Biz’den… ŞEHİRLİ OLMAK, SEVGİYİ VE SAYGIYI GEREKTİRİR. Üzülme! Dert etme can! Görebiliyorsan, Dokunabiliyorsan, Nefes alabiliyorsan, Yürüyebiliyorsan, Ne mutlu sana! Elinde olmayanları söyleme bana Elinde olanlardan bahset can!… Üzülme! Hz.Mevlâna Yaşadığımız için şükretmeliyiz elbette, yaşamayı sevdiğimiz için mutlu olmalıyız. Sevgi ile birleştirince duygularımızı, huzura ve sağlığa kavuşuruz. Sağlıklı ve huzurlu insanlardan oluşan toplumlar, huzurlu şehirleri oluştururlar. Huzurlu şehirlerin insanları, kültürel mirası yaşatmanın erdemini bilirler. Birlikte yaşamanın hukukunu bilenler, birbirlerini sevmeye gayret ederler. Mademki ben bir insanım ve başka insanlarla aynı çevredeyim, onları sevmem için kendimi de aynı ölçüde sevmem gerekir. Eskiden bu yana bütün inanç kavramlarında komşu hakkından ,komşu sevgisinden söz edilirken ”komşunu kendin gibi sev” denmiştir. Başkalarının acısını içinde duymayan, onların dertlerine yokmuş gibi davranan , bu histen yoksun insanları toplum soysuz ve anormal saymaktadır. Aynı şehirde yaşayan insanların düzenlerine, mallarına canlarına saldırmanın hiçbir inançta hiçbir törede hiçbir ahlâkî kuramda yeri yoktur. Sevgiyi Anneden öğrenen kişiler, sadece anneler gününde sevmezler anneyi..Aile içinde büyüttüğü bu duygu ile içtimai hayatın pozitif kişileri olurlar. Tolstoy bir eserinde Ana sevgisinden bahsederken şöyle söyler ; “Annemden görerek tekrar ede ede öğrendiğim duaları ederken anneme karşı duyduğum sevgi ile tanrıya karşı duyduğum sevgi tek bir duygu halinde kaynaşır”. Sevgi ile başlayan toplumsal hayatta insanlar, birbirine saygılı ve merhamete örnek olurlar. Osmanlı medeniyetinin payitaht şehri İstanbul’un sakinlerinin son asra kadar bu sevgiyi ve saygıyı yaşattıklarını ve huzurunu görüyoruz. İstanbul ile ilgili eserleri olan İtalyan yazar Edmondo de Amicis, İstanbul sokaklarında karşılaştığı bir manzarayı şöyle naklediyor: “Şurası bir gerçektir ki, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nazik ve en kibar topluluğudur. İstanbul’un en ıssız sokaklarında bile bir yabancı için hiçbir hakarete uğramak tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek mümkündür. O vaziyette bir ecnebi, bizim kiliseleri ziyaret eden bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet göreceğinden emin olabilir. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle
dursun; fazla mütecessis (meraklı) bir nazara bile tesadüf edilemez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapılardan, pencerelerden, dükkânlardan hiçbir yüksek ses aksetmez. Hiçbir münasebetsiz hareketten eser görülmez. Çarşının kutsiyeti de camiden aşağı değildir. El ve kol hareketleriyle karşılaşmadığınız gibi, lüzumsuz lâkırdılarla kulaklarınız da rahatsız edilmez. Halk arasında kahkahadan, bağırıp çağırmadan eser yoktur. Sokakları tıkayarak herkesi rahatsız eden toplanmalar görülmez” Buradan anladığımız kadarı ile Dersaadet’in sokaklarında görülenler, evlerinde, çarşılarında, pazarlarında yaşananlar dünyaya edebi ve medeniyeti öğretecek aktif örneklerdi. Burada, şehirde yaşayan insanların sadece eğitimle ilimle değil, aileden gelen terbiyenin ve inci taneleri gibi dizilen ariflerin rahle-i tedrisinden geçen irfan sahiplerinin yoğun olduğu bir sosyal dokunun varlığından kaynaklanmaktaydı. Sevgiyi, saygıyı ilmi ve irfanı yaşatan şehirler, ne kadar sarsılırlarsa sarsılsınlar, büyüklüklerini kaybetmezler. Büyük bir kargaşanın içine girseler bile taşıdıkları misyonun sevginin ve saygının ateşini hala taşırlar. Bu sıcaklığı koruyarak bir gün ihtişamlı günlerine geri dönerler, İstanbul’da bir asırdır yaşadığı büyük çalkantıların, işgalin, savaşların, dış ve iç göçlerin, toplumsal olayların gölgesinden kurtulacak, Dünyanın en önemli Ticaret, Turizm,Sanayi, Sağlık ve İlim - İrfan merkezlerinden biri olacaktır, buna inanıyoruz. Karamsarlığın olmadığı bir hayatı kendimize örnek almalıyız. Şehri ve Kültürünü ayakta tutmak için temelde sevgiye , saygıya ve en önemlisi Sabr’a ihtiyacımız vardır. Hz. Mevlana nın dediği gibi; Açlığa sabredersin adı “oruç” olur. Acıya sabredersin adı “metanet” olur. İnsanlara sabredersin adı “hoşgörü” olur. Dileğe sabredersin adı “dua” olur. Duygulara sabredersin adı “gözyaşı” olur. Özleme sabredersin adı “hasret” olur. Sevgiye sabredersin adı “AŞK” olur... Şehir ve Kültür dergimizin yeni bir sayısını daha titizlikle hazırladık. Değerli yazarlarımız harika yazılar yazmaya devam ediyorlar, tasarım için Gecenin karanlığını, güneşin ışıklarına ekledik. Ekledik ki her halimizi düzgün görmeniz için. Tekrar aynanın karşısındayız, gördükleriniz bizim aslımızdır, Huzurunuzdayız. “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4
KÜLTÜR’SÜZ ŞEHiR, POLİTİKA VE DOSTLUK BİLiNCi OLMAZ Ersin Nazif GÜRDOĞAN
SÖYLEŞİ
8
SOSYOLOG YARD. DOÇ. DR. BEDRi MERMUTLU
ŞEHiR; BiZi EĞiTEN BÜYÜK ÇEVREDiR Samet SURURİ
12
ANTAKYA ŞEN DEĞİL
16
DERSAADET’TE “FATiH - SÜLEYMANiYE” ULEMÂ SEMTLERİ
26
BALKANLAR VE GÖÇ Mustafa ATALAR
Ali Arslan CAN
Mehmet Kamil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu
40
DERSAADETTE RAMAZAN Hulûsi ÜSTÜN
Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur
7 MUHACIR PAZARI / Kâmil UĞURLU
54
PARİS
Yrd. Doç. Dr. Erkan ÇAV
22 ISPARTADAKİ YÛNUS EMRE/Mustafa ÖZÇELİK 30 ŞEHİR KÜLTÜRÜ MÜ SOKAK KÜLTÜRÜ MÜ? Ekrem KAFTAN 32 KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN BÜRKELERİ/ Dr. Nizar Nebeel Abu MONSHAR “HIRBAWI” Tercüme: Mustafa HAMZE- Özlem KAYA 34 GAGAUZ YERİ; KAFDAĞI’NIN ARDINDAKİ TÜRK YURDU / Fahri TUNA 36 ŞEHİRLERİMİZ VE ÜLKEMİZİN BUGÜNÜ VE GELECEĞİ İÇİN; KÜLTÜRLÜ GENÇLİK / Recep GARİP 43 FAHRİ TUNA, “EĞRİ OTURUP DOĞRU KONUŞALIM” İLE YENİDEN MERHABA DEDİ / Asaf MERİÇ 44 VATANIM KIRIM: DEVLETLERARASI KIRIM, SÜRGÜN VE İSMAİL BEY GASPIRALI KONGRESİ’NİN ARDINDAN... / Nazım MURADOV 50 SICAĞI SICAĞINA İZMİR / Söyleşi: Mehtap ALTAN 53 ŞU SİLLE’NİN SOKAKLARI / Mustafa UÇURUM 60 ÖZALP: “İKİ DOSTLA HASBİHÂLİN ADI” / Abdurrahman ADIYAN
68
İDEAL ŞEHİR ( BİR FÂRÂBÎ ŞERHİ ) Mehmet KURTOĞLU
62 TÜRKİYE’NİN PARLAYAN YILDIZI: KAYSERİ / Sabri GÜLTEKİN 79 YAŞANILAN ACILARI “MAĞDÛRİN HİKÂYESİ”NDEN OKUMAK / Ahmet KOÇAK 80PAYİTAHTI SİGAYA ÇEKEN ŞEHİR / İsa KOCAKAPLAN 86 MAVERAÜNNEHİR’İN FETHİ / Turgay Enezli 90ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ; İSTANBUL İLİM VE KÜLTÜR VAKFI / Mehmet Nuri YARDIM 92 “ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMAK” HATIRATIYLA AHMET YAŞAR OCAK / Kitap Tahlili: İsmail KILIÇOĞLU
74
BiR SEVDADIR ÇAMLIHEMŞiN Ali YAĞCI
Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi
IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 SefaköyK.çekmece / 0212 624 21 11 Kapak Resmi: Bahçesaray- Hansaray binalarından. KIRIM
KÜLTÜR’SÜZ ŞEHİR, POLİTİKA VE DOSTLUK BİLİNCİ OLMAZ Hayatı sevmek, kültürü sevmek, ekonomiyi sevmek demek herşeyden önce, insanı sevmek demektir. İnsanlar sevdikleri insanlara dost olurlar. Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
nadolu toprağı, Süleyman Çelebi, Katip Çelebi ve Evliya Çelebi’’nin eserleriyle yoğrulmuş, kültür ve politikanın binbir çeşit meyvasının yetiştiği, eşsiz bir bahçedir. Kültür de, politika da, değerlerle inşa edilen görkemli bahçenin ürünleridir. Değerler bahçesinde, kültür ağaçsa, politika meyvadır. Ağaç kökleriyle topraktan alır, dallarıyla topluma verir. Meyvanın ağacından belli olması gibi, politika da kültüründen belli olur. Barışçı kültürün savaşçı politikası olmaz. Türk insanı, politikayı kültür için bilir. Kültürsüz politika, politikasız kültür olmayacağını düşünür. Kültürsüz politikanın güçsüzlüğün üstesinden gelemediği gibi, politikasız kültürün de etkisizliğin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Kültür ve politika toplumların, geçmişlerini ve geleceklerini yansıtan aynalardır. Dünyada kültürün politikaya, politikanın kültüre karıştığı bir dönemde, bütün ülkelerde kültürün önemi, katlanarak artıyor. Yirminci yüzyılda kültüre bir yatırım yapılıyorsa, yirmibirinci yüzyılda kültüre kırk yatırım yapılmalıdır. Toplumlar geçmişten geleceğe kültürleriyle taşınırlar. Kültürün bir ayağı geçmişte, bir ayağı gelecekte, gözü de bugündedir. Geçmiş araştırılır, gelecek planlanır, bugün de değerlendirilir. Kültür politikanın geleceğinin en büyük teminatıdır. . . Kültür geçmişte yapılanları, politika gelecekte yapılacakları aydınlatır. Kültür politikanın.
*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//9// nisan 4
KÜLTÜR POLİTİKANIN ÜNİVERSİTESİDİR Kültürün politikaya, politikanın kültüre yeni boyutlar kazandırabilmesi için, Anadolu insanı, Anadolu’’nun ‘’Üç Çelebi’’si gibi, kültür ile politikayı altın oranda harmanlamasını bilmelidir. Çünkü kültürü yoksulu olan toplumlar politika zengini olmazlar. Sezai Karakoç’’un vurguladığı gibi, nasıl ‘’ağır sanayi ağır kültür’’ isterse, ‘’güçlü politika da güçlü kültür’’ ister. Yüzyıllara dayanmayan kültürlerle, yüzyıllara uzanan politikalar geliştirilemez. Süleyman Çelebi olmasaydı, Sultan Süleyman olmazdı. Sultan Süleyman olmasaydı, Mimar Sinan olmazdı. Mimar Sinan olmasaydı, Türklerin en muhteşem devleti, Osmanlı Devleti olmazdı. Süleyman Çelebi’’nin ‘’Mevlid’’i yalnızca İslam’’ın değil, insanlığın tarihidir. Mevlit’’te şiir müziğe, müzik, yakarışa dönüşür. Kültür gibi, politika da hayattır. Hayatı yaşanır kılanlar, kültürü politikaya, politikayı kültüre dönüştürürler. Onlar hem kültürü, hem de politikayı iman için bilirler.
Üç Çelebi’’nin ölümlerinin üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, Cumhuriyet döneminde yaşamışlar gibi, Anadolu insanı tarafından unutulmuyor, büyük bir sevgi ve derin bir saygıyla anılıyorlar. Anadolu insanı, kare dünyada kendisine sağlam bir yer edinmek için, Üç Çelebi’’sinin dilinden, düşünmek, konuşmak ve yazmak zorundadır. Kültür politikayı en doğru, en iyi ve en güzel yol ve yöntemle uygulama ustalığıdır. Politika kültürün hayata dönük yüzüdür. Kültür politikanın kutup yıldızıdır. Politikanın dili yalındır. “İNSANA DOST OLMAYAN AĞACA DOST OLMAZ” Üçüncü binyılda, dünyaya barışı, insana dost olmayı bilenler getirecektir. “Benim sadık dostum topraktır” diyen, Anadolu insanının kültüründe, dostları için can vermeye hazır olan dostluğun, hayatın yaşanır kılınmasında, vazgeçilmez bir önemi vardır. Bu yüzden, eşsiz dost sevdalısı, büyük dost zengini, Fethi Gemuhluoğlu, “İnsana dost olmayanlar, hayata, suya, toprağa, ağaca dost olamazlar” derdi. Hayatı sevmek, kültürü sevmek, ekonomiyi sevmek demek herşeyden önce, insanı sevmek demektir. İnsanlar sevdikleri insanlara dost olurlar. Dostluk birbirlerini seven insanlar arasında gönülden gönüle, büyütüle büyütüle, zenginleştirilerek aktarılır. Dostlar birbirleriyle konuşa konuşa, birbirlerini dinleye dinleye olgunlaşırlar. Dostların dostu Gemuhluoğlu, gençlerin dostluktaki derinliklerini anlamak için, sık sık aşağıdaki soruları sorardı. Resmini yanında taşıdığın bir dostun var mı? Dost olarak yanında kimin olmasını istersin? Hiç âşık oldun mu? Ezberlediğin bir şiir oldu mu? Yanında taşıdığın bir şiir kitabı niye yok? Toprağa, suya ve ağaca dost musun? Yunus”tan bir dörtlük hatırlıyor musun? Balıkların göllerine, ağaçların topraklarına göre büyüdükleri gibi, insanlar da, dostlarına göre büyürler. İnsanlar dostlarının aynalarıdır. Dostlar sevdikleriyle, özdeşleştikleri için, Anadolu”da “dostlarını söyle, senin kim olduğun bilinsin” denilir. İyiliklerin dostlar arasında, dostluklarla büyütüldükleri gibi, kötülükler de dostlar arasında, dostluklarla önlenir. Dostlukla az olan çok olur. Dostlar arasında az çoktur. Dostlukta düşünce ve eylem, dostların düşünce ve eylemleriyle, yeni boyutlar kazanır. Dostluklar
insanları, insanlar dostlukları zenginleştirirler. İnsanlar aralarında, dostlarıyla dostluk alşıverişi yapmazlarsa, kendi başlarına dostsuz ve amaçsız kalırlar. Dostluk kültürü, çatışma kültürü değil, yardımlaşma kültürüdür. Yardımlaşmanın olmadığı yerde, dostluk olmaz. Dostluklar, yardımlaşanları çoğaltır, çatışanları azaltır. Büyük dostlara sahip olanlar hiçbir şeyden yoksun olmazlar. Büyük dostlardan mahrum olanlar, çok şeye sahip olsalar bile, birçok şeyin yokluğunu çekerler. Dostlarıyla birlikte bir amaca bağlanmayanlar, hem hedefsiz, hem de dostsuz kalırlar. Dostluklar zor kazanılır, kolay kaybedilir. İnsanlar dostluğun özünü kavrarlarsa, hayatın bütün boyutlarında, gönül birliği yapmanın gücünün, açık ve seçik bir biçimde, her alana yansıdığını görürler. İnsana ve hayata dost olanlar, nerede olurlarsa olsunlar, kendilerine bütün kapıların açıldığını anlamakta güçlük çekmezler. Dostlarından uzaklaşanlar, hayattan uzaklaşırlar. Hayat dostlarla güzelleşir. Entellektüellik, Eleştirmesini ve eleştirilmesini bilmektir. Bir insanın elindeki fiziksel varlıklarına el konulabilir, parasal kaynakları elinden alınabilir. Ancak hiçbir yerde, hiçbir güç, hiçbir kimsenin, entellektüel zenginliklerine, hiçbir şekilde geri alamaz. Kuruluşların olduğu kadar ülkelerin de güç, finansal varlıklarından daha çok entellektüel zenginliklerinden kaynaklanır. Entellektüel değerler, fiziksel ve parasal değerlerden önce gelir. Entellektüel güçler, her ülkede yönetenlerle yönetilenler arasındaki, uyum ve düzeni sağlarlar. Entellektüeller, uçların peşinde koşmaktan daha çok, uçları altın oranda harmanlamanın peşinde koşarlar. Onlar, erdemi uçlardan önce, iki ucun birbirleriyle örtüştükleri, alanlarda ararlar. Onların düşünce ve eylem dünyalarında, ya iyilik ya kötülük yoktur, hem iyilik hem kötülük vardır, önemli olan, iyiliklerin ağır basmasıdır. Dünyanın, ‘’sürgün, marjinal, yabancı’’ Entellektüel”i Edward Said”in vurguladığı gibi: ‘’Her entellektüel bir dilin içine doğar ve hayatının geri kalanını da çoğunlukla o dilin içinde geçirir ki, bu dil onun entellektüel faaliyetlerinin ana aracıdır.’’ Einstein”a göre, nasıl matamatik aklın diliyse, edebiyat da gönlün dilidir. Entellektüel, aklın ve gönlüm dilini, en güzel, en etkili ve en doyurucu olarak, ana dilinde yazar. Entellektüel hem aklın, hem gönlün hem yönetenler, hem yönetilenler açısından, çift yönlü eleştiri yapmasını bilmesinden gelir. 5
Ş ehir
Ortaçağ şehirlerinin oluşumlarını açıklayan görüşleriyle ünlü tarihçi Henri Pirenne’’e göre, şehirler ticaretin ayak izlerinden doğmuşlardır. Ancak ekonominin odak noktasını oluşturan ticaretin yanında, bütün boyutlarıyla, hayatın merkezini oluşturan medeniyetin de, yer alması gerekir.
Onlar eleştiri oklarını, hem yönetenlere, hem yönetilenlere çevirirler, sözkonusu iki kesim arasında bir köprü işlevi görürler, doğrunun, güzelin ve iyinin yanında yer alırlar, hem nalına, hem mıhına vururlar. Yönetenler kadar yönetilenlerin de seslerinin duyulduğu, kamu kuruluşları kadar gönüllü kuruluşların da güçlü olduğu, şeffaf bir dünyada, entellektüellerin sorumluluğu üçe katlanıyor. Düzleşen dünyada, herkes gününden sorumlu, bir entellektüel gibi, davranmak zorundadır. Erdemli bir toplumda, ister yöneten olsun, isterse yönetilen olsun, herkes kendi ölçeğinde, olumlulukları özendirmek, olumsuzlukları önlemekle görevlidir. Entellektüel olmak, sürekli yakınan, sürekli şikayet eden ve sürekli suçlayan olmak değildir. Ancak, bütün dünyada olumlulukların olduğu kadar, olumsuzlukların da mimarları, entellektüellerdir. Entellektüel işaret parmağıyla göstererek, birini eleştirirken, üç parmağının da, kendisini gösterdiğini unutmamalıdır. ENTELEKTÜEL; KENDİ DİLİNİ , TARİHİNİ İYİ BİLEN İNSANDIR. Entellüktüel ana dilinde yazmasını, akıl dilinde düşünmesini ve gönül dilinde konuşmasını öğrenmelidir. En ağır yükler entellektüellerin omuzlarına yüklenir. Entellektüeler arılara benzerler, binbir çiçekten yararlanırlar, yine de düşünceleri kendilerine özgüdür. Entellektüel insanı insana karşı savunur. İnsan eleştirisiyle entellektüel olur. SEVGİ VE DOSTLUKTAN BESLENEN İSTANBUL İLE ÇATIŞMADAN BESLENEN NEWYORK Küre dünyanın düz dünyaya dönüştüğü bir dönemde, şehirler devletlerden daha çok önem kazandılar. sayı//9// nisan 6
Şehirler medeniyetlerin somutlaşmış yüzleridir. Medeniyetlerin ölümsüz yapı ve anıtları, şehirlerde ete ve kemiğe bürünürler. Şehirler medeniyetlerin oluşturduğu çekim alanları çevresinde halka halka genişlerler. Şehirlerin oluşumlarının araştıranlar, yolda hem medeniyetlerin, hem de ticaretle güçlenen ekonomilerin, birbirlerine karışan ayak izlerini görürler. Tokyo’’dan İstanbul’’a, İstanbul’’dan New York’’a, dünyadaki bütün şehirler, birbirlerini görüyor ve birbirlerinden etkileniyorlar. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bütün şehirler içlerinde bir İstanbul ve bir New York taşırlar. Dünyadaki her şehirin çift başlı ‘’Selçuk Kartalı’’ gibi, iki gözü, iki yüzü ve iki değer ekseni vardır. Şehirlerin bir yüzü İstanbul’’u yansıtırken, bir yüzü de New York’’u yansıtır. Şehirlerin geleneksel yüzleri İstanbul’’da, çağdaş yüzleri New York’’ta kendilerini bulurlar. New York Birinci Roma’’nın, İstanbul İkinci Roma’’nın mirasçısıdır. İstanbul kutsal, New York seküler medeniyetin başkentidir. İstanbul uyum ve düzenin simgesi kubbelerin, New York uyumsuzluğun ve düzensizliğin simgesi gökdelenlerin kentidir. Dünyanın düzleşmesiyle, New York İstanbul’’a, İstanbul da New York’’a taşındı. Artık dünyanın neresinde olursa olsun, her şehirde bir New York ve bir İstanbul vardır. Düz dünyada İstanbul’’suz New York, New York’’suz İstanbul olmaz. Çağdaş medeniyetin şehirleri, İstanbul ve New York’’u altın oranda harmanlamasını bilen şehirler olacaktır. Bütün şehirlerin birbirlerini gördüğü bir dünyada, hiçbir kentin yalnızca İstanbul ya da yalnızca New York olma şansı ve imkanı yoktur. Yeni yüzyılda her şehir, hem bir İstanbul, hem de bir New York olmak zorundadır. Düz dünyada İstanbul’’suz bir New York değersiz, New York’’suz bir İstanbul güçsüz olur. Şehirler, Sinan gibi inşa edenler ve Yunus gibi yaşayanlarla, medeniyet merkezlerine dönüşürler. İstanbul işbirliğinden, New York çatışmadan beslenir. İstanbul sevginin, New York kavganın vatanıdır. New York, İstanbul ile kuşatılmalıdır.
Muhacir Pazarı İstasyondan şehre giden yol var ya, Hani heykelin yanından sağa saparsın, İşte orada Muhacir Pazarı var. Orası benim dost memleketim, Orada zurnayı ekmeğe katık yaparlar.. Daracık sokaklarda hergün bir cümbüş, Ve her köşebaşı bir çigan bardı. Sençalar Kadri udun üstünde üveyik kuşu Uzayıp giderdi esmer klarnet. Ve ucundaki Şükrü Tunar’dı.. Kapıların Önünde halkalanmış kadınlar Gelip-geçenlere bakardı Aralarında kimi herifler de vardı. Ve tütün kokulu güldüler,. Hasan da, Salih de iyi çocuklardı, öldüler, Sabahları pabuç boyar, akşama Teksas pavyonda çalarlardı, Aç gözlü de değildiler..
Zaman su gibi akıp geçerdi, Kızların kavgası başladığı an. Uçuşan tavalar-tencereler-küfürler, pencereler, Sanırsın kıyametin koptuğu zaman Karakolda ayna var, ayna, Oraya varınca herşey süt liman.. Daha güneş inmeden sandığını kapardı, Nafakayı çıkardı mı gerisine kim bakar. Eve dönerken iki tek atar, Hüznün anasını satardı.. Canlarım benim, yalandan ağlayanlarım Fena halde esmer vatandaşlardı...
Kâmil Uğurlu
7
Ş ehir
u sayımızda, yard.Doç.Dr.Bedri Mermutlu hocamız ile beraberiz .
ŞEHİR; BİZİ EĞİTEN
BÜYÜK ÇEVREDİR
SOSYOLOG YARD. DOÇ. DR. BEDRİ MERMUTLU* İLE SÖYLEŞİ
Geleneksel dünyada kişinin soyadı gibidir doğup büyüdüğü şehrin adı. O kadar ki çoğu zaman kendi adından daha baskındır bu ad. Gazali, Farabi, Birgivi diye biliriz ama kendi asıl isimlerini belki bilmeyiz bu kişilerin. Söyleşi:Samet SURURİ
*İstanbul Ticaret Üniversitesi
sayı//9// nisan 8
Hocam merhabalar, dergimizde her sayıda bir sosyologumuzla toplumsal meseleleri konuşmaya devam ediyoruz. Bu sayımızda sizinle şehirler üzerine söyleşelim istedik, bizi kırmadınız teşekkür ederiz. “Şehir ve Kültür”, dergimizin adı, biz bu adı koyarken anlam yüklemek istedik. Aslında bu iki kavramın birbiriyle ilişkisi ne nedir? Şehir kavramıyla kültür kavramı birbirine çok yakışan iki kavramdır ve nerede olursa olsun birbirleriyle buluşurlar. Derginizin adında da buluşmuş. İnsanın toplumsal ideallerine ulaşma çabası kültürü yaratır. Toplumsal ideallerimizi en iyi hatta tek gerçekleştirebileceğimiz yer de şehirdir. Şehirler kültürü de aşarak medeniyetle buluştururlar bizi. Çoğu zaman farkında olarak ya da olmayarak gelenek ile kültürü birbirinin yerine kullandığımız için şehri de farkında olmadan kültürle sınırlıyoruz. Kültür köyde de, kasabada da var. Ama şehirdeki kültürden söz ettiğimiz zaman medeniyet seviyesine ulaşmış bir kültürden söz etmiş olmamız gerekir. Şehirdeki kültürle siz bir medeniyete katkıda bulunursunuz, medeniyeti bu kültürle yoğurursunuz. Hatta her medeniyetin bir şehirle sembolleştiğini görürüz. Bağdat İslâm medeniyetinin Abbasî dönemini, Kurtuba Emevî dönemini, İstanbul Osmanlı dönemini en yüksek seviyede temsil eden şehirler olduğu gibi Roma, Paris, New York da Batı medeniyetini farklı dönem ve cephelerden temsil eden şehirler olarak tahtlarında otururlar. İnsan, davranış özelliklerini genleri dışında çevresinden alır. Bizi eğiten büyük çevredir şehir. İnsanlara hâlâ nereli oldukları sorusu her yerde sorulmaya devam ediyor. Geleneksel dünyada kişinin soyadı gibidir doğup büyüdüğü şehrin adı. O kadar ki çoğu zaman kendi adından daha baskındır bu ad. Gazali, Farabi, Birgivi diye biliriz ama kendi asıl isimlerini belki bilmeyiz bu kişilerin. Mensup olunan şehir bizi kültürümüzle önemli ölçüde belirtir hatta belirler. Geleneksel toplumlarda kişinin memleketi onun tanınmasında neredeyse başat rol oynar. Günümüz dünyasında bu durum eğer değişmekteyse bunun nedeni de yine şehirlerin belirsizleşmesidir. Binaları, yolları gibi fiziki unsurlarıyla birbirine benzeyen şehirler medyanın tekleştiren hızlı ortamında ayrıcalıklarını ve farklarını da yitiriyorlar. Dolayısıyla artık insanların hangi şehirden olduklarının nüfus bilgisi dışında bir anlamı kalmayacak gitgide. Şimdi herkes şehrini marka şehir haline getirmeye çalışıyor. Ama bu markayı kendisi için değil şehri iyi pazarlayan bir etiket olarak kullanmak için.
Eski şehirler ve yeni şehirler arasında sosyolojik açıdan ne farklılıklar vardır. Eski şehir gelenekli şehirdir. Nesilden nesile aktarılan sosyal davranış kalıpları ancak eski şehirlerde söz konusudur. Bir şehrin eski olması sadece tarihî geçmişe sahip olması demek değildir; aynı zamanda orada geleneklerin kurumsallaşarak bir şehir kültürü oluşturması demektir. Eski şehirlerimizde “yeni” adıyla anılan ve belli ki sonradan şehre ilave edilmiş olan mahalle, semt hatta şehirler vardır. Örneğin Nevşehir… Nevşehir, “Yenişehir” demektir. Daha önce Muşkara adlı bir köy iken Sadrazam Damad İbrahim Paşa’nın öncülüğünde gerçekleştirilen imar faaliyetiyle büyüyüp gelişmiştir. Bu anlamda tarihî olarak Nevşehir gerçekten yeni bir şehirdir. Ama bu “yeni” mahalle ve şehirler de eski şehirden farklı bir yapı ve özellikte olmayıp geleneksel dokuya ve yapıya eklemlenmiş yerleşim birimleri olarak karşımıza çıkmışlardır geçmişte. Batı toplumu yeni yerleştiği topraklarda kurduğu şehirlerin bir kısmını ana vatandaki eski şehir isimleriyle isimlendirirken bunların “yeni” olduklarını isimleriyle belirtme yoluna gitmiştir. New York, New Orleans, New Jersey, gibi. Bizde yeni şehir fikri Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan şehircilik faaliyetleri sırasında yaygınlaştı. O yıllarda şehirlerde bir nüfus baskısı hissedilmemesine rağmen eski şehirler peyderpey terk edilerek eski şehrin hemen yanında “yeni şehir”ler kurulmaya başlamıştır. Kurulan bu yeni şehrin nüfusu yeni bir nüfus olmayıp eski şehirden naklen gelen bir nüfus olmakla birlikte ilk defa yapı malzemesi ve şehir tasarımı değişmeye başlamış, buna bağlı olarak hayat tarzında da değişiklik baş göstermişti. Yeni şehirler genellikle sur veya kale dışı bölgede yaygın bir alanda çok katlı beton binalar olarak inşa edilmiştir. Ancak yeni şehirdeki popülasyon gelir düzeyi nispeten yüksek ailelerin tercih ettiği bir yerleşim alanı idi. Eski şehri yetersiz ya da sosyal taleplerine cevap vermeyen bir noktada kabul eden yeni kültüre açık toplum kesimlerinin giderek toplandığı bir bölgeydi yeni şehirler. Nitekim Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı tek perdelik tiyatro eserinde ele alınan konu mahallenin bireyi darboğaz eden baskıcı yapısı olarak sunulur. Eski şehir mahalle sistemi demektir ve mahalle sisteminde modern zihniyetin beklediği anlamda bir mesafe yoktur. Ayrıca eski şehir, kültürüyle birlikte köhnemiş olarak görülmeye adaydır. Yeni dönem insanı bu anlamda kendini eski şehrin dışına atarak yeni bir oksijen aradı. Ancak bu kapalı büyük site hayatı çok uzun sürmeyecekti. Şehirlerin göç almaya başlamasıyla birlikte yeni şehirlerin ayrıcalıklı hayatı sona erip yeni gelenler için şehrin zorunlu yerleşim alanı olarak davetli
davetsiz misafirlerle paylaşılacak ve nihayet eski şehri yutacaktır. Bugün artık tarihî şehirlerimizin eski şehir bölgesi en fazla, yapılarıyla muhafaza edilmeye çalışılan fakat yaşam kültürü olarak büyük ölçüde kaybolmuş bölgelerdir. Yeni şehirler ise eski şehir geleneklerinin dışında oluşmuş bir hayatın betonlaşmış dekorudur. Tarihi şehirlerde, tarihi yapıların yanında modern binaların yapılmasını doğru buluyormusunuz? Yukarıda yeni şehir konusuna değinirken eski şehrin yanıbaşında onun devamı olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan “yeni şehir” konseptine değinmiştik. Temelde defolu bir motifle hareket edilmesine karşın bu uygulamanın iyi bir yanını da kabul etmek lazım. Yeni şehrin insanı kendine yeni bir hayat ararken belki eskiden kaçıyordu ama eskiyi yıkmıyordu hatta eskinin yanında yeniyi yapmıyordu. Eskiyle yan yana bulunmak istemiyor ve kendini harice çıkarıyordu. Sonraları eski şehrin insanı ekonomik itki veya özentiden kaynaklı nedenlerle eskiyi yeniyle değiştirmeye başladı. Eski binayı yıkıp yerine “yeni şehir” binalarının benzerini kondurma şehir imarının şartı gibi algılandı. Özellikle 1970’li yıllarda artmaya başlayan bu yık-yapçılık çeyrek yüzyılda şehirlerimizi tanınmaz hale getirdi. Şehrin tarihî nitelikli bölgesi pek çok yerleşim yerinde yeni binaların arasında sığıntı halinde kaldı. Bu yönden en dayanıklı ve imtiyazlı yapılar olarak gördüğümüz cami ve mescit binaları bile bu işgalin altında ezildiler. Yenileşmek demek betonlaşmak demekti bilinçsiz inşaat adamlarının ve rantiyenin gözünde. Peyami Safa’nın FatihHarbiye adlı ünlü romanında iki ayrı dünya anlatılır iki semt planında. Harbiye modern bir hayatın beton apartmanlarda ambalajlandığı bir semt, Fatih ise her şeyiyle eskide yaşayan anakronik bir dünya olarak sahneye konur. Ancak zaman içinde olan şeye baktığımızda karşımıza çıkan tablo Fatih’in Harbiyeleştiğidir. Fatih, İstanbul’un iç çekirdeği olan ve her sokağında geçmiş zamanlardan birkaç mühür birden taşıyan bu semt, binalarıyla, vitrinleriyle, caddelerinde dolaşan gençleriyle, gençlerin elindeki, üstündeki markalarla Harbiye’yi çoktan yakalamıştır. Artık bir Fatih-Harbiye romanı yazılamaz; yazılsa bile başka bir roman olur bu.
İstanbul son on yıllar boyunca iç göçün o zamana kadar tanımadığı bir türüyle karşılaştı. Bu göç öyle üst üste dalgalar halinde ve durmadan geldi ki şehir bu göçü sindiremeyecek hale geldi. Sonuçta İstanbul gelen göçü yönlendirip kendi kültürü içinde biçimleyeceği yerde üstüne üstüne gelen göçün yönsüz kültürüne yenildi.
Özellikle İstanbul’a göçlerle şehirleşme yerine köylülüğü taşımanın ana sebepleri sizce nelerdir? İstanbul, tarih boyunca göç almış bir şehirdir. Özellikle yakından takip edebildiğimiz Osmanlı asırlarında da bu göç kesilmeden devam etmiştir. Ancak kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollarla bu göç yönetilebilmiştir. Fethin akabinde nüfusun artması özellikle teşvik edilerek dışarıdan toplu yerleştirmeler gerçekleştirilmiş, 9
Ş ehir
Bir şehrin eski olması sadece tarihî geçmişe sahip olması demek değildir; aynı zamanda orada geleneklerin kurumsallaşarak bir şehir kültürü oluşturması demektir.
şehir 16. yüzyıl ortalarına doğru iştiap noktasına gelince de dışarıdan gelen göçlerin belli kayıtlar altına alınarak şehrin fiziki ve sosyal dokusunun bozulmamasına çalışılmıştır. En büyük çapta göçler 19. yüzyılın ikinci yarısında Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen zorunlu nüfus akışında yaşanmıştır. Hatta Lehistan’dan gelen mültecilerin Osmanlı toprağına sığınması o yıllarda uluslararası kamuoyunda Ruslara karşı Osmanlıların lehine bir hava bile oluşturmuştu. 20. yüzyılın başlarında ise Rumeli, Kırım ve Kafkasya’nın çeşitli bölgelerinden göçen nüfusun toplaştığı yer yine Osmanlı toprakları olurken ilk uğradıkları şehir İstanbul oldu. Ancak bu göç fırtınası sırasında bile gelen göçmenler geldikleri yerdeki hayat tarzlarını devam ettirmek üzere bölgede dağılarak ya da dağıtılarak İstanbul üzerindeki yığılma önlenmiştir. Çünkü gelen halk genellikle tarım alanında çalışan bir nüfustu ve bu nüfusun kendine uygun alanlara yerleştirilmesi hem doğal hem gerekli bir gelişmeydi. Yeni kurulan birçok köy bu göçler sırasında kurulmuştu. Böylece hem gelen göçmenlere hem de ülkenin ekonomisine katkı sağlanarak gelen göçten yeni bir enerji bile üretilmişti. Ancak dış göçü gayet iyi yönetebilen devlet iç göçü aynı basiretle yönetememiştir. Özellikle 1970’lerden sonra artarak hızlanan iç göçün gözüne kestirdiği şehirlerin başında İstanbul gelmiştir. Ekonomik durumu yerinde olanın da olmayanın da gözlediği ve fırsatını bulunca geldiği ilk yer İstanbul’dur. Üretim rejiminin tarımdan sanayiye evrilmesi ile daha önceki göçlerde ancak şehir ekonomisi ve dolayısıyla şehir kültürüne sahip kesimler bir şehirden başka bir şehre yerleşirken artık kır ekonomisinden kopan ama şehir kültürüne yabancı unsurlar şehre yerleşmeye başladı. Bir şehir kültürü diğer bir şehir kültürüne intibak etmekte zorlanmadığı halde kır kültürünün şehir kültürüne, hele bu şehir İstanbul gibi bir şehirse, intibakı kolay olmayacaktı. İstanbul son on yıllar boyunca iç göçün o zamana kadar tanımadığı bir türüyle karşılaştı. Bu göç öyle üst üste dalgalar halinde ve durmadan geldi ki şehir bu göçü sindiremeyecek hale geldi. Sonuçta İstanbul gelen göçü yönlendirip kendi kültürü içinde biçimleyeceği yerde üstüne üstüne gelen göçün yönsüz kültürüne yenildi. Bugün, bildiğimiz İstanbul’un kültürü ve geleneği sona ermiş olup, eğer günümüzdeki fiili durumu yeni bir kültür olarak nitelersek, böyle bir kültür içinde boğuşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Şehir ve kültür uyumu için ümitli olabilir miyiz, ne dersiniz? Yukarıda değindiğimiz üzere İstanbul derken
sayı//9// nisan 10
hepimizin idrâkinde başka bir İstanbul var. Aslında İstanbul’da bizi buna zorlayan bir çoğulluk da yok değil. İstanbul’un büyüsü de budur işte. Her devirde birden fazla İstanbul olmuştur. İstanbul içinde İstanbul değil, İstanbullar var. Ancak geleneksel İstanbul’un algılarda, hafızalarda ve damaklarda bıraktığı tadı günümüzün hızlı, kompleks ve belirsizlikler dünyası içinde bir kez daha yaşamanın imkânsızlığı kesindir. Aynı medeniyet çerçevesi içinde kalınsaydı bile bugünkü İstanbul yüz yıl önceki İstanbul’dan yine epeyce farklı olacaktı şüphesiz. Ancak şimdiki İstanbul’un nereye doğru gittiğini bilemiyoruz. Çekiştirilen bir şehir manzarası var. Bu, farklılıkların hatta zıtlıkların bir arada toplanması diye bakılamayacak bir yönsüzlüktür. Buradan nasıl bir kültür çıkar, bilemeyiz. Şehir uzun yıllardır kendini muhafazakâr olarak tanımlayan yerel yönetimlerin elinde olduğu halde paradoksal olarak son on yıllarda “eski İstanbul” gittikçe azaldı. Elimizdeki geleneksel şehri giderek yitirmemiz muhafazakâr iradenin güçsüzlüğü ya da başarısızlığından dolayı değilse küresel bir dalganın her yere uzanan iktidarının sonucu olarak kabul edilmelidir. İstanbul bir AVM’ler, residanslar, gökdelenler şehri olma yolunda hız kesmeden ilerliyor. Mahalle hayatı ve bu hayatın doğurduğu oldukça kendine mahsus komşuluk ilişkisi yok oluyor, yerini akıllı binalardan oluşan korunaklı kale-siteler alıyor. Geçtiğimiz aylarda bir milletvekilimiz ailede eşler arasında vukua gelen anlaşmazlıkların önlenmesi yönünde yapılacak düzenlemeler üzerine muhafazakâr yönlü bir öneride bulunmuştu. Mahallede âkil insanlar heyeti oluşturulup bu gibi aile meselelerine mahkemelerden önce bu heyetin bakması önerilmişti. Bu milletvekilimizin İstanbul milletvekili olması bizim her şeyden önce “İstanbul’da mahalle kaldı mı?” diye etrafımıza bakmamıza neden olmuştu. Mahalle sadece idari bir bölünme olarak da düşünülebilir; ancak âkil insanların çıkabileceği ve mahallelinin sorunlarına el atabileceğini düşünüyorsanız bu mahallenin aynı zamanda kültürel bir ortaklığın paylaşıldığı sosyal birim olduğunu hesaba katmak gerekecektir. İstanbul’da -ve benzer şehirlerde- mahalleler önce apartmanlaşmayla, ardından siteleşmeyle ortadan kaldırılıp şehir halkı hem mekânsal hem ruhsal bir ayrışmaya yöneltildikten sonra buradan bir mahalle hayatı ilişkisi üretmek ancak sanal ortamda mümkün olacak bir şeydir. Yine muhafazakârlık adına şehirdeki yıpranmış tarihî yapıları soylulaştırma girişimi çerçevesinde yeniden ele almak anlaşılır bir şeydir; fakat aynı
binaları ayağa kaldırdıktan sonra orayı otel, alışveriş merkezi gibi işlevlerle kullanmayı mekânı canlandırmak mı yabancılaştırmak mı olarak görmek gerekir? Şehir halkını bu yapıların esas anlamı üzerinden temasa geçirmedikçe tarihî bölgelerdeki sağlıklaştırma ve soylulaştırma çalışmaları şehirsel yabancılaşmaya götürecektir. Soylulaştırılan binaları, olabilecekse kendi ana görevleriyle, bu mümkün değilse ana görevlerine en yakın ya da en uyumlu görevle kullanıma kazandırmak gerekir. Sağlıklaştırılan bölgeleri de öncelikle bölge sakinleri için düşünmek gerekirken bölgenin el değiştirmesine meydan verilmemelidir. Özetlersek önce şehri yönetenler kafalarını toplamalı deriz. Ne yapacağını, niçin, kim için yapacağını bilerek yapmalı. Göründüğü kadarıyla bu konu henüz havadadır. Heveslerin, rant düşüncesinin, cehaletin, görgü yoksunluğunun sevkiyle hareket edilen yerde kültürden ümitlenme bir yana kültürden söz edilemez bile. Kentsel dönüşümün İstanbul için nasıl bir gelecek sağlayacağına inanıyorsunuz? Kentsel dönüşüm gerekli bir imar ve tamir hareketiydi. Özellikle İstanbul gibi başını alıp giden şehirler için… Bunu bir fırsat olarak değerlendirmek ve şehrin kangren olmuş düğümlerine neşter atma fırsatı yakalanmıştı. Ancak bu fırsatın iyi kullanıldığına dair işaretler görülmüyor. Aslında kentsel dönüşüm, adı konmadan Turgut Özal zamanında başlatılmıştı. Gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgesi verildikten sonra sivil inisiyatif hemen harekete geçerek gecekondu bölgelerini apartman binalarına çevirmişti. Ancak burada bölgenin sağlıklaştırılması amaçlanırken plansızlık bir başka boyutta tekrarlanarak yeni bir sağlıksızlaşma üretilmişti. Her bina sahibi kendi gecekondusunun yerine çok katlı yeni bir bina dikerek sorunu kendi açısından çözmüş görünüyordu. Binaların depreme dayanıklı olmasına o tarihlerde itina edilmediği gibi dar sokaklar, bitişik nizam kötü yapılaşmalar bu dönem imar hareketinin bize bıraktığı yanlış bir miras olmuştur. Zeytinburnu bölgesi bunun tipik örneğidir. Aradan otuz yıl geçmeden yapılan binaların yıkılarak kentsel dönüşüme girmesi gündemdedir. Kentsel dönüşüm de bu sorunu yarım halledecektir. Çünkü belki sağlam ve daha konforlu binalar yapılacak ama bölgenin sokak, cadde, meydan ve diğer sosyal ihtiyaçlara dönük sorunları çözülmeden kalacaktır. Özellikle de trafik sorununu hafifletecek çözümlerin kentsel dönüşüm uygulamalarında hesapta olmaması bu sorunun gittikçe ağırlaşacağının da işaretidir.
Yıkılan bir binanın yerine eskisinden daha çok katlı binalar yapılırken burada ikamet edecek nüfusun trafik sorununu katmerleştireceğine şüphe yoktur. Her sokakta daha çok vasıta seyir ya da park halinde olacaktır. Kentsel dönüşüm şimdilik mülk sahiplerini nemalandırıyor gibi görünmekle birlikte uzun vadede bu nemalanma geri tepecek gibidir. Çünkü müteahhidin kazanç olarak ilave edeceği belli sayıda konutun dışında yeni konut üretilmeyip şehir fizik olarak daha çok sıkışırken birdenbire yükselen konut fiyatları ekonomik yönden topluma maliyet bindirecektir. Konutunu yenileyen kişinin serveti artmış görünürken çocuğuna ikinci bir konutu aynı fiyata alamayacağı için bu servet kısır bir servet haline dönüşecektir. Birkaç yıl öncesine kadar görsel medyada deterjan ve şampuan reklamları izlerdik. Sonra araba reklamları devreye girdi. Şimdilerde ise bol bol lüks konut reklamları izlemekteyiz. Kentsel dönüşümle artan konut fiyatları bir yandan, üretilen yeni lüks konutların uçuk fiyatları öbür yandan İstanbul’u imara dayalı bir rant şehri haline getirmiş bulunuyor. İnşaat sektörünün canlılığı başka şey, rant sektörünün saldırıya geçmesi başka şeydir. Bu şekilde devam ettiği takdirde on yıla kalmadan İstanbul’da bir memurun hatta orta gelir seviyesinde bir vatandaşın değil ev satın almak kiracı olarak bile İstanbul’da barınması şansı yok olacaktır. Dolayısıyla kentsel dönüşümü de içeren İstanbul’un konut politikası yahut politikasızlığı uzak olmayan bir gelecekte hem ekonomik hem sosyal patlamaların kötü bir habercisi olarak gündemimizde durmaktadır.
Özetlersek önce şehri yönetenler kafalarını toplamalı deriz. Ne yapacağını, niçin, kim için yapacağını bilerek yapmalı. Göründüğü kadarıyla bu konu henüz havadadır. Heveslerin, rant düşüncesinin, cehaletin, görgü yoksunluğunun sevkiyle hareket edilen yerde kültürden ümitlenme bir yana kültürden söz edilemez bile.
Kentsel dönüşümü fırsat olarak beklerken bir tehdit olarak karşımızda görmek gelecek adına irkiltici ve düşündürücü bir durumdur. Hocam, güzel ve ufuk açıcı sohbetiniz için çok teşekkür ederiz. Umarızki söyledikleriniz ilgili kişilere yol gösterici olur. Şehir ve kültür dergisi adına çalışmalarınızda başarılar dileriz. Ben teşekkür ederim, Şehir ve Kültür ailesine güzel hizmetlerinin devamını dilerim. 11
Ş ehir
ANTAKYA
ŞEN DEĞİL Dört yıldır süren Harb-i Umumi’de bu İngilizlerin musibet mektebinde tahsil almış, fikirlerini değil ruhlarını bile bellemişti.
Ali Arslan CAN
smanlı’dan önce ta Memlûklular döneminde kesme taşlardan inşa edilmiş, 700 yıldır manevi merkez olan Ulu Cami’nin ruhani havası onu biraz teselli etmiş ama duygularını teskin etmemişti. Zira Antakya demek tanıdık demekti ona göre, fakat kimseler yoktu bildik buralarda. Hepsi şehit mi olmuşlardı! Günlerdir yürürken hayal ettiği, doğup büyüdüğü, dört yıl burnunda tüten memleketine vardığı hâlde hiçbir tanıdık ile karşılamayan Ali, “Her tarafa düşman dolmuş, Antakya’da öter baykuş İnsanların ruhu nahoş, Cevap yok sıla-i Rahime, Dostlar bile yok olmuş.” diye içinden geçiren ve bu defa mağlubiyeti kabul etmek üzere olan Ali, gözüne bir tanıdık sima ilişir gibi olunca kafasını sola doğru çevirdi. Gördüğü ya çok hızlıydı veya artık hayal görmeye başlamıştı. Hani gözü de keskindi hafızası da. Istıraptan biraz gözleri yaşardığı için eksik görebilirdi. Bu hayaletvari sima çok sevdiği Kara Ahmet’e benziyordu. Ahmet niye saklansın ki? Her şeyden haberi olan Ahmet’in ne yapacağı da belli olmazdı ya. Gözleriyle Ahmet’i ararken Köprübaşı’ndaki İngilizleri tekrar görünce yine sinesine bir ok saplanır gibi oldu. Ne kadar aciz bir durumdaydı, hem kendisi hem de Antakyalılar. Zira Haçlılardan beri buralara ne İngiliz’i ne Fransız’ı ne de bilmem nesi ayak basmıştı bu gerçek Hristiyan Habib Neccar’ın kutsal şehrine. Ali, savaşta da olduğu gibi en zor anda en güçlü olanı hatırladı; “La galibi İllallah”, Allah’tan başka galip yoktur diye tekrarladı birkaç kere, Hakk’ın divanına durmak için caminin içine yöneldi. İnsanların her zaman ibadetle, tilavetle ve ilim öğrenmekle meşgul oldukları Ulu Cami’nin sağdaki kapısından içeriye girerken büyük bir şaşkınlıkla karşılaştı. Kimseler yok. Saf sayısı az ama uzun olurdu bu mabette. Safların çokluğu değil omuz omuza veren insanların çokluğu önemli diyordu Ulu Cami. İçerisi bomboş. Sanki camiye girmek yasak! Dikdörtgen şeklinde upuzun olan bu mekânda kaç ders halkası olurdu. Yoksa İngilizler gerçekten yasak mı koymuştu? Yok yok İngiliz bu kadar akılsız değildir, insanlar ne yaparsa yapsın kendilerine hizmet etsin onlar için yeterli olur, bunu İngilizlerle savaşa savaşa, mücadele ede ede öğrenmişti Ali. Dört yıldır süren Harb-i Umumi’de bu İngilizlerin musibet mektebinde tahsil almış, fikirlerini değil ruhlarını bile bellemişti. Camiler boşsa Antakyalılar evlerinden çıkmama kararı almışlardır. Şen şakrak, muhabbet ehli
sayı//9// nisan 12
olan bu şehrin insanları demek çok üzgünler, belki topyekûn matem tutuyorlar! Diğer bir ihtimal aklına geldi; belki de yeni hayatta nasıl davranacaklarını, nasıl mücadele edeceklerini tasarlıyorlardır. Ortalıkta görünürler ise göze batarlar, düşmanın kaydına girmek işleri zorlaştırır, şehirde kim var kim yok belli olur, ecnebilerin eski yardımcıları birer muhbir olur yağcılıktan hizmetkârlığa geçerler. Hakiki Antakyalılar susarsa önemli bir karar arifesindeler demektir.
Hamamı” dedi ve eliyle “peşimden gel” dedi. Ahmet önce hızlı adımlarla kendisinden uzaklaştı, ilk kapıyı geçip ikinci kapıya yaklaştıkça yavaşladı, sakin sakin yürüyerek camiden çıktı. Bekçi Ahmet de dört yılda teşkilattan çok şey öğrenmiş; ne zaman görüneceksin, ne vakit yok olacaksın, hangi an hızlı, nerede yavaş olacaksın? Ali, Kara Ahmet’in uzaklaşmasını beklerken heybeyi kontrol etti; ekmek, birkaç top sürk, har/ defne yapraklarının börtü-böcekten koruduğu kuru incir, birkaç çamaşır.
Ali, caminin sağ arka kısmına gitti. Bu bir alışkanlıktı artık; sırtını köşeye ver, öndekileri de kapıdan girenleri de gör. Ne hâle gelmişti kendi memleketinde. Huzur-ı İlahî’ye varacağı zaman bile emniyetli mahal arıyordu, hem de en kutsal mekânda. Düşman içeri girince camiler bile emniyetli olamaz diye düşündü ve Rabbi’ne iltica etti, en zayıf anında en güçlüye tabi olduğunu beyan etti, teslim oldu. Ellerini açıp yalvardığında ne kadar derdi olduğunu daha iyi anlamıştı; Vatanı, milleti, İslam dünyası, sömürgeciler elinde köle olan insanlığın ekserisi kısacası hepsinin duada belirtilmesi gerekiyordu. Sonunda aczini iyice anladı, “Hasbinallahi ve nime’l-vekil” diyerek teslim oldu. Büyük kesme taşların birbirine kenetlendiği köşeye yaslandığında dizlerinin acısını hissetmeye başladı ki demek epeyi bir vakit aynı şekilde oturmuştu.
Şehre gelen bir köylünün ihtiyacı olan her şey vardı. Heybenin en sert yerinde iki gizli bölme; birinde bir tabanca diğerinde zarif ama hedef olan her kalbi iptal ve boğazı imha edecek bir bıçak. Ali, bunlara çok sevindi, sanki 6. Ordunun gücüne erişmiş gibi hissetti kendisini. Heybeyi omzuna atan Ali, girdiği kapıdan çıktı. Ahmet’in camiden çıktığı kapının karşısındaki dış kapıdan değil, Köprübaşı tarafındaki kapıya yürüdü. Ahmet yolun sağından kendisi ise solundan yürüyeceğini işaretini Ahmet çıktığı kapı ile vermişti. Çıkarken yeni fark etti ki avlunun etrafınki medrese odalarında hiçbir hareket yoktu. Medrese talebeleri ya askere gitmişler ve halen dönmemişler veyahut İtilaf komutanı medreseleri kapatmıştı. Belki de Antakyalılar neşesini kaybetmiş, cami ve medreseler de bundan nasibini almıştı.
Kendisi girdiğinde camide kimse olmadığı hâlde yaradan ile irtibat sağlamak için en zula yeri seçmişti. Caminin geniş, zemine yakın ve büyük pencerelerinden gelen ışık her zamanki gibi içeriyi aydınlatıyor ama dışarıya çağırmıyordu. Camide yer yokmuş gibi birisi hemen önünde namaza durmuştu. Kuşkulandı birden, başkası var mı diye etrafı kolaçan etti, kimseler yoktu. Neden bu kadar yakındaydı bu adam? Dikkatle izlemeye başladı. Bu namaz kılmıyor da namaz kılıyormuş gibi yapıyordu. Bu Kara Ahmet! Demek takipte. Selam verirken sanki arkaya döndü; “gör beni artık” der gibiydi. Göz göze gelince, gülümsemedi bile. Ali kalkmaya niyetlendiğinde, “otur” işareti yaptı, bir de bir dakika der gibi bir işaretle, görüşmenin kısa olacağını anlattı. Anlaşılan kaç yıldır birbirlerine hasret iki can dostunun camide baş başa oldukları hâlde kucaklaşamayacakları kadar durum çok ciddiydi. Demek pencerelerden içeriye sadece güneş bakmıyordu.
Biraz ilerleyince Uzun Çarşı’ya daldılar. Antakya’nın her şeyin bulunduğu ve herkesin uğradığı bitişik nizam dükkânlardan oluşan, mal ve ürünlerin birbirine dokunduğu ama karışmadığı bu çarşıda her dinden esnaf vardı. “Hak bilinirse had bilinir” düsturunun hâkim olduğu bu çarşıda söz senetti. Sözler bozulursa hocası da papazı da hahamı da sözü senede çevirir altına da mührünü basardı. Ali bu çarşıyı çok severdi, bu çarşı civarında pek lokanta işlemez, kasaplar taze kuşbaşılı etten tas kebabı hazırlar, fırında hemen pişirir hazır ederlerdi. Heyhat, bu Kara Ahmet yüzünden Köprübaşı’nda Ulu Cami’nin bitişiğinde mevcut dükkânda künefe yiyemediği gibi bu fırınlarda yapılan enva-i çeşit kebaplardan da yiyemeyecekti.
