem politikasının bu çerçevede gelişeceği görülmektedir. Şu anda izlediği politika bunu ortaya koymaktadır. Ancak Rojava Devriminin kendisini güçlendirmesi, Arap halklarıyla demokratik ilişkisini geliştirmesi, yine Güney Kürdistan’da gerillanın pozisyonunun güçlenmesi, Bakurê Kurdîstan ve Türkiye’de demokratikleşme eğiliminin gelişmesi, Türkiye’nin içeride ve dışarıda savaş politikalarını boşa çıkaracaktır. Eğer AKP’nin içeride ve dışarıdaki savaş politikaları boşa çıkarılırsa, bu, doğrudan Suriye’deki gelişmeleri de etkileyecek, Suriye’de Rojava Devrimine dayalı bir demokratik Suriye’nin gerçekleşmesi imkanını daha da artıracaktır.

Böyle bir politika izlense Kerkük Kürtleri de, Şengal Kürtleri de özgür ve demokratik yaşama kavuşur. Kerkük’ün de, Şengal ve diğer 36. Paralelde kalan Xanekin ve diğer alanlardaki Kürtlerin de özgür ve demokratik yaşamı gerçekleşir. Buralarda Kürtlerin kendi kimliğiyle, kültürüyle kendi kendini yöneteceği bir konuma ulaşmaları gerçekleşir. Irak’ın demokratikleşmesinde rol oynamak, bütün topluların kendilerini yönetmeleri, kendi özgür ve demokratik yaşamlarını gerçekleştirmeleri anlamına gelir. Bundan daha güzel bir sonuç olabilir mi? Ancak bunun için demokratik bir anlayışa sahip olmak gerekir. Bütün yerellerin kendi kendini yönetmesinin kabul edilmesi, Şengal’in kendi kendini yönetmesi, Kerkük’ün kendi kendini yönetmesi, Süleymaniye’nin kendi kendini yönetmesinin kabul edilmesi gerekir. Böyle belli bazı özgünlükleri olan yerlerin kendi kendisini yönetmesinin kabul edilmesi, Xanekin ve çevresinde de Kürtlerin

KDP ulusal birlik önünde engeldir Irak’ta da bir kaos durumu yaşanmaktadır. Başurê Kurdîstan’da belli bir istikrar var olsa da Ortadoğu’daki gelişmeler Başurê Kurdîstan’ı da derinden etkilemektedir. Hala Başurê Kurdîstan’la Irak genelinde bir demokratik birlik ve ilişkinin gelişmemesi Irak’ı doğrudan etkilemektedir. Aslında tam da demokratik ulus zihniyeti temelinde Kürtlerin Irak’ı demokratikleştirme,

24


Özgür Halk

Haziran 2015

kendi kendini yönetmesinin gerçekleşmesi anlamına gelir. İşte o zaman şimdiye kadar çok uğraşılan anayasanın 140. Maddesi denilen, yani bu alanların Başurê Kurdîstan’ın parçası, Kürtlere ait olduğunu belirten maddenin demokratik zihniyet temelinde gerçekleşmesi, pratikleşmesi sağlanır. Böyle olduğu zaman Süryaniler de kendi kendini yönetir, Şii Türkmenler de kendi kendini yönetir, Sünni bölgesinin de demokratik ulus çerçevesinde kendi kendini yönetmesi gerçekleşir. Şiiler kendi kendini yönetir. Ama bu yönetme birbirlerine karşı olan ulus-devletçikler biçiminde parçalama biçiminde değil, her etnik ve dinsel farklılığın kendi kendini yönetmesi temelinde, demokratik ulus çerçevesinde ve demokratik birlik temelinde gerçekleşir. Böylelikle Irak’ın bölünmesi, parçalanması değil, demokratik ve özgür birlik sağlanır. Çeşitli güçlerin toplulukları tümden birbiriyle ça-

demokratik ulus anlayışıyla demokratik Suriye temelinde istikrar ve barış sağlanacaksa, aynı şey Irak için de geçerlidir. Şimdi Irak’ta da demokratik bir hamle yapılması gerekirken, KDP’nin demokratik ulus zihniyeti temelinde IŞİD’e karşı direnen, Başurê Kurdîstan’ın ve Irak’ın demokratikleşme ve özgürleşme mücadelesi veren, Başurê Kurdîstan’ı savunan gerilla güçlerini Başurê Kurdîstan’dan çıkartmak istenmesi bile olaya ne kadar dar yaklaştığını, bölgede süren, Ortadoğu’da süren büyük savaşı görmediğini, bu büyük savaş içinde Kürtlerin birliğiyle çıkılabileceğini görmeyen bir yaklaşım içinde olduğunu ortaya koyar. Ortadoğu’daki eski dengelerin yıkılıp yeni dengelerin kurulmak istendiği savaşta gerilla varlığını kendileri ve tüm Kürtler açısından güvence olarak göreceklerine, gerillanın varlığının bu temelde ele alacaklarına, gerilla çıksın ya da gerillayı çıkartalım

tıştırıp Irak’ı kriz ve kaos içinde tutarak etkili olmalarının önüne geçilir. Irak’taki çatışmadan yararlanmak isteyen İran olabilir, İsrail olabilir, ABD ya da Türkiye olabilir. Ancak demokratik ulus projesi ektili olursa onların politikaları yerine, Irak halklarının demokratik ulusal birlik içinde birbirlerini tamamlayarak güçlü ve demokratik kılacak gelişmeler ortaya çıkar. Bundan Kürtler zarar görmez. Kürtler bu durumda bugünkünden daha güçlü hale gelirler. Kültürel alanda demokratikleşme olur, ulusal alanda, siyasal alanda, toplumsal alanda, her alanda demokratikleşme yaşanır. Demokratikleşme demek, her topluluğun kendi kendini yönetmesi ve hakkına razı olmasıdır. Ne az ne çok, her toplumun hakkının tanınması anlamına gelir. Bundan daha güzel bir sonuç olabilir mi?

demek, Ortadoğu’daki gelişmeleri de, Irak’taki gelişmeleri de anlamamak, dar bir yaklaşım içinde siyaset yapmak anlamına gelir. Bu da mevcut Ortadoğu ortamında kaybetmekten başka bir sonuç vermez. İran’ı ayakta tutabilecek tek proje demokratik ulus projesidir İran, bölgede kritik bir role sahiptir. İran politikaları da bir çıkmaz içindedir. Bir taraftan Suriye içinde, bir taraftan Yemen’de, bir taraftan Irak’ta milisleriyle kendisini siyasal olarak etkili kılmaya çalışmaktadır. Ancak bu politikaların mevcut Ortadoğu gerçeğinde İran’ı kurtarması mümkün değildir. İran ne savaşı dışarıda tutarak kendi rejimini, gücünü ayakta tutabilir, ne Şia-Sünni çatışması temelinde Şialara sahiplenerek kendini ayakta tutabilir. İran’ı da ayakta tutabilecek tek proje demokratik ulus projesidir. İran ancak Kürtlerin, Azerilerin, Bellucilerin, Arapların, bütün farklılıkların

Bu açıdan Irak’taki kaosun giderilmesi açısından demokratik ulus projesi ilaç gibidir. Nasıl ki Suriye’de

25


Özgür Halk varlığını kabul ederek bir demokratik ulus anlayışı temelinde yeni bir siyasal yaklaşım ortaya çıkararak İslami cumhuriyeti demokratikleştirmeye yönelmezse kesinlikle mevcut politikalarla kendini ayakta tutması zordur. Ortadoğu’da her tarafa müdahale ettiği dönemde ABD ile karşı karşıya gelmeme temelinde nükleer silah yapmaktan vazgeçmesi kendisine belki bir süre nefes aldırabilir, ama Ortadoğu’daki mevcut savaş içinde kendisini ayakta tutmasını sağlayamaz. Eğer Ortadoğu’da kapitalist modernite böl-parçala-yönet politikasını izliyorsa, Türk devleti de bu politikanın parçası haline gelerek kendisini etkin kılmaya çalışıyorsa, bu durumda İran’ın halkların birliğine ve kardeşliğine dayalı ayakta kalması ancak demokratik ulus projesiyle mümkündür. Demokratik ulus projesiyle tarihten bugüne gelen birliğini koruyabilir. Eğer tarihte İran imparator olmuşsa, birliğini koruyabilmişse, aslında farklı etnik ve dinsel topluluklara karşı var olan hoşgörüsünden dolayıdır. Farklı etnik ve dinsel toplulukları, mezhepleri dıştalamayan politikasından dolayıdır. İran ancak bu tarihsel gerçekliğine dayanan yeni bir politika geliştirir, İslami cumhuriyeti demokratikleştirirse hem bölgede etkin olabilir hem de varlığını sür-

Haziran 2015

de bulunmak, İran’ın demokratikleşmesi ve özgürleşmesi mücadelesinde büyük rol almak mümkündür. Bu açıdan İran’da da önümüzdeki dönemde önderlik çizgisine bağlı güçlerin daha da fazla gelişme, diğer halklarla birlikte İran’ın demokratikleşme ve özgürleşmesi açısından rol alma imkanları ve fırsatları artacaktır. Türkiye tarihi darbe mekaniğinin tarihidir Ortadoğu’daki gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Türkiye, tarihsel şekillenmesi itibariyle de Ortadoğu’daki gelişmelerden en yakından etkilenecek ülke konumundadır. Nitekim Türkiye Ortadoğu politikasından etkilenmiştir. Ama yanlış politikaları nedeniyle olumsuz etkilenmiştir. Ortadoğu’daki gelişmelere olumlu etkide bulunma, kendi potansiyelini olumlu temelde kullanma yerine, Suriye’de olduğu gibi iç savaşı derinleştirerek, Ortadoğu’da mezhep savaşı içinde yer alarak, Irak’taki kavgaları daha da kışkırtarak, yine İran’la siyasi rekabet içine girerek, Suriye’de çeşitli örgütleri destekleme temelinde bölgede Sudan ve Katar’la bazen ilişki kurarak, bazen karşı karşıya gelerek Mısır’da ve bütün Kuzey Afrika’daki savaşların içine girerek bütün olumsuzlukların Türkiye’yi daha fazla etkilediği bir politika içinde kendini bulmuştur. En başta da Rojava Devrimine düşmanlık yaparak Ortadoğu’da oynayacağı büyük bir rolü ve tarihi bir fırsatı kaçırmıştır.

Türkiye’nin kronik sorunları vardır, Türkiye bunlarla beraber yaşamaktadır, bunları çözmediği için, demokratikleşmediği için on yılda bir, yirmi yılda bir ciddi toplumsal ve siyasal krizlerle karşılaşmaktadır.

Türkiye gelinen aşamada içeride ve dışarıda sıkışmıştır. İçeride, Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi ve demokrasi güçlerinin demokratikleşme talepleri karşısında, Kürt sorununu çözme ve Türkiye’yi demokratikleştirme yerine, daha fazla otoriterleşme eğilimi ve tercihi içine girmiştir. Yine Suriye, Irak ve Ortadoğu’da halkların kardeşliği, inançların kardeşliği yerine, çatışmaların bir parçası olarak Ortadoğu politikası içinde kendini etkin kılmak istemiştir. Tüm bu gerçekler Türkiye’de gerçekleşecek 7 Haziran seçimlerini çok önemli hale getirmiştir. 7 Haziran seçimleri Türkiye’de ya otoriterleşme ya da demokratikleşme yönünde gelişmeleri ortaya çıkaracaktır.

dürebilir. Bu açıdan İran’ın geleceğini demokratik ulus projesine mi sarılacak, yoksa şimdiye kadar olduğu gibi Şialıkla Fars milliyetçiliğini birleştirip kendisini ayakta mı tutma politikası mı izleyecek, seçenekleri belirleyecektir. Eğer kapitalist modernitenin etkisiyle İran’da gelişen milliyetçilikten kendisini arındırmazsa, tarihine uygun olan demokratik ulus projesine sarılmazsa İran’da da istikrarsızlığın gelişmesi, İran’ın parçalanmayla karşılaşılması kaçınılmaz hale gelir.

Türkiye tarihi hep darbe mekaniğinin olduğu bir tarihtir. Bunun anlamı şudur; Türkiye’nin kronik sorunları vardır, Türkiye bunlarla beraber yaşamaktadır, bunları çözmediği için, demokratikleşmediği için on yılda bir, yirmi yılda bir ciddi toplumsal ve siyasal krizlerle karşılaşmaktadır. Bu durum karşısında ya demokratikleşerek bu sorunlarını çözecektir ya da darbeyle, baskıyla, zorla bu sorunları bir süre bastıracaktır. Türkiye tarihi hep bu kısırdöngü içinde geçmiştir. Özellikle de Kürt sorunu çözülemediği için, yine demokrasi güçlerinin, sol güçlerin örgütlenmesine ve sistem içinde özgür bir biçimde yer almasına müsaade edilmediği için hep Kürtlerin itirazıyla, demokrasi güçlerinin itirazıyla karşılaşmışlar, bu da Türkiye’de toplumsal sorunları, siyasal sorunları ağırlaştırmış ve kriz yaratmıştır. Her

Şu açıktır, kim İran’da demokratik ulus projesini savunursa o kazanacaktır. Eğer Kürtler ve diğer topluluklar Farsların demokratik güçleri, demokratik ulus projesini savunurlarsa yeni bir demokratik İran kurabilirler. Ya da mevcut rejimi demokratikleşerek, demokratik İslam cumhuriyeti temelinde birliklerini sağlayabilirler. Özcesi, demokratik ulus projesine kim sahip olursa, kim bunun örgütlemesini yapar, kim bunun mücadelesini verirse İran’da onun geleceği vardır. Bu açıdan Önder Apo’nun demokratik ulus çizgisi tam da İran’ın tarihine ve bugünkü sorunlarına cevap olabilecek tek politikadır. Bu açıdan önderlik çizgisinde, demokratik ulus çizgisinde mücadele yürütüldüğünde İran’da siyasal olarak gelişmek, İran’ın siyasal geleceğine etki-

26


Özgür Halk kriz dönemi de ya demokratikleşmeyle aşılır ya da baskı ve zorla. Demokratikleşme tercihi olmadığı için, ya da demokrasi güçleri ve Kürt özgürlük güçleri bastırılmak istendiği için darbe devreye girmiştir. Kürtlerin talepleri, itirazları, istekleri ve demokrasi güçlerinin talepleri ve istekleri darbeyle bastırılmıştır. Türkiye tarihini böyle kısırdöngü tarih olarak görmek gerekiyor.

Haziran 2015

rını pekiştirerek sonuca götürmek istemiştir. Öyle ki, Kürt sorununun çözümsüzlüğünü iktidarını ayakta tutan bir mekanik ve diyalektik haline getirmiştir. Kürt sorununun varlığı ortamında Kürt sorununun çözümünü beklenti yaratarak Kürtleri ve demokrasi güçlerini, diğer taraftan da çözmeyerek klasik soykırımcı asker ve sivil bürokrasiyi idare eden ve böylelikle Kürt sorununun çözümü değil çözümsüzlüğü ortamında iktidarını sürdüren bir politik tarzın sahibi olmuştur.

AKP Hükümeti Önder Apo’nun esaret altına alındığı, Kürt Özgürlük Hareketi’nin gerilla güçlerini sınır dışına çektiği, bu yönüyle çatışmasızlığın olduğu bir ortamda iktidar oldu. Hatta Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesinin yirmi beş yılda yarattığı toplumsal ve siyasal değişimi, ortaya çıkan birikimi yeni özel savaş politikalarıyla tasfiye edip Kürdistan’da soykırımcı zihniyet eksenli rehabilitasyon sağlama görevi üstlen-

Bu durum karşısında Önder Apo da, Kürt Özgürlük Hareketi de AKP’nin politikalarını boşa çıkarmak için bir çözüm süreci başlatıp AKP’yi içine sokmaya çalışmıştır. Özellikle de toplumu ve devleti Kürt sorununun çözümü konusunda yumuşatarak, Kürt sorununun çözümüne yatkın hale getirme çabası içinde olunmuştur. Kuşkusuz siyasal güçlerin Kürt sorunu konusundaki katı yaklaşımlarını yumuşatmak ve Kürt sorununun varlığının ve çözümünün toplumdaki meşruiyetini geliştirerek AKP’nin bu çözümsüzlük politikasını boşa çıkarıp çözüm güçlerini güçlendirerek çözümün koşullarını sağlamak hedeflenmiştir. Ancak AKP’nin Kürt sorununun çözümü doğrultusunda bir politikası olmadığından, Kürt Özgürlük Hareketi’ni oyalayarak, aldatarak, fırsatını bulunca ezerek etkisizleştirme taktiğini ve planını devreye sokmuştur. Ancak bu mücadeleden Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçleri kazançlı çıkmıştır. Hem Ortadoğu’da, hem de Türkiye’de Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçlerinin pozisyonu güçlenmiştir. Bu durum Türkiye’yi hem içeride hem de dışarıda sıkıştırmıştır. Ya demokratikleşme temelinde Kürt sorununu çözecektir, ya da Kürt halkının Özgürlük Mücadelesini ve demokrasi güçlerini ezecek bir politika izleyecektir. Çözüm politikasının olmadığı durumda Türkiye tarihindeki darbe mekaniği, kısırdöngü yeniden devreye girmiştir. Toplumsal muhalefetin artması, demokratikleşme eğiliminin güçlenmesi karşısında ya bu sorun çözülecektir ya da demokratikleşme isteyen güçlerin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin üzerine şiddetle gidilecektir. Mevcut durumda AKP Hükümetinin çözüm politikası olmadığı için Tayyip Erdoğan şahsında mevcut darbe mekaniği işlemeye başlamıştır. Yani sivil yönetim olarak, sivil güç olarak darbe gerçekleştirmeyi üstlenme, Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçlerinin üzerine gitme, ezme görevini üzerine almıştır. Önder Apo’nun demokratikleşmeyi ve Kürt sorununun çözümünü dayatması ve demokratikleşme ve Kürt sorununun topluma mal olması ve bundan artık kaçınılamaz noktaya gelinmesiyle birlikte AKP Hükümetinin İç Güvenlik Yasası adı altında otoriter yasalar çıkarması, yine iç ve dış sorunlar karşısında mevcut rejimi krizden çıkarmak için başkanlık sisteminin önerilmesi, iç ve dış tehditler ileri sürülerek daha otoriter yasaların çıkarılması, darbe mekaniğinin Erdoğan tarafından sivil bir darbe biçiminde devreye sokulması anlamına gelmektedir.

miştir. Bu nedenle Kürt sorunu demokratik temelde çözme politikası ve yaklaşımı içinde olmamıştır. Kürt Özgürlük Hareketi bu yaklaşım karşısında yıllarca çözüm çağrısı yapıp buna olumlu bir cevap bulamayınca gerilla yeniden devreye girmiş, bunun sonucu AKP bir çıkmazla karşı karşıya gelmiştir. Çünkü Kürt sorununu çözme temelinde bir politikası yoktur, bir savaş ortamında da iktidara gelmediği için ne yapacağını şaşırmıştır. İlk önce hem Kürtleri, hem de asker-sivil bürokrasiyi idare etme politikası izlemiş; daha sonra Genelkurmayla uzlaşıp iktidarcı siyasal İslam’ın sistem içine alınmasıyla birlikte Kürtleri yeni koşullarda soykırımcı sistem hegemonyası altına alma politikasını yürütmeye başlamış, bunu bir taraftan zoruyla, bir taraftan da çatışmasızlık ortamında kendi iktida-

27


Özgür Halk

Haziran 2015

Bi Ruhê 1’ê Heziranê Emê Ber Bi Serkeftin û Zaferê ve Bimeşin Sala 12’emîn a Pêngava 1’ê Hezîranê wê bibe sala meşa azadî û zaferê. Bibe sala meşa azadiya Rêber Apo, azadiya Kurdistan û wê bibe salekê mezin. Ji ber ku têkoşîna azadiya gelê Kurd îro êdî serdemeke nû xistiye rojevê. Ev serdema êdî serdema azadbûna Kurdistan e û azadbûna gelan e. Li pêş gel û gerîlayê azadiya Kurdistan êdî meşa azadî û zaferê heye. Murat Karayılan

Ji bo mirov wateya Pêngava 1’ê Hezîranê fêm bike, divê mirov hinekî li dîroka Kurdistan binêre. Wekî tê zanîn bi peymana Lozanê, Kurdistan hat çar perçekirin û mafê gelê Kurd nehat nasîn. Piştî ku ew peymana li Lozanê (1923) qebûl bû, siyaseta înkar û tunekirin jî siyaseta hêzên navnetewî bû. Ango tenê ne dewletên li ser Kurdistanê dagirkerî dimeşînin dewletên din jî vêya qebûl kirin. Ji ber ku peymana Lozanê peymaneke navnetewî ye. Berê dewletên Ewrûpayî beşdar bûn. Dûvre dewleta Sovyet avabû wê jî ev peyman qebûl kir. Ev peyman mafê gelê Kurd înkar dike. Ev peyman însiyatîf da hêzên dagirker ên li ser Kurdistanê, rê ji wan re vekir ku li ser Kurdistanê qirkirin bimeşînin. Ji bo vê li ser Kurdistanê siyaseta qirkirinê bû wekî siyaseteke rewa ango bû qirkirin û jenosîd. Despêkê siyaseta qirkirina fizîkî li Kurdistanê hat meşandin. Qetlîam û îmha çêbû. Xwestin gelê Kurd teslîm bigirin. Lê gelê me teslîm nebû. Lê dagirkerî, xwe di hemû cîh û warê Kurdistanê de bi cih kir û kontrola xwe di Kurdistanê de avakir. Pistî sala 1940’î êdî çar perçebûna Kurdistanê misoger bû û hakimiyeta artêşa dagirker li ser Kurdistanê pêk hat. Piştî wê her çend berxwedan li Başûr û Rojhilatê Kurdistanê çêbû, lê ji ber encama siyaseta navnetewî ya înkar û siyaseta dagirkeriyê ev isyan hatin îmha kirin.

salan şerê gerîla meşand û şoreşa vejînê avakir. Şoreşa vejînê ji nû ve jiyan bûn. Şoreşa gelê Kurd êdî kir şoreşeke civakî û berhemek wisa girîng derxist holê. Plana dagirkeriyê ya ku Kurdistanê û gelê Kurd bihelîne, asîmile bike û tune bike bî vî awayî vala derxist. Pirsgirêka Kurd danî ser masê. Têkoşîna li beşên din jî di vê rêbazê de pêşketin û wisa têkoşîna azadiya Kurd gihişt asteke girîng. Hîn di salê ‘93’an de ev tişt pêk hat. Pirsgirêka Kurd eşkere bû û êdî diviyabû hêzên ku siyaseta înkar û qirkirinê meşandine heqîqeta Kurd û Kurdistanê qebûl bikin. Li hemberî komployê, pêngava 1’ê Hezîranê Ji bo vê yekê di sala 1993’an de Serokatiya me agirbest îlan kir. Êdî rê û rêbazê dialogê xist rojevê. Destpêkê berxwedana gelê me û têkoşîna me xwe piştrast kir û dûvre jî rê û rêbaza têkoşîna demokratîk vekir. Lê dewleta Tirkiyê bi erênî bersiv neda. Her çendî Turgut Ozal bi erênî hewlda jî bi encam nebû. Bi şêwazekî ne diyar mir û li ser Tirkiyê mudaxele çêbû. Ergenekon li ser Tirkiyê hakim bû. Cardin bi piştevaniya hêzên navnetewî li Bakurê Kurdistanê siyaseta qirkirin, qetlîam, bûyerên kiryar nediyar, kuştin û îşkence xistin rojevê. Her çendî di salên ‘95’ û ‘98’an de hewldanên agirbestan çêbû jî lê neyar derfet neda ku pirsgirêka Kurd têkeve ser dika siyasî. Rê nedan vê, lewra komploya navnetewî çêbû. Komploya navnetewî Serokatiya me esîr girt û xwest tevgera me tune bikin. Jixwe gelek hêzan gotin, ‘ev tevger qediya û ji dîrokê re bû mal.’ Dorpêçkirin û siyaseta tesfiyeyê ket rojevê. Li hemberî vê Rêber Apo bi şêwazekî dahiyane û bi awayekî kûr komploya navnetewî vala derxist. Agirbesta beriya komplo ya di 1’ê îlona 1998’an de esas girt û gavek jê pêşdetir avêt. Tenê ne agirbest, tevgera me biryar girt ku şerê çekdarî rawestîne. Ev di 2’ê Tebaxa 1999’an hat îlan kirin. Ango rê û rêbazê diyalog û çareseriyê wisa hat vekirin.

Cihê ku herî zede bi sistematik siyaseta qirkirinê lê hat meşadin. Bakurê Kurdistanê bû. Di salê ‘70’î de li Bakurê Kurdistanê qirkirin çû ber encam girtinê. Di destpêka salên 70’î de wisa bû. Siyaseta asîmilasyon û qirkirinê pir pêşket. Li hemberî vê, rabûna Serokatî û derketina tevgera me ket rojevê. Dûvre pêngava 15’ê Tebaxê li hemberî siyaseta qirkirinê bû raperîn û îsyan. Pêngava 15’ê Tebaxê redkirina siyaseta dagirkeriyê bû. Vê pêngavê bi xwe re di Kurdistanê de pir tişt guhertin. Têkoşîneke dijwar meşiya. Ew pêngava ku di pêşengtiya rêheval Egîd de pêşket, 15

28


Özgür Halk Ji 1999 heta 2004’an di 5 salan de yek fîşeng nehat avêtin. Ji bo çareseriyeke maqul çi pêwîst bû tevgera me kir. Lê me dît ku dagirkerî bê merhamet û wijdan e. Dixwaze me û gelê me daqurtîne û tune bike. Hinek gavên pir sembolîk û ji bo xapandînê avêt. Nihal i van gavan AKP’ê xwedî derdikevê, lê ev ne rast e; dîrokê berovajî dike. Ev gavên em behs dikin di dema hikûmeta Ecevît, Bahçelî û Mesût Yilmaz de ango di dema koalîsyona DSP’ê, ANAP’ê û MHP’ê de hebû. Ji encama pêngava Serokatî pêşxistî agirbest kir û proje pêşkeş kir. Hêzên komploger yên ku piştevaniya dewletê dikirin gotin, ‘vana gav davêjin ji bo hûn jî têkevin Yekîtiya Ewrûpa û pirsgirêka xwe çareser bikin gav bavêjin.’ Vana çi gav avêt? Biryar girtin ku Kurdîtî êdî ne qedexe ye. Ji ber ku heta wê çaxê tu bi Kurdî biaxifiya qedexe bû. Qedexeya li ser Kurdî rakirin. Biryar dan ku TRT’ê rojê seatek û nîvê bi Kurdî weşanê bike. Ev hêj di salên 20012002’an de bû. Wê çaxê AKP tunebû, gavên wisa avêtin. Di dema hikûmeta Ecevît de ev ket rojevê.

Haziran 2015

rizgarkirina rewşê bû. Piştî vê di 25’ê Sibatê de rêveberiya HPG’ê civînek çêkir û biryar hat girtin ku di 1’ê Hezîranê de gav bê avêtin. Ango şert û merc çi dibe bila bibe divê di 1’ê Hezîranê de gavek bi rê bikeve. Ango biryar di wê demê de hat girtin ev bû rapor ku pêşkeşî Kongra Gel bibe. Wê çaxê sekna HPG’ê rast bû; israr kir got, ‘çi dibe bila bibe emê di vê dîrokê de pêngav bi rê bixînin.’ Ev tiştekî baş bû lê têr nedikir. Ji ber ku tevger di xeterê de bû. Serokatî mudaxele kir. Di 17’ê Adarê de Serokatî mudaxele kir komîteya ji nû ve avakirina PKK’ê avakir. Serokatî perspektîf pêşxist û ji bo pirsgirêkên ji çeteyan avabû çareser bibe, alî bicivin yên ji nîqaşê birevin wê ne dirust bên destnîşan kirin divê her kesê ku dixwaze bi Serokatî re bimeşin divê werin nîqaşê. Kongreya duyemîn hat li darxistin. Di wê de jî nûnerên tesfiyekaran amade bûn. Di wir de ew biryara berê HPG’ê girtibû wekî pêşnûme hat pêşkeşkirin. Jixwe bi perspektîfê Serokatî ya di pareznemaya Parastina Gelekî de çerçoveya wê hebû. Vêya jî destê me xurt kir ji bo vê ev biyara pêngava 1’ê Hezîranê di kongreyê de hat girtin. Biryar ket dengdanê her kesî ray neda heta tesfiyekaran helwestên li dijî vê raber kirin. Lê bi piranî biryara pêngava 1’ê Hezîranê hat girtin. Bi derengî be jî ango erkeke dereng mayî be jî pêngava 1’ê Hezîranê bû biryareke fermî û bi civîna çapemeniyê û bi çalakî ev pêngav hat îlan kirin.

Dûvre di 2002’an de AKP hat ser hikûmetê, wan jî 2 salan domandin. Ev pêvajoya ku ji bo çareseriyê zemîn hatibû avakirin dewleta Tirkiyê ne bi siyaseta şer, ne jî bi siyaseta aştî bersivand. Bi siyaseta qirkirinê xwestin me tune bikin. Yekser şer nemeşand, lê aştî jî nekirin. Xwestin bin re bin re civaka Kurd bihelînin û tevgerê jî tesfiye bikin. Dûvre hinek kesên di nav me de bê biryar çavê wan li derve, çavê xwe li jiyaneke takekesî û gemarî digerandin piştevanî dan. Bi destê wan kesên di nav me de bi dizî xwe tevger kirin wekî çete di pêşengtiya Botan û Ferhat de xwestin di hundir de operasyon li ser tevgera me bikin û bi dest xwe bixîn. Li aliyekî em li bendêne ku gav bê avêtin. Wan jî bi dorpeçên derve ve û bi operasyonên hundirîn hewldan ku tevgera azadî tesfiye bikin. Ev tesfiyekarî û çetekariya ku di pêşengiya van kesên îxanetkar de dihat pêşxistin wekî beşeke operasyona komploya navnetewî bû. Bi wê xwestin tevgera me lewaz bikin. Pir kes tevger kiribûn ew di hundirê de rabûn îsyanê. Li hemberî van kiryarên dagirkeriyê Serokatî di wextê wê de xwest gav bê avêtin. Me fêm kir ku vana bê wijdan in, naxwazin çareserî pêşbixînin diviyabû ku me êdî pêngava berxwedanê têxista rojevê. Lê belê di wextê wê de pêngava pêwîst nehat avêtin. Me vê erkê di wextê wê de pêk neanî. Elbet tesfiyekaran jî ji vêya sûdwergirtin û asteng kirin. Diviyabû em têketana dewrê lê pêk nehat.

