ŞEHİR ve KÜLTÜR - 2. Sayı

Page 1


GEQMi~ ZAMANLARIN, MEKANLARIN VE

HATIRLAMALARIN RAFINDA

Ka~kOy'iin

· KitaD1

~

1


Biz’den… Şehirlerinde İnsanlar Üzerinde Hakları Vardır... “Hüner bir şehir bünyâd etmektir, reâyâ kalbin âbâd etmektir.” Bu sözler, müjdelenmiş bir şehri şereflendiren Hünkâr II.Mehmed Han’a aittir. Şehirleri kurarken de, fetholunan beldeleri ihyâ ederken de, halkın gönlünü almak , reayanın istek ve duygularını, estetik kaygılarını ön planda tutmak olduğunu ne güzel ifade etmiş.

Sadece insanları ile değil karıncalarından, kedilerine köpeklerine kuşlarına ve çiçeklerine kadar birlikte yaşama mozaiğidir medenî olmak. Şehri bu estetik duyarlılıkla imar ve ihya edersek, milletimizi ve geleceğimizi âbâd ederiz. Estetik duyarlılık ile medeniyetimizin ve kültürümüzün ölçüleri nelerdir? Sorusuna verilen cevap, ehil ve liyakat sahibi kişilerin kolektif aklı ve düşüncesi ile gerçekleşen işlerdir.

Şehirleri kurmak kadar yaşatmanın da aslında bir fetih olduğunu düşünmeliyiz. Hayatın içinden, sokağından caddesinden, mahallesinden ibadethanesinden, çeşmesinden çarşısından, okullarından parkından, görünmeyen atık su kanallarından elektrik ve telefon tellerinden, mezarlığına kadar fizikî anlamda kurduğunuz şehir; Her şeyi ile tam olsa da eğer siz ona yaşayanların ve yaşamışların ruhunu veremez iseniz, tarihten gelen taşınır taşınmaz emanetleri dışlarsanız, folklörünü şiirini musikisini edebiyatını unutursanız, onların gönlünü hoş tutacak çizgiyi tutturamazsanız çölde kurulmuş bir bedevî çadırından farksız olur. İnsanların şehirler üzerinde hakları vardır, bu doğrudur ancak şehirlerin de insanlar üzerinde hakları vardır.

Şehrin emanetlerine sahip çıkmak her şehirlinin görevidir. Bilinçli olarak şehrimize ve kültürümüze sahip çıkıyorsak bu sorumlulukları yerine getirmiş vatandaş rahatlığı verir üzerimize. Bugün ülkemizdeki her şehrin, binlerce yıllık tarihinden ve geçmişten izleri var. Bunları önemseyerek yaşamalıyız. Şairin dediği gibi;

Örnek vermek gerekirse; İstanbul gibi üç medeniyetin sekiz bin yıllık tarihî izlerini taşıyan bir şehri, medeniyetimizden kültürümüzden bizim olan veya bizimle özleşmiş mimarîden koparıp yeniden bünyâd etme hakkına sahip değiliz. Sekiz bin yıllık yaşanmışlığın kültürünü söktüğünüz her taş parçası, bizden hesap sorar. Şehre sonradan gelen sakinler de bu şehrin kültürüne, adâbına uymak zorundadırlar. İçinde medeniyetimizi kültürümüzü taşımayan her yapı, proje, ve de insan bu şehre yabancıdır. Rahmetli Prof.Dr.Süheyl Ünver hocamızın dediği gibi; “Aslolan İstanbul’u değil İstanbulluyu imâr etmektir.” Son ve mükemmel din İslâmdır, inancımız tamdır. Eğer biz iman ettiğimiz esaslara ve kitabımıza karşı saygı duyuyor isek, sadece ibadetlerle değil davranış biçimlerimiz, yaşayışımız ve yaptıklarımızla da inancımıza karşı sorumluyuz. İslam dini medenî dindir, insanlığı medenî çizgilerde yaşatmak için sorumluklar getiren bir dindir. İslâm, estetiği ön planda tutar, gözün gördüğü ile gönüle estetik duygular vermektir aslolan. Kendi hukukunu komşu hukuku ile bir tutmaktır medenî olmak, sözle fiille görüntü ile komşuyu rahatsız etmeme kuralıdır.

” Bastığın toprakları toprak diyerek geçme tanı! Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.” Şair bu topraklar için şehit düşmüş atalarımızı hatırlamamızı istiyor. Atalarımızın; Yaşadığı bu topraklarda şehrini, camisini, mezarını korumak için yaptıkları mücadelenin inanç başta olmak üzere medeniyet ve kültür mücadelesi olduğunu vurgulamamız gerekir. Şehirlerimizde zamanla yıkılmış kaybolmuş; yapılarımız, dilimiz, edebiyatımız, sanatımız ve kültürel objelerimizi bugün ihya etmek bir yana unutulmasına vesile oluyorsak bu şehitlerimize yapılan en büyük vefasızlıktır. Bu dünyada nefes aldığımız sürece, fiziksel veya değil bütün değerlerimize sahip çıkmalı ve hamisi olmalıyız. İsmail Bey Gaspıralı’nın ifadesi ile; “Yazılarımızı yüreğimizdeki kana batırıp yazmalıyız ki tesirli olsun, yoksa üç kapiklik mürekkebe değil…” Şehir ve Kültür dergimiz,” Dersaadet’in Şehirleri” dosyalı elinizdeki ikinci sayısı ile sizlerle buluşuyor. Her sayıda bir sanat eserini kapağımıza taşımayı hedefledik. Bu sayıda çok kıymetli fotoğraf sanatçımız Kazım Zaim hocamızın “Berat Şehri” fotoğrafını kapağımıza yerleştirdik, kendisi ile yapılan söyleşide sıcak ve samimi ifadelerle çok değerli diğer fotoğraflarını bulacaksınız. Dergimizdeki edebiyat, sanat, tarih konularındaki özgün yazılarla ikinci kez, saçımızı taradık ve aynaya bakıp karşınıza çıkıyoruz. Hz.Mevlâna’nın sözleri ile seslenelim dostlara; “Sesini değil, sözünü yükselt! Yağmurlardır yaprakları büyüten, gök gürültüleri değil.” Hoş bulduk efendim.. Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

RÖPORTAJ

4 8

DÜZLEŞEN DÜNYADA ASYA’DAN AVRUPA’YA GİDEN KERVAN Ersin Nazif GÜRDOĞAN

İSTANBUL’DA MODERN ANLAMDA İLK ÜNİVERSİTE; DARÜLFÜNUN’UN KURULUŞU Ali ARSLAN

26

OBJEKTİFTEN, ESTETİĞİ VE ZAMANI YAKALAYAN SANATÇI;

KÂZIM ZAiM Savaş UĞUR

RÖPORTAJ

12

36

18

46

DERSAADET’İN ŞEHİRLERİ Mehmet Kamil BERSE

FATİH SULTAN MEHMED’İN HOCALARI Prof. Dr. Arzu TOZDUMAN TERZİ

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin, Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editör: Mahmut Bıyıklı Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş

Mehmed Safiyyuddin Erhan "BU ŞEHİRLERİ BİZE ARMAĞAN EDENLERE YABANCI, NESİLLER YETİŞTİRDİK" Yunus Emre ALTUNTAŞ

ROMA’DAN KALAN ANILAR

Mona İSLAM

Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Fotoğraf: Kâzım Zaim, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yunus Emre Altuntaş, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: soft / Martı Ajans Ltd.Şti

g

Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal


22 YUNUS’UN ŞEHİRLERİ;SARIKÖYLÜ Mustafa ÖZÇELİK

56 62 80

Bir İstanbul Efendisi’nden Medeniyet Tasavvuruna Dair Serzenişler “FİNCANIMDA KOLA VAR” Yavuz GENCER

TANPINAR’DAN CALVİNO’YA ŞEHRİ OKUMAK Mehmet KURTOĞLU

32 GÖRÜNMEYEN ÜNİVERSİTENİN VE ŞEHRİN GÜZEL İNSANI, YEDİNCİ GÜZEL ADAM Recep GARİP 35 Babam / Recep GARİP 48 İSMAİL BEY GASPIRALI'NIN TORUNU, KIRIM TAVRİA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ GÜLNARA SEİTVANİEVA İLE KIRIM VE BÜYÜK DEDESİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ Röpörtaj: Timuçin MERCANOĞLU 52 OSMANLI DEVLETİŞEHİRLERİNDE GAYR-İ MÜSLİM TEB‘A Dr. Önder BAYIR 67 ANKARA’NIN ÖZELLERİ, ÖZEL HİKÂYELERİ Hüseyin AKIN 70 MEVLANA’DAN EVLİYA ÇELEBİ’YE TOKAT Mustafa UÇURUM

YEDİNCİ ŞEHİR VE ÖZKAN YALÇIN Mehmet Nuri YARDIM

72 BOSNA’NIN MÜSLÜMANLAŞMASI VE AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ Mustafa ATALAR 76 İSTANBUL’DA SİNAN’IN İZİNDE; BÜYÜK USTANIN ÜÇ ESERİNE GÜZELLEME Muhsin İlyas SUBAŞI 87 SOKAKLARIN RUHUNDA; BEYLERBEYİ ESKİ ÇINAR SOKAK Atilla MÜLAYİM 88 “ÜÇ ŞEHRİM OLDU, BİR DE İSTANBUL…” SADIK YALSIZUÇANLAR İLE SÖYLEŞİ Mehtap ALTAN

84

Yirminci Yüzyıldaki Hattatların Pîri Kuzey Yıldızı

HATTAT HAMiD AYTAÇ Doc.Dr.Mehmet Refii KİLECİ

Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard. Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Prof.Dr.Hamit ER, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: 100 TL. Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 5341511 / 0212 5341221

91 ŞEHR'E DİBACE / Samet SURURİ 92 TÜRK MUTFAĞI DENİNCE Samet SURURİ 94 EVREN TEMEL “KENTİN YÜZLERİ” RESİM SERGİSİ Mustafa OĞUZ 96 ŞEHİR NOTLARI / Hüseyin EMİROĞLU

Fax: 0212 5341527 e-posta : info@şehirvekültür.com www.şehirvekültür.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 6242111 Kapak Resmi: Berat şehri(Arnavutluk) Resmedici :Kazım Zaim


Ş ehir

DÜZLEŞEN DÜNYADA ASYA’DAN AVRUPA’YA GİDEN KERVAN 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’dan çekilen Türkiye, ikinci yarısında büyük nüfus gücüyle yeniden Avrupa’ya açıldı. Avrupa’nın her ülkesinde küçük bir Türkiye vardır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik tartışmaları yapılırken Avusturya “Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne tam üye kabul etmek, önlerinden iki defa döndükleri Viyana’nın anahtarını Türklere teslim etmektir.” demekten kendini alamamıştır. Prof. Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

ürkiye İstanbul’da olmak istiyorsa, dünyanın her yerinde olmalıdır. Her yerde olamayan ülkelerin bir yerde olmaları mümkün değildir. Her yerde olmanın yolu, dünya standartlarında ürün, hizmet ve bilgi üretmekten geçer. Artık yeni dünyanın fatihleri ordular değil, girişimcilerdir. Ziya Gökalp ile Yahya Kemal bir gün aralarında konuşuyorlarmış. Ziya Gökalp : “Tarihimize bakıyorum, büyük sultanlar yetiştirmişiz, büyük şairler yetiştirmişiz, büyük paşalar yetiştirmişiz. Ancak arıyorum arıyorum, büyük filozoflar bulamıyorum. Felsefe yapan, filozof yetiştiren bir millet değiliz.” demiş. Yahya Kemal de: “Boşuna arama, biz felsefe yapan değil, fetih yapan bir milletiz. Eğer felsefe yapan bir millet olsaydık şimdi hepimiz Orta Asya’da olurduk” diye karşılık vermiş. Tarihin derinliklerinden bakılırsa Türk milletinin fetih yapan bir millet olduğu görülür. Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar Türkler sürekli hareket halinde olmuşlar. Anadolu insanın çok dinamik, çok canlı bir yapısı var, ezan okunan yeri vatan, ezan okunmayan yerde de ezan okutmayı görev bilmiştir. Türk milletinin dinamizmi sürekli hareket halinde olmasından kaynaklanır. Bunun için Anadolu’da “Gezen kedi uyuyan kaplandan iyidir” denilir. 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’dan çekilen Türkiye, ikinci yarısında büyük nüfus gücüyle yeniden Avrupa’ya açıldı. Avrupa’nın her ülkesinde küçük bir Türkiye vardır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik tartışmaları yapılırken Avusturya “Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne tam üye kabul etmek, önlerinden iki defa döndükleri Viyana’nın anahtarını Türklere teslim etmektir.” demekten kendini alamamıştır. AB Türkiye’ye yalnızca Viyana’nın değil, bütün AB ülkelerinin başkentlerinin kapılarını açmaktadır. Avusturya Avrupa’nın korkularını yansıtıyor. Türkler, Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarında Avrupa topraklarına ayak basmışlar, o günden bugüne Avrupa’dalar. Üç yüzyıl önce Avusturya’ya kadar giden Türkler, dünyanın her yerine gidebilirler. Seksenli yıllarda bir Amerikalı gazeteci: “Türkçe bilirseniz, Viyana’dan Çin Seddi’ne kadar hiçbir güçlükle karşılaşmadan dolaşabilirsiniz.” diye yazmıştı. 21. yüzyılın başında dünyaya açılan Türk kurum ve kuruluşlarıyla, yalnızca Viyana ile Çin Seddi arasında değil, San Francisco’dan Şikago’ya, Tokyo’dan Pekin’e kadar dünyanın her yerinde Türkçe konuşabilir ve sıkıntı çekmeden yaşabilirsiniz.

*TC.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//2// eylül 4

KIZIL ELMA BÜTÜN DÜNYA Özal, Türkiye’nin dünyaya açılmasının altyapısını oluşturmuştur. Türkiye Batılılardan yardım


istemiyor, kapılarını Türk işletmelerine açmalarını istiyor. Türkiye seksenli yıllardan sonra büyük ölçüde değişmiştir. İthalatçı ülke, ihracatçı ülke’ye dönüşmüştür. Seksenli yılların başında Türkiye’nin toplam ihracatı 3 yada 4 milyar doları aşmıyordu. Bunun yüzde sekseni tarım ürünlerinden oluşuyordu. Sanayi ürünleri yok denecek kadar azdı. Son elli yılda Bursa’nın sanayi merkezi haline gelmesi, Samsun’daki tesislerin kurulması, Karadeniz Ereğli, İskenderun demir çelik tesislerinin kurulmasıyla Türkiye sanayi toplumu özellikleri kazandı. İkibinli yıllarda, Türkiye’nin toplam ihracatı 140 milyar dolara ulaştı, bunun yüzde sekseni sanayi ürünlerinden oluşuyor. Türkiye yapı değiştirdi. Türkiye tüketen toplumdan üreten topluma dönüştü. Alan el olan ülke, veren el olan ülke oldu. Yeni bir Türkiye ortaya çıktı. Düzleşen dünyada orduların dönemi kapandı. Türkiye’nin her yerinde ordunun yeniden yapılanması ,tartışılıyor. Geçmişte ordularla Viyana’ya kadar gidilmişti, Viyana Türkler için uzun dönem kızıl elma oldu. İstanbul alındıktan sonra bir dönem Roma kızıl elma olmuştu. Fatih’in gözü aslında Roma’daydı. İstanbul’dan sonra Roma’yı düşünüyordu. Arnavutluk’u Roma’ya açılan kapı olarak görüyordu. Arnavutluk’tan 1480’de Gedik Ahmet Paşa komutasında bir donanma İtalya’ya giderek Otronto Kalesi’ni aldı. Osmanlı orduları bir sene İtalya’da kaldı. Roma’ya giden yol açılmıştı. Ancak Fatih’in genç yaşta ölümü Roma’nın kurtuluşu oldu. Ardından gelen Yavuz, Mısır’a önem verdi. Yavuz, Avrupa’da var olma yolunun Mısır’dan geçtiğini görmüştür. Akdeniz’i güvenceye almadan Avrupa’da ilerleyemeyiz diye düşünüyordu. Kanuni ise hem Bağdat, hem Viyana diyerek, Türklerin coğrafyasını en geniş sınırlarına ulaştırmıştır. Küreselleşme dünyada her şehri bir kızıl elmaya dönüştürdü. Kızıl elma artık Roma ve Viyana değil, bütün dünya. İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da ayağını yere sağlam basmak için, Türkiye’nin, Paris’te, Londra’da, Berlin’de, Pekin’de, Moskova’da ve New York’ta da olması gerekiyor. YENİ SAVAŞLAR CEPHELERDE DEĞİL PAZARLARDA Türkiye İstanbul’da olmak istiyorsa, dünyanın her yerinde olmalıdır. Her yerde olamayan ülkelerin bir yerde olmaları mümkün değildir. Her yerde olmanın yolu, dünya standartlarında ürün, hizmet ve bilgi üretmekten geçer. Artık yeni dünyanın fatihleri ordular değil, girişimcilerdir. Bütün dünyada orduların yerini girişimciler, medya kuruluşları yerel yönetimler, gönüllü kuruluşlar ve aydınlar aldı. Savaş meydanlarının yerine pazarlar

geçti. Yeni savaşlar cephelerde değil pazarlarda veriliyor. Kuruluşlar savaşıyor, kurumlar savaşıyor, aydınlar savaşıyor, medya kurumları savaşıyor, girişimciler savaşıyor, kültürler savaşıyor, Huntington’un deyişiyle medeniyetler savaşıyor. Pazarlarda alınıp satılacak ürün, hizmet ve bilgi iletmeyenlerin dünya politikasında ağırlıkları, uluslararası ilişkilerde sözleri olmaz. Konya’daki bir holding Konya ölçeğinde büyür, Konya çevresini görür. Ancak Konya’da büyük olmak Türkiye’de büyük olmak değildir. Türkiye’de büyük bir holding olmak için, mutlaka bir ayağının İstanbul’da olması gerekir. İstanbul’daki bir kuruluş, İstanbul ölçeğinde büyür, Bütün Türkiye’yi görür, bütün Türkiye’nin imkânlarından yararlanır ve bir Türkiye kuruluşu olur. Türkiye’de büyük olmak Avrupa’da da büyük olmak anlamına gelmez. Avrupa’da da büyük olmak için bir ayağın Londra’da olması gerekir. Londra’da olduğu zaman bir kuruluş Avrupa ölçeğinde büyür ve bütün Avrupa’yı görür. Avrupa’da büyük olmakta dünyada büyük olmak anlamına gelmez. Dünyada büyük bir kuruluş olmak isteyenin, mutlaka bir ayağının da Washington’da olması gerekir. O zaman bütün dünyayı görür, bütün dünyadaki gelişmelerden yararlanır ve bir dünya kuruluşu olur. Dünyaya açık olanlar, dünya ölçeğinde büyürler.

Düzleşen dünyada; Asya’dan Avrupa’ya giden kervan, Avrupa’dan Amerika’ya yürüyüşüne devam etmelidir. Türk toplumunun canlılığı, kale toplumu değil, kervan toplumu olmasından kaynaklanır.

Türkiye’den bir kuruluş bir ülkeye giderse, gittiği o ülkeye Türkiye’yi taşır. Türkiye’nin dilini, işgücünü, değerlerini, mutfağını, gazetesini, radyosunu götürür. Yeni dünyanın fatihleri kuruluşlardır. Dünyaya açılan kuruluşlar, dünyanın önde gelen kuruluşları olurlar.

Kapalıçarşı - İstanbul 5


Ş ehir

Budapeşte - Macaristan

Türkiye’deki kuruluşlar da, Türkiye gibi dünyaya açılmak zorundalar. Türkiye seksenli yıllardan sonra dünyaya açılarak bir trilyon dolara yakın üretim gücüne sahip oldu. Türkiye 155 milyar dolar ihracat, 260 milyar dolar ithalat yapıyor. Dünyayla 415 milyar dolarlık alışverişi olan bir ülke. Gönüllü kuruluşlar Somali’ye, Kenya’ya, Gazze’ye yardım götürüyorlar, Dünyadaki gelişmelerin arkasından değil, önünden giden bir Türkiye var.

Gül Baba, Budapeşte’nin gerçek fatihidir. Kanuni’nin Budin’i almasından önce 1520’li yıllarda Budin’e gitmiş, 1541’de Budin’de vefat etmiş. Aynı Mevlana’nın vefatında olduğu gibi, çok büyük bir cenaze töreni yapılmış. Neredeyse bütün balkanlar cenaze törenine katılmış. Gül Baba’nın gücü, gönülleri kazanmayı bilmesinden geliyor. Bir şey almaya değil bir şey vermeye gidiyor.

sayı//2// eylül 6

GÜL BABA BUDAPEŞTE’NİN GERÇEK FATİHİDİR Tarihe bakıldığında dünyaya açılma yolunun, üreten el olmaktan geçtiği görülür. Türklerin Balkanlar’da 500 sene kalmalarının sırrı, ordularının büyüklüğünden gelmiyor, gönüllerinin büyüklüğünden geliyor. Mesnevi, gönülleri kazanmanın yolunu gösteren kitaptır. Gül Baba, Budapeşte’nin gerçek fatihidir. Kanuni’nin Budin’i almasından önce 1520’li yıllarda Budin’e gitmiş, 1541’de Budin’de vefat etmiş. Aynı Mevlana’nın vefatında olduğu gibi, çok büyük bir cenaze töreni yapılmış. Neredeyse bütün balkanlar cenaze törenine katılmış. Gül Baba’nın gücü, gönülleri kazanmayı bilmesinden geliyor. Bir şey almaya değil bir şey vermeye gidiyor. Anadolu insanının kültürünün temel özelliklerinden biri veren el olmasını bilmektir. “Veren el, alan elden daha üstündür.” Dünyanın hiç bir yerinde el açan insan saygı görmez. Saygı görmek isteyenler veren el, üreten el olmak zorundadırlar. Tarihin her döneminde el açan değil, el açılan olmak önemli olmuştur.

Ürün üretiyorsanız, hizmet üretiyorsunuz, bilgi üretiyorsunuz, ürünlerinizle, hizmetlerinizle, bilgilerinizle bütün dünyaya açılırsınız. Bütün dünyaya açılmanın, dünyada saygı görmenin yolu, veren el olmaktan geçer. İstanbul Teknik Üniversitesi 250 yıllık bir üniversite. Makina Fakültesindeki öğrenciler, bütün eğitim hayatları boyunca kaldırma makineleri, motorlar, su makineleri gibi dersler vardır. Hiçbir zaman bir hoca gelip de : “Tamam bunları öğreniyorsunuz, bunlar çok önemli, gemi yapmasını öğrenin, motor yapmasını öğrenin ancak kendi işinizi kurmayı da öğrenin, kendi ayaklarınız üstünde durmasını da biliniz” demez. Çünkü teknik üniversitenin kuruluş amacı devlete mühendis yetiştirmektir. Artık üniversiteler, iş isteyen gençler değil, iş kuran gençler yetiştirmelidir. Türkiye’de girişimcilik ve girişim kültürünün geliştirilmesi Prens Sabahattin’den beri tartışılmaktadır, önümüzdeki yıllarda da tartışılmaya devam edilecektir. Anadolu’da : “ Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar” denilir. Üniversite eğitimi insanların gönüllerinde yatan aslanları uyandırmalıdır. Girişimcilik eğitimi dünyada da bütün üniversitelerde veriliyor. Amerika girişimcilikte en başarılı ülkedir. Avrupa ülkelerinde de girişim kültürü çok ciddi bir şekilde tartışılıyor. Avrupa da birinci kuşak üniversiteler eğitim veriyorlardı, ikinci kuşak üniversiteler araştırma yapıyorlardı, şimdi üçüncü kuşak üniversiteler girişimcilik öğretiyorlar. Kapalı çarşıda Fesçiler kapısında “ Kazanan, Allah’ın sevgilisidir” yazar, yaptığı işi güzel yapanlar, dünyanın, ülkelerin, ailelerin ve Allah’ın sevgilileridir. Çünkü onlar tüketen değil üreten ellerdir. GÜZELLİKLERİN PEŞİNDEN ASLANLAR GİBİ KOŞMALI Anadolu kültürünün temel ilkelerinden biri, iki günü birbirinden farklı kılmaktır. Yunus’un dediği gibi, her gün yeniden doğmaktır. İşletmeleri, kurumlar, kuruluşlar, gönüllü kuruluşlar, yerel yönetimler sürekli kendilerini yenilemek zorundalar. Sürekli yenilenmek, sürekli daha iyiye gitmek, sürekli daha güzelini yapmak, ekonomik, siyasal ve kültürel gelişmenin ana kaynağıdır. Kurum ve kuruluşlarda insanlar, daha güzelini daha doğrusunu yapmak için yarışmazlarsa toplumlar hem gelişmezler hem de dönüşmezler. Afrikalılar: “ Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır, o ceylan en yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşmadıkça aslanlara yem olacağını bilir. Yine Afrika’da her sabah bir aslan uyanır, o aslan en yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşmadıkça aç kalacağını bilir. Aslan veya ceylan olmak önemli


değil, siz her sabah yarışa yeniden başlayın.” derlermiş. Afrikalıların atasözü, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatı çok güzel anlatmaktadır. Hayat her gün yeniden başlayan bir maratona benzer. Sürekli bir yarış var, yarış her gün yeniden başlıyor ve her gün yeni şampiyonlar belirleniyor. İşletmeler, yerel yönetimler, üniversiteler, bütün insanlar iyiliklerin, güzelliklerin peşinden aslanlar gibi koşmalı; kötülüklerin, çirkinliklerin önünden de ceylanlar gibi kaçmalılar. O zaman toplum değişir, o zaman hayat değişir, o zaman kentsel dönüşüm gerçekleşir. Şehirler, caddeler, çarşılar, evler ve hayat güzelleşir. Yılanlar her bahar deri değiştirmezlerse yaşayamazlar. İşletmeler kurumlar da her bahar kendilerini yenilemek zorundalar. Kendilerini yenileyemeyen kuruluşlar hiçbir zaman başarılı olamazlar. İbn Haldun: “Mağluplar, galipleri taklit ederler.” demektedir. Türkiye Batı karşısında üstünlüğünü yitirince, kurtuluşu onları taklit etmekte bulmuştur. Kanunlardan, kıyafete kadar her şey Batı’dan hiç bir uyarlama yapılmadan olduğu gibi alındı. Türkiye batının tüketim biçimlerini aldı, üretim yöntemlerini almadı. Batılılar gibi yaşanılırsa Fransa’nın, İngiltere’nin ekonomik gücüne ulaşılır sanıldı. Ancak hiçbir taklit aslının yerini alamaz. Batılıların tüketim kalıplarını değil, üretim yöntemleri Türkiye’ye taşınsaydı Türkiye’de daha farklı bir toplum ortaya çıkardı. Bugün gelinen konuma, elli sene önce gelinmiş olunurdu. Sezai Karakoç: “Türkiye’nin Batı Dünyasıyla rekabet edebilmesi için üretimde onlarla doğru orantılı; tüketimde de ters orantılı bir yarışa girmesi gerekir!” diyerek, bugüne kadar yapılana karşı bir strateji önermektedir. Mehmet Zahit Kotku Hoca, Özal’ı çok severmiş, ellili yıllarda, “ Bu mühendislere dikkat edin, ileride Türkiye’ye çok hizmet edecekler.” dermiş. Kotku hoca sağına Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı soluna Prof. Dr. Sabahattin Zaim’i almış, üçü birlikte pancar motor fabrikasının Almanya’da patent aldığı fabrikayı gezmiş. Onlar Türkiye’nin üreten bir ülke olması için, büyük gayret göstermişler, toplu iğne üretilmeyen ülkede motor üretmişler. GİRİŞİMCİLİK PARA İŞİ DEĞİL PROJE İŞİDİR Anadolu’da yoksullar gibi yaşamak bir erdemdir. Basit, yalın bir hayat sürmek, az ile yetinmek, gösterişten uzak durmak her zaman bir erdemdir. Buna karşılık yoksulluk bir erdem değildir. Yoksulluğun üstesinden gelmek gerekir. Yoksulluğun üstesinden gelmenin yolu da eğitimden, meslek sahibi olmaktan, veren el olmaktan, iki günü birbirinden farklı kılmaktan geçer. El açan insanlar olmaktan çıkıp el açılan

insanlar olmak bir sermaye sorunu değildir. Girişimcilik denildiği zaman herkesin aklına sermaye gelir. Parasız iş yapılmaz denilir. Ancak girişimcilik bir para işi değil, bir proje işidir, yenilik yapma, risk alma işidir. Düz dünyada iş yapmak, bir sermaye işi olmaktan çıkmış, bir eğitim işine dönüşmüştür. Anadolu’da: “Tabağınızda balın olsun, arısı Bağdat’tan gelir” denilir. Güzel bir projeniz olursa, sermaye her yerden gelir. Bütün dünyada devletler, gençlerine balık dağıtmak yerine, balık tutmasını öğretmeye çalışıyorlar. Çünkü insanlara balık verdiğiniz zaman bir öğün doyurursunuz, balık tutmasını öğrettiğiniz zaman ise, bir ömür boyu doyurursunuz. Bu amaç, meslek kazandırmakla, eğitim seviyesini yükseltmekle, girişimcilik kültürünü geliştirmekle, dünyadaki gelişmeleri çok yakından izleyerek, her insanımızı bir meslek sahibi yapmakla gerçekleşir. Türkiye’deki bütün kurum ve kuruluşlar: yoksulluğun, mesleksizliğin ve savurganlığın üstesinden gelmek için, hep birlikte çalışmak zorundalar. Türkiye’de gençler, internetten yararlanıyorlar, dünyaya açıklar, AB’ye girmenin doğru olduğunu düşünüyorlar, yurt dışında çalışmak istiyorlar, arkadaşlığa, değerlerine ve inançlarına çok önem veriyorlar. Türkiye değişti, gençler de değişti, Türkiye korkularından kurtuldu. Türkiye’de herkes dil öğrenmenin, bilgisayar bilmenin, eğitimin önemine inanıyor. 21. yüzyılda, Mevlana gibi: “Dün geçti, düne dair sözlerde dün gibi geçip gitti. Bugün yeni şeyler söylemek lazım” demek gerekir. Bugün her alanda yeni şeyler söylemek zorunludur. Yeni olmayı, risk almayı, doğru işi yapmayı bilmek önemlidir. Bir toplumda herkes iyilikleri, güzellikleri büyütmek için yarışmazsa, o toplum hiçbir alanda kendini yenileyemez. Düzleşen dünya her gün yeniden doğmasını, her gün yeni olmasını bilenlerin dünyasıdır. Anadolu, insanı, dünyada kendisine saygın bir yer edinebilmek için, Asya’dan Avrupa’ya olan, bin yıllık yürüyüşüne devam etmelidir. AB Türkiye’nin Viyana’da duran yürüyüşünün yeniden başlamasıdır. Düzleşen dünyada; Asya’dan Avrupa’ya giden kervan, Avrupa’dan Amerika’ya yürüyüşüne devam etmelidir. Türk toplumunun canlılığı, kale toplumu değil, kervan toplumu olmasından kaynaklanır. 7


Ş ehir

İSTANBUL’DA MODERN ANLAMDA İLK ÜNİVERSİTE;

DARÜLFÜNUN’UN KURULUŞU

Kuruluş ve gelişme dönemlerinde, bulundukları devir itibariyle başarılı olan medreseler, Osmanlı Devleti’nin Avrupaî tarzda reformlara tabi tutulduğu dönemde, yeni sürecin ruhuna uygun görülmeyerek örgün öğretimdeki eski işlevlerine son verilmişti. Prof.Dr.Ali Arslan*

uruluş ve gelişme dönemlerinde, bulundukları devir itibariyle başarılı olan medreseler, Osmanlı Devleti’nin Avrupaî tarzda reformlara tabi tutulduğu dönemde, yeni sürecin ruhuna uygun görülmeyerek örgün öğretimdeki eski işlevlerine son verilmişti. Çünkü artık Osmanlı Devleti kendi medeniyeti çerçevesinde kurumlarını yenileyen bir devlet değil, başka yerlerden ithalat yaparak yeni kurumlar ortaya koyan bir devletti. Bu süreç ilk, orta, lise seviyesinde olduğu gibi, Üniversite kademesinde de Avrupaî tarzda bir kurumun açılması ile neticelenmiştir. Medrese dışında Avrupaî tarzda bir müessese açmak düşüncesinin etkisi ile ilk Darülfünun(üniversite)’un kurulması fikri ilk defa 1845 yılında Muvakkat Maarif Meclisi tarafından ortaya konmuştu. 13 Mart 1845 tarihinden itibaren haftada iki gün toplanmak üzere onbir aylık bir çalışma neticesinde Muvakkat Meclis’in hazırladığı rapor Meclis-i Vâlâ’ya takdim edilmişti. Bu raporda; önceki devirlerin değerli eserlerinin tedkik edilip, onlar hakkında geniş bilgi verilmek üzere bir Darülfünun tesis edilmesi, burada okutulacak ilim ve fenne ait kitapların kurulacak kütüphanede toplanması teklif edilmişti. Darülfünun’da tedris edilecek kitapların telif veya tercümesi için kırk azadan teşekkül edecek bir Encümen-i Dâniş’in kurulması kararlaştırılmıştı. Ancak, Encümen-i Dâniş, Darülfünun binasında bulunmasına rağmen, Meclis-i Maarif-i Umumiye’ye bağlı olacaktı. Meclis-i Muvakkat raporunda Darülfünun fikri ortaya atılmasına rağmen niteliği tam olarak açıklanmamış, muğlak kalmıştır. Bu hususa 21 Temmuz 1846’da yayınlanan resmî bir bildiri ile açıklık getirilmişti. Darülfünun’un öncelikli gayesi memur yetiştirmek değil üniversitenin var oluş amacına uygun insan yetiştirmektir. Bu da raporda “ikmâl-i kemâlât-ı insaniye”olarak belirtilmiştir.

*İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Ana Bilim Dalı Başkanı

sayı//2// eylül 8

İLK DARÜLFÜNUN KURMA TEŞEBBÜSÜ Darülfünun’un kuruluş kararından sonra, çeşitli ilim ve fenler için ayrı kısım ve odaları, dershaneleri ihtiva eden, kütüphane müze ve laboratuarları içine alan geniş bir binanın inşasına başlandı. Ayasofya Camii yakınındaki bir arsada İtalyan Mimar Gaspare Fossati tarafından başlanan inşaat, Mimar Ahmet Efendi tarafından 1861’de kısmen bitirildiği bir sırada, bu binanın Darülfünun için fazla büyük olduğu düşüncesiyle, bir kısmı Maliye Nezareti’ne verildi. Bununla da yetinmeyen yönetim, 6 Mart 1865’te tamamlanan binanın tamamını Maliye Nezareti’ne devretti. Ancak, Darülfünun’un bina ihtiyacını karşılamak üzere, daha küçük bir binanın yapılmasına 26


Mart 1865’te başlandı ve 1869 ‘da tamamlandı. Halen ayakta olan bu bina, bugün Çemberlitaş’ta Basın Müzesi olarak kullanılmaktadır. 1863 yılında Darülfünun binasının açılmasının zaman alacağı göz önünde bulundurularak Darülfünun’un resmen açılışına kadar bazı derslerin halka açık konferans tarzından yapılması Sadrazam Fuat Paşa tarafından kabul edildi. İnşaatı devam eden binanın bazı odaları dershane şekline sokularak 13 Ocak 1863’de Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye âzâsından Edhem Paşa’nın nezaretinde konferanslara başlandı. İlk konferans Kimyager Derviş Paşa tarafından fizik ve kimyanın lüzumu ile elektrik konularında verildi. Konferansta 500 civarında dinleyici hazır bulundu. Ahmet Vefik Paşa tarafından da Tarih-i Hikmet (Tarih Felsefesi) dersleri verildi. Fizik, kimya, tabii bilimler, tarih ve coğrafya konularındaki konferans tarzındaki bu dersler, Mart 1865’e kadar düzenli olarak devam etti. Derviş Paşa’nın verdiği fizik derslerini izleyen birçok kişi sınava tabi tutularak başarılı olanlara şehadetname (sertifika) verildi. Darülfünun’da Edhem Paşa’nın gayretleriyle çoğunluğu Fransızca olan 4000 ciltlik bir kitaplık oluşturuldu. Ayrıca, dönemi itibariyle önemli sayılabilecek bir fizik ve kimya laboratuarı kuruldu . 1865’te inşaatı biten Darülfünun binası tamamen Maliye Nezareti’ne devredilince Darülfünun da Nuri Paşa Konağı’na taşındı ve konferans tarzındaki derslere 19 Nisan 1865 tarihinde tekrar başlandı. 1865 sonlarında çıkan bir yangında Avrupa’dan getirilen ders araçları ve kitapları bina ile birlikte yandı. Böylece ilk Darülfünun kurma teşebbüsü düzenli derslere bile başlanamadan halk için yapılan konferans tarzındaki derslerle sınırlı olarak kaldı ve Darülfünun kapatıldı. İKİNCİ DARÜLFÜNUN KURMA TEŞEBBÜSÜ VE DARÜLFÜNUN-I OSMANÎ İlk Darülfünun teşebbüsünün başarısız olması üzerine, yeniden Darülfünun açılma çalışmalarına başlandı. Bu arada medrese ve askerî okullar dışındaki hemen hemen bütün eğitim-öğretim kurumlarını Maarif Nezareti çatısı altında toplayarak merkezileşmesini ve düzenli işlemesini sağlayan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi hazırlandı. Bu nizamname ile ilmî, idarî, malî ve hukukî durumu belirlenen bir Darülfünun’un kurulmasına da karar verilmiştir. Fransız modeline göre teşkilatlandırılan Osmanlı maarifinde, 1867’de Fransız Eğitim Bakanı Victor Duruy’nun Osmanlı eğitim müesseselerinin sistemleştirilmesi için hazırladığı ve içinde fen, tarih, hukuk ve idare branşlarının okutulacağı bir üniversitenin kurulmasını ihtiva eden taslağı da 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin hazırlanmasında

etkili olmuştur. Bu Maarif Nizamnamesi’nin belirlediği çerçeve günümüze kadar eğitim sistemimizin esasını oluşturmuştur. Darülfünun, Maarif Nezareti’nin takriri ve Padişah’ın tasdiki ile tayin edilecek bir Nazır tarafından idare edilecekti. Fakülteler ise şube muallimlerinin her sene içlerinden birini bir yıllığına şube seçtikleri bir müdür tarafından idare edilecekti. Nazırın başkanlığında toplanan Darülfünûn-ı Osmani Meclisi’nin üyeleri şube müdürleri idi. Darülfünun ders programlarının, inzibat işlerinin ve cari olan meselelerin görüşüldüğü yer Darülfünun Meclisi idi. Şube müdürlerinin doğrudan seçimle işbaşına geldiği, Maarif Nezareti ve Maarif Nezareti’nin Darülfünun’daki temsilcisi olan Darülfünun Nazırı tarafından tasdik edilmesinin gerekmediği göz önüne alınırsa Darülfünun’un en yüksek organı olan Darülfünun Meclisi’nde seçilmiş üyeleri devamlı olarak çoğunluktadır. Her şubenin ders programı ilgili şubenin muallimleri tarafından düzenlenerek, Darülfünûn Meclisi’nde de görüşüldükten sonra Darülfünûn Nâzırı ile Maarif Vekâleti tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. Bu nizamnameye göre Darülfünun’un; Hikmet ve Edebiyat Şubesi, İlm-i Hukuk Şubesi, Ulum-ı Tabiiye ve Riyaziye Şubesi’nden meydana geliyordu. Dersler Türkçe olarak verilecekti. Ancak Türkçe ders vermeye muktedir muallimler yetişinceye kadar dersler Fransızca olarak da verilebilecekti. Öğrenci olabilmek için en az on altı

1865’te inşaatı biten Darülfünun binası tamamen Maliye Nezareti’ne devredilince Darülfünun da Nuri Paşa Konağı’na taşındı ve konferans tarzındaki derslere 19 Nisan 1865 tarihinde tekrar başlandı. 1865 sonlarında çıkan bir yangında Avrupa’dan getirilen ders araçları ve kitapları bina ile birlikte yandı. Böylece ilk Darülfünun kurma teşebbüsü düzenli derslere bile başlanamadan halk için yapılan konferans tarzındaki derslerle sınırlı olarak kaldı ve Darülfünun kapatıldı.

9


Ş ehir

açılım yapmayan veya yapamayan Osmanlı Devleti, devlet sistemini belirleyen hukuk alanında Avrupa hukukunu ithal ederken, bu hukuk sistemini işletecek insanları yetiştirmeye Darülfünun’da başlamaktadır. DARÜLFÜNUN-I SULTANÎ 1873’te Darülfünun-ı Osmanî’nin kapatılmasına rağmen, Batı tarzında bir üniversite kurma teşebbüslerine devam edilmiştir. Üçüncü teşebbüs Galatasaray Sultanîsi binasında açılan Darülfünun-ı Sultanî’dir. 1874 yılında Maarif Nâzırı Safvet Paşa tarafından Avrupa üniversiteleri model alınarak Mühendis Mektebi (Turuk ve Maabir Mektebi) ile Hukuk Mektebi’nin içinde bulunduğu Darülfünun-ı Sultanî kurulmuştu. Daha sonra Darülfünun-ı Sultanî’ye bir Edebiyat Mektebi de ilâve edilmişti. Mekteb-i Sultani ile beraber Darülfünun’un da idareciliğini yürüten Sava Paşa’ya göre, Darülfünun’un Tıp, Fen, Edebiyat, İlahiyat ve Hukuk mekteplerinden oluşması gerekirken, Tıp ve İlahiyat mekteplerinin açılmamasını sebebi ülkede mevcut Tıbbiye’nin Tıp karşılığı, medreselerin de İlahiyat karşılığı olarak kabul edilmekte olmasındandır.

yaşını doldurmak, her şubeden seçilen bir imtihan heyeti huzurunda Lisan-ı Osmanî, Tarih-i Umumî, Coğrafya, Hesab, Hendese, Cebir, Hikmet-i Tabiiye ve Mantık’tan yapılacak imtihanda başarılı olmak şarttı. Yalnız bu dersleri okuduğuna dair Osmanlı Hükûmeti tarafından kabul edilen bir okul şehadetnamesini ibraz edenler sınavsız olarak kayıt yaptırabileceklerdi. Bütün Darülfünun için binden fazla öğrencinin giriş sınavı yapılmış ve 450’den fazla öğrenci kayd edilmişti. 20 Şubat 1870’te Sadrazam Ali Paşa’nın da hazır bulunduğu bir törenle Darülfünun-ı Osmanî açılmıştı. Ağustos 1870’te öğrencilerin büyük çoğunluğu bir üst sınıfa geçmişlerdi. Darülfünun 1873’te kapatılmıştır. 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile Doğu dilleri Arapça ve Farsça ile Batı dillerinden Fransızca ve Latince’nin beraber okutulması Edebiyat Şubesinde Doğu ile Batı’nın birlikte telif edilmeye çalışıldığını anlıyoruz. Fransız modeline göre örgütlenmesi düşünülen Darülfünun’un fiili özerkliğe sahip bir kurum olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Üç fakülteden biri olan Hukuk Fakültesi’nde her ne kadar fıkıh ve usul-ı fıkıh dersleri var ise de, diğer dersler Fransız ve Roma hukuku eksenindedir. Kendi medeniyet temelleri üzerinde sayı//2// eylül 10

Mezun olmak için, her yılsonunda yazılı ve sözlü olarak yapılan imtihanlarda başarılı olmak mecburiyeti vardı. Hukuk Mektebi’nde doktor unvanına sahip olabilmek için, ilmî bir konuda bir risale(tez) hazırlamak ve bunu Maarif Nezareti’nin tayin edeceği bir başkanın riyasetinde Darülfünun müdür ve muallimlerinden oluşacak bir jürinin huzurunda savunmak gerekiyordu. Doktorada başarılı olamayanlar daha kolay bir sınava girerek başarılı olursa “Lisaniye” yani mezuniyet unvanına sahip olabilirlerdi. Turuk ve Maabir Mektebi’nde dört yılsonunda başarılı olup hazırladıkları tezleri kabul edilenler Mühendis doktor unvanını alacaklardı. Doktora sınavında başarılı olamayanlar daha kolay bir imtihandan geçirilerek Kondüktör unvanına nail olacaklardı. Edebiyat Mektebi’ndeki dört yıllık eğitimde başarılı olanlara da “Muallim-i Edebiyat” unvanı verilecekti. Darülfünun-ı Sultanî de orta öğretimin yeterli olmaması, finans kaynağı ve araç-gereçlerin temin edilememesi, yeterli sayı ve düzeyde hocaların bulunmaması ve teşebbüsün daha çok taklit düzeyinde kalması dolayısıyla başarısız olmuştur. Hukuk alanındaki düşünce bu Darülfünun’da da geçerlidir. Darülfünun-ı Sultanî’de Mühendis Mektebi’nin düşünülmesi mühendislik alanındaki ilim ve teknolojinin Türkiye’de üretilmesi düşüncesinin pratiğe dökülmesi bakımından önemli olup bu ilk teşebbüstür.


DARÜLFÜNUN-I ŞAHANE Yirmi yıl sonra, bir üniversitenin kurulmasının şart olduğu hususunda kanaatlerin yoğunlaşması üzerine Darülfünun, nihayet II. Abdülhamid’in tahta geçişinin 25. yıldönümünde, 1 Eylül 1900’de resmen açılmıştır. Açılan Darülfünunun resmî adı Darülfünun-ı Şâhâne’dir. Darülfünun, Ulum-ı Aliye-i Diniye, Ulûm-ı Riyaziye ve Tabiiye ile Edebiyat şubelerinden oluşuyordu. Ulum-ı Aliye-i Diniye Şubesi’nin öğretim süresi dört yıldı. Edebiyat ile Ulum-ı Riyaziye ve Tabiiye Şubesi’nin öğretim süreleri üç yıldı. Darülfünun-ı Şâhâne’nin yönetimi, II. Abdulhamid döneninin genel özelliği olan merkezden yönetme anlayışına uygun olarak tanzim edilmişti. Darülfünun’un başında bir müdür ve bu müdürüne yardımcı olmak üzere her şube için birer müdür muavini bulunacaktır. Darülfünun’a kayıt yaptırabilmek için 18 yaşından büyük olmamak şarttı. İyi ahlâk sahibi; Mekteb-i Sultanî, Ticaret, Darüşşafaka ve İdadi mezunları ile bu okulların mezunları derecesinde malumatı haiz olduklarını imtihanla ispat edenler Darülfünun’a kabul edileceklerdi.

22 yıllık bir dönemde, savaşlar göz önüne alındığında, ulaştığı seviye takdire şayan olmakla beraber yeterli değildi. Bunun farkında olan Cumhuriyet idaresi, Darülfünun’un o dönemdeki en öncelikli problemi olan bina ihtiyacını çözmek ve Darülfün’u aynı binada toplamak için, Darülfünun, Osmanlı Harbiye Nezareti binasına yerleştirilmişti. Daha rahat çalışması için, Osmanlı yönetiminin kararname ile verdiği idarî özerklik konusunu ele alan Cumhuriyet yönetimi, 1924 yılında TBMM’den kanun çıkararak Darülfünun’u ve fakültelerini ilmî, idarî ve malî alanlarda özerk bir kurum haline getirmişti. Bu düzenlemelere rağmen Darülfunun’un ilmî alanda yeteri seviyeye gelmemesi üzerine tartışmalar başlamış ve bunun üzerine 1929 yılında her fakültenin hazırladığı reform taslakları Darülfünun Divanı’nda son şekil verilerek hükümete sunulmuştu. Fakat hükümet bu reform tasarısını kabul etmemiş ve kendisi İsviçre’den Prof. Malche’ı getirerek yeni bir rapor hazırlatmıştı. Çalışmalar sonunda Darülfünun 1933 yılında yeni bir şekle dönüştürülerek Üniversite adını almış ve yeni bir gelişim dönemine girmiştir.

Darülfünun’un o dönemdeki en öncelikli problemi olan bina ihtiyacını çözmek ve aynı binada toplamak için, Darülfünun, Osmanlı Harbiye Nezareti binasına yerleştirilmişti. Daha rahat çalışması için, Osmanlı yönetiminin kararname ile verdiği idarî özerklik konusunu ele alan Cumhuriyet yönetimi, 1924 yılında TBMM’den kanun çıkararak Darülfünun’u ve fakültelerini ilmî, idarî ve malî alanlarda özerk bir kurum haline getirmişti.

Darülfünun’dan mezun olacak öğrencinin ilk önce son sınıf derslerinden, sonra da mensup olduğu bölümün bütün derslerinden yapılacak sözlü imtihanda başarılı olması gerekiyordu. Ayrıca, imtihanlarda başarılı olan öğrencinin ilmî bir konuda bir çalışma yapması gerekiyordu. Kesintisiz bir şekilde öğretime devam eden Darülfünun 1900’de kurulmuş, başlangıçta talebe sayısı sınırlı ve yönetimi merkeziyetçi anlayışta olmuştu. Gittikçe gelişme ve yenileşme gösteren Darülfünun özellikle II. Meşrutiyet döneminde gerçek bir üniversiteye dönüşmeye başladı. Bu dönemde özerk yönetimin en önemli kademesini oluşturan Fakülte Meclislerinin kurulması sağlanmıştı. Ayrıca bu dönemde öğrencilerin serbestçe örgütlenmesi ve pratik çalışmaların yapılması bakımlarından ilerleme kaydetmiş, Alman ilim adamları ile de takviye edilmişti. Fakültelerin gerçek kimliklerini kazandığı bu dönemde ihtisaslaşma yönünde önemli gelişme sağlanarak bölüm ve kürsülerin oluşması yönünde ilerleme kat edilmişti. II. Meşrutiyet döneminde özellikle Edebiyat Fakültesi’nin çalışmaları sayesinde, 1919’da, Darülfünun ilmî özerkliğinin yanında fiili idarî özerkliğini de kazanmıştı. Buna ilaveten Osmanlı yönetimince 1922’deki bir kararname ile Darülfünun’a resmen idarî özerklik de verilmişti. Cumhuriyete geçiş öncesinde Darülfünun önemli bir aşamalar kat ederek belli bir seviyeye ulaşmış bulunuyordu. Ancak, 11


Ş ehir

DERSAADET’İN ŞEHİRLERİ Sultan Fatih’ten destur alıp girmeliyim, Ufkundan gökyüzüne, fanus içindeki Dersaadet’e Hamdler, Şükürler, Zikirler, Tekbirler sunmalıyım Süleymaniye’de kıldığım Bayram namazından, Ruhumla bir nefes aldığım Dersaadet’e.. Mehmet Kamil BERSE

Ben ki Fatih Sultan Mehmet Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki; Kendilerine bu ferman verilen Bosnalı Fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum: Hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar, özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. İmparatorluğumdaki tüm memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan, ne de imparatorluk vatandaşlarımdan hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse onlarda aynı haklara sahiptir. Bu padişah fermanımı ilan ederek burada, yerlerin, göklerin, yaratıcısı ve efendisi Allah, Allahın elçisi aziz peygamberimiz Muhammed (S.A.V) ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki; Emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır.” Buyuruyor Cihan Sultanı II.Mehmet Fatih, Sene;28 Mayıs 1463. EN ESKİ İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİ Bu Ahidname, tarihte bilinen insan hakları beyannamelerinin en eskisidir. Fransız ihtilalinden 326 yıl, 1948 Uluslar arası İnsan hakları bildirgesinden 485 yıl, Amerika’nın keşfinden 29 yıl önce Osmanlı Cihan Devleti tarafından uygulamaya konmuştur. Başka dinden, ırktan olanlara özgürlük ve hoşgörü tanıyan bu ferman’ın aslı Bosna Hersek Cumhuriyeti Fojnika şehrinde Fransisken Katolik Kilisesinde bulunmaktadır.( Bu fermanı tıpkı basımı ile, altında Latinize edilmiş şekilde ferman tarzında basılmasını sağlıyarak, 550 yıl sonra Dünya milletlerinin bu muhteşem olayı tekrar görmesine vesile olan ve Fojnika şehrine bir Kültür Merkezi yaptırıp hediye eden Ümraniye Belediye Başkanı sayın Hasan Can beyefendiye şükranlarımızı ifade etmeliyiz.) Sultan Fatih , İstanbul’un fethinden yaklaşık 10 yıl sonra Bosna’yı Osmanlı Devleti topraklarına kattığında Katolikler’in can ve mal güvenliğini bu fermanla güvence altına almıştı, Katoliklere bu güvenceyi veren Sultan’dan Müslüman olan Bosnalı Müslümanlarında bir isteği vardı;

sayı//2// eylül 12


çocuklarımızı Dersaadet’ te eğitin , yetiştirin… O tarihten sonra Dersaadet, çok sayıda Boşnak çocuğuna Enderun da eğitim verdi, devletin her kademesinde görevler alıp hakkıyla yerine getirdiler. “SAYIN BAŞBAKAN, BOSNA SİZE EMANET !..” Bosna şehirleri, Dersaadet’in şehirleri idi. Yüzlerce yıl Bosna’nın umudu ve ümidi hep Dersaadet’te idi. Yirminci yüzyılın Avrupa ortasındaki soykırım savaşında da Boşnaklar İstanbul’dan güç buldular, yardım ve destek aldılar, onun içindir ki Bilge İnsan Aliya, ölüm döşeğinde iken TC Başbakanına “ Bosna’yı size emanet ediyorum. “ demiştir… Osmanlı Devleti Rumeli topraklarına ayak bastığından itibaren, alperenleri ile, dergahları ile Anadolu dan balkanlara taşınan ahalisi ile Balkan şehirlerinin manevi ve maddi ihyasına başlamıştır, nice şehirler ve köyler ve buralarda yaşayanlar Osmanlı ile insan olmanın farkına varmışlardır. Dost olmayı , dürüstlüğü, hakkı hukuku yaşamışlar taki 19 yy. sonlarına kadar. Bu yüzyıllarda Üsküp, Selanik, Ohri, Prizren, Berat, Manastır, Varna, Belgrad, ve daha nice şehirlerde insanlar, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler mezheplerine bağlı kalarak inançlarını ve dillerini koruyarak aynı mahallelerde kardeşçe yaşamışlardı onun içindir ki bütün Balkan Şehirleri de Osmanlı Devleti idaresinde iken , Dersaadet’ten sevinçle iftiharla bahseden, oradan gelecek sese umut besleyen şehirler oldular. 19.yy.sonlarında bu insicamı fitne ve fesatla bozmak isteyen güçler kendilerine buldukları provakatörler vasıtası ile dinsel ve ırkçı kavgalarla savaşlara sebep oldular, 500 yıl kardeşçe yaşayan milletler parçalandılar ve tarihin çirkin bahçesinde emperyalist güçlerin mezesi oldular. O yıllarda Dersaadetin şehirleri için söylenen çok önemli bir söz vardı; “ Makedonya dağlarında kıvılcım çakarlardı, Dersaadetin ciğerini dağlamak için” gerçekten o şehirler Osmanlı’dan aldıkları huzuru tarih boyunca bir daha bulamadılar, ama ne haldir ki; Dersaadet’in ciğeri dağlanmıştı. KOSOVANIN DERSAADET SEVDASI Osmanlı Devletinin Balkanlardaki çok önemli vilayeti olan Kosova’da Balkan savaşlarında yerli halkın fazla direnç göstermemesinin de etkisi ile Sırp işgaline uğradı. İşgalden sonra Sırplar etnik baskılara başlayınca halk başına gelenleri anladı ama iş işten geçmişti. Yaklaşık 50-55 yıl aradan sonra bu çevrede eski türküleri derleyen Prizrenli sanatçı İrfan Şekerci tarafından “Sultan Reşat Türküsü” derlenmiştir. Türkünün sözlerinde Sultan Reşat’a yalvarırcasına yapılan çağrılar gerçekleşmemesine karşın,

1.dünya savaşı sırasında Osmanlı Devleti Prizrende askerlik şubesi açmış ve Müslüman ahaliden gönüllü asker toplamıştır. Askere alınan Kosovalılar, Romanya, Galiçya, Makedonya, Kafkasya, Irak, Suriye cephelerinde Osmanlı Sancağı altında savaşmışlardır. Osmanlı Devletinden koparılan işgal altındaki bu topraklardan artık resmen vatandaşı olmadıkları Osmanlı sancağı altında gönüllü olarak askere gittiler şehit düştüler veya gazi oldular. Halâ Dersaadet’e ümitle bakıyorlardı, çünkü onlara göre Kosova o günde ve daha sonra da, ilelebet Dersaadet’in şehri idi. Bahse konu türkünün sözlerini (Türkü aradan yıllar geçtikten sonra derleme olduğundan orjinali ile farklılık olabilir ama aslolan ana tema dır) burada dile getirelim ki acıyı yüreğinde hisseden Kosovalı, ciğeri dağlanan Dersaadet’ten nasıl medet ummaktadır. Karağaçtan gösterir Prizren kalası, Kal’anın dibinde suyun alâsı Süngülerle doldu sokaklar varoş reayası, Aman Sultan Reşad gel bizi kurtar Verdiğin idareyi vermiyor çüffâr. Prizrenin meşhur camii Sinan Paşa Mübarek bayrağımız atarlar aşa Bağırdılar, yaşa kral Petar paşa Aman sultan Reşat gel bizi kurtar Verdiğin idareyi vermiyor Çüffar Sırp asçerlerinden doldu Kosova ovası Kurdun kuşun hayvanatın bozuldu yuvası Tellallar bağırdı, Sırp’ın oldu burası. 13


Ş ehir

elli de dirhem pırasam..” derken Hanya’nın Girit adasında bir zamanlar Dersaadet’in şehri olduğunu bilmiyordur, Hanya’da Konya gibi Türk ilidir onun için. Neresi olduğu nerede olduğu, o kadar önemli değildir. Onun içindir ki İsmail Bey Gaspıralı, Moskova Askeri Lisesi’nde okurken daha 17 sinde Girit isyanına yüreği dayanmaz, Moskova’dan kaçarak Dersaadet’e gelip Giritte savaşma girişiminde bulunmuştur, Girit onun yüreğinde Dersaadet şehridir, tıpkı Bahçesaray gibi, Akmescit gibi, Akyar gibi… Bugün, Balkan şehirlerinden bahsederken asırlarca birlikteliklerin yaşandığı şehirlerden bahsederiz, savaş sonrası ayrılıklar bölünmüşlükler ağıtlara dizilmiştir… Belgrat yolu uzun urgan Üstümüzde yoktur yorgan Ağla benim anneciğim Ben Belgrat ta kaldım kurban …. Ümraniye Belediyesi tarafından , Fatih Sultan Mehmet’in Bosna fethi sonrasında Hıristiyan din adamlarına verdiği “Ahidname”nin 550. Yıldönümünü etkinliği.

