Biz’den…
Şehirler Müreffeh Yerleşimler Olsun Fırsat elde iken bir amel kazan Gül cemalin bir gün solsa gerektir Zevkine aldanma tapma dünyaya Dünya malı burda kalsa gerektir. Cahil bildiğinden hiç geri kalmaz Bin nasihat etsen bir pula almaz Kişinin ettiği yanına kalmaz Herkes ettiğini bulsa gerektir. Genç Abdal Gençliğin ihtiyarlığa payanda olduğu kısacık insan ömrünün; Her yılı her ay’ı her günü, saati, dakikası sayılıdır. Durduramadığımız akreple yelkovan, günü geceye eklerken ortaya koyduğumuz işler, davranışlar, güzellikler veya çirkinlikler sayılı günler ve dakikalar gibi hesaplanıp heybemize yükleniyor. Otuz günde yirmi dört saatin nasıl zaman içinde eridiğini yaşıyoruz. Karanlıklardan bahsedeceğine kalkta bir mum yak diyen Uzakdoğu atasözüne, Mütefekkir İsmail Bey Gaspıralı “Milletin için ne yapmak istiyorsan elinden gelen işle bugün başla” diyerek zamanı , yapılan hayırlı işlerle durdurabileceğimizi öğütlemişler. Elimizden gelen iş; Becerimiz ve bilgimiz dahilinde olan yapabileceklerimiz. İlim sahibi olduğumuz konular. Hiçbir şey bilmiyorsak da, geleneksel ve inanç temelli öğreti dahilinde günlük yaşayışımızı düzenlersek, evimize çevremize örnek insan modeli oluruz, bu davranışlar örnek insandan örnek topluma geçişin yol taşları olur. Şehir hayatında, tarihten gelen izlerin ve medeniyet kavramlarının yaşadığını ve yaşatmamız gerektiğini bilmeliyiz. Kültür bu izlerin bireyler üzerindeki gölgeleridir. Altı-yedi asır önce yaşamış bir bilgenin söz ve davranışları bugün dahi nasıl güncelliğini muhafaza ediyorsa, bugünün genel geçer , kabul gören örnek olan davranışları ve sözleri de asırlar sonrasına gönderilen mesaj ve mektup olarak algılamalıyız. Yaşadığımız her anı sevgi ile, saygı ile dolu dolu yaşamasını biliyorsak kısacık insan ömrünü hiç bitmeyecekmiş gibi bir lezzete büründürürüz.
Taşa vuran su damlalarının ısrarla devam etmesi taşta kendine has biçimlendirme oluşturur. Her insan kendinde iz bırakacak su damlalarına ihtiyacı vardır elbette. Bu izler saygı ile sevgi ile selam ile başlar Kültürün toplamını kuşatırlar. Yaşadığımız alanları; Gökkubbe altında birlikte huzur içinde beraberliklerin olduğu mekanlar yapmalıyız . Dil, Din, Irk mezheb farkı gözetmeksizin bu topraklarda bin yıldır yaşattığımız birlikteliklerin kültürünü yok etmemeliyiz ki şehirler, müreffeh güzide yerleşimler olsun . Bu topraklarda doğmuş, yaşamış, yeşermiş kültür damlaları; İnsanımızı şehrimizi büyüten damlalardır. Yağmurdan kaçar gibi Kültür damlalarından kaçarsak Dünyayı kendimize dar ederiz. Yaşanılmaz kılarız. O kültür yağmurudur, bizi gelecek kuşaklara taşıyan tanıtan, dünyaya gözünü kırpan, övündüğümüz.. Yerinde duramayan musikî ritmini, edebiyatın hecelerini, şiirin veznini kafiyesini, konuşmanın edebini, davranışın şehirlisini, zenaatın mimarinin estetiğini bu kültür yağmurlarında yaşatırsınız. Büyütür, nirvanaya çıkarırsınız. Ya da şehirli olma hassasiyetlerinizi yitirir , Vandallaşır, bütün bu değerleri yok etmeye çalışırsınız. Sizi bizi hepimizi, yaşadığımız dünyada çekemeyenler kıskananlar çoktur elbette, yok ettiğiniz bütün değerleriniz sizi kültür yağmurundan, Vandal bataklığına sürükler. Bütün bu değerler , bizim hassasiyetlerimiz. Kültürümüzü kaybetmek istemiyoruz. Sahip çıktığımız ve koruduğumuz ölçüde kültürümüzle ve kültürlü şehirlerimizle kucaklaşmaya buluşmaya devam ediyoruz. Şehir ve Kültür dergimiz, insanî hassasiyetlerimize, kültürümüze, toplumun birlik ve beraberliğine, öncü kişilerimize sahip çıkan, sevgi ve saygı dolu yazıları ile yeni bir sayısını daha sizlere takdim ediyor. Her zamanki gibi kendimize ve toplumumuza saygıdan eksiklerimizi düzeltip, saçımızı tarıyoruz, aynaya baktık gömlek gravat yerinde, estetik kaygılarımızı çözmüşüz. Güzellikleri ve estetiği sunan bir sayı ile huzurunuzdayız. “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 6 18 24
ŞEHİRLERDE GÖSTERİŞ SARHOŞLUĞU Ersin Nazif GÜRDOĞAN
ANTAKYA’DAN ORDU’YA DOĞRU Ali Arslan CAN
TÜRKiSTAN TASViRLERi
Dr.Kâmil UĞURLU
KENTSEL DÖNÜŞÜMDE UYGULAMALAR İnş.Müh. Ahmet BÜLBÜL
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu
32
BiZ KIRIM’DAN ÇIKANDA İsa KOCAKAPLAN
RÖPORTAJ
40
“MiMARLAR ŞEHiRLERi iNŞÂ EDER, ŞEHiRLER DE iNSANI” Röpörtaj: Samet SURURÎ
43
NECİP FAZIL’IN ANKARA’SI
Mehmet KURTOĞLU
Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan,
46 EDEBÂLi
BiLECiK VE ŞEYH Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV
54
KiTAP AŞIĞI, ŞEHiRDE BiR DOST
TEŞKiLAT REFiK Hulusi ÜSTÜN
62
KAZABLANKA/
MARAKEŞ
Prof.Dr.Ömer ÖZDEN
68MASALI BiR iSTANBUL
9 Nasılsın Haydar ?/ Kamil UĞURLU 10 DERSAADET’TE “FATİH-SÜLEYMANİYE” ULEMÂ SEMTLERİ / Mehmet Kâmil BERSE 14 YUNUS EMRE’NİN DİĞER ŞEHİRLERİ / Mustafa ÖZÇELİK 17 TARİHTE, ŞEHİRLERDE VE DİNLERDE MUSİKÎ / İsmail YILMAZ 27 ANKARA; KOYU GRİ RENKLİ ŞEHİR / Fahri TUNA 28 ŞEHİRLERİN DİLİ/ Recep GARİP 31 KELİMELER / Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU 38 KENTLEŞME VE TÜRKİYE’NİN KENTLEŞME SERÜVENİ / Yavuz SUBAŞI 45 ŞEHİRLERİ BEKLEYEN TEHLİKELER / Ömer Faruk KÜLTÜR 52 ŞEHRİN GELENEĞİNDEN, GELECEĞİNE / Muhsin İlyas SUBAŞI 58 BAYRAK O BAYRAK AMA MİLLET O MİLLET DEĞİL! / Mustafa ATALAR 60 NE ŞEHİRLER GÖRDÜK, KENT OLMUŞ / Mustafa UÇURUM 70 KİTAPLARIN DALGALARLA RAKSI; İSTANBUL’DA BİR YALI CAMİİ / Mehmed BUĞRA 72 GURBET HIRKASINA ŞEHİR NAKIŞLARI/ Mehtap ALTAN 74 “VATANIM KIRIM” -III- / Nazım MURADOV 80 UZUNÇINAR’DA TARİH VE DEĞİŞİM / Doç.Dr. Ali ARSLAN 84 YENİ BİR GELECEĞİN İZLERİNİ TAŞIYAN KIYIKÖY / Ayhan Kazancıoğlu AKDEMİR 86 ŞEHRİN, SANAT SOKAĞINDA GİRİFT BİLMECELER / Abdurrahman ADIYAN 88 HAYALLERİ ZORLAYAN PROJE: HİCAZ DEMİRYOLU / Sabri GÜLTEKİN 90 ŞEHİRLER’İN “MEYDAN” OKUNAN ALANLARI / Erbay KÜCET 92 BİR ÇOCUĞUN KEŞİF YOLCULUĞUNDA; ÇOCUĞU EĞİTEN ŞEHİR / Yıldırım AĞANOĞLU 94 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ; ÇOCUK VAKFI / Mehmet Nuri YARDIM
Nuran iLHAN
Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof. Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof. Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof. Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL.
Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 SefaköyK.çekmece / 0212 624 21 11 Kapak Resmi: TARAKLI / Servet SEZGİN
ütün dünyada tüketim sarhoşluğuna karşı çıkanlar, farklı şehirlerde de olsalar, gönül gönüle, yan yana birlikte yürürler. Dünyadaki gösteriş yollarının sonu ölüme çıkan yollardır.
ŞEHİRLERDE GÖSTERİŞ
SARHOŞLUĞU Tüketime gösterilen sevgi, hayata gösterilen sevgi anlamına gelmez. Hayatın güzelliği, hayattaki insanların güzelliğinden kaynaklanır. Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
Gösterişte yarışan ölümle yarışır. Ülkeler arasındaki, uzaklık ve yakınlık farkının önemini yitirdiği kare dünyada, Siikon Vadisi’nin tüketim ürünlerini, gösteriş tutkunu insanların gözlerini kamaştırıyor. Kısa ömürlü, modelleri durmadan değiştirilen teknolojik ürünler, hayatın ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlarında, köklü dönüşümlere yol açıyor. Tüketicinin üretimi, üretimin tüketimi büyüttüğü ekonomik yapı ve kültürel dokuda, gösteriş tüketimi, büyük bir hız ve yoğunluk kazanıyor. Kare dünyada yeni boyutlar tüketim kültüründe, önemli olan ihtiyaçların karşılanması değil, isteklerin karşılanmasıdır. Tüketim kültürü karınların doymasından daha çok gözlerin doymasına odaklanır. Tüketim kültürünün merkezinde, gözlerini topraktan başka bir hiçbir şeyin doyuramadığı, tüketimi baştacı edinmiş, açgözlü insan vardır. Varsa yoksa gösteriş tüketimi diyen insanı, bir tüketim sarhoşudur, bir tüketim körüdür, bir tüketim bağımlısıdır, gözleri tüketimden başka hiçbirşey görmez. TÜKETİM HAYRANLIĞI Tüketime gösterilen sevgi, hayata gösterilen sevgi anlamına gelmez. Hayatın güzelliği, hayattaki insanların güzelliğinden kaynaklanır. Güzel insanların düşünce ve eylemlerinde güzellik aramak, çirkinlikten kaçınmak, herkesin yerine getirmek zorunda olduğu bir sorumluluktur. İyilik peşinde koşmanın, kötülükten kaçınmanın yeri ve zamanı yoktur. Koşu beşikten mezara kadar devam eder. Güzellik ve iyilikte yarışma uzun soluklu bir koşudur. Koşu, koşu bittikten sonra da devam eder.
*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//12-13// temmuz-ağustos 4
Tüketim insanını tüketim, gösteriş insanını gösteriş yıkar. Bir ağaçtan binlerce kibrit üretilir. Ancak bir kibrit binlerce ağaçtan oluşan bir ormanı yok eder. Kare dünyada herkes tüketimine özen göstermek zorundadır. İnsanlar kibritteki ağacı, ağaçtaki kibriti görmezlerse, bir kibritle bütün ormanı yakarlar. Herkes ihtiyaçlarından önce isteklerini karşılamaya kalkarsa, insan kendi bindiği dalı kendisi keser. Dünyanın kaynakları, insanların bütün isteklerini
karşılamaya hiçbir zaman yetmez. Bir insanın gösteriş tüketiminden vazgeçmesiyle, yalın hayata dönüşümü doruk noktasına ulaşmaz. Ancak amacına ulaşan bütün dönüşümler, bir kişinin eyleme geçmesiyle başlar. Dünyayı tehdit eden tüketim zehirlenmesinin, gösteriş sarhoşluğunun önüne geçmek için, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, herkesin kendisine “Ben gösteriş tüketimine, bugün, burada, şiddete başvurmadan direnmezsem, kim, nerede, ne zaman, nasıl karşı çıkacak?” sorusunu sürekli sormalıdır. Gösteriş dünyasının, göz boyayıcı tüketim ürünlerini, yeri geldiğinde elinin tersiyle uzaklaştırmayanlar, güç sarhoşluğundan hiçbir zaman ayılamazlar. Beyinleri gösteriş tüketimiyle yıkananları, gözlerini açacak. Hiçbir uyarıcı ilaç yoktur. Onlar, sonu büyük yıkımlarla, çıkılan bu yolda, aşırı hızla duvara çarpmadan uyanamazlar. Gösteriş yolu cinnet yoludur. Gösterişe kapılan sele kapılır.
seküler güçleriyle el ele vererek, İslam dünyasını, büyük bir enkaza dönüştürdüler. HARİCİLER VE HAŞHAŞİLER İslam dünyası hem içeriden hem dışarıdan gelen seküler saldırılardan, çok büyük, çok derin yaralar aldı. Sekülerleşme şoku, tarihe yabancılaşma, İslam’ı algılama ve uygulamada ortaya çıkan ayrılıklar, İslam dünyasında geçmişte görülmeyen bir parçalanmaya yol açtı. İslam dünyasının ilk terörist oluşumları, “Hariciler” ve “Haşhaşiler” dünyanın her yanında, yayılmacı işgal güçlerine direnmenin ilham kaynağı oldu. İslam dünyasında yenilenme yolu elbirliğiyle kapanınca, şiddet politika oldu.
İslam dünyası hem içeriden hem dışarıdan gelen seküler saldırılardan, çok büyük, çok derin yaralar aldı.
İslam İspanya’dan bütünüyle, Doğu ve Kuzey Avrupa’dan kısmen çekildiği Batı dünyasına, beklenmedik bir biçimde geri döndü. Aslında İslam Avrupa’yı hiç bırakmadı. Avrupa İslam dünyasından ayrılmak zorunda kaldı.
BATI İSLAM DÜNYASINDAKİ YANGINI KÖRÜKLÜYOR Dünyanın her yerinde, ülkelerin yangın alanına dönüşmesini önlemede, en büyük sorumluluk aydınlara düşer. Aydınlar görevlerini yerine getirmezlerse, bir ülkedeki yangın, bütün ülkelere sıçrar. Julien Benda’nın, “Aydınların ihaneti” kitabında vurguladığı gibi, Avrupalı aydınların iki dünya savaşı arasında, Avrupa’da yükselen emperyal ve milliyetçi akımların yükselişini, engellemedeki başarısızlıkları, bütün Avrupa’yı kan gölüne çevirdi.
Batı dünyasının karşısında, Filistin gibi, yakılmış, yıkılmış, ancak inancını ve direncini yitirmemiş bir İslam dünyası var.
Batı dünyası, İslam dünyasındaki sorunların boyutları ne olursa olsun, seküler dayatmacılığı bir kenara bırakıp, “Herkesin inancı kendine, kimse kimsenin inancını küçümseyemez”, demesini öğrenmelidir. Avrupa’da seküler kültürün yıldızının parlaması, kutsal kültürün ışığının söndüğü anlamına gelmez. Avrupa ve Amerika, İslam dünyasına silah zoruyla, seküler din ihracından vazgeçmezse, Bağdat, San’a, Şam ve Kâbil’deki savaşı, Paris, Londra, Berlin ve New York da taşır.
İslam dünyasında onlarca İsviçre vardır.
Batı dünyası Müslüman ülkeleri Filistinlileştirerek Batı dünyasının güvenliğini sağlayamaz. Amerika Orta Doğu’yu Filistinlileştirmeyi bırakıp, İsveçleştirmeye bakmalıdır. Kare dünyada her ülkenin işgale direnme hakkı tartışılmaz.
Norveç olmak her ülkenin hakkıdır.
“İslam Uygarlığının Buhranı” kitabında, “Son evrensel İslam Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hazin parçalanışı, ardından Avrupa sömürge imparatorluklarının elli yıl içinde dağılması, İslamiyet’in siyaset alanın ulus devletlere dönüşme sürecini tamamladı” diyen Bağdatlı aydın Prof. Dr. Ali A. Allawi, İslam’ın Orta Doğu’da toplumsal hayatın ana kaynağı olduğunu önemle vurgular. Ancak seküler dünyanın büyüsüne kapılan, İslam dünyasının dayatmacı yöneticileri ve Batıcı aydınları, Batı dünyanın 5
Ş ehir
ANTAKYA’DAN
ORDU’YA DOĞRU
TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKAYESİ
-SEKİZİNCİ BÖLÜMDört yıl önüne çıkan bütün dağları aşan Ali için Amanoslar küçük bir tepe gibiydi. Ali Arslan CAN
abib Neccar’dan ayrıldıktan sonra sol tarafında Amanos dağları ve dağlarının sağlam zeminine bastığı için halen ayakta kalan surlara dikkatle bakarak ilerleyen Ali, baba ocağı ana kucağı Ordu nahiyesine ulaşmak için bu sarp dağı aşmak mecburiyetinde kalmamak için bir taraftan da Allah’a niyazda bulunuyordu. Dört yıl önüne çıkan bütün dağları aşan Ali için Amanoslar küçük bir tepe gibiydi. Tezkereden sonra yaşadıkları galiba onu güçsüz bırakmıştı. Esasında Antakya’da bazılarının düştüğü zihni kargaşa onun da kafasını yormuş, biraz da yıpratmıştı. Sonra, yol varsa gidilir dağ varsa aşılır, diyerek bir Antakya yerlisi yani Antekeli gibi hiçbir çıkmaz sokağa girmeden uygun adımlarla hedefine doğru yürümeye devam etti. Yıllar geçse de sokaklarda her şey aynıydı. Fakat insanların yüzlerindeki tedirginlik onlarla içli-dışlı yaşayan, sokakların evcilleşmiş kediköpeklerine bile sinmişti. Adamların yüzüne dikkatli baktığında yüzlerdeki tek belirti soru işaretini ifade eden görünümleriydi. Bu, dar sokaklarda günlük işleri ile uğraşan kadınların simalarından da belliydi. Yabancı biri giriyor diye toparlanan kadınların tavırlarından, yüzlerini başörtülerinin bir kısmı ile kapatmaya çalışanların hareketlerinden ve gidişatı fark eden büyükçe çocukların neşesiz hallerinden kolaylıkla anlaşılıyordu. Geçtiği şirin sokaklar şehrin halet-i ruhiyesini daha iyi yansıtıyordu. Yalnız çaresizlik diye bir şey yoktu hiçbirinin gözlerinde. Çarenin ne olacağını bilseler hemen harekete geçecek bir halleri vardı. Kara Ahmet’in Harbiye yolunun sağındaki sokaklardan gitmesinin bir sebebi vardı elbet. Şehrin merkezi yerlerinden, işgalcilerin çok rahat oldukları ve kendilerini en güvende hissettikleri her hallerinden belli olan bu semtin havasını anlamak gerekirdi. Esasında düşmana yardakçılık yapanların en mebzul olduğu yerdi burası. Protestan ve Katolik Hıristiyanların çoğunluğu İngiliz ve Fransızların taraftarı olmuşlar ve sevinçlerini de saklamak ihtiyacı bile duymuyorlardı. Türklerle dostça yaşamış olan Ortodoks Hristiyanlar şaşkın ve İtilaf Devletlerinin “bizi katılın” taleplerinden korkmuş durumdalar. Simetrik bir mimariye sahip olan kilisenin girişindeki kemerli avluda Ortodoksların da eşit oranda dağılarak oturduklarını eskiden beri düşünen Kara Ahmet, yeni manzara karşısında biraz şaşırmıştı. Herkes ortada girişin önündeki büyük kemerin altında toplanmış, çan kulesi de biraz içe doğru eğilmiş gibiydi. Bu görünüm cemaatin halini en güzel yansıtan bir sahneydi.
sayı//12-13// temmuz-ağustos 6
Antakya Havrası’nın girişi çok sakindi. Yemekleri ile meşhur olan etrafındaki eski canlılık yok olmuş gibiydi. Yahudiler ise ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Antakya’ya gelişleri dahi kırk yıl olmayan Nusayriler, Antakyalıların ifadesiyle Fellahlar için Fransızlar çok hususi faaliyetler yaparak onları yanlarına celb etmek istiyorlar. Az sayıdaki Ermenilerin çoğunluğu, İngiliz ve Fransızların askeri birliklerinde yer alan Ermenilerin de katkısıyla, düşmanın yanına geçmiş gibiydiler. Gerçekte İtilaf güçlerine taraftar olmak yetmiyor, İngiliz ve Fransızlardan her biri grupları yanlarına almak için özel ilişkiler kurup, onları kontrollerine almak için çalışıyorlardı. Herkes için zor günlerdi. Kara Ahmet nihai kararını verdi; “Düşman Antakya’da huzur istemiyor, her cemaat diğeri ile ilişkisini kesmeli, birbirine düşman olmalı. Kavga gruplardan şahıslara yayılmalı…” Neticeyi anlamak güzeldi Ahmet için ama huzur ve barış şehri Antakya için bu bir yıkımdı. “Düşman niye gelir ki yıkım için değil mi” diye söylene söylene yönünü Ali ile buluşacakları Askeri Kışla’nın olduğu tarafa çevirdi. Bu civardaki sokaklarda yaşayanların ekserisi gayrimüslimlerle içli-dışlı yaşayan, hatta onlarla evlilikler yapan Türklerden oluşuyordu. Biraz zengince ve bilgiç geçinen bu Türklerin tavırları da gayrimüslimlerden çok farklı olmazdı. Zaten sesi güzel ,sohbeti tatlı Şakir Hoca bunlar için, Avrupa muhibbi, frenkperest, alafranga kelimelerinin içinde bulunduğu bir çok cümle kurardı. Kendilerini üstün gören bunların ekserisi Cebel-i Akralıları çok sevmez ve yüzlerine olmasa bile arkadan “dağ adamı, hasta eder sağ adamı” derlerdi. Bu ithamvari deyimi hatırlayan Ahmet, “dağlar ve dağlılar olmazsa yaşayacak hava ve mekan bile bulamazsınız, sizi şehirde boğuverirler” diye cevap verdi içinden. Harbiye yoluna paralel yukarı kısımdan ilerleyen Ali, iki defa askere giderken vatan aşkıyla, biraz da gururla gittiği Antakya Kışlası’na bu kere bakmak bile istemiyordu. Orada artık ay-yıldızlı bayrak yoktu artık. İyice köpürdü. “Ülkeye giremeyen düşman şimdi kışlaya bile girmiş” dedi kendi kendine. Bu kışlayı iyi bilirdi, isterse o ecnebi bayrağını alaşağı edebilirdi. “Dur şimdi şeytana uyma, acele işe şeytan karışır, o bayrak sadece indirilmeyi bekliyor” diye karar verdi. Antakya’dan çıkıp Ordu nahiyesine varabilmesinin ilk şartı. Evvela Kışla’nın karşısından Harbiye’ye kadar sade bir vatandaş gibi gidebilmesi için faytona binmesi gerekiyordu. Kışla’yı gördüğünde yönünü aşağıya doğru çevirdi ve Harbiye yolundaki kalabalığa yöneldi. Ali, İngiliz ve Fransızlara yakalanmamak için çok dikkatli davranıyor, etraftaki herkesi süzerek ilerliyordu. Yolun çatal gibi olduğu yerde karşılaştığı bir yiğit
adam Ali’ye dik dik baktı. Bir anda karşısında bittiği için konuşmaktan başka çare yoktu. Ali: -Ne bakıyon? Adam pişkin bir şekilde cevap verdi: -Gözüm kamaştı seni görünce? Ne o el hareketi, şahadet parmağını tetik çeker gibi oynatıyorsun. Bu şahıs tanıdık gibi geldi Ali’ye, ancak uzatmak istemedi. Mesele çıkarmadan gitmek için: -Yok be hemşerim. Sana öyle gelmiştir. -Tanımadın mı Ali, ben Hüseyin el-Mekki. Sağsın değil mi? Yahu sana hep Yasin okudum, vefat ettin diye. Birden Yemen’den Mısır’a kadar canciğer kardeş olduğu bu gerçek dost ve vatanperveri tanıyamadığına üzüldü. Hemen sarıldılar birbirlerine ,çöldeki susuz adam ile suyun kavuşması gibi. İngiliz bombardımanı sırasında Sina’da kaybetmişlerdi birbirlerini. İkisi de birbirinin şehit olduğunu düşünmüştü yıllarca. Bu defa gözyaşları birbirine karışıyordu. Ali: -Daha yapacak çok iş var Mekki… Ne ölmesi… ben de sana ancak bir Fatiha üç ihlas okuyabildim, bilgim o kadar… Hüseyin el-Mekki: -Sen, dostların için şifa; düşman için tam bir bela adamsın. Kardeşim benim. Ali: -Sen benden de bela bir adamsın, aynı zamanda atan Hz. Peygambere yaraşan gerçek bir şerifsin, şerifler zaten böyle olmalı… Nereden geliyorsun? Ne var ne yok geldiğin yönde? Burada dikkat çektiklerini fark eden Ali, Mekki’nin koluna girerek onu dar sokağa doğru çekti. Mekki de durumu fark ettiğinden hemen adımlarını hızlandırdı. Bu durumu gören Kara Ahmet de uzaktan onları takip ediyordu. Hüseyin el-Mekki: -Beni Sina’da İngilizler esir etti. Şeriflerden olduğum için Şerif Hüseyin’e katılırım diye beni serbest bıraktılar. Ben de vatan görevime geri döndüm. Harb ede ede Adana’ya kadar çekildik. Menhus Mondros sonrasında İngilizler İskenderun’dan karaya ayakbastılar. Yıldırım Orduları Komutanı Kemal Paşa, itiraz etti. Maalesef onu görevden aldı İzzet Paşa hükümeti. Artık “İstanbul bizim İstanbul değil” diye anladık. Ağır silahlar Anadolu içlerine sevk edildi. Hafif silahların önemli bir kısmını Amanos ve Toros dağlarındaki güvenilir şahıslara dağıttırdı Kemal Paşa. Yeni bir devre hazırlanıyorlar anlaşılan… Ben gönüllü biraz da yaşlı asker olduğum için hemen terhis ettiler. Mekke’ye dönüyorum. Ali: -Ben de Musul’dan en kıdemli askerlerden olduğumdan hemen terhis edildim. Sabis Paşa da aynen Kemal Paşa gibi davrandı. Bizim yüreğimiz
Türklerle dostça yaşamış olan Ortodoks Hristiyanlar şaşkın ve İtilaf Devletlerinin “bizi katılın” taleplerinden korkmuş durumdalar.
7
Ş ehir
Harbiye yoluna paralel yukarı kısımdan ilerleyen Ali, iki defa askere giderken vatan aşkıyla, biraz da gururla gittiği Antakya Kışlası’na bu kere bakmak bile istemiyordu.
yaşlanmaz ki biz yaşlanalım Mekki. Böyük Komutan ne demişti Filistin’de? “Herkes kendine, ailesine, şehrine, memleketine sahib olsun”. Demek bu günleri işaret etmişti. Her halinden üzüntülü olduğu anlaşılan Hüseyin el-Mekki: -Siz iyisiniz yine. Yeni bir mücadeleye hazırlanıyorsunuz. Bizim durum kötü. Yemen’in Osmanlı Paşası hala orada, Fahrettin Paşa Medine’de. Ancak bizim Şerif Hüseyin hırsından, ihtirasından her türlü haltı yemiş, teslim olmuş krallık ümidiyle… İstanbul’daki hükümet İskenderun’u muhafaza edemiyorsa Medine’yi Yemeni nasıl korusun? Ayırıyorlar bizi içten dıştan. Mekki’nin gözlerinden yaşlar akıyordu ızdırabtan. Gerçekte çok sabırlı bir adamdı. Hiç ağlamazdı. Onu hiçbir zorlukta ağlarken görmemişti, Ali. Ali: -Birleşiriz, bu zalimlere karşı. Engelleyemezler bizim kardeşliğimizi. Hüseyin el-Mekki: -Birleşirler belki evlatlarımız… Belki de torunlarımız. Bilemiyorum… Ali, hakikati görelim. Türk’ü Arab’ı birbirlerinden ayırıyorlar. Arabların kendilerini de birbirinden ayırıyorlar. Batılılar çok çalıştı, bizde işgal çok kavi, beyinleri ve kalblerimizi bile işgal etmeye çalışıyorlar. Sizde ümit var, halk azimli… İnşaallah Türkleri de birbirinden ayırmazlar. Bunların niyetleri kötü. Gördüğüm, bu Mondros ateşkes değil; olmuş bir kardeşkes. Ali, söyleyecek bir şey bulamıyordu. Sadece on dakika önce sevinçten sarılarak ağladığı dosta, bu defa üzüntüden sarılarak ağlıyordu. Esasında Mekki, Ali’den daha fazla ağlıyordu. Ümitsizlik ruhuna işleyen Ali duygularını haykıramadı bile. Bir fısıltı gibi düşüncelerini zihninden geçirdi: Kainatın ortası bu dünya, Dostluğun kalbi bu Antakya, Dünyamın merkezi Cebel-i Akra, Düşman parçalıyor kardeşleri, Can kalmaz ne Türk’de ne Arab’da, Asya’nın bahtı artık kapkara. Ümitsizliğine birden çok kızan ve kendine yakıştırmayan Ali, hemen kendini toparladı: -Kardeşim, bizim için ölüm yok. Biz baki olan cennete gideceğiz. Bunlar şimdi kazanıyor gözüküyorlar ama gidecekleri yer cehennem. Biz burada, siz orada fidanların öldürülmesine izin vermeyelim. Ben Cebel-i Akra’nın başına su taşıyıp körpe fidanları yetiştireyim, sen çölde kendin içmesen de genç fidanları sularsın… Tekrar ayağa kalkana kadar sağ kalınmalı… Olmazsa çocuklar torunlar sağlam bırakmalı… En azından tohumları korumak lazım… Bizden bu kadar, Büyük Hoca’nın dediği gibi gerisi Müsebbibü’lesbaba yani sebeblerin sebebini yaratan Allah’a ait.
sayı//12-13// temmuz-ağustos 8
Ben kendi fidanlarıma senin varlığını anlatacağım ki bir gün kavuşsunlar birbirine… Mekki fazla konuşacak halde değildi. Sadece derin bir “İnşaallah” dedi ayrılarken: -Herkes yoluna, hadi gidip işbaşı yapalım, düşmanın belası. Hiç olmazsa bela olalım onlara. Ali, üzüntüden arkasına bile bakmadan giden bu vefalı dostunun el sallayacak halde bile değildi. Yığılıp kaldı bir köşede. Sonunda Kara Ahmet geldi ve onu derin bir uykudan kaldırır gibi kaldırdı. Ali’nin sanki ruhu gitmiş, sadece cesedi kalmış gibi idi. Ahmet, Ali’nin koluna geçti. Onu faytona kadar bir nevi sürükleyerek götürdü. Fayton Şıhköyü’nden birine aitti. Faytonda Ali’yi gören herkes, onun soluk benzine ve ruhsuz haline bakarak ciddi bir hastalığı olan biri sanıyordu. Esasında bu hal Ahmet’in biraz da hoşuna gitmişti. Zira kimsenin dikkatini çekmeden Harbiye’nin sonunda şalelerinin yanındaki büyük çınar ağacının yanına kadar gelmişlerdi. Bundan sonra yol bir nevi patika gibi, dar ama güvenliydi. Bu arada Ali biraz kendine gelmişti. Sanki dağlarla Ali arasında bir muhabbet vardı. Dağlara doğru yürüdükçe rengi yerine gelmiş iyileşmişti. “Dağların ruhu varsa Ali’nin ruhu ile akrabadır” diye geçirdi içinden Ahmet. Buraların manevi sahibi olduğu söylenen evliya beldesi Şıhköyü’ne kavuşunca Ali iyice düzelir diye düşünüyordu. Hiç konuşmuyorlar, yürüdüklerinin farkında bile değiller, yalnız düşünüyorlardı. Ali, dört yılın savaş muhasebesini yaparak ilerlerken kardeş ve dostlarını hatırlıyordu bir film şeridi gibi. Kardeşim pehlivan Salman neredesin? Kafkas’ta mı Türkistan’da mı? Zarif ,düşünceli kardeşim Hanifi, Teşkilat-ı Mahsusa’yla nerelerdesin? Süveyş Kanalı’nı geçerek demir yolunu tahrip eden ve esir düşen Kara Hasan Mısır’da mı, Malta’da mı yoksa Londra’da mı esirsin? Araklı’dan Of’a gelmiş Hasan Cebioğullarından Enver Paşa’nın yaveri Ishak Çavuş, hangi görevdesin? Sudan’dan Cali kabilesinden Tarık Bin Muhammed hala nerede savaşıyorsun? İstanbul Çarşamba’da İsmet Efendi müridi İdris Kırımi hala Fatih Tatlıkuyu caddesinde mi yoksa Karadeniz’de vatan arıyorsun? Aklına gelenler uzayıp gidiyordu ki birden şehit olan dostlarını hatırladı. Önce üzüldü onların evlerine dönemediklerine. Sonra sevindi onların haline. Şehitler ölmez… Onlar kıyamete kadar mücadeleye devam ederler… Uğruna şehit oldukları vatanın işgalini görmediler… Esasında ölenler yaşayanlardı. Kendisi gibi vatanlarının işgalini görenlerdi…
Nasılsın Haydar ? Önce selam ederim Buraları sorarsan iyiyiz, -Başka ne denir?. Biraderin Mehmet bildiğin gibi, Romatizmaları azdı annenin, İyiye de kötüye de söylenir… Mektubun alev gibi,ateşler gibi, Hiç böyle yazmadın şimdiye kadar Söyle Allahaşkına, ne var? Baştanbaşa koyu hasret mektubun, Nasılsın Haydar? Güz gelende-tasalanma- düğünü yaparız Ekin bitmez ise güney bağlar var Daha olmazsa öküzleri satarız -ki onlar benim kanadım,kolum,Malım –mülküm sana feda ay oğlum.. Bunlar tasa değil anlayacağın, Derdi veren sebebini halkeder. Aman oğlum elalem ne der:
“Tebdil alacağım-üç ay evvel geleceğim “ Diyorsun. Tasalandım,yatamadım kaç gece Uyumadım,düş görmedim kaç gece Be evladım, bir yere mi kaçıyor hatçe?.. Üç ay sana dumanlı dağlar gibi Oysa bugün bir-yarın iki Üç ay dediğin ne ki, Yel gibi geçer Kışla bizim namusumuz, Yere baktırma bu yaşta beni, aman, Tesgere gayrı meyveye durmuş dal Allah tasa vermesin oğlum Sağlıcakla kal.. İmza yerine parmak basan: Baban..
Kamil UĞURLU
9
Ş ehir
DERSAADET’TE
“FATİH-SÜLEYMANİYE”
ULEMÂ SEMTLERİ
“Ağlayın ey millet, bir büyük alim gidiyor. Bir büyük alim değil, bütün bir âlem gidiyor.” Mehmet Kâmil BERSE
Gönenli Mehmet Efendi’nin Kabri
ersaadet’te ulema semtleri; Güzel İstanbul’umuzun tarihi yarımadadaki Fatih-Süleymaniye semtleri asırlardır âlimler,ârifler, bilim adamlarının yetiştiği ders verdiği, kendilerinden sonraki âlimleri yetiştirdikleri uhrevî semtlerdir. Bugünde bu misyonunu korumaktadır. Asırlardır bu sokaklarda ve mahallelerdeki evlerde İlim ve İrfan dersleri verilmiş-alınmış, evlerin sokakların duvarlarına taşlarına bu güzellikler yansımıştır. Gücüm yettiğince Ulema semtlerinin alimlerini tanıtmaya gayret ediyorum. Fatihte ömrünü , ikametini ve hizmetini geçirmiş olan Muhterem Gönenli Mehmet Efendi ile devam edelim. GÖNENLİ MEHMED EFENDİ (MEHMED ÖĞÜTÇÜ) Soğuk bir kış günü idi, Ocak ayının üçüncü günü sene 1991. Kendi evim gibi bildiğim Fatih Camiinde bir öğlen namazı, Perşembe olmasına rağmen caminin içi ve avlusu hiç görülmedik çoklukta cemaat vardı, yirmi bin otuz bin…huşu içinde bir namaz ve ardından cenaze namazı. Üstünde sarığı olan bir tabut, ardında belki yüzlerce hocaefendi , belki binlerce talebesi.. Önde Kuran öğreten hoca ve hocalar,ardında kuran öğrenen ve öğretecek olan talebeler.Dünya ile metafizik bir bağ kurulmuştu Fatih Camiinin avlusunda. Tabutta Merhum Reis-ül Kurra Gönenli Mehmed Efendi, ardında halef selef Reis-ül kura Abdurrahman Gürses hocaefendi.. Namaz kılındı, helallik istendiğinde avludaki herkes biliyorduki asıl hakları helal edecek olan aramızdan ayrılandı. Ve Abdurrahman Hoca herkesin gözyaşı döktüğü anlarda, tarihi cümleyi söyledi; “Ağlayın ey millet, bir büyük alim gidiyor. Bir büyük alim değil, bütün bir âlem gidiyor.”Rahmetli Babamın çok sevdiği dostu,arkadaşı Gönenli Mehmet Efendiyi, Babamın yanına komşu gönderiyorduk, Edirnekapı Sakızağacı şehitliğine..Hakkında bugüne kadar en ciddi çalışmaları yapan ve kitabını yazan değerli aile büyüğüm Recep Akakuş Beyefendinin anlatımları ve yazdıklarından yola çıkarak Gönenli Mehmed Efendi’yi anlatmaya devam edelim. GÖNEN, VE KURTULUŞ SAVAŞI YILLARI Mehmet Efendi 1901’yılı temmuz ayının ilk günü,Gönen’de dört çocuklu bir ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya geldi. Kırım kökenli Selâmetoğulları’ndan Osman Efendi ve Fatma Hanım’ın oğludur. Hocaefendi babasından şöyle söz etmektedir: “Babam hafız değildi ama hafızları seven temiz bir Müslümandı. Haram yemez, harama iltifat etmezdi. Çiftçi idi. Kendi işine bakardı. Bizim terbiyemizle uğraşırdı. Benim için,
sayı//12-13// temmuz-ağustos 10
babama “Sen bunu okut” demişler. Babam da bana Kur’an aldı ve beni hafız yetiştiren Kırımlı Hafız Abdullah Efendiye teslim etti.” İlköğrenimiyle birlikte Kur’ân eğitimine öncelik verdi. Oniki yaşında iken Kırımlı Hâfız Abdullah Efendi’nin nezâretinde hıfzını tamamladı. Kendisi hafızlığının ne kadar kuvvetli olduğunu daha sonra şu sözlerle ifade etmiştir: “Dünyada hiç yazılı Kur’an kalmasa Allah’ımızın inayeti ile eksiksiz, hatasız yeni baştan Kur’an’ı yazabilirim.” Hafızlığını tamamladıktan sonra daha küçük yaşlarda talebe okutmaya, hocalığa başladı. Bundan sonra değişik örgün eğitim kurumlarında öğrenimine devam etti. Herhalde bu vesile ile; 1925’te Serezli Ahmed Şükrü Efendi’den Kıraat ilminde icâzet almasını, bunun yanında muhtemelen Öğütçü soyadını almasında etkili olmuş olan Medresetü’l-İrşâd’a devam etmesini, bu müesseselerin kapatılması üzerine intikal ettiği İmam-Hatip Mektebi’ni 1927’de aliyyülâla (pekiyi) derece ile bitirmesini mutlaka bilmemiz lazımdır. 1930’da Gönen Çarşı Camii İmam-Hatibi olarak göreve başlayan Mehmet Efendi, Burada Fatma Hanım ile evlendi, kısa bir zaman sonra İstanbul’a taşındılar. Mehmet efendi,Gönen’in Malkoç mahallesinde doğmuştur. Mahallede çokça Rum ve Ermeni de bulunmaktadır. Bu sebeple çocukluğunda Rumca’yı öğrenmiştir. Onlarla diyalog kurabilmekte, konuşabilmektedir. Mehmet Efendi Yunanlıların dikkatini çekmiş ve sahte bir sevgi ile kendi menfaatleri için onunla yakınlık kurmaya çalışmışlardır. Bu sahte yakınlık gösterisi sırasında Yunan işgal kumandanından aldığı bilgileri Gönen milis kuvvetlerine aktaran genç hafız Mehmet Efendi, Gönen’in düşman işgalinden kurtulması için verilen mücadele ön planda çalışmış, birkaç kez ölümle burun buruna da gelmiştir. buradaki üç yıllık görevini müteâkip askerlik hizmeti için Gönen’den ayrılmış ve daha sonra da hizmetlerine İstanbul’da devam etmiştir. İSTANBUL VE FATİH HİZMET YILLARI İstanbul’da Hacı Kaftanı. Dülgerzâde ve Hacı Hasan camileriyle Sultan Ahmed Camii’nde imamlık yaptı. En uzun görevi Sultan Ahmed Camii imamlığıdır (1954-1982). Bu sırada Üsküdarlı Ali Efendi’nin vefatıyla (1976) boşalan reîsülkurrâlığı da üstlendi. Resmî görevinin yanında Gönenli Hoca’nın örgün ve yaygın eğitim hizmetleri Kur’an kurslarında fahrî öğretmenlik ve fahrî vaizlik olmak üzere iki grupta ele alınabilir. İlgilendiği kursların başında hepsi de Fatih semtinde olmak üzere Üçbaş Camii Kur’an Kursu, Hacı Hasan Camii Kur’an Kursu (imâret-i Atık Camii ile birlikte) ve Akseki Mescidi’ndeki Hırka-i Şerif Kur’an Kursu gelmektedir. Bunlardan başka İstanbul’un muhtelif semtlerindeki birçok caminin müştemilâtında veya apartman dairelerinde
barınan yüzlerce öğrencinin masrafı da yine Gönenli Hoca tarafından karşılanmaktaydı. Hacı Bayram Kaftanî camiinde görevli iken,1943 yılında Gönenli ,hikmet-i ilahî olarak hapse girmiştir. Bir gece saat 3.00’te kapısı çalınır. Polis onu tutuklamak için gelmiştir. İki gün içerisinde gelip karakola teslim olmasını ister. Gönenli devletine ve kanunlarına son derece saygılıdır. Hayatının hiçbir döneminde kanun dairesinden dışarı çıkmamıştır. Ertesi günü, birkaç parça kıyafet alır, ailesine: -Birkaç gün gelemeyeceğim. Anadolu’ya gidiyorum, diyerek karakola teslim olur. Onu hakikaten Anadolu’ya, Denizli hapishanesine gönderirler. Hapishane müdürü:-İstanbullu Hoca’ya sorun, nereyi istiyor, der. -İdamlıklar neredeyse oraya, olur cevabı. Onu ağır suç işlemiş azılı katillerin bulunduğu 25 kişilik koğuşa koyarlar. Hocaefendi de besmele çekip sağ ayağını da atarak içeri girer. O anda kulağına: “Bugün 1 Muharrem bu sana Allah’tan geliyor.” diye nida olunur. Bu sesi anlatırken Hocaefendi demiştir ki: “Hayatımda o kadar tatlı bir nida işitmediğim için olduğum gibi kaldım. Ne bir santim ileri, ne bir santim geri gidebildim.” demiştir. Orada hemen bir kaside okur: Kahrında da hoş lutfun da hoş Senden gayrı her şeyler boş Koğuştakiler şaşırır, aynı anda Hocaefendi de bir şaşkınlık yaşar. Koğuşağası hemen tahtından inip Hocaefendiyi oturtur. Hocaefendi: -Kardeşim ben burada oturamam, gel otur, der. Koğuşağası: -Hayır Hocam, bundan sonra sen ne emredersen bana söyle, gerisine karışma, der. Diğer katiller Hoca’ya sorarlar: -Hocam sen kimi öldürdün? -Yok kimseyi öldürmedim ama müdür bey “Nereyi istersin?” diye sorunca sizlerle olmak istedim, der. Gönenli’nin isteği, beş vakit namazı cemaatle kılmaktır. Herkes boy abdesti alır ve namaza başlar. Vaaz zamanı vaaz eder. Mahkumlara Kur’an öğretir. Hocaefendi onlarla tek tek ilgilenir. Başlangıçta hepsinin niyeti çıkınca yeniden birisini, hasmını öldürmektir. Yedi aylık uğraşıdan sonra: “Biz buradan çıkarsak değil hasmımıza, Allah’ın bir canlısına zarar veremeyiz.” demeye başlarlar. Sonraki yıllarda Hocaefendi bu mahkumların ailelerinden pek çok teşekkür mektubu almıştır. GÖNENLİ HOCA BEDİÜZZAMAN İLE TANIŞIYOR. Değerli ağabeyim Vehbi Vakkasoğlu, Gönenli hoca ve Bediüzzaman ile ilgili yazdığı bir makalede şu güzellikleri paylaşır; Denizli hapishanesinde Bediüzzaman Hazretleri 11
Ş ehir
de bulunmaktadır. Gönenli gelince: -Hoş geldin Mehmet Efendi, hoş geldin. Kardeşim sen burada lazımdın. Bir imamımız yoktu. Allah onu da gönderdi. Kardeşim Mehmet burada büyük hizmet var. Burası medrese-i Yusufiye, diye karşılar. Bediüzzamanla sık sık görüşür. Mahkemeye gidip gelirler, beraber kelepçelenirler. Bazen Bediüzzaman’a Kur’an okur.Altı-yedi ay sonra mahkemede ikisi de suçsuz bulunur, beraet eder. Gönenli ; “Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.” Orada, zaman zaman Üstad’la görüşme imkânı bulur. Bediüzzaman haber salarak, Kur’an okumasını ister. O okurken, Hazret avludan dinler. Mahkemeye, Bediüzzaman’la kelepçeleyerek götürürler. O günleri, hayatının en huzurlu günleri olarak anlatır. TADI DAMAĞINDA KALAN NAMAZ Tahliye edildikten sonra, bir hafta Denizli’de kalır. İçinde Üstad’la birlikte namaz kılma iştiyakı vardır. Bu arzusuna muvafık olarak, “Gelsin birlikte namaz kılalım” diye davet alır. Ancak, Bediüzzaman Hazretleri’nin kaldığı Şehir Oteli’nin önü kalabalıktır. Orada toplananlar Gönenli Hoca’dan bir vaaz dinlemek isterler. Bunun üzerine Üstad, “Evvela vazifesini yapsın, sonra gelsin, namaz kılalım” der. Bu namaz, nasıl doyumsuz bir ruhanî lezzet bırakır ki yüreğinde, yıllar sonra Üstad İstanbul’a gelince, onu Fatih Camii’ne davet eder. Bediüzzaman bu daveti şu şartla kabul eder: “Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim.” Gönenli Hocamız bu müjdeyi heyecanla karşılar ve hemen hünkâr mahfilini hazırlatır. Üstad gelir ve imamlığında namaz kılınır. “Onu bu beldenin şeyhülislamı kabul ettim” Bediüzzaman, Gönenli Mehmed Efendi’yi ziyarete gittiğinde şöyle der: “Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vaciptir. Mademki bu kardaşımız Kur’an’a hizmet için ortaya çıkmış, ben de onu bu beldenin şeyhülislamı kabul ederek ziyarete geldim. Biz Kur’an’ın manasına çalışıyoruz, Gönenli Mehmed Efendi de lafzına çalışıyor.” O derin dostluk da doyumsuzdur elbet. Hocaefendi sürekli davet eder Üstad’ı. Ama o kararlıdır. Evlere gelmez. Üstelik hep haber gönderir: “Söyleyin Hafız Mehmed’e… Sakın, sakın yanıma gelmesin!” Fakat gönül ferman dinlemez. Gönenli Hocamız şöyle düşünmekten kendini alamaz: “Ya Rabbi! Bu zatın bende hiç kısmeti yok mu?” Nihayet, dilek dualaşır, dua gerçekleşir. Bir Kurban Bayramı, sabah namazından sonra, evinin kapısı çalınır. Bir ses gelir hemen peşinden: “Muhammed Kardaşım! Muhammed Kardaşım!” Çıkıp bakar ki, Üstad… sayı//12-13// temmuz-ağustos 12
Hasretle boynuna sarılır ve der ki: “Sen Kur’an’a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri taciz ediyorlar. Seni de taciz etmemeleri için, yanıma gelmesin diye haber gönderdim… ” Sonra da yanındaki talebesine, “Ver kabımı da, kısmetimi versin” der. Böylece bir tatlı keramet zahir olur. O sırada evinde yumurta tatlısı vardır, Üstad’ın kabına ondan koyar. BEKİR BERK’İN İMDADINA YETİŞİR Aradan yıllar geçer. Bediüzzaman Hazretleri, rahmet-i Rahman’a kavuşur ama hizmeti gelişir, genişler. Fakat şer cephesi de boş durmaz. Mahkemenin biri bitmeden diğeri başlar. O üst üste yığılan davaların bir mücahit savunucusu vardır: Avukat Bekir Berk… Yine netameli bir dava için koşturur. Paranın kıt, uçağın çok pahalı olduğu 60’lı yıllardır. Havaalanına gelir. Biletini alır. Cebinde geriye para neredeyse kalmamıştır. “Eyvah!” der ama yapacak bir şey yoktur. Uçakta, “Ben şimdi ne yapacağım?” diye üzülür. Çünkü duruşmaya yetişmek için taksi parası bile yoktur. Başını derin bir hüzünle koltuğa yaslar, gözlerini yumar. Bir süre sonra, tatlı bir selamla gözlerini açar. Tepesinde dikilen Gönenli Hocamızdan başkası değildir. Elindeki bir tomar parayı, avukatın cebine sokuverir. Bekir Berk ne diyeceğini bilemez. Şaşkınlığı had safhadadır. Neden sonra, Hızır gibi yetişen hocamıza teşekkür için kalkar, etrafa bakınır, onu bir türlü göremez. Çevresindekilere sorar. Kimse bir şey görmemiştir. Uçakta bir gidip gelir, hocayı bulamaz. İstanbul’a döndüğünde, hocamızı ziyaret eder. Ama uçakta verdiği para için teşekkür edemez. Çünkü Gönenli Hoca hep, “Ne uçağı kardeşim, ne parası?” der. Yeraltı Camii İmamı Ali Üsküdarlı’nın vefatı üzerine, Reisü’l-Kurrâlık makamına getirildiğine ve bu emaneti de, ölümüyle Bâyezid Camii İmamı Abdurrahman Gürses Hoca’ya intikaline kadar koruduğunu ifade etmemiz gerekir. Fakat hiç şüphesiz Gönenli Mehmet Efendi’nin tanınmasına ve ölümünden sonra da milyonlarca seveninin gönüllerinde yaşamasına, kendisiyle ilgili kitaplar yazılmasına, vakıf kurulmasına, adına külliyeler bina edilmesine neden olan çalışmaları bunlardan da ötede onlar da Kur’ân öğretimine olan katkısı ve vâiz olarak gerçekleştirdiği fahrî ve çok yoğun, hizmetleridir. Gönen bir hoca ve hâfız diyarıdır. Gönenliler Allah’ın kitabına onu okumak, hıfzetmek ve öğretilmesine katkıda bulunmak yolundaki çabalarıyla tanınırlar. Küçük bir köyünde, bir hocanın çevresinde, onun gayret ve himmetiyle, fakir de olsa cömert insanlarımızın maddî destekleriyle on, onbeş hafızın yetişmesi Gönen ve Gönenliler açısından gayet sıradan bir durumdur. Gönenli Mehmet Efendi’nin Kur’ân okutmaya
olan katkısı 1940’lardan başlayarak yoğun bir biçimde 1980’lere ve daha sonrasına ulaşır. Hocaefendi bir sohbetinde Kur’an Kurslarını nasıl kurduğunu anlatmıştır. Kendi çocuklarına Kur’an’ı evde öğretmeye devam etmektedir. Bir polis cadde ortasında: “Hoca sen çocuklarına Kur’an öğretiyormuşsun!” diye ulu orta laf eder. Hocaefendi de:-Evet, doğru. Elimden gelse bütün İstanbul halkına, dağına taşına öğretmek istiyorum, der. Osman Selvi bir hatırasını anlatır; Hacı Bayram Kaftani Camiinde talebe sayısı yediyüz sekiz yüze çıkmıştı. Hocamızın vaazları da devam ediyordu. Bir gün: -Çocuklar çok bunaldım. Evdeki halıları sattım. Yine de 20.000 TL borcumuz var. Siz dua edin de ben amin diyeyim. Bu borcumuz ödenecek, der ve orada dualar edilir. Duadan sonra bahçeye çıkarlar. İki kamyon gelmiştir. Gelenler; -Biz Nuri Topbaş’ın çocuklarıyız. İaşe, 400 çift lastik ve 20.000 TL getirdik.Hocamız bir “Allah” çekti, sanki kubbe yıkılacaktı.
Hocaefendi gayet rahattır: -Sen Allah demesini bilirsen, Allah sana da verir. O esnada Edirne’den bir misafir gelir. Bir Hacıefendi Gönenli Mehmet Efendiye yardım etmek istiyor diyerek, parayı çıkarıp verir. Vali çok şaşkındır: -Ben de sana artık elimden gelen yardımı yaparım, der. Hocaefendi, hizmetlerin devamından başka bir arzusu olmadığını söyleyerek valiye teşekkür eder.
Herkesin bir cebi ve cüzdanı vardır. Kazanırız, ihtiyaçlarımız için harcarız. Gönenli Hoca’nın da kendisi için bir cebi vardı, ama Kur’ân öğrencileri, hatta ulaşabildiği bütün muhtaçlar için de ayrı bir cebi bulunuyordu. Birinciden yani şahsî hesabından öğrencilere aktarılır, ama tersine bir akış asla söz konusu olamazdı. Hasılı bir Kur’ân öğretici olarak Gönenli Mehmet Efendi, uzun mesaîsinin büyük bir kısmını, hatta bir yerden bir başka yere giderken iki kulağıyla iki değişik talebeyi dinlemesi şeklinde, bu hizmete tahsis etmişti. Bu çabalarının neticesinde Hz. Peygamber’in hadisindeki; “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir” hakikatının sırrına mazhar olmuş olmalıdır. Gönenli Mehmet Efendi’nin Medresetü’l-İrşâd’da okuduğunu ve medreselerin kapanması üzerine buradan İmam Hatip Mektebi’ne intikal ettiğini ifade etmiştik. Hoca’nın çok iyi bildiği nakledilen Fransızca’sının da kaynağı olması gereken bu mektep, onun hayatını bu istikamette düzenlemesinde de etkili olmuştur. Nitekim o karşımıza farklı bir vâiz olarak da çıkar. O vâizliği memuriyet olarak değil, hizmet düşüncesinin gereği olarak yapmıştır. 7 Temmuz 1982’de Sultan Ahmed Camii imamlığından emekli olduktan sonra da hayır ve irşad hizmetlerine koşmaktan geri durmadı. Zamanın İstanbul Belediye Başkanı ve Valisi Fahrettin Kerim Gökay bir gün Hocaefendiyi çağırır: -Duydum ki, sen talebe okutuyorsun. Nereden buluyorsun bu kadar çok parayı? Hocaefendi: -Allah veriyor, der. Valinin cevabı ilginçtir: -Allah bana da versin.
Alimler, onun hakında güzel ifadeler de bulundular; Ben onu sevmeyen Salih görmedim. (Emin Saraç) 1931’de Konya’ya geldiklerinde görmüş ve ellerini öpmüştüm. Gönenli Hocaefendi benim hatırımda; gayet güzel giyinen, temizliğiyle, eldivenleriyle, hatta sarığını alnının üzerinden sarışıyla dikkatimi çeken ve güzel Kur’an-ı Kerim okuyan bir hocaefendiydi. Bu Hocaefendi, ömrünü talebe yetiştirmekle geçirmiş olan, nur yüzlü, gayret ve himmetle hiçbir vazifeden geri kalmayan fedakar bir kimseydi.” (Ali Ulvi Kurucu) Bir zaman Ankara’daydım. Orda bir tüccar vardı, şimdi rahmetli oldu. Gönenli Mehmed efendiye çok bağlıydı. Onu ziyaret ettim. Baktım, Gönenli Mehmed efendi de oradaydı. Elini öptük, oturduk, beraber yemek yedik. Dedi ki; “Senin Dar-ül harp Nedir adlı eserini okudum. Sana o kadar çok dua ettim ki... (Mehmed Kırkıncı) Rasul-i zişana yakın olduğunu biliyordum ama yakınlığının derecesinden haberim yoktu. Rasul-i zişanla diz dize yakınlık kesbettiğine yeni muttali oldum. (Nakşi meşayıhından merhum Abdülhay Öztoprak Efendi)
GÖNENLİ HOCA, VAAZLARINI GENELLİKLE KADINLARA VERİRDİ Gönenli’nin vaazları da, vaaz ettiği mekânlar ve hitap ettiği cemaat de özellikli idi. O bilhassa küçük, kenarda kalmış, belki de hocaların iltifatına fazlaca ulaşamamış semtlerin camilerini tercih ediyordu. Hacıhüsrev bu durumun pek dikkat çekici bir örneği değil midir? Hoca’nın cemaati de özellikle hanımlardı. Çünkü eğitime, dinî öğretime onların bilhassa ihtiyacı vardı.
