Biz’den…
Şehirlerimizdeki Kültür’ü Yaşatmak Okuyan Nesillerle Olacaktır. “Allah’ın taksimine razı oldum, Bize ilim, cahillere mal verdi. Mal, Yakın zamanda yok olur. İlim ise devamlıdır, ebedidir.” Hz.Ali Ord.Prof.Dr.Süheyl Ünver hocamız, Hayatında, ‘ruhunun mürebbîsi olarak’ vasıflandırdığı Ressam Ali Rıza Bey Hocası için, “Herkes yaşadığı müddetçe bir şeyler yapar ve sonra ölür. Eğer hayatı başkalarına örnek olabilirse, o , vazifesini tam yapmış demektir. Ve görülecektir ki, ölümünden bir asır sonra bile bir çalışma örneği abidesi olarak kalacaktır” şeklindeki övgüsü sadece Ressam Ali Rıza bey için değil, sözün altında gizli zamir ile kendisine de aittir. ( Kızı Gülbün Mesara Hanımefendi’nin notu ile) Şehirleri kuran medeniyet oluşturan ilim ve sanat erbabı atalarımızın, tarih içindeki süreçte birbiri üzerine eklenen gelişim ve değişim ile olgunlaşan kültürümüzü yaşatmak için, kültürümüzü bize aktaran kültür erbabını her daim anmamız gerekir. Kültürümüzü bize aktaran mimari yapılar, şehirlerle beraber Kitaplar en değerli hazinedir. Ömrünü kitaplara adıyan kitaplarını milletine hediye eden, Diyarbekirli Ali Emiri Efendi bundan yüz yıl önce çok sevdiği Fatihte, tahsis edilen Feyzullah Efendi Darül hadis medresesinde binlerce yazma eser ki aralarında paha biçilmez Divan-ı lügatüt Türk adlı eser de bulunmaktadır. Çocukluğunda babasının kendisine anlattıkları arasında “Bir zamanlar Diyarbekir de bir milyon kırk bin kitabı olan kütüphane vardı, Vandallıkları ile ünlü Moğolların yakması ile bu kütüphane yok edildi” bu sözler Ali Emiri efendinin çocuk yaşta belleğine kazındı, hedef bir milyonu aşan kitaptan oluşan kütüphane oluşturmaktı. Gücü yettiği nispette kitapları toplamaya, parası yetmediğinde istinsah ederek kütüphanesini zenginleştirmeye çalıştı…Ali Emiri Efendi nin kurduğu ve ilk hafızı kütüb ü olduğu Millet Kütüphanesi 17 Nisan 2016 da Yüzüncü yılını idrak ediyor…Kendisini her daim rahmetle ve minnetle anacağız, hayatı boyunca yaptığı çalışmalarla binlerce kitabı bize ulaştırdığı için… Tarih boyunca kitaplar ve kütüphanelerimizin kaderinde yangınlar ,savaşlar ile bugünkü gibi terör olayları acı neticelere sebep olmaktadır. Çok değerli kültür insanımız Mahir İz hoca’nın babası ile ilgili naklettiği yangın hadiseside buna örnek bir acıdır. “Bilhassa yazma kitap
bakımından zengin bir kütüphaneye sahip bulunan ve arzu ettiği eserleri hattat tutup istinsah ettirecek kadar kitap seven babası Abdulhalim Efendi, 1917 deki Fatih yangınıda evi yanarken dışarı çıkmış ve alevlere bakarak:” kitaplarım! Diyebilmiş, o emsalsiz kütüphanesinden geriye bir kül yığını kalmıştı..Hoca bu hadiseyi hatırladıkça, çok sevdiği şair Üsküdarlı Talat beyin eviyle birlikte yanan şiirleri için söylediği; “Evimin yandığına yanmadım amma Tal’at Yandı bin beyt-i metnimin ona hâlâ yanarım” beytini tekrarladı. Ülkemizde kütüphaneler ve kütüphanelerdeki kitap sayısı özlenen ve hedeflenen durumdan çok uzaktır. Dünya üzerinde en çok kitabı barındıran Amerikan Kongre kütüphanesinden, Petersburg daki kütüphaneye ve üniversite kütüphanelerine baktığımızda ülkemizin kitap varlığı çok yetersizdir… Kitap okuma konusundada kişi başına yıllık kitap okuma oranı bir çok devletten çok geridir…Son yıllarda kitap basımında bir artış söz konusu isede çok yetersizdir. Okumayan bir toplumun, Kültürümüzü benimsemesi ve geleceğe taşıması çok zordur. Gençlerimizi okumaya sevkedecek her türlü faaliyeti desteklemek ve özendirmek kültür erbabımızın boynunun borcudur. Şehirlerimizdeki Kültür’ü yaşatmak okuyan nesillerle olacaktır. Şehirlerimizdeki kültür, mirasçısı olduğumuz Osmanlı kültürüdür. Üstad Ekrem Hakkı Ayverdi nin deyişiyle “Osmanlı demek Allah yoluna baş koyan serdengeçti demektir. Devletini kendinden daha mübarek ve mukaddes tutan insanlardan mürekkep cemiyet demektir.” Hedeflediğimiz medeniyet kavramına sahip şehirlerimizi medeniyetine bağlı yaşatmak, kültürümüzü özümsetmek, bu ülkenin evlatları olarak sorumluluğumuzdur. Şehir ve Kültür dergimiz yeni bir sayısı ile, baharda açan çiçekler gibi renkli ve özgün yazılarla kültür dokumuzu sizlere sunmaya devam ediyor. Allah güzeldir, güzeli sever prensibinden hareketle, güzellikleri yaşatıyoruz. Huzurunuza çıkmadan öncelikle aynaya bakıp kendimizi düzeltiyoruz… Hz.Mevlana’nın deyişi ile: “Yürürken başımın yerde olması sizi rahatsız etmesin. Benim tek derdim: yere düşen edebinize takılmamak.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 8
ŞEHiRLERİMİZ, KÖKLERi,
EKONOMiLERi Ersin Nazif GÜRDOĞAN
16
DERSAADETTE MATEMATiKÇiLER, HATTATLAR
Mehmet Kâmil BERSE
BERATSIZ NİŞAN LİYAKATSIZ UNVAN
Prof. Dr. ZEKERiYA KURŞUN
30ŞEYHÜLiSLÂM OSMANLI HALiFELiĞi MERKEZ TEŞKiLATi ŞEYHÜLiSLÂMLIK VE
Prof. Dr. Ali ARSLAN
11
MALATYA; GÜLÜŞÜN OLUŞUN VARIŞIN ADI Fahri TUNA
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu Şehirler Editörü: Dr.Ali Mazak Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe
33
KENYA’DA MANEVi HAVA KENYA LAMU ADASI’NIN KALBi VE RUHU; Salih DOĞAN
Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin
12 DÜNYANIN ÖTE UCUNDAKİ GÜLİSTAN VANCOUVER ŞEHRİ/ Dr.Mimar Kâmil UĞURLU 22 TARİHİ DERİNLİK OLUŞTURMADA “SULTANBEYLİ” ÖRNEĞİ / Mehmet MAZAK
42
26 SAVAŞ VE EDEBİYAT “ZEYTİN DAĞI”NDAN “GÜL YETİŞTİREN ADAM”A / Recep GARİP ANADOLU’NUN iNCiSi:
PAMUKKALE Yrd Doç.Dr.Erkan ÇAV
SÖYL EŞİ
36 MURAT PAŞA CAMİİ / Nermin TAYLAN 38 FURLA (GEZİ NOTLARIM) / Fatih DALGALI 48 KURULUŞUNUN ÜÇÜNCÜ YILINDA DERSAADET TİCARET ODASI / Dr. İsmail DEMİRBAŞ 51 GÖZLER ÜZERINE YANIK TÜRKÜLER (Şiir)/ Kâmil UĞURLU 56 İSTANBUL’UN ÖTEKİ YÜZÜ / Muhsin İlyas SUBAŞI 62 KUŞATILAN ŞEHİR İSTANBUL(TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ON BEŞİNCİ BÖLÜM-) / Ali Arslan CAN 66 BİRGİ’DE TARİHİ GİYİNMEK /Mehtap ALTAN 68 KIRGIZİSTAN VE CENGİZ AYTMATOV / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 72 ENANİYET ZİNCİRİ / Nidayi SEVİM
52
SOMUNCU BABA
AŞKIN SIRRI Sabri GÜLTEKİN
74 LALE MEVSİMİ / Mehmed KADIOĞLU 76 KIRIM’DA TİYATRO SANATI: NAMIK KEMAL- ZAVALLI ÇOCUK / Doç.Dr.Svetlana KERİMOVA 79 TARİHE YÜRÜMEK / Mustafa UÇURUM 80 PROF. DR. CAHİT TANYOL’DAN CUMHURİYET İTİRAFLARI/ Söyleşi: Özge Senâ Bigeç ÇAV 82 GÖKSULTAN ABDULHAMİT HAN (Şehir-Tiyatro) /Yasin Çetin 84 KURULUŞUNUN YÜZÜNCÜ YILINDA MİLLET YAZMA ESER KÜTÜPHANESİ 1916-2016 / Melek GENÇBOYACI
58
AZERBAYCAN iNCiSi
88 FOTOKOPİ ŞEHİRLER / İsmail BİNGÖL
Doç.Dr.Nazım MURADOV
92 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ: AZİZ MAHMUD HÜDAYİ VAKFI / Mehmet Nuri YARDIM
ORDUBAD
Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27
95 ESKİ NİĞDE ANILARI (devam ile) / Mehmet BAŞ e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah. Dr. Ali Demir Cd.51 Sefaköy - K.çekmece / İSTANBUL Tel: 0212 624 21 11 Kapak: Malatya
üketim ve üretimin odak noktasına iyilikleri ve kötülükleriyle insan yerleşir. İyilik peşinde koşanlar ekonomiyi güçlendirirler, kötülük peşinde koşanlar zayıflatırlar. İnsan ekonominin gölgesi değil, ekonomi insanın gölgesidir. Dünyanın yenilenmeyen, sınırlı kaynaklarıyla, insanların sınırsız isteklerinin karşılanması mümkün değildir. Yeryüzünün kaynakları, bütün insanların temel ihtiyaçlarını karşılar. Ancak yalnızca Amerikalıların bile, isteklerini karşılamaya yetmez.
ŞEHİRLERİMİZ, KÖKLERİ,
EKONOMİLERİ Şehirlerin ve kurumların, zaman içinde değişmelerine direnilmez. Çünkü, zamanı gelmiş bir doğum gibi, zamanı gelmiş bir değişimin önünde hiçbir güç duramaz.
Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
Krizlerin kaynağına bakıldığında, sınırlı ihtiyaçlarından önce sınırsız isteklerinin karşılanması için, kan dökmeye hazır, iktidar tutkunu, açgözlü, doyma bilmeyen insanlar görülür. Onlar iktidarlarını korumak için, dünyayı ateşe vermeye hazırdırlar. BÜTÜNCÜ BİR GÖZLE BAKILDIĞINDA , MESNEVİ İLE MUKADDİME ARASINDA EŞSİZ BİR UYUM, EŞSİZ BİR DENGE, EŞSİZ BİR DÜZEN OLDUĞU AÇIKÇA GÖZLENECEKTİR.
Dünyada hiçbir ülkenin ekonomisi, yalnız kendi üreticileri, yalnızca kendi tüketicileriyle ayakta kalamaz. Dünyada ekonomik bağımsızlık önemliydi, kare dünyada ise, ekonomik bağımlılık önemlidir. Bir ülke üretici ve tüketici olarak, dünyada ne kadar çok ülkeyle ürün ve hizmet alışverişi yaparsa, ekonomisini de o kadar büyütür. insanların birbirlerini gördüğü kare dünyada, üretilen ürünlerin sayısı, yıldan yıla katlanarak artıyor. Özellikle giyecek, yiyecek ve içecek alanında ortaya çıkan üretim patlaması, kare dünyayı tek pazara dönüştüren, işletmelerin, açgözlülüğüne yeni boyutlar kazandırıyor. Tüketim ekonomisinin, ana dinamiğini oluşturan gösteriş harcamaları, bütün dünyada moda fırtınaları estiriyor. MODA’NIN TOPLUMA BASKISI
*T.C.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//18// ocak 4
Moda fırtınasının, şiddetini artırarak estirildiği alanların başında hazır giyim sektörü geliyor. Ancak moda yalnızca giyimde değil, her sektörde estirilen en etkili fırtınadır. Çünkü moda, bir ürüne olan talebi artırmanın en kolay yoludur. Bu yüzden, Oscar Wilde, “Moda denilen şey, o kadar çirkindir ki, onu altı ayda bir değiştirirler” demektedir. Moda ne kadar değişirse, talep de o kadar artar. Küresel aşiretlere dönüşen ve birbirleriyle pazar
savaşları yapan, ulussuz şirketler, estirdikleri moda fırtınalarıyla, büyük haksız kazançlar sağlıyorlar.
daha büyük yapılmaz. Yaşanabilir şehirlerde , akıl gözünden önce gönül gözüne önem verilir.
Oysa çok değil, yarım yüzyıl önce, onların ürünlerinin, pekçoğu yoktu. Buna karşılık, günlük hayat böylesine karmaşık değildi. İnsanların hayata yabancılaşmaları, bu kadar ileri boyutlara ulaşmamıştı.
SULTAN’IN MUHTEŞEM RÜYASI
Moda üründen ürüne taşınırken, bilgelik gönülden gönüle taşınır. Bilgelik bir moda işi değil, bir bilgi işidir. “Bilgi güçtür.” DEĞİŞEN VE GELİŞEN ŞEHİRLER
Şehirlerin ve kurumların, zaman içinde değişmelerine direnilmez. Çünkü, zamanı gelmiş bir doğum gibi, zamanı gelmiş bir değişimin önünde hiçbir güç duramaz. Bu yüzden, değişime karşı durulmaz, değişim yönlendirilir. Değişimi yönlendirmede ana ilke: Değişerek gelişmek, gelişerek değişmektir. Dünyada bir kurum, bir kent, ne kadar değişirse, o kadar gelişir. Hergün değişerek, yeniden doğmayan kurumlar ve şehirler, canlılıklarını koruyamazlar. Değişime direnen, değişme özürlü, kurumların ve şehirlerin, uzun ömürlü olmaları mümkün değildir. Değişimin anayasası, arz ve talep yasası, ana yöntemi fayda ve maliyet analizidir. Dünyanın hiçbir ülkesinde, arz ve talep yasası kusursuz işlemediği, fayda ve maliyet analizi eksiksiz yapılmadığı için, kurumlar ve şehirler, çözüm yeri oldukları kadar sorun kaynağı da olurlar. Bunun için, plansız şehirleşme, ilkesiz kurumlaşma, hayatın bütün boyutlarında, büyük sorunlara yol açar. Denetimden çıkan rant kaynağı büyük şehirler , ileri boyutlara ulaşan çevre kirlenmesi ve her alanda etkilerini gösteren kültürel kirlenme, sorunların önde gelenleridir.
T.C.nin mirasçısı olduğu Osmanlı Devleti, Söğüt’te küçük bir Anadolu beyliği olarak kuruldu. Kuruluşunun üzerinden iki yüzyıl geçer geçmez, Akdeniz ile Karadeniz arasında yer alan Doğu Asya ve Doğu Avrupa’da kendisine geniş bir alan açtı.
Dünyada hiçbir ülkenin ekonomisi, yalnız kendi üreticileri, yalnızca kendi tüketicileriyle ayakta kalamaz.
Yüzyıllarca dünyanın en güçlü devleti oldu. Bu konumuyla; Osmanlı Devleti, son Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu milletler birliğidir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin ilham kaynağıdır. Hicaz Demiryolu, dünyanın ekonomik, siyasal ve kültürel politikasında, “Taçlı Diplomat” olarak anılan Abdülhamit’in, son büyük kurumsal girişimcilik örneğidir. Ekonomik boyutlarından daha çok kültürel boyutları vardır. Hicaz Demiryoluyla, İslam coğrafyasının şehirlerini, Mekke saatine ayarlama, her Müslümanın ömründe bir kere gerçekleştirmek zorunda olduğu “Hac Yolculuğu”nu kolaylaştırma, sevdirme ve ticareti özendirme amaçlandı. Abdülhamit, ticaretin olduğu coğrafyada, savaş olmayacağını biliyordu. Almanya Elçisi Marshall Van Bieberstein, “Aklı başında olan hiçbir insan, bu dinsel amaçlı 1200 kilometrelik demiryolunun yapılabileceğine inanmaz” diyordu. Ancak hem ekonomik hem de kültürel boyutları olan, bu büyük ve kutlu rüya, aklı başında olduğu kadar gönlünde de olanların girişimiydi. Bu yüzden, İslam coğrafyasında coşkuyla karşılandı, bütün ülkeler yardım etti. DEMİRYOLU BİR RÜYA İDİ GERÇEK OLDU
Yaşanabilir bir Türkiye için, İstanbul başta olmak üzere, köklü bir değişimle, bütün çarpık ve tehlikeli yapıların yıkılıp, insani boyutlarda yeniden inşa edilmeleri gerekir. Yalnızca Türkiye”nin değil, bütün ülkelerin, ağaçlar arasında binaları olan, yeşil ve kolay yaşanılan, şehirlere ihtiyacı var.
Abdülhamit’in kişisel bağışıyla başlayan Hicaz Demiryolu kuruluşunu, yaptıkları yardımlarla, bütün dünyadaki Müslümanlar destekledi. Kültür, ekonomi ve politikayı altın oranda harmanlayan, Hicaz Demiryolu’nun finansmanında, kendine özgü bir yol ve yöntem izlendi. “Hicaz Demiryolu”, çalışmasında, R. Tourret, çok boyutlu projenin, “Dünyada belki de borçsuz, faiz ödemesi olmayan ve tamamlandığında, kara geçmiş tek demiryolu girişimi” olduğunu önemle vurgular.
Akıllı şehirlerin simgesi, göklere isyan edercesine uzanan çok katlı binalar değil, göklerle uyum ve alışveriş içinde olan ağaçlardır. Yeşil ve akıllı şehirlerin, hiçbir binası ağaçlardan
İki denizin ve iki kıtanın merkezi İstanbul, Hicaz Demiryolu’nun kalbidir. Haydarpaşa tren istasyonu, İstanbul’un Mekke’ye açılan kapısıdır. Anadolu’nun bağrından geçen Hicaz Demiryolu
5
Günümüzün güçlü kurum ve kuruluşları öğrenmesini olduğu kadar öğretmesini de başaranlardır.
Medine’ye ulaştı, Mekke’ye ulaşamadı. İşletmeye 1908 yılında açıldı. İstanbul’u, Şam, Amman, Kudüs, Beyrut ve Medine ile bütünleştirdi. Yapımı sırasında çok sayıda bir örnek yüzlerce istasyon binası, köprü, tünel, çeşme, fabrika, hastane, dökümhane ve okul inşa edildi. Girişim ekonominin de lokomotifi oldu. Yeni yüzyılda, geçen yüzyılın demiryollarının işlevini havayolları, trenlerin işlevini uçaklar ve istasyonların işlevini de havaalanları yüklendi. Demiryolları yakın şehirleri birbiriyle bütünleştirirken, havayolları uzak şehirleri birbirine yakınlaştırıyor. Merkez ve çevre farkının önemini yitirdiği dünyanın çekim merkezleri, devletlerden daha çok şehirlerdir. PERGEL STRATEJİSİ
Üretim güçsüzlüğünü yenmede girişimci insan, bilgi ve sermayeden önce gelir. Çünkü bilgi ve sermaye insanın gölgesi gibi, ne onun dışındadır, ?ne de ondan ayrı düşünülebilir. Mevlana’’nın ünlü pergel benzetmesinde olduğu gibi, Anadolu’’nun öncü şirketleri bir ayaklarıyla sımsıkı İstanbul’’a basarak, diğer ayaklarıyla da beş kıtayı dolaşmalılar. ABB, Sony ve McDonald’’s gibi, dünyanın başarılı şirketleri, pergel stratejisini ustalıkla uygulayanların başında gelirler. Onlar kendi ülkelerinde ayaklarını yere sağlam bastıktan sonra, bütün ülkelerle ya üretici ya da tüketici olarak ciddi bir işbirliğine girişmeye çalışıyorlar. Global şirketler, kararlarını yalnızca milli
sayı//18// ocak 6
parametrelere göre değil, milletlerarası parametrelere dayanarak almak zorundalar. Artık hiç bir işletmenin, kendi ülkesinin sınırları içinde kalarak, bir dünya firması olması mümkün değil. Çünkü hiç bir ülkenin kaynakları işletmelerini dünya pazarlarına taşımaya yetmez. Avrupalılar Amerika’’da, Amerikalılar da Uzak Asya’’da şirketler kuruyor. Şirketlerin kârları da Avrasya’’da yeniden yatırıma dönüşüyor. Eskiden şirketler belirli bir şehirde ya da ülkede faaliyet gösterirlerdi. Şimdi bütün dünya bir şirket için işyeri haline geldi. Üretim, genel bir işletme kuralı olarak, en yüksek fiyat ile en düşük maliyeti veren noktada yapılır. Bir dünya firması olmak için, tasarım ve pazarlama çalışmaları müşterilerin yoğunlaştığı ülkede olmalı. Araştırma ve geliştirme çalışmaları ise, dünyanın önde gelen üniversitelerinin yakınlarında yoğunlaşmalı. Üretim de mutlaka Çin ve Hindistan gibi işgücünün düşük olduğu ülkelere kaydırılmalı. Anadolu’’nun öncü işletmeleri de pergel stratejisi izleyerek, sabit ayaklarını İstanbul’’da tutup, diğer ayaklarıyla da bütün dünyayı dolaşmalılar. BEREKET VE SAĞLIK, YOLCULUKTADIR.
Anadolu’’nun üzerine bir karabulut gibi çöken dayatmacılığın getirdiği karamsarlıktan kurtulmak için sık sık Türkiye dışına çıkmak gerekir.
Osmanlı Devleti, son Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu milletler birliğidir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin ilham kaynağıdır.
Nuri Pakdil, “Aslında, yaşamın da bir yolculuk olduğunu belki, en iyi yolculukta anlıyoruz” derken, yerden göğe haklı. Yolculuk yapmayanlar dünyada bir yolcu olduklarının bilincine varamaz. Biz beğenelim ya da beğenmiyelim, yönetimde, eğitimde, sağlıkta, üretimde ve savunmada dünya standartlarını, dokuz trilyon dolarlık üretimi, beş bin üniversitesi, bütün dünyadan ülkelerine çektikleri akademisyen ve uzmanlarıyla Amerikalılar belirliyor. Düşmanlarını, daha yerinde bir deyişle, rakiplerini çok iyi tanımayan toplumların, onlarla yarışması ve onları aşması mümkün değildir. Bu yüzden bizler, kendi kültürümüzle birlikte, diğer kültürleri de bilmek zorundayız. Sınırların ortadan kalktığı bir dünyada kendi kabuğumuza çekilerek, kültür ve medeniyetimizi, kendi ülkemizde bile kimseye anlatamayız. ÖĞRENME VE EĞİTİM FAALİYETLERİ
Öğrenme ve öğretme faaliyetlerinde bütün dünya yeni bir dönüşümün arifesinde. Son elli yıl içinde ekonomiler, sermayenin etkili olduğu bir dönemden, öğrenme ve öğretmenin etkili olduğu bir döneme giriyor. Günümüzün güçlü kurum ve kuruluşları öğrenmesini olduğu kadar öğretmesini de başaranlardır. Öğrenmenin özü değişmeyen amaçlarla, değişen araçları görebilme yeteneğidir. Araçların hızla değiştiğini görenler, yeri ve zamanı gelince, kurum ve kuruluşlarını değiştirebilirler. Türkiye’’nin pas tutmuş siyasal, ekonomik ve kültürel yapısını değiştirecek olanlar, öğrenirken öğretmesini, öğretirken de öğrenmesini bilenlerdir. Yirmibirinci yüzyılda, ister fiziksel, isterse de zihinsel olsun, üretim gücünün kaynağı öğrenen insan ve öğrenen kurumlar olacak. Bilgi sahibi olmak için sermaye sahibi olmak gerekmez. OSMANLI MİRASI MI? CUMHURİYET BAŞLANGIÇMI?
Tek Parti Yönetimi, reddi miras ederek, kurtuluşu, bütün kurum ve kuruluşlarıyla Batı kültürünü benimsemede buldu. Avrupa ülkelerinin ekonomik üstünlügünün kaynagı, onların üretme biçimlerinde degil de tüketme biçimlerinde arandı. Sözkonusu dönemde, camileri, çarşıları, medreselerı, dergahları, sanatları ve yasama
biçimiyle, yüzyılların birikimi Osmanli kültürü bütünüyle reddedildi. Islam kültüründen iz taşıyan hersey laiklik adı altında ekonomik, sosyal ve kültürel yapıdan bir bir çıkarıldı. Bu baglamda, Isviçre Medeni Kanunu hiç degistirilmeden oldugu gibi benimsendi. Italyan Ceza Hukuku kabul edilerek, Islam Hukuku bütünüyle yürürlükten kaldirildi. Alfabe degisikligine gidilerek, Anadolu insaninin tarihi, kültürü ve sanatıyla olan bagları bütünüyle koparıldı. Yetmişbeş yıl sonra geriye dönüp bakıldıgında, devletin Bati’’nin tüketim kalıplarinı ve yasama biçimini benimsemede büyük bir mesafe aldııi görülür. Ancak ayni devlet Batı devlet kurum ve kuruluşları gibi hizmet üretmede büyük bir başarısızlıga ugramıştır. Bir toplum kendi olmayı bırakıp, başkası olmaya kalkışınca büyük bir başarısızlığa ugruyor. Latin harfleri kullanmak ya da sapka giymekle Almanya ya da Fransa olunmuyor. Türkiye, Avrupalilar’’a biz de sizdeniz diyerek, Avrupalılar’’in dostlugunu kazanamayacagi gibi, onlarin saldırısından da kurtulamaz. Avrupa kültürüyle hesaplasmak için Cumhuriyet kültürü yetmez. Osmanli ile birlikte Selçuklu tarihini de iyi bilmek gerekir. 7
BERATSIZ NİŞAN
LİYAKATSIZ UNVAN
O tarihlerde, hangi derecede olursa olsun bir Osmanlı nişanına sahip olmak pek çok kapıyı açıyordu. Zira bir manada hamil-i nişan saray nezdinde akredite edilmiş oluyordu. Hatta bazen yüksek bir makama gelmekten ise bir nişan elde etmek daha makbul sayılıyordu. Prof. Dr. ZEKERİYA KURŞUN*
Murassa İmtiyaz Nişanı, yaklaşık 1840, altın, gümüş, mine ve elmas
*T.C. Marmara Üniversitesi
sayı//18// ocak 8
esretinden kalmadı rağbet nişan-ı devlete Bî-nişan olmak nişan-i iftiharımdır benim Suphi Paşa
Suphi Paşa’nın (1818-1885) bu mısraları dillendirdiği zamanları biz tahassürle anarız çoğu kere. Oysa o, bu latîf, vecîz ama ağır ifadeleri kullanabiliyordu o devirler için. Ya, Paşa Hz. Nuh Nebi gibi uzun ömürlü olsaydı hiciv edebiyatımıza kim bilir ne güzellikler katardı? Konumuz bu mısraların yazılmasına sebep olan nişan diyeyim ben, siz de unvan anlayın. Devlet-i Aliye-yi Osmaniye güçlü olduğu zamanlar haşmetini “adaleti temin ederek ve işi ehline vererek” gösterirken zaafa dûçar olunca bununla yetinemeyip başka araçlara da baş vurdu. Elbette nişan ya da madalya ile başarılı insanları taltif etmek bir zaaf göstergesi olmayıp, bilakis bir teşvik ve onurlandırma olmakla birlikte; bu gelenek maalesef tarihimizde bir felaket sonrası başlamıştı. İlk Osmanlı nişanı kabul edilen “Hilal Nişanı” III. Selim zamanında ihdas edilmişti. Gerekçesi çok belirgin olmasa da bu nişana ilk nail olanlar da Mısır’ın Fransızlar tarafından işgali akabinde zorunlu olarak ittifak kurulan İngiliz askeri kumandanlarıydı. Bunların en meşhur örneği de İngilizlerin ünlü deniz amirali Nelson idi ve ömrünün sonuna kadar hilal ve yıldızlı nişanı göğsünde taşımıştı. Sultan II. Mahmut ve Sultan Abdülmecid zamanında devam eden bu gelenek, yani nişan ile onurlandırma geleneği, Sultan II. Abdülhamid zamanında zirve yapmıştı. Hikayeden sıkıldınız belki ama lafı beklediğiniz yere getireceğim, durun hele. Sabırlı olun. Hem işin ucunda nişan var, unvan var. O tarihlerde, hangi derecede olursa olsun bir Osmanlı nişanına sahip olmak pek çok kapıyı açıyordu. Zira bir manada hamil-i nişan saray nezdinde akredite edilmiş oluyordu. Hatta bazen yüksek bir makama gelmekten ise bir nişan elde etmek daha makbul sayılıyordu. Bunun için yerli yabancı herkes bir nişan peşine düşmüştü dense azdır. Pek çok devlet görevlerinde bulunmuş, II. Abdülhamid’in Nazırlıklarını deruhte etmiş ve iyi bir koleksiyoncu olması hasebi ile nişan gibi objeleri yakından tanımış olan Suphi Paşa’nın feryadı belki de bundan doğmuştu.
Sonradan gelenler ve günümüzdeki bir takım tarihçiler, II. Abdülhamid’in her konudaki bu “ihsan” politikasını eleştirirler. İlla da çeşitli isimler ile bol nişan dağıtmasını bir türlü hazmedemezler. Bazıları da bunu kaht-i rical devrinde iş gördürmek için önemli bir politika olarak görüp, esasında söylendiği kadar da kötü olmadığı iddiasındadırlar. Aslında hiç kimse bu işte Sultan II. Abdülhamid’in değil, etrafında çöreklenmiş menfaatperest insanların parmağı olduğunu düşünmez bile. Tabii sonuçta “nişan beratları” onun tuğrası ile çıktığına göre sorumluluk ona aittir demek mümkün ise de ehl-i insafın bu meseleye biraz daha basiret ile bakması gerekmez mi? Padişah da olsan iyi niyetin istismar edilemez mi, yanlış bilgi ile yanlışa sürüklenmez mi insan? Neyse konumuz bu kadar acıklı bir psikolojik tahlil değil. Benim buradaki yazı üslubuma da uygun değil zaten. Ama bu meseleyi tavzihe yarayan trajikomik bir dizi olayları hatırlatıp hikayeyi okuyucuma yani sizlere tamamlatacağım. Efendim, mezkûr nişanlar alınır, verilir, kapılara anahtar olur, yurt dışında Osmanlı devletinin işlerini takip etme imtiyazı sağlar, en önemlisi de devletin yüklü alımlarına aracılık etme imkanı sağlayınca rağbet edeni de bol olur. E tabii bunun saraydan yetiştirilmesi mümkün değil; bir sürü prosedürü var. Hem bir de “kuşkucu” olmakla şöhretli padişahın ikna edilmesi lazım. Bunu yapsan saraya yazık, yapmasan kuyrukta bekleyen bir sürü bilmem kime yazık. Tabiat boşluk kaldırmaz kabilinden hemen bu konuyu gündemine alan, belgelere göre “sahtekarlar” ama onlara sorarsanız sarayın işini hafifleten yaverler danışmanlar türer. Ne mi yapıyorlar? Nişan ve beratın a’lâsını dağıtıyorlar. Alan razı veren razı işler yürürken, 1903 yılında Paris’te bir gazetede yayımlanan ilanla hikaye başka bir şekil alır. Ali Nevres isminde biri gazeteye ilan vererek para karşılığında isteyenlere Osmanlı nişanı alabileceğini beyan ederek müşteri arar. İlk anda şaka gibi geliyor ama sıkı durun iş düşündüğünüzden de ciddi. Paris’teki Osmanlı elçisi 22 Haziran 1903 tarihinde durumu İstanbul’a bildirirken girişimlerini de anlatır. Gazete haberinden sonra elçi, Fransa dış işlerine müracaat ederek ilan sahibinin araştırılmasını talep eder. Yapılan tahkikatta o isim sahte çıkar ama işi yapanın Şahlup Aleksandr isimli bir Osmanlı vatandaşı olduğu anlaşılır. Hakkında soruşturmayı
III. Selim
öğrenen bu “girişimci” vatan evladı Paris’ten derhal kaçar ve Kahire’ye gider. Yani Osmanlı baskısından kaçarak İngiliz adaletine sığınır. Anlayacağınız “yapanın yanında kâr kalır” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, HR MTV 686/102). Tabi iş bununla bitmez, ekilen tohumlar yeşermiştir. Bu sefer de İstanbul’da bir nişan dağıtma şebekesi ortaya çıkar. Devletin resmi yazışmalarına göre Ian Bapista isimli birinin Greguar Karakaş isimli başka bir hamiyetperverin (!) teşviki ile Padişah adına nişan dağıttığı ortaya çıkar. Nitekim Stockholm elçiliğinden gelen yazılarda İsveç ve Norveç’te bunların dağıttıkları nişan ve beratların izlerine rastlandığı haberi verilir (HR MTV 686/103). Elçi Bey, bu şekilde nişan almış kişilerin bunları takıp “caka sattıklarını” ve hemen bu işin önlenmesini talep eder. Nitekim iş büyümüş nerede ise diplomatik bir skandala dönüşmüştür. İsveç makamları nişanların usulüne uygun verilmediği iddiasındadır (HR MTV 686/106). Neye yanasın, devletin itibarının bir kaç sahtekar yüzünden iki paralık edildiğine mi, II. Abdülhamid gibi bir sultanın tuğrasının sahtelerinin ortalıkta dolaşmasına mı? İşin daha da vahimi Osmanlı Kopenhag başkonsolosunun gönderdiği bir yazıda ortaya çıkar. 4 Nisan 1904 tarihli yazısında başkonsolos “sahte nişan dağıtımı” meselesinin Avrupa gazetelerinde yer aldığını yazar. Konu muhtemelen bu nişanlardan birini elde eden varyete tiyatrosu koordinatörü Thomas S. Lorchen’in nişanının asıl beratını istemesi ile patlak vermiştir. Ne de olsa basın ile içli-dışlı 9
Ama mesele memleket olunca bu kadar da mülayemet olmaz. Demem o ki; aklımızı başımıza devşirelim. Kolayca dağıtılan sahte nişanlar, unvanlar, hak edilmemiş makamlar ve nihayet yetersiz danışmanlar hepimizin felaketi olur.
Kılıçlı Altın İmtiyaz Madalyası, 1916
Abdülhamid Dönemi Bronz Arma
olan bu “sanatçı”, sahtekarlardan da alsa, hakkı olan (!) nişanı göğsünde taşımak arzu ve iddiasındadır. Basının da hak kaybına uğrayan bu zatı korumaktır görevi elbette. Bu arada bu konudaki hikaye ve araştırmalar büyür, yeni yeni haberler, belki senaryolar da yazılmaya başlanır. İstanbul’da isteyen zengin, tüccar veya subayların kolayca nişan elde edebildikleri basında yazılırken; bu işin arkasında da bir şebekenin var olduğu iddia edilir. İddialara göre bu şebeke, saray ile yakınlık kurmuşServet gazetesinin sahibi (?) Tahir Bey (muhtemelen Malumatçı Tahir); sarayın yaverlerinden Mehmet Bey, Hariciye Nezaretinde iki memur ve Avukat Kristof isimlerinden oluşmaktadır. Hatta dönemin Avrupa basınına göre, bunlar tutuklanmış ve haksız kazanç ile elde ettikleri malları da müsadere edilmiştir.
Avusturya’dan da sahte nişan sahiplerinin haberleri bir bir gelmeye başlayınca Osmanlı Hariciyesi itibarını düzeltme arayışına girmiştir (HR MTV 686/, 106, 108, 109, 114). Bu kadar güçlü ve dirayetli bir sultanın zamanında olur mu bunlar diye sormayın. Maalesef her dönemde bulunur böyleleri. Tarih buna çare bulamamıştır. II. Abdülhamid bile kandırılmıştır.
Bu tutuklama işinin doğruluğunu tetkik edemedim, ama işin vahim ve büyük boyutta olduğu aşikardır (Malumatçı Mehmet Tahirin ise hapis cezası aldığını ve Sinop’a sürüldüğünü biliyoruz ki, belki bu durum ile izah edilebilir). Bu şebekenin Osmanlı devleti içinde ve Avrupa’da nişan-i Âl-i Osmani dağıttıkları devletin yazışmalarından anlaşılmaktadır. Bir de işin bedelinden söz edelim. Bu işe bulaşmış iki Fransız’ın iddiasına göre, nişan bedellerinin de 500 sterlinden başladığı anlaşılmaktadır. Haberlerin çıkması, soruşturmaların yapılması bu işten çıkarı olanları telaşlandırmış ama geri adım attırmamıştı. Saraya yakın bazı zevatları devreye sokarak bu sefer de “belki de mağdur oldukları” gerekçesi ile o yüzsüzler hakiki berat teminine çalışırlar. Ehl-i na-hak, hak sahibi edilince cüretkar olur her zaman. Bunda da böyle oldu zaten. Artık ipin ucu kaçmıştır. sayı//18// ocak 10
Hikayenin devamı nasıl mi biter? Bu sorunun cevabı yeni araştırmalara muhtaç elbette. Ama koca Suphi Paşa daha bu durum ortaya çıkmadan önce dert yandığına göre siz varın sonrasını düşünün. Kaht-i rical devri demişler eskiler. Adam yokluğu ekmek, su yokluğuna benzemez. Olmadı mı olmaz. Felaket getirir. Elde olanı da yok eder maazallah. Şimdi bunca güzellikler varken bu hikayeyi anlatmanın sırası mıydı diye soranlarınız da vardır. Gelecekte sebeb-i tahrir taharrisi ile uğraşacakların da hakkını yemeyelim, yazalım da bilsinler diyeceğim de. Ama ne var ki, kime meram anlatacağım. Hem kalp kırmak da yakışmaz insana. Zaten yok mu herkesin benzeri bir hikayesi. Oradan varsın çıkarsın kendi cevabını. Diğer taraftan ben bir tarihçi değil miyim anlatacağım elbette okuduğum belgeleri. Ama mesele memleket olunca bu kadar da mülayemet olmaz. Demem o ki; aklımızı başımıza devşirelim. Kolayca dağıtılan sahte nişanlar, unvanlar, hak edilmemiş makamlar ve nihayet yetersiz danışmanlar hepimizin felaketi olur. www.zekeriyakursun.com
MALATYA;
GÜLÜŞÜN OLUŞUN VARIŞIN ADI Doğuda bütün yollar, bütün yeller, bütün izler Malatya’ya çıkar. Malatyalının yolu ise Bağdat üzerinden ‘Güzeller Güzeli’nin medfun olduğu Medine’ye. Medeniyet şehri, medeniyetler şehri, medenî şehir olması en çok buna bağlanmalıdır. Fahri TUNA
edeniyet âlemine iki büyük insan armağan etmiş çok az şehir vardır yeryüzünde; hem Niyazi-i Mısrî, hem Seyyid Battal Gazi’yle kalpleri gönülleri beldeleri fethetmiş bir kutlu şehirdir Malatya. Malatya tarihtir ilkin. Tarihîdir, tarihledir, tarihçedir. Malatya dündür; Malatya bugündür; Malatya yarındır. Üç zaman diliminde, aynı zamanın içinde yaşar, yaşanır, yaşatır Malatya. Malatya akıl kadar gönül, Malatya zarf kadar mazruf, Malatya Doğu kadar Batıdır. Ankara’dan Doğubeyazıt’a, Kars’tan Urfa’ya… bütün bir iç, doğu ve güneydoğu coğrafyasında ‘yeşil’ denilince akla ilkin Malatya gelir. Malatya’ya ‘Doğunun Paris’i’ derler, eyvallah, el-hak doğrudur, şahidiz. Berekette, yeşillikte, çalışkanlıkta el-hak öyledir Malatya.
Malatya güzel insanlar diyarıdır; güzel yüzlü, güzel sözlü, güzel yazılı… Malatyalı ‘Güzel’e, güzelliğe, güzelliklere meftundur. Zira Malatyalı ‘Güzeller Güzeli’ne düşkün,, sevdalı, tutkuludur. Ve bilir ki Malatyalı, ‘Güzeller Güzeli’, asıl Güzel’den muştular sunmuştur yeryüzüne. Doğuda bütün yollar, bütün yeller, bütün izler Malatya’ya çıkar. Malatyalının yolu ise Bağdat üzerinden ‘Güzeller Güzeli’nin medfun olduğu Medine’ye. Medeniyet şehri, medeniyetler şehri, medenî şehir olması en çok buna bağlanmalıdır. Malatyalı gâhi bu dünyada yaşar, gâhi öte dünyada. Gâhi sular aşırır Fırat’ın bağrından, gâhi sırlar. Beydağı kadar Arafat’la birlikte çarpar Malatyalının kalbi, Kernek Suyu kadar Amuderya nehriyle. Fırat, Tuna kadar Vardar’la da dosttur, Dicle kadar Nil ile de sırdaş. Tarım kadar ticaret, gayret kadar teslimiyet, girişim kadar sabrın da adıdır Malatya. Malatya şehirden çok ülke, karadan çok nehir, yeşil olduğu kadar mavidir. Mavi; yani umut, yani huzur, yani istikbâl. Son yüz yılda Malatya denilince üç isim geliyor akla; İsmet İnönü, Turgut Özal, kayısı. Üçünün de Malatya’yı mamur hâle getirdiği söyleniyor, el-hak biz söyleyenlerin yalancısıyız… Yine ülkemizin son yarım asrına damga vuran; gönülleri şenlendiren, yüzleri güldüren, hüzünleri gideren iki ismi daha var Malatya’nın: Fethi Gemuhluoğlu ve Kemal Sunal. Bir an düşündüm: Malatya kimlerle kardeş olmalı? İlk aklıma Meriç ile koyun koyuna yaşayan Filibe geldi kuşkusuz. Sonra Vardar’ın karındaşı Üsküp. Sonra her akşam hüzünlü Tuna’dan hicranlı türküler dinleyen Silistre. Biraz da Sakarya ile gönül gönüle yaşayan Adapazarı. Ya sırdaşları? İlk sırayı kuşkusuz Sezayi-i Gülşenî diyarı Edirne almalıdır. Sonra diyar-ı Hacı Bektaş Kırşehir, diyar-ı Hacı Bayram Ankara. Sonra mı? Bize yedi asır öncesinden terütaze selamlar gönderen ‘gelin tanış olalım / işi kolay kılalım / sevelim sevilelim / dünya kimseye kalmaz’ diyen Yunus’un memleketi, diyar-ı tebessüm Nasreddin Hoca memleketi Eskişehir. Kâh Prizrenli Suzi Çelebi, Malatyalı olur Akdere kıyısında şiirler söyler, kâh Köstenceli Sarı Saltuk, Malatya’da sır kuşanır Balkanları fethe çıkar, kâh İbni Arabi Fırat’ta aldığı abdestiyle Şam’da akşamı Bağdat’ta yatsıyı eda eder... Malatya Bir’dir, Bir’ledir, Bir’dendir... Hep de öyle olacaktır. Zira Fethi Gemuhluoğlu, bütün bir Anadolu gençliğini ‘avucunun içinde terbiye’ ederken Fırat kıyısından Battal Gazi ruhu üfürmüştür. Malatya diridir, dirliktir, diriliştir. Malatya hem kemalatın hem kemiyetin hem keyfiyetin adıdır. Malatyalı Fahri, tüm Türklerin, tüm türkülerin dili olmuş da öyle terennüm etmiştir: “Malatya, Malatya, bulunmaz eşin.” Bu naif ve zarif medeniyete gönül veren her hisli yürek Malatyalı Fahri’ye şahitlik edecektir, biliriz. Evet, Malatya ‘eşi benzeri bulunmayan şehrimiz’dir bizim. Malatya gülüştür, oluştur, varıştır zira. 11
anada’nın en batısında, Pasifik Okyanusu kıyısında, Amerika sınırına yakın bir şehir kurmuşlar vaktiyle ve adına “Vancouver” demişler.
DÜNYANIN ÖTE UCUNDAKİ GÜLİSTAN
VANCOUVER ŞEHRİ Bizim, memlekette doğan güneşin bir benzeri burada da doğuyor ve batıyor. Yalnız, buradakinin ışıkları ağaç dalları arasından geçerken bir ses, bir fısıltı çıkarıyor. Bir garip uğultu, bir garip mûsiki. Ve herkes onu dinliyor, sanki dinliyor. Öylesine sessiz ki ortalık, kendi ayak sesiniz yoldaşlık ediyor size. Ve yalnızlık duymuyorsunuz. Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
Vancouver Şehir Fotoğrafları: Kamil Uğurlu
Gerçi batının birçok yerinde de öyledir ama özellikle bizde orman, ağaç, çiçek, su, vb. gibi unsurlar şehircilikte görsel malzeme olarak kabul edilir ve “dokunulmazlar” listesini oluştururlar. Bunların bazen yakınına, bazen uzağına, altyapı servisleri daha ekonomik uygulanabilsin ve çalışsın diye bazen tarım topraklarının tam ortasına şehirler plânlanır. Ve onlar uzaktan bu seyirlik alanları temaşa ederler. Bu, çağın “çağdaş şehircilik anlayışıdır.” Burada öyle yapmamışlar, yâni çağdaş şehircilik anlayışının dışına çıkmışlar. Bu organik unsurları, ormanı, suyu, ağacı, çiçeği, böceği bir araya getirmişler, eskilerin dediği gibi usulü üzre terkib etmişler, cem etmişler, birbirleri içinde eritmişler ve ortaya garip, ama müthiş bir karışım, bir halita çıkarmışlar. Onu boyutlara taşıyıp “şehir” kılmışlar. Adına da Vancouver demişler. Burada gerçekten, ayak basılan veya basılmayan her yer dikkatle plânlanmış ve şehirliye sunulmuş.. Kırmızı yapraklı akçaağacın koltuğuna turuncu, ayağına sarı, tırnağına mor yapraklı ağacı dikmişler. Bahar vaktine sabah derseniz, hepsi yeşil uyanıyorlar sabaha. Kuşluğa doğru bulutlar içinde çeşitleniyorlar. İkindi vakti en güzel çağlarını yaşıyorlar. Yani son baharda, her biri ayrı renge boyadıkları yapraklarını kara yere, ayaklar altına seriyorlar ki anlatılması muhal tablolar teşekkül ediyor siyah asfaltın kara tuvali üzerinde.. Şehri sevmek, şehirli olabilmek, şehri bilmek keşke lâfla olabilseydi. Ah olabilseydi. Biz o zaman “yekpâre bir taşına âcem mülkünün” değişilmediği mekânlar içinde yaşar olurduk bugün, İstanbul’da, Suriçi’nde meselâ... Yollar, sokaklar tebessüm eden, hayırlar dileyip birbirini selâmlayan, kimsenin güneşinin kesilmediği, kapılarda birbirine yol veren, sıra ikram eden insanlarla dalga geçilmeyen, evleri, sokakları insan için inşa edilmiş, “kul hakkı” diye bir kavramın en, ama en önemli bilindiği bir yerde yaşar olurduk. Ama şehir lâfla sevilmiyor ve lâfla şehirli olunmuyor. Bir ikindi üstü, bütün efkârınızı takınıp yürüyüşe çıkıyorsunuz, meselâ orada, Vancouver’de. Görmeyen insanlara göre
sayı//18// ocak 12
tanzim edilmiş bir kaldırımda yürürken, ağaç yapraklarının ve sanki kendi kendine yetişmiş, eskilerin “hüdâ’i nâbit” dedikleri delice otların, çiçeklerin tezyin ettiği levhalara, tablolara imrenerek, irkilerek bakıyor, basıyor ve yürüyorsunuz (onların bilhassa öyle tertip edildiğini bilmeseniz de olur). Bizim, memlekette doğan güneşin bir benzeri burada da doğuyor ve batıyor. Yalnız, buradakinin ışıkları ağaç dalları arasından geçerken bir ses, bir fısıltı çıkarıyor. Bir garip uğultu, bir garip mûsiki. Ve herkes onu dinliyor, sanki dinliyor. Öylesine sessiz ki ortalık, kendi ayak sesiniz yoldaşlık ediyor size. Ve yalnızlık duymuyorsunuz. Birbirini belirli oranlarda kesen, buluşan, toplaşan, sonra dağılan, insan nisbetine ayarlanmış ve yerli-yerine konuşlandırılmış yön levhalarıyla istikâmetinizi belirleyip âsûde yolculuğa devam edebiliyorsunuz. Yol boyu evlerin her biri ayrı fırçaların izleri. Kır evleri değil bu evler. Kır evlerinin kekremsi ve iğreti tadını hissetmiyorsunuz. Ama tabiatın da ortasında olduklarını görebiliyorsunuz. Tabiatın insanla, şehirle, vasıtalarla olan münâsebetleri kurgulanmış, ama dışarıdan bakan göze batan tarafı hiç yok. Gerçekten bu ayarlamalar, uyarlamalar, kurgular bir şehir kültürünü, dürüst bir plânlamayı ve bunların gösteriş için yapılmadığını anlatıyor izleyenlere. Ve yarı hayran, yarı buruk, yarı kızgın ve hüzünlü, misafiri olduğunuz evin sevgili
gelinine, oğlunuzun sevgi dolu evine, hayıflanarak dönüyorsunuz. Veya kendinizi zor atıyorsunuz. Mimarî tasarımların ve teknik çözümlerin, ekonomik ve estetik kaygıyla ele alındığı belli oluyor. Farklı geometriler, farklı konumlar ve farklı ölçülerdeki parsellere uyarlanan yapılar, temel mekân değerlerini kaybetmeksizin yapılmış, bu belli oluyor. Bunu insan görebiliyor.