Aman Sultan Reşat Gel bizi kurtar, Verdiğin idareyi vermiyor çüffar. Prizrenin cübeği Bayraklı Camii Prizren ahalisi oldu acami Topsuz tüfeksiz sattılar vatani. Aman Sultan Reşat gel bizi kurtar, Verdiğin idareyi vermiyor çüffar. Baydaran’a da teslim bayrağını astılar, Ahalimiz teslim oldu, mühür bastılar. Aman Sultan Reşat gel bizi kurtar Verdiğin idareyi vermiyor çüffar. Prizrenin kal’ası yüksek tepede Çüffar kurmuş rakı takımı medresede Aman Sultan Reşat gel bizi kurtar Verdiğin idareyi vermiyor çüffar Haçin kapandı hüçümet kapısı Maaş alanların mahzun hepisi Haçin, kanadı eytam sandığı Aman Sultan Reşat gel bizi kurtar Verdiğin idareyi vermiyor çüffar. Bugünkü topraklarımız dışında kalan yüzlerce şehri yüreğinde hisseden Anadolu insanımız, elan elimizde olmayan , buradan binlerce km. uzakta olan şehirlere de halâ bizim diye sahip çıkmaktadır. Orta anadolunun bir kasabasındaki düğünde oyun oynayan gençlerimiz oyun havasına eşlik ederken “ Hanya da benim, Konya da benim, sayı//2// eylül 14

Bu türküyü dinlerken sadece nağmelerine tempo tutmak değil, anlamına yüreğini dayamak gerekir. Dersaadet’in ruhunu yaşatan şehre O şehrin Dersaadet’te hakkı olduğunu düşünmek gerekir… Büyük Şairimiz Mehmet Akif’in dizelerinde Kosova’yı okurken nasıl karşılıklı hesaplaşırız toprağıyla; Nerede olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova Sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova, Hani binlerce mefahirdi senin her adımın Hani sinende yarıp geçtiği yol, Yıldırım’ın Hani asker, hani kalbinde yatan şah-ı şehîd Söyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını Yok mudur Murad’ın sende iki üç damla kanı. Büyük sınırlarımızda iken bağrımızdan sökülen şehirler halen içimizi acıtırlar, oralarda kalan insanlarımızda hangi dinden olurlarsa olsunlar Osmanlı adını duyduklarında içleri cız eder. Büyük sınırlarımızda iken bağrımızdan sökülen şehirler halen içimizi acıtırlar, oralarda kalan insanlarımızda hangi dinden olurlarsa olsunlar Osmanlı veya Dersaadet adını duyduklarında içleri cız eder. ERZURUM NEYSE ERBİL O DUR. Musul, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Bağdat, Halep, Şam bizim için Erzurum kadar, Kayseri kadar, Sivas kadar önemlidir. Bu şehirlerde tarih boyunca yaşayan insanlar, çok değil geçen yüzyıl başına kadar aynı sancak altında aynı tertip olarak birlikte savaştılar, şehit düştüler, gazi oldular… Halen sanatçılarımızdan çokça dinlediğimiz acılı bir Kerkük hoyrat’ının, kaynağını söylemeseler


günümüz insanı Urfa dan veya Elazığdan olduğunu zanneder; Altın hızmav mülayim Seni Haktan dileyim Yaz günü Temmuz ayı Sen terle men sileyim Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm beğ oldum.

Sultanının (Hâdim-ül Haremeyn ünvanı ile) adına okudu. Halep daha Osmanlıya geçmeden Dersaadet’in şehriydi, bugün olduğu gibi yarında böyle anılacaktır. Yavuz Mısır’a kadar gidip Memlüklerin işini bitirmeliydi, yol boyunca Memlüklü idareciler altında ezilen şehirleri Osmanlı ile şereflendirmesi gerekiyordu. Veziri Azam’ı Sinan paşa yı gönderdi, kısa zamanda Safed, Nablus, Aclun, Gazze ve Kudüs’ü fethetti.

Bugün dahi; Kerkük, Musul, Erbil, Halep, Şam ve Gazze’de yaşayanlar başlarına bir şey gelse gözleri payitahta çevrilir, Dersaadet’in şefkatli yüreğini, merhametli elini ararlar, aramaktalar… şükür ki bu bilinç ile hareket eden insanımız ve idarecilerimiz bu umuda, Osmanlı bakiyesi duygularla koşmaktadır… “MÜLHİDE YARDIM EDEN MÜLHİDDİR” Tarihin her döneminde ortaya çıkan mezhep fitneleri, Yavuz döneminde iyice belirgin sıkıntılara sebep olmuştu, Yavuz bunlara bir son vermenin zamanı geldiğine inanmıştı. Safevileri Çaldıranda susturan hünkâr, safevilerle işbirliği içindeki Memlüklerin de dersini vermeliydi, Sünni olan Memlüklere karşı savaşmak için Zenbilli Ali Efendiden fetva almıştı “Mülhidlere yardım eden Mülhiddir ve üzerine gidilmesi caizdir” . Memlüklerin üzerine giderken yolu temizlemek gerekiyordu, onlarla işbirliğindeki Dülkadiroğulları beyliğine son verdi. Suriye elden çıkarsa Memlüklerin korktuğu başına gelecekti, Mısırın kapısı Suriye idi. Hünkâr kuzey Suriyeye girdiği sırada Kansuh Gûrî ve yanında halife III.Mütevekkil Alâllah la birlikte Halepten Mercidabık’a gelmişti, ünlü Mercidabık savaşıyla Yavuz Memlükleri bozguna uğrattı… Kutsal topraklara giden yol artık açılmıştı…Yahya Kemal’den Mercidabık zaferini muhteşem zafere uygun vezinlerle yadedelim; Seyreylesin felek kaderin şehsüvârını Fethetti bir seferde nebîler diyarını Sahrâ-yı Mercidâbık’a nakşeylemiş kader İslam fikr-i vahdetinin kârzarını …… İtmâm-ı gâlibiyyet içün şanlı padişah Mısr içre kurmak istedi dârü’l-karârını Şevk-i seferle pür heyecân oldu tûğlar Bâd-ı zaferle Mısr’a vezan oldu tûğlar. … Türk tarihinde Ağustoslar hep zafer ayıdır, Mercidabık savaşı da 24 Ağustos 1516 da kazanılmıştı. Sultan, Halepte halkın sevgi gösterileri ile karşılandı. Halep Ulucamide kılınan Cuma namazında hatip hutbeyi, Osmanlı

Mercidabık Savaşı 15


Ş ehir

SANAT’IN DA USTASI DERSAADETTEN Sene 1632 Hindistan’ın Ağra şehrinde Babür Hükümdarı Şah Cihan’ın çok sevdiği eşi Mümtaz Mahal, son çocuğunun doğumunda vefat eder. Şah Cihan eşine yakışır bir eser yaptırmak ister, emsalsiz bir eserin o devirde Dersaadet’in ustalarından çıkacağını bilmektedir. Osmanlı Hükümdarından yardım ister . Osmanlı Hünkârı, Şah Cihan’a Mimar Sinan’ın talebelerinden Mimar Mehmet İsa Efendi ile Mimar Mehmed İsmail Efendiyi gönderir, Ustaları Mimar Sinan’ın muhteşem tarzına yorum katarlar ve bugün dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Tac Mahal’i inşa ederler türbeyi çevreleyen hatlar ise yine Dersaadet’ten gelen Hattat Serdar efendi tarafından nakşedilmiştir.

Tac Mahal

1516 Ekim – 922 Ramazan tarihinde Gazze ve Kudüs artık Osmanlı Şehirleri idiler…Yavuz Selim Han Kudüs’e girdiğinde, Dedesi Sultan Fatihin de kabul ettiği Hazreti Ömer ve Selahaddin Eyyubi nin verdiği Ahidnameyi hiç tereddüt etmeden yeniledi, buralarda yaşayan her dine mensup insanların özgürce yaşayıp, özgürce ibadet edeceklerinin teminatını verdi. Dört yüz yıl Dersaadet’in şehirleri olarak hürriyetin, sulhun ve sükunetin yaşandığı bu mübarek topraklarda, son yüzyılda saadet kapısından el etek çekilince zulüm, isyan, insanlık dışı idareler buradaki insanları çekilmez çilelerin içine soktular. Kahire’de Tahrir meydanında cereyan eden hadiselerde mücadele eden Mısırlılarda Gazzede İsrail zulmü altında varolma mücadelesi veren Filistinlilerde Dersaadet’ten kopukluğun derdini çekmekteler. Bugün bu topraklarda yaşayan tüm halklar Osmanlı İdaresini iç çekerek özlemektedirler. OSMANLI GEL BİZİ KURTAR.. Kosovadaki ağıttan okuduğumuz çağrıyı buralarda her gün işitmekteyiz;” Osmanlı gel bizi kurtar, Dersaadet’in huzurunu bize göster…” Bu insanların kulakları Dersaadet’ten gelecek bir sesi duymak için, Dersaadetten gelecek bir dost ve yardım elini görmek için ömürlerini geçiriyorlar…

sayı//2// eylül 16

Hint yarımadasındaki milletlerle olan ilişkilerimiz sadece sanatsal olarak Tac Mahal’in inşası ile kalmadı. Tarih boyunca İngilizler, Portekizler tarafından tacizlere ve saldırılara maruz kalan bölge devletlerine ve halka yardım için Osmanlı Donanması Hint Yarımadası kıyılarında devriye görevinde bulundular. Portekiz’in Kızıldeniz Basra körfezi ve Hint Okyanusuna açılan ağızlarının denetimini ele geçirmesine karşın Yavuz Sultan Selim, Mısır ve arap yarımadasının Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra, Portekiz’e bu bölgede engel olması gerekiyordu ve bu görevini cihan devleti olarak yerine getirdi. Zamanla bir Hint donanması oluşturuldu. Hint Kaptanı Hadım Süleyman Paşa bu görevi üstlendi, sonraki dönemlerde bu görevi Piri Reis, Koca Murat Reis, Seydi Ali Reis devam ettirdi. Osmanlı, zor günlerinde bile bu yardımı Hintteki Müslümanlardan esirgemedi. O insanlarda Kurtuluş Savaşımızda bizlere yardımlarını esirgemediler. Biliyorlardı ki Dersaadette ateş varsa Hint Müslümanları daha çok yanarlardı. Dersaadet’ten destek bekleyen, yardım isteyen ülkeler, milletler, şehirler umutlarının karşılığını her zaman buldular, bugünde bu gelenek hamdolsun devam etmektedir. “AÇE” BİR OSMANLI KÖYÜDÜR Osmanlı’nın Hint bölgesi ile alâkası daha uzak milletlere de ümit verdi, Bugünkü Endonezya’da bulunan Açe Sultanı Alaeddin Portekizlere karşı Osmanlı İmparatorluğundan yardım ister, bu sırada Kanuni Zigetvar seferindedir, Elçiler huzura gelmeden Kanuni vefat eder, Açe heyeti II.Selime biatlerini ve yardım taleplerini iletirler. Kanuni’ye yazılan ama vefatı nedeni ile II.Selim’e arzedilen mektup; “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve herkesin sığınağı olan Padişah hazretlerinin yüce dergahından başka dayanak ve müracaat edecek yer yoktur ve gizli ve açık olarak bu düşüncemiz bilinmektedir…” sözleri ile başlamaktadir. Fakir


ve kimsesiz halkına rahmet ve şefkat etmesini talep ederek, askeri malzemeler, ustalar talep etmekte ve nihayetinde şu cümleleri kurmaktadır; Açe’nin Osmanlı köylerinden bir köy olduğunu ve Dersaadet’in gölgesinde olduklarını ve her zaman Padişah’a bağlı olduklarını mevcut 40 camide Osmanlı Hükümdarı Halife adına hutbe okunduğunu, henüz Müslüman olmıyan Seylan ve Kalikut sultanlarınında tebaları ile birlikte Müslümanlığı seçtiklerini ifade etmekteydi.. Zulme uğrayan her milletin yardımına koşan Osmanlı Devleti’nin o dönemdeki hünkârı II.Selim cevabi bir mektup gönderir;” O cenahta müstevli olan din düşmanlarının hakkından gelmek için size her zaman asker göndereceğiz, siz o bölgede vuku bulan her şeyi her zaman, açıklığı ile bize bilgi veriniz…” “…Şartlar ne olursa olsun kardeşliğin ve yardımseverliğin gereği yerine getirilecektir, bu yardımlarımız Osmanlı Padişahı için hem dini hem insani bir vazifedir…” Sultan II.Selim, Mısır, Yemen Beylerbeylerine, Rodos, Cidde, Aden beylerine ferman gönderir, Açe heyetinin isteklerinin hemen karşılanmasını emreder.İskenderiye eski kaptanı Kurdoğlu Hızır Beyi yaklaşık 36 kalyon ile yardıma gönderir. Aradan yıllar geçer bu münasebetler hep devam eder, Sultan II.Abdülhamid döneminde, Bölgede Holanda işgaline karşı özgürlük mücadelesinde; Osmanlı kendi zor zamanlarında bile bölge halkına destek vermiştir. Abdülhamid Han, Açe’ye her türlü malzemeyi gönderirken binlerce cilt dini eser ve Malayca mealli Kuran-ı Kerimler göndermiştir. Açeli, Seylanlı, Hindistanlı Müslümanlar tarih boyunca bu iyilikleri unutmadılar Kurtuluş savaşında halkın topladığı para ve ziynet eşyaları Anadoluya yardım olarak gönderildi, yeterki Dersaadet kurtulsun umudu ile… Yıllar sonra Deprem ve Tsunami ile yıkılan Açe’ye eskimeyen dost gene elini uzattı, Dönemin Dersaadet torunları Açe deki halkın yanında idi, onların yaralarını sarmak için gelmişti, onlara binlerce kilometre uzakta sıcak çorba sıcak ekmek yaptılar, evlerini, okullarını köylerini yeniden inşa ettiler, bölgede yönetici olan kişi Türkiye’den gelen heyete özel bir odada muhafaza ettikleri bir emaneti gösterdi; “Biz bunu bir kutsal emanet olarak saklıyoruz” dediği “ Osmanlı Gemi Sancağı” idi. Yıllar önce Açe sultanının ifade ettiği ruhu aynen taşıyorlar; “Açe bir Osmanlı köyüdür, Dersaadet’in Şehridir” tıpkı Seylan gibi, Singapur ve Kolombo Müslümanlarının ifade ettikleri gibi…Bugün, her 10 Şubatta Singapurda Ba’lwie camiinde Sultan Abdülhamid han için vefatı sene-i devriyelerinde Kuran-ı Kerim tilavet edilir ve toplu dualar edilir.

DERSAADET; MAZLUMUN SAADET KAPISI 19.yy.da Kafkas dağlarında Ruslara karşı bir varoluş mücadelesi veren Şeyh Şamil -Yâ Allah! deyip Kılıcını sallarken, bir taraftan göz ucuyla arkasına bakıyordu- Dersaadetten yardım geldi mi? 1552 de Kazanda Suyumbike Hatun Rus çarı korkunç ivan’a son hamlesini yaparken, hesabını Dersaadet’ten beklediği umut üzerine kurmuştu. 1853 te Kırım’ı Ruslardan alabilmek adına can düşmanlarına dahi ortak olmuştu Osmanlı, yeterki Dersaadet şehirleri Bahçesaray, Akmescit, Akyar saadet’e kavuşsundu. Dersaadet; Saadet Kapısı demek, sadece yazıda sözde değil, tarihin içinde hayatın yaşanmışlığı ve yaşanacakları ile. Yukarıda anlatılanlar denizde bir damla mesabesindedir. Mazlum milletler ve yardıma muhtaç şehirler bir gün yanlarında Dersaadet ten gelen yardımları ve iyiliksever insanları buldular yıllarca…Bugün de aynı ruhla aynı duruma düşen milletler, yanlarında Dersaadet’in temsilcilerini buluyorlar, Çünkü bulundukları şehirler Dersaadet’in şehirleridir, sonsuza değin öyle kalacaklar…Kudüs , Gazze, Kahire, Halep, Şam, Mekke, Medine, Bağdat, Kerkük, Musul, Bosna, Kosova, Bükreş, Kırım, Bahçesaray, Urumçi, Kaşgar, Semerkant, Buhara, Kurtuba, Cape town, Açe, Singapur, Sri Lanka, Yemen, Aden….yüzlercesi… “Tutun bu eli! En zor günlerinde bile Dersaadet , huzur elini dostlarına uzatır.” Hz.Mevlananın sözü ile bugünü özetlemek gerekirse; ”Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük; Bir başka bahar için, sadece yaprak döktük…”

17


Ş ehir

FATİH SULTAN MEHMED’İN HOCALARI

Çocukluğundan hükümdarlığının sonuna kadar dönemin en ünlü âlimlerinden farklı alanlarda durmadan gerek aldığı derslerle gerekse huzurunda yaptırttığı ilmî münakaşalarla ilim tahsili yapmaya devam etmiş olması sadece Osmanlı Devleti için değil dünya tarihi için Fatih’i Fatih yapan en önemli faktörlerden biri olmalıdır. Prof. Dr. Arzu TOZDUMAN TERZİ*

smanlı şehzadeleri tahsil çağına (5-6 yaşına) geldikleri zaman ulemadan münasip bir kişi dönemin padişahı tarafından seçilerek şehzadeye hoca tayin edilirdi. Bunu müteakip “bed’-i besmele” denilen şehzadenin ilk okumaya başlama töreni yapılır, böylece şehzade yetişkin çağına gelinceye kadar hocasından ders tedris ederdi. Şehzade vakti gelip de kendisine saltanat müyesser olduğunda ise hocası halen hayattaysa o şahsı kendisine padişah hocası tayin ederdi. Eğer hocası vefat etmişse devrin meşhur ulemasından birini hoca olarak seçerdi. Bu suretle padişahların hocalarıyla saltanatları boyunca yaptıkları ilmî sohbetlerle kendilerini geliştirdikleri ve dönem dönem de bir danışman olarak onların bilgilerinden istifade ettikleri söylenebilir. Konumları itibariyle padişah hocaları, padişahın devlet tarafından atanmış resmî hocaları oldukları için yüksek bir makama sahiptir. Nitekim Osmanlı devlet protokolündeki sıralamada en yüksek mertebede bulunan vezir-i azamın (sadrazam) hemen altında şeyhülislamla padişah hocası aynı derecede yer alır. Bu bilenen ve asırlar boyunca uygulanan bir usûldür. Bununla beraber Fatih Sultan Mehmed’in döneminde bu bilinenlerde farklılık olduğu görülmektedir. Zira Sultan Mehmed’in şehzadelik döneminde dört, padişahlık döneminde ise yedi olmak üzere resmen atandığı tespit edilen on bir hocası mevcuttur. Öncelikle Fatih Sultan Mehmed’in şehzadelik dönemine ait hocaları incelendiğinde bunların Molla Gürani, İbn-i Temcid, Molla Siracüddin Mehmed Halebî ve Molla Ayas olduğu görülür.

Fatih Sultan Mehmed’in Hoca-zade, Molla Seyyidi Ali ve Molla Zeyrekle Görüşmesi. ( TSMK., Hazine, nr. 1263, vr. 82a.) *İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümü

sayı//2// eylül 18

MOLLA GÜRANİ Fatih’in şehzadelik döneminin en meşhur hocası bilindiği üzere Molla Gürani’dir. Molla Gürani Kahire’de meşhur alim İbn-i Hacer-i Askalani’den icazet alıp ilmi kudretini ispat ettikten sonra Molla Yegan delaletiyle Osmanlı payitahtına gelir ve derhal II. Murad tarafından büyük bir takdir görerek Bursa’daki Kaplıca ve Yıldırım medreselerine müderris tayin edilir. Ardından Padişah onu Şehzade Mehmed’e (Fatih Sultan Mehmed)’e hocalık göreviyle vazifelendirir. Şöyle ki; o günlerde Şehzade Mehmed Manisa sancakbeyi olduğundan taşıdığı ün, onun öğretmenlere boyun eğmesine engel olduğu ve o ana kadar Kuran-ı Kerim’i okumayı öğrenmediği rivayet edilir. Yine rivayete göre Padişah, Molla Gürani’nin sert tutumunu ve ödün vermezliğini öğrenince onu Şehzade’yi yetiştirmekle görevlendirir. Onun iyi bir eğitimden geçmesini


istediğini bildirip, gerekirse dövebileceğine işaret olsun diye Molla’ya bir de sopa verip, Manisa’ya gönderir. Molla Manisa’ya geldiğinde Şehzade’nin öyle okumaya meraklı olmadığını (dikbaşlılığı) görünce öğretmenlik sıfatıyla gerektiğinde, dayak da atabileceğini anlatıp onu ürkütmeye çalışır. Bu sözler yarar sağlamayınca da Padişah’ın verdiği sopayı eteği altından çıkartarak “darabtuhu tediben/ eğitmek için ona vurdum” tümcesini söz bilimi bakımından incelettirir. O güne değin nazlar içinde yetiştirilen Şehzade hayalinden bile geçmeyen böyle bir davranışla karşılaşınca siner ve üzülür. Ondan sonra da okumaya ve öğrenmeye karar vererek bu baskı ile çocuk yaşın gereği öğretmene kulak asmamak tutumunu bırakır. Az bir zaman içinde Kuran-ı Kerim’i hatim eder. Onun Kuran’ı hatim eylediği haberi, Sultan II. Murat’a ulaşınca pek sevinerek ve Molla’yı taltif eder. Daha sonra Molla Gürani ile Sultan Mehmet arasındaki sevgi ve saygı öyle güçlenir ki padişah olduğu zaman ona vezaret teklif eder. Molla Gürani bunu reddederek sadece kazaskerliği kabul eder, fakat vazifesini gayet adalet dairesinde ifa ile halin icaplarına uymaması genç padişahın gücenmesine sebep olur ve önce evkafı tashih bahanesiyle Bursa’ya gönderilir, ardından bütün görevlerinden azledilir. Hocasına karşı haksız muamelelerinden nedamet duyan Fatih ise tekrar onu davetle 862’de Bursa kadılığı, 885’de de müftülük tevcih etmiştir. Molla Gürani doğru ve açık konuşurdu. Vezirleri adlarıyla çağırırdı. Sultanın katına girdiğinde selamı yüksek sesle söyleyip asla eğilir gibi bir davranışta bulunmazdı. El sıkışmaktan öte de bir saygı biçimi almazdı. Çağrılmadıkça ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya varmazdı. Fatih’in karakterinde mevcut, seçkin, sert ve farklı duruşunu bilimle pekiştirmesinde kuşkusuz Molla Gürani’nin mühim bir yeri olmalıdır.

MOLLA AYAS Fatih’e şehzadelik dönemi hocalık yapmış başka bir alim ise Molla Ayas’tır Dönemin meşhur alimlerinden Mevlana Ayasulug Çelebi’nin öğrencisi olan Molla Ayas Bursa Sultaniye medresesinde yine devrin mühim uleması Hızır Bey Çelebi’nin danişmentliğini (asistanlığını) yaptıktan sonra Sultan Mehmed Han’a şehzadelik döneminde bir süre hocalık görevinde bulunmuştur. Şehzadenin hocalığını yürüttüğü sırasında kendisinde oluşan ilahi tutku ile Şeyh Abdüllatif-i Makdisî’nin halifesi Şeyh Taceddin’in yanına giderek tasavvuf yoluna kendisini adamıştır. Şehzadelik döneminde dört hocanın kendisine farklı alanlarda ders vermesi şüphesiz Fatih’in yetişmesinde önemli bir etkendir. Aynı zamanda bu durum dönemin ünlü âlimlerini Fatih için seçen Sultan II. Murad’ın oğlu Mehmed’in terbiye ve tahsiline itina gösteren bir baba olduğunu da ortaya koymaktadır. AHMED PAŞA B. VELİYÜDDİN-İ HÜSEYNİ Fatih’in padişah olduktan sonra kendisine tayin ettiği hocalara gelince bunlardan biri Ahmed Paşa b. Veliyüddin-i Hüseyni (ölümü 902)’dır. Ahmed Paşa bilgeliği, ve şairliği yanında güzel huyları ile de tanınmıştı. Fâtih Sultan Mehmed’in tahta geçmesinden sonra kısa sürede yükselerek önce kazasker, daha sonra da padişaha musâhib ve hoca oldu. Bun¬da, şiirlerinde padişahı methederek on¬dan gördüğü ilginin payı olduğu kadar, devlet adamı sıfatıyla gös-terdiği başarıların da

Fatih’in padişah olduktan sonra kendisine tayin ettiği hocalara gelince bunlardan biri Ahmed Paşa b. Veliyüddin-i Hüseyni (ölümü 902)’dır. Ahmed Paşa bilgeliği, ve şairliği yanında güzel huyları ile de tanınmıştı. Fâtih Sultan Mehmed’in tahta geçmesinden sonra kısa sürede yükselerek önce kazasker, daha sonra da padişaha musâhib ve hoca oldu. Bun¬da, şiirlerinde padişahı methederek on¬dan gördüğü ilginin payı olduğu kadar, devlet adamı sıfatıyla gös¬terdiği başarıların da rolü vardır.

İBN-İ TEMCİD Fatih’in şehzadelik dönemi bir diğer hocası Sultan II. Murad döneminin ulemasından İbn-i Temcid’dir. Bilgi ve olgunluğuyla bilinen, Arapça ve Farsça söylediği şiirleri ve Kadı Beyzavi tefsirine yazdığı haşiye ile ünlenen tanınmış bir âlimdir. Fatih Sultan Mehmed’in ilim kazanmasının kaynaklarından biri olarak gösterilir. MOLLA SİRACÜDDİN MEHMED HALEBİ Şehzadeliği sırasında Fatih’e hocalık eden bir diğer alim Molla Siracüddin Mehmed Halebi’dir ve II. Murad’ın çok fazla hürmet gösterdiği bir ilim adamıdır. Şehzadenin hocalığı vazifesinden sonra Edirne’de onun adıyla anılan Halebiye ve diğer adıyla Çelebi medresesinin müderrisliğine yine Sultan Murad tarafından atanmış, Fatih’in padişahlığının ilk yıllarında ise vefat etmiştir.

Bir ders takriri esnasında Molla Hayreddin. ( TSMK., Hazine, nr. 1263, vr. 86a.)

19


Ş ehir

iken yenik düşürmesi ilgi çekici bir husustur. MEVLANA HASAN B. ABDÜSSAMED SAMSUNÎ Molla Hüsrev’in yetiştirdiği Mevlana Hasan b. Abdüssamed Samsunî, yine Molla Hüsrev’in önerisi ve Sultan Mehmed Han’ın isteği üzerine padişah hocalığı makamına getirilmiştir. Hocalığı esnasında Fatih’e muktesibat-ı nazariye (=teori) hususunda dersler verdiği padişahın bu alanda da yetişmesini sağladığı bilinir. Daha sonra bir süre kazaskerlik ettikten sonra sahn müderrisliğine dönmüştür. Kadılığında şeriat kurallarına bağlı ve hükümlerinde pek titiz olup iyi bir hattat olduğu da söylenir.

Fatih’in Hocası Molla Abdülkadir ve talebesi. (TSMK., Hazine, nr. 1263, vr. 129b).

Molla Hüsrev’in yetiştirdiği Mevlana Hasan b. Abdüssamed Samsunî, yine Molla Hüsrev’in önerisi ve Sultan Mehmed Han’ın isteği üzerine padişah hocalığı makamına getirilmiştir. Hocalığı esnasında Fatih’e muktesibat-ı nazariye (=teori) hususunda dersler verdiği padişahın bu alanda da yetişmesini sağladığı bilinir. Daha sonra bir süre kazaskerlik ettikten sonra sahn müderrisliğine dönmüştür. Kadılığında şeriat kurallarına bağlı ve hükümlerinde pek titiz olup iyi bir hattat olduğu da söylenir.

sayı//2// eylül 20

rolü vardır. İstanbul’un fethi sırasında da Ahmed Paşa’yı yanından ayırmayan padişah, ondan askerin maneviyatının yükseltilmesinde faydalanır. Sehî, onun çok müdekkik olmasın¬dan ve kılı kırk yarmasından dolayı orduda “sipahi müftüsü” olarak anıldığını kaydeder. Fâtih’in Ahmed Paşa’ya olan kuvvetli teveccühü ve onu âdeta bir gölge gibi yanından ayırma¬ması pek çok kişinin kıskançlığına da sebep olmuştur. Böylece günün birinde talihi ters dönen Ahmed Paşa, bazı de¬dikodular üzerine padişahın gazabına uğramış, tevkif edilmiş daha sonra saraydan uzaklaştırılmaktan kurtulamamıştır. ABDÜLKADİR EFENDİ Molla Aliyy-i Tusi’nin öğrencisi olan Abdülkadir Efendi (ö. 877) kimi medreselerde müderrislik ettikten sonra Sultan Mehmed Han’ın hocası olmuştur. Padişahla olan yakın dostluğu dönemin sadrazamı Mahmud Paşa’yı rahatsız ettiği ve yaptığı bir hile sonunda onun padişahın gözünden düşmesine sebep olduğu dönemin kaynaklarında zikredilir. Fatih padişahlığı döneminde hocalarını dönem dönem sınavdan da geçirdiği görülmektedir. Nitekim Abdülkadir Efendi’nin hocalık görevinde iken kendisini ünlü bilgin Cürcani’den üstün sanmak gibi bir iddiada bulunması, Fatih’in hoşuna gitmeyerek onu Hoca zade ile tartışmaya sokup büyüklenmek davasında

HATİB-ZADE Molla Aliyy-i Tusi ile Hızır Bey Çelebi’den yetişen Hatib-zade (Muhyiddin Mehmed b. Taceddin İbrahim, ö. 901) de Fatih’e hocalık yapmış ulema arasındadır. . Daha sonra Fatih Sultan Mehmed Hatib-zade’yi kendisine hoca tayin etmiştir. Hatib-zade güzel konuşur, sözünü esirgemez, tartışma yetenekleri de pek güçlü olduğundan zamanındaki bilginlerin çoğunu bu alanda yenilgiye uğratmıştır. Bilimsel çalışmaya olan hırsı yüzünden yargı görevini kabulden kaçınmıştır. Bilime bağlılığından bir dakikayı bile öldürmekten kaçınır, kimseye de baş eğmediği hususunda dönemin kaynakları hem fikirdir. Rivayete göre Hatib-zade’nin bir gün Hoca-zade ile bilimsel bir tartışma yapmak istemesi üzerine Padişah’ın tartışmaya gücün yeter mi? sorusuna verdiği “yeterliyim özellikle şimdi, Padişahımın lütufkar himayelerinde bulunurken“ cevabını vermesi Sultan Mehmed’ın onu bu görevinden uzaklaştırmasına ve sadece müderrislik görevini sürdürmesini buyurmasına sebep olmuştur. Bu Fatih’in, ilmi tartışmalarda hiçbir şekilde kendi himayesinin bir ayrıcalık unsuru olmadığını göstermektedir. HOCA-ZADE MUSLİHİDDİN Padişahlık dönemi Fatih’in en meşhur hocalarından biri ise Hoca-zade Muslihiddin’dir. Hızır Bey Çelebi’den yetişmiş ve kendisini tamamen eğitim ve bilime vermiştir. Sultan Mehmed’in padişah olduğunda çevresine bilginleri toplaması Hoca-zade’nin de bu meclislere girme isteğini uyandırarak İstanbul’a gelmiştir. Vezir Mahmud Paşa sayesinde Fatih’in ulema ile yaptığı sohbete katılmış ilmî ile Fatih’i etkileyerek kısa sürede hocalığına tayin edilmiştir. Hocazade’nin zaman geçtikçe Padişah gözünde değeri artması bu sefer Mahmud Paşa’yı telaşa düşürdüğünü, onu Padişah katından uzaklaştırmaya kalkıştığını dönemin kaynakları zikreder. Tekrar İstanbul’a göreve döndüğünde ise bu sefer Karamani Mehmed Paşa’nın Hocazade’yi yine Fatih’in çevresinden uzaklaştırdığı da söylenir.


HOCA PAŞA-VEZİR SİNAN PAŞA Hoca Paşa-Vezir Sinan Paşa (Sinanüddin Yusuf b. Hızır Bey b. Celaleddin) Tanınmış üstad Hızır Bey Çelebi’nin oğludur. Hoca Paşa sanı ile tanınmıştır. Asıl adı Sinaneddin Yusuf’tur. Olgunluğu, keskin zekası ve bilgeliği ile ünlenmişti. Tartışma ve söyleşme alanında eşi olmayıp, karşı görüştekileri susturmada pek becerikli idi. Darülhadis medresesinde müderrislik yaparken ilmi padişahı etkilemiş hocalık makamına ulaşmıştır. Fatih Sultan Mehmed hocalarından kendisine daha faydalı olmaları için değişik ilimlerle de uğraşmalarını zaman zaman istemiştir. Mesela Molla Ali Kuşçu İran’dan göç edip Padişah’ın himayesine girdiğinde, Padişah Hoca Paşa’dan Ali Kuşçu’dan matematik öğrenmesini buyurmuştur. O da en keskin öğrencilerinden Molla Lütfi’yi aracı yaparak bu zor bilimi öğrenmiştir. Buna göre Molla Lütfi her gün Molla Ali’den okuduğu dersi gelip hocası önünde anlatmış, böylece Hoca Paşa bu sayede matematik biliminin güç konularını çözmeyi başarmıştır. Sinan Paşa’nın akıbetine gelince; padişahı kırıcı kimi davranışlarda bulunmakla vezirliği üzerinden alınarak zindana atıldığı, daha sonra affedilip sürüldüğü bilinmektedir. HOCA HAYREDDİN Fatih’in bir diğer hocası ise yine devrin âlimi Hızır Bey Çelebi’nin yetiştirdiği Hoca Hayreddin’dir. Olgun, edip, zeki, güzel huylu ve tatlı sözlüydü. Fatih’in saltanatının son yıllarında vefat etmiş olan Hoca Hayrettin bir cami ve Unkapanı medresesi adıyla bilinen bir medresenin banisidir. Netice itibariyle Fatih’in padişahlık dönemi yedi padişah hocası değiştirdiği görülmektedir. Bazı eserler bu durumun Fatih’in çabuk bıkan bir yönü olmasından kaynaklandığını ifade ederler. Aslında karakterinde mevcut olan kırılganlığı hocaların kolaylıkla görevinden alınmasına sebep teşkil etmiş olabilir. Şüphesiz dönemin Mahmud Paşa ve Karamani Mehmet Paşa gibi vezir-i azamları ise padişahla yakınlaşan hocaları uzaklaştırmada Fatihin bu kırılganlığından faydalanmış olmaları ihtimali de kuvvetlidir. Bilinen asıl gerçek Fatihin bilime verdiği önemdir. Nitekim bir yandan İstanbul’da Ayasofya medresesi ve Semâniye medreselerini yaptırıp medreseleri bizzat teftişle, dersleri dinleyip ödüller verir; diğer yandan Sarayda, seferler¬de, yolda, sünnet düğünü gibi toplantı¬larda döneminin âlimlerine sürekli ilmî tartışmalar yaptırmak suretiyle Doğu’yu ve Batı’yı temsil eden devrin bü¬yük zekâlarını huzurunda birleştirirdi. Bu durum hem doğu hem de batı ilimlerini bilmekle dünyaya hükmeden bir lider olunabileceğini gösterir. Fâtih, kendi döneminde ilim ve felsefe tarihinin en önemli meseleleri üzerinde âlimleri eser ver¬meye de teşvik etmiştir.

Fatihe hocalık yapmış âlimlerin ortak noktası devrin önemli ulemalarından yetişmiş birbirinden farklı ilimlerde uzmanlar olmasıdır. Mesela Fıkıhta Molla Hüs¬rev, tefsirde Molla Gürânî, kelâmda Hoca¬zâde bütün İslâm âlemince makbul eser¬ler yazmışlardır. Hocaların bir kısmı menşe olarak Ayasluğ Çelebi veya Hızır Bey gibi dönemin yine en ünlü âlimlerinden yetişen aynı dönemlerde ders şerikliği yapmış kişilerdir. Sonuç olarak çocukluğundan hükümdarlığının sonuna kadar dönemin en ünlü âlimlerinden farklı alanlarda durmadan gerek aldığı derslerle gerekse huzurunda yaptırttığı ilmî münakaşalarla ilim tahsili yapmaya devam etmiş olması sadece Osmanlı Devleti için değil dünya tarihi için Fatih’i Fatih yapan en önemli faktörlerden biri olmalıdır.

Molla Gürani TSMK., Tercüme-i Şaka’ikü’n-numâniyye, Hazine, nr. 1263, vr. 66b.

21


Ş ehir

YUNUS’UN ŞEHİRLERİ;

SARIKÖYLÜ YUNUS EMRE Mesele, Yunus nerede nasıl biliyor, anılıyor meselesidir. Yani onun Anadolu’daki izlerini ortaya çıkarmak. Zira bu izleri takip ederek onun yolunda yürüyebilmeye çok ama çok ihtiyacımız var. Mustafa ÖZÇELİK

arıköy, bugünkü adıyla Yunus Emre beldesi, Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı küçük bir yerleşim merkezidir. İşte Eskişehirli Yunus Emre burada yatar. Bu yüzden Eskişehirliler, gönül rahatlığı ile “Yunus bizdedir” derler. Her yıl Mayıs ayının ilk haftasında Sarıköy’de Yunus Emre’yi anma merasimleri tertip edilir. Kabri başında Kur’anlar, ilahiler okunur, kurbanlar kesilerek bu ulu şair saygıyla anılır. Eskişehirlilerin “Yunus bizdedir” derken elbette gerekçeleri vardır. Bunların başında Bektaşi Velâyetnamesindeki Yunus’un Sarıköy’de doğduğu ve kabrinin de burada olduğu bilgisi gelir. Velâyetnamenin 16. asır başlarında yazıldığı hatırlanacak olursa Eskişehirli Yunus Emre gerçeğinin dört asrı aşan bir geçmişi olduğu söylenmelidir. Aynı şekilde Şakayık-ı Numaniye, Kitab-ı Mahbub-i Mahbub, Nefahat tercümesi ve Menakıb-ı Evliya gibi kadim Osmanlı kaynakları da Yunus’un Sarıköylü oluşunda görüş birliği halindedir. Köprülü ile başlayan Yunus araştırmaları da bu bilgileri teyit eder. Bugün Yunus hakkında yazılan eserlerin büyük bir çoğunluğu da Yunus’u Sarıköylü olarak gösterirler. Yunus’un Sarıköylü oluşuna dair iki önemli dayanak noktası daha vardır. Bunlardan ilki şeyhi Tabduk Emre’nin vakıf kayıtlarıyla da desteklenen bilgilere göre türbesinin bugünkü Nallıhan kazasına bağlı Emre köyünde bulunmasıdır. Burası Sakarya nehrine çok yakın mesafede olup Sarıköy’e yaklaşık 70 km. mesafededir. Diğeri ise Sultan 2. Ahmet, Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz, Sultan 2. Abdülhamit tarafından verilen Yunus’un Sarıköydeki zaviyesi ile ilgili beratlarıdır. Durum böyle olunca da Yunus’un Eskişehirliliği diğer şehirlere göre daha çok öne çıkan ve kabul gören bir görüşe dönüşür. BİR YUNUS ÜÇ MEZAR Yunus’un Sarıköy’de üç mezarı vardır. İlki toprak bir mezardır. Etrafındaki yıkılmış yapılar, buranın zamanında bir zaviye görevi gördüğü sonucunu ortaya çıkarmaktadır. İşte bu ilk mezarın yakınından demiryolu geçmesine karar verilince nakli kararlaştırılır. 1949 yılında gerçekleşen bu nakil hadisesinden sonra Yunus Emre’nin kabri geniş bir külliye düzenlemesi yapılarak 24 Mayıs 1970’te ikinci defa taşınmış ve bugün mevcut olduğu yere nakledilmiştir. Bu külliye içerisinde Yunus Emre’nin yaşadığı Selçuklu dönemi mimarisinden ilham alınarak yapılan anıt mezarın yanında, cami, konukevi, müze ve sergi salonu da bulunmaktadır. Sarıköy’de bu nakille ilgili

sayı//2// eylül 22


bazı inanışlar da oluşmuştur. Tren yolu yakından geçtiği için rüyasına girdiği köylülere gürültüden rahatsız olduğunu söyler. Yine bu nakil sırasında yağmur yağdığı ve etrafı gül kokularının sardığı rivayeti vardır. Hele Yunus’un köylülerin rüyasına girerek “Birde duramam ikide kalamam üçten kalkamam” dediği rivayeti bir hayli yaygındır. Bu hadisenin yorumu ise ehlince “birinci mezar anne rahmini, ikincisi dünyayı, üçüncüsü de ahreti temsil eder” şeklinde tefsir edilmiştir. Önceki asırlardan ilahileriyle, menkıbeleriyle halk arasında hep yaşatılan Yunus’un devlet, ilim, kültür ve sanat çevresinde daha çok tanınırlığında mezar naklinin çok önemli sonuçları olmuştur. Zira bu vesile ile resmi yazışmalar yapılmış, Sarıköy’e ziyaretler gerçekleştirilmiş, çok sayıda ilim ve kültür adamı gelmiştir. Bunlardan hazırladığı “Yunus Emre Divanı ve Risalet’ünNushiyye” eseriyle “Abdülbaki Gölpınarlı” ile yaptığı Yunus araştırmalarını “Yunus Emre Belgeler/Bilgiler” kitabıyla ortaya koyan “H. Baki Kunter”, Yunus’un Sarıköylü olarak tanınmasında çok etkili olmuş iki isim olarak mutlaka hatırlanması gereken kişiler olarak burada zikredilmelidir. DEMİRYOLCULARIN YUNUS’A SAYGISI Yunus’un Sarıköylü oluşuna dair bilgi sadece Türklere ait bir bilgi de değildir. Osmanlının son dönemlerinde burada yol inşaatında çalışan yabancıların da bu bilgiden haberdar oldukları anlaşılıyor. Yunus’un izini Sarıköy’de bulanlardan biri olan Nezihe Araz’ın anlattığına göre “demiryolunu yapan Alman mühendisler, inşaat Sarıköy önüne gelince, Müslüman âdetlerini güderek kurban kesmişler, küçük bir dini tören yaptırmışlar. Orada Türklerin en büyük şairi ve ermişi Yunus Emre’nin yattığını biliyorlarmış. Türbe yanındaki şirin zaviyeyi de pek severlermiş.” Hatta bu durum bir geleneğe dönüşmüş ve buradan geçen trenler, Sarıköy’e geldiklerinde saygı düdüğü çalar, tren personeli de yüzlerini türbeye çevirirmiş. Bu saygı havası, Yunan Sarıköy’e girip ortalığı yakıp yıkıncaya kadar böylece sürmüş. Nezihe Araz’ın anlattığı bu olayın bir başka tanığı ise Müjgan Cumbur’dur. O da bir tren yolculuğu sırasında böyle bir olaya tanıklık eder: “Oradan geçerken eskiden trenler düdüklerini öttürerek selam dururlardı. Bu, çocukluğumun bir anısıdır. 1930–1931 yıllarında Ankara’dan İstanbul’a giderken ilk orada öttürüldüğünü duyduk. Annem sordu: Nedir gecenin bu saatinde burada kimse yokken neden öttürülüyor”dedi. Kondüktörün verdiği cevap “Orada bizim tren yolcularının piri yatıyor” dedi. Kimdir bu zat dediği zaman görevli Yunus Emre

dedi.” Ben o zamanlar çocuktum ama bu olayı bugünkü gibi hatırlıyorum.” Konu Yunus Emre’den açılınca Eskişehirlilerin de sık sık anlattığı bir olaydır bu. Elbette hakikatin abartısı olur ama yalanı olmaz. Şunu da ekleyelim. Sakarya iline giderken şehre 10-15 km. kala bir tepede Bayraklı Dede isimli bir yatır görürüsünüz. Muhtemelen bölgenin fethi sırasında, askerin bayraktarlığını yapmış vefatından sonra buraya defnedilmiş biridir ama halk ona “Yol evliyası” olarak bakar. Demek ki halk arasında böyle bir inanış mevcut. İşte bu kültürün kondüktörün dilinde “tren yolcularının piri” şeklinde düşünülmesi bir hayli manidar görülmektedir. YUNUS ERİĞİ Yunus Eriği diye bir erik çeşidi duydunuz mu bilmem. Ben de bu yaz Yunus Emre ziyaretlerimin birinde köyün imamından öğrendim bunu. Hemen aklıma Yunus’un “Çıktım erik dalına/Anda yedim üzümü/Bostan ıssı kakıyıp/Der ne yersin kozumu” diye başlayan o meşhur şiiri geldi. Ağacı görünce bunun muhtemel olduğunu düşündüm. Zira ne ağacı ne meyvesi bildiğim, gördüğüm erik ağacına benzemiyordu. Bünyesini kuşatan dikenimsi çıkıntılar sebebiyle kolay çıkılacak bir ağaç gibi görünmüyordu. Bunu söylediğim de imam da doğruladı. “Evet” dedi. “Bu ağacın eriklerini ağaca çıkarak koparamazsınız. Ancak dallarını eğerek yapabilirsiniz bunu” Malum, bu sembolik bir şiir ama mecaza hakikatten yol bulunmaz mı? Şiir de zaten bildiğimiz eriği değil sufi yorumla şeriatı, bildiğimiz cevizi değil tarikatı sembolize ediyor. Yunus da pekâlâ eriğin hakikatinden yola çıkıp onu bir sembol olarak kullanarak mecazı anlatmış olamaz mı?

Eskişehirlilerin “Yunus bizdedir” derken elbette gerekçeleri vardır. Bunların başında Bektaşi Velâyetnamesindeki Yunus’un Sarıköy’de doğduğu ve kabrinin de burada olduğu bilgisi gelir. Velâyetnamenin 16. asır başlarında yazıldığı hatırlanacak olursa Eskişehirli Yunus Emre gerçeğinin dört asrı aşan bir geçmişi olduğu söylenmelidir. Aynı şekilde Şakayık-ı Numaniye, Kitab-ı Mahbub-i Mahbub, Nefahat tercümesi ve Menakıb-ı Evliya gibi kadim Osmanlı kaynakları da Yunus’un Sarıköylü oluşunda görüş birliği halindedir.

Sonradan yaptığım araştırmada ise gerçekten böyle bir ağaç türü olduğunu Latincede buna “Prunus divaricata” denildiğini Türkçe’de ise “Yaban Eriği”, “Yunus Eriği”, “Alça”, “Alsa” gibi isimlerle anıldığını gördüm. Öyle ya da böyle ama Yunus’un türbesinin bulunduğu alan içindeki bu erik ağacına “Yunus eriği” denilmesi oldukça manidar görünüyor. Bir şey daha…Köylüler, ekşiliğinden dolayı bu eriği limon niyetine tüketirlermiş. Ekşilik da hamlığı temsil etmez mi? Öyleyse Yunus’a o şiiri yazdıran ilhamın bu ağaçtan geldiği dolayısıyla böyle bir ağaç türünün burada olması ya da ona böyle bir ad verilmesi üzerinde düşünmeye değer. YUNUS EMRE’NİN YAĞMURLARI 1980’li yıllarda Yunus Emre Yolunda Türk şairleri derneği başkanlığını yapan M. Aziz Bolel’in Yunus 23


Ş ehir

bu anmalara halkın yoğun bir katılımı söz konusudur. Kur’an, Mevlid ve Yunus ilahilerini okumak şeklinde gerçekleşen bu törenin ardından “Yunus aşı” dağıtılmaktadır. Sarıköy’deki anma programına sadece halk değil resmi erkân da katılmaktadır. Bu durum, devletin resmi görüşünün de Yunus’u Eskişehirli olarak kabul etmek tarzında şekillendiği şeklinde algılanmaktadır. Hele 2010 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşiyle birlikte Sarıköy’ü ziyareti yine aynı yıl Kültür ve Turizm Bakanlığının tarihi yerler haritasında Yunus’un kabrinin Eskişehir’de gösterilmesi Yunus’un Eskişehirliliği tezini daha da güçlendirmiştir.

Emre kitabında anlattığı bir menkıbe var ki onu da buraya almamak olmazdı. Onun belirttiğine göre 16. yılda yaşadığı bilinen Âşık Garip bir şiirinde Yunus’un mezar yerini açık açık söylemektedir: Başı Sündiken dağına Ayakları Çal’a bakar. Sündiken dağı Sarıköy’ün bağlı olduğu Mihalıççık ile Yakakayı köyü arasında kuzeyde bir dağdır. Çal ise Sivrihisar’ın doğu tarafındaki Dümrek köyü yakınındadır. Böylece Sündiken dağı Sarıköy’ün kuzeyinde Çal dağı da güneyinde olur. Anlatılanlara göre bu civarda yaşayanlar kuraklık olduğunda duaya çıkar, yağmur isterlermiş. Bunun da belirtisi Çal dağının üstünün dumanlanması imiş. Çok geçmez öyle olur bu yöreye sicim gibi yağmurlar yağarmış. İşte bu duruma Yunus Emre hürmetine diye inanılırmış. Bir başka örnek de 18. yüzyıl âşıklarından Âşık Ömer’in bir nefesinde görülmektedir. Âşık Ömer’in kıtaları “Yunus’um nerde yatıyor” mısraı ile biten bu şiirinde yeri dağı, ovası, ırmağı ile tasvir ettiği yer Sarıköy’dür. Kendisi de zaten buraya yakın Bardakçı köyündendir. Şimdi düşünelim. Bundan dört asır önce Âşık Garip ve iki asır önce Âşık Ömer’e bu şiirleri söyleten nedir? Aynı şekilde o civardaki köylüler neden böyle bir inanışa sahipler..? Varın siz düşünün. ESKİŞEHİRLİLER YUNUS’U NASIL ANIYORLAR? 1940’lardan bu yana Eskişehir’de neredeyse hiç aksatılmadan Yunus Emre anma etkinliklerinin yapılması Eskişehir’de bir geleneğe dönüşmüştür. Sarıköy’de Yunus’un kabri başında yapılan sayı//2// eylül 24

Eskişehir merkezinde ise Yunus, 1983’ten beri iki yılda bir yapılan bir sempozyumun son üç yılda ise bir çalıştayın konusu olmaktadır. Sunulan tebliğler kitaplaştırılarak Yunus Emre ile ilgili literatürün zenginleşmesi sağlanmaktadır. Yine son birkaç yıldır Yunus’u anma haftası içindeki Cuma gününde hutbe konusu olarak Yunus Emre işlenmektedir. Bunların dışında; Yunus Emre adını taşıyan cadde, sokak, kurum ve kuruluş isimleri ve şehrin muhtelif yerlerindeki duyuru panolarına asılan şiirleri ve Anadolu Üniversitesinde, Odunpazarı semtinde ve adını taşıyan bir ilkokuldaki heykeli bugünün insanına Yunus’un Eskişehir’le olan bağını gösteren somut uygulamalar olarak görülebilir. Son yıllarda ise Ankara ve Bursa yönünden gelen otobüslerin Eskişehir’e giriş yönlerine “Yunus’un sevgi ve hoşgörü şehrine hoş geldiniz” cümlesinin yer aldığı bilboardlar konulmuştur. SONUÇ YERİNE Bu yazıda amacımız şahsi kanat ve bilgimiz bu şekilde de olsa Yunus’un Eskişehirli oluşunu iddia ve ispat kaygısı değildir. Zaten Cahit Öztelli, İ. Hakkı Konyalı gibi sayıları daha az da olsa bazı ilim adamları bu konuda farklı bilgiler vermektedirler. Yapmak istediğimiz onun Eskişehir’le aidiyetini ortaya koyan kaynakları, menkıbeleri aktarmak ve bu şehirdeki Yunus Emre fotoğrafını sunmaya çalışmaktır. Zaten gelecek bölümlerde bunun aynısını Karaman, Sandıklı ve diğer yerler için de yapacağız. O zaman diyelim ki Karamandaki Yunus’u anlatacaksak bu defa Öztelli’nin, Konyalı’nın söylediklerini aktaracağız. Oralardaki Yunus algısını da yine bu tür bir yaklaşımla ele alacağız. Mesele, Yunus nerede nasıl biliyor, anılıyor meselesidir. Yani onun Anadolu’daki izlerini ortaya çıkarmak. Zira bu izleri takip ederek onun yolunda yürüyebilmeye çok ama çok ihtiyacımız var.


