Biz’den… “Birbirimize Saygı ve Muhabbet Duymalıyız” “Biz güzeliz, sen de güzelleş, beze kendini Bizim huyumuzla huylan, bize alış başkalarına değil...” Hz.Mevlâna Bir sevda masalı gibi tutkun olmalıyız şehrimize, Sevgi ile birlikte emeğimizi becerimizi harcarsak sevdiğimiz şehre, Hayallerimizi rüyalarımızı paylaşırsak şehrin muhibleri ile, huzurlu ve sakin şehre sahibiz demektir. Sakin şehirler, sadece sesin az olduğu şehirler değil huzurlu yaşanılan şehirlerdir. Sakin Şehrin içinde birikmiş bir kültür deltası vardır. İnsanlarında; Birbirine saygı ve muhabbet, Doğaya karşı sevgi dolu ve dost, Medeniyeti kendisine bırakan ailesine ceddine hürmetli, Geleceğini emanet edeceği gençlerine çocuklarına merhametli, Dünya insanına yaşadıklarıyla örnek, İlim ve bilim için aklını ve emeğini harcamada cömert, İnancının gereğine sadık ve samimi, Evinde sınırsız muhabbet, işinde doğruluk, Arkadaşlarına ve arkadaşlıklarına sadık, Sokağından caddesine ve meydanına kadar yaşanılacak her mekanı tertemiz yapacak kadar duyarlı, Kapısından penceresine çatısından bacasına ayakkabısından gömleğine kadar estetik duyarlığa sahip olmak var ise,
gurubun, farklı inanç guruplarının birlikte beraber yaşadıkları , eğitim gördükleri ticaret yaptıkları, aile bağları oluşturdukları , birlikte vatan savunmasını omuz omuza yaptıkları, birbirlerine ensar-muhacir oldukları, aynı türkülerle duygulandıkları dünyada örnek alınacak bir vatan parçasıdır. Bu nedenledir ki birlikte yaşamanın erdemine varmış toplumumuzda nifak tohumları saçmak isteyenler çok olmuştur tarih boyunca. Tarih boyunca, Trakya ve Anadolu topraklarımızın her karışı bu sebeplerle şehitlerimizin kanı ile sulanmıştır. Şehirlerimizin her biri en kötü dönemlerde bile düşmanın saldırılarına karşı birlik ve beraberlik içinde yaşadıkları topraklarında hiçbir zaman iffetlerine, tarihlerine, inanç değerlerine, dini yapılarına dokundurmadılar. Birlikte savundular ve her defasında yeniden kazandılar bu aziz vatanı. Son haftalarda, ülkemizin bazı şehirlerinde, kütüphanelerimize müzelerimize hepsinden önemlisi camilerimize saldırıp yakıp yıkmaya çalışanlara milli duyarlılıkla yekvücud olarak karşı koymalıyız ve milli iradeye sahip çıkmalıyız ki, önem verdiğimiz Şehirlerimizi ve Kültürümüzü İnsanlık onurumuzu korumuş olalım. Yine yeni bir sayı ile 2015 yılını tamamlıyoruz, Estetik duyarlılık , tarih, kültür, edebiyat, sanat birlik beraberlik bizim hassasiyetlerimiz. Şehir ve Kültür dergisi bu vizyonu ile yayınlanıyor. Her sayının taze bir başlangıç olduğunu biliyoruz. Dergimizle huzurunuza, yanlışlarımızı düzeltip öyle çıkıyoruz.
Kültürlü şehirleri oluşturmuşuz demektir. Milli Şairimiz Mehmet Akif’in şiirinde söylediği gibi;
Hz. Mevlananın deyişi ile;
“İhtiyar amcanı dinlermisin oğlum Nevruz, Ne çok söyle ne büyük söyle. Lafı bol , karnı geniş soyları taklid etme. Sözü sağlam, özü sağlam adam ol ırkına çek.”
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
İfadesi, çocukluktan itibaren ideal bir neslin örnek alacağı karakter modelini önermektedir. Ülkemiz ; Demografik açıdan bir çok etnik
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
“Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 8 12 18
ŞEHİRLER
SAVAŞI
Ersin Nazif GÜRDOĞAN
DERSAADET’TE “FATiH-SÜLEYMANiYE” ULEMÂ SEMTLERi
28
ZAFERDEN HÜZÜNLÜ DÖNÜŞ:
MAHAÇKALE’DEN ERZURUM’A Ali Arslan CAN
Mehmet Kâmil BERSE
2016 TÜRK DÜNYASININ KÜLTÜR BAŞKENTİ:
“ŞEKi”
Nazım MURADOV
ULUĞ BEĞ MEDRESESİ Dr.Kâmil UĞURLU
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu
42 46
BALKANLAR KALKANDELEN/OHRiD/ POÇiTEL/MOSTAR
Yrd.Doç.Dr. Bedri MERMUTLU
OSMANLI (DERSAADET) RESSAMI AMADEO PREZIOSI’DE DENİZ SEVGİSİ VE KAYIKLAR
Mehmet MAZAK Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan,
23 BİLECİK DEVLETİ ÂLİYYE’NİN TÜREVİ / Fahri TUNA 24 DİVAN ŞİİRİNDE ŞEHİR KÜLTÜRÜ ŞEHRİN DUVAR YAZILARI / Prof. Dr. Muhammed Nur DOĞAN
50
TABYALAR VE ŞEHİRLER (ERZURUM TABYALARI) Prof.Dr.Ömer ÖZDEN
32 1891-1892 YILLARI DERSAADET’TE BELEDİYE VE ŞEHİRCİLİK/ Dr.İsmail DEMİRBAŞ 36 KÜLTÜRÜ VE MEDENİYETİ CEMİL MERİÇ’LE ANLAMAK / Recep GARiP 38 KARS’TAN ANADOLU’YA YAYILAN KOLONİZATÖR DERVİŞLERİN PİRİ; EBU’L HASAN HARAKÂNÎ HAZRETLERİ/ Çiğdem GÜRSOY 58 ŞEHİR ARTIK O ŞEHİR DEĞİL / İsmail BİNGÖL 62 SARAYBOSNA’DA/Vedat SAĞLAM 65 DÎ VE FERDÂ (DÜN VE YARIN) / Özge Senâ BİGEÇ 66 SÜLEYMANİYE GÜZELLEMESİ / Ekrem KAFTAN 71 DUA / Kâmil UĞURLU
54
İSTANBUL- FATİH’TE DEĞİŞEN MAHALLE KÜLTÜRÜMÜZ TESPİTLER, HEDEFLER, SONUÇLAR Hasan SUVER
72 ANTİK DUVAK AGORA-İZMİR / Mehtap ALTAN 74 İKİ MEZARTAŞININ ÖYKÜSÜ / Hulûsi ÜSTÜN 76 BİR İSTANBUL/ÜSKÜP GÜZELLEMESİ: BİTMEYEN ŞARKISI, GÜZEL: İSTANBUL / Yıldırım AĞANOĞLU 78 HARABE ŞEHİRLERİN ÇIĞLIĞI / Muhsin İlyas SUBAŞI 80 ŞEHİRDEN DEVLET’E HİLAFET KURUMU/ FERD VE DEVLET / Prof. Dr. Ali ARSLAN* 84 ARŞİV BELGELERİNDE KUR’AN-I KERİM / Dr. Önder BAYIR 86 SAKARYA’DAN ADAPAZARI’NA / Mustafa UÇURUM
68
OKUMAK MEDENÎ BİR İHTİYAÇTIR Sabri GÜLTEKİN
Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof. Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof. Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof. Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL.
88 “ONİKİNCİ GECE” -Tiyatro- / Yasin ÇETİN 90 15. SAYIYA KADAR ŞEHİR VE KÜLTÜR DERGİSİ BİBLİYOGRAFYASI / Değerlendirme: Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV 94 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ: YEŞİLAY / Mehmet Nuri YARDIM Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70
SIL SAVAŞ SANAL GİBİ GÖZÜKSEDE, KUDÜS İLE KAHİRE ARASINDADIR. Yirmibirinci yüzyıl ülkelerin yüzyılı değil, şehirlerin yüzyılı olacak. Kare dünya da, ülkelerden daha çok şehirler yarışacak ve savaşacak. Yüzü Kudüs’’e dönük olan ve peygamberlerin değerlerini bugüne taşıyan şehirler, barış şehirleri olacak. Yüzü Kahire’’ye dönük olan ve firavunların değerlerini bugüne taşıyan şehirler, savaşlarla yaşayacak.
ŞEHİRLER SAVAŞI Kare dünya da, ülkelerden daha çok şehirler yarışacak ve savaşacak. Yüzü Kudüs’’e dönük olan ve peygamberlerin değerlerini bugüne taşıyan şehirler, barış şehirleri olacak Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
Savaş şehirlerinin barış şehirlerine dönüşmeleri için, her şehrin Kudüs yanının zenginleştirilmesi gerekir. Şehirlerin Kudüs yanına yeni boyutlar kazandırmadan, dünyadaki savaşların önüne geçmek mümkün değildir. İktidar savaşı denilince, akla gelen kentlerin başında Şam yer alır. İktidar olmak için asırlardır Şam Medine ile savaşır. Şam’’ın iktidar savaşı, Habil ve Kabil ile başlayan güç çatışmalarının en acı halkalarından biri olur. İktidar olmak için, insanları öldürmeye doymayanların savaşı, Şam’’da devam ediyor. İktidarın adaletle değil, savaşla korunduğuna inananlar, dünyaya yağmur gibi ölüm yağdırıyorlar. Kıbrıs ve Kırım yüzyıllarca Anadolu’nun Akdeniz ve Karadeniz’deki medeniyet kaleleri oldular. Gül bahçesi Kırım’dan Anadolu’ya gül tohumları saçıldı, gül fidanları dikildi. Kırım 1.500, Anadolu da 1,000 yıllık Türk ülkesidir. Fatih, Kırım’ı Anadolu ile bütünleştirdi. Yavuz’un eşi Giray Han’ın kızıdır. Kanuni Kırım’da Sancak Beyliği yaptı. Bu üç büyük sultan, en uzun ömürlü Türk Devleti Osmanlı’nın temellerini sağlamlaştırdı ve üç kıtaya açtı. BARIŞI SAĞLAMAK İÇİN, KIRIM VE KIBRIS BARIŞI ÖNEMLİDİR. Anadolu başının üstünde Karadeniz, ayaklarının altında Akdeniz, Yunus’un savaş fırtınalarını, barış rüzgarlarına çevirdiği coğrafyadır. Akdeniz’de Kıbrıs, Karadeniz’de Kırım, yüzmeyen büyük uçak gemisi konumlarıyla, dünya barışının bekçileridir. Kıbrıs ve Kırım, medeniyetlerin birbirleriyle savaştığı adalardan, birbirleriyle buluştuğu adalara dönüşmelidir. Bunun için, Kıbrıs ve Kırım’ın, acılarla dolu, gözyaşlarıyla yoğrulmuş tarihleri, tekrar tekrar yazılmalıdır.
*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//16-17// kasım - aralık 4
Türklerle Ruslar arasındaki çatışmalarda, en büyük bedeli Kırımlılar ödedi. Kırımlıların topraklarına el konuldu, yüzbinlerce Kırımlı, Cengiz Dağcı’nın romanlarında ayrıntılı olarak anlattığı gibi, ülkelerinden sürgün edildi. Kırım sevdalısı Mehmet Kamil Berse’nin öncülüğünde
Mayıs ayında“Kırım sürgünü 71. Yıl Anma ve Kırım Programı” düzenlendi. Stalin döneminin yaraları hiç kapanmayan sürgünü, yollarda hayatlarını kaybedenlerin yüzbinleri bulmasıyla, büyük bir soykırıma dönüştü. Rusya hep bu görüntülerle hatırlanan bir ülke olarak tarihteki yerini aldı. YAHYA KEMAL’İN SINIRLARI Yahya Kemal’e benzeterek söylenirse, Turan ülkeleri için, Batı’da nehir Tuna ,dağ Balkan, Kuzey’de nehir idil ,dağ Ural, Doğu’da nehir Ceyhun, dağ Kaşgar’dır. Türkler dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, vatanlarını yanlarında taşırlar. Onların vatanları yanlarında taşıdıkları; “Kutadgu Bilig”tir. Cengiz Aytmotov’u, Şehabeddin Mercani’si, Mehmet Akif’i ile Turan ülkeleridir. İsmail Gaspıralı’nın “Dilde birlik, fikirde birlik, işde birlik” rüyasını gerçekleştirdiler. Turan ülkeleri, sınır taşlarının olmadığı kare dünyada, her kıtada kendilerini konumlandırmadan Asya ve Avrupa’daki konumlarını koruyamazlar. Fetihler med cezir dalgalarına benzerler. YENİ FATİHLER ÜNİFORMALILAR DEĞİL, FORMALILARDIR. Her kuşak tarihi yeniden yazmak, yeniden yorumlamak ve yeniden inşa etmek zorundadır. Zaman içinde tarihin olguları değişmez, algıları değişir. Tarih sürekli yorumlanarak küllerinden arındırılır. Tarihin ilk yüzyıllarından beri, barış dönemleri, savaş dönemlerinden çok daha kısa olmuştur. Her ülke, barış isteyen ülkenin, savaşa hazır olması gerektiğine inanmıştır. Barış savaşa verilen hazırlık arası olarak görülmüştür. Bunun için, dünyada barışın sonu geliyor, savaşın sonu gelmiyor. Büyük Osmanlı Devleti’ni parçalayan, üzerinden tam bir yüzyıl geçen, birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da beklenmeyen bir savaş değildi. Ancak yol açtığı yıkım, yok ettiği insan kaynakları çok büyük oldu. SULTAN ABDÜLHAMİD POLİTİKASI Sürekli geliştirilen savaş gemileri, tanklar, uzun menzilli toplar, makinalı tüfekler, yüzyıl önceki savaşta, geçmiş yüzyıllarda benzeri görülmeyen, büyük kan ve gözyaşı gölleri oluşturdu. Sultan Abdülhamid’in eşsiz bir diplomatik ustalıkla koruduğu, Avrupa ülkeleri arasındaki dengeler yitirildi. Hicaz Demiryolu gibi, altyapı ve köklü eğitim yatırımları aksadı. Sultan’ın kırk yıllık barış ülkesi, savaş ülkesine dönüştü. Büyük Osmanlı coğrafyası kırk parçaya ayrıldı. “Abdülhamit Barışı”nı kavramadan, “Çanakkale Savaşı”nı kavramak mümkün değildir. Abdülhamid’i Anadolu insanının
gündemine taşıyan Necip Fazıl’ın vurguladığı gibi: “Abdülhamid’i anlamak herşeyi anlamak olacaktır.” Abdülhamid’i devlet yönetiminden uzaklaştıran İttihatçıların elinde, ülkenin mali yapısı çöktü. İttihatçılar Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da başarısızlığa uğradılar. Ülkede haksızlıklar, yolsuzluklar her yere yayıldı. Devletin güçsüz düştüğü bir dönemde, İttihatçıların oldubittisiyle, Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında savaşa sürüklendi. İngiltere ve Fransa Çanakkale’de Almanya’yı durdurdu, Osmanlı Devleti’ni parçaladı, kendileri de parçalandılar. Anadolu insanının tarihi, “Çanakkale Öncesi” ve “Çanakkale Sonrası” olmak üzere ikiye ayrılır. Çanakkale’den önceki yıllar, Abdülhamid’in barış yılları, sonraki yıllar ise İttihatçıların savaş yıllarıdır. Sultan’ın barış yıllarında devletin bütünlüğü korunmuş, hayatın her alanında köklü dönüşümlerin temelleri atılmış, uzun dönemli yenilenme süreci başlatılmıştır. Abdülhamid’i yönetimden uzaklaştıran İttihatçıların savaş yıllarında ise, koskoca Osmanlı, kırk devlete bölünmüştür. Tarihin her döneminde savaşlar yıkıcı, barışlar yapıcı olmuşlardır. Bunun için, Barış Sultanı Abdülhamit: “Savaş yalnız sınırlarda olmaz. Savaş bir milletin topyekün ateşe girmesidir. Eğer bu bütünlük sağlanmamışsa, zafer tesadüfi, yenilgi kaderdir” demektedir. Savaş devletten barış milletten güç alır. Savaşı başlatmak değil, barışı yaşatmak önemlidir. Savaş devletten barış milletten güç alır. Kanatlarından biri akıl, biri gönül olan barış güvercini, kare dünyanın bütün şehirlerinde sevgi ve saygıyla karşılanır. 5
Ş ehir
ASIL DİKTATÖRLER Dünya barışı için, bütün ülkelerin yöneticilerinin akılları, hem başlarında, hem gönüllerinde olmalıdır. Yönetiler akıllarıyla aldıkları kararları, gönülleriyle uygulamazlarsa, doğru savaşlardan daha çok savaşın doğrularının peşinde koşarlar. Doğu’da ve Batı’da, yalnızca askerlerin değil, sivillerin de yaşamaları ve ölmeleri, Obama, Putin, Merkel ve Blair gibi, Güvenlik Konseyi’nde yeralan ve almayan ülkelerin yöneticilerinin aldıkları kararlara bağlıdır. Savaş kararını seçmenler değil, seçilen ya da seçilmeyen devlet yöneticileri verir. “Seçilmiş krallar”, Suriye, Ukrayna ve Filistin’de, insanlar yaşasınlar derlerse, kimse ölmez, ölsünler derlerse, genç yaşlı milyonlarca insan ölmekle kalmaz, herşeyini kaybeder. Savaş sözkonusu olursa, Türkiye dışında dünyanın hiçbir yanında eli kirlenmemiş devlet yoktur. İnsanlığın beş bin yılı bulmayan tarihi, savaşlarla yazılmıştır. İnsanlık tarihi boyunca savaşsız geçen bir yüzyıl yoktur. Bunun için Hegel, “Savaşlar tarihin ebesidir” yargısına varır. Nietzsche savaş övgüsünü daha ileri boyutlara taşır: “Gerçek ve iyi bir sınav savaştır, doğruyu söylemek gerekirse, bu hayal edilebilecek en yansız ve adil bir yarışmadır” değerlendirmesini yapar. BATI İSLAM’A KARŞI AMA, İSLAM’SIZ OLMAZ Demokrasi Batılıların tekelinde değildir. Batı dünyası, ‘’Atina’’ demokrasisini bildiği kadar, ‘’Medine’’ demokrasisini de bilmelidir. Ortadoğu’’da, Uzak Asya’’dan gelen ve Küçük Asya’’ya yerleşen Türklerin, zengin tarihini anlamadan, İslam dünyası anlaşılmaz. İslam’’ın doğuşunda olduğu gibi, olağanüstü bir hızla büyüyen Osmanlı Devleti, Doğu ile Batı’’nın hem yarıştığı, hem de savaştığı bir ortak coğrafya oldu.
sayı//16-17// kasım - aralık 6
Asya, Avrupa ve Afrika’’nın odak coğrafyasının bin yıllık tarihi, Hristiyanlık ve Müslümanlık çevresinde yoğunlaşan, Doğu ve Batı ülkelerinin kimliğini inşa etti. ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI ORTADOĞU’DAN MI BAŞLAYACAK? Nükleer silahların da yer alacağı, topyekun bir savaş, bilinen dünyanın sonu olacağı için, bütün ülkelerin Ortadoğu’da akan kanı durdurmaktan başka seçenekleri yoktur. Bir atom bombası New York’u haritadan siler. Üçüncü Dünya Savaşı’nda her kent bir Hiroşima olur. ORTADOĞU’DA GÖÇ ÇİLESİ Amerika dünyanın bütün denizlerini denetim altında tutan, uçak ve savaş gemileriyle, “Ortadoğu Cenneti”ni “Ortadoğu Cehennemi”ne çevirdi. Türklerin 1517’den 1917’ye kadar özenle korudukları “Ortadoğu Barışı” buharlaştı. Emevilerin, Abbasilerin, Osmanlıların şehirleri yakıldı yıkıldı. Türklerin, Ortadoğu’dan çekilmesiyle, bozulan uyum ve düzeni, Bölge ve Avrupa ülkeleri yeniden kurmakta büyük bir başarısızlığa uğradı. Amerika’nın Irak’ı işgali, Ortadoğu’nun kalbine, iki yanı keskin zehirli bir kılıç gibi saplandı. Ortadoğu bin yıldan bu yana, onlarca farklı din, mezhep ve etnik kökenden insanlara kapılarını açmış, yerin altı kadar yerin üstü de, zengin olan bir coğrafyadır. Peygamberler ülkesi Ortadoğu, son yıllarda Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler arasındaki yıkıcı iktidar çatışmalarının ağırlık merkezi oldu. Mekke sözlü, Medine yüzlü Kudüs, Ortadoğu’nun, “Yunus izli Mevlana çizgili” birlikte yaşama kentidir. Kudüs’te çatışma olursa,
Ortadoğu’da uzlaşma olmaz. Bağdat ağlarsa Şam gülmez. YENİ TÜRKİYE Düşünce ve şiiriyle, ‘’Anadolu’’nun Dirilişi’’nin yol haritasını ve stratejik planını hazırlayan Sezai Karakoç’’un vurguladığı gibi: ‘’Anadolu’’nun bir kaderi var: Doğu ile Batı’’nın karşılaştığı yer olmak.’’ Anadolu tarihi boyunca, Asya’’dan Avrupa’’ya giden Türk kervanlarının, ortak akıl ve gönül merkezinin, değişmeyen kervansarayı oldu. Anadolu zaman zaman çatışan, zaman zaman uzlaşan, Doğu ve Batı dünyasının, yeni açılımlar yaptığı, kadim coğrafyadır. Eski Anadolu’’da bir girişimci İstanbul’’dan Şam’’a, Bağdat’’a, Kudüs’’e, Kahire’’ye ya da Selanik’’e, Sofya’’ya, Belgrad’’a, Saraybosna’’ya gittiğinde hiç yabancılık çekmezdi. Bu kentlerdeki ekonomik ve kültürel hayat, birbirine çok benzerdi. Anadolu’’daki bir aydınla, Orta Doğu Kafkaslar ve Balkanlardaki bir aydının, düşünce ve eylem dünyası birbiriyle örtüşürdü. Toplumun bütün kesimleri, Doğu’’nun ortak bilgi kaynaklarından beslenirdi. ASIL MİKSER İSRAİL’İN SESİ KUDÜS’TE ÇIKIYOR Amerika’’nın Orta Doğu’’nun kalbindeki silahlı gücü İsrail, hukuk ve etik tanımayan savaş stratejileriyle, Orta Doğu’’yu dehşet verici bir kan denizine dönüştürdü. Kan denizi, yalnızca İsrail’’in değil, bölge ülkeleriyle birlikte, bütün dünyanın geleceğini tehdit ediyor. Filistinliler, Ürdünlüler, Lübnanlılar, Suriyeliler, Iraklılar, Mısırlılar ve Körfez ülkeleri, kendilerini barış adasına taşıyacak, kurtarıcı bir Nuh’un Gemisi bekliyorlar. Bütün ülkeleriyle İslam dünyası, doğum sancıları mı, ölüm ağrıları mı, ne olduğu tam olarak kestirilemeyen, büyük acılar çekiyor. Doğusu ve Batısıyla kare dünya, savaştan elini çekerek, barışı doğurmasını bir türlü başaramıyor. Barışın savaşa gitmesi yetmiyor, artık savaşın da barışa giderek, ortak bir buluşma ve tartışma platformu oluşturması gerekiyor. Bu platform, İslam dünyasını ‘’kan’’ yerine, ‘’ter’’ dökmeye çağıracak, yeni bir Nuh’un Gemisi olmalıdır. Demokrasiler dayandıkları tarihsel kaynaklarla, geleceklerine ışık tutarlar ve yön gösterirler. Bu bağlamda, Batı dünyası Atina’’yı, İslam dünyası Medine’’yi referans alır. Dünyanın her yerinde, akan kanlar, dökülen gözyaşları ve ansızın gelen ölümler karşısında, kimsenin yüreği sızlamıyor, kimse kılını kıpırdatmıyor. Değişik biçimlerde gelen ölümlerle, insanlık büyük bir sessizliğe gömülüyor. Bütün Şehirler Yunus’a muhtaç ‘’Ölürse tenler ölür, ruhlar ölmez’’ diyen, Yunus’’un
dünyasında, bırakın bir insanı kırmayı, bir gönül kırmanın bile, iki dünyada kapanması çok zor ve çok güç hesabı vardır. Ölümün insana hem çok yakın, hem çok uzak olduğu dünyada, bir insanı kırmakla, bütün insanlığı kırmak arasında bir fark olmadığı gibi, bir insanı korumakla, bütün insanlığı korumak arasında da bir fark yoktur. Dünyadaki hiçbir kazanç ya da kayıp bir insan hayatının karşılığı değildir. Dünyada ölmeden önce ölmesini bilmeyenler, dünyanın her yerinde birbirini izleyen savaşları ve ölümleri önleyemezler. TÜRKİYE’NİN YAPMASI GEREKEN Türkiye’’nin üzerinde, karabulutlar gibi dolaşan yerel ve küresel sorunların, üstesinden gelebilmesi için, yıldan yıla ürün, hizmet ve bilgi üretme gücüne, yeni boyutlar kazandırarak, küresel pazarlara açılması gerekir. İthalatçı Türkiye’’yi, ihracatçı Türkiye’’ye dönüştürecek kurumsallaşmış kurum ve kuruluşların sayısını her yıl belirli bir hızda çoğaltmadan, Türkiye’’nin dünya politikasındaki ağırlığını artırmak mümkün değildir. İnsanlar, kurumlar, kuruluşlar ve ülkeler ürettikleriyle değerlendirilirler. Kare dünyada coğrafya belirleyici olmaktan bütünüyle çıktı. Ülkelerin iç ve dış politikalarını coğrafyaları belirlemiyor. Çin Amerika’’ya komşu oldu. Amerika’’daki yabancı öğrencilerin başını Çinliler çekiyor. MBA programları ve HBR’’nün Çincesi, Çin’’de büyük ilgi görüyor. Kare dünyanın yolları, küre dünyanın yollarından daha hızlı ve daha akışkandır. 7
Ş ehir
BDÜLAZİZ BEKKİNE EFENDİ Hz. Abdülaziz Bekkine Efendi 1313, Milâdi 1895 yılında İstanbul Mercan’daki evlerinde dünyaya geldi. Tasavvufta bir derviş olan babası Kazanlı tüccar Halis Efendi’dir. Abdülaziz Efendi, çok küçük yaşlarda Tahsiline İstanbul’da Kaptanpaşa Camii İmâmı Halil Efendi’den başlamış, daha sonra Dâr-üt Tedris’e gitmiştir.
DERSAADET’TE
“FATİH-SÜLEYMANİYE”
ULEMÂ SEMTLERİ
Dersaadet’te ulema semtleri; Güzel İstanbul’umuzun tarihi yarımadadaki Fatih-Süleymaniye semtleri asırlardır âlimler,ârifler, bilim adamlarının yetiştiği ders verdiği, kendilerinden sonraki âlimleri yetiştirdikleri uhrevî semtlerdir. Bugünde bu misyonunu korumaktadır. Asırlardır bu sokaklarda ve mahallelerdeki evlerde İlim ve İrfan dersleri verilmiş-alınmış, evlerin sokakların duvarlarına taşlarına bu güzellikler yansımıştır.Gücüm yettiğince Ulema semtlerinin alimlerini tanıtmaya gayret ediyorum.
Mehmet Kâmil BERSE
Çocukluğunun bir bölümünü İstanbul’da geçirdikten sonra 1910’larda ailesiyle beraber ev ve arazilerinin bulunduğu memleketleri Kazan’a giderler. Burada bir müddet kaldıktan sonra Buhara’ya geçerek orada beş sene ilim tahsili ile meşgul olur ve buradan tekrar Kazan’a döner. Kazandaki günlerinden bahsederek şöyle dermiş; “Beş altı yaşımdan itibaren seherden sonra hiç uyumadım. Babam bana hiç iş vermezdi. ‘Sağlığımda dinlen evliya, benden sonra çalışırsın.’ derdi.” Talebelere ve sohbet meclislerine ayrılmış otuz odalı geniş evlerindeki saadetleri babalarının vefatıyla gölgelenir. Bu sıralarda Rus İhtilali de olmuştur. Abdülaziz Efendi, kardeşlerini de alarak 1921’lerde tekrar İstanbul’a döner. İki anneden olma on ikisi kız üçü erkek onbeş kardeşi vardır. Erkek kardeşleriyle beraber Asmaaltı’nda bir dükkan açmışlarsa da bu ticaret meşgalesi çok kısa sürmüştür. Çarşıkapı’daki Bayezid Medresesi’ne devam etmişlerdir. İmamlıkta ilk vazifeleri Beykoz’da, daha sonra ise Aksaray’da bir camide olmuştur. Bundan sonra sırası ile Yazıcı Baba, Kefeli ve Zeyrek Çivizade Ümmü Gülsüm Camii’nde İmam-Hatiplik hizmetinde bulunmuştur. Zeyrek Camii’ndeki vazifesi on üç sene kadar devam etmiştir. Kazan’dan İstanbul’a döndükten sonra İstanbul’da mevcut pek çok tekkeyi ve şeyh efendiyi ziyaret etmiştir. Nihayet medrese arkadaşı Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh vasıtasıyla Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (ks.) ile tanışarak aradığını bulmuştur. Hemen aynı yıl henüz yirmi yedi yaşlarında iken mânevî ilimlerde irşad selahiyeti ile Râmûzü’l-Ehâdîs’i okutma icâzeti almışlardır. Hayatımda manzum olacak hiçbir şey söylemedim, yazmadım. Müsaade de etmediler. Çünkü bir gün halvette o kadar çok şey söylemek geldi ki içimden, geleni yazmaya başladım. Herhalde kasîde olarak kitaplar dolacak kadar. Elimi ağzıma koydum, kapattım ve bekledim. O anda bir kaç söz ağzımdan döküldü. Hayatımda bütün halvetlerim içerisinde bir tek bir cümle ağzımdan çıktı. ‘Cemâlullah nurudur, nûr-ı cemâlin Yâ Resûlallah’ dedim. Tam o sırada Şeyh Efendi kapıdan içeriye girdi, yanıma gelerek ‘yut,
sayı//16-17// kasım - aralık 8
yut, yut’ dedi. Ondan sonra artık ağzımdan bir şey çıkmadı.” Kendisi Hz. Ali Efendimiz’i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Öne doğru eğik olarak, elleri arkasında bağlı, kendilerine has bir yürüyüşü vardı. Genellikle arabaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi. Kendisinden evvel postnişîn olan otuz yaş kadar büyüğü Hasib Efendi hazretlerinin “Evi tekkedir, işi Allah iledir.” dediği Abdülaziz Efendi, Binlerce talebe yetiştirmiş, Râmûzü’l-ehâdîs’i de defalarca okutmuştur. NUREDDİN TOPÇU NUN MÜRŞİDİ İDİ Doktorasını Sorbon’da Felsefe dalında yapmış bir kişi olan Nureddin Topçu, bir arkadaşının vasıtasıyla onun sohbetine katılır, gece yarısı oradan ayrılırlarken daha dış kapıdan çıkmadan Topçu duraksar ve arkadaşına “Yahu, tekrar içeri girsek ayıp olur mu?” deyiverir. Nureddin Topçu’nun Aziz Efendi hazretlerine muhabbeti ve bağlılığı bu görüşmeden sonra artarak devam eder. Merhum Topçu, birgün, “Hocam çok gafiliz.” der. Aziz Efendi; “Tabi gafil olacağız, gafil olmazsak hiçbir şey yapamayız.” diye cevap verir. Aziz Efendi’nin hastalığı sırasında bir gün Nureddin Topçu yelpaze ile serinletmektedir. Hocaefendi “Senin işin yok mu?” der. Topçu da, “Yok, Efendim.” deyince bu sefer Aziz Efendi; “ Bundan daha iyi iş mi olur?” diyerek mürşide hizmetin takdire şayan bir iş olduğunu ifade eder. Hocaefendi, hutbelerinde ellerine herhangi bir kitap alır, fakat irticâlî konuşurlarmış. Zeyrek Camii’nin arka tarafında genişçe bir bahçe vardır. Orada, bir köşede bir setin üzerinde yetişmiş bir incir ağacı altında, yaz günleri tatlı bir serinlik içinde küçük cemaat gruplarıyla sohbet ederlermiş. Yahut da evinin alt katındaki büyükçe odada. Her iki yer de geniş bir perspektiften Süleymaniye’yi görüyor. Bir insanda bir arada bulunması zor olan üç haslet onda mevcuttur: Feragat, sadâkat ve kanaat. Kapısına gelenlere vakit ayırmadaki cömertliğinde eşsiz! Gece vakti hangi saatte olursa olsun “Sohbet olan odada ışık varsa kapıyı çalıp girebilirsiniz!” dermiş. 1949 senesinde Hasib Efendi’nin Hakk’a yürümesinden sonra postnişîn olan Abdülaziz Efendi gece gündüz kapısını sevenlerine ve ziyaretçilerine açık tutmuş, oldukça sınırlı bir zamanı olduğunu bilircesine irşad vazifesini yerine getirmede olanca gayretini göstermiştir. Kendisine gelenlere bir seçim yapmalarını tavsiye eder, “Bir kapı her kapı, her kapı hiç kapı!” dermiş. Gerçekten seçmesini bilmeyenler, her zaman, seçilmişlerin değerini anlamada ve yerlerini
belirlemede güçlük çekerler. Abdülaziz Efendi, o zamanın entellektüeli, üniversite mensupları ve talebe gençlerle çok yakından ilgilenmiş, namaz kılsın kılmasın hatta itikadî meselelerde zayıf da görse herkesle görüşmüş evinde uzun sohbetlerde bulunmuştur. Üniversite gençliğine bilhassa, evinde hizmetten zevk duymuş, onlara himmetini esirgememiştir. Sorularını cevaplayıp sorunlarını çözmeye çalışmıştır. O devrede Hocaefendi’nin sohbetlerine devam eden biri şunları söylüyor: “O zamanlar biz gençler olarak Aziz Efendi’ye giderdik, alnımızı secdeye getirdi. Üniversitede bize her yönden destek olan, bize istikamet veren, bizi müsbet hamlelere iten çok önemli, çok değerli, çok muhterem bir zâttı. ‘Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.’ sözü onundur.” Aziz Efendi’nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii, sadece bir cami olarak değil aynı zamanda bir ilim ve fikir müessesesi olarak da ikinci bir işlev üstlenmiş, hizmet aşkıyla yananların istişare ve istifade merkezi olmuştu. Kendisi zengin bir aile çocuğu olduğu halde babasından kalanların hemen hepsini dul kardeşlerine bağışlamış, yalnızca imamlık maaşı ile ailesini, dört çocuğunu geçindirmiştir. Aziz Efendi o zamanlar Zeyrek Camii’nde imamdır. Maaşı 19 lira. Bu nedenle çocuklarının iaşesi için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş, her gün hale gider, pazar dağıld ıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirir, keçilerini beslermiş. Osman N. Çataklı Bey şöyle anlatıyor: Para meselesinde tahmin edilemeyecek kadar hassas idi. Bir zamanlar cami tamire muhtaç hale gelmişti. Tavandan kumlar dökülüyordu. Bu durum
9
Ş ehir
üzerine bir arkadaşımız Hocaefendiye namazdan çıktıktan sonra evin kapısında şöyle bir teklifte bulundu: “Efendim biraz para toplayalım da camiyi tamir edelim!” Hocaefendinin bu teklife cevabı şu oldu: “Bak evlâdım, Şeyh Efendi (Mustafa Feyzi Efendi) derdi ki: ‘Para ateştir, ateşe de Rufaîler karışır.’ Bizim para ile işimiz yok. Siz işinize bakınız. Bir Müslüman çıkar camiyi tamir eder.” Kendi başından geçen bir hadiseyi ise şöyle naklediyor bir yakınına: “Arada bakkaldan borç alıyorduk, birgün dedim ki: ‘Vereceksen ver yâ Rabbi!’ Evde hiçbirşey yoktu. Hanım yukarıdan seslendi ‘Efendi, bu cübbenin cebinde 50 lirayı sen mi unuttun?’, ‘yok’ dedim, ‘çıkar da kullanalım’. O zaman 50 lira çok para çünkü maaşım o kadardı.” Yine sevenlerinden biri Hocaefendi’nin tevekkülü konusunda şöyle bir misal anlatıyor: “Bahçede incirin altında oturuyorduk. Bu sırada yedi yaşındaki küçük kızı Meryem zor taşıdığı bir sepetle geldi. Hocaefendi, ‘Getireni gördün mü?’ diye sordu. ‘Hayır baba’ deyince ‘Koş bak, kimmiş?’ dedi. Meryem koşarak gitti. ‘Görmedim, kapıda birisi, ‘bunu al’ dedi ve ‘kayboldu, gitti.’ dedi. Ben şöyle bir baktım erzak getirmiş. Hocaefendi bana, ‘Şu anda evde çocukların ve ailemin yiyeceği bir lokma yoktu.’ dedi. Bu kadar teslim olmuştu.” Abdülaziz Efendi hazretleri otuz dokuz yaşlarında iken evlenmiş ikisi kız, ikisi erkek olmak üzere dört çocukları dünyaya gelmiştir. Vefakâr zevcesi Şazimet Hanım, zevci hakkında, “On sekiz senelik evlilik hayatımızda hiç bir geceyi tamamen sayı//16-17// kasım - aralık 10
uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul olurlardı.” demiştir. Öğleden önce vakit bulurlarsa kaylûle uykusu uyurlarmış. Buna rağmen esnedikleri veya uyukladıkları vaki değilmiş. Güzel ahlâkın bütün inceliklerine sahiptir Aziz Efendi (ks.). O sünnet-i Seniyye’den hiç ayrılmamıştır. Aziz Efendi’nin sofrasında muhakkak misafir bulunurmuş. Yemekte çok latîfe eder, çekingen davrananların ağızlarına kaşığı ile yemek verirmiş. Bir gün kendisine, “Efendim, bu tekke âdâbında sorular dilden mi, yoksa gönülden mi sorulur?” diye sual edilince, “İkisi de olur, ama biz gönül yolunu tercih etmişiz.” demiştir. Her insanda Allah’ın sıfatlarının tecellileri vardır. Aziz Efendi’yi tanıyanlar onda “Celâl” sıfatının daha çok tecellî ettiğini söylüyorlar. Fakat bu celâlin altında cemâlin tebessümü gizlidir. Çünkü o, gayet hoşgörülü, mütebessim, kusur aramayan, mütevazi bir kimsedir. Celal Hoca diye mâruf rahmetli Celaleddin Ökten’in Mehmed Zahid Kotkurahmetullahi aleyh ile devam eden sıkı bağı ve gönül dostluğu Abdülaziz Efendi hazretleri ile başlamıştır. Aynı ailenin ikiz evladı gibi Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zahid Efendi birbirlerini çok severlermiş. Onun müdavimlerinden biri olan merhum Nureddin Topçu’nun Mürşidi Abdülaziz Bekkine hazretlerinin vefatı üzerine kaleme aldığı yazısının ilk paragrafı hayli duygu yüklüdür: “Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile ilâhî bir emir birleşmiş gibiydi.
Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberâne sakalının üstünde nâmütenâhiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra, sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım.” Abdülaziz Bekkîne hazretleri, 1952 Ağustos’da ilk haccı sonrasında rahatsızlanır. 2 Kasım 1952’de Pazartesi öğle vakti civarı genç denecek bir yaşta, 57 yaşlarında iken hakka yürür. FatihSüleymaniye Ulema Semtlerinden bir başka yıldız daha Hakka kavuşmuştur.Mezarı Edirnekapı Sakızağacı Şehidliği’nde medrese arkadaşı Hasib Efendi hazretleri ile yanyanadır. HATTAT MUSTAFA RAKIM EFENDİ Türk hat sanatının en büyük isimlerinden olan Mustafa Rakım 1757’de Ünye’de doğdu ve 1826’da İstanbul’da öldü. Hatatlığı kendisi gibi önde gelen bir hattat olan ağabeyi İsmail Zühdü Efendi ile Derviş Ali’den öğrendi. Aynı zamanda ressamdı ve Üçüncü Selim’i tahta çıktığı sırada gösteren bir de tablo yapmıştı. Osmanlı tuğrasını da derleyip ölçülü bir şekle sokan Mustafa Rakım çok sayıda levha ve kitabenin yanısıra Tophane’deki Nusretiye Camii’nin kuşak kitabelerine de imzasını attı. Vasiyeti gereğinde Karagümrük’e defnedildi ve türbesi eşi Emine Hanım tarafından inşa ettirilip sonradan medrese haline getirildi. Aslen Ordu Ünye doğumlu olan Mustafa Rakım Efendi, ilk eğitiminden sonra İstanbula geldi. Ağabeyi İsmail Zühdü efendinin yanında medrese tahsili gördü aynı zamanda sülüs ve nesih meşkederek 12 yaşında hattan icazet aldı. Resimle ilgilendi ve önemli bir ressam oldu. Kendisine Râkım mahlası verildi. Sülüs ve nesih yazıların inceliği için III.Derviş Alinin derslerine devam etti. Hat üzerinde çalışmaları ve başarısı kendi akranları arasında ön plana çıktı. Sarayda devlet adamlarının çocuklarına Hat sanatını öğretmeye başladı. Rakım Efendinin yaptığı bir resim Reisül küttab Ebubekr Ratip Efendi vasıtasıyle 3.Selime takdim edilince Padişah tarafından Müderrislik payesi ile ödüllendirildi. 2.Mahmudun Padişahlığı döneminde kendisine Hat dersleri verdi. Sikke-i hümayun ve Tuğra tanzimi vazifesi verildi..2.Mahmud onun sayesinde iyi bir hattat oldu..1809 da molla unvanıyla İzmir, 1814 te Edirne, Mekke. 1818 de İstanbul kadılığı, 1823 te Anadolu kazaskerliği yaptı.
hattatlara yeni bir tarz miras bıraktı. Eserlerinin bulunduğu mekanlar; Fatih Nakşidil Sultan Türbesi haziresi Akdeniz ve Karadeniz giriş kapılarında taşa hakkedilmiş celî sülüs ayetler,türbe kubbe kuşağında İnsan suresiyleEyüp Sultan camii haziresinde Çelebi Mustafa Reşit efendinin mezar taşı kitabe yazıları. Nusretiye Camii içinde 41 m.uzunluğunda kuşak halinde yazdığı Nebe sürsi, Topkapı sarayı Babüsselam kapısı üzerindeki ayetİstanbul Türk İslam Eserleri Müzesinde değişik düzenlemeleriyle müsenna, celi sülüs, sülüs, nesih hatla yazdığı Hilye-i saadet , Cihangir camiinden alınıp Türk Vakıf Hat sanatları müzesinde celi sülüs zerendüd yazıları.İst.Üniversite kütüphanesinde bulunan Ayvansariyî nin Hadikat-ül Cevami adlı eseri gibi daha bir çok hat eseri Kültür varlığımız olarak bugünlere kadar ulaştı. Geleceğe bu eserleri koruyarak ulaştırmak bizlerin görevidir. Saraylı bir hanımefendi ile evliliğinden hiç çocuğu olmadı..Hayatının son yıllarında felç oldu ve 25 mart 1826 da Fatih_Süleymaniyenin önemli bir Üstazı hakka yürüdü. Vasiyeti üzerine çok sevdiği Fatihte karagümrük semtinde Atik Ali Paşa camii haziresine defnedildi, hanımı tarafından daha sonra türbesi yapıldı.
HAT SANATININ ÖNEMLİ BİR SULTAN HOCASI Mustafa Rakım Efendi, sülüs nesih, celî sülüs ve tuğrada yeni bir uslupla kendinden sonraki
Bugün Karagümrükteki bir okula verilen adı ile, Hattat Râkım Ortaokulu , onun adının yaşatılması için çok değerli bir karar olmuştur. 11
Ş ehir
2016 TÜRK DÜNYASININ
KÜLTÜR BAŞKENTİ:
“ŞEKİ”
Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi bir ruha sahip olduklarını edebiyatımızın ölümsüz eserlerinden biliyoruz. Nazım MURADOV*
ürk mimarlık ve kültür mirasının bâriz özelliklerini taşıyan önemli varis şehirler, 2012 yılından bu yana her sene biri olmak üzere Türk dünyasının kültür başkenti görevini üstlenmektedirler. TÜRKSOY’un başlattığı bu önemli uygulama Türk dünyasında kaynaşmayı sağlamakta ve bu sayede milli kültürümüzün mahalli tezahürleri kültürel birlik zemininde başarılı bir şekilde sergilenmektedir. TÜRKSOY’un - Türk dünyası ortak dil, tarih ve medeniyet temeline dayanan kültür platformunun temeli 12 Temmuz 1993’te Kazakistan’ın o tarihteki başkenti Almatı’da atılmış; Türkiye, Kazakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan cumhuriyetlerinin kültür bakanları bu kültür platformunun kuruluş ve faaliyet antlaşmasını imzalamışlardı. Bu antlaşmaya göre her sene bir önemli Türk şehri, Türk dünyasının kültür başkenti olacak, bu coğrafyanın kültürel zenginlikleri o şehirde buluşacak, kaynaşacaktı. 2012 yılından itibaren sırasıyla Astana (2012 Kazakistan), Eskişehir (2013 – Türkiye), Kazan (2014 – Tataristan), Merv veya Marı (2015 – Türkmenistan) bu önemli faaliyetin merkezi olma görevlerini başarıyla üstlenip tamamladılar. TÜRKSOY’un 26 Kasım 2015 tarihli Merv toplantısında 2016 yılının Türk Dünyası Kültür Başkenti unvanı, oy birliğiyle Azerbaycan’ın Şeki şehrine verildi. İşte Şeki, Türk dünyasının beşinci kültür başkenti olarak önümüzdeki 2016 yılı boyunca engin Türk dünyasının zengin maddimedeni mirasını Kafkaslara getirecek, yeşil ve sıcak koynunda sergileyecek, dört bir yana dağılmış Türk soydaşlarını kucaklayacak, onları görüştürecektir… Şeki’nin, Azerbaycan’ı temsilen Türk dünyası kültür başkenti seçilmesi, göğsümüzü kabartmakla birlikte en azından iki şehrimizi - “dolan-badolan küçeleriyle”; halılarımızdaki nakışların taşlara işlenmiş mimarisiyle; yazın bumbuz, kışın ılık sularını akıtan yeraltı kehrizleriyle; serin gölgeli dev çınarlarının altında tespih çeviren bilge insanlarının nüktedanlığı ve neşesiyle; ipek keleğayılı iffetli ana-bacılarımızın, namuslu kızgelinlerimizin eşsiz mutfak kültürüyle (özellikle tadına doyulmayan pitisiyle) Tebriz ve Ordubad’ı da- benim nazarımda bu unvana kavuşturmuştur. Türkiye’de ise Şeki’yi, Tebriz’i, Ordubad’ı hatırlatan kışı karlı, yazı barlı Bursa bu unvanı almış gibidir.
*Lefke Avrupa Üniversitesi / KKTC
sayı//16-17// kasım - aralık 12
Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi bir ruha sahip olduklarını edebiyatımızın ölümsüz eserlerinden biliyoruz. Yahya Kemal’in İstanbul şiirlerinde,
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’inde, Resul Rıza’nın uzun asırların tarihi özeti niteliğindeki ‘Tebrizim Menim’, Şakir Selim’in ‘Bahçesaray’ şiirlerinde bu ruhun poetik yansımalarını buluyoruz. Bu büyük şairlerimizden ilk ikisi Şehir ve Kültür dergisi okuyucularının malûmları olduğu için son iki şairin – Azerbaycanlı Resul Rıza’nın ve Kırımlı Şakir Selim’in ilglii şiirlerinden o şehrin ruhunu yansıtan birkaç dizeyi dikkatinize sunuyorum: Laylası mahzun, Nağmesi mahzun, Hasreti ömründen uzun Kervandan üzülmüş ak devesi Gözlerinde büyük ümidin uzak töhfesi Neçe evinin küçe divarı kôr Dudakları kuru Bulakları gür… … Balaları sergerdan Gelinleri nigâran Kurtuluş yolları – Mahpes, darağacı, güllebaran… … Dağları dağlarıma benzer Bağları bağlarıma. Ana sözü gibi doğma olan adı dudaklarıma. Köhnem, tazem, uzağım, yakınım En güzel şiirim, Yanıklı mahnım. Mensizim! Tebrizim!.. (Resul Rıza, ‘Tebrizim Menim’, 1964) Kuzey Azerbaycanlı bir şairin dilinden söylenen bu şiir, öz kardeşlerine uzun on yıllardan bu yana hasret kalan Tebriz’in (genel olarak Güney Azerbaycan’ın) dertli, mahzun ruh halini yansıtmaktadır. Dertli bir insan gibi tasvir edilen ve her yönüyle Ordubad’a, Şeki’ye benzeyen Tebriz’in…
Qayda şimdi o yosmalar, ne yerlerde Çalarğan ve seyrekleşken saçın taray? Sen olarnı hatırladın nice kere? Söyle mana, Bağçasaray, Bağçasaray! ... Öleyazdıq dertke derman tapalmayıp Hastalığı gizli olğan biçareday. Sen de taldın hasretlikte yıllar sayıp Çoq ipranğan, Bağçasaray, Bağçasaray! Bu künge de taqdirime bin eyvallah! Keldim sana boranlarğa oğray-oğray. Sevem seni olsan bile nasıl halda Bağçasaray, Bağçasaray, Bağçasaray! (Şakir Selim, Bahçesaray-Semerkand, 1988) 10 Nisan 1942’de Kırım’da doğup 18 Mayıs 1944’te vatanından sürülen 2 yaşlı Şakir balanın tam 44 yıl sonra vatanına şair Şakir Selim olarak döndüğü (aslında Özbekistan ile Kırım arasında gidip geldiği) günlerde fısıldanan bu seslenmede de Bahçesaray bir insan gibi tasvir edilmiştir… 2016 yılının kültür başkenti olan Şeki’nin (aslında bütün Türk dünyasının) şair oğlu Bahtiyar Vahapzade’nin, doğup büyüdüğü Şeki’ye nasıl seslendiğine kulak verelim: Bir neğme qoşmadım hele men sene, Dağlar bunu mene gusur sanmasın. Men dedim ‘Vurğunam Azerbaycan’a!’ Deyirem ‘Heç zaman hırdalanmasın!’ Könlümden ucalan bu avaz, bu ses, Böyükdür, ucadır meslekim menim. Bala anasına ‘sevirem’ demez, Men de dememişem a Şekim menim! Men sene borcluyam öz balan kimi Çoh da ki şiirimde görünmür adın. Menim okuduğum nağmelerimi Menim kulağıma sen pıçıldadın.
Rahmetli Şakir Selim’in ‘Bahçesaray’ şiiri de şanlı bir geçmişi olan Hanlık başkentinin aşağı yukarı aynı (özellikle bu günlerdeki) ruh halinin yansımasından ibarettir:
Şiirimin mayası – bu gaynar nefes Senin öz çiçeyin, senin öz barın. Şiirimde dil açıp danışmır mı bes Serin bulagların, göy çınarların…
Yeşil çaplar arasında esken yelin Tar soqaqlı mahallelerde kimni aray? Niçün qurup qaldı ‘Sırlı Çeşme’lerin? Söyle mana, Bağçasaray, Bağçasaray!
Görüldüğü gibi, Bahtiyar Vahapzade’nin Şeki hakkındaki dizeleri Resul Rıza’nın Tebriz ve Şakir Selim’in Bahçesaray mısralarından farklı bir ruh halinde yazılmış, bir evladın, onu dünyaya getiren ana önündeki hesap vermesi şeklinde şiirleşmiştir.