Li hemberî siyaseta komploya navnetewî, li hemberî siyaseta qirkirina dagirkeriyê em neçar man ku êdî serdemeke nû ya çekdarî û berxwedanî pêşbixînin. Ji ber ku niha rayedarên AKP’ê dibêjin ku ‘me hemû tişt anî, me Kurdîtî serbest kir, her kes dikare ser doza Kurd biaxive.’ Derewan dikin. Di serdema Ecevît de serbest bû. AKP tenê bi pirsgirêka Kurd leyist, xwest jê sûd werbigere. Ûslup guherand û behsa Kurdîtî kir, lê gotin, ‘pirsgirêka Kurd tune ye.’ Di 2004’an de Erdogan çû Rûsyayê li Rûsyayê yekî jê pirsî ‘hûn di mijara pirsgirêka Kurd de çi dibêjin?’ Erdogan got; ‘hûn li pirsgirêka Kurd nefikirin nîne.’ Beriya niha 2 mehan jî got, ‘pirsgirêka Kurd nîne.’ Em vê zîhniyetê baş nasdikin; beriya niha 11 salan jî heman fikirî, lê wê çaxê got, ‘ger tu nefikirî nîne’; niha dibêje, ‘me çareser kiriye.’ Ka te çi kiriye ku te çareser kiriye? Bi temamî li ser siyaset dike û dixwaze jê sûd werbigere. Demagojî dike û di pratîk de jî dixwaze tesfiye bike. Siyaseta ku AKP’ê niha li ser Kurdistanê dimeşîne siyaseta dagirkeriya klasîk a înkar, tunekirin û îmhayê ye. Tenê ûslup diguherînin ku civaka Kurd bigrin aliyê xwe û wan bikin bingeha siyaseta qirkirinê. Ferqa AKP’ê ev e. Partiyên din yê sîstema dagirkeriyê digotin, ‘siyaseta me ev e, tu neçarî qebûl bikê.’ AKP’ê dibêje, ‘pêwîst e em Kurdan bi rêya ol qezanc bikin.’ Ol bikartînin û dixwazin bi destê

Wê çaxê me wekî HPG’ê biryareke navxweyî girt. Me got, ‘emê di 20’ê Mijdarê de bi şêwazê fedayî li hemberî dagirkeriya Tirkiyeyê çalakiyên hişyariyê di bajaran de pêşbixînin.’ Me biryareke wisa girt. Ev wekî

29


Özgür Halk Kurdan siyaseta înkarê bimeşînin. Zîhniyeta AKP’ê ev e û cihêwaziya wê jî ev e. Cihêwaziya wê ev e ku rêbazê psikolojîk dimeşînin. Yên din heta niha bi awayekî eşkere dimeşandin lê AKP’ê mel’ûnî dike. Rêbazên xapînok û şerê taybet ê psikolojîk dimeşîne. Cihêwaziya wê ev e. Ji wê çaxê heta niha her mijûl dike. Ji bo çareseriyê çi gav avêtiye? Tiştek nîne.

Haziran 2015

gerîla şer meşandiye. Na. Gerîla di çarçoveya stratejiya parastina rewa de parastina aktîf pêşxistiye. Ango gerîla gotiye ku, ‘êrîş li ser min û gelê min heye ev mafekî rewa ye, ezê li hemberî vê êrîşê mafê xwe yê misîleme bikarbînim.’ Di çarçoveya parastina rewa de gerîla parastina aktîf meşandiye. Têkoşîn wisa bilind kiriye. Li kêleka wê, lingê duyemîn serhildan e. Gelê Kurd li kolan, deşt û bajarê Kurdistanê berxwedan bilind kiriye. Wekî diruşmeya ‘Êdî Bes e’ bi mehan berxwedan pêşxistine. Lingekî vê pengavê gerîla ye, lingekî xwe jî serhildan e. Ev pêngav wisa pêşketiye. Vê bi xwe re çi avakir? Çawa ku pêngava 15’ê Tebaxê şoreşa vejînê çêkir, pêngava 1’ê Hezîranê jî êrîşa di çarçoveya komploya navnetewî de vala derxist. Bê encam hişt û li hemberî komploya

1’ê Hezîranê, pêngava gerîla û serhildan e Di 2013’an de di bin nave ‘Çareserkirina Pirsgirêka Terorê’ de biryarek girtin. Ji bo kesên bi Serokatî re diçin dialog dikin sibê meyên dadgehkirin vê biryarê girtin. Ev biryar jî ji bo xwe girtin, ji bo çareserkirina pirsgirêka Kurd û Kurdistan, ji bo qedexeya li ser çanda Kurd û nenaskirina îradeya gelê Kurd, AKP’ê ti tişt

nekiriye. Berovajî wê ji bo gelê Kurd bê îrade bike, bin ve vekole û ji xwe re alîkar avabike, ango Kurd bi destê Kurd qir bike hewldan pêşxist. Tiştê AKP’ê kiriye ev e. Niha jî di pêvajoya hilbijartinê de heman tişt heye. Heman taktîkê di hilbijartinê de dimeşîne. Dixwaze însanê Kurd qezenc bike. Yekî ku heqîqeta gelekî nas neke, mafê wê nede, înkar bike ew nabe kesekî dirust û nabe oldarekî paqij. AKP’ê niha vêya dike. AKP’ê ji ol dixwaze sûd werbigre, bazirganî bike û civaka Kurd bixapîne. Ango Kurdan bike qatîlê Kurdan. Tiştê dixwaze bike ev e. Pêngava 1’ê Hezîranê îradebûna gelê Kurd eşkere kir. Gelê Kurd li kolanên Kurdistanê li berxwedan. Jin û ciwanên Kurd li berxwedan bi sedan şehîdên xwe li kolanan çêbû. Ji Ugur Kaymazan heta Yahya Menekşeyan heta Ceylan Onkolan bi dehan zarokên xwe û bi sedan ciwanên xwe şehîd dan. Kal, pîr, ciwan, keç û xort her kesek ket têkoşînê û di vê rêye de ji her kesîmê şehîd heye.

navnetewî biserket. Îradebûna gelê Kurd raberî her kesî kir. Têkoşîneke gelerî, civakî û gerîlayî pêşxist. 15’ê Tebaxê bêgûman di dîroka gelê Kurdistanê de cîhekî xwe yê pir girîng heye. Gelê Kurd ji tûnebûnê rizgarkir, kir hebûn. Şoreşa vejinê çêkir, xetera tûnebûnê û helandinê rakir. Ji bo vê rolek pir girîng leyîst. Lê ev rola xwe, behtir asta xwe netewî ye. Pêngava 1’ê Hezîranê, hem berhema Pêngava 15’ê Tebaxê parast û hem jî di çerçoveya fikr û ramanê Rêber Apo ya nû de ev berfireh kir. Naverok û çerçoveya fikr û ramanê Rêber Apo yê ku Paradîgmaya Demokratîk Ekolojîk Li Ser Esasa Şoreşa Jin, pir dewlemend û fîreh bû. Êdî ne tenê neteweya Kurd, di heman deme de ji bo Rojhilata Navîn, stratejiya Konfederalîzma Demokratîk pêşxist, ji bo tevahî pirsgirêkên Rojhilata Navîn çareser bibe proje avakir û heman demê li hemberî modernîteya kapîtalîst, çercoveya modernîteya demokratîk pêşxist.Çercoveya neteweya demokratîk û modernîteya demokratîk a

Pêngava 1’ê Hezîranê ne tenê pêngava gerîlaye ku

30


Özgür Halk gelan, çerçoveya wê avakir. Vana hemû li ser hîmê pêngava 1’ê Hezîranê pêşketin. Ji bo vê, ne tenê di asta netewî de, di asta herêma Rojhilata Navîn û asta cîhanê de jî cîhekî Pêngava 1’ê Hezîranê çêbû. Ji bo vê jî, bi qasî rola netewbûna Pêngava 1’ê Hezîranê heye, ewqas rola enternasyonal jî heye. Wisa roleka xwe ya ji bo têkoşîna li dij moderniteya kapîtalîst a gelên bindest, çînên bindest heye. Bi vî rengî perspektîfa şoreşa sosyalîzmê hîn zelal bû; sosyalîzma demokratîk wê çawa avabibe, ew hîn zêde bicîh kir. Bi kurtahî girîngiyeke rola Pêngava 1’ê Hezîranê heye.

Haziran 2015

bikin di pratîka KCK’ê û HPG’ê de raber kir. Di stratejiya parastina rewa de gel û gerîla têkoşîn pêşxist. Bi sîstema KCK’ê, civaka Kurd di tevgerkirina xwe de û avakirina sîstema demokratîk de asteke xurt girt. Di vê xisûsê de beriya her tiştî şoreşeke zîhnî û wîjdanî pêşxist. Aqlê desthilatdariya zilam, netew dewlet bi erdê re kir yek. Eşkere kir ku bi esasî heta aqlê desthilatdariya zilam hebe heta aqlê netew dewlet hebe û desthilatdarî hebe civak azad nabe. Sosyalîzma demokratîk çênabe. Ji bo sosyalîzma demokratîk çêbibe, divê destpêkê dewlet û desthilatdariya zilam rabe, wekhevî çêbibe, konferderalîzma demokratîk û xweseriya demokratîk çêbibe. Bi vî awayî rêya sosyalîzma demokratîk dikare vebe. Serokatî, ev xetimandina sosyalîzmê wisa bihûrand. Nêzîkbûnên desthilat, nêzîkbûnên netew, nêzîkbûnên demokrasiyê û nêzîkbûnên jin û şîdetê, di van xisûsan hemûyan de guhertinên nû û stratejîk pêşxist. Bi vî awayî ronahî çêkir. Perspektîfa şoreşê zelal kir. Ev hemû di bin sîstema îşkenceya Îmraliyê de pêşxistin. Ango dijmin Serokatî xist sîstema êşkenceya Îmraliyê ku Serokatî neçar û bê bandor bike ku teslîm bigre û tevgera azadiya Kurd jî tesfiye bike. Lê sekna ku Serokatî li wir pêşxistî û xebata kirî serdemeke nû vekir û li gorî wê gerîla û tevgera me jî ket têkoşînê.

Di vir de Rêber Apo bi sebreke mezin bi berxwedaneke bi wate li hemberî hemû zextên dagirkeriya sîstema êşkenceyê ya Îmraliyê, li hemberî hemû êrîşên psikolojîk û îdeolojîk sekneke pir dîrokî pêşxist. Dijmin xwest destpêkê Serokatî esîr bigre. Ji bo vê bi taybetî sîstema êşkenceya Îmraliyê, ango sîstema şerê psikolojîk avakir. Sîstema Îmralî sîstemeke taybet e. Ji bo teslîm wergirtinê ye. Ji bo bêçare kirinê ye. Wan xwest ku Serokatiya me di sîstema Îmraliyê de bêçare bikin, paşde gav bidin avêtin û teslîm bigrin. Lê li hemberî wê Serok Apo bi sekin û îrade-

AKP’ê ji ol dixwaze sûd werbigre, bazirganî bike û civaka Kurd bixapîne. Ango Kurdan bike qatîlê Kurdan. Tiştê dixwaze bike ev e. Pêngava 1’ê Hezîranê îradebûna gelê Kurd eşkere kir.

AKP’ê parêzgerê sîstema 12’ê Îlonê ye Di vê navberê de AKP’ê û dewleta Tirkiyeyê dît ku tevgera azadiyê tesfiye nabe, cardin serî li taktîkên wekî ‘emê pirsgirêka Kurd çareser bikin eger agirbest bibe emê gav biavêjin’ kirin. Di destpêka sala 2005’an de 20 rojan agirbest çêbû. Hat dîtin ku ev agirbest ne cidî ye. Wê çaxê Erdogan di 10’ê Tebaxa 2005’an de hat Amedê axivî. Got, ‘pirsgirêka Kurd heye û pirsgirêka Kurd pirsgirêka min e. Dewletê mezin dikarin şaşitiyên xwe bibînin û emê vê pirsgirêkê çareser bikin.’ Wê çaxê şandeyek rewşenbîr çû cem wî bi wan re agahî dabû ku wê 10’ê Tebaxê biçe Amedê û bila em jî guhdar bikin. Me guhdar kir me got, ‘baş e em jî 20 rojan agirbest bikin.’ Lê fêm bû ku ev jî taktîk e. Ji ber ku piştî wê ti gav nehatin avêtin.

yeke mezin bi tena xwe di wê tecrîdê de wekî ku ne tenê ye bi gelekî re ye morala xwe xurt kir û berxwedanek meşand. Lê tenê vêya nekir; heman demê kûraniya îdeolojîk, felsefîk ku çêkiriye, di rêbazê Apogerî de kûraniya pêşxistî, Paradîgmaya Civaka Demokratîk Ekolojîk a Li Ser Esasê Şoreşa Jinê bi pêşxistî, çarçoveya di vê derheqê de avakirî, tenê ne ji bo şoreşa Kurdistan, ji bo şoreşa Rojhilata Navîn, ji bo li hemberî modernetîya kapitalist, weke sîstemeke alîternatîf modernîteya demokratîk pêşxist.

Dûvre di 2006’an de dîsa hinek ketin navberê, bi rêya siyaseta legal ên Kurd dîsa agirbest çêbû. Di Cotmeha 2006’an de agirbest îlan bû ku hikûmeta AKP’ê gav biavêje. Beramberî vê çi kirin? Jahr dan Serokatî. Carekê em pê hisîn ku jahreke dem dirêj li ser Serokatî tatbîq dikin ku hêdî hêdî dikuje lê kes nizane bi jahrê hatiye kuştin. Destpêka 2007’an em pê hisiyan me xist rojevê, hat teşhîr kirin. Wisa me dît ku bê wate ye. Li hemberî wan kiryarên qirkirin û jahrdayîna hikûmeta AKP’ê gelê me di payiza 2007’an de pêngava ‘Êdî Bes e’ bi rê xist. Gerîla bi çalakiya rêheval Adil li Gabarê, bi çalakiya Huseyîn û Reşîd li Oramarê hemleyek nû bi rê xist û asta şer bilind bû. Li beramberî vê ji bo bilindbûna şer rawestînin ji bo navenda çalakvanan tesfiye bikin li ser Ga-

Serokatî di şert û mercê Îmraliyê de ji bo gelê Kurd û mirovatiyê xîzmet kir. Xeta azadiya jin hîn zêde kûr kir. Civaka nû ya pêşerojê wê çawa bibe li ser vî esasî sîstema demokratîk a civakê, sîstema demokratîk, siyaseta demokratîk û civaka demokratîk wê çawa be di şexsê KCK’ê (Koma Civakê Kurdistan) de raber kir. Sîstema KCK’ê di Newroza 2005’an de li ser rêbaza Pêngava 1’ê Hezîranê îlan kir. Hima piştî Newrozê, di 4’ê Nîsanê de PKK’ê ya nû bi kongreya xwe, xwe ji nû ve avakir. Bi vî awayî Serokatiyê li hemberî dagirkeriyê û li hemberî modernînetya kapîtalîst gelê Kurd û hemû civakên tên pelixandin wê çawa xwe biparêzin û çawa xwe avabikin, çawa wê xwe bi îrade

31


Özgür Halk barê pir sekînin bi mehan teknîka xwe li ser Gabarê şixulandin. Rast e, li Gabarê şopdarê Egîdan fermandar rêheval Adil şehîd ket, lê têkoşîn nesekinî.

Haziran 2015

letê bi dest xwe bixîne û wê xwe çawa dewlemend bike. Dûvre derket holê ku ji dewletê didize û derdora xwe dewlemend dike. Ket wê hewldanê. Di rastiyê de têkoşîna gerîla û tevgera azadiyê wesayeta leşkerî lewaz kir, rêya demokratîkbûna Tirkiyê vekir, lê AKP’ê gavên demokratîkbûnê neavêt, gavên bi destxistina desthilatê avêt û dewlet bû dewleta AKP’ê.

Wana xwestin ku di destpêka 2008’an de navenda HPG’ê tune bikin. Ji bo vê êrîşî Zapê kirin. Di 20’ê Sibatê de bi operasyoneke berfireh êrîş kirin. Difikirin ku berf û baran e wê derbe li me bidin. Lê derbeya wan li Zapê xwar ji bo dewlet û artêşa Tirk bû derbeyeke mezin. Ji ber ku li wir binkeft. Binkeftina Zapê di sîstema Tirkiyê de heybeta leşkerî lewaz kir. Îtibara leşkeran ket. Berê generalek biaxifiya Tirkiye dihejiya. Lê ketin Zapê nikarîbûn derbiketana. Heta leşkerên xwe ji Zapê kişandin; wê çaxê Yaşar Buyukanit paşvekişîna xwe metih kir û got; ‘wekî ku mirov ji rûn mû bikşîne me quwetê xwe kişand.’ Ango kişînê jî ji bo xwe serkeftin dît. Vêya destê siyaseta sivîl xurt kir. Berê weseyeta leşkerî li ser siyaseta Tirkiyê pir zêde hebû. Ango leşkeran gotina dawî digot. Ne kesên siyasî û hatine bijartin, leşkeran gotina dawî dikir. Ev şikandina Zapê rola leşkeran lewaz kir. Ji ber ku şikest û li hemberî HPG’ê bêçare man. Ango di warê leşkerî de lewaz bûn. Dema lewaz bû diviyabû ku AKP’ê gavên demokratîk biavêta. Lê AKP’ê vêya jî bi awayekî elçaxî bikaranî. Gerîlayan li berxwedan, ewladên Kurdistan’ê xwîn rijandin ew forsê generalan daxist jêr. AKP’ê vêya ji bo xwe kir mal, xwe xurt kir û dewlet bi dest xwe xist. Ne ku gavên demokratîk avêt. Ev heqîqeteke mezin e. Niha kes behsa vêya nake, lê têkoşîna gelê me ya kolanan, li Tirkiyeyê wesayeta leşkerî şikenand. Generalên biçûk Ugur Kaymazan şikenand. Wesayeta leşkerî a li ser siyaseta berxwedana gelê Kurd şikenand. Ji ber ku di warê leşkerî de binkeft, encam negirt. AKP’ê vêya ji bo xwe kir mal û sûd wergirt. Ji ber ku leşker ne asteng bû diviyabû gavên demokratîk bavêje. Di hilbijartina serokkomarî de jî ji AKP’ê re fersend çêbû ku helwest raber bike. Ger di Zapê de ew berxwedan çênebûbûna kesî nikarîbû li hemberî forsê generalan derbasbûbûna. Em baş dizanin; agahiya me heye ku di şikandina artêşa Tirk a Zapê de Erdogan û Abdullah Gul kêfxweşbûye. Ji ber ku bi vî awayî pozîsyona xwe li hemberî generalan xurt kirin. Baş e hûn xurt bûn, wê çaxê gavên demokratîk û çareseriyê bavêjin. Lê navêjin. Ketin hewldana, wê dewlet û hikûmetê çawa bi destê xwe bixînin. Di vê derheqê de AKP’ê guneheke mezin kir. Çawa wê bikaribe dew-

Piştî vê pêşveçûnê ji bo têkoşîna azadiya Kurdistan jî asteng bike pêvajoya Oslo qebûl kir. Li Oslo hêzekî navbeynkar a navnetewî di çarçoveya netewên yekbûyî de xebat dike saziyeke sivîl ket navberê. Di payiza 2008’an de hevdîtinên Oslo destpêkir û 3 salan ajot. Lê her taktîk kirin û mijûl kirin, gavên çareseriyê neavêtin. Em hewldidin vê pirsgirêkê çareser bikin, ew jî hewldidin me tune bikin. Ango hinek gavên wekî TRT6 derxistin lê kopya wê dema Ecevît derketibû. Ew ji bo tevgera azadiyê paşbixînin û hevalbendê xwe çêbike, ji bo Kurdan beramberî hev bike û dubeş çêbike, ji bo pêşeroja Kurdan bi dest bixîne û têxe bin kontrolê van tiştan dike. Qurana pîroz dixe destê xwe digere û bang dike. Ev hemû dek û dolab in. Rêbazên şerê psikolojîk in. De ka îradebûna gelê Kurd qebûl bike, ziman, çand û dîroka Kurdan nas bike, mafê xwe rêveberina Kurdan nas bike. Di cîhanê de hemû gel û civakên cuda bi çanda xwe xwerêvedibin. Rêbazê çand û netewên cuda bi hevre bijîn çi ye? Xweserî ye. Kerem bikin di vê de gav bavêjin. Lê na; dibêjin, ‘yek netew, yek dewlet, yek al, yek welat, yek ziman.’ Yekperestî dide pêş. Tiştê ku AKP’ê ji bo xwe dike bingeh tunekirina gelê Kurd e û di têgihîştina yek netew, yek dewlet, yek al, yek welat, yek ziman û yek ol de heta bi eşkerî nabêje lê dixwaze mezhebên dervayi xwe tune bike û bipelixînê. Ev Elewî dibe, Xiristiyan dibe, Êzîdî dibe vana ol û mezhebên derî Tirkiyeyê dimînin. Tirkperestiyê esas digrin. Ango ne oldar e; netewperest e û nijetperesta Tirkbûyinê ye. Bi kurtahî heqîqeta AKP’ê ev e. Lê belê cur bi cur rêbazan bikartîne û dixwaze vê heqîqeta xwe veşêre. Wekî ku AKP’ê hatiye wesayeta leşkerî paş xistiye. Di rastiyê de ne wisa ye dixwaze egidiya hinekên din jî bike ya xwe. Ne wisa ye, derewan dike. Di van xisûsan de sineatek din a AKP’ê pêşketiye yek jê jî dizekî ye. Hemû tiştî didize. Ango dikare maf û keda gelan bidize. Bi esasî ya artêş paşxistiye gerîla ye û têkoşîna

32


Özgür Halk

Haziran 2015

gelê Kurd e. Lê AKP’ê dibêje, ‘min artêş paşxistiye.’ Di cîhanê de bendava hilbijartinê ya ji sedî 10’an li ti cihan nîne. Tenê li Tirkiyeyê heye, ew jî berhema Kenan Evran e. Kenan Evren mir lê hêj berhema wî heye. Ji ber ku AKP’ê notirvan û parêzgerê siyaset û sîstema 12’ê Îlonê ye. Ji bo çi? Ji bo dizî ye. Ji bo bikaribe rayên gelê Kurd bidize û li ser heqê gelê Kurd bikaribe desthilatdariya xwe avabike. Jixwe me dît pereyan didize. Qeydên wan yên deng derket û piştrast bû.

danekê dîrokî pêş ket. Wisa êrîşên dagirkeriya Îranê bi ser neket. Ji sala 2004’an şûn ve li ser tevgera me di navbera dagirkeriyan de îtîfaq li dijî Kurd çêbû. Dewleta Tirk, dewleta Îran û dewleta Sûriyeyê ev bi hevbeşî êrîşên mezin li ser me çêkirin. Sûriyeyê 150 kadroyê PKK’ê yê bijare radestî Tirkiyeyê kir. Ew kadro hîn jî pirek di zindanê Tirkiyeyê de ne. Di êşkencexaneyên Sûriyeyê de rêheval Ebû Cûdî, Istaz Osman û gelek dostên me jiyana xwe ji dest dan.

Dixwazin netewa Kurd înkar bikin û tune bikin. Ev nayê qebûl kirin û ev ne mirovatî ye. Têkoşîna em dimeşînin li hemberî vê neheqiyê ye û ji bo mirovatiyê ye. Têkoşîna me wekî teror raber dikin. Ji bo zext bikin Kurdistan tijî leşker kirine. Tenê li Agirî nêzî 10 hezar polîs û leşker bicih kirine. Mumkûne ku dest deynin ser sindoqan jî. Heta ev kes diçin gundan ji bo AKP’ê propaganda dikin û gef li gel didin xwarin ku rayên xwe nedin HDP’ê. Her roj jî diçin ser dikên mitîngan dibêjin, ‘PKK’ê zext dike.’ Di rastiyê de ew bi xwe zext li gel dikin. Em dixwazin leşker bi hilbijartinan mijûl nebin, gel bi îradeya xwe rayên xwe bikar bîne. Di vê derheqê de HPG’ê yek hewldaneke wisa zextdarî pêşnexistiye. Lê rexmê wê derew û dolaban dikin dibêjin; ‘PKK’ê bi zext dixwaze rayan ji bo HDP’ê bigre.’ Di vir de jî dizekiyê dikin.

Li ser tevgera azadî li kêleka siyaseta komploya navnetewî dagirkeriya li ser Kurdistanê jî wisa ket êrîşê û îtîfaq çêkirin. Li hemberî van hemûyan berxwedana gelê me ya 2012’an bi taybet pêngava ku pêşketiye, êrîşên van hêzan hemû vala derxistin. Şoreşa Rojava pêşket. Şoreşa Rojava di 19’ê Tîrmeha 2012’an li hemberî zulmê bi berxwedanî bû heqîqet. Li hemberî êrîşên dagirkeriya Îranê wisa bersiv hat dayîn. Dagirkeriya Tirkiyê jî di pêşengtiya AKP’ê de xwest ku bi hemleyekê dawî tevgera me ji binî de tasfiye bike lê di Kurdistanê de xetimî. Pêngava ku gerîla pêşxistî di gelek cih û warê Kurdistanê de kontrola dagirkeriyê pûç kir. Hem gerîla, bi taktîkekê nû hemû êrîşên dijmin vala derxist û pêngavên xurt pêşxist; hem jî gelê

Me di sala 2013’an de agirbest îlan kir. AKP’ê jî li Rojava li hemberî gelê Kurd şer îlan kir. Bi esasî şerê navbera gelê Kurd û dagirkeriya Tirkiyeyê nesekiniye. AKP’ê, hemû hêzên muxelefeta Sûrî li derdora xwe kom kir.

Gerîla bi ruhê 1’ê Hezîranê bersiv da dijmin Bi kurtahî ev nêzîkbûnên AKP’ê rê neda ku meseleya Kurd heta niha çareser bibe. Herî dawî wekî raya giştî û hemû heval dizanin ev hevdîtinên Oslo encamê wê Serokatî kir deklerasyon û ji bo hikûmeta AKP’ê hat pêşkêşkirin. Hikûmeta AKP’ê piştî hilbijartina sala 2011’an red kir û li hemberî me şer îlan kir. Niha jî em di pêvajoya hilbijartinê de ne. Dibêjin, ‘dîrok dubare nake’ lê di rêbazên AKP’ê û di dagirkeriya Tirkiyeyê de israr û dubare zêde ye. Wekî hilbijartinê 11’ê Hezîrana sala 2011’an niha jî piştî hilbijartina 7’ê Hezîranê gûmane ku şer bikeve rojevê. AKP’ê beriya 4 salan ev siyaseta hilbijartinê meşand û mijûlkirin pêş xist, xwest di aramiyê de hilbijartin çêbibe û piştî hilbijartinê di 15’ê Tîrmeha 2011’an de şer li dijî me îlan kir. Di dîroka Komara Tirkiyeyê de bombardimana herî mezin li ser tevgera me û gelê me di wê pêvajoyê de pêş xistin. Bi alîkarî û piştevaniya hêzên hegemonîk ê navnetewî li ser gelê me bi hezaran ton bombe reşandin. Şerekî bi teknolojiya bilind pêş xistin.

me daket kolanan û girtiyên zindanan ketin girêvê. Ango serhildanekê li serê çiyê, li kolanan û di zindanan de destpêkir û dagirkeriya AKP’ê xetimî. Ji bo wê cardin banga Serokatî bi erênî bersiv dan. Li ser vê esasê ev pêvajoyê niha ku di nîqaşê de ye, bi Newroza 2013’an ve destpêbû. Serokatî di Newroza sala 2013’an de deklerasyon weşand. Ev tenê ne ji bo pirsgirêka Kurd çareser bike, ji bo hemû pirsgirêkên Tirkiyeyê çareser bike û ji bo pirsgirêkên Rojhilata Navîn serdemek nû veke, deklerasyonekê dîrokî pêşxist. Lê cardin AKP heman sineatê xwe bi kar anî. Her mijûl kir lê bersiv neda û gav neavêt. Ev heta roja îro hatiye.