Anılar Diyarı Bu şeh ir Sırdır di,benim ilk h an a Sanki b ılarında hal sretim bu şeh a ir a Hep bö şka bir izden sır çocukluğu di, m yle şaşk b ın şaşk aşka bir semt ! ın bakı e nır çoc girdi, Ne kay u kluğum b Sırra i ettiyse hep bö ... hanet o yle kay lur bun betti bu Hangi d k Ağlam öşe başından an bir fazla d sersem. aklı bir ön er tavır ta üne çıkıvers sem! e m kınır ç ocuklu Zor bu ğum... düşten Ama t k eğet geç urtuluş,pek dal ilm Doyma z parm ez ki eski ba masam derin yr Her şey e a e tekra k uçlarım ha am yerine s r tekra r doku ret buselerine n ; ur çocu Ey yak kluğum ı Beni b n insanları b ... ileceksi u ıraks ni ıd Gözleri ni bu ş z sarın çevrem iyarın eh O saf b i akışlar re açmış tüm ,sarın. ından okunur yavruların çocuklu Bekir S ğum. ıtkı Er doğan

25


Ş ehir

OBJEKTİFTEN, ESTETİĞİ VE ZAMANI YAKALAYAN SANATÇI;

KÂZIM ZAİM

“Fotoğraf görsel şiirdir; fikri görsele dönüştürme sanatıdır.” Röpörtaj: Savaş UĞUR

Fotoğraf: Ahmet Polat (Kuşadalı)

sayı//2// eylül 26

stanbul’da yetişen değerli Fotoğraf sanatçımız Kazım Zaim Usta’yı yaşadığı sığındığı liman, Kuşadası’nda buluyoruz. Fotoğrafı çekerken şiir ve şarkı mırıldanarak çeken, o kareye ruh veren bir sanatçı Kazım Usta. Şehir ve Kültür dergimiz için yapacağımız röpörtaj’a evet diyor. Güleç yüzlü sanatçımıza sorularımızı sıralıyoruz; Değerli Hocam, Balkan kökenli İstanbullu bir Fotoğraf sanatçısı olduğunuzu biliyoruz, Önce Çocukluğunuzun kısa bir hikayesini dinlemek isteriz. Yani çocukluğunuzun şehirleri, insanları… 26 Eylül 1948 Yılında Kosova’nın Prizren kasabasında Babam Ziyaeddin ve Annem Gülnaz Zaim çiftinin altı çocuğundan beşincisi olarak doğmuşum. Bizim ailede çocuklar II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılır. Tesadüf bir abla bir ağabey bir ablam harp öncesi, gene bir ablam ben ve bir kız kardeş harp sonrası çocukları olarak doğmuşuz. Buna sebep II. Dünya Savaşı’na katılan babamım savaşta Almanlara dört yıl esir düşmesi ve savaş sonrasında kurtulup geri dönmesidir… Çocukluğumda beş yaşlarımda meraklı biri olduğumdan annemin çeyiz sandığını karıştırırken siyah kağıtlara sarılı üç 10x15 cm büyüklüğünde cam negatifleri ışığa tuttuğum zaman gördüğüm gizemli görüntüler ve bu cam filmlerden yayılan ecza kokusu benim fotoğrafa karşı ilgimin ilk başlangıcıdır. Bu filmler anne ve babamın evimizde çekilen damatlık ve aile fotoğraflarına ait idi. Bir tanesi kırıldı ama diğer ikisini hala itina ile saklarım. Fotoğrafa olan ilgim on yaşına kadar yaşadığım Prizren’de fotoğrafçı vitrinlerini uzunca ve dikkatlice izlememle devam etti.1958 Yılında İstanbul’un Eyüp beldesinin Defterdar semtine göç edince o devirdeki İstanbulla karşılaştım. Şanslıydım çünkü memleketten çok sevdiğim çocukluk arkadaşım rahmetli Nadir Hapçıoğlu’nun ailesi de aynı semte bizden bir iki sene önce göç etmişti. İki kafadar gene buluşmuştuk. Biz Türkçe konuşuyorduk ama semtin yerli çocukları bize laz diyordu... Eh cittım, celdım diye konuşunca bizi Karadenizli’ye benzetmişlerdi. Tuhafıma giden şey İstanbul lehçesinde bazı kelimelerin sonuna eklenen -rum eki idi. Geliyorum, gidiyorum deyimleri benim için çok tuhaftı. Neyse ki on yaşımı geçmediğim için İstanbul şivesini çabuk söktüm. Yerleştiğimiz semt ve İstanbul’un pek çok semtlerinde hala ahşap evlerde insanlar oturuyordu. Osmanlıdan kalma mahalle çeşmeleri hala çalışıyordu. Otakçılar, Savaklar semtindeki Mimar Sinan’dan kalma vakıf suyu çeşmeleri gürül gürül akıyordu. Osmanlı’dan kalma pek çok çeşme semtlere adını vermiştir. Oturduğumuz evin adresi Alaca çeşme aralığı, komşu semtin adı ise Akarçeşme


idi. Daha çocuk iken dikkatimi çeken bu çeşmeler ilerde benim İstanbul’un sokak çeşmeleri adlı bir sergi açmama vesile olacaktı..Benim İstanbul çocukluk günlerimde çeşmelerden su taşıyan atlı sakalar hala çalışıyordu..Tuhafıma giden omuzda bir sırığa bağlanan zincir ya da iple sarkıtılan yuvarlak kaplarda yoğurt satan satıcılardı.. Tabi en tuhafıma giden de Mancacı denilen bir satıcı oldu. Bu mancacı evlerde beslenen ev kedileri için Sütlüce Mezbahanesi’nden temin ettiği kesim hayvanlarının parçalara bölünmüş bağırsaklarını omuzlarında dengede tuttuğu bir sırığın iki ucuna sarkıttığı iple iki gaz tenekesinde satıyordu.. Bu satıcının arkasına takılmış onlarca sokak kedisi üstü başı bağırsak kokan bu kısa boylu adama saldırıp zorla kendilerine ikramda bulunduruyorlardı. Mahallenin başında Mancacı sesini duyan bütün mahale kedileri bir yerlerden fırlar peşine takılırdı.. Memlekette en çok İstanbul’un Galata Köprüsü’nü merak ederdim.. Daha gelişimizin ertesi günü arkadaşım rahmetli Nadir’i yanıma alarak Galata Köprüsünü görmeye gittik.. Bir de ne görelim 1958 Yılında palamut balığı akını var, Haliç balıkçı kayıkları ile dolmuş, köprüden üç iğneli sıyırtma kurşun oltasını atan yarım dakikada bir palamut çekiyor. Müşteriler oltacıların arkasında sıraya girmiş bir liraya, canlı canlı palamut alıyor.. Balık akını zamanlarında mahallemizde her evden mis gibi palamut balığı kızartması kokuları geliyordu… Eyüp, Defterdar semti eski Osmanlı kabristanlarının yoğun olduğu semtti. Semtimiz çocukluğumda Tokmak Tepe denilen büyük bir mezarlığın eteğinde yer alıyordu. İstanbul, Ayvansaray, Edirnekapı semtine kadar uzanan bu tepelik mezarlıkta uçurtma uçurur oyunlar oynardık. Ne yazık bu koca mezarlık tepesi Haliç köprüsü ve çevre yolları yapılırken ortadan kaldırıldı.. Çocukluğumda okul hayatından, sınavlardan hep nefret ettim. Ağabeyim de müzik öğretmeni idi ama bana tek bir nota veya bir çalgı aleti öğretmesine fırsat vermedim. Öğretmenlerimi üstümde hep bir baskı aracı gibi hissettim. Tabi resim, tarih, coğrafya ve Türkçe öğretmenlerim hariç... Benim asıl eğitim yerim Eyüp’te bir zamanlar var olan Hüsrev Paşa Vakfı binası Eyüp Kütüphanesi ve kütüphane müdürü Haşmet Bey idi… Okul bu; insanın sadece sevdiği derslerle mezun olduğu nerde görülmüş. Baktım ki okul işi yürümeyecek daha 16,17 yaşlarımda fotoğrafçılığı meslek olarak seçmeye karar verdim.. Fotoğrafla ilk tanışmanız nasıl oldu? İlk makineniz nasıldı? Fotoğrafla ilk tanışmam beş yaşlarında annemin çeyiz sandığında bulduğum cam negatiflerin büyüsü ve bu cam negatiflerden burnuma gelen

Kar ve Sütçü Kadın

ecza kokusudur. Fotoğrafçılığa ilk başlamam da karanlık odada fotoğraf baskısı yapmakla film banyosu yapmakla ecza kokuları arasında oldu. İlk makinem rol film çeken 8 pozluk 6x9 körüklü zais ikon bir makine oldu. Hiç de pratik bir makine değildi. Ama ilk makinemin büyük format makine olması güzel bir tesadüf oldu.. Fotoğrafı size sevdiren nedir, fotoğraf sanatındaki ustanız kimdir? Sanırım dil ve anlatımım çocukluğumda zayıftı. Fotoğrafı bir anlatım aracı olarak mı sevdim acaba şimdilerde bunu düşünüyorum. Fotoğraf görsel şiirdir diyorum kafiyesi tonlamalar anlamı kompozisyonudur desem yeridir. İki yıl beraber çalıştığım Rahmetli Sami Güner Ustam’ın İstanbul fotoğrafları çekerken okuduğu Yahya Kemal Beyatlı şiirleri beni etkilemiştir, fotoğrafı daha çok sevdirmiştir. Eğer bir ustam olacaksa sanat yönünden ustam rahmetli Sami Güner’dir. Ama fotoğraf sanatının bir de mutfak tarafı vardır. Eyüp’te okul tatilinde kısa bir süre çalıştığım küçük bir atölyenin yanında asıl meslek kapılarını açan Beyoğlu, İstiklal Caddesi Ankara Hanı’nın üçüncü katında Prizren’li memleketlim Ali Mermer ve ortağı Sabahattin Oymak’ın sahibi oldukları Bella Fotoğraf Atölyesidir. 1965-66 Yılarında bu atölye devrin önemli sanatçılarının fotoğraf çektirdiği bir fotoğrafhane idi. Ben Sami Güner’in Kemal Baysal ile ortak olduğu Baysal Film Fotoğrafhanesine Bella fotoğrafhanesi karanlık odası mutfağında yetişmiş olarak işe başlamıştım. Ama illa bir usta belirtmem gerekiyorsa hayatımda bana fikir ve ilham veren insan, hayvan ve bütün canlılar, geçmişten gelen sanat eserleri benim için ustamdır derim. 27


Ş ehir

o fotoğrafa sanat elbisesini fotoğrafçı giydirmiş demektir. Kaldı ki her fotoğrafın sanat eseri olması da gerekmez. Belgesel ve güzel bir anı eseri de ilerde değerli bir fotoğraf olabilir. Buna fotoğrafçı kendi karar verir. Elbet sevdiğim aynı zamanda ödül de almış fotoğraflarım var bunlardan bazıları, karda üç tekerlekli el arabası ile yürüyen SÜTÇÜ KADIN, Safranbolu’da tek pencereden görünen dört konulu PENCERE, Müzikolog SADİ YAVER ATAMAN PORTRESİ, Okul bandosu yanında bayrağı ile yürüyen BM İNSAN HAKLARI BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ ALAN FAKİR ÇOCUK fotoğrafım, MUSALLA TAŞINDA ÖLEN ARKARDAŞINI BEKLEYEN İKİ YAŞLI ADAM fotoğrafım aklıma gelen sevdiğim fotoğraflarımdandır. Safranbolu evleri

Fotoğraf sanatınızın uzun bir döneminin İstanbul’da geçtiğini biliyoruz, İstanbul’un geçmişi ve bugünü arasında kadrajdan gördüğüz birkaç farkı özetleyebilir misiniz? 1958 İstanbul’undan bu güne İstanbul’da gördüğüm farklı kadrajlar var tabi ama buna kadraj değil çerçeve diyelim. 1958 yıllarında bana göre İstanbul hala Osmanlı’nın harpten çıkmış yorgun ve harap durumunda idi. Pek çok tarihi mimari eser harap ve bakımsız bazı semtler çoğunlukla ahşap evlerden oluşuyordu. Eminönü-Eyüp Haliç sahili yolu öylesine dardı ki kamyondan bozma halk otobüsleri ve diğer araçlar bazı mıntıkalardan karşılıklı geçemez bir kenara çekip diğer aracın geçmesini beklerdi. Ha keza Aksaray-Taksim Tarlabaşı yolları da aynı durumda idi. Özal ve Bedrettin Dalan döneminde radikal yıkımlarla yollar açıldı. Harabe İstanbul surları elden geçirildi. Haliç kıyısındaki sanayi tesisleri ortadan kaldırıldı. Recep Tayyip Erdoğan döneminde Haliç değişik bir çalışma ile çamurdan temizlendi etrafındaki tarihi yapılar yenilendi eski tesisler yeni işlevli merkezler haline getirildi. Yıllardır ihmal edilmiş tarihi camiler, medreseler hanlar restore edildi. Bunun yanında İstanbul’un görüntüsüne gökdelen yapılar girdi. Yıllar boyu fotoğraf çektiniz, kadraja aldığınız her kare sizin aynı zamanda sanatınızı ve dünyanızı gösteriyordu, çok istediğiniz, isteyerek çektiğiniz fotoğraflar hangileridir? Göz görür gönül sever fikir oluşur fotoğrafçı resmeder. Hep fotoğrafı arayan görselci beyni ve gözü çerçeveleşmiş olarak karşısına fotoğraf olacak görüntü geldi mi deklanşörüne basar. Bazen de görüntüyü o günkü ruh haline ve kimyasına göre kendi hazırlar. Her görüntü sanat eseri değildir eğer sanat eseri olmuş ise sayı//2// eylül 28

Sanatınızı öğrettiğiniz öğrencileriniz var mı? Usta-çırak ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? Ailenizde başka fotoğraf sanatçısı var mı? İstanbul Çapa semtinde işlettiğim atölyemde çevrede okuyan yüksek okul lise öğrencileri ile güzel dostluklar kurmuştum. Hemen hepsine fotoğrafçılığı öğretmiştim. Hatta bazısına dükkânın anahtarını vermiştim. Ben olmadığım zamanlarda dükkânı açıp gelen işleri yapan ve kasaya parasını koyan gençler bile oldu. Ben fotoğraf bilgisini saklıyan biri değilim. Benden etkilenip bana takılan mesleğini bırakıp fotoğrafa başlayan kendine sanatçı diyen kişiler de var, beni uzaktan izleyen ve etkilenen örnek alan arkadaşlar da var. Genelde fotoğrafa yatkın kişilerin işlerine bakıp yanlışlarını söylerim aklına yatan uyar uygular ben karışmam işlerini takip ederim, bazı arkadaşların işlerinde benden izler görürüm sevinirim. Tabi ben yetiştirdiğim kişilerin isimlerini söylemem. Onların bana hitap şekilleri samimi ise anlarım, onlar bana saygıda kusur etmez verdiğim sevginin ilhamın karşılığını alırım bu da beni mutlu eder. Ailemde benden başka fotoğrafla uğraşan ne yazık ki yok ama olmasını isterdim. Fotoğrafçılığa başladığınızdan bugüne Bu sanatın değer verdiğiniz ustalarından birkaçını sıralayabilir misiniz? Fotoğrafımızda benim beğendiğim usta tarzı hem çekimini hem de fotoğraf mutfağının işini yapan gerçek emekçi ustalardır. Bu konuda bir sıralama yapmam doğru olmaz çünkü bütün ustalara değer veririm. Fotoğrafta dijital gelişme, fotoğrafla ilgilenenlerin sayısını arttırdı. Bu gelişme ve ilgiyi nasıl buluyorsunuz? Mesele makinenin kalitesinde mi? Çekenin vizyonunda mı? Fotoğrafa ilgi duyan gençlere neler önerirsiniz? Fotoğrafta dijital gelişme ve yeniliklere hiçbir zaman karşı çıkmadım. Bana kalırsa bizim neslin


fotoğrafçılarının önemli bir bölümünün hayatı karanlık odalarda zor şartlarda geçti. Evet, klasik fotoğrafın da güzel tarafları vardı ama yeniliğin karşısında hiçbir eski meslek duramıyor. Çok zorlandık ama dijital çağı biz de yakalayabildiğimiz kadar takip etmeye çalışıyoruz. Ama fotoğrafta sadece yenilik yetmez. Fotoğraf, fikri görsele dönüştürme sanatıdır. Fikri kendi üreten ve fotoğrafa uygulayan her zaman öne çıkar. Bu da yetmez eğer bu işten ekmek yiyecekse meslek edinecekse pazarlamayı da başarması gerekir. Fotoğraf sanatının sahnesi yazılı ve görsel basındır. Kendine bu sahnede yer bulmak kendini tanıtmak isteyen her fotoğrafçı için önemlidir. Sadece fotoğraf çekmekle kalmadınız, kitaplar da yazdınız, öğrenebilir miyiz? Fotoğraf dışında yazdığım kitabım yoktur. Tercüman Gazetesi için Hüseyin Ayvansarayi adlı yazarın İstanbul Camilerini iki cilt olarak,’İstanbul Camileri Ansiklopedisi’ adı altında fotoğraflamıştım. Onun dışında Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı benim savaş öncesi çekmiş olduğum Bosna-Hersek fotoğraflarımı Vakıfbank sponsorluğunda BOSNA-HERSEK adı altında bir fotoğraf albümü olarak yayınlamıştı. İstanbul Belediyesi Kültür AŞ yayınlarından çıkan Hakan Karateke’nin çalışması olan İstanbul III. Ahmet Devri Çeşmeleri kitabını da aynı şirkette çalışırken ben fotoğraflamıştım. Gene bu şirketin bastığı Ömer Faruk Şerifoğlu’nun çalışması Su Güzeli/İstanbul Sebilleri kitabını ben fotoğraflamıştım. İstanbul Belediyesi’nin ilk Prestij Kitabı olan City of İstanbul kitabının % 70 ini ben fotoğraflamıştım. Kendime ait yegane özgün kitap Türk Fotoğrafçıları Kütüphanesi adı altında 10. sıra numarası ile yayınlanan Kâzım Zaim fotoğraf kitabıdır.

Bando ve Fakir Çocuk

Fotoğraf ödülleriniz… Fotoğraf yarışmalarında yüz civarında ödül kazandım hepsi tek tek aklımda değil. Dileyen özgeçmişimi araştırıp bulur ben bahsetmekten pek hoşlanmıyorum. Bence ödüller de önemli ama açtığım sergiler yaptığım dia gösterili sunumlar daha önemli derim. Ödüllü Fotoğraflarım İstanbul Çemberlitaş Basın Müzesi, İstanbul’un Sokak Çeşmeleri / İstanbul Taksim Atatürk Kitaplığı, İstanbul’un Sokak Kedileri (Fuat Hüdaverdi) ile beraber / İstanbul Taksim Atatürk Kitaplığı, Zorunlu Bulgaristan Göçü’nün 10.Yılı / İstanbul Beyoğlu Dünya Sanat Galerisi, Sami Güner Nermi Erdur Anısına / İstanbul Kadıköy, Yusuf Ziya Ademhan Anısına / İstanbul Fotoğraf Evi, Bosna Hersek Barış Hareketi Karma Sergisi / İstanbul Beyoğlu Sanat Galerisi, İstanbul Kabristanlarında Osmanlı Mezar taşları

Bursada Zaman 29


Ş ehir

/ Üsküdar Altunizade, Yurtta Sulh Cihanda Sulh (Bosna, Kosova fotoğrafları) / Söke-Aydın Mimar Sinan Eserleri / Kuşadası… Fotoğraf sergileri… Ayrıca, Savaş öncesi ve sonrası Bosna/ Hersek, Savaş sonrası Kosova, Ağırnas’tan Bosna’ya Mimar Sinan eserleri, Safranbolu ve Prizren, Venedik’te Bir Gün, Harput’ta İki Gün, Fındık Diyarı, Yugoslavya’da Türk İzleri, İstanbul’da Osmanlı izleri sunumlu dia gösterilerim de bulunuyor. Fotoğraf için özellikle gittiğiniz şehirler var mı? Hangileri sizde silinmez izler bıraktı, yolculuklardan özel bir anınızı paylaşır mısınız? 1975 Yılında Safranbolu’yu fotoğraflamak için gitmiştim. O zamanlar Safranbolu fotoğrafik açıdan pek bilinmiyordu ve doğal turistik olmayan bir belde idi. Gördüğüm tarihi ve otantik mimari karşısında gözlerime inanamadım. Safranbolu fotoğrafçılar için kurulmuş doğal bir plato idi sanki. İşin garip yanı bu beldeyi sanki doğduğum Prizren’e benzettim ve memleket hasreti çektikçe bu beldeye gidiyor, fotoğraflar çektikten sonra konaklama mekanı olarak kullanılan eski bir ahşap evin tamamen ahşap olan odasında dinlenmeye ve uyumaya gidiyordum. Sabahları bu eski konağın bahçesinden gelen Prizren’deki kumrular gibi ses çıkaran kumru sesleri beni mest ediyordu. Tabi bu bahsettiğim 1975 Safranbolusu. Şimdi her yanı turistik. Tabi Türkiye den anlatacak çok şehir var da uzun olur. Beni etkileyen şehirlerden savaştan bir yıl önce 1987-88 yıllarında gittiğim Bosna Hersek’te Sarayova, beni ağlatan Mostar, Poçitel ve Travnik şehridir. Akşamın yakın bir zamanında Travnik varoşunda evinden çıkarken selam verip tanıştığım Sakıp Amca’nın beni otele bırakmayıp evinde misafir ettiğini hiç unutamam. Sakıp Amca’nın evinin yanından akan derenin su sesi kurbağa ve çekirge sesleri bana öylesine güzel bir ninni sesi gibi geldi ki kendimi cennette uyuyor sandı idim. 1995 Yılında düşük yoğunluklu savaşta aydınlar Bosna’ya barış hareketi ile Travnik şehrine uğradığımızda çok şükür şehir Müslüman Boşnakların elinde kalmış ve Sakıp Amca da gayet iyi idi. 2012 de gittiğim Bakü de bende derin etkiler bırakan şehirdir. Aynı yıl Kosova ve Arnavutluk’a da gittim Arnavutluk’un Berat Şehri sanki değişik bir Safranbolu gibi idi.. Tuhaftır Balkan Coğrafyası’ndan olmama rağmen Bakü benim ruhuma daha yakın geldi.. Bakü’de Osmanlı temsili şehitliğinde Anadolu ve Kosovalı askerlerin temsili plaketleri yan yana olması benim gözlerimi yaşarttı. Bu Osmanlı insanları coğrafyası ne kadar zengindi bir kere daha anladım. Arnavutlukta Berat Şehri sayı//2// eylül 30

AMASYA… Hep merak etmiştim Amasya’yı 1979 yılında gitmiştim. Bir yanda dağlara oyulmuş antik


kral mezarları şehirde Osmanlıdan, Selçukludan kalma bir sürü mimari eser beni büyüledi. Nehir kıyısındaki tarihi konaklar öylesine güzeldi ki sokaklarında yorgun bitkin gezerken konaklı sokakta rastladığım bir Kuran kursu binası dikkatimi çekti bana yemek vakti olduğu için yemek ikram ettiler çok duygulandım. Sonra gümüşlü camiine uğradım. Baktım çakır gözlü akça bir dede elinde kürek kum eliyor. Nerelisin dedim, uzaklara daldı söylemedi yanındaki Anadolu kavruğu başka bir dede cevap verdi; Mübadil o mübadil. Anladım benim gibi balkan göçmeni; ben de sizin oralıyım, dedim bakıştık elini öperek ayrıldım. Gurur duydum elinde kürekle camiyi onaran çakır dedemin fotoğrafını çektim hala saklarım filmlerini çakır dedemin. ÇORUM… Amasya’dan Çorum a geçtim. Eski sokakları kalaycıları, bakırcıları gezdim. Çarşıda bir saatçi dükkânına girdim dükkânın içi antika duvar saatleri ile süslü idi dikkatimi çekti rahmetli halamın eşi de Prizren’de saatçi idi. Eski saatlere hep ilgi duymuşluğum vardı. Dükkân sahibi ile biraz sohbet ettik saatlere ilgimi anlayınca evinde kahve içmeye davet etti. Evine vardım ki ne göreyim duvarlar antika saatle dolu her biri de tıkır tıkır çalışıyor. Nasıl uyuyorsun ben uyumak için saati dışarı çıkarırım, dedim. Usta güldü ben biri dursa duyarım kalkar kurar çalıştırırım, dedi. Neyse evin güzel kızı kahvelerimizi getirdi saygıyla ikram ettikten sonra bir Prizren gelini edasıyla misafire arkasını dönmeden ustayla beni yalnız bıraktı. O günün anısı saatli duvar fotoğrafım hala film arşivimde durur.

Safranbolu' da Pencere

KÜTAHYA… Çorum’dan sonra Kütahya’ya fotoğraf çekmek için uğradım. Kütahya’da tarihi börekçiler sokağı muhteşemdi. Dönenler mescidi Mevlevihane ve şadırvanı aynı zamanda II. Beyazıt Camii camiin müezzin mahfeli altında fokur fokur akan buz gibi su kaynağına şaşırdım kaldım. Fakat asıl fotoğrafı camiin musalla taşı yanında ölen arkadaşını bekleyen iki yaşlı insanın fotoğrafı verdi. Hayatın gerçeği güzel bir an fotoğrafı idi bu kare. Şehir ve Kültür dergimiz çıkmaya başladı, ilk sayımız hakkındaki düşünceleriniz ve önerileriniz nelerdir? Her şehrin kendine has kültürü sanatı var elbet şehirleri bu yönleri ile tanıtmak açısından bence çok önemli. Umarım önemli bir boşluğu doldurur. Bizi kırmadınız, sorularımızı cevaplayarak okuyucularımıza bir sanatçı bakışıyla cevaplar verdiğiniz için teşekkür ediyoruz… Ben de teşekkür ederim.

İstanbul Göksu 31


Ş ehir

GÖRÜNMEYEN ÜNİVERSİTENİN VE ŞEHRİN GÜZEL İNSANI,

YEDİNCİ GÜZEL ADAM

Nazif Gürdoğan’ın her yazdığı ve anlattığı alan ,ne olursa olsun bizim köklü kültürümüzden, şiir yolculuğumuzdan ve geçmişin kadim inancıyla kalemlerini kullanan yazarlardan bahsederek bir bellek oluşmasına gayret etmiştir, etmektedir. RECEP GARİP

ünyanın hiçbir yerinde kültürler, bulundukları yerde durmazlar. Kültürler de nehirler gibi akarlar” diyor Nazif Gürdoğan. “Diriliş”in, “Edebiyat”ın ve “Mavera”nın içinde yer almış Cahit Zarifoğlu’nun “Yedi Güzel Adam”ından biri ve “Mavera”yı kuran yedi kişi arasında yer almıştır. Özellikle ömrünce edebiyatı önceleyen, dili ve medeniyeti kurgulayan yönleriyle dikkat çekmiştir. Bu nedenle daha çok edebiyatın anlatı, deneme ve gezi notlarıyla, gezip gördükleri şehirlerin, ülkelerin bıraktıkları, yansıttıkları ve insana yüklediklerini dile getirmiştir. Meselesi, davası ve inancı bir uygarlık mücadelesidir. Bir medeniyet geçmişinden yola çıkarak devraldığımız kadim anlayışın, kültürün, şiirin varlığını dünde bırakmayıp bu güne ve bu günden de geleceğe yeni şeyler söylenilmesini tavsiye eder. Denemede özgün bir dile sahip olan Gürdoğan edebiyat alanından hiç kopmadan sürdürür mücadelesini. “Kültürler birbirleriyle yarışarak zenginleşirler, zenginleşerek yarışırlar. Kapılarını başka kültürlere kapayan bir kültür, yeni açılımların, yeni atılımların öncüsü olamaz.” diye pekiştirir söylemini. İbn Haldun’un “mağluplar, galipleri taklit ederler” diye de dikkatleri çeker. Nazif Gürdoğan “Mavera”, “Yeni Devir”, “İlim Sanat” gibi dergi ve gazetelerin takip edilen önemli kalemlerindendir. Seksen öncesi dönemlerdeki en belirgin hareket, kuşkusuz gençlik hareketleriydi. O dönemin kendince dili, tarzı, tartışmaları ve konuşları da mevcuttu. “Büyük Doğu” hareketinin sürdürdüğü sürgün bir yanıyla “Diriliş”le devam ediyor, diğer yanıyla “Edebiyat” dergisinin kullandığı arı Türkçeyle solun kullandığı malzeme ellerinden alınıyordu. “Mavera” dergisi ise bu üç birikimin finalinde evrensel insanlığın problemlerini, ümmetin dertlerini dile getiriyor ve şiire, sanata yeni anlamlar yüklüyorlardı. Bu süreç Türkiye’yi bu günkü sürece taşımıştır. İnsan toplulukları elbette ki ekonomiyle, sosyal değişimlerle gelişir ve genişler. Çağlardan gelen, ötelerden gelen, kadim kültürün mayası olan İslam’ın unutturulmaya çalışıldığı yüzyıl geride kalmıştır. Yirmi birinci yüzyıl Kuran ve Sünnetin daha çok konuşulduğu, anlaşılması için çabaların bulunduğu bir yüzyıl olacaktır. Dolayısıyla kültürün hayatımızdaki anlamı değerler üzerinden yürünerek yeni şeyler söyleyebilmektir. Bu gün Kuran ve Sünnet merkezli yazılar yazabilmek, bu alanda her çabayı edebi bir dil ile inşa etmek her kalem sahibinin işi değildir. Her yazılanın şiir olmadığı gibi, her yazılan kitabın da edebi anlamlar taşımadığını ifade edelim. Nazif Gürdoğan’ın her yazdığı, her anlattığı alan ne

sayı//2// eylül 32


olursa olsun bizim köklü kültürümüzden, şiir yolculuğumuzdan ve geçmişin kadim inancıyla kalemlerini kullanan yazarlardan bahsederek bir bellek oluşmasına gayret etmiştir, etmektedir. Şimdilerde seküler kültürün ölümünden bahsederek “kutsal kültür”ün yüzyılından bahsediyor bu yüzyıl için. “Kutsal kültür iki dünyanın, hem eli hem dilidir” diye söylüyor Gürdoğan. ŞİİR ALLAH’I ARAMA İŞİDİR Biz şiiri Allah’ı arama işi diye öğrendik. Bunun belirginliğini bize Necip Fazıl Üstadımız yazarak söyledi. Divan şiirimize gidildiğinde görülecektir ki divan şairlerinin şiire bakışı da budur. Şair ve yazar Muhammet Nur Doğan’ın “Fuzuli’nin Poetikası” önemli eserlerden birisidir. Şiir felsefesi yüz yılardır bu coğrafyanın gündeminde olmuştur. Onlar bu yolun nasıl olması gerektiğine de çaba harcamışlar, yazdıkları bütün şiirler, ilmi eserler bir ahiret azığı endişesi taşıyarak gerçekleşmiştir. Bu gün bunun daha da anlamlı olduğunu ifade etmeliyiz. “Yedi Güzel Adam” ve bunları takip eden bizler de aynı duyguyla eserlerimizi ortaya koymaya çabalıyoruz. Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in dostlarından olan Nazif Gürdoğan, kültürümüz, kültürel mirasımız ve değerlerimiz adına eserler üretmeyi sürdürüyor. Özellikle “Kültür ve Sanayileşme, Görünmeyen Üniversite, Kirlenmenin Boyutları, Hicazdan Endülüs’e, İki Dünyanın Hesaplaşması ve Zamanı Aşan Şehirler” dikkatlice tekrar tekrar okunması gereken eserlerindendir. 2000’li yıllarda kendisiyle yaptığım söyleşide“Görünmeyen Üniversite” için şöyle söylüyor; “Görünmeyen Üniversite” benim sevilen kitaplarımın başında gelir. Yakınlarda dördüncü baskısını yaptı. Kitabın temelini Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’nin ölümü dolayısıyla yazılan biyografik bir yazı oluşturdu. Bu yazı ilk defa Mavera’nın Aralık 1980’de başlığıyla yer aldı. Kitabın ismi bu kısa biyografik incelemeden geliyor. Söz konusu kısa incelemenin hazırlanmasında rahmetli Cahit Zarifoğlu çok etkili oldu. “Hocaefendi’yi en yakından sen tanıyorsun, Mavera’da mutlaka onu anlatan bir yazı olmalı, senin onunla ilgili yazı gelmeden dergi çıkmaz” demişti. Yazıyı okuduktan sonra da “günümüzde tasavvufun basit, yalın ve gösterişten uzak yaşama tarzı olduğun bundan daha güzel anlatılamazdı” yargısına varmıştı. Zarifoğlu’nun baskısıyla Hocaefendi’yle ilgili yazıyı çok kısa zamanda yazmak zorunda kaldım. Çünkü Zarifoğlu’nun yanında Rasim Özdenören ile birlikte Erdem Bayezıt da vardı. Ben onların her üçüne de şükran borçluyum. Çünkü bu

küçük inceleme çok sevildi. Mavera’da yayınlanır yayınlanmaz. Yeni Devir gazetesinde de dört beş günlük bir dizi olarak yeniden yayınlandı. GÖRÜNMEYEN ÜNİVERSİTE ORTAYA ÇIKIYOR Mavera ve İslam dergilerinde tasavvuf ve tüketime ilişkin yazıların bir araya getirilerek, yeniden düzenlenip ve genişletilmesinden “Görünmeyen Üniversite” kitabı ortaya çıktı. Basılmadan önce kitabın hazırlıklarını gören Prof. Dr. Esad Coşan, “Hocaefendi’yi tasavvuf literatürüne kazandırır” diyerek kitabın yayınlanmasını teşvik etti. Gerçekten bu kitap tüketim toplumunda tasavvufun işlevini ortaya koymada öncü bir çalışma oldu. Ayrıca Modernizm içselleştirme de tasavvufun yerini belirleyecek çalışmalara bir hareket noktası oluşturdu. “Görünmeyen Üniversite” Hocaefendi’yle birlikte tasavvufu uluslar arası akademik çevrelere taşıdı. Prof. Dr. Şerİf Mardin, Doç. Dr. Emin Yaşar Demirci, Dr. Hakan Yavuz ve Ruşen Çakır çalışmalarında bu kitaptan yararlandılar.” Şiir için ne diyorsunuz diye sormuşum o gün, şöyle cevap vermiş Nazif Gürdoğan; “Necip Fazıl’ın dediği gibi şiir, Allah’ı aramaktır. Mutlak gerçeği aramaktır. Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Sezai Karakoç ve onları izleyen Mavera’nın şairleri Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan ve Alaeddin Özdenören… Onlar hepsi şiiri iman için bilmişlerdir. Şiir, güzellikleri büyütmenin, iyilikleri büyütmenin, doğrulukları büyütmenin ana araçlarından biridir. Mavera dergisinin çıkış bildirisinde vurgulandığı gibi; bizim kültürümüzde edebiyat, şiir, sanat; sanat için, toplum için, birey için değil, sanat, insan için vardır. Allah için vardır. Güzellikleri büyütmek için vardır. Hayatı cennete dönüştürmek için vardır. Dünyayı cennete dönüştüremeyenler, öbür dünyadaki cennete ulaşamazlar.” HAYATIN ŞİİRİNİ VE ŞEHRİNİ YAKALAMAK “Yedi Güzel Adam”dan biri olan Nazif Gürdoğan’a “Yedi Güzel Adam”ı da sormuşum; “Yedi Güzel Adam, Cahit Zarifoğlu’nun şiir kitabının adı biliyorsunuz. Nasıl başlıyordu; “Yedi adam biri bir gün bir kan gördü / gereğini belledi.” Hayatı yaşanır kılmak için, hayatın şiirini yakalamak gerekir. “Yedi Güzel Adam”, hayatın şiirini yakalamaya çalışan yedi güzel edebiyatçı idi. Gerçekten onlar ömürlerini şiire, hikâyeye, denemeye, edebiyata adadılar. Çünkü edebiyatsız medeniyet, medeniyetsiz edebiyat olmaz. Edebiyatlar, medeniyetlerin şarkılarıdır diyebiliriz. Ahmet Haşim’e benzeterek; Ahmet Haşim “şiir, kelimelerin şarkısıdır, türküsüdür” diyordu. Benzer bir şekilde biz de edebiyatlar 33


Ş ehir

gerekiyor onu. Oysa biz nice “Yedi Güzel Adam”lara sahiptik. Ömrünü hakkın ve hayrın sesi, soluğu için çabalayan bu güzel insanlara gibi bir uğraşa ömürler verilir elbette. Zarifoğlu “Yedi Güzel Adam” şirinin girişinde; “Yedi adam biri bir gün Bir kan gördü Gereğini belledi Yâri alsa koynuna Ayırmaz kanı yanından Beyaz haberlerim var kardeşlerim -Bir güzel ince gelin Kabartır göğsünü toz duman içinde Gelinliği durur çıkartıp bıraktığı yerde İçerlerden bir taşlı tarladan Kaynayan nehrin gözünde Unutmuş gelin alınlığını Avuçları sıcacık yumulu beline dayalı Kalın bilekli badem topuklu Seyirtir o ince gelin Grevlilere şifalar götürmek için..”

Nazif Gürdoğan “Mavera”, “Yeni Devir”, “İlim Sanat” gibi dergi ve gazetelerin takip edilen önemli kalemlerindendir. Seksen öncesi dönemlerdeki en belirgin hareket, kuşkusuz gençlik hareketleriydi. O dönemin kendince dili, tarzı, tartışmaları ve konuşları da mevcuttu. “Büyük Doğu” hareketinin sürdürdüğü sürgün bir yanıyla “Diriliş”le devam ediyor, diğer yanıyla “Edebiyat” dergisinin kullandığı arı Türkçeyle solun kullandığı malzeme ellerinden alınıyordu. “Mavera” dergisi ise bu üç birikimin finalinde evrensel insanlığın problemlerini, ümmetin dertlerini dile getiriyor ve şiire, sanata yeni anlamlar yüklüyorlardı. Bu süreç Türkiye’yi bu günkü sürece taşımıştır sayı//2// eylül 34

medeniyetlerin şarkılarıdır diyebiliriz. “Edebiyat, hayat; hayat, edebiyattır” dersek çok abartmış olmayız. Edebiyat deyince de bütün dünyada herkesin aklına hayatı şiirleştiren kutsal kitaplar gelir. Alfred North Whitehead bir felsefeci. O diyordu ki, bütün batı düşüncesi Eflatun’a düşülmüş bir dipnottur. Biz de diyebiliriz ki, bütün insanlığın birikimi kutsal kitaplara düşülmüş bir dipnottur. Bütün insanlığın hedefi, kutsal kitapların şiirini yakalamaktır. Hayatın şiirini, kutsal kitapların şiirini yakalayanlar kurtulurlar. Bu bağlamda hayatın şiirini yakalamak, hayatın şiirini yazmak önemlidir. “Yedi Güzel Adam”, hayatın şiirini yazan insanlardır.” Bu alıntılarda bize söylüyor ki edebiyatı hayatımızın ekseni haline getirmeliyiz. Bir uygarlıktan, medeniyetten bahsediyorsak, insanlık için huzurdan, barıştan bahsedeceksek ilahi din olan İslam’ın iyi anlaşılmasında dili iyi kullanmak gerektiğini öğretiyor edebiyatçılarımız. “Yedi Güze Adam”lar şiiri hayat olarak gördüler. Kuran’ı hayatımıza şiir gibi yansıtmamız gerektiğine dikkat çektiler. Her yaşayan bireyin sorumluluğu iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olmasıdır. Şiir de bunun içindir, resim de, müzik de, edebiyat da bunun içindir. Ersin Nazif Gürdoğan bu uğraş içerisinde gençlerle buluşmayı sürdürüyor. Rasim Özdenören de öyle. Yazılar yazmayı, eserler üretmeyi de sürdürüyorlar. Kabul edilir ya da edilmez Cahit Zarifoğlu’nun kast ettiği “Yedi Güzel Adam” kimdi? Edebiyat tarihçilerinin araştırıp bulmaları

KUTSAL KÜLTÜRE DOĞRU Bu şiir kitabı adıyla şanslıydı. Şiirin kendisiyle şanslıydı. Yazan şairiyle şanslıydı. Birlikte olduğu “Yedi Güzel Adam”a onur vermekle şanslıydı. Şiirin verilişinde var olan ilham şiirin de, şairin de kalıcı olmasına özen gösteriyor. Diğer sanatlarda da var bu. Öyle olsa da güçlü söylevlerin, etkilerin, karşı duruşların dili de oluyor şiir. Bu yalnızca şiire has bir durumdur. Sükûnu da, coşkuyu da, taarruzu da, sevinci de, hüznü de içinde barındırıyor şiir. Seksen öncesi dönemlerde yazılarıyla tanıdığım bu güzel insanların her birsiyle 1976’lı yıllardan itibaren tanıma, yakınlarında olma fırsatlarını buldum. Sonsuz şükürler olsun rabbime. Çünkü onlarla hayatın anlamını, hayata bakışımızda ki istikametleri, ünsiyetin, riyazetin, siyasetin, himmetin, kadrin, teslimiyetin, biatin, feyzin, kardeşliğin, ahdin, tevhidin edebin, edebiyatın, şiirin ve şuurun, yazının ve sorumluluğun idrakine erişmemde katkıları oldu. Yolunuzu sürdürüyoruz. Şiir, edebiyat ve dil eksenindeki gönül yolculuğunun “kutsal kültür”le süreceğini biliyoruz. Bu nedenledir ki sizleri rahmetle, minnetle anmaya, hayırlı, bereketli ömürlerle yanınızda olmaya, aldığımız emaneti taşımaya kendimizle, toplumumuzla, inancımızla, rabbimizle bir sözleşmemiz var. Sezai Ağabeyim, Nuri Pakdil Ağabeyim (Ustam), Nazif Ağabeyim, Rasim Ağabeyim Rabbim ömrünüzü âli eylesin. Sizin öğrettiğiniz öğretilerle yanınızda, sizlerle birlikte şiiri, edebiyatı, vahyi, namazı, selamı, sevgiyi, kardeşliği önde tutmayı sürdüreceğiz vesselam.


Babam

Ulu bir mabedin gözleridir gözlerin babam Sana milattan öncesinden baksam bir anlamı yok Uçan kuşların kanatlarını andırır düşlerin Bir selamın yeter, sürgünüm biter Sen tarihten bakan dermanımsın Yüreğime yerleşmiş hakanımsın Hüzzam, acemaşiran şarkımsın Sen benim hünkârım, yürek hanım, babamsın Babamın gözleri Dicle’dir, Nil’dir, Fırat’tır Aşk çiçeğini besler gözlerindeki ışık İçinde dolaşan bin endişe, bir tebessümle dolunay olur Sen merhametin yüreği, kelimelerimdeki duamsın İçime yerleşmiş bir umman, bir şelale, bitmeyen şarkımsın Babam, gözleri yaman, sözleri aman Zaman, mekân, ahir zaman Babamın gözleri zemheri, şiddetinden kestaneler kızarır İmam odasında bütün vakitler insana ait, oradadır babam İçine düşmüş vesvesenin aslı, astarı yok İki dağ arası çağırışların, Horasan erenlerince ağırdır yükü İlmik ilmik tarihe notlar düşen adamdır babam Bir devrin, devrik şahların, padişahların On iki bin fersah uzaklıktan, ruhumu okuyan Seher vakti dipdiri kayıtlarındadır meleklerin Ezber okur, ezber dinler, süreklidir kıyam Kıyamdadır her daim babam Yüce bir çınardır gölgelendiğim Ne kadar darmadağınık olsam da toparlanıp Erdiğim sırların sahibidir babam Ellerinden süzülen peygamber duası Gözlerinden süzülen ilhamın perisi Bir katli rical gibi üşümüşse gün Üşümüştür çocukluğum Şimdi ben bu yakadayım sahte gülücükler toplayıcısı Babam öbür yakada, billurdan şemsiyeler gölgesi Varlığın cennetti babam, gidişin cennet Yokluğuna alışamadım, zaman mihnet Babamın gözleri bir Ceylanı andırır Sükûtu isyan, sükûtu huzur Kalbimde babamın elleri durur Kalbimde Allahın mührü bulunur Babamın gözleri Nil’dir, Hazar’dır, Yakup’tur Babamın gözleri Fırat’tır, Endülüs’tür, Yakuttur. Recep GARİP

35


Ş ehir

"BU ŞEHİRLERİ BİZE ARMAĞAN EDENLERE YABANCI, NESİLLER YETİŞTİRDİK" Röportaj ve Fotoğraf: Yunus Emre ALTUNTAŞ

Mehmed Safiyyuddin Erhan Kimdir? 1954 senesinde Bursa’nın Çatalfırın semtinde sekiz nesildir büyüklerinin ihya ve inşa ettikleri vakıf bir külliyede Bursa Eşrefilerinden Abdulkadir Muhyeddin Eşrefoğlu ile Atıfet Hanım’ın evladı olarak dünyaya gelmiştir. Başbakanlık Eski Arşiv Umum Müdürlüğü muavinlerinden olan amcaları merhum Ziya Eşrefoğlu’ndan tarih kültürü ve şuuru aldı. Bursa’da vaki Mısri Niyazi(k.s) Hazretleri dergâhı evladından eski muallim Fehanüddin Ulusoy’un Tasavvuf tarihine dair vukufundan istifade etti. Asar-ı Nefise erbabı Hezarfen Hasib Mollazade İsmail Sözmez’den klasik sanatlara ve usul-ü mimariye dair çalışma ve tecrübelerinden istifade ile uzun seneler birlikte çalışarak melekelerini artırdı. Kendisine “ideal dostum” tabiriyle iltifatta bulunan Merhum Kazım Baykal ile Eski Eserleri Sevenler Derneğindeki çalışmalara katıldı. Halen vakıf,

sayı//2// eylül 36

dergâh, türbe, mescid ve hazirelerindeki restitüsyon projelerinin hazırlanması ve yerinde ihya çalışmalarını tatbiken İstanbul’da, Bursa ve civarında fiilen devam ettirmekte olup çalışmalarında tespit ettiği fotoğraf ve arşivini çeşitli dergi ve kitaplarda neşrederek umumun istifadesine sunmakta, müze ve benzeri yerlerdeki çeşitli eserlerin yaşatılması çalışmalarına devam etmektedir. Kendileri Bursa için olduğu kadar ülkemiz için de duyarlılık sahibi isimlerin en başında gelmektedir. Bunu sadece dile getirmekle yetinmeyen, bizzat yaşatmak için taşın altına elini koyan bir değerdir aynı zamanda. Kendisiyle tasavvufi hayat, medeniyet, Osmanlı Mirası, günümüz mimari anlayışı ve kültürel değerlerimizin erozyonu üzerine geniş bir söyleşi yaptık. Pek çok anlamda içimizdeki sorulara cevap olacağı ümidiyle bu samimi söyleşimizi istifadelerinize sunuyoruz.


fendim, Bursa’daki Mevlevihane ile yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Bursa örneği üzerinden bizlere Mevlevihanelerin günümüze kadar uzanan yolculuğundan bahseder misiniz? Burûc-u Evliyaullah olarak anılan Bursa’mızda evvelce bazı Mevlevihaneler tesis edilmiş olmakla birlikte, zamanımıza gelememişlerdir. 1926 da sırlandıkları (kapatıldıkları) tarihe kadar faaliyetiyle bilinen, Karamanlı Cunûni Ahmed Dede’nin Konya Çebi Efendisi tarafından tayini, Bursa halkı ve alakâlıların gayretiyle tesis edilmiş olup, elde mevcud vakfiyesi, türbe ve haziresiyle zamanımıza ulaşabilen Bursa Pınarbaşı Mevlevihanesi bugünlerde esas mevzumuzu teşkil etmektedir.İlk inşasından günümüze kadar tamir ve yenilenmeler geçirmişse de dergah nihaî şeklini Sultan İkinci Mahmud ve Abdülmecîd Han devirlerinde almıştır. Dergâhın postnişinliğinde çeşitli meşayih bulunduysa da, son Şeyh M. Şemseddin Efendinin Ceddi İstanbul’da metfun Nizameddin-i Veli evladındandır. Dergâhların seddi (kapatılmasıyla) semahane camiye tahvil olup, imamet vazifesini şeyh efendi üstlenmiştir. Daha sonra diğer bazı vakıf müesseselerde olduğu gibi bölümler askeri depo ve semahane de ahır olarak kullanılmıştır. Mevlevihane’nin hemen batı cihetindeki su kaynağı civarında Nilüfer Hatun Mesire alanı güneyine su deposu yapılmış olup, yanına ilavesi yerine zamanın belediyesi tarafından 1953 senesinde -mutadları veçhile vakıf binalarını kolay istimlak alanı olarak gördüklerinden- yıkıp su deposu yapılması için yüksek anıtlar kurulundan görüş istemişlerse de cevabı beklenmeden yıktırılmıştır. Bir nevi devlet eliyle yıkım yani... Sadece bu değil...Zamanın Vakıflar Genel Müdürlüğü mimarı Ali Saim Ülgen, bu kabil binaların tamir ve bakımlarının güç olup masraf gerektireceğini ihtiva eden menfi raporu da neticeyi hızlandırmıştır. Mevlevihane’den geriye modern bir üslupla betonize edilen türbesi ve bitişiğinde kırılan kabir taşları ile küçük haziresi kalmıştır. Yıkılan semahane selamlık, harem, derviş hücreleri, matbah-ı şerif ve avludaki çardağın yerine su deposu yaptırılmıştır. Bütün bu olan bitene Bursa halkından alakalı olması lazım gelenlerden bir itiraz veya ihyasını talep mahiyetinde bir teşebbüsün varlığını gösterecek vesikaya tarafımızdan rastlanılmamıştır. Peki günümüzdeki son durum nedir Efendim? Günümüz Bursa Belediyeleri’nin eski Bursa surlarını tamirle Mevlevihanenin doğu bitişiğindeki tescilli olması lazım gelen ahşap dokuyu istimlak ile tamamen yıkarak, Osmanlı şehir mimarisinde pek rastlanmayan bir meydan

ihdas edilmiştir. Eski Mevlevihanenin arazisi üzerinde su deposu örneğinde olduğu gibi yeni engellere sebep olabilecek projelere mani olunabilmesi için, eski kapladığı alanın tamamının tescilini taleple, Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Kuruluna 2006 senesinden beri defaten yazmış olduğumuz halde, müsbet bir netice çıkmadığı gibi belediye sular idaresinin itirazî müdafasını “mevcut su deposu ömrünü doldurmadıkça, Mevlevihanenin yeniden yerinde inşasının mümkün olamayacağı” şeklindeki cevap ve kararlarıyla yeni bir engelle daha karşılaşılmıştır. Mevlevihane arazisinin arada bir okul olmakla birlikte yanında Nilüfer Hatun Mesîre alanı ve parkı varken, Bursa Büyükşehir Belediyesi buraya içinde otopark da bulunan bir park projesi hazırlayıp, Bursa Koruma Kuruluna tasdik ettirerek, 2012 sonbaharında düzenlemeye başlamış olup, mevcut yolu Mevlevihanenin selamlık ve haremlik binalarının inşa edilmesi gereken kısmına çekip, bir otopark halinde kullanıma açmış bulunmaktadır. Bursa Büyükşehir Belediyesinin park ve otoparkı Mevlevihanenin doğusunda istimlak ettiği alanda yapabileceği gibi, 1953 senesinde yapılan su deposunun batısında kalan kısma semahane, haremlik ve selamlığı inşa edebileceğinin mümkün olduğunu üst idari mercilere müracaatımız neticesinde, Belediye eski Mevlevihane harem avlusu içinde mevcut okul duvarına bitişik, sadece semahanenin inşasını gösterir bir ön projeyi Bursa Koruma Kuruluna sunmuş bulunmaktadır. Sunulan bu proje Mevlevihanenin aslının korunması için yeterli olur mu sizce? Eski Mevlevihanenin semahanesi selamlık avlusu ortasında kıbleye dönük olarak inşa edilmişken, etrafı dört cephe pencereleri ve geniş saçaklarıyla komşu bir parsele ve duvarına bitiştirilmesinin asıl mimari bütünlüğüne uygun olamayacağı gibi, halen otoparka tahsis edilen selamlık ve haremlik binalarının eskiden olduğu gibi kendi yerinde yola cepheli olarak inşa edilmeleri eski halinin korunmasını sağlayabilecektir. Yerlerinde inşa edilecek bu dairelerde, İstanbul Kuledibi Galata Mevlevihanesi Divan Edebiyatı Müzesinde olduğu gibi, Bursa’da yıktırılan ve satılan pek çok vakıf eserden ve Mevlevihaneden toplanan ve halen Bursa Müzesi depolarında kapalı olarak ömrünü doldurmakta olan pek çok İslami ve tasavvufi eserlerin, burada sergilenip korunması ve bir kütüphane ile arşiv ve araştırma merkezi kurulması, Bursa’nın hafızasına ve yeni nesillerin mazimizin şahsiyeti ile buluşmalarına daha çok hizmet edeceğini belirten kanaatlerimizi, Bursa Büyükşehir Belediyesine ve Bursa Koruma Kuruluna yazarak müracaatla takibine devam etmekteyiz. 37


Ş ehir

Sönmez Efendiden görüp talim etmemiz, tamir ve bakımı hiç bitmeyen bu şahsiyetli eserlerde şahsiyetimizi arayıp bulmamıza vesile olmuştur. Büyüklerimizin vefatı ile onların muhîti olan seçkin şahsiyetlerden Bursa da Mısri-i Niyazi K.S. Hazretlerinin Asitanesi meşayihinden merhum Şemseddin Efendinin mahdumu Fehamüddin Bey ile Bursa Eski Eserlerini Sevenler Kurumunun kurucusu merhum Muallim Kâzım Baykal Beyin kurduğu derneğin de bir mensubu olarak Bursa’nın Bani-i Sanisi şeklinde anılmaya seza faliyetlerini hayranlıkla takip edişimiz, ve eski Başbakanlık Arşiv Umum Müdîr Muavini amcamız merhum Ziya Eşrefoğlunun Muhîti şahsiyetlerle akranlarımızdan ziyade birlikte olmamız, Bursa’mızın mimari tarih ve kültürünü ve kıymetini anlamamızın zeminini hazırlamıştır.