‘Çürük-Suvnın’ boylarında tamır atqan Selbilerin niçün ösmey, niçün qavray? Otuz-eki ay-yıldızın qayda batqan? Söyle mana, Bağçasaray, Bağçasaray! …
ŞEKİ’Yİ TÜRK DÜNYASI BAŞKENTİ YAPAN İNCELİK Peki, şiirleri bütün Türk dünyasında dolaşan Bahtiyar Vahapzade’nin kulağına bu nağmeleri 13
Ş ehir
fısıldayan Şeki’yi, 2016 yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti yapan nedir?! Biz bu soruyu cevaplamak için Şeki’nin 2700 yıllık geçmişinden; miladın ilk yüzyıllarına ait mimarlık abidelerinden; 1772 yılında baş veren doğal afet sonucu dağılıp yeniden kurulmasından; 1740’lı yıllardan 1805’e kadarki Şeki Hanlığı döneminden; bu tarihlerde yapılan ünlü Han Sarayı’ndan; 1805 yılında Ruslar tarafından Hanlık dönemine son verilmesinden, 1920 tarihli Kızılordu işgalinden… söz etmeyeceğiz. Gazeteciliğinin, eğitimciliğinin yanında büyük bir kültürolog yani medeniyet tarihçisi ve kültür yorumcusu olan Gaspıralı İsmail Bey’in 18791914 yıllarını kapsayan 35 yıllık bir dönemde Şeki hakkındaki değerlendirmelerine değinerek bu şehrin Türk kültür, eğitim tarihindeki önemli yerini hatırlatmakla yetineceğiz. Gaspıralı’nın 1883-1914 yıllarında çıkardığı Tercüman gazetesi, özelde Gaspıralı’nın ve genel olarak Tercüman gazetesinin Şeki hakkındaki değerlendirlelerinin yer aldığı zengin bir kaynak niteliğindedir. 1. Gaspıralı İsmail Bey, Tercüman’ı çıkarmadan iki sene önce (1881’de) yayımladığı tek sayılı Tonguç dergisindeki “Şöyle midir, değil midir?” yazısında Rusya Müslümanlarının büyük bir çoğunluğunun Türk-Tatar olup tek dilde konuştuklarını söylerken Şeki’den de söz etmektedir: “… Şöyle ki tekellümde anlaşabilirler ve cümlesi için bir lisân-ı edebiye kullanması güç değildir. Kazan’da yazılan bir kâğıt Orenburg’ta, Şeki’de, Bahçesaray’da okunup anlaşıldığı gibi Bahçesaray’ın kalem ibaresi dahi ol taraflarda lazımınca geçebilir.” Bu, Gaspırılı’nın Şeki ile ilgili şimdilik ilk kaydı sayılabilir. sayı//16-17// kasım - aralık 14
2. Aynı yıl içinde Rusça yayımladığı “Rusya Müslümanları” eserinde de “Rusya Müslümanlarının zihnî gelişme işini daha önceki temele oturtmak için Rusya’nın Kazan, Ufa, Orenburg, Heşterhan, Taşkent, Semerkant, Bakû, Nuha ve Bahçesaray gibi Müslüman merkezlerindeki dokuz-on medresede küçük değişiklikler yapılması lazımdır.” diyerek Kafkasya bölgesinden sadece Bakû ve Nuha’nın (Şeki’nin) adlarını çekir. 3. İsmail Bey’in Şeki sevgisi karşılığını da bulmuş, Tercüman’ın yayımlanmasının 25. yılında (1908’de) Şeki’de Gaspıralı’nın şerefine İsmailiye adlı bir medrese-i Arabiye tesis edilmiştir. 4. Gaspıralı, Müslüman (Türk) âleminin içinde bulunduğu durgunluk ve cehaletten kurtulması için yeni “medrese-yi ilmiye ve fenniyeler küşadı”na ihtiyaç olduğunu söylediği sırada Şeki’yi bir ışık kaynağı olarak görmüş ve göstermiştir. Tercüman’ın 17 Ocak 1884 tarihli sayısında yayımlanan “Taşkent’te” adlı küçük haber yazısındaki “… İşte efendilerim, dikkate alıp nakleylediğim vakıalar neye delalettir? Hakikat bir lisan ile bunlar ne aytalar, bilir misiz? / Her tarafça - Kazan’dan Nuha’ya, Bahçesaray’dan Taşkent’e barınca gaflet dumanı dağılmaya, ziyayı maarif açılmaya, fehim ve efkâr açılıp meydan almaya başlamıştır! Fehim zamanı ve inkılab-ı gafiliye devri gelmiştir…” sözleri, Gaspıralı’ya göre Şeki’nin Kafkasya’daki kültür merkezlerinden biri olduğunun kanıtıdır. 5. Tercüman’ın ikinci yılında Gaspıralı’nın “İslamlar arasında matbuat ve neşriyat kadri bilen” “hamiyetli maarifperver” adlandırdığı az sayılı
kişiler arasında Nuhalı (Şekili) İsmail Ahundov, Gaffar Alibekov da bulunmaktadır. 6. İsmail Bey’in Şeki hakkındaki çok sayılı değerlendirmelerinden, bu bölgenin toplumsal ve kültürel hayatıyla ilgili gözlemlerinden bir kısmı şöyledir: “Şeki: Ahalisi umumiyle çalışkan, maarife heveslidirler. Yeni usulde bir hayli ipek zavotları (fabrikaları), tezgâhları var. Ehl-i Tesenni (Sünniler) ve Şiaların, birlikte usul-i cedit mekteplerini açtıkları ve ticarete olan rağbetlerini şayan-ı numune gördüm. Barekallah Şekililer! Cenab-ı Hak istikbalde mükâfatınızı mutlak verecektir. Mevcut dört usul-i cedit mektebinde hayli şakirt var. Tahsil ve devamları pek güzel tedbir ile yoluna konulmuş, hem Rusça okuluyor. Sebep olan erbâb-ı hamiyetten Allah razı olsun. Mevcut dokuz-on medresenin ancak iki-üçü açıktır. Himmetli Şekililerden ümit edilir ki sahipsiz, muavenetsiz kalmış medreselerin ıslahına, tecdidine çalışırlar. Vücutları bir şehir için elzem olan zıraat, zanaat, inas (kız) mektepleriyle cemiyet-i hayriye tesisi de çok geriye bırakılmaz.” 7. Tercüman’ın 31 Aralık 1894 tarihli sayısındaki yazının “Şeki’den davuş” bölümünde Şeki ve çevresinde yaşayan Müslümanların, hicret etmeleri gazete tarafından engellenmeğe çalışılmıştır: “Kafkaz’ın Şeki şehrinden alınan haber, … hoşça değildir. Şeki vesair civar uyezdilerin ahalisinden bir hayli adamlar hicrete ruhsat istediklerinden ötürü bunun sebep ve esbabını teftiş ve keşf için büyük vali tarafından memur-ı mahsus geleceği malûm olmuş idi… Bakû gazetesi bundan bahsedip diyor: hicret meselesi karışık bir iştir ki hâlledilmesi yengil değildir…” 8. Tercüman gazetesinin 1905 sonrasındaki yazılarında Şeki’nin dini hayatıyla ilgili haberlerin bir kadar değiştiği gözlemlenmektedir, örneğin, Hacızade soyadlı bir yazarın, gazetenin 24 Mart 1909 tarihli 13. sayısında yayımlanan “Nuhu – Şeki’den Mektup” yazısında şu cümleleri okuyoruz: “Kafkasya’nın en birinci İslam şehri – Nuhu şehridir. Bu şehre tabi ikiyüzden ziyade kent [köy] ya karye var ki hemen cümlesi İslam ve din-perest lakin bununla beraber bu ikiyüzden otuz kent çıkmaz ki din nişanesi olan güzel mescit ve medreseleri ola ve tedriste talebe ve sohtaları görüne. Doğrudur, hiçbir Müslüman kendi olmaz [köyü yoktur] ki mescidi olmasın. Cümlesinde [mescit] var ancak bu cüre [şöyle] ki beş vakit ezan okunmaz, günde birce defa da olsa molla efendi mescide gelip cemaat ile namaz kılınmaz. Perişan, virane mescit köşelerinde tavuklar yumurtalıyor.” 9. Tercüman gazetesinde Şeki üzerine yazılan yazıların, yer alan haberlerin, yapılan yorumların,
yayımlanan mektupların büyük bir çoğunluğu eğitim üzerinedir. Gaspıralı, daha 1881 yılında ümitle baktığı yerlerden birinin Şeki olduğunu söylemektedir, zira Güney Kafkasya’da Gaspıralı’nın usul-i cedit programını kabul edip uygulayan ilk eğitim kurumu Şeki’dedir. 10. Tercüman’ın belirttiğine göre “… Mezkûr mekteplerin biri Sibirya’da Tara şehrinde, biri Kırım’da Bahçesaray’da, ikisi Kazan vilayeti Cavbaş ve Tatarbay karyelerinde ve biri Kafkazya’da Şeki şehrinde tesis edilerek hakikat derya-yı gaflette birer fener ve ziya-yı selamet makamında bulunuyorlar…” 11. 03 Şubat 1895 tarihli gazetede [Genceli] Ahund Aliağa Ziyadhanov’un imzasıyla yayımlanan bir mektupta ise Şeki’deki usul-i cedit mektebinin elde ettiği başarıların “ehl-i Şii cemaatlerini dahi” olumlu yönde etkilediğinden söz edilmektedir. Gaspıralı, bu mektubun sonuna yazdığı şerhte usul-i cedit programını öğrenip uygulamak isteyenleri Şeki’ye yönlendirmektedir. 12. 3 Haziran 1897 tarihli gazetede “Nuhu ile Nahçıvan cemaatleri birer mekteb-i cedit bina ederek mükemmel surette İslâmca ve Rusça tahsil ettikleri” haberi yer almaktadır ki bu durum, Tercüman’a göre “Müslümanların gözleri açıldığına ve fehimleri meydanlaştığına delâlet eden hâllerdendir.” 13. Kadın kızların eğitim almalarını oldukça önemseyen ve bu yönde büyük mesailer harcayan Gaspıralı, Şeki’nin bu önemli konuya muhalif tavrını üzüntüyle karşılamış ve çok ümit beslediği mütedeyyin Şekili kardeşlerini özellikle dinî söylemler kullanarak ikna etmeye çalışmıştır.
15
Ş ehir
Tercüman’ın 25. yılı münasebetiyle Şeki’den 25 imzalı bir tebrik telgrafı gönderildiği, telgrafın Kaspi, Hayat ve İrşat’ta da yayımlandığı, İnspektor Abdullah Bey Efendiyev’in bu telgrafı nezaketsiz bulduğu; bunun üzerine Hacı Abbas Manafov ve Mustafa Bedelzade ile İkinci Cuma Mescidi’ne gelip cami imamı Nurmuhammed Efendi’den Cuma namazında Gaspıralı’ya dua etmesini, onu cemaate tanıtmasını istemeleri ve imamın, bu teklifi memnuniyetle karşıladığını, kendisinin de böyle bir fikirde olduğunu yazmaktadır. 17. Tercüman: “Sevgili milletin bir nice yerlerde hakkımda ettiği dua-yı halisaneleri, âciz bendelerini bahtiyarlar arasında bahtiyar eylemiştir. Bu defa Nuhu cemaatlerinin Cenab-ı Hakk’a arz ettikleri niyazlarını okudum... 14. Kız mekteplerinin önemi, genel olarak kadın kızların eğitimi konusunda Tercüman’ın önceki yıllarından tanıdığımız Şekili Mustafa Bedelzade’nin de bir yazısı gazetenin 16 Temmuz 1901 tarihli 26. sayısında yayımlanmıştır. Bakû’da Hacı Zeynelabidin Tağıyev’in açtığı kız mektebini takdir ve bir benzerinin de Nuhu’da açılmasını arzu eden M. Bedelzade, bu uzun yazısını “… Nuhu ahalisi kaç yıldan beri usûl-i cedid mekteplerin semeresini gördüklerinden kız mektebine ne kadar müştaktırlar. Böyle bir ikinci Hacı olaydı da ondan az masraflı kız mektebi bina edeydi. Öyle hamiyetmendan Hacı’nın hakkında fevkalâde teşekkürden maada o Hacı’ya ‘peder-i ruhani’ lâkabı vererdiler.” cümleleriyle tamamlamıştır. 15. Şekili Molla Hüseyin Tahirzade’nin Tercüman’a yolladığı mektup da gazetenin 32. sayısında yayımlanan “Ne sebepten artta kaldık?” yazısının tesiriyle kaleme alınmış, eğitimin önemi vurgulanmış, cehaletin doğurduğu facialar anlatılmıştır. Şeki’den yazılan mektup şu sözlerle bitmektedir: “Aziz kardeşler! Mektebe revnak verilmeli. Mektep ve medreseyi ıslah edip muallimlerine, müteammillerine dikkat etmeli; yardım etmeli. Sabi ve sabiyeleri [kız çocuklarını] mektebe gönderip hangi lisanda olursa olsun ilim tahsil ettirmeli. Gayret-i milliyemizi uyandırıp gereklerimize bakmalı çünkü fena işler, belalar cehaletten neşet ettiği ap-aşikârdır. Gafilleri ikaz edip tarık-ı Hakka davet etmeli. Hüda muvaffak buyursun da şehrimizde anas mektebi küşad olunsun [kız mektebi açılsın]. Molla Hüseyin Tahirzade. 13 Sentyabr 1901 sene.” 16. Şeki’den Mustafa Hacı İbrahimhalil oğlu adlı bir kişi Tercüman’a ilginç ve samimi bir mektup göndermiştir. Fesahatçi bir üslupla yazılmış bu uzun mektubun dili ağır ve karışıktır. sayı//16-17// kasım - aralık 16
Teşekkür etmek istiyorum lâkin millet duası gibi cihandan daha kıymetli, Kafdağı’ndan daha büyük bir cevherin ifa-yı teşekküründen ben değil, benim gibi bin adam âciz kalacaktır... Ne deyeceğimi bilmiyorum, bir bildiğim varsa o da –Hüdâvend-i âlem cümlenizden razı olsun!” 18. Gaspıralı İsmail Bey medeniyet kavramıyla ilgili düşüncelerini “Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene” eserinde dile getirmiş, yapmış olduğu saptamalarla bugün bile yeni olan bu eserin ‘Müzakere’ bölümünde “… Medeniyet, ‘şehirlilik’ mânasında olduğu cümleye malûm olup … medeniyetin ölçüsü, umumun ondan istifadesidir; diğer ölçü kabul edemiyorum.” değerlendirmesinde bulunmuştur. Eski bir kültür merkezi olan Şeki’nin medeni hayatını Gaspıralı’nın bu söyleminden hareketle Tercüman gazetesinin Şeki (Nuha) üzerinden verdiği ‘kültürel’ örneklerden, “umumun ondan istifadesi” kapsamında kısaca özetlemeğe ve değerlendirmeğe çalışacağız. 19. Tercüman’ın 17 Ocak 1884 tarihli 2. sayısında yayımlanan “Nuha” yazısında Şekili gençlerden Sadıkov, Haknazarov, Efendiyev, Alibekov, Emircanov ve başkalarının biraraya gelerek Mirza Fethali Ahundzade’nin Hacı Kara adlı komedisini sahneledikleri haberi yer almaktadır. 20. Kısa haber metninde ‘umumun ondan istifadesi’ bağlamında Tercüman’ın şu değerlendirmelerini okuyoruz: “… Temaşaya toplanmış ahali lezzet ile vakit geçirip gördüklerinden ibret, tesirinden memnun olmuşlar… Evet, böyle olacak! Hakikat tiyatro … çayhane ve keza mahaller gibi mahal değildir. Tiyatro hanesi hüsn-i irfan, hüsn-i ibret, hüsn-i emsal meydanıdır. Dilimizce tiyatro olmadığından halklar tiyatro hakkında suizandadırlar ama yanlış!.. Bu bir hünerdir ki anın için Avrupa’da
ve cümle âlem-i medenide binlerce akçeler sarf olunuyor.” 21. Şeki (veya Nuha) her şeyden önce Gaspıralı’nın, Kafkasya’nın en kültürlü yeri olarak gördüğü ve ilk usul-i cedit mektebinin açıldığı şehirdir. Üstelik bu mektepte Gaspıralı’nın Bahçesaray’da hazırladığı ders kitapları okutulmaktadır. Birçok şehirde yeni metod okulları yokken Şeki’de ikinci ve Nuha uyezdine bağlı Kışlak köyünde üçüncü usul-i cedit okulu açılmıştır. 22. Gaspıralı İsmail Bey’in “Şeki sevdası” onun ilk kalem denemesi olan Tonguç ve Şafak mecmualarındaki yazılarında başlamış, Türk ve Rus dilinde kaleme aldığı ilk eserlerinden itibaren Şeki’den söz etmişti. Üstelik bu ilk eserler yazıldığı zaman Şeki’de yeni usullü mektepler tesis edilmemiş, Gaspıralı da çıktığı uzun aydınlatma ve aydınlanma yolculuğunda usul-i cedit hareketinden henüz açıkça söz etmemişti. Yani Gaspıralı Şeki’ye örnek olmakla birlikte onu, kendisi için de örnek almıştı… DİPNOT
1.Azerbaycan, 1828 yılında Rusya ile İran arasında yapılan Türkmençay Antlaşmasından sonra ikiye bölünmüş, Aras nehri de iki kardeşi birbirinden ayıran doğal sınır olarak belirlenmişti. Bir Azerbaycan bayatısında (manisinde), yuva kurmakta olan bir çiftin düğününde gelinin çeyizini taşıyan “ak deve”nin, bu siyasi sınırdan dolayı bey evine ulaşamadığı ve düğünleri bile olan bu iki gencin birbirlerine kavuşamadığı ne güzel tasvir edilmişti… Resul Rıza şiirinin “Kervandan üzülmüş ağ devesi” mısraındaki deve, işte söz konusu bayatıdaki – gelin evinden çıkıp damat evine ulaşamayan çeyiz yüklü ak devenin ta kendisidir: Ağ deve düzde qaldı Yükü Tebriz’de qaldı. Toyum bu üzde oldu Yarim o üzde qaldı… 2.Gaspıralı’nın kültürolog yönüyle ilgilenenler onun Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Müvazene eserine bakabilirler (Gaspıralı İsmail, Seçilmiş Eserleri: 2 – Fikrî Eserleri, Neşre haz. Yavuz Akpınar, Ötüken Yay., 2004, s. 158-184) 3.Yavuz Akpınar Gaspıralı’nın Tonguç dergisinde çıkan bu makalesini “dünya görüşünün ve yapmak istediklerinin ana hatlarını açık bir şekilde gösteren program makalesi; hayatı boyunca takip edeceği, ilerde daha da olgunlaştıracağı ve ayrıntılı bir şekilde uygulamaya koyacağı temel görüşlerini yansıtan yazısı” şeklinde değerlendirmektedir. Bkz. Y. Akpınar, “İsmail Gaspıralı’nın Şafak Mecmuası”, s. 14, 15 4.Bkz. Yavuz Akpınar, agm, s. 13 5.Bkz. İsmail Gaspıralı, “Rusya Müslümanları”, Seçilmiş Eserleri: 2 – Fikrî Eserleri, Neşre hazırlayan Yavuz Akpınar, Ötüken Yay., İstanbul, 2004, s. 117
6.Bu ifade daha sonra “Bahçesaray’dan Taşkent’e Seyahat” adlı eserin adı olacaktır. Bu seyahat yazısının tam metni için bkz. İ. Gaspıralı, Seçilmiş Eserleri: 3 – Dil-Edebiyat-Seyahat Yazıları, s. 351-414 7.“Taşkent’te”, Tercüman, 17 Yanvar [Ocak] 1884 / 1. R. Ahir 1301, Sayı 2, s. 4 8.“İdareden”, Tercüman, 17 Agust [Ağustos] 1884 / 8 Zilka’de 1301, Sayı 29, s. 1 9.İsmail Gaspıralı, Seçilmiş Eserleri: 3 – Dil – Edebiyat – Seyahat Yazıları, s. 349-350 10.Sonraki yıllarda da Şeki ahalisinin bu göçünü durdurmak mümkün olmamıştır. Şark-ı Rus gazetesinin 23 Temmuz 1903 / 10 C. Evvel 1321 tarihli 47. sayısında (s. 4) Kerim Bey İsmailov imzasıyla yazılan mektupta “Nuha ahalisinin bir kısmının İstanbul’a göçmek için dilekçe vermeleri” haberi yer almaktadır. Bkz. S. Türkyılmaz, adı geçen çalışma, s. 41 11.“Rusya Müslümanlarının Maişetinden Bahis”, Tercüman, 31 Dekabr 1894 / 19 Recep 1312, Sayı 48, s. 1 12.“Nuhu – Şeki’den Mektup”, Tercüman, 24 Mart 1909 / 15 R. Evvel 1327, Sayı 13, s. 4 13.“Kızların Terbiye ve Tahsili”, Tercüman, 15 Sentyabr [Eylül] 1896 / 20 R. Ahir 1314, Sayı 36, s. 1 14.Şeki’deki bu mektebin yeri, imkânları, hocaları, öğrenci sayısı, Maarif Cemiyeti üyelerinin adları, ders programı, ders bölgüsü, okutulan dinî ve dünyevî dersler, ders kitapları vb. hakkında daha geniş bilgi için bkz. Numanzade, age, s. 48-58 15.“Gence’den Mektup”, Tercüman, 3 Fevral [Şubat] 1895 / 20 Şaban 1312, Sayı 5, s. 2 “Rusya’da Maişet-i 16.İslâmiye”, Tercüman, 3 İyun [Haziran[ 1897 / 15 Muharrem 1315, Sayı 22, s. 4-5 17.“Kızların Terbiye ve Tahsili“, Tercüman, 15 Sentyabr [Eylül] 1896 / 20 R. Ahir 1314, Sayı 36, s. 2 18.“Kız Mektepleri”, Tercüman, 16 İyul [Temmuz] 1901 / 14 R. Ahir 1319, Sayı 26, s. 2-3 19.“Ne Sebepten Artta Kaldık?” yazısı 31 Ağustos 1901 (30 C.Evvel 1319) tarihli Tercüman’ın 32. sayısının 3-4. sayfalarında yayımlanmıştır. 20.“Tercüman Gazetesi İdaresine Nuhu’dan Mektup”, Tercüman, 8 Oktyabr [Ekim] 1901 / 7 Recep 1319, Sayı 37, s. 3 21. Mektupta Arapça yazılmış dualar da bulunmaktadır. 22.“Nuhu’dan Mektup”, Tercüman, 20 Mayıs 1908 / 2 C. Evvel 1326, Sayı 36, s. 3-4 23. Bkz. İsmail Gaspıralı, Seçilmiş Eserleri: 2 – Fikrî Eserleri (Neşre haz. Yavuz Akpınar), Ötüken Yay., İstanbul, 2004, s. 162 24. Ö. F. Numanzade Şeki’deki “Han Sarayı’nın duvarlarındaki süslemeler ve resimler, sarayın yapıldığı zamanın sosyal ve kültürel seviyesini açıkça ortaya koyuyordu” değerlendirmesini yaparak şehrin zengin bir kültürel geçmişinden söz etmektedir. (Bkz. Numanzade, age, s. 47-48) 25.“Nuha”, Tercüman, 17 Yanvar [Ocak] 1884 / 1 R. Ahir 1301, Sayı 2, s. 2 26. Numanzade, age, s. 53
17
Ş ehir
ULUĞ BEĞ
MEDRESESİ Rengârenk çinilerin ve rengi hiç solmayan çiçeklerin arasına yazılmış şu yazı da herhalde kıyamete kadar sıcak ve geçerli kalacaktır: “Hayrün nâs, men yenfeûn nâs..” (İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır. Dr.Kâmil UĞURLU
egistan meydanı Semerkand’ın en fazla bilinen, gezilen yeridir. Şehrin tam ortasında kurulmuştur. Yoldan yüzünüzü kıble yönünden sağa çeverirseniz, üç yanını üç muazzam medresenin çevirdiği bir meydan görürsünüz. Birbiriyle görkem olarak yarışan üç güzel yapıdır bunlar. “Reg” farsçada kum demektir. Registan ise kumluk demektir. Bu meydana Türkmenler bu adı takmışlar. Elbette bir sebebi vardır. Ortadaki medrese, yani tam cepheye gelen Tilyekâri medresesidir. Soldaki Medrese en eskisidir ve Uluğ Beğ Medresesidir. Uluğ Beğ yaptırmıştır. Sağdakinin adı ise Şirdâr’dır. Bu medrese Uluğ Beğ medresesinin 17.yy. da yapılmış bir kopyesi gibidir. Uluğ Beğinki hariç, diğer ikisi, aşağı-yukarı aynı devirde ve Yalantuş Bahadır zamanında yapılmıştır. Hepsi de iki katlı olan bu medreselerden Şirdâr ve Tilyekâri’nin tamirleri kısmen bitmişti. Ama Ulug Beğ’inki devam ediyordu. Plân kuruluşu olarak bu medreseler birbirlerine benzerler. Karşılarına durup bakılınca önce büyük bir kapı görülür. Sağ ve sola uzanmış iki katlı hücreler bir açık galeri ile birbirlerine bağlanırlar. İki uca minareler yerleştirilmiştir. Ve arka kısımda kubbeler yer alır. İç ve dış duvarlar, olağanüstü güzellikte mozaiklerle süslenmiştir. Lacivert, firuze ve beyaz renkli sırlı tuğlalarla, hârika bir istifle elde edilmişlerdir. Yazı, burada tam plâstik bir eleman olarak kullanılmış ve devamlı olarak kelâm-ı kibar tekrarlanmıştır. Bir simetri hissi vermesine rağmen, simetrik değildir. Çözebildiğimiz ibareler arasında “Ya Allah” “Ya Muhammed” “Allahuekber” “Allahkerîın” istifleri vardı. Hemen hepsi de ya bir dörtgen, bir eşkenar birbirine girmiş iki kareden oluşan “Süleyman yıldızları” içindeydiler. Bazan birbirini kovalıyan rumîlerle bu motifler gerçekten sonsuza uzanıyorlardı. Büyük taç kapıların üzerindeki bezemeler halı motiflerine benzer şekillerle süslenmiştir. Figüratif şekillere de, herhangibir komplekse kapılmadan yer verilmiştir. Bu defa sülüs hat kullanılarak dizilmiş âyetler, duvar süslemeleriyle tezat teşkil etmemekte, aksine, hârika bir uyum arzetmektedir Kubbeler bazan dilimli, bazan motifli, bazan tambur bağlantıları hafif mukarnaslı, bazan düzdür. Uzun boyunlarında (buna kubbe tamburu da deniliyor) mutlaka bir yazıya yer verilmiştir. En çok kullanılan istif de “El beka Lillâh”tır.
sayı//16-17// kasım - aralık 18
Bunca azâmetlerine rağmen ısrarla “Baki olan Allahtır” ibaresini kullanmaları manidardır. “Ne kadar azametli olursan ol, bir gün fena bulur¬sun, tek bâki kalacak olan O’dur” demek istedikleri açıktır. Uluğ Beğ Medresesinin kapısı üzerinde, âlimleri yücelten şu hadis insanı ürpertmektedir “Alimlerin diğer insanlara nisbeten fazla, ayın onbeşinde kamerin, diğer yıldızlar arasındaki parlayışı gibidir.” Taç kapının içinde küçük mihrap, herhalde medrese mensuplarının namaz kılmalarına yardımcı olmak ve kıble belirlemek için yapılmıştır. Henüz yerine takılmakta olan eski ahşap kapının üstünde zorlanarak şu güzel cümleyi tesbit ettik: “Elhamdülillahî âlâ dîni islâm.” Sağdaki medresenin üstünde aslan tasvirleri olduğu için ona “Şirdar” dedikleri belli. Resimlerin sanat değeri yüksektir. Rengârenk çini¬lerin ve rengi hiç solmayan çiçeklerin arasına yazılmış şu yazı da herhalde kıyamete kadar sıcak ve geçerli kalacaktır: “Hayrün nâs, men yenfeûn nâs..” (İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır. Tilyekâri medresesinin içindeki mescidin mihrabı altın varakla kaplanmış olduğu için burada ayrı bir bekçi vardı. Mihrap cephesi öylesine güzel işlenmişti ki, burası için ayrıca yapılan özel ışıklandırma, mihraba, doyul¬maz bir seyir imkânı kazandırmıştı.
MEDRESELERİN ŞEHİRLERE ETKİSİ XI. yy.’dan itibaren İslâm ülkelerinde, halkın dinî, sosyal ve kültürel yönden gelişmesinde önemli vazifeler gören bir müessese, “Medrese” adıyla devreye girdi. Yapı olarak, şehrin fiziki dokusuna yaptıkları tesir bir yana, bu müesseseler daha sonra uzun bir gelişme süreci içinde müslüman halkın kültürünün şekillenmesinde ciddi tesirler icra etmiştir. Medresenin bir öğrenim kurumu olarak XI. yy’dan itibaren bu isimle değerlendirmeye alınması, XI. yy’dan önce İslâm kültür tarihinde öğrenim ile ilgili başka bir müessesenin olmadığı mânâsını elbette taşımaz. İslâm’ın mabedi olan cami, bütünüyle ele alındığında, bir ibâdet mekânı olmanın yanında, İslâm cemaatini eğiten, öğreten, ona fizik ve metafizik konular açan bir fonksiyona da sahiptir. Camideki ibâdet hem ortak inanışı sağlar, hem de eğitim ve öğretim için, vaaz ve hutbeler için cemaatin bu mekânda toplanmasına, cem olmasına yardımcı olur.
Soldaki Medrese en eskisidir ve Uluğ Beğ Medresesidir. Uluğ Beğ yaptırmış¬tır. Sağdakinin adı ise Şirdâr’dır. Bu medrese Uluğ Beğ medresesinin 17.yy. da yapılmış bir kopyesi gibidir. Uluğ Beğinki hariç, diğer ikisi, aşağı-yukarı aynı devirde ve Yalantuş Bahadır zamanında yapılmıştır.
Başlangıçta, birçok İslâm bilgini kendi evini okul gibi kullanarak, medre¬senin gelişme çizgisindeki proto-tipleri oluşturmuşlardır. Hadis, fıkıh, kelâm, bazan riyâziye, bazan tıp, hattâ bazan hüsn-i hatt derslerini evlerinde tedris eden birçok İslâm âlimi vardır. İLK MEDRESELER VE TESİRLERİ İlk Selçuklu Medresesi yine Nişapur’dadır. Sultan Tuğrul Bey’in zamanında ve onun talimatıyla inşa edilmiştir. Nâsır-ı Hüsrev, “Sefernâme”sinde, 1046 yılında Nişapur’dan geçerken, Tuğrul, 19
Ş ehir
Uluğ Beğ Medresesinin kapısı üzerinde, âlimleri yücelten şu hadis insanı ürpertmektedir “Alimlerin diğer insanlara nisbeten fazla, ayın onbeşinde kamerin, diğer yıldızlar arasındaki parlayışı gibidir.”
Bey’in emriyle inşa edilen bir medresenin bitmiş subasmanlarını gördüğünü anlatır. Bunu takibeden yıllarda büyük devlet adamı, vezir Nizâmü’1-Mülk, medrese düşüncesini geliştirecek, öğrencilerine vakıflardan iaşe sağlayan, hocalarına maaş bağlayan ve kendi adıyla anılan Medreseleri bütün Türk coğrafyasına yayacaktır. Zekeriya Kazvinî, yaşadığı XIII. yy’dan bir günü şöyle anlatır: “Sultan Alpaslan, Nişapur’da, büyük caminin kapısı önünde elbiseleri perişan bir takım gençler gördü. Bunlar hakkında vezirinden bilgi istedi. Nizamü’l-Mülk, bunların, insanların en şereflisi olduklarını, dünya zevkleri bulunmayan ilim talipleri olduğunu anlattı. Bunun üzerine Sultan, bunlar için yurt yapılmasını ve maaş bağlanmasını emretti. (Turan, 1975). Ve Türk medreselerinin dünya kültür tarihinde hayranlık uyandıran gelişme süreci böylece başlamış oldu. Registan’da, birbirleriyle estetik çizgisinde yarışan bu üç medresenin buluştukları ortak bir nokta vardır. Bu üç medreseyi inşa eden mimarlar ciddi yenilik arayışları içinde olmalarına rağmen Türkİslâm mimari anlayışının ana temasını gözden ırak etmemişlerdir. Bu anlayış, hiçbir zaman belirli bir nesneyi kendisinden başka birşey olarak görünür kılmaya çalışmamıştır. İslâm dünyasının herhangi bir bölgesinde, ister taş, ister tuğla veya çamur veya ahşap ile, ekolojik ve ekonomik etkenlere dayanarak, müslüman mimarlar, İslâm mimarisinin şaheserlerini yaratmaya” işte bu
sayı//16-17// kasım - aralık 20
sebeple muvaffak ve muktedir olmuşlardır. Uluğ Bey Medresesinde, çağın mimarlarının rahatça uyguladıkları ve kompozisyonda dolulukboşluk oranlarının belirli bir ritm ile birbirlerini izledikleri matematik bir model sözkonusudur. Hâce Ahmet Yesevî ünitesinde kullanılan ve Farabî’nin tesbit ettiği bir parametrenin kat ve askatları meselesi, benzer şekliyle burada da kullanılmıştır. Aynı plân şemasını aşağı-yukarı tekrar eden Şîr-i dar medresesinde de aynı anlayıştan söz etmek kabildir. Tilyekârî ise daha cesaretli arayışlar içinde olmasına rağmen bu espriden uzak değildir. TİMUR’UN MANEVİ HASSASİYETİ Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: İslâm mimarisi, İslâm’ı maneviyat anlayışının kristalize olmuş bir halidir ve bu anlayışın anahtarıdır. Bu mimarinin yarattığı mekân, salt bu maneviyatın lütfûyla, insanın, yalnızca bakir doğanın değil, aynı zamanda cennetin de barış ve uyumunu hissedebileceği bir sığınak sağlar. O cennet ki insan varlığının Tanrı’dan akseden derinliğinde yine insanı taşır. Timur’un kabrine Semerkand’da “Gur-i Mir” diyorlar. “Gur” farsçada “kabir” manasındadır. “Mir” ise “Emir”in kısaltılmışıdır.Büyük kapıdan girince bahçeye ulaşılıyor. Bahçenin sağında ve solunda iki medrese var.Medreselerin ortasında ise Emir’in türbesi yer alıyor. Yine kavun formlu, dilimli, yine turkuaz renkli ve yine görkemli bir kompozisyon. Koca Timur, hocası Seyyid Mir Bereket’in ayak ucuna uzanmış, yanına küçük sevgili oğlunu, kendi ayak ucuna da diğer oğulları,
Registan’da, birbirleriyle estetik çizgisinde yarışan bu üç medresenin buluştukları ortak bir nokta vardır. Bu üç medreseyi inşa eden mimarlar ciddi yenilik arayışları içinde olmalarına rağmen Türk-İslâm mimari anlayışının ana temasını gözden ırak etmemişlerdir.
kızları ve hanımlarını almış. Yeşil, mermer bir sanduka ile yerini belirlemiş, alt katta kemiklerinin az bir kısmı ile yatmaktadır. Kemiklerinin büyük kısmı, kafatasıyla birlikte Moskova’ya götürülmüş ve orada etnoğrafya müzesinde muhafaza ediliyormuş. Semerkandlılar hâlâ, onun rahatsız edilmesinin birçok felâkete sebep olacağına inanır. Öyle ki, bu korku, buradaki birçok efsanenin de kaynağı olmuştur. Kabrinde bile rahatsız edilmekten hoşlanmayan Timur, gücünü bugün bile hissettirmektedir. Türbeye defnedilmiş diğer hanedan mensuplarının kabirleri tahrip olmuşken Timur’un kabri, bu inanış sebebiyle sağlam kalmıştır. 1941 yılında Stalin mezarın açılmasını emretti ve Prof. Genasimov bu işi yaptı. Timur’un, kafatası Moskova’ya götürüldü ve tahmini bir baş yapıldı. Kol ve bacaktaki kemikler incelendi ve gerçekten hükümdarın sağ uyluk kemiği ile sağ kolunda ârızalar tesbit edildi. Önemli olan taraf şudur: Stalin’in emri verdiği 21 Haziran 1941 tarihi, Hitler’in Stalin’e savaş ilân ettiği tarihle aynı gün. Özbekler bunun bir rastlantı olduğuna asla inanmadılar. CLAVİJO’NUN SEYAHATNAMESİNDE, İspanya kralı III. Henri (Enrique) XIV. yy. sonlarında, mâbeyincisi Ruy Gonzales de Clavijo’yu Timur’a elçi olarak yolladı. Timur’la arası çok iyiydi ve ona “oğlum” diye hitabediyordu. Clavijo, beraberindeki heyet hediyeler ile Asya’ya hareket etti. Uzun ve meşakkatli bir yolculuk oldu. Sonunda Timur’un ülkesine ulaştılar. Uzun bir misafirlik dönemi yaşadılar. Uzun ve ayrıcalıklı bir misafirlik. Sonra döndüler. Elçi Clavijo bu fevkalâde renkli yolculuğu Marko Polo’dan tam bir asır sonra yaptı. Döndükten sonra, seyahat esnasında tuttuğu notları topladı ve onları yazdı, kralına sundu. Batılı bir saray adamının bizim dünyamızla ilgili izlenimlerinde objektif olması beklenemez. Nitekim Clavijo’nun notlarında bazı bilgi yanlışlarının yanında subjektif değerlendirmeler de yer alıyor. Buna rağmen bu seyahatname değerli bir eserdir. O günler Bizans’ın son günlerini yaşadığı günlerdir. Anadolu’yu, İran’ı, Maveraünnehir’in Tebriz, Meşhed, Merv, Belh, Tirmiz, Semerkand, Buhara gibi büyük şehirlerini, Timur’un
saraylarını, askerî disiplinini bu derece ayrıntıyla anlatan başka da kayda değer bir eser yoktur. Clavijo’nun Semerkand ile ilgili notları şöyle başlıyor: “Semerkand şehri bir ova üzerindedir. Etrafında topraktan bir duvar çevrilmiş ve bir hendek kazılmıştır. Semerkand, Sevil şehrinden büyüktür. Şehrin dışında da birçok ev, bağ ve bahçe bulunuyor. Civardaki yapılar bir iki fersah uzağa kadar yayılıyor. Bağ ve bahçeler arasında, meydanlara çıkan caddeler açılmıştır. Mağazalar her yerde, herkese lâzım olacak her şeyi satmaktadır. Şehrin, dışın¬da yaşayan insanların sayısı, iç kısımda yaşayanlardan çok daha fazladır. Belki en güzel, en muhteşem binalar şehrin dışındadır. Timur’un da şehir dışında birçok sarayı ve zevku safaya mahsus köşkleri vardır. Bunların hepsi de bağ ve bahçeler içindedir. Şehri çevreleyen bu bağ ve bahçeler o kadar geniştir ki, şehre doğru gelen bir seyyah, yüksek ve sık ağaçlardan oluşan dağlar ve bunlar arasında gizlenmiş köşkler görür. Semerkand’ın içinden ve dışından birçok su yolu geçmekte ve her tarafa su yetiş¬tirmektedir. Bağlar arasında birçok kavun ve pamuk tarlası vardır. Burada bilhassa kavunun çok çeşidi bulunmaktadır. O kadar ki, yılbaşında bile her yerde bol kavun ve üzüm mevcut olu¬yor. Develer her taraftan kavun ve üzüm yüküyle gelir ve bun¬lar çarşıda satılır. Kavunun bu bolluğu sebebiyle, herkes, inciri kuruttuğu gibi kavunu da kurutuyor, ve böylece senenin her mevsiminde kavun yiyebiliyor. Bunun için, kavun kesilerek ku¬rutulur. Kuruduktan sonra bağlanıp ambarlara yerleştirilir. Bu şekilde bütün sene yenir. 21
Ş ehir
Semerkand açıklarında mamur köyler pek çoktur. Timur’un fethettiği yerlerden getirdiği muhacirler buralarda yaşıyor. Semerkand’in bütün arazisi son derece verimlidir. Buğday, meyva ve üzüm çok ve çeşitlidir. Koyunların kuyrukları okkalar ağırlığındadır. Koyun sürüleri o kadar çoktur ki, Timur’un o kalabalık karargâhı burada kurulu olduğu halde, bir koyunu yüzelli kuruşa almak mümkündür. Ekmek ve pirinç de her yerde pek boldur. Semerkand’ın zenginliği ve ihtişamı akılları durduracak mahiyettedir. Şehre bu yüzden “Semserkand” adı verilmiştir. Kelimenin aslı, “semiz” ve “kenf’in birleşimidir. Türkçede, semiz: şişman; zengin manasına gelir. Kent de, şehir demektir. Bu iki kelime birleştirilerek, Semerkand şeklini almıştır. Semerkand’ın yalnız mahsulatı değil, sanatları da meşhurdur. Burada birçok ipekli fabrikası vardır. İpekliden başka sırmalı elbiseler, rengârenk kumaşlar, krepler, taftalar ve, İspanya’da “tercenal” denilen kumaşlar imal ediliyor. İpekli kumaşlar için kürkler yapılıyor. Altın benzeri, mavi ve diğer renklerde ku¬maşlar pek ziyadedir. Baharat ticareti çok geçerlidir. Timur, başkentini dünyanın en asil ve en mükemmel şehri yapmak için ticareti daima teşvik etmiş. Ve fethettiği yerlerdeki en iyi ve en faydalı adamları toplayıp, en usta sanatkârları Sernerkand’e göndermiştir. Meselâ Şam’daki bütün dokumacıları ve ipekçileri, ok yontucuları, zırh yap¬mayı iyi becerenleri, camcı ve porselencileri toplayıp Semerkand’a sayı//16-17// kasım - aralık 22
getirmiştir. Bunların hepsi de dünyanın en usta sanatkârlarıdır. Timur, yine bunlardan başka, Anadolu’dan tü¬fekçiler, kuyumculuk, mimarlık ve diğer sanatlarda hüner sahi-bi olanları buraya getirmişti. Timur’un toplayıp Semerkand’a getirdiği bu adamlar o kadar çoktu ki, her meslek burada toplanmış oluyordu. Yine top mü¬hendisleri ve top kullanmakta usta olanları da toplayıp getirmişti. Netice olarak Timur, her taraftaki sanat adamlarını toplamağa muvaffak olmuştu. Her milletten olan bu adamlar gittikçe de kalabalıklaşıyordu. Sayıları belki yüzelli bini aşmıştı. Semerkand’da yaşayan insanlar arasında Türkler, Araplar ve Faslılar da vardı. Ve bunlar türlü mezheplere mensuptu. Diğer din ve mezheplerden olarak, Esmeniler, Katolikler, Yakubiler ve Nasturiler vardı. Ayrıca, ateşle vaftizlenen fakat kendilerine göre hıristiyan olan Hintliler de bulunuyordu. Ahali son derece kalabalıklaştığından, yeni gelenlere şehirde mesken bulunamamış ve bunlar bir süre için inlerde, çadırlarda, bahçe ve köylerde yerleştirilmişti. ŞEHRİN ÇARŞI YAPISI Semerkand çarşıları mal doludur. Bu mallar en uzak yerlerden bile geliyor. Rusya ve Tataristan’dan deri ve keten, Katay’dan dünyanın en güzel ipeği geliyor. İpekler içinde en makbul olanı, sade olanıdır. Dahası, Haten’den elmas, yakut, inci ve türlü baharat geliyor.
BİLECİK
DEVLETİ ÂLİYYE’NİN TÜREVİ
Çınarın, Osmanlı çınarının en yakıştığı, en yaraştığı, en yeşerdiği vilayet -hiç kuşkusuz- Bilecik’tir. Fahri TUNA
Çınarın, Osmanlı çınarının en yakıştığı, en yaraştığı, en yeşerdiği vilayet – hiç kuşkusuz – Bilecik’tir. Bilecik’te asırlarca üç kıtaya hükmedecek cihan devletinin temellerine; sadeliğe, yalınlığa, gösterişsizliğe, “ölçüleri doğru olanların bütün ölçümlerinin de doğruluğu”na (m.selahaddin şimşek), hasbîliğe ve kesbîliğe, huzurun saraylarda değil ulu bir çınarın gölgesinde aranması gerektiğine şahit olacaksınız. Kara Osman’ın “kararlılığı”, Orhan’ın “gözü pekliği”, Murat’ın “Hüdavendigârlığı”, Beyazıd-ı Evvel’in “talihsizliği”, Fatih’in “cihangirliği”, Beyazıd-ı Sani’nin “yumuşaklığı”, Yavuz’un “celadeti”, Abülhamit’in “diplomatik dehası”nın bir bir ayak izlerini göreceksiniz Bilecik’te, biraz dikkatlice bakarsanız eğer. Koca bir cihan devletinin temellerini atan Koca Ertuğrul’un Bilecik’e girişindeki, dünürü Edebalı’ya varışındaki tevazua, hürmete, mutluluğa şahitlik edeceksiniz. Yedi Başlı Ejderha’nın yakıp kül ettiği altı yüz yıllık eşi benzeri olmayan bir ahşap konaktır Bilecik. Hüzündür, hazandır hicrandır Bilecik.
Bilecik; çölde açan zambaktır, bozkırdaki lâle, yayladaki sümbüldür. Bilecik; kuruluştur, Bilecik; Ertuğrul’dur, Şeyh Edebalı’dır, Dursun Fakih’tir. Yunus Emre’yle yoldaş, Hoca Nasreddin’le kardaş, Ahi Evran’la ayaktaştır. Türbeye gidiniz; Allah’ın selamını verip Şeyh Edebalı’ya misafir olunuz bir müddet, dört bir yandan torunlarını gelmekte olan göreceksiniz; Orhan karşı yamaçtaki zaviyesinden yola çıkmış geliyor, Beyazıd-ı evvel abdestini almış dedesi adına yaptırttığı camiye giriyor, Abdülhamit Şehremini binasından türbeye iniyor, vesaire, vesaire… Dört bir yandan gelmiş yaranıyla sohbetine şahit olacaksınız Edebalı’nın; kimi damat Dursun Fakih’ten, kimi Kosova fatihi torun Murat’tan, kimi Bağdat fatihi Genç Osman’dan selam iletecek…
Bilecik hiçbir şey değildir amma Bilecik her şeydir aslında; Bilecik “hiç”likteki çokluk, “hiç”likteki çoğunluk, “hiç”likteki büyüklük, “hiç”likteki bütünlük, “hiç”likteki geçmiş, “hiç”likteki gelecektir. Bilecik heybet ve zarafettir. Bilecik’i seven, tarihi sever, bayrağı sever, bağımsızlığı sever. Bilecik’i seven izzeti, onuru, umuru sever. Bilecik Türk-İslâm Medeniyetinin kalbidir; gün gelir atar, gün gelir toplar damarıdır. Bilecik biziz. Tüm hücrelerimizle biziz. Tevazuumuzdaki ihtişamımızla, uzletimizle, yalnızlığımızla, iftiharımızla biz. Devleti Aliyye’yi görmek isteyen, bilmek isteyen, bulmak isteyen Bilecik’e gitsin. Buram buram ayak izlerini görebilir orada. Bilecik, Devleti Aliyye’nin türevidir de ondan.
23
Ş ehir
şâhum yazmayan şehründe bir dîvâr yok Vaşf-ı zülfün anda tahrîr itmeyen bir dâr yok 21 (Ey sevgili), şehrinde “Ah şahım!” yazısı yazılmamış tek bir duvar kalmamış. Orada zülfünün tasvirini taşımayan bir tek kapı bulunmuyor. Şa‘şa‘a sanma güneş hâme-i zerle her gün Âh şâhum yazar ey meh der ü divârunda22
DİVAN ŞİİRİNDE ŞEHİR KÜLTÜRÜ
ŞEHRİN DUVAR YAZILARI Divan şiiri, kendisine vücut veren çok dilli, çok dinli, çok etnik unsurlu ve milyonlarca kilometre karelik geniş bir coğrafya ile binlerce yıllık kültürel birikimin oldukça renkli tezahürlerini yansıtmaktadır. Prof. Dr. Muhammed Nur DOĞAN*
(Ey sevgili), güneşin huzmelerini görüp de başka bir şey sanma!! Onlar, güneşin her gün senin duvarının üzerine ve kapına “Ah şahım!” yazısını yazdığı altın kalemlerdir. Her iki beyit de çok eskiden beri sürüp gelen güzel bir âdetin varlığından bizi haberdar ediyor. Şehrin duvarları duyguların, düşüncelerin, sevgiliye ulaştırılacak bir aşk itirafının veya dost olsun, düşman olsun, herhangi bir kişiye verilecek mesajın en tehlikesiz bir şekilde gerçekleştirilebildiği yerlerdir. Günümüzde de âşıklar, sevdiklerinin evlerinin duvarlarına, hattâ kapılarına “Seni seviyorum Handan!..”, “Murat Süheyla’yı seviyor!” türü yazılar yazarak kendilerini herhangi bir tehlikeye atmadan sevgililerine duygularını iletiyorlar ve onları aşklarından haberdar ediyorlar. Bunun artık bir nevî edebî tür haline gelenleri ise kamyonların, otobüslerin, minibüs, hattâ binek otolarının arkalarına yazılan otomobil yazılarıdır. Osmanlı asırlarında da âşıklar, güzellik ülkesinin padişahı olarak gördükleri sevgililerine olan aşklarını, bu aşk uğruna yaşadıkları hicranı ve çektikleri acıları bütün âleme duyurmak için şehrin duvarlarını “Ah şâhım!” “Ah minel aşk!” yollu yazılarla dolduruyorlardı. İkinci beyitten çıkarabileceğimiz, Osmanlı toplumunun şehir kültürü açısından önemli bir başka tespit ise; evlerin kapılarının üzerine gül, karanfil, lâle ve sümbül gibi çiçek resimlerinin çizildiği, belki bu motiflerin kapıların ahşap veya demir kısımlarına kabartma şeklinde nakşedildiği hususudur. Şehirde İtlaf Ekipleri Hâr-ı cefâda Mihrî ölürse ne gam rakîb İt kırıcı seni anı gül-femler öldürür23 Ey rakip; bu Mihrî, cefa ve eziyet dikeniyle ölürse ne gam! Seni itlaf ekipleri; onu ise, gül dudaklılar öldürüyor..
*T.C. İstanbul Üniversitesi
sayı//16-17// kasım - aralık 24
Şaire Mihrî Hatun, sevgili ile âşığın arasına giren rakîbe sesleniyor ve diyor ki: “Ey rakip; benim, sevgiliden gelen cefa, istiğna ve eziyetin zehirli dikeni ile ölecek olmama hiç sevinme! Çünkü, her ne kadar ben bu cefa dikeni ile ölüyorsam da, asıl beni öldüren, gül dudaklılardır. Onların eziyet ve cefası ile
yaralanmak, baştan başa dağlarla bezenmek ve nihayet hak ile yeksan olup ölmek, aşığın şerefi ve iftiharıdır. Sen asıl kendine bak! Çünkü seni öldürse öldürse it kırıcılar (köpek itlaf ekipleri) öldürür. Bu ise aslında sana yakışan bir şeydir.” Divan şiirinin sevgili ve âşıktan sonra gelen üçüncü önemli insan tipi, “rakîb”tir. Rakip, bu şiirin anlam dünyasında ve beşerî ilişkiler sistemi içerisinde çok önemli bir yer işgal eder. Genç yaştaki sevgilinin dadısı olup, onu her türlü tehlikelerden korumakla görevli olduğu için, gölgesi gibi takip eder, yanından hiç ayrılmaz ve dolayısıyla sevgili ile ona âşık olanların arasına bir çalı dikeni gibi girer. Sevgili ile âşığın buluşmasına, konuşmasına ve vuslatına engel oldukları için “rakîb” (gözleyici, bekçi, korucu) olarak tavsif edilen bu dadılar genellikle siyahî ırk mensupları arasından seçilmeleri sebebiyle şiirde “karga”, “yarasa”, “yılan” ve “köpek” gibi mahlûklara benzetilmişlerdir. İşte Mihrî Hatun da rakibe “Seni it kırıcılar öldürecek!” diyerek, onu köpeğe benzetmiş olmaktadır. Beyitte dikkati çeken bir şey de “gül-fem” terkibidir. Beyitte “gül dudaklılar” anlamında, sevgililer için kullanılan bu terkibin -muhtemelen “dilber dudağı” tabir edilen- bir çeşit zehire işaret ettiği anlaşılmaktadır. Beyitte diğer kelimelerle tenasüp teşkil edecek bir şekilde kullanılmış bulunan “hâr” (diken) sözcüğü de zehri akla getirmektedir. “Diken” anlamına gelen Farsça “nîş” kelimesi aynı zamanda “zehir” demektir. Bilindiği gibi, zehirlerin büyük bir çoğunluğu dikenli bitkilerden elde edilmektedir. Aşağıda bu hususu teyit eden üç örnek beyit sunulmuştur: Ey ecel câmun senün nûş eyleyen bî-cân olur Fürkat-i dilber mi kattun böyle kattâl eyledün24 “Ey ecel; senin kadehinden içen cansız yere düşüyor. İçine dilberden ayrılış (zehri) mi kattın da, onu böyle keskin (öldürücü) hâle getirdin?” Vuslat Hayâlî geçti fürkat demi erişti Zehr-i firâk-ı dilber cânın kimin acıtmaz25
“Ey Hayalî, vuslat zamanı geçti, ayrılık demi erişti… Dilberden ayrılışın zehri kimin canını acıtmıyor ki!” Nûş iderdün zehr-ise zâhid degül kim câm-ı mey Şem’iye dilberlerün görsen eger ibrâmını 26 “Ey zahit; eğer dilberlerin Şem’î’ye ettikleri ısrarları görsen, değil şarap kadehini içmk, zehirle dolu kadeh olsa başına dikerdin.”. Şehir Çocukları Delileri Taşlıyor Seng-dil dilberlerün cevriyle efgâr oldı dil Taşa tutdı gûyiyâ etfâl bir dîvâneyi27 Gönül, taş kalpli dilberlerin eziyeti ile yaralandı… Sanki çocuklar bir divaneyi taşa tuttu.