Di vî şerî de me gelek egîd şehîd dan. Şehadeta rêheval Adil, dûv wê re heval Nuda, Ferhat û Kurtayan hat jiyîn. Piştî wê rêze xeleka şehîdan pêş ket. Şehadeta heval Rûstem, Çîçek û Elîşer wisa bi êrîşên hewayî pêk hat. Cardin berxwedana Xebatan, Huseyîn, Mehmed, Rojîn, Nûman, Reşîd û Celalan li ser vê esasî pêş ket. Dijmin xwest me tune bike. Tevî Îranê îtîfaq kirin. Îran jî êrîş kir. Li hemberî Îranê di pêşengtiya rêheval Simko de li Girê Casûsan berxwe-

Me di sala 2013’an de agirbest îlan kir. AKP’ê jî li Rojava li hemberî gelê Kurd şer îlan kir. Bi esasî şerê navbera gelê Kurd û dagirkeriya Tirkiyeyê nesekiniye. AKP’ê, hemû hêzên muxelefeta Sûrî li derdora xwe kom kir. Di Sûriyeyê de gelek hêzên paramîlîter çêbûn. Bi destê Siûdî Arabîstan, Qatar û Tirkiyeyê ev hêz hatin xwedî kirin. Alîkariya ku ji derve hatî, bi taybet bi destê Tirkiyê li wan hat belav kirin. Ji vana yên berê kadroyê xwe heyî, amadekariya xwe heyî,

33


Özgür Halk wana hemû tişt girtin û xwe pê xurt kirin. Ew jî kî ne? Ew jî xetê El Qaîde ne. Li Sûriyeyê Cephet El Nusra, cardin li Sûriyeyê û Iraqê DAÎŞ, hinek ê nêzî wan Ehrar El Şam û weke wan ên ku berê kadroyên xwe heyî, ev derfeta ku Tirkiyê bi rê dixe hemû girtin destê xwe û xwe xurt kirin. Tirkiye çima ev derfeta ji wan re vekir? Tirkiye hedef raber kir. Hedef, Şoreşa Rojava bû. Xwest bi destê van çeteyan şoreşa Rojava tasfiye bike. Heta Kurdên Başûr ji destkeftiyên Başûr re jî sînorek dêynin. Ango êrîş bikin werin heta ber deriyê Hewlêrê. Bi vî awayî rê nedin ku Rojava gelê Kurd bibe xwedan statu. Bikaribin li Bakur jî siyaseta xwe ya bêstatu û bênasname bi ser bixînin. Li Bakur mijûl kir, gav neavêt, li Rojava ket êrîşê û başur jî xwest bi rêya siyasî û dîplomatîk bixe bin kontrolê. AKP’ê ev siyaseta meşand. Herî dawî DAÎŞ xurt kirin. Wisa xurt kirin ku ji bo bikaribe Şoreşa Rojava tasfiye bike. Dersekê bide Başûr û bikaribe li hemberî Iraqê ango deshilata Şîa hemle pêş bixe. Sedema xurtkirina DAÎŞ’ê ev bû.

Haziran 2015

Pêngava Serokatî ya yekîtiya gelan û Kurdan Cardin Rêber Apo li ser esasê pêngava Newroza 2013’an pêngavekê siyasî û nû pêş xist. Li ser esasê vê hemleyê di bin sîwana HDP’ê de ji bo tevgera azadî û hemû hêzên ji pergala dagirkeriya Tirkiyeyê zextê dibîne, hatiye derve hiştin, xelkên tên pelixandin, gel û çandên ku tên pelixandin hemûyan bike yek. Ango gelê Kurd, tevgera azadî, kedkarên Tirkiyê, hemû yê ku ji sîstemê zirar dibînin gelê Qizilbaş, Êzidî, Asûrî, Suryan, Ermenî hemû kesên ji sîstema dagirkeriya Tirkiyeyê hatiye derve kirin, derveyî komarê maye û bi zextan re rû bi rû maye ew hemû di bin sîwana HDP’ê de bûn yek û roja îro bû îradeyek. Ev yekbûna li Tirkiyê çêbûye, dîsa yekbûna gelê Kurd (ji ber ku gelê Kurd jî di nav xwe de piranî bûye yek), em dibêjin, ev fersendek mezin e, ji bo doza azadiya Kurdistanê derfetek pir mezin e. Divê di vê derheqê de gelê Kurd her însanekê Kurd û Kurdistanî tevlî HDP’ê dibin an nabin, her kesekê Kurd û welatparêz û her kesekê demokrat divê ku xwe bikin yek. Ev yekîtî, yekîtiya

Lê belê Têkoşîna Azadiya Kurdistan bi ruhê Pêngava 1’ê Hezîranê li her derê li ber xwe da. DAÎŞ wisa xurt kirin ku kes nikaribe li hember bisekine. Çekê herî modern dan wan. Astekê diyar ê DAÎŞ’ê jî hebû. Ji bo wê jî wekî leşkerê Moxol ê Tîmûrlenk çû ku dere, her kes ji ber reviya. Leşkerên Sûryeyê nikaribû bisekinenê, Artêşa Azad a Sûriye nikaribû bisekinenê û leşkerê Iraqê jî nikaribû bisekinenê. Heta hat êrîşî Şengalê kir, pêşmerge jê re ne amadebû, nikaribû ber bisekiniya. Lê belê ruhê Apogerî jê re got, ‘bisekine.’ Li Şengal û Kobanî jê re got, ‘bisekine.’ Sekinand û derbe li wan xistin. Ev sekna gerîlayê azadiya Kurdistan, hem li Başûrê Kurdistan, hem li Rojavayê Kurdistan berxwedana çêbûyî hêz da her kesî. Berî her tiştî pêşmerge jî xwe xurt kir, jê moral girt û xwe komî ser hev kir. Jê şûnde dewleta Iraqê jê cesaret girt wan jî xwe komî ser hev kir. Ango her kesekê ku li hemberî van çeteyan bi êrîşê re rû bi rû mayî derfet dît û hinek xwe komî ser hev kirin. Ev bi çi bû? Ev bi têkoşîn û berxwedana tevgera azadiyê bû. Di vê xisûsê de performansa ku gerîla raber kiriye, performansekê xurt e. Hem di warê birdozî hem jî di warê leşkerî de gerîla ispat kir ku mirov dikare DAÎŞ’ê bişkîne. Derbeyên cidî li DAÎŞ’ê xistin. Gelê Kurd di têkoşîna li dijî DAÎŞ’ê de ket pêş û bû wekî pêşeng. Îro di herêma Rojhilata Navîn de DAÎŞ xeteriyek mezin e. Ji bo mirovatiyê giştî xeteriyek mezin e. Ji bo wê jî di pêşengtiya Emerîkayê de 60 dewlet hevpeymaniya Navnetewî çêkirine. Armanca hevpeymanê, sekinandina DAÎŞ’ê ye. Bi hewayî alîkariya berxwedaniya li dijî DAÎŞ’ê bikin, wisa xeteriya DAÎŞ’ê asteng bikin. Li ser erdê di têkoşîna li dijî DAÎŞ’ê de gelê Kurd îro pêşengtiyê dike. Yên ku li dijî DAÎŞ’ê şer dike li Rojava jî li Başûr jî gelê Kurd e. Di astekê pêşeng de rol dilîze.

34


Özgür Halk gelê Kurd e. Yekîtiya gelê Kurd, çep, sosyalîst, demokrat û hemû çand û kesên tên pelixandin, zulmê dibînin û hemû çand û baweriya ne. Ev yekîtiyek hêja û yekitiyek demokratîk e. Ev dikare bi sîstema demokratîk li Tirkiyê gedîkek veke, pêşveçûnek çêbike. Yekem car yekitiyek wisa çêdibe. Ev derfetek dîrokî ye. Divê ku gelê Kurd û demokratê Tirkiyeyê hemû kesên ku ji sîstemê zirar dîtîne, hemû kesên azadîxwaz, demokrasîxwaz li dora vê ala ku li ser esasê netewa demokratîk di bin sîwana HDP’ê de tê pêşxistin de bibin yek. Ev wê bikaribe xeteriya AKP’ê asteng bike.

Haziran 2015

Ji bo wê jî gelek şovenîst, hêzên dagirker li hember vê pêşveçûn û bilindbûna Kurd aciz in. Dagirkeriya kûr êdî di dewreyê de ye. Ew dixwazin pêşî vê bilindbûna têkoşîna azadiya Kurd, di cîhanê de pêşketina îtibara gelê Kurd bigrin. Ji bo wê ne dûre êrîş pêş bixin û mudaxele li ser pêvajoyê Tirkiyê bikin. Heta niha gelek êrîş kirin. Ji bo ku HDP’ê nikaribe li Behra Reş bixebite, nikaribe li aliyê Tirkiyê bixebite ji sed car zêdetir êrîş kirin. Êrîşên bi çek, dar, ber û herî dawî yê teqînê jî kirin. AKP’ê bi destê çeteyê xwe yê paramîlîter çêkirî hem di Kurdistanê hem jî li Tirkiyê siyaseta êrîşê pêş dixe, siyaseta qeyranê çêdike, dixwaze hinek leşker bimrin, gerîla şehîd bikevin û ew karibe li ser siyasetê bike. Wisa siyasetekê qeyranê pêş dixe. Û ne dûre ku vê di rojên pêşiya me de kûr bike. Wisa lê hatiye ku li hemberî bilindbûna îradebûna gelê Kurd ên berê ji hev hez nakin jî dibin yek.

Îro AKP’ê li seranserê gelê Tirkiyeyê hîn xeterek e. Ji ber ku xeter dilîze. Pêwîste vexwe, bi ser keve. Ger ku ser nekeve dizane wê hesap ji wî bê pirsîn. Ji bo wê jî AKP’ê ji bi hinek baskê dewleta kûr re îtîfaq çêkiriye ew dixwaze misoger sîstema xwe ava bike. Sîstema serokbûnê dixwaze ava bike. Ji bo gelê Tirkiyê demokratîkbûn, pirrengî, hembêz kirina hemû kesan pêwîst e. Lê AKP’ê û Erdogan dixwazin takekesiyê pêş bixin. Dixwazin sîstema yekane pêşbixînin. Jixwe her dirûşmeyên yekane dibêjin. Ango ‘yek serok, yek al, yek netew’ dixwaze pêş bixe. Li gorî xwe dixwaze Tirkiyeyê bi sîstemekê dîktatoryal bi rêve bibe. Ev li ser gelên Tirkiyeyê xeterek e. Îro di vê xeteriyê de têkoşîna azadiya gelê Kurd rolek pêşeng dileyîzê û ev xeterî dike bê paş xistin. Bi gûmana mezin jî wê bi ser keve. Ev di çarçoveya pêngava Serokatî, pêngava Rizgariya Demokratîk û Avakirina Jiyana Azad de tê pêş xistin.

Erdogan ji bo Tirkiyê niha bûye xeteriyek. Gelek kes ji Erdogan ditirsin. Dixwazin pêşî bigrin. Ê ku pêşî bigre tenê yek derketiye pêş. Kî ye? HDP’ê ye. Di HDP’ê de jî îradebûna gelê Kurd pêş dikeve, demokrasî pêş dikeve. Hinek hene ji xwe re dibêjin, em çep in, lê çepên netewperest in. Ên sêva sor (kızıl elmacı) in. Niha ew û AKP’ê bi hev re di nav îtîfaqê de ne. Bi Ergenekonê

Erdogan ji bo Tirkiyê niha bûye xeteriyek. Gelek kes ji Erdogan ditirsin. Dixwazin pêşî bigrin. Ê ku pêşî bigre tenê yek derketiye pêş. Kî ye? HDP’ê ye. Di HDP’ê de jî îradebûna gelê Kurd pêş dikeve, demokrasî pêş dikeve.

Piştî meha Hezîranê ne dûr e şer têkeve rojevê Niha Kurdê ku di Lozanê de heqê wî hatiye înkar kirin, Kurdê ku êdî hatiye darve kirin, Kurdê ku ji wan re digotin ‘tiştek nezane, eşîr in û paşde ne’, Kurdê ku digotin ‘bi dûvik’, Kurdê ku wisa fêmkirinek çêkiribûn ku weke pêwîste tunebe, Kurdê ku ji bo wê li gelek der şerm dikirin ku bibêjin ‘em Kurd in’, Kurdê ku ne çîna yekem, ne duyem, ne sêyem, ê çar an jî pêncan dihat dîtin; ango ji wan re tunebûn hatibû ferz û rewa kirin; ew îro di herêma Rojhilata Navîn de di şer kirina li dijî DAÎŞ’ê de pêşengtî dike. Îro ew Kurd ala demokrasiyê li Rojhilata Navîn rakiriye. Îro ew Kurd ala jina azad rakiriye. Wekî di berxwedana Kobanê, di berxwedana pîroz de di şexsê YPJ’ê de eşkere bû ku îradeya jina Kurd û azad ji bo hemû cîhanê bû nimûne. Hemû jinên cîhanê jê sûd wergirt. Ew Kurdê ku berê di cimeatê de cih nedidanê îro bi deng, berxwedan û bi rengê xwe pêşengtî dike. Pêşengtiya têkoşîna jina azad dike, pêşengtiya têkoşîna gelên bindest, çandên bindest, baweriyên bindest, mezhebên bindest dike. Pêşengtiya demokrasiyê dike. Ew Kurd sîstemekê demokratîk, ekolojîk bi perspektîfa netewa demokratîk dixwaze jiyanekê nû ava bike. Li hemberî modernîteya kapîtalîst dixwaze modernîteya demokratîk a gelan ava bike. Ev Kurd îro li Tirkiyê rolek dilîze. Li Rojhilata Navîn rolek dilîze. Ji ber ku Kurd êdî fikrên xwe heye, Serok Apo heye, paradîgma û projeyê xwe heye.

re li hev hatin çêdikin, pratîka Partiya Vatanê li holê ye. Ew jî ji AKP’ê tirsa xwe hene lê ji bilindbûna HDP’ê hîn zêde ditirsin. Ji bo wê nêzî AKP’ê dibin. Ango tiştê ku niha AKP’ê dibêje ne yê wan tenê ne; yê baskekê dewleta kûr in. Çima em dibêjin baskek e? Ji ber ku dewleta kûr xûyaye ku di nav de heye. Belavbûn çêbû ye. AKP’ê jî jê îstîfade dike. Bi baskekê wan re îtîfaq kiriye û êdî xwe ji şer re amade dike. Piştî hilbijartinê ne dûre ku şer bikeve rojevê. Ger ku AKP’ê bin bikeve HDP’ê bendavê derbas bike dibe ku îhtîmala şer hinekê zeîf bibe. Lê ger wiha nebe, wê şer bikeve rojevê. Heta heta ger HDP’ê bi ser bikeve jî îhtîmala şer ji rojevê dernakeve. Ji ber ku dagirkeriya kûr ev bilindbûna têkoşîna azadiya Kurdistanê, bilindbûna hêzên demokrasiya Tirkiyeyê nikare tehemul bike. Heman tişt li derveyê Tirkiyeyê jî Bakurê Kurdistanê jî heye. Em hêzekî netewî ne û li dijî şerê navxweyî ne Dixûyê ku dagirkeriya kûr ne tenê Tirkiye ye. Şovenîzma Ereb jî heye. Ev niha di şexsê DAÎŞ’ê de tê ziman û wekî din jî gelek derdor hene. Cardin nêzîkbûnên

35


Özgür Halk

Îranê hene. Divê mirov wan jî di wê çarçoveyê de bigre dest. Niha Îran jî li ser YRK’ê kete êrîşê. Berî vê çend roj şer çêbû, 4 endamên YRK’ê şehîd ketin. Cardin dixûyê yê ku ji vê bilindbûna Kurd, netewê Kurd pir nerehet, aciz bûye dixwazin şerekê navxweyî pêş bixin. Dixwazin provokasyon çêbikin. Em naxwazin di van meseleyan de zêde nîqaş bikin. Lê komek kesê bi leşker di bin navê PDK-Îran de wisa bi serê xwe bêyî ku ji kesekê bipirse, bêyî diyalog çêbike, bêyî ku orf û adetê di navbera siyaset û di navberê Kurdan pêk bîne bi serê xwe di orteyê barageha ku HPG’ê lê dimîne de xwe bi cih dike. Şehîdgeha me li wir heye, cih û warê me lê hene, 15-20 kes tên li wir xwe bi cih dikin dibêjin, ‘em ji vir naçin, emê jî li vir biryargehekê xwe ava bikin.’ Ma te ji kê pirsî, te bi kê re nîqaş kir? Her tişt rêbazekê xwe heye. Dibêjin, ‘emê jî xwe li vir bi cih bikin.’ Li wir namînin dûvre baskekê din jî diçin Kelaşînê. Hevalên ku dixwazin bi wan re diyalogê pêş bixin êrîşî ser wan dikin. Dixwazin lê bifertilin bê bandor bikin. Ji wê encamê 3-4 deqe şer pêk tê. Her çiqas me nedixwest jî birîndarî û kûştin çêbû. Em pê xemgîn bûn. Çima? Ji ber ku ev wê xizmetî Kurdan neke. Ew lîstikeke. Ger ku kê wan şandine wir, ew dixwazin provakasyonê pêş bixin. Ev ne yekbûyîn e.

Haziran 2015

yekîtiya netewî ava bike. Ev tiştekê pir pîroz û di cih de ye. Em niha ji hêlekî ve bi DAÎŞ’ê re di şer de ne, ji hêlekî ve li Tirkiyê tiştên girîng tên jiyîn, li aliyê din li Rojhilatê Kurdistan gengeşî heye. Tam di demekê wisa de refek kes tê dibêje, ‘ileh ez li vir bimînim.’ Wateya vê nîne. Kes wê li pêşiya kesekî nebe asteng. Her tiştê navxweyî divê bi diyalog çareser bibin. Em wekî PKK’ê û weke HPG’ê netewbûnê esas digrin. Me ferhengê şerê navxweyî rakir û ew defter girt. Qet û qet divê kes vê neyne rojevê. Em hêzekê netewî ne. Li kîjan beşa Kurdistanê hewcehî bi me hebe em amade ne. Li Başûrê Kurdistan hewcehî hebû, em çûn, me piştevanî kir. Çûyîna me ya Kerkuk, Mexmur, Hewlêr, Şengal ji bo piştevaniyê ye. Em gelê xwe li tu deran bi tenê nahêlin. HPG’ê hêzekê fedaî ya Kurd û Kurdistanî ye. Tecrubeyê xwe yê 32 sal heye, lêhûrbûna xwe heye, performansekê xwe yê şer heye. Pispor û profesyonel e. Yek taxima xwe, bi tabûr û bi hêzan re dikare şer bike û bixîne. Ev di şerê li dijî dewleta Tirkiyê de hate ispat kirin. Îro jî di şerê li dijî DAÎŞ’ê de jî îspat dibe. Ev hêzekê cewherê civaka Kurd e. Divê ciwanên Kurd hemû beşdar bibin. Hemû ciwanên Kurd divê hîn zêde vê hêza parastina Kurdistan xurt bikin. Beşdar bibin, tevlî bibin, xurt bikin. Divê her kes vê bizanibe ev ji bo dijminên Kurdistan, ji bo dagirkeriyê fedaî ye. Ne ji bo hundirîn. Ew hundirîn nafikire. Di ferhenga xwe de nîne. Ew ji bo avakirina neteweke demokratîk, ji bo biratiya gelan, ji bo azadiya jin û ji bo azadiya civak tevdigere. Ji bo azadbûn û demokratbûna civaka Kurdistan, ji bo parastina nirxên Kurdistan heye. Ev hêz rola wê ev e. Şerê wê li dijî çeteyan, li dijî dagirkeriyê divê piştgirî bê dayîn. Ne ku bê kostek kirin. HPG’ê li Kurdistanê ji bo tu kesek ne tehdît e. Ji bo hemû cerdewanan

Di vê dema bilindbûna Kurd de her hêz û siyaseta Kurd divê berpirsyar nêz bibin. Îro bi şiklekê nebe nabe pêwîstiya Yekîtiya Netewî heye. Platformekê netewî ye. Kongreya netewî pêwîst e. Fermandariyek hevbeş pêwîst e. Kongre hebe hemû meseleyên wisa dikare çareser bibe. Êdî em Kurd jî divê xwedî saziyeke netewî bin. Xwedî dadgehekê netewî bin. Xwedî stratejiyekê netewî bin. Hewcehiya me bi vê heye. Di vê derheqê de jî hewldana Serokatiya me pir zêde heye. Nameyan ji rayedarên Başûrê Kurdistanê re dişîne, dixwaze diyalog pêş bixîne, dixwaze bingehê

36


Özgür Halk jî ne tehdît e. Ji bo çi siyasetê derveyê PKK’ê ne tehdît e. Berovajî vê parastina wan jî wê bike. Parastina tevahî nirxên Kurdistan’ê erka HPG’ê ye.

Haziran 2015

hîn azad nekiriye. Di vê wateyê de em nikarin bêjin ‘hemû serkeftî ye.’ Lê pir tişt bi ser xistiye. Îro hatiye qonaxa dawî. Êdî qonaxa zaferê li pêşî ye. Ew êdî xwe ji meşa zaferê re amade dike. Di vê wateyê de mirov dikare wisa bibêje: Sala 12’emîn a Pêngava 1’ê Hezîranê wê bibe sala meşa azadî û zaferê. Bibe sala meşa azadiya Rêber Apo, azadiya Kurdistan û wê bibe salekê mezin. Ji ber ku têkoşîna azadiya gelê Kurd îro êdî serdemeke nû xistiye rojevê. Ev serdema êdî serdema azadbûna Kurdistan e û azadbûna gelan e. Ji bo wê di sala 12’emîn a 1’ê Hezîranê de li pêş gel û gerîlayê azadiya Kurdistan êdî meşa azadî û zaferê heye. Ji bo ku di vê meşê de tevahî heval û gelê me bi ser keve bingeh hatiye xurt kirin.

Divê ku bê zanebûn me cerdewan ji hedefê derxistiye. Ne hedefa me ne. Em naxwazin êdî lîstokên dijmin li holê bimîne. Êdî Kurd bila Kurd nekûje. Kurd bibe yek. Îro ji her demekê bêhtir pêwîstiya gelê me bi yekitîyê heye. Li Bakur, Başûr, Rojhilat û Rojava yekîtî hebe. Pêwîstiya gelê me bi vê heye. Yê ku tevlîheviyê dikin, ên ku suc dikin, ên ku li kêleka neyaran cih digrin û dibin kontra, ew cûda ne. Kesên kontra bûne weke leşkerên dijmin û herdem di êrîşê de bin, helbet wê gerîlayê azadiya Kurdistanê li hember êrîşên wan nirxên gelê Kurdistanê biparêze. Ev hêz hêza parastina nirx û pêşeroja Kurdistanê ye. Vê heqîqetê divê her kes bizanibe. Ev hêzekê netewî ye, di nav xwe de diyalogê esas digre, nîqaş esas digre û heta bi hemû gelên cîran re vê esas digre. Ew hêz ne tenê hêza parastina Kurdistanê ye. Hêza parastina gelê Ereb, Asûrî, Suryan, Ermenî, Tirk, Tirkmen, Acem, Fars û parastina hemû çand û netewan e. Ji ber ku felsefeya wê netewa demokratîk û biratiya gelan esas digre. Li hemberî nirxên gelan her hêza êrîşker wê li hemberî xwe gerîlayê azadiya Kurdistanê bibîne. Ev gerîla gerîlayek wisa ye.

Bi perspektîfa Rêber Apo û di şopdariya şehîdên qehremanan de, ger ku meş çêbibe li beşê Kurdistan, li Rojava di şopdariya Gelhat, Gulan, Diyar û Arînan de meş çêbibe, wê gelê me li Rojava bi ser keve. Di parastina deskeftiyên gelê Kurd de Başûrê Kurdistanê gerîla û pêşmerge dest bide hev, wê Şengal jî rizgar bike tevahiya destkeftiyên gelê Kurd bixe bin temînatê. Li Rojhilatê Kurdistanê li hember êrîşên îro rû didin, gelê me di xetê Dilgeş û Simkoyan de bibe yek wê bi ser keve. Heman tişt li Bakurê Kurdistanê di rojevê de ye. Li Bakur gavê bê avêtin êdî gava rizgarî û azadi ye; wekî din rê nîne. Êdî hatiye qonaxa dawî. Bi rastî jî êdî fînal e. Ji bo vê di pêvajoyê wisa fînal û girîng de ku gerîlayê azadiya Kurdistanê bi ser keve, wê hîn zêdetir di rê û rêbazên şoreşê de kûr bibe, birdoziyê de xwe zelal bike, di taktîk de kûranî, di teknîk de hakîmiyet çêbike, profesyonelbûnê hîn xurt bike, tevlîbûnê hîn saxlem bike, partîbûn û leşkerîbûnê bilindtir bike; ger ku çiqas wisa bike wê ewqasa bi ser bikeve û wê bikaribe sala 12’emîn a pêngava 1’ê Hezîranê bibe sala serkeftina mezin û sala meşa azadiyê. Hêvî û baweriya me ev e.

Niha îro ev heqîqeta gerîla li Kurdistanê êdî îspat bûye. Di 11’emîn salvegera pêngava 1’ê Hezîranê de gerîlayê azadiya Kurdistanê îro ji her demekê bêtir amade ye ku erka parastinê li ku dera Kurdistanê pêwîst be, li wir pêk bîne. Ne ku kêmahiyê xwe nîne. Kêmahî hene. Rast e, pêngavê 1’ê Hezîranê komployê navnetewî bê encam hişt. Îradebûna gelê Kurd eşkere kir, hêz, siyaset û sîstema Rêber Apo pêşkeşî her kesî kir û weke alternatîfek derxist holê. Lê sîstema netewa demokratîk hîn ava nekiriye; Rêber Apo

37


Özgür Halk

Haziran 2015

Zilan’ı Doğru Anlamak

Zilan yoldaşın eylemi, özgürlük, eşitlik ve adalet temeli üzerinde yükselen yeni yaşama çağrıdır. Denilebilir ki, bu eylemin içinde hiç bulunmayan ve aranmaması gereken şey ölümdür. Bir örneğine daha tanık olunması ola-naksız zalim bir sömürgeci egemenliğe karşı savaşan bir halkın ölüm kalım mücadelesinde en yaşamsal görevi başarmaya çalışan ve başaran biri için ‘öldü’ diyebilir miyiz? A. Haydar Kaytan

Zilan (Zeynep Kınacı) yoldaş, o büyük tarihsel eylemine yönelmeden önce, Parti Önderliği’ne yazdığı mektu-bunda, “Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum” diyordu. Bu sözlerde ifadesini bulan gerçeğin Onun eyleminin bütün içeriğine damgasını vurduğu kesindir. Bu satırlarda, intihar eylemi adı verilen bir eyleme girişmeye hazır bir insanın ruh halini bulmak olanaksızdır. Zilan yoldaşın eyleminden habersiz biri bu satırları okuduğunda, bombalarla donattığı bedenini işgalci düşman birliğinin arasına dalıp patlamak üzere zamanla yarışan bir büyük devrimciyi asla kafasında canlandıramaz. Onu ölüme en uzak insan olarak tasarlar ve bunda yanılmış da olmaz.

kasteden çılgın soykırım uygulaması altında bir tükeniş durumu söz konusuysa, bir devrimcinin en belirgin özelliğini oluşturuyor. Yaşama saygı duymak ve hakkını vermek şart-tır; bu olmaksızın varlığını insanlığın özgürlüğüne adamış bir devrimci olunamıyor. Mevcut yaşam biçimini sorgu-lamak, soysuzlaştırılmış ve tümüyle çirkinlikten ibaret bir yaşam veya yaşam dışı durum karşısında zapt edilmez bir öfke duymak, buradan insanın gerçek doğasıyla uyum halindeki bir yaşam uğruna başarılı bir savaşım verme sonucunu çıkarmak ve böylesi bir yaşamı kendi kişiliğinde gerçekleştirmek, bir devrimcinin en temel varlık ge-rekçesi oluyor. Zilan yoldaşın kişiliğinde bu durum çok nettir. Tanrısal nitelikteki yaşama tutkulu bağlılık, Onun sözlerine olduğu kadar eylemine de çok güçlü bir biçimde yansıyor. Bunun içindir ki, büyük yaşam manifestosu özelliği taşıyan mektubuna son noktayı koyduğunda bile, “Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi ger-çekleştirmek istiyorum” diyor.

Gerçekten de burada bambaşka bir ruh hali içinde bulunan ve tepeden tırnağa yaşam kesilmiş gencecik bir insan var. Dopdolu geçirdiği üniversite yıllarını başarıyla geride bırakmış bir genç kadın düşünün: Öğretmenleri ve okul arkadaşlarının takdirini kazanmış çalışkan bir öğrenci olmasının karşılığını okul birincisi gelerek almış; tören kalabalığı önünde dekanın elinden diplomasını aldıktan sonra, seyircilere ve öğrenci arkadaşlarına adeta geleceğe ilişkin yaşam projesini açıklıyor. Bilinçliliğine ve emek-yoğun çabalarının üretken sonucuna bakarak, başaraca-ğından emin, coşku ve inanç dolu bir genç kadının yaşam kokan tablosunu çiziyor. Önünde belki zorlu yıllar var. Ama O, yaşamı sürekli bir mücadele olarak bellemiştir ve bu kavgadan zaferle çıkacağını bilerek konuşuyor. Zi-lan yoldaşın görkemli ruh hali gerçekten böyledir. O, TC’yi derinden sarsan eylemine hazırlanırken, ebedi yaşam yolculuğuna çıktığını çok iyi biliyor. Zamana başarı ve zafer sığdırmakta iddialıdır; zamanı müthiş bir yoğunluk halinde yaşıyor ve değerlendiriyor; sözlerinde büyük irade ve güç fışkırıyor. Yaşama karşı takınılan tutum, hele bir de yaşama

Zilan yaşama hükmeden tanrıçadır Zilan yoldaşın eylemi, özgürlük, eşitlik ve adalet temeli üzerinde yükselen yeni yaşama çağrıdır. Denilebilir ki, bu eylemin içinde hiç bulunmayan ve aranmaması gereken şey ölümdür. Bir örneğine daha tanık olunması ola-naksız zalim bir sömürgeci egemenliğe karşı savaşan bir halkın ölüm kalım mücadelesinde en yaşamsal görevi başarmaya çalışan ve başaran biri için ‘öldü’ diyebilir miyiz? Onun eylemine intihar eylemi adını vermemiz doğru olabilir mi? Bu halkın bağımsızlık ve özgürlük davasına en büyük gücü katan ve zaferi kesinleştirecek ölçüde katkıda bulunan bir devrimci için acaba ölüm nasıl bir şeydir? Bir düşünür, “Eğer ölümün ruhunu gerçekten kav-rayabilmek istiyorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın gövdesine açın” diyor. Zilan yoldaşın yüreğini tam anla-mıyla gerçek ve en yüce bir yaşamın gövdesine açmadığını

38


Özgür Halk kim iddia edebilir? O, biraz da yaşamın kendisi sayı-lacak kadar yaşam dolu bir eşsiz insan, adeta yaşama hükmeden bir tanrıçadır; insanın doğasına yaraşır bir yaşa-mın soylu koruyucu ve kollayıcı gücüdür; kutup yıldızı gibi, herkesi kendine çağıran yolu gösteriyor; herkesi kut-sal özgürlük yürüyüşüne davet ediyor.

