Biz’den…
Ramazan; Barıştır, Arınmadır, Sevgidir, Selâmdır... Yâ Rab,Şu muazzam Ramazân hürmetine, Kaldır aradan vahdete hâil ne ise. Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se Mâdâm ki verdin bize rûh-ı nevîn Yâ Rab, daha bir nefha-i te’yîd insin. Mehmet Âkif Ersoy Kültür, şehirleri mimari olarak, insanî olarak, içtimaî olarak ve manen kapsayan ruhlar manzumesidir. Bu ruh, şehirlerin kuruluşundan bugüne ve geleceğe coşkun akan nehirdir. Bizler bu yolculuğa neresinde katılırsak katılalım, kültürle alış verişimiz olur. Bir şeyler alırız ve veririz. İnancımızı yaşamayı , kültürümüz içinde coşkuya dönüştürürüz. Tıpkı Ramazan ayını ihya ederken; Mimariyi, edebiyatı, kardeşliği, yardımlaşmayı, sanatı kültür olarak toplumla yoğurduğumuz gibi. İçinde bulunduğumuz ay Ramazan ayıdır. İslam inancında olan mümin insan, bu ayı kendinde, ailesinde, mahallesinde, toplumda, şehirde coşku ile yaşar, yaşamalıdır… Ramazan Hayatı sevmektir, Ramazan Barıştır, Arınmadır.. Ramazan Yardımlaşmadır, Selamlaşmadır, Ramazan Yaradılanı yaradan ‘dan ötürü sevmektir.. Ramazan aşktır, aşık olmaktır, leylaya mecnun gibi, şirine Ferhat gibi… Ramazan şehirdir, kasabadır, mahalledir, köydür, hanedir… Ramazan Doğayı sevmektir, çiçeği, ağacı sevmektir, Böcekleri, hayvanları sevmektir, Ramazan Gül’ü sevmektir, gül vermektir, Çarşıda gül alıp gül satmaktır, gül’den terazi tutmaktır. Ramazan sinirlenmeden konuşmaktır, sabırdır, metanettir, Farketmektir, Hissetmektir. Ramazan Sıhhattir, Dinginliktir. Ramazan Okumaktır, Yazmaktır, Sohbettir… Ramazan kalp kırmamaktır, dost olmak dost edinmektir, Küs olmamaktır, Fitne ve fesattan uzaklaşmaktır…Elinden, dilinden başkalarını emin kılmaktır… Ramazan okumaktır, yazmaktır, sohbettir, öğrenmektir, öğretmektir. Ramazan tebessümdür, saygıdır, hürmettir, Komşuluktur, Çocukluktur, Gençliktir, Yaşlanmaktır.. Ramazan namazdır, oruçtur, Allah’a yakarıştır..Ramazan yardımlaşmadır, Sadakadır, Zekattır, Fitredir, Ramazan, Ensardır, Muhacirdir… Yetime, öksüze kucak açmaktır…Ramazan Haleptir, Şam’dır, Süleymaniyedir,
Kudüstür,Mescid-i Aksa’dır, Gazzedir, Lazkiyedir.. Ramazan Bağdattır, Beyruttur, Saraybosnadır, Mostardır, Bahçesaraydır, Akmescittir. Ramazan Baküdür, Şekidir, Karabağdır, Gencedir, Kazandır, Bulgardır, Miyanmardır, Urumçidir, Kaşgardır.. Ramazan Mekkedir, Medinedir…Ramazan Sudandır,Yemendir, Kabildir, İsfahandır, Tebrizdir,Kahiredir, Somalidir, Delhidir, Pakistandır, Bengaldeştir... Ramazan Paris’tir,Berlindir, Londradır, Newyorktur…Ramazan Kuala Lumpurdur, Filipinlerdir, Endonezyadır, Sidneydir. Ramazan Süleymaniyede Sultanahmet’te Ayasofyada Beyazıdda Mahya’dır… Ramazan Eyüp Sultandır, Sultan Fatihtir, Akşemseddindir, Ramazan Oruç babadır, Seyit nizamdır, Merkez efendidir, Sümbül efendidir, Yahya efendidir, Aziz Mahmud Hüdai Efendidir, Abdülkadir Geylanidir… Ramazan Emir Sultandır, Muradiyedir, Yeşil Türbedir, Ulucamidir…Ramazan Hacıbayramdır, Somuncubabadır, Ashab-ı kehf dir, Hz.Harakânidir, İbrahim Hakkı Hz. dir… Ramazan Ümmi sinandır,Hz. Niyazi Mısrî dir, Hz.Mevlanadır, Yunus Emredir, Sarı Saltuktur, Ahmed Yesevidir, Şah nakşibendidir, Hacıbektaş-ı velidir… Ramazan Mimar Sinandır, Ebussuud efendidir, Mehmed Akiftir, Yahya Kemaldir, Necip Fazıldır. Ramazan Şehirdir. Ramazan Kültür dür. Ramazan: Bir müslüman’ın bütün bunları anlayıp, muhayyelesinde yaşatıp idrak ve ihya edebilmesidir… Şehir ve Kültür dergimizin yeni bir sayısını daha sizlere takdim ediyoruz…Ramazan ayının ruhaniyeti içinde güzellikler içinde yaşayın diyoruz..Her sayıda, eskiler bitti yeni şeyler söylemek lazım diyor ve çok çalışıyoruz.. Estetik kaygılarımız ile gözünüze güzel görünmemiz gerekiyor, grafiğimizle rengimizle kağıdımızla fotoğraf ve yazılarımızla…Huzurunuza gelmeden önce, aynada kendimizi düzeltiyoruz,saçımızı tarıyoruz.. Gelecek için ümitliyiz, karamsarlığı lügatimizden çıkardık.. “Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsunuz? Hiçbir can sizin değil, niye dövüşüyorsunuz?” diye nasihatte bulunuyor, Hz. Mevlâna. “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 10
ŞEHiRLERiN,ÜLKELERiN BARIŞI :
“OSMANLI MiLLET SİSTEMi” Ersin Nazif GÜRDOĞAN
18
Salih DOĞAN
HZ. KUR’AN’DAN YOLA ÇIKAN
CENNETiN BAHÇELERi Kâmil UĞURLU
SÖYLEŞİ 26
14
; iSFAHAN MEDENiYETLERiN RUHU
FATİH’TE BİR İSTANBUL HANIMEFENDİSİ:
MUALLA ÖNER Mehmet Kamil BERSE Söyleşi: Şule YILDIRIM
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu Şehirler Editörü: Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe
38
EDiRNE’DE BiR GÜN
Ekrem KAFTAN
DENiZ HAMAMLARI ŞEHR-i iSTANBUL’DA DENiZiN VÜCUTLA iLK TEMASI
Mehmet MAZAK
Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,
6 SUDAN İZLENİMLERİ / Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN 9 Dâr’ı Dünya Söylentileri / Kâmil UĞURLU 24 İZMİT; DÜŞLER RÜYALAR HÜLYALAR ŞEHRİ / Fahri TUNA 29 KOLONYA KOKULU YOLCULUKLAR / Mustafa UÇURUM
46
ERZURUM’UN RAMAZAN AKŞAMLARI Prof.Dr.Ömer ÖZDEN
30 KIRIM TARİHİ VE KÜLTÜREL MİRASI ENVANTER PROJESİ/ Veysel GÜNDÜZ 34 TÜRKÜLERDE ŞEHİRLER, ŞEHİRLERDE TÜRKÜLER / Mehmet BAŞ 41 NECİP FAZIL VE BÜYÜK DOĞU SOSYAL, SİYASİ MÜCADELE TARİHİ -şehir kitap42 SEYRİMDE BİR ŞEHRE VARDIM / Recep GARİP
54
PiYALE PAŞA CAMii Nermin TAYLAN
50 OSMANLI HALİFELİĞİ SANCAK VE KAZALARINDA KURUMSAL KONTROL-DENGE / Prof. Dr. Ali ARSLAN 57 DERSAADET /Atilla AKDEMİR 58 MEDYA ÖNCE SİYAH-BEYAZDI / Yaşar DİNÇKAL 64 SARAYBOSNA’DA “SIRLI MEKÂNLAR” / Mikail Türker BAL 66 “MOSTAR’DAN SONRA FERHADİYE SEVİNCİ YAŞADIK”/ Davut NURİLER
60
ŞEHiR ONARMALI, HEM KENDiNi HEM BiZi İsmail BiNGÖL
72 FATİH’TE ÖNEMLİ BİR YAPI: MEHMET AĞA KÜLLİYESİ / Nidayi SEVİM 76 ŞEHRİN, YOK OLAN AKCİĞERLERİ / Muhsin İlyas SUBAŞI 78 KIRMIZI KARINCA’NIN BARIŞ MANİFESTOSU/ Mehtap ALTAN 80 OSMANLI DÖNEMİNDE TİCARET FUARLARI /Dr.İsmail DEMİRBAŞ 82 ŞEHZADESİNİ ARAYAN ŞEHİR: MANİSA / Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV
68
BEN GÖNEN’DE DOĞDUM
86 OSMANLI TOPLUMUNDA ÇEYİZ VE EVLENEMEYEN GENÇLİK / Fatih DALGALI
“ÖMER SEYFEDDiN”
89 HADEN SANAT’TAN “ARABA SEVDASI” -şehir tiyatro-/ Yasin ÇETİN
Münir BALICA
92 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ: İHLÂS VAKFI / Mehmet Nuri YARDIM
“GÖNEN VE ÖMER SEYFEDDiN HiKÂYESi”
Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç. Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul
90 MUTLULUĞA ULAŞMAK BİLGİ İLE OLUR / Sabri GÜLTEKİN
Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah. Dr. Ali Demir Cd.51 Sefaköy - K.çekmece / İSTANBUL Tel: 0212 624 21 11 Kapak Resmi: Süleymaniye (Mustafa Cambaz)
ŞEHİRLERİN,ÜLKELERİN BARIŞI :
“OSMANLI MİLLET SİSTEMİ”
Sarı Saltuk Balkanlar’da Yunus Anadolu’da, gül bahçesi türbe ve makamlarıyla, barışın mimarı oldu. Onların yüklendiği yeni barış misyonu: Öldürmek değil yaşatmaktır, sınır kapılarını kapatmak değil sonuna kadar açmaktır, ayrımcılık yapmak değil birleştirici olmaktır. Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
irminci Yüzyıl’daki savaşlar, Avrupalıları ülkelerini terk etmeye zorlamıştı. Yirmibirinci yüzyıldaki savaşlar ise, Ortadoğuluları ülkelerini terk etmeye zorluyor. Ruslar 1944’de Kırımlı Türkleri ülkelerinden sürmüşlerdi, 2016’da da Suriyelileri ülkelerinden sürüyorlar. Geçen yüzyılda Kırımlıların çektiği acıları, gelen yüzyılda Ortadoğulular çekiyor. Kırımlı Cemile’nin sesi yalnızca Kırımlı sürgünlerin değil, bütün Ortadoğulu sürgünlerin sesi oldu. Sanatçı Cemile bütün savaş sürgünleri adına dünya kamuoyuna seslendi: “Savaşları durdurun.” Orta Asyalı göçmenler Rusya’yı, Ortadoğulu göçmenler Avrupa’yı dönüştürecekler. Göçe zorlayanlar göçe zorlanırlar. Tarihin her döneminde, insanlar toplu olarak, bir ülkeden başka bir ülkeye, bir şehirden başka şehire göç etmek zorunda kaldılar. Nasıl, İngiltere ve Fransa Ortadoğu’dan çekildiyse, Rusya’da Kırım’dan, Kazan’dan, Mohaçkale’den çekilecektir. Nasıl Paris, Londra ve Berlin’de birçok Ortadoğulu kendinden daha fazla Ortadoğulu yaşıyorsa, Moskova’da da bir çok Orta Asya kentinden daha fazla Orta Asyalı yaşıyor. Onların herbiri hem bir Avrupalı hem bir Asya başkentidir. Dünya tarihinde Yirminci Yüzyıl, “Devrimlere Karşı Devrimler Çağı” ya da “Birbirleriyle Savaşan Komünist ve Kapitalist İdeolojiler Çağı” oldu. Demokrasi, özgürlük, eşitlik, savaş ve barış konularına ilişkin, yeni yaklaşımlar, farklı açılımlar ve özgün yorumların büyük bir çoğunluğu, Yirminci Yüzyılda yapıldı. Çünkü düşünce ve yönetim tarihinde, tarihin akışını değiştiren en önemli teoriler, en çalkantılı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Yirminci yüzyıl Hristiyan dünyasının en çalkantılı yüzyılı olmuştu. Yirmibirinci yüzyıl İslam dünyasının yeniden inşa edildiği yüzyıl olacaktır.
*T.C.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//23// haziran 4
Ortadoğu’da din ile dünya, birbirleriyle iletişim ve etkileşim içinde olan, bir madeni paranın iki yüzü gibi, birbirlerinden ayrılmaz bir bütündür. Her dünyayla ilgili bir düşünce ve eylemin, mutlaka dinle ilgili bir boyutu, her dinle ilgili bir düşünce ve eylemin de mutlaka dünyayla ilgili bir boyutu vardır. İslam’da hristiyanlık’ta olduğu gibi, din ile dünyayı birbirinden ayırmaya kalkışmak, iki dünyayı birden ateşe
vermek, iki dünyayı birden yerle bir etmektir. Batı dünyası, Cezayir’den Afganistan’a, hiç tanımadığı, tanımak için hiç gayret göstermediği İslam dünyasına, silahla laiklik ihraç etmeye çalışması, İslam dünyasını kan denizine çevirdi. Yirminci yüzyıl, bütün dünyada ordu gibi yapılanan, katı hiyerarşik ve tavizsiz bürokrasiye önem veren devletlerin yüzyılı oldu. Onlar doğal hayatta ayakta kalan canlıların, tırnak ve dişlerinin kanlı olması gibi, güçlü devletlerin de ellerinin silahlı olması gerektiğine inandılar. Bu yüzden, büyük küçük bütün devletler, ordulara ve silahlanmaya hesapsız yatırımlar yaptı. Orduların katı hiyerarşik yapıları, kamu ve özel bütün kurum ve kuruluşların en gözde modeli oldu. İletişim ağlarının yedi milyar insanı birbirine bağladığı mobil dünyada ülkelerin bayraklarını taşıma görevi, generallerden girişimcilere geçmiştir. BARIŞ İÇİN OSMANLI’NIN MUHTEŞEM YILLARI GERİ GELMELİ
Osmanlı Ortadoğusu’nun üzerindeki örtü kaldırılmalı, dört yüzyıl süren, Kudüs odaklı, başkenti Kudüs olan, “Osmanlı Millet Sistemi”,ayrıntılı olarak, tarihin derinliklerinden çıkarılıp, Yirmibirinci yüzyıla taşınmalıdır. Dilleri, dinleri ve ırklarıyla Ortadoğu’yu, Kudüs’ten tanıyanMichelle U. Campos’un, “Osmanlı Kardeşler” kitabı, Yirminci yüzyılın başlarındaki Kudüs’ten yola çıkarak, dünya barışının en önemli güvencesi olan, Ortadoğu üzerindeki savaş bulutlarını büyük ölçüde dağıtıyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Fransa ve İngiltere’nin gelmesiyle, Ortadoğu’nun kültürel dokusu ve siyasal yapısı dinamitlendi. Soğuk Savaş ertesinde Amerika’nın Irak’a, Rusya’nın Suriye’ye silahlı güçleriyle müdahaleye kalkışması, Ortadoğu’daki Osmanlı kardeşliğiyle birlikte, demokratikleşme hareketlerine de, en büyük darbeyi vurdu, bütün kazanımları yok etti. Batılı ülkelerin körüklediği din, mezhep ve ırk ayrımcılığı, Ortadoğu’da çok kanlı bir tarihin yazılmasına yol açtı. Ortadoğu’da paramparça olan adalet terazisi İslam medeniyeti, dünyanın yaşayan en köklü, en güçlü medeniyetlerinin başında gelen, iki dünya medeniyetidir. İslam tarihinin dinamikleri kavranılmadan dünya tarihinin dinamikleri kavranılmaz. Müslüman ülkeler,
Endonezya’dan Endülüs’e kadar, dünyanın doğal kaynaklarının toplandığı, bereketli orta kuşağı oluşturur. Ortadoğu dünyanın ekonomik, siyasal ve kültürel “adalet terazisi”dir. İster Rusya, ister Amerika, ister İngiltere olsun, Ortadoğu’da savaşan, başını arı kovanına sokar, savaşı kendi ülkesine taşır. Ortadoğu’da silahla yaşanmaz. SARI SALTUK, BARIŞ MİSYONU ÖRNEĞİ OLMALI
Savaşlarla düşünme gücünü yitiren Ortadoğu ve Avrupa ülkeleri, sınırlara rastgele döşenmiş mayınlara dönüştüler. Onları nerede, nasıl tepki verecekleri belli olmayan, çözümsüzlük peşinde koşan, yeteneksiz ve yetersiz yöneticileriyle, sorunları daha da derinleştirdiler.Ortadoğu’ya uçak gemilerinden barış ihraç etmeye kalkışan Amerika, Ortadoğu’dan dünyaya savaş ithal etti. Amerika’nın kendine barışı Ortadoğu’da savaş oldu. Batı’nın tek beden barış ve demokrasisi, Ortadoğu ülkelerinin farklı bedenlerine uymadı. “Tek beden herkese uymaz.” Sarı Saltuk Amadolu, Balkanlar ve Kırım’da yaşamıştır. Selçuklular döneminde, onun öncülüğünde Türkler, 1260’lı yıllarda hiç savaşmadan Anadolu’dan Balkanlara geçerek, Dobruca bölgesine yerleşmişler. Değişik kaynaklarda Sarı Saltuk’un Japonya’dan Portekiz’e hiçbir ayrım gözetmeden, bir barış ve sevgi misyonuyla, herkesin yardımına koştuğu anlatılmaktadır. Bilgi ve bilgeliğiyle, büyük çekim merkezleri oluşturan Sarı Saltuk’un, bulunduğu ülkelerin hepsinde, adına inşa edilmiş onlarca türbe ve makam vardır. Sarı Saltuk’un misyonu savaş değil barıştır. Onun işi hayatı zorlaştırmak değil kolaylaştırmaktır. Anadolu’da onun geleneğini yaşatanların başında Barak Baba, Tapduk Emre ve Yunus gelir. Nasıl Sarı Saltuk Balkan şehirlerini sevgiyle dönüştürdüyse, Yunus da Anadolu şehirlerini sevgiyle dönüştürdü. Onlar çevrelerinde oluşturdukları barış havzalarıyla, şehirlerin değil, gönüllerin fatihi oldu. Onlar bellerinde kılıç değil, ellerinde gül taşıdı. Onların medeniyeti gül medeniyetidir. Sarı Saltuk Balkanlar’da Yunus Anadolu’da, gül bahçesi türbe ve makamlarıyla, barışın mimarı oldu. Onların yüklendiği yeni barış misyonu: Öldürmek değil yaşatmaktır, sınır kapılarını kapatmak değil sonuna kadar açmaktır, ayrımcılık yapmak değil birleştirici olmaktır. 5
udan Kur’an-ı Kerim ve İslami Bilimler Üniversitesi’nin davetlisi olarak 18-21 Aralık 2013 tarihlerinde “İslam Tarihi ve Sudan Tarihi Örneğinde Tarih Metodolojisi” başlıklı sempozyuma bir tebliğ ile katıldım. Oldukça zengin tarihi olmasına rağmen adeta dünya tarihinden uzaklaştırılmış bir ülke olan Sudan’dan bazı izlenimlerimi sizler ile paylaşmak istiyorum.