Ey hârâbatî sakın taşlar seni etfâl-i şehr Âkil isen çıkma bir dem kûşe-i kâşaneden28 Ey meyhane düşkünü; kendini koru da, şehrin çocukları seni taşlamasın. Eğer aklın varsa bir an bile bu yuvadan başını çıkartma! Azmizâde’ye ait olan ilk beyitte âşığın gönlü deliye; âşığın gönlünü cefa ve eziyetle yaralayan sevgililer şehrin küçük çocuklarına; sevgililerin âşıklara cefa ve eziyet eden katı kalpleri ise, çocukların delilere attığı taşlara benzetilmektedir. İkinci beyitte ise, çocukların taşladığı delilerin yerini bu sefer sefil ve pejmürde meyhane düşkünleri almıştır. Ancak burada da “Âkil isen” ibaresi kullanılmak sureti ile yine şehir çocuklarının delileri taşladıkları bilgisine telmihte bulunulmuştur.
Osmanlı asırlarında da âşıklar, güzellik ülkesinin padişahı olarak gördükleri sevgililerine olan aşklarını, bu aşk uğruna yaşadıkları hicranı ve çektikleri acıları bütün âleme duyurmak için şehrin duvarlarını “Ah şâhım!” “Ah minel aşk!” yollu yazılarla dolduruyorlardı
Her iki beyitten çıkartılan sonuç, Osmanlı toplumunda şehirdeki çocukların delileri taşladıkları bilgisidir. 1955’li yıllarda çocukluk dünyamda bizzat şahidi olduğum bu, gerçekten kötü âdetin çok eskilerden beri sürüp gelen bir uygulama olduğu anlaşılmaktadır. Yalnız normal ölçüler içinde böyle bir âdetin temelinde yatan sebebin ne olduğunu anlamak gerçekten mümkün görünmemektedir. Bu, insanlık adına utanç verici sayılabilecek yerleşik ve yaygın uygulama belki de çok eski zamanlardan, tarihin karanlık dönemlerinden kalma bir batıl inanışın etkisi ile başlamış ve maalesef şehirlere kadar yaygınlaşmış bulunmaktadır. Şehir-Kozmik Âlem İç içe Hasret-i ebrûn ile bir ay imiş bîmâr imiş Göre varduk dün hilâli halk-ı şehr ile temâm29 “(Ey sevgili); dün bütün şehir halkı ile birlikte görüverdik ki ay, senin kaşının hasreti ile bir aydır hasta imiş (ortalıklarda görünmüyormuş).” Beyitte bütün insanlar tarafından ramazan veya bayram hilâlinin görülmeye çalışılması (rü’yet-i hilâl) uygulamasına telmihte bulunulmaktadır. Ancak beyit tevriyeli bir şekilde kaleme alınmıştır ve şu şekilde de nesir diline aktarılmaya müsaittir: “(Ey sevgili); dün gördük ki, ay senin kaşlarının hasretinden, bütün bir şehir halkı ile birlikte bir aydır hastalanmış (ortalıklarda görünmüyormuş.)” Beyit ikinci şekilde nesre çevrilmiş haliyle çok daha esprili ve anlamlıdır. Hilâl kaşlı sevgili bir aydır ortalıkta görünmemektedir ve bu yüzden de şehrin bütün âşıkları onun hasreti ile hastalığa dûçar olmuş durumdadır. İşin güzel tarafı, ay da o sevgilinin yay gibi mevzun ve parlak kaşlarının hasreti ile tam bir aydır hastalanmıştır; bu yüzden de günlerdir ortalıklarda görünmemektedir. Hilâlin ayda bir görünmesi hadisesini, “sevgilinin kaşlarının hasreti ile hastalanması” hayalî nedenine bağlayarak hüsnütalilin güzel bir örneğini veren 25
Ş ehir
İşte Mihrî Hatun da rakibe “Seni it kırıcılar öldürecek!” diyerek, onu köpeğe benzetmiş olmaktadır.
şairimiz aynı zamanda bize klâsik şiirin temelinde yatan kültürün yer-gök, insan-tabiat ilişkisi ile ilgili yaklaşım tarzının da ipuçlarını sunmaktadır. Bu bakış tarzında yer ve gök dile gelmekte; sevgilinin hasreti ile bütün bir şehir halkı ile ortak bir duygu zemininde buluşup; insanlarla birlikte üzülüp, onlarla birlikte sevinmektedir. Tabi, insanlar da aynı şekilde bu gök cisimleri ve gökyüzü ile birlikte sevinmekte, onlarla birlikte yağmur gibi gözyaşı dökmekte; güneşi, ayı ve yıldızları, vuslat umudu ile bekledikleri meclislerine konuk etmekte; zaman zaman onlarla sohbetlere dalmakta ve evrendeki birlik (vahdet) anlayışının öncülüğünde, zerrelerden kürelere kadar bütün bir kâinat ile ortak bir ruhu paylaşmanın coşkusunu yaşamaktadır. Evren ile ortak bir ruhu paylaşmanın, onunla ciddî diyaloglara girmenin ve meselâ gök cisimleri ile bir nevi arkadaş olma anlayışının ilginç örneklerinden birisi de Bakî’nin aşağıdaki beytinde karşımıza çıkmaktadır: Diller revâne oldılar ol meh-likâyile Etfâl-i şehr sanki segirdürler ay ile30 “Bütün âşıkların gönülleri o ay yüzlü sevgilinin ardına düşüp gittiler. Sanki şehrin çocukları ay ile birlikte koşmaktalar.” Beyitte âşıkların gönülleri, saflık ve temizlik yönü ile, şehrin çocuklarına; sevgili ise, çocukların gece vakti birlikte seğirttikleri mehtaba benzetilmiştir. Bilgisayar oyunlarının henüz ruhumuzu esir alamadığı, çocuk ruhumuzu sanal dünyanın oyunlarının iğdiş edemediği yıllarda köyün ve kentin oyunları da tabiî idi. Çocuklar kendi ruhlarının tertemiz sayfaları gibi parlak ve temiz gökyüzü ile konuşuyorlar, o muhteşem kozmik dünyanın unsurları ile yakın ilişkiler kuruyorlar; yıldızların kendilerine göz kırptığını, güneşin üzerlerine ülkenin padişahı gibi adalet ve cömertlik saçtığına inanıyorlar; dağ başlarında gece yarılarında sayısız yıldızların altında onların sessiz ama ihtişamlı fısıltısını duyuyorlar ve zaman zaman da parlak dolunay ile birlikte yarış yapıyorlardı. Onlar koştukça mehtabın da koştuğunu, durduklarında mehtabın da durduğuna ve kendilerine gülümsediğine inanıyorlardı. Müslüman Olurken Ele Ok Alınır Şa’şa’a sanma ki hurşîd ok alıpdur eline Şehr-i hüsn içre yüzün gördi müselmân oldı31 “(Ey sevgili); Güneşten çıkan ışığı huzme sanma!.. Güneş, güzellik şehrinde senin yüzünü gördü de eline ok alarak Müslüman oldu.” Divan şiiri, kendisine vücut veren çok dilli,
sayı//16-17// kasım - aralık 26
çok dinli, çok etnik unsurlu ve milyonlarca kilometre karelik geniş bir coğrafya ile binlerce yıllık kültürel birikimin oldukça renkli tezahürlerini yansıtmaktadır. Bu ilginç yansımalardan birisi de Hristiyanlıktan ayrılıp İslâma giren bir kişinin Müslümanlığa geçiş töreni esnasında eline bir ok verilmesi uygulamasıdır. Şairler kelime-i şehadetin söylenmesi sırasında şehadet parmağının havaya doğru kaldırılmasının bir başka şekli gibi izah edilebilecek bu âdete sık sık göndermede bulunmuşlar ve bu vesile ile leffüneşir ve hüsnütalil yolu ile önemli mecazî başarılara imza atmışlardır. Beyitte, güneş Müslüman olmak isteyen bir kişiye; güneşin uzun ve parlak huzmeleri ise Müslüman olmak isteyen bu kişinin eline aldığı oka teşbih edilmiştir. Güneş, güzellik şehrinde sevgilinin yüzünü görmüş, imana gelerek Müslüman olmuştur. Beyitte “şehir” ile “güzellik” kavramı arasında güçlü bir mecaz ilişkisi kurulmuştur. Bu teşbih ve istiarenin benzetme yönü, Kur’an’da “şehirlerin anası” (ümmü’l-kura) olarak tanımlanan Mekke’nin iman ve irfan açısından güzelliklere mekân oluşu, cahilî çirkinliklerden arınmış olarak, bütün manevî güzellikleri bünyesinde toplaması hususudur. Cahiliyenin (bedevîliğin) manevî kirlerinden ve çirkinliklerinden arınmış iman, fazilet, bilgi, ahlâk ve erdemin ölümsüz değerleri ile donanmış insanlığın ebedî başşehri (ümmü’l-kura) olan Mekke, İslâmın aslında büyük şehirlere ve metropollere yöneltilmiş bir davet olduğunun en önemli işaretlerinden birisidir. Bu haliyle Mekke, şehirlere yöneltilmiş ve eksiksiz bir şekilde gerçekleştirilmiş ebedî davetin simgesi durumundadır. Çünkü Yüce Allah’ın evi olan Kâbe’yi bağrında bulunduran Mekke şehri imanın ve tevhidin öz yurdudur. Orada insanlar güzelliğin imanına erer ve imanın güzelliğini yaşarlar; orada tevhidin yaşanması sonucunda meydana gelen güzelliklerden etkilenerek şirkten, küfürden, nifaktan tamamen arınıp gerçek anlamda Müslüman olurlar. Emrî Divanı’ndan alıntıladığımız bu beyitte güneş güzellik şehrinde sevgilinin yüzünü görmüş ve o yüzün parlaklığı, güzelliği ve tevhit duyguları telkin ediciliğinin etkisi altında Müslüman olmuştur. Divan şiirinde Kâbe ve Mekke iç içeliği dolayısıyla kurulan “güzellik” ve “şehir” ilişkisine dair de şu örnekler verilebilir: Sana bu revnak-ı sîmâ neden ey şems-i felek Meger ol Kâ’be-i hüsn işigidür secde-gehün32 “Ey gökyüzünün güneşi, sendeki bu
yüz parlaklığının sebebi nedir?.. Acaba, o güzellik Kâbesi (olan sevgilinin) eşiği senin secdegâhın olduğu için mi?” Kâ’be-i hüsne sa’y ider âşık Ki mugaylân ana harîr gelür33 “Âşık olan kişi o güzellik Kâbesi (olan sevgili)ye kavuşmak için çaba sarfeder.Öyle ki, bu yolda deve dikenleri bile ona ipek gibi gelir.” Kâ’be-yi hüsnini çünküm bize itdürdi tavâf Eyledüm bin dille cânumı kurbân bu gice34 “Madem ki (o sevgili), güzelliğinin Kâbesini bize tavaf ettirdi. Ben de bu gece bin dille canımı onun uğruna kurban eyledim.” Şem’î’nin Bursa Gazeli Aldı göñlüm dostlar bir dil-rübâsı Bursanun Kûy-ı cennet kendözi hûrî likâsı Bursanun Sâye-veş kaldum ayakda niçe irişsün elüm Kendüyi gökde tutar her meh-likâsı Bursanun Geh Bunarbaşın gehî âb-ı hayâtın gösterür Gözlerüm yaşıyla ekser mâcerâsı Bursanun La’lden mîve getürmiş serv-i sîmînler biter Hâki cevher rûh-perverdür hevâsı Bursanun Gün gibi mîzâna gelmiş sanki bir Yûsuf-cemâl Âsumân işigi kendü meh-likâsı Bursanun Akçesüz pulsuz kuçar ‘uryân idüp dilberleri Dâm idüp havzın hoş olur kaplucâsı Bursanun Bir içim suyından odlu olmaduk Şem’î anun
Gün gibi yakdı velî her bî-vefâsı Bursanun (Şem’î Divan., g. 103) Yakdı göñlüm dostlar bir meh-likâsı Bursanun Yanalum yanmak-durur çün muktezâsı Bursanun Şehri gülzâr-ı İrem yaylagı Firdevs-i berîn Gösterür iki cihân zevkın safâsı Bursanun Yâr dîdârın görüpdür ol safâdan germ olup Cenneti ‘aynuna almaz kaplucâsı Bursanun Câm elinde Cem gibi geçmiş mahabbet tahtına ‘Âlemüñ sultânıdur her bir gedâsı Bursanun Başuña odlar yakar mihrüñ tuyar meh-pâreler Şem’iyâ âh itme götürmez hevâsı Bursanun (Şem’î Divan., g. 104) Bursa’da Çıkan Yangınları Konu Edinen Muhtelif Beyitler Necâtî dil yanar her lahza bir dildâr şevkinden Sanasın şehri Bursa’dur ki yakar her zamân âteş (Necatî) Necâtî gönlini her dem ider bir lâle-ruh yagmâ Sanasın Bursa şehridür ki yakar her zamân âteş (Necatî)
Hayf kim âteş-i kahr ile Celili dil ü cân Bursa şehri bigi tekrâr-be-tekrâr yanar (Celilî Divan., g. 110/7) Kazâdan şehr-i Bursa şöyle düşdi Dil-i Ferhâd-veş yandı tutuşdı (Lamiî, Ferhadnâme, by.8080) Kızarmış kamu gök yaprak şafakveş Şanasın Bursa şehrin tutmış ateş (Zatî, Şem ü Pervane, by.2093) Üsküp Rûmeli’nin Bursa’sıdır Temâşâ eyle Üsküb’i ne zîbâ şehr olur ol kim Münâsibdür eger dirsem aña Rûm’un Burusa’sı (Edincikli Ravzî, g. 633/6)
Kaynakça
•Hayalî Beg Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1945. •Üsküplü İshak Çelebi Divanı, haz. Mehmed Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri. Mimar Sinan •Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1989. •Nev’izade Atayî, Sohbetü’l-Ebkâr, haz. Muhammet Yelten, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1999. •Kütahyalı Rahimi Divanı, neşr. Ahmet Mermer, Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul 2004. •Necati Beg Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan, : Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1963. •Taşlıcalı Yahya Divanı, haz. Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1977. •Helâkî Divanı, haz.: Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1982. •Hayreti Divanı, haz. Mehmet Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1981. •Edith Ambros, Klaus Schwarz Verlag, The lyrics of meali an Ottoman Poet of 16th Century, Berlin 1982. •Nev’î Divanı, haz. A. Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1977. •Mesihî Divanı, haz. Mine Mengi, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1995. •Mihrî Hatun Divanı, haz. Mehmet Arslan, Amasya Valiliği, Amasya 2007. •Mustafa İsen, Usuli : Hayatı, Sanatı ve Divanı, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Erzurum 1988. •Azmizade Haleti Divanı: Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni, haz. Bayram Ali Kaya ; yayınlayanlar Şinasi Tekin, Gönül Alpay Tekin, Harvard Üniversitesi, Cambridge 2003. •Haluk İpekten, Karamanlı Nizami : Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Ankara 1974. •Müberra Gürgendereli, Hasan Ziya’i : Hayatı Eserleri Sanatı ve Divanı, Kültür Bakanlığı, Ankara 2002. •Adni Divanı, haz. Bilal Yücel, Akçağ, Ankara 2002. •Şeyh Galib : Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Şiirlerinin Umumî Tahlili ve Divanının Tenkidli Metni, haz.: Naci Okçu, Kültür Bakanlığı, Ankara 1993. •Nef’i Divanı, haz. Metin Akkuş, Akçağ Yayınları, Ankara 1993. •Nedim Divanı, haz. Muhsin Macit, Akçağ Yayınları, Ankara 1997. •Ümmî Divan Şairleri Ve Enverî Divanı, Haz.: Cemal Kurnaz - Mustafa Tatçı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları İstanbul 2001. •Yaşar Akdoğan, Ahmedî Divanı Transkripsiyonlu Metin ve Dil Hususiyetleri, İstanbul Üniversitesi Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1979. •Muhammet Nur Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, Yelkenli Yayınevi, İstanbul 2005. •Mehmet Arslan, Antepli Aynî Divanı, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2007. •Kadriye Yılmaz, İbrahim Tırsî Divanı İnceleme-Tenkitli MetinSözlük, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta 2001. •Murat A. Karavelioğlu, XVI. Yüzyıl Şairlerinden Prizren’li Şem’î’nin Divanının Edisyon Kritiği ve İncelemesi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü basılmamış doktora tezi, 2005.
27
Ş ehir
ZAFERDEN HÜZÜNLÜ DÖNÜŞ:
MAHAÇKALE’DEN
ERZURUM’A
15 Eylül 1918’de Albay Mürsel, Oğuzların baki şehri Bakü’ye girerek İngiliz kuvvetlerinin desteği ile soykırım yapan Ermenilerden bu şehri kurtarmıştı. Ali Arslan CAN
kdeniz’in kenarındaki Ordu nahiyesinde Salman, Kafkas dağlarının ardına Mahaçkale’ye ulaştıklarında ağabeyini hatırladı. Ali ağabeyi ile aynı cebhede olduklarında arada-sırada görüşür hasret giderirlerdi. Ancak Ali İhsan’nın paşa olarak 6 Temmuz 1918’de 6 Ordu Komutanlığı’na tayini iki kardeşi aynı cephede savaşma zevkinden mahrum etmişti. Ali İhsan Paşa Ali’yi beraber götürmüştü. Azerbaycan’da yapılan zulümlere karşı koyamayan Türkler 4 Haziran 1918’da Osmanlı kardeşlerinden yardım istemişlerdi. Başkomutan’ın emriyle Nuri Paşa, Kafkasyalılarla kaynaşarak bir İslam Ordusu meydana getirmiş ve imdada koşmuştu. Erzurum-Kars-GenceBaku’ye canhıraş bir şekilde kardeşlerinin arzu ve yardımları ile yorgunluklarını unutan Osmanlı askerleri Bakü’ye gelmişti. 15 Eylül 1918’de Albay Mürsel, Oğuzların baki şehri Bakü’ye girerek İngiliz kuvvetlerinin desteği ile soykırım yapan Ermenilerden bu şehri kurtarmıştı. Ağabeyi Ali, Kafkas ötesine Kıpçakeli, Hazar ötesine Doğu Türkeli der, “denizden geçemeyiz, İngiliz tutmuş ama Derbent’ten geçer gideriz” derdi. Ona kısmet olmayan kardeşi Salman’a kısmet olmuştu. İki Kıpçak Saadet Yolu vardı kadimden kardeşleri birleştiren: Erzurum-AhıskaTiflis-Şeki-Derbent öteki Kars –Gence-KubaDerbent. Kuzey Kafkas Ordusu Komutanı Yusuf İzzet Paşa izzetleri için azm etmiş Kafkasyalıların yanına ulaşmıştı. 6 Ekim’de Derbent, Mondors Mütareke-i zelilanesinin mürekkebi kururken Mahaçkale’ye 8 Kasım 1918’de varmıştı. Ali, Derbent geçip Mahaçkala’daki mutluğa ortak olamamış, Temirhan Şura şehrinde Avarlarla Kumuk Türklerinden oluşan bitmeyen dairelerin ortasında hürriyet ruhuyla şanlı bir şekilde dimdik ayakta duran Kafkasya Dağlı Cumhuriyeti Başbakanı Tapa Abdülmecit ve etrafındaki Şeyh Şamil’in torunu Said, Şeyh Ali Haca Akuşa, Haydar Bamat’ların mutluluklarını paylaşamamıştı. Bütün gördüklerini ağabeyine anlatmak için hafızasına nakşederken, komutanlarda bir huzursuzluk vardı. Seviniyorlar mı üzülüyorlar mı belli değildi. Salman’a yeni bir görev verildi. Kafkas dağlarını doğudan batıya aşmak zaman alırdı. Müfrezesiyle birlikte acilen keskin dağların güney eteklerinden Şeki-Tiflis’ten geçek, hızlıca Batı Kafkaslardaki beylere haberleri ulaştıracaktı. Kafkasya’nın her kavminden iki kişinin bulunduğu müfreze Şeki’ye güzel bir güz mevsiminde ulaşmıştı. Şehri görmeye vakitleri olmadığından sadece seyrederek ilerliyorlardı.
sayı//16-17// kasım - aralık 28
Çok huzurlu oldukları belliydi herkesin. Hatta Şeki’de 100 sen önce Ruslar tarafından yok edilen Şeki Hanlığı’nın Kafkaslara dayanır gibi duran Sarayı bile mutluk saçıyordu. Zira Kafkas dağları artık dost elindeydi. Önündeki haşmetli ağaçların yaprakları daha yeşil dalları daha canlıydı. Rengarenk çiçekler solmamak için anlaşmış gibiydi. Biraz Antakya’yı andıran, Bursa’ya çok benzeyen Şeki, yüzyıllardır ayakta kalan kalesinin önünde duran Salman’ı duygulandırmıştı: Ey Şeki! Kale’n bizi bağlar, Oğuz, Kıpçak’a layık bağlar, Can canını Şeki’de arar, Hamısını çift çift bağlar, Millet bu mesut toyda çoşar. Ancak emir kesindi. Oyalanmak olmazdı. Bu şehir Şeki bile olsa. Olanca hızlarıyla yollarına devam etmişlerdi. Tiflis’ten kuzeye giden yolun en önemli yeri olan Daryal Geçidi’ne yani Kafkasya’nın orta kapısına geldiklerinde herkes rahat bir nefes almıştı. Salman için, önünde bir büyük burç gibi duran bu dağların zirvesi Elburz’a batıdan bakmak, özlediği yuvası Ordu nahiyesinin batısında duvar-misal Cebel-i Akra’ya doğudan bakmak gibiydi. Birini aştığında Türk dünyasındaki kardeşlerine diğerini geçtiğinde Akdeniz dünyasındaki dostlarına ulaşacakmış gibi geliyordu. Osmanlı Kuzey Kafkas Ordusu’daki bir öncü milis kumandanı Salman’a. Sadece cüssesi değil yüreği de büyüktü. Bazen öyle hayeller kurardı ki herkesi şaşırtır. Hem de eğlendirirdi. Bu günkü hayali, iki engeli kaldırmak üzerineydi. “Cebel-i Akra ile Elburz dağını yerinden kaldırsak veya beş metre sağa sola itsek engeller kalkar, hedefe ilerleriz” diyordu. Müfrezenin tamamı komutanlarına isyan edercesine etrafını kuşattılar, sıraladılar sözlerini birer mermi gibi: Önce Kafkas dağlıları söze başladı. Dağıstan’ın güzü pek yiğidi Şamil, -Olmaz, Salman. Cebel-i Akra’yı ne yaparsan yap ama Elburz’a dokunma, orası bizim büyük atamız İmam Mansur’dan beri son sığınağımız. Korkusuz Çeçen Cevher; -Mezarlığımıza dokunmayın. Kabardey Bekir; -Karagün dostumza ellemeyin. Balkar Ömer; -Güç kaynağımız dağlardır, azaltmayın. Çerkez Kanbolatzade Hasan; -Hem acımız hem aşkımızdır dağlar. İlişmeyin. Nogay Enis; -Aman seddimizi yıkmayın, kadim topraklarımız yok olur.
Arkadan başladı Güney Kafkasyalılar teker teker sözlerine: Abaza Hasan; -Dağlar olmasa bağlar olmaz. Gürcü İsmail; - Bereket kaynağına dokunmayın. Bakülü Hüseyin; -Düşman selinin önünde engel kalmaz Azerbaycancımın aman dokunmayın. Zor durumda kalan Salman’a bir de Türkistanlılardan itiraz geldi:
Salman’a yeni bir görev verildi. Kafkas dağlarını doğudan batıya aşmak zaman alırdı. Müfrezesiyle birlikte acilen keskin dağların güney eteklerinden Şeki-Tiflis’ten geçek, hızlıca Batı Kafkaslardaki beylere haberleri ulaştıracaktı.
Türkmen Cemal; -Yıkılırsa dağlar, Hazar dolar, engeller kalkar. Kazak Raşit; -Düzlemeyin düşmanı uğraştıran dağları. Özbek Mahammed ekledi; Yoksa hem Türkistan’ı hem Buhara’yı el alır. Arab diyarından gelen Zeyd; -Yıkmayın düşmanın öndeki o küçük Sedd-i Zülkarneyn’i. Her zaman Eminem türküsü söyleyen, onu yanından hiç ayırmayan gerçek aşık Merzifonlu Mehmet; -Dağ yıkılırsa hem Anadolu hem de Eminem ve çocuklar altında kalır. Dokunmayın sakın! “Tamam, tamam” dedi Salman; -İnsana hayal bile kurdurmuyorsunuz. Dokunmuyorum Elburz’unuza, yerinde kalsın. Ama söyleyin ona bize engel olmasın. Dost dost, 29
Ş ehir
-Yiğitlerim, sizler Avrupa hatta Amerika’nın arkasında olduğu en zalim Rus Çarlığı’ndan korkmadınız. Dışarıdan gelen entrikacı İngilizden içi karışık Bolşevik Ruslardan mı korkarsınız? Ekin ektik Kafkasları bu yıl iyi mahsul alamadık, tamam. Tohumlar çürümedi. Yeşerecek gününü bekliyor, yüksek dağlarda. Serpilen tohumları korumalıyız. Ektiğimiz ağaçlar kök saldı. Kurutmamalıyız. Tatar Kamil, emret Tatarlara Azak’tan su göndersinler Kafkaslara. Nogay Kadir söyle Nogay kardeşlerine arkların yönünü çevirsinler Kafkaslara, Kazak Abay bağır Kazaklara Hazardan yağmur yağdıracak nem göndersinler Kafkaslara…. Ne demişti İmam Mansur; “birlik olun”. Ne emretmişti Kuzey Kafkasya Devleti Başkanı Şamil;
Ancak emir kesindi. Oyalanmak olmazdı. Bu şehir Şeki bile olsa. Olanca hızlarıyla yollarına devam etmişlerdi
düşmana düşman olsun. Hadin dağları aşalım, şu Kafkasya’nın direğinden atlayalım. Yürüdüler. Bir an önce dağları geçip Nogayistan oradan Kırım’a ulaşmak isteyen, her zaman etrafı da en iyi gözetleyen Tatar Kamil, “gelenler var, tedbir alalım” dedi. Bir işaretle yayıldılar araziye hemen. Eller tetikte. Gelenlerin dost olduğu anlaşılınca görünür olundu. Salman, gelenlerin başını hemen tanıdı. 9. Ordu Kumandanı Yakup Şevki Paşa’dan haber getiren Teşkilat-ı Mahususa mensubu Atik Arslan. Devamlı hareketli olduğu için Atik olarak adlandırılan Arslan’ın atikliği yerinde ama eski neşesinden hiçbir eser yoktu. Mahaçkale’deki komutanların kederli havası ile Arslan’ın kederli hali çok benziyordu. Haber kötüydü. Zafer kazandıkları Kafkaslardan mağlub gibi çekilmeleri isteniyordu. Yalnız başına kalan Osmanlı’nın Karadeniz’e İngiliz girmiş Hazar’da Rus’un yerini İngiliz almış. Selanik, Halep, Musul’dan düşman kuvvetleri hücum için hazırlanıyor…. Çare; Kafkasyalılarla onlarla beraber kalanlar mücadeleye devam edecek. Esas ordu 1914 sınırına çekilecek… Hatta silahlar Batum’da İngilize teslim ve askerler terhis edilecek… Dağlarla güreşmeye hazır olan yiğitler meşum haber karşısında iradelerini kaybetmişlerdi. Kafkas dağlarında Çerkez, Karaçay, Balkar, Kabardey, Oset, İnguş, Çeçen, Avar, Kumuk çeşmelerinin suları çekilirken Kuzey Kafkasyalıların çeşmlerinin yaşı da kurumuştu. Kederden Elburz dağının üzerine çöktüğünü sanan Salman, dağı üzerinden atar gibi yerinden kalktı:
sayı//16-17// kasım - aralık 30
Varsın ölü vücut teslim olsun, Ruh! Her daim dağlarda hür dursun, Şehitler bekliyor mevzilerde, Hürriyet Kafkas’ın canı olsun. Yardım edin dağlı kardeşlerinize ey Abaz Hasan, Gürcü İsmail, Azerbaycanlı Hasan ve Hüseyin. Düşmanın dağından su değil, zehir gelir, bereket değil felaket olur. Biz bahar geldi diye düşünmüştük ancak sonbaharmış gelen. Karakış inşallah uzun sürmez. Bahar erken gelir Kafkaslara. Dünyayı dönderip kışı bahara çeviren Kâdir-i Mutlak’tan Kafkasyalılara da bahar getirmesi için hem dua edip hem de çalışmalıyız. Hazırlanmalıyız…. Salman’ın sözleri bir volkan gibiydi. İçinde volkan olmayanlar bunu anlamazdı. İngilizler Batum’a gelmiş, Bakü’ye nüfuz etmeye başlamış, Kızıl Ruslar uzakta Beyaz Rus İngiliz dostu olmuş Karadeniz’de. Devlet-i Aliye’nin kendisi mazlum. Herkes kendi başının çaresine bakacak. Heyhat! İmam Mansur ve Şeyh Şamil’i anlamayanlar gibi Kafkaslara yardıma gelen Salman’ı da anlamayanlar olacaktı. Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’ne güç vermeye gidenlerin bazılarının gücü bitmiş, yeni güce yönelmişlerdi bile. Salman’ı en fazla üzen; boyu kısa, yaşı kendisinden büyük, Osmanlı ordusu Derbent’e geldiğinden beri kendisini hep destekleyen ancak etrafı iyi koklayan ve kıkır kıkır gülen Avar Kerim olmuştu. Daha heyet karar vermeden hemen yan çizmeye başlamıştı. Şimdi anlamışta esasında o etrafı kollamıyor, menfaati için güçlüyü kokluyormuş. Zayıf ve çürüklerle ayrışma vaktinin, menfaatçilerden kurtulma zamanının geldiğini hemen anlayan Salman, herkese hem son sözlerini hem de az ve öz ekibini kurmak için Kerim’in yüzüne vurur gibi konuştu:
Bu Avar nasıl Şeyh Şamil olsun! Gördüm menfaat ve caha kulsun, Sen abdü’l-Kerim olamazsın, Ancak abd-i kerime denk olursun. Şamil tek başına Hakk’a koşar Hak peşinde olur gerçek Avar, Nasıl hakkı bulsun abd-ı kerim? Bak! Hainler içinde O da var. Kafkas arkası şimdi karanlık, Bütün dostlar burada aydınlık, Halis niyetle olur öz aydın, Karşılığı mutlak olan fenalık. Cesedi delen ruh; ızdırabın, Emr-i Rabbani’yle bulur ferahlık. Heyette çok az olan abd-ı kerimler ayrılanca ikinci bir toplantı yapmıştı. Adige, Çerkes, Karaçay, Balkar, Kabardey, Oset, İnguş, Çeçen, Kumuk, Avarlar ağaçları canlı tutmak ve tohumları korumak için hemen yurtlarına gitmişlerdi. Kendileri de komutanın ihtiyat emri gereği Şeki’ye doğru yola çıkmışlardı. Şeki’de toplanan Osmanlı birlikleri Anadolu’ya doğru çekilecekti. Nuri Paşa’nın komutasındaki Kafkas İslam Ordusu’nun ilk neferlerinden olup Gence’den beri hep beraber olan Hüseyin ayrılığı bitirmek ister gibi sarıldı Salman’a, gözleri Aras nehri gibi akıyordu. İçinin yangını ile söyleniyordu: Ey Şeki! Ayrılıyor canlar, Giden gardaşlarım hep ağlar, Gelmesin düşman sizden dağlar, Özümüzün ciğerin dağlar. Bilmirem! Belki cihan batar. Salman, dünyanın batmaması için Anadolu’nun korunması gerektiğini anlamıştı. Zaten Kafkasyalıların çoğu ile bazı Osmanlılar yeni döneme hazırlık yapmaya başlamışlardı. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilk payitahtı olan Gence’den hareket eden Osmanlı birlikleri Bakü’yü kurtarmaya giderken ne kadar ümitli iken Gence’den ayrılmadan son defa Cuma Mescidi’nde cuma namazı kılan aralarında Salman ve Hasan’ın olduğu askerler o kadar hüzünlüydü. Avluda ayrılacaklarına üzülürken yükselen bayrağın bir daha inmeyeceğinden emin olan Salman ve arkadaşları Türkistan’daki kardeşlerine bu kadar bile yardım yapamadıklarına üzülerek Kars’a doğru yola koyulacaklardı. Afakın karalık olması yıldırmamalıydı Türkleri. Gence yeniden dirilişin birliğin merkezi olmalıydı. Nizamî Gencevî’yi hatırladı. Nizamî’ye hürmetin fatiha ile beraber ona bir de şiir söylemekle olacağını düşündü.
“Bekle Nizamî üstadım ya ben gelirim ya benim ahvadım” diyen Salman, karanlık ufuklarda yeni bir ışık ararcasına ona selam niyetine mırıldandı: Doğuşun şehrisin sen Gence, Oğuz Kıpçak bir bütün Gence, Nizamî’nin aşk-ı Afak’ısın, Birgün dersaadet olur Gence. İngilizlerin bakısı altında kalan Yakup Şevki Paşa askerleri onlara teslim etmeden Anadolu’ya ulaştırmak istiyordu. Üzüntüden mi bilinmez gözleri sanki hiç görmez olmuştu. Belki muzaffer orduyu bir mağlub ordu gibi geri çekilmesini görmek istemiyordu. Fırsattan istifade etmek isteyen Ermeniler Ahıska, Ahılkelek, Kars, Andahan, Nahçıvan’a İngilizlerin yardımı ile el koymak niyetindeydiler. Ermeni militanların katliamları önlemek için geride kalan bütün Müslümanlara silah, para, komutan elinden ne gelirse vererek geliyordu. Osmanlı ordusu çekilirken mahalli hükümetler kurulmuş oluyordu. Güvenliği sağlayarak ve kalıcı hale getirerek dönüyordu. İngilizler kızgın. Mezara gömmek istediklerinin hala mücadeleye devam edeceğini görüyor, çılgına dönüyorlardı. Karadeniz İngiliz Komutanı General Milne hiddetli. Yakup Şevki vatan ve milletin ihtiyacı olanı yapıyor. Ellerini artık göz gibi kullanmaya başlayan Yakup Şevki Paşa’yı gören Salman, komutanının derdinin gözleri olmadığını anlıyordu. “Paşa bildiğini söyler, biz de yaparız” diyordu. Ordunun büyük kısmı, Erzurum-Van hattına çekilince paşa biraz rahatlar gibi oldu. İngiliz Generali sahada yenilmiş 9.Osmanlı Ordusu’nu teslim alamamıştı. Bu defa tehdit büyüktü: “Ya İstanbul’u işgal ederim ya Yakup Paşa İstanbul’a gelir” ve Yakup Şevki Paşa görevi bırakmak zorunda kaldı. İstanbul yerine paşa teslim olmuştu.
Kafkas dağlarında Çerkez, Karaçay, Balkar, Kabardey, Oset, İnguş, Çeçen, Avar, Kumuk çeşmelerinin suları çekilirken Kuzey Kafkasyalıların çeşmlerinin yaşı da kurumuştu.
İngiliz bu milleti tanımıyordu. Güç komutanda değil millete idi. Millet isterse yeni komutan bulur. Olmasa içinden birini komutan seçer, yoluna devam eder. 31
1891-1892 YILLARI
DERSAADET’TE
BELEDİYE VE ŞEHİRCİLİK 1882 yılında ülkenin ticaret,ekonomi,tarım ve sanayi faaliyetlerinin toparlanması için sivil bir kuruluş olan (STK) Dersaadet Ticaret Odasını kurdurmuş Dr.İsmail DEMİRBAŞ
ultan II Abdulhamit Osmanlı ve Türk tarihinde nadide bir yere sahiptir. Bunun sebebi; Dirayeti, vizyonu ve devlet adamı olarak ortaya koyduğu proje ve uygulamalar ile ülkenin gerçek potansiyelini açığa çıkararak bir atılım gerçekleştirmesidir. Ekonomi,sanayi, tarım,askeriye, eğitim,ulaşım, denizcilik, madencilik, emniyet, ticaret, belediye vs. alanlarda Sultan II Abdulhamit’in gerçekleştirdiği atılım mahiyetinde uygulamalar vardır. 1882 yılında ülkenin ticaret,ekonomi,tarım ve sanayi faaliyetlerinin toparlanması için sivil bir kuruluş olan (STK) Dersaadet Ticaret Odasını kurdurmuş, 1885 yılında da oda bünyesinde dünyanın ilk ticaret gazetelerinden biri diyebileceğimiz Dersaadet Ticaret Odası Gazetesinin yayın hayatına başlamasını sağlamıştır. Gazete, dünyanın ekonomi alanındaki ilk gazetelerinden biri olması ve Osmanlı coğrafyasından, etkileşim ve ilişki içinde olduğu bölgelerden ticari bilgiler vermesi açısından da stratejik öneme haiz bir kaynak olarak görülmelidir. İlk on yıl ki sayılarını bir proje kapsamında incelemiştim. Gazetenin o dönemki sayılarının şablonu şu başlıklardan oluşmaktadır; 1. Her sayıda yayınlanan ve ekonomiyi geliştirmeyi amaçlayan araştırma yazıları, bu yazılar aynı anda padişaha sunulan projelerdir. (sütçülük, tütün ziraati, yumurta tavukçuluğu, kağıt sanayii, ziraat gübresi ve meyvecilik, asma ve üzüm ziraati, pancar ve şeker kamışı, ipekçilik,deniz ticareti, madenler,petrol, ekonomi ve sanayi faaliyetleri vs). 2. Ziraat ( ülke içi ve dışı zirai gelişmeler) 3. Ticaret (ülke içi ve dışındaki ticaret ile ilgili gelişmeler) 4. Sanayi (sanayi faaliyetleri, ülke ve dünyadaki gelişmeler) 5. Mali işler ( mali konulardaki muhtelif haberler) 6. Umur’u Nafia (ülkedeki bayındırlık faaliyetleri). 7. Mütenevvia (kısa kısa haberler) 8. İstatistik (ülkelerin ithalat , ihracat miktarları ve geçmiş yıllarla kıyaslaması). 9. Vilayetlerden haberler (Osmanlıya tabi sancak ve kazalardaki gelişmeler vs) 10. İstihbarat-ı ecnebiye (dış devletlerden bilgiler ve Osmanlı ile olan ilişkileri vs.) 11. Kısmı resmi (ekonomiye taalluk eden kanun ve nizamnameler) 12. Dersaadet ve galata borsası (senet, tahvil, kambiyo vs) 13. Duyurular.
sayı//16-17// kasım - aralık 32
14. Fiyat cetveli.(ülke genelinde fiyat birliğini sağlamak ve ticareti konrolde tutmak için ana kalem ticaret ürünlerinin fiyatları (buğday, arpa, çavdar,yulaf, un, kepek, fasulye, nohut, bakla, susam, haşhaş, pamuk tohumu, ispirto, çivit, kükürt, cam, gaz, fes, pamuk, manifatura, kendir mamulatı, maden kömürü, maden eşyalar, tiftik, yün, koza, ipek, pamuk, halı vs.)) Bu makalemizde Dersaadet Ticaret Odası Gazetesinin 27 Temmuz 1891,s. 343 “ıslahat-ı belediye” ve 14 Ağustos 1892, s.398 “İstanbul’un hali’ arsaları” başlıklı yazılarını inceleyerek, o tarihin Dersaadetinde bir gezinti yapacağız. Sultan II Abdulhamit her alanda olduğu belediyecilik alanında da gözle görülür gelişme ve ilerlemelere imza atmış, göreve getirdiği Şehremini İsmail Rıdvan Paşa övgüye değer hizmetler ortaya koymuştur. Bu durum belediyecilik alanında yeni daireler oluşturulması ihtiyacını doğurmuştur.
İrade-i seniyye-i hazret-i pâdişâhî ahkâm-ı münifesince devair-i belediyeden bazıları biraz vakitten berû müşerref-i harab olduktan başka yaya kaldırımlarına ve yahut şoselere tecâvüzlerinden naşi’ yolların istikametine îras-ı muzırrât îden ebniye-i husûsiye ve emîriyeyi hadım ediyorlar. Nizamî derecede genîş olmayan sokaklar oralarda bulunan hânelerin hadîmiyle tevsî’ olunmuştur. Şehrin tezyîni ve mahalleler arasında cereyân-ı havanın teshîl-i ve sokakların darlığı ve hânelerin yekdiğerine gurbîyeti sebebiyle sûret-i mahsûsada mûcib ve hâmit olan harîgaların tenâkus adedi nokta-i nazarınca tedâbîr-i mezkûreden istifade
1885 yılında da oda bünyesinde dünyanın ilk ticaret gazetelerinden biri diyebileceğimiz Dersaadet Ticaret Odası Gazetesinin yayın hayatına başlamasını sağlamıştır.
Konu ve belediyecilikle ilgili diğer hususlar yazıda şu şekilde ifade edilmiştir; “Bir büyük şehir de, özellikle de bu şehir büyük bir devletin payitahtının başkenti ise belediye hakkında kararlar alınması ve işlerin yürütülmesi kolay değildir. Hülasa kanunların düzenlenmesi ve belediyeciliğe ait bilumum işlerin güzel bir şekilde yürütülmesi için görevin resmi dairelere bırakılması bu amaçla yeni daireler ihdas edilmesi bu resmi dairelere “hükümet veya belediye adı verilsin” görüşleri, üzerinde çalışmaya değer
33
Ş ehir
alkışlayıp yanında olacağımız şüphesizdir. Sıcağın fazlalığından ve kirliliğin çokluğundan dolayı, önceden bu gibi rahatsızlıkları önemsemeyen yerli ahalice bile rahatsızlıklar dile getirmekteydi.Kirliliğin giderilmesi ve yolların bir kısmının bir süreden beri her gün sulanması hususu yaz mevsiminde Osmanlının baş kenti olan İstanbul’a yabancı turistlerin gelmesini teşvik edecek güzel tedbirlerden olduğu muhakkaktır. Bu temizliğin ve yolların güzel halde bulunmasının toplum sağlığı üzerindeki etkisinden bahse bile gerek yoktur. İstanbul ahalisinin temizlik ve sağlık açısından ortaya konulan faaliyetlerde devletlû Rıdvan Paşa’nın ortaya koyduğu yeniliklerin payı yadsınamayan bir gerçekliktir.”
Şehremini İsmail Rıdvan Paşa övgüye değer hizmetler ortaya koymuştur. Bu durum belediyecilik alanında yeni daireler oluşturulması ihtiyacını doğurmuştur. Konu ve belediyecilikle ilgili diğer hususlar yazıda şu şekilde ifade edilmiştir;
Şehrimizde hâlî arsaların kesîr olmakdâr olduğu herkesce mâlumdur. Beyoğlu, Galata, İstanbul, Üsküdar ve Kadıköy gibi payîtâht-ı saltanât-ı seniyenin mülhagâtında, Boğaziçi’nin yukarı ve aşağı cihetinde kâin küçük köylerde, Adalarda, Ayestefanos, Magariköy, Yedikule’de, fugûdân-ı nugûttan naşi’ hâlî kalmış bir çok arsalara tesâdüf itmeksizin bir hutûvve itmek mümkün değildir.
olduğu itiraz götürmez bir gerçekliktir. Bu sebeple Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi, geçmiş günlerde İstanbul belediye heyeti tarafından yapılmış mühim yeniliklere ve devletlû Rıdvan Paşa Hazretlerinin şehremaneti görevine tayininden beri İstanbul ahalisinin kavuştukları güzelliklere kayıtsız kalamazdı. Gerçekten devletlû Rıdvan Paşa Hazretleri, tabii güzelliği ve tarihi eserlerini görmek için her hafta ziyaret eden yüzlerce yabancı turistin rahat etmeleri için İstanbul’da yapılması gereken hiç bir şeyi ihmal etmemektedir. Rumeli demiryollarının Avrupa demiryollarına bağlanması sayesinde her gün sayısı artmakta olan yabancı turistlerin bu ziyaretleri doğu ve batı arasında ticari münasebetlerin gelişmesine katkı sunduğundan, turizm ile ilgili rutin dışına çıkan ve bu konuda iyileşmeyi sağlayacak tüm yeniliği sayı//16-17// kasım - aralık 34
MERKEZÎ İDARE VE YEREL YÖNETİM UYUMU Belediye hizmetlerinin her zaman olduğu gibi o dönemde de sadece belediye başkanının iradesi ile halledilemeyeceği, kanun yapıcıların da sorumluluk alanındaki kısımlar olduğu muhakkaktır. Bu konudaki işlemlere de yazıda şu şekilde değinilmektedir; “ Ayrıca Osmanlı devletinde kanunların niha-i karar vericisi olan şerefli padişahımız hazretlerinin buyrukları gereğince bir süredir belediye daireleri, harap olduktan sonra yaya kaldırımlarına veya şose yollara tecavüzlerinden dolayı yolların şekillerini ve yönlerini bozan hususi binalara yıkım emrini ifa ediyorlar.Yeterince geniş olmayan sokaklar oralarda bulunan binaların yıkılması sayesinde genişletilmektedir. Şehrin güzelleşmesi ve mahalleler arasında hava akışının sağlanması için sokakların darlığı ve evlerin bir birine yakınlığının yol açtığı olumsuzlukları ortadan kaldırma adına alınan tedbirlerden istifade edileceği muhakkaktır.” Dersaadette ekmek üzerinde spekülasyon ile vurgun yapılmasına Şehremininin mani olunduğu şu cümleler ile ifade edilmektedir.; “ Devletlû Rıdvan Paşa tarafından uygulaya konulan güzel yeniliklerden biri de mallara fiyat belirlenmesidir. Bu tedbirin etkisi ile ekmekçilerin spekülasyona pek müsait olduğu bir zamanda (ki bir kaç hafta önce Avrupa’da pek heyecan yaratmış ve ekmek tüketicilerini zarar ettirmişti) vurgunun önüne geçmiştir. Şehremini Rıdvan Paşanın soğuk kanlılığı ve dirayeti sayesinde fakir insanlar ekmeği konulan en alt fiyatın üzerine fazla çıkmadan alma imkanı bulmuşlardır. Paşamızın şu ana kadar yaptıklarına baktığımızda bundan sonra da reisliğini yaptığı daire ile halkın yararına bir çok faydalı yeniliğe imza atacağına dair inancımız tamdır.” DERSAADETTE İLK KENTSEL DÖNÜŞÜM Dersaadet Ticaret Odası Gazetesinde 14 Ağustos 1892, s.398 “İstanbul’un hali’ arsaları” başlıklı
yazıda, Dersaadette boş arsalardan bahsedilmekte bu arsaların değerlendirilmesi, şehrin mimarisinin daha derli toplu hale gelmesi ve çar çur edilen milli sermayenin ekonomiye kazandırılması maksadıyla Avrupa ülkelerinin bazılarında olduğu gibi inşaat şirketlerinin kurulması teklifi şu cümleler ile ifade edilmektedir.; “Şehrimizde çokça boş arsa olduğu herkesin malumudur. Beyoğlu, Galata, İstanbul, Üsküdar ve Kadıköy gibi Osmanlı Payitahtı’na tabi yerlerde Boğaziçi’nin aşağı ve yukarısındaki küçük köylerde, Adalar’da, Yeşilköy, Bakırköy ve Yedikule’de gezindiğimizde para yokluğundan boş kalmış arsalara tesadüf etmemek mümkün değildir. Ayrıca zaman zaman meydana gelen yangınlar mahalleleri harap ederek bu durumu daha da vahim boyutlara taşımaktadır.Bu durum üç noktada üzüntümüze yol açmaktadır:Birincisi, şehrimizin iskânı çok olan yerleşim yerlerinde kiracı olmak için, hâli vakti yerinde olan aile reisleri, neredeyse bankerler kadar zengin olmalıdır.İkincisi, az çok akılsızca teşebbüslerde, tahvillerde, ikramiyesi şüpheli biletleri satın almada kullanılan yerli sermaye kâr elde etmek için başka yatırım alanlarına ihtiyaç duymaktadır.Üçüncüsü, öncelikle yanmış olan binalardan geri kalan kalıntılar mahalle arasında güzel bir manzara oluşturmamaktadır. Ayrıca bir sert rüzgâr çıkması durumunda mahallelinin
duvar ve kalıntı altında kalması tehlikesi şehrin emniyetine hizmet etmeyeceği muhakkaktır. Âcizane görüşümüze göre bu arsalara uygun fiyatla binalar inşa etmek için şirketler kurarak bu olumsuzluklardan kurtulabiliriz. Kiraların yükselmiş olması, şehrimizde yevmiye ve inşaat malzemelerinin nispeten uygun olması sebebiyle bu yolla harcanan paraya %15 kâr payı verileceği fikri akla gelebilir. Özellikle şehrimizde bu kadar kâr getiren teşebbüslerin olmadığı dikkate alınacak olursa bu şekilde kurulacak inşaat şirketlerinin iyi kâr payı sağlayacağı ve halkın rahatına, servet kazanmasına ve saltanatın merkezi şehrimizin güzelleşmesine hizmet edeceği aşikârdır. Şirket kurulması hâlinde boş arsaların sahiplerinin muhitleri bellidir, bu arsaların sahipleri arsadan istifade edemeden vergi ödemektense şirket ile anlaşılan süre içinde arsaların bedelleri hesaplanarak kendilerine ait binalara dönüştüğüne şahit olacaklardır. Ödenecek %15 ve binalara harcanacak paralar ödendikten sonra şirketin edeceği kârın pek az olmayacağı aşikârdır.” Buna bağlı olarak, kentsel dönüşümün temellerinin de Sultan II Abdulhamit döneminde atıldığını söylemek mümkündür.Tarihimizden dersler çıkarıp ülkemizi daha ileri seviyelere taşımamıza vesile olması dileğiyle... 35
Ş ehir
Seksenli yıllar, sol-sağ diye bu milletin evlatlarının biribirlerini katlettiği, katlettirildiği yıllardır. Hapislerde, sürgünlerde, idamlarla darağaçları kurularak, kim vurduya giden vatan evlatlarının acılarıyla, anaların, babaların ve cemiyetin yürek dağlayan çığlıklarıyla doludur.
KÜLTÜRÜ VE MEDENİYETİ
CEMİL MERİÇ’LE ANLAMAK Recep GARiP
0. yüzyıl Türkiye’sinin önemli bilgeleri var. Bütün bilge isimlerin üzerinde durulması da icap eder. Geçen sayıdaki yazımızda olduğu gibi, Biz bu yazıda da, Cemil Meriç üstada dair kimi yakalayışlardan söz edeceğiz. Seksen öncesi Türkiye manzarasına karşı duyduğu içli haykırışı “Mağaradakiler” adlı eserinde, “Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.”sözleriyle ışık olmuştur. Bilge insanlar halin ve ahvalin durumunu tahlil ederek gelecekle ilgili düşünce ufukları açarlar ve geleceğe dair düşünceler üreterek yol gösteren yıldız olurlar.
sayı//16-17// kasım - aralık 36
Bir mütefekkirin dünyası, kitapların, ilmin, irfanın, sanatın, şiirin, dostluğun, aşkların ve acıların dünyasıdır. Kendisinin çizdiği ve inandığı yol haritasında; düşünce, sanat ve hayat vardır. Orada politika asla yer almaz. Hayatına bakıldığında inişli çıkışlı, gidişli dönüşlü, uçurumlardan vadilere doğru gel-gitler olsa da ki sosyalist olduğunda da, milliyetçi olduğunda da, Osmanlı olduğunda da “Muhammed sevgilim” dediğinde de tarzında, üslubunda her hangi bir değişikliğe ihtiyaç duymamıştır. Jurnal’in oluşmasına başladığı yıllarda ki 1963 Ocak ayında yazdığı bir mektubunda şöyle ifade eder; “Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum.” Cemil Meriç, yerli edebiyatı önemsediği kadar yerli yazarları da, edebiyatçıları da, tarihçileri de, felsefecileri de önemser, dikkate alır, sever ve eleştirir. Genel değerlendirme olsun kabilinden eserlerinde var olan bu gerçeklik çizgisi üzerinden bazı mülahazalarına değinmekte yarar görmekteyim. Jurnal dlı eserinde Rıza Tevfik’in Kamus-u Felsefesiiçin; “Çok zengin, çok düşündürücü, lüzumundan daha ciddi ve ukalâ bir eser. Başka bir deyişle Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı İrfanının sadık bir envanteri.”diye söz eder. Dönemin iyi kalemlerinden romancı Hüseyin Rahmi için üslubunu beğenmediğiniSosyoloji Notları nda bahsederken yine de halka daha çok inebilenTürk insanının sosyal, siyasal ve geleneksel dokusunu göz önünde bulundurarak eleştirel tarzının Emile Zola’dan etkilenme olduğunu ifade eder. Yine aynı eserin aynı sayfasında Mehmet Rauf’un romanıEylül için batı tekniğinde yazılmış olsa da toplumun tahlilinden uzak olduğuna vurgu yapar. “Avrupai ilk roman Halit Ziya ile başlar, teknik olarak öncülerinden üstündür, ama bir kopuş edebiyatıdır.”der. Kırk Ambar da, “Tanzimat’a kadar romanın tarih-öncesi. Tanzimat’tan Halit Ziya’ya kadar ön-tarih. Sonra, kök salan, gelişen, olgunlaşan Türk romanı. Bizce Türk düşüncesi, Tanzimat’tan bu yana büyük fetihlerini yalnız bu alanda gerçekleştirdi. Şiirde bir Baki, bir Fuzuli, Bir Nedim, bir Şeyh Galip hala rakipsiz. Hamit veya Fikret, Haşim veya Yahya Kemal, Necip Fazıl veya Nazım Hikmet.. Himalayalarda birer zirve. Hiç biri babasız doğmamış.”
