ŞEHİR ve KÜLTÜR - 1. Sayı

Page 1


Biz’den… Her Sabah Taze Bir Başlangıç… Dost kapısın ister isen doğruluk Dosta inâyeti elden bırakma Doğru olmıyanın sonu uğruluk Olur ferâseti elden bırakma Seyrânî

Sanatı estetik çerçevede, uyuyan bir kedi saflığında gösterebilmekti fotoğrafımız.

Güller nihayet açtı kelime, kelime … Dal topraktan çıkınca heyecana müjde idi, Umutlar, Karanlıklardan aydınlığa uzanan el oldu. Doğunun ışığı, Batıya uçan güvercindi.

Müzikte kopuzdan gitara, yürekler için hareket eden parmaklardan ruh dinginliğine çare içindi sesimiz.

Kök sağlam olunca; Dallar birbirine destek verdi, sardı kucakladı. Bilgi; Paylaşmak içindi, kalem emre uydu yazdı. Hedef; Güzel olanı ortaya çıkarmak, estetik duyarlılığı gözler önüne sermekti. Gaye; Kainat’ın tek güzelinden sadır öz’ünde olan güzellikleri paylaşmaktı. Mârifet, muhabbet getirir el-hak doğrudur. Hakikatle Güzellik terazinin ölçüleri idi. Sevgi harcıyla bilgi beceri düşünce ve akıl , medeniyeti oluştururdu, şehirler bu medeniyet hafızasının salt göstergeleriydi… “Şakirdleri taş yonarlar, yonup üstâda sunarlar Çalabın ismin anarlar ol taşın her pâresinde. Bu sözü arifler anlar, cahiller bilmeyip tanlar Hacı Bayram kendi banlar ol şarın minaresinde.” Şehirleri kuran medeniyetler bizim inancımızda bu duygularla kurulmuştu. Yunuslar ,Mevlanalar, Sinanlar, Nabîler ,Itrîler ve Hacı Bayramlar bu aşkın merkezinde idiler. Aranan o idi ki Medeniyetin merkezleri şehirlerden Şehir kuran medeniyetlere bir sarmal içinde sevgiyi yakalamaktı… Sevgi’yi ,tutsak tutan düşüncelerden arındırıp , özgürce ifade edebilmekti düşümüz. Düşünceyi , korkulardan kaçırıp açıkça söyleyebilmekti niyetimiz. Yaşamayı sevgisiyle, düşüncesi ile, inancı ile ömrünce tadabilmekti ölçümüz.

Mimarî göz hizasında görünmeli idi şehirlerde, Metalden ahşap’a taş’tan suya birlikteliği sadeleştirmekti algımız.

Dil’de yazının güzelliği, elin dili düşüncenin zerafeti olarak satırlara dökmekti cümlelerimiz. Resmi, Nasuh’tan gelen minyatürlerden, Nusret’le çağıldayan eserlerden gözümüze serdedilen gösteriydi renklerimiz. Aşk-ı umman bilen şairlerden, hicranı muhabbeti vuslatı, ilmek ilmek dokumaktı şiirimiz. Dünya ömürleri altmış üç lerde biten veya daha az daha çok bu dünyada misafir kaldıklarında aksiyonları irşadları elçilikleri ve fikirleri ile efendimiz, büyüklerimiz, üstadlarımız, önderlerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız, sanatçılarımızdı yol göstericilerimiz. Aziz ve mukaddes üç şey vardır, Din, dil ve ilim. Birlik ve beraberlik içerisinde sahip olmamız gereken hassasiyetlerimiz. Doğruyu, yalnızca doğru hisleri, duyguları ve güzeli anlatmak için duru bir akıl, estetik kaygı ile, kağıtlar kalemler mürekkepler klavyeler telefonlar fakslar e-postalar fotoğraflar ile gülen yüzler ve heyecanlardı, kağıttan ruh kaleleri oldu dergimiz . Davası bir, hedefi bir, duyarlılığı bir olan tecrübeli ekibimizle yılların birikimlerini bu sayfalarda paylaşacağız. Her kelimesini, her fotoğrafını itina ile yerleştirdiğimiz, nur topu gibi bir Şehir,Kültür,Edebiyat dergimiz doğdu. Her ay yeni bir heyecan ile, üzerimizi düzeltip saçımızı tarayarak sizlerin karşınızda sizlerle beraber olacağız. Hz.Mevlâna’nın deyişiyle , “Bizi bilen bilir, Bilmeyen de kendi gibi bilir..” Hoş bulduk efendim…Hoşca bakın zatınıza… Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

RÖPORTAJ

4 7 8

MEDENİYETLERİN AYNASI KUTLU ŞEHİRLER Ersin Nazif GÜRDOĞAN

BU DÜNYA’DAN iSTANBUL AŞIĞI BiR NUSRET GEÇTi M.Semih İRTEŞ

YUNUSU... ŞEHiRLERDE ARAMAK Mustafa ÖZÇELİK

11

ULUSLARARASI KAZANLI YENiLiKÇi ÂLiMLER SEMPOZYUMU Timuçin MERCANOĞLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari, Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editör: Mahmut Bıyıklı

48

Mehmed Safiyyuddin Erhan HAK NAMINA CAN İÇİN DEĞİL CÂNAN iÇiN YAŞAYABiLMEK Yunus Emre Altuntaş

DOSYA 56

DÜNYAYI GÜZELLEŞTiREN ADAM TURGUT CANSEVER

54

MATRAKÇI NASUH’UN GÖRKEMLİ DÜNYASI

Yavuz GENCER

Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Fotoğraf: İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım:GNG TANITIM Tic. Ltd. Şti (Şule İlgüğ) Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turhan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.


18 ANKARA ÇEŞİTLEMELERİ Hüseyin AKIN

12

KÜLTÜRÜMÜZÜN iZiNDE…

KAZAN

Mehmet Kamil BERSE

44 74

22 HARPUT KAÇ DAĞ ÜSTÜNDE Metin Önal MENGÜŞOĞLU 26 Farabî’de Şehir Kavramı:EL MEDINETÜ’L FÂZILA Muhsin İlyas SUBAŞI 30 Anadolunun Medinesi Urfa Mehmet KURTOĞLU

KÜLLİYELİ ŞEHRİN AHİLERİ Cihad MERİÇ

34 BİR YAZARIN BEŞ ŞEHRİ Rahşan GÜREL 39 Segâh Vakti Kâmil UĞURLU 40 MAHALLENİN ADI Köksal ALVER

EDEBİYATTA İZ SÜRME Recep GARİP

62 SANA BİR TÜRKÜ BIRAKIYORUM Mustafa UÇURUM 64 İÇ ODALAR VE BAHÇELER Kalender YILDIZ 76 TEKNOLOJİNİN VARLIK SEBEBİ; TÜRK KORKUSU Atilla MÜLAYİM

84

VEFATININ YÜZÜNCÜ YILINDA İSMAİL BEY GASPIRALI Samet SURURî

RÖPORTAJ

66

NURULLAH GENÇ

Mahmut BIYIKLI

Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı ,Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: 100 TL. Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 5341511 / 0212 5341221

80 TARİH DOKUNULMAK İSTER Ercan YILMAZ 87 Artık Farketmez Mustafa Nejat SEFERCİOĞLU 88 ŞEHİRLERİN ANASI:MEKKE Mustafa OĞUZ 91 İNSANAT BAHÇESİ Yusuf Özkan ÖZBURUN 92 DERSAADET’DE UMUT VE HEYECAN IŞIKLARI 95 BUGÜNKÜ TÜRKiYE’NiN ÜÇ MiMARINDAN BiRi O Sadullah YILDIZ Fax: 0212 5341527 e-posta : info@şehirvekültür.com www.şehirvekültür.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 6242111 Kapak Minyatürü: Nusret Çolpan


Ş ehir

MEDENİYETLERİN AYNASI KUTLU ŞEHİRLER BİR MEDENİYETİN DEĞERLERİ ŞEHİRLERİN EKONOMİK, SOSYAL VE KÜLTÜREL DOKUSUNU OLUŞTURUR. CAMİLER, ÇARŞILAR, ÇEŞMELER, DERGAHLAR, MEYDANLAR VE EVLER, KÜLTÜRLERİN ŞEHİRLERDEKİ ELLE TUTULUR, GÖZLE GÖRÜLÜR YANSIMALARIDIR. MEDENİYETLERİ DİRİ TUTAN, HER ALANDA GÜÇLÜ KILAN, ONLARIN RUHLARIDIR. İÇ DÜNYALARI CANLI VE ZENGİN OLMAYAN MEDENİYETLERİN ŞEHİRLERİNİN, BİR ŞİİR GİBİ DÜZEN VE UYUM İÇİNDE OLMALARI BEKLENMEZ. ÇÜNKÜ BİR MEDENİYETİN DEĞERLERİ; AHLAKI, SANATI VE DÜŞÜNCEYİ BİÇİMLENDİREN, BİLİM VE TEKNOLOJİYİ YÖNLENDİREN, GENİŞ BİR ÇERÇEVENİN SINIRLARINI VE KIRMIZI ÇİZGİLERINİ BELİRLER. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

slam medeniyeti, teori ve pratiğiyle bir inançlar bütünüdür. İslam medeniyetinin teorisini imanın, pratiğini de İslamın şartları oluşturur. İmanın çerçevesinde; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öteki dünyaya, kadere, iyiliğin ve kötülüğün O’ndan geldiğine ve ölümden sonra dirilmeye inanmadır. İslamın şartları olan şehadet, namaz, oruç, hac ve zekat da pratiği oluştururlar. İç ve dış dünya İslam medeniyetinde iç içe, birbirini besleyen ve zenginleştiren bir bütündür. İnsanın iç dünyası, dış dünyasına yansır. İç dünya dış dünyayı hayatın ölümü içinde taşıdığı gibi taşır. İslam Medeniyetinin ortak noktaları, imanın ve İslamın şartlarıdır. Onları teori ve pratik gibi, bir bütün olarak ele alıp derinliğine kavramadan Müslümanları anlamak mümkün değildir. Şehirler medeniyetin, camiler de şehirlerin ruhudur. MEKKE ZAMAN KADAR ESKİDİR İslam medeniyetinin özünü kavrama açısından, üç cami, yeryüzündeki mabetlerin başında gelir. Onlar, diğer mabetlerden daha anlamlı oldukları gibi, erdemlilikte de hiçbir mabet onlarla boy ölçüşemez. Bu mabetler, Mekke’nin, Medine’nin ve Kudüs’ün kalbinde yer alan mescitlerdir. Mekke’de Harem, Medine’de Peygamber ve Kudüs’te Aksa Mescitleri İslam Medeniyeti‘nin köşe taşlarıdır. Onlar Mekke, Medine ve Kudüs’ün simgeleridir. Erdemli şehirlerin ve erdemli yönetimlerin bilgisi, İslam Milleti‘nin kalbi olan bu şehirlerdir. Mekke, ilk Peygamber’den son Peygamber’e kadar bütün Peygamberlerden izler taşır. Malcolm X’in deyişiyle, Mekke zaman kadar eski bir şehirdir. Bu yüzden, Şehirlerin Anası Mekke’ye, İslam Milleti‘nin başşehri gözüyle bakılır. Mekke İslam Milleti’nin, Kabe de Mekke’nin merkezidir. Kur’an’da haber verildiği gibi, Kabe yeryüzünün ilk mabedidir. Kabe ilk defa melekler, sonra da ilk insan ve ilk peygamber Âdem tarafından inşa edilmiş. İslam Medeniyetinde sürekliliğin, bütünlüğün ve değişmezliğin simgesi. Kabe’yi İbrahim Peygamber, oğlu İsmail ile birlikte, eski yerinde yeniden inşa etmiştir. Son olarak Son Peygamber tarafından yenilenerek putlardan temizlendi. Kabe ile Mekke, İslam kültür ve sanatında vazgeçilmez bir yer tutar. Kabe Müslümanların sanatında, Titus Burchart’un vurguladığı gibi, bir kutup yıldızı işlevi yüklenmiştir. Çevresinde toprağa verilmiş yüzlerce peygamberle birlikte bütün insanlığa yol gösteren Mekke’yi, Müslümanlar ömürlerinde en az bir kere ziyaret etmek zorundadırlar. İslamın şartlarından biri olan Hac, Mekke merkezli bir ibadettir.

sayı//1// ocak 4


MEDİNE PEYGAMBER ŞEHRİDİR Medine Peygamber şehridir. Etrafı dağlarla çevrili olan Medine, Muhammed ümmetinin başşehri konumundadır. Medine’nin merkezi Peygamber Mescidi’dir. Peygamber, dünya değiştirdiği evde toprağa verilmiştir. O toprak ki, bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiş Son Peygamber’i bağrında taşımaktadır. Varoluşun kaynağı olmasıyla, Ravza yeryüzünün en aziz köşesidir. Ravza’yı ziyaretin, Son Peygamber’i sağlında ziyaret gibi olduğu, kendisi tarafında müjdelenmiştir. KUDÜS ORTAK BAŞKENT Kudüs, Yakupoğulları’ndan Peygamberlik ile Sultanlığı birleştiren Davut (as.)ve oğlu Süleyman’a (as.) başşehir olmuştur. Mukaddes Beyt, Musa Peygamber’den beş asır sonra Süleyman Peygamber tarafından yapılmıştır. Seçilmiş Meryem, bu mescit çevresinde iç olgunluğa erişerek, İsa’yı babasız olarak doğurmuştur. İsa Peygamber ölüleri diriltme, doğuştan görmeyen gözleri açma gibi, bütün mucizelerini bu şehirde göstermiştir. Otuz yaşında peygamber olan İsa as ile, İslam Milletinin bayrağı Musa as ümmetinden İsa as ümmetine geçmiştir. Ancak üç yıllık peygamberlik süresinde kendisine yalnızca on iki kişi inanmıştır. İsa Peygamber havarileriyle son görüşmesinde, “Horoz ötmeden sizin biriniz beni inkar edecek ve pek az paraya satacak” demiştir. Yuda onu ele vermiş ancak onun yerine kendisi cezalandırılmıştır. Romalılar, İsa Peygamber’in göğe çekilişinden kırk yıl sonra Kudüs’ü ele geçirerek, yakıp yıkmışlar. Üç asır içinde imparator Konstantin eliyle de, Hıristiyan olmuşlardır. Konstantin ikinci Roma olarak İstanbul’u kurmuştur. Kudüs Halife Ömer ile Müslümanlara geçmiş. Son Peygamber’in Miraç kenti, Mekke’den önceki kıble ve Halife Ömer’in yaptığı camiyle İslam kültüründe önemli bir yer tutar. Bu yüzden Kudüs, Muhammed, Musa ve İsa ümmetlerinin ortak başkentidir. İslam Milletinin erdemli şehirlerinin üçüncüsüdür. MERKEZ-ÇEVRE BİRLİĞİ İslam kültürü içinde şehirlerin kurulmasında ana örnek, Peygamber şehri Medine olmuştur. Müslümanların kurdukları şehirlerin merkezinde cami, çarşı ve okul bulunur. Şehri bu üçlünün çevresinde işyerleri, evleri, mektepleri, kütüphaneleri, hanları, hamamları ve çeşmeleriyle birlikte ezan sesinin duyulduğu sınıra kadar halka halka genişler. Ezan sesinin işitilmediği sınırdan sonra, başka bir yerleşim kümesinin çevresi başlar. Merkez ile çevre, çevre ile merkez yoğun bir alışveriş içindedir. Buhara’dan Saraybosna ve Kurtuba’ya kadar Müslümanların kurdukları bütün şehirlerde, söz konusu fiziksel gelişme bütün ayrıntılarıyla gözlenir.

5


Ş ehir

Roma’ya özenenlerde isyan ve şiddet ağırlık kazanır. Geleceğin erdemli şehirlerinin örneği Medine’de, eski İstanbul’da ve eski Kurtuba’da, hiçbir yapı, Yaratıcı ile yarış olabilir kaygısıyla, ağaçlardan büyük yapılmamıştır. Bu yüzden eski Şam, eski Konya ve eski Bağdat’ta doğal çevreyle, insan eliyle yapılanlar arasında eşsiz bir uyum ve düzen vardır. Çünkü onların mimari eserlerdeki örneği, hayatın olduğu kadar doğal çevrenin de benzersiz bir simgesi olan ağaçlarla birlikte tabiattır. Tabiat, Allah’ın sözsüz ayetleridir. İnananlar, Kur’an gibi tabiatı da okumak zorundadır. Şehirleşme olgusu, son yüzyılda ekonomik, sosyal ve kültürel yapıda ortaya çıkan en önemli gelişmelerden biridir. Nüfusun çoğunluğunun şehirlerde yaşamasıyla sosyal, ekonomik hayat köklü değişikliklere uğramıştır. İbn Haldun, şehirlerin büyümesiyle üretimin de kat kat artacağını söyler. Üretimin artmasıyla gelir ve bolluk da büyür. Şehirlerin yaşama düzeyi ve zenginliği de üretime paralel olarak gelişir. Ancak şehirleşmeyle insanların üretim düzeylerinden daha çok tüketim düzeyleri yükselirse, şehirler kültürlerin gerilemesine yol açarlar. Şehirler, ürettiklerinden daha çok tüketmeye heveslenirlerse, toplumların çökmesinin kaynağı ve hazırlayıcısı olurlar.

Bütün dünyada İnananlar, Medine’de Son Peygamber’in çevresinde halkalanan ilk Müslümanların coşkusunu taşıyorlar. İstanbul’u kuşatanlar gibi, Paris’i, Londra’yı, Berlin’i, Moskova’yı, Roma’yı ve New York’u kuşatmaya hazırlanıyorlar. Orduların yerini gönüllü kuruluşların, devletlerin yerini de şehirlerin aldığının bilincindedir.

MEDİNE İLE NEW YORK ARASINDA BİR GARİP İSTANBUL İstanbul’un eski merkezine bakıldığında İslam kültürü içinde oluşan şehirlerin ana özellikleri açıkça görülür. Beyazıt, Süleymaniye ve Nuruosmaniye camileri üçgenindeki yapılar, medrese, cami ve kapalıçarşıyı odak noktası alan mekansal bir bütünlük gösterirler. Şehrin oluşumunda yapılar ve doğal çevre tatlı bir uyum ve düzen içindedir. Camiler, çarşılar, çeşmeler ve meskenlerle ağaçlar birbirini tamamlar. Mecidiyeköy ve Maslak sözkonusu olduğu zaman, gökyüzüne isyan edercesine çok katlı binalar ve onların arasında ezilen ağaçların oluşturduğu bir yapılaşma vardır. Eski İstanbul bir uyum ve düzeni yansıtırken yeni İstanbul göklere başkaldıran bir yapılaşmayı sergiler. Eski İstanbul’un örneği Hz. Peygamber’in hicret yurdu Medine iken, yeni İstanbul’un örneği modern çağların Roma’sı New York’tur. HER ŞEHİR BİRAZ ROMA BİRAZ MEDİNE Dünyadaki her şehir, Medine ile Roma’yı; gündüzün geceyi, gecenin gündüzü içinde bulundurması gibi yapısında taşır. Medine’ye özenenlerde hoşgörü ve güzellik öne çıkarken,

sayı//1// ocak 6

KÖYDE ÜÇ GÜN KALANIN AKLI KIRK GÜN BAŞA GELMEZ Bir ülkede şehirler, kültürlerin aynası oldukları kadar kültürlerin zenginleşmesinin de sürükleyici gücüdürler. Bu yüzden Mevlana, köyde üç gün kalanın kırk gün aklı başına gelmez, diyerek merkez ile çevre arasındaki işlev farkını çarpıcı bir biçimde dile getirir. Şehirler tarih boyunca ekonomik ve kültürel canlılık kaynakları olmuşlardır. İslam Medeniyeti‘nin geleceği, Medine’yi örnek alan İstanbul, Buhara, Bursa, Bakü, Kazan, Saraybosna,Kayseri, Konya ve Maraş gibi şehirlerdir. Onlar ülkelerinden önce şehirlerini, gelecekte kaçınılması sözkonusu olmayan bir kültür ve medeniyet hesaplaşmasına hazırlıyorlar. Onların mayası Mekke, Medine ve Kudüs gibi erdemli şehirlerde yoğrulmuştur. Bütün dünyada İnananlar, Medine’de Son Peygamber’in çevresinde halkalanan ilk Müslümanların coşkusunu taşıyorlar. İstanbul’u kuşatanlar gibi, Paris’i, Londra’yı, Berlin’i, Moskova’yı, Roma’yı ve New York’u kuşatmaya hazırlanıyorlar. Orduların yerini gönüllü kuruluşların, devletlerin yerini de şehirlerin aldığının bilincindedir. Duvarsız , kapısız ve sınırsız kare dünyada her şehir bir dünya, dünya bir şehirdir.


BU DÜNYA’DAN İSTANBUL AŞIĞI BiR NUSRET GEÇTi M.Semih İRTEŞ BiR GELDi, PiR GiTTi YÜZÜNDE BiR TEBESSÜM VARDI, ELi FIRÇA TUTUYORDU, GiDERKEN…

952 de Bandırma da doğan Nusret, çocukluk yıllarında esnaf olan ailesinin işlerine yardım ederken bir takım resimler yapmaya başlamıştı. Resim defterlerine yapılan Bandırma çevresi, vapur seferleri, deniz ve gökyüzü en ilgisini çeken konulardı. Ama yine bu devrelerde yaptığı İstanbul manzaraları, camiler, tarihi mekanlar onun o yıllarda dahi İstanbul’a olan ilgisinin bir tezahürü olup ileride yapacaklarının ipuçlarını veriyordu. Aile büyüklerinden olan Ali Öztaylan Bey’in tavsiye ve yardımı ile Nusret, A.Süheyl Ünver’e mektup yazar. Mektupta çeşitli resimler yaptığını fakat hiçbir eğitiminin olmadığını kendisine mektup yoluyla yardım edilebilmenin mümkün olup olmadığını sorar. Kısa bir zaman sonra davet üzerine 1971 senesinde Nusret İstanbul’a nakkaşhaneye gelir, kendisini tanıtır ve yaptığı resimleri hocalarına gösterir. Süheyl Bey, Azade Hanım’a bu çocukla muhakkak ilgilenilmesini söyler.

Bu nakkaşhane 900 yıllık Türk medeniyetinin kültür ve sanat hazinesinin arşividir. Nusret,Türk Tezyini Sanatlar eğitiminin yanısıra hocalarının teşvikiyle yarım kalan eğitimine Zincirlikuyu Meslek Lisesi’ne kaydının yaptırılması ile devam etmiştir. Nusret ile tanışmam1973 yılında Süheyl Ünver Nakkaşhanesi’nde Azade Hoca vesilesi ile olmuştur. 1975 yılında yapılan üniversite sınavında aynı mimarlık fakültesini kazandığımızı öğrendiğimiz zaman ikimizde çok sevinmiştik. Üniversiteye başladığımız bu yıllar beraberliğimizin daha yoğun geçtiği zamanlardı. Nusret ilk ciddi minyatür tasarımı olan Fatih’in Öfkesi adlı resmi yapıyordu. Fatih’in atını hiddetle Haliç’e sürdüğü bu çalışma klasik minyatür tarzındaydı. Bu çalışmalarımız Süheyl Ünver Hoca’dan icazet almamıza vesile olacaktı. 1975-77 yılları arasında Nusretle birlikte Çemberlitaş’ta ki Birlik Vakfı’nda tezhip ve minyatür dersleri verirken Süheyl Hocanında dediği gibi öğretirken öğrenildiğini daha iyi anlıyorduk.1970 yılında Fatih Başhoca sokakta küçük bir atölye açmıştım. 1976 yılında sevgili Nusret bu küçük atölyeye taşındı. 16. y.y. ın meşhur şehircilik ve topoğrafya ressamı Matrakçı Nasuh Nusret’in sanat hayatına yön veren en önemli kişidir. Kanuni dönemi seferlerinde menziller üzerindeki şehirleri üstten önden farklı açılardan tasvir eden Nasuh’un üslubundan etkilenen Nusret İstanbul’da bazı tarihi bölgelerin detaylarını kendi yorumlarıyla yapmaya başladı. Bu tarzdaki ilk minyatürü kız kulesidir. 1990 lı yılların başından itibaren Nusret Çolpan kendi minyatür üslubunu oluşturmuştur. 200 den fazla değişik tasarımlarının yer aldığı 500 civarındaki çalışmaları ile, minyatürü kitap sanatından tablo görüntüsüne taşıyan İstanbul aşığı Nusret Çolpan gelenekli Türk resim sanatının önemli bir sanatçısıdır. Taksim-Levent arası metro istasyonlarındaki büyük boyutlarda çini üzerine yaptığı minyatürler onun her zaman açık sergisidir. Bazı dünya şehirlerini tasvir eden minyatürleri onun isminin dünya çapında duyulmasına da sebep olmuştur. Hepimizin de bildiği gibi sanatçı eserleri ile yaşar, şimdi Nusret Çolpan yanımızda değil ama eserleri yanı başımızda. Bu yüzden Nusret için eserleri yaşadığı müddetçe, yetiştirdiği talebeleri onun yolundan gittiği ve onun üslubunda eserler üretmeye devam ettiği sürece yanımızdan ayrıldı diyemeyiz.

7


Ş ehir

YUNUS’U... ŞEHİRLERDE ARAMAK Mustafa ÖZÇELİK

“YUNUS YOLUNDAKİ İZİ GÜDENLER, YUNUSTAN YUNUS’TAN YANA GİDERMİŞ.” Halil SOYUER

nadolu’nun dini, fikri, sanatsal hayatını büyük ölçüde şekillendiren, dolayısıyla tesirleri yaşadıkları zamandan bugüne kadar gelen üç önemli ismi vardır. Bunlar; İbn-i Arabî, Mevlâna ve Yunus Emre’dir. Üçü de 13. sır Anadolu aydınlanmasında birer “kutup yıldızı” vazifesi görmüşlerdir. Üçü de söz ve gönül mimarı olarak aynı hakikati temsil, tebliğ ve telkin ederler. Dolayısıyla bu anlamda aralarında bir fark görülemez. Ama bir farklılıktan söz edilecekse –ki edilmelidir- bu farklılık, gelinen coğrafyalarda, kullanılan dilde ve üslupta aranmalıdır. İbn-i Arabî, Anadolu’ya Batı’dan Endülüs’ten gelir. Muhteşem Endülüs medeniyet bahçesinin nadide bir ilim ve irfan çiçeği olarak artık Anadolu’da açacak, burada bir ruh rönesansını gerçekleştirecek kitaplarını yazacaktır. Fakat dili Arapça’dır; dolayısıyla muhatap kitlesi ilim çevresi olacaktır. Mevlâna, Anadolu’ya Doğu’nun, Belh’in gönderdiği bir kutup yıldızıdır. O da Anadolu semasında istikametimiz gösteren parlak bir ışık olacaktır. Onun dili ise Farsça’dır. Bu yüzden onun muhatapları da daha çok bu dile aşina çevreler olacaktır. Yunus’a gelince; onun doğuş yeri Anadolu, dili ise Türkçe’dir. Anadolu ve Yunus konusundaki fark, öncelikle bu noktada ortaya çıkar. Buna göre Yunus, bu toprakların maddi ve manevi ikliminin ortaya çıkardığı bir isimdir. Yunus Emre bu yüzden Anadolu’da itibar ve sevgi açısından özel bir yerde durur. Kısacası Yunus adıyla Anadolu özdeşleşmiş, Yunus, Anadolu’yu Anadolu insanı da Yunus’u çok sevmiş ve onu “mübarek” kabul ettiği insanlar katına yükseltmiş, ona “Bizim Yunus” adını verecek ölçüde kendine yakın bulmuş, içlerinden biri kabul etmiş, çocuklarına Yunus’un adını vermiş, hakkında menkıbeler oluşturmuş, ilahilerini terennüm etmiş pek çok yerde onun için mezarlar/makamlar yapmıştır. MEZAR VE MAKAM KÜLTÜRÜ Bu son hususu tabi karşılamak gerekir. Zira halk nezdinde “mübarek” kabul edilerek kendilerine değer verilen büyük şahsiyetlere çoğunun bir değil birden fazla yerde mezarı bulunur. Mesela Abdülhahap Gazi’nin benim bildiğim kadarıyla İznik’te, Muş’ta Alanya’da, Harput’ta ve Diviği de mezarları bulunmaktadır. Keza, menkıbevi bir destan kahramanına dönüştürülen Saltık Gazi’nin de (Sarı Saltık) Rumeli ve Anadolu’da çok sayıda makamı bulunmaktadır. Bu durumu kültürümüzdeki makam geleneği ile açıklamak mümkündür. Abdülbaki Gölpınarlı’nın

sayı//1// ocak 8


da bir yazısında belirttiği gibi böylesi değerli şahsiyetlerin kısa veya uzun süreli kaldıkları yerlerde onların hatıralarını yaşatmak, izini belirtmek için makam adı verilen yapılar inşa edilmektedir. Hatta bu kişi genel kabul görmüş, adı, namı her tarafta biliniyorsa o yöreye gitmese dahi yine saygı sebebiyle makam inşası yapılmıştır. Ayrıca edebiyatımızda Yunus adını taşıyan başka şairler de vardır. Mesela bunlardan biri Bursadaki Âşık Yunus’tur. Bir kısmı ise o konudaki yanlış bir bilginin ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı adı taşıyan bir başkası o adın hüviyetine bürünmektedir. Böyle de olsa yine o kişiye duyulan saygı bunda etkili olmaktadır. Buna rüyaları da o mezar veya makamların bir rüyaya bağlı olarak yapılması da söz konusudur. Keza bu durum, o bölgeyi, yeri önemli göstermek gibi niyetlerle de ilgili olabilmektedir. Mezar makam konusunu bu şekilde açıklamak mümkündür ama ortaya çıkan sonuç şudur: Bu şahsiyetler, bu sebeplerle tarihsel bir kişilik olmaktan çıkarak daha çok bir anlatı kahramanına dönüşmektedir. Şiirlerinin, yazılarının çok değişik varyantlarının bulunması bu işte bu durumla ilgilidir. Bu da o kişi hakkında zengin, çok renkli bir kültürün oluşmasına neden olmuştur. YUNUS EMRE’NiN COĞRAFYASI Çok yerde mezar/makam sahibi olan isimlerin başında ise Yunus Emre gelmektedir. Bunun sebeplerini biraz sonraya bırakarak bu makamların nerede olduklarına bakalım önce. Konuyla ilgili ilk araştırmayı yapanlardan M. Fuat Köprülü’ye göre bu sayı beş iken sonradan on beşi geçtiği görülüyor. Köprülü, Eskişehir Sarıköy, Bursa, Manisa Kula Emre köyü, Erzurum Isparta Keçiborlu adlarını verirken bunlara sonradan Ordu Ünye, Sivas, İzmir Tire gibi yerler eklenmiştir. Yunus Emre’ye sahiplenen her yer, kendini haklı çıkaracak bilgi ve belgelerle karşımıza çıkmaktadır. Bu belgelerin hepsinde de adı “Yunus” yahut “Yunus Emre” olan birinden söz edilmektedir. Yine her bölgeye özgü Yunus’la ilgili inanışlar, gelenekler, ritüeller mevcuttur. Yılın belli bir gününde Yunus Emre haftaları, günleri, festivaller, şenlikler yapılmaktadır. Sempozyumlar düzenlenmektedir. Dolayısıyla bir şairimizin de dediği gibi Yunus her yerdedir: “Ne Eskişehir’dir ne Konya ne Bolu/ Onun vatanıdır tüm Anadolu/ İşte ona sahip hep sağı solu/Sadece bir köyü, ili yok onun” (Halil Karabulut) Anadolu dışından bu listeye ekleyeceğimiz yer ise Azerbaycan’ın “Gâh” bölgesidir. Toprak üzerinde bir makamı olmasa bile Yunus’un

Balkan coğrafyasında Kırım bölgesinde kısacası Türkçe’nin konuşulduğu/bilindiği her yerde gönüllerde makam kurduğunu biliyoruz. BosnaHersek, Makedonya, Kosova, Kırım, Gagauzya bu tür yerlerdir. Dolayısıyla bu yerler de Yunus’un coğrafyası içinde onun izinin aranacağı yerlerdir. YUNUS’U NERDE NASIL ARAYACAĞIZ? Bu sorunun cevabını vermeden önce Nezihe Araz’ın Yunus Emre’yi anlattığı “Dertli Dolap” romanının son bölümünden söz edelim önce. Yunus, yakınlarıyla helalleştikten sonra vefat eder. Aradan bir hayli zaman geçer. Sekiz yolcu, karlı bir kış günüde bir hana sığınırlar. Bunların her biri Anadolu’nun farklı bir yerindendir. Sohbet esnasında konu, konuyu açar. Derken Hancı’nın şöyle dediği duyulur : “Hava izin vereydi, sizinle Larende’ye (Karaman) iner, Yunus Emre’nin kutlu türbesini ziyaret ederdik.”

Yunus Emre’ye sahiplenen her yer, kendini haklı çıkaracak bilgi ve belgelerle karşımıza çıkmaktadır. Bu belgelerin hepsinde de adı “Yunus” yahut “Yunus Emre” olan birinden söz edilmektedir.

Bu söz üzerine önce bir şaşkınlık yaşanır. Sonra her biri yolcu “Yunus Emre’nin kutlu türbesi mi? Onun türbesi benim köyümdedir” diyerek köylerinin adlarını saymaya ve orada bulunan Yunus türbesini anlatmaya başlarlar. Birisi Sarıköy’de olduğunu söyler. Diğeri Bursa der. Öteki Kula, bir diğeri Sanıklı derken tam sekiz yerin hancınınkiyle birlikte dokuz yerin adı söylenir. Hatta bu esnada gerekçelerini de sıralamaktan geri kalmazlar. Sandıklılı olan “İşte şu gözlerimle Yunus Emre’nin Sandıklı’daki türbesini görmüştüm. Ninem, bebeyken elimden tutar götürür, ne hastalığım varsa ondan şifa diler, 9


Ş ehir

“Yoldaşlarım, boşuna dövüşüp çekişmeyin. Bu işin sonunu bulamazsınız. Onun her gönülde bir türbesi vardır. O ebedi yolcu, her gittiği yerde bir çerağ uyandırmakla görevlidir. Ta “ebetten ezele varınca” “Dokuz kollu bir şamdan gibi onun ışığını dokuz türbeye bağlamak reva mı?”

toprağını yüzüme, gözüme sürerdi.” Aksaraylı olan “Bilir misiniz, zaman zaman Aksaraydaki Yunus türbesinde top sesleri duyulur. Gümbür gümbür. Biz buna “Yunus’un bâtın topu” deriz, ne zaman bu top sesi duyulsa memlekette önemli şeyler olur. Keçiborlu’lu olan “Keçiborlu’nun birkaç menzil öteden Yunus türbesinin gül kokularını duyarsınız. Gelinler orada baş bağlar, kızlar orada kısmet keser. Bizim bütün şenliğimiz, bütün hacetimiz o kapıda görülür.” Sarıköy’lü olan “ Dünya bilir ki o, Sarıköylü çiftçi Yunus’tur o. Kendi dergâhının bahçesinde yatar. Mezarın üzerinde bir çardak vardır. Üzerini yediveren gülleri sarmıştır. Derler ki, o güller Emre dergâhından getirilmiş, kökünü Taptuk Sultanın kızı Gülmisal Hanım’ın ürettiği güllermiş.” der. Diğerleri de benzer şeyler söylerler. Yani her birinin Yunus’un kendi topraklarında olduğunu kanıtlayacak örnekleri vardır. Bir türlü işin içinden çıkılamaz. Sohbet, sohbet olmaktan çıkıp “oralı, buralı” şeklinde bir tartışmaya dönüşmeye başlamıştır ki bu esnada birden kapı eşiğinde bir yolcu belirir. Konuya vakıf olunca da şöyle der: “Yoldaşlarım, boşuna dövüşüp çekişmeyin. Bu işin sonunu bulamazsınız. Onun her gönülde bir türbesi vardır. O ebedi yolcu, her gittiği yerde bir çerağ uyandırmakla görevlidir. Ta “ebetten ezele varınca” “Dokuz kollu bir şamdan gibi onun ışığını dokuz türbeye bağlamak reva mı?” Şüphesiz bu metin bir romandan alındığı için kurgusal bir metindir. Tarihsel olarak bir kıymet ifade etmeyebilir. Tamamen subjektif bulunabilir. Ama Yunus’u nerde bulabileceğimiz sorusunun cevabını bize veriyor. Çünkü Yunus gibi “çerağ uyandırmak” misyonuna sahip kişiler, sufiliğin seyahat şartına uyarak pek çok yere gitmişlerdir. Gittikleri yerde ise gönüllere girmeyi başardıkları için derin izler bırakmışlardır. Bunun sonucu olarak da o yerden ayrıldıktan yahut vefatlarından sonra da halk o kişilerin hatırasını somut olarak da yaşatabilmek için makamlar inşa etmiştir. Bu yüzden bu yolcuların hepsi haklıdır aslında. Yunus, hem Sarıköylüdür hem Karamanlı, Hem Erzurumlu hem Bursalı..Zira buralara ruh katmış, o bölge halkının manevi hemşehrisi dolayısıyla onlardan biri ve oralı olmuştur. YUNUS’U ŞEHiRLERiNDE ARAMAK Tekrar Nezihe Araz’a dönecek olursak Yunus’u şu veya bu yerde aramayacağız. Onu sevenlerin gönüllerinde arayacağız. Ama mademki bu gönüller Sarıköylüdür, Karamanlıdır, Kulalı ya da şu veya bu yerdendir. Öyleyse Yunus’un gönüllere girmeyi başardığı bu yerler de köy, kasaba, şehir olarak önemlidir. Bunlara “Yunus’un şehirleri”

sayı//1// ocak 10

yahut “Yunus’un ruh kattığı şehirler” olarak bakmak, Yunus’un ayak izlerini, tesir alanını buralarda da somut olarak görmek, makamından söz etmek, ona ait oralarda oluşan menkıbelerden bahsetmek, Yunus inanışı etrafında oluşan ritüellerden haberdar olmak gerekmektedir. Hatta Bahtiyar Vahapzâde’nin ifadesiyle Yunus’un izini o yerlerin “otlarında, çiçeklerinde”, havasında, suyunda da sürmek gerekir. Zira, Yunus, onlarda da vardır. Menkıbenin söylediğine bakacak olursak şiirlerinin bir kısmın insanlar biliyorsa bir kısmını da balıklar ve kuşlar bilmektedir. Yunus’un o şehirlere aidiyeti konusunda ortaya sunulan belgeler, resmi kayıtlar da elbette dönüp bakacağımız şeylerdir. Bunlarda da söz edeceğiz. Çünkü bu belgelerin hepsinde Yunus’un adı var. Ama kiminde “Yunus”, kiminde “Yunus Ermem”, kiminde “Âşık Yunus”, kiminde “Yunus-u Gûyende”, kimisinde “Yunus Bey”, kimisinde “Yunus Emir Bey” olarak karşımıza çıkar. Fakat amacımız belgeleri inceleyerek bir sonuca varmak ve Yunus Emre şuralı ya da buralıdır gibi yapılan tartışmaları tekrar gündeme getirmek ya da onlara yenilerini eklemek değildir. Zaten bu şekilde bir sonuca varmanın da imkânı da yoktur. Çünkü onların hepsinde de gerçekten de adı Yunus olan biri vardır. Bu yüzden biz, belgeler bir yana işte o ruhun ve onun dile, din anlayışına, kültüre, yaşama tarzına, maniye, türküye, şiire ne kattığına bakmaya çalışacağız. Çünkü ortada başlı başına her şeyiyle incelenmesi gereken bir “Yunus kültürü” var. Bugüne öyle değil midir, okul adlarından çocuk adlarında; mahalle, cadde, sokak adlarından dernek, vakıf adlarına kadar her yerde Yunus adı yok mudur? Bütün bunları görmek, bilmek Yunus’un ruhunun izlerini keşifte bize imkân sağlayabilir. YUNUS EMRE iLE YOLLARDA Bu vesile ile bir kitaptan söz edelim. “Annamamarrie Schimmel”’in Türkçe’ye “Senail Özkan” tarafından çevrilen “Yunus Emre ile Yollarda” adını taşıyan bir eseri var. Bu eserden söz etmemizin sebebi şu: Bu eser bu tür bir yolculuğa çıkacaklar için bir kılavuz niteliğinde. Zira yazar, şiirlerini önceden bildiği Yunus Emre’nin Anadolu’ya yaptığı etkiyi görebilmek için buraya geldiğinde Yunus Emre’nin adının anıldığı, makamının bulunduğu, şiirlerinde sözü edilen her yere gitmiş. Bu uğurda zor yollardan geçmiş, karlı dağlar aşmış. İşte bu kitap da bize böyle bir yazının ilhamını verdi. Gelecek yazımızda ilk durağımız “Eskişehir Sarıköy (Yunus Emre beldesi)” olacak. Bunu diğerleri takip edecek. Dilerim bu yolculukta birlikte oluruz.


ULUSLARARASI KAZANLI YENiLiKÇi ÂLiMLER SEMPOZYUMU DERSAADET KÜLTÜR PLATFORMU, GÜNDEM BELİRLEYEN ULUSLAR ARASI BİR SEMPOZYUM GERÇEKLEŞTİRDİ Timuçin MERCANOĞLU

ersaadet Kültür Edebiyat Dil Sanat ve Tanıtım Platformu Nisan ayında önemli bir kültür etkinliğine daha imza attı. Etkinlik, Eskişehir ve Kazan’da olmak üzere iki ayrı mekanda düzenlendi. ‘ULUSLAR ARASI KAZANLI YENİLİKÇİ ALİMLER; MERCANİ, CARULLAH, RIZAEDDİN FAHREDDİN’ KONGRESİ, 19.yy.da Kuzey Türkleri arasında başlayan yenileşme hareketinin mimarlarından Şehabüddin Mercani, Musa Carullah, Rızaeddin Fahreddin gibi Kazanlı alimlerin kendi dönemlerindeki icraatlarından bugünün kültür, siyaset, medeniyet gündemine ışık tutacak şekilde değerlendirilmesi esasına dayalı olarak düzenleniyor. Memleketimizde Musa Carullah Bigiyef’in eserlerinin Türkçeye çevrilerek ve sadeleştirilerek kazandırılması ile başlayan “ Kazan’ın Yenilikçi Uleması” ile tanışma süreci, bu ulemadan Şehabüddin Mercani ve Rızaeddin b. Fahreddin’in de ilim ve fikir dostlarına tanıtılmasıyla ivme kazanacak ve zenginleşecektir. Bu yenilikçi ulemanın fikirlerinin, yaklaşımlarının, metotlarının ve özellikle de zihniyetlerinin sadece ülkemizde değil bütün İslam ülkelerinde tanınması ve yaygınlaşması, şu anda ciddi bir kriz döneminden geçen ülkemiz ve diğer İslam ülkeleri için aynı zamanda bu derin entelektüel krizi aşma yolunda konjonktürel ve stratejik açıdan hayati önemi haiz bir gelişme olacaktır.

YENİLİKÇİ DEĞİL TERKİPÇİ ÂLİMLER Kazanlı yenilikçi/terkipçi ilim ve fikir adamlarının görüş, düşünce ve yaklaşımlarının, benimsedikleri zihniyet ve metodun, vefatları üzerinden yetmiş seksen yıl geçmesine rağmen hala tazeliğini ve geçerliliğini koruyan yönlerinin bulunduğu ifade edilmelidir. Gazali gibi geleneğin dinamik gür seslerini de aynı derinlikte tahlillere tabi tutarak tek yön olan istikamet ve birlik ruhu üzere ayağa kalkmaları umudumuzdur. İslam dünyasının yenilikçi veya daha kapsayıcı ifadesiyle terkipçi kafa ve ruhları tanımasına her zamankinden daha muhtaç olduğu bir dönemde bu kongrenin, ilmi ve fikri bir toplantıdan çok daha geniş boyutu olduğunu söylemek gerekiyor. Kadim geleneği terkipçi, birleştirici bir bakış açısıyla yeniden yorumlayan Kazan’ın Yenilikçi Uleması’nın bugün için de vazgeçilmez olan miraslarının tenkitli tanıtımı konusunda sürdürülecek çabaların güçlenmesi ve bereketlenmesi temennimizdir. KONGRENİN MİMARLARI Kongrenin, başkanlığını Mehmet Kamil Berse’nin yaptığı Yürütme Kurulunda Prof. Dr.Ali Arslan, Doç.Dr.İbrahim Maraş,Yard.Doç. Dr. Recep Çelik, Dr.Hüseyin Kansu,Mahmut Bıyıklı ,Eyüp Ensari Ergin yer alıyor. Onur başkanlıklarını Prof. Dr. Mehmet Görmez, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın üstlendiği Uluslararası Sempozyumda 5 ülkeden ve 18 üniversiteden 60 civarında Akademisyen ,İlim adamı, Yazar Bildiri sundular, Bildiriler önümüzdeki günlerde 3 cilt halinde yayınlanacak. Eskişehir Programı 4-5 Nisan da Yunus Emre Kültür Sanat Merkezinde, Kazan programı ise 18-19 Nisan da Kazan Federal Üniversitesi salonunda gerçekleşti. Ayrıntılı bilgileri ve tebliğleri sempozyumun sitesinden takip edebilirsiniz.

11


Ş ehir

KÜLTÜRÜMÜZÜN iZiNDE…

KAZAN

Mehmet Kamil BERSE

“EY ANA DiLiM, EY GÜZEL DiL, ANAMIN, BABAMIN DiLi! SENiN SAYENDEDiR, DÜNYADA ÖĞRENDiĞiM HERŞEY BU DiL iLE EVVELÂ, ANNEM NiNNi SÖYLEMiŞ, SONRALARI , GECELER BOYU NiNEM MASAL ANLATMIŞ. EY ANADiLiM! HER ZAMAN YARDIMINLA SENiN, KÜÇÜKLÜKTEN BERi HiSSEDERiM SEViNCiMi, KEDERIMi. EY ANADiLiM! SENiNLEYDI ETTIĞIM iLK DUÂM; AFFET DEMIŞTiM BENi, ANNEMi VE BABAMI HÜDÂ’M . ABDULLAH TUKAY (KAZAN-1886-1913)

Kazan’da Tarım Bakanlığı binasının kapısı; dev bir ağaç figürü

sayı//1// ocak 12

rada bir şehir var uzakta! o şehir atalarımın şehridir, gitmesekte görmesekte o Kazan Şehri atalarımızın şehridir. Türk Milleti, bugün vatan bildiğimiz Anadolu topraklarındaki hikayesi Malazgirt zaferiyle başlar. İlkokulda okurken çok sevdiğim öğretmenim bazı dersleri müzikle anlatır ve sevdirirdi. Çokça dilimize pelesenk olmuş besteyle öğretmişti Malazgirt savaşını, Anadolu’ya girdiğimiz tarihin 1071 olduğunu o beste ile belleğime yazmıştım. İki bin yetmiş bir yılında bu zaferin veya Anadolu’ya gelişimizin bininci yılını kutlayacağız. Tarih dersinde bu konudan önce anlatılanlarda vardı elbette, Orta Asya’dan göçler, Çinlilerle savaşlar, Hunlar, Oğuzlar, Peçenekler, Kıpçaklar… Batıya doğru gelirken Anadolu dışında başka memleketler üzerinden gelen atalarımızda var , Bugünkü Rusya Federasyonu topraklarında yaşayan, farklı isimlerle özerk cumhuriyetler yada bir devlet altında yaşayan milletler olarak bir çok Türk kökenli soydaşımız var. TATARİSTAN’IN BAŞŞEHRİ KAZAN Ülkemizde baharın başlangıcı Nisan ayının, gittiğimiz yerde bahara uzak olduğunu hissettiğimiz Kazan şehrini; Tarihi, kültürü, sanatı, dili ve insanları ile birlikte geziyoruz. Kazan adı bize çokça yakın bir kelime, ortasından geçen Kazanka ve İdil nehirlerinin etraftaki dağların ortasında görünmesinden içi su dolu Kazan’a benzetilmiş ve Kazan ismi yakıştırılmış… Kazan şehrinin Türkler tarafından kuruluşunun bininci yılı 2005 yılında kutlandı. O topraklarda bin yıl önce yerleşik düzene geçmiş şehirler kurmuş atalarımızın medeniyet izini takip ediyorum. Kazanlı Yenilikçi Alimler Sempozyumumuzun Kazanda gerçekleştirilecek 2.kısmı için ziyalı insanlardan oluşan kalabalık bir gurupla Tataristan’ın başşehri Kazan’a bir geceyarısı vardık. Havaalanından şehre gelirken gece yarısı ışıl ışıl aydınlatılmış bir şehri , pırıl pırıl yenilenmiş tarihi yapıları, Kazanka nehri kıyısında Kazan Kremlini duvarları içindeki inşa edilmiş muhteşem Kul Şerif Camiini ve aynı Kremlinde inşa edilen mavi kubbeli Ortodoks kilisesini, Suyumbike minaresini veya kulesini çok net olarak gördük ve hayranlıkla seyrettik, gördüklerimiz masal dünyasının yapılarıydı, şehir ise masal şehirdi sanki. Coğrafi konum itibarı ile Tataristan; Moskovanın 800 km doğusunda , yüzölçümü 68 bin km kare olan, İdil ve Çulman nehirlerinin buluştuğu noktanın çevresinde yer alan, nüfusu 4 milyona yaklaşmış, yüzde elli dördü Müslüman Tatar Türklerinden, yüzde 35 civarı Rus, ve kalanı diğer milletlerden oluşmuş Özerk Cumhuriyet. Kazan bu ülkenin başşehri.