AĞLAYIN EY MİLLET BÜYÜK BİR ALİM GİDİYOR Gönenli Mehmet Efendi, ömrünün sonuna kadar hizmetlerine ara vermedi.2 Ocak 1991 de hakka yürüdü. 3 Ocak 1991 Perşembe günü on binlerce kişinin takip ettiği tabutu Fatih Camii’nden Edirnekapı Kabristanı’na giderken, cenaze namazını kıldıran Hafız Abdurrahman Gürses şöyle seslenmekteydi: “Ağlayın ey millet, bir büyük alim gidiyor. Bir büyük alim değil, bütün bir âlem gidiyor.” Fatih-Süleymaniye Ulema Semtleri bir yıldızını daha kaybediyordu.
13
Ş ehir
YNUS’UN ŞEHİRLERİ
YUNUS EMRE’NİN DİĞER ŞEHİRLERİ Şehir ve Kültür’de on bir sayıdır Yunus Emre’nin mezar/makamlarının bulunduğu şehirlerden söz ediyoruz. Bahsini ettiğimiz bu şehirlerin her birinde bir Yunus makamı olduğunu biliyoruz. Ancak bu şehirlere birkaç yer daha ilave etmemiz gerekiyor. Zira son yıllarda bu şehirlere yenileri de eklenmiş bulunmaktadır. Mustafa ÖZÇELİK
Yunus Emre Düşeği ( Yeşil Direk’in girişi) Kutlu Özen Arşivi 1990
İVAS/ EMRE KÖYÜNDEKİ YUNUS EMRE Sivas’ta bir Yunus Emre makamı var mıdır? Konu ile ilgili kaynaklara bakıldığında böyle bir bilgiye rastlanır. Bundan ilk olarak söz eden Abdülbaki Gölpınarlı Hoca, konu ile ilgili eserinde Sadettin Nüzhet Ergun’dan rivayetle böyle bir mezardan bahsedildiğini belirtir. İşte bu bilgi, sonraki bütün kaynaklarda da yer alır ve böylece Yunus’un şehirleri arasına Sivas da katılır. Ne var ki sonraki çalışmalarda bunu yazılı bir kaynakla teyit etme imkanı bulunamamıştır. Buna rağmen Yunus Emre’nin şehirleri arasına Sivas’ı da katmamız gerekiyor. Bunun önemli iki sebebi var. İlki Yunus’un Divanı’nda geçen: Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcuvan Maraş u Şîrâz Gönül sana Bağdat yakın âlemlere divanesin Beytinde Sivas isminin geçmesidir. Bunu şöyle anlamak gerekir. Yunus Emre, bilindiği üzere gezgin bir şairdir. Zaten bu beyti onun seyahat ettiği yerleri göstermektedir. Bunların arasında Sivas’ın da olması onun bu seyahatler esnasında Sivas’a da uğramış olma ihtimali ve vefatından sonra da hatırasına hürmeten burada kendisine bir makam ihdas edilmiş olmasıdır. Bunu destekleyecek bir durum da şudur: Sivas, o yıllarda Konya, kayseri, Niğde gib,i önemli bir kültür merkezidir. Ondan önce Mevlana, Sarı Saltık, Hacı Bektaş Veli gibi büyüklerin Sivas’a gelmeleri Yunus’un da buraya gelmiş olabileceğin ihtimalini güçlendirir. YUNUS EMRE DÜŞEĞİ Sivaslı Yunus Emre konusunda daha geniş malumatı ise Kutlu Özen’in iki makalesine borçluyuz. Onun “Alevi-Bektaşi Edebiyatında Emreler” ve “Hafik Emre Köyündeki Yunus Emre Düşeği” makaleleri bize Sivaslı Yunus Emre konusunda aydınlatıcı bilgiler vermektedir. Bu bilgilerin belgelere değil halk söylencelerine dayalı olduğunu da burada belirtmiş olalım. Öyle de olsa bu Yunus Emre gibi şahsiyetlerin hayatı konusunda söylencelerin de bir tür belge sayılabileceğini kabul etmek gerekir. Zaten onun hakkındaki bilgilerimizin tamamı söylencelere dayalı değil midir? Konuya dönecek olursak şunları söyleyebiliriz. Bu söylencelere göre Sivastaki Yunus Emre makamı o bölgedeki söylenişiyle düşeği Sivas-Hafik karayolu üzerinde olup ilçeye 15. km. uzaklıktadır. Yine yukarıda yaptığımız yorumdaki gibi Yunus Emre seyahatleri esnasında buraya gelmiş ve bir müddet bu köyde kalmıştır. Hatta söylenceler
sayı//12-13// temmuz-ağustos 14
Yunus Emre Camii - Tire
bu durumu “Göz dede” adındaki su kaynağında Yunus’un Hızır’la buluşması şeklinde yorumlarlar. Buna göre Tabduk Emre’ye kırk yıl hizmet eden Yunus Emre, bir türlü olgunlaşamadığını görünce tekkeden gizlice ayrılır. Yolu dağlar, ovalar düşer. Derken şiirinde de belirtildiği gibi yolu Sivas’a da düşer ve şimdiki Emre köyüne kadar gelir. Burada biraz dinlenmek ister. Daha sonra köyün kıyısından geçmekte olan Banaz deresi boyunca ilerlemeye başlar. Daha sonra dere yatağında bir kişinin daha yürüdüğünü görür. Bu zat, Hızır Peygamberdir. Hemen peşinden koşar ve suyun gözesinde ona yetişir. İşte söylencelerin anlattığı bu hikayeye istinaden Emre köyünde bir mekan inşa edilerek buraya Yunus Emre düşeği adı verilmiştir. Burası aynı zamanda “Yeşil Direk” adıyla da bilinir ve adak yeri olarak kullanılmaktadır. Kutlu’nın verdiği bilgilere göre bu mekan toprak damlı bir köy odası şeklindedir. Binanın tavan örtüsünü dört metreye yaklaşan ardıç direkleri tutmaktadır. Bu direklerden biri üzerindeki örtünün renginden dolayı “Yeşil direk” olarak bilinir ve kutsal kabul edilir. Kutsallığı da bu direğe Yunus’un veya Hızır’ın sırtını dayanmasından gelmektedir. Emre köyündeki bu mekanın adak yeri olarak kullanılmasını dışında bir tedavi merkezi özelliği de taşıdığı felç, sara gibi hastalık geçirenlerin buraya getirildikleri bilinmektedir. Yine kutsal günlerde ce Cuma akşamlarında buranın ziyaret edilmesi, mum yakılması ve lokma dağıtılması da yaşatılan ritüeller arasındadır. Tabi ki buranın bir kabir/mezar değil Yunus Emre’nin bir süre kaldığı yer olduğunu burada bir kez daha belirtmiş olalım. Dolayısıyla Gölpınarlı’nın Sadetin Nüzhet’ten aktardığı mezar bugün için yoktur. Fakat köydeli “Gök Dede” denilen bir adak yerindeki Gök Dede türbesinin Yunus Emre’ye ait olduğunu ileri sürmekte iseler de bunun doğru
olabilme ihtimali görünmemektedir. Buna göre Emre köyünü Yunus’un makamının bulunduğu bir yer olmanın ötesinde ziyaret ve kısa süreli ikamet hatırasının bulunduğu yer olarak düşünmek gerekir. SİVAS CÖNKLERİNDE YUNUS EMRE ŞİİRLERİ Kutlu Özen “Alevi-Bektaşi Edebiyatında Emreler” başlıklı yazısında da Yunus Emre’yle ilgili malumata yer vermektedir. Fakat ilkinden farklı olarak bize Sivas’ta derlediği cönklerden de söz eder. Bu yazıyı konumuz açısından ilginç kılan yeri ise bu cönklerde Yunus’un şiirlerinin de yer alıyor olmasıdır. Konu hakkında bilgi vermesi açısından onlardan birini buraya alıyoruz.
Emre köyündeki bu mekanın adak yeri olarak kullanılmasını dışında bir tedavi merkezi özelliği de taşıdığı felç, sara gibi hastalık geçirenlerin buraya getirildikleri bilinmektedir.
Günaha gark oldu başım Medet ey sultanım Allah Sana malumdur her işim Medet ey sultanım Allah Şeytan işine bandırma Tamu oduna yandırma Yönüm kıbleden döndürme Medet ey sultanım Allah Mizan terazi kurunca Hak Hazreti’ne varınca Her millet saf saf durunca Medet ey sultanım Allah Derviş Yunus söyler ayan Sıdk ile Allah diyen Mahrum kalmaz Allah diyen Medet ey sultanım Allah KONYA/KOÇAŞTAKİ YUNUS EMRE Koçaş, Konya’nın Doğanhisar ilçesine bağlı bir belde. Burada yaşayanların kanaatine göre Yunus
15
Ş ehir
Yunus makamının olabileceği şeklinde bir kanaate yol açmıştır. Bu kayıtlarda “Cami-i Şerif-i Yunus Emre der-Tire” şeklinde geçmektedir. Aynı şekilde Yunus’un şeyhi olan Tabduk Emre’nin Tiredeki balım Sultan türbesinde yatmakta olan Lütfullah Çelebi’nin soy zincirinde olması da böyle bir kanaatin oluşmasının diğer bir sebebidir. Fakat burada bir makam değil Yunus Emre adını taşıyan bir camii bulunmaktadır.
Kutlu Özen “Alevi-Bektaşi Edebiyatında Emreler” başlıklı yazısında da Yunus Emre’yle ilgili malumata yer vermektedir
Emre’nin asıl mezarı buradadır. Dahası Koçaş’ta sadece Yunus Emre’nin değil hocası Tabduk Emre’nin ve Yunus Emre’nin eşi Şeker Hatun’un Yunus Emre’nin en yakın dostu Muhammed Bin Fadıl’ın kabirleri de buradadır. Yunus’un kabri ile ilgili temel kaynaklarda adı geçmeyen Koçaş’ta bu iddianın dillendirilmesi yakın zamanlara rastlıyor. Özellikle bir dönem müstakil belediye olan Koçaş’ta bu süreç içinde belediyenin bu konuyu gündeme getirmesiyle Yunus’un şehirleri arasına Koçaş’ta eklenmiş bulunmaktadır. Koçaşlılar’a göre tarihsel olaylar ve gelişmeler de bun iddiayı doğrulamaktadır. Buna göre Koçaş KonarGöçerler için Ankara-Eskişehir ile Alanya-Antalya hattı arasında Yörük Türkmen cemaatlerinin geçiş noktasında bulunmaktadır. Buna göre Yunus Emre’nin aşireti Sarılar oymağı da bu yolu kullanarak Sivrihisar-Sarıköy çevresinde yaylamış ve o köyü (Sarıköy) kurmuşlardır. Yine bu köydeki camiinin de Yunus Emre adına yapılan bir cami olduğunu ileri sürmektedirler. 14.yüzyıla ait olan bu caminin hazîresinde Yûnus Emre adına bir mezar taşı bulunmakta ve onun yakınındaki târihsiz mezar şâhidesinin Tabduk Emre’ye ait olduğu rivâyet edilmektedir. İleri sürülen bir görüş de Koçaş’ta bulunan bir kısım arazilerin adının halk arasında ‘Taptuk Arazisi’ olarak geçmesidir. Yine bir değirmen kalıntısının da Yunus Emre’ya ait olduğu söylenmektedir. Yunus Emre’ya ait olduğu söylenen kabrin başında tarihi Farsça kitabelerin bulunması, Selçuklular döneminden kalan dergahın burada bulunması, Yunus Emre’nin Mevlana ile irtibatının bulunduğunun bilinmesi ve türbenin de Konya’ya yakın olması Yunus Emre’nin bu kasabada yatıyor olması da bu iddiayı güçlendiren deliller olarak ileri sürülmektedir. İZMİR/TİREDEKİ YUNUS EMRE Konu ile ilgili kaynaklarda İzmir/Tire de Yunus’un makamının bulunduğu yerler arasında geçer. Böyle bir durumdan söz edilmesinin sebebi ise Tire’de Vakıf kayıtlarında da yer alan Yunus Emre Mahallesinde (bugünkü adı İstiklal mahallesi) aynı adı taşıyan bir caminin bulunmasıdır. Türkiye Kültür Mirasları listesinde Tire’de adı Yunus Emre Camii olan (bugünkü adı Yunus Emir camii) ve haziresi ve çeşmesinin kayıtlı olması da burada bir
sayı//12-13// temmuz-ağustos 16
DİĞER YERLER Şehabeddin Tekindağ, “Büyük Türk Mutasavvıfı Yunus Emre Hakkında Araştırmalar” başlıklı makalesinde bilinen diğer yerlere ilave olarak Kayseri ve Konya’nın Musalla mezarlığında da Yunus’un birer makamı olduğunu söylerse de başka bir malumat vermez. Kimi kaynaklarda Tokat/Niksar ismi de geçer. Fakat burada somut bir türbe yoktur. Muhtemelen Melik Gazi Türbesi bu şekilde algılanmış görünmektedir. Burada son olarak Bolu’dan söz edelim. Bolu’da da somut bir türbe olmamasına rağmen Şekaik Tercümesinde ve Müstakim Zade’nin eserinde Yunus’un Bolulu olduğu rivayeti yer alır. Fakat kayıtlarda Bolulu olarak anılan Yunus’un Yunus İmam olduğu yahut Yunus adındaki birine sonradan Emre adının eklendiği anlaşılmaktadır. SONUÇ YERİNE On iki sayı sürdürdüğümüz bu yazı dizisinde ilk bölümde de temas edildiği gibi amacımız Yunus’un şuralı ya da buralı olup olmadığına dair bir ispat çabası taşımadık. Bunu ispatlamak da zaten nerdeyse imkansızdır. Ortada biyografik hayatından çok şiirleriyle var olan bir Yunus Emre vardır. Bizim amacımız işte bu şiirlerin ulaştığı her şehirde bir Yunus Emre kültürünün oluştuğunu ortaya koymaktı. Gördük ki Yunus’un gerek seyahatleri sırasında uğradığı gerekse şiirlerinin ulaştığı bazı şehirler ona diğerlerinden daha fazla sahip çıkarak onun adına bir makam inşa ederek Yunus’la bir aidiyet kurmak istemişlerdir. Bu yazı dizisinde işte bu şehirleri anlatmaya çalıştık. Şunu çok iyi biliyoruz ki mana erlerinin asıl mekanları onu sevenlerin gönülleridir. KAYNAKÇA
•Halim Baki Kunter, Yunus Emre, Belgeler, Bilgiler, Eskişehir, 1991. •Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre, Risalet’ünNushiyye ve Divan, İstanbul, 1965 •Kutlu Özen, Hafik Köyündeki Yunus Emre Düşeği, Türk Halk Kültürü Araştırmaları Dergisi, 1991/1 Ankara, 1991. •Kutlu Özen, Alevi Bektaşi Edebiyatında Zümreler, http://www.kutluozen.com/default.asp?part= yazilar&islem=oku&id=14 •http://www.merhabahaber.com/yunus-emreninkabri-kocasta-mi-41660h.htm
TARİHTE, ŞEHİRLERDE VE
DİNLERDE MUSİKÎ Genel olarak baktığımızda musıkinin beden ve ruh tedavisinde ilaç kadar etkili olduğunu geçmiş tarih meydana koymaktadır. Hazreti Adem Allah’a ibadet için mülayım ve ruhnuvaz sesi ile tesbih ve tehlil ederdi.. (Şark Musıkisi Tarihi – Rauf Yekta- s-4) İsmail YILMAZ
azreti Adem gününde çoğalan insanların çoğu çobanlıkla meşgul olup ve hayvan kıllarından yaptıkları tenteler altında yaşamağa mecbur kalırlardı.bunlar,Miskal ve buna benzer çalgılar çalarak hem hayvanlarını otlatır ve hem de eğlenmiş olurlardı.
TİĞI ve Kağı adını taşıyan bu sazın bir örneğini yaptırmaya muvaffak olan Fr.Gaplin bundan çıkan seslerin “ Do ,R,Mi,Fadiyez Sol ,La ve Si “ olduklarını tesbit ederek bir gam meydana getirmiştir. Bu gam batılıların domajör kamına Türklerin de Pencügah makamına benzetilmiş ve bu suretle doğu ve batı musikililerin Sümer musikisinden doğduğu kanısına varılmıştır. ( Hüseyin Saadettin Arel – musıki tarihleri notları! ‘’ Tahmin edilir ki Sumerler,Orta Asya dan Mezopotamya ya göçtükleri zaman bu günkü milli musıkimizin temelini teşkil eden ve hala orta asya dan canlı tezahürlerle yaşamakta olan sanatı birlikte götürmüşler ve onu diğer sahalarda kabiliyeti muvaffakiyetle inkişaf ettirmişlerdir.’’) Elde edilen bir Sümer ilahisinin ıtrinin rast natı şerifine benzetildiği Arel tarafından söylenmiştir. Sümer sazları nefesli , telli ve vurmalı olarak üçe bölünmüştür.Nefesli sazlardan Tiği ile gidiler üflenen, Telli sazlardan pantur, lir, Zag salda bügünkü tanbur ud santur ve kanun gibi sazların ve nihayet adepa ile dubunda def ile davulun ceddi sayıldığı söylenmektedir. Sümerler dini ayinlerde davul ile neye çok ehemmiyet vermiş ve 21 telli zagsal ve harp araçlarını da bu işlerde kullanmışlardır (Arel Sümerlilerin dini ayinler de kullandıkları araçları Mevlevi musıkisin de Ney ve Kudümle hatta Anadolu da Düğün-Derneklerde kullanılan Davul,Zurna ile karşılaştırmakta ve gördüğü benzerlikten Musıkimizin Sümerlilerden geldiği kanısını kuvvetlendirmiş bulundurmaktadır. ) Sami bir kav im olan İbraniler de Sümer ve Eti Türklerinin musikilerinden yararlandıkları bazı tarihi olaylardan çıkarmak mümkün olacaktır.
Hz.Davuda M.E 1055 – 1014 inzal buyrulan Zeburun güzel sesle okunduğu ve bunun Hak nazarında makbul olduğu ve hatta Davudun müessir sesiyle birçok hastaların iyileşmesine vesile oldUğu Kuran ve Tevratta açıklanmış bulunmaktadır.(Kuranı kerim Enbiya-79, kehf 19) Dünyada en eski medeniyetin yunan medeniyeti değil Ur şehri kazılarının açıkladığı ve tarihin kaydettiği Sümer medeniyeti olmuştur. Bu kazılara göre Sümer Türkleri M.E.3500 yıllarında orta asyada büyük bir medeniyet kurmuş ve bu medeniyeti dünya ışığına çıkarmışlardır. Onların mezarlarından çıkan bir Sümer fülüt veya neyi bugunkü ibdidai ve mütemeddin ulus topluluklarına musiki ve araçlarına atalık etmiştir. Bu fülüt veya ney amerikanın fledaelfia müzesinde saklı bulunmaktadır. 17
Ş ehir
TÜRKİSTAN TASVİRLERİ
VIII. - XI. yüzyıllar arasında geçen zaman, Türk kültür ve sanatının yeniden doğduğu bir uzun aralıktır. Bu rönesansın etkileri asırlar boyu devam etmiştir. Dr.Kâmil UĞURLU
Hoca Ahmed Yesevi Türbesi Detay
*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//12-13// temmuz-ağustos 18
ürk sanatı, yeryüzünün yaşadığı birkaç büyük-köklü sanat kuşağından biridir. İslam öncesi ve sonrası bir bütünlük arzeder. Sanat ve kültür, çevre kültürlerle mutlaka bir etkileşime girerler. Bu, eşyanın tabiatında vardır. Bu karşılaşmada güçlü ve köklü olan diğerini sindirir, özümler, ondan alması gerekeni alır ve kişiliğini sürdürür. Güçlenerek sürdürür. Bizim kültür geçmişimiz böyle olagelmiştir. VIII. - XI. yüzyıllar arasında geçen zaman, Türk kültür ve sanatının yeniden doğduğu bir uzun aralıktır. Bu rönesansın etkileri asırlar boyu devam etmiştir. Asya’nın Türk yurdu olan bölgesinde yaşanan bu kültür hareketinin benzerine dünya, o tarihe kadar şahit olmamıştır . Üç buçuk asırdan fazla süren bu dönem harikalarla doludur. Nitekim, Mehmed bin Musa el Harezml’nin matematiği diğer bilimlerin hizmetine sunduğu ve evrenselleştirdiği dönem bu dönemdir. İLİM VE KÜLTÜR COĞRAFYASI İslam aleminde ilk ansiklopedinin Ahmed bin Yusuf el Harezmi tarafından yazılması yine bu dönemdedir. İslami ilimlerinen önemli şubesi olan “ Hadis” konusu, Buharî ve Tirmizî gibi iki büyük muhaddis tarafından bu dönemde bir sisteme bağlanmıştır. Farabî doğu-batı sanatlarının ortak çizgilerini bu dönemde tesbit etmiştir. Bilim dünyasında o güne kadar tartışılmadan doğruluğu Kabul edilen birçok “tabu”yu alt-üst eden bu dahi kişilik, sadece Türk kültür hayatını değil, dünya kültürünü de etkilemiştir. Farab köyünden yola çıkan bu olağanüstü adamın ortaya koyduğu bazı matematik normlar, büyük mimar Sinan tarafından Selimiye Camii planlamasında kullanılmış ve olağanüstü sonuçlar alınmıştır. Bu dönemin diğer bir büyük ismi İbn Sina’dır. Türk bilim ve sanat tarihine genellikle objektif bakamayan bazı bilim tarihçileri bile, Farabî’yi, İbn Sina’yı El Birunî’yi, El Harezmî’yi görmezden gelememektedirler. Bu dönemin önemli isimleri arasında İmam Maturudî’yi ve Hz. Türkistanî’yi Türkler saygı ve hayranlıkla hatırlarlar. İmarn Maturudî, Hanefi mezhebinde Türklerin itikat cihetinden imamıdır. Ve Hz. Türkistanî Türk sufîliğinin kurucusu ve en büyüğüdür. Selçuklu ve Osmanlı derviş şecerelerinin köklerinde Türkistan’a genellikle rastlanır . Ve Türk soylu bütün sufiler manevi cevelanlarında Hz. Yesevî’ye bir yerlerde mutlaka rastlarlar (Esin, 1997). Bu dönemde mimaride de bir altın çağ yaşanmıştır. Mimarlık yapıları İslam sanatlarının, daha kapsayıcı bir ifadeyle Türk-İslam sanatının kahramanlarıdır. Üç boyutlu olmaları ve uzun ömürlü olmaları, birçok şubeyi üzerlerinde bulundurmaları sebebiyle, bu sıfatı hakeder
Hoca Ahmed Yesevi Türbesi
durumdadırlar . X. yy’da Müslüman Türkistan’ın kültür merkezi Harzem ve Samanîler bölgesiydi. Tabii olarak mimari de burada kendine gelişme ortamı buldu. İSLAM ÇAĞININ RÖNESANSI İSMAİL SAMANÎ TÜRBESİ Mesela, küçük ve dıştan bakınca iddiasız gibi görünen bir türbe, İsmail Samani’nin türbesi, Türk mimarlık tarihindeki önemli dönemeçlerden biridir. Bu küçük türbe, ortaya koyduğu oran ve prensiplerle Selçuklu ve Osmanlı mimarilerinin öncüsü olmuştur. Tuğlanın değişik pozisyonlarda kullanılmasıyla harika bir cephe elde edilmiştir. Bir modülün veya bir ölçünün devamlı tekrarıyla sağlanan yüzey tesiri, görenlere sonsuzluğu çağrıştırır. Sanat tarihinde bu durum ilktir. Bir heykel cephe yapılmıştır. Daha sonra gerek bu cephe düzenlemesi, gerekse ölçüleri ve nisbetleriyle Selçuklu ve Osmanlı binalarında sık sık tekrarlanmış ve iyi sonuçlar alınmıştır. Tuğlaların dansı, yüzeylerde zarif motifler teşkil etmiş, aralarında bazan boşluklar bırakılmış, bu sade imkanlarla fantastik ve benzersiz bir eser meydana getirilmiştir. Semerkand-Buhara yolundaki Ribat’ı Melik (XI. yy.), Ayşe Bibi’nin türbesi (Semerkand), Konya’da Kubad Abad’ın terra-kota (pişmiş toprak) kaplamaları, Edirne’deki Yıldırım Bayezid Camii’nin cephesi, bu türbenin ortaya koyduğu örneğin tekrarlanmasıdır. Bu devirde, yani X. ve XI. yy’da Harzem’ de Urgenç Şehri büyük bir medeniyet merkezi idi. Harzem’de, yeni inşa edilen şehirleri, gayri-
müslimlere karşı savunmak iç in kaleler ve birbirlerine ateşle işaret veren kuleler yapılıyordu. Türkistan’ın geleneksel üslubunda yapılan bu kaleler, diğer İs lam ülkelerinde daha sonra yapılanların öncüsüdür. Bu ateş kuleleri minarelerin prototipidir. Bilindiği gibi minare kelimesi Arapça’ dır ve doğru söylenişi de “min nare” dir. Işık yeri anlamında, ışık saçan yer anlamındadır . Harzem’in kendini koruduğu gayri-müslimler güney sınırlarındaki Oğuzlardı.
Bu dönemin önemli isimleri arasında İmam Maturudî'yi ve Hz. Türkistanî'yi Türkler saygı ve hayranlıkla hatırlarlar.
Yani Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın henüz müslüman olmamış dedeleri. Harzemliler kendilerini kalelerle koruyorlardı, fakat ticaret amacıyla yolları ve kapıları açıktı. Harzem’ den idil Bulgarlarına doğru giden kervanlar Oğuz illerini geçerdi. Bu merkezlerden yani Harzem ve Samani şehirlerinden hareket eden dervişler, Kur’an’ın haberini Asya’nın uzak uçlarına kadar yaya giderek götürüyorlardı. Yol boyu kervansaraylar ve ticaret merkezleri de oluşmaya başlamıştı. Ribatlar, hanegahlar, bu dönemde önemli görevler üstlendiler. MOĞOL İSTİLASI Moğollar Türkistan’ı istila ederken devrin ünlü mistik mütefekkirlerinden Necmeddin Kübra’nın savunduğu Ürgenç’i de aldılar. Ve beklendiği gibi yıktılar. Celaleddin Harzemşah’ın Moğollara direnişi hem acıklı, hem de destani bir hadisedir. Enteresandır, Moğollar Ürgenç’i yıktıktan sonra yeniden yaptılar . Ve tekrar eski kültür merkezi kimliğine kavuşturdular. Bugün harabeleri ayakta 19
Ş ehir
İsmail Samani Türbesi
Semerkand-Buhara yolundaki Ribat'ı Melik (XI. yy.), Ayşe Bibi'nin türbesi (Semerkand), Konya'da Kubad Abad'ın terra-kota (pişmiş toprak) kaplamaları, Edirne'deki Yıldırım Bayezid Camii'nin cephesi, bu türbenin ortaya koyduğu örneğin tekrarlanmasıdır.
duran Necmeddin Kübra, Fahreddin Razi, Turabek Hatun türbeleri, Sultan Tekeş türbesi ve Kutlug Timur Minaresi bu devirden kalmadır. Turabek (veya Törebeg) Hatun türbesi ilginç bir yapıdır. Bir hanım sultan için yapıldığı bellidir, ışıltılı, pırıltılı , çok sanatlı bir yapıdır. En ilginç yanı da kubbesinin bezemesidir. Çini ile kaplı bu kubbe içi tezyinatı, Türkistan sanatının en güzel bezeme organizasyonlarından biridir. Konya’da XIII. yy.’dan kalma Celaleddin Karatay Medresesi ‘nin kubbe bezemesiyle aynı anlayıştadır. Bütün Türkistan’da ve özellikle Harzem’deki mimarlık eserlerinin ihtişamı altında yatan sebep şudur: Asya’nın ortasındaki bu insanlar önce, İslamiyet öncesi gelişmeleri tamamen sindirmiş, bünyeye uydurmuş bulunuyorlardı. Eski çağ Çin, Hint ve İran mirasını biliyorlardı. Göçebe kültürüne aşina idiler. Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa ile de bağlantı sağlıyorlardı. Bütün bunları kendilerine has İslam anlayışlarıyla kaynaştırdılar ve çok homojen bir yapı sağladılar. Üç büyük kültür arasında kalan bu bölgede, İslam çağının rönesansını başlattılar (Arık, 1994). Bu uyanış hareketine diğer Türk Devletleri de hızla katıldılar ve ceryan az zamanda geniş bir alana yayıldı. Bazı batılı sanat tarihçileri bu durumu yanlış bir şekilde ortaya koyarlar, onlara göre “bir avuç iptidai göçebe, ancak İslami toplumlara katıldıktan sonra, bir yolunu bulup, çeşitli bölgelerde yönetimi ele geçirmiş ve kendilerinden üstün durumda bulunan kültür ve teknoloji sahibi halkı çalıştırarak bu hamleleri gerçekleştirebilmişlerdir . “Baştan sona yanlış ve yanlı olan bu görüşün
sayı//12-13// temmuz-ağustos 20
altında, fatih bir toplum olan Türk milletinin, fetihlerini Hristiyan alemi aleyhine geliştirmiş olması yatmaktadır. Müslümanlık konusuna gelince: Uygurlar ve Karluklar müslüman değildiler ve sahip oldukları kültür ve sanat düzeyi Samanîlerden daha yüksekti. Ortaya koydukları değerler evrensel boyutlarda idi. Ve onların kimisi Zerdüşt, kimi Budist, kimi de Hristiyandı. Ayrıca, eğer barbarlar, fethettikleri yerlerdeki kültürlere sahip çıkabilselerdi, böyle bir kural olsaydı, bütün Avrasya’yı çiğneyip geçen Moğol dalgası, dünyanın en büyük sanat ve kültürünü oluştururdu. Asya’ da ezmedikleri medeniyet kalmadı (Arık, 1994). Konu şöyle özetlenebilir: Türk mimarisi, dünyanın en geniş kıtası Asya’nın kalbinde, Türkistan’da IX . ve X. yy.’lardan kalan eserlerden anlaşıldığına göre, klasik olarak adlandırılabilecek devirler geçirmiştir. Bu dönemlerde mimarimiz geleneksel sadeliği yanında sükunet ve itidal özelliklerine de erişerek, dünya sanatına asalet itibariyle klasik Yunan ve Roma mimarisiyle aynı ölçekte eserler yaratmış, orijinal, yeni bir norm getirmiştir. Bu mimariye geç Selçuklu, Timurlu ve geç Osmanlı devirlerinde itidalin sınırlarını aşan coşkun ve barok bir esinti gelmiştir. Fakat bu takdirde de esas kaybedilmemiştir. TÜRKLERİN MİMARİ ANLAYIŞINDA SOYUT İFADE Türkler İslamiyet öncesinde de, Budist ve Manikeist dönemlerinde de soyut ifadeyi, özellikle dini alanda, tercih etmişlerdir. Dolayısıyla X.yy’dan
Semerkand - Özbekistan
itibaren girilen İslamiyet ikliminde kendilerini destekleyen bir ortam bulmuşlar ve bu konuda ivme kazanmışlardır. Mimaride, mana olmak isteyen anlayışı , bir tuğlanın hareketinden olağanüstü görünüşler elde eden, bir hanım için yapıldığı çini bezemelerinden hemen anlaşılan, kumrular için saraylar yapan anlayışı, kısaca İslam sanatının rönesansını burada aramak gerekir.
ki, Bağdat, İran, Herat, Semerkand, Hint ve Osmanlı minyatürlerindeki tipler aynıdır. Dünya sanat tarihçilerine göre Uygur ressamlar dünyanın en iyi portrecileridir.
TÜRKİSTAN’IN KISA TARİHİ Altaylar’da, Pazırık’ta ikibinbeşyüz yıl buz tabakası içinde kalarak korunmuş bir iskit mezarı bulununca, Türkistan ile ilgili bilinenler ciddi bir derinlik kazanmıştır. Mezarda bulunan eşyalar arasındaki halı parçası ile işlemeli keçeler, üzerindeki motifler, renkler, motiflerdeki insan figürleri Türkistan sanatı ile ilgili önemli ipuçları taşımaktadır. Pazırık’tan hareket eden bazı araştırmacılar, Türk Kültür Tarihinin başlangıcını bulmak için Eurasia’da ilk yerleşik kültürlerin sona erip yarı-göçebe kültürünün başladığı devir sayılan M.Ö. IX-Vlll.yy. kadar geri götürdüler.
UYGURLAR’IN ŞEHİR KÜLTÜRLERİ VARDI Uygurlar Budist ve Maniehist idiler. Milli bir etikleri vardı. Medeniydiler. Şehir kültürleri vardı. Arap coğrafyacısı ibn’ül Fakih, Arap elçi Tamim bin Bahr’ın Asya gezisini anlatırken şunları söylemektedir. “Tamim bin Bahr, Tokuz-Oğuz başkenti Isık-Göl yakınındaki Barsgan şehrinden, Hakan’ın posta atları ile dört aylık mesafeyi kırk günde alarak gelmiştir. Yolun yarısı köy-kasaba bulunmayan bozkırlardan, yarısı ise halkının tamamı veya çoğunluğu Maniehist Türk olan medeni kasaba ve şehirlerden geçmiştir. Elçi, başkente nasıl geldiğini, şehrin demir kapısını, önemli olarak Hakanın sarayını, onun beş fersah mesafeden görülecek kadar yüksek ve muhteşem olduğunu, kasaba ve şehirlerin bayındırlığını anlatır.”
Fakat bu konuda ileri sürülen tezler henüz netlik kazanmamıştır. Yazılı olmayan kaynaklar kesin sonuçlar konusunda yanıltıcı olabilmektedir. M.S. VI. yy.dan IX. yy.a kadar devam eden Uygur medeniyeti, Türk kültür tarihinin önemli bir bölümünü teşkil eder. Uygurlar, Türk kültürüne yeni bir alfabe ile resim sanatının klasik çizgilerini hediye etmiştir . Etkileri öylesine geniş olmuştur, ki, bir taraftan Hint, diğer taraftan Ön Asya bu etkinin sınırları içindedir. İslam ülkelerinde resim sanatı içinde kullanılan minyatürün kaynağı Uygur resim sanatıdır. Belki bu sebepten dolayıdır
TÜRKİSTAN : TÜRKLERİN ÜLKESİ VIII. yy başlarında Araplar, Türkistan’a geldikleri zaman buraya “Türklerin Ülkesi” dediler. Ve beraberlerinde İslamiyet ile sanatlarını da getirdiler. Türkistan halkı zorlanmadan kabul ettikleri İs l amiyeti bütün yönleriyle yaşamaya ve hayat tarzlarına hakim kılmaya başladılar. Kur’an yazısı bir ideogram olarak resim sanatına boyutlar ekledi. Canlı tasvirleri giderek azaldı, fakat tamamen yok olmadı. Dini düşünce sanat üzerinde “birlik” ve “sonsuzluk” adına geniş araştırmalara girdi. İslam sanatının birinci aktörü 21
Ş ehir
Semerkand - Özbekistan
olan binalar, iç ve dış mekanlarda bu arayışı şaheser bir takım kompozisyonlara taşıdılar. İSLAMLA TANIŞMA İslamiyet, Türkler arasında yayılırken ve Vlll. - IX. yy’da Buhara, Soğd ve Harzem müslüman olurken bazı Türk toplulukları eski inanışlarını devam ettirdiler . Uygurlar bir süre daha maniehist kaldı. Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki gruplar ile acarlar hristiyan oldular. Hazar Türkleri museviliği devam ettirdiler. İslamiyet, Türkler ile özellikle XI. yy’dan sonra farklı boyutlar kazandı. Türkistan tarzı veya Türkistan usulü, bu Türk toprakları dışında Arabistan’a, İran’a, Afganistan, Hindistan, batıda Anadolu ve Avrupa’ya, güneyde Afrika’ya doğru ilerledi ve buralarda başta sanat olmak üzere, hayatın birçok alanına, siyasete, ekonomiye egemen oldu . Vlll. ve XI. yüzyıllar Türk-İslam sanatının ve kültürünün kendini en iyi tanımladığı zamandır. Harezml’ ler, Buharî, Tırmızî, Razî, Farabî, X.yy.da İbn-i Sina, Birunî, Ferganî, XI. yy’da Maturudî, Ahmed Yesevî, bu dönemlerin dünya tarihinin gidişini etkileyen Türkistan isimleridir. KÜLTÜR ETKİLEŞİMİ Kültürler arası etkileşmenin en rahat takib edilebildiği sanat şubesi mimaridir. Türkistan’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler farklı coğrafya, farklı din ve farklı malzemelere rağmen, kuruluş şemaları ve esas olarak Anadolu’dakilerle nerdeyse aynıdır. Bu durum Türk sanatının bir bütün olduğu gerçeğini ortaya koyar. XI.yy’dan XIII. yy’a kadar Asya’dan Anadolu’ya, bu yeni yurda önemli bir göç olayı yaşandı. Moğol sayı//12-13// temmuz-ağustos 22
istilasının sebep olduğu ve hızlandırdığı bu göç esnasında, başlarda, genellikle göçebe sıfatını taşıyan kişiler Anadolu’ya geldiler. Türkistan’ın büyük ve medeni şehirlerinde yaşayan esnaf ve sanatkarlar XIII. yy başlarında bu göçe katıldılar. Kültür taşınması böylece hız kazandı. İran parasını kullanan ve Anadolu’ya sığınan yeni kütleler yeni yurtta mimari açıdan birçok yeniliği gerçekleştirdiler. Anadolu’nun ilk şehircilerinin bu öncü Türkistan ahileri olduğu kabul edilir. Türkistan mimarisinin bu yeni coğrafyada daha önceden teşekkül etmiş mimariyle kaynaşması , yeni ve etkili bir mimariyi ve bağlı olarak yeni yerleşimleri , yeni şehirleri ortaya çıkarmıştır. X. yy’da Türkler’ in Afganistan ve Hindistan taraflarına yaptıkları seferler, buralarda yine Türk sanatının mahalli sanatla yoğrulması sonucu, yine Türkistan unsuru baskın , yine orijinal ve köklü bir sanatın doğmasına sebep olmuştur. Gazneli sanatı , İslam alemini asırlar boyu etkileyen soylu bir sanat ekolüdür. Aynı dönemde siyaseten yükselen Selçuk Oğulları, daha çok Türkistan sınırları dışında, İran ve Anadolu’ da etkili oldular. Türkistan sanat ananesine en fazla sadık kalan ve gittikleri yeni alanlara bunu ısrarla taşıyan Selçuklular, Türk sanatının en büyük sanatçılarıdır. Onların ortaya koyduğu prensipler, Türk-İslam kültürünün vardığı her yerde görülür. Ve bu prensipler asırlar boyu pek az değişikliğe uğramıştır. ALMA ATA Burası , Kazakistan’ın eski başkentidir. Hiçbir şehrin şafağı Alma - Ata ‘ nınkine benzemez. Çıkık elmacık kemikleri ve çekik gözleriyle
Uygurlu Türkler
sabah mahmurluğu yaşamıyor Kazaklar. Hiç uyumamışlar gibi. Veya bütün gece güneşi sırtlarında taşımışlar gibi. Herbiri bir başka yere yönelmişler . Devamlı yürüyorlar. Başına beyaz takkesini çekmiş Tanrı Dağları , ve karından hiçbirşey kaybetmeden, bir baba otoritesi ve şefkatiyle, bazan kırgın ve kızgın tavrıyla, onlara göz kulak olmaya devam ediyor. Sabah sıcağı gün doğmadan Alma-Ata’ya indi. Aladağ’a yürüdük. Henüz gün ışığı yoktu. Olsa da bu caddelere inmezdi. Geniş bulvarların kıyılarına sıkça dizilmiş gücüm ağaçları, dibine gün ışığı düşürmüyordu. Kuşluk vakti de olsa, koyu bir gölgelik şehrin her tarafına hakimdi. Ortalık, olması gerekenden daha serindi. Sadece ağaçlar vardı . Ev yoktu. İnsanlar bile, belli bir saatten ve belli yerlerden sonra ortalığı ağaçlara bırakmıyorlardı. Dağ-taş çıldırmış gibi yeşildi. Alma-Ata yeni bir şehirdir. Bu isim Türkçedir ve kelimeler kendi manalarındadır. Slav şehirlerinin kitabi kuruluşu burada aynen uygulanmıştır. Geniş, fakat çok geniş yollar, kıyılarında yaya yolları ve ağaçlar ile birbirlerini daima dik keserler. Satranç tahtasının dama motifi gibi. Şehrin tam merkezi yerinde, gösterişli, abidevi ve cilalı binalar yer alır. Kıyılara çıkıldıkça bu gösterişli ortam önce bir tevazu kazanır, sonra vasatlaşır, sonra sefalete dönüşür. Bahçe duvarları, hep aynı motifi devam ettirirken, o bahçenin içindeki evler kişilerin güçlerine göre form ve vaziyet değiştirirler. ALMA-ATA DA YÜRÜYEN TOPRAK Alma-Ata’yı nedense getirip Aladağ’ların toprağı kayan bir vadisinin ucuna koymuşlar. Toprağın
sık sık yürüdüğü, sellerin bazan geniş kayıplara sebep olduğu anlatılıyor. Yürüyen toprağı tutmak için yapılan seddeler, bazan bir vadiyi enine tutmaya çalışan dev oyuncaklara benziyor. Yollarda, caddelerde, liberal ekonominin işaretleri hemen teşekkül etmiş. Bir küçük sehpa, üzerine konulmuş birkaç şişe içki, sodalı su, sakız, kola kutusu, bazan çorap, mendil ve akla gelebilecek herşey. Başında da bir kişi. Sazan kebapçılar var. Şişe dizilmiş et parçaları , ciğer parçaları, bu iş için hazırlanmış ayaklı uzun ocakların üzerinde müşteri bekler durumdalar. Bu arada üç-kağıtçılar, kap-kaççılar, alkolikler de dekorda yerlerini almışlar. Onlarsız liberal ekonomi elbette olabilemez.
Altaylar'da, Pazırık'ta ikibinbeşyüz yıl buz tabakası içinde kalarak korunmuş bir iskit mezarı bulununca, Türkistan ile ilgili bilinenler ciddi bir derinlik kazanmıştır.
Alma-Ata’ da iki cami var. Biri daha büyükçe ve daha bilinir durumda. Cuma hutbesini tamamen Arapça ve kısa okuyorlar. Namaz kılanlar miktarınca seyircileri de var. Durup seyrediyorlar. Camiin bir bölümü müftülük görevi yapan ve bütün Kazakistan’ın müslümanlarının lideri durumunda olan bir zatın bürosu. Aydın bir kişiliği olan zat, mevzusuna hakim görünüyor. Bizi bir Ahıska köyüne davet ettiler. Buraya yüz kilometre mesafede bulunan köyün adı Turgen Köyü. Turgenyev’ in köyü imiş. Evler yüksek bahçe duvarlarının içinde, bazan iki katlı , bakımlı, süslü, renkli, güzel evler. Ahıska Türkleri, serbest ekonomiye en hızlı geçişi yapan insanlar. Nerdeyse hepsinin arabası var. Hatta bazan kamyonu, traktörü olanları görülüyor. Evleri kendilerinin. Geleneklerini rahatça yaşayabi1iyorlar. Bir süre önce Kazaklar, başkentlerini buradan alıp Astana’ya taşıdılar. 23
Ş ehir
KENTSEL DÖNÜŞÜMDE
UYGULAMALAR
Geleneksel imar planlama yaklaşımında yer alan parsel bazında yapılaşma kent dokusunu ve kentsel altyapıyı belirgin bir şekilde bozmuştur. Bunun sonucunda kentlerimiz kimlikleri ile kültürel değerlerini de hızla kaybetmiştir. Yüksek Müh. Ahmet BÜLBÜL*
6 Mayıs 2012 tarihli ve 6306 Sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”un amacı “afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek”tir. Yasa “riskli yapı” ve “riskli alan” tanımlarını getirmiştir. Yasaya göre riskli alan tanımı “zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan, Bakanlık veya İdare tarafından Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü de alınarak belirlenen ve Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan alan” şeklinde olup, riskli yapı tanımı ise “riskli alan içinde veya dışında olup ekonomik ömrünü tamamlamış olan ya da yıkılma veya ağır hasar görme riski taşıdığı ilmî ve teknik verilere dayanılarak tespit edilen yapı” şeklindedir. Kanunla, afet alanlarında yer alan yapılar ile depreme karşı riskli yapıların yıkılıp yeniden yapılmak suretiyle depreme dayanıklı yapılar haline dönüştürülmesi öncelikli olup, kanun söz konusu alanların modern kent yaşamı gerekliliklerine uygun sağlıklı yaşam alanlarına dönüştürülmesi için fırsat sunmaktadır. Geleneksel imar planlama yaklaşımında yer alan parsel bazında yapılaşma kent dokusunu ve kentsel altyapıyı belirgin bir şekilde bozmuştur. Bunun sonucunda kentlerimiz kimlikleri ile kültürel değerlerini de hızla kaybetmiştir. Kentsel dönüşüm ve yenileme alanlarında yenilikçi kent planlama anlayışıyla bütüncül ve sürdürülebilir planlamanın benimsenmesi önemlidir. Sürdürülebilir planlama yaklaşımı çerçevesinde ekonomik, ekolojik ve sosyal planlamanın ilkeleri ile bölge, mahalle, semt hatta ilçe ölçeğinde stratejik planlama yaklaşımı ile ele alınmalı, kentsel dönüşüm hareketi parsel ölçeğinden kent ölçeğine hayat kalitesini yükseltmeyi hedeflemelidir. Parsel ya da ada bazında tekil bina dönüşümleri riskli yapıların ya da riskli alanlardaki yapıların deprem riski taşımayan sağlam yapılar haline dönüştürülmesine imkan tanısa bile diğer kentsel, mekansal, altyapısal, çevre ve enerji verimliliği, sosyal yaşam ve hayat kalitesi açılarından problemlerin devam etmesine neden olmaktadır.
*Gaziosmanpaşa Belediyesi Teknik Başkan Yardımcısı.
sayı//12-13// temmuz-ağustos 24
Parsel ya da ada bazında riskli yapıların dönüştürülmesi bahsedilen hususlar açısından yeterli bölgeler için daha uygulanabilir bir çözümdür. Ancak tekil parsel ya da ada dönüşümleri problemli kent merkezlerinde yetersiz çözüm sunmakla birlikte mekânsal,
donatısal, yeşil alan, ulaşım vb. problemlerin devamına neden olmaktadır. Bu tür alanlarda sürdürülebilir ve kalıcı kentsel dönüşüme imkân tanıyamamaktadır. Parsel ya da ada bazında dönüşüm yerine bölge bazında yapılacak dönüşüm uygulamaları ile gelecekte tekrar tekrar kentsel dönüşüm ihtiyacı oluşmayacak olup hayat kalitesini yükselten alanlar oluşturulabilecektir. Kentlerimizde oluşmuş kaçak ve aşırı yoğun yapılaşma, gecekondu alanları, sağlıksız ve depreme dayanıksız yapı stokunun sürdürülebilir ve düzenli olarak yenilenebilmesi için bütüncül bir kentsel dönüşüm anlayışına ihtiyaç duyulmaktadır. Bölgenin ihtiyaçlarını karşılayacak kentsel sosyal altyapı, ulaşım şeması, sosyal donatı alanları ile konut ve çalışma alanlarının genel olarak ele alınması ile daha sağlıklı yerleşimlerin oluşturulabilmesi için bütüncül uygulamalara ihtiyaç duyulmamaktadır. Kentsel dönüşüm uygulamalarının bölge bazında yapılması ile yapı adası veya parsel ölçeğinde yapılması kentlerdeki parselasyon düzeni, bütüncül planlama yaklaşımları ve fonksiyonların dengeli dağıtılması, ulaşım şeması, dengeli yoğunluk kullanımı,sosyal ve kentsel yaşam kalitesi, enerji verimliliği ve çevresel etkiler ve dönüşümde eşitliğin sağlanması açılarından etkilere sahiptir. Bölge bazında yapılacak uygulamalar ile mevcut durumda yetersiz olan kentsel sosyal donatı alanları, açık ve yeşil alanlar ile ulaşım ilişkilerini yeniden düzenleyecek parselasyon düzeninin oluşturulması sağlanacaktır.
Yeniden yapılan parselasyon düzenlemeleri ile daha sağlıklı kentsel sosyal donatı alanları, açık ve yeşil alan sistemi ve ulaşım sistemi kurgulamak mümkün olabilmektedir. Ada ve parsel bazında yapılacak uygulamalarda mevcut ada sınırının korunması zorunluluğu bulunduğundan, bu uygulama kentsel tasarım ve mekânsal kullanımın yeniden ele alınmasına olanak vermemektedir. Bu nedenle bölge ölçeğinde yapılan kentsel dönüşüm çalışmaları fırsat sunmaktadır. Bütüncül planlama anlayışıyla yapılacak kentsel dönüşüm çalışmaları ile bölgedeki tüm fonksiyonlar yeniden ele alınarak konut alanları, çalışma alanları, donatı alanları, yeşil alanlar ve ulaşım sistemi kurgulanabilmektedir. Böylece bölgeler arasında entegrasyon sağlanabilmekte, mahalle, semt ve ilçe ölçeğinde bütüncül planlama yaklaşımı ile açık ve yeşil alanlar, kamu arazileri, sosyal donatılar ve ulaşım entegrasyonunun sağlanabilmesi mümkün olabilmektedir. Fonksiyon alanlarının yeniden tanımlanması ve dengeli dağıtılması ile kentsel fonksiyon alanlarının ve donatı alanlarının birbiriyle ilişkisinin düzenlenmesi, ulaşım ve açık ve yeşil alanların yeniden düzenlenmesi mümkün olacaktır. Geleneksel kentler organik olarak oluştuğu için düzenli ulaşım sistemi, ulaşım kademelenmesi ve farklı ulaşım sistemlerinin (yaya, taşıt, toplu taşıma vs.) entegrasyonu bulunmamaktadır. Yapılacak bütüncül kentsel dönüşüm uygulamaları ile ulaşım sistemlerinin bölgesel ölçekte yeniden düzenlenmesi ve daha 25
Ş ehir
büyük ölçekli enerji verimliliği, su verimliliği ve çevresel etki azaltımı ancak farklı bina türlerini, kentsel donatı alanlarını, kentsel ulaşım ve altyapıyı vb. kapsayan yerleşke bazında alınacak bütüncül yaklaşımlarla elde edilebilir. Değerli kent merkezlerinde, yol üstünde, ticari akslarda, manzaraya hâkim yerlerde vb. alanlardaki ada ve parsellerin dönüşümü hızlı olurken, konumu erişim, fonksiyon ve coğrafi açıdan elverişsiz olan ada ve parsellerin dönüşümü zaman almaktadır. Bölgesel ölçekte yapılan kentsel dönüşüm uygulamalarında parsellerin bütünleştirilerek yenilenmesi söz konusu olduğundan tüm parsellerin kentsel dönüşümde öncelik açısından eşit konuma gelmesi sağlanmaktadır.
Değerli kent merkezlerinde, yol üstünde, ticari akslarda, manzaraya hâkim yerlerde vb. alanlardaki ada ve parsellerin dönüşümü hızlı olurken, konumu erişim, fonksiyon ve coğrafi açıdan elverişsiz olan ada ve parsellerin dönüşümü zaman almaktadır.
sağlıklı hale getirilmesi mümkün olabilmektedir. Kentlerimizde bulunan gecekondu alanları, sağlıksız ve depreme dayanıksız yapılaşma alanlarında açık ve yeşil alanlar bulunmadığından yoğunluk dağılımı dengeli değildir. Bölge ölçeğinde yapılacak kentsel dönüşüm uygulamaları, organik bir şekilde gelişen kentlerde yoğunluğun düzenli dağıtılması ve yeterli açık ve yeşil alanların sağlanması açısından fırsat sunmaktadır. Yaşam kalitesi, ekonomik, sosyal, çevresel ve kültürel faktörlerin yanı sıra, kentlerin fizik koşullarına ve mekansal karakteristiklerine bağlıdır. Kentlerin yerleşim düzeni ve estetiği, toprak kullanma biçimleri, nüfus ve yapı yoğunlukları, ulaşım, temel mal, hizmet ve kamu hizmetlerine erişim kolaylığı ve halka açık tesisler, yerleşmelerin yaşanabilirliğini hayati biçimde etkileyen unsurlardır. Bölgesel ölçekte yapılacak kentsel dönüşüm çalışmaları ile sosyalleşme alanlarından yoksun olan kentlerde düzenli ve yeterli yeşil alanların artırılması, altyapı, kentsel çalışma ve sosyal donatı alanlarının yeniden düzenlenmesi ile mahalle ve komşuluk birimleri yeniden tanımlanarak yaşam kalitesinin artırılması sağlanacaktır. Kentlerimizde mevcut yerleşmeler enerji verimliliğinden yoksun ve çevreye etkileri bakımından olumsuz bir durumdadır. Bölgesel ölçekte yapılacak kentsel dönüşüm çalışmaları ile enerji verimli ve çevre dostu yeşil mahallerler ve kentler elde etmek mümkün olacaktır. Ada bazında yapılacak dönüşüm uygulamarında tekil binalarda enerji verimliliği ve çevresel etki azaltımı hedeflerine ulaşabilmek mümkün olmakla birlikte
sayı//12-13// temmuz-ağustos 26
İlçemizdede yürütülmekte olan Gaziosmanpaşa Sarıgöl ve Yenidoğan Mahalleleri Kentsel Yenileme (Gecekondu Dönüşüm) projesi İstanbul un en büyük yerinde dönüşüm projelerinden sadece biridir. Bu projeyle Gaziosmanpaşa Meydanı ve çevresinin; Yönetim, Eğitim ve Kültür Merkezi olması sağlanarak, bölgenin Ticari, Sosyal, Ekonomik, Eğitim ve Kültürel yapısında dönüşümünün sağlanması ve gelişiminin artırılması hedeflenmektedir. 20.Ocak.2010 tarihinde yapılan ön protokol ile Belediye Başkanlığımız ile Toplu Konut İdaresi arasında Gaziosmanpaşa Sarıgöl ve Yenidoğan Mahalleleri Kentsel Yenileme (Gecekondu Dönüşüm) projesi nin birlikte üretilmesi için anlaşma yapılmıştır. Çalışma Bölgesi Toplu Konut İdaresi Başkanlığının 15.07.2010 tarihli onayıyla Sarıgöl-Yenidoğan Gecekondu Önleme Alanı ilan edilmiştir. Belediyemize ait 9.335,60 m2 alanlı taşınmaz üzerinde 4 blok 319 Konut, 10.085,60 m2 alanlı taşınmaz üzerinde 5 blok, 406 konut olmak üzere toplam 725 adet konut üretilecektir. Gaziosmanpaşa Belediyesi tarafından, Sarıgöl ve Yenidoğan Mahalleleri Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında yaptırılacak 725 konuttan, 625 adet konutun müracaat eden ilçemiz vatandaşlarına tahsisi yapılmaktadır. Özetle; Kentsel dönüşüm olgusu, ülke refahını artıracağı ve afetlerde daha az can ve mal kaybı getireceği için, ülke saygınlığı açısından da önem arz eder. Bu nedenle, kentsel dönüşümün tüm çarpık kentleşme olan çevrelerde inşa edilmesi gerekmektedir. Olumlu bir uygulama olduğu aşikârdır. Kentsel Dönüşüm projelerinin çevre dostu binalar olarak inşa edileceği de düşünülürse ülkemiz için büyük bir fırsat olacaktır..
ANKARA; KOYU GRİ
RENKLİ ŞEHİR A. Anka. Ankara. A, yani ilk, yani baş, yani Cumhuriyetin ilki, Cumhuriyetin başı, başkenti. Cumhuriyetin mabedi, mabet şehir. Belki de ondan, mabetsiz şehir.
Fahri TUNA
Ata-şehir. Kulesi bile Ata-kule. Plan şehir; planlanan, planlı, plancı şehir. Düz, düzen, düzenli şehir. Mem-şehir, memur şehir, memur şehri. Ankara; planlı, düzenli, memur şehir. Hatta mâmur şehir. Her tarafından “devlet” kokusu yükseliyor. Buram buram, duman duman, sisli puslu “devlet” kokuyor. Soğuk şehir, demir şehir, suratsız şehir. Adını “Angora keçisi”nden almış derler; özgürlüklere, farklılıklara, güzelliklere karşı “inatla direnişi” ondan mı dersiniz. Meclisi var, güya “milletin meclisi”; güya “milletin vekilleri”yle dolu meclis; güya “milletin mutluluğu”nu esas alan meclis. Sanırsınız ki kanunlar Mardin’deki belediye emeklisi Şeyhmus Amcanın, Muğla’daki SSK emeklisi Hatice Teyzenin, Kars Arpaçay’ın dağ köyünde yaşayan Karabey Emminin mutluluğunu düşünerek, hissiyatını hissederek çıkartılıyor; acaba bir istatistik yapılsa, kaç kanun AB isteğiyle, kaç kanun bilmem ne kurumunun isteğiyle, yüz de az bilmem kaçı da milletimizle ilgili çıkartılmış son elli yılda, ortaya çıksa. Bir meclis düşününüz; adı da “millet meclisi” üstelik, milletinin bayanlarının üçte ikisi başörtü taksın ama meclise, seçilme hakkı (1934) bahşedildiğinden tam seksen sene sonra girebilsin. Bu ucube meclisin bulunduğu şehrin adıdır Ankara işte.