Cemil Meriç’in dünyası, aydınların dünyasıdır. Entelektüel, aydın, kültür, medeniyet gibi kelimeler üzerinde de uzun uzadıya durur. Çünkü kalemlerin yerli olması için, düşünce dünyasının da yerli üretimlerden beslenmesi gerekir. Geçmiş asırların bize bıraktığı kültürel armağanı iyi bilmeye, onlarsız sanatın, şiirin ve edebiyatın olmayacağına, divan şiirini bilmeden modern şiirden pek bir şey doğmayacağına dair kanaatleri vardır. Kültürel kodlarımıza sahip çıkmanın en belirgin yolu, kitaplarla dostluktur. Hayata, şiire, sanata ve insana dost olmaktır. Jurnal 1, de “ Yahya Kemal’de kemal var, ihtilal yok. Uçmuyor, yürüyor.” der. Aslında uzun uzadıya üzerinde durulması icap ediyor. Yahya Kemal şiirde zahirdir, Mehmet Akif Ersoy ise hem zahirdir hem de batın. Hem içle meşgul olmuş hem de dışı ihmal etmemiştir. Hem bu dünya hem de öte dünya inancı Akif’te zirve durumdadır. Jurnal 1, de şöyle yazıyor; “Nazım’ı kemal Sülker’in ısrarı ile okudum, anlamadım ve sevmedim. On dokuzunda putperesttir insan. Kozasını yırtmak ister. Kanatlarını tutuşturacak bir alev arar pervane. Nazım yeniydi, başkaydı ve her yeni gibi düşmanları vardı, her yeni gibi dostları vardı. Yani Nazım bir “communaute” idi. Her kitap, bir parça semavidir, bir kilisedir, bir camidir, birleştirir veya ayırır. Kitap, göklerden uzanan bir el, uçurumlardan gelen bir davet. Nazımı sevemezdim ilk hamlede. “Sekiz Yüz Otuz Beş Satır”, “Varan Üç”, “Jokond ile Siyau”, Taranta Babuya Mektuplar”.. Bu şiir, bir ağaç gibi büyüyor. Dallanıyor, budaklanıyordu. Ezilenler haykırıyordu mısralarda. Zincirleri kıran bir sesti bu. Zindan duvarlarını deviren bir ses. Nazım fısıldayan adam değildi.” Kendi dönemi içinde yazan, daha önceki dönemlerde var olan değerler, sonuç itibariyle bu toprakların değerleridir ve bilinmeyi, okunmayı hak eder. Bunun çabası içerisinde döneme ait edebiyatçıların eserleri üzerinde ve şahsiyetleri üzerinde mutlak surette söz söylemiş, onların toplum nezdinde ki yerleri hakkında fikirlerini beyan etmiştir. Edebi şahsiyetler hakkında ki bu düşüncelerinden bazılarını daha aktararak sözlerimi toparlamak istiyorum. Sosyoloji Notları’nda, Yakup Kadri’nin Batı romanını taklit ederek bizim romanımızı yazmaya çalıştığını ifade eder. Buna rağmen, üslûp sahibi olduğunu kaydeder. Jurnal 1 de “Peyami Safa, kelimelerin pırıltısı ile ruhun derinliklerini aydınlatmaya çalıştı” demektedir. Jurnal, 2 de; “(Nurullah) Ataç, bir cenini sakıt, Hammer mütercimi ve iktitaf yazarı.. Şahsiyetsiz, otoritesiz, gurursuz bir aktör. Yalnız, dergi ve gazete okurdu. Ataç satıhtı. Kant’la, Descartes’in çağlarını ve düşünce dünyalarını birbirinden
ayıramayacak kadar ümmi idi. Ataç, çöken bir cemiyetin harem ağasıdır ve bir kadınlar edebiyatının akıl hocasıdır.”diyor. Kemal Tahir için, Bu Ülke’nin sayfalarında Türk insanını hapishanede bütün giriftliği, sefaleti ve ihtişamıyla tanıdığını söyler. Hapishane öncesi çapkın ve şımarık bir İstanbul delikanlısı olduğunu, sonra yaşayarak hayatı öğrendiğini ve tarihe yöneldiğini belirtir.Meriç, onun romanlarının hakikatin emrinde, her namuslu aydının yol arkadaşı ve kılavuzu olduğunu dile getirmektedir.
Cemil Meriç, yerli edebiyatı önemsediği kadar yerli yazarları da, edebiyatçıları da, tarihçileri de, felsefecileri de önemser, dikkate alır, sever ve eleştirir.
Cemil Meriç, Vedat Türkali için, yıllarca hocalık yapmış, sinema ile uğraşmış kalburüstü bir yazar olduğunu söylerken, Attilâ İlhan’ın “Hangi Sol, Hangi Batı”yı sevdiğini ifade ederek “Bıçağın Ucu, Kurtlar Sofrası” romanlarını kendi tarzına yakın hisseder, yazılarını beğenerek okuduğunu da kavratır. Çetin Altan’ı önemser, eli kalem tutan üç beş bahtiyardan biri olduğunu söyler. Adalet Ağaoğlu’nun yoğun okuyucusunun bulunduğunu düşünür. “Düğün Gecesi” romanı için Türk romanının yüz akı olduğunu söyler. Pınar Kür’ün dilini sever. Marksizm’i bırakarak Amentü diyerek İslamın son din olduğunu kabul eden İsmet Özel hakkında,”Türkçesi cılız, bodur ve musikisiz. Fransızcayı ancak tefeül yoluyla sökmektedir.” Peyamı Safa, Kemal Tahir, Adalet Ağaoğlu’nun çağdaş dünya edebiyatçılarıyla boy ölçüşebilir olduğunu ifade eder. Kelime, edebiyatın ta kendisidir. Edebiyatınız varsa, şiiriniz varsa, romanınız varsa sözünüz var demektir. Dünyada ülkeler arası en fazla etki sanatın, müziğin, resmin, edebiyatın etkisidir. Cemil Merici anlamak için eserlerine, yazdıklarına, ifade tarzına, konuşmalarına, düşüncelerine vakıf olmak icap eder. Eserlerini okumadan, üzerinde mütalaalar yapmadan, araştırmalar gerçekleştirmeden Meriç’in dünyasını anlamak mümkün değildir. İçinde yaşadığı cemiyetin değerlerini fark etmekle kalmaz, fark edilmesi için elinden geleni yapar. Bize düşen görevse, geçmişi iyi tahlil etmek, doğru okumak, akıl süzgecimizin terzisini örste doğru tutarak bu günü ilkeli ve aydın düşünce sahibi olarak yaşamaktır. Şehirler, bilge insanlar doğururlar. İstanbul Şehri, Tarih boyunca Bilge insanların yaşadığı şehirdir, Cemil Meriç gibi bilge insanlar kadim medeniyetimizin kilit taşlarıdır. Bizlere Düşen ise, miras olarak bizlere bırakılmış olan kadim kültürün ve kültür hazinemizin idrakinde olmaktır. Cemil Meriç’i okudukça aydınlandığımızı ve bizlere yeni ufuklara hazırlıklı olmamız gerektiğini hatırlatır. Dünyaya düşünce hükmeder. Münevverler hükmeder. 37
Ş ehir
KARS’TAN ANADOLU’YA YAYILAN KOLONİZATÖR DERVİŞLERİN PİRİ;
EBU’L HASAN HARAKÂNÎ HAZRETLERİ
Kars şehrinin manevi koruyucusu olarak kabul edilen Ebu’l Hasan Harakânî, fütüvvet öğretilerini hayata geçiren pek çok civanmert genç yetiştirmiştir. Sonrasında bu gençleri birer “kolonizatör derviş” olarak Anadolu’ya yollamış ve bölgenin Türkleşmesinde önemli rol oynamıştır. Çiğdem GÜRSOY
ars kesin olmamakla birlikte M.Ö. 5000 yıllarında kurulmuştur. İsmi hakkında birkaç rivayet bulunmakla beraber çoğunlukla M.Ö. 130-127 tarihlerinde Dağıstan’dan gelen Bulgar Türkleri’nin Velentur Boyu’nun Karsak Oymağı’na dayandırılmaktadır. Böylece Kars, Türkiye’deki en eski Türkçe şehir ismi olarak kabul edilmiştir. İlkçağlardan itibaren Hititler, Urartular, Persler, Helenler, Doğu Roma ve nihayetinde Bizans toprakları içinde kalmıştır. Günümüzde “Serhat şehri Kars” olarak bilinen şehir yaklaşık 1000 sene öncesinde Bizans’ın serhat şehri bir başka deyişle sınır şehriydi. Memleketlerin diğer şehirlerine nisbetle daha sık el değiştiren serhat şehirlerinin başına gelenler Kars ve yöresi içinde geçerli olmuştur. Bölge, 11.yy’da Doğu’dan Sasaniler ve Batı’dan Bizanslılar arasında mücadele alanı olurken 1064’te Büyük Selçuklu Devleti sınırları içine girmiştir. Bir ara Gürcü yönetimine giren sonrasında Moğollar, İlhanlılar, Akkoyunlular ve Safevilerin egemen olduğu Kars ve yöresi 1534’te Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Sınırların sürekli değiştiği, geçişken bölgelerde bulunan yerleşim yerlerinin yakın kültürlerle daha sık iletişim ve etkileşim halinde olmaları kaçınılmazdır. Ayrıca Kars’ın İpek Yolu’nun üzerinde yer alması, tarih boyunca çeşitli uygarlıkların yerleşimine evsahipliği yaparken pek çok devletin de bölgede hakimiyet kurmak istemelerine sebebiyet vermiştir. Sosyo-kültürel yapısına bakıldığında, etnik yapının yanı sıra mimari özelliklere de sinmiş olan bu durum şehri tipik serhat şehri yapmıştır. Örneğin; Doğu Anadolu’nun Ayasofyası olarak nitelendirilen Kümbet Cami, 10.yy’da ErmeniGürcü kilisesi olarak yapılmıştır. “12 Havariler Kilisesi” olarak inşa edilen kilise, şehir 1064’te Selçuklu hakimiyetine geçince cami, 1878’de Rus hakimiyetinde Rus-Ortodoks kilisesi, 1918’de tekrar Osmanlı İmparatorluğu’na geçince Kümbet Cami olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde 1964’te müzeye çevrilmiş, 1993’den beri tekrar cami olarak kullanılmaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Rus işgali sırasında St. Petersburg şehrinin planı baz alınarak yapılan binaların, dönemin Baltık mimari özelliklerini birebir yansıttıkları aşikardır. Günümüze kadar gelebilen binaların bir kısmı kamu kurumları olarak kullanılmaktadır. 903 yılında Horasan’ın Harakan köyünde dünyaya gelen Harakânî böylesine çok kültürlü bir bölgeye gelip yerleşmiştir. Kendisinin 1023
sayı//16-17// kasım - aralık 38
yılında Çağrı Bey komutasındaki ordunun manevi önderi olarak Kars yakınlarındaki Anî şehrine kadar geldiği, kalenin geçilemeyeceğini gördüğü, orduyu geri göndererek Kars’ta kaldığı bilinmektedir. Harakânî, Kars’a yerleşmiş öncelikle manevî fethin gerçekleştirilerek gönüllerin fethedilmesi gerektiği daha sonra bilinen anlamda fethin gerçekleşmesinin çok daha kolay olacağını söylemiştir. Bölgenin yapısına uygun şekilde kimseyi dışarda bırakmadan her dilden her dinden insanı ayırt etmeden birleştirici şekilde davranarak kısa zamanda çevresinde cazibe merkezi oluşturarak gönülleri fethetmiştir. Konuyla birebir örtüşen Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın değerli makalesinde “istila devirlerinin kolonizatör Türk dervişleri” olarak bahsettiği dervişlerin pirinin Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri olduğu muhakkaktır. Barkan makalesinde, “Selçuklu-Bizans hududunda 400 çadırlık göçebe bir halkın kurduğu küçük bir beylik, üstelik Türk ve İslam dünyasına sınırı olmadan “yalnız başına bir ada” iken nasıl oluyor da kısa bir zaman zarfında İmparatorluk haline gelmiştir?” diye sormaktadır. Barkan’ın çalışmasında soruya cevaben; Anadolu’ya gönderilen dervişlerin özellikle çevre hakimiyetini sağlayabilecek kadar yüksek bölgelerdeki boş topraklara yerleştikleri, burada ziraat ve hayvan yetiştiriciliği ile meşgul oldukları arşiv belgelerinden örneklerle anlatılmıştır. Dervişlerin toprakla uğraşmanın yanı sıra Türk dilini ve İslâm dinini öğretmek için zaviyeler kurdukları da tespit edilmiştir.
Türk ordularından önce giren aynı zamanda iyi birer savaşçı da olan bu dervişler ve merkezleri iaşe, barınma, güvenlik ve asker sevkiyatı için gerektiği zaman devreye girmeye hazır duruma gelmişlerdir. Barkan’ın tespitlerinden hareketle; Harakânî’nin hayat felsefesine ve uygulamalarına baktığımızda, kimseyi ötekileştirmeden aynı birleştirici davranışları görmek mümkün olmuştur. Hazretin kapısına gelenin kimliğini sormadan sadece şahsiyetiyle ilgilendiği, isteklerini karşıladığı ve bunu Allah’ın yaratıp can verdiği bir kula hizmet etmenin şuuruna sahip olarak yaptığı anlaşılmaktadır. Tıpkı Barkan’ın örneklerinde belirttiği gibi zaman içerisinde bölgede güven kazanarak cazibe merkezi oluşturmuş, yetiştirdiği civanmert gençlerle Anadolu’nun Türkleşmesinde, İslâm’ın ve fütüvvetin yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Ayrıca fütüvvet anlayışından beslenen ahilik kültürünün de yeşermesinde öncülük eden Harakânî’den 200 yıl sonra Selçuklular döneminde Kayseri’de Ahi Evren ahilik felsefesini hayata geçirmiştir. Bu manevi iklimin üzerine gelen Selçuklular kurdukları devletlerde, oluşturdukları kurumlarda Harakânî Hazretleri’nin öğretilerini yaşamış ve yaşatmışlardır. Sonrasında gelen Osmanlılar da hazırlanmış bu iklimden ziyadesiyle yararlanarak kısa sürede Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup genişletmişlerdir. “ Her kim bu dergaha gelirse ekmeğini verin, dinini ve inancını sormayın; zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeğe layıktır.”
Zaviyeleri kültür, imar ve din merkezleri halinde teşkilatlandırarak şenlendirmiş, cazibe merkezleri haline getirmişlerdir. İşte Anadolu’ya
Sofranın sadece maddi değil aynı zamanda manevi doyum yeri olduğu muhakkaktır. Hazret, sofrasını kapısına gelen herkese açarak öncelikle 39
Ş ehir
sokulması gereği hepimizce malumdur. “Alim kişi sabaha kadar ilmini arttırmaya çalışır, zahid zühtünü artırmaya çalışır, Ebul’l Hasan Harakânî ise bir kardeşinin gönlünü mutlu etme peşindedir”
maddi ihtiyaçları karşılamış, sonrasında felsefesini davranışlarına yansıtmış, gelenleri manevi yönden de besleyerek kısa zamanda etrafının sevgi ve saygısını kazanmıştır. Kalbindeki sonsuz hoşgörü ve tevazuyla tüm insanların sorunlarını kendisine dert edinmiş, çözüm yolları aramıştır. İnsanların birlik beraberlik içinde bir bütün halinde olmaları gerektiği bunu yapabilmek için yolların sevgiden geçtiğini yaşayarak göstermiştir. Ayrıca herkesin birbirine muhtaç olduğu ve birinin başına gelen olumsuzluklara diğerlerinin duyarsız kalmamaları gerektiğinin altını çizmiştir. Kendisi, küçük bir olumsuzluğun giderek büyüyüp toplumun geneline yayılacağının farkındadır. “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş benim ayağıma çarpmıştır; Onu acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir.” Harakânî meclisinde hoşgörülü davranmak ibadetle eş sayılmıştır. Hoşgörü sadece müslümanlar için değil tüm dinler için geçerli kılınmıştır. Bu felsefeden; Hazret’in evrensel manada tüm insanlığı tek bir çatı altında birleştirmeyi hedeflediği anlaşılmaktadır. Çoklukta birlik bir başka deyişle kesrette vahdet prensibi sayesinde Anadolu’nun manevi hayatında etkili olarak gelecek kuşaklara büyük bir miras bırakmıştır. “Bir mümini incitmeden sabahtan akşama varan bir kimse o gün akşama kadar Peygamberle yaşamış olur. Eğer mümini inciltirse Allah onun o günkü ibadetini kabul etmez.” Sevgi ve hoşgörünün unutulmaya yüz tuttuğu günümüzde Harakânî’nin “gönül sultanı” olarak da anılmasını sağlayan öğretilerini bir kez daha hatırlama ve gelecek nesillere anlatmanın bizlerin görevi olduğuna şüphe yoktur. Bu görevin oldukça fazla sorumluluk içerdiği, sadece kelimelerin aktarımıyla yetinilmemesi öğretilerin içselleştirilerek hayatın her alanında uygulaya sayı//16-17// kasım - aralık 40
Harakânî hoşgörünün dışında; kibir, riya, hasetlikten arınıp, tövbe, teslimiyet, sabır, şükür, ilim, kanaat, iyilik, cömertlik ve nefis üzerinde durmuştur. Özellikle nefis terbiyesinden sıklıkla bahsetmektedir. Gidilecek menzile varmanın ana şartı olarak nefsimizden arınmak olduğunu söyleyen Hazret, nefis terbiyesinin sonu olmadığı yaşadığımız sürece kararlı bir şekilde mücadeleye devam etmemiz gerektiğini söylemiştir. Çalışmayıp boş durduğumuz her an nefsimizi felakete sürüklediğimizi belirtmiştir. “Hiç bir şey bilmediğini anlayıncaya kadar herkes bildiğiyle övünür. Hiç bir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır. İşte o zaman marifeti kemale erer.” İhlastan bahsederken; bunun saf talep, salih amalle birleşmesini istemiş, riyadan kaçınılmasını isterken aradaki ince ayrıma dikkat çekmiştir. Yıllar sonra Hilmi Ziya Ülken bu ayrımı “desinler ahlakı” kavramıyla vermiş, yapılan iyiliklerin içten gelerek değil gösteriş için yapıldığında ortaya çıkan durumları tespit etmiştir. “Hak için yaptığın herşey ihlas, halk görsün diye yaptığın herşey riyadır.” İhlasın devamında, ibadetin hayatın tüm alanına yayılarak yaşam felsefesi haline gelmesi gerektiğini özellikle belirtmiştir. Yaptığımız her işi gönülden yaparak ibadet haline getirdiğimizde ortaya çıkan sonuçların sadece maddi değil manevi hayatımıza da katkısının olacağını, idrakimizin açılacağını hissettirmiştir. “Amele devam et ki, ihlas ortaya çıksın ve ihlasa devam et ki, nur ortaya çıksın. Nur ortaya çıkınca ise Allah’ı görürcesine ibadet edersin.” Harakânî aynı zamanda bir hizmet ehlidir; insanı sonsuzca sevmekten, ona hizmet ve hürmet etmekten ömrünce vazgeçmemiştir. Etrafındakilere soruyor; “Sen ne zaman mütevazi olacaksın, ne zaman kul olacaksın? Sen kulluk yapmıyor tanrılık taslıyorsun! Benim malım benim ilmim, benim hizmetim, benim mülküm... Ne zamana kadar malım malım, ilmim ilmim deyip duracaksın. Bir kez Allah’a yaraşır şekilde Allah de, bir kez O’nun isteği gibi zikret, Allah’ın rızasına ulaş.” Öğretilerinden de anlaşıldığı üzere Beyazid-ı Bistami’nin tasavvuf anlayışını benimseyen Harakânî, kendinden sonraki nesillerde; Necmeddin Daye, Feridüddin Attar, Yusuf Hemedani (Ahmet Yesevi’nin mürşidi), Ahmet Yesevi ve Mevlana Celaleddin
gibi mutasavvıflara ilham kaynağı olmuştur. Mevlana; “Bizim söylediklerimiz Ebu’l Hasan Harakânî’den aldıklarımızdan başka bir şey değildir.” açıklamasıyla felsefesini Harakânî’den aldığı feyzin üzerine inşa ettiğini belirtmiştir. Çağdaşları arasında; İbn-i Sina gibi felsefe ve tıpta uzman kişiler, ilk müslüman Türk devletini kuran Gazne hükümdarı Mahmud, Selçuklu hükümdarları Çağrı ve Tuğrul Beyler, Ebu’l Kasım Kuşeyri ve Yusuf Hemedanî gibi mutasavvıflar bulunmaktadır. Gazneli Mahmud’u Hindistan seferlerine, Çağrı Bey’i Kafkasya’ya, Tuğrul Bey’i Batı’ya yönlendirerek Anadolu ve Hindistan’ın İslamiyetle buluşturulmasında büyük katkıları olmuştur. İbn-i Sina ile görüşmelerinin birinde İbn-i Sina’ya “Hazretten ne öğrendiniz?” diye sorulduğunda; “Benim bildiklerimi o görüyor, onun gördüklerini ben biliyorum.” şeklindeki açıklaması bilinmektedir. Fikirlerini yazılı belgelere dökmemesi her ne kadar eksiklik olarak yorumlansa da kendisinin insan yetiştirmeye önem verdiği anlaşılmaktadır. Bu kapsamda yetiştirdiği her insana bir eser gözüyle bakılmasında bir mahzur yoktur. Sohbetleri esnasında mecliste bulunanlarca yazılıp derlenilen sözleri Nuru-l Ulum’da yayınlanmıştır. Kitabın tek nüshası Britanya Müzesi Kütüphanesi’ndedir. Bazı kaynaklar kitabı oğlu Ahmed Efendi’nin yazdığını belirtmektedir. 1033 yılında 73 yaşında vefat eden Harakânî’nin mezarının bulunması Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde yer verdiği şekliyle oldukça ilgi çekicidir. III. Murad devrinde yapılan Kafkas Seferi’nde (1578-1579) Kars Kalesi’nin tamiri Lala Mustafa Paşa’ya verilmiştir. Burada çalışan bir askerin rüyasında Harakânî Hazretlerini gördüğü, Hazretin kendisine işaret ettiği yeri kazmasını söylediği anlatılmıştır. Paşanın izniyle rüyada gösterilen yeri kazan askerlerin önce bir mermer kitabe sonrasında ise Harakânî’nin kabrini buldukları seyahatnamede kayıtlıdır. Kabir tekrar kapatılıp üzerine tekke, cami ve türbe yapılmıştır. Kars şehrinde Harakânî’nin öğretilerini günümüz gençlerine hatırlatmak ve gelecek nesillere aktarmak için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu kapsamda, 13 Ekim 2011’de Kafkas Üniversitesi bünyesinde Ebu’l Hasan Harakani Uygulama ve Araştırma Merkezi kurulmuştur. Merkez amaçlarını; “Ebu’l-Hasan Harakânî’nin hayatını, eserlerini, ilmi ve edebi kişiliğini, düşüncelerini, çevresindeki şahsiyetleri, tasavvuf, tarih ve kültürünü, Türk ve dünya edebiyat ve kültürlerindeki etkilerini ve konumunu incelemek, araştırmak, adı geçen çalışma alanları ile ilgili akademik paylaşıma katkıda bulunmak, disiplinler arası çalışmaları bir araya getirerek
daha verimli sonuçlar elde etmek, şehir, bölge ve Türkiye inanç turizmine katkıda bulunmaktır.” şeklinde açıklamıştır. Uygulamada ise uluslararası sempozyumlar, paneller, tanıtım toplantıları, gençlik buluşmaları düzenlenmektedir. 2014 yılında Harakani Dergisi yayın hayatına girmiştir. Altı aylık periyotlarda yayınlanan dergide Harakânî’nin felsefesi, hayatı, meclisinde bulunan kişiler, ilham verdikleri hakkında yapılan araştırmalara yer verilmektedir. Yaklaşık 970 sene önce kurulan Seyyid Ebu’l Hasan Harakânî Vakfı’ndan da söz etmek gerekir. Vakıf, Harakânî’nin vefatının ardından Hicri 440. / Miladi 1048-1049. yıllarında Seyyid Halil Mehmet Efendi tarafından kurulmuştur. Sonrasında tevliyet Seyyid Halife Hacı İbrahim Halil Ağa’ya geçmiş; ilerleyen süreçte III. Murad, adı geçen vakfı Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî Vakfı olarak üzerine almıştır. Kurulduktan yaklaşık 800 sene sonra 1855 yıllarında Osmanlı-Rus ilişkilerinin gerginleştiği yıllarda kesintiye uğrayan vakıf hizmetleri 1900’lerin başına gelindiğinde tekrar başlamıştır. Günümüzde Seyyid Ebu’l-Hasan Harakânî Vakfı olarak yeniden düzenlenmiştir. Vakfın hali hazırdaki yöneticisi Yavuz Selim Uzgur; 22 kuşak öteden beri Hazrete hizmet eden bir aileye mensuptur. Vakıf hem kendi bünyesi içinde hem de Kafkas Üniversitesi’nin işbirliği ile faaliyetlerini sürdürmektedir. Faaliyetlerin yürütüldüğü külliye; Kars Kalesi’nin eteklerinde Kümbet Camisi’nin hemen yanında bahçe içinde toplanmış Evliya Camisi, Ebu’l Hasan Harakânî Türbesi ve Kültür Merkezi’nden oluşan bir komplekstir. Bir küçük not daha; Kültür Merkezi olarak kullanılan bina 450 yıl önce yapılmış olan bir aşhanedir. Karınların doyduğu aşhanede bugün verilen kültürel hizmetlerle manevi doyum sağlanmaktadır. Ayrıca Harakânî’nin “kim olduğu sorulmadan kapıya gelen herkesin kabul edildiği” sofra geleneği de Ramazan ayında külliyede yaşatılmaktadır. 41
Ş ehir
ETOVA (Kalkandelen) Dün gece Üsküp’ten geç döndüğümüz için hemen uyudum. Arkadaşlardan bir kısmı Halvetî Tekkesine gitmişler ancak zikir zamanına yetişemeyip sonrasında sohbet edilmiş. İki gün önce Prizren’deki Halvetî Tekkesini ziyaret etmiştik. Orta ölçekte şirin bir tekkeydi.
BALKANLAR KALKANDELEN/OHRİD/
POÇİTEL/MOSTAR -üçüncü-
Tetova (Kalkandelen), 14. yüzyıl sonlarında Kara Timurtaş Paşa tarafından fethedilerek Osmanlı toprağı olmuştur. Yrd.Doç.Dr. Bedri MERMUTLU*
*İTİCÜ Fen Edebiyat Fakültesi
sayı//16-17// kasım - aralık 42
Bu sabah, kaldığımız otelden ayrılarak Tetova’ya geldik. Öğlene doğru oradaydık. Tetova (Kalkandelen), 14. yüzyıl sonlarında Kara Timurtaş Paşa tarafından fethedilerek Osmanlı toprağı olmuştur. Osmanlı öncesinde küçük bir köy iken Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra kaza haline gelmiş ve 16. yüzyıl sonlarına doğru nüfusu iyice artarak önemli bir merkez olmuştur. Alaca Camii’ni ziyaretle gezimize başladık. Değişik tarzda bitki motifleriyle boyalı oldukça ilginç bir cami. Adını da bundan almış olmalı. Adana’dan ve İstanbul’dan ziyaretçilerle karşılaştık. Camiin haziresindeki taşların resimlerini çektikten sonra Harabatî Baba Tekkesi’ne gittim. Çok etkileyici bir külliye… Tam teşekküllü bir külliye iken zaman içinde yaşadığı tahribatla bazı bölümlerinin yok olması, bazı bölümler ilave edilmesiyle birlikte tekkenin cami, çardak, türbe, hazire ve aşevi gibi bölümleri günümüze ulaşmış. Yirmi yedi dönüm kadar bir arazi içinde beş altı müştemilât binası bulunan tarihî bir tekke kompleksi. Tito zamanında içkili lokanta olarak kullanılıyormuş. Tekkenin camiinde Cuma namazını kıldık. İmam önce vaaz verdi, sonra hutbeyi okudu. Vaaz gibi hutbe de Arnavutça okundu. Ama imamın Arapçası mükemmeldi. “Allah” adını zikrettiği her yerde “Celle celâlüh” ilavesini mutlaka yapıyordu. Çardaklar dâhil olmak üzere cami tamamiyle dolmuştu. Hutbe yarım saat kadar sürdü. Ama cemaatin bu uzunluğa alışkın olduğu anlaşılıyordu. Hatibin adeta cemaatle diyalog halinde hutbeyi okuması ve sonuna kadar cemaatin ilgiyle dinlemesi bizde pek görülmeyen durumlardandır. Tekke kısmını ziyaret ettim. Şeyh Baba Abdülmuttalip Efendi’yle görüştük; sohbet ettik. Elli yaşlarında, uzun sakallı, boynunda teslim taşıyla tam bir Bektaşi kisvesi içinde bir zat. Türkçeyi güzel konuştuğu gibi Bektaşi esprisini de iyi kavramış olduğu hal ve ifadelerinden belli. Bize lokum ikram etti, resim çektirdik. Tekkenin iki yerde haziresi mevcut; biri büyük avlunun girişinde, diğeri tekkenin önünde. Avlu girişindeki hazirede genellikle sair zevâtın kabri, tekkenin önündeki hazirede ise Bektaşi canlarının mezarları var. Buradaki taşların göğsünde teslim taşı, başlarında tarikat serpuşları bulunuyor. Toplam yüz civarında taş vardı.
Ayrıca Türbe bulunuyor. Türbe onarımdaydı. Kalkandelen’in nüfusu öteden beri Müslüman ağırlıklı olmuştur. Müslümanların çoğunluğunu ise Arnavutlar teşkil ediyor. Bölgede Arnavutça ve Türkçe konuşuluyor. Tarikatların ve özellikle de Bektaşiliğin Kalkandelen çevresindeki Müslümanlaşmada önemli etkisi var. Bugün bile Harabâtî Baba Tekkesi’nden başka Cafer Baba, Koyun Baba, Yarar Baba tekkeleri gibi tekkelere sahip olmaya devam etmektedir. Kalkandelen’den ayrılırken grupla birlikte tekrar tekkeye kısa bir ziyarette bulunduk. Avludaki dört tarafı yazılı çeşmenin ve başka birkaç yerin resmini çekerek ayrıldım. Tekkenin dışındaki geniş alanda bir Müslüman mezarlığı yer alıyor. Erkeklere ait olan mezar taşları fesli olarak yapılmış. Fesli taşlar yalnız eski mezarlara mahsus olmayıp yeni mezarlar da aynı tarzda yapılmaya devam ediyor. Balkanların hemen her bölgesindeki erkeklere ait mezar taşlarının fesli olarak yapıldığını görebiliriz. Bazıları sarıklı olarak ta yapılıyor. Buralarda başlıklar Müslümanlığın simgesi olarak kabul edilmeye devam ediyor. Tetova’nın içinden Vardar Nehri akıyor; hemen üstünde Şar Dağı uzanıyor. Nehrin kenarında huzur verici bir çay bahçesi var; bir de tarihî küçük bir köprü… Tetovalılar öğlen saatinde burada sakin bir vakit geçiriyorlar. Tetova’nın yaşlıları beyaz fes giyiyor. Kırmızıya boyanmış Osmanlı feslerinin boyanmamış ham keçeden yapılmış olanı burada yaygın. Harabâtî tekkesi beni çok etkiledi. İstanbul’daki Yenikapı ve Galata Mevlevihaneleri gibi diğer pek çok tekke binasının da zamanında bu genişlik ve teşkilâtta yapılar olduğunu düşünerek, elimizin altında oldukları halde, tarihimizin dinî kültürümüze ait bu değerlerini gerektiği
gibi koruyamamanın üzüntüsünü bir kere daha duydum. OHRİD Cuma’dan sonra Kalkandelen’den hareket ederek Ohrid’e doğru yola çıktık. Saat 17.00’ye doğru Ohrid’e ulaştık. Yol boyu tablo gibi nefis manzaralar karşımıza çıktı. Resimlemeden geçemedim. Ohrid’e doğru küçük küçük ama metin ve mimarili şapeller dikkat çekiyordu. Murad Hudavendigâr’ın zamanında başlayan Ohrid’e Osmanlı ilgisi Yıldırım zamanında Ohrid’in kendi isteğiyle Osmanlı toprağı olmasıyla sonuçlanmıştır. Osmanlıların dilinde kasabanın adı Ohri olarak kullanılmıştır. Ohrid’e geldiğimizde Ohrid Gölü’nde bir saatlik bir sandal gezintisi yaptık. Gölün bir tarafı Makadonya’ya diğer tarafı Arnavutluk’a ait. Göl güzel ve temiz. Gölün kıyısından tepelere doğru set set yükselen alçak yapılı evler şirin bir görüntü veriyor. Tepede Ohrid Kalesi bulunuyor. Kalenin altındaki seviyelerde çok sayıda kilise dikkat çekiyordu. Akşam yemekten sonra Çarşı içindeki Halvetî Tekkesini ziyaret ettik. Ohrid’de Halvetî Tekkesi ilk defa 18. yüzyılda Şeyh Hayatî tarafından kurulmuştur. Tekke kapalıydı. Pencereleri arasından çok sayıda sanduka görülüyordu. Sandukaların ve camiin haziresinde bulunan on kadar mezar taşlarının resimlerini çektim. Tekke-camide akşam namazı kılındı. Sabah namazlarından sonra ve Cuma namazını müteakip zikir yapılıyormuş. Namazdan sonra imam, Arapça olarak kısa bir hatme mahiyetinde değişik bir hatime yaptı. Çarşıda Alipaşa Camii adlı ikinci bir cami daha var ama onarımdaydı. Camiin avlu duvarına dayanmış bir miktar kırık mezar taşı vardı. Söylenene göre Ohrid’de yılın her
43
Ş ehir
gününe bir kilise hesabıyla 365 kilise varmış. Bana Cizre’yi hatırlattı. Orada da zamanında 360 tane mescit olduğu söylenir, her gün için bir mescit hesabıyla. Evliya Çelebi’ye göre Ohrid’de on yedi cami ve mescit bulunmaktayken günümüzde bunlardan çoğu yok olmuştur. Yine buna paralel olarak, Evliya Çelebi zamanında 160 Hıristiyan hanesine mukabil 300 Müslüman hanesi bulunurken zaman içinde Müslümanların sayısı ve ağırlığı da azalmıştır. 1912 yılında Osmanlıların elinden çıkan Ohrid’in günümüzdeki nüfusu 60 bin civarındadır. Ohrid’in sokaklarını dolaştık. Tek kelimeyle tertemiz ve harika bir şehircilik örneği gördük. Hem tabii hem tarihî bakımdan bir masal diyarında dolaştığımı sandım. Türkiye’de de böyle korunmuş ve bakımlı yerler görmeyi diledim. Gece saat 11.00’de Ohrid’den Tiran’a doğru hareket ettik. Hareket saati yaklaşınca otobüsün bulunduğu yerde buluşmak üzere Ohrid sokaklarında yürürken yolları karıştırdık. Bir market önünde duran birkaç genç görüp onlara, İngilizce olarak, gideceğimiz yeri tarif etmeye çalışıp nasıl ulaşabileceğimizi sorduk. Gençlerden biri, “Abi, Türk müsünüz?” diye sorunca, “Evet!” dedik. “Öyleyse neden Türkçe konuşmuyorsunuz? Türkçe söylesenize!” demez mi? Şaşırdık ve sevindik. Genç bizi arabasıyla tarif ettiğimiz yere kadar götürme inceliğinde bulundu. Türklüğümüze bir ikramdı bu. Gece boyunca yol aldık. Programa göre önce Berat’a gidilecekti. Ama zaman darlığından Berat’a gitmekten vazgeçilerek Tiran üzerinden Arnavutluk’a geçildi. Gece Tiran’dan transit geçtiğimiz için şehri gezemedik. Sabah erken saatte Bar şehrine gelindi. Bir camiini sayı//16-17// kasım - aralık 44
dışarıdan gördük. Bahçesindeki üç mezar taşının resmini çektim. Çarşıda bir türbe bulunduğu halde ziyaret edemediğim için üzüldüm. Kahvaltıyı çorbayla yaparak Budva’ya doğru yola çıktık. Artık Dalmaçya kıyılarındaydık. Kıyı boyu plajlar, moteller vs. ile oldukça hareketliydi. Budva’dan sonra kısa bir araba vapuru seyahatiyle yolu kısaltarak Hersego Nova istikametinde ilerlemeye başladık. Karadağ sınırını geçerek Bosna-Hersek Cumhuriyeti topraklarına girdik. İstikametimiz Mostar’dı. Dalmaçya kıyıları gerçekten zevkli yerler. Akşama doğru Blagay’a geldik. Ada Otel’e yerleştik. Üç yıldızlı bir otel ama Prizren’deki beş yıldızlı otelden çok iyi. Nehir kenarında, yeşillikler içinde. Gece Mostar’a gittik. Harika bir şehir. Her köşesi tarihî eser. Güzel bir Mostar gecesi yaşadık. Mostar’ı bu kadar kısa bir ziyaretle terk etmeyecektik tabii. Ertesi gün Mostar’ın gündüzünü de yaşamak üzere gece geç saatte otelimize döndük. POÇİTEL Sabah 09.00’da Poçitel’e doğru yola çıktık. Poçitel Kalesi’ni, camiini ve çevresini gezdik. Aslında Poçitel’in, kale ve camiden ibaret olduğu söylenebilir. Kale ve cami civarında teşekkül etmiş ilginç sokaklar üzerinde şirin evler insanı adeta orada yaşamaya davet ediyor. Neretva nehri Poçitel’in önünden geçiyor. Kaleden bakınca kendimi Rumelihisarı’ndan Boğaz’ı seyrediyor gibi düşündüm. Satıcı kadınlar köylerinin ürünlerini pazarlıyorlardı. Cumalıkızık köyünü hatırlatan bu tarihî yer çok iyi korunmuştu. Köyün kahvesinde dinlendik. Çiçek balı satan bir kadından Ercan
Dülgeroğlu hocanın onayıyla bal satın alındı. Ballar adaçayı ve diğer nadir bitkilerden elde edilmiş olduğu için tavsiyeye şayan bulundu. Kilosu 5-6 Avrodan satılıyordu. Ballar hem sağlam hem oldukça ucuzdu. Bu bölge, Mostar’a kadar, göz alabildiğine üzüm bağlarıyla örtülü. Üzümlerin Fransızlar için üretildiğini öğrendik. MOSTAR Öğlen vakti ikinci kez Mostar’a geldik. Akşama kadar dolaşarak her köşesini fotoğrafladık. Bekir Bey’in Adriana hikâyesi iki gündür sohbet konumuz oldu. Mostar’ın kelime anlamı Köprü imiş. Gerçekten de Mostar denince akla Mostar Köprüsü geliyor. Estetik zarif yapısıyla bir mimarî şaheseri olan köprünün mevcut haliyle, Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından yapıldığı görüşü hâkim. Canım köprü 1993 savaşı sırasında Hırvatlar tarafından top ateşiyle yıkıma uğramıştı. Bu olayın video filmini Mostar Müzesi’nde seyrettik. Can yakıcı sahnelerdi. Mostar Köprüsü üzerinde Neretva Nehri’ne atlama gösterisi yapan genç insanlara günün her saatinde rastlanıyor. Şimdilerde turistik maksatlı bir gösteri olarak yapılan bu spor, eskiden evlenmek isteyen gençler tarafından gerçekleştirilen bir cesaret gösterisi imiş. Talip olduğu kızı almak için genç erkek, köprüden suya atlayarak cesaretini ispat etmek zorundaymış. Mostar Köprüsünün ayağında Arnavut bir aileye ait lokantayı keşfetmiş olmam büyük bir şanstı. İstanbul lokantalarında kaybettiğimiz tencere yemeklerinin lezzetini orada buldum. Öğlen ve akşam yemekleri için bu lokantayı büyük bir iştahla ziyaret ettim. Dolmaları ve sarmaları enfesti. Tatlı çeşitleri de bir o kadar lezizdi. Lokantayı çalıştıran aile bireylerinin her biri oranın hem aşçısı, hem garsonu hem kasiyeri olarak birkaç işe birden bakıyorlardı. Bir yandan tabaklara yemek dolduruyor, bir yandan hesap yapıp para tahsil ediyorlardı. Büyücek bir çanağın içinde bütün bozuk ve bütün paraları toplayıp para üstünü vermek için pirinç ayıklar gibi para seçiyor olmaları ve bu işleri yaparken hiç telaşlanmamaları insanı gülümseten bir beceriksizlikti. Onların bu halleri lokantanın lezzetini bir sos gibi tamamlayan tatlı bir ritüel gibiydi. Mostar’da Süleymaniye Vakfı’nı ziyaret ettik. Bilgi aldık. Akşama doğru Blagay Tekkesi’ne gidip Sarı Saltuk’un kabrini ziyaret ettik. Nehir kenarında alabalık yedik. Ortam kusursuzdu. Dinlendirici, huzur dolu bir saklı köşeydi Blagay tekkesi civarı. Akşam namazını tekkede kıldıktan sonra tekkede Kadirî zikrine katıldık. Blagay Tekkesi Kadirî, Nakşî, Halvetî ve Çeştî tarikatlarına ait ayinlerin icra edildiği bir tekke. Bizim bulunduğumuz
gece Kadirî zikri icra edildi. Çok değişik bir zikir oldu. Zikre katılanların başına kırmızı Osmanlı fesi giydiriliyordu. 30 yaşlarında bas-bariton sesli bir genç serzakirlik yaptı. Saraybosna’da bulunan şeyhin vekiliymiş. Zikirden sonra nehir kenarında çaylar içildi. Çok tatlı bir akşam geçirdik. Otele dönüldü. Otelin bahçesinde arkadaşlarla gecenin geç saatlerine kadar hoş bir sohbet yaptık. Bugün gerçekten dopdolu bir gün geçirmiştik. Boşuna harcanan bir an olmadı. Birçok mezar taşı gördük. Eski mezarlar taşları çok. Onların okunması lazım. Son savaşın şehitleri için de çok sayıda mezar yapılmış. Kosova’da daha çok yol üstünde üçer beşer rastlanan şehit mezarlarından farklı olarak Bosna-Hersek şehirlerinde toplu şehit mezarlıkları var. Hırvatlarla Müslüman Boşnaklar Mostar’da bir arada yaşıyor. 120 bin civarındaki şehir nüfusunun yarıya yakınını Müslüman Boşnaklar teşkil ediyor. Diğer büyük grup Hırvatlar. Belediye başkanı onlardan. Bir miktar da Sırp var. Mostar’ın camileri eski ve çok sayıda. Osmanlı minareli ve kubbeli klâsik mimarili camiler bunlar. Her türlü yok edilmeye maruz kalınmasına rağmen Mostar’da Müslümanlık izleri taş gibi yerinde durmaya devam ediyor. Osmanlı, Mostar şehrini öylesine mühürlemiş ki… Hırvatlar mevcut camilerin tamirine ve korunmasına karşılık yeni kiliseler yapmak istemişler ve şimdi çok büyük bir kilise inşaatı tamamlanmak üzere. Kilisenin çan kulesinin bütün minarelerden daha uzun olarak tasarımlanmış olduğu dikkati çekiyor. Balkanlarda mabetler yarıştırılıyor. Yol boyunca her yerde şapeller var; tepelere haçlar dikilmiş ve geceleri aydınlatılıyorlar. Son savaştan sonra bu coğrafya daha çok dinîleşmiş. Kimliğin din üzerinden tanım ve sunumu gözle görülür derecede baskın. Müslüman ülkelerden çoğunun Bosna’da elleri bulunduğu gibi Türkiye’deki hemen her cemaat de var burada. Çok hareketli ve karışık bir durum. Çarşı cıvıl cıvıl. Mostar’daki kızlar diğer yerlerdekilerden daha gösterişli ve açık. Çoğu Hırvat. Yarın sabah Saraybosna’ya gidilecek.
45
Ş ehir
eyyahların görmeden geçemediği, gördüklerinde dünyanın yaşanılası en güzel şehir dedikleri İstanbul’dan kimler gelip geçmemiştir ki.
OSMANLI (DERSAADET) RESSAMI
AMADEO PREZIOSI’DE
DENİZ SEVGİSİ VE KAYIKLAR İstanbul’u gelip gören oryantalistlerin içerisinde birisi çok farklıdır. O, seyyah ve yazarları yolcuya, İstanbul’u kervan yolu üzerindeki hana benzetirsek yolcu olmayı değil, yolcuları ağırlayan hancı olmayı seçmiş çok özel bir kişidir. Mehmet MAZAK
Avrupa’nın ve dünyanın en tanınmış şairleri, yazarları, ressamları, seyyahları, bürokratları gelmiş İstanbul şehrini görmüş ve hayranlıklarını belirtmişlerdir. Bu yazarlardan Edmondo de Amicis İstanbul şehrini “bir perinin sihirli değneğinden doğmuş büyük bir şehir” olarak tarif ederken hayranlık duygularını gizleyememektedir. Adolphus Slade ise “Boğaziçi, kaprisli bir mimarinin en nadide hatlarıyla bezenmiş, gözü okşayan renklerin oynaştığı “güzel”in ta kendisidir.” diyerek İstanbul’un cazibesine tutulmuşluğunu göstermektedir. İstanbul’u gelip gören oryantalistlerin içerisinde birisi çok farklıdır. O, seyyah ve yazarları yolcuya, İstanbul’u kervan yolu üzerindeki hana benzetirsek yolcu olmayı değil, yolcuları ağırlayan hancı olmayı seçmiş çok özel bir kişidir. İstanbul’a gelip bu şehir hakkında övgüler düzen, eserler ortaya koyan kişilerden farlı olarak İstanbul şehri ile bütünleşmiştir. Amadeo Preziosi, diğer Oryantalist ressamlardan farklı olarak, İstanbul’dan gelip geçmedi. İstanbul’dan hemen hiç kopmadan, Eylül 1842 yılından Eylül 1882’ye kadar Batı’lıların ifadesiyle “Dünya Kentlerinin Kraliçesi” İstanbul ile yaşamını bütünleştirdi. Bu nedenledir ki Haluk Şehsuvaroğlu’nun tanımladığı gibi, “İstanbul’un semasının ve ışığının bütün sırrını suluboya tuvallerinde dile getiren ressam” olarak Osmanlı ve İstanbul’lu yaşamını sürdürdü. Preziosi’nin bu yaklaşımını 19. yüzyıl İngiliz yazarı Julia Pardoe’nun ifadesiyle şöyle belirte biliriz “Bir Avrupalı, bu ülke halkını ne kadar yakından tanır, onların iç güdülerini inceler, geleneklerinin sağlamlığını sezinlemeye çalışırsa, giderek, Türklerin yüce gönüllülüğüne o oranda daha çok hayran kalır.” diyerek Preziosi’nin de Türkiye’deki minyatürü, nakışı, çiniyi ve çarşıdaki kalabalığın renklerini adamakıllı inceleyerek resimlerini öyle yaptığı anlaşılmaktadır. PEKİ KİMDİR AMADEO PREZİOSİ?* Preziosiler, Malta’yı Doğu Akdeniz’deki korsanlık faaliyetleri için ileri üs olarak kullanan Korsikalı bir ailedir. 1718 yılında İspanyollar Sicilya’yı abluka altına alınca, Sicilya yönetimi Malta Şövalyelerinden yardım ister ve Malta Şövalyeleri yardım için Giuseppe Preziosi’yi gönderir. Preziosi’nin ikmal yapmasıyla, Sicilya donanması İspanyol ablukasını kaldırır. Bunun üzerine, o
sayı//16-17// kasım - aralık 46
yıllarda Sicilya kralı olan Savoy dükası II. Vittorio Amadeo, Giuseppe Preziosi’ye kont unvanını verir. Bunu izleyen dönemde, Preziosi ailesi Malta’ya yerleşirler. Amadeo Preziosi, Malta’nın Büyük Britanya İmparatorluğu’nun yönetimine geçmesinden kısa bir süre sonra, 2 Aralık 1816 yılında Malta’nın başkenti Valletta’da dünyaya gelir, çocukluk ve gençlik yıllarını bu şehirde geçirir. Babası Gio Francesco, en büyük oğlu Amadeo’nun adanın yönetiminde rol oynaması için onu Malta Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almaya zorlar. Ancak Amadeo çocukluğundan beri ilgi duyduğu resmi, hukuk eğitimine tercih etmiş ve Malta’nın ünlü ressamlarından Giuseppe Hyzler’in atölyesinde çalışmaya başlamıştır. Preziosi, Hyzler’in yanında aldığı eğitimden sonra 1840’larda kardeşi Léandro ile birlikte Paris’e giderek resim eğitimine Ecole des Beaux Arts’ta devam etmiştir. Preziosi’nin Paris’te bulunduğu yıllar, Romantik sanatın zirvede olduğu dönemdi. Oryantalist resim de aslında Romantik resmin bir dalıydı. Sanayileşmenin olumsuz etkilerinden kaçan ve Batı’nın değerlerini sorgulamaya başlayan Avrupalı Romantikler için Doğu, doğal ve saf olana karşı duydukları özlemi giderebilecekleri bir sığınak olmuş ve yüceltilmiştir. Salon sergilerinde çok sayıda Oryantalist tablonun sergilendiği bu ortamdan Preziosi’nin etkilenmemesi olanaksızdı. Malta’ya dönüşünde, babasının ressam olmasına hâlâ karşı çıktığını gören Amadeo Preziosi, büyük olasılıkla bir ön araştırma yapmak amacıyla Doğu Akdeniz’de bir geziye çıkmış, yerleşebileceği,
insanlarını sevebileceği bir yer aramış, 1842 yılı temmuz ayında Valletta’ya geri dönmüştür. Beğendiği ve yaşayacağı şehre karar verince 28 Eylül 1842’de Eurotas adlı gemiyle Malta’dan kesin olarak ayrılarak İstanbul’a doğru yola çıkmıştır. Sanatçı, gemideyken tuttuğu güncede, “Şark benim için yeniden doğuş olacak ve mutlu olacağım inancındayım,” demiş ve İstanbul’a vardığında bu gemi yolculuğuyla ilgili notlarını, “işte benim tablolarım, manzaram, hepsi birer birer karşımdalar artık,” cümlesiyle bitirmiştir. Hakikaten Preziosi Eylül 1842 yılından vefat ettiği Eylül 1882 yılına kadar ömrünün üçte ikisini çok sevdiği İstanbul’da geçirmiştir. 26 yaşında idealist bir ressam olarak geldiği İstanbul’a 66 yaşında dünyaca tanınmış bir oryantalist ressam olarak veda etmiş, ancak mezarı çok sevdiği İstanbul’da Yeşilköy’de bulunmaktadır.
Preziosiler, Malta’yı Doğu Akdeniz’deki korsanlık faaliyetleri için ileri üs olarak kullanan Korsikalı bir ailedir.
Osmanlı resmini Batı’ya tanıtan Fransız yazar ve sanat eleştirmeni Adolphe Thalasso, L’Art Ottoman adlı kitabında 1870’lerin İstanbulu’nda Türk resminin tek temsilcisinin Levanten suluboya ressamı Preziosi olduğunu söyler. Yaşamının aşağı yukarı üçte ikisini İstanbul’da geçiren Preziosi, şehirdeki Avrupalılar ve Levantenlerin yanı sıra Müslümanlarla da dost olmuşturtur. İstanbul’a kısa süreler için gelip giden, burayı egzotik ve gizemli, ama o ölçüde de uzak ve yabancı bir dünya gibi gören diğer Oryantalist ressamların aksine şehir halkını, yaşantısını, gelenek ve göreneklerini gerçekten yakından tanımış, daha da önemlisi, sevip benimsemiştir. Sanatçının 47
Ş ehir
İstanbul’da yaşayan değişik mesleklerden ve sınıflardan tiplere ilişkin resimler yapan Preziosi, kısa sürede İstanbul gündelik hayatı ressamı olarak adını duyurur.