DİL’İN ÖNEMİ VE MİLLİ ŞAİR ABDULLAH TUKAY Bin yıldan fazla Türk yurdu olan bir şehirden bahsederken ortak değerlerimizi tespit etmemiz gerekiyor. Kullanılan dil önemli, Tatar dili olarak bilinen Kırım tatarcasından biraz farklı dil kullanılıyor, ancak yıllardır kültür baskısı altında yaşamış milletlerde görüldüğü gibi eğitimde kullanılan dilin Rusça olması genelde Rus dilini hakim kılmış bu topraklarda. Yazımın başında bulunan şiir ise bize hiç yabancı değil, ülkemiz şairlerinden bir çoğunun aynı anlamda yazılmış şiirini bulabiliriz, hatta şiirleri kimin yazdığını bile karıştırabiliriz. Tataristan’ın çok önemli şairi Abdullah Tukay’ın şiirinde vurguladığı gibi anadil’e özlem, bağlılık ve saygı bir milletin; milliyetini , dinini, medeniyetini, kültürünü kaybetmemesinin birinci şartıdır. Tukay’ın Anadilim şiiri, aradan bir asır geçmesine rağmen resmi olmasa da Tataristan’da bestelenmiş hali ile Milli Marş olarak dinlenmekte söylenmekte ve halkını duygulandırmaktadır. Kazan’da dilden ve şairden sözedince Abdullah Tukay’ı biraz özetlemem gerekiyor. Tukay; 1886 yılı 26 Nisanında Kışlavuç köyünde dünyaya gelir, babası köyün imamıdır, bebe iken babasını 4 yaşında annesini kaybeder, kalabalık bir ailesi olan dedesinin yanında çok ezilir, açlık soğuk ve şefkatsizlik Tukay’ın geleceği üzerinde etkili olacaktır. Kırlay kasabasında birazda olsa çocukluğunu yaşamış, vatan topraklarına bağlanmasını ve güzel duyguları Kırlay’da öğrenmiştir. Şairin buradaki hayatını daha sonra yazdığı eserlerden tespit edebiliyoruz, çocuk oyunlarını, güzel kokan çiçeklerin üzerindeki etkisini daha sonra yazdığı hikayelerdeki iyi ve kötü kahramanlarını ayrıntılarıyla buradan seçmiştir. Uralsk şehrinde ergenlik yıllarını yaşar olgunlaşır ve hayattaki vazifesini belirlemiştir, bu duygularını bir şiirinde ne güzel anlatır; Nededir lezzet? Çünkü yalan dünyada az, Leziz şeyler, nededir lezzet, nerede haz? Bende sadece millete hizmet aşkı var, Bence bunda güzellik var, lezzet ve haz da var!... (1907) Eserlerinde edebiyatın romantizminden çok milli tarih katkısını gizleyerek sunmuştur. Estetik milliyetçiliği bir halk masalı olan “Süreli” içine gizlemiştir.Çocuk yaşta başlayan bir kültür algısını topluma kazandırmıştır. Tukay’ın, Mehmet Akif ile de benzeşen şiirleri onun İslamiyet ve Milliyet fikrine çok yakın olduğunu gösterir. Kısaca Abdullah Tukay; Vatancı Namık Kemal gibidir, Aydınlanmacı sekülarist Tevfik Fikret gibidir, Modern dindar Mehmet Akif gibidir, Milliyetçi- romantik Ömer Seyfeddin gibidir. Keşke daha çok okuyup dertleşebilsek Abdullah Tukay ile. Kazan’ın bir parkındaki heykeline

Tatar Mahallesinde Tatar evleri

bakarken bir asır öncesinden bize bakan, gencecik yaşta hayatını kaybeden bir insanın yazdığı eserleri anımsayıp, saygı göstermemiz gerekiyor. “Derde’mend Değe’lmiye’m” şiirini okuduğumuzda içimizi ısıttığını hissediyoruz. “Dertli mesul olur mu? Müptelayım, neyleyim? Cismim ve canımla beraber bir belayım, neyleyim? Neyleyim,aslım, esasım dertle kurulmuş, Ta ezelden, dertle, şevkle yaratılmışım, neyleyim? Kerbelada Allah aşkı yolunda şehit olsalar Ben de muhabbet yolunun şehidiyim, neyleyim? Seyahat yazısını yazarken orada yaşayan insan profilinden başlayıp dillerini öncelikle vurgulamayı ve dialogumu satırlara öyle taşımayı yeğlerim. Kazan işte bu çerçevede dil ve kültür açısından kökte birleştiğimiz bir yapıya sahip. BULGAR TÜRK DEVLETİ Hazar devleti tarafından parçalanan Büyük Bulgar Türk devleti kollara ayrılarak Asparuh han ile Tuna Bulgarları bugünkü Bulgaristanın temelini atarlar , Kotrak han ile de İdil Bulgarları Devletini kurarlar, Hazar yanında kalan Bulgarlara Kara Bulgarlar, İdil’in kenarında kurulan Bulgar Türk Devletine de Ak Bulgarlar denir. Ak idil, manilerde şöyle dile getirilirmiş Kazan’da; “Ak-İdil’i geçtiğim çağda / Ak elinde kürek kırılırmı? / Özledinmi diye niye sorarsın? / Özlemeyen kişi böyle ağlarmı? Bulgar Türk Devleti Han’ı Almuş Han, Bağdatta Muktedir halife den mimari yardım ister, kaleler ve konaklar yapılacaktır. Halife Muktedir İslam’a ısındıracak din adamları da gönderir, Bulgar şehrine sahabe soyundan 3 kişi gelir bunlardan biri orada kalır ve vefat eder (adı ; Hz.Zübeyr b.Cüde) , Tebliğ için gelen kişiler prensip olarak lisan-ı hal ile Müslümanlığı sevdirir ve ısındırırlar, 922 yılında Almuş han 20 yıldan fazla İslam içinde yaşayan halkın isteği ile, devlet olarak Müslümanlığı kabul eder , kendisi Cafer

13


Ş ehir

bin Abdullah adını alır, Bulgar Türk Devleti de Müslüman olan ilk Türk Devleti olarak tarihe geçer. İdil kenarında Müslüman Türk medeniyeti kurulur. Zamanla Altınorda devleti içinde kalan Bulgar Türkleri, bugün Kazan Hanlığı içinde yer alır. Kuzey bölgesinde günümüz Rusya topraklarında, Altınorda Devletinin dağılması ile ortaya çıkan hanlıklar; Kırım, Kazan, Astrahan, Nogay, Kasım ve Sibir hanlıkları hepsi birer Türk hanlığı idiler. Siyasi ve askeri güç, kardeşler arasında bölünmüştü, bu sebeple daha sonraları güçlenecek olan Moskova Kinezliğinin akıllı politikaları sonucu kardeşler arasındaki çekişme bu hanlıklarında hükümranlıklarının sona ermesine neden olur. KAZAN HANLIĞININ SONLARI Kazan Hanlığı, Safa Giray Han’ın vefat etmesi ile tehlikenin içine girer, Safa Giray han’ın oğlu Ötemiş Giray Han’ın çocuk yaşta olması idarede zafiyete sebep olur, birliği sağlamaya çalışan Valide Sultan Suyumbike Hatun birkaç kez Rus saldırılarına karşı koyar ve Rusları bozguna uğratır. O sırada Hükümdar olan ve Rus çarlığının kurucusu kabul edilen ilk çar ünvanlı Korkunç İvan yeni bir planla, Kazan şehrine yakın İdil’in çatağında büyük bir kale yaptırır ve Kazan Hanlığını taciz etmeye başlar, Kazan’ın Dağlık bölgesindeki varlığının kabul edilmesini ister, bu arada Kazan içinde kendine yandaşlar bulur onları kandırır. Suyumbike ve Ötemiş hanı teslim edip Rus esirleride serbest bırakırlarsa kendilerine siyasi güç ve maddi menfaatler önerir, teslim şartları yerine gelirse onları özgür bırakacağını söyler. Suyumbike hatun bütün bu baskılara dayanamaz, çember daralmıştır, bir umut vardır güneyde, Osmanlı devleti ve Kırım hanı yardım edebilir,(menkıbelerde rivayet odur ki) Suyumbike hatun, son bir ümitle şart öne sürer korkunç İvana, “ Bir kule istiyorum 7 katlı 7 günde tamamlanacak, tamamlanırsa kabul ediyorum” der, teslim olmayı. Her gün bir kat çıkarlar şart üzere Ruslar, Suyumbike hatun da hergün bir umutla güneye bakar yardıma gelen varmı diye ? Nihayetinde 7 gün biter, kule tamamlanır, Suyumbike Hatun’un umutla beklediği yardım gelmemiştir, içteki hainler kazanmıştır aslında kaybedeceklerini bilmeden. SUYUMBİKE HATUN DESTANI Suyumbike Hatun, Han Mescidinde namazını kılar dua eder, vefat eden kocası Safa Giray han’ın mezarı başında acıklı ağıtlarını söyler - “Er’im Padişahım, görüyormusun ? niye bizi yalnız bıraktın,… işte şimdi düşmanımıza tutsak olduk ne yüzle sana bakacağım…”. Sene 1553 ve Ruslar Suyumbike Hatunla oğlu Ötemiş hanı esir alıp sayı//1// ocak 14

Moskovaya götürürler. Suyumbike nin babası Nogay Hanı Yusuf Mirza kızını Ruslardan ister ama Ruslar onu babasına vermezler, bir yıl kadar sonra Moskova yakınlarında kahrından ölür, oğlu Ötemiş ise yakalandığı amansız hastalıktan birkaç yıl sonra (veremden) ölür. Bu hikaye aslında Kazan Hanlığının acıklı sonudur ama Kazanda kahraman bir Tatar Türk kadınının destanıdır aynı zamanda, Kazan’ın son melikesi Suyumbike Hatun Destanından bazı mısraları nakletmeliyim…

Kazan Kremlini, Suyumbike Kulesi ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü

Suyumbike adım, Nogay aslım, nerde benim genç devletim, Çocukluk çağım, nurlu yüzüm, Mirza kızı olduğum bahtım. Han hatunu oldum ben ata-ana tarafında, Kırım han kazan’a getirdi takdirimi,...İdile çıkınca baktım ben kaleye, Kaldı ağlayarak Kazan’ım, benzeyerek öksüz bebeğe, Dedim; Miskin Kazan’ım, düştü tacın başından Kaldın bugün devletsiz, genç mi genç yaşın ile nerde kaldı şatlığın, nerde senin hükümranlığın? KAZAN’IN RUSLAR TARAFINDAN İŞGALİ VE KORKUNÇ İVAN Suyumbike hatun geleceği görmüştür, ama Kazan’ın gaflette olanları görememiş ve İvan’a inanmışlardır, İvan hemen harekete geçer Kazanı istila etmek için, kazanlılar uyanırlar ama iş işten geçmiştir. Ruslar kaleye dört taraftan saldırı


gerçekleştirir, Kazanlılar kaleyi kahramanca savunurlar ama nafile, şehrin lağımlarından ve su yollarından Rus askerleri kaleye sızmıştır. Tarihte ilk Rus çarı olarak kabul edilen 4.İvan veya diğer adı ile Korkunç İvan, lakabına uygun şekilde katliamına başlar, Kazan’daki Müslüman Türkleri erkek, kadın çocuk demeden kılıçtan geçirirler, ancak hıristiyan olanları bağışlarlar. Medreseler, camiler, kütüphaneler, hamamlar, saraylar, içindeki insanlarla birlikte yok edilirler, Kazan yanmaktadır. Korkunç İvan, Suyumbike minaresini bir gözetleme kulesi olarak düşündüğünden yıktırmaz. Kaledeki en önemli cami, Han Camii ve medresesinin büyük hocası ve Kazan’ın o dönemdeki kanaat önderi Seyyit Kul Şerif ve talebeleri, cami medrese ve civarındaki sokaklarda tek talebe kalıncaya kadar savaşırlar Ya Allah! nidaları kılıç seslerine karışır, oluk gibi kan akmaktadır, Seyyid Kul Şerif ve talebelerinin tamamı şehit olurlar. Kazan şehri yağmalanır, kıymetli eserler Moskova’ya kaçırılır, kalan eserler, yakılır yıkılır ve Kazan, Ruslarca ilhak edilir. Moskova’da , kazanın istilası zafer olarak ilan edilir ve şenlikler yapılır. Yıkılan Han Camii (Kul şerif camii) sekiz minareli olduğu için, bunun yıkılması şerefine Moskovaya sekiz kuleli Vasiliy kilisesi inşa edilir. Kazan kalesinin ahşap surları, Vasili kilisesini yapan mimar tarafından taş olarak yapılır. Kazan Türk mimarisi ve Kazan sanatı kültürü, Rus mimarlarının ve sanatkarlarının etkilendiği tarz olmuştur. Kazan’ın ilhakından kaçabilenler ormanlara ve dağlara kaçarak oralarda yaşamaya başlarlar, Müslüman Türkler iki asır’a yakın Kazan kalesine (şehrine) giremezler, nehrin karşısına gelip şehre hüzünle bakarlar. Kazan Türkleri kaybettikleri vatanlarını başşehirlerini almak için çok mücadele ettiler muvaffak olamadılar. Hatta Ruslar, Müslümanların nehir kıyılarında ikamet etmelerine müsaade etmiyordu, köylerde mezralarda yaşayıp koloni düzeni kurmaya çalıştılar. KAZAN’DA TİCARİ VE İLMİ GELİŞMELER, CEDİT OKULLARI Kazanda iki asır süren Rus kültür emperyalizmi ile halkın yaşayış ve kültürü yozlaşmıştı, bu tarihten sonra Kazan Tatar Türkleri biraz silkelenir gibi oldular, bazı zenginler oluştu, bunlar halkın din ve milliyet duygularını öğrenmesi için çalışmalar yaptılar, mescidler, camiler, okullar açılmaya başlandı. 1800 lü yılların başlarında bu baskıcı rejim altında daha mücadeleci bir nesil ortaya çıktı, Buhara’da yetişen alimler Kazan’da bildiklerini daha yeni yöntemlerle yeni nesle aktarıyor ve kabuk değişimi başlıyordu, Cedit okulları halkın okuma yazma ve bilgi edinmesi hususunda aktif rol alıyordu.

1850 lerde artık yol gösterici kanaat önderleri ortaya çıkmış içten içe bir tazelenme başlamıştı; Mercani, Kursavi, Utiz, İmeni, Feyzani gibi alimler Kazan’da yeni bir kültür kazanı oluşturuyorlardı, kültürel aydınlanma dünya ile entegre olarak devam ediyordu, müslüman ülkelerdeki gelişmelerle batıdaki gelişmeler birlikte takip ediliyor ve değişimin yüzü ortaya çıkıyordu. Bu tarihlerde Kırım’da ortaya çıkan İsmail Bey Gaspıralı, kazanlı bu önemli kişilerle fikir alış verişinde bulunuyor ve icraatı, hem basın yolu ile hem de eğitimin yenileştirilmesi ile (cedidizm okulları) gerçekleştiriyorlardı. İsmail Bey Gaspıralı, zaten var olan Kazan daki bu hareketin kaynağını ateşleyen önemli bir mütefekkirdi. EKİM DEVRİMİNDEN SONRA Ekim devrimi (1917) geldiğinde, toparlanmakta olan Kuzey Türkleri yeni bir bozgunla sarsıldılar. Aynı yıl Kazan’da toplanan Rusya Müslümanları konferansında siyasi kararlar alınmış, Rusyada Müslüman topluluklarının muhtar cumhuriyet kurması kararlaştırılmıştı, Kazan merkezli olarak ilan edilen bu muhtariyetin daha sonra merkezi Ufaya taşındı Sadri Maksudi Arsal’ın başkanlığında

Kazan Üniversitesi tarihi ünlüler sınıfı; Lenin’in ve Tolstoy’un okuduğu sınıfta Türkiyenin ünlüler.

bir meclis oluşturuldu (120 kişi) ve İdil-Ural Devleti ilan edildi, aynı tarihte Kırımda Kırım Halk Cumhuriyeti Numan Çelebicihan başkanlığında kuruluyordu. Hem İdil-Ural Cumhuriyeti hem Kırım Halk Cumhuriyeti bu bölgede Komünist rejim tarafından kaldırılır ve Sovyet Sosyalist Tatar- Başkurt Cumhuriyeti kurulur. Fakat Bolşevikler hedeflerine adım adım gitmektedirler, 15


Ş ehir

Kazan Kremlini ve Kul Şerif Camii Minareleri

daha sonra her ismi olan boyu bir devlet kabul ederek, parça parça Sovyet devletçikleri oluştururlar. Kendi düşüncesinde olan Türk aydınlarını da ki içlerinde Sultan Galiyev de vardır, hepsini zamanla ortadan kaldırmışlardır. 1950 li yıllarda Tatar Türklerinin alfabelerinide değiştirdiklerinde , zaten kayıp olan yılların telafisini sağlayamayan Tatarlar tamamen bir kültür ve tarih erozyonuna uğrarlar. Kendi destanlarını okumaları dahi yasaklanmıştır, bu destanlardan en gözdesi Çorabatur Destanıdır. BUGÜNKÜ TATARİSTAN VE KAZAN’DA İSLAMİYET 1990 yılından (perestroykadan) sonra yeni bir silkelenme yaşayan Tataristan, artık Rusya Federasyonuna bağlı bir Özerk Cumhuriyettir, Cumhurbaşkanı Müslüman Tatar Türktür. Tataristan’da bugün İslami uyanış ve gelişme sevindirici durumdadır, Tataristan Başmüftüsü Kamil Hazret’i ziyaretimizde heyacanla anlattığı gelişmeler bizleri sevindirdi.1990 başlarında yıkık birkaç mescid olan Tataristan’da bugün 1500 civarında Cami ve Mescit, Başşehir Kazan’da ise 70 cami olduğunu duyunca mutlu olduk. Bir çok İslami sitede vaazlar hem Rusça hem tatarca verildiğini, yüzlerce kaynak eserin tercümelerinin yapılarak sitelerde kullanıma açık olduğunu ifade ettiler. 1800 lü yıllarda Kazan’da Kitap basımının ve matbaaların çok aktif olduğunu biliyorduk Kamil Hazret teyit ederek bir çok eserin Kazan matbaalarında basıldığını ve

sayı//1// ocak 16

Osmanlı dahil bir çok İslam Ülkesine dağıtıldığını söyledi, Karabaş Tecvidinin yazıldığı yerin Kazan olduğunu burada öğrendik, Muhammediye kitaplarının farklı nüshalarıyla burada binlerce adet basıldığını öğrendik. Müftümüz Kamil Hazret genç ve dinamik bir din adamı, Vizyonu geniş , Türkiye’dende feyiz almış, bazı İslam ülkelerinden de tahsil görüp memleketinde faydalı çalışmalar yapıyor. Daha önce görev yaptığı Tınışlık Camiine, her Cuma akşam ile yatsı arası vaaz ve sohbet yaptığını söyleyip davet etti, halkı yönlendirecek imamların hem bilgili hem sosyal olması gerektiğine inanıyor ve bu konuda çalışmalarını devam ettiriyor müftü efendi hazretleri. İmamlardan oluşan Buz hokeyi takımları olduğunu söyledi şaşırdık, İmamlardan oluşan Güreş takımlarının olduğunu, kazananları hacca gönderdiklerini söyledi. Bu aktif çalışmalar bölgede kayıp yılların telafisine sebep olur inşallah. Tarihten ders alarak aynı durumlara düşmemek için , fitneden ve fesattan uzak durulması gerektiğini çok iyi biliyorlar. BULGAR ŞEHRİNE TARİHİ YOLCULUK Kazan’a gidip de Bulgar şehrini görmeden dönmek olmaz demişti İbrahim Maraş hocam son gün yemekte. Zaman dardı ama binlerce km. gelip de böyle bir tarihi solumadan dönmek benim kitabımda yazmazdı. Ali Arslan, Hüsrev Subaşı, Recep Çelik, Mahmut Bıyıklı dostlarımla birlikte, Cumartesi öğlen yemeğinden sonra Bulgar şehrine doğru yola çıktık, neredeyse 3 saatlik bir yolculuktan sonra Bulgar’a


Kazan’da Mercani Camii

vardık.Sadece Bulgar’ı , tarihini, geçmişini ve bugünü anlatmak ve yazmak bile sayfalar dolduracak bir malzemeyle dolu. Bulgar’da ilk göze çarpan yapı yeni yapılmış, sanırım gene tarihten kalan bir yapı yerine yapılmış, şirin muhteşem, sade, bir o kadar da gösterişli Akmescit camii, Cami yeni yapılmış ve ibadete açılmış, yaptıranlar gene Kazanlı zengin Müslümanlar. Mescid-i nebevinin küçük bir kopyası gibi görünüyor, ön avlunun iki tarafı medreseler olarak planlanmış, bir tarafta kız bir tarafta erkek öğrenciler İslami eğitim görüyorlar, cami iç tezyinatı çok sade, hatlar dekupe olarak uygulanmış bembeyaz bir iç mekan ve bembeyaz bir dış mekan, iki minaresi iki taraftan kalem gibi yükselmiş, estetik olarak insanın içini ısıtan bir mimarisi var. Ahşap kapılar ve uygulamalar harika, gene iki katlı sistemle alt katta abdest alma ve tuvalet mekanları ayrıca medresenin ihtiyaç alanları olarak tanzim edilmiş. Bu arada camilerde katlı uygulamaların neden olduğunu belirtmeliyim, Kazan’da senenin 8 ayı yerler buz , şehrin ortasından geçen nehirler buz, hatta nehrin üzerinden tırlar bile gidebiliyor buzun üstünden, bu şartlar altındaki bir şehirde dışarıda bir şadırvan ve abdest alma mekanı düşünülemezdi, aynı bina içine almak suretiyle bu işi çözmüşler, merkezi ısıtma sistemi ve sıcak su sistemi şehirde mevcut , bu nedenle yılın büyük bölümü eksi 30 -40 lardaki memleketde yaradan onlara, doğal gazı ve Petrolü bahşetmiş, hem ekonomileri hem yaşam

şartları ona göre dizayn edilmiş. Bulgar şehrinin tarihi kalıntılar bölümünde ise, kazılar hala devam ediyor, Han saray’ının kalıntıları belirlenmiş üstüne dev bir metal otağ kurmuşlar. Büyük bir minare ve yanında caminin kalıntılarını görüyorsunuz, başka camilerin kalıntıları da var çevrede, gene muhteşem bir camiyi yeni yapmışlar, görkemli bir mabed olmuş, sahabeden 3 kişinin Bulgar şehrine geldiğini ve Almuş hanın misafiri olduklarını , bunlardan birinin burada kalarak bu topraklarda defnolduğunu ifade eden bir kitabe var. Han ve çocuklarına, ailelerine ait türbeler var . Akşam olmak üzere idi, güneş ışıklarını Bulgar üzerinden çekmeden, İdil nehrine tepeden bakan şehrin kıyısında yer yer buzlu olan çimenler, otlar üstünde bir ikindiyi eda etmenin keyfini lezzetini huzurunu hiç unutamam. Bin yıllık bir tarihin yaşandığı toprakların, çıplak tarihi üzerinde, İslam için mücadele eden soydaşlarımız, atalarımız ne derseniz deyin benim dindaşlarım, müslüman oldular, islamı yayma görevini üstlendiler, müslüman oldukları için o topraklarda şehit oldular, onlara rahmet dilemek ruhlarına Fatihalar Yasinler okumak için, onları hissetmek için bu topraklara çıplak ayakla basmalıyım, onları bin yıl sonrada olsa tanıma şerefine eriştiğim için çok mutluyum. KAZAN’A ELVEDA DEĞİL, MERHABA ! Tataristan’ın Başşehri Kazan’a gidişimiz ve dönüşümüz arasında tam yüz saat yaşadım, bu yüz saatin üzerimdeki etkisinin ve yüklediği sorumluluğun yüzlerce ton olduğunu söyleyebilirim. Geç geldim, ama hiçbir şey için geç değildir, onun için Güzel Kazan’a elveda değil Merhaba ! diyorum. Kazan; uzaklardaki yakın memleket, karıştırdıkça kültür kaynayan bir memleket… Abdullah Tukay’ın bir mısraı ile bitirelim “Arzı muhabbet eyledim ben sana ey milletim; İnanıyorum ki sen de beni dost görürsün.”

Mercani Camiinde değerli kitaplar ve eşyalar 17


Ş ehir

BİR ASIR ÖNCESİNDE ANKARA’NIN BAŞKENT OLACAĞINI YAZAN ŞEYH

ANKARA ÇEŞİTLEMELERİ

ANKARA’NIN BAŞKENT OLMASINDAN TAM BİR ASIR ÖNCE BİTLİSLi ŞEYH MUSTAFA MÜŞTAK EFENDİ YAZDIĞI BİR ŞİİRLE ANKARA’NIN BAŞKENT OLACAĞINI HABER VERİYORDU. Hüseyin AKIN

Ankara’nın başkent olmasından tam bir asır önce Bitlisli Şeyh Mustafa Müştak Efendi yazdığı bir şiirle Ankara’nın başkent olacağını haber veriyordu. Müştak Dede’nin sufi anlayışına uygun olarak kehanetini şifreli bir şekilde yazdığı şiirinin 1.3.5 ve 7. mısralarında sırasıyla Arapça Elif, Nun, Kaf, Re ve He harfleri vurgulanmaktadır. Bu harfler A,N,K,R,H yi (Ankara’yı) belirler. İkinci mısrada belirtilen bu yerin Ankara olacağı 7.mısrada da bunun “hay u hu” ile (İstiklal savaşı kastedilerek ) gürültü patırtı ile gerçekleşeceği ima edilmektedir. Ayrıca ebcet hesabıyla birinci mısraın açılımı yapıldığında hicri tarih ortaya çıkmaktadır. Dokuzuncu mısrada geçen Sultan Hacı Bayram’a ilişkin ifade ise Hacı Bayram-ı Veli türbesinin Ankara’da olmasından yola çıkarak başkent olacak yerin Ankara olduğuna işaret etmektedir. Bütün şiirlerini ve eserlerini Muştak Efendi unvanı ile yazan Mustafa Müştak Efendi’nin düzenli bir divanı vardır. Bu eser 1946’da İstanbul’da basılmıştır. Divanını Türkçe, Arapça ve Farsça yazmıştır. Divanın 29. sayfasında 73. gazelinde Müştak Efendi sanki bir bilmece gibi yazmış olduğu gazelinde şöyle diyor, buyurun okuyalım: Me’va-yı nâzenine kim elif olursa efser Lâbüd olur me’va İstanbul ile hemser Nun vel-kalem başından alınsa nun-ı Yunus Aldıkda harf-i diğer olur remz ezher Miftah-ı sure-i Kaf ser haddi ta kâf Munzam olunmak ister ra’yı Resul-i Peygamber Hayı hu ile ahir maksud olur zahir Beyt-i veliyyülekrem ek-hac ıyd-ı ekber Ey padişah-ı fahhâm Sultan Hacı Bayram Ruhan-ı ser-ikram Müştak abd-i çaker ANKARA’YA BAŞKENT MÜJDESİ Kısa açıklaması: ebcet hesabıyla lafza’i celalin Elifi, Süreyi Nun’un Nun’u, Sureyi Kaf’ın Kaf’ı, Resul’un R’si, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin himmeti ile H’si Ankara’nın başşehir olacağını belirtmiştir. Bu şiirde rumuzlarla işaret edilen beldenin İstanbul ile eşit olacağına, yani –o devirde İstanbul’un başşehir olması sebebiyle- başşehir olacağına işaret edilmektedir. Şiirin ilk beytinde beldenin başşehir olma senesi verilmektedir: Elif harfinin ebcet hesabıyla karşılığı olan 1 rakamının, efser kelimesinin ebcet karşılığı 341 rakamının başına getirilmesi işaret ediliyor ki, 1341 rakamı meydana gelmektedir. Hicri 1341 senesinin Miladi karşılığı ise 1922–1923 yani Ankara’nın başşehir olma yılıdır. Müştak Efendi, başşehir olacak beldenin Ankara olacağına ise şu şekilde işaret etmektedir.

sayı//1// ocak 18


Birinci mısrada bulunan elif yani A harfi anahtar kelimenin başına getirilecektir. İkinci beytin Nun ve’l-kalem ifadesinin başındaki yani nun yani N harfi bir başka deyişle Yunus kelimesindeki N harfi alınacaktır. Üçüncü beytin ilk mısrasında Kaf kelimesinin ilk harfinin yani K harfinin alınması söyleniyor. Aynı beytin ikinci mısrasında ise Resul kelimesinin R harfinin alınması isteniyor. Dördüncü beytin heva kelimesindeki H harfinin alınmasına işaret ediliyor. Böylece ortaya çıkan harfleri sıraladığımız takdirde A,N,K,A,R,A harfleri ortaya çıkıyor ki eski yazıyla yazılan kelime Ankara okunmaktadır. Şiirin son beyitinde de Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine yani yine Ankara’ya işaret vardır. Hekimoğlu İsmail’in aktardığına göre Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan hoca Müştak Baba’nın bu şiirinde KAMAL olduğunu da tespit etmiştir. Açıklama aynen şöyledir: “Üçüncü mısrada, nun-u Yunus derken buradaki nun, balık manasındadır. Balık ise Farsçada pençe’dir, pençe de aynı zamanda 5’tir. “Nun vel kalem”in başından nun alınsa dediğine göre, geriye vav harfi kalıyor. Bu harfin değeri de 6’dır. Yani 6’dan 5’in çıkarılmasını istiyor ki, geriye 1 kalır. 1 ise aynı zamanda elif’tir. Elif alınıyor, diğer harflerin başına konuyor. Böylece, kaideye göre, eldeki bu harflerden çift olmayanlar alınacak. Bunlar kaf ve mim. Elifler de çift olmadığı için alınır ortaya KAMA çıkar. Bu sefer, yine kaide gereğince çift olan lam da alınır ve KAMAL kelimesi tamamlanmış olur ki, buna edebi sanatlarda “muamma” denir. Mustafa Kemal, bir zamanlar ismini KAMAL diye yazdığına göre Müştak Efendi, 1342 yılında Ankara’nın başşehir ve Kamal isminde birisinin de devlet başkanı olacağını, 70–80 sene önceden bildiriyor.” MABETSİZ ŞEHİR Ankara’nın şehir planı yapılırken dini siluetlerin öyle çok fazla yer almaması için itina gösterilmiştir sanki. Bu profan durum en çok şehrin camii ile ilişkisinde göze çarpar. Osman Yüksel Serdengeçti “Serdengeçti” dergisinde yazdığı yazıları topladığı “Mabetsiz Şehir” kitabında Ankara’nın bu yönünü anlatır. Bahis konusu olan Ankara’nın Yenişehir yani şimdiki Kızılay semtidir. Hekimoğlu İsmail anlatıyor: “Mabetsiz Şehir” kitabını yazarken onun bürosunda, bodrum katındaydım. Dedim ki ağabey, mabetsiz şehir neresi? Dedi ki; Ankara’nın Yenişehir dedikleri muhitte cami yok, havra yok, kilise yok. İşte mabetsiz şehir burası.” Serdengeçti 1943’ün 21 Haziran’ına ait bir hatırayı şöyle aktarır: “Yaşlıca birisi çıktı ve bana sordu: “Oğlum bu civarda camii şerif var mı?” “Babam, dedim burada camii na-şerifler var.” Anlamaz gibi yüzüme baktı. “bu şehirde mabut yok, mabet

yok!” “Ne var ya?” dedi. Burada oturan insanların ekseriyetinin mabutları cebinde, mabudeleri de yataklarında” Neyse ki 1967’de temeli atılıp 1987 tamamlanan (Turgut Özal tarafından açılmıştır) Kocatepe Camii ile bu görüntü izale edilmeye çalışılmıştır. Aslında 1950’den beri Ankara’ya büyük camii fikri tartışılmaktaydı. Sadece ebat değil aynı zamanda estetik olarak da cumhuriyetin başkentine yakışır bir camii-özellikle devlet törenleri için- gerekli görülmekteydi. Her ne kadar Ankara gözdesi için Maltepe Camii olsa da, bu camii küçük olması hasebiyle yetersiz kalıyordu. Böyle büyük bir camii için açılan proje yarışmasını Vedat Dalokay kazanır (1957). Ne var ki bu proje uygun bulunmaz atılan temel 1964 yılında sökülerek başa dönülür. Bu kez Hüsrev Tayla ve Fatih Uluengin’e ait geleneksel olanla modern olanı birleştirmeyi hedefleyen projesi kabul edilir. Ortaya bugünkü otopark, süpermarket, idari bürolar ve konferans salonu gibi bir sürü çok amaçlı bölümleri bünyesinde barındıran bir mabet çıkar. Kocatepe Camii mimarisi, konumu ve simgesel yönüyle günümüze dek tartışılmıştır. Eski Osmanlı camilerinin ucuz bir kopyası olup hiçbir orijinalitesinin bulunmadığından tutunuz da Türkiye’nin şehircilik ayıbı olduğuna kadar birçok noktadan eleştirilmiştir. Anadolu ajansı 2007 yılında bastırdığı bir duvar takviminde anıtkabirle Kocatepe Camii’ni aynı kareye sığdırınca yeni bir tartışmanın da fitilini ateşlemiş oldu. Bir yandan fotoğrafın fotomontaj mı yoksa sahici mi olduğu noter huzurunda ispatlanmaya çalışılırken diğer yandan iki simgenin aynı kareye sığdırılma çabası tartışıldı.

Kocatepe Camii mimarisi, konumu ve simgesel yönüyle günümüze dek tartışılmıştır. Eski Osmanlı camilerinin ucuz bir kopyası olup hiçbir orijinalitesinin bulunmadığından tutunuz da Türkiye’nin şehircilik ayıbı olduğuna kadar birçok noktadan eleştirilmiştir. Anadolu ajansı 2007 yılında bastırdığı bir duvar takviminde anıtkabirle Kocatepe Camii’ni aynı kareye sığdırınca yeni bir tartışmanın da fitilini ateşlemiş oldu.

Anadolu’nun neresinden giderseniz gidin Ankara’da ezana ayarlı kulaklarınızda ister istemez bir frekans sorunu yaşayacaksınız. Şimdilerde Ankara tek parti dönemindeki gibi mabetsiz değil; ama minaresiz şehir olma özelliğini koruyor. Bodrum katlarına sıkıştırılan mescitlerde ezan sesleri daha bir kat yukarıya bile çıkmadan boğulup kalıyor. Bu namaz kılma mekânlarına ne camii denilebilir ne mescit. Belki camikondu ya da mescidkondu demek daha uygun olur. Ankaralılar adeta sessiz bir anlaşmayla, camilerini geliş yönü istikametine göre değil, gidiş yönü istikametine doğru taksim etmişler. Maltepe laik ve çağdaş geçinenlerin, Kocatepe devlet erkânının, Hacıbayram ise muhafazakâr kesimin uğrak ve uğurlama yeri olmuş. İnsanlar yaşarken nasıl konumları ve statülerine göre semtlerde oturmayı tercih ediyor, eğlence ve dinlence mekânlarını ona göre belirliyorlarsa, cenazelerini de aynı statüde 19


Ş ehir

insanların uğurlandığı camilerden kaldırıyorlar. İstanbul’da da Teşvikiye, Şişli, Levent ve Fatih camilerinde örnekleri görüldüğü gibi. ANKARA MERKEZ SAYILMAZ ‘Her annesi ölenle denize açılmayın Küser bir gün bakarsın saksağan saksağana Bırak çoğul erisin tığ teber yürek yağın Tere kaç kere batmış kapkara ankara’ Dizelerin sahibi İsmet Özel’in çocukluğu Ankara’nın eşiğinde geçmiştir. Kastamonu ve Çankırı’da çocukluk çağını geçiren şair Ankara’nın da kokusunu almıştır. Kendisine Ankara ile ilgili sorulan bir soru üzerine bakınız nasıl cevap veriyor: “Ankara merkez sayılmaz… İstanbul her zaman Türkiye’nin başşehri olmuştur. Ankara, görece bir büyük şehirdir. Hele bizim taşındığımız 1959 yılında… İnsan kötü şeylere alışabilen tek hayvandır. Diğer hayvanlar kötü şeylere alışmazlar, kötü şartlar onları öldürür. Ben Ankara’ya ilk defa geldiğimde, kalorifer dumanı kokusu duydum. Kalorifer dumanı bana, ilk kez karşılaştığım büyük şehrin imajıyla birleştiği için, kötü bir şey gibi gelmemişti.” (İsmet Özel/Toparlanın Gitmiyoruz/ Ebabil Yayınları/ Sh:149)

Bilenler bilir ki Ankara birinci lige torpille çıkarılmıştır. Ankaralı dostlarımız bize küsmesinler ama bu 12 Eylül anlayışına yaslı bir devlet politikasıydı. Zamanın devlet başkanı Kenan Evren “Koskoca başkentin nasıl bir futbol takımı olmaz” diyerek Ankaragücü takımını kitabına uydurarak 1. lige çıkardı.

sayı//1// ocak 20

ANKARAGÜCÜ VE ANKARA’NIN GÜCÜ “Hükümet düşer Ankaragücü düşmez” Ankaragücü’nün taraftarları maçta takımlarına böyle tezahürat yapıyorlarmış. İyi de Ankaragücü bu gücü nereden alıyor diyebilirsiniz. Anlatalım. Efendim bilenler bilir ki Ankara birinci lige torpille çıkarılmıştır. Ankaralı dostlarımız bize küsmesinler ama bu 12 Eylül anlayışına yaslı bir devlet politikasıydı. Zamanın devlet başkanı Kenan Evren “Koskoca başkentin nasıl bir futbol takımı olmaz” diyerek Ankaragücü takımını kitabına uydurarak 1. lige çıkardı. Evren’in bu şaşkınlığını emir addedenler derhal bir yönetmelik değişikliği yaptılar. Yönetmelik değişikliğine göre: Türkiye kupasını kazanan takım birinci lige terfi eder, hükmü getirilmişti. 1981–1982 sezonunda Bolu spor’la Ankaragücü Türkiye kupasında şampiyonluk için mücadele veriyorlardı. Ne yapıp edilip Ankaragücü Bolu Spor’un elinden kupayı alıp 1.lige çıkmalıydı. İlk maçı yağmur altında, elverişsiz koşullarda 2–1 kaybeden Bolu Spor, bir hafta sonraki ikinci maçta Ankaragücü takımını adeta sahadan sildi. 84.dakikada Bolu Spor futbolcusu Minas’ın 35 metreden attığı şut Ankaragücü kalecisi Adil’in şaşkın bakışları arsında kaleyi delip geçti. Atılan golün hiçbir tartışılacak tarafı yoktu. Bolu Spor futbolcu ve taraftarlarının galibiyet sevinci tam doruk noktada iken maçın hakemi Sadık Deda golü geçersiz sayar. Çünkü emir yüksek yerden gelmiş ve maç Ankaragücü lehine neticelenmiştir.

ANKARA’DA DAYIN YOKSA… İnsanın her şehirden dayısı olabilir, İstanbul’dan, Kayseri’den, Maraş’tan; hatta her meslekten ve her yaştan. Ama önemli olan Ankara’da bir dayın var mı; en zor zamanda, en kritik anda bunu sorarlar adama? Şayet Ankara’da dayın yoksa seksen bir ilin cümlesinde dayın olsa ne fayda! Çünkü Ankara’daki dayı, her insan için bir köprüden geçirme adayı. Ne de olsa halkın belleğinde Ankara güç, kudret ve iktidar demek. Devletin elini, hiç olmazsa parmağının birini üzerinde hissetmek istiyorsa ne yenge, ne hala ne amca ille de bir dayısı olmalı insanın, belli olmaz devletin bilmem kaç rakımlık tepesinden üzerine şans kuşu düşebilir ve dayı çıkabilir! Aksi taktirde Aşık Mahsuni Şerif’in yazgısını dillendirdiği Mamudo Kurban’ların listesine adı çıkıverir insanın. Bakalım ki Âşık Mahsuni Şerif öyle mahzun mahzun ne söyler: Mahzuni işin doğrusu Öter zalimin (sazımın) borusu Dayımın öksüz yavrusu Mamudo kurban niye doğdun (Söyle yavrum niye doğdun) Kurban gelir payın yoktur Haftan yoktur ayın yoktur Ankara’da dayın yoktur Mamudo kurban niye doğdun (Söyle yavrum niye doğdun) Mahzuni Şerif’in “dayımın öksüz yavrusu” dediği kim ola acep? Eğer şapkanızı önünüze eğip derin derin düşünceye dalmışsanız bunun cevabını çoktan bulmuşsunuz demektir. Hey arkadaş, ne diye sağa sola bakıp duruyorsun, bana dayılanıp duracağına git kendine Ankara’dan bir dayı bul. Anlatılan senin hikâyen, başkasının değil! SİZİN HİÇ ANKARA’DA DAYINIZ OLDU MU Sizin hiç Ankara’da dayınız oldu mu? Benim bir kere oldu. Dayımdan ummazdım bunu kahroldum! İstanbul’da çözülmez işlerin içerisine girmiştim. Çözülmez dedimse yanlış anlamayın, bürokratik, kırtasiye işleri anlayacağınız. Babam yıllar sonra aslında benim bir dayımın olduğunu ama onun dar zamanlarda ortaya çıktığını kulağıma doğru fısıldayıverdi. Ben ona aklımda iyi kalsın ve diğer vilayetlerdeki sahici dayılarımla karıştırmayayım diye “dar zaman dayısı” adını vermiştim. Çok büyük bir kapıdan giriliyordu dayımın bulunduğu yere. İlk kez o zaman inanmıştım dayımın ne denli büyük olduğuna. Her kapı bir diğerine açılıyor bir sürü koridordan geçiyordum. Yakamda ziyaretçi kartımla kaç merdiven çıktım bilmiyorum. Sonra bir refakatçi


bayan eşliğinde yıllar sonra ilk kez karşılaşacağım dayımın odasına doğru yürüdüm. Dayım olacak adam sanki dünyanın bütün problemlerini gönüllü olarak üstlenmiş bir civanmert edasıyla meşguliyetini ima edercesine başıyla beni selamladı. Dilimin döndüğünce en kısa cümlelerle neden orada olduğumu anlatmaya çalıştım. Aslında beni dinlemiyor sadece dinliyormuş gibi yapıyordu. Önündeki neye yaradığı anlaşılmayan kâğıda adımı soyadımı yazarken ilk kez beni hiç unutmasın diye doyasıya “dayı” diye söylemeye hazırlanıyordum ki o benden evvel davrandı: “bak canım, ben senin amcanım; ne zaman işin düşerse gel!” Parolayı almış, şifreyi çözmüştüm, demek ki babamın “dayındır git” diye gönderdiği kişi meğerse benim amcammış. Şimdi bana “daha iyi, amca baba yarısıdır” demeye kalkmayın sakın. Bürokratik dilde amca başkasının eşeğini ıslık çalarak arayan kişi demektir. Yetmişli yıllarda insanlar hançerelerini yırtarcasına Ankara’ya doğru seslenip seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. (Bu şarkının sözleri Şemsi Belli’ye ait olup Selda Bağcan tarafından yorumlanmıştı o yıllar) Kimisi doğudan kimisi batıdan. En çok da Ankara’nın kulak tıkadığı bölgelerden. Bu sesleniş bugünün diliyle “orda kimse yok mu?” ile aynı anlama geliyordu. Yaşı kırka dayanmışlar bu çağrıya aşinadır: “Şavata dan Hakkari ye yol getmiyii Biz getmeye kuvvetimiz heç yetmiyii Ankara’da anayasso Elerlinden öpiy Hasso Bize de yap iltimasso Bu işin mümkünü yok mu? uyyy babo!”

mimarlık tarihçisi Uğur Tanyeli’dir. Tanyeli 1997 yılında kaleme aldığı “Türk Modernleşmesi’nin Kentsel Sahnesini Yeniden Düşünmek” isimli kitabında bu düşünceyi savunur. Ankara’nın varlıklı kesimi kapitalist öncesi dönemin tavrı niteliğinde hayır kurumları yaptırmak yerine, kapitalist sürecin modern davranış biçimini benimsemiş servetlerini üretimsel yatırımlarda değerlendirmiştir. Tanyeli’ne göre bu üretimsel davranış şeklinin aynı zamanda Ankara’nın modern kent normlarına uygun bir tarihi kökene sahip olduğu anlamına gelmektedir. Vehbi Koç gibi sayılı zenginlerin Ankaralı olmasını da bu zaviyede değerlendirebiliriz. Bu yüzden Uğur Tanyeli’ne göre Ankara “Modern Türk kentlisinin doğum yeridir” Zira kente yapılan her yenilik aynı zamanda yeni devletin başarısı ve olumlu imajı demektir. Ankara’nın neden başkent olarak seçildiği sorusunun bir cevabı da bu modern kent kimliğinde yatmaktadır. Osmanlıya başkent olmuş diğer şehirler ne de olsa eskiye dair bir takım izler ve imgeler taşımakta olup gelecek kuşaklara eskiyi hatırlatıcı bir motif oluşturma imkânına sahip olacaktı. Oysa Ankara insanların zihin dünyalarında yeniyi yeniden kurmak için çok kullanışlı dinamiklere sahipti. Aynı zamanda Ankara 1930 yıllardan itibaren ciddi aksamalara rağmen modern imajını mimari alanında da yoğunlaştırmaya çalışmış özellikle Yenişehir semti bu anlamda bir model olarak seçilmiştir.

Ankara’nın başkent olmadan önce de modern kent ölçütlerine uygun, fazla geleneksel olmayan bir özellik arz ettiğini savunanlardan biri de mimarlık tarihçisi Uğur Tanyeli’dir. Tanyeli 1997 yılında kaleme aldığı “Türk Modernleşmesi’nin Kentsel Sahnesini Yeniden Düşünmek” isimli kitabında bu düşünceyi savunur.

Bir Anadolu köylüsü Ankara’yı (yöneticileri) Anayasa’ya şikâyet ediyor. Ankara demek halkın dilinde coğrafi bir mekân olmanın çok ötesinde sorumluluk sahibi insanlar topluluğudur. Yani devletlû denilen kesimdir. KENTSEL YAŞAMIN MODERNLEŞTİĞİ İLK KENT: ANKARA İstanbul modern bir kent olsa bile bütüncül anlamda bir modern kent projesine dâhil olduğu söylenemez. Zaten İstanbul’un bir medeniyet merkezi olması hasebiyle böyle bir projeyi kabul etmesi de mümkün görülmüyor. Fakat Ankara tam anlamıyla öngörülen bir modernlik projesinin kentsel karşılığıdır. Cumhuriyet Türkiye’sine başkent olması Ankara’nın böyle bir projeye sahiplik etmesini kolaylaştırsa da bu şehrin modern kent ölçütlerine müsait olmasıyla direk bir ilgisi olmadığını savunanlar da vardır. Ankara’nın başkent olmadan önce de modern kent ölçütlerine uygun, fazla geleneksel olmayan bir özellik arz ettiğini savunanlardan biri de 21


Ş ehir

HARPUT KAÇ DAĞ ÜSTÜNDE DERSİM DÖRT DAĞ İÇİNDE GÜLÜ VAR BAĞ İÇİNDE DERSİMİ HAK SAKLASIN BİR YARIM SAĞ İÇİNDE Metin Önal MENGÜŞOĞLU

Mengücek oğullarının son kuşağından olan Halil Beg, Mazgirt Kasabasında, yıllardır yanında barındırdığı hizmetlisi tarafından arkadan vurulduğunda, otuzlu yaşlarındaydı. Ona sıkılan mavzer kurşunu aynı zamanda meşhur Dersim İsyanının ilk kurşunu sayılabilirdi. Halil Beg’in annesi, hanımı İnci Hatun, oğulları Talat ve Nuri Begler ile kızı Atiye Hanım, büyük korku ve acı yaşamışlardı. Ortalık bir anda toz duman olmuştu. Kasabadaki o eski sükûnet gitmiş yerini müthiş bir kargaşa almıştı. İnsanların bunu izah edebilecek bir feraseti de yoktu. Tam kırk sekiz parça köyün tamamı, içerisinden Murat suyunu oluşturan bir derenin aktığı, kasaba merkezindeki geniş araziler, dere üzerindeki üç su değirmeni, Kale Arkasındaki bahçeler, hülasa Mengücek oğullarının bu bölgedeki bütün mirası, Halil Beg’den sorulurdu. Şimdi ne olacaktı? Yıllardan, belki de birkaç asırdan beri birlikte yaşadıkları insanlarla aralarına nasıl bir fitne girmişti? Bu hadiseleri kim kışkırtıyordu? Neydi olup biten? Ta Osman oğullarından beri Mengücek Oğlu Beyleri hep sanatla iştigal eden, kardeşleriyle muharebeye girmeyen bir topluluktu. En güzel örneği Divriği’de hala ayakta kalmış Ulu Cami ve şifahanedir. Vaktinde bütün beyliklerle savaşan Osman oğulları onlara dokunmamıştı. İşte sırf bu sebepten ötürüdür ki o tarihlere kadar topraklarını korumuş, unvanlarını sürdürmüşlerdi. İnci Hatun artık buralarda duralamayacağını çabuk kavramıştı. Kendisine sadık görünen bir hizmetliyle beraber evin bütün kıymetli eşyasını, ahırın dibinde büyük bir kuyu açarak kimse görmeden oraya sakladı. Sabahleyin erkenden bütün aile ve sadık hizmetçisiyle yola koyuldular. İstikamet Harput idi. Harput’a sağ salim varınca hizmetlileri haber vermeden yanlarından ayrılmış, bir daha ortalıkta görünmemişti. Göllü bağ mevkiinde bir tekkede aile tam on üç yıl, her gün tekkede kaynayan mercimek çorbasından içerek yaşamıştı. Sonunda Mareşal Fevzi Çakmak’ın bizzat müdahalesiyle isyan bastırıldı. Kasabada sükûnet temin edildi. Kasabayı terk eden sakinler evlerine barklarına çağrıldı. Halil Beg’in ailesi de döndü. Ancak evlerindeki kıymetli eşyanın yerinde yeller esiyordu. Meğer kasabayı terk ederken yanlarına aldıkları hizmetkâr, geriye döner dönmez evi derhal yağmalamıştı. Neredeyse bütün kasaba yakılıp yıkılmıştı. Değirmenler çalışmaz olmuştu. Köy arazilerini işleyecek rençperler yok olmuştu. Evin kızı Atiye Hanım’ı kendisinden bir hayli yaşlı olan kasaba müftüsü Hafız Efendi’ye verdiler.

sayı//1// ocak 22


Oğlan çocuklarından Talat Beg el becerilerinde mahir birisiydi. Kısa sürede kasabanın en aranılır ustası olmuştu. Bütün aletleri tamir ediyordu. Gramofondan tutun da saate kadar her şeyi. Ayrıca nalbantlık yapıyor, tımar aletleri icat ediyordu. Küçük Nuri Beg de terzi çıraklığına verilmişti. Aile yeniden tutunmaya çalışmaktaydı. Harput’un Buzluk bağlarında yaşayan Taşçıların Mehmet Sait Efendi bir Yemen gazisiydi. Yemen’e iki kardeş birlikte asker olarak gitmişlerdi. Kardeşi şehit düşmüş kendisi ise bin bir müşkülatla geri dönmüştü. Mısırlı Nasır paşagillerin Fahriye Hanım ile evlenmiş ve üç kız iki oğlan çocuk sahibi olmuştu. Bütün geçimini Buzluk taşının güney yamaçlarındaki sel yatağında kurmaya çalıştığı bahçeden temin etmekte idi. Üç tarafı dağlarla çevrili bu vadide, dağları teraslayarak sekiler haline getirmiş, adeta tırnaklarıyla dağları delmiş ve oralarda su mağaraları oluşturmuştu. Ürettiği sebze ve meyveleri Harput’a götürüp takas usulüyle satmakta ve yerine evin ne ihtiyacı varsa onu temin etmekteydi. Dağın tepesinde üç de kar kuyusu açmıştı. Kışın yağan karı o kuyularda biriktirip baharda üzerini samanla kapatıyor, yaz aylarında ise yine Harput’a götürüp dükkânlara bırakıyor, kendine yarayan alet edevat ile değiş tokuş yapıyordu. Bir merkebi, üç beş koyunu bir de ineği vardı. İkinci Cihan Harbi’nin ortalığı kasıp kavurduğu yıllardı. İnsanlar şehir yerlerinde ekmeği ancak karne ile alabiliyorlardı. O tarihlerde bağ bahçe sahipleri şehirdekilere nazaran biraz daha iyi durumdaydı. Hiç olmazsa süt, yağ, peynir, arpa, buğdayı kendilerine yetecek miktarda temin edebiliyorlardı. Eğer göz önünde bir köyde yaşıyor olsaydılar, devlet, ürettikleri malın çoğuna el koyacaktı. Çünkü herkes açtı ve özellikle askeri beslemek gerekmekteydi. Ne var ki Said Ağa’nın bağı gözlerden uzak bir mevkideydi. Buralarda insanların yaşadığını düşünmek bile imkânsızdı. Cihan Harbi ile birlikte kırklı yılların ortalarına doğru bir de kıtlık baş göstermişti. Yeryüzünden adeta yağışlar kesilmişti. Hayvanlar yemsizlikten birer birer ölüyor, toprak susuzluktan çatlıyordu. Bu arada devlet, bir Dersim kanunu çıkartmıştı. O bölgeye özel bir önem veriyor, yeni yatırımlar yapıyordu. Çalışmak isteyenler için Dersim’de iş üretilmişti. Ayrıca bu kanun çerçevesinde, Dersimli gençlerin altı ay askerlik yaptıktan sonra memleketlerine dönmeleri ve ailelerine yardım etmeleri sağlanmıştı. Taşçıların Mehmet Said Ağa, Harput’taki bağda çocuklarının karnını doyuramayacağını anlayınca, daha önce Dersim’e göçmüş bir akrabasının yardımıyla, ailesini Mazgirt kasabasına götürdü. Orada iş bulup çalışacak ve geçineceklerdi. Bu arada Dersim kanunundan

istifadeyle altı ay askerlik sonrası kasabaya dönmüş bulunan Nuri Beg, kasabada bir terzi dükkânı açmıştı. Kasabanın bıçkın delikanlılarından birisi olmuştu. Müthiş at biniyor, cirit oynuyordu. Ağabeyi Talat Beg ise kasabanın en namlı ve itibarlı esnafıydı artık. Elinden her iş geliyor, kaymakam, belediye başkanı ve karakol kumandanıyla düşüp kalkıyor, onların zor işlerini yerine getiriyor, her türlü müşkülatını çözüyordu. Bıçkın delikanlı Nuri Beg, her nasılsa günün birinde Taşçıların Mehmet Said Ağa’nın büyük kızı Fikriye Hanım’ı çeşme başında görür ve ona vurulur. Nuri Beg ilk mektebi eski harflerle okuyup bitirmiş, sonunda yeni harfleri de öğrenmiştir. Üstelik okumayı çok sevmekte hatta gizlice şiirler bile yazmaktadır. Şair ruhlu bıçkın delikanlı, Said Ağa’nın büyük kızıyla evlenir. Mazgirt’te topu topu bir yıl konaklayan Sait Ağa, ertesi yıl bolluk bereket ziyade olunca, tekrar Harput’taki bağına döner. Sanki koca aileyi, büyük kızını Mazgirt’te evermek maksadıyla buraya taşımıştır. Fikriye Hanımı, Mengücek oğullarının küçük gelini olarak Mazgirt’te bırakırlar. Said Ağa, elinde kalan öteki aile fertleriyle Harput’a geri döner. Mengücek oğullarının Kemah bölgesinde yaşayan bir kolu çoktan İstanbul’a göçmüştür. İçlerinden kimisi Milli Mücadeleye katılmış ve Cumhuriyet döneminin önemli mevkilerinde görev yapmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları’nın kurucuları arasındaki İskender Sayıner, (soyadı kanunu sebebiyle herkes kendisine yeni ve çoğu kere ilgisiz soy adları almıştır) Dersim’deki akrabaları Talat ve Nuri Beg’leri Haydarpaşa istasyonundaki Demiryolcu kursuna çağırır. Çünkü babaları Halil Beg vurulduktan sonra, artık arazilerinden bütün gelirleri kesilmiş, esnaflıktan ise pek bir şey kazanamamaktadırlar. Ayrıca kasabada eski dirlik düzenlik de kalmamıştır. En önemlisi kasaba nüfusu korkunç derecede azalmıştır. Çünkü devlet köylülerin büyük bölümünü, isyana katılma yahut göz yumma suçundan ötürü, memleketin uzak şehirlerine sürgün etmiştir. İlk Mektep Şahadetnamesi bulunan iki kardeş, altı ay müddetle demiryolu kursu aldıktan sonra, birer Demiryolu Polisi (o dönemdeki adı böyledir) olarak Elâziz İstasyonunda görevlendirilirler. Talat ve Nuri Beg’ler artık birer Bay olarak eski adı Mezre olan ve Harput’a ova vazifesi gören bu yeni şehir Elâzığ’da ikamete başlarlar. Buna en ziyade kim sevinmiş olabilir? Tabii ki Nuri Beg’in eşi Fikriye Hanım. Çünkü bütün ailesi burada Harput’tadırlar. Nuri Beg (yahut Bay Nuri) istasyona yakın bir mahallede ordu müfettişliğinin yakınında Haço 23


Ş ehir

adlı bir Ermeni’nin evini kiralar. İki katlı, etrafı tahta bir çeperle çevrili bahçe içerisindeki bu ahşap konak yavrusu evin, üst katında Haço’nun ailesi oturmaktadır. Nuri Beg’in annesi İnci Hatun da kendileriyle birlikte göçmüş ve oğlu Talat Beg’de kalmak yerine küçük oğlunu tercih etmiştir. Bu arada en güzel haber ise Fikriye Hanım’ın ilk çocuğuna hamile olmasıdır.