Tekke mimarisi ve ihya çalışmalarına olan ilginizin kaynağı nedir Efendim? Şahsiyetli milletlerin kurdukları veya gelişmesine vesile oldukları şehirler de kendi dini, milli, örf, ananeleriyle mimari üsluplar icat ederek, bina eyledikleri eserlere şahsiyet kazandırdıkları gibi, eski bir pay-i taht ve Osmanlı Devleti kuruluş çağları üslubunun değişmeden karışmadan icra edilerek kendisini koruduğu Bursa içerisinde, fethinden beri ced be ced yaşayıp şehrin ve civarının kültürüne eserler ve izler bırakmış ailelerin kültürü ve göreneği içerisinde dünyaya gelmiş olmamız bizler için büyük bir lütf-u ilahi olmuştur. Bu eserlerden kuruluşu 1734 mîladi ve 1147 hîcri tarihli ahşap külliyede(Numaniye Dergahı) sekiz nesildir ifa edilen meşîhat mesleği ile yaşayıp yaşatılan tasavvuf ve vakıf kültürü içinde, büyüklerimizin de medfun bulunduğu hazirenin huzurundaki manevi iklimin hususi tesir, telkin ve ilhamı ile bu manevi dünyanın kabı ve hatıralarının kafesi olan mekânda, büyüklerimizin sağlıklarında sürdürdükleri ihya çalışmalarına şahit olarak, ilk mektep çağımızda çalışanların yanlarına çıkıp, faaliyetlerini izleyerek çocuksu bir heyecanla katılmamız, daha sonra her devrin mimari disiplinini, üslup ve kaidelerini, yine eski bir Bursalı olup vakıf eserlerin tamirine bir ömür vermiş olan merhum Hazarfen İsmail

sayı//2// eylül 38

İhyasında bulunduğunuz uygulamalardan örnekler verir misiniz? Nitekim Özellikle Tekke Mimarisinde ihya uygulamalarında pek çok yanlışlık yapıldığını müşahede ediyoruz. Bu konudaki tecrübelerinizi önümüzü aydınlatması bakımından önemli buluyoruz... Sadece büyüklerimizin Vakf ve tesis ettikleri eserlerden başka diğerlerine de, mevcut ve gelmesini ümitle beklediğimiz şuurlu nesillerin, bu eserlerin bozulmayıp aslı ile korunabilmiş olanlarından doğru istifade edebilmeleri için, bilfiil proje ve tatbiki safhalarında da katılmıştık. Halen de restitüsyon projesini hazırladığımız Bursa’da Tarîk-i Celvetiyenin pîri addolunan M.Muhyeddin Üftade K.S. Hazretleri ahşap asitanesinin Bursa Büyükşehir Belediyesince yeniden ele alınarak ihyası çalışmalarına katıldık. Bundan evvel Bursa da Tarik-i Şabaniyeden Hacı Şevki Efendi zaviyesi, Karabaş-i Veli, Üftade Hazretleri Asitanesi ve Türbesi, Seyyid Usulî Dergahının ihyası ile, İstanbul Sütlücede Hasîrîzâde Elif Efendi Sadi Dergahı, Tophane’de bulunan Kâdiri asitanesi, Eyüp Nişancasında Sivasiler türbesinde çatı kurtarma uygulamalarında bulunmuştuk. Bir de hazireler konusunda yaptığınız ihya çalışmaları var sanırım... Evet... İnsanların vefatlarıyla nihayete eren bedeni varlıklarının, hayatlarındaki mücessem ifadesini kabir taşlarında sitilize edilerek, bizlere dini, milli ve hayati mesleki mensubiyetlerinden ve kültüründen çok şeyler anlatan ve aktaran ibret ve ölçü vasıtaları halinde temaşa edebilen tefekkür sahiplerine, kitaplardan okuyabilecekleri eserlerden daha çok tesir edebilecek açık hava arşivlerini yerlerinde tamirle, kalabilmelerine hazirelerde ve umumi kabristanlarda çalışarak hizmet etmiştik. Bursa da Yıldırım Bâyezîd Han’ın devri Osmanlı Devletinin İkinci Rumeli Beylerbeyi olan Timurtaş Paşa ve ahfadına ait lahitlerden müteşekkil hazire, en önemli çalışmalarımızdan


olup, yine Bursa civarı köylerinden Apolyont’da balık ağlarına kurşun tedariki için sökülen çengeller ve diger sebeplerle yıkılıp kırılarak yere geçen, nefye (sürgün) uğramış büyük bir yeniçeri ailesine ait hazireyi, tekrar ihya edip ayağa kaldırdığımızda, taş malzeme kullanılarak vücuda getirilip ölümü bile bize özendirebilecek kültürümüzün saltanatını gelip temaşa eden küçük bir köylü çocuğunun heyecanla “ölesim geldi” nidası boşa çalışmadığımız hususunda bizleri ferahlatmıştır. Eski hazire geleneğimizin yerine ihdas edilen anlayışa da bakmak gerekiyor sanırım? İslami Türk Kültüründe vefat eden ecdadı ile aynı, yerde birlikte yaşanırken, çıkartılan “hıfz-ı sıhha” kanunuyla yerleşim yerleri içine defin yasaklanıp, mevcut eski hazire ve kabristanlarında biçimine getirilip kaldırılmasıyla ahiret yolculuğu unutturulup, defin ve kabristan kültürünün kaybedilmesiyle bu eşsiz büyük canlı arşiv yok edilmiştir. Kalabilenlerin korunmasına dair kanun ve yönetmelikler bulunmasına rağmen, bunları uygulayıp kıymetini bilecek idrakin çoğunlukta bulunmaması sebebiyle ya kırılarak zâyi olmakta veya yurt dışı müzayede satış kataloglarında tesadüf edilmektedir. Tarih içinde birikmiş çeşitli zengin kültürümüzün açık sergisi olan bu değerler, kültür ihaneti sebebi ile iyi anlaşılamadığından, yeni yapılan kabirler ve yazılı taşlarında hiçbir üslup ve şahsiyet görülmeyip, kendi dedesinin mezar taşını anlayamayan yazısını okuyamayan yabancı nesiller ortaya çıkartılmıştır. Tarihi Mirasımızın bizler için ne ifade ettiğini hatırlamaya ihtiyacımız var Efendim. Bu konuda şuura ermiş nesilleri görmek umudu adına sizce bu mirasın bizdeki karşılığı ne olmalıdır? Özellikle restorasyon adı altında yapılan yıkımın önüne nasıl geçilebilir? Büyük bir hakimiyetle süren saltanatlı devrin yaşanarak ortaya çıkmış kültürünü ve eserlerini şuurla tanıyıp sahip çıkması gereken halkımızdaki hayat tarzı, tercih ve tamahlarındaki değişiklik, sonradan çıkartılıp yürürlüğe konan kanun ve yönetmelikler koruma ve sahiplenmeye hizmet edememiştir. Zaman içinde bir ömür harcanarak elde edilen meleke ile ortaya çıkan sanat eserlerinin korunması, tamir ve bakımlarının kontrolü ve kararları projeleri ne kadar başarılı da olsa, nihai şekli ellerindeki alet ve malzemeyle fiili çalışanların maharet, insaf ve varsa sanat, meslek ahlaklarının neticelerine mahkum ve muhtaç olan, yeniden sanat eseri üretilemeyen sına’i çağında eski sanatkârların eserlerine dair tetkik ve beyanda bulunup tekrarlanan neşriyatıyla kifayet eden, mevkileri gereği masa başında kitabi ve nazari çalışabilen, fakat tatbikat alanına ve

tezgahına inmeye çoğunlukla zaman ve imkan bulamayan akademik heyetlere verilmektedir. Bu kontrol ve karar yetkisi içlerine son işi icra edecek sanatkâr bulunmaksızın akademik heyetlere havale edildiğinden, restorasyon namı altında mevzuat karmaşası ve takip gecikmesiyle, büyük bir tahribat ve tahrifatla karşılaşılmaktadır. Restorasyonlarda geri dönüş olmadığından mimari arşivimizin benzersiz tekrarsız örnekleri yok olup orjinal ilk halini kaybetmesi, istikbalde geleceğini ümitle beklediğimiz nesillere doğru ip uçları bırakmadığı gibi, bütün insanlık ve sanat tarihine karşı dolaylı bir suç işlenmektedir. En önemli sorun nitelikli ve kalifiye ustalar bulunmaması sanırım... Eserlerimizin çoğu vakıf menşeyli olduğundan, evvelce tamir ve ihya projeleri Vakıflar Genel Müdürlüğünün yetişmiş uzaman kadrolarıyla kendi bünyeleri içinde hazırlanıp, kontrolü böylece imkân tahtında daha sıhhatli yürütülürken, günümüzde bu projelerin hazırlanması hariçteki firma ve müesseselerin bu kültüre yabancı ve tecrübesiz, yetersiz elemanlarının icra ve sıradan mesleki çalışmalarına terk edilmekte, vazife yükü içerisinde bulunan Bölge Koruma Kurulları yeterli tetkiki yapamadan tasdikde bulunmakta, bazen de uygun bir projenin tatbiki zaman aldığından belli zamanlarda değişen kurul üyelerinin farklı mütalaa ve müdahaleleriyle ilk tasdikin dışına çıkıldığından eserler karikatürize olmaktadır. Bu sebeple bilhassa vakıf menşeyli eserler, Vakıflar Genel Müdürlüğü içinde yetişmiş, yetiştirilecek otorite şahsiyetlerin vazife yapabilecek takatleri sürdükçe, müessese içinde daimi istihdam edilerek değişmeksizin, bu hassas mevzuların yegâne karar mercîleri olmaları halinde, salahiyet kargaşası giderilip, eserler mevzuata kaprislere ve siyasi vitrinlere kurban olmaktan kurtulabilecektir. Günümüzde mevzuat değişikliği yapıldığından, Vakıflar Genel Müdürlüğü dışında belediyeler, özel idareler ve hususi dernek ve kuruluşlarca da bu faaliyetler sürdürülmekte olup, herhangi bir hataları ikaz edildiğinde, kurulların tasdik ettiği projeye ve akademik danışmanlarımızın direktiflerine uyuyoruz müdafaasıyla, kendilerini kurtarma gayreti içerisinde mesuliyeti gayriye havale ettiklerini görmekteyiz. İhya çalışmalarında nelere dikkat edilmeli Efendim? Örnekler vererek anlatırsanız seviniriz... Bilhassa vakıf eserlerin pek çoğunda acil bir ihtiyaç olmadığı halde küçük ve hafif bakımla binalar orijinal haliyle kullanılabilecekken, siyasi faaliyet veya reklama dönük gayretlerle hiç gereksiz ihtiyaçsız eserin tamamını değiştirebilecek restorasyon projeleri hazırlattırılmakta, 39


Ş ehir

orijinal yapı elemanları sökülüp atılmakta, piyasada bulunabilen yetersiz yabancı ve sun’i malzemelerle, kimi bulurlarsa onları çalıştırarak eserler kendi tabirleriyle “pırıl pırıl” olmakta, adeta modernize edilmektedir.Halbuki bir değerin eski eser olarak vasfedilebilmesi için, eski haliyle bırakılıp rahatsız edilmemesi gerekir. Eskiden çekilmiş resmiyle tamir sonrası resim arasında çok fark var ise, yapılan bu işler başarılı addolunamaz. İstanbul Emirgandaki ahşap Hamidiye Cami hafif ve kısmi bir yangın geçirdiği halde, ertesi gün çatısı kapatılması lazım gelirken içinde kullanan vazifelerinin gayretsizliği ve mevzuattaki karmaşa ve gecikmelerden içeriye gelen sızıntı tahribata sebep olmuştur. İkinci Bâyezît Cami ahşap eklentisi de bir yangın geçirmiş olup, uzun zaman geçtiği halde, geçen kış üzerini örten naylonu parçalanmış şekliyle neyi beklediği müşahede edilmiştir. Kılıç Ali Paşa Cami örneğinde olduğu gibi, binalarda ilk yapımına ait klasik tezyinatı tespitle bulup, üslubunun hakimiyetini gözeterek koruyup, sonraki devrin tezyini değerleri icab ediyorsa kısmi olarak yer yer bırakılabilecekken, Bursa’da eşsiz Yeşil Cami örneğinde olduğu gibi, yapılan işin kendini göstermesi ve tatbik eden müessesenin kendini kurtarma kaygısı öne geçtiğinden, noksan tamamlamak yerine ilk örnekler dahil tamamının üzerinden geçilerek yeni bir iç mekan ortaya çıkartılmış ve tarihin bize bakan orjinal yüzü kapatılmıştır. Diğerlerinde de hassas olmayan müdahalelerin devamı normal hale gelmiş olup, Ortaköy Mecidiye Cami’ne Fransız raportör Albert Gabriel’in de ileri sürdüğü kanaatleri olup, korunması zor bir yerde olduğu halde, önceki tamirlerinden sonra Mahfel-i Hümayun arkasındaki maiyet daireleri, içeride vazifelilerin ikametine tahsis edilmişken seneler evvel yandığından, kaçıncı tamiri olduğunu saymakta zorlandığımız birinci derece eselerin kullanımının hangi titiz ellere bırakılacağı önem arz etmektedir. İstanbul en acı örnekleri barındırıyor sanırız... İstikbâl için endişe verici diğer bir örnek de, İstanbul Beykoz kıyı meydanındaki, ahşap orijinal aksanının her Boğaziçi ziyaretinden sonra ikindi namazlarında zevkle seyir edip, çalışmalarımıza örnekler çıkardığımız tarihi cami, hiç gereksiz izahı mümkün olamayacak şekilde pek çok resmi dairenin ve otoritenin kontrolü altında olmasına rağmen yıktırılabilmiştir. Eskiden küçük ve acil tamirlere para ve tahsisat bulunamazken zamanımızda çeşitli yollardan iyi niyetlerde istismar edilerek, bulunan paralarla, hukuksuz müzaheretle eskisinin aynının yapılacağı iddiası ile hazırlanmış restorasyon projelerinin maskesi altında eski Beykoz Cami yerine alakasız, zevksiz, üslupsuz, rüküş, tamir edilemez sun’i bir yapı sayı//2// eylül 40


ortaya çıkmıştır. Bütün bu fecaatin müsebbibi ve mesulü olan sözde koruyucu mercilerin, akademik heyetlerin, projelerini tasdikle ortaya çıkan deformasyonu ve neticeyi meslek ve işgal ettikleri mevkilerine yakıştırıp tasdik ederek kolayca hazmettikleri bu örnekte sarahatle görülmektedir.Bütün bu kültür erozyonu içinde, hissi diniyesinin tatminini cami vs. yaptırtmakta arayan kasti veya pek çok iyi niyetli teşebbüslerle, çok kolay göz önünde taklid dahi edebilecek asli örnekler varken eskisini yıkarak veya yeniden hiçbir mimari disiplin ve üslupla bağdaşmayan cami olduğunu iddia ettikleri garip yapılar ortaya çıkmaktadır. Halbuki dinini ve usul erkânını değiştirmeyen milletlerin, ibadethanelerinin içerisinde hissedebilecekleri manevi mimari iklimi de değiştirmelerini hiçbir gereği olmamalıdır. Bu özensizliği ve yıkımı biraz da zihinlerdeki yetersiz şuura bağlayabiliriz miyiz? Yapalım derken yıkıyorlar ama farkında değiller... İslam asarını tetkik eden ecanib eski ile yeni arasında gördükleri bu tezat karşısında “devlerin ülkesinde cüceler yaşamakta” ve kıymetli eserlerin civarında gecekondular veya onları gölgeleyen katlı betonlaşmaya “bu eserleri yapanlar bu binalarda oturamazlar, oturanlarda bu eserleri anlayamazlar” şeklinde haklı tahliller yaptıklarını işitmekteyiz.”Allah’ı bilmek, kendini bilmek” esaslı bir dine mensup olanların daha mabedinin elle tutulur gözle görülür yerlerini idrak ve tatbikten mahrum ve alakasız halde, bu ekmel dinin disiplinini de ne kadar anlayıp ciddiye alabildikleri üzücü ve mahcup edici bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Başarılı veya başarısız olunan hususlara gelinince; hiçbir resmi diploma ve müzaheret olmaksızın, yaradılış, görenek ve geleneğin tahrîki ile en güzel çağlarımızı vakfeylediğimiz bu eserlere sevgiyle bağlılığımızın isbatını herhalde başarmış olsak da, bu işleri resmi vazifeleri meslekleri olduğu makam ve mevki işgal ettikleri halde harekete geçiremediklerimizle, birikmiş meleke ve tecrübelerimizi, intikal ettirip zevk ederek üstlenecek gençlerin zuhur etmemesi büyük bir zorluk olup tek taraflı olarak başarılamamaktadır. Halbuki dinsiz kültür, kültürsüz din olamayacağı gerçeğinden hareketle, bunca İmam Hatip Okulu, İlahiyat Fakültesi ve diğerleri gençliğinin talim ettikleri kanaatinde oldukları İslam dininin her çeşit kültürünü de zevkle merak ederek tanıyıp, anlayıp, kucaklayacak bir şekilde mütevazi hayat tarzını benimseyip yaşatabilecek tercihle el emeğine de yönelmelerinin önemini herkesin tefekkürlerine arz ederiz. Efendim bu incelikli ve derin sohbetiniz için teşekkür ediyoruz. 41


Ş ehir

İSLAM SANATI

GÜZELE ADANMIŞTIR

İslam sanatının sahası, mümin ruhların gerisinde ilahî kudret eliyle düzenlenmiş bulunan bütün varlık sahasıdır.İslam sanatı kainattan söz ederken onu canlı, diri, sevimli, huzur ve huşu ile dolu bir ruh sahibi olarak görür. Kainatın da kızıp sevdiğini, dostluk ve düşmanlık kurduğunu, hakkı destekleyip batıldan yüz çevirdiğini hisseder.Bu bakımdan İslam sanatı güzel ile gerçek arasında tam bir ahenk ve uyumu sağlayan bir sanattır.

Prof. Dr. Hamit ER*

lâhî emrin gelmesiyle sınırları belli olan din ile insan aklının mükemmeli aramak suretiyle oluşturduğu sanat arasında direkt bir bağ vardır. İslam ruh ve beden gibi insan varlığının bütün alanlarını içine alan tam bir sistemi temsil eder. Sanatlar da, İslam’ın oluşturduğu bu değerler hiyerarşisinde yerlerini alırlar ve malzemeleri hangi kaynaktan gelirse gelsin, bu çerçevede İslam sanatı haline gelir.İslâmî estetiğin temelinde iki dinî prensip vardır: tevhit ve tenzih. İslam’da sanat faaliyetlerinin tam olarak anlaşılması, tahlil ve takdir edilmesi için bu iki ilkeyi daima göz önünde bulundurmak gerekir. Bu ilkelere bağlı olarak çalışan Müslüman sanatkarların psikolojisi de başka kültürlere mensup sanatkarlardan farklı olmak durumundadır. (Aydın, 1987, 237) Sanatkarın bir mümin olarak görevi, sadece estetik tatmin değil, birliğin ve nurunperdesini aralamak, hakikatin bilinmesine yardımcı olmaktır. Müslüman sanatkar var olan her şeyin Allah ile bağlantısını kurar ve dinin prensiplerini eserleri ile insanlığa sunar. İnsanları hem inanç hem de sanat yönünden tatmin eder. GÜZEL İLE GERÇEĞİN UYUMU İslam sanatının oluşumunu incelerken anlaşılacaktır ki, bu sanat hiçbir tesir altında kalmadan, kendi prensipleri içinde ve bu prensiplerin eşya ile ruha bakışından, Müslüman sanatkarların duyuş ve kabiliyetlerinden meydana gelmiştir. Sanatkar konunun seçiminde hürdür. Yeter ki dinin çizdiği kanun ve prensiplerin dışına çıkmasın. İslam sanatının sahası, mümin ruhların gerisinde ilahî kudret eliyle düzenlenmiş bulunan bütün varlık sahasıdır. İslam sanatı kainattan söz ederken onu canlı, diri, sevimli, huzur ve huşu ile dolu bir ruh sahibi olarak görür. Kainatın da kızıp sevdiğini, dostluk ve düşmanlık kurduğunu, hakkı destekleyip batıldanyüz çevirdiğini hisseder. (Kutup, 1979, 248) Bu bakımdan İslam sanatı güzel ile gerçek arasında tam bir ahenk ve uyumu sağlayan bir sanattır.

*İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//2// eylül 42

Güzellik bu kainatın ve canlıların yaratılışında köklü bir unsurdur. Aranan ve görülmeye çalışılan bir unsurdur. İnsanların ondan zevk aldıkları ilahî bir lütuftur.Peygamber Efendimiz (sav)’in hayatında şu olay güzelliğin ve güzellik duygusunun önemine bir örnektir. Efendimiz (sav) bir gün üzeri düzeltilmemiş bir mezar gördü. Bu mezarın üstünün düzeltilmesini emir buyurdu ve dedi ki: “Bunun ölüye ne faydası ne de zararı olur. Fakat yaşayanların gözlerine daha güzel görünür. Allah işleri en güzel şekilde yapanlardan memnun olur.” (Ibn Sa’d, 1975, I/142)


Kurtuba Cami Mihrabı- Endülüs Cordoba

ALLAH GÜZELDİR GÜZELİ SEVER İslam dikkatleri tabii güzelliklere çevirmekte ve insanları onlardan faydalanmaya çağırmaktadır. İslam sanatı tamamen güzele adamıştır. Her şeyde, varlığın her alanında güzeli arar. Çünkü Müslüman’ın zihninde güzellik, doğruluk, faydalı olmak ve iyilik özdeştir. (Kutup, 1979,277) Bir sanat eserinin ve sanatkarın insanlara sunmuş olduğu model ve verdiği mesaj, İslam’ın bilginleri vasıtasıyla vermek istediği bilgi ve hikmetin şekle, maddeye, görüntüye, melodi ve sese bürünmüş şeklidir. Sanat bir fıtrat eğitimidir. Bu bakımdan İslam sanatı beşerinruhundaki genişlik ve mükemmellik gerçeği üzerine özel bir itina ile durur. İnsanın maddî yönünü manevî yönden ayrı olarak ele alır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, günümüzde bazı Müslümanlar, İslam kültürünü öğrenirken genellikle teoriye ağırlık vermekte; duygu ve manevî yönünün, kültür ve sanat tarafının öğretilmesine gereken önemi vermemektedir. Bu sebeple İslam’ın öğretilmesinde ve öğrenilmesinde sanatın fonksiyonu takdir edilmemekte, dolayısıyla sanat faaliyetleri, neredeyse boş ve lüzumsuz olarak değerlendirilmektedir. Allah’ın cemal sıfatının bir eseri olarak var olan her türlü güzellik, sanatkarın faaliyeti sayesinde dokunulabilir, görülebilir ve duyulabilir hale gelmektedir. İman sahibisanatkar var olan her şeyin Allah ile bağlantısı olduğuna inanır. (Aydın, 1987, 237) Müslüman sanatkar, sanatını icra

ederken ana kaynaklardan habersiz değildir. “Yarattığını güzel yaratan” (Kur’an, Secde 7); “Yaratanların en güzeli olan Allah” (Kur’an, Mu’minun 14); “yakın semayı yıldızlarla süsledik” (Kur’an, Mülk 5); “Camiye gittiğinizde güzel elbiselerinizi giyerek gidin” (Kur’an, A’raf, 35); “(Allah) size sûret verdiğinde sûretlerinizi en güzel şekilde yaratmıştır” (Kur’an, Teğabun 3); “Allah güzeldir güzelliği sever” (Müslim Sayı 47); “Allah her şeye güzel muamele edilmesini emir buyurmuştur” (Müslim Sayı 57). Nitekim, İslam sanatının ilkeleri ve özellikle İslam mimarisiyle İslam şehirciliği, biri doğrudan diğeri de dolaylı yoldan olmak üzere iki bakımdan vahiyle alakalıdır. Kuran-ı Kerim sanatın, hiçbir kitapta bulunamayacak derecede üstün, eşsiz ve güzel yönlerini belirtmektedir. Kuran’ın ibadet esnasındaki okunuşu, mûsikîyi, metninin yazılması ve muhafaza edilmesi, hüsnü hattı yani güzel yazıyı, tezhibi ve ciltçiliği geliştirdi, cami mimariyi ve tezyini sanatları oluşturdu. (Hamidullah, 1976, 290) İSLAM SANATININ MERKEZİ ÖNCE MİMARLIK SONRA HATTIR İslam sanatının merkezi mimarlıktır. Çünkü mimarlık fonksiyonel bir sanat olarak, sosyal hayatın merkezi olan iaşe ve ibadet yerlerini inşa etmekle yakından alakalıdır. Diğer bütün sanatlar ona bağlıdır. Bütün İslam mimarisinde ve özellikle 43


Ş ehir

Hat sanatında istikrar içinde değişme anlayışı ön planda tutulmuştur. Bu sanatta dökülme, dağılma, kendi başına buyruk olma hissini verecek hiçbir unsura yer verilmez. Orada bağımlılıkla bağımsızlık arasındaki gerilim yok edilmiştir. Her harf hem müstakildir hem de genel içerisinde birliğe ve bütünlüğe bağlıdır. (Aydın, 1987, 237) Sanatkâr yazıda hem harfleri hem de harfler arasındaki sonsuz birleşmeyi dengelemek ve gözetmek durumundadır. Buradaki durum ve ahenk nasıl ise İslam eğitim sistemindeki genel prensiplerde aynıdır. Burada sanatkar eserleriyle inananları yönlendirmek, eğitmek ve onlara bu surette katkıda bulunmaktır. Hat sanatındaki bu özelliklerin hemen hepsi tezhip ve süsleme sanatında da vardır. İslam sanatında süsleme ile mimari arasında çok sıkı bir bağ vardır. Süsleme ve tezhibde en çok rastlanan şekillerden birisi de, herhangi bir geometrik, kaligrafik yada bitki motifinin, arkası gelmiyormuş izlenimi uyandıran çeşitli biçimlerde birleşerek sonsuza kadar tekrarlanabilir olmasıdır. (Mandel, 1982) Müslüman sanatkarların bu sonsuzluk ve mekanda birlik ilkesini en güzel şekli ile tezyinatta Batılı araştırmacıların arabesk adını verdikleri geometrik süslemelerle ifade etmişlerdir. Louis Massignon bunu ‘birliğin sonsuz arayışıdır’ şeklinde tarif etmiştir. (Toprak, 1964, 12) Tezhip ve süsleme Müslüman sanatkârların ölçü ve denge (prensibini) sevgisini gösterdiği kadar eğitiminin verilmiş olduğu fikrî uyanıklığı da göstermektedir.

camide görülen süslemede, İslam’ın başlangıç dönemlerini hatırlatan bir çeşit sadelikle, karışık ve zengin süsleme arasında dalgalanma vardır. Cami tipleri coğrafî ve beşerî çevreye göre değişir. Fakat hemen hemen ana unsurlar bakımından İslam’ın ilk döneminde yapılan Medine mescidini esas alır. İslam mimarisine özgü esas öğeler, geleneklere ve özellikle de kullanılan malzemeye bağlı olarak geniş ölçüde değişmiştir. Ayrıca el sanatlarının bütün kolları, camiye bir katkıda bulunur. İslam sanatında mimariden sonra en mühim yeri hat sanatı almaktadır. Bunun en büyük sebebi Kuran’ın devamlılığını ve yayılmasını sağlamasından dolayıdır. sayı//2// eylül 44

İslam sanatının bir diğer önemli kolunu ise edebiyat ve mûsikî oluşturmaktadır. Sanatkarların bu sahada vermiş oldukları eserler hem fert hem de toplum açısından sonsuz derecede istifadeli olmuştur. Sadece şunu söylemenin yeterli olacağı kanaatindeyim: İslam’ın doğuş devrinde en mühim ve geçerli sanat faaliyeti olan edebiyat ve şiir Peygamberimiz (sav) tarafından desteklenmiştir. Efendimiz (sav) Şair Hassan b. Sabit’i övmesi ve şiiri konusunda cesaretlendirmesi herkesçe bilinmektedir. Ayrıca, Hz. Peygamber (sav) “güzel konuşmada sihir vardır,” (Buhari, Nikah 47, Tıp 51) buyurmuştur. Bu sanat güzel ve mükemmeli oluştururken tek bir hedefi vardır: Tevhit ve ahiret inancı çerçevesinde yaratıcının istediğini yerine getiren, zarar vermeyen, üzmeyen, kırmayan, dökmeyen zarif ve ince ruhlu insanlar oluşturmaktır.Nihâî olarak sanat, O mükemmel sanatkâra yaraşır kul olabilmektir.


HUZURSUZ

RABITA Yunus Emre ALTUNTAŞ Ebabil Yayınları.

gibi dergilerde yayınlandı. Şair bu ilk kitabında modernleşen ve dünyevileşen bireyin iç mücadelesini anlatıyor. Bu bakımdan şairin kitabını tek bir cümleyle özetlemek isteseydik sanırız “bir iç çekişin şiiri” diyebilirdik. Çünkü şair her şiirinde dertli bir yüreğin iç çekişlerini andırır şekilde hüzne ve yalnızlığa vurgu yapmış. Kitabın hemen başında da bunu bir şiir ile özetlemiş aslında; Soruyorlar; Neden bu kadar hüzünlü kelimeniz Neden bu kadar acı? Sorarım; Var mı bu kadar ölüm Bu kadar tasallut civarındayken Şairin başka kelimeye harcı?

İlk kitaplar her zaman heyecan verir. Çünkü bir şairin en sıkı ve özenli çalışması ilk kitabıyla kendisini gösterir. Yunus Emre Altuntaş uzun zamandır şiirleriyle dergilerde görünen şairlerimizden. Aynı zamanda da fikri, güncel ve kültürel yazıları da bulunan şairin şimdiye kadar yayınlanan şiirlerinden oluşan ilk kitabının ismi “Huzursuz Rabıta”. Ebabil Yayınları arasından çıkan kitaba baktığımızda ilk önce kapağındaki görsel dikkatimizi çekiyor. Karagöz Dergisi ekibinden Hakan Şarkdemir’e ait çizimin ismi “Sipahi”. Kitabın ruhunu yansıtması bakımından isabetli bir tercih olmuş. Şair Altuntaş da Karagöz Dergisini çıkaran ekip içerisinde yer alıyor. Daha öncesinde de Şehrengiz ve Atlılar ekibinde yer alan şairin şiirleri Karagöz haricinde Aşkar, Mahalle Mektebi, Değirmen, Merhale

Kitapta şairin yirmi şiiri yer almış. Kitap iki bölümden oluşuyor; Çığlık Sabahı ve Değirmenden Sesler. Birinci bölüm İsmet Özel’den ikinci bölüm ise Sezai Karakoç’tan birer alıntıyla başlamış. Şairin bu iki isme yaptığı vurgu şiirinin kaynaklarına işaret etmesi bakımından da önemli. Daha çok epik şiirlerden oluşan kitapta lirizme yakın tek şiir “e” ismini taşıyor. Kitabın son şiiri olan “e”, semboller üzerinden kurgulanan bir sevda hikâyesini konu edinmiş. Şair bir nevi kitap boyunca yoğunlaşan ağır atmosferi bu şiirle ümide tahvil etmeye çalışmış. Yunus Emre Altuntaş’ın bu ilk şiir kitabını; modern Türk Şiirinin içine kapanık, imge üzerinden yürüyen bireysel örneklerinin aksine kendisine sıradan insanları dert edinmiş bir epik şiir örneği olarak değerlendirebiliriz. Tasavvufi öğelerin de yoğun olarak kullanıldığı şiirlerde kendisiyle hesaplaşan bir insanın türlü hallerini görebiliriz.

K İ TA P

Bir İç Çekişin Şiiri;

45


Ş ehir

ROMA’DAN KALAN ANILAR Tüm gezi yazılarına, romantik filmlere, nostalji arzusu taşıyan romanlara baktığınızda rastlayabileceğiniz şehirlerden biridir Roma. Geniştir, aydınlıktır, güneşlidir. Öyle çok yeşil sayılmaz ama mimari harikalarının arasına, önüne arkasına serpiştirilmiş bakımlı güzel bahçelere sahiptir. Tiber nehri onları sular, eski Roma ile yeni Roma’yı, Vatikan’la halkın Roma’sını birbirinden ayırır. Mona İSLAM

ehirlerin anlamları vardır. Hatta benim tedrisinden geçtiğim öğretiye göre müekkel melekleri. Yıllar önce bir büyüğümden öğrendiğim şu kaideyi mümkün mertebe yerine getirmeye çalışırım: Bir şehre girdiğinde o şehrin müekkel meleğine selam ver. Böyle yaparak girdiğim hiçbir şehirde bir sıkıntı yaşamadığımı da belirtmek isterim. Şehir kendisine saygı gösterene kucak açar. Hakikatte tüm kainat öyledir. Herkesin çok gezme imkânı olmayabilir, benim oldu elhamdülillah. Bu gezilerden bana kalan pek çok güzellik ve anı var elbette. Ama bana her seferinde “En sevdiğin yer neresiydi?” denildiğinde tereddütsüz “Roma” dedim. En çok ihtiyacım olan iki şeyi birlikte bulmuştum orada, güzellik ve şefkat. Tüm gezi yazılarına, romantik filmlere, nostalji arzusu taşıyan romanlara baktığınızda rastlayabileceğiniz şehirlerden biridir Roma. Geniştir, aydınlıktır, güneşlidir. Öyle çok yeşil sayılmaz ama mimari harikalarının arasına, önüne arkasına serpiştirilmiş bakımlı güzel bahçelere sahiptir. Tiber nehri onları sular, eski Roma ile yeni Roma’yı, Vatikan’la halkın Roma’sını birbirinden ayırır. Kat kat tarihi bir açıkhava müzesi gibi görebilirsiniz Roma’da. Bir yanda eski Roma harabeleri, senato, Konstantin Takı, diğer yanda şehrin her yerinde köstebek gibi belirebilmenize imkan veren metro, ve şehir turu yapan üstü açık turist otobüsleri zihninize açık bir tenakuz yaratır. Roma’da harabeler şehrin dışında değildir, tam da içinde Colleseo (Collesium) denen arenanın yanıbaşında, yerleşim yerlerinin ortasındadır, İtalyanca ifadesiyle Coleseo’dan çıkıp yandaki büfeden pizza alıp yer altına inip metroya binebilirsiniz. İçine ne koyuyorlar emin olamazsanız “pizza margarita” almanızı öneririm, domatesli peynirli pizza, en basiti, alır ve yola devam edersiniz. ROMA HEP KALABALIKTIR Bazıları kalabalıktan hoşlanmaz. Bir izdiham duygusu yaratır kalabalık. Roma hep kalabalıktır. Ama izdiham yoktur. Herkes sokaklardadır, her yerde her dilde konuşan yürüyen insanlara rastlarsınız. Hatta çokça Türkçe konuşanlara. Bu yüzden nasılsa anlamazlar diye çok yüksek sesle konuşmamanızı öneririm. Türkler görünüş olarak İtalyanlara benziyorlar, kolayca araya karışıyorlar. Roma sokakları izdihamdan çok bir cümbüş havasındadır, gülümsemenize neden olur. Kalabalıktır ancak kalabalık rahatsız etmez, sıkışıklık oluşturmaz. Akar gider… Aslında sağlamsanız Roma’da her yere yürüyerek gidebilirsiniz, gitmelisiniz de, çünkü yol üzerinde görmeden edemeyeceğiniz sayısız

sayı//2// eylül 46


güzelliğe rastlarsınız ancak benim gibi sakat bir ayakla Roma’ya geldiyseniz, yine benim gibi kolunuza girmekten ve ağırlığınızın bir kısmını taşımaktan imtina etmeyen şefkatli bir eşiniz varsa her yeri yine de görebilirsiniz, metro size yardımcı olacaktır. Roma’da bulduğum şefkatin ilki kuşkusuz eşimden kaynaklanıyordu. Bu yolculuğa çıkmayı ne kadar istediğimi biliyordu ve son anda uğradığım kaza ile incinen ayağımla bu şehri dolaşacaktım. Yürümek gerektiği kadar onun yardımıyla yürüdüm, durmak ve dinlenmek gerektiğinde her yerde kurulu mermer banklar, kilise avlularının gölgesi, yaz sıcağında çok muhtaç olduğumuz suya bedelsiz ulaşabileceğimiz kilise bahçelerindeki çeşmeler, hatta biraz da ayağımın acısıyla “mozaikleri, tabloları” uzun uzun incelediğim aydınlık ferah serin, sokak başı karşımıza çıkan taş kiliseler, şapeller… HER SOKAĞA BİR CAMİ Roma’da insan din merkezli bir şehirde yaşamın nasıl kurulacağının çok güzel bir örneğini görüyor. Din önce şefkat demek, insanları sorgusuz sualsiz içeri almak, su vermek, oturup dinlenmelerine vesile olmak, yolcuya şefkat etmek, tekrar tekrar zuhur eden ihtiyaçlara tekrar tekrar bir kilise suretinde belirerek yeniden cevap vermek. Bizde “Her sokak başına bir cami mi olur?” diyenlerin Roma’ya gitmelerini salık veririm. Evet, Roma’da pek çok güzel şeyden söz ederler, İspanyol Meydanı, Venedik Sarayı, Colesium, Trevi Çeşmesi, Panteon, ara sokaklara serpilmiş Pizzeria denen küçük lokantalar, garsonların neşeli, esprili, güleryüzlü olduğu küçük İtalyan kahveleri, hepsi güzel kuşkusuz. Ancak benim nazarımda Roma bir kiliseler ve çeşmeler şehridir. Roma kiliseleri Avrupa’nın diğer yerlerinde göremeyeceğiniz kadar aydınlık, kasvetsiz, güleryüzlüdür. En görkemlisi kuşkusuz eski bir Roma Tapınağından çevrilmiş olan Panteon’dur. Ancak ben en çok Navona Meydanındaki kiliseyi beğendim. Navona Meydanı şehrin bir yerinden bir yerine giderken hep yolunuzun geçeceği bir meydan. Roma’da böyle meydanlar oldukça fazla, bu konuya dikkat edenlerce şehrin insanlarının toplanabileceği bu kadar çok meydan olmasının benim bilmediğim sosyolojik bir anlamı vardır kuşkusuz. Ancak meydanlar daima çeşmeler ve kiliselerle birlikte bulunuyor. Navona da öyle, merkezinde heykellerle bezenmiş görkemli bir çeşme insanların rahatça oturabileceği meydanın mimarisine uygun mermerden banklar, etrafa serpiştirilmiş kafeler, meydana yayılmış ressamlar ve meydana bakan orta büyüklükteki beyaz Saint Agnes kilisesi. Bu meydanda dinlenmek için çok oturduğumdan olmalı ki en çok burayı sevdim. Bazen kendime İstanbul’da bu kadar cami

görmediğimi itiraf ediyorum ve keşke diyorum, keşke İstanbul’da da bir camiye girdiğinizde caminin ana atmosferini inceleyecek havasını teneffüs edecek kadar caminin ana bölümünde bulunmamıza izin verilse, içeri girince, hatta çoğu zaman daha girmeden kadınlar bölümü şurada diye arkadan caminin ana bölümünden başka bir küçük bölüme alınmasak. Oradan camiyi, hattı, çiniyi inceleme fırsatımız pek olmuyor. İSPANYOL MEYDANI Roma’ya giden insanlardan genellikle İspanyol Meydanı’nın adını duyarsınız ve ünlü İspanyol Merdivenlerini, Veba Salgınından kurtulduktan sonra şehre dikilen Koruyucu Meryem Ana heykelini, sanırım bu bölgenin bu kadar popüler olmasının bir nedeni de buraya ulaşan cadde boyunca pahalı İtalyan markalarının mağazalarının bulunması. Bu tür alışverişe düşkün olmadığımdan ve fiyatların göklerde olduğuna şüphe olmadığından benim için yaklaşmadan yürüyüp geçilecek bir yer. Herkesin ilgileri kendine…

Roma’da insan din merkezli bir şehirde yaşamın nasıl kurulacağının çok güzel bir örneğini görüyor. Din önce şefkat demek, insanları sorgusuz sualsiz içeri almak, su vermek, oturup dinlenmelerine vesile olmak, yolcuya şefkat etmek, tekrar tekrar zuhur eden ihtiyaçlara tekrar tekrar bir kilise suretinde belirerek yeniden cevap vermek. Bizde “Her sokak başına bir cami mi olur?” diyenlerin Roma’ya gitmelerini salık veririm.

Çocuklar ve büyükler için yaz sıcağında Roma’nın vaadettiği güzelliklerden biri de dondurma tabi ki. Her yerde kafeler olduğu gibi her yerde dondurmacılar da var. Her ne kadar kahveye düşkün olsam da yaz sıcağında çok çeşit ve renklerde Roma dondurmaları bana kahveci dükkânlarından daha cazip geldi diyebilirim. Belki kışın gelsem daha çok kahve içerdim. Şimdiye dek bir kez gittiğim şehre – Mekke ve Medine dışında- bir daha gitme arzusu pek duymadım. Ama ayağım sakatken bu kadar keyifle gezdiğim ve havasında suyunda taşında güzellik ve şefkat hissettiğim Roma’ya bir kez daha gitmek isterdim. Bu kez sağlam ayakla…

47


Ş ehir

İsmail Bey Gaspıralı'nın torunu, Kırım Tavria Üniversitesi öğretim üyesi Gülnara Seitvanieva ile

KIRIM VE BÜYÜK DEDESİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ Öncelikle bu söyleşiyi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Tarihte Önemli şahsiyetler her zaman insanların dikkatlerini üzerlerine çekerler, kitleleri etkileyen yönleri onların vefatından sonrada etkilerini sürdürürler. Bu nedenle İsmail Bey Gaspralı’nın hayat hikayesi ve geniş faaliyetleri hakkında sizden kısa bir özet alabilir miyiz? Röpörtaj: Timuçin MERCANOĞLU

smail Bey Gaspralı’nın ailesi hakkında bahsedersek iki evlilik yapmış olduğunu söyleyebilirim. 1876 senesinde, Dereköyde Samur hanımla evlenmiş. Bu evlilikten, Hatice kızı dünyaya gelmiştir. Fakat evlilikleri uzun sürmedi, ayrıldılar. 1882 senesi İsmail Bey Gaspıralı, İdil boyunda sanayici Kazanlı İsfendiyar Akçurin ile akraba oluyor. İsfendiyar Akçuri’inin kızı Zühre hanım, vefatına (1902 ) kadar İsmail Bey Gaspı ralı’nın ömür arkadaşı oluyor. O sadece hayat ve saadet arkadaşı değildi, iş ve emel yoldaşı da idi. İlk devirlerde, “Tercüman” gazetenin neşir edilmesinde de , İ. Gaspralı’ya cesaret verendi ve bu sırada belgeler ve abone meselelerinde de yardımcısı olmuştu. Büyük Dedem İsmail Bey’i,bu evlilikte çok mutlu olduğunu düşünüyorum…Büyük bir aileye sahipti. Kızı Şefika hanım’ın anılarına göre, onlar 8 kardeşlerdi…3 kardeşi ise gençken vefat etmişlerdi. İsmail beyin ile Zühre hanımın oğlu Rıfat, kızları Şefika, Niyar, ondan sonra doğanlar ise ise Cevdet-Mansur ve Ayder-Ali. Büyük oğlu Rıfat Gaspralı’nın birinci ömür arkadaşı Fatma Abiyeva’dan 1914 senesinde bir kızı doğuyor. Rahmetli annesi, Zühre Akçurina’nın adını veriyor. Rıfat beyin birinci evlâdı olan Zühre, benim büyükannem oluyor. Ömrü sürgünlükten dönmek, ana toprağına kavuşmak, güzel Bahçesaray’ın sokaklarında yürümek arzusuyla yaşamıştır büyükannem. 1995 senesinde, Taşkentin Kibray kasabasında vefat ediyor. Allahım rahmet eylesin…Rıfat bey Gaspıralı 1925 senesinde Bahçesaray’da vefat ediyor. Kırım’a Bolşevikler geldikten sonra, çok kötü bir durum zamanında, İsmail Bey’in oğlu ve kızları Turkiye’ye göç etmek zorunda kalıyorlar. Ayder Ali’in bir kızı olan İnci hanım İstanbul’da yaşıyordu. Şimdi o da rahmetli oldu… İnci hanım, Kırımda geçirilmiş olan, İsmail Bey Gaspıralı’nın 140 yıl dönümü münasebetiyle uluslararası konferansında “Menim dedem İsmail Gaspıralı” konusuyla, konuşmasını yapmış oldu. Ne yazık ki, İ. Gaspıralı’nın başka çocukları hakkında bildiklerim çok az . Sovyet hükümeti döneminde, İ. Gaspıralı’nın adını, bizim için bile, anılması yasaktı.Çok uzun bir zamanın geçmesine rağmen, akrabalarımı bulmak, onlarla bağ kurmak için, hala büyük bir istekle yaşamaktayım. Geçmişte ve Bugünde İsmail Gaspıralı’nın Türkî milletlerinin tarihindeki rolü sadece Türk toplumlarınamı geçerli idi? 1907 yılında İsmail Bey Gaspıralı Mısıra geliyor. Gayesi Dünya Müslümanları Konferansı düzenlemek, ve Müslümanların içinde bulunduğu kötü durumdan nasıl kurtulunur? Planlarını

sayı//2// eylül 48


müzakere etmek idi. Kahire’nin ‘Kontinental’ otelinde konuşma yapıyor. Bu toplantıda 500’ye yakın insan toplanmıştı. Bilim adamaları, şehrin aydınları, basın mensupları, yazarlar ve saire. İsmail Bey Gaspıralı ;‘Rus Müslümanların durumu’, ‘Tüm dünya Müslümanların kongresi düzenlenme hakkında’ konularda konuşma yapmıştı. Düzenlenmiş olan kongre işini aydınlatmak için, İsmail Bey Gaspıralı Arap dilinde ‘En-Nahda’ (Rönesans) gazetesini Kahirede çıkarıyor, bir yılda üç nüsha yayınlıyor. Bu birlik konferansı teşebbüsü İngilizler tarafından engelleniyor. Bu olaylardan sonra Müslüman aydınlar, İsmail Bey Gaspıralı’yı Nobel Ödülü’ne aday olarak teklif ediyorlar. Ben kendim de, bu konuyu daha fazla araştırmak istiyorum, bu konuşmaların metinlerini, daha yakın gözden geçirmek, gazetelerin sayfalarını keşfetmek isterdim. İsmail Bey Gaspıralı’nın bugün bile slogan olarak kullanılacak ifadeleri cümleleri yazıları var bunları biliyoruz, örneklerseniz, bunların sizede etkileri oldumu? ‘Tercüman’da basılan İsmail Bey Gaspıralı’nın vasiyet sözlerinden birisini misal olarak söylemek istiyorum: …’’Hayatın hami-i hakikisi millettir. Ben yalnız onun tercümanıyım. Millet sana daima hami olur, fakat yegane şartını unutma - her ne yazacak olursan ol, kalemini üç kapiklik kara mürekkebe batırma, yüreğine batırıp kanla yazı yaz – sözün ulaşır, vicdanlara yeter. Ama aksi halde semere gelip geçer. Kardeşim, sana bu sözlerim hem rica, hem nasihat, hem de vasiyettir…(İ.Gaspıralı //”Tercüman” - 15.03 1906. -№26 ). Vasiyettir dediğimizde, ters anlam verilmesin. Ben bundan sonra daha da çok çalışacağım. Zaman ve hal iktiza etti… İsmail Bey Gaspıralı’nın, bunun gibi hayat pozisyonunu, ifade eden fikirleri çağdaş dünyada, kelimeler sadece kelime şeklinde işler, insanın yaptıkları anlamını kaybeden zamanda çok önemlidir. İsmail Bey Gaspıralı’nın sözleri ve eylemleri birbirinden farklı değildi. O, kendi yaptıklarının önemini çok iyi biliyordu, fikir ve ideallerine hizmet ederek geldi. Bunu ondan alıp öğrenmemiz gerekiyor, ve ben her okuduğum cümleden her defasında etkileniyorum, gençlerede okumalarını tavsiye ediyorum.. 19.yy. Hem Dünya hem Türk dünyası için değişimlerin ve yeniliklerin yaşandığı bir yüzyıl oldu, Türk aydınlarının vaziyeti ve İsmail Bey Gaspıralı’nın düşüncelerini biraz açarmısınız? XIX as. sonu - XX asrın başlarında, Kazan, Kafkas, Kırım Türkleri arasında güçlü içtimai - maarifî uyanma başlamış. Rus imparatorluğu tarafından baskı altına alınması, zulüm altında kalması, bir

zamanların güçlü devletler sırasından, Rusya’nın müstemlekesine çevrilmesi, Türk dünyasının aydınlarını kayıtsız bırakmamıştır. Bu insanların teşvik işleri ve çok sahalı faaliyetleri neticesinde, Rusya içerisinde yaşayan Türk milletlerin içtimai ve siyasi, iktisadi, ve medeni vaziyetleri değişmeye başlıyor. Bu sahada İ. Gaspıralı’nın rolü çok ehemmiyetli ve büyükten,büyüktür. İ. Gaspıralı “ İslâm aleminin durgunluk sebeplerini iyi öğrenen, ve bilen insan idi, onun düşünce ve hareketleri Rusya içersinde yaşayan Türk-Müslüman milletleri terakki hayatına yönlendirmiş idi. ( İ. Gaspıralı hakkına, Türk dünyasının “Ulu atası” diye nafile söylenmemiştir). “Dilde, fikirde, işte birlik” sözleri etrafında Türk milletlerin bir-biriyle yakınlaşması ve birleşmesi, milli medeniyetleri ve siyasi etkilerinin büyümesi uğruna, büyük hizmetler yapan bir insandı. Büyük Dedeniz İsmail Bey’in Eğitimle bir toplumun kurtulabileceği inancı , onun bu sahada önemli yenilikler yaptığına şahidiz, bu konuyu anlatırmısınız? Orta okullar için, yeni okuma usulü meydana getiriyor, bu okullara “usul-i cedit” adı verilmişti. Ses usulü, yani “savt-i usul”ü kullanmış , birinci okul 1884 senesi Bahçe sarayda açılmıştı. İ. Bey Gaspıralı, mektep öğretmenleri ve talebeler için bir sürü derslikler kitaplar hazırlamış, ve “Tercüman” matbaasında neşir etmişti. Defalarca izahatlı şekilde neşirden çıkan “Hoca-i subyan” kitabı, “Rehber muallimin yakın muallimler yoldaşı” kitabı, Türk elifbası, sarf – öz dilimizin kısa grameri, Arap ve Türk dillerde çocuklar için araştırmalar, hesap esasları, tarih ve coğrafya malumatlı kitaplar, “Hattatlık esasları defteri”, “Kırayet-i Türki” – çocuklar için derslikler, dinimizin esasları, “Tecvit” ve saire. Matbuatın ehemmiyetini iyi anlamış olan İsmail Bey Gaspıralı, kendi gayelerini geniş kitleler arasında yaymak, Türk-Müslüman milletleri uyandırmak maksadıyla, öz neşrini(Kendi gazetesini) yani Tercüman gazetesini yayınlama konusunda büyük mücadeleleri oluyor, anlatırmısınız? O defalarca (Rus Çarlık Hükümeti nezdinde) baş idaresi nazirine, iç işler nazirliğine, müracaat ediyor, nihayet, izin aldıktan sonra, 1883 senesi “Tercüman-Perevodçik” gazetesini çıkarıp başlıyor(Gazete çıkarma izni yarısı Türkçe yarısı Rusça-kiril alfabesi ile- Rus hükümetince belirleniyor, ancak bunun faydasıda oluyor). “Ne için İsmail Bey, gazetesini “Tercüman-Perevodçik” diye adlandırıyor?”, sorusunu soracak olursak, cevabını şöyle söyleyebilirim. Kırım tatar ve Rus dillerinde çıkan gazetenin iki anlamı var: birincisi, ileri gayelerini yaymak, tercümanı, yani Türk-Müslümanların yaşamına , medeni ömrün ileri gayelerini yetmesini ve aksine, Rus milletlerin 49


Ş ehir

,sizin üzerimizde hakkı vardır, Siz bu konudaki sorumluluğunuzun idrakindemisiziniz? Gençler bu konuya ne kadar yakınlar? Büyük Dedem İsmail Bey’in fikri , edebi eserlerinde olan bir de bir meselelere bakışlarını, fikirlerin derinliğini ve önemini öğrenmek, Türk halklarını ileri yürütecek, milletlerini yaşatacak hangi güç olduğunu ispatlamak bu günde kendi anlamını ve önemini kayıp etmemiştir. 35 yıl boyunca hizmet eden ‘’Tercüman’’ gazetesi, yeterli derecede araştırılmadığını söyleyebilirim. Dil ve edebiyat, maarif (eğitim) ve medeniyet, milli (gazetecilik) sahasında ve ileride yapılacak tetkikatlarda bu gazetenin emniyeti çok büyüktür. Gazetenin sayfalarında basılan malumatlar XIX as. sonu XX. as. başı devirde etnografya, pedagojik , tarih, folklor, edebiyat, içtimaiiktisadi meselelerin öğrenilmesinde bir membaa (ansiklopedi kaynağı) olarak kullanılabilir.