1867 Paris Uluslararası Sergisi’ndeki Osmanlı Pavyonu’nda tablolarını bir Türk ressamı olarak sergilemesi bunun kanıtıdır. İstanbul’da yaşayan değişik mesleklerden ve sınıflardan tiplere ilişkin resimler yapan Preziosi, kısa sürede İstanbul gündelik hayatı ressamı olarak adını duyurur. Çalışmalarında Eczacı Dükkânı, Arnavut Satıcılar, Çingeneler, Yahudiler, Şekerci Dükkânı, İpek Pazarı, Kayıkçılar, Sakalar, Pilavcı, Arzuhalci, Hamal, Kahvehane, kasap, mevlevi, meydanlar, çeşme başları, mesire yerleri gibi İstanbul yaşantısını anlatan pek çok resim yer almaktadır. Her biri birbirinden renkli ve canlı gündelik hayat sahnelerinde İstanbul’un kozmopolit yapısını yansıtmaya özellikle dikkat etmiştir. İnsanları kadar İstanbul görünümleri ve yaşantısı da Preziosi’nin ilgisini çekmiştir. Boğaz kıyıları ve sırtları, Haliç, Kâğıthane ve Göksu mesire yerleri, Kız Kulesi, Galata Kulesi, mezarlıklar, , Galata Mevlevihanesi, Beylerbeyi, Nuruosmaniye, Nusretiye, Ortaköy, Arap ve Yeni Cami’nin fon oluşturduğu yaşantı sahneleri onun en sevdiği temalardır. PREZİOSİ’NİN İSTANBUL’U Amadeo Preziosi’nin resimlerini inceleyen uzman bir göz 19. Yüzyıl İstanbul gündelik hayatı üzerine yorumlar yapıp, makaleler yazabilir. Birçok tarihçi ve edebiyatçı 19.yüzyıl İstanbul hayatı üzerine kütüphaneler dolusu eserler ortaya koymuşlardır. Prezisosi’nin tabloları kütüphaneler dolusu kitapların bir özeti gibidir. İstanbul’un mimarisi, sosyal hayatı, iktisadi hayatı, deniz
sayı//16-17// kasım - aralık 48
ulaşımı vb. bu şehrin renkleri ve aktiviteleri tablolarda yer almaktadır. Boğaziçi ve deniz ulaşımının aktörlerini oluşturan kayıklar ve hamlacılar Preziosi’nin eserlerinde oldukça fazla bulunmaktadır. 1842 ile 1882 yılları arasında İstanbul’da yaşamış bir ressam olarak Boğaz’a ve Haliç’e buharlı ve makine gücüyle çalışan vapurların girdiği ve hizmet verdiği bir dönem olmasına rağmen eserlerinde ve tablolarında hiç vapurlara yer vermemesi çok ilginçtir. Tablolarında İstanbul’a bir başka güzellik katan ya da bir başka deyimle İstanbul’un özelliklerinden olan birer sanat eseri kayıklara yer vermiştir. Tablolarında kayıklara o kadar çok yer vermiştir ki, ister istemez bizde İstanbul sularının gerçek sahipleri kayıklardır düşüncesi oluşmaktadır. Boğaz sularında kayığın hâkimiyetine son veren vapurlar, bana göre Boğaziçi siluetinin süsü değil bu mekânın asudeliğini bozan bir ulaşım aracı olmuştur. Vapurlardan çıkan kirli duman, gürültü ve ses, kaba görüntüleri Boğaziçi dingin ikliminin değişimine sebep olmuştur. Preziosi’de böyle düşünmüş olmalı ki; yapmış olduğu suluboya resimlerde, piyade, pereme, Pazar kayığı ve diğer kayık türleri ile ilgili eserler verirken, vapurlar ile ilgili resim çizmemiştir. Geçmişe özlemi şiirlerinde en güzel ifade eden Şair Yahya Kemal ise, görsel sanatlarda en güzel ifade eden Amadeo Preziosi’dir. PREZİOSİ’NİN DENİZ SEVGİSİ VE KAYIKLAR Amadeo Preziosi ve eserlerine karşı bende özel bir hayranlık vardır. Boğaziçi sularının üzerine düşmüş yağmur taneleri misali bir mekândan bir
mekâna aheste aheste çekilen küreklerle hareket eden kayıklar, yağmur sonrası ortaya çıkmış gökkuşağı misali insanlara hayranlık uyandıran renk ve kompozisyonda oluyordu. Kırmızı fesli, mavi ve beyaz gömlekli, yeşil kuşaklı hamlacılar, esmer ve buğday tenli uşakların ve halayıkların tuttuğu şemsiyeler bütün canlılığı ile ortaya çıkar, kayığın orta bölümünde Osmanlı medeniyeti ve zarafetini üzerinde taşıyan Hanımlar olduğu halde Boğaz sularında piyade kayığı kuğu gibi süzülerek hareket eder görünürdü. Bu görüntüler ancak Preziosi gibi usta ve İstanbul halkını yakından tanıyan bir ressam tarafından yapılabilirdi. Kayığın üzerindeki motifler, ahşap işçiliği, oymalar fırça ile tuvale ancak bu kadar başarılı yansıtılabilirdi. Kayıktan sarkan kadife ve işlemeli, alta serilen örtüler görüntüye ayrı bir estetik katardı. İstanbul iskeleleri ve Boğaz sularını lirik bir şiir misali tablolarına işleyen, üzerindeki kayıkları şiirin beyitleri gibi ölümsüzleştiren Preziosi olmuştur. Kayıkları türleri ve çeşitlerine göre, üzerindeki hamlacıyı, hamlacının çektiği kürekleri, yelkenleri, yolcuları, kayığın üzerindeki eşyaları ince teferruatlarına kadar çizmiştir. Küreklere asılan hamlacıların yüzündeki ifadelere, hanım yolcuların terbiye ve hayâ çizgisindeki oturuşuna, Pazar kayığındaki halk kitlesinin değişik giyim kuşamındaki farkındalığı Preziosi’nin tablolarında bulabilirsiniz. Boğaz sularında iki çifte piyade kayığında yolculuk yapan İstanbul hanımları tablosunda, hamlacının yolculuk yapan hanım müşterinin rahatsız olmaması için önüne değil de, sağ omzu üzerinden yan tarafa bakan
görüntüsündeki ayrıntı ancak İstanbul’lu olan bir kişi tarafından bilinebilecek ve çizimi yapılabilecek bir görüntüdür. Preziosi, kayıkları, hamlacıları, yolcuları, iskeleleri ile deniz ulaşımının figürlerini tablolarına yansıtmada çok usta bir ressamdır. Aynı şekilde arzuhalci, seyyar satıcı, çarşı, pazaryeri, dükkânlar, kahvehaneler vb. İstanbul’un gündelik hayatına dair yüzlerce ayrıntıyı 40 yıllık İstanbul yaşamında tablolarına sığdırmış biridir. İstanbul aşığı bir sanatçı olarak, onun eserlerini yakından iyi incelemeli İstanbul gündelik ve sosyal hayatı üzerine toplumsal çalışmalarımızı yönlendirmemiz gerekmektedir.
Amadeo Preziosi’nin resimlerini inceleyen uzman bir göz 19. Yüzyıl İstanbul gündelik hayatı üzerine yorumlar yapıp, makaleler yazabilir.
Amedeo Preziosi’nin 1842-1882 yılları arasındaki 40 yıllık İstanbul hayatı ve gözlemlerini sanata aktaran çizimlerini incelediğimizde deniz ulaşımı ile ilgili ciddi veriler elde edilmektedir. İstanbul deniz ulaşımın asırlardır en büyük aktörü olan kayık kültürü ile ilgili resimleri incelendiğinde sayfalar dolusu makale ve kitap yazılabilecek kadar gündelik hayata dair gözlemler vardır. Osmanlı gündelik hayatı ressamı Amadeo Preziosi, İstanbul’dan geçen yolcu değil, yolcuları ağırlayan hancı olmayı seçmiş bir İstanbul aşığıdır. Onun eserleri gündelik ve sosyal hayat üzerine çalışmalar yapan araştırmacıları kütüphane depolarndadaki raflarda beklemektedir. *Not: Bu yazıda Preziosi’nin biyografisi Zeynep İnankur’un “İstanbul’un Hikâyesini Anlatan Ressam AMADEO PREZİOSİ” adlı makalesinde alınmıştır. 49
Ş ehir
TABYALAR VE ŞEHİRLER (ERZURUM TABYALARI) Balkanlardaki destanın kahramanı Osman Paşa’dır ve bu destan Ruslara karşı Plevne’de yazılmıştır. Bir avuç askeriyle Plevne’yi son ana kadar Ruslara teslim etmeyen Osman Paşa, bu direnişinden dolayı Gazi unvanına layık görülürken, askeri anlamda Rus Çarı’nın da takdirlerini kazanmıştır. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*
*T.C.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakülktesi
sayı//16-17// kasım - aralık 50
ehirler ve Tabyalar yazımda, tabyaların öneminden bahsetmiş ve yurdumuzun Batı ucunda Çanakkale’de yazılan destana ve Erzurum’daki 21 tabyanın isimlerine yer vermiştim. Bu yazımda ise Erzurum’un Aziziye tabyasında yazılan destandan söz etmeye çalışacağım. Bilindiği gibi 1877-1878 yıllarında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan savaş, Rumi takvimle 1293 yılında gerçekleştiği için bu olay tarihimizde Doksanüç Harbi olarak bilinmektedir ve savaşın iki cephesinden biri Balkanlarda, diğeri de Kafkaslarda açılmıştır. Balkanlardaki destanın kahramanı Osman Paşa’dır ve bu destan Ruslara karşı Plevne’de yazılmıştır. Bir avuç askeriyle Plevne’yi son ana kadar Ruslara teslim etmeyen Osman Paşa, bu direnişinden dolayı Gazi unvanına layık görülürken, askeri anlamda Rus Çarı’nın da takdirlerini kazanmıştır. Bu savunmanın sonunda Plevne, Rusların olmuştur ama Türk’ün cesaret, azim, kararlılık ve dayanaklılığı tüm dünyaya gösterilmiştir. KAFKAS CEPHESİ Kafkas Cephesinin kahramanı ise Ahmet Muhtar Paşa’dır. Sınırlı imkânlara ve az sayıda askerine rağmen, Ruslara karşı önemli zaferler kazanan Ahmet Muhtar Paşa, vuruşa vuruşa Kars’a, oradan da Erzurum’a kadar çekilmek mecburiyetinde kalmasına rağmen, başarılı manevralarından dolayı kendisine Gazi unvanı verilmiştir. Kars’ı alan Rusların asıl hedefi Erzurum’dur. Çünkü Erzurum, bir taraftan Anadolu’nun Doğu’daki kilidi, bir taraftan da anahtarıdır. Kilittir, çünkü Anadolu’ya Doğu tarafından açılan kapı burasıdır ve bu kapıyı tutan kilit Erzurum’dur. Anahtardır, çünkü Erzurum’a sahip olan Anadolu’ya rahat geçer. Her iki taraf da bunun farkındadır ve Türk ordusu, kilit görevi gören Erzurum’u elinde tutmak için savunma sanatındaki tüm hünerlerini göstererek direnirken, Ruslar da bu kilidi açan anahtar olmak için var güçleriyle saldırmakta, bu yolla bütün Anadolu’yu istila etmek istemektedirler. Ahmet Muhtar Paşa’nın güvendiği son direniş noktası, bir süre önce yapımı tamamlanan Aziziye ve Mecidiye tabyalarıyla diğer tabyalardır. Giderek gücü azalan ordumuz, Deveboynu Boğazı’ndan da düzenli bir şekilde ricat ederek, Aziziye ve Mecidiye Tabyalarına çekilmiştir. Ahmet Muhtar Paşa, tabyalarda belli sayıda asker bırakarak şehre girmiş ve kurmaylarıyla tabyalarda ne tür tedbirler alınabileceğinin hesaplarını yapmaya başlamıştır. Çünkü tabyaların düşmesi demek, Erzurum’un işgali ve Rusların Anadolu içlerine doğru gitmeleri demektir.
Erzurumlu, işgalin ne demek olduğunu iyi bilmektedir. İşgal demek, yokluk, yoksulluk, zulüm ve kıyım demektir. 1829’daki ilk Rus işgaline kadar bizimle bir arada yaşayan ve millet-i sadıka olarak bilinen Ermenilerin ihanet etme iştahları da ilk kez bu işgalde kabarmış, kalplerindeki ihanet ve isyan tohumları, bu işgalden itibaren her geçen gün biraz daha büyümüş ve nihayet 1877 yılına gelindiğinde Türk ordusuna karşı Ruslarla işbirliği yapmışlardır. Böylece ne kadar sadakatsiz olduklarını da göstermişlerdir. DADAŞLAR TABYALARDA Şehrin ileri gelenleri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı ziyaret ederek Paşa’ya, şehrin sonuna kadar savunulacağına ilişkin güvence verirler. Paşa’ya “on iki yılın alın teriyle yapılan bu tabyaların önüne, bütün halkın bedeni ikinci bir tabya gibi serilmedikçe düşman bu şehre giremez!” şeklinde konuşan Dadaşlar, tabyalara saldırı olduğu haberi alınır alınmaz, minareden duyurulması planını da yaparak ayrılırlar. Niyet, tabyaları düşmana kaptırmamaktır. Fakat Ruslarla, işbirlikçi Ermenilerin beklemeye niyetleri yoktur. Türk vatandaşı olan birkaç Ermeni, tabyaların nöbet yerlerindeki parolayı öğrenerek 8 Kasım akşamında kapıdan rahatlıkla girerek geceyi beklemiş, gecenin çökmesiyle nöbetçileri şehit etmiş ve Rusların ‘sessiz hayaletler’ gibi tabyaya girmelerini sağlamışlardır. Rus askerleri, yorgun bir vaziyette uyuyan Türk askerlerini süngüleyerek şehit etmişlerdir. Seslere
uyanan askerlerimiz, çarpışmaya başlamışsa da kısa sürede tabyalar, tamamen Rusların kontrolüne geçmiş, burada bulunan bütün askerlerimiz hunharca şehit edilmişlerdir. Gerek silah sesleri, gerekse yaralı bir askerin kurtulup şehri haberdar etmesi üzerine Ayazpaşa Camii’nin müezzini olayı, minareden duyurarak herkesin tabyalara doğru gitmesini avazı çıktığı kadar bağırarak Erzurumlulara duyurmuştur. 9 Kasım 1877 günü sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kadınlı erkekli eli silah tutan tüm Dadaşlar, silah, balta, bıçak, kazma, kürek eline ne geçirmişse Topdağı’ndaki tabyalara doğru pervasızca koşmaya başlamıştır. Aziziye Tabyası’na doğru giden halka, Gazi Ahmet Muhtar Pasa da emrinde bulunan az sayıdaki askerle birlikte katılmıştır. Tabyalardan durmaksızın açılan ateşe karşılık savunmasız bir şekilde göğüslerini siper ederek koşan Kahraman Erzurumlular, ölüme meydan okuyarak hücum etmişlerdir. Dadaşlar, Rus askerlerinin açtığı ateşle ilk anda kadınlı-erkekli 500’ün üstünde şehit vermelerine rağmen, şehit olanlara ve yaralananlara bakmaksızın bir sel gibi tabyalara doğru ilerlemişlerdir. Çünkü o an kendini, arkadaşını veya yakınını düşünme zamanı değildir. Vatan tehlikededir. Erzurum’un düşmesi demek, bütün vatanın tehlikeye düşmesi demektir. İşte Dadaşlar, bu bilinçle hareket ederken Ruslar, son derece süratli cereyan eden hücum karşısında ne yapacaklarını bilemez halde adeta şaşkına dönmüşlerdir.
Erzurumlu, işgalin ne demek olduğunu iyi bilmektedir. İşgal demek, yokluk, yoksulluk, zulüm ve kıyım demektir.
Bu şaşkınlık esnasında Erzurum halkı ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın emrindeki bir avuç 51
Ş ehir
Şehrin ileri gelenleri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı ziyaret ederek Paşa’ya, şehrin sonuna kadar savunulacağına ilişkin güvence verirler.
askerimiz, o hızla tabyalara girip Ruslarla göğüs göğüse çarpışmışlar, Ruslar bozguna uğrayıp, tabyalardan kaçarken, Dadaşlar da onları tam bir zafer kazanana kadar kovalamışlardır. Şehitlerimizin sayısı bin civarındayken, Rusların ölü sayısı ikibin üçyüz civarındadır. Bu korkusuzluk, kararlılık ve dayanıklılıkla tabyalar düşmandan, Erzurum ve bütün vatan sathı da muhtemel bir işgalden kurtarılmış, bu toplu hareketin sonucunda Türk tarihinin altın sayfalarından biri daha yazılmıştır. 93 HARBİNDE ERZURUMDA VAHDET BİLİNCİ Doksanüç Harbi’nde Erzurum’da yaşanan bu ölüm kalım mücadelesi, Türk milletinin askeriyle siviliyle, kadınıyla erkeğiyle vatanın bölünmez bütünlüğü için nasıl tek yürek haline geldiğinin güzel ve anlamlı bir örneğidir. İşte o zafer gününün kadın kahramanlarından biri de Nene Hatun’dur. Adı Nene Hatun olan bu kadının kocası, evlendikten kısa zaman sonra cepheye savaşa gitmiştir. Nene Hatun, bir süre sonra da anne olmuş genç bir hanımdır ve henüz üç aylık olan kundaktaki bebeğiyle kocasının dönmesini beklemektedir. Nene Hatun, o sabah Aziziye Tabyası’nın işgalini duyunca küçük bebeğini Allah’a emanet ederek, eline geçirdiği satırla bu hücuma hiç düşünmeden katılan Erzurumlu hanımlardan sadece biridir. Müsademe sırasında tıpkı bir erkek gibi savaşmış, tam bir kahramanlık ortaya koymuş, yaralanmasına rağmen, aldırış etmeden savaşmaya devam etmiş ve zaferin ardından da diğer yaralıların yardımına koşmuştur. O, bu fedakârlığı ile tanınıp sevilmiş, zaferden nice yıl sonra kendisine sorulan bir soru
sayı//16-17// kasım - aralık 52
üzerine “ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım” cevabını vermiştir. 1955 yılında 98 yaşında ölmeden kısa bir süre önce yılın annesi seçilmiştir. Kendisini rahmetle ve minnetle anıyoruz. Yurdumuzun pek çok vilayetini gezen İsmail Habip Sevük, 1936 yılında geldiği Erzurum’daki incelemelerinden sonra yukarıdaki satırları oluştururken faydalandığım Yurttan Yazılar isimli kitabında Erzurum’la ilgili olarak “Vatana olan borcun hiçbir vakit sonu olmaz; fakat bu serhad beldesi, vatana borcundan ziyade vatandan alacaklıdır.” (Yurttan Yazılar, s. 343) demektedir. TARİH YÜRÜYÜŞÜ Tarihe yön veren bir savaşta kazanılan bu zafer ve kazanıldığı yer olan tabyalar çok uzun yıllardan bu yana unutulmuştu. Uzun yıllardır ilgisiz kalan ve bakımsızlığa terk edilen tabyalar, 2000 yılında Erzurum Kalkınma Vakfı (Er-Vak) tarafından yılda bir defa yapılan Sultan Sekisi toplantısının temel konusu yapılarak Türkiye gündemine taşındı; 2013 yılında Erzurum Valiliği bu önemli zaferin hatırlanması için önemli bir adım attı. Aziziye tabyalarında kazanılan zaferimizin yıldönümü olan 9 Kasım 2013 günü, sabah namazının ardından minarelerden verilen salaların eşliğinde Erzurum halkı, tıpkı 1877 yılının 9 Kasım’ında olduğu gibi Aziziye tabyasının bulunduğu Topdağı mevkiine doğru yürüdü. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen bu kutlu yürüyüşe, kucağında bebeleriyle katılan genç ana-babalar, yaşlı dede-nineler, çocuklarbüyükler, devlet erkânı ve esnaf, toplumun her kesiminden insanımız katıldı. Hiç kuşku yok ki bu
yürüyüşün esas gayesi, tarihimizi unutmamaktan öte bir tarih bilinci oluşturmaktır. Aziziye ve Mecidiye tabyaları, birbirine yakın ve şehre hâkim bir tepe olan Topdağı’nda yer alıyor. Buraya bu ismin verilişinin sebebi de 1828 yılında Rusların ilk işgal için geldiklerinde şehri bu tepeden top ateşine tutmalarından dolayıdır. Ulaşımı kolay olan bu tabyalara defalarca gittim. Artık milli park statüsü de verilmiş bulunan bu tabyalar, koruma altındalar. Önümüzdeki günlerde de bir taraftan çevre düzenlemesinin yapılarak yeni ağaçlar dikileceğini, bir taraftan da yıllar önce yapılan ve yetersiz kalan bakım onarım çalışmalarının yeniden başlatılacağını öğreniyoruz. Sevindirici olan bu gelişmeye ilaveten Mecidiye ve Aziziye tabyalarının ileriki zamanlarda belki Erzurum Harp Tarihi Müzesi olarak düzenlenip turizme de açılmış olmasını bir temenni olarak belirtmek istiyorum. Ancak bu tabyalarla ilgili olarak yapılması gereken başka bir proje de şu olabilir diye düşünüyorum: BATI KAPISI VE DOĞU KAPISI; KAPILAR ARASINDA BÖLÜNMEZ VATAN Bir önceki yazımda Çanakkale’nin Anadolu’ya açılan Batı kapısı, Erzurum’un da Doğu kapısı olduğunu belirtmiştim. Çanakkale’de kazandığımız varoluş savaşımızın bir simgesi olarak Gelibolu yarımadasında çok güzel çalışmalar yapıldı ve şu an herkes Gelibolu’yu görmek için oraya koşuyor. Ben de yıllar evvel ailemle birlikte Gelibolu yarımadasını gözlerimden akan yaşlarla gezdim. O günleri hatırlamak için de, askerlerimizin siperlerinden birinde, onların yaptıkları gibi domates ekmek yiyerek tarihin derinliklerinde ve geçmiş günlerde yaşadık. Gelibolu’da savaşın cereyan ettiği her yer çok güzel bir şekilde tanıtılmış, yollar yapılmış, mezarlıklar tespit edilmiş. Bu bakımdan Gelibolu ve Çanakkale, olması gereken hale gelmiş. Bununla iftihar ediyoruz. Anadolu’nun Doğu kapısındaki kilitlerimiz olan tabyalarımızın da bakım onarımdan geçirilmesini, yollarının yapılıp savaşların yapıldığı alanların tanıtımlarının yapılmasını ve tabyalardaki savaşlar sırasında şehit olan asker ve sivillerimizin tespit edilen mezarlarının mezar taşlarıyla belirgin hale getirilmesini umuyorum. Çünkü bu tabyaları ülkemizdeki çoğu kimsenin bilmediğini hatta duymadığını zannediyorum. Tarihimizi tanımak için tarihi vesikalarımızı gün yüzüne çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu bakımdan Erzurumlular olarak önce bu yerleri bizlerin tanımamız ve tanıtmamız lâzım. Bu düşünceyle 2015 yılı Ekim ayında, Er-Vak adına Erzurum için projeler üreten gençlerle
birlikte daha önce gidemediğim Sivişli, Küçük Höyük, Uzun Ahmet ve Tafta tabyalarına gittik. Bize, şehrimize resmi veya resmi olmayan kurumlardan gelen görevlileri buralara götürüp bilgi aktaran emekli öğretmen ağabeyimiz Abdurrahman Zeynel ve öğretmen kardeşimiz Ömer Faruk Kızılkaya, rehberlik edip, bu tabyalar hakkında değerli bilgiler verdiler. Diğer iki tabyaya nispetle şehir merkezine daha uzak mevkilerde bulunan bu tabyalardan sadece Tafta tabyası kuzey-doğu yönünde bulunan bir tabya; diğerleri şehrin doğu tarafında yer alıyorlar. Küçük Höyük tabyası hariç diğer üç tabya daha iyi durumda ve daha sağlam vaziyette bugüne ulaşabilmiş. Zaten bu üç tabyada Erzurum Büyükşehir Belediyesi’nin temizlik ekipleriyle karşılaştık. Tabyaların içlerini ve etrafını temizliyorlardı. Sevindirici bir durumla karşılaşmıştık. Çünkü bu zamana kadar tabyalara el değmediği zaten hallerinden belliydi. İnşallah bundan sonra devamlı bir bakım ve onarımla tabyalar yıkılmaktan kurtulup, geçmişten bize miras kalan bu emanetler, gelecek nesillere sağlam birer emanet olarak aktarılabilir. Bakılmadığı takdirde yıkılıp gidecek olan bu tarihi miraslarımıza sahip çıkmamız, aslında hepimizin boynunun borcudur.
Gerek silah sesleri, gerekse yaralı bir askerin kurtulup şehri haberdar etmesi üzerine Ayazpaşa Camii’nin müezzini olayı, minareden duyurarak herkesin tabyalara doğru gitmesini avazı çıktığı kadar bağırarak Erzurumlulara duyurmuştur.
Yurt dışına yaptığım seyahatlerde gördüğüm şu ki onlar, tarihi eserlerine çok sıkı bir şekilde sahip çıkıyorlar ve bu sayede de turizm yoluyla ülkelerine katkı sağlıyorlar. Sadece şehir merkezlerindeki yapılar değil, aynı zamanda merkeze uzak olan yapılar da tarih mirasıdır ve tarih şuurunun oluşturulmasında, sadece kuru kuruya anlatımın değil, tarihi eserlerin görülüp tanınmasının da çok büyük ehemmiyeti vardır. Tarih, tahminlere de dayalı olamaz, tarihte belge esastır. Bu yüzden Yahya Kemal, Fransa’da tahsil yaparken tarih hocası Fustel de Coulanges’ın Fransa tarihindeki bir olayla ilgili olarak bir öğrencisinin tahminlere dayalı iddialarını duyunca elleriyle kulaklarını kapayarak “Bir kağıt parçası var mı? Başka söz dinleyemem” dediğini aktararak belgenin önemine dikkat çeker.(Yahya Kemal, Tarih Musahabeleri, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1991, s. 131, 138139) Bu bakımdan elimizdeki belgelerimiz olan tarihi evlerimizi, köprülerimizi, hanlarımızı, hamamlarımızı, saraylarımızı, kitaplarımızı, konaklarımızı, mezarlarımızı, tabyalarımızı… korumalı ve asla tahrip etmemeliyiz. Bu eserlerimizi, elimizden gelse korunaklı yerler haline getirmeliyiz. 53
Ş ehir
İSTANBUL- FATİH’TE DEĞİŞEN MAHALLE
KÜLTÜRÜMÜZ TESPİTLER, HEDEFLER, SONUÇLAR
Emperyalist devletler, sömürgeleştirdikleri İslam ülkelerinde ilk olarak mahallelinin kurduğu demokratik iç örgütler olan mahalle teşkilatları ile tekkeleri lağvederlerdi. Hasan SUVER*
ugün gözlemlenen değişimi çürüme ile izah etmek doğru olmaz. İlişkiler çözülür, yeniden hızla birbirine tekrar bağlanır. Hatta yeni durumda bazı konularda eskiye göre daha iyi konumlara, ilişkilere ulaşılır. Toplum bu esnekliği gösteremezse ayaklanmalar olur. Ancak değişmenin çok hızlı olması, değişime neden olan dinamiklerin iyi algılanıp toplum tarafından hazmedilmeden yeni bir dinamiğin toplum hayatında varlık göstermeye başlaması, değişimi sürekli teyakkuz halinde tutan ve bazı toplumsal kesimlere huzursuzluk veren bir durum üretir.(47)Örneğin gençlik için “ne kadar yozlaştı” diye düşünürüz. Doğru değil bu bir çözülme/ dağılma olamaz. Gençler biraz sağda solda çalkalandıktan sonra durulur. Yeni bir anlayışla yola devam ederler. Sonra onun çocukları aynı şeyi yaşar. Tabi burada önemli olan kültürün asli değerlerini koruyarak, değişebilen değerlerini/kurumlarını şartlara göre değiştirmektir. Değişimi kontrol edebilmektir. Nicel değişikliklerin yaratabileceği nitel patlamaları doğru yönlendirmelerle önleyebilmektir. Yoksa topyekûn bir toplumsal değişme değildir. Aksi takdirde “ …gittikçe yalnızlaşan, aşırı bencil/ narsist, zevkperest/hedonist, kavgacı, öfke ve nefret dolu bir insanlığa doğru doludizgin gideriz. Bu çocuklar evlenmeyecek, aile kurmayacak, istikrarlı bir şekilde çalışmayacak ve medyanın kendilerine sunduğu hayali değerlerle yetinecekler. Bu durumda tüm dünya sessiz ama kesin bir şekilde bir “açık hava tımarhanesine dönüşür”.(48)Kültürel değerlerine sahip çıkmayan toplumu bekleyen sonuç budur. Emperyalist devletler, sömürgeleştirdikleri İslam ülkelerinde ilk olarak mahallelinin kurduğu demokratik iç örgütler olan mahalle teşkilatları ile tekkeleri lağvederlerdi. 1928’de Türk aydınları da kendi görüşlerini halka kabul ettirmek için bizdeki bu kurumları kaldırdılar.
*TC.Fatih Belediyesi Başkan Yardımcısı
sayı//16-17// kasım - aralık 54
Oysa bu kurumlar mahalle sorunlarına çözüm üreten kurumlardı. Sokak bakıcısının ve muhtarının maaşını ödüyordu. Ayrıca genel kültürün yanında kaligrafi, müzik, şiir sanatları öğrenip icra ediyorlardı. Kültürün seyircisi değil yaşayanı idiler.(49) Bu kurumlar kaldırıldı. Yerine yenileri konmadı. Halbuki bu kurumlar geliştirilmeliydi. Değişen gelişen şartlara göre şehir kültürünü yaşatmalıydılar. Bugün yerel yönetimlerin şehirlileşme adına çektikleri sıkıntılar ve halen yerel yönetim olmalarına rağmen merkeziyetçi politikalar uygulamalarının sonucunda çalışmalarında başarısız olmaları
ve hizmetlerde maliyetlerin yüksekliği hep bu zihniyetin sonuçlarıdır. Durum Tespiti: Bugün düne göre mahalleye sahip çıkabilecek kurumlardan ve kişilerden mahrumuz. Dünkü mahalleli de dünkü mahallenin kurumları, camileri (işlevsellik bakımından) tekkeleri, çeşmeleri, mahalle teşkilatı, vakıfları, sadaka taşları v.s. yok artık. Bugün yıpranan aile bağlarını, kaybolmakta olan komşuluk ilişkilerini, yok olan mahalle kültürünü çağa uygun bir şekilde yeniden kuracak bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Önce alt yapı. Eski dönemde, o dönemin kültürünü yaşatan kurumların yaptığı alt yapı görevini bugünün yeni ihtiyaçları için semt konakları ile yapılabilir. Yine çok merkezlilik arz eden çok kültürlülüğü yaşatmakla (50) birlikte bir üst Fatihlilik kültürünü amaçlayan bir çalışmanın içinde olunmalı. Göçle gelen nüfustan, dış hemşehricilikten korkulmamalı. Ümitli olunmalı. Zira şehir yeni gelenleri kendi şartlarında dönüştürüyor.(51) Ancak bu dönüşüme hazır olanların gelişmesi, yönlendirilmelidir. Başı boş bırakılarak şehrin huzuru belirsizliklere terk edilmemelidir. (47) Kıray Mübeccel Prof Dr. Hayatımda Hiç Arkaya Bakmadım Bağlam Yay.S.216 (48) Merter Mustafa Psikiyatr. Ben Nesli Çevr.Esra Öztürk.Kaknüs Yay. S-8 (49) Cansever Turgut İstanbul’u Anlamak İz Yay. Sayfa -126
(50) Ertuğ Tarım Zeynep: İstanbul Kent ve Medeniyet Marmara B.B. S117 (51) Uğur Aydın Prof. Dr. İstanbul Kent ve Medeniyet Marmara B.B. S.136 AMAÇLAR/HEDEFLER 1- Yüksek bir şehirli ruhu ince ve yüksek zevkle ilgili: Duyguda bütünleşme; edep olursa estetik ve yüksek zevk de olur.Bu konuda eğitim kurumları ile işbirliği yapmak. Ortak bir duygu zemini oluşturmak ve bütünleşmeyi buradan başlatmak Fatih’te yaşamayı bir zevk haline getirerek; çalışanların hayattan zevk almalarını hissettirmek: Yaşayarak çalışmak. Üst kültürü, Fatih şehir kültürünü ortak payda yapmak Mahalle’linin etkinliklere katılımını sağlamak 2 - Hedef, medeniyetimizin temsilcisi eski İstanbul’u bugün yeniden tekrarlamak değildir. O kurumları ile geçmişte kalmıştır. Ancak eski İstanbul’un değerlerini, dayanışmasını hayatımıza katarak paylaşmak. Bunlar bizim üst kültürel kimliğimizi oluşturacaktır. 3 - Kültürel istikrarsızlığın zayıflattığı güven duygusunun yeniden tesis etmek: Türk toplumu her türlü yabancı olguya, değere ve ilişkiye değersizlikle bakar. Bunun için devamlı “teyakkuz” halindedir. Aslında amaç yekpare bir toplumsal yapı yaratmak ve bu yapı içerisinde toplumsal birlik ve beraberliği sürdürmektir. Bunu tehdit edecek unsurları toplumsal ve siyasal alandan “dışarı atmak” gibi sosyal psikolojik özelliği vardır. İnsanlar arasında şüphe,korku, güvensizlik duygularını kaldırmak(52) insanların tanışıp birbirlerine medeni ölçülerde davranmalarını 55
Ş ehir
öğretmek. Güzel konuşmak mesela… Medeniyet güzel konuşma ile başlar. Hayatımıza giren TV, gazete, dergi, kitap, bilgisayar, internetle yalnızlaştık, konuşmayı öğrenemez olduk. Muhabbet bitti. Sözlü edebiyat bitti.(53) Mektup yazmak bitti. Bundan böyle sevgililerin hatıra olarak saklayabilecekleri mektupları çok az sayıda olacaktır. Şehir bilinci çoğulluğun içinde birlik oluşturabilmektir. Üst kültürün kuralı bu olmalıdır. Fatih maddi kültür varlıkları ile buna dünden hazırdır. Ancak bu değerleri anlamlı bütüne katacak olan unsurlardan biri de güzel konuşmaktır. Güzel konuşmak, insan davranışlarına nezaket getirecektir. Şehir estetiği ile şehirde yaşayanların farkındalığını sağlayarak; yaşayarak çalışmanın huzurunu tattırmak. Dili, mimariyi, yemeği, musikiyi içsellemek, fark edip zevk almak, mahalleli ve şehir ile bütünleşmektir. 4 - Mümkünse şehri iyi tanımak ve burada ev sahibi olmak. Sahiplenme duygusunu beyin ve gönülle bu şekilde gerçekleştirmek. Aidiyetlik ve sosyal sorumluluk getirecektir. Tarihi ve güncel mirası belirten haritaların çıkarılarak yerinde tanıtılması. Bir şehir televizyonu kurulabilir veya bir kanalda belli saatler kiralanarak; genel kültür, şehir kültürü programları yapılabilir. 5 - Fatihi sembolize eden değerlere grup ve birey olarak sahip çıkmak. Üretilen köksüz, şamatacı, entrikacı, çıkarcı değerler, ne göç öncesi sahip olunan, ne de şehirde yaşanmış değerlerdir. Bunlar toplumsal katmanlarda hayat üslubunun kutuplaşmasıyla üretilmişlerdir. Bunlardan kurtulmak. 6 - Fatihli olma bilinci, eğitim, katılım, aktif ve pasif niteliklerde ve düzeylerde paylaşım, sayı//16-17// kasım - aralık 56
örgütlenme ve anlayışlı muhataplar olmak bunun temelini teşkil eder. 7 - Hizmette kaliteyi yükseltmek, hemşehrilere değer vermek katılımı sağlamak, sorumluluk duygusunu ve sahiplenmeyi getirecektir. Mahallenin maddi kültür varlıkları ile mahalleli arasında manevi bağ kurmak. Buna çocuklardan başlamak. Mahalle kültürünün canlandırılması ve hemşehrilik bilincinin gelişmesi Fatihlilik bilinicinin yegâne şartıdır. Bu bağlamda mahalle kültürünün yeniden üretilmesi zorunludur. Mahalle kültürünün oluşturulması Fatihlilik kültürünün ön kapısıdır. Sosyal dayanışma birimlerinin içinde mahalle olmamayışı birimleri birbirinden kopuk adacıklar haline getirmektedir. Önce her mahalleli yaşadığı mahallesinin tarihini önemli tarihi eserlerini, mahallede yaşamış tarihi şahsiyetleri öğrenmeli. Hemşehri dernekleri ile işbirliği yaparak üyeleri ile ilgili şehir kültürü konusunda ortak programlar yapmak. Aile ve komşuluk kültürünü şehir kültürüne göre işlemek 8 - Bir İstanbul Enstitüsü açarak burada mimarların, sanat tarihçilerinin, halkla ilişkiler uzmanlarının, sosyolog ve antropologların Fatih’in tarihi ve kültürü ile ilgili çalışmalar yapmalarını sağlamak. 9 - Fatih’in bilicinin gelişmesi hemşehricilik bilincinin temelidir. Bu da mahalle kültürünün üretilmesine bağlıdır. Kişi küçük yaşta şehri tanırsa büyüyünce ona sahip çıkar. 10 - Hizmete kadınları katarak hizmetin kalıcılığını, apartman yöneticilerini katarak bilinç ve aidiyetin tesisine destek verilmelidir.
11 - Zengin ve yoksul semtlerin kardeşliğini oluşturmak. Aynı mahallede yaşayan farklı sosyo kültür ailelerine mensup çocukların aralarında samimi ilişki (arkadaşlık) kurmalarına zemin hazırlanmalı. Zira bir çocuk başka bir kimseyle arkadaşlık kuramıyorsa kendi kültüründe kalacaktır.(54) Çocuklara şehirle ilgili güzel hatıralar yaşatarak büyüdüklerinde ona sahip çıkmalarını sağlamak Kenardakileri, yalnızlıktan ve itildikleri sefaletten kurtarmak(55).Fakirler, kendilerini kenarda kalmış ve bir şeye ait olmadıklarına inanırlar 12 - Fatih’in maddi ve manevi kültür varlıkları doğal güzellikleri ile cazip bir üst kimlik haline getirilmelidir. Her mahalleli “semt-i meşhurundan” gurur duymalı. Mahalle’li, mahalleyi ve kültür değerlerini tanıyarak benimsemeli. Mahalle’li mahallede yaşanan kültürle bir bütün olan şehrin bir parçası olduğunu hissetmeli Fatih’in çok kültürlü yapısı ile kültürünün her gün yenilenme imkânı vardır. Bu insan şahsiyetini kuran yeni bir inşa işi gibidir. Bunda dayanak şehir kültürü, bir arada yaşama bilincidir. Göçle gelen nüfus, merkezi hükümet, yerel yönetim ve STK’ların işbirliği ile ekonomik, sosyal, kültürel ve sağlık sorunlarının çözümü konusunda işbirliği yapmak. Hemşehri dernekleri ile yönetişime katılmalarını teşvik etmek. 13 - Şu anki durumda Fatih’in yeni sakinleri, ne Fatih’in nostaljik kültürüne ne de şehirlilik standartlarına uygun davranış kalıplarına göre yaşamaktadırlar. Eski sakinler de yavaş yavaş geleneksel standartları eksen alan davranış kalıplarından uzaklaşmaktadırlar. Maddi kültür unsurları hızla değişirken gündelik yaşam tarzı ağırlıklı manevi kültür unsurları daha yavaş değişmektedir. Eşyanın kullanımıyla anlamlandırılan kültürel ilişkilerde değişim kuşaklar arası “anlayışı” zorlamaktadır. Yerleşim sonrası değerler ne getirilen ne de Fatihin nostaljik değerleridir. Şu anki değerler genel bir şehirlilik unsurunu içermemektedir. Negatif değersizlik ve sosyal çözülme vardır.
Dergisi Sayı2 S. 94 (54)Türk Doğan Orhan Prof. Dr. Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler S.59 (55) Türk Doğan Orhan Prof. Dr. Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler S.2 SONUÇ Geleceğin dünyasında şehirler belki bu kadar çok nüfusu bir arada tutmayacak ama şehirli yaşam biçimi bütün dünyada egemen olacaktır. Toprağa bağlı yaşam biçimi gelişen bilim ve teknoloji sayesinde çok azalacaktır.(56) Gittikçe ihtiyaçları çeşitlenerek artan şehirlileri yönetmek, ortak sağlam bir şehirli kültürü, kaliteli yaşam standardı, sosyal sorumluluğu gelişmiş kentliler ve yönetişimi gerçekleştiren yerel yönetimlerle mümkün olacaktır. Yerel yönetimler kendi merkeziyetçiliklerinden kurtulup yerel dinamiklerle işbirliği yaparak; kıt kaynaklarla büyük hizmetler gerçekleştirecek projeler araştırarak, üretmelidirler. Üretilen hizmetlerin kaliteli ve kalıcı olmasının şartlarını ve imkânlarını keşfetmelidirler. Kentlileşme süreci devam ederken; süreci yerel yönetimler kontrol etmelidir. Bir arada yaşamanın kaybolan değerleri ile yeni kent kültürü değerlerini üretip yaşatmalıdırlar. Kent’e daha çok hizmet etmek, kentin huzurunu sağlamanın yegâne yolu; şehirli kültürünü benimsetmek/yaşatmaktır.”Komşuluk hukuku akrabalık hukukuna yakındır.” “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” Hadislerinde Peygamberimizin ifade ettiği gibi komşuluk ilişkileri gelişmiş bir toplum idealize edilmelidir. Şehirler medeniyet üretmeye devam edebilmeleri için, bilim ve sanatın maddi ve manevi kültür ortamını üretmeleri gerekir. İnsanı insanla, insanı mekânla uyumlu hale gelen şehirler medeniyet üretebilen şehirlerdir. (56)Anthony Giddens Prof. Dr. Sosyoloji S.985
14 - Kent ve kentli hukukunu kültürel bir değer haline getirmek. Birlikte yönetimi gerçekleştirerek yönetilenlerin aktif özneler haline gelmelerini sağlamak. İstanbul’a hizmet edenlere İstanbul beyefendisi ve hanımefendisi denirdi. Vizyonumuz herkesi hanımefendi veya beyefendi yapmak olacaktır. (52) Çetin Halis Doç. Dr. Global Köylülük Muhafazakar Düşünce Dergisi Sayı2122 S.180 (53) Prof. Dr. Sadettin Öktem Şefkat 57
Ş ehir
ehirler daralıyor / Ve ben Şehirleri terkediyorum / Anne Gökyüzü bile dar / Gökyüzü bile Gökyüzü gibi değil artık şehirlerde Kıvrıldığım bir köşe başında Ense köküme inen bir darbeyle uyanıyor Ve şehri terkediyorum / Anne Kavgaların ve kaygıların hüküm sürdüğü Sevgilerin ve sevdaların Candan ayrı düştüğü bu şehirde Sığınacak bir tek kucak bulamıyorum
ŞEHİR ARTIK
O ŞEHİR DEĞİL Ve şehri terkediyorum / Anne İsmail BİNGÖL
Ve şehri / Ve karanlığı / Ve hırçınlığı / Ve kahpeliği Ve kirliliği / Ve hissizliği / Terkediyorum şehirle birlikte Şehirdekileri de Ellerimde sevda kırıntıları Bir mahşer yerinden geçiyorum Dağıtacak tek insan bile bulamıyor Bulutsu sevdalara vurgun gözlerim Şehrin unutturduklarını / Yalnızlık hatırlatıyor bana Ve hatırladıklarımı tekrar unutmamak için Yalnızlığı seçiyor / Şehri terkediyorum / Anne Feryadı mı duyuyor musun Duyuyor musun ahımı / Anne Çökük omuzlarım yıkık kalbimle Kaybedilmiş kavgaların sızısıyla dolu yüreğimle Şehri terkediyorum / Anne Arkama bakmadan terkettiklerimden Aklımda bir şey kalmasın diye Hızla terkediyorum şehri Ve onun altedici gürültüsünü Ve yankısı yüreğine çarpsın diye Bir sayhayla bağırıyorum: Anne / Anne / Anne “No’lur bana sessizlik al! “ (İsmail Bingöl “Şehirleri Terkediyorum / Anne ”) Giderek kavgaların ve savruluşların, huzursuzluğun ve gürültünün mekânı olmaya doğru giden, ruhları daraltması sebebiyle insanı yalnızlaştıran şehirler hakkındaki olumsuz hissedişlerin, feryatların, kaçıp gitmelerin mısralara döküldüğü bu ve benzeri daha nice şiirler yazılmıştır, yazılmaktadır. Büyük bir talihsizliğin egemen olduğu şartlarda giderek acıyı çoğaltan şehirler; insanoğluna huzurun ve sükunetin yolunu açacağına; telaşını, huzursuzluğunu ve endişesini artırıyor. Bunlar ise; belli bir yaşa gelmiş çoğu kişiyi geçmişin yüzündeki hatıralarını
sayı//16-17// kasım - aralık 58
daha çok düşünmeye, eskinin güzelliklerini daha fazla hatırlamaya yöneltiyor. Bu ise; yeninin oluşturduğu görüntüdeki anlatılmaya değer özelliklerin satır aralarında kaybolup gitmesine ve hakettiği yerin verilmemesine sebep oluyor.
ya da sabah henüz güneşin yeni yeni doğmaya başladığı zamanlarda, derdinizi, kimselerle payşamadıklarınızı, içinizi dolduran o büyük sırrı veyahutta sırları, hâl diliyle onun sessizce dinleyen ama bağrında saklayan mekânlarına anlatırsınız.
Şair Kemal Özer, “Bir İnsan Bir Düş” adlı şiirinin bir yerinde şöyle diyor: “Kentler tanıdım, yaprakları/Her sabah sokak sokak açılan/Aydınlık bir çiçeğe benzer. Kentler tanıdım diz çökmüş,/Kendini seyretmek için bir ırmakta,/Yüzü hâlâ yanar durur Başına gelenlerin utancıyla.
Eriyip giden yılların sizde bıraktığı ince sızıları, büyük ayrılık ve acıları, sözle anlatılamayacak olan vefasızlıkları, kaybedilmiş büyük dostlukları, yalnızlıkları, onun geçmişi yüzyıllara uzanan surlarına, kapılarına, camilerine, eski evlerine, hanlarına, hamamlarına fısıldarsınız. Ağlayışlarınız karışır; yıkılmış, harabe haline getirilmiş eski evlerinin, terkedilmiş sokaklarının taşına toprağına… Söylediklerinize karşılık veremese de, içinizi boşaltmış olursunuz hiç olmazsa ve bir şeyden eminsinizdir; söyledikleriniz yalnızca onda kalacaktır, birileri gibi başkalarına anlatıp sizi sükûtu hayale uğratmayacaktır. Şehir aynı zamanda böyle bir sadakatin sahibidir de… Şehirlere dair onlarca yazı ve şiir kaleme almış biri olduğunuzu düşünelim. Ne var ki bir gün yine böyle bir yazı kaleme alırken zihninize hücum eden düşüncelerden ilk olarak çekip ayıracağınız cümle şu olabilir: “Şehir artık o eski şehir değil”.