SUDAN
İZLENİMLERİ
Afrika’da yüzölçümü ve hatta nüfus bakımından büyük ölçekli devletlerden sayılan Sudan 2011’de bölünerek içinden Güney’de kurulan bir Sudan daha çıkarıldı. Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN*
Mavi Nil aheste bir şekilde akıyor.
*FSMVakıf Üniversitesi
sayı//23// haziran 6
Afrika’da yüzölçümü ve hatta nüfus bakımından büyük ölçekli devletlerden sayılan Sudan 2011’de bölünerek içinden Güney’de kurulan bir Sudan daha çıkarıldı. Bölünme sebepleri ile ilgili söylenecek pek çok şey olmakla birlikte temelde güneyde var olan petrol kaynaklarının önemli rol oynadığı bilinmektdir. Sudan Hristiyan unsurlarının öne geçirilmesi ile kurulan Güney Sudan, tarihte resmi dili Arapçaİngilizce olan ilk Hristiyan Devlet olma özelliğini taşıyor. (Gerçi Güney Sudan’da nüfusun önemli bir bölümü de Müslüman ve Anemistler’den oluşmaktadır). Hikayenin bu kısmını bırakıp diğer gözlemlerime döneyim. Aslında pek çok Arap ve Afrika ülkesine defalarca gitmeme rağmen Sudan’a ilk defa -biraz da davetlerindeki aşırı ısrar üzerine- gittim. İyi ki de gitmişim. Zira okumalarımız ancak re’yu’l-ayn müşahadeler ile tamamlanabilir. Sudan, Afrika’nın ağır şartlarına ve uzun zaman sömürgeye maruz kalarak zayıflatılmış olmasına rağmen oldukça mülayim ve insani yönü gelişmiş insanlardan oluşuyor. Aslında yıllarca önce Mısır’da yaşarken pek çok Sudanlı ile tanışmış ve ülkelerine gitme arzusu duymuştum. Kısmet değilmiş. Ancak Mısır’da Nil Nehri’nin (Mübarek Nil diye anlılır ki sundukları ile gerçekten bu sıfatı hakkediyor) etrafında dolaşıp nimetlerinden istifade ederken hep kaynağını merak etmiş, hangi ülkelere bereket sunduğunu görmek istemiştim. Ancak o zamanlar sadece Mısır’ın güneyindeki Asvan’a kadar gidebilmiştim. O tarihlerde henüz tam olarak okumadığım Evliya Çelebi daha 17. yüzyılın ikinci yarısında bu merakından dolayı büyük bir macerayı göze alarak Nil’in kaynağına doğru yolculuğa çıkmıştı. Büyük bir cesareti gerektiren o tehlikeli yoculuğu Evliya Çelebi seyahatnamesinde anlatımıyla adeta bir cennet yolculuğuna dönüştürmüş, hatta bize mükkemel bir de gezi haritası da sunmuştur. Ne yazık ki o haritayı koruyamamışız ve Vatikan kütüphanesine kaptırmışız. Neyse ki
Sudan’da Üniversite Rektörü ile birlikte
Robert Dankoff ve Nuran Tezcan yakın tarihte bu haritayı bir kitap ile Türkçeye kazandırdılar. Evliya bütün maharet ve cesaretine rağmen Nil’in kaynağına gidememiş ama Modern Sudan tarihinin dayandığı Func Sultanlığı’na kadar ulaşabilmişti. Ben ise bu sultanlığın tarihe karışmasından sonra Nil kaynağına daha yakın yerlerde kurulmuş olan Umm Derman ve İngilizler’in kurdukları Hartum şehirlerine gittim. Tarihin deriniklerine ve oradan kalan izlere bakarken geçmişte insanoğlunun mekan seçerken daha başarılı olduğu müşahade edilir. Nitekim artık birleşmiş ve hatta birbirinden nereden ayrıldıkları bile pek belli olmayan Umm Deman ile Hartum şehirlerini mukayese ettiğimizde bu durumu gözlemlemek mümkün. Üzerlerine mavi ve beyaz gelinlik giymiş iki gelinin edasıyla Nil’in buluştuğu yere yakın kurulan Umm Derman her ne kadar tarihi dokusundan arındırılmış ise de gerçekten insanı tarihe ve doğaya çekebiliyor. Beyaz ve Mavi Nil’in buluştukları noktada durunca insan, bütün saflıkları ile akan nehirlerde adeta gelinliklerini giymiş “ya nasib” diyen iki gelinin umutlarını gözlemleyebiliyor. Etraftakilerin bütün ihtimamlarına rağmen bu iki gelinin bakışlarının derinliklerinde ailelerinin şartlarını, onları gelin etmeden ve ederken yaşadıklarını, gelecekte kendilerini ve ailelerini neyin beklediğinin kaygıları okunduğu gibi Nil kenarından bölgenin tarihini ve neredeyse geleceğini okumak mümkün. Evet kim bilir Beyaz ve Mavi Nil neler gördüler,
neler yaşadılar? Etrafına yerleşen ve bir şeyler sunmadan sürekli talep eden insanlara bakma yükümlülüğünü asırlardır taşıyan Nil, bu yükün ağırlığı ile aheste akmayı adet haline getirmiş. Bütün azameti ve cömertliğine rağmen “biz neler gördük” dercesine sükûnetini muhafaza ediyor. Etrafını alıp götüren nehirlerden farklı olarak etrafındakilere huzur veriyor. Tabii zaman zaman coştuğunu da unutmamak gerekiyor. Yaşayıp içine atmak zorunda kaldıklarını gösterircesine coştuğunda bile deltalara bereket, insanlara akıl vermeyi hedefliyor. Evliya Çelebi’nin 17. yüzyılda bugünkü Sudanlıların ataları sayılan Func Sultanlığı’nı ziyaretindeki müşahadelerinden çok farklı bulmadım Sudan’ı. Gerçi ben Evliya Çelebi’den yaklaşık üç-dörtyüz km. daha güneye gittim. Ama geleneksel toplumlarda bu mesafenin hiç bir anlamı yoktur. Binlerce kilometre uzaklıklara kadar kültürel karakterlerini ulaştırabilir ve yeni mekanlarda da hiç bir değişiklik olmadan kültürlerini yaşatabilirler. Evet, Nil üzerinde demir köprüler kurulmuş, şehirlerde binalar yükselmiş ama hala Evliya’nın bahsettiği iyilik akıyor Sudanlıların yüzünde. Tabii ki görebilene. Zira dünya bunu görmüyor olacak ki uzun zamandır ambargo altında tuıtuluyorlar. Potansiyel olarak gelişmeye açık bir ülke olan Sudan cezanlandırıldı ve yıllardan beri dünya ile olan ilişkileri sınırlandırıldı. Ülke 7
Sudan’dan bir sokak
içinde sıkıntı ile kıvranan 30 milyon insan bir yana salt Avrupa’ya kaçak gitmek uğruna hayatını rehin eden ya da hedefine ulaşmadan kaçakçıların ihtiraslarına kurban giden gençlerin sayısı bilinmiyor. Tarihte bu topraklardan Avrupa’ya ve ABD’ye insanlar zorla köle olarak taşınmaktaydı. Değişen tek şey yine Afrika’nın insanı ya kendine çizilmiş sınırlar içinde köle gibi kalmakta ya da binbir meşakkatle Avrupa ülkelerinden birine gidebilirse iki kere köleleştirilmekte. Olumsuz ekonomik şartlarına rağmen eğitime hayli yatırım yapılmış Sudan’da. Üniversite ve yüksekokullar otuz civarında. Üstelik bu kurumlar sadece Sudanlılara değil bütün Afrikalılara hizmet veriyor. Tabii diğer kıtalardan gelenler de istifade edebiliyor. Mesela bu üniversitelerde pek çok Türk öğrenci de okuyor. Umm Derman’ın aksine Hartum’da sokaklar nisbeten daha geniş ve düzenli görünüyor. Zira burası İngilizler zamanında kendileri için bir idari merkez olarak planlanmış. Fakat yoksulluk hemen hemen her yerde aynı şekilde gösteriyor kendini. Buna rağmen bizim tasavvurlarımıza sokulan, her gün medyada servis edilen sefalet görüntüleri yok. Hasta ve ölüme terkedilmiş çocuklar görülmüyor. İnsanlar çıplak değil. Aksine yoksulluğa inat insanlar boylu-poslu ve sağlıklı. Yüzlerinde hiç bir gelişmiş ülkede göremeyeceğiniz bir canlılık hakim. Hayat aheste akıyor. Kimsenin bir acelesi yok. Hatta kahvaltı saatı bile saat on-onbire ayarlanmış. Çoluk, çocuk, erkek, kadın hemen herkes hayatın içinde. Özellikle kadınlar pek çok Arap ülkesinin aksine her yerde varlıklarını hissettiriyorlar. Çarşıda, pazarda, üniversitede, devlet dairelerinde hemen her yerde. sayı//23// haziran 8
Ağırlıklı olarak erkekler beyaz renkleri tercih ederken kadınlar daha renkli kıyafetleri tercih ediyorlar. Kıyafet dediysem öyle farklı model ve şekillerde kıyafetler değil. Erkekler için bütün vücudu kaplayan uzun elbise ve bunu tamamlayan bir türban (sarık) resmi kıyafeti temsil ediyor. Buna rağmen Avrupai giyim tarzı da erkeklerde yaygın durumda. Kadınlar ise terzi görmemiş, tek parça renkli desenli kumaşı kıyafetlerinin üstüne özenle yerleştiriyorlar. Bu kıyafetleri dışardan bakıldığında bir takım gibi görülse de gerçekte vucüda mahirane bir şekilde sarılmış birer zırh gibi. Ancak çarşı-pazarlarda bu örtünün altına giyildiği anlaşılan daha ziyade Çin malı abiye kıyafetleri görmek de mümkün. İnsanlar ile sohbet ettiğinizde kendi ülkelerinin sorunları başta olmak üzere bütün dünya ile ilgili olduklarını kolayca anlayabilirsiniz. Çeyrek asırdır savaş içinde ve askeri bir yönetim ile idare edilen Sudan elbette dünya gerçeklerinden bir hayli uzaklaştırılmış. Fakat günümüzde gelişen iletişim araçları bu durumu değiştirmeye başlamış. İnsanlar artık dünyada olup bitenleri takip ediyor. Türklere ve Türkiye’ye karşı oldukça sempati besliyorlar. Öyle ki geçmişte Mısır üzerinden idare edildikleri bir döneme “Türkiye Dönemi” adı veriliyor. Ancak bu dönem tarihlerinde bazı acı ve olumsuz hatıraları olduğu için bazı entelektüeller döneme “Türkiye” denilmesini bile istemiyor. Sudan’da bulunduğum bilimsel aktiviteyi burada konu etmedim. Zira o ayrı bir değerlendirme konusu. Herkese ama özellikle farklı bir dünya gözlemlemek isteyenlere, ilk fırsatta bir kere daha gitmek istediğim, Sudan’ı ziyaret etmeyi öneriyorum. www.Zekeriyakursun.com
Dâr’ı Dünya Söylentileri (üçüncü mektup) Dengini aldı garip kervanım, Ve tepeyi ağdı. Yalanlar yarı karanlık, Boyalı evlerde kaldı.
Sizi bilmem, benim haberim yokmuş Şimdi farkına vardım evrenin Tepesinde gümüşten kuşlar dönüyor Yere doğru uzayan minarelerin
Kâinat kitabını açtın önüme Aşk verdin,akıl verdin Ve oku, dedin Çalıştım Tanrım, buna sende şâhitsin Ama beceremedim..
Ve bir musiki sinmiş toprağa / aman Allah’ım Bir rahmet musikisi, anlatması zor Bütün ruhlar kulak olmuş, can olmuş Herkes onu dinliyor..
Gökyüzü benimle bile, / yattı kalktı beş vakit Vazgeldi mavisinden, sarıdan, aktan Kahrettiğimden değil, vallahi değil Yoruldum yaşamaktan. Yoruldum, gün batımına koştum, yoruldum Ve zaman kalmadı muhabbete Şimdi köpekler kadar pişmanım Boşuna geçen vakte.
Akkavakların karanlığında yatmak Hayran ve kaygısız ve yalnız Çoğunuza vedâ bile edemedim Sizler orada nasılsınız?