Talat ve Nuri Begler artık Elazığ’dan Yolçatı yahut ters istikametteki Genç istasyonuna bazen yük bazen de posta katarlarını götürüp getiren tren şefleridirler. Nuri Beg bir iş dönüşünde evindeki telaşı görüp heyecanlanır. Annesi İnci Hatun önüne çıkar ve kendisini eve sokmaz. Odada Ebe Seher işini görmektedir

Talat ve Nuri Begler artık Elazığ’dan Yolçatı yahut ters istikametteki Genç istasyonuna bazen yük bazen de posta katarlarını götürüp getiren tren şefleridirler. Nuri Beg bir iş dönüşünde evindeki telaşı görüp heyecanlanır. Annesi İnci Hatun önüne çıkar ve kendisini eve sokmaz. Odada Ebe Seher işini görmektedir. Yaşlı Ermeni Haço, Nuri Begi önüne katıp kendi evine götürür. Nihayet 1947 yılının 17 Mayısında Nuri ve Fikriye çiftinin ilk oğulları Metin’in dünyaya doğru ilk çığlığı işitilir. Nuri Beg, oğlunu eline alır ve annesi İnci Hatun’un yüzüne doğru haykırır: “Ana tam beş tane oğlum olacak, sana demiştim, işte birinci torunun: Metin. Diğerleri de bunun arkasından gelecekler Tekin, Çetin, Ersin…” Şairliği nüksetmişti. Kundaklanmış çocuğunu tavana doğru yukarılara kaldırır. İnci Hatun kızınca da derhal indirir. Ve başlar çocuğun kulağına Harput ezgisiyle hicaz ve saba karışımı ezan okumaya. O sırada kapı aralığından Nuri Beg’i gözetleyen ev sahibi Haço da İnci Hatun’la göz göze gelir. İki ihtiyar Nuri Beg’in heyecanına ortak olmak maksadıyla ellerini açarak ortaklaşa Allah’a dua ederler, küçük Metin’in istikbali için. Oğlanın anasıyla arasındaki son alaka bir göbek bağıdır. Harput’tan Mezre’ye inen Sait Ağa, Fahriye Hanım, diğer iki kızı, Talat Beg, eşi, kızları ve Metin’den iki yaş büyük olan ağabeyi konumundaki amcaoğlu Halil, herkes Haço’nun evindedir. Sait Ağa ilk torununun göbek bağını özenle desteleyip götürür ve Harput toprağına gömer. Anasıyla alakası ne ise küçük Metin’in Harput toprağı ile alakası da aynısı olur. Değil mi ki Cenab-ı Allah asli mayası topraktan olan Âdemoğullarına gönderdiği Son Mesaj’ında şu müjdeyi vermektedir: “Seni yaradan Rabbinin adıyla oku, ki o insanı bir alak (alaka)tan yarattı.” Küçük Metin artık bu iki alaka arasında kendisine yepyeni bir dünya kuracaktı. Demiryolcu babası onu alıp Maden, Diyarbekir, Malatya’ya götürecek, istikbalde ise İstanbul ve nihayet Bursa’da konaklayacaktı. Ancak o kadim alaka kendisinde derin bir daussılaya dönüşecek, yaşanmış bütün ömrünü uzun hasretler, çok kısa ve tadına asla doyulmamış vuslatlar arasına sıkıştıracaktı.

sayı//1// ocak 24

Artık ömrünü ağır ağır tüketmeye başladığı gurbet yurtlarında küçük Metin, ne zaman Harput hançeresiyle konuşan bir sese rastlasa, derhal Harput’ta yatan ve kendisiyle annesi arasındaki son canlı parçanın, bir ceset gibi gömüldüğü o toprağın kokusunu duyar ve burnunun direği sızlamaya başlardı. Hele bir türkü vardı ki rahmetli küçük dayısı onu hiç dilinden düşürmezdi. O türküyü ne zaman işitse gözlerinin önü kendiliğinden nemlenirdi. Niçin böyle bozuluyor, ne sebeple kimyası sarsılıyordu acaba, bir türlü izah edemiyordu.

Dersim dört dağ içinde Gülü var bağ içinde Dersimi hak saklasın Bir yarim sağ içinde

Dersimin önü kelek Harputa gidek gelek Elin elimde olsun Kapı kapı dilenek

Yaz aylarında dedesi Said Ağa, anneannesi Fahriye Hanım, teyzeleri ve dayıları onların yolunu beklerdi. Trenle Maden, Diyarbekir veya Malatya’dan Elâzığ istasyonuna gelinirdi. Orada onları amcaları Talat Beg karşılardı. Maden kasabasında oturduklarında henüz iki kardeştiler. Anneleri ile birlikte Elâzığ’a gelmişlerdi. Önce bir faytona atlayarak amcalarına gittiler. İki gün sonra Said Ağa, yaz sıcağında torunları kavrulup yanmasın düşüncesiyle amcalarının kapısına dayanmıştı. Alıp Buzluk’taki bağa götürecekti. Hacı Ziya Bey Hamamının yukarısında Bizim Tuzcu sokağındaki evden meydandaki Cumhuriyet hanına yürüyerek vardılar. Orada Said Ağa’nın yeni satın aldığı bembeyaz bir Mısır eşeği vardı. Onun semerini sırtına vurdular. Heybesini de üzerine oturttular. Said Ağa, kızı Fikriye Hanım ve iki kardeş yavaş adımlarla ve yayan olarak Birinci Harput Caddesinden geçip Beyaz Puhar’a kadar vardılar. Çeşme başında durdular. Çeşmenin yanında bir binek taşı vardı. Dede, eşeğini taşın yanına iyice yaklaştırdı. İki küçük kardeşi semerin üzerindeki heybenin birer gözüne bir güzel oturttu. Çocukların vücudu heybenin içerisinde neredeyse kaybolmuştu. Sadece üç numara traşlı kafaları dışarıda kalmıştı. Küçük birer karpuz gibi görünmekteydiler uzaktan. Fikriye Hanım ise binek taşına çıkarak eşeğin sırtına bindi. Kervan böylece yola dizildi. Kolordunun kışlaları önünden geçtiler. Dağın eteğine vardıklarında eşeğin başını Yel Boğazı patikasına yönelttiler. Harput’a varmadan kendilerinden önce yola çıkmış Şüşnazlı kafileden gelen yanık bir türkünün nağmeleri küçük Metin’in hala kulaklarındadır:


Ağlama yar ağlama Mavi yazma bağlama Mavi yazma tez solar Ciğerimi dağlama

İki kardeşin merkebin heybe gözlerindeki seyahati görenleri önce hayrete sonra da kahkahaya boğuyordu. Buzluklu Said Ağa’nın zekâsı karşısında hayranlıklarını gizleyemiyorlardı. Ama heybe gözündeki çocuklar Harput’ta Küçük Efendi gillerin konağı önünde eğer mola vermeseydi her iki çocuk da ayaklarını ömürleri boyunca bir daha hissedemeyeceklerdi. Bereket versin ki Çocukların her iki teyzesi de Küçük Efendi gillerin geliniydi ve bu büyük konakta oturmaktaydılar. Orada her seferinde bir kaç saat soluklanır, teyzelerinin önlerine çıkardığı kahvaltıyı afiyetle yer sonra Buzluk bağına doğru yol alırlardı. Buzluk’ta, o esrarengiz sel yatağında sabahlar geç başlıyor, akşam son derece erken oluyordu. Geceleri ağustos ayında bile soğuktu burası. Ama gençler yine de damda yatmayı seviyorlardı. Altlarında yün döşekler üzerlerinde de yün yorganlar olurdu. Yıldızları ise ruhlarının yorganı yaparlardı. Orada, o ıssız ve insansız ortamda, insanlar birbirlerini öylesine hesapsız ve öylesine karşılıksız severlerdi ki, olağanüstü bir sevgi atmosferi doğardı. Bunu vahşi hayvanlar ve bitkiler bile kıskanırdı. Hayvanlarını güden yedi yabancı çobanları da evin ahalisinden ayırt edilmezdi. Aysız gecelerin zifiri karanlığında, ağaç gövdeleri birer garip yaratık olur sanki üzerlerine gelirdi. O zaman yorganı başlarına çeker her türlü tehlikeden uykunun sığınağına dalarlardı. Dağlardan bu tarafa yönelen her çıtırtı, her minik ses ürpermeleri için bir ciddi sebepti. İşte bu sebep, anneanne tarafından her su mağarasının başına, her kaya dibine, her yaşlı ağacın köküne bir cin yerleştirmiş ve her birisi için ayrı bir afsun yaratmıştı. Taş ve topraktan mamul evlerinin ise, her deliğinde bir yılan veya akrebin yuvası vardı. Ama anneanne bütün bunların çaresini bulmuştu. Her bir deliğin başında ayrıca durur, ağzının içerisinde her kovuğa uygun dualar okuyup üflerdi. Artık evin yılan ve akrepleri böylece ev ahalisinden uzak dururdu. Damda yatmaların yarattığı ihmale gelmeyecek bir edebiyat oluşturmuşlardı. Önce yıldızları paylaşırlardı. Ardından fıkra ve bilmeceler anlatılırdı. En son uykuya geçmeden evvelki seremoni ise mani yarışıydı. Sırasıyla herkes bir mani, bir türkü parçası, bir hoyratın sözlerini okumalıydı. Birisi şöyle başlardı: “Tevekde üzüm gara/ Sahlımı düzüm gara/ İstedim yanan gelem/ Elim boş, üzüm gara.” Arkasından bir başkası

söylenirdi: “Evlerinin diregi/ Gardan beyaz bilegi/ Yarından ayrılanın/ Helbet yanar üregi.” Bu sefer sıra daha genç olanlara gelir, başlarlar atışmaya: “Mendilim işle yolla/ İşle gümüşle yolla/ İçine üç alma goy/Birini dişle yolla.” Karşıdaki konuşur: “Çay aşağı çeperler/ Çepere su seperler/ İrah yoldan geleni/ Terli terli öperler.” Ve sonrası: “Çayın öte yüzünde/ Ceylan oynar düzünde/ Ben yarimi tanırım/ Çifte ben var yüzünde.” Kimi küçüklerin gözleri süzülürken rüyalarına peşpeşe şu maniler girer: “Bu dağlar meşe dağlar/ Vermiş baş başa dağlar/ Yarim küsmüş gidiyor/ Gomayın aşa dağlar.”; “Bu dağlar ulu dağlar/Çevresi sulu dağlar/ Ben derdimi sölesem/ Yel durur bulut ağlar.”; “Dağlar başıma felek/ Gözüm yaşına felek/ Akıbet kuş gondurur/ Mezar taşıma felek.”; “Derde kerim derde kerim/ Rabbimdür derde kerim/ Çütüm gam, tarlam hicran/ Sürdükçe derd ekerim.”; “Dünyasına dünyasına/ Aldurma dünyasına/ Dünya benim diyenin/ Dün gittik, dün, yasına.”

İki kardeşin merkebin heybe gözlerindeki seyahati görenleri önce hayrete sonra da kahkahaya boğuyordu. Buzluklu Said Ağa’nın zekâsı karşısında hayranlıklarını gizleyemiyorlardı. Ama heybe gözündeki çocuklar Harput’ta Küçük Efendi gillerin konağı önünde eğer mola vermeseydi her iki çocuk da ayaklarını ömürleri boyunca bir daha hissedemeyeceklerdi.

Herkes mışıl mışıl uyurken ağustos böcekleri ile İshak kuşunun sesi gecenin ninnisidir artık. Bu arada, anlatılan bütün hikâyeler sahiciydi, lakin Metin adlı oğlanın gerçekten yaşayıp yaşamadığı, kim olduğu, nerelerde göründüğü, ne işle iştigal eylediği, hangi masalın kahramanı sıfatıyla günün birinde ne vakit karşımıza çıkacağı müthiş bir merak konusu olarak ebediyen zihnimizi ve kalbimizi meşgul edecek gibi görünmektedir. 25


Ş ehir

Farabî’de Şehir Kavramı:

EL MEDINETÜ’L FÂZILA “FÂZIL ŞEHİR, TAM SIHHATLİ BİR VÜCUDA BENZER. BU VÜCUDUN UZUVLARI NASIL ÇEŞİTLİ İSELER, YARATILIŞ VE KUVVETLERİ BAKIMINDAN NASIL BİR BİRLERİNDEN ÜSTÜN İSELER VE HEPSİNİN BAŞINDA BAŞ ROLÜ OYNAYAN KALP –ADINDA BİR UZUV- VARSA BU HAKİM UZVA MERTEBECE YAKIN OLAN UZUVLAR VE BUNLARIN BİRBİRLERİYLE SIKI MÜNASEBETLERİ BULUNAN DİĞER UZUVLAR VARSA BU TABİ UZUVLARA BAĞLI BAŞKA UZUVLAR VE NİHAYET İŞLERİ GÜÇLERİ YALNIZ BAŞKALARINA HİZMET OLAN DAHA AŞAĞI UZUVLAR VARSA, ŞEHİRDE BÖYLEDİR. Muhsin İlyas SUBAŞI

Farabî, 9. asırda Türkistan’ın Farab şehrinde doğmuş, 10. asrın ortalarında Şam’da vefat etmiş (870950) bir Türk Bilginidir. Yaşadığı asırlar Türklerin toplu olarak henüz İslâm’ı kabul etmedikleri bir döneme rastlamaktadır. Bu gösteriyor ki, İslâm daha o asırlarda bile Türkistan bölgesine ulaşmış ve birçok aile onunla şereflenebilmiştir. Hatta onunla yetinmeyerek, o bölgede gelecek asırlarda bile önemini koruyan Farabî gibi büyük İslâm mütefekkirlerini yetiştirmiştir. Farabî’nin önemi, elbette ki sadece bu özelliğiyle sınırlı değildir. Onun Aristo ve Eflatun’u Arapça’ya tercüme faaliyetleri, onların görüşlerinden ziyade, muhakeme ve felsefi disiplinleri oluşturma metotlarından hareket ederek İslâm düşünce sistemini kendi zeminine yerleştirmede öncülük etmesi büyük önem taşımaktadır. Burada, Farabî’nin İslâm Felsefesi’ndeki yerinin anlaşılması bakımından Ord. Prof. Dr. Ernst von Aster’in “Felsefe Tarihi”de ‘İslâm Felsefesi’ni işlediği bölümüne ilk isim olarak Farabî’yle başlaması önemli bir hususiyettir. Farabî’nin devamında İbni Sina ile gelişen geniş bir listeye dikkatimizi çeker. Aster, Farabî’den söz ederken; “İslâm Felsefesinde önce, başlı başına bir kişilik olarak ‘Farabî’ ile karşılaşıyoruz. Aslen Türk olan Farabî için her bilgide Allah’a katılmak, Allah tarafından aydınlatılmış olmak esastır. Bu nedenle onda her mistikte olduğu gibi, gözlem aksiyondan üstündür”, (1) tespitinde bulunur. İslâm kültürüne, felsefi disiplini kazandıran bu büyük Türk Bilgini’nin çok sayıda eseri vardır. Biz burada, o yıllarda, yani bundan bin küsur yıl önce şehirleşme olgusuna bakışını anlattığı “El Medinet’ül Fazıla (Faziletli, üstün şehir)” isimli kitabından hareket ederek, şehir felsefesine bakışının üzerinde duracağız. FARABİ’DE ŞEHİR FELSEFESİ Farabî’nin neden din eksenli düşündüğünün kavranabilmesi için önce bu “Medine” kavramının üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. “Arapça’da ‘medeniyet’ kelimesi, şehir anlamına gelen ‘medine’den, ‘medine’ kelimesi ise ‘din’den türemiştir. Din Arapça’da (deyn) şeklinde yazılır. Bu kelimenin ayrıca bir manası daha vardır; (borç) demektir. Bunun izahı yapılırken de, “Bir vakte aktarılıp tehir edilmeyen borç” anlamına geldiği belirtilir. Ki, dinin hikmeti de burada ortaya çıkar. Yani kul Allah’a karşı kendisini borçlu hissedecektir. Bu borç, herhangi bir vakit ile sınırlı değildir. “Ölene kadar kulun Allah’a kulluk borcu” ifadesi de buradan kaynaklanmaktadır. Böyle olunca medeniyet, şehir ve insan ilişkisi bakımından Farabî’nin meseleye

sayı//1// ocak 26


eğilmesi biraz da dinî zaruretten doğmaktadır. Bunun için de kitabının önemli bir kısmını İnsanın inanç ve imanıyla ilgili bölüme ayırır. “İnsanın Topluluk ve Yardımlaşmaya İhtiyacı Hakkında” ki bölümünde ise, sosyolojik bir tanım yapar: “Muhtelif insanların bir araya gelmelerinden topluluk peyda olur (ortaya çıkar). Bunlar da ya kâmildirler veya eksiktirler. Kâmil olanlar üç kısma ayılır: Küçük, orta ve büyük. Büyük topluluk, yer yüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası, yer yüzünün (ayrı ayrı) milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise, köy, mahalle, sokak ve ev halkından teşekkül eder.” Bu genel sınıflandırmadan sonra, şehir faktörü üzerinde durur. Onun, şehri merkeze alması, diğerlerinin önemini dikkate almadığı anlamında değildir elbette. Yaşadığı dönemin sosyo kültürel ve sosyo politik ve hatta sosyo ekonomik özelliklerini dikkate alırsak, bir felsefeci için şehrin irdelenmesinde zaruret vardır. Özel ilgi alanı olarak şehir üzerinde düşüncelerini vereceği için önce böyle bir tasnif yapmış ve sonra bütün içindeki bu parçanın meselelerine eğilmiştir. Bunu belirttikten sonra, O’nun bu konuya bakışına yönelebiliriz: Arapça bir terim vardır: “Şeref’ül mekân bil mekîn”. Bir mekânın şerefini yücelten orada yaşayanlardır. Farabî, bu mantıkla şehri ele alır ve orasının “Fazıl Şehir” olma ön şartını, bu şehri yöneten insanların kalitesine bağlar. Aslında o “Şehir nedir?” sorusuna cevap ararken şehrin tanımını da şöyle yapar: FAZIL ŞEHİRİN VASIFLARI “Fâzıl Şehir, tam sıhhatli bir vücuda benzer. Bu vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaratılış ve kuvvetleri bakımından nasıl bir birlerinden üstün iseler ve hepsinin başında baş rolü oynayan kalp –adında bir uzuv- varsa bu hakim uzva mertebece yakın olan uzuvlar ve bunların birbirleriyle sıkı münasebetleri bulunan diğer uzuvlar varsa bu tabi uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı uzuvlar varsa, şehirde böyledir. Yani şehri teşkil eden unsurlar, yaratılışta çeşitli ve birbirlerinden üstün yapıdadırlar. Bunların arasında riyaset vazifesini gören bir insanla, mertebece ona yakın başka kimseler bulunur. Bunların her biri kendi kabiliyet ve mertebelerini resin gayelerine uygun bir surette kullanır. Bu yüksek rütbe sahiplerinin emrinde başka kimseler bulunduğu gibi, bunların da emrinde başkaları bulunur. Meratip silsilesiyle

(sıralamayla) böyle alçala alçala nihayet en aşağı tabakalara varılır ki bu sonuncular, artık başkalarına emretmeyip yalnız aldıkları emirleri yerine getirirler.” Farabî, bundan sonra doğrudan “şehrin niteliği”ne etki yapacak temel faktörler üzerinde durur ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştirir ve şehri yönetecek insanın böyle bir görevi üstlenmesindeki temel disiplini de açıklar: “Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin, siyasete tabiat ve yaratılışı ile kabiliyetli bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır.” Bundan sonra bu yeteneklerin detayına girer ve böyle bir şehir yöneticisinde bulunması gereken önemli vasıfları sayar: “Üzerinde hiçbir kimse bulunmayan reis: O, fazıl şehrin önderi ve birinci reisidir; o hem fazıl milletin reisi hem meskun olan yer yüzünün reisidir. Bu hal ancak, doğuşunda an iki meziyeti kendisine toplayan kimseye nasip olur: Evvela vücudunun tam ve her uzvunun kıvamında olması lazımdır ki, vazifesini kolayca yapsın. Sonra kendisine söylenen her şeyi tabiatıyla iyi kavrayıp anlaması lazımdır ki hem söyleyenin maksadını, hem de söz konusu olan şeyi olduğu gibi anlasın. Sonra hafızası kuvvetli olmalı ki anladığı, gördüğü, işittiği ve sezdiği her şeyi iyi bellesin ve unutmasın. Sonra uyanık ve zeki olması lazımdır ki gördüğü en ufak delili anında fark edip yerinde kullanmasını bilsin. Sonra güzel konuşmasını bilmeli ki zamirindeki her şeyi açıkça izah etsin. Sonra öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmesi,buna kendini kaptırmış olması ve her şeyi kolayca öğrenmesi lazımdır ki öğrenme ve öğretme yorgunlukları onana ıstırap versin, ne de vücudunu hırpalasın. Sonra yemeye, içmeye, kadınlara düşkün olmaması ve tabiatıyla oyundan sakınması lazımdır. Sonra doğruluğu ve doğruları sevmesi, yalandan ve yalancılardan nefret etmesi lazımdır. Sonra ulu olması, ululuğu sevmesi lazımdır ki utandırıcı şeylere düşmesin ve tabiatıyla hep yüksek şeyleri arasın ve gümüşle altın gibi şeylere ve diğer dünyalıklara göz koymasın. Sonra adaleti ve adalet ehlini sevmesi, istibdattan, 27


Ş ehir

Farabî gibi bir mütefekkirin, on asır öncesinde şehircilik meselesine ilgi duyması, kabul etmek gerekir ki olağanüstü bir öngörüşlülüktür. Türk İslâm toplumuna musikide, şiirde, felsefede yeni anlayışlar getiren bir insanın şehri bu gayretin dışında tutması düşünülemezdi.

zulümden ve zalimlerden nefret etmesi lazımdır ki hem kendi akrabasından, hem başkalarından hak arasın, onları hakka davet etsin, istibdat kurbanlarının imdadına yetişsin, iyi ve güzel bildiği her şeyi desteklesin.

Bu şehir başka bir sürü şehirlere ayrılır: Zaruri Şehir Bunun halkı yaşamak için yiyecek, içecekten, giyecekten, evden ve kadından ancak zaruri olan miktarla yetinirler ve bu şeyleri elde etmek için birbirlerine yardım ederler.

Sonra mutedil mizaçta olmalı ki kendisinden adalet istendiği zaman şiddet göstermesin, titizlik ve aksilik etmesin; fakat istibdada ve kötülüğe davet edildiği zaman şiddet ve aksilik göstersin.

Değiştirici Sarraf Şehir Bunun halkı ancak servetlerini artırmağa çalışırlar. Topladıkları serveti başka uğurda kullanmayıp onu hayatın gayesi addederler.

Sonra büyük bir azim ve irade sahibi olmalı ki zaruri bulduğu şeyleri gerçekleştirmek hususunda cesaret göstersin, korkak yahut yumuşak olmasın.”

Bayağılık Bedbahtlık Şehri Bunun halkı hayatın maddi zevkine düşkündürler. Yemek, içmek, şehvet peşinde koşmak, tahayyüle dalmak gibi şeyleri, hele eğlence ve şakayı her şeyden üstün tutarlar.

Farabî, bu şartların doğal olarak bir kimsede toplanmasının güç olduğunu da hatırlatır ve hiç olmazsa bu şartlardan beş-altısını kendisinde bulundurana bu görevin verilmesi gerektiğini söyler: “Bu da olmaz ise, halk uygun bulduğunu kendi yönetiminin başına getirmelidir”, der. Bunun da beş ayrı maddede zikrettiği özelliklerini söylerken kendisinden önceki adil şehir yöneticisinin uygulama geleneğini devam ettirmesinin önemine vurgu yapar, bu da olmaz ise, bu şartları ayrı ayrı kendisinde bulunduran bir koalisyonun şehri yönetmesi gerektiğini söyler. Bir şehrin yıkılmasına zemin hazırlayan tek şartın ise, “Hikmet”i kendisinde bulunduracak bir yöneticinin olmamasıdır. Bunu şöyle izah eder: “Hikmet riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün -diğer şartlar bulunsa bile- fazıl şehir yöneticisiz kalır. Şehri idare eden reis olmayınca şehir tehlikeye maruz kalır. Kendisine teslim olacak bir hakim bulamayan şehir, gecikmez yıkılır!” Filozofumuz burada ‘Hikmet’ten ne kastettiğini açıklamıyor ancak verdiği tanım, “Vahye dayanan tebliğin tatbikçisi ve adil olması” gerektiği şeklindedir. Şehir yöneticisinden ibaret değildir elbette. İyi bir yöneticinin olması, bir şehrin iyi olmasına yetmez. Halkının da yöneticisinin niteliklerini kavrayacak ve uygulayacak vasıfta olması gerekir. Farabî bu hususa da dikkatimi çeker ve şehirlerin niteliklerini şöyle anlatır: FAZIL ŞEHİRİN DÜŞMANLARI “Fazıl şehre aykırı olan şehirler şunlardır: Cahil şehir, fâsık şehir, değişmiş şehir, şaşkın şehir. Fazıl şehre aykırı olan fertlerden de şehir belalarını (belalı kimseleri) saymak lazım. Cahil Şehir öyle bir şehirdir ki, halkı saadeti ne tanırlar e düşünürler. Kendilerine öğretilse bile ne onu kabul ederler ne de ona inanırlar. Onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazad (başıboş) olmak, saygı ve itibar kazanmak gibi şeylere hayatın gayesi nazarıyla bakarlar.

sayı//1// ocak 28

Haysiyet Şehri Bunun halkı başka milletler arasında ün ve itibar kazanmak, övülmek, saygı görmek şan ve şöhretlerini artırmak için el ele verirler. Tagallüb (Zafer) Şehri Bunun halkı başkalarını ezmeye fakat başkaları tarafından ezilmemeye çalışırlar. Bütün zevkleri zaferden ibarettir. Cimai Şehir Bu şehir halkı başıboş yaşamayı, dilediklerini yapmayı severler. Bu şehirlerin halkları kralları tarafından istedikleri gibi idare edilirler. Fâsık Şehir Düşünce itibariyle fazıl şehirlerden fark edilmezler.Ulu ve Aziz Allah’a fazıl şehir halkı gibi inanırlar Fakat işleri cahil şehir halkının ileridir. Değişmiş Şehir Eskiden fazıl şehir halkı gibi düşünüp yaşarken başka fikirlerin tesiriyle değişmiş ve başka türlü çalışıp yaşamaya başlamışlardır. Şaşkın Şehir Dünya hayatından sonra saadete kavuşacaklarını zannetmekle beraber, Allah-u Teala hakkında fâsık fikir güderler. Bu şehirlerin yöneticileri fazıl şehir yöneticilerinin zıddı sayılırlar, halkı da öyledir.” FARABİ’NİN İDEAL ŞEHRİ Farabî’nin idealindeki şehir, “Fazıl Şehir”dir. Ona göre, bu şehrin halkının da önemli nitelikleri olmalıdır. Böyle bir şehirde yaşayan halk niye yaşar, nasıl yaşar, bunların da disipline edilmiş olarak anlatılması gerektiğinin üzerinde durur. Ona göre insanların ‘aidiyet duygusu’ ile ‘kolektif sorumluluğu’ toplumu huzura götüren iki önemli dikkat alanıdır: “Fazıl şehir halkının bildikleri ve yaptıkları müşterek şeyler bulunduğu gibi, bilimde ve işte saadet merhalesine bu iki şeyle varırlar: Biri, ferdi başkasına bağlayan beraberlikle. Diğeri, ferdi mensup olduğu zümreye bağlayan beraberlikle.


Her fert bu iki saadete ulaşmak için çalıştığı taktirde üstün bir ruh seviyesine ulaşır.” Farabî, şehirleri, kültür ve medeniyetin tek belirleyicisi, yücelticisi ve yayıcısı olarak görür. Şehirlerin bu niteliklerine evvela iyi bir yönetici ile, sonra eğitilmiş bir halk ile varılacağını söyler. Ona göre, bir yapı yığınından çıkıp şehrin insanileşmesi, için yönetenle yönetilenin vasıfları çok önemlidir. Eğitilmemiş bir toplumun adaletinin zulme dönüşeceğinin altını çizer ve “Fâsık şehir halkının adaletini zorbalığın hakimiyeti” olarak açıklar. Hatta bunların inançlarındaki takva hallerinin bile samimiyetten uzak istismara yönelik bir yaşama biçimi olduğunun altını çizer. Yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate alırsak, Farabî Aristo ve Eflatun’dan etkilenmiş olsa bile, İslâmî disiplin içinde bir şehir hayatından yanadır. Ancak, üzerinde durduğu ve ayrıntılı bir şekilde yönetim ve halkını anlattığı şehirler, bize göre “şehir devleti” özelliğini taşıyan unsurları da ihtiva etmektedir. Ancak bu Eflatun’un anlattığı “Devlet” fikriyle ilintili değildir. Şehirler, onun tanımıyla ‘fazıl’ ve ‘fâsık’ olarak ikiye ayrılsa da, burada yaşayan insanların tamamını bu iki belirleyici ortak nitelik etrafında toplamak pek mümkün değildir. Fazıl şehirde pek ala kötü insanlar da bulunabilir. Zaten kendisi de yöneticilerinin istenilen bütün vasıfları taşımasının güçlüğünde söz eder ve hiç olmazsa bunlardan birkaçını kendisinde bulunduranın şehrin reisi olması gerektiğini söyler. Fâsık şehirde de kuşkusuz iyi insanlar bulunacaktır. Ancak çoğunluğun hâkimiyetiyle böyle bir sınıflandırma dikkate alınmış olmaktadır. Kendisinin ömrünü Bağdat ve Halep’te sultan saraylarında geçirmiş olmasını düşünürsek bir anlamda himayelerinde bulunduğu devlet erkanına taşımaları gerektiği tavrı tavsiye etmiş olmalıdır.

evlatları birbirinden ayrılırlar. Bunlar Çinlilerle savaşırlardı. Bunlardan birisi Çin şehirlerini görmüş ve aynı şekilde şehir kurmak istemiş, ancak kumandanlarından birisi: ‘Efendim, biz Çinlilerin onda biri kadarız. Bizim kuvvetimiz ancak serbest kalıp hareket etmemizdedir. Hâlbuki şehir halkı kafeste yaşar gibi surlarda yaşarlar’(2), diyerek buna karşı çıkmıştır. O yıllarda da bu güvenlik kaygısının aşıldığını sanmıyoruz. Ayrıca, geçinme yollarının, iş, meslek ve sanat sahibinin, zanaatkarlığın, ulaşımın, altyapı hizmetlerinin hem yönetenler için, hem de halk için ciddi bir sorun olduğu âşikardır. Şehircilikte yöneticinin en büyük sorunu bunlarla başlar. Bu, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir ana problem alanıdır. Elimizdeki çalışmada, bu dikkat noktalarına karşı herhangi bir uyarıcı bilgi pek yoktur. Anlaşılan kendi şehir anlayışında işin maddi tarafını değil, sadece beşerî tarafını,yanı yönetim biçimini düşündüğünü göstermektedir. Buna rağmen, Farabî gibi bir mütefekkirin, on asır öncesinde şehircilik meselesine ilgi duyması, kabul etmek gerekir ki olağanüstü bir öngörüşlülüktür. Türk İslâm toplumuna musikide, şiirde, felsefede yeni anlayışlar getiren bir insanın şehri bu gayretin dışında tutması düşünülemezdi. Galiba onu üstün insan konumuna taşıyan da bu yanı olsa gerektir.

Burada dikkate alınması gereken bir önemli husus, kendisi felsefeci kabul edilen Farabî’nin şehrin tanımını yaparken daha çok sosyolojik hususları dikkate almış olmasıdır. Şehirlerin fiziki dokusu kadar beşeri dokusunun önemi elbette göz ardı edilemez. Şehir her şeyden evvel bir sosyal muhit oluşturur ve onun içinde varlığını sürdürür. Bundan dolayı da siyasi ve sosyal özelliği yanında bir de yerleşim hususları, varlığını koruyup sürdürme stratejisi vardır. En önemlisi de şehrin iç ve dış güvenliğidir. İyi bir yönetici şehri iyi idare eder, ama güvenlik konusunda zaaf varsa, bu yöneticinin gücünü de aşabilir. Bakınız bizim o yıllardaki tarihimizde bu yönde çok önemli bir uyarı yapılmıştır. “Börteçine’nin vefatından sonra

DiP NOT *Farabi, El Medinetü’l Fâzıla, (Çev. Nafiz Danışman) M.E.B. Yayınları, İstanbul 1990. s. 79 vd.2-Segal, sh. 1 Ord. Prof. Dr. Ernst von Aster’in Felsefe Tarihi, Çev.Vural Okur), Düşün cebilim kitapları, İstanbul 2005 s. 342. 2 Corci Zeydan İslâm Medeniyeti Tarihi (Çev. Zeki Megâmiz), Üçdal Neşriyat Yayınları, İstanbul 1976, c. 2, s. 213.

29


Ş ehir

Anadolunun Medinesi Urfa HER ŞEHRİN BİR ŞAHSİYETİ BİRÇOK MEZİYETİ VARDIR. URFA’DA ŞAHSİYETLİ VE MEZİYETLİ ŞEHİRLERDEN BİRİ OLARAK HER ZAMAN SEVGİ VE HOŞGÖRÜLÜ BİR ŞEHİR OLMUŞTUR. MEKKE’DEN HİCRET EDEN SAHABEYE EV SAHİPLİĞİ YAPAN MEDİNE GİBİ, URFA’DA TARİH BOYUNCA SIĞINILAN BİR LİMAN OLMUŞTUR. Mehmet KURTOĞLU

Şehirler, insan gibi kimlik ve şahsiyet sahibidir. Bir çocuğun kişiliği ve şahsiyetinin oluşması nasıl bir zaman dilimine yayılıyorsa, şehirlerin de kimlik ve şahsiyetinin oluşumu da uzun bir zamana yayılır. Şehirler asırlar içinde kimlik ve şahsiyet kazanır. Bu şahsiyet aynı zamanda şehrin refleksini, davranışını belirler. Belli bir kimlik ve şahsiyeti olan şehirler olduğu gibi, kimliksiz ve şahsiyetsiz şehirler de vardır. Nev-zuhur diyebileceğimiz bu şehirler köksüz şehirlerdir. Her şehir farklı bir kimlik ve şahsiyete sahiptir. Öyle şehirler vardır ki itaatkâr, öylesi vardır ki öfkeli ve asidir. Zalim ve despot cani, şehirler olduğu gibi sevgi ve hoşgörü sahibi şehirler de vardır. Şehirlerin bu farklı refleksleri aynı zamanda onların davranış biçimlerini ve şahsiyetlerini belirler. Kadim şehirlerin çoğunluğu kimlik ve şahsiyet sahibi olduğundan, kendilerine mahsus reflekslerini her zaman gösterirler. Örneğin kadim Mısır’ın Firavun, Babil’in Nemrut, Roma’nın Neron ile örtüşen zalim ve despot refleksleri, Sicilya’nın cani, Diyarbakır’ın öfkeli, Şam’ın asi, Medine’nin sevgi ve hoşgörülü refleksi buna iyi bir örnektir. Öyle ki, bir bakarsınız şehir zalim ve despot Mısır olur kölelerin bedenleri üzerine mezarlar/ ehramlar inşa eder. Bir bakarsınız zalim Roma olur arenalarda hayvanlarla insanları güreştirir, darağaçlarına Spartaküsleri astırır. Bir bakarsınız Medine olur, bir anne kucağı gibi aman dileyenlere kucak açar, merhamet sağar… AHALİSİ HAYIRLI ŞEHİR Kimlikli ve şahsiyetli şehirler, Farabi’nin Medinetül Fazıla kitabında ortaya koyduğu “ideal şehir”dir. Bilgili ve kâmil bir insan gibi erdem sahibidir. Adaletli, hoşgörülü, sevgi, cömertlik gibi vasıflara sahiptir. Bu anlamda Anadolu’da birçok güzel haslete sahip kadim şehirlerimiz vardır. Bu şehirlerimiz modernitenin bütün kirliliğine rağmen, derinlerde, bilinçaltında temizliği, saflığı, sevgi ve hoşgörüyü saklamaktadır. Bizzat Anadolu’nun kendisi tarih boyunca ölümden kaçanlara, muhacirlere, aç ve yoksul kalanlara sığınılacak bir liman olmuştur. Her şehrin bir şahsiyeti birçok meziyeti vardır. Urfa’da şahsiyetli ve meziyetli şehirlerden biri olarak her zaman sevgi ve hoşgörülü bir şehir olmuştur. Mekke’den hicret eden sahabeye ev sahipliği yapan Medine gibi, Urfa’da tarih boyunca sığınılan bir liman olmuştur. Bir Hadis-i Şerif’inde Hz. Peygamber: “Ahir zamanda ümmetimin hayırlısı İbrahim peygamberin doğduğu ve hicret ettiği yerlerde yaşayanlardır” buyurmuştur. Bu

sayı//1// ocak 30


Hadis-i Şerif’in işaret ettiği gibi Urfa, İbrahim’in doğduğu ve hicret ettiği bir şehir olması nedeniyle “ahalisi hayırlı bir ümmet” olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden olsa ki, tarih boyunca hep sevgi, hoşgörü ve cömertliğiyle öne çıkmış, zorda kalanlara kapılarını açmış faziletli/erdemli/ideal şehirlerden biri olmuştur. Rivayete göre Hz. Âdem cennetten kovulduğunda bu topraklara gelmiş, Harran’da çiftçilik yapmış, Adn Cenneti’nden aklında kalanlarla burada Edene Köyü’nü kurmuştur. Bir anlamda insanoğlunun ilk atası Âdem’in de sığınağı olmuştur. Hz. Âdem’den sonra bir rivayete göre Hz. İbrahim Urfa’da doğmuş bir başka rivayete göre, daha doğrusu Tevrat’ta yazılanlara göre Tanrı’nın işaretiyle gelip yerleştiği yer (Harran) olmuştur. Yine Tevrat’ta anlatılanlara göre de Hz. Yakup, kardeşi İys’in onu öldürmeye yemin etmesinden dolayı, Kenan’dan kaçmış gelip Harran’a sığınmıştır. Bugün onun adıyla anılan bir kutsal kuyu bulunmaktadır. Her halükarda Harran/Urfa sığınılan bir liman, sevgi hoşgörü devşiren bir kucak olmuştur. İLK HIRİSTİYAH ŞEHRİ Hıristiyan efsanelerine göre Hz. İsa, Kudüs’te mesajını yayarken, büyük zülüm ve işkencelere maruz kalmış, havarileriyle birlikte ötekileştirilmiş, büyük sıkıntılar yaşamıştır. Hz. İsa’nın bir peygamber olarak ortaya çıktığını, hastalara şifa vererek iyileştirdiğini duyan Urfa Kralı Abgar Ukkama diğer adıyla Kara Abgar’ın elçisi Ananias vasıtasıyla İsa’ya gönderdiği mektubunda şöyle der: “Kral Abgar Ukkama’dan Kudüs bölgesinde zuhur etmiş Büyük kurtarıcı İsa’ya selamlar. Seni ve tedavilerini, ilaçsız ve otsuz onları nasıl iyileştirdiğini duydum. Çünkü söylendiğine göre sen körlerin tekrar görmelerini, kötürümlerin tekrar yürümelerini sağlıyor, cüzamlıları iyileştiriyor, günahkâr ruhları ve cinleri kovuyor, uzun hastalıkların pençesine düşmüş olan şeyleri duyduğumda iki şeyden birine, ya senin tanrı olduğuna ve bu şeyleri yapmak için Gök’ten indiğine veya bu şeyleri yapan tanrının oğlu olduğuna karar verdim. Bu nedenle acele bana gelmeni ve tutulmuş olduğum hastalığı tedavi etmeni rica etmek üzere sana yazıyorum. Ayrıca Yahudilerin seninle alay ettiklerini ve sana kötü muamele etmek istediklerini duydum. Her ikimize yetecek çok küçük ve saygıya değer bir şehrim var” Kral Abgar’ın bu mektubuna karşılık Hz. İsa ona şu cevabı yazar: “Ne mutlu sana Abgar ve Edessa adındaki kentine! Ne mutlu beni görmeden bana inanmış olan sana. Çünkü sana devamlı sağlık bahşedilecektir. Senin yanına gelmem hususunda bana yazdıklarına gelince; bilesin ki, görevlendirilmiş olduğum her şeyi burada tamamlamak ve bu işi bitirdikten sonra

beni göndermiş olana, Baba’ya dönmem gereklidir. Sana ızdıraplarını (hastalıklarını) iyileştirmek; sana ve seninle beraber olanlara ebedi yaşam ve barış bahşetmek, ayrıca senin şehrine dünyanın sonuna kadar düşmanlar tarafından boyun eğdirilmemeyi sağlamak üzere havarilerimden birisini, Thomas da denilen Adday’i göndereceğim. Amin. Efendimiz Christo’nun mektubu” Bir başka rivayete göre Hz. İsa Kudüs’te sıkıntılar yaşadığında bir müddet gelip Urfa’da kaldığı söylenmektedir. Hz. İsa’nın bu mektubundan sonra Urfa topluca Hz. İsa’ya iman etmiş ve ilk Hıristiyan şehri olmuştur. İsa’dan 639 yıl sonra İyad Bin Ganem komutasında İslam orduları Urfa önlerine geldiğinde şehir yine direnmemiş, İyad bin Ganem’in bir mektubuyla topluca İslam ordularına teslim olmuştur. İyad bin Ganem Urfa’yı fethettiğinde yağız bir at üzerinde şehrin kapısı önünde durmuş, Urfalılar onunla mabetleri ve çevresindekiler kendilerinde kalmak, mevcut olanlardan başka kilise inşa etmemek ve Müslümanların, düşmanlarına karşı onlara yardım etmeleri şartıyla anlaşmışlardır. İyad B. Ganem, daha sonra Rakka’nın fethi sırasında Urfa Kapısı önünde antlaşmış ve bu antlaşma tarihe “Urfa Antlaşması” olarak geçmiştir. İyad b. Ganem’in “Urfa Mektubu” ve “Urfa Antlaşması” İslam tarihi açısından oldukça önemlidir. Zira Güneydoğu’nun diğer şehirlerini fethederken bir mutabakat metni olarak kabul görmüştür. İyad bin Ganem mektubunda; “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Bu İyad b. Ganem’in Müslümanlardan yanındakilerin er Ruhâ halkına mektubudur: Ben onların canları, malları, çocukları, kadınları, şehirleri ve değirmenleri için eman verdim; şu şartla ki onlar, üzerlerindeki hakkı ödesinler. Köprülerimizi tamir etmeleri, yollarını şaşıranlarımıza yol göstermeleri de onlardan istediğimiz diğer şeylerdir. Allah, melekleri ve Müslümanlar şahid oldu.” diye yazmıştır. Urfa’nın fethinden sonra Harran küçük bir direnme göstermiş, o da aynı şekilde İslam ordularına teslim olmuştur. İyad b. Ganem’in sulhtan sonra şehre girdiği, şehri çok beğendiği ve burada birkaç gün kaldığı rivayet edilmiştir. Hatta bazı kaynaklarda Urfa’da bir evinin olduğu söylenmektedir. Burada düşman komutanıyla sohbet ettiği ve komutanın bir korku içinde olduğunu gördüğünde, Müslümanlardan korkmamalarını, herhangi bir zülüm görmeyeceklerini söylediği aktarılmıştır. Diyarbakır’ın fethinde büyük bir direnişle karşılaşan İslam orduları burada otuz sahabeyi şehit vermiştir. Urfa fethinde ise tek bir kişi dahi şehit olmamıştır. Peygamberin huzuruna gelerek Müslüman olmuş sahabeden Adî b. Umeyre el Kindî, İslam fetihlerinden sonra Kûfe’ye yerleşmiş, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden

Urfa’nın bu erdemli ve hoşgörülü davranışı onu tarih boyunca şahsiyetli bir şehir yapmıştır. Yabancıya karşı hoşgörülü ve samimi davranışıyla şehir, kendisine gelen herkesin gönlünü çalmıştır. Bu yüzden ona korka korka gelenler, onun sevgi ve hoşgörüsü karşısında sukutu hayale uğramış ve “Urfa’ya gelen ağlar giden ağlar” demişlerdir.

31


Ş ehir

Urfa’nın bu erdemli ve hoşgörülü davranışı onu tarih boyunca şahsiyetli bir şehir yapmıştır. Yabancıya karşı hoşgörülü ve samimi davranışıyla şehir, kendisine gelen herkesin gönlünü çalmıştır. Bu yüzden ona korka korka gelenler, onun sevgi ve hoşgörüsü karşısında sukutu hayale uğramış ve “Urfa’ya gelen ağlar giden ağlar” demişlerdir.

sayı//1// ocak 32

sonra Urfa’ya yerleşmiştir. Çünkü Hz.Osman’ın şahadetinden sonra Küfe’de Hz. Osman’a kötü söz söyleniyormuş. Umeyre el Kîndî buna dayanamamış, “Osman hakkında kötü konuşulan bir yerde oturmam” diyerek ailesiyle birlikte Urfa’ya yerleşmiştir. Peygamber’den on hadis rivayet eden bu sahabi o dönem Urfa sınırları içinde bulunan Deyr Zor(Cercecius) beldesinde vefat etmiş ve buraya gömülmüştür. Urfa’ya yerleşen bir diğer sahabe ise Dirar b. Elezver el Esedi’dir. Ashabı kiramdan olan bu sahabi aşiretiyle birlikte Harran’a yerleşmiş ve Harran’da vefat etmiştir. Muaviye’nin, Rakka’ya yerleşen Esediler ile birlikte bölgeye geldiği ve Ruha’yı Dırar b. Elezver el Esedi’ye (ikta olarak) bağışladığı bilinmektedir. Bu sahabenin Urfa’ya sığınmış nedeni görüldüğü gibi şehrin hoşgörülü olmasıdır. Zira o dönemde birçok İslam şehirleri siyasi çekişmelerle öfke ve kin kusmakta, birbirine diş bilemektedir.

aşiret talanlarından kaçanları bağrında saklamıştır. İttihatçı sürgün İhsan Şerif Saru bu şehirde on yıl ikamete mecbur kalmış. Tanzimat Aydını Nüzhet Sabit aynı şekilde bir müddet Urfa’da bulunmuştur. Ünlü yazar ve şair Sabahattin Ali, bir fikir suçlusu olarak kaçmak için plan yaparken Urfa’ya gelir ve Suriye sınırından geçmek ister. Urfa kalesinin sütunları arasında düşünceli bir şekilde çektirdiği bir fotoğrafı vardır. Beni duygulandırmıştır bu fotoğraf. Zira Sabahattin Ali burada kontak kurabilmiş veya bir aşirete sığınmış olsaydı sağ selim sınırı geçebilirdi. Urfa’da kontaklarını kuramadığından olsa gerek Trakya tarafında sınırı geçmek istemiş ve faili meçhul bir şekilde öldürülmüştür. Eğer Sabahattin Ali, burada birileriyle ilişki kurabilseydi, Ahmet Arif’in dizesinde dile getirdiği gibi; “Evvel Allah bu eller/ Utandırmaz adamı” hakikatiyle yüz yüze gelirdi sanırım. Onun bir kaçış bir sığınış olarak Urfa’yı düşünmesi anlamlı olsa gerek…

URFA’NIN HOŞGÖRÜSÜ İslam fethinden sonra hızlı bir şekilde Müslümanlaşan Urfa, hoşgörülü ve kucaklayıcı tavrıyla kendine sığınanlara kapısını açmıştır. Daha sonra Emeviler’in Şam’da kurdukları Emevi Devleti bozguna uğrayınca iktidarda bulunan II. Mervan, Başkenti Şam’dan Harran’a taşımış ve burayı başkent yapmıştır. Toplam altı yıl süren iktidarında II.Mervan ve avanesi için Harran adeta bir sığınak olmuştur. Geçen yüzyılın başında sürgün şehri olarak bilinen şehir, birçok ittihatçıyı, fikir suçlusunu,

Osmanlı Rus harbinde Trabzon, Bitlis, Van ve Muş şehirleri işgal edilince, bu şehirlerden özellikle Bitlis, Van ve Muş’tan Urfa’ya sığınırlar. Bugün dahi Urfa’da mahacır (Muhacir) olarak isimlendirilen Van, Muş ve Bitlis kökenli Urfalılar vardır. “Urfa’ya paşa geldi/tahta temaşa geldi” adlı meşhur türkü işte bu hicret üzerine yakılmış bir türküdür. Van’da derlenen bu türkünün hikâyesi o dönem halkımızın yaşadığı trajediyi anlatması bağlamında dikkate şayandır. Rus işgalinden kurtulan Van’a Paşa yani vali tayin edilir. Şehir işgale uğradığından bomboştur.


Paşa, Van’a gitmeden önce Urfa’ya gelip burada muhacir olarak yaşayan Vanlılara, şehrin işgalden kurtulduğunu kendisinin de vali tayin edildiğini ve artık şehirlerine dönebileceklerini söyler. Bunun üzerine işte bu türkü yakılır… Yine yakın tarihte açlık ve sefalet yüzünden Malatya Kırcaova ve Besni’den Urfa’ya bir göç yaşanmıştır. Göçle gelen bu muhacirleri de Urfa bağrına basmış ve hemşerilerimiz bir daha memleketlerine geri dönmek istememişlerdir. 1960’ta Üstat Bediüzzaman Said Nursi, hastalığının son raddesinde, Anadolu ve Hicaz topraklarının tam kavşak noktasında bulunduğundan dolayı ayrı bir öneme haiz olduğunu söylediği ve “mübarek bir şehir” olarak tanımladığı Urfa’da ruhunu teslim etmek için gelir. Dönemin İçişleri bakanının “onu çöp arabasına koyup şehirden atın” diye talimat gönderdiği bir sırada Urfalılar, buna karşı koyarak “şehrimize misafir olarak gelen son nefesindeki bu muhterem zatı bırakmayız” diyerek direnmişlerdir. Üstat burada hakkın rahmetine kavuşmuştur. URFA’YA GELEN AĞLAR GİDER AĞLAR Bugün bütün bozulmalarına ve çeteleşmelerine rağmen, aşiret geleneği içersinden güzel hasletler halen devam etmektedir. Özellikle yabancıya karşı müthiş derece hoşgörülü ve sevecen olan aşiretler, yabancıları “garip” diyerek bağırlarına basarlar. Misafirperverlik ve cömertlikte onlarla yarışılmaz. 17. yüzyılda Urfa’ya gelen bir seyyah, buradaki vahşi yaşam koşullarıyla, aşiretlerin erdemleri davranışlarını bir türlü anlayamadığını belirtir ve nasıl oluyordu böylesine vahşi bir sosyal yaşam içinden güzel erdemler bulunabiliyor diye kendi kendine sorar. Ayrıca bugün içinde tanık olduğumuz Suriye’deki iç savaşı dolayısıyla en çok mülteci Urfa’ya sığınmış, yüz binin üzerindeki insanı Urfalı bağrına basmıştır. Urfa’nın bu erdemli ve hoşgörülü davranışı onu tarih boyunca şahsiyetli bir şehir yapmıştır. Yabancıya karşı hoşgörülü ve samimi davranışıyla şehir, kendisine gelen herkesin gönlünü çalmıştır. Bu yüzden ona korka korka gelenler, onun sevgi ve hoşgörüsü karşısında sukutu hayale uğramış ve “ Urfa’ya gelen ağlar giden ağlar” demişlerdir. Urfa’ya, Anadolu’nun Medinesi dememin sebebi, tıpkı Mekke’de işkence ve açlığa mahkûm bırakılan sahabenin, Efendimizle birlikte Medine’yi bir kurtuluş, bir sığınak olarak görmesinden dolayı seçtim. Adı Yesrib iken Medine’ye dönüşmesinin nedeni, onun medeni bir şehir olması ve bunu ona göç eden ve sığınanlara kucak açmasından dolayıdır. Urfa’da tarih boyunca Anadolu’nun Medine’si işlevi görmüş mübarek ve İsa’nın deyişiyle kutlu bir şehirdir. Bu kutlu şehrin faziletini görmeden/yaşamadan anlamak mümkün değildir.