Şehirlere ya da son dönemde daha çok kullanılan adıyla kentlere bu güzelliği, bu yürek delici, gönül alıcı manzarayı yaşatan da insan, bu yıkılmışlığı, bu dökülmüşlüğü, bu tanınamazlığı, bu yüzüne bakılamazlığı, bu mağlubiyeti yaşatan da insan… Yüzünü; insanın dünyasından sürgün edilmiş hallere, kötülüklere, iyi niyetten uzak düşüncelere çeviren insanın yapacağı, bir kenti olması gereken noktadan uzaklaştırıp, iç karartıcı, estetikten yoksun, kimliksiz bir hale dönüştürmekten başka nedir ki? Hâlbuki şehirler de insanlar gibidir ve onlar da kendilerine has kimlikleriyle anılır, onlarla tanınır, onlarla bilinirler. Ve bu şehrin kimliğiyle ya da uzun süre yaşadığınız şehirle o derece özdeşleşirsiniz ki; geçtiğiniz her noktada kim olduğunuzu sorar size bu mekânlar, bu yollar, bu ağaçlar, sonsuz maviliğiyle uzayıp giden bu gökyüzü… Bir başkalık sarar içinizi ve o şehrin parçası olmaktan, orada yaşamaktan, o sokaklarda, o mahallelerde, o caddelerde dolaşmaktan büyük haz duyarsınız. Ruhunuzu bir dinginlik sarar, düşünceleriniz yeni güzelliklere doğru uzar gider. Yüreğiniz mutlulukla dolar, gördüğünüz her şeyle selâmlaşmak, duyduğunuz her sese karşılık vermek, hissettiğiniz her kokuyu derin derin içinize çekmek istersiniz. Çünkü orası sizin şehrinizdir, orası sahibi ve sakini olduğunuz yerdir. Şair Kemal Özer; şehirle olan bu büyük bağlanışı, aradaki bu derin hissedişi bakın nasıl anlatıyor yine aynı şiirinde mısralarla: “Her sabah camı açtığımızda / Gökyüzü soruyor yukardan Soruyor kim olduğumuzu / Adım attığımız her sokak Geçtiğimiz kapılar rastladığımız ağaçlar / Dönüş yolumuzdaki akşam rüzgârı” Ömrünüzü geçirdiğiniz şehir dert ortağınızdır aynı zamanda…. Yüreğiniz daraldığında, zihniniz binbir karmaşa içinde kaldığında atarsınız kendinizi onun kollarına ve belki bir gece vakti
Elli, yirmi, on, beş ve hatta bir yıl öncenin şehri bile değil… Bu kadar hızlı bir sökülüş ve dökülüşün ortasında kalan şehri tanımak için artık sadece tarihi eserlerine bakmak gerektiğini söylersek; ortaya çıkan manzaranın neden bu kadar tanınamaz olduğunu daha iyi anlatmış oluruz herhalde… Eskiden şehirlerimiz; çoğunlukla tek katlı, iki katlı, bahçeli, avlulu, birbirine bitişik, birbi¬rinin üzerine abanmış, üst üste, yan yana toprak damlı evle¬ri, tokmaklı tahta kapıları, küçük pencereleri, dar ve rutubetli, eğri büğrü sokakları, çarlı, ehramlı, çarşaflı kadınları, cami önünde oturan ihtiyarları, faytonları, at arabaları, el arabaları, tarlaları, sebze bahçele¬ri, bostanları ve akşamları şehre dağılan hayvan sürüleriyle bir kaç mahalleye yayılmış kocaman bir yerleşim yeriydi. Ancak yine de içinde kendine has bir kültürü, kimliği, samimiyeti, insanî yanları ve daha başka güzellikleri barındırıyordu. Tabii geçmişe bugünün penceresinden baktığımızda; hemen her yönünün gözümüze hoş görünme durumu varsa da, bunun böyle olmadığını, düşüncenin ve ayrıntının çerçevesinden geçirdiğimizde, daha kolaylıkla anlarız. Güzellik kavramıyla tarif edemeyeceğimiz varlıkların çoğu maddi plandaki şeylerdi ve bugün daha modern bir şehirde yaşadığımız doğru olsa da, o dünyaya ait birçok değeri kaybettiğimiz ve bunların artık 59
Ş ehir
yerine konulamayacağı da bir gerçek… Fakat maddi olsa da, hayat tarzına uygun, belli bir plan dâhilinde ve insana en yakın ve onunla kurduğu irtibat sırasında, taş, toprak, ağaç gibi rahatlatan malzemelerle, sanatı da işin içine katarak yapılan eski evlerimizi, bu güzellik kavramı içinde mütalâa edebileceğimizi de unutmayalım. Gerek şehirde oturanlar ve gerekse; göç kervanına katılıp büyük şehirlerin sakini olanlar; bir hatırlayış sonucunda döndüklerinde memleketlerine ya da mahallelerine; bırakın kendilerine ait evi; artık ne sokağı ve ne de mahalleyi bulabilmektedirler. Tabii sözümüz, şehirlerdeki eski yerleşim birimleri için geçerlidir. Sonradan kurulan, kimliksiz ve kişiliksiz fotokopi semtler zaten konumuz dışındadır ve bu anlamda sözünü bile etmeye değmez. Zira eski mahallelerle birlikte, geçmişin koynuna gömdüğümüz çoğu kültürel değerlerimiz; buraların yakınından bile geçmiyor desek yeridir. Aklımıza gelmesi gereken düşüncelerden biri de şu; acaba geçmişte yeni semtler oluşturulurken, şehrin eski yerleşim yerlerinin bir bölümü o zaman sökülüp, buralarda oturmak isteyen kişiler “eski mahallelerde” iskân edilemez miydi? En azından mahalle kültürünün bir bölümü bu şekilde yaşatılamaz mıydı? Şehirlerimiz böylesine değişip dönüştükçe, tıpkı yıkılan evlerin enkazının alınıp götürülüp her hangi bir yere dökülmesi gibi; bizim de geçmişimizin, yaşanmışlıklarımızın önemli bir bölümü toprağa karışıp, mekânsız hale geliyor. Esasında bu; zamanın ve hâlin gereği olsa da, yine de mazimize dair somut bazı öğeleri artık birilerine gösteremeyecek olmamız acı veriyor. Bir şehrin yerlisi olarak o şehre baktığınızda; görürsünüz ki; şehir sizi, bıraktığınız izler kadar tanır. Siz de şehri; onunla ilgili olarak belleğinizde taşıdı¬ğınız anılar, izler, olaylar kadar seversiniz. Yüksek binalarla, geniş caddelerle, marketlerle, mağaza¬larla doludur diye bir şehir modern olur belki, ama güzel, ama tarihi, ama estetik olmaz. Şehri güzelleştiren ya da çirkinleştiren; içinde yaşayanlar ve yaşananlardır… Eski Anadolu şehirlerinin kendine özgü bir yapılanması, rengi, şekli, soluğu, kültürü, iklimi, havası vardı. Bir ruhu, kendini hemen ele vermeyen sırlı bir yanı, cezbesi, cazibesi, coşkusu, tarihi kimliğinin desteklediği bir ağırlığı, geçmişinde çektiklerine dayalı bir hüznü vardı. Hoş görülü, hoş sohbet, faziletli ihti¬yarları, meczupları, eşrafları, esnafları, efendileri ile sayı//16-17// kasım - aralık 60
anlam kazanan sokakları, caddeleri, mahalleleri, meydanları ve evleri vardı. Hayata hikmet nazarıyla bakmayı ve hayattan ibret almayı alışkanlık haline getirdikleri bir yaşantıları vardı. Tek veya çift katlı evleri, camileri, türbeleri, medreseleri, mescitleri; ölümü ve uhrevî hayatı hatırlatan mezarlıkları; sükûneti, saygıyı, güveni, huzuru çağrıştıran duruşu; dinginliği, kanaati, tevekkülü birleştirmiş bir yanı vardı. Soluk alınıp verilen, hırsa ve doyumsuzluğa karşı durulan, helal kazançla yetinilip, yaşadıklarından tat alınan, tanıdık, bildik, bizi anlatan, bizi yansıtan şehirlerdi bunlar. Ne zaman ki şehirler “ulemalar şehri, fazilet durağı, mut¬luluk kapısı, güzellikler yurdu... gibi kavramlar yerini; arsa, parsel, imar planı, inşaat gibi keli¬melere bırakmaya”, kendini bunlarla tarif etmeye başlamışsa; insanların huzuru, refahı, itibarı, zen¬ginliği de bunlara olan sahipliği, irtibatı ve ilgisi ile eşdeğer olmaya baş¬lamıştır. Tüm büyük şehirler, çok kalabalık anakentlere dönüşünce asaletini yiti¬riyor; insanı yutan, boğan, göğsünü daraltan bir canavara benziyor. Dingin ve erdemli duruşunu kaybedip, ezen, yıpratan, yoran binalar, betonlar, fabrikalar yığını haline geliyor. Güçlünün zayıfı ez¬diği, her türlü belanın ve cinnetin yuvası haline gelmiş met¬ropollerin bugün birbirine benzeyen genel bir özelliği var; kimse kimseyi tanımaz, kimse kimsenin hâlinden etkilenmez. Duyarsızlık ve bencillik giderek tavan yapmaktadır. “Hayat şehirlerde yerini bireyselliğe bırakmıştır; yani yalnızlığa”. Her gün beraber olduğunuz, her gün gözünüzün önünde olan hayatlar sizin için anlıktır; sadece işinizi birlikte yapar geçersiniz; dünyaları, ilgileri, çektikleri ve daha bilmem neleri sizi hiç mi hiç düşündürmez. Onun için de bu şekle dönüşen insan, bu anlamda kendisine çok benzeyen şehirler inşa etmektedir. Ve dolayısıyla “insan hüsrandadır” ve şehirleri de bu hüsranına eş olacak biçimde kurmaktadır. Hatır, gönül, sevgi, saygı, ar, edep, hayâ ve imece gibi kavramların giderek yok olduğu, yok olması için çalışıldığı, bu konuda akıl almaz, hesaba gelmez bir gayretin ortaya konulduğu, birçok davranışın, özellikle medya araçları vasıtasıyla bu yok oluşa hizmet ettiği, bi¬reylerin ayıplanma korkusu taşımadığı ya da git gide unuttuğu şehirler; adeta büyük bir kargaşayı tedai ettiren olumsuzluklar mahşeridir. Ne var ki insanlar buralarda yaşasalar da; bir yandan da akılları, zihinleri, kalpleri hep
geçmişte; yani bir sebeple kopup geldikleri memleketlerindedir. Hayatlar emanet gibidir sanki… Sözler, sohbetler çoğunlukla eskiyi anlatır ve eskiden örnekler verir, bedenleri eskiye hapsolmuştur. Hepsinin doğup büyüdükleri, hicranını içlerinde taşıdıkları ve etraflarına hissettirmemek için çabaladıkları öz va¬tanları vardır ve birkaç nesil sonra ancak bu kalabalıklarla “bütünleşmiş” olurlar. Şehirli olmak için şehirde doğmak da yetmiyor. Şehri sevecek ve ilgileneceksiniz. Gazetesini okumadan, te¬levizyonunu izlemeden, yeşilini, taşını, toprağını, kültürünü, tarihini korumadan, onunla hemhal olmadan, sorunlarıyla ilgilen¬meden şehir sevilir mi? Şehri sevip sevmemeyi, şehirle ilişkiniz belirler. Şehir sizin bakışınıza göre büyüktür, küçüktür, iyidir, kötüdür, sos¬yaldir, değildir. Ama şehirlerde sevdalarınız, yürek atışlarınız, hasretleriniz, dertleriniz, acılarınız, silinmez anılarınız varsa; o şehrin sizin için değeri başkadır. Bir misafir gibi yaşamışsanız, seve¬mezsiniz o şehri. İlle de ev sahibi olmanız gerekir; yani şeh¬rin sadece sakini değil, sahibi de olmalısınız. İşte o zaman şehirli ve o şehrin insanı sayabilirsiniz kendinizi… Selçuklunun ve Osmanlının haşmetli yapıları yanında, ışığını bu mimariden almış, taş, toprak ve ağaçla hünerli ustaların elleriyle oluşturulmuş, el emeği göz nuru evler… Taş sokaklar, Arnavut kaldırımları ve mutlaka mescit, fırın ve yanında birkaç dükkânın bulunduğu mahal¬le meydanları, camiler... Birbirine karışan ezan sesleri... Ve çarşısında; bakırcılar, demirciler, körükçüler, kalaycılar, çarkçılar, ayakkabıcılar, terziler, berberler, şekerciler, çevreye kavruk kokular yayan dükkânlar, cıvıltılar, şakalar, takılmalar, dükkân önlerinde, cami diplerinde gizlisiz saklısız dostça yapılan yüksek sesli sohbetler… Ve mahcup… Ve kibirle ilgisi olmayan, emanet olduğunun idrakinde bir zenginlik... Gönül gözüyle çevresine bakan, gönül gözüyle anlayan ve dinleyen insanlar… Ve cennet-âsâ bir devirden sesler, izler ve mekânlar… Daha kim bilir neler neler? Hey gidi günler hey! “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer”. Ne var ki, mazinin bizlere hediyesi olan tarihi binalar için uğraşan birinin, rahmetli Çelik Gülersoy’un bir röportajında dediği gibi; “Akşama kadar oturup ağlarsak durum daha beter olacak. Herkes elinden geldiği kadar çaba göstermeli. Bu bir orkestraya benzer; herkes bir enstrüman çalmalı ki, ortaya bir müzik çıksın.”
Şehre kimlik kazandıran, ona kendince bir vasıf veren yerlerde oturmayı, il dışından gelenleri buralarda ağırlamayı ve geçmiş hakkında romantik sözler etmeyi severiz. Fakat işin ucu çaba göstermeye, sahiplenmeye ve gerekeni yapmaya dayanınca, “Yahu bırakın şu eskiyi!” der geçeriz. Hâlbuki “(...)Yeni kentsel gelişmenin giderek standartlaştığı, şahsiyetsizleştiği bir çağda bunlar, bir kentin öbür kentten farklı” olduğunu gösterir. Ayrıca; “Eski binaları olmayan bir kentte yeterince şahsiyet yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir. Bugün psikologlar bireylere ve gruplara, sosyal ve ekonomik gelişmelerin sağladığı fiziki-konfor, güven ve ucuz ürün karşılığında şahsiyetlerini korumanın ne denli önemli olduğunu vurgulayarak belirtiyor. Bunların kişilik yitirme bahasına olmaması gerektiğini savunuyor. Çünkü her ülkede bir kenti bir başkasından ayırt eden tek şey çevresi, tasarımı ve tarihidir. Bunlar dışındaki özelliklerin çoğu ortak özelliklerdir. (...) Tarihin bıraktığı etki ise farklıdır. Kentler ve kentlerin değişik yerleri, caddeler, hatta bireylere ait evlerin her biri belirli birer tarihi damga taşır. (...) Geçmişi olmayan bir ülkede kısır bir kıtanın boşluğu vardır; eski binalardan yoksun bir kentse anılardan yoksun bir adam gibidir.” (*) Yazar ve romancı Amin Maalouf’un bir yazısında sorduğu gibi; peki “Ya her uygarlığın kendine özgülüğü?” Günümüz modernleşmesi ve “dünyanın küçük bir köy” haline gelmesinin milletlerin kültürüne olan etkileri üzerine kafa yoranlardan biri olan yazar, sorusunun cevabını şöyle veriyor: “Elbette buna saygı gösterilmelidir, ama başka bir tarzda ve basireti asla elden bırakmadan. Ben “bırakınız yapsınlar” taraftarı değilim ve doğrusu yalnızca kendini bırakmayanlara saygım var. Bir sokağın, bir mahallenin karakterini ya da belli bir yaşam kalitesini korumak için mücadele etmek, meşru, çoğu zaman da zorunlu bir mücadeledir. Ama bizim tablonun bütününü görmemizi engellememelidir.” Yazarın da söylediği gibi, tablonun bütününe bakmayı ihmal etmeden, “Bir sokağın, bir mahallenin karakterini ya da belli bir yaşam kalitesini korumak için meşru kurallar içerisinde mücadele etmeyi” elden bırakmadan şehirlerimizin güzelleşmesini sağlamaya çalışmalıyız. (*) Graeme Shaukland, Cogito, Yaz, 96. 61
Ş ehir
SARAYBOSNA’DA
Ve daha burda, ziyaret için ne kadar geç kaldığımızı, bizi hasretle bekleyenlerin olduğunu anlıyoruz. Bilmediğiniz, tanımadığınız, daha önce hiç karşılaşmadığınız gözlerin bizi nasıl hasretle beklediğini fark ediyoruz. Utanıyorum kendi kendime, niye geç kaldım diye hayıflanıyorum. Vedat SAĞLAM
ivil Toplum Örgütü temsilcileriyle birlikte Balkan gezisine davet alınca, oldukça sevinmiştim. Allah biliyor ya, uzun zamandan beridir bir fırsat kolluyordum ata yadigarı serhat şehirlerini görebilmek için. O topraklara ayak basamamak, gidememek, görememek, oradaki Müslümanlarla halleşememek, içimde bir ukdeydi. Bosna'yı, Hersek'i, Mostar'ı, Arnavutluk'u ve Makedonya'yı görecek, atalarımızın izlerini arayacak, inananlarla kucaklaşacaktık. Saraybosna Havaalanı’nda merhaba diyoruz Saraybosna’ya. Aslında, burada başlıyor her şey; Saraybosna Havaalanı oldukça sâde . Anadolu'daki küçük bir şehrin havaalanı kadardı ancak. Sadece kısa bir şehir turu bile, savaşın üzerinden onca yıl geçmesine rağmen sizi harbin o korkunç yüzüyle tanıştırmaya yetiyor. Savaşın yaraları oldukça sarılmış ama izlerini görmek hala acı günleri hatırlatıyor. Gözlerinize inanamıyor, ürpererek bakıyorsunuz savaş izlerine. Her biri harpten izler taşıyan, duvarlardaki binlerce kurşun izleri, top güllelerinin açtıkları koca koca yarıklar, füzelerin darmadağınık ettiği evler, isyan kokan kararmış yapılar... ürperdim. Ancak şunu öğrendim ki, duvarlardaki bu izlerin bazı binalarda özellikle böyle kalması ve savaşın vicdansız tarafının acımasızlığını göstermek için!.. Ey hayat! Sen ne tatlıymışsın ki, harbin izleri bile beni bu kadar korkutuyor. Ya savaşı bizzat yaşayan canlar? Ya başının üzerinde uçuşan mermilerin altında sıkışıp kalan küçük bedenler, çocuklar. Ya savaşta en yakınlarını, en sevdiklerini kaybedenler. Yetimler, öksüzler, kadınlar, yaşlılar, engelliler... Sırf Müslüman olmak dışında hiç bir suçu olmayan günahsız siviller! Ve daha burda, ziyaret için ne kadar geç kaldığımızı, bizi hasretle bekleyenlerin olduğunu anlıyoruz. Bilmediğiniz, tanımadığınız, daha önce hiç karşılaşmadığınız gözlerin bizi nasıl hasretle beklediğini fark ediyoruz. Utanıyorum kendi kendime, niye geç kaldım diye hayıflanıyorum. Osmanlı emaneti o meşhur Başçarşı'yı gezerken rehberimiz "Sırplar, ilk önce şuradaki Ulusal Kütüphane'yi yaktılar." diye, ağlamak istiyorum. Araf'tayım adeta. Nutkum tutuluyor. 1908 yılında İttihatçı güruhun da, Ulu Hakan Abdülhamit Han'ı tahtan indirmek için İstanbul'u işgal ettiğinde ilk yaptıkları işin, Yıldız Sarayı'nın
sayı//16-17// kasım - aralık 62
kütüphanesini yakmak olduğu aklıma geliyor. Anlıyorum ki, işgalci zihniyet hiç değişmiyor; ilk icraatları ele geçirdikleri toprakların hafızasını silmek. Biri Sırp katilleri, diğeri İttihatçı subaylar. Varın aradaki farkı siz bulun. Sokakları daracık olan, çoğunlukla iki katlı yapılardan teşekkül Başçarşı, oldukça kalabalık. İğne atsanız yere düşecek gibi değil. Turist kafileleri sanki sıralarını beklercesine, biri gidip, diğeri geliyor. Arkası kesilmiyor. Görüyorum ki, özellikle Japonlar ve Türkler oldukça ilgi gösteriyorlar Bosna'ya. Belki de kendi yaşadıkları buhranla, Hiroşima ve Nagazaki depresyonu ile karşılaştırıyorlar buraları, kimbilir. Bir şey dikkatimi çekiyor. Gördüğüm Bosnalılar ya genç, ya da yaşlı. "Orta yaş grubu niye çok yok?" diye düşünürken, anlıyorum ki, savaşta şehit olan iki yüz bin insanın çoğu, orta yaş grubu, yani bugün orta yaş gurubunda olması gereken savaşın gençleri.Kahroluyorum bu acı gerçekle.
da getireceklerdi Bosna'ya. Bir gönül köprüsü kurmanın hazırlıklarıydı bunlar. İçim ısındı. Savaşın o tüm korkunçluğuna rağmen güzel haber, sohbet ettiğimiz Gazi Hüsrev Paşa Cami imamından geliyor; Harpten sonra namaz kılan gençlerin sayısı arttı. "Elhamdülillah" diyoruz bu güzel açıklamaya, kirpiklerimiz sevinç gözyaşlarıyla ıslanırken. Muhabbet basıyor o anda içlerimizi. İçime, sözlerini bilmediğim, hareketli bir ilahinin tınısı düşüyor. Kendimi frenlemesem bas bas bağıracağım mutluluktan, sarhoş gibi oluyorum. Savaş ve acı yüzü insanları inanç birliğine vahdete ve ibadete meyletmiş."Keşke yaşamadan akledebilsek" diye iç geçiriyorum.
İkindi namazımızı Gazi Hüsrev Paşa Camiinde kılarken, Kütahya İmam Hatip Mezunları Derneğinin ilgilendiği öğrencilerle karşılaşmak, mutlu etti bizi. Sevindik. Gencecik, pırıl pırıl, daha yaşamının baharındaki gençleri ata yadigarı bu serhat şehrini ziyaret ederken görmek, fazlasıyla huzur verdi ruhlarımıza.
Gözlerinizle şahit olduklarınıza şaşırıyorsunuz. Çarşıda gördükleriniz o kadar bizden, o kadar tanıdıklar ki, sanırsınız Anadolu'da bir Selçuklu şehrini ziyaret ediyorsunuz. Sanki herkes tanıdık. Çarşıda, her tür hediyelik eşya bulmak mümkün; yüzükler, kolyeler, bilezikler, semaverler, kahve setleri... İncik, boncuk çeşitleri, her zevke hitap edecek cinsten. Oldukça bol, oldukça çeşitli, oldukça güzel. Ortalık cıvıl cıvıl insan kalabalıklarıyla dolu. Katliam izlerinin tam göbeğine oturmuş lokantalar, kafeteryalar, çay ocakları, farklı zevklere hitap etmek için döşenmiş mekanlar, turistik gezi yapmak isteyenleri bekliyor.
Biliyordum, burdan görünmeyen bir yol açılıyordu. Bu gençler ilerde birer meslek sahibi olunca çocuklarını, hanımlarını, arkadaşlarını
Bir derviş misali gönül heybemizi doldurup, bir dahaki sefer için içimizi yakacak ateşler aramak için geldik buraya… 63
Ş ehir
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, bu aziz şehirden Osmanlı'nın izlerini silemedikleri, silemeyecekleri o kadar aşikar ki. İçimden, "kurban olayım ben sizin o şanlı mücadelenize" diyesim geliyor. Sonra rehbere sesleniyoruz, adeta yalvaran gözlerimizle, "Eyleme bizi buralarda, Bilge İnsan'ın kabrine götür biz fanileri. Onunla helalleşmek dileriz." Rehber anlıyor meramımızı, manalı manalı gülümsüyor sonra. Şehrin göbeğine kurulmuş Bosnanın bugüne kadar vahdet mücadelesini yapan şehitlerin , mücadele insanlarının mezarlarına Kovaçi şehitlik mezarlığına gidiyoruz. Blad-ı Müslüman teşkilatının üyelerinin de bulunduğu bu şehitlikte, Bilge İnsan la ve dava arkadaşlarıyla helalaşmak için dualar ediyor, Kuran_ı kerim okuyoruz. Titrememek mümkün mü?! İçinizin yanmaması, sadece kendi duyabileceğiniz bir iniltiyle, "Ah!" etmemeniz mümkün mü?! Aman Allah'ım! Öyle bir ruh haliyle ve huşu ile dolaşıyoruz ki mezarların arasında, yaşamadan şoklarımızı anlamanız mümkün değil. Beyaz mermer mezar taşları o kadar soylu bir abide olarak duruyorki, bizler buranın tapu senetleriyiz diyor adeta. Saymakla altından kalkmanız mümkün değil. Gördükleriniz, şahit olduklarınız, göz alabildiğince uzanan, beyaza bürünmüş barış çiçeği tarlası sanki. Her yer karbeyaz. Her yer ruh dolu. Ve her yer sizi gözetliyor. Ebediyete intikal etmiş isimleri okuyorum tek tek;...
bastırıyorum. Ama nafile, susturamıyorum onu. Bu seferki iç titremelerim, kalp çırpıntılarım daha başka, diğerlerine benzemiyor. Ona karşı duyulan saygı, sevgi, muhabbet, heyecan var ya, işte öyle bir hissediş. Öyle bir duygu. Öyle bir kalp çırpıntısı. Koca kabristanın tam ortasına oturtulmuş anıt mezarı, büyük bir hilalin tam göbeğinde, beyazlar içinde. Adeta, aşığı olduğu milletini ve şehrini gökyüzünden seyretmek istercesine, yüksekçe. Bütün sadeliğine rağmen öyle güzel, öyle ihtişamlı, öyle sıcak ki. Her bir ziyaretçi grubu, Aliya'nın karşısında istisnasız Kur'an tilavet ediyor. Yol arkadaşımız Sadi Özmen de, o ulvi sesiyle ayetler okurken, Bilge İnsan'ın silueti beliriyor karşımda. "Emanete sahip çıkın! Bu topraklar sizin. Siz varsanız, biz de varız, yoksanız, biz de yokuz." diyor. Göz göze geliyoruz Bilge İnsan ile, "tamam? efendim" diyorum ona boynu bükük, utangaç bir tavırla, o anda çekip gidiyor yeniden. Emaneti kalıyor üzerimde. "Bir insan hem bilge, hem Başkomutan olur mu?!" diye soruyorum kendi kendime. Ardından, sorumu yine ben cevaplıyorum; "Aliye İzzetbegoviç'i tanıyınca, bilince, olur." Ertesi gün tünelde buluyoruz kendimizi. Başka kalabalıklar da var. Hani, lanet savaşta, her bir noktası Sırp keskin nişancılarla kuşatılmış şehrin tek çıkış noktası, tek ümit ışığı olan tüneller var ya, işte orada. İki katlı bir evin, bodrum katında açılan, daracık, kısacık, sonu görünmeyen, diz kapaklarınıza kadar suyun içine gömülü olduğunuz, havaalanın hemen yanındaki tünel. Bosnalılar adını, "Yaşam Tüneli." koymuşlar. Ne güzel bir isim değil mi, yaşam tüneli? Gıda maddeleri ile ilaçların takviye yapıldığı, 1,5 metre yüksekliği, 1 metre genişliğindeki, asker ve sivillerin birlikte yaptığı, tam üç yüz bin canın hayatta kalmasına vesile olan tünel. Düşünüyorum da, kimbilir, kaç yaşam kurtuldu burda? Kimbilir, ne umutlara ışık oldu bu tünel? Ve kim bilir, kaç gariban yaşama sevincine kavuştu? İki katlı evin her tarafı, hala binlerce kurşun izleri ile delik deşik.
Binlerce yürek, binlerce ruh, binlerce nefes. Suçları neydi pek Boşnak ve Müslüman olmaktan gayri? Hiç bir şey. Biliyorum ki, Avrupa'nın göbeğinde, modern Batı'ya göre bu yeterli bir suç, Fatihalar gönderiyorum sonra ruhlarına.
Sîda Kolar Nine'den bahsettiler videodan kuşatmayı izlerken. Evini bu uğurda feda etmiş, Tünelden her geçene su ve yemek veren, bugün 84 yaşındaki o pamuk ellerinden öpülesi mübarek nine. Bekledik ama o gün gelmemiş, nasip değilmiş demek ki ellerini öpmek, hayır duasını almak.
Ve işte, nihayet o Bilge İnsan'ın karşısındayız. Aman Allah'ım! Kalbim sanki yerinden fırlayacakmış gibi gürültüyle çarpıyor; küt, küt, küt! Duymasınlar diye elimi göğsüme
Daha pek çok yerini ziyaret ettik güzel Saraybosna'nın. Aklımızda bıraktığı vatan duygusu, damağımızdaki lezzet ve ilk fırsatta bir daha bu şehre düşebilmenin özlemiydi.
sayı//16-17// kasım - aralık 64
Dî ve Ferdâ (Dün ve Yarın ) Özge Senâ Bigeç Şehir, sana ne söylemeliyim? Seni, nasıl dinlemeliyim? Bir gerek gerek. Sokak lambalarının sesi gözlerimin ılıman ikliminde. Sokak lambaların es veriyor, şehrin gürültüyle akan tüm seslerine. Şimdi sokak lambası olsam, bir evin, telaşının, duvarının, dibinde. Sokak lambası olsak, söylenemeyen her şeyin sâkin lügatinde. Dî ve Ferdâ desek. Dün ve Yarın. Âyetler anlasa bizi. Çocuklar, ve duvarlar, ve yalnızlar, ve ruhdaşını bulamayanlar, ve tüm garîb olanlar. Anlasa. Dışarıda olanların, olmak zorunda kalanların, bir süreliğine bulunanların, işte geçiyorduk diyenlerin dostu, sığınağı, dayanağı, muhabbetdaşı, sırdaşı…. sokak lambaları. Şâhit ve Müştâk! Lâl ve Lâm! Sâkin ve Meskûn! Meskût ve gayr-ı meskûn! Sokak Lambaları. Dinleyen. Dinleyen. Dinleyen. Bilmeyen. Bilmeyen. Bilmeyen. Bulmayan. Bulmayan. Bulmayan. Duran. Duran. Duran. İçinde insanlar saklayan. Saklı yanlarını dahi unutan. Kadim gözlerini kaldırıp, yâre bakamayan, yere anlatan. Sübhaneke diyen. Lâ… İlme lena… -Doğdular, yürüdüler, büyüdüler, gittiler- İllâ.. Mâ Allemtena… İnneke… Entel Alîmûl Hakîm. Entel Alîmûl Hakîm. Hastaların yol arkadaşı.. Yaşlıların dermanı.. Hayânın ve Hayatın fermanı.. Sokak lambaları! Çoklu ses(sizlik) Dî ve Ferdâ! 65
Ş ehir
stanbul’da en çok sevdiğimiz mekân Süleymaniye Camii ve Külliyesi’dir desek mübalağa etmiş olmayız.
SÜLEYMANİYE
GÜZELLEMESİ
Her sene yüzlerce defa ziyaret ettiğimiz halde, her gittiğimizde ilk defa gidiyoruz gibi bir hayranlık ve muhabbetle gördüğümüz, bizi de aynı aşkla kucaklayan bu muhteşem mabed, gündüz başka güzeldir, akşam başka, gece başka… Ekrem KAFTAN
Şehrin ruhu vardır. Şehrin ruhunu mücessem görmek isteyenlerin şehirde sürekli bir arayış içinde olması gerektir. Ecdad, İstanbul’u fethettikten sonra, Bizans’ın bin yıllık şehrini Müslüman-Türk şehri yapmak için çok büyük gayret göstermiş ve hazineler sarfetmiş. Devlet büyüdükçe, şehir için sarfedilen hazineler de artmış. 16. asır, Osmanlı Devletimizin her manada mükemmel bir zirveye ulaştığı zamanın adıdır. Padişahımız Kanuni Sultan Süleyman, mimarımız Sinan, şairlerimiz Baki ve Fuzuli, Şeyhülislamımız Ebussuud Efendi, Kaptan-ı Deryamız Barbaros Hayreddin Paşa, Nakkaşımız Matrakçı Nasuh… Böylesine büyük insanların bir arada yaşadığı altın çağda, bu çağın ruhuna uygun o kadar büyük işler yapılmış ki… Süleymaniye Camii, 16. Asrın muhteşem bir mabedi olarak İstanbul’un 3. Tepesini biraz daha yükseltirken, kıyamete kadar insanlığı kendine hayran bırakacak bir güzellik olarak gözleri kamaştırmaya başlamış. Süleymaniye Külliyesi’nin 7 sene gibi kısa bir zamanda bitirilip, İslam’ın hizmetine sunulması da ayrı bir mevzudur. Her sene yüzlerce defa ziyaret ettiğimiz halde, her gittiğimizde ilk defa gidiyoruz gibi bir hayranlık ve muhabbetle gördüğümüz, bizi de aynı aşkla kucaklayan bu muhteşem mabed, gündüz başka güzeldir, akşam başka, gece başka… Rivayet olunur ki Muhteşem Süleyman Süleymaniye Camii’ni altından yaptırmak istemiş. Lakin dinimiz ziynet eşyasından mabed yapmaya izin vermediği için taştan yapılmış. Süleymaniye, altından yapılsa da ancak bu kadar güzel olurdu derler. Süleymaniye’nin her taşını ayrı ayrı hayal ettiğiniz zaman taşlardan bir taştır. Mabedi seyre başladığınız zaman ise gördüğünüz taşlar değil, mücessem bir ruh ve imandır. Mabedin etrafını kuşatan medreseler uzun asırlar İslam dünyasının en iyi eğitim kurumları vazifesini görmüş ve büyük insanlar yetiştirmiş. Süleymaniye ve Vefa, alimler semti olarak şöhret bulmuş. Alimlerin yaşadığı semtler elbette huzur, sükun, saadet ve neşe mekanlarıdır. Bir de mabedin ruhunu kendi ruhuna katan veya kendi ruhundan mabedin ruhuna ruh katan insanlar olunca, bu şehir elbette Dersaadet olmayı hak
sayı//16-17// kasım - aralık 66
eder. Allah, “Biz insana ruhumuzdan üfledik” buyurur ya… Mimar Sinan ve elbette bütün Osmanlı İslam Ümmeti, Süleymaniye’ye, Allah’ın üflediği ruhtan bir parça üflemiş olmalı ki, bu güzel mabed böylesine yektâ bir güzelliğe sahip olmuş. Yahya Kemal’in, “Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi Ben de bir mensubun olmakla mağrurum şimdi” dediği Süleymaniye, bir hendese eseri değil, bir iman eseridir. Mimar Sinan, Süleymaniye’yi inşa ettiği yıllarda henüz 60’lı yaşlarındadır ve kendisini mimarlıkta kalfa olarak görmektedir. Kalfalık döneminde bu kadar güzel bir eser inşa eden Mimar Sinan, ustalık ve bilgelik döneminde de Selimiye gibi bir som zümrüt parçasını Avrupa kapılarımıza dikerek, Edirne’nin bizde kalmasına vesile olmuştur. Süleymaniye Camii, Beyazıt yahut şu anda İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu Saray-ı Atik denilen yerden girilirken, muhteşem kubbesi, muvazeneli yükselişi ve gözlere sürur veren haliyle, şairlere ilham, müminlere daha çok ibadet duygusu verir. Allah’ı kulluk için inşa edilmiş bu mabede giren insan, Allah’ın büyüklüğünü bir kere daha idrak eder. Gözümüzün gördüğü muazzam gökleri, yıldızları, güneşi ve ayı, yeryüzündeki sayısız canlıyı ve cansız görünen varlığı yaratan Allah’ın adını yüceltme maksadıyla inşa edilen Süleymaniye Camii, iman sahiplerinin kulluk şuurunu arttırır. Mabedin içine girdiğiniz zaman sizi bir başka güzellik ve engin kubbe karşılar. Her ne kadar Sultan Abdülmecid döneminde İtalyan Fossati kardeşlerin restorasyonuyla kubbesindeki süslemeler Batı’dan alıntı olsa da, kubbenin genişliği ve içerideki hatların güzelliği, kıble duvarındaki pencerelerin vitrayları, deve kuşu yumurtalarının ampuller arasındaki görüntüsü seyredenleri tabiri caizse büyüler. Mabedin içinde 4 fil ayağı dört de yekpare sütun vardır ki, heybeti arttıran güzelliklerdir. Yine rivayet olunur ki dört yekpare sütunun her biri bir başka yerden getirilmiş, ve her biri bir halifeyi remz ederken, kubbe Allah’ın Habibi Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’i remz eder. Kubbenin üstünde yer alan alem ise Allah’ın remzidir… Yahya Kemal’in muhteşem şiirine ilham kaynağı olan Süleymaniye’nin iç mekanı müezzin mahfilinden farklı bir manzara arzeder. Bir de kubbenin etrafında yer alan 4 oda vardır ki, buraların merdivenlerini bulup o odalara
ulaşmanın zevki daha bir başkadır. Haliç tarafında bir balkon kısmı vardır ki, buradan ta Kuleli Askeri Lisesi’ne kadar bütün Boğaziçi’ni ve Üsküdar’ı, Ayasofya Camii’ni, Yeni Cami’yi, Topkapı Sarayı’nı, Üsküdar’ı ve dahi Çamlıca’yı seyretmenin apayrı bir güzelliği vardır. Bu fani dünyada yaşamanın bir zevki varsa önce Allah’a kulluk, sonra bilhassa Süleymaniye’de Allah’a kulluktur. Revaklı avludaki sütunların her biri yekparedir. Bu sütunlar arasında taç kapının solunda, Haliç’e açılan revaklı avlu kapısının hemen ön tarafında epeyce kalın biri vardır ki, yeniçerilerin eğitim alırken, bu sütunu tek hamle adımladıkları rivayet olunur. Burada yeri gelmişken belirtelim ki, Revaklı avluya girip kapılarının üstünde bulunan kitabeler kayıptır. Yaklaşık 10 sene öncesine kadar yerlerinde bulunan bu kitabeler, nerededir, neden yerlerine konulmamıştır veya konulmaz bilinmiyor. Bir bilen varsa bu yazıyı okursa eğer, bizi de bilgilendirirse bahtiyar oluruz. Süleymaniye, gören ve hissedenler için doyumsuz bir güzelliktir. Ne hazindir ki bütün ömrü İstanbul’da geçtiği halde, sırf laik, çağdaş, modern vesaire oldukları gerekçesiyle bu muhteşem güzelliği görmeye gelmeyen zavallılar da mevcuttur. Allah, bize böyle bir güzellik bırakan başta Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri olmak üzere Mimar Sinan’a, Hattat Hasan Çelebi’ye, mabedin ve külliyenin inşaatında çalışan bütün işçilere, mabedde ibadet eden cümle müminlere rahmetiyle muamele eylesin… Süleyman mı muhteşem eseri mi bilinmez Süleyman unutulur arzda mührü silinmez 67
Ş ehir
Okumak; küçücük bir tekneyle sığ sulardan yavaş yavaş ilerleyerek uçsuz bucaksız okyanuslara açılmaya benzer. Sahiller ne kadar ıssız, sessiz ve meltem rüzgârlarıyla hemhâlse, okyanuslar da o kadar ürperticidir. Bir taraftan derinliklerden aldığı güç ve atlaslar gibi serdiği dalgalarla teknenizin küreklerini okşarken, diğer taraftan benliğinizdeki korkuları alabora etmeye hazırdır her an.
OKUMAK MEDENÎ BİR İHTİYAÇTIR Mazinin derinliklerine dayanan dalgalar; koltuğunuzun altındaki kitaplarla, ansızın bir “kıraathane”ye sürükleyiverir sizi. Sabri GÜLTEKİN
Asıldığınız kürekler, her ne kadar ufukta gözüken gurûba yakınlaştırıyor hissi verse de, aslında yavaş yavaş büyüyen dalga yükseltileri, sizi kıvrım kıvrım içine çeker davetkârca. Çekilen her kürekte, dalgalar sanki bir nostaljiye dönüşür. Göz kapaklarınıza hükmetmekte güçlük çektiğinizi hissettiğinde, sizi donatmak için kâh bir kitaba, kâh bir kıraathaneye sürükler hayaller arasında. Ve her dalgada aralanan katreler, bir sinema perdesi gibi geçmişin izdüşümlerini yansıtır. Her yansıma bir film karesine, her kare kitap sayfalarındaki bilgiye, bilgi yoğrulup bilgeliğe dönüşür. “İKRA”NIN DERİNLİĞİNDE GEÇİRİLEN SAATLER Mazinin derinliklerine dayanan dalgalar; koltuğunuzun altındaki kitaplarla, ansızın bir “kıraathane”ye sürükleyiverir sizi. Bir tarafta gazetesinin satırları arasında gezinenleri, bir tarafta dergisini okuyanları, bir tarafta hararetli hararetli edebiyat üzerine konuşma yapanları ve bir tarafta da sizi dört gözle bekleyen entelektüelleri görürsünüz. Önce kahveler söylenir, ardından “ikra”nın derinliklerinde saatler saatleri kovalar. Sonrasında bir önceki günden daha kazançlı olarak evin yolu tutarsınız... Ve günlerin günleri, yılların yılları kovaladığı bir günün sabahında tekrar “kıraathane”nize döndüğünüzde; ne gazetesinin gündemine gömülenler, ne dergilerin yapraklarını hışırdatanlar, ne hararetli edebiyat sohbetleri, ne de sizi bekleyen entelektüeller vardır. Bir kenara oturup, çevrenizdeki masalarda olup bitenlere anlam vermeye çalışırsınız. Kitaplar raflardan inmiş, nadide tablolar tozlanmıştır. Sigara dumanının sis bulutuna dönüştüğü “kahvehane”de argo kelimeler havada uçuşmaktadır. Kimileri sigara paketleri üzerinde hükümet kurup hükümet devirirken, kimileri de dünyaya boş boş bakmaktadır. Her şey puslu gözükse de, seyrettiğiniz görüntüler gayet nettir. Okuyan ve düşünen bir nesil gitmiş, onların yerine okumadan da yaşanabileceğini ispatlamaya çalışan, düşünce fakiri, yarı sarhoş bir nesil gelmiştir.
sayı//16-17// kasım - aralık 68
Oturduğunuz sandalyeden aniden fırlayıp etraftakilere bir iki laf etmek istersiniz. Ama sizin için hüküm çoktan verilmiştir, çoktan. Birinin, kalkıp “sizin nesliniz artık ‘ütopya’ oldu” demesinden korkarsınız, bir türlü gerçekleri haykıramazsınız. Ve oracıkta “dönüştürülmüş” kalabalığın arasında yapayalnız kalırsınız. Yalnızlıksa, en büyük celladıdır insanın. Bir döneme aralanan kapının eşiğinde “cinnet yılları”nın başlangıcı, biraz ilerisinde de “esaretçiliğin” habis tohumcukları yeşermeye yüz tutmuştur artık. ÜRETİLENİ TÜKETMEKTEN ACİZ NESİLLER Dev dalgalar arasındaki aysbergin görünen yüzü, yanıltmaya o kadar da meyyaldir ki... Oysa görünmeyen tarafında sakladığı sürprizleri hep sona saklar. Sizi çaresiz hissettiği anda ise adeta kedinin fare ile oynadığı gibi oynamaya başlar. Okyanusun ortasında o küçücük teknenizin kürekleriyle, bir dalgakıran oluşturmaktan başka da çareniz kalmamıştır. Henüz bir önceki şok dalgasını atlatamadan, bir başka dalgayla savrulursunuz aralanan girdaba. Bu sefer de yozlaşmış, üretileni tüketmekten aciz ve tâkâtsizliğin kol gezdiği bir kaosun içinde bulursunuz kendinizi. Belleğinizi şöyle bir yoklayıp, dönem dönem olan bitenleri anlamlandırmaya çalışırsınız. • İslâm’dan önceki dönemde (10. yüzyıla kadar) okumakla, ilimle, bilimle fazla aramızın olmadığını hatırlar; 11. yüzyılda yaşayan ünlü
Endülüslü bilgin İbni Said’in, “Tabakatü’lÜmem” adlı eserine düştüğü “Türkler, ilimlebilimle uğraşmazlar” notuna sonuna kadar hak verirsiniz. • İslâmiyet’i kabulden sonra (10. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar) okuyan, düşünen, medreseleriyle, kütüphaneleriyle medeniyetlere yön veren bir kültürün hamisi olmaktan gurur duyarsınız. • 17. yüzyıldan günümüze kadar olan dönemi irdeler, sürekli popüler kültürün etkisiyle yavanlaşan, okumayan, düşünmeyen, bilgi üretmeyen cahil bir toplum haline gelmenin sancısını çekersiniz. • 19. yüzyılın sonlarına kadar basılan 5 bin civarındaki kitabın kıymetini sahaf zihniyetiyle önemser, devrin ünlü gazetecisi Ziyad Ebuzziya gibi bir kitaptan 500 adet basıldığında (1933) hayretlere gark olursunuz. • “20. yüzyılda 35-45 bin kitap basıldı da ne oldu; ne okuyan, ne eleştiren, ne de hayret eden var...”, diye hislenirsiniz. Gözleriniz dolar, yüreğiniz burkulur, aymazlıkların fink attığı düşünceler girdabında öylece kalıverirsiniz... KİTAPLAR “SİLAHLARLA” TEŞHİR EDİLİNCE... Okyanusun derinliklerinden yüzeye doğru pervazlanan dalga darbeleri bizi korkuyla birlikte salıncak gibi ırgalar da, ya şu bizim her on yılda bir yaşadığımız darbeler!.. Onlar izi silinmeyen birer tokat gibi indi yüreğimize. Her inişte derin izler bıraktı, akılları dumura uğrattı. Yaşanan travmalarla serseri mayın gibi bir o tarafa, bir bu tarafa savrulduk. 69
Ş ehir
Özgürlüğe koşar gibi, esarete koşuyorduk, koşuyorduk, koşuyorduk!.. O kadar ki; televolelere, dizi filmlerine, pop star yarışma programlarına ayırdığımız zamanla dünya klasmanında 1. sıraya yükseliyorduk! Dünya okuma klasmanında ise; İngiltere ve Fransa(yüzde 21), Japonya (yüzde 14), Amerika (yüzde 12), İspanya(9) ve Türkiye (yüzde, 0.1) ile 86. sıraya düşerek iyice dibe vuruyorduk.
Modernizm; ana rahmine düşer gibi toplumlar üzerine düştüğünde, hem iktisadi, hem de ruhî açıdan “dönüştürdü” insanları. Her dalgalanmada toplum ve gençlik uzuvlarından bir şeyler kaybetti. Üniversiteler yozlaştı, ifade özgürlüğünün önüne tel örgüler gerildi. Okul kitaplıkları her “darbe”den sonra yara aldı. Öğrenciler, genç beyinler okumaktan uzaklaştırıldı. Hele gazete ve televizyonlarda el bombalarıyla, silahlarla birlikte teşhir edilir olunca; kitaplardan daha da korkuldu. “POPÜLER KÜLTÜR”ÜN ESİRİ OLDUK!.. Bir taraftan özlediğimiz gurûba doğru binbir zorluklar içinde kürek çekerken, diğer taraftan hırçın dalgalarla savaşıyorduk. Ne olduysa o anda oldu. Sandalımızın baş köşesindeki kitabımız, okyanusun derinliklerine düşürüverdi... En büyük “silah”ımız yavaş yavaş okyanusun karanlık sularında kayboluverdi. Ve simsiyah bulutların arasından kopan fırtına, okyanusun üzerinde anafora dönüştü. Kıvrıla kıvrıla bizi içine almaya çalışıyordu. Sanki bizde eksilen bir şeylerin farkına varmıştı. Her çırpınışta değişik feryatları fısıldıyordu kulağımıza. Neydi bu fısıltılarda feryatlaşan anaforun anlamı; bilemiyorduk, anlam veremiyorduk. Yoksa yavaş yavaş ölmek buna mı deniyordu?.. Çok geçmemiş, anaforun derinliğinde beliren sihirli aynada silüetler netleşmeye başlamıştı... Kendi benliğimizi, kendi özümüzü kaybetmiş, “popüler kültür”ün esiri olmuştuk sanki. Öyle ki, beynimiz uyuşuyor, hücrelerimiz işlevsizleşiyordu. Kitapları atıyorduk vitrinlere birer süs aksesuarı olarak. Ve ardından beynimize iyice hükmedecek “kumanda”yı alıyorduk elimize. TV’YE 6 SAAT, KİTABA SADECE 1 DAKİKA Günde 6 saat televizyon izliyor, 3 saat internette sörf yapıyor ve kitaba sadece 1 dakika ayırıyorduk. sayı//16-17// kasım - aralık 70
“Dönüştürülme”nin rüzgârına kapılanlar okumuyor, öğretmen okumuyor, öğrenci okumuyor, halk okumuyordu artık. Okumaya ilgi duymayan bir eğitim camiası düşünün; öğretmeni okumayan bir toplumun öğrencisi okur mu? Cevap ortada. Böyle giderse, tehlike kapımızı çalmakla kalmayacak, kırıp-döküp yok edecek. MANEVİ DEĞERLERİMİZ YOZLAŞTIRILDI Kitap okuma kültüründen yoksun gençlik, popüler kültürün uzantısı olan televizyon seyretme hastalığının birer nüvesi olarak önce “manevi değerlerde yozlaşma”nın kobayları oldular. Sonra uyuşturucu, kısa yoldan şöhret ve çalışmadan zengin olmayı denediler. Çırpındıkça bir başka hastalık, bir başka felaketle karşılaştılar. Ucube gayretlerinin sonucu da, para ve silahın verdiği güçle feodal bir zihniyete ulaştılar. Ve kendilerini maganda kültürünün tam ortasında buldular. Okullar; beline silahı takan, eline bıçağı geçiren öğrencilerin estirdiği “hava atma”, “kız kapma” cinayetlerinin sergilendiği birer arenaya dönüştürüldü. Dersler bir kenara bırakılıp “şiddetin anatomisi” bütün çıplaklığıyla anlatılmaya başlandı. GENÇLİK NEREYE KOŞUYOR?!.. Gözyaşları arasında uğurladığımız hayatların yok olmasında, hepimizin bir şekilde suçluluk payı vardı. Ebeveynler suçlu, evrensel değerleri sahiplenmeyenler suçlu, okumayanlar suçlu, okutmayanlar suçlu, özgürlükleri hiçe sayanlar suçlu, yönetenler suçlu veshasıl toplum suçluydu. Bu “cinnet yılları”nı atlatabilmemiz için toplumun baştan aşağı pedagojik enformasyona tabi tutulmasından başka çare de kalmadı. Gelin hep birlikte, ilimi, bilimi dışlayan “popüler kültür”den vazgeçelim. Bize hamasetten daha çok, kendi kültürünün hamisi gençlik lazım. Aydınlar, ebeveynler, öğretmenler, öğrenciler ve bu toprakların yüzyıllardır çilesini çekenler; elele verelim ve derin bir nefes alarak, okyanusun dibine düşürdüğümüz kitabımızı tekrar su yüzüne çıkaralım. Yoksa okyanus o kitapla birlikte bizi de dibindeki karanlıklara çekecek.
Dua Tanrım sabır ver bana Şimdi buna muhtacım Dağlar bindi omzuma Dağları aşar acım Doyur benim gözümü Bugün buna muhtacın Dünyayı ikram ettin Ben ölesiye acım Rast getir günlerimi Çünki buna muhtacım Kader çılgın bir attır Havalandı kırbacım Neden güç vermiyorsun Oysa ona muhtacım Ve sonumu hayreyle Henüz başladı sancım İnsanlığımı affet Ben ki buna muhtacım Bakamam el yüzüne Büyümekte utancım Tanrım elimi salma Asıl buna muhtacım Heybemi sırtlamışken Hesap soruyor hancım Ben yanlış kelâm ettim Yalnız sana muhtacım Ne cennet, ne cehennem Sanadır ihtiyacım Kâmil UĞURLU
71
Ş ehir
ANTİK DUVAK AGORA-İZMİR
İzmir’in Namazgâh semtinde bulunan agora, Roma Döneminden kalmadır ve Hippodamos şehir planına göre merkeze yakın yerde üç kat halinde inşa edilmiştir. İzmir agorası İon agoralarının en büyük ve en iyi korunmuş olanıdır. Mehtap ALTAN
ağmur, insanoğluna bahşedilen tarifi imkânsız bir arınma metaforu… Öyle ki her yüzyılda her yaştan insan tarafından misafir edilmiştir anılarına, geleceklerine, geçmişlerine... Yağmur, yeri gelir toprağın çatlak bağrını emziren bir anne olur. Bazen çıkardığı sesle kirlenmiş bir ruhun köşe bucağına değen soluk olur. Sanırım çoğu kez de şairlerin gönlüne can olur; yaralarına dem olsun, aşk olsun, yâr olsun diye. Peki, binlerce yıllık bir tarihin döşüne döşüne damlayan yağmur taneleri hangi ağrıya şifa olur? İşte bunu ben de bilemiyorum. Sanırım cümlelerimiz götürecek bizi bu sorunun cevabına. Çorak nefesini saçlarıma dolayan hayata bugün ıslak bir çelme taktım! Hem de en gamzelisinden... Yağmur bana mı yağdı, ben yağmura mı işte onu bilemiyorum. Tarihin koynuna bıraktım ruhumu. Değmeyin hüzün/ umut arası göveren anların keyfine. Ki, bu zaman zarfında yağmur tanelerinin binlerce yıl önce kurulmuş bir kentin üzerine üzerine yağarken ki isyanını, şükrünü ve inleyişini duydum!.. İzmir / Agora Antik Kentten bahsediyorum. İlk etapta ziyaretçilerin gezerken aydınlanması için bir ön bilgi olarak minik minik metinlere rastladım. Onlara şöyle bir göz gezdirdim ama biliyordum ki, orada yazılanlardan daha derin mânâlara rastlayacak ve kendi penceremden de anlamlandıracaktım bu efsunlu ortamı. “Agora şehir meydanı, çarşı, pazar yeri demektir. Ticarî, adlî, dinî, siyasî fonksiyonları olan agora, sanatın yoğunlaştığı, felsefenin temellerinin atıldığı; stoaların, anıtların, sunakların, heykellerin bulunduğu yerdir. Tüccarların kalbidir. İzmir’in Namazgâh semtinde bulunan agora, Roma Döneminden kalmadır ve Hippodamos şehir planına göre merkeze yakın yerde üç kat halinde inşa edilmiştir. İzmir agorası İon agoralarının en büyük ve en iyi korunmuş olanıdır.” Evet, 8500 yıllık bir tarihe dayanan bu kadim şehir İzmir 2500 yıllık dünyanın en eski çarşısı pazaryeri Agora’yı ağırlıyor bağrında. Agora’nın şehir merkezinde kalan ender antik kentlerden biri olduğu söyleniyor. Dünyanın “şehir merkezindeki en büyük antik agorası” olarak bilinen İzmir Agorası’ndaki kazılar devam ediyor/muş… Devam eden kazılar ile ilgili bölümler teller ile çevrilmişti. Bu bölümlerden birinde gördüğüm manzara ilginçti. Büyük bir bölümü toprağın altında minik bir bölümü ise toprağın üzerinde olan bir sütunun, gelecek ile kucaklaşma sabırsızlığına da şahit oldum. Sabırsızlık diyorum; çünkü kim ister ki ölmeden toprağın altına girmeyi! Onlar tarihe tanıklık eden, ruhu olan efsunkâr bekçiler değil mi? O zaman ki adı Symyrna’ymış bu antik kentin… İyi bir savaşçı ve ok atmada mahir kadın
sayı//16-17// kasım - aralık 72
Hitit savaşçılarının ilk yerleşkesiymiş. Çoğunluğu rahibe olan ve sağ göğüslerini keserek rahibe olmaya adım atan bu kadınların prenseslerine verdikleri admış Symyrna. Hiç evlenmemiş, evlenememiş… Düşünüp hayal edince, duvağı toprağa kök salmış bir gelin edası canlandı gözümde. Bir an geliyor öyle bir kopukluk yaşıyorum ki! Gezi esnasında bulunduğum yüzyıldan gönüllü firar ediyorum sanki bilerce yıl önceki o yüzyıla. Düşünün; korna seslerinden, belediye çalışmalarının çıkardığı kulak tırmalayıcı iş makineleri sesinden, günümüzü işgâl eden mecburî birçok teknik sesten uzaklaşıyorsunuz. Yerin altında sanki bir tünel açılıyor ve yağmur sizin suç ortağınız oluyor, ruhunuzu sağıyor o yüzyıla!.. Tebdil-i mekândaki ferahlığa kanatlanmanın adı konuyor belki de o an. Kemerlerin, su kanallarının ve çeşmenin kıyısından pazar yerine ulaşıyorum. İşte o an; Taşları, duvarları, minik minik odacıklarından oluşan pazar yeri ile karşımda duruyor muhteşem tarih. Gözümde canlandırmaya çalışıyorum o tarihin insanlarını. Neler satılıyordu? İnsanlar nelere rağbet ediyordu? O devirde kolay ulaşılan/ ulaşılamayan yiyecekler nelerdi? Sokak çocukları da var mıydı? Peki, merhametli insanlar? Neydi o devrin acısı? Aklım yüreğimin kıyısına kafa tutuyor; bir devinimin iğne oyasını işliyordu sanki sessizlik! Ki tam bu esnada bir ses ile irkildim “Patateeeees… Patateeees...” İnanılmaz bir andı. İrkildim korktum ve tüylerim diken diken oldu. ‘Yüzyıllar öncesinin kuyusuna düşmüştüm de canlanmış mıydı her şey!’ demeye kalmadan arkadaşımın beni uyarması bir oldu; “Yukarıdan gerçek dünyadan geliyor ses. Endişelenme!” Tarihin koynuna girmek; şimdiki zamanın sunî kollarında soluklanmaktan sanırım çok daha iyi gelmişti ruhuma. Âhhh bir de yağmurun kokusu ile hemhâl olmak: Huzurun sofrasına bağdaş kurmanın adıydı. Tarihi kemerlerin arasındaki kanala damlayan yağmur taneleri antik çeşmenin oluğundan akan su sesi ile kaynaşıyor, hiçbir yerde rastlamadığım bir duygunun bestesini yapıyordu. İnanılmazın bir diğer karesi ise mahzeni andıran odacıkların en diplerinden, yoncaların katmer katmer açmasıydı. Rutubetli hatıraların arasından fışkırırken, köklerini hangi tarihin od’undan aldıklarını bir bilselerdi o yoncalar! Utancın kısık sesini giyinme vakti gelmişti. İnsanoğlu, ona sunulan her güzelliği fukara yanı ile törpüleyen bir garip canlı belki de. Düşünsenize tarihin duvağını yırtmadan, yakmadan, zedelemeden açmak gibi bir güzelliğe de imza atıyoruz. Bu sununun ardında yüzyıllar öncesinin aynasını bize tutan duvarlara; sözüm ona sanatseverlerce şekiller kazımak ve sevgilisinin ismini yazmak
gibi bir pespaye romantizm düşüncesizliğine de düşüyoruz. Tarihin paha biçilemez o bağrına nasıl elleri varır da saçma sapan zarar verilir işte ben de bunu anlayamıyorum. Titremez mi o eller! Kalbi, aklı ahraz olmalı o ellerin sahiplerinin. Yoksa nasıl böyle cömertçe cehalete hizmet edebilirler ki? Agora’nın günışığına bakan kısmına geçme zamanı gelmişti. Merdivenleri yavaş yavaş çıkarken tabiri caizse “kan uyuşmazlığı huzursuzluğunu” andıran bir durum olmuştu. Sanki ışınlanma yolu ile şimdiki zamana ışınlanmıştım. Huysuz bir çocuk ayaklarını yere vuruyordu gitmek istemezcesine. Yağmur güneşin saçlarına değe değe yağmaya devam ediyordu. Merdivenlerin son basamağına geldiğimde karşımda tam bir ucube gibi duran çok katlı otoparkı görmek, sahiden de tarifi mümkün olmayan bir hayal kırıklığı idi. Düşünsenize bir adım ötenizde tarihin hazineleri sütunlar, kemerler, mezar taşları ve biraz ilerisinde koca bir metalik sancı!..