Ahmet; “Köprü değil, caddeler ve çıkışlar da tutuldu. Muhbirler yine kudurdu”, dedi. Anasının işlediği kıl heybeye benzer bir heybeyi Ali’nin kucağına, içinde bir şeyler olduğunu anlaması için biraz sert şekilde attı. Kemiğine gelen ağırlık ayağını biraz acıttı. Uzaklaşırken “Meydan
Gözleriyle Ahmet’i ararken Köprübaşı’ndaki İngilizleri tekrar görünce yine sinesine bir ok saplanır gibi oldu. Ne kadar aciz bir durumdaydı, hem kendisi hem de Antakyalılar.
Kara Ahmet ikide bir dükkânlara giriyordu. Çünkü ecnebi askerler devriye geziyorlardı. Kendisi de oyalanıyordu sağda solda. İngiliz askeri kendisine bakar gibi olunca, etrafa baktı. Sağa çıkan ve içeride çatallaşın yan yola yakın dükkânın önüne yaklaştı. Anasının sevdiği gevrek ve kalın Antakya simidinden tesbih gibi dizilen bir düzüm aldı. Parasını öderken gözünün açısındaki düşman askerlerinin kendisine yönelmesi hâlinde ikisini birden öldürecekti. Simidi heybeye koyarken eli 13
Ş ehir
Biraz ilerleyince Uzun Çarşı’ya daldılar. Antakya’nın her şeyin bulunduğu ve herkesin uğradığı bitişik nizam dükkânlardan oluşan, mal ve ürünlerin birbirine dokunduğu ama karışmadığı bu çarşıda her dinden esnaf vardı. “Hak bilinirse had bilinir” düsturunun hâkim olduğu bu çarşıda söz senetti.
silahı kavradı. Antakya’yı iyi bilirdi. Yakalanması kolay değildi. Üstelik Antakya’da olduğunu artık Ordulular biliyordu. Zira Kara Ahmet bilirse öğrenmesi gereken herkes öğrenirdi. Antakya’nın dar, bazen çıkmaz sokaklar, dağlara kadar kendisi için açılır, düşman için dehliz olurdu. Heybesini düzeltir gibi yaparak hafif sola döndüğünde düşman askerleri onun arkasından geçip gittiler. İlerideki Kara Ahmet tamam işareti yaptı, ilerledi. Eskiden bu çarşıya asker girmezdi. Anlaşılan bu ecnebi keferesi bu kaideyi bile bilmiyor veya değiştirmek istiyordu. Düşman çarşıda, düzde fiyakalı fiyakalı geziyordu, Ama bu memlekette Amik Ovası’nın iki burcu Cebel-i Akra ve Belan konuşmadan cümleye nokta konulmaz, bunu bilmiyordu. Kuyumcuların yanından Buğday pazarını geçtiler. Yeni mahsul Karakılçık buğdayını görünce, çuvalın içine elini daldırıp bir avuç aldı ve onu kokladı. Sanki bu bir avuçta bütün dağların kokusu vardı. Bu buğday çok sert ama anasının şefkatli elinde bulgur pilavını dönüşünce ne de yumuşak olurdu. Ordu nahiyesinin meşhur düğün, bayram, ölüm yemekleri bundan yapılırdı. Bu Karakılçık buğdayı Ordulular gibi sert, anaların, eşlerin muhabbetli ellerinde pişince lokum gibi olurdu. Ordulular da halis dostlara kavuşunca ancak yumuşar, muhabbet şelaleleriyle pişerlerdi. Antakya hamamlarının en eski ve meşhur olan Meydan Hamamı’nın yakınına gelince Kara Ahmet yavaşladı. Hamamın önüne gelindiğinde aradaki mesafe neredeyse kapanmıştı. Zira hamamın önünde cuma sabahları hariç olmayan bir kalabalık vardı. Bugün cuma olmadığı için Ali anlayamadı. Fakat Ahmet çok sakin ve rahattı. İyici yaklaşınca Ali bir gerçekle daha yüzleşmişti. Meydan Hamamı düşman tarafından işgal edilmişti. Daha doğrusu onların ihtiyaca olduğunda, bu vatanın evlatlarına bu hamamda öncelik yoktu. Asker sayısı artarsa bunlar bu hamama el kor diye düşündü Ali. Hamamın önünde ve yan taraflarında ecnebi askerler elleri tetikte bekliyorlardı. Antakyalılar bu sahneye Meydan Hamamı’nı düşmanın el koymasına ilk defa şahit oluyorlardı. Düşman askerleri hamamdan çıkıp takım hâlinde giderlerken, Ali’nin gözü İngiliz komutanın arkasında bir tanıdığa rast geldi. Hamamcıbaşı gibi Fransız komutan ile üniformalı bir Ermeni’nin yanında dikilen bu şahıs cephe kaçkını işbilir daha doğrusu işinibilir İsmail’di. Ali’yle Kara Ahmet ile yan yana gelmişlerdi. Ne de olsa onlar hamam sırası bekleyen vatandaşlardı. O daha da dikkatlice hainleri izliyordu.
sayı//9// nisan 14
Ali: -Bu İsmail haini Babacan’a karşı ne kadar sevimliydi. Savaş’ın yaklaştığını hissedince ona yapıştı, Savaştan kaçtı. Onun etrafında fır döner, her hizmetini görür, “sen çok zekisin, senden çok şey öğrendim, sen olmasan biz bir hiçiz…” gibi devamlı yağlar yapardı. Millete de “Yörüğüm, yiğidim” diye hava atardı… Ahmet: - Ne yörüğü, çok çok Doğu’dan… buraya geldiğinde Kemahlılara yanaşmış… Ali: -Babacan’ın himayesinde onun gücüne yiğitlik iddia ederdi. Millet onun yüzüne “Yiğit İsmail” der, arkasından “Yamuk İsmail” “Yağcı İsmail” “Yeci İsmail” derlerdi. En korkuncu da Peygamber torunu Hz. Hüseyin’e bir yudum su vermeyecek kadar zalimlik yapın Yezit ruhuna sahip olduğunu kabul edip Yezit İsmail diye anarlardı. Ahmet: -Zararından emin olmak için en sonunda millet zekice ona “Yİsmail” demeye başladı. Kim ne niyetle kullanırsa onu ifade etsin diye. Ali, Yismail’in fırıldaklağını bildiğinden “sonra” diye sordu. Ahmet: -Savaş biterken, Babacan’ın gücünün azalacağını düşünerek, uzaklaşmak için eften-püften bahaneler üreterek, kendisine kötü davrandığını yayarak “çok sevdiği” Babacan’dan uzaklaşmaya başladı. Babacan’dan ayrılmadan önce de Babacan’ın onu tanıştırdığı dostlarına özel ziyaretler yapıp hediyeler götürerek gizliden gizliye “Babacan’ın gücü bitti artık, ondan uzaklaşın diye müzevirlik yaptı” Hep yedekte tutuğu, “ablam” diye bağladığı Hanımağa Aliyye’ye iyice çevreledi. Sanki o Hanımağa’nın değil Hanımağa onun elemanı oldu. Ali: -Hanımağa onun ihtirasını kesmez, sadece bir basamak olur bir süre. Ahmet: —Doğru dersin Ali. Zaten İtilafçı Mahmut Ağa ile çoktan irtibat kurdu. Hanımağa Aliyye’den aldığı bilgileri yeni Ağa’sına aktarmaya çoktan başlamıştı… Ali: —Hemen yeni güç İngilizlerin yardakçısı olmuş, Meydan Hamam’nın basık kapısından daha çok ufalmış görünüyor Yİsmail.
Ahmet: —Keşke adı İsmail olmasıydı, o Hazret, İbrahim Peygambere sadıktı has bir evlat gibi. Bundan dolayı Ümmet-i Muhammed, Hz. İsmail’i ayırıyor yamuk yumuktan, sahtesine Yİsmail diyor. Ali: —Bugünlerde çok göreceğiz İsmailleri. Tam da giriş kapısının üzerindeki kemerin zikzaklı kısmının altında duruyor zikzak Yİsmail. Allah denk getiriyor demek! Ahmet: —Ali, sen önden git. Yİsmail seni şimdi hatırlamaz, sen oldukça değişmişsin, beni bilir, sesini duymasın, tanırsa Ordu’ya gitmemen için ihbar eder İngiliz’e. Soyunma kısmında seni karşılayacaklar. Ilıklık mı, sıcaklık mı yoksa külhan mahallinde mi görüşürüz bilmiyorum. Ali, Kara Ahmet’i takdir etmişti. Hem hafif, hem hızlı, hem gizli hem de dostuna bilgiyi zekice veriyordu. “Demek Külhan mahalline gideceğiz, içimizin ateşi az, bir de hamamın sıcak ateşi de girecek. Düşman ve hainler keyif ile ter atıp dinlenirken, bizler Külhan’ın hamama açılan cehennemlik pencerelerinin önünde eriyeceğiz.” Ali, soyunmalık kısmına geldiğinde, Yİsmail’in Fransızlara bir işbirlikçi Ermeni’nin tercümanlığı ile hizmetkarlığını sunmaya çalıştığını gördü. Bu hain İngiliz efendisini de satmış! Hemen bitişik kısma girip dinlemeye başladı. Yİsmail şimdi de İngilizleri bırakıp Fransızlara kur yapıyor, sahipsiz bir it gibi kendini sevdirmeye çalışıyordu. “Bu Antakya’dan böyle adam çıkmaz, demek geldiği yerden edinmiş bu huyu” diye düşündü. Bir taraftan dinlerken diğer taraftan bu haini tasvir etti: Mangalda kül bırakmaz, Tepeden tırnağa cambaz, Sadakatte tekmil nasipsiz, İbrahim’e evlat olmaz. Fransız ve avanesi konuşarak dış kapıya yöneldiğinde, Ali görünmemek için peştamallar ile kendini iyice gizledi. Bu arada bir darbe ile bu memleketi bir pislikten kurtarmaya karar verdi. Sofi Salihlerden olduğu için önce infaz fetvası gerekirdi, hemen onu da zihninde muhakeme etti ve kesinleştirdi: Hâlık-i Ebede bağlan, Yokta var olur o insan, Varda yok olan ki hayvan, O mahluk-ı müşevveş, Yaşaması bir ziyan. Silah’a gerek yoktu. Arkadan Yİsmail’i boğazını da sıkabilirdi, boynunu da kırabilirdi. Ama bu
kendisine yakışmazdı, ölürken onun yüzünü görmek istiyordu. Sesizlik ve sükûnet anıydı. Bir dakikalık işti bu onun için. Hedefe yönelirken, nereden çıktığı belli olmayan biri ok gibi önüne siper oldu. Ne olur yapma diyen gözlerindeki muhabbet Ali’nin kinini sanki bir anda söndürdü. -O iş bize düşer Dede, mevsimi geldiği söylenirse, onu musallada tahta çıkarırız. Zaten bu arada Yismail ılıklık kısmına doğru geçmişti. Ahmet de yetişti telaşla. Anladı bir şeylerin ters gittiğini.
Ali, caminin sağ arka kısmına gitti. Bu bir alışkanlıktı artık; sırtını köşeye ver, öndekileri de kapıdan girenleri de gör. Ne hâle gelmişti kendi memleketinde. Huzur-ı İlahî’ye varacağı zaman bile emniyetli mahal arıyordu, hem de en kutsal mekânda.
Kara Ahmet sarıldı can dostuna, ikisi de hem seviniyor hem ağlıyorlardı. Ali’nin gözlerinin içine baktı: Hain kalsa da şimdi hayatta Fırıldağa bak havayı anla, Her kim ihanet eder dostuna, Bil ki satar vatanı düşmana. Ali anlamıştı şimdi gayet iyice. Demek bu vakitte öldürmek değil, bilmek daha önemliymiş. Hainleri öğrenmek için bildik hain lazım. Hele termometre gibi gücün kimde olduğunu anlayan ve hemen dönen fırıldaklar bir deniz feneri gibi lazım Mücahidlere. Büyük Komutan, “kolay ölmeyin, öldüğünüze değsin” derdi. Düşmanı çözme, hainleri tespit için Yİsmail gibi fırıldaklara ihtiyaç var. Eski vakit olsa, böyle müraileri Meydan Hamamı’nın Külhan’ında, Ahiret’ten önce odun yerine yakardı. Hem çevre temizlenir hem de bir işe yarardı. Yanlarında bekleyen kara yağız delikanlı, ikisinin da kollarına dokundu ve kısık bir sesle : -Reis sizleri bekliyor. İkisi birden toparlandılar, yufka yüreklilik bu çocuklara kötü örnek olmamalıydı. Hep metin olmalıydılar. “Haydi gidelim” dedi Ali. Ali, dört yıllık harbi bitirmiş, daha Antakya’nın künefesini bile yemeden, yeni hayata Antakya Meydanı’ndan değil, Meydan Hamamı’nın külhanındaki cehennemliğinden başlıyordu. “Bunun manası nedir?” diye düşündü yürürken: —Külhan’ın kazan kısmı cehennemin ta kendisidir. Anlaşılan hain ve kâfirler buraya konulacak ve bir daha çıkamayacaklar. Kusurlu inananlar ise cehennemin pencereleri olan cehennemliklere uğrayıp oradan cennete varacaklar. Sonu güzel olana sabır etmek gerek…
15
Ş ehir
DERSAADET’TE
“FATİH - SÜLEYMANİYE” ULEMÂ SEMTLERİ -ÜÇÜNCÜ-
Türk-İslam dünyasında adı çokça bilinen büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, 15. yüzyıl başlarında Semerkant’ta dünyaya geldi. Babası Muhammed, Türk Sultanı ve Timur’un torunu olan Ünlü Türk astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu( Doğancıbaşısı) olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Mehmet Kamil BERSE
atih döneminde Ali Kuşçu, Sinan Paşa, Ahmet Paşa başta olmak üzere birçok bilim adamı yetişmiş ve bu insanlar devlet yönetiminde de söz sahibi olmuşlardır. Ayrıca Fatih sadece müslüman bilim adamlarından yararlanmamış, batı devletlerinden de bilim insanlarını saraya davet etmiştir. Örneğin, Bizanslı Patrik Gennadious Fatih’in isteğiyle Hıristiyanlık dininin itikadi konularını içeren İ’tikadname adlı eserini yazdı. Özellikle Yunan ve Latin kaynaklarının araştırılmasını isteyen Fatih, kütüphanelere büyük eserlerin kazandırılmasında öncülük etmiştir. Dönemin bilim insanları Fatih – Süleymaniye medreselerinde ders verebilmek için adeta yarışmıştır ve yazdıkları eserleri Sultan Mehmet’e sunmak istemişlerdir. Âlimleri sarayında kabul etmeyi, onlarla tartışmayı, sohbet etmeyi seven Fatih bir gün, dönemin ünlü matematikçilerinden Ali Kuşçu’nun, üçgenin açıları ile ilgili bir problemi üzerine ondan hemen cevap vermemesini istemiş, diğer alimlerin de bu problem üzerine tartışmasını ve fikir yürütmesini isteyerek onları izlemiştir. Böylece hem rekabet ortamı oluşturmuş hem de farklı fikirlerden yola çıkarak yeni fikirlerin de üretilmesine zemin hazırlamıştır. ALİ KUŞÇU Fatih Süleymaniye ulemalarının çok önemli kişilerinden biride , Fatih semtinde Fatih camiinin kuzey tarafında ikamet etmiş olan Ali Kuşçu dur. Semerkant’tan Fatih Sultan Mehmet han tarafından Fatih medreselerinde ders vermesi için Dersaadet’e çağırılmıştır. Türk-İslam dünyasında adı çokça bilinen büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, 15. yüzyıl başlarında Semerkant’ta dünyaya geldi. Babası Muhammed, Türk Sultanı ve Timur’un torunu olan Ünlü Türk astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu( Doğancıbaşısı) olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî’den matematik ve astronomi dersleri gördü. Bir zaman sonra bilgisini geliştirmek için Kirman’a gitti. Kirman’da Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdı. Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman’da eğitimini tamamladı, Uluğ Bey’e yardımcı olarak vazife aldı, sonra rasathanesine müdür oldu. 1449’da hacca gitmek istedi. Tebriz’de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih’le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun
sayı//9// nisan 16
Hasan’ın elçiliğini yaptı. sonra Fatih’in davetiyle İstanbul’a geldi. 15. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi. Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmalarında başarılı idi ve kesine yakın sonuçları alıyordu. Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu. Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Aslında buradan ayrılmak istemezdi ancak , en olmayacak bir zamanda, Çok sevdiği hükümdarı Uluğ Bey’in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif’in ihânetine uğramıştı. Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu. Her şeyden önce hocasıydı. Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştı.Uluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu’yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu v e sorumluk vererek gelişmesini sağlamıştı. Uluğ Bey’in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu’yu kalpten yaralamıştı. Ali Kuşçu bu olayla yıkılmıştı. Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz’e geldi. Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih’i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi. Genç Fâtih’in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu. İstanbul’da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz’e ulaşıyordu. Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı. Ali Kuşçu, kendisine ve ilmine itibar eden Uzun Hasan’ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı. Semerkant’ta Kızıl Elma olarak kabul edilen Kostantiniyye’ye ulaştı. Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya bildirmişlerdi. Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü. Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul’da biliniyor ve tanınıyordu. Uluğ Bey Rasathanesi’ndeki çalışmalarından, Semerkant’a aylarca uzak bulunan İstanbul’daki hükümdarın haberi vardı.
Semerkant’ta Uluğ Bey Rasathanesi’nin girişi
Osmanlı tahtında oturan II. Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, zekî bir padişahtı. Âdet olan merasimle Uzun Hasan’ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti. Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti. Aynı zamanda yeni kurulan Fatih Medreselerinin başına geçmesini istedi. Bugünün tabiri ile Üniversitenin rektörlüğünü teklif etmişti.
Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkik-i Hâkânî. Ki birdem Hakk’ı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.
Onurlu bir teklif alan Ali Kuşçu için bu davet beklenmedik bir iltifattı. Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih’in isteği, onun için emir demekti. Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz’e döneyim. Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı’nın elçisi olmaktır. Elçiye zeval yoktur. Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim...” Ali Kuşçu’nun bu talebi, Fatih’e son derece akla yakın göründü. Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti. İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı. Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı. Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi.
17
Ş ehir
Üniversitesinin ilk rektörü diyebileceğimiz Ali Kuşçu nun adı Bir Yüksek Okula verilebilirdi. Ali Kuşçu’dan sonra Osmanlı muhitinde riyaziyenin ilerlemesi için en çok çalışan Mirim Çelebi’dir; risalelerinden bir çoğunu II. Bayezid’e ithaf etmiştir; heyet ve müsellesâta (üçgenler) dair eserleriyle meşhurdur; eserlerinin en mühimmi kozmografyadan Düsturü’l-amel ve tashihü’l-cedel olup bunu Uluğ Bey zîci ile meşhur Giyaseddin-i Cemşid’inZîc-i Hakani der tekmil-i Zîc-i İlhani adlı eserlerini inceleyerek yazmıştır. Soyunun bir kısmı Yavuz Sultan Selim’in Kahramanmaraş’ı fethetmesinden kısa bir süre sonra o bölgede Şiî Mezhebi’nin tekrar artması sonucu Ali Kuşçu’nun torunlarından bir kısmı ferman ile Kahramanmaraş’a gönderilmiştir. Geriye kalan torunları ise daha sonra Düzce’ye kendi arzularıyla göç etmişlerdir. Kahramanmaraş ta bulunan ailenin bir kısmı da Cumhuriyet’in ilanından sonra Bursa’ya yerleşmişlerdir. Bursa’daki Fuat Kuşçuoğlu Caddesi de ismini Ali Kuşçu’nun torunlarından Fuat Bey’in isminden almıştır. Soyu Kahramanmaraş, Düzce ve Bursa’da Kuşçuoğlu soy isimleriyle devam etmektedir. Riyaziyeci Salih Zeki Bey
Dünyaca ünlü matematik ve astronomi bilgini olan Ali Kuşçu., İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz’den hareket etti. Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul’a getirildi. Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu. Fatih Süleymaniye Ulema semtlerinin alimler sınıfında yerini aldı. Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbul’da astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu. Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı. Ali Kuşçu Türkiye’ye geldiği zaman bu medrese derslerinden başka ayrı bir kurs açarak riyaziye okutmuştu; hattâ meşhur Sinan Paşa, Ali Kuşçu’dan riyaziye öğrenmek için talebesinden Tokatlı Molla Lûtfi’yi göndermiş ve o da öğrendiğini hocası Sinan Paşa’ya öğretmişti. Bugün Fatih Camiinin Güneydeki minaresinin gövdesinde Ali Kuşçunun Güneş saati yer almaktadır. Ali Kuşçu 16 Aralık 1474’te İstanbul’da vefat etti. Kabri ,Eyüp Sultan camii türbe haziresindedir. İstanbul Fatih Semtinde Görev yaptığı Sahn-ı seman medreselerinin hemen yanında bir ilkokula verilen ismi bu okulun tadilatı nedeniyle kaldırıldı, Topkapıda yeni bir ilkokula adı verildi. Dersaadet’in aşığı olarak beklerdim ki Dersaadette Üniversitede hocalık yapan bugünkü İstanbul
sayı//9// nisan 18
RİYAZİYECİ SALİH ZEKİ BEY Süleymaniye Fatih Ulemalarının Fen ilimlerinde öncü isimlerinden biri de Salih Zeki beydir. 1864 yılında,Fatih Küçükmustafapaşa semtinde mutevazi bir evde oturan yoksul bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi Saniye hanımın ve babası Boyabatlı Hasan ağanın ölümü üzerine ninesi tarafından on yaşındayken öksüz çocukların eğitimi için açılmış olan Darüşşafaka’ya verildi. Bu okulda Mehmet Nadir Bey’den matematik dersi aldı. Mehmet Nadir Bey, onun ileride iyi bir matematikçi olacağını anlayarak kendisiyle özel olarak ilgilendi ve o mezun olana kadar Darüşşafaka’dan ayrılmadı. 1882 yılında Darüşşafaka’yı birincilikle bitirdi. Aynı yıl Posta ve Telgraf Nezareti Telgraf Kalemi (Fen Şubesi)’ne memur olarak atandı. 1884 yılında Nezaretin Avrupa’da uzman telgraf mühendisi ve fizikçi yetiştirme kararı üzerine birkaç arkadaşıyla birlikte Paris’e gönderildi ve burada Politeknik Yüksekokulu’nda elektrik mühendisliği öğrenimi gördü. “Zeki” lakabı, bu okulda eğitim görürken arkadaşları tarafından kendisine verildi, böylece Salih Zeki olarak anılmaya başladı. Okulda kalıp doktora yapmak istediyse da bakanlık tarafından çağrılınca İstanbul’a geri döndü. 1887 yılında İstanbul’a döndü ve eski dairesinde elektrik mühendisi ve müfettiş olarak çalıştı. Ek görev olarak Mekteb-i Mülkiye’de (bugün Ankara Üniversitesi’ne bağlı Siyasal Bilgiler Fakültesi) fizik ve kimya dersleri verdi (1889-1900). Bu arada Rasathane-i Amire müdürlüğünde ve II. Meşrutiyetin ilanından (1908) sonra Maarif
Nezareti Meclis-i Maarif üyeliğinde bulundu. 1910’da Mekteb-i Sultani (bugün Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne atandı. 1912’de Maarif Nezareti müsteşarı, 1913’te Darülfünün-ı Osmani (bugün İstanbul Üniversitesi) rektörü oldu. 1917’de rektörlükten ayrıldıysa da üniversitedeki görevini Fen Şubesi (Fakültesi) Müderrisi (Profesör) olarak sürdürdü.
matematik ve astronomi bilimlerinde kullanılan bütün terimleri açıklamak ve Doğulu ve Batılı bütün matematikçilerle astronomların hayat öykülerini ve eserlerini tanıtmak maksadını taşıyordu. 12 ciltlik eserin yalnız iki cildi basılabildi. 1903’te büyük oğulları Ayetullah (ö. 1985), 1904’te ikinci oğulları Hikmetullah Togo dünyaya geldi.
Salih Zeki, önde gelen son dönem Osmanlı matematik bilginlerindendi. İkdam, Darüşşafaka ve İktisadiyat gazeteleri ile Darülfünun dergisine sayısız katkıda bulundu. Dönemin ünlü bilginleriyle matematik ve fen bilimleri konusunda yazılı tartışmalara girdi ve bu konularda bir kısmı ders kitabı olmak üzere çok sayıda eser verdi. Nesnel bir yaklaşımda Türklerin ve Müslümanların bilime katkılarını tespit etmeye çalışmış ve çağdaş Türk bilim tarihçiliğinin kurucusu olmuştur. Bilim felsefesi ile uğraşmış, Henri Poincaré ve Alexis Bertrand’ın eserlerini çevirerek bilim felsefesinin Türkiye’de tanınması ve yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur.
Salih Zeki Bey, II. Meşrutiyetin ilanından (1908) sonra Tanin Gazetesi’nde bilimsel makaleler yazmaya başladı ve Maarif Nezareti Meclis-i Maarif üyeliğinde bulundu. Auguste Comte hayranı olan Salih Zeki, onun öğretisini tanıtmak için Halide Hanım ile birlikte Auguste Comte Felsefe-i Müsbetesi adlı bir makale yayımladı. 1908- 1909 yıllarında yoğun bir çalışma dönemine girerek Darülfünun’da çok sayıda ders verirken değişik alanlarda ve seviyelerde pek çok ders kitabı yayımladı. 1910’da Mekteb-i Sultanî müdürlüğüne atandı. Tevfik Fikret’in, devrin Maarif Nâzırı Emrullah Efendi ile anlaşamayıp istifa etmesi üzerine bu göreve getirilmişti. Bu atama, basında uzun tartışmalara sebep oldu. Salih Zeki Bey, Münevver Hanım (ö. 1973) ile evlendi ve bu evliliğinden Tarık ve Faruk adlı iki oğlu dünyaya geldi.
1887 yılında yurda dönen Salih Zeki Bey, eski dairesinde elektrik mühendisi ve müfettiş olarak çalıştı. Credit Lyonnais müdürü Mösyö Lemoine ile tanışması ve onun teşvikleri üzerine matematik ve astronomi tarihi ile ilgilenmeye başladı. Ortaçağ İslam dünyasındaki bilimsel çalışmaları yazmalara dayanarak aydınlatmak istiyordu. Önce kendisini İslam öncesi Yunan ve Hint çalışmaları konusunda yetiştirdi, sonra eski yazmaları inceledi; 1889 yılında ilk bilim tarihi makalesini yayımladı: “Hint Rakamları Üzerine Bir Rapor”. Bu tarihten sonra ek görev olarak Mekteb-i Mülkiye’de fizik ve kimya dersleri verdi (1889-1900). Aynı zamanda yetiştiği okul olan Darüşşafaka’da gönüllü olarak Fransızca ve fen dersleri verdi. 1892’de Resimli Gazete’de bastırdığı dizi makalelerde daha önce çok iyi bilinmeyen yazarları ve eserleri ayrıntılı olarak tanıttığı monogrofiler hazırladı. Bu monografiler yoluyla ileride Asar-ı Bakiye adlı eserinin kaleme alınmasını sağlayacak tarihi bilgi birikimini meydana getirdi. Arkadaşı Ahmet Fahri ile Hikmet-i Tabiyye (Fizik) adlı ilk kitabını yazdı. Liseler için yazılan kitap, 1892’de basıldı. Aynı yıl ilk eşi piyanist Vecihe Hanım’dan ilk çocuğu Malik dünyaya geldi. 1895’te Beyoğlu Rasathane Müdürü olan Salih Zeki Bey, 1900 yılında Üsküdar Amerikan Lisesi son sınıf öğrencisi olan Halide Edip’e özel matematik dersi vermişti. Salih Zeki Bey, 1901’de ilk eşi Vecihe Hanım’dan boşandıktan sonra öğrencisi Halide Edip ile evlendi. Bu evlilikten sonra Halide Salih olarak anılan eşi Halide Hanım, ona Kamus-u Riyaziyat (Matematiksel Bilimler Sözlüğü) adlı eserini yazarken asistanlık ve çevirmenlik yaptı. Eser,
1912’de Maarif Nezareti müsteşarlığına getirilen Salih Zeki Bey, Darülfünun Konferansları adlı eserin iki cildini yayımladı. Aynı yıl Fransız matematikçi ve felsefeci Jules-Henri Poincare’in bilim felsefesi eserini Türkçeye kazandırdı.
1910 -1912 yılları arasında Türkiye’de çağdaş fiziğin temel konularını ayrıntılı biçimde tanıtan çok sayıda ders kitabı yayımlayarak fizik alanında da öncü oldu. 1912’de Maarif Nezareti müsteşarlığına getirilen Salih Zeki Bey, Darülfünun Konferansları adlı eserin iki cildini yayımladı. Aynı yıl Fransız matematikçi ve felsefeci JulesHenri Poincare’in bilim felsefesi eserini Türkçeye kazandırdı. 1913’te Darülfünün-ı Osmanî (bugün İstanbul Üniversitesi) rektörü oldu. 1917’de rektörlükten ayrıldıysa da üniversitedeki görevini Fen Şubesi Müderrisi (Profesör) olarak sürdürdü 1919’da Fen Şubesi’nin dekanı oldu. Rektörlük yaptığı dönemde üniversiteye Alman öğretim üyeleri getirtti ancak I. Dünya Savaşı nedeniyle bu öğretim üyeleri ülkelerine dönmek zorunda kaldılar. 1913 yılında yayımlamaya başladığı Asar-i Bakiye adlı eserinde Ortaçağ İslam Dünyası’nda yapılan matematik ve astronomi çalışmalarını sergiledi. Eserin birinci cildinde Trigonometri tarihini, ikinci cildinde hesap ve cebir tarihini, üçüncü cildinde Astronomi Tarihini ve dördüncü cildinde de geometri tarihini konu edindi. Dört cilt olarak tasarlanan üçüncü ve dördüncü ciltleri yazma halinde kalmıştır. Salih Zeki, son dönem Osmanlı matematik bilginlerindendi. İkdam, Darüşşafaka ve İktisadiyat gazeteleri ile Darülfünun dergisine sayısız makaleleri yayınlandı. Dönemin ünlü 19
Ş ehir
Ömer Nasuhi Bilmen
Süleymaniye–Fatih Ulema semtlerini yazmaya başlarken tarih boyunca bu mekanlarda âlimler yetiştiğini ve bu semtlerde ikamet eden âlimlerin tarihe yön veren kişileri yetiştirdiğini ifade etmiştik.
bilginleriyle matematik ve fen bilimleri konusunda yazılı tartışmalara girdi ve bu konularda bir kısmı ders kitabı olmak üzere çok sayıda eser verdi. 1920’de ruhi bir bunalım geçiren Salih Zeki Beyi tedavi altında iken 2 Temmuz 1921 günü Şişli’deki Fransız Hastanesi’nde öldü. Fatih Camiinin bahçesine defnedildi. Fatih te yetişip burada öğretmenlik ve ilim adamlığı görevlerini yerine getiren Osmanlı dönemi Matematik ve Fizik alimi Salih Zeki bey yetiştiği yerde Fatih Sultan Mehmed’in türbesi yakınındaki hazireye defnedildi. Adı, doğduğu semt Küçükmustafapaşa’daki bir İlkokulda yaşıyor… ÖMER NASUHİ BİLMEN Süleymaniye – Fatih Ulemalarının 20 yy daki temsilcilerinden tefsir ve fıkıh alimi Ömer Nasuhi Bilmen, ilmî ve ahlaki otoritesi, samimi dindarlığı ve tevazusu ile dinî konularda Türkiye’de Müslüman halkın başlıca güven ve itimad kaynağı olmuştur. İnançta, ibadet ve ahlâkta Ehl-i Sünnet akidesini, şahsında tam bir başarı ve samimiyetle temsil ettiği için herkesin saygı ve sevgisine mazhar olmuştu. Fatih Camiinin arka tarafında Ömer efendi caddesi üzerinde bulunan evde uzun yıllar oturdu. Malta çarşısının kuzey tarafında Fatih Caddesinde sonradan yapılan apartmanın alt katında uzun yıllar Bilmen Yayınevi olarak oğulları Avni ve Selim beyler, kıymetli eserlerini yayınladı ve satışını gerçekleştirdiler. Çok kıymetli ve itibar gören eserlerinin Başında İslam İlmihali diğeri ise 8 ciltlik Kuran-ı Kerim tefsiridir. Latin harflerinin kabulünden sonra Türkiye’de İslam hukuku alanında kaleme alınan ilk ve en muhtevalı eser olan ve o dönemde akademik çevrelerde büyük yankı uyandıran Hukuk-ı Islamiyye ve Islahat-ı
sayı//9// nisan 20
Fıkhıyye Kâmûsu; mezhepler arası mukayeseli sistematik bir İslam hukuku kitabıdır. Türkiye’nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olan ünlü tefsir ve fıkıh alimi Ömer Nasuhi Bilmen, 1883 yılında Erzurum’un Salasar köyünde doğdu. Küçük yaşta babasının vefat etti. Erzurum Ahmediyye Medresesi hocası ve Nakibüleşraf kaymakamı olan amcası Abdürrezzak İlmi Efendi’nin himayesinde eğitim gördü. Amcasından ve Erzurum müftüsü Narmanlı Hüseyin Efendi’den ders aldı. İki hocası da yakın aralıklarla ölünce 1908 yılında İstanbul’a gitti ve Fatih dersiamlarından Tokatlı Şakir Efendi’nin derslerine devam edip 1909 yılında diplomasını aldı . Ders Vekaleti’nce açılan imtihanı kazanarak camilerde ders vermeye yetkili kişi olarak1912 yılında dersiamlığa başladı. Dersiamlık yaparkende okumakta olduğu Hukuk Fakültesini (medreset-ül kudat)1913 yılında bitirdi. Arapça ve Farsça’yı çok iyi biliyordu, Türkçe ile beraber bu üç dilde yazabilen Ömer Nasuhi Bilmen, Temmuz 1913’te Fetva dairesinde katipliğe başladı. Bir yıl sonra başmemurluğa terfi edip Ağustos 1915’te Telif Eserleri Başkanlığı(Heyeti telifiye) üyeliğine getirildi. 1922’de bu dairenin kaldırılması üzerine, dersiâmlığa devam etti. 1943’te İstanbul müftülüğüne getirildi. 30 Haziran 1960 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olarak atandı ve daha bir yılını bile doldurmadan emekliye ayrıldı. On ay gibi kısa bir sürede görevinden ayrılmasının nedeni, dönemin yöneticilerinin Türkçe ezan ve daha bir çok konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’nı politik amaçlarına alet etmek istememesiydi. Dini meselelerde taviz vermeyen bir yapıya sahipti. Nitekim, 1960’lı yıllarda dinde reform gerekliliğini savunan ve bunun için çabalayanlara:
“Bozulmayan bir dinde reform mu olur” diyor ve İslam’ın ortaya koyduğu iman, ahlak ve hukuk ilkelerinin orjinalliğini, evrenselliğini kendinden beklenen liyakat ve cesaretle savunuyordu. Ehl-i sünnet mezhebini şahsında tam bir liyakatla temsil ettiği için herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Bunda şüphesiz, yaşadığı sürece aktif politikanın dışında kalmasının da önemli bir rolü vardır. Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen, Türkçe ile birlikte üç dilde şiir yazabilen Ömer Nasuhi Bilmen, bir ara Fransızca’ya da merak sarmış ve bu dili de tercüme yapabilecek kadar öğrenmişti Hayatının uzunca bir döneminde memurluk yapan , öğretmenlik hizmetinde de bulunan Ömer Nasuhi Bilmen, Dârüşşafaka Lisesi’nde yirmi yıla yakın bir süre Ahlak ve Yurttaşlık dersleri, İstanbul İmam Hatip Okulu’nda ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde usûl-i fıkıh ve kelâm dersleri verdi.
O sabah ilk defa Fatih Camii minarelerinden “Ezan-ı Muhammedî” Allahu Ekber, Allahu Ekber diye okunur. Ömer Nasuhi Hocaefendi, beğendiği eserleri emanet alıp bir gecede yazar ve onları -küçük yaşta öğrendiği ciltçilik sayesindeciltleyerek kütüphanesine koyardı. Bu yolla kütüphanesine pek çok eser kazandırmıştı. O devirde basma eserlerin azlığı ve temininin zorluğu dikkate alınacak olursa böyle bir gayreti takdirle karşılamak gerekir.
Altmış senelik muallimliği döneminde tek öğrencisini sınıfta bırakmadığı gibi hiçbir talebesine de zayıf not vermemiştir. Yetiştirdiği binlerce genç kendisine “Şeker Muallim” lâkabını takmıştır. Hayatının sonuna kadar ilmi çalışmalarını sürdüren Bilmen, inananlara ışık olan sekiz ciltlik ünlü tefsirini emekli olduktan sonra yazdı. Dört yaşında okumaya başladığı Kur’ân-ı Kerim onun hayatının tamamo idi. Hayatının son gününe dek bir gün aksatmadan Kur’ân okudu. Her gün okuduğu bir cüz Kur’ân-ı Kerîm’ini bitirince, kendini okumaya yazmaya verirdi. Cehennemden bahseden âyetleri okuduğunda gözlerinden yaşlar akar, Allah’a olan bağlılığı ve korkusundan vücudu tir tir titrerdi.
”Ömer Nasuhi’nin ölümüyle bir ilim güneşi daha battı. “Fatih Cami-i şerifi avlusundan taşan 10 bine yakın mümin bu sözleri heyecanla dinliyordu, konuşan Abdurrahman Şeref Yazıcı Hoca idi. Ertesi günün gzetelerinde şunlar yazıyordu; ”Fatih bu ismi aldığından beri böyle kalabalık bir cenaze görülmemişti. Kadın, erkek, çocuk bir bütün olarak Ömer Nasuhi Bilmen için Fatih’e birikmekteydi.Camide toplu namaz kılındıktan sonra herkes son görevi yapmak için sel gibi tabutun başına koşuyordu. Yüksek İslâm Enstitüsü, İmam Hatip Okulu talebelerinin gözleri ıslaktı.”
Ömer Nasuhi Bilmen İstanbul Müftülüğü’ne tayin edildiği tarihten itibaren, vefat edinceye kadar gerek ilmi ve ahlaki otoritesi, gerekse samimi dindarlığı ve tevazusu ile dinî konularda Türkiye’de Müslüman halkın başlıca güven kaynağı olmuştur. İnançta, ibadet ve ahlâkta Ehl-i Sünnet akidesini, şahsında tam bir başarı ve samimiyetle temsil ettiği için herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştır. Din ahlakının söz konusu olduğu durumlarda kararlı ve net tavrı ile inananların gönlünde taht kurmuştur. 1960’lı yıllarda yükselen bazı seslere karşı, yüksek iman gücü ile kendinden beklenen kararlılıkla, başarıyla ve cesaretle din ahlakını savunmuştur. İstanbul Müftüsü iken Fatih’te oturuyordu. Bir gece sabaha karşı kapı çalınır ve ailecek uyanırlar. Kapıda motosiklete binmiş bir polis memuru, memurun elinde de resmî bir evrak vardır. Bu evrak, uzun yıllar sonra “Ezan-ı Muhammedî”nin tekrar Arapça okunacağı kararının Meclis’te kabul edildiğini bildirmektedir. O sabah çok mutludur ve erken saatte oğluyla beraber Fatih Camii’ne gider. Yakın cami ve mescitlere de haber yollar.
ALİMİN ÖLÜMÜ ALEMİN ÖLÜMÜ GİBİDİR 12 Ekim 1971’de İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu, Ömer Nasuhi Bilmen, Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ne defnedildi. Vefatı ile Fatih –Süleymaniye ulemalarından renkli bir âlim daha aramızdan ayrılmıştı.
“Hiçbir şey yapmamış olsaydı ve şu fâni dünyada, geçirdiği 85 yıl içinde sadece ve sadece ‘Büyük İslâm İlmihali’ni vermekle yetinse idi ‘Büyük Âlim’ olması için yeterli idi’… Eserleri; Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tefsiri, Büyük Tefsir Tarihi, Kur’an-ı Kerim’den Dersler ve Öğütler, Sure-i Fethin Türkçe Tefsiri ,İ’tilâ-yı İslam ile İstanbul Tarihçesi, Hikmet Goncaları, Muvazzah-ı İlm-i Kelâm, Mülahhas İlm-i Tevhid , Akaid-i-İslamiye, Yüksek islam Ahlakı, Dini Bilgiler. Beyânülhak, Sırât-ı Müstakim ve Sebîlürreşâd, İslam mecmualarında çeşitli makaleleri yayımlanan Ömer Nasuhi Bilmen’in gençlik yıllarında Farsça olarak yazıp Türkçe’ye çevirdiği Nüzhetü’l Ervah adlı bir divançesiyle, İki Şükûfe-i Taaşşuk adlı bir de romanı mevcutdur. 21
Ş ehir
YNUS’UN ŞEHİRLERİ
ISPARTADAKİ YÛNUS EMRE
-2-
Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi Isparta, Yûnus Emre makamlarının en fazla bulunduğu ilimizdir. Uluborlu, Keçiborlu, Güneykent ve Gönen’de makamı bulunan Yûnus Emre’nin Eğirdir’de vefat ettiğine ilişkin inanışlar da mevcuttur. Buralardaki Yûnus Emre makamları başka maneviyat büyüklerinin mezarları iken zaman içinde Yûnus Emre makamına dönüşmüş görünmektedir. Böyle de olsa Yûnus Emre’nin bu bölgede bu denli sevilip benimsenmesi son derece ilginç bir konu olup araştırılmaya değer niteliktedir.
Mustafa ÖZÇELİK
sparta ilçeleri arasında Yûnus makamı konusunda en çok üzerinde durulan yer ise bugün kendini “Yunus Emre’nin diyarı Gül kenti Güneykent” olarak niteleyen Güneykent beldesidir. Bu beldenin Erenler Tepesinin eteğinde de Yûnus’a atfedilen bir kabir bulunmaktadır. Bu yüzden burası “Emre” veya “Emirler Geresini” olarak da adlandırılmıştır. Burada şu bilgiyi öncelikle söylemek gerekiyor. Güneykent, 1991 yılına kadar Keçiborlu ilçesine bağlı bir yer iken 1991 yılında ise yapılan bir referandum sonucu Gönen ilçesine bağlanmıştır. 1996 yılında ise tekrar Keçiborlu’ya ardından 1997 yılında tekrar Gönen’e bağlanmıştır. Fakat sonuçta Keçiborlu’ya komşu bir yerdir. Bu özelliğinden dolayı da İsmail Hakkı Bursevi’nin sözünü ettiği yer olarak yorumlanmıştır. Bunu neden böyle yorumlandığına gelince sözün burasında tekrar İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri’nin konu ile ilgili sözünü tekrar hatırlayalım. O, Yûnus Emre’nin mezarından söz ederken Keçiborlu isimli kasabanın doğu tarafında olan Puşti tarafından bir köyde doğup büyümüştür. Mezarı da oradadır.” demektedir. Dolayısıyla Güneykent görüşünü ileri sürenler, bu ifadeden Keçiborlu’nun merkezini değil eski adı Geresin yahut Emirler Geresini olan şimdiki Güneykent’i anlamışlardır. Tarihçi Muharrem Bayar’a göre o dönemde “Keçiborlu’nun doğusunda Geresinden başka köy yoktur.” İşte Güneykent’in önceden Keçiborlu’ya bağlı olması, buranın “Keçiborlu’nun doğu tarafındaki yamaçta yer alan karye” olması, buradan maksadın Geresin olduğu ve Bursevi’nin Yûnus’un mezarı olarak burayı işaret ettiği şeklindeki detaylar birleşince “Yûnus Emre Güneykentlidir” görüşünü benimsemek ya da böyle bir görüşü ileri sürmek hiç de zor olamamıştır. Bayar, sözlerinin devamında ise şöyle demektedir: Böcüzade Süleyman Sami Bey 1325/1909 yılında yazdığı“Isparta Tarihi” isimli eserinde :”Keçiborlu’nun şark-şimalinde (kuzeydoğu) dağda bir türbede metfundur. Karnı ağrıyanlar türbeye gider,toprağından bir miktar yutarak dönmeleri hâlinde ağrılarının geçtiği ve sağlığında bu nevi ağrılara ilaç tertip ederlermiş ” Süleyman Sami Bey tarif ettiği türbe Bursalı İsmail bildirdiği Geresin’deki Yûnus Emre türbesidir.Çünkü Geresin’de Yûnus Emre dışında başka bir türbe yoktur.” ŞEYH ŞİKEM Mİ YÛNUS EMRE Mİ? Bazı kaynaklarda Geresin’deki türbenin Şeyh Şikem’e ait olduğu söylenir. Bayar bu durumu da şöyle açıklar: “Bu konuda araştırma yapan Fehmi
sayı//9// nisan 22
Aksu Şeyh Şikem Vakfiyesi’ndeki Yûnus Emre sözcüğünü gerekçe göstererek, Geresin’deki Şeyh Şikem’in Yûnus Emre olduğunu söylemiştir.” Yer adındaki bu değişiklikle ilgili olarak Durmuş Kaya’nın söyledikleri de şöyledir: “Yûnus’un yaşadığı çağ incelendiğinde karşımıza Keçiborlu kazasının Güneykent kasabası ‘Geresin-i Emre’ çıkmaktadır.” Şimdi de bu mezar hakkında bilgi verelim: Yûnus’a atfedilen bu mezar, bugün için Güneykent mezarlığının hemen girişinde yer almaktadır. Burası Erenler tepesinin eteğinde yer alır. Etrafı demir halkalarla örülmüş olup mezarın baş ve ayak ucunda iki büyük taş bulunmaktadır. Fakat, mezarda yatan kişiyi belirten bir kitabe yoktur. Güneykent Yûnus Emre Derneği, Başkanı şair-yazar Durmuş Kaya’nın verdiği bilgiye göre Yûnus’un türbesi ne yazık ki ayakta değildir. Ayakta olmayışının sebepleri de, bölgede 18. yüzyıl ortalarında meydana gelen büyük veba salgınına dayandırılmaktadır. YÛNUS’LA BÜTÜNLEŞMİŞ BİR BELDE Güneykent, Yûnus makamlarının bulunduğu pekçok yerleşim yerine göre Yûnus Emre’yi daha bir benimsemiş ve içselleştirmiş durumda. Ziyaretimiz sırasında buna şahit olduk. Daha beldeye girer girmez tanık olduğumuz şeyler bunun canlı göstergeleridir. Güneykent’te, 1992 yılında devlet töreni ile Yûnus Emre günü kutlanmış, hatırasına bir Yûnus Emre çeşmesi yapılmış, ilköğretim okuluna ‘Yûnus Emre İlköğretim Okulu’ ismi verilmiştir. Ayrıca Güneykent’in bir ana caddesine Yûnus Emre Caddesi ismi konulmuştur. Kasabada ayrıca Güneysu Yûnus Emre Derneği kurulmuştur. Beldenin merkezi yerinde bir Yûnus Emre heykeli bulunmaktadır. Mezarının bulunduğu yere de Yûnus’un burada yattığına dair afişler yer almaktadır. Güneykent Belediyesi de, eskiden beri Yûnus Emre mezarı olarak bilindiğini söyledikleri bu yeri hazırlanan belge ve kaynaklar ışığında tescil kararını almıştır. Şimdilerde ise Selçuklu mimarisi tarzında bir türbe yaptırma aşamasındadır. GÖNEN’DEKİ YÛNUS EMRE Yûnus Emre’nin kabrinin Isparta’nın Gönen ilçesinde olduğunu söyleyenler de aynı şekilde İsmail Hakkı’nın ifadesinden yola çıkmaktadırlar. Bunu anlamak için önce o ifadelere bir daha bakalım: “Yûnus Emre, Anadolu’da Keçiborlu nam kasaba kurbünde olan gadir-i azamın canib-i şarkisinde olan peşt tarafında bir karyede neşv ü nema bulup mezarı dahi ol karyededir.” “Yûnus Emre, Anadolu’da Keçiborlu isimli kasabanın doğu tarafında olan (Peşt) Puşti tarafından bir
köyde doğup büyümüştür. Mezarı da oradadır.” Şeklinde günümüz Türkçesine aktarılabilecek bu metindeki “Gadiri azim” kelimesi “büyük göl” şeklinde tercüme edilerek bundan maksadın “Burdur Gölü ve Onun uzantısı olan Gönen Ovası’ndaki bataklık” olarak anlaşılmıştır. Dahası bugünkü Gönen Ovası’nın eskiden göl hâlinde olması hatta kule önünün adının kaynaklarda “Göl önü” olarak geçmesi de bu durumu destekleyen bir ifade olarak değerlendirilmiştir. ŞEYH SADETTİN Mİ YÛNUS EMRE’Mİ? Bahsi geçen yer, bugün Manastır mevkiinde çamlıklar içinde bir alandır. Bugün Yûnus Emre türbesi olarak bilinen yerin ismi önceden “Şeyh Sadettin Türbesi” idi. Burası yıkık bir mezar iken 1963 yılında türbe hline getirilmiştir. 1995-96 yıllarına kadar bu adla anılan türbe, Yûnus Emre’nin Güneykent’te popüler hâle gelmesinin ardından ismi değiştirilerek 1995’te “Yûnus Emre türbesine dönüştürülmüştür. 2001-2002 yıllarında ise çevre düzenlemesi yapılmıştır. Dolayısyla bu durumun geçmişi oldukça yeni sayılır. Zira Gönen’de Yûnus’un keşfi onun makamının Güneykent’te olduğu düşüncesi daha bir yaygınlık kazanınca ortaya çıkmıştır. Yûnus Emre’nin Güneykentli olduğunu söyleyen Durmuş Kaya da bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Gönen’de olduğu iddia edilen türbe, ‘Şeyh Sadrettin türbesidir.” Bu türbe Şeyh Sadrettin türbesi iken ismi değiştirilerek Yûnus Emre türbesine dönüşmüştür.
Yûnus Emre’nin Güneykentli olduğunu söyleyen Durmuş Kaya da bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Gönen'de olduğu iddia edilen türbe, 'Şeyh Sadrettin türbesidir.” Bu türbe Şeyh Sadrettin türbesi iken ismi değiştirilerek Yûnus Emre türbesine dönüşmüştür
23
Ş ehir
Yûnus Emre, Gelendost’da, Sarı İdris obasında, Risalet’elNushiyye adlı eserini tamamlamıştır. 1310’da ise dedesini ve babasını kaybeder. Babası Karaman’a gömülür. Dedesi ise Eğirdir-Sarıidris kasabasına gömülüdür
TÜRBEDE KİMLER MEDFUN? Fakat, Gönenlilerin elini güçlendirecek bir şey vardır. O da Bursalı İsmail Hakkı hazretlerinin başta alıntıladığımız sözlerinin devamında Yûnus Emre’nin kabrinin “Keçiborlu kurbünde…” oluşunu nasıl bildiğine dair söyledikleridir. İsmail Hakkı, bu durumu izah ederken şunları söylemektedir: “Şundan biliyorum ki, bu irfani kelimeleri kalem ucuyla, bir tertip sırasıyla kayda geçiren Şeyh İsmail Hakkı olarak, bir zaman mukim bulunduğum Bursa’dan, Hac maksadıyla yola çıkıp, gayret atımı Antalya tarafına sevketmiş ve zikrettiğim kasaba nahiyesine vardığımda, orada (…) bir tarikat ehliyle tanıştım. İnciye benzer sözlerini kulağıma küpe eyleyen bu zatın anlattıklarına göre, çok önceleri Buhara taraflarını istila eden Türklerin ıstırap yeli ve her şeyi yıkıp dağıtan kötü fırtınası sebebiyle Allah dostlarından bazısı, ikamet ettikleri gül bahçesi konaklarından yaprak misali kopmuş ve perişan olmuşlar. Bu cümleden, Şeyh Sinan Efendi isimli bir ulu kimse, bir göçebe gibi yollara düşmüş ve nihayet Yûnus Emre’nin köyü olan bu yere çoluk çocuğuyla yerleşmiş. Tabduk Emre’yi irşad eylemiş. Daha sonraki zamanlarda zuhur eden Yûnus Emre de zahiren ve batınen Tabduk’a bağlanmış. (…) Bu üç aziz şahsın, o köyde fâni âleme veda ettiği ve felek misali bir kubbe altında huzur içinde yattıkları herkesçe bilinmektedir.” sayı//9// nisan 24
İsmail Hakkı’nın üç azizin mezarı vardır dediği yerde bugün 4 sanduka vardır. Üzerlerine yazılan yazılardan bunların Yûnus Emre, Tabduk Emre, Balım Sultan ve vakfiye sahibi Şeyh Sadettin’e ait olduğu sanılmaktadır. Konu ile ilgili yöresel kanaat bu şekilde iken 1992 yılında Gönen’de Devlet töreni ile Yûnus Emre günü kutlanmış, hatırasına bir Yûnus Emre çeşmesi yapılmış, ilköğretim okuluna ‘Yunus Emre İlköğretim Okulu’ ismi verilmiştir. Ayrıca beldenin bir ana caddesine Yûnus Emre Caddesi ismi konulmuştur. Ayrıca Yûnus Emre adına bir dernek kurulmuş, Yûnus Emre ve hocası Taptuk Emre’ye mal edilen bu türbeyi tanıtmak için de her yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Belediye’nin katkıları ile Yûnus Emre’yi Anma ve Aşure Şenlikleri yapılmaktadır. Bu günde Yûnus Emre’ye ait şiirler okunup, ilahiler söylenmektedir. TÜRBEYLE İLGİLİ İNANIŞLAR Türbe kültürünün bir sonucu olarak buraya da dilek dilemek, dua etmek ve adak adamak için gelinmektedir. Bu ziyaretçiler arasında en çok çocuklarının okumasını isteyenler, çocuğu olmayanlar gelerek dua edip adakta bulunmaktadırlar. Adak olarak genellikle küçükbaş hayvan adanırken burada ayrıca, türbeye para bırakma, para, mum yakma ile tekke
aşı denen bir aş pişirme şeklinde de gelenekler mevcuttur. Özellikle bu aş pişirme geleneği büyük ilgi görmekte olup pişirilen aştan çevredeki çocuklara ve yoldan geçenlere ikram edilirmiş. Buradaki bir inanış da türbe ve çevresinin temizliği ile ilgilidir. Rivayete göre eskiden türbenin karşısında bir çeşme varmış. Bu çeşmeden mübarek gecelerde türbeden çıkan dede bir abdest alır ve türbeye girermiş. Bu çeşmenin yanına bir hayvan bağlandığında veya pislik atıldığında bunları yapanlar zarar görürmüş. İşte bu inanış sebebiyle çevre halkı türbenin temizliğine büyük önem vermektedir. EĞİRDİR’DEKİ YÛNUS EMRE Isparta’nın Eğirdir ilçesi de Yûnus’un kabrinin bulunduğu yerler ararsında geçer. Fakat burada Yûnus Emre’ye ait bir türbe yoktur. Yûnus’un bu ilçeye de ait gösterilmesi bu ilçeye bağlı Sarı İdris köyü yüzündendir. Zira mahalli inanışlara göre bu köy adını Yûnus’un dedesi olduğu söylenen Sarı İdris’ten almıştır. Bugün kasaba olan Sarı İdris, Eğirdir- Konya karayolunun 24.km.sinde 6 km. içerisinde Eğirdir Gölü’nün güney yamaçlarında kurulmuş bir yerleşim merkezidir. Buradaki inanışa göre Yûnus Emre’nin babası Hacı İsmail Emre ve dedesi Sarı İdris Sarılar adı verilen bir aşirete bağlıdır. Sarı İdris hem geyik çobanı hem de Yörük kabilelerinin şeyhidir. Sarı İdris Emre’nin mezarı Isparta-Eğirdir’in kendi adını taşıyan Sarı İdris kasabasındadır. Buradaki inanışa göre onun torunu Yûnus Emre, Tokat’ta doğmuş, Kayseri Develi’de okula başlamış daha sonra ailesiyle buraya yerleşmiştir. Yûnus Emre daha sonra Alanya’da açılan ve Karamanoğlu beyliğince korunan Taptuk Emre’nin açtığı Alanya medresesinde Taptuk Emre’nin eğitiminden geçer. Şeyhinin ölümü üzerine Isparta bölgesine gelir. Sonra da, Gelende de (Gelendost) Dostlar tekkesini açmış ve irşada başlamıştır. Yûnus Emre, Gelendost’da, Sarı İdris obasında, Risalet’elNushiyye adlı eserini tamamlamıştır. 1310’da ise dedesini ve babasını kaybeder. Babası Karaman’a gömülür. Dedesi ise Eğirdir-Sarıidris kasabasına gömülüdür. Yûnus Emre de akrabalarının ziyaretinde Karaman’da vefat etmiş ve orada bir caminin avlusuna gömülmüştür. Şahabeddin Tekindağ, Yûnus Emre ile ilgili bir makalesinde Yûnus’un Eğirdir’de öldüğüne dair Seyyit Şeyh Burhanettin’in Menakıbi’nden hareketle bir bilgi vermektedir. Bu menakıbnamede Eğirdir’in evliyaların toplanma yeri (cemiyyet-i kübrâ) olduğu şeklinde bir inanıştan söz edilmektedir. Bunlardan birine tanık olduğunu söyleyen Çelebi Hızır’dan ve
yol büyüklerinin veya tanıdığı, mana âleminde ziyaret ettiği Hak dostlarının ismini zikreder. Hatta bunlardan birine de tanık olmuştur. Zilkade 880/ Mart 1476’da bir cuma gecesi meydana gelen toplantıyı anlatırken burada bulunanlar arasında Hacı Bektaş, Mahmud Hayrani, Molla Hünkâr, Sultan Veled, Fakih Ahmed, Şems-i Tebrîzî, Zerkûb Baba, Ahi Evrân, Geyikli Baba, Sarı Saltık gibi isimler arasında Yûnus Emre’den de bahseder. Hızırnamedeki ilgili bilgi şöyledir:
Muhtemeldir ki Eğirdirli Yûnus Emre inanışı bu ve benzeri anlatımlarla ilgili olmalıdır. Fakat burada belirtilenin başka bir Yûnus olması söz konusudur.