Kâmil UĞURLU
9
HZ. KUR’AN’DAN YOLA ÇIKAN
CENNETİN
BAHÇELERİ İslâm mimarlığında bahçe, yapıyı tamamlayan mimarî bir unsur olarak, bir eleman olarak kullanılmış ve mimarlık sanatında ayrı bir ekol oluşturmuştur. Sanat tarihçilerinin üzerinde buluştukları nokta ise, Müslüman bahçelerinin kaynağı Hz. Kur’an’daki cennet tasvirleridir. Kâmil UĞURLU
El Hamra Sarayı
sayı//23// haziran 10
nsanoğlu yaşadığı zaman içinde kitaplarda-kağıt üzerinde ve başkalarının naklettiği şekliyle bazı konuları öğrendiğini zanneder. Veya tasavvur eder. Fakat onları yerinde görünce, eliyle dokununca, üçüncü boyutuna ve derûnuna vâkıf olunca bildiklerinin veya bildiğini zannettiklerinin ne kadar yetersiz ve yüzeysel olduğunu farkeder ve şaşırır. Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki talebelik yıllarımızda rahmetli hocamız, büyük mimar Sedâd Hakkı (Eldem) bize Osmanlı’nın mimarlığını, onların yapılarına eşdeğerde olan bahçelerini ayrıntılı olarak ve heyecanla anlatırdı. Özelikle bahçeleri anlatırken bizim fazla umursamayan, boş bakışlarımıza hayret ettiği durumları hatırlarız. Küçüksu ve Hidiv Kasırlarının, Beylerbeyi Sarayının, Topkapının ve Boğaz’daki birçok yalının, Kuruçeşme Korusunun, Mehtap ve Av Köşklerinin düzenlenmiş bahçelerini, onların anlattığı hikâyeleri ve sahip oldukları estetik espriyi bize naklederken duyduğu heyecanı görürdük ve doğrusu neden bu kadar heyecanlandığını anlayamazdık. Yaşlı ve yakışıklı hoca, bazan ayaklarının ucunda yükselerek, bazan elleriyle havaya ve tahtaya şekiller çizerek, tam bir vecd içinde, asilzâde bir saraylı gibi, tasvir ettiği bahçelerin içinde dolaştığını görürdük ve bütün bunları renkli bir ders, bir gösteri olarak kabul eder geçerdik. Bir bahçe nihayet bir bahçeydi. Yapıya sunacağı bir yudum estetikten başka, birkaç çiçek, birkaç böceğin ne anlamı olabilirdi? Daha sonra o aziz insanı, mimar Ekrem Hakkı (Ayverdi) yi ve onun Balkan coğrafyasında keşfettiği güzellikleri, Bosna’nın, Kosova’nın, bütün bir Macar ülkesinin, genelde Rumeli yakasının bahçelerini, onun nitelikli sohbetlerinde (ve eserlerinde) görme, okuma, dinleme şansına ulaştık. O zaman bile, bütün bunların neden bu kadar önemli olduğunun, olabileceğinin farkında değildik. Onun Blagay’da, Estergon’da ve çevresinde neden bunca heyecan duyduğunu, bazan hüzünlendiğini anlamakta zorluk çekerdik. Onu, o mekânlarda şükür namazı kılacak kadar heyecanlandıran duygu, o zamanlar bize biraz fantezi gibi gelirdi. Onları anlamak ve değerlendirebilmek için, bütün bu anlatılanları yerinde ve çevreleriyle birlikte görmek, yüzyüze gelmek ve elle dokunup sonra düşünmek, derinliklerine ve mânâlarına intikal etmek gerektiğini, yazık ki yaşımız buralara gelince
anladık, ancak anladık, hamdolsun ki anladık. İslâm mimarlığında bahçe, yapıyı tamamlayan mimarî bir unsur olarak, bir eleman olarak kullanılmış ve mimarlık sanatında ayrı bir ekol oluşturmuştur. Sanat tarihçilerinin üzerinde buluştukları nokta ise, Müslüman bahçelerinin kaynağı Hz. Kur’an’daki cennet tasvirleridir. Kur’an’ı Kerîm, cennetin sadece tarifini 32 sûrede 56 âyet ile beyan eder. Hususen Adn, Firdevs, Mev’â ve Nâim cennetlerinden bahseden ve onları tasvir eden 18 sûrede 20 âyet bulunmaktadır. Rahman Sûresinde şöyle buyrulur: (46-53 âyetler) “Rablerinin huzuruna çıkarılıp hesap vereceğine imân ederek sâlih ameller işleyen ve ödüle layık olanlara o gün iki cennet bahşedilecek. Bu mükâfatlarla karşılaşacaklarına imân edenler, Râblerinin nimetlerine nankörlük ederek O’nun dâvetinden yüz çevirirler mi ? Her iki cennet de çeşit çeşit, rengârenk meyve ağaçlarıyla bezenmişlerdir. Her ikisinde de her çeşit meyveler olup , ikişer de pınar akmaktadır. Böylece eşsiz güzellikteki nimetlere kavuşmak varken, Rab’binizin vâdettiği cennet nimetlerini nasıl olur da inkâr edersiniz? “ (54-59 âyetler) “Bu cennetlere girmeye layık görülenler, orada kumaşı ipekle atlaslardan oluşan minderlere kurulacak ve cennet ağaçlarının çeşit çeşit meyvelerinden yiyecekler.” (62-77 âyetler) “Allah, mümin kulları için bu iki cennetten başka iki cennet daha hazırlamış, yemyeşil, eşsiz güzellikteki bitkiler ve daha bir çok nimetle donatmıştır…Bu iki cennetin her birinde de billûr gibi suların çıktığı iki kaynak vardır…O bahçelerdeki nar, hurma ve daha birçok meyve ağacının meyvelerinden, gölgelerinden yararlanmayı hanginiz reddedebilirsiniz ? Bu cennetlerde müminler için iyi huylu ve güzel eşler de onları bekliyor olacaktır…” (1) İnsan Sûresi’nde şöyle beyân edilir: (5-19 âyetler) “…Rablerinin onlar için hazırladığı cennetlerde lezzetli ve hoş kokulu bitki özlerinden oluşan, kaynağı yalnızca cennette olan doyumsuz içecekler ikram edilecek..” “…İmânlarından tâviz vermeden direnmeleri sebebiyle cennette tarifi imkânsız mükafatlarla
Bahçenin etimolojik bakımdan “mezarlık” ile bağlantısı vardır. Batı dillerinde “cennet” anlamındaki “paradise” kelimesi, kökeni Farsça “…Selsebil denilen pınarlardan içinde zencefil “Firdevs’e”, “bostana” karışımı içecekler sunulacak ve onlar orada ölümsüz dayanan bir kelimedir. ödüllendirilecek. Onlar ipekli giysileri içinde koltuklarına yaslanacak, ne can yakıcı sıcak ne de soğuktan etkilenmeden, cennet ağaçlarının altında gölgelenecekler. Meyve ağaçlarına kolayca ulaşabilecek…”
gençlikler yaşayacak, her biri etrafa serpilmiş inciler gibi gözükecekler. Cennette nereye baksan eşsiz güzellikte nimetler ve ihtişamlı saltanatların yaşandığını görürsün…) (2)
Surelerde beyan olunan cennetin, çevrili bir yer olduğu muhakkaktır. Çünkü, cenneti tarif eden diğer surelerde onun kapılarından ve orada bulunan bekçilerden söz edilir. Rahman Sûresi, cennette bahsettiği iki bahçeden başka iki bahçenin daha mevcudiyetinden söz eder. Bu dört bahçede de pınarlar, gölgeleri geniş alanlar kaplayan ağaçlar, meyveler vardır. Hz. Kur’an “altından ırmaklar akan” köşkler ve konaklardan da işaretler sunar. Bunlar cennetin dört bir yanına dağılmışlardır. Kur’an’ı Kerîm’in kutsal beyanından, bu dağılımın şehir düzeninde bir yerleşim olmadığı hissedilir. “Cennet’i Adn”(ikâmet bahçeleri), “Cennet’i Nâim “ (bahtiyarlık bahçeleri) “Cennet’il Mevâ” (sığınılacak bahçe) ve “Cennet’ul Hulûd”(ebedi bahçe) gibi nitelemerle bu bahçelerden söz edilir. Hatta bir de “ravzâ” kelimesi vardır ve bu da cennetin bir adı, tarifidir. Ki bu kelime daha sonra Hz. Peygamber’in kabr’i şerifini (ve evini) tarif etmek için kullanılmaya başlanmıştır. Bahçenin etimolojik bakımdan “mezarlık” ile bağlantısı vardır. Batı dillerinde “cennet” anlamındaki “paradise” kelimesi, kökeni Farsça “Firdevs’e”, “bostana” dayanan bir kelimedir.(3) Hz. Kur’an, cennet ile bahçe arasındaki bağlantıyı net olarak ifade eder. Fakat elbette bir bahçenin kurulması ile ilgili bir ibâre bulundurmaz. Esasen cennetin tarifi esnasında başka unsurların (imgelerin) kullanılması da mümkün değildir. İnsanın kendisini huzur içinde hissedebileceği bir ortamda, gölgeli ve çiçekli ağaçların, çağıldayan berrak ve serin suların, bereketli meyve ağaçlarının, huzuru ve sükûnu sağlayan müzeyyen köşklerin, uçsuz bucaksız yeşilliklerin, güzel kokan alanların, içinde kutsal kevserin bulunduğu havuzların ve… altından nehirler akan köşklerin, konakların bulunduğu sonsuz mekânlar cennet olarak tasvir edilir ve gerçek müminlere vâadedilir. İslâmiyet dünyanın çeşitli bölgelerinde ve iklimlerinde egemen olmuş 11
“Bu cennetlere girmeye layık görülenler, orada kumaşı ipekle atlaslardan oluşan minderlere kurulacak ve cennet ağaçlarının çeşit çeşit meyvelerinden yiyecekler.”
ve kültürünü çevreye yansıtmıştır. Bu arada, bu tasvirlere benzetilmeye çalışılan bahçeleri, bölgenin yapısına, imkânlarına, malzemesine ve yerli kültürüne ters düşmeden yapmaya gayret etmiştir. Şam’daki Emeviye Camisinin avlu duvarında gördüğümüz “Barada” mozaiğinde görülen bahçe resmi bir cennet tasviridir. Ve Arap meşrebi üzre tanzim edilmiştir. Fas’ta ve Tunus’ta yapılan cennet bahçelerinde Berberi etkisi açıkça görülür. Endülüs’teki bahçe düzenlemelerinde Roma geleneklerinden gelen bâzı etkileri hissetmek mümkündür. Hindistan’da, Pencap’ta, Agra’da, Tac Mahal’da eski Hint geleneğinin çizgilerini görürsünüz. İstanbul’da, Topkapı veya Boğaz aksındaki bahçeler türüm türüm Türkmen kokar. Fakat bütün bu farklı coğrafyalardaki uygulamalarda ana şemâ (ve temâ) aynıdır. Çıkış noktası Hz. Kur’an’ın ana çizgilerini tesbit ettiği “Cennet’i Âlâ’nın” şemasıdır. Bölgelere göre değişen ayrıntılar bu uygulamalara zenginlik kazandırmıştır. (4) Bunun normal ve sağlıklı bir sonuç olduğu açıktır. Lütfen dikkat ederseniz, Hristiyanların, kucağında çocuk Hz. İsa’yı tuttuğu Hz. Meryem ikonlarında, Kuzey Avrupa ülkelerinde (Hz. Meryem’in başı örtülü olduğu için pek hissedilmese bile) Hz. İsa, sarışın lepiska saçlı mavi gözlü bir Skandinav bebeği olarak tasvir edilir. Afrika’da, anne de, bebeği de kıvır kıvır saçlı bir zenci bebek ve onun annesidir. Güney Amerika’da ve diğer farklı kültürlerde Hz. İsa o memleketin bebeği, Hz. Meryem ise o bölgenin kadınıdır. Bu normaldir. Bahçeler konusunda da durum farklı değildir. İslâmî bahçe tasarımlarında “vâhâ” ana çizgidir. Müslüman devletlerin çoğunluğunun sıcak ve kuru bölgelerde yer alması sebebiyle bu durum rahatça anlaşılabilir. Vâhâ uzayıp giden sarı-sıcak çölün en umulmadık yerinde insanın karşısına çıkan ve onun gözüne, gönlüne, bedenine ve ruhuna huzur sunan bir bereket noktasıdır. Orada su vardır ve ana unsur odur. Bu suyun boşa verilmeden, ziyan edilmeden, buharlaşmasına fırsat verilmeden kullanılması gerekir. İslâm bahçelerinde, bu sebeple uygulanan kanavat sisteminin İran menşeli olduğunu söyleyen batılı uzmanlar açık bir yanılgıya düşerler. “ Yüksek kaynaklardan suyun yumuşak eğimlerle uzun mesafeler boyunca taşınmasını sağlayan bu sistem, (5) Doğu Türkistan’dan neşet eden ve “suyu en ekonomik ölçülerde” kullanmayı dünyaya öğreten “Karız” lardan gelmektedir. (6)
sayı//23// haziran 12
Karız, Türklerin bulduğu, geliştirdiği eşsiz bir yeraltı kanal sistemidir. 2500 yıl öncesinden bu yana Asya cihetinde kullanılanbir teknoloji ve matematik hârikasıdır. Bu sistem her bölge ve her iklimde farklı detaylarla uygulana gelse de, ana prensip değişmemekte ve bahçe sulamalarında kullanılmaktadır. (Yeraltı isâle hattı) Şartların izin verdiği yerlerde bu kanallar bazan açık arklar şeklinde suyu naklederler ve uzun mesafeler boyunca bazan kapalı kanallara girerler. Saray bahçelerinde, alanın her yerine ulaşırlar. Mermer havuzlardan ve taş yalaklardan, küçük basamaklardan ve minik şelalelerden sakin, serin ve yumuşak akışlarıyla huzuru açık ve kapalı bütün mekânlara taşırlar. Bazan çinilerle kapalı yüzeylerden, duvarlardan, bazan bir aslanın ağzından alttaki küçük havuza dökülerek, mimara kolaylık sağlarlar. Müslüman ustanın anlayışına göre bahçe, sadece bu dünya insanlarının rahatladığı bir alan değildir. Türbelerimiz, düzenlenmiş peyzajlı alanlar içinde inşâ edilmişlerdir. Bursa’daki başarılı uygulamalar “simetrinin doğaya boyun eğdiği romantik parkları andırır”(7) Bu değerlendirme haklı olabilir. Türk insanı sadece saltanat bahçelerinde değil, kabristan düzenlemelerinde de özel bir dikkat ve iltimam (ve ihtiram) sahibidir. Çünkü onun anlayışına göre mezarlığın adı “Âhiret Bahçesi” dir. Oradaki her şey, her taş, ot ve çöp, orada dinlenen sevgiliye aittir ve saygıyı hak etmektedir. Kabrin çevresinde düzenlenen küçük bahçe, oraya dikilen çiçek, çalı, bazan ağaç, orada toprağa verilen mübarek varlığın hoşlandığı veya sevebileceği cinslerden seçilir. Bu küçük bölge, orada yatanın çevresindeki komşuları nezdinde prestij alanıdır. Onu mahcup etmemek gerekir. Böyle düşünülür. Tac Mahal’in ziyaretçileri, ana kapıdan girip yönlerini türbeye çevirdiklerinde, o geniş alana, ipek ile dokunmuş nadide bir Hint halısının serildiğini zannederler. Alanın ortasına kadar eksenlerinin kesiştiği yerde, nisbetleri iyi ayarlanmış bir havuz yerleştirilmiştir. Onun durgun suyunda türbenin aksi muhteşem görünür. İki yana sıra ile dikilmiş portakal, incir, gul mohur ( oraya mahsus güzel bir ağaç) selvi ve diğer ağaçlar, havaya salıverdikleri kokularla ziyaretçileri büyülerler. Bahçenin çiçek bezemesi ile türbenin cephesindeki girift desenlerin birbirini desteklemesi ve tamamlaması harikâdır. Allar, yeşiller, morlar, sarılar, maviler, erguvanî renkler tarife sığmaz kompozisyonlar ile huzuru ve ihtişamı
resmederler. İnsan sanır ki, cümle çiçeklerin kutbu’l aktabı olan gül, seccadesini bahçenin ortalık yerine sermiş, şehy makamında oturmaktadır. Çiçekler etrafında bir halka teşkil etmiş, onun söylediği sırları dinlemekte ve bu arada Mümtaz Mahal ile derdmend Şah Cihan’a bekçilik etmektedirler. Daha sonra meclise sarı çiğdem, sümbül, zerrin kadeh, benefşe, lâle, süsen, zambak, nilüfer, ve diğer çiçekler gelip tevhid halkasındaki yerlerini alarak “cuş’u huruş” a gelecekler. Ağaçlar arasında cezbe rüzgârları çoktan esmeye başlamıştır. Çiçek dervişlerini kimi bu coşkunluk içinde yakasını yırtacak, kimi destarım atacak, kimi sinesini def gibi dövecektir. Kimi secdeye kapanacak, kimi gökler gibi dönecektir.(8) Böyle olacak sanır insan. Şah Cihan’ın yürek yangını hangi sular söndürebilir ki ? Meğer ki bu sular kan kızılı gözyaşlarından olsun. Hülâsaten, şöyle söylenebilir : Müslüman ülkelerdeki bahçe düzenlemelerinin çıkış noktasını Hz. Kur’an’daki cennet bahçeleri teşkil eder. Usta, Hz. Kur’an’ın beyanındaki tasviri, kendi bilgisi, görgüsü, ustalığı ve imkânları nisbetinde yorumlamış ve toprağa aksettirmiştir. Bunda bazan sahibin etkisi olmuştur. Bu takdirde uygulamanın içine zaman zaman gurur, gösteriş, şaşaa, ve israf karışmış olaiblir. Bir dünyada yaşadığımıza göre mâzur görülebilecek bir durumdur. Fakat bahçenin aynı zamanda bu dünyadan sonraki hayatla olan ilgisi hiç unutulmamıştır. Telâffuz edilmese bile hareket ve düşüncelerin temelinde bu vardır. Zenginin bahçesinde de, fakirin el kadarlık küçük bahçesinde de. Rahmet içinde olmasını dilediğimiz Behiye Halamızın, Karaman’da tam da böyle “mendil kadar” bir bahçesi vardı. Dış kapıdan girince o küçük bahçe gülümseyerek karşılardı gelenleri. Yürüme yolu, andezit ve şekilsiz say taşlarından teşkil edilmişti. Daima temiz, daima nemliydi bu kısacık yol. Bu yolun sağında belki on beş, belki yirmi metrekare büyüklüğünde bir bahçenin bazan tamamını sarı kadife çiçekleri kaplamış olurdu ve olağanüstü güzel kokardı. Güzün sonlarında kasımpatıların saltanatı başlardı. Bahçeyi gölgelendiren dut ağacı hep aynı yerdeydi ve daima bereketliydi. Duvara yaslanmış hanımeli bir çalıydı ve onun kokusu ve güzelliğini sunması ayrı bir zamandı ve ayrı bir şölendi. Tek kanatlı kapının hemen yanına konulmuş, ahşap, en az yüz yaşındaki yaşlı kanepe, her türlü dış tahrike rağmen diriliğini ve dirayetini korur, üstüne konulan incecik, fakat
El Hamra Sarayı
temizliği tescilli minderin altında asaletini ortaya koyardı. Ayağımızı çıkarırken veya giyerken bu kanepe sığınabilecek bir yardımcı, bir yakın olurdu bize. Bu küçük bahçeden içeri girerken mutlaka, teneke kutulara dikilmiş reyhanlara sürtünerek geçmek durumundaydınız. (Halam onlara “irihan” derdi.) İşbu sürtünme sebebiyle içerde oturduğunuz sürece reyhan kokardınız ve Halam bu kokuya “Cennet kokusu” derdi. Hâsılı, fakirin de bahçesi vardı bir zamanlar, zenginin de. Fakirin kendi halince, zenginin imkânınca…
Fakat bütün bu farklı coğrafyalardaki uygulamalarda ana şemâ (ve temâ) aynıdır. Çıkış noktası Hz. Kur’an’ın ana çizgilerini tesbit ettiği “Cennet’i Âlâ’nın” şemasıdır. Bölgelere göre değişen ayrıntılar bu uygulamalara zenginlik kazandırmıştır.