Haziran 2015

layan. Ölmek ve öldürmek istemiyoruz” diyor. Hemen ardından, “Ama özgürlüğümüzü kazanmamızın da başka yolu yoktur” diye ekliyor. Kaldı ki kendisi sadece Kürt halkının da değil, tüm insanlığın yüreğinin dili olmuştur; insanlığa görevlerini hatırlatıyor. İnkâr ve imha sistemine dayanan TC devletinin Kürt halkının kaderi haline getirmek istediği zulüm, kan ve gözyaşı politikasına karşı tüm insanlığı tutum belirlemeye çağırıyor. “Sus-mak en büyük suçu işlemektir. Eğer gözlerinizin önünde akan bu kanı görüyor ve sessiz kalıyorsanız, en büyük suçlu sizlersiniz” diye uyarıda bulunuyor. Bir bütün olan insanlığın en kadim parçası insanlık dışı yöntemlerle tarihten silinmek istenirken, insanlığın suskun kalmasını kesinlikle kabul etmiyor. Şairin söylediği gibi “Kör olma da gör beni” diyor.

Yaşamın anlamını kavramaktan aciz olanların ve yaşamdan nefret edenlerin, büyük eyleme kalkışmak için hiçbir gerekçeleri yoktur. Böylesi kimseler için yaşam bir yüktür ve bunlar bir an önce bu yükten kurtulmak isterler. İntihar, aslında yük saydıkları yaşamdan kurtulmak için çırpınan kimselerin bulduklarına inandıkları tipik bir çö-züm yoludur. Ancak yaşamı, insanları ve doğayı sevmek, kişiyi büyük eylemin sahibi olmaya götürebilir. Kendi-sini tüm insanlıktan sorumlu tutan bütün büyük devrimcilerin gerçekliği budur. Zilan yoldaşın ardılı olduğunu söylediği büyük devrimcilerde de yaşam karşısında aynı kararlı tutumu görmek zor değildir. Burada hemen Apocu Hareketin soy damarlarından biri olan Kemal Pir yoldaşın sözleri akla geliyor. Kemal yoldaş da bedenini eriterek sürdürdüğü ve zaferle taçlandırdığı o büyük 14 Temmuz eylemi sırasında “Biz yaşamı uğruna ölünecek

Zilan yoldaş, Kürt halkını PKK önderliğinde yükselen diriliş mücadelesi öncesindeki gerçekliğine de parmak basıyor ve onu “bir bütün olarak ulusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilen”, “ulusal de-ğerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halk” olarak tanımlıyor. Daha da ileri gidiyor; “sade-ce kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşan ve giderek hayvanlaşma-nın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan” bir halk gerçekliğinden söz ediyor. “Yurtseverlik rolünden uzak, düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından yok edilen, gerçek aydınlarını istenilen dü-zeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği” ile yüz yüze bulunduğumuzu belirtiyor. PKK’nin öncülük ettiği mücadelesiyle böyle bir halkı tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği yere getirdiğini söylüyor. Bunun mucize türünden bir gelişme olduğunu çok iyi biliyor. Bu mucizeyi gerçekleştiren tarzın sahibi olan Önderliği en iyi an-layan bir konuma ulaşmıştır ve zaten Önder Apo’ya hitap ediyor. Kullandığı sözcükler yüreğinden sökün edip akarcasına sevgi yüklüdür. “Bizler sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeter-li değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı” diyerek, Önderliğe ve bileşkesi olduğu değerlere en soylu bağlılık biçimini sergiliyor.

“Soykırım planı: önce otu biçmek, hala canlı olan son bitkiye kadar her şeyi kökünden sökmek. Toprağı tuzla sulamak... Sonra otun belleğini öldürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek...” kadar seviyoruz” diye haykırıyordu. Onun bu haykırışı Zilan yoldaşın anlamlı sözleriyle tamamen çakışıyor. Bu-nun bir rastlantı olmadığı açıktır. Büyük devrimcilerin dili ortaktır ve bu da özgürlük dilidir. Zilan yoldaş her şeyiyle görkemli o özgürlük dilini konuşuyor. Özgürlük dili sorumluluğunu sevinç içinde gerçekleştirmenin dili-dir; beynini ve yüreğini birleştirmenin dilidir. Zilan yoldaşın düşüncesi ve eyleminde ‘anlamlı bir yaşam’ gerçeğinin bu ölçüde çarpıcı bir biçimde kendisini ortaya koymasının ülke, ulus ve insan gerçeğimizle kopmaz bağı bulunmaktadır. Kuşkusuz Zilan yoldaş Kürt halkının bağrından çıktı ve bu halkın tarihinden süzülüp gelmiş, ancak dışa yansımayacak kadar derinliklerde bir yerde saklı kalmış en olumlu özelliklerini gün yüzüne çıkarıp temsil ediyor. Halkına son derece bağlıdır; onun henüz istediği gibi konuşturamadığı güzelliklerinin temsilcisi ve yüksek sesle dillendiremediği özlemlerinin ter-cümanı olarak tarihteki yerini alıyor. O halkın yüreğinin dili olmalarını istediği yoldaşları adına tüm dünyaya haykırıyor: “Barışa, kardeşliğe, sevgiye, insana, doğaya ve yaşama en çok sevgi dolu olan biziz. Bu sevgidir bizi savaşa zor-

Kuşkusuz bu değerlendirmeler çok büyük bir önem ve değer taşıyor. Çünkü bu sözler sıradan bir insanın ağzın-dan çıkmıyor veya insanla ilgili herhangi bir gözlemcinin eliyle beyaz kâğıda dökülmüyor. Tahripkâr bir sömür-geci egemenlik altında yaşayan halkının özgürlük isteminin yüce ifadesi olmuş ve bunu görkemli eylemiyle kanıt-lamış eşsiz bir militan tarafından dillendiriliyor. Bu kadar kesin ve çarpıcı değerlendirmelerin sahibi olan Zilan yoldaş, büyüleyici bir yaşamın temsilcisi ve sözcüsü olarak, değiştirilmesi gereken acı ve utanç verici bir gerçek-liği gözlerimizin önüne seriyor. Kişiyi büyüten şey, kendi davasının tartışılmaz kutsallığı kadar, değiştirmek üze-re yola çıktığı objektif gerçekliğin korkunç zorlukları olduğuna

39


Özgür Halk

Haziran 2015

kuşku yoktur. Bu büyük devrim şehidine bağlılık, bu sözlerin dile getirdiği gerçekliğin doğru kavranmasını ve tutarlı bir cevap haline gelinmesini gerektiriyor.

rım uygulamasını ifade ediyor. Zilan yoldaşın kişiliği ve eylemi, böyle bir soykırım uygulamasına karşı yaşamı savunma ve zafere götürmenin adı oluyor.

Bozulmuş nesil yaşamın anlamından habersizdir Soykırım sözcüğünü sıkça kullanıyoruz. Ama içeriğindeki acı dolu gerçeği bilerek ve tüm dehşetiyle hissederek bu sözcüğü kullandığımız söylenemez. Hele ruhsal planda ve duygu boyutunda bu sözcüğün dehşetengiz içeri-ğinden çok fazla etkilendiğimizi iddia edemeyiz. Kimi zaman da aynı sözcük bizde esas olarak Hitler rejiminin yaptığı soykırımları çağrıştırıyor. Veya kardeş halkların, Ermeniler ve Süryanilerin uğradığı mezalimi anımsıyo-ruz. Gaz odalarına doldurulan insanların sistematik bir kırım planı çerçevesinde gaddarca ortadan kaldırılması aklımıza geliyor. “Etnik bir topluluğun sistematik bir biçimde yok edilmesi” olarak tanımlanan soykırım, çoğun-lukla fiziksel imha girişimlerini akla getiriyor. Soykırım suçuyla itham edilen Türk egemenleri, bu sözcüğün önü-ne bir “sözde” sözcüğünü eklemeyi çok severler. Belki ağır gelecek, ancak bizim de Kürt halkına karşı yapılan soykırım uygulaması karşısındaki duruşumuz biraz “sözde” kalıyor. Ne var ki bu soykırım uygulamasının kesinti-siz devam etmekte olduğunu düşünürsek, bunun hiç de haksız bir yargı olmadığını kabul etmekte zorlanmayaca-ğız.

Önder Apo yaptığı çözümlemelerinden birinde, “en bozulmuş neslin en basit fiziksel üreticileri” diye bir tanım-lamada bulunuyor. Buradaki tanımlamada Kürt erkeği gerçekte en bozulmuş nesli anlatırken, kadın da bu erke-ğin neslini sürdürmesini sağlayacak basit üretici olarak ortaya çıkıyor. Sınırlı bir gözlem bile bu neslin yapısını anlamamıza yetecektir: Bozulmuş nesil yaşamın anlamından habersizdir; vatansız, kimliksiz, özgürlüksüz, tarih-ten habersiz, donmuş bir yürek ve silinmiş bir bellekle toprağın üstünde gezinebildiğinde buna ‘yaşamak’ diyebi-liyor. En rahatsız edici ve tiksindirici koşullarda kendini en pespaye rahatlığın pamuktan ellerine ve tenekeden yüreğine terk edebiliyor. Kimlik olmayınca ve kimliksizlik sorun yapılmayınca, doğal olarak gururdan da söz edilemiyor. Tarih bilinci ve ulusal bilinç yok olunca, ulusal gurur da yitip gidiyor ve ne yazık ki bu durumda utanç duygusunun yaşanması mümkün olmuyor. Doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt etme yeti-sini yitirmiş kimsede vicdan yoktur. Vicdan olmayınca, kişi ne utancı ne de gururu yaşayabiliyor. Gerçekte ise böylesi bir tip insan olarak hiç yaşamıyor.

Ne soykırıma ilişkin bilgimizin, ne de ruhsal tepkilerimizin Türk egemenlerinin soykırım pratiğini izah etmeye yetebildiğini kesinlikle söyleyemeyiz. Deneyimli bir gazeteci, duyarlı bir belge yazarı ve romancı olan Eduardo Galeano, belki de Latin Amerika örneğinde yerli halkların yok ediliş olgusunu yakından tanımış olmasının sağla-dığı bilinçle soykırım olgusunu son derece çarpıcı sözcüklerle ortaya koyuyor. “Soykırım planı: önce otu biçmek, hala canlı olan son bitkiye kadar her şeyi kökünden sökmek. Toprağı tuzla sulamak... Sonra otun belleğini öl-dürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak. Bölgedeki tüm sessiz tanıkları, hapishaneleri, mezarlıkları ortadan kaldırmak. Anımsamak yasaktır.” Burada plan düzeyinde ele alınan soykırımın Kürdistan’da neredeyse harfiyen ve hiç sapmaksızın hayata geçirildiği rahatlıkla belirtilebi-lir. “Otun belleğini öldürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak”, Kürdistan gerçeğinde en yıkıcı soykı-

Başka yerde de üzerinde duruldu: Tehcir, yani göçertme, Kürdistan’da uygulanan soykırım pratiğinin önemli unsurlarından biridir ve mevcut durumda düşman tarafından hala ısrarla sürdürülüyor. ‘Kök kazıma’nın bir türü de işte budur. Sürgün; topraktan kopartmak, yaşamın üzerinde yeşerdiği zeminden söküp çıkarmak ve köksüzlü-ğe mahkûm etmek demektir. Vatan sürgünü olan aynı zamanda insani değerlerin ve yaşamın da sürgünü duru-muna düşürülüyor. Bu ikili sürgün olgusu, Kürdistan’da uygulanan Türk soykırımının en belirgin özelliğini oluş-turuyor. Böylesi bir soykırım sürecine alınmış insanda ölümün nerede başladığı ve yaşamın nerede sona erdiği tamamen birbirine karışıyor. En sıradan bir doğal fiziksel ölümün bile bir anlamı vardır. Fiziksel açıdan bakıldı-ğında, her doğum aynı zamanda bir bakıma bir ölüm yolculuğudur. Ancak burada söz konusu olan en anlamsız bir ölüm biçimine mahkûm edilmiş olmaktır. Buna kölece yaşam demek bile zordur. Değerli bilim in-

40


Özgür Halk sanı İsmail Beşikçi’nin “Kürdistan sömürge bile değildir” sözleri, Kürt’ün köle bile olmadığı gerçeğiyle aynı anlama geliyor. Kürt insanı, bir kölenin sahip olduğu yaşam düzeyinin de gerisinde, bir örneği daha zor bulunur bir yaşam biçi-minin tutsağıdır. En korkunç olanı ise, bu insanın tutsak olduğunu bile bilmemesidir. “Her gerçek ahlaki edim bilinçle düzenlenmiştir. Gerçek anlamda ahlaklı kişiler bilinçli kişilerdir.” Bilmeden yaşamak hayatın posasını yaşamaktır, ahlaksız ve vicdansız olmaya rıza göstermektir.

Haziran 2015

etse de, Kürdistan somutunda Kürt’ün en büyük kördü-ğümüdür. Kürt’ün kaderi bu kördüğümün mutlaka çözülmesine bağlıdır. Kürt gerçeği bütün çıplaklığıyla görül-mek ve köleliğin bile gerisinde seyreden statüsü anlaşılmak isteniyorsa, buradan yola çıkılması şarttır. Özgürleşen kadın; özgürleşen vatan, özgürleşen ulus ve özgürleşen erkektir Kürt gerçeğinde ihanetin içselleşmesi ve ulusal ve toplumsal bünyeyi acımasızca kemiren kanserden beter bir hastalık haline gelmesi de yine bu gerçeklikle bağlantılıdır. Böylesi bir kurumun işlevi, en bozulmuş bir soyun sürdürülmesini sağlamaktan ibarettir. Tamamen içgüdüsel özellikler taşıyan bu soy sürdürme biçimi canlı doğanın her varlığında rahatlıkla görülebilir. Hayvanlar ve bitkiler âleminde de soy sürdürmeyi sağlayacak mekanizmalar vardır. Susuz arazideki kaktüs, çölün kurutucu özelliğine dayanabilmek için, gövdesinde ihtiyacını giderecek kadar suyu biriktirir. Çorak toprakta yetişen domates türü, toprağa kök salma olasılığını güçlendirmek için içinde bolca tohum çekirdeği barındırır. Çölde yaşayan deve, susuzluğa dayanıklı olmasını sağlayan bir mekanizmanın sahibidir. Bu konuda örnekler alabildiğine çoğaltılabilir. Kürt erkeğinin soy sürdürme tarzı da bir bakıma buna yakın bir düzeye indirgenmiştir. “Çok çocuk yapmak”, bu tür soy sürdürme biçiminin en çirkin yolu olmaktadır. Gerçekte burada ulusal soy sürdürmenin esamisi bile okunmaz. Durum böyle olunca, sömürgeci egemenliğe hiz-met edecek bir isimsiz köleler ordusu peydahlanmanın ötesine geçilemez.

“En bozulmuş nesil”, kuşkusuz yaşayıp yaşamadığı belirsiz bir kendinden habersiz insanlar topluluğudur; özellik-le bu topluluğun erkeğidir. Erkek denilince, aslında hemen akla iktidarın gelmesi gerekiyor. Çünkü hiyerarşik devletçi topluma geçişle birlikte yaşanan tarih, esas olarak erkeğin egemenliğini anlatıyor. Her sınıflı toplumun egemen gücü erkektir. Egemenlik kurmak ya da iktidar olmak, kuşkusuz sadece kadın üzerindeki egemenlikle sınırlı değildir. Elbette egemenliğin bir sınıfsal boyutu da var. Ancak egemen sınıf, esasta erkek egemenliği ile aynı anlama

Düzenin zorla giydirdiği zırhın içinde kalarak özgürlük istemek, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış bir tutsa-ğın yaşadığı zindan koşullarını iyileştirmeye çalışmasından başka bir şey değildir. sahiptir. Egemen sınıf içindeki kadının egemen olduğunu söylemek de oldukça zordur. Sınıflı top-lum gerçeği, erkek egemen toplum gerçeğidir. Erkek denilince, akla iktidarın gelmesi de zaten bu yüzdendir.

Dolayısıyla Kürt kadını “en bozulmuş bir neslin en basit fiziksel üreticisi” konumundan çıkmadıkça, ulusal soy sürdürme düzeyini yakalamak imkânsızdır. Kadının özgürleşme yoluna girmesi ancak böyle bir konumdan ta-mamen kopmasıyla mümkün olabilir. Bu açıdan kadının kurtuluşu, ülkenin ve ulusun kurtuluşuyla özdeştir. Öz-gürleşen kadın; özgürleşen vatan, özgürleşen ulus ve özgürleşen erkektir. Zilan yoldaş kadının özgürleşmesinde ulaşılması gereken düzeyi temsil etmekte; bununla da kalmayarak, bu düzeyi yakalamanın emredici gücü olmak-tadır. Mevcut gerçekliğin derin bilincine ulaşmadan ve bununla birlikte zapt edilmez özgürlük tutkusu olmadan, böyle bir düzey asla yakalanamaz. Bunun tersi, hızla yaşamın tükenişine götüren en soysuz bir yaşama yol aldır-maktan başka bir sonuç veremez.

Oysa Kürdistan gerçeğinde bu genel doğrunun pratik geçerliliği kalmamıştır. Kürt erkeği düşman tarafından korkunç bir biçimde güçten düşürülmüş, iğdiş edilip iktidarsızlaştırılmıştır. Bütün iktidar mevzilerinden kovulan Kürt erkeği, Önder Apo’nun deyişiyle ‘karılaştırılmış erkek’tir. İktidar gerçeği muktedir olmayı, kuvvet ve kudret sahibi haline gelmeyi gerektirir. Oysa en değme Kürt erkeği bile, sıradan bir düşman askeri karşısında çaresizdir. Özellikle ülkemizin ulusal diriliş ve direniş tarihi öncesindeki erkeğin durumu tamı tamamına budur. Bu iktidar-sız erkeğin kendini iktidar yapabileceğine inandığı tek bir alan kalmıştır: Bu da ailedir. İktidarsız erkek, aile için-de kadın ve çocuklar üzerinde en çarpık bir iktidar biçimine yönelmekte; böyle bir ortamda en iktidarsız haliyle iktidar olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Köle bile olmayan erkek ve böyle bir erkeğin kölesi bir kadın, Kürt’ün trajedisidir. Kürt’ün tükenişini böyle bir aile gerçeği ortamında görmek hiç de zor değildir. Bir özel mül-kiyet kurumu olarak aile, genelde bir olumsuzluğu ifade

Kürdistan’da gelişen devrimin böyle bir zeminde yaşayan toplumun içinden gelen insanla ilerletilmesi zorunlulu-ğu, kendi içinde ciddi zorluklar barındırmaktadır. Belleği oldukça zayıflatılmış ve bilinci sömürgeleştirilmiş bi-rey, umut ve inanç katliamından geçtiği -beyaz soykırım budur- ve kendi gerçekliğine yabancılaştırıldığı için, kendi özüne dönüşü de sancılı olmaktadır. Zilan yoldaşın gerçekte bir öncü dev-

41


Özgür Halk rimciyi anlatan sözleriyle bireyin ölüm uykusundan uyandırılan halka öncülük yapabilmesi için, yüksek bir sorumluluk duygusu taşıması, derin öngörü sahibi olması, büyük cesaret ve fedakârlık sergilemesi kaçınılmazdır. Ancak burada birey, adeta daha başındayken çarpık büyüyen bir ağacın bir süre sonra artık düzeltilememesi gibi, kendi gerçek kökleri ve gövde-siyle bütünleşmekte zorlanmaktadır. Zayıflıklar kendisini sürekli geriye çekmekte, kendi zayıflığını güç kazan-manın gerekçesine dönüştürememektedir. Kuşkusuz insan bir ağaç değildir. İnsan sadece fiziksel değil, aynı za-manda iradi bir varlıktır. İnsandaki azim ve irade, taşı bile eritecek en güçlü silahtır; en inanılmaz olanı gerçekleş-tirebilir. Bu gerçeği en güçlü bir biçimde kavrayanlar kendilerini pratikte kanıtlamış olan büyük devrimcilerdir. Sema Yüce yoldaş bunlardan biridir. O, “PKKlilik ve PKK ruhu olduğu sürece güçsüz insan yoktur” demekte-dir. Doğru olan ve pratikte gerçekleşen şey işte budur. PKK militanlığı, Kürdistan gibi sömürge bile olamayan bir ülkede, her şeyin üretici gücünden yoksun kılınmış bir toplumun bağrından kurtuluşun ve özgürlüğün büyük motor gücü olan özgür insanı ortaya çıkarmanın adıdır. PKK Önderliği’nin tarzı, bunu başarma tarzıdır. Bu tarz, dünyanın en düşürülmüş halkının bağrından insanlığın en seçkin öncü örneklerini ortaya çıkarmış ve tarihe mal etmiştir. Gerçek böyle olduğu halde gelişmemekten söz etmek veya ‘yapamıyorum’ demek, müthiş bir münkir, bir inkârcı olup çıkmak demektir. Kemal Pir ve Mazlum Doğan, Zilan ve Sema gibi özgürlük tanrıları ve tanrıçaları PKK’deki önderlik tarzının destansı eserleridir. Nite-kim Zilan yoldaş Parti Önderliği’ne yazdığı mektubunda “Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler si-zin eseriniziz” demektedir. Onlar aynı zamanda bu tarzın büyük temsilcileri ve yetkin uygulayıcılarıdır. Onların anısına bağlılık, her şeyden önce bu tarza ulaşmak ve onu uygulamaktan geçmektedir.

Haziran 2015

içerikli bir sömürgecilik ve feodal parçalanmışlık, bu tür bir yaklaşımın üzerinde vücut bulduğu zemindir. Oysa devrimcilik iddiasıyla ortaya çıkmak ve devrimcileşmek, bu zemini ortadan kal-dırmaya karar vermek demektir. Bu karara aykırı her türlü tutum ve davranış, özünde, soykırıma dayanan Türk sömürgeciliğinin “anımsamak ve intikam almaya yönelmek yasaktır” uyarısına uygun hareket etmekten farksızdır. Kadının köleleşmesi sınıflı toplumun başlangıcıdır Çok kısa bir süre aktif mücadele ortamında yer aldığı halde, Zilan yoldaşın kendi kişiliğinde dev bir patlama yaratmasına ve büyümenin sınırlarını sonuna kadar zorlamasına karşılık, bizim durumumuz böyle değildir. Birço-ğumuzda görülen şey, kendimiz açıkça itiraf etmesek bile, düşmanın bizi içine hapsettiği zırhı kendi dünyamız olarak benimsemek ve bu zırhın içinde hareketsizliği yaşamaktır. Zırhlı kişilik, düşmanın ken-

Bu noktada PKK tarzına ulaşmadaki başarısızlığı izah etmeye çalışmak, yenilgili ve ölgün kişiliğine sevdalanma-ya uyduruk gerekçeler hazırlamak demektir. Zilan yoldaş bu konudaki yanlış yaklaşımları da şiddetle mahkûm etmekte; “Sıkça tekrarlanan küçük-burjuva, köylülük, feodal anlayışların kişiliklerimizdeki yer etmişliği, düşma-nın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak (verilen) çeşitli özeleştirilerin bizi ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi özeleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum” demek-tedir. Yakamızı kurtarmaya çalıştığımız beladan şikâyet etmek, belaya teslim olmaktır. Bunun diğer adı, Önder Apo’nun şiddetle mahkûm ettiği Ezop dilidir. Ezop dili, yakınmanın dili olarak, egemeni yumuşamaya davet etmekte; onu kendi koşulları konusunda reform yapmaya çağırmakta ve böylece örtülü bir köleliğe razı olunacağı mesajını vermektedir. Soykırım

42


Özgür Halk dine giydirdiği zırhı parçalamadıkça ve bu zırhın dışına çıkmadıkça gelişme gösteremez. Kendisine giydirilen zırhın içinde kalmayı içine sindirebildiği sürece, kişinin hareketliliği zırhıyla birlikte olmak durumundadır. Böyle olunca, zırhlı kişilik, kaplumbağanın evini sırtında taşıması gibi kendi dünyasını sırtında taşıyacaktır. Bu ise eski dünyanın kendisidir, zırh düşmanın bireye içerdiği düzen kişiliğidir. Bu kişilik, kişinin zindanıdır. Zindanda yaşadığını bilince çıkarıp onu yıkmayı hedeflemedikçe, özgürlük arayışına yönelmek olanaksızdır. Düzenin zorla giydirdiği zırhın içinde kalarak özgürlük istemek, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış bir tutsağın yaşadığı zindan koşullarını iyileştir-meye çalışmasından başka bir şey değildir.

Haziran 2015

kendi kaderini bile değerlendirmekten kaçınması, aynı şekil-de yaşamın tükenişine gelip dayandığı halde bundan büyük rahatsızlık duymaması, bir bakıma bir şeyler yitirme korkusunu yaşayan adamın tutumunu yansıtmaktadır. Kendini aldatma böyle yaşanmaktadır. Kürt erkeğinin içinde bulunduğu bu düşkünlüğün belirtileri parti ortamındaki erkek kesimi arasında da bir ölçüde yansımasını bulmaktadır. Aynı anda iki ayrı tutumu birden yaşatma, yani bir yandan partiye karasevda türü bir bağlılık gösterirken, diğer yandan çok kısa bir süre sonra ihanetin en alçakça biçimlerine yönelme genellikle erkek pratiğinde karşımıza çıkan bir durum olmaktadır. Devrim ortamındaki kadının saflarından Şemdin tipi bir hainin çıkmaması bu bakımdan önemlidir. Kadın erkekten çok daha fazla parti ve devrim davasına bağlılık göstermek-tedir. Gerilla saflarındaki kadın, düşman çemberi içinden kurtulmanın imkânsızlığını fark ettiği anda topluca ve gözünü kırpmadan bombalarla kendini imha etmekten çekinmemekte; yaşamın bütün alanlarında en çarpıcı ey-lem biçimlerine rahatça yönelebilmektedir. Kadının daha

Zindanda, aynı anlama gelmek üzere eski düzenin kişilik (ya da kişiliksizlik) zırhı içinde kalarak özgürlük iste-menin politikanın dilindeki adı reformizmdir. Başka ülkeler ve halklar söz konusu olduğunda, reformculuğun ve reformcu tarzın belki bir anlamı olabilir. Ama Kürdistan koşullarında reformcu en azından içinden geçtiğimiz süreçte kişiyi götüreceği yer, son tahlilde düşmana teslimiyet ve ihanettir. Çünkü inkâr ve imha sistemi, soykırım politikasını en aşağılık yöntemlerle hayata geçirmekten kesinlikle vazgeçmiş değildir ve halkımızı hala tarihin karanlıklarına gömmek istemektedir. Katilin kana susadığı ve tüm gücüyle öldürmek için yüklendiği bir ortamda yaşadığımız bir gerçekse, burada reformculuk denilen şey sadece katilden fazla incitmeden öldürmesini talep etmek olabilir. Kendi ayaklarıyla mezbahanın yolunu tutmuş koyunun kasabın bıçağı karşısındaki teslimiyetinden farksız olan bu tutumu kendine yakıştırmak suçtur. Böylesi halkların cellâdı bir rejim karşısında yapılması gere-ken şey, yaşama dört elle sarılmak ve bunun için de katilin cinayetlerine devam etmesinin önüne geçmektir. Bu da düşman karşısında başarı ve kesin zaferi getirecek tarzın yakalanmasıyla mümkündür.

Kadının gücü kendi örgütlülüğünden geçecektir. Kadının öncülüğü ruhsal ve bedensel planda her türlü baskı ve sömürü biçimini ortadan kaldıracak biricik devrimci öncülük biçimidir büyük ve güçlü duygulara sahip olması ve özgürlük tutkusu, onu en çarpıcı eylemlerin sahibi yapmaktadır. Peki, bu neden böyledir? Her şeyden önce, erkeğe oranla kadın özgürleşmeye daha büyük ihtiyaç duymaktadır. Özgürlüğe bu susamışlık, onda kendi bedenini ateşe vererek küllerinden yeniden doğma tutkusu doğurmakta ve bu tutkunun eyleme dökülmesini sağlamaktadır. İkincisi, kadının yitireceği hiçbir şey kalmamıştır; hatta yitirile-cek hiçbir şeyi yoktur ve olmamıştır. Kadın devrimci mücadele içinde ve mücadeleyle kendi cinsini ve özgürlü-ğünü kazanmakta; geleceğin eşitlik ve özgürlük dünyası en çok kadının açık gözlerle rüyasını gördüğü bir ütopya özelliğini taşımaktadır. Üçüncüsü ve bir açıdan en önemlisi, mücadele ortamındaki erkeğin kendi cinsinin yaşa-dığı düşkünlüğe cevap olacak bir büyüklük ve yüceliğe yönelmede nispeten zayıflık sergilemesi kadını oldukça zorlamakta; onu en çarpıcı ve kişiyi derinden sarsacak eylemlere girişmek zorunda bırakmaktadır. Parti militanı bu gerçeği görmek ve kendi gerçeğini daha derinliğine sorgulayarak kadını zorlayan olumsuzluklarını hızla aşmak göreviyle karşı karşıyadır. Bunu yapmadığımız sürece Zilan, Zekiye, Ronahî, Bêrîvan, Sema ve daha başka öz-gürlük tanrıçalarına yoldaş

Zırhlı kişilik esasta erkek kişiliğidir. Kadının Kürdistan’ın toplumsal yapısındaki yeri ve konumu, bu kişiliğin kendi zırhının dışına çıkmakta isteksiz davranmasının en önemli ve belki de başta gelen bir nedenidir. En çarpık iktidar tarzının, bir başka deyişle en iktidarsızın iktidarının uygulayıcısı olan bu kişilik, gerçekte kadının özgürlük ve eşitlik uğruna savaşımına değer biçmek ve olumlu karşılık vermekten uzaktır. ‘Hiçbir şeye sahip olamayacak kadar her şeyden kopmuş’ olan bu kişilik, kendisini de içten içe tüketen kadın üzerindeki iğrenç egemenlik biçi-minden vazgeçmeye niyetsiz görünmekte veya en azından net bir tavrın sahibi olamamaktadır. Bütün yüce de-ğerlerden kopartılmış ve düşmanın ‘karılaştırdığı’ bu erkek, ‘tüm tarihin yenilgisinin en altta kalanı’ olan kadının kocası olmakla bir şeye sahip olacağını sanmakta ve bundan kopmakla çok şeyler yitireceğine inanmaktadır. Ön-der Apo’nun dediği gibi, vicdansızlık ve çirkinlikle

43


Özgür Halk diyebilme hakkına sahip olamayacağımız kesindir.