İsmail Bey Gaspıralı ve çalışma arkadaşları

Müslümanların hayatı ile tanıştırılması oluyor, ikinci anlamı ise, milletin arzu-isteklerinin, emellerinin ifadecisi ve tercümanı gibi anlatılıyor. “Tercüman”ın dil birliği ve emeline geçirilecek fikir ve iş gayeleri neticesinde ve ondan da gayrı 1905 senesi Rus inkılabın hürriyet muhitinde Rus Türklerine gazete çıkarmaya izin verilmesinin ardından Türkistan, Kazan, Kafkas ve Kırımda otuz beşten ziyade Türkçe neşir olan gazete ve mecmualar yayın hayatına başlamıştır, ancak bunlar fazla uzun ömürlü olmamıştır, Tercüman gazetesi ise kesintisiz 35 yıl yayınlanmıştır. 1906 senesinden itibaren, İsmail Bey Gaspıralı (büyük oğlu Refat ve kızı Şefikanıñ matbuacılık işine çekiyor), “Millet”, “Alem-i Sübyan”, “Alem-i Nisvan” dergilerini, “Ha-ha-ha” mizah gazetesini neşir ediyor. Onun edebi mirasını öğrenmiş oluyoruz , bugün elde edilmiş 22-ye yakın eserini adını kayıt etmek mümkün. Bunların sırasında bir birini tamamlayan ve aynı kahramanın başından geçen hadiselerle belgelenen bir roman bütünlüğünü gösteren eserler (“Frenkistan mektupları” kısmından başlayıp basılan büyük kölemdeki eseri, “Dar-ur Rahat Müslümanları” başlığı altında ikinci kısmı olarak devam ediyor), bir kaç büyük hikâye ve küçük hikâyelerdir. Bütün bu eserler gerekli derecede öğrenilmemiştir. Büyük Dedenizin, Hem Türk ve Müslüman toplumunun fikriyatında hemde bugün bizim sayı//2// eylül 50

Kırım, tarih boyunca Osmanlı Devleti ile birlikte iyi günde kötü günde birlikteliği var, bugünde tarihten gelen akrabalık bağlarımıza sahip çıkıyoruz. Bu konuda söyleyecekleriniz ve İsmail Bey Gaspıralı hakkında son yıllarda artan oranda çalışmalar var, yeterlimi? Eskiden Osmanlı devleti ve Kırım hanlığı arasında tarihsel bağlar vardı. İsmail Bey Gaspıralı döneminde bu bağlar ciddi şekilde canlandı. Bildiğimiz gibi, bu yıl Türkiye’nin teklifiyle İsmail Bey Gaspıralı’nın ölümünün 100. yıldönümü UNESCO’nun anma ve kutlama yıldönümleri programında bulunuyor. Bu bağlamda 2014 yılında UNESCO himayesi altında İsmail Bey Gaspıralı’nın anısına bir çok sempozyum, konferanslar planlaştırıldı. Ben biliyorum ki, Bu yıl Türkiye’ de İsmail Bey Gaspıralı ile ilgili ilk konferansı Ocak ayının ilk haftasında İstanbul’da Dersaadet Kültür Platformu Başkanı Mehmet Kamil Berse hocam verdi, bugün de kendisi ile görüştüğümüzde yedi ayda 14 ayrı yerde İsmail Bey Gaspıralı konferansı vermişler, bu ciddi bir çalışmadır. Bir kaç yıl boyunca bir dizi programlar düzenlendi. Dersaaadet Kültür Platformu tarafından 2012 yılında İstanbul’da ve Kırım Akmescit’te gerçekleştirilen İsmail Bey Gaspıralı Kongresi ve daha sonra yayınlanan tebliğler kitabı çok önemli bildirilerin yer aldığı bir programdı, bende o sempozyumun Hem İstanbul Hem Kırım bölümünde tebliğlerimi sunmuştum. Bu yıllarda yapılan Projelerin bir çoğu, İstanbul’da Ankara’da ve İzmir’de uygulandı. Haziran 25’de Eskişehir’de ‘’Gaspıralı İsmail bey Sempozyumu’’ gerçekleştirildi. Ben de bu Sempozyum’da ‘’İsmail Bey Gaspıralının edebi mirası’’ konusunda konuşma yapmıştım. Şimdi bu projelerin sonucu olarak araştırmacıların bu konudaki çalışmaların ayrı kitaplar şeklinde yayılması gerekiyor. Türk


coğrafyasındaki aydınların, öğrencilerin, genç araştırmacıların, gazetecilik sahasında kalemini deneyen gençler arasında İsmail Bey Gaspıralı adına yarışma düzenlendirilmesi doğru olur idi. Düşünceleri, fikirleri bugün hala geçerliliğini, gündemini kaybetmemiştir. Yeni nesil’e bilgilerini iletmek, onun fikirlerini yeni nesilde yaşatmak bugün çok önemlidir. İkincisi, ‘İsmail Gaspıralı’nın adına, Türk Dünyasını kapsayacak, bir program düzenlenmesinin zamanı geldi, diye düşünüyorum. Sizin Kırım’da öğretim üyesi olduğunuzu biliyoruz, bu yönünüzle kendinizi ve çalışmalarınızı anlatırmısınız? 1996-1999 senelerinde yüksek lisans yapmış oldum. Araştırma konusu olarak da ‘’H.S. Ayvazov’un edebi ve sanatsal mirası’’ konusunu seçtim. Milli kurtuluş hareketimizin belli simalardan, yazar Hasan Sabri Ayvazov İ. Gasprinskiy fikirlerin takipçisi, vefatından sonra ‘Terciman’ gazetesini daha 4 yıl devamında (1914*1918) yayımcısı olmuştu. Hasan Sabri Ayvazov 1892-1898 yılları İstanbul’da tahsil aldığını biliyoruz . Buradaki Darulmuallimin’e okumaya giriyor ve eğitim alıyor. Hangi okulda eğitim almış, Ödüllendirme kağıtları ve eğitimlik çağındaki belgeler bulmak amacıyla İstanbul’da araştırmalar yaptım. Şimdi Üniversitede ‘’Kırım Tatar edebiyatın öğretim yöntemleri’’,‘’Kırım tatar edebiyatın tarihi. XIX. Yüzyılın sonu-XX. Yüzyılın başı’’ donemi üzerinde ve diğer fenler boyunca ders veriyorum. Aynı zamanda,‘’Kırım’ın tarihinde edebiyat sayfaları’’ adlı bilimsel araştırma seminerin koordinatörlüğünü yapmaktayım. İsmail Bey Gaspıralı hakkındaki kitap çalışmaları hakkında bizi bilgilendirirmisiniz? Bu çalışmalar yeterlimi? Burada, Seyit gazı Ğafarov’nın “İsmail Kerimov’nın “Gaspıralının “Canlı” tarihi. (“Tercüman” gazetesinin malzemeleri /materialları esasında (1883 -1914 s.)), tarihçi Viktor Gankeviçin “Na slujbe pravde i prosveşçeniyu. Kratkiy biografiçeskiy öçerk İ. Gasprinskogo (18511914) (На службе правде и просвещению. Краткий биографический очерк), Özbek alimi Zaynabidin Abdiraşidovnın “İsmail Gasprinskiy ve Türkistan başta olmak üzere XX asrın (Svâz - otnoşeniya – vliyaniya)” (Исмаил Гаспринский и Туркистан в начале XX века (Связь-отношения-влияния)) kitaplarını misal ederek getirmek mümkün. Türk alimi Yavuz Akpınar tarafından İsmail Gaspıralı hakkında tertip edilen kitapları ve araştırmaları ayrı dikkate layık, Prof. Nadir Devletin bu sahada yapmış olan araştırmaları ve neşir etken kitap ve makaleleri çok kıymetli. İstanbul Üniversitesinden Prof. Ali Arslan’ın, Marmara

Üniversitesinden Doç.Dr.İsmail Türkoglu’nun, Ankaraki Üniversitesinden Doç.Dr. İbraim Maraşın bu konuda araştırmaları çok önemli tespitler içermektedir. İsmail Bey Gaspıralı gibi Aydın, mütefekkir, aksiyon sahibi meşhur bir insan hakkındaki kitapların sayısının daha çok olmasını düşünüyor ve arzu ediyorum. Her bir kitab İsmail Bey Gaspıralı’nın bir faaliyetini ifade etse, aydınlatsa, hem bugün hem gelecek nesillerin gençlerine yol gösterici ve ufuk açıcı olurlardı. Ben de İsmail Bey Gaspıralı’nın kendisini anlamak isteyenlere bu kitaplarını okumalarını teklif eder idim. Büyük Dedeniz İsmail Bey Gaspıralı hakkında bizlere farklı bilgiler anlattınız, aynı soydan gelmeniz size büyük sorumluluklar yüklüyor, sizde bunun farkındasınız ve hayatınızı bu çalışmalara adamışsınız. Bu sene 2014 yılı Ramazan ayını Türkiye’de, dedenizin çok sevdiği Dersaadet te geçiriyorsunuz bunun da size ayrı bir mutluluk verdiğini ifade ettiniz. Size ve sizin şahsınızda Büyük Dedeniz İsmail Beye saygılarımızı sunuyoruz. Kırımdaki kardeşlerimize de sizin aracılığınızla selam ve muhabbetlerimizi gönderiyoruz. Ben teşekkür ederim efendim, Ben Türkiye’yi ve İstanbul’u vatanım Kırım gibi seviyorum, burada kendimi evimde hissediyorum.

Dersaadet Kültür Platformu ekibi dua ediyor, Kırım'da Gaspıralı Müze'sinde dua ediyor.

51


Ş ehir

OSMANLI DEVLETİ ŞEHİRLERİNDE

GAYR-İ MÜSLİM TEB‘A Temelinde İslâmî esaslara bağlılık yatan ve Osmanlı Devleti’nin yöneticileri tarafından idare kolaylığı sağlama amacıyla geliştirilerek orijinal bir kurum haline dönüştürülen “Millet sistemi”nin tarihi, Osmanlı Devletinde II. Mehmet’e kadar gider Dr. Önder BAYIR*

*TC Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Gn.Md. Daire Başkanı

sayı//2// eylül 52

ir devletin temel öğesi insandır. Osmanlı Devleti’nde de bu unsur teb‘a olarak ifade olunmuş ve çeşitli ırk ve dinlere mensup insanlarca oluşturmuştu. Bu kişiler etnik kökenleri dikkate alınmadan, sadece mensub bulundukları din veya mezheb esasına göre gruplandırılmışlar, böylece Müslüman, Hıristiyan ve Yahudî guruplar toplu olarak Osmanlı Devleti’nin insan unsurunu meydana getirmişlerdi. Esasen dinî temellere dayanan bu devlette, İslâm hukuku kuralları ile örfî kurallara uyuldu ve Müslüman olmayanları Müslümanların içinde eritme politikası güdülmedi. İslâm hukukuna göre, Müslüman olmayan ve İslâm topraklarında Halife’nin güvencesinde dinlerini muhafaza ederek hayatlarını sürdürebilen ehl-i kitap kişilere “zımmî” adı verilirdi. Fethedilen topraklarda yerleşmiş bulunan farklı din ve kültüre mensub bu kişiler, bir akde dayanarak zimmî adını alır; sosyal ve iktisadî münasebetlerini, İslâm hukukunca kuralları tespit edilen bir hukukî statü içerisinde sürdürürlerdi. Osmanlı Devleti’nde buna uygun olarak, Osmanlı hakimiyeti altında, birbirlerinden çok farklı etnik köken ve kültürlere sahip insan toplulukları yüzyıllarca yan yana, kendi kültürlerini koruyarak yaşadılar. Bunlar Türk, Rum, Bulgar, Arap olarak değil; Müslüman, Rum, Ortodoks, Gregoryen, Katolik, Protestan veya Yahudi olarak isimlendirildiler. Bu guruplara dahil olmanın tek kıstası milliyetleri değil, dinleri ya da mezhepleri idi. Bu gurupların her birine devlet, “millet” adını vermişti; çünkü millet Arapça’da din veya mezheb demektir. Böylece, aynı din ve mezhepte bulunan cemaatlere millet deniyordu. Millet-i İslâm gibi. Hepsi Osmanlı teb‘ası olan bu kişiler arasında Müslüman olup olmamaya dayanan önemli hukûkî statü farklılıkları vardı. Müslüman olmayanlar, özel hukuk alanında kendi aralarında mensup oldukları din ve toplulukların sosyal hayata matuf nizamlarına; kamu hukuku sahasında ise İslâm hukukunun Müslüman olmayanlarla ilgili kurallarına tabi tutuluyorlardı. Bu şekilde Müslüman olan ve olmayan teb‘aya farklı kuralların uygulanması kısmen İslâm hukukundan, kısmen de iktisadî sebeplerden ileri geliyordu. Kendilerine alabildiğince geniş vicdan hürriyeti tanınmış olan zımmîler, günlük hayatlarında Müslüman bir cemiyette yaşamaktan doğan bazı tahditlere tabi tutulmuşlardı. İbadet hürriyetlerinde, giyimlerinde belli kurallara (dinlerinin emrettiği usuller hariç) uymaları istenen zimmîler, askerlik de yapmıyorlardı. Fakat, bu kuralar rağmen kendi istekleriyle askerlik


yapan nadirattan da olsa gayr-i Müslimler vardır. Hukukî statülerinden kaynaklanan bu farklılık, onların milliyetçilik bilinçlerini korumalarına, Müslümanlar arasında erimemelerine ve geniş iktisadî menfaatler elde etmelerine de yol açtı. Devletin güçlü olduğu dönemlerde huzurlu bir hayat süren zımmîler, zayıflama dönemlerinde idarî bakımdan ve vergilendirmede yaşanan bazı zaaflar sırasında iktisadî durumları iyi olduğundan Müslüman teb‘a kadar sıkıntı çekmediler. Tanzimattan itibaren, hukukî statüleri iç ve dış politika alanında büyük sürtüşmelere yol açan zimmîlerin hak ve mükellefiyetleri temelde 5 ana kaynağa dayanmaktadır: İslâm hukuku, İslâm hukukunun tanıdığı kadarıyla kilise hukuku, kapitülasyonlar, barış anlaşmaları ve sonradan eklenen reform hareketleri. İslâm hukukunun zimmîlere ilişkin kuralları, Osmanlı Devleti’nin gayr-i Müslim uyrukların hak ve mükellefiyetlerinin gerçek temelini oluşturmaktadır. Esas itibariyle Osmanlı Devleti’nin yükselme çağında zımmîlerin hukukî statüleri bu kurallarla tespit edilmiştir. Zimmîlerin askere alınmamaları, farklı giyimleri ve ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yerine getirmeleri hep fıkha dayanılarak getirilen sınırlamalardır. Bununla birlikte, İslâm hukuku, gayr-i Müslimlerin kendi kilise hukuklarına ait bazı uygulamaları da kabul etmiştir. Zımmîler arasındaki bazı davalar, evlenme-boşanma ve bilhassa ruhban sınıfını ilgilendiren konular buna örnek gösterilebilir. Böyle meseleler ortaya çıktığında kendi “âyin ve ibadetlerine göre” hareket edilecektir. Osmanlı zımmîleri bir yandan münferit olarak Fıkıh’daki zimmet hükümlerine tâbi tutulurken, bir yandan da mensup bulundukları din veya mezheplere göre “millet” adı verilen farklı guruplarda toplanmışlardı. Her bir millet gurubu, kendi içinde hiyerarşik olarak ve mensup oldukları dinin hükümlerine bağlı kalınarak düzenlenirken, dinî başkanları aracılığıyla belli ölçüde devlet denetiminde ve devlete bağlı olarak yaşamaları sağlanmıştır. İSLÂM HUKUKUNDA ZIMMÎLER Osmanlıda tatbik edilen İslâm kamu hukukunda halk iki ana guruba ayrılır: Vatandaşlık hak ve ödevi olan Müslümanlar ile siyasî hakları ve tâbi oldukları hukuk kurallar açısından onlardan farklı olan zımmîler. Zımmîler, İslâm devleti tarafından zimmet adı verilen bir anlaşmaya dayanarak korunan toplulukları oluştururlar. Dârü’l-harbde yaşarken, kendilerine “cihad” açılacak ehl-i kitap topluluklar cihad öncesi haraç ve cizye ödeyerek

İslâm hâkimiyetini kabule yanaşırlarsa zımmî olurlar. İslâm devleti ile bu kimseler arasında yapılan iki taraflı sözleşmeye “zimmet” adı verilir. Şu halde, kendi dinlerini değiştirmeden bir İslâm devletinin korumasından istifade eden, Müslüman olmayan ehl-i kitap kişilere “zımmî” adı verilmiştir. Zimmet anlaşması ile zımmîlerin can, mal dokunulmazlıkları, vicdan ve ibadet hürriyetleri İslâm devletinin teminatı altına alınır; zımmî İslâm ülkesinde oturma hakkı kazanır. Düşmana karşı onu artık İslâm halifesi koruyacaktır. Zımmî, İslâmî idareye bağlılık ve sadakat göstermek ve cizye adlı yıllık bir vergi ödemekle yükümlüdür. Buna karşılı askerlik yapmaz. Osmanlı Devleti’nde bir zımmî, askerî bir görev yapıyorsa bu kez cizye ödemez. Zımmîler, Müslüman olmadıkları için onlara şer‘î hükümler uygulanmaz; Müslümanlardan farklı olarak yönetilir ve farklı hukuka tâbi olurlar. Bu toplulukların kendi sosyal ve dinî hayatlarını düzenlemelerine belli sınırlar içinde izin verilir. İslâm topraklarında kendilerine tam bir hoşgörü gösterilen zımmîler, kendi dinî inanış ve geleneklerini sürdürmekte serbest oldukları gibi, İslâm özel hukuku yalnız Müslümanlara tatbik edildiği için özel hukuk açısından da kendi toplulukları içinde geçerli olan dinî hukuklarına tâbîdirler. 53


Ş ehir

hayatlarını düzenleyen şer‘î kuralları ve Müslüman halkın huzurunu koruma amacı gözetilmiş; devletin güvenliği düşünülerek –belki de zımmîye güvenilmediği için– ata binme, silah taşıma izni verilmemiştir. Bu tahditler tabi olarak zımmîlerin asker olmamaları kuralını da birlikte getirmiş ve bu yasak, istisnalar bir kenara bırakılacak olursa Osmanlı Devleti’nde de yüzyıllar boyu uygulanmıştır.

Ceza hukuku açısından içki içme suçu gibi bazı istisnalar dışında, ukûbâta yani İslâm ceza hukukuna tâbi tutulan zımmîlere, siyasî haklar ve bunun göstergesi sayılabilecek bazı hususlarda çeşitli kısıtlamalar getirilmiştir. İslâmiyet “dinde zorlama olmayacağı” anlayışı ile kendinden olmayanlara, İslâm toprakları üzerinde rahatça yaşama hakkı vermiştir. Ama Müslümanların dinî ve sosyal hayatını, geleneklerini ve kültürünü koruma amacıyla bu sınırlamaları da koymuştur. Zımmîlerin özel hukuk (Müslüman kadınla evlenmeme), usul hukuku (Müslümanlara karşı şâhitliklerinin kabul edilmeyişi) ve ceza hukuku (zımmîyi öldüren Müslüman’a ölüm cezası verilmeyişi) açılarından olduğu kadar, bazı sosyal kurallarla da Müslümanlardan ayrıldıkları görülmektedir. Örneğin: Elbiseleri Müslümanlarınkinden değişiktir, Müslümanlarınki kadar yüksek ev inşâ edemezler, dinî âyinlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmalıdırlar, kilise inşası ve tamiri için devletten izin almak zorundadırlar, ata binemez ve silah taşıyamazlar. Zımmîlere bu gibi kısıtlamalar getirilirken, Halife’nin hakimiyeti altındaki topraklarda İslâm dinini kabul etmeyen guruplarla yaşama durumunda olan Müslümanların dinî ve içtimaî

sayı//2// eylül 54

OSMANLI DEVLETİ’NDE ZIMMÎLER Bilindiği gibi Osmanlı Devleti teokratik bir devlettir. Devletin temelini şer’î hukuk teşkil eder. Bu devlette din, toprak esası ya da milliyetten daha önemlidir. Bunun kökeni ise İslâmî anlayıştan gelir. “Millet-i İslâmiye” yi oluşturanların ortak özelliği, hepsinin Müslüman olmalarıdır. Etnik kökenleri önemli değildir. Farklı ırktan olup ayrı dilleri konuşanlar eğer “Sünnî Müslüman” iseler, İslâm milletine dahildirler. Müslümanların yanında İslâm topraklarında zımmîler de yaşarlar. Osmanlı Devletinde de Müslümanlar ve zimmet kurumuna uygun olarak zımmîler vardı. Osmanlıların bu konudaki İslâm kamu hukuku kurallarını her zaman pratikte uygulamış olmaları söz konusu değildir. Yani Osmanlılar fetih öncesi, düşman ülkeye “İslâm egemenliğinin cizye karşılığı kabulünü” her zaman teklif etmemişler, fetih sonrası onları doğrudan cizyeye bağlayıp, artık Osmanlı ülkesi sayılan topraklarında eskisi gibi yaşamlarını sürdürmelerine izin vermişlerdir. Böylece Osmanlı hâkimiyeti altındaki zimmîler, mezhep ya da dinlerine göre Osmanlı yönetimi tarafından gruplandırılmış ve bu gruplara “millet” adı verilmiştir. Şu halde “Millet”, Osmanlı Devletinde dinî toplulukların ismidir. Osmanlı Devletinde Rum milleti, Ermeni Milleti, Yahudi Milleti vardır. Rum ve Bulgarlar eğer Ortodoks iseler Rum milletinin üyesi sayılırken, Ermeniler, Protestan ya da Katolik oluşlarına göre farklı milletlere bölünmüşlerdi. Hâkim ve yönetici sınıf olan Türkler, Araplar ve Arnavutlar gibi Müslümandırlar ve kendilerini “Osmanlı” olarak adlandırmışlardı. Zimmîlerin ırklarına göre ayırımı 19. Yüzyıl ortalarına kadar söz konusu olmadığı gibi Türkler ve Arapların milliyetçilik bilincine varmaları onlardan daha sonra, ancak 20. Yüzyıl başlarında gerçekleşebilmiştir. Her dinî gurubun en yüksek rütbeli din adamlarından biri, kendi cemaatleri tarafından o gurubun şefi olarak seçilmiş ve kendi topluluğunu düzenlemek ve yönetmekle görevlendirilmiştir. Böylece bu guruplar beratlarla kendilerine verilen özerklik sayesinde, Osmanlı egemenliğinde, ama devlet içinde devlet gibi kendi din,


hukuk ve geleneklerini, eğitim sistemlerini sürdürdüler. Dine ilişkin kurallarını, örflerini ve özel hukuklarını korudular ve baskı görmeden uyguladılar. Dinî gurupların şefleri ise birer devlet memuru gibi, kendi yönetimlerindeki toplulukların yönetiminden Sultan’a karşı sorumlu tutuldular. Temelinde İslâmî esaslara bağlılık yatan ve Osmanlı Devleti’nin yöneticileri tarafından idare kolaylığı sağlama amacıyla geliştirilerek orijinal bir kurum haline dönüştürülen “Millet sistemi”nin tarihi, Osmanlı Devletinde II. Mehmet’e kadar gider. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Rum kilisesine din ve özel hukuk işlerinde özerklik verdi ve “Rum Milletine” seçtirdiği Patriğe, cemaatini idare için gerekli yetkileri kullanma imtiyazı tanıyarak, onu tüm Ortodoksların başına getirdi. Sonradan aynı imtiyazlar Ermeni ve Yahudi topluluklara da tanındı. Bu toplulukların başlarında bulunan İstanbul Rum ve Ermeni Patrikleri ve İstanbul Yahudi Haham-başısına topluluklarını yönetme masrafları için vergi toplama hakkı verildi. Her milletin yargılama, maliye, eğitim örgütleri vardı. “Millet” guruplarına dahil olan gayr-i Müslimler devlet nazarında Osmanlı uyruğu idiler. Ama zimmîler ve Müslümanlar aynı statüde olduklarını hiç kabullenmediler. “Millet” sistemi ile zimmîlere bir yandan din ve özel hukuk işlerinde büyük ölçüde müsamaha gösterilirken, bir yandan da Müslümanlardan ayrılmaları sağlanarak toplumdaki dinî hassasiyet de korunmuş oluyordu. Böylece “Millet” sistemi ile Osmanlı toplumunda zimmîler ve Müslümanlar yan yana, aynı devletin hükümranlığı altında, ama farklı hukuk düzenlerine tâbi olarak yaşadılar. Bu sistemin temelinde sadece hukukî ve dinî gerekler olmayıp, aynı toplumda yaşayan farklı gurupların tasnif edilerek hüviyetlerini belirlemenin pratik faydası da yatıyordu.

Bu ülkeler kendi uyruklarına Osmanlı Devleti’nin, tek yanlı bağış olarak verdiği kapitülasyonlardan ya da ikili anlaşmalardan doğan imtiyazlardan zimmîleri de yararlandırmaya başladılar. Fransa ya da Rusya’ya din adamları ve kutsal yerlerle ilgili olarak verilen himaye hakları bu ülkelerin baskısı ile, zimmîlere de teşmil edildi. Zimmîler, bu anlaşmalara dayanarak “millet” ya da uyrukluk değiştirmeye başladılar. Zimmîlerin kapitülasyonlara dayanarak bazı haklara sahip oldukları yolundaki iddialarına Osmanlı Devleti’nin karşı çıkarak tedbirler alması, onlara yardım için çırpınır gözüken büyük devletleri başka yollar aramaya itti. 1774 Küçük Kaynarca anlaşmasına dayanarak “Ortodoks Millet”i üzerinde himaye hakkı iddia eden Rusya’yı, Katolikleri savunan Fransa, Protestanları savunan İngiltere ve Amerika izlediler. Böylece mesele milletler arası bir görünüm aldı. Tanzimat döneminde zımmîlerle Müslümanların eşitliği ilân edilmiş, böylece herkesin aynı hak ve mükellefiyetleri sahip olduğu varsayılmıştır. Pratikte ise zımmîler eski imtiyazlarını korudukları gibi, reformlar genelde onlara Müslüman vatandaşlardan daha fazla haklar sağlamaya yöneldiği için, eşitlik ters yönde tekrar bozulmuştur. 19. Yüzyıla kadar saf dinî karakter taşıyan milletler, artık millî idealle bölündüler. Önce Sırp ve Yunan ayaklanmaları ve sonra 1870 yılında Bulgar Eskarklığı’nın ayrılışı bunun tipik örneklerindendi. Millet sistemini, milliyetçi duygular çökertmişti.

Devletin güçlü zamanlarında iyi işleyen “millet” sistemi, devlet zayıfladıkça yıkılmayı hızlandıran en önemli nedenlerden biri oldu. Yüzyıllarca dil, kültür ve geleneklerini yitirmeden yaşayan zimmîler, milliyetçilik duygularını bilinçsizce de olsa muhafaza etmişlerdi. Uyanmaya başlayan milliyetçilik duyguları tabi olarak millî devlet isteğini gündeme getirdi. Böylece, Osmanlı Devletinde “millet” sözcüğü artık anlam değiştirerek bugünkü kavramı çizmeye başladı. Sırp, Rum, Romen, Bulgar, Ermeni, Arnavut ve en son olarak da Araplar millî duygularla ayaklandılar ve “hümanizm” sloganına sarılan, Osmanlı Devleti’nde “eşitsizlik”ten yakınan (!) Batılı devletleri kendilerine yardıma hazır buldular. 55


Ş ehir

BİR İSTANBUL EFENDİSİ’NDEN MEDENİYET TASAVVURUNA DAİR SERZENİŞLER

“FİNCANIMDA KOLA VAR” ‘İstanbul Beyazıt’ta, mütedeyyin, dikkatli ve münevver bir aile ve tahsil çevresinde geçen ilk gençlik yılları ve içerideki inanılan ve sevilen dünya ile dışarıdaki yabancı dünya arasında var olduğu farkedilen ağır ve acımaz tezatlar, evde İslam Medeniyeti’nin zarif mirasının teneffüs edildiği, dışarıda ise tamamen yabancı hatta düşman bir hayat, yazarın genç ruhunu ciddi anlamda incitiyordu…’

Yavuz GENCER

sayı//2// eylül 56

ayıs ayında Sadettin Ökten imzasıyla Tuti Kitab’ın ilk yayını olarak çıkan farklı bir kitapla buluşmuş olduk. Kitap, Hz. Âdem menşeli engin medeniyetimizin birkaç asırda nasıl ‘uygar’laştığına atıfla Fincanımda Kola Var adını taşıyordu. İsmindeki, birşeylerin ters gittiğini anlatan o nükteli vurgunun latif hafifliğine rağmen, muhtevasının beslendiği sessiz ve derin iç yakınmaları, nereden gelip nereye gittiğimiz bahsindeki ihtarları ve ikazlarıyla kitap, bir dertleşme edasıyla ve fakat mutlak teyakkuza davet edici bir hitap tarzıyla muhatabına sesleniyor. Derin bilinciyle ülfet ve ünsiyet içinde bulunan, kendi hayat kitabını okumaya azimli her müellifin kitaplaşmış kelimelerine sinmiş kendine has bir manevi boyutu vardır. Hiçbir kalem erbabı bu renksiz ve kokusuz tesirden azade kalamaz. Kimi müellif bunu satırların ardındaki dünyadan kendimizin süzüp çıkarmasını beklerken kimisi de bu konuda ruhumuza dokunan ince kelimelerle sezgilerimizi cilalamamıza yardımcı olur. Türkiye’de kültür, sanat, şehir, medeniyet tasavvuru gibi kavramlar üzerinde durmak gerektiği zaman müracaat edebileceğimiz bazı özel isimler vardır. Bu konularda onlar ne demiş diye murakabe etmeden söylenilen sözler hep eksik kalmış hissine kapılırız. Onların bariz özelliklerinden biri, en ağır ve kavranması zor bahisleri son derece zarif ve anlaşılır şekilde aklımıza gönlümüze sunmalarıdır. Okuyorsanız da dinliyorsanız da bizi uzun asırların, engin meselelerin tünelinden geçirerek bugününüzü aydınlatacak ışıklı bir yola çıkarırlar. Hadiseleri vak’aları ve görünen faillerini daha berrak şekilde değerlendirmemizi sağlayacak karinelerle gözümüzü gönlümüzü zenginleştirdiklerini farkederiz. Sığ bakış açılarının tıkadığı kör noktaların, en basitinden ifade edilmiş derin tahlillerle kendileştiğini, sadeleştiğini görürüz onların nazarlarıyla. Anlatılanların bütününe vâkıf olamasak da, meselenin özünü ve resmin hangi tarafında yer almamız gerektiğini hissen bilir hale geliriz. Onların ince bir dokunuşuyla yaygın kanaatlerin arasından süzülerek siyah bildiklerimizin ağardığına, beyazlarımızın ise kalbe dokunan kat’i delillerle karardığına şahit oluruz. Bu isimlerin en önemlilerinden, en değerlilerinden, en ince ilgileri hak edenlerinden biridir Prof. Dr. Sadettin Ökten. O, kabuğu sıyırıp öze tabi olanların Sadi Hoca’sıdır. Kendisine ne zaman müracaat edilse cevap alınacağı bilinen bilirkişisidir. Sadi Hoca’nın sohbetlerine tesadüf edenler bilir ki onun mümeyyiz vasıflarından belki de en seçkini o yerli yerinde mizah kuvveti,


sözü ballandırarak anlaşılır kılan nüktedanlığıdır. Meşrebine aşinalık kesbedenler için Sadi Hoca’nın üsûlü ve üslûbu, hakiki bir hayat ve memat tasavvuruna bir ân-ı vahitte erişebilmeniz için kibrit-i ahmer kıymetinde bir cevherdir. ‘İstanbul Beyazıt’ta, mütedeyyin, dikkatli ve münevver bir aile ve tahsil çevresinde geçen ilk gençlik yılları ve içerideki inanılan ve sevilen dünya ile dışarıdaki yabancı dünya arasında var olduğu farkedilen ağır ve acımaz tezatlar, evde İslam Medeniyeti’nin zarif mirasının teneffüs edildiği, dışarıda ise tamamen yabancı hatta düşman bir hayat, yazarın genç ruhunu ciddi anlamda incitiyordu…’ Böyle tarif ediyor Sadettin Ökten bizlere hitap eden o derin medeniyet tasavvuruna sahip bakış açısının menşeindeki imar eden çelişkilerin çıkış noktasını. MEDENİYET TASAVVURUNUZ YOKSA SİZ DE YOKSUNUZ! İslam Medeniyeti’nin yerli yorumuna karşı geliştirilen dil, yazarın mensup olduğu çevrenin lisanından çok farklıydı. İslam Medeniyeti’ni o tabii ve insanı şefkatle kuşatan dokusuna nüfüz ederek tahrif etmeden, olduğu gibi asrın idrakine eriştirebilmek, o devrin ‘mütedeyyin, dikkatli ve münevver’ gençlerinin en büyük hayâli idi. Zaman geldi o hayal gerçekle yakınlaştı fakat başlangıçtaki halis gayesinden nice tavizler vererek… Bu büyük savrulmanın ortaya çıkardığı düş kırıklığı, birçok samimi kimseyi çare arama yoluna sevkedecekti. Bir kabuk ve öz kavgası başlamıştı. Öz sevdalısı olanlar, eksikliğin, kurum ve yapılanmalara hayat ve iktidar veren bir dünya görüşünden, bir ‘Medeniyet Tasavvuru’ndan mahrumiyet olduğunu kavramada gecikmediler. Türkiye, atlattığı bütün badirelere rağmen İslam Medeniyeti ailesine mensuptu ve fakat münevver tabaka bu ruhu asrın idrakine uygun zaman ve zeminde yenileyemiyordu. Ülkenin problemi sahip olduğu İslami değerlerle kullandığı rasyonel modernist biçimler arasında bir uyumunun bulunmamasıydı. Ve çözüme ulaştıracak değerlendirmeleri, yine müellifin muhtelif beyanları arasından seçebiliyoruz: ‘Bir değerler sistemi, bir medeniyet tasavvuru ancak bilindiği, sevildiği ve bir inanç haline geldiği takdirde evrensel suallere tatminkâr cevaplar verebilir. Özü yakalayabilmek için nesnel olmak ve fakat insan olarak kaçınılmaz öznelliğimizi hesaba katarak değerlendirme yapmak, rasyonel bir bakış açısı ve ilmi disiplinle ayrıntıları ayıklamak ve bunların ötesindeki olaylar ve insanlar arasındaki onları bütünleyen ortak noktaları iyi tespit edebilmek gerekir. Sonraki ve en zor safha ise ortak noktalar arasındaki

ilişkiyi sezmektir. Bütünlüğü sağlayan unsur işte bu ‘medeniyet algısı’dır. Bu medeniyet algısının medeniyet tarihçilerinin yanı sıra toplumun ortalama aydınları için de ortaya konmuş daha basit bir versiyonunun bulunması şarttır. Bu olmazsa, toplum bir medeniyet algısı olmadan yaşayamayacağı için kendisine bir hayal âlemi kurar ve hayatı duygusal ve sezgisel boyutta yorumlar. Bu ise içinden çıkılmaz bir karmaşa demektir, kaos demektir. Duygusal hayat geniş toplumsal katmanların yaşadığı bir gerçekliktir. Topluma bir bütün olarak hitap etmek isteyenler bu hususu göz önünde bulundurmak zorundadırlar.’ FİNCANIMDA KAHVE YOK Mayıs ayında Sadettin Ökten imzasıyla Tuti Kitab’ın ilk yayını olarak çıkan farklı bir kitapla buluşmuş olduk. Kitap, Hz. Âdem menşeli engin medeniyetimizin birkaç asırda nasıl ‘uygar’laştığına atıfla Fincanımda Kola Var adını taşıyordu. İsmindeki birşeylerin ters gittiğini anlatan o nükteli vurgunun latif hafifliğine rağmen, muhtevasının beslendiği sessiz ve derin iç yakınmaları, nereden gelip nereye gittiğimiz bahsindeki ihtarları ve ikazlarıyla kitap, bir dertleşme edasıyla ve fakat mutlak teyakkuza davet edici bir hitap tarzıyla

57


Ş ehir

Bu sorular, hem Doğu’yu hem Batı’yı ilgilendiriyor. Fakat daha çok köklü medeniyetler inşa etmiş ve bütün insanlığın hayrını gözetmedeki esas duruşunu asırlar boyu göstermiş Doğu’nun bu probleme çözüm getirici acil cevaplar bulması gerekiyor. KAPİTALİZM BİR DİNDİR Bütün dünyaya yayılmış olan salgının adı Kapitalizm; ilacı ise İslam medeniyetinin sunduğu evrensel medenilik tasavvuru… Kapitalizm, temeli egoizme dayalı duygusal dayatmalarla sizin bütün tüketim alışkanlıklarınızı şekillendiren ve motive eden, kendini reddettiği dinin yerine takdim eden ‘modernitenin haylaz çocuğu’dur. Medeniyet tasavvuru ise, toplumu fitneden ve kaostan uzak tutmak, nizam-ı âlemi temin etmek, için lazım olan sistemler bütününün adıdır.

muhatabına sesleniyor. Bütün notlar ve anekdotlar, bütün kıssacık ve hissecikler, hepimizin istesek de istemesek de varis olduğumuz medeniyet tasavvurumuzu anlamaya çalışmakla mükellef olduğumuza işaret ediyor. Hiçbir varlık bir medeniyet tasavvuruna sahip olmadan hayatını yaşanılır kılmayı başaramaz! Kitabın belkemiğini bu önerme yapılandırıyor. Kitap müellifinin dilinden kendini çok öz ve özel şekilde tarif ediyor: ‘Kahve içiyoruz ama fincanının içinde kahve yok. O kahve ve fincan bize yani yaşantımıza, inancımıza ve üslubumuza ait bir hadiseydi. Oradaki fincan bizim İslami kimliğimiz ama o kimliğin içinde bugün Amerikan kapitalizmi var. Türkçesiyle bunu söylemeye çalışıyorum.’ Baştan sona bir ‘Neydik, ne oluyoruz; ne adına nelerden taviz veriyoruz; bu hayatı yeniden nasıl yaşanılır kılabiliriz’ değerlendirmesi ile karşı karşıyayız: ‘Medeniyet tasavvurudur ki hayatı yaşanır kılar. Değerleriniz bu referansa göre şekillenir. Değerleri hayata taşıyan davranışlar yine bu referans sisteminin eseridir. Değerlere uygun davranılmadığında uygulanan yaptırımlar yine o değerlere aittir. Yani bir bilgi, inanç ve ahlak kompozisyonundan bahsediyoruz.’

sayı//2// eylül 58

Hastalığın Türkiye boyutundaki yayılımını kitaptan takip edelim: ‘Kapitalizmin bir din gibi girdi Türkiye’ye. Çünkü bir dindir esasında. Kapitalizm sadece sizin günlük alışverişiniz değil tüm mentalitenizdir. Topluma bir motivasyon veren, bir takım problemlerine cevap veren ama bir takımlarına veremeyen ve onları da görüp hayatın dışına iten bir medeniyet tasavvurudur. Temeli egoizm, bendir. Arzular motive edilmezse siz tüketmezsiniz. Türkiye’deki sıkıntı, halen içinde bulunduğu şartlara göre ciddi bir İslami muhteva taşıması. Bir taraftan da çok hoşuna gitti kapitalist oyuncaklar, onlarla oynuyor. Ama oynadıkça o oyuncakların içindeki muhteva size geçiyor. Otomobiller, elektronik aletler, yemek yeme tarzı ciddi medeniyet kabulleridir.’ Burada karışımıza şöyle bir problem çıkıyor; Türkiye’nin, hem asli değerlerinden vazgeçememesi hem de bu kendini halsiz düşüren sinsi, şahsi menfaatinden başka şey düşünmeyen bencil hastalığını seviyor olması. Ama bu sevginin karşılığı yok. Batı, Müslümanca yaşamayı vahşet görüyor. Çünkü bu onun ‘kavminin efendisi en çok tüketendir’ düsturuna aykırı bir düzen. İsrafı men, dayanışma ruhunu teşvik ediyor. Dolayısıyla kapitalist düzen ve âlem nizamını temin edecek yegâne ölçü olan İslam’ın medeniyet tasavvuru arasında amansız bir var oluş mücadelesi, bir iç çekişme süregelmekte. ‘Biz blue jean giyinip kola içerek, sadece şekli olarak kapitalizm uygulamıyoruz. Seviyoruz... Sadece blue jean değil, AVM, elektronik eşya, konuşulan kelime, vitrindeki amblem ve isimler kapitalizmi benimsediğimizi ifade ediyor. Yani öbür giysiler pahalı ve blue jeani ucuz olduğu için onu giyinmiyoruz. Bunlar üzerinden bir varlık gösterisi yapıyoruz: Biz moderniz. Biz de


Amerikan standartlarını yakalamaya çalışıyoruz... Ama bir taraftan toplumda bir İslami kimlik var. Fransa’da bir kaç marka ismini İngilizce görürsünüz ama çoğunlukla Fransızcadır. Ama bugün Türkiye’de bakın, bir yabancı isim koymak moda. Bu niye oldu? İşte Fincanımda Cola Var onun ifadesidir.’ CAMİLERİN YERİNİ AVM’LER ALDI ‘Modernitenin haylaz çocuğu kapitalizm’den kaçamayan ve meseleye faydacılık nazarıyla bakmaya alış(tırıl)an Müslümanlar’ın kendileriyle hesaplaşması gerekiyor. Bu temel kabulleri apayrı olan Amerikan kapitalizmi ve İslamiyet’in bağdaşması mümkün değil. Bir ara model çıkması da imkân dışı. Çünkü İslam ne ise odur, değişmez. Türkiye şu anda iki cazibe merkezi arasında kalmış durumda. Birileri bizi kapitalist kurallara uymazsak, aç kalırız, ölürüz ön kabulüne zorluyor. Ya benim kurallarıma göre yaşarsın ya da ölürsün diyor. Bir yanılsamalar tablosu önümüze gerçek görüntü olarak konuluyor. Amerikan toplumlunun zaafını görmemiz gerekiyor. Müslüman insan ‘kifayet miktarı’ ile yetinmenin getirdiği özgürlük duygusunu yeniden teneffüs etmeli. ‘Kapitalizmle birlikte, arzular ihtiyaç haline getirildi. Fakat ben önce kendimi bilmeliyim. İhtiyaçlar bana tabi olmalı ben ihtiyaçlara tabi olmamalıyım; kendi kimliğimi tarif ederek başlamalıyım işe. Cenab-ı Allah’ın çizdiği yolda geçerli olan bir kulluğa talipseniz ve onu yerine getirmek üzere azm ü cezm etmişseniz, O; sizi birçok dünyevi bağdan, ihtiyaç duyma halinden kurtarır.’ Türkiye’de bugün hayatın merkezinde bulunan camilerin yerini AVM’ler işgal ediyorsa, bu vahim manzara karşısında ciddi olarak tefekküre dalınması gerekiyor.

zaman paradan para kazanmayı anlamak lazım. Çünkü kapital başka şeydir; üretim, sanayi, başka bir şeydir. Sanayici sadece üretir, parayı kazanan ise kapitalisttir. Kapitalizm salim kafalı olunmasını istemediği için size hiç boş vakit bırakmaz. Çünkü bırakırsa siz kendinize gelir, ayılmaya başlarsınız. Bu sebeple size o salim vakti bırakmaz ve bütün toplumun içgüdülerine hitap ederek var olmaya çalışır. Tüketim böyle birşey.’ VE ŞEHİRLERİN DİLİ… Sıhhatli bir medeniyet tasavvurumuzun olup olmadığını gösteren en belirgin işaretler şüphesiz ki şehirlerimiz… Zihnimizde gönlümüzde şekillendirdiğimiz kaossuz, fitnesiz bir âlem nizamına dair tasvirlerin yön verdiği tercihlerimiz hayatımıza yansıdığında ‘kültür’ dediğimiz yaşama tarzları ortaya çıkıyor. Ve şehirler kuvveden fiile çıkmış medenilik anlayışımızın en bariz tezahürleri oluyor. Toplumların kendi kimliğini ifşa ve ilan etme ihtiyacının ayaklı şahitleri… Peki bugün Türkiye’nin şehirlerine bilhassa İstanbul’una baktığımızda nasıl bir manzara bizi karşılıyor? ‘Şu anki İstanbul’a baktığımız zaman, Türkiye’nin şehirlerine baktığımız zaman, bir medeniyet tasavvuru etrafında birleşen, mutabakat oluşturan ve bunu hayatına yansıtmak isteyen bir toplumsal irade yok. Bu toplumsal irade olmadığı için Türkiye kaosu yaşıyor şu anda. Bazıları diyor ki: ‘Selçuklu üslubu apartmanlar yapalım.’ Bu talebe veya hevese çok gülüyorum. Selçuklu ile apartman yan yana. Selçuklunun medeniyet tasavvuru ile apartmanı üreten modernitenin medeniyet tasavvurları, temel kabuller açısından ne kadar da farklı.’ Bir şehir ahlakı rehberimiz yok dolayısıyla herkes kendi ahlak anlayışını taş sütunlara yansıtıyor…

Kapitalizm, reformist tabanı ile kurguladığı Pazar’dan Pazar’a insanı ferahlatan ama emir ve nehiylerin baskısıyla hayata müdahale etmeyen yeni din anlayışına karşı direnme, camilerimizin AVM’lere feda edilmemesiyle yakından bağlantılı. ‘Türkiye, kapitalizm karşısında küçük bir çocuk gibi... Küçük çocuğun yüzüne gözüne çikolatalı dondurma bulaşıyor ama çocuk hala yalamaya devam ediyor. Türkiye bu nimetlerin kendi toplumunda neye mal olduğunu, daha doğrusu olacağını henüz göremiyor. Zannediyor ki hep böyle mutlu, kendi ahlaki normlarını ortaya koyarak yaşayabilecek.’ Bu cümle içinde bulunduğumuz durumu bütün renkleriyle tasvir ediyor. ‘Kapitalist dediğimiz 59


Ş ehir

Bunu geçmişi doğru okuyarak yapabiliriz: ‘Bizim kendi tarihi sürecimiz var. Bizden evvelki örneklere, onların ana kaynaklarına ve bunların nasıl ortaya koyulduğuna bakacağız. Sonra da günümüz şartlarını değerlendirerek günümüze ilişkin yeni bir medeniyet tasavvuru inşa edeceğiz. Yorum günümüze dairdir fakat tasavvurun esasları sabittir. Onlar değişirse medeniyet tasavvuru değişir. Bunun sonucunda da toplumsal yapı değişir. Bu inşanın ilk aşaması, toplumsal bir mutabakat oluşturmaktır. Hülasa-i kelam, Fincanımda Cola Var, usûl olarak farklı bir kitap. Vurgular, hem aklımıza hem gönlümüze hitap ediyor. Bunun için bölücü ayırıcı değil, yapıcı ve birleştirici bir uslûbu var. Bunu farketmek için sadece bölüm başlıklarına bakmamız bile yeterli.

YİNE DE FİNCANIMIZ SAĞLAM! Fincanımda Kola Var, hayatımızda uzun yıllardır ters giden birşeylerin reddedilmez etkilerini yakın plan seyrettiriyor. Problemi etiketliyor ve çözüm yolları gösteriyor. Kitabi bir hayat algısına sahip olmadığımız için toplumsal bir irade de ortaya koyamıyoruz. Hepimizin üzerinde muhabbetle uzlaşacağımız ortak bir yaşama üslubumuz kalmadı. Artık hiçbir şey, yerinde ve yerli değil. Mehmet Akiflerden beri ifade edilen ‘Batı’nın tekniğini alalım, ahlakını bırakalım’ özelleştirmeleri bugün haddini aşmış tasavvur kaymalarına yol açmış durumda. Her ürün arkasındaki değerler bütünüyle hayatımıza girdi ve kendi değerlerimizle aramızı bozdu. Bizde olmayan şeylerin hevesine kapıldık. Bizde olanlarınsa ne kıymetini bilebildik ne de onlardan kopabildik. ‘Kökü mazide olan âtî’ olmanın söylendiği kadar kolay olmadığını gördük. Müellifin ifadesiyle ‘Fincanımız kırılmadı fakat içi boşaldı.’ Belki fincanımız kırılıp kullanılmaz hale gelseydi, bu kadar zihin-gönül karışıklığı içine düşmeyecektik, diyor müellif. Ama kırılmadı! Şükür kırılmadı. Şu anda belki İslami kimliğimizle yani ‘fincan’ımızla Amerikan standartlarını yakalamaya çalışmanın dayanılmaz gelgitlerini yaşıyoruz, fakat kişi düştüğü yerden ayağa kalkarmış. Elhamdülillah fincanımız hala sağlam diyebiliyoruz. PEKİ ÇÖZÜM NE? Kitap, sadece derdimizi ifade etmekle kalmıyor; dermanımıza da işaret ediyor. Yeniden bir medeniyet tasavvuru inşa edebilir miyiz? Evet!

sayı//2// eylül 60

Aklın Sınırı, Mutsuz İnsan Modeli: İnançsızlık, Allah Kuluna Medeniyeti Emrediyor, Kapitalizm Her Şeyinizi Satabilir, Tasavvuf Terbiyesini Kaldıran Elit, İktidar Tekke Terbiyesinden Geçmeli, Allah’ın Lutfu Doğu-Batı Dilemez, Kuvvet ve Tahakkümle Beslenen Uygarlık, Şehir Ahlâkı Rehberi, Gönül Tokluğu, Talebin Neyse O’sun Sen, Kalbin Kararması, Yürek Sükûneti, Hayat Boşluk Kabul Etmez; Ahlâka Dayanın… Medeniyet tasavvurunun şehre yansıması, hakim medeniyet meselesi, müstakil yapılardan apartman kültürüne geçiş, menfaat, gücün gölgesinde yerleştirilmeye çalışılan medeniyet, sanayi devrimi, modernite, kapitalizm gibi birçok konuya değinilen Fincanımda Cola Var, Müslüman zihniyetin kendini doğru olarak tanımlaması ve öz tasavvurlarını hayata geçirmesi açısından ‘beşir ve nezir’ Musavvir’in vurgularına kalın tonlamalarla hayatiyet getiriyor. ‘Bu Türkler de çok oluyor’ sloganlı bir jeans reklamı vardı bir zamanlar. İlahi hukukun aslıyla icrası ve bütün dünya halklarının selameti, asayişi ve huzuru için yeniden, ‘Bu Müslümanlar da çok oluyor’ dedirterek kahvemizi üstelik kola şişesinde de değil, kendi hususi fincanlarımızda dünya âleme ikram etme zamanının gelmesi temennimizi bu nev’-i şahsına mahsus zarif kitabın teşviki ve telkiniyle ifade etmiş olalım. Tarihten edebiyata, musikiden mimariye pek çok alanda kültürümüze derinlemesine nüfuz etmiş bir ‘devr-i kadim efendisi’nin kaleminden varlık meselesi, medeniyet, kader, şehirleşme, kültürel çatışma gibi kavramsal sorular ve sorunlar cevaplarıyla birlikte derli toplu olarak gündeme taşınıyor. Hangi yaşta olursak olalım, hangi zihni çerçeveyi paylaşıyor olursak olalım, bu kelimelerinden hayat taşan kitaptan alacağımız çok şey bulunuyor.


MÜESSESELERİNİN

OSMANLI MÜESSESELERİNE

TESİRİ Fuat KÖPRÜLÜ Alfa Tarih Yayınları

Hem eski edebiyat araştırmaları alanında hem de Selçuklu ve Osmanlı tarihi üzerine o günden bugüne kadar gerçekleştirilen akademik çalışmaların tamamı Köprülü’nün açtığı kapıdan bu alanlara girmiş olan bilim adamlarının eseridir. Türk tarihinin ve Türk edebiyatının ele alınmasına ilişkin getirdiği yeni bakış açısıyla öncülük etmiştir “modern Türkoloji”ye. Ahmed Yesevi ve Yunus Emre’yi ilk defa akademik bir anlayışla ele alıp inceleyen çalışmalar Köprülü’ye aittir… Türkiye’de din ve tasavvuf tarihi araştırmaları da Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar’ıyla başlamıştır… Yirminci yüzyıl başlarında

K İ TA P

BİZANS

Avrupalı tarihçiler arasında Osmanlı hanedanının Türk kökenli olamayacağı ve Osmanlı devlet düzenini de Türklerin kurmuş olamayacağına ilişkin bir yaklaşım yaygın şekilde kabul görmekteydi. Bu görüşleri en açık ve ayrıntılı bir şekilde dile getiren kişi Amerikalı yazar Herbert Adams Gibbons’dı. Gibbons’a göre Osmanlı Beyliğinin kuruluşuna dair geleneksel Türk tarih yazımının ortaya koyduğu anlatım tamamen kurgusal olmalıdır, çünkü akla uygun değildir. Böyle bir devletin göçebe Türkmenler tarafından kurulmuş olmasının mümkün olmadığını, olsa olsa bu Asyalı savaşçı grupların bölgedeki “medeni” Hıristiyanlarla karışmasından meydana gelen yeni bir “ırk”ın bu işi yapmış olabileceğini düşünür Gibbons. Fuat Köprülü’nün beynelmilel saygınlık taşıyan bir Türk tarihçisi kimliğiyle sahneye çıkışı Gibbons’ın ortaya attığı bu tezlere karşı verdiği güçlü ve ikna edici bilimsel cevaplar sayesindedir. Köprülü yine hem Gibbons’un kitabında yer alan hem de öteden beri batılı tarihçilerin benimsediği bir başka iddiayı ise Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri isimli eserinde büyük ölçüde çürütmüş; Osmanlı idari ve mali yapısı ile ordu sisteminin Bizans’tan değil, Türk ve İslam geleneğinden alındığını ikna edici bir şekilde ortaya koymuştur. Köprülü’nün eserlerinin külliyat şeklinde bir araya getirilerek yayınlanma işini Alfa Yayınları üstlenmiş. Sadece ülkemizde değil, bütün dünyada Türk tarihine dair yaklaşımları belirleyecek derecede ağırlığı olan büyük tarihçimizin külliyatının bugünün okurlarına sunulması geç de olsa paha biçilemez değerde bir hizmet.