Ama her evin önünde bir bahçe vardı ve bu bahçe “cennet bahçesiydi” vesselam. Dipnot
1- Kur’an’ı Kerim Meali, Maksadı ve Yorumu Mustafa Çevik. Rahman Sûresi (46-53) (54-59) (62-77) İst. Araf Yayını S.575 2016 2- A.g.e. İnsan Sûresi (5-19) ve (20-22) âyetler. S.580 3- Marianne Barrucand. İslâm ve Sanatı S.490 4- Sistem olarak olduğu gibi, tabir olarak da kullanılan “char bağ” veya “çar bağ” veya “charı bağı” tabirinin kökeni Farsçadır ve “dört bahçe” demektir. Bu tabirin Arapçada ve Türkçede bir karşılığı yoktur. Farslar bu tabirin Hz. Kur’an’ın Rahman Sûresindeki “dört cennet” beyanından neşet ettiğini ve sistemin yine kendileri tarafından yaygınlaştırıldığını söylerler. İran bahçelerinde uygulanan salt simetri olayının bu iddiayı doğruladığını söylemek zordur. Çünkü uygulamalarda bazan geometrik şekillerin çoğu kullanılmış, “dört bölüm” konusunda ısrarlı olunmamıştır. 5)M. Barrucand, bu sanat tarihçilerinden biridir. Onun “Karız”lardan haberdar olmadığını, uzun makalesinden anlıyoruz. A.g.e. S.495 6- Dursun Özden’in bu konuda ciddi ve kapsamlı bir araştırması yayınlanmıştır.( Turfan, Karız Cenneti) Yoleri Yayınları. 2010 İst. 7- M. Barrucand, A.g.e. S: 493 8- Şemseddin Sivasî’nin (1519-1597) Gülşenâbâd adlı mesnevisinden. (Nakl. B. Ayvazoğlu)
13
FATİH’TE BİR İSTANBUL
HANIMEFENDİSİ:
MUALLA ÖNER Mualla Öner hanımefendi, emekli edebiyat öğretmeni idi. yüzyılın başlarında Fatihte Kırımlı bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi.İyi bir eğitim gördü, İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesini bitirdi. Yanan fakülte binasında eğitim gördüğünü anlatırdı. Osmanlı Türkçesini yazar ve okurdu, Arapça ve Fransızcası çok iyi idi. Aruza hakimdi,ezberinde bir çok aruz şiir vardı. Kuran-ı Kerim de çeyrek hafızdı diyebiliriz.Tarihimize, kültürümüze medeniyetimize vakıftı hakimdi.Çok öğrenci yetiştirdi.Fatihte yaşadı,15 eylül 2013 te vefat etti, Fatih’ten bir hanımefendi hakka yürüdü. Mehmet Kamil BERSE • Söyleşi: Şule YILDIRIM
sayı//23// haziran 14
Şule Yıldırım: Fatih’te yaşayan, burada ilim ve edebiyat çevrelerinde medeniyet adına mücadele eden insanlardansınız. Hocamız da kendi içinde bir hazineydi. Sizin hocamızla nasıl tanıştığınızı öğrenebilir miyiz? M.Kamil Berse: Her şey kendiliğinden oldu tabii. İlk nasıl tanıştık hatırlayamıyorum ama İstanbul’da Fatih’te birlikte soluk aldığımız bir yerdeydik. Hocamız da ömrünü Fatih’te geçirmiş ve Fatih’e vakfetmiş, nesli tükenen İstanbul hanımefendilerinden biriydi. Benim büyük bir kusurum var, Kendisini çok geç tanıdım. 90’ların sonunda olabilir, Müşterek dostumuz Süleyman Zeki Bağlan’ın gayreti ile bir araya geldiğimizi hatırlıyorum. Daha sonra kendisiyle zaman zaman görüşmeye çalıştım. Sonra sık sık telefon görüşmelerimiz oldu. Mualla hanım akşam telefonla aradığı zaman bir saati bulan görüşmelerin tadı benim için çok önemliydi. Çünkü karşınızda hakikaten bir İstanbul hanımefendisi var. Bu hanımefendi ile konuşurken söylediğiniz her söze çok dikkat etmeniz gerekiyor. Sizi konuşmalarınızla ölçüyor biçiyor ve size öyle değer veriyor. Bilginizi konuşmalarınızdan öğrenmeye çalışıyor. Bu arada hiç farkına varmadan size bazı şeyleri öğretiyor. Kimse her şeyi ben çok iyi biliyorum diyemez. Dolayısıyla öğrenmenin yaşı yok. Biz de ondan her konuşmada her görüşmede birçok şeyi öğrendik. Öğrenmek nasip oldu. Dergi editörlüğü yaptığım iki buçuk sene boyunca dergi matbaadan gelir gelmez ilk olarak evine bizzat götürdüğüm veya yolladığım kişi Mualla hanımdır. Onun değerlendirmesi benim için çok önemliydi. Gidemezsem mutlaka bir arkadaşımızla iki tane dergi gönderirdim. Bu dergilerden birinin üzerinde mutlaka derginin jeneriğinden arka sayfasına kadar okur. Üstlerinde mutlaka düzeltmeler yapardı. Bunlar çok önemli şeyler. Bilgi düzeltmeleri, bir yazarın bir bilgiyi eksik ya da farklı yorumlamasını ya da bariz imla hatası varsa onu düzeltmiştir. İlerlemiş genç yaşına rağmen hocamın zihni çok berraktı, ben ona hayrandım. Biz bile bu yaşta birçok şeyi, isimleri unutuyoruz. Ben bunu şöyle yorumluyorum; hocamız sohbeti çok severdi ve herkesle konuşmayı isterdi. Konuşarak kendini terapiye aldığını ve zihninin berrak kaldığına inanıyorum. Bu bir yerde konuşma sporudur. Bu yolla zihnini berrak tutuyor. Bu benim için bir örnektir. Bazen de, birkaç kere oldu, bir iki kişi bana geldi dediler ki, “Biz Mualla
hanım diye bir hanımefendi ile tanıştık. O sizinle tanışmamızı istedi. Sizin dergide yazıları yayınlanıyormuş” gibi… Herkesle görüşmek istemezdi. İlk tanıştığı ve görüştüğü kimseyle tekrar tekrar görüşmeyi pek istemeyebilir ama kibar bir şekilde bana yönlendiriyordu ben de onu hissediyordum. Mesela otobüste karşılaşmıştır, yanında oturduğu insanla mutlaka konuşmaya bir ortak nokta bulmaya çalışır. Gençtir mutlaka o insanlar ve o gençlere bir şeyler aktarmaya çalışır. Bilgilerini ve hayat hakkındaki görüşlerini… Kısa zamanda da karşısındakini çok etkiler. Biz Eyüp’te cumartesi günleri konferanslarımız vardı; bu konferanslara bazen iştirak eder, iştirak ettiğinde hiçbir zaman konuşmacıyı dinleyip gideyim fikri yok. Sonunda konuşmaya aktif olarak katılır. Nezaketi ölçüsünde konuşmacıya sorular sorar ondan bilgiler alır veya katkıda bulunur. Mutlaka katkıda bulunur çünkü bunun için birçok sebebi var. Çünkü hakikaten bilgi ve kültür açısından İstanbul’da sayılı insanlardan biridir diyebilirim. Mesela İstanbul ile ilgili herhangi bir konferans veya seminer varsa mutlaka gitmek ister. Ben gitmişsem veya gidiyorsam mutlaka arabayla götürürüm.Veya komşusu müşterek dostumuz mahallenin esnafı Volkan Vacid Daylan beyefendi ile birlikte gider. Program sonunda Tekrar evine getiririz. Ali Emiri’de bir İstanbul programında Mario Levi’nin konuşması vardı. Levi’nin konuşması bitti, tabii ki ilk soru Mualla hanımın. O kadar güzel katkılarda bulundu ki Mario Levi pes etti. “Hocam siz buradayken beni niye konuşturdular?” dedi. O da edebiyat mezunu olduğunu ifade etti. Yani geçmişten bugüne gelen çok önemli şahsiyetlerle ya hoca ya da arkadaşlık seviyesinde bir irtibatı var. Yaşayan bir tarih gibi… Şule Yıldırım: Sizin hocamızla ortak noktanız Kırım’dı. Vatan aslında çok köklü bir ortak noktadır. Bizlerin olmadığı kadar hocanın farklı bir yönünü görmüş olabileceğinizi düşünüyorum. Hem sizin hikâyeniz hem hocamızın hikâyesinin geçtiği ortak bir yer mutlaka vardır… M.Kamil Berse: O da ilginç tabii. Mualla hocamız Fatih’te büyümesi ömrünü burada geçirmesi dolayısıyla bir İstanbul hanımefendisi gözüyle bakıp köklerinin nereden geldiği konusunda kendisine soru sormamın bile abesle iştigal olduğunu düşünürüm ama öyle bir tevafuk oldu ki… Ben hem anne hem baba tarafından Kırım kökenli bir ailenin
çocuğuyum. Tabii Kırım bizim kadim bir vatanımız. Bir Türk vatanı... Bin küsur yıldır Türklerin yaşadığı bir yer orası. Vatanım Kırım diye tabir ediyoruz her zaman. Dolayısıyla ben atalarımdan gelen Kırım kökenli olmama, İstanbul’da doğdum ve bulunduğum Fatih’te altmış yaşımı idrak ediyorum hatta doğduğum evde oturuyorum buna da hamd ediyorum. Şimdi üzerime düşen çok büyük sorumluluklar olduğunu düşündüm. Bundan on sene kadar önce Kırım’la ilgili çalışmaya başladım. Edebiyat ve tarihle ilgili birçok çalışmalar yapıyoruz ama bir taraftan da köklerimi aramaya çalıştım. Kırım’la ilgili birçok önemli şahsiyetleri inceledim ve üzerinde çalıştım. Özellikle İsmail Bey Gaspıralı’nın çok büyük etkisi olmuştur bende. Kendimi çoğu zaman onun yerine koyarım. Hem edebiyatçıdır, hem gazetecidir, hem siyasetçidir. Örnek bir insandır. Dolayısıyla İsmail Bey ile ilgili Kırım Akmescit’te bir sempozyuma katılmıştım. Dönüşte ben hem Kırım’la ilgili hatıralarımı anlatmak hem de İsmail Bey Gaspıralı ile ilgili bilgiler vermek için şu anda bulunduğumuz mekâna dostlardan otuz-otuz beş arkadaşı davet ettim. Bu insanlar içinde Mualla hanım da vardı. Akşam olmasına rağmen Mualla hanımefendi biliyorsunuz bir genç hanımefendi titizliğiyle akşam hava karardıktan sonra evden çıkmazdı. Sırf benim hatırım için özel arabayla gidip kendisini aldık sonra tekrar özel arabayla bıraktık. O gün burada çok değerli dostlar, kaymakamlar ve ilim adamları vardı. Hatta ben o güne has bir hoşluk olsun diye Kırım’a has çiğbörek vardır. Çiğbörek yaptırdık burada ikram ettim. Yaklaşık iki saat kadar Kırım’ı ve Gaspıralı’yı anlattım. Hocam da şurada oturuyordu. Arada bir bakıyorum hocam gözlerini siliyor, oğuşturuyor. Önce huzursuz oldum acaba sıkıldı mı, bir şey mi oldu. Ablacım bir kusurumuz mu oldu gibi bir ifadede bulundum. “Yok yok” dedi. “Devam devam çok güzel” dedi. Ama bir taraftan da ağlıyor. Şu anda bile hatırladıkça ben de hüzünleniyorum. Her zaman onu burada yaşıyor gibi görüyorum. Sonra program bitti sohbet başladı. Ablacım ne oldu niye hüzünlendiniz dedim. –Sen, dedi -biliyordun galiba di mi? dedi.- Neyi dedim. -Ben ,dedi - “Kırımlıyım”. - Bilmiyordum. -“Benim ailem Kırım’dan geldi” dedi. Sonra başladı anlatmaya Sabri Ülker’le akraba olduğunu… Keşke o günleri kayda alsaydım diye düşünüyorum.
15
Şule Yıldırım: Kaydı sevmeyen bir tabiatı vardı hocanın… M.Kamil Berse: Görüntü vermekten, fotoğraftan kaçar. Yani o neslin insanları biraz da öyle temkinli davranmaya çalışıyorlar. O günden sonra benim daha çok bir annem gibi oldu. Kırımla ilgili annesi ve babasıyla ilgili çok hatıralar anlattı. Mümkün olduğu kadar onlardan istifade etmeye çalıştım. Diyorum ya kayda almadım. Şule Yıldırım: Kırım’la ilgili anılarında size bahsettiği çok çarpıcı bir hatıra var mı beleğinizde? Bir olay, bir insan… M.Kamil Berse: Kırım’da yetişmiş önemli kişileri çok iyi bilirdi. Mesela İsmail Bey Gaspıralı üzerine ciddi çalışmalarım vardır ama bu denli çalışmama rağmen en az benim kadar konuya vakıftı. Bekir Sıtkı Çobanzade Kırım’ın önemli bir şairidir ve uzun süre sürgünde yaşamıştır. Onun şiirlerinden bazılarını ezbere okurdu mesela. Kırım’ı bilen herkes Çobanzade ismini bilmez. Ezberinde bu tür şeyler çok. Sanırım okuduğu ezan şiiriydi. Şule Yıldırım: Kırım’la ilgili bahsettiği kadın şahsiyetler var mıydı? M.Kamil Berse: Tabii İsmail Gaspıralı’nın kızı Şefika hanım var. Kendini yetiştirmiş önemli bir şahsiyettir. Hatta Kuzey Türkleri arasında Kırım Kafkasya o bölgedeki Türk kadın hareketlerinin önderlerinden biridir. Çünkü kızların okutulmadığı bir dönemde babası iyi yetiştirmiştir. Tercüman gazetesini çıkarırken kadınlara yönelik Âlem-i Nisvan diye bir dergi çıkarır. Şefika hanım da baş muhabirdir. Mesela Mualla hoca bunları biliyordu ve bahsetti. Âlem-i Nisvan’ın eski sayılarından ben okudum demişti. O zaten 1900’larda çıkmış bir dergiydi. Yani kadın yazarlar ve önderler Mualla hanımın çok ilgisini çeken kişiliklerdi. Kendisi de böyle önder vasfı olan bir insan. Hiçbir zaman geri adım atmazdı. Mücadeleci bir insandı. Bildiği doğruları çekinmeden söyler ve tartışırdı. Bu bizim için örnek temsil ederdi. Mualla hanımefendi tüm bunları yaparken de nezaketinden hiçbir şey kaybetmezdi. Şule Yıldırım: Belki de en önemli nokta, medeniyetimizin temeli olan nezaket ve zarafet kültürü burada devreye giriyor. M.Kamil Berse: Evet, çoğu zaman kendi hırslarımızın esiri oluyoruz. O bu konularda kendine, nefsine hâkim bir insandı.