Geldi erenler cem ile gösterdiler uçtan uca Tabdık Saru Saltık bile gösterdi hep uçtan uca Hem Yûnus Emrem geldiler çün bir yere ilettiler Bir Akdeniz’e attılar gösterdi hep uçtan uca Âşık Beşe Tabdık Beşe hem geldi abdal da bile Hem Yûnus Emre de bile bir gine görsem yüzlerin Tekindağ’ın aynı makalede söz ettiği bir bilgi daha vardır. Hızırmname müellifinin torunlarından es-Seyyid Burhaneddin’in menakıbında Yûnus Emre’nin Eğirdir’de öldüğüne dair “Ona Şeyh Yûnus derler idi.” şeklinde bir kayıt olduğunu belirtir. Muhtemeldir ki Eğirdirli Yûnus Emre inanışı bu ve benzeri anlatımlarla ilgili olmalıdır. Fakat burada belirtilenin başka bir Yûnus olması söz konusudur. Zira Yûnus Emre’nin ölümü kesin olarak 14. yüzyılın birinci yarısında olduğuna ve Seyyit Burhanettin’in 16.yüzyılda sağ olduğuna göre Yûnus Emre’yi görmesi mümkün değildir. Zaten yöresel kaynaklarda anlatılan Şeyh Mehmet Çelebi Sultan’ın ölümünden sonra oğlu olmadığı için Şeyhlik makamı boş kalmasın diye Halvetiye tarikatından Yûnus adında birini Şeyh yapmışlardır. Bu Şeyh Yûnus eski adetleri kaldırınca dervişler bundan memnun olmamışlar ve bir gün Şeyh Yûnus yatakta ölü olarak bulunmuştur. Dolayısıyla bu Yûnus adındaki şeyhle, Yûnus Emre karıştırılmış olabilir. Fakat durum ne olursa olsun netice itibariyle burada da bir Yûnus Emre kültürü bulunmaktadır. Böylece Isparta beş ayrı ilçesinde Yûnus Emre hatırasını taşıyan bir şehir özelliği kazanmıştır. KAYNAKÇA
• Mehmet Altunmeral , Hızırnamede Eğirdirli Veliler Celal Bayar Üniversitesi • Sosyal Bilimler Dergisi Yıl : 2013 Cilt :11 Sayı :2 • Şehabettin Tekindağ, “Yûnus Emre hakkında araştırmalar”, TTK, Belleten, 117. • Yasin Erdenk, Isparta Yoresi Ziyaret ve Adak Yerleri, Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2001 • Halim Baki Kunter, Yûnus Emre, Belgeler, Bilgiler, Eskişehir, 1990.
25
Ş ehir
BALKANLAR VE
GÖÇ
Önce Anadolu’dan Balkanlara, sonra da Balkanlardan Anadolu’ya olmak üzere herhalde Balkanlarda Osmanlı döneminde de göçün yaşanmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bu göçlerin en acılı ve en çilelileri de kuşkusuz Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş dönemlerinde yaşanan göçler olmuştur.
Mustafa ATALAR
sayı//9// nisan 26
alkanlar ve Türkler deyince ilk akla gelenlerden biri de herhalde ‘göç’tür. Tarih boyunca Türkler dünyanın en çok göçen milleti, Balkanlar da dünyanın en çok göç alan, göç veren ve göçe maruz kalan bölgesi olması nedeniyle her ikisinin kaderlerlerinin belirlenmesinde bu göçlerin çok önemli bir yeri ve fonksiyonu olmuştur. İslamla şereflendikten sonra yepyeni bir kimlik ve kişiliğe sahip olan Türkler, 1071’deki Malazgirt Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarının kendilerine açılmasıyla, İslamı ve onunla eş anlamlı hale gelmiş olan Türklüğü bütün dünyaya yaymak için Anadolu’yu bir üs ve gerektiğinde bir sığınak haline getirmeyi de başardılar. Anadolu artık Türkler için yeni göçlerin merkezi durumuna geldi. Anadolu’nun en çok göç verip aldığı yerlerin başında da Balkanlar gelir. Önce Anadolu’dan Balkanlara, sonra da Balkanlardan Anadolu’ya olmak üzere herhalde Balkanlarda Osmanlı döneminde de göçün yaşanmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bu göçlerin en acılı ve en çilelileri de kuşkusuz Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş dönemlerinde yaşanan göçler olmuştur. Bu göçlerle ilgili olarak çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir ama yazılanlar ve söylenenler yaşananların yanında hiç mesabesindedir. İki yüzyıldan daha uzun bir süreden beri başta Kırım, Balkanlar, Kafkasya üzere dünyanın pek çok yöresinden Anadolu’ya doğru gerçekleşen göçleri tanımlamaya, ‘göç trajedisi’ ifadesi bile yetmez. Tarihimizin pek çok olayı gibi hala karanlıkta kalan Balkanlara ve Balkanlardan göçlerimizin acı, tatlı ama çok öğretici ve ibretlik olayları hepimizin çok iyi bilmesi, gereken ibret ve dersleri çıkarması gereken olayların başında gelmektedir. Anadolu’ya doğru yönelen tersine göçün başlıca nedenleri arasında; savaşları, katliamları, yağmaları, tecavüzleri, baskı ve ayrımcılıkları, tecritleri, sürgünleri ve zorla asimilasyonları, cana, mala, ırza, namusa, dini ve/veya milli kimliğe açıkça saldırıları veya ağır saldırı tehditlerini sayabiliriz. Osmanlı toprakları üzerinde, bu gibi nedenler yüzünden yaşanan ilk göç hareketi, 1771’de Kırım’ın Ruslar tarafından işgaliyle başlayan göçlerdir. Kırım’da yaşayan Müslüman nüfusun Ruslar’ın silahlı saldırısına uğramasıyla bu insanlar Osmanlı yönetimi altındaki topraklara göç etmek zorunda kalmışlar böylece Osmanlı Devleti ilk defa göç olgusuyla yüzyüze gelmiş, bundan sonra da göç trajedilerimizin önü bir daha alınamamıştır. Bu ilk göç hareketi genelde Osmanlı Devletinin yönetimindeki yakın bölgelere, Balkanlara doğru olmuş, göç dalgalarının yoğun bir biçimde
Anadolu’ya ulaşması uzunca bir süre almıştır. Osmanlı Devleti’nin çözülmeye başlamasıyla birlikte, 1785’den itibaren Kafkasya ve Kırım’ın yanısıra Balkanlar’dan Anadolu’ya göçler başlamış ve 1912’ye kadar devam etmiştir. Osmanlı-Rus-Avusturya savaşları (1788-1792) öncesinde, sırasında ve sonrasında (1780-1800 arasında) sadece Kırım, Kazan, Kafkasya ve Özi bölgelerinden Türkiye’ye göç edenlerin sayısı 300 bin-500 bin arasındadır. Anadolu topraklarına yönelik ilk göç hareketi, 1785-1800 döneminde Balkanlar, Kafkasya ve Kırım’dan, son göç hareketi ise 1989’da Bulgaristan’dan olmuştur. 17. ve 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da her toprak kaybedişinde, Türkler ve Müslümanlar göçe zorlanmışlar, bölge asırlar boyunca sürekli göç dalgalarıyla çalkalanmıştır. Rumeli’deki Türkler ile diğer Müslümanlar 19. yüzyıl itibariyle Karadağ’dan BosnaHersek’e, Sancak’a, Arnavutluk’a, YugoslavyaMakedonya’nın diğer kesimlerine ve Anadolu’ya yönelmişlerdir. Sadece 1877-78 savaşı sırasında 350 binden fazla Türk katledilmiş, 1 milyondan fazlası da göç etmek zorunda bırakılmıştır. Balkanlar’daki Sırp İsyanı (1804-1816), Yunan İsyanı (1821), Romen Prenslikleri’nin İsyanı (1857), Girit Ayaklanmaları (1866-1869), BosnaHersek ve Karadağ’daki Ayaklanmalar (18581869), Bulgar Ayaklanması (1870’li yıllar) gibi tüm bağımsızlık hareketlerinin hepsinde bunların bağımsızlıklarını haklı çıkarmak ve daha önce azınlıkta olan “Hristiyan”ları çoğunluk durumuna getirmek için korkunç bir katliam ve soykırım gerçekleştirilmiş, milyonlarca Türk ve Müslüman geride öldürülmüş ana-babalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak Osmanlı Devleti’nin sürekli daralan sınırlarına doğru kaçmak zorunda kalmıştır. Bu zavallı “göçmenler” in büyük çoğunluğu da yollarda Hıristiyan çetelerinin saldırıları, açlık, perişanlık, sefalet ve çeşitli salgın hastalıklar yüzünden hayatlarını kaybetmişlerdir. Hristiyanlar’ın baskı ve katliamlarından kurtulmak için Osmanlı topraklarına göç eden binlerce “Müslüman” göçmen hiçbir şeyleri olmadan geliyorlardı. Çoğunluğu İstanbul’a gelen ve kentin sokaklarını dolduran bu zavallı insanların beslenmeleri, giydirilmeleri ve barındırılmaları da çok büyük bir sorun oluşturuyor, bir süre camilerde ve okullarda barındırıldıktan sonra kırsal yörelere gönderiliyorlar, nerede boş toprak varsa oraya yerleştiriliyorlardı. Göçler Osmanlılar döneminden sonra Cumhuriyet döneminde de devam etti. Geray, 1923-1960 döneminde Türkiye’ye “göçmen” ve “mübadil” ve “sığınanlar” olarak
gelenlerin sayısını 1.204.205 olarak vermektedir. Bunlar arasında (384 bini “mübadil” olan) Yunanistan göçmenlerinin sayısı 407 bin 788 (%33.9), Bulgaristan göçmenlerinin 374 bin 478 (%31.1), Yugoslavya-Makedonya göçmenlerinin 269 bin 101 (%22.4), Romanya göçmenlerinin ise 121 bin 351 (%10)’dir. (Geray, Cevat, (1962), Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler, Türk İktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir), sayfa: 7-9, 11-13, Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Doğanay ise Cumhuriyetin kuruluşundan 1997 yılına kadar büyük bölümü Balkan ülkelerinden olmak üzere Türkiye’ye gelen göçmen sayısının yaklaşık 1 milyon 600 bin olduğunu söylüyor (Doğanay, Filiz, (1997), “Türkiye’ye Göçmen Olarak Gelenlerin Yerleşimi” Toplum ve Göç, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, Mersin 20-22 Kasım 1996, Ankara: DİE Sosyoloji Derneği Yayını, ss: 196-200).
Osmanlılar döneminde göçmen kabul etmede “Müslüman” (“Dindaş”) olmak tek ölçüt olarak kabul edilirken, Cumhuriyet döneminde bu sadece “dolaylı ve bağımlı bir ölçüt” olarak dikkate alınmaya başladı. Bunun yerine genelikle “Soydaş” olma ölçütü esas alındı.
İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte Türkiye’nin göçmen kabul etme politikalarında bazı değişikliklere gidildi. Kuruluş aşamasındaki Türkiye Cumhuriyetinde, kültürler, dinler, diller, etnik kökenler mozayiği olan koca bir imparatorluktan, ulus devlete geçişin sancıları, sıkıntıları ve sorunları yaşanıyor, bu arada ‘Millet’ ve ‘Türklük’ gibi kavramların yeniden tanımlanmasına da çalışılıyordu. Osmanlılar döneminde göçmen kabul etmede “Müslüman” (“Dindaş”) olmak tek ölçüt olarak kabul edilirken, Cumhuriyet döneminde bu sadece “dolaylı ve bağımlı bir ölçüt” olarak dikkate alınmaya başladı. Bunun yerine genelikle “Soydaş” olma ölçütü esas alındı. “Ümmet”ten “millet”e dönüşmenin bir gereği olarak göçmen kabul etmede de “Dindaş” ölçütü yerine “Soydaş” ölçütünün esas alınması gerektiği düşünülüyor, bu durum, “din birliğine” dayanan “ümmet” yapısından kurtulma ve “kültür birliğine” dayanan bir “millet” yapısına kavuşma politikasının bir parçası ve gereği olarak açıklanmaya çalışılıyordu (ÇAVUŞOĞLU, Halim, (Bahar 2007),“Yugoslavya-Makedonya” Topraklarından Türkiye’ye Göçler ve Nedenleri, Bilig, sayı 41: 123-154). Daha ilk mübadeleler sırasında kimin Türk kabul edilip kimin edilmeyeceği, kimin Türkiye’ye göç etmesine izin verilip, kimin verilmeyeceği, kimin Türkiye’den başka ülkelere gönderilip kimin gönderilmeyeceği konusunun kolay halledilebilecek bir sorun olmadığı anlaşıldı. Örneğin, Türkçe konuşan, etnik olarak da Türk soylu kabul edilen Gagavuzlar Türkiye’ye kabul edilecekler miydi? Ayrıca Anadolu’da, Anadolunun Türkler tarafından fethinden çok önce, Bizanslılar tarafından İslam akınlarını önlemek amacıyla buraya getirilip yerleştirilmiş, 27
Ş ehir
Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’ya göç etmiş bulunan milyonlarca Balkan Türkü ve Müslümanı haklı olarak yakınlarının da kabul edilmelerini istiyorlardı. Bunların başında da Boşnak, Arnavut, Torbeş, Pomak gibi Müslüman gruplar geliyordu.
bu arada Hıristiyanlaştırılmış Türk boylarına mensup Ortodoks Türkler de vardı. Bunların büyük çoğunluğu Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden sonra İslamiyeti kabul etmişler, Anadolu’nun hızla Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında bunun da çok önemli bir rolü olmuştu. Fakat Anadolu’da hala eski dinlerinde kalmaya devam eden Türk soylu, Türkçe konuşan ama Hıristiyan Ortodoks Türkler de vardı. Örneğin, Yunanistan’da yıllarca iktidarı ellerinde bulunduran Karamanlis ailesi de bunlardandı ve bunlar Anadolu Türk Beyliklerinden Karamanoğullarıyla aynı soydan geliyorlardı. Bunların Hıristiyan olması bizim yöneticiler için hiç bir sakınca oluşturmuyordu ama bunlar kendilerini Türk saymıyorlar, din bağı nedeniyle Ortodoks Rum hissediyorlardı. Bunların durumları ne olacaktı? Nitekim mübadelede sırasında bunların Türkiye’de bırakılmaları, ya da Yunanistan’a gönderilmeleri konusunda bir hayli tereddüt yaşandı. Bir başka tereddüt konusu da kaybedilen Osmanlı topraklarında kalan, etnik kökenleri ve dilleri farklı olsa da kendilerini asırlardan beri Türk ve Müslüman sayan, öz yurtlarında da kendilerine Türk ve Müslüman gözüyle bakılan, bu yüzden zulme, baskıya ve soykırıma uğrayan, daha önce yakınları Türkiye’ye göç etmiş çok büyük bir kitlenin mevcudiyetiydi. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’ya göç etmiş bulunan milyonlarca Balkan Türkü ve Müslümanı haklı olarak yakınlarının da kabul edilmelerini istiyorlardı. Bunların başında da Boşnak, Arnavut, Torbeş, Pomak gibi Müslüman gruplar geliyordu. 1934’te çıkarılan 2510 sayılı Göçmen Kanunu’nun 3. maddesiyle Türkiye’ye kabul edilecek göçmenler için “Türk soyundan olma veya Türk kültürüne bağlı bulunma (Türk bilinci taşıma)” ölçütü ve şartı getirildi. Belirlenen yeni ölçütlere göre, Türkiye’ye göçmen olarak gelebilmek artık hiç de kolay bir iş değildi. Bir göçmen adayının bölgedeki Türk temsilciliklerinden Türkiye’ye “serbest göçmen vizesi” alabilmesi çok zor, uzun, yorucu, bıktırıcı bir süreci gerektiriyordu. Türkiye’ye göç etmek isteyen bir göçmen adayının önce yerel makamlardan “milli” (etnik) kökeninin Türk olduğunu belirten bir belge alması şarttı. Eğer aday, yerel makamlardan “milli” (etnik) kökeninin Türk olduğunu gösteren bir belge alabilirse, o belgeyle bölgedeki Türk temsilciliğine başvuracaktı. Burada da uzman memurlar tarafından (elindeki belgeye dayanarak, ancak belgeye rağmen) Türkçe bilip bilmediğinin, Türk kültürüne bağlı olup olmadığının, dolayısıyla Türk bilinci taşıyıp taşımadığının da sınanması gerekiyordu. Başvuru sırasında adaydan, (varsa)
sayı//9// nisan 28
Türkiye’de akrabaları ile ilgili (yakınlık derecesi, nerede ikamet ettikleri gibi) ayrıntılı bilgiler isteniyordu. Bölgedeki Türk temsilcilikleri ile Türkiye’deki makamlar arasında yapılan bilgi alışverişine dayanılarak yürütülen araştırma sonucunda, başvurunun uygun bulunması halinde adaya “serbest göçmen vizesi” veriliyor, aksi takdirde verilmiyordu. Bu mevzuatı ve işlemleri uygulamak durumunda olan bazı görevlililerin zaman zaman ortaya koyabildikleri haksız, yersiz, gereksiz, yanlış ve keyfi tutum ve uygulamalar, konuyu daha da tatsız, üzücü, travmatik ve içinden çıkılmaz hallere sokabiliyordu. Aslında Türkiye’ye göç etmek isteyen Balkan Müslümanlarından pek çoğunun akrabaları zaten daha önceden Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdi. Daha önceden Türkiye’ye göçmüş olanlar doğal olarak kendi akrabalarını da yanlarına almak istiyorlardı. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’nun kapıları bütün Müslüman unsurlara sonuna kadar açılmışken, şimdi yeni Türkiye’de bazı Balkan Türklerinin ve Müslümanlarının göç taleplerinin etnik kökenleri gerekçe gösterilerek reddedilmesi, üstelik bunların en çok değer verdikleri Türklüklerinin de tartışma konusu yapılması çok çeşitli sorunlara, sıkıntılara ve huzursuzluklara sebep oluyordu. Müslümanlığı benimsemekle kendilerini eski Slav kimliklerinden çıkmış ve tam bir Türk olmuş sayan, kimliklerini böyle tanımlayan Müslüman halkın bu tür bir tartışmayı anlayabilmesi ve kaldırabilmesi kolay bir şey değildi. Ortaya çıkan bu yeni durum hem Türklüklerini ve Müslümanlıklarını koruyabilmek için Türkiye’ye göçmekten başka çare göremeyen göçmen adaylarını, hem de onların Türkiye’deki yakınlarını ve akrabalarını çok üzüyor, şaşırtıyor, kırıyor, rencide ediyor, küstürüyor, ruhlarda da derin izler, yaralar açılmasına, travmalar yaşanmasına ve tepkiler doğmasına neden oluyordu. Ölçütler ve uygulamalar konusunda yaşanan sorunlar ve sıkıntılar kısa zamanda içinden çıkılmaz hale geldi. Bu işlemler sırasında en büyük sorun “dil” konusunda çıkmıştı. Çünkü adayların çoğunun Türk bilincine sahip oldukları anlaşılmasına rağmen Türkçe bilmiyorlardı. Bir zamanlar Anadolu’dan Balkanlara göç etmiş Türklerin bile önemli bir kısmı gittikleri yerlerde zamanla Türkçe’yi unutmuşlar veya çok zor konuşur hale gelmişler, bulundukları bölgenin dilleri onlar için anadil olmuştu. Ayrıca en önemli ölçüt kabul edilen “Türk bilinci”, Hıristiyanlaşmış olan Türklerde hiç bulunmadığı halde, Arnavut, Boşnak, Torbeş, Pomak gibi Balkan Müslümanlarında bu bilinç çok üst düzeydeydi. Bunlar Türkçe bilmemelerine rağmen kendilerini
Türk sayıyorlar, Türk olarak tanımlıyorlardı. Balkan Müslümanları en başından beri hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler Türklükle Müslümanlığı ve Osmanlılığı özdeş sayan bir anlayışa sahiptiler. Kendilerini “Türk” olarak tanımladıkları, “Türk” kimliğini benimsedikleri gibi yüksek bir Türklük bilincine de sahiptiler. Gittikçe büyüyen baskılar ve ortaya çıkan çeşitli sorunlar yüzünden bu ‘soydaş’ ölçütünün yumuşatılması gereği vazgeçilemez ve ertelenemez hale geldi. Yavaş yavaş aslen Türk olanların yanısıra, ‘etnik’ bilincin eşlik etmesi şartıyla “Türk” kültürüne bağlı olanların ve “Türk” bilinci taşıyan grupların da “göçmen” olarak kabul edilmeleri gereği kabul görmeye başladı. Sonuçta, kendi kimliğini “Türk” olarak tanımlayan ve “Türk bilinci” taşıyan adaylar için anadil ve Türkiye’deki akrabalar gibi, başlangıçta öngörülen kuralların zamanla yumuşatılması yoluna gidildi. Bu gelişmede Türkiye’nin dış temsilciliklerden gelen raporların da önemli etkileri ve katkıları oldu. Örneğin Belgrad Büyükelçiliği’nden Türk Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 6 Temmuz 1963 tarihli resmi yazıda Arnavut kökenliler hakkında şu bilgilere yer verilmektedir: “Gerek Kosmet’te (Kosova ve Metohiya), gerek Makedonya’da yaşayan Müslüman Arnavutlar’ın münevveri ve köylüsü arasında temayül ve hissiyat bakımından büyük fark vardır. Köylü Arnavut için, tıpkı köylü Bosnalılar için olduğu gibi, Müslüman ve Türk kelimeleri birbirinin müradifidir ve aynı manayı ifade eder. Köylü Arnavutlar’da dini hisler kuvvetli olduğu için, bunlar dinsiz bir devlet olarak tanıdıkları Arnavutluk’tan ziyade dinin serbest olduğu Türkiye’ye bağlıdırlar ve ... kendilerini Türk hissederler. ... Kosmet ve Makedonya’daki Arnavut münevverlerine gelince, bunlar koyu Şoven ve Arnavutluğa derin milli hislerle bağlıdırlar” (Dışişleri Bakanlığı, (1969), Dış Türkler (Belgeler), sayfa : 644). Ankara, T.C. Dışişleri Bakanlığı AZEM Dairesi. Türkiye’ye göç etmek isteyip de kabul edilmedikleri için gelemeyen ancak Balkanlarda da varlıklarını ve kimliklerini koruyamayacak duruma gelen Balkan Müslümanlarının önemli bir kesimi çaresiz bir şekilde Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, ABD, Avustralya, Arjantin ve Arap ülkeleri gibi başka ülkelere göç etmek zorunda kaldılar. Bu şekilde önemli sayıda Balkan Müslümanı dünyanın değişik bölgelerine dağıldı. Buna özellikle 1975’lerden sonra iş aramak gibi ekonomik sebeplerle Batı ülkelerine göç eden Balkan Müslümanları da eklenince sonuçta dünyanın çok geniş bölgelerine
yayılmış bir ‘Balkan Müslümanları diasporası’ ortaya çıktı. II. Dünya Savaşından sonra özellikle Yugoslavya’da meydana gelen rejim değişikliği de Balkan Türklerinin ve Müslümanların sorunlarını hafifletmedi, aksine daha da artırdı. Örneğin Yugoslavya’da kurulan Komünist Tito rejimi burada yaşayan Müslümanlara ve Türklere karşı o zamana kadar uygulanan baskı ve zulümleri azaltmak yerine daha da artırarak devam ettirdi. Nitekim 1923-1960 döneminde Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç eden 269 bin 101 kişiden % 56.4’ü, bu baskılar yüzünden l953-1960 döneminde göç etmek zorunda kalmıştır ( Geray, Cevat, (1962), Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler, Türk İktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir), Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Artan baskılar yüzünden Türkiye’ye yönelik göçler, 1960’dan sonra da sürmüş, 1952-1975 arasında 296 bin kişi olan Yugoslavya’dan Türkiye’ye göçenlerin sayısı 1996 yılı itibariyle 350 bini bulmuştur (Hamza, Yusuf.//XAMZA, Jucuf, “Makedonya’da Türk Sorunu”, Birlik gazetesi, 1 Ağustos 1996 Perşembe, Üsküp: “Nova Makedoniya” R.E. Marketing). Göçmen Kanunu’nun 3. maddesi göçmen gönderen ülkeye kendi yurttaşları olan göçmen adaylarına yardımcı olma yükümlülüğünü de veriyordu. Türkiye’ye göçmek zorunda kalan Türk ve Müslümanlar her şeylerini Yugoslav’yada bırakarak gelmek zorunda kalıyorlardı. Bu sorunun hafifletilmesi için yapılan görüşmeler ve varılan anlaşmalar da pek bir işe yaramamıştı. Örneğin Türkiye ile Yugoslavya arasında göçmenlerin Yugoslavya’da kalan arazi, çiftlik ve emlakının tasfiyesi konusunda yapılan uzun müzakeler sonucunda 27 Kasım 1933’te Belgrad’da “Dostluk, Ademi Tecavüz, Adli Tesviye, Hakem ve Uzlaşma Muahedesi”, bunun ardından da 28 Kasım 1933’te Ankara’da “Türkiye Cumhuriyeti ile Yugoslavya Krallığı Arasında Mütekabil Mutalebatın Tesviyesine Müteallik İtilafname” imzalanmış, bu çerçevede iki taraf uyruklarının diğer ülke sınırları içinde bulunan malvarlıkları karşılaştırılarak, Türk tarafı lehine ortaya çıkan 476.520 TL’lik fark, Yugoslavya tarafından Türk makamlarına ödenmiştir. Fakat mal varlıklarının sahipleri olarak Yugoslavya tarafından teslim edilen listelerden mal varlığı sahiplerinin tespit edilemediği gerekçesiyle, bu para da asıl sahiplerine verilmemiş, Kızılay’a bağışlanmıştır (Dışişleri Bakanlığı, (1969), Dış Türkler (Belgeler), Ankara: T.C. Dışişleri Bakanlığı AZEM Dairesi, s: 641-642, 622, 667; Ökçün, A. Gündüz ve Ahmet R., (1974), Türk Antlaşmaları Rehberi (1920-1973), Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, s: 22, 468). 29
Ş ehir
stanbul, Türk milleti açısından ilk büyük dönüşümü muhakkak Fatih Sultan Mehmet Han’ın 29 Mayıs 1453’te şehri fethetmesi ile başlayan süreçte yaşadı. Anadolu’nun gerçekten Türklerin yaşadığı Aksaray, Konya gibi bölgelerinden getirilip şehre yerleştirilen Türkler, zaman içinde mükemmel bir İstanbul kültürü ve medeniyeti ortaya koydular.
ŞEHİR KÜLTÜRÜ MÜ
SOKAK KÜLTÜRÜ MÜ?
Zengin semtleri ile fakir semtleri arasında belki ufak tefek farklar vardı ama insanların hayat tarzında zenginin fakiri hor, fakirin zengini kıskanılır görmesi gibi duygular yoktu. Ekrem KAFTAN
Şehir, Bizans kalıntıları üzerinde yeniden Türk ve İslam olarak inşa edilip, masallar diyarı hâline getirilirken, İslam’ın ahlak ve Türk’ün töre anlayışıyla bir hayat tarzı teşekkül etti. Bu hayat tarzında sessizlik, vakar, edep, hayâ, hürmet, muhabbet, muavenet gibi bütün güzel hasletler mevcuttu. Sokaklar, ev ve dükkân sahiplerinin kendi önlerini süpürmesiyle her zaman temizdi. Selamlaşma, fakiri fukarayı gözetme, küçüklerin her birini kendi evladı gibi görme, yaşlıların her birini kendi büyüğü gibi kabul etme hasletleri, şehri cennet hayatının dünyaya aktarılmış bir manzaraya bürüyordu. Zengin semtleri ile fakir semtleri arasında belki ufak tefek farklar vardı ama insanların hayat tarzında zenginin fakiri hor, fakirin zengini kıskanılır görmesi gibi duygular yoktu. Bu hâliyle şehir, Peyami Safa’nın “Yalnızız” isimli son ve en mükemmel romanında anlattığı ideal ülke “Simeranya”ya benziyordu. İstanbul’un bu umumi manzarası kaç asırda teşekkül etti ve ne kadar zaman aynı minval üzere bir hayat yaşandı tam bilmiyoruz ama Batılı seyyahlar, sefirler ve onların eşleri İstanbul’u anlatan kitaplarında, masal ülkesinden bahseder gibi güzel ve mükemmel duygularla bahsetti. Şehrin asırlar boyunca vakıflar eliyle imar edildiği, insanların ihtiyaçlarının büyük çoğunluğunun vakıflar eliyle karşılandığı bu mükemmel İstanbul’da hayat, sokaklarında -Nedim’in tabiriyle- ilim ve fen satılarak devam ediyordu. Kadim İstanbul’un Arnavut kaldırımı sokaklarında hayat asırlarca, sükûnet, sabır, şükür ve belki de daha çok şiir gibi akıp gitti. Devletimiz fakirleştikçe, ilim ve fen satılan sokaklara gariplik, fakirlik, zamanla millî ve ahlaki değerlerden uzak bir hayat çöktü. Bu çöküş Cumhuriyet ile beraber o kadar hızlandı ki, İstanbul’da aristokrat diyebileceğimiz, yaşanan onca savaştan etkilenmeyen ve hatta
sayı//9// nisan 30
Bu hâliyle şehir, Peyami Safa’nın “Yalnızız” isimli son ve en mükemmel romanında anlattığı ideal ülke “Simeranya”ya benziyordu.
Türk milletinin savaşlarını fırsata çeviren azınlıkların zengin hayatı ve sokakları dışında bir hayat kalmadı.
yakın camilerde erken okunması gibi sayısız güzelliklerimiz artık tamamen kayboldu ve unutuldu.
İstanbul, Cumhuriyet yıllarında kasıtlı olarak uzun zaman ihmal edildi. Tarihî eserlerin birçoğu harap olurken, vakıf eserlerinin de birçoğu ya satıldı, ya yıkıldı.
İnternet ve akıllı telefon çağı, sosyal medya denilen fecaat, insanımızı hem cahil bıraktı, hem de sosyal hayattan, cemiyetle iç içe yaşamaktan kopardı. Bugün artık fakirin anladığı manada bir şehir kaldı mı, bilemiyoruz. Şehir, mimarisinden sokağına, gecesinden gündüzüne, zarif insanlarından kabadayısına kadar, buram buram tarih kokan yerleşim merkezinin adıdır.
İstanbul, 1983 yılında Turgut Özal’in Başbakan olmasıyla beraber, yeni bir kültür atmosferine girdi ve bu atmosfer, Fatih’in fethettiği İstanbul’a gelen Türklerin teşekkül ettirdiği havadan çok uzak oldu maalesef. 1983 yılından itibaren Anadolu’dan başlayan ikinci büyük göç dalgası, bugüne kadar neredeyse kesintisiz devam etti. Özellikle Doğu Anadolu’da yaşanan terörün göçe zorladığı insanlarımız, İstanbul’da uzun zaman geldikleri bölgenin hayat anlayışını terk etmekte ve yeni bir kültüre aşina olmakta çok zorlandılar. Osmanlı’nın son demlerinde hızla kaybolmaya başlayan şehir kültürünün son kalıntıları da artık çok az izleriyle varlığını sürdürüyor. Teknoloji çağı yeni bir sokak kültürü ortaya çıkardı. Daha 5-6 yıl öncesine kadar sokakta az çok selamlaşma, hâl hatır sorma, sohbet imkânı mevcuttu. Televizyonun bütün menfi tesirlerine rağmen, evlerde sohbet edilebiliyordu. Misafirler geliyor, çaylar demleniyor, koyu sohbetler ruhi yenilenmelere vesile olabiliyordu. Şimdi çok hazin bir tablo ile karşı karşıyayız. Şehir kültürü var mı sorusunu herkes kendine sormalı artık. Selamlaşma, sohbet, yardıma muhtaç insanlara hissettirmeden yardım etmek, hastaları ziyaret, hasta bulunan evin etrafında gürültü yapmamak, sabah ezanlarının hastanelere
Bugün böyle bir şehir var mı? Egoizmin tavan yaptığı bir zamanda, herkesin her işinde yalnız kendisini düşündüğü ve çevresine kör bir hayat yaşadığı ortamda şehir kültüründen bahsedebilir miyiz? Sokak kültürü, arabasıyla gürültü yaparak etrafına çalım satmak olarak kaldı. Selam verecek insan bulmak çok zor, zira sokakta kimse birbirinin yüzüne bakmıyor. Çünkü herkesin elinde bir akıllı telefon var. Yeni zamanların daha kötü olacağına inanmak ne kötüdür. Tarihte okuduğumuz şehir ve kültür hayatı, bugün bize o kadar uzak ki… İnsanımızın geleceğinden endişe etmemek mümkün değil maalesef. Gelin, daha az telefonla oynayalım, daha çok kitap okuyalım. Tarihî eserlerimizden geri kalanları mutlaka gezip görelim, bu eserlerin vücuda getiriliş gayeleri üzerine hem bilgi sahibi olalım, hem tefekkür edelim… Selamı yayayım ki, selamımızı alan insanların yüzünden, gözünden, sesinden manevi hâlini çıkarmaya, anlamaya ve varsa bir derdi derman olmaya çalışalım…
31
Ş ehir
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
BÜRKELERİ Osmanlılar, fethedilen ve egemenlikleri altına giren ülkelere daima ilgi göstermişlerdir. Egemenlik dönemleri boyunca, oralarda çeşitli imar ve kalkınma hamleleri başlatmış ve muhtelif alanlarda yürütmüşlerdir. Dr. Nizar Nebeel Abu MONSHAR “HIRBAWI” Tercüme: Mustafa HAMZE- Özlem KAYA
smanlılar ayrıca Filistin’i fethettikten sonra, Filistin şehirlerindeki kutsal yerlere, özellikle Kudüs’teki mukaddes mekanlara büyük bir önem vermişlerdir. Dolayısıyla Filistin’in, Osmanlılar nezdinde daima özel bir yeri olmuş ve ilgi alanlarından en büyük payı almıştır. Osmanlılar, Kubbetu’s Sahra ve Mescid-i Aksa’yı restore ettikleri gibi, yakınındaki okul, zaviye, çarşı ve mücavir hanları da restore etmişlerdir. Osmanlı halifeleri ve valileri, Filistin’e büyük bir ilgi göstermiş, çeşitli mimari anıtlar, hanlar ve ibadethaneler inşa etmişlerdir. Hatta Osmanlılar, Müslümanların camilerine ve mukaddes mekanlarına titizlik gösterdikleri gibi diğer dinler, etnik kökenler ve kesimler için de ibadet özgürlüğü sağlamada titizlik göstermişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nin ilişkileri, daima bütünleştirici denge ve azınlıklık haklarını koruma esasına dayalı olmuştur. Ayrıca bazı dini hususların tanzimi için Vatikan ile de güçlü ve istikrarlı ilişkiler kurmuştur. KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN DÖNEMİ 400 yıl boyunca Osmanlı yönetimi altında kalan Kudüs, Kanuni Sultan Süleyman zamanında muazzam bir imar kalkınmasına tanık olmuştur. Nitekim Sultan Süleyman Kanunnamesi, yani Sultan Süleyman Anayasası adıyla bilinen ve devlet işlerinin tanzimine yönelik kanunlar çıkarmıştı. Bu kanunlar, Miladi 19. yüzyıla kadar yürürlükte kalmıştır. Kendisine “Kanuni” lakabının verilmesinin nedeni de bu olmuştur. Batılılar ise onu Muhteşem Süleyman olarak adlandırmışlardı. Aynı zamanda Kanuni Süleyman adıyla da tanınmıştır. İmparatorluk sınırları genişlemeye devam ederken, Kanuni Sultan Süleyman yargı alanında birtakım ıslahatlara yönelmiş, bu bağlamda toplum, eğitim, ceza hukuku ve Osmanlı şehirlerinin güzelleştirilmesine önem vermiştir. Diğer Osmanlı sultanları gibi, Sultan Süleyman nezdinde de Kudüs’ün daima özel bir yeri olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, 1534 yılında Kudüs’ü çevreleyen 4200 metre uzunluğunda bir sur inşa edilmiştir. Bu sur, felaket ve afet zamanlarında şehri korumak ve savunmak amacıyla 600 metre uzatılmıştır. Yine özel olarak Kudüs’te ve genel olarak çevresindeki Filistin bölgelerinde bir imar hamlesi başlatmıştır. Bunların en önemlisi, saldırı durumlarında şehri ve halkını korumak amacıyla tahkimatlar kurulması ve şehri güzelleştirmeye yönelik hamleler olmuştur. Kudüs’ün kuşatma altında kalması halinde şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere inşa edilen büyük su toplama yerleri de böyledir.
sayı//9// nisan 32
SÜLEYMAN BÜRKELERİ Osmanlı arşiv belgelerinden biri Kanuni Sultan Süleyman Bürkeleri, üç su toplama havuzundan oluşur ve Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman tarafından, bugün işgal altındaki Filistin’de yer alan Beyt Lahim şehrinin güneyinde, Hicri 943 yılında inşa edilmiştir. Süleyman Bürkeleri: Beyt Lahim şehrinin güneyinde yer alır. Üç büyük su toplama havuzundan oluşur. Aralarındaki mesafe 42 ilâ 49 metredir.
isimlerini değiştirmeye yoğunlaşmıştır. Bugün Süleyman bürkeleri bölgesindeki Filistinlilerin maruz kaldığı baskı ve zulümler, bu utanç ve acı verici manzaralardan yalnızca biridir. İşgal otoriteleri, bu bölge üzerinde oldubitti politikaları dayatmaya çalışmış, askerlerden ve yerleşimcilerden olan Yahudiler, Filistinli olsun, yabancı olsun, bu bölge ziyaretçilerinin can güvenliğine yönelik gerçek bir tehdit haline gelmişlerdir.
İlk bürkenin uzunluğu 116 metre, genişliği aşağıdan 71 metre, yukarıdan 70 metredir. Derinliği ise 8 metredir. En büyük kısmı kaya içerisine oyulmuştur ve sonra diğer kısımları inşa edilmiştir. İkinci bürkenin yukarıdan seviyesi 6 metreye inmektedir. Uzunluğu 129 metredir. Genişliği yukarıdan 50 metre, aşağıdan ise 76 metredir. Derinliği de 12 metredir. Kuzeydoğu köşesinde Salih pınarına bağlanan bir su kanalı bulunur. Tümüyle kaya içine oyulmuştur. Üçüncüsü ise 177 metre uzunluğundadır. Yüzey seviyesi ikinci bürkeden 6 metre aşağıdadır. Bu bürkelerin kanalları başka bürkelere bağlanır. Örneğin, el-Halil şehri yakınında, 73 metre uzunluğundaki el-Urub Bürkesi ve 74 metre uzunluğundaki Bintu’s Sultan Bürkesi gibi. Süleyman bürkelerine, el-Firdevs Dağları’na yakın Artas kaynak suları ulaşır. Süleyman bürkelerinin suları ise bir grup kaynaktan da beslenen iki kanalla Kudüs’e taşınır. Bürkelerin inşasında kullanılan mühendislik, su havuzları açısından son derece dikkat çekici bir kazı ve inşa süreci ile tamamlanmıştır. Özellikle bürkelerin su kanalları ile bağlantısı ve Kudüs’e kadar kilometrelerce uzunlukta bir mesafeye ulaştırılmasında izlenen yöntem müthiştir.
Yılın çoğu günlerinde Filistinlileri bu bölgeleri ziyaretten men etmişler, giriş izni alıp da oraya gidenler yerleşimcilerin saldırılarına maruz kalmışlardır. Yerleşimcilerin bölge yakınlarındaki varlığı ve civar bölge sakinlerini sürekli taciz etmeleri, bu yeni sömürgeciliğin en iğrenç görüntülerinden birini yansıtmaktadır.
Bürkeler yaklaşık 160.000 metrekare su kapasitesine sahiptir. Çevre bölgelerde, bu bürkelere akan üç su kaynağı bulunmaktadır. Bu su havuzlarının suyu, geçmişte Beyt Lahim ve Kudüs şehirlerinin en önemli su kaynakları kabul edilmiştir. Bugün ise bu bürkeler kurumuştur ve çoğu zaman işgal güçlerinin ziyarete izin verdiği zaman dilimlerinde, bölge sakinlerinin ve turistlerin uğrak yerlerinden biri olan tarihi ve turistik bir bölge sayılmaktadır. SİYONİSTLERİN BU TARİHİ VE STRATEJİK YAPILARI HEDEF ALMASI Tüm büyük sömürgeci devletler, topraklarının sahip olduğu özel konum ve seçkin özellikler nedeniyle gözlerini Filistin’e dikmişlerdir. Filistin toprakları üzerine çöreklenmiş Siyonist işgal güçleri de Filistin’in İslami kimliğini koruyan bu tarihi eserleri tahrip etmek için büyük çaba harcamış, toprakları yahudileştirmeye ve bölge
Bu Mekanların Günümüze Etkileri Her ne kadar İsrail otoriteleri tarafından bu mekanlar etrafındaki alametlere yönelik acımasız saldırılar yapılıyor ve bölge öyle yada böyle İsrail otoritesi altında tutuluyor olsa da, oradaki her bir alametin, silinmesi mümkün olmayan açık ve güçlü etkileri vardır. Nitekim bu eserler, öncelikle Filistin’in kimliğini, medeniyet açısından İslam Ümmeti’ne bağlılığını ve tüm İslam Ümmeti’nin bütünsel kimliğinin bir parçası olduğunu yansıtmaktadır. Bu kültürel eserler, Filistin’in İslam Ümmeti’nin varlığının temel bir uzvu olduğunu ve öyle kalacağını ifade eden mükemmel bir görüntünün ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermektedir. Bu tarihi eserlerin açık göstergelerinden biri de şudur; Osmanlı Devleti, özel olarak Kudüs’teki, genel olarak Filistin topraklarındaki İslami varlığı güçlendirmeye, bu toprakların sahip olduğu ehemmiyete olan inancından hareketle büyük bir titizlik göstermiştir. İNCELEMENİN EN ÖNEMLİ KAYNAKLARI LİSTESİ
• Osmanlı Belgelerinde Filistin, T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yayın No: 102, İstanbul, 2009 • Gökkube Altında Birlikte Yaşamak, T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü. • Osmanlı Belgelerinde Katar, T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Editör: Cevat Ekici, Step Ajans Matbaacılık, İstanbul, 2010 • Vatikan Gizli Arşiv Belgeleri Işığında Türkiye ile Vatikan Diplomatik İlişkilere Doğru, Rinaldo Marmara, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012. • Filistin... Resimli Tarih, Resimlerle tarihin başlangıcından günümüz olaylarına kadar tarihsel inceleme dizisi, Dr. Tarık Muhammed es-Suveydan, el- Mecmua ed-Duveliyye Matbaası, Kuveyt, 4. Baskı, 2005 33
Ş ehir
hmet Kutsi Tecer, ‘Orda bir köy var uzakta, gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür’ şiirini sanırsınız ki Gagauz Yeri için yazmıştır.
GAGAUZ YERİ; KAFDAĞI’NIN ARDINDAKİ
TÜRK YURDU
Babaannemin ‘kesme çorbası’, anneannemin ‘kavurma’sı, teyzemin ‘kıvırma’sı –isimleri de cisimleri de – birebir aynı, halamın ‘kanaviçesi’nin renkleri kadar desenleri de çok ama çok benziyor. Portre: Fahri TUNA Fotoğraflar: Birgül ERKEN
Yeryüzünde midir gökyüzünde mi? Bu dünyada mı öte dünyada mı? Fizan’da mıdır Kafdağı’nın ardında mı? Türk milletinin ‘bilinmez meşhuru’dur Gagauz Yeri. Herkesin adını duyduğu ama neredeyse hiç kimsenin gidip görmediği bir yurt parçamız. Bir rüya, bir masal diyarı sanki; Orta Çağ’da, Keloğlan’ın ülkesindesiniz adeta. Kuzeyde, ta kuzeyde, Ukrayna, Moldova derken, Kırşehir Hacıbektaş, yahut Eskişehir Sivrihisar veya Maraş’ın Göksun’unda buluyorsunuz adeta kendinizi; yüzler, gözler, izler, sesler, sözler neredeyse birebir aynı: Bez dokunan aygıta onlar da ‘düzen’ diyorlar. Unsurları bile aynı; ‘mekik’, ‘gücü’, ‘tarak’… eleme işini yapan aygıtları, aynı annem gibi, üçe ayırmışlar onlar da; büyüğüne ‘gözer’, ortancasına ‘galbır’ (kalbur), küçüğüne de ‘elek’ diyorlar. ‘Çıkrık’ aynı çıkrık da, örekenin ö’sü düşmüş uzun yolculuk sonucu, ‘reke’si kalmış. Babaannemin ‘kesme çorbası’, anneannemin ‘kavurma’sı, teyzemin ‘kıvırma’sı –isimleri de cisimleri de – birebir aynı, halamın ‘kanaviçesi’nin renkleri kadar desenleri de çok ama çok benziyor. Kısaca ‘Vani’ diye seslendikleri –ülkenin önde gelen ressam ve şairleri’nden İvan Milev’le tanıştırılıyoruz; sanki Sivas Kangal’dan Süleyman kardeş yahut Kütahya Domaniç’ten Mehmet Ağbi; ‘nasılsınız soruma tıpkı rahmetli babam gibi cevap veriyor: ‘Çok şükür iyiyim; siz?’ Çoltay’daki (Çağatay’dan galat) şiir gecesindeki genç şairlerden birinin adı soyadı da çok ilginizi çekecek: ‘Alla(h) Bü(y)ük’ Selamlaşmaları mı? Sokakta, işyerinde, evde; günün her saatinde ve her mekânında selâm şöyle veriliyor: ‘Zaman hayır’sın!’ (hayrolsun), cevabı da güzel ve anlamlı: ‘(A)kibet hayır’sın’ (akıbet/netice hayrolsun) Yüzler, gözler, sözler ne kadar ‘bizden’se isimler o kadar Hıristiyan: Sergei, Alex, İvan, Todur, Elena, Ekaterina, Petri, Viktor, Vasil… Bizim kafilemizdekiler mi? Hasan (Duruer), İbrahim (Tarancı), Rıdvan (Canım), Rifat (Gürgendereli), Mustafa (Bilgin), Taceddin (Özkaraman), Recep (Kozan), Fahri (Tuna). Tanışma sonraları konuşmalara azıcık kulak kabarttığınızda şöyle fısıldaştıklarına şahit olmak mümkün; ‘Türkiye’nin Türkleri amma da Araplaşmışlar yahu!..’ Kısacası; herkes diğerine oranla ‘farklı dinden ‘dindar’laşmış. Ama soy(n)adlarımız tıpatıp aynı:
sayı//9// nisan 34
Topçu, Ormancı, Tütüncü, Uzunoğlu, Filoğlu, Karanfil, Demirci, Arabacı, Karaçoban, Kavalcı, Kazancı, Topal, Sağır. Yerleşim isimleri de içinize işleyecek, yüreğinize dokunacak cinsten: Çeşme, Beşelma, Çağatay (Çoltay), Çadır, Taraklı, Kıpçak, Volkan-eş, Kırbalı, Avdarma, Bağırcı, Haydar, Kongaz, Ütülüköy… Üzümü, üzümleri meşhur Gagauz Yeri’nin; hasat sırasında traktörlerle (sanki buğday, arpa, mısır doldurulmuş gibi) yüzlerce kasa (traktörün römorkundan söz ediyorum) üzüm görüyorsunuz; nereye? Sorusunun cevabı hep aynı: Şaraphaneye… Tahmin edebileceğiniz gibi, Gagauz Yeri’nin çeşit çeşit şarapları da meşhurmuş. Köylerden kasabalardan geçiyorsunuz; sakin, görmüş geçirmiş, gani gönüllü (mütevekkil) teyzelerle emmilerle karşılaştık; hepsi bir şeyler ikram etmek için yarışıyorlardı, istisnasız: Daha insan, daha duru, daha şehirden/çıkardan/hesaptan uzak, daha yalındılar; zira ‘para’yı bilmiyorlardı pek. Öğretmen maaşının 50 (elli), profesör maaşının 80 (seksen) dolar olduğu ülkeydi; ‘azı’ ‘yok’saymışlar, ‘para derdinden kurtulmuşlar’dı sanki… Konuştuklarımız dertliydiler, endişeliydiler, huzursuzdular ‘gelecek’ adına; ‘Gençler Moskova’ya kaçıyor, giden bir daha gelmiyor, gençlerimiz maalesef Rusça konuşuyor Türkçe yerine’ diye yakınıyorlardı. Anlaşılan ‘kültür emperyalizmi’ bizim gibi onları da tehdit ediyor olmalıydı. Gagauz Türklerini tanıdıkça şöyle bir hükme varıyorsunuz; nasıl bizimki ‘Anadolu Müslümanlığı’ ise Yunus’la, Mevlâna ile, Nasreddin Hoca ile, Hacı Bayram Veli’yle Hacı Bektaş’la yoğrulmuş, onlarınki de ‘Gagauz Yeri Hıristiyanlığı’; yani God yeri Allah dedikleri, ‘şükür’, ‘hayır’, ‘zaman’, ‘emanet’ diye binlerce kelimeyi kullandıkları. İlk şaşkınlığın ardından şöyle bir hükme varabiliyorsunuz: Türkler hangi dini benimserlerse benimsesinler, hangi coğrafyaya yerleşirlerse yerleşsinler ‘kendi ruh ve meşrepleri’yle kabul ediyor, şekillendiriyorlar, şekilleniyorlar.