Şehrin bütün nimetleri, hak edenlere âdilâne sunulmuştur. “Kitâbî Şehir” denilen bu usul, şark kültürü içinde yaşamaya alışmış olanlar için sıkıcıdır.
Bizi bir ormana, daha doğru söylenişiyle bir parka dâvet ettiler. Derin bir vâdinin iki yakasında düzenlenmiş hârika bir park. Yakanın birinden diğerine geçiş, uzunluğu yüz metreden fazla olan ve rüzgârda mendil gibi durmadan sallanan bir asma köprüyle sağlanıyor. Çelik halatla yapılmış, iki kişinin yan yana zor geçebildiği bir köprü. Uzun süren geçiş sonrasında, fırtına yemiş bir gemi yolcusu gibi sarhoş oluyor insan, içi-dışına çıkıyor. Gençler için bu belki heyecan hormonunu (adrenalin) artırıcı bir husus. Ve yerden bazen 30-40 m. yüksekte, ağaçların bir dalından öteki dalına atılan halatlar üzerinde, bu halatlara bağlanmış bir metre eninde ahşap köprü-yol ile bütün ormanı, üç kilometre ve tepeden dolaşıyorsunuz. Görülmüş şey değildir. Bizim rahmetli Evliya Çelebi görseydi burasını, nasıl anlatırdı, bilinmez. Ama anlattıklarına kimseyi inandıramazdı. Anlatılması zor bir alan uygulaması yapılmış. Olacak şey değil. 13
Emperyalist İngilizler kıtaya gelince önce bu sahile indirmişler yüklerini. Bu sebeple, Pasifik okyanusu’nun kıyısındaki bu bölgeye İngiliz Kolombiyası deniliyor.
sayı//18// ocak 14
Vancouver, Kanada’nın en batı ucundaki şehirdir. Barındırdığı halk İstanbul’dakinin üçte-birine denktir. Pasifik Okyanusu’nun kıyısına yerleşmiş, büyük şehir tafrası olmayan, ama Büyükşehir olan bir merkezdir. Şehirciliğin kitabî, yâni teorik (nazarî) bütün projeksiyonlarını sağlayan bir şema üzerine kurulmuştur. Planlama insan merkezli düşünülmüştür. Her ülkede, her memlekette öyle değil midir, diye sual edildikte, hayır, değildir. Öyle söylenir ama öyle değildir. Fakat burada uygulanmıştır. Şehrin bütün nimetleri, hak edenlere âdilâne sunulmuştur. “Kitâbî Şehir” denilen bu usul, şark kültürü içinde yaşamaya alışmış olanlar için sıkıcıdır. Çünki sürprizsizdir. Genellikle zuhurat olmaz, insanları heyecanlandıracak konular azdır. Meselâ seyrek olarak meydana gelen bir trafik kazası, şehrin ana arterlerini kateden cankurtaranların bağrışıyla birden canlanır, heyecan kazanır ve yaralanma ile küçük maddi hasarlarla atlatılan kaza, televizyonda günboyu döne-döne verilir. Bütün bunların yanında, ara-sıra da olsa ilginç durumlar yaşanmıyor değil. Sözünü ettiğimiz doğu-batı kültür farkını yaşayan ve yaşatan kimselere de rastlanılıyor. Yerli şehirliler bundan tedirginlik duyuyorlar. Hongkong’un İngiliz’den ayrılıp Çinli’ye devredilmesi sırasında Çin’e gitmek istemeyen Çinliler, burada ciddi bir nüfus oluşturuyorlar. Neredeyse hepsi zengin olan bu insanlar, bilhassa gençleri, bindikleri pahalı otoların (meselâ Maserati) egzoslarını, aynen bizim
Bağdat Caddesi’ndeki zenginzâdeler, toramanlar gibi düzenlettirip arabaları bağırtıyorlar ve “asfaltı ağlatıyorlar” Vancouver’in yerlileri bundan şikâyetçiler, hem de çok.. Emperyalist İngilizler kıtaya gelince önce bu sahile indirmişler yüklerini. Bu sebeple, Pasifik okyanusu’nun kıyısındaki bu bölgeye İngiliz Kolombiyası deniliyor. Zengin bir yerli kültürünün yaşandığı bölgeyi kısa sürede tamamen zaptetmişler ve İnuit dedikleri yerli halkı kendi topraklarında paryalaştırmışlar. Onların tanrılarını ve totemlerini de hemen bir müzeye kaldırmışlar. Vancouver’in kuzeyinde, Alaska’ya doğru uzanan geniş bir alan var. Yukon denilen bu bölge altın madeni rezvervi olarak dünyanın en zengin bölgesi kabul edilir. Amerikan filmlerinde altın arayıcıların macerası genellikle burada sonlanır. Dehşetli bir coğrafyası vardır. Amerikalı, (Oakland’lı) ünlü yazar Jack London burada altın arayanlardan biri olmuş zamanında. Bölgeyi anlatan hârika hikâyeleri var. Vancouver’da, Amerika’da olduğu gibi güç gösterme adına abartılı yapılanmalar görülmüyor. Planlamalarda çağdaş unsurlar kullanılıyor ama bunlar insan nisbetlerini fazlaca inkâr eden yapılar değil. Batı rüzgârlarının estiği bir kentte olduğunuzu elbette her adımda hissediyorsunuz. Yapılar o kültürün unsurlarını taşıyor ve gereklerini yerine getiriyor. Bâzı
Kanada bayrağında çınar yaprağına benzeyen şekil, çınar değil, bir “akağaç” yaprağıdır. Akağaç Kanada’nın millî ağacı olup çıkmıştır.
durumlarda farklılıklar olmuyor değil şüphesiz. O farklılıklar Vancouer’i diğer şehirlerden ayıran özellikler şeklinde kabul ediliyor. Meselâ Vancouver’liler fazla dindar değiller. Merkezde ve kenar yerleşimlerde kiliseler yok denecek kadar az görülüyor. Çan sesi duyulmuyor. Bu sebeple, mahalleler arasına gizlenmiş, kendini kaybettirmiş bir camiye rastlayınca insan fazla şaşırmıyor. Musevi mâbedi de aynı şeklideymiş, öyle söylendi. İlginçtir, bu şehirde herhangi bir lokantaya herhangi bir saatte gidilemiyor. Hele yer ayırtılmadıysa bu tamamen imkânsızlaşıyor. Bâzı lokantalar, tam saatinde açılıyor ve belli zaman sonunda terk ediliyor. Türk, Moğol, Japon, Fransız, Arap, Kore, Brezilya, Afrika vb. yemeklerinin yapıldığı ve satıldığı yerler bolca var. Fakat sadece bunlar var. Yerli Kanada mutfağı diye bir şey konuşulmuyor. Modern çağın gereği hızlı karın doyurma sistemi bütün ebatlarıyla burada geçerli. Patates ve balık ikilisi her köşebaşını tutmuş durumda. Ve kahve. Bütün kahveciler burada mekân tutmuşlar, dükkan açmışlar. Ve hepsi de daima dolu. Kanada bayrağında çınar yaprağına benzeyen şekil, çınar değil, bir “akağaç” yaprağıdır. Akağaç Kanada’nın millî ağacı olup çıkmıştır. Onlarca cinsi mevcut ve her alanda kendine yer bulmuş bir bitkidir. Meselâ şeker elde etmek için özel olarak yetiştirilen ormanları var. Şeker kamışı tarlaları gibi, şekeri için yetiştirilen ve çeşitlendirilen kültür alanları mevcut. Bâzıları
sâdece görsel amaçlı yetiştiriliyormuş. Çünkü değişik renklerdeki yaprakları her mevsim başka renge bürünüyor. Tevatür güzel.. Değerlendirmeyi hangi eşiklere göre yapıyorlar bilemiyoruz ama, bu değerlendirmeyi yapan örgütler Vancouver’i “Dünyada yaşamayı güzelleştiren, yaşanabilecek en güzel şehirler” sıralamasında beşinci sırada değerlendirmişler. Bizim kanaatimiz de aynı şeklidedir. Hâttâ dördüncü sıraya bile konulabilir. Karaman, Konya, Üsküdar’dan sonra dördüncü sırada Vancouver neden olmasın... 15
evlet-i Âli Osman’ın Payitahtı Dersaadette,Türk- İslam dünyasına altı asra yakın ilim ve irfan alimleri yetiştiren mekân: Fatih-Süleymaniye ulema semtlerinde, her dalda çok değerli âlimler ve sanatkarlar geldi geçti, İz bıraktılar, eserler vücuda getirdiler, talebeler yetiştirdiler, sanatkârları şehirleri kitapları kağıtları ve mekanları estetik ruha kavuşturdular. Ulema semtlerinin yıldızlarından bazılarını kısaca tanımaya devam edelim…
DERSAADETTE MATEMATİKÇİLER, HATTATLAR
“FATİH-SÜLEYMANİYE” ULEMÂ SEMTLERİ
Sultan Fatih Mehmet, Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle, Molla Lütfi’yi, şahsi kütüphanesinin müdürlüğüne getirmiştir, özel kütüphanesinin hafız- kütüb’ü olmuştur. Mehmet Kâmil BERSE
İSTANBUL’UN ÜNLÜ MATEMATİKÇİLERİNDEN, HAFIZ-I KÜTÜB MOLLA LÜTFİ ( -1495)
Fatih Süleymaniye Ulemasından Fatih Sultan Mehmet ve II. Beyazıd dönemlerinde yaşamış çok değerli matematikçilerden olan Molla Lütfi, Sinan Paşa’nın ve Ali Kuşçu’nun talebesi imiş, Hocası Ali Kuşçu’dan öğrendiği matematik bilgilerini Sinan Paşa’ya nakleder. Böylece Sinan Paşa, onun vasıtasıyla matematik ilmine vakıf olmuştur.Doğum tarihini bilemiyoruz. Fatihte, zeyrek civarında oturduğunu biliyoruz. Sultan Fatih Mehmet, Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle, Molla Lütfi’yi, şahsi kütüphanesinin müdürlüğüne getirmiştir, özel kütüphanesinin hafız- kütüb’ü olmuştur. Molla Lütfi, bu sayede pek çok değerli kitaptan değişik bilimleri öğrenme fırsatına sahip olmuştur. Bu sebeple kemdisine ayaklı kütüphane denirmiş. Sinan Paşa, Fatih tarafından Sivrihisar’a sürülünce, Molla Lütfi de hocası ile birlikte gitmiş, Sultan II. Beyazıd’ın tahta çıkmasının ardından hocasıyla birlikte İstanbul’a döner. İlk önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıd Medresesi’nde, sonra Filibe’de ve Edirne’de medrese hocalığı yapar. Molla Lütfi, mesai yaptığı devlet adamlarına ve alimlere şakalar yaparak onları eleştirdiğinden, çoğu kimse tarafından sevilmezdi. Fatih Sultan Mehmet’le bile iki arkadaş gibi şakalaşır, Bu davranışlarını çekemeyen bazı kimselerin, dinsizlik suçlamaları nedeniyle kovuşturuldu ve Sultan Beyazıd döneminde idam edildi. Ölümü üzerine ilim erbabı çok kimse yas tutmuş, tarihler düşmüş ve şehit kabul edilmiş. Molla Lütfi’nin çok kıymetli eserleri var. Çoğu Arapça olan eserleri 17. yüzyıla kadar elden düşmemiştir. Taz’ifü’l-Mezbah (Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde kare ve küp tarifleri, çizgilerin ve yüzeylerin çarpımı
sayı//18// ocak 16
ve iki kat yapılması gibi geometri konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde ise meşhur Delos problemi incelenmiştir. Molla Lütfi’nin, bu problemi, İzmir’li Theon’un eserinden öğrendiği anlaşılmaktadır. İzmir’li Theon, İskenderiye kütüphanesinin müdürü Eratosthenes’e atıfla, Delos adasında büyük bir veba salgını çıkınca, ahalinin, Apollon rahibine müracaat ederek bu salgının geçmesi için ne yapmak gerektiğini sorduklarında, rahibin tapınaktaki sunak taşını iki katına çıkarmalarını tavsiye ettiğini, böylece kolaylıkla çözülemeyecek bir matematik problemi ortaya çıkmış olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramıyınca, Platon’un yardımını isterler. Platon, rahibin sunak taşına ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve küçümsediklerini söyleme maksadında olduğunu bildirdikten sonra, problemlerin orta orantı ile çözüleceğini ifade etmiştir. Molla Lütfi, işte bu hikayeye dayanarak eserini yazmıştır. Kitabında, küp’ün iki kat yapılmasının, yanına başka bir küp ilave etmek demek olmayıp, onu sekiz defa büyütmek demek olduğunu açıklamaktadır. Molla Lütfi , Mevzuatü’l Ulüm (Bilimlerin Konuları) adlı eserinde de yüz kadar bilimi tasnif etmiştir. Molla Lütfi,Bir fitne uğruna hayatını 1495 te kaybeder, Fatih-Süleymaniye Ulemasından bir yıldız daha sonsuzluğa yürümüştür. ABDURRAUF SAMDANÎ HAZRETLERİ
Bu zat, Fatih Sultan Mehmet Hazretleri ile birlikte savaş için İstanbul’a gelmiş, üç bin müridi ile katıldığı bu savaşta yararlıklar göstererek Fatih’in takdirini kazanmıştır. Seyyid Abdürrauf Samdânî (k.s.) Haz¬retleri, Allah Rasulü (s.a.v.)’nün soyundan, Seyyid Baba Cafer Hazretleri’nin evlatlarından bir mânâ sultanıdır. Fetihle şehre giren ilk guruptan olan Samdanî Hazretleri, Bizans zindanında medfun bulunan dedesi Cafer Hazretleri’ni ziyaret için zindan kapısını kırıp içeri girmiş ve ziyaretini gerçekleştirip, dedesi Cafer Hz. nin mübarek başı yerine kendi yeşil sarığını yerleştirmiş. İstanbul’un fethinden sonra yetmiş yıl dede¬sinin türbesinde türbedarlık yapmıştır. İstediklerine ve aşkla talep edenlere ilim ve feyz sunmuştur. Atası Cafer Hz.nin türbe kapısından ayrılmayarak burada dergâhını kurmuş, bundan böylede kendisine ‘’Şeyh Seyyid Zindanı Abdürrauf Samdânî” denilmiştir. Bulunduğu dergaha da “Zindan Kapısı Dergahı” denilir.
Şeyh Seyyid Zindanî Abdürrauf Samdânî (k.s.) Hazretleri vefat ettiğinde, Fatih Sultanı Mehmed Han’dan sonra yerine padişah olan İkinci Bayezid Veli, onun ruhu için bütün zindanda bulu-nanları serbest bırakmıştır. Türbesini de şimdiki Zindan Han’ın karşısında yaptırmış. Hazretin cenazesinde bizzat bulunmuştur. VEFATI İLE BİR YILDIZ DAHA KAYDI: İstanbul’un Ulema semtleri FatihSüleymaniye’den bir yıldız daha sonsuzluğa doğru yola çıkmıştır… Bu kabir halen ziyaret yeridir. Türbenin adresi: Eminönü, Yemiş İskelesi, Zindan Han’ın hemen arka tarafında, Ahiler Camii ile Zindan Hanı arasındadır
Molla Lütfi’nin çok kıymetli eserleri var. Çoğu Arapça olan eserleri 17. yüzyıla kadar elden düşmemiştir. Taz’ifü’lMezbah (Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında) adlı kitabı iki bölümden oluşur
MATEMATİK ALİMİ OLARAK MATRAKÇI NASUH
Aslen Bosnalı olan Fatih –Süleymaniye semtlerinin entelektüel alimi Nasuh Efendi,Sultanın hem musahibi, hem savaş aletleri mucidi, hemde “Matrak” adlı savaş oyununun mucidi. Ayrıca matematik ve tarih konularında kitaplar da yazmış çok yönlü bir bilgindir. Doğum tarihi ve yeri bilinmiyor ancak Bosnalı olduğunu biliyoruz. İstanbulda Süleymaniye semtinde ikamet ederdi. Sultan II.Beyazid döneminin (1481-1512) sonlarına doğru Enderun’da eğitim gördüğü ve sonra matematik eğitimcisi olarak öğrenci yetiştirdiği bilinmektedir. 17
Matraki kafes çarpımı
Matraki’nin üçgen kafes çarpımı
Nasuh, özellikle geometri ve matematik alanlarında önemli bir bilim adamıydı. Uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamış ve bu konuda kendinden sonra gelenlere önderlik etmiştir.
ÖNEMLİ BİR HATTATDI
Devrin ünlü şairi Saî’den dersler almıştır. Ünlü bir hattat olan Nasuh, divânî ve nesih yazı stillerinde değişiklikler yapmıştır. Divânî yazı stilinde, daha kapalı ve daha küçük yazılan harfleri daha büyük ve daha açık kaleme alarak kolayca yazılmasını ve okunmasını sağladı. Nesih yazı stilinde de harfleri daha irileştirdi ve harflerin şekilleri üzerinde değişikliklere gitti. Bu güncellemeler, Acem üslubunu Rumî üsluba dönüştürerek Osmanlı tarzını oluşturmak anlamına geliyordu.Divânî yazı stilinde önde gelen isimlerden birisi olmuştu Kâtip Çelebi ölüm tarihi olarak 1533’ü vermekteyse de, bunun doğru olmadığı bugün kesinleşmiştir. Çeşitli kaynaklarda onun 1547’den, 1551’den, 1553’ten sonra ölmüş olabileceği ileri sürülmektedir. Yaşamı üstüne bilgi de yok denecek kadar azdır. Saraybosna yakınlarında doğduğuna, dedesinin devşirme olduğuna ilişkin kesinleşmemiş ipuçları vardır. Enderun’da okumuştur. Matrakçı ya da Matrakî adıyla anılması, lobotu andıran sopalarla oynandığı ve eskrime benzeyen bir tür savaş oyunu olduğu bilinen “matrak” oyununda çok usta olmasından ve belki de bu oyunun mucidi bulunmasından ileri gelmektedir. SİLAHŞÖRDÜ
Nasuh ayrıca çok usta bir silahşördü. Bu nedenle Silahî adıyla da anılırdı. Türlü silah ve mızrak oyunlarındaki ustalığı nedeniyle
sayı//18// ocak 18
Osmanlı ülkesinde “üstad” ve “reis” olarak tanınması için 1530’da I. Süleyman (Kanuni) tarafından verilmiş bir beratı da vardı. Çeşitli silahların nasıl kullanılacağını ve dövüş yöntemlerini anlatan Tuhfetü’l-Guzât adlı bir kılavuz kitap bile yazmıştı. ÜNLÜ BİR MATEMATİKÇİ İDİ
Nasuh, özellikle geometri ve matematik alanlarında önemli bir bilim adamıydı. Uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamış ve bu konuda kendinden sonra gelenlere önderlik etmiştir. Matematiğe ilişkin iki kitabı Cemâlü’lKüttâb ve Kemalü’l- Hisâb ile Umdetü’l-Hisâb’ı I. Selim (Yavuz) döneminde yazmış ve padişaha adamıştır. Bu yapıtlardan sonuncusu uzun yıllar matematikçilerin elkitabı olarak kullanılmıştır. Matrakçı Nasuh, vefat tarihi konusunda 1547-1551-1553 gibi tarihlerden bahsedilir , tarih ne olursa olsun Fatih-Süleymaniye’nin yıldızlarından biri daha sonsuzluk kervanına katılmıştı.. HAFIZ HATTAT SAİM EFENDİ (1919-2005)
Belli ki bir yıldız kaydı. Belli ki aynı yıldız, başka bir âlemde de doğdu, Allah rahmet eylesin. Nefse kesilen cezanın makbuzunu peşin ödemiş, bu seçkin görevli ve müntesip, hedefine kavuştu. Hafız Hattat Saim Efendi ile ilgili, şahsen bir buluşmam olmadı ancak, böyle bir zat-ı muhteremi tanıma şerefine erişip bugünkü yazımda misafir olan dostlara selam
ve saygılarımı sunuyorum; Fahri Tuna dostum, Mustafa Bektaşoğlu bey’in bir zamanlar Irmak dergisinde paylaştıkları, Hemşehrisi Değerli Mustafa Özbilge’nin Taraklı ajans internet gazetesinde paylaştığı yazılar bu fakiri Saim Efendiyle geç te olsa buluşturdu, Saim Efendi ile ilgili bu başlık altındaki yazılarda kaynak olan dostlarıma teşekkür ediyorum… “..Hafız Hattat Saim Özel; Hem Okudu Hem Yazdı, Gerçek hafız, gerçek sanatçı. Gönlünün güzelliklerini “sesi” ve “eli”yle yansıtan adam. Taraklı, önce Yıldırım Beyazıt’la göç vermiş İstanbul’a, ardından da hafızlarıyla. Bunların da öncüsü ve en ünlüsü elbette ki Hafız Saim’dir. Kuva-yı Milliyeci ve hafız bir babanın tek çocuğu olarak 1919’da doğar. Hafızlığını ikmal ettikten sonra on sekiz yaşındayken bir gün İstanbul’a halasını ziyarete gider ki; gidiş o gidiş: Fatih Horhor Çeşme’de “ham altını” keşfeden Duagûh Müçteba bey, onu alır, o günlerde ülkenin tek resmi hafızlık merkezine, Nuru Osmaniye İmamı Hasan Akkuş’a teslim eder. “Ham hafız” orada yirmi günde “Sübhaneke”yi zor geçer ve kendi tabiriyle “iki senede kulağını ve ağzını” düzeltir. Sonrası kendiliğinden gelir zaten; İstanbul’un ünlü camilerinde kırk üç sene müezzinlik, imamlık, baş imamlık… En son da İstanbul’daki dini mimarinin zirvesi Süleymaniye Camiinde baş imamlıktan emeklilik. 1940’ların Türkiye’sinde hat sanatı “büyük bir kuraklık” yaşamakta, adeta can çekişmekte; hat üstadları bir bir terk-i diyar eylemektedirler. Hat’tın can çekiştiği “zor” bir zamanda yönelir hat’ta genç Hafız Saim. On yıl süreyle “misafir öğrenci” statüsüyle -bugünküMimar Sinan Üniversitesi’ne devam eder. Osmanlı’nın son dönem âlimlerinden “sanat tedris” eder; Kamil Akdik, Nuri Korman vs... XX. Yüzyılın hat sanatındaki iki üstadından biri Hattat Halim Başyazıcı’dan tam da icazet alacakken, hocaefendi elim bir trafik kazasında rahmetli olunca, diğeri Hamit Aytaç’tan almak nasip olur. Yok dönemin varlarındandır Hattat Saim Özel. “Güneşi ceketinin astarında kaybeden” bir kuşağın şanslılarındandır. Saime hanımla evlenir; Allah onlara “çocuk nasip etmez”se de “öz oğlundan yakın” yüzlerce evlat nasip eder. “Bal gibi tatlı sesi”yle, “enfes kıraatı”yla, edebî adabıyla “Eski (eskimeyen) Payitaht İstanbul”unun en aranılan hocaefendilerindendir artık. Bir yandan da “hüsnü hat’ta yol alır” derinden derine... Bir süre sonra alanının ilk kitabı “Hat Örnekleri”ni
yayımlar. Gerçek bir Anadolu hanımefendisi Saime hanımın “Hacıbey”i, milyonlarca Müslüman Türk gibi hacca gider ya, geriye Mekke-i Mükerreme’deki Kral Halid Tüneli’nin hat yazılarını (2,5 metre eninde X 1,5 eninde) “hatıra” bırakır döner.62 yaşındayken Emekli olur ve kışları Aksaray’da yazları Taraklı’da geçirmeyi tercih eder. Onun her gelişi “bayram olur” doğup büyüdüğü ilçede; esnaflar dükkân önünde karşılarlar, çocuklar kuyruğa girer elini öpebilmek için, cemaat Kurşun Camii’ne (2) koşar, o bir aşır okusun da kulaklarının pası silinsin diye. “Evladı gibi yakın” isimlerden Taraklı Belediye Başkanı Tacettin Özkaraman onu “yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü, uzun boyu ve heybetli yürüyüşü ile” hatırlıyor hep. Hemşerisi Prof. Dr. Mehmet Erkal’a göre o “önce hafızdır, kıraat ilimlerinde derin vukufu ve tatbikatı ile meşhurdur. Bunun yanında hattattır.” …” Kendileri ile hemhal olmuş nice yoldaşın testisi kırıldı, sırçası çatladı da, o emanetini ara istasyonlardaki çilingircilere kaptırmadan, rabbine kadar hakkıyla taşıdı. Ezelin mühendisi ona: “Sen de hafız ol, HATTAT ol demiş”. O da olmuş. İmparatorluk estetiği onun harflerinde karakterini yansıtmış. Bunu bihakkın yerine getirmek! İşte onun işi buydu ve bu işin hakkını da verdi. İpeği kaynar suda çözüp, ilâhi metinde dokuyan ve okuyan mutaf. Seyyare sohbetlerinde, sesini haddeden geçiren koca usta. Kendi makamını eritip, ahiret kalıbında donduran dökümcü. Altını borsadan çekip, toprakla barıştıran kuyumcu: “Ben önce hafız, sonra hattatım” derdi. Gene kendi demesi: “Benim parmaklarım görgü ve desturuna direnir, sonra da gayri iradi çizer.” Hafız Saim Efendi metağı gökyüzünün katmanlarında mukayyet ilâhi metni haddeden geçirip de yazdı. İşin bize görünen yanı, onun zihnindeki cennet tasvirlerinin zarfıydı, bohçasıydı. Bazen derdi ki: “Hadi şimdi sen anlat:” “Aman hocam hicap ederim yoksa bana sus mu diyorsunuz?” Bu soruya o da susardı. İşte bu selâtin mabetlerinin bülbülü, susarak hissettiren, yönlendiren bir lehçe kullanırdı. Müntesip olduğunu eş dost bilirdi. İntisap ettiği adresin tarifini ve onun Allah yolundaki mecazını eşten dosttan sakınmazdı. Tasavvufî disiplinini ve bu yoldaki konumunu eş dost fark etmez hissetmezdi. Dolaylı yansımalardan edindiğim intiba beni yanıltmıyorsa, el
19
Hat ne demektir? Hattın aslı noktadır. Onun için hat iki nokta yahut daha ziyadedir. Noktalar birbirine birleştirilirse hat meydana gelir.
aldıkları noktadan mükerrer iltifatlar görürdü. Benim tasavvuf üstüne meraklı sorularımdan kurtulmak için olsa gerek, bir gün dedi ki: “Senin gevelediğin kapının gıcırdaması, aralanması için, sözü uzatma. Bu yolun meraklısı isen: Soru sormayacaksın. Lezzetleri tarif etmeyeceksin. Yükseklikten korkmayacaksın”, diye öğütlerdi. Bir gün dedi ki: “O anlattığın rüyayı yorumlayacak lisan ve şive sende yok.” İşte ben, o imâ edilen lisanın ahrazı kaldım. O da müezzini. Bir günden bir güne: “Ben Süleymaniye’de Nur-i Osmaniye’de imamlık ettim” dediğini duymadım. O, “müezzindim” derken ben: “Hangi katmanda, hangi camide” olduğunu imâ ettiğini bilemez, aklım İstanbul’a takılı kalır, onun ağzından kaçanı yorumlayamazdım. Taraklı Kurşunlu Camii’nde kubbe kuşağına yazdığı Tebâreke Süresi’nin hatları kubbe kuşağının sol yanından çatladı da, o bu emare için dedi ki: “Bu surenin ağırlığına kubbe gene de iyi dayandı.” Ekledi ki: “Düşün düşün ki, hafızın havsalası tüm metni taşıyor. Bizim işimiz sanıldığı kadar kolay değildir.” derdi. Kendilerine mukaddes topraklardaki hizmetlerinden sordum. Dedi ki:”Suudilerin isteği üzerine Mekke’de de elimden geleni yapıp oranın da süslenmesine vesile oldum.” Yani ki Hafız Saim Efendi kıblemizin estetiğinde de iz bıraktı. Yetmedi mi bu dünyanın bitmesi için? Benim “Geç bile kaldı.” diye yakınmam, kendilerine bağlanıp umsurmamdan ileri geliyor. Onun umurunda derleyip tasarruf ettiklerine -gönül bu ya- bağlanıyorum. Kendilerinin biyografisini yazmak gönlümde bir ukde olarak kala geldi. Bu düşüncemi Taraklı parkında kestane gölgesinde kendilerine açtığımda dedi ki: “Aman evladım ne demek, seve seve.” Allah nasip etmedi. Kendi anlatacakları da, benim anlatacaklarım da, işte bu satırlarda erik buruşu gibi porsuyup buruldu. O hep susan ve susmuş biriydi diyemiyorum. Kendilerine, bu suskunluklarının nedenini sormaya yeltendiğim zaman: “Bak çocuk” dedi: “Ben Nur-i Osmaniye Camii’nin ağladığını terlediğini görmüşüm. O gün bu gündür de doyasıya ağlayabilmemişim, ağlamaktan hicap etmişim. Kahkahalarını yumak yumak örekesinde eğirıp buran utanmazlardan yılmışım” derdi.
sayı//18// ocak 20
Susmasını böyle izah eder, konuşunca da böyle konuşurdu. HATTAT SAİM ÖZEL VE HAT ÖRNEKLERİ
Hattat Hafız Saim Özel Hoca (1919-2005), 1969’da (Ahmet Sait Matbaası) İstanbul’da basılmış “Hat Örnekleri” (Numûnet’ül Hutût) isimli kitabını, hocasına ithaf ediyor: “Bu nâçiz eseri, Hocam merhum Hattat Hacı Halim Özyazıcı’nın ruhuna ithaf ediyorum.” İthaf sayfasının hemen arkasında besmele yer alır, Merhum Hattat Hacı Halim Özyazıcı’nın nefis istifli, sülüs bir besmelesi diye de not düşülmüştür. Sonraki iki sayfa ise 07.11.1966 tarihiyle biten, Hattat Saim Özel’in hem kitabını hem de hüsn-ü hat sanatını anlattığı enfes “takdim”i. İşte Hattat Saim Özel’in bu takdimi ile Hocası’nın Hoca’sı, Hattat Hamid Bey’in (Hamid-il Amidî, 20. yüzyılın en değerli hattatlarından, Diyarbakırlı Hamit Aytaç), kitabın arka kapağında basılmış “takriz”ini burada paylaşmamızın faydalı olacağı düşüncesindeyiz. Altmış dört sayfalık bu kitabın yapraklarının her bir yüzünde, hüsn-ü hattın, rûha tesir eden farklı bir veçhesiyle tanışma imkanına sahip olabilirsiniz. Hamid-il Amidî’nin, Abdülkadir Saynaç’ın, Mustafa Halim Özyazıcı gibi icâzet makâmında üç büyük hattatın, takdir ve tahsinlerini ve imzalarını taşıyan Hattat Saim Özel Hoca’nın bu kitabını yeniden bastırmak, geleneğin hakikatli varlığına şahadetnâme niteliğinde bir burhan olacağı kanaatindeyiz. Süleymaniye Camii gibi ihtişamlı bir mîmârinin, mütevazı İmamı Merhum Hattat Hafız Saim Özel’i, Cuma vakti Yunus Paşa Camii’nin müezzin mahfilinde yeniden hatırlarken, taşın ve hattın hendesesini Süleymaniye Camii’nde rûha dönüştürmüş ecdâdın temsili olan bir çelebinin firâkını, kitabındaki işte o yalın takdimini tekrar tekrar okurken derinden yaşıyorum. HATTAT HAFIZ SAİM EFENDİ ‘nin yazdığı muhteşem eserindeki Takdim yazısını buraya almamız gerekir. TAKDİM:
Evvelâ Allahü Tealâ’ya hamd ü senâ eder ve onun resûlü Muhammet Mustafa (s.a) Efendimize ve âline ve ashâbına salât ü selam ederiz. Bu mecmuayı muhterem üstadım merhum Hattat Hacı Halim Özyazıcı’ya ithaf ediyorum. Kendisinden feyiz aldığım merhum
Hacı Halim Bey, asrın en kudretli hattatlarından biri idi. Bu ölmez hat sanatına ettiği hizmetlerin değeri erbabınca teslim edilmiştir. Ona ve Kâmil Akdik, Beşiktaşlı Hacı Nuri Beylere ve bütün hattatlara Allah rahmet eylesin. Bu örnek mecmuayı neşretmeye beni sevk eden yegâne saik, merhum üstadıma bir kadirşinaslıkla ruhunu taziz etmek ve kendisine on beş ilâ yirmi sene gibi uzun yıllar hizmet etmekle iktisap etmiş olduğum çok kıymetli meşklerini ve yazı örneklerini ince sanat numunelerini umumun, ehl-i merakın istifadelerine arz etmek suretiyle naçizane bir hizmette bulunacağıma kani olmamdır. Malumdur ki “hüsn-ü hat” güzel yazı yazma demektir. Bu sanatın geçirmiş olduğu istihaleler kısaca şöyledir: İptida İbn-i Mukle (r.a) hatt-ı kûfîden şimdiki hâline gelmesine ilk adımı atmıştır. Bunu müteakip İbn-i Bevvab ve Yakut-u Musta’samî bu yüksek sanata yeni yeni şahsiyetler kazandırmışlardır. Allah onlara rahmet etsin. Bu zatlar, yazının usul ve kaidelerini de vaz’ edenlerdir. Hatt-ı kûfîyi en güzel yazan Hz. Ali (r.a) Efendimiz: “Hattın kemal bulması üstadın taliminde ve çok yazmakladır ve günahlardan sakınmakla namaza devam etmektir” buyurmuşlardır. Sevgili Peygamberimiz (s.a) de alârivayetin Hz. Ali’ye: “Yâ Ali! Harfleri birbirine yakın yaz ve satırların arasını açık eyle ve kalemin ucunu da uzun eyle” buyurmuştur. Hat ne demektir? Hattın aslı noktadır. Onun için hat iki nokta yahut daha ziyadedir. Noktalar birbirine birleştirilirse hat meydana gelir. Onun için hattın mi’yarı noktadır. Eserde görüleceği gibi ve yeri gelince izah edileceği gibi adeta noktalarla hat taht-ı tasarrufa alınmış ve bu suretle yazı ölçülü bir hâle sokulmuştur. Merhum diğer üstadım Beşiktaşlı Hacı Nuri Bey: “Hüsn-ü hattın nükâtın yazıp çizenler bilir” derdi. Yani “Güzel yazının ince nüktelerini onunla iştigal edenler bilir” demektir. Ayrıca bu sanat ruhani bir hendesedir. İşte bu yüksek Türk sanatının Güzel Sanatlar Akademisinde uzun seneler öğretmenliğini yaptığı Hacı Halim Bey’in bu sanatın inceliklerini, kaidelerini ve hatta ruhunu öğretmek için büyük bir itinayla yazdığı ve naçiz şahsıma meşk olarak verdiği şaheserleri ve bununla beraber elimde bulunan bazı meşahirin yazılarını hususuyla “Merhum Hasan Rıza Efendi’nin karalamalarını” aciz kalemimden becerebildiğim kadar birkaç örnek yazıyı istifadelerinize sunmakla bahtiyarım. Tevfik Allah’tandır. Müslüman din
Hattat Hafız Saim Efendi
kardeşlerimden dua rica ederim. Saim ÖZEL 7.11.1966 Hat Üstadımız, Hattat Hamid Bey’in Eser hakkındaki Takrizi: “Saim Bey tarafından, bir kadirşinas eseri, Hattat Halim’in basılan meşklerini sevinçle gördüm. Benim eserim demektir. Merhuma bezleylediğim emeklerimin mebzûl meyveleri, ne yazık ki ufulünden sonra kıymetli talebesi H. Saim’in eseri himmetiyle meydana geliyor. Kıymetli talebem Halim’e Cenâb-ı Hakk’tan rahmet diler, kardeşim H. Saim’e de bu sahada gösterdiği gayret ve himmetlerini tebrik ve takdis eylerim.”
Altmış dört sayfalık bu kitabın yapraklarının her bir yüzünde, hüsn-ü hattın, rûha tesir eden farklı bir veçhesiyle tanışma imkanına sahip olabilirsiniz.
“..Bir Kadir gecesinde “acı haber” yürekleri dağlar; “Hattat Hafız Saim Özel Hakk’a yürümüş”tür. Tıpkı yaşadığı gibi, protokolsüz, gösterişsiz ama kalabalık bir cemaatle eller üzerine taşınır. Yirmi hafız acı haberi duyar duymaz, Kabe’de ruhuna ithafen yirmi hatm-i şerif hediye ederler. Ünlü bir söz, yine hayat bulmuştur: “Sen Kur’an’ı bırakmazsan, Kur’an da seni bırakmaz!” Bırakmamıştır…” Dersaadette, Ulema semtlerinde ömrünü Kuran ile nurlandıran, hadimi olan Hafız, hattat Saim Özel Beyefendi 2005 yılında Kadir gecesi Yıldız gibi sonsuzluğa uğurlandı memleketi Taraklıdan, eller üzerinde salavatlarla, tekbirlerle… KAYNAKÇA
*TDVİSLAM ANSİKLOPEDİSİ*Fahri Tuna*Fatih Çıtlak *Mustafa Bektaşoğlu *Mustafa Özbilge 21
TARİHİ DERİNLİK OLUŞTURMADA
“SULTANBEYLİ” ÖRNEĞİ
Aydos kalesi ve dolayısı ile Sultanbeyli 1328 yılında Orhan Gazi’nin emriyle, Abdurrahman Gazi komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiştir. Mehmet MAZAK
ürkiye son yıllarda tarihsel derinliğine doğru yol aldıkça, hızla büyüyen ve gelişen yeni şehirlerimizin yüzeyselliği ortaya çıkmaya başlamıştır. Hâlbuki her şehrin bir geçmişi; tarihi hafızası, örf adet ve geleneği, folkloru, mimarisi, meydanı, mabetleri, kültür sanat merkezleri, iyi bir eğitim yuvaları olmalıdır. Bir köyü veya kasabayı medeniyetleştirip şehir yapanlar şehirde ikame edenler ve o yerin yöneticileridir. Günümüzde Türkiye, içinde yer aldığı dünyayı algılamada bir zihniyet devrimi yaşıyor. Bu zihniyet devrimini dış politikadan, iç politikaya, eğitimden kültür sanata, merkezi yönetimden yerel yönetime hayatın her alanında gözlemlemek mümkün. Zihniyet değişiminin en belirgin örneklerini ülkemizde yerel yönetimlerin icraatlarında görebiliriz. Yerel yönetimlerde seçilen başkanlar şehrinin insanlarına tepeden bakan değil hizmetkarı olma anlayışı ile çalışmalıdır. Kendini ve kentini geliştiren yerel yönetici hizmet ettiği toplumun vicdan derinliğinde böyle yol alabilir. Şehrin tarihî derinliğinde yol alabilmek için o toprağın altındaki asırları aşıp gelen tılsımlı sesleri duyabilmelisiniz. Tarihi derinliğimizin seslerini duymak içim Ahmet Davutoğlu Hocanın “Stratejik Derinlik” kitabının arka kapağındaki tanıtım metni önemli ipucunu veriyor bize; “Modernite Avrupa-merkezli bir tarihî sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihî birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye tarihî derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır.” Diyor. Şehrin şekillenmesinde çok etkin bir rola sahip yerel yöneticilerin üzerinde bulunduğu coğrafyanın derinliğine yol alırken yol arkadaşı olarak yanına tarihi derinlik ve stratejik derinliği muhakkak almasını gerektiğini düşünmekteyiz. 2009 yılına kadar resmi kaynaklarda “1945 yılında Bulgaristan’dan gelen göçmenlerin bir kısmının dönemin hükümetince 7.500 dönümlük arazi istimlak edilerek Sultanbeyli’ye yerleştirildiği belirtilmektedir. 1957 yılında ise Sultanbeyli köyünün kurulmasına karar
sayı//18// ocak 22
verildiği belirtilmektedir. TEM Otoyolu’nun Sultanbeyli köyünün içinden geçmesi köyü cazip hale getirmişti. 1985-1987 yılları arasında hızlı yapılaşma etkinliklerinin neticesinde 31 Aralık 1987 tarihinde Sultanbeyli köyünde belediye kurulması kararı alındı. Ancak ilk belediye seçimleri 26 Aralık 1989 yılında yapıldı. 1992 yılında da Sultanbeyli ilçe oldu. Sultanbeyli bugünkü haline ulaşmış oldu” Sultanbeyli hafızası ile ilgili bilgiler aşağı yukarı bunlardan ibaretti. İşte tamda burada 2009 yılında Sultanbeyli belediye seçimlerinde başkan seçilen Hüseyin Keskin, hizmet etmeye başladığı coğrafyanın stratejik konumuna ve tarihi derinliğine nüfuz edebilmek için oluşturduğu ekibiyle farkındalık oluşturan çalışmalara başladı. Sultanbeyli ilçe sınırları içerisinde yer alan Aydos kalesinin önemine binaen orman içindeki kalenin gün yüzüne çıkarılması için kendinden önceki dönemde 2004-2009 yıllarında çalışmalar başlatılmıştı. Tarihte Stratejik olarak çok önemli bir konuma sahip olan Aydos kalesi, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmişti. O zamanki adı “Aetos” (Αετός), Yunancada “kartal” anlamına gelen kale, İstanbul ile Anadolu coğrafyası arasında ana geçiş güzergâhı üzerinde yol güvenliğinin sağlanması için yapılmış coğrafi ve stratejik konumu ile bölgenin en önemli güvenlik noktasıydı. Stratejik konumu nedeniyle, ortaçağda ve sonrasında uzun bir süre bir merkez olma niteliğini korumuştur. Tarihte Asya-Anadolu tarafıyla, İstanbul-Avrupa arasındaki ana
ulaşım yolu bu bölgeden geçtiğinden, bütün askeri ve sivil ulaşım açısından büyük önem taşımaktaydı. Aydos kalesi ve dolayısı ile Sultanbeyli 1328 yılında Orhan Gazi’nin emriyle, Abdurrahman Gazi komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiştir. Kalenin fethinden sonra bir süre Osmanlı askeri üssü olarak kullanılmış olsa da 1453’te İstanbul’un fethinden sonra kale stratejik önemini yitirmiş ve terk edilmiştir. Tarihi derinlik oluşturmada Sultanbeyli örneğini artık anlatmaya başlayabiliriz. 2009 yılına kadar geçmişe dönük hafıza derinliği olmayan Sultanbeyli ilk olarak Aydos Kalesi ile ilgili kurumlar ile koordineli çalışarak kazı ve restorasyon çalışmalarını başlattı ve bugün gelinen noktada kale tamamen ortaya çıkmış bulunmaktadır. Önümüzdeki yıllarda bu çalışmalar devam edecektir.
Halil İnalcık Hocamız kalenin stratejik önemine vurgu yapmak için “İstanbul’un Fethi Aydos Kalesinden başlar” diyerek fethe giden yolun Sultanbeyli’den geçtiğini belirtmiştir.