sayı//23// haziran 16
Şule Yıldırım: Kırımla ilgili toplantıya dönersek o gün hocanın Kırımlı olduğunu bilmediğinizi söylediğinizde nasıl bir manzara oldu? M.Kamil Berse: Tabii ki orada bulunan herkes çok duygulandı. Onun o halini hatırladıkça çok duygulanıyorum. Hocayı hiç öyle ağlarken görmemiştim. Demek ki vatan duygusu insanda çok büyük hassasiyetler uyandırıyor. O da vatanını milletini seven çok değerli bir insandı. Kırım da onun için bir vatandı onun için duygulandı. Onun bu hüznünü her zaman hatırlayarak bu uğurda çok çalışmamız lazım. Şule Yıldırım: Bu noktada size çok büyük görevler düşüyor. Bize de bilmek ve takip etmek gerekiyor. Dediğiniz doğru hocamız çok paylaşımcıydı ama çok şeyleri de kendi içinde yaşardı. Bunu nasıl başarıyordu bize malum değil... M.Kamil Berse: Bu Allah’ın bir lutfu. Yani mesela gece yarısı bile olsa, diyelim saat on, ben onun çok telefonlarını açmışımdır. Şule Yıldırım: Konuşmaların çoğu eminim Türkçe üzerinedir… M.Kamil Berse: Türkçe ve tarih üzerine… Tarihi bilgiler de çok değerli ve önemli. Ben İstanbul’la ilgili yazılar yazardım. Öncelikle benim yazılarımı okur. Hocam yanlışlarımı söyleyin gösterin derdim. Çok ilginçtir, bir telefonla beni arar, önce yazdığım için tebrik eder. Sonra düzeltmesi gereken bir şeyler varsa acilen telefonda anlatır kaynaklarını söyler ve arkasından da bana onunla ilgili bir mektup yazar. O mektuplardaki iltifatların benim için çok büyük önemi var. Keşke onun o üçüncü katta yaşıyor olmasını hissetseydik hep. Bir annemiz gibiydi işte. Bir anneler gününün ardından bu konuşmamız tevafuk oldu. Şule Yıldırım: Evet, sizin de Kırımla ilgili bir konferansa hazırlandığınız sırada hatıralar canlandı. Ben de hocamıza abone olduğum Kırım’la ilgili bir dergiyi getirmiştim bir iki sayı. Kendisi daha sonra istemedi dergiyi. Sanırım hüzünleniyordu. Abartılı hüznü de sevmezdi hoca. Sizce günümüzde neden edebiyat düşünce ve eylem insanı olarak, bu tarz insanlara ihtiyacımız var? Yani Mualla hoca modelinde… Sadece eskiyi bildikleri için mi? Nedir bunun sırrı… Yaş farkı olmaksızın bizleri bu türe insanların çevresinde birleştiren nedir? M.Kamil Berse: Şimdi Mualla ablamız hakikaten çok konuşurdu ama boş konuşmazdı. Bunu tekrar tekrar vurgulamamız gerekir. Biz onun hem konuşmasından hem duruşundan etkilenirdik. Ders alırdık. Şunu özellikle
vurgulayayım; insanlar tahsil görürler, eğitimlerden geçerler, profesör olurlar ancak nice okuyanlar görürsünüz ki bu adam profesör mü dersiniz. Herkesi demiyorum tabii tenzih ediyorum ama ilim sahibi olmak başka bir şey, irfan sahibi olmak başka bir şey. Mualla ablamız da irfan sahibi bir insandı. Öyle insanlara arif veya arife denir. Dolayısıyla toplum sosyal yapı olarak ariflerden çok büyük ders alması lazım... arifler de insanları böyle bir sanat eseri haline getirebilir. Toplumu yönlendirecek ve şekillendirecek insanlar da bu tür insanlardır. Bu insanların bazıları Mualla ablamız gibi hem konuşarak hem duruşuyla ifade ederler. Bazıları da sadece lisan-ı hal ile etkiler. Fazla konuşmaz ama onun duruşundan etkilenirseniz. Şule Yıldırım: Hoca karşısındaki insanın konusuna ve kişiliğine göre kilit cümleler, beyitler, dörtlükler söyler, bilgiler verirdi. Sizin de bu kilit bilgileri açacak ve hocadan aldığınız bir anahtarınız var mıydı? M.Kamil Berse: Çook… Galata Mevlevihanesi ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bana oradaki “hamuşan” ile ilgili bazı kişilerin isimlerini verdi bunları mutlaka incele diye. Yahya Efendi dergâhını anlattığım bir yazımda Küçük Mecidiye camisiyle ilgili bir hatırayı nakletmişti. Ayasofya’yı veya Sultanahmet’i anlatırken oradaki şehzade türbelerinin ayrıntılarına girerek bunları mutlaka yazmalısın diye bana yön verdi. Her konuşmamızda mutlaka bir istikamet çizmeye çalıştı. Ben de bunlardan faydalanmaya çalıştım. Şule Yıldırım: Hoca size Kırım’la ilgili manevi bir sorumluluk yükledi mi? M.Kamil Berse: Arttırdı diyelim. Ben o sorumluluğu üzerimde taşıyorum zaten. Bana o günkü lisan-ı hal ile büyük yük yükledi. Sonraki konuşmalarımızın hepsinde de “Bu çalışmalarına hızla devam et, oradaki insanları yalnız bırakma. Onlar bizim kardeşlerimiz akrabalarımız” dediğini çok iyi biliyorum. Bundan büyük sorumluluk olmaz. Yakında inşallah Gaspıralı ile ve Kırımla ilgili hazırladığım iki ayrı kitap var onları çıkartmayı düşünüyorum. Şule Yıldırım: Siz hocaya daha çok neler sorardınız? Hangi konularda danışırdınız? M.Kamil Berse: Ben her karşılaştığımda ona mutlaka bir şey sorar ve fazlasıyla cevabını alırdım. Sorduğum şeylerin hepsi ya edebiyatla veya kelimelerle ilgiliydi. Bazı kelimelerin kökleriyle ilgili çok derinlere inen sohbetlerimiz olmuştur. Türkçe üzerine benim
de çok hassasiyetim var. Özellikle Türkçe aşığı insanlarla karşılaştığım zaman bir kardeş buluşması gibi hissediyorum. Aile olarak da mesela benim iki oğlum var. Çocuklarım büyüdü, evlendiler. Tanıştığımızda daha onlar evlenmemişti. Onlarla ilgili yaşları genç olduğu için bana tavsiyeleri vardı. Şu ifadeleri kullanırdı, “Kamil beycim, zenginlik önemli değil, asalet önemli. İnsanlar fakir olabilir ama asillik insanın ruhundadır, cebinde değildir” derdi. Bunlar önemli şeyler. Bir gelin adayı seçerken maddiyat ölçü olmasın,bu tür şeylere pek önem vermeyin der gibi bunları tavsiye etmişti. Şule Yıldırım: Hayatın her alanında fikir sahibiydi hocamız… Vefalı olmayı severdi. Sevdiği insanları aramayı… M.Kamil Berse:Hoca beni her konuda can damarımdan yakalardı. Konuştuğu her cümleyle beni etkilerdi. Hoca ezberinden beyitleri söylediği zaman insan bir duralıyor. On sekiz yaşında gibi beyni berrak. Kıpır kıpır bir insan onu hissettiriyor insana. Ruhunun verdiği bir tazelik ve bunu hep tazelerdi. Şule yıldırım: Hocamız saray kültürü, nezaketini kendi bünyesinde yaşatırdı. Osmanlı olmak noktasından nasıl değerlendirirsiniz hocayı, günümüzün ilgi duyulan ve kullanılan alanı malum “Osmanlı olmak…” M.Kamil Berse: Günümüzde Osmanlı olmak veya Osmanlının temsilcileriyiz diyen insanların bu kültürle pek bir alakası yok. Maalesef sözde kendilerini böyle hissetmeye çalışıyorlar ama sosyal hayatta hiç böyle bir tarafları yok Lafla ben Osmanlının temsilcisiyim demeyen bir Mualla hanım. Siz onu görüyor ve hissediyordunuz zaten. Bizdeki asalet edepli olmaktı. Hakikaten aldığı kültürü hazmetmiş ve yansıtan bir görüntüydü. Bir de şunu hissediyorum; Mualla hanımın gözlemleri çok iyiydi. Ankara’da TRT baş spikeri Şener Mete dostumuz Çok değerli bir insan, ben hafta sonu İstanbul’a geliyorum İstanbul Türkçesi’nin en iyi konuşanlarla buluşmak istiyorum dedi. Mualla hocayı aradık rahatsız olduğunu söylediler.Bir hafta sonrada Mualla Ablamız Hakka yürüdü.. Ömrü vefa etmedi. Hocamızın vefatı benim için çok büyük bir ders oldu. O yaşlardaki ağabeylerimize ve ablalarımıza daha fazla vakit ayırmaya çalışıyorum. Mualla ablamıza rahmet diliyorum. Rabbim ona cennetinde yer versin diye dua ediyorum… Teşekkür ederim. 17
İSFAHAN;
MEDENİYETLERİN RUHU Medler döneminde Aspandana adıyla Medler’in en önemli sehri olan İsfahan 642 de Müslümanlar tarafından feth edildi. Bizim medeniyetimiz olan Selçuklu devleti 11.yy da İsfahan’ı kendisine başkent yaptı Selçuklular Sultan Melikşah döneminde bu güzel şehri her bakımdan geliştirmiş, Salih DOĞAN
Meydan-ı İmam
ihnimin duvarları arasına sıkıştırdığım kökeni 80’li yıllara dayanan bir düş gibi merakımın beynimi adeta kemirdiği, bazen korku bazen endişe ile erteleyip durduğum bir seyahat idi İran gezisi. Atatürk Havalimanında İran Air kontuarında kuyrukta valizlerini teslim etmek üzere bekleyen karışık bir gurup gencin arkasında sıramı beklemeye koyulmuşken, istemeden kulak misafiri olduğum bazıları bermuda giymiş gençler orada bu kıyafetin sorun olup olmayacağını kendi aralarında tartışırken içlerinden biri dönüp bana “sizce sorun olur mu? diye sordu; ben de bir fikrim yok ben de ilk kez seyahat ediyorum İran’a sorun olacağını düşünmüyorum diye cevapladım. Bu sırada kendimi tanıtıp ,tanışalım isterseniz deyince sonradan hepsinin farklı sektörlerde ve mesleklerinde oldukça başarılı arkadaşlar olduklarını öğrendim. Uçakta ayak üstü sohbet, muhabbet derken benim kabin görevlisi ile Fars dilinde yapmış olduğum sohbet elinde epeyce kalın bir İran kitabını karıştırıp duran bayanın dikkatini çekmiş olmalı ki gelip Fars dilini nereden öğrendiğimi sordu ,kısaca özetledim Farsça ile olan ilişkimi sonra tek başıma yolculuk ettiğimden hangi yöne gittiğimi sorunca ben Kum Kaşan İsfahan yönüne gideceğimi belirtince onlarda aynı yoldan Pakistan Hindistan’a doğru gideceklerini gezecekleri ülkenin dilini az çok konuşan birinin yanlarında olmasının avantaj olacağı düşüncesiyle istersem guruba katılabileceğimi söylediler. Genelde yalnız seyahat etmeyi tercih ettiğimi lakin düşüneyim biraz deyip Tahran İmam Humeyni Havaalanına kadar gözlerimi kapatmış olduğumu 3,5 saat sonra uyandığımda anladım. Sırt çantamı alıp yürüdüğümde grubu valiz beklerken buldum teklif için teşekkür edip kendileriyle vedalaşarak biraz döviz bozdurup toman alıp bir taksiyle yaklaşık 40 km uzakta olan Forudgah-e Emam dan Kum Kaşan İsfehan yönü yerine Tahrana geçmeye karar verdim. Saat 14.00 gibi küçük şirin bir hotel olan Meydan-ı Firdevsiye yakın bir çıkmaz sokaktaki Ferdis hotele yerleşiyorum niyetim gece otobüs ile terminali cenuptan İsfahana geçmek. İSFAHAN NİSF-İ CİHAN
Günlerden Çarşamba hafta sonu dönmek üzere yer ayırtıp gece saat on gibi güney terminalinden
sayı//23// haziran 18
İsfahana doğru hareket ediyorum. Sabahın erken saatlerinde merkeze yakın bir hotel bakınırken Nakş-ı Cihan hotelinin caddeye bakan aynalı renkli süslemeleri dikkatimi çekiyor resepsiyonda biraz pazarlık ettikten sonra yerleşiyorum. Meydanı İmam’a yakın İsfahan Belediyesi karşısında rahatlıkla gezip geri dönebileceğim bir nokta. İran’ın en büyük üç şehrinden biri olan bu şehir kökeni 16. yüzyılda bir madeni para üzerine yazılmış olan farsça “İsfahan nisfi cihan ,yani İsfahan dünyanın yarısıdır” sözüyle adeta özdeşleşmiştir. Hakikaten İsfahan dünyalar kadar güzel bir şehir bunu bir çok medeniyete baş şehirlik etmiş olmasından ve şehrin mimari yapısının mükemmel olmasından müşahede etmekteyiz. Medler döneminde Aspandana adıyla Medler’in en önemli sehri olan İsfahan 642 de Müslümanlar tarafından feth edildi. Bizim medeniyetimiz olan Selçuklu devleti 11.yy da İsfahan’ı kendisine başkent yaptı Selçuklular Sultan Melikşah döneminde bu güzel şehri her bakımdan geliştirmiş, lakin ardından Moğollar ve Timur’un orduları tarafından talan edilen bu şehir ta ki Safevi hükümdarı I.Şah Abbas zamanında 17. yüzyılın ortalarında ancak görkemli günlerine dönebilmiş, kısa bir tarih hatırlatmasından sonra kahvaltıya inmek üzere odadan çıkıyorum aşağıya indiğimde bir sürpriz; 4 motorcu vatandaşımız kahvaltıda onlara selam verip eşlik ediyorum biraz havuç reçeli bir yumurta biraz peynir zeytin ve birkaç çeşit İsfahan tandır ekmeği ile açık çay kısa süren sohbetimizde İstanbul’dan gelen motorcu gezginleri Pakistan’a gitmek üzere yolcu ediyorum. MEYDAN-I İMAM
Sabah 8.30 sularında hotelim nakşı cihandan aldığım harita ile yürüyerek İmam Meydanına giriyorum meydanı çevreleyen kapalı çarşıda dükkanlar yeni yeni açılıyor 17 yaşlarında bir delikanlı temizlik yapıyor, selam veriyorum fotoğraf çektiğimi görünce gelip nereli olduğumu sordu İstanbul Türkiye deyince Müslüman olup olmadığımı merak ettiğini söyledi ben de yaygın biçimi ile Müslümanım elhamdülillah diye cevap verdim ismi Muhammed Ali olan hafif sakalı ile bu genç biraz gözlerime bakıp Şii mi Sunni mi olduğumu sordu Sunni olduğumu söyledim sonra tekrar gözlerimin içine bakıp peki Şii olmak istemiyor musun dedi ; ben de zaten Şiiyim deyince şaşırdı nasıl yani dedi az önce Sünni olduğunu söyledin ya bunun üzerine
İran sanatına dair metal üzerine Pers dönemi figürleri
biran düşünüp ona farsça bir cümle kurdum “her kesi ki Ali ra gabul est an keski şiayı Ali est ,her kesi ki Ali ra gabul nist an kes ki muselman nist “ (Her kim ki Aliyi kabul ederse onun taraftarı sayılır ,her kim de Ali’yi reddederse o zaten Müslüman değildir )dedi ki abi seni bırakmam artık birlikte gezeceğiz seni gezdireceğim İsfahan’ı dedi dükkanda çay ikram etti kardeşinden müsaade isteyip dünyanın en büyük meydanı olan eni 160 m boyu 500 m olan 80 bin m2’ lik ünlü İmam meydanına birlikte giriyoruz etrafı sütunlu yapılan ile kapalı çarşı şeklinde düzenlenmiş ortasında geniş bir havuzla süslenmiş meydanın eskiden adı Şah Meydanı iken devrimden sonra İmam Meydanı adını aldığını ve Unesco dünya mirası listesine girdiğini Muhammed Ali’den öğreniyorum. İmam Humeyni Meydanının sonundaki turkuaz kubbeli ve yapımına Selçuklular zamanında başlanmış olan Mescid-i İmam; mavi çinileri farklı mukarnaslı giriş kapısı ile görkemli bir mabet meydana adeta hükmediyor gibi lakin biz Muhammed Ali ile önce Kah-ı Ali Gapu yani Ali’nin kapısı demek olan bu saray 6 katlı yapısıyla meydana hakim bir yapıyı geziyoruz. Şah hanedanının havuzlu balkondan meydandaki etkinlikleri törenleri izledikleri 1597 yılına ait bir saray sarı mavi tonların hakim olduğu çinili merdivenlerinden havuzlu balkona çıkıp oradan meydanın bitimsiz panoramasını izliyoruz, Muhammed Ali bir şeyler soruyor sürekli bir taraftan da bu sarayın altından mescidi imama uzanan bir tünelin olduğundan bahsediyor biraz fotoğraf çektikten sonra hayatım boyunca daha iyisini göremeyeceğimi düşündüğüm bana
Parlayan turkuaz mavisi çinileriyle bir şaheser olan bu mescit İsfahan’nın sembol eserlerinin başında geliyor.