61


Ş ehir

TANPINAR’DAN CALVİNO’YA ŞEHRİ OKUMAK

Bu iki usta sanatçının en önemli özellikleri, şehirleri içselleştirerek yeniden inşa etmeleridir. Her iki yazar şehir imgesi üzerinden yola çıkarak yepyeni bir tasavvur ortaya koymuşlardır. Bunu yaparken de şehre nasıl baktıklarını bize göstermişlerdir. Tanpınar’da şehir geçmiş ve gözlem üzerinden, Calvino’da ise düşsel ve kurgu üzerinden tanımlanır. Mehmet KURTOĞLU

odernite ile birlikte kafaları meşgul eden şehir, bir düşünce sisteminin ortaya çıkardığı olgu olarak antik dönemlerden günümüze kadar farklı yaklaşımlarla ifade edilmektedir. Ülkemizde şehir üzerine düşünme, tefekkür etme, Yahya Kemal ile tarih dayanak noktası kabul edilerek ele alınmış, daha sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kültür, sanat ve estetik ile ilgili görüşleriyle bütüncül bir bakış kazanmıştır. Son zamanlarda şehir üzerine o denli çok şey söylenmiştir ki, bunların büyük çoğunluğu bir tekrardan ibaret kalmıştır. Şehir düşüncesi veyahut tefekkürü üzerine sosyolojik ve felsefi açıdan çok şey söylenmiş ve söylenmektedir. Batı’da bu bağlamda çok daha ciddi çalışmalara imza atılmış, sosyolojik ve felsefi yaklaşımlarla yeni açılımlar yaratılmıştır. Özellikle modern şehircilik bağlamında Batı’nın bizden daha ileri olduğu bir gerçektir. Bizdeki şehir anlayışıyla batının şehir anlayışı farklılık arz eder. Bu bağlamda onlar post-modern şehirler düşlerken, biz henüz gelenek ile modernite arasında sıkışıp kalmış şehirlerimizi tanımlama çabası içindeyiz. Onlar şehir üzerine yeni şeyler söyleme, daha çok ideal ve ufuk açma çabası içindedirler. Ve bu bağlamda şehir üzerine algılarımızı değiştirecek söylemler geliştirmişlerdir. Bu yazıda, Batılı bir yazar ile Doğu bir yazarın şehir üzerine yazdıklarından hareketle üzerine nasıl bir okuma yapabiliriz yahut şehre nasıl yaklaşmalıyız sorusunun cevabını arayacağız. Soyut (tasavvur/düşünce) ve somut (hakikat/ şehir) üzerinden hareketle şehri okurken bu konu üzerine kafa yormuş iki yazar Tanpınar ve Calvino bize yol gösterecektir. ŞEHİRLERİ YENİDEN İNŞA EDENLER Şehri okumak bağlamında Tanpınar’ın Beş Şehir’i ile Calvino’nun Görünmez Kentler adlı eseri bize yol gösterebilir diye düşünüyorum. Bilindiği gibi gerek Tanpınar, gerekse Calvino, her iki yazar da büyük bir edebi birikime sahip, aynı çağda yaşamış sanatçılardır. Biri Doğu diğeri Batı medeniyeti tesiri altında şehirlere yaklaşmışlardır. Her ikisi de kitaplarında birden çok şehir anlatmışlardır. Bu iki usta sanatçının en önemli özellikleri, şehirleri içselleştirerek yeniden inşa etmeleridir. Her iki yazar şehir imgesi üzerinden yola çıkarak yepyeni bir tasavvur ortaya koymuşlardır. Bunu yaparken de şehre nasıl baktıklarını bize göstermişlerdir. Tanpınar’da şehir geçmiş ve gözlem üzerinden, Calvino’da ise düşsel ve kurgu üzerinden tanımlanır. Calvino kitabının önsözünde; “Geometrik rasyonellik ile insan yaşamlarının iç içe geçmiş yumağı arasındaki

sayı//2// eylül 62


gerilimi dile getirmek açısından bana daha geniş olanaklar sunan, daha karmaşık bir simge, kent simgesidir. İçinde en çok söylemiş olduğuma inandığım kitabım ‘Görünmez Kentler’dir, çünkü Görünmez Kentler’de bütün düşüncelerimi, deneyimlerimi ve varsayımlarımı bir tek simge üzerinde yoğunlaştırabildim” der. Tanpınar ise Beş Şehir’in önsözünde “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur” diye yazar. MAZİ DAİMA MEVCUTTUR Calvino, şehri ileti aracı olarak görür ve: “şehir her zaman iletiler aktarımıdır, her zaman söylemdir, ama bu söylemi insanın yorumlamak, düşüncelere ve sözlere çevirmek durumunda olması başka bir şeydir” diye yazar. Böylece şehirle kurduğu iletiyi “Görünmez Kentler”de söze/yazıya dönüştürür. Calvino için, Roma şehirleri ile Marko Polo’nun anlattığı doğu şehirleri Görünmez Kentler’de ileti aracı olur. Tanpınar ise, Osmanlı şehirleri üzerinden okumalar yapar. Calvino, bir seyyahın peşine düşerek (Marco Polo) şehirlerin izini sürmeye çalışırken dıştan kenti tanımlar, Tanpınar ise iç yolculuğunun peşinden giderek tanımlar. Örneğin Calvino, kurmaca şehirlerine birer kadın adı yakıştırarak şehri dişil olarak algılar, Tanpınar, yaşadığı şehirlerde dişil unsurlara dikkat çeker, o da Calvino gibi şehri dişilleştirir, Mitolojik tanrıçalarla özdeşleştirir. Hatta Kerkük’te olduğu gibi onu ölen annesiyle özdeşleştirir. Tanpınar, hayatından kaybolan şeylerin ardından yürüyen bir sanatçı olarak şehrin peşine düşer, Calvino, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüyanın peşindedir. Her ikisi de gerçekte kaybolan şehirden hareketle özlem ve rüya arasında gidip gelirler. Bilindiği gibi Tanpınar’ın eserlerinden rüya motifi çok önemlidir. Onun için hülya adamı tanımı yapılmıştır. Calvino, şehirlerin birbirine benzemesinden dolayı “bugün artık başka bir yer yok” der. Tanpınar ise bir hülya adamı olarak, aynı gerçekliğin farkında biri olarak “mazi daima mevcuttur” diyerek kendini teselli eder. Calvino’nun bir diğer eseri “klasikleri nasıl okumalıyız?” adını taşır, aslında Calvino, klasiklerin nasıl okunması gerektiğini bildiği gibi, şehirlerin de nasıl okunması gerektiğini bilen adamdır. Bu eserinde de klasik romanlardaki

Italo Calvino

şehir tasvirlerine ciddi olarak eğildiğini görürüz. Calvino, şehir konusunda kendi bilgi, birikim ve deneyimini çok iyi bildiğinden bütün dehasını verdiği Görünmeyen Kentler gibi muhteşem bir eser kaleme almaya cesaret etmiştir. Aynı şekilde, Tanpınar da kendi ifadesine göre; hocası Yahya Kemal’den şiirde mükemmeliyet fikri ve dil güzelliğini edinmiş ve ardından dilin kapısını kendisine onun açtığını ayrıca “millet ve tarih hakkındaki fikirlerinde Yahya Kemal’in mutlak denecek tesiri olduğunu söyler. Böylece şehri tanımlarken dilin güzelliğini, tarih, kültür, medeniyet ve estetik kaygılarla Beş Şehri kaleme almış olduğunu belirtmiş olur. Öyle ki, bu bilgi, birikim ve duyuş her iki yazarda farklı gelişir. Örneğin Calvino’ya New-York gibi modern bir kent ilham verirken, Tanpınar’a İstanbul ilham verir. Calvino düşsel bir kent yaratmanın peşinde iken, Tanpınar hülya adamı olarak mazide kalmış geleneksel bir şehrin peşindedir. TANPINAR GELENEKSEL ŞEHİRLERİN PEŞİNDEDİR Tanpınar’da ise, şehirleri parça parça değil, bütüncül bakar. Anlattığı Beş Şehir’in beslendiği dinamikleri önce tespit eder, daha sonra tasnif ve daha sonra da tahlil eder. Örneğin bir kasaba görünümünde olan Ankara, ona pek bir ilham vermez ama o Mustafa Kemal üzerinden şehri ideolojik olarak okur. Savaştan çıkmış bir ülkenin başkenti olarak onu kurtarıcısıyla özdeşleştirir. Ve şehri bir kişiden ibaretmiş görür. Aslında bu okuma biçimi Tanpınar’a göre değildir, ama içinde bulunduğu koşullar ona bunu yapmak

63


Ş ehir

zorundaymış hissi vermiş olmalıdır. Tanpınar, Ankara’ya kaleden hep kuşbaşı bakar. Bu tutumu ayrıntıya girmek istememesinden kaynaklanır. Çünkü ayrıntıya indiğinde, Ankara’nın ona verebileceği bir ilham yoktur. Bu yüzden “Ankara, bana daima destani ve muharip göründü” diyerek özetler şehri. Çünkü Milli Mücadele ve Başkent olmasaydı, Tanpınar Ankara’yı yazma gereği de hissetmeyecekti. Tanpınar, Konya’yı ise Selçuklu medeniyeti üzerinden yorumlar. Konya’yı tanımlarken, gerçekte Anadolu’yu anlatır bize. Ve şehre ruh katan Mevlana ve Yunus üzerinden okumalar yapar. Sonra Bursa’yı anlatırken, Osmanlı ile birlikte balkanları tanımlar. Bursa ile Tuna arasında bağ kurar. İstanbul’u ise tamamıyla Osmanlı kültür ve medeniyeti üzerinden okur. Yaşanmışlık ve hayranlık zirvededir. Erzurum’u ise daha çok folklor üzerinden okur. Biz Erzurum sahifelerinde Tanpınar’ın taşraya bakışını görürüz. Böylece beş şehrin her biri kendi içinde bütünlüğünü sağlanarak anlatılır. Ve Beş Şehir adıyla kitaplaşır. Tanpınar’ın bu şehirlere bakışı geçmiş üzerindendir. Geçmiş üzerinden bakmanın kendine göre bir riski vardır ama Tanpınar bu riski sanata dönüştürmüştür. TÜRKÜLER ŞEHİRLERİN VİCDANIDIR Calvino, İtalyan’dır ama Roma’dan değil de New-York’tan etkilenir. İtalyan’dan çok ben Fransız’ım der. Tıpkı Tanpınar’ın “ben âri ırkım”, “cezri bir Garpçıyım” demesine benzer bu durum. Calvino New-York’a hayran olan bir sanatçı olduğundan gelenekle pek bağı olmaz. Tanpınar, Calvino’nun aksine geçmiş ve gelenekten beslenir. Hatta “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler türkülerden yola çıkmalıdır” der, musiki üzerinden okumalar yapar. Gerçekten de Tanpınar’ın yaptığı bu okumalar, kendisinden yıllar sonra şehir konusunda yazanlar için yol açıcı olur, zengin bir imkân sunar. Çünkü türküler çıkmış olduğu coğrafyanın romanı, vicdanı, trajedisidir aynı zamanda. Tanpınar’ın da değindiği bir Yemen Türküsü, bir türkü olmanın ötesinde bir devrin kelimelerle ifade edilmeyecek romanıdır… Calvino ise, şehri kristal olarak görür ve parçalara ayırır. Bu tanımlama Tanpınar’ın şehre bakışıyla çelişir. Zira Tanpınar şehri içselleştirerek anlatırken kendini şehirde, şehri de kendinde görür ve böylece şehir ayna işlevi görür. Bilindiği gibi ayna birebir görüntüyü yansıtır. Kristal ise, aynanın zıddına geometrik bir yapıya sahiptir ve yüzeyleri arasındaki açının gösterdiği temel yapılar vardır ve yapılar yedi yapıya ayrılır. Ayrıca bu yedi yapıda kendi içinde otuz iki billur sınıfa, bu otuz sınıfta sayı//2// eylül 64

iki yüz otuz gruba ayrılır. Görüldüğü gibi, kristal olarak şehri tasavvur eden Calvino, onu tek bir görüntüden ibaret saymaz. Kendi kendini çoğaltan bir imge olarak ele alır. Böylece Marko Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı her şehir müstakil olmakla birlikte, kendi içinde birçok parçaya ayrılmakta ve böylece okuyucunun zihninde bambaşka şehir çağrışımları yaratılmak istenmektedir. HER ŞEHRİN BİR SEMBOLÜ VARDIR Ona göre şehri imgesel olarak tanımlayan şeyler yoksa şehir hafızada bir iz bırakmaz. Şöyle der; “ eğer bir binada hiçbir tabela, hiçbir figür yoksa binanın biçimi ve kentin düzeni içindeki yeri, işlevini göstermeye yeterlidir; krallık sarayı, hapishane, darphane, ilkokul, genelev. Satıcıların tezgâhlarda sergilediği mallar da kendileri için olmaktan çok, başka şeylerin işareti oldukları ölçüde anlam taşırlar. İşlemeli alın bandı zarafet, altın kaplı tahtırevan iktidar, İbn Rüşt ciltleri bilgelik, halhal şehvet demektir. Yazılı sayfalarmışçasına tarar yolları göz: kent düşünmen gereken her şeyi söyler, kendi sözlerini yineletir sana ve sen Tamara’yı gördüğünü düşünürsün, oysa tek yaptığın kentin tüm parçalarıyla kendisini anlatmada kullandığı adları belleğine yazmaktır. Bu kalın göstergeler kabuğu altında, kent gerçekte nasıldır, ne içerir ya da ne saklar, insan Tamara’dan bunları öğrenmeden çıkar.” Calvino’ya göre şehrin sembolleri vardır, bu semboller o şehrin işaretidir, şehri tanımlar. Örneğin Kâbe’yi gördüğümüzde aklımıza Mekke, Selimiye’yi gördüğümüzde

Roma İtalya


Edirne, Sultanahmet’i gördüğümüzde İstanbul, Mescid’i Âksâ’yı gördüğümüzde Kudüs, Eiffel’i gördüğümüzde Paris, Özgürlük Anıtı’nı gördüğümüzde Amerika’yı hatırlarız. Şehrin tek bir yapısı zihnimizde panoramik bir şehir fotoğrafı oluşturur. Bu sembollerin zaman içerisinde şehrin yerini aldığını görürüz. Calvino, sembollerin şehrin yerini aldığında, gerçekte şehri sakladığını ve insanı aldattığını anlatmak ister. Yine Calvino’ya göre bazı şehirler görülür görülmez zihinlerde bir imge yaratırlar. İster aylarca ister yıllarca yaşayınız, isterse içinden geçiniz bu şehirler sembolleriyle hep var olurlar. HER MİMAR BİR ŞAİRDİR Calvino’nun şehrin amblemi olmak fikrini Tanpınar telaffuz etmez ama Tanpınar’ın şehirleri okurken amblemleri/sembol isimleri göz ardı etmediğini görürüz. O İstanbul’u anlatırken, amblem olmuş Evliya Çelebi ve Mimar Sinan’dan, Konya’yı anlatırken Mevlana’dan, Erzurum’u anlatırken, kaynak kişilerden, Bursa’yı anlatırken Orhan Gazi, Evliya Çelebi, Emir Sultan’dan yola çıkarak anlatır. Tanpınar, ayrıca şehre bir terkip olarak bakar. Ona göre şehri anlamak için bir terkip oluşturup oluşturmadığını bilmek gerekir. Güçlü, büyük ve bir terkibi içinde taşıyan şehirler, Tanpınar’a göre bünyesine aldığı her şeyi kendine benzetir. Bunu da “Büyük orkestranın içinde münferit sazlar kendiliklerinden kaybolur” diye ifade eder. Onun şehirleri anlatırken mimari, peyzaj ve terkip gibi unsurlardan yola çıkması sanat tarihi ve estetiysen olmasıdır. Richard Sennett, geçmiş dönemdeki Yunan kentleriyle bugünün kentlerini karşılaştırırken, “Antikçağın insanları kentte gördüklerini politik, dinsel ve erotik yaşantılarla ilgili kararlarında kullanabilmelerine karşın, modern kültür ‘iç’ ve ‘dış’ arasındaki bir ayrımdan mustariptir. Öznel yaşantı ile dünyasal yaşantı arasında, benlik ile kent arasında bir ayrımdır bu” diye yazar. Ardından, bu iç ve dış ayrımın olmaması kenti nötralize ettiği ve korku yarattığını, çünkü böylesine kişiliksiz mizansene tabi tutulan kentlere insanların tahammül etmesinin ruhsal nedeni üzerinde durur ve “kentlerin görünüşü, büyük ve akla hayale sığmayan bir açılma korkusunu yansıtır. ‘Açılma’ uyarılmadan daha çok, incinme olasılığını ifade eder” der. Sennett’in kente yönelik bu tespiti, Tanpınar ve Calvino’da farklı bir bakışa dönüşür. Zira Calvino, kentleri görünenden ( dıştan), Tanpınar ise görünmeyenden (içten) okur. Bu durum ilk bakışta Calvino’nun kitabına isim olarak seçtiği “görünmeyen” tanımıyla çelişir. Çünkü Calvino, görünen kentlerden yola çıkarak şehri okumayı denemiştir.

Tiflis Gürcistan

Marco Polo’nun tanıklığında şehirleri anlatmıştır. Ama o dıştan şehre bakarak, içsel bir kent yaratmanın hayalini kurmuştur. Tanpınar ise doğuya mahsus bir nazarla, şehre içten bakarak dışını tanımlamıştır. Tanpınar, mimarı bir şair olarak tasavvur eder ve şehre ses ve ruh verdiğini belirtir. İstanbul’u anlatırken; “İlahi Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey maddenin uykusuna kendi nabzının ahengini hepimizin imanıyla beraber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hil’atlar biçen! Sen bu şehre dünyanın kıskanacağı bir cami yapmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit ettin” diye yazar. Bu bakışıyla Tanpınar, şehre damgasını vuran mimarların, gerçekte taşın daha doğrusu şehrin şiirini yazdığını, hatta şehri konuşturduğunu belirtmek ister. Böylece bir şehrin mimarisinin bir terkibi varsa, güzelse o şehir konuşur, o şehir şiirini söyler. Bu açıdan şehre bakmak ilk olarak Tanpınar’a nasip olmuştur. ŞEHRE ULU NAZARLA BAKMAK Diyebiliriz ki, Tanpınar şehre ulu bir nazarla bakmıştır. Çünkü şehirle bağ kurmanın en içten yolu ona ulu bir nazarla bakmaktır. Ulu nazar, yalnızca ermişlere mahsus bir bakış değildir, aynı zamanda şair ve sanatçılara mahsus bir bakıştır da... Tanpınar’ı Calvino’dan ayıran en bariz özellik sanırım bu ulu nazardır. Yunanlılar, isteme arzusunu, şiir anlamına gelen poieses, İngilizler ise Poetry sözcüğüyle ifade ederler. Yapma, isteme arzusunu şiir ile ilişkilendirilmesi insana

65


Ş ehir

der, Kubilay Han. Marco Polo’nun ise; “Ben de diğer bütün kentleri kendisinden çıkarabileceğim bir model kent düşündüm” diye cevap verir. Böylece Marco Polo gezip gördüğü kentlerden yani var olandan bir model kent yaratırken, Kubilay Han tasavvurunda oluşturduğu bir model kent yaratır. Calvino böylece var olandan ve tasavvurda oluşturulan şehirlerden bahseder.

Roma İtalya

tuhaf gelebilir, ama burada söz konusu şiir değil, şairi yazmaya yönelten ilhamdır. İlhamı bir nevi istek, arzu sözcükleriyle tanımlıyorlar. Bu yüzden çok geniş anlamlar taşıyan poieses sözcüğünü Yunanlılar yazarken, konuşurken, sevişirken hatta savaşırken durumları belirtmek için kullanır. Çünkü Yunanlılara göre arzuyla, ilhamla yapılan her eylem dengeli ve faziletlidir. Bir şeye odaklanma yaratıcı gücü ortaya çıkarır, dolayısıyla şehir kurmak bir sanat eseri ortaya koymaktır. Tıpkı bir şiir ilhamla nasıl yazılıyorsa bir şehir de öyle kurulur. Önce tasavvurda yaratılır sonra kâğıda dökülür ve en sonunda inşa edilir… MODEL KENTLER TASAVVUR ETTİM Calvino, için şehir bir oyun ve imgedir. Dili yapboz olarak gördüğü gibi şehri de parçalardan oluşan bir yapboz olarak algılar ve ‘Görünmez Kentler’de olduğu gibi bir oyuna dönüştürür. Örneğin uzaktaki şehirle yakındaki şehrin görünüşlerinin farklı olduğunu, içerden ve dışarıdan bakışın bambaşka kentler yarattığını söyler. Şehir’in uzaktan bakıldığında küçüldüğünü, içerden bakıldığında ise insanın küçüldüğünü söyler. Dolayısıyla bakışın aynı zamanda şehir algısını değiştirdiğini belirtir. Bunu daha başka zeminlerde ise var olan ile tasavvurda yaratılan kentler üzerinde düşünmeye başlar. Marco Polo’ya “Bundan böyle kentleri ben anlatacağım sana. Bütün olası kentleri çıkarabileceğim bir model kent yarattım kafamda”

sayı//2// eylül 66

ŞEHİR BİR KİTAPTIR YAHUT OPERA Tanpınar ile Calvino’nun şehir konusunda buluştukları en önemli nokta sanırım rüyadır. Her ikisinde de rüya önemli bir imgedir. Tanpınar bir rüya adamıdır gerek günlüklerinde gerek roman ve şiirlerinde rüya oldukça önemli yer tutar. Aynı şekilde Calvino’da da rüya göz ardı edilmez bir imgedir. Calvino “kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir: hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi, bir korkuyu gizleyen resimli bir bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ve korkular kurar” diye yazar… Ve şehirlerin birbirine benzediğinden söz eder. Böylece şehre biz ya hayal ve düşlerimizden, ya da arzu ve korkularımızdan bakırız. Nereden bakıyorsak, şehir bize oradan görünür. Gerçekte şehir, bizim kurguladığımız, düşlediğimizin dışında başka bir şey değildir, zira Calvino’nun deyişiyle zaten şehirlerin birbirinden farkı yoktur. Fark, bizim ona sorduğumuz soru ve onun verdiği cevaptır. Tanpınar’a göre şehir okunan bir kitap veyahut dinlenen bir operadır. Tanpınar bununla şehrin kendisinin özellikle bir sanat eseri olduğu üzerinde durur. Oysa Calvino’da şehir, bir seyahat kitabıdır. ŞEHRİ OKUMAK ŞEHRİ KİŞİLEŞTİRMEKTİR Şehri okumak, Tanpınar ve Calvino’da olduğu gibi şehri kişileştirmekle mümkündür. Akıl ve sezgiyle şehre yaklaşıldığında, şehir, Tanpınar ve Calvino’da olduğu gibi gönlünü size açar. Tanpınar gibi onu ya bir sanat eseri gibi okur haz alırsınız yahut Calvino gibi sizi bir şehirden alıp ötekine götürür. Calvino, ‘Görünmez Kentler’i bir oyun gibi düşünür. Bu bağlamda Tanpınar ile Calvino oldukça birbirine benzer. Zira Tanpınar’ın eserlerinde hayal, hülya ve rüya adamı olarak ayna imgesi önemli bir yer tutar. Zira Tanpınar, narsistir ve bu yüzden suyun yansıması ve ayna kendini gördüğü, geçmişini hatırladığı nesnedir. Böylece her iki yazar, şehre yaklaşımlarıyla yeni bir tahayyül yaratmışlardır. Tanpınar ve Calvino’nun izinden gitmeden, şehri tanımlamak eksikliktir. Zira Calvino Görünmeyen Kentler’den, kentler yaratmış, Tanpınar’ın Beş Şehir’inden sayısız şehirler doğmuştur. Beş şehrin altıncısı, yedincisi onuncusu yazılmış, halen de yazılmaktadır…


ANKARA’NIN ÖZELLERİ , ÖZEL HİKÂYELERİ 13 Ekim 1923 günü İsmet Paşa ve dört arkadaşı Ankara’nın başkent olması için TBMM’ye yasa önerisi verdiler. Öneri mecliste oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye devletinin başkenti oldu. Ankara başkent olmadan evvel köy görüntüsündeydi. Başkent olmakla birlikte hızla gelişmeye başladı. Modern binalar, büyük apartmanlar, üniversiteler, fabrikalar ve yeni işyerleri kuruldu. Hüseyin AKIN

ANKARA’NIN BAŞKENT OLMASI İstanbul’a rağmen Ankara’nın büyüklüğü cumhuriyet tarihi boyunca tartışıla gelmiştir. Neden İstanbul değil de Ankara? Balkan Savaşı yıllarında başlayan bu arayış, İstiklal harbiyle birlikte zirveye ulaşır. Yunan askerlerinin ilerlemesi karşısında Ankara’da da direnilemezse başkentin nereye nakledileceği hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (23 Temmuz 1921) uzun uzun tartışılmış ve sonunda başkentin Kayseri’ye taşınması kararına varılmıştır. Özellikle General Fevzi Çakmak ve resmi heyetin desteklediği bu teklif, Erzurum Milletvekili Mustafa Durak beyin müdahalesiyle son anda reddedilmiştir. İngiliz Dışişleri bakanı Lord Curzon’un Türklerin Balkanlar’dan tamamen sökülüp atılmasını öngören planında yeni kurulacak devletin başkentinin ya Konya ya da Bursa olması gerektiğini vurgulaması manidardır. İstanbul değil de Ankara’nın başkent olarak tercih edilmesi bir zihniyet değişimin göstergesidir. İstanbul Osmanlı’yı temsil eden, Ankara ise genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyeti’ni simgeleyen bir kentti ne de olsa.

13 Ekim 1923 günü İsmet Paşa ve dört arkadaşı Ankara’nın başkent olması için TBMM’ye yasa önerisi verdiler. Öneri mecliste oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye devletinin başkenti oldu. Ankara başkent olmadan evvel köy görüntüsündeydi. Başkent olmakla birlikte hızla gelişmeye başladı. Modern binalar, büyük apartmanlar, üniversiteler, fabrikalar ve yeni işyerleri kuruldu. Nüfus yoğunluğu bakımından Türkiye’nin ikinci büyük kenti haline geldi. Ankara’nın neden başkent seçildiğinin sebebini açıklarken Atatürk sanki o günden bugünleri görür gibidir: “Ben Türk’ün imkânsızı imkân haline getiren kudretini bütün dünyaya göstermek için Ankara’yı istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villalar arsından uzanan yeşil sahalar asfaltlar ve binalarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz, yakında olacak.” Ankara’nın başşehir oluşunu ve o günü, zamanın Ankara Valisi Yahya Galip Bey neşrettiği hatıralarında şöyle naklediyor: “23 Nisan 1920’de 300’e yakın mebusun iştiraki ile Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin camiinde dini bir toplantı yapılmıştı. Hatimler indiriliyor, Buhari Şerifler okunuyor, zafer için dualar ediliyordu. Toplantı sona erince camiin ihtiyar kayyumu Hacı Bayram Hazretlerine ait işlemeli bayrağı eline aldı. Bütün mebuslar hep bir ağızdan tekbir getirerek merasimle camiinden çıktılar, o zamanki Çorum mebusu, daha sonraki Çorum Müftüsü olan zat, Lihye-i Şerif (Sakal-ı Şerif) kutusu başında olduğu halde kafilenin en önünde gidiyordu. Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin tarihi bayrağı ihtiyar kayyum dedenin elinde idi. Bütün Ankara civar köylerinden gelen halkında iştiraki ile kesif bir cemaat teşkil ederek kafilenin arkasına takılmıştı, onlar da hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir ve tehlil getiriyorlardı. Nihayet meclise gelindi, kayyum dede aldığı talimat mucibince Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin bayrağını riyaset kürsüsü üzerine dikti. İşlemeli dini bayrağın sağında, solunda Türk bayrakları dalgalanmakta idi. Hafızlar hatipler için yapılan kürsünün üzerine çıkarak bir hatim indirdiler. Türk milletinin giriştiği mukaddes mücadelede muvaffak olması için yeniden dualar edildikten sonra meclis resmen açılmıştı.” VEHBİ KOÇ’UN KALEMİNDEN ESKİ ANKARA Ankara'nın bütün ticareti Ermeni, Rum ve Musevilerin elindeydi. Müslüman Türkler, ülkenin sahibi olmakla birlikte, çoğunlukla bu üç zümrenin emrinde çalışan, basit hayat süren kimselerdi. En güzel binalar, en güzel mağazalar, en güzel yazlıklar gayrimüslimlerindi. Bunlar, pazar günleri tertemiz giyinirler, gezerler, 67


Ş ehir

yer, içer ve eğlenirlerdi. İlkbahar ve sonbaharda pazar günleri Ankara'nın büyük caddeleri güzel elbiseler giyerek piyasa yapan Hıristiyan ve Musevi ailelerle dolup taşardı. Şehre gittiğimiz zaman Hıristiyan mahallesini aramak gerekmezdi. Hisarönü denilen semtin güzel görünüşlü binalarının hemen tümünde Hıristiyanlar otururdu. O tarihte merak ederek sormuştum: Müslümanlar içinde en zengin aileler kimlerdir? Bu servetler, o günkü Hıristiyan zenginlerin servetlerine oranla üçüncü derece kalırdı. Çoraklık'ta bizim gibi Müslümanlar otururdu. Onların (Hıristiyan) bağlarının bakımı, güzel binaları, bahçeleri hemen dikkati çekerdi. Vehbi Koç, babasının kendisine hediye olarak alabildiği eşeğin kötü olduğu için bütün Hıristiyan çocuklarının kendi eşekleriyle, Vehbi Koç'u geçtiklerini anlatarak, bunun kendisini imrendirdiğini de söylüyor. (“Hayat Hikâyem” Vehbi Koç)

ilişkiler geliştirebilmeli, araştırmacı özelliğini hep korumalı. Aklına bir şeyi koyduğunda onu mutlaka gerçekleştirmeli. Tabii bir de tüyleri uzun ve beyaz olmalı. Aradım taradım sonunda tam kafama göre bu özelliklere sahip kediyi buldum. Bu kedi Ankara kedisinden başkası değildi. Gerçi şimdi yine bir kedim bile yok ama hiç olmazsa kafamda bir kedi modelim var. Ankara kedisi ilk kez 1620–1625 yılları arasında Haçlı seferleri döneminde bir Fransız bilim adamının ülkesine dönerken götürdüğü birkaç beyaz Ankara kedisinin üretilerek seçkin bir şekilde dağıtılması ile Avrupa’da tanınmış ve büyük ilgi görmüştür. 17.yy.da İtalya’da tanınan Ankara kedisi için özel dernekler kurulmuştur. Gabriel Garcia Marquez bile nerden aklına gelmişse “Benim Hüzünlü Orospularım” romanında konuk eder Ankara kedisini. Bakınız romanın başkahramanı 90 yaşındaki gazeteci bizim Ankara kedisini nasıl anlatıyor:

BİRİNCİ TBMM BİNASININ KİREMİT SORUNU NASIL HALLEDİLDİ? Vehbi Koç’a ait olan bu hatırayı da Mehmet Keçeciler’in ağzından dinleyelim: “Kurtuluş Savaşı sonrası Ankara’nın Ulus bölgesinde Millet Meclisi binası inşaatı sırasında duvarlar biter. Ancak çatıyı örtecek kiremitler Ankara’da bütün ilgililerin araştırmasına rağmen bir türlü bulunamaz. Genç yaştaki Vehbi Koç’a fikri sorulur. Vehbi Koç “Ben kiremit işini hallederim” der.

"...Hayvanlarla hiç anlaşamam, konuşmaya başlamamış çocuklarla da öyle. Sanki ruhları dilsizdir... Üstelik miyavlamaları neredeyse konuşmaya benzeyen, pürüzsüz pembe tüylü, değerli bir Ankara kedisiydi. Soyağacını belirten bir belgeyle ve tıpkı monte edilmesi gereken bisikletlerinki gibi kullanma kitapçığıyla birlikte onu hasır bir sepete koyup verdiler bana." Romanda kedinin ilk günü de şu ifadelerle anlatılıyor romanın başkahramanı: "...Masamın altından bir şeyin kayıp geçtiğini hissettim, canlı bir beden değil de doğaüstü bir varlığı andıran bir şey ayaklarıma sürtündü, çığlık atarak yerimden fırladım. Havaya kalkmış o güzelim kuyruğu, gizemli ağır hareketleri ve efsanevi soyuyla şu benim kediydi. Evin içinde insan olmayan canlı bir varlıkla tek başıma kalmanın verdiği ürpertiye engel olamadım."

Vehbi Bey kiremitler için avans para alır. Atlı araba temin ederek Kale bölgesine gider. Evlerin çatılarındaki kiremitleri satın almak için kapı kapı dolaşır. Kapıyı çalar ve açan evin sahibine: “Bana evinizin kiremitlerini satar mısınız?” diye sorar. Herkes önce Vehbi Bey’in bu teklifine güler. Ancak Vehbi Bey’in kiremitler için önerdiği fiyat o kadar caziptir ki parayı gören ev sahipleri birer birer bu acayip ancak çok kârlı teklifi kabul ederler. Bir süre sonra herkes damlara çıkar ve kiremitlerini toplayıp Vehbi Bey’e verirler. Vehbi Koç Bey kısa bir süre sonra kiremitlerle Millet Meclisi’nin önünde görünür. Kiremit sorunu çözülmüştür! ANKARA KEDİSİ Şu yalan ve yalan olduğu kadar da sanal dünyada ne bir dikili ağacım oldu ne de bir kedim. Ama bir kedimin olmasını isteseydim onun çok karakterli bir kedi olmasını tercih ederdim. Bir kere hemcinsleri gibi nankör olmamalı, sahibine yürekten bağlı olmalı. Tekil şahıs olup kıyıda köşede dolaşacağına, benim için üçüncü tekir şahıs olmalı. Zeki, meraklı, enerjik olduğu kadar oyun gücüne sahip olmalı. Kendini ve başkasını eğlendirmeyi bilmeli. İnsanlarla uyumlu sayı//2// eylül 68

ANKARA KEÇİSİ Namı-i diğer tiftik keçisidir. Dünya onu ‘Angora’ adıyla biliyor. Tarihi araştırmalara göre Anadolu’ya yine Türkler tarafından getirilmiş bu hayvan Orta Anadolu’nun toprak ve iklimiyle iyi bir şekilde bağdaşmış, asırlardan beri köylünün gelir kaynağı olmuştur. Amerika’dan Afrika’ya kadar boynuzunu uzatabilmiştir bu keçi. Amerika’ya girişi bir Osmanlı padişahının hediyesi yoluyla gerçekleşmiştir. Güney Afrika’ya ise İngilizler tarafından kaçırıldığı söylenir. Güney Afrika’daki adı ‘Angora Goat’tır. 1978 yılından beri soyunun tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğundan damızlık tiftik ihracatı yasaklanmıştır. 1960 yılında 6 milyon olan keçi sayısı doksanlı yılların başında 700 bine düşmüştür. 2000’li yılların başında ise bu oran 400 bin dolaylarında seyretmiştir. Ülke genelinde tiftik keçisi üretimi böyle iken


Ankara’da da çok farklı değil. 1990 yılı başında 347.400 olan tiftik keçisi sayısı hızlı bir düşüşle 2001 yılı itibariyle 82.300’e kadar düşmüştür. Ankara keçisi et ve süt hayvanı değildir. Buna karşılık kırsal kesimlerde etinden ve sütünden yararlanılmaktadır. Ankara keçisinden yararlanma konusunda, tiftik, et ve süt arasında sırasıyla yaklaşık olarak %60, %30 ve %10 gibi bir dağılım olduğu görülmektedir. Ankara keçilerinin sayısı bugün o kadar azalmıştır ki Ankara Lalahan’da “Hayvancılık Araştırma Enstitüsü” bünyesinde “Tiftik Keçisi Müzesi” bile oluşturulmuştur. Avusturyalı seyyah Ogier Ghiselin De BUSBECG ise yazdıklarının Ankara ile ilgili bölümünde yer verdiği Ankara Keçisi’ne dair şunları kaydetmiştir: “Türklerin pek meşhur keçilerini de gördük. Tüyleri gayet ince ve bembeyazdır. Bu tüylerden Camlet denilen bir cins kumaş dokunur. Yerlere kadar sarkan bu tüyleri çobanlar hiç kesmezler, tararlar. İpek kadar güzel ve değerlidir bu tüyler. Böyle oluşu, hayvanların yedikleri kekik, kuru ot gibi şeylerden ileri geliyordur herhalde. Çünkü başka taraflarda otlatıldığı zaman yedikleri şeyler değişen keçilerin tüyleri o güzelliğini kaybediyordu. Bu keçilerin tüylerinden köylü kadıların yaptıkları iplikler Ankara’ya gönderilip orada özel surette dokunuyor.” 19.yy.da Ankara’nın ekonomik durumunu anlatan Francois Georgean Ankara keçisine dair şunları söylüyor: “Yörenin önde gelen uğraşı, adını kentten alan “angora” keçisinin geliştirilmesi ve bu keçilerden elde edilen tiftiğin işlenmesiydi. Ankara keçisi antik çağdan beri bölgede var mıydı, yoksa 13.yüzyılda doğudan gelen Selçuklular tarafından mı getirilmişti? Kesin olan nokta, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan başlayarak, Ankara’nın başlıca servetini oluşturduğudur… Yüzyılın başında yün işi kent ekonomisinde hâlâ çok önemliydi… Ama 16. yüzyıldaki altın çağa oranla belli bir düşüş söz konusuydu ” (Paul DUMONT, Francois GEORGEON, “MODERNLEŞME SÜRECİNDE OSMANLI KENTLERİ”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996.)

yaşamlarını sürdürüyor. (Tavşana kaç tazıya tut politikasından dolayı mıdır acaba?) 1723 yılından itibaren Anadolu’da neslinin kesildiğine hükmedilmiştir. Yeniden üretilmek için çalışmalar sürdürülmektedir. Tıpkı Ankara kedisinin özelliklerine sahiptir. Tehlikeyi önceden sezer, yükseğe sıçrama özelliğini avantaja dönüştürerek rakibinden önce hamle yapabilme yeteneği, güçlü olması ve oldukça hızlı hareket etmesi gibi özelliklere sahiptir. Hatta bu özelliklerinden dolayı 2005 yılında ülkemizin ev sahipliği yaptığı Genç Bayanlar Dünya Voleybol Şampiyonası’nın simgesi “Ankara Tavşanı” olmuştur. ANKARA GAZOZU Seksenli yıllarda çocukluğumun değişmez ağız tadıydı ve hayatımın ilk asitli içeceğiydi Ankara Gazozu. Çocukluğumla beraber bu tat da uçup gitti. En çok da Çeliktepe Ata sinemasında filmin on dakika arasında açma simit eşliğinde içtiğim Ankara Gazozu’nun tadını özlüyorum şimdi. Sadece gazozu içmez özgün kokusunu da mideme indirirdim. Şimdi de gazoz adıyla satılan içecekler var; ama ne tadı ne adı ne de şişesi Ankara Gazozu’nu hiç hatırlatmıyor. Şişesinin üzerinde kırmızı renkte Ankara kalesi resmi hâlâ hatırımdadır. Şişe deyip geçmeyin, Ankara Gazozu’nun şişesi öyle bildiğiniz kullan ve at cinsinden şişelerle hiç ilgisi yoktur. Parmakların rahat kavraması için yuvarlaklarla birlikte simetrik oyuklar bile düşünülmüştür. Geçen gün internette açık artırma ile satışa çıkarılan Ankara Gazozu şişesini görünce hiç şaşırmadım.

ANKARA TAVŞANI Tıpkı Ankara kedisi ve Ankara keçisi gibi safkan bir hayvandır Ankara tavşanı. 17.yy.da Avrupa’da Fransız yüksek tabakasının rağbet ettiği en popüler evcil hayvan olmuştur. Ankara ilinden tüm dünyaya yayılmıştır. Bu hayvanın yünü ısı tutma kapasitesi, hafifliği, yumuşaklığı ve alerjik etki yapmayışı gibi özellikleri dolayısıyla tüm dünyada aranan ve üretilen bir yün olmuştur. Ankara tavşanı ne yazık ki Türkiye’den (Ankara’dan) ziyade Avrupa ve Avustralya’da 69


Ş ehir

MEVLANA’DAN EVLİYA ÇELEBİ’YE; TOKAT ŞEHRİ Tokat, Orta Karadeniz’de geçiş iklimi özellikleriyle özel bir alana sahip. Sadece merkez değil ilçeler de bu güzelliklerden payını almış. Niksar’ın tarihi ve yeşilliği, Reşadiye’nin kaplıcası, Erbaa’nın bereketi ve dillere destan asma yaprağı, Turhal’ın sofraların tadı şeker pancarı, Pazar’ın Kazova’sı, Ballıca Mağarası, Kervansaray’ı, şehrin markası olan domatesi ve biberi, Zile’nin pekmezi, Sulusaray’ın, Artova’nın, Yeşilyurt’un görkemli tarihi… Mustafa UÇURUM

ehirlerin görünmeyen yüzüdür tarih. Geçmişe doğru gittikçe, geçmişle olan bağı kuvvetlendikçe asıl kimliklerine o zaman kavuşmaya başlar şehirler. Tarihi doku, otantik mekân ya da her ne denirse densin bir şehirde tarihin izleri sapasağlam duruyorsa şehir nefes alıyor diyebiliriz. Tarih, şehri dirilten bir dokudur. O canlı olduğu müddetçe şehir gelişir, şehrin gelecekle olan bağı sağlam temellere oturur. Her gün yeni yeni yapılan şatafatlı binaların yanında tarihi yapılar hep gözdedir, hep de ilgi alanı olmaya devam edecektir. MEVLANA’DAN SELAM ALAN ŞEHİR TOKAT Tokat, Orta Karadeniz’in korunaklı illerinden biri. Geçiş noktasında bulunan, kimi zaman Karadeniz kimi zaman İç Anadolu özellikleri yansıtan özel bir konumda yer almakta. Anadolu Selçuklu döneminden başlayarak her zaman önemli bir yerleşim alanı olan Tokat, yaşanan tüm dönemlerin izlerini hâlen taşımakta. Mevlana’nın Tokat için söylediği; “Tokat’a gitmek gerekir. İklimi ve insanları mutedildir.” sözü Mevleviler için Tokat’ı önemli bir merkez haline getirmiştir. Yüzyıllar boyunca Tokat’ı kendilerine mekân olarak seçen Mevleviler Tokat Mevlevihanesi’nde dersler vererek, öğrenciler yetiştirerek Anadolu’nun İslamlaşması’nda büyük katlı sağlamışlardır. Tokat’ta Mevleviliğin gördüğü ilgi ile yetişen Mesnevihanlar yüzyıllar boyunca yaptıkları Mesnevi dersleri ile Mevleviliği Tokat’ta yaşatmaya çalışmışlardır. O zamanlar Tokat’ta elli civarında Mesnevi’yi ezberleşmiş Mesnevihan olduğu söylenir. Günümüzde şehirde yeniden Mesnevi ruhunu canlandırmak için dersler başladı. Tarihi bir mekânda yapılan derslere katılım beklenenin aksine her hafta genişleyerek devam ediyor. Onarılan Mevlevihane ziyaretçilerini ağırlıyor. Tarihe şahitlik eden saat kulesinin hemen yanındaki Mevlevihane, bir huzur iklimini sunuyor Mevlana’dan gelen. “ALİMLER KONAĞI, FAZILLAR YURDU, ŞAİRLER YATAĞI.” Evliya Çelebi dünyanın dört bir yanını gezerken gördüğü yerlerle ilgili kendine has izlenimlerine Seyahatnamesi’nde yer vermiş. Belki de onun çalışmasını diğer Seyahatnamelerden ayıran özellik yaptığı yorumların özgünlüğüdür. Yer yer abartıya kaçan, yer yer inandırıcılıktan uzak yorumlar olsa da şehre yeni anlamlar kattığı için bu yorumlar kabul görmüş, ilgi çekmiş, yüzyıllar boyunca dilden dile dolaşmıştır. Tokat’a da gelen Evliya Çelebi Tokat’ın doğal güzellikleri hakkında oldukça tafsilatlı bilgiler verir. Bağ evlerinden, Hıdırlık Köprüsü’nden, köprünün kenarındaki sayfiye yerlerinden bahseder. Dost meclislerinin

sayı//2// eylül 70


hoşluğunu anlatır. Bir de Tokat’ın alimlerine, fazıllarına ve şairlerine dikkat çeker. Tokat ki alimleriyle, fazıllarıyla tanınan bir şehirdir. Evliya Çelebi’nin buna dikkat çekerek Tokat için “Alimler konağı, fazıllar yurdu, şairler yatağı” demesi de bu özellikleri pekiştirmiştir. ANADOLU’NUN EN ESKİ CAMİSİ TOKAT’TA Türklerin Anadolu’ya girmeye başladığı 1071 tarihinden sonra Anadolu’nun her köşesinde Türk- İslam izleri kendini hissettirmeye başlar. Danişmend Ahmet Gazi’nin 1073 yılında Tokat’ı fethetmesinden sonra 1080 yılında Tokat’ta Garipler Camii yapılır. Bu camii Anadolu’nun bilinen en eski camisidir. Yapı özellikleri bakımından son derece nadide bir eser olan cami, Türk –İslam medeniyetinin mimari özelliklerini yansıtan ilk örneklerdendir. Aradan geçen yıllarda defalarca bakım, onarım gören camii sütun ve kubbe yapısını koruyarak günümüzde de şehirde ibadet edilen bir mekândır. Ayrıca Anadolu’da kitabesi olan tek mihrap da Garipler Cami’nde vardır. Tokat, camiler bakımından oldukça zengin, kültürel geçmişi olan bir şehirdir. Garipler Camii’nden sonra Ulu Cami bilinen en eski ikinci camidir. ( XII. yüzyıl) Yine mimari özellikleriyle birçok ilkleri barındıran caminin sütun ve sütun başları bu camiden sonra yapılan camilere örnek olmuştur. Bulunduğu Sulusokak’ın kendine has özellikleriyle örtüşen camii, ahşap tavanıyla da ayrı bir güzelliktedir. Osmanlı döneminden kalan ve halen Tokat’ın en gözde camilerinden olan Takyeciler, Ali Paşa, Behzat, Meydan Camii şehrin halen ayakta duran gözde ibadethanelerindendir. YEŞİLIRMAK GERDANLIK GİBİ Su; medeniyettir, hayattır, can damarıdır. Suyun geçtiği her yerde bir canlılık vardır. Tokat’ın en güzel doğal süslerinden biri de Yeşilırmak’tır. Tokat ovalarına bereket dağıtan ırmak, şehrin en nadide güzelliklerinden biridir. Irmak kenarı, şehrin gürültüsünden bir nebze olsun uzak kalmak isteyenler için ilk tercihtir. Yeşilırmak şehri ikiye bölerek denize doğru akışını sürdürür. Şehrin diğer tarafı Karşıyaka olarak adlandırılmaktadır. Yeşilırmak üzerinde bulunan Hıdırlık Köprüsü, 700 yıllık geçmişiyle şehrin tarihe şahitlik etmiş canlı bir eseridir. Uzun yıllar trafiğe açık olan köprü korumaya alınarak sadece yaya trafiğine açık hale getirilmiştir. KALE’DEN ŞEHRE BAKMAK Şehrin en hakim noktasında bir kale. Bütün şehri temaşa ediyor. Kaleye çıktığınızda şehrin her yerini görebiliyorsunuz. Kalenin bir köşesine geçip şehri izlemek ve o koşuşturmaya şahit olmak. Şehrin Taşhan’ında sıcak çayını yudumlayanları kaleden izlemek, Sulusokak’ın tarihi dokusuna

kuş bakışı göz atmak. Tokat Kalesi, şehrin en önemli şahitlerinden. Her yer ondan sorulur. Her yere ondan bakılır. 5. ya da 6. yüzyıla ait olduğu sanılan kale, hem kayalıklara oyularak hem de surlar inşa edilerek yapılmış, sırasıyla Doğu Roma İmparatorluğu, Büyük Selçuklu Devleti, Osmanlı Devleti kaleye hakim olmuştur. Bunca medeniyeti içinde barındıran kale, günümüzde de şehre gelen herkesin ilgi odağında olmayı sürdürüyor. Her ne kadar Tokat dışından iş ya da öğrenci olarak gelenler için söylenegelen şehir efsanesi halindeki “Tokat kalesine çıkan Tokat’tan yedi yıl gidemez.” sözü canlı şahitleriyle geçerliliğini korusu da başta fotoğraf meraklıları olmak üzere birçok kişi kaleye çıkmanın ayrıcalığını yaşamaya devam ediyor. HER KÖŞESİ AYRI GÜZEL Tokat, Orta Karadeniz’de geçiş iklimi özellikleriyle özel bir alana sahip. Tarım, tarih, doğal güzellikler, yemyeşil köşeleriyle bir özel şehir. Sadece merkez değil ilçeler de bu güzelliklerden payını almış. Niksar’ın tarihi ve yeşilliği, Reşadiye’nin kaplıcası, Erbaa’nın bereketi ve dillere destan asma yaprağı, Turhal’ın sofraların tadı şeker pancarı, Pazar’ın Kazova’sı, Ballıca Mağarası, Kervansaray’ı, şehrin markası olan domatesi ve biberi, Zile’nin pekmezi, Sulusaray’ın, Artova’nın, Yeşilyurt’un görkemli tarihi, Almus’un ferahlık ve esenlik yurdu barajı, Başçiftlik’in yaylaları Tokat’a değer katan güzelliklerin sadece birkaç tanesi. Tokat merkezde, boynuna bir Tokat yazması atarak biraz soluklanmak için Taşhan’a girmek gerek. Yazmacıların, bakır ustalarının arasında bir serinliğe kaptırarak kendini çayı yudumlamak tarihe not düşmek gibidir. 17.yüzyıldan bu yana ayakta duran Taşhan, yıllara meydan okuyarak gönüllere esenlik sunmaya devam ediyor. Hem de bir Tokat türküsü eşliğinde:

Mevlana’nın Tokat için söylediği; “Tokat’a gitmek gerekir. İklimi ve insanları mutedildir.” sözü Mevleviler için Tokat’ı önemli bir merkez haline getirmiştir. Yüzyıllar boyunca Tokat’ı kendilerine mekân olarak seçen Mevleviler Tokat Mevlevihanesi’nde dersler vererek, öğrenciler yetiştirerek Anadolu’nun İslamlaşması’nda büyük katlı sağlamışlardır.

“Değmen benim gamlı yaslı gönlüme Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım Evvel bağban idim dostun bağında Talan vurdu ayva nardan ayrıldım”

Tokat'ta restore edilmiş Taşhan 71


Ş ehir

BOSNA’NIN MÜSLÜMANLAŞMASI VE

AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

İslamiyet’i ve Türklüğü candan ve gönülden benimseyen Müslüman Boşnaklar, kalabalık, eğitimli ve kültürlü nüfusları, her vesileyle ve her zaman kanıtladıkları devlete bağlılıkları ve sadakatleri sayesinde Osmanlı bürokrasisinde ve Devlet’in çeşitli kademelerinde önemli görevler aldılar, defterdarlık, kaptan-ı deryalık ve sadrazamlık gibi çok görevlere kadar yükseldiler. Mustafa ATALAR

alkanlardaki Türklük ve Müslümanlık sevgisinin, bilincinin ve bağlılığının en güzel, en anlamlı ve en bariz bir şekilde tezahür ettiği toplu kutlamaların, gösterilerin, etkinliklerin başında Boşnak Müslümanların Ayvaz Dede Şenlikleri gelir. Ayvaz Dede Şenliklerine geçmeden önce Boşnak Müslümanlarını daha yakından tanımakta yarar var. Bosna Hersek, 1463 yılında, bizzat Fatih Sultan Mehmet’in kumanda ettiği bir seferle Osmanlı topraklarına katılmış, Bosna’nın fethiyle Osmanlı toprakları Dalmaçya kıyılarına kadar genişlemişti. Fatih, sadece Bosna Hersek topraklarını fethetmekle kalmamış, akıncılarına daha batıdaki İtalya’yı da hedef göstermiş, onları Trieste üzerine yönlendirmişti. Fatih’in ölümüyle Balkanlardaki fetihler duraklama safhasına girdi. Macar tehlikesi nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman döneminde Balkanlardaki fetihler yön değiştirerek kuzeye doğru yöneldi. 1521’de Belgrad Kalesi, ardından Macaristan toprakları fethedildi. Bu arada Katolikliğin hâkim olduğu Kuzey Dalmaçya, Kuzeybatı Hırvatistan ve Slovenya bölgeleri Osmanlı hâkimiyeti dışında kaldı. BOŞNAKLAR VE BOGOMİL MEZHEBİ Bosna Hersek halkının büyük çoğunluğu Boşnaklardan oluşuyordu. Bölgedeki diğer Slav halkları hızla Ortodokslaşma veya Katolikleşme eğilimi gösterirken, Boşnaklar Bogomil mezhebini kabul etmişlerdi. İslamiyet’e oldukça yakın bir inanç sistemine sahip olan bu mezhep, Hazreti İsa’yı Tanrı veya Tanrı’nın oğlu olarak değil, Allah’ın kulu ve peygamberi olarak kabul ediyordu. Boşnakların diğer Slav halklarından ayrılmasında ve ayrışmasında, kültürel özellik olarak diğerlerinden farklılaşmasında, İslamiyet’i kolaylıkla kabul etmelerinde bu mezhebin de önemli bir rolü olmuştur. Savaşçı bir yapıları olan ve asırlar boyu savaştıkları Macarları da çok iyi tanıyan Boşnaklar, Osmanlı Devleti’nin kuzeybatı hududunun savunulmasında, Macarlarla yapılan savaşlarda etkin roller oynadılar, çok büyük yararlıklar gösterdiler. İslamiyet’i ve Türklüğü candan ve gönülden benimseyen Müslüman Boşnaklar, kalabalık, eğitimli ve kültürlü nüfusları, her vesileyle ve her zaman kanıtladıkları devlete bağlılıkları ve sadakatleri sayesinde Osmanlı bürokrasisinde ve Devlet’in çeşitli kademelerinde önemli görevler aldılar, defterdarlık, kaptan-ı deryalık ve sadrazamlık gibi çok görevlere kadar yükseldiler. Örneğin Bosna-Hersek asıllı Hersekzade Ahmed Paşa, 1497-1516 yılları arasında, II. Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde beş kez sadrazamlığa getirilmiş, Mısır Seferinden

sayı//2// eylül 72


dönerken 1517’de vefat etmiş büyük devlet adamlarındandır. Bir sadrazamlar kuşağı yetiştirmiş olan Sokullu ailesi de Bosna kökenliydi. 16. ve 17. yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’nde 22 Bosnalı Sadrazam görev yapmıştı. BOŞNAKLAR MÜSLÜMAN OLUYOR Ortodoks, Katolik ve İslam dinlerinin, dünyalarının ve kültürlerinin kesişme noktası durumuna gelen bölgede, İslamiyet hızla yayılırken, diğerleri ise sürekli geriliyorlardı. Öyle ki, daha 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Boşnakların %80’i İslamiyet’i kabul etmişti. Bu bilgiler batılıların ve Papalığın resmi kaynaklarınca da doğrulanmaktadır. Örneğin, 1624’de Bosna’yı dolaşan Arnavut rahip Peter Masarechi, Papalık için hazırladığı ayrıntılı raporunda, Bosna Hersek’te Müslümanların sayısının 450.000’e ulaştığını, Katoliklerin sayısının 150.000’e, Ortodoksların sayısının ise 75.000’e gerilediğini bildirmektedir. Bu sayılar bu tarihten sonra da hep Müslümanlar lehine gelişmiştir. Burada dikkat çekici olan sürekli artan Müslüman nüfusun, bölgeye dışarıdan veya Anadolu’dan getirilen insanlardan değil de, buranın yerli halkından oluşmasıydı. Osmanlılar, her yerde uyguladıkları farklı kültür, din ve milliyetlere mensup halka geniş bir hoşgörü içinde yaklaşma, değişik unsurları bütün farklılıklarıyla huzur, barış ve iyi komşuluk ilişkileri içerisinde bir arada yaşatabilme çabasını ve siyasetini burada da başarıyla uyguladılar, fethedilen ülkelerin halklarına özellikle din konusunda çok geniş bir serbesti tanıdılar. Balkanların başka bölgelerine Türk kökenli nüfus (evlâd-ı fâtihân) yerleştirilmiş olmasına rağmen, Bosna’da böyle bir politika izlenmedi. Tarihi kayıtlar ve belgeler de Bosna’ya dışarıdan büyük bir Müslüman göçü olmadığını açıkça göstermektedir. Çünkü Boşnaklar İslamiyet’i tanır tanımaz bu dini hemen canla başla, gönülden, büyük bir şevk ve iştiyakla kabul etmişler, bölgeye dışarıdan Müslüman halk getirilmesine gerek kalmamıştı. Bosna ve Hersek’teki Müslüman varlığı, yerli Hıristiyan halkın gönül rızasıyla Müslümanlığı tercih etmeleri sonucu oluşmuştu. Halk, herhangi bir baskı ve zulüm sonucu değil, buralara gelen alperenlerin, Allah dostu, ahlak ve gönül ehli İslam tebliğcilerinin gayret ve çalışmaları sonucunda, İslam’ı tanıyarak, bilerek, öğrenerek, sevip, isteyerek, candan ve gönülden benimsemiş ve Müslüman olmuştu. Üstelik sadece Müslüman olmakla da kalmadılar, bir yeniçeri, bir mücahid, bir gazi olarak, İslam’ı kendilerine getirip tebliğ eden kardeşleriyle beraber omuz omuza savaşlara ve fetihlere de katıldılar, yeni toprakların fatihlerinden, arkalarından gelen evlatlarına da evlâd-ı fatihandan olmayı miras bıraktılar.