Aydos Kalesinin ortaya çıkarılması ile birlikte Sultanbeyli’de tarihi hafızada derinlik ve kültür oluşturmak için 2010 yılı mayıs ayında “Aydos Kalesi ve İstanbul’un Fethi Sempozyumu” gerçekleştirilerek coğrafyanın derinliğine yolculuk yapıldı. Ülkemizin en önemli bilim adamları Sultanbeyli ve kale üzerine bildireler sundu ve bu bildiriler yayımlandı. Bu çalışma ile birlikte Sultanbeyli ilçe tarihi 50-60 seneden birden yedi asırlık bir geçmiş ile yüzleşti. Aydos kalesi ve Sultanbeyli tarih, edebiyat ve coğrafi bilim çevrelerinde görünür oldu. Sultanbeyli tarihinde ilk defa İstanbul’un fetih kutlaması mehteran ve ışık gösterileri ile 2010 yılında Aydos kalesinde gece gerçekleştirilerek
23
Sultanbeyli tarihi hafızasını eşeledikçe ilçenin bilinmeyenleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Sultanbeyli isminin kökeni, isim banisi araştırılmış Osmanlı döneminde Sultanbeylik denilen bu toprakların “Sultanın toprağı” ve ya “Sultan toprağı” anlamlarını içerdiği ve araştırdığımızda bu Sultan’ın Padişah Abdülmecid’in kızı, II. Abdülhamid’in kız kardeşi Cemile Sultan’dan geldiğini öğrendik kentte fetih ve tarihi algı ve derinlik oluşturulmaya çalışılmıştır. Sultanbeyli tarihinin derinlerine yolculuk bununla sınırlı kalmadı. Devamında Türk tarihinin duayen ismi Prof. Dr. Halil İnalcık Hocanın danışmanlığında “İstanbul’a Açılan Kapı Aydos Kalesi” belgeseli hazırlanarak şehrin sakinlerine gösterimleri yapıldı ve belgesel cd olarak dağıtıldı. Halil İnalcık Hocamız kalenin stratejik önemine vurgu yapmak için “İstanbul’un Fethi Aydos Kalesinden başlar” diyerek fethe giden yolun Sultanbeyli’den geçtiğini belirtmiştir. Yine devamında Aydos kalesinin fethini anlatan çizgi roman hazırlanıp yayınlanarak ilçedeki ilköğretim çağındaki çocuklarımıza kale üzerinden tarihi hafıza oluşturulmaya çalışılmıştır. Yukarıda belirttiğimiz planlı çalışmalar ile asırlar öncesine yolculuk yapılmış, tarihin derinliklerinden Sultanbeyli’ye köprü kurulmaya çalışılmıştır. sayı//18// ocak 24
Tarihi derinlik oluşturmada Sultanbeyli yerel yönetimi bu çalışmalar ile sınırlı kalmamış, farklı alanlarda derinlik oluşturma çalışmalarını sürdürmüştür. Bu kapsamda ülkemizin önde gelen tarih ve coğrafyacıları ile “Sultanbeyli Tarihi” kitap projesi hazırlamış ve kitabı yayımlamıştır. Sultanbeyli tarihi hafızasını eşeledikçe ilçenin bilinmeyenleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Sultanbeyli isminin kökeni, isim banisi araştırılmış Osmanlı döneminde Sultanbeylik denilen bu toprakların “Sultanın toprağı” ve ya “Sultan toprağı” anlamlarını içerdiği ve araştırdığımızda bu Sultan’ın Padişah Abdülmecid’in kızı, II. Abdülhamid’in kız kardeşi Cemile Sultan’dan geldiğini öğrendik. Şöyleki; buraların maliki tapu sahibi Cemile Sultan’ın eşi Mahmut Celalettin Paşa iken II. Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında Sultan Abdülaaziz’in tahttan indirilmesi olaylarına karışmasından dolayı önce Cemile Sultan’dan ayrılmak zorunda kalıyor daha sonra Taif’e sürgün gönderiliyor ve orada idam edilince Sultanbeyli toprakları Cemile Sultan ve çocuklarına kalıyor. Sultanbeylik Çiftliğinin işletmesini yapan Cemile Sultan maliki olduğu bu toprakları işletiyor, ancak içinde bulunduğu mali durumlardan dolayı buraları 1890-1891 yıllarında satmak zorunda kalıyor. Bu satış Sultan II. Abdülhamid’in isteği ve tavsiyesi neticesinde 1891 yılında dönemin Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’nın Sultanbeyli topraklarını satın alması ile son buluyor. Hasan Hüsnü Paşa 1893 yılında
Sultanbeylik Çiftliğinin işletmesini yapan Cemile Sultan maliki olduğu bu toprakları işletiyor, ancak içinde bulunduğu mali durumlardan dolayı buraları 18901891 yıllarında satmak zorunda kalıyor.
dönemin Şehremaneti’ne bu bölgenin haritasını çıkarttırıyor. Bugün bizler bu harita okuması üzerinden birçok konuya vakıf olabilmekteyiz. Hasan Hüsnü Paşa 1903 yılında vefat edince oğlu Hilmi Bey tarafından malik olduğu bu araziler 10 Haziran 1911 tarihli Bakanlar Kurulunun onayı ile merkezi Paris’te bulunan Yahudi Kolonileştirme Merkezine bağlı Frank Flipson isimli Belçika uyruklu bir Musevi şahsa satılmıştır. 1911 ile 1918 yılları arasında Sultanbeyli’de bir Yahudi yerleşkesi olduğunu görüyoruz. Rusya’nın zulum ve baskılarından kaçan Musevilerin getirilerek bir süre burada ikamet ettirildiği ve daha sonra Amerika’ya gönderildiği kaynaklarda yazsa da, yaptığımız çalışma ve analizleden edindiğimiz sonuç şu ki; burada toparlanarak bir süre eğitilen Museviler Filistin bölgesine yani İsrail’e gönderilmiştir. Sultanbeyli topraklarının Frank Flipson tarafından işletildiği yıllar ile ilgili yüzlerce, binlerce dökümanı bugün İsrail Devlet arşivlerinde bulunmaktadır. Tarihi derinlik ve hafıza oluşturma çalışmalarında sözlü tarih çalışmasına da yer verilmiştir. 1940-1950’lili yıllarda Sultanbeyli’ye gelip yerleşen ve hayatta olan kişiler tespit edilerek bu şahıslar ile röportajlar yapılmış, kayıtlar alınmış ve elde edilen bu veriler ile “Sultanbeyli’nin Yarım Asırlık Çınarları Belgeseli” hazırlanarak yaşayan bu büyüklere yönelik “Yarım Asırlık Çınarlarımıza Saygı” gecesi düzenlenerek hafıza derinliğine yolculuk yapılmıştır. “Tarihin Sesi Mahallelerimiz” projesi hayata geçirilerek ilçedeki on beş mahallenin isim
banilerinin hayat hikâyelerin anlatıldığı bir kitapçık hazırlanarak ilçedeki bütün okullarda mahallenin isim banisi ve Sultanbeyli tarihi hakkında seminerler verilerek tarihsel derinlik ve kimlik oluşturma çalışmaları sürdürülmüştür. Tarihi derinlik oluşturmada Sultanbeyli yerel yönetimi yaptığı bu çalışmaların dışında önümüzdeki zaman diliminde farklı tarihi derinlik oluşturma çalışmalarına devam edecektir. Bu konuda ilk olarak 1955 yılında Kemal Samancıgil’in kaleme aldığı “Kutlu Hatun Aydos Prensi” romanını belediye yayınları arasında yayımlayarak ilçedeki bütün okullara dağıtımı yapılacaktır. Aydos kalesinin fethinin anlatıldığı bu tarihi roman üzerinden asırlar öncesine bir derinlik oluşturulmaya çalışılacaktır. Kaleden çiftliğe, çiftlikten köye, köyden kente, kentten şehre Sultanbeyli’nin hafızasını anlatmaya çalıştığımız bu makale ile bir beldenin tarihi derinlik oluşturma çabasını görmektesiniz. Yerel yönetimler hizmet ettikleri toprakların sesine kulak vermelidir. O sese kulak versin ki; tarihi aşıp gelen folklor, gelenek ve göreneklerimiz dile gelsin. Dile gelsin ki; bizi biz yapan değerlerimizle örtüşmeyen etkinlikler yapılmasın. Kültürümüz kimliğimizdir, kimliğimiz kültürümüzdür düsturu ile tarihi derinliklerimize yolculuk yapmaya her yerel yönetimin başlaması geleceğimizin inşasında önemli mihenk taşları olacaktır. 25
SAVAŞ VE EDEBİYAT “ZEYTİN DAĞI”NDAN
“GÜL YETİŞTİREN ADAM”A Savaş, insanlığın yaşadığı bütün asırlarda şu ya da bu nedenle hep var olmuştur. Her dönemin kendi belge ve bulguları bize gösteriyor ki insanlık geçmişini, köklerini, tarihsel vakıaları da merak etmektedir. Recep GARİP
nsan, üzerinde yaşadığı coğrafyanın ağırlığını, sorumluluğunu, sancısını, sevincini, övüncünü taşıyor. Geçen asrın; yıkımlar, yok oluşlar, değişmeler, değiştirmeler asrı olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Üzerinde yaşanılan toprağın, değerlerin, birikimlerin, tarihi vakıaların toplamı bize tarihi gerçekler olduğunu söylemesi kadar o birikimlerden edebiyat eserleri üretme, onların romanlarını yazma, hikâyeler, filimler, belgeseller elde etme imkânları tanır ki bu birikimlerin bütün ayrıntıları bize kültür olarak yansır. Bizde romanın varlığı kuşku götürse de batı eksenli olduğu ifade edilir. İlk bakışta romanın içeriği, kahramanları ve diğer ayrıntıları semavi anlayışın, algının, öğretinin ötesinde tescillendiği için belirleme doğrudur. Derinlere inildiğinde bir tartışmadır alır başını gider. Oysa en kestirme ifadeyle kuran kıssalarına bakıldığında,Adem ile Havva’nın cennetten sürgün edilişleri, kovuluşları başlı başına insanlığın romanının ne zaman başladığına da işaret eder. İnsanlığın tarihi de bu açıdan bir İslam tarihidir ifadesi hem yerinde bir tespiti hem de olayların arka yüzünü bize gösterir. Savaş, insanlığın yaşadığı bütün asırlarda şu ya da bu nedenle hep var olmuştur. Her dönemin kendi belge ve bulguları bize gösteriyor ki insanlık geçmişini, köklerini, tarihsel vakıaları da merak etmektedir. İlmiyye sınıfıyla üdeba sınıfı bu açıdan birbirini tamamlayıcı sayılır. Edebiyatçıların işi elde var olan insanı değerlerden edebiyat eserleri üretmek, tanık oldukları, olacakları geçmişten bu güne var olan birikimlerden de yola çıkarak roman hikâye, anılar defterini doldurmayı sürdürürler. Romanın varlığında ki en belirleyici unsur yaşanılan cemiyette ki olayların kahramanlar vasıtasıyla ana ve geleceğe aktarılma çabasından başka bir şey de değildir. Bir, bir buçuk asra varan roman kültürümüzde “Savaş ve Edebiyat” ürünleri de elbette kendisini göstermiştir. Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek”, Yakup Kadri’nin “Yaban”, Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”, FalifRıfkı’ının “Zeytin Dağı”, Aka Gündüz’ün “Dikmen Yıldızı”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Sahnenin Dışındakiler”, Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar, Doludizgin”, Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı, Esir Şehrin İnsanları”, Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”, Reşat Enis’in “Despot”, Turgut özakman’ın “Çılgın Türkler”, Hüseyin Karatay’ın “Kıbrıslı”, Yavuz Bahadıroğlu’nun “Sunguroğlu, Kanuni
sayı//18// ocak 26
Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim” gibi eserlerin sayısı ziyadeleştirilebilir elbette. Savaş edebiyatı dünya edebiyatçılarının gündeminden hiçbir zaman düşmemiştir. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı buna en iyi örneklerdendir. Rasim Özdenören Gül yetiştiren Adam’a şöyle başlıyor; ‘’ Şehir yıkıntıları. Ve insan yıkıntıları. Kadavralar. Kadavralarla uğraşarak bir yere gelinir mi? Büyük bir kale muazzam bir toprak yığını şehrin göbeğinde minareler kubbeler dar sokaklar sokaklar topraktan. ‘’ diyerek başlıyor romana. Roman dün ve bu gün çizgisinde, eski ile yeni arasındaki eleştirel yaklaşımlar, kazanıp ve kaybedilmiş değerler üzerine bina edildiğini görüyoruz. Geçmişte bu topraklar uğruna can veren aziz şehitlerin yurdunda yaşayanların bilinç kaybına hayret edercesine bakıyor, hayıflanıyor evinden şehre çıkan adam. Yabancılaşmanın, kendi değerlerine, köklerine bigâne kalmanın acısını yüreğinde hissediyor. Gelişigüzel davranışların, toprağın altında kilerin unutulup gitmelerinin ne büyük kayıp olduğuna işaretler koyuyor. Büyük dev yapıların insanı nasılda ezdiğini buna karşı bir duruş oluşturmak mecburiyetini hissettiriyor olsa da, çevre bilincinde var olan kaybın, vadilerin, tepeciklerin, yeşilliklerin, ağaçların yok edildiğini görünce “ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserin” diyen Fatih Sultan Muhammet Han’ın kemiklerinin sızladığını hissediyor. Elli yıl sonrasında şehre inen, çarşı pazar dolaşan bir adamın öyküsünde herkes eğlenmektedir, yiyip içmektedir. Sanki vur patlasın çal oynasın havasındadır. Oyun kahramanı olan Sitareile eşi Çarli’nin hafızaları batıya açıktır. Yaşadıkları şehri şöyle tanımlar sayfa 28 de; “Kentin özeti: otel ve banka. Adım başı eğlence yerleri. Ünlü şarkıcılar. Yalnız gezginler için gazetelerde ilanlar: “Yalnız kalmayın beni çağırın.”Altında bir telefon numarası. Bir eczaneye giriyorum. Aspirin. Sonra aspirini bedavaya getirebilir miyim düşüncesiyle makineye para atıyorum. Fakat makine o parayı da yutuyor. Çıkıyorum....” (s.28) İnsanlar yaşadıkları yerleri, doğdukları evleri, köyleri terk edip yabancılaşıyorlar hepten. Topraktan kopma sürüyor. Oysa topraktı insana rengini veren.“Her otel ayrı bir kenttir burada.”diye ünlem koyuyor. Sonra ilave ediyor 50. sayfada; “Şehirde değişen binalar, tiyatro, sinema, otomobil, aile çay bahçesi,
tekel bayi ve sarhoş naraları şehrin tabiatına müdahale edemedi. Poyraza mesela. Yazın bağlara çıkıp kışlık şıraların yapılmasına, Fırınlara rağmen yufka ekmeklerin yapılmasına, Şapkacıya rağmen şalvar giyilmesine. Kiremit çatılara rağmen toprak damlarda tarhana kurutulmasına. Şubatta kar yağmasına. Martın ayaz. Isıran soğuğuna. Temmuz Ağustos ahır dağından kopan poyraz’ın tozu dumana katmasına. Kara bol şalvarın üstüne kırmızı mintan giyilmesine. Ve beyaz ipekten bir kuşak takılmasına...” Falih Rıfkı’nın “Zeytin Dağı” romanı topraklarımızın kaybedildiği dönemin romandır. Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın civarında bulunan bir Osmanlı Paşası olan Cemal Paşa’yla yaşadıklarından ilham alarak yazdığı bir romanıdır. Yazarımızı o dönemde Yedek Subaydır. İttihat ve Terakkicilere olan inancı burada yerine oturmuştur. Enver, Talat ve Cemal Paşa’yla tanışması düşüncelerini de, hayata bakışını da, yönetime bakışını da değiştirmiştir. Atatürk’e fazlasıyla hayrandır. Osmanlı Cihan Devletinin son günlerinde var olmaya çalışan Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerinde Kudüs’e (MescidiAksa’nın) yakınında daha doğrusu Kuzey doğu tarafında bulunan dağın adı “Zeytin Dağı”dır. Cemal Paşa’nın karargâhı oradadır. Falih Rıfkı görevli olarak oraya gönderilmiştir. Cemal Paşa ile olan beraberliğinde Falih Rıfkı görmektedir ki Büyük Cihan Devleti Osmanlı yol olmaktadır. Özellikle Suriye, Filistin ve Hicaz bölgesindeki hareketlilikler büyük bir medeniyetin çöküşünü haber vermektedir. O süreçte ki Payitaht Rıfkı’ya göre kukla durumundadır. Oysa Osmanlı ümmetçi bir anlayışa sahiptir. Üç kıtaya yayılmış ve etkin bir şekilde oraları yönetmişlerdir. Türkçülük ve Türkçecilik akımlarının etkisinde olan 4. Ordu kumandanı olan Cemal Paşa’nın özel kâtipliğini yaptı. 1912 yılında Tanin gazetesinde yazdı. Kurtuluş savaşını destekleyen yazıları nedeniyle idam kararı alınsa da savaş politikası değiştiğinden affa uğradı. İzmir’e giden gazeteciler içinde yer aldı, Atatürk’le görüşme yaptı. Atatürk’ün tensibiyle 1922 yılında Bolu Milletvekili oldu. Daha sonra uzun yıllar Ankara Milletvekili olarak gözüküyor yazar. Dil toplantılarında, yeni dil tanziminde komisyonlarda yer alan Falih Rıfkı1946 da çok partili dönemin başlamasıyla CHP’nin savunuculuğunu ömrünce sürdürdü. Demokrat partiye karşı CHP’li olmayı Atatürkdevrimlerini
27
Yazın bağlara çıkıp kışlık şıraların yapılmasına, Fırınlara rağmen yufka ekmeklerin yapılmasına, Şapkacıya rağmen şalvar giyilmesine.
desteklemeyi sürdürdü. “Zeytin Dağı”ından yola çıkarak ifade etmeye çalıştığımız bu bilgiler yazarın dünyaya bakışının romana nasıl yansıdığını da aktarmak ve okuyucuyadinleyiciye tahlil yapma fırsatı vermek içindir. Dili anlaşılır, Türkçeyi arı, duru, çekici bir üsluba dönüştüren ve köşe yazarlığında tercih edilen bir kalem olduğunu da ifade etmeliyim. Suriye, Mısır, Şam, Filistin, Kudüs topraklarında ki tecrübeleri gezi notlarına dönüştü. Cemal Paşa, sert mizacı altında aslında güler yüzlü bir adam olduğu romanda hissediliyor. Talat Paşa ise şak kurnazıdır. Meşrutiyet’in cilası üzerinde gözükmeyen bir karakter olarak yansır. Buna karşınEnver Paşa, Alman hayranıdır. Yazara göre Enver Paşa’yla “Müslüman ortaçağı” bütün yeşilliğiyle, eğlencesiyle sürüp gidebilir. Olayların mekânı Garp cephesi olan Şam’dır. Falih Rıfkı, Osmanlıcayı iyi bilir ve konuşur. Bunun avantajını yeni dil diye ifade edilen Latince harflerle hayata geçen Türkçe kalıpları devrik hale dönüştürmeden beğenilir bir dili kullanmayı başarır. Konuşma, söyleşilerde zorlansa da yazı dilinde Türkçe daha başarılı durur. Falih Rıfkı’ya göre: “yaşamak için nasıl yemek lazımsa yazmak ve taze kalabilmek için de okumak şarttır. Üslup, yaşayan bir şey karakteri taşımalı yani donmamalı, durmamalıdır.”Yahya Kemaldeki fikri yapıyı yazılarına taşır. Bunda başarılı olduğu da görülür. Behçet Kemal Çağlar “Zeytin Dağı” romanı için şöyle yazar; “Zeytin Dağı, insanın kanını donduran tarihi bir süreci, “bir imparatorluğun çöküşünü” o zaman göre en duru, Türkçeyle karşımıza getiriyor. Kitapta Mehmetçiğin,Yemen’de, Aden’de, Kanal’da, Gazze’de, Arap Çöllerinde nasıl kırıldığını, yenilgiden sonra bir vagon dolusu “mecidiye altını” bile nasıl bıraktığımızı hayretler içerisinde okuyacaksınız. Cemal paşa’nın emir subayı olarak, o günlerde en yakınında olan Falih Rıfkı, Zeytin Dağı kitabıyla tarihimize bir ibret belgesi bırakırken, her biri bir destan olabilecek, askerlerin günlükleri ve adeta kumar masasında kaybedilen Ahmetlerin, Mehmetlerin hikâyeleri tüylerimizi ürpertecek. Bu kitabı okumak adeta bir borçtur ve bir vazifedir.” Nurullah Ataç ise; “...Zeytindağı’nı seve seve okudum. Zaten başladıktan sonra bırakmak kabil değil. Bence bu yeni kitabında Falih Rıfkı’nın üslubu, öbür kitaplarından daha göz
sayı//18// ocak 28
kamaştırıcıdır ve zannedersem en güzel haline vasıl olmuştur. Zeytindağı, bugünkü Türkçe ile ne kadar kuvvetli anlatım yapılabileceğine sağlam bir delildir.” diye yazıyor. Hüseyin Cahit Yalçın Zeytin Dağı için;“...Falih Rıfkı bunları yazmaya başlarken, Türk edebiyatına ve Türk vatanına bu kadar kıymetli bir yadigâr bırakacağını ihtimal ki ümit edemedi. Buna tevazu belki mani oldu. Fakat Zeytindağı’nda nasıl Türk’ün o acı günlerini bütün neşeleri, heyecanları ve ıstırapları ile yaşatmışsa kendi şöhret ve sanatını da Türk edebiyatında çok yükseklerde ve ilelebet diri tutacak bir abide yaratmıştır.”diye ifade etmektedir. “Zeytin Dağı” romanını dönemin edebiyatçıları böyle değerlendirirken biz romanla ilgili son değerlendirmeyi yapalım. İttihat ve terakki içinde yer alan romanın kahramanı paşalar yine de hayat bakışları ve tavır alışları nedeniyle ayrılır. Cemal Paşa daha ziyade yenilikçi taraflısıdır.Enver ve Talat paşalar muhafazakâr bir fotoğrafa yerleşir. Enver Paşa, Turancıdüşünceye sahiptir. Falih Rıfkı buna katılmadığı için onu “diktatör” olarak ilan ederek Türkiye’nin kurtuluşunu bu gibi insanlardan, aydınlardan kurtulmakla mümkün olunacağını ifade etmekten geri durmaz. Böyle bir duruş yazarı doğal olarakCemal paşa’cı yapar. Zaten birlikte onun hususi kalemi, sır kâtibi durumundadır. Birlik ve beraberlik ruhundan bahsedilse de kardeşlik ve beraberliği oluşturan ruh eksiktir. Falih Rıfkı’ya göreArapları Osmanlı ihya etmektedir. Onların her an ihanetleri söz konusudur. Bunu Osmanlı görememektedir. Öyle düşünür ve romanı öyle kurgular. Büyük coğrafyada yayılan Osmanlıyeryüzünde ki ana temeli tevhit ve kardeşlik aktı üzerinde kurar. Renk ve diline bakmaz. O dönemlerde Arap şeyhleri kanlı savaşlarla toplum ve toprağı huzursuz ettiği için Osmanlının oralarda bulunması onlar için büyük güvencedir. Ne zamanOsmanlının gücü zayıflar hemen sırt dönmeleriyle ünlüdürler. İngilizlerle, Fransızlarla anlaşarak Osmanlıyı sırtından vurmayı bilirler. Her diam kendi hilafetlerini de arzuladıkları bir vakıadır Falih Rıfkı’ya göre. 1. Dünya savaşında Osmanlıya ihanet etmiş bir Arap coğrafyası da söz konusudur. Siz ne kadar iyi davranırsanız davranın en küçük bir olayda sır döneceklerini de romanda bulmak mümkündür. Aslında Cemal Paşa’nın gayretiSuriye’yi Osmanlılaştırmaktır.Bundan dolayı orada okullar açar,Ermenileri Suriye içlerine yerleştirir.
Arapların dengesini bozarak kendi anlayışını oturmak ister. Ermenileri güçlendirmekle kalmaz onları ev ve toprak sahibi yapar. O günün şartları içinde değerlendirilse de dönemin gerçeklerinden yola çıkılarak yazılsa da “Zeytin Dağı” Ermenilerin dengeyi değiştirme Arapların gücünü kırma olarak alınması pek de mantıklı gelmediğini yazara katılmadığımı ifade etmek isterim..Falih Rıfkı’ ya göre “din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir. Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asyapazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur”. Osmanlının Almanlarla beraber savaşa girmelerinin tek nendi vardır. O da Enver Paşa’nınAlman hayranlığıdır. Ne var ki yeryüzünde medeniyet inşa etmiş olan Osmanlı giderek parçalanmaya, bitirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Tunakıyılarında bulunan İmparatorluklarla Akdeniz sularını kendi ana merkezi haline döndüren toprakları sınırsız bulunan İmparatorluk artık yerle bir olmak üzerdedir. Bunun acısı asırlarca yaşanacaktır. “Zeytin Dağı” bize ilim ve vatan adamı, kültür ve sanat erbabı olmamızı ister. Tekrar “Gül Yetiştiren Adam”a dönelim. Aynı dönemlerde geçen olayların iki ayrı romancıda romana yansıyışını toparlayalım. Hayatta var olan değerlerin, birden bire nasıl da alabora olduğunu, kazanımların elden çıktığını, toprakların kaybedildiğini, inançlardan uzaklaşıldığını, birlik ruhunun başka diyarlara göç ettiğini bu iki romanda pek ala görebiliyoruz. Her iki yazarın da hayat dair, toplum ve topraklara dair, insana dair endişeleri var. Birinci dünya savaşının perişan ettiği toplumlardan belki de en büyüğü Osmanlı yani Anadolu coğrafyasıdır. Biri savaş alanlarında, cephede, olan olayları bizatihi yaşarken diğeri geçmişten günümüze doğru yolculuk yapan evrensel insan fotoğraflarından irfan, idrak ve ilim sahibi örnek insanlarından hem bu dünya hem de öte dünya merkezli güllerin peşindedir. Bu nedenledir ki inzivayı tercih ederek gelecek için umutlar toplamaya çaba harcar Rasim Özdenören. Romanın ilk sayfaları sayılabilecek 14. Sayfada şöyle betimler; “Bir şey yapmamanın da bir eylem olduğunu çoktan anlamıştı. Protesto için evinden dışarı çıkmıyordu. İnsanlar arasına katılmanın istemediği düzeni meşrulaştıracağı inancındaydı. Kuran okuyarak, ibadet ederek yalvararak, havf ederek somut protestosunu sürdürüyordu.”
“Gül Yetiştiren Adam”, bilgece tespitlerde bulunarak “Sanat bunalımlı toplumlarda daha çok gelişir.” teziyle dünya çapında yetiştirdiği güllerle doğrulamayı test etmek ister. Türk romancılığı ve hikâyeciliği üzerinde ayrıca çalışmak gerekli. Özellikle Sait Faik Abasıyanık’la, Rasim Özdenörenhikâyeciliği üzerinde bir başka yazıda durmak icap eder. Öyküde Sait Faik Tanzimat’tan günümüze en yetkin kalemlerden birisidir. Rasim Özdenören’de öyledir. Dünya çapında öykücüdür her ikisi de. Birbirine yakın, ayrılan, eleştirilebilecek yönleri de elbette ki vardır. Şeyh Şamil ile, Ömer Muhtarla, Gandi ile, Aliyaizzetbegoviçle, Filistin direnişini gerçekleştiren isimsiz şehitlerle, Mora Akıncılarıyla “Gül Yetiştiren Adam”ın bir benzerliği kurulabilir mi? Pekala kurulabilir. Yeryüzünde ki direniş soylu, erdemli, vasıflı ve insani bir direniş olduğunda anlam kazanır. Bu nedenledir ki “Gül yetiştiren Adam”ın 50 yıl sonrasında halkında, şehrinde, toplumunda gördüğü yanlışlıklara karşı bir duruş, bir hareket sergiler. O güne değin kalbinde,, ruhunda, aklında besleyip, büyüttüğü, çoğalttığı güllerin kokusunu yeryüzüne yaymak için kollarını sıvar ama kahraman 80 yaşında olsa da tutuklanır. İçinde yaşadığımız toplum ya da sistemlerin insandan ziyade kendi kurdukları anlayışın sürmesi anlamında bir zulmün devamı niteliğindedir. Diri yaşayan diri bir mücadele verir. Dirilik, irileşmeyi de peşinen taşır. Aslında son cümle anlamında Sezai Karakoç’un “Masal” şiirine benzer “Gül Yetiştiren Adam”. Oğullar giderler ve giderler. Altıncı oğulda gider ve batıda kaybolur. Sıra yedinci oğuldadır. Değişmemeye yeminli olan yedinci oğul bir mezar kazar, billurdan bir anıt gibi orada var olduğunu yeryüzüne haykırır; “Batılılar! Bilmeden Altı oğlunu yuttuğunuz Bir babanın yedinci oğluyum ben. Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden. Babam öldü acılarından kardeşlerimin, Ruhunu üzmek istemem babamın. Gömün beni değiştirmeden, Doğulu olarak ölmek istiyorum ben. Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var: Karşınızdakini değiştirmek Beni öldürseniz de çıkmam buradan Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum.” 29
EYHÜLİSLAMLIK VE ŞEYHÜLİSLAM
OSMANLI HALİFELİĞİ MERKEZ TEŞKİLATI
ŞEYHÜLİSLÂMLIK VE
ŞEYHÜLİSLÂM
Şeyhülislamlar, ilk dönemlerde kayd-ı hayat şartıyla atanırlardı. Şeyhülislamlar, padişahların yaptıkları veya yapmak istedikleri icraatın uygulayıcısı değil bir nevi hukuku uygunluğuna sağlamakla görevliydiler. Prof. Dr. Ali ARSLAN*
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren mevcut olduğu anlaşılan Şeyhülislamlık diğer bir tabirle müftiyü’l-enam olarak ta vasıflandırılmıştır. Osmanlı merkez teşkilatında en önemli iki makamdan birisidir. Bu iki makam birisi veziriazamlık diğeri ise şeyhülislamlıktır. “Şeyhülislam ulemanın reisidir”. İlk şeyhülislam olarak bilinin 1424 tarihinde müftiyü’l-enâm olarak atanan Şemseddin Fenarî olmuştu. Ebusuud Efendi’nin şeyhülislam atanmasından sonra genellikle Rumeli kadıaskerleri şeyhülislamlık makamına tayin edilmişlerdir.
Şeyhülislamlar, ilk dönemlerde kayd-ı hayat şartıyla atanırlardı. Şeyhülislamlar, padişahların yaptıkları veya yapmak istedikleri icraatın uygulayıcısı değil bir nevi hukuku uygunluğuna sağlamakla görevliydiler. Mesela Yıldırım Bayezid’in mahkemede şahitliğini Molla Fenari kabul etmemişti. Molla Güranî, Fatih Sultan Mehmet’i tenkit etmiş, Zembilli Ali Efendi, II. Bayezid’in görüşme teklifini ret etmişti. Yavuz Selim’in bazı kişiler hakkında idam hükmü ret etmiş ve uygulanmasını engellemişti. Hatta geri görevlerine iadesini sağlamıştı. I. Ahmet, İran’a savaş açılmasına istemezken Şeyhülislam Sunullah’ın ısrarı üzerine savaşa girişilmişti. 1575 tarihinden itibaren müderris, mevâli ve müftülerin tayinleri şeyhülislam tarafından yapılmaya başlanmıştı. Esasında bu çok büyük bir yetkilendirmeyi ortaya çıkarmıştı. Bundan sonra bundan sonra mevali denilen büyük kadılar ve kadıaskerler şeyhülislam tarafından atanmaya başlanmıştır. Kırk akçeden yukarı Hariç ve Dahil müderrislikler; ordu kadılara; vilayet, sancak ve kaza müftüleri; imam, hatip ve müezzinler şeyhülislam tarafından atanmaya başlanmıştı. 16. yüzyılın ortalarından sonra Şeyhülislamlık çok önem kazanmış ve Veziriazam ile arasındaki ilişki yeniden düzenlenmiştir. II. Murad’ın emriyle Vezirazam Özdemiroğlu Osman Paşa Şeyhülislam Çivizâde Mehmet Efendiyi ziyaret etmiş ve bundan sonra bu bir adet haline dönüşmüştü. İlk dönemlerde fetva verme işi şeyhülislamlara ait iken daha sonraları bu iş Şeyhülislamlığı bağlı Fetva Emini veya Fetvahane’ye havale edilmişti.
*T.C.İstanbul Üniversitesi
sayı//18// ocak 30
Şeyhülislamlığın bugünkü manada sadece dinî işlerle uğraştığını söylemek mümkün
görülmemektedir. Osmanlı adliye teşkilatı diyebileceğimiz Kadıaskerlik-kadılıkların çalışma hatta tayinlerinde en etkin makam zamanlı şeyhülislamlık olmuştur. Bu açıdan şeyhülislamı adalet teşkilatının başı olarak adlandırmak mümkündür. Osmanlı eğitim sistemi demek olan medreselerinin orta ve yüksek kısmının müderrislerinin atanmasını doğrudan tespit eden ve diğerlerinde ise etkili olan şeyhülislamı eğitim kurumunun başı olarak kabul etmek gerekir. Toplum için zaruri olan hizmetleri yani bayındırlık ve belediye işlerinden sorumlu olan kadılar ve dolayısıyla vakıflar hususunda da en yetkili şahıs şeyhülislamdır. Şer’î konularda en yetkili kurumun şeyhülislamlık olduğu malumdur. Osmanlı Devleti’ndeki bütün müftüler de buraya bağlıydı. Halkın dini konularda en yetkili mercii de şeyhülislamlıktı. Halk Fetvahaneden istediği konuda bilgi alma hakkına sahipti. Şeyhülislamlığı zaman içerisinde çok etkin hale getiren hatta devlet başkanı olan padişahlar karşısında güçlü hale getiren diğer bir görevi idarecilerin yaptıkları düzenleme ve işler hususunda bir nevi hukuki denetim ve itiraz hakkı bulunmasıdır. İslam hukuku adına yapılan bu görev son derece önemliydi. Zira şeyhülislam devlet yönetimini sınırlayabilecek içtihatları yapabilecek tek şahıstı. Görüldüğü gibi şeyhülislamlık sadece basit bir dinsel kurum değil, Osmanlı eğitim, adliye, bayındırlık, belediye ve din işlerinin yürütüldüğü bugünkü manada bakanlıkların başı konumundaydı. İslam hukukuna uygunluğu sağlama açısından ise padişahların icraatını sınırlayan bugünkü manada bir anayasa mahkemesi başkanın yetkilerine sahipti. SONUÇ
Merkez teşkilatını kısaca özetleyecek olursak: Osmanlı Devleti’nde tepedeki şahıslar arasındaki denge yerine kurumların birbirini dengelemesi esası vardır. Bu şahıs ve şahıslara bağlı kurumların dengelemesine göre çok daha sağlıklıdır. Padişahın vekil-i mutlakı olması vali ve mutasarrıfların da ona bağlı bulunması dolayısıyla büyük icrai yetki ve nüfuza sahip olan veziriazamı ve veziriazamlık makamını dengeleyen şeyhülislam ve şeyhülislamlık kurumudur.
Şeyhülislam, aynı zamanda İslam hukukuna uyulmasını denetlemesi bakımından padişahı bile İslam hukuku ile dengeleyen bir statüye sahiptir. Veziriazam gücü temsil ederken Şeyhülislam millete ümmete hizmet veren veya koruyan kurumları temsil etmesi dolayısıyla bir nevi halkın temsilcisidir. Padişahını içişleri, dışişleri, maliye, ordu alanındaki siyasi gücünü kullanan veziriazam ile beraber divanda bulunmasına rağmen kadıskerlerin ataması belli bir dönem sonra şeyhülislamlara aitti. Bu hem iki icrai kurum arasında irtibatın sağlanmasına hem de adli işlerin daha sağlıklı yürümesine yardımcı olmaktaydı. Kadıaskerin şeyhülislam tarafından atanması veziriazamın adalet üzerinde baskı yapması engellediği gibi hukuk ve İslam hukuku dışında uygulama yapılmaması da sağlanmaktaydı. Din işleri, eğitim, adliye, bayındırlık ve belediye alanlarında en yetkili ve icrai bir kurum olan şeyhülislamlık Osmanlı merkez teşkilatında bir nevi ikinci bir kabine gibidir. Kısacası Osmanlı saltanat halifeliğinde birbirini denetleyen iki temel kurumsal yapı vardır. Birisi veziriazamlık diğeri ise şeyhülislamlıktır. Veziriazamlık devletin gücünü temsil eden kurumların başı iken şeyhülislamlık halka hizmet veren ve adalet temin eden kurumların başıdır. Halife padişah iki kurumsal yapının üstünde, tasdik bazen hakem makamındadır. Padişahı da İslam hukuku vasıtasıyla dengeleyen ve engelleyen kurumum ise içtihat hakkına sahip olan şeyhülislamdır. 31
AMU’YA DOĞRU
KENYA’DA MANEVİ HAVA
KENYA LAMU ADASI’NIN KALBİ VE RUHU;
Elektriği olmayan, medeniyetin giderek kendini tükettiği bölgedeyiz. İnsanların onca imkânsızlıklara rağmen var olma savaşı verdiği yer burası. Akşam 21.00 gibi bir yerleşim noktasına geldik. Salih DOĞAN
Kenya Fotoğrafları: Salih Doğan
Dostum Hanif Bey’in Mombasa’daki ofisinde çalışan Said bizi araçla otogardan alıp okyanus kıyısındaki güzel villaya götürdü. Orada birkaç saat dinlenip bir araç ile Lamu’ya gideceğiz. Saat 10.00 gibi uyanıp okyanustaki Med-Cezir’i gözlemliyoruz. Kahvaltı sonrası, bizim için hazırlanan araçla, 3 kişi yola çıkıyoruz ve akşam Lamu’ya varmayı planlıyoruz. Yol boyunca uçsuz bucaksız kauçuk tarlaları, sık ormanlar ve özellikle Kenya’nın simgesi olan “Baobab” ağaçları… boyları 18-20 m, gövde yarıçapları 7-11m’yı bulan bu ağaçlar ve mango ağaçları bize eşlik ediyor. Bir köyde öyle yemeği için mola veriyoruz. Dostum Hanif çok güzel kebap yaptıklarını söylüyor. Dışarıdan bakıldığında, alışık olduğumuz restoranlara benzemeyen, bu baraka. Kapıda iskemlede oturan ihtiyara selam verip içeri giriyoruz. Bir Müslüman köyü olduğu söyleniyor lakin kebapçının adı Joe; biraz sohbet ediyoruz. Ben arka tarafta, demir sacdan, eski bir varilden yapılmış ızgaranın başına geçiyorum. Genel görünümden mütevellit, ben yemesem de olur, havasındayken, dostum; “dene pişman olmayacaksın” deyince onu kıramayıp iki porsiyon yiyorum. Tabi o kebapları yiyince dostumun haklı olduğunu görüyorum. Ne lezzet! Etin yanında servis edilen soğan da organik… yok böyle bir lezzet… Yola devam ediyoruz. Malindi şehrine doğru yaklaşıyoruz. Ormanın ortasında, göğsü delik deşik bir yoldan devam ediyoruz. Çukurlara düşmeden hızla ilerlemek mümkün olmuyor. Yabani hayvanlar, ilkel kabile köyleri ilgimizi çekiyor. Bu arada trafik soldan işliyor. Arada aldığım direksiyonda, alışkanlık üzere sağa kaymak, yolda başka araç olmadığı için şimdilik sorun teşkil etmiyor. 3-4 saatlik yolculuktan sonra Malindi şehrine varıyoruz. Hint Okyanusu kıyısında, Galana Nehri ağzında yer alan yaklaşık 200 bin nüfuslu 13.yy’dan beri Swahili yerleşkesi bir şehir. Swahili mimarisinin örneklerinin görüldüğü burada Müslümanlar çoğunlukta. Bir restoranda çorba içip yolumuza devam etmek için kalabalık bir sokağa girip arabamızı zar zor bir kenara park edebiliyoruz. Dostumuz Hanif Bey’in refakati fevkalade ve bize haşlama et yememizi öneriyor. Onu dinleyip, güzel bol sulu bir haşlama yiyoruz. Yaygın kullanılan Hint baharatlarının kokusu
sayı//18// ocak 32
altında, küçük yeşil limon ile bir güzel karnımızı doyurup yola koyuluyoruz. İkindi geçmek üzere iken kenarında bir köyde ve bembeyaz yöresel mimaride bir mescid görüyoruz. Durup bir mola vererek, namazımızı kılıyoruz. Kur’an öğrenen çocuklarla birlikte sohbet edip biraz vakit geçirdikten sonra Lamuya doğru devam ediyoruz. Gün batımı ile ormanın asıl sahipleri renkli kuşlar babunlar, maymunlar başta olmak üzere yolda görünmeye başlıyorlar. Yabani akasya ağaçları alabildiğine göz alıyor. Giderek kararıyor hava, günbatımı inanılmaz renklerle bize adeta bir manzara şöleni sunuyor. Gün bitiyor, üzerimize karanlık çöküyor ve yol uzadıkça uzuyor. Saatlerdir gördüğümüz araç sayısı 3 ten fazla değil. Köylerden geçiyoruz artık. Elektriği olmayan, medeniyetin giderek kendini tükettiği bölgedeyiz. İnsanların onca imkânsızlıklara rağmen var olma savaşı verdiği yer burası. Akşam 21.00 gibi bir yerleşim noktasına geldik. Elindeki bir el lambası ile bize refakat eden bir yerli ile aracımızı park ediyoruz. Telefon ışıkları ile yerel dilde dostumuzun konuştuğu kişi bizi ve sırt çantalarımızı alıp ahşap iptidai tekneye, el yordamıyla da olsa karanlıkta biniyoruz. Elimize sırılsıklam can yelekleri verildi. Giyemiyorum, ıslanmak istemiyordum. Açıldık karanlığın içine doğru. Yaklaşık 20-30 dk sonra Lamu Adası’nda olacağız.
Uzakta, bir sarı ışık noktası, yaklaştıkça ışığın büyüdüğünü, ada’da elektrik olduğunu anlıyoruz. Bu bizi mutlu ediyor. Suyun bizi ıslatmasına aldırış bile etmiyorduk. Bir süre sonra kıyıya yanaşıyoruz. Eşyalarımızı alıp kıyıda bir dükkanın önüne oturup, selam veriyoruz. Bir delikanlı bize zencefilli çayı ikram etti. İlk kez içtiğimiz bu çay, gerçekten bütün yorgunluğumuzu aldı gitti. Lamu’ya hoş geldik. Çayımızı yudumladıktan sonra eşeklere yüklenen çantalarla dar sokaklardan yüzlerindeki saf ve samimi gülüşlerin loş sokakları aydınlattığı insanların arasından geçerek tırmanıyoruz. Zaviye dedikleri, kalacağımız yere doğru gidiyoruz. Zaviye, bir nevi tekke, Şeyh Nazım Kıbrısi(ks)’nın yaptırdığını söylüyorlar. 100 yıldan fazladır süregelen, dört günlük mevlit programına katılım her yıl arttığından ancak 5 katlı binanın terasında, altımıza bulduğumuz bir bez ile üzerimize yıldızlı gökyüzünü çekerek uyuyoruz. Sıcak iklim olduğu için üşümüyoruz. 100 YILLIK “MEVLİD”
Her yıl Rebiulevvel ayının son haftasında 4 gün kutlanan Mevlid, bizim bildiğimiz mevlid anlayışının çok ötesinde. Kendine dair farklı formları olan ve bir tarafıyla da bir festival olarak kutlanıyor. Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav)’in doğum günü; bu geleneği başlatan ve bütün bölgenin irşadını sağlayan kişi “Seyyid Habib Salih bin Alwy (1853-1936.) “Soyu İmam Ali bin Ebi Talib’e dayanmakta.
33
Aslen Yemen Hadramaut’lu olup Komor Adaları’ndan gelip Lamu’da ikamet ederek bütün bölgeyi irşat etmiş, bir İslam âlimi ve herbalistdir. Seyyid Habib Salih tarafından yaptırılmış olan Riadha Camii ve etrafını merkez alan mevlid programına katılmak üzere sabah namazını kılıp, ardından başlayan zikirler ve Peygamber Efendimiz’in anlatıldığı kutlu doğum programı için kendine has Afrika’da İslam mimarisinin güzel örneklerinden biri olan Riadha Camii içi süslenmiş dışı gece için ışıklandırılmış bir şekilde bizde arka saflarda yerimizi alıp dinliyoruz. Naatlar ve ilahilerin eşliğinde yaklaşık iki saate yakın camide bulunuyoruz. Ardından dışarıda toprak bir meydan üzerine çakılmış kazıklar görüyoruz. Merak edip sorduğumuzda akşam ki törenlerde davulların bağlandığını söylüyorlar. İlginç bir gelenek, bir tarafında meydanın şimdilerde müze gibi korumaya çalıştıkları Seyyid Habib Salih’in Evi var. Geleneksel seremoni içinde bu evin gezilmesi de söz konusu. Cami ve etrafına yayılmış etkinliklere her yıl Müslüman alimler ve ruhani liderler, kanaat önderleri, sufiler, Kenya, Komor, Yemen, Umman, Sudan, Somali, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey Kıbrıs, Tanzanya, Uganda ve Birleşik Krallık, Madagaskar, Seyşel Adaları ve Mauritius gibi ülkelerden gelerek mevlide katılan yaklaşık 20 bin kişi. Burası Afrika’da bir inanç turizminin merkezi olmuş durumda. Lamu halkı en yaşlısından çocuk yaştakilere sayı//18// ocak 34
kadar bu kutlamalara katılıyor. Misafirlere her öğünde yemekler ikram ediliyorlar. Yardım kuruluşları, ilk yardım ve sağlık bakım kabinleri kurmuşlar. Caminin meydana açılan kapısının sol yanına hayır çadırları kurulmuş. Etraf süslenmiş, tam bir festival havasında. Manevi bir iklim hakim adaya. Bunu her yerde hissediyorsunuz,yalnız başımıza çıkıp gezdiğimiz zamanlarda, ara sokaklarda fakir fakat gönlü zengin insanlar meyve ikram etmek istiyorlar bize. Akşam ve yatsı namazı cemaatle kılıyoruz, meydanda yapılan zikirlerden sonra sahile iniyoruz. Sahilde büyük bir avlu konser alanı olarak düzenlenmiş. Etrafı binalarla çevrili asırlık bir ağacın altında birazdan Tanzanyalı genç sufilerin konserini izleyeceğiz. İğne atsan yere düşmüyor. Tıklım tıklım doldurmuş koca avluyu peygamber sevgisi. Bize de bir yer bulup oturtuyorlar. Konser başlıyor. Tanzanyalı sufiler çocuk denecek yaşta, 15-18 yaşta gençler. Mübalağa etmiş olmak istemem lakin hayatımda izlediğim ve bu kadar etkilendiğim başka bir konser olmadı. Muhteşem ses ve coğrafyanın ahengi beni derinden etkiledi. Konser sonunda tanışıp cdlerini satın aldım, ama o cdleri kaybettiğimi sonradan fark ettim. Dostum Hanif Bey; “telafi edecek inşallah” dedi. Perşembe akşamı, yatsı namazı topluca camide kılındıktan sonra toprak meydanda Mevlid başlıyor. Seyyid Habib Salih’in soyundan gelen kanaat önderleri nezaretinde bir yürüyüş kolu şeklinde meydanın sonundan başlayıp ellerinde çubuklar, asalar ile geleneksel kıyafetleri ile ve ritüeller ilginç yerel dans figürlerinin zikir
formuna dönüştürtmüş bir şekli gibi ilk kez rastladığım bir sufi ritüeli oldu benim için. Fakat son derece etkileyici ve görkemli davullar çalınıyor, sesli salavatlar getiriliyor, sanki tüm ada bu manevi coşkuyla sarsılıyordu. Hep birlikte Seyyid Habib Salih’in o günkü sadelikle korunmuş kerpiç evini ziyaret ediliyor, meydan da topluca yapılan salavatlar, ilahiler dualar ile gece geç saatlere kadar orada bulunuyoruz. Bugün Cuma, mevlid programının son günü. Hazırlanıp Cuma namazı için Lamu Riadha Camii’ne geçiyoruz. Sonra “zefe” başlayacak. Meydan’da toplanıp yürüyüş korteji oluşturuluyor, buna “zefe”deniyor. Tüm katılımcılar topluca ilahiler naatlar, dualar, salavatlar okuyarak davullarla, deflerle Lamu’nun dar sokaklarını geçerek adanın sahili boyunca yürüyüş devam ediyor. Mezarlığa varıncaya Habib Salih’in sade ve abartısız kabri ve onun soyundan gelen veli zatların kabirlerinin ziyaret edilmesi ve ona dualar edilmesi ile son buluyor. Bu kutlu doğum etkinliği, yine bu kutlama kapsamda adanın bir çok yerinde, farklı aktiviteler yapılıyor. Bunlardan bazıları adanın sahil boyunca sahnelenen yüzme yarışı, yelkenlisi yarışı ve adanın tek taşımacılık aracı olan “ eşek “yarışları da yapılmaktadır. Ziyaretimizin bu kısmını tamamlıyoruz ve “Bir gün tekrar gelip bu mevlid programına katılmak kısmet olur” diye dua ederek,Seyyid Habib Salih’(KS) in ruhuna bir kez daha fatiha gönderip biraz yüreğimiz burkularak da olsa Lamu Adasına veda ediyoruz. 35
u misali akıp giden zamanın, etrafında sürekli yükselen binaların ve beyhude hayat telaşlarının sessiz şahidi, -kimsenin farkında olmadığı- şehrin en eski efendilerindendir Murat Paşa Camii. İstanbul’un Fatih semtinde Vatan ve Millet caddelerinin birleştiği yerde asırlara direnen, yapılaşmaya boyun eğmeden varlığına devam eden bu değerli mücevher, şimdilerde yeniden fark edileceği günleri bekliyor.
MURAT PAŞA CAMİİ Vatan ve Millet caddelerinin, hiç eksilmeyen insan ve araç kalabalığının ortasında, İslam’ın mührü olarak fark edilip ziyaret ve ibadet için Müslümanlarını bekleyen mabed, günümüz insanının kalabalıklar içindeki yalnızlığının misali gibidir… Nermin TAYLAN
Kendisinden koparılanlara yetim, yok edilen parçalarına öksüz, medresesinden yükselmesi gereken Kur’an seslerine hasret, imarethanesinde ağırlayacağı misafirlerin duasına talip, geçirdiği ömrün ağırlığını ve böylesine yapılış gayesinden eksik bir halde geçireceği günlerin ıztırabını duyarcasına mahzun şimdilerde Murat Paşa Camii. Vatan ve Millet caddelerinin, hiç eksilmeyen insan ve araç kalabalığının ortasında, İslam’ın mührü olarak fark edilip ziyaret ve ibadet için Müslümanlarını bekleyen mabed, günümüz insanının kalabalıklar içindeki yalnızlığının misali gibidir… BİZANS TAHTINDAN OSMANLIYA;
Camii, medrese, imaret ve hamamdan müteşekkil bir külliye inşa ettirip kıyamete kadar isminin yaşamasını arzu eden Murat Paşa, esasında bir Bizans prensidir ve Bizans tahtının asıl varislerindendir. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u feth ettiğinde Bizans İmparatorluğunun en soylu ailelerinden Palaiologos hanedanına mensup iki kardeş devşirilerek Osmanlı sarayındaki Enderun mektebinde bir dizi eğitime tabi tutulurlar. Bugün bizlerin Osmanlı kronolojilerinden Has Murat Paşa ve Mesih Paşa olarak bildiğimiz bu iki kardeş, Palaiologos hanedanından gelmelerinin yanı sıra XI. Konstantin’in kardeşinin çocuklarıydı. Konstantin’in çocuğu olmadığından tahtın varisleri olan bu iki kardeş şayet Fatih İstanbul’u feth etmeseydi Konstantin’in ölümünden sonra Bizans İmparatoru olabileceklerdi. İmparatorluğun varisleri olan bu iki kardeş, Enderun Mektebindeki eğitimlerinin akabinde kendilerine bizzat Fatih tarafından idari mekanizmalarda çeşitli görevler verildi. Has Murat Paşa artık Müslümandı ve Osmanlı vatandaşı olmaları münasebetiyle devlet görevlerinde vatanına hizmet etmenin yanı
sayı//18// ocak 36
sıra Müslümanlara da hizmet edebilmeyi gaye edinmişti. İstanbul’un en önemli semtlerinden olan Aksaray’a 1471 yılında bir külliye yapılmasını isteyen Has Murat Paşa, külliyenin temelleri atıldıktan bir müddet sonra Fatih’in doğu seferine gitmiştir. Otlukbeli Savaşı’nın başlamasından bir hafta önce sefere çıkan Paşa, Tercan Nehri civarında karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetleri karşısında büyük başarı göstermiş fakat Akkoyunluların sahte ricat taktiğinde askerleriyle birlikte pusuya düşürülmüştür. Askerlerin bir kısmının şehid olduğunu bir kısmının da esir düştüğünü gören paşa, düşmana karşı gösterdiği büyük mukavemete rağmen Fırat Nehri’ne düşerek şehid olmuştur. Murat Paşa’nın şehadeti ve seferin sonlanmasıyla birlikte Aksaray’da imar edilmeye başlayan yapı Has Murat Paşa’nın kardeşi Mesih Paşa tarafından bitirilmiştir. Depremler, yangınlar, seller derken İstanbul’un yaşadığı büyük felaketlerden zaman zaman nasibini alan külliye, son yüzyıldaki bilinçsiz yapılaşmada büyük ölçüde yok edilmiş, camiinin çevresine konuşlandırılmış medrese ve imaretten ne yazık ki günümüze hiçbir parçası ulaşmamıştır. Özgün doku ve mimarisinin büyük ölçüde bozulduğu külliyenin vaktiyle batı kısmında olan medrese 1920-1930 yıllarında yıkılmıştır. Medresenin kitabesi ise bugün Türk İslam Eserleri Müzesi’ndedir. Doğusunda yer alan hamam 1956 yılında Vatan Caddesi’nin açılış hengâmesinde alan genişliği sağlayabilmek için yok edilmiştir. Yine aynı dönemdeki istimlâkler sırasında hazirenin bir kısmı yıkıldığından, bugünkü hazire duvarı büyük ölçüde geri çekilmiş bir duvardır. Ayrıca 1957 yılında Millet Caddesi’nin genişletilmesi sırasında yerinden sökülen Şirmerd Çavuş Türbesi bugün camiinin güney yönündeki hazireye, yıktırılan Oğlanlar Tekkesi’nin türbe, sebil ve çeşmesi de yine camiin kuzey kısmındaki avluya taşınmıştır. İki taraftan da girişi bulunan camiinin şadırvanı ise 17. yy’da Kara Davud Paşa tarafından yaptırılmıştır. Murat Paşa Camii, İstanbul’un fethinin ardından payitahtta Bursa Camii tipinde inşa edilmiş üç camiden biridir. Bursa Okulu denilen ilk dönem Osmanlı camileri ters “T” tiplidir ve ayrıca bu yapılarda dervişlerin ibadet etmesi ve konaklaması için “Tabhane” bölümü yer almaktadır. Caminin giriş kısmında ana harimin sağ ve sol taraflarında ilave bölümler bulunur.