19
Ali Gapu Sarayı
Günün ikinci durağı Minar Cumban yani sallanan minareler taksiye beş toman verip çok fazla mesafede tutmayan sallanan minarelere varıyoruz
göre dünyanın en güzel ahşap parçalı kubbe tezyinatı; başka hiçbir yerde göremeyeceğinize bahse girerim.. Daha ilk durağım olan İmam Humeyni meydanında anladım ki Tahran ve Meşhed’den sonra en büyük şehir olan İsfahan’ı iki güne sığdırmak çok zor olacak fakat programımı ona göre yapmıştım dönüşte iki gün tahranı gezip döneceğim.. İmam Mescidine girmeden kapalı çarşıları görmek istiyorum bu arada Muhammed Ali gelen bir telefonla annesine gitmek üzere vedalaşıp ayrılıyor bende çarşıya giriyorum tarihten bir sahne gibi adeta İsfahan çarşıları ,sanatın mimarinin edebiyatın estetiğin hersey de zirve olduğunu buradan gözlemleyebilirsiniz Minyatürler, sedef kakmalar, tezhipler, hatlar, aynalı tablolar, metal işleri mozaik ürünleri eşsiz seramikler vazolar çiniler adeta rüyada gibi kendinizi kaybedip büyüleniyorsunuz doğunun gizemi diye söylenen tarifin bu olduğuna kanaat getiriyorum Haftanın sadece bir günü Pazar sadece bayanlara özel açılıyormuş ve onlar istedikleri kadar kalıp istedikleri gibi alışveriş yapabiliyormuş. MESCİD-İ İMAM
Parlayan turkuaz mavisi çinileriyle bir şaheser olan bu mescit İsfahan’nın sembol eserlerinin başında geliyor Selçuklular tarafından inşaasına başlanan bu mescidi Şah Abbas’ın tarafından yaptırılan 18 yıllık bir çalışma sonrasında 1629’da tamamlanmış. Mescidin içine girdiğinizde adeta turkuazın maviliğine teslim sayı//23// haziran 20
oluyorsunuz düş gibi bir sesin akustik olarak 49 farklı tonda yankılandığının tespit edildiği belirtiliyor, üstelik insanlar bunun sadece 12 tanesini algılayabiliyormuş yanımızdaki gruba bu bilgileri anlatan rehber gerçekten inanılmaz fantastik bir atmosfer olduğunu da ekliyor. Gruptan bir delikanlının büyük kubbenin altına gelecek bir noktadan “Allahu Ekber “diye seslenmesi sanki gökyüzüne ulaşıyor gibiydi.. Mescidin mavi çinilerinin geceleri, ışığı yansıtması ile başka bir güzellik onu de fırsat olursa gece gelip göreceğim diyerek adeta efsunlandığım mescitten çıkıp Şeyh Firuze taşlarla bezenmiş bir başka düşşel anıt olan Şeyh Lütfullah Mescidine doğru yürüyorum. İmam Meydanının doğu köşesinde bulunan Şeyh Lütfullah Mescidi Şah Abbas tarafından kayın pederi olan Lübnan asıllı Şeyh Lütfullah adındaki İslam aliminin adına yaptırılmıştır. İlk zamanlar medrese ve sohbet mekanı olarak düşünülen mescidin minaresi bulunmamaktadır. Mescid-i İmama göre daha sade ve mütevazi lakin oldukça estetik bir mescit olarak inşa edilmiştir. Günün ortasını çoktan geçmişiz ,meydanı terk edip yakındaki Chel Sutuna Sarayına doğru yürümekte zorlanacak kadar yorulmuş olduğum gerçeğiyle de çabucak yüzleşmekten hoşlanmıyorum lakin iki güne sığdırmak durumunda olduğum koca İsfahan var önümde. CEHEL SUTUN
Cehel Sutun(40 sütun) Sarayı meydanı çıkınca ilk sola dönüldüğünde hemen karşınıza çıkan saray, meydandaki Ali Gapu sarayının tam
Chel Sutun Sarayı
arkasında büyük bir asırlık bahçe içerisinde yer almaktadır. Chel sutun (kırk sutun) sarayının 20 tane ahşap sütunu bulunmakta olup önündeki havuza yansıyan 20 sütun görüntüsü ile birlikte toplam da 40 sütun ettiğinden Kırk sütun Sarayı ismini almıştır. Aynalı Mukarnaslarla bezenmiş bir görkemli kapıdan girilen bu yapının içinde Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’in Çaldıran savaşı da büyük bir duvar üzerinde resmedilmiş olarak sergilenmekte ayrıca eski eser koleksiyonlarının sergilendiği bir müze durumunda İsfahan’ın ve İran’ın yoğun ziyaretçi alan müzelerinden birisi olma özelliğini taşıyor vakit ikindi vakti yorgunluk artık taşınmaz hale geldiğinden gidip büyük asırlık ağaçların altında uzanıp dinlenmek amacıyla bahçenin içlerine doğru yürüyorum az ileride ağaçların içinde önünde küçük havuz ve sedirlerin olduğu şirin bir geleneksel çayhane görüyorum doğruca gidip otantik İran milli kültürüne göre döşenmiş tamamen geleneği yansıtan başta halı kilim ve oturma grupları duvar resimleri ve kumaş kaplamalar insanı tarihin içine götürüyor adeta fazla kalabalık olmayan çayhane de gözüme kestirdiğim bir yere uzun oturup ayakkabılarımı çıkarıp bir çay ve yanına da bir galyan (nargile) söylüyorum değmeyin keyfime hiç kalkacağım yok buradan. Kristal şekerler kullanılıyor çay için altın sarısı çubuklara tutturulmuş bardağa daldırıp tatlandırıyorsunuz. Çayın yanda kek tarzın da yiyecekler atıştırıp akşam için düşündüğüm ziyafetten dolayı atıştırmalıkla geçiştiriyorum öğle öğününü çünkü akşama planım İsfahan’ın ünlü restoranı Shahrzad
da yemeyi düşünüyorum nerden baksan 1-2 saat dinlendim kendime geldim toparlanıp İran’ın sembol eserlerinden biri olan Siosepol Köprüsüne yürüyorum mesafe çok değil yavaş yavaş. SİOSEPOL KÖPRÜSÜ
Zayende Rud ırmağı üzerindeki 1602 yılında yapılmış olan 33 gözlü Si-o-se Pol (Farsçası : 33 sütunlu köprü ) mimarı olan Allahverdi Han adıyla bilinen 300 m uzunluğunda 14 m eninde ki meşhur köprüdeyim ..köprü üzerinden yürüyüp karşıya geçiyorum sonra tekrar dönüp kemerlerle bölünmüş upuzun balkon gibi kısımlarda herkes resim çekiyor yada çekiliyor genç kızlar çocuklar etrafımı çevirip “harici “diyerek “ağa hali şoma çitory”sohbet etmek istiyorlar ayak üstü İstanbul’dan geldiğimi öğrenince dizilerden bahsedip bir şeyler soruyorlar, sinema tv okuyan bir öğrenci entelektüel konulara girmek niyetinde lakin zamanımız yok gel birlikte gezelim cevabım karşısında şaşırıp teşekkür ederek tekrar arkadaşlarına dönüyor .. köprünün alt kısmı merak ediyorum insanlar ayakkabılarını çıkartıp bent gibi yapılmış suyun debisinin düşürüldüğü bir düzlemde yalın ayak nehri karşıdan karşıya gecen insanlar veya hut merdivenlerde dinlenip ayaklarını suya sokarken uzun bir yanık sesle gazel kaside tarzında acının harman olup savulduğu bir İran ezgisine kulak veriyorum mübalağa etmiyorum nehrin öte yakasına kadar duyulduğundan eminim….biraz aşağıya doğru yürüyüp Pule Hacu köprüsü de bir başka görkemli tarihi 21
Siosepol köprüsü
anıt eser orayı da gezdikten sonra Gül-i Bağ gül bahçesini gezip günün sonunu Shahrzad da yemekle sonlandırmak üzere taksi çevirip biraz pazarlıktan sonra biniyorum aslında hiç pazarlık yapacak halim yok Allahtan İran çok ucuz. Akşamın hafifçe saçlarını döktüğü anda kendimi meşhur restoranın karşısında buluyorum. Restoran adeta bir saray yavrusu bir sanat galerisi havasında duvarlar minyatürler ve İran el sanatlarının süsleme örnekleri ile dolu doğunun gizemini mistik tarafını ortaya koyan bir tarz oluşturulmuş ,etrafa bakındığımda göz ucumla nedense hep zengin insanların uğrak mekanı olduğu izlenimine kapıldım. Çorbaya bayıldım yarma ve havuç ile yapılmış küçük yeşil limonların da bulunduğu çorba enfes denilecek kadar var ardından Kebab-ı khubide söylüyorum güzel oldukça doyurucu bir kebap eti de nefis yanında taze naneli ayran ve lavaş götür götürebildiğin kadar… sonra mutevazi hesabımı ödeyip doğruca taksiciye Naksi Cihan hoteli dedim… yorgun argın bedenim beyaz şiltesine düşer düşmez rüyalar yürümüştü çoktan kirpiklerime tutunup gözbebeklerime kadar sabah erken kalkacağım. VANK KATEDRALİ
Ertesi gün ilk işim Vank Kilisesine gitmek Ermenilerin yoğun olduğu Colfa semtinde kutsal hikayelerin minyatürlerle anlatıldığı renklerin canlılığı adeta Katedral muhteşem sayı//23// haziran 22
bir tablo gibi insanı çarpan etkileyen bir yer, mutlaka görülmeli bu Kilise.. Kilise bahçesinde küçük bir Ermeni müzesi de bulunmakta hızla dikkatimi çeken camekan içinde büyükçe bir Türkiye haritasının da varlığı sanıyorum Ermenilerin temcit pilavı gibi sürekli ısıttıkları şeyler babından konulmuş olmalı diye düşünüp çıkıyorum.. MİNAR CUMBAN
Günün ikinci durağı Minar Cumban yani sallanan minareler taksiye beş toman verip çok fazla mesafede tutmayan sallanan minarelere varıyoruz, sıradan bir bahçe girişinden geniş bir avluya çıkılıyor ve kalabalık bir gurup kendisine Ebu Abdullah denen bir sufinin 14.yy dan kalma türbesinin üst kısmındaki iki minareden birine bakıyor ve heyecanla işaret ediyorlar birden başımı kaldırıp baktığımda bir kişinin ancak sığabildiği boyu yaklaşık 3-3.5 m minareyi içeriden sağa sola itterek salladığını görüyorum hayret edilecek birsey sanki minare bölünüp düşecekmiş gibi oluyor lakin sanki elastiki bir yapısı varmış gibi geri eski haline geliyor ..Görünüşe göre bir sistemi yok sadece tuğladan örülmüş bir minare.. lakin sorduğumda birisi bunun mühendislik hatasından kaynaklandığını belirtti ve fakat ben evliyanın kerameti haktır hikmetinden sual olunmaz diyerek ruhuna fatiha okuyup türbeden ayrılıyorum. Hızla günün ortasını
buldum bile vaktin nasıl geçtiğini anamıyorum bu şarkın efsunlu şehri yeşil isfahanda 360 km sehri baştanbaşa ikiye bölen Zayende Rud ırmağının güzelliği kıyısındaki şarkın bütün güzelliklerini yansıtan çayhaneler düş gibi. ATEŞGAH
Şimdi ki durağım 10 km kadar şehrin dışına doğru gidip 1400 yıllık Mecusi Ateşgah’ını görmek bir taksi çevirip biniyorum şoförun adı Hüseyin hemen İbrahim tatlı sesi soruyor Ebru Gündeş nasıl diyor ve torpidoyu açıp bir Tatlıses kaseti koyuyor “Allah Allah bu nasıl sevmek” muhabbet sohbetle beni tepenin dibine kadar bırakıyor .. Sasani döneminden kalma bu ateşgah ateşin yakıldığı yer anlamında kerpiçten yapılmış lakin günümüze kadar dayanmış ilginç bir yapı burasını yakından görmek için 210 m tırmanmanız gerekiyor tepeye vardığınızda ateşin tüm İsfahandan görülecek bir noktada olduğunu şehrin manzarasını yüksekten seyredince daha iyi anlıyorsunuz.. iniş çıkışa göre biraz zor oluyor lakin iniyoruz biraz kayarak da olsa toprak zemin ilginç yer yer kalkerimsi tabakalar var. Lakin şehir panoramasını görmek için bu zahmete değdiğini göreceksiniz. HEŞT BEHEŞT
Sonraki durağım sanırım son durağım olan Heşt Behest sarayı olacak sonra hotelime gidip dinlenecek gece meydanı imamı gezecek ve ardından otobüsle tahrana döneceğim gece 01.00 için bilet ayırttım. Safevi Dönemi hükümdarlarının yaşadıkları son saraydır Haşt Beheşth Sarayı yani yedi cennet anlamında. Süleyman Şah zamanında 1599 yılında yapılan saraydan günümüze fazla bir şey kalmamış olup girişte küçük bir bölüm kalmış lakin görülmeye değer güzel bir yapıdır. Devrimden sonra çevresi yeşillendirilmiş park haline dönüştürülmüştür. BAZAAR İSFEHAN
Vakit akşama doğru yaklaştı hotele dönmeden Bazaar İsfahan’a uğruyorum 17’nci yüzyıldan kalan çarşı, İran’ın ve Ortadoğu’nun en eski çarşılarından biriymiş çarşı eski ve yeni şehir bölgelerini birbirine bağlayan, 2 km’lik tonozlu cadde boyunca uzanıyor, bir dükkanın önünde bakılı tişörtler ve geleneksel giysiler dikkatimi çekiyor kendime bir tane seçiyorum biraz pazarlıktan sonra bizim para ile 12 tl ye üzerine hafızdan bir beyit seçip basılmasını istiyorum”ey aşk eğer ben bize imdat etmezsen biz yok olup
Vank Katedrali
gideceğiz” yazdırıp bir saat sonra için sözleşip hemen çarşı içinde bir çay molası ardından gelip alıyorum ..akşam yemeğini hotelimde yiyorum geleneksel İran mutfağından birazda Lübnan mutfağından Felafel yiyip istirahate çekiliyorum akşam 22.30 gibi çıkıp meydanı imama geçiyorum gece fotoğrafları çekicem merak ediyorum meydanın gecesini aslında meydan serin harika ışıklandırma havuzun etrafında insanlar oturmuşlar, fayton turları, meddahiler (farsça beyitler okuyan halk şairleri) kuklacılar, fal bakıcıları cok canlı ..biraz resim çektikten sonra ileride galyan çeken gençlerin yanına selam verip oturuyorum semaverde çay da var nargile veriyorlar çekiyorum birkaç nefes değişik bir şark gecesi ortalama herksin belirli bir kültür düzeyi olduğunu ilk defa burada farkettim desem yeridir, herhangi bir taksi şöforu size Sadi den Hafızdan Firdevsiden Fuzuliden şiirler okuyabiliyor dünya kültürünü sanatın bütün inceliklerine dair insanların konuşabilecekleri birs eyler var ve hiç beklemediğim oranda misafirperverlik ve tolerans var ..selam bütün kapıların anahtarı bunu bilir bunu bir kere daha anlıyorum… ve eşyalarımı alıp İsfahan’a veda ediyorum terminalden Tahrana dönüyorum. İsfahan öyle bir şehir ki ruhu bütün dünyaya sirayet etmiş ,bir çok medeniyet kendisini bu şehirde ifade etmiş.Ben de “İsfahan nisf-i cihan”mış hakikaten diyerek uykuya dalıyorum yorgun bir otobüsün sesleri arasında….
Bazaar İsfahan’a uğruyorum 17’nci yüzyıldan kalan çarşı, İran’ın ve Ortadoğu’nun en eski çarşılarından biriymiş çarşı eski ve yeni şehir bölgelerini birbirine bağlayan, 2 km’lik tonozlu cadde boyunca uzanıyor
23
zmit denilince uzun uzun düşünürüm, iç geçiririm; içimi bir huzur, bir neşe, bir mutluluk kaplar, yalanım yok! İzmit denilince körfez gelir ilkin aklıma. Liman gelir, sığınak gelir. Çarşaf gibi pırıl pırıl, ışıl ışıl, yılbır yılbır deniz gelir. İzmit denilince Şehitlik Tepesi’nde şehre, körfeze, ovaya, karşı tepelere bakış gelir. Yeşil gelir, mavi gelir, turkuaz gelir. Çocukluğum gelir, gençliğim gelir, delikanlılığım gelir.
İZMİT;
DÜŞLER RÜYALAR HÜLYALAR ŞEHRİ Güzel, şirin, huzurlu tren garı gelir aklıma İzmit denilince. Rötar gelir yarım saat, simidi ve çayı gelir, geciken treni beklerken yudumladığımız.
Fahri TUNA
Sevdalarım gelir, sevgilerim gelir, umutlarım gelir. Masalsı rüyaların, masalsı hayallerin, masalsı hülyaların şehridir zira İzmit. Saat kulesi gelir, heykel gelir, sahilde Kocaelispor çay bahçesi gelir, çocukluğumdaki. Güzel, şirin, huzurlu tren garı gelir aklıma İzmit denilince. Rötar gelir yarım saat, simidi ve çayı gelir, geciken treni beklerken yudumladığımız. İzmit denilince benim aklıma masalsı çocukluğum gelir; kırk beş sene öncesi gelir, yeni evlenen dayımın İzmit Gültepe’de bize saray yavrusu gibi gelen, aslında iki göz odalı evi gelir; penceresinden bakmaya doyamadığımız harikulade körfez manzarası gelir. Sabır heykeli yengeciğim gelir, Rabbimin evliliklerinin on dördüncü yılında onlara bağışladığı Eyüp kardeşim gelir. Seka gelir aklıma İzmit denilince, hayatta en sevdiğim en düzgün en ahlaklı en vefalı adamlardan amcamın oğlu Kadir gelir, kapı komşumuz becerikli İbrahim gelir; nakil vasıtaları gelir, ikinci kağıt gelir. Seka sineması gelir, sahildeki Seka misafirhanesi gelir, o 1970’lerin şartlarında hünkar köşküdür bizler için, deniz sahilinde adeta. Cümle kapısı gelir, Seka Camii gelir, öğretmenevi gelir aklıma İzmit denilince. Yenidoğan gelir Gültepe gelir Turgut Tabane gelir aklıma. Fethiye caddesi gelir, İstiklâl caddesi gelir, Alemdar caddesi gelir. Bıçakçı Arif Ağbi gelir, Postanede çalışan sınıf arkadaşım Nurten gelir, eşimin sınıf arkadaşı Nesibe gelir. Tarihî İzmit Lisesi gelir, karşısındaki büyük Çocuk Parkı gelir, aynı sınıfta üniversite sınavına girdiğimiz muhacir kızı Rukiye gelir, taze çıtır mis kokulu akşam simidi gelir. Eşime evlilik teklifim gelir, Yusuf ile Nevzat’ın şahitliğindeki dinî nikahım gelir, Elize Pastanesi gelir.