BOSNA’NIN FETHİ VE AYAZ DEDE’NİN GAYRETLERİ Ayvaz Dede Şenlikleri, yaklaşık 500 yıldan beri her yıl Haziran ayının son Pazar günü Saraybosna’ya 60 km mesafede Zenica yakınlarında, Dolnivakuf’a (Aşağıvakıf) bağlı Prusat (Akhisar) Köyünün 7 km yukarısındaki, orman içi yüksek ve geniş bir alanda yapılmaktadır. Bu şenlikler ve kutlamalar, olağanüstü koşullar gereği her zaman aynı coşku ve kalabalıklarla olamasa da hep yapılmıştır. Bosna’nın fethedildiği 1463’ten bugüne çok büyük coşkularla ve törenlerle gerçekleştirilen bu ilginç törenleri çok zor ve sıkıntılı dönemler, yaşanan nice acılar ve felaketler bile Boşnak Müslümanlara unutturamamıştır. Savaş yıllarında bile haziran ayının son pazar günü geldiğinde, her tehlikeyi göze alan en az 5-10 kişilik bir grup tüm Boşnak Müslümanları temsilen Türklük ve Müslümanlık ahitlerinin devam ettiğine dair ahit tazelemeye bu dağa gönderilir, Ayvaz Dede’nin kabri ziyaret edilir, dağdaki bu açık alanda Allah’a iman, ikrar tazelenir, dualar edilirmiş. Ayvaz Dede’nin kimliği ve kişiliği ile bu şenliklerin başlama ve sürüp gelme nedeni üzerinde kısaca da olsa bir bilgi vermek yararlı olabilir. Bilindiği gibi, Osmanlılar, savaşla fethedilen toprakların; ancak gönüllerin de fethedilmesiyle vatan haline getirilebileceğinin çok iyi farkında ve bilincindeydiler. Bu yüzden ordulardan önce veya ordularla beraber gayri Müslimlerin yaşadıkları yerlere tebliğciler, dervişler, erenler ve âlimler de giderler, buralarda iyiyi, güzeli ve doğruyu insanlara anlatırlar, tanıtırlar, sevdirirler, örnek yaşantılarıyla hayatlarının aynasında onlara İslam’ı göstererek gönülleri de fethederlerdi. Kılıçla, savaşla fethedilen topraklar, ancak o zaman gerçekten vatan haline gelmiş olurdu. İşte Ayvaz Dede de irşat görevini yerine getirmek amacıyla Manisa Akhisar’dan kalkıp Bosna Hersek’e gelmiş, burada gönüllerin İslam’a ısındırılmasında ve açılmasında çok büyük hizmetler görmüş, gönül ehli, Hak ehli, Allah dostu, gönül erlerinden ve Bosna’nın en önde gelen manevi fatihlerinden biriydi. Ayvaz Dede’nin gayret ve çalışmalarıyla halkın topluca din değiştirerek, Müslüman olmasıyla ilgili bölgede çok çeşitli menkıbeler anlatılmaktadır. BOŞNAK MÜSLÜMANLARIN AHİTLEŞME GÜNÜ Bosna’nın Boşnak halkı, fetihle beraber Türklere ve İslam’a çok büyük bir yakınlık ve sevgi duymuş, teveccüh göstermiş, hiçbir zorlama olmadan büyük kitleler halinde, kendiliklerinden ve kendi istekleriyle Müslüman olmaya başlamıştı. Manisa Akhisar’lı Ayvaz Dede’nin gayret ve çalışmaları sonucunda da bölgedeki insanlar büyük kitleler 73


Ş ehir

halinde, eski dinlerini bırakarak topluca İslamiyete yöneldiler, Müslüman oldular. Ayvaz Dede, bu insanlara İslam’la beraber, İslam’ın cihad ruhunu, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla gaza etme aşkını da aşılamıştı. Bu yüzden Müslüman halkın eli silah tutanlarının büyük bir bölümü Müslüman olur olmaz, hemen gelip Osmanlı ordusuna katılıyordu. Bölgedeki en büyük toplu ihtida olaylarından birinin 1463 yılı Haziran ayının son Pazar günü gerçekleştiği rivayet edilir. O gün 30 bin kadar Bosnalı, ellerinde tevhit sancakları ve Osmanlı bayrakları ile Prusat (Akhisar) Köyünün tepesinde, ormanlar arasındaki büyük alanda Ayvaz Dede ile buluştular, kendisine Müslüman olduklarını bildirdiler, bundan böyle ebediyyen İslam’a ve Müslümanlara bağlı ve sadık kalacaklarına, ‘İlâ-i Kelimetullah (Allah’ın dinini ve davasını yüceltme)’ uğrunda bir yeniçeri gibi hizmet, mücadele ve mücahede edeceklerine, Allah’ın dinini yaymak ve ona hizmet etmek için canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerine dair onun şahitliğinde Allah’a söz verdiler, yemin ettiler, biat ettiler, ahitleştiler, ahd ve peyman eylediler. Bu ahitleşme gününü, kendileri, dünya ve ahiret saadetleri için çok önemli bir dönüm noktası kabul eden Boşnak Müslümanlar, her yıl Haziran aynının son pazar günü buraya daha büyük kalabalıklar halinde gelip ahit tazelemeyi, her yıl tekrarladıkları ve asırlardan beri hiç aksatmadan sürdürdükleri bir gelenek ve adet haline getirdiler. Ayvaz Dede Şenlikleri adını verdikleri bu kutlu günü hatimlerle, dualarla, tekbirlerle, tehlillerle, salat ve selamlarla, zikirlerle, tesbihlerle anmayı ve kutlamayı günümüzde de aynı heyecan ve coşkuyla devam ettirmektedirler. BEY’ATÜ’R-RIDVAN’IN BİR ÖRNEĞİ Türklüğün ve Müslümanlığın buralara gelip yerleşmesinde önemli roller oynamış kişiler ve olaylar, asırlardan beri çok kalabalık kitleler tarafından çok ilginç ve çok büyük törenlerle, çok büyük coşku ve canlılıkla hala anılmaya ve kutlanmaya devam etmektedir. 1463 yılından beri her yıl Haziran ayının son Pazar günü Saraybosna’ya 60 km mesafedeki Prusat (Akhisar) Köyünün 7 km yukarısındaki ormanlık alanın ortasındaki geniş düzlükte gerçekleştirilen Ayvaz Dede Ahidleşme ve Ahid Tazeleme Törenleri, örneğini ve ilhamını Hazreti Peygamberle ashabının Hudeybiye Biatından almıştır. Bilindiği gibi Hicretin altıncı yılında Hazreti Peygamber ashabıyla beraber Umre yapmak üzere ve hiçbir savaş hazırlığı yapmadan Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkmış, Hudeybiye’ye geldiklerinde kendilerini Mekke’ye sokmak istemeyen Mekkelilere niyetlerinin savaş değil, sadece umre ve Kabe’yi ziyaret olduğunu anlatmak için elçi olarak sayı//2// eylül 74

Hazreti Osman’ı göndermişti. Mekkeliler Hz. Osman’ı uzun bir süre bırakmadılar. Hatta bir ara Müslümanlara onun Mekke’de tutuklandığı ve öldürüldüğü yolunda haberler de geldi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, bütün müminleri oradaki bir ağacın altında toplayarak onlardan, ölünceye kadar Allah yolunda savaşacaklarına ve ne olursa olsun kaçmayacaklarına dair biat aldı. Bütün Müslümanlar birbirleriyle yarışırcasına gelip Peygamberimizin ellerini tutarak ona biat ettiler, imanlarındaki sadakatlerini, ihlaslarını, azimetlerini cesaretle ortaya koydular. Herkes biat ettikten sonra Resulullah (SAV), Hazreti Osman için de sanki o da orada onlarla beraber hazırmış gibi bir elini diğer eli üzerine koyarak biatlaştı. Biat tamamlanır tamamlanmaz, Müslümanlar savaşa ve çarpışmaya girmek için hemen hazırlanmaya başladılar. Halbuki Müslümanlar buraya savaş için gelmemişlerdi ve savaş için de hiçbir hazırlıkları ve tedarikleri yoktu. Üzerinde kefeni andıran ihramları vardı. Böyle bir durumda bile savaşmak, savaşmak için söz verip yemin etmek akıl karı, makul ve mantıklı bir iş değildi. Fakat Hazreti Peygamber onlardan ölümüne Allah yolunda savaşmaya biat istemiş, bütün Müslümanlar da hiç tereddütsüz, buna söz vermişler, yemin ve biat etmişlerdi. Cenâb-ı Hak da Kur’an-ı Kerîm’de, Hudeybiye’de Rasûlullah (SAV)’e bîat eden mü’minlerden hoşnut ve razı olduğunu bildirdi. Bu sebeple, İslâm tarihînde bu bîata ‘Bey’atü’rRıdvân’, “Rıdvân Bîatı” adı verilmiştir. BİR İMAN TAZELEME MERASİMİ “İşte 1463 yılı Haziran ayının son Pazar günü Ayvaz Dede’nin huzurunda İslamiyet’le şereflenen, bundan sonra Allah yolunda bir Yeniçeri gibi canlarıyla mallarıyla cihad etme sözü veren 30 000 kadar Boşnak Müslüman’ın ahd ve misakı da pek çok bakımdan Hudeybiye’deki ‘Bey’atü’rRıdvân’ı andırıyor, ona benziyordu. O biat bir ağacın altında yapılmıştı bu biat da ormanlık bir alanda dev ağaçların altında yapılmıştı. Onlar da Peygamberin ashabı gibi ölünceye kadar Allah yolunda hiç kimseden korkmadan çekinmeden savaşmaya, hiçbir şekilde mücadeleden ve mücahededen geri durmamaya söz vermişlerdi. Umutları, nasıl Allah, Hazreti Peygamber’le ashabı arasındaki biattan hoşnut ve razı olmuşsa, bu biattan da hoşnut ve razı olması, o biatta olduğu gibi bu biatta da Allah’ın elinin bu biatı yapanların da ellerinin üzerinde olmasıydı. Öyleyse bu bu biat, bu ahd ü peyman da bir defalık olarak kalmamalıydı. Buna erişememiş yeni Müslümanlar da bundan nasiplenmeliydi. Bu yüzden bu coğrafyada yapılan bu ilk ahitleşmenin, biatın bir defalık olarak kalmaması, her yıl aynı yerde ve aynı yıl dönümlerinde tekrarlanması uygun görüldü. Her yıl haziran ayının son Pazar günü


çok daha büyük katılımlarla ve kalabalıklarla, çok daha büyük heyecanlarla tekrarlanmaya devam etti. Bu olay ahidleşme yeni Müslüman olanlara çok büyük bir heyecan, ruh ve şuur verdiği gibi daha önceden Müslüman olmuş katılımcılara da imanlarını tazeleme, şuurlarını bileme imkanı veriyordu. BOSNA KADANALARI Türklüğün ve Müslümanlığın Bosna Hersek’e girişinin, yayılışının, kendilerinin de Türklükle ve Müslümanlıkla şereflenmelerinin kutlandığı bu şenliklere, her yıl Bosna’nın tüm yerleşim birimlerinden, hatta neredeyse Balkanların her tarafından akın akın, kadın erkek, yaşlı, çocuk binlerce insan katılıyor. Bu şenliklere katılmak veya bir yerleşim yeri olarak en azından temsilci göndermek o kadar ciddiye alınıyor ve önemseniyor ki, bu ALLAH’A VERİLEN SÖZDEN DÖNÜLMEZ şenliklere temsilci gönderememek bunu ihmal eden yerleşim yerleri için utanılacak bir şey, çok büyük bir eksiklik, hatta neredeyse ahdini bozmuş olmak, dinden çıkmış olmak gibi ağır bir kusur olarak kabul ediliyor. Köylerini, kasabalarını, şehirlerini temsilen gelen atlılar, ellerinde Müslümanlıklarını ve Türklüklerini sembolize eden bayrakları ve sancaklarıyla iman ve ahit tazelemekten, dinlerine, devletlerine, milletlerine bağlılıklarını dosta düşmana ilan etmekten hiç vazgeçmiyorlar. Sırf bu amaçla özel olarak çok gösterişli atlar, dev cüsseli ‘Bosna Kadanaları’ besliyorlar. Gelinler gibi süsledikleri güzel atlarıyla her yıl yüzlerce kilometre yol kat ederek haftalar, hatta aylar süren çok zorlu ve yorucu yolculuklara, çok büyük masraflara katlanıyorlar. Bosna Hersekli Müslümanlar bu etkinlikleri, bu iman ve ahit tazeleme törenlerini Bosna Hersek’in 1878 yılında masa başında Osmanlı Devleti tarafından Avusturya Macaristan idaresine terk edilmelerinden sonra da, 1992 yılından sonraki en çetin savaş şartları altında hiç terk etmediler. Hatta bütün yolların izlerin tutulduğu, o tarafa adım atmanın ölüm demek olduğu Bosna Savaşı sırasında bile her yıl bir gönüllü fedailer grubunu bu işle görevlendirecek kadar bu işe önem ve değer veriyorlardı. Artık onlardan Ayvaz Dede gibi Allah yolunda cihad etmek üzere ahid alan, biatlarını kabul eden alp erenler, gazi dervişler kalmamıştı ama Allah Bakî idi, her yerde hazır ve nazırdı. Onlar bu konuda gerçekte Allah’la söz verdiklerine, Allah’a gerçek biatı, ahdi, anlaşma, sözleşme ve misakı Allah’la yaptıklarına, Allah’ın elinin onların da biat eden ellerinin üzerinde olduğuna inanıyorlardı. Böyle bir töreni, şenliği düzenlemek çok zahmetli ve masraflı bir iş olmasına rağmen Boşnak Müslümanlar asırlardan

beri bunu hiç aksatmadan sürdürüyorlar. Sırf bu törenler için özel atlar besliyorlar, uzun hazırlıklar yapıyorlar, çok uzun ve çok zahmetli yolculuklara katlanıyorlar. Törenlere yakın dönemlerde yolu Bosna Hersek tarafına düşen herkes, günler, haftalar, hatta aylar öncesinden ülke içindeki değişik yollarda, köylerde kasabalarda çok sık bu şenliğe katılmak için yollara düşmüş kafilelere rastlayabilir. Bu şenliklere katılmak için yollara düşenler, uğradıkları her Müslüman yerleşim yerinde ve rastladıkları her Müslüman tarafından kutsal bir yolun yolcuları gibi büyük sevgi ve saygı görürler, herkes onlara gıptayla bakar. BOSNALI MÜSLÜMANLARA BİNLERCE AFERİN! Türkiye Türkleri olarak bizim çoğumuzun böyle bir etkinlikten haberimiz bile yoktur. Hatta ülkemizdeki bazı kendini bilmezler arasından, Boşnak Müslümanların bu iman, İslam ve Türklük şuurunun bir gereği ve göstergesi saydıkları bu işi, belki çok komik bulanlar, alay konusu yapanlar da çıkabilir. Müslümanlığı ve Türklüğü denenmemiş ve sınanmamış olanların bu densizliğine, Türklüğü ve Müslümanlığı türlü sınavlardan geçmiş sonradan da olsa gerçek Türk ve Müslüman olmuşları anlayamamalarına anlayış göstermekten başka elden ne gelir? Boşnak Müslümanlar, yeni dinlerine ve milliyetlerine, yani Müslümanlığa ve Türklüğe öyle bağlanmışlar, bunu öylesine içselleştirmişler ve benimsemişler ki, sırf kendilerine özgü böyle ilginç bir aktiviteyi asırlardan beri hiç aralıksız sürdürüyorlar. Üstelik Türkler ve Türklük buraları terk edip, Anadolu’ya çekildikten sonra bile onların bu bağlılıkları ve bağlılık gösterileri anlamından, öneminden hiçbir şey kaybetmemiş, aksine onların gözünde daha da büyük anlam ve önem kazanmıştır. Öyleyse bize ‘Bosnalı Müslümanlara binlerce aferin!’ diye takdir belirtmekten başka bir şey düşmez.

75


Ş ehir

İSTANBUL’DA SİNAN’IN İZİNDE;

BÜYÜK USTANIN

ÜÇ ESERİNE GÜZELLEME İslamiyet’i ve Türklüğü candan ve gönülden benimseyen Müslüman Boşnaklar, kalabalık, eğitimli ve kültürlü nüfusları, her vesileyle ve her zaman kanıtladıkları devlete bağlılıkları ve sadakatleri sayesinde Osmanlı bürokrasisinde ve Devlet’in çeşitli kademelerinde önemli görevler aldılar, defterdarlık, kaptan-ı deryalık ve sadrazamlık gibi çok görevlere kadar yükseldiler. Muhsin İlyas SUBAŞI

sayı//2// eylül 76

kindi güneşi Süleymaniye külliyesinin kurşun kubbelerinden süzülerek boğazın sularında bakır rengi bir cümbüş mahşerine başlamıştı.

Anadolu Yakası’ndan bindiğim yolcu vapuru, Sirkeci’ye doğru süzülürken, gözlerimin önüne o büyük kavuğu içerisindeki heybetiyle Ebusuud Efendi geliverdi. İki avucunu göğe açmış, Türk Asrı’nın kudretli Sultanına bu hayırlı eseri için dua ediyordu: “-Devletlimin saltanatını pâyidar eyle. Bu soylu milleti mamur ve müreffeh kıl. Bu camide Din-i Mübin-i İslâm’ı mahşere kadar gönlümüzün meşalesi yap!” Uzayan dua, Sinan Ağa’ya hayırlı hizmetler temennisiyle bitti. Muhteşem Süleyman, kaftanını topladı, açılan temele indi, “Bismillah” diyerek ilk taşı koydu. Mehteran bölüğü en seçkin serhat türküleriyle günü şenlendiriyordu. Damların üzerinde feraceli hanımlar, kenarda, köşede koşuşan çocuklar, askerin en nâdide silahlarıyla bölük bölük yürüyüşü… Sanki yıldızlar gökten yere inmiş ve bu kutlu şehrin topraklarında ayaklarımızın altına bir başarı akçesi gibi serpilmişti… İstanbul o küçücük vapurda duygularıma sığamayacak kadar öylesine büyüdü ki, sahneye dayanamadım ve gözlerimi suda parçalanıp birleşen güneşin yakamozlarına bıraktım. Çevremdeki gürültüden haberim bile yoktu… Vapur iskeleye yanaştı ve ben yaşadığım rüyanın etkisiyle mahmur bir şekilde ayağımı karaya attım. Zamanı denizin yalıları döven dalgalarından alıp insanın dalgalanışına bırakan günün heyecanına bıraktım... Bir anda, “Fethi Mübin”in o ihtişamlı resmigeçidi geldi gözümün önüne. Ak Şemseddin, beyaz sakalı, kadife yeşil kaftanı ve beyaz kavuğuyla sarı sahtiyan çizmelerinden denize yansıyan güneşin altın ışıklarına aldırmadan genç Padişah’ın atının geminden tutmuş, ağır ağır yürüyordu… Vezirler, paşalar, askerler sanki savaşa değil, bayrama gelmiş gibi giyinmişlerdi. Kös sesleri, sıra sıra dizilmiş zurnaların yanık Anadolu havalarını seslendirdiği bu ses ve renk cümbüşü içerisinde, duygularıma teslim ettim kendimi. Mısralar birbiri ardına döküldü yüreğimden: Yedi tepesinde, bir yedinci gül, Daha gonca iken, ‘-İstanbul!’ demiş. Vâdedilmiş şehre bağlı kaç gönül, Hisarlar önünde gülmeye gelmiş.


Umut küheylandır, koşmuş surlara, Burda madalyadır alınan yara!.. İstanbul, boğazda bir gizli büyü, Zamanı boyamış kendi rengine. İstanbul, kanatmış nice ülküyü, Yüreğini vermek için dengine. İstanbul türkümdür, İstanbul şarkım, İstanbul’la çıkar ortaya farkım!.. Yıldızları sağar avuçlarına, Sefa kayığında Mehlike Sultan. Kanından gül dikmiş şu burçlarına, Eyyub çevresinde kefensiz yatan. İstanbul, neşenin ve hüznün dili, İstanbul, Sevdânın en cömert eli... Haliç, Romalının sanki gözyaşı, Kubbeler Fatih’in saf yüreğidir. Nice farklı kültür kurmuş barışı, İstanbul insanı aşka eğitir. Ben o aşkın gülen gözleri olsam, Onunla arınsam kendimi bulsam!.. Bu mistik uyku fazla sürmedi. Şiiri bitirdim. Artık üreten ve paylaşan insanların yarış duygusunu kaybetmiş kalabalık içerisindeydim. Zamanı çevreye ilgisiz, mekânı duyarsız ve şaşkın bir telaş içerisinde tüketen o sele ben de kendimi kaptırarak Süleymaniye’ye doğru yürümeye başladım. Sağımda, solumda attıkları her adımda ruhunda binbir duyguyu çözüp, binbir duyguyu bağlayan insanların nereye gittikleri ve ne yaptıkları beni ilgilendirmiyordu. Kalabalıklar ortak duygularını ve hassasiyetlerini kaybedince çabuk çözülür ve niteliğini yitirmiş sürü haline dönüşür. Geçmişe hasretle yürüyüşüm, böyle bir dağılmanın handikabından kurtulmak için miydi bilemiyorum? Vitrindeki renkli neonlar çağın cazibesini ne kadar çekici hâle getirirse getirsin, benim aradığım bunlar değildi. Hedefim, güneşi kaybolmadan Süleymaniye’nin pencerelerindeki vitraylarda yakalamaktı. FAZLA BAKMA PARÇALARSIN! Nihayet camiye gelmiştim. Besmele çekip içeri girdim. Ayakkabılarımı bir kenara bıraktım. Sinan’ın kırk gün nargile sesiyle akustiğini yakalamaya çalıştığı kubbenin tam ortasındaki büyük avize ormanının altına oturdum. Sarhoş İbrahim adıyla tanınan cam ustasının her vakit ve her mevsimde renk değiştiren bu şaheserlerinin karşısında büyülenip kalmıştım. Halılara, renk üstüne renk döken vitrayların cazibesine kapılıp kalmadım. Böylesi romantik bir teslimiyete vaktim yoktu. Ne Arap yarımadasından getirilen yeşil mermerler, ne başka diyarlardan getirilen somaki mermerler o anda dikkatimi yokluyordu.

Camlardan bir yeşil fısıltı süzüldü duygularıma: “Fazla bakma parçalarsın bizi!..” İrkildim, birden dönüp Baalbek’ten getirilen sütuna baktım. Onun, dağ, tepe demeden hayvanların çektiği halatlarla sürüklenip gemilere taşınırken bu mukaddes yerinde başı dik durabilmek için önce çileye katlanışının macerasını dinledim. Sonra İskenderiye’den gemiye yüklenirken kopan yeniçerinin parmağından damlayan kan sızlattı yüreğimi… Gökkubbeyi bir miğfer gibi ruhuma giydiren Süleymaniye kubbesinin bir diğer sütunu hemen el attı yerinden: “Bana bak!” dedi. “Ben bir zamanlar, Bizans’ın en nadide anıtlarından biriydim. “Kıztaşı” derlerdi bana. Ama, buraya girebilmek, bu yüce tavanı sırtlayabilmek için ayağımdan başımdan kesilmesine razı oldum. Yerimden sökülüp getirildim. Halimden de şikayetçi değilim. Çünkü burada hergün binlerce dua kucaklar beni. Her gün milyonlarca tekbir yıkar heyecanlarımı. Binlerce göz bir ilâhi hasret duygusuyla sarar bedenimi.” Bunlarla beni kendine çeken üç sütunun sohbeti bitmemişi ki, dördüncüsü girdi araya: “Ben, padişah saltanatından Allah’ın azametine sırt verebilmek için geldim buraya. Topkapı sarayının her gün kös sesiyle yankılanan duvarlarının arasından çıkarken nelerimi bırakmadım ki ben. Bedenimde uzak yolların sıkıntısı yok, ama beşerî bütün zevk ve tecessüslerin terk gayretini taşırım. Sarayın debdebesinden caminin tefekkürüne yöneldim. Uzletimi zevk edinip secdelere teminat verdim…” Sonra revaklar, sonra eyvanlar, sonra kandiller, sonra mahyalar… Taşın ve ışığın birbiriyle kucaklaştığı, hayata derin bir ürperti kazandırdığı minareler. Taşı yontup, kurşunu eritip kaderimizin rengine oturtan insan dehası kubbede kuşatıcı bir hacim ideali… Tam bu sırada kubbe hafifçe eğildi kulağıma hüseyni makamında bir tekbir fısıldadı. Arkasından; “Sevdâ galebesiyle cünun vadisine dalan” Sinan’ın cihan Padişahına karşı şikâyetini nakletti: “Onda kusuru yoktu Koca Mimarın… Ne yaptımsa ben yaptım ona. Böyle azametli bir serpiliş, öyle dehşetli bir duruş istedim ki, gece gündüz benimle hemhâl oldu. Hülyalarında ben vardım, rüyalarında ben… Sabahleyin gelip şu dört sütun üzerinde yükselen duvarlarıma baktıkça kendinden geçer ve o halde anıtlaşıp kalırdı sanki Saatlerce durduğu olurdu. Onun bu halini deliliğe yoranlar gidip padişahı kışkırttılar. Daha benim nefes alıp ses veremediğim bir dönemde Padişaha onu öyle bir paylattılar ki, utancımdan ben donakaldım. Ama sonunda 77


Ş ehir

kazanan biz oldum. O başardı, ben de hayat buldum. Şimdi bak, tonlarca avizeyi yüreğime astılar. Gündüz kâinatın ışığıyla, gece beşerin ışıklarıyla renk saltanatım vardır benim burada… Pencerelerimden aldığım tekbir nefesleriyle hayat buluyorum. İstinat kemerimi çevreleyen Allah kelâmı dilimdir, abanoz ağacından yapılmış sedef kakmalı kapılar benim avuçlarımdır, etrafımdaki minareler benim kanatlarımdır… Demin seninle konuşan sütunlarım ayaklarımdır… Onlarla gecenin bir vaktinde, hayattan el ayak çekilince, insanlar kendi uykularına gömülünce seyahate çıkarım. Beşerin hayâl dünyasından sıyrılır, meleklerin ruh dünyasına girerim… Her zerrem burada dillenen bir sükûtun teslimiyetiyle kendi iç zikrine döner… Bahçemin köşesindeki o minyatür gibi duran türbe ise benim kolyemdir. Övüncüm odur, hikmetim o kolyenin içindedir. Çıkarken oraya uğramayı ihmal etme! Duaya açılan ellerine sığınan melekleri götür, o türbenin parmaklıkları arasında salâvatla. Besmele çek, dua oku onlarla. O duaların sıcak bir harmanî gibi sararsa, beni de şu İstanbul’un giderek ilkelleşen telaşından kurtarırsın. Hadi durma git!..” İkindiyi kılmaya güçlükle izin aldım. Zaten güneş de inmek üzereydi. Gözlerim vitrayların renk cümbüşüyle bir daha mest oldu. İçim ve dışımla girdiğim vecd gömleğime sarılarak çıktım camiden. MERMERİN NABZINA KAN VERDİ SİNAN! Türbeye gittim, yaşlı parmaklıkları tuttum. Omzumu ince türbe sütununa dayayıp dakikalarca içeriyi seyrettim. Camideki ihtişam burada elbisesini çıkarıp sade bir avizeye dönüşmüştü. Sanki bir asırlık ömrün ve dört yüzün üzerinde eserin mimarı yoktu bunun içinde. Sanki bu türbe, o kocaman abideyle Allah’a varışın azametini verirken, kendi derûnîliği içinde utancından kıvrılıp bükülmüş, taş katılığındın sıyrılarak ruh sıcaklığı içinde insanın nihayet toprakla buluşmasını anlatan bir lahit hüznünün simgesine dönüşmüştü. Sessiz ve derinden bir fısıltı ile kabrin dudakları açıldı: “-Toprağıma, anamın, babamın yurduna selam götür. Oradan getirdiklerin makbulüm. Götüreceklerin daha çok arzumdur. Benimle fazla mest olma. Hadi dön hayata. İstanbul, koşuyor gibi gözükse bile, yine de bu camilerin, bu türbelerin, bu sebillerin, bu medreselerin gölgesindedir. Siz ne kadar onu kendinize çekseniz de, o bizden kopamaz. Çünkü o bize nikâhlıdır. Çünkü tapusunu alın terimizle, servetimizle, zekâmızla katıp karıştırarak bu anıtların temeline gömdük. Bizim eserlerimiz, bir Sultan arması gibi, bu şehrin coğrafyasını öylesine sayı//2// eylül 78

kuşatmıştır ki, onu kimse koparamaz bizden. Bu toprağın vatana dönüşmesi için dökülen kanın yürek haline gelmiş kutlu kâsesiyiz biz. Sevdamızı üzerinden geçeceğin yollar anlatacaktır sana. Hadi dön sen işine, git Anadolu’ya. Bizden selam götür, bize dualarını eksik etmesiler.” Güneş beton blokların hoyrat bir karanlığa gömülmekte olduğunu hatırlatarak uzaklaşıp gitti. Çıktığı bir gecelik seyirlik için vedalaşırken kucaklaştığı ufuklara İstanbul’dan ve benden selam götürmesini söyledim. İstanbul’un koruyucusu kubbelerin yıldızlardan sağdığı aydınlıkla ruh dünyamıza getirdiği zenginliği yudum yudum yaşamaya başladım. Bu kubbelerde alınteri, göz nuru olan, heyecanı, aşkı, ümidi, korkusu olan Sinan’ı düşündüm. Coşkulu ve gururlu bir geriye dönüş özlemiydi. Heyecanı onurla taçlandırmış. Milletimin itibarını minareleri gibi dik ve yüce, kubbeleri gibi geniş ve kuşatıcı, vitrayları gibi renkli ve albenili bu sanatkarın duygularımdan damlayan tarifini kelime kelime kaydettim: Taşı muştuladı mihrap önünde, Ona şekil verdi saf imanından. Aldı gök kubbeyi bir aşk gününde, Örttü üstümüze, eridi zaman... Bir destan çağının cenk türküsüyle, Dolaştı cihanı Tekbîr sesiyle, Döndü İstanbul’a gül bestesiyle, Açıldı önünde bir geniş umman... Bizans’ın kalbine kazdı Tekbîr’i, Üç ayrı kapıdan çözdü Tekbîr’i, Ezel’den Ebed’e yazdı Tekbîr’i, Mermerin nabzına kan verdi Sinan!.. Bu şiiri, kabrinin başına gönlümün tablosu olarak asmayı çok isterdim. Ama, onun için yazan diğer şairlere haksızlık etmeyeyim diye şiirimi katlayıp cebime koydum. Ayrıldım türbeden, Ayasofya’ya doğu yürümeye başladım. Gece boyu bu çevreyi gezerek Bizans’ın Ayasofya duvarlarındaki karanlık ruhunu anlamaya çalıştım. Haçlıların, Kudüs için çıktıkları tarihi yolculuklarının ilk durağı burasıydı. Fransız askerleri gelip buraları işgal etmişler. Ayasofya’nın içerisinde kırılmadık mukaddes eşya bırakmamışlardı. Onunla da yetinmeyip papaz kürsüsünde kadın oynatmamışlar mıydı? Ayasofya, bu ıstıraplı geçmişinden utanmışçasına, Fatih’e kapılarını açmakla kalmamış, yüreğini teslim etmişti. O da, Hıristiyan ikonalarının üzerini alçıyla örtüp onları tarihe emanet ederek burada ilk cuma namazını kılmıştı. Temeline ilk hacı heyecanla koyan ustanın, kapısını ilk defa gururla açan kralın,


kürsüsünde ilk defa şükürle dua eden azizin ortak ülkü halindeki, inanç bütünlüğü aynı özü koruyarak yeni bir teslimiyet şuuruyla kuşatıyordu onu. Şimdi huzurlu bir sükûn içindeydi. Fatihin sonraki nesilleri onu cami olmaktan çıkarsalar bile kubbesine sinen imanın ve inancın uhreviyeti güvende tutuyordu onu… Geceyi bu çevrede gezerek geçirdim, Sabahın erken saatlerinde Edirne’ye gidecektim. Çünkü Sinan demek, kimliğine giydirdiği, Batılı mimarlarla hesaplaştığı Selimiye demekti. Milletinin onur mücadelesini sanatının sorumluluğuna taşımış ve bu yükü tek başına da olsa omuzlamaya karar vermişti. Selimiye böyle bir yükün altında çıkışın abidesiydi. Medeniyetimizin Türk ve İslâm sanat ve estetiği adına Batı Rönesansına verdiği cevaptı… BİR SULTANIN EVLAT ACISI Sabahın aydınlığında Şehzade camiine girdim. Genç Şehzade Mehmet’in, hatırasına, babası Kanunî Sultan Süleyman’ın yaptırdığı caminin, dört köşesine sinmiş Sultanın evlat acısı kucakladı beni. 22 yaşında bir fidan. Baba tahtına aday olarak binbir itinayla yetiştiriliyor. Ama Beklenmedik bir ecel örtüsü düşüyor üzerine. Sanki Kanunî burasının harcına gözyaşlarını katmıştı. Bu hüzün türküsünü üzerimden alan saba makamındaki ezan oldu. Huşû ile ezanı dinledim. Sonra kalkıp namazımı edâ ettim. Bir kenara çekilip caminin geçmişine doğru yolculuğuma başladım. Burası, sanki bir çırağın kalfa olabilmekten ziyade, cihan padişahı’nın hem gözünün nuru evladının hatırasına hürmetin en güzel ifadesi için çırpınan bir yüreğin atışlarını duyuruyordu bana. Bunun yanında Sinan’ın ilk ciddi eseri olma şansına sahipti. Sinan, hem eser sahibinin evladını ölümsüzleştirme arzusuna, hem de kendi geleceğine harç koymuştu burada. Duvarlarındaki her el izi, bize genç bir mimarın tereddüt ve gayretlerini fısıldıyordu. Gerçi mimar elli yaşının üzerinde idi, ama mesleğinde gençti. İlk göz ağrısı, ilk imtihan projesiydi. Bu camiyle çıkacağı merdivenin ilk basamağına ter dökmüştü. Bunun için de dikkatliydi. Çabalarını bir ustanın denetiminden not alacak hassasiyet içerisinde yürütüyordu. Dışarıya çıktım. Minareleri, genç Şehzade’nin hasretlilerini kucaklamak için göğe açılmış iki eli gibiydi… Acıyla umudun buradaki buluşma zorunluluğunun ve insan fıtratı ve geleceği kuşatma arzusunun bir iman vecdi gibi ruhumuza nasıl sindiğini anlatan duruşunu bir daha seyrettim ve uzaklaştım… Denizden, ormandan, tepeden ve mimariden oluşan bir sessiz orkestranın ana sahnesi İstanbul, kendinden dışarı giden insanları âdetâ elbisesinden tutup çeken bir hasret çengeli gibidir. Edirne’ye giderken arkamda gittikçe küçülen

kubbeleri ve bütünüyle tarihimizi bir mezbelelik gibi içerisine alan beton binalar hayatın bloklaşıp monotonlaştığını simgeliyor gibiydi. Bunun için de, merkezden muhite doğru uzaklaştıkça insanın kaçışı hızlanır gibi oluyordu. Büyükçekmece’ye yaklaştığımda, yaşadığım bu mahşerin duygularımdaki fırtınası bitmiş ve son mısralarını da tamamlamıştı: Her gece İstanbul’a bir tarafım ilişir, Böler duygularımı, denizi öpen kuşlar. Kubbeler yüreğimdir, hasretimi bölüşür, Her gece taş plakta Itrî’nin meşki başlar... Minaresi hüseyni, hüzzamdır sarayları, Çırpınır sularında zamanın yorgunluğu. Bir renk saltanatını fısıldar vitrayları, Ve her gece güzeli gönle sığınan kuğu... İstanbul, ömrümüzün övüncü her anında, Mazi burda yorulmaz, mutludur boğaz kadar. İstanbul, bin heyecan koşturur saf kanında, Yaşama arzumuzu bir sır gibi fısıldar... Aradan geçen 400 bunca yıl sonra, Sinan’ın taşa dil veren dehâsı, onu konuşturan dehâsı, bana ayakta durma gücünü ceddimden alma zaruretini öğretmiş oldu. Tabiattan aldığını tabiata verirken oluşturduğu şaheserlerle insan ihtiyacını en yüksek zevk arayışlarına cevap bulacak şekilde tamamlayan bir sanatkârlığın büyüleyici etkisiyle mutluluğa erdim. Böylece, tarihimin ve geçmişimin sıcak koynuna emanet edebileceğim geleceğimle, ilerideki hayatı daha ölçülü, daha güçlü ve daha bir bize göre yakalayabileceğimi öğrendi. Bu gerçeği bana öğretenler, sahip oldukları misyonun ruhumuzdaki izlerini mayamızın ana malzemesi olarak bizden esirgemezler. Bunca vecdimin tek duası bu olsun!..

79


Ş ehir

YEDİNCİ ŞEHİR VE

ÖZKAN YALÇIN

Özkan Yalçın, aslında Altıncı Şehir’liydi ama sevdası Yedinci Şehir içindi, yani gönülden Amasyalı’ydı. Yedinci Şehir kitabına “Ve Amasya o şehirdir ki orda doğmak kadar ölmek de saadettir.” diye başlamıştı. Yedinci Şehir bir şehir güzellemesi ama aynı zamanda bir hayat kitabı. Mehmet Nuri YARDIM

Özkan Yalçın genç yaşta yitirdiğimiz değerli bir edebiyat adamıydı. O, yazı çevresine biraz geç girdi ve bu dünyada tam olarak adını duyuramadan dünyaya veda etti. Uzun yıllar Anadolu’nun muhtelif illerinde edebiyat öğretmenliği yapan Yalçın, son olarak Amasya’da bulundu. Özkan Yalçın’ın bu şehri anlattığı Yedinci Şehir isimli eseri, edebiyat camiasında büyük bir ilgi gördü. 16 yıl önce ebediyete uğurladığımız Özkan Yalçın, Anadolu insanımızın edebiyat dünyamızdaki değerli sözcülerinden biriydi. Şair ve romancı kimliğinin yanı sıra araştırmacı yönü de bulunan yazarın eserleri Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanıyor. Bunlar sırasıyla şöyle: 1) Âşık Veysel, Dramı, Sanatı, Deyişleri (Ankara 1986) 2) Yağmur Kuşları (Ankara 1989), 3) Çok Çiçekli Senfoni, (Ankara 1993), 4) Yüreğim Tükeniyor (İstanbul 1996) 5) Yedinci Şehir (Amasya 1996), 6) Sevda Çıkmazı (İstanbul 1998) Özkan Yalçın ne yazık ki son eserinin yayımlandığını göremeden Hakka yürüdü. ANADOLUYU DOLAŞTI 1949 yılında Sivas Gürün’de doğan Özkan Yalçın, Anadolu’da ozanlar yatağı olarak bilinen bir bölgede yetişti. Kurultay İlkokulu’nu, Sivas Atatürk Ortaokulu’nu, Malatya Bölge Ziraat Okulu’nu ve Kayseri Lisesi’ni bitirdi. 1967 yılında Gürün’de ziraat teknisyeni olarak göreve başladı. 1974 yılında Bursa Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünden mezun oldu. Baykan Ortaokulu, Batman Endüstri Meslek, Gürün ve Şarkışla liseleri ile Çumra İmam Hatip Lisesi’nde öğretmen ve idareci olarak çalıştı. İlk şiiri Ankara’da yayımlanan Dost dergisinde 1970’te çıkan “Sıla Yitiği”dir. İlk kitabı, Âşık Veysel, Dramı-Sanatı- Deyişleri yine Ankara’da 1986’da çıktı. Kar Çiçeğe Durunca adlı bir senaryosu ile Çocuk Çiçekli Senfoni isimli bir romanı bulunuyor. Özkan Yalçın, Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği üyesiydi. 9 Şubat 1976’da Ayhan Özdeğer’le nişanlanan Özkan Yalçın, 4 Temmuz 1976 tarihinde evlendi. 1977 yılında Tuzla’da yedek subay¬ken büyük oğlu Mehmet Burak doğdu. 1980’de Hatice Burcu, 1981 yılında ise küçük oğlu Turgut Yağmur dünyaya geldi. Özkan Yalçın’ın kısa edebiyat hayatında önemli ödülleri bulunuyor. Bunların ilki Türk Edebiyatı Vakfı tarafından düzenlenen ve Mehmet Âkif’in 50. vefat yılı dolayısıyla açılan “Şiir Tahlili” yarışmasında “Uzun Boylu Hayâl” isimli çalışmasıyla aldığı Türkiye birinciliğidir. Ardından Çevreden Sorumlu Devlet Bakanlığı’yla yine Türk Edebiyatı Vakfı işbirliğiyle düzenlenen “Çevre Röportajı” yarışmasında “Kuş Köprüden Kuş Masalı” adlı eseriyle aldığı birincilik geliyor. Yalçın,

sayı//2// eylül 80


Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Yunus Emre Sevgi Yılı dolayısıyla açılan şiir yarışmasında da “Yunusa Çağrı” isimli şiiri ile birincilik ödülüne lâyık görüldü. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde bulunan Milli Eğitim Vakfı tarafından tertip edilen hâtıra yarışması ile Kültür Bakanlığı Roman Yarışma’sında aldığı mansiyonlar da önemlidir. Yazar, bazı kitaplarının yayınlandığını göremeden 17 Mart 1998 tarihinde yakalandığı akciğer kanserinden vefat etti. Vefatından önce İhlas Holding Amasya Temsilciliği tarafından kendisine kültür ve edebiyata katkılarından ötürü plâket verilmişti. YÜREĞİ YANIK ŞAİR Özkan Yalçın edebiyatın değişik türlerinde yazdı, şiir, araştırma, deneme, hikâye, roman ve tiyatro alanlarında kalem oynattı. Bu çalışmalarının bir kısmı kitaplaştı, bir çok yazısı da gazete ve dergilerde kaldı. Hakimiyet, Gökpınar, Alkim, Şarkışla, Türk Folkloru, Yeşeren, Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Güneysu, Öner ve Tarih ve Medeniyet gibi gazete ve dergilerde yayınlanan bir çok araştırma ve makaleleri bulunuyor. Asıl yazıları ise Amasya Hakimiyet (1994- 1996 yılları) ile Objektif gazetelerindeki (1993-1996 yılları) kültürel ve folklorik yazılarıdır. Özkan Yalçın öncelikle ve özellikle şairdir. Anadolu’da olduğu için kitaplarını zor şartlarda ve geç olarak okuyucularına ulaştırabilen şairin yayınlanan ilk şiir kitabı, Yağmur Kuşları adını taşıyor. 1989 yılında Ankara’da basılan 62 sayfalık bu küçük kitap, 25 şiirden oluşuyor. H. Fethi Gözler, Eflatun dergisinin Mart 1990 tarihli sayısında, Yağmur Kuşları’nın orijinal bir eser olduğunu belirterek şairi hece ile yazdığı şiirlerde başarılı bulduğunu yazıyordu. Yalçın, gurbet, hasret ve sevgi temalı kitapta, hemşehrisi Âşık Veysel gibi usta söyleyişler yakalayabiliyordu. İşte onlardan biri: “Gurbet yumağında aşka sardığım / Gece gündüz kırk katlara dürdüğüm / Bırakıp gidişin kahrından mıdır / Beni böyle melûl mahzûn sevdiğim” Kurtuluş Altunbaş da Milli Kültür’ün Ağustos 1991 tarihli sayısında Özkan Yalçın’ın şiirini şöyle değerlendirir: “Geçmişi geleceğe bağlayan; geçmişinden utanmayan aksine gurur duyan ve geleceğini; geçmişi eleştirerek kuranların okuması gereken bir kitap.” YAĞMUR KUŞLARI Kitaba adını veren Yağmur Kuşları, hüzün dolu duyguların damla damla bir şair yüreğinden süzülmesidir: “Sizin gelmediğiniz akşam üstleri / Nihavend dokundum gergefim yoktu / Adını bilmediğim patikalarda / Yapracık burunlu meneviş gözlü / İplikten adamlar kesti yolumu /

Şafaklar yunmamış arınmamıştı daha / Bulutlara gömdüm hüzünlerimi.” Gül Yorgunu şairin ikinci şiir kitabı. 1997’de Amasya’da basıldı. Bu kitapta da şairin usta işi son dönem ürünlerini görüyoruz. Meselâ “Elde Var Dokuz”daki şu mısralar: “Beni türkülere gömün gardaşlar / gurbet üstüne, sevda nakışlı / turnalar gidip gelip ağıt söylesin/ haber salın anama/ hakkı var helâl eylesin.” Özkan Yalçın Gül Yorgunu ve Yağmur Kuşları’ndaki kitaplarından yaptığı seçme şiirlerle Sevda Çıkmazı’nı hazırlar. Kitaba son şiirlerinden de ekler ve 40 şiiri bu kitapta toplar. Kitap 1998’de Ötüken Neşriyat tarafından basılır. Sevda Çıkmazı, “Halk şairi bir babanın evladı olarak dünyaya gözlerini açan Özkan Yalçın, şiirle beşikte tanışır... Yalçın şiirlerinde geleneğimize vurulan modern bakışları bulacaksınız.” sözleriyle okuyucuya sunulur. AMASYA’DA ÖLMEK SAADET Özkan Yalçın’ın güçlü şairliği ve diğer nesir kitapları üzerinde durmayacağım bu yazımda. Onun âdeta adıyla özdeşleşen ve kendisini hemen hatırlatan Yedinci Şehir kitabından söz etmek istiyorum. Bu kitap o kadar çok sevildi ki, Özkan Yalçın adının önüne bile geçti. Edebiyatçımızı tanımayan bir çok kitap meraklısı, Yedinci Şehir’i ya okumuştur, ya da duymuştur. Yazarımızın Amasya’yı anlattığı, şehri edebiyat dünyasına tanıtan Yedinci Şehir kitabı, son dört 81


Ş ehir

Özkan Yalçın hakkında İstanbul’da bugüne kadar 4-5 toplantı yaptık. Yakın dostlarından bazıları, Özkan Yalçın’ın Amasya Tekindere’de gömülmeyi istediğini hatırlatırken, günün birinde Sivas Gürün’ndeki mezarının yine Amasya’ya nakledilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Tabii buna ancak aile karar verebilir. Yalnız Amasyalıların da Özkan Yalçın’a tam mânasıyla sahip çıkması gerekiyor. Daha Yedinci Şehir kitabı Amasya’da çok fazla tanınmazken yazarın mezarını taşımanın bir anlamı olabilir mi, bilemiyorum. BİR HAYAT KİTABI Yedinci Şehir, bir şairin kitabı. Dolayısıyla şiirli bir üslup hâkim. Bir sohbet tadında ve lirik bir anlatımla Amasya derinlemesine tasvir ediliyor. Tarihiyle, kültürüyle, gelenekleriyle, birikimiyle, bütün zarafeti ve haşmetiyle. Âdeta bir Dede Korkut edasıyla anlatır şehri Yalçın. Bir bakıma Evliya Çelebi üslûbu fark edilir. Ârif bir edibin yürek imbiğinden süzülen kelimeler ahenkli bir şekilde ardarda geliyor. Belli ki yazarımız bu şehre âşık olmuş. Zaten Amasya’ya sevdalanmasaydı herhalde bu kitabı yazamazdı. bin yılı net olarak hatırlanan bir yerleşim birimiyle, o beldeye hayat emziren ve dünyanın kurulduğu günden beri hep bunu yapmaya çalışan bir ırmağın hüzünlü hikâyesidir. İçli, hüzünlü ve kırık... Kitap sohbetin sınırlarını yoklayan hatta zorlayan, büyük çoğunluğu ‘deneme’ olan yazılardan oluşuyor. Şiirler, yer yer nesirlere eşlik ediyor. Elbette, evvelâ bir ‘şehir’ kitabıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir ve A. Turan Alkan’ın Altıncı Şehir’ine telmihle Yedinci Şehir adı verilmiş. Özkan Yalçın, aslında Altıncı Şehir’liydi ama sevdası Yedinci Şehir içindi, yani gönülden Amasyalı’ydı. Yedinci Şehir kitabına “Ve Amasya o şehirdir ki orda doğmak kadar ölmek de saadettir.” diye başlamıştı. Yedinci Şehir bir şehir güzellemesi ama aynı zamanda bir hayat kitabı. Öğretmen olarak tayin edildiği Amasya’da, “Amasya, Amasyalılarındır kardeşim, ne yapsan nafile!” diye karşılanmış, bunu da kitabında bir sitem olarak belirtmişti. Ama o artık Yedinci Şehir’liydi. Bu kitabı yazdıktan birkaç yıl sonra rahmetli olacağını sezmiş gibi şu satırları kaleme almıştı: “Bana göre, Amasyalı olmak demek burada doğmak demek değildi. İnsanlar, ebeveynleri ile dünyayı görecekleri mekânları seçme şansına sahip değildiler ama en azından gömülecekleri yeri beğenebilme hakları vardı. Ve bence, bir sokağında doğup daha buluğa bile ermeden terk ettiğimiz şehirlerden ziyade, kemiklerimizi kıyamete kadar muhafaza edecek topraklar önemliydi.” sayı//2// eylül 82

Sayfalar arasında dolaşırken şehirde oturmuş padişahları öğreniyoruz. Amasya’da valilik yaptıktan sonra devletin bekası için boynu vurulmuş şehzadelerin hüzünlü hikâyeleri gelip içinize olanca ağırlığıyla oturuyor. Bir dil ustası olan Özkan Yalçın, Amasya’yı nazlı ve nazenin bir sevgili gibi, incitmeye kıyamadan, alımlı ve güzel taraflarıyla okuyucuya tanıtıyor. Amasya onun eliyle gönlümüze, diliyle yüreğimize, kalemiyle edebiyatımıza mal oluyor. Tasvirler canlı, övgüler samimi, tenkitler ise yol göstericidir. Keşke her şehrimiz için böyle rehber kitaplar yazılsa. O şehirlerde oturanlar bu eserleri okusa ve oturdukları mekânların kıymetini daha çok bilse. Tarihî hadiseler, kıssalar, menkıbeler, şairlerden beyitler, kıt’alar ve meşhur şahsiyetler arasında geçen konuşmalar ve muhtelif halk hikâyeleri… Okuyucu âdeta bir rüya âlemindedir. Dünyanın ilk coğrafya bilimcisi Strabon’dan Osmanlı şehzadeleri Yavuz’a, Bayazıt’a; Kral Kaya Mezarlarından Çakallar’ın gül bahçelerine kadar nefis bir tarih yolculuğuna çıkıyoruz. Timur’un dünyayı kasıp kavurduğu devirlerde Amasya’nın Milli Mücadele’ye destek olduğu döneme kadar geçmişte bir ufuk turu yapıyoruz. Ferhat ile Şirin’in önce yüreklere, sonra taşlara yazılı olan mısralarını okurken Yeşilırmak’ın coşkuyla akışını hissediyoruz. ECDADINA SAYGILI MÜNEVVER İsterseniz bu şehirle alakalı olarak yazarımıza yöneltilen bir soruya verdiği cevabı okuyalım. Röportaj, Objektif gazetesinin 24 Mart 1998


tarihli sayısında yayımlanmıştır. Amasya Lisesi öğrencileri Ayşe İşler ve Zümral Dişioğlu, 1991 yılında edibimizle yaptıkları röportaj esnasında gezip gördüğü yerleri ve en çok Amasya’yı niçin sevdiğini sorarlar. Aldıkları cevap şöyle: “Teşrifatın ve kaidelerin zirveye ulaştığı Osmanlı toplu¬munda padişah adaylarının eğitildiği il olan Amasya’yı çok sev¬memiş olsaydım, Amasya Lisesi’nde göreve başladığımın ertesi günü bu şehri terk ederdim. Amasya’yı tanımıyorum, ama Amasya’yı çok seviyorum.” Bu cevap genç liselerin hoşuna gider ve duygularını şöyle ifade ederler: “Bu sözleri duymak gerçekten de bizim göğsümüzü kabarttı. Özellikle de hocamızın ilk şiir kitabını Suluova’da yayımlamış olması bizi daha da çok sevindirdi.” Aslında bu cevap yazarımızın dünya görüşünü, hülyalarını, ideallerini, mefkuresini ve bütün bir hayat anlayışını da ortaya koymaktadır. Özkan Yalçın mazisine düşkün, tarihine bağlı ve ecdadına saygılı bir münevver portresi ortaya koymaktadır. Onu bu anlayışıyla tanımak, anlamak ve sevmek gerekiyor. Özkan Yalçın’ın yakın dostlarından eğitimci yazar Kurtuluş Altunbaş, Amasya’da neşredilen Objektif gazetesinin 25 Nisan 1996 tarihli nüshasında, kitap hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Samsun’dan Halistin Kukul bey dostumuz bir tebrik mektubu gönderdi. Neden bir altıncı, bir yedinci şehir yazılmaz, diye soruyordu. O gün Hüseyin Menç’e ‘Yedinci Şehir’den söz ettim. Neden ‘Altıncı’ değil diye itiraz etti. Altıncı şehir, Sivas olmalıdır, diye cevapladım. Bir büyük tesadüftür, o sıralar Sivas’ı anlatan kitap da yazılıyor olmalı ki, ‘93’te Ötüken Yayınları’nca basılıverdi.” HER YAZAR KENDİ ŞEHRİNİ ANLATMALI! Eğitimci, şair ve yazar Halistin Kukul ile yıllar önce Özkan Yalçın hakkında bir konuşma yapmıştım. Orada bilhassa Yedinci Şehir üzerinde durmuştuk. Kukul, kitapla ilk buluşmasının heyecanını şöyle anlatmıştı: “Bir gün, kendisinden bir kitap çıkageldi. Adı: Yedinci Şehir’di. Bana ithafında ise aynen şöyle diyordu: Yedinci Şehir’i isim olarak Halistin Kukul kardeşim bir tebrik mektubunda yazmıştı. Ona, saygı ve selâm olsun. Özkan Yalçın, Amasya/Nisan’96.” Kukul’a, Yedinci Şehir’in fikir ve sanat dünyasında özel bir yeri olup olmadığını sorduğumda da şu cevabı almıştım: “Evet. Yedinci Şehir’in 1996’da yapılan ilk baskısı için, Temmuz 1996 tarihli Çağrı dergisinde şunları yazmışım: “…Anadolu’daki sevda başka, Anadolu’daki burukluk başka, Anadolu’daki toprak kokusu, Anadolu’daki selâmlaşma bambaşkadır. Orada trenin, vapurun düdük çalışı apayrı bir mânâ taşır. Orada, ister asfalt

olsun, isterse alelâde yol olsun; vasıtaların süzüle süzüle, kıvrıla kıvrıla gidişleri bambaşkadır. Hele de bunları, titiz bir üslûpla, edebî bir zevk ve estetik bir edâ ile ustasının kaleminden nakış nakış örülmüş kanaviçe gayretiyle tadarsanız; Anadolu, iklimiyle, tabiatıyla, tarihi ihtişamıyla daha da başkalaşır... Aynı zamanda, bir şair de olan Özkan Yalçın’ın mensur şiir, deneme arası bir üslûpla sunduğu Yedinci Şehir, hemen hemen tarihin bütün devirlerini yaşamış olan Amasya’yı; içinden geçen Yeşilırmak’ıyla, câmii ve medreseleriyle, büyük şahsiyetleriyle ele almakta, folklorik yönünü canlı tutmaktadır.” Özkan Yalçın bu eseriyle şairlere, yazarlara ve kültür adamlarına aslında bir hatırlatmada, bir ikazda bulunuyor. Hepimiz doğup büyüdüğümüz yerleri, yaşadığımız şehirleri yazarak anlatmalıyız. Bu bir vefa borcudur. Çünkü şehirlerin de ruhu vardır. O ruhu en iyi hissedenler de edebiyatçılardır. Öyleyse buradan bütün kalem erbâbına aslında ciddî bir görev çıkıyor. Yazmak, oturduğumuz evi, sokağı, mahalleyi, semti ve şehri kaleme almak, sâkinlerini anlatmak. Gelecek nesillere o şehrin geleneklerini taşımak, kültürünü aktarmak ve medeniyet dünyamıza bir taş daha koymak. Ne dersiniz çok mantıklı ve doğru bir hatırlatma değil mi? Öyleyse kaleme sarılma zamanı... Bu vesile ile Özkan Yalçın’ı rahmetle anıyorum. Kabri nur, mekânı cennet olsun.