Orta Asya’dan beş on sene önce gelmiş, obadan köy yaşamına yeni geçmeye çalışan bir görüntü var Gagauz Yeri’nde; öyle taze, öyle sıcak, öyle ‘Türk’. Şiveleri –birkaç asır önce sürgün edildikleri- Kuzey Bulgaristan (Varna, Dobriç, Silistre, Rusçuk) şivesi. Buğday arpa yulaf üzüm cevizle ‘yaşama çabası’nda gördüm onları. 917 Proleter/Komünizm Devriminin getirdiği baskı/ zulüm/yoksulluğun da tüm belirtileri onları fazla bozamamış. Devlet Başkanı Mihail Formuzal’ın bizleri kabulde söylediklerini –tıpatıp orijinal cümleleriyle - aktarıyorum: ‘Çok şükür bizde petrol yok! Onun için büyük devletler bize demokrasi getirmeye çalışmıyorlar. Onun için kan dökülmüyor Gagauz Yeri’nde. Biz hoşgörü/ toleratante ülkesiyiz’. Biz Türklerin kendimizce tanımlamalarımız vardır; ‘giden gelmiyor’ denince Yemen akla gelir, ‘uzak, ırak’ denilince Fizan; ‘ulaşılmaz, imkansız’ demek Kafdağı demektir, ‘sıla’ demek Vardar Ovası, ‘gurbet’ demek İstanbul’dur meselâ. Gagauzlar ‘imkansız’ı, ‘anca gidersin Edirne’ye’ sözleriyle tanımlamışlar; onların Kafdağı da Edirne. Türküleri bile var: ‘Çekirgeyi nalladım / Edirne’ye yolladım / Beş para verdim eline / Tuz sabun alsın geline ‘ Gagauz Yeri; doğallığın, duruluğun, hoşgörünün, Türkçenin memleketi. Gagauz Yeri; bizim, bizden, bizimle memleket. Gagauz Yeri hakkında söylenebilecek en özet cümle şu olabilir zannımca: Kafdağı’nın ardındaki Türk yurdu; mutlaka gidilmeli, görülmeli, sevilmeli…
Gelişmişlik ölçütleri kabul edilen yol asfalt bina alet edevat fert başına düşen milli gelir gibi unsurlara göre Anadolu’dan yüz sene geride sayılabilir Gagauz Yeri Türkleri; gittiğinizde ‘aaa bu benim dedemin zamanından kalma bir hayat’ da diyebilir bazılarınız. Bir başka yaklaşıma göre ise doğallıkları, sadelikleri, mutluluklarına bakarak ‘aaaa bunlar bizden yüz yıl ileride’ bile demek mümkün olabilir; size kalmış… 35
Ş ehir
ŞEHİRLERİMİZ VE ÜLKEMİZİN
BUGÜNÜ VE GELECEĞİ İÇİN;
KÜLTÜRLÜ GENÇLİK
Bir gaye uğrunda idealleri olan gençler ; “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” diyen Yûnus Emre gibi, “Ne olursan ol, yine gel” diyen Mevlânâ gibidüşünmeli ve hareket etmeliler. Genç olan veya kendini genç hisseden herTürkvatandaşı; “Müslüman elinden ve dilinden herkesin emin olduğu insandır” hüviyetine sahip bir şuurla, bir soylulukla, geleceği aydınlatabilir Recep GARİP
enç, gelecek demektir. Heyecanları, hedefleri, acelesi olandır genç. Yüreğinde taşıdığı inanç uğruna ömrünü adayabilen, kavga edebilen, klas durabilen, doğrunun, gerçeğin, yalınlığın, özgünlüğün, özgürlüğün ardında savaşçı ruhuyla gerilmiş bir yay gibi hedefe koşabilen insan evladına genç denir. Genç, dinamiktir, hareketlidir, devingendir asla durağan değildir. Geçmişin belleği daha çok gencin ruhuna akar. Çekirdek aile unsurunun en devingeni çocuktur. Doğmaya hazırlanan ana rahmindeki çocuk ve ailenin kutsal çatısı altında yer yüzünü şekillendirmeye, planlamaya, fethetmeye rüzgârla birlikte esmeye hazır olandır genç. Bu nedenledir ki gencin bulunduğu ortam, aileden başlayarak komşulara, sokaklara, caddelere, şehirlere doğru derlenip toparlanarak bir ırmak gibi gürül gürül akar. Başıboş bırakılan her unsurda görülen dağınıklık, parçalanmışlık, bozulma, yıpranma gibi hâller gençte daha da bir belirgin olur. Bu nedenledir ki cemiyeti inşa eden geçmişin birikimiyle hâlin durumu önemlidir. Dünü doğru anlayan, geleceğe doğru malzemeler taşır. Dünde kalan bu güne gelemez. Dünden, düne ait unsurlardan, değerlerden, birikimlerden, kültür, sanat ve edebiyat unsurlarından, ilim ve irfan sofralarından beslenerek geleceğe köprü kuranlar başarıya koşanlardır. Yalnızca bu günü yaşayarak dünden kopuk olanların kökleri yoktur. Köksüz bir yapı, bir ağaç, bir düşünce varlık gösteremez. Fırtınalara dayanamaz. Köklü tarihe, coğrafyaya, düşünceye, inanca, sanata, şehre, kültüre bağlı duranlarsa her zaman emin adımlarla geleceği aydınlatarak günü yaşar ve önemli belgeleri nesillere armağan ederler. Köklü kültürlerin değerler sistemi de köklüdür. Değer üretmek demek, insani olan birikimlerden beslenmek demektir. İnsana ait olan üretilmiş ilim, sanat ve düşünce hayatı; gencin bulunduğu ortamdan, aileden, okullardan, cemiyetten ve bütün çarşı pazarlardan da beslenerek kendisini var eder. Yaşadığı şehrin birikimi bütün değerleriyle bireyi şekillendirir, geliştirir ve geleceğe hazırlar. İnsan yaşadığı mekâna anlam katar. Mekânın ruhu, insana ait bir değerler manzumesidir. Tarihle, mimariyle, sanatla iç içe büyümüş olan insan, olaylara bu derinlikten birikimlerden bakarak seslenir. Değerler sitemi dediğimizde insana ait olan unsurlardan bahsediliyor demektir. Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, ehliyet sahibi olmak, vefalı, duyarlı, yardımsever, güzel sözlü, güzel huylu, ahlaklı, becerikli, saygılı, sevgili, hürmetli ve hizmetli olmak gibi sayısız değerler
sayı//9// nisan 36
insanlığın ortak mirasıdır. Bir genç bu unsurlar eşliğinde kendisini hayata hazırlamalı, hayatının merkezine değerler sistemi dediğimiz bu unsurları yerleştirmelidir. Yalan söylemeyen bir gencin güven duygusu cemiyeti, insanları daha anlamlı olmaya davet eder. Gencin yalan söylememesi ise aile ortamından başlayan bir eğitimin okullarda ve cemiyette de yaşanılıyor olması icap eder. Ekin, tohum neyse toprak kuşku yok ki onu var edecektir. Onu besleyip büyütecektir. Aile efradı dediğimiz anne, baba ve evlatların kültürel kimliği, şahsiyetin oluşmasında, davranışların şekillenmesinde sözün etkisini göstermesinde de önemlidir. Kültürel değerler, ekonomik gelişimler ve siyasal söylemler de aile içinde var olan ilişkiler ağıdır. Her halin, her durumun, her sözün, söylenilmiş olanın çocuğun ruhunda yeni pencereler açtığı asla unutulmamalıdır. Örnek model; anne baba, ilk tanış oldukları yakın aile bireyleriyle komşular ve okul çağıyla birlikte tanıdıkları öğretmenleri ve sınıf arkadaşlarıdır. Her aile bir diğer aile bireylerine de şöyle ya da böyle etkide bulunur. Yani katkılarda bulunur. Bunlar doğal hayatın getirdiği unsurlardır. Dünya her geçen gün daha da küçülmektedir. Küresel hareketlilik bilginin, becerinin, zihni gelişimin, teknolojinin, sanatın, kültürün daha çok kullanıldığı ve evrenselleştiği bir döneme girmiştir. Bu nedenledir ki gencin, evrensel dünyanın problemlerini bilen ve çözüm yolları öneren, projelerle oturup kalkan, en az dünya dillerinden üç dil bilen bir insan olmak mecburiyetindedir. Osmanlıca dediğimiz dili bu konunun dışında tutarak aslî dil unsurumuz olmakla zaten bilmekle mükellefiz. İngilizce, Almanca, Fransızca,Rusça,Çince gibi dillerin yanında Arapça Kur’an’ın daha iyi anlaşılmasına, Farsça bir medeniyet dilimiz olması nedeniyle divan şiirimize vukufiyet nedeniyle kültürümüz açısından çok önemlidir. Kişisel gelişimi artırıcı, doğru telaffuza sahip ana dili hâkimiyetini ifade etmeye gerek yoktur. Çünkü onu bilmek ve doğru Türkçeyi kullanmak bir mecburiyettir. Ana sütü nasıl helalse anadilini bilmek de öylesine bir vecibedir. Her gün yenilenen, her gün değişen dünyayla yarışabilen helal ve haram çizgisini, hak ve hukuk çizgisini, hem bu dünya için hem de ebedi âlem için vaz geçilmez gören bir gençlik yetiştirilmelidir. Genç bir nüfusa sahip olan Yeni Büyük Türkiye, aynı zamanda Büyük Cihan Devleti Türkiye anlayışını bir medeniyet unsuru olarak bilen, tarihte bırakılan izlerden iz sürerek fethe çıkan, bunu asla savsaklamayan, kadim kültürün bir ferdi olmanın onurunu, gururunu yaşayan ve taşıyan bir gençlikten bahsediyoruz. Madde planında
çürümemek için metafizik alanlarını teçhiz edici, gece ve gündüz tefekkür çizgisinde ilerleyici, ruh ve maddenin ruhuna inici, insanlar arası ırk, renk, soy, sop ayrımı yapmaksızın mütemadiyen ilerleyen bir gençliktir beklenen. Soran ve sorgulayan, anan ve anlamlandıran, araştıran ve geliştiren bir gençlik ki, o bu günün asrına; İslam’ın şefkat ve merhametini bir ruh elbisesi gibi giydirici, asla tefekkürden, düşünceden, felsefeden, sanattan, edebiyattan ve şiirden uzaklaşmadan maddeyi çözücü, ona metafizik unsurların var olduğunu ispat edici, mana âleminde her an yeniden dirilişin ahengiyle tazelendiğini idrak ettirici bir gençliktir şimdi beklenen. Meselemiz insandır ve insana verilmiş olan varlıklar âlemini asli hüviyetinde kullanabilme becerisidir. Yeryüzü insanlığı 2012 yılındaki verilere göre 7 milyar düzeyindedir. 2015 yılı hesaplarına göre bu nüfus 9 milyarı bulmaktadır. Nüfus artışı çok doğal olarak üçüncü dünya diye kabul edilen az gelişmiş ülke nüfuslarından oluşmakta, dolayısıyla doğru planlama yapılamaz ise çağın problemleri daha da artacağı ön görülmektedir. Batı, Avrupa, ABD gibi ülke nüfusları yaşlanmayı sürdürürken gençlik giderek yok denilecek düzeye doğru inmekte ve Batı’yı, Avrupalıyı tedirgin etmektedir. Dünya hâkimiyeti artık nüfusla olmuyor denilse de nüfus artışı ve gençlik önemlidir, çünkü insanlığın geleceğini belirleyen ana unsur, insan neslidir. Türkiye nüfusunun %51’i, 30 yaşın altındadır. 15-30 yaş arası ise 20 milyonu aşmaktadır. Genç nüfusumuzun %70’i, 2023 yılında çalışmaya mecburdur ve bir iş sahibi olmakla mükellef görülmektedir. Bunlar hesap edilerek gençliğin önündeki engelleri kaldırmak ve onları gelecek için hazırlamak bu günkü yöneticilere düşmektedir. Gelecek planlaması her zaman gereklidir. Tedbirli olmak icap etmektedir. Avrupalılar bu hesabı yaptıklarından dolayıdır ki gelecekteki Büyük Cihan Devleti Türkiye’nin genç nüfusundan endişelenmektedirler. Genç, girişimcidir, teşebbüs etmekten asla çekinmez. Projeler üstüne projeler hazırlayarak yeni dünyalar peşinde koşan genç adamın, iki dünya çerçevesinde ele aldığı yer yüzü emanetini; en hassas, en diriltici ve en yeni projeleriyle ve yol işaretleriyle hayata hükmetmek ister. Bu afaki bir düşünce değildir. Böyle bir gençliğin varlığını bilerek nitelikli, soylu, ülkülü, imanlı, inançlı, itikadı düzgün kurumların, kuruluşların yani eğitimcilerin varlığı gereklidir. 37
Ş ehir
İdrakle insanı dokursanız, müdrik insanlar topluluğu oluşturmuş olursunuz. Bu yöntemi sağlayacak olan ana unsurun; hedefi gören, hedefi bilen siyasilerce tertip edilmeli, iki dünya penceresinden ebedi âleme insanı taşıyıcı eğiticilerin ve öğreticilerin bir an evvel yetiştirilmesi gerekir. Bu kadro ile 2023 genç nüfusu, 2053’ü görebilir ve 2071’i işaretleyebilir. Bunlar tarihe sırt çevirerek olmaz. Tarihin kalbinden demlenerek bir şuur abidesi içerisinde yetişmekle mümkün olur. Ahlakın, anlayışın, tefekkürün, sanatın içinden geçerek estetik bir medeniyet bilgisi ve görgüsü içerisinde şahsiyetin ve karakterin oluşumu sağlanabilir ancak. Bu da geleceğin gencinde bulunması gereken asaletin ta kendisidir. Erdemli bir toplum oluşturabilirseniz erdemli bir gelecek inşa edebilirsiniz. Okumak yetmez, okuduklarını anlamak ve uygulamak icap eder. İslam ve Türk Coğrafyası insanlığın ilim ve fendeki öncüleri idi. Bir gün bunun böyle olduğunu gören bir neslin tarihi nasıl da dönüştürdüklerine hayran olacak ve kendileri de bu dönüşüme muhtaç bulunduklarını anlayacaklardır. İnsan psikolojisini, sosyolojisini değerlendirici yapılar insan zihninin devrimini de göstereceklerdir. Bilim insanlarının ifadesiyle Ahlak, iyilikler ve kötülükleri anlatan ilmin adıdır. “Ahlak ve karakterin oluşumunda bir (1) rakamını, diğer ilimler-bilimler ise bir (1) rakamının sağındaki sıfırları (000) temsil eder. Bir (1) olmayınca sağ tarafta bulunan sıfırların (000) hiçbir anlamı olmaz. Her şey bir (1)’de kaimdir. Bire bağlıdır. Birin izniyle oluşmaktadır. Bir (1) olunca diğer her eşya, her sayı, her var oluş anlam kazanıyor.” Geleceğin gençliği olan idealist ve tefekkür sahibi gençlik; sanattan ilme, ilimden bilimsel çalışmalara, teknolojik gelişmelerden felsefeye, fizikten, sosyolojiden, metafizik etkilerden şiire, tiyatroya, sinemaya, müziğe, spordan her türlü gök ve yer ilmine vâkıf olabilecek aydınlık bir yer yüzü inşacılarını hatırlatır. Öyle olması icap eder bütün bunları yaparken maddeyi mana planında sevgiden bir şehir inşa eder ki; kalbin Kâbe olduğunu bilir. Baştan itibaren anlattıklarımızı daha da müşahhas hâle getirerek şöyle sıralayabiliriz; Genç insan, özgür düşünmeyi bilmeli ve düşüncenin gelişiminde özgün olmalıdır. Hiç kimseye öykünmeden kendi kökleri üzerinde var olmanın sağlamlığına iman etmelidir. İlimin, tefekkürün, idrakin sınırları içerisinde sanatı, edebiyatı dolayısıyla kültürü önde tutmalı, bu alanlarda evrensel ürünler ortaya koyabilmelidir. Birey olmanın farkındalığı ergenlikle birlikte; kendini ispat, aktif rol alma, emeğin karşılığını sayı//9// nisan 38
görme, akranlar içerisinde belirleyici, yol gösterici, lider vasıflı olma dürtüsü, başarı hikâyeleri dikkat çeker. Yönetme heyecanı, kavrama ve kavratma, öğrenme ve öğretme, yapma ve yaptırma, sapma ve saptırma, imrenme ve imrendirme gibi bir dizi vasıflar da devreye girer ki, bunların tanzimi cemiyet hayatında var olan, yaşayan, bilinen özellikler olsa da, dikkat edilmesi gereken ve hedeflere doğru yürütülmesi gereken özelliklerdir. Gelecek düşü olanların, büyük devlet geleneği bulunan toplulukların gençliği için bu ve benzeri kabiliyetleri cemiyette, kurumlarda, okullarda kavratabilme alt yapısının sunulmuş, hazırlanılmış olması icap eder. Gelenek dediğimiz unsurlar genel itibarıyla yazılı kurallardan oluşmaz. Yazıldığında ise, kültürel bir değer hâlinde toplumda, millette, memlekette, vatanda, medeniyette bir inşa ameliyesi olarak yerini almış olur. Arıların günlük hareketliliği, karıncaların dur durak bilmeksizin koşuşturmaları tabiatta görülen, bilim adamlarınca incelenen bir gerçektir. Arılar, 500 gram bal elde etmek için, 3 milyon 750 bin defa çiçekleri dolaşıp nektar toplamak için gidip geliyor. Yalnızca 1 kilo bal için 40 bin arı 6 milyon çiçek dolaşıp yuvalarına geri dönüyor. Bir peteği doldurabilmek içinse 100 milyon çiçeğin özünden çiçek özlerini alıyor 100.000 kilometre yol kat ediyor. Şimdi bunlar tefekkür dünyamızı genişleten hareketliliklerdir. Her şey insanın emrinde ve insan için yaratıldığını bilmek ve bu bilinçle insana, topluma yaklaşmak, planlar yapmak ve gençleri bu anlamlı dünyada olup biten örneklerle besleyerek gelecek günlere nasıl hazırlanmaları gerektiğini, akıllarını, izanlarını, vicdanlarını, gönüllerini nasıl süslemek gerekiyorsa öyle yapmaları gerektiğini hatırlatmak, büyüklere, yetkililere, eğiticilere ve öğreticilere düşmektedir. Genç insan, araştırıcı, karıştırıcı, kışkırtıcı, bulgucu, doğurucu bir yapıya sahiptir. Bu nedenledir ki proje üretebilme, düşünceden düşünceye açılabilme, sorgulayabilme yetenekleri kazandırılmalıdır. Tükenme bilmeyen enerjilerini doğru noktalarda değerlendirebilme alanları hazırlanılmalıdır. Şehir merkezlerinde var olan kütüphanelerin, kültür merkezlerinin, bilim ve teknoloji teşekküllerinin, laboratuvarların, alanında çalışma taleplerine destek olabilecek ünitelerin hazırlanılması icap eder. Genç kendisini tanımalı ve ne yapacağını bilmeli ve hedeflerini belirlemiş olmalıdır. Yaratılışıyla kendisinde var olan yetenekleri keşfetmesi, üzerine eklemeler yapması için imkânlar sağlanmalıdır. Kötüyle iyinin, çirkinle güzelin, hayırlı olanla hayırsız olanın ayrımını küçük yaştan itibaren davranışlarla kazandırılmış olması geleceğe daha güçlü adımlarla gidilebileceği kuşkusuzdur. Gençlik dergileri, gazeteleri, kitapları, bilim
mekânları, proje üretim alanları, sanatın her alanında atölyelerin tesisi, spor ve kültür sahaları birleştirilerek düşünen, okuyan, aydın sporcu ve kültür adamlarının hazırlanması, gençlerin radyosu, televizyonu, tasarımcısı velhasıl hayatta gerekli olabilecek her alanın gençlik için hazırlanılması icap eder. Böylece 2023, 2053 ve dahi 2071 dünya çapında yenilenen, tazelenen bir ruhla Büyük Cihan Devleti Türkiye oluşturulmuş olsun. Gençler arası rekabetin; bilimsel, kültürel, sanatsal alanlarda olacağı gibi proje alanlarında, tasarımlarda, bilgece yetişen mucitlerin icatlarında da düzenlenmeli ve dikkatleri çekilmelidir. Gencin ortaya koyduğu her bir hareketlilik toplum öncüleri tarafından dikkatle incelenmeli ve değere tabi tutulmalıdır. Medeniyeti kültürle, sanatla ve edebiyatla inşa edebilirsiniz. Geçmiş asırlarda var olan kimliğimize bakıldığında bunları fazlasıyla görmek mümkündür. Şimdi insanlığın yeniden ihyası için kıyam hâlinde olan ruhlara, düşüncelere, gençlere ve onların üretecekleri alanlara ihtiyaç vardır. Gençliğin yetişmelerine gösterilen ilgi, gelecek için gösterilmiş ilgidir. Atılan her adımın gelecek için atıldığı göz ardı edilmemelidir. Gençliğini ihmal eden geleceğini ihmal eder. Gençlik, dinî, millî, tarihî ve coğrafi şuuruyla yoğrulmuş olmalıdır. İletişim teknolojilerinin takibi ihmal edilmeden en üst düzeyde üretebilecek bir sistemin benimsetilmesi ve dünyayla yarışabilen bir dehalar zincirinin oluşturulması için ilham alınabilecek ehliirfan sahiplerinin müşfik sohbetlerinden de beslenilmelidir.
insanlığın değerleriyle de vasıflandıracak öz kimliğimizi, şahsiyetimizi köklerimizdeki asaletten aldığımız unutulmayacaktır. Yeni Büyük Cihan Devleti Türkiye’nin vasıflı, erdemli, bilgili, irfan sahibi gençlerle mamur hâle getirilebileceği bu nedenledir ki dünya siyasetine bakarken kendi asil geçmişimizin askerî, siyasi ve ekonomik başarılarından ilhamlar alınmalıdır. Türkiye gençliği, millî ve manevi değerlerle mücehhez, çağıyla barışık, bilgili, donanımlı, hoşgörülü, adaletten yana tavır alabilen, haksızlık karşısında susmayan, her daim hakkını arayabilecek cesarete sahip, ahlaklı, dürüst, sözüne güvenilir, emanete sahip çıkan, vatanperver, her hâliyle örnek ve önder olma liyakatini üzerinde taşımalıdır. Meseleleri günübirlik görmeyip, kalıpçı, slogancı ve kavgadan uzak, aydın ve ufku geniş, şefkat ve merhamette insanlığı kurtarıcı, gerektiğinde din, vatan ve millet uğrunda gözünü kırpmadan canını feda edebilecek bir ülkü insanı olmalıdır. Bir gaye uğrunda idealleri olan gençler ; “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” diyen Yûnus Emre gibi, “Ne olursan ol, yine gel” diyen Mevlânâ gibi düşünmeli ve hareket etmeliler. Genç olan veya kendini genç hisseden her Türk vatandaşı; “Müslüman elinden ve dilinden herkesin emin olduğu insandır” hüviyetine sahip bir şuurla, bir soylulukla, geleceği aydınlatabilir.
Gençliğimizin yetişmesinde öncü şahsiyetlerin dikkatle seçilmesi ve örnek alınabilecek bir hüviyetle gönüllerde taht kurması sağlanmalıdır. Bu şahsiyetlerin güzel ahlaklı, kişilikli, erdemli, donanımlı, ilim ve irfan sahibi olmasına özen gösterilmelidir. Milletimizin medeniyet algısının, insanlık tarihindeki en önemli unsurlarla dolu olduğu belgelerle, bilgilerle gençliğe gösterilmelidir. En az onlar kadar fikri hür, vicdanı hür, aklı hür, gönlü hür insanların dünyaya nasıl da önemli hizmetler yaptığı ve bundan böyle hizmetin bizim işimiz olduğu ona göre sorumluluğumuzun ağır ama bir o kadar da Allah ve resul ölçüsünde ebediyen huzurlu bir hayatın bizi beklediği kavratılmalıdır. 2023-2053 ya da 2071’i hedef gösteren devlet adamlarımızın kıymetini ve bu uğurda fert fert üstümüze düşen ödevi yapmakla memur olduğumuz bilinmelidir. Değerler sistemimiz bir anda oluşmuş değildir. Kadim bir kültürün mirasıyla devralınarak gelen değerlerimizi evrensel 39
Ş ehir
DERSAADETTE
RAMAZAN O sofralarda neler yoktu ki, şimdilerde hem adını hem tadını bilen hiç kimsenin kalmadığı taam ile doldurulurdu. Evvelen getirilen iftariyelik sinisi ki içinde beş çeşitten az olmamak üzere peynir, ahududusundan ayvasına kadar reçel, kuru incirden cevize kadar akla hayale gelmedik kuru yemiş, hem soğuk hem sıcak pastırma ile sucuk, çeşitli zeytinler, turşular, patlıcanlı, biberli salatalar bulunurdu. Hulûsi ÜSTÜN
icedir kûşe-i uzlette emri Hakkı bekleyip zikr ü vird ile vakti mürur eyleyen bende-i fakirinize ziyaret lütfûnda bulunan birkaç âhîr zaman genci rica eyleyip dediler ki; ‘el yevm ber hayat olan en yaşlı İstanbullu olarak artık bu sükûneti terk ile bizlere devr-i şebâbınızdaki ramazanlar ve sair devrâna müteâllik hatıratınızı tahrir eyleyip nakletseniz okuyan kaarîler müstefit olurdu.’ Bu samimi arzu, benânında kalem tutacak kudret kalmamış bu fakiri şevke getirdi. Cevaben onlara dedim ki, ‘ madem siz vefa gösterip hâşâ Azrail’in nisyanına uğrayan bu yüz on yaşına merdiven dayamış âdem-i biakrânı ziyaret ile müşerrefeylediniz hatırınızı kırıp arzunuzu reddeylemek pek terbiyeli bir hâl olmasa gerek. Lakin lâklâkanın gûlgûlesine boğulmuş edebiyat âleminde bir simâ-i münevver olma iddiasındaki mevkutenizde bendenizin hatıratını neşreylerseniz lisanımı kim anlar, hatıratıma kim bahâ biçer, kim ibret ile gûş eyler. Ben ki zamanenin içinde bir kuzgun-u beyza misali dembedem ağarıp duran bir kocamış âdemim. Hem ben bir asırdan artık ömrüm içre bir kez dahi ahvâlimi tahrire yaklaşmadım. Onca zaman sukut edip de ahir ömrümde avaza durmak çi faide? ’ Israrları beni kabule cebreyleyince, ‘O halde ben arzedeyim ol devr-i sabıka dair hatıratımı, siz tahrir zahmetinde bulunun. Belki bu ahir zaman halkı içinde hikâyetimizi dinleyip âh edecek birkaç kul bulunur ki bu da gayretimizi bifaide ve nâfile olmaktan salâh eyler.’ Dedim. Efendim, tevellüdüm İsevî takvime göre 1893’dür ki bu tarihi rahmete giden babam bir kelâm-ı şerif üzerine ‘ 13 Zilhice 1309 Hulusi’nin tevellüdü” diye düşmüştür. Dünyaya gözlerimi açtığım ev Şehzadebaşında Yeşiltulumba sokakta birbirine benzeyen ahşap binalardan biri idi ki 1921 tarihli yangında tüm Laleli ve Şehzadebaşıyla birlikte harîk olmuştur. Nesebim, ailem ve âh ü vah ile yad eylediğim ömrüme dair hatıratımın tafsilatını bir başka sohbetin mevzuu olmak üzere tehir eyleyip mümeyyiz bulunduğum ilk senelere dair ramazan hatıratımıza rücû edecek olursak; o devirler bir başka seyyarede, bir başka şemsin ziyasıyla tenvir olunan bir başka aleme ait idi adeta. Vuzuh ile tahattur eylediğim ilk ramazanlar on yaşlarıma isabet ediyor. Efendim ramazan denilen helecan ramazan hilaliyle başlamazdı o devirlerde. Mah-ı recepten evvel ramazanın sadası duyulur ve hanelerde tedarik başlar idi. Evvelen mah-ı mübarek’in
sayı//9// nisan 40
geleceği hane nezih ve pâk olmalıdır ki gönüller o nezahet içinde itminan bulsun ve rıza-i bârîyi kazanmak için gayretkeş olsun. Bu maksada müteveccih hanenin dört kûşesi arap sabunu ile pak edilir, cümle hane halkının çamaşırı kül sularına yatırılır, çarşaflar, yatak takımları ak pak kılınırdı. Halaçlar çağırılır yatak içlerindeki yünler, yorgan içindeki tüğler dökülür temizlenir yıkanırdı. Kap kacak, sini, bardak külliyen kalaycılara verilir, pırıl pırıl parlatılırdı. Ahiren üç aylar içinde erzak teminine başlanır, tatlısı, tuzlusu ile kiler doldurulurdu. Hane halkı yeni kıyafetler almak üzere Kapalıçarşıya azm eder, kesesi kudretinde yeni esvap ile müzeyyen olunurdu. Sade haneler değil, bütün Dersaadet’in sokaklarında, ticarethanelerinde, camii ve külliyelerinde bu hazırlıklar sürüp giderdi. Mahalle kahveleri silinip süpürülür, dükkanlar emvâl-i ticareti sergiler, numunelik mallar temaşaya çıkartılırdı. Tütüncü dükkanları Anadolu’dan Balkanlardan getirilmiş dilber saçı misali rayihalı sarı tütünleri kıyıp elvan kağıtlara koyup teşhir ederdi. Camiler Ramazan boyunca kubbelerini tekbir ü salat ile çınlatacak cemaate hazırlanmak bâbından kandillerle tezyin olunur, mahyalar kurulur, kıymetli Mushaflar saklandıkları köşelerden çıkarıp cemaatin istifadesine arz edilirdi. Kur’an kıraati esnasında ruhaniyeti tefrik etmeye yardımcı olması içün ödağacı ve anber kabuğu yakılacak buhurdanlıklar temizlenip parlatılırdı. Mütekif kulların kalacağı bölmeler hassasiyetle tahsis edilir seccadeleri, tesbih ü mushafları hazır edilirdi. Davudi ve Bilali bülbül avaz hafızlar, mevlidhanlar ramazanda kıraat etmek üzere derslerini tekrar eder, onlar da kudretleri nisabınca kılık kıyafetlerine çeki düzen verirlerdi. Umumiyetle Ramazana hazırlık maksadıyla hâl-i sîyam ile salât ü kıyam ile geçen Şehr-i Recep ü Şaban, hilali gördük diyen râsıtların şahâdeti ile hitam bulur ve şehr-i ramazan başlar idi. İlk sahurla birlikte helecan ve huşu içinde dersaadet halkı bütün alem-i İslâm gibi gözünü, gönlünü, midesini dünyanın malâyani meşgalesine kapatırdı. Ekseriyetle öğleye kadar uyuyan Dersaadette resmi daireler, müesseseler, mektepler ya tamamen kapalı yada muvakkaten hizmete açıktır. Umumi hayat ancak öğleden sonra başlar, fakat o da ancak birkaç saatlik dünya işinden ibarettir. Umumiyetle öğle namazının ardından Beyazıt’ta Maliye Nezareti - ki şimdilerde Eczacılık tedris edilir olduğunu duyduğum yerdir,- ol mevkideki kağıtçı dükkanlarında oturulup gelip geçen temaşa eylenir. Bu esnada kağıt kalem, mürekkep, lâ’l ü rîk mürekkebi gibi meta satın
alınırdı. Bu dükkanların mürg-ü muhabbet misali sahipleri binbir türlü etvâr ve şive ile müşterilerini eğlendirip vakit geçirirlerdi. Tütün tiryakileri olmadık latifelerle kızdırılırdı. Derler ki Ramazanda bu muhitte tütün sohbeti etmek sultan Murat’tan kalmış bir teamüldür. İkindi namazını müteakiben iftara hazırlık başlar. Kimileri iftarda sofrasını şenlendirecek oruçlu mihman ararken, kimileri hane sahibesinin siparişini edinmek içün dükkan kapularını aşındırır. Mâide-i iftar her hanenin kudretine göre birer darü’l tabak haline gelirdi. Herkes iftar sofrasını başkalarıyla paylaşmak içün araşır. Mesakin ve fukara, zengin sofralarına davet edilirdi. Rical ü kübera haneleri hususen iftar sofraları tezyin eylediği gibi sofraları kapıyı çalan herkese açık olurdu. Kapı önündeki kimse geri çevrilmez, hatta mihmansızlık hanelerin iftar şenliğini mütenakıs kılardı. O sofralarda neler yoktu ki, şimdilerde hem adını hem tadını bilen hiç kimsenin kalmadığı taam ile doldurulurdu. Evvelen getirilen iftariyelik sinisi ki içinde beş çeşitten az olmamak üzere peynir, ahududusundan ayvasına kadar reçel, kuru incirden cevize kadar akla hayale gelmedik kuru yemiş, hem soğuk hem sıcak pastırma ile sucuk, çeşitli zeytinler, turşular, patlıcanlı, biberli salatalar bulunurdu. Saniyen ramazana has doyurucu
41
Ş ehir
çeşit muhallebiden biri veya daha ziyade ramazana has bir tatlı olan güllaç gelirdi. Akşam namazı umumiyetle iftariyelik ikramının ardından hane sahibinin teklifi ile kılınırdı. İftarın hitamını müteakiben teravih için Dersaadet’in Selâtin camilerinden birine veya yakındaki bir mescide azm edilirdi. Yahut mihman olunan evde teravih kılınırdı. Esasen kübera konaklarında sair günlerde de bir imam bulunurdu. Hilafı halde Ramazan ayına münhasır olmak üzere hanede bir imam istihdam edilirdi. Bu imamın hoş sada ve cemil sima olmasına dikkat gösterilir. Teravihe hasredilen odada hane sahibi ile mihman salâtı eda eder, dua kılıp hane sahibi ve ecdâdını hayr ile yâd ederdi.
çorbalar çıkarılırdı. Bu çorbalar şehir halkının sair zamanlarda şurb eylediği tarhana, mercimek kabilinden alelade çorbalar olmayıp bıldırcın yumurtası ile yoğrulmuş hamurdan yapılma ekşili çorba, mısır ve sair bakliyattan yapılan nartıf çorbası, paça yahut işkembe, bamya çorbası yahut deniz mahsulatından hazırlanan balık çorbası olurdu. Ve selasen yanında sıcak taam çıkartılırdı ki etli sebzeler, tatar börekleri, yahni veya keşkek, fıstıklı, üzümlü, pirinç pilavı yahut bulgur yahut kuskus pilavı arz olunurdu. Soğuk taam olarak çerkes tavuğu, zeytinyağlı enginar yahut kereviz bazen de çiroz çıkardı ki yiyen sahura kadar ab ü şerbet ile susuzluğunu gideremesin. Maide-i ramazan hoşafsız olmayacağından mevsimine göre şekerle kaynatılmış bir ya da birkaç çeşit kuru ya da yaş meyveden imal olunan hoşaflar şurb edilirdi. Yanında açlığın şiddetiyle sûz olunan ciğerleri ferah kılması içün içine biraz Arnavut biberi katılmış acurdan yahut hıyar yahut lahana yahut patlıcan veya soğandan yapılmış turşu suyu gelirdi. Ahiren çeşnisi et yahut sebze olan börekler, pandispanya ekmeği, zerde, sütlaç, revani ve envai sayı//9// nisan 42
Efendim günün perhizkârlığı eğlenceye mâni değildir ya, halk teravih hitam bulduktan sonra muhtelif semtlere dağılır ve kendi zevk ü itiyadına göre kahveye, karagöze yahut ortaoyununa gider. Yahut evlerinde eğlence çevirir. Hasılı büyük küçük herkes vaktini hoşça geçirip gönül eğleyecek bir takım meşgale bulurdu. Şöyle ki, malum, Şehzadebaşı’nda Direklerarası nam temaşa yeri vardı ve Ramazan akşamları bu mekan temaşa oyunlarıyla şenlenirdi. Aksaray’da daha çok külhanbeyi takımının uğradığı Yeşiltulumba kahvelerinde Tuluatlar yapılırdı. Tophanedeki köhne kahvelerde ağzı laf yapan meddah takımı, dişine kadar silahlı dil bilmez Çerakese takımına hikayeler anlatırdı. Tulumbacılar ayrı kahvede, çalgıcılar ayrı kahvede şenlik ederlerdi. Sahura kadar uyumak ya da uyanık kalmak kişinin ihtiyarında olmakla birlikte Ramazan’a münhasır sabaha kadar açık kalan kahvelerin ve seyir yerlerinin eğlencesine iptilâsı olanlar bu mahalleri sahur davulu duyuluncaya dek terk edemezlerdi. Sahur yemeği iftara kıyasla hafif tutulurdu. İftarda yenen hamur işleri ve börek çeşitleri sahurda arz edilmez. Birkaç çeşit sebze, suyu alınmış söğüş et, yahut ızgara, yahut donmuş paça, makarna ya da pilavla birlikte ikram edilirdi. Yanında yine karanfilli ayva tatlısı veya sütlaç misillü muhallebi çeşitlerinden birisi bulunurdu. Devri sabıkın Ramazanına dair bu kadar malumat iktifa etmezse de satırı bölmek hatır kırmaktan evlâ olduğu içün bir elmasi tatlısı yahut güllaç misali damakta kalan bunca zevk-i tahatturu kafi addetmek gerekir. Talepkâr olanı hatıratımızı dinleyip iftar eylemek içün hanemize davet ederiz bu ramazan. Kelam kalemden daha kolay vesselam. Asitaneli Mehmet Saidzade Hulûsi Efendi
Asaf MERİÇ
Osman Suroğlu ve Sami Caner’den şarkı sözü yazarı Halit Çelikoğlu’na, müzisyenler Erkan Mutlu, Ömer Karaoğlu’ndan sinema yönetmeni Bahadır Karataş ve eleştirmen Burçak Evren’e, akademisyenler Prof. Dr.Mustafa İsen ve Prof.Dr.Engin Yılmaz’dan tiyatro sanatçısı Zihni Göktay’a... Tuna’nın son yirmi yirmi yıl içinde edebiyat ve sanat dünyasının özel simalarıyla yaptığı özgün söyleşiler, Cümle Yayınları’nın ‘söyleşi’ dizisinin dördüncü kitabı olarak raflarda yerini aldı. Kitabın arka kapak yazısını kaleme alan şair Ercan Yılmaz, bakınız kitabı nasıl takdime ediyor: ‘Biz bir söyleşi olalı ve birbirimizden işitebileli’ beri dünyada-olmak, Söz’den Yazı’ya doğru bir yolculuğun tarihidir. Bazı anlar vardır saltanatlıdır; bazı anlarda kalpler yeniden yazılır. Eğri oturulsa da ‘doğru’ konuşulur, ‘güzel’ yazılır. Gülün alındığı, gülün satıldığı bir alışveriştir bu. Gül saatinde biri sorar, diğeri cevaplar. Sonsuz bir muaşakadır bu. Gönüller yapmaya gelmiş insan, manasını idrak eder, zâtına hoşça bakar, kelimelerin kalbine girer...
nsan ve şehir portreleriyle tanıdığımız Fahri Tuna, Cümle Yayınları’ndan çıkan söyleşi kitabı ‘Eğri Oturup Doğru Konuşalım’ kitabı ile okurlarına merhaba dedi. Şairler Faik Baysal, Yılmaz Güney, Ercan Yılmaz, Ömer Emecan’dan romancı Kerim Korcan’a, öykücüler Sait Faik, Cüneyd Suavi, Necati Mert, Hatice Bilen Buğra’ya, Heykeltıraş ressam Mustafa Tömekçe ve Hattat Saim Özel’den fotoğraf sanatçıları Hüsnü Gürsel, İbrahim Zaman, Servet Sezgin’e, çizerler
‘’Fahri Tuna’nın ‘Eğri Oturup Doğru Konuşalım’ kitabı, kâinatın gözbebeği ‘insan’ı anlatıyor. Tuna, bazen soru soruyor bazen de cevabın kendisi oluyor. Söylüyor, söyletiyor. Dünyayı muhabbetin kurtaracağını ima ediyor şüphesiz. Söyleşilerin hemen tamamı bir şehrin, Adapazarı’nın yetiştirdiği insanlarla yapılmış olmasına rağmen, muhteva yerelden evrensele doğru açılan bir yapı arz ediyor. Kültürden sanata, sosyolojiden mizaha, tarihten güncele kadar birçok konudan bahis açan Eğri Oturup Doğru Konuşalım, yakın tarihe dair sivil ve alternatif bir okuma özelliği de taşıyan şenlikli bir kitap...’’
Ş E H İ R K İ TA P
FAHRİ TUNA, “EĞRİ OTURUP DOĞRU KONUŞALIM” İLE YENİDEN MERHABA DEDİ
43
Ş ehir
VATANIM KIRIM
DEVLETLERARASI KIRIM, SÜRGÜN VE İSMAİL BEY GASPIRALI KONGRESİ’NİN ARDINDAN...
Gaspıralı İsmail Bey’in 130 yıl önce söylediği sözler rehber olmalıdır hepimize. Nazım MURADOV*
Kongre 1.gün açılış konuşması
*Lefke Avrupa Üniversitesi / KKTC
sayı//9// nisan 44
C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Dersaadet Kültür Platformu,Dünya Kırım Türkleri Kültür ve İktisadi İşbirliği Derneği, İstanbul Üniversitesi, , KASEM (Kadim Stratejiler Encümeni Merkezi) ve TESAM’ın (Ekonomik Siyasal ve Stratejik Araştırmalar Merkezi – Center for Economic Political and Strategic Researsh) 15-16 Mayıs 2015 tarihlerinde ortaklaşa düzenlediği ve ikinci ayağının da içinde bulunduğumuz yılın sonbahar aylarında Romanya’da düzenleneceği Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi 15 Mayıs 2015 tarihinde Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi’nde başladı. Kongrenin genç ve etkileyici bir sese sahip olan sunucusunun Kırım’la ilgili bir şiirle başlattığı etkinlikte ilk söz Dersaadet Kültür Platformu Başkanı Mehmet Kâmil Berse’ye verildi. Sn. Berse’nin konuşmasının satır başları şöyleydi: 1) M. K. Berse, bayrak şairi Ârif Nihat Asya’nın “Biz küçük sesleriz” şirini okudu; 2) Gaspıralı’nın “Elinden ne geliyorsa onu yap!” sözlerini hatırlattı; 3) Beşinci yüzyıldan beri Kırım bir Türk yurdu idi, şimdi de vatanımızdır; 4) Şu anda Kırımlı Türkler için mutluluk kapısı sayılan Dersaadet’te – İstanbul’da buluşuyorsunuz... Biz böyle buluşmaları gerçekleştirmek için yardımlarımızı sürdüreceğiz; 5) Kırım, 26.200 km2 yüzölçümüne sahip ve 500 bin Tatar’ın yaşadığı vatan toprağıdır; 6) Kırım’ın en çok kahraman olan kadınları, en çok anne olanlarıdır (Sn. Berse, Bahçeraray’daki Gaspıralı Müzesi’nde şahit olduğu kadınlar etkinliğini anlatıyor); 7) 1944’te Kırım’daki mezar taşlarını denize döktüler; 8) Gaspıralı İsmail Bey’in 130 yıl önce söylediği sözler rehberimizdir ve bugün de geçerlidir; 9) Gaspıralı’ya göre üç mukaddes şey vardır – onlar da dil, din ve ilimdir; 10) Gaspıralı’nın söyledikleriyle birlikte onun aile babalığı da örnektir; 11) Sn. Berse, Muhibbî’nin (Kanunî Sultan Süleyman’ın) ünlü gazelinden şu örnekleri okudu: Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet, cihanda bir nefes sıhhat gibi Saltanat didükleri ancak cihan gavgasıdur, Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi... 12) Gördüğünüz gibi Gaspıralı İsmail Bey de vahdet yani birlik vurgusu yapıyor; 13) Konuşmasını Türk edebiyatının seçkin dizeleriyle zenginleştiren Berse, Ziya Gökalp’in Kırım, Kazan heder oldu Tuna, Kafkas beter oldu Türkistan’da neler oldu
İşitmedi kulağımız! dizeleriyle bölünmüşlüğün faciasını anlatmaya çalıştı ve 14) ‘Birliği ıskalarsak bizi paramparça ederler!’ dedi; 15) M. K. Berse büyük Türk bilgini, ünlü KırımTatar aydını Prof. Bekir Sıdkı Çobanzade’den de söz etti ve onun “Ezan sesi biyaklarga kelalmay”, (Ezan sesi bu taraflara gelemiyor) Tatlı, tatlı yüregime tiyalmay... (Tatlı tatlı yüreğime değemiyor) dizelerini söyleyip Çobanzade’den naklen tarihimizi uzaklarda yaşayan bir Rum tarafından yazıldığını, adının da ‘Barbarlık Tarihi’ koyduğunu belirtti; 16) Sn. Berse 1944 sürgününde 200 bin Kırımlı soydaşımızı kaybettiğimizi söyledi; 17) K. Berse, sürgün sırasında Özbekistan’da yaşayan Kırım Türkü Sabira Recebova’nın Kırım Tatarları arasında dolaşıp onlara moral verdiğini, türküler derlediğini belirtti. Asırlık bir çınar olan Sabira Hanım’ın Kırım Türkleri için yapmış olduğu fedakârlıklardan söz eden M. Kâmil Hoca, Kırım’da onun türkülerini dinlemekten ,hikayesini öğrenmekten mutluluk duyduğunu bildirdi; 18) Müziğin, Kırım Tatarlarının hayatta kalma mücadelesindeki öneminden söz eden Berse, 1960’lı yıllarda bir besteci olan Şükri Osmanov’un (Şükri Tutkun) Kırım’a geldiğini, Aluşta’da karşılaştığı bir Kırım Türküne kendi bestesinden söz ettiğini ve bu besteye uygun güfte konusunda kendisinden yardım istemiş olduğunu bildirdi. Aluşta’daki Kırım Türkü de bu güfteyi yazarsa annesinin yazabileceğini demiş ve akşam annesinden bu konuda yardım istemiş. Annesi de şimdi diller ezberi olan Aluşta’dan esken yelçik yüzüme urdu Balalığım keçken evge köz yaşım tüşti Men bu yerde yaşalmadım Vatanıma asret oldum Ey güzel Kırım... dizeleriyle başlayan ünlü şiiri yazarak Şükri Bey’e göndermiş. Yani bu türkü böylece ortaya çıkmıştı; 19) 18 Mayıs 1944 bir soykırımdır, Rusya’nın yaptığı bir soykırımdır; 20) Biz 18 Mayıs gününü her zaman için anacak ve yapanları lanetleyeceğiz... Protokol konuşmalarından ikincisini AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dr. Mehmet Muş yaptı: 1) Çok kıymetli hâzirûn (Bu etkinlik, ‘hâzirûn’ kelimesinin en çok kullanıldığı bir bilimsel kongre olması yönüyle dikkatimi çekti...); 2) İster Kırım, ister Bosna, ister Azerbaycan olsun, biz Türkiye Cumhuriyeti olarak her zaman onların yanındayız; 3) 18 Mayıs acısını bugün de hissediyor, yaşıyoruz; 4) 1944’te sürülenler Romanya, Sibirya, Özbekistan, Türkiye’ye geldiler (ben 1944’te
Romanya ve Türkiye’ye giden Kırım Tatarı olduğunu bilmiyordum...); 5) Biz Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, Fikirde, İşte Birlik!” düsturundan aldığımız ilhamla zorlu günleri diyalogla atlatmayı temenni ediyor, sürgün sırasında şehit olanları rahmetle anıyoruz; 6) Tarihî gerçekleri manipüle edenler bizi herhangi bir soykırımla suçlayamazlar; 7) Sn. Muş, tarih ve hak vurgusu da yaparak bu kavramlar üzerinde durdu; 8) Atalarımız ‘Su akar, yatağını bulur’ demişlerdir. Tarihî gerçekler de eninde sonunda herkes tarafından bilinecektir; 9) Seçimlerden sonra böyle etkinlikler yapmak için daha fazla vaktimiz olacaktır. Protokol konuşmalarından üçüncüsünü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Arslan yaptı. A. Arslan’ın konuşmasının bazı satırbaşları şöyleydi: 1) Biz bu kongrenin organizatörleri olarak böyle bir bilimsel etkinlik yapmak isterken öncelikle neden Kırım ve Gaspıralı üzerinde durduğumuzu açıklamak istiyorum; 2) Öncelikle Gaspıralı İsmail Bey’in birçok anlamda keşfedilmemiş bir filosofumuz olduğunu bilmemiz gerekir; 3) Gaspıralı’yı ‘Yeni Dünya Düzeni’nde yeniden okumalı ve keşfetmeliyiz; 4) Bugün Kırım’da bir Rus işgali var – bunun yararlı mı, zararlı mı olacağı belli değil; 5) Gaspıralı diyor ki, önemli olan o topraklarda yaşamak, orayı terk etmemek, orada baki olmaktır; 6) Gaspıralı, dünyanın problemi haline getirilmeğe çalışılan İslamofobiya’ya karşı en önemli tespiti yapıyor ve İslam Birliği düşüncesini Mısır’da yaşayan Müslümanlar üzerinden yaygınlaştırmaya başlıyor; 7) Osmanlı devleti, Rusların Kırım’a dayanmasına kadar vahametin farkında değildi; 8) Bu meselenin ciddiyetini anlatabilmek için kırım konusunda daha ok kongreler yapılmalıdır; 9) İngiltere, Rusya’yı 1856 yılında Azak denizine hapsederek Karadeniz’den çıkarıyor... Oturumlardan önceki son konuşmacı Prof. Dr. Mehmet Maksutoğlu idi. Konuşmasına “Bismillah’la başlayan Maksutoğlu, ana hatlarıyla şunları söyledi: 1) İslamiyeti hedef haline getiren güçler, Adriyatik’ten İran’a kadar Müslüman kalmayacağını söylüyorlar; 2) Düşmanın uyumadığı gerçeğini unutmamalıyız; 3) Kültür istilası askerî işgalden bin beterdir. Bu da gönüllü köleliktir; 4) Türkiye’de de bir kültür istilası vardır; 45
Ş ehir
5) Ruslar Afganistan’ı işgal ettiklerinde Afkanları kültür istilasına uğrayıp “it otarsalardı” omuzlarına füze alıp atamazlardı; 6) ‘Osmanlı İmparatorluğu’ ifadesi çok yanlıştır, Osmanlı Devlet-i Âliyesi denmelidir. Bu devlet kendisiyle ilgili hiçbir zaman ‘İmparatorluk’ kelimesini kullanmamıştır. Güçlü olan tavrını da gösterir; 7) Bizler ‘Kasap Rıza’nın, ‘Banker Antonio’nun ağzı ile konuşamayız; 8) Biz büyük ve şanlı bir komutanlarımızdan olan Hayreddin Paşa’ya, onun kardeşi Oruç Reisimize – yabancıların dili ile ‘Barbarossa’ demiyor muyuz? Avrupalılar bu iki kardeşe kızıl sakallı olduklarından dolayı bu anlama gelen ‘Barbarossa’ diyorlar... 9) İşte biz kültür istilasına uğrayıp küçük boylu Napoleon’a ‘Büyük’ diyoruz, Hayrettin Paşa ve Oruç Reis’e ise ‘Barbarossa’ ...; 10) İnsanlarımıza düşmanlarımızın verdiği adlarla sesleniyoruz; 11) Eski Türkçemizde, XI. yy.da yazılmış lügatimiz olan Divanü Lugati’t-Türk’te “on bin” sayısını gösteren “tümen” kelimesi geçer, mesela ‘Nogay tümeni’. Fransızca ise ‘seksen’ yerine “quatre-vingts” yani “dört-yirmi”, ‘doksan’ yerine “quatre-vingt-dix” yani “dört yirmi + on” diyorlar. Fransız çobanı seksen domuzunu sayamadığı zaman atalarımız on bini tek kelimeyle ifade ediyorlardı...; 12) “Fransızca bilmeyen eşektir”i kabullenirseniz kültür istilasına maruz kalırsınız: 13) Deşt-i Kıpçak’taki atalarımıza ‘Cuman’ diyorlardı, bu kelimenin de anlamı ‘ibrik’ti. Zira atalarımız abdest almak için atlarının boyunlarına su dolu deri ibrikler asıyorlardı. Daha sonra yerleşik hayat benimsenince abdest almak için musluk suyu kullanılırdı. Musluktan alınan suyun doldurulduğu kaba ise ‘Hanefiye’ denirdi; 14) Avrupalının medeni olduğunu söylemek mümkün mü?; 15) Avrupalıların müzelerinin zengin olduğunu söyleyenlere demeliyiz ki onlar, utanmadan hırsızlıklarını müzelerde sergiliyorlar...; 16) Gladyatörlerin kral ve halk huzurunda yaptıkları vahşetlere medenilik demek mümkün mü? (Prof. Maksutoğlu bazı el işaretlerinin günümüzde ne anlama geldiğini ve aslında ne olduğunu anlatıyor); 17) Winston Churchill’in Filistin’i Yahudilere satmak için kullandığı V işaretini – Filistinli Müslüman kardeşimiz zafer işareti olarak kullanıyor... İşte al sana kültür istilası...; 18) 1776’da bağımsızlığına kavuşan Amerika, kısa pantolonlu anonim şirket gibidir; 19) Yahudiler iki bin yıl sonra bağımsızlıklarına kavuştular; 20) Kırım’da yaşayan Müslüman Türk halkına sayı//9// nisan 46
“Kırım Tatarları” diyoruz halbuki ‘Tatar’ kelimesi yanlıştır; 21) Hiç sevmediğim “Diaspora” kelimesi de aynı şekilde yanlıştır; 22) Ben bir Eskişehirliyim, çocukluğumuzda Tatar çocukları sünnet olurken mavi renkli sünnetlik elbise giyiyorlardı. Ben yıllar sonra bu elbisenin neden mavi olduğunu anladım – meğer Tarak Tamgalı gök bayrak renginde imiş; 23) Tatarlar ve diğer Kıpçak Türkleri ‘keçe’ye ‘kiyiz’, ‘mavi’ye ‘kök’, ‘kardeş’e ‘ini’ diyorlar. Bu kelimelerin hepsi Göktürk Türkçesinde kullanılan kelimelerdir; 24) Göktürk döneminden günümüze tarihî şivelerimizin bir yadigârı olan Kırım Türkçesini unutmamak lazım; 25) Prof. Dr. M. Maksudoğlu bu bilimsel etkinliği düzenleyen tüm organizatörlere ve kendisini dinleyenlere teşekkür ederek konuşmasını tamamladı. DEVLETLERARASI KIRIM, SÜRGÜN VE İSMAİL BEY GASPIRALI KONGRESİ’NİN OTURUMLARI Birinci Oturum (Oturum Başkanı: Prof. Dr. Celal Erbay) (15 Mayıs 2015 – Öğleden önce) Birinci Oturum’un Başkanı Prof. Dr. Celal Erbay, konuşmasına Prof. Dr. Mehmet Maksutoğlu’ya teşekkür ederek başladı ve kültür işgalinin daha kötü ve tehlikeli olduğunu belirtti. Sürgünle ilgili iki dörtlük de söyleyen Prof. Erbay, Kırım Tatarlarının ev barktan, vatandan, mal mülkten mahrum bırakılmaları, soykırıma maruz kalmaları yetmiyormuş horlandıklarını da bildirdi. C. Erbay Hz. Ömer ile Hz. Muhammed (SAV) arasındaki bir diyaloğu da hatırlattı. Hz. Ömer Peygamber AS.e “Şu anda kaç taraftarımız vardır?” sorduğunda “Seninle kırk kişiyiz” cevabını almıştı. Kırım Tatarlarının da sayılarının az olmalarına rağmen tekrar Tarak Tamgalı günlere kavuşacaklarına inandığını bildiren Erbay, ‘Bir Trabzonlu-Karadenizli olarak yanınızdayım’ diyerek sözü konuşmacılara bıraktı. I. Prof. Dr. İbrahim Tellioğlu, “Kırımdaki Türk Varlığının Tarihi Gelişimi” başlıklı bildirisinde ana hatlarıyla şu noktalara değindi: 1) Kırım, farklı kültürlere v sahipliği yapmış bir yerdir; 2) Büyük Türk göçünün vardığı yerlerden biri de Kırım olmuştur; 3) Türklerin Kırım’a gelişleri “Daha önce yaşanan bir yere yeniden gelmek” psikolojisiyle gerçekleşmiştir; 4) Zira Kırım, Türklerin kadim vatanlarından biridir; 5) Avrupa Hunlarından önce de Kırım’da Türk varlığı söz konusudur; 6) Ana yurtları Türkistan olan Kimerler birçok
yönleriyle Türklerle ilişki içinde olmuştur; 7) Kimerler’in M.Ö. VII. yy.da Kırım’a yerleştikleri bilinmektedir; 8) Aynı kültürün taşıyıcıları olan Kimer – Hun ilişkisi 10 cilt halinde Pontus Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır; 9) Kırım’daki Kerç boğazı birçok kaynakta Kimer boğazı olarak geçmektedir; 10) İskitlerin de Türkistanlı oldukları bilinmektedir; 11) Kırım ve çevresinde İskitler yaşamıştır; 12) Koloniciler, İskitlerin engel olmalarından dolayı Kırım’da koloni kuramamışlar; 13) Biz Kırım’daki Türk varlığını Avrupa Hunları zamanından itibaren takip edebiliriz; 14) Hunlar’dan sonra Göktürklerin Kırım’da hakim oldukları görülmektedir; 15) Göktürklerden sonra Hazarlar, onların ardından da Kıpçakların yarımadaya hakim olduğu bilinmektedir; 16) 13. yy.da ise Ceneviz kolonileri bölgede baskın durumdadır; 17) Kırım’daki Türk varlığını kanıtlayan önemli bir eser XIV. yy. başlarında (1303’te) tamamlanan ve yerel dili öğrenmek için hazırlanan Codex Cumanicus (Kuman Lehçesi Sözlüğü) eseridir; 18) Bu eser resmî, ticarî bir çerçevede hazırlanmıştır; 19) Rusların bölgeye gelmesi XVIII. yy.ın sonlarına (1780’lere) tesadüf eder;
20) 1783’te yarımadayı ele geçiren Ruslar, Kırım’ın etnik yapısını değiştirmiş, burayı çok etnikli bir yer haline getirmişlerdir; 21) Ruslar, bölgedeki yer adlarını da değiştirmişlerdir; 22) Prof. Tellioğlu, Anadolu – Kırım karşılaştırması da yaptı ve Hunların Kırım’a gelişleri (M. S. IV. yy.) ile Anadolu’daki Türk varlığının eş zamanlı olduğunu belirtti; 23) Aslında asıl Türk yurdu yani Türkiye adını Kırım daha fazla hak ediyor; 24) Bugün Kırım’daki yer adları ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, bu coğrafyadaki Türk izlerini silmek mümkün değildir; 25) Eğer Anadolu, bir Türk yurdu olmaya devam ediyorsa Kırım, Anadolu’dan da eski bir Türk yurdudur.