DiP NOT 1-J.Benzion Segal, Kutsanmış Şehir Edessa, sh.102, Çev. AhmetArslan, İletişim yay. İstanbul, 2002 2-Segal, sh. Age. sh, 103, Urfa Kalesinde yer alan bu mektup/kitabe bugün kayıptır. Bu mektubun/ kitabenin fotoğrafı Yasin Küçük, Mazideki Şehir Urfa adlı kitabında yayınlanmıştır. Kişisel Yayın Haziran, İstanbul, 2013 3- El Belâzuri, Futuhu’l Buldan, sh.250, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 2007 4- Mehmet Akbaş, Cezire Bölgesi Fatihi İyaz b. Ganem, sh.126, Ravza Ya. İstanbul, 2011, 5-İbni Esir, Üsdül gabe, IV,14., Mehmet Akbaş, age. sh.122,123, Abdülaziz Kutluay, İslam Tarihinde Şanlıurfa, sh.419-421, kişisel Yay. Urfa, 2012 6-Deyr Zor, diğer adı Cerceius Roma İmparatoru Dioc letion tarafından Habur ve Fırat nehirleri civarında kurulmuştur. En eski şehirleden biri olan Deyr Zor (Cerceius) Asuri metinlerinde Sihri diye de ad landırılmıştır. 360 yılında Pers imparatoru tarafın dan işgal edilmiştir. Notitia Dipnitatum’a göre 5. yüzyılın başlangıcına kadar Perslerin etkisinde kalmıştır. İslam ordularının Urfa’yı fethettiği dönem lerde Urfa’ya bağlı bir belde olarak görünmektedir. 7-El Belazuri, age. sh.143, İbn Hacer el Eskalani, el İsâbe, sh.3/53, İbni Esakir, Tarihül Dımeşk, 24/378, ibn Saad, Tabakatül Kübra

33


Ş ehir

BİR YAZARIN BEŞ ŞEHRİ BEN AZİZ MAHMUD HÜDAYİ’Yİ SULTAN AHMED CAMİİ’NİN TEMELLERİ ARASINDA TAHAYYÜL EDİYORUM. ZAMAN ZAMAN BENİM İÇİN ORADAN ÇIKAR VE HİÇBİR HİKMETİN TESELLİ EDEMEYECEĞİ BİR HÜZÜNLE O ÇOK SEVDİĞİM BEYTİNİ TEKRARLAR: GÜNLER GELİP GEÇMEKTELER / KUŞLAR GİBİ UÇMAKTALAR… Rahşan GÜREL

sayı//1// ocak 34


Her şehir kendi Medinemize doğru açılan bir kapı. Her şehir bir ayet kendimize dair. Şehirler kayıp tarihçemiz, şehirler sessiz seslerimiz, şehirler kendiliklerimiz. Hüzünlerimiz şehirler, yürek ağrılarımız. Nasılsak öyle göründüğümüz aynalarımız. Sevdiklerimiz de şehirlerimiz gibi sıradanlaşmışsa gözümüzde çok şey kaybetmişiz demektir özümüzden. Çünkü hissiyatımız, maneviyatımız, ruhumuzdur aslında görünen şehirlerimizden.Ben bir şehre baktığımda diyor Tanpınar ‘onun ardında insanımı, hayatımı, vatanımın manevi çehresi olan kültürümü görürüm.’ Kaybettiklerine ağlayan yanımla, kazanacaklarını bekleyen tarafım, geçmişe ve geleceğe aynı anda ve aynı nisbette duyduğum aşk ve iştiyak ‘benim hayatım’ın tesadüfleri birleşip bana ‘Beş Şehir’i yazdırdı, diye ekliyor. Ve bu kitabe eseri, kendisine ‘dilin kapılarını açan, millet ve tarih hakkındaki fikirlerinde mutlak denecek bir tesiri bulunduğunu söylediği ‘büyük adam’a; hocası Yahya Kemal’e manen ithaf ediyor ve diyor ki ‘Beş Şehir adlı kitabım onun akçığı düşüncenin yolundadır.’ Beş Şehir, bir iç konuşma bir ‘hesaplaşma’ adeta. Fakat neydik neyiz nereye gidiyoruz sorularına cevap bulmak kastıyla yapılan hesabi kitabi bir muhasebeden çok, yazarın tefekkür ve murakabelerinin tabii sevki altında kendiliğinden çözülüveren düğümler misali yaşanmış hayat kesitlerinin bir yansıması. Süleymaniye’nin kubbeleri altında acz ile bükülen bir yüreğin çırpınışları. Yalnızlık vurgununun kalbe dokuduğu bir tutunamazlık anında, Bursa namazgahlarında ne kadar da derin dostları olduğunu fark eden bir ruhun avunuşları. Meselenin kendisi kadar yazarının ruh hallerini benimseyerek kendi içindeki yürüyüşleri, ona doğru gelişleri farklı renk ve tonlarda resmedilmiştir bu kitabeye. Ve zaten kitap, ‘parça parça yaşanmış şeyler’den doğmuştur. ‘Uludağ’da bir sabah vaktinde dinlediğim çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm anda, gözlerimden sanki bir perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin ‘bir gurbet macerası’ olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün, ‘ANADOLU İNSANININ HİS TARİHİ’ yazılır ve hayatımız

bu zaviyeden gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse, moda sandığımız bir çok şeyin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır.’ TEFRİKADAN KİTABA Ülkü Dergisi’nde tefrika edildikten sonra eserin ilk baskısı 1946 yılında Ülkü Yayınları tarafından neşredilmiştir. İkinci baskıya hazırlanışı ise yazarının Hakk’a yürüyüşünden üç dört ay önce 25 Eylül 1960 tarihinde iş bankası için tashih edilerek tamamlanmıştır. Dergah Yayınları arasında 14 baskı yapan eserin Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan son neşri, ilk iki baskı arasındaki farkları dipnota dönüştürerek büyük bir dimağın tefekkür dalları arasındaki yürüyüşümüzde rabıtamızı kuvvetlendirmesi açısından mühim bir çalışmadır. İkinci baskıda, tefekkür sancağının bilhassa Selçuk devri burçlarına doğru ilerlediği görülür. Tarihlerin Selçuklu ile Osmanlı arasındaki farkı sade bir ‘hanedan değişmesi’ olarak görmekte ısrar etmelerine rağmen Tanpınar, farkın, muaşeretten üsluba, insan ve zevke kadar derinleştiğine inanır. ‘Selçukla Osmanlı, biri öbüründe az çok devam eden iki ayrı âlem, yahut daha iyisi, büyük manasında iki ayrı üsluptur. Geniş Rumeli coğrafyasını ve Akdeniz terbiyesini de içine alan bir terkip olan Osmanlı’yı ‘bizim Rönesansımız’ sayabiliriz. Biz bugün Selçuk’u geçen asrın başlarında Avrupa’nın Gotik ve Romen sanatlarını yeniden keşfetmesi gibi keşfetmiş bulunuyoruz. Onu görebilmemiz için Osmanlı’nın içinden çıkmamız lazım geliyordu. Selçuk eserlerinin bugünkü harap durumunda, iktisadi buhranlar kadar, bu çok mühim zevk ayrılığının, içten kopmanın da payı olsa gerekir’ Beş Şehir küçük boyda ikiyiz sayfayı aşan bir eser. Kendine dair değerlerle bir parça rabıtası olup da Beş Şehir’i okumamış bir aydın zihin de yoktur sanırım. Ama Beş Şehir bir okumakla hazmedilecek bir kitap değil, mezkur şehirlere dair hazzedilecek zevk edilecek kısmi bir his tarihidir. Bir eseri kendinden daha iyi anlatabilecek bir esere tarih yer yer şahitlik etmişse de sayıları çok değil. Bu sebeple ilerleyen satırlarda aziz yazarının kendi bölümlediği parçalar arasından okuyucuya fikir vermek üzere eserin bütünlüğünü bozmamaya çalışarak yeni bütünler şekillendirilmeye çalışılacaktır:

Beş Şehir, bir iç konuşma bir ‘hesaplaşma’ adeta. Fakat neydik neyiz nereye gidiyoruz sorularına cevap bulmak kastıyla yapılan hesabi kitabi bir muhasebeden çok, yazarın tefekkür ve murakabelerinin tabii sevki altında kendiliğinden çözülüveren düğümler misali yaşanmış hayat kesitlerinin bir yansıması.

İSTANBUL Bir şehrin hayalimizde aldığı çehreler üzerinde düşünülecek şeydir. Bu, insandan insana değiştiği gibi nesilden nesle de değişir. 15. Asır başlarında Üsküdar’da Anadoluhisarı’nda oturan dedelerimiz İstanbul’a sadece fethedilecek bir ülke gibi bakmıyorlardı. Buna mukabil fetihten sonrakiler için İstanbul, bütün imparatorluğun ve Müslüman 35


Ş ehir

Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir.

dünyasının gururu idi. Onunla övünüyorlar, güzelliklerini övüyorlar, her gün yeni bir abide ile süslüyorlardı. O güzelleştikçe, kendilerini sihirli bir aynadan seyreder gibi güzel ve asil buluyorlardı. Eski medeniyetimiz dini medeniyetti. Beğendiği benimsediği adama ölümünden sonra verilecek bir tek rütbesi vardı: evliyalık. Halkın sevgisini kazanmış adam mübarek tanınır, ölünce veli olurdu. Onun içindir ki İstanbul evliya doludur. Bunların başında fetih ordusunun şehitleri gelir. Fetih şehitlerinden sonra devrine, temiz ahlakın, cihad-ı a’zamın mücahede ve murakabeden doğan hikmetin ve sevginin izlerini geçiren, hülasa kendi tecrübesini başkaları için faydalı bir şey haline getiren büyük adam veli olurdu. Kanuni’nin süt kardeşi Yahya Efendi, biraz evvelkilerden Sümbül Sinan, halifesi Merkez Efendi, 17. Asrın başında bütün İstanbul’a hükmeden Celveti Aziz Mahmud Hüdayi Efendi gibi… Ben Aziz Mahmud Hüdayi’yi Sultan Ahmed Camii’nin temelleri arasında tahayyül ediyorum. Zaman zaman benim için oradan çıkar ve hiçbir hikmetin teselli edemeyeceği bir hüzünle o çok sevdiğim beytini tekrarlar: Günler gelip geçmekteler/Kuşlar gibi uçmaktalar… Evet günler gelip geçtiler. Fakat zamana sevgi ve inançlarımızın izlerini geçirenler hala aramızdalar; adları ve hayatları bize manevi ufuk oluyor. Artık Sümbül Sinan’dan dünya işlerimiz için medet ummuyoruz, fakat onu ve benzerlerini hayat karşısındaki durumlarıyla seviyor ve övüyoruz. Zaten devirlerinde bile bu ermişlerin manası biraz da millet hayatımızı tebcil değil miydi? Kendisinin ebedi olduğuna inanan bir topluluk, bu mukaddes ölülerle ahret ülkesini fethediyor, geniş devletini onlarla ebediyete parça parça kuruyordu. Unutmayalım ki Bursa ve İstanbul eskiler için Mekke ve Medine kadar mübarek şehirlerdi… BURSA Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felaketler ve ihmaller, kaybettiği ileri ve mesut merhaleler, ne olursa olsun o hep bu ilk kuruluş çağının havasını saklar, onun arasında bizimle konuşur, onun şiirini teneffüs eder. Bu devir haddizatında bir mucize, bir kahramanlık bir ruhaniyet devri olduğu için, Bursa Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir. Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan

sayı//1// ocak 36


Evliya Çelebi, Bursa’dan bahsederken ‘ruhaniyetli bir şehirdir’ der… Dedelerimiz bu mucizeyle ve onun etrafına taşırdığı imanla Bursa’nın ve İstanbul’un çehresini değiştirdiler, onları yarım asır içinde Türk ve Müslüman yaptılar. KONYA Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendisini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendisine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde simine kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçik sultanlarının şehrinde bulursunuz. Dışarıdan bu kadar gizlenen Konya, içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lazımdır. Konya, insanı ya bir sıtma gibi yakalar kendi âlemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız. Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmek lazımdır. Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi inititation/arınma ister. Konya’da Mevlana’dan sonra varlığını bize onun kadar kuvvetle kabul ettiren bir varlık daha vardır: Folklor. Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet, keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı dert kervanlarını bu şehirde tanıdım… Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler. ERZURUM Erzurum’a üç defa üçünde de ayrı yollardan gittim. Bu yolculuklardan birincisinde çocuk denecek bir yaştaydım. Balkan harbinin sonlarıydı. Balkan harbinin kim bilir hangi cefasına katlandıktan sonra memleketine yorgun dönen bir redif taburuyla üstünde karşılaştığımız eski harap Murat Suyu köprüsü, nihayet bir gece, dibinde yattığımız Yıldız Dağı ve bir gün uzağından geçtiğimiz Süphan Dağı, sonra bu dağların benim çocuk muhayyilemde yaptığı acayip tesir… Erzurum Türk tarihine Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse bu yükseklik, daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren cedlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezi şehirlerden biridir. Tarihimizi ikinci dönüm yerinde Milli Mücadele’nin ilk temeli gene Erzurum’da 37


Ş ehir

Hacı Bayram’ın kainatı ve insanı beraberce oluş halinde gösteren bir manzumesi vardır ki bilhassa bir beyti on beşinci asır Türkiye’sinin adeta manzarasını çizer: Nagehan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında Ankara kalesine çıktım. Gördüklerimizle hangi medeniyetlere çağlara gitmeliyiz? Fakat hayır, Ankara bu cinsten tarihi bir hülyaya kolay kolay imkân vermiyor. Burada tek bir vak’a tek bir zaman tek bir adam muhayyileye hükmediyor… Bu o kadar böyle ki Ankara, İstiklal mücadelesi yıllarından bütün mazisini yakarak çıkmış denebilir. Ankara kalesi bu akşam saatinde bana bir milletin tarihinin ne kadar uzun olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve mübarek rüyaya yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı olduğunu bir kere daha öğretti. ‘Her düşünen insanımız gibi ben de hayatımızın değişmesi için sabırsızım, ‘eski bir garpçıyım’, fakat canlı hayata, yaşayan ve duyan insana, cansız madde karşısındaki bir mühendis gibi değil, ‘bir kalp adamı’ olarak yaklaşmayı istedim. Zaten başka türlüsü elimden gelmez. Ancak sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.’

‘Birbirimize tutundukça bıçakların ağzı kapanacak’ diyor Nuri Pakdil. Şehirlerimiz geçince gözlerimizden, Mekke Medine Kudüs deyince de en çok, Yaratıcısının ve Yaratıcısına hürmet ve muhabbette en önde yarışanların ahlakının sindiği beldeleri tasavvur etmek değil midir bizi yüreğimizden kavrayan duygu?

sayı//1// ocak 38

atılır. Her şeye rağmen hür müstakil yaşamak iradesi ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk tıpkı ilk fatihler gibi Anadolu’nun içine doğru Erzurum’dan yürür; oradan başlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihi hakları adına yeni baştan fethederiz. ANKARA Belki milli mücadele yıllarının bıraktığı tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silahşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara bana daima dâsitani ve muharip göründü… Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleri ile doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar, şehirde geçmiş zamanların pek az eserini bırakmıştır. Türk kültürünün kendinden evvel gelen medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır. Çok defa Ankara ovasına bakarken Hacı Bayram’ın ömrünün sonuna kadar müritleriyle beraber ekip biçtiği tarlaları düşünürüm… Anane, Hacı Bayram’la İstanbul fethinin manevi ve nurani yüzü olan Akşemseddin’i bu ovada karşılaştırır…

Böyle bitiyor ikinci baskının ön sözü… ‘Birbirimize tutundukça bıçakların ağzı kapanacak’ diyor Nuri Pakdil. Şehirlerimiz geçince gözlerimizden, Mekke Medine Kudüs deyince de en çok, Yaratıcısının ve Yaratıcısına hürmet ve muhabbette en önde yarışanların ahlakının sindiği beldeleri tasavvur etmek değil midir bizi yüreğimizden kavrayan duygu? Bu manada Tanpınar’ın tarif ve tavsiye ettiği gibi ‘insanlığın his tarihi’ kaleme alındığında ancak, mekânların ve mekînlerin hakiki kadri ve şerefi de görünür hale gelecek ve ‘hakkın bölünmezliği’ ilkesi yeniden suret bulacak ümidindeyiz. Mekân ve mekîniyle medeniyet şuurumuzun inşasında Tanpınar’ın zannımca bizim neslimizin ilmen ve irfanen tarife bile cebaret edemeyeceği bir dirayeti ve emeği vardır. Beş Şehir, bir ‘eski müstağrib’in şeklen tutunamadığı özüne, kalbiyle ve ruhuyla yekpare sarınışının destansı hikayesidir. Ocak 2014, bu insana ve insanın özünde saklı rabbani tesis kudretine hayran ‘kalp adamı’nın aramızdan ayrılışının 52. Sene-i devriyesi olacak. Lütuf ihsan ve rahmetle muamele görmesi niyazımızdır.


Segâh Vakti Gözlerine bakmasam mîrim Bakıp durmasam Susuzluktan kuruyabilirim Gözlerin deniz olmasına deniz Ama demem ben Deniz olmasın Ki kararmasın Gideceksen oyalanma bari Birazdan fırtına çıkabilir Yollarda kalabilirsin Kadınım, kanayaklım Menevşem, en çok sevdiğim Ama demem ben Menevşe olmayasın Ki solmayasın Ellerini tutmasam mîrim Tutup durmasam Bilirim, gurbetteyim Az sonra almaya gelirler beni Vaktimiz varken Biraz da memleketten.. sözetsek ha Çocukları sormayacağım, söz Sorarken sararmayacağım Ki ahvalim bilmeyesin Kâmil Uğurlu

39


Ş ehir

MAHALLENİN ADI MAHALLE ADI BİR REFERANS KRİTERİDİR. BİR AD SADECE AD DEĞİLDİR, BAŞKA ANLAMLARA SAHİPTİR. MAHALLEYE VEYA SOKAĞA AD VERMEK YAHUT ADINI DEĞİŞTİRMEK BASİT BİR EYLEM DEĞİL, BİR İRADENİN ORTAYA ÇIKMASIDIR. ADLAR BİR ZİHNİYETİN, SİYASİ GÖRÜŞÜN, DÜŞÜNCE TARZININ, DÖNEM ALGISININ, HAYATA BAKIŞ AÇISININ İZDÜŞÜMÜDÜR. MAHALLE VE SOKAK ADLARINDA SAKLI OLAN GERÇEK BUDUR.

Köksal ALVER

Günümüzde her mahallenin bir adı var. Mahalleler ilk kez ne zaman, nerede bir ada kavuştu acaba? Mahalleye ad vermenin, yeriyurdu belirlemenin ve karışıklığı önlemenin dışında başka hangi gerekçeleri olabilir? “Ad bir yerin doğmuş olması, bir coğrafyanın özel biçimde yaratılması ya da beden ölçeğinde yeniden sahiplenilmesidir” diyor Breton (2008: 56). Acaba mahalle adı mahallenin doğmuş olmasının, var olmasının dışında ne gibi hususlara işaret etmektedir? Mahallenin adı, onun varlığının hangi yönüne tekabül etmektedir? İsim kültürü üzerine ilginç bir çalışma yapan Çelik (2005: 24), “sosyoloji isimlerle, gündelik hayatın bir fenomeni olarak, onun sosyo-kültürel yapıda, sosyal ilişkilerde ve süreçlerdeki taşıdığı sembolik değeri bakımından ilgilenir” diyerek, adın, ad vermenin, isimlendirmenin farklı boyutlarına dikkat çekmektedir. Connerton (2012: 21), yer isimlerinin bir atıf ve referans olduğunu, bundan dolayı esasen bir mücadele alanı olarak iş gördüğünü belirtir. İsimlerin bölgenin kimliğinin oluşmasında yardımcı olduğu görülmektedir (Lynch, 2010: 77). Mahalle adları şehirleşme açısından pek çok şeye işaret eder. Çünkü coğrafya adları, yer ve yerleşme adları nüfus, tarih, mekân, kültür gibi hususlara bağlı olarak verilir. Adlandırma çevrenin özelliklerinin dikkate alındığının bir nişanesidir (Arıbaş, 2009: 32-33). Mahalle açısından durum farklı değildir; kimliğin ilk dile gelişidir mahallenin adı. Mahallenin nasıl bir toplumsal tabana oturduğunu gösterir bir bakıma. Mahallenin kuruluşu, dönemi, gelişimi gibi özellikleri hakkında ipucu verir. Mahalle adlarının oluşumunda dini, iktisadi, kültürel, mekânsal, insani, coğrafi vb. kriterler geçerlidir. “Mahalle adlarının konulmasında resmi bir makamın tesirinin olup olmadığı sorusu henüz cevap bulamamıştır. Genellikle, bu adların halkın yaşadığı yeri anlatmak ihtiyacından doğduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber Osmanlı şehirlerinde mahallelerin ad almasına neden olan sebepleri şöylece sıralamak mümkündür: 1. Mahallede oturanların, daha çok geldikleri yerlerin isimleriyle anılmaları. 2. Derviş ve şeyh isimleri. 3. Şair ve alim isimleri. 4. Esnaf isimleri. 5. Çarşı ve pazar isimleri (Saman Pazarı, At Pazarı gibi). 6. Cami, türbe, mescid, medrese ve imaret isimleri. 7. Bulunduğu coğrafi mekandan kaynaklanan isiler. 8. Şehre hizmet etmiş devlet adamlarının isimleri. Mahalle isimlerinin konulmasında etkili olan bu özelliklerin benzerlerini tüm Osmanlı şehirlerinde görmek mümkündür” (Demirel, 2000: 17).

sayı//1// ocak 40


ADINI DİNİ KURUMLARDAN ALAN MAHALLELER Mescit, cami, tekke, zaviye, imaret, medrese gibi kurumların mahalle adlarında ön sıralarda bulunduğu dikkati çekmektedir. Bu durum bir anlamda söz konusu kurumların yerleşme ve şehirleşme açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Şehirleşme yahut mahalle, kimi kurumlar temel alınarak başlamakta ve yayılmaktadır. Selçuklu ve Osmanlı şehirlerdeki mahallelerin ağırlıklı olarak dini kurumların adını taşımaktadır. Halen adında ‘mescit’, ‘cami’, ‘zaviye’, ‘tekke’ gibi ibareler bulunan pek çok mahalle bulanmaktadır. Özellikle şehirlerin eski yerleşim yerlerinde bu gibi isimlere rastlamak çokça mümkündür. Ahi Çelebi Camii Mahallesi, Akşemseddin Mescidi Mahallesi gibi çoğu zaman mescidi yaptıran kişinin adını alan mahalleler (Ayverdi, 1958: 3, 57), şahıs adlarıyla da anılmakta ve isimlendirilmektedir (Eyice, 1965: 133, 212). “Mahalleler genellikle orada yer alan mescidin adıyla anılırdı. Mescit, mahallenin en temel kurumu olduğundan böyle anılmak olağandır. Mescit ise onu yaptıran kişiye bağlı olarak adlandırıldığından… mahalle adları genelde şahıs adları oluyordu. Ayrıca bazı etkili meslek erbabının oturduğu mahallenin adı sakinlerinin meslek adlarını taşıyordu” (Baykara, 2000: 108; Baykara, 1997: 84). Cumhuriyet döneminde isimlendirmede daha farklı kelimelerin seçildiğini eklemek gerekir. Son yıllarda kurulan mahallelerin isimlerinin analizi ilginç veriler sunabilir. Yeni mahalle adlarının daha dünyevi, seküler, modern yönleri dikkate şayandır. MESLEK İSİMLİ MAHALLELER Meslekler, mahalle adlarının verilmesinde başka bir önemli kriterdir. “İstanbul mahalle ve semtlerinin önemli bir kısmı ismini, o mahalle veya semtteki muayyen bir esnaf ya da pazaryerinden almaktadır” (Solak, 1997: 83). Mahalle gibi sokak adlarında da meslek gruplarına rastlamak mümkündür. Özellikle şehirlerin bedesten ve merkez çarşı bölgelerindeki sokak adları çoğunlukla meslek sınıflarına ve yapılan işlere göre belirlenmektedir. Mahallede de aynı esas geçerlidir. Kunduracılar, demirciler, bakırcılar, oduncular, tenekeciler gibi adlandırmalar meslek gruplarının yerleşim esaslarını da göstermektedir. Dolayısıyla mahalle adlarının tesadüfi ve rastgele verilmediği ortaya çıkmaktadır. Bundan ötürü mahalle adları, o şehrin bazı özelliklerini yansıttığı gibi (Baykara, 2000: 108), “kentin sosyal yapısı açısından aydınlatıcı” olmaktadır (Kuban, 1995: 181.) KÖKEN BİLDİREN MAHALLELER Mahallenin adı, kimi zaman oraya yerleşenlerin

kökenlerini gösterir. Mahalle adı, “o bölgenin özel tarihine bir başlangıçtır” (Köseoğlu, 1946: 3). Pek çok şehirde başka şehirlerin adıyla kurulmuş mahallelere rastlamak mümkündür. Ankara’da Erzurum mahallesi, Tokat’ta Ankara mahallesi gibi. Şehre “yeni gelenler geldiklere yere göre gruplanmışlar ve çoğu zaman da buranın adını oturdukları mahalleye vermişlerdir; örneğin Aksaray, Balat, Karaman, Çarşamba mahalleleri bu adları taşıyan kentlerden gelen insanlar tarafından iskan edilmişlerdir” (Mantran, 1991: 45). Kimi zaman da göçmen nüfustan oluşan mahallelere rastlanır. Ankara’da Boşnak mahallesi gibi. Buna bağlı olarak etnik köken, kabile, aşiret adlarının da mahallelere verildiğine rastlamak mümkündür. Özellikle Osmanlı döneminde pek çok mahalle devlet erkanı, ulema, tasavvuf erbabı tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla mahalle adını bu isimlerden almıştır. Vefa, Akşemseddin gibi önemli şahsiyetlerin adını taşıyan mahalleler dikkat çekmektedir (Işın, 2006: 21). İstanbul başta olmak üzere hemen her şehirde böylesi adlandırmalara rastlamak mümkündür.

ŞEHRE KÜSTÜ MAHALLELER Şehirleşme, kale içi/sur içi sınırlarını aşıp yeni sahalara ulaştığında yeni mahalleler kurulur. Şehir merkezinden başlamak üzere çevreye doğru genişleyen sahalarda kurulan yeni mahalleler ise daha farklı bir yapı arzetmektedir. Geleneksel şehir yapısından ayrı olarak var olan yeni mahalleler, kuruluşundan itibaren kendine özgü bir kimlik sunmaktadır. Bugün bir kavram olarak var olan kenar mahalle de aslında yeni mahalle biçimlerinden başka bir şey değildir. Şehirlerin 41


Ş ehir

genişlemesiyle ortaya çıkan yeni mahallelerden en ilginci ‘şehre küstü’ adını alan mahallelerdir. Yeni bir birim olan şehre küstü, “şehirlerin büyüyüp yeni semtlere, yeni coğrafi mekanlara taşmasının apayrı bir yönünü” (Baykara, 1997: 87) göstermektedir. Bursa, Antep gibi şehirlerde halen birer semt yahut mahalle olarak yaşayan şehre küstüler, kentin yeni mahallelerde yeni yapıya kavuşması açısından önemle vurgulanmalıdır. DEĞİŞEN MAHALLE ADLARI Mahalle adları zamanla değişebilmektedir; tıpkı sokak, cadde adlarının değiştiği gibi. Kimi siyasi ve beledi müdahalelerden dolayı mahalle adlarında bir sürekliliğin korunmadığı, dahası bunun pek dikkate alınmadığı görülmektedir. Elbette yüzyıllardır aynı adı taşıyan mahalleler de yok değildir. Dönem dönem değişen mahalle adları, sokak adları şehrin hafızasında kırılmalara neden olmaktadır. Yakın zamanlarda pek çok eski/ tarihi mahalle adının birleştirildiği, böylece bir mahalleye eklenerek ortadan kaldırıldığına şahit olmaktayız. Örneğin, Konya’da yüzlerce yıllık Şekerfüruş, Gurbi Cedid, Bordobaşı, Zenburi gibi mahalle adları tarihe karışmıştır. Gene yakın zamanlarda doğrudan siyasi karşılığı olan bir isim değiştirme hadisesine tanık olunmuştur. 12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren’in adının verildiği pek çok okul, cadde, sokak gibi mahalle isimleri de değiştirilmiştir. Köy ve mahalle adlarının bilir bilmez değiştirilmesini eleştiren Ortaylı’ya göre (2000: 161), ad değiştirme gibi hareketler “tarihi hafızayı silen, tarihçilerin işini zorlaştıran ve vesikalarla bağımızı kopartan anlamsızlıklardır.” YAZARLAR SOKAKLARI SEVER Kimi mahalle adları ise uzun uzadıya düşünmeyi gerektirir. Köken sorunu önemli bir boyut sergiler. Kimi adların neden verildiği pek kestirilemez. Yusuf Atılgan, Aylak Adam romanında sokak adlarının yorumlanmasının başlı başına bir iş olduğunu söyletir kahramanına. Kahraman, şehrin sokak adlarını toplayıp onlar üzerine düşünmekten söz eder. İki Öksüzler Sokağı üzerine düşünürken “Kimmiş bu iki öksüz? Adlarını sokağa verdirecek ne yapmışlar, nasıl yaşamışlar?” diye sorar. Aynı şekilde Aslan Yatağı Sokağı, Sıra Serviler Caddesi gibi isimler de üzerinde araştırma yapılmaya değer görülür. Mahalle adları için de aynı düşünme süreci geçerlidir. Mahalle adlarının verilmesinde acaba ne gibi sebepler gözetilmektedir? O adın taşıdığı anlamlar nelerdir? Ali Ural ise (2010: 95), sokak isimlerinin çağrışımlarının peşinden giderek farklı bir alana açılmaktan söz eder. Dere Sokağı’nda gürül gürül akan suları, Selvili Sokak’ta uzun selvileri, Yeni Gelin Sokağı’nda ise taze gelini düşler. sayı//1// ocak 42


Mahalle, sokak, cadde, bulvar gibi mekân adlarının sosyo-politik ve sosyokültürel bir temeli bulunmaktadır. İsim verme politik bir tutum olabilmektedir. İsimler üzerinden derin politik tartışmalar doğabilmekte, isim siyaseti bir zihniyeti ele verebilmektedir. Bu yüzden mahalle, sokak gibi mekânların adlandırılmalarında dönemin siyasi iktidarının yaklaşımı doğrudan etkilidir. Bu konuda Sultanbeyli araştırmalarında ilginç gözlemler yapan Işık-Pınarcıoğlu (2011: 212), cadde ve sokak isimlerine dikkat çekerler. “Tıpkı mahalle adları gibi cadde ve sokak adları da Sultanbeyli’de hakim olan politik görüş hakkında oldukça net bir fikir verir”. Mahalleler, Abdurrahman Gazi, Battal Gazi, Ahmet Yesevi, Mimar Sinan, Necip Fazıl, Mehmet Akif Ersoy, Akşemsettin gibi isimler alırken, sokak ve caddeler ise Abdulkadir Udeh, Seyyid Kutup, Hasan El-Benna, İskilipli Atıf Hoca, Bedir, Hicret, Miraç, Vahdet gibi İslami görüşün şahsiyet ve kavramlarıyla donanmaktadır. Bu husus bütün siyasi görüşler açısından geçerlidir. Haritanın şöyle hızla bir taranması, nice farklı siyasi figürün, nice farklı dünya görüşünün mümessillerinin yan yana, karşı karşıya, iç içe kentleri baştan sona donattıkları rahatlıkla seçilebilir. Deniz Gezmiş Caddesi’nin başka hiçbir yerde değil sadece Esenyurt’ta bulunması bir rastlantı olmasa gerek. Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Remzi Oğuz Arık gibi isimlerin mahalle, cadde, sokak ve parklara ad olmasının birer tesadüf olmadığı gibi. Kente dağılan isimlerin bu açıdan okunup değerlendirilmesi ilginç sonuçlar verebilir. Mahalle adının aynı zamanda bir imgeye ve imaja karşılık geldiğini kaydetmek gerekir. Hemen her mahallenin ‘resmi’ adının dışında geçerli, açıklayıcı ve yaygın başka bir adı yani izi, imajı, niteliği vardır. Burjuva mahallesi, kenar mahalle, lüks semt, yeni mahalle, kürt mahallesi, çingene mahallesi gibi çağrışımlar resmi kayıtlarda ve levhalarda geçmemesine rağmen halkın yaşantısında ve tanımlama kriterlerinde yer almaktadır. İstanbul Gazi mahallesi üzerine çalışan Perouse (2011: 73), Gazi adının doğrudan bir imge ve imaja sahip olduğunu belirtir. Gazi, yanan otobüsler, vurulan insanlar, çatışan sokaklar demektir. Bunun yanında Alevi, Kürt ve sol grupların hakim olduğu bir mahalle algısı ön plandadır. Bütün bu benzetmeler gerçeğin bütününü yansıtmasa da, Gazi mahallesi bu şekilde damgalanmaktan kendini alamamaktadır. Başka mahalleler için de aynı süreç işlemekte, damga imaj üretmede hayli etkin olabilmektedir. Mahalle adı bir referans kriteridir. Bir ad sadece ad değildir, başka anlamlara sahiptir. Mahalleye veya sokağa ad vermek yahut adını değiştirmek basit bir eylem değil, bir iradenin ortaya çıkmasıdır. Adlar bir zihniyetin, siyasi görüşün, düşünce

tarzının, dönem algısının, hayata bakış açısının izdüşümüdür. Mahalle ve sokak adlarında saklı olan gerçek budur. DiP NOT Arıbaş, Kenan, 2009, Tarihin Peşindeki Coğrafya, Çizgi Kitabevi, Konya. Atılgan, Yusuf, 2012, Aylak Adam, YKY, İstanbul. Ayverdi, Ekrem Hakkı, 1958, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskanı ve Nüfusu, Ankara. Baykara, Tuncer, 1997, “Osmanlı Şehrinde Yeni Bir Mahalle: Şehreküstü”, Türk Kültürü Araştırmaları içinde, Akademi Kitabevi, İzmir. Baykara, Tuncer, 2000, Türkiye’nin Sosyal ve İktisadî Tarihi, TDV yay., Ankara. Breton, David Le, 2008, Yürümeye Övgü, Çev. İsmail Yerguz, Sel yay., İstanbul. Connerton, Paul, 2012, Modernite Nasıl Unutturur, Çev. K. Kelebekoğlu, Sel yay., İstanbul. Çelik, Celaleddin, 2005, İsim Kültürü ve Din, Çizgi Kitabevi, Konya. Demirel, Ömer, 2000, Sivas Şehir Hayatında Vakıfların Rolü, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara. Eyice, Semavi, 1965, “İstanbul Mahalle ve Semt Adları”, Türkiyat Mecmuası, S. XIV. Işık, Oğuz-Pınarcıoğlu, M. Melih, 2011, Nöbetleşe Yoksulluk, İletişim yay., İstanbul. Işın, Ekrem, 2006, İstanbul’da Gündelik Hayat, YKY, İstanbul. Köseoğlu, Neşet, 1946, Tarihte Bursa Mahalleleri, Ant Basımevi, Bursa. Kuban, Doğan, 1995, “Anadolu Kentlerinin Tarihsel Gelişimi ve Yapısı Üzerine Gözlemler”, Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler içinde, Arkeoloji ve Sanat yay., İstanbul. Lynch, Kevin, 2010, Kent İmgesi, Çev. İrem Başaran, T. İş Bankası yay., İstanbul. Mantran, Robert, 1991, XVI. ve XVII. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat, Çev. M. Ali Kılıçbay, Eren yay., İstanbul. Ortaylı, İlber, 2000, Türkiye İdare Tarihine Giriş, Turhan Kitabevi, Ankara. Perouse, Jean-François, 2011, İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri, İletişim yay., İstanbul. Solak, Fahri, 1997, “Esnaf Şehri İstanbul”, İktisat ve Din içinde, Haz. Mustafa Özel, İz yay., İstanbul.

43


Ş ehir

KÜLLİYELİ ŞEHRİN AHİLERİ

ŞEHRİN ŞEHİR OLABİLMESİ İÇİN BİR MÜHRE VE İMZAYA İHTİYAÇ DUYARIZ. BANA GÖRE BU MÜHÜR KÜLLİYE İMZA DA AHİLER OLABİLİR. CÖMERT, CİVANMERT, YİĞİT, AHLAKLI ADAMLARIN İMZA ATTIĞI ŞEHİR GÜZEL OLMAZ MI? ŞEHİR İNSANLARA DEĞER VEREN VE ONLARIN MADDİ, MANEVİ,AKLI TÜM İHTİYAÇLARINI KARŞILAYACAK ŞEKİLDE İMAR EDİLİRSE DAHA İYİ OLMAZ MI? BİRİNCİ SORU AHİLERİ İKİNCİ SORU KÜLLİYEYİ TANIMLAR. Cihad MERİÇ

Şehrin şehir olabilmesi için bir mühre ve imzaya ihtiyaç duyarız. Bana göre bu mühür külliye imza da ahiler olabilir. Cömert, civanmert, yiğit, ahlaklı adamların imza attığı şehir güzel olmaz mı? Şehir insanlara değer veren ve onların maddi, manevi,akli tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde imar edilirse daha iyi olmaz mı? Birinci soru ahileri ikinci soru külliyeyi tanımlar. Müslüman bir şehri diğerlerinden ayıran en önemli özellik külliyedir. Müslüman şehir külliye etrafında şekillenir. Bugün İstanbul’dan başlayarak Müslümanların imar edip nizam verdiği şehirlere baktığımızda merkezindeki külliyeyi fark ederiz. Daha açık bir ifadeyle bugün İstanbul’un bir çok ilçesinin ve mahallesinin adı aslında külliyelerden gelmektedir. İstanbul’un yedi tepesi külliyeler ile şekillenmiştir. Bir bölge imara açılacaksa veya şehrin o yönde gelişmesi/genişlemesi isteniyorsa önce oraya bir külliye inşa edilmiştir. YARIM KALMIŞ ŞEHİRLER Edirne’de külliyeye paralel şehirleşmenin yarım kalmışlığını görürüz. Nehrin karşı tarafında kalan ve merkez yapılar ile simetrik Bayezid Külliyesi yalnız gibidir. Bursa Edirne’ye rağmen gelişimini sürdürmüş; fakat Edirne İstanbul’a rağmen bu açılımı gerçekleştirememiştir. Edirne’nin sokaklarında dolaştığımızda her yönüyle bu yarım kalmışlığı hissedebiliyoruz. Edirne, sesini duyabileceklere ben yarım kalmış bir Müslüman şehriyim diyor. İstanbul tamamlanmış bir Müslüman şehirdir; fakat İstanbul’da kulağımıza şöyle fısıldıyor; sınırımı çoktan aştım, freni patlamış kamyon gibi ilerliyorum. Bursa da bize hemen hemen İstanbul’a yakın şeyler söyleyecektir. Külliyeler kendi çağının ihtiyaçlarına göre şekillenir, mimari olarak da külliyeyi oluşturan unsurlar zamanla hep tekamül etmiştir. Bugünün külliyesi bu tekamülden nasibini almalıdır. Yapılar tek başına şehrin yükünü taşıyamaz. İstediğimiz bütçelerle en güzel şehirleri kuralım, içinde şehre anlam katan insan yoksa şehir viranedir. İnsan şehri iki kez imar eder; birincisi taşını dizerken, ikincisi ruhuyla ona değer katarak. Bugün kendimize özgü geleceğe göğsümüzü gere gere bırakacağımız şehri kuramama sebebimizi çağın yiğit insanı yani ahisini ve çağın külliyesini inşa edememe sebeplerinde aramalıyız. Şehrin kalbini ve diğer organlarını kısaca şehre hayat veren unsurları tanımlayıp onları yerli yerince yerleştiremiyoruz. Yerli yerinde hareket adalet, yersiz hareket de zulüm olduğuna göre şehirlere

sayı//1// ocak 44


zulüm ediyoruz ki şehir de bunun karşılığı olarak bize zulüm ediyor. ŞEHRİN KANI YİĞİT İNSANDIR Şehrin damarlarında dolaşan ona can ve hayat veren insandır, yani şehrin kanı yiğit insandır. Geçmişte ahi okulunda ve diğer sivil toplum kurumlarında gördüğümüz insan modeli şehre hayat verecek adam yetiştirme projesini başarıyla yerine getirmiştir. Şehri besleyen taze kan temiz insandır. Elbette şehirde dolaşırken kirlenecektir. Kirlenmiş insanın arınabileceği yer külliyenin merkezinde yer alan başta cami olmak üzere diğer unsurlardır. Külliyeyi oluşturan yapılar sembolik anlamda ve işlevsel olarak da müthiş ufuk açıcıdır. Kısaca bedenini hamamda temizleyen adam ruhunu cami, tekke, zaviye, türbe gibi yerlerde temizleyecek, medrese, kütüphane aklını arındıracaktır. İhtiyaçlarını çarşı, imaret gibi yapılardan karşılayabilecektir.

Yapılar tek başına şehrin yükünü taşıyamaz. İstediğimiz bütçelerle en güzel şehirleri kuralım, içinde şehre anlam katan insan yoksa şehir viranedir. İnsan şehri iki kez imar eder; birincisi taşını dizerken, ikincisi ruhuyla ona değer katarak.

Külliye öyle bir tasarımdır ki insanın hayatını doldurur. Şehir, insanı başıboşlaştırdığı sürece hem yönetilmesi zorlaşacak hem de içi boş hedefsiz insanların yaşadığı yer haline gelecektir. Günümüzde izlerini sürdüğümüz başıboşluğu gidermek için adres belli olsun politikalar gelişecektir. İnsanlar sanal bir şeylerin peşinde oyalanmaya bir şekilde yönlendirilecektir. 45


Ş ehir

Külliyeli şehir ve onu imar eden ahiler, gündelik hayatlarında sade yaşamışlar; fakat dolu bir hayat sürmüşler, yeni kuşakları da bu kriterlere göre yetiştirmişlerdir. Bugün hala gölgesinde yaşadığımız yüce temiz medeniyet işte böyle oluşmuştur.

Külliyeli şehir ve onu imar eden ahiler, gündelik hayatlarında sade yaşamışlar; fakat dolu bir hayat sürmüşler, yeni kuşakları da bu kriterlere göre yetiştirmişlerdir. Bugün hala gölgesinde yaşadığımız yüce temiz medeniyet işte böyle oluşmuştur. KADİM ŞEHİRDE HAYAT Kısaca kadim şehirde bir adamın hayatına bakarak nasıl renkli ve dolu bir hayat yaşadığını dilimiz döndüğünce anlatalım. Şehirde hayat gece namazı ile başlar. Yatsı namazı sonrası dinlenmeye çekilen adam rahat bir şekilde imsak vakti dinlenmiş olarak kalkar. Gece namazı sonrası kendine verilmiş programa göre manevi gelişimine katkı yapacak görevleri yerine getirir. Ezan ile birlikte sabah namazı hazırlanarak caminin yolunu tutar. Külliye eğitim modelinin merkezi olan camide sabah namaz öncesi veya sonrası yerine ve zamanına göre cemaatin ihtiyaçlarını karşılayacak program olur. Camiden sonra ya sabahçı kahvesine ya sabahçı lokantasına ya da eve gidilir ve muhabbet eşliğinde bedenin hakkı verilir. Buraya kadar şehrin iyi adamlarının hayatı hemen hemen ortaktır. Bu noktadan sonra program kişinin mesleğine, mesaisine göre değişir. Biz bir esnafın peşine takılarak güne devam edelim. Çarşının dış kapısının açılış ve kapanış saatleri bellidir. Çarşı dua ile açılır dua ile kapanır. Esnaf çarşının dış kapısı yanında toplu duaya katılır ve sonra kendi dükkanını yine duayla açar. Esnaf dükkanını alış-verişe hazır hale getirir. Bu arada esnaf çay ocağında çay demini bulmuştur. Esnafın en verimli vakti dükkanını ilk açtığı anlardır. Henüz ortam sessizdir. Okumalarını, tefekkürünü rahatlıkla yapabilir. Geleneğimizde esnaf mütefekkirlerimiz, tezgah üstünde kitap şiir yazanlar az değildir. İş yerinde çırak ve kalfa varsa onların eğitimiyle de ilgilenilir. Alış-verişe gelen müşteri değil misafirdir. Namaz araları, yemek molası derken akşam olur. Esnafın dostu da eksik olmaz, iş arası onlara da gereken ilgiyi gösterir. Genelde akşam namazı öncesi kepenkler kapanır. Akşam namazı kılınır ve ihtiyaçlar alınarak evin yolu tutulur. Akşam yemekleri aynı zamanda aile toplantı meclisidir. Uzun gecelerde aile dersleri çok rahat yapılabilir. Ahi yatsı namazı öncesi evden çıkar ya ders halkasına ya zikir meclisine ya da muhabbet meclisine gider. Namaz sohbet sonrası kılınacaksa yatsıyı kılmadan meclise gidebilir. Dersler, muhabbetler çok uzatılmaz, gece namazına kalkma hedefi önemlidir. Akşam programlarında yaş faktörü de önemlidir, bazı meclisler tüm yaş gruplarına hitap ederken bazı meclisler sadece akran gruplarına hitap eder.

sayı//1// ocak 46


Sonuçta güne, mevsime göre yapacak bir şeyler vardır. İNSAN HAYATINI KOLAYLAŞTIRAN ŞEHİRLERE ÇAĞRI Özet olarak vermeye çalıştığımız hayat planı kesinlikle geçmişte yaşanmış bugün de azalmış bile olsa yaşanılmaya gayret edilen bir programdır. Şimdi hep birlikte düşünelim bu hayatta bir boşluk var mı? Bu hayatı süren biri malayaniye vakit ayırabilir mi, canı sıkılacak vakti olur mu? Bu yaşamın şehrin yaşam alanlarıyla desteklendiğini düşünün o şehir ve halkı daha huzurlu bir yaşam sürmez mi? Sonuç olarak geleceği iyilik adına inşa etmek istiyorsak insan ve şehir modellerimiz olmalı. Şehir insanı daraltan bir yer olmaktan çok insanın hayatını kolaylaştırmalıdır. Öncelikle kendi kadim medeniyetimizden faydalanarak yeni ihtiyaçlarla güncellenmiş yarına kalacak şehirler kurmalıyız. Kurulu şehirleri bozmak yerine çeşitli düzenlemelerle çağın problemlerine çözüm üretecek kullanışlı dokumuza uyan şehir haline getirmeliyiz. Ben özellikle külliyeyi ve ahilik geleneğini bir eğitim modeli olarak okumaya çalışıyorum. Bu okuma zihnimde müthiş fikirler doğuruyor. Bu yazı vesilesiyle tüm iyi adamları bu okumayı yapmaya davet ediyorum.

Geleceği iyilik adına inşa etmek istiyorsak insan ve şehir modellerimiz olmalı. Şehir insanı daraltan bir yer olmaktan çok insanın hayatını kolaylaştırmalıdır. Öncelikle kendi kadim medeniyetimizden faydalanarak yeni ihtiyaçlarla güncellenmiş yarına kalacak şehirler kurmalıyız.

47


Ş ehir

HAK NAMINA CAN İÇİN DEĞİL CÂNAN İÇİN YAŞAYABİLMEK Mehmed Safiyyuddin Erhan Kimdir? 1954 senesinde Bursa’nın Çatalfırın semtinde sekiz nesildir büyüklerinin ihya ve inşa ettikleri vakıf bir külliyede Bursa Eşrefilerinden Abdulkadir Muhyeddin Eşrefoğlu ile Atıfet Hanım’ın evladı olarak dünyaya gelmiştir. Başbakanlık Eski Arşiv Umum Müdürlüğü muavinlerinden olan amcaları merhum Ziya Eşrefoğlu’ndan tarih kültürü ve şuuru aldı. Bursa’da vaki Mısri Niyazi(k.s) Hazretleri dergâhı evladından eski muallim Fehanüddin Ulusoy’un Tasavvuf tarihine dair vukufundan istifade etti. Asar-ı Nefise erbabı Hezarfen Hasib Mollazade İsmail Sözmez’den klasik sanatlara ve usul-ü mimariye dair çalışma ve tecrübelerinden istifade ile uzun seneler birlikte çalışarak melekelerini artırdı. Kendisine “ideal dostum” tabiriyle iltifatta bulunan Merhum Kazım Baykal ile Eski Eserleri Sevenler Derneğindeki çalışmalara katıldı. Halen vakıf,

dergâh, türbe, mescid ve hazirelerindeki restitüsyon projelerinin hazırlanması ve yerinde ihya çalışmalarını tatbiken İstanbul’da, Bursa ve civarında fiilen devam ettirmekte olup çalışmalarında tespit ettiği fotoğraf ve arşivini çeşitli dergi ve kitaplarda neşrederek umumun istifadesine sunmakta, müze ve benzeri yerlerdeki çeşitli eserlerin yaşatılması çalışmalarına devam etmektedir. Kendileri Bursa için olduğu kadar ülkemiz için de duyarlılık sahibi isimlerin en başında gelmektedir. Bunu sadece dile getirmekle yetinmeyen, bizzat yaşatmak için taşın altına elini koyan bir değerdir aynı zamanda. Kendisiyle tasavvufi hayat, medeniyet, Osmanlı Mirası, günümüz mimari anlayışı ve kültürel değerlerimizin erozyonu üzerine geniş bir söyleşi yaptık. Pek çok anlamda içimizdeki sorulara cevap olacağı ümidiyle bu samimi söyleşimizi istifadelerinize sunuyoruz. Röportaj: Yunus Emre ALTUNTAŞ

Prof.Dr.Mustafa Kara, Mehmet Safiyuddin Erhan, Yunus Emre Altuntaş

sayı//1// ocak 48


Efendim hoş geldiniz. Önce şöyle bir sual ile başlamak isterim. Medeniyet tasavvurunuzda tasavvufun yeri nedir? Tasavvuf; irfan müessesesi olmakla geliş ve gidişteki gayeye agâh olup, yarın hesabı sorulacak ariyet hayat nimetinin kadri kıymetinin ve faniliğinin şuurunda, her şeyin Hak varlığından ibaret olduğunu fehm edib Hak’da fani olabilenlerin yüksek ilâhi bir ahlâk sistemidir. Halik-i Zülcelalin kâinatı ve insanları yaratırken istikbal ve akıbetlerini kimseye danışıb sormaksızın tayin edişindeki hikmetten haberdar ve razı olanlar (Hubbu Gayr) Hak namına can için değil canan için yaşayan, mazhar olduğu iman ve insanlık rütbesinin devlet ve nimetinin şuuruyla (nahnü kasemna) ayetinin sırrına vakıf olarak, kendisine bahşedilen nimetlerin üzerine bir şey istemenin edeb harici ve yakışıksız bir fiil olacağının idrakiyle, vücudunu ariyet imkân ve nimetlerini başta hemcinsleri olmak üzere bütün mevcuda sunabilen (bezl edebilen) yani derviş meşreb (gönlünün tahtında oturan sultan) olabilen baht-ı yarların manevi dünyası olarak vasfedebiliriz. Tabiattaki vahşi hayatın bilinen hükmü olan “büyük balık küçük balığı yutar” kaidesinin aksine “insan” kelimesinin neşet eylediği ünsiyet mefhumu mucibince, medeni hayatın tarifi “tuavenü alel biri vettakva” ayeti hükmüyle (teavenü: yardımlaşma,düşenin elinden tutup kaldırmak) tespit edilmiştir. Bazılarının hayatı tarifteki mücadele mefhumu, cidali yani kavgayı hatırlattığından hakiki insan ekmeği için kavga eden değil paylaşabilen, kemale ermiş, tasavvufi hayatın kendisine rehberliğinden istifade edebilmiş şahsiyetlerle cemiyetin içerisinde daha huzurlu ve emniyetli bir hayati iklime ulaşabilmiş kişilerdir. Geçmişine yabancı bir nesil haline geldik. Ancak ata yadigârı eserler bizi, farkında olmasak da bir yerlere bağlıyor. Ecdadımız hem kâmil insan numuneleri oldular hem de kâmil eserler verdiler. Şimdi onlar yok ama eserleri kaldı. Bir hat levhasında, bir tezyinatta, bir ahşap evde onların bedii zevkleri, ruhi kemalleri aksediyor. Bizler bu kemale nasıl ulaşabiliriz? Ecdadımız tabiriyle yüzlerce sene evveline dönersek, çeşitli coğrafyalarda İslami Türk Medeniyetinin çeşitli eserleri, inşa olmuş abidelerde veya müzelerinde hayranlıkla seyr edilib değer verilirken, saltanatlı ve hakimiyetli devirlerin sükut edib canını gününü ve istikbalini kurtarma endişe ve telaşesiyle medeniyetimizi, şahsiyetimizi ifade eden bedii zevklerimizin yüksek seviyesini idrak ve okumaktan acze düşüldüğü, bir de üzerine gelen reddi miraslı devirlerin getirdiği yabancılaşma,

ananevi, milli, dini hasletlerin terki, ihmali ve benimsenememesiyle neticelenmiştir. Kemal mahsulü bu eserleri anlayabilmeleri ve istifade edebilmeleri için günümüz nesillerinin bu eserleri vücuda getiren şahsiyetlere ahlak ve tercihlerine, tavsiyelerine saygılı olmaları gerekmektedir. Zira sanatkârına saygı duyulmayan bir sanat eserine ve ürettikleri medeni değerlere saygılı olup benimsenebilmesi yaşanan tecrübelerle mümkün görülmemektedir. Bu yüksek medeniyet mahsulü eserlerdeki kemale gerekli saygıyı gösterebilmenin ve doğru okuyup, öğrenip, anlayıp, ihyasına emek verip, üzerinde fiilen çalışarak, doğru kullanarak kemalat kesbinin mümkün olabileceği kanaatindeyiz. Siz medeniyetimizin kemalini taşıyan son nesle yetiştiniz. Onlarda gördüğünüz temel vasıflar nelerdi? Şahsi mevcudiyetlerine yetişebildiğimiz büyüklerimiz ve onların muhiti gayet vakarlı, hiçbir zaman hafif meşreb davranmayan, birbirlerine saygı ve muamelelerinde samimi, iltifatkar, teklif kabul edip, muteriz olmayan, muhatap hukukunu ve menfaatini vikaye edip kendi hukukundan vazgeçebilen, dini milli usul erkan ve adetlere titiz, gelenek ve göreneği şahsiyetiyle müsavi tutan inanç ve alakalı değerlerinin dahilde ve hariçte itibarına düşkün, kendi evladı ve emsaline dahi saygılı, çocuklara bile hitap ederken bir dua kabilinden bey ve paşa, hanım şeklinde iltifat edip asla ufaklık ve emsali kelimelerle onları küçük görmeksizin hılm ile( hoşgörü) muamelede bulunan, noksan ve hataları yüze vurup mahcup etmeksizin doğru yolu nezaketle, davranışlarıyla teklif ve telkin eden bir sevgi, şefkat ve saygı abidesiydiler.

Kemal mahsulü bu eserleri anlayabilmeleri ve istifade edebilmeleri için günümüz nesillerinin bu eserleri vücuda getiren şahsiyetlere ahlak ve tercihlerine, tavsiyelerine saygılı olmaları gerekmektedir.