Hükümeti de var ya, sanırsınız ki “Ankara’ya hâkim” hükümet; - ki en güçlüleri de son on iki yıldaki bizim hükümetlerimiz olduğu hâlde – yapabileceği “Küresel Güçlerin Ankara’sının müsaade ettiği” sınırlar çerçevesinde “hükümetçilik” oynamak. Ne kadar bu toprakların sesi rengi kokusunu taşıyor, ne kadar ‘bizden’, ‘milletten’seniz, ne kadar Abdullah, Recep, Ahmet’seniz o kadar karşıdır o Ankara size. Demokrasi diyeceksiniz, ağzınızı her daim özgürlükle açacaksınız, vekillere hukukun üstünlüğü diye bas bas yeminler ettireceksiniz ama; milletin seçtiği başbakan bir akşam eşini de alıp ülkenin en yaşlı/büyük tiyatro oyuncusuna “geçmiş olsun”a gitmeye kalkacak, “senin eşinin başı örtülü” diye hastanenin kapısından sokulmayacak, üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görecek; adına da “çağdaş demokrasi” diyeceksiniz. Yok Ankara yok. Tek tesellimiz, dahilî ve haricî bin bir hile desise, entrikaya rağmen başbakanlıkta da cumhurbaşkanlığı koltuğunda da ‘bu milletin çocuklarının’ oturuyor olmasıdır. Buram buram hukuk, buram buram adalet, buram buram bürokrasi, buram buram para kokan Ankara. “Milletin temsilcisi gidip” de “milletin temsilcisi dönemeyen”lerin şehri Ankara. “Para”nın, “güç”ün ve “entrika”nın çoğu kez “hukuka”, “millete” ve “vefaya” galip geldiği şehir Ankara. Kulakları “menfaate”, “çıkara” daima açık, “fakirin”, “kimsesizin” sesine daima kapalı Ankara. Bir gün “milletin hükümeti” mi geldi, “fakirin sesine kulak kabartan” bir başbakan mı geldi, “öksüzlerle, yetimlerle, şehit çocuklarıyla iftar açan bir Cumhurbaşkanı mı seçildi, ona da “tez zaman”da ve türlü “Bizans oyunları”yla haddini bildirmeye kalkan, hizaya sokmaya kalkan Ankara. Washington’la dost, Londra’ya ahbap, Brüksel’le hemhâl şehir Ankara. Kendi sesine yabancı, ‘yabancı’ seslere âşina şehir Ankara. Caddelerinde “diplomasi”, koridorlarında “taktik”, kulislerinde “menfaat”lerin konuşulduğu, bölüşüldüğü, üleşildiği şehir Ankara.Üzerine karaların çöküştüğü, kargaların uçuştuğu, kartalların üşüştüğü, şehir Ankara. Suyun bilinmediği, martıların görülmediği, boğazın geçilmediği şehir Ankara. Yahya Kemâl merhumun diliyle; “İstanbul’a dönüşü” hep en güzel şehir Ankara. Halbuki “Hacı Bayram” sendedir; “Mustafa Kemâl” senledir; “ilk meclis” senindir. Nuri Pakdil sendedir, D.Mehmet Doğan senledir, Hece, TYB senindir bugün. Yemen’den Bosna’ya, Taşkent’ten Üsküp’e; bütün bir “millet”in gözü, gönlü, duası “sana”, senle” ve “senin için” ey Ankara. İtiraf et; koyu gri renkli bir şehirsin sen Ankara. A-kara, Ma-kara. En-kara. Ankara. 27
Ş ehir
ŞEHİRLERİN DİLİ
Su kaçağına benzer dile ilgisizlik. Su kaçağı, giderek susuzluğu, israfı, fakirliği, kimsesizliği getirir. Dile gösterilmesi gereken ehemmiyet insanın kendisine verdiği değerle ölçülür. Recep GARİP
sayı//12-13// temmuz-ağustos 28
lk tanıştığımız insanlarda hissettiklerimizi aslında şehirler için de hissederiz. Tıpkı bir insana benzer şehirlerin insana dokunan yüzü. Etki tepki meselesine benzer. İlk gördüğünde, karşılaştığında, baktığında hissedilendir aslolan. Kimi şehirler insanı sıkar, kimi şehirlerde insana huzur verir. Bazıları maddenin hükümranlığıyla sizi karşılarken, kimileri de geçmişin izleriyle, ayak sesleriyle, tarihi yapılarıyla, metafizik boyutuyla sarıverir insan ruhunu. Kimi dostluklarda var olan kadimlik, öz güven, kabulleniş, huzur ya da tam tersi bir duygu şehirlerde de vardır. İlk kez karşılaştığınız, tanıştığınız birisine karşı kalbinizde, yüreğinizde hissettiğiniz duygu asıldır. Gerçek olan, kalpte ilk hissedilendir. Şehirlere girerken, mekânlarla yüzleşirken böylesi bir dokunuşla insan yüreğinde duygular oluşur. Kalbe ilk gelen hissin, duygunun, sesin doğru olduğunda kuşku yok. Sonrasında, kalbi de, duyguyu da, hisside dönüştürdüğünü, yanılgının buradan başladığını da ifade edebiliriz. Öylesi köyler, kasabalar, yerleşim alanları vardır ki uzaktan hissettirir kendisinde ki soyluluğu, derinliği, metafizik akımı. Ruh, önden giderek şehirle, kasabayla, köyle kaynaşması sağlanınca yol kolaylanır gibidir. Bu anlatım mecazi bir hissin yansımasından ibarettir. Bir çekim alanı hissedilerek ilerlenir. Giderek ruhun dinginliği, huzuru, eşyaya, yola, birlikte olan yol arkadaşlarına da siner. Böylelikle mekânla ruhun kaynaşmasıyla sahiplenilme duygusu da kendiliğinden belirginleşir. Kişide var olan değerlerle şehrin değerlerinin örtüşmesiyle de ilgili olduğu söylenebilir. Kişiliklerin oluşmasında; kazanımların, ortamların, ailelerin, yaşanılan mekânların yani şehirlerde var olan birikimlerin, kültürlerin önemli olduğunda şüphe yok. Şehir algısı da bu çerçeveyle ilintilidir.Şehri süsleyen, şekillendiren, imar ve inşa eden insandır. Şehrin kurucusu olan insan, şehre kendi suretini nakşeder. Surette var olan sirettir nakşolunan. Huzuru arayışı mekâna sıçrar.Huzura yürüyen insan huzuru bulur.Huzursuzluklarla dolup taşan insanların çevreleri de, inşaları da huzursuzluğu yansıtır. Maddenin oyuncağı haline gelen modern dünya insanı insanlığını iflas ettirerek maddede kaybolmuştur. Maddenin yansıyışı, sıçrayışı, tırmanışı ve yükselişinin bu bağlamda düşünülmesinde yarar vardır. Dikey yapılarla göklere doğru ulaşma çabası insanın yalnızlık arayışıdır. Bir bakıma kendisinden, çevresinden, toplumundan dahası yaratıcısından kaçışı temsil eder ya da kendisini yüceltme peşinde koşarak inançsızlığın zirvesinde kaybolup gider. İnsan kendisini putlaştırınca put paramparça olur. Giderek bireyselleşiyor
yeryüzünde insan. Bireyselleştikçe yoksulluk artıyor. Dahasıbireysellik, mutsuzluğun peşinden koşmaktan başka bir yarar sağlamıyor. Modern dünya, yalnızlıkların dünyasıdır. Bireysel hisler, kazanımlar, duygular, mutluluklar aranırken daha da girift problemlerin ağına düşmeyi sağlıyor. Stres ve bunalım yalnızlığın adresidir. Çağın giderek küçüldüğü, daraldığı, insanın giderek huzursuzlaştığı, yoksullaştığı, mutsuzlaştığı söylenebilir. Çağdaş dünya denildiğinde, aynı çağda yaşayan toplulukların hatıra geldiği bilinir. Öyle olunca da çağda var olan, yaşanılan, olmakta olan ne kadar olay ve hadise varsa, herkesi ilgilendirdiğini söylemeliyiz. Yoksullukların, savaşların, yıkımların, kıyımların sürdüğü bir çağda moderniteye kurban olan ruhların çığlığı insanlığı perişan etmektedir. Modernite, ruhsuzluk üzerine bina-inşa yapar. Oysa insan; düşünen bir varlıktır ve düşüncesinden dolayı ayrıcalıklı, kıymetli ve o oranda da üstün iltifatları hak etmektedir. Eşrefi mahlûk olmak demek- şerefli insan kimliğini elde etmek demek-; toprakla temasın, toprakla inşanın, toprakla ruhun, toprakla bedenin ve toprakla yapının ünsiyeti derinleştikçe elde edilen kıymetin imanda tekâmülleşmesi demektir. İnsan ve toprak ezelden beri kardeştir. Öylesine kardeştir ki toprağına-özüne yöneldikçe yenilenir, uzaklaştıkça fakirleşir. Toprağa dokunan nasırlı eller öpülürken emeksiz ellere iltifat bile edilmez.Toprak kokusu insanın kendi kokusuyla eşdeğerdir. Yağmur sonrası hissettiğimiz, ciğerlerimize kadar çektiğimiz koku tepeden tırnağa insanı büyüler. Toprakta can bulan her tohum, farklılıklarıyla, tatlılıklarıyla, renklilikleriyle insanı büyüler tıpkı insanların farklılıkları, ürettikleri, türettikleri gibi.Toprağın cömertliğine benzer insanın da cömertliği. Toprağın sahiplenilişi gibidir insanın sahiplenilişi. Birbirine benzeyen öylesine yönler var ki düşünüldükçe idrak artar, bağlılık artar, sevgi artar. İnsanın insana yaklaşımına benzer yaklaşımlar, ilgini verdikçe, sevgini hissettirdikçe cömertliği artar, verdikleri çoğalır. Bire yedi, yediye yetmiş, yetmişe yedi yüz veren toprağın bu üretimine benzer insanoğlu da. İnsana verdiğin her emek, mutlaka karşılını bulur. Aslolanın samimiyet, içtenlik ve işin aşkla yapılmasındadır. Aşkla dokunulmalı dokunduklarımıza. İnsan ya da eşya fark etmiyor. Aşkla bakılmalı baktığımıza. İnsan ya da eşya asla fark etmiyor. Aşkla baktığınız canlı bir varlığın halleri, davranışları, oyunları tıpkı insana verilen ehemmiyete benziyor. Şehirleri inşa eden metafizik ruhun sirayet etmesi gerekiyor her dokunulan eşyaya, maddeye ki ruhumuzla bir ünsiyet, birliktelik, bir ortak dil ve beraberlik oluşturulabilsin.İnsanların diline benziyor şehirlerin dili de.Şehre hükmeden ruh,
kendine has bir dil ile sesleniyor. Ehemmiyet göstermek icap ediyor. Dilin muhafazası ne kadar kutlu ve ehemmiyetliyse şehrin var oluşunda dil unsuru da önemlidir. Dili yabancılaştırırsanız kendinize ve şehrinize de yabancı kalırsınız. Dile sahip çıkmak demek şehrin de, sokakların da, yaşanılan ülkenin de sahibi olmak demektir. Dil, ülkenin, vatanın, bayrağın, havanın, suyun, insanın, toprağın, inancın, imanın kendisidir. Dile ihanet vatana ihanettir. Ülkeye, bayrağa, havaya, suya, insana, toprağa, inanca ve imana ihanettir. Dile dikkat etmemek; anaya, ataya sırt dönmek, yabancılaşmak demektir.Dili düzgün kullanan saygınlık kazanır. Dili eğip büken, diline sahip çıkmayan eğilir ve bükülür. Türkçemizin bize taşıdığı asırlar, insanlığın varlığından, kıymet ve kültürel zenginliğimizden haberdar eder ki, Büyük Türk Coğrafyası bize en kıymetli insani değerlerimizi getirmiştir. Dolaysısıyla dilimiz vatanımızdır, dilimiz dinimizdir. Şehrin dilineülkenin diline ihanet eden, medeniyetimizin geleceğine de ihanet etmiş olur. Basit ve sıradan diye gördüğümüz hususların hayatiyet arz ettiğini hatırlatmakta yarar vardır. Su kaçağına benzer dile ilgisizlik. Su kaçağı, giderek susuzluğu, israfı, fakirliği, kimsesizliği getirir. Dile gösterilmesi gereken ehemmiyet insanın kendisine verdiği değerle ölçülür. Diline sahip çıkarsan, şehrin dili de sana sahip çıkar. Şehrin her yapısı, her sokağı, her mahallesi, her meydanı, her sitesi, her binası dünle barışık, geleceğe ışık tutar vaziyette olmalıdır. Yabancı kelimeler toplumu zehirler. Gerekmedikçe kendi kelimelerinden vaz geçmemek demek dilin namusuna sahip çıkmak demektir. Her kelimenin kendince bir gelişi vardır. Yabancılaşan site isimleri, gökdelen isimleriyle, şirketlerin, sokakların, caddelerin isimlerinde ki anlaşılmazlık, dil dönmezliğine götürür ki bu da asimile olmanın göstergesidir. Yabancılaşmaya açılan kapıda ki bu karmaşık durumdan bir an evvel kurtulunması icap eder. Bu işin asıl sahibi devletin en üst düzeyinden başlar ve vatandaşlara ulaşır. Dil kimliğimizdir. Kimliklerimiz, kişiliklerimizi yansıtır. Şehrin diline giren virüsü öldür ey bu toprağın sahibi olan insan. Ülkemizin, coğrafyamızın, medeniyetimizin ana dili olan Türkçemiz,asırlardır bizi besleyen ana kaynağımızdır. Sayın Cumhur Başkanının, Başbakanın Türkçeyeolan hâkimiyeti her bir aydını, edebiyatçıyı, şairi mutlu ediyor. Milleti temsil eden etmeyen her birey, Türkçeyi en iyi, en doğru, en estetik kullanmalıdır. Seçilenler, bunların arasından özenle seçilmelidir. Gittiğimiz, gördüğümüz, gezdiğimiz her ülkeye dilimizle gidiyoruz, gitmeliyiz. Temsil yetkisi elinde olanlar da ülkemizin diliyle konuşmalı ve bir dünya
29
Ş ehir
dili olduğundan asla şüpheye düşülmemelidir. Dilimizle yani Türkçemizle konuşmalıyız, dilimizde var olan zarafetin, zenginliğin varlığından haberdar etmeliyiz insanlığı. Şehre yabancı kalırsak eğer –ki şimdilerde konulan isimlerin tamamı yabancıdır ve bu bir ihanettir, istiladır, bir an evvel bunun önlemi devleti yönetenlerce alınmalıdır, Türkçe isimler verilmesi zorunlu hale getirilmelidir. İsim değişiklikleri teşvik edilmelidir. Devlet adamalarının yanı başında mutlaka bir dil uzmanı bulunmalıdır. Sigara konusunda gösterilen hassasiyetten daha önemli olduğunda asla şüphe yoktur. Sigara konusunda alınan sonuç dil konusunda daha da önemlidir. Dili kaybeden milletler; toplumlarını, devletlerini, uygarlıklarını, medeniyetlerini de kaybeder.Sanat, edebiyat, şiir ve güzel sanatlar; medeniyetin varlığından haberdar eder. Şehirlerde insana yansıyan yön burasıdır. Yüzünüze, gözlerinize, kulaklarınıza yansıyan hususların önemli olduğunda kuşku yoktur. Şehrin nasıl yansıdığını gözden geçirmek mecburiyetindeyiz. Şehre hükmeden irade, topluma da, devlete de hükmeder. Dolayısıyla dilin hâkimiyetini iğfal eden her eylemin, her tutumun, her ifadenin, her söylemin önüne geçmek, izin vermemek, durdurmak vatanseverliktir. Vatana hizmet, aynı zamanda dile hizmettir. Dilin varlığı edebiyatın, medeniyetin varlığıdır. Şehirleri gezdikçe dokunan, gezdikçe hayran bırakan, gezdikçe bir an evvel çekip gitme hissi uyandıran hususların oturulup düşünülmesi icap eder. Kendisine bağlayan, ebediyen ben burada kalırdım dedirten ruhla, sıkan ve bunaltan biran evvel buradan çekip gitmeliyim dedirten şehrin varlığı tefekkür gerektiriyor. Mekânlar insanlara ya huzur verir ya da huzursuzluk, tıpkı insan gibi. İnsanı bağlayan, insana dokunan, insana sahiplenme duygusu veren şehirler; kadim, köklü, tarihi dokuları sağlam, sanatı, musikisi, edebiyatı ve şiiri derin ve soylu olan şehirlerdir. Böyle şehirlerde yetişen genç neslinde şehirdeki var olan dokulardan beslenerek ruhunu, düşüncesini, hayata bakışını, topluma, toprağa ve insana ve yeryüzüne bakışını beslediğinde hiç kuşku yok. Bundan dolayıdır ki eski şehirler, tarihi dokusu sağlam şehirler besleyici şehirlerdir, kadim şehirlerdir. Bir ulu şara varmak, dürülüp toparlanmak, elenip kalburda kalmak, yuyulup yıkanılmak kolay olmasa gerektir. Şehirlerin böyle bir yönü vardır. Gidersiniz gidişiniz sizin elinizdedir. Karar sizindir. O şehre vardığınız andan itibaren o şehrin iklimiyle beslenir, şekillenir, allanır, pullanır ve dönüş izniyle dönersiniz. Vardığınız şehrin sahipleri sizi alırlar bunu görseniz de alırlar görmeseniz de. Siz onların konuğusunuzdur artık bunu bilseniz de bilmeseniz de. Misafir, misafir olduğunu idrak ederek o şehirde kalmalı, sayı//12-13// temmuz-ağustos 30
bilmelidir şehirlerin de, misafirliklerin de bir gün biteceğini, hayatın yalnızca üç günden ibaret olduğunu.Her gelen gidiyor. Gelmek gitmeyi de peşi sıra getiriyor. Gitmek dönüşü peşi sıra götürdüğü gibi. Ayrılışların, kavuşmaların, kavuşmaların da ayrılışları tası tasına taşıdığına benziyor. Gidiyorsunuz öyle gidiyorsunuz ki bir daha dönmeyecek hissiyle. Lakin bir an geliyor ve dönüş yolundasınız ve dönüşün hisleriyle, özlemleriyle, endişeleriyle birlikte her şey geride kalıyor. Gidişin sayılı günleri bitmeyecekmiş gibi gidiyor insan. Dünyaya gelişin de bir ayrılışa işaret ettiğini doğarken biliyor bütün insanlık.Ama asla gitmeyecekmiş gibi ona sarılıyor ve onunla mutlu oluyorsunuz. Bir an geliyor, kopan bir iple birlikte saat duruyor ve sonsuz bir yolculuğa uğurluyorsunuz, aranızdan sessizce ayrılışın, boynu büküklüğü içinde, iç ve dış çığlıklar bırakarak. Çığlıklar, bir gün mutlak dönüşün bıraktığı acı olsa gerektir. Gidenin ardından bir gün döneceğini derinden, en derinden hissedişin çığlığıdır. Bir şehre varır gibi, bir dosta varır gibi, sevgiliye kavuşur gibi gitmeye hazır olmak gerekir. Bir ulu şehre varmak, o şehirde derlenmek, toparlanmak ve dönüşe hazır olmak demektir. Hacı Bayramı Veli Hazretlerinin şehirle ilgili şiiri tam da anlattıklarımızı anlatıyor; “Çalabım bir şar yaratmış İki cihan arasında Bakıcak didar görünür Ol şarın kenaresinde Nagihan bir şara vardım Anı ben yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım Taş ve toprak arasında Şakirtleri taş yonarlar Yonup üstada sunarlar Çalabın adın anarlar Taşın her paresinde Ol şardan oklar atılır Gelür sineme batılır Âşıklar canı satılır Ol şarın bazaresinde Şar dedikleri gönüldür Ne alimdür ne cahildür Âşıklar kanı sebildür Ol şarın kenaresinde Bu sözümü arif anlar Cahiller bilmeyüp tanlar Hacı Bayram kendi banlar Ol şarın minaresinde”. Ankara’ya taht kurmuş bu kutlu veliyi rahmetle, şükranla ve minnetle anıyorum.
KELİMELER Kelimeler, dili meydâna getirir; dilini kaybeden millet, kimliğini kaybeder, zamanla millet olmaktan çıkar.
Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU
Okuduğumuza göre, Kanunî, Fransızlara kapitülasyon vermiş, baş belâsı hâline gelen kapitülasyonlardan zor kurtulmuşuz. (Okuduğumuz târih kitaplarında Kanunî’nin Fransızlara kapitülasyon verdiğini yazmıyor mu?) Baş belâsı meselesi, çok doğru, kurtulmamızın zor olduğu da çok doğru … da, Kanûnî’nin Fransızlara verdiğinin adı yanlış, dolayısıyla mâhiyeti yanlış! Mîlâdî Onaltıncı Yüzyıla, târihçiler Türk Yüzyılı derler. Gerçekten de, Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyye (Pek Yüce Osmanlı Devleti), çağın Süper Gücüdür, İran’da Türk asıllı hânedân iktidardadır, Hindistan’da yine Türk hânedânı, Timur oğulları hâkimdir. Kısacası, o zaman için bilinen yerlerde ve merkezde, Türkler hâkimdir.
ambridge’de bulunduğum sırada, evinde yaşadığım yaşlı İngiliz şöyle demişti: “Bir Afrika’lıya, ‘hiç İngiltere’ye gittin mi?’ diye sorulduğunda ; ‘No, I have never been home’ (hayır, yuvada/anavatan’da hiç bulunmadım) derdi.” Biz bu kafa yapısını (attitude of mind) devâm ettiremedik, diye hayıflanırdı. Afrika’lı insanın, doksan dokuz göbeğe varıncaya kadar, hiçbir atası, dedesi İngiltere’ye gitmediği, hattâ orasının adını bile işitmediği hâlde, sömürge yönetimi öyle bir (moda tâbirle) algı oluşturmuş ki, Afrika yerlisi, İngiliz gibi düşünüyor, onun kelimelerini kullanıyordu: kültür istilâsının en belirgin görünüşü. KENDİ KELİMELERİMİZLE DÜŞÜNMEK Hür olmanın, hiçbir yabancı güce bağlı olmamanın ilk adımı, milletin kendi kelimeleriyle düşünmesidir. Bir milletin târih içinde akıp giden hayâtında kullandığı kelimeler vardır. Bu kullanılan kelimeler, bâzan değişir, yerlerine yenileri gelir, bâzan kelimeler manâ değiştirir. Her hâl ü kârda, kelimeler, bir milletin gerçek hazînesidir, târihidir, geleneğinin taşıyıcısıdır, en değerli varlığıdır. Kelimeler, dili meydâna getirir; dilini kaybeden millet, kimliğini kaybeder, zamanla millet olmaktan çıkar. Yanlış kelime kullanmanın ne gibi sonuçlar verebildiğini târihimizden bir misâl vererek açıklayalım : İMTİYÂZ – KAPİTÜLASYON Türkiye Cumhûriyetinde, orta öğretim sıralarında hepimiz Kanunî Sultan Süleyman’ın Osmanlı’nın güçlü zamânında Fransızlara verdiği kapitülasyonlardan, güç belâ nasıl kurtulduğumuzu okumuşuzdur.
Osmanlı Cihân Devleti, bütün Avrupa ile güreşmektedir (güreş’in asıl manâsı böyledir). Zavallı Kral Fransuva’ya yazdığı mektupta, kendisinin hâkim olduğu birçok ülkeyi saydıktan sonra : Sen ki Françe vilâyetinin Kralı… diyen, Kanûnî, Avrupa’nın Şarlken (Beşinci Şarl/Charles Quint) başkanlığında birleşmesini önlemek için, Fransa vilâyetinin iktisâden güçlenmesi için onlara bâzı ayrıcalıklar tanımaktadır; Fransız tacirlerine kolaylıklar, yabancı gemilerin Fransız bayrağı çekerek Osmanlı limanlarına gelmesi vb. Zavallı Fransa’ya lütfedilen bu ayrıcalıkların adı İMTİYÂZ idi ve iki hükümdârın hayatları ile kayıtlı idi, yâni, bu imtiyâzât, onlar yaşadığı müddetçe yürürlükte olacaktı. Fransızlar, bu imtiyâzların devâmlı olmasını sağladılar ve lütfedilen imtiyazlar, Osmanlı zayıflayınca gerçekten baş belâsı hâline geldi. Biz, kendi kelimelerimizi bırakıp da yabancı kelimeleri alınca şöyle tuhaf bir durum ortaya çıkıyor : kapitülasyon : teslimiyet demek olduğuna göre, Kanûnî, zavallı Fransuva’ya teslîm oluyor, Osmanlı mülkünü ona ipotek ediyor! demek oluyor. Kelimeleri, düşünmeksizin kullanmak, böyle bir felâkettir. Kapitülasyon kelimesini Fransız kullanır, işine öyle gelir, öyle hoşuna gider; ama, bilinçli bir Türk asla kullanmamalı, doğrusunu, imtiyâz sözünü kullanmalıdır. Kanunî, Fransa’ya imtiyâzât vermiştir; kapitülasyon değil ! 31
Ş ehir
BİZ KIRIM’DAN ÇIKANDA Kırım benim hafızama, bir kahramanlık türküsü ile taa çocukluk günlerimde kazınmıştır. Henüz Kırım’ın adını, haritadaki yerini bile bilmezken, öğrendiğim bir kahramanlık türküsü Sinan ile Kırım’ı hafızama birlikte nakşetmiştir. İsa KOCAKAPLAN
iz Kırım’dan çıkanda/ Kar yağmadı kan aktı. Anam babam kız kardaşlarım/ Gözleri dolu yaş kaldı Bu Kırım ağıtının her harfinden kan damlar. Onun hüzünlü bestesini dinlediğinizde göğsünüz daralır, canınınız teninizden fırlayacakmış gibi olur. Talihin döndüğü, tarihin Kırım’ın sukutunu yazmaya başladığı yıllara gidersiniz. Çaresiz kadınlar, ihtiyarlar, çocuklar Ruslar tarafından sürgüne gönderilmektedirler artık. Gece yarısı veya sabahın köründe evlerinden alınan ve önce kara kamyonlara, sonra kara vagonlara doldurulan Tatar delikanlılarının çektikleri acılar, uğradıkları zulümler gözünüzün önüne gelir. Gemilere doldurulup Karadeniz’in derinliklerine gömülen taze canların feryatlarını duyarsınız. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra Rus zulmünden kurtulmak için Romanya’ya, Dobruca’ya, Anadolu’ya çoluk çocuk genç ihtiyar kaçışan kafileler gözünüzün önüne gelir. Bu ağıt, sözleri ile bütün bir soykırımın hikâyesini anlatır. Bestesi ile dünya durdukça unutulmayası canavarlıklar karşısında, Kırım Türkünün mütevekkil inleyişini en katı gönüllere bile nüfuz ettirir. Gökteki uçaklardan atılan bombalarla can veren yiğitlerin cenaze namazlarını kılacak kimse bile kalmamıştır artık. Bütün bir millet yokluğun derinliklerine atılmaktadır. Ağıtın son kıtasında, vatanından sürülmek üzere Akyar’a götürülen bir Tatar delikanlısının hazin inleyişi ve çaresizliği, her dinleyeni hüzün girdabına yuvarlar: Kaçar edim men Akyar’dan Karadeniz bolmasa. Asar edim öz özümnü Annem babam bolmasa. Arada Karadeniz var, Ak topraklara kaçamaz. Gördüğü zulüm onu canından bezdirir. Ölümü kurtuluş olarak görür. Ama geride annesi ve babası vardır. Onları evlatsız bırakmayı göze alamaz. Velhasıl zâlimin zulmünün akışına bırakır kendini. Sürgünse sürgün, çalışma kampı ise çalışma kampı, ardı arkası kesilmeyen işkenceler ve bir kurtuluş haline gelen ölüm… 18 Mayıs 1944, yavrunun anasından kitleler halinde koparılışının kara tarihidir. Artık Kırım’da bir tek Türk bırakılmamıştır. Ulaşabilenler Özbekistan bozkırlarına, yollarda can verenler ise soğuk Rus steplerine bırakırlar kendilerini. Ve şimdi dertli Kırım türkülerinde bu hazin maceranın ağıtları duyulur. En neşeli görünen
sayı//12-13// temmuz-ağustos 32
Kırım türküsünde bile kuvvetli bir hüzün damarının bulunması bundandır. Kırımlının gönlü hüzzam ve hüseyni konuşur yüz yıllardır. *** “Kırım benim hafızama, bir kahramanlık türküsü ile taa çocukluk günlerimde kazınmıştır. Henüz Kırım’ın adını, haritadaki yerini bile bilmezken, öğrendiğim bir kahramanlık türküsü Sinan ile Kırım’ı hafızama birlikte nakşetmiştir. Bu hatıra ilkokul 4.-5. Sınıfta okuduğum günlere gider. Diyarbekir yazımda minnet, şükranla ve rahmetle andığım ilkokul öğretmenim Abdürrahim Arıtürk, müzik derslerinde bizi Enver öğretmene emanet ederdi. Enver öğretmen hatırlayabildiğim kadarı ile akordeon da çalardı. Bize çeşitli türküler öğretirdi. Bunlardan birisi de “Kırım’dan gelirim gelirim/ Adım da Sinan’dır” diye başlayan kahramanlık türküsü idi. Kırım ve Sinan isimleri çocuk hafızamızda bu türkü ile yer etmişti. Bu türkünün “Kılıcımın suyu kandır da dumandır” mısrası hayallerimizi alabildiğine beslerdi. Yağız atının üzerinde pala bıyıklı bir akıncı beyi hayal dünyamızı kaplar. Elinde kılıcı ile dumanlı dağ başlarında düşman kovalardı. Türkü mutlaka zafer günlerinin yadigârı idi. Zire türküde, Arap atına binmiş Kırımlı kahraman Sinan, meydana çıkmış Nemçelü’yü (Avusturyalı) aramaktadır. Sinan meydanda yalınkılıç at üzerinde dört dönmekte ve Nemçelü’ye “İşte Sinan buradadır. Gizlenme ortaya çık!” diye haykırmaktadır. *** Elhak 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasına kadar Kırım’ın korkusuz yiğitleri Nemçelü’ye de Rusyalu’ya da dünyayı dar etmişlerdir. Evliya’nın deyimi ile “Tatar-ı saba-reftar,” kendisine nerede ihtiyaç duyulursa orada âdeta bitivermiştir. Mengli Giraylar, Bora Gazi Giraylar, Mehmet Giraylar, Selim Giraylar Kıpçak bozkırlarından Orta Avrupa ovalarına yüzyıllarca korku salmışlardır. MEDENİYET KİMLİĞİ İLE BÜYÜMEK Kırım tarihi biraz da bizim medeniyetimizin tarihidir. Türk-İslâm medeniyeti şemsiyesi altında birleşen çeşitli Müslüman kavimler, bu birlik devam ettiği sürece başları dik yaşadılar. Mensup oldukları medeniyetin kimliği ile büyüdüler. Türk-İslam medeniyetinin sarsılması, Kırım’ın bu birlikten kopuşu, daha doğrusu koparılışı ile başlar. 1683 Viyana bozgunu sonrası Kırım tahtına geçen Selim Giray, birliğin tekrar sağlanmasında olağanüstü gayretler sarf eder. Hem Kırım’ın hem Osmanlı’nın toparlanmasına büyük katkılarda bulunur. Öyle ki medeniyet şairimiz Yahya Kemal, 20. Yüzyıl başlarında bu büyük hanın yaptıklarının ortak medeniyetimizin devamı açısından önemini herkesten iyi anlamış ve onun için altın değerinde mısralar kaleme almıştır:
En kahraman Kırım Hanı Gazî Selîm Giray, Bir cenk eriydi, at, pala, tuğ, kargı, ok ve yay Bir baksalar başındaki zencirli tolgaya, Benzerdi neş’eden her akın bir kasırgaya. Lâkin “Üçüncü Kosva”da küffârı bastığı, Kalkan, kılıç ve tolgayı tâ Arş’a astığı, Bir nakledilse öğrenilir dâsitan nedir? Bir bozgun ortasında yiğitlik ne, şan nedir? Osmanlı sevgisiyle yetişmiş bu harb eri, Doldurdu Yıldırım Beyazıd’dan kalan yeri… Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ın önce bağımsız devlet haline gelerek Osmanlı desteğini kaybetmesi, 1783 yılında Rusların Kırım’ı işgali ile sonuçlanır. Böylece Osmanlı ile Kırım arasındaki tarihi ve kuvvetli bağ kopar. Osmanlı’nın 19. Yüzyıl boyunca sürekli toprak kaybetmesi, 93 Harbi büyük felâketi, Trablusgarp, Balkan Savaşı ve nihayet Birinci Dünya Savaşı ile koca devlet âdeta buharlaşır. Bütün bu kayıpların başlangıcı, Kırım’ın kaybına bağlanabilir. Osmanlı bu antlaşma ile kuzeyde güçlü bir müttefikini ve sınırlarını Rusya’ya karşı koruyan stratejik ortağını kaybetmişti. Elbette bu durum Kırım hanlığını ve Kırım Türklerini de tarifi imkânsız acıların içine sürüklemiştir. Medeniyet birliğini sağlayan şiraze dağılınca, Türk-İslâm medeniyetinin dünya düzenini sağlama iddiası da akamete uğramıştır. Medeniyet kimliği etrafında birleşerek büyümenin sağlandığı asırlar geride kalmış ve bir çözülme süreci başlamıştır. Türk-İslâm medeniyetinin tekrar evrensel bir alternatif oluşturma ihtimali, Türk ve Müslüman milletlerin tekrar aynı medeniyet zemininde birleşmeleri ile mümkün olabilir. Dolayısıyla bu bağlamda Osmanlı-Kırım ilişkilerin bilinmesi ve yeniden yorumlanması hayati bir önem taşımaktadır. Bu serüvenin tarihçesi şöyle özetlenebilir: Soyları, büyük oğlu Çuci yoluyla Cengiz Hana bağlanan Kırım Girayları, Kırım Hanlığını Altınordu devletinin bakiyyesi olarak kurarlar. Hanlığın kurucusu Hacı Giray Handır. Onun adına kestirilen sikke 1441/1442 tarihini taşımaktadır. Böylece Kırım Hanlığı’nın kuruluşu 15. yüzyılın ilk yarısı olarak belirlenebilmektedir. Hazarlar, Peçenekler, Kıpçak (Kuman)lar, Altın Orda ve Türkiye Türkleri, Kırımdaki yerli halkı oluşturmuştur... Bunların hepsi de Türk kavimleridir. Kırım Hanlığı, 1478 yılında Kırım Hanı olan Mengli Giray’dan başlayarak 21 Temmuz 1774 tarihinde Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmıştır. Bu süre içinde Osmanlı ordusuna süvarileri ile katılan Kırım Hanları büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Bora Gazi Giray Han (1554-Aralık 1607)’ın; 33
Ş ehir
Râyete meylederiz kamet-i dilcû yerine Tûğa bel bağlamışız kâkül-i hoşbû yerine (Sevgilinin gönül alıcı endamı yerine, sancağa meyl ederiz/ Sevgilinin hoş kokulu zülfü yerine, tuğa bağlanırız.) mısraları, Kırım Türklerinin kahramanlık anlayışlarını da dile getirmektedir. Kırım Hanları ve süvarileri, gök bayrağın gölgesinde nizam-ı âlem uğrunda savaşmayı tercih ediyorlardı. Burada Kırım bayrağındaki damga hakkında bir düşüncemizi de belirtelim. Bayrağın sol üst köşesinde bulunan aşağıya doğru üç kollu damgaya “tarak damga” adı verilmektedir. Tarağın devlet hayatını ilgilendiren hangi sembolik veya hiyerarşik önemine dayanılarak bu adlandırmanın yapıldığını bilmiyoruz. Biz bu damganın, stilize edilmiş tuğ olabileceği değerlendirmesinin göz önüne alınması gerektiğini düşünüyoruz. Zira tuğ Türklerde ve Moğollarda tarihin bilinen çağlarından itibaren devlet hiyerarşisinde önemli değer taşımaktadır. M. Z. Pakalın’ın sözlüğündeki tuğ maddesi okunduğunda bu açıkça görülür. Elbette söz yine tarihçilerindir. 11 Eylül 1683 tarihi, Kırım ve Osmanlının talihinin dönüm noktası kabul edilebilir. İkinci Viyana Kuşatması’nı sürdüren Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Jan Sobieski’nin 70 bin kişilik kuvvetle Viyana’ya yardıma geldiğini haber alınca, Kırım Hanı Murat Giray (16771683)’a bu kuvvetleri nehrin karşı yakasına geçirmeme görevini verir. Ancak Murat Giray, Merzifonlu’nun kendisine sert davranmasına kızarak, bu kuvvetlerin köprüyü geçmesine seyirci kalır. Ardından İkinci Viyana Bozgunu ve pek çok yenilgi birbirini takip eder. Murat Giray (ö. Yanbolu 1695) hanlıktan alınır. Yerine (16701677/ 1684-1691/ 1692-1699 yılları arasında 3 defa hanlık tahtına oturan) Gazi Selim Giray geçer. Selim Giray Han, İkinci Viyana Bozgunu’nun sonuçlarının çok daha ağır olmasını önleyen kahramanlıklar gösterir. Ancak bu süreç Osmanlı Devleti’ni Karlofça Antlaşması (26 Aralık 1699)’nı imzalamaktan kurtaramaz. Kırım bundan 75 yıl sonra, 1769-1774 OsmanlıRus Savaşı sonunda imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (21 Temmuz 1774) ile bağımsız devlet konumuna gelir. Kırım üzerinden Osmanlı himayesinin kaldırılması, Rusların uygulamaya koydukları “Kırım’ı ele geçirme plânı”nın bir bölümüydü. Bunun gerçekleşmesine bazı mirzalar da yardımcı olmuşlardır (1771). Kırım Hanlığı’nın bağımsızlık dönemi fazla sürmez. Son Kırım Hanı Şahin Giray, Rus hayranıdır. Halk ayaklanır ve onu hanlıktan indirir (1782). Şahin Giray Rusya’ya kaçar. Bir Rus ordusu ile birlikte tekrar Kırım’a girer ve tahta oturur (1783). Daha sonra General sayı//12-13// temmuz-ağustos 34
Potemkin 70 bin askerle bütün Kırım’ı işgal eder. Karargâhını Karasupazarı’na kuran Potemkin, Çariçe II. Katerina’nın “Kırım’ın Rusya’ya ilhak edildiğini bildiren” bir kaç ay önceden hazırlanmış beyannamesini okur (9 Temmuz 1783). Şahin Giray hanlıktan alınır. Şahin Giray, Ruslardan gördüğü ağır muameleye dayanamayarak, birkaç yıl sonra Osmanlı Devleti’ne sığınır. Rodos adasında 4 sene sürgün hayatı yaşadıktan sonra idam edilir. Sonrası Kırım için karanlık bir berzahtır. Kırım Türkü öz yurdunda yabancı olur. Her türlü baskı ve sindirme metotları uygulanır. “DÜŞMAN KAVÎ TÂLİH ZEBÛN” Artık Kırım Türk’ü için göçler ve sürgünler devri başlamaktadır. Topraklar müsadere edilir; Kırım’a Rus, Yahudi, Ukraynalı, Alman vb. topluluklar yerleştirilir. 1783 yılından 1922 yılına kadar 1.800.000 Kırım Türk’ü Osmanlı Devleti yönetimindeki bölgelere göç eder. 1792, 1812, 1828-1829, 1860-1861, 1874-1875 ve 18911902 yıllarında meydana gelen göçler yüz binlerle ifade edilecek kitleler hâlinde gerçekleşir. 1897 yılında Ruslar tarafından yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre Kırım’da bulunan Tatar Türk’ü sayısı 200 bindir. 1783-1883 arasındaki yüz senelik devre Kırım Türkleri açısından son derece zorluklarla dolu olmuştur. 1883’ten itibaren Gaspıralı İsmail Bey (1851-1914) in gayretleri ile Kırım Türkleri aydınlanmaya başlamıştır. Gaspıralı’nın Bahçesaray’da yayınlamaya başladığı Tercüman Gazetesi (22 Nisan 1883- 1915), Kırım Türklerinin yanında, bütün Türkistan ve Osmanlı Türklüğünü de uyarmayı görev edinmişti. Onun “Dilde, fikirde, işde birlik” ilkesi dünya Türklüğünün mutlaka gerçekleştirmesi gereken önemli bir projedir. Yazık ki Türk cumhuriyetlerinin alfabe değiştirmeleri sırasında gerçekleştirilebilecek olan alfabe birliğini sağlama fırsatı kaçırılmıştır. Ekim 1917’de gerçekleşen Bolşevik İhtilâli’nden sonra Kasım 1917’de Kırım’da seçimler yapıldı ve 9 Aralık 1917’de Kırım Tatar Millî Parlamentosu Bahçesaray’da toplandı. Parlamentoya giren 78 milletvekilinin 55’i Vatan Cemiyeti çizgisinde idiler. Bu toplantı sonunda kurulan Kırım Tatar Hükûmeti’nin başkanlığına Numan Çelebi Cihan, Harbiye Bakanlığına ise Cafer Seydahmet Kırımer seçildiler. Parlamento 26 Aralık 1917’de “Kırım Tatar Kanun-ı Esasîsi (anayasa)”ni kabul ve “Kırım Demokratik Cumhuriyeti”ni ilân etti. Hükûmet Akyar (Sivastopol) dışında bütün Kırım’a hakim oldu. Fakat bu uzun sürmedi. Ocak 1918’de Bolşevikler Kırım’ı işgal ederek hükûmeti yıktılar. Numan Çelebi Cihan Bolşevikler tarafından idam edildi. Mayıs 1918’de Almanlar Kırım’ı işgal edince Kırım Tatar Millî Kurultayı geçici olarak
tekrar toplandı. Ancak Kasım 1918’de Birinci Dünya Savaşı’nı Almanya ve Osmanlı Devleti yenik bitirince, Kırım iki yıl boyunca Beyaz Ordu (General Denikin ve Wrangel) ile Bolşevikler arasında el değiştirdi. Sonunda Kasım 1920 tarihinde Kızılordu Kırım’da Sovyet yönetimini kurdu. 18 Ekim 1921’de Sovyet yönetimi tarafından Kırım Muhtar Cumhuriyeti ilân edildi. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başladı. 1941 yılı sonlarında Kırım Almanlar tarafından işgal edildi. Bazı Kırımlılar fabrikalarda işçi olarak çalıştırılmak üzere Almanya’ya gönderildiler. Alman işgali sırasında da 128 Türk köyü ortadan kaldırıldı. 2,5 yıl sonra Nisan ve Mayıs 1944’te yapılan savaşlarda yenilen Almanlar Kırım’dan çekilince, bu defa Sovyet baskısı başladı. 18 Mayıs 1944 sabahı Kırım Türklerine hazırlanmaları için 15 dakika süre verildi. Yarım milyona yakın insan hayvan vagonlarına dolduruldu. Her tarafı kapalı vagonlarda haftalar boyunca yolculuk yaptırılarak Özbekistan’a sürüldüler. Savaşta kahramanlık gösterip madalya alanlar da dahil, “Almanlarla işbirliği yapmak” suçlaması ile kundaktaki bebeklerden 70’lik ihtiyarlara kadar bütün Türkler Kırım’dan koparıldılar. Kırım Türklerinden temizlenen(!) Kırım Yarımadası’nda, mezar taşları dahil hiçbir Türk izi bırakılmadı. Camiler, çeşmeler, medreseler, mezarlıklar, köyler yerle bir edildi. Yerleşim merkezlerinin Türkçe adları Rusçaya çevrildi. Kırım’a Ruslar yerleştirildi. Bin yıllık Türk yurdunda bir tek Türk bırakılmadı. 30 Temmuz 1945’te Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ortadan kaldırıldı. 1954 yılında da Kırım, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne hediye edildi. 5 Eylül 1967’de Kırım Türklerinin haksız yere sürüldükleri bir fermanla ilân edildi. Fakat ana vatanlarına dönmelerine izin verilmedi. 1990’lı yıllarda Sovyetlerde başlayan değişim ve parçalanma sonucunda Kırım Yarımadası Ukrayna’da kaldı. 1990 sonrasında Özbekistan’da sürgün hayatı yaşayan Kırım Türkleri ana vatanlarına dönmeye ve çok zor şartlar altında (barakalarda) yaşamaya başladılar. 18-23 Mart 1992 tarihleri arasında Akmesçit’te “Milletlerarası İsmail Gaspıralı Konferansı” düzenlendi. Yine aynı yerde “II. Kırım Millî Kurultayı” toplandı. Birleşik Devletler Topluluğu’nun çeşitli bölgelerinden gelen 250 delege, 33 kişilik Kırım Tatar Millî Meclisi’ni oluşturdu. Meclisin başkanlığına hayatının 17 yılını cezaevinde ve sürgünde geçiren Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu seçildi. 1995 yılı sonunda 300 bin Kırım Türk’ü Kırım’a dönmeyi başarmıştır. Kırım Türklerinin 1783’ten bu yana iki yüz yılı aşkın süredir içinde bulundukları
durumu aşağıdaki beyitten daha yakıcı olarak ne özetleyebilir: Dost bî-pervâ felek bî-rahm devran bî-sükûn Derd çok hem-derd yok düşman kavî tâli’ zebun UNUTMAYAN VE UNUTTURMAYAN ADAM: CENGİZ DAĞCI Benim Kırım’ı ve Kırım Türklerinin durumunu bilinçli olarak fark edişim, Cengiz Dağcı’yı tesadüfen tanımamla gerçekleşmiştir. 1971 veya 1972 yılı olmalı. Tunceli Öğretmen Okulunda öğrenciyim. Yaşım 15, belki 16. Edebiyatı seviyorum. Bir şeyler de karalamaktayım. Yatılı öğrenci oluşumuz ve ailemizden 1200 km uzakta bulunuşumuz, bizi kitaplara yönlendiriyor. Ne bulursak okuyoruz. Kütüphane, okulun üçüncü katında ufak bir oda. Ben kütüphane nöbetçisiyim. Öyle hatırlıyorum… Nöbet beklerken bir şeyler okumalıyım… Varlık Yayınlarından cep boyu bir kitap çarpıyor gözüme. Sırtında “Korkunç Yıllar” yazıyor. Kitabı çekip alıyorum. Okumaya başlıyorum. Kırımlı Sadık Turan’la böyle tanışıyorum. Onun hayatı, Kızıltaş köyünden itibaren beni peşi sıra sürüklüyor. Önce Akmesçit’e, sonra Ukrayna cephesine onunla gidiyorum. Sadık Turan tank teğmenidir artık. Rus ordusunda Almanlarla savaşır. Sonra esir düşer. Esir kamplarının korkunçluğu, Almanların, Rusları bile aratan zalimlikleri, bu zulümden başta Yahudiler olmak üzere kimsenin kurtulamayışı… Kırımlı bir Türk Sadık Turan…ardından diğer Türk topluluklarına mensup kahramanlar. Bunların isimleri, konuştukları dil, inançları, bizimki ile aynı. Yürekleri vatan sevgisi ile dopdolu. Hepsi kendi yurdunda, hür yaşamak istiyor. Sonra, bu yazarın -Cengiz Dağcı’nın- başka kitabı var mı, diye bakıyorum. “Yurdunu Kaybeden Adam” ilişiyor gözüme. Onu da bir solukta okuyorum. Esir kamplarında çekilen çileler, sonra Almanlar tarafından kurulan Türkistan Ordusu… Bu orduda, Rus ordusunda savaşırken, Almanlara esir düşmüş Türkistanlılar var. Sayıları, Rus kuvvetlerine karşı kullanılan bir ordu teşkil edecek kadar fazla… Sonra 1979 yılında İÜ Edebiyat Fakültesini bitirirken hazırladığım “Cengiz Dağcı’nın Dört Romanının İncelemesi” isimli mezuniyet tezimle Kırım yangının içimde daha büyümesi. Benim Cengiz Dağcı’nın eserlerini ısrar takip edişim. 1998 yılında “Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı” isimli eserimin yayımlanması… Cengiz Dağcı üzerine yaptığım konuşmalar. Nihayet bu çalışmalar kendiliğinden sonuç veriyor ve 2009 Ocak ayında çalıştığım üniversite tarafından Londra’ya Cengiz Dağcı ile görüşmeye 35
Ş ehir
gönderiliyorum. Bu ziyaret benim hayatımın en müstesna bir haftası oluyor. Cengiz Dağcı ile birkaç defa buluşup görüşüyoruz. İntibalarımı kaydediyorum. 2010 yılında yayınladığım kitapta bunlar ayrıntıları ile yer alıyor. Okur, Kırım yazısında niçin bu kadar Cengiz Dağcı’ya yer ayırdığımı sorabilir, haklıdır. Ama benim Kırım’ı görme sebebim de odur. Dağcı 22 Eylül 2011 tarihinde vefat etti. Onunla Londra’da görüşmemizin üzerinden 2 yıl 8 ay gibi bir zaman geçmişti. Cenazesi 2 Ekim 2011 tarihine kadar defnedilmedi. Vefatından sonra, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu onu ana yurduna, Kırım’ın Kızıltaş köyüne kavuşturmak üzere var gücüyle çalışmaya başlamıştı. Sonunda İngiltere ve Ukrayna makamlarından gerekli izinler alınmış ve defin işleminin yapılmasının önünde engel kalmamıştı. Türkiye’den bir uçak dolusu misafir de Kırım’a gidecekti. Dışişleri Bakanlığı beni de unutmamıştı. Cengiz Dağcı’nın vuslat törenine ben de katılacaktım. Şunu düşündüm: Allah hasbî çalışmayı karşılıksız bırakmıyor. Siz fisebilillah çalışırsanız, kuldan bir karşılık beklemezseniz, o çalışmanızın karşılığını Allah bizzat veriyor… Hem de ne veriyor… Benim kendi imkânlarımla Londra’ya gidip Cengiz Dağcı’yı görmem, sonra Kırım’da onun cenaze törenine katılmam muhal denecek raddedeydi. Ama bunların ikisi de gerçekleşti. Hatta 2012 yılı Eylülünde Dağcı’nın vefat yıldönümünde Kırım’a bir daha gitmek nasip oldu. Ne kadar şükretsem azdır. Zarif ve kibar bir devlet adamı olan Ahmet Davutoğlu uçakta bulunan herkesle halleşti. Herkese merhaba dedi. Yanında zamanın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la beraber davet sahibi olarak uçaktakileri selamladı. Merhabalaştığımızda, kendimi tanıttım. O anda Ertuğrul Günay’a dönerek benim hakkımda yaptığı hak etmediğim iltifatları asla unutmayacağım. Yaptığım birkaç değersiz çalışma hakkında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanının, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanına sıraladığı övgüler, bir faninin tadabileceği nadir iftihar anlarındandı. KALGAYLAR MAKAMI AKMESÇİT 2 Ekim sabahı erkenden Ankara’ya uçtuk. Oradan da Akmesçit (Simferepol)’e… Karadeniz üzerinden geçip, Kırım topraklarının üzerine geldiğimiz anda başlayan yemyeşil zemin göz alabildiğine uzanıyordu. Karadeniz’in güneyi gibi kuzeyinin de deniz kıyısından gökyüzüne kadar yeşilliklerle kaplı olduğunu yere ayak basınca daha iyi anlayacaktık. Saat 11.00 sularında havaalanında idik. Ben tarifi imkânsız duygular içinde idim. Cengiz Dağcı’nın vefatının uyandırdığı hüzün, işte şimdi onu toprağına kavuşturmanın heyecanı ile sayı//12-13// temmuz-ağustos 36
karışıyordu. Sevinmeli mi, üzülmeli mi… Heyeti havaalanında Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu ve yetkililerle Ukraynalı bir Bakan ve yardımcısı karşıladı. Ben uçağın merdivenlerinden inip toprağa yak bastığım anda Allah’ıma şükrettim. İşte Kırım Hanlığının yüzlerce yıllık şanlı tarihinden izler taşıyan bu kutlu toprakta idim. Burası Kırım Kalgaylarının makamıdır. Han Bahçesaray’da oturur, idare merkezi orasıdır. Osmanlıdaki veliahta karşılık gelen Kalgay ise Akmesçit’teki sarayında otururmuş. Karşılama bittikten sonra vasıtalarımıza biniyoruz. Otobüsün ön koltuğunda değerli ağabey Prof. Dr. Nedim Ünal ile yan yana oturuyoruz. Arkamızdaki koltukta Cengiz Dağcı hakkında doktora yapan Prof. Dr. İbrahim Şahin ve Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne oturuyorlar. Sol tarafımızda sürücünün arkasındaki koltuklarda Nevzat Kösoğlu ve Beşir Ayvazoğlu oturuyorlar. Parlamenterler, gazeteciler, yazarlar, iş adamları ve akademisyenlerden oluşan 150 kişilik bir grubuz. Araçlarımızla 15-20 dakika yol aldıktan sonra Akmesçit Kebir Cami’nin bulunduğu sokağın başına geliyoruz. Tek katlı taş evlerin bulunduğu bir sokak burası. Evlerin çoğu harap. Şimdi, çektiğim 1 dakikalık videodan anlıyorum ki buraya öğle ezanı okunurken gelmişiz. Saat 11.40. Ezan sesine doğru yürüyor, önce caminin avlusuna, sonra harimine giriyoruz. Belki yüz kişilik tek kubbeli bir cami burası. Ahmet Davutoğlu, Mustafa Cemiloğlu, Ertuğrul Günay ön safta yan yana öğle namazındalar. Namazdan sonra avluya çıkıyoruz. Cengiz Dağcı’nın na’şı yeşil örtüye sarılı tabutuyla musalla taşında. İşte 1931 yılından 1940 yılına kadar 9 yıl yaşadığı Akmesçit’in bu tarihi camiinde… Herkes onun karşısında ihtiram vaziyetinde. Kadrini seng-i musallâda bilüb ey Bâkî Durub el bağlayanlar karşuna yâran saf saf beyti zihnimin köşesine takılıveriyor. Caminin avlusu lebalep dolu. Dağcı’nın tabutu başında Türk, Ukrayna, Tatar ve İngiliz bayrakları dalgalanıyor. Çünkü o Kırımlı bir büyük yazar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında mülteci olarak İngiltere’ye gelmiş bir İngiliz vatandaşı, romanlarını Türkiye Türkçesi ile yazmış bir Türk romancısıdır. Vefatından sonra Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanının gayreti ile Ukrayna sınırları içinde yer alan anavatanı Kırım’a dönmektedir. Cenaze namazını gözyaşları içinde kılıyoruz. Allah’ın takdiri, 1940 yılından beri vatanından ayrı kalan Dağcı işte 71 yıl sonra gençlik dönemini yaşadığı Akmesçit’te… Kebir Cami’nin musalla taşı üzerinde. Biraz sonra yamaçlarından Karadeniz’i seyrettiği köyü Kızıltaş’ta olacak.