18 Mayıs Kırım Sürgününün 71.yılı Anma programında protokol üyeleri Dua vakfesinde. Prof.Dr.Ali Arslan, Mehmet Kamil Berse, Dr.Kudret Bülbül(YTB Başkanı), Prof.Dr.Celal Erbay, Dr.Hüseyin Kansu, Eyüp Ensari Ergin
II. Yrd. Doç. Dr. Fatih Öztürk, “Kırım Referandumu ve Uluslararası Hukuk” başlıklı bildirisinde Rusya’nın 16 Mart 2014 tarihinde Kırım’da yaptırdığı referandumu uluslararası hukuk açısından değerlendirdi. Öztürk’ün konuşmasındaki bazı satırbaşları şöyleydi: 1) Kırım’da yapılan 16 Mart 2014 Referandumu bir plebisit (sonucu önceden belli olan referandum) niteliğindedir; 2) Bu referandum, Kırım nüfusunun %34’nün katılımıyla gerçekleştiği için hukuki değeri yoktur; 3) Yarımada 27 Şubat 2014 tarihinde Rusya 47
Ş ehir
Kongre 2. gün sabah ilk oturumda.
işgaline maruz kaldığı için buradan verilen resmi raporların hukuki güvenilirliği yoktur; 4) Kırım’da yaşayan Rusların self determinasyon (kendi geleceklerini belirleme) hakları yoktur; 5) Zira self determinasyonu gerektiren, Ruslara karşı etnik, siyasi, kültürel... yönden hiçbir baskı olmadığı bütün dünya tarafından bilinmektedir; 6) Kosova konusuna da değinen Öztürk, bazı kavramların Türkçeye yanlış çevrildiğini (özellikle İngilizceye hâkim olmayan Erdoğan Teziç, Mümtaz Soysal tarafından) literatüre giren “Uluslararası Adalet Divanı” kavramının yanlış olduğunu bildirdi; 7) Kanada Kübek’te (Quebec) yıllarca yaşadığını bildiren Öztürk, Kırım’ı Kanada’daki söz konusu bölgeyle de karşılaştırdı; 8) Öztürk’e göre ayrılık hiçbir zaman hukuki olamaz; 9) Kırım’da bir kolonileşme söz konusu olmadığı için referandum hukuk dışıdır; 10) Kırım’da herhangi bir sorun vardırsa onu Ukrayna Anayasası’na göre çözmek gerekir; 11) Öztürk, Alaska örneğini de verip karşılaştırma yaptı; 12) Kırım meselesi Ukrayna Anayasası’nın 73. Maddesine göre çözülür; 13) Ruslar, Kırım’da ‘insan grubu’ sayılamaz; 14) Ruslar, Kırım’da bir baskı altında da değillerdir; 15) Kırım, 27 Şubat 2014’te işgal edildiği ve 16 Mart 2014 Referandumu da Rus ordusunun yardımıyla yapılmış olduğu için hukuken bir ayrılma kabul edilemez; sayı//9// nisan 48
16) Kırım’da uluslararası hukuk iflas etmiştir; 17) Kırım olayları insan haklarının ihlali açısından da değerlendirildiği zaman burada herhangi bir insan hakkı ihlali (yani dil, din, kültür baskısı) söz konusu değildir; 18) Mantığa bakın: Ayrılıkçı hareketi başardığınızda kahraman, başarmadığınızda ise terörist oluyorsunuz... III. Doç. Dr. Nuri Kavak, “Kırım Tatarlarında Akıncılık ve Köle Ticareti” başlıklı bildirisinde 1) Kırım’da köle ticaretinin Türklerden önce yapıldığını; 2) Kırım Hanlığı ordusundaki asker sayısının köle ticareti yapabilecek kadar fazla olmadığını; 3) Kırım Hanlığı ordusunun 3 bin ile 12 bin arasında olduğunu; 4) Kırım’da tam düzenli bir ordunun bulunmadığını; 5) Askerlerde akıncılık ruhu olduğunu; 6) Kendisinin, şeriye sicillerinde bu konuyla ilgili bilgileri okumuş olduğunu; 7) Ordudaki kazan sayısından ve 12 kişinin bir kazandan yemek yediği bilgisinden hareketle sayının belirlenebileceğini; 8) Evliya Çelebi’nin belirttiği 120 bin kişinin abartılı olduğunu; 9) 120-150 bin askerden oluşan Kırım Hanlığı ordusundan da söz edildiğini, 10) Konuyla ilgili Baron de Tott’un verdiği bilgileri; 11) Orduna-un başında Kırım Hanı ve sağ
tarafında Kalgay Sultan’ın bulunduğunu, 12) Ele geçirilen cariyelerin kaça satıldığını - tarihi belgelerden hareketle sundu. IV. Doç. Dr. Sezai Balcı “İsmail Bey Gaspıralı Devrinde Kırım Uleması” bildirisinde 1) Türkiye’deki Kırımlı ulemaları adları, hizmet ve yaşayış yerleriyle teker teker saydı; 2) Gaspıralı İsmail Bey’in 1907’de Mısır’daki ünlü toplantısından söz etti; 3) Gaspıralı İsmail Bey’in Tercüman gazetesine abone olan ulamaların adlarını çekti; 4) Osmanlı devletinde Kırım Türkleri tarafından yaptırılan camilerden birkaçının adını söyledi; 5) Gaspıralı İsmail Bey’in beş kez Türkiye’ye geldiğini bildirdi (Oysa daha fazla gelmiştir - NM); 6) Osmanlı devletindeki Kırım tatar öğrencilerden birkaçının adını söyledi; 7) Osmanlı arşivlerindeki 6 bin sicil dosyasında Kırım ve Kırımlılarla ilgili bilgiler olduğunu dedi; 8) Osmanlı devletinde yaşayan sekiz Kırımlı ulema ailesinin Gaspıralı İsmail Beyle görüştüğünü bildirdi, örneğin onlardan biri Habibullah Efendi’dir; 9) Kırım ulemasının, sıbyan mektebinden sonra eğitimlerine çeşitli medreselerde devam etmiş kişiler olduğunu bildirdi; 10) Gaspıralı’nın çağdaşı olan Kırımlı din adamı Abdurahman Efendi’den söz etti. V. Gazeteci Timuçin Mercanoğlu “Kırım’ın Rusya Tarafından 2014 İlhakı ve Entegrasyonu” bildirisinde 1) Olayları bir gazeteci tarafsızlığıyla anlatmakta olduğunu, süreçten söz ettiğini ve olaylarla ilgili yorum yapmadığını bildirdi; 2) Kırım, 27 Şubat 2014 tarihinde Rusya tarafından işgal edildi; 3) Ukrayna Cumhurbaşkanı Yanukoviç Rusya’ya kaçtı; 4) Mercanoğlu, 11 Mart – 16 Mart 2014 sürecinden söz etti; 5) 16 Mart 2014 Referandumu’nun hangi şartlar altında gerçekleştiğini önemli belgelere dayanarak açıkladı; 6) Kırım’da %13-14 nüfusa sahip Tatarların, 16 Mart Referandumu’nu boykot ettiğini söyledi; 7) Rusya Duması’nda yapılan oylama sonucu Kırım’ın, 443 oyla Rusya’ya bağlandığını bildirdi; 8) Rusya’nın Kırım’da aldığı önlemlerden söz etti, örneğin TV kanallarını kapatma, interneti yasaklama, vatandaşların döviz bozmalarını engelleme; 9) Bölgeyi iyi tanıyan ve birçok kez orada bulunan Timuçin Mercanoğlu Kırım’ın en yakın tarihi (2014-2015) ile ilgili oldukça önemli ve güncel bilgiler verdi...
Kongrenin Birinci Oturumu bu konuşmanın ardından sona erdi. *** İkinci Oturum (Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan) (15 Mayıs 2015 – Öğleden sonraki ilk oturum) İkinci Oturum’un Başkanı Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan, kısa bir giriş yaptıktan sonra oturumu başlattı ve konuşmacıları takdim etti. I. Doç. Dr. Ahtem Celilov, “Kırım’ın Eski Çeşme ve Sebilleri” adlı konuşmasına organizatörlere teşekkür etmekle başladı ve herkese Kırım’dan – Ukrayna’dan selam getirdiğini söyledi. 1) Celilov, hazırlamış olduğu görsel sunumunu teknik nedenlerden dolayı yapamayınca bildiri metnini okudu; 2) Daha önce Kırım’daki Türk mezartaşları üzerine de bir çalışma yaptığını söyledi; 3) Kırım’ın maddi kültür miraslarından sayılan sebil ve çeşmelerin bugünkü durumundan söz etti; 4) Kırım’daki sebil ve çeşmeler üzerine daha önce bir çalışma yapılmadığını söyledi; 5) Bu maddi medeniyet abidelerinin üzerindeki kitabelerden de söz eden Celilov, onları okuduğunu ve kitaplaştıracağını söyledi; 6) Ünlü Kırım Tatar aydını Osman Akçokraklı’nın da Kırım yarımadasındaki eski çeşmeleri incelediğini söyledi… Oturum Başkanı Gürdoğan, Sezai Karakoç’un “Çeşmeler elleri temizler, şairler ruhları” dizesiyle A. Celilov’a teşekkür etti ve sözü ikinci konuşmacıya bıraktı. İki gün süren kongrenin diğer konuşmacıları ile kongrenin özeti önümüzdeki sayıda devam edecektir.
Kongre 1. günün akşamı katılımcılar 49
Ş ehir
SICAĞI SICAĞINA
İZMİR
İzmir’i bana anlatacak bir derviş arıyordum. Bu şehrin kokusunu bilen, rengini içen, tarihine şimdiki zaman duruşu ile sarılabilecek bir derviş. Zaman, mekân ve an çekirdekten yetişen bir esnaf çocuğunun o sıcacık ama içten sohbetine bağdaş kurmama neden oldu bir gün. Bahsettiğim kişi İzmir’in güzel ilçesi Karşıyaka’nın Kaymakamı Sayın Sadettin Yücel’den başkası değil. İşin en ilginç yanı ise İzmir’i bir Çorumludan dinlemekti! Zaten hayat bir ironiden ibaret değil miydi ki?
Söyleşi: Mehtap ALTAN
ehirleri, ruhumuzun koridorlarına kokularını bırakan mekanik kucaklar olarak görürüm. Bazıları metal yalnızlıkları bırakır insan ruhunun paslanmaya göz kırpan köşelerine ama bazı şehirler de vardır ki dalları kırılan düşlerimizi, kaldırımlarından toplayıp sıvazlar sanki kalbimizin sırtını. Kalbin sırtı mı olur dediğinizi duyar gibiyim! Kalbin arka sokağı da, sırtı da, bahçesi de olur. Tıpkı şehirlerin kalbi ve soluğu olduğu gibi… İnsanlığın yaptığı en büyük hata daima görünen de aradığı güzelliktir! Belki de bu yüzdendir şehirlerin insan gölgelerini hapsettikleri o büyük kuyunun sırrı… Değil mi ki birçok şehir, kendi içinde gelecek sınavını döşünde barınan insan ile birlikte kaybeder. Ve değil mi ki birçok şehir de bağrına sadakatle yaslanan insanın soluğu ile sallar medeniyetin ve geleceğin beşiğini. Bazı sorgulamalar şehir ve insan üzerine şu soruyu da akla getiriyor; şehirler mi insanı kendi rengine boyar yoksa insanlar mı yaşadığı şehri kendi rengine boyar? Bu sorunun cevabını belki de İzmir’i anlatırken bulacağız… İzmir başka şehirlerin tenhalığına ya da kalabalıklığına karşın, kendi içinde bir lisan oluşturmuş şehirdir. İzmir’in kadınca bir duruşu vardır. Ülkem topraklarında ezilen, yıpratılan, çaresizleştirilen kadınlarına inat; bu şehirdeki kadınlar tek yumruk olmanın bestesini yapan kalelerdir sanki. İzmir’de simite gevrek, çekirdeğe çiğdem denir. İlk gelenler kumruyu mutlaka kuş zannetse de gerçek zaman ilerledikçe anlaşılır! Pencerelerinin her biri bayrağımızın al nabzına kankardeş gibidir. Onca şehirde soluklandım ama hiçbir şehrin pencereleri bayrağına bu kadar cömertçe sevdasını sunmamıştı. Bir de İzmir halkının adres hassaslığına şahit olmuşumdur çoğu kez. Ülkenin hangi şehrinde olursanız olun herhangi birine adres sorduğunuzda bilse de bilmese de fikir beyan eder mutlaka! Ama İzmir’de bir insan o adresi bilmiyorsa asla tarif vermez. Bunun ince ama müthiş bir nezaket ve bilinç örneği olduğunu düşünüyorum. Fakat bir şeyler eksik sanki bir şeyler! İzmir’i İzmirlililer, boyoz ve güzel kızlarıyla tarif edip yol haritasını çizmek istedikçe, ben kuytulara çekilip bu şehrin tarihî ve sosyolojik lisanını duymaya çalışıyordum. Çünkü biliyordum bir şehre bir medeniyete yapılabilecek en büyük kötülük tarihinin önüne an’ın paslı makasını değdirmekti! İzmir’i bana anlatacak bir derviş arıyordum. Bu şehrin kokusunu bilen, rengini içen, tarihine şimdiki zaman duruşu ile sarılabilecek bir derviş. Zaman, mekân ve an çekirdekten yetişen bir
sayı//9// nisan 50
İzmir Kestanepazarı Camii
esnaf çocuğunun o sıcacık ama içten sohbetine bağdaş kurmama neden oldu bir gün. Tevazu sahibi bir insan ile İzmir’in dününe, bugününe gül mühürlü ayna tutmanın keyfine varmak güzeldi. “Gül mührü ne demek?“ dediğinizi duyar gibiyim. Gittiğim bir başka şehrin kıymetlisinden duymuştum. Eskiden kerpiç evlerin duvarlarına sinen kokuya verilen admış. Ne vakit betonlar ruhlarımızı hapsetmeye başlamış o vakit mekanik yalnızlıkların göbek adları konulmaya başlanmış. İşte bu yüzden üzerine gül kokusu sinen her ayna hakikatin mührünü vurur hasbihâlin kalbine. Tevazu hırkasını giymiş bir insanın aynasından bir şehre bakmanın adı her ne ise o işte demek geldi şu an içimden. Düşünüyorum da bir esnaf çocuğunun bana İzmir’i anlatırkenki doğallığını, İzmirli zannettiğim ve sadece boyozu ve güzel kızlarını hatırlayan has İzmirlilere değişmezdim. Çocukken kitaplardan bildiği, hayallerine katık ettiği o günkü İzmir şu anki İzmir’inden biliyorum ki çok daha farklıydı. Çünkü artık hem çocuk değildi hem de “duvağının altında güzelliğini sorgusuz kabul ettim” dediği şehrini eleştirebilecek ve onaylayacak kadar da büyümüştü. Âşık olduğu “hayal şehrim” dediği şehri anlatırkenki zenginliği, yaşamın yoksul duruşuna tutulan koca bir aynaydı sanki. Bahsettiğim kişi İzmir’in güzel ilçesi Karşıyaka’nın Kaymakamı Sayın Sadettin Yücel’den başkası değil. İşin en ilginç yanı ise İzmir’i bir Çorumludan
dinlemekti! Zaten hayat bir ironiden ibaret değil miydi ki? “İzmir çocukluğumun süslü bir geliniydi. Daha görmeden güzeldi o benim gözümde!” Hemen söze giriyorum: “Her gelin güzel değildir ki! Daha görmeden nasıl güzel gelinim dediniz o şehre? “ “Duvağının altındaki her gelin güzelliği sorgulanmayacak hazinedir. Belki çocukluğun verdiği bir duru bakıştı bu, belki de hayallerimin bana sunduğu cömert bir bakış açısından ibaretti. İzmir’e bir yıl önce geldim. Hatırlıyorum da kilometreler beni hayal şehrime yaklaştırdıkça çocukluğum ile şimdiki zaman arasındaki sorgularıma sunduğu cevaplar kaçınılmaz oluyordu. Ve biliyor musunuz o gelinin duvağını hiç açmadım. Belki hayallerimin şehrini sorgulamak istemediğimdendi bu.”
Bu güzel sohbetin ardından sanki İzmir kulağıma bir şeyler fısıldıyordu. Kadifekale’den gelen yüzü çamurlu bir çocuk, Kemeraltı’ndaki minik esnaf çocuğunun elinden tutmuş, Kordon’da martılara simit atan çocuğun yanına gidiyordu. Ve benim içimdeki çocuk, şehirli bir tebessüm atıp “İşte İzmir” diyordu…
Kaymakam Bey’in sözünü kesip hemen aklımdaki soruyu sormak istedim; çünkü bu şehri anlatırkenki tavrını karşılayacak en doğru soru buydu. “Şehirlerin şahsiyeti olur mu?” dedim. Gülümsedi. Bazen ortamdaki her kıpırtı susar ve an konuşur. Dışarıdan gelen martı sesi bölüyordu hayal şehrine toz kondurmak istemeyen insanın kelimelerini. “Vakur duruş ile gurur arasındaki fark çok ince 51
Ş ehir
Öncelikle şunu söyleyeyim İzmir Türkiye’nin nirengi noktasıdır. Gelelim İzmir ile ilgili üç anahtara. Birincisi; Osmanlı’nın siyasi başkenti İstanbul’dur ama ticari başkenti İzmir’dir. İkincisi; İmam-ı Birgivi Hazretleri tabiri caizse kulvarında tepe bir insan, onu burada yetiştiren bir iklim var! Ve üçüncüsü; İzmir ülkemizdeki ilk denizciliğin hikâyesine sahiptir.
bir yol ile ayrılır birbirinden. Gurur, cehaletten kaynaklanan cesarettir. En korunaklı kaleyi bile içten çökertecek heybeti vardır. Vakur duruşta ise öğrenmeye yönelik istikametten kaynaklanan tevazu vardır. Şahsiyeti de bu iki duruş arasındaki ton belirler. Şehirlerin şahsiyeti elbette vardır…” Sohbet birden insanlık ve ülkem gerçeklerine kayınca biraz daha zenginleşip bir mozaiğin farklı tonlarına kayıp gitse de konuyu yine İzmir’e getirerek o üç anahtarı sunuyor Kaymakam Bey. “Öncelikle şunu söyleyeyim İzmir Türkiye’nin nirengi noktasıdır. Gelelim İzmir ile ilgili üç anahtara. Birincisi; Osmanlı’nın siyasi başkenti İstanbul’dur ama ticari başkenti İzmir’dir. İkincisi; İmam-ı Birgivi Hazretleri tabiri caizse kulvarında tepe bir insan, onu burada yetiştiren bir iklim var! Ve üçüncüsü; İzmir ülkemizdeki ilk denizciliğin hikâyesine sahiptir. Bu hikâye Çakabey dolayısıyla İzmir’de başlamıştır. Bu üç anahtar İzmir’in şahsiyetindeki o özgünlüğü resmeden kıymetli renklerdir diye düşünüyorum. Unutmadan hemen söyleyeyim: Geçenlerde Bergama müzesini ziyaret ettik. Zeus Sunağı ya da Zeus Altar… Aslında müzeyi ziyaret esnasında salonun duvarlarında bulunan figürlere, mermer kaplama üzerindeki fresklere iyi bakarsanız o zamandan bu zamana gelen hikâyeyi birleştirebilirsiniz. Türkiye’deki intiharların, kötü alışkanlıkların temelinde yatan o ilk adımları kendi dimağınızda tek tek anlamlandırabilirsiniz…” Kaymakam Bey’in boyoz ve İzmir kızlarının güzelliğinin dışına çıkan İzmir sohbeti keşfetmeye cesaret edemediğim İzmir’e karşı özel bir duygu uyandırmıştı. Ve bu düşüncemi sanki hissetmişçesine cümlelerine şöyle devam ediyordu: “İnsanlar ezberci bir sisteme teslim olmuş bir durumda. Medyada sizin dünyanız belirleniyor. Zaten sanal âlem size sormadan sınırlıyor. Sorgulamıyoruz. Formatın dışına çıkamıyoruz! Misâl âleminde karşılığı olmayan hiçbir imaj, hayal imkânı olarak verilmemiştir. Dolayısıyla karşılığı olmayan bir şeyi aklınızdan geçiremezsiniz. Duvağının altındaki o güzelliği ben sorgulayarak, eksiltip çoğaltarak tamamlıyorum. İzmir’im duvağını hiç açmadan sevdiğim gelinim!” diyerek cümlelerini bitiriyor.
İzmir Konak Yalı Camii sayı//9// nisan 52
Bu güzel sohbetin ardından sanki İzmir kulağıma bir şeyler fısıldıyordu. Kadifekale’den gelen yüzü çamurlu bir çocuk, Kemeraltı’ndaki minik esnaf çocuğunun elinden tutmuş, Kordon’da martılara simit atan çocuğun yanına gidiyordu. Ve benim içimdeki çocuk, şehirli bir tebessüm atıp “İşte İzmir” diyordu…
ŞU SİLLE’NİN
SOKAKLARI
Konya, her noktası tarihin izlerini barındıran ender değerlerimizden bir güzel diyardır. Konya’yı görmenin dünyaya beden bir zenginlik olduğuna dair sözler, yüzyıllardır bu topraklarda dillendirilmektedir ve Konya’yı gezip görenler tarafından Konya’nın bu övgüleri hak ettiği günümüzde de tescillenmeye devam etmektedir
Mustafa UÇURUM
Rum beldesi olduğu, yapılan kazılar sonucunda elde edilen eserlerden anlaşılıyor. Ak Manastır adıyla bilinen bir yapının Sille’de yer alıyor olması, Sille’nin önemli bir dini merkez olduğunun da bir göstergesi. Günümüze kadar ulaşan Aya Elena Kilisesi günümüzde de ziyaret edilen önemli bir mekân. “Şu Sille’den gece geçtim görmedim annem / Acı tatlı sular içtim ölmedim annem” diye devam ediyor türkü. Sille’de su önemli bir özellik. Adının bile sudan geldiğini ifade eden efsaneler var. Sille’nin kaynayıp köpürerek akan su anlamında kullanılan ‘Silenos’ kelimesiyle bir bağı olduğuna inanılıyor. Sille’de bir barajın var olması, adının suyla bir ilgisinin olduğunu gösteren bir kanıt. Eski yapıları, sokakları, kesme taşları, kendine has tarihsel duruşu, bağları ile Sille Konya’nın bir değeri olmayı sürdürüyor. Sokaklarda gezerken görüyorsunuz ki Konya, her köşesiyle medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir şehrimiz. Sille’de yaşayan her kare, Sille’nin tarih sayfalarından çıkıp günümüze kadar ulaşmış özel bir bölge olduğunu gösteriyor.
er karışı tarih kokan, geçmişle günümüzde köprü hizmeti gören yerler vardır Anadolu’da. Adı tarihle, geçmişin silinmez izleriyle anılan yerleşim yerleri, tarihten ve kutsiyetten aldıkları bereketle günümüzde de aynı canlılıkla, değerini yitirmeden tüm insanlığa hizmet etmeye devam etmektedir. Konya, her noktası tarihin izlerini barındıran ender değerlerimizden bir güzel diyardır. Konya’yı görmenin dünyaya beden bir zenginlik olduğuna dair sözler, yüzyıllardır bu topraklarda dillendirilmektedir ve Konya’yı gezip görenler tarafından Konya’nın bu övgüleri hak ettiği günümüzde de tescillenmeye devam etmektedir. Şehirleri tarihler anlattığı kadar türküler de şehirlerin görünmeyen yüzünün en güzel ifadelerini sunar bizlere. Türküler ki çıktıkları toprağın havasını, suyunu, tozunu, toprağını en doğal hâliyle yüzyıllar ötesinden günümüze taşır. “Şu Sille’den gece geçtim görmedim annem” türküsünü ilk duyduğumda ben de Sille’den gece geçiyordum. Türkünün sözlerinin sıcaklığı beni kuşatırken gördüğüm her köşe tarihin yüzyıllara meydan okuyan bir görkemini günümüzde de barındırmaya devam ediyordu. Sille, geçmişi 6000 yıl öncesine dayandığı tahmin edilen bir yerleşim yeri. Şimdilerde Selçuklu ilçesine bağlı bir mahalle.
Sille’yi anlatan bir diğer türkü de “Şu Sille’nin Sokakları” türküsü. Sille’nin sokakları, yokuşları, gül karanfil ekili pencereleri, bağları, yaylaları, yokuşları, nakış nakış işlenmiş halıları beste beste bu türküde eşlik ediyor Sille’nin güzelliklerine. Bir yeri gezmeden önce oraya ait türküleri dinlemekte fayda var. Türküler hâlâ dupduru bir su gibi yüzyıllar ötesinden günümüze ulaşarak bize kendimizi anlatmaya devam ediyor. Türküler geçmişin silinmez hafızalarıdır. Çıkarsızdır, hesapsızdır, biz gibidir, bizdendir. Sille’ye yolu düşecek olanlar Sille türkülerini dinleyip öyle çıksınlar yola. Görkemli yapıların arasından, dar sokaklardan, rengârenk dokunmuş halıların yumuşaklığından bir ezgi biriktirsinler kalplerine. Sille’nin sakinliği ve huzur veren güzelliği, günümüzde de devam etmekte. Bir su şırıltısının ahengine kaptırıp kendini, özenle yapılmış taş yapılar arasından binlerce yıl öncesine seyahat eder gibi bir coşkuyu yaşamak mümkün. Dilde Sille türküleri, içte sonsuz bir huzur, havada eski zaman rüzgârı… Böylesine bir yolculukta, huzur ülkesinin en bahtiyarı sayar insan kendini. “Şu Sille’nin sokakları sekili Pencerede gül garanfil ekili Kimler olsun nazlı yârin vekili” 53
Ş ehir
PARİS
*Dört batı şehrinden pasajların yer aldığı, Dört sayıdır devam eden bu yazı dizisi Nuri Pakdil’in, önce dergide makaleler olarak sonrasında kitap hâlinde yayımlanan, Paris odağından Batı’yı mercek altına alan Batı Notları’ndan 43 yıl sonra yazılıyor. Pakdil’in de bazısını vurguladığı şu tespitler doğrudur: -Batı’nın zenginliğinin kökeninde sömürgecilikten gelen maddi kaynaklar yer alır. -Batı, maddeye verdiği önemi artırdıkça, maddenin yıkıntıları arasında kalmaya daha fazla mahkûm olmaktadır. -Batı’nın mermer ve ışıkla donatılmış ihtişamlı yapılarının dolduramadığı şey inançtır. Yrd. Doç. Dr. Erkan ÇAV*
*T.C. Maltepe Üniversitesi
sayı//9// nisan 54
u yazı, bir gezi yazısı, bir şehirler tarihî, bir sosyoloji analizi değildir. Bu yazı, Atina, Roma, Paris ve Viyana şehirlerine, 2015’in Ocak ayında farklı zamanlarda yapılan birkaç günlük ziyaretlerde görülen, duyulan, öğrenilen ve deneyimlenen içsel ve dışsal yaşantının; kesitler, anlatım öbekleri, imgelemler yumağı hâlinde düşüncelerle birlikte aktarılmasıdır. Kimi zaman görülenler, kimi zaman gözlemler, kimi zaman düşünceler yazının katarı olur ve bunların birleşiminden eklektik fakat birbirine bağlı bir anlatılar mimarisi gelişir. Tarihe, sosyolojiye, felsefeye, güncel ve gelecek uzantılara bağlanan şehirler, şehrin yapıları, insanları, yaşantıları arasından yansımalar; tekil duygu ve düşünce mekanizmasından damlalar. Ne eski zaman gezginiyim ne de modern zaman; ne tarihçiyim ne de arkeolog, belki hepsinden biraz, belki hepsinden uzak: Hepsinden kalan tortulardır anlatılacak. Bu metnin ana gayesi şu olabilir: Gezilen, görülen ve yaşanılan her ne var ise herhangi bir yer ve herhangi bir zaman olarak, orada onu yaşayanların varlıklarıyla kesişerek somutlaşan anlatılmaya değer bir şeyler mutlaka vardır. Bu yazı Nuri Pakdil’in, önce dergide makaleler olarak sonrasında kitap hâlinde yayımlanan, Paris odağından Batı’yı mercek altına alan Batı Notları’ndan 43 yıl sonra yazılıyor. Pakdil’in de bazısını vurguladığı şu tespitler doğrudur: -Batı’nın zenginliğinin kökeninde sömürgecilikten gelen maddi kaynaklar yer alır. -Batı, maddeye verdiği önemi artırdıkça, maddenin yıkıntıları arasında kalmaya daha fazla mahkûm olmaktadır. -Batı’nın mermer ve ışıkla donatılmış ihtişamlı yapılarının dolduramadığı şey inançtır. -Makineye, teknolojiye, yeniye ve tüketime duyulan açlığın köklerinde başka bir şeyle doymayan bencil insanlar yatar. Temelde, Batı’nın durduğu bu yer konusunda ayrı olmamakla birlikte, aşağıdaki yazı, salt olumsuz veya reddedici değil, “Anlamak temelinde Batı’ya bakmak” üzerinden hareket eder. Batı’yı, hangi yönüyle reddedeceğimiz konusunda karar vermek ve onu aşabilmek için tanımak, anlamak, kavramak ve üzerine düşünerek eleştirmek gerekir. Batı bizim artık sadece kapı komşumuz olmaktan öte şehirlerimizde, evlerimizde, yaşantılarımızda yerleşikleşiyor. Eğer varoluşmuzu (şehirlerimizi, evlerimizi, yaşantılarımızı) kendi değerlerimizle dünya sistemi içinde kalıcılaştırmak istiyorsak, Batı’yı da incelemeli, anlamalı, tartıya vurmalıyız kendi ölçülerimizle. Burada şu hakikat de düşünceyi oluştururken temel ilke olarak
Paris Louvre Müzesi
kullanılmalıdır: Batı, tezatlar coğrafyasıdır. İyi ile Kötü. Güzel ile Çirkin. Doğru ile Yanlış. Çok yüzlü Batı.
kuran bir devletin. Hâlâ Afrika’da bu sömürgeci etkinliğini sürdürmek için savaşan bir devletin. Bu da gerçeğin bir çehresidir.
“Batı’nın şehirlerinden hangi özellikleri kendi şehirlerimiz için benimseyebiliriz, model alabiliriz, dönüştürerek uygulayabiliriz?” Bu soru beynimin içinde dolanıp dururken, ben bu şehirlerden gökyüzüne ulaşmayı engelleyen camları islenmiş, kirlenmiş ve kararmış bir pasajdan geçer gibi geçiyor, bu sırada camlar arasından sızmaya çalışan güneşi ararken gökyüzüne açılan pencereler tasarlıyordum. Atina’yı, Selanik’i, Kavala’yı tespitlerimle anlattım. Roma’yı bütün yolların çıktığı bir şehir gibi mi görmek lazım onu anlattım. Şimdi Paristeyim...
Orly Havalimanı’ndan şehir merkezine trenle 25 dakikada varılır. Üç günlük ziyaretin ilk günü, Eyfel Kulesi’ne çıkmak, meydanlarda biraz yürümek, Notre Dame Katedrali’ne dıştan bakmak ve Seine Nehri kenarında dinlenmekle geçti. Eyfel Kulesi, 19. yüzyılda modern mimari bilgisinin çelikle birleşiminde geldiği son noktayı gösterir. Yapılırken bir gün sökülmesi planlanan bu kule halk tarafından sevilince günümüze kadar şehrin simgesi olur. Şehrin izlenebildiği 276 metre yükseklikteki
PARİS Tarihin kırılma sesi, 1789. Notre Dame’ın Kamburu. Baudelaire’in coşkulu dizeleri. 20. yüzyılın entelektüel hikâyesi. Kültürün Batı başkenti. İnceliğin şiiri. Estetik ve Düşünce. Kaos ve Düzen. Köle ve Efendi. Rüyalar şehri! Jön Türkler dâhil kimilerine göre böyle. Olabilir. Paris’e 19. yüzyılın emperyal ve sömürge devletlerinden birinin başkenti olarak da bakmak mümkündür. Afrika’da, Asya’da ele geçirdiği yerler ile sömürgeci imparatorluk
tepe gözlem noktası bakımda olduğu için ancak 115 metre yükseklikteki ikinci kata değin çıkılabiliyor. Buradan şehrin manzarası 360 derece izlenebiliyor. Aşırı rüzgârlı bir yer. Her şeye karşın hâlâ orijinal asansörü de çalışan bu yapının bir mühendislik harikası olduğu yakından bakılınca daha iyi görülüyor. İkinci gün, dünyanın her yerinden ve milat öncesinden 20. yüzyıla değin 370 binden fazla eserin bulunduğu Louvre Müzesi’ne gittim.
Bütün dünya coğrafyasından, ama özellikle Mısır, İran, Mezopotamya, Balkanlar, Afrika ve Asya’nın bazı bölgelerinden, imparatorluk döneminde Fransız şirketlerinin veya askerlerinin ayak bastığı topraklardan getirilen arkeolojik buluntular ile oluşturulan ve 1793 yılında açılan Fransa’nın ilk devlet müzesi olan Louvre,
Bütün dünya coğrafyasından, ama özellikle Mısır, İran, Mezopotamya, Balkanlar, Afrika ve Asya’nın 55
Ş ehir
Notre Dame Katedrali
Fransız egemenliğinin askerî siyasi ve ekonomik faaliyetlerini, yönetimlerini, uygulamalarını görmek mümkündür. Defnedildiği yer, Napolyon’a verilen önemin bir göstergesidir.
bazı bölgelerinden, imparatorluk döneminde Fransız şirketlerinin veya askerlerinin ayak bastığı topraklardan getirilen arkeolojik buluntular ile oluşturulan ve 1793 yılında açılan Fransa’nın ilk devlet müzesi olan Louvre, âdeta dünya tarihini sergiler. Eski Mısır’ın bütün krallıklar tarihi buradadır. Her şeyiyle; çanağı çömleği, mezar duvarları, tabutları, silahları, heykelleri, ne varsa çıkarılan şehirlerden, mezarlardan, tapınaklardan, yer altından, burada sergilenir. İran’ın kadim medeniyetlerinin izleri, Mezopotamya hazineleri, İslam coğrafyasının özellikli eserleri, Antik Yunan ve Roma eserleri ve daha başka bölgelerden gelen arkeolojik eserlerden oluşan zengin bölümleri vardır. Başta Mona Lisa olmak üzere yüzlerce ünlü ressamın resimlerini barındırması, müze binası olmadan önce bilfiil Fransız İmparatorluğu’nun yönetim merkezi olarak işlev görmesinin ona kattığı sanatsal ve tarihsel derinliğin etkisi, gündelik yaşama dair eserlerden oluşan bölümleri ile bütüncül olarak bakıldığında kapsamlı bir dünya tarihi algısı ve bilinci sağlayacak farklı boyutlarda uzantıları olan dünyanın sayılı müzelerinden biri olur burası. Müzenin, her eserin hakkını vererek, anlamlarına nüfuz ederek ve kavrayış açan biçimde okunarak bir günde tamamen gezilmesi, asla mümkün değildir. Bu müze için ilgilileri en az iki günü
sayı//9// nisan 56
gözden çıkarmalı, gerekirse üçüncü gün gidip incelemelerini kalıcılaştırmalıdır. Tarih, arkeoloji, sosyoloji, sanat tarihi, felsefe ve diğer sosyal bilimlerle ilgileri olanların mutlaka gitmesi gereken bir müze. Altı saat civarındaki ziyaretten sonra günün sonunda Louvre’dan çıktım, Şanzelize boyunca (Champs Elysees) yürüyerek Napolyon’un kazandığı savaşlar anısına yaptırdığı Zafer Takı’na (Arc de Triomphe) geçtim. Pahalı restoranların, dünya çapında markaların bulunduğu bulvarda, ünlü araba markalarının koleksiyonlarının sergilendiği mekânlar da var. Zafer Takı’ndaki 50 metrelik çatıya çıkılarak şehir bütün yönleriyle seyredilebiliyor. Kazandığı savaşların ve generallerinin isimlerinin kazılı olduğu duvarları ile Napolyon Zafer Takı, modern Paris Mahallesi Defense ile Louvre Müzesi’nin arasındadır. Meçhul Asker Anıtı’nın da bulunduğu bu yer, ulusal gurur ve tören merkezidir. Her gün düzenli olarak meçhul asker anıtında, 1923’ten beri sönmeyen ateşin başında, askeriî tören yapılır. Buradan ayrılıp Pantheon’a gittim, ancak açık olduğu saate yetişemedim. Pantheon’dan aşağı inerek Saint Michel caddesine ve Quarter Latin bölgesine geçtim. Orada biraz dolaştıktan sonra Paris’in yüksek ve çok katlı
Notre Dame Katedrali tarihi çanlar
modern yapılarının bulunduğu yeni iş merkezi La Defense’e geçtim. Üçüncü günün sabahı, başta Van Gogh olmak üzere Monet, Manet, Renoir, Gauguin, Millet, Cezanne gibi birçok ünlü ressamın resimlerinin bulunduğu Orsay Müzesi’ne gittim. Müzede Marquis de Sade’den hareketle oluşturulan ilginç de bir sergi vardı. Buradan Paris Camisi’ne geçtim. Cezayirlilerce yönetilen Cami, Fransa’da inşa edilen ilk cami. Dikdörtgen kuleden oluşan minaresi, oldukça ince işçilikli mihrabı, tavanı ve duvarları ile çinilerle estetiği derinleştiriliş havuzları ve bahçesi var. İç mekânı kaplayan ağaç oymalar tam bir ustalık işi. Charlie Hebdo saldırısının hemen akabindeki ilk cuma namazı olması, çıkışta birkaç farklı TV kanalının cemaate sorular sormasının sebebiydi. Polisler caminin etrafında koruma önlemleri almıştı. Camide fotoğraf çekiminden rahatsız olan cemaat üyeleri vardı. Charlie Hebdo saldırısı sonrası Müslümanların tedirginliği yüzlerinden okunuyordu. Müslümanların merkezi durumunda bir yer Paris Camisi. Avlusu ve bahçesi ile 2000’den fazla Müslüman namaz kılabiliyor. Cami’den sonra yürüyerek Pantheon’a geçtim. Pantheon, 1789 Fransız devriminden sonra kilise olmaktan
çıkarılıp Mirebau, Voltiare, Jean Jacques Rousseau, Victor Hugo, Emil Zola ve son olarak da Alexandre Dumas gibi birçok yazar, politikacı, bilim insanı ve askerin cenazelerinin konulduğu yer hâline getiriliyor, işlevi dönüşüyor. Çatısı restorasyon hâlinde, alt katındaki mezar odaları gezilebiliyor. Burası, modern Fransız düşüncesini oluşturan entelektüellere Fransızların saygılarını sunduğu bir yere dönüşmüş durumda. Bir çeşit ulusal gurur ve onur mekânı. Akşam, 1914 yılında, 40 yıllık bir inşa sonrasında tamamlanan Sacre Coere (Kutsal Yürek) Bazilikası’na geçtim. Bu bölgeden Paris önünüzde alabildiğince uzanır. Bazilika’nın bulunduğu tepenin arka yüzü ise ressamlar tepesidir. Az da olsa birkaç kişi ayaküstü ressamlara portrelerini çizdiriyordu.
Buna rağmen, gerek meraktan gerekse destek olmak amacıyla Charlie Hebdo’nun iki gün arayla satışa sunulan sayıları kısa sürede tükenmiş, büfeler “Charlie Hebdo kalmadı” yazısı asmak zorunda kalmıştır.
Buradan Arap Dünyası Enstitüsü’nün açık olması gereken müzesinde geçmek için tekrar Saint Michel’e yakın bir istasyona geri döndüm. Ancak müze, 15-16 Ocak tarihlerinde “Arap Dünyası’nın Yenilenmesi” başlıklı 22 Arap ülkesinin temsil edildiği, 70 konuşmacı ve 1200 dinleyici katılımlı, Fransa Devlet Başkanı François Hollande’ın desteği altında ve onun açılış konuşması ile yapılan sempozyum sebebiyle kapalıydı. Uzun süre öncesinden hazırlanan sempozyumun Charlie Hebdo saldırısı sonrasına denk gelmesi muhtemelen yapılan konuşmaların içeriğine 57
Ş ehir
Paris Büyük Camii
Şu notu da son olarak aktarmak gerekir: Saldırıyı yapan Kouachi’nin kardeşler için Fatih Camii’nde kılınan namaz Fransız haber kanallarının ilk haberi oldu.
yansımıştır. Dokuz katlı enstitü binasında ofisler, araştırmacılar için zengin bir kütüphane, farklı yayınların satıldığı bir kitabevi, müze-sergi alanları ile Arap coğrafyası hakkında önemli bir veritabanı bulunuyor. Başarısız müze ziyareti girişiminden sonra New York’ta bulunan Özgürlük Heykeli’nin onda biri boyutundaki kopyasının bulunduğu köprüye gittim. Son gün 70 metre yüksekliğindeki kuleleri ile Notre Dame’ın çatısından Paris’i izledim. Farklı açılardan Paris’in havasına nüfuz edilebiliyor bu gözlemlere. Devamında Napolyon’un mezarının da bitişiğinde olduğu Askerî Müze’ ye ve son olarak da demire ve mermere biçim verme ustası Rodin’in müzesine gittim. Her birinde şehrin başka bir özelliğinde derinleşirsiniz. Askerî Müze, yüzlerce yıllık askerî malzeme ve eşyalar, silahlar, elbiseler ve diğer nesneler ile zengin bir askeri tarih bilgisi sunar. Haçlı seferlerinin silahlarından son büyük savaş 2. Dünya Savaşı’na değin gelmiş geçmiş silahlardan örnekler görülür. Müze, özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşı’nı adım adım aktaran tasarımı ve sunumu ile önemli bir bellek inşası yapar. Müzede, Fransız askerlerinin Edirne Selimiye Camii’nin önünde çekilmiş fotoğraflarını görmek, Türkiye üzerine neleri düşünmek zorunda olduğumuzu bir kez daha hatırlatıyor. Aynı şekilde Balkanlar’da, Afrika’da, Asya’da Fransız egemenliğinin askerî
sayı//9// nisan 58
siyasi ve ekonomik faaliyetlerini, yönetimlerini, uygulamalarını görmek mümkündür. Defnedildiği yer, Napolyon’a verilen önemin bir göstergesidir. CHARLİE HEBDO OLAYI 15-17 Ocak tarihlerinde şehirde tedirginlik had safhadaydı. Temasta olduğum kişilerden anlaşıldığı üzere, bu birkaç günlük terörle iç içe geçen sürecin derinden etkileyen güçlü bir etkisi olmuş halk üzerinde. Her yerde, metro istasyonlarında, tarihî, dinî ve kültürel mekânların önlerinde, kamu binalarında, meydanların ve caddelerin kritik noktalarında, istisnasız her yerde teçhizatlı ve çelik yelekli üçlü-dörtlü polis ve asker timleri nöbet tutuyor, kimi yerlerde doğrudan kimlik sorarak insanları kontrol ediyorlardı. Paris âdeta polis ve asker şehri olmuştu. Bu sıkı güvenlik hâlinin bir süre daha devam etmesi kaçınılmaz gözüküyor. Cumhuriyet Meydanı’ndaki anıt, tamamen bu saldırıya karşı tepkiyle ve ölenlerin anısıyla süslenmiş, mumlar dikilmiş, kalemler ve çiçekler konulmuş, afişler asılmış, güçlü sembolizme sahip bir anma yerine dönüştürülmüş. Görmemekle birlikte, saldırının yapıldığı yer de benzer hâle gelmiş. Saldırı sebebiyle “Ben Charlie’yim”, “Hepimiz Charlie’yiz” veya taziye içerikli mesajlar şehrin kamu ve özel binalarında, üniversite ve kolej duvarlarında, anma için yapılan köşelerde, her yerde görülüyordu. Buralarda mumlar yakılıyor, çiçekler konuluyor,
Paris Büyük Camii
yazılar yazılıyordu. Saldırıya karşı ortak bir toplumsal tepkinin geliştiği görülüyordu. Arap Enstitüsü de 9 katlık binasının dış cephesine “Hepimiz Charlie’yiz” diyen büyük bir yazı yazmıştı. Şöyle tezatlıklar da hemen görülüyordu: Charlie Hebdo’nun saldırı sonrasındaki baskısında derginin editörleri, çizerleri, yöneticileri; bilinçaltlarında bu saldırıyı Müslümanların geneline bağlama çabalarına ve İslam peygamberi Hz. Muhammet’i tasvir eden kapakla ve içindeki karikatürlerle çatışmayı devam ettirme arzularını yansıtmalarına rağmen, Fransız halkı bu yaklaşıma onay vermediğini Cumhuriyet Meydanı’ndaki anıta yazdığı yazılarla açıkça ortaya koyuyor, toplumun önemli bölümü “Bu saldırıyı İslam yaptı” düşüncesini dergi gibi benimsemiyor, İslam düşmanlığına yönelmiyor. Cumhuriyet Meydanı anıtındaki yazıların bazıları derginin tepkisel çizimlerinden ve ürettikleri ortak akıldan daha üstün durumda. Toplumun ürettiği sağduyu çağrısının, bu türlü olayların taraflarından daha uzlaşmacı olduğu bir kere daha görülüyor. Umut burada. Dergi, İslam ilkesince peygamberin yüzünün tasvir edilemeyeceği kuralını da, daha önceki karikatürlerde olduğu gibi çiğniyor, bu saldırının gerçekleşme sebeplerini ve koşullarını sorgulamak yerine, aksine Müslüman toplumları kışkırtacak bir yaklaşım geliştiriyor. Bunun çıkmaz yol olduğunu derginin yazar ve çizerlerinin de bir gün anlamasını umuyorum. Buna rağmen, gerek meraktan gerekse destek olmak amacıyla Charlie Hebdo’nun iki gün arayla satışa sunulan sayıları kısa sürede tükenmiş, büfeler “Charlie Hebdo kalmadı” yazısı asmak zorunda kalmıştır. Şu notu da son olarak aktarmak gerekir: Saldırıyı yapan Kouachi’nin kardeşler için Fatih Camii’nde kılınan namaz Fransız haber kanallarının ilk haberi oldu.
PARİS’TEN AKILDA KALANLAR • Charlie Hebdo saldırısının yoğun protesto edilmesi, ölenlerin anılması. Charlie Hebdo dergisinin çıktığı iki günde de sabahın erken saatlerinde satılıp tükenmesi. Saldırıdan dolayı Müslümanların gündelik hayatına karışan derin endişe ve tedirginlik. • Eyfel Kulesi'nin mühendislik başarısı. • Napolyon Bonapart dönemine verilen önem. Müzeler listesinde Zafer Takı’nın birinci, Askerî Müze ve Napolyon’un mezarının bulunduğu yerin ikinci müze olarak sıralanması. Geçmişinden nefret etmeyen bir ülke ve insanları. • Louvre Müzesi'nin dünya tarihinin önemli süreçlerini somutlaştıran emperyal derinliği. • İnsanların inanma ihtiyaçlarının simgesi Pantheon’un yüzyıllar içinde dönüştürülen işlevi. • Fransızca bilmeye yönelik takıntı. İngilizce ibarelerin şehrin levhalarında ve kamu kurumlarında kullanılmayışı. Kamu kurumlarındaki Fransızların Fransızca takıntısına rağmen halkın İngilizce konuşmada takıntılı davranmaması. • Kim zamanlardaki yüzeyselliğine, mekanikliğine ve içeriksizliğine rağmen nezaketli iletişim ve ilişki biçimlerinin benimsenmesi. • Tarihsel, kültürel, dinî, siyasi ve her türlü sanatsal esere verilen önem, gösterilen özen ve oluşturulan koruyucu yaklaşım. • Paris’in 60’tan fazla müzesinin birkaç gün içinde gezilmesinin olanaksızlığı. • Şehrin solgun bahçelerinin, parklarının ve Seine Nehri'nin ilkbaharda ve sonbaharda başka görsel güzelliklere bürünecek olması. • Yolculuk yapmayı öğrenmenin birkaç gün aldığı örümcek ağı veya köstebek yuvası Paris Metrosu. Trenle Paris’ten Zürich’e geçtim. Doğduğum yer olan Avusturya’ya bağlı Lustenau kasabasına yakın İsviçre’nin Amriswil kasabasında bir gün konakladıktan sonra bulutlardan yüksek Alp Dağları'nı aşarak Zürich üzerinden uçakla Viyana’ya ulaştım. 59
Ş ehir
ÖZALP: “İKİ DOSTLA HASBİHÂLİN ADI”
Nihayet Özalp’in Tabur Karargâh binasına varmıştık, bir dizi rutin işlemden sonra bekleme odasına alınmış, askerimizi bekliyorduk. Yan taraftan üç askerin geldiğini gördük. Ortadaki gülüyordu, sevinçliydi, Veysel’e, “bu gelen Atıf Hoca” dediydim Abdurrahman ADIYAN
sayı//9// nisan 60
oskoca Şubat ayından bir gün kalmıştı! Geçen yıllar burada, bir Atıf Hoca’mız vardı; yükseköğrenimini Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde tamamlamış sonrasında Van’da bir camide imamlık yapmıştı. Evli, bir çocuk babasıydı, gecikmiş yaşına rağmen, “o şimdi asker”di. Halil Can’ın kadim dostuydu, bizim yakınlığımız ondan sonra gelirdi. Halil Can, bir gün öncesi haber salmıştı bizlere. Halil, Ben, Mucit Güven, bir de Veysel Düyen; dört kafadar asker ziyareti için Özalp’e gidecektik. Yarın sabah dokuz diye sözleştik. Bu kafile, daha önce okuduğunuz isimlerden oluşmuyor. Onun için arada bir, arkadaşları tanıtmam gerekebilir. SAAT: 08.50 Kapımın zili çaldı, kapıda beliren Halil’di. Sözünden önce gelmek onun âdetiydi; hiç şaşırmadım buna. Yola koyulduk, Suvaroğlu kavşağında, Mucit’i, İpekyol’un üzerinde de Veysel’i alıp Özalp güzergâhına burun kırdık, aracı Halil sürüyordu, “haydi hayırlısı” diyerek düştük yola. İki vatandaş el kaldırdılar, aldık onları; bunlar cambazdılar, yolları Hayvan Pazarı’na kadardı. Ondan sonrası aracımız tırmanmalıydı, “Memedik Düzü”ne. Toprağı görmek mümkün değildi, sağımızı, solumuzu kar bürümüştü. Etrafa baktıkça gözlerimiz beyazlanıyordu. Belli ki, kaptanın işi de zordu. Atıf Hoca’nın, Özalp’a gelişi elli gün olmuştu. Halil Can’ın, hac ziyareti gidişi dönüşü derken, iki ayı bulmuştu bu süre. Yani Halil gittikten sonra gelmişti Atıf Hoca. Özlemin daha da içsel bir hâle dönüşmesi bundandı. Ona gitmemizin en erkeni bu zamandı; ama Halil, “Ben Ordu’nun Fatsa ilçesinde asker olsaydım, Atıf Çanka, ziyaretimi hiç bu kadar geciktirir miydi?” diyor. Amansız şekilde özeleştiri yağmuruna tutuyordu kendini. Bu tavırları onun herkese karşı beslediği dostluğun, kadirşinaslığın, insan sevgisinin eşsiz örneklerinin, bir pasajı sadece. Nihayet Özalp’in Tabur Karargâh binasına varmıştık, bir dizi rutin işlemden sonra bekleme odasına alınmış, askerimizi bekliyorduk. Yan taraftan üç askerin geldiğini gördük. Ortadaki gülüyordu, sevinçliydi, Veysel’e, “bu gelen Atıf Hoca” dediydim. Birkaç saniye sonra Atıf Hoca karşımızdaydı, selamlaştık, kucaklaştık; hepimiz mutluyduk. Hâl hatır derken muhabbet koyulaştı. Gönüllerimizdeki güzellik yüzlerimize yansıyordu, tabiî ki en büyük ayna; gözlerdi. Atıf Hoca otuz yaşındaydı, bu sebeple onu eğitimden beri almış, koğuş sorumlusu yapmışlardı. Taburun bir de camisi vardı, üstelik imam kadrosu da açıktı. Haliyle bu görev de Atıf Hoca’ya kalmıştı, ama o hâlinden memnundu; “sivil hayatımla aynı,” diyordu. Perşembe günleri Özalp Müftülüğü’ne gidiyormuş “Cuma hutbesi” almak için, bu
vesileyle çarşı, pazarda da rahatça geziyormuş. Ah bir de sıla hasretine, ana baba hasreti eklenmeseydi, hepsinden ötesi yâr hasreti kekremsi kokmasaydı, çocuk özlemi boynunu bükmeseydi. Maddî ve manevi zorluklar, yanında hiç yeri doldurulamayacak hasretlikler, bir künye gibi asılır insanın boynuna. Ertelenmiş sevdalar, özlemler de asılmıştır Atıf Hoca’nın boynuna. Öylesine masumluk çökmüştü ki üzerine. Zaman; karşımızda duranın otuz yaşında olduğunu unutturuyordu bir an. Ne kadar da çocuksuydu, saftı, yüreği hilesizdi, bakışlarında, tavır ve hareketlerinde hesapsız, katışıksızdı. Kelimelere sığdıramadığım bir ahenk vardı onda. Beni yazmaya iten sebep de; o, rötuşsuz hâliydi. Ona götürülen “zemzem” suyundan, hurmadan pek memnun oldu. Ziyaretimiz bir buçuk iki saat kadar sürdü. Günlerden cumaydı, namaz vakti yaklaşıyordu. Tabiî ki tabura “cuma namazı” kıldıracaktı. Sohbet esnasında taburda bir düzineye yakın cemaatinin olduğunu söylemişti. Az da olsa, sevindiriciydi. Atıf Hoca’nın affına sığınarak, müsaadelerini alıp vedalaşarak ayrıldık. Vatan borcu gecikmiş olsa da, ödenmeliydi. “Zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir” dese de, Yemen türküsü... Güneş, her gün doğdu battı, doğdu battı; yılmadı. Binlerce kez yaşlı insanlar duvar diplerinde ısıttı muhabbetlerini. Bebeklerin bacaklarına güç verdi toprak. Karlı havalarda çocuklar kızak kaydılar. Hastalarını taşıdı Doğu’nun soğuk diyarlarında babalar. Kuzine sobalarda, kestaneler kavruldu, sac sobalarda patatesler pişti, tandırlarda ekmekler yapıldı, canımız, canlarımız ısındı. Hasretlik bir sigara duman gibi göğsümüzde tüttü; vuslat onunla vücuda ermek istedi... Elbet, bu sayılı günler de gelir, geçer; sana “hayırlı tezkereler” Atıf Hocam. Etraf alabildiğine çamur, yollar ise çakıl-çukurdu ve asfalt çoktan iflas etmişti. Hava güneşliydi, karlar eriyordu, bir de şu katı yüreklerimizin buzulları bir eriseydi, yağmura dönüşseydi. Bir binanın önünde durduk, kapıdan içeriye sökün ettiğimizde bizleri önce öğrenciler karşılamışlardı, daha sonrası Ali Erdoğan gelmişti. Burası bir talebe yurduydu. Halil Can, bizleri teker teker tanıştırmıştı, Ali Hoca’yla. Samimi duyguları, içten tavırları, güven veren bakışlarıyla bağrına basıyordu misafirlerini. İlkin çay ikram ettiler, sohbete daldık. Ali Erdoğan’la frekanslarımız tutmuştu. Bu derin muhabbeti cuma namazından başka hiç bir gerekçe bölemezdi. Geride bıraktığımız Atıf Hoca’nın hasreti de, yansımıyordu artık. Zeydin isminde bir arkadaşları gelmişti. Muhabbetimizin konusu daha da genişlemişti. Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde görevli olan Zeydin Hoca’nın,
bilgisayar üzerine yirmiden fazla eser verdiğini söylediklerinde, “yazı” konusunda bir ortak yanımızın ortaya çıktığını, konunun gittikçe derinleştiğini belirtmeliyim. Her ne kadar birimiz akademik, birimiz edebî çalışmalar yürütsek de. Zeydin Hoca’ya, “Bu kadar eseriniz varken, pek rahat olacağınızı sanmıyorum” dediğimde dönüp yüzüme bakmıştı, gülüşmüştük. Gülüşündeki yorgunluğunu görmüştüm. Birlikte yola çıktığımız Veysel pek konuşmuyordu, Mucit Güven ise ara sıra katılıyordu sohbetlere. Mucit, Veysel ve Halil lise arkadaşlarılar; yıllardır ayrılmaz üçlüler. Halil ile benim dostluğumuz dükkân komşuluğundan başlar; çoğunlukla birbirimiz tamamlarız. Ortak ahbabımız, dostumuz çoktur. Atıf Hoca’da bunlardan biri... Ali Bey’in yedi yıl kadar Bitlis’in Ahlat ilçesinde bulunduğunu öğrenince, ona, Ahlat hakkında sorular yöneltmiştim, yemekten önce kısmen cevaplamıştı. Zeydin Hoca’ya dönerek işte bir Ahlatlı diyordu. Oysa Zeydin Hoca Vanlıydı. Ahlat kimliğini ona eşinden dolayı veriyorlardı. Boşuna dememişlerdi “henüz evlenmedim nereli olduğumu söyleyeyim!” diye. Gerek Atıf Hoca’nın yanında, gerekse Ali Erdoğan’la birlikte geçen zaman; bizlere neşe, bilgi dolu bir atmosfer sunmuştu. Ali Hoca’nın ilmine, konukseverliğine gıptayla baktığımı itiraf etmeliyim. Yeni simalarla tanışınca, insan dolup taşıyor. Mükemmel bilgi hazinesi vardı, konuşmalarını sürdürürken sık sık kaynaklar gösteriyordu. Bu da insana şüphesiz bir güvenin kapılarını aralıyordu. Birçok fikir teatisinde bulunduk, paylaştık onunla. Özalp, güneşli bir günü bize bahşetmişti her ne kadar tepelerinde buhar isleri olsa da. Özalp’e giderken ve Van’a dönerken etrafta rutin bir beyazlık hâkimdi. Sizlere betimlemeler yapamadım ama iki insanın muhabbetlerini, ruh hâllerini yansıtmaya çalıştım. Olsundu, bu da insan gönlüne giden bir yoldu. Yolumuz insanların usul ve erkânlarından yana izdüşümleri bildirme sanatı değil miydi?
Hastalarını taşıdı Doğu’nun soğuk diyarlarında babalar. Kuzine sobalarda, kestaneler kavruldu, sac sobalarda patatesler pişti, tandırlarda ekmekler yapıldı, canımız, canlarımız ısındı. Hasretlik bir sigara duman gibi göğsümüzde tüttü; vuslat onunla vücuda ermek istedi... Elbet, bu sayılı günler de gelir, geçer; sana “hayırlı tezkereler” Atıf Hocam.