sayı//23// haziran 24
İzmit denilince aklıma eski Trenyolu’nda, ki şehrin ortasından boydan boya geçerdi senelerce, ayağı takılan çocuğun tablasına plonjon yaparak çoğunu kurtardığım simitleri gelir. Önce korku sonra tesellisi ve sevinçle dolan yüz ifadesi gelir. Seksen üç yılındaki Kocaelispor Galatasaray maçı gelir İsmetpaşa Stadyumundaki, sağbek Zeki’nin Ceyhun’a, onun da sağaçık Badi Orhan’a attığı uzun pas gelir, onun ortasında kaleci Eser’den önce libero Fatih Terim’in uçarak topu kornere atışı gelir. GS ve Milli Takımın kaptanı Fatih Terim’in koşa koşa hemen önümdeki yan hakeme gelip ‘ofsaytı neden vermedin? Senin ananı avradını…’ diye küfredişi, zavallı yan hakemin de ezilip büzülüp toplu iğne ucu kadar küçülüşü gelir, Fatih’in de gözümden ilelebet düşüsü gelir. Kaleci Müjdat gelir, kaleci Erhan gelir, sağbek Zeki gelir, kaptan Mahir gelir, stoper Kamil gelir, stoper Köylü Yusuf gelir, solbek Gürbey gelir; orta sahalar Baturman gelir, Ceyhun gelir, İbriç gelir. Sanrtafor Güvenç gelir, sağaçık Orhan gelir, solaçık Yaşar gelir. İbriç’in efsane frikikleri gelir, Raşit Çetiner’in kafa golleri, Kocaeli-Sakarya çekişmeleri sataşmaları gelir. Selçuklu Bahtiyarlı Yusuflu Raşitli maçta 3-4’lük Kocaeli-Fener maçı gelir, Yusuf Altıntaş’ın oyundan atılışı gelir, maçtan sonra baba korkusuyla eve gidemeyişi gelir. Enfes Çenesuyu gelir, enfes pişmaniyesi gelir, enfes körfez balığı gelir İzmit denilince aklıma. Leyla Atakan gelir, Erol Köse gelir, İbrahim Karaosmanoğlu gelir belediye başkanı deyince. Orhan Cami gelir, Fevziye gelir, Yenicuma gelir cami denince İzmit’te aklıma. Hemen her gelişimde Yenicuma’ya iltica eder ruhum; dilimden Fatihalar dökülür hem yaptıran Pertev Mehmet Paşa’ya, hem mimarı Koca Sinan’a. Nefis akustiği ve cesametinin harikulade vezninde kaybolur, ta Kanuni, Sarı Selim dönemine giderim; Zigetvar’a Budin’e, Viyana Kalesi önlerinde leventlere akıncılara alperenlere karışırım. İzmit denince aklıma benim, bir tek İstanbul’da olan boğaz gelir, bir tek İzmir’de olan körfez gelir gelir, ‘su hayattır, hayat sudur’ atasözü gelir. 18 Mart gecesi Nusret Mayın Gemisi’yle mayınların yerini değiştirerek savaşın gidişatını lehimize çeviren büyük kahraman Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey gelir; onun yarbay iken
Gölcük Tersanesi’ni kuruşu gelir; İzmit’te oturduğu ve kendisine makam aracı olarka özel motor tahsis edildiği hâlde yakıt ziyan olmasın düşüncesiyle her sabah akşam işçi gemisiyle Gölcük’e gidiş gelişi gelir; Almanların verdiği bakım onarım teklifinin yüzde birine Yavuz Zırhlısını Türk emekçisiyle tamiri gelir, ödül olarak TBMM’nin verdiği bin lirayı, ‘biz sadece görevimizi yaptık, ödülü alamam’ deyişi gelir, ‘bu para Atatürk’ün emriyle verildi’ uyarısı üzerine, o zaman İstanbul Boğazında orta hâlli bir yalı alınan o miktarı, hiç elini sürmeden Kızılay’a bağışlaması, emekliliğinden sonra ise dışarı çıkacak giysisi kalmadığından oğlu Albay Halit İçduygu’ya mektup yazarak ‘eski takım elbiseni giymiyorsan bana gönder de terzide üstüme göre ayarlatayım’ deyişi gelir. İzmit bir asma köprüdür yüreğimde; bir ucu Şehitlik diğer ucu Gölcük Tepelerinde; bir ayağı İstanbul diğer ayağı Adapazarı’nda; bir ayağı dünde bir ayağı yarınlarda. Bir ayağı Gebze’de bir ayağı Yalova’da. Evet evet; İzmit denilince dünüm bugünüm yarınım gelir. Eşim dostum akrabalarım gelir. İzmit denilince bir tatlı huzur, bir tatlı heyecan, bir tatlı umut gelir. Seka Parkı’nda çayı yudumlarken körfezin yakamozunda mutluluktan kayboluşlar gelir. İzmit bir şiir, bir rüya bir hülya şehridir. İzmit; birçok hülyaların şehridir, kalbiyle yaşayana, kalbiyle hissedene, kalbiyle düşünene. İzmit; düşler şehri. Düşler, rüyalar, hülyalar şehri. 25
EDİRNE’DE
BİR GÜN
Biz, Osmanlı Cihan Devletimizin ikinci pâyitahtı Edirne’ye ilk defa 1998 yılında, üniversite sıralarında beraber okuduğumuz arkadaşlarla günü birlik gidip ziyaret etmiştik. Ekrem KAFTAN
izim gibi bütün eğitim hayatı boyunca Osmanlı kültür ve medeniyetinden damlalar içen biri için bazı kelimelerin gönlümüzde muazzam bir ağırlığı vardır. Bugün o kelimelerin manaları, muhtevaları değişse, içleri boşaltılmış olsa bile, tarihteki ağırlıklarını ve kıymetlerini az çok bilenler o kelimeleri mübarek kabul eder. Edirne şehri de bizim için aynı güzellikte ve manevi kıymeti haiz bir şehirdir. Bugün artık serhat şehrimiz diye iftihar (!) ettiğimiz Edirne, Osmanlı’nın ikinci payitahtı ve Avrupa seferlerinde ilk konak yeriydi… Padişahlarımızın bir çoğu tabiri caizse burada tatil yaparlar, sefer hazırlıklarını tamamlarlar, bazen de şehrin çevresindeki ormanlarda avlanırlardı. Ecdadımız bu güzel şehre o kadar çok ehemmiyet vermiş ki, ilk padişahlardan itibaren eser bırakanlar bugün de her ziyaret esnasında hayırla yâd ediliyor. Biz, Osmanlı Cihan Devletimizin ikinci pâyitahtı Edirne’ye ilk defa 1998 yılında, üniversite sıralarında beraber okuduğumuz arkadaşlarla günü birlik gidip ziyaret etmiştik. Aradan geçen 18 senede hatırımıza sadece Selimiye Camii ile Eski Cami’nin güzelliklerinden hayal meyal manzaralar kalmıştı. Polis teşkilatımızın kuruluşunun 171. Yılına tesadüf eden 10 Nisan günü ani bir kararla Edirne’yi ziyarete gittik. Öncelikle bir hafta sonu yola çıkmanın tadına doyulmadığını söylememiz gerekiyor. Yollar boş ve geniş olunca menzil-i maksuda ulaşmak da kolay oldu. Yolda bir çay molası vererek sadece 2 saatte 223 km yolu kat etmemiz mümkün oldu. Bahar mevsiminde tabiatın coşkusu da görmeye değerdi. Yer yer dikilen erguvanlar ve tabii bitki örtüsüyle Trakya ovaları gönülleri sürura gark ediyordu. Bu manzara İstanbul’u tamamen terk edince bizi karşıladı elbette...
Selimiye Camii / Edirne
sayı//23// haziran 26
İstanbul’a 1987 yılında gelen biri olarak, özellikle son 20 yılda bu şehirde inşa edilen binaların ne kadar rezil manzaralar arz ettiğini sanat ve estetikten azıcık anlayan herkes söyleyecektir. İstanbul, insanların yaşadığı değil, yığıldığı ve sadece doymak, mal mülk sahibi olmak için geldiği feci bir yerleşim merkezi durumuna geldi. Bugün Cumhurbaşkanımızdan başbakanımıza
kadar en yetkili kişilerin de itiraf ettiği üzere İstanbul’un fiziken tarumar olmasına herkes menfi manada destek verdi. Biz sözü uzatmadan Edirne yoluna düşelim tekrar… Nisan ayının yeşilliği ufka doğru uzayıp giderken, devletin otoyolunun geniş şeritlerinde sür’at yapmanın da zevkli olduğunu itiraf etmeliyiz. Yol boyunca arazinin düzlüğü ve münbit oluşu, ecdadımızın neden daha çok Avrupa’da tutunmak istediğini düşündürdü. Ecdadımız elbette İla-yı Kelimetillah için üç kıtada yayıldı, fetihler yaptı, ancak arazinin güzelliği ve münbit oluşu da her halde bu siyasette müessir olmalı… İstanbul’da yaşayan biri olarak, şehirde bulunduğumuz zaman içinde, sanki bütün dünyanın beton yığını olduğunu düşünüyoruz. Şehirden çıkıp kendimizi tabiatın kucağına attığımız demlerde de bütün dünyanın yemyeşil olduğunu hayal ediyoruz… Nihayet iki saatin sonunda Edirne şehir merkezine giden yola girdiğimizde karşımızda küçük bir tepe gibi Selimiye ve uzaktan iki minaresi göründü. Selimiye Avrupa semalarında Allah’ın ismini asırlardır Hristiyan dünyanın gönlüne haykıran minareleriyle daha uzaktan İslam’ın güzelliğini ve estetiğini aksettiren en büyük mabed olarak hayranlık uyandırıyor. Minarelerindeki simetri o kadar güzel ki uzaktan bakınca sadece iki minaresi bulunduğu intibaı uyandırıyor. Selimiye, sadece bir mimari eserden ibaret değil. İslam sanatlarının
bütün incelikleri bu eserde zirveye ulaşan güzellikleriyle tatbik edilmiş. 16. asır sonlarında inşa edilen ve Sinan’ın bilgelik çağının eseri olan Selimiye’yi seyre dalan bir insanın, Allah’ın kudretinin inanan insanlar elinde tecellisini müşahede ediyor. Selimiye’nin her biri üçer şerefeli 4 minaresi, ana kubbesi ve iç revaklı avlusu arasındaki muvazene, İslam’ın hayata baştan sona bir denge, ahenk, muvazene ve nizam getirdiğini anlatması bakımından eşsizdir. Mihrabındaki dairevi geometrik mermer işçiliği, sonsuzluğa uzanan bir ahengin seyredenlerin ruhuna da aksinin ifadesidir. Başta ana kubbedeki 40 pencerenin mabede sağladığı aydınlık olmak üzere, yüzlerce pencereden içeriye dolan güneşin ışıkları, huzur ve sükunet içinde, huşu ve vecd ile Allah’a kulluk etmeyi daha bir güzelleştiriyor. Ulu bir mabedi gezerken, tarihten az çok nasibi olan insanların neler hissettiğini tahmin etmek zor değildir. Selimiye, bir ihtişam ve güç asrının bütün güzelliklerini kendisinde toplayan, tarihte benzeri bir daha yapılamamış mabet olarak bize de tarifsiz hisler yaşattı. Caminin içinde gezerken, önce hangi güzelliği görmemiz gerektiğine karar veremeyen bir halet-i ruhiye içindeydik. Minberi ayrı güzel, mihrabı ayrı… Kalem işleri klasik çağımızın bütün haşmetini aksettirirken, çinilerinin asırlardır solmayan renkleri, ruhların ölümsüzlüğünü hatırlatması bakımından da şiir ilham ediyordu. Ziyaretçilerin ekserisi, 27
bir köşesindeki Hacer’ül Esved parçası elbette ziyaretçilerin en çok alakasını çeken güzellik olarak bizi de kendine celb etti. Duvarlardaki celi yazılar, milletimizin yazıya ve Kur’an-ı Kerim’e verdiği kıymetin asırlardan beri eksilmediğini anlatıyordu. Çelebi Mehmed Camii, Selimiye’nin aksine mütevazı ve zemine yakın kubbesiyle imanlı gönülleri bir başka sarıp sarmalıyor… Selçuklu izlerinin hâlâ devam ettiği Çelebi Mehmed devrinin bu muhteşem eseri, Avrupa topraklarına serptiğimiz çil çil kubbelerden sadece biri… müezzin mahfili altındaki mermer sütunda bulunan ters laleyi görmek için sıraya girerken, biz çinilerdeki lalelerin güzelliğine kapılıp gittik. Cami görevlilerinden birinin mihrab etrafındaki çinilerden fotoğraf çekmemizi engellemek için verdiği mücadeleyi saymazsak, cami içindeki huzur ve sükun cenneti hayal ettiriyordu. Caminin hemen yan tarafında ve iç avlusundan girişi bulunan medresesi, bugün maalesef müze olarak kullanılıyor ve içeride klasik Türk- İslam sanatlarından örnekler sergileniyor. Asırlarca ilme hizmet etmiş bir medresenin bugün müze olması içimizi dağladı… Neden hâlâ medreseler medrese olarak açılmaz ve yine ilmin hizmetine verilmez acaba? Mimar Sinan’ın su harikulade eserinin aslî vazfesinden uzaklaştırılmasının üzerinden neredeyse bir asır geçti. Bugün artık her şeyin aslına rücu ettiği zamandayız. Gönül istiyor ki, başta İstanbul’daki medreseler ve bilhassa Ayasofya olmak üzere, bütün vakıf eserlerinin aslına uygun olarak hizmet vermesi, bu milletin tarihine bağlılığının bir delili olmayacak mıdır? Mabedin altındaki vakıf çarşısındaki dükkanlar Vakıfların mıdır, özel mülk mü olmuştur bilmiyoruz amma, bu güzel dükkanlardaki satıcıların halim selim misafirperverliklerini anmadan geçmeyelim. Selimiye’den çıkıp Sultan Çelebi Mehmed’in yâdigârı Eski Camii’yi zilyaret ederken, o yılların milli ve manevi ruhunu hissetmemek mümkün değildi. 12 yıl süren fetret devrinden sonra kardeşlerini bertaraf ederek Osmanlı Devleti’ni yeniden kuran Çelebi Mehmed, bunca gaile arasında o zamanki Payitahtımız olan Edirne’ye klasik bir eser kazandırmayı ihmal etmemiş. Caminin
sayı//23// haziran 28
Eski Cami’den çıkıp azıcık yürüyünce Üç Şerefeli Camii adıyla mariuf, Sultan İkinci Murad devrinin emsalsiz güzellikteki camiine varınca, Osmanlı Devleti’nin bu cami sevdası üzerinde fikir yürütme ihtiyacı duyuyoruz. Minalerinden birinin üç şerefeli olması sebebiyle bu adı aldığını tahmin ettiğimiz güzel eser, Osmanlı’nın İslam’a bağlılığının ve imanının kaviliğini ortaya koyması bakımından fevkalade bir manzara arz ediyor. Edirne’ye gidip de Sultan İkinci Beyazıd Han’ın Darüşşifasını ziyaret etmemek olmazdı tabii. Bugün temsili heykellerle Osmanlı asırlarında maddi ve manevi hastalıklarının tedavi usullerinin anlatıldığı bu büyük ve muhteşem eserin içinde kaç saat geçirirseniz geçirin, bedeniniz yorulsa da ruhunuz gerçek bir tedaviden geçiyor. Darüşşifa’dan geçilen cami galiba bugünkü nesillere şu mesajı veriyor: Ruh hastalığına yakalanmamanın yolu Allah’ı zikirden geçer… Gün boyu Edirne’nin tarihi eserlerini, tabii güzelliklerini gezerek zamana kıymet kazandırdık. Edirne’de ciğer yememek olmazmış tabii… Ciğer faslını da ihmal etmedik. Meriç kıyısındaki bir piknik alanında kısa mola verdik. Ne yazık ki şehrin manevi havasına uymayan bir insan manzarası ve temizlik noksanlığı dikkatlerimizden kaçmadı. Bu arada şehre girerken 90 km hızla radara yakalandığımızı ve 412 TL ceza aldığımız üzüntüyle daima hatırlayacağız. Şehrin girişine kurulan bu tuzağın haksız bir tuzak olduğunu da ifade edelim ki, şehre ilk defa gelenleri bu ceza ile karşılamak bir devletin adaletine yakışmıyor…
KOLONYA KOKULU
YOLCULUKLAR
Neredeyse tüm yolcular bir konuk edasıyla kolonya için uzatırdık avuçlarımızı. Derin derin içimize çekerek limon kokusunu otobüsü duman altı bırakan sigara dumanı altında mesafeleri tüketmeye devam ederdik. Mustafa UÇURUM
ehirlerarası otobüsün çok da rahat olmayan koltuğuna kurulduğumuzda şoför ve muavin yerini alınca uzun ama yorucu bir serüvene çıkmış olurduk. Kıvrımlı yollarda ağır ağır ilerlerken otobüsümüz, muavin çok da itinalı olmayan bir eda ile kolonya tutardı yolcularına. Neredeyse tüm yolcular bir konuk edasıyla kolonya için uzatırdık avuçlarımızı. Derin derin içimize çekerek limon kokusunu otobüsü duman altı bırakan sigara dumanı altında mesafeleri tüketmeye devam ederdik. Ön, arka ya da yan koltuktan “Kokmuştur.” diyerek ikram edilen yolluklar ikram edilirdi. Bir börek, kek ya da pasta yol arkadaşlarımız tarafından özenle uzatılırdı. Hiçbir art niyete mahal vermeden yolluktan payımıza düşeni alırdık. Yol arkadaşlarımız olurdu. Önce bir selam ile başlayan, sonra derin bir muhabbete dönüşen sohbette yolların nasıl bittiğini bilmeden tüketirdik mesafeleri. Mola yerlerinde ne dediği anlaşılmayan ve Türkiye’nin her yerinde aynı üslupla yapılan anonslarla otobüsler mola verirdi. Herkesin otobüsten inmek için hareketlendiği bir anda muavin yolculara jestini yapardı. “Çaylar şirketteeeen.” Yol üstü çayları soğuk, bardakları küçük olurdu. Şirket çayları soğuktu ama samimiyetle içilirdi. Yarım saatlik molalarda yudumlanan çaylar soğuk olsa da muhabbetler gayet sıcaktı.