Nefis tezkiyesi ile dünya hayatını nasıl dengelemeliyiz? Müslümana yakışan dünya algılaması ne olmalı? Dünya hayatı tabiriyle Mülk Suresinde Cenab-ı Hakkın “hayatı ve mematı, hangimizin güzel işler yapabileceğimizi” bize de gösterip idrak edebilmemiz için yarattığı hükmünden hareketle ; Tevhidin sırrına mazhariyetle, her zerrenin bizim için var olup, bize ve mevcuda çalıştığını müşahade edebildikten sonra, yukarıda bahsi geçen Hak namına can için değil (canan için yaşayıp mümin olarak sadece kendimizden değil,bütün kainattan mesul olduğumuza inanıp, başta hemcinslerimiz olmak üzere her zerreye saygıyla hizmet edip, hakkını teslim etmekle mükellef olduğumuz kanaatindeyiz. Sözün başında bahsi geçen tasavvufi hayata intisap eden taliplerin ilk fiili soyunmaktır. 49


Ş ehir

emr-i manevi mucibince her sahada ahlaki örnek şahsiyetiyle her zerrede Hak varlığını müşadahe ederek, halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunun şuuruyla vazifelerine devam edebilmeleridir. Zira ahlaki kemale ermeden belli bir terbiye sisteminden geçmeden Müslüman oldukları kanaatiyle ve safiyane iyi niyetlerle bile olsa, kontrolsüz rehbersiz kendi başına işlere kalkışıp pek çok hatalar yaparak, kendilerini ve umumu sıkıntıya soktukları da görülebilmektedir.

Yani başta kendi benliği olmak üzere her türlü varlığın üzerine getirdiği yüklerinden kurtulup bilhassa kalbinden ve kafasından her türlü davayı sevdayı çıkarmasıdır. Zira Hakka talip olanların bu ağırlamayı layıkıyla yapabilmeleri için gönül evini masivadan temizleyip tecelli-i İlahiye hazır hale getirmeleri gerekmektedir. Böylece çok ciddi bir manevi yolculuğa çıkmadan önce yüklerinden kurtulup icab eden tekliflere hazır hale gelebileceklerdir. Zamanımızda “bir lokma bir hırka” mefhumu yanlış değerlendirilip, doyacak ve giyecek tedarikinden sonra vücudu bir köşede atıl halde tutup kendisine ve gayriye yararı dokunmaksızın hayat ve her türlü nimetin kıymetini bilmeyip hakkını teslim etmeksizin zayi etmek mefhumu çıkartılmaktadır. Halbuki “bir lokma bir hırka” dan murad, kişinin Hakka ait olduğu vücudunu, hayatiyetine ve hizmetlerine takati yetecek kadar israf etmeksizin kifaf-ı nefs ölçüsünde yidirip giydirmesinin dervişane bir tarifi ve ölçüsüdür. Kendisi bunlarla yetindikten sonra fazlasını umuma sunup kendisinin fiili bedeni, fikri çalışmaya ihtiyacı olmadığı halde başkalarının ihtiyacı için çalışmayı bir vazife, hizmet aşkı olarak bilme faziletidir. Tasavvufi hayat ferdin kendini sistemden tamamen çekmesi değil, toprağa gömülen tohumun sulanarak yeryüzüne çıkıp kendisini diğer insanların istifadesine bir nebat olarak sunması örneğinde olduğu gibi, tasavvufa yani yüksek ahlaki terbiyeye intisab etmiş şahısların, çilesini ve seyr-i sülukunu tamamlayıp, aldıkları

sayı//1// ocak 50

Müslüman ve estetik yan yana gelmesi gereken iki kelime iken günümüzdeki durumun ironisine sebep nedir sizce? İslam Medeniyeti intişar eylediği coğrafyada daha önceki inançlar ve kültürel değerleriyle karşılaşmış olmakla birlikte kısa zamanda kendine mahsus her nevi zengin unsurları yine kendi ekmeliyetine yakışacak ciddiyet ve vakarla ortaya koymuştur. Türk kavminin de intisab ederek diğer kıtalarda yayılıp cihanşumul hayranlık uyandıran eserler verdiğini bilip görmekteyiz. Sadece Anadolu dediğimiz parçasında bir değerlendirme yapacak olursak devri Osmanî’nin ilk payitahtı olan Bursa’da kuruluş devrinin örneklerinden olan, daha önceki Bizans kültürünün inşai ve ameli izleri teşhis edilmekle birlikte kısa zamanda Yeşil Camii gibi klasik devrin benzersiz şahikasını ortaya koyabilmişlerdir. İstanbul’un fethiyle değişen mimari anlayış binalarda ve halkın kültüründe kendisini göstermiş tahta geçen padişahlar sanatkâr veya sanatsever olarak idari çevresiyle, icra-i faaliyette bulunan sanatkârların ve ürettikleri eserlerin kıymetini bilip takdir ederek devamını talep ettiklerinden, müteselsilen sanatkârlar birbirlerini yetiştirerek eserlerin devamlı üretimini sağlayabilmişlerdir. Tahta geçen yeni padişahın tercih ve zevklerine göre yeni eserler ve üsluplar icad ederek huzura sunan sanatkârların gayreti, hariçten gelen, zevklerin, sanat hayatımızın akışına imtizaç ettirilerek(uyumu sağlanarak) yerine yeni ve farklı eserlerin üretimi devam edebilmiştir. Tanzimat hareketinin tesiriyle daha çok Avrupai zevk ve üslupların tesirinde kalan başta İstanbul olmak üzere, diğer beldelerde, mimari ve hayata dair değişen dâhili harici pek çok metanın icra zevki, eski saltanatlı devrin vakarından pek çok şeyin kaybolmasına sebep olduğu halde, yine ahenkdar seviyeli, ölçülü bir icra ile zamana ve şartlara mütenasip sanatlı eserlerin üretimi sürmüştür. Yıkılış döneminde dahi bu zevk devam edebilmiş yani... Evet... Fakat ne hüzünlü hadisedir ki Devr-i Osmanî’nin inkırazındaki(dağılma dönemi) senelerde, sanat ve üretiminin talebi zora düşmüş


olup, bütün bu çöküşe, süregelen eski hayat tarzı ve anlayışının sebep olduğu, bu iklimi hazırlayan eserlerin ve kültürel değerlerinin bu manevi uhrevi şartları artırıp ağırlaştırdığı şeklinde bir itham vaki olmuştur. Batılılaşma özentisiyle benimsenen betonarme kargir inşa malzemelerinin kullanılarak yeni idari binaların inşa edilmelerine imkân ve mekân sağlamak için eskilerinin yıkılması tercihi ile karara halkın da uymasıyla her türlü insani medeni değerlerin içinde barındığı binalarla birlikte ortadan kalkıp itibardan düşmeleriyle neticelenmiştir. Vakıf müessesesinin içtimai iktisadi hayatta alım satımı durduğu için hatta atalete sebep olduğu gerekçesiyle tasfiyelerine karar verilerek, satılan cami türbe tekke ve sair yerlerde bulunan insanlarımızın hislerine medeni zevkler telkin eden nadide eserlerin çoğu zayi olmuştur. Az bir kısmı hala sağlıklı hale getirilememiş, müze veya geçici depolara sığınabilmiştir. Eski ahşap evlerin geri kalmışlığımızın nişaneleri olduğu iddiası, yıkım ve terklerini kolaylaştırıp içlerinde bulunan ailevi kültürün imhasıyla apartman dairelerinde dünyaya gelmek zorunda kalan genç nesillerin mazinin iz ve zevklerinden mahrum, habersiz kalmalarına sebep olmuştur. Kalabilen cami ve mescitlerdeki eserler ise vaktiyle kendileri de sanatkâr veya sanatın kadri kıymetini bilen zemin ve camiada yüksek bir kültür ve edeble yetişen nazik ve kibar vazifelilerin kontrolünde iken büyük bir izmihlalin tahakkümünde hor görülüp itibardan düşürülen manevi hayat ve mekânlarının çoğu rağbetten düşüp münhal ve sahipsiz kaldığından zor ve elverişsiz tehlikeli şartlarda fedakârlıkla aranıp bulunup yetiştirilmeye çalışılan fedakâr kimselerin elinden geldiği kadarınca yürütülen icra, koruma ve kontrol faaliyetlerinin titizliği müteselsilen gelen vazifelilere intikal edememiştir. Yakın tarihlerde daha çok kendini hissettiren vehhabi tesirleri ve sair amillerle, cami ve mescidlerimizin teberrukat eşyası tabir edilen ve ibadethanelerin tabii ziynetinden olan ayet ve hadisleri havi hüsn-i hat levhaları, namaz esnasında dikkati çekip huzuru bozuyor bahanesiyle yerlerinden kaldırılmış, Ashab-ı Kiram devrindeki sadeliği getiriyoruz iddiasıyla diğer eşyalar da ortadan kaldırılınca beyaz boyalı kubbeli camiler neredeyse hamamların iç mekânına döndürülmüştür. Gözden ırak olan bu eserlerin akıbeti ciddice aranmadığından, namüsait yerlerde hırpalanıp zayi olmuşlar veya simsarı eline kolayca geçme ihtimali artırılmıştır. Filan senesinde bu eserlerin kurtarılması için ısrarlı takibimiz neticesinde ramazan temizliği yapıldığı iddiasıyla bir cami içinden alınıp sırayla dizilmiş

hela hücrelerinden birinin içinde yazma Kuran-ı Kerimler, levha ve sair eşyalarla karşılaştığımızı esefle hatırlamaktayız. Nasıl müze ve emsali hassas yerler uzmanına teslim ediliyorsa, eski eser ihtiva eden tarihi camiler de mevzuya vukufu olan ehil ellere teslim edilmesinin gereği açıkça görülürken, vazifeliler bu eserleri umumiyetle kaybolur endişesiyle depolara kaldırmayı veya Vakıflar İdaresine teslimini tercih ettiklerinden ibadet mekânlarının eski zevkli havası kaçmaya devam etmektedir. Bu eserlerin kalkmasıyla ecdadın bedii zevklerini medeni seviyelerini teşhis edip tanımaktan mahrum kalan yeni nesillerin kontrolsüz talimsiz eğitimsiz gözleri, cami olduğu iddia edilen her türlü ölçü, üslup, milli mahalli disiplinden uzak inşa edilen mekânlar içine, tabelacı ve boyacı vasfındaki sıradan işçilere yazdırılıp çizdirilen yazı ve tezyinat olduğu zan edilen nisbetsiz zevksiz renk karmaşası veya banyo fayansı ile kaplanan cephelerin iç bulantısıyla şekillenip, doğrusunun bu olduğu zehabına düşmektedirler. Baştan savma kaba saba inşa icra bununla da kalmayıp musiki ve teganni haramdır tavsiyesine maruz kalan nesiller, pek kudsi bir sanat olan insan sesinin ihya edici terennümlerinden mahrum kaldıkları gibi, çokları da kalitesiz batı müziğine çeşitli pop ve arabeske kendilerini kaptırmışlardır. Halbuki bizim kadim cami, minare, dergah musikimizin engin bir dünyası varken, büyük ölçüde unutup icrasını dinlemekten mahrum kalmış bulunmaktayız. İnsanlarımızın hemen tamamına yakını Müslüman olarak bilinen memleketimizde cami ve namaza devamdan mahrum kalanları, hiç değilse beş vakit okunan ezanla zengin musikimizin usulü erkânından istifade ederek kazanabilecekken, zoraki çıkartılan garip seslerle yapılan bağırmaların, neredeyse gürültü kirliliğine döndüğünü üzülerek bilzarure işitmekteyiz. Eskiden ezan sesinin haşyetiyle Müslüman olanların hikâyelerini dinlediğimiz bu sahanın merhum üstatları mevki ve vazifelerinin kimlerin eline geçip düştüğünü görseler ne kadar bedbaht olurlardı. Bütün bu saydığımız din kültürünün inceliklerini görüp anlamak hususunda kendilerine talimine gereğine teşne olmayan inanmayan kalabalıkların Hatemennebiyyin olan Efendimizin(sav) davet ettiği ince, zarif, kibar, zevk inanç ve estetik seviyesine başka ne şekilde ulaşabilecekleri meçhulümüzdür. Asırlar boyu süzülüp gelen İslami Türk Medeniyetinin andığımız unsurlarına yabancı 51


Ş ehir

kalan veya yanlış benimseyen kalabalıkların, asrımızın medeni çizgisini ve ahlak-ı Muhammediye’nin üstün vasıflarını idrak ve hazmetmesi bu hal ve gidişatla muhal olduğu acınacak ağlamaklı bir gülümsemenin yeni tabiri olan ironi lafzıyla ifade edilmektedir. Hâlbuki milletleri ifade tarif ve tanımada asırlar boyunca üretip kullanıp sahiplendikleri edebiyatı, şiiri, musikisi, mimarisi ve hayata dair kullandığı her türlü eşya vesair değerlerin birbirlerini takip eden nesillerin öncekilerle bağlarını devam ettirip gelecektekilere de rehber olarak şahsiyet muhafazasının en mühim unsuru olduğu muhakkaktır. Bahsi geçen bu değerlere hakkını verip sahiplenerek dünya efkâr-ı umumiyesine medeni vechemizle çıkıp örnek bir Muhammedî olmak yerine, cihad yaptıkları iddia ve zannıyla elinde otomatik silahla hemcinslerini ve aynı dine mensup ırkdaşlarını “Allahuekber” deyip fütursuzca katledebilecek tiplerin üremesi ve onlara bu işleri telkin eden otoritelerinin ısrarı neticesinde hadise batılılara terörist tiplemesinde peygamber karikatürü düşünüp çizmeleriyle neticelenen bir tablonun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yukarıdaki üzücü tabloya merhem olur ümidiyle sormak istiyorum. Sufi hayatı modern hayat içerisinde konumlandırmak mümkün mü? Yani hem modern hem sufi kalmak mümkün mü? Pekçok insan bunun sıkıntısını yaşıyor sanırım... Zamanımızda Sufizm ve Modernizmden nelerin anlaşıldığı önem arzetmektedir. Bazılarının dini hayatına bir kısım perhizler, şekli farklar ilave etmesiyle kendisinin Sufi olabildiği kanaatine varması, bir kısmının da çeşitli vasıtalarla reklamı yapılıp teşvik edilen bir çeşit batılı hayat tarzını yakıştırmayı, beceremese bile taklide çalışıp modernizm sanmasını acınacak örnekleriyle görmekteyiz. Bu tercihlere içinde yetişilen aile ve yakın muhiti ile münasebet kurulan çevrenin de tesirleri olduğu muhakkaktır. Sufi tabiriyle yukarıda da andığımız turuk-u aliyedeki müctehid zatlarla onların ahlaki çizgisinde ve terbiyesinde yetişmiş şahsiyetlerin Hak’tan başka talepleri olmadığı gibi umuma teklif edilen meşru nimet ve zevklerin, onlar için bir eziyet ve iftirak vasıtası olup bunlardan imtina eder bir hal üzere olduklarını bilmekteyiz. Şüphesiz asrımızın modernizmi, bize yakışan tarz ve çerçeve içerisinde anlaşılıp benimsendiğinde bize nimet olarak görünen bazı unsurlar getirmiş olabilir. Sağlam ve şaşmaz tereddüt kabul etmez dini ve milli hassasiyetlerle donanabilmiş yüksek karakterli şahsiyetlerin bu nimetleri yerli yerinde İslami ahlak ve tercihlerin dışına çıkmadan, şımarmadan kullanabilmeleri mümkün olabilir. Mühim olan muvahhit sayı//1// ocak 52


müminlerin yegane gayelerinin kendilerini Allah’a beğendirmek ve görüldüklerinde bu şahıs Hazreti Muhammed’e(sav) aittir dedirtecek bir hal ve tavır içerisinde olmalarıdır. Tasavvuf kültürünün önemli bir parçası olan sohbet geleneği hakkında ne dersiniz? Günümüzde bu geleneği sürdürmek ve dahi canlandırmak için ne yapılabilir? “Din nasihattir” hadisi şerifinden hareketle bu tarzda yapılacak faideli konuşmaların ibadet hükmünde olacağı muhakkaktır. Zamanımızda artan elektronik vasıtalar sebebiyle hemen her yerden her mevzuda hitapla karşılaşmaktayız. Nasıl ki elimizdeki bir kitabın kim tarafından niçin yazıldığını tetkik etmemiz gerekiyorsa kimlerden neyi dinlediğimiz de önem arzetmektedir. Günümüzün yeni yetişen gençleri, henüz fikri bir zemine hemen sahip olamadıkları için çeşitli mevzuda farklı ses ve fikirlerin tesirine maruz kaldıklarından tereddütlerle kararsız karmaşa içerisinde kalabilmektedirler. Eski sistemde bir icaze ve destur kaidesi ve edebi bulunduğundan hitabet müessesesi daha kontrollü olabiliyordu. Bu sebeple disiplinli sohbetlerden yine istifade edilebileceği kanaatindeyiz. Zira umumiyetle tanıdığımız sevdiğimiz inandığımız güvenilir şahsiyetlerin nasihat ve tavsiyelerini hevesle tatbik ihtimalimiz daha yüksektir. Teknoloji ile aranıza bir mesafe koyduğunuzu biliyoruz. Müslüman bu çağda teknoloji ile terbiye ediliyor sanki. Asgari müşterek anlamında bu konuda müslümanın sınırı veya çizgisi ne olmalı? İçinde bulunduğumuz asra teknolojik icat ve aletler hâkim olup, beynelmilel bir kabul ve kullanım alanı bulduğundan reddetmek ve kullanmaktan içtinab, dünya üzerindeki büyük yarışta zora düşmeyle neticelenebilecektir. İcadı için çalışmak ve yerli yerinde esiri olmaksızın kullanabildiğimizde her halde istifademize olacağı muhakkaktır. Daha dünyaya gelmezden evvel büyük programın, yani İlahi tertibin sunduğu ve devamlılığını hazır bulduğumuz ananevi ve sıhri vazifeler mucibince, çoklarının terk edip istikbal görmediği mevzuların ve değerlerin yapısına mahsus iklimi içerisinde kalıp, ihyasına ve gelecek nesillerin bozulmadan kalabilmiş asli örnekleriyle buluşabilmelerini sağlayabilmek gayesiyle, ahşab mimarimizin hissi insaniye ve zevki medeniye hitap eden mekanlarının ve icrai inceliklerinin ihyası için, en güzel çağlarımızı bu zeminde ve tezgahında eski aletleriyle bilfiil ifa eylediğimiz malumunuzdur. Çalıştığımız saha (restorasyon) el emeğinin ince mahsulleri olduğundan, gerek tamirindeki aletlerde, gerek kullanımında eski ahşab yapıların dahilinde ve haricinde kalorifer, klima, hoparlör, kamera,

cephelerinde projektör asansör ve benzeri aksamı zaruret olmadıkça orijinal mekanların eski hayat ve kullanım tarzıyla kalabilmelerini sağlamak için, tercihinde ısrarlı olmadığımız söylenebilir. Ayrıca nesiller boyu kaldığımız eski ahşab külliyenin içinde ömürler geçiren, hatıralarına ve hayat tarzlarına saygı duyduğumuz büyüklerimizin hissettiklerini hissetmek ve aldıkları huzuru aynıyla bulabilmek için, kullandıkları eşyaları yenileriyle değiştirmeden bulundukları yerde bırakıp varlıklarının sindiği yerleri boyamadan fayans kaplamadan kullanmayı tercih ettik. Dibace-i Osmanî tabir edilen Bursa’mızın eski evleri ve tarih barındıran her yeri, istikbalde ne getireceği tecrübe edilip tanınmayan ve bilinmeyen yeni yapılar ve içleri de lüks ve konfor denilen aksam ile doldurulmasa idi, istikbale şahsiyetli hayat tarzımızın çok kıymetli eşsiz bir medeni kültür arşivi kalabilecekti. Tevazu ve kifayeti telkin eden ananevi hayat kültürümüzü hala baba ocağı mefhumuna saygılı nesillerin, istikbalde gelecek nesillere böylece mektebine dahi gitmeden telkin edecek mekânları zamanın baştan çıkarıcılığına yenilmeden biraz fedakârlık yapıp, olması gereken mütevazı hayat tarzımıza armağan edebileceklerini umuyoruz. Günümüz Müslümanının bir günü nasıl olmalı sizce? Şuurlu bir müslümanın sadece bir günü değil kendisine ilerde hesaba çekilmek üzere bahşedilen ariyet ömrü, teslimiyet içerisinde Hak rızasına uygun bir şekilde değerlendirmelidir. “İnsanların hayırlısı yine insanlara hayırlı olandır” , “ümmetimin efendileri ümmetime hizmet edebilenlerdir” hadis-i şerifleri ve yine Nebiyyi Muhterem (As) Efendimizin şahsına hitaben umuma vaki emirde olduğu gibi “Bir işi bitirince hemen diğerine başla” ayetinin hükmü mucibince tevhidi hazmedebilenler, her zerrede hak tecellisini müşahade ederek yaratılmış vucudi varlıklarının kendi kendine değil her zerrenin kendisine hizmetiyle hayatının devam edebileceğinin mümkün olduğunu görüp, kendisinin de bütün mevcuda hizmetle vazifeli geldiğini idrak edebilmelidirler. Yetişip geldiğimiz senelerde duyup dinlediğimiz “evvela namazdan sual olunacaksınız” ikazıyla Hakkı daima anmayı, bilmeyi anladığımız gibi “ben sizinleydim, siz kiminleydiniz” ihtarına maruz kalınacağının idrakinde olan irfanlı kişilerin de “Allah’ü yuhıbbül muhsinin” fermanı subhanisi mucibince zatının huzurundaymışcasına bütün umurlarında bir günü ve bir ömrü böylece değerlendirmeleri gerekmektedir. 53


Ş ehir

MATRAKÇI NASUH’UN GÖRKEMLİ DÜNYASI

VEFATININ 350. YILI MÜNASEBETiYLE UNESCO TARAFINDAN TÜRKiYE’DE iSMAiL BEY GASPIRALI VE HALiDE EDiP ADIVAR iLE BiRLiKTE MATRAKÇI NASUH YILI iLAN EDiLMiŞTiR. BU VESiLEYLE DÜNYA ÇAPINDA ÇOK DEĞERLi BU SANATÇI VE BiLiM ADAMIMIZI ESERLERiYLE RAHMETLE YAD EDiYORUZ.

sayı//1// ocak 54

smanlı Devletinin en görkemli döneminde toplum içindeki bütün birimler değerlerinin zirvesine ulaşmışlardı. Devlet kurumları, insanî ve İslamî hukuk temelleri üzerine bina edilmiş, inancı ve meşrebi ne olursa olsun kişilik hakları korunan bir yapıya kavuşmuştu. Bu çatı altında kültür, eğitim, sanat çalışma ve gelişme için en uygun zemini bulmuş ve nihayetinde Devlet-i Âli Osman’ın topraklarında eserler ve değerler ortaya çıkmaya başlamıştı. Mimarlar yapılarını, şairler mısralarını, musiki üstatları bestelerini, Tezhibçiler, oymacılar, hattatlar ve daha birçok sanatçı hünerleri ile yarışır ve devletin büyüklüğüne yakışır eserler ortaya çıkardılar. Böyle bir dönemde Saraybosna’da doğup Enderun’da eğitim gören ve eserlerini günümüze kadar ulaştıran dev bir sanatçı Matrakçı Nasuh adıyla maruf minyatür ustamızın hayatı hakkında bilinenler maalesef çok azdır. Nasuh bin Karagöz bin Abdullah el-Bosnavî olarak bilinen isim künyesiyle Nasuh, ancak eserleri ile kendini bize anlatmaktadır.


Aşık Çelebi’nin kısa olarak bahsettiği hikayesinde doğum tarihi meçhuldür tahminen 1480 olduğu rivayet olunur. Vefat tarihi için belirgin bir tarih 28 Nisan 1564 tür. Hezârfen bir sanatçı II. Bayezid döneminde Enderun’da Hocası Saî’den eğitim gören Nasuh’un bir lâkabı da Hezâr-fen dir. Öne çıkan lakabı matrakçı ise, dönemin bir yerde savaşçılığa hazırlık oyunu olarak kabul edilen matrak oyunu veya sporunun mükemmel bir ustası olduğudur. Çağın İslam dünyasındaki bir Rönesans adamı olarak tanınır.

Vefatının 350. yılı münasebetiyle Unesco tarafından Türkiye’de İsmail Bey Gaspıralı ve Halide Edip Adıvar ile birlikte Matrakçı Nasuh yılı ilan edilmiştir. Bu vesileyle dünya çapında çok değerli bu sanatçı ve bilim adamımızı eserleriyle rahmetle yad ediyoruz.

Sporculuğu yanında konusunda uzman olduğu dallara gelince; çok iyi bir silahşör olması bir lakabının da ‘silâhî’ olmasından anlaşılır. Matrak oyununu kendisi bulmuştur mucidi kendisidir kurallarını tespit etmiştir. Silahın her çeşidini kullanmada mahir olması ona ayrıca üstad ve reislik sıfatlarını da getirmiştir. Kanuni kendisine bu konuda bir berat vermiştir. Kanuni döneminde muhtelif silahların kullanılması ve yöntemleri hususunda Tuhfet’ül-Guzât adlı kitabı yazmıştır. Usta vak’anüvis çok iyi bir Tarihçidir. Bilgisini yazıya dökerek günümüze ulaşmasını sağlayan bir münevver olan Nasuh, Mecmuâü’t-Tevarih isimli Taberî tarihini Türkçeye çevirmiştir. Kendi telifi olan Tarih-i Sultan Bayezid Ve Sultan Selim ile Tarih-i Sultan Bayezid adlı kitaplarında iki sultan dönemindeki olayları ve şehirleri anlatmıştır. Süleyman-name adlı eserinin üç ayrı nüshası veya üç ayrı cildinde 1520-1537 / 1543-1551 / 15421543 arasında geçen olayları nakletmektedir, Bu eserde deniz seferiyle gidilen Akdeniz’deki Avrupa liman kentlerinin ayrıntıları çok net bir şekilde görülür. Bir çok kez ordu ile sefere çıkmış bu seferler sırasında, uğranılan veya varılan her menzili, şehri, kaleyi, limanı, binaları önemli yapıları hatta çiçekleri, hayvanları minyatürlerle nakşetmiş müthiş bir dehadır. 1534 Irak seferini 107 minyatür ile Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han adlı eserinde, 1538 tarihli Karaboğdan seferini ise Fetihname-i Karaboğdan adlı eserinde çalışmıştır. İyi bir matematikçi Uzun yıllar matematikçilerin el kitabı mahiyetinde olan Cemâlü’l Kitâb ve Kemâlü’l Hisâb, Umdetü’l –Hisâb adlı eserleri Yavuz Sultan Selim’e adamıştır. Saraydaki nüfuzu üç padişah döneminde de önemli idi, ancak Kanuni döneminde sarayın en önemli kişilerinden biri olmuştur. Sanatçı kişiliği onun duyarlılığının ve vizyonunun her zaman geniş olasını sağlamıştır.

55


DÜNYAYI GÜZELLEŞTİREN ADAM

TURGUT CANSEVER “YAPILAR, HAYAT DÜZENİMİZIN ÇERÇEVESİNİ OLUŞTURURKEN, HAYAT TARZIMIZI DA ŞEKİLLENDİRİR” Yavuz GENCER

ündemini güncele feda etmeyen, sıradan hesaplardan uzak, mimariyi, “varlığın bütün alanlarını kapsayan bir disiplin” olarak gören, “İnsanın dünyadaki esas vazifesi, dünyayı güzelleştirmektir.` Hadis-i Şerîf`ini kendine düstur edinmiş bir mimar-düşünce adamını ebediyete uğurladık. “Yapılar, hayat düzenimizin çerçevesini oluştururken, hayat tarzımızı da şekillendirir” diyen Turgut Cansever, mimarinin tevhidî dilini çözmüş ve yaratılıştaki esrarengiz sadeliğin sırrına ermiş örneğine az rastlanır arı, duru ve derin bir hayatın temsilcisi. “.. Kültürel kirlenme, özünde teknolojiyi kendi başına yaratıcı güç addetmek gibi temel bir yanılgıyı taşımaktadır. Şehre, toprağa, dünyaya Allah’ın azametinin ve cemâl sıfatının tecelli ettiği yerler ve insanların idrak edeceği alanlar olarak bakmak yerine bugün, bu alanlara ait meselelere bürokrat ve teknokratların gözlükleriyle bakılmakta.” diyerek kendini “modern” ilan etmiş bakış açısının varlığa meydan okuyan çarpık yapısını, hayatı sanatı ve eserleriyle reddedilemez bir vukufiyetle gözler önüne serebilmenin nasip olduğu şahsiyetli imzalardan biri Turgut Cansever. Bütün eserlerini toplayan Mustafa Armağan onu, “kendi sesini bulmuş, kendi sesiyle konuşan düşünür-sanatçı olarak değerlendiriyor. Hakikaten, “Kubbeyi Yere Koymamak” künyesiyle İz Yayıncılık’tan çıkan derleme-konuşmaları dinlediğimizde, insanın ve varlığın iz bıraktığı her alanda sadece “söylenmesi gereken”i büyük bir sadelik, duruluk ve içtenlikle ifade eden güvenilir ve takip edilebilir bir ses yankılanıyor kulaklarımızda. ‘Turgut Cansever’ adını ilk defa duyacak olanlarımız için bile, yaratılış gayesini kavramış ve uygulamış bu gönül insanın kendi ağzından birkaç cümlesini duymakla, hakkında anlamlı bir resim oluşturabilir. İlmiyle âmil bu temiz, ince-düşünceli bilge sese kulak verelim önce: RUHU EŞYAYA YANSITMAK “Bilinci, biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Malzemeyi, fikir ve inanç dünyamızın çerçevesi içine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; ruh dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum.” İNSANIN VAZİFESİ “Mimari, bütünleştirici bir felsefeden doğar.. Doğayı doğa olarak korumak insanın ilk vazifesi ise, doğayı güzelleştirerek insanın doğayla bütünleşmesini sağlamak da kaçınılmaz ikinci vazifesidir.”

sayı//1// ocak 56


ESKİDEN HERKES BİRAZ SANATKÂRDI “Eskiden en basit insanların bile hat ve mimari üzerinde çok zengin konuşmaları cereyan ediyordu. Herkes biraz hattat, biraz müzisyen, biraz edebiyatçıydı.. Daha büyük edebiyatçıyı saygıyla anıyor, tekrar ediyordu. Hatırlıyorum, annemin misafiri hanımlar Bursa’da evlerin renklerini konuşurlardı. En büyük tartışma buydu. Çivit rengi evini beyaza boyamak isteyen komşusuna bir hanım şöyle der: “Ama sizin sokakta şuraya ışık düşer, o ışık mavi renkle beraber o kadar güzel ki beyaza boyarsanız kaybolacak..” “Şimdi gırtlağına kadar pislik içinde oturup roman okumayı yahut arya söylemeyi insanlar kültür zannediyorlar. O korkunç çirkin dünyaya karşı hiçbir duyarlılığı, hiçbir karşı çıkışı, çözüm getirme çabası olmadan insanlar, küçücük kompartımanlarında kendilerini mesut sanıyorlar…” “20. asır sanatlarına karşı, tiyatrocular, romancılar, sinemacılarla savaşmak üzere mimarların yetiştirilmesine ihtiyaç vardır” YAPTIĞIN ŞEY İNANCININ YANSIMASI “Nietzche’nin bir sözü var: “Batan güneşi severim, çünkü o doğacaktır.” Biz en büyük batan güneştik. Osmanlı dünyasını kastediyorum; battığımız için doğma ihtimalimiz var… Bilinçli insanların güzel bir dünya inşa etmelerine yönelmek istiyorsak, sabırlı ve yavaş hareket etme mecburiyetimiz vardır. Meydana getireceğimiz ölçüler, insanla, ezmeden rahat ve bilinci ilişki kurabileceğimiz ölçüde olmalıdır… Peygamber: “Yaptığınız her şey inancınızın ta kendisidir” diyor. Bu bilinç kaybolunca, çevremizin nasıl meydana getirdiğimizin temelleri de yok oldu.” MİMARİ ÇÖZÜM TÜRKİYE’DE “Mimaride yeni yönelişleri ortaya koyabilecek tek ülke Türkiye’dir. Ne Çin meseleleri çözebilir, ne Rusya, ne Amerika ne de Batı Avrupa.. Önünde ordularla şeytanlar olsa da Türkiye, insanlığın konut çözümüne örnek teşkil edebilir.. Fakir insanların evleri de dünyanın en kültürlü insanının erişmek istediği zevk ve kültür seviyesinde olacak. Fakir bir çocuk dünyaya geldiği zaman, kültür bakımından seviyesiz bir çevre sunmaya kim “hakkım var” diyebilir?” KOMŞUSUNU DÜŞÜNEN MİLLET “Batı dünyasında ve sosyalist ülkelerde, konut yapımında, insanlara, yapılacak evlerinin duvarlarının rengini tespit yetkisi bile daha yeni yeni verilirken, gecekondularda Türk insanı komşusuna zarar vermeden bahçesine dikeceği ağacın yerini bile düşünmektedir. İnsanın dünyasını düzenleyerek daha güzeli elde etme çabası, bugün Türkiye’de denenmektedir. Bu fırsatın oluştuğu ülkenin, hem İslâm ülkelerine,

hem de yenidünyaya ışık tutması, görevi ve kaçınılmaz kaderi olacaktır. HÂZIK MİMAR Yukarıdaki öz satırlar nasıl bir muhayyile ve ruh doygunluğu ile karşı karşıya olduğumuzu göstermekte. Turgut Cansever, algılananın aksine, mimarlığın başlı başına bir sanat, hatta esas sanat dalı olduğunu vurguladı ısrarla. O, 20. yy. Türkiye’sinin mimar-müteahhit profilinden farklı olarak yaşadığı coğrafyaya ve içinden geldiği tarihe karşı bir sorumluluk şuuruna vakıf ve bu vukûfiyetin getirdiği felsefi ve fikri boyut ile de ziyadesiyle alakalı bir mimar olarak hep yanı başımızda durdu. 90 yıllık ömrünün sonuna kadar gönüllü temsilcisi olduğu medeniyet düşüncesini diriltme, yaşatma ve sonraki nesillere nakletme konusunda kendini muvazzaf addediyordu ve bu vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Mimari kurucu sanattır ve mimar, 20. asır mimarisinin sefaletine ve ‘seyredilen sanatlar’a karşı savaşmaya kendini adayan sanatkârdır, dedi. Ahlâkı sanatın merkezine en cazibedar şekilde konduruverdi. Sanat eseri, varlık-kâinat tasavvurunun yapılan esere yansımasıydı onun için. Sanatkar, eserini ortaya koyarken aldığı her kararda varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvurunu ortaya koyuyordu; bilse de bilmese de. Damarı iyi bulan hâzık bir mimardı Cansever. Türk-İslam medeniyeti, hassaten Osmanlı medeniyeti onun ihtisas alanıydı. İlk dönem İslam devletlerinin aksine daha yavaş ve mütevazı bir o kadar da devamlılık arzeden bir yürüyüşü olan Osmanlıyı çok sevdi. Büyük değil kalıcı, hızlı değil yavaş, planlı ama sürekli hareket halinde olan bu medeniyet işleyişini kendi tarzına da uygun buldu. Osmanlı terkibi ciğerlerine öylesine işlemişti ki onun gibi mütevazı sade fakat yüceliğine yakışacak şekilde tabiatın ve insanın yüceliğini örtmeden alabildiğine vakarla durdu düşündü ve yaşadı. Kaderin kıskanç eli ona pek de dokunamadı. Gerek Türkiye gerekse de dünyada yaşarken onu anlayan pek çok iyi adam çıktı. Bu dik başlı katı taş hayata karşı doğaya bitişik, toprağın parçası adam, tartışmasız ödülleri taçlandırdı tekrar tekrar. Ödüller ona verilmekle onurlandılar hasımların ve hısımların hayret nazarları önünde. Kolaya kaçmayan adamdı, “Umutsuzluk kâfire hastır” dedi yaşadı. Engin ve zarif mücadelesinden bir ‘Türk Mimari’ doğdu. Toprağa, insana, onları en güzel şekilde tezyin edene güvendi; O ve yüksek mimar melekler ordusu güvenini hiç boşa çıkarmadı. Özel vakitli özel nefesli dualarımızdan sık sıkı sanat eserleri inşa etsek aziz ruhu hatırasına, en çok da bize değer sanırım duaların muhteşem tılsımı. 57


OSMANLI ŞEHRİ MİMARI

TURGUT CANSEVER TURGUT CANSEVER; MİMAR, SANAT TARİHÇİSİ, ŞAİR, MUSİKIŞİNAZ VE FİKİR ADAMI. 1920 YILINDA ANTALYA’DA BAŞLAYAN HAYAT HİKÂYESİ İYİ BİR MİMAR, DERİN BİR MUSİKİŞİNAS, HASSAS BİR ŞAİR VE SORUMLU BİR BÜROKRAT VE ARAŞTIRMACI BİR AKADEMİSYEN OLARAK GEÇTİ. HAYATI BOYUNCA BURADA SAYAMAYACAĞIMIZ KADAR ÇOK PROJEDE İMZASI BULUNAN VE AYNI ZAMANDA ULUSLAR ARASI AĞA HAN MİMARLIK ÖDÜLÜNÜ ÜÇ KEZ KAZANAN İLK VE TEK MİMAR OLMA ÖZELLİĞİNİ SÜRDÜRMEKTEDİR. HAYATI BOYUNCA HAYATA VE GÖRDÜKLERİNE İNSAN PENCERESİNDEN BAKMAYI İLKE HALİNE GETİRMİŞ BİR İNSANDAN BAHSEDİYORUZ. Yunus Emre ALTUNTAŞ ’na göre; insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını çevreleyen yapı olan şehrin imajı İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Bir mimar duyarlılığıyla insanlığın karşı karşıya bulunduğu ‘güzelleştirme’ görevini önemseyen Turgut Cansever, içerisinde hat, minyatür, tezyinat, resim, şiir, müzik ve mimariyi barındıran geniş bir mecrada ‘sürek avına’çıkar. TÜRK EVİNİ YENİDEN KURMALIYIZ Uzun yıllar hem Ankara hem de İstanbul’un şehir planlamalarında aktif olarak görev alan, Beyazıt Meydanı düzenleme projesiyle hafızalara kazınan Cansever, aynı zamanda geleneksel mirasımızı hakkıyla okuyabilen ve beslenme kaynaklarından birini “gelenek” olarak ilan edebilen ender mimarlarımızdandır. Ömrü boyunca Osmanlı’nın mimari yaklaşımlarını felsefi boyutta anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan mimar her fırsatta anlamlandırdığı tüm birikimlerini olabildiğince paylaşma gayreti içerisinde olmuştur. Bunların bir nişanesi olarak kabul edilecek olan “Kubbeyi Yere Koymamak” isimli kitabı bu gayretlerin ürünlerinden biridir. “Yeryüzünün bütün kültürlü milletleri içinde yalnız Türkler, Ayasofya’nın çok hayranlık uyandıran kubbe sistemini ele almak, ondan varyasyonlar çıkarmak ve nihayet mikyas itibariyle onu aşmak cesaretini göstermişlerdir” diyen Cansever’e göre “Türk evinden elimizde kalanları korumak ve buna ilaveten Türk evini ve mahallesini vücuda getiren iradeyi yeniden etkili kılarak çözümleri yeniden üretmek,

sayı//1// ocak 58

toplumumuzun gelecek nesillere karşı en önemli görevi olacaktır.” CANSEVER BİR KALKIŞ NOKTASI İşin içinden gelen ve mimarinin derdini, sızısını taşıyabilen böyle bir sese yerel idareler ne kadar kulak veriyor bilemiyoruz ama Turgut Cansever’in kitaplarının öncelikle şehir planlamacıları ve yerel yönetimin emektarları tarafından okunması gereğini ısrarla vurgulamak isteriz. Bu çerçevede bir belediye başkanı veya şehrine karşı sorumluluk taşıyan tüm bireyler Turgut Cansever’in bu misyonunu geleceğe taşımak gayretinde önde olmalıdır kanaatindeyiz. Bilinçli bir şekilde yok edilen Osmanlı Türk Mimarisinin kalan son örneklerinden yola çıkarak şehirlerimizi yeniden kurmalı ve hayat felsefemizin, inançlarımızın birer yansıması olan mahallelerimizi tekrar vücuda getirmeliyiz. Yaşama biçimlerinin değişmesiyle ilgili olan bu mimari felaket yaklaşık bir asırdır yurdumuzun dört bir yanından devam ediyor ve biz her gün gözlerimizin önünde bunu yaşıyoruz. Bu felakete karşı duran, tarihinden ve özünden kopmayan gerçek aydınlarımızın çoğalması için Turgut Cansever neden bir kalkış noktası olmasın! Cansever’i okumaya başlamak için son yayımlanan eseri “Osmanlı Şehri” bir vesile olabilir. Özelde Bursa için Cansever’in dile getirdiği Hisar Semtinin yaşayan Osmanlı mirasının en önde gelen açık hava müzelerinden biri olduğuna dair vurgusu O’nun kaygılarının ne derece yurt sathını kucakladığının da en büyük göstergesi olsa gerek. 2008 yılı “Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nün de Sahibi olan bu eşsiz insanı rahmetle anıyoruz.


TURGUT CANSEVER ARDINDAN SÖYLENENLER

MUSTAFA ARMAĞAN

BESTESİ OLAN MİMAR Turgut Cansever vefat etti… Bir kişi eksilmedik sadece. Bu toprağın sesini yiğitçe dünyaya duyuran kanallardan birini daha yitirmiş olduk. Cümlemizin başı sağ olsun. Şeytanlar palalarını çekip üzerimize geldikleri zaman çöllerimizin iniltisini artık daha yakıcı bir şekilde duyacak paslı kılıçlarımız. ‘Bir yiğit eksik burada’, diyeceğiz. ‘Kim o?’ diye soranlara kaşımızı kaldırıp ‘Elbette Turgut Cansever’ diyeceğiz. Bir söyleşisinde Nietzsche’nin “Batan güneşi severim, çünkü yeniden doğacaktır” sözünün mengenesini kendine mahsus bir işlemle şöyle çözmüştü: “Biz en büyük batan güneştik. Evvela battığımız için daha evvel doğmak ihtimalimiz var.” Karşısındaki şaşkın, sormuş kendisine: “Batan güneşten neyi kastediyorsunuz?” Cevabı “Osmanlı dünyasını kastediyorum” olmuştu. Turgut Cansever’i bunun için çok özleyeceğiz, zira bir daha Osmanlı gibi bir oluşum filizlenmesin diye ellerinden geleni yapanlara karşı bu topraklardan bir gün yeniden bir medeniyet doğacağına duyduğu kesin inancı bu derece kuvvetle ifade eden birisine duyduğumuz ihtiyaç gün geçtikçe artmakta. Kendisine güvenen, kültürünün imkânlarına Batı karşısında komplekse kapılmadan bir hazineye eğilir gibi özenle eğilebilen ve bu uğurda dirsek çürüterek akıl ceplerimizi cömert bahşişlerle

doldurabilen insandır en büyük eksiğimiz. Turgut Cansever kişiliğiyle yakınlarına, fikir ve eserleriyle de gelecek nesillere dinlemekten bıkmayacakları nefasette bir beste bırakan talihlilerdendir. Mekânı Cennet olsun.

AKİF EMRE

TURGUT CANSEVER VE DİNİ DÜŞÜNCE Türkiye’de Müslümanlığın imkanları üzerine söz söylemenin yolunu illaki politik okumalardan geçirmekte ısrarcı zihin yapısı, bir çıkış arayan her kesimi şartlandırıyor. Siyasetin günübirlik politik anlam düzeyine indirgendiği bu kısır okuma biçiminin siyaseti de içeren bütüncül yaklaşımı dışladığına şahit oluyoruz. Turgut Cansever’in düşünceleri ile bu düşüncelere sahip çıkanların tanışmasının Türkiye’nin politik ve sosyal anlamda en çalkantılı dönemine (1990’ların hemen başları) tesadüf etmesi ilginçtir. Bu durumda, rahmetli Cansever’i gecikmeli olarak keşfetse de ona sahip çıkan kesimin medeniyet merkezli bütüncül yaklaşım arayışının da etkili olduğunu düşünüyorum. Mimari ve şehir gibi başlıklarla yerel yönetimlerdeki kazanımlarıyla birlikte muhatap olmaya başlayan bir kesimin Turgut Cansever’in düşüncelerine intibak edememeleri; hele hele onun bütüncül, derinlikli çözümlemelerini, insana ve eşyaya

dair fikirlerini hayata geçirecek bir hazırlıkta olamadıkları gerçeğinin bugün bile geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki en azından onun gündeme getirdiği meselelere dair düşünme, kafa yorma çabasının olduğu; hayata dair mimari, güzellik, varlığın katmanları gibi medeniyet düşüncesiyle kavranabilecek bir bakış açısının gelişmekte olduğu; bu konuda kayda değer çabaların sarf edildiği de yadsınamaz. Ancak yerel ve siyasal iktidarların kendisini bir şekilde muhafazakar olarak tanımlayan siyasal yapının elinde olduğu ve Turgut Cansever’in ismini adeta bir markaya dönüştürerek şehircilikten mimariye onun tekliflerinin tam zıddı uygulamaların adeta

59


dolu dizgin yürürlüğe girdiği çelişkili durumu ortadan kaldırmıyor, bu iyimserlik çabası. Her şeyden önce Turgut Cansever’in bir mimar ya da mimarlık üzerine sözleri olan bir isim olarak sınırlandırılmasının, anlaşılmasının önünde en önemli engel olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Hayata Müslümanca bakmanın varlık meselesi olduğu şuuruyla hareket edenler nezdinde o, her şeyden önce bir mütefekkir olarak kabul gördü. Bu yönüyle mimarlığı aşan hayata Müslüman bir düşünür olarak bakan ve bu yönde fikir üreten bir değer olarak algılandı. Bu yaklaşımın isabetli olduğunu, Turgut Cansever’e dair yazılıp çizilenlerin şimdiden yekununa bakıldığında mimarlık düşüncesinden öte Müslümanca bir hayatın, şehrin, daha geniş anlamda medeniyetin ipuçlarını bulmamızdan anlayabiliriz. Cansever hocaya dair ilk söylenecek söz onun bir mimar olmaktan öte İslam düşüncesi üzerinde gelenekten beslenerek ufuk açıcı perspektif sunmuş olmasıdır. Mesleğinin hakkını vererek uygulayıcı olması hem söylediklerinin ayağını sağlam bir zemine basmasını sağlıyor hem de buradan hareketle daha geniş bir düşünce ufkuna açılma imanı veriyordu. Bu nedenle mimarlık mesleğinden gelenlerle sınırlı kalmayıp hatta çok daha farklı ilgileri olan, mesele sahibi, düşünen insanların ilgi alanına girebilmiştir. Turgut Cansever’in; sıklıkla vurguladığı, İslami düşünceye dair kafa patlatan, söz söyleyen herkesin dikkatinden kaçırmaması gereken, anlamlandırılması, açımlanması ve anlaşılması gereken tespitini hatırlatmakta yarar var. Dinin en önemli misyonlarından birinin “dünyayı güzelleştirmek” olduğu, sanat tarihi bilinmeden dinin de tam anlaşılamayacağı; önemli bir kalkış noktası olarak mütalaa edilmesi gereken tespitleridir. Hem dinden ne anlaşılması gerektiğine dair hem de dini düşünüşün kapsamı, insan hayatını kuşatan çerçevesi ile mimari arasında kurduğu ilişkiye dair tespitleri anlaşılmadan Turgut Cansever’in ne demek istediği tam anlaşılamaz. “Özünde, ekonomik ve pragmatik matrislerin optimizasyonuna dayanan modern Batılı” mimarlık yaklaşımı ile İslam mimarisi arasındaki temel farka işaret eder. Dini düşüncenin yani tevhit ilkesinin, “kutsal sanat” anlayışının sükunet içinde hareket yaklaşımı, dinin dünyayı güzelleştirme amacı çerçevesinde anlam kazanıyor. Mimar olarak düşünce inşa etmeye çalışan Turgut Cansever’in dini düşünce bağlamında bu yaklaşımının açımlanması, tartışılması gerekiyor.

BEŞİR AYVAZOĞLU

DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE İstanbul’da, Taksim’den sahile doğru inen Kazancı Yokuşu’nun altında, Pürtelaş Sokağı sayı//1// ocak 60

vardır. Duydukça kim bilir, hangi telaşlı adamın hatırası diye meraklanır, gülümserdim. Meğer sokak, adını merhum mimar Turgut Cansever’in büyük dedelerinin aile efradından Pürtelaş Hasan Efendi’den alırmış. Mücellit Pürtelaş Hasan Efendi, Bağdat’a, bir kütüphanenin kitaplarını ciltlemesi için gönderilmiş. ‘Buraya kadar gelmişken hacca gidiver’ demişler. ‘Olmaz!’, demiş. İstanbul’a dönmüş ve buradan iki kez, yürüyerek hacca gitmiş. Cansever’in Hasan Efendi gibi pek renkli simalar çıkaran ailesi, üç yüz elli yıl kadar evvel Asya’dan gelerek Edirne civarına yerleşmiş; daha sonra İstanbul’a göçüp Kasımpaşa’da Turâbî Baba Tekkesi’ni kurmuş. Tekke’nin bânisi Mehmet Turâbî Efendi Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda tarihler 1812’yi gösteriyormuş. Nereden baksanız iki yüz elli yıllık İstanbullu bir ailenin çocuğu olan Turgut Cansever’in babası, Doktor Hasan Ferit Bey, Türk Ocakları’nın kurucularından. Annesi Hatice Saime Hanım, kız muallim mektebinden Halide Edip’in talebesi. Hasan Ferit Bey’le Saime Hanım, birinin doktor, diğerinin öğretmen olarak görev yaptığı Kudüs’te, (Kudüs’ün 100 yıl önce memleket şehirlerinden bir şehir olduğunu düşünmek, insanın içini sızlatıyor) Halide Edip tarafından tanıştırılıp evlenirler. Turgut Hoca, babasının görev yaptığı Antalya’da 12 Eylül 1920’de dünyaya gelir. Turgut Cansever ve ailesinin bu derin hikâyesini, Beşir Ayvazoğlu’nun yenice çıkan “Dünyayı Güzelleştirmek / Turgut Cansever’le Konuşmalar” (Timaş Yayınları) adlı kitabından öğreniyoruz. Ayvazoğlu, farklı zamanlarda beş konuşma yapmış Cansever ile. Röportajlar, 2009’da Hakk’a yürüyen ustanın bütün hayatını, estetiğini ve mimari felsefesini dayandırdığı ‘dünyayı güzelleştirmek’ kavramının köklerine dair heyecan verici bilgiler içeriyor.


Cansever, ömrü boyunca İslam şehirlerini anlattı. O, maddeyi tabii olarak kullanma becerisine sahip olmadığı için mübalağalı ışık-gölge oyunlarına müracaat eden, kalıcı olma iddiasıyla büyük büyük binalar inşa ederek tabiatla uyumsuz yapılar ve şehirler imar eden batı Hıristiyan mimarisinin karşısında, tabii sınırları aşmayan; doğayı, şehrin doğal bir parçası haline getiren, büyüklük taslamayan, fani olduğunu inkâr etmeyen ve gelecek nesillerin yaşam alanlarına ve yaşayacakları alanlara tahakküm etmeyen İslam mimarisinin bekçiliğini yapıyordu.

MUSTAFA YAHYA COŞKUN

UFKUMUZUN MİMARIYDI İnsanın, dünyayı güzelleştirmek gibi aslî bir vazifesinin olduğunu hatırlatan, evden şehre, mekânın şekillendirilmesinin kâinat tasavvuruyla alakalı olduğunu ihtar eden, şehir ve mimari geleneğimizin felsefi arka planını tahlil ederek günümüze ışık tutan Turgut Cansever, şehirlerimizi güzelleştirerek cennete girebileceğimizi anlatan bir ruh mimarıydı. Turgut Cansever, binalara felsefi, şehirlere İslami temelleriyle bakıyordu. Yapılan yapının değil de yapının yapılmasını mümkün kılan ruhun/ idrakin ebedi olması gerektiğini öğütlüyordu. Mahalli unsurlarla evrensel gerçeğe, ilahi hikmete ulaşılabileceğini işaret ediyordu. Bu kıstaslarla değerlendirdiği Osmanlı şehrini ve bu topraklarda üretilen mimari geleneği yüceltiyor ve fakat bu geleneğin aydınlarca bile anlaşılamadığını ifade ediyordu. Ona göre apartman dairesine taşınan Osmanlı aydınları, batının üstünlüğünü çoktan kabul etmişti. Kendi şehirlerine tepeden bakan batı sevdalısı bu aydınlar, kompleksleri yüzünden Osmanlı şehrinin mesajlarını anlayamıyordu. “Müşterek bir İslam sanatı olmadığını, var olanın, Müslüman olmuş milletlerin kendi sanatlarından neşet eden şeyler” olduğunu söyleyen batılı sanat/kültür tarihçilerine yüksek sesle itiraz eden

Cansever, mimarinin asli amacının büyük ve kalıcı eserler üretmek değil güzel evler, sokaklar, şehirler oluşturmak; hâsılı, dünyayı güzelleştirmek olduğunu ifade ediyordu. Çünkü o, sadece kazanmak için yaşayanların aksine, zengin ya da fakir insanların; bütün çocukların, güzel bir dünyada yaşama hakkı olduğuna inanıyordu. Mimarinin, elitleri tatmin edecek bir gösteriş aleti değil de insanları mutlu edecek bir çaba olduğuna inanan, binaların ve şehirlerin harcının iman olduğunu haykıran Turgut Cansever, bu hasletleriyle ufkumuzun mimarıydı. Temeline teknolojiyi oturtan modern mimariyi kıyasıya eleştiriyor; onun ürettiği heyula gibi binaları, modern piramitlere benzetiyordu. Ebedi olma iddiasıyla binalar yapmayı/yaptırmayı, firavun zihniyeti olarak adlandırıyor; gayr-ı insani bu mimariye karşı yeni önerileri de ancak Türkiye’nin sunabileceğine inanıyordu. Allah, rahmet eylesin; mekânı, Osmanlı evlerinin halılarında izlerini gördüğü cennet bahçelerinden olsun.