Haziran 2015

sa, PKK’nin özünde kadınların ya da kadın cinsinin partisi olduğunu söylemek hiç yanlış olmayacaktır.

Kadın, aile ve mülkiyet gerçeği, sınıfsız toplum idealine doğru yürüyenler için en çok sorgulanması gereken ger-çeklerdir. Kadının köleleşmesi, sınıflı toplumun da başlangıcıdır. Özel mülkiyet, devletin oluşum ve aile gerçeği birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Anaerkil özellikteki ilkel komünal toplumun geriletilmesi, kadının erkek tarafından mülk edinilmesini beraberinde getirmiştir. Kadının erk olduğu, buna karşılık baskıcı ve sömürücü olmadığı ilkel komünist toplum, ezilenler tarafından yüzyıllar boyunca yitirilmiş cennet olarak anılmıştır. Bundan sonra art arda gelen bütün sınıflı toplumlar, erkek-egemen toplumlar olmuşlardır. En son sınıflı toplum olan kapitalist toplumda kadın tipik bir metaya dönüştürülmüş; kadının çekim gücü bir reklâm aracı olarak değerlendirilmiştir.

Şu çıplak gerçeğin asla göz ardı edilmemesi gerekir: En çok ezilip sömürülen ve özgürlüğe en uzak olan toplum-sal kesimler örgütlenip güç olmadıkça, özgürlük ve eşitliği yakalayamaz veya genelleştiremez. Kadının gücü kendi örgütlülüğünden geçecektir. Bu örgütlülük pratik öncülük konumuyla birleştiğinde bugünün dünyasının görünümü de değişecek ve dünyamız insanın sevinç içinde kendisini gerçekleştirip yaşayabileceği bir yer halini alacaktır. Kadının öncülüğü ruhsal ve bedensel planda her türlü baskı ve sömürü biçimini ortadan kaldıracak biri-cik devrimci öncülük

Her türlü değeri ve bütün ilişkileri metalaştıran kapitalist toplumda, kadın her şeye rağmen bir üretim aracı ko-numundadır. Nitekim Komünist Manifesto’da bu gerçek çarpıcı bir biçimde dile getirilmektedir. Komünistlerin kadını ortaklaşmacılığa dahil etmek istedikleri iddiasına karşılık, Marks ve Engels, kadını bir mülk olarak değer-lendirdiği için, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kamulaştırılacağını işiten kapitalistin bundan kadının da kamulaştırılacağı sonucunu çıkardığını belirtmektedirler. Kadın geliştirdiği mücadelesiyle bazı kazanımlar elde etse ve bazı mevziler kazansa da, günümüz dünyasının en gelişmiş toplumlarında bile erkek egemenliğini kökten sarsacak bir gelişmenin ortaya çıktığını söylemek olanaksızdır. Reel sosyalist sistemin çöküşünde de kadının öz-gürlük ve eşitlik uğruna savaşıma kaldırılamamasının büyük payı vardır. Genel ilke düzeyinde kadının özgürleş-me düzeyinin toplumun özgürlük düzeyini belirlediği ve kadının katılmadığı bir devrimci hareketin başarı kaza-namayacağı söylense bile, bununla uyum içinde bir pratik sergilenememiştir.

biçimidir. İnsanlığın cennet ideali de aslında böylesi bir öncü gücün yaratacağı toplumla özdeştir. Proletaryanın komünizm ütopyasının özü aslında budur.

PKK Hareketi, insanlığın en ezilen kesimini özgürlük ve demokrasi mücadelesine çeken bir harekettir. Hiç kuş-kusuz, yücelme, en çok ezilmiş ve düşürülmüş olanın ihtiyacıdır. Kürdistan insanlığın en düşürülmüş parçası olan Kürt halkının yaşadığı bir ülkedir. PKK Hareketi bu halkın özgürlük isteminin ifadesi olmak için savaşmaktadır ve bu savaşımı zafere götürmekte kararlıdır. Kürdistan’ın içinde de kadın “tüm tarihin yenilgisinin en altta kalan” kitlesidir; en çok sömürülen ve baskıya maruz kalan kesimi meydana getirmektedir. Dolayısıyla en alttakinin er-kekle özgürlük ve eşitlik düzeyini yakalaması gerçekleşmedikçe, toplumun gerçek özgürlük düzeyini zorlaması da düşünülemez. PKK bir özgürlük hareketidir ve bu karakterinden ötürü özgürlüğe en çok ihtiyacı olanların partisidir. Eğer özgürlüğe en çok ihtiyaç duyan kadınsa ve bunu da bizzat en çarpıcı eylem türleriyle kanıtlıyor-

Zilan yoldaşın anısına bağlılık, onun soylu ütopyasını günlük devrimci pratik içinde hayata geçirmekle yükümlü kadın ve erkek militanların bu gerçekler temelinde kendilerini her an yeniden yapmalarından geçmektedir. Zilan yoldaşın anısı bir özgürlük çağrısıdır; bu özgürlük çağrısı, aynı zamanda bir savaş ve zafer çağrısıdır. Bu çağrıya cevap olmayı tüm benlikleriyle gereken karşılığı vermek isteyenler, Önderliğe göre olmakla yükümlüdür. Başkan Apo’nun sözleriyle ifade edilecek olursa, önderliğe göre olabilmek, en büyük tanrıçalardan bugüne kadar olan bütün düşüşlere cevap olmaktan geçer. Bu cevap olmayı başardığımızda, büyük bir gururla Zilan’a ve onunla birlikte özgürlük mücadelemizin diğer tanrıları ve tanrıçalarına yoldaş demek hakkına sahip olduğumuzu söyle-yebiliriz.

44


Özgür Halk

Haziran 2015

16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişinden Gezi Direnişine Devrimci Sosyalist Hereketin Analizi 15-16 Haziran isçi hareketleri emekçileri esas aldı. Türkiye´yi sarstı. 1976´da DİSK’in Devlet Güvenlik Mahkemelerini çıkarmak isteyen AP hükümetine, Demirel´e karsı direnişi yasayı geri çekmeyi ve geri adim atmalarını sağladı. Gezi direnişi yeni bir dalga ve umut yarattı. Halkların ve kitle direnişlerinin yasalardan, hükümetlerin ayak oyunlarından daha güçlü olduğunu gösterdi. Muzaffer Ayata

Türkiye devrimci demokratik halk hareketinin güçlü ve ders çıkarılacak özelikleri ve mirası vardır. İşçi ve emekçilerin örgütlenme ve direnme gelenekleri de bunlara dahildir. Bugün sendikaların ve isçi hareketlerinin çok güçlü olmadıkları ve işbirlikçi-devletçi sendikacılığın palazlandığı bir dönemin yaşandığı açıktırr. Bunu sağlamak için egemen güçler 12 Mart askeri müdahalesi ve 12 Eylül faşist darbesini düzenlediler. Darbelerle devrimci hareketler ve sendikalar hizaya getirilmeye çalışıldı.

rinde pek çok kentte işçiler şalterleri indirerek, işyerlerini, fabrikaları boşaltarak gün boyunca sokaklarda hükümeti protesto ederek sendikal örgütlerine sahip çıkacaklarını, DİSK’i boğdurmayacaklarını ilan ettiler. TÜRK-İş’in örgütlü olduğu fabrikalarda, sendika temsilci ve yöneticilerinin tehditlerine rağmen DİSK üyeleriyle omuz omuza olan işçiler de az değildi. Direniş İstanbul’la sınırlı kalmamış, Ankara, İzmir, İzmit, Zonguldak´a kadar yayılmıştı. İstanbul’da 200 kadar büyük fabrikadan yaklaşık 150 bin işçi iş bırakmış, sokakta sendikal örgütlerine sahip çıkmak için protesto gösterileri yaparken, DİSK’in örgütlülüğü dışında kimi fabrikalarda çalışan işçilerin Disklilerle buluşmasına engellemek için fabrika kapıları kilitlenmiş, dışarı çıkamayan işçiler de gün boyu üretimi durdurmuşlardı. Vapur seferleri iptal edilmiş, Galata Köprüsü açılarak işçilerin birleşmesi, büyük bir kitle haline gelmesi engellenmeye çalışılmıştı. Aynı eylemler sayıları gittikçe çoğalan 300-400 binlere varan işçilerle 16 Haziran’da da devam etti. Yaşam adeta durdurulmuştu. Devletin silahlı güçlerinin kurduğu barikatlar bir bir aşılarak, 2 -3 kilometreyi bulan yürüyüş kortejleriyle kent merkezlerine dalan işçilerin sloganları her tarafta yankılanıyordu. Kartal, Kadıköy ve Levent bölgelerinde polisler işçilerin üzerine ateş açmış ve işçilerden Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım ile Mustafa Baylan yaşamlarını yitirmişlerdi.

Emekçilerin Örgütlü Mücadelesi Sendikal hareket olarak ilk örgütlenen Türk-İş olmuştu. 1952´de Türk-İş kuruldu. Ancak isçilerin haklarını savunmaktan ve mücadele çizgisinden oldukça uzak bir hareket olarak kaldı. Bazı sendikaların arayışları ve tepkileri 1967´de yeni bir örgütlenmeyle sonuçlandı. DİSK kuruldu. Kısa sürede isçiler arasında etkinlik kazanmaya ve hızla büyümeye başladı. Siyasal ortamdaki canlılık, isçi hareketleri, devrimci demokratik gençlikteki dinamizm devlet ve izdüşümü olan siyasi partileri harekete geçirdi. İktidarda AP, Demirel hükümeti vardı. Özellikle DİSK’in büyümesi ve etkinlik sağlamaya başlaması karsısında yeni bir sendika yasası çıkarmaya çalıştılar. Yasasının hedefinde DİSK vardı. Amaç Türk-İş’i yetkili tek sendika yapmak ve DİSK’i etkisizleştirmekti. DİSK ısrarla hükümeti uyardı ve yasanın çıkarılmaması için çalıştı. Ancak bu çağrılara rağmen hükümet yasayı meclise getirmekten geri durmadı. Buna karsı DİSK isçilere çağrı yaptı. Bu çağrılar üzerine15-16 Haziran 1970 tarihle-

TİP, DEV-GENÇ, Devrimci İşçi Birliği ve Devrimci Kadınlar Derneği direnen işçilerle dayanışmada 16 Haziran’da TİP İstanbul İl Teşkilatı, Dev – Genç

45


Özgür Halk İstanbul Bölge Y.K, Devrimci İşçi Birliği ve Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği, çıkardıkları ortak bildiriyi İstanbul sokaklarında dağıtarak direnişi selamlıyor, gençliğin ve kadınların işçi sınıfının mücadelesinin yanında olduğunu vurguluyorlardı. AP iktidarı alelacele toplanarak İstanbul, Adapazarı, İzmit ve Zonguldak’ta sıkıyönetim ilan etti ve ardından Sıkıyönetim Mahkemeleri kuruldu. 7 Haziran’dan itibaren gözaltı ve tutuklamalar başladı. Önemli sayıda fabrikada işçiler üretimden gelen güçlerini kullanarak eylemlerine birkaç gün devam ettiler. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasına aykırı davranmaktan gözaltına alınan işçilerin sayısı yüzlerle ifade edilirken, eylem sonrası süreç içinde, ağırlıklı olarak metal, lastik ve kimya işkollarında 10 bine yakın DİSK üyesi işten atıldı.

Haziran 2015

mişken ortalık tamamıyla milliyetçi ve dini kullanan sağ kesimlere kaldı. Milliyetçi ve siyasi İslam odaklar oluşturulup palazlandırılıyordu. Sol, sosyalist hareketler iddialarını kaybederken Türkiye sağın, milliyetçi güçlerin cenneti haline getirilmişti. Türkiye üzerinden on yıllar geçmesine rağmen hala 12 Eylül anayasasıyla yönetilmektedir. Devlet hiç bir dönemde olmadığı kadar milliyetçi ve gerici bir kadrolaşmaya tanık oldu. Sendikal hareketler adeta dibe vurdu. İsçi hareketi devrimci özünden boşaltıldı. DİSK yine var ama oldukça etkisi zayıflamış ve sınırlanmış durumda. Türk-İş’le bile iktidar yetinmemiş, kendi siyasi uzantısı sendikalaşmaya gitmiştir. Demokratik bir yapılanma olan KESK’e karşı AKP kendi memur sendikalarını kurmuştur. Her türlü destek ve yönlendirmelerle bu sendikalar hormonlu meyveler gibi hızla büyümüş ve palazlanmışlardır.

Direnişe darbeyle yanıt verildi 15-16 Haziran büyük işçi direnişine egemenlerin yanıtı 12 Mart 1971 darbesi olmuştur. Askeri cunta işçi önderlerini tutuklarken diğer taraftan Türkiye sosyalist hareketinin en devrimci unsurlarını tasfiye etmeye çalıştı. Denizler, Mahirler, İbrahimler bu darbenin sonucunda katledildiler. Sınıf mücadelesi ve sosyalist hareketin birbirini besleyerek yükselişi 70’li yıllarda da sürdü. Bu süreçte egemenlerin işçi sınıfına en büyük saldırısı 1 Mayıs 1977’de gerçekleşti. 12 Eylül 1980 darbesinin hazırlıklarına da adım adım başlandı.

12 Eylül rejiminin temel hedeflerinden birisi toplumu politikanın dışına atmaktı. Bu başarılırsa emekçiler örgütlenemeyecek ve haklarını arayamayacaklar, sömürü çarkı kitlelerin sırtında saltanatını daha rahat biçimde sürdürme olanağı bulacaktı. Bu politikanın öncelikli hedeflerinden birisi de gençlikti. Türkiye´de 1960´lardan sonra gençlik oldukça hareketli ve aktif bir devrimci demokratik dinamik olarak ortaya çıkmıştı. Üniversiteler adeta kaynıyordu. DHKP-C, THKO, TKP-ML gibi radikal, devrimci hareketlerin önderleri ve militanları üniversite, aydin gençlik içinden çıkmışlardı. DEV-GENÇ bir gençlik örgütü olmasına rağmen Tüm direnişler, toprak işgallerinden, isçi grevlerine kadar her hareketin içinde bulunmuştur.

12 Eylül tam bir dozer gibi Türkiye halkları üzerinden geçti. Güçlü bir potansiyele sahip olan Türkiye devrimci demokratik hareketlerini ezdi. Üzerinden on yıllar geçmesine rağmen sol, sosyalist güçler bir türlü kendilerine gelemediler. Bırakalım alternatif olmayı, ağırlıklı olarak asimile edildiler ve düzen içine çekildiler. Tüm etkinliklerini yitirme noktasına geldiler. Böylesine güçlü bir emek ve mirasa, birikime sahip olan devrimci güçler ağır bedeller öde-

Bu uyanışa ve gidişata dur demek için peş peşe askeri müdahaleler ve darbeler yapılmıştır. 12 Eylül siyasal sistemi öyle dizayn etti ki, politikayı hem riskli hale ge-

46


Özgür Halk tirdi, hem de gözden düşürdü. Kapitalizm ve sömürü dizginsiz geliştirildi. Kitleler kırsaldan koparılarak şehir varoşlarına dolduruldu. Bu hem kültürel hemze zihin açısında bir yabancılaşma ve derin sömürü aşamasını zirveleştirdi. Emeğini satma, ücretli köleler haline gelme dışında seçenekleri kalmadı. Tüketim alabildiğine kışkırtıldı. Maddiyat hiçbir zaman olmadığı kadar öne çıkarıldı. Maneviyat ve toplumsal dayanışma adeta gereksiz hale getirildi. Yozlaşmış, apolitik bir toplum ve gençlik hedefi büyük oranda da sonuç aldı.

Haziran 2015

meyen bir halk hareketi ortaya çıktı. En az yedi kişi bu çatışmalarda katledildi, yüzlercesi tutuklandı. Gezi´de ortaya çıkan tablo tüm kesimleri şaşırttı. Yeni bir durum olarak politik ve toplumsal alanda varsayıldı. Kimse böyle bir tepki, eylem, dayanışma ve örgütlülük beklemiyordu. Herhangi bir parti veya örgütün örgütlediği bir direniş değildi. Sonradan AKP karşıtlarından, sol, sosyalist kesimlere kadar her çevre bir bicimde direnişlere katildi. Türkiye´de politik analizler, toplumsal değerlendirmeler artık Gezi öncesi ve sonrası olarak ayrı değerlendirilmek zorunda. Kimse kapitalizm koşullarında büyümüş, büyük oranda 12 Eylül kültürü almış, tüketim kalıpları gelişmiş, sanal alemde sörf yapan bir nesilden böyle bir çıkış, direniş ve kararlılık beklemiyordu. Ancak görüldü ki, halklardan ve toplumlardan umut kesilmez. Haksızlıklar ve baskılar insanların özgürlük arayışlarını ve vicdani acıdan sorgulama gücünü kamçılar. Herhangi bir haksızlık karsısında sıradan bir direniş, büyük olaylara ve patlamalara bir kıvılcım olarak çakılır.

Yaratılan bu toplumsallığın üzerine AKP gelip oturdu. Milliyetçiliğin üzerine dini de ekleyerek iktidarlarını pekiştirmeye ve devleti ele geçirmeye devam ettiler. Türk-İslam sentezi 12 Eylül rejiminin dayanağı olmuştu. Bunu her yönüyle uygulayan ve bundan en iyi yararlanan siyasi parti de AKP oldu. 2002´den beri iktidarını kesintisiz sürdürüyor. Giderek daha otoriter ve antidemokratik bir sistem oturtmaya çalışıyor. Bundan aldığı hız ve güvenle toplumu istediği gibi yönetmeye, kimin kaç çocuk yapacağından, nasıl yasayacağına kadar her şeye karışma hakkini kendilerinde görmeye başladılar. Politik cevreler de gençlikten ve yeni nesilden yana fazla bir hareketlilik beklenmi-

Gezi en basta hükümeti oldukça zorladı ve paniğe şevketti. Böyle bir tepki ve direniş hiç beklemiyorlardı. Devleti ve basını büyük oranda ele geçirmiş, 12 Eylül anayasası ile dikensiz gül bahçesi gibi Türkiye´yi yönetiyorlardı. Büyük kalkışmaların işaretleri hiç görülmüyordu. Hükümet duruma hakim olmak için devletin tüm gücünü kullanarak, tıpkı 15-16 Haziran direnişlerinde olduğu gibi baskıları tırmandırdı, yasakları artırdı. Karşı saldırıya geçerek bunun hükümeti devirmeyi hedefleyen bir darbe girimi olduğunu propaganda etmeye, psikolojik savaş eşliğinde kontrolü sağlamaya çalıştı. Toplumun haksızlığa karşı onurlu direnişini manipüle ederek, devlet terörünü meşru kılmaya çalışmak AKP’nin uzmanlaştığı pervasızlıktı.

Askeri cunta işçi önderlerini tutuklarken diğer taraftan Türkiye sosyalist hareketinin en devrimci unsurlarını tasfiye etmeye çalıştı. Denizler, Mahirler, İbrahimler bu darbenin sonucunda katledildiler. yordu. Oldukça apolitik ve tüketim, eğlence kültürü önde bir nesilden söz ediliyordu. Umutları ve ütopyaları olmayan bir nesil olarak kabul görüyorlardı. Para ve maddiyatçılık adeta yeni bir din haline getirilmişti.

Gezi´yi en fazla sol ve devrimci çevrelerin doğru analiz etmesi gerekiyordu. Ancak bu sağlıklı yapıldı, denilemez. Öyle ki, bazı gruplar sanki bir devrim ayaklanması veya örgütlü bir hareketmiş gibi Gezi´den devrim çıkarmaya calipti. Böyle bir yaklaşım kimseye bir şey katmaz ve doğru sonuçlara ulaşılmasını engeller. Kaba kışkırtma ve propagandalarla devrim olmaz. Katılan kitlelerin bilesimi, talepleri, tepkileri farklıydı. Önemli olan bunu görmek, kitlelerin baskı ve zorbalığa direnebileceğini hesaplamak ve buradan çıkarılan derslerle geleceğe daha bir güven ve coşkuyla yürümektir. Yani tüm farklılıkların kendini ifade edeceği ortak paydalar öne çıkarıp gelecek perspektifi oluşturmaktı.

Yeni umut ve beklenmeyen direniş: Gezi 2013 Mayıs ayinin sonlarında meydana gelen Gezi olayları değinmeye çalıştığımız bu görüşlere bir karşılık oldu. Toplumda iktidardan ve sistemden kaynaklı tepkiler ve oluşan birikiminlesin dışavurumu, patlaması olarak ortaya çıktı. Gezi parkında, birkaç ağacı keserek inşaat için alan açmasına karsı sıradan, olağan bir tepki gösterilmeye çalışıldı. Bir grup insan ağaçların kesilmesini engellemeye çalışmak için oturma eylemi düzenledi, parkta geceledi, çadır açtı. Hükümet güçleri tam bir hoyratlık ve pervasızlıkla saldırdı, çadırları ateşe verdi. Buna karsı tepkiler azalmadı, arttı. Hükümet ve polis güçleri saldırgan tutum aldıkça direniş genişleyip yayıldı. Direnişler İstanbul’dan başka bölgelere taştı. Sonuçta milyonlarca insan bu direnişlere katildi. Polisin azgın saldırılarına karsı direnen, sin-

AKP karşı saldırıya geçerek, propagandayı süreklileştirerek, direnişi karalayarak gözden düşürmeye devam ederek ortaya çıkan durumu giderebilmiş değildir. Türkiye artık eski Türkiye değildir. Gezi yerleşik değerlendirme ve yaklaşımları kökünden

47


Özgür Halk

sarstı. Kitlelerde derin iz bırakan bir bilinç farklılaşması yarattı. O zamana kadar devletin ağzından ve zihninden dökülen bilgilerle Kürdistan´ı değerlendiriyor ve bilinç oluşturuyorlardı. Gezi´de bu basının ve hükümetlerin gerçekleri ne kadar çarptıklarını yasayarak gördüler. Kürdistan devrimini ilk defa duygudaşlık yaparak anlamaya çalıştılar, dayanışma duygularını geliştirdiler. Türkiye halkları ilk defa bu kadar yaygın bir kitlesellikle bir arada oluyor ve birbirlerine akıyordu ve anlamaya çalışıyordu.

Haziran 2015

geleceğe dair tüm kesimlerde taze bir umut yaratmıştır. Gezi sonrası sol güçler de genelde bir canlanma ve moral yükselmesi gözlenmiştir. Sol ve demokrasi güçleri tarafından her yönüyle doğru değerlendirilmiş, gerekli dersler çıkarılmış ve ona göre yeni bir yapılanmaya gidilmiş değildir. Çoğunlukla da herkes eski haline ve alışkanlıklarına dönmüştür. Buna rağmen belli bir umut ve moral ortaya çıkmış, kısmi de olsa bazı cevreler de arayışlar görülmüştür. Birleşik Haziran Hareketi ve Sol’un durumu Devrimci-Yol geleneğinden gelen kadroların legal alanda yoğunlaştıkları ve örgütlendikleri parti ÖDP oldu. ÖDP´nin kurulması üzerinden yıllar geçti. Cezaevlerindeki kadroları 1990´da çıktılar. Çıkan kadrolar nicelik ve nitelik olarak önemli bir güçtü. Ancak onları toparlayacak, hızla örgütleyip harekete geçirecek bir önderlik görülmedi. Dev-Yol´un başından beri ciddi, toparlayacak, kadroları sürükleyecek bir önderlik sorunu vardı. Cezaevlerinde ve tahliyelerden sonra bu sorun daha da derinleşti. Kadroların birçoğu zamanla düzende yerleşik yasama geçti, sistem içinde eritildi, asimile edildi.

Türkiye´deki bütün halklar ve ezilenler pratikte yan yana geldiler. Kaderlerinin ve geleceklerinin ortak olduğunu daha iyi anladılar. Ancak BDP ve Özgürlük Hareketi ilk basta kısmen tereddüt yasadı. Tüm ağırlığıyla sürece yüklenmedi. Gezi´nin içine ulusalcı ve milliyetçi bazı çevrelerin katılmasını da dikkate alarak Özgürlük Hareketi direnişe ilk başta biraz mesafeli yaklaştı. Hareketi ilk anda doğru anlama ve okuma olmadı. Daha sonra bu eksikliklerini görerek sürece özeleştirel yaklaştı. Gezi´den çıkarılan en önemli sonuçlardan birisi de AKP iktidarının sarsılmaz olmadığının görülmesiydi. 12 Eylül´den beri hep sağ partiler iktidara gelmiş, Kürtlere düşmanlık temelinde ırkçılık ve milliyetçilik topluma egemen kılınmıştı. Devlet bir partinin, AKP´nin örgütü haline getirilmişti. Düzen partileri alternatif olamamış, sol ve demokratik güçler de toparlanamamıştı. Kürdistan´daki direniş ve devrim de tek ayak üzerinde yürüyordu. Bu koşullarda AKP´yi sarsacak bir halk hareketini kimse beklemiyordu. İşte Gezi direnişi bu yerleşik anlayış ve düşünce kalıplarını yıkmış,

ÖDP´nin serüveni ayrı bir inceleme ve değerlendirmeyi gerektirir. Bu yazıda buna sadece bir değinme yapmakla yetineceğiz. Mahirlerin arkadaşları ve onun izleyicileri olduklarını söyleyenlerin geldiği nokta hem üzücü hem de oldukça hazin. Bu geleneğin en temel sorunlarından ve eksikliklerinden birisi kendileriyle Kürdistan´daki direniş arasına anlaşılmaz bir mesafe koymaları, aralarında yüksek bir duvar örmeleridir. Halbuki PKK ve onun önderliği

48


Özgür Halk her zaman Mahirlerin sempatizanı olduklarını ve onların geleneklerini sahiplenip uygulamaya çalıştıklarını söyledi. PKK, Mahirlerin devrimci, direnişçi ve düzenle hesaplasan radikal çıkışlarını devraldı. Bu çizgiye bağlı kaldı ve yenilmeden bugüne taşıdı. ÖDP´yi örgütleyenler bir türlü yüzlerini ciddi bicimde Kürtlere ve Direniş Hareketine döndürmediler. Hep ayrılıkları ve farklılıkları öne çıkarıp uzak durdular. Kürt özgürlük hareketini kendilerinden saymadılar, onun deneyim ve olanaklarından yararlanmadılar. Halbuki, bu hareket Türkiye devrimci hareketinin içinden çıkmış ve kendisini hiç bir zaman onun dışında görmemişti. Hep birlik ve ittifak arayışları içinde olmuş ve olanaklarını onlarla paylaşmaya hazire durmuştur.

Haziran 2015

dan yüzde on barajını zorlayacak tek parti HDP´ydi. HDP şemsiyesi altında tüm sol ve demokratik güçleri birleştirip bir sinerji yaratmak en doğrusuydu. Bu anlayış ve sorumlulukla HDP tüm partilerle, gruplarla görüşmeler yaptı. Sonuçta BHH hareketi hariç diğer parti ve örgütler HDP´yle secime girmeyi kabul ettiler. Eğer ÖDP de ortakları da girseydi ilk defa sol ve demokratik güçlerin geniş birliği sağlanacak ve güçlü bir sinerji ortaya çıkacaktı. Ancak ÖDP bir türlü buna evet demedi. Adeta CHP ile HDP arasında gidip geldi. Sonuçta da tabanımızı serbest bırakacağız, HDP ile ittifakın içinde olmayacağız, dediler. Bu seçimler herkesin kabul ettiği gibi Türkiye için çok kritik ve önemli bir secimdi. Sonuçları itibariyle yapısal bir rol üstlenecek. Erdoğan’ın başkanlık sistemini dayatması, Türkiye’nin giderek otoriter bir çizgiye kaymasına neden olacak, barış süreci de secim sonuçlarına göre yeni bir mecraya girecekti. İşte bu tarihi kavşakta hızla inisiyatif alıp sürece müdahale etmek gerekirken ÖDP gayet sıradan, gamsız, öncü değil edilgen bir tutum almıştır. Secim meydanlarında kıyamet koparken ÖDP´nin adi geçmemektedir. Sürece öncülük etme, etkileme ve kadrolarını harekete geçirme yerine adeta seyirci durumuna düşmüştür.

ÖDP en son Birleşik Haziran Hareketi içinde olmuş, bir birlik ve güç yaratarak sürece dahil olmak istemiştir. Bu tür girişimler ve arayışlar anlaşılırdır. Neden yapılıyor diye eleştirmekten öte neden bu kadar geç kalındı, daha geniş birliklere gidilmedi biçiminde değerlendirmek daha doğru olur. AKP iktidarının kitlelerde yarattığı bıkkınlık, keyfi uygulamalar, toplumun yaşamını dizayn etme gibi girişimler üst üste gelince harekete geçme ihtiyacının kendisini daha fazla hissettirdiği açık. Birleşik Haziran Hareketi bileşenlerinin bu çabalarını olumlamak ve güçlendirmek gerekiyor

Görülüyor ki, ÖDP ve birlikte hareket ettikleri kesimler hala oldukça geri, eski düşünce kalıpları ve sıradan kaygılarla hareket ediyorlar. Halbuki Türkiye çok önemli bir yol ayrımına gelmiş durumda. Dogmatik ve eskimiş bakış acılarıyla bir yere varılamaz. ÖDP önderlik etme, süreci etkileme irade ve gücü gösterememiştir. Geçmiş mücadele deneyimini doğru analiz etmekten uzak, yüksek tarih sorumluluk basit kaygılara kurban edilmiştir.