Caminin inşası almaşık yapı tipindedir; duvarlar bir sıra taş, iki sıra tuğla yığma şekilde örülmüştür. Cephelerde iki kat pencere yer almaktadır. Dikdörtgen olan alt pencereler dışa açılırken üst pencereler açılmamaktadır. Camii içerisindeki sütunlar farklı yüksekliktedir. Revak kemerlerini taşıyan beş sütundan iki yandaki granit, diğerleri ise yeşil Eğriboz taşındandır. Devşirme sütunlardan granit olanlarının başlıkları baklavalı, diğerleri ise mukarnaslıdır. Son cemaat yerinin önünde 2 küçük mihrap vardır. Portali mermerden yapılmıştır. Sade ve yüksektir. Taç kapının her iki yanında biri harime, diğeri tabhane odalarına ait ikişer pencere, pencerelerin arasında da mukarnaslı iki küçük mihrap bulunmaktadır. Caminin Kuzey duvarında yer alan taç kapının, cepheden hafifçe taşan kitlesi bir silme ile çerçevelenmiş, basık kemerli giriş, Bursa kemerli bir eyvanın içine alınmış, girişin üzerine de yapının inşa tarihini veren, sülüs hatlı Arapça kitabe yerleştirilmiştir. Minberi sadeliğiyle, mihrabı ise mukarnaslı yaşmağı ile dikkat çekmektedir. Birbirinden güzel kalem işi süslemeleri ise görenleri ziyadesiyle mest etmektedir. Sizler de bir gün mutlaka Murat Paşa Camii’ne düşürün yolunuzu. İki Bizans prensinin İslam’a ve Türk Milletine armağan ettiği bu yegâne esere İmparatorluğun emanetine sahip çıkarmış gibi girin taç kapıdan. Sade yapısı ve kalem işi örneklerini seyredin “nakışların sesini” duyarak. Kulak verin şehrin bu en eski efendisinin sessizce anlatmak istediklerine. Mihrap ekseninde gelişen sofa-harim ikilisi ile tabhane kanatları arasında bulunan yüksekliğe bırakarak kendinizi bir dua hediye edin bu vatana canını veren ve bizlere bu eseri miras bırakan Has Murat Paşa’ya, Mesih Paşa’ya ve elbette İstanbul Fatihi Sultan Mehmed’e.. 37
URLA
(GEZİ NOTLARIM)
1390 yılında Osmanlı Devleti’nin egemenliğine giren bölge, ticari bakımdan iyi durumdadır ve 16. yüzyıl ortalarında Urla’da 2 binden fazla vergi mükellefi bulunmaktadır. Fatih DALGALI
ski bir yerleşim yeri olan Urla, MÖ. 2000 yıllarına tarihlenmektedir. İlk devir adı Klazomenai olan Urla, İon kolonizasyonlarına ait bir yerleşim yeridir. Ayrıca Urla’da Helenistik döneme ait çok sayıda eser de görülmektedir. Türklerin Ege Denizi’ne ve İzmir’e ulaşması 1080’li yıllarda Çaka Bey ile gerçekleştirilmiştir. Kurulduğu yıllarda bir pazar yeri olma özelliği, bölgede bulunan limanın ve Çeşme’nin ticaret merkezi olmasında etkili olmuştur. 1390 yılında Osmanlı Devleti’nin egemenliğine giren bölge, ticari bakımdan iyi durumdadır ve 16. yüzyıl ortalarında Urla’da 2 binden fazla vergi mükellefi bulunmaktadır. Sevr Anlaşması’yla birlikte Urla ve Ege Bölgesi Yunanlılara verilmiştir. 18 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e girerek bölgeyi işgal etmişler ancak Milli Mücadele sonunda, 12 Eylül 1922’de tekrar vatan topraklarına katılmıştır. Ege’de ticari bir merkez olan Urla’ya yapmış olduğumuz gezimizde birçok tarihi yapıyı görme ve tetkik etme imkânı bulduk. Bu gezimizde elde ettiğimiz bilgi ve intibalarımızı sizlerle paylaşıyorum. HACI TURHAN CAMİİ
Hacı Turhan Camii, diğer adıyla Kapan Camii olarak bilinen caminin yapım tarihi 1554 olarak geçmektedir. Cami içi güzel kalem işi süslemelerle bezelidir. Geçmişte meydana gelen sarsıntılar sonucu içinde çatlaklar oluşmuştur. Ancak cami şuan restore edilmektedir. (muhtemelen günümüzde restorasyon bitmiş ya da bitme aşamasındadır.) Arkasında bulunan hazirede farklı dönemlere ait mezar taşları bulunmakta ve taşların birçoğu toprak dolması nedeniyle kısmi gömülü vaziyettedir. Caminin altıgen bir şadırvanı bulunmaktadır. Şadırvanı camiden çok sonra yapılmış olup kubbe kısmı süslemelerle kaplıdır. Şadırvanda bulunan kitabede Hacı Turhan Camii
“Sahib-i hayr gerçi menba-i Mir Ahmed eyledi şadırvan bunda bina Kıldı neva-yi leziz üstüne saye-i itmam ala ol yevm-i ceza hulusla dua itdi didi tarihin Aç lülesin al vuzu Ahmed beye eyle dua” yazmaktadır. Mir Ahmed’e dualarımızı yollayarak restorasyon sonrası cemaatinin bol olması diliyoruz. FATİH İBRAHİM BEY CAMİİ
Cam-i Atik Mahallesi’nde, Osmanlı beylerinden biri tarafından yaptırıldığı söylenen cami 15. yüzyıl eseridir. Üç kubbesi olan caminin içi
sayı//18// ocak 38
Kamanlı Camii
son derece ferahtır. Urla’nın yüksek yerinde bulunan caminin yanından küçük bir de dere geçmektedir. Şuan su miktarı çok çok azdır. Caminin süslü kubbeli bir şadırvanı, günümüze ulaşmamış bir hamamı ve şuan cami imamına tahsis edilmiş, lojman olarak kullanılan bir de sıbyan mektebi bulunmaktadır. Cami içi üç bölümden oluşmakta her bölüm bir kubbenin altında yer almaktadır. Dış avludan üst bölüme küçük bir merdivenle çıkılmaktadır. Şadırvanın yanında epeyce yaşlı bir çınar ağacı bulunmakta, caminin arkasında yer alan hazirede ise kimi toprak altında kalmış olmakla beraber 20 civarında mezar taşı vardır. Yeşile boyama çılgınlığı burada da kendini göstermiş. Yöre halkı tarafından Eski Camii adıyla bilinen caminin restorasyona ve cemaate ihtiyacı vardır. Geçmişte alçı ile yapılmış süslemeye benzeyen eklemeler temizlenmeli ve aslına uygun bir şekilde onarılmalıdır. KAMANLI CAMİİ
Kamanlı Camii, Yahşi Bey Külliyesi adıyla da bilinmektedir. Urla, Kamanlı Mahallesi’nde bulunan cami II. Murad’ın komutanlarından Yahşi Bey tarafından yaptırılmıştır. Yapı üzerinde kitabe bulunmamakla beraber 15. yüzyıl’a tarihlenen yapı etrafında bir çeşme ve hamam yer almaktadır. Bir de sıbyan mektebinin olduğu söylenmektedir ancak gezimiz esnasında hazirenin yanında bulunan bir kemer kalıntısına rastlanmış ve yapının da bu olduğu düşünülmektedir. Caminin
arkasında bulunan hamam iki odalıdır. Duvarlar içinde su kanalları hala görülmektedir. Definecilerin talanına uğrayan hamamın içi kazılmıştır. Bir geçiş yolu üzerinde bulunan caminin geçmişte birçok işlevi yerine getirdiği düşünülmektedir. Caminin ön tarafında 15 mezar taşı bulunmaktadır. Ayrıca ön tarafta şuan kurumuş olan kuyusu vardır. Sekizgen bir kaidenin üzerinde olan minarenin külahı bulunmamaktadır. Cami restorasyon geçirmesine rağmen hala bakıma ihtiyacı vardır. Çekilen ses sistemi sayesinde merkezi ezan okunmakta olan cami ibadete kapalıdır. Penceresinden baktığımız kadarıyla iç kısmı nem almış ve sıvaları kabarmış durumdadır. Halıları da toplu vaziyette durmaktadır. Cami sınırları içinde daha önceki dönemlere ait çok sayıda taş artığı bulunmaktadır. Camii girişinde bulunan çeşme bir lahite yapılmıştır. Bakımsız ve cemaatsiz olan bu camii de Urla’da kurtarılması gereken kültür miraslarımızdandır. Kamanlı Hamamı ve Çamaşırhanesi Kamanlı Camii olarak bilinen Yahşi Bey Camii’ne çıkan yokuşa varmadan sol tarafta hamam ve sağ tarafta da çamaşırhane bulunmaktadır. Hamam son derece bakımsız vaziyettedir. Üç ana oda etrafında altı adet küçük odası bulunan hamamın merkez kubbesi sağlam vaziyettedir. Hamam duvarlarında sıcak ve soğuk su kanalları hala daha görülmektedir. Yapıda muazzam bir işçilik vardır. Ana kubbede bulunan yıldız şeklindeki geometrik şekillerle hamamda aydınlatma sağlanmıştır. Hamamın
Kamanlı Camii, Yahşi Bey Külliyesi adıyla da bilinmektedir. Urla, Kamanlı Mahallesi'nde bulunan cami II. Murad'ın komutanlarından Yahşi Bey tarafından yaptırılmıştır.
39
Helvacılar Camii
odalarından biri atık malzemelerle doludur. Bu hamam da defineciler tarafından çeşitli yerlerinden kazılmıştır. Hamamın üst karşı tarafında bulunan çamaşırhane ise yarısına kadar toprağa gömülü vaziyettedir. O yapı da bakıma muhtaçtır. Hamam yapısı bakım yapılarak turizme kazandırılabilir. HELVACILAR CAMİİ
Cami, Kızılca Köyü ya da Helvacılar Köyü Camii adlarıyla bilinmektedir. Urla’nın kuzeybatısında bulunan Kuşçular Köyü’nde dağ eteğinde yalnız ve tükenmiş bir camii. Caminin yapım tarihi tam olarak bilinmemektedir. Ancak bu cami de diğerleri gibi 15. ya da 16. yüzyıl eseridir. Camii bölgesine gittiğimde yol üstünde karşılaştığım Ali ağabey ile bölge hakkında hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisi 1960 doğumlu olan Ali ağabey yöreye has kabak çiçeği dolması ve cay ikramıyla beraber şunları anlattı. “Caminin olduğu tepe eski bir yerleşimdi. Orada çok önceleri -ben görmedim anlatılanlardan biliyorum- yedi tane helva üreticisi varmış bunlardan dolayı oraya Helvacılar Köyü denmiş. Ancak orada farenin çok olması yaşayan halkı rahatsız etmiş. Hastalıklar baş göstermiş ve aşağıya yani buraya göçmüşler. Kuşçular Köyüne yerleşmişler. Kazanlarına kadar her şeylerini yakmışlar.” Ali ağabeyin söylediği gibi biz de oraya çıktığımızda birçok haşerata şahit olduk. Bölgede yaşayan halkın büyük çoğunluğunun muhacir olduğunu söyleyen Ali ağabeyden ayrıldıktan sonra tepede gözüken camiye doğru ilerledik. sayı//18// ocak 40
Etrafta bazı kalıntılar bulunmaktaydı. Camiye yaklaştıkça durumun vahameti apaçık ortaya çıkıyordu. Yıllara meydan okumuştu ancak artık yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı Helvacılar Camii. Mabedin kubbesinde muazzam bir işçilik bulunmakta ve minare de yarı yarıya yıkılmış durumda. Kubbede yer yer çatlaklar oluşmuş duvarlar kısmen yıkılmıştı. İçinde ateş yakmadan dolayı kararıklıklar bulunan cami, muhtemelen geceleri birilerinin konaklama yeri. Urla’ya gidiş yollarına hâkim bir yükseklikte olan caminin tabanı da birçok tarihi eser gibi kazılmış durumdadır. Çok sayıda kişinin bilmediği sessiz bir şekilde etrafına bakan bu caminin en kısa zamanda kurtarılması gerekmektedir. İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, İl Özel İdaresi, Urla Kaymakamlığı ve Urla Belediyesinin muhtemelen kendi sınırları içinde bulunan tarihi eserler ve kültür miraslarımız hakkında bilgileri vardır. Bu bilgilerini kısa zamanda güncellemeleri gerekmektedir. Kalıplaşmış bir cümle olan “dört mevsimi yaşadığımız cennet vatanımız” ifadesini sahil kenarlarına bar, gece kulübü, balık restoran, birahane yapmak zanneden sayın yetkililerin bu mirasa sahip çıkmalarını temenni etmekteyiz. Bir yörenin tatil beldesi olmasını ayık gezmemek zannedenler de gelecekte taşların arasında sadece bira şişesi kırıklarını bulacaklarını unutmasınlar. MUSALLA NAMAZGÂHI
Urla’da mahalleye ismini veren bir namazgâh, Musalla Namazgâhı. Urla İlçesi’nde Mustafa
Kemal Paşa Caddesi üzerinde bulunan namazgâhın durumu içler acısıdır. Açık bir minaresi bulunan namazgâhın minare kısmına on bir basamakla çıkılmaktadır. Etrafındaki duvarlar tamamen yıkılmış vaziyettedir. Sonraki dönemlerde yapılmış dış kapıdan girişte bir mezar bulunmaktadır. Bu mezarın kime ait olduğu tespit edilememiştir. Mezarın üstü de daha sonraki dönemler betonla kaplanmış ve güzel olacağı düşüncesiyle yeşile boyanmıştır. Ayrıca mezarın yanında ve etrafta çok sayıda parçalanmış mezar taşı bulunmaktadır. Girişte üç çeşmesi vardır ancak açtığımızda uzun süre kullanılmadığından dolayı paslı su akmıştır. Namazgâha sonraki dönemlerde eklenen iki oda vardır. Duvarlar kabarmış, çatısı çökmüş ve halıları kullanılamaz hale gelmiştir. Bir rivayete göre Urla’da yapılan ilk mescid olduğu söylenmektedir. Duvara asılmış tabelada 19. yüzyıl olarak belirtilen tarih muhtemelen ekleme olarak yapılan mescid kısmının tarihidir. Musalla Mahallesi’nin girişinde bulunan namazgâh, çevresi gibi bakımsız durumdadır. Mahallede bir çevre düzenlemesi yapılması gerekmektedir. Namazgâh, belediyenin ya da yörede bulunan işadamları sayesinde kolay bir şekilde yenilenebilir ve ibadete açılabilir. Bugün ziyaret ettiğimiz bu yapı da Urla’da unutulmuş miraslarımızdandır. Pervasızca yanından gelip geçilen tek tarihi yapı olmaması da işin acı tarafıdır. Hersekzade Ahmed Paşa Hamamı 15. yüzyıla ait bir hamam olan Hersekzade Hamamı, eski fotoğraflarında tamamen yıkıldığı görülmektedir. Ancak hamam şimdilerde restore edilmektedir. Hamam çifte hamamlar grubunda yer almaktadır. Erkek ve kadın olmak üzere iki bölümden oluşan hamam önemli bir yapıdır. Restorasyon çalışmaları devam eden yapı biteceği günü beklemektedir. (günümüzde restorasyonun bitmiş olması gerekmektedir.) RÜSTEM PAŞA CAMİİ
Rüstem Paşa Mahallesi’nde Duru Sokak’ta bulunan caminin kitabesi bulunmamaktadır. Bölge geçmişte büyük bir deprem geçirmiş olduğundan cami de bu depremde hasar görmüş olmalıdır. Caminin girişinde yapım tarihi olarak 19. yüzyıl yazılıdır ancak yapı üslubu 15. ya da 16. yüzyıla aittir. Bu depremden sonra cami bir tadilat geçirmiştir. Kaynaklarda camiye ait hamam ve şadırvan bulunduğu belirtilmektedir. Ancak şimdilerde bunlardan hiçbir iz yoktur. Caminin
Rüstem Paşa Camii
etrafımda bulunan siteler dolayısıyla bölge yazlıkçıların ikameti haline gelmiştir. Cami duvarına bitişik halde ikişer katlı evler camiyi sarmış vaziyettedir. Camide kullanılan taşlar arasında eski dönemlere ait yapı malzemeleri de görülmektedir. Bunlar tamir esnasında eklenmiş olmalıdır. Cami avlusunda bir su kuyusu bulunmaktadır. Muhtemelen kuyu kurumuştur. Cami içi pencerelerden görebildiğimiz kadarıyla bakımlı vaziyettedir. İçten merdivenle üst kata çıkılabilmektedir. Geçmişte içinde yapılan tadilat nedeniyle birçok ince işçilik kaybolmuş olmasına rağmen Urla’da gezdiğimiz camiler arasında içi en temiz olanlarındandır. Caminin kubbesi bakıma ihtiyaç duymaktadır. Dış görünüş olarak yapının korunması gerekmektedir. Cami avlusu bölgedeki diğer camilere göre geniştir. Bakımlı sayılabilecek bir bahçesi ve büyük dut ağaçları bulunmakta, girişte bir tuvalet ve abdest alma yeri vardır. Minare külahı daha sonraları yapıda sırıtır bir şekilde yapılmıştır. Bu caminin de diğerleri gibi ilgiye ihtiyacı vardır. İzmir Çeşme yolunun kenarında bulunan camii etrafındaki yapılar yüzünde görünmemektedir. Tapu senedi hükmünde olan tarihi yapılarımızı, mezarlarımızı korumak ve işlevlerine devam etmelerini sağlamak bizlerin en büyük görevlerindendir. Urla’da bulunan tarihi yapılar hakkında yaptığımız bu kısa gezi neticesinde, çok sayıda kurtarılmayı bekleyen dini ve sosyal yapının olduğu, kıymetli mezar taşları ve kitabelerin bulunduğuna şahit olduk. Dileğimiz bu yapıların tez zamanda kurtarılmasıdır. 41
ANADOLU’NUN İNCİSİ:
PAMUKKALE
Pamukkale. Yeraltının yer üstüne bir selamıdır. Ak bir hatırlatmasıdır. Sıcak bir karşılamasıdır. Yrd Doç.Dr.Erkan ÇAV*
oprağın yeryüzüne çıkmış incisi, ovaların süsü, dağların tacı, gözlerin ufuklarda aradığı beyazlık, saflık, tazelik şarkısı… Pamukkale, beyaz bir bulut gibi büyür gönlümde… Şehir içinde bir vaha, vaha içinde bir dirilik, dirilik içinde yeryüzünden bir haberdir Pamukkale. Yeraltının yer üstüne bir selamıdır. Ak bir hatırlatmasıdır. Sıcak bir karşılamasıdır. Yaratılışından gelen enerjinin paylaşılmasıdır. Özdeki yanmanın dışarı atılmasıdır. Toprağa çıkması, gökyüzüyle buluşması, dünyayı şenlendirmesidir. Doğanın, yanan suyun teniyle çiçeklenmesi, buharıyla gizeme bürünmesi, tortularıyla biçim değiştirmesidir. Denizli’de yaşayan herkesin adeta beyaz yanıdır Pamukkale. Kimi zaman Denizli şehrinden daha fazla adını dünyaya duyuran, kaynağından çıkan mineralli sıcak suyun akışı esnasında bıraktığı tortuların oluşturduğu travertenlerden örülüdür. Tarih boyunca, termal suyun içindeki kalsiyumun çökelmesi ile oluşan doğa harikası Pamukkale travertenleri 2,5 km’den fazla uzunluğa sahip ve 160 metre yüksekliğine ulaşmaktadır. Sıcaklıkları 35-100 C arasında değişen 17 sıcak su alanı bulunan Pamukkale’ye kimliğini veren travertenleri, parlak beyaz rengiyle 20 km uzaklıktan görmek mümkündür. Bergama Kralı’nın eşi Hiera için yaptırdığı sayfiye şehri iken, zamanla büyüyen şehirdir Hierapolis. Amfi tiyatrosu, tapınakları, agorası, kapıları, evleri, sokakları, meydanları ile büyük ve güçlü bir antik şehre dönüşür. 11-12. yüzyıla değin etkinliğini sürdüren, yaşamın hızla devindiği, ancak 1200’lerdeki depremde büyük kısmı yıkılan, Selçuklu ile Doğu Roma arasındaki savaşlarda el değiştirdikten sonra 12. yüzyılın sonlarından itibaren Selçuklu Devletinin, devamında Beyliklerin ve Osmanlı Cihan Devleti’nin eline geçen antik şehirdir.
*T.C. Maltepe Üniversitesi
sayı//18// ocak 42
Hierapolis dışında, Pamukkale bölgesinde yer alan tarihi, ekonomik, kültürel ve dini merkez olmuş Laodikya, Buldan ilçesi sınırlarındaki Tripolis ve Honaz İlçesindeki Colossea antik kentleri büyük öneme sahiptir. Antik kentler dışında Denizli ilinde birçok tarihi ve kültürel yapılar vardır: Roma dönemine ait Çal Bayıralan Roma Köprüsü, 1230 yılına tarihlenen Çardak Kervansaray’ı, Çal ilçesindeki Selçuklu Komutanı Mahmut Gazi türbesi, Çivril’de
bulunan Selçuklu mimarisine sahip Beycesultan türbesi, Çivril’deki Selçuklu mimarisi özellikleri taşıyan Bulkaz hamamı, Denizli merkezde bulunan 14. yüzyıla ait Vakıflar Hamamı, Çivril ilçesinde yer alan 15-16. yüzyıl Osmanlı Yükselme Dönemi eseri Dedeköy Camii, Antik bir yerleşim merkezi olan Bekilli ilçe sınırları içindeki Medele’deki (Yeşiloba Mahallesi) taş evler, Baklan ilçesindeki 1772 tarihli Boğaziçi camii, Kale ilçesinde bulunan ve ilçenin eski yerleşim yeri olan Tabae Antik Kenti sınırlarında yer alan ve 1820’lerde yapıldığı anlaşılan 19. yüzyıl Osmanlı Dönemi cami mimarisi özelliklerini yansıtan Cevher Paşa Camii, Horasan’dan geldiği belirtilen Sultan Sarı Baba’nın 18-19. yüzyıla tarihlenen türbesi, 1882 tarihli mimarisi ve süslemeleri ile ünlü Çivril’deki Savranşah camii, Osmanlı mimarisini ortaya koyan Buldan evleri, 1884 tarihli Pamukkale Belenardıç camii, Çal ilçesinde yer alan ve 1885 yılında tamamlanan 65 metre uzunluğundaki ve 8 metre genişliğindeki Hançalar köprüsü, Osmanlı son dönemi sanayi yapılarından Pamukkale’deki Külahçıoğlu Un Fabrikası, Denizli merkezde yer alan Osmanlı evi, 1900 tarihli Sarayköy Tekke camii, 1904 tarihli İngilizlerce yaptırılan Honaz’daki Kaklık tren istasyonu, 1908’de yapılan tarihi özelliklerini mimarisiyle yansıtan Denizli merkezdeki Sürücü Evi, Çivril’deki Kuvay-ı Milliye mezarlığı, bunlardan bazılarıdır. Denizli’deki tarihi, kültürel, dini ve sosyal zenginlikler saymakla bitmez, ancak bu yazının konusu Pamukkale ve Hierapolis’tir. Pamukkale travertenlerinin hemen üzerinde bulunan ve Doğu Roma döneminin zengin ve tanınmış yerleşim merkezlerinden biri olan Hierapolis Antik Kenti’nin kuruluşu oldukça eski tarihlere dayanmaktadır. Antik coğrafyacı Strabon ile Ptolemaios verdikleri bilgilerde, Karia bölgesine sınır olan Laodikeia ve Tripolis kentlerine yakınlığı ile Hierapolisin bir Frigya kenti olduğunu ileri sürülmektedir. Kentin kuruluşu hakkında bilgilerin kısıtlı olmasına karşın; Pergamon Krallığı zamanında II. Eumenes tarafından MÖ 2. yüzyıl başlarında kurulduğu ve Bergama’nın efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Amazonlar kraliçesi Hiera’dan dolayı, Hierapolis adını aldığı bilinmektedir. Hierapolis, Roma İmparatoru Neron dönemindeki MS 60 yılındaki büyük depreme kadar, Hellenistik kentleşme ilkelerine bağlı kalarak özgün dokusunu sürdürmüştür. Deprem kuşağı üzerinde bulunan kent,
Neron dönemi depreminden büyük zarar görmüş ve tamamen yenilenmiştir. Üst üste yaşadığı bu depremlerden sonra kent, tüm Hellenistik niteliğini kaybetmiş, tipik bir Roma kenti görünümünü almıştır. Hierapolis Roma döneminden sonra Bizans döneminde de çok önemli bir merkez olmuştur. Bu önem, MS 4. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık merkezi olması (metropolis), MS 80 yıllarında, İsa‘nın havarilerinden Filipus’un burada öldürülmesinden kaynaklanmaktadır. MS 395 yılında Bizans yönetimine geçen Hierapolis, Piskoposluk merkezi oldu. Hierapolis, 12. yüzyıl sonlarına doğru Anadolu Selçuklularının sınırları dahilinde kalmıştır. Hierapolis antik kentinde; Nekropol, Domitiyan yolu ve kapısı, kare alan içine oturtulmuş Oktokonus tapınağı, tiyatro, Frontinus caddesi ve kapısı, Agora, Kuzey Bizans Kapısı, Güney Bizans Kapısı, Gymnasium, Tritonlu Çeşme Binası, Apollon Kutsal Alanı, Su Kanalları ve Nympheumları, Surlan, Filipus Martynonu ve köprüsü, Direkli Kilisesi, Nekropol Alanı, Katedral ve Roma Hamamı kalıntıları bulunmaktadır. Kentte çok sayıda tapınak ve dinsel yapı mevcuttur. Hz. İsa’nın havarilerinden biri olan St. Philip’in burada öldürülmesi buranın ‘kutsal kent’ olarak adlandırılmasının sebebidir. Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan St. Philip’in mezarının bulunduğu yerde, onun anısına inşa edilmiş olan St. Philip Martyriumu, Hristiyan aleminin hacı olmak için ziyaret ettiği kutsal mekanlardan biridir. Dini ve ruhi tedavi merkezi olarak inşa edilen Martyrium, dışta 32, içte 20 mekandan meydana gelen sekizgen yapısıyla göz kamaştırır. Roma Dönemi’nde büyük bir gelişme gösteren kent, 43
özellikle maden ve taş sanatında ustalaşmış, halı, kumaş gibi yün maddeleri ve çiçekleriyle ün yapmıştır. Termal maden sularının varlığı ve yörenin olağanüstü görünümü antik çağ insanlarını etkilemiştir. Dönemin zenginleri Roma’nın ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden gelip, yaşamlarının son dönemlerini Hierapolis kentinde geçirmişlerdir. Bugün kentin birçok yerinde görülen antik mezarlar dönemin Hristiyan zenginlerine aittir. Bu nedenle kentin Nekropolis’i (mezarlığı) son derece anıtsal ve değişik yörelere ait mezarlarla süslüdür. Kentin önemli simgeleri arasında bulunan ana cadde ve kapılar, kentin gelişimini gözler önüne sermektedir. Yapıldığı dönemde kuzey-güney doğrultusunda uzanan Frontinus Caddesi’nin iki tarafında sütunlu revaklar ve önemli kamu yapıları bulunur. Hierapolis denildiği zaman akla gelen ilk yapılardan biri olan Antik Tiyatro, Grek tiyatrosu tipinde yamaca yaslanmış 300 ayaktan oluşan görkemli bir yapıdır. Tiyatronun inşasına M.S. 60 yılında meydana gelen depremin ardından başlanmıştır. 50 oturma sırası bulunan tiyatronun oturma sıraları 8 merdivenle 7 bölüme ayrılmıştır. Tiyatronun sahnesinde ve çeşitli bölümlerinde mitolojik konuların işlendiği figür kabartmaları görülmektedir. Kentte bol miktarda görülen yapılardan biri de nekropollerdir. Bu eski mezarlar çoğunlukla Tripolis’e giden kuzey yolu ve Laodikeia’ya giden güney yolu üzerindedir. Dönemin en büyük agorası da Hierapolis Antik Kenti’nde sayı//18// ocak 44
bulunmaktadır. Kentin en önemli caddesi olan Frontinus Caddesi’nin yanında yer alan Agora 70 metre genişliğinde ve 280 metre uzunluğundadır. Bir sağlık kenti olarak da öne çıkan Hierapolis’te çok sayıda çeşme ve hamam bulunmaktadır. Bu alandaki en görkemli yapılar; Hamam Bazilika, Büyük Hamam Kompleksi, Roma Hamamı ve Sekizgen Hamam’dır. Hierapolis’in gizemini dünyaya yayan efsaneye göre, çirkinliğinden bıkan çoban kızı, canına kıymak için kendini sulara atar ve Hierapolis’in sularında güzeller güzeli bir kıza dönüşür. Bu sayede ünü yayılan bölgenin tedavi amacıyla da kullanılan Pamukkale yeraltı suları (travertenler) sayesinde tarih boyunca ilgi odağı olmuştur. Çeşitli hastalıklarına şifa bulmak isteyenlerin tarih boyunca uğrak yeri olmuştur Pamukkale. Kentin hamamı, yolcuların yıkanarak şehre girmeleri için şehrin dışına inşa edilmiştir. Tiyatronun kapasitesinin 9.500 kişi olmasından dolayı şehir nüfusunun 95.000-100.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Tiyatronun tasarımından burada gladyatör dövüşleri yapıldığı anlaşılır. Sahne altındaki çukurluk bölümle oturma sıraları arasında seyircileri vahşi hayvanlardan korunmak için yaklaşık bir metrelik yükseklik farkı vardır. Gladyatör dövüşlerinin olmadığı tiyatrolarda bu fark bulunmamakta, sıralar sahne düzeyinden başlamaktadır. Şehrin giriş kapısında işlenmiş olan Medusa figürü, tanrıça Medusa’dan korunmak için yapılmıştır. Bu inancın Türk kültürüne nazar boncuğu olarak geçtiği de
iddia edilir. Sahip olduğu bütün bu özellikleri ile Hierapolis, böylece bir Antik kentin bütün boyutların gözler önüne sergiler. Hierapolis, 9 Aralık 1988 tarihinde hem doğa hem de kültürel miras olarak UNESCO Dünya Miras Listesi‘ne alınmıştır. PAMUKKALE (HİERAPOLİS) ÖRENYERİ
Pamukkale (Hierapolis) Örenyeri giriş ücreti 25 TL’dir. Bu rakam, haftasonlarında veya çeşitli zamanlarda bölgeyi daha sık ziyaret etmek isteyen yerli turistlerin eleştirisine yol açmıştır. Bununla birlikte bölgeyi, 20 TL’den başlayan indirimli fiyatlarıyla alınan “müze kartlar” ile de ziyaret etmek mümkündür. Bölgenin, termal suları dışında yerli ve yabancı turist ziyaretçisi yüksektir. Örenyeri kapsamında; travertenler, bahsi geçen bütün tarihi alanlar ve Arkeoloji müzesi gezilebilmektedir. HİERAPOLİS ARKEOLOJİ MÜZESİ
Bölgede ve çevre alanlarda yapılan kazılarda bulunan tarihi eserler, Hierapolis Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Hierapolis kentinin en büyük yapılarından biri olan Roma Hamamı, 1984 yılından beri Hierapolis Arkeoloji Müzesi olarak hizmet vermektedir. Hierapolis kazılarından çıkan eserlerin yanında Laodikeia, Colossai, Tripolis, Attuda gibi Lycos (Çürüksu) vadisi kentlerinden gelen eserler de müzede sergilenmektedir. Tunç çağının en güzel örneklerini veren Beycesultan Höyüğü’nden elde edilen arkeolojik buluntular da burada yer almaktadır. Bunların yanında Caria, Pisidya ve Lidya bölgelerindeki bazı yerleşimlerden ortaya çıkarılan eserler Hierapolis Müzesi’nde toplanmış ve sergilenmektedir. Hierapolis Hamamı’nın bölümlerinden olan üç kapalı mekân ile doğu bitişiğindeki kütüphane ve gymnasium olarak bilinen açık mekânlar müze teşhir alanları olarak düzenlenmiştir. Küçük ve büyük birçok eserin sergilendiği müze “Heykeller ve Lahitler”, “Küçük Buluntular” ve “Tiyatro Buluntuları” olmak üzere üç kapalı mekândan oluşmaktadır. Açık alanda sergilenen eserler ise daha çok mermer ve taş eserlerdir. MÜZEDEKİ EKSİKLİKLER
Bölgeden çıkarılan nesneler için ayrılan sergileme ve alt-yapı alanlarının yetersizliği, sergileme bölümlerindeki dijital aktarım ve gösterim sistemlerinin olmayışı, müze binalarındaki bilgilendirme panolarının eskiliği, dikkat çeken eksikliklerdir.
Pamukkale/Hierapolis Örenyeri İçin Öneriler Pamukkale/Hierapolis örenyerinin, saatlerce yürünerek bitirilemeyecek bu alanın, daha iyi gezilmesini sağlamak için çeşitli geliştirmeler yapılmalıdır. Bu amaçla yürüyüş yolları daha nitelikli kılınabilir, tepe yamaçlarına dağılmış kaya mezarları konusunda nitelikli yönlendirici ve bilgilendirici tabelalar konulabilir, bölgenin tarihsel gelişimi pagan tapınaklardan kiliseye değin uzanan inanç sistemleri ile bütünlüklü olarak verilerek, geçmişin katmanlarından bugüne doğru bilgiler ve aktarımlar ile birlikte müze alanında düşünsel bir zenginlik içinde yürünebilir. Bugünkü durumda, engebeli coğrafya sebebiyle, değil yaşlılar, gençler için dahi anlamlı olarak yapılacak bir ziyaret büyük bir fiziksel efor istemektedir. Belirli yürüme engelleri olan kişilerin bunu yapabilmesi mümkün değildir. Mevcut durumda küçük tekerlekli araçların kiralanması imkanı olmakla birlikte, bunların daha uygun fiyatlarda daha fazla kişiye ulaştırılması mümkündür. Bireysel araçlar yerine daha fazla kişinin toplu olarak taşınabildiği, belirli hızda giden, sabitlenmiş duraklarda indirme-bindirme yapabilen, yaz ve kış koşullarına göre açık veya kapalı olabilen, dışarının izlenmesine olanak sağlayan taşıma ringleri ile Hierapolis Antik Kenti bölgesi çok daha verimli olarak her yaştan kişinin ziyaret alanına dönüştürülebilir. Aynı şekilde haritalı broşürlerle yürüyüş parkurlarının oluşturulması kolaylaştırıcı olur. GİRİŞ-ÇIKIŞ KAPILARI
Pamukkale Örenyeri alanının Karahayıt yerleşim birimi yönündeki girişinin en kısa sürede tamamlanması elzemdir. Çünkü bu giriş bölgenin ziyaretini çok boyutlu kılarak kısıtlı zamanlar ayırabilenlerin bilgi ve görgü zamanlarını en iyi şekilde değerlendirmelerini sağlayacak bir imkan sunmaktadır. Aksi halde 5 kilometreye kadar çıkabilen yürüyüş bölgesini daha da uzatmak gerekir. Karahayıt girişinden yapılacak başlangıç ile bölge tek yönde derinliğine ziyaret edilebilmektedir. Buna karşın kuzey giriş kapsının doğal koşullardan kaynaklanan uzunca yolu olan girişi, araçla gelmeyenler için kullanışlı değildir. TRAVERTENLER
15-20 yıl önce travertenler arasından yukarıya araçların çıkışının sağlandığı yılların bıraktığı tahribat, yapay traverten havuzları yapılarak giderilmeye çalışılmıştır. Buna rağmen bu yapay traverten eklentileri orijinal görünümü
45
bozmuştur. Bu tahribatı giderecek daha farklı bir düzenlemenin ihtiyaç olduğu görülmektedir. Yetersiz su paylaşım sistemi sebebiyle bazı travertenler hiç beslenememekte, bazıları ise yok olma derecesinde yıpranmaktadır. Bu açından, travertenler bölgesinde gözlemlenen bozulmaların giderilmesi ve doğal özelliğin korunabilmesi için kimi bölgelere yetersiz ulaştığı gözlemlenen sıcak su kaynaklarının daha iyi tanzim edilmesi sağlanmalıdır. Bu kapsamda bir nokta daha dikkati çeker. Travertenleri besleyen merkezi sıcak su kaynağında aynı zamanda yüzülebilmesi ve oradaki yeme-içme komplekslerinden faydalananların gözleri önünde bu yüzme alanının olması, hem sıcak su kaynağının kullanımı hem de estetik açıdan olumlu bir görüntü sağlamaz. Böyle bir sıcak su kaynağından yüzerek faydalanmak için farklı bir çözüm bulunmalı ya da bu bölge sadece dinlenme, yeme-içme birimi olarak kullanılmalıdır. MEZARLIKLAR ÜZERİNDEN OLUŞAN TARİHSEL BÜTÜNLÜK
Hierapolis mezarlıklarıyla ünlü bir antik şehirdir. Mezar yapıları oldukça çeşitlidir. Kaya mezarları, büyüklü küçüklü taş lahitler, süslemeli, kabartmalı ve heykelli yapılar, dönemin hiyerarşik düzenini bütünüyle gösteren mezarlardır. Hierapolis mezarları, bölgenin sonraki hakimi olacak Selçuklu Devleti, Beylikler ve Osmanlı Cihan Devleti döneminin mezarlığı İlbade Mezarlığının öncülü olması sebebiyle Antik çağ tarihinin bir özetini sunar. (İlbade Mezarlığı için bakınız; Şehir ve Kültür, Sayı 20, s.72-77) Binlerce taş mezardan sayı//18// ocak 46
oluşan alanın ve diğer tarihi yapılanların on yıllar boyunca definecilerin saldırısına maruz kalmış olmasını ise, büyük bir talihsizliktir. TARİHİMİZİN VE KÜLTÜRÜMÜZÜN DÜŞMANLARI: DEFİNECİLER
Hierapolis gibi alanlar, çeşitli tarihi ve kültürel arkeolojik bölgelerimiz ve yapılarımız, tarih ve kültür değerlerimizi yok eden ve çoğunlukla kendi vatandaşlarımızdan oluşan definecilerin saldırısı altındadır. Bu şekilde, Anadolu tarihinin, bu toprakların hırslı, bilinçsiz, tarih bilgisi yoksunu, kolay para düşkünü, açgözlü, tarih ve kültür hırsızı kişilerce yok edildiğini dile getirmek, hoşnut edici bir durum olmasa da, bugün halen yaşanan bir gerçektir. Anadolu topraklarındaki talan, yüz yıllardır, özellikle 1800’lerden beridir artarak sürmektedir. Denizli İlbade mezarlığından çalınan prizma mezarın veya Denizli Dodurgalar kasabasındaki tarihi Alacahöyük’teki dinamitli patlatmayla yapılan tahribat, bunlardan iki örnektir. Ölüm pahasına yapılan bu tarihi ve kültürel saldırganlık sadece polisiye değil, eğitsel uygulamalarla birlikte engellenebilir. PAMUKKALE BÖLGESİNİN KİMLİĞİ
Bugün, Pamukkale örenyerine komşu olan, otel ve pansiyonlarla termal suların yoğun olarak kullanıldığı Karahayıt yerleşim birimi, önceleri turistik bir bölge olarak tasarlanmış, sağlık hizmetleri için kullanılabilecek termal altyapının bu yönde geliştirilmesi ve sunulması fikrinin oluşturulmasında ise geç kalınmıştır. Buna rağmen, bugün turistik amaçlarla yapılan kullanıma göre tıbbi amaçlı kullanım ve rehabilitasyon birimleri az olmakla birlikte,
giderek artmakta, bölgenin sağlık amaçlı kullanımı gelişmektedir. Bu şekilde bir dönüşüm, Pamukkale ve Karahayıt’ın toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçları için kullanılabilir olmasını sağlayacaktır. Ortalama bir Anadolu kasabası görünümünü veren Karahayıt, son yıllardaki dikkatli ve planlı uygulamalar ile çehresini giderek değiştirmekte, zenginliklerini doğru kullanarak herkes için yaşanabilir bir beldeye dönüşmektedir. Aynı şekilde, Hierapolis, sadece turistlerin eğlence yeri olarak tasarlanmış, günümüzde de Pamukkale köy içi bölgesi sadece eğlence mekânı olarak öne çıkmaktadır. Oysa Pamukkale’nin asıl kimliğini, eğlence mekânı olması değil, tarihi antik şehir ve bu şehrin kurulmasının sebebi olan insan sağlığına faydalı termal kaynaklar oluşturur. Bu ana çerçevenin önümüzdeki yıllarda daha güçlü biçimde temsil edildiği bir anlayışla; bölgenin, ören alanının, şehir içi tasarımın ve Antik şehir ziyaret düzeninin geliştirilmesi gerekiyor. Denizli’nin Acil İhtiyacı: Öncü, Yenilikçi, Kapsamlı, Geniş Sergileme Alanlı ve Teknolojik “Yeni Denizli Müzesi” Projesi Hierapolis’in temel sorunu, Denizli bölgesindeki antik kazıların ve diğer Selçuklu, Beylikler, Osmanlı dönemi eserlerin başına gelen şeydir: Büyük ve kompleks bir müzenin olmayışı. Bu durum, Denizli’nin tarihi, kültürel, ekonomik, sosyal ve dini derinliğini paylaşmaktaki en büyük eksikliğini oluşturur. Denizli’nin acil ihtiyacı, zenginliklerini dünya çapında sergileyebileceği, en az 10 bin metrekarelik sergileme alanı olan, dijital ve elektronik gösterim sistemlerinin kullanıldığı, elektronik panoları, led ekranları, üç boyutlu gösterimleri, konferans salonu, kütüphanesi ve kitabevi olan kapsamlı bir müze kompleksidir. Bu müze yerleşkesi, sahip olduğu olanakları ile kendi maddi gelirlerini kazanabilecek ve yürütebilecek beceriye sahip olma potansiyeline sahiptir. Denizli’ye değer katan ve katmak için çaba gösteren seçilmiş ve atanmış bütün yöneticilerin, bölgenin önde gelenlerinin ellerindeki imkanları bu amaçla kullanmaları temel bir sorumluluktur. Şehir, kentsel dönüşüm projeleri ile yeniden imar edilebilir, ancak müzesi olmadan bir şehrin tarihi ve kültürel zenginliklerini doğru biçimde, bir arada, tarihsel, kültürel, ekonomik, sosyal ve dini katmanları ile bütünsel olarak görebilmek ve değerlendirebilmek, onun sahip olduğu kimliğin anlam ve önemini karayabilmek,
mevcut yaşayanların zihinlerinde ve kalplerinde somutlaştırabilmek ve en önemlisi gelecek nesillere bu mirası ve onu çevreleyen varlık bilincini aktarabilmek, mümkün değildir. Müze yerleşke alanı olarak, Laodikya ve Hierapolis arasındaki bölge idealdir. Buldan ilçe sınırlarındaki Tripolis antik kentinin de çok uzak olmadığı bu bölgenin seçilmesi; kullanım, coğrafi konum ve antik kentlere yakınlık sebebiyle doğru bir seçim olur. Pamukkale’ye, Hirapolis’e, Laodikya’ya veya şehre yolu düşenlerin kolayca erişim gösterebileceği, sağlam altyapılı, akıllı sistemlerle donatılan, teknolojik, kendini tanıtabilir ve ekonomik döngüsünü yürütebilir bir müze uygulama projesinin ortaya konulması, Denizli’nin marka şehir değerine temelden katkı sunacaktır. Bu zenginliğe ve olanağa sahip şehrin, bunu kullanmaması büyük kayıptır. NE YAPILMALI
Denizli bölgesinin antik ve tarihsel kimliğini, Selçuklu Devleti, Beylikler ve Osmanlı Cihan Devleti tarihi ile bağlantılandırılarak Anadolu tarihi içinde anlamlandırmak bugünü kavramakta önemli katkılar sağlar. Bu kapsamda, tarihsel yolculuğun ve sağlıklı yaşamanın merkezi olması gereken Pamukkale (Hierapolis) bölgesinin “turistik eğlence” merkezi olarak tasarlanmış olması, yanlış bir tanımlamadır. Termal ve sağlık merkezine kurulan şehir, bu işlevini geliştirerek tarihsel bütünlüğünü geri kazanabilir. Pamukkale’nin, Hierapolis’in tarihsel kuruluş, kullanılış ve oluşma amacı ile örtüşen biçimde, Anadolu’nun tarihsel zenginliğini en iyi şekilde gösteren bir biçimde, tarihsel, kültürel, dini, sosyal, siyasi ve ekonomik süreçlerin doğru paylaşılmasını sağlayan bir merkez olarak yeniden ele alınması, tasarımının bu yönde derinleştirilmesi ve kullanımının bu şekilde sağlanması, tarihi bir sorumluluktur. 47
KURULUŞUNUN ÜÇÜNCÜ YILINDA
DERSAADET TİCARET ODASI Bu dönemde duyun-u umumiye müdürlüğü kurulmuş ve ülkenin büyük gelir kaynakları dış borçlar sebebiyle bu müdürlük üzerinden temlik edilmişti.Sultan II Abdulhamit bu duruma çözüm arayışı içine girmiş, bu amaçla yaptığı çalışmalardan biri de Ticaret ve Sanayi Odası ile gazetesinin kurulması olmuştur.