BİR GÖNÜL ADAMI: DAVUTOĞLU Namazdan sonra Ahmet Davutoğlu veciz bir konuşma yapıyor. “ Kırım Milli Meclisi Başkanımız Mustafa Ağamız, kardaşlarımız, bacılarımız, balalarımız, vatandaşlarımız: Hepinizi selamların en güzeliyle, Allah’ın selamı ile selamlıyorum. Biraz önce de zikredildiği gibi bu bir vuslat günüdür. Bu bir şeb-i arustur. Gönlü vatan aşkı ile yanan bir insanın vatanına kavuşmasıdır. Dışişleri Bakanı olarak birçok görevler ifa ettim; ama belki de bugün en anlamlı görevimi ifa ediyorum.” diye başlıyor konuşmasına. O konuştukça göğsümüz kabarıyor. Meseleyi ve Cengiz Dağcı’yı o kadar gönülden ve o kadar bilerek değerlendiriyor ki… bu konuşma bir protokol konuşması değil… Metni başkaları tarafından yazılıp bakanın eline tutuşturulmuş değil. Davutoğlu zihnindeki hatıraları, bildiklerini gönül gözü ile birleştirip bu uğurlamaya gelenlerle paylaşıyor: “Bana Cengiz Dağcı’nın haberi Cengiz Aytmatov’unun vatanının milli gününde ulaştı. Bir anda zihnimden ortaokul-lise çağlarımda okuduğum romanları geçti. “Onlar da İnsandı”, “O Topraklar Bizimdi”, “Yurdunu Kaybeden Adam”, “Korkunç Yıllar”. Biz onları ortaokul çağlarında okumuştuk. Çilingirin oğlu Selim’in hikâyesini, Sadık Turan’ın hikâyesini, aslında Cengiz Dağcı’nın hikâyesini okumuştuk. Ve o zaman 70’li yıllarda bunları okurken bir gün kara bir haber bize ulaştığında ki o haberin sonra doğru olmadığı ortaya çıktı; Sayın Mustafa Cemiloğlu’nun şehadet haberi. Hepimiz ruhumuzdan bir şeyler koptuğunu, hiç görmediğimiz bir diyarı sahiplenen bu insanların, Cengiz Dağcı’nın, Mustafa Cemiloğlu Kırımoğlu’nun, o insanların macerasının o insanların kahramanlıklarının aslında bizim üzerimizde bir borç oluşturduğunu o günlerden bilirdik. O gün dualar ettik. Mustafa Cemiloğlu sağ olsun diye. 1979 senesi. O haberi o gün yaşayanlar hatırlarlar. O gün sokaklara döküldük. “Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu yaşasın ve hürriyetine kavuşsun” diye. O zaman Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu esirdi. Cengiz Dağcı ise görünüşte hürdü. Ama o da bir başka esareti Londra’da yaşıyordu. Şimdi bu iki büyük şahsiyet burada buluştu. Birisi vatanına dönmenin, ama mutlaka bu dönüşün ruhi bilinci içinde, şu anda önümüzde tabut içinde; ama eminim bütün bu yaşadıklarımıza şahit olarak da… diğeri her zaman olduğu gibi vakur, ayakta, dimdik karşımızda bütün Kırım’ın onurunu temsil ediyor. Biz bunu size borçluyuz. Onlarla, biz bu kahraman insanlarla bir toprağın nasıl vatan olduğunu öğrendik. Onlarla bir dilin nasıl kazanıldığını öğrendik.” Davutoğlu, Dağcı’nın
ve Kırım Türklerinin lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun önemlerini ve değerlerini kendi bakışıyla ve isabetle belirtiyor konuşmasında. Dağcı’yı uğurlayanların gönüllerini fethediyor. Biz onu dinledikçe anlıyoruz ki, konuşan bir siyasetçi değil, içimizden biridir. Törene katılanların gönüllerini hoş etmek için amacı yok bu konuşmada. Dağcı’yı, Kırım meselesini ve Türk dünyasının sorunlarını bilen bir devlet adamının değerlendirmeleri, analizleri ve hükümleri bütün dinleyenleri sarıyor ve dinleyenler bütün gönülleri ile ve sükût içinde haykırıyorlar: Aşk olsun! “Cengiz Dağcı’nın bütün romanlarından ben üç şeyi, üç özdeşleşmeyi hatırda tutmuşumdur. Bir; Cengiz Dağcı vatan ile anayı özdeşleştirir. Anasını anlatırken vatanı, vatanı anlatırken anasını anlatır. Onun için de eğer bir milletin çocuklarına o kültürü o dili aktaran anaları varsa, o millet nereye sürülürse sürülsün ayakta kalır. İkincisi; Cengiz Dağcı vatan ile dili özdeşleştirir. Eğer bir millet diline sahip çıkmışsa, dilini yaşatmışsa, diliyle ait olduğu kültürü, inancı aktarma kabiliyetini sürdürüyorsa esir edilemez, yok edilemez. Uzak diyarlara sürülse de, her an o dilini kullandıkça vatanının havasını teneffüs eder. Yalıboyu’nun Türkçesini kullanır ve İstanbul Türkçesi ile karşılaştığında da bakar ki arada çok küçük farklar var. İşte Cengiz Dağcı bunu yaşadı. Ve üçüncüsü; özgürlük ile vatan. Cengiz Dağcı uzun esaret yılları boyunca hep vatanından uzakta kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında esaret altındaydı, Alman esareti; daha sonra İngiltere’ye gitti. İngiltere’ye gidişiyle birlikte özgür olduğunu da hissetti. Ama yine yurdunu kaybeden adamda Sadık Turan’ın ağzından aslında bize de o mesajı verdi: “Özgür olabilirsin dünyanın bir yerinde, ama vatanınızda değilseniz, fiziken özgür olsanız bile ruhen esaret altında gibi hissedersiniz kendinizi”. Bugün gerçekten bir şeb-i arus; bugün bir vuslat. Çünkü, Cengiz Dağcı anasına kavuştu. Cengiz Dağcı ata toprağına kavuşuyor. Cengiz Dağcı dilini yaşatan Kırımlı kardeşlerine kavuşuyor ve o Kırımlı kardeşlerinin, kaderini kendi kaderi olarak gördüğü Kırımlı kardeşlerinin kucağında bir emanet olarak, her an onların fatihalarına nazır olarak, bu topraklarda ebediyete kadar yaşayacak.” Bu etkileyici konuşmanın ardından Dağcı’nın na’şı tekbirlerle araca konuluyor. Uğurlamaya gelenler sevinelim mi üzülelim mi ikilemi içindeler, ama gönülleri çağlayanlar gibi coşkun, otobüslere doluşuyorlar. Zira önümüzde yaklaşık 70 km’lik bir yol daha var. Dağcıyı kollarında büyüdüğü Kızıltaş’ın koynuna teslim etmemiz gerekiyor. 37
Ş ehir
KENTLEŞME VE TÜRKİYE’NİN
KENTLEŞME SERÜVENİ İbn Haldun’ a göre mekan, medeniyetlerin ortaya çıkışındaki en önemli etkenlerden biridir. mekanlar bir araya gelerek kentleri oluştururlar. Yavuz SUBAŞI* ent, Şehir kavramları üzerine oldukça fazla makale,kitap yazıldı,araştırmalar yapıldı.Görünen o ki ,araştırmalar yapılmaya makale ve kitaplar yazılmaya devam edecek. Kısaca tanımı yapacak olursak; insanların merkezi yerlerde yaşadıkları, kırsal olmayan yerleşim yerleridir kent’ler. İbn Haldun’a göre şehir; medeniyetin doğduğu, geliştiği, bütün insanlığın yararlandırmak için genişleyip yayıldığı, aynı zamanda şekillendiği somutlaştığı yerdir. (mukaddime 1:221) Kentleşme ise, kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun artması anlamına gelmektedir. Nüfus hareketine sebep olan, köyden kente yaşamayı insanlara cazip hale getiren sosyal ve ekonomik nedenler de Kentleşmenin gelişme ve büyüme nedenlerini oluşturmaktadır. Ana hatları ile kentleşmenin nedenleri ; • Ekonomik nedenler, • Teknolojik nedenler, • Siyasal nedenle, • Sosyo psikolojik nedenler, • Göç, olarak ifade edilebilir. Her geçen gün şehirlerde yaşayan nüfus yukarda izah ettiğim sebepler başta olmak üzere, şu veya bu sebeble artış göstermektedir.1950 ‘de dünya nüfusunun % 30 ‘u kentlerde yaşarken ,2010 ‘da bu oran % 50 ‘ yi geçmiş olup , 2030 ‘da % 60 ve 2050 ‘ de ise % 70 olacağı tahmin edilmektedir. İbn Haldun’ a göre mekan, medeniyetlerin ortaya çıkışındaki en önemli etkenlerden biridir. mekanlar bir araya gelerek kentleri oluştururlar. Türkiye’nin kentleşme ile tanışması 2.Dünya savaşının hemen sonrasında 1950 ‘li yıllarda olmuştur. TÜRKİYE’DE KENTLEŞME POLİTİKALARI Kentleşme politikası, devletlerin ve onları yöneten hükümetlerin kentleşmeyi düzenli ve dengeli bir şekilde ülke sathına yaymayı amaçlayan, ülke topraklarının verimli ve sağlıklı bir biçimde düzenlenmesini hedefleyen merkezi politikaları olarak tanımlanabilir. Türkiye’de kentleşme politikasını belirleyen makam günümüzde *Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müşaviri
sayı//12-13// temmuz-ağustos 38
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (önceleri Bayındırlık ve İskân Bakanlığı) olmasına karşın, esas rolü imar planlarının uygulanması, yeni alanların imara açılması ve düzenlenmesi görevlerini yürüten ‘’belediyeler’’ oynamakta, kentler çoğunlukla belediyelerin tasarrufunda şekillenmektedir. 1923–1928 yılları arasında kent planlaması konusunda yasal herhangi bir düzenlemenin yapılmadığı ve imar planlarının bulunmadığı,1930 yılında çıkarılan “1930 Sayılı Belediyeler Kanunu” ile bu eksikliğin giderildiği ve imar planlarının zorunlu hale getirilerek, yapı işlemlerinde bu planlara uyulmasının şart koşulduğu, imar planları ile insan, aile ve toplum hayatını ilgilendiren, fiziki çevrenin düzenlenmesinin yanı sıra, yapılan ve yapılacak olan yatırımların verimini artırmak, toprağı korumak ve toprağın rasyonel olarak dağılımını sağlamak gibi amaçlara ulaşılması da sağlanmaktadır. Herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, çevrenin geliştirilmesi, çevre sağlığının korunması ve çevre kirlenmesinin önlenmesinin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu ( T.C. Anayasası Madde 56),Devletin şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alacağı, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekleyeceğinin (T.C. Anayasası Madde 57) belirtildiği görülmektedir. Bu hükümler; sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamasını sağlamak, çevrenin geliştirilmesi, çevre sağlığının korunması ve çevre kirlenmesi ile şehirlerin özelliklerini gözeten bir planlamanın yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Türkiye’de yaşanan kentleşme, dengeli ve düzenli olmayan hızlı nüfus artışı ve göçler sebebiyle yoğun bir baskı altında gelişmekte olup, gelişmiş toplumlarda yaşanan kentleşmeden farklı şekilde gerçekleşmektedir. Kentler günümüzde üretim, ticaret ve ulaşım faaliyetlerinin yürütüldüğü merkezler haline gelmiştir. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu kentlerde yaşamakta, ülkelerin ve dünyanın geleceği modern kentlerde şekillenmektedir. Türkiye’de büyük kentlerin çoğu sağlıksız yapılaşma, konut, ulaşım, su, kanalizasyon, hava kirliliği, yeşil alanların azlığı, okul, eğitim ve kültürel imkânların yetersizliği gibi önemli sorunlar ile karşı karşıyadır. Bu durumun ana nedeni ise, kentleşme sürecinin gelişmiş ülkelerin aksine çok daha kısa bir zaman diliminde gerçekleşmesidir. Bu anlamda ülkemizde gerçekleşeme Beş Yıllık Kalkınma Planları incelendiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşılmaktadır.
BİRİNCİ BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; ( 1963-1967) A Ayrıntılı ve açık bir kentleşme politikasına yer verilmemiş olup, büyük kentlerin sınırsız büyümesi önlenmek istenerek, bölgeler arasında denge ilkesine ve özellikle de köylerin kalkınmasına büyük ağırlık vermiştir. Bu dönemde, nüfusun artması ve tarımda makineleşmeye geçilmesi gibi nedenlerle, kırsal alanlardan kentlere doğru yoğun göçlerin yaşanması ise kentleşme hızını arttırmıştır. İKİNCİ BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (1968-1972) Kentleşmenin nasıl bir sanayileşme politikasına dayanarak gerçekleştirileceği açık olarak belirlenmediği için kentleşme konusundaki gelişmeler tutarlı olmamış, plan ile yıllık programların uygulanması esnasında aksaklıklar meydana gelmiştir. ÜÇÜNCÜ BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (1973-1977) Kentlerin mekânsal düzenlenme ve yönetimine özel önem verilmiş, sosyal ekonomik ve kültürel bütünleşmeyi sağlayacak bir kentleşmenin gerçekleşmesi hedef edinilmiştir. Kırsal alanlardan kentlere göç eden nüfusun, kurulacak organize sanayi bölgelerinde istihdam edilmesi, geri kalmış bölgelerin sorunlarının ise, yerel yönetimlerin güçlendirilerek çözülmesi amaçlanmıştır. DÖRDÜNCÜ BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (1978-1983) Kentleşmeyi yavaşlatmak yerine, kentleri yaşanabilir yerler yapmak ve kent halkının ihtiyaçlarını karşılamak ilkeleri benimsenmiş, doğal ve tarihi çevrenin korunmasının önemine değinilerek, kentsel alanların yönetimiyle ilgili ilke ve politikalara ayrıntılı olarak yer verilmiştir. BEŞİNCİ BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (1985-1989) Şehircilik hizmetlerinin görülmesinde ana kuruluşlar olarak belediyeler kabul edilmiş, büyük kentlerdeki yığılmanın caydırıcı tedbirlerle önlenmesi, kentler arasında uzmanlaşmanın sağlanması, tarım toprakları üzerindeki dağınık ve düzensiz yapılaşmanın önlenmesi, sanayi kuruluşlarının yerlerinin ülke sathına yayılması hedeflenerek, konut yapımı konusunda düzenlemelere gidilmiş, ancak planlanan hedeflere ulaşılması mümkün olmamıştır. ALTINCI BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (1990-1994) Kentlerde kaliteli ve sağlıklı bir yaşam sağlamak amacından yola çıkılarak, orta büyüklükteki
kentler ve kentler arası uzmanlaşma desteklenmiş, çevre ve çevreyle ilgili konulara önem verilerek, yerleşim alanlarında sağlıklı ve kaliteli bir çevrenin sağlanması esas alınmıştır. YEDİNCİ BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (1996-2000) Kentleşme konusunda ilkeler, hedefler, politikalar ve uygulanacak olan stratejiler detaylı bir şekilde açıklanmış, metropoller ile ilgili olarak birçok tedbirin alınması planlanmış, ancak planın uygulanmasında daha önceki planlarda olduğu gibi çeşitli nedenlerle başarı gösterilememiş, önemli gelişmeler kaydedilememiştir. SEKİZİNCİ BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (2001-2005) Kent ve kentlilik kültürünün oluşturulmasına dönük çalışmaların yapılması, uluslararası düzeyde ticari ve mali merkezlerin oluşturulması, karakteristik kültür dokuları ile turistik özelliklerin korunarak, orta büyüklükteki kentlerde sanayi bölgelerinin geliştirilmesi ve teknokentlerin oluşturulması planlanmıştır. DOKUZUNCU BEŞ YILLIK KALKINMA PLANI; (2007-2013) Kentleşmeye ilişkin konular değişik paragraflara serpiştirilerek, yoğun göç ve çarpık kentleşme sonucunda ortaya çıkan sosyo-kültürel uyum sorunlarını azaltacak önlemlerin alınacağı ifade edilmiştir. Planda net bir kentleşme politikası belirlenmemiş olduğu için, kentleşme konusunda sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Türkiye’de kentleşmenin dengeli ve düzenli olmayan hızlı nüfus artışı ve göçler sebebiyle yoğun bir baskı altında yaşandığı ve gelişmiş toplumlarda yaşanan kentleşmeden farklı şekilde gerçekleştiği görülmektedir. Şehir ve insan söz konusu olduğunda İbn Haldun’dan alıntı yapmamak mümkün mü? Şöyle der İbn Haldun ‘’ Şehrin yöneticisi vardır ve bu yönetici halkın güvenliğinden ve şehrin imarından sorumludur (Mukaddime 1-390) Bu cümleden hareketle, Ülkeyi ve Şehri yönetenler olarak, yaşanabilir ve güvenli şehirlerde yaşamak ve kendisini yönetenleri seçen insanlara en güzel yaşama imkanlarını sağlamak görevini yöneticiler unutmamalıdırlar. Sözün özü; Önemli olan “insanı yaşat ki devlet yaşasın “ ilkesine göre hareket edebilmektir. Kaynakça ;
1- DPT kalkınma Planları 2- İbn Haldun Mukaddime
39
Ş ehir
“MİMARLAR ŞEHİRLERİ İNŞÂ EDER, ŞEHİRLER DE İNSANI” Prof.Dr. Hüsrev SUBAŞI* ile Şehir ve Kültür üzerine söyleşi. Röpörtaj: Samet SURURÎ
Önemli bir sanatçısınız, hat sanatı alanında önemli bir yeriniz var. Hat sanatından başlıyarak bir insanın sanatçı olabilmesinin ölçüleri nelerdir? Hâmid Aytaç’ın rahle-i tedrisinde yıllarım oldu. Bu güzel sanatın incelikleri ve zor serüveni ile onun atölyesinde tanıştım. Ancak “hattat” olmaya gelince orada biraz duralım. Kendimi hattat değil belki haz uzmanı sayarım. Hele idarecilik eyyamında vakitler su gibi geçiyor, elime kalem alamadığım oluyor. Hattat dediğin kalemi elinden bir gün bile bırakmaz. İnsan nasıl sanatçı olur’a gelince, bu bazan bir mevhibe-i ilahî gibi sanki doğuştan, çoğu zaman da kesbî bir gayretin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çok öğrenci gördüm harikulâde kabiliyeti var.. İstekli ama bu yolda sâbit-i kadem değil.. Devamsız.. Çok genç de gördüm ki, ısrarlı ve müdavim.. Onun için de başarılı.. Bir defa işin başında alana ilgi ve sevgi gerek. Sevgi isteği, istek sabrı, sabırsa sebâtı ve ısrârı besleyecek.. Geriye işin teknik detayları kalıyor.. Orası bence kolay.. Zaman çabucak geçer.. Bir de bakmışsın ortaya koyduğun eserlerin karşısında duydukları haz gözlerine yansımış insanlarla dolmuş çevren. Sanat için, beceri, kabiliyet, çok çalışma hepsi olursa mükemmel, ancak beceri yoksa sadece çalışma yeterli midir? Onu demek istiyorum. Beceri tek başına yetmiyor. İlla da çalışmak.. Devamlı çalışmak.. Sebatla, ısrarla, inatla çalışmak.. Delice çalışacaksın.. Bir anlamda Hz. Mevlana’nın dediği gibi yanacak ve pişeceksin. Yanmadan yakamazsın.. Pişmeden pişiremezsin. Bir güzelliğin âşığı ve samimî mü’mini olmayan, o davanın mübelliği, mürşidi olamaz.
uhterem hocam, istanbulda eğitim gördüğünüzü biliyoruz. öncelikle aileden gelen eğitim önemlidir. sizin aileden aldığınız eğitimin bugünkü kariyerinize ne kadar etkisi oldu? Eğitim hayatım boyunca ailemden büyük destek aldım. Babamın zihin dünyasındaki en büyük değer hayat boyu ilimdi. İlkokuldan üniversite sonrasına dek daima beni teşvik etmiştir. İlim ve sanat aşkını babamdan, tertip, düzen ve disiplini annemden almışımdır.
*FSMVÜ-Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı
sayı//12-13// temmuz-ağustos 40
İnsanların hayatında, yaşadığı ve eğitim gördüğü şehirlerin etkisi büyüktür. istanbul’un sizin üzerinizdeki etkisi? İstanbul olmasa hayatımızda ne olurduk bilmiyorum. Eğitim hayatımın tamamını bu şehirde yaşadım. Tarih bilincini, asırların içinden süzülerek gelen edebiyat ve şiir zevkini, musıkî kültürünü, sanat ruhunu, hayat felsefemi “güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” bu şehirden aldım. Hoş İstanbul olunca ne olduk, bu da belki tartışılır. Diyeceksiniz ki, ne demek istiyorsun? Ne dediğim aslında açık.. İstanbul’un ruhuna, felsefesine uygun bir şey gördüğümde seviniyorum, mutlu oluyorum, kabıma sığamıyorum.. Ancak.. Bir de ancak’ı var.. O medenî çizgiye ters düşen söz, ses, hareket ya da plastik ne düşse algı dünyama üzüntü sebebi oluyor, kızıyorum, yıkılıyorum.. Kötü metaın müşteri bulabilmesine, zevk düzeyinin dibe düşmesine, dindarlık algısı/alanı dahil sığ tezahürlere kahroluyorum. Merhum Ziya Paşa’nın
dediği gibi “Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı.” İstanbul öncelikli olmak üzere, şehir için kültür, mimari, sanat, edebiyat, mûsıki üzerinde estetik kaygılarımız için ne düşünürsünüz? Uzuca bir konu. Bu türden bir mülâkatın sınırlarını aşar diye düşünürüm. Ancak bazı düşüncelerimi kısaca ifade edebilirim. “Mimarlar şehirleri inşâ eder, şehirler de insanı” diye bir söz vardır. Geçmişte devlet öncülük yapamadı; vatandaş gecekondusunu inşa etti, gecekondular da arabesk kültürü. Sanat, edebiyat ve mûsıkî de bu oluşumdan nasibini aldı. İnsanların zevk düzeyine bir bakın, konuyu daha iyi anlarsınız. Şimdi bir başka fecaat söz konusu. Şehirlerimizde ayrık otu gibi yerden bitip yükselen gökdelenler.. Binalar çok katlı değilken ilkeli ve yüce ruhlu insanlar çoktu. Şimdi binalar yükseldikçe insanlar yüce değerlerini kaybediyorlar. Şüphesiz toplumdaki negativitenin tüm faturasını gökdelenlere çıkartmak gibi bir niyet söz konusu değil. Ancak şu bir gerçek ki, anlaşılmaz ve anlamsız bir dönüşüm yaşıyoruz. İstanbuldaki tarih camilerin restorasyonunda danışmanlıklarınız ve bilfiil çalışmalarınız oldu, bu çalışmalar sizi yordu mu? Yani çalışma ekibiniz yeterli miydi? Ülkemizde özellikle sanat ve mimari restorasyonda yeterli yetişmiş eleman var mı? (Çünkü son yıllarda özellikle son 10 yılda tarihi binalarımızın restorasyonu ve ayağa kaldırılması için hükümetimizin büyük gayretleri var.) Şüphesiz geçmişe göre daha iyiyiz. Hükümetin eski âsârı ayağa kaldırmak için mevzuat ve istihdam temelinde büyük çalışmaları oldu. Vakıflar ihtiyaç duyduğu teknik ve uzman kadroları yetiştirmek için üniversite bile (FSMVÜ) kurdu. Ancak daha çok işimiz var. Bu çabalar önümüzdeki yılları daha da güzel kılacak inşallah diye düşünüyorum. Yapılması gerekenler, yapılabilenlerden az değil.. En büyük sıkıntı yetişmiş eleman ve bilinçli kamuoyudur. Entelektüel birikiminiz, sanat ve kültür ağırlıklı çalışmalarınıza yansıyor elbette.. Bunun yanında akademisyen kimliğiniz ve yöneticiliğiniz var.. Zamanı ne kadar iyi kullanabiliyorsunuz? Ya da yapmak isteyipte zaman nedeni ile yapamadıklarınız var mı? Olmaz olur mu? Çook.. Kitap ve makale hazırlarken, kamış kalemi elime alırken zorlanıyorum. Çünkü konu çok, vakit yok. Yeteri kadar vakit veremediğiniz şey de gözünüzde bitmemiş bir çalışma olarak değer buluyor. O zaman da çalışmalarınızı yayınlamıyor, “hele biraz dursun” diye konuyu Dursun’un yed-i emn’ine emanet ediyorsunuz. Böylece yayın faaliyetini sürekli erteliyorsunuz. Doktoram da, profesörlük tezim de duruyor. Hat sanatına yeni giriş yapanlara
yardımcı olmak maksadıyla yayınladığım bir kitap vardı, ta 1987’de yayınladığım. Çok hizmet etti. Birkaç defa da baskısı tekrarlandı. Piyasada yok. Yeni baskı için onca teklife rağmen elden geçirmem ve biraz daha zenginleştirmem lazım diye Dursun’da bekliyor.. Katıldığım bazı sempozyumlar, sergiler, davetle gidip verdiğim konferanslar, TV ve Radyo konuşmaları; tüm bunlar bir de idareciliğin getirdiği zorunlu yüklerle yan yana gelince, özellikle yayın başta olmak üzere bazı şeyleri yapamıyorum. Artık ne diyelim, Dursun’la geçinmenin bir yolunu bulacağız… Ülkemizde, kültürel miras ve bugüne ulaşması açısından çok önemli üç şehri sıralayabilir misiniz? Eksikleri nelerdir ve ne yapılması gerekir. İstanbul, Bursa ve Edirne. Bunların arkasından Amasya, Konya, Tokat, Sivas, Kayseri ve Diyarbekir sayılabilir. Modern ve arabesk (avamî) kültürün bütün dayatmalarına rağmen bu şehirlerde medeniyet mirasımız hâlâ nefes alabiliyor. Bütün görevlerinden ve ünvanlarından arınmış sade bir vatandaş olarak hüsrev subaşı bir günü şehirde nasıl geçirir veya neyi arzu eder? Öğrencilerime hayat boyu hep şunu söylerim. Haftada bir günü yaşadığınız şehre ayırın. Cami, medrese, han, hamam, türbe, sebil, çeşme demeden gezin, tarihî ve tabiî güzellikleri keşfedin. Ayda bir gün başka bir şehre, yılda bir kez yurtdışına gidin. Yurtdışındaki şehir bu yaz doğudan seçilmişse, bir dahaki yaz batıdan olsun. Bütün bunları tatmamış olsam önermem. Yaşayışım da vakit buldukça böyle gelişti. Bu bakış tarzı bana çok şeyler kazandırdı.. Gül bahçesi kolay oluşmuyor. Dünyada sizi etkileyen şehirleri, Mekke, Medine ve Kudüs dışında söyler misiniz? Şüphesiz ve tartışmasız başta İstanbul.. Akabinde bizzat gördüğüm şehirler arasında beni etkileyenleri Kahire, Bağdat, Şam, Semerkant, Isfahan, Üsküp, Şumnu, (Roma), Florance.. şeklinde sıralayabilirim. Şehir ve kültür dergimiz için düşünceleriniz, eleştirilerinizi bekliyoruz. Kağıt cinsi, kapak ve iç dizayn pozitif etkiler içeriyor. İçerik de iyi seçilmiş konulardan oluşuyor. Şehir nedir? Şehirlilik bilinci nasıl oluşturulur? Şehir kültürünü besleyen alanlar nelerdir? Bu çerçevede önemli bir boşluğu doldurduğunuzu düşünüyor, yürüyüşün uzun soluklu olacağını umuyorum. Tek kelime ile “şehirli bir dergi”. Şehir ve kültür dergisi adına çok teşekkür ederiz hocam. 41
Ş ehir
NECİP FAZIL’IN
ANKARA’SI Necip fazıl gibi İstanbul konaklarında büyümüş, imparatorluk kültürüyle yetişmiş İstanbul sevdalısı bir şairin Ankara’dan hazzetmesi elbette beklenemez. Ama onun Ankara evleri ve güneşinin batışındaki güzelliği keşfetmesi üzerinde durulmaya değer bir konudur Mehmet KURTOĞLU
umhuriyetin ilk yıllarında Ankara, sanatçı ve aydınların yükselmek ve yeni kurulan cumhuriyetten nemalanmak için yer edinmeye çalıştıkları bir mekândır. Zira Cumhuriyet Ankarası inşa eden zihniyet, şehrin yalnızca fiziki olarak gelişmenin şehirleşmeye, yeni bir tasavvur oluşturmaya yetmeyeceğini, ancak kültür sanat ile bu inşanın oluşabileceğinin farkındadır. Bir yandan şehri fiziki olarak inşa ederken, diğer yandan ruh ve zihniyet olarak şekillendirme yoluna gitmiş ve İstanbul’un aydın ve sanatçılarını Ankara’ya taşımışlardır. Bu yüzden birçok sanatçı İstanbul’dan Ankara’ya yerleşmiştir ve bunların çoğu Mustafa Kemal’e yakın ilişkiler kurmuşlardır. Ankara’nın fiziki olarak şekillenişinde yabancı mimarların nedeni payı varsa, zihniyet olarak değişiminde de o denli İstanbul’un payı vardır. Ankara’nın henüz şehirleşmeye adım attığı bu yıllarda Necip Fazıl girdiği bir imtihanı kazanıp İş Bankasına Umum Muhasebe şefi olarak Ankara’ya ayak basmıştır. İstanbul’da şöhretinin zirvesinde olan Necip Fazıl, Ankara’ya ayak basar basmaz, Babıâli’den tanıdığı yazar ve sanatçı dostlarının yanında soluğu almış, Ankara entelektüel ve sanatçılarının takılmış olduğu edebiyat ortamında yer almıştır. Ankara’da kendisinin ifadesiyle uğradığı iki ev dardır; bunlardan biri Yakup Kadri’nin, diğeri ise Falih Rıfkı’nın evidir. Yakup Kadri ile tanışıklığı Yeni Mecmua dergisinden, Felih Rıfkı ile yakınlığı ise eşi Şefika Hanım’ın tavassutuyla… Şefika Hanım Mina Urgan’ın annesi Falih Rıfkı ise üvey babasıdır. ‘Bir Dinazorun Anıları’nda yer verdiği gibi Necip Fazıl ile tanışıklıkları/dostlukları İstanbul’dan… Necip Fazıl, Babıâli kitabında genişçe yer verdiği Ankara bölümünde, şehri tasvir etmekten daha çok zihniyet eleştirisine tabi tutar. Necip Fazıl, söz konusu eserini Hidayete ermeden önce yazmış olsaydı yine aynı sözcük ve düşüncelerle mi yazardı diye soracak olursanız, derim ki, bence aynı düşünceler dile getirirdi. Çünkü şehrin künhüne varmış, İstanbul gibi güzel bir dünya şehrini içselleştirmiş Paris’te yıllarını geçirmiş olan necip Fazıl, Ankara’yı hep İstanbul’dan Paris’ten Roma’dan bakardı. Taklidin her türlüsünün karşısında olan, eşyaya dahi ruh penceresinden bakan Necip Fazıl’ın o dönemde yeni kurulan apartmanlaşan Ankara’yı sevmesi düşünülemezdi. Ankara’ya bu veçheden bakan Yahya Kemal, A.Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl gibi sanatçılar şehirlerde ruh ve estetik aramışlardır. Tanpınar’ın anlattığı kadim Ankara’dır. Modern Ankara’yı anlattığı satırlar ise Mustafa Kemal çevresinde dönüp dolaşır. Necip Fazıl da kadim Ankara’yı
sayı//12-13// temmuz-ağustos 42
anlatmak daha çok modern Ankara’yı sorgular, zihniyet eleştirisine tabi tutar. Necip Fazıl Babıâli’de ilk olarak İstanbul’dan Ankara’ya gelenleri anlatırken bir nevi buradaki yazar, ve sanatçıların panoramasını verir: “Ankara’nın o çığırda, İstanbul’daki ikbal ve meserret kahvehanelerine denk, tam ‘esafil-i şark’ karakterinde ayrı ve çok alakaya değer bir muhiti de, Ulus Meydanında bir köşe teşkil eden İstanbul Pastahanesi… Genç Şair (kendisi) buraya ‘efkâr-ı umumiye’ köşesi adını takmıştır. O zaman Ankara Erkek Lisesinde edebiyat muallimliği eden Ahmet Hamdi, basın ve yayında çalışan Sadri Ethem (Ertem), maarife memur Nahit Sırrı (Örik), tarihçi Enver Behnan (Şapoylyo) ve daha ileride Yaşar Nabi, Feridun Fazıl, Nurullah Ata, Ahmed kutsi, filan, falan, yumurtalarının kabuğunu delememiş nice şair, mütefekkir ve âlim taslağı hep bu köşede… Bir de aralarında sarı çizmeli, göbeği dizlerine sarkık, mavi gözlü ve ablak suratlı, şair Eşref meraklısı, kalın bastonu kılıç gibi taşıyan, İzmirli efe bozması bir zat var ki, adını hatırlayamadığımız bu zata faraza Mehmet desek, ‘sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ tabiriyle, tam da Türk efkâr-ı umumiyesinin timsali sayılabilir. Ankaradakiler, yine ve daima kendilerine Amerikanvari yeni bir dünya arayan Babıali sızıntıları… Oradayken bile Babıâli dışında değiller…” Ankara’da ikbal peşinde olan bu zatların gerçekte İstanbul’dan kopamadığını söyler Necip Fazıl. Aslında bir İstanbul sevdalısı olan Necip Fazıl, “Ankara’dan hiç hazzetmediğini” açıkça söyler ve o dönemin Ankarasını yeni ve özentili binalarını bir Amerikan sinema şirketinin yirmi dört saatte kurabileceği ileri sürer ve yeni kentleşmeyi ve Ankara’da yapılan her şeyi “çıkartma kâğıdı planında” değerlendirir. Necip Fazıl, yeni Ankara’dan hazzetmediği halde kadim Ankara’ya hayran olduğunu belirtir. Ve Ankara’nın iki şeyini çok sevdiğini söyler. Birincisi “eski ahşap ve taş yapıları”, ikincisi “çok uzun süren gurub manzarası.” Necip fazıl gibi İstanbul konaklarında büyümüş, imparatorluk kültürüyle yetişmiş İstanbul sevdalısı bir şairin Ankara’dan hazzetmesi elbette beklenemez. Ama onun Ankara evleri ve güneşinin batışındaki güzelliği keşfetmesi üzerinde durulmaya değer bir konudur. Gerçekten de Ankara evlerinde bir estetik ve coğrafyayı güzelleştiren bir bütünlük vardır. Özellikle Necip Fazıl’ın seyrine hayran olduğu “gurub”, bozkırda seyredilecek en güzel manzaralardan biridir sanırım. Necip Fazıl gurub vaktini anlatırken;
“Şu Fransızcası (krepüskül), akşam fecri denilen renk ve ışık cümbüşü… Ufkun ilerisinde, nereye varsan onun da ilerisinde görünmez bir kimya laboratuvarında sihirli inbiklerden süzülüp, sarı, kırmızı, mor, erguvan şurubunu göklere döken güneş, en cömert payını, bu en hasis noktaya ayırmıştır. Dakikalarca süren ve gittikçe eriyici bir çığlık halinde renklerle ışıkları ağlatan bir gurub…” diye tasvir eder. Ankara’da güneşin batışının güzelliğini diyebiliriz ki, ilk keşfeden necip Fazıl’dır. Aynı şekilde bu gurub vaktini en güzel tasvir eden de kendisidir.
Efkâr-ı umumiye” dediği sanatçı-yazar gurubu içinde geçirdiği Ankara yıllarında daha çok Çankaya sofrasında yaşanan olaylara yer verir.
Şehri uzun uzadıya anlatırken güneşin, bu renk senfonisini Ankara’ya çok gördüğünü söyler ve şöyle devam eder: “Genç Şair, eskiden kalma ilk Büyük millet Meclisi ve sonradan halk partisi merkezi, şarkkari taş binanın önünden istasyona doğru inerken bu müstesna gurub manzarasının şurubunu yudum yudum içer ve yükselmeye başlayan yeni binalara bakıp düşünür: Bu gidişle güneş de her akşam ufukta çaldığı renk ve ışık senfonisini Ankara’ya çok görmeye başlayacak ve batmasıyla zift renkli gecenin çökmesi bir olacak galiba…” Ardından konuyu kadim şehir- modern şehir çatışmasına getirip: “gökdelenlerden sonra öyle olmamış mıdır?” diye sorar. Sorduğu bu soruya gerçekte bir şehir tanımlaması yaparak cevap verir : “Bugün kemiyette köpürmüş olmasına rağmen keyfiyette hâlâ teşekkül edememiş olan Ankara, o zamanlar, dükkânları seyrek ve yapıştırma, asfaltı ham ve göstermelik Yenişehir muhitiyle, gerçekten Amerikalı bir sinema kumpanyasının bir günde kurabileceği ‘ben de yapabilirim!’ iddiasının özenti planından öteye geçemiyor, büyük kültür(site) lerine mahsus mana bucaklarından yoksun bulunuyor ve içten oluş yerine, dıştan oldurmaya çabalayışın kısır gayretini ihtar ediyordu. Bugün, merkeziliğin elli yıllık tarihine rağmen, Ankara, hâlâ idealist bir mâna etrafında ve kemmiyet köpürtülüşü dışında bir içten oluş devrine ulaşabilmiş değildir ve eğer madde yontucusu sadece ruh ise bu gidişle de böyle bir kıvama ermesi kabil olmayacaktır. İstanbul, Londra, Paris, roma ve hatta Moskova’yı belirttiğimiz mâna bucaklarına cömertçe malik kentler olarak gösterebilir ve ne de demek istediğimizi, eşya dersi üslubuyla anlatabiliriz. Yok, eğer gaye sadece kemmiyet köpürtücülüğünde usta ve keyfiyette yaya Amerika’ya benzemekse buna bir diyeceğimiz yok…” Şehrin kuruluş mantalitesi üzerinde durarak eleştiren Necip Fazıl, Ankara’nın o dönemdeki şehirleşmesini özden çok kabukla ilişkili ve Batı’nın kadim şehirlerinden daha çok 43
Ş ehir
Onlarca bilmecesini çözmeye değmez bir fon… Boyuna büyüyen, fakat bir türlü şehirleşemeyen Ankara…
Amerikanvari şehirleşmesine benzediğini belirtir. Batı’nın kadim şehirleri değil de Amerikanvari şehirlerinin örnek alındığını söyler ve bunun tutmayacağını belirtir. Dünyanın en güzel şehirlerinden birinde doğmuş ve şehrin şiirini yazmış bir şair olarak Necip Fazıl’ın o dönemdeki henüz inşa halindeki modern Ankara’yı sevmesi düşünülemez. O eski Ankara’yı ne denli seviyorsa, yeni Ankara’yı bir o kadar sevmiyor. Zira Batı şehirlerini görmüş ve şehir felsefesini şekil ve ruh planında içselleştirmiş olan Necip Fazıl’ın, Ankara’yı sevmesi beklenemez, zira o şehre hem fiziki olarak ısınamamış hem de düşünce bağlamında ideolojik ve yavan bir ruha teslim olduğunu görmüştür. Bundan dolayı onun şehre bakışı ideolojik olmaktan çok kültüreldir. Belli bir gelenek içinden gelmiş Necip Fazıl için Ankara, “büsbütün keleş” bir şehirdir. “Efkâr-ı umumiye” dediği sanatçı-yazar gurubu içinde geçirdiği Ankara yıllarında daha çok Çankaya sofrasında yaşanan olaylara yer verir. Burada toplanan şair, yazar, sanatçıların Babıâli artıkları olduğunu söyler. İkinci sınıf politikacıları, Ulus gazetesinde politika simsarlığı yapan gazetecileri anlatır. Yine Çankaya’nın yıldızını parlattığı şairlerinden bahsederken Behçet Kemal Çağlar’a yer verir ve “bir şair değil, zoraki kafiye davulcusu ve hece sayıcısı… Şiiri âdi bir bildiri diye kullanan nice davulcuya nispetle teneke öttürücüsünden daha aşağı” diye yazar. Hatta Behçet Kemal’in kendisinin dahi hiçbir zaman şair olduğuna inanmadığını belirtir. Necip Fazıl’ın Ankara’yı anlattığı bölümde en çok Ulustaki “İstanbul Pastahanesi” geçer. O dönemin sanatçı ve yazarlarının büyük bir kısmının günleri bu pastahanede geçer. İstanbul Pastahanesi bir nevi Ankara’nın o dönemdeki siyaset ve edebiyatının nabzının tutulduğu yerdir. Ankara’nın bu mekânıyla ilgi bir çalışma yapılsa öyle sanıyorum ki çok güzel bir mekân
sayı//12-13// temmuz-ağustos 44
monografisi çıkar. Necip Fazıl bu pastahanenin Ankara’daki rolünü anlatırken, önemli bir tespitte bulunur ve: “eski payitaht İstanbul’u Anakara kadar küçültecek olursanız aynı nispetle Babıali’nin küçülmüşü olarak bulacağınız mekân neresi olabilir?” diye bir soru sorar, ardından sorduğu soruya bu pastahane üzerinden cevap verir: “Mahut İstanbul Pastahanesi ve akşamları (Karpiç) lokantasının akşamcılar köşesi… Faltaşı gözleriyle, önünde beyazlaştırılmış rakısı, cin çarpmışçasına kaskatı ve somurtkan (lakonik-az konuşur) Aka Gündüz, elinde ince ve uzun çubuğu, kıvrak, hareketli ve oynak çeneli, sırıtkan Sadri Ertem ve daha niceleri… Bunlar, Babıali’nin Ankara’ya aksedişi halinde ‘nizam-ı alem’ dedikoduculuğunu yaşatırlar ve her türlü fikir çilesinden uzak yaşarlar… Gerilerde, onlarca bilmecesini çözmeye değmez bir fon… Boyuna büyüyen, fakat bir türlü şehirleşemeyen Ankara… Lastik tekerleklerin yağlayamadığı, parlatamadığı ve şehir caddelerine mahsus cilayı çekemediği keleş asfalt ve bir yafta: İnkılap birahanesi…” Necip Fazıl bir türlü ısınamadığı yeni Ankara’dan kurtulmak için Anadolu’nun iddiasız bir bucağı dediği Trabzon’a kendini atar. Böylece bir nevi Ankara’dan kaçtığını, kurtulduğunu ima eder. Arkasında ise İstanbul Pastanesi müdavimleri olan Babıâli atıklarını bırakır… Necip Fazıl, Ankara’ya yerleşen Babıâli artıkları gibi fikir çilesinden uzak, derdi ve yarası olmayan bir yazar olmuş olsaydı, o da bu şehirde kendine yer veya makam bulur, güzel güzel geçinirdi. Ama onun taşkın ruhu, İstanbul sevdası buna izin vermemiş, ruhsuz ve şekli bu şehir onun ruhunu emzirememiştir. O, ruhunu teskin edecek, kendisine ilham verecek İstanbul gibi dişil şehirlerde yaşamış dişil şehirler aramış ve düşlemiştir. Ankara ise işi gereği bir müddet kaldığı, dönemin ruhunu bir müddet soluduğu şehir olarak hatırlarında yer almıştır…
ŞEHİRLERİ BEKLEYEN
TEHLİKELER Şehirler insan topluluklarının evi yuvası yaşam alanıdır. Şehirlerin yapısı ruhu insanları etkiler ona şekil verirler. Şehirlerde canlı varlıklar gibi sağlıklı gelişmeye ihtiyacı vardır.
Ömer Faruk KÜLTÜR*
ŞEHİR GÜVENLİĞİNİN AZALMASI Şehrin nüfusu aşırı şekilde arttıkça kozmopolitleşmekte güvenlik problemleri çoğalmaktadır. Şehir aidiyeti azalmakta koruma bilinci, sahip olma duygusu yok olmaktadır. Topluluklar arası iletişim zorlaşmaktadır. Çıkar çatışmaları husumetlere sebep olmaktadır. İstihdam edilen polis miktarı artmak zorunda kalmakta buda bir kısır döngüye sebep olmakta polis sayısı arttıkça güvenlik ihtiyacı çoğalmaktadır. Evler mahalle yerine güvenlikli duvarlı tel örgülü siteler içinde gettolara dönüşmektedir. Yapılan araştırmalarda güvenlik dışı olayların failinin birçoğu “güvenlik elemanları” çıkmaktadır. ŞEHİR KİMLİĞİNİN DEĞİŞMESİ Şehrin iskan alanlarının azalması sonucu aşırı yüksek yapılara izin verilmesi şehir sülietini bozduğu gibi sahiplik ilişkileri gelir paylaşımı ve rant dağılımı düzenlerini bozmakta oluşan rant şehrin faydasına düzenlenecekken belli kesimlere kaymaktadır. Hafızalar silinmekte değer yargılarının içi boşalmakta iyi ile kötü doğru ile yanlış birbirine karışmaktadır.
ehirler insan topluluklarının evi yuvası yaşam alanıdır. Şehirlerin yapısı ruhu insanları etkiler ona şekil verirler. Şehirlerde canlı varlıklar gibi sağlıklı gelişmeye ihtiyacı vardır. Ona ihtimamla yaklaşmalı ne az ne de aşırı büyümelidir. Şehirler bize vücudumuz gibi bir emanettir ona zarar verici işlemler yapmamamız gerekir. Şehirler iyi tasarlanırsa içinde yaşayan insanlar mutlu ve refah içinde olurlar şayet iyi tasarlanmazsa veya iyileştirme yapılmazsa insanlar mutsuz ve bedbin olurlar. ŞEHİRLERİ TEHDİT EDEN TEHLİKELERDEN BAZILARI ŞUNLARDIR: AŞIRI NÜFUS ARTIŞI Her şehrin kaldırabileceği bir nüfus kapasitesi vardır. Bu kapasite zorlanırsa şehir kilitlenir ve yeterli temiz su güvenlik aşırı pahalılık ulaşım engeli kaos gibi tehlikelerle yüz yüze gelinir.
İNSANİ DEĞERLERİN VE MANEVÎ DUYGULARIN ZAYIFLAMASI Kalabalıklaşan şehirde insanlar yalnızlaşmakta yardımlaşma yerine bencillik yavaşlık dinginlik yerine hızlılık koşuşturma olmaktadır. Kalabalıklar içinde yapayalnız evsiz kendisini soranın olmadığı sahipsiz insanların sayısı artmaktadır. Ruhsuz oradan oraya koşuşan fakat mutlu olmayan insan yığınları haline gelmektedir. Ezansız semtler ve cemaatsiz camiler ortaya çıkmaktadır. SONUÇTA Toplumların bekası kendi iç dinamiklerine dayanan sağlıklı nesillerin yetişmesine bağlıdır. Kanser hücresi gibi gayri tabii büyüyen şehirler sağlık alameti değildir. Aşırı büyük şehirler yerine orta büyüklükte kendine yeten şehirler ortaya çıkarılmalıdır. Tedbir alınmazsa milletin bekası tehlikeye düşer. Bugün iyi iş yaptıklarını zannedenler yarın toplum vicdanında mahkûm olurlar.
* “Yeryüzü Mühendisleri” Başkanı
45
Ş ehir
BİLECİK VE ŞEYH EDEBÂLİ Bilecik ve Şeyh Edebâli; Selçuklu Devleti-Osmanlı Cihan Devleti-Türkiye Cumhuriyeti Devleti çizgisinin varoluş çizgisinin hem kök hem gövdesi olmuş çekirdek ve öz bir coğrafyanın ve şahsiyetin isimleridir. Bu yazımda, 2011 yılında askerliğimi yaptığım, Bilecik şehrinden ve onun parçası olan Şeyh Edebâli Türbesinin maddi ve manevi zenginliğinden esintiler aktarmak istiyorum. Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV*
oğrafi olarak Bilecik bölgesi ve şahsiyet olarak Şeyh Edebâli, Selçuklu-Osmanlı Devlet Geleneği çizgisinde merkezi bir değere, öneme ve kimliğe sahiptir. Kayı boyunun, üç kıtanın derinliklerine değin dünyaya yayıldığı çekirdek coğrafya olan Bilecik’in ve orada yaşayan Osmanlı’nın manevi önderlerinden, kurucu babalarından, öz ve idealine biçim veren kişiliklerinden biri olan Şeyh Edebâli’nin tarihi, dini, kültürel ve güncel değerini doğru anlamak ve anlamlandırmak, günümüz Türkiye’sindeki toplum ve devlet yapısının, köküne bağlı, varlık amacının bilincinde, kalıcı, yıkılmaz ve güçlü biçimde devamlılığı için hayati bir sorumluluktur. Bu yazımda, güncelliğini koruyan Bilecek şehrine ilişkin değerlendirmelerim ve “Şeyh Edebâli Türbesi ve Çevresi”nin doğal, tarihi ve kültürel özelliklerini belirterek “Milli Doğa, Tarih ve Kültür Parkı” olmasını savunduğum görüşlerim yer alıyor. Son başlıkta, Bilecik ve Şeyh Edebâli Türbesi kapsamında bugün tamamlanan, sürmekte olan ve hedeflenen projeleri ele alarak gelinen durumdan ve tarihi görevimizden bahsedeceğim. BİLECİK Kuruluş’un ve Kurtuluş’un şehridir. Devlet Ana’dır. Sokaklarını askerlerin aşındırdığı, askere alışmış şehirdir. Askerlikle ilgili heykeller, anıtlar ve çeşitli semboller ile süslü, kasaba ile şehir arası, dönüşmekte olan bir yerdir. Sokaklarındaki onca kalabalığına rağmen sessizliği ile askerlerin hüzünlerini yutan şehirdir. Yeşillikler içinde Edebâli kokusunu yayan farklı sakinlikleri, huzurları, güzellikleri barındıran coğrafyadır. COĞRAFÎ GÜZELLİKLER Bilecik il sınırları boyunca Sakarya nehri kıyıları; Bilecik merkezde Pelitözü göleti, Kınık şelalesi, Çakırpınar mesire alanı ve Kent ormanı; Bozuyük’te Türbin mesire alanı, Kömürsu yaylası, Gülalan (Atatürk) Köşkü, Sofular yaylası, Dodurga baraj göleti ve Çiçekli yayla; Osmaneli’nde Selçik içmeleri, Çerkeşli göleti ve Oğulpaşa yaylası; Pazaryeri’nde Küçük Elmalı göleti, Bozcaarmut göleti, Esere göleti, Uzunçam yaylası ve Kamçı yaylası; Yenipazar’da Kayaboğazı kanyonu ve Yukarı Çaylı şelalesi.
*TC Maltepe Üniversitesi
sayı//12-13// temmuz-ağustos 46
İNSAN Zengin bir tarih ve kültür mirası olan, genç ve dinamik bir nüfusu bulunan, havasının temizliği, sokaklarının dinginliği, kasabaya benzeyen ortamı ile erkeklerinin ve kadınlarının birlikte çalıştığı, işinde gücünde, güleryüzleri, çalışkan elleri,
içten sözleri ve sıcakkanlı tavırları olan kanaatkâr insanların yaşadığı şehirdir. KÜLTÜREL VE TARİHÎ ZENGİNLİKLER Bilecik il sınırları içindeki tarihi ve kültürel zenginlikler Bizans-Selçuklu-Osmanlı tarihinin resmi geçidi gibidir. Şehir merkezindeki tarihi ve kültürel mekânlar şunlardır: Şeyh Edebâli Türbesi ve haziresi (İlk yapıları 14. yy’ın ilk yarısına aittir); Orhan Gazi Camii (İlk yapımı 14. yy’ın ilk dönemine uzanır); Bilecik kalesi (Az bir tahkim duvarı kalmasına rağmen gezilmeye değerdir); Tarihi İpekyolu üzerinde bulunan 14. yy tarihli Orhangazi İmareti; Yunan işgali sırasında yakılan ve yıkılan Emirler Camii, Orhan Gazi’nin babası için yaptırdığı anlaşılan Osman Gazi Camii, Akkaldırım Camii, Sultan II. Abdülhamid tarafından inşa ettirilen saat kulesi, 1905 yılında Sultan II. Abdülhamid’in eğitim politikası çerçevesinde açtırdığı okullarından biri olan Rüşdiye (ortaokul) Mektebi (Bugün Bilecik Belediye Hizmet Binası olarak kullanılır), Arkeolojik ve etnografik eserlerin bulunduğu 1920’li yıllarda cezaevi olarak kullanılan binada yer alan Bilecik Müzesi (Bilecik Müzesi ilk gezilen yerlerdendir. Antik çağdan günümüze çeşitli küçük aletler ve tarihi eserler yanında Bilecik yöresinin etnografik özellikleri görülebilir. Müze, bölgenin durumuna bağlı olarak gün geçtikçe yeni arkeolojik bulgularla daha zengin hale gelmektedir), Mütareke ve İstiklal Savaşı döneminde Ankara Hükümeti’ni temsilen Mustafa Kemal başkanlığındaki heyet ile İstanbul Hükümeti’ni temsilen gelen Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki heyetin bir araya geldiği ve “Bilecik Mülakatı” (5 Aralık 1920) olarak bilinen
görüşmelerin yapıldığı Eski Bilecik Tren İstasyonu. Şehrin ilçeleri de zengin tarih ve kültür mirasına sahiptir. Söğüt’te, Osman Gazi tarafından üzeri önce açık yaptırılan ve daha sonra Çelebi Mehmet tarafından türbe haline getirilen Ertuğrul Gazi Türbesi, Ertuğrul Gazi tarafından ilk hali yaptırılan ve fakat günümüzde ilk halinden farklı olan Ertuğrul Gazi Mescidi, Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan 1889 tarihli Hamidiye Camii, 1414-1420 tarihleri arasında Çelebi Sultan Mehmet’in yaptırdığı Çelebi Mehmet Camii, Dursun Fakıh Türbesi, 19. yy sonlarında yaptırılan son dönem Osmanlı sanatının nitelikli ve güzel bir örneği olan Kaymakam Sait Bey Çeşmesi, Oğuz Türklerinin kullandığı eşyaların, silahların ve elbiselerin bulunduğu Etnografya Müzesi, Türk liderleri büstlerinden ve Türk devletleri bayraklarından oluşan “Türk Büyükleri Platformu”; Osmaneli’nde, Klasik Anadolu evlerinin örneklerini veren Osmaneli evleri, İznik-Rum İmparatorluğu dönemine dayanan ve bu dönemin sanatsal özelliklerini taşıyan kilise, 16. yy’da Mimar Sinan’ın çıraklarından bir mimarın yaptığına inanılan klasik mimari tarzdaki Rüstem Paşa Camii, Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan tarafından 1092-1096 yılları arasında yaptırılan Selçuklu Gözetleme Kuleleri; Vezirhan’da, 1655 yılında Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılan ve sadrazamın ismiyle anılan cami ve kervansaray; Gölpazarı’nda, Mihail Bey’in 1318 yılında yaptırdığı kendi ismiyle anılan Han, Gordios Kaya Mezarı; Bozüyük’te, 1525-1528 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdat seferine giden komutanlarından Kasım Paşa’nın isteğiyle Mimar Sinan’ın çıraklık döneminde yaptığı eserlerden biri olan ve paşanın ismi ile anılan cami, Osmanlı Devleti’nin kuruluş
Yazının ilk iki başlığını oluşturan kısımlar; Türkiye’de Askeri Uygulama: Askerler ve Askerlik Üzerinde Deneyim, Gözlem ve Düşünceler.