61


Ş ehir

SANA BİR TÜRKÜ BIRAKIYORUM MERHUM NEŞET ERTAŞ, TÜRKÜLER İÇİN “ SÖZÜN ÖZÜ, KALBİN GÖZÜDÜR.” DER. TÜRKÜLERİN BU DENLİ İÇLİ OLMASI, BU DENLİ KALBE TESİR ETMESİ DE KALPTEN KALBE BİR YOL AÇMASINDAN OLSA GEREK. HİÇBİR KAYGI TAŞIMADAN, HİÇBİR BEKLENTİNİN ARDINA DÜŞMEDEN AŞIĞIN DİLİNDEN DÖKÜLENLER KALP GÖZÜNÜN SAZA VE SÖZE ULAŞMASINDAN BAŞKA BIR ŞEY DEĞİLDİR. SÖZÜN BİTTİĞİ YERDE ÖYLE BİR EZGİ DÜŞER Kİ DİLE BAŞKA SÖZE HACET KALMAZ. Mustafa UÇURUM

eda etmek derin bir acının ilk habercisidir. Giderken düğümlenen boğaz, yutkunmakta zorlanan her kalbi yaralı sığınacak bir liman arar kendine. Giden gider, kalanın bir yanı yarım, bir köşeye bırakır hüznünü. Son bir söz düşer dile. Giderken söylenen, göğe savrulan bir söz, dolaşır durur da kalbe konar nihayet. “Sana bir türkü bırakıyorum.” Hüzünlerin şifasıdır bazen bir beste. İnsanın içinde sıkışıp kalan, söylemek isteyip de söyleyemediği ne varsa; bir şarkının, bir türkünün hüzün dolu sesinde sanki dile gelir, söylenecek ne varsa bir bir dökülür dilden. Türkü dendiğinde akla gelen insana keyif verme hali ne yazık ki bizim türkülerimizde tam da bu anlamı karşılamaz. Türkülerimizin hüzünlü yazı neşeli hallerinden daha fazladır. Acılarımızı en iyi türküler anlatır bizim. Eskiden köylerde ağıtçılar olurdu. Boyunlarında acılı bir hikâyenin yazılı olduğu levha, omuzlarında bir teyp, özellikle kadınların çok olduğu yerlere gelirdi ve önce teybin düğmesine dokunurdu. Kasetten gelen cızırtılı seste bir halk ozanı sazının tellerine vura vura acı dolu bir türküyü söylerdi. Türkü bitince hemen devreye ağıtçı girer, ya bir cinayet sonucu dağılan ailenin dramını, ya askerde şehit olan bir askerin hüzün dolu yaşadıklarının ya da genç bir gelinin hastalıktan dolayı ölümünün iç yakan hikâyesini anlatırdı. En sonunda da boynundaki hikâye levhalarını satmaya çalışırdı. COĞRAFYA KADAR BİZDENLER Bizim türkülerle olan yakınlığımız bu topraklar kadar eskiye dayanır. Sözün yanına sazı katışımız, saza ve söz sahibine anlamlar yükleyip hürmet gösterme hallerimiz bizim tarihimizin ilk yıllarına kadar gidebilir. Sözün bittiği yerde sazın sözü alması, her derde tercüman olması daha çok rağbet görmüştür. Bir duyguyu anlatabilmek için sıralanacak onlarca cümlenin karşısında bazen bir türkünün nağmesi fazla söze hacet bırakmamıştır. Karacaoğlan’ın sözlerinin her biri yaşadığımız topraklar kadar sıcak, bu coğrafya kadar bizdendir. Bir ayrılığı ve bu ayrılığın hüznünü anlamak için sayısız cümle kurmak yerine Karacaoğlan’ın bir şiirine sığınmak daha çok yeğlenir olmuştur. “Ala gözlüm, ben bu ilden gidersem, / Zülfü perişanım kal, melil melil. Kerem et, aklından çıkarma beni; / Ağla gözyaşın sil, melil melil.” diyen ozanın neden ilden ile gezdiğini, kalbinin sesini arayıp durduğunu

sayı//1// ocak 62


anlamak bu türküyü dinleyince daha da kolay olacaktır. Yolları tükettikçe ozan, derdi daha da büyür ve devam eder türküsüne. “Ağlayı ağlayı düştüm yollara /Karışayım bozbulanık sellere / Adı sanı bilinmedik illere / Gitmeyince gönül yardan ayrılmaz” Gurbet denen acıyı yaşayanlar için gökte uçan kuştan, ılık esen rüzgâra kadar her şey bir haberci sayılabilir. Gurbet acıdır ve insan evini, sevdiklerini, doğup büyüdüğü yerleri, çocukluğunun geçtiği sokakları, yüzmeyi öğrendiği dereyi, altında soluklandığı ulu ağaçları ardında bırakırken kalbinin bir yanını da oralarda bırakarak gurbete çıkar. Yaşamak kaygısı, geçim derdi, daha iyi bir gelecek umuduyla yollara düşen her bahtı karanın kalbinin bir yanı hep hüzne ayarlıdır. “Benden selam söylen vefasız yare / Gurbet benim olsun sıla kendine/ Çekilmedik derdimizi bölüşek / Başlı ben alayım sıla kendine” der Aşık Veysel. İnsan geçmişte yaşadıkları kadar sevdiklerinden de ayrı düşer gurbete gidince. Unutulmak kaygısı en büyük acılardandır. İnsan her şeyi affedebilir ama unutulmak dendi mi söylenecek söz kalmaz. Sözü aşık söyler, sazı aşk çalar. “Dert ile mihnete dalmayan aşık / Ne yemiş ne doymuş eli bulaşık / Kınama Veysel’i fikri dolaşık / Ayrılmış yarinden yar diyarından” SÖZÜN ÖZÜ KALBİN GÖZÜ TÜRKÜLER Merhum Neşet Ertaş, türküler için “ Sözün özü, kalbin gözüdür.” der. Türkülerin bu denli içli olması, bu denli kalbe tesir etmesi de kalpten kalbe bir yol açmasından olsa gerek. Hiçbir kaygı taşımadan, hiçbir beklentinin ardına düşmeden aşığın dilinden dökülenler kalp gözünün saza ve söze ulaşmasından başka bir şey değildir. Sözün bittiği yerde öyle bir ezgi düşer ki dile başka söze hacet kalmaz. “Garibim gurbeti gezdim / Kalem aldım derdim yazdım Bıktım bu canımdan bezdim / Ölem dedim ölemedim” der usta ve her gönlü yaralının, gurbet acısı çekenin yarım kalmış sevdaları üstünde bu nağme dolanır durur. Gurbet acısının ve türkülerin değişmez sembolü turnalardır. Bir türkünün mısralarının arasından süzülüp gelen turnalar ya sevgiliye haber götürür ya da sıladan haber getirir. İçinden turnaların geçtiği her türkü, acılı bir hikâyenin hüznünü de beraberinde taşır. “Gel, yağmur ol gel, gel rüzgâr ol gel / Bulutlar yoldaşın olsun, Allah’ım seni korusun / Yolun açık aydın olsun, turnalara tutunda gel.” diyerek turnaların yolunu gözleyenler de aynı ortak acıyı yaşamaktadırlar;

“Katar katar olmuş gelen turnalar / Şu halime şu gönlüme bak benim / Şahin pençe vurdu tüyüm ağarttı / Kanadıma bir ok vurdu berk benim” diyenler de bir çift selam için bir an olsun gözlerini yollardan alamamaktadırlar. Yol gözlemek, bir selamın özlemini duymak, bir çift kelâmın hasretiyle yaşamak günümüz insanının yaşadığı devasa yalnızlıkların bir sonucudur. Büyük şehirlerde kalabalıklar arasında yaşarken bile içindeki yalnızlığı susturamamak gibi bir talihsizlikle baş başa bırakılan günümüz insanı, kendisi için sığınacak limanlar arar. Elbette hiçbir liman insan sıcaklığının yerini tutamaz. Yalnızlığıyla baş başa kalır insan. Bir türkünün ezgisine tutunur ve hüznüne eş bir hüzne kaptırır kendini. Onurlu olmak, değerleriyle ayakta durmaya çalışmak, her türlü oyuna karşı direncini bilemek ancak insanın kendini bilmesiyle olacak bir şeydir. İnsan ayakta durdukça insanî değerlerini pekiştirir; direndikçe daha da büyük erdemler kazanır. Nimri Dede’nin dediği ki; İkilik kinini içimden atıp / Özde ben bir insan olmaya geldim / Taht kuralı ariflerin gönlüne / Sözde ben bir insan olmaya geldim / Serimi meydana koymaya geldim.”

Yol gözlemek, bir selamın özlemini duymak, bir çift kelâmın hasretiyle yaşamak günümüz insanının yaşadığı devasa yalnızlıkların bir sonucudur.

Bir türkü olsun kenarında tutmalı insan dar günler için. Sığınılacak bir gölge kalmayınca, düşülecek yollar bir bir kapanınca ve kimseler olmayınca yanı başında bir türkünün ucunu yakıp nerede biterse söz oraya kadar gitmeli. Bir kendine bir de ardında bıraktıklarına bırakıp en içli türküyü; yolcuya yol gerek deyip düşmeli yollara. Tâ ki kalbini bulana dek.

63


Ş ehir

İÇ ODALAR VE BAHÇELER BASIK VE SIRADAN BİR İÇ EVE SAHİP OLUP HUZURLU KALMAYA MI YOKSA HER ŞEYİ DAHA RAHAT GÖRÜP ANLAYABİLDİĞİNİZ, HAYATI ANLAMLANDIRMAYA ÇALIŞTIĞINIZ DAHA SONRAKİ EVLERDEN HERHANGİ BİRİNDE OLMAYA MI RAZISINIZ? Kalender YILDIZ

eçen gün bir dostumla odalardan bahsederken söz, döndü dolaştı, insanların iç dünyasıyla evler arasındaki benzerliğe geldi. Dar evlerin hallerindeki benzerlikle dar görüşlü insanların hallerindeki benzerlik, büyük evlerin dışarıdan bakıldığında görülmeyen sıkıntısıyla geniş perspektife sahip insanların dar kalıplara hapsolmuş kimselere, bir şeyler anlatırken yaşadıkları sıkıntının benzerliği… İKİ ODA BİR SALON EVLER VE SAKİNLERİ İnsanlar ve odalar üzerine yoğunlaşan gezintimizin ilk durağı, belki de konukları, iki oda bir salon evler ve bu çapta bir iç dünyaya sahip insanlar oldu. İki oda bir salon evleri herkes bilir bu yüzden hemen iki oda bir salonluk iç eve sahip insanlara geçiyorum. Bu zümreye ait kimseler hakkında öncelikle şunu söylemeliyim; bunlardan bazıları müzmindir, bazıları da hayatı ıskalamış, hayata küsmüş ve kendisini bu daracık eve hapsetmiştir. Bu evlerde yaşayan insanlar, bir yönüyle yenilmiş, hayattan beklediğini bulamamış, kimselerdir. Bu evler en çok bu tip derin kırgınlıklar yaşamış insanlara dar gelir ama bunlar, biraz küskünlük biraz bedbinlik ve en çok da inatla, burada yaşamaya devam ederler… Bu evlerin sakinlerinden bazıları, çapları itibarıyla bu evleri ancak ve ancak doldururken bazıları bu evleri bile dolduramaz. Bu tiplerden bazıları bütün dünyayı bu iki oda bir salon evden ibaret sanır, çoğu zaman odaları bile kullanmaz, salonda yer içer ve orada yaşayıp giderler… Bu evlerde yaşayanlar mutlu mudur? Kim bilir… ÜÇ ODA BİR SALON EVLER VE SAKİNLERİ İki oda bir salon evlerden sonra üç oda bir salon evler vardır; bilindiği üzere hem müteahhitlerin hem de mesken edinmek isteyen insanların en çok rağbet gösterdiği evler bu evlerdir. Bu yüzden ben bu evler konusunda da fazla tafsilata girmeden hemen üç oda bir salonluk iç eve sahip insanlara geçiyorum. İnsanlar arasında en çok rastlanan iç evler bu üç oda bir salon evlerdir, bu evler bir anlamda aranan evlerdir. Böyle bir eve sahip olan insan, hayatta birçok şeyi halletmiştir. Bu evlerin sahipleri genellikle uyumlu ve vasat insanlardır. Belki bunların evleri çok büyük ve ahım şahım değildir belki bu iç ev sadece sahibine yeter, ama bu evin sahibi herkesin peşinden koştuğu şeye ulaşmıştır. Üç odalı iç ev sahiplerinin ulaştığı ve herkesin ulaşmak için çalıştığı şeyler neler mi? Biraz huzur, biraz mutluluk, biraz saygı, ortalama bir başarı, ortalama bir gelir, ortalama bir hayat, ortalama… Üç odalı iç ev sahiplerinden bazıları, kendilerinden başka kimsenin bilmediği küçük bir arka bahçeye sahiptir. Eğer üç odalı bir eve

sayı//1// ocak 64


sahipseniz ve rahatınıza düşkünseniz sakın bu bahçenin büyümesini istemeyin. Neden mi, eğer bu bahçe size az gelmeye başladıysa huzurunuz kaçmaya başlamış/başlayacak demektir. Böyle bir düşünceye kapı aralarsanız bahçeden her dönüşünüzde eviniz size biraz daha dar gelecek ve siz o bahçeden üç odalı evinize her seferinde başka biri olarak döneceksiniz demektir… Bu ne anlama gelir, bu, sizin daha geniş bir eve taşınmanız gerektiği anlamına gelir ki bu durumda artık hiçbir zaman eskisi kadar mutlu olamayacaksınız demektir. Neticede üç oda bir salon ve küçük bahçeli evinizden sonra daha geniş ve daha güzel bir bahçesi, beş altı odası olan yeni bir eve taşınacaksınız. Zamanla üç odalı evden sonra taşındığınız bu eve de sığmayacaksınız ve bu evden sonra dubleks bir eve taşınacaksınız. Dubleks bir eve yani biraz yalnızlığa... Belki de dışarıdan bakınca insanların olmak istedikleri yerde ve gıpta ettikleri biri olacaksınız ama…

Basık ve sıradan bir iç eve sahip olup huzurlu kalmaya mı yoksa her şeyi daha rahat görüp anlayabildiğiniz, hayatı anlamlandırmaya çalıştığınız daha sonraki evlerden herhangi birinde olmaya mı razısınız? Sizi bilmem ama ben ömrüm oldukça taşınacağım. İçinde bahçesi olan çıkıp gezsin. İki oda bir salon sahipleri ile yıllar önce ayırdım yollarımı, şimdi üç oda bir salon sahipleri ile ayırıyorum…

BİRAZ YANLIZLIK EVLERİ Üç odalı evinizde kalmalıydınız ama artık çok geç… Şimdi sizi daha geniş daha karışık bir iç ev ve iç dünya ile daha çok rahatsızlık ve daha çok acı bekliyor… Dubleks evlerden sonra villalara, köşklere, yalılara hatta saraylara taşınabilirsiniz. Yeni taşındığınız her mekân daha güzel daha geniş ve daha iyi bir bahçeye sahip olacaktır. Bahçenizin genişliği ve evinizin güzelliği kimilerini imrendirecek kimilerini kıskandıracak kimilerini ise hiç mi hiç ilgilendirmeyecektir… Dışarıdakilerin bu tavrı karşısında bazen üzülecek bazen de kendinizle gurur duyacak: “İyi ki onlardan biri değilim.” diyeceksiniz, onlara ve onların dünyasına ilgisiz kalacak ama bütün bunların yanında isteseniz de istemeseniz de biraz kenarda ve her gün biraz daha yalnız kalacaksınız. Üç odalı evinizde olduğu gibi insanların içinde ve gündelik telaşların peşinde olamayacaksınız. O güzel evinizde, o geniş bahçenizde çevrenizde oturup konuşabileceğiniz, sizi anlayacak sizi tamamlayacak bir insan arayacaksınız ama nafile. Artık hiçbir şey üç odalı evinizdeki kadar kolay olmayacaktır. Neden mi, artık iç dünyanız değişmiş, büyümüş, gelişmiş ve siz bambaşka bir insan olmuşsunuzdur… Siz, üç odalı iç evinizden taşınırken biraz yalnızlığa, eksik kalmaya, anlaşılamamaya, ayıplanmaya, dışlanmaya hatta bu kadar geniş bir iç eve sahip olduğunuz için pişmanlık duymaya taşınmıştınız. Şimdi onları buldunuz. Üzgün müsünüz? Huzurlu değilsiniz ama üzgün müsünüz? 65


Ş ehir

NURULLAH GENÇ Röportaj: Mahmut BIYIKLI NURULLAH GENÇ YAĞMUR’DAN BAŞKA BİR ŞEY YAZMASA BUNUN ÜSTÜNE ÖTESİNDE VE SONRASINDA BU YAĞMUR NAATI NURULLAH GENÇ İSMİNİ KIYAMETE KADAR TAŞIR. ALLAH KENDİSİNDEN RAZI OLSUN. YENİDEN BİR NAAT YAZACAK MISINIZ DİYE SORULMUŞ KENDİSİNE. EĞER YAĞMUR’U AŞACAK BİR ŞEY OLURSA YAZARIZ, YOKSA YAZMAYA GEREK YOK DİYORLAR. ELBETTE NAAT YAZILAN DEĞİL YAZDIRILAN ŞİİRLERDİR. BUGÜN DEĞERLİ ŞAİR NURULLAH GENÇ BEYEFENDİNİN SANATİNA, HAYATINA DAİR BİR YOLCULUK YAPACAĞIZ. KENDİSİNİ DAHA YAKINDAN TANIYACAĞIZ. KENDİSİNİ DAHA ÇOK ESERLERİ ŞİİRLERİ İLE TANIYORUZ. BU SÖYLEŞİ İSE ŞİİRLERİNİN ARKASINDA DURAN YAŞAYAN NURULLAH GENÇ İLE TANIŞMAK GAYESİNİ TAŞIYOR. SÖYLEŞİ BİTTİĞİNDE HEPİMİZİN İÇİNDE DAHA DA YÜCELMİŞ BİR NURULLAH GENÇ OLACAĞINA İNANİYORUZ.

eğerli hocam Erzurum Horasan doğumlusunuz şiire şuura ve şiirle beslenen ortamlara ilk aşinalığınız nasıl başladı. Kimlerle şiir dostluğunuzu kurdunuz? Söyleşilerinizde o devrin maalesef bugün olmayan muazzam bir geleneğinden bahsediyorsunuz; Ahmediyye Muhammediye okunan evlerden… Bizim bütün büyük şairlerimiz o evlerde beslenmişler bugün maalesef yok ama o devre, o güzelliğe yetişen bir isim Nurullah Genç. O ortamlardan o güzelliklerden bahsederek söyleşimize başlayalım. Teşekkür ediyorum Mahmut Bey. Yayın hayatına yeni başlayan Şehir ve Kültür dergisinin değerli müntesiplerini ve okuyucularını saygıyla ve muhabbetle selamlıyorum. Çok uzun soluklu ve iz bırakan bir yayın olmasını diliyorum. Benim Nurullah Genç olarak Allah’ın yarattığı yeryüzüne gönderdiği hatasıyla sevabıyla 53 yıldır bu dünyada nefeslenen varlık olarak, bu ilk soruya verebileceğim cevap şudur: Biz neyin sahibiyiz ki, neyi var ettik biz insan olarak. Siz bir şey yarattınız mı? Size zihninizi veren kim? Teniniz neden ele avuca sığmadan yitip gidiyor? Niye yaşlanıyoruz, neden standartlarımız yok? Neden çalkalanıp duruyoruz? Neden gidip geliyoruz günah ve sevap ikileminde? Melek değiliz. Peygamberler yaşamışlar ve son peygamberle kapıyı kapatıp gitmişler. Bizler ne yapıyoruz bu dünyada? Bizler bize verileni icra ediyoruz. Sanatta böyle ortaya çıkıyor. Yazdırılan şiirlerden bahsettiniz; Haddi zatında izni olmadan bu dünyada yaprak kıpırdamıyorsa, hangi şair O’nun izni olmadan bir harfi bir kelimeye yerleştirir. Hangi şair O’nun rızası ve izni olmadan imgeler dünyasına girebilir. Muhteşem şiirler yazabilir. O’nun verdiği irade akıl olmadan biz neyi becerebiliriz? Mimar Sinan hangi camiyi yapabilirdi? Ustalığını ya da sanatkârlığını ortaya koyabilir miydi O’nun rızası olmadan? Böyle bakarsanız dünya değişir ve farklılaşır ama ben yaptım demeye başlarsanız, ben yazdım demeye başlarsanız o zaman da bir başka dünyanın içerisinde yaşamaya başlarsınız. Farklı bir yol tutarsınız kendinize. Ahmediyye Muhammediye okunan evlerden yetişmiş nesildensiniz hocam.. Doğru. Ben çocukluğumda bu kültürle büyüdüm. Söylediğiniz o odalarda, Ahmediyye Muhammediye okunan köy odalarında aldığım kültür budur. Büyüklerimiz bize büyüklenmemeyi öğretti çünkü sade ve sadece büyüklüğe has, büyüklüğe mahsus, o sıfata mahsus olan her şeyi yaratandır. Onun içindir ki Allahu Ekber sözü ona has sözdür. Onun en büyük olduğu kainatta kimsenin büyüklenmeye yeri yoktur. Dünya ne büyüklenenler görmüş

sayı//1// ocak 66


biliyorsunuz. Tanrılığını ilan edenler, gökyüzüne ok atanlar, her şey benimdir diyenler ve insanlara zulmedenler, binleri milyonları öldürenler neredeler onlar? Hangi büyüklenen, insanların ayağının ucuna uzanmadı ki? Hangi büyüklenen başkalarına muhtaç olmadı ki? Bu çerçevede insanımızın, çocuklarımızın, milletimizin o köy odalarındaki anlayışa yeniden ihtiyacı var diye düşünüyorum. O anlayış devam etseydi bugün millet, milliyet tartışmaları olur muydu? Çok şey kaybetmişiz biz çünkü insan olmak, zaten başlı başına dünyanın en şerefli varlığı olmak demektir. Bizim kültürümüzde insan âleme bedeldir. Her âdem bir âlemdir sözü çok önemli bir sözdür çok güzel bir kelamdır. Her insan bir âlemdir ama var edilmiş bir alemdir. Yaratılmış bir âlemdir. İşte 1960-1969 yılları arasında dokuz yaşıma kadar yani ilkokula başlayana kadar ilkokul 3. Sınıftan itibaren okumaya başladım. O geçen 9 yıl Erzurum’un Horasan ilçesinde ilçeye yaklaşık 15 kilometre uzaktaki bir dağ köyünde Dikili köyünde geçti. Dedem Sibirya gazisiydi. Sibirya’da 4 yıl kalmış esir olarak götürülmüş, geri dönmüş yıkılmış viran olmuş köyünü yeniden kurmuş. Evlenmiş çocukları olmuş bir gaziydi. Yollar Dönüşe Gider romanınızın kahramanından bahsediyoruz değil mi hocam? Evet… Onun hayatını bir romana da dönüştürmüştüm yıllar önce. Okumanın kıymetini biliyordu insanın hassasiyeti, insanın kıymeti üzerine çok ciddi düşünceleri vardı. Mesela onun için akşamları damın üzerine çıkar, yollara bakardı yolda kalanlar var mı yardımcı olalım diye. Bu nedenle mutlaka evde ne varsa buğday, bal süt yumurta yoğurt yarısını misafirlere ayırırdı. Gözümüzün önünde taksim ederken görürdük. Bunlar misafirlerin ve gelecek olanlarındır derdi. İnsanı böyle kavrayan böyle yardımsever elindeki her şeyin Allaha ait olduğunun bilincinde olan bir adamın bir oda tesis ettiğini düşünün. O odada uzun kış gecelerinde insanlar bir araya geliyorlar. Hem de nasıl biliyor musunuz; Gündüz çalışıyorlar hayvanlarına bakıyorlar, akşam olunca akşam namazlarını evlerinde kılıp biraz bir şeyler yedikten sonra Siyeri Nebi dinlemek üzere o sohbetlere katılmak üzere odaya gidiyorlar. Çocuklarını da ellerinden tutarak götürüyorlar. Biz o odalardan içeri girdiğimiz zaman kendiliğinden oluşan bir yapı da gözüme çarpardı. Çocuklar kapı önlerine yakın otururlardı. Yukarıya doğru sedir dediğimiz oturulacak yerler vardı şark köşesi dediğimiz Bekir Dede başköşeye otururdu insanlar onun etrafına dizilirlerdi. Böyle bir hava düşünün ne olabilirdik ki böyle bir odada. Düğün mü var seyran mı var. İnsanlar ne yapacak ki böyle uzun bir kış gecesinde bir araya gelip. Soba

yanıyor çay suyu kaynıyor. Sonra 5-10 dakikalık merhaba faslı; herkes birbirine merhaba der hal hatır sorardı. Oraya gelen Türk vardı Kürt vardı Laz vardı, Tortum’dan gelen Erzurum’dan gelenler vardı. Köylerden misafirliğe gelen vardı. Kimsenin ne olduğu üzerinde durulmazdı. Herkes kardeşti. Merhabalaşılır bir süre sonra babam amcam yada bir başkası Hz. Peygamberin hayatını anlatan bir kitap okumaya başlardı. Fakat o kitap manzume şeklinde yazılmış bir kitaptı. İşin güzel tarafı bu; Efendimizin hayatını şiirle dinlersiniz mevlit dinler gibi. Kafiyelerle yazılmış bir kitaptır o kitap. Yanlarında şerhler vardı eğer okunan beyitte anlaşılamaz birşey varsa okuyan kişi şerhini de okurdu. Biz çocuklar böyle başladık hayata idrak alanına girdiğimizden itibaren böyle yaşamaya başladık. İlk işittiğiniz şiirler Efendimizi anlatan şiirler… Okunanları ezberler miydiniz hocam? Ben şiirle açtım gözümü dünyaya adeta. Çünkü o kitabı okuyan babam Niyazi Mısri’nin divanını ezberden okurdu. Yunus’un tüm şiirlerini ezberden okurdu. Öyle bakarak falan değil elini kulağına atar söylerdi. O köy odasına gelenlerin bir çoğunda bu özellik vardı. Köroğlu destanını ben o odada dinledim. Hem de yine manzume şeklinde bir eserdi. Emrah ile Selvi hikayesini Ferhat ile Şirin’i, aklınıza gelebilecek pek çok destanı. En çok Battal Gazi destanını o köy odasında dinledim. Zaten çocuk olarak siz bir süre sonra şiir çocuk haline geliyorsunuz. Oturdukça biliyorsunuz ki kafiyeler ard arda gelecek. Söz hafızanızda bir ahenk kazanıyor. Yazmasanız da zaten şiirden oluşan bir varlığa dönüşüyorsunuz. Şimdi televizyonlarda falan vardır ya diziyi en hassas yerinde keserler. Bir sonraki günü merakla beklesin diye insanlar; Rahmetlik babam Battal Gazi destanını okurken en heyecanlı yerinde keserdi. Biz çocuklar kıvranırdık. Baba oku derdik. Yarın derdi. Ertesi gün merak ederdik acaba ne olacak diye. Battal Gazi o kafiri öldürecek mi öldürmeyecek mi ne olacak diye merak ederdik. O hava içinde şiirde öğrendik. Yatsı namazına kadar okunur. Yatsı namazı kılınır. Ondan sonra kitap kapatılır sözlü gelenek aşaması başlardı. Şimdi şiir akşamları yapılıyor ya. Köylüler yapardı. Biri Fuzuli’den biri Emrah’tan biri Sümmani’den okurdu. Ben Nurullah Genç olarak şu mısraları o köy odasında öğrendim: Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı? Daha sonra öğrendim ki Fuzili’nin bu mısra. Benim babam makamla okurdu. Şimdi bir çok gencimizin bilmediği mısralar bunlar. Yüz binlerce 67


Ş ehir

insanımızın belki milyonların bilmediği mısralar. Şimdi böyle bir köyde ben nasıl şiirin dünyasında var olmayayım ki. Her yolculuğumda gittiğim her yerde, insanların yaptığı her sistemleştirmelerde kafiye buluyorum neredeyse. Her gün her yerde ahenk yakalıyorum. Oradan nakşedilmiş zihnime benim şiir ve böyle başlamışım. Yazmak sancısı ne zaman başladı hocam? Bir gün amcamın oğlu beni alıp bir halk şairinin yanına götürmeye niyet almış. Aşıklık geleneği vardır. Saz çalan üstadları vardır. Birisi mesela Erzurumlu Yaşar Reyhani’ydi birisi Murat Çobanoğlu’ydu. Bizim zamanımda Horosan’ın köylerine gider çalar söylerdi düğünlerde. Amcamın oğlu demiş ki babama: ‘ben bir saz alacağım, izin verirsen bu Nurullah’ı alıp Murat Çobanoğlu’nun yanına götüreceğim; bundan çok iyi aşık olur.’ Babam nereden anladın, demiş. Ben bazen kulağına söylüyorum; o kulağına söyleme işi de şu 8- 9 yaşındayım oturuyorum o arkadan kulağıma fısıldıyor. Ben de makamla söylüyorum. Sesim de güzeldi. Ondan alıp söylüyorum ezberimde yok ya o biliyor çünkü. Amcamın oğlu babama ben bazen unutuyorum tamamlıyor demiş. Ben mısraı unutuyorum mısraı tamamlıyor, kafiyeyi unutuyorum kafiyeyi tamamlıyor. Bu çocukta şiir kabiliyeti var ben bunu Çobanoğlu’nun yanına götüreceğim demiş. Babam da olmaz ben onu okutacağım, demiş. Onlar arasındaki mücadele uzun bir zaman sürmüş. Tabi sonra babam aldı beni imam hatibe götürdü. Şiire değil ama sanat hayatına böyle başladım. Televizyonla birlikte milliyetin terörün tartışıldığı bir dönemde o köy odalar bir bakıma irfan ocaklarıydı. Orada yeni nesiller besleniyorlardoyuma ulaşıyorlardı. Maalesef o güzel kültür bitti şu anda hocam. Evet yani köyüme gidiyorum zaman zaman geçen yaz gidim mesela. Bir gece iki gece kalıyorum. Çocuklara bakıyorum. Çeşme başında dolaşıyorum, fotoğraf çekiyorum. O günleri hatırlıyorum üzülüyorum. Misal, geçen yaz bir çocuğa en çok neyi seyrediyorsun diye sorduğumda o yarım yamalak Türkçesiyle ‘Pis Yedili’ dedi bana. Bunu Erzurum’un bir köyünde bir çocuk söyledi. Nereye geldiğimizi nasıl bir erozyona uğradığımızı buradan düşünebilirsiniz. Amca yarın akşam Battal Gazi destanı dinleyeceğiz falan bunlar gitmiş. O insanlar ölmüş o irfan insanlarının bir kısmı yok artık o köyde başkaları gelmiş. Televizyon gelmiş. Televizyon kendi kültürünü getirmiş. Şiir mi? Şiir hak getire artık. Bizim köyde şiir yok. Aslında sizin köyünüz bütün köylerimiz ve şehirlerimiz için geçerli hocam. Çocuklar nereden beslenirlerse sayı//1// ocak 68

oradan dillerine o kelimeleri yerleştiriyorlar. Evet Nurullah Genç’in hayatına baktığımızda 9 yaşından köyünden çıkıyor ve hayata atılmış oluyor. Eğitim hayatınız nasıl geçti, nelerle karşılaştınız hangi zorlukları yendiniz. Babam rahmetli hakikaten nümune bir insandı. Herkes babasını sever gerektiğinde yüceltir. Bu duygularla söylemiyorum. 9 kardeşiz biz. Anne baba 11 nüfus. Babamın köydeki tarlalarından elde ettiği getirisinin dışında bir geliri yoktu. Tarlaları ekerdi. Kışın 3- 4 ay İstanbul taraflarına gelirdi. Trakya’ya giderdi Ege’de zeytin fabrikalarında çalışırdı. Oralarda kazandığı parayla evini geçindirirdi. Bu şartlarda ortalama bir aile reisi şunu düşünür: iyi şükür ki ilk çocuğum erkek bunun hemen eli iş tutsun ki bana yardım etsin. Bunu çokça da gördüm. Babam hiç öyle düşünmedi. Bana birgün dedi ki oğlum ben seni okutmak istiyorum. Ben okul nedir bilmiyorum köyde okul yoktu çünkü. Baba nasıl okutacaksın dedim. Okula götüreceğim, okur musun dedi. Okurum dedim. Birkaç gün sonra gitti Horasan’a. Bunun için gitmiş meğer. Horasan’da ana caddede garip garip geziyormuş. Nasıl okutabilirim ben bunu, köyden 10 kilometre yukarda bir okul. Horasan’da tanıdık kimse yok , akraba yok. Ne yapayım nasıl okutayım diye cadde üzerinde yürüyor. Kendisi anlatıyor sonra bunları. Yürürken uzaktan akrabamız şimdi hocam dediğim Hüsnü Kaya isimli birine rastlıyor. O da öğretmen. Hayırdır Seyfullah abi neden böyle mahzun mahzun geziyorsun dediğinde, babam yahu bir derdim var, çare bulmaya çalışıyorum da nasıl bulacağımı bilmiyorum diyor. Nedir derdin hele gel otur diyor ve kahvehaneye oturuyorlar. Anlatıyor babam oğlumu okutmak istiyorum. Köyde okul yok götürecek yerim yok. Ne yapacağımı bilmiyorum, diyor. Çok etkileniyor bundan Hüsnü hoca; diyor ki ”bize getir ilk yılı bende okusun. Babam diyor ki öyle bir sevindim ki tarif edilmez. Olur mu Hüsnü hoca demiş, Hüsnü hoca olur demiş. Neden olmasın benim iki tane çocuğum var üçüncü de o olsun demiş. Üç ay var bitimine okulun. Üç ay bir okusun durumuna bakarız okursa sonrasını getiririz diyor Hüsnü hoca. Babam o heyecanla köye geldi annemle konuştular. Beni hazırladılar ertesi gün düştük yollara biz. Mart başıydı. O zamanlar böyle diz boyu değil omuz boyu kar var. Çok ağır kışlar olurdu şimdi hafifledi. İki üç kilometre gittikten sonra ben yoruldum. Babam sırtına aldı beni. Ama siz zaten okumaya aşinasız değil mi hocam? Şimdi şöyle bir şey de var 9 yaşına kadar beni okutmuş, okuma yazma biliyorum. Matematik de biliyorum. Cebir öğrenmişim mesela. Geometri öğretmiş bana üçgen biliyorum açı biliyorum. Ama okulun ne olduğunu bilmiyorum. Oralarda


ne okutuluyor onu bilmiyorum. Götürdü beni dedi ki ben buna birşeyler öğretmiştim. Hüsnü hoca demiş ki o zaman biz bir sınava tabii tutalım. İmtihanla sınıf geçmek mümkünmüş. Yani 1. 2.sınıfı geçiyorsunuz. Hoca demiş ki belki çocuğu daha ileriki sınıflardan başlatabiliriz. Zaten iki sene kaybetmiş. Beni aldılar öğlenden akşama kadar imtihan ettiler. Ertesi günde öğlene kadar yani tam bir gün imtihan ettiler. Sorular soruyorlar yazıyorum. Eğri yazıyorum, yazmayı biliyorum ama düzen disiplini bilmiyorum. Tarif ediyorlar öyle değil biraz daha düz yaz diye. İmtihanlar bitti. Babama demişler ki gözün aydın oğlun ilkokulu bitirdi. Babam şaşırmış ya nasıl olur demiş. Hoca beşinci sınıfın da bütün derslerinden geçti. Ortaokula başlaması lazım demiş. Hocalar sonra bir değerlendirme yapmış. 9 yaşında ortaokula gönderirsek bu çocuk ezilir. Bunu biz üçüncü sınıftan başlatalım. Sonra dördü beşi de okusun ki okul kültürü kazansın. Ben üç ay orada okudum. Ertesi yıl halamın yanına gittim. Başka bir köyde 4. ve 5. Sınıfı okudum. Ortaokula geldi sıra. İle gitmen lazım orada da tanıdık akraba yok. Teyzemler var onlar da Kars’ta. Babam çareyi Kars’a gitmekte buldu. Gitti Kars’a teyzemlerle görüştü. Beni aldı Karsa götürdü ortaokul 1. Sınıfa böyle başladım. O arada amcam evini Horasan’a taşıdı. Birinci sınıfı teyzemin yanında okuduktan sonra geldim Horasan’a 2. Sınıfı amcamın yanında okudum. Elim de az iş tutacak noktaya geldi. 13 yaşlarındayım. Evet, ona geliyorum şimdi. Amcama dedim ki bana bir boya sandığı yaptır. Ben boyacılık yapmak istiyorum. Horasan’da bir boya sandığı yaptırdı. Ben başladım boyacılık yapmaya. Bir taraftan okula gidiyorum bir taraftan boyacılık yapıyorum. Hocam işletmecilik ruhu o yaşlarda varmış sizde demek ki? Evet. Sermaye piyasası falan dediniz ya hesap kitap taa o zamandan varmış demek ki. İşe başlar başlamaz bütün müşterilerimin listesini tuttum. Bir süre sonra neredeyse arşiv hazırlıyorum onlara dair. İsimleri soy isimleri giydiği ayakkabılar ayakkabıların rengi, hangi kahvehanede oturtuyor hangi saatlerde geliyor; böyle bir müşteri defteri oluşturdum. Fiyatları da biraz düşürdüm 50 kuruşa boya yapılıyordu. Ben 25 kuruşa boyuyordum. Bir süre sonra müthiş bir müşteri kitlem oldu. Başladım para kazanmaya. Kahvehane kahvehane geziyorum okuldan sonra. Müşterilerin saatlerini biliyorum o saatlerde gidiyorum falanca amca geldi mi diye. Çorap boyarsam fiyat yarıya düşüyor boyamazsam tam alıyorum. Böyle bir durum vardı. Boyacıların piyasası kırılınca aralarında konuşmuşlar bu nereden çıktı, geldi bizim müşterileri aldı diye. Bir gün boyacılık yapmış eve dönüyordum.

Birkaç boyacı beni sıkıştırdı. Hayatımda ilk dayağı da o zaman yedim. İşle alakalı dayağı tabi. Kastamonu’da baya bir dayak yemiştim ama bir iş yaptığımdan değil. Kars’ta ev bir tarafta okul bir tarafta gidip gelirken zaman zaman çantalarımı kalemlerimi elimden alırlardı. Sonra o siyasi hava yeni şekilleniyor. Sağ sol hadiseleri var yeni yeni. Teyzemin çocukları çok radikal ülkücü gruptandılar. Evde bozkurt yapıyorlardı falan. İşte onlara ters düşüncede olan aynı mahalledeki insanların çocukları beni dövüyordu. Ben de çok sonradan öğrendim bunları. İdeolojik bir çatışmaya kurban gittiğimi sonradan öğrendim. Orada çok dayak yemiştim ama iş yüzümden ilk dayağımı boyacılıktan yedim. Benim boya sandığımı da kırdılar. Boyacılığı bıraktım. Gittim bir lokantaya girdim orada bulaşıkçılık yapmaya başladım. Akşam saatlerinden sonra bulaşıkçıları gidince ben üç dört saat bulaşıkçılık yapıyorum. Bir süre sonra lokantanın sahibi sen fazla yemek yiyorsun diye beni işten çıkardı. Acıkıyordum yiyordum ne yapayım. Şimdi de yiyorum yoksa ayakta kalamam ki. Oradan çıktım. Para da kazanmaya alıştım. Amcama da yük olmak istemiyordum. En son fırında çalışan bir çırak kaçtı gece 12 ile 4 arası fırında fener tutuyormuş ustaya yardımcı oluyor. 12 den sonra jeneratör kapandığı için; bugünkü gibi değil. Her yer karanlığa gömülüyor. O çırak alıyor feneri ocağın üzerine tutuyor usta da ekmek yapıyor. Dediler ki çırak yok fener tutar mısın? O gece sabaha kadar fener tuttum. Saat dörtte uyudum. Sekizde kalktım ve okula gittim. Çırak yevmiyesini bana verdiler. Gittim teklif ettim dedim ki ben bu işi yapabilirim. Kızdılar dediler sen okuyorsun. Bulamazsanız eğer buradayım dedim. Çırak bulamadılar bana geldiler. Hadi gel bu işi yap 69


Ş ehir

diye. Ben bir yıl fırında çalıştım. Ortaokul 3. sınıfa geldik. Gece on ikide fener tutmaya başlıyorum. Sabah dörtte un çuvallarının üzerinde uyuyorum. Sabah okula gidiyorum, okuldan gelip ödevlerimi yapıyorum. Uyuyorum, gece fener tutuyorum. Ama bütün bunları yaparken de amcam demiş bu sene sınıfta kalır, biz babasına ne diyeceğiz. Yıl sonu geldi ben okul birinciliği belgesini aldım amcama götürdüm. Yani bütün bu çabanın içerisinde dersimi de okulumu da hiç ihmal etmedim. Şairlik ne zaman başladı hocam? Ortaokulda mı? Evet, ortaokulda şiir de yazmaya başladım. Bakıyorum derslerde şiirler okunuyor. Türkçe hocamız şiir okuyor, okuduğu şiirlerden bazılarını biliyorum ezberden. Okuyordum nereden biliyorsun diyorlardı; köyde bunlar okunuyordu diyordum. Bu bana göre bir şey dedim ben bunu yazarım ve başladım bazı denemeler yazmaya. Ama şakacı bir tarafım da var, ilk denemelerim komedi şiirlerdir. Arkadaşlarıma şiirler yazıyorum, böyle kafiyeli benzetmeler falan yapıyorum. İşi ciddiye almıyorum ciddiyetini de bilmiyorum henüz. Böyle başladım. Parasız yatılı imtihanlarına girdim kazanamadım. Çok üzüldüm. Babam on iki koyundan dokuzunu sattı beni Erzurum’a götürdü imam hatip lisesine yazdırdı. Paralı yatılıya verdi ben çok üzülüyorum, sınavı nasıl kazanamadım diye. Başladım paralı yatılıda kalıp imam hatip lisesine gidip gelmeye. Hocalarımdan birisi bir gün beni yakaladı, evladım sen neden paralı yatılıya kayıt yaptırdın dedi. Hocam kazanamadım dedim. Nasıl olur dedi sen Türkiye 2. si olmuşsun dedi. Hocam benim haberim yok bana bir şey de gelmedi dedim. Oğlum biz ilk üçü başka bir yerde ilan ettik, listede yok dedi. Listeye baktık yok. Bana bir zarf da gelmedi dolayısıyla ben kazanamadım diye paralı yatılıya kayıt yaptırmışım. Babam dokuz koyunu sattı bir yıllık verdi. Babama haber verdik geldi; gittik paralı yatılıya. Ne yaptı babam biliyor musunuz? Ahırını boşaltmıştı, o dokuz koyunun parasını almadı. Dedi ki: burada ihtiyaç sahibi olan çocuklar varsa onlara verin bu parayı. Ben yine bir yol bulurum, koyunları kazanırız, benim oğlum parasız yatılıyı kazanmış ya nasılsa dört yıl boyunca koyun satmayacağız... Hocam, bu muazzam bir diğergamlık, feragat ve feraset… Ama bu saydıklarınızın hiç biri için yapmadı bunu. Bu onun ahlakıydı, haliydi. Zuhurata tabi olur hikmetlerini görür anlar uygulardı. Beni aldı parasız yatılıya götürdü kaydı yaptık ve parasız yatılıda okumaya başladım. Hemen ne yaptım biliyor musunuz? Gidip hemen bir boya sandığı yaptırdım. Başladım parasız yatılıda sayı//1// ocak 70

boyacılık yapmaya. Dört yıl imam- hatibin parasız yatılısında hocalarımın, arkadaşlarımın ayakkabısını boyadım. Aynı zamanda da şiirler yazıyorum. İlk defa Kültür Bakanlığı şiir yarışması vardı Türkiye’de. O yarışmada Türkiye ikincisi oldum. Okulda da adım duyuldu. Sonra Orman bakanlığının şiir yarışması, son sınıfta da Milli Türk Talebe Birliği Hicri 1400 şiir yarışmasında da ‘Hicret’ isimli şiirle Türkiye birincisi oldum. Lise yıllarında sanat hayatınız resmi olarak başlamış o zaman hocam.. Evet. O dönemde sanat edebiyat çalışmalarına disiplinli olmasa da başlamış olduk. Ticari hayatım da devam etti. Lise ikiden itibaren de paralı ödev yapmaya başladım. O da şöyle oldu: ben böyle ayakkabı boyuyordum. İki üç saat durmadan ayakkabı boyuyordum. Para kazanıyorum ve biriktiriyordum. Geldi bir arkadaş dedi ki bir saatte kaç ayakkabı boyuyorsun? Dedim on tane falan. Ne kadar alıyorsun diye sordu; söyledim ne kadar kazandığımı. Dedi ki benim bir coğrafya ödevim var bir saatte yapabilirsin eğer yaparsan ben bir saatte kazandığından fazlasını veririm. Ben de olur dedim. Boyama işini bitirdim. Gittim onun ödevini yaptım verdim. Tembelliğin sonu gelmiyor ki duyan geldi. Ben bir süre sonra başladım parasız yatılıda parayla ödev yapmaya. O kadar duyulmuş yaygınlaşmış ki hadise müdür beye kadar gitmiş. Çağırdı müdür bey beni yanına. Odasına girdim, kulağımdan tuttu çekti kulağımdan. Sen deli misin başkalarının ödevlerini neden yapıyorsun dedi. O zannediyor ki parasız yapıyorum. Dedim hocam yapıyorum ama parayla yapıyorum. Hoca şaşırdı nasıl yani anlat dedi. Ben de anlattım. Durdu bu tembellerin ödevlerini yap daha fazla al dedi. Ben ruhsatı da alınca lise son sınıfa kadar paralı ödevler yaptım. Zor ödevlerde fiyatı ona göre arttırıyorum. Kimya geliyor başka fiyat, coğrafyaya başka fiyat veriyorum. O arkadaşlardan birini kaybettim. İmamdı Horasan’da bir gün bana dedi ki sen farkında değilsin ama Allah sana her yerden vermiş. Bak o kadar ödev yaptın kimsenin öğrenemeyeceği kadar konu öğrendin. Gerçekten de her ödev yaptığınızda bir şeyler öğreniyorsunuz. O öyle güzel bir birikim oluşturdu ki bende üniversite sınavlarına girdiğimde bir çok konunun o ödevlerden aklıma geldiğini biliyorum. Bitti lise, işletme fakültesini kazandım. O arada Mavera ve Aylık Dergi diye iki dergi çıkıyor. Yaşar Kaplan ile Cahit Zarifoğlu çıkarıyor. Aylık Dergi’de ve Türk Edebiyatı Dergisinde şiirler yayınlamaya başladım. Fiili olarak da edebiyata girmiş oldum. İlk şiirinizi yayınladığınız dergi aylık dergisi mi? 1980’de Nesil dergisinde ‘Saat’ diye bir şiirim yayınlandı, ardından Aylık dergide başladı


şiirlerim yayınlanmaya. Yeni Devir gazetesinin makale yarışmasında da 1980 yılında birinci oldum. Uygarlığın Gözyaşları isimli makaleyle. Orada bir ayrıntı var onu da söyleyeyim. Ben imam hatip lisesini bitirdikten sonra Horasan’a gittim. Boyacılıktan biriktirdiğim paralarla on tane koyun aldım. Bir arkadaşımla beraber köye götürdük. Babamın ahırına o koyunları koyduk. Rahmetlinin şöyle sırtını duvara dayayıp ağladığını hatırlarım. Belli etmezdi ama gözlerinden şöyle yaşların süzüldüğünü hatırlarım. Ondan sonra anneme demiş ki artık bu çocuk benim oğlum olmaktan çıktı. Ölümünden bir süre önce de demiş ki kendisine çok söylemedim ama o benim kardeşimdi, arkadaşımdı, sırdaşımdı. Gerçekten annemle paylaşmadığı şeyleri benimle paylaşırdı. Çok özel şeyleri bile; çağırırdı odaya gel konuşalım derdi, konuşurduk. İmam hatipte okurken babam yorulurdu, sinirlenirdi bazen anneme aksi davranışlar gösterirdi. Hoşuma gitmezdi. Annem çok unutkandır ben de öyleyim. Annem bir şey unuttu mu kızardı anneme sen yine unuttun diye, annem de üzülürdü. Lisedeyken aldım bir gün babamı yürüdük biraz, ona bu yaptığının yanlış olduğunu anneme bir daha böyle davranmaması gerektiğini ve İslam’da bunun doğru olmadığını anlattım. Kızar gibi oldu biraz, sonra durdu dinledi bana teşekkür etti. Annem hala dua eder. Senin hatırına baban bana ne bir gün vurdu ne kızdı dedi. Babam sinirlenir bazen tokat da atardı. Çok yorgun olurdu, çok çalışırdı. Demiş ki babam Nurullah benim kardeşim dostum arkadaşım sırdaşım babam anam neden biliyor musunuz? İşte o dokuz koyunu ben götürüp ahıra koyunca daha sonra bana sordu oğlum neden yaptın bunu? Dedim, baba o dokuz koyunun parası çocuklara gitmedi mi? Benden gitsin, onlar benim arkadaşlarımdı çünkü. Benim eğitim hayatım böyle. Üniversitede dört sene okudum. Bu dört yılın ilk senesi boyacılıkla geçti. Atatürk Üniversitesi Kredi Yurtlar Kurumu 4. Yurdunda oradaki arkadaşlarımın ayakkabılarını boyayarak geçindim. Bazen takılıyorum hiçbir işim kalmasa oturup boyacılık yaparım diyorum ne olacak yani helalinden oldukça var mı bir problem; yok. Bu arada siyasi bir kavganın içinde kaldım yurtta; boya sandığımı kırdılar, fırçaları alıp birbirlerine attılar ben böyle duvarın kenarında kaldım. Sandığım kırıldı bir daha da boyacılığa dönemedim. İnşaatlarda fırınlarda çalıştım. Dört yılı da öyle tamamladım. Para bulamadığım için okulu bırakma noktasına geldim. Allah yardım etti, yeniden çalışma imkanı buldum. Babam zaman zaman para gönderiyordu. Üniversiteyi bitirdikten sonra 1984 yılında Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler fakültesine asistan olarak girdim. Orada ayrı bir macera başladı zaten. 71