Dr. İsmail DEMİRBAŞ
stanbul Ticaret Odasının Kurulduğu 1882 yılı, Osmanlı devletinin savaşlardan bunaldığı ve uzun savaşlar sorası maliyesinin borçlandığı yıllardır. Bu dönemde duyun-u umumiye müdürlüğü kurulmuş ve ülkenin büyük gelir kaynakları dış borçlar sebebiyle bu müdürlük üzerinden temlik edilmişti. Sultan II Abdulhamit bu duruma çözüm arayışı içine girmiş, bu amaçla yaptığı çalışmalardan biri de Ticaret ve Sanayi Odası ile gazetesinin kurulması olmuştur. İşte bu zor zamanlarda kurulan İstanbul Ticaret Odası 1882 yılında çalışmalarına başlamış Padişah, devlet erkanı, sanayi ve ticaret bakanlığı ile birlikte ülkenin meselelerine çözümler üretmiştir. Bu sayımızda odanın başkatibi Alexsandır İspiraki Efendi tarafından üyelere sözlü olarak onduktan sonra Gazetemizde 16 Mart 1885/Pazatesi/ sayı 6 da yayınlanan ve odanın ilk üç yıl içinde gerçekleştirdi belli başlı faaliyetleri anlatan makalenin yarısını ele alacağız. İSTANBUL (DERSAADET) TİCARET ODASI GAZETESİ
16 Mart 1885/Pazatesi/sayı 6: Efendiler! Odamızın tüm uygulamaları yüce zatınızca da bilinmekte ise de, 14 Ocak 1882 tarihinden bu güne kadar hükümetimizin destek ve yardımı ile oldukça memnuniyet verici icraatlar yaptığını ortaya koymak ve ispat etmek için, üç senelik faaliyetleri ve mali durumu izah eden bir rapor hazırlamayı uygun gördük. Bu raporu inceleyen kişi odanın ticaretimizin ilerlemesi için elinden geleni yaptığını kabul edip onaylayacaktır. Şüphesiz bu raporda yaptığımız tüm icraatlar yer alamayacaktır, ayrıca teşkil edileli çok uzun bir süre olmaması sebebiyle yapacağımız icraatların da çok olamayacağı bir gerçektir. Hazırlamış olduğumuz raporların ve çalışmaların hükümetimizin icraatlarına yardımcı olduğu ve milli ticaretimize hayli katkı sunduğu aşikardır. Bu rapordaki maddelerin bir kısmı uygulamaya konulamamıştır, bunlardan dolayı odamız sorumlu tutulamaz çünkü uygulama için bazı bürokrasinin aşılmasına ve vakte ihtiyaç duymaktadır. Ticaret odamız kurulduğundan bu güne aşağıda kısaca özetlenen maddeleri konuşup değerlendirmek için yüzden fazla toplantı gerçekleştirmiştir.
sayı//18// ocak 48
İstanbul Ticaret Odası Eminönü / İstanbul
1- Transit ticaretin bürokratik işlemlerinin azaltılması ve gümrük işlerinin hızlandırılması için tedbirlerin alınması. Odamızın isteği üzerine bu konuyu müzakere için vergi dairesinde bürokratların bazıları ile odamızdan dört kişiden oluşan bir komisyon oluşturulmuştur. Hükümet oluşturulan komisyonun kararını dikkate alarak bu sürenin bir sene olarak belirlenmesini ve İran’a gidecek malların nakil işlemlerini kolaylaştırmak için Trabzon’a bir depo inşa edilmesini emir buyurmuştur.Bunun dışında komisyonun arz ve teklifi üzerine hükümet tarafından kabul edilen ve ticareti kolaylaştıracak tedbirler kabul edilmiş ve neşredilerek ilgililere duyurulmuştur. 2- Osmanlı ticaret gemilerinden alınan vergilerin düzenlenmesi ve birleştirilmesi. Uzun müzakerelerden sonra bu konunun kesin olarak nasıl olacağı odamızdan iki kişinin de dahil olduğu bahriye nezaretinde oluşturulan hususi komisyona havale edilmiş, işin gemi sahiplerin arzu ettikleri şekilde karara bağlanması kısa sürede uygun bulunuştur. 3-Bartın limanının taranıp temizlenmesi. Konu hakkındaki odamızın raporu ilgili bakanlığa arz edilmiş, gereği için araştırma ve müzakereler ilgililer tarafından sürdürülmektedir. 4-Petrol (Gaz) deposunun inşası. Odamızın kendi üyelerinden müteşekkil komisyon tarafından gerçekleştirilen
değerlendirme ve müzakereler ile oluşturulan rapor ticaret bakanlığına takdim edilmiştir. Depo vergisinin düşürülmesi veya kaldırılması yönünde yabancı büyükelçiliklerin bazıları tarafından itirazların da dile getirilmesi sonrasında konu hükümet nezdinde oluşturulan, odamızın ikinci başkanının ve bakanlık memurlarının da içinde bulunduğu komisyona havale edilmiştir. Komisyon üyeleri ve yabancı büyükelçilikler arasında yapılan uzun müzakereler sonrasında vergilerin düşürülmesine karar verilmiştir. 5- Ticaret ve denizcilik okulu kurulması. Bir ticaret okulu programı ve yönetmeliği odamıza havale edildikten sonra yönetim kurulumuz üyesi dört kişiden oluşan komisyon tarafından değerlendirilmiştir. Bu okul bir sonraki senenin başında Padişahımız efendimizin himayesi altında inşa edilmiş ticaret bakanlığına bağlı olarak hizmete girmiştir. Denizcilik okulunun hayata geçirilmesi için de Padişahımız ilgililere emirlerini iletmiştir. 6-Ticaret borsası yönetmeliği. Ticaret Bakanlığı tarafından düzenlenen ve odamız tarafından uygun görülen yönetmelik hükümetin onayına sunulmuştur. 7- Osmanlı iskeleleri arasında taşınacak mallardan gümrük vergisinin kaldırılması. Bu konu hükümet tarafından zaruret olarak değerlendirilmiş fakat uygulaması yedi yıl zarfında tedricen uygun görülmüştür.Odamız 49
Ünye,Terme, Fatsa, İskece, Sultanyesi, Ahi çelebi,Eğridir, Rize. 9- Komisyoncular yönetmeliğinin düzenlenmesi. Böyle bir yönetmeliğin gerekliliği çoktandır hissedilmekteydi odamızda bu düzenleme için dört kişi görevlendirilmiş ve hazırlanan rapor yönetim kurulumuzda görüşülüp onaylandıktan sonra uygulamaya konulmak üzere Ticaret bakanlığına takdim edilmiş oradan da hükümetin onayına sevk edilmiştir. 10-Bir bilgi işlem ve veri doğrulama kalemi oluşturulması. Odamız bu konuda ihtiyaca binaen görüşme ve değerlendirmeler yapmış hazırlanan teklif ticaret bakanlığında tetkike tabi tutulmuş payitahtta yakın zamanda böyle bir kalemin tesis edilmesi ve icraya başlaması ümit edilmektedir.
vergiden öncelikle muaf tutulacak eşyalar konusunda çekimser kalmamış bunları belirleme konusunda hükümetle ortak çalışma yürütme kararlılığını ortay koymuştur. 8-Osmanlı vilayetlerinde ticaret odaları kurulması ve açılması. Osmanlı vilayetlerinde ticaret odaları kurulmasının faydaları ortaya konulmak suretiyle milli ticaretimizin ilerlemesine katkı sunacağı hükümetimize arz edilmiş ve kabul gören bu düşüncemiz neticesinde vilayetlerde ticaret odaları kurulması için hükümetimiz valilere emirnameler göndermiştir. Geçmiş üç yıl içerisinde ticaret odası açılan Osmanlı vilayet,sancak ve kazaları aşağıda zikredilmiştir. Vilayetler: Kastamonu, Konya, Musul, Van, Edirne, Adana, Trabzon, Bursa, Diyarbakır, Trablusgarp, Halep, Bağdat, Elazığ, Selanik, Cezayir. Sancaklar: Burdur, Karahisar, Kırklareli, Gelibolu, Gümüşhane, Samsun, Gümülcine, Basra, Mardin, Maraş, Kudüs. Kazalar: Nallıhan, Mustafa Paşa, Uzun köprü, Havza, Ereğli, Ilgın, İmroz, Bozcaada, Side, Bozkır, Şatak, Mekes, Adilcevaz, Erciş, Gevaş, Lüleburgaz, Babaeski, Ahtebolu, Vize, Tirnova, Midyat, Şarköy, Keşan, İmroz, Mürefte, Cebel, Mersin, Karaisalı, Of,Hopa, Çarşamba, Bafra, sayı//18// ocak 50
11-Damga ve pul kanunu yirmi sekizinci maddesinin değiştirilmesi. Bu düzenleme kambiyo uygulamalarında ortaya çıkabilecek uygunsuzlukları önlemek için odamız tarafından ticaret bakanlığına sunulan gerekçeli kararları içine almaktadır ve bakanlıktan konu ile ilgili düzenleme beklenmektedir. 12- Gümrük tarifelerinin incelenip düzenlenmesi. Ticaret odamız hükümetimiz tarafın yapılan davete icabet etmiş ve gümrük fiyatlarını belirleyecek komisyonlara dört yönetim kurulu üyesini görevlendirmiştir. Ayrıca bu amaçla iki yüz kadar tüccar göstermiş, odamız gümrüğe tabi eşyaların gümrük fiyatlarının yenilenmesini amaçlayan bu mühim ticari konunun en yakın zamanda kesin olarak çözüme kavuşmasını arzu etmektedir . 13-Kollektif ve komantid şirketlerin mukavelelerinin oda tarafından kayıt ve tescil edilmesi. Ticaret odası bu konudaki raporunu Ticaret Bakanlığına sunmuş onların ilavelerini de ekleyerek icra edilmek üzere hükümete arz etmiştir. 14- Yün, yapağı, afyon,palamut, halı, şimşir,kendir, kuş otu, boynuz, zeytin yağı, kendir, zaferan, gül yağı, külçe-parça bakır gibi malların teslim sürelerinin sınırlanması. Bu konuda odamızca gerekli teşebbüs yapılınca arz süresi altı ay ile bir sena arasında belirlenmiş, gazetelerde yazılarak ilan edilmiş ve ticaret erbabınca da uygun görülmüştür.
Gözler Üzerine Yanık Türküler Gözlerim ey, fersiz gözlerim / iyilik bilmezlerim Uykular gelirdi kurşun ayaklarıyla kıyınıza Süzülür giderdiniz Ve çılgın kanatlarıyla şafağın bekçisini Kapınızdan kovardınız Yâni vardınız Şimdi yoksunuz Bir vakit siz boyardınız okyanusları / dağlara leylâk / göklere kızıldınız Ve kapanırdınız, dünya karanlık Karanlık geçitlerde elimden tutardınız Yâr gelende bir olur, yüreğime akardınız Bir vakitler vardınız Şimdi yoksunuz. Kalın camlar ardında / ben sizi korumadım mı Hasret şimşekleri çakanda gözümü yummadım mı Pınarınız kurudu / ben sizi yaşsız mı kodum Deli çaylar gibi boşaldınız / ıssız mı kodum Kimi kirpikleriniz kibrit oldu / yandınız Dönüp bana yalvardınız Yaşınızı silmedim mi / sizi gözüm bilmedim mi Gönül kapılarımı açmadım mı size Ey iyilik bilmezler Şimdi yoksunuz Şimdi, suyunuz kesildi / kuyunuz dipsiz Siz beni terk ettiniz Vedâ vakti gelmeden daha Cehennem olup / gittiniz Soylu sitemler için / artık yorgunum Ve siz, yorgunsunuz. Var gibi duruyorsunuz Ama yoksunuz..
Kâmil UĞURLU
51
OMUNCU BABA “AŞKIN SIRRI”NI ANLATIYOR
SOMUNCU BABA
AŞKIN SIRRI FİLMİN BAŞROL OYUNCUSU FURKAN PALA İLE SÖYLEŞİ Anadolu’nun yetiştirdiği erenlerden olan ve fikirleriyle Selçuklular’dan Osmanlı’ya âdeta bir köprü vazifesi gören Somuncu Baba’nın hayatı beyazperdeye taşınıyor. Yönetmenliğini Kürşat Kızbaz’ın yaptığı “Somuncu Baba Aşkın Sırrı”, 1 Nisan 2016’da vizyona girecek ve 50 ülkede izleyicilerle buluşacak. Söyleşi: Sabri GÜLTEKİN / Fotoğraf: Fatih TEKDOĞAN
Yazar Mahmut Ulu’nun aynı isimli romanından uyarlanan ve Aksaray Belediyesi’nin öncülüğüyle birçok kurumsal firmanın sponsorluğunda çekimleri gerçekleştirilen “Somuncu Baba Aşkın Sırrı” filmi 1 Nisan 2016’de vizyona giriyor. Zinciriye Medresesi, Aksaray Ulu Camii, Hasan Dağı, Ihlara Vadisi gibi Aksaray’ın 23 yerinde çekilen filmde, fikirleriyle Selçuklu’dan Osmanlı’ya köprü olmuş Anadolu’nun yetiştirmiş olduğu en önemli erenlerden olan Somuncu Baba’nın hayatı konu ediliyor. “Somuncu Baba Aşkın Sırrı” filminde genç bir dervişin ilahi aşkı arayışı ve bu uğurdaki zorlu mücadelesi; destansı bir dil ve anlatım ile sevda, ayrılık, sabır ve tevazu gibi temalar üzerinden işleniyor. Film aynı zamanda Somuncu Baba’nın ilahi aşkı arama yolunda Hicaz’dan Şam’a ve Bursa’dan Aksaray’a uzanan hikâyesiyle bir yol filmi olma özelliği taşıyor. Yapım ve yönetmenliğini Kürşat Kızbaz’ın yaptığı filmde, Somuncu Baba’yı son dönemlerde yıldızı parlayan genç yetenek Furkan Palalı canlandırıyor. İlk kez bir sinema filminde rol almanın heyecanını yaşayan Furkan Palalı’yla, “Somuncu Baba Aşkın Sırrı” bağlamında “hayat sahnesi”ne dair birçok şeye dokunduk. Furkan bey, profesyonel model, basketbolcu, tiyatrocu, oyuncu, eskilerin tabiriyle “bir koltukta iki karpuz” taşımayı seviyorsunuz. Başarınızın sırrı nedir? Evet seviyorum. Çünkü; hangi işi yaparsan yap başka mesleklerden öğrendiklerin bir yerde sana mutlaka yardımcı oluyor. Kendi mesleğimi düşündüğümde basketbol, spora karşı her zaman istekli olmamı sağladı ve oyunculukta kendi fiziğine bakmak zorundasın. Yine aynı zamanda modellik kariyerim, oyunculuğa başlarken özgüvenimi yüksek tutmama yardımcı oldu. Bazen istediğin gibi gitmese de vazgeçmeyeceksin, inanacaksın önce kendin inanacaksın ve o negatif havayı ancak daha çok inanarak bozabilirsin. Benim kendimce başarı metodum budur. Çalışmak, çalışmak ve çalışmak. Oyunculukta Tuncay Özinel gibi usta bir tiyatrocunun eleğinden geçmenin faydalarını gördünüz mü? Ben ilk profesyonel tiyatro deneyimimi Tuncay
sayı//18// ocak 52
Özinel Tiyatrosu’nda yaşadım. “Uyan Uyan Gazi Kemal” adlı belgesel oyunu 50’ye yakın sahneledik. Benim için çok güzel bir tecrübe, çok önemli bir okul oldu. Bunu her zaman söylerim. Rahmetli bana hep, “Artist, sen yarın bir gün dizilere başlayacaksın, unutacaksın bizi” derdi. Asla unutmam, unutamam. Mekanı Cennet olsun. Saygıyla anıyorum… BAŞARIMI AİLEME BORÇLUYUM
Konya gibi bir şehirden çıkıp, Best Model of Turkey ve Best Model of The World birinciliklerini elde etmek nasıl bir duygu? Hem de muhafazakâr çevreden gelen biri olarak... Çevrem, eşim dostum beni her zaman destekledi ve takdir etti. Onların desteğiyle bugünlere geldim diyebilirim. Öyle olmasaydı, yani destek alamasaydım, arkamda olduklarını bilmeseydim, şu anki durumdan uzak olurdum. Benim memleketim sanata gerçekten saygı gösteriyor ve kendilerini geliştirmeye çok açıklar. Gurur duyuyorum Konya’yla. Desteklerini esirgemesinler hiçbir zaman. Önceleri ağabeyini örnek almışsın, fakat bir süre sonra yollarınız ayrılmış. Nasıl bir aileden geliyorsun? Hâlâ örnek alıyorum diyebilirim. Kritik kararlarda ailemden mutlaka fikir alırım. O yüzden aile konusunda şanslıyım. Allah onları başımızdan eksik etmesin. Hacettepe’de Jeoloji Mühendisliği eğitimi alırken, bugün içinde bulunduğun hayata dair hayallerin var mıydı? Mesela bir Şener Üşümezsoy olmayı aklından hiç geçirdin mi? Hayır yoktu. Lise döneminde yakın arkadaşlarım ısrarcı olsa da benim hayallerim babamın mesleğini sürdürüp ticaret adamı olmaktı. Üniversitedeyken mühendisliği bitirip kendi yerimi açmak istiyordum. Belki bir sondaj şirketi. Benim ekmeğim buradaymış, insanların ısrarı ve desteği beni bambaşka bir yola soktu. İyi ki de öyle olmuş, çünkü işimi severek yapıyorum. BAZEN AŞIRI İLGİDEN KASILIYORUM
Mahsun Kırmızıgül’ün “Hayat Devam Ediyor”, Osman Sınav’ın “Kızıl Elma” ve Ayhan Özen’in “Son Çıkış” gibi dizi filmleriyle yıldızınız yavaş yavaş parlamaya başladı. “Şöhret afettir”in ağırlığını taşımanın zorluklarından bahseder misiniz? Afettir demeyelim, fakat gerçekten kolay olduğunu söyleyemem. İnsanlara karşı, seni
izleyenlere karşı sorumluluğunun farkında olman gerekiyor bir kere. Onları yanlış yönlendirmek, kötü şeylere özendirmek yerine onlara örnek olmak zorundasın. O yüzden hata yapma lüksün neredeyse yok. Bu bence büyük bir çaba gerektiriyor; çünkü bizler de insanız ve hata yapabiliriz. Adı üzerinde ‘özel hayat’ ama maalesef öyle bir özel durum kalmıyor; çünkü her yerde sizi tanıyanlar olabiliyor. Bir yerde otururken, bir yerde gezerken rahat olmak istiyorsun bazen. Kimse olmasın diyorsun, ama olmuyor işte... Bu durum, yapım gereği biraz kasıyor beni. Çağımızın olmazsa olmazı(!) “sosyal medya”yla aranız nasıl? Etkin kullanıyor musunuz? Hastalık derecesinde kullanılmasına ne diyorsunuz? Fena sayılmaz instagram ve twitter kullanıyorum. Zaman zaman paylaşım yapıyorum. Elinden düşürmeyenlere kızıyorum. Bazen hayatın içindekileri, yaşadığımız özel veya güzel anları paylaşıyoruz. Fakat aşırılığa kaçanlar, sürekli başkalarının paylaştıklarına bakmaktan o anı kaçırıyorlar. HATASIZ KUL OLMADIĞINI BİLMEMİZ GEREK
Madem ki, zararlı alışkanlıklar mevzuuna girdik. Sizin de dizilerde rol konusu olarak karşılaştığınız, geçtiğimiz Aralık ayında biten “Son Çıkış”ta işlediğiniz uyuşturucu konusunda neler söylemek istersiniz? Uyuşturucu yalnız ülkemizi değil, dünyayı etkisi altına almış en önemli problemlerden biri. Ben o dizide oynadığım mahallenin kahramanı “Kenan” karakteriyle gençlere örnek bir model çizmeye çalıştım. Daha önce uyuşturucu kullanmış, hapis yatmış, fakat tövbe edip artık kendini uyuşturucuya karşı mücadeleye adamış bir adam. Uyuşturucu kullananların başına neler gelebileceğini, vazgeçmeleri gerektiğini 53
ilk projem. O dönemde başka bir yapımla anlaşmama rağmen son anda Mahsun Kırmızıgül’ün dizisine transfer oldum. İlk çıktığım dönem olduğu için piyasaya yeni girdiğim dönemde bana güvenip öyle bir şey söylemiş sağolsun. Elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Takdir her zaman seyircinin. KENDİMİ SOMUNCU BABA OLMAYA ADADIM
Yaklaşık 8 ay belirli aralıklarla Somuncu Baba kostümlerini üzerimde taşıdım, sakal bıraktım, yaşlandırıldım ve her zaman karakterle ilgili yapmam gereken veya yapmamam gereken jestler, hareketler nedir diye sorguladım. Kendimi uzun bir süre Somuncu Baba olmaya adadım. Bu süre zarfında hoşgörüyü, tevazuyu, insanı sevmenin önemini bir kere daha fark ettim.
kendi hikâyemizle anlatmaya çalıştık. İçenin, satanın başına gelecekleri de Kenan kendi yöntemleriyle gösterdi. Bu anlamda her türlü kötülüğe zemin hazırlayan uyuşturucu illetinden uzak durmak, uzak tutmak, gençlere destek vermek için her türlü sosyal sorumluluğa hazırım. Topluma örnek insanların, bu anlamda iyi bir sınav vermediğini medyadan takip ediyoruz. Sebebi “manevi” boşluk mu? Bazen hatalar yapılıyor olabilir. Hepimiz hata yapıyoruz. Kaldı ki, eğer inanıyorsak yani maneviyattan bahsediyorsak hatasız kul olmadığını da bilmemiz gerek. Bence hata yapmaktan çok tekrar etmemek önemli. Ben kendime göre inançlı bir insanım, fakat zaman zaman herkes gibi ben de hata yapabiliyorum. Eskiden daha agresiftim ama zamanla belki de yaşanmışlıklarla daha dingin, daha sakin olduğumu söyleyebilirim. Çok gürültülü yerlerden, çok kalabalıktan hoşlanmıyorum. Set dışında bana kalan boş zamanlarımda; ya spor salonunda hocam Gürcan Uğurlu’nun yanında alıyorum soluğu, ya kuaförüm ve dostum Adem Terzi de oluyorum, ya da arkadaşlarımla sakin ortamlarda vakit geçiriyorum. Genelde seçim yaptıktan sonra keşkeleri sevmem, arkama bakmamaya gayret ederim. Geçmişimin bazı dönemleri için, ‘daha sakin olabilirdim, daha anlayışlı olabilirdim’ dediğim oluyor. Mahsun Kırmızıgül, Osman Sınav, Ayhan Özen ve Kürşat Kızbaz gibi yönetmenlerle çalışmak sizi hangi yönde geliştirdi? Mesela Mahsun Kırmızıgül “Hayat Devam Ediyor” dizisi çekilirken sizi “Türkiye’nin yeni jönü” olarak lanse etmişti?.. Bu iddialı söze dair ne söylemek istersiniz? Hayat Devam Ediyor dizisi benim televizyonda
sayı//18// ocak 54
İlk sinema filminiz olan “Somuncu Baba Aşkın Sırrı” projesine nasıl dahil oldunuz? -Kızılelma dizisi yeni bitmişti ve aslında öylesine oynamaktan keyif aldığım, gurur duyduğum bir projeden sonra doğru bir adım atmak istiyordum. Belki inandığım, istediğim bir proje gelene kadar yeni sezonu bekleyebilirim diye karar almıştım. O süre zarfında ‘Somuncu Baba’ diye bir projenin senaryosu geldi okumam için. Dedim ki, ‘İnşaallah bir komedi değildir. Yani mutasavvıf olan Somuncu Baba’nın isminden yola çıkıp, günümüzde geçen bir hikâye olmaz umarım’ dedim. Sonra Kürşat Kızbaz’ın ismini duydum ve rahatladım işin açığı. Zaten aynı gün de senaryoyu bitirdim ve dedim ki, ‘Somuncu Baba’yı ben oynamalıyım’. Beğendiğimi söyledim senaryoyu, sonra ilk fırsatta bir araya geldik ve o gün anlaştık zaten. Profesyonel bir oyuncu ve Furkan Palalı olarak “Somuncu Baba” karakteri sizde ne gibi bir iz bıraktı? Yaklaşık 8 ay belirli aralıklarla Somuncu Baba kostümlerini üzerimde taşıdım, sakal bıraktım, yaşlandırıldım ve her zaman karakterle ilgili yapmam gereken veya yapmamam gereken jestler, hareketler nedir diye sorguladım. Kendimi uzun bir süre Somuncu Baba olmaya çalışmaya adadım. Bu süre zarfında hoşgörüyü, tevazuyu, insanı sevmenin önemini bir kere daha fark ettim. Bizi biz yapan değerleri, sevgi ateşini o dönemden bugünlere getiren insanlardan birinin hayatını oynamak gerçekten etkileyiciydi. Çekimler sırasında başınızdan ilginç bir olay geçti mi? Eksi 15 derecedeki Hasan Dağı çekimleri diyebilirim. Çekimi dağda yaptığımız için kardan dolayı ufak tepeleri fark edemiyordum. Her yerde kar seviyesi aynı gibi gözüküyordu, ama adımımı atmadan önce âsâmla kontrol ediyordum ve öyle hareket ediyordum. Defalarca kara battım, gerçekten çok zor sahnelerdi. Tipi altında yılmadan çalışan bütün ekibe teşekkür ediyorum. Tipi ve soğuk altında
yürürken yapmam gereken bazı ufak oyunlar vardı. Kürşat Kızbaz’ın sesini duyamıyordum hem mesafeden, hem de rüzgârdan. Fakat o kadar uzun zaman beraberdik ki, istediği şeyleri tahmin edebiliyordum. EN YÜKSEK BÜTÇELİ TASAVVUFİ FİLM
Filmle ilgili olarak “Bu film Türk sinema tarihinin 100 sene boyunca yapmadığı ama bundan sonra da Somuncu Baba’nın uzun yıllar bir filminin yapılamayacağı kadar özel bir proje”dir şeklinde iddialı bir açıklama yaptınız. Bunu neye dayandırıyorsunuz? Ben 100 senedir Somuncu Baba’nın hayatı beyazperdeye taşınmadı, dedim. Bir 100 sene daha yapılmayabilir, diyorum. O yüzden birbirini tekrar eden film senaryolarından biri değil. Bu da projeyi yeterince özel yapmıyor mu? Kürşat Kızbaş son dönemlerde ortaya koyduğu eserlerle dikkat çeken yönetmenlerimizden. Dolayısı ile onun isminin geçtiği bir proje ister istemez heyecan uyandırıyor. Sizin başrolünü oynadığınız bu filmde kimler yer aldı? Yönetmenimiz Kürşat Kızbat senaryosundan tutun da oyuncu kadrosuna kadar her şeyi sabırla âdeta ilmek ilmek işledi. Aksaray Belediyesi’nin öncülüğünde yılın dört mevsiminde yapılan çekimlerde, filme 14’üncü yüzyıla uygun dekor ve kıyafetlerle birlikte yaşanan yol hikâyesinin ruhu giydirildi. Tabi bunlar yapılırken ekipte yer alan Gürkan Uygun, Suna Selen, Emin Olcay, Ali Sürmeli, Sinan Albayrak ve Fırat Tanış gibi kendini oyunculukta kanıtlamış isimlerin de büyük katkısı oldu. Anladığım kadarıyla projeniz, bu envalde çekilen filmler için bir milat olma misyonunu da yüklenmiş gözükoyor. Somuncu Baba bu coğrafyada, kültür dünyasında çok değerli bir insan. Onu engin dünyasını büyük bir projeyle dünyaya anlatmak için bir yolculuğa çıktık. Seyirci bu filmle günümüz yaşamını sorgulayacak. Somuncu Baba Aşkın Sırrı şu ana kadar çekilmiş en yüksek bütçeli tasavvufi film özelliğini taşıyor aynı zamanda. Ayrıca 50 ülkede Almanca, İngilizce, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca, Japonca, Çince ve Rusça altyazılı versiyonlarıyla da servis edilecek. FİLME 7’DEN 70’E HERKESİ BEKLİYORUZ Film çekimlerinin uzun bir süre önce tamamlanmasına rağmen vizyona girişi bir hayli gecikti. Hangi tarihte vizyona girecek?
-Son dönemlerde ülkemizde yaşanan olağanüstü durumlar her şeyi etkilediği gibi bizim projemizin seyirciyle buluşma sürecini de etkiledi. Bazı tanıtım etkinliklerinin arkasından film 1 Nisan’da vizyona gererek seyirciyle buluşacak inşaallah. Seyirciyi derinden etkileyeceğini umduğumuz bu filme 7’den 70’e herkesi bekliyoruz. Samimi açıklamalarınız ve bize ayırdığınız zaman için teşekkür ediyorum. Umarım bu film, gönül coğrafyamızdaki kışa son verip, baharı müjdelemeye vesile olur. 1 Nisan’ı hasretle bekliyoruz.
SOMUNCU BABA KİMDİR? Miladi 1331 tarihinde Kayseri’nin Akçakaya köyünde doğan Hamid Hamidüddin (asıl adı), Anadolu’ya manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri’nin oğludur. Peygamber Efendimiz (sav)’in 24’üncü kuşaktan torunudur. İlk tahsilini babasından alan Şeyh Hamid-i Veli, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil’de sürdürür. Dinî ve dünyevî ilimlerle ilgili icazet alarak, irşad vazifesi için Bursa’ya yerleşir. Bursa’da çilehânesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip, “somun, müminler somun...” diye seslenerek halka dağıtmaya başlar. Bu haliyle Bursa halkının büyük sevgisini kazanarak, Somuncu Baba ve Ekmekçi Koca olarak tanınmaya başlar. Zamanın Padişahı Yıldırım Bayezid Han Niğbolu Zaferi’ni (25 Eylül 1396) kazanınca Allah’a şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camii’ni (1396-1399) yaptırır. Yıldırım Bayezid, caminin açılışında ilk hutbeyi okuma görevini damadı Emir Sultan Hazretleri’ne (Muhammed Şemseddin) tevdi eder. Emir Sultan, “Zamanımızın kutbu aramızdayken bu vazifeyi kabul etmem münasip olmaz...” der. Ve Somuncu Baba, “Diriyiz daim, ölmeyiz...” dedirtecek yolculuğuna bu merhaleden sonra başlar...
55
stanbul dünyanın “Kültür Başkenti” misyonunu üstlendiğinde, ‘Bu şehir böyle bir imtiyazı hak ediyor mu?’ diye elin oğlu durmamış, gelip gezmiş ve gördüklerini de; ‘Ne kültür başkenti, İstanbul Avrupalı bile değil’, diye yazıp yayınlamayı ihmal etmemiş: İngiliz GQ dergisinden A. A Gill bakınız daha neler demiş;
İSTANBUL’UN
ÖTEKİ YÜZÜ
Sen, yıllardır devasa bir geçmişi reddeder, hatta ona küfredersen, ortada duran böyle bir tablo ile çıkarsın adamların karşısına!.. Bunun birinci sorumlusu geçmişine sırtını dönenlerdir. Muhsin İlyas SUBAŞI
“İstanbul öyle bir kent ki, her yer güvenli ama insanları güvenilir değil! Sokaklarda türbanlı hatta kara çarşaflı kadınlarla transeksüeller birlikte yürüyor. Bazı restoranları New York’unkilerle yarışacak düzeyde ama Ortaçağ’dan kalma karanlık köşeler de var. Kentte birçok cami var. Bunlar arasında belki de en görkemlisi Sultan Ahmet Camii. Dışarıdan gerçekten harika ama içerisi buram buram ayak kokuyor! Temizlikleriyle övünen Müslümanlar, Allah’ın karşısına galiba ayaklarını yıkamadan çıkıyor! Orayı gören her turist böyle düşünüyor.” Gill, yazısında Türkiye’nin bugüne kadar AB’ye girebilmek için boş yere alay konusu olduğunu da belirtmiş: “Türkler kendilerine ‘Midnight Express’ filminin hatırlatılmasından nefret etseler de Türkiye okumamış gençleri, Kürt terörü ve Çingeneleriyle Avrupa’nın içinde bir işçi sınıfı olarak kalmaya mahkum.” Onur zedeleyici böyle bir yazı için hemen savunma refleksiniz devreye girebilir. Hakkımız da yok değil. Biz, yakın zamana kadar böyle değildik. İstanbul da böyle değildi. 1990 öncesinin İstanbul’u gerçekten İstanbul’du. Şimdi neredeyse köye dönüştürülmüş. Doğal olarak bir yabancı bugünkü İstanbul’u anlatırken gelip gördüğü bugünkü İstanbul’a bakacaktır. Buna rağmen, adamın yazdıklarının tamamına doğru demeniz mümkün değil. Ama onu böyle bir kanaate götürecek olumsuzlukların var olabileceğini de gözden uzak tutmamak gerekir: Eminönü’nde, Sultanahmet’te, Sirkeci’de meydanları işgal eden satıcılar, aylak insanlar, yabancılar, işsizler bu şehrin görünmesi gereken o güzelim tarihi ve mistik yüzünü çamur sıvanmış duvar haline getiriyorlar. Eskiden böyle değildi İstanbul… Tarihle tabiatın kucaklaştığı şehirde gerçekten geçmişe yolculuk yapardınız. Osmanlı demek İstanbul demekti.
sayı//18// ocak 56
Bu imparatorluğu yıktık ama onun ihtişamını taşıyan İstanbul’un bu tarihi miras hakkını korumuştuk. Şimdi onu da elinden alıyoruz gibi. Kaçakçıların, hırsızların, transseksüellerin, kabadayıların birbirine karışıp umacı bir topluma dönüştürülen bir kirli örtünün altına itilen İstanbul ahalisini, bu çöküşten kurtarmanın yolu neyse onun üzerinde durulması gerekir. Elin adamı peşin hükümle gelince, kıyıda köşede bu hükmünü besleyecek yalan yanlış çok şeyleri bulabilecektir. Aslında bir pavyon havasından İstanbul’a bakmak sarhoş Batılı için normaldir. O, Hyde (Hayd) Park’ın İngiltere’yi yansıttığı kadar, Reina’nin bırakın Türkiye’yi, İstanbul’u bile temsil edemeyeceğini bildiği halde, böyle şeyleri söyleyecektir. Önyargılarıyla gelmiş bir adamın dünyası o kadardır işte. Tabii, bu ifadeleriyle bütün Batılılar da İstanbul’a böyle bakıyor diyemezsiniz. Bakınız, Yazar’ın sözünü ettiği ve Türkiye’yi Batı’da oldukça kötü bir şekilde tanıtan “Geceyarısı Ekspresi” filminin yapımcısı Allen Paker, Türkiye’ye ve İstanbul’a onun gibi bakmıyor: “Pek çok ülke gezdim ama Türkiye’nin yeri bir başka. Buenos Aires, Şangay, Venedik, Dublin, Marakeş, Berlin, Leningrad gibi yerleri çok seviyorum ama Türkiye’nin ayrı bir yeri var. Modern dünya ile tarihin bir araya geldiği nadir güzellikteki yerlerden biri. İstenmeyen adam ilan edilmiştim ama şimdi çocuklarım tatillerini Türkiye’de geçiriyor… İstanbul, yüzyıllardır Doğu’nun Batı’yla buluşma noktası olmuş ve siz şehrin içinde gezerken bu kültürel birleşimi her şekilde hissedebiliyorsunuz. Filmi yapmadan önce İstanbul’u keşfe çıktığım zaman şehrin tedirgin, biraz korkunç ama hiçbir Avrupa şehrinde görmediğim egzotik bir havası olduğunu fark ettim.” (Hürriyet 26.10.2009) Bir şehre hangi niyetle bakarsan o niyete uygun görüntüler bulursun. Bunları yazmak, yayınlamak da insanların tercih hakkıdır. İyisiyle, kötüsüyle görünen İstanbul elbette bunlardan da ibaret değildir. Şehirli olmak medeni olmaksa, şehrin hayat tarzını yansıtmayan bir yüzüyle tamamının fotoğrafını vermeyi Batılının bastırılmış husumet duygularının gereği olarak görüp savunmaya geçmek yerine, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gerekir: Bu miras şehri, kendi o uhrevi havasından çıkarıp, ötekileştirerek
bu hale nasıl sürükledik, bu çöküş fotoğrafını oluşturan bu malzemeyi nasıl oluşturduk ki bir adam çıkıp gelmiş, kültür başkenti olmadaki temsil hakkına böylesine utanmazca dil uzatıyor? Bunları araştırıp tartışmamız gerekir. Ne var ki, gayrimeşru yoldan zengin olanlar, bu kazandıklarını gayrimeşru mekanlarda tüketeceklerdir. O şablona İstanbul’u hapsetmek, bu şehri anlamamaktır. Dedik ya, peşin hükümle gelince mantık böyle tersten çalışır! Yine de ben, “Türkiye okumamış gençleri, Kürt terörü ve Çingeneleriyle Avrupa’nın içinde bir işçi sınıfı olarak kalmaya mahkum.” diyen bu adamı suçlamıyorum. Sen, yıllardır devasa bir geçmişi reddeder, hatta ona küfredersen, ortada duran böyle bir tablo ile çıkarsın adamların karşısına!.. Bunun birinci sorumlusu geçmişine sırtını dönenlerdir. Değilse, ne İstanbul, ne de Türk halkı böyle bir aşağılamayı hak etmiştir. Dün bu kıçı kırıkların efendisiydik. O efendiliği reddettiğimiz için böyle bir yorumla geçmişin intikamını almak istiyorlar. Bari bundan bizim aydınımız dersini alabilse!. 57
AZERBAYCAN İNCİSİ
ORDUBAD
“Azerbaycan’ın incisi” olan Ordubad (bu ifade rahmetli Haydar Aliyev’e aittir), zengin tarihi geçmişi, açık hava altında müze özelliğinden dolayı 1977 yılında koruma altına alınmıştır. Ordubad ilçesindeki mimarlık abidelerinin toplam sayısı 300’e yakındır. Doç.Dr.Nazım MURADOV*
ehir ve Kültür dergisinin 16-17 (Kasım-Aralık 2015) sayısında yer alan “2016 – Türk Dünyasının Kültür Başkenti – Şeki” yazımızda “dolan-badolan küçeleriyle, halılarımızdaki nakışların taşlara işlenmiş mimarisiyle, yazın bumbuz, kışın ılık sularını akıtan yeraltı kehrizleriyle, serin gölgeli dev çınarlarının altında tespih çeviren bilge insanlarının nüktedanlığı ve neşesiyle, ipek keleğayılı iffetli ana-bacılarımızın, namuslu kızgelinlerimizin eşsiz mutfak kültürüyle (özellikle tadına doyulmayan pitisiyle)..” Tebriz, Şeki ve Ordubad’ın birbirinden aralı düşmüş üç kardeş olduğunu dile getirmiştik... Aynı anne ve babanın çocukları olan bu üç kardeşin büyüğü Tebriz’dir – Aras nehrinin güneyinde kalmıştır. Şeki biraz kuzeybatıya çekilmiş, tehlikenin oradan geleceğini hissetmiş, orada ebedi olarak bekçilik görevini üstlenmiştir. Ordubad ise ağabeylerinden çok uzak düşmemek için Aras nehrinin sol akarında yerleşmiş, sağ eliyle Tebriz’e, sol eliyle Şeki’ye tutunmuştur. Sonra araya yıllar girmiş, kardeşleri birbirine kavuşturan yollar kapanmıştır. Ordubad da “Üç tarafı dağlar – yağılar, bir tarafı kapanmış kardeş kapısı. Dolaşıyoruz Nahçıvan adlı kafeste, Gözlerimiz yolda, kulaklarımız seste...” gerçeğine mahkûm kalmış, üç taraftan sıkıştırılan, bir taraftan da yolları bağlı olan doğma Nahçıvan’ın güneydoğusuna sığınıp kalmıştır... Üçü de ihtiyar olan, uzun asırları yoran bu üç kardeşin ortanca olanı (Şeki) 2700 yılı geride bıraktıysa ağabey Tebriz’in, kardeş Ordubad’ın yaşını tahmin etmek zor olmayacaktır... Koca tarihin, ortanca kardeşin başına getirdiklerine kısaca göz atınca görüyoruz ki Ordubad;
Ordubad - Serşeher Mescidi
*Lefke Avrupa Üniversitesi / KKTC
sayı//18// ocak 58
M. Ö. III-II. binyıllarda Nahçıvan ile birlikte Gergerlerin ve Trukkilerin kontrolündedir; M.S. IV-VII. asırlarda Atropaten devleti ve Sasaniler tarafından yönetilmiştir. VIII-IX. asırlarda Müslüman Arapların eline geçen bu topraklar XI. yüzyılda Selçukluların; 1136-1235 yılları arasında Selçuklu bakiyesi olan Azerbaycan Atabeylerinin; 1257-1359 yıllarında ise Hülagülerin (İlhanlıların) idaresi altındadır. XIII-XIV. asırlarda Ordubad, Hülagülerin kurduğu Nahçıvan Tümeni’ndeki beş şehirden biri idi. Diğer şehirler ise Nahçıvan, Azad,
Encan ve Maku olmuştur. XV. asırda Ordubad, artık Karakoyunlu devletine bağlı Nahçıvan Tümeni’nin içindedir. 1468-1501 yılları arasnda ise artık daha da küçülmüş Nahçıvan Tümeni ile birlikte Akkoyunlu devletine tabi olmuştur. Ordubad, 1501-1736 arasında genel olarak Safeviler devleti tarafından yönetilmiştir; 1604 yılında Safevi hükümdarı Birinci Şah Abbas’ın özel bir fermanı ile Ordubad, vergiden muaf tutulmuştur. 1606’da Birinci Şah Abbas Ordubad’ı ziyaret etmiştir. 1652’de Safevi şahının vezirliği görevine Hatem Bey Ordubadi getirilmiştir. XVIII. asrın 20-30’lu yıllarında Osmanlı devletine bağlı Nahçıvan Sancağı’nın terkibindedir; Osmanlı devleti, Ordubad’ın stratejik önemini dikkate alarak XVIII. yüzyılın 20’li yıllarında Nahçıvan Sancağı ile birlikte kısa süreli Ordubad Sancağı da kurmuştur; H. 9 Muharrem 1140 (M. 27 Ağustos 172) tarihli Nahçıvan Sancağının Mufassal Defteri’ne göre Ordubad, Nahçıvan Sancağındaki 14 nahiyeden biri (diğerleri – Akçakale; Karabağ; Dereşam; Dere-Şahbuz; Pazarçayı; Şerur; Zar; Zebil; Elince; Sisyan; Azadciran; Şorlut; Derenürgüt) olarak Osmanlı devletine bağlanmıştır; Kısa süreliğine Afşarların (Nadir Şah Afşar’ın)
da eline geçen Ordubad şehrinin, 1727 tarihli defterde Mingis, Anbaras (Ambaras), Serşeher ve İsterence (Hüştürenge) mahallelerinden söz edilmekte, bu mahallelerde yaşayan vergi veren kişilerin adları yazılmaktadır. Bu dönemde Ordubad şehrinin en büyük camisi Sultan Murad Camii idi. Ordubad’da boyahane, mum ve sabun imalathaneleri, büyük pazarlar vardı. Çiftçilik, bağcılık, arıcılık gelişmişti. Şehrin büyük pazarı ile birlikte 210 dükkânı; 2 bezirhanesi (tohum üretim yeri); 2 sabun imalathanesi; 5 değirmeni; 5 kervansarayı; Aras nehri üzerinde ise bir iskelesi vardı. Şehrin en büyük medresesi Mirza İbrahim Medresesi idi ve bu medresenin bir vakfı da bulunuyordu. Büyük Camisi olan şehirde bu vakfa bağlı Bazarbaşı Hamamı; Tekne Hamamı; Sirr-i Huda Hamamı; Ağa Mirza Kervansarayı vardı. Ordubad, XVIII. asrın ikinci yarısı ile XIX. asrın ilk 30 yılında (1747-1828) ise Nahçıvan Hanlığı’nın bünyesinde yer almıştı; 1828 tarihli Gülistan Mukavelesi’nden Rusya – İran Antlaşması’ndan sonra ise Rusya İmparatorluğu’na bağlanmış, bu bağımlılık 1918’e kadar sürmüştür.
Ordubad Kayseriyye Zorhana abidesi (XVII. yy.)
1905-1906 yıllarındaki kanlı olaylardan, Ermeni vahşetinden nasibini almıştır. Birinci Cihan Harbi’nin ortaya çıkardığı karışıklığı fırsat bilip katliam yapan Ermenilerin bu topraklarda da yaptığı vahşeti durduran ise Kâzım Karabekir Paşa komutanlığındaki Osmanlı ordusu olmuştur. 59
Ordubad Cuma Mescidi (arka tarafı)
1918-1920 yıllarında Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin bünyesinde kısa süreliğine de olsa nefes alabilmiştir. 1924-1991 yıllarında Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin terkibinde Azerbaycan’a, Azerbaycan’ın da SSCB içinde yer almasından dolayı Moskova’ya tâbi ettirilmiştir. 1991 yılında Azerbaycan, SSCB’den ayrılıp bağımsızlığına kavuşunca Ordubad da “ayla, yıldızla süslenmiş, masmavi gökyüzümün altında kıpkırmızı kanımla suladığım yemyeşil ülke”min bir parçası olmaya devam etmiş, yetmiş yıldan bu yana hasret kaldığı üçrenkli bayrağını başı üstünde dalgalandırmıştır. “Bir kere yükselen bayrağın bir daha inmediği” Ordubad, -tıpkı diğer Azerbaycan yurtları gibi- bu bayrağın hilaline, sekiz köşeli yıldızına, bayrağının mavi (Türklük), kırmızı (Çağdaşlık), yeşil (İslamiyet) renklerine layık bir vatan parçasıdır… “Azerbaycan’ın incisi” olan Ordubad (bu ifade rahmetli Haydar Aliyev’e aittir), zengin tarihi geçmişi, açık hava altında müze özelliğinden dolayı 1977 yılında koruma altına alınmıştır. Ordubad ilçesindeki mimarlık abidelerinin toplam sayısı 300’e yakındır. Beş ana mahalleden (bölgeden) oluşan tarihi Ordubad şehrinin bölgeleri şunlardır: Ambaras; Kurdatal; Üçtürlenge; Mingis; Serşeher. Bu bölgelerdeki küçük mahallelerden bazıları ise şunlardır: Garaçanag; Dilber; Engeç; sayı//18// ocak 60
Garahavuzbaşı; Asgerhan; Var-san; Köprübaşı; Beyler; Meyremçe; Peçi; Düz; Goşgar; Musa tengi. Ordubad’ın arkeolojik abidelerinden, mezarlıklarından bazıları şunlardır: Afgan kalesi; Sarıtepe; Garadağ; Pireyvez; Goç; Beyler; Dörddağ. Şehir mimarisinin şu özellikleri dikkat çekmektedir – küçük ve dar sokaklar bir mahalle meydanına açılmaktadır. Her meydanda ise birer minaresiz cami, ihtiyar çınar ağaçları ve ortak kullanılan çeşme (doğal pınar suyu) bulunmaktadır. 1560-1633 yıllarında yaşamış ünlü tarihçi İskender Bey Münşi’nin yazdığına göre Ordubad’da 100’den fazla pınar (kehriz bulunmaktadır). Bu pınarların suyu ise kendi başlangıcını Küçük Kafkasya sıradağlarından almaktadır. Bu dağlar Küçük Kafkasya’nın en yüksek zirvesi olan 3904 metre yüksekliğindeki Kapıcık; Soyug, Ejnövür; Belke (Bereke) dağları; Şıhı Yurdu; Gurban Yurdu; Salabın vb.dir. Ordubad’daki mescitlerden bazıları şunlardır: Mingis Mescidi; Sultan Murad veya Ambaras Mescidi; Cami Mescidi; Serşeher Mescidi; Tekeşiyi Mescidi; Üçtürlenge Mescidi; Dilber Mescidi… Şehrin merkezindeki Cami Mescidi XVII. yy. abidesi olarak koruma altına alınmış olmasına rağmen daha eski bir binadır. Birinci Şah Abbas’ın, Ordubadlıları vergiden muaf tutma fermanı bu abidenin giriş kapısının üstünde bulunan kitabeye yazılarak buraya
yerleştirilmiştir. Sultan Murad Mescidi (veya Ambaras Mescidi), XVII-XVIII. yy. abidesi olarak gösterilmiş olmakla birlikte XVI. yy.a aittir. 1574-1595 yıllarında hüküm sürmüş Osmanlı Sultanı Üçüncü Murad’ın şerefine inşa edildiği tahmin edilen bu mescidin halk arasındaki adı Mir Cafer Mescidi’dir (XIX. yy.da Mir Cafer adlı bir şahıs tarafından tamir edildiği için bu adı almıştır). Yüksek bir kaya üzerine inşa edilmiş Sultan Murad Mescidi bugün de ayaktadır. XVI-XVII. yüzyılda yeniden inşa edilmiş Kayseriye – Zorhana adlı tarihi abide ise, Yakın ve Ortadoğunun dizlerine ayna bağlamış ünlü pehlivanlarının güreştiği, güçlerini denediği kapalı spor mekânı olmuştur. Ordubad’daki tarihi bina ile benzer mimarlık özellikleri taşıyan Zorhana’nın biri Tebriz’de, diğeri ise Semerkant’tadır. Adı, Hasan Bey Rumlu’nun Ahsenü’t-Tevârîh eserinde İmadeddin Nesimi, Cihanşah Hakikî vd. kudretli şairlerle aynı sırada çekilen Ziya Ordubadî’nin yetiştiği Ordubad’da şiir geleneği sonraki yüzyıllarda da sürmüş, işte söz ettiğimiz Kayseriye mimarlık abidesi, XIX. yüzyılın ortalarında kurulmuş Encümen-i Şuarâ edebi meclisinin de mahfel yeri olmuştur. Ordubadlı Kerbelaî Molla Ahmed, Hacıağa Fakir Ordubadî (ünlü romancı Mehmet Said Ordubadî’nin babası), Muhammed Tağı Sidgî, Gudsî Venendî, Aşık Abbas Dehrî, Usta Zeynal Nakkaş, Hacı Ahmed Bîkes vd. şairler bu meclisin üyelerinden bazılarıdır. Toplam hacmi 650 m2 olan bu bina şu anda Ordubad Tarih Müzesi olarak hizmet vermektedir. Ordubad’daki tarihi binalardan biri de Medrese (Ordubad Medresesi’dir). Kitabesinde H. 1126 (M. 1714) tarihi yazılan bu medrese bir külliyeden ibarettir. İçinde camisi, ders odaları, öğrencilerin kalmaları için hücreleri vb. bulunmaktadır. Ordubad Medresesi, kitabesindeki tarihe rağmen XVI. yy. Azerbaycan mimarlık mektebinin özelliklerini taşımaktadır. Ordubad’daki diğer kültür abidelerini de tanıtmayı sürdüreceğiz. NOT
Bu yazı hazırlanırken Vügar Yusifov ve Vilayet Bağırov’un hazırlamış olduğu ORDUBAD adlı kitaptan (Adiloğlu Neşriyatı, Bakü, 2002) yararlanılmıştır. Ordubadlı şair Ali Göydağlı’nın “Ordubad’ın” adlı şiirinden birkaç bendi Şehir ve Kültür okuyucularının dikkatine sunuyoruz:
Ordubad Cuma Mescidi (ön tarafı-XVII. yy.)
Ordubad Serşeher Meydanı ve Mescidi
Ulu bir geçmişi var belki de Nuh’tan o yana Köklü terpetmemişik milleti hoftan o yana Tarihin çok sitemli ağrıları değmiş ona Uyanır milli taassub ceng-i cidaldan bu yana Diyesen tehre düşür baş ayağı Ordubad’ın Görünür çökmeyecek, var dayağı Ordubad’ın. Çok nağıl dinlemişik, bizleri divler uyudub Çay kesib ejdahalar, dehneni başdan gurudub Vatan aşiglerini dehrde zindan çürüdüb Zemane gör nece de bakire gızlar garıdıb Sağalır yaraları, ovgatı gelmekte cana Uyanır milli taassub ceng-i cidaldan bu yana. Diyesen tehre düşür baş ayağı Ordubad’ın Görünür çökmeyecek, var dayağı Ordubad’ın. … Deyişen görkemine yok behane, söz deyesen Gerektir sebepkâra iştahane söz deyesen Her kesin derd-i seri varsa ona ‘döz’ deyesen Nebade eğri işin noksanını düz deyesen Çekerler meşherecen gâh o yana, gâh bu yana Uyanır milli taassub ceng-i cidaldan bu yana Diyesen tehre düşür baş ayağı Ordubad’ın Görünür çökmeyecek, var dayağı Ordubad’ın.