47
Ş ehir
etkinliklerinin sınırlılığını bölgenin Eskişehir gibi şehirlere ulaşımının kolay olması tamamlar.
dönemi dini şahsiyetlerinden ve Şeyh Edebâli’nın müritlerinden Kumral Abdal Türbesi, Ertuğrul Gazi’nin büyük oğlu ve Osman Gazi’nin Ağabeyi Savcı Bey’in Türbesi, İstiklal Savaşı dönemine ait şehitlerin bulunduğu ve her yıl Nisan ayındaki törenin merkezi olan İnönü Şehitliği, İntikamtepe Şehitliği ve Metristepe Zafer Anıtı; Harmanköy’de, Bizans döneminde Harmankaya Tekfuru olan ve daha sonra Osmanlı’ya katılan Mihal Gazi’nin türbesi vardır. GENİŞLEYEN ŞEHİR İÇİN DÜŞÜNCELER 50 bin kişilik merkez nüfusuyla Bilecik, şehirleşen ve hızla büyüyen bir yerleşim birimidir. Şehir, imar faaliyetlerini hızla yürütmekte, gelişimini destekleyecek altyapı çalışmalarını sürdürmektedir. Gelecekte, genişleyen bölgelerindeki imar planları dağlık coğrafyasına göre düzenlenirse, sıkışık, havasız ve bunaltıcı bir yaşam merkezi değil, geniş, bahçeleri ve yeşil alanları olan, ferah ve sakin yerleşim yerleri bulunan bir şehir olması sağlanabilir. Şehrin mevcut zenginliklerini yitirmesine ve sıradanlaşmasına yol açmamak için doğa, tarih ve kültür zenginliklerini korumayı hedefleyen bir planlamanın yapılması zorunludur. Şehir, sanayisi hızla gelişen, büyük endüstri birimleri güçlenmekte olan bir yerleşim yeridir. Sanayi merkezlerindeki fabrikaların üretim potansiyelleri, şehrin, ilçelerin, kasabaların ve köylerin iş gücünden faydalanır. Her gün onlarca servis aracı şehri bölen otoyollardan geçerek işçileri fabrikalara, üretim tesislerine, imalathanelere taşır. Yeni yapılan çevre otoyollar şehrin yatırım cazibesini artırır. Şehirde, belediyenin ney, gitar, saz gibi enstrümanlar üzerine eğitim sağlayan birimleri yanında özel musiki eğitim merkezi, tasavvuf ve ilahi toplulukları vardır. Sinema, tiyatro ve konser faaliyetleri gelişmekte, şehir merkezinde küçük bir lunapark, şirin parklar ve çay bahçeleri yer almaktadır. Şehrin kültürel sayı//12-13// temmuz-ağustos 48
ŞEHRİN FESTİVALLERİ Şehirde her geçen yıl anlamları ve önemleri ile birlikte daha kökleşen, zenginleşen ve yayılan birçok değerli festival vardır: Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri (Her yıl Eylül ayının ikinci haftasının son üç günü, Söğüt), Dursun Fakıh’ı Anma Şenlikleri (Eylül ayının ikinci Pazar günü, Küre-Söğüt), Abdullah Mihal Gazi’yi Anma Şenlikleri (Eylül ayının ilk Pazar günü, İnhisarHarmanköy), Dodurga Şenlikleri (Haziran’ın son haftası, Bozüyük), Atatürk’ün Bilecik’e Gelişi (Aralık, Bilecik merkez), Bilecik’in Düşman İşgalinden Kurtuluşu, Ahilik ve Şeyh Edebâli Kültür Şenlikleri (6-8 Eylül, Bilecik merkez), Bozüyük’ün Kurtuluşu (4 Eylül, Bozüyük), Pazaryeri’nin Kurtuluşu (5 Eylül, Pazaryeri), İnönü Şehitlerini Anma Günü (1 Nisan, Bozüyük), Kınık Çömlekçilik Festivali (Temmuz, Kınık-Pazaryeri), Gölpazarı Kiraz Festivali (Haziran, Gölpazarı). DÎNÎ DUYGULAR VE FAALİYETLER Ramazan ayında ve bayram süresince farklı etkinlikler düzenlenir. Şehirde ezan tek merkezden makâmlı olarak okunur. Camilerdeki Cuma hutbelerinde Şeyh Edebâli’ye, Dursun Fakıh’a ve Ertuğrul Gazi’ye dualar edilir. Kandillerde, dinî ve millî günlerde özel hazırlanmış düzeneklerle Şehitler Parkı çeşmesinden şerbet dağıtımı yapılır. Şehirde çeşitli dinî cemaatlerin dershaneleri, yurtları, etkinlik merkezleri, kitabevleri, kültür ve eğitim birimleri bulunur. Şehirdeki siyasi eğilimler meclisteki ilk üç parti arasında bölünmüştür. Her yıl ortalama 15 bin askerin eğitim gördüğü kışla, şehrin ekonomisinde önemli bir hareketlilik sağlar. Üniversite bir diğer canlandırıcı dinamik olarak şehrin ekonomisine, sosyal hareketliliğine, kültürel değişimine ve dönüşümüne etkide bulunur. Polis Okulu şehrin farklı bir diğer dinamiğini oluşturur. Bu özellikleriyle şehir bir memur şehri görüntüsü verir. Köşe başlarında çeşit çeşit meyve-sebze satıcıları, kendi bahçesinden topladığı ürünlerini satan ilk üreticiler vardır. El sanatlarını yaşatan zanaatkârları ve farklı alanlardaki esnafları ile küçük esnaf şehridir. Milli Kütüphanesi, çeşitli eğitim aktivitelerine de olanak sunan mimarisi, kitap sayısı ve çeşitliliği ile gelişmekte olan bir merkezdir. Çocuk yurdu ve huzurevi diğer kurumlarıdır. Klasik ve modern İslam mimarisi özellikleri içeren binlerce kişinin aynı anda namaz kılabildiği Kayıboyu Camii vardır. ŞEHİR, İNSAN, SOKAK Bilecik, Anadolu şehirlerine has bir şekilde ölüm ilanlarının, duyuruların, yerel ve genel seçim
propaganda metinlerinin hoparlörlerden yayıldığı bir şehirdir. Bu çok seslilik ve kamuya açıklık şehrin havasına “sivil” bir nitelik, demokratik bir paylaşım ve şeffaf bir tartışma imkanı katar. Kimi sokaklar, şirin bir kasabanın sokakları gibi dar ve kıvrımlıdır. Eski zaman insanlarından pasajların geçtiği bu sokaklar, zamanı katlayan dinginliği ve sakinliği ile huzuru hissederek paylaşanların mekânıdır. Burada insan insana temas eder. Şehir, küçüklü büyüklü ve inişli çıkışlı sokakları, renkli ve eski evleri, genç ve yorgun insanları ile sanayileşme sürecindeki Denizli’nin 1980’lerin sonundaki kenar mahallelerinde yer alan dar ve dolambaçlı sokaklarını, evlerini ve insanlarını hatırlatır. Yabancı biri şehri gezerken, şehir, her seferinde kendini yeniden inşa eder. Şehir, aynı zamanda Türkiye’ye çeşitli sebeplerle iltica etmiş farklı ülkelerden gelen kişilerin ikametgah yeridir. Farklı din, dil ve etnik kökenlerden gelen mülteciler, şehrin insan dokusuna, sosyal yaşamına ve kültürüne ayrı bir güzellik ve zenginlik katar. Bilecik, Selçuklu ve Osmanlı döneminde olduğu gibi kültürlerin ve insanların buluşma merkezi olur. Gününü, bir köşede oturup çayını yudumlarken geçiren şehrin yerli sakinleri, kışlaydı, üniversiteydi, fabrikaydı, mültecilerdi derken bu ekonomik, sosyal ve kültürel hızlı değişime biraz şaşkın, biraz merakla, biraz da yabancı gözlerle bakarlar. ŞEYH EDEBÂLİ TÜRBESİ VE ÇEVRESİ “MİLLİ DOĞA, TARİH VE KÜLTÜR PARKI” OLMALIDIR Şeyh Edebâli, ahiliğin şeyhi, zanaatçıların piri ve dinî bir figür olması yanında, Ertuğrul Gazi’ye ve Osman Gazi’ye verdiği dinî, ekonomik, toplumsal ve kültürel destek ile beylikten devlete geçişin dinamiklerine dahil olur. Bu yönüyle Şeyh Edebâli, Osmanlı Devleti’nin kurucu figürlerinden/babalarından bir tanesi olur. Yaşamı, kişiliği ve faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecini anlamak için bilinmelidir. Bu bölge devletin kalbini simgeleyen merkezlerden biridir. Ahilik ile devletin dinî, askerî, ekonomik, toplumsal ve kültürel dayanakları birleştirilmiştir. Bu durum bölgeyi çevreleyen kayalıklara adeta nakış nakış kazınmıştır. Bölgenin maddi değeri, bu derinlerdeki manevi değer ile bütünleşmesiyle açığa çıkar. Şehrin bugün de merkezlerinden bir tanesi olan Edebâli bölgesi, aynı zamanda yörenin insanları için bir sosyalleşme yeridir. Özellikle İstanbul’dan otobüslerle gelen ziyaretçilerle hareketlenir, devinir, yenilenir. Şirin dükkanlarında farklı yerel hediyelik eşyalar satılır, gözleme, çay, kahve gibi çeşitli yiyecekler ve içecekler sunulur. Ortama dağılan ney sesi insanları duygulandırır. Sessizliği,
sakinliği, rüzgarı, yeşili, şelale sesinin güzelliği ruhlar dinlendirilir, arındırır, içsel ve dışsal dünyaya derinlikli ve başka türlü bir bakış sağlar. Burada teneffüs edilen hava, paylaşılan doğal güzellikler, duyulan kuş sesleri ve çağlayanın şırıltısı, dokunulan bitkilere ve ağaçların salınışına eklemlenen saçların dalgalanışı ve yaşamı canlandıran alınan nefes, huzur dolu bir iklimi getirir, dingin bir deniz havasının kokusunu yayar. Metafizik boyut, herkesin içsel dünyasına/ dünyasında olan yolculukla ilgilidir. Ancak bir mekânın metafizik yükler taşıyıp taşımaması bu içsel hâllerden ayrı olarak kendini açığa çıkartabilir. Böyle bir mekân olan Edebâli ve çevresi, sahip olduğu fizik ve metafizik kodlarında derinlikli bilgiler saklar. Burası tek kelime ile “Uzay Boşluğu”dur. Bu metafor, dağlar arasında bir dağ gibi duran, vadiler içinde bir vadi gibi açılan, ovalar içinde bir ova gibi yayılan bu mekânın metafizik ve mistik anlamını, değerini ve gücünü çok güzel anlatır. Edebâli’ye toplumun her kesiminden insanlar gelir. Bölge, dini bayramlarda bir buluşma merkezidir. Farklı dinî cemaatler Şeyh Edebâli türbesine özel turlar düzenler. Bölge, Bilecik’e yolu düşenler için ilk ziyaret yeridir. Yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgi odağı olan bu önemli yerin, hassas, titiz ve dikkatli bir kurumsal bakıma, özenli bir korumaya ve profesyonel bir yönetime ihtiyacı vardır.
Kuruluş’un ve Kurtuluş’un şehridir. Devlet Ana’dır. Sokaklarını askerlerin aşındırdığı, askere alışmış şehirdir. Askerlikle ilgili heykeller, anıtlar ve çeşitli semboller ile süslü, kasaba ile şehir arası, dönüşmekte olan bir yerdir. Sokaklarındaki onca kalabalığına rağmen sessizliği ile askerlerin hüzünlerini yutan şehirdir. Yeşillikler içinde Edebâli kokusunu yayan farklı sakinlikleri, huzurları, güzellikleri barındıran coğrafyadır.
ŞEYH EDEBÂLİ DOĞA, KÜLTÜR VE TARİH VADİSİ Şeyh Edebâli türbesini ve çevresindeki vadileri kapsayan bölge, çevresel bir plan ile koruma altına alınabilir, çeşitli uygulamalarla doğa, tarih ve kültür varlığı olarak düzenlenebilir. Böyle bir uygulama bölgenin tarihi ve kültürel dokusunu, birikimini ve değerini açığa çıkartır, korur ve gelecek nesillere aktarır. Bölgeyi, tepeleri ve yeşil alanları, minareleri, yarı harabe hâlinde kalmış yıkılan camileri, eski evleri ve bunların yıkıntıları, tarihi mezarlığı ve diğer özellikleri ile bir bütün olarak “Doğa, Tarih ve Kültür Parkı” olarak düzenlemek mümkündür. Bölgeyi, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı tarihini anlatan modern, açık ve kapalı mekânları olan bir müze, sanat galerisi ve açıkhava parkı olarak düzenlemek, eski dönemlere ait tarihi binaları restore ederek bu parka dahil etmek, animasyonlar, belgeseller ve objeler ile milattan öncesine dek dayanan binlerce yıllık tarihini çeşitli biçimlerde anlatmak, bu mekânla bağlantılı olayları derinliğine aktarmak, tarih ve kültür boyutunda entelektüel gelişime de katkı veren çoğaltıcı ve zenginleştirici bir yeniden üretim imkânı sunar. Osmanlı’nın kuruluş dönemi toplumsal yapısındaki medrese ve tarikat olarak ayrışmamış dini yorumların birlikteliği ve bunların dini düşüncedeki ve uygulamadaki 49
Ş ehir
Şeyh Edebâli, ahiliğin şeyhi, zanaatçıların piri ve dinî bir figür olması yanında, Ertuğrul Gazi’ye ve Osman Gazi’ye verdiği dinî, ekonomik, toplumsal ve kültürel destek ile beylikten devlete geçişin dinamiklerine dahil olur.
ortak ve bitişik yönleri, cihad ve gaza yolu, gazilik ve ahilik ilişkisi, birlik ve beraberlik yaklaşımı, Osmanlı Devleti’nin adım adım kuruluşuna giden süreç, siyasi ve ekonomik, toplumsal ve kültürel, psikolojik ve sosyolojik farklı katmanlarıyla burada sergilenebilir. Tarihi anlatan sanat galerileri, yerel zanaat ve sanat atölyeleri (çömlekçilik, örgücülük, kıymetli süs taşları ve diğer işlemecilikler), yöresel el sanatları merkezleri, klasik ve modern sanat üretim ve sergi mekânları, animasyon, çizgi, belgesel ve tarihi filmler, kitaplar, dergiler, belgeler, nesneler ve daha sayısız tarih ve kültür değeri bu açıkhava parkında sergilenebilir, paylaşılabilir, yeni bir tasarımla tarihi ve mekânı canlandıracak biçimde kurgulanabilir. BAKARKEN, GÖRÜP ÖĞRENİLECEK TARİH Türkiye’de bütünsel bir tarih algısını en iyi ifade edebilecek mekânlardan biri olan bölgenin maddi ve manevi değeri bu açıdan paha biçilemezdir. Selçuklu-Osmanlı çizgisinde Osmanlı’nın kuruluş ve yıkılış döneminin koşulları ve Yunan işgalinde yapılan zulümler, yağmalar ve yıkımlar diğer paralel tarih süreçleri ile birlikte ayrıntılı olarak somutlaştırılabilir. Birçok imge burada iç içe, birbirini besler ve derinleştirir: Bölgede bulunan öğütme ve dövme taşları gibi parçalardan oluşan arkeolojik eserler geçmişten gelen bölgedeki yerleşimi, yaşam biçimlerini ve üretim geleneğini; bir kayaya asılı zincir, burayı işkence amacıyla kullanan Bizans’ı, Şeyh Edebâli türbesi, Osmanlı’nın kuruluşundaki dinî, toplumsal ve kültürel öğelerin içeriğini, biçimini, kullanımını ve bu öğelerin ekonomik-sosyal yapıyla nasıl bir Ahi Evran meslekler birliği içinde işlediğini, paylaşıldığını, dağıtıldığını ve bunların birleşiminde bu yaşam tarzının getirdiği etik
sayı//12-13// temmuz-ağustos 50
ve ahlak düzenini; Orhangazi camii din-devlet ilişkisini; merkezde bulunan eski hamam, vakfın halkın ihtiyaçlarına yönelik amaçlanan varlığını ve buna ilişkin değerleri; yeşil ile iç içe geçmiş üç vadi bize doğanın farklı tonlarını ve güzelliklerini; tepedeki kale, savunmanın, korumanın ve gözetlemenin stratejik düzenlemesini; mezarlık, yaşayan mahallelerde birlikte ve iç içe olan yaşam ve ölüm dinamiğini; dere kenarında bulunan eski değirmen, üretimi; Yunan işgali sırasında yakılan mahalleden kalan harabeler, cami yıkıntıları ve minareler İstiklal Savaşı’ını imgeler, gösterir ve somutlaştırır. Nihayetinde bu merkez; oturma ve dinlenme birimleri, çevre düzenlemesi, havuzları, su sistemleri, bahçeleri, müze yapıları ve alanları, kütüphanesi, sanat ve kültür varlıklarını sergileme düzenleri ve sanat ve kültür etkinlikleri ile Türkiye’de model olan, görülmeye değer bulunan, muhteşem bir doğa, tarih ve kültür parkı olarak tasarlanabilir. Benim, nihai noktada, önerimin somut çerçevesi şudur: Şeyh Edebâli Türbesi merkez olmak üzere onu çevreleyen 2 kilometrelik yarıçaplı bölgenin “Milli Doğa, Tarih ve Kültür Parkı” olarak tescillenmesidir. Bunu yapabilmek, Osmanlı Cihan Devleti’nin kurucularına olan ahde vefamızın, anlamda ve önemde paha biçilemez değere sahip kalıcı bir nişanesi olacaktır. HÂDİM DEVLET ANLAYIŞININ KURULUŞ MEKÂNINDA, GÜZEL HİZMETLER 2011 yılına dayanan gözlem ve değerlendirmelerimi güncel bilgilerle yenilemek üzere Bilecik Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Sayın İsmail Cihan ve Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürü Sayın Serkan Bircan ile yaptığım görüşmelerden edindiğim bilgiler, umut verici gelişmeleri haber veriyor. Bugün, 2015’te
tamamlanan son restorasyon ardından tekrar ziyarete açılan türbe, yoğun ilgi görmektedir. Belediye, bölgenin güzelleştirilmesi için çevre düzenlemesini yenilemiş, hemen türbeden önceki alanda Şeyh Edebâli’nin düşüncelerinin ve bütün Osmanlı padişahlarının hayat hikayelerinin olduğu videoların, tarihi ve kültürel eserlerin ve görsellerin yer alacağı müze-gösterim binasının son işlemleri tamamlanmakta olup kısa sürede açılacaktır. Türbeyi çevreleyen vadilerde yürüyüş yolları, tarihsel mezarlığın düzenlenmesi, yıkık binaların ve camilerin elden geçirilmesi ve restore edilmesi, başka park alanlarının oluşturulması ve bölgenin doğa, tarih ve kültür zenginliklerini daha iyi aktarmak için yeni projeler geliştirilmesi devam etmektedir. Ancak bu konuda bölgenin sit alanı olması sebebiyle güçlü maddi desteğe ihtiyaç duyulmakta, bu sebeple devletin kurumları bağlamında daha kararlı adımlar atılması gerekmektedir. Bilecik Belediyesi ve Valiliği, Bilecik Şehir Arşivinin oluşturulması gibi değerli projeleri başlatmış, bunları yürütmekte ve olumlu gelişmelerle adım adım Bilecik’in doğal, tarihi ve kültürel zenginliklerini adeta arkeolojik kazı yapar gibi gün ışığına çıkartmaktadır. Yapılan değerli çalışmalar kapsamda, yaşadıkları coğrafyanın tarihi, kültürel ve sosyal değerlerini bilen, bunun anlam ve önemine vakıf bir kadroyla çalışan, başta Bilecik’in gelişmesi için belediye hizmetlerini en iyi şekilde yapmaya çalışırken, öte yandan şehrin tarihi, kültürel, sosyal ve coğrafi zenginliklerini ortaya koyacak projeler geliştiren 11 yıllık Belediye Başkanı Sayın Selim Yağcı’yı ve ekibini, şehrin Valilik makamından en küçük birimine değin emek ve katkı sunan bütün bürokratlarını kutluyor, emeklerinin ve hizmetlerinin başarılı ve kalıcı olmasını diliyorum. KURULUŞ MEKÂNINI ANLAMADAN ÇANAKKALE RUHUNU ANLAYAMAYIZ Bu çalışmalar yapılırken şunu vurgulamak gerekir: Bilecik’in ve Şeyh Edebâli’nin Selçuklu-OsmanlıTürkiye Devleti bağlamındaki kurucu irade özelliğini, değerini, ahlaki ve ekonomik ilkelerini, dini ve kültürel özelliklerini, yerel ve evrensel bağlamlarını tarihin derinliğinden günümüze aktarmak sadece yerel yönetim birimlerinin, Bilecik Belediyesinin ve Valiliğinin sorumluluğu değildir. Bu sorumluluk ve gereklilik, öncelikle toplumumuzun ve onun şahsında Türkiye Cumhuriyeti devletinin omuzlarındadır. Bu devletin omuzları ise; bugün, geçmişin kurucu irade çekirdeklerini, köklerini, anlam ve değerlerini, gücünü ve devlet olma vasıflarını veren kimliğini ve karakterini ve bütün bunları çevreleyen, aidiyet bağlarını anlayan, kavrayan
ve bilen entelektüel şuura, söylem ve eylem gücüne, kararlı, güçlü ve aktif duruşa, bunların toplamını somutlaştıran öz-benliğine vakıf başları taşımaya başlamıştır. Geçmişimize bugünümüze sahip çıkar gibi sahip çıkmak, geleceğimize sahip çıkabilmenin ön koşuludur. Dip Not
1-Kemal Tahir’in romanına can veren coğrafyadır. (Kemal Tahir, Devlet Ana, Bilgi Yayınları, ilk baskı 1967). 2-Edebalı ve/veya Edebâli kelimelerinin her ikisi de kaynaklarda geçer ve kullanılır. Ben, “yüce edebli” anlamına gelen “Edebâli” kelimesini kullanıyorum. 3-Kemal Tahir’in romanına can veren coğrafyadır. (Kemal Tahir, Devlet Ana, Bilgi Yayınları, ilk baskı 1967). 4-Edebalı ve/veya Edebâli kelimelerinin her ikisi de kaynaklarda geçer ve kullanılır. Ben, “yüce edebli” anlamına gelen “Edebâli” kelimesini kullanıyorum. 5-Osman Gazi adına ilk hutbeyi okuduğu rivayet edilen fıkıh alanında uzman din bilginidir. 6-Bilecik coğrafyasının siyasî, dinî, askerî, ekonomik, toplumsal ve kültürel özelliklerinin Osmanlı Devleti’nin Kuruluş sürecindeki etkisi, Halil İnalcık’ın çalışmalarında tarihsel ayrıntılarıyla okunur. Halil İnalcık’ın, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş tarihinin ne olması gerektiği üzerine araziye giderek yaptığı araştırmalar, Osmanlı tarih yazımını değiştiren bulgular vermiştir. Söğüt’ten İstanbul’a Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar (Ankara, 2000) başlıklı konferansta ve konferans kitabında bu mesele İnalcık’ın farklı zamanlarda yaptığı çalışmalar temel alınarak incelenir. Halil İnalcık’ın 1941 ile 2005 yılları arasına ait ve yıl bazında ayrıntılı biçimde düzenlenmiş bibliyografyası için bakınız; Tarihçilerin Kutbu: “Halil İnalcık Kitabı”, Söyleşi: Emine Çaykara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2006, s. 527-564. 7-Metaforlaştırma üzerinden Şeyh Edebâli türbesini ve onu çevreleyen vadiler bölgesini tanımlayan bu muhteşem ifade, 1969 yılında 20 aylık askerliğinin 4 aylık acemilik dönemini bu şehirde, o dönem 9. Alay’ın merkezi olan aynı kışlada geçiren ve kışlaya dikilen yüzlerce çam ağacında parmak izi bulunan hocam Neyzen Ömer Erdoğdular’a aittir. 8-Türbe bölgesinin mevcut düzenlemesi yakın zamanlarda, 2000’lerin hemen başında yapılmıştır. 2. Jandarma Er Eğitim Tugayı merkezinin Çanakkale’den Bilecik’e taşınması süreci, Tugay Komutanlığı görevini yürüttüğü dönemde gerçekleşen Tuğgeneral Veli Küçük ve tabur komutanları, Şeyh Edebâli Türbesi’nin bulunduğu tepeyi toprak kaymalarına ve çökmelere karşı koruyan, destekleyen ve güçlendiren duvarlarını, çevre düzenlemesini ve temizliğini, 9. Alay bünyesinden sağlanan 1000 civarında asker, Ankara’dan gelen ustalar ve çeşitli askeri olanakların kullanımı ile bir çeşit seferberlik hâlinde yapmışlardır. 9-Buna yaklaşan bir düşünce ile “Beylikten İmparatorluğa, İmparatorluktan Kurtuluşa: Bilecik” projesi 2001 yılında başlatılmıştır. Bunun için önemli bir bütçe ayrılmıştır. Ancak proje arzu edilen sonuca ulaşmamıştır. Aynı amaçla bölgeyi çevreleyen tepelerdeki mahallelerin kentin dokusuna uygun olarak yeniden imar edilmesi gündemdedir. 51
Ş ehir
ehirleşme denilince modern binalar, asfalt yollar, aydınlatılmış caddeler, iş merkezleri, resmi binalar anlıyoruz…
ŞEHRİN GELENEĞİNDEN,
GELECEĞİNE Vali devleti, belediye başkanı da halkı temsil ediyor. Belki hizmet alanları da ayrılmış gibi.
Muhsin İlyas SUBAŞI
Bizim insanımızın muhayyilesine kazınan temel figürler bunlar. Peki, bunlar nereden doğdu? Cevabı de belli: Hayatın zaruretlerinden. Osmanlı İmparatorluğu, bir dönem genişleme idealiyle, bırakın Anadolu’yu kendi payitahtını bile ihmal etti. Düşünebiliyor musunuz, Dolmabahçe ve Yıldız Sarayları, devletin yükselme döneminde değil, çöküş döneminde bir sosyal psikoloji zorunluluğu olarak yaptırılmadı mı? Neymiş, zayıflayan devleti güçlü göstermek için krediyle lüks binalar yapmak!.. Ama binalar çöküşü önleyemedi. Anadolu ise tümüyle ihmal edildi. Anadolu şehirlerinde Osmanlı’nın ayak izleri yok denece kadar azdır. Mesela, Sinan’ı imparatorluğa armağan eden Kayseri’de, yıkılan bazı hamam ve binaları saymazsak, bu Büyük Usta’nın bir küçücük camisinin olması neyi ifade eder? Bu şehrin eski mahallelerinde insanlar birbirlerini tanır, bilirlerdi. Dertlerini sevinçlerini birlikte paylaşırlardı. Çıkmaz sokaklarda bir Osmanlı uyumu vardı. Sokak kendi fakirini yedirir, içirir, doyurur, gerekirse evlendirir, ev sahibi yapardı. Bu bir yaşama geleneğiydi. O sokakları kaldırdık insanları apartmanlarda aşure malzemesi haline getirdik. Çok katlı binalarda birbirini tanımayan, tanımak istemeyen, tanımadan yaşayıp ölen insan grupları oluşmaya başladı. Birbirine saygı duymayan, birbirini anlamayan, anlamak ihtiyacını duymayan bir hoyratlık eski tek katlı toprak damlı evlerinin uhreviyetini alıp götürdü. Artık, devlet toparlanıp geçmişine de bakacak hale geldi. Belki geleceğe dönük altyapı yatırımları, yeni tesisler, yeni sanayi kuruluşları gerekli, ama buna paralel olarak bu toplumu geçmişiyle yüzleştirmek, geçmişini tanıtıp anlatmak, kabullendirmek ve hatta geleceğin itici gücü haline getirmek için bir şeylerin yapılması gerekir… Bu ülkenin sahibi ya da kiracısı mıyız gibi tedirginliğin, hatta derin kuşkuların ifadesine ortak aklın cevabıyla duruş sergileyebilmemiz için mutlak surette zenginleştirilmiş bir gelecek için zengin geçmişin mirasını, daha doğrusu bizi bugünlere taşıyan geleneğini çok iyi kullanmamız gerekmektedir. Şehirlerin sorunlarıyla şehirlinin beklentileri belki aynı kapıya çıkmayabilir. Yöneticiye düşen, bunları birleştirmektir. Şehirler maddi ve manevi iki kültür mirasına dayanmak zorundadır. Bu bir alt şuur halinde
sayı//12-13// temmuz-ağustos 52
yöneticilerin ideallerine yön verici unsur haline getirilirse birçok meseleyi çözmede çok daha kolay alternatiflere ulaşabiliriz… Maddi kültür belli; çeşitli binaların hüzünlü kapılarında bunların yalnızlığını okuyabiliyoruz. Arkeolojik ve etnografik malzemeler bunun çokça örneğini veriyor bize. Manevi kültür; örf ve adetlerimizin bünyesinde toplanan davranış biçimleridir. İnanç, tarih bilgisi, müzik, örflerimiz bundan beslenir. Modernleşme uğruna en çok tahribata uğrayan da bu manevi kültürümüzdür. Geleneğin imkânlarıyla geleceğimizi tayin edip daha düzenli, daha istikrarlı, daha bize göre bir hayat tarzı oluşturmak gerekirken, maalesef çağdaşlaşma şablonuna hapsedilen bir yabancılaşma hastalığı birçok değerimizi tahrip edip gitmektedir. Türk toplumu, çağdaşlaşma uğruna yüzlerce yıldır kendisinin varlığını altın bir koza gibi muhafaza altına alan inançlarını feda etme tehdidiyle karşı karşıyadır. Ütopik Batılılaşma baskıları yüzünden reel olanla ideal olan çoğu zaman çatışmaya dönüştürülmüş ve beslendiğimiz gelenelsel gerçekçiliğimiz hayallere peşkeş çekilmek istenmiştir. Şehirleri modernleştirdiklerini sananların farkına varamadıkları bu ince çizgi üzerindeki tercihi taklide feda edenler şimdi çözümsüzlükle boğuşan şehirler doğurmuşlardır. Şehirleşmede en önemli handikap bu alandadır. Bunun içindir ki, şehirlerin öncelikle manevi kültürüyle donatmamız gerekecektir. Artık içi boşaltılmış birçok örf ve adetler hayatımızdan çekilmektedir çekilmelidir de: Düğünlerde köçek ya da dansöz oynatmak terk edilmeli ama, düğünleri de nikah
masasında bitirmek, toplumun ortak sevinç ve neşesini engellemektir. Cenazenin defnine katılmak bir paylaşım duygusudur. Ölen tarafın acısıyla birlikte mezara kadar yürüyeceksiniz. Onu evinde bir süre yalnız bırakmayacaksınız. Gazete ilanıyla, ya da telefon veya mesajla başsağlığı dileme, acının dışında kalmanın ötesinde ölümü hafife alma değil midir? Biz sevinçlerimizde çoğalan bir milletiz. Ayıklama mutlaka olmalı, ama özü de feda etmemeliyiz. Bugün gürültü kirliliğine dönüşen Batı müziğini hakim kılma gayretinin altında ciddi bir yozlaştırma ideolojisi vardır.
Düğünlerde köçek ya da dansöz oynatmak terk edilmeli ama, düğünleri de nikah masasında bitirmek, toplumun ortak sevinç ve neşesini engellemektir.
Müziğin evrenselliği, kültürel çöküşe zemin hazırlıyorsa, bu emperyalist niyetlerden beslenen bir sızma olarak algılanmalı ve tedbiri de ihmal edilmemelidir: Her milletin kendi duyarlılığı, hassasiyetleri ve tercihleri vardır. Batılılar, nasıl bizim hoyratlarımızdan anlamıyor, türkülerimize, şarkılarımıza kayıtsız kalıyorsa, biz neden onların Rock müziğini bir evrensellik sloganıyla kabullenelim? Onların müziği evrensel ise bizimki evrensel niçin olmasın? Peki bu hususlara sahip çıkmak için kimlere müracaat edeceğiz? Doğal olarak şehirlerin bir mülki idare amirleri var, bir de mahalli hizmetlerini organize eden Belediye Başkanları. Vali devleti, belediye başkanı da halkı temsil ediyor. Belki hizmet alanları da ayrılmış gibi. Ne var ki, bu ayrışma çoğu zaman belki istemeyerek de olsa şehirlerin problemlerini çözümsüzlüğe götürebilmektedir. 53
Ş ehir
KİTAP AŞIĞI, ŞEHİRDE BİR DOST
TEŞKİLAT REFİK Sonrası… hayatımda Süreyya yıldızı gibi görünüp yok olan bir dost haline geldi Refik Amca. Vakıfta, dernekte, sahaflarda, kafelerde, kütüphanelerde… Hulusi ÜSTÜN
niversite yıllarında ışığıyla aydınlandığım bilgelerden birisiydi Profesör Hüseyin Hatemi. Medeni Hukuk derslerimize gelir, her siyasi görüşten öğrenciyi bilgisine ve nezaketine hayran bırakırdı. Bilge idi, hoşgörülü idi, öğrenci dostu idi, benzeri kalmamış bir İstanbul Beyefendisi idi. Her ders bitiminde odasına kadar eşlik ederdik kendisine. Dünyanın en güzel manzaralarından birisiydi bu. Bir yaşlı adamı bildiklerinden dolayı takip eden gençlerin oluşturduğu görüntüden daha güzel ne vardır ki yeryüzünde. Onun ışığı bizi Fakültenin en izbe köşelerinden birindeki odasına çekiyordu. Kediler dolaşıyordu ayağımızın altında. Hoca mahcup bir nezaketle konuşuyordu bizimle. Refik Amca’yı onun odasında gördüm ilk kez. Yirmi yıl önceydi. Hatemi Hoca, bu bembeyaz saçlı, şişmanca adama takdim etti beni. ‘Bu delikanlı da sizden Refik Bey, Roma Hukuku ile Khabze arasındaki benzerlikler üzerinde çalışıyor. Adigeler ile Etrüskler arasında etnolojik ilişkiden bahsediyor.’ Beyaz saçlı adam koca göbeğini fıkırdatarak güldü. ‘Mühim değil!’ dedi. ‘Konusu da mühim değil kendisi de. Yüz puan verip ikmale bırakmalı onu. Ne dünyaya ne ahirete lazım adamlar bunlar. Asacaksın, ardından hüngür hüngür ağlayacaksın.’ Bu şok edici karşılaşmanın ilerleyen dakikalarında karşımdaki adamın lafına sözüne gücenilecek biri olmadığını anlamıştım. Bir süre kitaplardan, dergilerden, yazarlardan konuştuk. Sonra hocadan izin isteyip odasından ayrıldık. Yan yana yürürken aksak olduğunu fark ettiğim yaşlı adamla birlikte iç avludaki banklardan birine oturduk. Çantasından çıkardığı elmayı çakısıyla ikiye böldü ve yarısını bana verdi. Sonra etnoloji, tarih, hukuk ve politika konulu uzun bir sohbete başladık. Bir saate yakın konuştu benimle. Karanlıkta burnumu duvara çarptığım hissini veren bir konuşmaydı bu. Kimdi burnumu vurduğum bu duvar? ... Kısa zaman sonra Hatemi Hoca’nın asistanı tarafından ders çıkışı bir kitap sıkıştırıldı elime. ‘Refik Bey bunu size gönderdi.’ Piyer Loti’nin Aziyade adlı romanının Nahit Sırrı tarafından çevrilmiş eski bir basımı idi bu. Kitabın ilk sayfasında zarif bir el yazısı ile ‘Etrüsk Hulusi Üstün’e hediye!’ yazıyordu. ... BİR GÖRÜNÜP BİR KAYBOLAN REFİK Sonrası… hayatımda Süreyya yıldızı gibi görünüp yok olan bir dost haline geldi Refik Amca. Vakıfta, dernekte, sahaflarda, kafelerde, kütüphanelerde…
sayı//12-13// temmuz-ağustos 54
aynı avın peşindeki iki avcı gibiydik. Her seferinde küçük kitaplar, dergiler, gazete kupürleri hediye ediyordu bana. Birbirimizi görmekle mutlu oluyorduk. Kıztaşı’nda oturuyordum ben ve o Horhor yokuşunun başındaki Ozanlar kahvesinde oluyordu gündüzleri. Çevresinde toplanan çeşitli bürokrat emeklilerine takdim ediyordu beni. Arkadaşları ‘Teşkilat Refik’ diyordu ona. Bana da ‘Teşkilat Refik’in çömezi…’ Cağaloğlu’nda bütün yayıncıların, kitapçıların, sahafların tanıdığı bir simaydı Teşkilat Refik. Nadir bulunan, baskısı kalmamış kitapları arar, servet ölçüsünde paralar verirdi. Kitaplara sevdalıydı. Kızlardan bahseden on altı yaşındaki bir ergenin şehvetiyle anlatıyordu kitapları. ‘İhtilalden önce Petersburg’da basılmış, kuşe kağıda… resimleri renkli… illüstrasyonları sanat eseri… açıyorsun, lök diye düşüyor insanın önüne… yok böyle bir şey azizim…’ Çevresine toplanmış yaşlı emekliler yutkunarak dinliyordu onu. REFİK AMCADA KİTAP AŞKI Kaç defa sahaflardan aldığı eski bir kitaba çocuğunu izleyen bir babanın gözleriyle bakışına şahit oldum Refik Amca’nın. Yaşlı elleriyle kitapların tozunu alışını, kitap sayfalarını burnuna dayayıp sevgilisinin saçlarını koklar gibi yüzyılın küfünü kokladığını kaç defa gördüm. Tanıdıkça aslında çok da sevilmediğini fark ettim. Huysuz, aksi bir ihtiyar olarak algılanmaktan hoşlanıyordu. Halini hatırını sorana ‘Mühim değil!’ diyordu. Eğer ısrar edilirse, ‘Beni üzmeyin’ diyordu. En sevdiği dostlarına bile yeri geldiğinde ‘cahil’ deyip çıkışıyordu. Tavrı bana da sirayet etti bir süre sonra. İnsanları bir şeyleri bilmediği için suçlamanın bencilce keyfini onun sayesinde keşfettim. Yeni tanıştığımız herkesten ‘mefailün’ diye bahsediyorduk. ‘O bir cahil’ cümlesinin aruzla vezni idi bu. ‘Mühim değil’, mefailün’dü. ‘Akıllı ol’ mefailün. ‘Güzel kitap’ mefailün. ‘Teşekkürler’, mefailün… İşin kötü tarafı onun adı olan Refik Demir’in aruz kalıbı da Mefailün’dü. YALOVA GÜNEYKÖY’DEN BİR KAFKAS KARTALI Zaman içinde yaş farkının aramıza koyduğu mesafeyi bir kenara bırakıp birbirimizin öyküsüne dahil olduk. 1927 Yalova Güneyköy doğumluydu. Ailesi bütün Güneyköylüler gibi 1890’lı yıllarda Dağıstan’dan çıkıp Odesa yoluyla Osmanlı ülkesine hicret etmişti. Babası Temirhanşura hakınlarındaki Hapşi köyünden bir demirciydi. Refik amca İstanbul’da büyümüş, İstanbul Üniversitesinde Fransızca eğitim almış, hayatı boyunca İstanbul’dan çok uzun soluklu ayrılmamıştı. Sorana meteorolojiden emekli olduğunu söylerdi, ama anlamadığı tek şey hava durumuydu. Fransızca, İngilizce, Arapça,
Farsça, Avar ve Lezgi dillerini bilir. Osmanlıca okuryazardı. Kırkından sonra Hopalı bir hanımefendiyle evlenmişti. Çoluk çocuk yoktu. Öyle yakından akrabası da bulunmuyordu. Almanya’daki yeğenlerinin kendisini arayıp sormadığından yakınırdı ara ara. İçinde binlerce kitabın olduğu küçük bir apartman dairesinde oturuyordu. Dairenin koridorları, duvarları kütüphane raflarıyla doluydu, rafların üzeri perdelerle örtülmüştü. Seviyordu beni, anlattıklarını anlıyordum, bir Osmanlıca kitabı onun bıraktığı yerden devam edebiliyordum. İkimiz başbaşa verdiğimizde Mehmet Emin Yurdakul’u çekiştiriyor, Tanpınar’dan Kırtipil diye bahsediyor, Akif için ağlıyorduk. İbn-ül Emin Mahmut Kemal idolümüzdü. Tarık Zafer Tunaya hakkındaki müthiş sırrı yeryüzünde bir o bir de ben biliyorduk. Bediüzzaman’ın, Osman Yüksel’in, Necip Fazıl’ın mahkemelerini anlatıyordu bana. Necip’i çok Narsist buluyor, şiirine övgü diziyor, düzyazılarını eleştiriyorduk. Format gerektiren bilgisayarlar gibi oluyordu bazen, birbiriyle alakasız bir sürü bilgiyi peşpeşe sıralıyor, onu dinliyor ve anlıyor olmamdan dolayı gözleri doluyordu. REŞAT EKREM KOÇU’DAN İBN-ÜL EMİN’E ‘Reşat Ekrem Koçu 53 senesinde İstanbul’un fethi konulu bir konuşma yaptı. Kendisine süre bitti dediler. ‘Daha konuya girmedim, burada süre bana tabiidir, dinleyeceksiniz’ diye cevap verdi. İbn-ül Emin geldiğinde Sahaflar ayağa kalkıp tazim ederdi. ‘Oturun cahiller!’ derdi onlara. Ebu’l Ala Mardin’i bilir misin? Ve ma edrake ma Ebu’l Ala… bir dahaki sohbetimize dek onun Huzur Dersleri adlı eserini okuyacaksın…’ Kendisinin yanında sigara içmek, bacakları üst üste oturmak, soru sorup cevap konusunda ısrar etmek ayrıcalığına sahip tek kişiydim. Başkalarına karşı tahammülsüz, bana karşı anlayışlıydı. Kendisiyle tanıştırdığım bir arkadaşım onu ikinci görüşünde ‘Beni tanıdınız mı Refik Amca?’ diyecek olduydu da ‘Otur oraya münasebetsiz adam. Çok mühim biriymiş gibi beni tanıdın mı diyor utanmadan…’ cevabını almıştı. Birkaç ay görüşmeyecek olsak telefon ediyordum. Siyavuşpaşa’daki evinden alıyordum onu. Fatih, boğaz, Florya geziyorduk. Gördüğü her sokakla ilgili anlatacakları vardı. ‘Çırağan’ı Ahmet Rıza yaktıydı… Lüzumsuz adam… Ziraat okulu mezunusun ne anlarsın siyasetten. Kalktı Avrupa’da ittihatçıların başkanı oldu. Yakup Kadri’nin Bir Sürgün adlı romanını okumalısın. Esasında 2. Meşrutiyetten sonra hanedan bitti. Kudüs elden gidiyor, Nefs-i Hümayun incinmesin diye Sultan Reşat’a bildirmiyorlar.’ Öylesine yaşayarak anlatıyordu ki geçmişi, zaman 55
Ş ehir
ötesinden dünyayı teftişe gelmiş gibiydi. Eğer bahsettiği Balkan Harbi ise yenilgiyi bizzat yaşamış bir komutan gibi titriyordu sesi. Edebi bir eserden alıntı naklederken yüzü bir Aziz’in yüzü gibi aydınlanıyordu. Geniş bilgi birikimden damıttığı vecizleri vardı. Sonra gözkapaklarının üzerine sarkan uzun beyaz kaşlarının altından muzip muzip bakıyordu yüzüme. ‘Mefailün değilsin… senin adın vezne gelmez cinsten… Malum… kavm-i neciptensin… Etrüsksün sen… Etrüsk…’ diyordu… GAH KAYDA ALDIM KONUŞMALARINI, GAH NOT ALDIM Derken… kasabama döndükten sonra görüşmelerimiz seyrekleşti. Not defterime göre 2010 yılının 16 Eylül’ünde Florya’da oturup halleşmişiz. Baston kullanmaya başlamasına üzülmüşüm. Anlattıklarını kayda almışım. ‘Türk adı bir kabile adı gibi fehmolunuyor şimdilerde. Türk bir kavmin adı değil, bin yıl boyunca hakkıyla ifa edilmiş bir tarihi rolün adıdır.’ cümlesini defterime not etmişim. Ondan sonra bir yıl boyunca görüşme imkanımız olmamış. Bir kış günü aklıma düşüverdi. Telefon ettim, her zamanki gibi tanıttım kendimi. - Refik Beyamca, bendeniz Silivri eşrafından dava vekili Hulusi, dedim. - evet… mühim adam… teşekkür… dedi. Sonra halini sordum. -Hanımefendiyi kaybettik. Ben bayram namazına gittiğimde o da bekaya gitmiş. Dün kırkını okudular, dedi. Sesinde bir kırıklık, bir üzüntü belirtisi yoktu. Abdülhamit’in hal’i meselesi Babıâli’de konuşulurken genç bir subayın balkondan ‘Cumhuriyet isteriz!’ diye bağırdığını anlattı hemen. ‘O genç subay Mustafa Kemal’di’ dedi. Ertesi gün ilk işim onu ziyaret etmek oldu. Kitap kokulu dairesinde kitap yığınlarının arasında oturuyordu. Çocuklarımı isimlerini hatırlayarak sordu. Çay koymamı istedi, istersem o lüzumsuz sigaramdan da yakabileceğimi söyledi. Sonra eşinin kırk senelik birliktelikleri süresince kendisini bir kez bile kırmadığını, bunca kitabın varlığından şikayet etmeden hizmetini gördüğünü anlattı. Hanımefendinin yeğenleri varmış. Halalarının cenazesi ile ilgilenmişler. ‘Sen halamızın yadigarısın, istersen bizim yanımıza gelebilirsin’ demişler. -Kitaplarımdan ayrılamam İki yıldır her sabah namazından sonra CD üzerinden Kur’an dinliyorum. Bu suretle dört defa hatmettim, iki devir daha yaparsam hafız-ı Kur’an olmayı ümit ediyorum. Gel gör ki, erkeğin eşinden önce ölmesi Allah’ın lütfu imiş. Dedi. Gece geç saate kadar konuştuk. 2. Dünya Savaşını anlattı bana. ‘Oradaki savaş burada siyasi mesele olarak sayı//12-13// temmuz-ağustos 56
tecessüm etti.’ dedi. Muallim Naci’den bahsetti uzun uzun. Fransızcadan çevrileri varmış, ‘ Göz yegane vasıta-i rüyet iken, göremez kendisini dide bile aine olmadan’ dizeleri onun çevirisiymiş. Sonra izin istedim kendisinden. Bir yayınevinin kitap broşürü ile 1960’lı yıllardan kalma bir edebiyat dergisi tutuşturdu elime. Vermeden önce sayfalarını tarayıp içinde kupür olup olmadığına baktı. Ayrılırken ‘Bir Mehdi Paşa, bir de sen geldin başsağlığına dost namına… teşekkür…’ dedi. TEKRAR KAVUŞMAK İÇİN SÖZLEŞTİK Bu görüşmeden sonra uzun süre kopukluk oldu. Telefonu aylardır açılmıyordu. Telesekretere mesaj bırakıyordum, dönen olmuyordu. Eşinin yeğenleri alıp götürmüş olmalıydı. Kitaplarını da götürdüler mi acep? Hafız-ı Kur’an oldu mu seksen beşinden sonra… yeni kuşe-i uzletinde bahtiyar mı acaba? Derken Babıali’nin Reis-ül Küttab’ından Mehmet Varış, Teşkilat Refik’e ulaşabileceğim telefon numarası verdi. Aradım, iyiymiş, hanımının yeğenlerinin yanındaymış. İyi olduğu haberini sevenleri ile paylaştım fakat rahatsız edeceğim endişesi ile ziyaret edemedim. Son aramamda telefonu açan hanım kendisine dair üzücü haberler verdi. Yakınlarını tanımakta zorlanıyormuş, çok iyi değilmiş, beni tanımayabilirmiş. O beni tanır mı tanımaz mı bilmiyordum ama ben onu iyi tanıyordum. Teşkilat Refik’ti o. Her bir kitabın içeriğini sayfa sayfa sayacak kadar açıktı hafızası. Daha birkaç ay öncesine kadar telefonda çocuklarımın adını söyleyerek hallerini soruyordu. Ziyaret için izin isteyip çıktım yola. KİTAP, ZEVK-İ SELİM DİR Esenyurt’ta bir sitenin dördüncü katındaki dairenin kapısını açan güleryüzlü bir hanım tarafından buyur edildiğim odasında kitap dolu duvarların arasındaki yatağında oturur vaziyette buldum kendisini. Yine elime dokunup öperim endişesi ile çekti elini. Küçük bir çocuğu andıran yüzüne gürültülü bir öpücük kondurdum. Her zamanki gibi göbeğiyle güldü bu hareketime. Beyaz halı döşenmiş tertemiz odasında küçük bir masa, masanın üzerinde televizyon ve kitapları var. Yatağının dayandığı duvar boydan boya kütüphane haline getirilip kitaplar iki sıra halinde istif edilmiş. Ayrıca odanın heryanı kitap ve dergi ile dolu. -Sekiz yüz kadarını sığdırabildik, kimisi üst raflarda kaldı, aramakla bulunmaz. Ama bu da iyi. Kitap zevk-i selimdir. Bunların hepsini okuyor musun ? diyorlar bana. Gardırobundaki bütün elbiseleri giyiyor musun diye cevap veriyorum. Kimi yazlıktır kimi kışlık, kimi matemliktir, kimi bayramlık… Çocukları soruyor, defalarca gelip geçmesine rağmen Silivri içini görmediğini söyleyip dertleniyor. Odasında banyo tuvalet
varmış, yemeği ayağına geliyormuş. Bir buçuk yıldır bu odadan dışarı çıkmak ihtiyacı duymamış. Kitaplarını karıştırıyormuş bütün gün. Kitaptan güzel dost mu varmış. Nobranlık etmez, kalp kırmaz, okursan konuşur, kapatırsan susar… Bir film seyreder gibi izledim onu konuşurken. Gözleri yine pırıl pırıl, bakışları muzip… gözlük kullanmadan okuyormuş kitaplarını hala. Fihristleri karıştırıyormuş, konu başlıklarına bakıyormuş. ‘bunu biliyorum geç, onu biliyorum geç’ deyip kapatıyormuş. Hak Teala kör kurdundan vazgeçmiyor vesselam. O dileyince evlatsız bir yaşlıya da hanımının yeğenleri sahip çıkıyor. Oğlu kızı olmayan, yeğenleri Almanya’da kaybolup gitmiş bu aksi ihtiyarın hali ne olurdu bu insanlar olmasa. İşte on evlat sahibi olsa bunca temiz, bunca sağlıklı, bunca rahat bir köşe bulurdu sığınacak. Ev sahibi hanım çay ve pasta ikram ederken tatlı sitemlerle yakınıyor eniştesinden. Gecenin dördünde ışığını yanar görüp kapısını tıklatıyormuş. Bir kedi yavrusunun suya eğilmesi gibi kitapların üzerine eğilmiş merakla okurken buluyormuş onu. Kafası dinç olmalıymış, azıcık dinlenseymiş olmaz mıymış? Ahirette ona bu kitapları mı soracaklarmış? SEVGİLİLERİ ÇOKTU, HEPSİ RAFLARDA İDİ Olmaz işte… on beşli yaşlarınızı hatırlasanıza hanımefendi. Teşkilat Refik, on beş yaşına takılıp kalmış, on beş yaşında kitaplara sevdalanmış, hala on beş yaşındaki bir delikanlının sevgilisine bakarken duyduğu şevkle sevgili kitaplarını inceliyor. On beş yaşındaki bir çocuğun müstehcen dergilere şehvetle bakışı gibi bakıyor onlara. Demek istiyorum, demiyorum… Refik amca halinin farkında… Omuzları titreyerek gülüyor yeğenine. -E ihtiyarlara bakmak zordur esasında, diyor. Aceleyle tıkıyor muzlu pastayı ağzına, tekrar çocukları soruyor. Telefonumdan resimlerini gösteriyorum, keyifle gülüyor. İstediği konuyu açıp istediği zaman kapatıyor. Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor. Anlattıkları geçmişe ait yine… Kitabın eskisi gibi matemin de eskisi kıymetlidir onun gözünde. -Harb-i umumiye girmeyecektik üstad, bizim kimseye tokat atacak takatimiz yoktu savaşa soktuklarında. İki aklı evvelin aklına uyduk, dünya ile güreşmeye soyunduk. Elde kalan memleket parçasına göre ayağımızı uzatıyoruz şimdi. Onun teselli edilemez matemidir Harb-i umumi… her konu döner dolaşır ona gelir. Yanıbaşımızda Suriye kaynıyormuş, oluk oluk kan akıyormuş umursamaz. İlle Harb-i umumi, çünkü bugün Suriye’de akan kanın müsebbibidir Harb-i umumi. -Bu sayın Kürtler ne istiyor anlayana aşk olsun. Anasının dilini bilmiyorsa ayıp, Türkçe
bilmiyorsa yazık… Türkçe bilmeyen Kürt ne işe yarar Allah aşkına. Ziya Gökalp’in yeğenlerini tanıdım esasında, çıra gibi Kürttüler. Oturup ‘Türkçülüğün Esasını’ yazmış. Türk kavim adı değil esasen. Herkes bir unsura mensuptur ama bu memleketteki mevcudiyetinin adı Türktür. Bunu Avrupalıya anlatamazsın esasında. Kavmiyet, anasır, milliyet… bunların arasındaki farkı anlamaya müktesebatları elvermez… BU NE SEVGİDİR, BU NE AŞKTIR KİTAP İÇİN Yürüyemiyormuş, mevsimlerin farkında değilmiş, evlad ü ıyal yokmuş, ömrün zevaline yetişmiş derdi değil Refik Amca’nın. Doğduğu yılı ayı soruyorum, ‘rivayet muhtelif’ diyor. Lafı Bedizüzzaman’a getiriyor. -Muhakeme edilirken oradaydım. Kavruk, asabi bir adamdı. Ne verilecek cezayı umursuyordu, ne aklanmayı. ‘Kimi isyana teşvik ettim, kime nifak anlattım. Biz memleketin dinine, harsına mugayir kelam etmedik’ diye savunmasını yaptı. Mahkeme çıkışında Anadolu’dan gelmiş talebeleri çevirdi etrafımı. ‘Dünya kadar yoldan geldik, göremedik. Ne dedi anlat!’ diye sordular. Eğer bir yoldan bahsedilecekse Bediüzzaman o yolu açmıştır. Sair adamlara ihtiyaç yoktur esasında. Artık zihni tekrara düşmüş bu ihtiyar adamın bizi gece gündüz meşgul eden onca problemi tereyağından kıl çekercesine kolaylıkla izah yoluna sokması kıskandırmıyor değil beni. Biz nice çile çekip düşeceğiz kalkacağız onun gibi basit formüllere vurup çözmek için hayatı…Bir araya gelmişken birkaç dostu arayıp onunla görüştürdüm. Dostlarının sesini duymak onu memnun etmişti. İki buçuk saat kadar yanında kaldıktan sonra izin istedim Refik Amca’dan. Belki son kez de olsa İstanbul’u gezmek, dar sokaklara girmek, türbe, cami, kilise, okul gezmek arzumu dile getirdim. -Bahar gelsin, havalar ısınsın, çıkarız, dedi. Bahara çıkarması için bizi, yüreğimden bir dua saldım gök katına. Haraç vermek zorunda kalmış bir Yahudi gibi ikircikle kitap raflarında dolaştırdı ellerini. Kanuni’nin doğu politikası hakkında yazılmış bir tezi seçip uzattı bana. Sonra kitabı geri çekip sayfalarının arasında bir kupür olup olmadığını kontrol etti ve tekrar uzattı kitabı. -Hediyemdir... Kanuni mühim adam… dedi. -Sen de öylesin dedim. Güldü. Havalar ısınınca İstanbul’u gezmek üzere sözleşip ayrıldım odasından. Ona bu kadar özenle bakan muhterem hanımın elini sıktım ve eve dönüş yoluna koyuldum. Yolda yağmur yağıyordu, Refik Amca bir kedinin suya eğilişi gibi kitapların üzerine eğilmiş okuyor olmalıydı. 8 Nisan 2014 sabahı öğrendik Teşkilat Refik , emsalsiz bir ehl-i kitap olarak ruhunu teslim eylemiş. 57
Ş ehir
BAYRAK O BAYRAK
AMA MİLLET O MİLLET DEĞİL! Bayrak, yine bizim o anlı, şanlı, ay yıldızlı, al renkli Türk Bayrağımızdı. Görür görmez hemen tanıdım. İnanır mısınız, sanki o da beni tanıdı?! Beni o güzel al renkli, ay yıldızlı, rengini şehitlerimizin kanından, kırmızı güllerden almış güleryüzlü çehresiyle, o hoş simasıyla, sanki sevinçle karşıladı. Mustafa ATALAR
Makedonya Yahya Paşa Camii
ir zamanlar, dış temsilciliklerde görev yapan diplomatlara ve Yugoslavya’yı ziyaret eden bazı üst düzey devlet adamlarına dertlerini anlatamayan, onlarla yaptıkları temaslardan olumlu bir sonuç elde edemeyen Balkan Türklerinden ve Müslümanlarından durumu müsait olan bazıları bu sefer de bizzat Türkiye’ye gelip Türkiye’de neler olup bittiğini daha yakından anlamayı, öğrenmeyi, gözleriyle görüp ona göre bir tavır ve tutum takınmayı daha sağlıklı bir yol olarak gördüler. Bu tür ziyaretlerle ilgili anılar, yaşanmış olaylar, gerçek hayat hikayeleri de önemli bir yekun oluşturur. Duygu ve düşüncelerde yaşanan depremlerden doğan sarsıntıyı, acıyı, trajediyi, ruhsal bunalım ve çatışmaları anlamamıza yardımcı olabilecek bu olaylardan birini aslen Makedonya muhaciri olan Bursa’lı iş adamı Ahmet Vardar’dan dinlemiştim. MAKEDONYADA BIRAKTIĞIMIZ MEDENİYETİMİZİN İNSANLARI Türkiye’yi daha yakından tanımak, burada olup bitenleri yerinde ve kendi gözleriyle görmek, anlamak amacıyla Makedonya’dan da Türkiye’ye gidiş geliş trafiğinin epeyce yoğunlaştığı bir dönemde, Üsküp’te herkesin itibar edip saygı ve sevgi gösterdiği, oldukça yaşlı, güngörmüş, akıllı uslu ve çok dindar bir Balkan Müslümanı da Türkiye’ye gidip gelmiş. Bu yaşlı ihtiyar Türkiye’ye gitmeden önce duydukları olumsuz hikayeleri hep kötü niyetlilerin yalan, iftira ve tezvirleri olarak niteliyormuş. Bu yüzden, o zamana kadar Balkan Müslümanları arasında oluşmuş bazı olumsuz kanaatlerin yanlışlığını yerinde görmek, milletinin son halini yakından ve kendi gözleriyle görmek, kulaklarıyla işitmek, vatan, millet, bayrak hasretlerini gidermek, daha önceden Türkiye’ye göçmüş yakınlarını ziyaret edip hasret gidermek, bu arada Türkiye’ye göç için de önceden bazı araştırmalar ve hazırlıklar yapmak için ilerlemiş yaşına rağmen kendisi için oldukça zor olacak bu yolculuğa çıkmaktan başka çare görememiş. O zamanlar anavatan kabul edilen Türkiye’yi görmek çok büyük bahtiyarlık sayılır, bu bahtiyarlığa erebilmiş insanlar dönüşlerinde kutsal ve mübarek kişiler gibi saygıyla karşılanırlar, geride kalanlar, onların yollarını, hacı yolu gözler gibi gözlerlermiş. Türkiye’ye gidip gelenlerin evleri, barkları meraklı kalabalıklarla dolar taşar, çevrelerinde kalabalik halkalar oluşur, Türkiye hakkında daha fazla şeyler öğrenmek, daha detaylı haberler almak isteyenler nefes bile aldırmadan bunları aralıksız soru bombardımanına tabi tutarlarmış: - Hadi, yediğin içtiğin senin olsun da, bize gördüklerini anlat! - Türkiye nasıldı? - Türkiye’de neler gördün, neler yaşadın?
sayı//12-13// temmuz-ağustos 58
- Oralar nasıl? - Oralarda ne var, ne yok? Türkiye’ye gidip gelenler ardı arkası kesilmeyen soru bombardımanı karşısında iyice bunalırlar, Türkiye’de bazı olumsuz şeyler, kendilerine yanlış ve kötü gelen olaylar yaşamış olsalar da bunlara pek değinmek istemezler, genelde iyi ve güzel taraflarını anlatmaya çalışırlarmış. Türkiye’de özellikle yönetim kademelerinde görev yapan bazı kimselerin kendilerini çok üzen, vatan, millet, Türklük ve Müslümanlık anlayışlarıyla bağdışmayan ayrılıkları, aykırılıkları anlatmayı pek arzu etmezlermiş. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları bazı olumsuzluklara bir türlü akıl sır erdiremedikleri, ne yapacaklarını, dönüşte kendilerinden haber bekleyenlere ne diyeceklerini bilemedikleri için, genelde bunlardan hiç söz etmemeyi, bunların yerine genellikle özgürce ve serbestçe dalgalanan ay yıldızlı al bayrağımızdan uzun uzun söz etmeye tercih ederlermiş. Etraflarına toplanan büyük kalabalıklar da onların anlatıklarını, olağanüstü bir duygu yoğunluğu içerisinde kendilerinden geçmiş, mest ve hayran bir şekilde, bıkmadan usanmadan ilgiyle dinlerlermiş. TÜRKİYE SEVDALILARI BALKAN OSMANLILARI Bu Türkiye ve Türklük sevdalısı, yaşlı, dindar, hatırı sayılır, sözü dinlenir Balkan Müslümanı da diğerleri gibi Türkiye’ye gidip dönmüş. Onun da etrafı meraklı kalabalıklarla dolmuş. Fakat yaşlı adamın hali hiç de iyi görünmüyormuş. Giderkenki sevincinden, neşesinden, mutluluğundan eser yokmuş. Önce bunu yol yorgunluğuna, hava değişikliğine yormak istemişler. Fakat sohbet ilerledikçe, adamcağızın üzüntülerinin, sıkıntılarının Türkiye’de görüp yaşadıklarından kaynaklandığı anlaşılmış. O da diğerleri gibi olumsuzluklar yerine olumlu, iyi ve güzel şeylerden bahsetmek istemiş ama hem bunların kendisine göre azlığı, hem memnun kalmadığı, hoşnut olmadığı, üzüntü ve kaygı duyduğu, anlamakta güçlük çektiği şeylerin fazlalılığı, hem de Türkiye’yi umduğu ve arzu ettiği şekilde bulamamanın üzüntüsü ve yıpranmışlığıyla bunu pek becerememiş. Ne diyeceğini, neyi nasıl anlatacağını bilememenin garipliği, şaşkınlığı ve tereddüdünü soranlarda daha da büyük bir merak uyandırıyormuş. Türkiye’de şahit olduğu ve hiç hoşlanmadığı bazı gelişmeler ve değişmeler hakkındaki sorulara sadra şifa olacak cevaplar vermekte bir hayli zorlandıktan, bunaldıktan, bu yüzden de sözleri ağzında epeyce eveleyip geveledikten sonra, nihayet şu mealde bir cevapla işin içinden sıyrılmaya çalışmış: TARİHİ İFADELERLE ANLATILAN
BAYRAK DUYGUSU Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Ben de gördüklerime, yaşadıklarıma bir türlü inanamadım. Baktım bayrak yine bizim aynı bayrak, ama Millet bizim aynı millet değil. Bayrak, yine bizim o anlı, şanlı, ay yıldızlı, al renkli Türk Bayrağımızdı. Görür görmez hemen tanıdım. İnanır mısınız, sanki o da beni tanıdı?! Beni o güzel al renkli, ay yıldızlı, rengini şehitlerimizin kanından, kırmızı güllerden almış güleryüzlü çehresiyle, o hoş simasıyla, sanki sevinçle karşıladı. Ben ona baktım, o bana baktı, uzun uzun bakıştık. Ben ona güldüm, o bana güldü beraberce güldük konuştuk. O beni sevdi, ben onu sevdim, hep beraber sevgiyle dolup taştık. Türkiye’ye vardığım sıcak yaz günü hafif rüzgarda nazlı nazlı salınırken gölgesi bana en serin gölgelerden daha hoş bir serinlik verdi. Onun, gönderde alabildiğine hür, bağımsız, serbest ve nazlı nazlı salınışı öyle güzeldi, gölgesinde bulunmak da beni öylesine mutlu etti, öyle sevindirdi, öyle göğsümü kabarttı ki anlatamam! Zaten böyle duygular anlatılmaz, ancak yaşanır! Kısacası bayrak o bayraktı ama maalesef millet için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
O benim bayrağımdı, Ben ona baktım, o bana baktı, uzun uzun bakıştık. Ben ona güldüm, o bana güldü beraberce güldük konuştuk. O beni sevdi, ben onu sevdim, hep beraber sevgiyle dolup taştık.