Düşünüp hayal edince, duvağı toprağa kök salmış bir gelin edası canla ndı gözümde.
Soluğumu kesen bu soğuk yüzleşmenin ardından mezar taşlarının bulunduğu bölüme gitti adımlarım. Binlerce yıl önceki tarihimizin mezar taşları... Mezartaşında bulunan yazıları elbette okuyamadım ama her harfine büyük bir itina ile dokundum. Sanki dokunduğum her harf, ölümün soluk veren gizemine çekiyordu yorgun yüreğimi. Ve o efsunkâr harfler yaşamın kandırıkçı beşiğine inat; parmak uçlarımdan inancın kuyusuna inip inip o meâle ulaşmamı sağlıyordu. Eskinin mezar taşlarının da dili varmış!.. Şimdi her şeye ahraz olan insanoğlu, mezar taşlarına da sunî çığlıklar ekiyor! Ne dersiniz? Antik huzurun paslanmış ruhumuzu emziren göğsünden düşmek vakti gelmişti. Yağmur dinmiş, toprak kokusu yerini şehrin gürültüye hizmet eden üvey duruşuna bırakmıştı. Gün boyunca yabancı turistler ile karşılaşmanın garip sorgusu kemiriyordu kalbimi. Ki bu güzel gün sonunda aklıma çivi gibi çakılan şey ise; İzmir’deki birçok kişinin Agora Antik kentini biliyor olması, ama ziyaret konusunda çok da cömert olmamalarıydı!.. Sahi, anne/babasını huzurevine koyup bir daha yanına uğramayan evlattan ne farkı vardı, şehrinin tarihini merak etmeyen insanların?.. 73
Ş ehir
İKİ MEZARTAŞININ ÖYKÜSÜ Benim hatırladığım yıllarda Çantaköy heyelan sebebiyle yeni yerine taşınmış olmakla birlikte eski görkemli günlerin izlerini taşıyordu. Hulûsi ÜSTÜN
lkinin adı Hristos’tu… Muhtemelen bundan yüz yıl kadar önce ölmüştü. İlginç bir öyküsü vardır tanışıklığımızın. ... Benim hatırladığım yıllarda Çantaköy heyelan sebebiyle yeni yerine taşınmış olmakla birlikte eski görkemli günlerin izlerini taşıyordu. Ahşap konakları, Leyla Çeşmesi, Ayrılık pınarı, kilisesi, şaraphanesi, taş döşeli yolları ile özenli bir film seti görünümündeki bu köyün sahildeki yeni yerine taşınmadan önceki sevimli halini tahmin etmek zor değildi. Tıpkı Cumalıkızık, Safranbolu, Beypazarı, Odunpazarı gibi kendine özgü kimliğiyle her sokağı, her evi nakış nakış işlenmiş bir masal diyarı idi aslında. Sultanahmet’teki Soğukçeşme sokağı ile yarışacak güzellikteki bu köyden geriye hiçbir şey yok artık. Korkunç bir vandallığaterk edilen köyde birkaç duvar, birkaç çoban kulübesi ve incir ağaçları kaldı. Beş yıl önce bu yıkıntıların arasında yaşayan Anadolulu bir çoban ailesinin dramını duymuştuk. Kaza geçirip felç kalmış bir adamcağız ile kendisini eşine adamış bir kadının öyküsünü öğrenmek için birkaç arkadaşla birlikte kalkıp yıllar sonra Eski Çantaköy’e gittik. İçeri buyur edildiğimiz yıkık evin kapı eşiğinde ayağımı bastığım kırık mermer parçasında okudum adını. Süslü, ince bir yazı ile Grekçe ‘Hristos’ yazıyordu. -Eh, dedim kendi kendime… Kim bilir ne halt ettiydin yaşarken. Bak mezar taşını eşik yapmışlar. İçeri girip ailenin öyküsünü dinledik ama aklım ‘Hristos’da kalmıştı. Oturduğum sandalyeden görünen manzaraya bakıp onu düşünüyordum. Kara gözlü, şişman, kırmızı yanaklı bir ayyaştı belki. Yakaları işlemeli beyaz bir gömlek giyiyor olmalıydı. Öldükten sonra kendisi için böylesi güzel bir kitabe yazılmış olduğuna göre hatırı sayılır biri olmalıydı. Papaz mıydı, sanatkar mıydı, öğretmen miydi? Köyün neresinde hangi evde oturuyordu? Çocukken buralarda atmış olmalıydı ilk adımını. Benim durduğum bu yamaçtan kim bilir kaç kez seyretmişti karşıdaki Çeltik çiftliğini, denizi, köyü eteklerinde sarmalayan Paliopalatis dağını. Ne günah işlemiş olabilirdi ki adını ayak altı edecek. Çok çok değirmencinin kızını öpmüştür tenhalık yerde. Bundan yüz sene önce yaşamış bir köylünün ortaparmağından başka günahkar bir yeri olması ihtimali ne kadardı ki? İçkiyi çok kaçırdığında Türklere ‘puttana’lı küfürler etmiştir bir de. Ama o da çok bir şey sayılmaz, yurttaşımız, vatandaşımız, hemşehrimiz değil miydi en sonunda. Konuk olduğumuz evden
sayı//16-17// kasım - aralık 74
çıkarken ‘Hristos’un taşını almak için ev sahibi kadından izin istedim. -Kırık olmayan taşlar da var, istersen onlardan vereyim dedi. -Yok dedim. Ben bunu alacağım. Getirip Silivri belediyesinin bahçesinde ayak altı olmayan bir köşeye koydum onu. Gerçi köyünden, memleketinden ayırmıştım ama en azından iyi bir yer edinmişti kendisine. İçim rahattı. Çok değil birkaç hafta sonra bir duruşmaya yetişmek için koşarken rastladıştık tekrar. Az kaldı yine üzerine basacaktım. Bahçe çimlerinin arasında bir atlama taşı görevi yapıyordu bu sefer. Bana dönük ismini bir daha okudum ve, -Yapacak bir şey yok Hristos dedim. Belli ki zannımdan daha günahkarsın. ... ‘Bayram oğlu Mehmet’ Bundan iki yüz yıl önce ölmüştü. Bu Pazar Silivri kale park sosyal tesisinin giriş kapısı yanında rastlaştık. İlginç bir öyküsü oldu tanışıklığımızın. Kendisini bir aslan olmadığı konusunda ikna edemediğim oğulcuğumla kahvaltıdan sonra dışarı çıktık. Nereye gitmek istediğini sordum ona. -Kaleparka, dedi. Küçük aslancığın babası gibi keyif ehli olduğunu görmek beni nasıl da memnun ediyor. Nerde tımtımcık orda Fatmacık… nerdeyse tavla oynayacak benimle. Evet bu tatlı havada gidilebilecek en güzel yer kale park. Sessiz, sakin, ferah… İstanbul’da emsali bulunmayan bir konuma sahip olmasına rağmen bir türlü gözde mekan olamamış bir yer burası. Çocukluğumdan beri kaç el değiştirdiğini gördüm, hiç kimse bu harika mekanı gerektiği gibi değerlendiremedi. Asıl sahiplerince terk edilmiş diyarların tesellisiz öksüzlüğü vardır ya, öyle bir hali var buraların. Rumlar çıktıktan sonra hep böyle metruk kalmış. Kilisesi yıkılmış, havrası yanmış, manzaraya uyumsuz ağaçlar dikilmiş. Yeni gelenler de yar başındaki bu boş alanı ne yapacağını kestirememişler.Kah çay bahçesi, kah kır düğünlerinin yapıldığı bir yer, kah akşamcıların mekanı… Şimdilerde belediye sosyal tesisi açılmış. On metre ileriye çay isteyince insanın yüzüne küskün küskün bakan uykulu çaycılar dolaşıyor ortalıkta. Çoğunlukla kale mahallesi sakinlerince şenlendiriliyor. Yabancılar tarafından henüz keşfedilmemiş. İnsanlar daha çok uzun sahil kordonunda yer alan çay bahçelerini tercih
ediyorlar. Parkta bir süre vakit geçirdikten sonra oğulcuğu serbest bıraktım. Kelebeklerin ardında koşturuşunu, her bir çiçeği böceği hayretle inceleyişini izledim oğlumun. Falezlerin üzerinden denize baktık, balıklardan söz ettim ona. Korsanlardan, kayalardan, yosunlardan… Dönüş için aracımızı park ettiğimiz kapı girişinin sağında gelin odası olarak kullanılan derme çatma ahşap yapının önünde,oğulcuğumun atlayıp zıpladığı taşlardan birinin üzerinde okudum adını. Zamanın aşındırdığı, fakat bütünüyle silemediği bir Osmanlıca kitabeydi bu; ‘Merhum ve mağfur Bayram oğlu Mehmet.’ ‘Beni kıl mağfiret ya Rabb-i Yezdan’ yakarışı ile başlıyordu mezar kitabesi. Bir şafak vakti namaza giderken evsizin biri tarafından kalbinden vurulmuş, düştüğü yerde iki yüz yıldır öylece kalakalmış bir adam gibi yatıyordu. Sağında solunda başkaları da vardı. Kimi yüz üstü, kimi baş aşağı, kimi paramparça olmuş bir halde… Taşlarla değil de vurulmuş adamlarla karşılaşsaydım bunca acırdı yüreğim. Bunca kahrolur, bunca hırpalanırdım. Ben kendimi bilirim. Kitabeleri tek tek okuyacak olsam bunca yüz yıl sonra oturup ağlardım onlar için. Belli ki ‘Beni kıl mağfiret ya Rabb-i Yezdan’ yakarışı kabul görmemişti Tanrı katında.
Konuk olduğumuz evden çıkarken ‘Hristos’un taşını almak için ev sahibi kadından izin istedim.
‘yaşarken kim bilir ne ettiydin Bayram oğlu Mehmet ki yerin böyle ayak altı oldu. Bir suçu olmasa gömüldüğü yerden uzağa, bir havra kalıntısının yerine atarlar mıydı adamın taşını. ‘Beni kıl mağfiret ya Rabb-i Yezdan’ yakarışını benden başka kimsenin okuyamayacak olması gibi büyük bir cezaya çarptırılır mıydın?’ Onun günahı bir yana dursun ama bizim günahımız beri gelsin. Bu taş eğer ‘Bayram oğlu Mehmet’in mezar taşı değil de bir Kızılderili totemi olsaydı şehrin en aziz köşesinde arz ı endam ederdi. Belki Silivri yalı mahallesinde torunları hala yaşayan bir Osmanlıya değil de bir işgalci Bulgara ait olsaydı baş tacı edilirdi. Böyleyiz işte… diriye saygımız herkesçe malum da ölüye, geçmişe, Rabb-i yezdan’a saygımız da bu kadar. Kime arzı hal etmeli bilmem ki Hristos’la Bayram oğlu Mehmet adına.
75
Ş ehir
stanbul! Masmavi suların adeta bir beden, kahverengi ve kızıl renkli topraklar saçların; yeşil ormanların elbisen. İlk çocukluğumda gördüm seni ve hala sana bakıyorum, seni yaşıyorum, seni hissediyorum İstanbul! Ama sen görmüyorsun, duymuyorsun, konuşmuyorsun benimle… Ahh İstanbul, ahhh ki ne ahhh. ne senle yaşanıyor, ne de sensiz...
BİR İSTANBUL/ÜSKÜP GÜZELLEMESİ:
BİTMEYEN ŞARKISI,
GÜZEL: İSTANBUL Sen kısaca “Şehir”sin. Sen sevgilisin, sen sevgilimi içinde barındıransın. Yıldırım AĞANOĞLU
İstanbul! Sende doğdum, sende büyüdüm, sende evlendim, sende baba oldum, sende kayboldum, sende öldüm. Senin içinde barındırdığın sevgilinin sayesinde yeniden doğdum. Nihayet insanım, senin toprağına kavuşup, ölmeyi de çok görmezsin değil mi bana. Ama anı yaşıyorum şu dakikada. 47 senelik ömrümü tek seninle geçirdim. Hep sevdim, ama bazen senden kaçmak, senin dışına çıkmak istedim affet beni. Ama şunu unutma, senden uzaklaşmak sadece heyecanlı bir kaçamaktır, o kadar. Sonra utanıp dönerim senin yanına mahcup bir edayla yine... Sen öyle büyük bir sevdasın ki, vazgeçemem asla senden. Sen medeniyetsin, sen tarihsin, sen irfansın, sen gönülsün, sen başkentsin, sen camisin, sen köprüsün, sen Kızkulesisin, sen Kapalıçarşısın, sen Çamlıcasın, sen Fatih’sin, sen Karagümrüksün, sen Vefasın. Sen içinde 55 kapı barındıransın, sen adeta şehirlerin anasısın, sen kısaca “Şehir”sin. Sen sevgilisin, sen sevgilimi içinde barındıransın. Hava kirliliğiydi, trafiğindi, batakhanelerindi, kötü köşelerindi derken kızarım belki sana. Ama sen öyle içten gülersin ki bana, dikenlerin kanatırken ellerimi, ben dalından yukarı doğru kıvrılarak gül olduğunu hatırlarım ve koklarım en derin bir nefesle. Vazgeçilmezsin ve bunu çok iyi biliyorsun. Senin yakınında rakibin olmamasına hep imrenirim. Sana kızsam da kaçacak yerim yok. Bunu o kadar iyi biliyorsun ki, büyüklük bu işte. Davranışların yeter, asaletin yeter, güzelliğin yeter, tarihin yeter, İstanbul! Sen seni sevmek isteyen herkese yetersin. Al beni, sar beni, yıka beni, kurtar beni gönül kirlerimden, kurtar beni “ben”liğimden. Kendime getir beni, şehir sevgilim. Ve tarihi siluetinden üfür beni ve Boğaziçi’ndeki tatlı rüzgarlara bırak... Cerrahpaşa’da başlayan hikaye, nerede bitecek bilmiyorum ama, gönder beni sevgilime, o da götürsün elimden tutarak En Sevgiliye...
sayı//16-17// kasım - aralık 76
Ne demiş şair? “Sevgili... Ey sevgili... En Sevgili kurtar beni dünya sürgünümdem” İstinpol, İslambol, İstanbul, Saadet kapısı, Asitane... Yani çok isimli güzel, çok resimli güzel, çok havalı güzel, çok dilli güzel, çok denizli güzel, maneviyatı güzel, maddiyatı güzel. Bitmeyen şarkısı güzel, yani güzel, çok güzel. Güzel şehir: İSTANBUL İSTANBUL’DAN ÜSKÜP’E ÖZLEM DUYAN KANATLAR... Bir kuş olup uçsam İstanbul’dan, Üsküp Kalesi’ne konsam, Kalenin bedenlerinden Vardar’a uzansam, Susuzluğumu giderip, Vodna’ya çıksam, Aşağıya süzülüp, Mustafapaşa’daki ezanı dinlesem. Yahyapaşa Camii’nin minaresine konsam, Taşköprü kıyısında çocuklarla oynasam, Burmalı Cami’de suları temaşa edip, Davutpaşa Hamamı’nda kirlerimden arınsam. Sultan Murad’da uykuya dalsam, 1392’de Paşa Yiğit Bey ile uyansam, Her çekiç sesinde bir medeniyet, Taşların abideye dönüşmesini seyretsem. 520 sene hiç uyumasam, Üsküb’ün inşasına şahit olsam, Köprü, cami, han, hamam, saat kulesini yapan, Kullarını hayranlıkla seyretsem. Tekkelerinde şafak vakti zikir seslerini dinlesem, Mevlevi tekkesinde sema etsem, Rifai tekkesinde zikretsem, Halvete girsem Zincirli Tekke’de, Adem Baba’nın geyiği kurban
etmesini izlesem. Ve kabus görsem 1912’de, Kan, ter, gözyaşı içinde uyansam, Hicret etsem, Peygamberin kutlu izinde, Göçmen kuşların adını muhacirlerle paylaşsam. Ve ağlasam geride bıraktıklarıma Ve kanatlarımı yolsam, uçup gittiğim için, Ve bir gün geriye dönebilsem, Seni ebediyete kadar sevebilsem. Ve daim ansam seni sevgilim, Hiç susmamacasına, hikayeni anlatabilsem, Bir kanat çırpıp kardeşlerime kavuşabilsem, Beni affedebilir misin Üsküb’üm. Hilalin şavkını gördükçe Vardar sularında, Bir bir yükselen minarelerinde mest olsam, Hayallerimi dondursam bereketli toprağında, Ve gözlerimi kapasam Üsküb’üm, bembeyaz bulutlarında. 77
Ş ehir
HARABE ŞEHİRLERİN ÇIĞLIĞI Gelin çağımızın bu konfor bunalımının dışına çıkın biraz, antik şehir kalıntılarına bakın, hatta imkân bulabilirseniz, yeraltına çekilmiş daha eski şehir yerleşme alanlarına yönelin Muhsin İlyas SUBAŞI
eni şehirler kurduk. Ama bin yıllık şehirlerimizi, bir hovarda masasının artıkları gibi silip süpürüp çöp sepetine attık. Bunu yapmakla, ileriki yıllarda gelecek nesillerimizin ne büyük bir gizli gücümüzü kaybettiğini göreceği gerçeğini düşünemedik. O şehirlerin daracık sokaklarında komşuluk duyarlılığının birbirine kenetlenmiş fedakârlığını anlayamadık. Birbirlerinin acıların, sevinçlerine katlanan ailelerin komşuluk ruhunu akraba bağlılığının önünde gören sadakatinin farkında olamadık. Bir ocağa düşen ateşin bütün mahalleye düşmüş gibi algılanma erdemliliğini kavrayamadık. Ortak duyarlılıkla, her türlü sıkıntının üstesinden gelen dayanışmanın kaybedilmesiyle ferdîleşip yalnız kalacağımızı hesaba katamadık. Böyle bir tecrübe birikiminin hayatımıza katacağı olumlu güzellikleri terk ederken bakın ne yaptık? Bugün aç kurtların iştihasıyla yeni yapılan binalar yağmalanarak kapışılıyor. İçinde ne vardır bunların acaba? Ruhaniyetini kaybetmiş bir modern şehir olgusuyla teslim olacağımız bu evlerde birbirinden habersiz yaşayan insanların ıstırap veren yalnızlığı bizi nereye taşıyacaktır? ’Rezidans’ denilen modern köleliğe koşarken mahremiyetimizin bütün detaylarını havuzlarında paylaşan insanla mı kalkınacaktır bu ülke? Çağdaşlaşma ile Batılılaşmayı birbirine karıştıran, para sahipleri, şimdi kaba bir bencillik duygusuyla kapılandılar buralara. Hayatı, sadece gününde yaşama, üstelik istediği gibi yaşama ilkelliğine indirenlerin bunalımını yaşayacak bu mekânların, arkasından ahlaki bir çöküşün gelmesi tehdidine kulak tıkayanlar, yarınımızı ipotek altına aldıklarını ne zaman fark edeceklerdir? Gelin çağımızın bu konfor bunalımının dışına çıkın biraz, antik şehir kalıntılarına bakın, hatta imkân bulabilirseniz, yeraltına çekilmiş daha eski şehir yerleşme alanlarına yönelin, hepsinde ortak duyarlılığın izlerini görürsünüz. Ümitleriyle korkularıyla, acılarıyla sevinçleriyle, sanki harabe duvarlarına bir genç kızın çeyizine işlediği danteller gibi işlenmiş kaderlerinin izleri gelir gözünüzün önüne. Bir tutam saç bulursunuz, sevgiliden gelmiş, koklanıp itinayla saklanmıştır bir duvarın dibinde. Bir yüzük bulursunuz, sevdanın hasret kıvılcımı hala üzerinde parıldayıp durur. Bir kristal şişe bulursunuz, arkasından ağladığına sunulmak üzere saklanan gözyaşı bir okyanus berraklığında karşılar sizi. Bir sikke bulursunuz, insanları
sayı//16-17// kasım - aralık 78
köleleştirdiğinin ihtişamıyla, uğruna yakılmış nice canların, çekilen dayanılmaz acıların izleri bir sonbahar hüznü gibi kuşatır duygularınızı. Daracık sokaklarında yürürken, kralın despot gölgesi, düşmanın kanlı kılıcı, çaresizlerin diz çöküşü, kölelerin çektiği acılar size korku verse de bir arkaik heyecanla seyredersiniz onların telaşını. Bazen düşünür duygulanırsınız, bazen merak eder sorarsınız, acaba buralardan kılıcından kan damlayan Neron geçti mi? Bir mezarlık yerden başka mülkü olamayacağını söyleyen bilgesine rağmen, Makedonya’dan kalkıp insanlığı katlederek Çin Seddi’ne kadar giden İskender’in o ihtiraslı ayakları bu sokaklarda dolaştı mı? Kazıklı Voyvoda denilen bir zalimin kirli elleri buralarda acaba adam boğazladı mı? Bazen düşünür meraklanırsınız; Alparslan, atlarıyla geçerken bu sokaktaki çeşmeden su içebildi mi? Merhamet dağıtan kolonizetör dervişler kaç kişinin karnını doyurdu, kaç kişiyi hayata bağladı acaba? Acaba, Mevlana dervişleri burada da semaya durabildi mi? Ya da Yunus’un ilahileri bu sokakların yosunlu duvarlarında yankılandı mı? Bunları söylerken içimde bir hasret pınarı gibi akan terkedilmiş mahallelerin gözyaşıyla yıkanırım sıkça. Kendime teselli ararken gider o mahallelerin taşlarına sinmiş yalnızlıkları, odalarında gezinen hayalleri, köşe başlarında bekleyen masum yüzlerin arayışını bir geçmiş zaman filminden yüreğime damlayan acılarıyla seyreder dururum. Metruk evlerin çığlığını duyamayanlar, geleceklerinden nelerin koparılıp alındığını anlasalar da geç kalmış olacaklardır! Batı bu tür evleri servete dönüştürdü, biz ise yıkıp yağmalayarak hem içini hem de ruhunu boşalttık. Hani Merhum Mehmet Akif, Safahat’ını hazırlarken kendini tarif eden bir şiiri vardır ya: “Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem, Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım!” diye. Sanki bu sokaklar Akif, olmuş aynı dili kullanıyor bize. Bunun içindir ki, terk edilmiş bir evin penceresinden ışıklarla yıkanan yeni şehirlerin görkemli telaşını seyrederken, bu evlerde gelecek nesillere emanet edilen hatıraların bir kılıç yarası gibi duygularımı kanatışı, belki de beklenen bir dirilişin sabrına çağırıyordur beni. Umarım, sizler için de öyle olsun! 79
Ş ehir
ŞEHİRDEN DEVLET’E HİLAFET KURUMU/
FERD VE DEVLET İlk halife seçilmesi, Hz. Muhammed’in vefat günü gerçekleşmişti. Medine’nin önde gelen iki kabilesi Evs ve Harzec kendi arlarında toplanarak Sad b. Ubeyde’yi halife seçmek istemişlerdi. Bunu haber alan Hz.Ömer, durumu Hz. Ebu Bekir’e haber vermiş ve seçimin yapıldığı yere gitmişti Prof. Dr. Ali ARSLAN*
on dönemlere kadar Müslümanlar arasına devlet ve din bağlamında çok bahsi geçen hilafet artık bütün dünyanın bildiği ve merak ettiği bir kavram haline geldi. Ancak hilafet kurumunun mahiyeti, yaşanın tarihi süreçler ve bir halifelik oluşacak ise bunun hangi şartlarda esasına uygun olacağı konuları yeterince analiz edilmediği kanaati hâsıl oldu. Bu üç yönü birlikte düşünerek hilafet kurumunu ele almanın çok zor olduğunu aşikârdır. Bununla beraber bu konuyu en iyi bir şekilde ancak yakın dönemle de ilgilenen bir tarihçinin ele alması gerektiğini düşünerek bu çalışmaya başlanmıştır. Hz. Muhammed 571 tarihinde doğan ve 610 tarihinde Cebrail’in Allah’tan vahiy getirmesi ile peygamberlik görevine başlamıştır. 622 tarihinde Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ve MüslimGayrimüslimlerin birlikte yaşadığı bu şehir devletinin başkanlığını yapmıştı. İslam dininin hem ahrete hem de dünyaya ait hükümleri olması dolayısıyla devlet başkanı sıfatıyla Hz. Peygamber, İnsanları öbür dünyaya hazırladığı gibi, İslam’ın hem dünya ile hükümlerini tatbik etmekte, hem de dini hükümlere aykırı olmamak üzere örfi yani din ile doğrudan bir ilişkisi olamayan işleri yürütmekteydi. Hz. Muhammed 632’de Medine’de vefat ettiğinde, Arabistan, Yemen, Umman, BAE, Bahreyn ve Katar’ı içine alan büyük bir devletin de başkanı idi. Vefatından sonra bu devletin idaresinde bir aksaklık olmaması için hemen bir devlet başkanı seçilmesi gerekmişti. Arapça; yerine geçen, ardıl manasına gelen halife ile ifade edilen makam da esasında bir devlet başkanlığının seçimi idi. Halifelik kurumunun oluşumu ve pratiği Hulefa-i Raşidîn yani dört halife dönemi diye anılan süreçte gerçekleşmiştir. I-HALİFELİK MÜESSESESİNİN OLUŞUMU Hz. Peygambere en yakın olanların hayatta olduğu; her türlü güçlüğe katlanarak İslam’ı kabul eden ve insanların bu dine inanmaları için hayatları tehlikeye atanların aynı hassasiyetle çalışmaya devam ettikleri bir sürecin bulunduğu; her icraata ‘Kuran’da ne hüküm var’ ve ‘Hz Peygamber nasıl yapardı’ diyenlerin sözlerinin geçtiği bir devirin yaşandığı için halifelik müessesesinin oluşumu ve mahiyetini ilk dört halifenin seçilmesindeki ilkeleri ve uygulamaları dikkate alarak izah etmek şarttır. Bu dönende her halifenin seçiminde ayrı bir metot izlenmesi daha sonra gelenlerin bu konuda hangi hususlara dikkat etmeleri gerektiğini tesbit açısından büyük önem taşımaktadır.
*T.C.İstanbul Üniversitesi Tarih
sayı//16-17// kasım - aralık 80
A-HALİFELERİN SEÇİMİ a-İlk Halife Seçimi: Hz. Ebu Bekir(632-634) İlk halife seçilmesi, Hz. Muhammed’in vefat
günü gerçekleşmişti. Medine’nin önde gelen iki kabilesi Evs ve Harzec kendi arlarında toplanarak Sad b. Ubeyde’yi halife seçmek istemişlerdi. Bunu haber alan Hz.Ömer, durumu Hz. Ebu Bekir’e haber vermiş ve seçimin yapıldığı yere gitmişti( Sakifetu Beni Saide) .Hz Ömer, muhacir ve ensarın faziletlerinden bahsederek, ilk iman eden Kureyşliler olduğu için emirin bunlardan seçilmesini teklif etmişti. Hilafenin seçilmesi için Kuran’da hiçbir ayet olmadığı ve bu konuda Hz. Muhammed’in de hiçbir hadisi olmadığı ortaya çıkmıştı. Medineli Evs kabilesinin de desteği ile Hz. Ebu Bekir ilk halife seçilmişti. Bir gün sonra Mescid-i Nebevi’de toplanan Herzecliler dahil bütün Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’e biat ettiler. Bu biat olaya el-biyatü’l-kübra veya elbiyatü’l-amme denildi. Bu seçiminde o dönem Müslümanlarının en etkin gücü olan üç kabilenin ileri gelenleri tarafından seçimle yapılmıştı. Seçim Medine’de bulunan ensar ve muhacirlerin katılımı ile sağlanmıştı. Bu ilk gerçekleşen seçimin ilkeleri şunlardı: 1-Bu bir nevi siyasi gücü elinde bulunduran liderlerinin katılımı ile halifenin seçimi demekti. 2-Halifeyi Medinelilerin seçmemesi başkentin üstünlüğü ilkesinin olmadığını ortaya koymuştu. 3- Seçim mahallinde bulunmayan birinin halife seçilmesi, halifelik için aday olunmasının şart olmadığı izah etmişti. 4- Halifelik siyasi bir kurum olduğu için siyasi gücü elinde bulunduranların müzakereler yapabileceğini ortaya çıkmıştı. 5- Seçim yapıldıktan sonra herkesin seçilen halifeye biat etmesi ilkesi ortaya konmuştu. b-İkinci Halifenin Seçilmesi: Hz. Ömer(634-644) Hz. Ebu Bekir, vefat edeceğini anlayınca, Hz. Ömer’i bu makama layık görmüş ve bu düşüncesini ileri gelen sahabelerle paylaşmıştı. Genel anlamda bir muhalefetin olmadığını gördüğü için Hz. Osman b. Affan’a vasiyetini yazdırdı ve Hz. Ömer’in halifeliğini tavsiye etti. Halifenin bu tavsiyesi halka da tebliğ edildi. Müslümanlar da Hz. Ömer’e biat etmişlerdi. Hz. Ömer, kendisine Emirü’l-Müminîn denilmesini istemiş ve manevi yerine dünyevi bir sıfat kullanmıştı. Bu seçim sürecinde ortaya konan ilkeleri şöyle sıralayabiliriz: 1-Halife adayı eski halife tarafından yapıldı. 2-Veliaht tayin etmedi. Yani kendi ailesinden birini teklif etmedi. 3-Yaptığı bir tayin değil sadece bir tavsiyeydi. 4-İlk halife bizzat önderlerle konuşarak kamuoyu yoklaması yaptı. Sadece kargaşa çıkmaması için seçimi bir nevi vefatından önce yaptırdı. 5-Sadece ileri gelenler değil halk da bilgilendirildi. c-Üçüncü Halifenin Seçimi: Hz. Osman b.
Affan(644-656) Hz. Ömer, kendisinden sonraki halife hakkında hiçbir tavsiye ve imada bulunmadı. Kendisine halifenin belirlenmesinde yoğun baskı yapılması üzerine, halifeyi değil ama halifenin nasıl seçilebileceği hususun bir usul ortaya koydu. Bu usul, halife seçim sürecinin “ehlü’l-hâl ve’l-akd” tarafından gerçekleştirilmesi idi. Altı kişiden oluşan bu şuraya Hz. Talha seyahatte olduğu için katılamamıştı. Yapılan uzun müzakereler neticesinde Hz. Ali ve Hz. Osman’dan başka adayın bulunmadığı anlaşılmıştı. Belirlenen adayların hangisinin halk tarafından kabul edileceği hakkında halk oylaması Hz. Abdurrahman b. Avf tarafından yapılmıştı. Abdurrahman b. Avf; sahebeler, yaşlılar, gençler, kadınlar, ordu komutanları, devlette görev almış ve o anda Medine’de bulunan sivil-asker yetkili kişilerle görüşerek bütün halkın kanaati öğrenmişti. Çıkan netice büyük ekseriyetin Hz. Osman’ı halife olmasını istediği yönündeydi. Bu sonuç şura üyeleri ve diğer Müslümanların hazır bulunduğu anda açıklandı ve biat gerçekleşti. Adaylardan biri olan Hz. Ali de Hz. Osman’a biat etmişti. Üçüncü halife seçiminde ortaya çıkan ilkeler şunlardı: 1-Seçim bir şura tarafından gerçekleştirildi 2-İki aday ortaya çıktı. 3-İki aday için kamuoyu yoklaması yapıldı. 4-Kadınlara da soruldu. 5-Yetişkinlerle beraber gençlere de görüş soruldu. 6-Sivil ve asker devlet görevlilerinin de görüşüne başvuruldu. d-Dördüncü Halife Seçilmesi: Hz. Ali(656-661) Devlet sınırlarının Ön-Asya’da geniş bir alanı kaplamış, buna paralel olarak eyaletlerden merkezin isteği ile eyaletlerin talepleri arasında uyuşmazlıklar ortaya çıkmıştı. Hz. Osman döneminin ortalarından itibaren doğrudan halifeye karşı muhalefet hareketi başlamıştı. Hata Halife Osman’a karşı cihat için Medine’ye gelinmesi gerektiği hususunda Hz. Ali, Zübeyir, Talha ve Hz. Aişe adına sahte mektublar bile dağıtılmıştı. Valilerden şikâyetler artmış, buna çözüm bulmak isteyen vilayet temsilcileri tartışmaları Medine’ye taşımışlardı. Hz. Osman bu şikâyetlere bizzat Hz. Ali’nin de içinde bulunduğu kalabalık bir heyet karşısında cevap vermişti. Mısırlılar Hz. Ali’yi Basralılar Hz. Talha’yı Kûfeliler de Hz. Zübeyr’i halife olması için telif yapmışlar ancak teklif yapılanlar bunu red etmişlerdi. Mısır’dan gelen muhalifler önce şehri ele geçirdiler sonra da Hz. Osman’ı şehit etmişlerdi(17 Haziran 656). Halifenin kim seçileceği hakkında ne isyancılar ne de Medineliler bir görüşe sahip değillerdi. Hz. Osman’ı halife seçim sürecini yürüten şuranın dört kişi hayattaydı. Daha önce halife adayı 81
Ş ehir
olan Hz. Ali bu defa istekli değildi. Asiler halife seçilmesi için Medinelilere iki gün süre verdiler ve halife seçilmemesi halinde Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir dahil olmak üzeri pek çok kişiyi öldüreceklerini ilan ettiler. Medine halkının Hz. Ali’ye ısrarlı talepleri sonunda o da halife olmayı kabul etti. Mescitte toplanan muhacir, ensar ve Medine’de bulunan bütün Müslümanlar kendisine biat etti ve böylece Hz. Ali 23 Haziran 656’da halife seçildi. Bu dörüncü halife seçiminden şu ilkeleri çıkarmak mümkündür: 1- Mısır, Kufe ve Basra’dan gelen asilerin Hz. Osman’ı şehit etmeleri üzerine oluşan kaos ortamında halife seçilmiştir. 2-İsyan ve kargaşa dolayısıyla hiçbir aday ortaya çıkmamıştır. 3-Halifenin kim olacağına halk karar vermiş ve yeni halife yani Hz. Ali’yi ikna etmişlerdir. 4-Halifenin seçimi mescitte bütün halkın katılımı ile gerçekleşmiştir. Halifenin bir nevi halk tarafından seçimi gerçekleşmiştir. 5-Seçimine başkent dışından gelenler de müdahil olması dolayısıyla halifenin bütün ülke temsilcilerinin isteği ile belirlendiğini söylemek mümkündür. 6-Hz Ali devletin başkentini Kûfe’ye taşıyarak, siyasi olan hilafeti kutsal mekânlardan uzaklaştırmıştı. Kısacası, Dört halifenin belirlenmesindeki ortak özellik siyasi gücü elinde bulunduranların ve halkın halifeleri kabul etmesi bir nevi seçmesidir. Şöyle ki, İlk halife siyasi lider sayılabilecek kabile liderleri ve ensarın önde gelenleri tarafından seçilmiştir. İkinci halife; mevcut halifenin tavsiyesinin yani adayının tasdik edilmesi ile seçilmiştir. Üçüncü halife; liderlerden oluşan şuranın belirlediği adaylar hakkında kamuoyu yoklaması yapılarak seçilmiştir. Dördüncü halife ise halkın isteği ve aday olmayan şahsın kabulü ile gerçekleşmiştir. Bu dört aşamalı süreçte halife seçiminde halkın her kademede daha etkin hale geldiğini ve seçimin tabana yayıldığını söyleyebiliriz. İlk üç halife seçimin de adayların belirlenmesinden sonra Medine’deki bütün Müslümanların biat etmesi bir referandum olarak ta değerlendirilmelidir. Dördüncü halifenin ise doğrudan halk tarafından belirlenmesi ise doğrudan bir seçim usulü olarak kabul edilemelidir. Halifeliğin kurumsallaştığı dönem olara kabul ettiğimiz bu dönemdeki tartışmaların da dinî konularda değil siyasî, iktisadî ve sosyal konular üzerinde olmuştu.
sayı//16-17// kasım - aralık 82
B- HALİFELİĞİN NİTELİKLERİ İlk dört halife döneminde İslam’ın özüne göre kurumsallaşan hilafetin niteliklerini çok genel olarak şu şekilde tarif etmek mümkündür: 1-Halife; Kuran ve Hz. Muhammed açıkça peygamberlik müessesesinin sona erdiğini beyan ettiği için, Hz. Muhammed’ten sonra devlet başkanlığı dahil hangi konumda olursa olsun hiç kimse peygamberlik vasfını taşıyamazdı. Zira Hz.Cebrail’in Allah’tan vahiy getirmesi de sona ermişti. 2- Halife; Hıristiyanlıktaki Papalık gibi Allah ve peygamber adına bir icraat ve tasarruf yapamaz, dinî hükümleri değiştiremez, mükâfat ve mücazat veremezdi. İslam’ın hükümlerini uygulayan halifeler İlahi bir güce de sahip olamazlardı. 3- Halife; ilk defa Hz. Muhammed’in peygamberlik görevi dışında kalan dünyevi işleri yürütmek için seçilmiştir. Daha sonraki halifeler de İslam ülkelerinde dünyevi işleri yürüten kişilerdir. Kısacası halifelik Müslümanların yaşadığı ülkenin yönetiminin adı olmuştur. Esasında ilk halife dışındaki halifeler teorik olarak Hz. Muhammed’in siyaseten halifesi olarak kabul etseler de gerçekte sadece birer devlet başkanı konumundadırlar. 4- İlk dönemlerde Bütün Müslümanlar aynı devletin sınırları içinde yaşadıkları için bütün Müslümanların devlet başkanı ve yöneticisidir. 5- Halife; “Müslümanların imamlığı ve şeriatın koruyucuculunu yapmakla görevli kimse” değil hakikatte İslamî devleti temsil ve şer’i hukukun yani İslam hukukunu uygulanmasını sağlayan yönetim aygıtının başıdır. Gayrimüslimlerin din ve vicdan özgürlüğünü garantiye alan hukuku uygulamakla da yükümlüdür. Halifeler adil olmak mecburiyetindedir. 6- İslam amme hukukuna göre hâkimiyetin kaynağı ümmet yani bütün Müslümanlar kabul edilmiştir. Seçilen halifeyi görevden almak ta ümmete aittir . Bundan dolayı halife seçimi sadece bir grubun inhisarında olamaz ve o grup tarafından seçilemez. Halife; bir kavim, bir mezhep, bir ekol, bir tarikat, bir şehir, bir aile veya elit bir grup tarafından seçilemez. Seçilirse de ümmetin halifesi olamaz. 7-Halife seçilmek için güçlü olmak değil ehil olmak şarttır. 8-Halife seçimi gizli ve herhangi bir tertip ile seçilmez, açık bir şekilde gerçekleştirilmesi zorunludur. 9-Halife sadece bir grup içinden seçilemez. Halife; bir kavim, bir mezhep, bir ekol, bir tarikat, bir şehir, bir aile mensupları içinden seçilmesi mümkün değildir. Bu İslam dininin temel anlayışı ile uygun düşmez. 10- Halife; Müslümanların İslamî esaslara göre yaşayacakları ortamı oluşturan ve Müslümanları
İslam’a göre yetişmelerini sağlayan yönetimin başıdır. 11- Halife; sosyal, iktisadî ve ticarî hayatta İslam sosyal, iktisadî prensipleri ve ticaret hukukunu uygulayan yönetimi temsil eder. Kısacası halifelik İslam Medeniyeti’nin hâkim olduğu topraklardaki yönetimin adıdır. Bundan sonraki süreçleri analiz ederken tespit ettiğimiz bu ilkelere göre yaşanan değişim ve dönüşümleri ele alacağız. II-HANEDAN HALİFELİK DÖNEMİ Emeviler(632-750) Hz. Ali’nin halk tarafından seçilmesine rağmen siyasi çalkantılar sona ermemiş merkeze muhalefete yeni maddeler eklenmişti. Medine’nin asiler tarafından işgal altında olması dolayısıyla Hz. Osman’ın katillerinin bulunamaması, bazı valilerin özellikle de Şam Valisi Muaviye’nin Hz. Ali’yi halife olarak tanımaması İslam Devleti’nde bir otorite zaafına sebeb olmuştu. Bu arada Daha önce halife adaylarından olan Hz. Zübeyir bin Avvam ve önde gelen sahabelerden Hz. Talha bin Ubeydullah Hz. Ali’nin halifeliğini kabul ve biat etmişlerdi. Daha sonra Hz. Zübeyir Kufe ve Hz. Talha ise Basra valisi olmak istemiş ancak Hz. Ali bu istekleri ret etmişti. Hz. Ali’nin Ümeyye oğullarında yani Hz. Osman’ın akrabalarını devlet görevlerinden uzaklaştırması da bu aileden olanların muhalefetine neden olmuştu. Tam bu sırada Hz. Zübeyr ve Hz. Talha’nın öldürülen Hz. Osman’ın intikamını almak gerekçesiyle Hz. Ali’ye muhalefet eden Hz. Ayşe’ye katılmışlardı. Hz. Ali, Ümeyye oğullarını idareden uzaklaştırmakla meşgul iken Hz. Ayşe’nin Mekke’de kıyam etmişti. Hz. Ali, Şam Valisi Muaviye’den bir hareket beklerken bu duruma karşı hazırlıksız yakalanmıştı. Hz. Ayşe, 30000 kişilik bir kuvvetle Basra’ya giderken Halife Hz. Ali Basra valisi İbni Huneyfi’ye savaşın başlanmasının önlenmesi emrini vermişti. Bu arada Basralılar ise valiyi Hz. Ayşe’ye teslim etmişlerdi. Halife, hemen Malik el-Eşder kumandasında 10000 kişilik bir ordu göndermiş ve arkasından kendisi de 10000 kişilik bir ordu ile savaş meydanına gelmişti. Savaşta Basralılar Hz. Ayşe’nin yanında yer almalarına rağmen Halife Hz. Ali, Kasım 656’da Cemel Vaka’sında galip gelmişti. Halife, Hz Ayşe’yi affetmiş, Medine’ye göndererek maaş ta bağlamıştı. Cemel Savaşı’na Muaviye katılmamış ancak Hz. Zübeyr ve Hz. Talha’ya halifeye karşı ayaklanmaları için mektup yazmıştı. Bu iki sahebe ve savaştaki Ümeyye oğulları mağlup olmuşlardı. Bu durum Haşimi-Emevi mücadelesi iyice alevlenmişti. ve Sıffın savaşlarında birbirleri ile savaşmışlardı. Hz. Ali’nin halifelik görevine başladıktan sonra eski halife döneminde atanan
valileri görevden almaya başlamıştı. Görevden alınanların çoğu Emevi sülalesinden idi. Bunun üzerine Şam Valisi Muaviye biat etmediği halifeye isyan bayrağı açtı. Hz. Osman’ın kanlı gömleğini camide teşhir ederek halkı harekete geçirmeye başladı. Mısır Valisi Amr bin As görev bölgesini terk ederek Şam’a giderek Vali Muaviye’ye katılmıştı. Elçiler göndererek Şam Valisini ikna etmeye çalışan ve bunda başarısız olan Hz. Ali, Şam Valisi Muaviye’yi itaat altına almak için harekete geçmişti. MayısTemmuz 657 tarihlerinde yaşanın mücadelede bugünkü Suriye’deki Rakka şehrinin doğusunda Sıffın’da yapalan savaştan (26-28 Temmuz 657) da bir netice alınamamıştı. Ebu Musa el-Eşari ve Amr ibnü’l-As’tan oluşan hakem heyeti de problemi çözememişti. Hakem tayini Hz. Ali’nin halifeliğini savunamadığı veya tartışmalı hale getirmesi olarak görenler Hz. Ali’nin yanından uzaklaşmışlardı. Özellikle Harura köyüne çekilenler daha sonra Hariciler alarak anılmaya başlamışlardı. Bu savaş Şii-Sünni ayrımına da büyük katkı sağlamıştı. Bundan sonra İslam Devleti fiilen iki başlı bir idareye dönüşmüştü. 658 Mayıs’ında Şam Valisi olan Muaviye taraftarlarınca halife ilan edilmişti. Bu arada Emevi Halifesi Muaviye, Hz. Amr ibn As kumandasında bir orduyu Mısır’a göndermişti. Hz. Amr ibn As, Halife Hz. Ali’ye bağlı olarak Mısır’ı idare eden Vali Muhammed bin Ebubekir’i yenerek onu öldürmüş ve iki yıl Mısır’ı idare etmişti. Artık İslam devleti ikiye ayrılmıştı. Başkenti Kufe olan Halife Hz. Ali, devletin doğu taraflarını idare etmeye devam etmiş Emevi Halifesi Muaviye ise batı taraflarının idarecisi olmuştu. Sıffın’den dört yıl sonra 661’de Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından şehit edildi. Kufe’deki Müslümanlar Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’a biat ettiler. Bunu bir tehdit olarak kabul eden Emevi Halifesi Muaviye, Hz. Hasan’a mektub yazarak halifelikten vazgeçmesini, vazgeçmezse birçok Müslümanın öleceğini bildirdi. Ordusunu da hazırlayarak harekete geçti. İki ordu Medain’de savaştılar. Hz. Hasan’ın ordusunda kargaşalık çıktı ve Muaviye gücünü kabul ettirdi. Emevi Halifesi Muaviye ile Meşkin’de bir araya gelen Hz. Hasan; Kuran ve sünnete uyulması, taraftarlarından intikam alınmaması, Muaviye’nin ölümünden sonra halifeliğin sağ kalırsa kendisine yoksa kardeşi Hz. Hüseyin’e geçmesi konularında anlaşmışlardı. Bu anlaşma üzerine Hz. Hasan Emevi Halifesi Muaviye’ye biat etmişti. Bu yazı devam edecek... 83
Ş ehir
rşivler, devletin ve fertlerin haklarını ve milletlerarası münasebetleri belgeler ve korurlar. Bir konuyu aydınlatmaya ve tespite yararlar. Bu arada ait olduğu devrin örf ve âdetlerini, sosyal yapısını, meselelerini ve bunlar arasındaki münasebetleri ortaya koyarlar.
ARŞİV BELGELERİNDE
KUR’AN-I KERİM Özellikle bütün Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine âit ilk elden tarihî kaynaklar Osmanlı Arşivleri’ndedir.
Dr. Önder BAYIR*
*T.C.Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanı
sayı//16-17// kasım - aralık 84
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, arşiv malzemesi bakımından çok büyük bir zenginliğe sahiptir. Devletimiz, Osmanlı Devleti’nden devralınan büyük mirasla, bugün dünyanın en zengin arşiv potansiyeline sahip sayılı ülkelerden birisi durumundadır. Arşivler aynı zamanda milletlerin toplumsal ve kültürel tarihlerinin ortaya çıkması bakımından da büyük önem arzetmektedir. Bu belgeler, ait oldukları kültür ve medeniyetin diğer kültür ve medeniyetler ile tarih sahnesindeki irtibatı ve konumunu belirleyen unsurların da başında gelmektedir. Üç kıta üzerinde, çok geniş bir coğrafyada ve altı yüz seneyi aşkın bir zaman diliminde hükümrân olmuş ve çeşitli milletleri bünyesinde barındırmış olan Osmanlı Devleti’nden, Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiş zengin arşiv malzemesi yalnız Türkiye’nin değil, bugün müstakil devlet kurmuş çeşitli milletlerin millî ve ortak tarihlerinin tespitinde ve yazılmasında başvurulacak otantik değerdeki tek kaynaktır. Özellikle bütün Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine âit ilk elden tarihî kaynaklar Osmanlı Arşivleri’ndedir. Osmanlı Arşivi bugün Osmanlı hinterlandında müstakil devletler olan 40’a yakın (19’u Arap, 11’i Balkan ve Avrupa, 3’ü Kafkas, 2’si Orta Asya Türk devleti, 2’si Kıbrıs, İsrail ve Türkiye Cumhuriyeti olmak toplam 39 bağımsız ülke) Orta ve Yakın Doğu, Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkesinin kültürel, iktisadi ve siyasî tarihlerinin gün ışığına çıkarılmasında, milletlerarası hakların ispatı ve korunmasında, ayrıca vatandaş haklarının hukukî mesnedini teşkil etmesi bakımından mühim bir yere sahiptir. Osmanlı Arşivi’nde 100 milyona yakın belge 370 bin kadar da defter bulunmaktadır. Bu sayıyla dünyanın hemen en büyük arşivi durumundadır ve bunun haricinde dünyanın en önemli kültür hazinesidir. Genel Türk tarihi açısından bakıldığında da bu belgelerin büyük önemi olduğu kuşkusuzdur. Tabi bütün bunların yanı sıra arşiv belgelerine Osmanlı Devleti dönemindeki bir çok kültürel, tarihi ve dini mesele de aksetmiştir. Bütün Türk ve İslam tarihinde Kur’an-ı Kerim yazımı ve okunmasının ve bunlarla ilgili eğitimin büyük önemi olmuştur. Aynı önemin Osmanlılar’da da kendisini fazlaca hissettirdiğini görmekteyiz. Nitekim belgeler
incelendiğinde Kur’an’ın her türlü unsuruyla muhafaza edildiği, kontrolsüz istinsah ve baskılar yapılmasının engellendiği, matbaaların hep kontrol altında olduğu, Kur’ana saygıya büyük önem verildiği, başka memleketlerde Kur’an karşı hakaretamiz tavırlara mani olunduğu vb. hususlar dikkat çekmektedir. Osmanlı Arşivi’ndeki Kur’anla İlgili Belgelerden örnekler; Hacca gitmek üzere İstanbul’a gelen Buhara hanzadelerinden Mirza Ahmed Fazıl ‘a bir Kur’an hediye edildiği. 29 Z. 1242 Buhara Sefiri’nin hediye etmek istediği Kur’an, kılıç ve kumaşın kabulü. 29 M. 1267 Ümid Burnu’nda din hizmetinde bulunan Abdullah Efendi’nin oraya götüreceği Kur’an-ı Kerimlerin navulu olan 40 liranın Hazine’ce karşılanması 11 Ş. 1312 Surre-i Hümayun’un ihracında Kur’an-ı Kerim kıraatını tilavet eyleyen eimme, huteba ve meşayihe verilecek para. 13 Ş. 1314 Surre-i Hümayun’un ihracında Kur’an-ı Kerim kıraatını tilavet eyleyen eimme, huteba ve meşayihe verilecek para. 13 Ş. 1314 Tuna’nın karşı tarafındaki İbrail’e geçilip Fokşan ve sair taraflardaki düşman üzerine hücum muhakkak olmasına binaen İslam askerlerinin muzafferiyeti için camilerde Kur’an-ı Kerim ve Buhari-i şerif tilavetiyle duada bulunmalarıyle ilgili tamim hakkında. 27 Z. 1203 Tuna’nın karşı tarafındaki İbrail’e geçilip Fokşan ve sair taraflardaki düşman üzerine hücum muhakkak olmasına binaen İslam askerlerinin muzafferiyeti için camilerde Kur’an-ı Kerim ve Buhari-i şerif tilavetiyle duada bulunmalarıyle ilgili tamim hakkında. 27 Z. 1203 Rusya ile harp ilan olunduğu cihetle Kur’an ve Buhari-i Şerif tilavetine devam olunması hakkında Berkofça kaymakamlığına hitaplı yazı. 17 R. 1294 Varna’nın Aziziye limanında İslam şehitlerinin ruhuna bağışlanmak üzere Kur’an-ı Kerim ve mevlit okunduğu, askere gidecek askerlere vaaz edildiği, bu toplantıda Bulgar asker ve sivil memurlarının, Alman kara ve deniz subaylarının
hazır bulunduğu ve bunlara da bu dua ve vaazın asker üzerinde doğuracağı iyi tesirin anlatıldığı hakkında Varna şehbenderliği tahriratı. …….. 24 Haziran 1911 Şam’da Yahya Peygamber Türbesi’nde Kur’an okuma ücretinin Sultan Ahmed’in tayin ettiği üzere mahalli cizyeden ve şarab rusumundan karşılanması. 29 Za. 1165 Şam’da Yahya Peygamber Türbesi’nde Kur’an okuma ücretinin Sultan Ahmed’in tayin ettiği üzere mahalli cizyeden ve şarab rusumundan karşılanması. 29 Za. 1165 Belgrad hududunda çocuklara Kur’an talim etmekle meşgulken şehrin muhasarası esnasında çocukların şehit ve kendisi ile ailesinin de mecruh olması üzerine Memalik-i Osmaniye’ye gelerek Edirne’de Kur’an talimiyle meşgul olan Hafız Mehmed ‘in maaş talebi. 15 L. 1133 Baruthane-i Amire’deki memurları teşvik etmek için Baruthane-i Amire Nazırı Said Efendi tarafından padişahın davet edildiği, ancak pazartesi günü üç şehzadenin Kur’an-ı Kerim talimine başlama günü olduğundan ziyaretini bir gün sonra yapacağı. 29 Z. 1255 Şehzade Mehmed Murad ve Abdülhamid efendilerin Kur’an okutulmağa başlatılması ve hatimlerinin 8 Şevval 1263 günü Haydarpaşa’da icrası hakkında hatt-ı hümayun. 8 L. 1263 Şehzade Mehmed Murad ve Abdülhamid’in Kur’an okumaya başlamaları münasebetiyle yaptırılıp, Harem’e teslim olunan hoca takımlarını gösteren defter. 1263 Tezinde Kur’an-ı Kerim’den uygun olmayan bir dille bahseden Robert Koleji Talebesi Aziz Vamak hakkında gerekli işlemin yapılması. 8 Ş. 1333 Kur’an-ı Kerim, Ayet-i Kerime, İsmi Celil-i İlahi ve Ediye-i diniyeyi havi evrakı hürmete aykırı şekilde kullananların cezalandırılmaları. 7 B. 1335 Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hayatı gibi hürmet ihtiva eden sahifeleri paket olarak kullananlar hakkında gerekli takibatın yapılması ve neticesinin bildirilmesi. 85
Ş ehir
nsanların hayatlarından şehirler geçer. Bir bulut gibi, serin bir bahar yeli gibi ve yeniden hayata başlar gibi şehirler geçer. Anılar biriktirmenin en güzel mekânıdır şehirler. Bazen insanlar ve olaylar yiter gider ama şehirler kalır geriye. Her sokak ayrı bir dünyaya açılır, her cadde ayrı bir penceredir geçmişten gelen.