61
KUŞATILAN ŞEHİR
İSTANBUL
TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ON BEŞİNCİ BÖLÜM-
Bu gemilerin İstanbul’a ilk yaklaştığı ana Kumkapı’da şahit olan ve dört yıl her türlü mücadelede bulunan İdris Kırımi ilk gemideki İngiliz bayrağını gördüğünde ‘Yapacak iş kalmadıysa Allah’ım canımı al’ diye dua etmişti. Ali Arslan CAN
ört yıl savaş, esaret ve işkencenin ümitsizliğe düşüremediği Kara Hasan Boğaziçi’ndeki feci manzara karşısında ilk defa sarsılmıştı. Bu gemilerin İstanbul’a ilk yaklaştığı ana Kumkapı’da şahit olan ve dört yıl her türlü mücadelede bulunan İdris Kırımi ilk gemideki İngiliz bayrağını gördüğünde ‘Yapacak iş kalmadıysa Allah’ım canımı al’ diye dua etmişti. Bir süre sonra hala hayatta olduğunu fark eden İdris Kırımi, bu sözlerinden dolayı yaradandan utanmış, diğer taraftan da yaptığı bu şartlı duanın ‘daha yapılacak iş’ olduğunun ispatı olarak kabul ederek sevinmişti. Sahile iyice yaklaşan İngiliz gemisinin bayrağını İstanbul’a doğru sallaması, kurşun sıkmasından, top atışından daha ağır gelmişti İdris’e. İngiliz bayrağı üzerindeki haçın kalbine saplandığını hisseder gibi olmuştu. O günden sonra kalbinde hep bu acıyla yaşar olmuştu. Bu düşman gemileri buradan gitmeden de bu acının çıkacağı ihtimali yoktu. Kadim dostunun ne yaşadığını iyi anlayan İdris, Kara Hasan’ın kolunu tuttu ancak o kol bir taş sütundan farksızdı. Kolunu sıktı, hiçbir tepki yoktu. Elini omzuna koydu, sarsmaya çalıştı. Sanki ayakta duran bir ölü gibiydi Hasan. Önüne geçti, düşman donanmasına donmuş gibi odaklanan gözlerine baktı. Hasan kendisini bile görmüyordu. Sadece dudaklarından; ‘göndereceğiz göndereceğiz göndereceğiz….’ kelimelerini birer top güllesi gibi o donanmaya göndermeye çalışıyordu . İdris ‘evet göndereceğiz’ diyerek Kara Hasan’ın koluna girdi. Bekirağa Bölüğü binasını yaklaşınca yavaş yavaş kendine gelmeye başlayan Hasan ‘hep birlikte inşaallah’ diye karşılık verebilmişti. İkisinin de kafasında ‘Acaba İstanbul’a ne olur? Anadolu, Balkanlar, Suriye, Irak, Arabistan, Mısır, Sudan, Trablusgar vs. ne olur’ soruları ile meşgul iken ‘önce İstanbul’un kafası düzelmeli’ diye karar vermişlerdi. Tam Harbiye Nezareti’nin Süleymaniye kapsından çıkmak için sola döneceklerdi ki Kara Hasan’ın gözüne bir tanıdık takılmıştı. Bu şahıs bahçenin köşesinden Boğaziçi’ndeki düşman gemilerine odaklanmış ve tükrüğü ile İngilizlerin donanmasını mahv etmeye çalışıyor gibiydi. Yanına yaklaştılar. Korkusuz gözlerinin her biri kor ateş, içine mi çekiyor yoksa yakıp kavuruyor mu belli değildi. Hasan tanıdı onu doğu cephesinden. Bu o büyük ve
sayı//18// ocak 62
cesur hocaydı. Hiçbir şey söylemeden onun baktığı yere bakmaya başladılar. Hasan, “hocam İstanbul şehrini bile kuşatıyorlar” diyebildi. “Kardaşım yeter ki akıl ve kalb kuşatılmasın, hepsi kırılır” diyen Büyük Hoca: Oğul bu kutsal şehir teslim olmaz, İstanbul İngiliz’e vatan olmaz, Fransız’a yatacak yer bulunmaz, İtalyanlar burada huzur bulmaz, Resullullah bildirmiş kesin hükmü, Artık İslambol gayrimüslim olmaz. *** Yaratan birdir başka ilah olmaz, Tek Allah zamanla mukayyed olmaz, O’na evvel ve ahir aynı andır, Kader üstünde bir kader olmaz, Hüküm bir, kader bir, ikilik olmaz, Kudret kalemine ortak olunmaz. *** Doğum bir ölüm bir kader değişmez, Kader üzerine bir kader binmez, Her anı ancak Kadir-i Mutlak bilir, Kalem-i kudret bir çelişkiye düşmez, Es-Samed’in hükmü kesin, değişmez. İstanbul’un bir daha düşman eline geçmeyeceğine, Hz. Resullullah’ın müjdesini delil gösteren hocanın ifadeleri İdris ve Hasan’ın kalblerini ferahlatmıştı. Farklı bir âlemde yaşar bir vaziyette olan hoca izin istediklerini fark bile etmemişti. Güneş batıyor, ortalık yavaş yavaş kararıyordu. Yolarda evlerine doğru yürüyenlerin neredeyse hepsinde neşeden bir eser yoktu. Hasan, ‘millet sokaklardan kaçıyor galiba’ deyince İdris, ‘bu güzel sonbahar akşamları İstanbullular gezmeyi ne çok severlerdi eskiden şimdi son sığınakları olan evlerine kaçıyorlar’ diye özetledi mevcut durumu. Sonra gözleri yaşararak ‘Makriköy’e Fransızlar, Beyoğlu’na İngilizler, Üsküdar’a İtalyanlar yerleşiyor, surlarla çevrili bu merkez İstanbul’a her ana girebilirler diye herkes korkuyor, Fatih’in kuşattığı gibi onlar da bizi kuşatıyor, zaten düşman zabitleri görülmeye başladı büyük caddelerde. İki şey yapıyoruz dua ve hazırlık….’ Daha sonra hiç konuşmadılar. Eve gittiklerinde akşam yemeği hazır onları bekliyorlardı. Bu kuşatılan İstanbul’da bundan daha güzel bir Kırım yemeklerinin bulunduğu bir sofra bulmak imkânsızdı. Zehra Ana; ‘haydin balalar nerede kaldınız, Rus gavuru da mı geldi yoksa?’ diye sordu. Ruslardan çektiklerini
unutamayan Zehra Ana, bu düşmanlara yenileri eklenmesinden korkuyordu. Korkusu da doğruydu gerçekten. İstanbul’a mücavir olan yerlerde yaşaya gayrimüslimlerin bir kısmı ‘düşman geldi’ diye şenlikler yapmaya başlamışlardı. Hatta İstanbul merkezindeki bazı gayrimüslim ve karaktersiz olanlar, her an düşmana olan güvenleri kabarıyor. İşbirlikçi olmaya hazır birer haine dönüşüyordu. Bu akşam hep bu minvalde konuşma devam edip gitmişti. Herkes uykuya değil vücudunu dinlendirmeye gitmişti. Dört yıldır ilk defa kendini bitin pirenin bulunmadığı bir ev yatağında bulan Kara Hasan, temizliğin kokusunun olduğunu yeniden fark etmiş ve bir ara kendisini cennette gibi hissetmişti.
Sabah kahvaltısından sonra doğru Harbiye Nezareti’ne gitmişlerdi. Dünkü telaşlı halden eser kalmamıştı. İçeriye girerken hiç zorlanmadılar, girişin sol tarafında dağılmak üzer olan bir heyet hemen dikkatlerini çekmişti.
Sabah kahvaltısından sonra doğru Harbiye Nezareti’ne gitmişlerdi. Dünkü telaşlı halden eser kalmamıştı. İçeriye girerken hiç zorlanmadılar, girişin sol tarafında dağılmak üzer olan bir heyet hemen dikkatlerini çekmişti. Kara Hasan, dağılan asker-sivil arasında Çanakkale kara savaşından hatırladığı kararlı komutan Mustafa Kemal Paşa’yı görünce hemen ona doğru koşar gibi hareket ettiğinde, etrafını nereden çıktıkları belli olmayan her biri fedai olduğu anlaşılan askerler çevirmişti. Muharebenin en kritik anında neredeyse omuz omuza savaştığı Kara Hasan’ı gören Kemal Paşa, kaybedilmiş bir dostu bulmuş gibi hemen ona yönelince askerler de rahat bir nefes almışlardı. Kemal Paşa, “İşte netice ‘Çanakkale’de ölmeyen başka cebhede ölmez!’ dememiş miydim Hasan?” diyerek yiğitliğini hep takdir ettiği yaşı neredeyse kendisine yakın askerine sarılmıştı. Kemal Paşa tanıdıklarını tek tek sormaya başlamıştı. Birden aklını Kara Hasan’ın can kardeşi hem şehirsi Ali geldi ve yaşayıp yaşamadığını sordu ve bir an düşünceye daldı. Sonra Enver Paşalar ülkeyi terk edince iktidar değiştiğini gören Ali’nin himaye edip yetiştirdiği Ayıntablı Müşevveş’in, Kemal Paşa ile Bitlis’te birlikte olan Ali’nin Ruslara karşı savaşmadığı ve sahte kahramanlık yaptığı gibi tezviratına Yıldırım Orduları komutanı iken şahit olduğunu üzüntüyle anlattı. Ayıntab Akyol Mahallesi’nden Kemal Paşa’nın fedaisi olan Karakoyunlu Abdullah “Paşam o Ayıntablı olamaz olsa olsa Ayıptabiatlı olur, zaten siz de ona Müşevveş diyorsunuz” diyerek Ayıntab’ın mert yiğitlerini ve gazilerini hemen savunmuştu. Azraille artık arkadaş olan can kardeşi Ali’ye
63
Zehra Ana; ‘haydin balalar nerede kaldınız, Rus gavuru da mı geldi yoksa?’ diye sordu. Ruslardan çektiklerini unutamayan Zehra Ana, bu düşmanlara yenileri eklenmesinden korkuyordu.
atılan bu iftira karşısında içi yanan Kara Hasan; Zan gerçeği değiştirmez, Ene ile hak bilinmez, Tarihe delil bilgidir, Hayalin hayatı silmez, Zan ile ilim olmaz. *** Suçu bahane örtmez, Vefasız özür dilemez, Lisan-ı hal ve kal belgedir, “Edeb”siz “baba” bilmez. *** Hadsizler had bildiremez, Kılıç sâhibe benzemez, Altı üstü bir alettir, Günbe çürür sağlam kalmaz, “Kalb parayla kuruş etmez”. Kemal Paşa, Kara Hasan’ı teselli ederken Çanakkale Muharebelerinden tanıştıkları Fevzi Paşa yanlarına geldi. “Hasan yaşın ilerledikçe bana daha çok benziyorsun…” deyince bir abikardeş gibi sarıldılar. Çanakkale muharebeleri sırasında Fevzi Paşa, bazen birlikten ayılmak zorunda kaldığında, Kara Hasan komutan karargâhtaymış gibi onun yerine geçer, diğer askerler hiç anlamazlardı bu durumu. Fevzi Paşa, Hasan’a Çanakkale’den tanıdığı Cevat Paşa’nın Erkan-ı Harbiye Reisi olduğunu söyledi ve alıp yanına götürürken “sen bana benzersin.. bazen ben ol ben olmadığımda eski günlerdeki gibi…” dedi. Çanakkale deniz zaferinin kahramanı Cevat Paşa, “Hasan daha da kararmışsın! Zayıflamışsın!” dediğinde Kara Hasan, onun ellerini öperken Paşa da alından öpmüştü. “Esaret zor hele İngilizlerinki bin beter” diyebildi Hasan. Paşa “ne yapıyorsun?” dediğinde, Hasan; “Savaşmaktan başka elimden bir şey gelmez, sağlamım ama artık o da işe yaramıyor” diyebildi. Cevat Paşa, bir elini Hasan’ın omzuna diğer elini de yanında fedai gibi duran birisinin omzuna koydu, sanki ikisini birleştiriyor gibiydi. Paşa, “sen Arapça ve İngilizce öğrenmiş sindir?” dediğinde Hasan sadece kafasını sallayarak tasdik etmişti. “Artık berabersiniz” dedi ve ikisinin ellerini kendi elleri arasında birleştirdi. “Sizler ateşle barut gibisiniz ama vakit gelmeden yanmayacaksınız” diyerek Oflu Ateş Mehmet Cebi ile Kara Hasan’a yol vermişti. Cevat Paşa, iki kişinin elini birleştirdiğinde artık onları birbirine zimmetlemiş sayılırdı. “Bir görev yapacağım belli. Acaba paşa bana ne
sayı//18// ocak 64
görev verdi?”, bunu da ancak Ateş Mehmet’ten öğrenecekti. Dışarı çıktıklarında İdris Kırımi de onlara katılmıştı. Daha yeni görevini, ateşle barutun beraber olup ta nasıl yanmayacakları şifresini çözmeye çalışan Kara Hasan, birlikte daha kapıdan çıkmadan Ateş Mehmet ile İdris birbirlerini çok iyi tanıdıklarını anlamıştı. İçinden de ‘iyi oldu, ben daha tanımadığım birini nasıl İdris’le tanıştıracaktım, iyi ki birbirini biliyorlar’ diye düşünmüştü. İdris’ten Ateş Mehmet’i kendisi ile tanıştırmasını beklerken, İdris kendilerini acele yürütmekten başka bir işlem yapmıyordu. “Nereye? Neden? Niçin?” sorularını ne sormaya ne de cevaplamayı dikkate alan İdris, “haydi! Hızlanın!” demekle yetiniyordu. “Bu İstanbul’da herkese bir şey olmuş, anlatmaktan ziyade yapılan işin anlaşılması isteniyor” diye söylenen Hasan’a hiç kimse cevap vermiyordu. Yapacak bir şey yoktu. Kalabalık içinde yavaş tenha yerlerde hızlı adımlara ilerlerlerken Hasan, “ben bir daha buraları bulamam” diye düşünüyordu ki Şehzadebaşı Karakolu civarında bir evin arka kapısından içeri girdiklerini bile fark etmemişti. Mahzen gibi yere indiklerinde, daha sağ iken mezara girmeye hazır vatan için her şey yapmaya yeminli oldukları lisan-ı hallerinden belli olan bu fedaileri görünce, telaşın nedenini anlamıştı. Sevinçle “o be! Kuşatılan bu şehirde yapılacak bir iş var!” sözlerini heyecandan olsa biraz yüksek çıktığından, sivil olsa da bir komutan olduğu her halinden anlaşılan zat, bir an önce oturmalarını işaret etmişti. Toplantının genel havasına bakılırsa burası nefs-i İstanbul’un bir yer altı meclisi gibiydi. Kara Hasan kendisine şu soruya sormaktan alamamıştı: Yoksa etrafı çevrilen İstanbul’un merkezi de işgal edilmişti? Oldukça esmer olan reis nefesi kesilmek istenin İstanbul’un nefes almasını sağlamak ister gibi önce kendi boğazını temizledi ve derin derin nefes aldıktan sonra çok kararlı ve tek başına bile olsa bütün düşmanlarla savaşmaya hazır bir eda ile konuşmaya başlamıştı: -Kardeşlerim! Allah bizi dört sene süren bu Harb-i Umumi’de şehid olarak yanına almadıysa demek savaşımız daha bitmedi. Bilirsiniz harb bitmeden eve dönülmez. Hepiniz merdane savaşı biliyorsunuz ama o dönem bitti. Görüyorsunuz düşman her limanda, yarın bütün şehirlerimize, belki bir saat sonra bu surların içindeki mahallelerde, üç-beş saat sonra Harbiye Nezareti’nde en mahrem yer olan
komuta merkezinde olabilir, hatta yönetimi ele alabilir. Bugün buna karşı koymak neredeyse imkansız. Teslim mi olacağız? Hayır! Biz ya şehit olur ya da bu şehirde ve bu vatanda esir yaşamayız. Bizi içten imha edecek harb tarzına karşılık biz de yeni usule geçiyoruz. Hileye karşı hile ile karşılık vereceğiz. “Harb hiledir” düsturunun rehber edileceği en önemli olduğu devir başlıyor. Artık merdane hareketle şehit olmak değil topyekun halkı harekete geçirerek bu vatanı onlara yaşanmaz hale getirmemiz gerekir. Artık cihad savaşmak değil mücadele, insanımızın akıl ve kalbinin işgal edilmemesidir. Her yerde hazırlık yapılmalı. Teşkilat milletin can ve ruh gibi olmalı, ama kesinlikle görülmemelidir. Bir dantela gibi örülecek her sokak hatta ev. Her şeyden haberdar olacağız ama bilinmeyeceğiz. Yerin altını da üstünü bilmeliyiz. Teşkilatımız kalabalık değil kavi ve nüfuzu geniş bir yapılanma olmalı. İhtiyaç olursa yeni katılımlar sağlanmalı. Bir hücre deşifre ve şehit olduğunda diğerleri mutlak korunmalı ve müstakilen çalışmaya devam etmeli. Bu yeni usulde gazilik de şehitlik te merdane savaşı göre kat be kat faziletlidir. İstanbul’a gelişinin ikinci gününde karşılaştığı manzara ve yeni savaş usulünü hiç beğenmeyen Kara Hasan, “bu savaş usulünü bizim Cebel-i Akra-Türkmendağı’da duysalar inanamazlar” diye düşündü. Onlara göre savaş mertçe yapılırdı. Ya ölür ya öldürür ya esir alır ya esir olursun. Anlaşılan artık bizim için vatanın üstü değil altı daha önemliydi. Her şey gizli. Öleceksin gizli, öldüreceksin gizli. Esir olacaksın künyesiz. Kara Hasan, Reisi dikkatlice dinlerken onu tanıdığını fark etti. Harekat Ordusu’nun kurmay karargahının kara delikanlısı, can kardeşi Ali’nin ahbabı Vasıf. Birden bire yanına gidip boynuna sarılmak geldi içinden, “belki
Ali’den de bir haber vardır, bu kara komutan çok şeye mülaki olur” diye düşündü. Ama konunun ciddiyetinden dolayı yerinden kıpırdamak mümkün değildi. İstanbul’u neredeyse ev ev bilen Kara Vasıf, isimsiz olarak lakapla herkese tek tek sormaya başladı. Sanki bu şehirde hiç birinin adı yoktu. Reis, “Selanikli! Balat’tan Edirnkapı’ya her şey bitti mi?” sorusuna İdris’in solunda oturan Draman semtinden Mahmut, “bi’l-külliye her şey ikmal edilmiş olup ahali saadet içindedir” diye cevap vermişti. Kendisinin sağında oturan ve adı Mustafa kendisi sarışın olan şahıs, Reis’in “Karakaş! Süleymaniye –Vefa” diye sorduğunda, “tedabir bi’t-temamiha kemal bulmuş ve ahali vefalıdır” cevabını almıştı. Reis, “Hamal! Her şey hazır mı?” dediğinde İdris Kırımi, “bi’l-cümle küfe ve edavat-ı ahire hızırdır” cevabını vermişti. Demek arabacılar hamal, arabalar küfe atlar edavat adını almıştı. Reis, “Mevlana! Kapıiçleri mahfuz mu?” diye sorduğunda Ateş Mehmet’in arkadaşı doğramakla meşhur Mevlanakapı’nın başı olan kabadayı; “Yiğitler gündüz gece işbaşında. Her şey yerine ulaşır ancak istenmeyen hiçbir kimse giremez mahalleye. O tarafta her kapı açık ama girişten sonra hayat nerede devam eder bilinmez” cevabını vermişti. Reis, “Sucu! Soğuk sular hazır mı?” dediğinde içerden ve dışarıdan gizli açık yakmaktan zevk aldığı için Ateş unvanı alan Cebi Mehmet cevap vermeye başladığında İdris ve Hasan kendilerini gülmekten alıkoyamadılar…
Çanakkale deniz zaferinin kahramanı Cevat Paşa, “Hasan daha da kararmışsın! Zayıflamışsın!” dediğinde Kara Hasan, onun ellerini öperken Paşa da alından öpmüştü.
Anlaşılan bu âlemde her şey ters ya da saptırmaydı. Yeni savaş usulünde mücadele gerçek isimler unvanlar sahteydi. Dünya tersine dönmüşse adın-unvanın ne önemi vardı ki… önemli olan vatan ve milletin kurtulması idi… 65
BİRGİ’DE TARİHİ GİYİNMEK Türkmen beyi Aydınoğlu Mehmet Bey, Birgi’de düzen kurup burayı başkent yaptıktan sonra, Birgi’nin altın dönemini yaşadığı söyleniyor. Yüz yıldan fazla, Sakız ve Mora’ya kadar olan bir coğrafyada hüküm süren Aydınoğlu Beyliği’nin altmış şehri ve otuz kadar da kalesi varmış. Mehtap ALTAN
Kaçmak lâzım… Hem de arkamıza bile bakmadan kanatlanmak lâzım, yeniden, güvenli bir şekilde, kendimize kavuşmak için. Evet evet… Gürültünün gerdanına itina ile dizilen her şeyden kaçmak lâzım bazen. Ki hakikate göz diken yüreğimiz mola versin. Ki iç sesimizi bile duymamıza mâni olan her ne ise; siz deyin koşturmaca, ben diyeyim nefsin kırbacı, zaman desin ucu bucağı görünmeyen meşgaleler! Ve o kırbaç değdikçe tekdüze uğraşlarımıza, başlayan koşturmaca hem ömrümüzden, hem zamandan çalıyor, bıkmadan usanmadan… Bu anlamda fırsat bulup kaçamak verdiğimiz her mola, kendi iç dünyamızda fethedeceğimiz huzura cezbe duruşudur… İç huzura en iyi arkadaşlığı, tarihi mekânların insan ruhuna usul usul işlediği o sükût veriyor. Bu defa Birgi’deyiz. Birçok uygarlığın izini, mührünü, kokusunu, acısını, özünü döşünde taşıyan kent müzesindeyiz. Birgi’yi diğer tarihi yerlerden ayıran ilk özelliği, kesintisiz beş bin yıllık bir yaşamın süregelmesidir ki, bu kesintisiz yaşanmışlığı şehrin her köşesinde canlı canlı görmek mümkün. Şehre adım attığınız andan itibaren dikkatinizi çeken ilk şey; kaldırımlarında, okulunda, durağında, o daracık sokaklarında, camisinde, türbesinde, medresesinde kirlilik adına bir çöp dahî göremeyecek olmanız. Koruma altına alınan kentsel sit alanlarından biri olmasından kaynaklı olabilir bu durum belki, ama karşılaştığım yerel halkın da bu konuda bilinçli oluşu ve bu tarihi emaneti sahiplenişi de dikkatimi çekmedi değil. Birgi; Ödemiş ve çevresinin kültür ve inanç turizmi merkezi... Bozdağ ile Aydındağları’nın ortasında konuşlanmış ve o karşılıklı dağların eteklerindeki iğne oyasına benzer işlemeleri birbirine nispet yaparcasına sunan bu güzel kent müzesinin, sayıları bugün bile tespit edilemeyen su değirmenleri, yağhaneleri ve tabakhaneleri ile birlikte, endüstriyel arkeoloji alanı için de örnek teşkil ettiği söyleniyor. İpek dokuma tezgâhları ile de geleneksel el sanatlarımızın merkezi durumunda olduğunu öğrenmek ise, sanata meftun yanımın daha da heyecanlanmasını sağladı. Tarihin döşünde tezgâhlarının önünde acısını, umudunu, geçmişini/geleceğini dokuyan kadınlar, kim bilir anlatamadıkları hangi öykülerini, o kilimlerin yüreğine vura vura fısıldamışlardır. Milattan önce yedinci yüzyılda Lidyalılar döneminde kurularak, Roma, Bizans ve
sayı//18// ocak 66
Osmanlı’ya dayanan tarihinde sayısız ulema yetiştirdiği de anlatılan Birgi’nin; adının Roma döneminde ‘Pyrgion’ (güzel yetiştiren) olması ve Osmanlı dönemine kadar bu adla gelerek içinde barındırdığı medreseler nedeniyle ‘Bilge’ olarak anılması ve daha sonraları ise bu iki ismin karışımı olarak ‘Birgi’ adını alması efsane gibi gelse de, ulema yetişmesindeki ünü ve içindeki medreseler bu efsunlu hikâyeyi usuma doğrular nitelikteydi. Türkmen beyi Aydınoğlu Mehmet Bey, Birgi’de düzen kurup burayı başkent yaptıktan sonra, Birgi’nin altın dönemini yaşadığı söyleniyor. Yüz yıldan fazla, Sakız ve Mora’ya kadar olan bir coğrafyada hüküm süren Aydınoğlu Beyliği’nin altmış şehri ve otuz kadar da kalesi varmış.
havası ile arındıracak olan yeri ziyaret edişe bırakmıştık. On altınca yüzyılın seçkin âlimlerinden biri İmam Birgivi Mehmet Efendi’yi ziyaret etmeye sıra gelmişti ki, açıkçası ilk etapta tedirgin olmuştum.
Sonraları Osmanlı egemenliğine geçen Birgi, bin altı yüzlü yıllara kadar durmadan bir çekim merkezi ve göç alan bir yer iken, sonrasında hızlıca göç vermeye başlamış. Ki bu göçler için birkaç söylenti olsa da, asıl sebebi tam olarak bilinmiyor! Bu söylentilerden benim en çok ilgimi çeken ise “acı” idi. İnsanı göçe en çok acı iter. Birgi’nin de bir dönemde acının silsilesini yaşadığı söylenmekte. Mistik bir susuş var aslında Birgi’nin daracık sokaklarında. Sanki o kaldırımdaki taşlar konuşsa her şey ortaya çıkacak gibi. Sanki bir sırrı saklar gibiler. Eskiden mührün soyut duruşunu, simgelerle gösterirmiş insanlar. Mesela Birgi’nin sembolü güneş ve selviler. Biraz dikkatli bakarsanız bu iki sembolün, tarihi köyün birçok köşesinde olduğunu fark edersiniz. Bir evin duvarında, caminin avlusunda, türbenin girişinde, okulun arka bahçesinin selvilere bakan tarafında ya da mezarlığın en acıya meftun köşesinde…
Birgivi’nin kabrinin bulunduğu mezarlığa ilk adım atışımda dikkatimi çeken, bizi karşılayan uzun ince bir yolun selvilerle çevrelenmiş olması ve derin bir sessizliğin bize hoş geldin uğultusuydu. Yolun sonu görünmüyordu evet ama kenarındaki mezartaşları ve ağaçlar hakiki huzurun adını fısıldıyordu kulağımıza. Selvilerin, çınarların hatta karıncaların gölgesini saklamak ister gibiydi yağmur… Yağmurun âdaplı bir şekilde yağışına bir Veysel Karani’nin kabrini ziyaret edişimde şahit olmuştum bir de burada. Evet, her yağmur tanesi Birgivi’nin başucundaki selvilerin yaprağına değip usul usul o sade, gösterişten uzak mezartaşının üzerine damlıyordu. Fotoğraf çekerken ilk defa mahcup oldum, sanki o efsunlu ortama ihanet eder gibi hissettim kendimi!..
Güneş ve selvi sembollerinin gizemini düşünedururken Nardanesi adlı mekânda kısa bir mola verdik. Bu mola ağzımızda kekre bir tad bıraktı. Nar suyu içerken Çakırağa Konağı manzaralı yemyeşil bir bahçede tarihi yudumlamak… Her yudumda karşıdaki tarihi konağın pencerelerine bakarken, yıllar önce orada yaşayanlardan birini görme arzusu!.. Konağın koca kapısındaki tokmağın kim bilir kimler tarafından kaç defa çalındığı düşüncesi!.. Daha avlusunu görmeden, avludaki seslerin ruhunuza çarpan mistik gürültüsü. Yoksa acının izleri orada da mı vardı düşüncesi?.. Nar suyunun damağımızda bıraktığı o kekre tadın yerini; kalbimizi, ruhumuzu, manevi
Birgivi; ömrünü ilmin tahsil ve talimine adamış bir âlim, halkın içerisine düştüğü bid‘at ve hurafelerle, bıkıp usanmadan mücadele etmiş bir dava adamı. Ki onunla ilgili yazı ve sohbetlerde bildiğimse; mezarlık ve türbelerdeki gösterişe ısrarla karşı çıktığıydı. Birgi’ye geldiğim ilk andan itibaren Birgivi’yi ziyaret konusu açılınca merak da etmedim değil: Kabri nasıldı? Ki gösteriş, mezarlıklarda dahi halkımızın vazgeçemediği alışkanlıklardandı bilirim!..
Birgi,Ödemiş ve çevresinin kültür ve inanç turizmi merkezi... Bozdağ ile Aydındağları’nın ortasında konuşlanmış.
İmam Birgivi’nin kabrinin hemen yanında oğlunun kabri vardı. Her ikisinin başucunda da onlarla yaşıt selviler!.. Söylenenlere göre kendi elleriyle dikmişti o selvileri İmam Birgivi. Selvilerin yıllara meydan okuyan gövdesi, ondan daha ihtişamlı dallarla karşılıyordu bizi. Dallar birbirlerini kucaklıyordu sanki. İç içe geçmiş halleri, günümüzdeki ayrışmalara nazire yapar gibiydi. Birgivi mezarlığının tek gösterişiydi belki de o ihtişamlı selviler!.. Birgi’ye yeniden gelmek ve kaldığımız yerden devam etmek amaçlı ayrılırken, “Buraların kıymeti biliniyor mu? İnsanlar buranın farkında mı?” dediğimde, “Çok da farkında değiller açıkçası. Ama olmaması belki de buranın hayrınadır!” diye verilen cevap: Adım attığımız her yeri hor kullanmak, kıymetlinin kıymetini bilemeden tüketmek felsefesini çok iyi yapanlar olduğumuzu hatırlatan sıkı bir özeleştiriydi…
67
KIRGIZİSTAN VE
CENGİZ AYTMATOV
on asrın önemli yazarlarından birisi olan Cengiz Aytmatov, 12 Aralık 1928’de Kırgız milli kahramanı Manas’ın karargâhının bulunduğuna inanılan Talas vadisindeki Şeker köyünde, devlet adamı Törökul Aytmatov ile öğretmen Nagima Aytmatova’nın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Üniversitesi
sayı//18// ocak 68
ir önceki yazımda Kazakistan ve Ahmet Yesevî’yi anlatmış ve yazıyı, “artık seyahatimizin ikinci durağı olan Kırgızistan’a doğru yola çıkma vakti gelmişti. Biz de öyle yaptık.” diyerek tamamlamıştım. Niyetimiz Talas’tan hareket edip gece saat en geç 01’de Kırgızistan’a ulaşmak ve geceyi Bişkek’te geçirip sabah saatlerinde Kırgızistan’ı gezmeye başlamaktı. Talas’tan hareket etmesine ettik ama beklediğimiz saatte Kırgızistan’a ulaşmak nasip olmadı. Çünkü hesaba katmadığımız işler vardı ve bunlar birer birer ortaya çıkıyordu. Hesaba katmadığımız hususlardan biri, bulunduğumuz yerle Kazak-Kırgız sınırının uzaklığı ve yolların bozukluğuydu. Yağan yağmur, kırık asfaltlardan dolayı yolu daha zorlu bir hale getirmişti; bu yüzden oldukça yavaş ilerliyorduk. Şoförümüz, ulaşmak istediğimiz sınır kapısının kalabalık olabileceğini, bu yüzden daha az yoğunluğu olan başka bir kapıya doğru kestirme bir yoldan daha çabuk varabileceğimizi söyleyerek yeni bir yola girdi. Ama bu kez daha da çamurlu bir yol karşımıza çıktı. Nihayet bahsettiği Kırgızistan sınır kapısına ulaştık, lakin şoförün tahmin ettiğinden çok fazla yoğun bir araç kuyruğu ve insan kalabalığıyla karşı karşıya kaldık. Bu da yine hesaba katmadığımız işlerden biri oldu. artık yapacak başka şey yoktu, mecburen sıramızı bekleyip vakti geldiğinde Kırgızistan’a geçecektik; ama belli ki bu, istediğimiz gibi çabuk olmayacaktı. Araçta beklemektense, inip dışarda beklemeye başladık. Etraf, seyredilebilecek gibi değildi. Burası sınır kapısı mı yoksa mezbelelik miydi anlamak zordu. Sınırın Kazak tarafında ihtiyaç giderebilmek adına hiçbir şey yoktu. Derme çatma kulübeleri görünce, bizim romanlarımıza konu olmuş eski sinekli bakkallar aklıma geldi; adeta buradan bir şey alınmaz der gibiydiler. Hava soğuduğu için minibüsümüze döndük. Nüktedan ve hayat tecrübesi fazla olan arkadaşlarımızdan güzel espriler ve hatıralar dinleyerek üç-beş saat geçirdikten sonra nihayet bizim arabamıza sıra geldi. Araçtan tekrar inip pasaport kontrolü için içeri girdiğimizde, eski SSCB tarzı giyimli asker, polis ve asık suratlı gümrük memurlarıyla karşılaştık. Gümrük memurları bize, bizim de anlayabileceğimiz bir Türkçeyle Kırgızistan’a niçin geldiğimizi, nerden geldiğimizi, burada ne işimizin olduğunu soruyordu. Biz de burasının ata yurdumuz olduğunu, Ahmet Yesevî’yi görmek için
geldiğimizi, şimdi de Kırgızistan’ı göreceğimizi anlattık. Bu kadar yokuşa sürdükten sonra nihayet bizim iyi niyetli insanlar olduğumuzu anladılar ki geçiş izni verdiler ve Kırgızistan tarafına geçmiş olduk. Kırgızistan tarafı, Kazakistan sınır kapısından daha kötü şartları haizdi. Her taraf sanki çamur deryası gibiydi. Saat iyice ilerlediği için bizde de yorgunluk var. Aracımızın işlemlerinin tamamlanmasını beklerken zaruri ihtiyaçlarımızı giderebilecek bir yer arıyoruz. Hacethane yazısını görünce hepimiz o tarafa yöneldik ama heyhat ki buradaki durum daha da vahimdi. Su yok, tuvaletlerde kapı yok, temizlik dersen adı bile yok. Türkiye’mizde eleştirdiğimiz bazı hususları aklımıza getirip, buradaki şartların Türkiye’deki en sağlıksız durumlarla bile mukayese edilemeyeceğini görüyoruz. Bizim sınır kapılarından en az geçiş yapılanı olan Türk Gözü sınır kapısındaki şartların bile, buralara göre çok gelişmiş ve ileri düzeyde bulunduğunu düşünüyoruz. Bu olumsuz şartlardan kurtulup Bişkek’e doğru yol almaya başladık. Yine uzun bir seyahatten sonra otele ulaştığımızda sabah saat sekizi geçmişti. Otelin kapısındaki yıldızları görünce, “biz yıldızları otelde değil, minibüste ve sınır kapılarında saydık!” diyerek bir espri yaptım ve hiç olmazsa biraz dinlenip kendimize gelelim diyerek otele girdik ve öğlene kadar dinlenip öğlenden sonra şehri gezip görmek üzere otelden ayrıldık. İlk dikkatimizi çeken hususlar arasında yolların genişliği ve yayalara duyulan saygıydı. Yürürken karşıdan karşıya geçmek istediğinizde adımınızı yola attığınız anda yoldan geçen araçlar hemen durup sizin geçmenize izin veriyorlar. Dikkatimizi çeken bir başka husus da araçların korna kullanmamasıydı. Kazakistan’daki gibi burada da tek katlı evler dikkat çekiyor. Çatılarını eski Türk çadır sistemine benzeterek yaptıkları da hemen anlaşılıyor. Caddelerin tertemiz oldukları ve bu geniş yolların arasını ayıran yine geniş refüjlerin çiçeklerle süslenmiş olması da yine dikkatlerden kaçmayan hususlar olarak hatıralarımızdaki yerini alıyor. Önce Bişkek Merkez camiine gidiyoruz. Caminin etrafını tespih, takke, güzel kokular vs. gibi çeşitli dini nesnelerin satıldığı dükkânlar sarmış. Burada tuvaletler ve
abdest alma yerleri nispeten temiz. Genç bir delikanlı, tuvalet kâğıdı, peçete, vb. tarzdan ihtiyaç maddelerini sürekli camiye gelenlere dağıtmakla vazifelendirilmiş. Öyle sanıyorum ki camideki bu delikanlı, ya bir vakıf veya bir tarikat çevresinin temin ettiği malzemeleri dağıtmakla görevlendirilmiş olmalıydı. Burada namazlar kılındıktan sonra bir alış veriş çarşısına uğruyoruz. Çarşıdaki hediyelik eşya satan mağazaların bizdeki AVM’ler kadar gelişmediğini müşahede ediyoruz. Kırgızistan kültürünü yansıtan meşin kırbaçlar, keçe başlıklar, kürk kalpaklar, milli giysili bebekler ve keçeden imal edilmiş minik çadırlardan alarak buradan ayrılıyoruz.
Önce Bişkek Merkez camiine gidiyoruz. Caminin etrafını tespih, takke, güzel kokular vs. gibi çeşitli dini nesnelerin satıldığı dükkânlar sarmış.
Kırgızistan’ın simgesi durumunda olan Manas’ın heykelinin bulunduğu meydana geldiğimizde oldukça geniş ve bakımlı olan Ploşat Meydanı, hepimizi etkiliyor. Doğrusu sınır kapısında çektiğimiz sıkıntılı saatlerden sonra Kırgızistan hakkındaki ön yargılarımızdan vazgeçmeye başlıyoruz. Bilindiği gibi Manas, Kırgızların milli kahramanıdır. 10. asırda oluşturulmaya başlayan bu destan, İslamiyet’i seçen Manas önderliğindeki Kırgızlarla, putperest Kalmuklar arasında geçen mücadeleleri anlatmaktadır. Anlatıla anlatıla yıllar içinde gelişerek dört yüz bin mısradan müteşekkil dünyanın en uzun destanlarından biri olmuştur. Bu destan, Kırgızlar arasında herkesin bildiği ve fakat ‘Manasçı’ adıyla özel anlatıcıları bulunan, Kırgızları bir millet haline getiren özel ve güzel bir eserdir. Bu bakımdan Kırgızlar, bu milli kahramanları için çok büyük ve bakımlı bir meydanı ona tahsis edip bu meydana muhteşem bir Manas heykeli yerleştirmişler. Çok geniş caddelerin en işlek olanlardan birinin üzerinde Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın önünden geçerken, ilginç bir tesadüfün eseri olarak sarayda nöbet bekleyen askerlerin nöbet değişim anını görme şansını yakalıyoruz. Öğlen yemeği için gittiğimiz lokantayı Uygur Türkleri işletiyorlarmış. Otantik ve oldukça büyük olan bu lokantanın tıklım tıklım müşteriyle dolu olduğunu görüyoruz ama bize hemen bir önceki müşterilerin boşalttığı masayı hazırlayarak oturmamızı sağlıyorlar. Burada çalışan garsonların tamamının, milli giysileri içindeki Uygur bayanları olduğunu görünce, sabah otelimize doğru giderken gördüğümüz sokak ve cadde temizliğinde çalışan bayanlar hatırımıza geliyor ve böylece Kırgızistan’da da kadınların iş hayatında önemli bir pay sahibi olduklarını anlıyoruz.
69
Kazakistan’da gelincik tarlalarının çok geniş alanlar kapladığını ve saatler süren yolculuğumuz sırasında sık sık bu gelincik tarlalarının arasından geçtiğimizi ve hatta bazen aracımızdan inip bunlar arasında fotoğraflar çekildiğimizi belirtmiştim.
Lokantada milli yemeklerden oluşmuş yemek listesi et ve hamur ağırlıklı. Sofraya önce, üzerleri nakışlı ekmekler getiriliyor. ‘Samsa’ denilen içinde et bulunan üçgen böreğin (buna iri mantı da diyebiliriz) yanında yeşil çay ve erik suyu getiriliyor. Sonra irice bir kâsenin içerisinde, üstü et altı bizim erişteye benzer şekilde kıyılmış hamur bulunan ve adının ‘lagman’ olduğunu öğrendiğimiz bir başka yemek, en sonra da ‘şaştık’ dedikleri şiş kebap geliyor. Bunların hepsinden yemek, önemli bir marifet gerektirdiği için ben bir kısmının tadına bile bakamadım, ama her birinin fotoğrafını çekmeyi ihmal etmedim. Yemekten hemen sonra Kırgızistan’a gelişimizin asıl gayesi olan Cengiz Aytmatov’un mezarını ziyaret etmek üzere minibüsümüze binip yola revan oluyoruz. RUSLARIN KIRGIZLARA YAPTIKLARI ZULÜMLER
Bişkek şehir merkeziyle Cengiz Aytmatov’un mezarı arasındaki mesafe, yaklaşık bir saatti ve bu mesafe, tamamen tabiat güzelliklerini seyrederek hafif rampa tırmanarak gittiğimiz bir yoldan ibaretti. Gerek Kazakistan ve gerekse Kırgızistan’da, bu seyahate katılan arkadaşlarımızdan her birimizi hayrete düşüren hususlardan biri, her iki ülkenin bitki örtüsündeki zenginlikti. Kazakistan’da gelincik tarlalarının çok geniş alanlar kapladığını ve saatler süren yolculuğumuz sırasında sık sık bu gelincik tarlalarının arasından geçtiğimizi ve hatta bazen aracımızdan inip bunlar arasında fotoğraflar çekildiğimizi belirtmiştim. Kırgızistan’da da durum benzer şekildeydi. Hatta daha farklı renklerde nice çiçekli otlardan oluşmuş araziler içinden geçerek bu bir saatlik yolculuğu tamamlayıp bir tepe üzerinde yer alan Aytmatov’un kabrine ulaştık. Bu tepe, Aytmatov’un mezarı olsun diye özel olarak seçilmiş. Çünkü Çon-Taş köyünün hemen yakınında bulunan bu yer, 1938 yılının 5-8 Kasım günleri arasında Komünist Ruslar tarafından öldürülen Cengiz Aytmatov’un babası Törökul Aytmatov da dâhil olmak üzere toplam 137 Kırgız milliyetçisinin toplu mezarının bulunduğu yerdir. SSCB’nin çeşitli birimlerinde çalışmalarına rağmen devletin politikalarına ve rejime karşı çıktıkları için 1937’den itibaren Stalin tarafından ‘halk düşmanları’ olarak ilan edilerek hapse atılanlar, sözü edilen tarihte, hapishanede kurşunlandıktan sonra, kamyonlara
sayı//18// ocak 70
doldurularak terkedilmiş bir kerpiç fabrikasının fırınına doldurulup üzerlerine toprak yığılarak bir toplu mezar oluşturulmuştur. Buranın toplu mezar olduğunu bilen tek kişi olan ve amcası da aynı akıbeti paylaşan Abıkan Kıdıraliyev, amcasını ararken, cesetlerin Çon-Taş köyündeki kerpiç fabrikasının kuyusuna dolduruluşuna tesadüfen ve gizlice tanık olmuş ve bunu ömrünce gizlemiştir. Abıkan, 1973 yılındaki ölümünden biraz önce bu sırrı, kızı Bübüra’ya anlatmış ve bir gün bu rejim değişirse burayı deşifre etmesini istemiştir. Nihayet beklenen gün gelmiş, komünist rejim çökmüş ve Kırgızistan da bağımsızlığını kazanınca Bübüra bildiklerini anlatmış; 1991 yılında burada bir kazı yapılarak gerçekler gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu toplu mezarda, öldürülenler sayısınca kafatası ve ölenlere ait kemikler bulunduğu gibi, aradan 53 yıl geçmesine rağmen, çok sağlam vaziyette olmasa da öldürülenlerin isimlerinin de bulunduğu ölüm fermanları anlamına gelen mahkeme kararı da ortaya çıkmıştır. Toplu mezarda bulunan bazı belgeler ve o eski günlere ilişkin bazı şeyler, sergilenmek üzere muhafaza altına alınmış ve bir müze oluşturulup buraya konmuş. Ama bizim gittiğimiz gün ne yazık ki müzenin kapalı gününe denk düştüğü için burayı gezemedik. Toplu mezar 2000 yılında Kırgızistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in başkanlığında ‘Ata Beyit’ adıyla yeniden düzenlenmiş, bulunan 137 kişiye ait kemikler, dinî usullere göre tek tek gömülmüş ve buraya bir anıt mezar yapılmıştır. 2008 yılında vefat eden yazar Cengiz Aytmatov da kendi vasiyeti üzerine ‘Ata Beyit’ mezarlığına babasının yakınına defnedilmiştir. (Mayramgül Dıykanbayeva, “Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri”, Teke Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, Türkiye, Sayı: 4/1, 2015, s. 171-177.) Kanaatimce Ata Beyit, Ata Beyt kelimesinin daha rahat okunuş şekli. Arapçada beyt, ev demek. Dolayısıyla da terim, ataların evi, büyüklerin yattığı yer, mezar anlamına geliyor. Cengiz Aytmatov’un mezarı, sade bir mezardı ve anıt mezar yapılacağından dolayı etrafı kimse girmesin diye çevrilmişti. Ama kafilemizdeki arkadaşlarımız dayanamayıp seri bir şekilde mezarın yakınına gidip o günü unutmamak için fotoğraf çekildiler.
Diğer taraftan Ruslar, 2. Dünya savaşı sırasında, yönettiği Türk boylarına mensup olanları yoğunluklu olarak cepheye sürmüş, savaşta ölenlerin çoğu, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler vs. olmuştur. CENGİZ AYTMATOV
Son asrın önemli yazarlarından birisi olan Cengiz Aytmatov, 12 Aralık 1928’de Kırgız milli kahramanı Manas’ın karargâhının bulunduğuna inanılan Talas vadisindeki Şeker köyünde, devlet adamı Törökul Aytmatov ile öğretmen Nagima Aytmatova’nın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Cengiz Aytmatov eserlerini Kırgız ve Rus dillerinde yazmıştır. Rusça yazılmış olan eserlerini hemşerisi Aşım Cakıpbekov Kırgız diline çevirmiştir. Aytmatov’un bütün eserleri Türkçemize de tercüme edilmiş olup, fakir de bu romanların tamamına yakının okuyanlardandır. Okuduğum romanlarda gördüğüme göre Cengiz Aytmatov, yazdığı eserlerinde Sovyet Rusya’daki yaşam biçimini en objektif biçimde anlatmıştır. O, eserlerinde işlediği konularla tüm dünyaya bir Türk boyu olan Kırgızların varlığını ve onların hayat şartlarını, dinini, dilini, ideolojisini, hayat felsefesini anlatmıştır. Kırgız edebiyatı, Cengiz Aytmatov tarafından dünyaya tanıtılmıştır. Dünya milletleri, Cengiz Aytmatov’un eserleri aracılığıyla Kırgızistan’ı, Isık Göl’ü, Tanrı Dağlarını öğrenmişlerdir. Sadece Kırgızistan’da değil birçok ülkede aileler, çocuklarına Cengiz ve onun romanlarında geçen kahramanların isimlerini vermişlerdir. Cengiz Aytmatov bir aşk yazarıdır. Onun ‘Cemile’sine bütün erkekler âşık olmuştur. ‘Elveda Gülsarı’da anlattığı cins atı, doğumundan ölümüne kadar geçen macerada öyle bir anlatmaktadır ki, bütün dünya bu atı tanımış ve sanki herkes onun üzerinde yolculuk yapmış gibidir. ‘Beyaz Gemi’sini okuyan bütün çocuklar, bu gemiyle yolculuk yapmıştır. Yazar eserlerinde milletinin öz malı olan masalları, efsaneleri, mitleri, destanları kısacası halk kültürünü en güzel bir şekilde kullanmıştır. (Mayramgül Dıykanbayeva, agm., s. 170, 172) ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’, sadece roman olarak kalmamış, ülkemizde sinema filmi olarak da çevrilerek herkes tarafından bilinmiştir. Bizim gittiğimiz sırada henüz yapımına başlanmamış olan anıt mezar, daha sonra yapılarak sevenlerinin ziyaretine açılmıştır.
Ata Beyit’te yatan Kırgız milliyetçileriyle Cengiz Aytmatov için Fatihalarımızı okuyup buradan ayrılıyoruz. Yolumuzun üzerinde bulunan bir köyden geçerken durup yetiştirdiği doğal meyvelerden satan yaşlı bir Kırgız kadınından meyveler alıp, bir süre sohbet ettikten sonra hava kararmak üzereyken Bişkek’e dönüp hiç vakit kaybetmeden, sınıra doğru yola çıkıyoruz. Çünkü ertesi gün sabah erken saatte Almatı’dan güzel vatanımıza döneceğiz. Sınır kapısı yine bildiğimiz gibiydi ve olağanüstü bir kalabalık ve araç kuyruğu vardı. Minibüsümüzün şoförü Ahıskalı Murat, bir yolunu bulup bu kez bizi çok beklettirmeyip bir saatte Kazakistan tarafına geçirmeyi sağladı. Yine uzun bir gece yolculuğundan sonra sabahın erken vakitlerinde Almatı havaalanına ulaştık. Öğlen saatlerinde ise gözbebeğimiz Türkiye’mize, iki kıtayı birbirine bağlayan ve herkesin kıskanan gözlerle baktığı İstanbul’umuza, Atatürk hava limanına ayak bastık. 71
smanlının ihtişamı sadece mimarisiyle sınırlı değildir. Bu mimari, bünyesinde birbirinden anlamlı nice hakikatler, ayrıntılar, zarif nükteleri de barındırır.