Atıf Çanka’yı özlemiyle, hasretiyle o çocuksu masumluğuna, asker ocağına bıraktık. Ali Erdoğan’ı ilmin deryasında kulaçlar atması temennisiyle uğurlarken, Veysel ve Mucit’in, o uyarlılık hâllerinin çok güçlü dostluklar kuracağından eminim. Zeydin Hoca’nın yirmi âdet eserle yetinmeyeceğini yorgun yüzünden sezinledim. Halil Can, dostluklarının çetelesini her geçen gün daha da kabartan bir şahsiyet... Bana gelince; daha çok bu yolların tuzuna, ekmeğine, suyuna, müptela olacağa benzerim. Herkes kendi yerine, kendi yoluna. Özalp, bundan böyle iki dostla hasbihâlin adıdır bende. 61
Ş ehir
TÜRKİYE’NİN PARLAYAN YILDIZI:
KAYSERİ European Stability Initiative isimli kuruluşun 2005 yılında yayımladığı “İslami Kalvinistler: Orta Anadolu’daki Değişim ve Muhafazakârlık” başlıklı raporla gündeme gelen ve günlerce medyada tartışma konusu yapılan Hacılar ilçesini, Max Weber’den farklı olarak hedef tahtasının ortasına koyduk. Sabri GÜLTEKİN
ünyanın ekonomik ve siyasi krizlerle boğuştuğu bir ortamda sıcakları da bahane edip, İstanbul’dan bir müddet kopmanın vaktinin geldiğine kanaat getirdik. Çareyi, ulusal ve uluslararası araştırma şirketleri tarafından “rol model” olarak adından çokça söz ettiren Kayseri’nin yüksek rakımlı Hacılar ilçesindeki halkın arasına karışmakta bulduk. Daha önceki yıllarda sanayileşmede yakaladıkları başarıyı tekrarlayabilmişler miydi acaba? Bu sebeple kültürel, sosyolojik ve ekonomik verilere dair fotoğraf karelerini burada aramaya karar verdik. European Stability Initiative isimli kuruluşun 2005 yılında yayımladığı “İslami Kalvinistler: Orta Anadolu’daki Değişim ve Muhafazakârlık” başlıklı raporla gündeme gelen ve günlerce medyada tartışma konusu yapılan Hacılar ilçesini, Max Weber’den farklı olarak hedef tahtasının ortasına koyduk. KAYSERİ İŞİ AÇIK BÜFE HİZMETİ Şehirlerarası otobüs şirketleri arasında saygınlığından söz ettiren “X Turizm” ile keşfedilmişleri tekrar keşfetmek üzere yola revan olduğumuzda, otobüs görevlisinin “bizimle
yapacağınız yolculuk boyunca ‘açık büfe’ olarak hizmetlerimizden faydalanabilirsiniz” anonsunu duyunca tok olan karnımız birdenbire acıkıverdi. “Bu oynak ekonomide açık büfe!.. İşte ‘rol modellik’ buna denir” diye seviniverdik. Yavaş yavaş anlamaya başlamıştık, Devlet Planlama Teşkilatı, İstanbul Ticaret Odası ve European Stability Initiative gibi kuruluşlar tarafından Kayseri’nin “ekonomik denek” olarak seçilmesini. Fakat yolculuğun sonlarına yaklaşırken “açık büfe”nin üç servislik “3’ü 1 arada” olduğunu anlayıp, muavinin döktüğü buz gibi limon kolonyasıyla serinleyerek otobüsten inmek zorunda kaldık. sayı//9// nisan 62
İSTİKAMET HACILAR Herkes hasret duyguları ile “şükür kavuşturana” diye birbirlerine sarılırken, garipliğimizi sezinleyen mihmandarımız da tebessüm ederek bizlere yöneliyor. Yıllar öncesinden tanışan bir dost edâsıyla o da bizlere sarılıp, “şükür kavuşturana”diyor. Sonrasında istikamet Hacılar; yani Erciyes’in kucağı... Ve karlarla gölgelenen envai çeşit meyve ağaçlarının altında höpürdetilerek içilen, 40 yıl hatırı sayılacak kahve. Yol yorgunluğundan eser yok. Üzerine bulut kümelerini çeken Erciyes, sanki bulutlarla beraber yorgunluğumuzu da alıp sinesine gömüyor. Şimdi Hacılar’ı keşfetmenin zamanı... Muhittin Tatar Camii ve Saffet Arslan İlkokulu’nun tabelasının yanından geçerek Hacılar’ın merkezine doğru ilerlerken, kaymakam beyin “yol ve yolcularla” arasına çektiği taş duvarların içindeki ikametgâhı dikkatimizi çekiyor. Yol boyunca ilerlerken; bir tarafta Erciyes, bir tarafta tepeciklerden meydanı gözetleyen yorgun taş evler, bir tarafta ağaçların gölgesine saklanan susuz şelalenin yosun tutmuş bentleri, biraz ileride de “Allahû Ekber” sadâlarının her vakit yükseldiği onlarca minare. Meydan, sıcaktan bunalanların gölgeye kaçmasıyla, gün ortasında yalnızlığa terkedilmiş. Zenginleriyle ünlü bu belde; hâlâ mazlum, hâlâ mütevazı ve hâlâ geçmişini inkâra yönelme hırsına isteksiz görünüyor. Dünyanın söylediklerine aldırış etmeden, kendisi gibi dimdik ayakta durmayı yeğliyor. Hacılar Cami-i Kebir’in karşısındaki Hacılar Belediyesi Sohbet Salonu dikkatimizi çekiyor. Kapısının açılmasıyla kalabalık insanlar topluluğuyla karşılaşmayı beklerken, öğlen paydosundaki birkaç memur, üç-beş ihtiyarla karşılaşıyoruz. Hoşbeşten sonra çaylar söyleniyor, sessizliğin volümü yavaş yavaş yükseliyor. İhtiyarlar Meclisi masasının yanıbaşındakiler, yabancı misafirlere çayın yanında nelerin ikram edileceğini gayet iyi biliyorlar. Sohbet koyulaşıyor, akademik çalışmalara konu edilen belde hakkında yazılıpçizilenler anlatıldıkça mevzu derinleşiyor. Hacılar, Anadolu’yu mesken tutuyor Kayseri’ye 11 kilometre uzaklıktaki namı dünyaca bilinen Hacılar’ın isminin nereden geldiğine dair birçok rivayet anlatılıyor. Bu rivayetlerden birine göre; Türkmenistan’dan Mekke’ye giden, orada vazifelerini tamamladıktan sonra Anadolu’ya gelen “Hacılar” kurmuşlar bu beldeyi, 1500’lü yıllarda. Diğer bir rivayete göre de; 1071’de Türklerin Anadolu’yu fethiyle birlikte Anadolu’ya göçen Oğuz Türklerinin Kayı Boyu’na bağlı Ağcalı Cemaati, Hacılar Oymağı başta Çukurova
olmak üzere değişik yerlere dağılmış. (Bugün Türkiye’de 50’ye yakın “Hacılar” isimli yerleşim beldesi mevcutmuş.) Hacılar Oymağı’nın bir kısmı da 1411-1500 yılları arasında Erciyes Dağı’nın eteğinde bulunan bugünkü adıyla Sakar-Eşmecik bağlarında bulunan Dört Kuyular Mevkii’ne yerleşmiş. Oba, 1726’da da şu andaki 1350 rakımlı Hacılar’a yerleşmiş. 1931 yılında nahiye olan Hacılar, 1990 yılında ise ilçe olmuş. 208 km2’lik bir araziye sahip olan Hacılar ilçesi; verimsiz topraklar, susuzluk ve engebeli araziler yüzünden hep sıkıntılarla boğuşmuş. Yıllar yılı su ihtiyacı, beldede oluşturulan 17 adet su kuyusundan karşılanmış. YA OKU, YA DOKU Toprak verimsiz olup, susuzluk da cana tak edince, Hacılarlı çareyi başka şeylerde aramaya başlamış. Eskiden beri dokumacılıktaki hünerleriyle bilinen Hacılar halkı (kadınlı-erkekli), 1930’da kaput bezi, savan, dimi diye tabir edilen kumaşları dokuyarak dokuma sanayinin temellerini atmış. 1940’lı yıllarda ise 1500 bez dokuma tezgahıyla belde âdeta dumansız bir fabrikaya dönüşmüş.
Dünya Savaşı’ndan sonra bez dokumacılığı yerini halı dokumacılığına bırakmış. Bu sektörün öncüsü ise İsmail Köker isimli bir müteşebbis olmuş. Bugün Hacılar mobilyacılıkta ne kadar ünlüyse, o gün de halıcılıkta o kadar ünlüymüş. O dönemde gençlere sunulan seçeneklere bakılınca mesele daha iyi anlaşılıyor: “Ya oku, ya doku.”
2. Dünya Savaşı’ndan sonra bez dokumacılığı yerini halı dokumacılığına bırakmış. Bu sektörün öncüsü ise İsmail Köker isimli bir müteşebbis olmuş. Bugün Hacılar mobilyacılıkta ne kadar ünlüyse, o gün de halıcılıkta o kadar ünlüymüş. O dönemde gençlere sunulan seçeneklere bakılınca mesele daha iyi anlaşılıyor: “Ya oku, ya doku.” ÖZAL UYUYAN DEVİ UYANDIRMIŞ 1950’lerde dokumacılık Hacılar halkının en önemli geçim kaynağı iken, yaşanan teknik gelişmeler sonucu rota ticaret ve sanayiye
63
Ş ehir
uygulamalı olarak burada hayat bulmuş. Kadı Burhaneddin’lerin, Musa Hamidüddin Veli’lerin, Hacı Bayram Veli’lerin, Akşemseddin’lerin, Üftade’lerin, Aziz Mahmud Hudai’lerin, Taceddin Veli’lerin, Seyyid Burhaneddin’lerin manevî yansımaları ise bu yükselişin temel taşını oluşturmuş. Bu bağlamda Berlin Merkezli Avrupa İstikrar Enstitüsü (ESI) tarafından 19 Eylül 2005 tarihinde yayımlanan “İslami Kalvinistler: Orta Anadolu’da Değişim ve Muhafazakrlık” isimli raporun; yukarıdaki satırlarda bahsi geçen “ana dinamikleri” es geçmesi, çalışmanın “masabaşı icadı” olduğu hükmünü doğurmuş.
Ahilik prensipleri uygulamalı olarak burada hayat bulmuş. Kadı Burhaneddin’lerin, Musa Hamidüddin Veli’lerin, Hacı Bayram Veli’lerin, Akşemseddin’lerin, Üftade’lerin, Aziz Mahmud Hudai’lerin, Taceddin Veli’lerin, Seyyid Burhaneddin’lerin manevî yansımaları ise bu yükselişin temel taşını oluşturmuş.
sayı//9// nisan 64
çevrilmiş. İpekli ve yünlü halı dokumacılığı, mobilya imalatı ve ticaretinden sonra en önemli sıçrama 1974’te kurulan HES Kablo ile yapılmış. 1984 yılında Hacılar’ı ziyaret eden rahmetli Turgut Özal’ın, “Bırakın bu elektrik kablolarını da, fiber optik kablo üretin” diye teşvik etmesinden sonra, kurulan HES Fiber Optik, Hes Makine ve Kimya Sanayi Fabrikaları ile Hacılar sanayinin temeli oluşturulmuş. Öyle bir temel ki, Kayseri merkez ilçelerinin hangi tepesine çıkarsanız çıkın, HES’in Hacılar’da kurduğu tesislerin uydu fotoğrafı âdeta “biz buradayız” diyor. GÖZARDI EDİLEN GERÇEK Hacılar’da kurulan Özel Organize Sanayi, daha sonra Kayseri Organize Sanayi Bölgesi’ne katılarak 100’ün üzerinde fabrikayla faaliyetlerini perçinlemiş. Türk ekonomisine önemli ölçüde katkı sağlayan İstikbal, Bellona, İpek, Fierra, Meşe, Kilim ve Poli Mobilya, / Merkez Çelik, Hes Kimya, Akelyaf, Köseoğlu Sunta, Kayplas, Boyteks ve Elbak bunlardan sadece birkaçıymış. Türkiye’nin en büyük (1993-2005 verilerine göre) birinci ve ikinci 500 sanayi kuruluşu arasında yer alan Hacılar kökenli firmalarının başarılı olmasının en büyük etkenlerinden olan bir temel veri gözden kaçırılmaktadır. O da Anadolu ve Kayseri’nin ticarî hayatının şekillenmesinde büyük rolü olan, Kayseri’de ilk fabrikayı, ilk işçi-esnaf ve işadamları teşkilatını kuran ilim ve aksiyon adamı “Ahi Evran”ın XIII. asrın başlarında kurduğu “Ahilik Teşkilatı”dır. Çünkü ticaret ve zanaatkârlığın esasları burada şekillenmiş, ahilik prensipleri
KIRILMASI GÜÇ REKOR 2004 yılında Kayseri Sanayi Bölgesi’nde “aynı günde 139 temel”in atılarak kırılması güç bir rekorun “Kalvinizm”le açıklanması dengesiz ve orantısız bir yorum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu rapor açık açık göstermektedir ki, Avrupa artık hedefine Asya’yı koymuştur. Bunun ilk ibarelerinden biri 2. John Paul’un 24 Aralık 1999’da yayımladığı Üçüncü Milenyum (Üçüncü Bin Yıl) mesajının satır aralarında mevcuttur. Hatırlayalım neydi bu açıklamanın içeriği: “Birinci bin yılda Avrupa Hristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda ise Amerika ve Afrika. Üçüncü bin yılda ise hedef Asya’dır.” Dolayısı ile artık AB üyeliği sürecindeki Türkiye’nin bütün eylemleri göz hapsindedir. Bunun en çarpıcı örneği ise ESI’nın raporudur. Ekonomik ve felsefik mevzuları “yol hikâyesi” bağlamında biraz uzun tuttuk galiba. Fakat ne yaparsınız, bahsettiğiniz yer Hacılar olunca konuyu kısa bir fasıla ile sonlandırmak mümkün olmuyor. Daha görmemiz ve anlatmamız gereken bağlar, dağlar, pınarlar, göller ve birçok coğrafî zenginliği var Hacılar’ın. LEN TUTUN ŞU TABELAYI... Hacılarlının girişimciliğini ilginç bir anektotla anlatmaya çalışalım. Yıl 1960’lar. Yeşilçam’ın ünlü jönlerinden Ahmet Mekin, Kayseri’ye bir filmin çekimi için gelir. Set, sanayiye yakın bir bölgede kurulur. Sete yakın dükkânlardan birisi de İstikbal’in üretildiği mekândır. Kamerayı gören “Boydak Grubu” sahiplerinden birisinin babası: “Len tutun, tutun şu tabelayı kameraya çevirin” diye heyecanla seslenir çıraklarına. Çekimlerden sonra da şu yorumda bulunur: “100 kişinin aklında kalsa o bile yeter...” İşte ticarete bu vizyonla bakan birinin “İstikbal”i bugün dünyanın değişik bölgelerinde milyonlarca kişinin aklında ve kullanımında. İstikbal, artık bir dünya markası. KAHVEHANESİ BULUNMAYAN İLÇE Erciyes Mahallesi Muhtarı bir yanda, Hacılar Belediyesi’nden emekli Yusuf amca bir yanda, Erciyes’in ayaklı kütüphaneleri bir yanda;
bizlere geçmişin fotoğrafını tabediyorlar. Ekonomik gelişmelerin buradaki etkilerini soruyoruz:“Elimizde, avucumuzda ne varsa Erciyes’in karı gibi her geçen gün eriyor. Dillik zorlaşıyor...” diyorlar. Müsaade istiyoruz, Hacılar’ın ‘tek kahvehanesi’ olan meşhur Sohbet Salonu’ndan ayrılıyoruz.
dallarındakini cömertçe sunan meyve ağaçlarını görünce. Her adımda farklı bir ağaç, her adımda farklı bir tat; ekşi, tatlı ve acı birbirine karışıyor. Hepsi bir arada, üstelik de yüzde yüz organik. Biraz daha bağların arasında gezinirsek, hem oksijen hem de doğal bitkiye vücudumuzun reaksiyonu sorun olabilir.
GEÇMİŞİNİ BİLMEYEN, GELECEĞE VÂKIF OLAMAZ Kemerli ve taştan yapılmış bahçeli evlerin bulunduğu sokaklardan ilerlerken, doğa ve insan ilişkisine dair karakterlerin ipuçlarıyla karşılaşıyoruz. Sokaklar; risk alan, gözünü budaktan esirgemeyen, alın terinden asla taviz vermeyen Hacılarlıların portresini yansıtıyor âdeta. Nefeslenmek için bir yer ararken ak sakallı bir dede imdadımıza yetişiyor. Buyur edip, Erciyes’in zirvesinden akıp gelen sudan demlenen çayları söylüyor. Hacılar’la ilgili bildiği bütün konuları, projeleri bizlerle paylaşıyor. Aktardığı en ilginç bilgi ise; Hacılar’da Çok Programlı Lise hariç, diğer bütün kamusal yapıların Hacılarlı müteşebbisler tarafından yaptırılmış olmasıydı. Çünkü başka bölgelerimizde, “devlet bize sahip çıkmıyor” diye isyan eden kitlelerin tam tersine buradaki müteşebbisler devlete sahip çıkıyor. Dikkatimizi çeken ikinci veri ise; Hacılar’da ikamet edenlerin sayısı kışın 11 bin civarındayken, yaz aylarında bu sayı 40 bini buluyormuş. Bir de Kayseri’nin uyuyan devi turizm potansiyelinin harekete geçirildiğini düşünsenize. Sıcak çay ve sohbetten sonra ak sakallı dededen müsaade isteyip ayrılırken, “I. Hacılar Sempozyumu” isimli bir eser takdim ediliyor bizlere. 11-13 Mayıs 2007 tarihleri arasında, 61 bilim insanının gerçekleştirdiği sempozyumda ortaya çıkan; 600 yıllık tarihî, coğrafi, sosyal, kültürel, ekonomik veriler 712 sayfada kayıt altına alınmış. Eser, Hacılar Belediyesi Kültür Yayınları arasında çıkartılmış. Hediye edilen bu kitabın sayfaları arasında hızlıca bir gezinti yapıp, “kıymetli bir eser”hükmüne varıyoruz. Hakikaten de bu tür çalışmalara çok ihtiyaç var. Çünkü geçmişini bilmeyen, geleceğine vâkıf olamaz.
Mihmandarımızın Ali Dağı’ndan güneşin batışını seyretme teklifine hayır diyemiyoruz. Daha sonra bağ evlerinin arasından geçerek, doğa sevdalılarıyla selamlaşarak, Kangalların zincirleri koparma eylemlerini izleyerek, şiresi yağmur gibi damlayan dut ağaçlarını silkeleyerek Ali Dağı’na ulaşıyoruz.
ORGANİK MEYVELERİN KOKUSU DA BAŞKA Hacılar’ın bunaltıcı sıcağından kurtulmanın en güzel yolu bağ evlerini ziyaret etmek. Bu sebeple, gözümüzün önünden hiç kaybolmayan Erciyes’in eteklerindeki Kızıltepe’nin yanından geçerek, Lifos Dağı’nın önündeki Yusuf amcaya ait bağlara ulaşıyoruz. İnsanı büyüleyen, yemekten imtina edilen, envai çeşit meyveler kendilerini bütün canlıların hizmetine sunmuşlar. İnsan bir anda kendisini dünyadaki Cennet bahçelerinde zannediyor,
TEFEKKÜR İKLİMİNE AÇILAN MANZARA Kayseri Organize Sanayi, hem işlevi hem de güneşin sönükleşen ışıkları altında altın sarısı gibi parıldıyor karşımızda. Ve tepelerin ardından batan güneşle birlikte ortalık alacakaranlığa bürünüyor. Kayseri, dakikalar geçtikçe irili ufaklı lambaların ışıltısıyla âdeta “ateş böcekleri”nin kamp kurduğu bir sahraya dönüşüyor. Karanlıkta kalan bağ evlerinin bahçelerindeki cırcır böceklerinin muhteşem seremonisi, bütün laf-ı güzafları bitirip, insanları tefekkür iklimine kilitliyor. Ta ki, batan güneşin Hacılar üzerinden tekrar doğuşuna kadar. Bugün günlerden cuma... Eskiden bağlardan, bahçelerden, yaylalardan kopup gelerek ibadethaneleri bayram yerine çevirenler yine mevcut. Dualara âmin demek, günahlara gözyaşı dökmek için Cami-i Kebir hıncahınç dolu. (Anketlere göre Hacılarlının yüzde 74.5’inin 5 vakit namaz kıldığı, yüzde 98’inin de Cuma Namazı kıldığı tespit edilmiş.) CAMİLERDE YARDIM TOPLAMAK AYIPMIŞ Hacılar Cami-i Kebir’de cemaat pür dikkat kesilmiş, övünç kaynakları Necmettin Nursaçan Hocaefendi’yi dinliyor. Kâh, naif ifadelerin coşkusuyla Fatih Sultan Mehmet’in atına atlayıp Balkanlara gidiyor. Kâh, Akşemseddin’lerin çağrısına uyup, Evlad-ı Fatihan diyarından bahsediyor. Hutbe bitiyor, coğrafyamızın her yerinde âdet haline gelen yardım toplama anonsu vuku bulmuyor. Meğer Kayseri’de, özellikle de Hacılar’da camilerde yardım toplamak artık “en büyük ayıp”lardanmış. Sebebi de Kayserili zenginlerin hayır hasenat işlerinde yarışmasıymış. Darısı diğer beldelerin başına. Âmin. EFSUNKÂR BAKIŞLI ERCİYES... Nereden bakarsanız bakın gözlerden kaybolmayan Erciyes, yine efsunkâr bakışlarıyla bizleri süzüyor ve yaz ortasında kar toplayan zirvesine davet ediyor: “Ey yabancılar sizlerle de paylaşacaklarım var” diyor. Dağların hem mitolojik çağlarda, hem efsanelerde, hem de peygamberler tarihinde 65
Ş ehir
diyor, kimileri “aman buzul yarıklarına dikkat edin” diyor, kimileri “muhteşemdi” diyor, kimileri “3200 metreden dönmek zorunda kaldık” diyor. Herkesin dilinde ayrı bir Erciyes; zinhar doğru, fakat birbirine hiç benzemiyor. Zirveye doğru ilerledikçe karda yürümek zorlaşıyor. Yukarıdan kopup gelen irili ufaklı kaya parçaları bizleri ürkütüyor. Ve kar taneleri üzerindeki o kaya parçacıklarında hayata tutunmaya çabalayan “uğur böcekleri” bizleri şaşırtıyor. Demek ki, bizleri zirvesine çeken Erciyes’in, onlara da fısıldayacağı sırları var.
önemli bir yer tuttuğunu göz ardı etmeyerek, Erciyes’in bu çağrısına kulak vermemiz gerekir. Heyecan dorukta... Sabahın erken saatlerinde, Hacılar’ın sırtını dayadığı Erciyes’in üzerinde dolaşan bulutlara rağmen, Kartın Dağı’nın kenarından, bağ evlerinin içinden geçerek, Süt Donduran’a doğru hareket ediyoruz. Yollar çok bozuk. Bazen taşıtımız bizi, bazen de biz taşıtı taşıyarak, eski su kemerlerinin aşağısından, yalçın kayaları saran kavak ormanlarının ve kar sularının şırıltılarını dinleyerek zirveye doğru ilerliyoruz. Üç saatlik bir tırmanıştan sonra nihayet 2700 metre yükseklikteki Süt Donduran Mevkii’ne ulaşıyoruz. “Boydak Dağ Evi”nin etrafı âdeta bir şenlik yeri. Kimileri çadırını kurma-sökme telaşında, kimileri birbirlerine Erciyes Dağı’nın efsanelerini anlatmakta, kimileri ellerinde dürbün zirvedeki insanları gözetlemekte, kimileri ise Erciyes’in zirvesinden yeni inmiş, donan ellerini dağ evindeki ocakta ısıtmakta. Ve bu olup bitenlere bizlerle birlikte Erciyes Dağı da şahitlik etmekte. Biz yaklaşıyoruz, Erciyes uzaklaşıyor Süt Donduran’da biraz dinlendikten sonra, ekibin bir kısmını dağ evinde dinlenmeye bırakıp, zirveye doğru yöneliyoruz. İlerlerken yalçın kayalar gözlerimizde devleşiyor, kar suları kulaklarımızı sağır ediyor. Erciyes’in zirvesi ise biz yaklaştıkça uzaklaşıyor. Zirveden inenlerle rastlaştığımızda, kimileri “yukarıda kar yağıyor” sayı//9// nisan 66
Erciyes, gelinlik giymiş bir kız gibi... Önümüzdeki Erciyes’in fotoğrafı yavaşlatılmış bir film karesi gibi değişiyor. Tıpkı nazlı bir gelin gibi; bir karede bütün güzelliklerini ifa ederken, diğer bir karede sisten örülmüş şalını çekiyor o naz eden çehresine. Ve bizler 2900 metreye ulaştığımızda, Erciyes’in kurduğu kumpasa düşüyoruz. Önümüz sis ve arkamızdan çığ gibi gelen bulut kütlesi bizleri hiç beklemediğimiz bir heyecan ve korkuya sürüklüyor. Görüş mesafesi 20-10 derken bir metreye kadar düşüyor. Nefes almakta güçlük çekiyor, birbirimize bağırarak yer tespiti yapmaya çalışıyoruz. Birkaç dakikada bizleri donduran sis dalgası, üzerimize soğuk su damlacıklarını bırakarak zirveye doğru ilerliyor. Bu şoktan sonra biz de, “Bir dahaki sefere Erciyes; Süt Donduran’dan müsaade etmezsen, Tekir Yaylası’ndan zirvene ulaşacağız” deyip geldiğimiz izler üzerinden geriye dönmek zorunda kalıyoruz. Etrafı 30 kilometre çaplı, zirvesi 50 metre kalınlıkta buzullarla kaplı, İç Anadolu’nun en yüksek dağına veda ederek, değişik medeniyetlere ev sahipliği yapmış beton kokusu üzerine sinen şehre doğru iniyoruz. MEDENİYETLERİN BULUŞMA NOKTASI: KAYSERİ Buralara kadar gelip, Hacılar’ı ve Erciyes’i gezip az da olsa Kayseri’den bahsetmemek abes olur herhâlde. Medeniyetlerin oluşmasında yolların önemli bir faktör olduğunu gözlemlediğimizde, bunlara tanıklık eden şehirlerden birisinin de Kayseri olduğunu görüyoruz. Hitit, Roma ve Bizans döneminde ulaşım ve ticaret yollarının Kayseri’den geçmesi bu şehri daima önemli kılmış. Selçuklu döneminde yapılan kervansaraylar, Osmanlı dönemine ait hanlar ve derbent yerleri hâlâ önemli örnekler olarak tarihe ışık tutmakta Kayseri vilayetinde. Şehirlerin karakterini anlamaya çalışırken, İslam geleneğinde şehirlerin iki önemli hususa dikkat
edilerek kurulduğu göze çarpıyor. Birincisi “dinî esas”, ikincisi ise “ekonomik esas”. Bu gelenekleri Kayseri şehrinde aradığımızda; birincisinin Ulu Camii (Cami-i Kebir) civarında, ikincisinin ise Kapalı Çarşı’nın bulunduğu civarlarda tesis edilmiş olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bu özellikleriyle Kayseri, Selçuklular döneminde Anadolu’yu dünyaya bağlayan bir kavşak ve önemli ticaret merkezi hâline gelmiş. 12. ve 13 yüzyıllarda Pazarören köyünde 40 gün boyunca kurulan “Yabanlu Pazarı”, Kayseri’nin o tarihlerdeki önemini teyit etmektedir. Anadolu Selçuklularından beri önemli bir merkez olan Kayseri, özellikle Sultan Alaeddin Keykubat döneminde inşa edilen dinî ve sosyal kurumlarla âdeta bölgenin parlayan yıldızı olmuş. 1243’teki Kösedağı Savaşı’ndan sonra bir süre Moğol esareti altında kalan Kayseri, daha sonraki dönemlerde Eratna Devleti, Kadı Burhaneddin Ahmed Devleti, 1398’de de Osmanlı Devleti’nin idaresine girmiş. YAMALARLA BEZELİ HIRKA Bu dönemde kentte Türk, Ermeni ve Rum cemaati adıyla üç topluluk bulunuyormuş. II. Meşrutiyet’in ilanıyla iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi döneminde Kayseri’ye en önemli katkıyı Mutasarrıf Muammer Bey yapmış. iki yıllık görev süresinde eğitim ve bayındırlık konularında bir hayli gayret göstermiş ve Kayseri’nin bugünlere gelmesinde önemli hizmetlerde bulunmuş. Geniş bulvar ve daracık sokaklardan geçerken, şehrin üzerindeki çeşitli medeniyetlerin yamasıyla bezeli hırkayı hissediyoruz. Fakat gözümüz ve gönlümüz yamalardan çok “hırka”nın kendisinde kalıyor. Çünkü bu şehrin üzerindeki hırkayı Selçuklu temsil ediyor. Bu hırkaya el sürerek ve hissederek adımlıyoruz açık hava müzesi Melikgazi’nin sokaklarını. İlk karşımıza çıkan manevi abide, Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ne ait türbe. Kayseri Mezarlığı’nın içinde bulunan türbe, fevç fevç insanların akınına uğruyor. KAYSERİ’NİN MANEVİ DİREĞİ 1165 yılında Tirmiz’de doğan Seyyid Burhaneddin, ilk tahsilini yaptıktan sonra Belh’e giderek Sultan’ül Ulema Bahaeddin Veled Hazretleri’nden 12 yıl manevi ilimler tahsil eder. Bu dönemde Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi’nin mürebbiğini ve atabekliğini yapar. Hocasından icazet alarak Tirmiz’e dönen ve orada halkı irşada başlayan Seyyid Burhaneddin, gördüğü bir rüya üzerine Celaleddin Rûmi’yi yetiştirmek üzere 1231 yılında Konya’ya gelir. Daha sonra Mevlânâ’nın zahiri ilimlerde ilerlemek için Halep ve Şam’a gitmeleri üzerine Kayseri’ye yerleşir. Kayseri’yi çok seven Seyyid
Burhaneddin 1244 yılında burada vefat eder. Seyyid Burhaneddin Hazretleri, Hazreti Hüseyin’in neslinden olup, gerçekleri iyi araştırıp kavradığı için “muhakkik”,gizli sırları bilmesinden dolayı “Seyyid-i Sırdan” mahlaslarıyla da tanınıyor. Bir anlamda; Eyüp Sultan İstanbul için ne ifade ediyorsa, Mevlânâ Konya için ne ifade ediyorsa, Emir Sultan Bursa için ne ifade ediyorsa, Kayseri için de Seyyid Burhaneddin Hazretleri odur. KAYSERİ KALESİ BEDESTEN OLMUŞ Caddeden biraz daha ilerleyip, alt geçitten çıkar çıkmaz bu seferde Kayseri Kalesi’nin surları İstanbul’u gözlerimizin önüne getiriyor. Devasa taşların, insanları insanlardan korumak için devleştiği bir başka mekân Kayseri Kalesi. Kale, Roma İmparatoru III. Gordionus döneminde (238-244) kale ve surlar şeklinde inşa edilmiş. Bizans İmparatoru Justinianus döneminde (527-565) bazı değişikliklere uğratılarak iç kale oluşturulmuş. Kayseri Kalesi bugünkü şeklini Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat döneminde (1220-1237) almış.
Deyim yerindeyse Kayseri âdeta bir açık hava müzesi görünümünde. Sanayisinden sonra, tarihî zenginlikleriyle, ovalarıyla, tepeleriyle, dağlarıyla Kayseri’nin uyuyan devi; “turizm”. Kayserililerin ise bu bâkir ve bacasız sanayiyi bir yerlere not ettiği aşikâr
Tarihî Kapalı Çarşı’dan çıkıp, Kayseri Kalesi’ni esnafların “buyurun”ları arasında ziyaret etmek, tarihî mekânla irtibatlanmamızı engelliyor. Fakat bütün sıkıntılara rağmen güleryüzlü insanlarla karşılaşmak güzel. KAYSERİ, AÇIK HAVA MÜZESİ GİBİ Okul ziyaretinden sonra mihmandarımız, “Hunat Camii’ni mutlaka görmelisiniz” diyor. Tepemizi kavuran sıcağa rağmen ilk hedefimiz Hunat Camii. Minaresinin gölgesine vardığımızda bizi âdeta büyülüyor, bu şaheser niteliğindeki Selçuklu eseri. Alaaddin Keykubad’ın hanımı Mahperi Huand Hatun tarafından 1238 yılında yaptırılan Hunat Camii, külliyesi ile birlikte, yıllara meydan okuyarak hâlâ göz kamaştırıyor. Batı ve doğu kapısının üzerinde yer alan kitabe ise, efsunlu bir şifre gibi her ziyaretçi tarafından çözülmeye çalışılıyor. Şehirdeki Selçuklu dönemine ait hangi eseri görseniz “muhteşem” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Ulu Camii (Cami-i Kebir) öyle, Gevher Nesibe Tıp Müzesi’ndeki eserler öyle... Deyim yerindeyse Kayseri âdeta bir açık hava müzesi görünümünde. Sanayisinden sonra, tarihî zenginlikleriyle, ovalarıyla, tepeleriyle, dağlarıyla Kayseri’nin uyuyan devi; “turizm”. Kayserililerin ise bu bâkir ve bacasız sanayiyi bir yerlere not ettiği aşikâr. “Kayseri’de ne yenilir, ne içilir?” sorusunu aklına getirenlere, bir fırsatını bulup bu güzel beldeye gitmelerini salık vermek en uygun cevap olur. 67
Ş ehir
İDEAL ŞEHİR
( BİR FÂRÂBÎ ŞERHİ ) İslam düşünürleri arasında, tıpkı Batı’da aynı adı taşıyan Aristo gibi, ‘mutluluk filozofu’ olarak tanınan Fârâbî, erdemli değerler sıralamasında, mutluluğu erdemli toplumun gerçekleştirmeye çalıştığı en yüksek değer saymıştır. Mehmet KURTOĞLU
Semerkand / Özbekistan
sıl adı Muhammed b. Muhammed b Tarhan b. Uzluk olan Fârâbî, 784 yılında Türkistan’ın Farab şehrinde doğmuştur. Künyesi Ebu Nasr, lakabı ise Fârâbî’dir. Adının Turfan olduğu söylenir. Asker çocuğu olan Fârâbî, babasıyla birlikte küçük yaşta Bağdat’a gitmiş, orada Arapça, dil bilgisi, mantık, felsefe okumuş, tıp eğitimi almıştır. Bağdat, bu dönemde İslam âleminin entelektüel ve kültür merkezidir. Yunanca ve Süryaniceden eserlerin tercüme edildiği bu dönemde Yunan felsefesine olan ilgi zirveye ulaşmıştır. Yirmi yıl Bağdat’ta yaşayan Fârâbî, Şam ve Halep’te yaşamış, Seyfuddevle el Hamdani’nin sarayında bulunmuş, özellikle siyasi ve felsefi eserlerini burada yazmıştır. Birçok yeteneğe sahip olan Fârâbî, hem yazan hem de çalan iyi bir müzisyendir. Hayatı boyunca okuma ve yazma amacıyla insanlardan uzak durmuştur. Birçok yeteneği olan Fârâbî’nin Türkçe, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilip konuştuğu ve yetmişin üzerinde dil bildiği söylenmektedir.[1] Şam’da yolculuk yaptığı bir esnada haramilerce öldürülmüştür. İlk İslam filozofu olan Fârâbî, “Bağdat’ta bir Hristiyan olan Ebu Bişr Matta b. Yusuf’tan mantık öğrenmiştir. Bununla birlikte istifade ettiği kişi Harranlı Yuhanna. Haylan olmuştur. Fakat kaynaklar arasında Fârâbî’nin, Haylan’dan Bağdat’ta mı yoksa Harran’da mı ders aldığı konusunda tam bir bütünlük bulunmamaktadır.”[2] Yirmi yıl kadar Bağdat’ta kalan Fârâbî, burada çıkan karışıklıklar yüzünden Şam ve Halep’e göç ettiği bilinmektedir. Fârâbî, bu seyahatleri sırasında büyük ihtimalle o dönemde önemli bir kültür merkezi olan ve düşünce tarihinde “Doğu’nun Atinası” unvanı alan Urfa/Harran’a gelmiş olması muhtemeldir. Onun Harran’ı ziyareti konusunda Ian Richard Netton, “bir yazar ve düşünür olarak üne ve üstünlüğe kavuşturan bu şehrin (Bağdat) bariz cazibesi onun Arap dünyasının başka diyarlarına, özellikle Mısır’a, Şam’a- ki burada bir bekçi ya da bahçıvan olarak çalıştığı iddia edilir- Harran’a ve Hamdani Halep’e göçmesine en olamamıştır”[3] diye yazmıştır. Bilindiği gibi Fârâbî’nin hocası olan Kindi, tarihi Harran Medresesi (Üniversitesi) hocalarındandır. Fârâbî, “Aristo’nun mantıkla alakalı eserlerine olan şerhleri de içeren mantık ve dil felsefesi üzerine birçok eser kaleme almış ancak Aristo mantığı üzerine kendi yorumlarını geliştirmek yoluyla salt özet ve açıklamanın ötesine geçmiştir. Fârâbî’nin bu ilgisi de felsefi mantık ve sıradan dilbilgisi arasındaki ilişkinin tam olarak sınırlarını çizmektir. Bu ilgi, özellikle Arap âlimler Arapçaya
sayı//9// nisan 68
Semerkand / Özbekistan
olan çeviriler bağlamında Yunan felsefi mantığını anlamada sıkıntı çektikleri için yerinde bir durumdur. Fârâbî, mantığın ithal bir şey olmayıp kişi hangi dili benimserse benimsesin muhakeme için ortamın kuralları sağlayan bir tür evrensel dil bilimi olduğunu belirtir. … Fârâbî’nin mantık üzerine yazdıkları, ona Orta Çağ Müslüman felsefecileri arasında bir ün sağlamıştır. Tarih felsefecisi İbni Haldun ‘un sözleriyle bu Farâbî’yi Aristo’dan sonra gelen ‘İkinci Öğretmen’ (muallim-i sâni) unvanı verilişini haklı çıkarmıştır. ”[4] İslam düşünürleri arasında, tıpkı Batı’da aynı adı taşıyan Aristo gibi, ‘mutluluk filozofu’ olarak tanınan Fârâbî, erdemli değerler sıralamasında, mutluluğu erdemli toplumun gerçekleştirmeye çalıştığı en yüksek değer saymıştır. Çıkış noktasını erdem ve mutluluk üzerine inşa eden Fârâbî, siyaset ve toplum üzerine yazmış olduğu iki önemli eseri; Medînetü’l Fâzıla ve Fusûlü’l Medenî de “erdemli/ideal şehir”[5]nasıl olur, yüksek mutluluğa nasıl erişilir üzerinde durmuştur. Fârâbî, Medinetü’l Fazıla adlı eserinde bir şehirde olması gereken özellikleri sayarken; en büyük sanatın mutluluğun elde edilmesi olduğunu ve bunu insanın tek başına yapamayacağını, ancak siyasi bir teşkilatlanma ile faziletli/erdemli bir şehirde gerçekleştirebileceğini söyler. Böylece şehrin, insanın mutluluğu için var olması
gerektiğini savunur. Fârâbî’ye göre ideal şehir, mutlak gaye olmasından ötürü mutluluğun gerçekleştiği şehirdir. Ona göre ideal şehir, varlık ve suretini kâinattan alan organik bir yapıdır. Şehri bir insan vücuduna benzeten Fârâbî, onun meydana gelişini biyolojik esaslara dayandırır. Ona tıpkı bir insan gibi yaklaşır, şehrin organları olduğunu söyler. Fârâbî’nin şehre yaklaşımı daha çok onun yönetimi/idare edilişi yönündedir. O İbni Haldun’da olduğu gibi şehrin fiziki olarak inşa edilişini, coğrafyasını, iklimini değil, şehrin nasıl yönetilmesi ve şehir halkının mutluluğa nasıl ulaşması gerektiği üzerinedir.[6] O şehrin fiziki inşasından daha çok ruhi inşası üzerinde durmuştur.
Eflatun devlet yöneticisini akıla, Fârâbi ise devlet/ şehrin yöneticisini kalbe benzetir. Aslında bu akıl kalp ayrımı tarih boyunca İslam Batı uygarlığı arasındaki farklılığın temelini oluşturmuştur.
Fusûlü’l Medenî’deki “Fusûl” Arapça’da bölümler anlamına gelse de Fârâbî, bu sözcüğü daha çok ‘Hikmetli Sözler’ bağlamında kullanarak, şehir üzerine hikmetli sözler anlamı vermek istemiştir. Hikmet’in İslam dünyasındaki karşılığı felsefe ve metafiziktir. Bu bağlamda Fusûlü’l Medenî’yi şehir felsefesi veya şehrin metafiziği diye de okumak mümkündür. Ki Fârâbî, bu eserinde bir şehrin ideal olabilmesini sevgi ve adalete bağlar. İnsan için cemiyet hâlinde yaşamayı bir zaruret olarak görür. Fârâbî’ye göre: “sıralanışın her kademesinde varlık, bulunduğu kademeyi korumak durumundadır. Hâlbuki insan, bulunduğu kademeyi aşarak, daha yukarı âleme; akıl âlemine yükselmek zorundadır. Aslında onun gayesi,
69
Ş ehir
tecrübe, hilafetin zayıflığına tanıklığı, gözlem ve tecrübesi şehir teorisine yansımıştır. Bu anlamda Medenetü’l Fazıla bilgi ve tecrübeye dayanan özgün fikirler içermektedir. Fârâbî’nin ortaya koymuş olduğu ‘İdeal Şehir’ düşüncesi idealpratik, daha doğrusu felsefi-pratik bir söylem olarak ortaya konulmuştur. Bu anlamda onun ‘İdeal Şehir’i ütopik değildir. Örneğin Aristoteles, şehre; “soylu bir amaç için ortak bir yaşam” olarak bakarken Fârâbî, “insanların bir arada huzur içinde mutlu yaşamalarını sağlayan yer” olarak bakmıştır. Böylece düşüncesindeki ideal siyasi sistemin gelişkin bir görünüşünü sunmuştur. Bunu yaparken, bu sistemin dayandığı ve erdemli başkandan, erdeme dayalı hiyerarşik sistemden, sistemin bütünlüğünü koruyan ve parçalarını birbirine bağlayan kamu yararına uygun kanunlaşmış ortak bağlardan oluşan esaslarını da açıklamıştır.
Semerkand / Özbekistan
* Şehrin insan vücuduna benzetilmesi Antik Yunan’dan kalmadır. Antik Yunan’da bedenin geometrisi çıkarılıp şehre uyarlanmıştır. Bu anlayışa göre şehir, insan vücudunda olduğu gibi üç bölümden oluşur; Baş, beden ve ayaklar…
varoluşunun sebebi de budur. Bu gayesi ise, onun ulaşabileceği en büyük mutluluktur. Zaten insanın bütün gayesi de budur ve bu olmalıdır. Ancak, her insanın yalnız başına bu mutluluğu gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. İşte, bu asıl gayeye, gerçek mutluluğa erişebilmek için insan, toplu hâlde yaşama zaruretini duymakta ve bu zaruretin sonucu olarak da toplu hâlde yaşamaktadır. İki önemli unsur da insanların cemiyet hâlinde yaşamalarını kolaylaştırmaktadır. Bunlardan biri ‘sevi’, öteki ise ‘adalet’dir. Sevgi cemiyet hâlinde yaşayacak insanları birbirine bağlarken adalet de meydana gelen bu bağın ve kurulan düzenin devamını sağlamaktadır. Fârâbî’ye göre işte bu motifler, insanlara bazı imkânlar sağlayarak ve onlardan bazı hakları da alarak onları toplu hâlde yaşamaya sevk eder. Daha doğrusu onlar, bazı imkânlar sağlarken bazı haklardan da vazgeçerek, âdeta gizli bir anlaşma ile toplanıp bir cemiyet oluştururlar”[7] Şehirleri ‘Faziletli Şehir’, ‘Cahil Şehir’ ve ‘Fasık Şehir’, ‘Değiştirilmiş Şehir’ ve ‘Sapık Şehir’ diye tasnif eden Fârâbî, ideal şehri tanımlarken; her ne kadar Yunan düşüncesinden, özellikle Platon’un Cumhuriyet’indeki düşüncelerden etkilenmişse de, düşünceleri kendi durumunun, çağının şartlarının ve İslam devlet tecrübesinin bir sonucu olarak görmek gerekir. Ayrıca, Hamdani Devleti’nde görev almasının verdiği
sayı//9// nisan 70
“ Devlete, parçaları ahenk ve uyum içinde görev yapan canlı bir varlık olarak bakmıştır. Her organ, varlığın hayatı için belirlenmiş rolü yapar, herhangi bir organın karşılaştığı bozukluk diğer parçalara da zarar ve eziyet verir. Bu canlı varlığa oranla kalp, varlığın bütün hayatının bağlı olduğu başkanda kendini gösterir. Böylelikle onun temel rolü, bir bütün olarak devletin hayat ve hareketinin kaynağı olarak belirmiştir. Hatta o kalp gibidir, önce o başlar, onu kendisine hayat veren öteki parçalar izler. Öyleyse bunun mantıki sonucu, başkanın konumunu ve farklılaşma sebebini incelemektir.”[8] İnsanı merkeze alarak şehri tanımlayan Fârâbî, insana ne idealistler gibi iyimser, ne de realistler gibi kötümser yaklaşmıştır. Ona göre insan irade sahibi, seçme özgürlüğü vardır ve bu sayede iyiliği izleyerek mutluluğa/cennete, kötülüğü izleyerek mutsuzluğa/cehenneme gidebilir. Eylemlerinden sorumlu tutuğu insanın, yönetici/lider olarak bir şehrin başına geldiğinde, o şehrin ideal veya cahil bir şekilde yönetilmesinde de sorumluluk sahibi olduğunu söyler. İnsanları farklılaşmaya götüren ilk tesirin tabiattan kaynaklandığını belirten Fârâbî, bunda iklim ve coğrafi şartların ve insan iradesine bağlı olan dil ve benzeri suni sebeplerin etkili olduğunu belirtir. Toplumları türlere ayıran Fârâbî, bunları tam ve eksik toplumlar diye ikiye ayırır ve her grubun kendi içinde farklı bölümlere ayrıldığını belirtir. Örneğin tam toplulukları bütün dünyadaki insan topluluğu olarak uzmâ yani büyük/küresel olarak adlandırır. Millet ve ümmet topluluklarını ise vustâ yani orta diye tanımlar. Şehirler topluluklarını sugrâ
yani küçük topluluklar diye adlandırır. Böylece küresel yani Uzmâ/büyük olan, milletleri (vustâ), milletler ise şehirleri (sugrayı) yani küçük olan içerir. Fârâbî, tam olmayan toplulukları köy, mahalle ve ev olarak tanımlar ve bu üç birimi şehrin hizmetçisi sayar. Fârâbî de birçok İslam âlimi ve düşünürü gibi şehrin idealize ederken, köyü olumsuzlaştırmıştır. Özellikle köyü şehrin hizmetçisi olarak tanımlaması oldukça anlamlıdır. Bilindiği gibi tarım toplumları (kır/köy) her zaman hizmet toplumu olmuştur. Fârâbî, şehri yöneticiyle birlikte düşünür ve “bir kentin yöneticisi, öteki mevcudatın varlığı kendisi sayesinde olan ilk sebebe benzer”[9] der. Böylece bir şehrin erdemli olabilmesinin şartını, o şehri idare edenin vasfına bağlıyor. Nasıl ki mekâna şeref veren insan ise, şehre şeref veren, Farabi’nin deyişiyle erdemli kılan da insan yani yöneticidir. Fârâbî, böylece ideal şehrin çekirdeğini yöneticinin oluşturduğunu belirtir. “Filozof-kralların yönetici olacak birkaç kişi arasından seçildiğine inanan Eflatun gibi Fârâbî de felsefeye yetkin olan birkaç kişiyle dine ihtiyaç duyan çoğunluk arasında bir ayrımda bulunur. Eflatun ve Şii kelamcılar gibi liderliği bilgiye (bilgi, yanılmaz olan bilgi anlamında anlaşılmalıdır) dayandırır. Fârâbî böylesi bir şeyin ‘hakiki’ olduğunu ve bu hakikate ulaşmanın en iyi yönteminin felsefe yoluyla olacağını göz önünde bulundurarak felsefecilerin yönetme eylemi için en vasıflı kişiler olduklarını ifade eder. Çünkü onlar nasıl yönetileceğini (insanlar için neyin iyi olduğunu) bilirler.”[10] Ayrıca Fârâbî’ye göre “kâmil (mükemmel) yönetici olmadan hiçbir mükemmel kent olmaz. Fârâbî, Eflatun gibi pratik detaylara girmese de ikna becerileri kanıtlayıcı bilgi eğitimi alan yönetici olacak kişiler için gerekli eğitim sistemini ana hatlarıyla ifade etmede Eflatun’un Devlet’ine atıfta bulunur. Eflatun’un Devlet’i gibi el Medinetü’l Fâzıla ahlaki ve teorik bir modeldir. Fârâbî’nin ideal devleti olarak imamlarca idare edilen Şii devleti göz önünde bulundurduğu açıktır. Öte yandan Eflatun için yönetici, aslen belli bir kültür ya da inanç sisteminden çok esasen ‘akıl’dır. Bununla birlikte Fârâbî burada doğru olarak anlaşıldığı takdirde dinin akılla eş olduğu konusunda bir çelişki görmemektedir.”[11] Fârâbî’nin, ideal bir şehir için yöneticinin ideal yöneticiyi öne çıkarması Jackson’un da belirttiği gibi Şii olmasından dolayıdır. Bilindiği gibi Şia’da imamet önemli bir kavramdır ve peygamberler gibi masumiyete sahiptir. Şii gelenekten beslenen Fârâbî de ideal/erdemli şehir teorisini ideal yönetici
eksenine oturtur.[12] Fârâbî, devlet felsefesini ortaya koyarken İslam ve Yunan’a dayandığından ona ilk İslam felsefecisi unvanı verilmiştir. O ideal şehir/devlet nazariyesini ortaya koyarken, ontolojik olarak kâinatın yaratıcısı yani “ilk sebep” tanrı ile ideal şehrin “ilk sebep” yöneticiye bağlayarak kâinat devleti/düzeni ile ideal şehrin düzenini birlikte izah eder. Eflatun devlet yöneticisini akıla, Fârâbi ise devlet/ şehrin yöneticisini kalbe benzetir. Aslında bu akıl kalp ayrımı tarih boyunca İslam Batı uygarlığı arasındaki farklılığın temelini oluşturmuştur. Zira uzun süre İslam âlimleri aklın kalpte olup olmadığını tartışmışlardır. Aynı zamanda tıp eğitimi olan Fârâbî, en iyi bildiği insan vücudu üzerinden şehrin tanımlamasını yaparak teorisini ortaya koymuştur. Nasıl ki insan vücudunun bütün azalara kalbe hizmet ediyor ise, kalp de vücudun yaşaması, fonksiyonlarını mükemmel şekilde yerine getirmesi için çalışır. Şehrin insan vücuduna benzetilmesi Antik Yunan’dan kalmadır. Antik Yunan’da bedenin geometrisi çıkarılıp şehre uyarlanmıştır. Bu anlayışa göre şehir insan vücudunda olduğu gibi üç bölümden oluşur. Baş, beden ve ayaklar… Örneğin Romalılar bir şehri kurmak ya da fetih süreci sırasında harap olan mevcut bir şehri yeniden kurmak için umbilicus adını verdikleri noktayı, şehrin göbek bağını andıran merkezini belirlemeye çalışırlarmış. Planlamacılar şehirdeki mekân için gerekli bütün hesaplamaları şehrin bu göbek bağından yola çıkarak yaparlarmış.[13] Ayrıca baş aklı, beden kalbi sembolize eder. Yine baş/akıl yönetim merkezi/devlet daireleri, beden/kalp, mabedi, ayaklar ise şehrin mazgalları olarak tasarlanırmış. Fârâbî de tıpkı Yunan ve Romalılarda olduğu gibi şehri bedene benzetir ve onun fonksiyonlarıyla şehrin fonksiyonlarını özdeşleştirir. Fârâbî, “birbirinin yerine geçen ideal (Fadıl) devletin reislerini tek can (nefis) gibi görür. Sanki her zaman devam eden tek bir kraldır. Bunlar tek Medine’de ya çok Medine’de hükümran olsalar bile aynı durumdadırlar. O krallar topluluğu bir tek melik, şahsiyet (nefis)leri de bir tek şahsiyet gibidir. Devletin (Medine) her sosyal tebaasında yeknesaklık vardır. Halk aynı tarzda çalışan tek bir ruh görünümü verir. Fadıl halk, ister bir devletin bir sosyal tabakası olsun, ister farklı gruplarda ya da birden çok devletlerde yaşasın, eğer aralarında bir ahenk varsa, tek bir ruh hâlinde yaşarlar. Fadıl devletin faziletini, Fârâbî ilk önce reislerde arıyor. İdareciler iyi olduğu ölçüde halk da iyi olacaktır. Bu bakımdan Fârâbi devletin özellikleri arasında ‘birlik ve beraberliği’ en önde görür. Hatta bunun yetmeyeceğini, ayrıca bunun devamlılık arz etmesini ister.”[14]
71
Ş ehir
şehirlerin din adamları Allah adına insanları korkutarak bir sömürü düzeni oluşturur. Hatta din adamlarının farklı giyinmelerini dahi eleştiren Fârâbî, onların bu farklı giyim kuşam tarzlarıyla kendilerine makam ve itibar sağladığını belirtir. Fârâbî’ye göre, din ya da onun işlevini üstlenecek başka bir kurum, toplumsal hayatın vazgeçilmez şartıdır. Bu bağlamda Fârâbî, dejenere olmuş dinlerden uzun uzadıya bahseder. Fârâbî’nin dine bakışını yorumlayan Yaşar Aydınlı;“ her erdemli toplum, doğaüstü bir kaynakta temelini bulan ve vahiyle, bir dinsel kanunlar bütünüyle yönetilmektedir ve bu bakımdan tanrısaldır. Tanrısal olmanın buradaki anlamı vahye dayalı bir politik organizasyon olmasıdır ki, bu açıdan erdemli toplum dinî ve felsefi bir yapıya sahiptir. Fârâbî böylece, insani ‘tedbir’i, vahiy kanalıyla İlahî ‘tedbir’e bağlar”[16] diye yorumlar
Şehirleri ‘Faziletli Şehir’, ‘Cahil Şehir’ ve ‘Fasık Şehir’, ‘Değiştirilmiş Şehir’ ve ‘Sapık Şehir’ diye tasnif eden Fârâbî, ideal şehri tanımlarken; her ne kadar Yunan düşüncesinden, özellikle Platon’un Cumhuriyet’indeki düşüncelerden etkilenmişse de, düşünceleri kendi durumunun, çağının şartlarının ve İslam devlet tecrübesinin bir sonucu olarak görmek gerekir.