83


Ş ehir

YİRMİNCİ YÜZYILDAKİ HATTATLARIN PÎRİ

KUZEY YILDIZI

HATTAT HAMİD AYTAÇ Resme yetenekli olduğundan askerî rüşdiye resim ve fransızca öğretmeni merhum ressam Ali Rıza Bey'in öğrencisi ressam Hilmi Efendi'den resim öğrenmiştir. Öğrenci iken Hasan Ferid Bey'in atlasından haritaları aslı gibi çizdiğinden eser, okulun müzesine konulacak değerde görülmüştür Doc.Dr.Mehmet Refii Kileci

oğu geceler geç vakitlere kadar, bazen sabaha kadar çalıştığı için gündüz oturduğu yerde bazen uyuklardı. Hele bir harf yazarken tam harfin ortasında elinde kalem uyuklaması çok alem idi , o esnada biz de hiç ses çıkarmazdık.2-3 dakika sonra gözlerini açar,gözlüklerinin altından etrafa bakar,hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden harfi tamamlardı.Bu hal benim çok komiğime giderdi.Hele harfin hiç bozulmadan yazılması çok calibi dikkat idi Arap aleminde önemli bir dergi olan .al-Umme dergisinde hakkında yazılan bir makalenin başlığı ‘ Şeyhul- hattatin fil- karnil işrin ‘ yani “20. asırdaki hattatların Piri” idi. Hocanın yazdığı tevafuklu Kuran-ı Kerim o yıllarda arap aleminde çok rağbet görmüştü. Asıl adı Şeyh Musa Azmi'dir.. Hamid, takma adı ile tanınmaktadır. Cumhuriyet döneminde Aytaç soyadını almıştır. 1309 H./1891'de Diyarbakır da doğmuştur. Resme yetenekli olduğundan askerî rüşdiye resim ve fransızca öğretmeni merhum ressam Ali Rıza Bey'in öğrencisi ressam Hilmi Efendi'den resim öğrenmiştir. Öğrenci iken Hasan Ferid Bey'in atlasından haritaları aslı gibi çizdiğinden eser, okulun müzesine konulacak değerde görülmüştür. 1324 yılında orta 1328 H.'de Harb Okulu matbaası hattatlığına, sonra da Genel Kurmay serhattatı (hattatların başı) hocası Mehmed Nazif Efendi'nin ölümü üzerine bu matbaaya geçmiştir. Bu görevi yedi yıl sürmüştür. Bu görevi sırasında l. Dünya Savaşı'na rastlayan yıllarda Yıldırım Orduları Gurubu emrinde Almanya'da Berlin'de Harita Dairesi'nde bir yıl çalışmış, sonra İstanbul'a dönmüştür. SAVAŞ SONRASI ASKERİYEDEN AYRILIR, “HATTAT HAMİD YAZIEVİ” Nİ KURAR Mütarekeden sonra istifa etmiştir. 1336 H.'den sonra "Hattat Hamid Yazı" evi diye bir işyeri açarak o tarihten sonra hep serbest çalışmıştır. Hattat Hamid Bey Türk matbaacılığına çinkografi, çelik üzerine resim ve yazı hakketme yani gravür, kabartma ve lüks baskı tekniğini de ilk getirenlerdendir. İstanbul'da en yeni camilerden olan Şişli Camii'nin eşsiz yazıları ile bir çok evlerde, salonlarda ve işyerlerinde Mısır ve Irak'ta, hatta dünyanın her yerinde onun binlerce nefis yazısı vardır. Uzun ve verimli bir ömür süren Hamid Bey bütün İslam aleminden, hatta Japonya'dan bile bir çok öğrenci yetiştirmiş, hat san'atımızda celî sülüs, sülüs, nesih ve ta'lîkte zirvedeki yüce bir hattattır. 18 Mayıs 1982'de ölmüş, vasiyeti üzerine Karacaahmet mezarlığında toprağa verilmiştir.Son yazılarından biri, kırk

sayı//2// eylül 84


Hadistir. İslam festivali için 1976 yılında İngiliz televizyonu için Süleymaniye Kütüphanesi'nde renkli bir filmi çekilmiştir. Ölümünden birkaç ay önce de İslam Kültür ve Tarih Merkezi tarafından böyle bir film hazırlatılmıştır . Bir asırlık verimli bir ömrün ortaya koyduğu eserleri çoktur. Ancak kısaca bahsetmek gerekirse; en büyük eserleri 2 adet Mushaf-ı Şerif ve Şişli Camii'ndeki yazılarıdır. Bunlardan başka Ankara Kocatepe Camii, Eyüp Camii kubbe yazıları, Söğütlüçeşme Camii, Yeni Postane arkasındaki mescidin yazıları, Ayasofya Levhaları, sayısız kitap kapak yazıları, hat örnekleri, hilyeler, mezar taşları ve binlerce levhalar. Camilerdeki yazılarımın en mükemmeli Şişli Camii'nin yazılarıdır” diyen Hattat Hamid Aytaç, başta Hasan Çelebi olmak üzere onlarca hattat yetiştirmiştir. HAT SANATINA OLAN SEVGİM , BENİ MUHTEREM HAMİD HOCAMLA BULUŞTURDU. İstanbul Fatih teki dededen kalma evimizin duvarları elyazması levhalarla doluydu .Ayrıca oturduğumuz sokağın adı Hattat Nazif, bir alt sokak Hattat İzzet , tam arkamızda bulunana sokağın adı ise Yesarizade sokağı idi . Küçük yaştan itibaren bütün bunlar bende hat sanatına karşı derin bir merak uyandırdı.İlk hat derslerine aynı sokakta oturduğumuz Hattat Nureddin Elçioğlu’ndan küçük yaşta başladım.Bir seneden fazla Nuredddin Efendiden ders aldım. O sıralarda yavaş yavaş hat kültürüm ve anlayışım artmaya başladı değişik yerlerde dergi ve kitaplarda Hattat Hamid hoca nın yazılarını görüyordum ve Hamid hoca nın yazıları beni cezbediyordu. Derhal araştırarak hocanın Cağaloğlundaki mütevazi yazıhanesini buldum…İlk derse başladığımda takvimler 9 Ekim 1976 ‘ yı gösteriyordu. Hamid hoca hemen sülüs nesih “Rabbi Yesir” meşkini yazdı.Artık cumartesi günlerini iple çekiyordum. Bu dersler merhumun hastaneye yatmasına kadar beş yıl devam devam etti.Yüksek tahsili tamamlamak için gittiğim Medine-i Münevvere’de vefat haberini aldım.Maalesef cenazesine katılamadım. ONUNLA MEŞK ETMEK İSTEYENLERİN SINIR TANIMADIĞINI GÖRDÜM . Hafta sonu derslerinde Hattat Hamit Hocanın bazı talebeleriyle karşılaşıyordum.Yaşlı , genç her seviyeden talebe vardı. Bazen Irak’tan ,Mısır dan Suriye’den v.b Arap ülkelerinden hattatlara ve talebelere de tesadüf ediyordum.Hamid hoca Bir gün Irak’a 1500 den fazla levha yazdığını 1935 – 1970 yılları arasında Arap aleminden hayli sipariş aldığını ve onlarla geçimini temin ettiğini söyledi. Çoğu geceler geç vakitlere kadar,bazen sabaha kadar çalıştığı için gündüz oturduğu yerde bazen

uyuklardı.Hele bir harf yazarken tam harfin ortasında elinde kalem uyuklaması çok alem idi, o esnada biz de hiç ses çıkarmazdık.2-3 dakika sonra gözlerini açar,gözlüklerinin altından etrafa bakar,hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden harfi tamamlardı.Bu hal benim çok komiğime giderdi.Hele harfin hiç bozulmadan yazılması çok calibi dikkat idi.Hocanın yazı yazdığı ve aynı zamanda yatak odası olarak kullandığı küçücük kare oda onun her şeyi idi.Işık almayan bu eski han odasında günün tamamını geçirirdi.Arkadaki büyük odada yüzlerce eski yazılarına ait kalıpları vardı.Metrelerce rulo halindeki yazı kalıplarını ancak anahtar deliğinden görürdüm o odayı hiç açarken rastlamadım bütün yazı kalıpları orada idi. HAYATINI SANATINA VAKFETMİŞTİ, EŞYA VE DİĞER ŞEYLER ÖNEMLİ DEĞİLDİ Bir gün babam da benle beraber derse gelmek istedi. Beraberce gittik. Babam mobilyacı olduğu için hocanın oturduğu perişan sandalyeyi görünce çok üzüldü. Hemen ayrıldı gitti ve bir saat sonra güzel bir deri koltukla geldi. Hamid hocam çok sevindi ve pederime teşekkür etti. Bir gün sahaflar çarşısında Hocanın gençliğinde Musa Azmi imzası ile yazdığı otuz kırk sayfa civarında olan ve harf inkilabından önce neşredilen bir ilmihal buldum. Hemen satın aldım, kendisine gösterdiğimde çok sevindi ve benden o nüshayı istedi , ben de verdim.hoca dersler esnasında bazı eski hatıralarını dile getiriyordu..Şişli camiinin yazıları ile iftihar ederdi..kapı üstündeki müsenna yazıyı nasıl yazdığını oradaki lam elif harfini bir türlü yerleştiremediğini o esnada uyukladığını ve

85


Ş ehir

lam elifi rüyasında yerleştirdiğini hemen uyanıp aynı yere koyduğunu sık sık anlatırdı.Rakımı takliden yazdığı fatihadan sık sık bahsederdi ve sekilere büyük saygı duyardı. HASTANEDE YATARKEN BİLE HAT YAZMAYA DEVAM EDERDİ Haydar Paşa Numune hastahanesine kaldırılınca vakit buldukça oraya ziyaretine gidiyordum. 1981 yılında son ziyaretine gittiğimde onu yine hasta halinde bile yazı yazarken buldum, baktım merhum Ziyaül Hak’ın adını tuğra şeklinde yazmış ama yazı çok titrek idi. Artık koca dev formunu kaybetmişti kolay değil yazı ile geçmiş neredeyse bir asır , binlerce levha yazmıştı. Hakikaten onun kadar cok yazı yazan hattatımız nadirdir zannediyorum HAMİD HOCA, DÜNYANIN SAYGI DUYDUĞU BİR SANATKARDI. .. Medine-i Münevvereye okumak için gidince Arap alemi ile direk temas imkanım olmuştu , baktım ki Arap aleminde sanat ile ilgilenen herkes onu tanıyor ve takdir ediyordu.Medinede kendisinden istifade ettiğim değerli hocam Ahmed Ziya Kurucu bey ile saatlerce Hattat Hamid beyden bahsederdik.Ahmed Ziya bey bir Hattat Hamid aşığı idi ..Hamid beyi çok iyi anlayanlardan ve değerlendirenlerden biri idi. Oralarda da Hamid beyden istifade etmiş insanlarla karşılaşıyordum ,arap medyasında hoca hakkında çeşitli yazılar ve makaleler çıkıyordu. Hakikaten 20. asırda hatta bu kadar hizmet eden ve şöhreti ve eserleri ülke sınırlarını aşan ve bu derece tanınan ikinci bir hattatımız yok. Abdullah Zühdi Efendi , Aziz Efendi, Ahmed Kamil Efendi, Bağdat ta Guzel Sanatlar Akademisinde ders veren Hattat Macid Ayral , Mustafa Halim Efendiler İslam dünyasında Hamid Aytaç Hoca derecesinde tanınmıyor.Bu da hocanın harf inkılabından sonra arap alemine yönelik ağırlıklı eserler vermesinden ve çok üretken olmasından ve hemen hemen bütün yazı çeşitlerini aynı güzellikte yazmasından kaynaklanıyor kanaatindeyim.Arap aleminde önemli bir dergi olan .al-Umme dergisinde hakkında yazılan bir makalenin başlığı ‘ Şeyhulhattatin fil- karnil işrin ‘ yani “20. asırdaki hattatların Piri”idi. Hocanın yazdığı tevafuklu kuran-ı kerim o yıllarda arap aleminde çok rağbet görmüştü HAMDOLSUNKİ, ELİME GEÇEN HER YAZI VE KALIBINI MUHAFAZA ETTİM Hocamın bana yazdığı meşkler ve karalamalar ve bazı muhtelif yazılar ve bazı yazı kalıpları arşivimde bulunuyor .Ayrıca o dönemde hocam ile beraber çektirdiğim bazı fotoğrafları en kıymetli hatıralar arasında saklıyorum.Merhum Ziya sayı//2// eylül 86

Aydın’dan emanet alıp özalit fotokopilerini aldığım onlarca metre kuşak v.b.kalıplar ve irili ufaklı yüzlerce fotokopi arşivimde bulunmaktadır. ÇOK DEĞERLİ METRUKATI KAYIP. Gönül isterdi ki dünya çapındaki bu müstesna üstadımıza devlet sahip çıksın,metrukatı,eşyaları,eserleri muhafaza edilsin,adına bir müze kurulsun,hayatında devletten alâka görmeyen tarihte eşi az görülen bu muhteşem sanatkar bari vefatından sonra alâka görsün ama heyhat…Maalesef geçen sene büyük hattat Halim Özyazıcı merhumun metrukatının tarumar olduğu gibi onun da metrukatı tarumar oldu ,dağıldı.Keşke arap aleminin büyük hattatı ve Hamid beyin talebesi olan Iraklı Hattat Haşim Bağdadi’nin evinin müzeye çevrildiği gibi hocanın eserleri de kendi adına kurulan bir müzede toplansaydı ve metrukatı korunsaydı.Kendi önündeki hazineyi görmeyen hatta bilmeyen ve anlamayan bir nesilden ne beklenebilir. Evrensel boyuttaki asarını iftiharla bütün dünyaya takdim edebileceğimiz bu muhteşem sanatkarımızı bu vesile ile rahmet ile anıyor ve rabbimden af ve mağfiret diliyorum.


SOKAKLARIN RUHUNDA;

BEYLERBEYİ ESKİ

ÇINAR SOKAK

Aracınızla, Üsküdar yönünden Beylerbeyi Sarayı durağını geçince sağa saptığınızda iki yol ile karşılaşırsınız. Tam sağa dönmeniz icap edecek zira yüzünüzün doğrusuna gelen yolda girilmez tabelası vardır. Sağdaki yol devam eder Abdullah Ağa camiin önünden dönerek ilerde Beylerbeyi İlkokulunu geçip caddeye ulaşır . Bu Beybostanı sokağıdır. Nurettin DURMAN sküdar yönünden Beylerbeyi Sarayı durağını geçince sağa saptığınızda iki yol ile karşılaşırsınız. Tam sağa dönmeniz icap edecek zira yüzünüzün doğrusuna gelen yolda girilmez tabelası vardır. Sağdaki yol devam eder Abdullah Ağa camiin önünden dönerek ilerde Beylerbeyi İlkokulunu geçip caddeye ulaşır böylece. Bu Beybostanı sokağıdır. Kesiştiği noktadan bir U dönüşü yaptığınıza, yani solunuza döndüğünüzde Eski Çınar sokağına girmiş olursunuz. Yani bu iki sokağın birleşeni bir daire şeklinde değil de uzun bir bostan alanının bileşiminden meydana gelir. Eski Çınar Sokağı 2003 yılı Haziran ayından bu yana tarassudum altındaki bir güzergâh olup burada ikamet eylemekteyim. Daha öncesinden 1968 yılı mayıs ayından itibaren Çamlıca Caddesi tarafını mesken edinmiş idim. Beybostanı tarafı ismi üzerinde bostanlardan oluşmakta idi. Rum Vangel Usta bu bostanlarda çok güzel domatesler, biberler, fasulyeler, patlıcanlar, velhasıl sebze cinsinden ne varsa yetiştirirdi. Daha yukarılarda Karanfil Amca aynı minval üzere sebzeler yetiştirir çarşıya, mahalleliye, piyasaya sunarlardı. Sebzeler lezzetli olur, ahali bostan yoluna akın eder o günün satışa konulmuş veya meraklısı için toplanacak olan sebzeyi gönül rahatlığı içinde alır evine gelirdi. Hormonlu sebzenin, GDO’nun esamesi bilinmez, has, temiz üretilmiş sebzeler sofralarda yerlerini alırdı bu 70’li, 80’li yıllarda. NE VANGEL USTA KALDI NE KARANFİL AMCA Heyhat, bu gün itibariyle ne Vangel Usta kaldı, ne Karanfil Amca ne de bostanlar. Abdullah Ağa Camiin bitişiğindeki bostanlara Villa tipi binalar yapıldı. Federasyonun futbol sahasını ve müştemilatını geçince bir oto parkın, metal yığınlarının park etmiş olduklarını görürsünüz oradaki bostanın içinde.

İçinizden, vay canına bu günleri de mi görecektik diye söylenir, yürümeye başlarsınız ama soldaki bostan okul olmuş, sağdaki bostan ise halı saha olarak arzı endam buyurmuş. Halı saha olan mevkii daha önce bize sebze ikram ederken şimdi halı sahada topun peşinde koşturanlar oluyor. Neyse ki hatır gönül bilir dostlar bu mekânı işletiyorlar. Burayı işletenlerin dost ve ahbap oluşlarından dolayı zaman zaman ben de çay içmek ve gelen dostları orada ağırlamak gibi bir hale düşmüş oluyorum. Hemen bitişiğinde gene geniş bir bostanın galeride pazarlamak için istiflediği satılık arabalarla dolu olduğunu görmüş olursunuz. Beybostanı sokağı tek yönlü olduğu için Abdullah Ağa Caddesi’ni takip ederek, karayollarının fidanlığını, yeni açılmış bir çiçek satış yerini, boşa çıkarılmış ne olacağını bekleyen büyükçe bostanı ve soldaki Karanfil Amca’nın eskiden bostan olan şimdi ise birkaç halı saha ile donatılmış mekânı geçip ya Burhaniye’ye doğru düz gider veya sağdaki, olmazsa soldaki sokaklara sapıp gideceğiniz yere varmaya bakarsınız. TRAFİK CANAVARI AFFETMEZ! Caddeden çarşıya doğru, Beylerbeyinin merkezine doğru yürüdüğünüzde ise gene tek istikametli olan Eski Çınar Sokağına girersiniz. Taşındığım ilk yıllar adeta bir sükûnet vadisine girmiş gibi olurdunuz burada yürürken. Çok az aracın, arabanın geçtiği sakin, Boğaziçi köprüsüne nazır bir seyir hali içinde evinizde dinlenmiş, akabinde kendinizi rüyalar içinde bulmuş, gürültüsüz bir sabaha uyanırdınız. Şimdi geçmiş sessiz, sakin yılların Eski Çınar Sokağını ancak eski fotoğraflarda görebiliriz. Sokağın Beylerbeyine bir huruç hareketi halinde, göçe zorlanmış gibi, birilerinden kaçar gibi, acelesi varmış gibi, çoğunluğu tek kişinin kullandığı arabalarında, özellikle de sabah ve akşama doğru saatlerinde adeta yoğunlaştırılmış, baskın bir trafik canavarının sultası altında metal yığınlarının akıp gittiğini görürsünüz pencerenizden. CADDENİN TRAFİK HALİ Bu caddeler nasıl böyle yol buluyor yürümeye Sabah akşam tuhaf tuhaf stresle bakıyor önüne. Trafik eziyeti derken yolun yorgun yoldaşları Sinir sistemleri uçmuş sanki pişman geldiğine. Minibüsler tıka basa Metrobüsler tıkış tıkış Egzoz kokusu her yerde hep doluyor içerime. Şikâyet etmeye gitsem çözüm olur mu gülmeye Biraz nefes almak bile zor geliyor ciğerime. 87


Ş ehir

“ÜÇ ŞEHRİM OLDU,

BİR DE İSTANBUL…”

SADIK YALSIZUÇANLAR İLE SÖYLEŞİ

“Edebiyat, şehirde kültür havzaları oluşturuyor. Bizde dolaylı ya da doğrudan şehir kültürüyle ilgili kitapların azlığı çok üzücüdür. Şehir kitaplığı deyince bizde üç bilemediniz beş kitap sayabiliyoruz. Şehrin mimarisini, mutfağını, insanlarını, tarihini, sokaklarını, taşlarını, ağaçlarını, günlerini, gecelerini anlatan kitapları kastediyorum. Ama edebiyatın dolaylı biçimde şehrin kültürünü derinden etkileyen bir boyutu var. Bu da çok önemlidir.” Söyleşi: Mehtap ALTAN

sayı//2// eylül 88

debî topraklarda duygu işçisi olan her insanın kendine sakladığı, kendini anlatan birkaç cümlesi vardır. Bize, bizim de bilmediğimiz sizi özetleyen birkaç cümle kurar mısınız? Sevdiğim bir âriften ödünç alayım : “Ayrılığa ulaşabilseydik, ona kendi acısını tattırırdık.” İnsanın üzerine, yaşadığı kentlerin kokusu siner ve mutlaka o kentin dağının, taşının, kavgasının ve teslimiyetinin taşı girer ayakkabısının delik yerlerinden! Bilirsiniz, yazarların manevi anlamda giydiği ayakkabılar vardır; öykülerinin kuyusuna inebilsin diye düşünceleri. Bize biraz şehirlerinizden ve size kattığı ve sizden aldıklarından bahsedebilir misiniz? Üç şehrim oldu. Malatya, Hatay (Dörtyol) ve Ankara… İstanbul da eklendi onlara. Ama kendimi hâlâ bu üç şehirde buluyorum. Tuhaftır, Ankara pek sevilmez. Soğuk, asık yüzlü bilinir. Bana öyle değil. Hacı Bayram gibi bir güzelin şehridir öncelikle. Ankara’yı sevmek için bu neden tek başına yeterlidir. Ankara’da öğrencilik yapanlar Ankara’yı çok severler. İstisnaları dışında Ankara’da yaşamayı yeğlerler. Ben öyleyim. Arada İstanbul, Sivas ve İzmir kaçamakları olmasına rağmen dönüp dolaşıp Ankara’ya geldim. Ama sanırım benim yaşamımda hep belirleyici olan Malatya’dır. Çocukluğumdan heybemde biriktirdiğim ne varsa bu şehirden. Çok samimi, çok sıcak, çok güzel, çok saf ne varsa. Sadece bunlar değil tabi. Çok acılar da birikmiş. Acılardan bir yaz kurduk, onarıyoruz, diyor şair. Malatya biraz da öyle bir şeydir bende. Babamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim filmler… Yazlık Melekbaba sinemasında gazoz ve ayçiçeği satışım. Teşrifatçılık yapışım. Evimizin önündeki dut ağacı. B.klu derede boğulan çocukların yüzleri. Yetim kız Bico’nun canımı gittikçe daha çok yakmış olan öyküsü. Komşularımızdan Naylon Emine. O’nun trajik hikâyesi… Suset. Muhlise teyze. Annemin gizli gizli ağlayışı. Yeni Cami’de kıldığımız teravihler. Davulcu Hasan’la babamın belediye çarşısındaki asma altında yaptığı muhabbetler… Gavur Hakkı’nın konağı. Bahçesinden erik aşırmamız. Bekçinin yakalaması. Korkular… Sonra al karısı. Kabuslar… Cinler… O ıssız sokakta, çalılıkların dibindeki karaltılar, hayaletler… Mahallemizdeki ahşap, küçük mescitte kıldığımız namazlar… İlkokul aşkı. Sonra Dedem Sadık Baba… Eski Malatya’daki Ulu Camie bizi götürüşü. Cuma’dan dönerken cebindeki renkli fasulye şekerlerini özenle çıkarıp verişi… Sonra babaannem. Yaşlandıkça beli bükülen, iki büklüm olan… Boncuklu yazmasına cezbelendiğinde kan sıçrayışı… Büyük halamın


ağlayarak söylediği Yunus ilahileri… Sonra evimizin seçim zamanları CHP seçim bürosu haline gelişi… Muazzez Turing’in Karaoğlan şarkısı… Belediye başkanı, babamın yakın dostu Nuri amcanın gerilimi… Sonra dayım Neco. Cinayetleri. Tutukevleri… Anneannemle ziyarete gidişlerimiz… Morgta onu teşhis edişim… Yengemin o hiç aklımdan çıkmayan yüzü… Offf neler neler… Dörtyol ise gençlik çağımın ilk evresini renklendirmişti. Burada edebiyatla temasım başladı belki de. Türkçe öğretmenim Turan Gültekin’e çok şey borçluyum. Gerçek yazarlarla, edebiyatla tanıştırdı bizi. Oradan bir yıl sonra kanlı, kirli bir darbenin kâbusunun çökeceği Ankara günleri başladı. Kocatepe yakınınki öğrenci evi... Huzur apartmanı. Sonra 12 Eylül kâbusu. Sonra ilk öykü, Ana. Sonra Maltepe Barınak otelde resepsiyonistlik. Beytepe kampüsünde divan edebiyatı, halk edebiyatı dersleri… Fuzuli’nin Su kasidesi… Sonra sonra… İlk kitabınız Şehirleri Süsleyen Yolcu’nun ismi dikkatimi çekti. Şehirler, kaldırımların ninnisinde saklar öykülerini ve tarihini. İnsanlar gibi şehirlerinde bir karakteri, bir rengi, bir sesi vardır. “Resmi belge nispeten cansız ve kurudur, yorumladıkça hayat kazanır, ama hatırat ve edebi eserler kendiliğinden bir canlılığa sahiptirler.” Sayın Yalsızuçanlar, edebiyatın ya da edebî eserlerin şehir tarihindeki rolü nedir? Doğrusu ona pek aklım ermiyor. Ama şehrin gönül olduğunu okumuştum. Hz. Mevlana, ‘köyden şehre göç etmek gerek’ diyor. Köy nefis, şehir ise gönül demek ki… Şehirleri Süsleyen Yolcu, benim ilk göz ağrım. Seksen yılının başlarından itibaren yazdığım öykülerin bir kısmı o kitapta bir araya gelmişti. Aslında şehirleri süsleyen değil, şehirleri arındıran, yeniden kuran yolcu demeliymişim. Ama öyle esmişti. Edebiyat, şehirde kültür havzaları oluşturuyor. Bizde dolaylı ya da doğrudan şehir kültürüyle ilgili kitapların azlığı çok üzücüdür. Şehir kitaplığı deyince bizde üç bilemediniz beş kitap sayabiliyoruz. Şehrin mimarisini, mutfağını, insanlarını, tarihini, sokaklarını, taşlarını, ağaçlarını, günlerini, gecelerini anlatan kitapları kastediyorum. Ama edebiyatın dolaylı biçimde şehrin kültürünü derinden etkileyen bir boyutu var. Bu da çok önemlidir. SAYIN YALSIZUÇANLAR, ANASON KOKUSU VE ÇOCUKLUĞUNUZ DESEM? Evet… Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın kokusu… Rakı özellikle… Rakı çok içilirdi. Ondan önce aslında bebekken annem çok ağlayınca anason kaynatıp içirirmiş. Anasonun damağımda izleri çoktur. Susmak bilmezdin, derdi

annem. Rahmetli çok çekmiş benden. Anason içirirdim ama nafile derdi. Sonradan tabi bizim ailemiz çok enteresan bir yapıya sahip. Dedem rahmetli yani babamın babası ve babaannem çok mütedeyyin insanlardı. Dervişlerdi. Dedemin derviş arkadaşları gelirdi eve sık sık. Zikir açarlardı. Babaannem müthiş bir kadındı. Hak aşığı biriydi. Çok dikkatli yaşardı. Saç sobada meşe odunu yakar, közüyle soğanlı bulgur aşı pişirirdi mangalda, mavi çinko çaydanlıkta çay demlerdi. Tandır ekmeğini ıslatırdı. Yer sofrasında tahta kaşıkla bulgur aşı yerdik. Beş-altı yaşlarındaydım. İki odalı bir evdi. Duvarı kerpiç, üstü toprak dam. Yer pardaklanırdı, mis gibi toprak kokardı. Çok mütevazı bir yaşam sürüyorduk. Babam tabi farklı bir dünyada yaşıyordu. CHP’li. Sinema işletiyor. Başka işler yapıyor. Yakışıklı bir adamdı. Annemi çok aldatıyordu. Annem aşktan çok acı çekiyordu. Sonradan sonradan farkına vardım. Bu günlerde genzime sinen koku anason... Garip, Küf ve ardından Huruf başlığı altında öyküleriniz üç cilt halinde toplu olarak yayınlandı. Sessizlik ve yalnızlık öykülerinizin ana temasını oluşturuyor. Rüya ise öykülerinizin soluğunu okuyucuya sağaltan asıl tema. Öykülerinizi bir kurala, teknik bir sınırlamanın akademik çağrısına uymadan yazıyorsunuz. Geleneksel, klasik, modern, postmodern ve menkıbe gibi. Bu anlamdaki özgürlüğü size sağlayan neydi? Bize biraz yazmak eyleminizden bahseder misiniz? Haklısınız, dağınık, geldiğince, öylesine yazıyorum. Yer yer savruklaşıyor kalem. Pek öyle kurallara, tanımlara, sınırlara uymuyorum yazarken. Ara türlere çok inanıyorum. Ne anlatıyorsanız öyle anlatıyorsunuz. Yani dilinizi, kurgunuzu, biçiminizi içeriğiniz belirliyor. Bir de kurarak, planlayarak yazmam. Mimari yoktur yazdıklarımda. Canım çok yanınca kaleme sarılırım. Hoş kalemle hiç yazamam. El yazım berbat. Eskiden daktiloydu şimdi bilgisayar. Bazen parmaklarım tuşlara yetişemiyor. Süratli bir bilinçakışı oluyor, kesintisiz yazıyorum. Öykülerimi genellikle bir çırpıda yazarım. Sonradan daha oylumlu anlatılar yazdım. Onları da kısa sürelerde yazmıştım. Bende geleneksel bir yan daima varlığını sürdürdü ama yeni şeyler denedim sürekli. Çocukken en çok da anne avuçlarına sığardık; şimdi koca kâinata sığamıyoruz!.. Sayın Yalsızuçanlar, bizi uyuşturan ve gerçek hayatı unutturan nefsin sütünü içmeye başladığımızdan itibaren her ortamda bir savaş başladı. Somut, soyut her savaş ya ölümlerle ya da kangren olmuş ruhların yoksulluğu ile sonuçlandı. Biraz edebiyat ortamındaki savaşlardan bahsedebilir miyiz? Bu sadece edebiyat ortamlarına özgü değil. Savaş 89


Ş ehir

katıldığımda tebliğ taklidi şeyler. Kitaplar nasıl çoğaldı, nasıl böyle oldu doğrusu pek anlayamadım. Kimseyi kıramıyorum. Bu kötü huyumdan çok çektim.

içte var aslında, dıştaki bütün savaşlar içtekilerin yansıması. Nefs yani ruh terbiyeden geçmemişse sürekli ikilikte, çatışmada, savaştadır. Nefsle savaşa mücahede der arifler. Dış savaş ise cihat olarak nitelenir. Asıl savaş mücahededir. Bir de savaşların daha derin, metafiziksel yansımaları, nedenleri vardır. Onları ehli bilir. Ben pek anlamam. Şöyle bir algıyı da doğru bulmuyorum: Eskiden herşey çok güzeldi, giderek kötüleşti, şimdi doruk yaptı. Böyle bir şey yok. Eskiden de şimdi de aynı şeyler olup bitiyor. Farklı biçimlerde oluyor hepsi bu. Edebiyat ortamlarındaki sorunlar daha çok okuryazarların ahlakiliğiyle ilgili. Hayatın kanına, boşluğu doğuran sığ çığlıklar girdiğinden beri yaşamın göbeğini tekmeler cehaletin kanatları! Eli kalem tutan insanların üzerine vebaldir aslında sundukları eserlerin insana vereceği her cümle. Siz bu anlamda bize neler söylemek istersiniz? Yazarların böyle bir sorumluluğu olduğunu düşünüyor musunuz? Yazarın sorumluluğu sorunu benim de öteden beri ilgilendiğim, önemsediğim, birazcık olsun düşünüp yazdığım bir konu. Herkes sorumludur ama yazar daha çok sorumludur. Yazdığınızın kime, nasıl ulaştığını, nelere yol açtığını ölçemiyorsunuz. Bu boşluğa sıkılan kurşun gibi. Bu yüzden dramatik iletilerin ancak etik içinde kalınarak açımlanabileceğine inanıyorum. Bu da yazarın sorumluluğunu birkaç kat artırıyor. Hüznün rayihası, yazarın yüreğine değdiği an başlar yazmak serüveni. Siz bu serüvene onlarca kitap sığdırdınız. Derlense toplansa minik bir kütüphane oluşturacak kırkı aşan kitabınız var. Sadık Yalsızuçanlar niçin bu kadar çok kitap çıkardı? Bilmiyorum. Aslında çok kitap yazdığımı da düşünmüyorum. İşte bütün öyküleri üç ciltte topladık. Birkaç roman. Deneme vs. Biraz masal yazmıştım. Biraz da bilimsel toplantılara

sayı//2// eylül 90

Kanatsız uçan her yürek manevi âlemin kokusuna mazhar olur! Bir yazar; terleyerek, bilginin toprağında duygu mayalayarak ve kelimelerin havzasında dua harmanlayarak edebî yanını o kutsi an’a hazırlar. Harflerse, tutunduğumuz hayatın iliklerindeki efsunkâr elçilerdir. Siz, harflerin kutsal ırmağında yüreğinizi demlerken nedir onları cümlelerin düğününe götüren? Ben daha çok iyileşme arzusuyla yazıyorum. Çocukluktan çok acılar birikmiş heybeye. Çok da yaralandım, örselendim. Zaman zaman niçin yazıyorum diye gönlüme geliyor. Aslında yazarların neden yazdıklarına kafa yorduklarını sanmıyorum ama bazen bu soru geliyor insana. Ben sanırım biraz daha huzurlu hissedebilmek için yazdım. Anlatmanın hem acı hem tatlı yanı var. İnsan konuştukça yalnızlaşıyor derler ya, çok doğru. Yazdıkça da ruhunuz yağmalanıyor. İktidarda on iki yıldır Adalet ve Kalkınma Partisi var. Türkiye büyük değişim ve dönüşüm yaşadı ama sağ cenahın iyi edebiyatçı, roman yazarı çıkarmadığı iddia ediliyor. Gerçekten de sağdan iyi yazar çıkmaması gibi bir durum var mı? Varsa neye bağlıyorsunuz? Edebiyatın siyasal olanla ilişkisi çok karmaşıktır. Belirli bir siyasal-toplumsal zemin edebiyatçı yetiştirmez. Edebiyatçılar belirli bir kültürel havza, bir iklim oluşturur. Sağdan iyi yazar çıkmaz diye bir ezber var. Bu, daha çok Kemalist sol geleneğin Türkiye’de uzun yıllar baskın oluşunun getirdiği bir şey. Hem böyle bir algı var hem de sanatın endüstriyel alanda belirleyici aktörleri Kemalist-Sol olmuş. Oysa sanat sınırların anlamsızlaştığı yerdir. Yazmak, bilginin sancağında cehaletin darağacını yok etmektir. Edebiyata gönlünü, emeğini ve ömrünü verenlerden bazıları sonuna kadar, bazıları ise başlamadan bitti felsefesinin gölgesinde yazın sanatını icra ediyorlar. Sayın Yalsızuçanlar, Türkiye'de edebiyatı teşvik etmek, canlandırmak için ne yapmak gerekir? Ödül törenleri işe yarıyor mu yoksa onlar da aşırı ideolojikler mi? Ödüllerin, iltifatın, ilginin sadece edebiyatı, yazarı değil herşeyi etkilediği açık. Ama edebiyatçının çok fazla ödüle ilgiye ihtiyacı olmaz. Okurla kurduğu temas dahi önemli olmakla birlikte belirleyici değildir. Edebiyatın, edebiyatçının etkinliğinin artması, kıymetinin daha çok anlaşılmasına bağlıdır. Şehir ve Kültür Dergisi olarak bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz… Ben teşekkür ederim.


ŞEHR'E DİBACE Şehir şehre dayandı. Şehir şehre dolmadı. Şehir şehirden bîzardı. Şehir, insana dardı. Sonra şehir yıkandı. İnsan, kalbe açılan kapısı olmayan şehrin, şehir olmadığını anladı. Yard.Doç.Dr. Erkan ÇAV* ehir, hikâyesini doğurmuştu.Sancılı, gece, soğuk, ıssız, berrak, yıldızsız, ay yutan deniz sakinliğinde. Şehirde önce, hikâye yoktu. Nasırlı eller, çamurlu ayaklar, kanlı gözler, şekilsiz taşlar, karanlık mağaralar, hayvan postları, uzun günler, yaban hayatlar, huzurlu bedenler, dingin ruhlar vardı. Bir gün, dağların demirden ince zarı açıldı, kerpiçler karıldı, bahçeler ekildi, ağaçlar dikildi, çitler çekildi, damlar saçıldı, yer yarıldı, gök açıldı, taşlar yuvalarından çıktı; “Burası benim” sanıldı. Derken, binalar birbirine düşman çakıldı, sokaklar hayatları ayırdı, duvarlar insanları doğradı, toplum renk renk sayıldı, fabrikalar insan etini bastırdı, koşumlar at eğerlerinden insan ağzına takıldı, bahçeler balkonlara taşındı, pencereler içe açık dışa kapandı, kocaman bir put yapıldı, betonlar, çelikler, siyah camlar, arabalar, dumanlar arasında insan; labirentin ortasında yönsüz bir karaltıydı. Parıltılar vardı. Ansızın göz bebeğine hücum eden, talan eden, zuhur eden, şiirleri evlerin gömütlerine gizleyen, elleri kar tutmuş gibi kesen, köklerini gökyüzünden düşüren, dişlerinden kelimeler yapan, kokusuz parıltılar vardı. Parıltılarda insan yoktu.

süpüren, para konuşan, ah ne çok başıboşluk; gövdeler tokuşturan, uykular eriten, dualar donduran, aşıkları azaltan, çiçeği boğan, ufku yakan, gözü göze duvar yapan, kuşlara yabancı şarkılar şakıtan, ah ne çok boşluk; el yakan, dil kıran, bel tutmayan, gönlü parlatmayan, ayakları sarmayan, ruhu çağırmayan, köksüz evler çıbanı, ah ne çok yokluk, vardı. Şehir şehre dayandı. Şehir şehre dolmadı. Şehir şehirden bizardı. Şehir, insana dardı. Yaşam, deriler arasından bulutlara yağdı. Durmayan, susuz bir gözyaşı yazdı. Gece yazdı, gündüz yazdı. Kelime kelimeden kaçtı. Kalem kaleme battı. Yaprak yaprakta sarardı. Okumak ruha saplandı. Bâtın zahirden ayrıldı. Ne varsa şehirde asılı, insandan iplerle bağlıydı. İnsan, kendi kaderine dolanan bir ağıttı. Şehir canavar, insan avdı. İnsan, kendine tuzaktı. Birden; kilit dönmüş, halka yeniden tamamlanmıştı. Bir ses hepsini kapladı. İnsan, bu sese aşinaydı. İnsan, bu sesle taçlandı. O an, her canlıda kapısı olan, birin içinden çıkan, birle varan, biri dolduran, bire tüm sayıları söyleten, bütünü birde toplayan, birden sonsuza birle kaplayan, eli açan, çiçeği ağlatan, karıncayı doyuran, bulutları barıştıran, ayı konuşturan, çölü kamaştıran, ruha su üfleyen, şükre biat eden, hücreleri titreten, ışıkları döndüren, secdede yıkayan bir haber; kalbe indi. Her kalbe yeninden indi. Her kalbe yeni indi. Her kalp indiği yerdeydi.

Suratlar karışmıştı. Suratlar suratlardan kaçıştaydı. Suratlar suretlerden sıyrılmıştı.

Kalp her seferinde yeniden dirildi. Kalbe zamansız sesi verdi. Kalp suskunluğunu bildi.

Tırnak etini arıyordu. Tırnak topraktan ayrılmıştı. İnsan topraksız kalmıştı.

Kalp, şehrin içinden ayıklandı. Kalp kendini tanıdı. Kalp kalbine bağlandı.

Asfalt saçların hizasında, arabalar kabuslar çarşısında, binalar kara sisler arasında, insan ruh aleminden yoksunluklar tarlasında, kalp çaresizlik aynasında.

Şehir yıkandı. Cüruflar dağıldı. Işıklar yayıldı. İnsan yıkandı. İnsan şaşırdı. İnsan ayıldı.

Sular küsmüştü. Sular ürkmüştü. Sular dürülmüştü. Evler, arabalar, yollar, kaldırımlar, sokaklar, elektrik direkleri, lambalar, büfeler, dükkanlar, ah ne çok yapı; gök bölen, yer yutan, su kirleten, toprak yutan, hayal düşüren, akıl burduran, emek

İnsan, kalbe açılan kapısı olmayan şehrin, şehir olmadığını anladı. Evlerinde, yapılarında, sokaklarında, dolaşabiliyorsa kalpler, şehir insana barınaktı. İnsan, insanı bulmak için şehirden kaçmalıydı. İnsanca bir şehir yapmalıydı. Şehir, insana varmalıydı. *TC Maltepe Üniversitesi 91


Ş ehir

TÜRK MUTFAĞI DENİNCE…

Siyaset tarihimizin muhteşem sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın, sanat tarihimizin büyük mimarı Sinan Ağa’ya yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi’nin bir parçası olan bina, 1550-1552 yılları arasında tamamlanmıştır. İmaret binası olarak açılan yapı, bir müddet sonra imparatorluğun “ziyafet salonu” olarak “Darüzziyafe” adıyla kullanılmıştır. Samet SURURİ

abiilik, damak zevki ve şifa, Türk mutfağının belli başlı özelliklerini teşkil eder. Türkler, uzun asırlar boyunca edindikleri tecrübelerden dolayı, sofralarını donatan yemeklerin; faydalı, lezzetli ve enerji verici özellikler taşımasına dikkat etmişlerdir. Gerçekten de, herhangi bir gıda maddesinin özellikleri bozulmadan nasıl pişirileceği, nasıl daha lezzetli hale getirileceği ve bazı gıdaların nasıl daha uzun ömürlü olabileceği gibi konularda çok büyük maharetler kazanmışlardır. Öyle ki, hangi etten hangi yemeğin yapılacağı, hangi şerbetin hangi yemekle sunulacağına kadar çok ince bir zevkle, yemeği ve sofrayı bir sanat haline getirmişlerdir. İşte Dârüzziyafe, bu zevk ve böylesine zengin bir mirasın varisi olmanın şevkiyle var olmaya devam ediyor. Darüzziyafe, tarihi mutfağımızla, yaşamakta olan Anadolu mutfağını bütünleştirerek, gerek kendi insanımıza gerekse yurdumuza gelen misafirlerimize, zengin Türk sofrasının nadide lezzetlerini muhteşem bir Türk mekânında tattırıyorlar. Atalarımızı dinç, sıhhatli ve pürneşe kılan yemek çeşitlerinden nasipdar etme gayreti içerisinde olan, bu gayret ve çaba ile eşsiz mutfağımızın, sayısı binlerle ifade edilen yemeklerinin en seçkin örneklerini hazırlamakta ve yağ miktarlarından, pişirme usullerine kadar her hususta tarihten gelen geleneklerle aslına uygun olarak servis ediliyor. Tüm tatların sunileştiği günümüzde, sizleri mutfak kültürümüzün tüm inceliklerini yaşamaya ve Dârüzziyafe’nin özüne has yemeklerinin tadına bakmak için, yemeğinizi gönüllere huzur veren Türk musikisi eşliğinde yiyebilir, onlarca çeşitteki geleneksel şerbetlerimizi ve tatlılarımızı deneyebilir, kaybolmaya yüz tutmuş mutfağımızın yaşatıldığı nezih bir ortamda, tarihin içine bir lezzet avcılığı yapabilirsiniz. DARÜZZİYAFE TÜRK MUTFAĞI Siyaset tarihimizin muhteşem sultanı Kanuni Sultan Süleyman Han’ın, sanat tarihimizin büyük mimarı Sinan Ağa’ya yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi’nin bir parçası olan bina, 1550-1552 yılları arasında tamamlanmıştır. İmaret binası olarak açılan yapı, bir müddet sonra imparatorluğun “ziyafet salonu” olarak “Darüzziyafe” adı ile kullanılmıştır. 1913 yılında Türk- İslam Eserleri Müzesi olarak ziyarete açılan binada bir dönem İbnül emin Mahmut Kemal’in de görev yaptığını söyleyebiliriz. Müzenin taşınmasından sonra bir süre boş kalmış ve 1987 yılında Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’na tahsis edilmiştir.

sayı//2// eylül 92


Banisi, mimarisi ve dahil olduğu külliyenin ihtişamı ile uyumlu olan bina için, projelendirmeden başlayarak taş ve mermerlerin kumlama ile temizlenmesi, bahçenin düzenlenmesi; minyatürlerin, vitrayların ve nakışların aslına uygun olarak yapılması; çatıdaki onarımlar, ses ve aydınlatma düzeninin kurulması; mutfağın ve salonun tefrişi gibi restorasyon işleri için 9 aylık bir çalışma dönemi geçirilmiş ve 18 Ocak 1992’de Darüzziyafe Türk Mutfağı olarak hizmete açılmıştır. Darüzziyafe Türk Mutfağı, tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de adeta bir “ziyafet salonu” olarak hizmet vermekte ve damak zevkimizin ve mutfak kültürümüzün tüm inceliklerini yaşatmaktadır. Tarihin her köşesine sindiği, hatta bizzat kendisi tarih olan Darüzziyafe’de, Türk Mutfağı, içindeki tarihi isimlerle anılan salonlarında Kanuni Salonu’nda, Sinan Salonu’nda, Türk Dünyası Salonu’nda, toplam 720 kişiye aynı anda hizmet veriyorlar. Dârüzziyafe’de toplantılar, davetler, Tasavvuf ve Türk Musikisi fasıl heyeti, sema gösterisi ve mehteran konseri eşliğinde gerçekleştiriliyor. SÜLEYMANİYE ÇORBASI Geleneksel Türk mutfağının en önemli özelliklerinden biri sebze ve meyvelerin mevsimine göre kullanılmasıdır. Bu nedenledir ki, mutfak kültürümüzü temsil edebilme gayretinde olan Dârüzziyafe’de, yemek listeleri mevsim şartlarına göre düzenlenmekte; her türlü gıda malzemesi, süresi boyunca kullanılmaktadır. Dârüzziyafe Türk Mutfağı’nda, Osmanlı saray mutfağının geleneksel yemek reçeteleri, özüne sadık kalınarak çağdaş bir anlayışla sunuluyor. Artık birer Dârüzziyafe klasiği olan Süleymaniye Çorbası, Yufkalı Dârüzziyafe Köftesi ve Fukâra Keşkülü yerli ve yabancı tüm misafirlerin vazgeçemediği bu lezzetlerden sadece birkaçı. Ve tabii sofranın vazgeçilmezlerinden içecekler… Dârüzziyafe onlarca çeşit şerbeti mevsim şartlarına göre hazırlamakta ve muhafaza etmekte. Bunlardan kuşburnu, kızılcık ve nar şerbetleri müşterilerce en çok ilgi gören çeşitlerden. Uzun lafın kısası Dârüzziyafe, her gün Türk mutfağının sayısı binlerle ifade edilen leziz yemeklerinden derlediği yemek listesi ve tarihi mekânı ile misafirlerine kapılarını açıyor. Şehirde ve Tarih içinde yemek kültürünü tadarak öğrenmek için Darüzziyafe’de bir öğlen veya akşam yemeği zamanı geçirmek gerekir, afiyet olsun. 93


Ş ehir

EVREN TEMEL

“KENTİN YÜZLERİ” RESİM SERGİSİ “Resimlerimde ilhamı bana kentsel çevrenin dinamikleri veriyor. İçinde, hem de tam da ortasında yaşadığım ya da gidip gördüğüm, sokaklarında kaybolduğum kentlerin beni heyecanlandıran farklı yüzleri serginin ana çerçevesini oluşturuyor. Kentin, sıradan günlük hayatta sürekli karşımıza çıkan ama belki farkına varmadan geçip gittiğimiz imgeleri, yüzleri...

anatçı bir aileden gelen Evren Temel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden mezundur. Birçok kişisel ve karma sergiye katılan ve resim yolculuğunda, babası Özay Gönlüm’ün türkülere, sazına, işine olan sevdası ve bu sevdayı paylaşma azminin ışık tuttuğunu ifade eden sanatçı, çalışmalarına İstanbul’daki atölyesinde devam etmektedir. Galeri Selvin’de sanatseverlerle buluşan “Kentin Yüzleri” isimli resim sergisi hakkında Evren Temel: “Resimlerimde ilhamı bana kentsel çevrenin dinamikleri veriyor. İçinde, hem de tam da ortasında yaşadığım ya da gidip gördüğüm, sokaklarında kaybolduğum kentlerin beni heyecanlandıran farklı yüzleri serginin ana çerçevesini oluşturuyor. Kentin, sıradan günlük hayatta sürekli karşımıza çıkan ama belki farkına varmadan geçip gittiğimiz imgeleri, yüzleri... Serginin bir bölümünde kentin yüzleri tıpkı büyük kentlerdeki kozmopolit yapının doğasında olduğu gibi kalabalık, karmaşık ama bir arada varoluyorlar. Diğer bölümde ise ruh halini yaşadığı çevreden aldığını gözlemlediğim kentli insanların portreleri yer alıyor. Her iki yaklaşımda da mezun olduğum Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden edindiğim birikimlerim ile hep tutkunu olduğum ve asla mezun olmanın mümkün olmadığına inandığım resim serüvenimi bu sergide buluşturmaya çalıştım. Önceki dönem resimlerimde figürlerin parçalandığı ama hiçbir zaman dağılmadığı, belki de yeniden yapılandığı görülebilir. Bu sergide ise parçalamayı tuvalin yüzeyine taşımayı hedefledim ama yine dağılmadan ve bir arada. Çoklu yüzlerde kullandığım bantlar da farklı yüzleri bir arada tutan ironik birer eleman olsun istedim.” Evren Temel’in “Kentin Yüzleri” isimli resim sergisini 25 Eylül - 13 Ekim 2014 tarihleri arasında Galeri Selvin’de görebilirsiniz. Galeri Selvin Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy, Beşiktaş/İstanbul www.galeriselvin.com Sergi Pazar günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır.

sayı//2// eylül 94


Evren Temel Kentin YĂźzleri resim sergisindeki eserlerden.

95


Ş ehir

ŞEHİR NOTLARI Hüseyin EMİROĞLU

SULTANAHMETE YAKIŞMAYAN TABELA Cumhuriyet döneminin en büyük vakıf ihya hareketini izliyoruz. Vakıfların malları vakıflara iade ediliyor. Vakıflara ait varlıklar talandan kurtarılıyor, sahiplerine iade ediliyor. Vakıflara ait binalar restore ediliyor. Bazı restorasyonların binalara zarar verdiği iddia ediliyorsa da genel olarak iyi işlerin yapıldığına şahsen inanıyorum.

FARKEDİYOR MUSUNUZ YELKOVAN KUŞLARINI? “ Gün olur, alır başımı giderim, Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda Şu ada senin, bu ada benim, Yelkovan kuşlarının peşi sıra ” diyor Orhan veli dizelerinde. Siz de fark ediyor musunuz sevgili okurlar? Her boğaz geçişimde onları daha yakından görebilmeyi isterim. Bazen ıslanma pahasına teknenin ucunda onların önümüzden geçişini yakalarım. Bazen de aniden rotayı değiştirip teknenin arkasına yöneldiklerinde hayıflanırım.

Lakin çok lezzetli bir çorbanın içine düşen bir sinek gibi duran şu tabelaya bir bakınız. Sultan Ahmet, İstanbul'u yeniden imar eden değerli ve büyük padişah acaba ne düşünür? Merak ediyorum. Bu tarihi dokuyu bozan tabelanın sahibi vakıf, Sultan Ahmet'in vakfının devamı mıdır? Yoksa onun tarihi mirasını korumak amacı ile kurulduğunu iddia eden yeni bir vakıf mıdır? Yakışıyormu Sultanahmet Camii’ne?.. Her hâlükârda, bu tabela kaldırılmalıdır. Vakfın kapısına tarihi misyonuna uygun, estetik bir tabela ne güzel olur.

Sultanahmet Vakfı

sayı//2// eylül 96

Yelkovan kuşları

BİLMECE Bu çeşme nerededir? Adı nedir? Kim yaptırmıştır. Cevabı hemiroglu@ttmail.com adresime doğru olarak bildiren okurlarımdan biri Şehir ve Kültür dergisine bir yıllık abonelik kazanmış olacak.


Bir Orman1 Korumak Bazen

Ya~am1

Savunmak

Anlam1na Gelebilir ... Kadim bir orman, hayvana ya da insana donu~ebilen cinler, gizemler, buyUlu rastlant1lar, iyi ile kotUnun ya~amm ilk gununden bu yana sava~1 ... Ger~ek olamayacak kadar fantastik, Beh~et Necatigil fantastik olamayacak kadar ger~ek. ~evirisiyle ... . Yelda Gurlek'in italyanca aslindan <;:evirisiyle Ya~li Ormanm Gizemi, okuru i<;:indeki <;:ocukla bar1~t1racak, ya~amin kalbine dokunduracak buyulu bir Dino Buzzati oykusu ...

路路 liiler evinde

an1lar , ,, . '

I

'

'

/

..........

"!:"'

',

.... ;;]

'._....

:'

ostoyevsk路

II l!Jirr .

.

iyi ki kitaplar 路var... v


...r,~

I

'

~~ . CoU~ . Gq,

'

t

ISTAKBU.C BOOKSTORE l~EfftlKOKU· '-....

~-z:- li .u .P-' \'. $E~ iSTANBUL

HAT

LARI

KiTAPc;:ISI

www.istanbulkitapcisi.com Istanbul Bookstore in Eminonu Phone: +90 212 522 47 77 Address: City Line Port of Katip Celebi Sirkeci-

Eminonu-lstanbul

Istanbul Bookstore Head Office Phone: +90 212 558 11 26 Address: Maltepe Borough, Emaniyeci

Mescit Street, No.3 Topkapi - Istanbul

Istanbul Bookstore in Beyoglu Phone: +90 212 292 76 92 - 251 33 28 Address:

lstiklal Avenue, No. 146 Beyoglu - Istanbul

Istanbul Bookstore in Kadikoy Phone: +90 216 336 21 74 Address: Rihtim

Avenue, City line Eminonu - Karakoy Pier, Kadikoy- Istanbul

Istanbul Bookstore at 1453 Panorama Historical Museum

Phone: +90 212 415 1453/ 1457 Address: Panorama 1453 Historical Museum, Topkapi - Istanbul


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.