Millete bir şeyler olmuş ama ne olduğunu ben bir türlü anlayamadım. Memlekette rastladığım bazı insanların laflarından, sözlerinden, tutum ve davranışlarından çok incindim, hallerinden, durumlarından, yapıp ettilerinden irkildim. Bizzat gördüğüm, duyduğum, yaşadığım bazı şeyler beni öylesine şaşırttı ki, başkasından duysam inanmazdım. Gördüklerimin bizim millet, bu insanların da bizim milletimizden olduğundan şüpheye düştüm. Görüşüp konuştuklarımın çoğunu bizim bildiğimiz, tanıdığımız Türk’e ve Müslümana hiç benzetemedim. Biliyor musunuz onlar da beni Türk’e benzetemediler. Bazıları bana benim Türk olmadığımı, hatta Türk olamayacağımı söylediler. Tövbe tövbe! Yani ne ben onları tanıyabildim, Türk’e benzetebildim ne de onlar beni! Bana bunlara bir şey olmuş gibi geldi, ama ne olduğunu, neye benzediklerini sorarsanız, ben anlayamadım ki size de anlatabileyim. Bir anlayan varsa bana da söylesin! Gerisini artık ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim! Çok şükür ki, bu değişme ve değiştirme çılgınlığı içinde bir bayrağımız bizim bayrak kalmış. Artık onu değiştirmeyi unuttukları için mi, akıllarına gelmediği için mi, yoksa henüz sıra ona gelmediği için mi ona dokunmamışlar. Bana Türkiye’nin anavatanımız olduğunu bir tek bayrağımız söyledi. Allah korusun bir de onu değiştirirlerse bilmem ne olur? Bu olay da Balkan Müslümanlarının Türklük, Müslümanlık, Millet, Devlet, Bayrak, Din gibi ortak değerler anlayışını açıkça ifade etmektedir. 59
Ş ehir
arifsiz bir hızla yaşıyoruz ve baş döndüren bu hız bizi kendi çarkına o kadar mahir bir şekilde çekiyor ki değiştiğimizi bile fark etmeden yaşamaya devam ediyoruz. Değişim öyle sinsi bir süzülüşle hücrelerimize kadar giriyor ki yaşamak denen bu hayal dünyasında bazı şeyleri fark etmekte bile zorlanıyoruz.
NE ŞEHİRLER GÖRDÜK,
KENT OLMUŞ
Kentlerin sosyal yaşantıyla bire bir ilgisi vardır. Özellikle kentin çağa ayak uydurması noktasında günümüzün şartları kentleri içinden çıkılmaz hallere soktu. Mustafa UÇURUM
Yaşadığımız mekânlar da artık bize benzemeye başladı. Yerleşim yerlerinin işlevi günümüzde insan isteklerini aşan bir seviyeye ulaştı. Sınır tanımaz bir iştihayla daha fazlasını istiyoruz ve bu da ister istemez bizleri doyumsuz ve huzursuz ediyor. Kentlerin sosyal yaşantıyla bire bir ilgisi vardır. Özellikle kentin çağa ayak uydurması noktasında günümüzün şartları kentleri içinden çıkılmaz hallere soktu. Huzurun ve refahın adresi olarak kent insanı kendine yeni mekânlar aramaya başladı. Kentler, artık yaşamaktan çok kaçılacak merkezler haline geldi. Kentlerin yeni misyonu “iş merkezi” olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemeye başladı. Edip Cansever Mendilimde Kan Sesleri şiirinde; “insan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…/ der. İnsanla yaşadığı yer arasında bir bağ kurar ki adeta insan yaşadığı yerin rengine, şekline benzer. Artık yaşadığımız hayatlar gibi kentlerimiz oldu. Biz nasıl yaşıyorsak yaşadığımız yerleri de kendimize benzetmeye başladık. Bundan yıllar öncesini düşünecek olursak; sessiz sakin hayat süren, hayatı bir koşuşturmayla değil de keyif haliyle yaşayan insanların yaşadıkları yerler de kendileri gibi derin bir sakinliğe teslimdi. İnsan, yaşadığı şehrin bir parçasıydı. Şehir bir aynadır ve şehirde yaşayanlar şehirde kendilerini görürler. Durağanlığın hakim olduğu zamanların şehirleri nasıl ki içli bir şarkı gibi konuşurken insanlarla, günümüzün kentleri her gün biraz daha içinde yaşayanları bir cendereye çekmeye çalışıyor. Modernizm, öyle büyük bir hızla her yeri kuşatmaya başladı ki kendimizi sakınıp da içimizde bir yerlerde saklayabileceğimiz güzelliklerimizi korumakta zorlanıyoruz. İçimizdeki sese kulak verince her şey çok güzeldi aslında. “Sessiz sakin bir Anadolu kasabası, yemyeşil, ağaçlarla bezeli, dereler, kuş cıvıltıları ve evimiz.” Bunları sanki bir hayal aleminde tekrarlıyormuşuz gibi gözümüzü kapattığımızda ya da kent bizi boğduğunda aklımızdan
sayı//12-13// temmuz-ağustos 60
geçiriyoruz. Oysa gerçek hiç de böyle değil. Modernizm, bizi ve hayatlarımızı egemenliği altına aldı bile. İster istemez hayatımızın yönünü çağa uydurma adına modernizme teslim ettik. Kurduğumuz hayaller de ancak pastoral bir tablonun parçası olmaktan ibaret hale geldi. Şehirler modernleşmeye başladığından bu yana zorunlu ikamet merkezi haline geldi. İş hayatının, koşuşturmanın kalbi gibi çalışan kentler, ilk fırsatta terk edilerek büyük bir yalnızlığa terk edilmeye başlandı. Çünkü modernizm; peşinden gürültüyü, koşuşturmayı ve yorgunluğu da getirdi. Kent insanı bunlardan kurtuluşu en küçük fırsatta kendini daha sakin yerlere atmakta buldu. Yaşam alanlarının ferah ve yaşanabilir olması ilk esastır. İnsan, ömrünü sürdüreceği alanlarda mutlu olmayı arzular. Huzur denen iklime yaşadığı yerlerde kavuşmayı diler. İbn-i Haldun; “Şehirler, ferah ve onun vasıtalarından matlûb olan gayenin hasıl olması durumunda, milletlerin karar kılmak için edinmiş oldukları ikamet yerleridir.” der. Ferahlık ve güvende olma hali, şehirlerin temel noktasını oluşturmaktadır. Şehirlerin geniş alanlara kurulması, yaşam alanlarının yanında sosyal zenginlik sunacak alanların da düzenlenmesi, şehirleri güvenli ve yaşanan yerler haline getirecektir. Modernizmle birlikte yaşantımıza giren “kent” kavramı şehir kavramıyla birçok yönden ayrılan bir özelliğe sahiptir. Aslında insanları boğan, bir cendereye hapseden şehir değil kenttir. Şehirler, içinde “yaşam” denen canlılığı barındırırken kentler ise ardı ardına yükselen modern yapıların, bir ağ gibi dört bir yanı saran yolların arasında şehirlikten uzaklaşıp kent olmaya başladılar ve içinde yaşayanlar için bir zulüm merkezleri olmaya başladı. Ruhunu yitiren şehirler artık içindekilerle konuşmak yerine onlara büyük korkular salan karabasanlar oldu. “Güven” duygusu kaybolmaya başladı. İnsanlar modern binalar içinde yüzlerce kişiyle aynı mekânları
paylaşırken, bir yandan da büyük bir yalnızlığa sürüklendiler. Çünkü “kent kültürü” insanların içindeki güven duygusunu, komşu olgusunu öyle bir hale getirdi ki insanlar yanı başlarındaki kişilere bile güvenemez oldular. Şehir hayatını yaşarken son derece rahat olan insanlar kentsel dönüşümle birlikte tedirginliğin de ortasına düşmüş oldular. Şehir sıcaktır ve kuşatıcıdır. Şehirler şiirlere daha çok yakışır ve kalbî bir yeşilliğe teslimdir. Şehrin ucunda kıyısında biraz da olsa Anadolu vardır. Bir ağaç gölgesi şehrin bir yerlerinde sizi bekleyebilir. Dar sokaklar karşılar sizi, çocuklar sokakta oyunlar oynayabilirler. Balkonlarda çamaşırlar, kenar mahallelerde teyzeler kapı önlerinde sohbet edebilirler. Rüzgâr çıkar, bezlerin üzerine serilmiş kışlık yiyecekler savrulabilir. Camdan cama hal hatır sorulabilir. Akşam oturmasına gidenler olur ve misafir odaları gelecek misafirleri dört gözle bekler.
Şehirler modernleşmeye başladığından bu yana zorunlu ikamet merkezi haline geldi. İş hayatının, koşuşturmanın kalbi gibi çalışan kentler, ilk fırsatta terk edilerek büyük bir yalnızlığa terk edilmeye başlandı.
Kentler ki bilmem kaç katlı devasa binaların arasında aynı apartmandakilerin bile birbirini tanımadığı, birbirine güvenmediği, bırakın komşuluğu bir selamı bile çok görenlerin zorunlu sığındığı taştan kuleler haline geldi. İçlerindeki sıcaklığı kaybettiler ve beton soğukluğuna teslim oldular. Şehir-kent ayrımına varmadan bu kavramlar eşitmiş gibi kullanılsa da aralarına giren modernlik çizgisi, şehirleri daha sıcak ve daha bizden yaparken kentleri soğuk ve insanların ilk fırsatta kaçmayı düşündüğü yerler haline getirdi. Her gün bir yanımızı yitirdiğimiz dünyada, hiç olmazda bir avuç mutluluk için kentler değil şehirler inşa edilse. Hırs, daha fazlası ve sınır tanımayan isteklere biraz olsun ara verilse ve büyük usta Turgut Cansever’in işaret ettiği; “kalbimizin sesini duyduğumuz” evlerimiz olsa. Bir umut bu, kim bilir, bir şiir düşer kalbe, bir şehir bir şiire hapsolur ve evlerimiz tekrar cennetimiz olur. Bizden umut etmesi. 61
Ş ehir
ıcak bir Nisan günü akşam saatlerinde Kazablanka’ya ancak ulaşabildik. Kazablanka’da neredeyse bütün binalar beyaz. Çünkü zaten Kazablanka, ‘beyaz şehir’ demekmiş.
KAZABLANKA/
MARAKEŞ Fas gezimizin sonunu, Marakeş’e özel bir gösteriyi seyrederek tamamlamak üzere yola koyulduk. Yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuk sonrası Türkçesi ‘Ali’nin Yeri’ olan Chez Ali’ye ulaştık. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*
II. Hasan Camii
*TC.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
sayı//12-13// temmuz-ağustos 62
II.HASAN CAMİİ İlk uğrak yerimiz de 2. Hasan Camii oldu. Caminin hem kapladığı alan çok büyük, hem de minaresi çok yüksek. 25 bin kişi caminin içinde, 85 bin kişi de caminin açık alanlarında aynı anda namaz kılabiliyormuş. 1986 yılında yapımına başlanıp 1993’de tamamlanan camiyi, Fas kralı 2. Hasan yaptırdığı için kendi adını vermiş. Ama caminin yapımına, halkını da ortak etmiş. Her Fas vatandaşından 20 dirhem (5 TL.) alınmış ve caminin inşaatında kullanılmış. 1993 rakamlarıyla cami, 800 milyon dolara mal olmuş. Cami, Atlantik Okyanusu’nun en Batı ucunda ve denizle adeta kucaklaşmış bir halde yapılmış. Cami, okyanusa dolgu da yapılarak inşa edildiğinden dolayı üçte ikilik kısmı okyanus üzerine kurulmuş vaziyette. 2. Hasan’ın kendi adına yaptırdığı camiyi böyle bir yere yaptırmasının nedeni, Hıristiyanların Atlantik kıyılarına Fildişi Sahillerinde yaptırdığı büyük katedralden daha büyük bir camiyi inşa ettirmek ve caminin 220 metre uzunluğundaki devasa minaresinin sanki de Avrupa’dan görülmesini sağlamak içinmiş. Caminin denize bakan duvarları, sürekli dalgaların sıçrattığı tuzlu sulara maruz kaldığı için de devamlı bakım altındaymış. Caminin altında bulunan devasa abdest alma yerlerindeki wc.lerde maalesef musluklardan akan su yerine, görevliler tarafından verilen ibriklerdeki suların kullanılması gerekiyormuş. Bu da yine Malikî mezhebinin niteliklerinden biri olarak karşımıza çıktı. Caminin içine girdik, çok geniş bir mekân. Akşam namazının ardından caminin imamıyla görüşüp buradan ayrıldık ve dinlenmek üzere otelimize gittik. KAZABLANKA’DA SARAY VE ÇARŞI 23 Nisan 2014, ilk defa Türkiye’mizden uzakta bir Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı yaşıyoruz. Kahvaltıda birbirimizin bayram kutlamasını yaptıktan sonra otelimizden ayrılıp yakındaki güvercinlerle dolu Prens Muhammet meydanına gittik. Birleşmiş Milletler Meydanı da denilen bu meydanı, bizim İstanbul Yeni Cami’nin önündeki meydana benzettim. Yeni Cami’deki gibi burada da güvercinler ehlileşmişler; elinizde buğdayı görünce gelip elinizden bile yemleniyorlar. Tabii ki etrafta yem satan birçok satıcı görmek mümkün. Kazablanka’da da bir kral sarayı var. Sarayın etrafında ise buranın ihtiyaçlarını karşılamak üzere Hubus denilen bir çarşı açılmış. Tıpkı İstanbul’daki Kapalıçarşı’ya benzeyen bir yapısı
var. Fevkalade büyük olan çarşıda ne ararsanız bulmanız mümkün. Epeyce bir gezdik, bazı hediyelik eşya satın aldık, çay-kahve içip buradan ayrıldık. Kazablanka’da fakir fukara olanlar çoğunlukla okyanus kıyısına evlerini yapmışlar ve okyanus kıyısı gecekondularla dolu. Zenginler ise okyanustan biraz daha uzakta ve yüksek kesimlerde bulunduğu için evlerini daha iç kesimlere yaptırıyorlarmış ve buraya Anfa deniliyormuş. Kazablanka’da yaşayan Feslilerin hepsi, villalarla dolu olan bu Anfa semtinde ikamet ediyorlarmış. 2. Hasan Camii’ni gündüz gözüyle bir kez daha gördük; çevresinde gezindik. Cami’nin okyanusa bakan duvarlarındaki ve minarelerdeki temizlik çalışmalarının nasıl olduğunu görme fırsatı bulduk. Kimi arkadaşlarımız, kıyıya inip pantolonlarının paçalarını yukarı doğru toplayıp okyanusun sularına girdi, ama okyanusun sert dalgalarına maruz kalıp epeyce ıslandılar. Neşeli geçen bir zamanın arkasından, yeni durağımız olacak Marakeş’e doğru yola çıktık. VERİMLİ ARAZİLER VE SULAMA Yol boyunca yemyeşil verimli arazilerin yanından geçtik. Tarlaların ortasına yapılan havuzlarda, artezyenle çekilen suların depolanıp borularla susuz tarlalara iletildiğine tanık olduk. Bu güzel manzarayı, otobüs içinde de muhabbete çevirerek bir taraftan yetenekli arkadaşlardan fıkralar dinlemeye, bir taraftan da Erzurum’dan veya diğer illerden getirilen azıkları paylaşarak, adeta herefene yaparak yolculuğu sıkıcı olmaktan çıkardık. Marakeş’e yaklaşmaya başladığımızda rehberimiz, Marakeş’in ‘kızıl şehir’ anlamına geldiğini belirtti.
Geçmişte patlayan bir yanardağdan fışkıran demir elementiyle yüklü lavlar etrafı kaplayınca toprak, kırmızı bir renk almış. Toprakla yapılan evler, kırmızımsı bir görünüm kazanmış. Şehir bu kırmızı renkle anılmaya başlanmış ve Marakeş denilmiş. Modern zamanlara gelindiğinde de betonarme olarak inşa edilen binalar, yine kızıla yakın bir renkle boyanmış ve şehrin otantikliği korunmuş. Bütün binalar, kırmızı ile kahverengi arasındaki bir tonla boyalı vaziyette ve bu durum şehre ilginç bir hava katmış. Tek tük yüksek evin bulunduğu şehirde çoğunlukla üç katlı binalar dikkat çekiyor. Fas’a gittiğimizden itibaren gördüğümüz çatısız ve kare prizma tarzındaki mimari, burada da kendini gösteriyor. Şehre girerken, Kazablanka’daki 2. Hasan Camii’nin minaresinden önce ülkenin en yüksek minaresi bulunan Kutubiye Camii’nin minaresini uzaktan görüyoruz. Camiye doğru giden bulvarın her iki tarafındaki kaldırımlarda, süsleme amaçlı dikilmiş turunç ağaçları, meyveleriyle görünüyor. Bu cadde üzerindeki dairelerin çok pahalı olduğunu, rehberimizden öğreniyoruz. Rehberimiz, Marakeş’te kaybolmanın imkânsız olduğunu, çünkü Kutubiye Camii’nin, her yerden göründüğünü söyledi. Caminin önünden geçip Kıyamet Meydanı’na geliyoruz ve burada otobüsümüzden inip meydanı tanımak için şöyle bir geziniyoruz. Rehberimiz, meydan hakkında bilgiler veriyor. Bu meydan, 1065 yılında şehirle birlikte kurulmuş. Buraya bu adın, Ortaçağ’daki veba salgını sırasında vebalıların terk edildikleri veya idam mahkumlarının cezalarının infazlarının gerçekleştirildiği yer olmasından dolayı verildiğini öğreniyoruz. Bu adın verilmesinin bir başka nedenin de çok yoğun esnaf ve sanatkâr gruplarının bir araya toplanmış olmasından dolayı olabilirmiş.
1986 yılında yapımına başlanıp 1993’de tamamlanan camiyi, Fas kralı 2. Hasan yaptırdığı için kendi adını vermiş. Ama caminin yapımına, halkını da ortak etmiş.
63
Ş ehir
Yol boyunca yemyeşil verimli arazilerin yanından geçtik. Tarlaların ortasına yapılan havuzlarda, artezyenle çekilen suların depolanıp borularla susuz tarlalara iletildiğine tanık olduk.
KIYAMET MEYDANI VE MAYMUNLAR Kıyamet Meydanı’na girdiğimizde burasının gerçekten de kıyamet gibi kaynadığını gördük. Her tür esnaf vardı. Rehberimiz, meydanda gördüğümüz maymunların, ‘bit pazarı’ adının ortaya çıkışındaki yegane etken olduğundan söz ediyor. Eskiden bitlenen insanlar, bitlerinden kurtulmak için pazara gidip maymunlara bitlerini kırdırarak kendilerini temizletirlermiş. İşte bu maymunların çalıştırıldığı yerlere ‘bit pazarı’ denilirmiş. Ama bu meydanda gördüğümüz maymunlar, artık bit kırmıyorlardı. Ertesi gün buraya tekrar gelmek üzere kalacağımız otele doğru hareket ettik. Otel, IV. Muhammet bulvarı üzerinde bulunuyordu ve bulvar, 17 km. uzunluğundaydı. Orta refüjün eni yaklaşık 100 m. imiş. Yolun hem orta refüjü hem de iki tarafı çiçeklerle kaplıydı ve en küçük bir çöp parçası bile görünmüyordu. 24 Nisan günü sabah otelimizden ayrılıp Menara bahçelerinin havuzunun bulunduğu yere gittik. Havuza ulaşılan geniş ve uzun yol, meyve ağaçları ve çiçeklerle dolu. Sulama amacıyla yapılmış olan havuz, 160x180 m. ebadında ve 3 m. derinliğinde olup Kutubiye Camii’ne 5 km. uzaklıktaymış. Eskiden olduğu gibi, zamanımızda da havuzun etrafı bahçelerle dolu. Ama eskiden bu havuz, denizcilerin eğitim yeri olarak da kullanılırmış. EMEVİLER VE ENDÜLÜS Rehberimiz, bu havuzun kenarında bize Emevilerin İspanya’ya geçişleri hakkında önemli bilgiler veriyor. 711 yılında, başlarında Tarık b. Ziyad’ın bulunduğu 9 Arap imam, çoğunluğu
sayı//12-13// temmuz-ağustos 64
dağlarda ve at sırtından inmeden yaşayan 7000 Berberi’den oluşan orduyla, adı sonradan Cebel-i Tarık olarak anılacak olan boğazın en dar yerinden, 21 m. boyundaki gemilerle, akıntılara karşı mücadele ederek İspanya’ya geçmişler. Bu olayın arkasında ise bir intikam duygusunun bulunduğunu öğreniyoruz. O dönem Kuzey Afrika’nın büyük bölümü Fas da dâhil olmak üzere Müslüman olmuştur. Sadece Atlantik kıyısındaki Septe Müslüman olmamıştır. Ancak Septe kralı Julianus,İspanya’daki Vizigotlara karşı kin beslemektedir. Çünkü Julianus, İspanya’daki kral Rodrigo’ya elçi yollarken kızını da yanlarına katıp göndermiş. Ama Rodrigo, bu kızcağıza tecavüz ederek geri göndermiş ve Septe’nin yöneticisini can evinden vurmuş. Emevilerin, zengin topraklara sahip İspanya’ya geçmek istediklerini öğrenen Julianus, alacağı intikam fırsatının ayağına geldiğini görerek onlara yardım etmiş ve gemilerini onların emrine vermiş. Araplar da savaşçı Berberilerle birlikte İspanya’ya geçip buralara yerleşmiş ve Endülüs Emevi Devleti’ni kurmuşlar. Yine rehberimiz, Tarık b. Ziyad’ın karşı kıyıya geçtikten sonra, bir daha geriye dönmemek için gemilerini yaktırdığı iddiasının sadece bir uydurma olduğunu, çünkü binlerce askerin bir defada karşıya geçmiş olmasının imkansız olduğunu, bu gemilerle sadece askerlerin değil, pek çok Doğulu tüccarın da İspanya’ya geçtiğini, hepsinden önemlisi de gemilerin, Emevi-Araplara değil, Julianus’a ait olduğunu söylüyor ki mantıklı açıklamanın da bu olduğu anlaşılıyor. ENDÜLÜS ADI NEREDEN GELİYOR Endülüs adı, İspanya’ya Arapların verdiği bir isim, bunu hepimiz biliyoruz; ama bu ismin nereden geldiğini de bu seyahat sırasında öğreniyoruz. Rehberimize göre bu isim, İspanya’nın güney taraflarına çok kısa bir süre hâkim olan Vandalların adına nispeten verilmiştir. Bu nedenle İspanya’ya Vandalların ülkesi anlamında Vandalucia (Vandalus) denilmiş. Araplar, Vandalus’dan hareketle buraya Endülüs demişlerdir. İlk bakışta mantıklı gibi görünen bu açıklama, Vandalların 18 yıl gibi kısa bir süre burada kalmalarından dolayı pek de tatmin edici bir açıklama olarak görünmedi. Araştırınca Endülüs denmesinin birkaç nedeni olabileceğini anladım. Bu konuda ikinci bir iddia, Nuh Tufanı’ndan sonra buraya yerleşenlerin Endelüş adı verilen bir kavim olduğu yolundadır ki bu da İslam Tarihi kaynakları tarafından savunulmaktadır. Ancak bu, birinci iddiadan daha zayıftır. Üçüncü bir iddia, buranın Atlantis Okyanusu kıyısında oluşuna dayandırılmaktadır ki bu da çok zayıf kalmaktadır. Von Heinz Halm
isimli bilim adamının iddiasına göre ise bu isim, İspanya’ya hâkim olan Vizigotların, kendi ülkelerini tanımlarken söyledikleri Landahlouts ismine dayanmaktadır. Endülüs kelimesinin, miras kalan topraklar, kader ülkesi, şans ülkesi gibi manalara gelen Landahlouts sözcüğünün Arapça telaffuzundan başka bir şey olmadığının (Ali Dadan, Endülüs Kelimesinin Kökeni Üzerine, İstem Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 14, 2009, s. 374-375.) en akla yakın iddia olduğuna ben de katılıyorum. MARAKEŞ’TE Artık sulama amaçlı kullanıldığını öğrendiğimiz havuzun suyu oldukça bulanık. Koyu kahverengi, hatta koyu kırmızı diyebileceğim havuzda çok büyük balıklar var. Ekmekle besleniyorlarmış. Etraftan alınan ekmeklerden irice koparıp attığınızda adeta havada kapıyorlar. Havuzun rengindeki kırmızılığın da Marakeş’in toprağından kaynaklandığını anlıyoruz. Marakeş’te kırmızı, deniz mavisi, yeşil ve dağlardaki kar beyazı gibi dört rengin ağırlıklı olarak bulunduğunu görüyoruz. Ama bu dört renkten de kahverengiye çalan kırmızının yoğunluklu olarak kullanıldığını anlıyoruz. Marakeş gezimize devam ederken, 170 dönümlük arazi üzerinde bulunan, dünyanın en büyük ve en modern dördüncü oteli olduğu iddia edilen kraliyet sarayından devşirilmiş La Mamunia otelinin önünden geçiyoruz. Çok büyük bir alan üzerinde kurulu olduğu için de şehrin içerisinde her yerden bu otelin bir kısmını görebilmeniz mümkün. Otobüsümüz, büyük bir binanın önünde duruyor. Burası Bahiya Adalet Sarayı imiş. Fas’ta her şehir kral saraylarıyla dolu ve her önemli yere de saray deniliyor. Bahiya Sarayı, Yahudi mahallesiyle Arap mahallesinin bitiş noktalarının tam da ortasına inşa edilmiş. Bunun böyle düşünülmesinin nedeninin, adaleti sağlamak için olduğunu öğreniyoruz. Adalet Sarayı’nın yapımı, 1899’da tamamlanmış. 1912’de Fransızlarla manda antlaşması yapıldığında Fransız komutan da buraya yerleşmiş. Mahkemenin duruşma odası olarak kullanılmış olan bölümünde, sonradan yapıldığı anlaşılan bir şömine görünüyor. Saray’ın duvarları, sırlı tuğla anlamında olan ‘zellij’ ile kaplı. Bu sırlı tuğlalar, el kadar büyüklükte yapılıp keserle şekillendirildikten sonra bir kasnağın içerisine yerleştirilip istenen mozaik yani zellij elde edildikten sonra duvarlardaki yerlerini alıyorlarmış. Duruşma odasından sonra ‘yaşam odası’na
geçiliyor. Bu alanın orta bölümünde büyük bir eyvan, eyvanın sağında ve solunda ise odalar var. Odaların tavanları, estetik süslemelerle oyulmuş sedir ağaçlarıyla bezetilmiş. Adalet Sarayı’nın bahçelerinde çok değişik ve hoş görünümlü ağaçlar ve çiçekler var. Vaktiyle burada yargılamaları yapan hâkimin evi de hemen mahkemenin arka tarafında ve iç içeymişler. FAS’TA AKTARLAR ÇARŞISI Nihayet rehberimizin Fas’a ulaştığımızdan itibaren söz ettiği aktarlar çarşısına ve burada da belli bir üretim yerine ulaştık. Fas’a özgü ‘argan yağı’ almayı planladığımız bu aktardan içeri girerken ‘argan’la tanıştık. Görünüşü bizim Antep fıstığına benzeyen argan, fevkalade acı bir meyve. Bunu, bir arkadaşımızın, rehberin uyarısını dinlemeyip bir argan tanesini ağzına atmasıyla öğrendik. Arkadaşımız, arganı derhal ağzından atıp su aramaya başladı. Argan yağı, saç bakımından tutun da çarpmalardan mütevellit morluklara, nasır tedavisine kadar; tırnak bakımından yüz ve göz altı torbacıklarına kadar pek çok konuda cilt bakımında kullanılan bir bitki. Yasemin, akşamsefası, greyfurt gibi koku ve meyvelerle aomalandırılmış argan yağları olduğunu öğreniyoruz.
Kıyamet Meydanı’na geliyoruz ve burada otobüsümüzden inip meydanı tanımak için şöyle bir geziniyoruz. Rehberimiz, meydan hakkında bilgiler veriyor. Bu meydan, 1065 yılında şehirle birlikte kurulmuş.
ÇÖREK OTU MİGRENE İYİ GELİYOR Çörek otunun şifalı olduğunu biliyorduk, ama migren ağrılarına iyi geldiğini burada öğrendik. Çörek otunun içerisine mentol veya okaliptüs katılıp da bir tülbent arasına sıkıştırılıp koklayınca migrene iyi geldiğini anlatan rehberimiz, çörek otunun yağının da çok faydalı olduğunu ve bu
65
Ş ehir
Misk’in ceylanların mide zarından, anber’in de kaşalot denen bir balinanın midesinden alındığını ve ikisinin karıştırılmasından ise misk ü amber elde edildiğini hatırlamış olduk.
bitkinin 15 bin yıl kalabilen bir yapıya sahip olduğunu iştahla anlattı. Rehberimizden, arnika denen bir bitkinin sapının kezzap gibi yaktığını ama işlenmişinin her tür yaraya çok iyi geldiğini, yaranın izini bile yok ettiğini; Bazı kremlerin akne ve siğil tedavilerinde kullanıldığını dinledikten sonra misk’in ceylanların mide zarından, anber’in de kaşalot denen bir balinanın midesinden alındığını ve ikisinin karıştırılmasından ise misk ü amber elde edildiğini hatırlamış olduk. Nihayet aktardan çıkıp şehri gezmeye devam ettik. Marakeş’in sembolü olan Kutubiye Camii, bozulmasın diye Cuma namazlarının dışında açılmıyormuş. Teravihler bile caminin içinde değil, avluda kılınıyormuş. FAS’TA MEZAR KÜLTÜRÜ Buradan sonra pek çok mezarın bulunduğu tarihi bir yere doğru yola koyulduk. Fas’ta tarih boyunca sık sık iktidar çatışmaları olmuş. Malikîler, ölülerine türbe yapmadıklarından taht kavgalarında ölenlerin çoğunun mezarları bile yok; ama 1600’lü yıllarda Sadi adlı bir hanedanlık başa geçtiğinde mezarlıklara önem verilmiş. Hanedanlığın başındaki Sadi, veba salgını sırasında ölünce mezarlara verdiği önemden dolayı başta Sadi olmak üzere hanedanlıktan ölenler burada gördüğümüz mezarlıklara defnedilmişler. Mezarlar, zellijlerle süslenmiş. Düz mezarlar kadınlara, çıkıntılı olan mezarlar da erkeklere ait. Marakeş gezimizin ikinci ve Fas gezimizin de son günü olan 24 Nisan 2014’ün ikindi vaktinde yeniden Kıyamet Meydanı’na gittik. Serbest gezi olarak nitelenen bu vakti, meydanı dolaşıp buradaki ilginç gösterileri seyrederek, taze meyve suları içerek ve ufak tefek alışverişle geçirdikten sonra, otelimize bir fayton gezisi yaparak ulaşmayı
sayı//12-13// temmuz-ağustos 66
uygun gördük. Marakeş caddelerinde dolaştığımız fayton, beni çocukluğuma götürdü. Çocukluk yıllarımızda Erzurum’da otobüs ve taksi çok az olduğu için sık sık faytona binerdik. Erzurum’daki hatıralarımın Fas’ın Marakeş kentinde canlanabileceği aklımın ucundan geçmezdi. Ama hayatın nerede neyle karşılaştıracağını kimse bilemez. MARAKEŞ’TE EĞLENCE KÜLTÜRÜ VE FOLKLAR Otelimizde biraz dinlendikten sonra akşam saatlerinde yeniden otobüsümüze bindik ve Fas gezimizin sonunu, Marakeş’e özel bir gösteriyi seyrederek tamamlamak üzere yola koyulduk. Yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuk sonrası Türkçesi ‘Ali’nin Yeri’ olan Chez Ali’ye ulaştık. Çok büyük bir arazi üzerine kurulmuş gösteri alanında gelenleri üzerlerinde mahalli giysili süvariler karşılıyordu. Park alanında 50 civarında otobüs ve midibüs vardı. Atlılarla ve atlarla fotoğraflar çekilip kale kapısı olarak niteleyebileceğimiz ana kapıdan içeri girdik. Girişteki galerilerde yer alan müze tarzı mekânları gördükten sonra gösterilerin yapılacağı ana mekâna geçtik. Sıralı bir vaziyette farklı kıyafetler giyinmiş olan ve her grubun, Fas’ın bir bölge veya şehrine ait olduğunu öğrendiğimiz, birbirlerinden değişik figürler sergileyen folklör ekipleri, hoş geldiniz anlamına gelen mimiklerle gösteriler yapıyorlardı. Ekiplerin önünden geçerek bize ayrılan çadırların içine girdik. Çadır dedimse bunun bildiğimiz türden çadır olduğu sanılmasın. Dış kısımları modern mimariyle yapılmış olan tek katlı büyük alanların iç kısımları, Fas’a özgü çadırlarla döşenmiş. İki bin kişi alan bu çadırlar dolunca bizleri karşılayan folklör ekipleri bu kez çadırlara girip her sofranın başında özel gösteriler yaparak bahşiş topladılar. Her ekip çadırları birer
birer dolaştılar. Her birine ayrı bahşiş vermekten, herkesin cebindeki Euro veya Dolarlar suyunu çekti. GÖSTERİLERLE BERABER MİLLİ YEMEKLER ZİYAFETİ Bu arada bu gösteri alanına girmenin kişi başına 50 Euro olduğunu da belirtelim. Ekipler gösterilerini yaparlarken garsonlar da burada sunulan milli yiyecekleri getirmeye başlamışlardı. Önce mahalli bir çorba içtik. Ardından koca bir sininin içinde kızarmış kuzu geldi. Sonrasında da yazımızın başlarında belirttiğimiz Fas’a özgü kuskus geldi. Bir yandan yemeklerimizi yerken bir yandan da gösterileri seyrediyorduk. Son olarak portakal, muz ve elmadan oluşan büyük meyve tabakları geldi. Onları da hallettikten sonra atlı gösterilerin yapılacağı alana yöneldik ve yerlerimizi aldık. Işıklandırılmış sahada önce atlı ekiplerin ve çadırlarda gösteri yapan folklör ekiplerinin yaya olarak toplu geçiş merasimini seyrettik. Atlı ekipler içinde silahlı olanlardan başka siyah ve dar kıyafetler giymiş akrobatlar da vardı. Selamlama tamamlandıktan sonra yaklaşık 20 civarında süvari, süratle meydana at sürdüler ve tam alanın sona ereceği yere beş metre kala, birden tüfeklerini havaya doğru çevirerek ateşlediler; büyük bir gürültüyle birlikte yoğun bir barut kokusu tüm alanı sardı ve durup geri dönerek başladıkları yere döndüler. Biraz sonra ikinci grup süvari aynı gösteriyi yaptı. Bu iki grup, aynı gösteriyi birkaç kez tekrarladıktan sonra çekildiler. Onların yerini özel eğitimli atlarla akrobat ekipleri aldılar. Atların üzerinde teker teker hünerlerini sergileyen akrobatlar, süratle giden atın sağrısına iniyor, baş aşağı gidiyor veya eyerin üzerine çıkıp ayakta
duruyorlardı. Oldukça etkili olan bu gösteri de tamamlandıktan sonra alanın giriş kısmında yer alan karşılıklı iki kule arasında uçan halı gösterisi yapıldı ve sahanın ortasına doğru bir platform geldi; genç bir kız bu platformun üzerinde dans gösterisi yaptı ve en son olarak bütün ekipler topluca veda geçişi yaptılar. Memnun bir vaziyette otobüsümüze binip otelimize doğru yol aldık. MARAKEŞ’TE ERZURUM HAYALİ Gösterileri izlerken aklıma hep Türkiye’de ve özellikle de Erzurum’da böyle turizm yatırımları yapılamaz mı? sorusu geldi. Çünkü Erzurum, ülkemizde cirit sporunun yaygın olduğu bir şehir ve bunu ülkemizi ziyaret eden turistlere pazarlamayı aklımızdan bile geçirmiyoruz. Bu gösteri Marakeş’te yıl boyunca hiç ara vermeden yapılıyormuş ve bu alanı her gün 2000 kişi dolduruyormuş. Bunun Marakeş’e ne denli bir turizm geliri sağladığını bilmem söylemeye gerek var mı?
Artık sulama amaçlı kullanıldığını öğrendiğimiz havuzun suyu oldukça bulanık. Koyu kahverengi, hatta koyu kırmızı diyebileceğim havuzda çok büyük balıklar var. Ekmekle besleniyorlarmış
Fas’ta eski ile yeni, tam bir kombinasyon oluşturmuş. Gelişmişlik düzeyi oldukça düşük olmasına rağmen, tarihi eser cenneti olarak niteleyebileceğim bu ülke, tarihine verdiği değerden dolayı dünya turizminden oldukça büyük pay almakta. Dünyanın her tarafından gelen turistler, Fas’ın gelişmesine katkıda bulunacak dövizler bırakarak buradan ayrılıyorlar. Biz de bu ilginç ve gizemli ülkeden ayrılıp İstanbul’a ulaştığımızda, burada anlatamadığım daha nice güzelliklerle dolu bu ülkeye fırsat bulunca tekrar gidebilir miyim diye düşünüyorduk. Her şehrin kendine has kültürü vardır ve o şehirde güzeldir. 67
Ş ehir
BİR İSTANBUL
MASALI Bu şehr-i Sitambul ki, bî misl-ü behâdır, Bir sengine, yekpare Acem mülkü fedadır” Şair Nedim
Nuran İLHAN
stanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biridir..Kollarını iki kıtaya sarmalamış bu Şehri- İstanbul adeta masallar diyarıdır. Eskisiyle yenisiyle burada en sıradan hayatların içinde bile hala masallar yaşanır. İki kıtayı birleştiren yedi tepeli bu şehirde, Avrupa masalın başkahramanıysa Asya onun figüranı, Asya başkahramanı ise Avrupa onun figüranıdır. Batının en doğusunda, doğunun en batısında yer alan bu büyük Şehri-İstanbul’da, masallar bir kez daha hayat bulur. İÖ 7. yüzyılda Megaralılar, Dorların istila ettiği Yunanistan’dan kaçtılar ve İO 680’de Propontis’i (Marmara Denizi) geçerek geldikleri bugünkü Kadıköy’ün Moda burnunda Khalkedon ya da Kalkhedon adıyla kurduklan köye yerleştiler. Bir yandan tarımla uğraşan Megaralıların bir kısmı da taşçılık yapar, büyük bir kısmı ise balıkçılıkla geçinirdi. Buradan diğer yerlere teknelerle sevk edilen o güzelim buğulu mavi taşların da ismi köylerinin ismi olan Kalkhedon (Kalsedon) olarak anılırdı. Balıkçı Thaos’un oğlu doğduğunda yakın arkadaşı Antios’ un karısı Sirena da doğumu yaklaştığı için evden pek çıkamıyor ve Antios’u denize uğurlayamıyordu. Bir gün denizden döndüklerinde Sirena’nın bir kız doğurduğunu ama zor doğum nedeniyle doğumdan sonra kan kaybından öldüğünü öğrendiler. Antios sevgili karısı Sirena’nın ölümüne çok üzüldü, oda ölmek Sirena’ sına kavuşmak istedi ama küçük kızını gösterdiklerinde kızı için yaşamaya, onu büyütmeye ant içti. Thaos’ un oğlu Polios ve Antios’ un kızı Stinos birlikte büyüdüler. Babaları balığa gidince kıyıda özlemle dönüşlerini beklediler yıllarca. Büyüyünce Stinos’ un dillere destan güzelliğini görenler Sirena’ nın güzel gülü geliyor diye birbirlerine onu gösterirler geçişini hayranlıkla izlerlerdi. Hatta babalarıyla balığa çıktıklarında teknenin yanında balıklar, yunuslar dans edip zıpladıkça Polios Stinos’a takılır, bak sana aşklarından sana koşup geliyorlar, balıklar bile sana hayran diye onunla dalga geçerdi. Stinos ise ona inci gibi dişleriyle sevgiyle gülümser ve benim kalbimin tek sahibi sensin derdi. Birbirlerine çok yakışan bu iki genç çocukluklarından beri çok sevilir, köyün ozanları onların aşkını konu alan şarkılar söylerlerdi. Köy halkı onlara kısaca Stin ve Poli derdi. Zamanı geldiğinde deniz kenarında düğün dernek kuruldu. Stinle Poli’nin düğününde herkes mutlulukla dans ederken köyü kuşatan Spartalılar birden ortaya çıktılar ve kadın çocuk demeden kalabalığa dalıp, yaşlı erkekleri, yaşlı kadınları ve çocukları acımasızca öldürdüler.
sayı//12-13// temmuz-ağustos 68
Spartalıların Komutanı Brezus çok acımasız bir caniydi. Stinos’ u görür görmez onun güzelliğine vuruldu. Ona sahip olmak istedi. Poli sevdiğini kurtarmak için atılınca onu adamlarına yakalattı ve Stin’ in gözleri önünde Poli’ nin vücudunu 6 parçaya ayırdı, en son olarak ta onun kalbini çıkarttı. Bu yedi parçayı yedi adamına verdi ve atlara binip oraya en uzak yedi ayrı yere gömmelerini istedi. Stin bu acıya dayanamadı ve ağlamaktan güzel mavi gözleri bir anda görmez oldu. Kollarını Poli’ in parçalarına uzanmak istercesine açarak gökyüzüne bağırdı.”Beni yakan güzelliğimi gören kötü kalpler aşkımdan kor olup yansın, kötülük bulsun, iyi kalpler ise dört cihanda güzelliğime âşık olup sevgime destanlar düzsün. Poli ile ben kavuşamadım onlar sevdiğin kavuşsun.”
Eskiler der ki yerkabuğunun en yaşlı ama hala ışıltılar saçmaya ve güzelliğiyle büyülemeye devam eden hanımefendisi elmas ise, dünyanın da en güzel şehirlerinden birisi “Stin Poli “dir (İstanbul).
Bunları haykıran Stin kolları iki tarafa açık yere düştü ve ölürken son sözü de Stin Poli oldu. Derler ki; ondan sonra Stin ve Poli olmuş StinPoli. Sonrada zamanla stampoli ve Istanbul. Yine derler ki; İstanbul’un yedi tepesi Poli’nin vücudunun yedi parçasının Brezus tarafından gömdürüldüğü yedi ayrı yerde oluşmuştur ve Her bir Tepe Poli’nin bir parçasıdır. Yedi tepeden sevdiği Stini aşkla seyreder. Asya ve Avrupa kıtası ise güzeller güzeli Stin’in sevgilisi Poli’nin parçalarını bir arada tutmaya birleştirmeye çalışan kolları ve elleridir. Ve arada hırçın akan mavi elmas gibi ışıldayan boğaz suları da Stin’in erişilmez dupduru güzelliğidir. İstanbul şehri Stin’den güzelliğini, Onun heybetli yedi tepesi de heybetini Stin’in kavuşmaya çalıştığı aşkı Poli’den Almıştır.
İstanbul’u Dinliyorum İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Stin Poli öylesine muhteşem bir güzelliğe sahiptir ki; gören gözü kendine esir, aşkıyla çarpan kalbi ateşten kor eder. Kimilerini aşklarına kavuşturur, mutlu eder. Kimilerine hala aşkları ve sadakatlerinin simgesi Kalsedon taşından mücevherler hediye edilir. Kimi âşıkları ise mecnuna çevirir, sevdiğinden, yerinden, yurdundan eder, yer bitirir. Sonsuz bir yalnızlığa mahkûm olan bu âşıklar, yüzyıllardır aşklarını şarkılarda, şiirlerde dile getirir. İstanbul’un güzelliğini şiirlerde dinleriz gözlerimiz kapalı, kalbimizse İstanbul sevgisiyle ışıldar ömür boyu.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Orhan Veli 69
Ş ehir
aman zaman sıkıldığımı hissettiğimde kendimi koca İstanbul’dan şirin İstanbul’a atarım. Böylece durulacağımı, sakinleşeceğimi ve zihnimi toparlayabileceğimi düşünürüm. Özellikle Boğaz kenarına giderek tüm sıkıntılarımı, dertlerimi âdeta dalgalara savurur; martıların çığlıklarını terapi niyetiyle dinler ve yüzlerce yıllık Boğaziçi târihinin içinde nice hikâyelerin kahramanı olduğumu hayal ederim.
KİTAPLARIN DALGALARLA RAKSI;
İSTANBUL’DA
BİR YALI CAMİİ Üsküdar sahilinde, kendisine yönelen her gözün dikkatini çeken Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi; cami, türbe ve medreseden müteşekkildir. Mehmed BUĞRA
“İstanbul’un Şehir Kültürü ve Medeniyeti” başlığı altında topladığım çalışmaları incelemek üzere dört duvar arasına kapandığım günlerin artık beni bunaltmaya başladığını hissetmemle birlikte; Yahyâ Kemâl’in İstanbul’un fethini gören Üsküdar için yazdığı “Üsküdar, bir ulu rüyayı görenler şehri / Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri” dizeleri hatırıma geldi. Bir telaşla Üsküdar’a geçtikten sonra meydandaki kalabalığın arısından sıyrılıp Şemsi Paşa Külliyesi’ne doğru ilerledim. YALI KÜLLİYE İstanbul Boğazı’nın her noktasında binlerce yaşanmışlık, yüzlerce hatıra bir de Batı’nın ve Doğu’nun büyük dehâsı Mîmâr Sinan’ın mahir ellerinin dokunduğu onlarca abide var. Bunlardan birisi de Üsküdar sahiline konulmuş bir pırlanta gibi duran ve Evliya Çelebi’nin “leb-i deryâda o kadar şirin binâ olunmuştur ki; geriden gören saray zanneder” dediği Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi’dir. Bu şirin eser ile Boğaz öylesine iç içedir ki ikisini küçük bir kapı ayırmaktadır. Ben öncelikle bu küçük kapının önünde durup denize olta atan balıkçıları izledim, ardından da içimdeki tüm dertleri ve sıkıntıları Karadeniz’den akıp gelen köpük köpük dalgalara savurdum. Bir kuş kadar hafiflemiştim. Bolu’da doğup Osmanlı Devleti’nde vezirlik rütbesine kadar yükselen Şemsi Ahmed Paşa, sanki, kendisi gibi Bolu’da doğan hemşehrisini, beni çağırıyordu. Yavaş adımlarla külliye ile Boğaz’ı ayıran küçük kapıdan geçip külliyenin avlusuna girerken kalbim hızla çarpıyordu. İlk kez geçmiyordum bu kapıdan fakat bu kez Sinan’ı anlamaya çalıştığım için heyecanlanmıştım. Nasıl heyecanlanmayayım ki? Sanat tarihçileri bile Mimar Sinan’ın bahsettiğim şirin eseri karşısında hayranlıklarını gizleyemeyerek “Üsküdar’daki bu küçük yapı, sanat bakımından, Süleymaniye ve Selimiye’den aşağı kalmamaktadır” demektedirler. Bir Sinan eserinin yine Sinan eseri ile karşılaştırılması, ufağının büyükleri ile mukayese edilmesi ve dünyanın en büyük binalarını yapma gayretinin yersizliği…
sayı//12-13// temmuz-ağustos 70
Üsküdar sahilinde, kendisine yönelen her gözün dikkatini çeken Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi; cami, türbe ve medreseden müteşekkildir. Osmanlı devletinin kudretinin doruk noktasına ulaştığı 16. yüzyılın önemli devlet adamlarından birisi olan Şemsi Ahmed Paşa’nın türbesi oldukça küçük fakat şirindir. Türbenin denize bakan yönünde bir pencere yer almaktadır. Doğu tarafı ise cami ile iç içedir. Paşanın sandukası mabedin içinden görünmekte, Kur’ân-ı Kerim’den okunan sureler, yapılan tesbihatlar, edilen duâlar ve göğe yükselen âminler camiyle birlikte Şemsi Ahmed Paşa’nın türbesi içinde de yankılanmaktadır. KUŞKONMAZ CAMİİ II. Selim ile III. Murad dönemlerinde vezirlik yapmış olan Şemsi Ahmed Paşa, arasının pek de iyi olmadığı Sokollu Mehmed Paşa’ya yaptırdığı külliyeyi kast ederek “Senin külliyeni kuşlar kirletmiştir” diyerek takılır. Sokollu “Gökyüzüne açık olan her mekân kuşlardan nasibini alır” cevabını verir. Bu sohbetin ardından Şemsi Ahmed Paşa; Mîmâr Sinan’dan, kendisi için üzerine kuşların konmayacağı bir külliye yapmasını ister. Üsküdar’ın simge isimlerinden Prof. Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar başlıklı eserinde belirtildiğine göre, Mimar Sinan, Üsküdar’da kuzey ve güney rüzgârlarının kesiştiği yerde Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi’ni yapar. Ayrıca inşaatın temelindeki kayaları da denize kadar oyarak dalgaların buraya girmesini sağlar. Külliyenin gerek kuzey güney rüzgârlarının kesiştiği yerde yapılması gerekse de dalgaların külliyenin altında bulunan oyuğa girerek çıkardığı titreşim kaynaklı akustik, kuşları rahatsız ederek onların külliyenin üzerine konmasını engeller. Bundan dolayı halk arasında bu mabede Kuşkonmaz Camii de denilmektedir.
LEB-İ DERYADA KÜTÜPHANE Mîmar Sinan’ın 1580 yılında inşa ettiği medrese, 1930’lu yıllarda yıkılma tehlikesi atlatmış; Üsküdar Tarihi’ni yazan İbrahim Hakkı Konyalı’nın konuyu Tan Gazetesi’ndeki köşesine taşımasının ardından M. K. Atatürk olaya müdâhil olarak medreseyi yıkılmaktan kurtarmış, İstanbul’un fethinin 500. yılında da; medrese, kütüphaneye dönüştürülmüştür.
Kütüphanede tarih, edebiyât, felsefe, din, sanat konularında yazılmış yaklaşık 35.000 kitap okuyucuların istifadesine sunulmuştur.