ENANİYET
ZİNCİRİ
…Adına da “Enaniyet Zinciri” denir. Genellikle selâtin camilerin avluya giriş kapılarında bulunur. Mesela Sultan Ahmet Cami’nin meydan girişi ve denize bakan kısmındaki kapıda da bu zincirlerden vardır . Nidayi SEVİM
Sultanahmet Cami Girişi
sayı//18// ocak 72
Nasıl mı? İşte farkında olmadığımız yüzlerce, belki binlerce manidar örnekten yalnızca bir tanesi. Enaniyet zinciri… Pek çoğumuz görmüşüzdür büyük camilerin avluya giriş kapısında, tepeden neredeyse kapının yarısına kadar sarkan, sağ ve sol yana açılan kalın zincirleri. Bu zincirin böyle salınmasının sebebi insanların içeriye eğilerek zincirin altından geçmesini sağlamaktı. Böylelikle camiye giren müminler (her kim olursa olsun) enaniyet ve benliklerini kapının dışında bırakırlar ve namazlarını bu tür duygulardan arınmış bir biçimde yani huşu ile kılarlardı. Günümüz tabiriyle daha camiye adım atmadan bir nevi sisteme format atılırdı. Nükte bu… Anlayana tabi! Adına da “Enaniyet Zinciri” denir. Genellikle selâtin camilerin avluya giriş kapılarında bulunur. Mesela Sultan Ahmet Cami’nin meydan girişi ve denize bakan kısmındaki kapıda da bu zincirlerden vardır. Fakat zincirlerin seviyesi biraz yükseltilmiş. Eğilmeden de insanlar geçebiliyor altından. Edirne Selimiye Camii giriş kapılarındaki zincirler vaktiyle olduğu gibi hala orijinal seviyelerindedir. Bazı camilerin girişlerindeki zincirler de yeni nesiller tarafından ne olduğu bilinmediği için yerlerinden sökülüp atılmış. Bu yazıyı kaleme almamıza sebep Takkeci İbrahim Çavuş Cami avlu giriş kapısında yer alan zincirdir. Defalarca önünden geçmişiz fakat bir anlam verememişizdir bu zincirlere. Öyle değil mi aziz dostlar? İstedik ki hem cami ile ilgili kısa bir malumat verelim hem de bu zarif nükteyi siz değerli okuyucularımızla paylaşalım. Takkeci (Arakiyeci) İbrahim Çavuş Camii İstanbul’umuzun Topkapı semtinde sur dışında Topkapı Şehir Parkı dâhilindedir. 16. Yüzyıla aittir. Gözlerden ırak, birazda tecrit edilmiş bu mekân adeta güzellikler meşheridir. Devirlerinin sanat anlayışını yansıtan güzelim Hüsnü Hat yazıları, türlü motiflerle süslenmiş ağaç işleri ve rengârenk çinileri gerçekten görülmeye değer. Görülmeye değer de nasıl göreceğiz? Yeri gelmişken bu hususa azda olsa değinelim.
Olur ki bir ehli vefaya denk gelirde himmet buyurur. Topkapı’daki İBB Tesisleri hemen bu tarihi eserin yanına kondurulmuş. Hadi kondurdunuz diyelim bari caminin çıkışından tramvay yoluna geçmek için bir geçiş yolu sağlansaydı. Aslında geçiş yolu var fakat sürgülü bir kapı ile kapatılmış. Güvenlik görevlisinin insafına kalmış buradan geçişiniz. Geçiş iznini alamadıysanız tesislerin etrafındaki yaklaşık bir kilo metrelik yolu dolanmak zorundasınız! Şahsen ben dolaştım ve İstanbul’umuzun göbeğinde böyle rezalet nasıl olabilir diye dertlendim durdum. Mabedin arka kısmı çevre yolu, Maltepe yönü mezarlık, ön ve yan tarafını İBB tesisleri kapatmış. Adeta toplumdan uzaklaştırılmış. Bu duruma bir çözüm getirilmelidir diye düşünüyoruz. Biz yine zincir mevzuuna dönelim. İşte böyle enaniyet zinciri gibi manidar ayrıntılarla yüz yüze kaldığımızda ister istemez nefis muhasebesi yapmak zorunda kalıyoruz. Geçmiş ile günümüz arasında kıyas yapıyoruz. O günün insanları nerede bizler nerelerde geziniyoruz? Bu zincirlerin varlığından dahi haberimiz yok! Bugün bizler bu zincirin altından geçebilir miyiz? Geçsek ne olacak? Yakalandığımız kendine aşırı güvenme veya hiç güvenmeme ikileminden kurtulabilecek miyiz?! Kafamızda bir sürü soru canlanıyor. Günümüz insanı her şeyi bilir. Her konuda uzmandır. Her şeyi bilmek zorunda olmadığımızı unuttuk. Her şeyi bilmek, sorulan her soruya cevap vermek zorunda hissediyoruz kendimizi. Erdemliler, erenler ne diyordu? “Bir şey biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar.” Bilmediğini söylemek günümüzde iyice zorlaştı. Bilmiyorum dediğinde aşağılanmaktan, küçümsenmekten korkar oldu insanlar. Bir konuda bilgi sahibi olmamak sanki ölümcül bir eksiklik, affedilmeyecek hataymış gibi adeta sorgulanıyoruz. Hele bir de biraz mürekkep yalamışlığınız varsa yandınız. Üniversite bitirmek, lisans veya doktora sahibi olmak size her şeyi bilme hakkı veriyor sanki. İki tane kitabınızda yayımlanmışsa artık âlimsiniz vesselam. Maalesef böyle bir algı oluşturuldu. Bu yalnız bize özgü bir durumda değildir. Bütün dünya bu rüzgârdan nasibini almış durumda. Bu anlayış esasen bize yabancıdır. Maddeci-pozitivist anlayışın ürünüdür. Biz
Edirne-Selimiye-Zincir
sorgusuzca bu düşüncelerden, davranış kalıplarından etkilendik. Oysa “Bilmiyorum” diyebilmek bir erdemdir. Bu minvalde bir Hak dostunun sözleri ne kadarda manidardır:”Sükûtumuzdan bir şey anlamayan, kelamımızdan da bir şey anlamaz.” Evet, “Kalpten kalbe bir yol vardır.” Der pirler. Bunu günümüz insanına nasıl anlatırız? Bizden öncekiler böyle değildi. Onlar “Ya hayır söyle, ya sus!” düsturunu baş tacı yapmış güzide insanlardı. Mesela İmam-ı Gazali Hazretleri bu bağlamda şu manidar ihtarı yapar: “Her soruya cevap vermek cinnettir” Yani bir nevi delilik halidir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri ise asırlar öncesinden benzer bir tevazu örneği göstererek adeta bize ders verir. O da şöyle der: “Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım başım göğe ererdi.” Şimdi bu inceliği, nükteyi asrımız idrakine nasıl sunabiliriz? Her şeyi bildiğini, her işi yapabileceğini iddia edenler aşırı sürat yapan aarabaya benzerler. Risk oldukça fazladır ve telafisi mümkün olmayan bir sonuçla her an karşılaşabilirler! Nitekim basınımızda özellikle sesli, görüntülü basınımızda düşünmeden konuşmanın hatta meramını anlatamamanın bedelini ağır bir şekilde ödeyen insana sıkça rastlıyoruz. Düşünüyorum da “Değil altından geçmek, bağlasalar zincirlere bu enaniyetten biraz zor kurtuluruz” demeden edemiyorum. İlerleye ilerleye geldiğimiz nokta maalesef bu! Rabbim cümlemizi aldığı her nefesin, söylediği her kelimenin şuurunda olanlardan eylesin… 73
stanbul’un tarih boyunca nasıl has bahçelere sahip olduğu, bu bahçelerde hangi tür çiçeklerin, güllerin ve hassaten lalelerin yetiştirildiği hususunda meraklı dostlarımıza Prof.Dr.Gül İrepoğlu’nun muhteşem “Lale” isimli eserini tavsiye ederiz.
LALE MEVSİMİ
Toprağın saksıda görüldüğü bu güzide şehirde, nasılsa bina sığmayan topraklar üzerine ekilen lale soğanları, küçücük toprak parçalarının cömertliğinden istifade ile her renkte açılarak,şairlere ilham vermeye çalışıyor. Mehmed KADIOĞLU
Hayatın cep telefonlarına hapsedildiği ve insanımızın çok katlı kutularda yaşamayı tercih ettiği günümüzde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yok olan İstanbul’da teselli kabilinden her bahar diktiği milyonlarca lale soğanı ile gönülleri kazanmaya gayret ediyor. Bu yazının kaleme alındığı bir Nevruz’da laleler birer ikişer karşımıza çıkarak renkleri ve güzellikleri ile ruhumuza sürur veriyordu. Toprağın saksıda görüldüğü bu güzide şehirde, nasılsa bina sığmayan topraklar üzerine ekilen lale soğanları, küçücük toprak parçalarının cömertliğinden istifade ile her renkte açılarak, şairlere ilham vermeye çalışıyor. Ehlince malumdur ki Osmanlı Medeniyeti aynı zamanda birçok çok medeniyetin adıdır. Evvela vakıf medeniyetidir ki, yüzlerce vakıf milletin sadece insanımızın değil, bu toprakların hayvanlarının dahi hizmetinde olmuştur. Halen nasılsa ayakta kalmış mimari eserlerin her birinin bir vakıf eseri olduğunu ve asırlarca bu vakıfların akarları sayesinde eserlerin ayakta tutulduğunu, insanımıza hizmet verdiğini ve çok sayıda vakıf çalışanının da ekmek parası kazandığını biliyoruz. Osmanlı Medeniyeti aynı zamanda kitap medeniyeti idi. O kitap Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim idi ve vakıf medeniyeti de aslında kitap medeniyetinin bir parçasıydı. Bütün vakıf eserleri Allah’ın kitabına hizmet için kurulmuştu. Allah’ın kitabı ve Peygamberi (S.A.V) insanların hayırlısı insanlara hizmet edendir buyurduğu için bütün Osmanlı zengin Müslümanları, kurdukları vakıflarla kitap medeniyetini ayakta tutuyorlardı. Bugün insanımızın ziyaret ettiğinde çoğu zaman künhüne vâkıf olamadığı güzelliklere hayran kalması, aslında ruhunun derinliklerine gizlenmiş o medeniyetin güzelliklerine duyduğu hasrettir. Ah şu geçen yüz yıl… Bizden ne kadar çok güzelliği alıp götürdü… Bu yüz yıl boyunca gelin geçen idarecilerimiz arasında bizden gibi görünüp de bizimle en ufak bir ruhi ve imani alakası olmayan ne kadar çok insan vardı.
sayı//18// ocak 74
Kendilerini milletin vicdanında mahkum olmaktan korumak için ne çok yalanlar uydurdular… Okullarda yıllar boyu öğretilen ve sevdirilen insanların pek çoğunun aslında Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle “Sahte Kahramanlar” olduğunu zamanla öğrendiğimizde nasıl da hayalık kırıklıkları yaşadık. Mevzuu dağıtmayalım efendim. Osmanlı Medeniyeti’nin büyüklüğünü ve mükemmelliğini bizden gizleyen zevat, bu millete yaptıklarının hesabını elbette mahşer günü verecek… Biz gelelim Osmanlı’nın çiçek medeniyetine… Ecdadımız, imanının akislerini hayatının her anında göstermiş. Camiler, medreseler, kütüphaneler, sebiller, çeşmeler, köprüler, kuş evleri gibi müşassah medeniyet eserlerinin yanı sıra, çiçeklere, güllere, lalelere gösterdiği sevgi ile de tarihte derin izler bırakmış. Belki bu sevgisinde mübalağaya bile kaçmış. Lakin Allah’ın yeryüzünde insanın emrine verdiği güzellikleri çoğaltmak ve Allah’ın dinini sevdirmek için bir vesile olarak kullanmak da bizim ecdadımızın büyük hizmetlerindendir. Hristiyan batının ibtidai hayat yaşadığı asırlarda laleyi başındaki sarığın tülbentine takıp gezen herhangi bir İstanbullunun çiçek sevgisi, batılının hayranlığını kazanıyordu. Sarığın tülbentindeki lale, batının dilinde “Tulip” olarak yerini alıyordu. Osmanlı’nın hayata bakışındaki İslami zaviye, her anı güzelleştirme gayretini de beraberinde getiriyordu… Tabiatı Allah’ı her an tesbih eden bir insanın varlığıyla aynı gören ecdadımız, insanı öldürmenin günahının büyüklüğünü tabiatı öldürmede de görmüş olmalı ki, her güzelliği çoğaltmayı kendine vazife biliyordu. Lale, sonraki yıllarda bir devre isim olsa da bizim medeniyetimizde Rabbimizin Lafza-i Celal’i olan Allah ismiyle aynı ebced değere sahip olduğu için ayrı bir aşkla sevildi. Camilerimizin mihrablarına çini çini lale işlendi… Kaftanlarımız lalelerle süslendi. Evlerimizin tezyininde lale her zaman baş köşeyi tuttu. İstanbul son yıllarda lale ile yeniden buluşuyor. Emirgan lalenin her renginin gözlere ve gönüllere sürur verdiği bir has bahçe olarak
bütün İstanbulluları misafir etmekten yorgun düşse de halinden memnun görünüyor. Lale için harcanan bütçe bazı tartışmaları beraberinde getirse de İstanbul’un ve İstanbullunun laleye ve her güzel çiçeğe, hassaten güle her zaman ihtiyacı var. Birkaç laleyi bir arada gören insanımız, teknolojinin sunduğu en güzel imkanlardan biri olan cep telefonuyla çektiği fotoğrafları eşine dostuna göndermekten büyük mutluluk duyuyor. İstanbul’da yeniden uyanan lalenin güzelliği ve alevi ile Anadolu şehirlerimizi de sarmaya başladı. Asıl güzel olan da budur. Zira İstanbul tarih boyunca her zaman dünyaya ve bilhassa Osmanlı coğrafyasına payitahtlık etmenin imtiyazını yaşamıştır. Baharda dostlarımızı laleleri görmeye hatıra fotoğrafları çektirmeye davet ediyoruz. Ömrü uzun olmayan lalelerle zamanı durdurup gelecek yıllarda dönüp dönüp bakmak bazen hüzün verse de ekseriyetle huzur ve mutluluk verecektir… Laleleri seyrederken Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu tefekkür ve Allah’a şükür de Müslüman olmanın icablarındandır… Şehir ve Kültür, lalenin sevildiği, sayıldığı, itibar gördüğü, süslediği hayatların bütünleştiği bir medeniyettir… 75
KIRIM’DA TİYATRO SANATI:
NAMIK KEMAL/ ZAVALLI ÇOCUK Oyun çok kısadır. Tiyatro entrikaları kullanılmamıştır.Bu sebepten halk ve edebiyat dünyasında tesirini göstermiştir. Namık Kemal’in bu piyesi ilk defa 18 Ocak 1874 tarihinde sahnelenmiştir..
Doç.Dr.Svetlana KERİMOVA*
elal Meinovnin haberine göre 1899-1900 yıllarında Bahçesaray gençleri tarafından iki oyun oynandı.Bu oyunlarda sahne performansları çok üst derecede idi. Biri, Türk yazar Namık Kemal’in 1873 yılında yazdığı, görücü evliliği anlatan ”Zavallı çoçuk “ eserinde, halk usulu görücü evlilğin kötülüklerini gözler önüne sererek, kötü düşünceleri anlatmak istemiştir. Oyun çok kısadır. Tiyatro entrikalaları kullanılmamıştır.Bu sebepten halk ve edebiyat dünyasında tesirini göstermiştir. Namık Kemal’in bu piyesi ilk defa 18 Ocak 1874 tarihinde sahnelenmiştir.. Metin şöyle devam etmektedir. Halil bey, kardeşinin ölümünden sonra, çoçuğu Ata’yı yanına almıştır. Ata yakışlı, genç kızların hiç geçirdiği bir delikanlıdır. Ondokuz’uz yaşında Tıbbiye onuncu sınıfın başarılı bir öğrencisidir. Halil beyin ise güzeller güzeli kızı Şefika isimli (sevecen) 14 yaşında sırma saçlı bir kızı vardır. İlerleyen günlerde bu iki genç alev dolu volkan gibi birbirinin ateşi ile etkilenirler. Karşılıklı bir sevgi ile birbirlerine bağlanırlar. Günlerin birinde, evlerine gelen Paşa, yaşına bakmadan, makamına ve parasına güvenerek şefikayı beğenir. göz koyar. Şefika bu durumdan o kadar rahatsız olur ki. Dünyası karanlık geceler gibi kararır. Ata’yı ırmaklardan akan pınar gibi kalbinin onda olduğunu, çok sevdiğini söyleyemez. Şefika annesi Tahir’e hanım Şefika’ı vermek istemektedir. Halil bey ile aralarında şöyle konuşmalar geçmektedir. Tahire hanım-Şimdi Şefika, mesele ben bakkalın çırağını seviyorum derse, onun koynun mı verelim? Halil bey —Ben ille bakkal çırağına değil, yaşıtı birine verelim. Derim 40 yaşında babası olacak adama verilir mi? Tahire hanım ile daha sonra aralarında şefika ile geçen konuşmalarda,
*Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi
sayı//18// ocak 76
Tahire hanım —Biz senin gitmeni değil, Senin rahatlar içersinde rahatlar içersinde koca bir konağın hanımefendisi olmanı istiyoruz. Şefika—Keşke evinizde halayınız olaydımda, Bu evde kalaydım! Evlendirmek aklınıza gelmeseydi. Paşaya vermeyin. Konak hapishanem olmasın.
Tahire hanım —Kızım geçer bunlar çoçukluktur. Babanın çok borçu var. Paşa ağırlığnca para verecek. Şimdi anladın mı. Çok sevdişğin babanı hapislere atacaklar. Nazlı kardeşin sokaklarda yalınayak geziyor. Şefika— Hepinizi ben mi kurtaracağım? Bunun için mi Paşa’ya vereceksiniz. Feda olayım sizlere ve kaderime. Şefika paşa ile evlenmeye, Ata’ın haberi olmaması şartıyla Kabul eder. Ata okulunu bitirmiş. içi sevinç dolu Şefika’sına kavuşmak için koşarak eve gelir ki. Gönlünün sahibinin evlendirildiğini öğrenir. Şefika zorla evlendirildiğinden beri hayata küsmüş ve verem hastalığına yakanalmıştır. Kısa sürede hastalığı ilerlemiş yataklarda bitkin ve harap şekilde ölüm ile birlikte yatmaktadırlar. Son günleridir. Şefika Ata’nın onu böyle görmesini hiç istememesine rahmen, Halil bey, Ata’yı çağırır. Ata şefika’nın hasta olarak son günlerini yaşadığı halini görünce, evden koşarak ayrılır. Ezcane’den en kuvvetli Zehiri alarak içer. Aclar içersinde son nefesini verir. Şefika Ata’nın son nefesinde yetişir. Ama yapacağı bir şey yoktur. Çok sevdiği gönlünün prensi kolları arasında hayata gözlerini yumar. Bu olaydan bir kaç gün sonra da Şefika’da hastalığının ve acısının sonucu toprağa verilir. Ata’sınla artık el eledirler. Yazar, gazeteci, devlet adamı ve şair. Namık Kemal (21 Aralık 1840 Tekirdağ/ 2 Aralık 1888 Sakız Adası) Türk milliyetçilerinin öncülerinden. Asıl ismi Mehmet Kemal Namık’tır. Ona ismini şair Eşref paşa verdi. Namık Kemal’in hayatı sürgünlerle geçti. İlk sürgünü İstanbul’a uzak olsun diye Erzurum’a vali yardımcısı olarak atandı. Bu göreve gitmedi. Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine Ziya Paşa ile birlikte Paris’e kaçtı. çeşitli gazeteler çıkrdı. Yurda döndü. İstanbul’dan uzaklaştırılmak gayesiyle Gelibolu’ya memuriyete atandı. Orada ünlü eseri ”Vatan yahut Siliste” burada yazdı. Bu oyun 1873te Gedikpaşa tiytrosunda sahnelendi. Oyunu izleyenler galeyane gelip olaylar çıkardı. Namık Kemal bir çok arkadaşıyla tutuklanarak Magos’ya sürgüne gönderildi. 1876 yılında 1.meşruhiyet ilanından sonra İstanbul’a döndü. 1877 de Rus savaşı çıkınca Meclisi-Mebusan kapatıldı. Tutuklandı. Midilli adasına sürüldü. Daha sonra Sakız adasına gönderildi. Ertesi yı burada öldü. Şiirlerini küçük yaşlarda yazmaya başladı. Türk şiirini divan şiirinin etksinden
kurtarmaya çalıştı. Vatan şairi diye nitelendirildi. Tiyatro içinde çok büyük sevgi idi. Altı oyun yazdı. Bunların arasında ”Zavallı Çoçuk’ta yer almaktadır. Siyasal ve toplumsal olayların sorunları ile edebiyat, sanat, dil ve kültür konularını içeren 500 den çok makale yazdı. Çok üretken bir yazardı. kısa ömrüne çok eser sığdırdı. Yurtseverlik, hürriyet ve millet kavramlarına bağlı, insanlığın bir sanat olduğunu kavrayan. Zorla bir insana başka fikirlerin kabulunu düşüncelerinde bağdaştırmayan. Bu fikirleri ve kavramlar yaşamında yön veren, bu uslubu ile zamanın yazarları arasında çok ayrı bir yere sahiptir. Genelde hayatı zorluklar ve sürgünlerle geçmiştir. En iyi eserlerini Namık Kemal 19 kasım 1872 tarihli ibret gazetesinde yayınlanan “Aile “başlıklı makalede kızların kendi rızaları olmadan evlenmelerini karşı olduğundan Zavallı çoçuk piyesini de sürgünde bulunduğunda kıbrıs’ta yazmıştır. Namık Kemal kısa ömründe, sürgünlerle fakat edebiyat dünyasında çok ışıltılı bir yere gelmiştir. Kaleminde yüreği ve Vatan sevgisi dolu dolu idi. Bu büyük yazar sevgi ile çok büyük saygı kitlesi arkasında bırakarak bizlerden ayrıldı. Tiyatroya duyguğu aşk ise başkaydı. Kısa ömründe yazdığı altı eserin hepside hayatımızdan kesitleri yer almıştır Kırım Tatar oyuncuları tarafından oynanan
77
ünlü Türk yazar tarafından yazılan “Zavallı Çocuk” piyesidir. Bu üç perdelik piyes 1873 yılında İstanbul’daki Şark matbaası tarafından yayınlanmıştır... Gedikpaşa tiyatrosunda Namık Kemal tarafından yazılan“Zavallı çoçuk” piyesi ilk defa Türkiye’de 18 Ocak 1874 tarihinde oynanmıştır. Bu eser çok defa yayınlanmıştır. Türk tiyatrosu ile Kırım tiyatrosu bir ağaçın dalları gibidir. Çünkü iç içedir. Mesela Türkiye’deki bir kültürden ve her yaşantıdan devamlı Kırım Tatarları etkilenirler. Kırım’daki ayni şekilde kültür ve hayattan Türkiye etkilenir. Çünkü kültürlerimiz aynı olmakla birlikte, Türkiye’deki tahminen beş milyona yakın Kırım Tatarı belli aralıklarla Kırım’dan Türkiye’ye göç ederek, burada yaşamaktalar. Son zamanlarda ise Kültür olaylarımız devletler düzeyinde bile olmaktadır. Türk tiyatrosu’da çeşitli zorluklarla bir yere gelebilmiştir. Ancak batı etkisinde kalarak gelişmiştir. Türk tiyatrosu, tanzimat dönemi, meşrutiyet dönemi ve Cumhuriyet dönemi olarak üç kısma ayrılır. Tanzimat dönemi ile birlikte batılı bir tiyatro anlayışını benimseyen Türk tiyatrosu, Cumhuriyet ile birlikte Türkiye’nin her yerinde açılan halk evlerinde ile kendini göstermiştir. Ankara’da devlet eliyle bir devlet tiyatsoru kuruluncaya kadar geçen sürede yalnız Istanbul’da gelişme alanı bulmuştur. Siyasal ve ekonomik baskılar sonunda Türk tiyatrosu batıya açılmıştır. Türk tiyatrosu III.Selim/II.Mahmut ve Abdülmecid gibi yenilikçi padişahlar ve okur yazar çevrenin etkisinin Türkiye’nin Batı tiyatrosuna girmesinde çok payı vardır. Azınlıkların desteğiyle tiyatro bir kurum olarak saray ve halk tarafından ilgi görmeye başlamıştır. Çırağan, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında tiyatro salonları yaptırılmıştır. İlk Türkçe oyun Şinasi’nin “Şair Evlenmesidir” (1860) İstanbul’da ilk yerli tiyatro topluluğunu kuran Güllü Agop’tur. İlk adı asya kumpanyası olan topluluğun adını daha sonra Osmanlı tiyatrosu koyarak, müslümanların yoğun olduğu Istanbul yakasında Gedikpaşa tiyatrosunda temsiller vermeye başlamıştır. Güllü Agop’un girişimleri ve cesareti sonrası 1866 dan başlayarak Türk yazarlarının sebep olmuştur. Bunlar Şinasi, Namık Kemal, Dirktör Ali bey, Ahmet Mithat effendi, Ebuzziya Tevfik, Teodar Kasap, Ahmet Vekif paşa ve Abdülhak Hamit gibi
sayı//18// ocak 78
oyun yazarlarıdır. Yazmış oldukları oyunlar vatan aşkı, aşk, aile düzeni ve güldürüler ile eğlenceyide elden bırakmamışlardır. Müzikli oyunlar büyük ilgi gösterdiğinde Çuhaçıyan’ın sahneye koyduğu ünlü ”LEBLEBİCİ HOR HOR” büyük başarı kazandı. Orta oyunları batı tiyatrosunun etkisi ile kendine özgü tiyatro türedi. Tuluat olarak bilinen bu oyun, sahnede metinsiz ve suflorsüz oynanıyordu. Kavuklu Hamdi’nin öncülük ettiği oyun üstadına Abdurrezzak, Ali Rıza effendi, Hakkı effendi ve Kel Hasan izledi. Daha sonraki yıllarda İsmail Dümpüllü, Münir Özkül ve Ferhan Şensoy ile zamanımıza kadar geldi. Mithat efendinin “çerkez özalanlar” adlı oyunu sarayın dikkatini çekti. O gece tiyatro binası yerle bir edildi. Uzun bir süre sansür, sürgün ve jurnalcılık yüzünden tiyatro çalışmaları yapılamadı. Bir hoş geliştir. İçimizde yaşatmaktır. Tiyatroya senelerce emeğimi vererek göçen değerler. Oyunlar kitabların içinden doğar. Bu kitaplara da bunu yazanlar ruh verirler. Örneğin Namık Kemal ve diğerleri gibi. Bu eserler bunları yazanların çoçuklarıdır.Her kitap ve onun sanneye konması cesaret vebüyük emeklerdir. Bunu devamlı kendimiz yenileyerek ve okuya okuya, bilgi damlalarının altında sırıl sıklam ıslandığımızda yazarın ruhu ile bizlerin bedeni birleştiğinde sanat canlanır, yaşar, çünkü sanatın buna ihtiyacı vardır. KAYNAKLAR:
1. Ali Ekrem (Namık Kemal'in oğlu), "Namık Kemal", Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1992.. 2. Dursun Gürlek, "Namık Kemal, Hayatı, Sanatı ve Eserleri", Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1998. 3. Ü. Taha Toros, "Namık Kemal'in Ailesi", Yakın Tarihimiz Ansiklopedisi, Milliyet Gazetesi Yayınları, s.76-79. 4. Doç. Dr. Bedri Aydoğan, "Namık Kemal'in Magosa Sürgünlüğü" makalesi. Çukurova Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı. 5. Elif zaim “Güllü Agop,Heybe gençlik dergisi Sayı 7.Yıl 2015 6 http//tiyatrokeyfi.com 7 . Namık Kemal,Zavallı çoçuk. İSTANBUL,2009.
TARİHE
YÜRÜMEK Şehirler aceleyi sevmez. Geçiştirilmez güzelliklerin mekânıdır şehirler. Mustafa UÇURUM
aşanılan şehir küçükse, yürümek daha bir anlam kazanıyor. Bir anda bitiyor cadde, sokaklar daralıyor ister istemez. Yürümenin de bir sanat olduğuna dair çok söz söylenmiştir ama önemli olan; tadını çıkarmaktır attığın adımların. Özellikle küçük şehirlerde, tek caddede dönüp durur insanlar. Bunun tadına varmak için, ağır ağır atmalı adımları, yorgunluk nedir unutmalı ve yeni bir çehreyle bakmalı şehre. Yoksul sokaklarda dolaşmalı, başını okşamalı küçük çocukların. Mahalle aralarında oturan ninelerin ellerini öpmeli, hayır dualarıyla yürümeli şehirlerde. Niksar’ın fidanları kadar sokakları ve caddeleri de ünlenmeli aslında. Dar, geçişe elverişsiz, insanı yoran yokuşlarından söz etmeli. Bir tarihi barındırmış Niksar’da, yürümenin gizli tadına varmalı. Cahit Külebi’nin nefesiyle soluklanmalı ve “kamyonlar kavun taşır / ben hep seni düşünürdüm/ Niksar’da evimizde / küçük bir kuş kadar hürdüm” diye başlayan şiirle adımlamalı sokakları. Gün gelip de her şeyi yüz üstü bırakıp terk edince yaşadığın yeri, geçmiş zaman bir hayalden başka bir anlam taşımıyor zihnimizde.
Yürümek insanı yeniliyor. Attığımız adımlar, zihnimizde karmaşaları sanki yerlere saçıyor. Yorgunluk nedir unutuyor insan. Niksar’ın dar sokaklarında, nefes kesen yokuşlarında yürümek de efkâr dağıtmak için yetebiliyor insana. Yürüdükten sonra, yorgunluğu bir kenara bırakıp, boşalan bir zihinle şiirlere dalıyor insan. Yürümek, bir devrimin başlangıcıdır. Hayata, unutulmuşluklara ve önemsenmeyen dış kapı güzelliklerine bir adım daha yaklaşmak için, biraz daha dirençli yürümeli ve hicretimizi kalbimizde başlatmalıyız. Şehirler aceleyi sevmez. Geçiştirilmez güzelliklerin mekânıdır şehirler. Yürümek, her adımda şehri yeni baştan fethetmek demektir. Bilmediğimiz bir şehrin girdiğimiz her sokağını yeni baştan keşfetmek için gözümüzün ve gönlümüzün açık olması gerekir. İçinde tarihin köklü geçmişini barındıran mekânlar özellikle daha bir hassas göz istiyor. Niksar dedim mesela; Danişmendliler’in başkentliğini yapmış bir güzide yurttur burası. Kelkit’in serinliğini ve bereketini taşır omuzlarında. Ovalarında rengârenk bir güzellik karşılarken bizi, dar sokakları tarihin şahitliğini yapar. Bahar gelip dayandı ya kapımıza, dört bir yan çiçeklerin huzur veren iklimine büründü ya artık ovalar da kendi rengine bürünmeye başladı. Tokat’tan Niksar’a giderken tam tepede durup soluklanmak, Musapınar’ının serinliğinde nefes almak ve Niksar’ı doya doya izlemek insanın ruhuna da huzur veriyor. Uçsuz bucaksız bir deniz gibi ova, dağların gölgelediği şehir ve tarihe şahitlik etmiş kesme taş yapılar. Bir şehrin kalesi varsa o şehrin göğe açılan kapısı var demektir. Niksar Kalesi, şehre hakim noktadan bakan ve şehrin kalbi olan bir güzel eser. Kaleden şehre bakmak. Bu daha bir anlamlı yapıyor kaleyi. Köprüler, hanlar, hamamlar, medreseler, kümbetler ve daha birçok eser bize rehberlik ediyor tarihe doğru yolculuğa çıkarken. Yürümek baharla birlikte daha bir güzel. Uyanan ağaçların, çiçeklerin, dağın, bayırın arasında içimize dolduracağımız nefesler biriktirmek için sonsuz fırsatlar var elimizde. En çok da tarihe yaslı mekânlardan başlayıp, içimizi yenilemek için yürümeye başlamanın tam vakti. Şehirler bizi çağırıyor. Tarihle soluklanan şadırvanlar, köprüler, kaleler bize açık bir davet sunuyor. Adım adım geçmişimize doğru bir yolculuğa çıkmak için bir gül, bir karanfil, bir lale davet ediyor bizi. En yakımızdan başlayıp sonsuz bir tarihin sokaklarına süzülmek için bahar bizi kendine çağırıyor. 79
anzimat’tan bu yana kadar, Türk Aydınları’nın yüzde 99’u beyni yıkanmış olarak Türkiye’nin çökmesine yardım etmiş. Bunun içinde ben de varım. Çünkü ben de Atatürk’ün bazı şeylerine ‘’Gözlerimi kapar, vazifemi yaparım’’ dedik.
PROF. DR. CAHİT TANYOL’DAN
CUMHURİYET İTİRAFLARI ‘’Tanzimat’tan bu yana kadar, Türk Aydınları’nın yüzde 99’u beyni yıkanmış olarak Türkiye’nin çökmesine yardım etmiş. Bunun içinde ben de varım. Çünkü ben de Atatürk’ün bazı şeylerine ‘’Gözlerimi kapar, vazifemi yaparım’’ dedik. Söyleşi: Özge Senâ Bigeç ÇAV
Tanyol: Türk Aydınları, Türkiye’nin çökmesine yardım etti Eşim Erkan Çav Bey, Ümit Meriç Hocamız, Rıfat Bali Bey ve Hanımı ile birlikte Sosyolog Yazar Prof. Cahit Tanyol Bey’i ziyarete gittik. 102. Yılını yaşayan, Cumhuriyet tarihinin nadir tanıklarından olan, yüzünde bilgilerini de pişmanlıklarını da taşıyan ve fakat taşınamayacak kadar çok kitaba emek veren isimdi Cahit Tanyol. Eşimin yaklaşık 10 yıl kendisiyle mütalaa ettiği ve bu yoğun çalışmalar neticesinde kendisine dair 719 sayfalık kitabını yazdığı isimdi aynı zamanda Cahit Tanyol. Ümit Meriç Hanım’ın ise lise döneminden itibaren tanıdığı ve vefasıyla büyüğünü memnun ettiği Hocalarından biriydi. Tanyol: ‘’100 yaşımda hidayete erdim’’ İlk kez görecek olduğum bu yüzün, derin kıvrımlarına şahit olacaktım. ‘’100 yaşımda hidayete erdim’’ diyecekti. Çocukluk döneminden sonra Cumhuriyetin hırçın ve hoyrat rüzgarlarında kaybettiği maneviyatını şu son demlerinde yeniden yudumlayacaktı. Yanımızda bir pişmanlık oturuyordu. Tevbelerle yıkanmış bembeyaz bir yüzdü artık o. Sevdik Cahit Tanyol’u. Çok sevdik. Sohbetler edip, tarihin tozlu sayfalarını kaldırdık. Kendisinden şiirler dinleyip, hâlâ hafızasında taşıdığı Yahya Kemal Bey’in Özleyen isimli şiirini yeni bestelediğim haliyle söyledik. Tanyol yaşına rağmen sorularımızı itina ile yanıtlıyordu. Ümit Hanım bu hususa dikkat çekerek, ‘’Ben Hoca’yı 1960 yılından beri dinliyorum, 55 yıldır, hala yeni şeyler söylüyor’’ dedi. Rıfat Bey, Cahit Tanyol’un henüz yayınlanmamış kitabının yayınlanmasını istediğinde kendisine ‘’Bazı şeylerin ahirette açık oturumda çıkacağını’’ söyleyerek kitabıyla ilgili bu bilgileri verdi: ‘’Tanzimat’tan bu yana kadar, Türk Aydınları’nın yüzde 99’u beyni yıkanmış olarak Türkiye’nin çökmesine yardım etmiş. Bunun içinde ben de varım. Çünkü ben de Atatürk’ün
sayı//18// ocak 80
bazı şeylerine ‘’Gözlerimi kapar, vazifemi yaparım’’ dedik. Asıl önemli bir mesele var: İngiltere ve Atatürk. Ben yüzde 99 bugünkü İngilizler tarafından Mustafa Kemal’le birlikte tezgahlandığına kanaatim var. Fethullah’ı sordum. Şimdi çok büyük bir oyun oynanıyor şu anda.’’ “Şeriat bizim özümüz ya hu!” Cahit Tanyol, Tarikat ve Şeriat meselesine de değinerek, Tanzimat’tan itibaren bu kavramlar üzerinden halkın zor durumda bırakıldığını, asliyetinden uzaklaştırılmaya çalışıldığını açıkladı: ‘’Türkiye’de oynanan oyunun arkasında hepimizin zehirlendiği Tarikat meselesidir. Erdoğan, Türkiye’de, Mustafa Kemal’in kendi köşesinde yarattığı şeyin dışında, Türk Milleti’nin tarikatla olan bağlantısını çözen adam. Biz tarikat konusunda, suçu milletin üzerine yükledik. Yani sanki Türk Milleti’nin tarikatla bağına ‘hayır’ dersek, Türk Milleti’ni korumuş oluyoruz. Hayır, değil! Yapı tamamiyle tarikat yapısı. Tarikatta lider önemlidir. Bize giydirilen elbiselerin hepsi seçimle gelmiş olanlar. Seçimle gelenler işte gele gele buraya geldiler. Türk Milleti’nin yapısını Osmanlı Devleti’nin yapısını bozdular. Bir Şeriat kelimesi var. Şeriat kelimesi dünyada mümkün değil bu kadar şeye yarayabilir… Yeniçeri kalkar, şeriat adına. Her şey şeriat adına olur. Ve biz bütün devrimleri
şeriat aleyhine şeriat aleyhine yaptık. Mustafa Kemal’in de hatası, hatası değil kabahati belki de; şeriata karşı çıkmış olması. Şeriat bizim özümüz ya hu! Kötü bir şey değil. Tam tersi! Tam tersi! Ben Fethullah’ın aleyhinde çok yazı yazdım. Kişi olarak değil, durum bakımından, nereye işaret etti? Bir nevi misyonerlik… Misyonerler gibi. Tutundu hem.’’ Büyük itiraf: “Hepimiz aldandık!” Cahit Tanyol, Türk aydınlarının nasıl aldandıklarına ve ülkelerine ihanet ettiklerine de değindi: ‘’Dünyada hiçbir şey bu Türk Aydını kadar kendi ülkesine kötülük yapmamıştır. Hepimiz aldandık. Hepimiz aldandık. İngiliz güzel güzel her şeyi yapmış. İngiliz kendi menfaati dışında da bizi tutmuş. İngilizi düşman olarak söylemiyorum. Fakat; Orta Doğu’da oynanan oyunun perde arkasında İngiltere var. Süper devlet. O bakımdan çok önemli. Biz inanmıyoruz bu devrim mevrim, Allah hepsinin belasını versin. İngiliz adamıymış adam. Onların önemi yok. Mustafa Reşit Paşa da İngiliz adamıydı. Tanzimat ricalinin hepsi ya İngiliz taraftarı ya Fransız taraftarı. Ama taraftarı olmak başka, ajanı olmak başka. 100 tane mi bilmem kaç tane tarikat var. Türkiye’de tarikatsız olmuyor. Yapı bu. Bu ayıp değil. Herkesin bir yapısı var. Biz bunu ayıp haline getirdik. Bu benim son fikirlerim!’’ 81
Ş E H İ R TİYATRO
GÖKSULTAN ABDULHAMİT HAN Yazan ve Yöneten :Üstün İnanç Yasin Çetin
rguvan Kültür sanat tarafından sahneye konulan, Edebiyat ve Tiyatro duayeni Üstün İnanç’ın yazıp yönettiği “Göksultan Abdulhamit” oyunu Fatih Kültür merkezinde galasını yaptı. Büyük bir çevrenin merakla beklediği oyun, seyircilerle buluştu. Geniş çevrenin merakının sebebi ise çok başarılı bir roman ve tiyatro yazarı olmasının yanı sıra daha önce Necip Fazıl Kısakürek’in yazmış olduğu “Ulu Hakan Abdulhamit” oyununu sahnelediğinde yaşamış olduğu utanç verici hadisedir. Türkiye karanlık dönemlerini yaşadığı o dönemde Ankara’da tanklar yürümüş, mecliste soruşturma açılmış, sanat sansürlenmiştir. Meclis bir tiyatro oyununa müdahale etmiştir. Hiçbir aydın ve tiyatro adamı bu duruma ses çıkartmamıştır. Üstün İnanç ise 79 yaşında olmasına rağmen bu oyunu kendisi kaleme alıp sahnede seyirci ile buluşturdu. Böylece tarihten bir insanlık ayıbı, tiyatro ve sanat adına, ülke adına bir kara leke daha temizlenmiş oldu. Bir daha sanatın sansürlenmediği günler dileyerek incelememize başlamış oluyoruz. 19.YY’DA YAŞIYORMUŞ HİSSİNE KAPILMAMIZA SEBEP OLAN: OYUN ATMOSFERİ
Oyunda ilk göze çarpan iyi kurulmuş oyun atmosferidir. İzleyenin kendisini 19. Yy da yaşıyormuş hissine kapılmasına sebep oluyor. Oyuncuların benzetmeci üslup tercihleri ile bu atmosfer, tamamen kurulmuş hale geliyor. Üstün İnanç’ın bu içindeki istek ve azim yine bütün oyuncuların yüzünden okunabiliyordu. Oyun sonunda yüzlerinde ki o mağrur tebessümden anlaşılabiliyordu. Büyük bir uğraş emek verildiği her sahnede ayrı ayrı gözlemlenebiliyordu. Oyun atmosferi tamamen o dönemi tam anlamıyla yaşatıyordu. GERÇEK TARİH: OSMANLICA, TÜRKÇE BİRÇOK KAYNAKTAN SENTEZLENMİŞTİ
Bütün akademisyenlerin söylediği bir söz vardır. Tek kitaptan sentez bilgiye ulaşılamaz. Tek kaynak ya tez ya da antitez olabilir. Ama çok kaynaktan bir sentez elde edilebilir. Oyunu izleyenlerin çoğunda oyun çıkışı duyulan ortak söz vardı. Birçok doğru bilinen yanlışlar bu oyunda anlatılmıştı. Bir nevi tarihe ışık tutulmuştu. Bu metini sağlam ve etkileyici kılan unsurda buydu. İnsanların bildiği ama söylemeye kelime bulamadığı şeyleri yazar, yüksek ifade gücü, araştırma ve eylemlerle sayı//18// ocak 82
ortaya çıkartmıştı. Buda izleyenlerin tiratlar ve bazı monologlarda dahi sıkılmayacağı bir durumu oluşturdu. Metin izleyen herkes tarafından çok beğenildi. Yazarın daha önceki eserleri de göz önünde bulundurulduğunda sonuç pekte şaşırtıcı olmadı. TEKNİĞİN İMKÂNLARI: OYUNUN SEYİRLİK HAZZINI ZİRVEYE TAŞIDI
Oyunda yerli yerinde kullanılan sis makinası gibi bazı efektler, bazı anları oluşturmak için gayet başarılı oldu. Bunun yanı sıra yine projeksiyonla bazı anları gerçek kılabilmek dekoru destekleyebilmek adına yapılan akıllıca reji uygulamaları oyunun seyirlik hazzını zirveye taşıdı. Kostüm, dekor ve müzikler tüm izleyenler tarafından tam not aldı. Oyunun tamamlayan en büyük etken oldular. Bütün teknik imkanlar yerli yerinde kullanılmıştı. Yani sis makinası, ya da projeksiyon kullanmak için kullanılmamıştı. Bu sebep ile izleyici kullanılan cihazları sorgulamak aklına bile gelmedi. Yani oyunun içinden bir parça gibiydi. II. ABDULHAMİT: BİR AKRETİPTİR
II. Sultan Abdülhamit bir arketiptir. Onun o yapıcı, naif, vefalı mizacına karşılık başına gelen bazı ihanetler, çevresindeki insanlar, onun onlara karşı sergilediği davranış onu bambaşka bir insan kılmıştır. Tarihte bir sembol haline gelmesine sebep olmuştur. Bu durumlar yine Abdulhamit’î canlandıran oyuncu arkadaşta ve diğerlerinde tamamen görülüyordu. Bütün oyuncular rolüne uzun uğraşlar ve emekler vererek çok çalıştığı sahnede anlaşılıyordu. Sultan Abdulhamit’in tarih sahnesinde yaşadığı anlar bir asır sonrasında gerçek anlamda var edilebilinmişti. Sultan’ın akretip olma durumu tamamen verilmişti. 83
112 H. (1700-1701 M.) yılında Erzurumlu Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından Dârü’l Hadis (Hadis İlimleri Fakültesi) olarak yaptırılan bina kurucusunun adıyla” Feyziyye Medresesi olarak tanınmıştır. Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber Kayserili Mehmet Ağa olduğu tahmin edilmektedir.
KURULUŞUNUN YÜZÜNCÜ YILINDA
MİLLET YAZMA ESER
KÜTÜPHANESİ 1916-2016
17 Nisan 1916 tarihinden itibaren Millet Kütüphanesi, bugünkü Millet Yazma Eser Kütüphanesi, Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile Ali Emiri Efendi’nin vakfettiği kitaplardan oluşmaktadır. Melek GENÇBOYACI*
*Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü
sayı//18// ocak 84
Toplam 1650 m² alan üstüne kurulan medrese, (L) şeklinde ön kısmı revaklı 10 küçük oda ile karşısında taş avludan merdivenle çıkılan simetrik, kubbeli iki salondan oluşan ana bina olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Bahçesinde şadırvanı, kuyusu ve yan yüzünde bulunan nefis kitabeli çeşmesiyle Osmanlı Mimarisinin klasik döneminin sonuna aittir. Lale Devrinin başlangıcına işaret eden ayrıntılar varsa da genel olarak klasik çizgiler egemendir FİZİKİ YAPI
Kitâbe ve vakfiyesine göre 1112 H.(1700-1701 M.) yılında Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından inşa ettirilmiştir. XX. yy. başlarına harap bir vaziyette olduğundan belediyece yıkılarak yerine park yapılması düşünülmüş, ancak İstanbul Muhibleri Cemiyetinin (İstanbul’u Sevenler Topluluğu) teşebbüsü ve Evkaf Nâzırı Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi’nin gayretleriyle tamir ettirilerek yok olmaktan kurtarılmıştır (1334/1916). Kütüphanenin Geçirdiği evreler 1924 yılından itibaren binaları kullanılamayacak durumda bulunan Reşid Efendi, Carullah Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa ve Pertev Paşa Kütüphaneleri gibi önemli vakıf kütüphanelerinin kitapları, Millet Kütüphanesinde toplanmış ancak 1962 yılında kütüphane Halk kütüphanesi konumuna geçince bu vakıf kütüphanelerin kitapları Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiştir. 1981 yılında kütüphanede hizmet veren İl Halk Kütüphanesinin Lâleli’de bulunan Simkeşhane Binasına taşınması üzerine kütüphane tekrar Millet Kütüphanesi kimliğine kavuşarak “Fatih İlçe Halk Kütüphanesi” olarak hizmete devam etmiştir. Kütüphaneye Murad Molla, Adile Sultan, Yusuf Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa Halk Kütüphaneleri ile Ebu Bekir Paşa, Yavuz Selim, Zembilli Ali Efendi Çocuk kütüphaneleri bağlı birim olarak hizmet vermiş ancak bugün bu kütüphaneler vakıflara devredilmiştir.
Halim Paşa’nın başkanlığında kurulan İstanbul Âsâr-ı Atîka Muhipleri Cemiyeti’nin fahri üyesi olan Fransız büyükelçisi Maurice Bompard’ın (1857-1936) elçiliği sırasında (1910-1914) eşi Mme. Gabrielle Le Bilignieres Bompard’ın girişimleriyle yıkımdan vazgeçilmiştir. Medresenin Feyzullah Efendi Sokağı’nda bir çeşme ve medresenin giriş kapısı bulunmaktadır. Çeşmenin üzerinde Edirneli Kâmî Mehmed Efendi’nin (ö. 1136/1724) dört beyitlik tarih manzumesinin talik yazıyla kitabesi bulunmaktadır. Hâce-i hâkân-ı azam hazret-i müfti’l-enâm Seyyidü’l-âfâk Feyzullâh kudsiyyü’l-hısâl Bu nümûdâr-ı tahûru sû-be-sû icrâ edip Eyledi âsâr-ı pür-envârını cennet misâl Murad Molla Halk Kütüphanesi’nin yazma Eserleri ise 2000 yılında Süleymaniye Kütüphanesine devredilerek halen orada istifadeye sunulmaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak hizmet vermekte olan Millet Kütüphanesinde bulunan yeni eser kitaplar da Sakarya Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Merkezine devredilerek, kütüphane araştırma ve ihtisas kütüphanesi konumuna gelmiştir. Kütüphane bugün “Millet Yazma Eser Kütüphanesi” adı ile hizmete devam etmektedir. 17 Nisan 1916 tarihinden itibaren Millet Kütüphanesi, bugünkü Millet Yazma Eser Kütüphanesi, Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile Ali Emiri Efendi’nin vakfettiği kitaplardan oluşmaktadır. Dârü’l-hadîs ve Feyziyye Medresesi adlarıyla da bilinen Millet Kütüphanesi’nin binası ,Fevzipaşa Caddesi’nin başlangıcı (eski adıyla Devehanı Sokağı) ile Macar Kardeşler Caddesi’nin kesiştiği Feyzullah Efendi Sokağı (eski adıyla Halilpaşa Sokağı) ile Ali Emiri Sokağı (eski adıyla Çamur Sokağı) arasındadır. Mektep, 1912 yılında gerçekleştirilen yol çalışmaları ve Macar Kardeşler Caddesi’nin açılması sırasında yola gitmiştir. Cadde 20 Ağustos 1913’te açılmıştır. 1911 ve 1913 yıllarında çeşitli tamirler gören medresenin 1914’te oldukça harap hale geldiğinden yıktırılıp meydan olarak halka açılması düşünülmüşse de, 1912 yılında Prens Said
Cûşiş-i mâ’ü’l-hayâtîdir ferâh-bahşâ-yı cân Hod-be-hod olmuş sadâ-yı kulkulu zîb-i makâl
Kütüphane, “Feyzullah” ve “Ali Emîrî Efendi” olmak üzere iki ana koleksiyondan oluşmaktadır. Ali Emîrî Bölümü kendi arasında Arapça, Farsça ve Türkçe olarak 3 ana bölüme ayrılmıştır. Türkçe eserler ise kendi aralarında Manzum, Tarih, Coğrafya, Edebiyat, Tıp, Riyaziye ve Askeriye gibi bölümlere ayrılmış olup her bölüm kendi arasında 1’den başlayan demirbaş numarası alarak bir bütünlük sağlanmıştır.