SAKARYA’DAN ADAPAZARI’NA Adını bir ırmaktan alan şehirdir Sakarya.Dört bir yanı dolaşır, geçtiği her yere bereket ve huzur verir de adını bir yere lutfeder Sakarya. Mustafa UÇURUM
Bir ırmağın şırıltısını duyarak yaşamak. Su sesi. İnsanı rahatlatan seslerin başında gelir su sesi. Ruhu dinlendirir, kalbe huzur verir, günün gürültüsünün üstünü ahengiyle örter. Bir şehre anlam katan eşsiz değerler vardır. Şehrin endamı olur böyle güzellikler. Adını baş tacı eder, gönüllere esenlikler sunar. Irmaklar da şehirlerin en nadide gerdanlığıdır. Her şeyiyle tarifsiz bir masal gibidir nazlı nazlı akan bir ırmak. Adını bir ırmaktan alan şehirdir Sakarya. Dört bir yanı dolaşır, geçtiği her yere bereket ve huzur verir de adını bir yere lütfeder Sakarya. Ne güzel bir bahtiyarlıktır bu. “Kıvrım kıvrım akan” ve coşkusuyla bir milletin kalbinin eşsiz güzelliklerinin tercümanı olan Sakarya, en çok yakıştığı yere adar kendini. Şehrin adı Sakarya ama ben bu şehre Sakarya kadar Adapazarı adını da yakıştırıyorum. Çocukluğumun şehridir Adapazarı. İlk adımları atmaya başlamamdan, kendi ayaklarım üstüne durmaya başladığım yıllara kadar bu şehrin dili ve gönlü oldum. Göğünde uçurtmam, sokaklarında çamurlu ayakkabılarım, her köşe başında biriktirdiğim umutlarım vardı. Adapazarı adının pazardan geliyor olması da ayrı bir güzellik. Bir ada şeklindeki yerleşim yerinin çevredeki en büyük pazarlardan biri olması ve insanların pazara giderken; “Adaya pazara gidiyoruz.” demesiyle adı Adapazarı olan bu şehir için Aşık Veysel gönül telini titreten bir şiir yazar; “Adapazarı’na demişler Ada Yar elinden yaralarım ziyade Çiğdemleri dağda, gülü ovada Açtı bahar çiçekleri Ada’nın” Hızla büyüyen, sanayinin büyük bir dev gibi kuşattığı Adapazarı’nda şehrin 1999 depreminden sonra kurulduğu yerler göz alabildiğine yeşil. İnsanın içi, dışı yemyeşil oluyor. Biraz uzağınız deniz, biraz ötesi ırmak. Aşık Veysel’e kulak verdikçe, bu şehirde yeşillikler ve çiçekler yolunuza çıktıkça bir türküyle birlikte derin derin nefesler alıyorsunuz.
sayı//16-17// kasım - aralık 86
“Ağaçlar al giydi kuşlar dillendi Açtı bahar çiçekleri Ada’nın Toprak mevce geldi yer yeşillendi Açtı bahar çiçekleri Ada’nın” Adapazarı dendiğinde bana çağrışım yapan o kadar çok ayrıntı var ki. Bunların arasında özellikle iki şeyin yeri ayrıdır. Birisi, ilk ezberlediğim şiir Sakarya Türküsü, diğeri de her cümlesi ile içimde yepyeni öyküler inşa eden Sait Faik. Sakarya Türküsü şiiri öyle bir coşku uyandırıyordu ki bende bu şiiri Sakarya Nehri’ne doğru haykırarak okumam gerek diyordum. Bir gün bu isteğimi gerçekleştirdim. Nehrin kıyısına gelip uzun uzun çağıldayan nehri izledim. Şiirin her dizesi sanki ilhamını suyun akışından almıştı. Şiirimi okudum, nehrin suyunda ayaklarımı serinlettim. İçim dışım pırıl pırıl oldu. Sait Faik’i her okuyuşumda onunla aynı şehri paylaşmış olduğum için kendimi şanslı hissederim. Onun hikâyelerine özenir, ben de onun gibi yazar olmalıyım derdim çocukken. Bugün kurduğum cümlelerde ondan bir ışık olması, onun cümleleriyle yürümeye başlamamamdan kaynaklanıyor. Şehirler, insanlar, mevsimler ne de güzel geçer Sait Faik’in hikâyelerinde. Yalnızlığın sesi kadar insanın nefes alışlarını da aynı ustalıkla anlatan Sait Faik’in şehridir Sakarya. Kendisine sığınacak liman arayan her bahtı karanın gelip bulacağı avunmalar limanı. Bazen arkadaşlarla kitaplarımızı alıp bisikletlerimizle Poyrazlar’a giderdik. Kitaba yakışan bir mekânda cümlelerin büyüsüne kaptırırdık kendimizi. Sakin bir göl, ağaçların gölgesinde bekleyen huzur. Yüksek sesle şiirler okurduk Necip Fazıl’dan, Sezai Karakoç’tan, Arif Nihat Asya’dan. Bazen birkaç kişi sesimizi duyup
etrafımıza toplanırdı. Biz bir geziyi şölene çevirip hep bir ağızdan haykırırdık şairlerin ruhunu okşayarak; “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..” Artık uzağım bu şehirden. Uzak kalmanın ne anlama geldiğini öğrenerek yaşıyorum bu ayrılığı. Yüreğimin eşsiz parçaları kardeşlerim hâlâ bu şehirde. Lise yıllarımın dayanağı iki İbrahim’im var bir de. Bu şehirden bana geriye kalan, çocukluğumdan kalan iki sağlam arkadaş. Her buluşmamızda eski günlerin kulağını çınlatıyoruz. Sapanca’nın, Çark Caddesi’nin, sinemaların, kaçtığımız derslerin, Sakarya Spor’un, Müslüm Gürses’in, liseli olmanın ne olduğunu bile anlamadan geçirdiğimiz vakitlerimizin, yazdığım ilk şiirlerin bam teline dokunuyoruz. İyi ki biriktirecek anılarımız olmuş diyoruz bu şehre dair. Şehir her gün biraz daha büyüyor. “Hey gidi günler” diyeceğimiz zamanlara kaldık. Bizden olan bir şeyin bizden uzaklaştığını görerek yaşamak zor gelse de olan oldu ve dünyanın hızına ayak uydurdu bizim olan her yer. Sakarya ya da Adapazarı, hiç önemli değil. Gönlümüzde yer etmesi yeterli bir şehrin. Adapazarı, uzak kaldıkça insanın içini acıtacak denli özel bir şehir. Yeşil siyah bir renge kalbini kaptırmakla bu şehrin her karışına gönül kaptırmak aynı coşkuyla kuşatıyor beni. İyi ki hayatımın duraklarından birisi de bu şehir olmuş, bu şehrin havasında uyanmışım, soğuğunda üşümüşüm. Bir şehrin sevdaya eş olduğunu öğretti Adapazarı bana. Hem de bir istasyondan kalkan trenin hüzünlü ve ağır bir ritimle aramızdan ayrılışı gibi. 87
Ş ehir
T İ YAT R O “ONİKİNCİ GECE”
Shakespeare hiç şüphesiz,Dünya Tiyatro Tarihi’nde yeri tartışma götürmez yazarlardan birisidir Yasin ÇETİN
stanbul Şehir Tiyatrolarının 20152016 sezonuna merhaba diyen, Serdar Biliş’in Yönettiği William Shakespeare’in “Onikinci Gece” adlı oyununu, yapılan galasında izledim.Öncelikle oyunla alakalı şu bilgileri bilmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Bu oyunu eski belgelere dayanarak 1601 yılında yazıldığı tahmin edilir ve yazarın en sevilen komedyaları arasında görülür. Shakespeare’in iki başlığı olan tek oyunudur. Diğer bir adı da “Ne İsterseniz”dir. Bunu uzman Shakespeare araştırmacıları ve yorumcuları, yazarın oyunu yazdıktan sonra trajik derecede olmasa da ciddi aşk sahneleri içerdiğini düşünerek “İster aşk üçgeni,ister komedi, ne derseniz deyin” anlamında ikinci başlığı eklendiği söylenir.”Onikinci Gece” adını da noelin 12.gecesi Kraliçe Elizabeth’in huzurunda oynandığı için o adı verdiği yine belgelerle sabittir. Shakespeare hiç şüphesiz,Dünya Tiyatro Tarihi’nde yeri tartışma götürmez yazarlardan birisidir.Kendine has kalemi,dili ve hikayeleriyle yıllarca akademilerde ders konusu olmuş Tiyatroya yön veren akımlarda döneminde eserleriyle öncülük etmiştir.İlham kaynağı olmuştur. Böylesine bir dehanın oyunlarını sahnelerken bir takım handikaplar bizi beklemektedir.En başta çeviri olmak üzere devamında, olayın ana aksiyon planının anlaşılamayıp, değişik rejilerle, yazarın niyetinin dışında bambaşka önermelerle, farklı oyunlar izleyebiliyoruz.Yine buda başka problemleri beraberinde getirmektedir. Oyunu iyi bilenler için eziyete dönüşürken ilk defa Shakespeare yada tiyatro izleyenlere shakespeare yada tiyatro hakkında yanlış varsayımlarda bulunmalarına yol açabiliyor.O kadar usta yazardır ki döneminin bir çok kısıtlamalarına karşı o eserleri,günümüzde bile emsallerine rastlanamaz derece de ustalıkla yazabilmiş ve yüzyıllar sonra bile popüler kültüre yenilmeden sahnelenip beğeniyle karşılanan eserler üretebilmiştir. DEKOR,KOSTÜM IŞIK UYGULAMALARI Elizabeth dönemi seyircisini güldürmüş bir oyunu, günümüz seyircisiyle buluşturup aynı reaksiyonu bekleyebilmek için, dönemler arasında ki gerçeklik kavramı farklarını ortadan kaldırmak gerekir. Bu da, dramatik eserlerde “inancı askıya almak” dediğimiz kavramla mümkündür. Bunu da yönetmen rüya yada Olivia’nın boğulma esnasında ki halüsinasyonuymuş gibi bir dekor ve ışık sistemi kullanarak başarmıştır.Yani daha açıklamak gerekirse dekor ve ışıkla üretilen atmosferden dolayı 17.yy da yazılan bir oyunda
sayı//16-17// kasım - aralık 88
kamera kullanmayı,1790 yılında icat edilen saat için 189 sene önce “altın kol saatimi kuracağım” diyen malvolio’yu sorgulamamamıza neden oluyor.Gerçi oyunun orijinal metninde “kol saati” diye bir kavram yoktur.Metinde “saatimi kuruyorum,kol pırlantalarımı parlatıyorum” diye geçer.Buda dramaturg, yoksa genel sanat yönetmeni ve yönetmenin ortak hatasıdır.Ama oyunda inancı askıya alabildiğimiz için bu gibi ufak tefek detaylara takılmadım. Aynalı tekerlekli paravanla oyuncu değişimi oyunda güzel bir uygulama olarak gördüm. Oyuncularında bunu hatasızca defalarca yapması daha bir güzel oldu. Haricinde oyunda bir motif edasını aldı ilerleyen aşamalarda. Tekrarı seyirciye “Leitmotiv”olarak geçtiğini düşünüyorum. Kostümlerle alakalı söyleyecek pek bir şey bulamadım.Feste’nin kostümü bir soytarı için rahatsız ediciydi. Diğerleri için genel olarak aşırı övgüye değer bir durumda yoktu, eleştiriye gerek olacak bir durumda yoktu. CANLI MÜZİK VE ORKESTRA HARİKA DÜŞÜNÜLMÜŞ Tabi ki müzikler.Oyunun en iyilerinin başında müzikler gelse gerek. Oda Çiğdem Erken’in yıllardır tiyatro camiasının içinde olmasıyla birlikte müzik alanında doktorası bulunan nadir müziğe kendini adamış bir müzik kadını olmasından kaynaklanıyor olsa gerek.Bu sene şehir tiyatrolarında takip ettiğim kadarıyla, iki oyun müziği daha yaptığını biliyorum. Kendisine başarılar diliyorum. Tabi bir oyunda bir öğe ne kadar güzel olursa olsun, diğer öğelerle bir bütünü oluşturur. Çiğdem Erken üzerine düşeni fazlasıyla yapmış. ÇEVİRİ Türkiye’deki tüm güzel sanatlar fakültelerinin tiyatro bölümlerinde, konservatuarların tiyatro bölümlerinde, en az bir kitabı ders kitabı olarak okutulan ve Dünya çapında en iyi 10 shakespeare yorumcusundan birisi olan Prof.Dr.Özdemir Nutku’nun çevirisi neden kullanılmadığı, gerçekten merak ettiğim bir sorudur.Dünya’nın kabul gördüğü bir duayen ve hem tiyatro alanında hem de shakespeare dili üzerine en yetkin isimlerin başında geliyor kendisi. Shakespeare çevirisi yapabilmek için çok iyi derece İngilizceyi ve Türkçeyi aynı anda bilmek yetmez .Shakespeare’in dilini de bilmek onunla akademik kitaplar arasında uzun yıllar geçirmek gerekir .Bu çok net ve akademisyenlerin üzerinde birleştiği bir görüştür. Bu görüşte haklı olunduğunu, bu oyunda bir kez daha anladım.Ciddi bir çeviri hatası vardı. Shakespeare dili’ne oyunun bir kaç yerinde anca denk gelebildim.Tiradlar da bile o
doku yok olmuştu.Telif sıkıntısından olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü Sir Toby’nin sahneye sakat geldiği sahnede, Akülü tekerlekli sandalye kullanılmış.Oda yaklaşık 4-5 bin lira vardır. Yani basit bir reji değişikliğiyle elle itilen 3-5 yüz liralık bir tekerlekli sandalye ile bile o sahne kotarabilinecekken akülü sandalye kullanılmış. Buda ekstra 4-5 bin lira maliyet demek. Maddi bir kaygı olmadığını düşünerekten mükemmeliyetçi yaklaşıp eleştirimi bu mizanda yapma gereği duydum. Bir Tennessee Williams oyunu olsa çok fazla çevirmen aranmayabilir.Ama Shakespeare denildiğinde durum aynı olmadığını da bir kez daha görmüş olduk. SAHNELEME Shakespeare’in ne kadar dahiyane yazar ve dilinin ne kadar ayrı olduğundan bahsettik. Shakespeare in komedilerinde de metnin komedisi , repliklerin satır aralarında gizlenmiştir. Replik komedisinin aksine bir durum komedisi söz konusu değildir. Bu söylediğimiz, soytarı için, yönetmenin rejisine göre geçerli değildir.Evet oyun genel itibari ile komedya kategorisinde bir oyun ama oyun içinde çok ciddi sahnelerde vardı.Ama sahnede izlediğimizde genel olarak durum komiklikleri vardı. Yani replikten ziyade oyuncular el-kol şakalaşmasına varan bir rejiyle bazı yerlerde karşımıza çıktılar. Bir an bana “Bu uyarlamamıydı ?” sorusunu sordurdu. Afişte yada başka bir yerde uyarlama ibaresi yoktu. Oyunun bizzat kendisiydi. Afişte yazan,çeviren ve oyuncular yazıyordu. Shakespeare bu oyununda kadın-erkek ilişkilerini ele aldığı bir oyundur.Erkeğin hevesleri uğruna nasıl düşebildiğini söylemek istemiştir. Malvolio bu düşüncesinde erkek rezilliğinde zirvedir. Kadınlarında erkeklere nazaran biraz daha usturuplu olduğunu değişik seçeneklerle Viola,Olivia,Feste,Maria üzerinden verir bize. “ORSİNO Biliyorsunuz ki genç adam,kendimizi övüp dursak da, Kararsız,kaypağız,aklımız bir karış havada. Ne kadar seversek sevelim,benzemeyiz kadınlara, Onlardan daha çabuk kapılır,daha kolay sıyrılırız.” Eserde ki komedi ve dramatik çatışmanın daha iyi çıkması için kadınların bir tık daha asil durması lazımdı. Olivia’nın soyunup , Sebastien’i yatağa atmaya çalışması hatalı bir rejiydi ve gereksizdi.Oyunun öz’üne baktığımızda da bu sonuca erişiyoruz.”7 yıl kardeşimin ölümüne yas tutacağım” deyip ilk gördüğü ve erkek sandığı sebastien’e aşık olması,oyunun sonunda birden Orsino’nun Violaya dönmesi anlık değişimler shakespeare’in vermek istediği. 89
Ş ehir
15. SAYIYA KADAR ŞEHİR VE KÜLTÜR
DERGİSİ BİBLİYOGRAFYASI Yazıların genelinde akademik yaklaşımdan ziyade metni okumayı, hissetmeyi ve içselleştirmeyi kolaylaştıran anlatım zenginliği, ifade çeşitliliği ve üslup bakımından edebi özellikler öne çıkar. Değerlendirme: Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV*
lk sayısı Haziran 2014’te düşünce hayatımızla buluşan Şehir ve Kültür dergisi, 14. sayısını geride bıraktı. Dergi, Şehir ve Kültür odaklı bir süreli yayın olmayı amaç edinerek, ülkemizin medeniyet havzasının tarih ve coğrafya, duygu ve düşünce, arzu ve istek, ideal ve hedef, söylem ve eylem kodlarını çözümlemeyi, anlatmayı, aktarmayı ve paylaşarak topluma ve gelecek nesillere aşılamayı hedeflemektedir. Türkiye’deki, Osmanlı hinterlandındaki ve İslam ülkelerindeki şehirlerle ve kültürlerle birlikte Avrupa ve Amerika şehirleri ve kültürleri de dergide kendi medeniyet havzamız perspektifinden ele alınır. Bu bakımdan dergideki şehir ve kültür yazıları; sadece İslam coğrafyasına değil, onun dışında kalan coğrafyaları ve şehirleri de anlamaya yönelen bir yayın anlayışı, düşünce ufku ve kavrama derinliği geliştirir. Derginin her sayısının kapağında ayrı bir şehir/coğrafya değerine ve özelliklerine dikkat çekilerek içinde bulunulan medeniyet âleminin anlam ve derinliklerine vurgu yapılır. Dergide, şehirleri tarihi, kültürel, sosyal, doğal ve dini yönleriyle ele alan temel yazılar yanında, kültürel ve tarihi olaylara ilişkin aktarımlar, akademik ve sanatsal etkinlikler, kitap tanıtımları, şiirler ile güncel ve farklı konulardaki söyleşiler ve tartışmalar da yer alır. Bu tercih, derginin her sayısını farklı bir düşünsel kaynak ile süsler. Yazıların genelinde akademik yaklaşımdan ziyade metni okumayı, hissetmeyi ve içselleştirmeyi kolaylaştıran anlatım zenginliği, ifade çeşitliliği ve üslup bakımından edebi özellikler öne çıkar. Genelde açık ve sade, ancak kimi zaman edebiyatın kelimeleri parıldatan oyunlarıyla bezenmiş yazılar bulunur. Aşağıda verilen 14 aylık bibliyografya, dile getirdiğimiz hususların yanında, derginin şehir ve kültür odaklı düşünce ve yazın hayatımıza sağladığı bakış çeşitliliğini, arşiv birikimini ve entelektüel katkısını ortaya koyar. 15.sayımızda derginin bugüne kadar yayınlanan sayılarının bibliyoğrafyasını yayınlamaya devam ediyorum. (İlk sekiz sayıyı ilk yazımızda yayınlamıştım.)
*T.C.Maltepe Üniversitesi
sayı//16-17// kasım - aralık 90
SAYI 9 Mehmet Kamil Berse, “Adaletli ve Kültürlü Nesiller Yetiştirelim”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Amerika Şehirlerinde”, s. 4-6 Türkiye Yazarlar Birliği’nden Şehir ve Kültür Dergisi’ne Ödül, s. 7 Sami Şener, “Medeniyet Perspektifinden Şehir”, s. 8-10 Ali Arslan, “Katoliklerin Papa’sının ’20. Yüzyılın Soykırımı’ İddiası Nelere Sebep Olabilir?”, s. 11 Mehmet Kamil Berse, “Dersaadet’te ‘Fatih-
Süleymaniye’ Ulemâ Semtleri -İkinci-”, s. 12-17 “Aysel Başer: Restorasyona İnsandan Başlamalı II”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı, s. 18-23 Mustafa Özçelik, “Isparta’daki Yûnus Emre”, s. 24-27 “Prof. Dr. Ahmet Turan: Yenikapı Mevlevihanesi Bugünkü FSMVÜ İslami İlimler Akademisi”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı, s. 28-31 Erkan Çav, “Her Yol Roma’ya Çıkar mı?”, s. 32-37 Recep Garip, “Evden Şehre Büyütülen Düş”, s. 38- 41 Mehmet Kurtoğlu, “Başkent”, s. 42-45 Ali Arslan Can, “Köprübaşını Kara Kin Tutmuş”, s. 46-48 Mehmet Şarkışla, “İbrahim Yasak’ın Şehir Defteri”, s. 49 Mahmut Bıyıklı, “İstanbullusu Kalmayan İstanbul!”, s. 50-51 “D. Mehmet Doğan ile Ankara Hasbihâli”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 52-55 Hulusi Üstün, “Bir İstanbul Beyefendisi Tatar Kemal”, s. 56-57 Salih Şahin, “Ali Emiri Efendi’nin Çeşmelerle İlgili Makalesi Işığında İstanbul’un Perişan Çeşmeleri ve Ahmet Kethüda Çeşmesi”, s. 58-61 Şakir Kurtulmuş, “Üsküdar Şiir Festivali’nin Ardından: Şairler Üsküdar’a Geldi”, s. 62-63 Abdurrahman Adıyan, “Girit Mahallesi ve Alay Kıraathanesi”, s. 64-67 Sabri Gültekin, “Rumelihisarı Fethin Kapısıdır”, s. 68-69 Nidayi Sevim, “Kervansaraylar Bize Ne Anlatır”, s. 70-73 Erbay Hücet, “İki Şair, Bir Şehir”, s. 74-76 Muhsin İlyas Subaşı, “Şehirler Ağlamaz Mı Sanırsınız?”, s. 77 Fahri Tuna, “Edirne: Bir Gül Şehir”, s. 78-79 Ali Yağcı, “Bulutların Ülkesi: Rize”, s. 80-83 İbrahim Başer, “Yâr Elinden Şehir Olsa İçilir”, s. 84-86 Kamil Uğurlu, “Yüce Sessizlik Sarayı”, s. 87 Ayşegül Ünal, “Yaşayan Bir Müze: Masumiyet Müzesi”, s. 88-91 Katitsa Kyulavkova, “Ressam Fehim Huskovic’in Sanatı Üzerine”, s. 92-93 Mehmet Nuri Yardım, “Şehirlerin İrfan Merkezleri: İslâm Edebiyat Vakfı”, s. 94-96 SAYI 10 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Şehirli Olmak, Sevgiyi ve Saygıyı Gerektirir”, s. 1 Nazif Gürdoğdan, “Kültürsüz Şehir, Politika ve Dostluk Olmaz”, s. 4-6 Kamil Uğurlu, “Muhacir Pazarı”, s. 7 “Yrd. Doç. Dr. Bedri Mermutlu: Şehir; Bizi Eğiten Büyük Çevredir”, Söyleşi: Samet Sururi, s. 8-11 Ali Arslan Can, “Antakya Şen Değil”, s. 12-15 Mehmet Kamil Berse, “Dersaadet’te ‘Fatih-
Süleymaniye’ Ulemâ Semtleri -Üçüncü-”, s. 16-21 Mustafa Özçelik, “Isparta’daki Yûnus Emre”, s. 22-25 Mustafa Atalar, “Balkanlar ve Göç”, s. 26-29 Ekrem Kaftan, “Şehir Kültürü Mü Sokak Kültürü Mü?”, s. 30-31 Nizaar Abu Monshar, “Kanuni Sultan Süleyman Bürkeleri”, Çeviren: Mustafa Hamze ve Özlam Kaya, s. 32-33 Fahri Tuna, “Gagauz Yeri; Kafdağı’nın Ardındaki Türk Yurdu”, s. 34-35 Recep Garip, “Şehirlerimiz ve Ülkemizin Bugünü ve Geleceği İçin Kültürlü Gençlik”, s. 36-39 Hulusi Üstün, “Dersaadette Ramazan”, s. 40-42 Asaf Meriç, “Fahri Tuna, ‘Eğri Oturup Doğru Konuşalım’ İle Yeniden Merhaba Dedi”, s. 43 Nazım Muradov, “Vatanım Kırım I”, s. 44-49 “Sıcağı Sıcağına İzmir” (Karşıyaka Kaymakamı Sadettin Yücel ile), Söyleşi-Yazı: Mehtap Altan, s. 50-52 Mustafa Uçurum, “Şu Sille’nin Sokakları”, s. 53 Erkan Çav, “Paris”, s. 54-59 Abdurrahman Adıyan, “Özalp: ‘İki Dostla Hasbihâlin Adı’ ”, s. 60-61 Sabri Gültekin, “Türkiye’nin Parlayan Yıldızı: Kayseri”, s. 62-67 Mehmet Kurtoğlu, “İdeal Şehir (Bir Fârâbi Şehri)”, s. 68-73 Ali Yağcı, “Bir Sevdadır Çamlıhemşin”, s. 74-78 Ahmet Koçak, “Yaşanılan Acıların ‘Mağdûrin Hikayesi’nden Okumak”, s. 79 İsa Kocakaplan, “Payitahtı Sigaya Çeken Şehir I”, s. 80-85 Turgay Enezli, “Maveraünnehir’in Fethi”, s. 86-89 Mehmet Nuri Yardım, “Şehrin İrfan Merkezleri:
91
Ş ehir
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı”, s. 90-91 İsmail Kılıçoğlu, “ ‘Arı Kovanına Çomak Sokmak’ Hatıratıyla Ahmet Yaşar Ocak”, s. 92-96 SAYI 11 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Bizler Birbirimizden Sorumluyuz”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Şehirlerin Üzerinden Medeniyetler Savaşı”, s. 4-6 “Ahmet Bülbül: Şehrin Kültürü, Mimarî İle Mutlaka Örtüşmelidir”, Söyleşi: Samet Sururi, s. 6-9 Erhan Afyoncu, “Osmanlı’nın Modern Dünyaya Tesirleri”, s. 10-15 Mehmet Kamil Berse, Mehmet Kamil Berse, “Dersaadet’te ‘Fatih-Süleymaniye’ Ulemâ Semtleri -Dördüncü-”, s. 16-19 Yaşar Dinçkal, “Bir İstanbul Efendisi; Nurettin Topçu ve Siyasi Düşüncesi”, s. 20-21 Ali Arslan Can, “Antakya ‘Şehr-i Keşmekeş’ Olmuş”, s. 22-25 Mustafa Özçelik, “Ordu/Ünye’deki Yunus Emre”, s. 26-28 Kamil Uğurlu, “Üç Günden Ne Çıkar”, s. 29 Recep Garip, “Şehre Penceremden Bakıyorum”, s. 30-31 Önder Bayır, “Osmanlı Arşivi; Rumeli Araştırmaları Açısından Önemi (Rumeli Tarihi İle İlgili Tasnif Fonları)”, s. 32-37 İsa Kocakaplan, “Payitahtı Sigaya Çeken Şehir II”, s. 38-43 Erkan Çav, “Dinginlik Şehri Viyana”, s. 44-47 Fahri Tuna, “İnsanın Hâlâ İnsan Olduğu, İnsan Kaldığı Yerleşim: Taraklı”, s. 48-49 Mehtap Altan, “Niğde/Narköy”, s. 50-51
sayı//16-17// kasım - aralık 92
Ömer Özden, “Gizemli Ülke Fas”, s. 52-57 Ramazan Alparslan, “Şehirleri Ürünleri İle Tezyin Eden, Kültür Sevdalısı Örnek İnsan: İbrahim Bodur”, s. 58-61 Melek Gençboyalı, “Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin Kütüphanesine Vakfettiği Kitaplar ve Millet Kütüphanesi”, s. 62-67 Nidayi Sevim, “Dünyanın Çatısı Nepal’de Ramazan”, s. 68-71 Çağla Göksel Çakır, “ ‘Çivi’ İmgeler Denizinde Yüzen Duyarlı Şiirler”, s. 72-73 Erbay Kücet, “Tabelalar Şehir Kültürünün Göstergesidir”, s. 74-75 Mehmet Kurtoğlu, “Anadolu’nun İncisi Ankara”, s. 76-81 Nurettin Durman, “Kastamonu’da Bir Hafta Sonu”, s. 82-84 Asaf Meriç, “Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale’de Türk Donanması”, s. 85 Fatih Ordu, “Şeki’de, Bakü’de Bir Vuslat Ama Senden Ayrı Düşen Bahtiyar Vahapzade Anısına”, s. 86-87 Sabri Gültekin, “İslâm Şehirleri Kuşatma Altında”, s. 88-89 Nazım Muradov, “Vatanım Kırım II”, s. 90-93 Mehmet Nuri Yardım, “Şehrin İrfan Merkezleri: Kültür Ocağı Vakfı (KOCAV)”, s. 94-96 SAYI 12-13 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Şehirler Müreffeh Yerleşimler Olsun”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Şehirlerde gösteriş Sarhoşluğu”, s. 4-5 Ali Arslan Can, “Antakya’dan Ordu’ya Doğru: Tarihin İzdüşümünde Kurtuluş Mücadelesinin Hikayesi”, s. 6-8 Kamil Uğurlu, “Nasıldır Haydar?”, s. 9 Mehmet Kamil Berse, Mehmet Kamil Berse, “Dersaadet’te ‘Fatih-Süleymaniye’ Ulemâ Semtleri”, s. 10-13 Mustafa Özçelik, “Yunus Emre’nin Diğer Şehirleri”, s. 14-16 İsmail Yılmaz, “Tarihte, Şehirlerde ve Dinlerde Musiki”, s. 17 Kamil Uğurlu, “Türkistan Tasvirleri”, s. 18-23 Ahmet Bülbül, “Kentsel Dönüşümde Uygulamalar”, s. 24-26 Fahri Tuna, “Ankara; Koyu Gri Renkli Şehir”, s. 27 Recep Garip, “Şehirlerin Dili”, s. 28-30 Mehmet Maksudoğlu, “Kelimeler”, s. 31 İsa Kocakaplan, “Biz Kırım’dan Çıkanda”, s. 32-37 Yavuz Subaşı, “Kentleşme ve Türkiye’nin Kentleşme Serüveni”, s. 38-39 “Hüsrev Subaşı: Mimarlar Şehirleri İnşâ Eder, Şehirler De İnsanı”, s. 40-41 Mehmet Kurtoğlu, “Necip Fazıl’ın Ankara’sı”, s. 42-44 Ömer Faruk Kültür, “Şehirleri Bekleyen
Tehlikeler”, s. 45 Erkan Çav, “Bilecik ve Şeyh Edebâli”, s. 46-51 Muhsin İlyas Subaşı, “Şehrin Geleneğinden, Geleceğine”, s. 52-53 Hulusi Üstün, “Kitap Aşığı, Şehirde Bir Dost Teşkilat Refik”, s. 54-57 Mustafa Atalar, “Bayrak O Bayrak Ama Millet O Millet Değil”, s. 58-59 Mustafa Uçurum, “Ne Şehirler Gördük, Kent Olmuş”, s. 60-61 Ömer Özden, “Kazablanka / Marakeş”, s. 62-67 Nuran İlhan, “Bir İstanbul Masalı”, s. 68-69 Mehmed Buğra, “Kitapların Dalgalarla Raksı; İstanbul’da Bir Yalı Camii”, s. 70-71 Mehtap Altan, “Gurbet Hırkasına Şehir Nakışları”, s. 72-73 Nazım Muradov, “Vatanım Kırım III”, s. 74-79 Ali Arslan, “Uzunçınar’da Tarih ve Değişim”, s. 80-83 Ayhan Kazancıoğlu Akdemir, “Yeni Bir Geleceğin İzlerini Taşıyan Kıyıköy”, s. 84-85 Abdurrahman Adıyan, “Şehrin, Sanat Sokağında Girift Bilmeceler”, s. 86-87 Sabri Gültekin, “Hayalleri Zorlayan Proje: Hicaz Demiryolu”, s. 88-89 Erbay Kücet, “Şehirler’in ‘Meydan’ Okunan Alanları”, s. 90-91 Yıldırım Ağanoğlu, “Bir Çocuğun Keşif Yolculuğunda; Çocuğu Eğiten Şehir Bursa”, s. 92-93 Mehmet Nuri Yardım, “Şehrin İrfan Merkezleri: Çocuk Vakfı”, s. 94-96 SAYI 14 Mehmet Kamil Berse: “Biz’den: Edeb İle Sözü ve Yazıyı Buluşturalım”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Demokrasi, Kültür ve Ülkemiz”, s. 4-5 İdris Güllüce, “Muhuteva, Zarafet, Huzur ve Kültür”, s. 6-7 Yaşar Dinçkal, “Beş Şehir’den Beş Şehirliye”, s. 8-11 Mustafa Armağan, “Gaziantep: 40 Yıl Sonra”, s. 12-13 Mehmet Kamil Berse, “Seyyid Nizam Dergâhı”, s. 15-17 Kamil Uğurlu, “Taşkent”, s. 18-20 Ayhan Şimşek, “Televizyon Kültürü ve Kitschleşme”, s. 21 Ali Arslan Can, “Dağlar Düşmana Baş Eğmez Birer Kale Olmalı”, s. 22-25 İsa Kocakaplan, “Aluşta’dan Esen Yeller”, s. 26-29 Erkan Çav, “Çevre, Şehir ve Kültür (Genel Başkan Yardımcılığı) Yol Haritası Önerisi”, s. 30-33 Ekrem Kaftan, “Şehir ve Kirlilik”, s. 34-35 Ömer Özden, “ ‘Taşına Toprağına Kurban Olduğum’ Erzurum”, s. 36-39 Recep Garip, “Şehirlerde İdrak Penceresi”, s. 40-42
Kamil Uğurlu, “Gece Yorumu”, s. 43 (Şiir) Süleyman Doğan, “Huzur ve Hüzün Şehri: Saraybosna”, s. 44-47 Mehmet Mazak, “İki Kız İki Deniz Tek Kader Kızkulesi Kızkalesi”, s. 48-49 Fahri Tuna, “Kıyamete Dek Susmayacak Yanık Bir Türkü Yemen”, s. 50-51 Bedri Mermutlu, “Balkanlar -evvel- Şipka / Prizen Mitroviça / Priştine”, s. 52-55 Sabri Gültekin, “Kutsal Topraklar’ın Kutlu Kafilesi: Surre Alayları”, s. 56-59 “Ali Haydar Haksal İle Vebalin Edep Kapısında Kırılmalar”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 60-65 Ahmet Koçak, “Sömürgeciliğin Acılarını Taşıyan Afrika Ülkesi Ruanda”, s. 66-71 Fethi Murat Doğan, “Tanpınar’la Bursa’yı Keşfetmek”, s. 72-73 Katharine Branning, “Kendini Sevdiren Şehrin Sırrı Tokat”, Çeviren: İbrahim Zengin, s. 74-77 Yıldırım Ağanoğlu, “Fatih Sofalıçeşme Sokağı’ndaki Çocukluğum”, s. 78-79 Mehmed Buğra, “Altın Şehir İznik”, s. 80-82 Aysima Günyüz, “Medeniyet Türkçesi”, s. 83 Aysima Gündüz, “Süleyman Çelebi’den Günümüze 40 Yazar”, s. 83 Muhsin İlyas Subaşı, “Beton Kafes Ya Da Apartman Köleliği”, s. 84-85 Hulusi Üstün, “İstanbul İçin Şiir Söylemek”, s. 86-87 Nazım Muradov, “Vatanım Kırım IV”, s. 88-93 Mehmet Nuri Yardım, “Şehrin İrfan Merkezleri: Kalemlerin Gölgesinde Bir Kuruluş Türkiye Yazarlar Birliği –İstanbul”, s. 94-95 Selim Karan, “Şehir, Yenileşme ve Tiyatro”, s. 96
93
Ş ehir
ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ:
YEŞİLAY
Yeşilay, 1920’de İngiliz işgal güçlerinin İstanbul Limanı’na gemilerle getirdiği binlerce kasa alkollü içkiyi gençlerimize bedava dağıtıp onları zehirlemesine, işgale karşı direnişi kırarak hürriyetlerini ve şereflerini ellerinden almak istemelerine karşı alkollü içkilerle mücadele amacıyla dönemin Şeyhülislam’ı İbrahim Haydarizade’nin himayesinde Dr. Mazhar Osman Uzman ve arkadaşları tarafından Padişahın izniyle 5 Mart 1920’de İstanbul’da “Hilal-i Ahdar” adıyla kuruldu. Mehmet Nuri YARDIM
lkokula gittiğimiz yıllarda henüz yeni tanıdığımız bazı müesseseler vardı. Türkiye’nin bir ucunda da olsak o kurumlar, eserleri ve hizmetleriyle bize ulaşıyordu. Yeşilay onlardan biriydi. Okullarda Yeşilay kolları vardı, Mart ayında “Yeşilay Haftası” kutlanır, içki, sigara ve uyuşturucunun zararlarını biz ailelerimizle birlikte bu kuruluşun temsilcilerinden öğrenirdik. O hafta içinde yarışmalar düzenlenir, konuşmalar yapılır ve oyunlar sahnelenirdi. Tabi sadece bu kadar değil. Yeşilay dergisi büyüklere hitap eden bir dergi olarak Türkiye’nin dört bir yanına yayılır ve okunurken, çocuklar için hazırlanan Mavi Kırlangıç dergisini de biz küçükler büyük bir merak ve heyecan içinde beklerdik. Özellikle İstanbul’da Liselerarası Münazara ve şiir okuma , kompozisyon yazma musabakalarını Yeşilay cemiyeti düzenlerdi. Gençlerin Kültürle edebiyatla ,sosyal hayatla ilgilenmelerine öncülük yapardı. Aradan uzun yıllar geçti. Ben tahsil ve çalışmak için İstanbul’a geldim. İlk önce bir gazetede koşturdum, sonra bir ansiklopedide çalışmaya başladım. Yıl 1982. İlk örnek fasiküllerini hazırladığımız İslâm Ansiklodepisi’nin bulunduğu mekân, Cağaloğlu’nun Yeşilay İşhanı’ndaydı. Aynı binada bir de Türk Edebiyatı Vakfı vardı. Rahmetli Selahattin Kaptanağası, Yeşilay’da sıkça ziyaret ettiğim bir büyüğümüzdü. Onun büyük bir dikkatle gazeteleri nasıl incelediğini, sonra da bunları sabırla tek başına arşivlediğini hatırlıyorum. Sanıyorum koca kurumda bir memur bir de çaycı vardı o zaman. Müessese sonra büyüdü ve şimdi İstanbul’un en mutena köşelerinden biri olan Sepetçiler Kasrı’nda hizmet vermeye başladı. Tabii o mutat ziyaretlerde başka misafirler de bulunurdu, onlarla da tanışma talihine erişdim. Enver Baytan Hoca onlardan biriydi. Bu mekânda sohbetini dinlediğim Enver Hocanın müktesebatından istifade etmeye çalışmıştım. BAĞIMLILIKLA ASIRLIK BİR MÜCADELE Yeşilay, 1920’de İngiliz işgal güçlerinin İstanbul Limanı’na gemilerle getirdiği binlerce kasa alkollü içkiyi gençlerimize bedava dağıtıp onları zehirlemesine, işgale karşı direnişi kırarak hürriyetlerini ve şereflerini ellerinden almak istemelerine karşı alkollü içkilerle mücadele amacıyla dönemin Şeyhülislam’ı İbrahim Haydarizade’nin himayesinde Dr. Mazhar Osman Uzman ve arkadaşları tarafından Padişahın izniyle 5 Mart 1920’de İstanbul’da “Hilal-i Ahdar” adıyla kuruldu. Yeşilay’ın kurulduğu 1-7 Mart tarihleri
sayı//16-17// kasım - aralık 94
ülkemizde Yeşilay haftası olarak kutlanıyor. “Hilal-i Ahdar” ismi daha sonra “Yeşil Hilâl” ve “Yeşilay” olarak değiştirildi, 1934 yılında Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı, İsmet İnönü’nün Başbakanlığında Bakanlar Kurulu kararıyla Yeşilay’a “kamuya yararlı dernek statüsü” verildi. Kuruluşundan günümüze bağımlılık türleri arttıkça Yeşilay’ın da tüzüğünde çalışma alanları çeşitlendi, alkolden sonra sigara, uyuşturucu, kumar, fuhuş, ve yakın tarihte teknoloji bağımlılığı Yeşilay’ın mücadele alanına dahil oldu. GEÇMİŞTEN BUGÜNE YEŞİLAY BAŞKANLARI Yeşilay’ın ilk Başkanı meşhur hekim Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman’dır. 5 Mart 1920 tarihinde göreve başlayan Uzman, Ocak 1945’e kadar vazifesinde kaldı. Diğer başkanlar sırasıyla şöyle: Ord. Prof. Fahreddin Kerim Gökay, Av.Celal Feyyaz Gürsel, Dr. Şükrü Hâzım Tiner, Safiye Elbi, Dr. Şükrü Hâzım Tiner, Vecihi Divitçi, Aytekin ozan, Fahreddin Zaim, Aytekin Ozan, Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Av. Yusuf Ziya İnan, Prof. Dr. Ayhan Songar, Av. Kemaleddin Nomer, SelahaddinKaptanağası, Av. Mustafa Necati Özfatura, Av. Muharrem Balcı ve Prof. Dr. M. İhsan Karaman. İhsan Karaman’ın görevi, 23 Mayıs 2015 tarihinde sona erdi. Bugün Yeşilay’ın Genel Başkanı Prof. Dr. Mücahit Öztürk’tür. Müessese vizyonunu, “2020 yılında, kuruluşunun ikinci yüzyılına girerken, bağımlılıklarla mücadelede Türkiye’yi örnek ve lider bir ülke yapan ve misyonunu yurtdışına taşıyan bir Yeşilay.” olarak belirlemiş bulunuyor. Misyonu ise şöyle açıklanıyor: “Yeşilay, insan onurunu ve saygınlığını temel alan, toplumu ve gençliği ayrım gözetmeden zararlı alışkanlıklardan
korumak için çalışan, milli ve ahlaki değerleri gözeterek ve bilimsel metotlar kullanarak tütün, alkol, uyuşturucu madde, teknoloji, kumar vb. bağımlılıklarla mücadele eden; önleyici ve rehabilite edici halk sağlığı ve savunuculuk çalışmaları yürüten bir sivil toplum kuruluşudur.” Yeşilay’ın çalışma alanları beş ayrı kategoride toplanmıştır. Bunlar, “alkol bağımlılığı”, “tütün bağımlılığı”, “madde bağımlılığı”, “kumar bağımlılığı” ve “teknoloji bağımlılığı” başlıkları altında toplanmıştır. Değer ve ilkeler ise “İnsan onuru için bağımlılıklarla mücadele”, “ayırım gözetmemek”, “bağımsızlık”, “halk sağlığı” “ilmîlik”, “küreselleşme” ve “toplumculuk” olarak hülasa edilmiştir. Yeşilay’ın asırlık hizmetleri çok fazla. Hepsinden geniş şekilde bahsetmek kitaplık bir çalışmayı gerektiriyor. Ama özellikle kötü alışkanlıklar ve bağımlılıklarla mücadelede üstün bir çaba gösterildiğini, gerek basın ve yayın vasıtasıyla gerekse konferanslarla bu hizmetin bilhassa gençlerimize, okul öğrencilerine ulaştırıldığını söylemeliyiz. Sadece yazılı ve görsel medya değil internet medyası da bu amaçla kullanılmaktadır. Genç Yeşilay vesilesiyle pek çok üniversitede aktif faaliyetler yürütülmektedir. Kamu kurum ve kuruluşlarıyla işbirliği yapılmakta ve insanlara hizmet en seri şekilde ulaştırılmaktadır. Ülke çapında başarılı faaliyetlere imza atan Yeşilay, dinamik kadrosu ve yenilikçi yüzüyle artık Türkiye’nin yüzağartan kurumlarından biri haline gelmiştir. İstişareye değer veren Yeşilay yöneticileri, diğer kurum ve kuruluşlarla da işbirliğine gitmekte, bağımlılıklara karşı ortak ve güçlü bir
95
Ş ehir
Yeşilay’ın asırlık birikiminin ve kültürünün, derdinin ve mücadelesinin din, dil, ırk farkı gözetmeksizin ulaşabildiğimiz kadar insana ulaşmasını sağlamaya çalışacağız. Bunun için yapmayı planladığımız çok sayıda uluslararası etkinlik, yayın ve eğitim çalışması, temsilcilik çalışmaları konularında çoktan kollarımızı sıvayıp çalışmalarımıza başladık bile. Önleyici tarafta önemli eğitim projeleri gerçekleştiren Yeşilay’ın bu faaliyetlerindeki derinliği arttırarak, çocuklara ve gençlere sağlıklı ‘hayat becerileri’ sunan bir eğitim modeli oluşturacağız. Yine önümüzdeki dönemde hem ülkemizin hem de dünyanın en önemli gündem maddelerinden biri olan bağımlı kişilerin topluma entegrasyonunun sağlanması konusu da bizim öncelik vereceğimiz bir konu olacaktır. Bu soruna bir sivil toplum bakış açısı sağlayacak bir ‘Yeşilay Modeli’ geliştirip ülkemizde ve dünyada akredite edilmiş bir rehabilitasyon sistemi üretmeyi ve uygulamaya geçirmeyi hedeflemekteyiz.”
bilinç, yeni projeler oluşturmaktadır. Kültür ve sanatın önemini bilen yöneticiler, özellikle yazar, şair ve sanatçılarla da sıkı bir diyalog kurarak topluma faydalı hizmetleri çoğaltmakta, zenginleştirmektedir. YÖNETİM KURULU Genel Başkanlığını Prof. Dr. Mücahit Öztürk’ün yaptığı Yeşilay’ın Yönetim Kurulu’ndaki diğer üyelerin isimleri şöyle: Yrd. Doç. Dr. Mehmet Âkif Seylan, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Topçu, Av. Osman Baturhan Dursun, Müşerref Pervin, Tuba Durgut, Mehmet Dinç, Çetin Dönmez, Dr. Ahmet Özdinç, Esra Albayrak, Yrd. Doç. Dr. Azize Nilgün Canel, Dr. Halit Yerebakan, Doç. Dr. Hakan Ertin, Prof. Dr. Mahmut Gümüş, Hatice Saadet Kalyoncu, Doç. Dr. Emine Ahmetoğlu, Doç.Dr. Yusuf Adıgüzel, Osman Ön, Mahmud Esad Arar, Doç. Dr. Murat Coşkun. BÜYÜK HEDEFLERE DOĞRU Türkiye Yeşilay Cemiyeti’nin yeni Genel Başkanı Prof. Dr. Mücahit Öztürk, yayımladığı bildirine Yeşilay’ın dünden gelen ve yarına uzanan büyük hizmet ağını ve ideallerini şöyle hülâsa etmektedir: “Türkiye Yeşilay Cemiyeti’nin bugün milyonlarca insanımıza ulaşan ve hizmet veren büyük bir sivil toplum kuruluşu olabilmesinde en büyük desteği veren Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a yürek dolusu teşekkürler ediyorum. Türkiye Yeşilay Cemiyeti bugün ülkemizin güzide bir markasıdır. Yeni dönemde bu markanın bütün dünyaya yayılması konusunda hâlihazırda başlayan çalışmaları önceleyeceğiz. Özellikle
sayı//16-17// kasım - aralık 96
SEPETÇİLER KASRI: YEŞİLAY GENEL MERKEZİ Günümüzde Yeşilay Genel Merkezi olarak kullanılan Sepetçiler Kasrı, 1643’te Sultan İbrahim tarafından Bizans döneminden kalma surların üzerine inşa ettirilmiştir. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesinde ve kıyı alanlarında yer alan yapılardan bugüne kadar gelebilen sadece Sepetçiler Kasrı’dır. Cumhuriyet dönemi ilk yıllarında askeri ecza deposu olarak kullanılan Sepetçiler Kasrı, restorasyondan önce tamamıyla kendi haline terk edilmiş, güvensiz bir alan haline gelmiştir. 1955 yılında sahil yolunun açılışı sırasında istimlâk edilme konumuna gelmişse de tarihî özelliğinden ötürü bundan vazgeçilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1980 yılında yapılan restorasyonlardan sonra Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün Uluslararası Basın Merkezi olarak kullanılmıştır. Eminönü Hizmet Vakfı 1998 yılında kasrı restore etmiştir. Basın Merkezi kullanımının ardından restoran gibi farklı alanlarda hizmet veren Sepetçiler Kasrı, 2011 yılı Haziran ayına kadar Avrupa Kültür Başkenti Proje Ofisi olarak kullanılmıştır. Bu tarihten itibaren Yeşilay’a tahsis edilen Sepetçiler Kasrı, Yeşilay Genel Merkezi olarak kullanılmaktadır. Yeşilay, Yeşilay dergisi, Yeşilay Çocuk dergisi, Yeşilay Yayınları, Yeşilay Bilim Kurulu ve Genç Yeşilay gibi önemli birimleriyle iyilik hedefine ve doğruluk maksadına ve yolculuğuna 95 yıldan beri aralıksız aralıksız devam etmektedir. Amaç, dünyayı daha güzel, daha erdemli ve yaşanabilir bir hâle getirmektir. Bu amaçlar da zaten bütün insanlığın ortak gayesi değil midir? Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Merkezi, Sepetçiler Kasrı, Keneddy Caddesi, No. 3 Sarayburnu Fatih İstanbul