Fârabî, “ideal şehir” in karşısına “cahil şehri” koyar ve cahil şehrin değer ve ahlak anlayışı olmadığını, halkının devamlı şehvet peşinde koştuğunu ve bütün meselelerinin de bu olduğunu söyler. Bunlara göre değerlerin iyi veya kötülüğünün kaynağı kadınların anlayışı belirler. Kadınların iyi dediği iyi, kötü dediği kötüdür. Onların benimsediği iyidir. Buna göre cahil şehrin halkı, kadınlara güzel görünmeye, onların tasvip ettiklerini yapmaya çalışırlar. Fârâbî’ye göre bu tür toplumlarda kadınların erkekler üzerinde baskıları vardır, kadınları hoş tutmaya, rahat ettirmeye çalışırlar ve böylece kadınlar her şeyde erkeklerin yöneticisi olurlar.[15] Yine “tabiatta var olan her varlığın birbirine zıt” olduğunu söyleyen Fârâbî, bundan dolayı insanlarında farklı istekleri olabileceğini belirtir. Ona göre cahil şehrin insanları sırf fayda yüzünden başka şehirlerle kavga hâlindedir. Fârâbî’nin bu görüşünü destekleyen birçok şehir gösterebiliriz. Örneğin Urfa ile Gaziantep, Adıyaman ile Malatya, İstanbul ile Ankara arasındaki kıskançlık Fârâbî’nin ortaya koyduğu cahil şehir refleksinden başka bir şey değildir. Cahil şehirlerin adalet anlayışı bilgiye dayalı kendiliğinden ortaya çıkan bir durum değil, bilakis korku ve zorbalığa dayanan bir adalet anlayışıdır. Bunların adalet anlayışı zaaf ve korku üzerine olduğundan denge üzerine yürür. “Deli deliyi görünce değneğini saklar” sözünde olduğu gibi adalet anlayışları zaaf ve korkudan doğan bir denge üzerinedir. Yine Fârâbî’ye göre cahil
sayı//9// nisan 72
En üstün ve en büyük mükemmelliğe ancak şehirde ulaşılabileceğini belirten Fârâbi, bir şehrin ancak insanların birbirine yardım etmesi amacına yönelik kurulduğunda ideal/erdemli bir şehir olabileceğini söyler. Zira Fârâbî’ye göre şehir ancak insanların iyiliği ve mutluluğu için kurulmalıdır. Bu manada onun şehir anlayışı Weber’in ortaya sürdüğü üç temel şehirden ayrılır. Weber, şehirlerin mabet, kale ve çarşı etrafında kurulduğunu ve bunların sırasıyla dinî, askerî ve ticari şehirler olduğunu belirtir. Ayrıca bu mantalite üzerine kurulan şehirler reflekslerini de kuruluş amacı yönünde gösterirler. Fârâbî, burada şehirlerin kuruluşunu somut/fiziki göstergelerden değil, insanı insan yapan soyut değerler üzerine inşa eder. Böylece şehri fiziki görüntüsüyle değil, metafizik/ruhi/ahlaki değeriyle ele alır. Ona göre şehir, insan mutluluğunu sağlayan bir araçtır. Şehri kurmanın amacı ise insanın mutluluğudur. Dolayısıyla şehir, taşı toprağıyla değil, içinde yaşayan insanları daha önemlisi o şehri yöneten idarecisiyle değerlendirilmelidir. Modernist/ kapitalist anlayışın şehirleri fiziki güzelliğinden yola çıkarak değerlendirdiği bir zaman diliminden yüzlerce yıl önce, Fârâbî, insan unsuru üzerinden giderek şehrin içinde yaşayan ve yönetenler üzerinden değerlendirmiştir. Böylece değer yargılarını yitirmiş, yalnızlaşmış modern insanın çıkmaza sürüklendiği şehirlere karşılık, insanın mutluluğunu önceleyen erdemli şehirler teorisini ortaya koymuştur. Bu anlamda modern dünyanın karmaşık ve insanı öteleyen şehir anlayışına karşılık, Fârâbî’nin erdemli/ ideal şehirleri üzerine yeniden düşünülmelidir. Eğer şehirleri insan mutluluğuna yönelik inşa ediyorlarsa; modern dünyanın şehir planlayıcıları, mimar ve mühendisleri Medinetü’l Fâzıla üzerine düşünmeli ve tartışmalıdır…
Kaynakça
•Abdurrahman Bedevi, Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü, İz Yay. İstanbul, 2012 •Bayraktar Bayraklı, Fârâbî ’de Devlet Felsefesi, Seçil Ofset, İstanbul, 2008 •Farettin Olguner, Farabi, Ötüken Yay. İstanbul, 2013 •Fârâbî, İdeal Devlet, Çev. Prof.Dr. Ahmet Arslan, Divan Kitap, İstanbul, 2015 •Fârâbî, el Medinetü’l Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan, Kültür bakanlığı Yay. Ankara, 1990
Fazıla’ yı Dr. Seyfi say ise “Üstün Ülke” diye çevirmiştir. ‘Üstün Ülke’ tabirinin ‘Erdemli devlet’ ya da ‘İdeal Devlet’ gibi tamlamalara göre, ‘Medinetü’l Fazıla’ ifadesini daha karşıladığını söyleyen Say, Medine kelimesinin devletten daha ziyade kent anlamını taşıdığı için ülke kavramının bu kelime için daha uygun bir karşılık olduğunu belirtir. Ve ‘Fazıl’ sözcüğünün Erdem’den ziyade ‘üstünlük’ anlamına geldiğini söyler.(Fârâbî, Üstün Ülke, Çev. Seyfi Say, sh.12, Kurtuba Yay. İstanbul,2012)
•Fârâbî, Üstün Ülke, Çev. Seyfi Say, Kurtuba Yay. İstanbul,2012
[6] İbni Haldun, şehirlerin nasıl kurulması gerektiği üzerinde durduğu kadar nasıl yönetilmesi gerektiğini de yazar. Fârâbî ise yalnızca nasıl yönetilmesi gerektiği üzerinde dur.
•Farabi, es Siyasetu’l Medeniyye, Kültür Bakanlığı Yay. İstanbul, 1980
[7] Farettin Olguner, Farabi, sh.135,136, Ötüken Yay. İstanbul, 2013
•Hanifi Özcan, Fârâbî’nin İki Eseri, İfav Yay. İstanbul, 2005
[8] Huriye Tevfik Mücahid, age. sh.69
•Huriye Tevfik Mücahid, Fârâbî ’den Abduh’a Siyasi Düşünce, Çev. Vecdi Akyüz, İz Yay. İstanbul, 2012 •Ian Richard Netton, Fârâbî ve Okulu, Elis yay. Ankara, 2013 •Lokman çilingir, Fârâbî ve İbn Haldun’da Siyaset, Araştırma Yay. Ankara, 2009 •Richart Sennett, Ten ve Taş, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yay. İstanbul, 2011 •Roger Garaudy, Geleceğimizde İslam Var, Çev. C.Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İstanbul, 2014 •Roy Jackson, İslam’da 50 Önemli İsim, Çev. Nurullah Koltaş, Ayrıntı Yay. İstanbul, 2012 •Yaşar Aydınlı, Fârâbî’de Tanrı-İnsan İlişkisi, İz Yay. İstanbul, 2011 •Yaşar Aydınlı, Fârâbî, İsam Yay. İstanbul,2008 _____________________________________ [1] Huriye Tevfik Mücahid, Fârâbî’den Abduh’a Siyasi Düşünce, Çev. Vecdi Akyüz, sh.55, İz Yay. İstanbul, 2012, Ian Richard Netton Fârâbî’nin yetmiş dil bilmesi meselesini abartı olarak değerlendirmiş ve Fârâbî’nin hayatını incelerken efsaneyi gerçekten ayırmanın zor olduğunu yazmıştır. (Netton, Farabi ve Okulu, sh.13, Elis Yay. Ankara, 2013) [2] Lokman Çilingir, Fârâbî ve İbn Haldun’da siyaset, sh.31, Araştırma Yay. Ankara, 2009 [3] Ian Richard Netton, Fârâbî ve Okulu Çev. M. Vural, ,sh15, Elis yay. Ankara, 2013 [4] Roy Jackson, İslam’da 50 Önemli İsim, Çev. Nurullah Koltaş, sh.76, Ayrıntı Yay. İstanbul, 2012 [5] Fârâbî’nin, adlı eserinin Türkçeye birçok çevirisi yapılmıştır. ‘Medinetü’l Fazıla’ yı Prof. Dr. Ahmet Arslan, “İdeal Devlet” olarak çevirmiştir. Arslan’ın yazdığına göre ‘fazıla’ sözcüğü her ne kadar ‘erdem’ sözcüğünü karşılasa da, gerçek manada ‘ideal’ ve ‘mükemmel’ anlamında kullanılmıştır. ‘Medine’ sözcüğünü ise Fârâbî, Aristo’nun Yunanca kullandığı ‘polis’ sözcü karşılığında değil, rejim, devlet, hükümet ve yönetim anlamında kullanmıştır. Arslan’a göre Medînetü’l Fâzıla “ideal devlet” demektir. (Fârâbî, İdeal Devlet, Çev. Prof.Dr. Ahmet Arslan, sh.21, Divan Kitap, İstanbul, 2015). . ‘Medinetü’l
[9] Farabi, es Siyasetu’l Medeniyye, sh.84, Kültür Bakanlığı Yay. İstanbul, 1980 [10] Roy Jackson, age. sh.78 [11] Roy Jackson, age. sh.78 [12] Fârâbî’nin ideal şehir/devlet teorisinde liderin öne çıkması onun Şia geleneğindeki imamet olgusuna dayanmaktadır. Bu bağlamda Ünlü düşünür Roger Garaudy, Fârâbî’nin ideal şehrinin “Grek Sitesi” inden daha kapsamlı olduğu, çünkü ümmet fikrine dayandığını belirtir. Ancak Fârâbî’nin kâmil yönetici/İmam düşüncelerini sorgulamadan edemez ve şöyle der: “ister Eflatun’un Kanunlarına şerhi, ister Medinetü’l Fadıla/ İdeal ülke üzerine incelemelerinde olsun, bu hususu hiçbir yerde Fârâbî’nin siyaset felsefesindekinde kadar açık ve net değildir. Onun siyaset felsefesi ilhamını Eflatun’un Cumhuriyetinden alır, fakat İslam dünya görüşüyle onu uzlaştırma yoluna giderken, iki noktada ondan ayrılır. İlk önce, onun ideal ülkesi, içine kapanık Grek sitesiyle sınırlı kalmaz, aksine-ümmet yani Müslüman toplum prensibi gereği- bütün insanlığı kapsar. Sonra da, o ülke kral olmuş filozof veya filozof olmuş kral tarafından değil de, bir kanun koyucu- peygamber tarafından yönetilir. Ne var ki Eflatun’un bilgesinden İmam’a bu geçiş hasarsız olmaz ve geride bütün problemleri çözümsüz bırakır. İmamın otoritesi hangi tür bilgiye dayanıyor? Söz konusu olan, Eflatun diyalektiği mi, Aristo mantığım mı, yoksa Kanunla ilgili Kuran vahyi ve bunun tasavvufi bir aydınlanmasıyla(keşifle) içselleştirilip özümsenmesi midir? Kısacası, Fârâbî’nin Grek diyalektikleriyle İslam’ın nübüvvet anlayışı arasında durmadan gidip gelmesinden olacak, kendisinin bu sentez girişimindeki eksik nokta nebevi bilgi teorisidir.” (Roger Garaudy, Geleceğimizde İslam Var, Çev. C. Aydın, sh153, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İstanbul,2014) [13]Bakınız, Richart Sennett, Ten ve Taş, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yay. İstanbul, 2011 [14]Bayraktar Bayraklı, Fârâbî’de Devlet Felsefesi, sh.85, Seçil Ofset, İstanbul, 2008 [15] Bayraklı, age. sh.87 [16] Yaşar Aydınlı, Fârâbî’de Tanrı-İnsan İlişkisi, sh.173, İz Yay. İstanbul, 2011 73
Ş ehir
BİR SEVDADIR ÇAMLIHEMŞİN Fırtına Deresi’nin hırçın sesi, Çamlıhemşinli bir kadının söylediği yanık türküye karışır kimi zaman… Doğal yapısı ve eski otantik kültürüne kaptırıverirsiniz kendinizi. Elinizde bir bardak çay, Fırtına Deresi’nin eşliğinde hoş bir sohbete dalarsınız Çamlıhemşin ile… Ali YAĞCI
ağmurdur bu eşsiz doğanın mimarı… Kaçkarların eteklerinde, Çamlıhemşin’de her bahar bir şenliktir, su hayattır burada. Baldan tatlıdır burada hayatın tadı. Yağmurun hobi olarak yağdığı muhteşem bir doğanın arasında yer alan Çamlıhemşin’de sislerin ve ağaçların arasında mutluluk ve huzur bulur insanlar. Fırtına Deresi’nin hırçın sesi, Çamlıhemşinli bir kadının söylediği yanık türküye karışır kimi zaman… Doğal yapısı ve eski otantik kültürüne kaptırıverirsiniz ruhunuzu. Elinizde bir bardak çay, Fırtına Deresi’nin eşliğinde hoş bir sohbete dalarsınız Çamlıhemşin ile… Gürül gürül akan Fırtına Deresi, gökte uçan atmacası, ıslık çala çala esen Kaçkar Dağı’nın soğuk rüzgârı, çamların arasından size göz kırpan şirin evleri ve daha niceleri biraz biraz horona haykırır aslında. Siz de her mevsim farklı güzelliklerini utanmadan sergileyen doğasına, bir daha geleceğinize söz verdikten sonra bırakıverirsiniz kendinizi… Kiş bitmez bahar gelmez Kaçkarun tepesine, Baluğun hasi olur Furtuna Deresi’ne… Erdoğan Erbaş Başından duman eksik olmayan dağlar, coşkun akan dereler, buz gibi akan pınarlar, her mevsim ayrı renge bürünen gür ormanlar ve Kaçkarların arasından uzanan yemyeşil Fırtına Vadisi… Karlı Kaçkar Dağlarından gelen yaygın akarsu ağının, derin oluklar ve şelaleler vasıtasıyla birleşmesi sonucu meydana gelen Fırtına Deresi’nin oluşturduğu vadidir. Her mevsim düşen bolca yağışın etkisi neticesinde yemyeşil kalan orman yapısıyla örtülü olan vadi, Rize ilinin doğusunda yer almaktadır. Kaçkarların başından kopan, çam ormanları ve çay bahçelerinin arasından akan, Büyük Dere ve Hala Deresi’nin (Ayder Deresi) birleşmesinden meydana gelen Fırtına Deresi’ne son olarak da Laz Deresi katılır ve 3932 metre yükseklikte başlayan bu coşkun su armonisi, 57 kilometrelik yolculuğu sonrasında Ardeşen ilçesinin sahilinde kavuşur sevgilisi Karadeniz’e. Rize’nin 64 km doğusunda yer alan Fırtına Vadisi, orman dokusu ve bitki çeşitliliği bakımından doğal bir zenginliktir. Türkiye’nin yağış bakımından en zengin olan bölgesi, âdeta doğal bir botanik bahçe görünümündedir. Korunmuş eko sistemi, alpin çayırlıkları, gür ormanları ve buzul gölleri ile yörede yüzyıllar içinde oluşan otantik kırsal hayat ve kültürü neticesinde korunmaya değer bulunmuş ve 1994 yılında Millî Parklar statüsüne geçmesiyle beraber dünya üzerinde korunması gereken bölgeler arasına
sayı//9// nisan 74
Ayder Yaylası
girmiştir.3200’e yakın bitki çeşitliliği ile bir gelini andıran Fırtına Vadisi, 117 endemik bitki türüyle de dünya üzerinde ilk 200 ekolojik bölgenin içinde yer alıyor. Bu denli bitki çeşitliliğine rağmen bölgede arıcılık, sistemli ve bilinçli şekilde gelişim gösteremediği için arıcılık, bölgede yakışan gerekli ivmeyi kazanamamıştır, yine de marka değeri taşıyan ballar vadi boyunca üretilir. KAYBOLMAYA YÜZ TUTMUŞ DEĞER: YAYLACILIK Yöre halkı hem sıcaktan korunmak hem de köylerdeki arazi konumunun hayvanlar için yeterli beslenmeye elverişli olmaması ve onlardan yeterince hayvansal ürünler (süt, yoğurt, kaymak, yağ, peynir, süzme, minci-lor) elde edilmesi amacıyla ormanların seyrekleştiği 2000 metre üzerindeki yaylalara çıkar. Yaylaya çıkış vakti, köylere göre değişse de genelde mayıs ayı sonu, haziran ayı başı olur ki buna “yaz göçü” denir. Yaklaşık üç ay yaylada kalınır. Köylerdeki yerleşimin tam aksine yayla yerleşimi iç içedir. Yayladaki evler ahşap ve taş malzemeden yapılır. Evler genelde iki katlı ve alçak olmakla birlikte alt katı ahır, üst katı ise iki bölmeye ayrılıp bir bölmesi mutfak ve kiler, diğer bölmesi ise yatak odası olarak kullanılır. Yaylaya çıkış toplu hâlde olur. Eskiden yürüyerek gidilen yaylalara artık arabalar ile gidilmektedir. Her köyün yaylaya çıkış için kullandığı ayrı bir yolu vardır. Kalabalık bir hâlde, yükseğe çıkarken dökülen alın terinin bu
zorluğa değeceğinin bilincinde olarak yol havası adı verilen tulum melodileri ile çıkılır yemyeşil yaylalara. Yaylada kalmayacak olan, sadece eşyaların ve hayvanların yaylaya getirilmesine yardım edenlere “göççüler” denir. Göçe gidenler 5-10 gün yaylada kalırlar. Bu sırada eğlenceler düzenlenir, horonlar tepilir. Bir yıl boyunca kar, fırtına altında, üstelik insansız kalmış evlerin gerekli temizliği ve tamiratı bitince göççüler köye geri döner. Yaylada sadece “yaylacılar” kalır ve tüm yaz boyunca kış için yeterli ot ve besinleri biriktirmek için çalışırlar. Yayladan iniş yolculuğuna ise “güz göçü” denir. Her ne kadar eğlenceler düzenlenip, türküler söylense de güz göçü hüzünlüdür.
1994 yılında Millî Parklar statüsüne geçmesiyle beraber dünya üzerinde korunması gereken bölgeler arasına girmiştir.3200’e yakın bitki çeşitliliği ile bir gelini andıran Fırtına Vadisi, 117 endemik bitki türüyle de dünya üzerinde ilk 200 ekolojik bölgenin içinde yer alıyor.
“Yayladan ki yürudum Hava güneşli idi Bakamadum geriye Gözlerum yaşli idi.” Anonim Yayla, yöre halkı için sadece ekonomik önem taşımaz. Yaylacılık, yılların getirdiği kültürü ve sosyolojik değerleri içinde barındıran, unutulmaya yüz tutmuş önemli geleneklerimizdendir. Yaylaya, sadece namım yürüsün zihniyeti ile çıkan ve yerleşen insanların son dönemdeki yapı faaliyetleri, aranan ve beklenen otantik doğa görünümünü bozmaktadır. Yapılan yollar yöre halkına kolaylık sağlamasına rağmen 75
Ş ehir
Çamlıhemşin Plato
Çamlıhemşin’in mimari olarak ilk göze çarpan unsurları, taş konaklarıdır. Bu konakların sahipleri genellikle Rusya’ya gurbete giden ve pastacılık mesleğiyle zenginleşen ailelerdir. Fakat Rusya’da çıkan devrimden sonra gurbetçiler geri dönmüş ve birçoğu evini tamamlayamamıştır. Çamlıhemşin’de eski zenginliklerine kavuşamayan konak sahipleri yeniden gurbete çıkmış ve konaklarını çürümeye, yıkılmaya terk etmişlerdir.
doğallığı ve otantikliği tehlikeye sürüklemektedir. Eskiden gün boyu süren eğlenceli ve anlamlı yolculuklar ile çıkılan yaylalara günümüzde ferdi olarak çıkılmaktadır. Son dönemlerde yayla yerleşimlerinin içine yol girmesinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bu desteklenmesi gereken düşünce, bölgenin doğal yapısının geleceğe aktarılmasında temel taşı olmalıdır. DAĞLARIN VE SANATÇILIĞIN BULUŞMASI Çamlıhemşin’in engebeli ve dik yapısı gereği yerleşim dağınık hâlde gelişim göstermiştir. Bölgedeki evlerin arazilerin üst kısımlarına yapılmasıyla arazinin, ekinlerin herhangi bir tehlikeye karşı gözlenmesi ve korunması amaçlanır. Çamlıhemşin’in mimari olarak ilk göze çarpan unsurları, taş konaklarıdır. Bu konakların sahipleri genellikle Rusya’ya gurbete giden ve pastacılık mesleğiyle zenginleşen ailelerdir. Fakat Rusya’da çıkan devrimden sonra gurbetçiler geri dönmüş ve birçoğu evini tamamlayamamıştır. Çamlıhemşin’de eski zenginliklerine kavuşamayan konak sahipleri yeniden gurbete çıkmış ve konaklarını çürümeye, yıkılmaya terk etmişlerdir. Genellikle konak tarzında yapılan evler üç katlı ve üst kısımları ahşap işlemedir. Bazı konaklarda alt katlarda taş işlemeler kullanılmış olup, üst katlarda kimi konaklar dolma taş tekniğiyle ahşap
sayı//9// nisan 76
arasına taş doldurmak suretiyle yapılmıştır. Bazı evler ise ahır bölmesi taştan yapılarak üst katlar ahşap malzeme kullanılmıştır. Kullanılan malzeme ve yapı teknikleri ev sahibinin maddi durumuna göre değişiklik göstermektedir. Çatılar ise kiremit kaplamadır. Eskiden çam ağacından yapılan “harduma” örtü malzemesi olarak kullanılırdı. Ahşap yapı tekniğinde uygulanan sistemlerde kapı ve menteşenin dışında hiç çivi kullanılmadan ahşap ev ustaları tarafından oyma sanatının en ince tekniklerinin titiz bir şekilde uygulandığı gözlemlenir. Sanatsal kaygılar ve ince ustalıklarla yapılan birçok konakta Türk motiflerini görmek mümkündür. Evlerin giriş kapılarının üzerinde koçboynuzları bulunmasıyla beraber kapı menteşeleri ve tokmaklarında ise kurt ve koç motifleri işlenmiştir. Fırtına Vadisi’ni seyreden bu konakların yanında ambar olarak kullanılan, bir nevi manzaranın süsü görevini üstlenen ve yine Karadeniz sanatçılığının en güzel örneklerini teşkil eden “Serender” adı verilen yapıları görebilirsiniz. Halk arasında “Nayla” adı verilen serenderler, yiyeceklerin doğal şartlardan ve hayvanlardan korunmasını sağlayan ve direkler üzerine yapılmış, seyyar merdivenlerle çıkılan şirin yapılardır. Direklerin üzerine tekerlek biçiminde bir yapı elemanı konularak farelerin serendere tırmanması engellenmektedir.
Konaklara gösterilen estetiklik serenderlere de gösterilmiştir. Günümüzde Çamlıhemşin ilçesinde 100’ü aşkın serender bulunmaktadır. Çamlıhemşin’in dar vadilerinden yüksek debileriyle Karadeniz’e akan derelerin gerdanlığı gibi duran taş kemer köprüleri bölge mimarisinin en önemli unsurlarıdır. Fırtına Vadisi kemer köprülerinin genel özelliği tek bir kemer ile derenin geçilmesidir. Yapıldığı vadinin durumuna göre köprünün kemeri dik veya düz bir görünüm sergiler. Birçoğu bölgenin zenginleri tarafından yaptırılan bu köprülerin tarihi 18. yüzyıla kadar dayanmaktadır. En eskisi, eski adıyla bilinen Çinçiva Köprüsü’dür. Köprünün yapılış tarihi 1699’dur. Bölgedeki ticaret ve ulaşım ağı için önemli rol üstlenen bu köprülerin yanında bu faaliyetlerin denetlenmesini sağlayan kaleler, kurulu olduğu sarp kayaların üzerinden göz kırpar size. Kartal yuvasını andıran Zil Kale ilk olarak selamlar sizi. Kalenin yapılış tarihi hakkında kesin bir bilgiye sahip olunamamasına rağmen, 14. ve 15. yüzyıllarla tarihlendirilmektedir. Karadeniz’den başlayıp Bayburt’a ulaşan kervan yolunun denetlenmesindeki son bölge vadiye en hâkim kısımda bulunan Kale-i Bala’dır. Zil Kale ile aynı mimari özellikleri gösteren bu yapı muhtemelen yine aynı tarihlerde yapılmıştır. Taş ve ahşap sanatının en güzel örneklerinin sergilenmesiyle bölgenin güzelliğine güzellik katılmıştır. Doğal ve beşeri tahribatlara uğrayan bu yapılar son dönemlerde restore edilip bölge turizmine kazandırılmaktadır. ÇAMLIHEMŞİN GERÇEĞİ: GURBET Doğanın oldukça cömert davrandığı Çamlıhemşin, coğrafi yapısının getirdiği dezavantaja mağlup olmuş ve tenha kalmıştır. Sürekli dışarıya doğru gerçekleşen bir göçün esiri durumundadır Çamlıhemşin… Bölgede ekonomik sıkıntılar çeken Çamlıhemşin halkı gurbete gitmiş ve hemen hemen her ilde karşımıza çıkan “Çamlıhemşinli Pastacılar” rolüne bürünmüşlerdir. İlk gurbet hareketi Rusya’ya doğru olmakla beraber, Kırım ilk durakları mahiyetindedir. Kiminin kocası, kiminin evladı gitmiş gurbet ele. Dönenler olmuş, dönmeyenler de olmuş. Gidip geri gelmeyenlerin ağıtları kalmış eşlerine ve analarına. Yörede en yaygın olarak bilinen ağıt; Kale köyünden Nokta Ana’nın oğlu Ahmet’e yazmış olduğudur. Nokta Ana genç yaşında iki kızı bir oğlu ile dul kaldı. Evlenmeyi aklından geçirmeyen Nokta Ana oğlu Ahmet için şefkat ve fedakârlık duygularını seferber edip, bütün ümidini oğlu Ahmet’e bağlamıştı. Ahmet’i büyüyecek, Kırım’a gidecek, ailesinin geçimini, sorumluluk sahibi kalbinde ve taze omuzlarında taşıyacaktı. Ahmet büyüdü
köyünün sevilen, sayılan, ciddi ve onurlu bir delikanlısı oldu. Ahmet, Kırım’da hemşehrisinin yanında işe girdi. Mert bir delikanlı olan Ahmet, patronuyla anlaşmazlığa düştü ve kısa süreli olarak hapse girdi. Burada verem illetine yakalanıp memleketine dönen Ahmet, kısa süre sonra öldü. Ahmet’in ölümüyle, Nokta Ana son ümidini kaybeder ve evlat acısı eşliğinde dökülür o tevekkül, mazi, isyan ve acı dolu dizeler: Bülbül konar, ılga eder dalını, Ördek yüzer, dalga eder gölünü, Dört sene dolandın Kırım elini, Şimden sonra daha koymam Ahmet’im. Kirova’dan hasta bindin vagona, Çiçekli Yayla da gitsin yangına, Düşmemiştin akranına dengine, Merak ile toprak oldun Ahmet’im. Dedim, “ölüm olmaz”, hastalık şaka, Meğer Azrail’e vermiştin yaka, Yetim kızlarıma kim olsun arka, Senden sonra arkam yoktur Ahmet’im. Düşsem deryalara deryalar boğar, Evladı olana bir gün, gün doğar, Bizim dağa yağmur ile kar yağar, Senden sonra hiç kalkmasın Ahmet’im. Koydun gittin yavrum dünya malını, Kim omuzlar cenazemin salını. Bir de sevsem bıyığının telini, Şimden sonra daha sevmem Ahmet’im.
Çamlıhemşin’de kültür deyince ilk önce tulum ve horon gelir akla. Tulumcu sevgisini ve gönlünden geçenleri üfleyince Tulum’a önce ayaklarla ritim tutulmaya başlanır. Gönülden geçenler dökülür kaydelere, ufak ufak sızlar yürekler.
77
Ş ehir
Edip Cansever’in dediği gibi; “İnsan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.”
Kâğıda, kaleme alınmayan bu dizeler, her evlat hasreti çeken annenin söylemesiyle günümüze aktarılmış ve daha sonra derlenmiştir. BİR NEFES, BEŞ SES(?) Çamlıhemşin’de kültür deyince ilk önce tulum ve horon gelir akla. Tulumcu sevgisini ve gönlünden geçenleri üfleyince Tulum’a önce ayaklarla ritim tutulmaya başlanır. Gönülden geçenler dökülür kaydelere, ufak ufak sızlar yürekler. Tulum’un sesiyle ısınan gönüller hep birlikte kalkar horona. Sesiyle çalındığı yere hâkim olan bu saz, kendi büyüsüne kaptırır sizi ve efsanevi bir atmosfer içinde bulursunuz kendinizi. İnsanın içine işleyen bu nefesli çalgı Türklere ait en eski enstrümanlardan birisi olarak kabul edilmektedir. Otantik yapısı hiç bozulmayan bu çalgı yüzyıllar önce nasıl çalınıyorduysa, günümüzde de aynı şekilde çalınmaktadır. Dar ses perdesine sahip olmasına rağmen, alır götürür sizi dumanlı yaylalara. Geniş horon halkalarının ortasında kendine yer bulan tulum; oğlak derisi, şimşir ağacı ve toprak kamışından yapılmaktadır. Yoğun bir hava basıncı isteyen bu çalgıyı muhlama yemeyen bir insanın çalması çok güçtür. Çok eski bir maziye sahip olan kaydeler, çalınış şekilleri bakımından köyden köye değişiklik gösterebilir. Hatta aynı köyde bile kayde bakımından farklılıklar ile karşılaşabiliriz. Horoncu köy olarak bilinen, Çamlıhemşin Topluca köyünün simgesi hâline gelen “Eski Mcanu” ve “Yeni Mcanu” kaydelerini bu duruma örnek gösterebiliriz. Tulum ile yatıp tulum ile kalkan bu insanların böylesine bir çeşitlilik üretmeleri pek aykırı bir durum gibi gözükmemelidir. Bu sert coğrafyada bulunan nadir düzlükler “Horon Düzü” olarak adlandırılmakta ve horona hizmet etmekteydi. Fakat yaylalara yapılan
sayı//9// nisan 78
yollar ve düzensiz yapılaşma bu düzlüklerin kaybolmasına neden olmuştur. Ama buna rağmen kemer köprülerin üstüne bile horon oynayan gruplara rastlayabilirsiniz. Yörede oynanan horonlarda “dik oyna, kollar çubuk, sallanma, eğilme, yürüme, yay ol, asıl göğün ipine, hayde hayde, hey hey” komutlarıyla insanlar; öz güvenlerini, horona olan saygılarını, mücadele aşklarını, neşelerini, umutlarını, yaşama sevinçlerini ve hayat enerjilerini bu nağmelerle dile getirirler. Horonu oynatan, komutları veren kişiler ve tulumcular bölgenin saygın insanlarıdırlar. Geçmişte horon halkalarında genç ve bekâr erkekler horon oynarlardı. Kurulan halkaların ortalarında evli yaşlı kadınlar otururdu. Horon halkasının arka kısmında ise horoncuları izleyen genç kızlar bulunurdu. Bu şekilde kurulan halkalar sevgiliyi görme, onunla bakışma yeriydi. Bir nevi eş seçme merasimi de denilebilir. Gelin çıkarma merasimi ve düğünler tulum eşliğinde yapılırdı. Akşamdan sabaha kadar değişmeli olarak birçok tulumcu sanatını sergilerdi. Eskiden, “horon oynayamayana kız verilmez” denilirdi bu topraklarda. Tulum ve horon bir yaşam felsefesidir. Tulum, her melodisinde oğlakken gezdiği dağları, bir sevdayı, bir ayrılığı belki de bir özlemi işler yüreklere. Fırtına Vadisi’nde, fırtına olur coşar gençler, Tuluma nefes verir tulumcu ve aynı anda uyumla göğe doğru kalkar onlarca kol… Edip Cansever’in dediği gibi; “İnsan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.” “Bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider.” Bir gün elinizde bir bardak çayınızla Fırtına Vadisi’ne doğru duran ahşap bir evin penceresinden dünyaya bakabilmeniz dileğiyle…
Ahmet KOÇAK
anlatılır. Son yüz elli yıl, Türk tarihi açısından hızlı ve birçok felaketlerin, savaşların ve büyük değişikliklerin çok kısa zaman dilimi içerisinde peş peşe yaşandığı, İmparatorluktan Anadolu coğrafyasına çekilmek zorunda kalındığı da bir dönemdir. Tarih, milletlerin hafızlarıdır. Ancak tarihî olaylar yaşanılan zamanın şartları içinde değerlendirilir, ona göre dersler çıkartılır. Mağdûrîn Hikâyesi, genel hatlarıyla bu yıl çıkarılışının yüzüncü yılı olan “Tehcir Kanunu”nun zaman zaman arşiv belgelerinden de istifade edilerek objektif bir bakış açısıyla hikaye edilmesine dayanır. Zaten daire şeklinde birbiriyle bağlantılı yirmi iki hikayeden oluşan eserin ilk hikayesinin adı da “Tehcir”dir. Bu kanunun çıkartılmasına mecbur kalındığı zemin ve dönemin şartları izah edildikten sonra krizi çözmek üzere 1915 yılında “vakt-i seferde icraat-ı hükümete karşı gelenler içün cihet-i askeriyece ittihaz olunacak tedâbir hakkında kanûn-ı muvakkat” adıyla malum kanun yürürlüğe girer.
amık Kemal, hikaye roman ayrımının tam yapılmadığı dönemlerde hikayeyi de içine alacak şekilde romanı tarif ederken, “romandan maksat güzerân etmemişse bile, güzerânı imkân dahilinde olan bir vakayı …” anlatır şeklinde tarif eder. Osmanlı toplumun sosyolojik yapısı üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız Ahmet Cihan ve dil ve edebiyat alanında çalışmalar yapan Muhammet Sani Adıgüzel’in ortak imzasını taşıyan Mağdûrîn Hikâyesi’nde her ne Kadar Victor Hugo’nun ilk olarak bu adla Türkçeye tercüme edilen Sefille romanı akla gelse de bambaşka mağdurların hikâyaleri
Bursa’dan başlayarak, Merzifon, Sivas, Erzurum, Van, Kayseri, Maraş, Urfa, Antep, Osmaniye, Adana, Mersin gibi Anadolu şehir ve kasabalarında asırlarca birlikte yaşayan insanlar, Batılıların teşviki ve yardımıyla büyük acıları, ıstırapları birlikte yaşamalarına sebep olur. Bunda özellikle Anadolu’da açılan ecnebi okullarının ve burada yetişen genç beyinlerin dışardan gelen fikirlerle yetişmelerin de büyük etkisi vardır. Mağdur olanlar sadece Ermeni insanları mıdır? Bu soruya “evet” cevabı vermek mümkün değildir. İşin özeti güngörmüş yaşlı bir Ermeni kadının yaşananları özetleyen şu cümlesinde saklıdır: “Biz hem failiyiz hem mefulüyüz bütün bu olup bitenlerin!” Okuyucu “Mağdurîn Hikayesi”nde tehcir meselesine farklı açılardan bakma imkanı bulurken, bugün çoğu unutulmuş dönemin kültürü ve geleneklerine ait kavram ve kelimelerin lezzetine de ulaşma imkanı bulacaktır.
Ş E H İ R K İ TA P
YAŞANILAN ACILARI “MAĞDÛRİN HİKÂYESİ”NDEN OKUMAK
79
Ş ehir
PAYİTAHTI SİGAYA ÇEKEN ŞEHİR 31 ağanın ismini verirler. Kızlarağası ile kapıağası hemen boğdurulup, saray surlarından aşağı atılır. Bunların cesetleri sürüklenerek Sultanahmet Meydanı’ndaki büyük çınarın dallarına asılır. Ayaklanma diğer saray ağalarının kelleri alınana kadar sürer ve sonunda hepsi bir şekilde öldürülürler… Ve Sultanahmet Meydanı’ndaki çınar, ayaklarından dallarına asılmış cesetlerle dolar. İsa KOCAKAPLAN
656 yılının Mart ayı başları… Dükkânlar kapalı, halk evlerine sığınmış… İstanbul sokaklarını Yeniçeri ve Sipahi kalabalıkları kaplamıştır. Şehir bir isyan ve ihtilal karmaşası içindedir. Ayaklanmanın sebebi Yeniçerilere ve Sipahilere ulufelerinin züyuf akçe ile ödenmesi olarak görülür. Züyuf akçelerin 1000 adedine esnaf ancak 100 halis akçe vermektedir. Bu da seyfiyeyi çileden çıkarır. Kendi gelirleri %90 oranında düşmüşken, saray ağaları şatafat içinde yaşamaktadır. 5 Mart günü Etmeydanı’nda (Aksaray) toplanan askerler, bir neticeye ulaşıncaya kadar dağılmamak için yemin ederler. 6 Martta 15 yaşındaki padişah IV. Mehmet, Alayköşkü’nde ayak divanına çıkar. Asker temsilcileri sultana, “Saray ağalarının yaşadıkları görkemli hayat, hazine darlığından niçin etkilenmiyor?” diye sorarlar ve padişaha başlarını istedikleri 31 ağanın ismini verirler. Kızlarağası ile kapıağası hemen boğdurulup, saray surlarından aşağı atılır. Bunların cesetleri sürüklenerek Sultanahmet Meydanı’ndaki büyük çınarın dallarına asılır. Ayaklanma diğer saray ağalarının kelleri alınana kadar sürer ve sonunda hepsi bir şekilde öldürülürler… Ve Sultanahmet Meydanı’ndaki çınar, ayaklarından dallarına asılmış cesetlerle dolar. Vak’a-i Vakvakiye denilen bu ayaklanmanın önderleri Rum Hasan Ağa, Şamlı Mehmet Ağa ve Galata Voyvodası Karakaş Mehmet idiler. Ayaklanma süresinde İstanbul’da halk günlerce sokağa çıkamadı, dükkânlar kapalı kaldı. Nihayet Martın 15’inde ortalık yatışır gibi oldu. Boynueğri Mehmet Paşa’nın sadrazam olmasından sonra 9 Mayıs 1656’da, isyanın önderleri hile ile saraya alınarak idam edildiler. Bu büyük kargaşa böylece atlatıldı. Ancak geride Vak’a-i Vakvakiye ismini ve etkilerini bıraktı. Zira Sultanahmet Meydanı’ndaki çınara başaşağı asılan insanların görüntüsü, mitolojik vak vak ağacını hatırlatıyordu. Bu ağacın meyveleri insan başı şeklinde idi ve birbirine çarptıkça “vak vak” şeklinde ses çıkarıyordu. Bu feci olayın bir sonucu da Kadızadelilerin saraydaki nüfuzlarının geçici olarak kırılması olmuştur. IV. Mehmet’in hocası olan Üstüvânî Mehmet Efendi ve çevresindeki vaizler zümresinin, sarayda büyük nüfuz elde ettikleri, hatta Üstüvânî ve bazı ileri gelen vaizlerin, birtakım menfaatler karşılığı saraydaki ta¬yin ve azillerde etkili oldukları, devrin kay¬naklarında belirtilir. YEŞİLE GİZLENEN ŞEHİR Ödemiş’ten Birgi’ye doğru giderken zihnimde 1656 yılında yaşanan bu olay canlanıyor her nedense. Küçük Menderes Ovası’na kurulu Ödemiş, 19. yüzyıla kadar Birgi’nin gölgesinde
sayı//9// nisan 80
Ulucami, Birgivi / Ödemiş
idi. Şimdi Birgi Ödemiş’in gölgesinde. Bu şirin yer, artık Bozdağ’ın güney eteklerine sığınmış bir kasaba görünümünde. Nüfusu 3-4 bin arasında. Yazları nüfus iyice azalıyor. Sıcaktan insanlar Bozdağ’ın yaylalarına akın ediyorlar. Ödemiş’te bir Mehmet Âkif konuşması yapmamı isteyen Hüseyin Köklü ve diğer öğretmen arkadaşlarla konuşurken, bana Birgi’de kalacağımı söylüyorlar. Bu durum, beni sevindiriyor. Zira Birgi köklü bir tarihi olan ve şu anda tarihî dokusu ile yaşamayı başarabilen bir şehir. 1922 yılında Yunanlıların şehri terk ederken ateşe vermelerine ve şehrin, Birgi Deresi’nin doğusunda kalan kısmının neredeyse tamamen yanmasına rağmen, Birgi bu yarayı sarmış ve geleneksel mimarisine uygun olarak kendini yenilemeyi bilmiş. Şimdiki Fatih Mehmet Bey Caddesi’nin iki yanı 1922 yangınından sonra yapılmış evlerden oluşuyor. Çoğu iki katlı, cumbalı, ahşap karkaslı evler bunlar. Yolun iki yanı çam ağaçları ile süslü. Ödemiş Ovası’nın nihayetinde tatlı bir meyille Bozdağ’ın eteklerine tırmanmaya başladığımızda bu evlerden neredeyse hiçbiri görünmüyordu. Bunlar öyle tabiata meydan okuyan, sonradan görme binalar değil. Tabiatla uyum içinde yaşamayı, onun yeşillikleri arasında sırrolmayı biliyorlar.
Şehr-i Birgi asla görünmez. Zira bağ, hıyaban, gülistan ve dırahtistan içre pinhan olmuş bir şehr-i müzeyyendir. “ Evliya, şehrin yeşillikler içinde bulunan evlerinin, ancak Bozdağ’ın yarısına kadar çıkıldığında görülmesinin mümkün olduğunu söyler. Germiyanoğulları Beyliği’nin yiğit subaşısı Aydınoğlu Mehmet Bey 1308 yılında aldığı Birgi’yi, beyliğinin başkenti yapar. Tire, Selçuk, Sultanhisarı, Bodemya ve İzmir’i ele geçirerek Aydınoğulları Beyliği’nin kendi zamanındaki (1308-1334) sınırlarını çizmiş olur. Fatih Mehmet Bey Caddesi’nden kuzeye doğru bir süre gidiyoruz. Ve işte Birgi Ulu Camii, Birgivi Medresesi ve Şah Sultan türbesinin bulunduğu meydandayız. Mehmet Bey şehri aldıktan dört yıl sonra 1312’de, kendi adıyla anılan camiyi yaptırır. Bu meydan Birgi tarih ve kültürünün de özetini teşkil eder. Mehmet Bey Camii’nin avlusundan batıya, güneye ve doğuya baktığınızda, şehrin aşağı yukarı bütün manzarasını görmüş olursunuz. Şehrin batısında kuzeyden güneye akan Sarıyar (Birgi) Deresi’nin iki yanı ve işte şimdi avlusunda durduğumuz Ulu Cam’inin bulunduğu tepe, Evliya Çelebi’nin de dikkatini çekmiş ve ona “Bu şehr-i azim Bozdağ’ın kıblesi dameninde bir dere ve depeli yere vaki olmuş bir şehr-i Birgi’dir.” cümlesini yazdırmıştır.
1671 yılında şehre gelen Evliya Çelebi’nin girişte karşılaştığı manzara neredeyse hiç değişmemiş:“...ve Tire’den bu şehre girerken
Batıya doğru baktığınızda derenin hemen sağ yanında bugün müze olan Çakırağa Konağı görülür. Buradan, açık avluları kuzeydoğuya 81
Ş ehir
Ulucami iç görünüm, Birgivi / Ödemiş
bakan U düzeninde yekpare üç katlı bir yapı olarak gözümüze çarpan kırmızı kiremitli bu ahşap konağın, ne güzellikler ve sürprizler barındırdığını daha sonra anlayacağız. Caminin doğusunda bulunan yol meydanın hemen bitiminde yedi hücreli bir medrese (darülhadis) yer alıyor. Medresenin hemen arkasında yine Birgi’ye has konaklardan meydana gelen bir mahalle var. Bu medrese, Birgili Hoca Atâullah Ahmet (ö. 1571), tarafından yaptırılmış. Hoca Ataullah Efendi, Manisa’daki şehzadeliği sırasında II. Selim’in hocasıdır. Bu medresenin ilk müderrisi meşhur âlim Mehmet Efendi (ö. 1573)’dir. Vefatına kadar burada ders veren ve sayısız öğrenci yetiştiren Mehmet Efendi, bu kasabada oturduğu için Birgivî lakabıyla şöhret kazanır. Caminin avlusundan kuzeye doğru baktığımızda, İmam Birgivi Mezarlığı levhasını görüyoruz. Mezarlığı yarın ziyaret edeceğiz. Medresede bugün turistik eşyalar satan dükkânlar var. Bu medresede ders verip öğrenci yetiştiren Birgivi, bir yandan da Ulu Cami’de verdiği vaazlarla halkı aydınlatır. MUZAFFERÜDDİN USTANIN EŞSİZ MİNBERİ Birgivi’nin vaaz verip namaz kıldığı camiye içimiz ürpererek giriyoruz. İkindi vaktidir. Birazdan akşam olacak. Gün aydınlığında görmeliyiz bu
sayı//9// nisan 82
700 yıllık camiyi... Kuzeydeki cümle kapısından içeri giriyorum. Caminin girişi hariminden yüksekte, 6 basamakla zemine iniyorsunuz. Çatısı ahşap. Birbirine paralel dört sıralı 15 sütun üzerinde duruyor. Caminin batısındaki sütunlardan birisi eksik. Evliya’nın bahsettiği batı tarafındaki kapı muhtemelen burada idi. Bu taş sütunlar, caminin harimini minbere doğru uzunan beş bölüme ayırıyor. Orta sahından doğruca mihraba ilerliyorsunuz. Üzerinde mor renklilerin de yer aldığı firuze renkli çinilerden oluşan muhteşem bir mihrap, sizi Anadolu beylikleri dönemine götürüyor. Moğol istilası altındaki Anadolu’da nefes almaya çalışan Türk başbuğları, kurtarabildikleri birkaç şehirde hükümranlık kurup, oraları imar etmeye, Bizans’a ve Moğollara karşı durmaya çalışıyorlar. Aydınoğlu Mehmet Bey de bu başbuğlardan biridir. Küçük Menderes Ovası’nda ele geçirdiği yerlerden, kendisi için en güvenli gördüğü, sırtını Bozdağ’a yaslamış olan Birgi’yi beyliğine başkent yapar. Zira çevrede hem Bizans hem de kendi bağlılarını düzen içinde tutmaya çalışan diğer Türk beylikleri vardır. O da bu korunaklı şehirde, fetihten hemen sonra tarihe bırakacağı izleri oluşturmaya koyulur. İlk iş olarak şehrin hâkim yerinde bulunan bu şirin tepeye külliyesini kurar. Medrese ve hamamı harap olan külliyeden geriye, Mehmet Bey’in yiğitliğini
Ulucami mimberi, Birgivi / Ödemiş
haykıran bu cami ile sağ yanındaki türbesi kalmıştır. Mihrabın sağındaki ceviz minber, beylikler dönemi ahşap işçiliğinin şahikasına ulaşmıştır. Değerini bütün zamanlarda koruyacak olan nadir bir el işçiliği ürünüdür. Ustası Muzafferüddin bin Abdülvahid’dir. Caminin pencere kapakları da bu büyük kündekâri ustasına aittir. Minber ve pencere kapakları, caminin inşaasından 10 yıl sonra 1322 yılında tamamlanabilmiştir. Minberin ve pencere kapaklarının göz alıcı güzelliği, bu eser etrafında söylenceler oluşmasına da sebep olur… Sultan II. Selim büyük Sinan’a, Edirne’de Selimiye Camii’ni yaptırır. Cami tamamlandığında, görenlerin akıllarını başlarından alır. Öylesine görkemli bir eser ortaya çıkmıştır. Peki bu eşsiz esere nasıl bir minber yapılacaktır??? Bu soru, cami ile ilgilenenlerin zihinlerini hayli meşgul eder. Rivayet edilir ki bunlardan birisi Sultan’a, bu camiye ancak Birgi’deki Ulu Cami’de bulunan eşsiz minberin yakışacağını söyler. Sultan, adamlarını Birgi’ye gönderir. Bunu duyan Birgililer caminin önünde toplanırlar ve Sultan’ın adamlarına, bu minberin Birgililerin atalarından emanet olduğunu ve canları bahasına eseri vermeyeceklerini söylerler. Birgililerin bu kararlı tavrı, Sultan’ın adamlarını eli boş olarak geri
gönderir.[1] Birgililer o zaman minberi Sultana vermezler ama, bu minberin kapısı 1993 yılında çalınır. Kapı, Londra’da Christie’s Müzayede Evinde satışa çıkarılacakken, gazeteci Özgen Acar’ın gayretleri ile 1995 yılı sonunda Türkiye’ye getirilir.[2] Bu durum Muzafferüddin ustanın el hünerinin günümüzde değerini kat kat artırdığını gösterir. Tabii bir de bizim bu eserlere olan bigâneliğimizi... ULU CAMİ’Yİ BEKLEYEN ARSLAN Evet bu cami sadece ibadet yeri değildir. Aynı zamanda Aydınoğlu Mehmet Bey’in yiğit bir başbuğ olduğunun nişanesini de taşır. Caminin kıble duvarının dış sol (güneydoğu) köşesindeki niş üzerinde, ayakları üzerinde yatar vaziyetteki yeleli arslan heykeli, bu gözü pek Türkmen başbuğunun ruhunu temsil eder. Yağız, al, doru, kır küheylanları üzerinde dört yana akın yapan Mehmet Bey ile yoldaşları, bu arslan heykelciğinde tecessüm ederler. 700 yıldır onun gözlerinden Bozdağ’a ve Menderes Ovası’na bakarlar. İmam Birgivî bu camide 10 yıl vaaz verdi. Bu arslan heykelinin yer aldığı duvarın tam karşısında 50 metre uzakta bulunan medresede 10 yıl ders okuttu, talebe yetiştirdi. Şeriat kurallarına sıkı sıkıya bağlılığıyla bilinen ve bid’atler konusunda âlim, şeyhülisilam, bey, paşa demeden herkesi
83
Ş ehir
uyarmayı kendine vazife bilen İmam Birgivî, bu heykelin cami duvarında bulunmasına sesini çıkarmamıştır. İstese -sadece Birgideki etkisiyle bile- bu heykeli kaldırtabilirdi… Ancak, halkın şuuraltında sürekli bu heykelin cami duvarından kaldırtılabileceğine dair bir fikrin gezindiği, oluşan bir söylenceden anlaşılabilir: Şeyh Bedrettin isyanına katılan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i Birgi yakınlarında öldüren Bayezid Paşa, Birgi’de konakladığı sırada Ulu Cami’nin güney- doğu köşesindeki arslan heykelini görünce gazaba gelir ve heykelin parçalanmasını emreder. Birgi halkı meydana toplanır, heykelin parçalanmasını önlemeye çalışır. Bayezid Paşa’ya; bu heykelin Aydınoğullarının gücünü simgeleyen bir eser olduğunu, eğer onu parçalatırsa kendisini Çelebi Mehmet’e şikâyet edeceklerini söylerler. Bayezid Paşa bunun üzerine heykele dokunmaz ve Salihli’ye gitmek üzere Bozdağ’ı aşmaya yönelir…[3] BUNLAR BİR VAKİT BEĞLER İDİ Caminin güney batısında Aydınoğlu Mehmet Beyin türbesi var. 1334 yılında vefat eden Mehmet Bey burada toprağa verilmiş. Onun beş oğlundan üçü de burada babaları ile birlikte sonsuz uykularını uyumakta.. Umur Bey, İbrahim Bahadır Bey ve İsa Bey… Umur Bey (beyliği: 1334-1348), o zamanın şartları ve beyliğin imkânları düşünüldüğünde, diğer beylerden ayrılan, imparator ufkuna sahip bir bey olarak tarihin karşısına çıkar. Zaten önünde ağabeyi Hızır Bey bulunmasına rağmen, kardeşlerinin ittifakı ile beylik kendisine verilir. Son derece savaşçı, gözü pek ve stratejik davranmasını bilen bir Türkmen başbuğudur. Ayasuluk’ta kurduğu güçlü donanma, onu Türk denizcilik tarihinin en büyükleri arasına katar. Haçlıların korkulu rüyası olur. Onlara karşı Saruhanoğulları ile ittifak yapar. Bizans’ın imparatorluk çekişmelerine bile müdahale eder. Gözü kara yoldaşları ile Mora, Dimetoka ve Selanik önlerinde at oynatır. Osmanlı’nın Yıldırım’ının, Kırım’ın Selim Giray’ının habercisi gibidir. Ve -sıkı durun- bu büyük Türk denizcisi ve beyi, Ayasuluk (Selçuk) kıyılarından denize açılarak Çanakkale Boğazı’nı, Marmara’yı ve İstanbul Boğazı’nı geçerek Karadeniz’e çıkar. Kili ve Eflak kıyılarını yağmalar. Kahramanca yaşayan bu beyin ölümü de kahramanlara yakışır şekilde olur. İzmir’in kıyı kesimini ele geçiren Venedik, Ceneviz ve Rodos ittifakına karşı burayı kurtarmak için ön saflarda savaşırken, alnından bir okla vurularak şehadet şerbetini içer (1348). Tablolarla, heykellerle sonsuza taşınacak bir şehadettir bu… İşte denizlere sığmayan bu büyük başbuğ Birgi’de, sayı//9// nisan 84
babasının ve karındaşlarının yanında dinleniyor. Birgi’ye, sadece bu geniş ufuklu kahraman beyin huzurunda ihtiram duruşunda bulunmak için bile gelinebilir… İsa Bey (1360-1402)’in beylik dönemi karışıklıklar içinde geçer. Ondan günümüze kalan Selçuk’taki İsa Bey Camii (1375) mimarlık tarihimiz bakımından önemlidir. Şamlı mimar Ali bin Dımışkî, Şam’daki Ümeyye Camii’nden esinlenerek yenilikler denemiş ve bu camii Osmanlı’nın kuracağı anıtsal camilerin müjdecisi olarak inşa etmiştir. Kahire’de Kalavun hastanesi başhekimi olan Celaleddin Hızır Ali (1335-1423) Beyi Birgi’ye getirmesi, bu tıp adamının şehirde icra-yı meslek etmesini ve eserler yazmasını sağlaması, İsa Bey’in tıp ilmine ve âlimlere olan ilgisini gösterir. Babası Mehmet Bey’in hükümdarlık yılları boyunca Birgi’de onunla birlikte kalan en küçük oğul İsa Bey, ölümünde de buradan ayrılmamış, kendisine hayat veren toprakların koynunda uyumayı sürdürmektedir. Şah Sultan Türbesi… Ulu Cami’nin kıble yönünde şimdi yol ortasında tek başına nöbet bekleyen bir yapıdır bu… Aydınoğlu Mehmet Bey, 1310 yılında vefat eden kızkardeşi Hanzade Hatun için yaptırır bu türbeyi. Vakt-i zamanında cami avlusuna dâhil olduğu anlaşılan bu yapı, şimdi yol-meydanın tam ortasında kalmış. Türbeyi görmeden ve Fatiha okumadan buradan geçmek asla mümkün değil. Hem günün her saatinde insanlarla içi içe, hem meydanın ortasında yapayalnız. Ama her halükârda o da Aydınoğluları tarihinin sonsuzluğa nöbet tutan bir bekçisi gibi… KAYNAKÇA
[1] Behiç Galip Yavuz, Birgi, 4. Baskı, Ödemiş 2011, s. 103-104. [2] http://www.milliyet.com.tr/birgi-ulu-camii-nin-calinan-minber-kapisi-ingiltere-den-nasil-getirtildi-/ekonomi/ekonomiyazardetay/05.02.2012/1498219/default.htm (Erişim: 21.01.2015) [3] Behiç Galip Yavuz, s. 101-102. [4] Çakırağa Konağını merak edenler sanal olarak şu adresten gezebilirler: http://www.3dmekanlar.com/tr/ cakiraga-konagi.html(Erişim: 23.01.2015) [5] Emrullah Yüksel, “Birgivî”, DİA, C. 6. [6] Emrullah Yüksel, “Birgivî”. [7] Evliya Çelebi, Seyahatname, C. 9, YKY, İstanbul 2005, s. 93-94. [8] Kadızadeliler, bundan sonra tarikat ehlinin zikir ve ayinlerine saldırılar düzenlemeye başlarlar. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa (1656-1661) Kadızâdeliler’in katli için ferman alır. Ancak bu ceza sürgüne çevrilerek hare¬ketin liderleri olan Üstüvânî, Türk Ahmed ve Divane Mustafa Kıbrıs’a sürülür, böy¬lece hareketin ikinci safhası sona erer. Aradan 8 yıl kadar geçtikten sonra, Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın sadrazamlığı döneminde
Aydınoğulları Türbesi, Birgivi / Ödemiş hareket sarayda tekrar itibara kavuşur. Paşanın daveti ile Erzurum’dan 1663’te İstanbul’a gelen Va¬nî Mehmet Efendi, Sultan Selim Camii’nde vaaz vermeye başlar. IV. Mehmed’in himayesiyle önce padişahın, ardından Şehzade Mustafa’nın hocası olur. Padişah ve sadrazamın üze¬rindeki etkisiyle saraydaki nüfuzu artan Vanî Mehmed Efendi sûfilere karşı tavır alır. Onun etkisiyle 1666’da Mevlevîler’in yaptığı semâ ve Halvetî dervişlerinin Kadızâdeliler tarafından “tahta tepmek” olarak ad¬landırılan âyinleri, padişah tarafından yasaklanır. 1670’te yi¬ne sultanın çıkardığı bir fermanla mey¬haneler yıktırılır. Vanî Mehmed Efendi’nin karşı çıktığı diğer bir uygulama olan kabir ziyareti de 1667 yılında pa¬dişahın emriyle yasaklanır. Hatta Osman¬lı maliyesinde bir çok örfî vergi bid’at ol¬duğu gerekçesiyle kaldırıldığı gibi diğer vergilerin kütüb-i şer’iyyeye göre top¬lanması emredilir. (Semiramis Çavuşoğlu, “Kadızadeliler”, DİA, C. 24) Ancak daha sonraları hareketin mensupları, Tarihçi Naima’nın deyişi ile: “Ehl-i dünyaya dini âlet ve zühd ü takvâyı celb-i mâle dâm-ı san’at edince” halk üzerindeki itibarları kaybolur. (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, C. 2, İstanbul 1994, s. 202.) 85
Ş ehir
MAVERAÜNNEHİR’İN
FETHİ Maveraünnehir ile Müslümanların ilk teması Hz. Osman dönemine rastlar. Hz. Ömer devrinden itibaren İran’ın ve Horasan bölgesinin büyük kısmının fethi gerçekleşince İslam devletinin sınırları Ceyhun’a dayanmış, zaman zaman nehrin öbür yakasına seferler düzenlenmiştir.