Ş ehir

Hocam renkli ve dolu bir hayat. Sanırım bunları ilk defa anlatıyorsunuz; hiçbir söyleşinizde rastlamadık. Böyle önemli bir derginin ilk sayısına ilkler yakışır… Allah razı olsun hocam. Şimdi bir baba portresi çizdiniz; Anadolulu bir baba, yorulan öfkelenen ama duygusal hakkaniyeti sahibi.. Hatta o öfkelenmesi bile yani ayda birdir, her gün öfkelenen bir adam değil yani. Bir de anne portresi de alalım sizden. Annenizi biraz daha anlatır mısınız? Size hangi duaları ederdi? Annem ayrı bir karakter babam ayrı bir karakterdi. Babam çok kanaatkar hiç kimseden bir şey beklemeyen bir adamdı. Hayatı boyunca hiçbir zaman bana yemek getirin çay koyun neden yapmadınız gibi bir talepte bulunmamış. Sabah kalktığında kendisi kahvaltısını çayını koyan, varını veren fakat kimsenin varından bir şey talep etmeyen birisiydi. Annem de on üç çocuk doğurmuş, dörtdü ölmüş dokuz çocuğuna yememiş yedirmiş giymemiş giydirmiş ama şikayette bulunmamış aman çok iyi yetişsinler çok iyi terbiye alsınlar diye üzerlerine titremiş, özü sözü bir, olduğu gibi görünen göründüğü gibi olan müstesna kadınlardan birisidir. Ne varsa dilindedir. İçinde bir dünyası olduğuna bugüne kadar şahit olmadım. Onun için bazen kırar, bazen meraklandırır, bazen üzer, mesela canı sıkıldı camım sıkıldı der asla taşımaz içinde ve söyler. Tabiri caizse eğer babam kardeşlerim ve ben iyilikle yad edileceksek, annemin bunda katkısı çok yüksektir. Çünkü babamın evine sahip olmuş, çocuklarına sahip olmuş, kötülüğü sevmeyen iyiliği seven ama babama benzemeyen tarafları olan, sinirlendiği zaman da gözü tipi duman görmeyen de biridir. Babam öyle değildi sinirlenince de kendine hakim olurdu. Annem sinirlenince hiç affetmezdi. Bu kadarlık bir zafiyet de olsun. Babamdan dayak yemişimdir annemden yememişimdir mesela. Babam terbiye etmek maksadıyla çocukluğumda zaman zaman dövmüştür beni. Annem dövmemiştir. Bugün hayatta. Birazcık unutkanlık problemi var. Bazı şeyleri unutuyor. Yaşı kaç hocam? Yaşı 78. Allah’a şükrediyorum babam hayırla yad ediliyor. Öldüğü zaman biliyorum ki insanlar anneme de rahmet okuyacak. Ben de öldükten sonra bunu başarabilirsem, kendimi mutlu hissederim. Annenize yada babanıza yazdığınız şiir var mı? Var. Şöyle söyleyeyim, babam için yazdığım iki şiir var. Birisini öldükten sonraki ikinci ya da üçüncü sayı//1// ocak 72

gün yazdım. Babası Ölünce Şairin diye. Bir de Babalar Üzerine Mersiye diye bir şiir var dilerseniz okuyayım ben onu. Hadiseyi anlatıp ondan sonra okuyalım. Hayatı konuşuyoruz çünkü burada. Babamın vefat ettiğini bana söylediler telefonda hastaneye gitti, durumu çok kötü dediler ama ben anladım vefat ettiğini. Çünkü ben babamın hasta olarak insanlara sıkıntı çektirerek ölmeyeceğinden emindim. Hayattayken bile yüzüne bakardım; derdim bu adam ölürken kimseyi rahatsız etmez. Çünkü hep ona dua ederdi. Allahım ölümümü de hayatımı da insanlara sıkıntı vermekten uzak tut ve sonumu hayırlı kıl diye dua ederdi. Abdest alıyor akşam namazı için, camiye gidecek namaz kıldıracak camide. İmam değildi fahri imam olarak gidiyordu orada namaz kıldırıyordu. Kollarını indiriyor çoraplarını giyecek, şöyle bir yaslanıyor ve duruyor. Annem bakıyor hareketsiz hacı diyor kalk şimdi cemaat seni bekler. Hacıdan ses yok. Gidiyor annem yanına babam oturmuş oturduğu yerde ruh teslim etmiş. Böyle vefat etti babam benim. Bunu anlattılar, anlattıklarında ben tebessüm ettim. Hayırdır dediler. Dedim ki böyle ölmeliydi zaten. Benim bildiğim güzel ölüm budur işte. Abdest almış namaz kıldırmaya gidecek görevli değil kıldırdığı namazdan para da almayacak. Gidecek ama ruhunu teslim etti. O gün herkese örnek olacak bir şey yaşadım. Haberi duyunca yemek yiyemez oldum. Çok aç kalmıştım. Muhammer Yaylalı; Erzurum Teknik Üniverstesi rektörü ve arkadaşım çağırdı beni evden çıktım. Dedi ki gel şöyle beş dakika hava alalım. Beni aldılar götürdüler bir lokantadan içeri soktular. Dedim ki ya benim yemek yiyecek halim yok. Hayır dediler sen inanan bir insansın yemek yemezsen ayakta duramazsın, yemek ye ondan sonra gidelim defin işlemlerini konuşalım. Üç kişi gittik oturduk lokantaya birer döner söylediler. Masamızda bir sandalye boştu. O arada birisi geldi yanımıza oturdu. Mübalağasız tasvir ediyorum, gözlükleri normalden daha iri ve gözleri tavana bakıyordu. Şaşırdık, hoş geldiniz dedik adama. Hoş bulduk dedi. Cenazeniz var değil mi sizin dedi. Lokanta da evden baya bir uzaktaydı. Evet dedik. Allah rahmet eylesin iyi adamdı dedi. Ne yersiziniz dedik? Ben bir çorba içerim bana bir çorba getirin dedi. Muammer abi dedi ki ya döner ye bak biz döner söyledik. Hayır döner istemiyorum dedi. Muammer abi ısrar edince kızdı. Dedi kardeşim sen laftan anlamıyor musun, bana bir çorba yeter. Adamın gözleri tavana bakıyordu sadece konuşunca dönüyordu. Çorbayı getirdiler. Dedi ki siz şimdi merak ediyorsunuz ben kimim diye. Kerim bey, evet anlatırsanız iyi olur biz sizi tanıyamadık dedi. Ben yoksulum dedi. İsim söylemiyor ama. Diyeceksiniz şimdi yahu bu yoksulun yanımızda ne işi var. Geldim işte görün


beni dedi. Ben yetimim aynı zamanda biliyor musunuz dedi. Çok da hastayım ben. Çok da rahatsızım. Bu arada çorbasını içiyor. Dünya nedir biliyor musunuz bir çorbalık bir dünyadır dedi. Çorbayı içti kalktı garsonu çağırdı dedi çorbanın parasını al. Muammer abi dedi ki yahu ne diyorsun sen? Masanıza oturdum diye çorbanın parasını siz vereceğinizi mi zannediyorsunuz. Asla izin vermedi ve çorbanın parasını verdi gitti. Dört beş kere de cenazeniz var; Allah rahmet eylesin tanırdım o iyi adamdı dedi gitti. Biz de düşünüyoruz herhalde meczup buralarda dolaşıyor lokantanın içerisinde de yemek yiyor. Gittikten sonra lokantacıya sorduk bu adam kimdi diye. Lokantacı adamı ilk defa gördüğünü söyledi. Ben bu adamı hayatımda hiç görmedim o gözler ne biçimdi dedi lokantacı. Biz şaşkın bir vaziyette geri döndük. Gece yatağa girdim aklıma geldi o anda hatırlayamamıştım. Babam rahmetlinin sözüydü bu dünya bir çorbalık dünyadır. O yüzden her gittiği yerde çorba var mı? Bana bir tas çorba verin yeter derdi. Ben uyuyamadım sabaha kadar zaten gözüme uyku girmiyor. Sabahleyin kerim bey geldi gözleri kıpkırmızı. Hayırdır ne oldu dedim. Yahu dedi senin babanın sözüydü ben sonradan hatırladım. Amcam öyle derdi dedi. Çok etkileyici hocam.. Bir de babam ne yapardı biliyor musunuz? Erzurum’a gittiğimde her ay giderdim; İstanbul’a taşındıktan sonra da giderdim. Gel Nurullah senle bir yere gidelim derdi. Giderdik Dadaşkent’te ara sokakta bir eve; derdi ki burada bir yetim duruyor. Giderdik orada otururduk ona yardım ederdik. Bana da evini tarif ederdi gel burayı unutma derdi. Hastalara yetimlere yoksullara götürürdü beni. Adam geldi ben yoksulum yetimim hastayım dedi. Ben bütün bunlardan sonra Babası Ölünce Şairin şiirini o birkaç gün içerisinde yazdım. Arkasından da bu şiir babamı anlatmaya yetmedi demek ki Babalar Güzeline Mersiye diye bir şiir daha yazdım. O şiir nasıl yazıldı biliyor musunuz? O şiir ayaküstü yürürken dersteyken içim parçalanarak adeta kaleme alındı. Çünkü her hali gözümün önüne geliyordu babamın. İlk şiir şudur:

Peygamber çiçekleri kokan yolcu: Seyfullah Bir ömür kutlu bahçelerde gezinip durdu Yüreğimi sonsuzluğun rengiyle doldurdu Gidince, çöktü birden muhayyel saraylarım İntizara gömülecek günlerim, aylarım Sesinin yankısı var hâlâ kulaklarımda Sevdiği sözler kıvranıyor dudaklarımda Hasret yakacak yurdumu yıllar yılı artık Emanetini bir gül gibi kabrine bıraktık Bu ölüm güzel bir ölüm. Yine bir şu anda hatırlayamadım bir şairin bir şiiri var. ‘Ölüm ölüm güzel ölüm seni hergün ölürüm’ diyor. Gerçektende müthiş bir hayat hikayesi. Yavuz Bülent Bakiler bana dedi ki bu şiirlerin ikisi de beni çarptı. Annen hala hayatta annen ölmeden bir şiir yaz dedi. Çok duygulandım o zaman yani annemin ölmesi mi lazım ona şiir yazmam için dedim. O duygulanmanın neticesinde de Ay Anam diye bir şiir yazdım. Götürdüm anama da okudum. Dedim anne bak Allah sana uzun ömür versin ama rahmeti rahmana kavuştuktan sonra benim için şiir yazdı deme bak sen hayattayken yazdım. Öyle bir hatırası oldu meselenin. Hocam bu harika özel söyleşi için Allah razı olsun diyoruz. İnşallah devamı için de bir söz almak istiyoruz burada. Rabbim sizi başımızdan eksik etmesin; şiirleriniz ve şiir-hayatınız örnek olsun nice genç yüreğe. Ben de size teşekkür ediyorum. Çok keyif aldım. Geçmişle hasbihalleşmek bana da iyi geldi. Şehir Ve Kültür’e ve değerli himmet sahiplerine hayırlı bereketli bir yayın hayatı diliyorum.

Gökler yıkılmış, can dağlarına kar yağmıştır Güneş ansızın infilâk edip kararmıştır Ruh nâlândır akşamleyin göğüs kafesinde Nasıl da handândı bir bayram arifesinde Bir rüyadan uyanmış, ferahfezadır şimdi Bilmezsiniz, yâr burcundaki o yiğit kimdi Bakışları neden öylesine parlıyordu Çektirdiği son fotoğrafında ağlıyordu Bir vedâ iklimiydi gözlerinden yayılan Belki O’dur, aşkıyla ölüp şehîd sayılan Ömrünce dünya için ne şikâyet, ne bir âh 73


Ş ehir

Edebiyat tarihimizde tahliller yapmamızı, derileşmemizi sağlayan kalemler vardır. Bunlar kimi zaman Romancılar, kimi zaman araştırmacılar ve kimi zaman da edebiyatın alanlarında kalem erbaplarıdır. Bunlardan Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ahmet Kabaklı, Mehmet Kaplan, Cemil Meriç, Sezai Karakoç dikkatlerimizi çeker. Mehmet Kaplan hocayı edebiyat araştırmaları, hikâye ve şiir tahlilleri nedeniyle severim. Dili de tarzı da, üslubu da güzeldir. Hocalara hocalık yapmıştır. Eleştiri bizde biraz da Mehmet Kaplan’la sürmüştür.

EDEBİYATTA İZ SÜRME HAYATTA İSRAFA ASLA YER YOKTUR. HİÇBİR DEĞER KOLAY DOĞMAZ VE KOLAY KAYBOLMAZ. YETER Kİ SİZ BİR DEĞER OLMAYI ÖNEMSEYİN. Recep GARİP

İçimizi derinleştirebilirsek nehirler gibi, denizler gibi oraya gönlümüzün iksirinden damlatabilirsek eğer kuşkunuz olmasın ki şiir de yazı da mühimleşir. Yazar tek başına bir şey yazmaz. Birlikte şekillendirdiği dünyada bildik bir unsur, bildik bir şua zerk eder ki okuyucuyla arasında bilişme ve buluşma gerçekleşmiş olsun. Kaplan hocayı farklı kılan okumayı ciddiye almış olmasıyla birlikte ürettiği malzemeye eş değer üreticileri de gündemde tutuyor olmasındadır. Kalemimizdeki mürekkebi nereden aldığımız önemlidir. Onu nasıl kullandığımız, kelimeleri nasıl devşirdiğimiz, seçtiğimiz önemlidir. Hafızanın fırınında ve yüreğin ateşinde beslenmelidir kelimeler. İnsana ait ilimlerin insan için var olduğunda kuşkumuz yoktur. Her bir ilim, her bir sanat insan için doğmuş ve doğmaktadır. KELİME BİZE EMANETTİR Kelimelerin emanetini insan bilir. Kelime bize bir emanettir. Her sözcüğün, emin bir anlamla mücehhezliğini insan bilir. Kelime, Kelam sıfatı sebebiyle vardır ve kutsaldır. “Melekler yeryüzünde bir bozguncu mu yaratacaksın” ifadesine karşın yaratıcının “Benim bildiğimi siz bilemezsiniz” ifadesiyle aşkın yaratılışı arasında bir köprü kurmayı da icap eder. Aşk, yaratıcının insana sunduğu bilinmez sırrının keşfidir. Bilinmek isteği aşkı doğuruyor. Sorumludur insan her eyleminden. Nuri Pakdil “Edebiyat Kulesi”nde: “Susmak da konuşmak kadar önemlidir bazen” diyor. Edebiyatçının varlığı toplumun diri olan ruhuna işaret eder. Kadim medeniyet birikimi bizim de kadimleşmemizi öğütler bütün geçmişin okumalarında. Kırk yıldır söz orucu tuttuğunu söylerken Fethi Gemuhluoğlu her birimize emanet olan “ya hayır söyle ya da sus” emrini hatırlatıyor olmalıydı. Cahit Zarifoğlu, Maraş 1958 Güncesini “Yaşamak”ta şiire şöyle süzülür; “Dağ köyünde kör bağırsak sancısa

sayı//1// ocak 74


Konur karnının ağrıyan yanına Alev gibi tuğlalar Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız Bir şehir kadar kalabalıktır bazıları Bir dehliz kadar karanlıktır bazıları Konuşurlar İsterler Susarlar Dinlememişseniz nice yıl kalbinizi Ev meslek iş para geçim diyerek Düşünün şimdi bir de Şehirlerde kasaba ve köylerde Başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu” Zarifoğlu, yazılarında ve şiirlerinde tabii ve doğal olmaya özen göstermiş bir kalemdir. Şiirindeki doğallık biraz da kendisindeki var olanı bilmesinden de kaynaklanır. Kendisini tanıyan bir şairdir. Bu nedenle kullandığı kelimeler ve mısralar biraz da artistik bir hal alır bu okuyucunun ve kuşağının hoşuna gider. Aslında bu hoşuna gitmeyle birlikte yaşıtlarından da ayrılır söylemleriyle ve mısralarıyla. Doğaldır ama sıra dışı bir üslubu benimsemiştir. Doğaldır, tabiidir lakin yaratılışına tabi olarak artistliği göz ardı etmez çünkü artistlik dikkat çekicidir ve sevimli hale gelmektir. Bunu, savunduklarının algılanması, inançlarının dikkate alınması ve hatta verdiği kavganın idrak edilmesi için kullanır. Bu bir bilinç ve idrak kesbidir. YETER BİZE VEFA ELBİSELERİ İnsan bilge biriyle otururken de, konuşurken de uslanıyor. Derlerdi “alimin yanında dilini, arifin yanında kalbini tut” bunu şimdilerde daha iyi anladığımı söylemeliyim. Sükût halinde olmak demek haksızlıklara karşı susmak değildir. Kelimeleri yerinde ve zamanında gerektiği gibi kullanmaktır. Betimlemek düşün içinde olmayı da getirir. Belki günler belki de aylarca beklersiniz yüreğinizde duymanız gereken ses için. İçinize düşecek olan sesin gelişmesi için zuhuratlara ihtiyaç vardır. Zuhurata tabi olmak demek hayatın idrakinde olmak demektir. An ve zaman iç içedir. Anın yaşanması ana bırakılmıştır. An geçince kaçırırsınız. Renklerin de, seslerin de, ritimlerin de ve hatta kelimeler halinde yüreğinize düşen şiirlerin de böyle bir akışı söz konusudur. Akış pınara benzer. Bir avuç pınar suyundan içmek kimi zaman bir ömre bedel hamd etmeyi sağlar. Böylesine toprağına bağlı, iklimine bağlı ve böylesine geçmişin muhabbetlerinden, sancılarından payını alırken bir vefa hissederek geçmişle temas etmek aynada

kendini görmektir. “Bütün giysileri yırtsak yeridir. Yeter bize vefa elbiseleri” diye söyler Akif İnan. Çocukluk yıllarımızı ömrümüzce saklarız çünkü en sahici anlardan oluşur. Orada bulunan her öykü bizi besleyerek hayata tutunmamızı sağlar. Çocukluk yıllarımız dünümüzün en mutlu, en hüzünlü yıllarını da barındırır. Kayıtlarda bulunan sahicilik leke götürmez. Sonraki yıllarda hayat bulanıklaşır nedense. YAŞADIĞIMIZ HER AN RESİMDİR Resme olan tutku önemlidir. Yaşadığımız her an resimdir. Sanatla olan teması gösterir. Yeteneklerin birer vergi olduğunu da göz ardı edemeyiz. Resim, görme ve gördüğünü içinde besleyerek yeni bir eser ortaya koyma kabiliyetidir. Her geçen zaman bize yeni şeyler öğretirken iç kazanımızda kaynayarak yenileniyor. Necip Fazıl’ın benzetmeleri meşhurdur. Bir yerde şöyle söyler; “Beynim bir cephane deposu gibi patlamada şimdi”. Anılarla muhabbete daldığımızda bunu sıklıkla görürüz ki yazarlığın belki de en tutku verici yönlerinden birisi geçmişi ihmal etmeden şu an yaşanılanla mezcedebilme sanatıdır. Vergiler durup dururken verilmemiştir. Cemiyetin dengesini, insanların ihtiyacını karşılayacak olana ihsan edilmiştir vergiler. Kişide bulunan bir kabiliyet diğerlerinde nadiren varsa bu insanlığa hizmet etmekle mükelleflik anlamı taşır. “Yazmak soylu bir erdemdir” denilmiştir. Üstad Sazai Karakoç’un “Edebiyat Yazıları” dikkatle okunmayı bekliyor. Sonra “Kiegard’ ve Heidger” kitapları girebilir devreye. Dostoyevski’nin “Karamozof Kardeşler”i de başucu kitabıdır.. Beş kez okumadan yazarlığa başlamak topal kalmaktır. Aslında ne çok böyle eserler var demek istiyorum ama olmuyor. Sayıları çok az da olsa, insanlığın aydınlatıcısı yol açıcı öncü kalem erbabı yararlansın diye gönderilmiş onlar. “Bu Ülke”yi yazmak için gönderildim diyordu Cemil Meriç ustamız. Başından itibaren söylemeye çalıştığımız husus yazarın beslendiği ana damar ile atar damarın hem içinde hem de yaşadığı kültürde var olduğudur. Bunu iyi gören, iyi gözlemleyen, iyi ve doğru tahlillerle telmihlere taşıyan özgünleşerek eserlerini ortaya koyar. Ayrımını yapmadan oluşturduğumuz kültür soframız insanlığın da ortak sofrasıdır. Bunun kıymetini bilerek ihmal etmeden faydalanmayı bilmek bize kalıyor. Hayatta israfa asla yer yoktur. Hiçbir değer kolay doğmaz ve kolay kaybolmaz. Yeter ki siz bir değer olmayı önemseyin. 75


Ş ehir

TEKNOLOJİNİN VARLIK SEBEBİ;

TÜRK

KORKUSU

BATI’DA TEKNOLOJİK-BİLİMSEL GELİŞMENİN YASLANDIĞI ANA MERKEZIN DÜŞMANIN ALT EDİLMESİ ÜZERİNDEN HAREKETLE GELİŞTİĞİNİ SÖYLEMEK ABARTILI OLMASA GEREK! Atilla MÜLAYİM

sayı//1// ocak 76

İnsanoğlu, kâinattaki bir yığın karmaşık olayı, sosyal hayattan edindikleri bilgilerden topladıklarını, yaşadıkları gelişmeler çerçevesinde bir araya getirip anlamlandırma ihtiyacındadır. İnsanoğlu, geçmiş dönemlerde yaşanan olayları, zaman ve mekân çerçevesinde yaşanılan anı esas alarak zihninde oluşturduğu bilgi ve deneyimleri kullanarak, bir metot çerçevesinde anlamlandırmak ister. Dönemlere yayılan, tarihsel süreçte değişiklik arz eden olaylar hakkındaki bilgileri, derinlemesine araştırmakta kullanacağı bilgilerin çoğunluğu, önceden edinilmiş inançlar belirler. Bu inançlar insana ön kabuller verir. İnsanların ve devletlerin bu kabuller zincirlemesiyle edinilen bilginin sonrasında “kendini” kurmakta başvuracağı yegâne kaynağı oluşturur. Tarihsel olaylar yığınını nesnel bir çerçeve çizip bütünlükçü ölçütleri esas almak kaydıyla, objektif bir değerlendirmesi yapılabilir mi? Bunlar tamamen bakmak, görmekle ve ihtiyaçlarla alakalıdır. Bakış gördüğü yeri ön kabullerini de ardına alarak kendi zaviyesinden meşrulaştırma aracıdır. TÜRKLERLE TANIŞMA SEFERLERİ Batı dünyası İslam dünyasına karşı takındığı tavırları, tarihsel olarak geliştirdiği düşünce kalıplarını, davranış biçimlerini anlamak için, ilk karşılaşmasından bugüne kadar gelen sürede temel halet-i ruhiyenin iyi anlaşılması gerekir. Bu topraklara batılıların gelmeleri Kudüs’e geçiş güzergâhı olması hasebiyle biraz da transit geçiş için kullanılır. Kudüs’e hacı olmak için gidenlerin uğrak yerlerinden biri de bu topraklar olmasından dolayı buralara ilk gelişler dini bir nitelik taşır. Batılıların doğuyla/Türklerle karşılaşmaları haçlı seferleri sebebiyle olmuştur. Bundan önce bir karşılaşmanın olmadığı düşünülemez. Değişik sebeplerle doğuya gelen batılılar haçlı seferlerinden önce de bu toprakları ziyaret etmiş, Türklerle bir şekilde temas kurmuşlardır. Tarihsel etki bağlamında düşünülecek olursa, bu karşılaşmanın haçlı seferlerle daha yoğunluklu bir hal aldığı söylenebilir. Haçlı seferleriyle birlikte batının bu topraklara gelişi hız kazanmıştır. Yeni doğmakta olan düşmana karşı yapılması gerekenlerin ne olması gerektiğini belirlemek için gelişler başlar. Tabi bu çok erken bir tarihtir. Yoğunluklu olarak gelmeleri ve “yükselen tehlike”yi anlamak için gelişler, daha sonraki bir zaman dilimine denk gelir. Avrupa Türk’ü kendine rakip olarak görmesi, Türklerin batıya doğru seferler düzenleyip Anadolu topraklarını Türkleştirme hareketlerine kadar götürülür. Selçuklular XI. Yüzyılda başlattığı batı seferleri sayesinde Avrupa Türk’ü


tanımış ve zamanla kendilerine bir düşman geldiğinin, başlarının ağrıyacağını erken dönemde düşünmüşlerdir. Sadece düşünmeyip Anadolu da yapılan savaşlarda Türk’lerin hezimetine yardımcı olmak için bazen elçiler göndererek bazen de bir fiil askeri olarak yardımcı olmaya çalışmışlar. FANTASTİK DOĞU Haçlı seferleri düzenlerken dini argümanlarla kendi varlığını korumaya çalışan Avrupa, Papa nezdinde karşısına bir düşman oluşturmakta gecikmedi. “Barbar” sürüsünün gün gelip İtalya’yı alacağı tedirginliği batılı yazarlar tarafından dile getirilir bir gerçek olmuştur. Endülüs İspanyasının tecrübesi, yani batıya ayak basan bir Müslüman grubun varlığı Papa nezdinde bütün Avrupa’yı tedirgin etmektedir. Sıranın kendilerine geleceği korkusu Avrupa’nın kendi kimliğini oluşturmakta etkili olmuştur. Avrupa’da milli kimlik inşa edilirken kendi kimliklerini “öteki” üzerinden belirlemiş ve belirleme esnasında Avrupa “Türk”ü bir “öteki” olarak ortaya koymuştur. “Öteki” olarak “Türk İmgesinin” kurumsallaşması Avrupa’nın ezeli düşman olarak “Türk”leri seçtiği ve kendini onlar üzerinden hareketle inşa ettiğini görürüz. Burada klasik bir doğu-batı ikileminin üzerinde bir zihin yapısıyla “kendi” varlık alanlarını çizmeye çalışmışlardır. Oryantalizm Batı’nın Doğu’ya Hıristiyan inancını yaymak üzere bir misyoner faaliyet olarak başladığı macerası tarihsel süreçte Doğu’yu kendi zaviyelerinden bir yere “oturtma” olarak şekil değiştirmiştir. Oryantalist uygulamanın ilk yapısı ve düşüncesiyle, sonu arasında en azından yöntem ve sonuç farklılığından söz edilebilir. Batı kullandığı araçları kendine uygun hale dönüştürmede güçlü bir zihni yapıya sahip. Avrupa Türk gerçeğiyle karşılaşmasının akabinde erken denebilecek bir dönemde Doğu’yu “Egzotik fantezi imgeler deposu” olarak görülmeye başlar ve “Doğu İmgesi”ni oluşturulma sürecine girişir. Fanteziler iç siyaset için de uygun bir veridir. Bunun üzerinden bina edilen gerçeklikler, ilk algının insan zihninde oluşturduğu tersine dönüştürülemez etki, batıyı modern zamanlara kadar taşıdı. Doğu algısı batıyı kuran temel nedenlerden bir halini aldı. Güçlenen Osmanlı İmparatorluğunun batı için oluşturduğu tehdit, batılıların güç birliğine ve iç siyasetlerinde yapacaklarına bahane oluşturması için kullanışlı bir yapının kurulmasına ön ayak oldu. Yani batılı devlet erki iç siyasetlerinde yapacaklarına zemin teşkil eden düşmanın güçlü karakterinden faydalanarak, siyasetlerini kendilerine uygun bir şekilde tasarladılar. Dış politika hiçbir zaman iç politik gelişmelerden ayrı düşünülemez.

ORTAÇAĞ SONRASI BATI VE BÜYÜK DÜŞMAN Reform hareketlerinin, matbaanın icadıyla birlikte bütün Avrupa’ya yayılması hız kazanmış ve Avrupa’nın kendi “öz kimliğini” inşa etmesinde, kendini tanımlamada kullanmak üzere, “öteki kimlikler” batının varlığının kurucu unsuru halini almıştır. Matbaanın icadı “abartılı medya gücünün” başlangıcı olarak görülebilir. Medyanın desteği “doğu egzotiğini” belirleme ve yayma da itici güç olmuştur. Abartılı medya gücü günümüz dünyasında insanlara gösterilmesi gereken yolun hangisi olduğunu anlatmada en başat amildir. Batı hakkındaki yazılarda kullanılan bütünlükçü tavır batının anlaşılmasında zorluklarla karşılaşılmasına sebep oluyor. Bilinçaltı okumalarında temel bazı durumların farklılaşmayacağı doğrudur. Fakat bütün zamanlara yayılan bir durum değildir. Farklı zaman dilimlerinde farklı çehreler gözlemlemek mümkündür. Batılı düşünce adamlarının DoğuMüslüman-Türk hakkında düşünceleri tamamen aynı olduğu düşünülemez. Belki hepsi bu sorunun

Matbaanın icadı “abartılı medya gücünün” başlangıcı olarak görülebilir. Medyanın desteği “doğu egzotiğini” belirleme ve yayma da itici güç olmuştur. Abartılı medya gücü günümüz dünyasında insanlara gösterilmesi gereken yolun hangisi olduğunu anlatmada en başat amildir.

77


Ş ehir

düşüncesindeydi. Yaşadığı dönemde İstanbul’da bulunan Osmanlı Padişahının, döneminin Papa’sından daha dindar bir insan olduğunu söyler. Türklerin kendilerine Tanrı tarafından gönderilen bir ceza olduğu fikri, aynı zamanda Avrupa devletlerinin birbiriyle uğraşmasının bir günahıdır. Bilinçaltı “Türk”lerden korkmak gerektiği üzerine kurulmuş bir “Avrupa Aklı”ndan zamanla olayların getirdiği değişim, sınırlı insan çevresi tarafından da olsa farklı bir algı oluşumuna ön ayak oldu. İnebahtı deniz savaşı, batıda Türklerin gücünün kırılabileceğini, “Yenilmez Türk”ün yenilebileceğini gösterdi. Bu savaş batı için bir milattır. Uzun zamandır oluşturmaya çalıştıkları Avrupa fikrinin oluşumuna en büyük destek olarak görülebilecek bu olay, batının yüzyıllardır verdiği emeğin bir karşılığı olarak görülebilir. Batılılar kendi köklerini doğu karşıtlığını kurarak oluşturdu.

Yaşadığı çağı düzgün okumak heveslisi olan bilim adamları buna mütevazı(!) bir katkı sağlamak isterler. Batının korkularını dindirmek için bulduğu en güzel yöntem; teknik gelişmişliktir.

sayı//1// ocak 78

alt edilmesinden yana olabilir ama görüneni söylemekten çekinmeyen yazarlar, düşünce adamları ve siyasetçiler yok değil. Öteki olarak Türk imgesinin oluşumu Avrupa’da homojen bir yapı arz etmez. Ülkeden ülkeye büyük farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar zaman olarak da değişir. Her Avrupa ülkesi kendi kimliğini oluşturma devresine göre oluşan bu farklılıklar zamanın değişimine bizi götürür. Zamanla farklılıklar göstererek ilerleyen bir yüzü vardı. Bu da bizim değerlendirmelerimizi yaparken kullanacağımız araçların doğru seçilmesine ve tarihsel sürecin açıklanmasında kullanılanların iyi ayırt edilmesine götürür. Yapılacak toptancı değerlendirmeler olayları aydınlatmada en büyük engeldir. Tüm kaynakların sağlıklı değerlendirilmesi, kendimizi kabullerimizden, ön yargılarımızdan ne kadar sıyırdığımıza bağlıdır. Türklerin Avrupa içlerine ilerlemesinin bastırılamaması üzerine, Martin Luther “en iyi dünyevi düzenin” sahibi kabul ettiği Türklere karşı yapılacak en güzel şeyin Kutsal Ruha dua etmek olduğunu ve başka çarelerinin olmadığını düşünür. Luther, İslam’ın Avrupa içlerine kadar yayılmasının günahlarımızın bir sonucu olduğu

KORKUNUN ESERİ; TEKNOLOJİ Batılıların XI-XVIII. yüzyıllar arasında en büyük düşmanı “Türk”lerdi. Baş düşmanın alt edilmesi gerekmektedir. “Türk korkusu” batının her şeye hakim olması gerekliliğini bilinçaltına kazıdı. Bilim ve teknik geliştirilecekse bu noktayı nazar-ı dikkate alarak geliştirilip bir tahakküm aracı vasıtası olmalıydı. Bu konuda en can alıcı mevzu teknik ilerlemenin kendi varlığını düşman karşısında koruma gerekliliğiydi. Batı, problemin giderilmesinde kullanılacak her türlü yol ve yöntemlerin meşrulaştırılmasını zihin dünyasında oluşturdu. Bu karmaşık ama pragmatik yapının ne olduğunu göstermesi açısından bilim ve tekniğin gelişim süreci son derece önemlidir. Devletler yaşadığı olumsuzluklardan kendilerini kurtaracak düzenler ve araçlar geliştirme konusunda tarihten süzülüp gelen sorunların daha da katmerleşmemesi için bir an önce önlem almak ister. Yaşadığı çağı düzgün okumak heveslisi olan bilim adamları buna mütevazı(!) bir katkı sağlamak isterler. Batının korkularını dindirmek için bulduğu en güzel yöntem; teknik gelişmişliktir. İnsanlar ve teknolojiler birbirlerini karşılıklı olarak biçimlendirir. Varlıklarını tanımlamada kullanılan araçları ve nesneleri yapılandırırlar. Karşılıklı etkileşim zihinsel engellemeler ve sapmalar aynı sürecin parçalarıdır. Çelişki ve parçalanma olarak klasik yapının dönüştürülmesi, insana ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde büyük bir imkân sundu. Tabi bu imkan zamanla tüm dünyayı etkileyen imkansız hasarlara yol açtı.


ÖTEKİDEN KURTULMAK İÇİN TEKNOLOJİ Modern bilimin kökeni alet yapımı ve yaşamın kolay bir hale gelmesi, sanayi devrimiyle başlar. İnsanların ihtiyaçlarının giderilmesi onlara daha rahat bir hayatın sunulması belirli bir zihniyet dönüşümü anlamına gelir. Modern Avrupa tarihi buradan başladığı teknolojik gelişme süreci “haz”a dönüştürmeye kadar götürdü. “Öteki”den kurtulmak onu alaşağı etmek için başlatılan teknolojik gelişme, geliştiği toprakların insanın da içinde bulunduğu, bütün insanlık için bir sorunlar yumağı halini aldı. İhsan Fazlıoğlu, batının bilinçaltındaki muharrik gücün “korku” olduğunu söyler. Ve devamında; “Kültürlerine, edebiyatlarına, siyasetlerine, bilimlerine, teknolojilerine, hatta dillerine sinmiş olan bu “korku” Batılı insanın yıkıcılığının, yok ediciliğinin ana nedenidir, der. Çünkü sürekli korku kendine güvensizliği, kendine güvensizlik de başkasını yok-etmeyi, ötekine hayat hakkı tanımamayı zorunlu olarak getirir. Öyle olmasa yalnızca Arapları yok edecek genetik kodlu bomba yapmayı hangi hastalıklı akıl kurgulayabilir? Önümüzdeki yıllarda şöyle bir haber gazetelerden okunursa hiç şaşılmamalı: “Angloamerikan-yahudi bilim adamları yalnızca müslümanları öldürecek dinî kodlu bir bomba imali için araştırmalara başladılar”. Bir de buna özel bir kod ekleyebilirler: “İstanbullu olan Türk” kodu; kim bilir!”. Korku içine düşmüş bir zihnin yapacaklarında sınır yoktur. Kendi varlığının tehlikesine karşı tüm dünyayı karşısına almaktan çekinmez. Velev ki bu bir sonraki eşikte kendilerine zarar vermiş olsa da. Teknolojik gelişmeleri bugünün dünyasına bakarak değerlendirmek ve bunun üzerinden bir çıkarımda bulunmak hem yanıltıcı hem de yanlış bir bakışı sergileme olur ki, inşa etmeye çalışılan tarihi yanlış yönde değerlendirmemize yol açar. Tarihi birikimin eksiksiz tahlil edilememesi bugünkü dünyanın geldiği noktayı anlamada, devletlerin tarihsel süreçte birbirine yaptıklarının bugünkü siyasete yansımalarına net cevaplar üretemez. Bu da gelinen noktanın nereden kaynaklandığının bilinememesi yapılan siyasetin anlamsızlığına yol açar. Bilim, kültür ve edebiyat; ekonomik ve siyasal arka plan anlaşılmaması halinde güdük bir incelemeye tabi tutulabilir. Derinlemesine bir incelemede siyasal olanın bilinmesi doğruyu ortaya koymada olmazsa olmazdır. Bir örnek söylemeye çalıştığımız korkunun sebeplerini ve teknolojik gelişmenin asıl sebebini oluşturan durumun ne olduğunu açıklamaya yeter mi?

bakıp orada kraterler görür. Bu yeni teleskopu göstermek için İtalya’daki üniversite hocalarını davet eder. Gelin bakın teleskop vasıtasıyla gökyüzünde neler var. Üniversite hocaları bu davete gelmez. Gerekçe olarak o zaman teleskopu büyücüler kullanır. Ve hocalar biz burada “rasyonel bilim” öğretiyoruz ve biz “büyücü değiliz” derler. Galileo hocaları nasıl buraya getiririm diye düşünürken aklına güzel bir fikir gelir. Üniversite hocalarına tekrar gider ve gelin bu teleskopla sizlere “Osmanlı ordusunu gelmeden önce söyleyeceğim” der ve bunun üzerine üniversite hocaları bunun önemli bir gelişme olduğunu ve Galileo’nun teklifini kabul ederler ve Galileo’nun geliştirdiği teleskopu görmeye giderler. Bu örnekten hareketle Batı’da teknolojik-bilimsel gelişmenin yaslandığı ana merkezin düşmanın alt edilmesi üzerinden hareketle geliştiğini söylemek abartılı olmasa gerek!

İhsan Fazlıoğlu, batının bilinçaltındaki muharrik gücün “korku” olduğunu söyler. Ve devamında; “Kültürlerine, edebiyatlarına, siyasetlerine, bilimlerine, teknolojilerine, hatta dillerine sinmiş olan bu “korku” Batılı insanın yıkıcılığının, yok ediciliğinin ana nedenidir, der.

Galileo teleskop kullanarak gökyüzüne bakar. Ay’a 79


Ş ehir

TARİH DOKUNULMAK İSTER

Ercan YILMAZ

TARİHÇİ YAZAR DOÇ. DR. ALİ SATAN İLE TARİHİ YANILGILARIMIZLA BİRLİKTE TARİHİ FİLMLERDEKİ YENİLGİLERİMİZİ KONUŞTUK...

armara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Tarih Bölümü bünyesinde olarak görev yapan Doç.Dr. Ali Satan, 1990 yılında, aynı üniversitenin Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Yine Marmara Üniversitesi’nin Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimine başladı. İki yıl boyunca İngiltere’de, kütüphane ve arşiv çalışmalarında bulundu. 1994’te “Türk İnkılâbının İngiltere Basınına Yansımaları” konulu yüksek lisans tezini verdi. Aynı enstitüde doktorasına başladı ve 2001 yılında “Halifeliğin Kaldırılışı” teziyle doktor unvanını kazandı. Cumhuriyet tarihiyle ilgili bilimsel çalışmalarını ve yayınlarını sürdüren Yrd. Doç. Dr. Ali Satan, Halifeliğin Kaldırılması (Gökkubbe Yayınları, 2008) adlı kitabın yanı sıra, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Türk esirlerin anlatıldığı Bekle Beni Vatan ve Dünden Yarına Kıbrıs belgesellerinin de metin yazarlığını ve danışmanlığını; Ölüm ve Sürgün: Bir Göç Hikâyesi adlı belgeselin de danışmanlığını yaptı. 1920 ve 1921 İngiliz Raporlarında Türkiye ( Tarihçi Yay. 2011) ismiyle iki kitap hazırlayan Ali Satan, yazılı ve görsel medyada adından epeyce söz ettirdi. TRT Haber’de Tarih Dergisi isimli programın danışmanlığını da yapan Ali Satan, yeni dönem tarihçileri içinde adını en çok duyacağımız isimlerden biri... Türkiye’de tarihe her zaman ilgi duyulmuş fakat bu ilgi yakın zamana kadar yazılı ve görsel medyada karşılığını bulamamıştı. Değişen ne oldu ki medyada bir tarih furyası başladı? Türkiye’de gazete ve televizyonlar, tarihi çeşitli sebeplerden dolayı ihmal etti. Televizyonlar, tarihi programların izlenmeyeceğini düşündü. Uzun yıllar tarih, TRT’de dahil, medyada pek gündeme gelmedi. Çünkü tarihin çok fazla izlenmeyeceğini düşündüler. Fakat zamanla bu yaklaşımın doğru olmadığı anlaşıldı. Son zamanlarda çoğu kanalda tarih programı yapılır oldu ve bu programlar geniş kitlelerce takip edilmeye başlandı. Bu durumu olumlu görüyor musunuz? Türkiye’de tarihin konuşulmasını, tarih araştırmalarının gündeme gelmesini, bu konuda çalışanların ortaya çıkmasını hayırlı bir iş olarak görüyorum. Radyoların da bu konuda önemli katkıları olduğunu görüyorum. Radyolarda da çok canlı, çok dinamik tarih programları var. Her hafta gazetelerde tarih köşeleri oluştu. Hemen her gazetenin bir tarihçisi var. Dolayısıyla eski defterler, yeniden açılmaya başlandı. Tarihimizle ilgili pek çok konunun irdelenmesi güzel bir olay. Fikir jimnastiği bile olsa güzel...

sayı//1// ocak 80


Programlar açısından bir bolluk söz konusu ama tarihi film ve diziler için aynı durum geçerli değil. Bunu neye bağlıyorsunuz? Size göre Tarihi film ve dizi çekmenin zorlukları nelerdir? Türkiye şartlarında tarihi dizi ve film çekmek çok zordur. En başta mekân sorunu var. Hâlbuki bir televizyon ve prodüksiyon için tarihi mekânlar lazım. Mesela 16. Yüzyıl için bir sokak gösteremiyorsunuz. 19. Yüzyıldan kalma bir mekan bulabilirsiniz ama ötesi yok maalesef. Buna rağmen bir şeylerin yapılmaya çalışılmasını olumlu görüyorum. Tarihimizin zenginliğiyle övünüyoruz. Bu zenginliğin ne kadarını kullanabildik? Hangi olayları senaryolaştırabildik? Bir tarihi prodüksiyon için, yapım için mekan önemlidir ama daha da önemlisi senaryodur. Kabul etmek gerekir ki yeteri kadar senaryo üretemedik. Uzun yıllardan beri Türkiye’de kültür ve sinema sektörü, belli çevrelerin elinde kaldı ve bu durum belli bir zihniyetin ürünlerini ortaya çıkardı. Ama son zamanlarda bu durumun değişmeye başladığını da sevinerek görmekteyiz. Türkiye’de geniş kitlelerin beğenisine sunulan senaryolar ortaya çıkmaya başladı.Muhafazakar kesim; şimdiye kadar uzak durduğu senaryo, film yapımcılığı gibi alanlara yönelmeye başladı. Bu durum, daha düzgün, ayakları yere basan tarihi film ve dizilere ön ayak olmaya başladı. Yapılacak yeni projelerin önünü açtı. Tarihi çevreler ideolojik bakış açılarını değiştirebildiler mi? Muhakkak...1990 sonrasında soğuk savaşın bitmesiyle insanlar, ideolojilerin dar kalıplarından sıyrılmaya başladı ve tarihe daha yakından dokunabilme fırsatını yakaladı. Bu durum, tarihin gelişmesinde, tarihin yeniden ele alınmasında etkili olmaya başladı. Artık tarih, ideolojilerin besleme alanından çıkıp “olduğu gibi”anlatılmaya ve yorumlanmaya başlandı. Türkiye’de uzun yıllar -akademik çevrelerde buna dahil- tarih, ideolojik angajmanlara göre şekillendi, anlatıldı, aktarıldı. Bu tür yaklaşımlar artık sona ermeye başladı. Tarih sanatla buluştu. Bu durumun, tarihin geleceği açısından önemli gelişmeleri de beraberinde getireceğini ümit etmekteyim. Hollywood’un Türk Tarihi’ne “fransız” kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Hollywood, dünyanın hemen her medeniyetiyle ilgili çok sayıda film yapmıştır. Bunun tek istisnası Türk Tarihidir. Türk Tarihi, Hollywood’da karşılığını bulmamıştır. Bu Hollywood’un ideolojik ve siyasi duruşu ile izah edilebilir ama bizim de bu anlamda ciddi eksikliklerimizin olduğu gerçeğini gizleyemez. Acaba Türkiye’den

yılda kaç tane senaryo taslağı Hollywood’da ki büyük yapımcılara gitmiştir? Bunun hesabı yapılmalı. Ben orta vadede bu eksikliğimizi gidereceğimiz kanaatindeyim. Dünyayla aynı dili konuşan,genç ve yetenekli senaristlerimizin önemli prodüksiyonlara imza atacağını düşünüyorum. Bu alanda muazzam bir açık var ve açığı bir an evvel doldurmalıyız. Üniversiteler bu işin neresinde duruyor hocam? Üniversitelerin bu konuda çok üretici olması beklenemez. Üniversitelerin sınırları belli. Başka bir platformda işin halledilmesi lazım. Üzülerek ifade edeyim ki, üniversitelerde Tarih öğrencilerine sadece akademik yükleme yapıyoruz. Hâlbuki ileri yazma teknikleri, senaryo yazma teknikleri yahut tarih ve sinema, tarih ve televizyon gibi dersler konulsa öğrencilerimiz bu alanlarda da yetişse ne güzel olurdu değil mi? Medyaya da tarihçilerin girmesi lazım. Öğrencilerimiz, bu formasyonları da alabilmeli ki ufukları genişlesin ve daha güzel şeyler ortaya koyabilsin.

İrade ve sabırla hareket edersek başaramayacağımız hiçbir şey yok... Yeter ki o ufka tekrar sahip olalım... Gücümüzün ve inancımızın farkına varalım...

81


Ş ehir

geleceğin tarihçesine malzeme bırakmak açısından bunların üzerinde durmak ve bu sorumluluğu taşımak gerekir. Tarihi konularda eksiklik önce kendimizde başlıyor diyebilir miyiz? Aynen öyle... Bizde en zayıf olan şey aile tarihidir. Aile tarihini bilmeyiz. Okuyucular da bunu test edebilirler. Mesela dedemizin adını biliyoruz, dedemizin babasının adını bilen kaç kişi var diye sorduğunuz zaman bu sayı yarıya iner. Dedesinin dedesinin adını bilen kaç kişi dediğiniz zaman bu üçe, beşe düşer. Daha ileriye gitmez. Kendi bireysel tarihimiz hakkında, aile tarihimiz hakkında son derece az şey biliyoruz. Ve ailede yaşayan en yaşlı kişiyi “hep yaşayacakmış gibi” görüyoruz... Genel hatamız bu. Her şeyin kitabi olduğunu düşünüyoruz ve herşeyi yazılmış biçilmiş bitmiş gibi algılıyoruz. Hâlbuki tarih biten değil, devam eden bir şey. Ses kayıtlarının, hatıraların, anekdotların, bilgilerin, belgelenip kayıt altına alınması ve gelecek nesillere bırakılması lazım. Bunlar hard disklere kaydedilmeli, üstüne bunların deşifresi yapılmalı ve aile bireylerine dağıtılmalı ki “aile tarihi “herkesin ortak bilgisi haline gelsin.

Tarihi arşiv ve kütüphaneden biraz çıkartıp daha görsel bir mecraya mı kaydırmalıyız? Kütüphaneleri kesinlikle ihmal edemeyiz, kütüphanelerden çıkalım demiyorum. Kütüphaneler önemli... Kütüphanelere hak ettikleri önemi de vermemiz gerekir. Beslenme kaynağımız bunlar çünkü. Bu beslenmeyi yaptıktan sonra, bu bilgileri sadece kitap yazmak, sadece tez yazmak, sadece ders anlatmak olarak görmeyelim bunun ötesine geçip bu bilgilerden bir televizyon programı, radyo programı, televizyon filmi, sinema filmi ve kısa metrajlı filmler, uzun metrajlı filmler yapalım. Ayrıca tarihi araştırmalar yaparken tarihe malzeme bırakmak gibi de bir sorumluluğumuz var. Bunun üzerinde fazla durmuyoruz. Tarihe malzeme bırakmamamız gerekiyor. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, hatıra tutmuyoruz. Bugünün hayatı ; televizyona, teknolojiye rağmen yarına geçmeyecek. Farkında değiliz ama yaşayıp geçiyoruz hayatı... Birileri kaydediyor diye ümit ediyoruz. Ama biz kaydetmiyoruz. Tarih formasyonu almış kişiler dahi bunun bilincinde değil. Tarihe not bırakmak, sayı//1// ocak 82

Peki, Batı bu işleri nasıl başarmış? Batı’nın tarihle olan ilişkisinin daha sahici olduğunu söylemek mümkün. Bize göre, nasıl diğer konularda daha gelişmiş metotlar kullanılıyorlarsa tarihte de böyle bir durum söz konusu. Bir kere tarih çok fazla önemseniyor. Avrupa’da “korumacılık” düşüncesi var. Şehirler korunmuş, tarihi doku korunmuş ve insanları bu bilinçle hareket ediyor.Filmlerinde de sık sık görürüz: Çatı katında eski sandıklar vardır ve o sandıklarda bütün ailenin tarihi vardır. Diğer önemli bir noktada Avrupa nüfusunun artık yerleşik bir yapıya kavuşmuş olmasıdır.Biz de ise durum tam tersidir. Türkiye’nin yüzyıl içerisindeki nüfus sirkülâsyonunu düşündüğünüz zaman hiçbirimizin, büyükbabamızın evinde oturma şansı kalmamıştır. Dolayısıyla biz bu göçlerle beraber aslında önemli oranda belleğimizi de yitiriyoruz. Hem koruma bilincimizin zayıflığı hem de bu şartların getirmiş olduğu hareketlilik ile biz kendi tarihimizle alakalı şeyleri koruyamıyoruz, saklayamıyoruz. Öte yandan Avrupa televizyonları belgesel işini de bizden çok önce keşfettiler ve bunu çok profesyonel olarak yapıyorlar. Çok önemli, çok ciddi belgesel ve filmler yapıyorlar. Film sanayinin orada olması, televizyon ve sinema üzerinden bir tarih inşasını da mümkün hale getiriyor. Mesela Amerikalı gençler, Vietnam Savaşı’nı kendilerinin kazandığını düşünüyor. Çünkü Vietnam’da Amerika’nın kazandığını anlatan bir sürü film


var... Ayrıca müze meselesinde de Avrupa çok ileri durumda. Mesela Londra’da Brıtısh Museum’da: “Lütfen tarihi paralara dokunun” diye bir uyarı gördüm . Müze Görevlisi, öğrencilerin paralara dokunmasını istiyor. Böylelikle o çocuklar, “tarihe dokunduruyorlar” ve ondan sonra onu anlatıyorlar.Genellikle bizdeki uyarılar “dokunmayın” şeklindedir. “Camekâna dokunmayın”, “eşyalara dokunmayın” gibi ... Bu çok temel bir farklılık. Biz, tarihimize kimseyi dokundurmayız derken, Batı’da işler daha farklı mecralarda ilerliyor... Peki imkânlar olgunlaştığı takdirde bu alanda tarih; çalışanlara, yapımcılara, senaristlere hangi hazır malzemeyi sunuyor? Mesela sizin önerdiğiniz yakın planda yapılabilecek tarihi filmler, belgeseller bakir alanlar neler? Yapıldığında da sinematik olarak ses getirecek... O konuda çok şey söylenebilir ama ben şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki iyi bir senarist, iyi bir yapımcı ve yönetmen iyi bir sinema diliyle hangi konuyu ele alırsa alsın son derece başarılı işler ortaya çıkar. Bu işi ele alacak olanların profesyonelliği ile ilişkili bir şey bu. Peki hocam şu ana kadar yapılan tarihle ilgili programlar ve dizilerle ilgili yorumunuz nedir? Ben genel olarak tarih programlarının faydalı olduğunu düşünüyorum. Bir takım duyarlılıkların, bir takım farkındalıkların oluşmasına yardım ettiği kanaatindeyim. Gündeme gelmedik pek çok konunun bu vesile ile gündeme geldiğini, konuşulmaya başlandığını görüyorum... Bunlar memnuniyet verici. Onun dışında şu anda birkaç tane tarih dizisi var. En meşhuru Muhteşem Yüzyıl. Bu dizide beklentilerle yapılan arasında bir uyumsuzluk söz konusu. Biz “Muhteşem Yüzyıl” deyince Muhteşem Süleyman’ın kendi yüzyılında yapıp ettiklerini görmek istiyoruz. Büyük devlet adamlığını, kanun yapıcılığını, adaletini görmek istiyoruz. Hâlbuki filmin formatı buna uygun değil, bir aşk filmi. Dolayısıyla aşk hayatı ön planda. Bu insanları tabi ki rahatsız ediyor. Biz Muhteşem Süleyman’ın kırk altı sene dünyaya nasıl nizam verdiğini görmek istiyoruz ama film, Harem’de geçiyor. Bu da diziyi basitleştiriyor. Savaş sahnesi yok mesela... Tüm Türk filmlerinde en sorunlu işlerden birisi de budur. Ciddi bir savaş sahnesi çekememek. Bu teknik sorunlar Muhteşem Yüzyılda da var. Dolayısıyla çekimi daha kolay olan iç çekimlere ağırlık verilmiş ve film Harem’de gerçekleşiyor. İki tane, üç tane sahne var oralarda devam ediyor. Bu da konuyu sığlaştırıyor.

söylemiştim. İçki içen bir Kanuni, problemli bir dil, kılık kıyafetin başka düşünceler nedeniyle saptırılması gibi konular, bu yorumu yapmamda etkili oldu. Dolayısıyla bu dizi, halktan yoğun eleştiriler aldı. Dizinin yapımcıları, bu eleştirileri “her şeyi tarihten öğrenemiyoruz, bir takım şeyleri de kurmaca yapıyoruz” diyerek savuşturmaya çalıştı. Saray entrikalarıyla dönen bir film formatında. Bununda reytingle ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü entrika her zaman reyting alıyor. Bunlara karşı sizin öneriniz nedir? Eksikliklerimizin üstüne gitmemiz lazım.Mesela ciddi bir savaş filmi çekebilmeliyiz. Dünyayı dize getiren ecdadımızın yaptığı bir sürü harbin bir filmini yapamıyorsak bu bizim ayıbımız. Beş yüz sene önce İstanbul alınmış, bunu gerçekleştirmişiz ama filmini yapamıyoruz. Böyle şey olur mu? Bunları yapmamız lazım. İstanbul’un fethi önemli, Viyana’nın kuşatılması önemli, Mısır’ın alınması önemli, Barbaros’un Akdeniz Savaşları önemli... O kadar çok önemli mevzuu var ki saymakla bitiremeyiz... Biz, film sanayisinde çok da gecikmiş sayılmayız. Sinema, Osmanlı’ya geliyor ama devam etmiyor. Mesela, metroda da öyledir. İstanbul metrosu, Dünyanın ikinci metrosudur. 1913’de ihalesi bile yapılmışken harp dolayısıyla yarım kalmış ve yürütülememiştir. Daha başka misaller de var... İrade ve sabırla hareket edersek başaramayacağımız hiçbir şey yok... Yeter ki o ufka tekrar sahip olalım... Gücümüzün ve inancımızın farkına varalım...

Oryantalist bir bakış açısı yok mu bu dizide? Daha filmin fragmanları oynarken dizinin oryantalist bir bakış açısıyla ortaya konulduğunu 83


Ş ehir

VEFATININ YÜZÜNCÜ YILINDA

İSMAİL BEY GASPIRALI

1851 YILINDA KIRIM BAHÇESARAY’A YAKIN AVCIKÖY’DE DÜNYAYA GELEN iSMAiL BEY GASPIRALI, CENUBÎ KIRIM’DA YALTA iLE ALUPKA ARASINDAKI GASPIRA KÖYÜNDEN MUSTAFA AĞA’NIN OĞLUDUR, BU KÖYE NiSPETLE KENDiSiNE GASPIRALI DENMiŞTiR.