BHH oluşup kendisini kamuoyuna tanıtmaya çalıştığı dönemde 7 Haziran seçimleri gündeme geldi. Secimler AKP´yi durdurma, kitlelere bir alternatif sunma ve meydanları kullanarak kendisini yayma ve örgütlenme olanağı veriyordu. Devrimci demokratik gelenekten gelen partiler birleşip güçlü bir ittifak kuramazsa kendi başlarına bir sonuç alma şansları da yoktu. Daha önce seçimlere girilmiş oy oranları biliniyordu. Bu acı-

49


Özgür Halk

Haziran 2015

mez. Solun kaybettiği can alıcı nokta da burasıdır. 12 Eylül darbesi ve sonrasında yaşananlar birçok devrimci hareketi geri düşürdü. Düzeniçileşme, sağa kayma, liberalizme olma en fazla görülen yan oldu. Bir kısım grup da oldukça dar ve dogmatik, somut koşullara göre davranma yerine değişmekten korktu veya değişmemekle övünüp kendisini teselli etmeye calipti. Sol, sosyalist hareketler genellikle de Ortadoğu’ya açılamadı. Yasadıkları bölgeyi, yaşanan sorunları tanımadı, kafa yormadı. Bölgenin en uzağında veya yabancısı kimler diye sorulursa buna Türkiye solu ve sosyalist hareketleri cevabi rahatlıkla verilebilir. Kendi yaşadığı toplum gerçeğinde kopukluğun trajik bir örneğiydı bu durum.

Kürdistan Özgürlük Hareketi Türkiyelileşmeye, halkların birliğini pratikte yaratmaya çalışmakta, bu yönlü arayışlara ve denemelere girmektedir. Türkiye halkları kazanılmadan, birlikte yasama iradesi ortaya çıkarılmadan, ırkçılık ve şovenizm aşılmadan bir çözümü sağlamanın ve demokrasiyi geliştirmenin olanağı yoktur. Ayni şey tersten de olsa Türkiye sol ve sosyalist hareketleri için de geçerlidir. Onlar da Kürdistanileşmeden, egemen ulus kibrini terk etmeden ezilen halklarla bütünleşemezler, birleşmenin ve ortak yasamanın temellerini atamazlar. 15-16 Haziran hareketleri emekçileri esas aldı Türkiye´yi sarstı. 1976´da DİSK’in Devlet Güvenlik Mahkemelerini çıkarmak isteyen AP hükümetine, Demirel´e karsı direnişi yasayı geri çekmeyi ve geri adim atmalarını sağladı. Gezi direnişi yeni bir dalga ve umut yarattı. Halkların ve kitle direnişlerinin yasalardan, hükümetlerin ayak oyunlarından daha güçlü olduğunu gösterdi. Bütün engeller ve gerilikler aşılmak, demokratik bir toplum yaratılmak isteniyorsa bu geleneği esas almak, örgütlenmek ve öncülükten, sorumluluktan kaçmamak gerekiyor.

Devrimci hareketler acık ki, ezilen sınıfların ve halkların saflarında olmak zorundalar. Başka bir sosyalist olma tanımı yok. Ancak Kürt halkı yıllardır özel savaş politikaları altında yıkıma uğratılırken devrimci hareketlerin çoğu ya ilgisiz kalmış ya da eleştirilerini öne çıkararak ayrı durmaya çalışmıştır. Kaldı ki, Kürt sorunu Türkiye´nin en ağır ve tarihi derinlikleri olan bir sorunudur. Bu sorun çözülmeden Türkiye´nin demokratikleşmesi de olanaksızdır. Türkiye´deki emekçilerin, ezilenlerin çıkarlarını savunmak için de olsa Kürt sorununa ilgisiz kalınamaz.

Ortadoğu’da devrimci bir durum ortaya çıkmıştır Bölge kaynıyor. Ateş çemberi içindedir. Bölgesel ve uluslararası güçler gelişmeleri çıkarlarına göre yönlendirmeye çalışmaktadır. Hangi güç daha örgütlü ve direngen olursa o sürece damgasını vuracaktır. Gelişmeler çok hızlı. Koşullar son derece elverişli. Dengeler oldukça değişken ve kaygan. Normal zamanlarda yaşanmıyor. Zaman kimseyi beklemez. Bu acıdan devrimci güçler hızlı hareket etmeli, birlikler ve ittifaklar geliştirerek halklar lehine sürece müdahil olmalıdırlar. Bu gerçeklik yaşanmış ve verilmiş bedellere hakkaniyetli bağlılığın temel düsturudur.

Türkiye devrimci ve sol hareketleri Kürt sorununa bir türlü bütünlüklü bakamadı. Buna göre politikalar belirleyip bir durusun sahibi olamadı. Parçalı ve eklektik kaldı. Bazı gruplar PKK´nin yenilmediğini ve sürekli bir gelişme gösterdiğini görünce anlamaya ve bu deneyimlerinden yararlanmaya başladılar. Ortak hareket etmek için caba ve arayışları olanlar var. Ancak ÖDP gibi hareketlerin yolu misafirlik temelinde de olsa PKK´ye, barındıkları alanlara bir türlü düşmedi. Sosyalist ve sol güçlerin zihinsel olarak köklü bir dönüşüme ve kendilerini sorgulamaya ihtiyaçları var. Zihinsel olarak sistemden kopmadıkları sürece, yaşamlarını devrimci tarzda kuramazlar. Düzen içinde yaşayıp düzeni değiştirmek ve kitleler üzerinde etkide bulunmak mümkün değildir. Sol güçler bir türlü dar ilişkilerden ve elit, halktan kopuk bir yasamdan kopamadı. Kitlelerin içine giremediler. Emekçilerin, öğrenci gençliğin sorunlarına hakim olmak, içlerine girmek, örgütleyip harekete geçirmek gerçek bir devrimci militan ruhu ve yaşamı gerektirir. Türkiye´de solun böyle çalıştığı ve yasadığı söylene-

Türkiye sosyalist hareketlerinin darlıktan, kendisini tekrar eden gerilik ve dogmatizmden, düzen içi bir eleştiri gücü olmaktan ziyade öncü olmaya ve irade keskinleştirmeye acil ihtiyacı vardır. Kürdistan devrimci dinamikleriyle birleşmeyi ertelemek bir yana, bunu öne alarak güç birlikleri ve ittifakları ilerleterek Ortadoğu’da söz sahibi olma, bölgeye demokratik bir alternatif sunma tarihi sorumluluğuyla karsı karsıya olunduğu unutulmamladır.

50


Özgür Halk

Haziran 2015

Komplo İhanet ve Soykırım Başlangıç Tarihi Şeyh Said’i idam eden güçlerle Başkan APO’yu İmralı kayalıklarına derdest edenler aynı güçlerdir. Bu yüzden bu güçleri tanımak gerçek yüzlerini açığa çıkartmak ve teşhir etmek gerekir. Önder APO bu güçleri kapitalist modernite sistemine öncülük eden ABD ve Avrupa Birliği olarak ifadelendirdi. Şeyh Said isyanı zamanında da bu güçler yine başat güçlerdi. Sinan Şahin

Cibranlı Halit: “Karşınızda yalnız değilim. Arkamda, Mezopotamya’da muazzam bir Kürt Ulusu bulunmaktadır. Bugün beni asıyorsunuz, fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız da sizleri yok edeceklerdir.” Şeyh Sait: “İşte tesbihi atıyorum ve tüfeği alıyorum! Varlığım ve çocuklarım sizinkilerden daha fazla. Halkımın hakları yolunda hepsini feda ediyorum…” Dr. Fuat: “Yaşamımı bir gün vatan yolunda adamaya ahd etmiştim. Bağımsızlık bayrağının, üzerinde idam edilmekte olduğumuz bu vatan toprakları üzerinde bir gün dalgalanacağından hiç kuşkum yoktur…” Bavê Tujo” adıyla tanınan avukat (Hacı) Mehmet Ahdi: “Yaşasın Kürdistan….”

mekteydi…” Önder APO’nun tutsak edilmesine kadar devam eden Kürt halkına kurulmuş bu komployu anlamak, çözmek ve boşa çıkartmak ancak bunun arkasındaki güçleri açığa çıkartmakla mümkün olur. Aynı şey Şeyh Sait isyanını anlamak içinde geçerlidir. Şeyh Said’i idam eden güçlerle Başkan APO’yu İmralı kayalıklarına derdest edenler aynı güçlerdir. Bu yüzden bu güçleri tanımak gerçek yüzlerini açığa çıkartmak ve teşhir etmek gerekir. Önder APO bu güçleri kapitalist modernite sistemine öncülük eden ABD ve Avrupa Birliği olarak ifadelendirdi. Şeyh Said isyanı zamanında da bu güçler yine başat güçlerdi. İsyanı daha doğru tanımlayabilmek ve sonuç çıkarabilmek açısından o zamanki koşulların daha derinlikli incelenerek tahlil edilmesine gerek vardır.

20.yüzyılda Şeyh Sait isyanı olarak adlandırılan ve Kürt halkına kurulan büyük komplonun 90.yıl dönümünde Şeyh Sait ve 48 arkadaşı şahsında yaşamlarını yitirenleri saygı ve minnetle anıyor, özlem ve hayallerini gerçekleştireceğimizin sözünü veriyoruz. Yine uluslararası bir komployla tutsak alınarak İmralı adasına hapsedilen ve tiyatroyu andıran bir mahkeme kararıyla Önder APO’ya idam cezasının verilmesinin 16.yılını büyük bir kin ve nefretle kınıyor, Önder APO şahsında Kürt halkına dayatılan bu komployu asla kabul edip hazmetmeyeceğimizi belirtiyoruz.

20.yüzyılın başlarında kapitalist-emperyalist sistemin öncü güçleri olan Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya 19.yy’da gelişen ulus-devlet tartışmalarında “hangi etnik kimlik hangi mekânda çoğunlukta yaşıyorsa orada kendi ulus-devletini oluşturma hakkının verilmesi” sonucuna varmışlardır. Bu tartışmayı ulusların kendi kaderini tayin hakkına dayanak yaparlar. Oysa bu politika ulus-devletlerin böl-parçala ve yönet politikasının değişik bir versiyonudur. ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın geliştirmek istediği bu istem, bir kıvılcımın bozkırı tutuşturması, gibi Anadolu’da yasayan halkları etkiler ve tutuşturur. Böylece birbirlerini boğazlamaya varacak kadar geliştirilen milliyetçilik tohumları da ekilir. Bu politikalar sonucunda halklar bahçesi olan Anadolu, halkların katledildiği mezbahalara dönüşür. Yaşamın fışkırdığı Anadolu coğrafyasından kan fışkırır. Anadolu’da yaşanan soykırım ve katliamların bir sorumlusu veya günah keçisi aranacaksa bu anlayış ve bu anlayışı geliştirenlerde aranmalıdır.

Başkan APO, bu komploya ilişkin şunları belirtiyor: “İmralı’ya getirilişim hegemonik sistemin (ABD ve AB’nin önderlik ettiği kapitalist modernite sistemi) gücüyle gerçekleştirildi… Getiriliş tarihim 15 Şubat’tı. Bu tarih, 15 Şubat 1925 tarihi Şeyh Sait’e yönelik komplonun başlangıç günüydü. Tiyatroluk bir Ada Mahkemesindeki yargılamadan sonra, 29 Haziran 1999’da idam kararı verildi. 29 Haziran da Şeyh Sait ve bir grup arkadaşının idam edildiği gündü. Belli ki yetmiş beş yıldır (1999 yılına göre) Kürtler üzerindeki büyük inkâr ve imha operasyonları aralıksız sürdürül-

Bulunduğu alanda demografik çoğunluğu sağlamak

51


Özgür Halk için diğer halkları ya sürgün etmek ya da katletmek gerekir. Ancak bunun sonucunda demografik çoğunluk elde edilir ve ulus-devlete gidilebilir. Bir darbe ile Osmanlı iktidarını ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi bu demografik düzenlemeyi yapabilmek için komplolara dayalı çeşitli senaryolar geliştirirler. Bunun için; a-Hristiyan halkların Anadolu’dan sürgün edilerek çıkartılması b-Türk olmayan Müslümanlarında yerlerinden edilerek sürgün edilmeleri ve çoğunluk oluşturmayacak şekilde ülkenin değişik yerlerine dağıtılmaları.

Haziran 2015

Kürdistan ve Ermenistan’a yönelirler. 1894-1896 yıllarında Ermenilere tehcir ve katliam uygularlar. Ancak asıl büyük temizliği 1909 yılında Adana olayları dedikleri olaylar sırasında uygularlar. Böylece Ermeni halkını katliamdan geçirirler. Aynı şeyi Rumlara da uygularlar. Başta Trabzon olmak üzere Karadeniz’in birçok yerinden Rumları sürerler. Müslüman olmayan bu halklar etnik temizlikten geçirildikten sonra sıra Müslüman olan ama Türk olmayan halklara gelir. Bunların basında da Kürtler gelir. İttihat ve Terakkinin öncülerinden olan ve iktidarı ellerinde tutan Cemal ve Talat paşalar 1916 yılında çıkardıkları bir kanunla sözde Rus savaşından kaçan Kürtleri Anadolulun iç kesimlerine yerleştirirler. Bu yerleştirmeler giderek Kürtleri Türkleştirmeye dönüştürülür. Kürt nüfusunu batı Anadolu’ya sürerek orada nüfusun içinde yüzde 10’unu aşmayacak şekilde yerleştirirler. Yerleştirilen bu Kürtlere, Kürlüğe ait özellikleri bırakılarak Türkleşmeleri dayatılır. Bu politikayı kabul etmeyen Kürtler ise katliamdan geçirilirler.1916 yılındaki Bitlis isyanı ve sonrasında şeyh Selim, şeyh Şahabettin ve Seyit Ali’nin idam edilmeleri bu politikanın sonuçlarıdır.

Ancak bu etnik temizlikle Anadolu Türklerin yurdu olabilecek, bununla etnik coğrafik ve iktisadı temizlik yapılarak Türkleştirme geliştirilecektir. Bu politikaların uygulandığı alanların başında Trakya gelir. Balkan Savaşlarından sonra başta Edirne olmak üzere Trakya’nın büyük çoğunluğu Hristiyan ve Türk olmayan Müslümanların eline geçer. Ancak daha sonra Edirne’nin Bulgarlardan geri alınmasından sonra etnik temizlik yapılır. Edirne’den kaçabilen Bulgarlar kendilerini katliamdan kurtarmışlardır. Ancak kaçamayanlar katliamdan geçirilmişlerdir. Edirne’de adeta tek bir Bulgar bırakılmaz. Edirne, Meriç suyu ile yıkanır gibi Bulgar kanı ile yıkanır.

Osmanlı imparatorluğu I. Dünya Savasından yenik çıkınca İttihat ve Terakkicilerde iktidardaki ve toplumdaki ağırlıklarını kaybettiler. Yapılan Mondros ve Sevr anlaşmaları ile ittihat ve Terakkicilerin uyguladığı Türkleştirme politikaları adeta ters teper. Müslüman olmayan halklar bu durumdan faydalanıp kendi ulus-devletlerini kurmaya çalışırlar. Bu amaçla onlarca örgüt kurulur. Kurulan bu örgütlerde üç temel anlayış kendisini dayatır. Bunlar; a-İttihat ve Terakki Partisiyle işbirliği yapanlar. Ermeni Taşnak partisinin o dönem yaklaşımı budur. Abdülhamit karşıtı politikalarda anlaşılmış ve işbirliği yapılmıştır. Hatta bu işbirliği sonucunda 15 milletvekili meclise sokmuşlardır. b- Osmanlı imparatorluğunun son varisleriyle işbirliği yapanlar. Bunlar daha çok Sevr yanlısı olup Damat Ferit paşa hükûmeti ile ilişkilenenlerdir. Ermeni Hınkçak partisi, Kürt Teali Cemiyeti bunlardandır. Bunlar ittihat ve Terakkicilere karşı donanma muhalefet gücü olan Hürriyet ve İtılaf Partisi ile ittifak yapmış, anlaşma imzalamışlardır. c-Din, mezhep, etnik yapı düşünsel farklılıklara rağmen, işgalcilere karşı halkların ittifakına dayanan direnişçi eğilimlerdir. Bu eğilim-

Arnavutlar ve Boşnaklarda bu etnik temizlikten yeterince nasibini alırlar. Arnavutluk, 1912 yılında Osmanlı işgalinden kurtularak bağımsızlığını ilan eder. Bu bağımsızlık Arnavutlar için adeta ölüm fermanı olur. İktidardaki İttihat ve Terakkiciler, Osmanlılara karşı bağımsızlık savaşı veren Arnavutları adeta hain ilan ederek, “Arnavutlar toplumdan ayıklanacak ve sınır dışı edilecek” kararına ulaşırlar ve bunu zor ve şiddetle uygularlar. Bu şekilde Trakya’yı Arnavutlardan de temizlerler. Boşnakların ciddi bir siyasi istem ve örgütlenmeleri olamamasına rağmen aynı akıbeti yaşamaktan kurtulamazlar. İleride siyasal istemleri olabilir olasılığına karşılık çoğunlukta yaşadıkları yerlerden kopartılarak Anadolu içlerine sürgün edilirler. Burada da temel alınan kıstas oradaki yerel nüfusun yüzde 10’unu geçmemeleridir. İttihat Terakkinin geliştirdiği bu etnik temizlik büyük küçük sayıca az çok tüm halkları etkiler. Ancak en büyük etkiyi sayıca çok olan Kürtleri, Ermenileri, Rumları ve Arapları etkiler. Batı illerindeki azınlık halkları etnik temizlikten geçirdikten sonra doğuya,

52


Özgür Halk ler Anadolu ve Kürdistan’ın her yerinde boy veren ama fazla örgütlü olmayan direniş örgütleridir.

Haziran 2015

bir kırılma yaratır. Zaten 1921’de Koçgiri’de gelişen isyanın bir nedeni de budur. M. Kemal yaşanan savaşı gerekçe göstererek Kürtleri yeniden ikna etmiş Kürt özerkliği ve ortak vatan sözlerine karşılık Koçgiri isyanı çatışmasız bitirilmiştir. Ancak yaşanan bu durum Kürt aydınlarını derin kuşkulara düşürmüştür.

1.Dünya Savaşından sonra yaşanan kaotik durumda Kürtlerde de iki eğilim kendisini gösterir. Bunlardan birinci eğilim; İngiliz ve Fransız yanlısı Damat Ferit Paşa hükûmeti ile anlaşma imzalamış eski Kürt şeyh ve beylerinin başını çektiği eğilimdir. Kürt Teali Cemiyeti bu eğilim içindedir. Her ne kadar Kürt Teali Cemiyeti içinde değişik eğilimler olsa da temel eğilim budur. İkinci eğilim ise, işgalcilere ve sömürgecilere karşı ortak vatan temelinde mücadeleyi esas alan, birlikte kardeşçe yaşamayı esas alan eğilimdir. Toplumsal özelliklerden de kaynaklı olarak Kürtlerde egemen olan ikinci eğilimdir. Zaten daha 1.Dünya Savaşı sürerken Kürdistan’ın birçok yerinde sömürgecilere ve işgalcilere karşı direniş hareketleri gelişmiş durumdadır. Antep, Maraş, Urfa ve Serhat direnişleri bunun ifadesidir. Kürdistan’ın önemli bir bölümü savaş sürecinde işgalcilerden kurtarılmıştır.

Fransız arşivlerinden çıkan Haziran 1921 tarihli bir belgede bu durum belirtilir. Kürtler ve yeni ittihatçılar arasında kimi çatışmaların yaşandığını belirttikten sonra, Kürtler ve yeni İttihatçı Kemalistler arsında bir protokol imzalandığını belirtir. Bu protokole göre; “1- Ankara hükümeti tarafından Kürtlerin yaşadığı bölgede otonom bir Kürt devleti tanınacaktır. 2- Bu otonom Kürt devletinin sınırları Kürtler tarafından çizilecektir. 3- Türk jandarmaları ve Türk devlet görevlileri Kürdistan sınırlarının dışına çıkacaklardır. 4-Otonom Kürdistan’ın örgütlenmesine Türk devleti karışmayacaktır. 5- Ankara hükümetinin topladığı tüm askeri vergiler ve gelirleri Kürdistan’a tahsis edilecektir. 6- Türkiye toprakları içinde kalan Kürtler dış mihraklara karşı korunacak ve orduda bulunan Kürtler özgür bırakılacaklardır.”

Kürtlerdeki bu direnişçi durumu fark ederek gören yeni ittihat ve Terakkiciler, eski inkarcı, etnik temizlikçi politikalarına bir dönem ara vererek Kürtlere yakınlaşırlar. Ortak vatan temelinde Kürtlere birçok söz verirler.

1923 Temmuzundaki Lozan anlaşması ile Güney Kürdistan’da Kuzey Kürdistan’dan kopartılarak İngilizlere bırakılmıştır. Güney Kürdistan petrolleri üzerinde Türklerle İngilizler arasında yoğun bir mücadele yürütülmüş sonuçta o dönemin parası ile 500 bin İngiliz sterlinine Güney Kürdistan İngilizlere satılmıştır. Buna karşılık İngilizlerin öncülüğündeki dünya kapitalist sistemi de yeni Türk devletini tanıyarak kendi sistemine yedeklemiştir.

Kürtlerdeki bu direnişçi durumu fark ederek gören yeni ittihat ve Terakkiciler, eski inkarcı, etnik temizlikçi politikalarına bir dönem ara vererek Kürtlere yakınlaşırlar. Ortak vatan temelinde Kürtlere birçok söz verirler. Başta M. Kemal olmak üzere yeni ittihatçıların öncüleri çeşitli konuşmalarında bunu dillendirmişlerdir. Böylece Kürtlerin gönlünü kazanmaya çalışmışlardır ve bunda önemli oranda da başarılı olmuşlardır. Yayınlanan Amasya tamimi bu ortaklığın somut ifadesi ve belgesidir. Sonrasında yapılan Erzurum ve Sivas kongreleri ve 1920 de meclisin açılışı bu anlayış temelindedir. Bu yaklaşım ortak düşmana karşı birlikte yaşam veya ittifak yaklaşımını geliştirmiştir. Çanakkale savaşından tutalım, Kurtuluş savaşının tüm aşamalarında ve mekanlarında Kürtler temel bir güç ve müttefik olmuşlardır. Bu ittifakın temelinde ortak vatan esprisi vardır. 1921 yılında yapılan birinci anayasa bunun en somut ifadesidir. Bu anayasaya göre Kürtlerin ve Türklerin ağırlıkta yaşadığı alanlar ortak vatanın sınırları yani Misak-ı Milli olarak kabul edilmiş, bundan asla taviz verilmeyeceği belirtilmiştir. Ancak daha bu sözlerin etkisi geçmeden, bu yazıların mürekkebi kurumadan Fransızlarla Ankara anlaşması yapılır. Bu anlaşma ile Kürdistan’ın Rojava parçası Kürdistan’dan kopartılarak Fransızlara bırakılır. Böylece misakı milli sınırları parçalanır. Kürdistan’ın bütünlüğüne sahip çıkılmaz. Bu durum Kürtlerde belli

Yeni ittihatçı Kemalistler yaşadıkları zorlanmalardan dolayı yukarıdaki anlaşmayı kabul ederler. Ancak çok geçmeden bu anlaşmayı unutarak tanımazlar. Aslında bu Kürtleri kandırmadır. Önder APO buna komplo diyor: “Kürdistan’ın oluşturulmak istenen Irak temelinde parçalanması, Misak-ı Milli’nin açık ihlalidir. Bu gelişme TBMM’de ve Kürtler arasında büyük infiale yol açmıştır. İngilizlerle yapılan 5 Haziran 1926 tarihli bu anlaşma halen karanlıkta bırakılmış birçok unsur taşımaktadır. Kürt soykırımının başlangıç tarihi olarak işlemek şarttır. Mustafa Kemal’in bu konuda da çok zorlandığı ve hesap vermekte çok güçlük çektiği bilinmektedir. Bu antlaşmayla Kürtlerle Türkler arasındaki tarihsel uzlaşmanın temeline dinamit konulduğu da bilinmektedir. 1925’teki Şeyh Sait önderlikli isyan aslında bu tarihsel ihaneti örtbas etmek için hem provoke edilmiş, hem de anlamsız yere çok acımasız ve kanlı biçimde bastırılmıştır. 1925 yılı bu anlamda sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve soykırımın başlangıç tarihidir.”

53


Özgür Halk

Haziran 2015

“Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Hısn-ı mansur (Adıyaman), Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaklardır…” diğer bir madde de “Fırat’ın batısındaki bölümlerde dağınık biçimde yerleştirilmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları tamamen yasaklanmalı ve kız okullarına önem verilerek Türkçe konuşmaları sağlanmalıdır…” Bu plana göre sivil veya askeri mahkemelerde Kürt hakim bulundurulmayacaktır. Hükümetin nüfuzunu güçlendirmek için Kürt memurlar çalıştırılmayacaktır. Bu durum açıktan göstermektedir ki kurtuluş savaşı ruhu, ortak vatan esprisi, kardeşlik söylemleri unutularak bir köşeye atılmıştır. Bu yasalarla Amasya tamiminin, Erzurum Sivas kongrelerinin, birinci meclis ve birinci anayasanın ırzına geçilmiştir. Tüm bu olup bitenlere karşı Kürtlerin sessiz kalması bunları içine sindirmesi, boynunu vursun diye celladına uzatması beklenemez. Kürt halkı bu olanlara direnişle karşılık verir. Bu direnişi örgütleyip geliştirenlerin başında da Azadi örgütü gelir.

Uluslararası güçlerin desteğini alan genç Türk cumhuriyeti zeminini sağlamlaştırdıkça İttihat Terakkinin 1910’larda uyguladığı kimliği, iktisadı ve coğrafyayı Türkleştirme politikasına yeniden geri dönüş yapar. Homojen bir ulus-devlet yaratmak için farklılıkları eritme politikasını uygular. Bu politikaya direnenleri de katliamdan geçirir. Müslüman olmayan halkların büyük çoğunluğu I. Dünya Savaşı sürecinde ittihat ve Terakkiciler tarafından katliamlardan geçilip yerlerinden edilmiş etnik temizlikleri yapılmıştır. Aslında muhalefet potansiyeli bulunan tüm kesimlere uygulanmıştır. Kurtuluş Savaşının temel dinamiklerinden olan solcular, sosyalistler ve komünistler çeşitli komplolarla tasfiye edilmişlerdir. Bu komplolar Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de katledilmeleriyle başlamıştır. Yine kurtuluş savaşının temel dinamiklerinden olan gerçek anlamda Müslüman olanlar, kültürel İslam’ı yaşayanlar tasfiye edilmişlerdir. Müslüman olan ama Türk olmayan Çerkez halkı, Çerkez Ethem şahsında komploya getirilerek imha edilmişlerdir. Bu etnik, dini ve siyasi temizliğe karşı tek büyük güç ve halk Müslüman ama Türk olmayan Kürtler kalmıştır. Bunları da etnik temizlikten geçirmek yeni ittihatçılara yani Kemalistlere kalmıştır. “Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in M. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabına yazdığı önsöz oldukça çarpıcıdır. ‘Doğudaki şehirler ülkemizin hem kapıları hem de kaleleridirler. Doğudaki şehirlerde denetimi kaybedersek batı Anadolu’daki konumumuzu muhafaza etmemiz kolay olmayacaktır…” İşte bu kalelerin korunması kollanması için Türkiye Cumhuriyeti elinden geleni ardına koymaz. Kürtler ve Kürdistan’la ilgili ne var, ne yok hepsini dürer ve yedi kat yerin dibine gömer. Bir daha filizlenmemesi için de üstünü betonlar ve mermerle kapatır.

İnkara bir tepki hareketi: Azadi Örgütü “Ayrılıkçı eğilimin Koçgiri İsyanı deneyimi (19191920) önemliydi. Gerekli dersler çıkarılsaydı Kürt özerkliğine götürülebilirdi. Ama önderliğinin yetmezliği ve çok güçlü olan İttihatçı Türk ve Yahudi ittifakı (Beyaz Türk faşist oluşumu) karşısındaki zayıflıkları ve donanımsızlıkları erken tasfiye edilmelerine yol açtı. Gecikmeli oluşturulan Azadî Cemiyeti’nin (1924) tepki olarak önderlik etmek istediği isyan hareketine 15 Şubat 1925’teki Diyarbakır Dicle provokasyonuyla erken doğum yaptırıldı. Yaşlı Nakşi Sait’in omzuna yıkılan dağınık ve örgütsüz isyanın genç Cumhuriyet burjuvazisi tarafından ağır bir tasfiye ile sonuçlandırılacağı belliydi. Bu isyanda ilginç özellikler vardır. Azadî Cemiyeti’nin kendisi milliyetçi bir örgütlenmedir. Önderi Cibranlı Halit (İsyandan önce yakalanıp Bitlis’te yargılanmaksızın kurşuna dizildi) Hamidiye Alayları’nın etkili bir komutanıdır. Kurtuluş Savaşı’nda Doğu cephesinde önemli katkıları olmuştur. Aydın nitelikleri vardır. Şeyh Sait, Şafii mezhebi ve Nakşi tarikatının etkili önderlerindendir. Aynı zamanda Bingöl’den Halep’e kadar uzanan koyun ticareti trafiğin-

‘Kemalist ulusçuluk yeni kurulan cumhuriyette Türklerden başka kimseye yer bırakmadı. 1924’te bütün Kürt kurumları, okullar dinsel vakıflar ve yayın organları, resmi okullar kapatıldı.’ (Phıllıp G.Kreyenboeck) (İttihat Terakkiden Günümüze Yek Tarz-ı Siyaset: Türkleştirme- Gülçiçek Günel Tekin) Kürt halkının inkarı giderek gelişecek, şark ıslahat planı ile yasallaşacaktır. Bu ıslahat planı Kürtlerin ölüm fermanı olacaktır. Bu plan bir beyaz soykırım, dilkırım, kültürel soykırımdır. Bu planın onlarca maddesi vardır. 41. madde şöyle der:

54


Özgür Halk de önemli bir ağırlığı vardır. Ticaret burjuvası sayılabilir. Seyit Abdülkadir, 1878’deki Nehrî İsyanının önderi Şeyh Ubeydullah’ın oğludur. O da Nakşi şeyhidir. Ayrıca birçok yerel beylik kalıntıları isyanla irtibatlıdır.”