Turgay Enezli
arihteki hadiselerin belli bir bakış açısından nakledilmesi mecburiyeti, sahih metinlere rağmen, bazen tarihî bir vakıayı öğrenmek yahut anlamak noktasında sıkıntılara yol açabiliyor. Nitekim “Maveraünnehir’in Müslümanlarca Fethi” meselesi Batılı tarihçiler için bölgedeki siyasi hâkimiyet mücadelelerinin bir alt başlığı mesabesinde iken Arap tarihçiler için karşıdakini pek de kaale almayan tek taraflı bir askerî operasyonlar silsilesinden ibarettir genellikle. Öte yandan yabancı tarihçilerin Maveraünnehir’i bizim gibi özel bir coğrafi bölge olarak görmeleri de söz konusu değildir. Ceyhun ile Seyhun ırmakları arasında, doğudaki Fergana’dan batıdaki Ürgenç’e kadar uzanan bu bölge, yoğun Türk nüfusu sebebiyle bizim açımızdan ana yurdumuzun sınırları dâhilinde bulunması, millet olarak tebarüz etmemize katkısı ve İslâm’la tanışmamızın zemini olması bakımından önem taşımaktadır. Tabiatıyla Türk tarihçileri “Maveraünnehir’in Müslümanlarca Fethi” konusuna, zaman zaman modernizmin inşa ettiği bir “ulus” anlayışının bulanıklığıyla haleldar olsa da “Türklük” perspektifinden bakmışlardır. Nihayet tepeden tırnağa İslami bir kavram olan “fetih”in zamanla kazandığı “bir yeri savaşarak alma, ele geçirme, zaptetme” karşılığının, asıl anlamı unutturacak kadar ön plana çıkması, “Maveraünnehir’in Fethi” konusunda dikkate alınması gereken başka bir problemdir. Sözlükte “açmak” anlamına gelen “fetih”, İslami bir terim olarak aslında “gayrimüslim belde veya ülkelerdeki küfür örtüsünün kaldırılması, buralardaki insanların kalp ve kafalarının İslam’ın mesajına açık hâle getirilmesi, tebliğe muhatap kılınması” demektir. Savaşla, askerî galebe ile hâkimiyet kurmak yoluyla olduğu kadar, antlaşmalarla, çeşitli usullerdeki davetler ve temaslarla da olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “fetih” olarak nitelenen ilk hadise müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşması’dır. Akdedildiği sırada Müslümanların aleyhine gibi görünen, başlangıçta Ashabın çok büyük bir kısmının hoşnutsuzluğuna yol açan Hudeybiye Antlaşması, Kur’an-ı Kerim’de, üstelik “feth-i mübîn” olarak müjdelenmiştir. “Feth-i mübîn” tabiri “daha ilerisini açan, parlak bir fetih” anlamıyla İslam tarihinde küfrün merkezi mahiyetindeki yerlerin fethi ile, başka fetihlere imkân ve zemin hazırlayan, zincirleme başarıların ilk halkası olan fetihler için kullanılmıştır. Bu sebeple mesela Mekke’nin veya İstanbul’un fethi “feth-i mübîn” sayılmıştır. Sonuçları dikkate alındığında Maveraünnehir’in fethi de hiç şüphesiz bir feth-i mübîndir. Zira Selçuklu ve bilahare Osmanlı’nın temsil
sayı//9// nisan 86
ettiği İslam medeniyetinin kumaşı bu bölgede dokunmuş, Maveraünnehir’de yeniden yeşeren “salim bir İslam” anlayışı Anadolu’dan Balkanlar’a kadar bu coğrafyadan taşınmıştır. Anadolu’nun manevi fatihleri, Osmanlı’nın temelindeki harcı karan Horasan Erenleri Maveraünnehir’den akıp gelen kolonizatör dervişlerdir. Gazi dervişlerin hem Osmanlı kayıtlarında hem de halk arasında Horasan’a izafe edilmesi, Maveraünnehir’in o dönemde Horasan’ın bir parçası gibi görülmesi ve bu dervişlerin Horasan üzerinden gelmesi sebebiyledir. Maveraünnehr’in fethi, bir “İslam aydınlanması”nın menşei olması bakımından da hayli önemlidir. Bölgenin dar’ül-İslam kimliği kazanmasını takip eden ilk iki asırda Farâbî, Harizmî, Birûnî, İbn-i Sina, Buharî, Tirmizî, Darimî, Matürîdî, Dahhak b. Müzâhim, Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Fudayl b. İyaz gibi zirve isimleri yetiştirmesi, fethedilen diğer yerlerde görülmeyen bir bereketliliktir. Maveraünnehir yahut Aşağı Türkistan’ın Müslümanlaştırılması, bu müşahhas neticeleri kadar, belki bunlardan da ziyade, İslam’ın kaderinde oynadığı rol ile bir feth-i mübindir. Fetihten önceki bir asırlık süreçte müşriklerin değil ama “fitne”nin her türünün tasallutundan kurtulmak isteyen Müslümanlar için âdeta ikinci bir Habeşistan veya Necaşî Yurdu fonksiyonu ifa eden Maveraünnehir, fetihten sonra da ikinci bir Medine olmuş; İslam’ın sonraki devirlere salimen ulaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Fakat mevcut kaynaklar Maveraünnehir’in fethini bu veçhesiyle anlamak, bu neticeyi izah etmek maksadıyla okunduğunda tatminkâr bilgiler vermemektedir maalesef. Hatta özellikle ilk dönem Arap tarihçilerinin aktardığı kronolojik malumat, bölgenin İslamlaşmasından sonraki gelişmelerle bağdaştırılamayacak bir mahiyet arz etmektedir çoğu zaman. Şüphesiz bu durum verilen bilgilerin yanlışlığından değil, başta sözünü ettiğimiz bakış açısı tercihinden kaynaklanmaktadır. Bizim tespitimiz odur ki Maveraünnehir’in fethi, yani burada yaşayan insanların kafa ve gönüllerinin İslam’ın mesajına açılması, askerî zaferlerin bir neticesi olmaktan öte hatta belki bunlara rağmen başka saiklerle gerçekleşmiştir. Bu noktadan itibaren söyleyeceklerimiz, sonuçtan hareketle sebepleri bulmaya matuf satır arası okumalarıdır ve elbette başka bir bakış açısının icbar ettiği tahminlerdir. Maveraünnehir ile Müslümanların ilk teması Hz. Osman dönemine rastlar. Hz. Ömer devrinden itibaren İran’ın ve Horasan bölgesinin büyük kısmının fethi gerçekleşince İslam devletinin
Semerkand / Özbekistan
sınırları Ceyhun’a dayanmış, zaman zaman nehrin öbür yakasına seferler düzenlenmiştir. Kaynaklar Ceyhun’u ilk defa Hz. Osman’ın Basra valisi, Peygamberimizin halasının torunu, tabiinden Abdullah b. Âmir’in miladi 650’de; ilk Emevî halifesi Muaviye’nin Horasan valilerinden Hakem b. Amr el-Ğıfarî isimli sahabinin 665’te, Ubeydullah b. Ziyad’ın 674’te veya Said b. Osman’ın 676’da geçtiklerine dair birbirinden farklı bilgiler nakletmektedirler. Yapılan seferlerin mahiyetini dikkate aldığımızda bunların tamamının doğru olması mümkün görünmektedir. Mesela Hz. Osman zamanında Abdullah b. Âmir’in Ceyhun’un hemen güneyindeki fetihlerinden ürken Maveraünnehir halkının anlaşma talebi üzerine diplomatik görüşmeler yapıldığı, Hz. Osman’ın bu görüşmelere binaen bir ahidname yazıp gönderdiği anlaşılmaktadır. Muaviye dönemindeki temaslar ise, Hz. Ali’nin hilafeti sırasında kuzeyden gelen muharip kuvvetlerin Horasan’ın bazı şehirlerini yeniden ele geçirmesi badiresinden sonra tedbir almaya yönelik çabalardır. Nitekim Maveraünnehir’e bundan sonra yapılacak bütün seferlerin üssü olan Merv şehrinde en az elli bin Müslüman Arap’ın bu dönemde iskan edilmesi böyle bir tedbirin işaretidir. Ceyhun’un hemen güneyine yerleştirilen çoğunluğu Benî Temim kabilesinden Arap Müslümanların bilahare nehrin öbür yakasına geçtiğini, bölgenin Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynadığını, 87
Ş ehir
Semerkand / Özbekistan
Siyasete prim vermeyen züht ve takva sahibi Müslümanlarca Maveraünnehir’in kalbine çok önceden girildiğini fark edemeyen, fütüvvet ve melamet ağırlıklı bir tasavvuf anlayışının neden bu bölgede oluştuğunu sorgulamayan, “fetih”i sadece askerî seferlerin sonuçlarında arayan bütün yaklaşımlar dün olduğu gibi bugün de birçok şeyi anlamakta zorlanacaktır.
mesela Semerkant doğumlu büyük hadis âlimi Darimî’nin bu kabileye mensup olması gibi örneklerden çıkarmak mümkündür. “İlk sefer”in Said b. Osman’a izafe edilmesi daha öncekilerin ya çok küçük bir kuvvetle bir nevi yoklama mahiyeti taşımasından yahut önemli bir sonuç elde edememesinden kaynaklanmış olmalıdır. Said b. Osman’ın büyük bir ordu ile gerçekleştirdiği ve çok çetin muharebelere sahne olan bu seferi, bugün Maveraünnehir’in manevî koruyucusu kabul edilen ve “Şah-ı Zinde” diye anılan Peygamberimizin amcasının oğlu Kusem b. Abbas’ın şehadeti yanında bazı ayrıntılarıyla da bölgenin fethi bakımından önem taşımaktadır. Antlaşma şartlarına bağlı kalmalarını sağlamak için bölgedeki aristokrat ailelerin çocuklarından yüzlerce genci rehine olarak yanına alan Said b. Osman, bunları Medine’ye kadar götürmüş; daha sonraki seferlerde de tekrarlanan bu usul, yeniden memleketlerine dönen rehinelerin beraberinde iyi öğrenilmiş bir dini getirmelerine de vesile olmuştur. Ciddi anlamda Said b. Osman’la başlayan Maveraünnehir seferlerinde 705-715 yılları arasında Horasan valisi olan Kuteybe b. Müslim komutasında ilk defa tam bir hâkimiyet tesis edilmişse de bölge sürekli elde tutulamamıştır. Bu coğrafyanın bütünüyle İslamlaşması ve Müslümanların hâkimiyetine girmesi Emevilerin son Horasan valisi Nasr b. Seyyar zamanındadır ve 750’li yıllara kadar uzanır. Neredeyse üç çeyrek asrı bulan bu fetih sürecinde Maveraünnehir,
sayı//9// nisan 88
Horasan’ın bir bölgesi olarak görüldüğü için Horasan valilerinin komutasında Merv’den başlatılan akınlarla defalarca katedilmiştir. Zaman zaman ganimet elde etmek, devlet hazinesini zenginleştirmek, bölgeye yerleştirilen Müslüman Arapların güvenliğini sağlamak, buralara kaçan isyancıları yakalamak gibi sebeplerle düzenlenen bu seferler, daha ziyade Horasan’ı muhafazaya matuftur. Bu sebeple de Halife Ömer b. Abdülaziz devri ile Nasr b. Seyyar’ın valilik dönemi hariç, kelimenin mefhumuna uygun bir “fetih” maksadı gözetilmemiştir. Horasan, farklı etnik aidiyetleri olan gayr-i Arap unsurları, buraya yerleştirilen Arap kabilelerinin iktidar mücadeleleri, konumu, özellikle de Emevi idaresine muhalefeti ile problemli bir bölgedir. Emeviler burasını kontrolde baştan beri zorlanmış, kuzey ve doğudaki akraba kavimlerin saldırı ve müdahalelerinden rahatsız olmuştur. Devletin şartlarının ve iç dinamiklerin Maveraünnehir’in kesin bir hâkimiyet altına alınmasını imkânsız kıldığını bildikleri için de tabii bir engel olan Ceyhun’u, öbür tarafının mümkün olduğunca zararsız hâle getirilmesi gereken bir sınır ittihaz etmişler, Horasan’ı elde tutmaya çalışmışlardır. Bazen karşılıklı katliam boyutlarına varan kanlı çatışmalar, isyanlar, toplu ihtida ve irtidatlarla geçen yetmiş beş yıl boyunca çok kısa süren dönemler hariç Maveraünnehir’de Emevi otoritesinin tesis edilemeyişi, fakat burasının İslam topraklarının periferisinde Müslümanlarca bir çeşit serbest bölge hüviyetiyle biliniyor olması, fethi müyesser kılan başlıca âmildir. Zira Emevi
hanedanının Kureyş’in Hz. Peygamberin de mensubu bulunduğu kolu olan Haşimoğulları ile Sahabe’nin pek çoğuna uyguladığı baskı ve bu çerçevede Hz. Ali ahfadını katletme çabaları muhatapları iki farklı tepkiye sevk etmiştir. Her türlü riske rağmen ülke içinde kalıp siyasi hâkimiyet mücadelesini gizlice sürdürmek veya emin bir beldeye hicret edip fitneye bulaşmamak. Değişik şehirlere giden Sahabilerin varlığını bildiğimiz hâlde, siyasi mücadeleyi seçen daha az sayıdaki Haşimoğullarının tarihin bir aktörü olmakla kayıtlara geçmesi, sessiz sedasız bir köşeye çekilen çoğunluğun yok sayılmasına yol açmıştır. Ceyhun’un hemen güneyinde yer alan Emevi topraklarındaki kabile çekişmelerinden, mezhep propagandalarından, illegal örgütlenmelerden, çıkar çatışmalarından, idarecilerin zulmünden bizar olan Müslümanların, özellikle de Benî Haşim’e mensup fertlerin, suyun hemen öbür yakasına geçtiği kabullenilmezse eğer, Ehl-i Beyt’e son derece saygılı fakat Sünnet çizgisini de titizlikle gözeten züht ve takva ağırlıklı bir İslam anlayışının Mavearünnehir’de nasıl ve niçin oluştuğu izah edilemeyecektir. Kaldı ki Emeviler zamanında Haccac b. Yusuf’un zulmünden, Abbasîler zamanında da “mihne olayı” diye bilinen sorgulama işkencesinden kaçan yüzlerce İslam aliminin Maveraünnehir’e sığınması, Ceyhun’un kuzey sahilinin Müslümanlarca öteden beri bir sahil-i selamet gibi görüldüğüne işarettir. Bunun böyle olmasında şüphesiz bölgenin İslam’ın mesajını özümsemeye yatkın yapısının da büyük payı vardır. Müslümanlarla temasın sağlandığı yıllarda Maveraünnehir irili ufaklı şehir devletlerinin hüküm sürdüğü bir bölge olmakla beraber, gelişmiş bir tarım ve ticaret ekonomisine sahiptir. Yerleşik hayat yaşayan ve yaygın bir şekilde yazıyı kullanabilen Soğd asıllı “dihkan”lar ekonomiyi yönetmekte, yarı göçebe muharip gruplar ise belli bir vergi karşılığında onların güvenliğini sağlamaktadır. Bu düzen içinde insanların etnik ya da dinî aidiyetleri problem edilmemekte, özellikle inançlar konusunda az rastlanır bir müsamahakârlık gözlenmektedir. Bunda bir dinler mozaiği olan bölgenin öteden beri mazlum dindarların sığınağı hâline gelmesinin payı büyüktür. Müslümanların akınlarından iki asır önce Bizans’tan kovulan heterodoks Hristiyanların özellikle Hz. İsa’nın ilahlığını reddeden Nasturîlerin, yine Bizans içlerinden kaçıp gelen bir grup Yahudi’nin buraya yerleşmesi ve bölgedeki kadim dinlerin mistik karakteri, her dinden mazlum ve muhacirlere kucak açan bir geleneği tesis etmiş olmalıdır. Nihayet İpek Yolu güzergâhında bulunan Maveraünnehir’in, bu yolun getirdiği ekonomik canlılık ve refah kadar kültürel alüvyonlarla da zenginleşip derinleştiği bir
vakıadır. Kuteybe örneğinde olduğu gibi Emevi yönetimine isyan eden bazı vali ve komutanlara, çok güvendikleri kabileleri ve askerlerinin ihanetine karşılık bölge ahalisinden oluşan küçük mevali birliklerinin sadakati, Maverünnehir insanının alicenaplığının sık görülen örneklerindendir. Halife Ömer b. Abdülaziz’in bu bölgeye daha önce yerleşmiş Müslüman Arapları Merv şehrine taşıma teklifinin hem yerli halk hem de Araplar tarafından şiddetle reddedilmesi, bu çerçevede değerlendirilmesi gereken önemli bir ayrıntıdır. Tarihî kaynaklar Maveraünnehir’in nihai fethinin son Emevi valisi Nasr b. Seyyar zamanında 750’de gerçekleştiği konusunda hemfikirdir. Bu cümleden olmak üzere otuz yıldır bölgede büyük tecrübe kazanan Nasr b. Seyyar’ın Maveraünnehir halkının şiddete boyun eğmeyen, adalete ve mülayemete meyyal yapısını görüp buna göre davranması, Müslümanlardan cizye alınması uygulamasına son vermesi, Türgiş devletinin yıkılmasıyla yerli muharip gücün zayıflaması, Soğdlu dihkanların istikrar arayışı, nihai fethin görünen sebepleri arasında zikredilir. Fakat aynı kaynaklar tam da bu sırada Ebu Müslim Horasanî önderliğinde artık alenileşen Abbasi ihtilalinin Emevi aleyhtarlığına rağmen Maveraünnehir’de itidal ile karşılanmasını anlamakta güçlük çektiklerini itiraf ederler. Siyasete prim vermeyen zühd ve takva sahibi Müslümanlarca Maveraünnehir’in kalbine çok önceden girildiğini fark edemeyen, fütüvvet ve melamet ağırlıklı bir tasavvuf anlayışının neden bu bölgede oluştuğunu sorgulamayan, “fetih”i sadece askerî seferlerin sonuçlarında arayan bütün yaklaşımlar dün olduğu gibi bugün de birçok şeyi anlamakta zorlanacaktır.
89
Ş ehir
stanbul’a 1978 yılında geldiğimde bugün olduğu gibi kültüre ve sanata hizmet eden çok fazla vakıf ve dernek yoktu. Hepsi beş on kuruluştu, o kadar. 1979 yılında kurulan İstanbul İlim ve Kültür Vakfı da işte o müstesna, dinamik müesseselerden biri idi. Aradan 36 yıl geçmiş. Vakıf bugün göz kamaştıran ilmî hizmet ve faaliyetleriyle Türkiye’nin övünç kaynağı kurumlarından birisidir.
ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ;
İSTANBUL İLİM VE
KÜLTÜR VAKFI İstanbul İlim Kültür Vakfı’nın kuruluş amacı şöyle belirtilmektedir: “Bugün her şeyden önce ihtiyaç duyduğumuz şey, faydalı ilimlerle teçhiz edilmiş, millet ve memleketin hizmetinde hayırlı nesiller yetiştirebilmektir. Mehmet Nuri YARDIM
İstanbul Fatih ilçesinin Vefa semtinde merkezi bulunan İstanbul İlim Kültür Vakfı’nın bir çok ilim, sanat, kültür ve inanç faaliyeti vardır. Şüphesiz vakfın en belirgin hizmeti, Cumhuriyet Devri İslâm âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı, eserleri, fikirleri ve idealleri hakkında her yıl düzenlenen muhteşem sempozyumlardır. İstanbul’da gerçekleşen bu büyük toplantılarda yüzlerce yerli ve yabancı ilim insanının sunduğu tebliğleri, binlerce vatandaş takip etmektedir. İstanbul’un en büyük salonlarında gerçekleşen bu programlar, sadece İstanbul’da değil, İstanbul dışından, Anadolu’dan hatta yurtdışından gelen bir çok vatandaşımızın da büyük bir alakâsı ile karşılaşır. Bu sempozyumların konuları arasında vicdan, tasavvuf, barış, Kur’an-ı Kerim, hikmet, kardeşlik, İslâm düşüncesi, kimlik meselesi gibi konularda uzman kişiler, fikirlerini beyan etmiş ve bu kıymetli düşünceleriyle geniş kitleleri etkilemişlerdir. “İLİM, İMANLA KOLKOLA OLMALI” İstanbul İlim Kültür Vakfı’nın kuruluş amacı şöyle belirtilmektedir: “Bugün her şeyden önce ihtiyaç duyduğumuz şey, faydalı ilimlerle teçhiz edilmiş, millet ve memleketin hizmetinde hayırlı nesiller yetiştirebilmektir. Geçirdiğimiz anarşi felâketlerinin bize nelere mal olduğu hepimizin malûmudur. Anarşinin cahillerden ziyade üniversiteli, yani okumuş gençlerden çıkması, bu ibretli gerçeğin acı bir örneğidir. İlmin ancak imanla kol kola olması hâlinde faydalı olacağına inanıyoruz. Gençlik, bir yandan müsbet ilimlerle aklını aydınlatırken, diğer yandan imanla da kalb ve vicdanını aydınlatacaktır. Akıl ve kalb beraberliğiyle yetişecek nesillerin her yönden mükemmel, dengeli bir kalkınmanın itici gücü olacağına inanıyoruz. İşte, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı olarak, faaliyetlerimizin ağırlık merkezinin ilim ve kültür olmasının sebebi budur. Anadolu’nun pâk sinesinden kozmopolit şehirlere gelen evlâtlarımızı yetiştirebilmek, onlara maddî olduğu kadar manevî imkânları hazırlamakla mümkündür. Bu maksatla, gençliğimize tarih şuuru, vatanperverlik duygusu, yüksek insanî faziletler verecek kültür faaliyeti, toplantı, seminer,
sayı//9// nisan 90
açık oturum gibi çalışmalara önem veriyoruz. Gençliğimizi yabancı kültür istilâsından kurtarıp kişilikli yapacak yol bundan başkası değildir.” GAYRETLİ BİR MÜTEVELLİ HEYETİ Hakka yürüyen Mustafa Sungur ve Mehmet Emin Birinci gibi Bediüzzaman Hazretleri’nin yakın talebelerinin kurucu mütevelli heyetini oluşturduğu vakfın şimdiki mütevelli heyeti ise şu isimlerden meydana geliyor: Mehmet Nuri Güleç (Başkan), Şeref Yıldız, Prof. Dr. Faris Kaya, Kenan Demirtaş, Orhan Gülgün, Rıza Akçalı, Mustafa Çalışan, Mustafa Tuncel, Erdal Cesar, Said Yüce ve Asım Taktak. İcra Heyeti’nin Başkanı ise Prof. Dr. Faris Kaya. Vakfın vizyonu, “Milli, ahlâkî, dinî ve tarihî esaslara bağlı kalarak ilmin ve ilmî çalışmanın yaygınlaşmasını, fertlerin bu esaslara göre yetişip şahsiyet kazanmasını sağlamak ve bu cümleden olarak; akademik, sosyal, kültür ve sanatla ilgili her türlü çalışmaların yapılacağı şartları hazırlamak ve platformlar oluşturmak.” şeklinde özetleniyor. DÜNYAYA AÇILAN PENCERELERİMİZDEN BİRİ Türkiye’de vakıf ve dernekler genelde yerli ve millî hizmetlerin içinde olurlar. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı bu yönüyle daha da temayüz ediyor. İstanbul’daki merkezinde üniversite öğrencilerine yönelik olarak önemli konferans, sohbet ve paneller düzenlenirken, yurtdışındaki insanlara da büyük hizmetler sunuluyor. Sergiler, okuma programları, dersler, kitap çalışmaları, eğitim programları, ziyaretler, doktora ve master çalışmaları, dergi ve makale çalışmaları bunlar arasında sayılabilir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde vakfın danışmanlığında ve desteğiyle onu aşkın doktora ve master tezi tamamlanmış bulunuyor. Bütün bu hizmetlerin yanında düzenli olarak İngilizce ve Arapça olarak ayrı ayrı gerçekleştirilen akademik konferanslar, eğitim ve burs faaliyetleri, çeşitli ülkelerde devam eden kültürel faaliyetler ve diğer birçok çalışmalara da ara verilmeden devam ediliyor. Dünyanın muhtelif ülkelerinden İstanbul’a gelen ve ilimle uğraşan müslümanlar, soluğu vakfın Vefa’daki merkezinde alıyor ve burada kendileri için hazırlanan programlara iştirak ediyor. Malezya, Endonezya, Singapur, ABD, Cezayir, Irak, Ürdün, İspanya, Danimarka, Fransa ve Fas gibi pek çok ülkeden üniversite lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri Türkiye’ye gelirken vakfın kendilerine sunduğu kültürel ortamdan istifade ederek ülkelerine daha donanımlı vaziyette dönüyor. Vakıf, Vefa’daki merkez binası ile Rüstempaşa Medresesi’nde kalıcı olarak açılan “Bediüzzaman Sergisi”, binlerce yerli ve yabancı misafir tarafından ziyaret ediliyor ve çok beğeniliyor. Türkiye’deki üniversitelerde tezli yüksek lisans veya doktora
öğrenimi gören öğrencilere; Said Nursi’nin düşüncesi ve eserleri hakkında tez yazmaları halinde (vakfın www.iikv.org.tr web sitesinde yer alan Vakıf Burs Yönetmeliği’nde belirtilen şartlar kapsamında) burslar veriyor. Vakıftan burs alan talebelerin sayısı her geçen yıl daha da artıyor. KİTAP NEŞRİYATI Düzenlenen panel ve sempozyumların tebliğleri toplanmakta ve bunlar birer kitap halinde dostlara ve okuyuculara armağan edilmektedir. Ayrıca Risale-i Nur ve Tecdit (ulusal sempozyum) ile Risale-i Nur Perspektifinden Dünya Ahiret Dengesi gibi kitaplar yayımlanarak hem faaliyetler kalıcı hale getiriliyor, hem de geleceğin araştırmacıları için birer kaynak oluşturuluyor. Bu arada Vakıf Bülteni adıyla yapılan yayın ile de bu bünyede gerçekleştirilen çalışmalar toplu olarak meraklılara ve okuyuculara sunuluyor. Her yıl Ramazan ayında vakfın mensuplarına ve dostlarına Cağaloğlu’ndaki Rüstempaşa Medresesi’nde iftarlar veriliyor. Bu iftarlarda özellikle farklı kesimlerden insanlarımızın bir araya getirilmesi ve tanışıp sohbet etmesi amaçlanıyor. Böylece milli birlik ve beraberliğimizin tesisine ciddi anlamda katkıda bulunuluyor. Yine bu kabil faaliyetlerden biri de, Ramazan ayında ve Kurban Bayramı’nda bayramlaşmanın vakfın merkezinde gerçekleştirilmesidir. Hürmet, muhabbet, samimiyet, ihlas, uhuvvet ve vefa hisleri bu sayede yaşatılmaktadır. Bugün toplum olarak da bu duygulara çok fazla ihtiyacımız var. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın Genel Merkezi, Vefa’da Kalenderhane Mahallesi, Dedeefendi Caddesi, Cüce Çeşmesi Sokağı, No. 6 adresindedir.
91
“ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMAK”
HATIRATIYLA AHMET YAŞAR OCAK
Ahmet Yaşar Ocak Hoca Kitabı- Arı Kovanına Çomak Sokmak-” unvanıyla Timaş Yayınları’ndan çıkan ve Haşim Şahin’in Söyleşi tarzında hazırladığı hatırat, aynı zamanda İmam-Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü mezunu da olan sahasında dünyaca meşhur tarihçimiz Ahmet Yaşar Ocak hakkında birçok bilinmeyen hatıralara ulaşmamıza vesile oldu. Kitap Tahlili: İsmail KILIÇOĞLU
atıratta Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın ailesi, Yozgat ve çevresindeki dinî, sosyal, kültürel, ekonomik hayat, talebelik ve hocalık yılları ile ihtisas sahasına ait pek çok kıymetli hatırat, tespit ve malumat yer almaktadır. Hoca bilhassa Tek-Parti idaresinin sona erip Demokrat Parti’nin iş başına gelmesiyle başlayan dinî eğitimin kamusal platformdaki serencamına bizatihi dâhil ve şahit olmuş biri hüviyetiyle de çok mühim tespitlerde bulunmakta ve ilginç hadiseler nakletmektedir. İMAM-HATİP DAVASININ GAYRİRESMÎ TARİHİ, MÜCESSEM TİMSALİ “1959 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü açılıncaya kadar İmam-Hatip mezunlarının gideceği bir yüksek tahsil kurumu yoktu. Çünkü bu okulların mezunları o zamanlar sadece Ankara’da bulunan İlahiyat Fakültesi’ne bile kabul edilmiyorlardı. Bu yüzden benim bu okula kaydolduğumu bir şekilde duyan ilkokul öğretmenlerim babamı vazgeçirmek istediler. Okulu tasvip etmediklerinden değil, ama mezunlarının gideceği bir yüksek eğitim kurumu olmadığı, dolayısıyla yüksek tahsil imkânı bulunmadığı için. Öğretmenlerin hemen hepsi de muhafazakâr dindar insanlardı. Babam bu ricaları dinlemedi ve vazgeçmedi. İyi ki de vazgeçmemiş, çünkü aksi halde ben sevdiğim bu meslekte, sevdiğim konularda uğraşabilecek formasyona sahip olamayacaktım. Allah kendisinden razı ve mekânı cennet olsun” (S.74). “Bizim bir kısım aydınlar arasında, basında ve siyaset çevrelerinde bir türlü anlaşılmak istenmeyen veya anlaşılamayan husus tam da şudur: Tek Parti döneminin sıkı ve baskıcı din politikasına bir tepki olarak Demokrat Parti zamanında Maarif Vekili Tevfik İleri’nin öncülüğünde İmam-Hatip okulları açıldı. Her ne kadar Demokrat Parti bunları dinî hizmetlerin görülmesine yönelik eğitim kurumları olarak açmışsa da, oralara çocuklarını gönderen insanlarbabam da dâhil- çocukları imam, müezzin, müftü veya vaiz olsun diye değil, dinlerini, diyanetlerini, kültürlerini öğrensinler, dinlerine bağlı, inançlı insan olsunlar diye gönderiyorlardı. Burada hemen ‘Diğer okullarda ahlaksızlık ve dinsizlik mi öğretiliyordu?’ şeklindeki klasik itiraz akla gelebilir. Elbette-istisnalar hariç- o okullarda dinsizlik öğretilmiyordu, çocuklarını o okullara gönderen aileler, o okullara giden çocuklar, oralardaki öğretmenler de büyük çoğunluğuyla dinsiz değillerdi hiç şüphesiz, ama doğru dürüst din
sayı//9// nisan 92
de öğretilmiyordu. Bu yüzden dindar ailelerce İmam-Hatip okulları tercih ediliyordu. Gerçi fakir köylü ailelerden çocukları okusun, hiç olmazsa bir imam, müezzin olsun, masa başına geçsin, kendini hiç olmazsa kurtarsın diye gönderenler de yok değildi elbette, ama asıl niyet söylediğim gibiydi. Burada bizde yanlış bilinen ve bunun için de hep tartışılan şu hususu açıklamak lazım: Milli Eğitim Bakanlığı hiçbir zaman-tıpkı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sovyetler dağıldıktan sonra Türkî cumhuriyetlerde yaptırdıklarının dışında Türkiye’de hiçbir cami yaptırmadığı gibiTürkiye’nin hiçbir yerinde ne Kur’an kursu ne İmam-Hatip okulu binası yaptırmamıştır. İmam-Hatip okulları ilk başta Türkiye’nin din hizmetlerine katkı sağlayabilecek kadroları yetiştirmek amacıyla açılmıştır. Ama dediğim gibi gerek şehirli gerek köylü ailelerin büyük bir kısmı çocuklarını oraya bu maksatla değil, sadece İslamiyet’i öğrensinler diye verdiler. O zamanki hocalar bu sebeple dersleri çok sıkı tuttular, çok ciddiye aldılar. Çünkü geleceğin büyük âlimlerinin buralardan yetişeceğini, unutulmaya yüz tutmuş İslam gelenek ve kültürünü bu okullardan yetişenlerin yaşatacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden öğrencileri takip ettiler, hal ve hareketleriyle, disiplinleriyle yakından ilgilendiler. Yozgat’taki yaşlı muhafazakâr dindar nesil bize karşı büyük bir sevgi gösteriyordu. Bize geleceklerini kurtaracak insanlar gözüyle bakıyorlardı. “Öğretmenlerimize, hocalara karşı saygımız ve vefamız, geleneksel Müslüman Türk terbiye anlayışından ve taşra aile yapısından geldiği gibi, bir bakıma da aldığımız İmam-Hatip terbiyesinden ileri geliyordu” (s.158). “Bu arada bilinsin diye şunu da belirteyim: Biz fakültede öğrenciyken İmam-Hatip okullarına karşı o zamanlardaki genel havayı bildiğimiz için ne olur, ne olmaz, başımıza bir terslik çıkmasın diye İmam-Hatip okulu, Yüksek İslam Enstitüsü mezunu olduğumuzu kimseye söylemiyorduk. Bizden önceki enstitü kökenli ağabeylerimiz, ‘sakın kimseye söylemeyin, rahat edersiniz’ diyorlardı. Görüyor musunuz? Bu nasıl iştir? TÜRKLERİN MÜZE İLE İMTİHANI: MÜZE MÜZE DEDİKLERİ ÜÇ BEŞ HEYKEL, ÜÇ BEŞ DE TAŞ! “Topkapı Sarayı Müzesi’ne doğru dürüst…ilk ziyaretim beni çok sardı. O günden sonra hemen hemen her hafta Pazar günleri oraya gitmeye başladım. Ama tek başıma gidiyordum genellikle. Benzer bir durumu Fransa’da öğrenciyken Türk arkadaşlarla yaşadım. Ben hafta içi ya Ecole des Langues Orientales veya Bibliothéque Nationale kütüphanelerinde çalışıyordum. Cumartesi ve
Pazar günleri Michelin’in o meşhur yeşil renkli turistik Paris kılavuzunu alıp o müze senin, bu müze benim geziyordum. Türk arkadaşları ısrarla peşime takıp ziyaret etme ihtiyacını duymadıkları o muhteşem müzeleri ben gezdirdim. 1991 yılında çok değerli Osmanlı tarihçisi Prof. Elizabeth Zachariadou’nun başında bulunduğu Institut for Mediterranean Studies’in Girit’te düzenlediği Uluslararası Osmanlı Beyliği Sempozyumu esnasında Türk meslektaşlara meşhur Knossos Sarayı’nı gezmeyi teklif ettim, gelmediler. MUHAMMED TANCİ VE İSTİNSAHIN ÖNEMİ! “[Muhammed Tanci] soyadından da anlaşıldığı gibi, Tancalı, yani meşhur seyyah İbn Battuta’nın hemşehrisi idi. Çok değerli bir bilim adamıydı hoca. Dördüncü sınıfta Mezhepler Tarihi dersimize geliyordu. Derslerini Arapça takrir etmesine rağmen açık ve seçik konuştuğu için rahat anlaşılırdı. Dersleri mükemmel geçerdi. Arapça olarak hazırladığı ders notlarını arkadaşım Mustafa Öz ile ben Türkçeye çevirir, teksir eder, sınıfa dağıtırdık. Ondan çok etkilenmiştim, çünkü diğer hocalarımızdan farklı bir havası vardı. Bu sebeple ona derste ve sonrasında ha bire sorular sorardım. Hafızam beni yanıltmıyorsa, onun İbn Haldun’un Şifâü’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil’i ile iki yazma eserini daha neşrettiğini ve Şarkıyatçılar arasında çok tutulduğunu biliyorum…Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde de hocalık yaptı…Mutezileye eğilimli diye bizim Yüksek İslam Enstitüsü’nde Hoca’yı biraz rahatsız ettiklerini biliyordum. Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu gibi hocalar ondan çok istifade ettiler o zaman… Uluslar arası tanınmış bir oryantalistti Tanci Hoca… İMAM-HATİP VE YÜKSEK İSLAM ESNTİTÜSÜ EĞİTİMİNİN TARİHÇİLİĞE KATKISI “Ben [Enstitüdeki] bu derslerden gerek Arapçamı geliştirmek, gerekse dinî bilimlere biraz ünsiyet peyda etmek bakımından epeyce istifade ettim. Lakin sonradan anladım ki, bu derslerin hiçbirisi bizi ulaşmamız gereken seviyeye ulaştırmaya yetmeyecektir; nitekim ulaştırmadı, yetmedi. Ama daha sonraki gelişmeleri ve benim tarihçilik kariyerimi nazar-ı dikkate alarak buna da şükrediyorum: İyi ki mekânı cennet olası babam beni İmam-Hatip okuluna vermiş, İyi ki o tahsil sürecinden geçmişim. İdeal ölçüde olmasa da iyi ki ben bu dersleri okumuşum. İHL DÜŞMANI BİR LİSE MÜDÜRÜ! “Ziya Güvenen isimli Maraşlı bir arkadaşım benim tarihe olan merakımı görünce, lise bitirmelerine girmemi hararetle tavsiye etti, hatta bana cebir dersi bile verdi. Bunun üzerine ben de 93
Ş ehir
arkadaşımın söylediğini yapmaya karar verdim. İşte o zaman İsmail Erünsal bana Bakırköy Lisesi’ni tavsiye etti: ‘Ben oraya gidiyorum, sen de gel’ dedi. Böylece kaydımı yaptırdım… O benden bir yıl önce diploma aldı ve üniversiteye girdi. Klasik edebiyata meraklı olduğu için Türkoloji bölümünü tercih etti. Beni cebir ve fizikten bıraktıkları için o sene giremedim. Müdür muavini İmam-Hatipli olduğumuz için aslında bize zorluk çıkarıyordu. Bana ‘Ben burada olduğum sürece seni mezun etmeyeceğim’ demişti. Ben de Çorum Lisesi’ne naklettim. Çünkü orada felsefe hocası olarak görev yapan, Yozgat İmam-Hatip ve Kayseri Yüksek İslam mezunu Halis Ayhan isimli hemşehrimiz (halen emekli eğitim tarihi profesörü) vasıtasıyla sınavları orada verdim. Kendisine minnettarım. Ama mezuniyetim ve tabii diplomam Bakırköy Lisesi’ndendir (s.126-127).
hariç, bazı arkadaşlarımın pek hoşuna gitmedi. ‘Tıp Fakültesi varken ne demeye Tarih’e gidiyorsun? Tarih okuyup da ne olacaksın, alt tarafı bir öğretmen olursun’ benzeri sözler söylediler.
TARİHİ ANLAMAYA MİTOLOJİNİN KATKISI VE TÜRK USULÜ SENKRETİZM “Dünya mitolojisi, özellikle de antik Mezopotamya mitolojisi eskiden beri çok ilgimi çekmiştir. Çünkü İslam mitolojisinin en önemli köklerinden birini teşkil eder… Mitolojik kültürlerin tarihsel süreç boyunca İslam toplumları içine özellikle sonradan İslam’a dâhil olan muhtelif halklar tarafından dâhil edildiğini biliyoruz” (s.129).
IRENE MELİKOFF, MELİKOFF ÜZERİNDEN AHMET YAŞAR OCAK HAKKINDA YARALAYICI İSNAD VE İTHAMLAR “Tez konusu Türkiye’den ayrılmadan önce zihnimde şekillenmeye başlamıştı diyebilirim. Oysa çoğu kimse konuyu Prof. Mélikoff’un önerdiğini sanıyor” (s.192). “Türkiye’de tez konusunu bana Prof.Mélikoff’un özellikle verdiğini, kasti olarak bu konuyu çalıştırdığını zannedenler, bunu sağda solda dillendirenler oldu, sanırım hâlâ da var. Onlara göre Prof. Mélikoff dışarıdan, ben içeriden Türkiye’ye zarar veriyormuşuz” (s.241). “Fransa’da yaşadığım dönemde Prof. Melikoff’un imtiyazlı ve istisnai öğrencisiydim diyebilirim” (s.198). “[Melikoff] Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken Adnan Adıvar’ın Türkçe kurslarında matematikçi Salih Zeki’nin oğlu Abdurrahman Sayar’la tanışıp evlenmiş, bu vasıtayla Halide Edib Hanım’ın da üvey gelini olmuş. Evlendikten sonra bir süre Türkiye’de kalmış olduğu için de bilinen biriydi” (s.198).
EV DANASINDAN ÖKÜZ OLMAZ: AKEMDAYADAKİ KISKANÇLIK “Şiilerdeki ve Alevilerdeki Kerbela kültünün Mezopotamya mitolojisi kaynaklı olduğunu bilim çevrelerinde artık neredeyse bilmeyen yok. Lakin bununla ilgili bir tek merhum Metin And’ın çok güzel bir kitabı vardır. Ne ilahiyatçılar, ne de eski tabirle halkiyatçılar, yani folklorcular bu çok bakir ve münbit alanla, yani İslam mitolojisiyle ilgilenmediler… Ancak dışarıdan birileri bu konuya el atar ve bir iki kitap ve makale yayımlarsa, bizimkiler hemen dikkat kesilip en kısa zamanda onları tercüme ederek yayımlar, onları göklere çıkarır, ondan sonra da taklit çalışmalar yapmaya başlarlar. GADRİN KISMETE VE İMTİYAZA TAHAVVÜLÜ: İKİ LİSE İKİ ÜNİVERSİTE: “Bu aslında bana mahsus bir durum değildi. Bazı ağabeylerimiz ve arkadaşlarımız da [Yüksek İslam]Enstitü[sü]’(n)de okurken aynı şekilde hariçten sınavlara girip lise diploması alarak hem enstitüye hem de üniversiteye devam ediyor ve aynı yılda ikisini birden bitiriyorlardı. TIP FAKÜLTESİ YERİNE TARİHİ TERCİH EDEN ADAM “Tarih bölümüne kaydolduğumu söylediğimde, ailemin dışında, akrabamın, hatta Taha Akyol sayı//9// nisan 94
TÜRK TARİHÇİLİĞİNDE FUAD KÖPRÜLÜ’NÜN YERİ VE TENKİTTE İNSAF “Bana göre haklı veya haksız, bugün ona tevcih edilen bütün eleştirilere, kendisinin etrafındaki, yakınlarındaki insanlarla ilişkilerindeki bütün bencilliğine rağmen, Türk tarihçiliğinde Fuad Köprülü’nün yeri doldurulabilecek bir yer değildir. Günümüzde eleştirilen bazı görüş ve yorumları, fikirleri olmasına rağmen, tabiri caizse böyle bir ‘âlim-i küll’’ün Türkiye’ye bir daha gelebileceğini zannetmiyorum ama elbette yanılmış olmayı çok isterim. Gelmelidir de.
CLAUDE CAHEN OSMAN TURAN’I TAKDİR EDİYOR “Bir gün [Clauda Cahen]’e Osman Turan’ı sordum. Bana aynen şunları söyledi, ‘Ben Marksistim, Osman Turan milliyetçidir. Ben onun ideolojisini hiçbir zaman tasvip etmiyorum, fakat bilim adamlığı konusunda Osman Turan’ın önünde saygıyla eğilirim’. Böyle demişti, Osman Turan’ın büyük bir bilim adamı olduğunu söylemişti” (s.201). ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI “[Abdülbaki Gölpınarlı] kendisinin Mevlevî bir aileden geldiğini, daha sonra Alevîliğe, Bektaşîliğe merak saldığını, bir ara Marksist olup sonra geri döndüğünü anlattı uzun uzun. Nihayet, en
sonunda, ‘bugün, Elhamdülillah Müslümanım, abdestimi alıp namazımı kılıyorum’ dedi gülerek” (s.221). “[Abdülbaki Gölpınarlı’ya] Fuad Köprülü’yü sordum. Kızdı, ama anlattı Köprülü ile olan maceralarını. Niçin kızdığını da söyledi bu arada. Köprülü’ye küfürler etti. ‘Bizi kandırdı Köprülü’ dedi. ‘Bölümde bir tek asistanlık kadrosu varmış, hem Fahir İz’i, hem Nihal Atsız’ı, hem Abdülkadir İnan’ı hem de beni kandırdı. Sizi asistan alacağım diye bize çeviriler verdi, bana Farsçadan, Abdülkadir İnan’a Rusçadan, Fahir İz’e İtalyancadan, bilmem kime Arapçadan çeviriler yaptırıp çalışmalarında kullandı, malzemelerini bize toplattı. Ondan sonra da hiçbirimizi asistan almadı’ dedi. BİLGİ KİTAP VE KÜTÜPHANELERDEN ÖĞRENİLİR “Herşey dijital ortamda halledilmez. Bilim üreten bilgisayarlar değildir, insandır, bilim adamıdır. Bilgisayarlar sadece birer araçtır. Bugün gençler arasında bir bilgisayar fetişizmi neredeyse tavan yapmış durumdadır. Bu onlara bir çeşit tatmin sağlıyor. Artık kütüphanelere giden öğrenci tipi neredeyse ortadan kalkmış gibidir. Ödevlerini sadece bilgisayarlardaki sitelerden hazırlar hale geldiler. Kütüphanesiz üniversite olmaz. Unutulmasın ki Batı bugünkü bilimsel, düşünsel ve teknik üstünlüğüne bilgisayar öncesi dönemde kütüphaneler ve laboratuarlar sayesinde ulaştı (s.233). FETHİ GEMUHLUOĞLU İLE YAŞADIĞI ŞAŞIRTICI BİR HADİSE “Doktora konumla ilgili, aklıma çok tipik ve demin anlattığım zihniyeti [önyargıyıcı zihniyet] somutlaştıran, çoğu meslektaşın bana inanmadığı, ama birebir yaşadığım enteresan bir hatıram geldi. 1975 yazında askerlik yapmak üzere yaz tatilinde Türkiye’ye dönmüştüm. Daha önce Fransa’ya giderken Nejat Hoca’nın teşvikiyle Türk Petrol Vakfı’ndan yol masrafımı karşılamak için belli bir miktar para almıştım. O zamanlar vakfın başındaAllah rahmet eylesin- muhafazakar camianın çok iyi tanıdığı Fethi Gemuhluoğlu vardı. Döndüğüm zaman kendisine teşekkür etmek amacıyla vakfın o zamanlar merkezinin bulunduğu İstiklal Caddesi’ndeki ofisine gittim. Duymuşsunuzdur, merhum Gemuhluoğlu’nun tuhaf tavırları vardı, konuşurken birdenbire garip sorular sorar, cevabınızı beklerdi. Cevabınızı beğenmezse, kızar bağırır çağırırdı. Bu tavrı mazur ve meşru göstermek isteyenlerin kullandığı kelime ise ‘celalli’ idi. Bana tezimin konusunu, Fransa’da kiminle çalıştığımı sordu. Ben de Prof. Mélikoff ile çalıştığımı, tez konumun Babaîler İsyanı olduğunu söyleyince, rahmetli son derece bozuldu ve birden
köpürdü, ‘Ne çalışıyorsun ne?’ deyip bağırarak yerinden kalktı, küfürler savurarak üzerime hücum etti. Beni döveceğini anladım. Korktum, odasından dışarı fırladım. ‘papazın çocuğu! Biz bu ülkeyi birleştirmek istiyoruz, sen parçalamaya mı çalışıyorsun?’ diye bağırıyordu. Salondaki hanım sekreterler şaşkınlıkla, ‘Neler oluyor?’ diye bakıyorlardı. Bu son sözlerine çok içerledim, tepem attı birden. ‘bakın, bana istediğinizi söyleyebilirsiniz, ama babama papaz diyemezsiniz, benim babam belki sizden çok daha fazla Müslüman!’ diye bağırdım ve merdivenlerden apar topar inerek kaçtım. Bunları arkadaşlarıma anlattığım zaman kimse bana inanmadı. Belki de yalan söylediğimi zannettiler, bilmiyorum” (s.243244). MEHMET ALTAY KÖYMEN’İN TÜRKLERİN MÜSLÜMANLIĞI KABULÜNE DAİR NAHOŞ BİR BEYANI “Bir ünlü Selçuklu tarihçimiz merhum Prof. Mehmet Altay Köymen, yıllar önce benim de bulunduğum bir toplantıda Türklerin tarihteki en büyük hatasının İslam’ı kabul etmek olduğunu söylemiş, orada bulunanları şoke etmişti. Tabii Hoca’ya bu düşüncesinin nedenini sormaya da pek kimse teşebbüs etmedi nedense” (s.301). SÜNNİLİK-ALEVİLİK: ŞEHİRLİ TOPLUM-KIRSAL TOPLUM “Kırsal toplum ne kadar kentlere ve medrese kültürüne yakın olabiliyorsa o ölçüde ‘Sünnî’, ne kadar uzak ise o kadar eski geleneklerinin ve inançlarının bağımlısı bir toplumdur. Türkmenlerin yaşadıkları ‘Sünnî olmayan’ bu İslam, bilinçli, planlı belli bir teolojik karşı duruş değildir. Bu inanç yaşam tarzlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Onlar da bugünkü geleneksel Alevî gibi kendilerini çok iyi Müslümanlar olarak görüyorlardı. Buna şüphe yok” (s.358). YUNUS EMRE VE FARKLI YUNUSLAR “Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar kitabı olmasa, Türkiye Yunus Emre’yi muhtemelen bu kadar tanımayacak ve bu kadar önemsemeyecekti. Dolayısıyla kanaatime göre Yunus Emre Ortaçağ Anadolusu’nda önemli bir sufîdir ama kanaatimce biraz abartılmıştır. Cumhuriyet döneminde, Mevlana, Hacı Bektaş ve Yunus Emre’ye yapılan vurguyu Cumhuriyet’in yeni ideolojisinde İslam’a biçilen rol ile ilgili görmek lazım. Yeni Türkiye’nin kültürel temellerinin hümanist bir yapıya dayandığını ispat etmek suretiyle Batı’ya bir mesaj verilmek istenmiştir. Bu maksatla, Yunus Emre’yi, Mevlana’yı ve Hacı Bektaş’ı devlet öne çıkarmıştır. Tasavvufun ve tasavvuf çevrelerinin devreden çıkarıldığı 95
Ş ehir
bir dönemde başka sufîlerin değil de sadece bu üçünün öne çıkarılmasının ve devletçe sahiplenilmesinin bence başka türlü izahı olmamalıdır. Yunus Emre’nin kim olduğuna dair döneminden kalma elimizde hiçbir müspet tarihsel kayıt yoktur. Çok sonraki devirlerde bazı tasavvuf kaynaklarında ona dair kısa pasajlar vardır, o kadar. Zaten bu pasajlar onun yaşadığı dönem Anadolusu’nda belli bir yeri olduğu için bu kaynaklarda yer almıştır. Onların dışında elimizde tartışmalı bir Dîvân’ı ve bir de Risaletü’nNusbiyye’si mevcut. İnsanlar bunlardan yola çıkarak bir takım çıkarsamalarda bulunuyorlar. Rahmetli Cahit Öztelli birkaç arşiv belgesinde adı geçen bir Yunus Emre Bey ismine dayanarak bazı yorumlarda bulundu. Fakat bunların da gerçekten Yunus Emre ile ilgili olup olmadığı kesinlik kazanmış değildir. Üstelik buna karşı çıkanlar da var. Kısacası Yunus Emre sadece ve sadece Osmanlı döneminde tekkelerde söylenen bazı ilahileri dolayısıyla bulutsu bir sima olarak biliniyor. Yunus Emre diye birisi var. Ama sadece bir tane değil birkaç tane Yunus Emre var. Yunus Emre’ye nispet edilen ilahilerin çoğu başka Yunus’lara ait. Bununla birlikte Anadolu’da Yunus Emre diye bir derviş vardır, yaşamıştır…. Şahsen Yunus Emre’nin Kalenderî olduğunu tahmin ediyorum. Şayet Dîvân’ındaki ve Risaletü’n-Nusbiyye’sindeki şiirler gerçekten onunsa, bu husus açıkça görülüyor zaten. Fakat muhafazakâr araştırmacılarımız bunu kabul etmezler, tevil yolunu tercih ederler”. MELAMİLİK “Melamilik aslında yalnızca bir tasavvuf meşrebi olmanın çok ötesinde, 16.yüzyıl Osmanlı siyasal, ekonomik ve toplumsal düzeninin bir protestosudur. Bence bu açıdan Osmanlı tarihinde silahlı kıyamlar gerçekleştiren Kızılbaş hareketinden daha önemli bir yere sahiptir. Çünkü Kızılbaş hareketi başlangıçta başka bir devletin güdümünde gelişen bir harekettir” (s.155). “Tezimi bazı Türk arkadaşlarımın yaptığı gibi önce Türkçe yazıp sonra Fransızcaya çevirme hatasını işlemedim. Doğrudan Fransızca yazıp bölüm bölüm Hoca’ya veriyordum. O da tashih edip bana iade ediyordu” (s.205). TASAVVUF TARİHÇİLİĞİNDE METODOLOJİ “Bizdeki tasavvuf tarihçiliğinin bana göre en büyük metodolojik hatası, her şeyden önce tasavvufî hayatın, sadece bir inanç, ritüeller, ve sayı//9// nisan 96
subjektif bir ruhi tasfiye süreci olmasının ötesinde nasıl bir tarihsel sosyolojik vakıa olduğunun sorgulanmaması ve anlaşılmamasıdır” (s.382). “Tasavvufun hiç şüphe yok ki zühd ve takva anlayışı çerçevesinde İslamî bir kökü vardır. Ama teorik tasavvuf büyük ölçüde İslam öncesi Orta ve Uzakdoğu mistik kültürlerinin de tesirlerini taşır. Bunu söylemek Şarkiyatçılık değildir, tarihsel ve sosyolojik bir gerçeğin altını çizmektir” (s.382). ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK ÇALIŞTIĞI İÇİN KINANAN BİR ÂLİM Hocaya gizli Alevî diyen zümre onun 1990’lardan itibaren niçin Bektaşilik ve Alevilik meselesine yoğunlaştığını anlamaya çalışmadığı gibi yaralayıcı, kırıcı isnad ve ithamlarda da bulunmuşlardır. Bu hususta Hoca şunları söylüyor: “Onların nazarında ben Türkiye’yi bölmek isteyenlere ‘içeriden’ destek sağlayan ve dolaylı olarak onların aleti olan biriydim, çünkü ben, ‘Avrupa’dayken Oryantalist çevrelerin iğvalarına kapılmıştım’. Bunlardan ziyade, beni yapılan bu yakıştırmalardan daha çok kızdıran beni bu kadar küçümsemeleri ve hafife almalarıydı” (s.441-442). OSMANLI’NIN BEKTAŞİLİĞE BAKIŞI Bektaşilik inanç yapısı ve ritüelleri itibariyle Alevilikten çok fazla farklı olmadığı halde Osmanlı devleti ona karşı bir tavır almamış, aksine desteklemiştir. Aleviliğe karşı tavrının, onu sürekli kovuşturmaya ve baskıya tabi tutmasının asıl sebebi, son tahlilde inançları değil, İran Safevî Devleti’yle ittifak ederek isyanlar çıkarması ve Osmanlı egemenliğine karşı bir tehdit unsuru haline gelmesidir” (s.443). ALEVİLİK VE HETERODOKSİ “Alevîler, Hz. Ali’nin Ebu Müslim tarafından temsil edildiğine, onun ruhunun bunun bedeninde ortaya çıktığına inanıyorlar. O yüzden de Ebu Müslim Horasanî’yi çok seviyorlar. Aslında solcu Alevîler kendi zihinlerindeki Hz. Ali ile gerçek Hz. Ali’nin aynı olmadığının farkındalar. O nedenle ‘ o bizim Ali’miz değil’ diyorlar, ‘o Ali Arap’tı, savaşçı ve kan dökücüydü, ama bizim Ali’miz yarı Türk, yarı İranlı’ diyorlar. Bunu derken de bir anlamda laik, çağdaş özgürlükçü gibi bir takım modern değerleri öne çıkarmaya, böylece kendilerini Türk ve dünya kamuoyunda meşru bir zemine oturtmaya çalışıyorlar. Bunu bir anlamda ‘postmodern bir teoloji inşası’ olarak kabul edebiliriz. Klasik, efsanevî, mitolojik Hz. Ali’nin merkezde olduğu Alevî teolojisinin yerine post modern bir teoloji inşa edilmeye çalışılıyor” (s.456).