Samet SURURî

ustafa Ağa Odesada okumuş, Kafkasya genel Valisi Kinaz’ın yanında tercümanlık yapmış, emekli olduktan sonra Kırım asilzadelerinden İlyas Mirza Kaytazof’un kızı ile evlenmiş, bir süre sonra ailesi ile birlikte Bahçesaray’a yerleşmiştir. İsmail Bey; babasının tahsil görmüş olması ve o dönemin yöneticilerinin yanında görev yapması, annesinin Kırım asilzadelerinden Mirza soyundan gelmesi nedeni ile, küçük yaşta aile içindeki eğitimin kendisine çok şey kazandırdığını söyleyebiliriz. İlköğrenimini Bahçesaray’da gören İsmail Bey, 10 yaşında Akmescit Lisesinde okumaya başladı. İki yıl burada okuduktan sonra Varonej’deki Askeri okula girdi, Varonej’den Moskova Askeri Lisesine geçiş yaptı. Moskova’daki askeri okulda diğer Türk ülkelerinden gelen Türk öğrencilerle çabuk kaynaştı. O yıllarda Rusya’da hüküm süren Panislavist akımın İsmail Bey üzerinde yaptığı karşı tepki, onun Moskova’da bulunan Panislamist yazarlarla beraber olmasına yol açmıştır. İsmail Bey o yıllarda Rusya’daki Müslümanları ve Türklerin tarihten gelen seyri ile kaderini düşünmeye başlar. Askeri okulda okurken 1867 yılı tatil aylarında birkaç arkadaşı ile beraber Dersaadet’e gitmek ve Girit savaşına katılmak ister. Bu ideali uğruna bir arkadaşı ile beraber bir kayıkla 45 gün kürek çekerek Don nehrini geçerek Odesa’ya gelirler. Pasaportları olmadığı ve maksatları anlaşıldığı için Ruslar tarafından yakalanıp Bahçesaray’a gönderilirler. İsmail Bey için artık askeri okul hayatı bitmiştir. ORTAK BİR YAZI DİLİNE DOĞRU İyi bir eğitim almış olması genç yaşta Bahçesaray’da Mengli Giray Han’ın kurduğu Zincirli Medrese’de çok sevdiği muallimlik mesleğine başlamasına vesile oldu. 17 yaşında Zincirli Medrese’de Rusça muallimliğine başlayan İsmail Bey, 1869 yılında Yalta’ya bağlı Dereköyde muallimliğe başladı, idealindeki eğitim sisteminin ilk uygulamalarını burada denedi, Rusça dersleri yanında yeni usulle Türkçe dersleri vermeye başladı. Genç yaşta yaşadığı coğrafyada eğitim gördüğü farklı okullardan edindiği bilgi ve tecrübeler onda eğitim sisteminde yenilik idealinin doğmasına neden olmuş, bulduğu imkânı bu konuda kullanmak istemiştir. Hedefi, öncelikle Rusya’daki Müslüman Türkler, daha sonra dünyada yaşayan Türkler arasında İstanbul Türkçesine dayanan sade bir ortak yazı dili kurmak ve Türkler arasındaki birlik ruhunu tesis etmekti.

sayı//1// ocak 84


1871 yılında, 20 yaşında iken bilgi ve görgüsünü artırmak ve Fransızcasını ilerletmek için İstanbul, Viyana, Münih üzerinden Paris’e gider. Fransa yıllarında lisan eğitimi yanında Rus yazar Turgeniyef’in sekreterliğini yapar. Fransa, o yıllarda Avrupa’da milliyetçi akımların hüküm sürdüğü ve devrin okur yazar kişilerinin fikir münazaraları hatta kavgalar yaptığı bir ülke idi. AHMET MİTHAT EFENDİ İLE TANIŞMA 1874 yılı sonlarında İstanbul’da Ceride-i askeriyede tercüman mütercim olarak çalışan amcası Halil Efendi’nin yanında bir süre kaldı, Bahriyeli olmak istemesine rağmen askeriyeye kabul edilmedi. İstanbul’da Ahmet Mithat Efendi ile tanışması onun hayatının dönüm noktalarından biri olmuştur. Ahmet Mithat Efendi’den çok etkilenmiş, gazetecilik ve yazarlık aşkı daha da artmıştır. Kaderin bu iki insanı Dersaadet’te bir araya getirmesi Türk Müslüman dünyasının iki tarafında aynı uğurda çalışan iki ziyalı insanın çalışmalarının bugün dahi gündemdeki hususiyetlerini koruduklarını görmekteyiz. İstanbul’da ve Kırım’da aynı isimle Tercüman gazetesi çıkarmaları ve bu gazetelerin neredeyse aynı sürelerde 34-40 yıl gibi sürelerle yayınlanmaları önemli bir benzerliktir. İsmail Bey İstanbul’da Namık Kemal ile, Şemseddin Sami ile, Mehmet Emin ile, Muallim Naci ile, Necip Asım ile de tanışmış onlarla fikir alış verişlerinde bulunmuşlar bu fikir münazaraları ile birbirlerini etkilemişlerdir. GENÇ MOLLA İŞ BAŞINDA Bir yıl sonra Kırım’a döndü. Toplumun nabzını tutmak için sosyal aktivitelerde yer aldı, toplumun her kesiminden kişilerle ilişkilerde bulundu. Köylülerle birlikte oldu, ulema sınıfı ile beraber oldu, Fakirlerle de zenginlerle de biraraya gelerek halkın nabzını tuttu, bunun neticesinde 1878 yılında Bahçesaray Belediye Reisi seçildi ve dört yıl bu görevini devam ettirdi. Tercüman gazetesini çıkarmakla ilgili Rus yönetimine karşı ilk girişimi 1879 dur. Bu tarihte ve daha sonra müteaddit defalar yaptığı müracaatlar sonuçsuz kalmıştı. Akmescit’te yayınlanan Tavrida gazetesinde Genç Molla müstear ismi ile yazıları yayınlanıyordu. Tavrida‘da yayınlanan bu yazılar “Rusya Müslümanlığı” adı ile 1881 yılında kitaplaştı. 10 Nisan 1883 tarihi İsmail Bey’in hayatında yeni bir dönüm noktasıdır. Rus yetkililer nihayet İsmail Bey’in, ilk sayfaları Kiril alfabesi ile olması şartı ile Tercüman gazetesini yayınlamasına izin vermiştir. 10 Nisan 1883 tarihinde yayın hayatına başlayan

Tercüman Gazetesi 34 yıl boyunca Türkçe’nin konuşulduğu her yerde büyük alaka görmüş, bir iletişim vasıtası olarak dolaşmış, fikir ve haber paylaşımına vesile olmuştur. Gazete çıkarmanın maddi ve manevi tarafı vardır, gazetenin haber ve bilgi yönünden İsmail Bey açısından sorun yoktur. Maddi kaynak ise bir yıl önce kaçırarak evlendiği ikinci eşi Zühre hanımın bohçasında getirdiği altın, elmas takılarını çok sevdiği eşi İsmail Bey’e bu uğurda harcaması için vermesiyle sağlanmıştır. Babasının vermediği ve kaçırarak evlendiği Zühre hanım, kültürlü bilgili ve zeki bir insandı, yaşadığı sürece İsmail Bey’in en büyük destekçisi olmuştur. 1903 yılında akciğer hastalığı nedeni ile vefat etmiş, Zincirli Medrese yakınında Mengli Giray Han Türbesi yanına defnedilmiştir.

Genç yaşta yaşadığı coğrafyada eğitim gördüğü farklı okullardan edindiği bilgi ve tecrübeler onda eğitim sisteminde yenilik idealinin doğmasına neden olmuş, bulduğu imkânı bu konuda kullanmak istemiştir. Hedefi, öncelikle Rusya’daki Müslüman Türkler, daha sonra dünyada yaşayan Türkler arasında İstanbul Türkçesine dayanan sade bir ortak yazı dili kurmak ve Türkler arasındaki birlik ruhunu tesis etmekti.

DİLDE BİRLİK FİKİRDE BİRLİK İŞTE BİRLİK Tercüman matbaasının kurulmasında da çok sıkıntılar çekmiş, o yılların imkânları ile Bahçesaray gibi bir yerde iki alfabe ile baskı yapan makinalara sahip olmak ve bunları çalıştırmak kolay bir iş değildir. Matbaada gazete ve bazı kitapların yayınlanması dışında dönemin yönetim ve özel sektörünün ihtiyacı metaların basımı ile de girişimciliğini göstermiştir. 85


Ş ehir

Sibirya’da olduğu gibi, Tebriz’de ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur.” İsmail Bey’in dil ve eğitim konularındaki çalışmaları, 1906 yılında toplanan üçüncü bütün Rusya Müslümanları Kongresi’nde mutlu bir sonuca ulaştı. Bu kongre ile Rusya’daki bütün Müslüman okullarında Usul-i Cedid sisteminin uygulanması kabul edilmiş, bu okullara kız ve erkek öğrencilerin devam mecburiyeti kararı alınmıştır. ÂLEM-İ NİSVAN ÇIKIYOR Kızların eğitimine, kadınların bilgi sahibi olmasına çok önem veriyordu. Tercüman Gazetesinin ilavesi olarak kadınlar için 1906 yılında Âlem-i Nisvan dergisini çıkarmaya başladı, derginin başına da çok iyi eğitim gören kızı Şefika Gaspıralı’yı baş muharrir olarak tayin etti.

Bahçesaray Zincirli Medrese haziresinde Gaspıralının mezarı

Tercüman Gazetesi ile birlikte yürüttüğü eğitim seferberliği neticesinde kendi ifadesi ile kullandığı dil, “Dersaadet’in hamal ve kayıkçılarına, Çin sahilinde bulunan Türk Devecilerine ve çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan’da, Sibirya’da olduğu gibi, Tebriz’de ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur.”

Uzun seneler üzerinde çalıştığı “Dilde birlik, fikirde birlik, işte birlik” tarihî cümlesi, Tercüman gazetesinin 1905 tarihli sayılarında başlık altı sloganı olarak yer aldı. Dil Birliği ve Eğitimde Yenilik hareketi Usul-i Cedid sisteminin uygulandığı Milli Mektepler’in ilkini 1884 yılında Bahçesaray Kaytaz Ağa mahallesinde açtı. Bu gelişme Türk dünyasındaki yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etmiştir. 1895 yılında Milli Mekteplerin sayısı 100 ü geçmişti. İsmail Bey Gaspıralı’nın vefat ettiği 1914 yılında bu sayı 5000 olmuştu. İsmail Bey Usul-i Cedit okulları için hayatı boyunca çok büyük fedakârlıklarda bulunmuştur, Kırım’da Kazan’da Türkistan’da Kaşgar’da ve dahi Hindistan’da bulunmuş ve çalışmalar yapmıştır. Bu okulların masraflarını, ders araçlarını ve ders kitaplarını bizzat kendi imkânları veya çevresindeki zenginlerin imkânlarını seferber etmek sureti ile sağlamıştır. Sadece bu çalışmalar bile üzerinde çokça durulması ve incelenmesi gereken bir sosyolojik hadisedir. Tercüman Gazetesi ile birlikte yürüttüğü eğitim seferberliği neticesinde kendi ifadesi ile kullandığı dil, “Dersaadet’in hamal ve kayıkçılarına, Çin sahilinde bulunan Türk Devecilerine ve çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan’da,

sayı//1// ocak 86

İsmail Bey, Bütün Kırım ve Bütün Rusya Müslümanları kongrelerinden sonra, ‘Dünya Müslümanları Kongresi’nin yapılması için çok büyük gayret göstermiştir. Bu teşebbüsteki gayreti onun hayatında gerçekleştirdiği zirve hadiselerden biridir. Dünya Müslümanları Kongresi’nin birçok önemli nedenle Kahire’de yapılmasını uygun görmüştür. Bunun için Kahire’ye giderek böyle bir kongrenin siyasi mahiyette olmadığını İngiliz ve Rus yetkililerle görüşüp anlatmaya çalışmıştır. 1 Kasım 1907 tarihinde Kahire’de Continental otelde bir toplantı yaparak ilgililere, gazetecilere, diplomatlara, yazarlara yaklaşık 500-600 kişiyi toplayarak uzun bir konuşma yapmış ve maksadını anlatmıştır. Bu konuşmada Müslüman milletlerin geri kalmışlığının sebeplerinin tartışılmasını, çareler aranmasını talep etmiştir. Ekim 1907 ile Şubat 1908 arasında bu konu ile ilgili 3 kez Kahire’ye gitmiştir, Dünya Müslümanları Kongresi gayretleri maalesef o günün İngiliz ve Rus yetkililerince engellenmiş, ertelenmiş ve iptal edilmiştir. 1908 yılında İstanbul’a gelmiş, Şehzadebaşı semtindeki Fevziye kıraathanesinde takdimini Ahmet Mithat Efendi’nin yaptığı konuşmada kendisine Bahtiyar Gaspıralı denmesinden hoşlandığını ifade ederek, hayatı boyunca yaptığı çalışmalarının meyvelerini gördüğünü ve bunun için Bahtiyar olduğunu ifade etmiştir. İsmail Bey Gaspıralı 63 yıllık hayatını çok aktif bir şekilde yaşamıştır. 20 Mart 1851 Bahçesaray Avcıköy’de dünyaya gelen İsmail Bey Gaspıralı, 24 Eylül 1914’ te Bahçesarayda vefat etmiştir. Cenazesine yaklaşık altı bin kişi katılmış, Zincirli Medrese yakınındaki Hacı Giray Han Türbesi yakınında eşi Zühre hanımın yanına defnedilmiştir.


Artık F arketm ez Basra harâb

ol Gelsen de fark du nazlı sevd iğ e Vîrân oldu gi tmez, gelemes im, tt en Gelsen de fark i gönül bağla de… rı etmez, gelemes , en de… Mor m en Gonca evşe boyun b gü ü Lâle, sü ller, gözyaşın ktü, gülmüyo r, mbül n ı silmiy Gelsen e de fark olduğun bilm or, etmez, gelemes iyor, en de… Şaşırdı mevsim Güneş ler şim ca d Bir tür nsız, kışın yo i zamanı, ktur am lu dağl a Gelsen de fark rın kalkmaz anı, d etmez, gelemes umanı, en de… Dağlar d Kervan üğüm düğüm l Boş ver ar menzile ul , yol aşmaz o ldu, aş d Gelsen i Seferî, hiç ş maz oldu, de fark a etmez, şmaz oldu, gelemes en de… Musta fa Neja t Seferc ioğlu, 2 013

87


Ş ehir

ŞEHİRLERİN ANASI:

MEKKE

MEKKE, BATINÎ GÜZELLiKLERi GÖRÜLSÜN DiYE CiSMANi GÜZELLiKLERiNi SOYUNMUŞ BiR ŞEHiRDiR. MEKKE, KÂBE’NiN GÜZELLiĞi AYAN BEYAN ORTAYA KOYMAK iÇiN KENDi GÜZELLIĞiNDEN FERAGAT ETMiŞ BiR ŞEHiRDiR. Mustafa OĞUZ

ekke, bir ibadet şehridir. Mekke, geniş zamanlarda ibadet merkezli yaşama şehridir. Orada zaman, ibadete odaklıdır. Orada zaman, namaza göre ayarlanır. Dünyalık işler namaz ve tavaftan, yani ibadetten, arta kalan zamanda yapılır. İş arasında ibadet değil, ibadet arasında iş yapılır. İbadet şehri Mekke, oraya kadar gelen insanlara ibadet merkezli yaşamayı öğretir. Dünyanın dört bir tarafından insanlar bunu yaşayarak öğrenmek ve ibadet etmek için Mekke’ye gelir. Dünyanın ilk ibadethanesi olan Kâbe, şehirlerin anası olan Mekke’dedir. İnsanlar bu şehre gelip ibadet edebilmek için paralarından hatta gerektiğinde canlarından vazgeçebilmektedir. Mekke’de yapılan ibadet, hac ibadeti, insanı hacı yapar. Bu şehirde yapılan ibadetler, namaz, tavaf, vakfe, şeytan taşlama vb. insanı arındırır, beşeriyet noktasından melekiyete götürür. Mekke, farklı bir şehirdir. Bu farklardan en başta geleni de ibadet şehri olmasıdır. Mekke cennet gibi güzel bir yer değildir ama cennet kokulu bir şehirdir. Çevresindeki çıplak ve sivri tepeler; volkanik granit, mat kayalarla kaplıdır. Dağ ve tepelerinde toprak yok denecek kadar azdır. Bu yüzden yeşillikler yoktur. Dar bir vadiye sıkışmıştır. Mekke, batinî güzellikleri görülsün diye cismani güzelliklerini soyunmuş bir şehirdir. Mekke, Kâbe’nin güzelliği ayan beyan ortaya koymak için kendi güzelliğinden feragat etmiş bir şehirdir. O, güzelliğini kalbi ve ruhu güzel olanlara gösteren şehirlerin anasıdır. Ondaki güzellik cennetten gelmedir. Ondaki güzel koku, cennet kokusundan gelmektedir. Ondaki ruhani atmosfer, cennetten gelmektedir. İşte Mekke, bütün bu güzellikleri görelim diye gözümüzü çevreye kaydırmadan Kâbe’ye odaklamaktadır. Asıl güzellik, dağlarda, bağlarda, altından ırmaklar akan bahçelerde değil güzelliğini cennetten alan Kâbe’dedir. Bu özelliğiyle Mekke, her şehrin kendince bir ruhu olacağına da işaret etmektedir. Mekke ara yollardan gelenlerin uçuşa geçtiği bir hava yolu gibidir. Mekke, insanlığın kurduğu ilk şehirdir. Yeri Allah tarafından belirlenen bu şehir, bir kurbiyet makamıdır. Arzdan sidretü’lmünteheya açılan koridor buradadır. Ara yollardan dünyanın değişik yerlerinden gelenler bu koridordan adeta uçuşa geçer. Başka yollarda aylarca hatta yıllarca çaba gösterilerek alınan mesafe burada kısa sürede alınır. Mekke, bu yolu kullanmak isteyenleri Kâbe’ye kabul eder, onlara kanat takar, uçurur. Pervane misali dönenler uçuşa geçer, kurbiyet noktasında uçarak yol alır. Beytin sahibine yaklaşır.

sayı//1// ocak 88


ARINMAMIŞLARIN UNUTTUĞU ŞEHİR Mekke, dünyalık bir şehir değildir ama dünyanın merkezi, arzın kalbidir. İnsanı dünyalıklarından arındırır. Sadece dünyalıklarından arınan, arınabilen insanları kabul eder. Kefene benzer iki parça ihram bezine sarınan insanları kabul eder. Arınmayanların ise aklına bile gelmez orası. Dünyanın kalbi Mekke’de atmaktadır. Dünyayı yaşatan gücün dünyalıklar olmadığını, dünyanın ruhaniyatı ile soluk alıp verdiğini her an bütün insanlığa hatırlatan bir şehirdir Mekke. Bunu göstermek için her an dünyanın dört bir yanından misafirlerini davet etmektedir kalbine. Mekke vuslat mekânıdır, özlem şehridir. Dünyanın en çok özlenen şehirlerinden biri hatta birincisidir. Yakıcı bir özlem ateşi yakar durur Mekke âşıklarının kalbini. Kimilerince bir ömür boyu özlenir ama vuslat gerçekleşmez. Kimileri ise vakti gelir sevdiğine kavuşur. Sevdiğine kavuşan bir çocuğun tatlı heyecanı ve kalp çarpıntısı ile kavuşur Mekke’ye. Tekbirlerle, telbiyelerle yürür sevdiğine. Kavuşmanın ilk ânında edilen dua makbuldür. Sonra aşık, sevdiğine sarılırcasına kucaklar Kâbe’yi. Kimi Mültezem’de, kimi Hicr’de, kimi Rükn-i Yemani’de sarılır sevdiğine. Vuslat hep gözyaşı ile olur. Bendini aşan suyun taşması gibi boşanır gözyaşı. Tatlıdır, arındırıcıdır, yakıcıdır, yücelticidir. Kimse kimseye niye ağlıyorsun diye sormaz, herkes bilir o gözyaşlarının niye döküldüğünü. Aşık, kavuşmasına secdede şükreder, tavafta şükreder, zemzem içerken şükreder, namazda şükreder, sevdiğini seyrederken şükreder. Hep şükreder. Vuslat makamına ulaşan, şükür makamındadır aynı zamanda. Dilinden eksik olmaz şükür. Çünkü bu saadeti yaşamak için çok beklemiştir. İçinde özlemi büyütmüştür. Mekke, dünyanın en çok özlenen, kavuşulduğunda da en çok şükredilen şehridir. Mekke 4 veya 5 yıldızlı bir otel vs. değil, çok yıldızlı bir saraydır. Orada konukları ağırlayan ev sahibi Allah’tır. Orada yalınlık vardır, gül kokulu soğuk mermerler vardır; siyah, beyaz, sarı ırktan gelen kardeşler vardır. Nezaket, saygı, hoşgörü, din kardeşliği vardır. Açık büfede ikram edilen zemzem vardır. Oturup Kâbe’yi izleyene, tavaf edene, namaz kılana hatta uyuyana sevap vardır. O sarayın konukları koruma altındadır. O sarayın konuklarına sağanak sağanak yağan Rabbin rahmet yağmurunda ıslanmak vardır, el açıp isteyene icabet vardır. O sarayda bedeni arındırma, kalbi temizleme, yüze nur yükleme vardır. Orası masumiyet alanıdır. İnsan orada masumlaşır, iç ve dış kirlerinden arınır. Arınma suyu gözyaşıdır. Arınma ilacı zemzemdir. İnsan hiçbir misafirlikte

oradaki misafirliği kadar mutlu olmaz. İnsan hiçbir misafirlikte oradaki kadar rahat edemez. MEKKE KUR’AN ŞEHRİDİR Mekke, Kur’an şehridir. Allah’ın insanlara indirdiği son kitap olan Kur’an, Mekke’de, Hira mağarasında inmeye başlamıştır. Mekke bu yönüyle de özeldir. Kur’an’la şereflenen özel şehirdir, Allah’ın haremi olan şehirdir. Kur’an’ın yaşanmaya başlandığı şehirdir. Kâbe’den yükselen Kur’an nağmelerinin yankılandığı şehirdir. Mekke Kur’an’dan yayılan yalın hakikattir. Mekke, Hz. İbrahim’in çağrısına cevap veren dünyalıların buluşma yeridir. Dünyanın bütün dilleri orada cennet dili Arapça’da buluşur. Ruhunu, kalbini, kulaklarını Arapçanın belagati ile yıkar. Kura’anın belagati ile yıkar. Temeli cennette atılan bir şehir olan Mekke, insanların dünyada buluştuğu gibi cennette de buluşacağını gösterir. O büyük buluşmanın küçük örneklerini sergiler. O büyük buluşmanın güzelliklerine işaret eder.

Mekke, dünyalık bir şehir değildir ama dünyanın merkezi, arzın kalbidir. İnsanı dünyalıklarından arındırır. Sadece dünyalıklarından arınan, arınabilen insanları kabul eder. Kefene benzer iki parça ihram bezine sarınan insanları kabul eder. Arınmayanların ise aklına bile gelmez orası.

Mekke, Arafat’tır. Arafat ise vakfedir. Vakfe, Allah’ın huzuruna çıkmak, o huzurda yanmak,

89


Ş ehir

Mekke’nin kalbi Kâbe’de kılınan bir namazda yüz bin namaz sevabı vardır. Bu bereket ile bire yüz bin sevap veren Rabbin sonsuz rahmetine işaret vardır. Mekke duaların kabul edilme şehridir. Duaların da bereketlendiği şehirdir. Kâbe’de, Arafat’ta, Mina ve Müzdelife’de ümmet için yalvaranlar dualarını bereketlendirir. Orada dualara amin diyen milyonlar vardır. Mekke, Allah’ın beytini ziyarete gelenlere özel bir içecek olan zemzemi ikram edildiği şehirdir. Allah, Mekke’ye gelen kullarını batini bir içecek olan zemzemi ikram eder. Say’da çalışan, tavafta yorulan kul, zemzem ile ödüllendirilir. Dinimiz bir şeyi fazla tüketmeyi israf olarak görürken zemzem içmeyi teşvik etmektedir. Mü’min ile münafık arasındaki fark zemzemi çok içmektir. Dolayısıyla Mekke, mü’min ile munafığı birbirinden ayıran bir şehirdir.

Mekke, Allah’ın evini de içine aldığı için kalbimin şehridir. Allah’ın beni orada kabul edip misafiri olarak ağırlamayı nasip ettiği için kalbimin şehridir. Yakıcı güneşin altında daha yakıcı olan gözyaşı ile yüzümü yıkamayı nasip ettiği için kalbimin şehridir. Allah’ın haram bölgesi olduğu için kalbimin şehridir.

pişmek ve olmaktır. Mekke, kulun Allah’ın huzuruna çıktığı, orada yanıp piştiği ve olduğu, olgunlaştığı şehirdir. Aşk insanı Mevlâna gibi “Hamdım, piştim, yandım” demek, bunu en hızlı bir şekilde yaşayarak söylemek için en doğru şehirdir. Mekke, şuur şehridir. İnsana sürekli mükerrem bir şehirde olduğunu hatırlatır. İnsana gafil olduğu Allah’ı, her an Allah’ın huzurunda bulunduğunu hatırlatır. Çıplak bir uyarıcıdır Mekke. MEKKE ZAFER ŞEHRİDİR Mekke, şeytana taş atılan şehirdir. Allah’a isyan eden, Hz. Adem’e secde etmeyen şeytanın insan karşısında yenildiği şehirdir. Taşlandığı, lanet edildiği şehirdir. Bu yönüyle Mekke zafer şehridir. Şeytana karşı kazanılır bu zafer. Sabreden inanmışların küfür ehline karşı kazandığı büyük bir zafer olan Mekke’nin fethine şahit olan şehirdir Mekke. Allah’ın inayetiyle Resul’ün önderliğinde kansız zafer kazanmanın mümkün olabileceğinin gösterildiği şehirdir Mekke. Mekke, çoğaltma, bereketlendirme şehridir.

sayı//1// ocak 90

MEKKE MÜKERREM ŞEHİRDİR Mekke, selamet şehridir. Şehrin otu, böceği, kuşu koruma altındadır. İhramına bürünüp Mekke’ye girenler hiçbir canlıya zarar veremez. Verirse ceza ödemek zorundadır. Mekke, bu yönüyle insanı melekliğe yaklaştırır. Kötü sözden, kul hakkına girmekten, canlıya zarar vermekten uzak duran, ibadetten başka bir şey düşünmeyen insan, insanlığın en yüksek mertebesine “ahsen-i takvim”e ulaşır. Mekke’den dönen insandaki büyük dönüşümün esası budur. Mekke, insanı dönüştüren bir şehirdir. İnsanın oraya girişi ile çıkışı arasında çok büyük farklar vardır. Mekke, nezaket şehridir. O şehirde insanlar nazik davranırlar. Nezih olurlar. Kibarlığı, saygılı olmayı, bunu bir yaşam tarzına dönüştürmeyi öğrenirler. İnsanlar Mekke’de nezaket eğitiminden geçerler. Erken gelen bu eğitimden daha çok yararlanır. Eğitime ve dönüşüme açık olanlar bu eğitimden daha çok yararlanır. Mekke, başka bir dünyanın havasını soluyan, bu havayı kendisine gelen herkese cömertçe sunan mükerrem bir şehirdir. Mekke, kalbimin şehridir. Mekke, Allah’ın evini de içine aldığı için kalbimin şehridir. Allah’ın beni orada kabul edip misafiri olarak ağırlamayı nasip ettiği için kalbimin şehridir. Yakıcı güneşin altında daha yakıcı olan gözyaşı ile yüzümü yıkamayı nasip ettiği için kalbimin şehridir. Allah’ın haram bölgesi olduğu için kalbimin şehridir. Mekke ve Medine’ye ayak bastıktan sonra dünyanın bütün şehirleri anlamını kaybetti benim için. Bana göre bütün şehirler gitmek için bir uğraktır.


İNSANAT BAHÇESİ ÇÖZÜM DOĞALA ÖZDEŞ ŞEHİRLER, KURUMSALLAŞMALAR TEMİN ETMEK, İNSAN DOĞASINI YENİDEN KEŞFETMEK VE BUNA ÖZGÜ DÜZENLEMELERLE YEPYENİ KURUMLAR, HAYATLAR ÜRETMEKTİR. Yusuf Özkan ÖZBURUN ız ve haz çağında yaşıyorken İnsan’ın yüzü göğe değil toprağa dönük. İnsan, Batı uygarlığının sunduğu biçimiyle yarı otomat bir tüketim çılgınına indirgenmiş durumda. Ona tükettikçe var ve mutlu olacağı telkin ediliyor. İnsan büyük mensubiyetlerini yitirmiş durumdadır. İnsan tüm evrenin ağabeyi, göklerin halifesi iken bugün zavallı bir gövde varlığına indirgenmiştir. Albert Camus, ‘gövde çağı’ diyor çağımıza. Yalnızlaşmanın ve bencilliğin kaynağı burasıdır; kendini büyük mensubiyetlerden koparıp küçük girdaplara mahkum etmek. Daha fazla tüketmek için iş hayatının insan doğasına uygun olmayan ortamında tükenmek, tükenmek, tükenmek. Eve geldiğinde bile kafanda rakamlarla, yaşadığın günlük kavgaların resimleriyle uğraşmak, ruhunun ve aklının gıdalarını ihmal etmek… İşte böylesi bir durum vahşi, kronik bir yabancılaşmayı meyve veriyor. Örneğin, modern iş dünyasının katı, mekanik mesai anlayışı insan doğasına terstir ve insanın zaman algısını tarumar eder. Günde 12 saat bir masanın başında bir kutunun tuşlarına vura vura çalışan, mekanik olarak öğle üzeri acıkan bir varlık akşamleyin yolda gördüğü bir arkadaşının ceket düğmelerini basılması gereken bir tuş olarak algılamayacak mıdır sizce, ne dersiniz? (Şeriati’ye selamlar…) Çözüm doğala özdeş şehirler, kurumsallaşmalar temin etmek, insan doğasını yeniden keşfetmek ve buna özgü düzenlemelerle yepyeni kurumlar, hayatlar üretmektir. BUYRUN İNSANAT BAHÇESİNE Genel anlamda bugünkü kent yaşamı (şehir değil) Edmond Morris’in deyimiyle bir ‘insanat bahçesi’ni andırıyor. İstisnalar dışında (örneğin ormanın içine kurulan bir şehir olarak Stockholm’ü ve Melbourne’i ben son derece istisnai gördüm)

bugünün kenti insanı doğadan koparmakla, insan ruhuna uymayan dört köşe, standart ve beton binalara, yollara mahkum etmekle insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasını derinleştiriyor. Nasıl hayvanat bahçelerinde kafeslere konan hayvanlar doğal ortamlarında yapmadıklarını yapar hale geliyor (aşırı yeme, aşırı durgunluk, içedönüklük, aşırı cinsel talepler vs. gibi), yaşamadıklarını yaşıyorlarsa (ülser olmak, eşcinsel ilişkilere eğilim göstermek gibi), insanat bahçelerinde de durum pek farklı değil. Geleneksel şehirlerin insan odaklı, ilişki odaklı, doğayı incitmeyen yapısı yok oldukça kişilerin atomizasyonu, herkesin konutuna tünemiş bir vaziyette ilişkisizliği tercih etmesi gündeme geliyor. Üstelik topraktan kopuş, üreten bir varlık olmaktan sadece tüketen bir varlığa dönüşme insanın elindeki güvence kaynaklarını kurutuyor. Yani örneğin, benim babam şu anda toprağa dayalı, doğayla iç içe yaşıyor ve tek tutamağı, tek güvencesi filanca kurumdan alacağı maaş değil. Maaş gelmezse hayatını idame ettirebileceği duygusu ona fazlasıyla bir güven duygusu veriyor. Bu güven duygusu her şeyle olan iletişimine yansıyor ve bir mutluluk amortisi oluşturuyor. Bahçesinde yetiştirdikleriyle hayatını devam ettirebileceği duygusu müthiş bir duygudur. DOĞAYLA ÖZDEŞ İNSAN MERKEZLİ MEKÂNLARA DOĞRU Türkiye’de Osmanlı’dan bakiye merkeziyetçilik, mahalli idarelerin zayıf ve bağımlı yapısını daima besledi. 90’lı yıllardan itibaren bu merkeziyetçi yapının kırılıp mahalli idarelerin güçlenmesi yönündeki gelişmeler ciddi anlamda sevindiricidir. Yerel yönetimler, kuvvetlendikçe, ‘sosyal devlet’ ilkesinin gerçekleşmesi ve tabana inmesi konusunda icracı mevkiinde olmalıdırlar. Öncelikle mekânın doğala özdeş insan merkezli dizaynı konusunda teorik ve pratik arayışlar içine girmek lazımdır. Bir örnek vermek istiyorum: Bugünlerde dünyada şehir planlaması açısından ‘otomobilsiz şehir’ diye tartışılan bir konu var. Yani öyle şehirler (mahalleler, semtler, sokaklar) inşa edeceksiniz ki, burada insanlar ihtiyaçlarını otomobil kullanmaya gerek kalmayan mesafelerde en fazla bisiklet gibi motorsuz araçlarla temin edebilecekler. Geleneksel dünyanın imkanları da kullanılarak yepyeni açılımlar sağlamak mümkündür. Yerel yönetimler, devletçiliğin bir tekel haline dönüştüğü, kaynakların halk katmanlarına inene kadar buharlaştığı toplumlarda bir baraj vazifesi görebilirler, görmelidirler. Suyu tutan ve su ulaşmayan yerlere kanallarla su ulaştıran bir misyon icra etmelidirler.

91


Ş ehir

DERSAADET’DE UMUT VE HEYECAN IŞIKLARI DERSAADET KÜLTÜR EDEBiYAT DiL SANAT VE TANITIM PLATFORMU DERNEĞi KURUCU GENEL BAŞKANI MEHMET KAMiL BERSE iLE DERNEĞiN 2012-2014 YILI FAALiYETLERiNi KONUŞTUK.

fendim, Dersaadet Kültür Edebiyat Dil Sanat Tanıtım Platformu Derneği gibi Türkiye’de ve belki dünyada önemli bir boşluğu dolduracak bir birliğe öncülük yapmış bulunuyorsunuz. Derneğinizin kuruluş amacı nedir? Türk ve Müslüman milletlerin gözü, kulağı, heyecanı, umudu hep Dersaadet’te olmuştur. İstanbul’da, Kudüs’ün hakkı vardır, Mekke’nin Medine’nin hakkı vardır, Bosna’nın, Şam’ın, Halep’in, Kahire’nin, Bakü’nün, Kırım’ın, Bahçesaray’ın, Belgrat’ın, Selanik’in, Sofya’nın, Üsküp’ün, Ohri’nin, Prizren’in, Trabzonun, Diyarbakır’ın, Sinop’un, İzmir’in, Van’ın, Manisa’nın, Hakkari’nin, Bursa’nın, Balıkesir’in, Antalya’nın hakları vardır. Dersaadet de bulunmanın, burada yasamanın, burada okumanın, burada çalışmanın, burada kazanmanın, burada nefes almanın da bir ayrıcalığı, bir bedeli ve sorumluluğu vardır. “Dersaadet” şuuruna vakıf elli dört ziyalı kültür insanı biraraya gelerek, bahse konu sorumluluklarının bilinci ile, bu bilincin gerektirdiği faaliyetleri gerçekleştirmek üzere Ekim 2012’de “Dersaadet Kültür Edebiyat Dil Sanat Ve Tanıtım Platformu Derneği”ni kurduk. Bu inançla ve heyecanla çalışmalarımıza başladık. Dernek yönetimimizde Yürütme Kurulu olarak; Mehmet Kamil Berse (Genel Başkan) Eyüp Ensari Ergin(Genel Başkan vekili-Teşkilat Başkanı) Hüseyin Kansu (Dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı) Hüseyin Öztürk (KültürSanat faaliyetlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı) Recep Çelik (Arşiv,Eğitim ve ar-ge den sorumlu Genel Başkan Yardımcısı) İsmail Yılmaz (Kurumsal ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı) Ekrem Kaftan (Basın-yayın dan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı)M.Fatih Serenli ( Bilimsel faaliyetlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı) Necati Özdemir (Genel Muhasip) Timuçin Mercanoğlu (Genel Sekreter) yer almaktadır. Dernek kurulları ve İstişare Yüksek Kurulumuzda ülkemizin önde gelen Münevverleri yer almaktadır Ekim 2012’den bu yana faaliyetlerinizi öğrenebilir miyiz? Neler yaptı Dersaadet Platformu? Dersaadet Kültür Edebiyat Dil Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği’nin yüklü bir faaliyet raporu var. 2012 yılında kurulan derneğimizin ilk faaliyeti uluslararası bir etkinlik oldu: ‘İslâmla Yenilenme ve Birlik’ başlığını verdiğimiz ve her yıl aynı başlık altında gerçekleştirmeyi planladığımız uluslararası kongrelerin ilkinde; “İSMAİL BEY GASPIRALI” kongresinin İstanbul bölümünü Kasım 2012’de İstanbul, Fatih’te Ali Emîri Efendi Kültür Merkezinde gerçekleştirdik. İBB Kültür

sayı//1// ocak 92


Daire Başkanlığı desteği ile gerçekleştirdiğimiz programda yurt içinden ve yurt dışından davet edilen tebliğciler, İsmail Bey Gaspıralı hakkında bugüne kadar yapılan çalışmalardan farklı olarak bilinmeyen yönlerine dair tebliğler sundular. Kongrenin ikinci bölümünü, Kırım Akmescit’te “Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi” salonlarında gerçekleştirdik. Kırım’a 40 kişilik bir heyetle sempozyuma gittiğimizde aynı zamanda Aktopraklardan Kırım’a doğru tarihi ve kültürel bir gezi ile bir köprü oluşturduk, Dersaadet’in ruhunu yaşatmış olduk. Kongrenin Tebliğler kitabı hacimli bir kitap olarak İBB Kültür Daire Başkanlığı tarafından yayımlandı. Kırım yürüyüşünüzün burada bitmediğini biliyoruz… 2013’te neler yaptı derneğiniz? 2013 yılında Nisan ayında ilk olağan kongremizi gerçekleştirdik. 18 Mayıs 2013 tarihinin Kırım 1944 sürgününün yıldönümü olması sebebi ile, bu önemli günde Kırımlı soydaşlarımızın yanında olduğumuzu ifade etmek ve onlara manevi güç vermek için “KIRIM’DA SÜRGÜNÜN ACILARINI SARMAK İÇİN ÇOK ÇALIŞMAK VE ÖĞRENMEK” başlıklı bir Panel tertip ederek Dersaadetten 22 akademisyen, gazeteci, yazar, siyasetçi , sanatçı arkadaşımızla Kırım’a yeni bir sefer yaptık. Akmescit’te “Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi”nde gerçekleştirdiğimiz Panel‘in ardından aynı Üniversitede Vakıflar Genel Müdürlüğü ve YTB işbirliği ile gerçekleştirilen Kırım’ın Tarihi Eserlerinden Fotoğraflar Sergisi etkinliği, Kırımlı Tatar Yazarlar Birliği, Yeni Dünya Gazetesi, Kırım MM ve Kırım Lideri Mustafa Ağa’yı (Cemiloğlu) ziyaret ettik. Anı olarak hediyelerimizi

takdim ettik. Bahçesaray İsmail Bey Gaspıralı Müzesi’ndeki salonda sanatçı ekibimiz doyumsuz bir konser verdi. Kırımdaki tarihi mekanları bir sanatçı ve yazar duyarlılığı ile gezdik. Yalta Kızıltaş köyünde Cengiz Dağcı’nın evini ve bahçesini ziyaret edip kır çiçekleri arasındaki mezarı başında Kuran-ı Kerim okuyup dualar ettik. Sadece Yalta’da Cengiz Dağcı ‘ya değil, Sivastopol’daki Türk şehitliğinde, Gözleve’deki Mimar Sinan camii haziresindeki Numan Çelebicihan mezarında, Zincirli Medrese’de Mengli Giray han ve Gaspıralı mezarında ve Kırım’ın bin yıllık tarihindeki tüm şehitlerimiz için her karış toprağında atalarımıza ve soydaşlarımıza dualarımızı gönderdik. 18 Mayıs Günü Akmescit’teki Lenin Meydanında Sürgün Mitingine Dersaadet Kültür Platformu Ekibi olarak iştirak ettik. Türkiye’deki faaliyetleriniz neler oldu? Türkiye’de İstanbul ve İstanbul dışında konferanslar, paneller düzenledik. Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan, Dr. Ali Mazak, Mahmut Bıyıklı, Dr.Hüseyin Kansu Yrd. Doç. Dr. Recep Çelik, Muzaffer Doğan, Recep Garip, Yrd. Doç. Dr. Erkan Çav ve bendeniz farklı ekipler olarak, Çanakkale’de, Çan’da, Biga’da, Çorlu’da, Tekirdağ’da, Edirne’de, Gebze’de, Sakarya’da, Kocaeli’nde, İzmit’de, Körfez’de, Ereğli’de, Düzce’de, Kefken’de, Bursa’da, Yalova’da, İnegöl’de, Kütahya’da, Afyonkarahisar’da, Eskişehirde, Bilecik’te, Mardin’de ve daha birçok yerde, bazen girişimcilik, bazen eğitim-kültür, bazen ahîlik, bazen medeniyet üzerine ve bazen de Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Mehmet Akif İnan gibi değerli üstatlarımız için programlar gerçekleştirdik. 93


Ş ehir

Devamı gelecek mi bu programların? Evet… 2014 yılı Unesco tarafından Türkiye için İsmail Bey Gaspıralı, Halide Edip Adıvar yılı ilan edilince, Gaspıralı adına Türkiye’deki ilk etkinliği dernek olarak biz gerçekleştirdik. 2014 yılı boyunca yaklaşık her hafta muhtelif mekanlarda, liselerde, üniversitelerde, Belediye Kültür Programlarında Gaspıralı ile ilgili faaliyetler geçekleştirdik ve devam ediyoruz. ‘Uluslararası İsmail Bey Gaspıralı’dan Bugüne Bakış Kongresi”ni eylül veya Ekim aylarında Türkiye’de ve Kırım’da gerçekleştireceğiz. Halide Edip Adıvar ile ilgili bir panel hazırlığımız var. Ekim ayında Cengiz Dağcı ile ilgili Türkiye’de ve Kırımda kongre çalışmamız var. İstanbul’da ve diğer şehirlerde Kültür Edebiyat Sanat faaliyetlerimiz çeşitli başlıklar altında devam edecek. 2014 Uluslar arası Kazanlı Yenilikçi Alimler

Derneğimizin ilk şubesi; Afyonkarahisar Şubemiz ,Afyonkarahisarda gerçekleştirdiğimiz Mehmet Akif paneli ile birlikte İkbal otel salonunda 28 Aralık 2013 te gerçekleştirdiğimiz bir basın toplantısı ile aktif olarak faaliyete başladı. Afyonkarahisar şubemizin başkanı, bugüne kadar aktif olarak kültürel faaliyetlerde bulunan kardeşimiz Fatma Gülşen Özen ve yönetim kuruluna buradan başarılar temenni ediyorum. Biraz da Dersaadet Sohbetleri’nden bahsedelim… İstanbul Fatih’te bulunan Millet Yazma Eserler Kütüphanesi Salonu’nda Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı na bağlı Millet Yazma Eserler Kütüphanesi ile müştereken “ALİ EMÎRİ / DERSAADET SOHBETLERİ” programlarına başladık. Kasım ayında başlayan ve her ayın ikinci ve dördüncü Çarşamba günleri saat 15.00’te ülkemizin değerli kültür ve edebiyat erbabının konuk olduğu programlarımıza bugüne kadar Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof.Dr.Sadettin Ökten, Prof. Dr. Arzu Tozduman Terzi, Mehmet Kamil Berse, Prof. Dr. Derya Örs (Yüksek Kurum Başkanı), Prof. Dr. Mustafa Kaçalin (TDK Başkanı), Yrd. Doç. Dr. Raşit Gündoğdu, Mehmet Serhan Tayşi, Prof. Dr. Ali Arslan, Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, Prof. Dr.Harun Kandur,Recep Garip, Doç.Dr.Önder Bayır konuşmacı oldular. İsmail Bey Gaspıralı programı bildiğimiz kadarıyla özel bir etkinlik oldu ve çok ses getirdi…

sayı//1// ocak 94

Sempozyumu yurt içinde ve yurt dışında çok ses getiren bir program oldu, medyada çokça yer aldınız? Haklısınız, Kazanlı Yenilikçi Alimler sempozyumu hem Eskişehirde hem Kazan ‘da muhteşem bir program oldu. 2014 te Uluslararası ilk büyük etkinliğimizi, bir yıldır üzerinde çalıştığımız; “Kazanlı Yenilikçi Alimler Kongresi; (Ş.Mercanî,R.Fahreddin, M.Carullah)” adıyla 4-5 Nisan’da Eskişehir’de 18-19 Nisan’da Kazan’da gerçekleştirdik. Altmış İlim adamı, Akademisyen,Yazar ve Sanatçı’nın iştirak ettiği kongremiz bu konuda yapılan ilk ve en kapsamlı çalışma olması nedeniyle gelecek nesillerin bilgilenmesinde kaynak olacaktır, Bildiriler kitabı 3 cilt halinde Eskişehir 2013 ajansı tarafından bastırılacak ve dağıtılacaktır. Ve son olarak derneğinize bağlı olarak ilk sayısını çıkaran ŞEHİR VE KÜLTÜR dergisinden bahsedelim… Derginin gündemi ne, aylık bir dergi mi olacak? Dersaadet derneğimizin kültür dünyamıza bir armağanı da ŞEHİR VE KÜLTÜR dergimiz. Aylık olarak yayınlanacak dergimizde edebiyatı, medeniyeti, sanatı, musikiyi, mimariyi özetle Şehir Kültürünü Medeniyet Kültürünü okuyucularımızla paylaşacağız. Bu alanda önemli bir ihtiyacı karşılayacağına inandığımız dergimize çok değerli kültür sanat erbabı dostumuz fikirleriyle destek veriyor. Umarım vatana millete ümmete bize has değerlere olan dostluğumuzu yansıtabileceğimiz parlak bir ayna olur ŞEHİR VE KÜLTÜR’ümüz. Biz de temennilerinize yürekten katılıyoruz. Bütün güzel ,özverili nezih gayretleriniz için tebriklerimizi arz ediyor ve çalışmalarınızın bereketle feyizle devamını diliyoruz efendim


BUGÜNKÜ TÜRKiYE’NiN ÜÇ MiMARINDAN BiRi O BUGÜNKÜ TÜRKIYE’NiN ÜÇ MiMARINDAN BiRi O. PROF. NAZiF GÜRDOĞAN VE RECEP GARiP, KAMiL BERSE’NiN SUNUMUYLA ‘ÜSTAD NECiP FAZIL’ BAŞLIKLI BiR ETKiNLiKTE NECIP FAZIL’I ANLATTILAR. SADULLAH YILDIZ ETKiNLiKTEN NOTLARINI AKTARIYOR..

illet Yazma Eser Kütüphanesi idaresi, Ali Emirî-Dersaadet Sohbetleri kapsamında bir toplantı tertip etti. Kütüphanenin okuma salonunda Prof. Nazif Gürdoğan ve Recep Garip,Kamil Berse’nin sunumuyla “Üstad Necip Fazıl” başlığından mülhem sohbet ederlerken oradaydık. Recep Garip’e göre Necip Fazıl’ın anlaşılabilmesi için evvela “İdeolocya Örgüsü” ciddi bir gözle okunmalı. Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si için dediğinin bir benzerini Necip Fazıl da mezkûr kitabı için söyler, “Allah beni İdeolocya Örgüsü’nü yazmak için gönderdi.” dermiş. “Ana belleğimizi en iyi kullanan/ ifade eden, şiirde dünü ve bugünü yarına taşıyarak anlatıp omuzlarımıza yük halinde veren” diye tarif etti Üstad’ı hoca ve böyle deha çaplı beyinlerin, toplumlarını ayağa kaldırarak herkesin dikkatini çeken açılımları meydana getirebildiklerini de eklerken bu kitabın önemini “soylu bir yolculuğun cumhuriyet tarihine girildikten sonraki en önemli izleğinin ürünü” olarak tarif etti.Üstad, bütün notlarını eski harflerle alırmış 50’li yıllara girmeden hemen önce Büyük Doğu dergisinin kuruluşunu ilan eden Necip Fazıl’ın, her biri birer manifesto gibi tanıtım yazılarından örnekler okudu bize Recep Bey. Bu kısa yazılarda derginin kuruluş maksadını mündemiç satırlar olduğu gibi Kısakürek’in

95


nerdeyse epik havaya bürünen ifadeler, de var: “… her bir fert, Büyük Doğu anlayışını ayağa kaldırmaya mecburdur çünkü Büyük Doğu cemiyetinin ayağa kalkması demek Anadolu’nun ayağa kalkmasıdır. Anadolu’nun kalkması ise Büyük Osmanlı cihan topraklarındaki varlığımızın ayakta durması demektir.” Recep Garip, o yıllarda Necip Fazıl’ın ve sonralarıSezai Karakoç’un kullandığı bu ifadelerin bugün söylenmekten âciz olunduğunu ifade etti. “O zamanlarda oluşturulmaya çalışılan dinamik ruh yapısı bugün yok” dedi. Üniversite yıllarında henüz çok genç bir Üstad takipçisiyken onun Erenköy’deki evine de gitmeyi bir şekilde başarmış Recep Garip. “Randevuyu nasıl olup da alabildiğimi hatırlamıyorum” diyor. Arkadaşlarıyla çıkarmak istedikleri bir dergi için isim teklifi soracak kadar kendindeymiş ama uzun uzun tarif ettiği o heybet karşısında “kemiklerim birbirine geçmişti” diyecek kadar da heyecanlı. Üstad’ın gösterdiği sandalyeye tam oturamamış bile ve sicim gibi ter dökmüş dakikalarca. O andaki gözlemlerini şimdi aktarıyor oluşu ayrıca kıymetli. Bir kere Üstad, karşısına aldığı (daha doğrusu ‘karşısına almaya tenezzül ettiği’; zira kendisi pek bir tepeden bakarmış etrafına, merhum) birisi hakkında belki onu önemsediğini göstermek, belki de bir çeşit veri tabanı oluşturmak gayesiyle küçük notlar alır, muhatabının ad-soyadı,

memleketi gibi temel birtakım bilgileri yazarmış. Buna “disiplin” adını veriyor Recep Bey. Ayrıca Üstad, bütün notlarını da eski harflerle alırmış. Dedesinin yanıbaşında ve çok küçük yaşta okumayı öğrendikten sonra Necip Fazıl, kendisinden aktardığına göre Garip’in, “on-on iki yaşlarına geldiğinde deTolstoy, Dostoyevski, Balzac, Aragon ve Rilke’yi okumuş.” On yaşındayken annesi Necip Fazıl’a, “senin şair olmanı ne çok isterdim” demiş. Onun henüz yirmi yaşına gelmeden edebiyat çevrelerinde muazzam bir tesir yaratan “Kaldırımlar”ını kaleme alabilmiş olmasını biraz da bu açıdan görmek gerektiğini söyledi Recep Garip. Annelerin küçük çocuklarına ne söylediğinin ve kulaklarına ninni niyetine neler okuduğunun da önemli olduğunu ekledi. Türkiye’nin geleceğini yazan isim Ecdadımız, bilhassa Osmanlı, sürekli Batıya doğru gitmiş. Bu gidişi en veciz şekliyle “doğuyu batıda aramışlar” diye hülasa etti Nazif Gürdoğan. Hoca bizim atalarımızı Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine doğru giden bir kervana benzetti ve “sonunda” dedi, “batının en doğusu, Asya’nın da en batısı olan Anadolu’da karar kılmışlar.” Ne kadar batıya giderlerse doğuyu o kadar bulacaklarına inanmışlar; “hâlâ da doğudan batıya doğru gidiyoruz.” Nazif Gürdoğan’a göre 20. yüzyılımızı düşünce olarak oluşturan üç büyük şairimiz var ve Türkiye’nin geleceğinin bu üç ismin üzerine inşa edileceğini söylermiş Sezai Karakoç. Birincisi Yahya Kemal. En zor günlerde karamsarlığa hiç düşmeyip geçmişin görkemli günlerini gününe taşımaya çalışmasını “bozgunda bir fetih düşü” diye tarif etmiş Karakoç. İkincisi Mehmet Akif. Savaş yıllarının şairi. Sezai Karakoç, onun kadar şiiri hayata ve hayatı şiire taşıyan bir şairimiz olmadığını söylemiş. Necip Fazılise üçüncü ve “Türkiye’nin geleceğini yazan isim.” Necip Fazıl’ı izleyenlerin edebiyat ve şiiri iman için bildiklerini söyledi Nazif hoca. Şiirde bir arayış içine girmek bir mutlak gerçeği aramak anlamına geliyor yani ve kesinlikle faydacılıktan hâli değil. Büyük Doğu’nun ve ardılı olan Diriliş’in, Nuri Pakdil’in Edebiyat’ının veMavera’nın ifa etmeye çalıştıkları da tam olarak bu arayışla şiiri birleştirmek, Nazif hocaya göre. Bu minvalde söylenebilir ki başka birçok mecrada şahit olabileceğimiz üzere Necip Fazıl’la bilhassa Karakoç arasında süreç içinde birbirini izleyen bir bağ kurma gayreti var Nazif Gürdoğan’da. Nazif hoca da Üstad hakkında birtakım efemera bâbından bilgiler düştü. Mesela Necip Fazıl, kim davet ederse etsin otellere gitmez, Akif İnan’ın evinde kalırmış. Otelde yapılacak bir programa da iştirak âdeti yokmuş. “O geldiği zaman mutlaka arkadaşlarımızla yanına giderdik” diyor hoca.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.