Leb-i derya olan Şemsi Paşa Kütüphânesi, oldukça hoş bir manzaraya sahiptir. Ders çalışırken ya da kitap okurken başınızı kaldırıp Boğaziçi’nin masmavi sularını seyredebilir, bu yeterli gelmezse; kütüphâne kapısından dışarıya doğru on adım atıp balıkçıların olta salladığı rıhtımda dalgaların sesini dinleyebilir; daha fazla keyif almak isterseniz de ince belli bir bardakta tavşankanı çayınızı yudumlarken şeker yerine Boğaziçi’nin tadını damağınızda duyabilirsiniz. Kütüphanede tarih, edebiyât, felsefe, din, sanat konularında yazılmış yaklaşık 35.000 kitap okuyucuların istifadesine sunulmuştur. Herhangi bir konuda ekip ruhuyla araştırma yapanlar için Grup Çalışma Odası ile diz üstü bilgisayarlar da okuyucuların kullanımına tahsis edilmiştir. Boğaz manzaralı bu şirin kütüphaneyi büyük oranda üniversite öğrencileri ile sınavlara hazırlanan gençler kullanmaktadır. Ayrıca; Mimar Sinan’ın Üsküdar’a kazandırdığı bu pırlanta külliyeyi görmek için gelen yabancılar da kütüphâneyi ziyaret etmeden geçmiyorlar. Hatta bir kısmı, 19. yüzyıldan kalma İngilizce ve Fransızca kitapları burada Boğaz manzarası eşliğinde okuyarak “ölmeden önce yapılacaklar listesi”ndeki bir maddeye daha çentik atıyorlar. Zirâ dünyâda içinden deniz geçen başka bir şehir yok ki orada kitap okunabilsin… 71
olculuklar, insanlardan kaçan ruhumuzun sığındığı biz makamıdır. Kalabalıkların ördüğü tekdüzelik duvarına karşı kurulmuş, kendimize sarılış eylemidir. Ama en çok da şehirlerin kalp atışını dinlememiz için biz yazarlara sunulmuş akademik sancıdır!.. İnsanın bir yolculuğun ensesinde kendini dinlemesi, sorgulaması, yolların kesik çizgilerine düşlerini salması arınmanın en muhteşem önsözü olsa gerek…
GURBET HIRKASINA
ŞEHİR NAKIŞLARI Memleketimin kokusunu ceplerime doldurma telaşındayken Niğde Otogarı’nda bulmuştum kendimi. Kısa bir mola olacaktı. Mehtap ALTAN
Kayseri’den başlayan bir yolculuk elbette önce Erciyes’in eteklerindeki ince sızıların, saçlarıma sinen hüznü ile hemhâl ola ola devam ediyordu. “iğde ağacı ile randevum var!/babamın kokusunu dolduracak ceplerime…” diyen yanım, iğde ağaçlarının kokusunda yitip yitip kendini bulmak ister gibiydi. Erciyes de ben de alışmıştık bu ıslak çöl yazgısına! Ovaların yanından birdenbire bitiveren bir ateş kütlesidir aslında Erciyes. Ki içindeki ateşi ne kadar soğutsa da, sanki etrafında ona tutunmak isteyenleri, karlar ile teğellediği gelinliğinden düşürmek ister gibidir hep. Bu arada yolculuk boyunca aklımdaki tek şey Kayseri’nin sıcak havası idi. Doğduğum, büyüdüğüm ve hasretini lime lime çektiren şehrimi hiç bu kadar sıcak görmemiştim. Şehrim, iğde ağaçlarının yapraklarını, başakların sarı saçlarını ve babacığımın sakallarını terletirken; belki de hıncını almak istiyordu, insanoğlunun bitmek bilmez dengesizliğinden. Tabiatın dengesini bozan, insanoğlunun dengesizliği değil miydi! Şehrimi yol boyunca izlerken çiçeklerin boynu büküklüğü dikkatimi çekmişti. Sanki çiçekler susuz kalmıştı! Sanki renklerini toprağın hüzünlü tenine bırakmak ister gibiydiler. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz değerli yazar Emir Kalkan geldi aklıma (Ruhu şad olsun)... Eserlerinde ömrünün önemli bir kısmını geçirdiği Kayseri’yi, memleketinin insanlarını ve aşkı anlatan Kalkan’ın Çiçekler adlı hikâyesi sızladı içimde. Şimdi çiçeklere kim su verecek? diye iç geçirdim. Kim bilir, bu cehennem benzeri sıcaklık ona çiçeklerinin vedasıydı belki de… Otogara gelmem ile hareket etmek üzere olan otobüse binmem bir olmuştu. Cam kenarına sığınmanın huzurunu içime çeke çeke beklerken; kalabalığın arasında bir çocuk dikkatimi çekivermişti. Herkesin gelip geçtiği yerde birden eğildiğini farkettim. Yere düşen kurumuş ekmek parçasını aldı. Hemen üfleyip yanıbaşındaki duvarın dibine koydu. Âh dedim âh. Şehrimin Anadolu hırkalı canı, ciğeri ne güzel yaptın sen ne güzel.Ve göz göze geldik birden. Gülümseyerek el sallıyordu, gurbetine gide gide asıl gurbetini arayan bana.
sayı//12-13// temmuz-ağustos 72
Âh evet tam da bu eksikti, dedim içimden. Otobüs şoförünün hareket eder etmez Neşet Ertaş çalması, bu da yetmez gibi Gönül Dağı’nı döndürüp döndürüp dinletmesi, gurbetsiz zamanlarımı hatırlattı! Çocukken otogara en çok ablamları Siirt’e göndermek için gelirdik. Vedaları hiç sevmeyen yanım, ablamları alıp götüren gurbete masumca öfkelenirdi! O öfkenin âh’ı mıydı yoksa üzerime giydirdiği gurbet hırkası? Yol boyunca Neşet Babanın çalan her türküsü ile bir anımın elinden tutuyordum. Memleketimin kokusunu ceplerime doldurma telaşındayken Niğde Otogarı’nda bulmuştum kendimi. Kısa bir mola olacaktı. Sadece yolcu indirmek ve yolcu almak için durmuştu otobüs. Niğde, nereye gidersem gideyim bir şekilde karşıma çıkmak için yaramazlık yapan çocuk edasındaydı. Simitçinin etrafında sek sek oynayan çocuğun ellerindeki üzüme takılmıştı gözüm. O üzümler Amas bağlarından kopup da gelen taze öyküler uyandırıyordu zihnimde. Bolkarlar’dan bir gelin edasıyla gelen ters lalelerin kokusu Alâeddin Camii’nin kapısındaki taşa işlenmiş destansı sesler ile birleşince işte Nahita diyordum. Bir türlü alışamamıştım Niğde demeye. Ne gariptir ki ağzım Niğde dese de ben de hep Nahita idi bu şehrin göbek adı… Demirkazık Dağlarına tırmanma aşkını sırtına yüklenen dağcılar dikkatimi çekti. Sahi! Turistlerin memleketimizi keşfetmedeki azmi bizlerde neden yoktu ki? Otobüs hareket ederken simitçinin etrafında üzümlerinin tadını gamzelerine iliştiren çocuğun, bana el salladığını görmek yol boyunca çizdiğim resim tablosunun en hoş karesiydi. Yola revan olmuştuk. Yol arkadaşım… Evet, yol arkadaşım. Gecenin demine düşen en güzel sürprizdi sanırım. Ruhumun burukluğuna ruhunu dayayan bu kıpırtı gerçek miydi yoksa, harflerimin uçurumundan kopup da mı gelmişti bilmiyorum! Aklınızdan hızla geçenleri duyar gibiyim buradan. Hayalî bir arkadaş değildi bu; ya da öykülerimin tenha sandıklarından çıkarıp oluşturduğum karakterlerden biri. Hüznümün göbeğini tekmeleyen sahte sancılara inat, yol boyunca avuç içlerime varlığını bırakan sadakatin taa kendisiydi … Gecenin demi yazar milletinin aşkıdır, çoğalışıdır ve tabiri caizse teslimiyetine elçilik yapan kahraman karanlıktır! Aşk deyince Mevlana, sadakat deyince Şems, hâl-i nâr deyince onlara şahitlik eden an ve elbette bunların toplamı bütünü deyince de Konya gelmez mi aklınıza. Konya’ya gece uğramamız ruhumun acıkmış yanına kocaman bir sofra kurmuştu sanki. O manevi sofrada, üzerine ayetler yazılmış minik
pirinç taneleri vardı. Konya’yı bir ziyaretimde görmüştüm o pirinç tanelerini. Mevlana Celaleddin-i Rumi Müzesi’ndeydi. Hatırlıyorum, hattı gubari (gözle zor seçilebilecek küçüklükteki toz gibi minik yazı.) deniliyordu buna. O ayetleri okumaya çalışan bir karınca gibiydim. Gecenin karanlığı ışık oluyordu bu gizemli an’a. Bu evliya diyarı şehrin genzime bıraktığı o buruk tadı tarif edemiyorum. Ama Kayseri’de kuru ekmeği yerden alıp üfleyen ve Niğde otogarında da üzüm yerken gördüğüm çocuğun burada da kocaman, beyaz Mevlana şekerini yerken bana el sallayışına anlam verememiştim! Seher vaktinin gönlümün hüzün duvarlarını öpmesi ile kendime gelmiştim. Sabahın ilk ışıklarıydı. Konya’dan sonra Uşak’a uğramış ve hiç mola vermeden İzmir’e gelmiştik. Sabaha karşıydı, otobüs otogarda yolcularını indirirken, ben camın ardından gittiğim her şehirde bana el sallayan o çocuğu arıyordum. Minicik avuçlarını benim gurbet manzaralı yüreğime nasılda değdiriyordu her mola yerinde. Ama burada yoktu. Yoktu işte…
Bolkarlar’dan bir gelin edasıyla gelen ters lalelerin kokusu Alâeddin Camii’nin kapısındaki taşa işlenmiş destansı sesler ile birleşince işte Nahita diyordum. Bir türlü alışamamıştım Niğde demeye. Ne gariptir ki ağzım Niğde dese de ben de hep Nahita idi bu şehrin göbek adı…
Yolculuk boyunca kanatlarıma sinen renklerin lisanını, nakşetmeliydim biran önce çeyiz sandığım dediğim bilgisayardaki dosyama! Valizimi tutan ellerimin terlediğini hissetmem ile avuçlarımda tuttuğum bir kâğıdı farketmem bir olmuştu. Küçük bir kâğıt ve tam ortasında tebessüm eden bir güneş resmi! 73
Ş ehir
“VATANIM KIRIM” -III-
Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi’nin Ardından... Nazım MURADOV*
* KKTC- Lefke Avrupa Üniversitesi
sayı//12-13// temmuz-ağustos 74
C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi, Dersaadet Kültür Platformu, KASEM (Kadim Stratejiler Encümeni Merkezi) 15-16 Mayıs 2015 tarihlerinde ortaklaşa düzenlediği ve ikinci ayağının da içinde bulunduğumuz yılın sonunda Romanya’da düzenleneceği Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi; 15 Mayıs 2015 tarihinde Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi’nde , 2.GÜNÜ İSE 16 Mayıs 2015 tarihinde Haliç Kongre Merkezinde gerçekleşti. Şehir ve Kültür Dergimizin 10 ve 11 sayılarında Kongrenin proğramlarının bir kısmını özetlemeye çalıştık, bu sayımızda Kongrenin devam eden oturumlarının özetlerini vermekle bu çok önemli faaliyetin neticelerini vermeye devam ediyorum. DÖRDÜNCÜ OTURUM Prof.Dr.Mualla Uydu Yücelin başkanlığını yaptığı 4.oturum’un son iki konuşmacısının özetlerini de kısaca verelim; Doç. Dr. Dilorom Hamroeva, İsmail Bey Gaspıralı’nın Rusya Müslümanlığı – Düşünceleri, Yazıları ve Gözlemleri eserinden hareketle Çar Rusyası’nın Etno-politik Tutumu üzerine bir bildiri sundu. Kongreye Özbekistan’dan katılan Hamroeva, Gaspıralı’nın bu eserinden örnekler vererek bazı yorumlarda bulundu. ZERA BEKİROVA Kongrenin IV. Oturumu’un son konuşmasını Zera (Zehra) Bekirova yaptı. Zera Bekirova’nın bildiri başlığı “18 Mayıs 1944 – Kırım Türklerinin Sürgünü” idi. 18 Mayıs sürgün gününü, bu günün vahşetini en iyi anlatan oydu... Yıllardan beri tanıdığımız, sevdiğimiz Zehra Bekirova, Kırım Türklerinin en ünlü gazetecilerinden biri, Ukrayna’da çıkan Yeni Dünya gazetesinin başyazarı, Kırım’da Latin alfabesiyle yayımlanan NENKECAN dergisinin – Qadınlarnın Edebiy-Bediiy, İlmiy-Populyar Mecmuası’nın başmuharriri, Kırım Kadın Hareketi’nin önde gelen isimlerinden biri, Şefika Hanım İsmail Bey kızı Gaspıralı’nın soylu mücadelesini sürdüren manevi torunudur.. (.” Zera Hanım Gaspıralı İsmail Bey ve Şefika Hanım’ın, Tercüman gazetesinin eki olarak birlikte çıkardıkları Âlem-i Nisvan (Kadınlar Dünyası) dergisinin 105 yaşı münasebetiyle düzenlenen uluslararası sempozyumu Kırım Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi ile düzenleyen komitede yer almaktaydı. NENKECAN’ın her sayısına samimi “Saygılı, sevgili oquyıcılarımız... Epinizge saygı ve sevgilerim ile...”) yazılarını yazan da Zera Hanımdır... Eskişehir’in her caddesini, her sokağını, her evini kapı kapı gezip Kırım Tatar soydaşlarını arayan, onları bulan, onlarla görüşen,
sohbet eden de Zera Hanımdır. TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca’yı kendi evladı gibi kucaklayan da yine Zera Hanımdır. Hayrettin Karaca’nın bir eliyle Zera Hanımı kucaklayıp diğer eliyle onun kolunu bırakmayışı nedense bana Uygur Türklerinin büyük lideri rahmetli İsa Yusuf Alptekin’in, geçen yüzyılın en büyük Türk liderlerinden olan rahmetli Ebülfez Elçibey’le kucaklaşmasını, onun elini bırakmak istemediğini hatırlatıyor... Zera Bekirova’nın kongredeki konuşmasını bir cümleyle şöyle özetleyebiliriz: Zera Hanım 11 kişilik bir ailenin Kırım sürgünü sırasında hayatta kalan tek ferdidir... Kongre’nin ikinci günü oturumları Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. (16 Mayıs 2015 ) BEŞİNCİ OTURUM (Oturum Başkanı: Dr. Hüseyin Kansu – Milletvekili, DKT-Der genel başkan yardımcısı) Oturum Başkanı, eski Milletvekili Dr. Hüseyin Kansu bu oturumda bildiri sunacak konuşmacıları kürsüye davet etti ve oturumu başlattı. Doç. Dr. ABDULLAH AKAT (Karadeniz Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölüm Başkanı), “Usul-i Cedid Eğitim Reformunun Kırım Tatar Müziğine Yansımaları” başlıklı bildirisini sundu. Doç. Dr. A. Akat’ın konuşmasından bazı satır başları şöyleydi: Ünlü Kırım-Tatar aydını, profesyonel müzisyeni Asan Rıfatoğlu’nun babası Mahmud Ağa, Azerbaycan’a giderek orada Usul-i Cedit eğitimi verir; Rıfatov ailesinin Azerbaycan ile bağlantısı böyle başlar; Asan Rıfatov 1923’te bütün zorluklara rağmen Çora Batır operasını sergiliyor; A. Akat, Viyana Müzik Arşivi’ndeki taş plaklar arasında Kırım-Tatar müzikleri tespit etmiş, onlara ulaşmıştır (görsel sunuda resimlerini gösteriyor); Bu müzikler İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki esir kamplarında bulunan Kırımlı Türklerden derlenmiştir; Akat, trampetle çalınan Kırım Tatar müziklerinin en eski kayıtlar olduğunu söylüyor, Bu müzik parçaları Kıpçak Oğuz özellikleri taşımaktadır; Savaş esiri olan Kırımlı Türklerin seslendirdikleri ezan da makamı yönünden yorumlandı; Abdullah Akat, Kırım-Tatar müziğine ait eski kayıt birkaç parça da dinletti ve resimler gösterdi. Prof. Dr. ALİ ARSLAN “İslam Birliği Düşüncesi ve İsmail Bey Gaspıralı” başlklı bildirisini sundu. Bu bildiriden aldığım notlar şöyledir: İslam Birliği fikrinin ne zaman ortaya çıktığı, tartışmaya açık bir problemdir; Kafkasya’da İmam Mansur olayı İslam Birliği fikrini tetiklemiştir; Orta Asya’da (Kazakistan’da) Kenesari’nin mücadelesini unutmamalıyız,
Kazan ulemasının (özellikle A. Kursavî, Şihabeddin Mercani) İslamla yenilenme projesi, 1860’larda Yeni Osmanlı Harekâtı, bu birlik hareketini de başlattı; Ziya Paşa, Namık Kemal (1868); 1872 – İttihad-ı İslam (Namık Kemal); Mustafa Nuri Pirzade “Teşvik-i Rağbet” makalesi; Doğu Türkistan’da Yakup Bey’e yapılmak istenen yardımlar; Cemaleddin Afganî; Muhammed Abduh; Ahmet Ağaoğlu İran’ın öncülüğünde bir İslam hareketi olması gerektiğini düşünüyor; İsmail Bey Gaspıralı Mısır’a gittiğinde (1907) Mustafa Fazıl Paşa, El-Eser Üniversitesi profesörleri Gaspıralı’nın Kahire’de verdiği konferansa katılıyor; “İslam dünyası bir iki kahramanla kurtulamaz!” – İ. Gaspıralı; İslam Birliği’nin dili meselesi: Arapça – Türkçe – Urduca... İsmail Gaspıralı’nın istediği, siyasi değil, kültürel oluşumlardır. Doç. Dr. İBRAHİM MARAŞ’IN “İsmail Bey Gaspıralı Öncesi Islâh-ı Medâris: Hüseyin Feyizhânî Örneği” bildirisi sırasında şu notları almışız: İbrahim Maraş, Şihabeddin Mercanî’nin öğrencilerinden Hüseyin Feyizhanî ve onun kaleme aldığı (henüz basılmamış) Islâh-ı Medâris eserinden söz etti; Türk dünyası o dönemde şimdikinden daha güçlüydü çünkü İstanbul başkentti ve buluşma noktasıydı; Rus Çariçesi Katerina’nın akıllı işlerinden biri 1780’li yıllarda Kazan Türklerinin modernleşmesi yolunda attığı adımlar ve yaptığı ıslahatlar olmuştur; Akültürasyon (kültürsüzleştirme) – inkültürasyon (kültür aşılaması); Katerina, yapmış olduğu reformlar yönüyle Deli Petro ile karşılaştırılabilir; Kazan Tatarlarının ünlü ulemalarından biri olan Abdulkadir Kursavî, yazmış olduğu Akaid-i Neseb el-Cedid eserinden dolayı tekfir ediliyor, Kazan’da idamdan kaçıyor, İstanbul’da canını kurtaryor, 1812’de vefat ediyor; Otuzimenî adlı ulema da Ceditçi müderrislerden biridir; Şihabeddin Mercani’den, İbn Haldun’un Mukaddime eserinden yararlanıyor; Hüseyin Feyizhani de İbn Haldun’u ve Mercanî’yi iyi biliyor; Hüseyin Feyizhani, 10 yıllık dünyevi (modern) bir medrese projesi hazırlıyor; Bilindiği üzere 1804 yılında Kazan Üniversitesi açılmıştı; Feyizhanî, bu medresede Tedricilik – Kâtip Çelebî 75
Ş ehir
– Keşf-i Cunûn gibi ünlü eserleri ve yazarları ders programına dâhil ediyor; Bu medresenin dili Ortak Türkçe – Tercüman’da kullanılan dil kadar sade olacaktı; Rusçanın öğretilmesi mecburiyeti vardı; Mektep binalarının sıhhî şartlarının iyileştirilmesi belirtilmişti; Musa Carullah Bigi – Zahir Bigi kardeşleri; Buhara uleması, özerkliğine en çok düşkün alimlerdir; “Buhara alimleri ilmin gıyabında cenaze namazı kıldılar”; Gaspıralı, Usul-i Cedit meselesinde sonuna kadar samimidir; Gaspıralı’dan önce Azerbaycan’da ünlü şair Seyid Azim Şirvanî’nin de usul-i cedit mektebi bulunmaktaydı; Ünlü Türkolog Radloff’un resmi raporları vardır. Bu raporlarda “Tatarlar, eğitimlerini artırmakla kötü yola gidiyorlar” denmektedir; İbrahim Maraş, ünlü Tatar bilgini Mirkasım Usmanov’un Kazan Utları dergisinde yayımlattığı makalesinden notlar aktardı... Prof. Dr. TASİN CEMİL “Kırım ve Bütün Türk Dünyasının Kaybedilmiş Büyük Şansı: İsmail Bey Gaspıralı Islahatı” bildirisini sunarken doğru dürüst notlar alamadım çünkü Tasin Hoca ile aynı oturumdaydık ve onun konuşması bitince benimki başlayacaktı. Bildiri süreleri 15 dakikadan 10 dakikaya indirilmişti ve biz bu 10 dakika içinde nasıl konuşacağımızı planlamak zorundaydık. Yine de Tasin Cemil Hoca’nın konuşması sırasında not aldığım bazı satır başlarından hareketle hatırladıklarımı yazıyorum: Avrupa modernleşirken İslam dünyası Orta Şark döneminde yaşıyordu; Gaspıralı İsmail Bey, Avrupa’yı da görmüş bir Şarklı olarak neler yapılması gerektiğini hep düşünmüştür; Neler yapmanın yanında yapılacak olanları nasıl yapmak da önemliydi; Gaspıralı, Hristiyan dünyasında ve genel olarak Avrupa’da reformist kişilerin hayatlarını, yaptıklarını yakından öğrenmek ve öğrendiklerini Müslüman Türk dünyasında da uygulamak istiyordu; Gaspıralı’nın öğrendiği Avrupalı bilginlerden XVI. yy.ın ünlü Alman teoloğu ve din adamı (papazı) Martin Luther de vardı; Gaspıralı’nın Luther’den çok etkilendiği açıktır; Gaspıralı, Luther’in ünlü Von der Freiheit des Christenmenschen (Hıristiyan Kişinin Özgürlüğü Üzerine) isimli kitabını mutlaka okumuştur; Bu kitap Luther’in ideolojik ve teolojik görüşlerini yansıtmakla birlikte tek bir şeyi anlatıyor, o da “Freiheit” (özgürlük) kavramıdır; Gaspıralı, Rusya İmparatorluğu sınırları içinde sayı//12-13// temmuz-ağustos 76
yaşayan Müslüman Türklerin, usul-i kadim tahsil sisteminden usul-i cedit sistemine geçmeleri gerektiğini kararlaştırmış ve bu yolda çok mesai harcamıştı; Gaspıralı’nın Dilde, Fikirde, İşte Birlik! ne yazık ki ulaşılmayan bir hedef niteliğindedir... TASİN CEMİL HOCA İLE İLGİLİ NOT: Değerli Prof. Dr.Tasin Cemil, Romanya’nın Azerbaycan’daki, Türkmenistan’daki eski Büyükelçisi . Tasin Cemil Hoca (ve onun doktora öğrencisi Melek Hanımla) ile bu Kongre için gittiğimiz İstanbul’da - Atatürk Havalimanı’nda tanıştık. Otele (Merter’deki Güneş Otel’e) aynı arabayla gittik. Kongre boyunca hep yanyana olduk. Sabah kahvaltılarımızı birlikte yaptık, İstanbul sokaklarını birlikte dolaştık. Kongre bitişinde yine birlikteydik ve İstanbul Havalimanı’na yine aynı arabada döndük. Çıkış işlemlerimizi birlikte yaptık ve ayrıldık. 14-17 Mayıs 2015 tarihlerini kapsayan bu dört gün içinde Tasin Cemil Hoca bana tarihten edebiyata, müzikten şiire, siyasetten etnografiye... Türk dünyasından Romanya’ya (Avrupa’ya), İran’dan Rusya’ya, Tebriz’den, Erdebil’den, Ordubad’dan Moskova’ya, Kazan’a... çok şeyler anlattı. Prof. Dr. Tasin Cemil Hoca ile konuştuklarımızı ayrı bir yazıda değerlendirmeğe çalışacağım... N. Muradov Yrd. Doç. Dr. NAZIM MURADOV(Lefke Avrupa Üniversitesi / KKTC) “Gaspıralı İsmail Bey’in Stratejik Öngörü ve Hedefleri Üzerine Eleştirel Bir Söylem Analizi (1)” başlıklı bildirisinde şunları söyledi: Gaspıralı İsmail Bey’in gazeteciliğinin, eğitimciliğinin yanında futurolojik (gelecekle ilgili) öngörülerinden de söz etmek gerekmektedir. Gaspıralı, gelecekle ilgili görüşlerini dile getirirken kehanet yapmamış, tarihi, siyasi, coğrafi, askeri, kültürel vb. gerçeklerden hareketle ciddi stratejik öngörülerde bulunmuştur. Her işin bir zamanı var / Her zamanın bir işi. / Toprak hazır olmayınca / Buğday saçmaz bir kişi söyleyip bu düşünceyi benimseyen ve 1870’li yılların sonundan tâ vefatına kadar hep planlı programlı hareket eden Gaspıralı İsmail Bey, siyasi, sosyal ve kültürel hayatın tüm alanlarıyla ilgili stratejik saptamalarda bulunmuştur. Rusya Müslümanları eserinde sınır temeline dayandığı için gelecekte çözüleceğini öngördüğü Rusya’yla ilgili “hak ettiği sınırların tamamına henüz ulaşmamıştır” demesiyle, aslında Rusya İmparatorluğu’nun işgalcilik ve genişleme siyasetini desteklememiş, “Dilde, Fikirde, İşte Birlik!” şeklinde özetlediği stratejik planını gerçekleştirmek amacıyla bütün Türklerin aynı devletin çatısı altında bulunmaları arzusunu dile getirmiştir. Nitekim onun vefatından hemen sonra Çarlık
Rusya’nın ve 1990’ların başında da SSCB’nin yıkılmasının ardından İsmail Bey’in bu görüşünün doğru olduğu ortaya çıkmıştır... Gaspıralı’ya göre din, mezhep, sınır, ırk... temeline dayanan devletlerin de ayakta kalması mümkün değildir... Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene eserinde Batı medeniyetine kaynaklık eden eski Roma medeniyeti taşıyıcılarını “Romalılar esir etleriyle beslenmiş balığa doymayan”, onların evlatları olan bugünkü Avrupalıları da “bütün âlemin semeresine doyamayanlar” adlandırmış, bu medeniyetin “hakkaniyet duygusu”ndan mahrum olduğunu söylemekle günümüzdeki Batı hayranlarına gönderme yapmıştır. Gaspıralı’nın fikir eserlerinden verdiğimiz bu örnekler birer söylemdir ve biz bu söylemleri eleştirel çözümlemeye tâbi tutarak Gaspıralı’yı daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyoruz çünkü E. Sözen’in belirttiği üzere “Söylem bir meta-eylemdir ve ideoloji, bilgi, diyalog, anlatım, beyan tarzı, müzakere, güç ve gücün mübadelesiyle eyleme dönüşen dil pratiklerine ilişkin süreçlerdir. Söylem – sosyal, siyasi, kültürel, ekonomik alanlar gibi, sosyal hayatın tüm yönleriyle ilişkilidir.” Söylem analizi ise Micheals ve O’Conner’in ifadesiyle “metni sözdizimsel ve semantik sınırların ötesine giderek bir yapısöküme uğratma ve onu kuran niyetin ne olduğunu anlama çabasıdır.” Eleştirel söylem analizi ise Sibel Arkonaç’ın deyimiyle “... sözün dışına itileni açığa çıkarmak” olduğu için biz Gaspıralı söylemlerinin bu yönünden söz etmeğe çalışacağız. Çözümleme denemelerinde Parker’in 20 basamaklı ve Willig tarafından 6 maddeye indirgenmiş, sonuç olarak ‘Willig-Parker kılavuzu’ dediğimiz pratikten yararlanacağız; Çözümlemelere Gaspıralı’nın ilk fikir eserleri olan Bahçesaray Mektupları ve Rusya Müslümanları’ndan seçtiğimiz söylemlerle başlıyoruz ve bu çalışmada bu iki eserin her birinen sekizer söylem üzerinde duracağız; Gaspıralı’nın Bahçesaray Mektupları’ndan seçtiğimiz aşağıdaki söylem çözümleme denemesi örneğiyle konuşmamızı tamamlıyoruz. Söylem: “... Ben tarihçi değilim ve büyük molla da değilim -kolay yanılabilirim- ama Tatar egemenliğinden bahsederken bu egemenliğin Rusya’yı daha güçlü, ince hesaplı yabancı tesirlerden, belki de koruduğu hakkında ve kendine özgü karakteri ile ilk defa Kulikovo meydanında gerçekleştirilen Rusya’nın birliği idealinin hazırlanmasına yardım ettiği konusunda düşünmek gerektiğini sanıyorum...” (BM, s. 73) Analiz denemesi: Gaspıralı, Bahçesaray Mektupları’nı “Küçük Molla” müstear adıyla
kaleme almış, kendisini büyük hücumlardan bir anlamda korumak istemiş; “tarihçi değilim”, “büyük molla da değilim”, “kolay yanılabilirim”, “sanıyorum...” ifadeleriyle peşin hükümler vermekten kaçınmış, tartışmanın sürmesini amaçlamıştır. İ. Gaspıralı, fikir eserleriyle Avrasyacı bir yaklaşım sergilemiş, “Rus Avrasyacılarından ... yarım yüzyıl önce Avrasyacılığı tartışmış ve temellendirmeye çalışmıştır.” Yine de inşa ettiği bu söylemle Cengiz Han zamanından başlayan [Moğol]-Tatar egemenliğinin, aslında mevcut Rusya’yı zayıflattığını değil, siyasi-coğrafi olarak yekpare hale getirdiğini; bu geniş coğrafyayı yabancı tesirlerden koruyanların da Tatarlar olduğunu ve Rusya’nın sonraki kaderinde dönüm noktası olan Kulikovo Savaşı (1380) sırasında parçalanmış bir Rusya’nın değil, yekpare Altınordu (şimdiki Rusya) topraklarının Rusya’ya geçmeğe başladığını belirtmiştir. Bu yekparelik ise Rusya’nın bugünkü birliği, toprak bütünlüğüdür ki bu coğrafi bütünlüğü sağlayan da Rusya’dan daha çok Altınordu İmparatorluğu’nun kurucu öznesi olan Tatarlar olmuştur... Lev Gumilev de tarih boyunca Avrasya coğrafyasını birleştirme gücüne sahip olan üç güçten – Türkler, Moğollar ve Rusya’dan söz ettikten sonra Rusya’yı “Türk Hakanlığı’nın ve ‘Moğol ulusu’nun mirasçısı” saymıştır. “Moğol (Tatar) hâkimiyetinin ve baskısının, Rus knezliklerinin bir araya gelmesinde ve Moğolların yönetim sırlarının benimsenmesinde, nihayet Rusya’nın büyük bir ülke haline gelmesinde çok önemli bir rol oynadığını” klasik Avrasyacılar [N. S. Trubetskoy, P. N. Savitski, G. V. Vernadski, G. V. Florovski, P. P. Suvchinski vd. Rus teorisyenler] de savunmuştur. ‘Willig-Parker kılavuzu’ndan hareketle, bu söylemdeki objenin (Rusya İmparatorluğu’nun) 1380 önceki durumuyla 500 yıl sonraki (somut olarak 1881’deki) durumu arasında büyük bir farkın olduğu gerçeğinde Ruslardan daha çok Tatarların etkili olduğu; önceki söylemlerin devam ettirildiği; tarihsel referanslarla hatırlatmalar yapıldığı; yeni yapılanmada etkili olan öznenin sadece Ruslar değil aynı zamanda Tatarlar olduğu; Rusya’nın, bu gerçeği unutmaması ve Tatarlara karşı bu gerçeğe göre davranması gerekliliği; yazarın mütevazı tereddütlerine rağmen bu gerçekleri dile getirmede öznellikten daha çok nesnelliğin geçerli olduğu belirtilmiştir... DR.GÜLNARA REFİKOVA Beşinci Oturum’un son konuşmasını Kongre’ye Tataristan’dan katılan Dr. Gülnara Rafikova “Tataristan Cumhuriyeti Milli Arşivi’nde Bulunan İsmail Bey Gaspıralı ve Onun Çevresi ile İlgili Belgeler” bildirisini sunarak yaptı. Dr. Rafikova herkesten özür dileyerek konuşmasını Rusça yapacağını söyleyince Kırımlı Doç. Dr. Lenyara 77
Ş ehir
Celilova, Gülnara Hanım’ın Rusça söylediklerini Türkçeye çevirmeğe hazır olduğunu bildirdi ve kürsüye gelerek Rafikova’nın konuşmasını Türkçeye çevirdi. Rafikova, Gaspıralı İsmail Bey’in oğlu Rıfat Gasprinski’nin Kazan Üniversitesi’nde okuduğuna dair onun öğrenci belgesine ulaştığını; derslerinden aldığı notların çizelgesini; hastalığı nedeniyle kaydını dondurmak istediğini; kayıt dondurma dilekçesi (bu belgelerin dijital fotoğrafını slaytta gösteriyor) yazdığını belirtti. Bu belgelerden bazıları ilk defa bu kongrede bilim dünyasına tanıtılmış oldu. Dr. Rafikova, Kazan’da hazırlanan duvar takvimlerinden de örnek fotoğraflar gösterdi. Bu takvimlerde ünlü Tatar aydınlarıyla birlikte Gaspıralı İsmail Bey’in de resmi yer almaktadır. ALTINCI OTURUM Oturum’un Başkanı Prof. Dr. Tasin Cemil, kısa bir giriş yaptıktan sonra konuşmacıları kürsüye davet edip oturumu başlattı. PROF. DR. NEDİM İPEK Prof. İpek’in “İsmail Bey Gaspıralı ve Göç” başlıklı bildirisinden aldığımız notlardan bazıları şunlardır: Öncelikle Batı (Avrupa) ülkelerinde yaşayan insanlarla Türklerin vatan anlayışında farklar vardır; Konar-göçer toplumlarda özgürlük anlayışı kuvvetlidir ve bu toplumlar daha çok özgür olduğu yerleri vatan edinirler; Gaspıralı İsmail Bey genel olarak göçebeliğe karşıdır çünkü vatan toprakları, dışardan getirilip yerleştirilen çiftçi toplumlara terk edilmektedir; Toprakları elde tutabilmek için yerleşik hayata geçmek gerekir; Gaspıralı, çoban toplumunun bu coğrafyaya egemen olamayacağını söylüyor; Gaspıralı göçe de karşıdır. Göç etmekte olan yoldaşlarını durdurmak ister ve onlara “Ölmek var, göçmek yok! Zira göçseniz de öleceksiniz!..” der; Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik!” düsturunu da yerleşik insanların sahip olduğu vatan toprağı üzerinden değerlendirmek lazım. Bu düsturun daha derin felsefi anlamları böyle bir okumada yakalanabilir; Akşam gazetesinin bile Gaspıralı’dan etkilendiğini söyleyebiliriz; Gaspıralı, vatan toprağı üzerinde yerleşik bir şekilde var olmadan o toprakta devlet kurmak mümkün değil düşüncesini benimsemiştir; Bu nedenle de “Bayrağı olmayanın bayramı da olmaz!” görüşünü kabul eder. Kongre programına göre bu oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu olmalı ve “İsmail Bey Gaspıralı ve Kadın Hareketine Bakış” bildirisini sunmalıydı. Oysa Prof. Dr. Ş. Hablemitoğlu kongreye katılamadı. sayı//12-13// temmuz-ağustos 78
Yrd. Doç. Dr. Ömer Karataş “İsmail Bey Gaspıralı’nın Vefatının Osmanlı Basınına Yansıması” başlıklı bildirisini bu oturumda sundu. Bu bildiriden aldığım notlar şöyledir: Gaspıralı İsmail Bey’in vefat haberini Osmanlı kamuoyuna duyuran kişi Ahmet Ağaoğlu olmuştur; İkdam gazetesi 26 Eylül 1914 sayısında Gaspıralı’nın vefatı üzerine bir yazı yayımlamış; Bu yazıda “İki üç ay şehrimizde (İstanbul’da) bulunan Gaspıralı’nın gazetemize gelip röportaj verdiği” bilgisi yer almaktadır; Gaspıralı, bu sohbetinde Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmemesini öngörmüştür; Gaspıralı’nın vefatı üzerine Türk Ocağı da taziye yayımlamıştır. Bu taziye mesajı İkdam gazetesinde çıkmıştır; Türk Yurdu dergisinin 72-74. sayıları Gaspıralı’ya ayrılmış; Mehmet Emin Yurdakul, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yusuf Akçura, Celal Sahir vd. Gaspıralı’nın vefatı münasebetiyle duygularını ifade etmişler; Vakit ve Yıldız gazetelerinde de vefat haberi ve taziye mesajları yayımlanmış; Ayasofya Camii’nde merhum Gaspıralı için Mevlid-i Şerif okunmuş, Askeri Müze Müdürü Ahmet Muhtar Paşa da orada bulunarak bir konuşma yapmıştır. Doç. Dr. ELDAR SEYDAMETOV’un “İsmail Bey Gaspıralı’nın Göçe Yaklaşımı” başlıklı bildirisini dinleyemediğim için neler söylediğini bilmiyorum. Gaspıralı İsmail Bey’in bu meseleyle ilgili görüşlerini ise Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Prof. Dr. Yavuz Akpınar başkanlığında yürütülen ve bizim de yer aldığımız Gaspıralı İsmail Bey ve Tercüman Gazetesi Projesi’nden biliyoruz. Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman gazetesinin eldeki en iyi arşivlerinden biri (belki de birincisi) EÜ Edebiyat Fakültesi’nde bulunmaktadır. EÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde görev yaptığım 19992006 yıllarında Tercüman gazetesi arşivinin bulunduğu odada oturdum ve Tercüman’ın aşağı yukarı eldeki tüm sayılarını (yaklaşık 3000 sayı) defalarca inceledim. Gaspıralı’nın göç konusundaki görüşlerini de bu nedenle bildiğimi düşünüyorum. Ayrıca kongremizin bu oturumunda Sn. Nedim İpek Hoca’nın sunduğu bildiri de aşağı yukarı aynı içerikli idi… Bu kongrede görüşüp dostlaştığımız değerli Eldar Seydametov’un bildirisini hangi nedenle ise dinleyemediğim için üzüldüğümü bildiriyor ve kendisinden özür diliyorum… Doç. Dr. RANETTA GAFFAROVA’ nın bildiri konusu ise “Şefika Sultan Gaspıralı: Türk Dünyasının Kadın Lideri” idi. Ranetta Hanım
bu bildirisinde Gaspıralı İsmail Bey Tercüman gazetesini çıkarırken ona yakından yardım etmiş olan kızı Şefika Hanım Gasprinskaya’nın hayat hikâyesi ve mücadelesinden söz etti. Şefika Hanım’ın özellike Tercüman gazetesinin eki olan Âlem-i Nisvan’ı (Kadınlar Dünyası) çıkarması, kadın sorununu ele alması, Türk dünyası kadın hareketiinde atılan ilk adımlar olması nedeniyle bu harekâtın lideri olarak kabul edilmektedir. Şefika Hanım’ın Azerbaycanlı siyaset adamı, sonradan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin ilk başbakanlarından biri olacak Nasib Bey Yusufbeyli ile evliliği; İsmail Bey’in vefatından sonra sağlığının ve aile huzurunun bozulması; 1917 Ekim devriminden sonra işlerinin daha da kötüye gitmesi; Numan Çelebi Cihan’ın öldürülmesinden sonra sıkıntılı günler; Kırım’daki mücadelesi; eşi Nasib Bey’in genç yaşta öldürülmesi ve bu ölüm haberinin Şefika Hanım’a verilmemesi; iki çocuğu ile Türkiye’ye gelişi; eşinin öldürülmesini Türkiye’de duyması ve tekrar yıkılması bilgileri... Ranetta Hanım’ın hazırladığı görsellere de yansımıştı. Baba (İsmail bey) ile kızı arasındaki ilişkilerden de söz eden Gafarova, Şefika Sultan Hanım’ın “Babamın ağzından çıkan sözleri ayet gibi addederdik” sözlerini hatırlattı. Bu sözler çevresindekilere örnek olan Gaspıralı ailesindeki ilişkilerin ne kadar sağlam olduğunu göstermekle birlikte İsmail Bey’in, kendi ailesi içindeki konumunu da ortaya koymaktadır.
çalışmalarından örnekler verdi. Özbekistan’da maddi durumlarının iyi olmasına rağmen vatana dönüşlerini, kendisini dönmek kararından vazgeçirmek için ikna etmeğe çalışanlara nasıl karşı çıktığını anlattı... Değerli Alime Hanım’ın şahsında mücadeleci, vatansever, ziyalı bir Türk kadınını tanımaktan mutlu olduğumu kendisine bildirdim. Şiirini okuduğu rahmetli Yunus Kandım’ın Numan Çelebicihan hakkında yazdığı Küreş Meydanını Ot Basmaz adlı kitabını Kırım’dan aldığımı ve bu kitap hakkında yıllar önce bir tanıtma yazısı yazdığımı söyleyince Alime Hanım güzel ve tatlı Kırım Tatar ağzıyla bana Vatan-Kırım’ı Yunus Kandım’ın dilinden şöyle anlattı:
Doç. Dr. Alime YAYAYEVA “İsmail Bey Gaspıralı ve Kadın Kızların Tahsili” konulu bildirisinde Gaspıralı’nın kadın ve kızların eğitimine verdiği önemi, onun Tercüman gazetesinde yayımlanan yazılarından hareketle özetle ortaya koyduktan sonra kongrede sunulan bildiri metinlerinin nasıl olsa yayımlanacağını söyleyerek bizlere Kırım sürgününü anlatmak istediğini söyledi. Alime Hanım aile anılarından yola çıkarak bu sürgünden acı ve göz yaşı dolu epizotlara yer verdi. Kırım Tatar halkının 18 Mayıs 1944 sürgününde Şarikan çöllerinde kırılmaya başladığını belirttikten sonra hâlâ hayatta olan babası Aziz Yayayev’in kaleme aldığı hatıralarından parçalar okuyarak herkese duygulu anlar yaşattı. Uzun yılların ayrılığından sonra vatana avdet eden Kırım Türklerinin vatan toprağıyla nasıl buluştuklarını merhum Kırım Tatar şairi Yunus Kandım’ın (1959-2005) “Selam Sana Karadeniz” şiiriyle ifade etti...
Qırım - yanıq, közyaş, feryad değil, evlâdım, Qırım - yüce, yeşil, mavi, qara dağlardır! Qırım - asret, sonsız imdat değil, evlâdım, Qırım - çeçek, Aşıq Umer, serbest dalgadır. Qırım - elem, öksüz baraş değil, evlâdım, Qırım - alem cevxeridır, yüzük taşıdır. Qırım - baxşış, vergi, xarac değil, evlâdım, Qırım - menim sonum, sana ayat başıdır. Qırım - senin gözbebegin kibi, evlâdım, Onı asra, günaxlarğa onı batırma! Qırım - sensin! Yurt köbegi kibi, evlâdım, Ona can ber, yat çizmasın ona bastırma!
Değerli Alime Hanımla kongre boyunca çok sohbet ettik, bana sürgün yıllarında ailesinin ve yurttaşlarının çektikleri sıkıntılardan söz etti. Özbekistan’da yaşadıkları ve çalıştıkları yıllarda (Alime Hanım orada öğretmenlik yapmıştır) Kırım Tatar kültürü, edebiyatı için özverili
Dergimizde kısa kısa bilgiler aktardığımız kongremizle ilgili bilgileri yazmaya gelecek sayıda devam edeceğim. Teşekkürler Dersaadet Kültür Platformu, Teşekkürler Dünya Kırım Türkleri Kültür ve İktisadi İşbirliği Derneği, Teşekkürler Mehmet Kamil Berse…
Qırım - feza denizinde mezar, evlâdım, Onun er bir suyemınde yata ecdadın. Qırım - Quran, onda canlar, ruxlar, evlâdım, Qırım - eren evliyalar, adın, vicdanın...
79
Ş ehir
UZUNÇINAR’DA TARİH VE DEĞİŞİM 150’ye yakın hanesi ve 600 civarında nüfusu bulunan köy, özü itibariyle bir muhacir köyüdür. 1960’lı yıllardan itibaren gelen Karadenizli’ lerin göç etmesinden sonra ağırlığını muhacirler teşkil etmekle birlikte 2 kültür grubu kaynaşmış. Doç.Dr. Ali ARSLAN*
zunçınar, Sakarya ili Akyazı ilçesine bağlı bir mahalle. Her ne kadar 2000 yılında Sakarya Büyükşehir Belediyesi’nin kurulması ili birlikte, diğer köylerle yasal olarak, köyden Akyazı Belediyesine bağlı bir mahalleye dönüşmüş ise de, halen köy özelliklerini taşıyan bir yerleşim merkezi. Bu nedenle köy denilmesinde yadırganacak bir durum yoktur. Köyün, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı Rus Savaşı (1877-78) sonrası Balkanlardan ve özellikle Bulgaristan’dan göç eden muhacirler tarafından kurulduğu bilinmektedir. UZUNÇINAR’IN TARİHİ Yaklaşık 150 yıl geçmişi olan Uzunçınar’da, 2 yıldır, köyün kuruluşundan bu güne yaşadığı tarihi, değişimi ve gelişimi anlamaya çalışan bir araştırma projesi yürütüyoruz. Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümündeki öğrencilerimin desteği ile gerçekleştirdiğim bu çalışma için, hemen hemen tüm evlere gidilmiş ve köydeki hayat, çeşitli açılardan anlaşılmaya çalışılmaktadır. Köye 3 dalga halinde göç yaşanmıştır: 1. Birincisi: 93 harbi (Rumi 1293) (Hicri 1295) olarak bilinen ve 1877-1878 yıllarında Osmanlı Devleti ile Ruslar arasında gerçekleşen ve önemli sayıda Türk nüfusun Bulgaristan’dan göç etmesine neden olan harpten dolayı gelen göç dalgası . 2. İkincisi: Yine Bulgaristan’dan göç edenler olmakla birlikte, bir müddet Trakya’da yaşadıktan sonra Trakya’dan gelip yerleşenlerin oluşturduğu göç dalgası . 3. Üçüncüsü: 1960’lı yıllar sonrasında Karadeniz Bölgesinden gelenlerin yoğun olduğu göç dalgası Halen devam ettiğimiz çalışmada, söylenenlere bakılırsa köye ilk göç edildiğinde 7 aile gelmiş. Burada 8-10 ailenin adını verirsek şimdilik hata payını aza indirmiş oluruz. Çünkü bazıları için teyit edici ipuçları yakalamış olmakla birlikte, bazıları için henüz kesinlik aşamasına ulaşamadığımızı belirtmek isterim. Bu aileler veya kişiler şunlardır:
*Sakarya Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
sayı//12-13// temmuz-ağustos 80
1. Ferhatoğulları’ndan Hasan, 2. Hacı Hafız Said Dede, 3. Ömeroğulları, 4. Hacıoğulları 5. Molik Osmanlar 6. Sayit Efendi 7. Mehmet Pehlivanlar 8. Ali Seven’ler 9. Rıdvan Agalar
ARAZİNİN VE MUDURNU DERESİNİN DURUMU Köy arazisi, köyün kurulduğu zamanlarda ormanlık ve bataklık halinde imiş, ıslah edilmiş. İlk gelindiğinde esas yerleşim yeri, şu an muhtarlığın bulunduğu yer değil de, “Millik” denilen bir bölge imiş; fakat zamanla Akyazı Mudurnu deresinin taşması sellere neden olup köyü vurunca köy, muhtarlığın bulunduğu şimdiki yerine çekilmeye başlamış. Eski yerde sadece Cuma ve Bayram namazlarının kılındığı Cuma camisi bırakılmış. 1950’li yıllardan önce ise köy merkezi tamamen bugünkü yerine gelmiş. 150’ye yakın hanesi ve 600 civarında nüfusu bulunan köy, özü itibariyle bir muhacir köyüdür. 1960’lı yıllardan itibaren gelen Karadenizli’ lerin göç etmesinden sonra ağırlığını muhacirler teşkil etmekle birlikte 2 kültür grubu kaynaşmış. Uzunçınar’ın bağlı bulunduğu Akyazı’ya araç ile 15-20 dakika’da gidilebilmekte; Akyazı ise, Marmara Bölgesinin Doğu Marmara alt bölgesinde, İl merkezinin güneydoğu kesiminde yer almaktadır. Doğuda Hendek ve Mudurnu, batıda Erenler ve Karapürçek ilçeleri, kuzeybatıda Adapazarı, güneyde Bolu-Göynük İlçesi, güneybatıda Taraklı ilçesi bulunmaktadır. Uzunçınar ile ilgili yaptığımız çalışma, çok yönlü bir çalışma. Köyün kuruluşu ile ilgili henüz yazılı kaynak bulunmaması bir yana, köyün kuruluşu hakkında bilgi verebilecek kişiler de neredeyse kalmamış. Elde olan bilgiler köy karar defterleri ile yeni dönemlere ait bilgiler. Bu nedenle geçmişe yönelik iğne ile kuyu kazarcasına çalışarak
bilgi toplamaya çalışılmaktayız. Aynı zamanda benden öncekilerin yaşadığı kendi köyüm de olan Uzunçınar’da yaptığım araştırmada tarihi, sosyolojik ve antropolojik bakış açıları bir arada kullanılmaktadır. Ferhatoğulları’ndan bir kişi olarak başlangıçta kendi köyümüzü ve geçmişimizi tanımak adına küçük boyutta başladığım bu çalışma, hacimli ve içerik olarak da ciddi ve bilimsel bir boyuta ulaştı. Metodoloji olarak nicel ve nitel yaklaşım bir arada kullanılmaktadır. Çalışmada hem anket çalışması, hem derinlemesine görüşmeler yapılmakta hem de zaman zaman köyde yaşanarak güncel köy hayatı hakkında katılımlı gözlem yapmaktayız. Köyde en uzun muhtarlık yapan kişinin 5 dönem ile rahmetli Rasim Sever’in olduğu biliniyor. Döneminde Uzunçınar örnek köy olarak seçilmiş.
Köyün, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı Rus Savaşı (1877-78) sonrası Balkanlardan ve özellikle Bulgaristan’dan göç eden muhacirler tarafından kurulduğu bilinmektedir.
EKONOMİ VE SOSYAL HAYAT Köyde yaşayanların geçim kaynakları çeşitlilik göstermekle birlikte ekonomik yapı ve ticari hayat zaman içinde değişiklik göstermiş. Köyün, eskiden tek geçim kaynağı tarım ve hayvancılık iken, tarım halen ağırlığını kaybetmemekle birlikte her geçen gün tarımın aleyhine şekillenmektedir. Bununla birlikte hemen hemen herkesin az veya çok ekip diktiği tarla veya bahçesi mevcut. İMECE KÜLTÜRÜ Teknoloji köye girmeden evvel, çok fazla imece yapılırdı. Gerek kadınlar ve gerekse erkekler çeşitli işlerde yardımlaşırlardı. Kış hazırlıkları, Ramazan yufkası yapılırken, yemek yapmada, tarım ve tarla işlerinde; çapalama, mısır kırma, 81
Ş ehir
Kış hazırlıkları, Ramazan yufkası yapılırken, yemek yapmada, tarım ve tarla işlerinde; çapalama, mısır kırma, soyma, pancar çıkartma, harman dövme, fasülye toplama, ilaçlama, cami, okul, sağlık ocağı yapma, ağaç dikme, çevreyi ve mezarlığı temizleme, eşya taşıma, yollara kum çekme, hendek atma vb. birçok işte yardımlaşılırdı. Bütün işler el birliğiyle yapılırdı
soyma, pancar çıkartma, harman dövme, fasülye toplama, ilaçlama, cami, okul, sağlık ocağı yapma, ağaç dikme, çevreyi ve mezarlığı temizleme, eşya taşıma, yollara kum çekme, hendek atma vb. birçok işte yardımlaşılırdı. Bütün işler el birliğiyle yapılırdı. Yardımlaşma çok fazlaydı. Bir kişinin ihtiyacı olduğunda, koşup yetişilir, ona yardım edilirdi; karşılık beklenmezdi, bütün işler el birliğiyle, birlik ve beraberlik içinde yapılırdı. Akrabalar, komşular hemen yardıma gelirdi. Yardıma ihtiyacı olan kişiye gidilir, o gün kişinin işi görülürdü. Yardımlaşma o kadar yaygındı ki, büyük küçük birçok iş imece usulüyle yapılırdı. Köyün camisi, sağlık ocağı, okulu hep bu şekilde yapılmıştı. Önceleri, imamlık ve koruculuk hizmetleri de köylünün ortak maddi katkısı ile gerçekleşirdi. Geçmişte imece usulü ve ortak katkı ile gerçekleşen birçok iş, bugün artık resmi kurumlarca ve görevlilerce yürütülüyor. Teknoloji ve değişen hayat şartları sosyal dayanışmayı bir miktar erozyona uğrattı ise de her şeye rağmen, köyde birlik, beraberlik ve saygı devam ediyor. TARIM,ÇİFTÇİLİK , SANAYİ Günümüzde, tarım ve çiftçilik, hem ekilen dikilenler açısından hem de yöntem olarak değişti. Teknoloji olmadığı zamanlarda bütün işler insan ve beden gücüyle yapılırdı. Tarlalar, karasaban ve pullukla, öküz, manda ya da atlarla sürülür, taşıma öküz, manda ya da at arabaları ile yapılırdı; dikim
sayı//12-13// temmuz-ağustos 82
ya da hasat insan gücü ile imece ya da yevmiye karşılığı amele tutulması ile gerçekleştirilirdi. Eskiden yevmiyeciler vardı, yevmiye karşılığı işe gelirlerdi. Çok yoğun bir erkek ve kadın iş gücü vardı. Hemen hemen ailenin bütün fertleri tarlaya giderdi. Eski tarım uygulamaları artık kalmadı. Şimdi çiftçilik makine gücüyle, traktör veya ilgili makinelerle, makinalı tarım yapılıyor. Bir kişi, sahip olduğu traktör veya makine ile onlarca kişinin yaptığını bir günde tek başına yapabiliyor. Bu nedenle tarımsal işgücüne duyulan insan gücü de gittikçe azalıyor. Hem bunun sonucu olarak hem de ulaşım imkanlarının kolaylaşması ile birlikte özellikle genç kesim, artık yakın çevredeki fabrikalarda çalışarak geçimlerini temin ediyorlar ve buralara fabrikaların servisleri ile gidiyorlar. İHTİYAÇLAR VE TEDARİKİ Köyde yaşayanlar, köyde karşılayamadıkları ihtiyaçlarını öncelikle Akyazı ve Adapazarı’ndan karşılamaktalar. Resmi işlemlerle ilgili bir ihtiyaçları olursa o zaman Akyazı’ya zorunlu olarak gidiliyor. Kaymakamlık, Belediye veya bağlı kuruluşlardaki nüfus, tayin, maaş, banka, ödeme, vergi, ruhsat vb. işler için zorunlu gidilirken, günlük alışveriş için de gidilebilmektedir. Eskiden ulaşım imkanları kısıtlı olduğu için zorunlu olmadıkça ilçeye gidilmezdi. Şimdi ulaşım kolaylaştığı için yarım saatte Akyazı’ya, beklemeler dahil 1 saatte Adapazarı’na rahatlıkla
gidilebilmekte ve her zaman ulaşım imkanı bulunabilmektedir. Çok kişi alış veriş, gezme veya eğlenme için gibi sıradan ihtiyaçlar için dahi buralara gidebilmektedir. Eğitim, ticaret, sağlık vs. köyde olmayan her şey kolaylıkla Akyazı veya Adapazarı’ndan temin edilebilmektedir. SOSYAL HAYAT VE AKRABALIK İLİŞKİLERİ Uzunçınar’da sosyal hayat, bozulmamış dayanışma ruhu ile devam etmektedir. Esasen köyde, birçok kişi birbiri ile bir şekilde akrabadır. Çok sayıda kişi köyden yapılan evlilikler yoluyla birbiri ile akraba olmuştur. Bu nedenle köydeki dostluk, komşuluk ve akrabalık ilişkileri gayet sağlıklıdır. Birçok olayda, herkes birbirine gitmekte, ihtiyaç duyulduğu ölçüde birbirine yardımcı olmaktadır. Köyün Muhtarı halen Maksut Terzi’dir. Onun da aktif desteği ile sosyal bir ihtiyaç olduğunda birlikte hareket edilmekte, sorunlar imkanlar ölçüsünde birlikte çözülmeye, mutluluklar birlikte paylaşılmaya çalışılmaktadır. Düğün, bayram, asker uğurlama, aşure günü, hatim cemiyeti, cenaze gibi sosyal olaylarda hep birlikte olunmaktadır. Uzunçınar’da manevi değerlere önem vermektedir. İmam Cevdet Yokuş’un öncülüğünde çocuklara dini değerler aşılanmaya çalışılmakta ve yaz kursları sonrası hatim cemiyetleri düzenlenmektedir. Yetişkin erkek ve kadınlara da ayrı ayrı her zaman Kuran Kursları bulunmaktadır. Çocuk ve gençler için oyun bahçeleri ve spor için özellikle voleybol için mekanlar mevcut. Yaptığımız araştırmaya dayanarak Uzunçınar için söylenecek elbette çok şey vardır. Çalışma halen devam etmektedir ve çalışmamızda resmi belgeler ve insanlardan alınan görüşler birlikte incelenmektedir. Akyazı Kaymakamlığı, Akyazı Belediyesi ve Akyazı’daki kurumlardan destek alınmaktadır. Çalışma tamamlandığında büyük hacimli bir kitap olması umulmaktadır. Bir ön bilgilendirme mahiyetinde olan bu yazımızda, yaptığımız çalışmaya dayanarak belirtmek isteriz ki, aslında köylerimizdeki insan yapısı bütün değişim zorlamalarına, internet, medya vb. tahrip edici unsurlara rağmen, halen o saf ve temiz duygularını önemli ölçüde korumakta. Bu yazıda giriş mahiyetinde belki bir köyü anlattık ama esasen bütün köylerimiz bizim köyümüzdür. Şehirleşmenin temeli köylerde, bilinçlendirilerek atılmaktadır. Şairin dediği gibi “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür.” 83
Ş ehir
Yüz yıla dayanıyordu bu gizemli kasabanın hikayesi… Balkanlar karışmış Müslüman Türkler bir bir Dersaadet’e ulaşmanın yolunu arar olmuştu… Bulgaristan karasularından bir aile derme çatma bir tekne ile Karadenize bırakmıştı kendini… Yanlarında ufak bir çıkın yemek, biraz su…
YENİ BİR GELECEĞİN
İZLERİNİ TAŞIYAN
KIYIKÖY
Yedi Gün sürdü bu karasularda macera kötü hava şartlarında ne yemek dayandı nede su… Teknenin direği kırılmış hangi yöne gidildiği bilinmeyen bir bilinmeze doğru. Gözlerde korku yoktu. Tam inanç ile bağlanmışlardı hayata...