Haziran 2015

şunları belirtir. “Kalktım, Erzurum’a gittim, otele yerleştim. Kendisine pusula göndererek görüşmek istediğimi yazdım. Bir süre sonra pusulamın arkasına sizinle görüşmeye mazurum, Halit diye yazarak iade etti. Ben kızdım, gücendim. Sonra ne olursa olsun, verilen bu görevi yerine getirmeliyim dedim. Ve evine gittim. Kendisine durumu anlattım, rica ettim. Kendisi buna karşı Kürtlerin tüm yardımlarına, dostluklarına rağmen, hükümet Kürtlerin kimliklerini tanımadığını, haklarını vermediğini, sözlerinde durmadıklarını söyledi ve sonunda da, ‘Hacı! Hacı! Halit’in boynu ipiniz için hazırdır’ deyince ayrıldım. Ankara’ya döndüm. Gazi hazretleri locada beni bekliyordu. Durumu kendisine anlattım. Artık yapacak bir şey yoktu.”

Yukarıda Başkan APO’dan yaptığımız alıntı Azadi örgütü ve kurucuları hakkında yeterince bilgi vermektedir. Ancak yine de kısaca da olsa Azadi örgütünü ve bu örgütün Kürt özgürlük mücadelesindeki yerini doğru tanımlamak önemlidir. Önder APO’nun da belirttiği gibi Azadi Örgütü yeni ittihatçı Kemalistlerin Türkleştirme girişimleri ve misakı milliden taviz veren politikalarına karşı Kürt asker ve aydınları tarafından oluşturuldu. Bu oluşuma Hamidiye alaylarında albaylık yapan Cibranlı Halit öncülük eder. Yine Kürt Teali Cemiyetinin öncü kadrolarının bir kısmı da bu oluşum içinde yer alırlar. Cıbranlı Halit ve çevresindekiler 8 Şubat 1921 yılında Erzurum’da örgütü kurarlar. Ancak örgütün kuruluş tarihine ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Kuruluş tarihini 1923, 1925 gösterenlerde vardır. Ahmet Kahraman’ın Kürt İsyanları adlı kitabında hareketin oluşumunda yer alanları şöyle tanımlar: “Asker olan ve yeni Türk ordusunda yüzbaşı olan ve daha sonra Ağrı isyanına öncülük edecek olan İhsan Nuri Paşa, Süleymaniyeli İsmail, Mülazım Hakkı Saveş, Hertuşlu Hurşit, Doktor Fuat, Gazeteci Kemal Fevzi, Cemil paşa ailesinden Ekrem Bey.” Örgütün ilk toplantısı Cıbranlı Halit’in Erzurum’daki evinde yapılır ve bu toplantıda Cıbranlı Halit, toplantıya katılanların oy birliğiyle örgütün başkanlığına seçilir. Örgüt, illegal temelde örgütlenir. Kısa sürede belli bir gelişmeyi sağlar. Kürdistan’da 18 yerde komitelerini kurar. Yeni Türk ordusunda subay olan birçok Kürt örgüte katılır. Cıbranlı Halit, Kürt Teali Cemiyeti içinde de yer alan Mustafa Paşa Yamulki ve Kürt Şerif Paşa ile ilişki geliştirir. Daha sonra 1.mecliste Bitlis mebusu olan ve çevrede büyük etkinliği olan Yusuf Ziya’yı örgüte katar. Yusuf Ziya’nın örgüte katılması büyük bir fırsat yaratır. Milletvekili olmanın avantajlarını da kullanarak kısa sürede örgütlenme faaliyetlerini geliştirir. Bitlis’in diğer mebusu olan ve Erzurum kongresini toplamada büyük emekleri geçen Mutkili Hacı Musa’yı ’da örgüte katar. Şeyh Sait’in oğlu şeyh Rıza ve Cıbranlı Halit’in damadı Kasım, Hamidiye alaylarında yüzbaşılık yapan ve Malazgirt sorumlusu olan Patnos’lu Kör Hüseyin Paşada örgüte katılır. Böylece örgüt giderek gelişir. Örgüte ulusal düşünceler giderek daha belirginlik kazanır. Bu durum yeni ittihatçı Kemalistlerin dikkatinden kaçmaz. Kör Hüseyin Paşa ve Kasım’dan bilgi alır. Kasım bu durumu mahkemedeki itiraflarında da anlatır. Henüz Lozan anlaşması imzalanmadığından yeni ittihatçı Kemalistler Kürtlere daha ılımlı yaklaşırlar. Mustafa Kemal, Cıbranlı Halit’i ikna etmek ve Kürtlerin desteğini kazanmak için Muş milletvekili Hacı İlyas Sami’yi görevlendirir. Ahmet Kahraman Kürt İsyanları adlı kitapta Muş milletvekili Hacı İlyas Sami’nin anılarına dayanarak

Lozan anlaşmasının imzalanmasından sonra Kürt inkarı giderek daha fazla gelişir. Mart 1924’te çıkarılan bir kanunla mahkemelerde Türkçe’nin dışında başka dillerin kullanılmasını yasaklanır. Bu yasak sadece mahkemelerle sınırlı kalmaz. Kürtlerin eğitim gördükleri medrese ve okullarda kapatılır. O zaman Türkiye genelinde 4875 okulda toplam 382 bin öğrenci eğitim görmektedir. Bunlardan 215 okul, 8400 öğrencisi Kürt’tür. Kürtçenin yasaklanmasıyla Kürtler eğitim sisteminden tamamen dıştalanır. Kürtçe okullar kapatılmasına rağmen Kürtlerden eğitim vergisi alınır. Eğitimin yanında günlük yaşamda da Kürtçenin yasaklanması, Kürt varlığının inkar edilmesi Azadi örgütünü daha da radikalleştirir. 1924 yılında yapılan örgüt kongresinde tüm Kürtlere çağrı yapılarak isyan hazırlığı yapılır. Bunun için değişik komiteler kurulur. Kürdistan’da etkinliği olan tüm şahıs ve aşiretlerle ilişkiler geliştirilir. Cıbranlı Halit’in damadı olan Şeyh Sait ve Kürt Teali Cemiyetinin başkanı ve Osmanlılarda meclis başkanı olan nakşi şeyhi Seyit Abdulkadir’inde aralarında bulunduğu birçok dini şahsiyette katılır. Şeyh Sait ve Seyit Abdulkadir Kürt halkı üzerinde büyük etkileri vardır. Bunların örgüte katılması Azadi örgütünün gücünü daha da arttırır. Bu kongrede üç temel karar alınır. Bunlardan; 1-Kürdistan’ın bağımsızlığı için askeri bir örgütlenmenin oluşturulması ve bunu kısa sürede geliştirerek Mayıs ayında isyanın başlanması 2-Kürt sorununu Milletler cemiyetine götürülmesi 3-Çeşitli ülkelerle diplomatik ilişki geliştirilerek güç ve destek istenmesi. Örgüt içindeki askerler üzerinden Türk ordusu içindeki asker ve subaylarla ilişkiler geliştirilir. Böylece isyanın askeri hazırlıkları yapılır. Cibranlı Halit ve Yusuf Ziya bizzat halk arasında çalışarak örgütlenmeyi derinleştirmeye çalışırlar. Kürt liderlerinden şeyh Mahmut Berzenci ve Sımko Şikaki ile görüşürler. Yusuf Ziya’nın amacı Kürt liderlerinden mazbatalar alarak Milletler Cemiyetinde Azadi örgütünü kabul ettirmek-

55


Özgür Halk tir. Dış ilişkileri yürütmek için komiteler görevlendirirler. Rusya’ya gidip Lenin’le görüşen ve sosyalizmin desteğini isteyen komiteye Lenin, Kürtlerin mücadelesinin haklı olduğu, ancak içinde bulundukları konumlarından dolayı bu harekete destek veremeyeceklerini belirtir. Fransızlarla görüşmek üzere Rojava’ya giden komite, Fransızlardan denetimlerinde olan demiryolunun Türklerin asker taşımaları için kullandırtmamalarını, kendilerine yardımda bulunmalarını isterler. Ancak Fransızlar komitenin bu isteğine olumsuz cevap verdikleri gibi, Türklerden aldıkları kimi tavizler karşılığında denetimlerindeki demir yolunu kullandırırlar. İngilizlerde Musul meselesi karşılığında destek verebileceklerini söylemelerine rağmen, Türklerin Musul’u İngilizlere vermelerine karşılık Türklerin yanında yer alırlar. Bunlarda göstermektedir ki, isyanda dış destek arama, İngiliz oyunu demek gerçekliği çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Çünkü kapitalist modernist güçler, Kürtleri destekleme yerine Türkleri desteklerler. Kürt hareketlerinin bastırılmasında bu güçlerin etkileri çok fazladır. Başkan APO Kürt hareketlerin bastırılmasında İngilizlerin rolüne ilişkin şunları belirtir.“1925’te İngilizlerin senaristliğini yaptığı Kürt kırımında bu temel gerçeklikler belirleyici olmuştur. Anadolu’daki azami kârın garanti edilmesi tıpkı Ermeni, Rum ve Süryani kırımında olduğu gibi Kürtlerin de köklü hallini gerektiriyordu. Hegemonik güç olarak İngilizlerle Yahudi sermayedarlar ve Siyonist kadrolar bu konuda Türk bürokratik burjuva unsurlarla sıkı gizli ve komplovari bir ittifak temelinde uzlaşmışlardı. Bu uzlaşma Beyaz Türk olgusunu kavramak açısından kilit önem taşır. Bu ittifakın ilk meyvesi Şeyh Sait önderlikli gelişen ve provoke edilen direnişin amansızca ezilmesi, ardından Musul-Kerkük’ün İngiliz hegemonyasına terk edilmesidir. Yine bu ittifak gereği sosyalistler ve İslâm ümmetçileri de amansızca tasfiye edildi. Saltanat ve hilafet lağvedildi. Tarihi 1920 ile başlatan, öz Türk ve İslâm kültürü ile ilişkisi olmayan, öykündükleri Aydınlanmacı Avrupa kültürü ile de ilgisi bulunmayan, yeni bir tanrısallık diyebileceğimiz tuhaf bir ideolojik ve siyasi kültür geliştirildi.”

Haziran 2015

‘Kemalist ulusçuluk yeni kurulan cumhuriyette Türklerden başka kimseye yer bırakmadı. 1924’te bütün Kürt kurumları, okullar dinsel vakıflar ve yayın organları, resmi okullar kapatıldı.’

durumu daha da ağırlaştırır. Ankara hükümeti bunu isyan sayar. Ve çok sert tedbirler alır. Dönemin başbakanı olan Fethi Okyar bu sert politikaları uygulamadığı için başbakanlıktan düşürülür. Önder APO, Fethi Okyar’ın “ben elimi Kürt kanına bulaştırmam” dediği için başbakanlıktan düşürüldüğünü söyler. Fethi Okyar’ın yerine hain bir Kürt ve şiddet yanlısı olan İsmet İnönü başbakan olur. İnönü başbakan olur olmaz sıkıyönetim ilan eder, Takriri Sukün yasasını çıkartır. Birer ölüm makinesine dönüşen İstiklal mahkemelerini kurar. Azadi örgütüne dönük operasyonlar başlatılır.

İhsan Nuri Paşa, Yusuf Ziya’nın kardeşi teğmen Arif Hakkâri’de Türk ordusu içinde askerlik yapmaktadırlar. Yusuf Ziya son durumu ve yapılan hazırlıklar hakkında bunlara bilgi vermek için 1924’ün eylül ayında bir telgraf çeker. Telgrafı isyanın başlangıcı olarak yanlış yorumlayan İhsan Nuri Paşa, asker ve subaylarla beraber 3 Eylül 1924’te ordudan firar ederek Hakkâri dağlarına çekilir. Ancak başka yerden destek gelmediği gibi, isyanda başlamadığından İhsan Nuri Paşa ve yanındaki askerlerle beraber Güney Kürdistan’a geçer. Ve bu olay Kürdistan tarihine Beytüşşebab ayaklanması olarak geçer. Oysa ne ayaklanma, nede ayaklanma girişimi vardır. Sadece askerden firar olayı yaşanır. Türk istihbaratının da eline geçen bu telgraf Ankara hükümetini telaşlandırır. Askeri firarın olması

Tespihi attım tüfeği aldım 24 Aralık 1924’te Cibranlı Halit, Yusuf Ziya ve Mutkili Hacı Musa yakalanarak Bitlis cezaevine konulurlar. Bu tutuklamalar Azadi örgütüne büyük bir darbe vurur. Örgütün başı kesilir. Askerlerde güney Kürdistan’a geçince örgüt başsız kalır. Tüm gözler seyit Abdulkadir veya şeyh Sait’e döner. Cibranlı Halit’le

56


Özgür Halk

Haziran 2015

“bizi Türklerle birleştiren dinsel bağlarda kaldırıldıktan sonra birleştiren bağımız kalmadı” demiştir. Şeyh Sait, Bingöl ve Elazığ ziyaretinden sonra Amed’in Piran (Dicle) ilçesinde oturan kardeşinin yanına gelir. Kürtlerdeki huzursuzlukların giderek arttığını, isyana dönüşeceğini farkeden Türk devleti, bu huzursuzluğun isyana dönüşmeden bertaraf edilmesi gerekir sonucuna ulaşır. Bir komployla 15 Şubat 1925 yılında Şeyh Said’i tutuklamaya girişir. Ancak halkın buna tepkisi sert olur. Şeyh Sait ne kadar yumuşatmaya çalışsa da askerleri ikna edemez. Çatışma çıkar ve 2 asker ölür. Bu isyanın başlangıcı olur. Böylece hazırlık tamamlanmadan isyan erken doğuma getirilir.

akrabalık ilişkileri ve halk üzerindeki etkisinden hareketle Şeyh Sait Azadi örgütünün başına getirilerek isyanı örgütlendirmekle görevlendirilir. Herkesin kendisinden beklentileri olduğunu fark eden Şeyh Sait: “İşte tesbihi atıyorum ve tüfeği alıyorum! Varlığım ve çocuklarım sizinkilerden daha fazla. Halkımın hakları yolunda hepsini feda ediyorum…” diyerek mücadelenin başına geçer. Ulusal birliği gerçekleştirmek için büyük uğraş verir. Bu amaçla Dersim’e giderek Seyit Rıza ve Dersim aşiretinin ileri gelenleriyle görüşerek yardım ve destek ister. Ancak Dersim aşiretleri destek vermezler. Sonunda Şeyh Sait, “madem destek vermiyorsunuz, bari tarafsız kalın” der. Bunun üzerine Dersim aşiretleri tarafsız kalırlar.

Şeyh Sait’in ayaklanma başlattığını duyan müritleri bulundukları alanlarda hükümet dairelerine yönelerek buralara el koyarlar. 16 Şubat’ta Şeyh Sait’in müritlerinden olan şeyh Tahir Lice postanesine, bir gün sonra da Genç şehir merkezine el koyarak buradaki belge ve paraları Şeyh Sait’e teslim eder. Genç geçici başkent ilan edilir. Piran ve Lice Kürt güçlerinin eline geçer. 20 Şubatta Hani ilçesi de Kürtlerin denetimine geçer. 29 Şubatta Maden ve Çermik ilçeleri, aynı gün Ergani ve Palu ilçeleri de Kürt güçlerin eline geçer. 11 Marttaki Amed kuşatmasına kadar 14 yerleşim yeri Şeyh Sait’e bağlı güçlerin eline geçer. Amed’in çevresinde belli bir etkinlik sağlandıktan sonra Amed kuşatmaya alınır. Güçler belli bir askeri planlama çerçevesinde örgütlendirilerek 5 cepheye ayrılır. Her cepheye bir şeyh komutanlık eder. Aşiret reisleri de daha alt düzeyde komutanlık yaparlar.

Şeyh Sait, tüm gücüyle isyan hazırlıklarına girişir. Bunun için köy köy, şehir şehir dolaşır. Ulusal birliği sağlamaya çalışır. Özellikle Amed, Bitlis, Mardin, Bingöl, Elazığ ve Muş’ta yoğunlaştırır. Tutuklanmalarla beraber isyanın niteliğinde de değişmeler olur. İlk başlarda aydın, asker, milliyetçi düşünceler öndeyken, tutuklamalardan sonra milliyetçi dinsel yaklaşımlar öne çıkar. Hamidiye alaylarında yer alan güçler ağırlık kazanır. Başkan Apo, bu konuda şunları belirtir: Görülmektedir ki, hepsi Hamidiye politikalarının ürünü olarak gelişmiş bir tabakayı temsil etmektedir. İşbirliğine yatkındırlar. Ama baştan itibaren Jön Türk adı altında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdek kadrosunu oluşturan Almancı Türk bürokrat ve Yahudi sermaye ittifakı (Beyaz Türk esasta bu oluşumu ifade etmektedir), kendileri dışında kalan diğer tüm dinler ve etnisiteleri (Hıristiyanlık, Müslümanlık, Kürtler, Araplar, Çerkezler) tasfiye etmeyi temel politika olarak belirlemişlerdir. Adım adım bu tasfiye yürütülmüştür. 1915’te Ermeniler, 1921’de Çerkezler, 1923’te Rumlar, 1924’te Süryaniler, 1924’te Türk Müslümanlar (Halifelik), 1925’ten itibaren de Kürtler tasfiye edilmişlerdir. İster soykırım diyelim ister başka bir şey, günümüzün deyişiyle kendileri dışında (Jön Türk = Türk bürokrat burjuva + Yahudi dönme ve Masonik sermayedarlar ve kadroları = Türk Milliyetçiliği + İttihat ve Terakki Cemiyeti + CHP = Beyaz Türk faşizmi) kalan tüm kesimleri tasfiye etmişlerdir.

İsyanın kısa sürede bu kadar büyümesi Ankara hükümetini korkuya düşürür. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir toplanarak isyanın bastırılması için alınacak önlemleri tartışarak kararlara ulaşırlar. Bu kararlara göre, isyan bölgesine çok büyük kuvvet gönderilecek, bu kuvvetlere hava desteği verilecek ve her türlü uygulamalarına göz yumulacaktır. Kürdistan’a gönderilecek askerlerin ve askeri malzemelerin Fransızların denetiminde olan Suriye topraklarından geçmesi gerekir. Türkiye Fransa ile ilişkiler geliştirerek çeşitli tavizler karşılında Fransızlardan onay alır. Eğer dış destek ve mihraklardan bahsedilecekse destek alan Türk devletidir. Dış güçlerle ilişki geliştiren Türk devleti olmuştur. Fransızlar Türk devletine destek vermişlerdir. Aynı desteği zimmi olarak İngilizlerde vermiştir. Türklerin bu askeri hareketliliğini gören Şeyh Sait, Amed’i almak için hazırlıklarını yoğunlaştırır. 7-8 Mart 1925 yılında

Türk devletinin inkarcı politikaları Kürtlerde bir duygusal kopuş yaratmıştı. En sonunda medreselerin kapatılması, hilafetin kaldırılmasıyla var olan dinsel bağlarda kopar. Zaten Şeyh Sait, bir konuşmasında

57


Özgür Halk

Haziran 2015

Şubat 1925 komplosuyla karşı karşıya buldular. Kürtler tarihte Türklerle karşılaştıklarında, ortak stratejik çıkarlar nedeniyle hep ortaklığa yakın bir müttefiklik statüsünde yaşamayı tercih etiler. Bu yaşamı fethedildikleri ve zorla boyun eğdirildikleri için değil, çıkarlarına uygun buldukları için benimsediler. Malazgirt (1071), Çaldıran (1514) ve Ridaniye (1517) Savaşları ile Ulusal Kurtuluş Savaşının (1919-1922) neredeyse beş yüz yıllık aralıklarla aynı stratejik gerekçeler temelinde ortaklaşa girişilmiş ve kazanılmış savaşlar olması bu gerçekliği doğrular. Türk-Kürt ilişkileri tarih boyunca karşılıklı rızaya dayanan ve güçlü stratejik, dinsel, siyasal, ekonomik ve kültürel temelleri bulunan ilişkilerdir. Kürtler pro-faşist Beyaz Türk komplosuyla birdenbire tek taraflı bir inkâr ve imha çemberine alınınca varlıklarını savunma konumuna düştüler. Bu sürece isyan bile denilemezdi. Tek taraflı komplolarla yürütülen ve amacı Kürtleri etnik ve ulusal kimlik olmaktan çıkarmak, yani tasfiye etmek olan saldırılar karşısında daha da ezilmekten kurtulamadılar. 1938’lere kadar fiziki olarak sürdürülen bu inkâr ve imha kampanyası, daha sonrasında ağırlıklı olarak asimilasyonist yöntemlerle sürdürüldü. Kürtler Kürt olarak tüm askeri, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel sahalardan silindiler. Kürtçe adlar bile yasaklandı. Pazarlarda bile dillerini kullanamaz oldular. Homojen, tek tip vatandaşlık üzerinden bir ulus-devlet inşa ediliyordu.

Amed’i kuşatsa da alamaz. Türk ordusunun Kürdistan’a yetişmesiyle 10 Mart’ta temizlik hareketine başlar. Bu “temizlik hareketi” sırasında 14 Martta şeyh Sait’in oğlu ve Varto cephesi sorumlusu öldürülür. Yığınağını tamamlayan Türk ordusu 26 Marttan itibaren Varto, Elazığ ve Amed üzerinden Kürt güçlerini kuşatmaya alır. Çemberi giderek daraltır. 2 Nisan’da Şeyh Sait’in karargahının bulunduğu Hani’nin düşmesiyle Kürt güçlerinde bozgun yaşanır. Palu, Silvan ve Piran’ın alınmasıyla Kürt güçleri geri çekilir. Şeyh Sait ve beraberindekiler güney Kürdistan’a geçip İhsan Nuri Paşayla buluşma girişimleri sonuçsuz kalır. Bacanağı olan Kasım’ın ihanetiyle Murat suyu yakınlarında 12 Nisan 1925 yılında tutsak düşer. Şeyh Sait’in yakalanması Kürt güçlerinin moralini daha da bozar. Türk devleti bu moral bozukluğundan yararlanmak için 14 Nisan sabahı Yusuf Ziya ve Cıbranlı Halit’i infaz eder. Yusuf Ziya milletvekili olduğu için asılarak infaz edilir. Ancak Cibranlı Halit asker olduğundan kurşuna dizilir. Şeyh Sait ve 48 arkadaşları da İstiklal mahkemesinde göstermelik bir yargılamadan sonra 29 Haziran 1925 yılında Amed’in Dağkapı meydanında idam edilirler. Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra İçişleri Bakanlığı 26 Mayıs 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi savcılığı ve 3. Ordu Müfettişliğine gönderdiği bir genelgede, “temizleme faaliyetini” yürütmelerini ister. Devletin resmi rakamlarına göre, bu temizlik hareketi sırasında 206 köy, 8758 ev yakılmış, 15-20 arasında insan katledilmiştir. Türk-Kürt ilişkilerine büyük etkisi olan bu döneme ve bu isyana ilişkin Önder Apo şunları belirtir: “Bu rejimi gerek Osmanlı dönemine gerekse Cumhuriyet’e yol açan Ulusal Kurtuluş Savaşındaki rollerine ihanet sayan Kürtler, kendilerini 15

Açık ki, Prusya modelini esas alan bu devlet, Hitler’le varılan Alman faşist devletinin de prototipini oluşturuyordu. Öyle kökleşti ki, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca sağcısı, solcusu, İslâmcısı ve liberali ile bu modelden etkilenmeyen düşünce, siyasi elit ve çevre kalmamış gibidir” Bugün AKP şahsında uygulananlarda bu politikaların güncelleşmiş halidir.

58


Özgür Halk

Navdar Amed

Haziran 2015

Kızılkayalar

1997’de Dersim, Kızılkayalardaydık. Kızılkayalar, Dersim merkezin karşısına düşen bir tepeydi. Hem karakol vardı o tepede, hem de vericiydi. 7 yıl boyunca etrafında dolanıp durduk o tepenin. Bir türlü oraya eylem yapmaya cesaret edemiyorduk. Bize dokunulmaz geliyordu. Işıklandırması çok güçlüydü. Sarp bir yerdi ama sarplığından ziyade ışıklarının çokluğundan çekiniyorduk. Bu ışıklarda görüntü vermeden asla o tepeye ulaşmak mümkün değil, dolayısıyla baştan yapacağımız eylemi kaybetmiş oluruz diye düşünüyorduk.

eyaleti olarak, darbe yemiş çok kayıp vermiştik. Biz doğu gücü olarak, baharda çok kayıp vermiştik. Bu son üç arkadaşı da şehit verince, bu eylemi mutlaka yapmamız gerektiğini kararlaştırdık. O karakolu kaldırmalıyız diyorduk. Ben, Ş. Brüsk, Ş.Diren (Batman) üçümüz saldırı grubundaydık. Bizimle paralel, biraz arkamızda savunma grubu olacaktı. Savunmayla birlikte yola çıktık. Bir de taciz grubu vardı. Biz rahat hareket edebilelim diye onlar karakolu taciz edecek, dikkatlerini dağıtacaklardı. Akşam yola çıktık. Yavaş yavaş tepeye tırmanıyoruz. O zamanlar nerden bulmuşlarsa bir telefon elimize geçmiş. Telefona falan da yabancıyız. Tepeyi yarıladığımızda dinlenmek için ara verdik. Arkadaşlar hadi telefon açalım dediler. Bazıları ailelerini, bazıları arkadaşlarını aradılar. Bana sen de gel ara dediler. Beş yıldır katılmıştım ve o zamana kadar hiç aileyi aramamış, aramak ta aklıma gelmemişti. Şimdi arasam mı diye soruyorum kendime. Düşününce bunun iyi bir fikir olmadığını söylüyordum. Ben şimdi bir eyleme gidiyorum ve saldırı grubundayım. Ne olacağı belli olmaz. Beş yıldır aile benden haber almıyor, şimdi konuşsam çok sevinecekler, yaşadığımı öğrenecekler. Ardından da şehit düşsem ailemi çok üzmüş olacağım. En iyisi aramamaktı. O yıl da çok arkadaşı şehit verdiğimiz için aşırı bir duygusallığımız vardı. Her an şehit düşmeyi bekliyoruz. O yüzden aileyi aramaktan vazgeçtim. Arkadaşlar çok ısrar ettiler ama ben aramadım. Sonra kalkıp yolumuza devam ettik. O tepenin ışıkları o kadar güçlü ki, Dersim’in her yerinden görülüyor. İşte o ışıkların hepimiz üzerinde yarattığı psikolojik etki ile içimizi saran korkuyu birbirimize sezdirmeden yürüyoruz.

Tepeye Kızılkayalar ismini arkadaşlar veriyor. Kazım Kulu (Ş. Şiyar) vardır. Bir gün bir grup arkadaşla mağarada oturmuşlar kitap okuyorlar. Kitap, Çin devrimini anlatan ‘Kızılkayalar’dır. Orada da bir mağara var, kayalıklar var, mağaraları tam şehrin karşısına düşüyor. İşte Kazım arkadaşlar kitabı okudukça, kendi bulundukları yere, koşullara çok benzetiyorlar. Böylece bulundukları yere Kızılkayalar adını veriyorlar ve bu isim öyle kalıyor. İşte biz 97’de Kızılkayalara geldik. Arkadaşlar bu verici tepesine eylem yapalım diyorlardı. Eylem planlaması yapıyoruz, eylem düzenlemesi oluyor, gruplar ayarlanıyor. O gün son keşfimizi yapacağız ve ertesi gün eylemi gerçekleştireceğiz. Bir grup arkadaş da merkeze daha yakın bir yere göreve gittiler o gün. Gece silah sesleriyle uyandık. Göreve giden arkadaşlar merkezin hemen önünde kalıyorlardı. Uyumuşlar. Özel timler baskın yapıp arkadaşları şehit düşürüyor. Üç arkadaşımız bu şekilde şehit düştü. Bizim bu şahadetlere hemen cevap vermemiz gerekiyordu. O yıl Dersim

59


Özgür Halk

Haziran 2015

dır. Sevinçten miydi, farklı bir nedeni mi vardı, düşman fark ediyor ve suikast ediyorlar. Kafasına isabet eden mermiyle şehit düştü. O arkadaş neden öyle davrandı, neden arkadaşları dinlemedi, sonrasında da anlayamadık. Çok yersiz bir kayıp vermiş olduk. Eylemin başka kaybı olmadı. Tek yaralanan bendim.