Lûle gördüm Kâmiyâ târîh içün atşâna der Gel gel iç bu çeşmesâr-ı nûrdan âb-ı zülâl (Tarih 1112/ 1700-1701) Prof.Dr.Günay Kut , “Kâmî Efendi’nin Millet Yazma Eser Kütüphanesi, Ali Emiri, manzum 373/2 65a-b ve 374/2, 69b’de kayıtlı iki nüshasının birinde (manzum 373) tarih mısrasının altında rakamla tarih yoktur, diğerinin tarihi de rakamla 1113/1701-1702 olarak verilmiştir. Tarih mısrasındaki “âb” kelimesi medli olduğundan “ebced” hesabına göre bu tarih 1112 değil 1113 olmalıdır. Bununla beraber çeşmenin üzerindeki kitabe de tarih açık bir şekilde 1112 olarak rakamla yazılmıştır der. Girişimlerimle Uzun yıllar önce Fatihteki yol çalışmaları yüzünden toprağa gömülü olan bu çeşme Fatih Belediyesi ile ortak bir çalışma ile yolu yapılarak Rolöve ve Anıtlar Müdürlüğünce çeşmenin tamir ve ihya çalışmalarıyla ve 2008 yılında, çeşmenin suyu akıtılmıştır. Halen de akmaktadır. “Köfeki taşı ve tuğladan yapılan binanın sokak kapısından girildiğinde kare görünüşlü bir avluyla karşılaşılır. Avlunun ortasında bir şadırvan bir de çıkrıklı bir kuyu bulunmaktadır. Kapıdan girildiğinde sağda 6 ve karşıda da 4 medrese odası, sol tarafta da ayrı ve çok güzel mimârî bir kitle olarak dershane-mescit ile kütüphane bulunmaktadır.” Dershane kısmına merdivenle çıkılır. Merdiven kemerinin
85
üzerindeki oymalı taç arasına, binanın yapılışına Türkçe olarak düşürülen iki beyitlik kitabesi şöyledir.. Hâce Feyzullah Efendi hazret-i müfti’l-enâm Eyledi bünyâdına bu dâr-ı ilmin ihtimâm Lafzan ü maʻnen dedim itmâmına târîh-i tâm Bin yüz on ikide hakkâ medrese oldu tamâm Ömrünü kitaplara kitaplarını da milletine vakfetmiş olan Ali Emîrî Efendi, Çok sevdiği kitaplarla daha çok uğraşmak için 1908 yılında emekli olarak İstanbul’a gelmiş ve o yıllarda kütüphane kurmak için yer aramaktaydı. Ali Emiri Efendi’nin kütüphane kurmasının Milletine karşı duyduğu büyük saygı ve sevgi, bir diğer sebebi ise eski bir lâyihada yer alan güzel bir teklifin onda bıraktığı tesirdir. (Millet Kütüphanesi AEMtf 85 numarada kayıtlı) bu lâyiha Hicrî 1287’de (M.1871) Tahir Münif Paşa tarafından Maarif Meclisi Başkanlığında bulunduğu sırada, yani paşa unvanını almadan kaleme alınmıştır. Lâyihada, İstanbul’da devrin ihtiyaçlarını karşılayacak, Doğu ve Batı kitaplarını da ihtiva eden bir “Millet Kütüphanesi” kurulması lüzumu belirtiliyor ve bu maksatla Çemberlitaş’taki yanık Elçiler Hanı arsasına büyük bir bina inşa edilmesi teklif olunuyordu. Ancak bu teklif hayata geçirilmemiş sadece yazıda kalmıştı. Bu nedenledir ki Ali Emîrî Efendi kurduğu kütüphaneye Millet Kütüphanesi adını verirken bir kenarda unutulmuş olan bu eski lâyihayı da hatırlamış
sayı//18// ocak 86
ve bu fikri gerçekleştirmek istemiştir. Bu kütüphaneyi kurmasında Şeyhülislam Hayri Efendi ‘den büyük yardım gören Ali Emîrî Kütüphanenin kuruluş sürecini “Tarih ve Edebiyat Dergileri ile kendi yayınladığı “Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuasında uzun uzun anlatır. Kütüphane kurması için Önce Yerebatan’da bir yer bulunur ama Emîrî beğenmez onun aklında Ayasofya’daki Şehit Ali Paşa Kütüphanesi vardır. Şeyhülislam Hayri Efendi ile görüşmesi sonucunda kütüphane kurması için bu kütüphaneden başka birçok vakıf binası daha olduğunu öğrenir. Feyzullah Efendi, Amcazade Hüseyin Paşa ve Damat İbrahim Paşa Medreseleri bunlardan birkaçıdır. Emîrî önce Şehid Ali Paşa Kütüphanesini seçer. Ancak bu kütüphanenin tamire muhtaç olması, savaş sebebiylede bu tamirin ve savaşın ne zaman biteceği belli olmadığı için bu sevdasından vazgeçer. Sonunda O yıllarda harap durumda olan, belediye tarafından yerine meydan yapılması kararlaştırılan ama Fransız Elçisinin eşi tarafından mani olunarak tamir ettirilen ve bu tamirin kısa sürede biteceğini öğrendiği Feyzullah Efendi Medresesini seçer. Ali Emîrî Efendi’nin 17 Nisan 1916 yılında kurduğu bu eşsiz kütüphanesinde, başta Türk dilinin ve kültürünün temel kitabı olan Kaşgarlı Mahmud’un Divanu lugati’t-türk adlı eseri olmak üzere kıymetli padişah divanları, tezhipliminyatürlü tek nüsha nadir eserler, telif ve
istinsah ettiği eserleriyle birlikte Diyarbakır ile ilgili Biyografi ve tezkire türünde yazdığı eserler bulunmaktadır. Kısaca Türk-İslam dünyasının dil, edebiyat, tarih, coğrafya, tıp, sanat ve pozitif ilimlerle ilgili paha biçilemeyen 30 bine yakın eser bulunmaktadır. Ali Emîrî,Feyzullah Efendi’nin o yıllarda kitaplarının korunduğu Vakıfların depolarından ait olduklara yere Feyzullah Efendi Medresesine getirtmiştir. Kütüphane, “Feyzullah” ve “Ali Emîrî Efendi” olmak üzere iki ana koleksiyondan oluşmaktadır. Ali Emîrî Bölümü kendi arasında Arapça, Farsça ve Türkçe olarak 3 ana bölüme ayrılmıştır. Türkçe eserler ise kendi aralarında Manzum, Tarih, Coğrafya, Edebiyat, Tıp, Riyaziye ve Askeriye gibi bölümlere ayrılmış olup her bölüm kendi arasında 1’den başlayan demirbaş numarası alarak bir bütünlük sağlanmıştır. Kütüphanede ayrıca Cumhuriyet öncesi gazete ve mecmua koleksiyonu ile yine Ali Emîrî Efendi’nin topladığı Fransızca kitaplar da bulunmaktadır. Sonradan bağış, devir vs. yollarla kütüphaneye kazandırılan eserler ise Müteferrik Bölümü’nde bulunmaktadır. Şimdiye kadar kayıt edilmemiş olan ferman, berat ve hatlar 2006 yılında kayıt edilmiş ve kıymetli eserler, açılan “AE. Belge” Bölümü ne kayıt edilip istifadeye sunulmaktadır. Ali Emîrî’nin Kütüphanesi Yahya Kemal in güzel bir söyleyişiyle Yekpâre nûr olan bu kütübhâne-i nefîs Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin
duymuş, onları bir koleksiyoncunun objeleri olarak değil, kapsadıkları kültürel evrenin genişliği oranında sahiplenmeye çalışmıştır. Bu açıdan Emîrî Efendi’nin temel eylemi toplamaktan çok, okumak üzerinde odaklanır. Küçük yaştan itibaren kitap toplamayı değil, kitap okumayı düstur edindiğini ısrarla belirtmesi bundandır. Dikkatlerden kaçan bir başka nokta onu klasik koleksiyoncu tipinden ayırır. Çeşitli nedenlerle sahip olamadığı kitapları bizzat kendisi kopya ederek kütüphanesine kazandırmıştır. 700’den fazla nadir kitabı bu suretle çoğaltan Ali Emîrî Efendi’nin bu davranışı, kitaba estetik değer biçen bir koleksiyoncunun geleneksel tavrından çok farklıdır.
2015 yılı sonu itibariyle 7004 yazma, 21706 basma eser, 613 (hat, ferman, berat, minyatür ve arşiv belgesi) bulunmaktadır.
Bu mekanın Dâr’ül- hadis olması nedeni ile mevcut hadis kitaplarının çokluğu buradan kaynaklanmakta, çok sayıda telif ve istinsah edilmiş yazma eserlerin mevcudiyeti Kütüphanenin önemini daha da artırmaktadır. Bugün Millet Kütüphanesi, geçmişten geleceğe köprü kurarak Feyzullah Efendi ile Ali Emîrî Efendi’nin ömürlerini vakfettikleri eserlerle halen yaşamakta, günümüze ve geleceğe en iyi şartlarda hizmet etmektedir. Millet Kütüphanesinin 100.kuruluş yılında, kütüphanelerimizde çalışmış, bu eserleri korumuş, hizmet etmiş olan tüm çalışanlara sağlıklı uzun ömür ve şimdi aramızda olmayıp ebediyete intikâl etmiş olanlara da başta Ali Emîrî ve Feyzullah Efendi olmak üzere Allah’tan rahmet diliyorum.
Evet, yegâne servetiydi ve bu servet kolay kazanılmamıştı. Dişinden, tırnağından arttırarak, birçok zorluğa göğüs gererek ve diyar diyar dolaşarak. Ali Emîrî Efendi, klasik anlamda bir kitap koleksiyoncusu sayılmaz. Basmakalıp bir ifadeyle onu “kitap sever” saymak da yanıltıcıdır. Örneklerine Osmanlı kültür tarihinde sıkça rastladığımız kütüphane kurucularından ise çok farklı bir kişiliği temsil eder. O halde bu ilginç figürü nasıl tanımlayacağız? Öncelikle Ali Emîrî Efendi, 19. yüzyıl Osmanlı taşrasının orta tabaka değerleriyle yetişmiş, modernleşmenin karşı kutbunda yer alan muhafazakâr bir kişiliktir. Kaybolan geleneksel dünyanın bilgisini edinmek için kitaplara ilgi
87
FOTOKOPİ ŞEHİRLER
Bugün çocukluğumuza dair hatıralarımızın geçtiği mekânların ne kadarını çocuklarımıza gösterme imkânına sahibiz? Ya da; şehirle ilgili herhangi yazıda geçen bir evi, bir hanı, bir hamamı ve hatta camii, medreseyi, bugün oraya gittiğimizde eğer yerinde göremiyorsak, yaşatılmaya çalışılan şehirden değil de, yok edilmeye çalışılan ve zamanın insafına terk edilmiş bir şehirden söz edebiliriz. İsmail BİNGÖL
sayı//18// ocak 88
ehre dair kelam ettiğimiz ve şehri anlamlandıran, şehri insan unsuru bakımından değerli hale getiren kişilerle sohbet etmeyi, onların yaşadıkları yere dair anlattıklarına kulak vermeyi çok severim. Geçmişin yüzünden derledikleri acı tatlı hatıraları ve o hatıraların vuku bulduğu mekânları yeniden gündeme getirip, artık o günlerden uzakta, belli bir dinginliğe, belli bir bilgeliğe erişmiş halde dile getirmeleri, benim için ayrı bir heyecan, ayrı bir hazdır. Hiçbir maddi karşılıkla elde edilemeyecek olan, büyük bir birikim ve tecrübe süzgecinden geçerilerek dinleyenlere sunulan bu bilgiler; şehirlerin şekilden şekile dönüşürken geçirdikleri evrimi de daha bir yakından dikkatlere sunar. Bir yandan hayat akıp giderken, diğer yandan sokaklar, mahalleler, caddeler ve şehre değer katan başka yerler değişip dönüşürken; yaşantıları ve düşünceleriyle her yerleşim yerinin kendine özgü bir ruhu olduğu kanaatini uyandıran, asırlar ötesindeki insanlardan devralınan büyük kültürel mirasın kendilerinden sonrakilere aktarılması konusunda büyük çabalar sarfeden kişileri her zaman minnetle, şükranla ve saygıyla yadetmemiz gerektiğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Öğretim Üyesi ve yazar Dr. Berat Demirci’nin, “Şehir; kendi kendine yeterli olmanın, bağımsızlığın kalesidir. Kanaat ahlakı, fırınlardan bir keyif sigarası gibi kıvrıla kıvrıla dolanır sokakları. Buğdayın demire, kömüre, ipeğe, altına dönüşünün hikâyesi sokaklarında okunamıyorsa, orası ya artık kentleşme virüsü bütün azalarını sarmış ağır hasta bir şehir ya da hatırasına toprağın altında kalma şansı bile tanınmayan bir mevtadır.” cümlesinde, şehirle ilgili çok önemli bir hakikati ortaya koyduğu gibi, Sivas’ın bu sadık kişisi, bundan ayrı olarak, yıllardır ekmeğini yediği, suyunu içtiği ve dostlarıyla muhabbetini paylaştığı şehirde, dolaştığı yerleri sadece fiziksel olarak değil, “gönül gözüyle de” gezip, gördüğü için ortaya yukarıdaki incelikli ve derin ifadeler çıkar. Çağımızda, çocukluğumuzun ya da gençliğimizin şehirleri giderek değişik tehlikelerin sınırına girmekte ve yıllar önce zihnimize yerleştirdiğimiz o güzel, o anlamlı ve şehre hayat veren o munis görüntüler bozulmaktadır. Bu tehlikeli durumlardan biri; şehir kavramına ve şehir kimliğine aşina kişilerin azalması ve hatta neslinin kesilmesidir.
Bu ise, şehirlerin geleceği açısından büyük tehlike oluşturmakta, şehirlerin kendine has kimliğini, geçmişin yaşanmışlıklarının geçtiği, hayallerin kurulup hatıraların köşesine bucağına sindiği mekânları her geçen gün biraz daha aşındırmakta ve hatta yerle yeksan etmektedir. Zira; “İç göçün insan malzemesini kırk elli yıldır harmanladığı, yerlilik kavramının anlamını âdeta unutmuş şehirlerde, bu gibilerin nesli ya tükenmiştir ya tükenmek üzeredir.” Oysa “Şehirlerin, tarihi ve kültürel kimliklerinden dolayı, dönüştürme özellikleri vardır.” yargısına göre, şehre gelen insanlar, süreç içerisinde, o şehrin bir parçası olmalıdırlar. Ne var ki; az önce bahsettiğimiz durum, göç edenlerin kendilerine örnek olarak alacak, davranışlarını özdeşleştirecek ‘şehirli’ bulamamalarına sebep olmuştur. Dolayısıyla; şehri tanımaktan kaynaklanan sevmek ve sahiplenmek duygusu, göç dalgasının getirdiği bu insanlarda yer edememiştir. Bu mesele sadece büyük şehirlerin değil, günümüzde artık Anadolu’nun giderek büyüyen şehirlerinin de önemli bir problemidir. Ne var ki göç ile gelenler için ‘ideal modeller’, kendilerinden birkaç yıl önce gelen, ekonomik anlamda imkân sahibi olmuş kişilerdir. Bunlar için, medeniyetin ortaya koyduğu şehir kültürü ve sanat eserlerinden bahsedilemez. Şehirleri yıkarak para kazanan barbarların yaşadığı bir yer haline dönüştürenler için, düşünce ve sanat kaygısı altında taşa şekil veren ustaların ortaya koyduğu el emeği göz nuru şaheserlerin bir önemi yoktur. Konumuzla ilgisi olması bakımından tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun anlattığı bir hadise, şehirlerin şehri İstanbul’un nasıl yok edildiğinin resmi gibidir: “Osmanlı’nın taş ustaları dünyanın en iyi ustaları imiş, Eyüp Mezarlığı’nın mezar taşı ustalarından birinin oğlu ölmüş, o güne kadar birçok önemli devlet adamına mezar yapan usta, oğul acısıyla, tam iki yıl hüzünlenerek, şaheser sayılacak bir mezar taşı yapmıştır. Bu mezar 70’li yıllarda yol yapımı sırasında dozerle yıkılmıştır. Çalışanlar mezarı yıkmakla kalmamış, taşlarını kırarak yola katmışlardır. O şaheserin belediye yöneticileri ve çalışanları için ‘sadece bir taş’ olmaktan başka anlamı yoktu anlaşılan.” Ne kadar acı ve ne kadar büyük bir kayıp olduğunu ancak o taşın sanat açısından taşıdığı anlamı kavrayanlar ya da buna aşina olanlar bilir. Daha kısacası, o taşın kıymetini bilecek olanlar, şehirli dendiğinde onun içini gerçek manada dolduranlardır. Şehirlerin çağa uygun şekilde yenilenmesi
sırasında, yapılan işi sadece para kazanma amaçlı düşünenler için, düşünce ve sanat kaygısı altında taşa şekil vermiş ustaların ortaya koyduğu el emeği göz nuru şaheserlerin bir önemi yoktur. Bir şehir oluşturulurken ya da belli bölümlerinde yeni yerleşim alanları meydana getirilirken, etrafındaki tarihi ve çevresel dokunun da dikkate alınması, hatta vasfının üzerine titreyerek korunması gerektiği unutulmamalıdır. Bunu yapacak olan da elbette ki şehrin emanet edildiği ilgililer ve yetkililerdir. Eğer onlar da bu konuda yeterli disiplin, bilgi, idrak ve bilinç yoksa diğer kişilerin yapacakları çok fazla bir şey yoktur. Zira şehir sakinlerinin üstlenecekleri görev, yöneticilerin aldıkları tedbirler çerçevesinde şehri sahiplenmek ve kültürel değerlere zarar vermemektir. Şair Yalçın Ülker’in “Yer Uykuları” başlıklı şiirinde dediği gibi, “Yaşamak; kibirli, rahatsız bir uykudur böyle şehirlerde” … (1) Ülkemizde, şehre dair düşünen, şehirlerimizin istikbaldeki durumu hakkında kafa yorup, fikir yürüten kalem erbabının sayısı son yıllarda artsa bile, hâlâ yeterli değil. Bu durumunsa, iyiye işaret olmadığı bir gerçek... Geçmişten günümüze gelinceye kadar, özellikle son yüzyılın bazı dönemlerinde tarihi eserlerinin önemli bir bölümü yok edilen, esasta ise; çağın olumsuzluklarına karşı direnmesini sağlayacak mimarî üslubunu ve kendine has insan unsurunu yitiren şehirlerimiz, çoğumuz için bugün sadece ikamet etmemize yarayan birer mekân haline geldiler. Çünkü şehre anlam kazandıran, “mekân, insan ve geleneksel değerler” üçlüsü, tarihteki öneminden çok şey kaybetmiştir. Bu üçlünün ortasında her zaman olduğu gibi insan vardır. Zira diğerlerini şekillendiren ve estetik ölçülerde belli bir kalıba oturtan bu üçlünün birbiriyle bağdaşmasını, bütünleşmesini sağlayan insandır. Geçtiği yerleri güllerle bezemesini bilen de odur; viraneye, harabeye çeviren de. Belli bir tahsil görmemelerine rağmen, bu kişilerin hal ve hareketlerinde, sohbet ve hitaplarında gözle görülür bir asalet, bir irfan adamı olmanın belirtileri açıkça kendini göstermekteydi.
Şehirlerin çağa uygun şekilde yenilenmesi sırasında, yapılan işi sadece para kazanma amaçlı düşünenler için, düşünce ve sanat kaygısı altında taşa şekil vermiş ustaların ortaya koyduğu el emeği göz nuru şaheserlerin bir önemi yoktur. Bir şehir oluşturulurken ya da belli bölümlerinde yeni yerleşim alanları meydana getirilirken, etrafındaki tarihi ve çevresel dokunun da dikkate alınması, hatta vasfının üzerine titreyerek korunması gerektiği unutulmamalıdır.
“Söz ehli, hâl ehli, mana ehli” olarak tarif edebileceğimiz bu insanların, etrafındakilere vermeye çalıştıklarını, çağın zorlaştırdığı şartlar altında ne kimseye verebildik ve ne de dönüştürerek yerlerine yenilerini koyabildik. Zaman içerisinde oluşturduğumuz kökünden kopuk mekânlar da zaten bunları yapmaya
89
müsait değildi ve evlerimizde; insanları birbirinden koparmak için lüzumundan fazla yeni düzenler, yeni şekiller icat ettik. Hâlbuki dedelerimiz, tıpkı dükkânları gibi, evlerini de, benimsedikleri değerler manzumesini ölçü alarak yapmış olmanın huzuru içindeydiler. Zamanlarını bizim gibi, sunî bir takım bezemeler ve hiç bir orijinalitesi olmayan ev dekorasyonu uğrunda harcamamışlardı. Çünkü biliyorlardı ki, insan elinin maharet ve inceliğinden pay almamış bu tür süslemelerle doldurulmuş, ev demenin özelliklerinden soyundurulmuş göğe doğru yükselen bu evler, odalarında, sofalarında huzuru zor misafir ederler. Ve sanat açısından hiç bir değer taşımamaktadırlar. Şimdilerde, ne bir kapı tokmağımız var, bu ölçüye uyan, el emeği göz nuru ne bir dolabımız ve ne de bakınca insanı hayran bırakan tavan süslemelerimiz... Hepsi ama hepsi makina mamulü, hazır imalat. 1997 yılı yazında, üniversite öğrenciliği Erzurum’da geçmiş olan hikayeci ve yazar Mustafa Kutlu, geçmişte bir dönem yaşadığı bu şehri de içine alan bir seyahat sonrasında gazetedeki köşesinde kaleme aldığı yazıda “şehrin şehir olma vasfını giderek kaybettiğini ve her yapılanın birbirine benzediğini” vurguluyor ve devamında şunları yazıyordu: “Erzurum eskiden, çok değil işte, ben oraya okumaya gittiğim 1964 yılında bile hüviyetli bir yer idi. Bir sokağına girdiğinizde kendine mahsus evleri, daim akan tarihî çeşmeleri, tırhıçları, ehrama bürünmüş hanımları, kızakları, faytonları, labirent misali sürprizli yolları ile bir atmosfere kapılırdınız. Fakir, yıpranmış ama asaletini haykıran bir yapısı vardı. Tarihî cami tuvaletlerinin altından bile gürül gürül sular akardı. Şehrin her köşesi size yüzlerce menakıp anlatabilirdi…. Abdurrahman Gazi Türbesi’ne çıktık.(...) Oradan Yenişehir’e bakıyorum. Nedir bu? Evsize ev yapma faaliyeti. Doğru ama böyle mi olmalıydı? Sanki bütün semt askeriye lojmanları gibi bir örnek ve gri. Bu Yenişehir’e Erzurum demek kabil mi? Ama heyhat! Anadolu’nun hemen her eski şehrinin bir yanında boy gösteren bütün ‘Yenişehir’ler hep birbirinin aynı değil mi? Fotokopi şehirler...” (2) Yazar Mustafa Kutlu’nun az önceki cümlelerinde bahsettiği; eskilerin, bugüne ve ötelere ait düşünceyi temel alarak kurdukları, köşesine
sayı//18// ocak 90
bucağına dünyevî ve uhrevî hayattan kokuların sindiği bu evlerin çoğu artık yok... Tıpkı onları yapan ustaların ve o ustalara onları yaptıran sanat-estetik meraklısı kişilerin olmadığı gibi... Tamam, maddi gücü olmayanların, asırları sırtında taşıyan ve bu güne kadar yıkılmadan gelen, taşın kanaviçe gibi işlendiği o güzelim binaları yaptıramazlar. Peki ya bu güce sahip olanlar. Bu değerlerin hâlâ yaşayıp yaşamadığı sorusunu cevaplamak o kadar güç değil. Niye derseniz; etrafınıza dikkatlice bir bakın, ne demek istediğinizi kolayca anlarsınız. Yine de küçük bir ipucu verelim bu konuda sizlere... Şahısların birbirleriyle ilişki kurarken nelere dikkat ettiklerini kafanızdan şöyle bir geçirin. Herhalde sorunun cevabı hazırdır ve her halde iki ayağı yok olan bir eşyanın, üçüncü ayağının ayakta kalmasını düşünmek abesle iştigâldir. Kimbilir, belki de “Ne bulacağınız, ne aradığınıza bağlıdır!” Yazar Ethem Baran’ın satırlarıyla; “Hem zaten nice zamandır çarşılarımız kenevir, kandil gecelerimiz buhur kokmuyor. Çünkü şehirlerimiz, modern zamanların kasırga misali güçlü rüzgârı karşısında birbirini andıran apartmanları, vitrinleri, dükkânları, parkları, meydanları, sokak ve caddeleriyle sıkıcı ve sıradan bir ortak zevksizliğin bayağılaştırdığı tekdüzelik örneğine dönüşmeye başladı. Şehirleri birbirinden farklı kılan, ayıran, bu ayrılıklardan güzellikler çıkaran ayrıntılar birer birer yok oluyor. Oysa eskiden şehirlere “tılsım” yapılırmış. Zira şehirlerin de bir ruhu olduğuna inanılırmış. O şehrin âlimi ya da bir başka ulu kişisi yaparmış tılsımı... Şehrin “şahsiyetinin” çok önemi varmış tılsımın yapılmasında. Eğer söz konusu şehir ziraat şehriyse tılsım toprağa yapılırmış; su şehriyse suya, kuraksa rüzgâra... Tılsım bozuluncaya kadar şehirlerin yaşayacağı düşünülürmüş. Oysa şehirlerimiz değil (…), ruhları bazı kitaplarda yaşamaya devam ediyor.”(3) Üstat Sezai Karakoç’un, “Körfez/Şahdamar/ Sesler” adlı şiir kitabında, “Balkon” adlı bir şiiri vardır. Şiirin başlığına göz atınca, içinde sadece balkonla ilgili bazı şeyler anlatıldığını sanır insan... Fakat okunduğunda görülür ki, şiir aynı zamanda küçücük balkonla ilişkilendirilerek ölüm temasına vurgu yapmaktadır ve günümüz insanına hayatın fâniliğiyle birlikte, gelecek zamanlarda başına geleceklerle ilgili tahminde bulunarak, çok önemli mesajlar da vermektedir. Bir bölümü şöyledir şiirin:
“İçimde ve evlerde balkon / Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen / Şeglongunuza uzanın ölü Gelecek zamanlarda / Ölüleri balkona gömecekler İnsan rahat etmeyecek / Öldükten sonra da Bana sormayın böyle nereye / Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeğe gidiyorum / Evleri balkonsuz yapan mimarların” Şairin, evleri balkonsuz yapan mimarları bulup, ellerini öpemeyeceği bir gerçektir. Ama o güzel insanları, şiirinin büyüleyen mısraları arasına almaktan ve bu vesileyle de olsa, bir kere daha yâd etmekten de geri kalmıyor.Bahçelerinde türlü rengin ve kokunun kendini ele verdiği, ferahlığın ve dinginliğin ötelerden bir ahenk içerisinde süzülüp geldiği, hayatın kendi kalıpları içinde gerginlikten uzak, kanaatkâr ve tevekkül içinde sürdüğü evlerdi; onu inşa eden insanla birlikte toprağa karışan… Ve yıkılıp giden balkonsuz evler; bir devri gelenekleriyle, görenekleriyle, kendine has mimarisiyle birlikte, bu evlerde oturup, güzelliğin sözünü etmenin yanında, onu bizzat nefislerinde uygulayanları da alıp götürdü. Tavanları işlemeli odalar, yüklükler, konudan komşudan çekinilmeden rahatça koşup oynanan sofalar, bin bir çeşit nakışlı kilimlerle, halılarla kaplı sekiler bomboş ve boynu bükük kaldılar... Çünkü içinde oturanlar terk-i diyar etmiş, arkadan gelenler ise, Sezai Karakoç’un sözünü ettiği balkonlu evlere “konuk” olmuşlardı. Artık “misafir” de yoktu bu evlerde... Gelen giden, sohbet eden de... Hepsini, yüzlerini bir daha görmemek üzere katlamış bir kenara koymuştuk. Tarihi ve mimarî açıdan hiç bir değeri olmayan, taşla, toprakla ve ağaçla yapılmış evlerin yıkıntılarının, şehrin görüntüsüne zarar verdiği doğrudur. Peki; geçmişin adeta birer canlı şahidi olan o koca koca konakları, her biri özene bezene yapılmış o güzelim mekânları, evleri niye yere bir ettik, göz göre göre yıkılmalarına ses çıkarmadık, yetkililer olarak el atıp, sahip çıkmadık? Bazı şehirlerimizde bu evlerin önemini zamanında kavrayıp, bu konuda gereğini yaparak, ayakta kalmalarını sağlayanlar ve sonra da bunları çeşitli şekillerde değerlendirip, turizme kazandıranlar elbette oldu. Böylece, hem şehre estetik bir görünüm kazandırıldı ve hem de geçmişin hatırlanması sağlandı. Ne var ki, bütün ülke göze alınarak düşünülünce, yapılanların
yeterli olmadığı ve restore edilmeyi bekleyen daha nice yapının olduğu da bilinmelidir. Son yıllarda, tatmin edici seviyede olmasa da, şehir hakkında düşünen ve yazan kişilerin sayısının arttığı, bir şehre rengini ve üslûbunu veren mekânlar hakkında yazılıp çizildiği bir gerçektir. Zira bu millet o mekânlarda okudu, ibadet etti, misafir oldu, temizlendi, yaşadı ve sohbet etti. En güzel zamanlarını buralarda geçirdi. Hatıraların gölgesinde geçmişin acı tatlı olaylarını dile getirdi, sevdiklerini yâd etti. Kurtuluşuna sebep olan düşünceler, mazinin bugüne akseden görüntüsü olan bu yerlerde, bu evlerde ortaya çıktı, yankı buldu ve uygulamaya döküldü. Bundan yıllar önce ve belki de yakın zamanda bu mekânları yıkarken ya da yıkılmalarına göz yumarken, onlarla birlikte şehirlerimizin kimliklerinden ve bizzat kendimizden nelerin kopup gittiğini de düşünmeliydik. Bunun içindir ki, şehirlerimizin anılarına sahip çıktığımızı iddia edemeyiz. Tıpkı onları yapan ustaların ve o ustalara o eserleri yaptıranların hatıralarına da sahip çıkmadığımız gibi...
Çünkü şehre anlam kazandıran, “mekân, insan ve geleneksel değerler” üçlüsüdür.
Doğrusu bu bir alışkanlık olsa gerek ki, çoğumuz, ömrümüzü geçirdiğimiz yerin ayrıntılarını pek de merak etmeyiz. Ona bir bütün olarak bakarız. Herhalde, orada yaşadığımızdan, nasıl olsa bir gün, bilmediğimiz köşelerine de yolumuz düşecektir umudunu saklı tutarız içimizde... Bu sebeple, doğup büyüdüğümüz, ekmeğini, aşını yediğimiz yerin sağını solunu görmeye bir türlü vakit ayırmayız. Binlerce kilometre ötedeki bir yer hakkında bilgi sahibiyizdir de, az uzağımızdaki bir yeri hatırlamakta ve tarif etmekte zorlanırız. Büyük ihtimalle, ancak kabataslak bir cevap verebiliriz böyle bir soruya. Bunu da geçelim... Şehrin içine serpiştirilmiş tarihi eserlerden kaç tanesini doğru dürüst gezmişizdir. Oysa “Şehirlerin hafızası yeniden okunmak için bizi bekliyor.” Ve yine bugün; yolcuları tarafından aranan şehirlerin sayısı her geçen gün artmaktadır ki; bu şehirler; en yakın zamanda işinin ehli kişiler tarafından ciddi şekilde el atılacağı günü beklemekte, üslûbuna ve rengine yeniden kavuşacağı günün hayaliyle avunmaktadırlar. DİPNOTLAR:
1. Ay Vakti Dergisi, sayı-151 2. Muammer Çelik, Erzurum Kitabı, İst, 1997, s.296 3. Ethem Baran,"Şehirlerin 'Şehir' Üzerine Düşündür dükleri", Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Temmuz 2003, Sayı 41
91
ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ
AZİZ MAHMUD
HÜDAYİ VAKFI
“Değerlerimizi benimsemiş, yetkin ve fedakâr eğitimciler, insan kaynağı ve gönüllülerin katkısı ile İslam ahlak ve değerlerine bağlı, sorumluluk sahibi, her yönden iyi eğitimli, İslam’ı en iyi şekilde temsil edebilecek nitelikli bir nesil yetiştirmek, ihtiyaç duyulan bölgelerde toplumun derdine derman olmak, Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve manevi hizmet yolunun kapısı olmaktır.” Mehmet Nuri YARDIM
stanbul’un merkezinde kurulmuş bulunan, ilmî, kültürel ve sosyal hizmetlerini yurtiçinde ve dışında çok güzel bir şekilde devam ettiren irfan merkezlerimizden biri de Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’dır. İslâm’da vakfın kuruluş amaçları şu şekilde ifade edilmektedir: “Vakıf bir adanıştır. İslâm geleneğinde malın ve canın Allah yoluna adanışının ürünüdür. Vakıf bir sorumluluktur. Her müminin, daha ötede her insanın, kendini diğer müminden diğer insandan, hatta yaratılmış her şeyden sorumlu hissetmesinin ürünüdür. Vakıf bir sevgidir. Yaradılmışları, yaradanın hatırına kucaklayan bir sevgidir. Vakıf bir hayır yarışıdır. Sevdiklerinden infak yarışıdır. Vakıf bir şükürdür. Rabbin verdiği ömre, nefes alıp vermemize şükürdür. İşte Hüdayi Vakfı da bu şükrün mücessemleşmiş önemli bir sivil toplum kuruluşudur. Sevgi, şefkat ve merhamet duygularının infak olarak tezahür etmesi neticesinde doğup büyüyen vakıf müesseseleri, öncelikle diğergam bir ruha sahip diri bir gönülde kurulmaya başlar. Hemen her vakfın kuruluşunda temele atılan ilk harç, böyle bir gönül harcıdır. Azîz Mahmud Hüdâyî gibi bir gönül erinin yüreğinde tomurcuklanan Hüdâyî Vakfı çınarı da, o gönüldeki samimiyete Rabbin verdiği bereketle, dörtyüz yılı aşkın bir süredir bir şekilde varlığını devam ettirebilmiştir. Yaptığı hayırları ‘ebed-müddet’ niyetiyle inşa eden bu nevi gönül adamlarının eserleri, bir ‘sadaka-i câriye’ olarak -suyu bol bir ırmak misâli- istikbâle doğru akıp gitmektedir.” 1985 yılında, Hüdâyî yolunu benimseyen ve bu anlayışı yaymak isteyen bir grup gönül adamının, bir araya gelerek kurdukları Azîz Mahmud Hüdayi Vakfı âdeta ‘Hüdayi Vakıf Çınarı’nın taze bir dalı olarak gün yüzüne çıkmıştır. Bu çıkışın resmi tarihi, 4 Ocak 1986’dır. İsmini Azîz Mahmud Hüdayi Vakfı olarak tescil ettiren kuruluş, Hazret-i Hüdayi’nin vakfında gözettiği hedefleri, öncelikle kendisine gaye maddesi olarak belirlemiştir. Vakıf bugün, ihtiyaç sahiplerine sığınak, gariplere barınak, yetim ve öksüzlere sıcak bir kucak olmuştur. Kurduğu müesseselerle hem yaralı gönüllere merhem olmuş, hem de memleketimizin yetişmiş insan ihtiyacına katkıda bulunmuştur. Bu bakımdan vakıf, âdeta bir hayır dağıtım merkezi hâline gelmiştir. Bu çalışmalar, yurtiçinde ve yurtdışında artarak
sayı//18// ocak 92
devam etmekte ve yaygınlaşmaktadır. Vakfın eğitim hizmetleri ise giderek çoğalıyor. Farklı mekânlarda verilen seminerler, gençlerin daha iyi yetişmesine vesile oluyor. İstanbul dışında da şubeleri açılan vakfın kuruluşunun ve hizmet gayelerinin etraflıca anlatıldığı metinde, bu çalışmalar ile örnek bir vakıf olmanın amaçlandığı belirtiliyor ve şöyle deniliyor: “Türkiye’de ve özellikle Müslümanların yaşadığı ülkelerde, İslâm kültürü, medeniyeti ve değerleriyle tüm insanlığı tanıştırmak; eğitim, basın – yayın ve insanî yardım faaliyetlerinde ortaya koyduğu yöntem, üslup ve kurumsal yapısı ile örnek bir vakıf olmaktır.” Peki vakfın misyonu ne şekilde olacaktır? O da şu cümlelerle hülâsa ediliyor: “Değerlerimizi benimsemiş, yetkin ve fedakâr eğitimciler, insan kaynağı ve gönüllülerin katkısı ile İslam ahlak ve değerlerine bağlı, sorumluluk sahibi, her yönden iyi eğitimli, İslam’ı en iyi şekilde temsil edebilecek nitelikli bir nesil yetiştirmek, ihtiyaç duyulan bölgelerde toplumun derdine derman olmak, Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve manevi hizmet yolunun kapısı olmaktır.” Her kurumun, her kuruluşun bazı önemli hassasiyetleri bulunur. Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’nın da temel prensipleri vardır. Dikkatlice incelediğimizde bu hassaların inançlı her insanda bulunması gerektiğini hemen fark
ederiz. Vakıf gönüldaşlarının yaşaması beklenen bu 12 hâlin ne olduğuna bakalım: 1)İhlâs ve Samimiyet: Kalbî ve bedenî olmak üzere bütün ibadet ve fiillerinde nefsine pay çıkarmadan doğru, samimi, katıksız ve dupduru olarak tam bir sadakatle Allah’a yönelerek riyadan arınmaktır. 2)Heyecan ve Fedakârlık: Aşk ve şevkle, herhangi bir karşılık beklemeden, can ve mal ile hizmet etmeyi iştiyak haline getirip, gönlün derinliklerinde bu duyguyu güçlü ve coşku verici bir şekilde hissetmektir. 3)Merhamet ve Şefkat: Allah’ın bütün mahlûkatı ile ilişkilerimizde O’nun rızasını gözetmek, insanların dert ve kederleri ile yakından ilgilenmek, muhtaç olanlara sâfî bir sevgi besleyerek yardıma koşmaktır. 4)Liyâkat/Ehliyet: Çalışanlar ve işbirliği halinde bulunulacak diğer kurumlarla ilgili vazife ve işleri hak edecek halde ilim, hüner, fazilet ve tecrübe ile sorumluluk almaya / taşımaya lâyık kişi ve kurumları tercih etmektir. 5)Mesuliyet Şuuru: Bütün fiillerin kayıt altına alındığı bilinciyle, çalışmalarımızı gerçekleştirirken Allah’a ve kullarına karşı hesap verme yükümlülüğünde hissetmek ve ihsan şuurunda olmaktır. 6)Adalet: İnsaflı ve doğru davranışlarla kararlı ve ölçülü olmak, zulmetmekten uzak durmak, 93
dinî ve kamusal esaslarda belirlenen sınırlar doğrultusunda kişi ve kurumların farklılığını gözetmeksizin hakkaniyet üzere davranmaktır. 7)İlim ve İrfan: Eğitim ve öğrenim yolu ile elde edilen bilgi birikimini, kalbin ve ruhun enginliğinde olgunlaştırmak ve yaşama / pratiğe yansıtabilmektir. Eğitim verdiğimiz kişilerin bu ilmi irfana dönüştürmelerini gaye edinmek ve bunun için çaba sarf etmektir. 8)Şecaat ve Sebat: Zorluk ve sıkıntı durumlarında, karşı koyma ve direnme hususunda yılmayarak; dengeli ve kararlı bir şekilde cesaret göstermektir. 9) Feraset ve İstikamet: Olayların zahirini ve perde arkasındaki sebepleri görerek derinlikli ve kuşatıcı bir şekilde bakabilmek, Allah rızasını kazanmanın gerektirdiği şekilde doğru–dürüst davranmaktır. 10)Edep ve Zarafet: Hayatın her yönünü kapsayan sözlerde ve tavırlarda güzel ahlaklı, iffetli, terbiyeli, incelikli, nezaketli ve ölçülü davranmaktır. 11)Şeffaflık ve Hesap verilebilirlik: Vakfımızın faaliyetlerine ilişkin her türlü bilgiyi, zamanında, doğru, eksiksiz, anlaşılabilir, yorumlanabilir, kolay erişilebilir bir şekilde kayıt altına almak ve gerektiğinde ilgili kişiler ile paylaşabilmektir. 12)İsraf ve Lüksten Kaçınmak: Kazancı, sahip olunan değer ve nimetleri gereği gibi kullanmak, Vakıf varlıklarını faydasız, zararlı ve meşru olmayan yönlere, ölçüsüz ve gereksiz bir şekilde harcamaktan uzak durmaktır. Bir gönül hareketi, bir inanç aksiyonu, bir yürek seferi olarak dikkat çeken vakıf, gönüllü insanların Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin yolundan giderek hizmetlerine aralıksız devam ediyor. Vakfın Yönetim Kurulu şu isimlerden meydana geliyor: Ahmed Hamdi Topbaş, Abdullah Sert, A. Sabri Kefeli, Abdurrahman sayı//18// ocak 94
Topbaş, Adem Ergül ve Alican Tatlı. Vakıf bünyesinde yıllardan beri aylık bir edebiyat sanat dergisi çıkıyor. M. Ali Eşmeli’nin Yayın Yönetmeni olduğu Yüzakı’nda temel değerlerimize uygun şiir ve yazılar yayımlanıyor. Dergi ile birlikte Yüzakı Yayınları da dikkat çekiyor. Bu arada ‘Bir Gönül Çağrısı’ sloganıyla dinleyicilerine hitap eden Erkam Radyo ise birbirinden güzel programlarla irfan hayatımıza ses ve ışık olmaya devam e diyor. Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’na 2013 yılında tahsis edilen Gazanfer Ağa Medresesi’nde oluşturulan Eğitim ve Kültür Merkezi’nde, öğrencilere ve gençlere eğitim programları düzenlenerek daha iyi yetişmeleri ve gelişmeleri sağlanıyor. Davut Ağa’nın mimarbaşılığı zamanında 16. Yüzyılın sonlarında inşa edilen medrese, çeşitli dönemlerde restorasyonlar geçirerek bugüne gelmiş bulunuyor. Fatih Saraçhanebaşı’nda, Bozdoğan kemerlerinin dibinde bulunan yaklaşık 400 yıllık tarihî bina, bu kültürel hizmetlerle canlandırılmıştır. Merkezin Müdürü Ömer Arık, “Bir insanın yaşadığı ortalama 70-80 senelik ömrünün en enerjik dönemi gençlik dönemidir. Öğrencilerimizi hayatlarının bu en önemli dönemecinde yalnız yürümemeleri için onları tecrübelerinden istifade edebilecekleri hocalar ile buluşturmaktayız.” diyor. Medresede verilen bazı derslere ve seminerlere bakıyoruz: Fıkıh Seminerleri, Arapça ve İslâmî İlimler Eğitimi, Alem-i İslâm Sohbetleri, Medeniyet Okumaları, Hukuk Söyleşileri, Gönüllük Akademisi, Genç Buluşmalar, Genç Akademi, Temel Fotoğrafçılık Eğitimi. Elbette bu programların çeşidi zamanla artacaktır. Bu faaliyetlerle dört başı mamur örnek gençlerin yetiştirilmesinin hedeflendiği âşikâr. Meselâ ‘Medeniyet Okumaları’nın hocası Yusuf Kaplan. Benim dikkatimi ‘Hâtırat Okumaları’ da çekti. Dünden bugüne bir çok ilim, fikir ve sanat adamının hâtıraları birlikte okunuyor, değerlendirmeler yapılıyor. Özetle Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı bünyesinde gerçekleşen güzel hizmetler ve faaliyetler, güzel Türkiye’mizde daha donanımlı, bilgili ve münevver gençlerin yetişmesine vesile oluyor. Vakfın ömrü uzun, faaliyetleri bereketli olsun. Çamlıca (Merkez): Küçükçamlıca Mahallesi Çilehane Yolu Caddesi No: 12 Tel: 0216 428 39 60 web: www.hudayivakfi.orgwww.facebook.com/ hudayivakfi, www.twitter.com/hudayivakfi
ESKİ NİĞDE ANILARI (devam ile)
Şehrimiz eskiden kitap okuma konusunda Türkiye’nin en aydın en kültürlü şehriyken şimdi en basit Türkçe metinleri anlamaktan yoksun insanların yaşadığını müşahede etmek insanı gerçekten üzüyor. Mehmet BAŞ
Şimdi ise kullanışsız ve kaba olduğunu düşündüğüm kültür merkezinde hizmet veriyor. Şehrimiz eskiden kitap okuma konusunda Türkiye’nin en aydın en kültürlü şehriyken şimdi en basit Türkçe metinleri anlamaktan yoksun insanların yaşadığını müşahede etmek insanı gerçekten üzüyor. Orijinali Edward Shils’e ait olan ve Şerif Mardin’in merkez ve çevre diye nitelendirdiği bir tez vardır. Bu teze göre merkez çevreyi dönüştürür. Fakat Niğde’nin merkezi çevre tarafından dönüştürülmüştür. Bu noktada kadim şehrin yapısı dönüşerek köy kimliğine yakınlaşmıştır. Şehrin Selçukludan bu zamana uzanan derin tarihi kökleri ve kendine has kültürü tam anlamı ile taşınamamıştır. Ne yazık ki şehrimize ait birçok yerel değer nesilden nesile hızla unutulmaktadır. Derbent Boğazı’nın gerçekten boğaz olduğu zamanlarda Bor Caddesi Dışarı Cami’nin önünde biterken mecburiyet caddesinde turlar daha kısa olurdu. Şehrin dışına kooperatif evleri daha yeni kurulmaya başlanmıştı. Henüz mahalle kavramı ve sıcaklığı bitmemişti. Komşular genel itibariyle birbirini tanır ve komşuluk haklarına riayet ederlerdi. Çok kanallı televizyonlar insan iradesini tam anlamı ile ele geçirmemişti. Şimdi büyüsü bozulmuş zamanlarda yaşıyoruz ve Marks’ın ifadesiyle “katı olan her şey buharlaşıyor.” O güzel komşuluklar ise apartmanların yalnızlıklarına gömülerek nemelazımcılığın mabedinde kurban ediliyor.
iğde’ye ramazan ayı bir gülün üstüne düşmüş çiğ tanesi kadar güzel gelirdi. Şehir tatlı bir telaş içinde bu mübarek ayın kadehinden gül şerbetleri içerdi. Ramazan ayında pide fırınlarının önünde sıcak ekmek almak için sıra beklemek ayrı bir güzeldi. Kalede topun atıldığı yere gider topun hazırlanışından ta atıldığı dakikaya kadar beklerdim. Camiler boş saflarını meleklerin tamamladığı güzellik ummanlarına dönüşürdü. O zamanlar Niğde’de ramazanlar asr-ı saadetin kutlu izlerini taşırdı. Şimdilerde ise ne oruç tutana saygı var ne mübarek ramazan ayının ruhuna. Tahinli satanlarda olmasa ramazanın geldiği anlaşılmayacak. Şimdi ki Sungur Bey iş merkezinin olduğu yerde eski Niğde il halk kütüphanesi vardı. Hâlihazırda ki beton yığını ne kadar estetikten yoksun ve itici ise o kütüphane de o kadar şirin ve güzeldi. İlkönce çocuk kütüphanesinde daha sonra ise üst katta ki halk kütüphanesinde kitap okuma maceram devam etti. O kütüphane daha sonra belediye binasının altına taşındı.
Şimdi lüks apartmanlarla süslenen Çayır Mahallesi gibi yerlerin çoğundan ayaklarınız ıslanmadan gidemezdiniz. Adı üstünde gerçekten çayırlarla doluydu. Şehir etrafında ki bağlar ve bahçelerle şimdikinden daha güzeldi. O zamanlar muhtelif yerlerin cuması olur halk toplanır piknikler yapardı. Bu cumaların en meşhuru Tepecuması’ydı. Bencillik ve kibir şimdiki kadar tavan yapmamıştı. Halden anlayan insanlar daha fazlaydı. Şairin dediği gibi “güzel insanlar güzel atlara binip gittiler”. Niğdeli olup ta gurbeti bilmeyen çok az kişi vardır. Meşhur Niğde Bağları türküsünde “bize mesken oldu gurbet elleri “ diye çağrılan kısım bu gerçeğin bir yansıması olsa gerek. Köylerden büyük şehirlere hurdacılık tatlıcılık zerzevatçılık ve hamallık yapmaya giden Niğdelilerin çoğu dönmedi. Kimi gittikleri yerde çok zengin oldu. Kimi kaderin ağlarında kayboldu gitti. Fakat o gün bugündür Niğde’nin gurbetle olan bağları bitmedi. Bu noktada ne zaman Niğde’ye gitsem Niğde’de bile bu gurbet sarmalından bir türlü çıkamıyorum. Şair Kemalettin Kamu’nun dediği gibi “Ben gurbette değilim /Gurbet benim içimde” galiba. 95