Ayhan Kazancıoğlu AKDEMİR
Yedi Gün sürdü bu karasularda macera kötü hava şartlarında ne yemek dayandı nede su… Teknenin direği kırılmış hangi yöne gidildiği bilinmeyen bir bilinmeze doğru. Gözlerde korku yoktu. Tam inanç ile bağlanmışlardı hayata… Öldürmeyen Allah öldürmezdi. Büyük bir yük gemisi farketmeseydi onları belki yaşam hikayeleri hiç yazılmadan sonlanacaktı. Gemidekiler Müslümandı. Aldılar gemiye bir güzel karınlarını doyurdular ve bir türk limanına ulaşmalarını sağlayacaklarını söylediler. İndiler. Üç gün her tarafı sık ağaçla çevrelenmiş bir ormanda yürüdüler, önlerine bir köy yada kasaba çıkana kadar. Üç gün ne yağmur durdu nede gök gürültüsü… Ne bebeğin ağlaması nede ayaklarda bezle sarılı ayakkabıların acısı… İnatla yürüdüler. Dördüncü gün eski ismi Midye yeni ismi Kıyıköy olan küçük kasabaya ulaştılar. Halk sahiplendi hemen aileyi aş verdi, yer verdi, yatak verdiler.. Dersaadete ulaşana kadar hep tedirgin ama yinede hep umutla baktılar yeni hayatlarına... Yorgun, bitkin ve kendi topraklarından koparılmış yabancı bile olsa yine kendi toprağı olan bir kente, baş şehre gitmenin umudu her daim parladı gözlerinde... O gün tahmin edebilirmiydi, bilinmez… Acı ve hüzünlü bu yaşam yokluğunda dersaadete ulaşacak, bir zaman sonra tek başına ayakta kalacak olduğunu. Tüm çocuklarını en iyi şekilde okutacak sadece ailesine karşı değil eşine, dostuna, komşusuna Hacıanne olacak ve gün gelip hakka kavuştuktan sonra torunlarından biri bu yaşam hikayesini kağıda dökecek sizlerle paylaşacak… O hikayenin başladığı yer Midye yani Kıyıköy... Kırklareli ili sınırları içinde ve Vize ilçesine bağlı doğal güzellikleri ile öne çıkmış bir sahil kasabasıdır. Tarihi çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Bilindiği kadarıyla Kırklareli’nde izleri kalmış olan Trakların ilk yerleşim yerleri Karadeniz kıyıları olup Midye ve İğneada yöresidir. Buralarda iklime uygun olarak çevrenin ve ormanlardan yararlanarak kendilerine çitlerle örülmüş, çamurla sıvanmış, damları saz ve saman otlarıyla örtülü evler yapmışlardır. İ.Ö. 4.yy da Trak beylerinden Seuthes buyruğuna
sayı//12-13// temmuz-ağustos 84
paralı asker olarak girmelerinden sonra Trak boylarına ‘Melinophogas’ ‘Bal Yiyenler’ denildiği söylenmektedir. Tarihçi Theopos’a göre Midye’nin yerinde Salmydessos şehri vardı. Bu şehrin M.S. 1. ve 2. yy da Got’lar tarafından tahrip edilmesinden sonra yerine bugünkü Midye kurulmuştur. Tarihi bilgilere göre Midye kasabası M.S. 4. yy da kurulmuş olup 9. yy başında Batı Bulgarlar, 12. yy da Haçlılar tarafından tahrip edilmiştir. Uzun zaman Bizanslıların elinde kalmıştır. Midye M.Ö. 700 yıllarında İskitlerin saldırısına uğramış olup bu tarihlerde İskitler yaşamıştır. İran’daki Pers hükümdarı Darius M.Ö. 513 tarihinde çıktığı büyük İskit seferinde 600 parçalık donanması ile Midye ye çıkmış merkezi Vize’de olmak üzere bir Trakya Straplığı kurmuştur. Midye bu tarihlerde 25-30 yıl Perslere bağlı kalmıştır. Adı Herodot’ta geçen Herodot’a göre burada oturan halkın, Daries’un İskit yurdu seferine giderken (M.Ö. 513) İranlılara boyun eğdiği bildirilmektedir. M.S. 46 yılında Roma İmparatoru Klavidus zamanında Roma’nın buyruğu altına girmiştir. Roma’nın hakimiyetindeyken Got-Hun-Avar uluslarının yoğun saldırılarına uğramıştır. Slav ırkından Bulgar ve Türk ırkından Avarların saldırılarına karşı koymak amacıyla Bizans İmparatorluğu’nun başka ülkelerden getirdiği göçmenler yöreye yerleşmiş ve Bizans İmparatorluğu’nun savunması için bugünkü kale 6. yy da Justinyen devrinde inşa edilmiştir. Midye 1363 yılında Osmanlı devletinin eline geçmiş, bir süre sonra Bizanslılar tarafından tekrar alınmıştır. Yöre 1369 yılında Sultan Murat Hüdavendigar tarafından Bizanslılardan alınmıştır. 1371-1877 yılları arasında 506 yıl Osmanlıların elinde kalmıştır. 3 Mart 1878’de imzalanan Ayestafonos Anlaşması ile Kırklareli ve yöresinin iç yönetimi Bulgaristan’a verilmiştir. 13 Temmuz 1878de Berlin Anlaşması ile Kırklareli ve yöresi Türklere teslim edilmiştir. Kurtuluş savaşından sonra Rum ve Bulgarların yöreyi terk etmesinden sonra Bulgaristan ve Romanya’dan gelen Türk göçmenler Midye’ye yerleştirilmiştir. Kentin surları ilk kez Justinyenus döneminde 4. yy da yapılmış sonra da 9. ve 10. yy da onarım görmüştür. Duvar kalınlığı 2.20 m yüksekliği 6 m bulmaktadır. Kentin kuzey güney ve doğu yanlarında sur kalıntıları görülmekle beraber surun güçlü olması gereken batı yanında günümüze sağlam gelebilmiş ortaçağ surları vardır. Kıyıköy’ün tarihî eserleri kıskandıracak ölçüde önemli ve tarihten derin izler taşıyor; Kale : 6. yy da Justinyen devrinde inşa edilmiştir. Güneyde Kazandere, kuzeyde Pabuçdere derelerinin denize uzanan yamacında
Aya Nikola Manastırı kurulmuştur. Halen kalenin doğu cephesi zemine kadar tahrip edilmiştir. Güney surlarının güneyinde gizli kapısı olup, kaleden bu kapıya 180 basamak merdivenle inildiği bildirilmiştir. Saray kapısı tuğla üzerine kesme blok taş kaplamadır, günümüze kadar iyi korunmuştur. Vize kapısı taş ve tuğla hatıllarla örtülüdür. İstanbul Röleve Müdürlüğü tarafından 1991 yılında restore edilmiştir. 3. burçtan 6. burca kadar 13 m genişliğinde müdafaa hendeği vardır. Aya Nicole Manastırı : Pabuçdere yolu üzerinde güney yamaçta kasabaya 700 m. mesafededir. Justinyen döneminde MS 4. yy da yapılmıştır. Fazlaca tahrip görmüş önemli kaya manastırlarından biridir. Kayalara oyularak meydana getirilmiş kademe halinde hücreler vardır. Kuzey tarafta merdivenle ayazmaya inilir. Manastırın doğusunda ikinci bir giriş daha bulunmaktadır. Orijinali ön kısmında ahşap bir bölümle tamamlanmış olmasına rağmen bu bölüm bugün mevcut değildir.
Liman Hamamı : Geç Osmanlı dönemine ait bir yapıdır. Kıyıköy Çeşmesi : Sur içindedir. Kıyıköy Camii : Geç Osmanlı dönemine ait bir yapı olup kiliseden camiye dönüştürülmüştür. Kıyıköy kasabasında Geç Osmanlı erken cumhuriyet dönemlerine de ait sivil ve idari mimari örnekler bulunmaktadır. Kıyıköy, Karadeniz’in kıyısında şirin bir köy aslında, gitmeyen ve görmeyen içinde muhteşem bir köyümüz.
85
Ş ehir
ŞEHRİN, SANAT SOKAĞINDA
GİRİFT BİLMECELER
Postane ile Gümrük binası kavşağından aşağıya kırdığınızda adımlarınızı Sinemalar Sokağına girerdiniz. Cumhuriyet Caddesine baksa da, iki komşu kurum ara sokakta atıl bakarlardı birbirlerine. Abdurrahman ADIYAN
lk ara kesite geldiğinizde üç sinemanın, solda Şehir ve Emek Sinemalarının yazlıklarını, sağda ise Emek Sinemasının kışlığını görürdünüz. Söz sinemalardan açılmışken, Van’da ilk sinemanın 1946 yılında Şefik Saydan tarafından açıldığını biliyor muydunuz? Bu, Şehir Sineması’dır; kapalı olanı Müze binasının yanındaydı 1986’da otoparka dönüştürüldü; yazlığı ise 1990’da perdelerine veda etmek zorunda kaldı, şimdi yerinde Ova İş Merkezi var. 1962’de kurulan Emek Sineması yazlık ve kışlık olarak ayrı ayrı hizmet verdiler, yazlık yeri daha sonra iş hanına dönüştü, kışlık bölümünü Kültür Bakanlığı korumaya almış, bu iyi haber. Emek Sineması, sinema olarak planlı, projeli yapıldığı için birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaya elverişliydi. Yetmişli, seksenli yıllarda konserlere, konferanslara ev sahipliği yaptığını biliyorum. Örneğin Necip Fazıl’ın bu salonda konferans verdiğini hatırlıyorum. Bunların dışında bir de Yıldız Sineması vardı, Bahri Koç tarafından 1968’de açılmıştı. 1974’de Yıldız Sineması da perdelerini kapattı, yerine Sümerbank Mağazası yapıldı. Arka bahçesinden perdesini azıcık da olsa görürdük, duvarına tırmanıp seyredenler de olurdu. Bizim kuşak için, sinema kuşağı diyebiliriz; zaten tek aktivitemiz sinemaydı. Sinemalar Sokağına girdik mi, eğlencenin habercisi satıcılar boy gösterirdi. Bunlar seyyar dürümcüler, ciğerciler, çiğköfteciler, genelde çocuk satıcıların evlerinde annelerine yaptırdıkları ekmek arası domates peynir, mısır, ayçiçeği, soğuk gazoz, buzlu ayran, hatta buzlu su gibi yiyecek, içeceklerden oluşurdu, gişelerin önünde satışa sunulurdu. Özellikle yaz aylarında çok kalabalık olurdu bu sokak. Sinema halkın tek eğlencesiydi. Sinemalar, localı bölümleri sayesinde aile seyirciyi de çekerdi. Sinemaseverlerin sinemanın başlama saatinden önce sokakta bir iki tur atmaları, afişleri izlemeleri, zaman geçirmeleri filmler hakkında bilgi edinmeleri âdettendi; sinemaseverler haz duyarlardı. Hiçbir filmi kaçırmayan meraklı seyircileri vardı sinemaların, bunlara “sinema kuşu” denirdi. Gişelerin önünde tabiî kulisler oluşurdu, vizyona yeni girmiş filmler hakkında konuşanlar, seyrettiği filmlerden, aktörlerden etkilenenler, artist olma hayaliyle yanıp tutuşanlar; Yeşilçam’a kaçanlar, Erol Taş’ın kahvesini gidip görenler… Parası olmadığı için filmi seyredemeyenler, sinemanın yüksek duvarlarına tırmananlar, elektrik direğine çıkıp da seyredenler, neler olamazdı ki bu sokakta, neler! Hey gidi günler hey! Şimdi, Sinemalar Sokağından Sanat Sokağına gelmesine geldik; ama Sadık Battal’ın dediği gibi: “Asıl Film Şimdi Başladı”. ***
sayı//12-13// temmuz-ağustos 86
İşte, o bir zamanların Sinemalar Sokağı, şimdi Sanat Sokağına dönüştürülmüş. Prestij gazetesi, bir pano açmış, gün gün sayıyor, bu yazıyı kaleme aldığımda: “Sanat Sokağı Öldü 794. gün” yazıyordu. Buna rağmen adı: “Sanat Sokağı” hâlâ. Van Belediyesinin geçtiğimiz yaz aylarında parke taşlarla döşediği, sokağın ortasında mermer basamaklardan seke seke indiği, suyolunu minik bir oyuktan akıttıkları arkla, ahşaptan oturma bankları, çiçek tarhları, modern çöp bidonları süslemişti. Tüm bunlar özenle seçilmiş, yapılmışken Prestij gazetesi yazarlarından Cem Düzova’nın sokak hakkındaki görüş ve analizlerine ilaveten sunduğu teklif dikkatimi çekmişti. Cem Düzova, sokaktaki büfelerin ahşapla kaplanmasını sokağın dekoruyla bir âhenk arz edeceğine değinmiş, sokağın ismi hakkında fikrini beyan etmişti. Vanlı olmaları hasebiyle Yaşar Kemal’in veya Ruhi Su’nun isminin verilmesini istiyordu. Bu yazı akabinde büfeler ahşapla kaplandı, sokağa yeniden çeki-düzen verildi, tarhlarında rengârenk çiçekler boy gösterdi. Hatta Sanat Sokağının Belediye tarafından özel bir ajansa organize ettirilerek sanata uygun bir şekilde yeniden açılışının yapılacağı duyumlarını aldıksa da, bu açılış gerçekleşmedi. Belediye Başkanının hukukî nedenlerden dolayı görevden alınmasıyla mı alâkalı, yoksa bir boşluktan mı, bilinmiyor! İsmi Sanat Sokağı olarak kayıtlarda geçiyor hâlâ. Konumuz sokağın, Sinemalar Sokağı veya Sanat Sokağı ya da çeşitli tekliflerle şu veya bu isimli bir sokak ismi taşıyor olması değil. Belki ileride başka bir sokak ismiyle de postada işlem görür, bu çokta önemli değil. Önemli olan mânâ bakımından taşıdığı isme uygun mu, değil mi? Bir vatandaş sorumluluğuyla bakıldığında sokağın kültürle sanatla paralel yanının olup olmamasıdır. Sokağın ismiyle müsemma bir yanı yok! Girift bilmeceler bulvarına dönüşmüş âdeta. Sanatsal faaliyetlerin olması gerekirken; işporta tezgâhları, cafe çılgınlıkları, pasaj içlerinde izbe, salaş barlar, diskolar boyalı camlar ardında bitmek tükenmek bilmeyen görüntüler, gürültüler. Modern bitpazarı mı desem; iş-aş pazarı mı desem; yoksa aşk pazarı mı, bilemiyorum! Sanat Sokağı, şu aykırı hâliyle seyir alanımı çoktan işgal etmiş durumda. Gelecek vaat etmeyen, yarınları karanlık, ürkütücü, tezatlar panayırı sanki! Beyoğlu İstiklâl Caddesinin, ara sokaklarının kimlikleri aşikâr. Vesikalı/vesikasız alenî veya gizli yapılan işler, Yeşilçam filmlerinden, gazetelerin magazin sayfalarının fiskoslarından biliniyor… Van’ın Sanat Sokağı henüz bir kimliğe bürünememiş; ama koynunda farklı hayatlar barındıran, doğuran, büyüten bir yürekle attığı
her halinden belli, güzellikler adına buna sevinir, mutlu oluruz; fakat gülün yanındaki dikeni, harı görmeliyiz. Güzelliklerin içinde çirkinliğin barındığını fark etmeli; terbiyesizden terbiyelinin, terbiyeliden de terbiyesizin peydahlandığını unutmamalıyız. Diyeceğim o ki; oturma bankları var, oturanlar kimler, ne yaparlar, ne ederler kimse bilmez. O güzelim çöp bidonları varken etrafındaki pislikler kimler tarafından atılır, bilinmez! Kapital uğruna (güya sanat adına) müzikle gürültünün dayanılmaz uğultusu yaşanıyor, ölçüsü ayarı bir türlü tutturulamıyor. İşportacılar var; kazak, pantolon, kitap, tandır ekmeği, kimin eline ne geçse gelip burada pazarlıyor, bir curcunadır almış başını deli-divane gidiyor. İranlılar var, İranlılar! Yaşamak adına mücadele ediyorlar, fakat memleketin çivisi yerinden çıkmış. Kültür erozyona uğramış. Satıcılar var, satıcılar! Sokakta başıboş gezen kişiler var, bunlar geleceğin batakhanesinin habercisidir diyorum. İzlemek, gözlemlemek, düşünüp taşınıp bir de başka düşünce iklimlerinde değerlendirmek lâzım, inşallah yanılırım; ama kaygılarım, tereddütlerim var! Memleketim adına, sanat adına, güzellikler adına endişelerim var. Sokağı biraz yüksekten farklı farklı zamanlarda izleme olanağınız varsa, lütfen izleyin. Çok ilginç görüntülerle karşılaşacaksınız. Sinemalar Sokağını özlüyorum. Son gelinen noktada buraya “Seyyar Satıcılar Sokağı” diyesim geliyor. (Bu arada Sevgili Cem Düzova’nın “Bizim Sinemalarımız” Dünyada Van Dergisi, sayı:11, yıl: 1998 yazısından alıntılar yaptım, teşekkürlerimi sunuyorum.)
Karşısında Gümrük binasının duvarlarında sinema afişlerinin yer aldığı sokak panolarını, kartpostal satıcılarını, aşağı köşe başında ise Murat Taksi yazıhanesini ve park halinde duran birkaç taksiyi görürdünüz. Özellikle Murat 124’leri...
Bir ressamın tuvalini alıp orada resim yapması, satışa sunması, şairlerin gönül pınarlarından şiir damıtmaları, yerel televizyon ve radyoların bu memleketin yazar-çizer, ressam, ebruzen, şair gibi birçok dallarda çalışmaları olan değerli sanatçı ve sanatseverleri hakkında ve bunlarla sokak hakkında söyleşi, inceleme, değerlendirme programları yapmaları gerekir. Sadece isminin Sanat Sokağı olması yeterliliğine haiz değildir ve kaderine terk edilemez. Hepsi bir yana Mehmet Feyat da “Yalnız Değilsiniz” programıyla Sanat Sokağını yalnız bırakanlardan çıktı; maalesef üzüntümü ikiye katlamıştır. Yineliyorum sözümü; birçok sanatsal kültürel faaliyetlerin vitrin görevini üstlenmesi gerekirdi. Tüm bunlara gecikmiş sayılmayız. Yetkililerin objektiflerine muhakkak takılmıştır, takılmalıdır Sanat Sokağı. Prestij gazetesinin, “Sanat Sokağı Öldü!” feryadını daha iyi anlıyorum. Sanat Sokağı mı sanatta, sanat mı Sanat Sokağında? İşte, Sanat Sokağındaki girift bilmeceler. 87
Ş ehir
smanlı Devleti’nin en sıkıntılı döneminde, devleti 33 yıl boyunca izlediği ince siyasî taktiklerle idare etmeye muvaffak olan Sultan II. Abdülhamid’in yıllardır düşlediği bir projesi vardı. Bu proje; İslâm Âlemi’ni atardamarlar gibi birbirine bağlayacak olan ve hayalleri zorlayan Hicaz Demiryolu Projesi’ydi.
HAYALLERİ ZORLAYAN PROJE:
HİCAZ DEMİRYOLU
Hicaz Demiryolu hizmete açıldıktan sonra Şam-Medine arasında karşılıklı seferler yapılmaya başlanır. Yalnız Hac dönemine mahsus olmak kaydı ile gidiş-geliş için tek bilet alınır. Daha önce Şam ve Medine arası 40 gün iken Hicaz Demiryolu’nun inşaası ile bu mesafe 3 güne iner. Sabri GÜLTEKİN
Sultan II. Abdülhamid Han’ın, Arap Yarımadası’nda Osmanlı’nın siyasi hakimiyetini pekiştirmek, mukaddes toprakları ziyaret etmek isteyen Müslümanları tehlikelerden korumak ve en önemlisi de Hac yolculuğunu kolaylaştırmak için hazırlattığı Hicaz Demiryolu Projesi; bütün devlet erkânı ve ihtisas sahibi insanlar tarafından gerçekleştirilmesi imkansız bir rüyâ gibi algılanır. Sultan II. Abdülhamid Han ise ellerini açıp semaya; Cenab-ı Hak (cc) ve Peygamber Efendimizden (sav) bu hayırlı projenin gerçekleşmesi için yardım ister. Hicaz Demiryolu’nun inşaası için emir verir. Emrin ardından, Cezayir’den Tunus’a, Güney Afrika’dan Amerika’ya, Hollanda’dan Singapur’a, Rusya’dan Çin’e, Fas’tan Mısır’a, Hindistan’dan Cava’ya, Sudan’dan Balkanlar’a, Kıbrıs’tan Viyana’ya, Almanya’dan Bosna’ya, Fransa’dan İran’a kadar bütün Müslüman halklardan yardımlar yağmaya başlar. Bu yardımların arkasından Osmanlı neferleri ile Mühendislik Mektebi öğrencileri kolları sıvar. 1 Eylül 1900 tarihinde temelleri Şam’da resmî bir törenle atılan Hicaz Demiryolu Projesi, Avrupalılar tarafından “başarılması imkânsız fantezi” olarak dünya kamuoyuna lanse edilse de, Müslümanlar tarafından büyük bir teveccüh görerek desteklenir. Daha ilk yıllarda bağışların tutarının 20 milyon frangı bulması, Batı medyasının da gözlerini buraya çevirmesine ve bu konuyu sürekli gündemde tutmasına sebep olur. Bir siyaset dehası olan Sultan II. Abdülhamid, Hicaz Demiryolları Projesi’ne teşvik için, 5 ila 50 altın arasında bağış yapanlara nikel, 50 ila 100 altın arasında bağış yapanlara gümüş ve 100 altından fazla bağış yapanlara da altın madalyalar takdim ederek, hayırseverleri mânen taltif eder. Rumeli, Anadolu, Bağdat, Kahire ve Kudüs Demiryolları’nı, Fransız, Alman ve İngilizlere inşa ettiren II. Abdülhamid, “Gül Yurdu”na varacak olan Hicaz Demiryolu’na gayr-ı müslim teri akmasına gönlü razı olmaz ve bu projeyi bizzat öz kaynaklardan yaptırır. “Mukaddes Yolculuk” adıyla anılan Hicaz Demiryolu Projesi’nde, 7500 Osmanlı askeri, maaşlı ve 1 yıl erken terhis
sayı//12-13// temmuz-ağustos 88
edilecek statüde çalıştırılır. Demiryolu’nun inşaatında, amele-i mükellefe denilen yöre halklarının yanı sıra Avrupalı ustalar da çalıştırılır. Cennetmekân Sultan II. Abdülhamid Han, Hicaz Demiryolu’nun inşaasında Medine-i Münevvere’nin 20 kilometre yakınına gelindiğinde Peygamber Efendimiz rahatsız olmasın diye Medine’nin merkezine kadar raylara keçe döşetir ve trenin raylar üzerinden geçmesi ile çıkacak sesler engellenir. Hicaz Demiryolu vesilesiyle inşa edilen; “Şam Lokomotif-Vagon Tamir Atölyesi, Medine Tren ve Lokomotif Atölyesi, 2666 köprü ve menfez, 7 tane demir köprü, 9 tünel, 96 istasyon, postahaneler, telgraf hatları, 7 gölet, Hayfa, Der’a ve Maan’da fabrika, Hayfa İskelesi, Hayfa Dökümhanesi, Hayfa Boruhanesi, Maan Oteli, Maan Hastahanesi, Tebuk Hastahanesi ve 37 tane su deposu….” gibi yapılar sayesinde bölge canlandırılır. Ümmetin, büyük bir heyecan ve coşkuyla bitmesini beklediği Hicaz Demiryolu, tamamen İslâm coğrafyasından toplanan bağış, gönüllü hizmet ve Abdülhamid Han’ın 50 bin liralık şahsî bağışıyla tamamlanır. Hicaz Demiryolu’nun o günkü maliyeti 4 milyon 558 bin lira civarındadır. Hicaz Demiryolu Projesi, Şam’dan Mekke’ye, oradan Akabe’ye, oradan da Cidde ve Yemen’e kadar tasarlanır, ancak Medine’ye kadar olan kısmı tamamlanabilir. Müslüman Mühendis ve işçilerin olağanüstü gayretleriyle tamamlanan 1464 kilometrelik Hicaz Demiryolu, 1 Eylül 1908’de II. Sultan Abdülhamid Han tarafından hizmete açılır. Kutsal Topraklara demiryolu ile gitmek isteyenler 2 lira ödeyerek, Şam-Medine arasını yaklaşık 72 saatte kateder. O zamanın imkanlarına göre kara yolculuğundan hem kolay, hem de ucuz olan Hicaz Demiryolu büyük bir yolcu kapasitesine ulaşır. *** Hicaz Demiryolu hizmete açıldıktan sonra ŞamMedine arasında karşılıklı seferler yapılmaya başlanır. Yalnız Hac dönemine mahsus olmak kaydı ile gidiş-geliş için tek bilet alınır. Daha önce Şam ve Medine arası 40 gün iken Hicaz Demiryolu’nun inşaası ile bu mesafe 3 güne iner. 1918 senesinde ise demiryolu hattı 1900 kilometreye ulaşır. Hicaz Demiryolu, 1. Dünya Savaşı’na kadar oldukça fonksiyonel bir şekilde İslâm dünyasına hizmet verir. Şam’dan Amman’a her gün, yine Şam’dan Medine’ye ise haftanın 3 günü seferler yapılır. Pazartesi, Çarşamba ve Cumartesi sabah Şam’dan kalkan trenler, 4. gün öğleden sonra
Medine’ye varır. Haftada 1 gün Şam ve Hayfa’dan hareket eden yemekli ve yataklı ekspres seferin treni ise 48 saatte Medine’de olur. Yılda 16 bin Hacı, bu demiryolunu kullanarak 72 saat süren Şam-Medine yolculuğunu 2 liraya gerçekleştirir. İngiliz Yazar R. Tourret “Hicaz Demiryolu” adlı kitabında; “Dünyada belki de borçsuz, faiz ödemesi olmayan ve tamamlandığında kâra geçmiş tek demiryolu Hicaz Demiryolu...”dur diyerek hayretlerini gizleyemez. *** Mukaddes topraklara gitmek isteyen Müslümanların aylar süren Hac yolculuğu dikkate alındığında bu proje, ayrı bir önem taşımaktadır. Zira, Hac için Şam’dan çıkan bir yolcu, yaklaşık 40 günde Medine-i Münevvere’ye, 50 günde de Mekke-i Mükerreme’ye ancak varabilmektedir. Tabii bu yorucu ve uzun yolculuğu; bulaşıcı hastalık riski, kum fırtınaları, susuzluk ve bedevi saldırıları ile seyahat için harcanan paralar da iyice güçleştirmektedir. İşte Hicaz Demiryolu bu olumsuzlukları ortadan kaldıracak, Hac yolculuğunu gidişli-dönüşlü 8 güne indirecek, masrafları azalacaktır. Yani, Hicaz Demiryolu bir nevî Süveyş Kanalı görevini yürütecektir. Cidde’de kurulacak bir hat ile deniz yoluyla dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen Hacı adaylarının Mekke ve Medine’ye taşınmaları daha kolay olacaktır. Bu arada Osmanlı Devleti’nin, Arap Yarımadası’nda gücünü devam ettirebilmesi için Hicaz Demiryolu son derece önemli bir plandır. Bunun farkında olan İngilizler, bölgeye yerleşmek için her türlü yollara başvurur ve aşiretleri Osmanlı’ya karşı isyan ettirir. Çöller resmen ajan kaynamaktadır. Ünlü ajan Lawrence de ray ve lokomotiflerin tahrip edilmesi için, bedevilere sabotaj ve saldırılar düzenletir. *** 1. Dünya Savaşı’ndan (1914-1918) ardından patlak veren Hicaz isyanı ile, Mekke-Cidde ve Medine-Mekke hatları bitirilemeyerek yarım kalır. Arap Yarımadası’nda meydana gelen karışıklık ve isyanlardan sonra Osmanlı’nın aldığı bütün tedbirler, hattın güvenliği için yeterli olmaz. Ve Hicaz Demiryolu sivil ulaşıma, sonra da Hac seferlerine kapatılır. Artık 26 Mart 1918 tarihinde posta treninden sonra Medine’ye başka bir tren gelmez. Ekim 1918’de Medine dışındaki bütün Arap toprakları düşmanların eline geçer. Mondros Mütarekesi’nin ardından da Osmanlı Devleti’nin Hicaz Demiryolu ve Arabistan toprakları ile irtibatı kesilir.Hicaz Demiryolu ve yanıbaşındaki Amberiye Camii, şimdilerde görenlerin yüreğini sızlatıyor. Çünkü, Hicaz Demiryolu o gün bugündür içimizde hâlâ bir özlem, hâlâ bir hüzündür. 89
Ş ehir
nsanların dinî, siyasî, kültürel ve ticarî nedenlerle bir araya gelmeleri şehir hayatıyla yaşıttır. İlk kurulan şehirler, korunmak için yükseklere, kale görünümünde ve kayalar üstüne kurulurken, sonra su, yol, kanalizasyon ve enerji kaynaklarının temin ediliş, dağıtım ve kullanımı dikkate alınarak şehirlerin yapılarında değişimler olmuştur.
ŞEHİRLER’İN “MEYDAN”
OKUNAN ALANLARI
Kimilerinde devrimlerin gerçekleştiği, kimilerinde ise özgürlük çığlıklarının makes bulduğu; ayaklanmalar, gösteriler, kanlı baskınlar, direnişler, özgürlük çığlıklarının dile getirildiği meydanlar. Erbay KÜCET
Rusya Kızıl Meydan
“Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı” olarak tanımlanan şehirlerin merkezlerinde o şehirde yaşayanlar tarafından sosyal, kültürel, siyasî ve ticarî amaçlar için kullanılan meydanları vardır. Eskiden dinî törenlerin icra edildiği ve cezaların infaz edildiği mekânlar olan meydanları sosyolog ve mimarlar bu yapısından ötürü, şehirlerin dinî, siyasî, kültürel ve ekonomik nedenlerden dolayı açık bir mekânda toplanma ihtiyacından ortaya çıktığını belirtirken, Doğan Kubat farklı bir pencere açıyor ve biz de mahalle kavramının geliştiğinden bahisle toplumsal hayatımızın merkezini cami ve cami avlularının aldığını, o yüzden şehirlerimizde meydan bulunmadığının nedenini yaşam tarzımıza bağlıyor. İlk oluşumu iktidar gücü ve otoritesini sağlamlaştırma olan meydanlar, zamanla muhalefet platformu haline dönüşmüştür. Bu nedenle ilk başlarda siyasî ve dinî iktidarların simgeleriyle anılan meydanlar daha sonrasında özgürlüğü, eşitliği, bağımsızlığı ve emeği çağrıştıran isimlerle anılmaya başlanmıştır. Yani bugün kent meydanlarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin platformu olmak gibi asli görevleri olduğunu ifade edebiliriz. Tarihî olarak toplumların merkezi, geleneksel olarak da, kent kimliğini biçimlendirmeye yardımcı bir unsur olan meydanlar ortak paylaşım alanlarıdır. Kimilerinde devrimlerin gerçekleştiği, kimilerinde ise özgürlük çığlıklarının makes bulduğu; ayaklanmalar, gösteriler, kanlı baskınlar, direnişler, özgürlük çığlıklarının dile getirildiği meydanlara göz atacak olursak; Kızıl Meydan (Moskova, Rusya); Saray Meydanı (St. Petersburg, Rusya); Tiananmen Meydanı (New York, ABD); Trafalgar Meydanı (Londra, İngiltere); Concorde Meydanı (Paris, Fransa); Aziz Michel Meydanı (Paris, Fransa); Paris Meydanı (Berlin, Almanya); Aziz Peter Meydanı (Roma, İtalya); San Marco Meydanı (Venedik, İtalya); Mayo Meydanı (Buenos Aires, Arjantin); Özgürlük Meydanı (Tahran, İran) Dünya tarihi bu meydanlarda değişti. Ülkelerinin sembolü oldular. Son yıllarda bunlara Mısır'daki
sayı//12-13// temmuz-ağustos 90
İran Özgürlük Meydanı -Tahran
Tahrir Meydanı’nı da unutmadan ekleyelim. Bu arada ülkemiz meydanlarına da göz atarsak; Konak Meydanı – İzmir, Sultanahmet Meydanı –İstanbul, Saburhane Meydanı – Muğla, Hükümet Konağı Meydanı – Kastamonu, Orhangazi Meydanı- Bursa, Prominand Alanı – Amasya, Mevlana Meydanı –Konya, Balıklıgöl ve Dergâh Platformu Meydanı – Urfa, Alaçatı Meydanı –İzmir, Birgi Meydanı – İzmir, Cumhuriyet Meydanı - Kars İnsanların kırsaldan şehirlere akın etmesiyle kentlerin nüfusu hızla artarken meydanlarımız aynı ölçüde büyümedi. Günümüzde, topluluklara kimliğini veren ve şehirlerdeki en anlamlı mekânlar haline gelebilen meydanlar oluşturmak zorlaşmıştır. Meydanın kullanımı; gün, hafta, yıla göre değişebilmektedir. Meydana kolayca ulaşabilir olması gerektiğinin altını çizerken, en iyisinin yürüyerek erişilebilen meydan olduğunu da belirtmeliyiz. Etrafı araç yollarıyla çevrilmiş meydanlar insanlardan yoksun kalır. Yani meydanın erişebilirliğini ve kullanımını, onu çevreleyen binalar kadar, çevresindeki sokaklar ve yan yollar fazla etkiler. Bir şehri keşfetmek için o şehrin meydanında mutlaka vakit geçirilmesi gerekmektedir. Bir meydanın sınırı kadar önemli olan bir diğer konu da; sokaklar ve yürüyüş yollarıdır. Meydan, bir ahtapotun kavrayışı gibi, çevre mahallelere uzanmalıdır. Unutulmamalıdır ki, hayatın merkezi şehirler ise, yaşamın merkezi olmasını sağlayan da meydanlardır. Şehirlerin süsü olan meydanlarda
insanlar sevinçlerini, üzüntülerini toplanarak dile getirirler. Şehrin meydanına inmeyen ulaşım aracı, şehrin meydanına çıkmayan yol, şehrin meydanında gerçekleşmeyen kutlamalar şehir kutlaması olamaz.
Unutulmamalıdır ki, hayatın merkezi şehirler ise, yaşamın merkezi olmasını sağlayan da meydanlardır.
Ülkemizin pek çok şehrinin yeni meydanlara, geniş ve boş alanlara ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Ancak bu alanlar, hiçbir şekilde taşıt trafiğini rahatlatacak alanlar olarak değerlendirilmemeli ya da yeşil alanlar olarak düşünülüp ağaçlarla boğulmamalıdır. Meydanlar, elbette yeşillendirilebilir, ancak park değildirler. Gerçekte meydanlar şehirlerin merkezi noktalarında olması gereken alanlardır. Günümüzde şehirlerimiz zevksizlik ve muhtevasızlık ifade eden semboller mezarlığına dönmüş durumdadır. Bugün birçok şehrimizde rastgele ve zevksizlik abidesi olarak dikilen sembollere baktığımızda sanatsal ve estetik duygularımızı nasıl kaybettiğimizi daha iyi anlıyoruz. Avrupa kentlerinde meydanlar, dış mekânlardır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde sosyal yaşamın uzantısı olarak tasarlanan meydanlar bugün park ve tören alanı olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda birçok şehrimizde belediyecilik anlayışının; sadece ulaşım ve altyapıya yönelik bir mühendislik anlayışı olmadığı benimsenerek yerel yönetimlerin kentlere kimlik-kişilik kazandıracak ve kentsel yaşam kalitesini yükseltecek projeler üretmeye başlamasını takdire şayan gördüğümü ifade etmeliyim. 91
Ş ehir
BİR ÇOCUĞUN KEŞİF YOLCULUĞUNDA;
ÇOCUĞU EĞİTEN ŞEHİR
BURSA Bir çocuğun küçücük dimağının şehir bilincini kazanması için, öncelikle sınırlarının dışına çıkması lazım. İşte benim bu düşüncelerle ilk gördüğüm şehirdi, Bursa. Yıldırım AĞANOĞLU
ehirler vardır, şehir lafzını hak etmezler, bir cadde, iki bina, üç insan... Şehirler vardır, “şehir” kelimesi tarife yetmez. Başka bir kelime ararsınız, bulamazsınız. Durursunuz, durulursunuz, bakarsınız, yutkunursunuz, âşık olursunuz, dönersiniz. Ama geride gönlünüz kalır, aklınız kalır, hatıralarınız kalır. Şehirler vardır; kuşatır, alır götürür sizi bir başka tefekkür âlemine. Çocukları küçümsemeyin. Eğer sizlerle birlikte geziyorlarsa bir de onlara sorun, hangi şehir diye? Çünkü onların temiz yüreklerinde verecekleri cevaplarda bile bir gizem bulabilirsiniz. Bu bağlamda Bursa; benim ilk tanıdığım, ilk hatırladığım şehirdir. İstanbul doğumluyum. Doğduğunuz şehre dair, çocukken bir şeyler hissedemiyorsunuz. Ama ben İstanbul’u, Bursa’da tanımaya başladım. Bursa olmasaydı, İstanbul’un ne olduğunu bu kadar erken anlayamayacaktım. Çünkü İstanbul’dan ayrılıp, bir başka beldeye gittiğiniz zaman “şehir” kavramı dimağınızda oturmaya başlıyor. Bir çocuğun küçücük dimağının şehir bilincini kazanması için, öncelikle sınırlarının dışına çıkması lazım. İşte benim bu düşüncelerle ilk gördüğüm şehirdi, Bursa. Halam, Mudanya’da otururdu. Vapur ile giderdik Mudanya’ya. Bu küçük beldenin bir şehir olmadığını anlayabiliyordum. Çünkü 1970’li yıllarda sınırları belliydi, şirin ve küçük bir kasabaydı. Ama oradan Bursa’ya gidilirdi. Oranın sınırları belli değildi. Büyüktü, kocamandı, yani şehirdi. Bursa’ya gittiğimizde önce Ulucami’ye uğrardık. Bir caminin içinde havuzlu bir şadırvan olmasının ve su sesinin ruhumda uyandırdığı tesirleri ve heyecanı hâlâ taşırım. Sonra Kapalıçarşı, sergilenen havlular, peştamallar, hamam tasları derken Çekirge’ye uzanırdı yolumuz. Kaplıcalara mutlaka giderdik. Oraya giderken Karagöz ile Hacivat Anıtı’nı geçerdik. Hayal dünyasına dalar, seyrettiğim perdedeki Karagöz’ün buralı olduğunu öğrendiğimde etkilenirdim. Sonra İnegöl köfte kalmış aklımda nedense. İskender kebapçısından önce İnegöl köftecisine uğrardık. İskender kebabı ise çok sonraları keşfettim. Her sene mutlaka Bursa’ya giderdik. Tarih dolu muhtelif semtlerinde, gezerdik. Ulucami’den başlayan rotamızda, annemin elini tutarak gezen uslu bir çocukken, gözlerim çevreyi tarardı. Dolmuşların üstündeki yazılar ilgimi çekerdi. Çekirge, Heykel, Teleferik, Yeşil. Bunlar bilmediğim semt adlarıydı. Heykel Meydanı’ndan geçerken, tedirgin olur, korkar ve gözlerimi heykelin sert bakışlarından kaçırırdım. Yeşil’e ulaşmak için yürürken, küçük bacaklarımın
sayı//12-13// temmuz-ağustos 92
yorulduğunu hissederdim. Sonra Setbaşı’ndaki köprüye varınca bir can gelirdi bana. Köprünün yüksekliği, aşağısını benim gözümde âdeta uçurum gibi görmeme sebep olur, hayallere dalardım. Derin vadilerde dolaşır, düşmemek için iplere tutunur, canavarlar veya düşmanlar ile savaşırdım. Setbaşı Köprüsü’nde, annem elimi çekiştirir, “Yürü be çocuk, yine aklın nerede” derdi? Tabii bu durum Babamın,yorulmuştur deyip kucağa alınmam ile sonuçlanırdı. Setbaşı’nda yol ikiye ayrılır. Sol taraf Yeşil’e gider, Düz karşı ise Teleferik. Çocuk gözüyle size Yeşil’i nasıl anlatayım. Yeşil Türbe’nin, Osman Gazi, Orhan Gazi ve diğer türbelerin içindeki sandukaları, dev sarıklı padişah başlıklarını nasıl anlatayım. Ruhumdaki tesirlerinden nasıl bahsedeyim. Bursa beni mayalayan şehir, ruhumu şekillendiren şehir, muhabbetimi arttıran şehir, medeniyet öğretmenim ve çocukluk aşkım. Bir şehre âşık olunabileceğini, bana öğreten şehir, kendini özleten şehir. Yeşiller içinde, yüzlerce kubbe ve bir o kadar minare, bulutlar içinde Uludağ ve eteklerinde türbeler. Her bir semti bir padişah, her semti ayrı bir güzel. Başımı döndüren, aklımı başımdan alıp beni uzak diyarlara götüren şehir. Bursa camilerinin içindeki minik havuzları nasıl methedeyim sizlere. Sadece su damlaları, dinginlik ve huzur… Ailece namaz kıldıktan sonra, Bursa camilerinin sadelik ve güzelliği her seferinde bir başka muhabbet konusu olurdu bizim aile için. Yeşil’deki çay bahçelerinin terasından Bursa’nın o güzel manzarasını seyretmek, benim için hâlâ, Bursa ile özdeşleşmiş bir güzelliktir. Çocukluğumda en sevdiğim içecek olan Uludağ gazozu ile burada tanıştım. Şu an gazoz içmiyorum artık. Ancak Yeşil’e gidince çocukluğuma dönmek için bir tane yudumluyorum. Evet geri dönelim, tekrar ve çınardan yukarı doğru Teleferik’e ulaşalım. Teleferik, ne kadar güzel bir araçtır bir çocuk için.
Hele de o zamanki İstanbul’da görmesi mümkün değilse. Hepimiz çocuk olduk. Hangimiz uçmayı düşünmedik ki. Uçak ile bizim nesil çok geç tanıştı. Dolayısıyla İstanbul’daki arkadaşlarımın yanına dönünce, “Siz teleferiğe bindiniz mi oğlum?” diye hava atardık. Teleferik ayaklarımızı yerden keser, bizi o görkemli Uludağ’a ulaştırırdı. Penceresine ancak başım ulaşabilir ve zorlukla seyrederdim ayak ucuma basarak o güzel ormanları ve Bursa manzarasını. Bursa’ya inişte ise uzun kabloların arasındaki direkleri her geçişte boşluğa düşme hissi yaşarsınız. Bu his, çocuk gözümle benim için lunaparktaki her oyuncaktan daha heyecanlıydı. Teleferikten indik, kestane şekeri yeme zamanı. Pahalıydı ama memur ailesi olmamıza rağmen alırdık ne olursa olsun. Eh yedik içtik, gördüklerimizi anlattık, gardaki Mudanya minibüslerine gitmemiz lazım, artık hava karardı.
Bursa camilerinin içindeki minik havuzları nasıl methedeyim sizlere. Sadece su damlaları, dinginlik ve huzur…
Bursa’ya doyamazdım. Minibüsün penceresinden hüzünle izleyerek veda ederdim bu güzel şehrime. Hele hele okula gitmeye başlayıp Osmanlı devletini,padişahları, Rumeli fetihlerini öğrenmeye başlayınca Bursa bir başka vazgeçilmez oldu benim için. Bana her seferinde bir başka köşesini açan, keşfettiren bu güzel belde 40 yıldır beni bağrına basmaya, beni eğitmeye, bana öğretmeye devam ediyor. İstanbul’dan çıktım ama Bursa’dan başladım keşif gezilerime. Edirne’ye, Üsküp’e gittim, İstanbul’a döndüm. Saraybosna’ya, Prizren’e gittim, İstanbul’a döndüm. Ama benim tarih yolculuğum, Bursa’dan başladı. İlk başkentimizdir. Osmanlı’nın ta kendisidir… Bursa âdeta bütün Osmanlı şehirlerinin anası, bir medeniyet tasavvurunun mayalandığı şehirdir. Selam olsun Bursa’yı sevenlere, sevdirenlere, yaşayanlara, yaşatanlara ve bizim gibi sevdalananlara… 93
Ş ehir
ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ;
ÇOCUK VAKFI “Çocuk konusu en geniş anlamına medeniyet evreninde kavuşur. Her medeniyet ‘çocuk’la yenilenir. Medeniyet ise varoluşunu eğitimle gerçekleştirir. Medeniyetimizin temel varoluş gerekçesi güzellik, doğruluk, erdem, adalet ve iyilik ilkelerine dayanır. Medeniyetin güzellik fikrini sanatlar ve estetik; doğruluk fikrini inançlar felsefe düşünce ve bilim, iyilik fikrini ise ahlâk sağlar Mehmet Nuri YARDIM
ürkiye’de binlerce vakıf kurulmuştur. Ama ilk olarak çocuk merkezli vakfı kuran ve bütün mesaisini bu konuya hasreden kişi radyocu, şair ve yazar Mustafa Ruhi Şirin’dir. Şirin tarafından 3 Aralık 1990 tarihinde Nişantaşı’nda kurulan Çocuk Vakfı’nda, “Çocuk Akademisi”,”Çocuk Hakları Okulu” açılmış ayrıca “Çocuk ve Medeniyet Dergisi” yayımlanmıştır. “Üstün Yetenekli Çocuklar Araştırma Merkezi”, “Çocuk Edebiyatı Okulu” ve “Karagöz ve Kukla Okulu” diğer birimleri. Binasının projesi meşhur mimarımız Turgut Cansever’e ait olan Çocuk Vakfı’nın kuruluş amacı şöyle açıklanıyor: “ Çocuğun sosyal, kültürel ve eğitim bakımından gelişmesine katkıda bulunmak. Çocukluk çağlarının evreleri dikkate alınarak programlar geliştirmek. Çocuk psikolojisi, sağlığı, eğitimi alanlarında ortaya çıkan verilerinışığında okul öncesi ve okul çağı çocuklarının sorunlarına yardımcı olacak araştırmaların yapılmasına ortam hazırlamak. Aile, çocuk, okul ve çevre ilişkilerinin düzenlenmesinde benzer kurum ve kuruluşlarla işbirliğini sağlamak. Beden ve ruh sağlığının kazanılmasında, özel ilgi gerektiren çocuklara yönelik çalışmalara öncülük etmek.Çalışan çocukların sorunlarına sosyal açıdan çözümler sağlayıcı öneriler geliştirmek. Aile ve çocuk konulu sosyal araştırmaların sonuçlarını kamuoyuna duyurmak.Çocukları olumsuz yönde etkileyen uyarıcılar karşısında koruyucu tedbirler almak; çocuk haklarının savunulmasında ısrarlı ve kararlı olmak. Çocuklarımızın sevgi ortamı içinde büyümelerini temin etmek amacıyla aile’nin değerini benimsetici çalışmaları özendirmek. Çocukları toplum gerçeklerinden soyutlamadan, yaşadıkları dünyanın bilincine ulaşmalarına yardımcı olmak. Çocukların kardeşliği inancından hareketle, çocuga felsefe ile bakmanın yeni ufuklar açabileceğini evrensel çocuk politikasını temeli kabul etmek. Çocuğa yönelik dil, sanat ve edebiyatın oluşmasında sanat ve edebiyat çevrelerini çocuğa uyandırmak. İçinde yaşadığı toplumun değerlerine saygılı, bütün insanlığa şefkatle bakabilen, ideal ahlakı özümsemiş, sağlam karakterli, insanlığa hizmet etmeye kararlı, ruh zenginliğine ulaşmış, erdemli kuşakların yetiştilmesi Çocuk Vakfı’nın varoluş sebebidir.” Kuruluş felsefesi ise şu satırlarda dile geliyor: “Çocuk konusu en geniş anlamına medeniyet evreninde kavuşur. Her medeniyet ‘çocuk’la yenilenir. Medeniyet ise varoluşunu eğitimle gerçekleştirir. Medeniyetimizin temel varoluş gerekçesi güzellik, doğruluk, erdem, adalet ve iyilik ilkelerine dayanır. Medeniyetin güzellik fikrini sanatlar ve estetik; doğruluk fikrini inançlar felsefe düşünce ve bilim, iyilik fikrini ise ahlâk sağlar. Analizci değil sentezcidir medeniyetimiz: Bilge şairi Sezai Karakoç’un vurgusuyla, ‘hayatın her safhasında duygularımız,
sayı//12-13// temmuz-ağustos 94
düşüncelerimiz ve davranışlarımızla karşılaştığımız bütüncül bir olaydır medeniyet.’ İnsan bir medeniyet içinde insanlaşabilir. Ve insanın insanlaşması ancak insanla mümkün olabilir. Çocuğun kendini fark etmesi ve gerçekleştirmesi de medeniyet içinde mümkündür. Yeni nesillerde devam etmeyen bir medeniyetin kendini yenileme ve devam etme gücünü bulması imkansızdır. Medeniyet fikriyle yetişen çocuk, medeniyet geleneğiyle ilişki kurduğu gibi, medeniyetin gelecekle kültürel bağını da oluşturur.” YOĞUN FALİYETLER Daha önce Prof. Dr. Aydın Gülan, Beşir Ayvazoğlu, Haşim Vatandaş, Mevlâna İdris Zengin, Yusuf Ziya Özkan’ın yönetiminde olduğu vakfın şimdiki yönetim kurulu ise şu isimlerden oluşuyor: Ahmet Akçakaya, Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili, Doç. Dr. Meliktaş Yasin, Mustafa Ruhi Şirin ve Prof. Dr. Bülent Zülfikar. Çocuk Vakfı’nın çatısı altında bugüne kadar pek çok konferans, panel ve sempozyum gerçekleştirilmiştir. Sadece sempozyumlardan birkaçının başlığını vermek bile vakfın gerçekleştirdiği mühim hizmetlere dikkatimizi çeker: “Çocuk Hukuku Sempozyumu”, “Çocuk Psikolojisi Sempozyumu”, “Çocuk ve Din Sempozyumu”, “Çocuk ve Felsefe Sempozyumu”, “Çocuk ve Kütüphane Sempozyumu”, “Çocuk ve Masal Sempozyumu”, “Çocuk ve Medeniyet Sempozyumu”, “Çocuk ve Müzik Sempozyumu”, “Çocuk ve Resim Eğitimi Sempozyumu”, “Çocuk ve Sinema Sempozyumu”, “Çocuk ve Şiir Sempozyumu”, “Çocuk ve Tarih” Sempozyumu”, “Çocuk ve Tiyatro Sempozyumu”. ŞİRİN’İN HAYAT HİKÂYESİ Çocuk Vakfı’na yardımcı olan, katkıda bulunanlar var. Ama vakfın fikir babası, beyni ve merkezi Mustafa Ruhi Şirin’dir. 1980’li yıllarda kendisiyle tanıştığım Mustafa Ruhi Şirin, 1955 yılında Trabzon’da doğdu. Uğurlu İlkokulu’nu (1967) ve Of Lisesi’ni (1973) bitirdi. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nun Radyo Televizyon Program Uzmanlığı Bölümü’nden 1978’de mezun oldu. 1976’da TUSAŞ’ta memuriyete başladı; 1977’de TRT’nin Ankara’daki birimlerine görev aldı. TRT’nin açtığı prodüktörlük sınavını kazanarak İstanbul Radyosu’na atandı (1981). Radyolar için eğitim ve kültür programları hazırladı. 1984 yılında İstanbul Radyosu Çocuk Yayınları Şef Prodüktörlüğü kadrosu ile çocuk yayınlarını yönetti. Eğitim Kültür Yayınları’nda Müdür Yardımcılığı (1985-1993); Denetim ve Redaksiyon Müdürlüğü (1993-1998) görevlerinde bulundu. 1986-1990 yılları arasında TRT’nin televizyon programlarında çocuk programları danışmanlığı yaptı. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Toplum ve Medeniyet Dersi’nin Çocuk ve Medeniyet
bölümünü 2014’ten bu yana sürdürüyor. 35 yıl çalıştığı TRT’den 1 Aralık 2011’de emekliye ayrıldı; sürekli basın kartı sahibidir. Bir çok kuruluşta jüri üyeliği, proje danışmanı ve sözcülük yaptı. İstanbul Valiliği İstanbul Çocukları Vakfı’nca düzenlenen ve 26-27 Haziran 2000 tarihlerinde gerçekleşen I. İstanbul Çocuk Kurultayı’nın projesini hazırladı ve genel koordinatörlüğünü üstlendi. “Okuyan Şehir Sakarya” (2005, 2006, 2007) projesini hazırladı ve yönetti. Çocuk Vakfı’nın 2007’de hazırladığı Türk Çocuk ve İlkgençlik Edebiyatının Dünya Dillerine Çevrilmesi Projesi’nin Türkiye editörlüğünü sürdürüyor. KİTAPLARI Şirin 1976 yılında başlayan yazarlık çalışmaları ile çocuk dünyasında tanındı. Çocuk kültürü, çocukların medeni, sosyal, kültürel ve ekonomik hakları, çocuk ihmali ve istismarı, güç koşullardaki çocuklar, çocuk ve medya, çocuk edebiyatı alanlarında dergi ve gazetelerde yazılar yazdı, kitaplar yayınladı. Türkiye’de ilki 1987’de yayımlanan üç Çocuk Edebiyatı Yıllığı’nı (198788-89) yayıma hazırladı. Neşredilmiş çocuk kitapları: Masal Mektuplar (mektup, 1983), Gökyüzü Çiçekleri (şiir, 1983), Bir Şemsiyem Olsa Kuşlardan (şiir, 2004), Okula Giden Kedi (şiir, 2012), Dünyanın En Güzel Yeri ( şiir, 2012 ), Harflerin Kardeşliği (şiir, 2012), Kar Altında Bir Kelebek (şiirli masal, 1986), 95
Ş ehir
Dünyaya Gülen Adam adlı şiirli Nasrettin Hoca kitabı üzerine Mısır, Suhağ Üniversitesi’nde Sabri Tevfik Hammam tarafından doçentlik tezi (2007) yapıldı. Mustafa Ruhi Şirin, bu eserlerinin dışında pek çok konuşma yapmış ve çocuk merkezli makaleler kaleme almıştır. Çocuklarla ilgili her haber onun ilgisini çeker, çocuğa verilen her acı onun yüreğini kanatır. Doğu Türkistan’dan Bosna’ya, Filistin’den Kırım’a kadar, Kerkük’ten Suriye’ye özellikle Türk ve İslâm dünyasında akan kan onu üzer, yeryüzündeki bütün çocukların korunmasını ister. Çocuk hakları konusunda çözümler üretir, teklifler sunar.
Guguklu Saatin Kumrusu (sanat masalı, 1989), Her Çocuğun Bir Yıldızı Var (hikâye, 1993), Mavi Rüyalar Gören Çocuk (masal, 2003), Geceleri Mızıka Çalan Kedi (hikâye, 2004), Aşk Olsun Çocuğum Aşk Olsun (deneme, 2004), Dünyaya Gülen Adam (şiirli Nasrettin Hoca fıkraları, 2004). Şirin’in yetişkinlere yönelik kitapları: Çocuk Yüzlü Yazılar (deneme, 1996), Rüya Saati (şiir, 1997), Dünya Bir Lunapark (şiir, 2012), Televizyon Çocuk ve Aile (araştırma, 1998), Çocuğa Adanmış Konuşmalar (konuşma, 1998), Çocukluğun Kozası (araştırma, 1998), Gösteri Çağı Çocukları (araştırma, 1999), Masal Atlası (araştırma, 1998), Kuşatılmış Çocukluğun Öyküsü (araştırma, 1999), Hayat Gibi (günlük, 2001), Yıldız Sayan Ağaç (toplu şiirler, 2002). Dersimiz Çocuk (çocuk üzerine düşünce yazıları, 2006), Çocuk Hep Çocuk (çocuk üzerine görüşler, 2006), Çocuk Edebiyatı Kültürü (araştırma, 2007) Çocuk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış (eleştiri, 2007), Çocuk Yüzlü Yazılar (İz Yayıncılık, 1998), Televizyon Çocuk ve Aile (İz Yayıncılık), Gösteri Çağı Çocukları (İz Yayıncılık, 2006), Kuşatılmış Çocukluğun Öyküsü (İstanbul, İz Yayıncılık, 2006 ) Mustafa Ruhi Şirin, gerek kaleme aldığı kitaplar, gerekse hazırladığı radyo programlarıyla pek çok kere ödüller almıştır. Çocuk edebiyatı ve çocuk hakları kültürü alanındaki çalışmaları Kırklareli Üniversitesi tarafından fahri doktora verilmesine değer bulundu (Mayıs, 2012). Mustafa Ruhi Şirin’in çocukla ilgili araştırma, inceleme ve çocuk edebiyatı eserleri ile ilgili 5 yüksek lisans tezi, çocuk edebiyatı eserlerinin eğitim değeri üzerine Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Yasin Mahmut Yakar tarafından doktora tezi yapıldı (2012), sayı//12-13// temmuz-ağustos 96
ÇOCUKLAR İÇİN YAZANLAR Şirin, sevdiği iki şair hakkında armağan kitap hazırlamıştır. Güneşe Yol Yapan Çocuk’ta Cahit Zarifoğlu’nu, Oyuncak Tren’de ise Sedat Umran’ı anlatan yazar, kendisiyle yapılan konuşmaları Çocuğa Adanmış Konuşmalar adıyla kitaplaştırmıştır. Şairin şiir kitapları, Rüya Saati, Yıldız Sayan Ağaç ve Dünya Bir Lunapark isimli kitaplarda topladı. Çocuklar için uzun yıllar kitaplar yazdı, çizgilerini ise Reha Yalnızcık’a hazırlattı. Antolojiler de hazırlayan Şirin’in Rumence, Makedonca, Azerice, Almanca, Macarca, Özbekçe, Urduca’ya çevrilen bu eserler bugün Türkiye’de de okunmaktadır. Pek çok dergiye hem kendi adıyla hem de Selim Uğurlu, Zeki Kuş, Mümtaz Güleryüz ve Aytaç Yıldız müstear adlarıyla yazılar yazan, konferanslarda tebliğler sunan Mustafa Ruhi Şirin, çocuk edebiyatının Türkiye’de yaygınlaşması ve sevilmesi adına en önemli adımları atmış bir kültür adamıdır. Çocuk Vakfı yöneticileri, Cahit Zarifoğlu ve Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi çocuklar için yazmış olan şairleri de her yıl anmaktadır. 4-7 Mayıs 2016 tarihinde ise Trakya Üniversitesi ile birlikte I. Uluslararası Balkan Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kongresi gerçekleştirilecek. Mustafa Ruhi Şirin’le 1985 yılında yaptığım mülâkat Türkiye gazetesi ile Boğaziçi dergisinde neşredilmişti. Bu konuşmayı Dersimiz Edebiyat kitabıma da almıştım. Yazar orada, “Çocuk edebiyatına ideolojik yaklaşım çocuk hakkı ihlâlidir.” diyordu. Hakkında yüksek lisans, doktora ve doçentlik tezleri yapılan Mustafa Ruhi Şirin’e, “Çocuk Edebiyatı ve Çocuk Hakları kültürü alanında ülke ölçekli çalışmaları” nedeniyle Kırklareli Üniversitesi Senatosu tarafından Mayıs 2012 yılında Fahri Doktora unvanı verildi. Mustafa Ruhi Şirin’in eposta adresi, çocukları ne kadar çok sevdiğini göstermektedir ve şöyledir: dunyaninenkucukcocugu@hotmail.com Vakfın sitesi: www.cocukvakfi.org.tr