Eylül ayındayız, hava serin… Akşam iyice çökmüş, ışıklar her yanı aydınlatıyordu. Biz artık saklanarak sızmaya başladık. Taciz grubumuz yerini almıştı. Işıklar o kadar güçlü ki, mutlaka bizi görmüşlerdir diyoruz. Bayağı bir ilerlemişiz. Önümüze bir tel örgü çıktı. İçimden, hayret diyorum buraya kadar geldik ve bizi görmediler mi? Orayı kendimize sınır belirledik. Bundan sonra bir adım atarsak kesin görülürüz diyoruz. En iyisi bu mesafeden vurmak, zaten yakın bir mesafedir. Önce buradan vuralım, sonra kalkıp girelim biçiminde anlaştık. Önce Bisiving ile vuracağız. Bizim Kokim Xebat arkadaş (Şırnaklı), Bisivingi o atacaktı. İlk bisivingi mevziye attı. Ama mevzi boştu. Bisiving patlar patlamaz biz saldırı grubu olarak hemen tel örgüyü aşıp saldırıya geçtik. Yöneldiğimiz ilk mevziyi düşürdük. İçindeki silahları dışarı çıkardık. Koşarak diğer bir mevziye yöneldik. Benle Ş.Brüsk arkadaş önden gidiyorduk, Diren arkadaş ise arkamızdan geliyordu. Şimdi ilk mevziye giderken Ş. Brüsk arkadaş bombasını çıkarmıştı. Sonra ihtiyaç olmayınca cebine koymuş. İkinci mevziye koşuyoruz. Tarama yaparak koşuyoruz. Birden heval Brüsk durdu. O durunca ben de kendimi hemen mevziye attım. Saldırıda biri önden gidince, diğeri savunma yapar. Ben heval Brüsk’un savunma için kaldığını sanıyorum. Baktım, mevzide üç asker ölmüş. Silahlarını toplayıp dışarı atıyorum. Geri çekilme yaparken, silahları rahatlıkla alıp zaman kaybetmeden gidelim diye hazır olsunlar diyorum. Işıklar bulunduğumuz yere vurmuyor, karanlıktır. Benim fark etmediğim, Brüsk arkadaşın bombasını hazırlamış olduğuydu. Meğer hazırlayıp cebine koymuş, unutmuş. O yüzden durmuş. Birden Navdar… diye bağırdı. O bağırınca ben kötü bir şey olduğunu anlıyor ve kendimi yere atıyorum. Bir ayağım askerin üzerinde kalmış. Kendimi yere atmamla bombanın patlaması bir oldu. Onun attığını anlıyorum. Çünkü O bağırmıştı. Ayağım askerin üzerinde takılı kaldığından ayağıma parçalar isabet ediyor. 13 parça isabet etmişti ayağıma. Topuğumdan vurulmuştum. Aşil kemiği diyorlar ya, oraya denk gelmiş. Rahat hareket edemiyor, ayağıma basamıyordum. Yine de kendimi mevziden dışarı attım. Brüsk ve Diren arkadaşlar yanıma geldiler. Yaralandığımı öğrenince onlar da panikledi. Saldırı grubundan biri yaralanınca zorlayıcı oluyor. Benimle uğraşmayın, savunmadakiler gelirler yanıma, siz devam edin dedim. Savunmadan arkadaşlar yanıma gelince Diren ve Brüsk arkadaşlar kalan mevzileri düşürmek için hızla koşup uzaklaştılar. Askerler neye uğradıklarını şaşırarak bırakıp kaçtılar. Böylece karakolun ön tarafı alınmış oldu. Taciz grubumuz cihazdan tepeyi düşürdüğümüzü duyuyorlar. O grupta Devran arkadaş vardı. Elinde karnas silahı var, ayağa kalkıp silahı kullanmak istiyor. Arkadaşlar bunu aşağı çekmeye çalışıyorlar, bir türlü oturmuyor ve bütün ışıklar onun üzerinde. Normalde karnas ayakta kullanılan bir silah değildir. Bir savunma silahıdır ve tepmesi fazla-

Savunma grubu gelip hem beni hem de kaldırdığımız silahları aldılar ve oradan uzaklaştık. Yedi yıldır hiç yanaşmadığımız, gözümüzde büyüttüğümüz, hep etrafından dolanıp durduğumuz tepeyi bir çırpıda düşürmüştük. Çok kolay olmuştu üstelik. Bir şehit ve bir yaralı vermiştik sadece. O da bizim kendi hatalarımızdı. Devran arkadaşın şahadeti ve benim yaralanmam, düşmanın güçlü olmasından kaynaklanmıyordu; bizim hatalı, tedbirsiz yaklaşmamızdan kaynaklıydı. O karakolun düşürülmesi bizim için bir moral oldu. O yıl Dersim’de otuz şehit vermiştik. Zorlandığımız bir yıl olmuştu. Çok güçlü olmasa da şehit edilen yoldaşlarımıza cevap olma anlamında bir eylemdi bu. Onların intikamını almada küçük te olsa bir cevaptı. Yine o karakolun kalkması, bizim üzerimizdeki tehditlerin ve etkilerin kalkması anlamına geliyordu. Çünkü o karakol çevresindeki köylere rahat giremiyorduk. Hep o karakolla tehdit ederlerdi bizi. Biz de buna inanırdık. Işıkları o kadar güçlüydü ki her yanı aydınlattığından hiç yaklaşmamış, nasıl olduğuna bakmamıştık. Uzağından, etrafından dolanmış, hiç keşif etmemiştik. Karakolun kalkması hem rahat hareket etmemizi sağlamış, hem de köylerin bize karşı yaklaşımı değişmişti. Köylüler de bu eylemden etkilenmişti. Yıkılmaz dedikleri karakolu ateşe vermiştik, bu onlarda gerillanın güçlü olduğu kanısı oluşturmuştu. Devletin karakollarını yerle bir ediyorlarsa demek ki çok güçlüler diyorlardı. O eylemde şehit verdiğimiz Devran arkadaş Muş’lu, 92 katılımlı bir arkadaştı. Yaşamda coşkulu, moralli bir arkadaştı. Sevilen, herkesle şakalaşan gülen, çevresine moral veren bir arkadaştı. O eylemde neden öyle davrandı bilemedik. Ayağa kalkmasa ya da arkadaşların uyarılarını dinlese bu kaybı yaşamış olmayacaktık. Tabi bu kayıp oradaki tüm arkadaşları etkilemişti, hepimiz çok üzülmüştük. Yaralandığım için arkadaşlar beni iyileştirme çabasına girdiler. Burada eylem öncesi hazırlık evremizi anlatmamda fayda var. Şimdi biz eyleme gitmeden önce hazırlıklarımızı yapıyoruz. Herkes eksiklerini tamamlama telaşında, benim de çorabım yoktu. Erkek arkadaşlardan çorap soruyorum. Kimsede fazlası yok. Bir kadın arkadaş, benim çorap aradığımı duymuş. Bana sordu; ‘çorabın mı yok?’ diye. Bende ‘evet ama bir şey olmaz, böyle giderim’ dedim. Yanında fazla çorap olduğunu söyledi. ‘Bekle’ dedi ‘gidip getireyim.’ Yok, gerek yok dedimse de dinlemedi. Gidip getirdi. Getirdiği çorapta kırmızı bir çoraptı. Eh bizde de

60


Özgür Halk feodallik var şimdi. Nasıl kırmızı bir çorap giyerdim? Üstelik “kadın çorabı”. Bir de o zamanlar, bir kadın arkadaştan bir şey almak, bir kadın eşyasını kullanmak, günlerce arkadaşların dilinde olman demekti. Ortamda teşhir oldun gitti. ‘Heval, bu kadın çorabıdır. Bana olmaz, küçüktür’ falan diyorum ama arkadaşa dinletemiyorum. ‘Yok illa alacaksın’ diyor, ‘eyleme yalın ayak gidemezsin herhalde.’ Eh bakıyorum doğru söylüyor; mecbur aldım çorabı. Neyse diyorum, arkadaşlardan gizli gece giyeceğim zaten, kimse görmez. Eylemden sonra da icabına bakarım. Benim hesap çarşıya uymadı tabii. Eylemde yaralandığımda çorabıma üç tane parça değmişti. Neyse arkadaşlar beni eylem yerinden çıkarıp bir boğaza getirdiler. Güvenlik açısından uygun bir yerdi. Arkadaşlar beni indirip yarama bakmak istediler. Arkadaşlar şalımın paçasını yırtacaklar, elbisemi yeni almışım. Kıyamıyorum, bir de o koşullarda öyle kolay elbise bulamıyorsun. Benimle uğraşan arkadaş, bana kızıyor; ‘ya arkadaş ayağın gitmiş, sen şalvarın derdindesin.’ Neyse jiletle biraz kestiler. Şalvardan geçtik, baktım çorabım yok ayağımda. ‘Hani nerde çorabım’ diye soruyorum. ‘Valla attık’ dedi bir arkadaş. ‘Olmaz’ diyorum, ‘ben çorabımı istiyorum, gidip getireceksiniz. O çorabı bir arkadaş bana hediye etti, sahip çıkmam lazım’ diyorum, ‘getireceksiniz!’ Yahu diyorlar, ‘bu karanlıkta zar-zor seni buraya yetiştirdik. Kendimizi zor buraya attık, sen çorap derdindesin.’ Yani beni o kadar taşımışlar, kendi kefiyelerini üzerime örtmüşler, ayağımı pansuman etmeye çalışıyorlar ben de kalkmış çoraptan bahsediyorum. Olacak şey değil. Bünyem de zayıf benim. Ara sıra kendimden geçiyorum, çorap diye sayıklıyormuşum. Ha çorap! ha çorap! Arkadaşlar benim bu halime gülüyorlar. Bir türlü anlam veremiyorlar. Bir çorabın peşine düşmüş diyorlar. Neyse gidip çorabı bulup getirdiler. Aslında ben böyle küçük şeylere çok önem verir, takardım. Arkadaşlar benim bu yönümü bildikleri için fazla yadırgamıyorlar da. Bir çorap onlar için önemsizdi, bir anlamı yoktu belki o koşullarda, ama benim için anlamlıydı, önemliydi. Kanlı, delinmiş bir çorap… Ben almış göğsüme koymuşum çorabı. Sabah bir yere geldik. Ben kalktım; arkadaşlar ‘ne yapıyorsun, hareket etmemen lazım, yürüme’ diyorlar. Ben, ‘suya gidip çorabımı yıkayacağım’ dedim. Yahu ne çorabı, sırası mı şimdi? Arkadaşlar baktılar ayağımda bir tek çorap var. O da kırmızı, kısa kadın çorabı. Ben kendimi ele vermiş, deşifre olmuştum. Hep bana gülüyor, takılıyorlardı. Uzun süre benim kırmızı çorap meselem arkadaşlar arasında muhabbet konusu oldu. Her anlatışta bol bol gülüyorlardı. İşte ben o çorabı hep sakladım. Bana veren arkadaşa da anlatmıştım. Dersim de fazla eşyalarımı sakladığım gömmem vardı, o çorapta orada kaldı.

Haziran 2015

anlata bitiremeyiz. Şimdi Faraşin yaylalarında kalmış bir arkadaşa sorarsanız, ona göre oralar çok güzeldir, cennettir. Ama bana sorarsanız çırılçıplak bir yerdir derim. Emek verdiğin yer her zaman dünyanın en güzel yeridir. Orada yaşama emeğinle anlam biçiyorsun ve bu normaldir. Herkes bunu yapar. Biz de Dersim de öyleydik. Orada yaşarken bunun çok farkında değilsin, oradan çıktıktan sonra farkına varır bunu konuşursun. Oradayken de hep derdik; buraların güzelliğini, doğanın, coğrafyanın harikalığını çok fark etmiyor, bu güzellikleri sindirerek yaşayamıyoruz diye. Hep askeri mantıkla bakıyorduk ya coğrafyaya; konumlanacak nokta, hedefler, yollar, mevzilenme, düşmana göre coğrafyayı kullanma, bunlar daha çok ön plandaydı. Ama Dersim coğrafyasının şöyle bir özelliği var; seni büyülüyor, onu hissetmeden, onu konuşmadan, onu solumadan yapamıyorsun. Yüksek bir tepeye çıkıp izlerken, o sarp dağları-kayalıkları, sularını, ormanını, yeşilini görüp de etkilenmemen mümkün değildir. Mesela yıllarca kaldığım bir yerdi. Ama her defasında sanki yeni gelmişim oralara, o araziyi yeni görüyormuşum gibi büyülenir, etkilenirdim. İnsanda hep taze kalıyor, hep tazelik hissi veriyor. Dersim’i anınca ilk gidiş hatıramı da anlatmadan geçmek olmaz; Biz 93 yılında yola çıkacaktık, Amed’ten Dersim’e gideceğiz. Ateşkes süreciydi. Amed eyalet konferansı yapılmıştı; alınan kararlardan biri de, ora-

Dersim coğrafyasını bana sorarsanız çok güzel bir coğrafyadır derim. Kaldığımız, alıştığımız, sevdiğimiz mekânlar her zaman bize çok güzel gelir. Anlata

61


Özgür Halk da bulunan 9 taburdan biri Dersim’e gidecekti. İşte gidecek tabur bizimkiydi. Tabur komutanımız Zeynel arkadaştı. Savaşçılarıyla arkadaş gibiydi. PKK Komutanlığını özüyle, pratiğiyle ortaya koyan biriydi. Hep bizimleydi. Olmadığında yokluğunu çok hissederdik. O olmasa bile, davranışlarımızın hep heval Zeynel tarafından gözetildiğini düşünür, ona göre hareket ederdik. Gençtik ve heval Zeynel’e çok bağlıydık. Bizim için örnek bir militan ve komutandı. Heval Zeynel, Bingöllüydü. Dersim’i biliyordu. Tarihi bilgisi olan, bilinçli biriydi. Bize hep tarihiyle Dersimi anlatıyor, ‘sizi oralara götüreceğim’ diyordu. Biz büyüklerimizden yaşadığı acı tarihini masal tarzında duymuştuk sadece. Dersim’e dair bilgimiz bu kadardı. Ama Zeynel arkadaş, bize tarihini-toplumunu bilimsel bir dille anlatır, verilen mücadelelerin mirasi değerinden bahsederdi. Dersim’i artık o kadar çok merak ediyorduk ki, bir an önce oraya varmak istiyorduk. Bir de Ş. Zeynel, Karadeniz’den çok bahsederdi; Önderliğin gerillanın önüne koyduğu Karadeniz’e açılım hedefinden heyecanla söz eder, Dersim’den Karadeniz’e geçmemiz gerektiğini söylerdi. Dersim’e varıp gördükten sonra Zeynel arkadaşın Dersim için söyledikleri bizde yerli yerine oturdu. Dersim’de ne ararsan bulabilirsin. Hani derler; bir insanın neye ihtiyacı varsa onu arar. Dersim öyle bir coğrafya ki her insan orada ne arıyorsa bulabilir. Turistinden ressamına, çobanından yazarına, gerillasına kadar herkese cevap olabilecek bir yerdir. Hele bir de tarihini tanıdıktan sonra, o coğrafyanın anlamı daha bir derinleşiyordu. Belki de bizi en çok etkileyen buydu. Baktığımız her yerde tarihini görüyorduk. Seyit Rızalar, Beseler, Zarife-Alişerler onların direnişleri. Halkın yaşadığı acılar, işkenceler, katliamlar. Orada halkla sohbetlerimiz olurdu. Özellikle yaşlılar çok anlatırlardı bu acılı tarihi. Şimdi bakıyorum da bu yaşa gelmemizde, örgüt içinde bunca yıldır mücadele yürütmemizde bu anlatımların, bu tarihi buluşmaların çok büyük bir önemi olduğunu anlıyorum. Tarihi bölmediğimiz için bu masallar ve tarihin bir parçası olduğumuza inanıyorum. O direniş masallarından, o acılı tarihten biz de yaşayarak payımızı aldık. Dersimin bendeki anlamı, yeri böyledir. Bir de Dersim’in bir yasak mıntıkası vardır. 1938 yılında yasak edilip kapatılan bir yerdir. Oralarda, mağaralarda hala katliamdan kalma kemikler vardır. İşte o yıldan sonra oraya düşman bile hiç gelmemiş. Halk öyle anlatıyordu. Bizim de gerilla mücadelemiz başladığından beri ilk kez 94’te düşmanın gelmesine

Haziran 2015

tanık olduk. Aslında düşmanın gelmesine de çok gerek yokmuş. Halk pasifleşmiş, sindirilmiş, geçmişini unutmaya çalışan, anlatırsa da gizli gizli anlatan bir gerçekliği yaşar durumda. Yani düşman için tehlike arz eden bir konumları yok. Kendi hallerinde, yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyorlar sadece. Akvanos diye bir yer vardı. Mesela oraya asker hiç girmemişti. 94 yılında ilk geldiklerinde biz onların on iki askerini vurmuş, ilerlemelerini durdurmuştuk. Diğer yıl bir daha geldiler. O zaman işte bu mıntıkaya girdiler. Dersim için Türkiye’nin Bekaa’sı diyorlar. Bir anlamıyla doğrudur. Nasıl ki Bekaa vadisinde birçok sol örgüt, özgürlük arayışçısı hareketler orada toplandıysa, Dersim de biraz öyledir. Türkiye’nin birçok sol örgütünü orada görebilirsiniz. Herkesi besleyecek, herkesi koruyacak, herkese analık yapabilecek bir araziye sahiptir. O yüzden Dersim dendiğinde, devrim-devrimcilik akla gelir. Biz ilk oraya gittiğimizde her gece yürüyüşünde mutlaka bir grupla karşılaşırdık. Biz hemen yere yatar, onlar kendilerini yere atardı; ‘kamo’ diye seslendi mi bunların TİKKO’cu olduklarını anlamamız gerekirdi. İlk başlarda bilmiyorduk. Kamo; kimsin demek Zazaca da ve en çok TİKKO’cular kullanıyormuş. Zamanla biz de öğrenip alıştık. Amed’de sadece PKK var. Sadece onu biliyoruz. Geldik Dersim’e bakıyoruz farklı-farklı gruplar. Sayıları, sempatizanları bizden çoktular. Bunlar nereden çıktı diyorduk. Sonra alıştık. Evlere gittiğimizde ev halkında her birey farklı bir fraksiyona bağlı olduğunu söylüyordu. Bir evde her görüşten insanları görmen mümkün oluyordu. Bu kadar parçalılık vardı ailelerde. Gittiğimiz bir ailede küçük bir çocuk vardı. Her gidişimizde onu sever, onunla ilgilenirdik. Sonunda çocuğa ‘Bijî Serok Apo’ demeyi öğrettik. Çocuk hep bu sloganı söylemeye başladı. Aile bize; helal olsun size biz o kadar uğraştık, sonunda çocuğumuzu siz kazandınız diyorlardı. Eh, evde herkes ayrı bir partiden, herkes küçük çocuğu kendine çekmeye çalışıyor. Çocuğun da kafası iyice karışmış. Sanırım o karışıklığı biz düzeltmiş olduk. Dersim tarihiyle, kültürüyle, coğrafyasıyla o kadar zengin bir yer ki böyle küçük bir anıya bağlı olarak anlatmak yetmez. Onu daha çok anlatıp, yazmak gerekecek. Tabi gerillanın kadim mekânlarından biri olarak bize beşiklik eden Dersim’i, orada şehit düşen yoldaşları, orada yaşadığımız acı-tatlı birçok anıyı, mücadeleyi, emeği unutmak asla mümkün olmayacaktır.

62


Haziran 2015

Özgür Halk

Sema(lar)dan Bize Kalan Ateşin En Derin Rengidir Kod Adı: Adı: Doğum Tarihi/Yeri: Katılım Tarihi/Yeri: Şahadet Tarihi/Yeri:

Serhildan Sema Yüce 1971/Tutak-Agirî 1991/Mardin 17 Haziran 1998

Hazal Deniz

Ateş, keşfedilmeyi kaç yıldız zamanı beklemiştir acaba? Bütün evren ona semah dönerken, ne garip bir duygu olsa gerek keşfedilmeyi beklemek? Ateşin kutsallığı, insanı kendisine çeker, yakar, kimini kül eder, kimini var eder aynı küllerden. Özgürlükle doğanın dans edercesine buluşmasıdır sanki. O ateşlerden kül olacaklar vardır… Ateşle aynı dili ve yüreği paylaşanlar, onda kendini yeniden var edecekler vardır…

de yoğun, hem kadın cinsi savaşını, hem sınıf savaşını yaşatmış bir yoldaş. Belki eylemine karar vermeden önce, düşünsel ve ruhsal hazırlığını önceden yapmış ve tamamlamıştır. Halka hitabı var. Emekçi Anadolu halklarına hitabı var. Hepsi çok değerli ve bir manifesto gibidir” diyerek genel ilkeye bağlılıklarının tartışmasız ve yüce değerde olduğunu belirtmiştir. Sema yoldaş, özgür yaşam seçeneğinin takipçisi ve tutkulusudur. Bizlere bıraktığı mektup-raporlarında içindeki özgürlük tutkusunun derinliği, okuyan her insanı sarsacak güçtedir. Onu hiç görmemiş ve göremeyecek oluşunuz bile onunla kurduğunuz sıcak bağı gölgelemeye yetmez. Sistemin yarattığı zihniyetlerle, cepheden ve kendisinden başlayarak nasıl boğuştuğunu anlatır satırlar boyu. Yüreklerin ateşte arınmasından bahseder, kendi bedenini Newrozlaştırdığında. ‘Kadınlar, küllenen Kürt ateşinin kıvılcımlarıdırlar’ diyerek; Kürt özgürlük mücadelesinin geldiği aşamada kadının direnişçi öncü gücünü hatırlatır gibidir bu sözleriyle.

17 Haziran; “Beynimi, yüreğimi ve bedenimi 8 Mart’tan 21 Mart’a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyorum. Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın ve diğer tüm şehitlerimizin iyi bir öğrencisi olabilmek için Zekiye gibi yanmak, Rahşan gibi Newrozlaşmak istiyorum” diyen büyük eylemci Sema Yüce yoldaşı anlatan direniş günüdür. Aynı zamanda Önder Apo’nun komplocu güçler tarafından esir düşürülmesinin başlangıç günü olan 9 Ekim tarihinin de ön günleridir. Ararat’ın isyan kızı Sema Yüce’nin eylemini bugünlere taşıyan öz; kendi zamanının ruhunu taşıyabilmesi ve tehlikeleri önceden sezinleyerek geleceğe güçlü mesajlar bırakmasındadır. Ateşin kutsallığında kadının kendisini küllerinden yeniden yüceltebilmesidir Sema.

Derin sorgulama ve düşünce gücüne sahip Sema Yoldaş, Önder Apo’nun 8 Mart konuşmasında Kadın Kurtuluş İdeolojisinin geliştirilmesi gerektiği yolundaki değerlendirme ve çağrısından büyük bir güç aldığını etrafındaki arkadaşlarla paylaşır. O, yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini açıkça paylaşabilen bir ruh güzeli olarak bilinir. Kendi düştüğü eksikliklere de bilimsel ölçüde yaklaşma çabasında olan; bağımsız, özgür iradesiyle kendisini kabul ettirebilmiş bir kadındır Sema Yüce. Son eyleminde ise; 8 Marttan 21 Mart’a ateşten bir köprü olmak istiyorum, şiarıyla kendi bedenini hücre hücre yakar.

Heval Sema, ODTÜ sosyoloji bölümü öğrencisiyken özgürlük saflarına katılır. Bir süre Bekaa kampında kalır. Daha sonra geldiği Ağrı’da tutuklanarak önce Nevşehir Cezaevine, ardından eylemini gerçekleştirdiği Çanakkale Cezaevine gönderilir. O dönemde iç tasfiyeciliğin en belirgin yaşandığı Çanakkale Cezaevi’nde karşılaştığı birçok sorunla boğuşma, örgüt dışı anlayışlarla çarpışma içinde bulur kendisini. Bu süreçte kendi iç ve dış mücadelesini, tüm ayrıntılarıyla raporlarına yansıtır. Bu raporlar; örgütsel ve ideolojik mücadelenin oldukça derinlikli tarzda ortaya konulduğu bir eser niteliğindedir adeta. Önder Apo, “Söz konusu Zilan kişiliğiyse onun en güçlü ardılı Sema kişiliğidir. Sema arkadaş; kendi için-

Büyük tutkuların savaşçısı Sema yoldaş, düşkünleşmeye, ihanete, sistemin bireyde yarattığı her türlü geriliklere karşı amansız bir mücadelenin adıdır. Önder Apo’ya olan bağlılık andının ateşinde kül olmak ister hiç tereddütsüz. Eyleminden büyük etki duyduğu, “Ebem” diyerek tarif ettiği, Amed burçlarında ölüm-

63


Özgür Halk süzleşen Zekiye Alkan’ın bulunduğu yere kendi mezarından toprak götürülmesini vasiyet eder. Zafer tanrıçası Zilan yoldaşın görkemli eylemine cevap olmak ister ve vasiyetinin takipçisi olarak kendi eyleminde kendisini yaratır. Beynini, yüreğini ve her hücresini bu adanmışlığın büyüklüğüne yatırır. Özgür Kürdistan’ın dokuyucusu olarak gördüğü kadını, bugüne ışık tutar gibi umutlu ve sevdalıca selamlar. Çünkü dediği gibi özgür kadın, özgür ülke ve özgür insanlık demektir.

Haziran 2015

anlık çabalarıyla bu süreç tersine çevrilmiştir.”… “Kadının yaşam gücünün, zafer gücünün olduğunu, kadının da yoldaş olabileceğine olan inancımı soylu bir eylemle taçlandırmak isteğimin nedeni; soyluluğu bilinen tüm tanımlarından arındırarak, kendisi basit, düşleri büyük insanın erdemi olduğunu haykırmak isteyişimdir.”… “Başkan Apo’nun öğretisi ve Zilan yoldaşın vasiyeti bizlere yürümemiz gereken yolu göstermiştir. Bize düşen görev anlamak, kavramak ve uygulamaktır. Bunun yolu günlük Parti içi sınıf mücadelesini yürütmek, kadın savaşçılar olarak bu mücadelenin öznesi haline gelmektir. Bu savaşta temel silahımız YAJK’tır. YAJK’ı büyütmek, kurumlaştırmak için her kadın savaşçı bugüne kadar gelişen deneyimleri iyi özümsemeli, şehitlerin öğrencisi olmalı, günlük yaşam içinde kendini her an yaratmanın savaşımını vermelidir. Kadının öncüleşmesi cins kurtuluşunun basit bir gerçekleşmesi değildir. Sistem bunun binlerce düşkünleştirici seçeneğini sunmaktadır. Başkan Apo her şeyden önce kadının ve erkeğin hareket ettiği zemini değiştirmek iddiasındadır. Bunun pratik öncülüğünü her an Parti Önderliği’nin şahsında görmek mümkündür. Bu anlamda her YAJK üyesi, Parti zeminini farklı yaşam anlayışlarını ideolojik politik örgütlenmenin fırsatı olarak gören ve değerlendiren tüm anlayışlar karşısında mücadele etmelidir. Yoğunca bir kesimlerin yaşadığı çok sahte, keyfi yaşam zeminleri olmaktan çıkarmalı diyorum. Kadın şehit yoldaşlarımız bunun mümkün olduğunu soylu eylemleriyle ispatlamışlardır. Onlardan öğrenmeyi bilelim. Büyük tutkuların savaşçısı olalım.”… Önder Apo’nun dediği gibi; “şehitlerimiz güzel yaşamın gerçek sahipleri ve ölümsüzleridir. Şehit gerçeği kadar kesin, yalansız, dolansız başka bir gerçek yoktur. Bu gerçeklik karşısında onların mücadele miraslarına, yarattığı değerlere, derin anlam arayışlarına bağlı olmak en esaslı görevimizdir.”

Moral değerlerimize yapılan saldırılara ve geleneksel kadınlık, erkek egemen zihniyete karşı öfkesini çok açık bir dile ortaya koyarak bunu mücadele gerekçesi haline getirmiştir Sema Yoldaş. Parti ideolojisi ve Önderlik felsefesini gün gün, an an yaşamak ve yaşatmaktır onun gerçek eylemi. Şehadetlerden aldığı güçle ruhunu ve zihnini donatır. Onların kutsal yolunda mütevazı bir öğrenci olmak ister tüm benliğiyle. O yüzdendir onca savaşı ve hiç bitmeyen inadı. an’ın kadınca yaratıcısı ve emekçisi olmak ister. An’da ezel ve ebed sınırlarını aşarak, sonsuzluk ve oluş diyalektiğine bırakır kendisini. O bir hakikat yolcusudur, umarsızca ve asi dillenir yüreği hep. Sadece olması gerekeni söyleyen değil, aynı zamanda olması gerekeni yapandır da. Güneşin ‘ışık bahçeleri’nden süzülen ışığını görenlerdendir o. Partileşme mücadelesinde ulaştığı nokta itibariyle; “Nasıl ki gökyüzünde iki GÜNEŞ yoksa ve olmayacaksa, bir insan için, özgürleşmek isteyen bir kadın için, iki yaşam seçeneği, iki moral merkez olamaz. Bu satırları yazdığım AN, kendimde düşünsel, moral ve yaşamsal açıdan Başkan APO’yu tek merkez haline getirdiğim, kendimdeki tüm iç engelleri aştığım AN’dır” demiştir. Heval Sema’nın mektupları; günümüze ışık tutan bir manzume niteliğindedir. Yaşadığı derin iç mücadele yoğunluğu, Önder Apo’nun özgürlük ideolojisiyle birleşince, kendisini aşma tutkusu doruklara ulaşmıştır. Önderliğe yönelik o dönemde içte ve dışta geliştirilmek istenen saldırı-tasfiyeye karşı, onun eylemi aynı zamanda geleceğe yönelik tehlikeleri önceden sezen bir eylemdir. Özgürleşmek isteyen bir insan ve kadın için; iki moral merkez, iki yaşam seçeneğini reddederek Güne bakan, Güneşe bakan bir ateş dansına durmuştur o.

Haziran ayında şehadete ulaşan; Zilan, Sema ve Gulan arkadaşların ortak özellikleri Önder Apo’ya olan derin bağlılıkları, özgür kadın kimliğine ulaşmadaki tutku düzeyine varan adanmışlıklarıdır. Özgür kadın kimliğinde ısrar, geleneksel, gerici her türlü tahakküme karşı özgür iradeli bir kimlik arayışının en önde yürüyenleri oldular. Önderliği anlama ve gerçekleştirmelerindeki keskinlik, iddia düzeyleri, onları hakikatin kutsal savaşçıları olarak aşkınlığın büyük militanları haline getirmiştir. Sema yoldaş, Ararat’ın isyan güzelliğini ve baş eğmeyen duruşunu kendisinde ezgili bir şiire dönüştürebilmiştir. Her kalem eksik yazacaktır mutlaka. Yine de bir derya kadar geniş yüreklerinizden bizlere kalan mücadele mirasınız, Şehitlerin öğrencisi olarak, bugün aynı özgürlük türküsünü söyleyen kadınlar tarafından Mezopotamya diyarlarında söylenegelmektedir bilesiniz.

Heval Sema’nın eylemini bugünden okumak istersek, o bizlere bugünü anlatacaktır: “Anadolu dağlarında başlatılan kardeşleşme, halklarla, kültürlerle buluşma, devrim ateşini yaygınlaştırma hamlemiz kirli politikalarla boğulmak istenmektedir.”… “Mazlumların, Hayrilerin, Kemallerin, Dörtlerin yaktığı yaşam ateşini söndürmek isteyenlere, mücadele ateşinin insanların yürekleriyle buluşmasına engel olmak isteyenlere karşı, Önder APO’nun

64


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.