Yaşadığımız çağ bizden birçok şeyi alıp gidiyor. Bazılarını fark etsek de fark etmediğimiz o kadar çok kaybolan yanımız var ki eksilip duruyoruz bir toz bulutu gibi. Teknoloji kuşattıkça her yanımızı, biz olan değerlerimiz de dijital bir kuşatma altında yitip gidiyor. Otobüs yolculuklarımız da bundan payını aldı. Önce otobüslerimiz teknolojinin nimetlerinden yararlanarak son derece rahat hale geldi. Yolculuklarımızı sisli bir tünel yolculuğuna çeviren nikotin kokusu ve dumanı da şükür ki çıktı hayatımızdan. Bunlar elbette güzel gelişmeler. Firmalar daha iyi hizmet mantığıyla her koltukta tv ve internet keyfi parolasıyla yolculuklarımızı da dijital bir cendereye aldılar. Yolculuk başlar başlamaz kulaklığı takan yolcular kendilerini ucube bir dizinin girdaplı senaryosuna kaptırıyorlar artık. Güvenimizi yitirdik, bu kesin. Hayatımızın her noktasında şüpheli bir tavır takınmaya başladık. Şehir, mahalle, sokak derken iyice daralttık dost hanemizi. Sırdaş olmak, omuz vermek, gönül birlikteliği kurmak gibi sözler ancak geçmiş zamanın sayfalarında kaldı. Bir köy halkından daha fazla kişinin yaşadığı apartmanlarda kapısını rahatlıkla çalabileceğimiz kişi sayısı bir ya da iki kişi. Bazen bunu bile bulamayanlarımız oluyor. Haber programlarında izlediğimiz hunharca cinayetler, gözü dönmüş bir halde yaşamayı tarz haline getirmiş kişiler bizleri evlerimize hapsetti. Çelik kapılar, kapıların 3-4 çeşit kilitleri, camları sıkı sıkıya tutan parmaklıklar ve içinde devinip durduğumuz küçük dünyamız. Aynı apartmanda yaşayıp da ne iş yaptığını, nereli olduğunu bilmediğimiz kapı komşularımızla küçük rastlaşmaları bile nimet sayar olduk. Bir çayın demini bekleyen komşularımız ne yazık ki yok artık. Kapı komşusuna bir selamı çok gören kişilerin yolculukları da aynı sıcaklıkta oluyor. (!) Otobüs daha hareket etmeden ya kulaklığı takıyor yol arkadaşımız ya da başını yana devirip göstermelik bir uykunun koynuna bırakıyor kendini. On iki- on üç saat süren yolculukta tek kelam etmeden ayrılan yol arkadaşları olarak hangi yöne gittiğimizin de pek önemi kalmıyor. Çünkü kendini kaybetmiş bir toplum olmaya çoktan başladık bile. Çaylar şirketten değil, mola yerleri kapital bir kuşatma altında büyük bir gürültüye teslim. Yolculuklarımız ne kadar rahat olursa olsun yalnızlığımız orada da devam ediyor. Muavin, yolculuk başlar başlamaz bir nostaljiyi yaşatmak istercesine konuklarına kolonya tutmaya başlıyor. Nerdeyse hiçbir yolcu kolonya için elini uzatmıyor. Sonra ikramlar başlıyor. Çeşit çeşit. Hepsi de sessiz ve oldukça resmi. İkramını alan yolcu uzayıp giden yolda kendi dünyasına dönerek tüketiyor yolları. Küçük bir selam, bir tebessüm, hayata dair birkaç kelam yolculukları daha keyifli hale getirecektir. İçimize çektiğimiz kolonya kokusunun serinliğini duya duya, şirketten olmasa da muhabbetten demli çayı yudumlayacağımız nice yolculuklara ulaşmak dileğiyle. 29
PROJE VE KİTAP TANITIMI
KIRIM TARİHİ VE
KÜLTÜREL MİRASI
ENVANTER PROJESİ
Kültürel zenginliğimiz içerisinde, Türk İslam medeniyeti başta olmak üzere kadim uygarlıklara ev sahipliği yapan en önemli coğrafyalardan ve kültürel miras anlamında mihenk taşlarından birisi Kırım Yarımadası’dır. Veysel GÜNDÜZ
oydaş ve akraba topluluklar ile sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla bu topluluklara yönelik faaliyetler yürütülmesi hususu, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı Kanununda belirtilen amaçlardan birisidir. Orta Asya’dan Balkanlara birçok ülke ve bölgede faaliyet yürüten Başkanlığımız, tarihsel süreç içerisinde farklı konjonktürler neticesinde ayrı düştüğümüz, birbirinden uzak coğrafyalara taşındığımız soydaşlarımızla bağların tazelenmesi yanı sıra tarihin belirli dönemlerinde bir arada yaşadığımız ve aynı ortamı teneffüs ettiğimiz akraba milletlerle yoğun ve sıcak ilişkilerin yeniden tesis edilmesi hususlarında farklı proje ve faaliyetlere imza atmaktadır. Eğitimden, kültüre, sosyal hayattan ekonomik süreçlere birçok alanda vatandaş ve soydaş akraba düzeyinde ilişkiler geliştiren ve hizmetler sunan Yurtdışı Türkler Başkanlığı medeniyetlerin ayak izi ve nişanesi olan kültürel mirasa ve eserlere dönük çalışmaları da koordine etmektedir. Sözlü tarih ve kültürel miras envanter çalışmaları ile Türk-İslam mirasına sahip çıkmayı ve geleceği taşımayı görev sayan YTB, soydaş akraba topluluklar bağlamında birçok coğrafyaya bu hizmetleri götürmeyi hedeflemektedir. Anadolu ve soydaş akraba coğrafyalar tarihte önemli medeniyetlere ev sahipliği etmişlerdir. Birbirinin varisi olan farklı medeniyetlerin şekillendirdiği ve her coğrafyada farklı izlerini gördüğümüz yaşanmışlıklar kendilerini o dönemin ihtiyaçlarına binaen gözlerimize ve kalplerimize sundukları farklı eserlerle ayakta tutmakta ve günümüze birer gıpta ve ibret vesikası olarak aktarmaktadırlar. Aktarılan miras ve eserler, üzerinde vücut bulan milletlere bir ders niteliği taşımakta olduğu gibi, bu kümülatif mirasa yeni değerlerin katılması noktasında toplumlara yol gösterici olmaktadırlar. Türk İslam medeniyeti, söz konusu rehberlik görevini tarih sahnesinde en iyi şekilde icra etmiş dünya kültür mirasını şekillendirerek, farklı medeniyetlerin eşsiz izlerini taşıyan kültürel coğrafyamızı zenginleştirmiştir. KADİM UYGARLIKLARIN EV SAHİBİ: KIRIM
Kültürel zenginliğimiz içerisinde, Türk İslam medeniyeti başta olmak üzere kadim sayı//23// haziran 30
Şeyhköy Camii kalıntısı. (2012)
Şeyhköy Camii ve Dârü’l-Huffâz’ın halen mevcut olmayan kitabesi. (1920’ler)
uygarlıklara ev sahipliği yapan en önemli coğrafyalardan ve kültürel miras anlamında mihenk taşlarından birisi Kırım Yarımadası’dır.
başlanmıştır. Çarlık Rusya’sının yıkılışına kadar ciddi baskı ve zulümle toplumsal yapısını ve kültürünü kaybetme tehlikesinde altında kalan Kırım Tatarları bu dönemde fırsat buldukça kimliklerini yansıtan yeni yapılar, camiler inşa etmeye, eski eserlerini tadil etmeye çalışmışlardır.
Karadeniz’in kuzeyindeki Kırım Yarımadası, tarihsel süreç içerisinde sahip olduğu jeostratejik konumdan bahisle uluslararası ticaret yollarının geçiş noktası olmuş hem doğu-batı, hem de kuzey-güney doğrultusunda geniş bir çevre ile yakın ilişkilere sahip olmuştur. İskitler, Yunanlar, Gotlar gibi birçok halklara ev sahipliği etmiş Roma İmparatorluğu’nun da kuzeydoğudaki uç kısmını teşkil etmiştir. Kırım’a M.S. V. yüzyıldan itibaren Hunlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Oğuzlar ve özellikle de XI. yüzyılın ikinci yarısında gelen Kıpçaklar yarımadanın bugüne kadar gelen Türk etnik unsurunun temelini teşkil etmişlerdir. Bununla birlikte, XIII. yüzyıldan itibaren Altın Orda İmparatorluğu’nun bölgedeki hâkimiyeti ile İslâm yarımadaya tam manâsıyla yerleşmiştir. XV. yüzyılın ilk yarısından XVIII. yüzyılın son çeyreğine kadarki dönemde ise Kırım Hanlığı’nın hâkimiyetiyle Kırım Yarımadası Türk-İslam medeniyetinin önemli noktalarından biri haline gelmiştir. TÜRK-İSLAM İZLERİNİN SİLİNMESİ
1736-39 senelerinde Kırım’a giren Rus ordusu, şehirleri yağmalamış ve kıymetli ve taşınabilir bütün eşya ve eserlere el koymuştur. Akabinde başlayan imar çalışmalarına rağmen 1783’te Kırım’ın Rusya İmparatorluğu tarafından istilâ ve ilhakı Kırım Hanlığı’nın sonunu getirmiş ve Kırım’daki Türk-İslam izleri bir bir silinmeye
18 Mayıs 1944 günü Kırım Tatar halkı Stalin rejiminin aldığı insanlık dışı bir kararla bir gecede evlerinden alınarak, hayvan taşımak için kullanılan tren vagonlarına 1920’li yıllar ise Sovyet hâkimiyetinde geçen doldurulmuş ve Orta karanlık yılların başlangıcı olmuştur. Türk – Asya çöllerine ve İslam eserleri büyük bir kinle yok edilmeye Urallara sürülmüşlerdir. başlanmış, camiler kapatılmış minareler yerle bir edilmiştir. 1930’lu yıllarda ise bu saldırı bütün dini inanış ve sembollere yansımış, yarımadada diğer dinlerin sembol ve yapıları yok edilmiştir. Bu dönemde cami, tekke, türbe, mektep ve medrese gibi dinî özellikli yapılar yok edildiği gibi bunlarda bulunan taşınabilir mirası olan kitaplar, halılar, kilimler, şamdanlar, kandiller ve rahleler gibi taşınabilir kültür varlıkları belgelenemeden yok olmuştur. Kırım için bir diğer kanlı ve acılı dönem ise II. Dünya savaşı olmuştur. 1941-44 arası Alman ordusunun işgali altında kalan Kırım 1944’te kanlı bir savaş ile Kızıl Ordu’nun eline geçmiştir. Savaş sürecinde ise kaçınılmaz gerçekleşmiş ve çarpışmalardan dolayı birçok yapı zarar görmüş veyahut yok olmuştur. TARİHİN EN ACI SÜRGÜNLERİNDEN BİRİ 1944 KIRIM SÜRGÜNÜ
18 Mayıs 1944 günü Kırım Tatar halkı Stalin rejiminin aldığı insanlık dışı bir kararla bir gecede evlerinden alınarak, hayvan taşımak için 31
Hansaray. Tepeden panoramik görünüş. (2012)
Kırım Özerk Cumhuriyeti, 17 Mart 2014 tarihinde gerçekleştirilen ve Rusya’nın gölgesinde emrivakiyi andıran bir referandumla de facto olarak Rusya’ya bağlanmıştır.
kullanılan tren vagonlarına doldurulmuş ve Orta Asya çöllerine ve Urallara sürülmüşlerdir. 1944 sürgünü sonrasında Kırım’da Kırım Tatarlarından kalan bütün izler silinmeye çalışılmış Kırım Tatarca bütün yerleşim yeri isimlerinin değiştirilmiş, Kırım Tatarlarından kalan birçok yapı yok edildiği gibi, geri kalabilenler de bakımsızlık içinde yok olmaya terk edilmiştir. 1991’de Sovyetler Birliği’nin resmen dağılması ve Kırım’ın bağımsız Ukrayna Cumhuriyeti içerisinde muhtar bir cumhuriyete dönüşmesi yeni bir dönemin başlangıcı olmuş ve 80’lerden itibaren Kırım’a dönmeye başlayan Kırım Tatarlarının göçü hız kazanmıştır. Şu ana kadar 270.000 kişi dönüş yapmış olup 2012 yılına kadar her yıl ortalama 550 aile Kırım’a ulaşmış 2010 – 12 yılları arasında 1000’e yakın aile dönüş yapmıştır. Bu süreçte, geri dönüş yapan ailelerin barınma ve iaşe sorunları çözülmeye çalışılırken son yarım asırda bölgenin Türk-Müslüman kimliğine vurulan darbenin izleri de bir bir gün yüzüne çıkmıştır. TARİHİ VE KÜLTÜREL MİRASA SAHİP ÇIKILIYOR
Gelinen noktada, Kırım yarımadası, Altınordu Devleti, Kırım Hanlığı ve Osmanlı Devleti döneminde inşa edilen tarihi eserlerin dönüştürülmesi, tahrip edilmesi neticesinde bakımsız bırakılarak yok olma sürecine terk edilmiştir. Söz konusu ihtiyacın aciliyeti neticesinde Başkanlığımızca Kırım’daki mevcut durumun tespiti ve iyileştirmeye yönelik eylem sayı//23// haziran 32
planı ve yol haritasının çıkarılması amacıyla bir koordinasyon faaliyeti icra edilmiştir. Ön hazırlığı yapılan çalışma neticesinde 2012 yılında Başkanlığımız ve Vakıflar Genel Müdürlüğü işbirliğinde “Kırım Tarihi ve Kültürel Mirası (KTKM) Envanter Projesi“ uygulamaya konulmuştur. 22 ŞEHİR VE 44 KÖYDE 163 TÜRK-İSLAM ESERİ TESPİT EDİLEREK, KAYIT ALTINA ALINDI
Sanat tarihi ve mimari yönüyle tamamen uzmanlık gerektiren çalışma için profesyonel bir proje ekibi oluşturulmuş alanında uzman şahsiyetlerden yakın destek alınmıştır. 2012 yılı Mart – Nisan aylarında, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi ve kendisi de Kırım Tatarı olan Doç. Dr. Hakan Kırımlı ve Bağımsız araştırmacı Dr. Nur Nicole Kançal koordinatörlüğünde oluşturulan profesyonel bir ekiple Kırım Yarımadasına iki aylık bir saha çalışması gerçekleştirilmiştir. Bahse konu çalışma kapsamında yerel kaynaklardan faydalanılmış ve özellikle Kırım Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi’nden akademisyenlerin önemli katkıları olmuştur. 22 Şehir ve 44 köyde 163 Türk-İslam eseri tespit edilmiş ve kayıt altına alınmıştır. Çalışma, kalıntı halinde dahi olsa günümüze ulaşabilmiş yapılarla sınırlandırılmıştır. Bu yapılar esas itibarıyla, Hansaray, camiler, tekkeler, türbeler, çeşmeler, mektepler, medreseler, köprüler, kaleler, kuleler ve istihkâmlardan ibarettir. Altın Orda ve onun devamı olan Kırım Hanlığı devletlerinin hakimiyet alanı daha geniş coğrafyalar olmakla
birlikte mevcut çalışma yalnızca Kırım yarımadası dahiline münhasır tutulmuştur. KİTAP ÇALIŞMASI VE FOTOĞRAF SERGİSİ
Çalışmaya konu olan yapıların istisnasız tamamı yerinde tespit ve tetkik edilmiş, çoğunun planı çizilmiş, koordinatları alınmış, bulgular arşiv belgelerindeki ve ikinci el kaynaklardaki bilgi ve resimlerle karşılaştırılarak değerlendirilmiştir. Bunun yanında, yapıların geçmişine ilişkin yerli halktan ve bilgi sahibi diğer kimselerden sözlü tarih verileri derlenmiş, bunlar da tahlil edilmiştir. Çalışma neticesinde 1.500 fotoğraf ve 163 eserden oluşan kitap çalışması tamamlanmıştır. İncelenen eserlerin ve projenin tanıtılması amacıyla Mayıs 2013’te Kırım Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi’nde projeye ilişkin bir sunum ve 118 fotoğraflık bir fotoğraf sergi gerçekleştirilmiştir. Başkanlığımızın koordinasyonunda yürütülen KTKM çalışmasının temel amacı Kırım’daki Kırım Tatar (Türk-İslâm) medeniyetinin muazzam mirasından geride kalabilenlerin bilinmesine ve öğrenilmesine hizmet edebilmesi ve çalışmanın ortaya koyduğu verilerle Kırım ve bütün bölge için eşsiz önem taşıyan bu mirasın âcilen koruma altına alınmasına katkı sağlanmasıdır. Bu bağlamda, envanter ve katalog çalışmalarıyla tarihi eserlerin UNESCO ve Ukrayna makamları nezdinde kayıt altına alınmasının tahribatı önleyeceği ve restorasyon çalışmalarının sağlıklı bir şekilde yapılmasını temin edeceği düşünülmüştür. YENİDEN RUSYA BASKISI
Ancak, 2014 yılı Şubat’ında Rusya tarafından yeni bir işgal ile karşı karşıya kalan Kırım Tatarları, Kırım’a dönüşleri üzerinden 25 yılı bile geçmemişken ve sürgün anıları hale tazeyken yeni bir trajedi ile karşılaşmışlardır. Rusya’nın müdahalesi ile tırmanan Kırım krizi neticesinde uluslararası hukuk çerçevesinde Ukrayna’ya bağlı olan Kırım Özerk Cumhuriyeti, 17 Mart 2014 tarihinde gerçekleştirilen ve Rusya’nın gölgesinde emrivakiyi andıran bir referandumla de facto olarak Rusya’ya bağlanmıştır. Yaşanan gelişmeler neticesinde Kırım’ın sekenesi olan Kırım Tatarları ciddi baskılarla karşılaşmışlardır. Rusya yanlısı Kırım yönetiminin uygulamaya soktuğu yeni anayasa ve yeni dönemde uygulamaya sokulan Rusya kanunları ile Kırım Tatar halkının “yerel halk”
olma özelliği ellerinden alınmış, özneden nesneye doğru evrilen Kırım Tatarları yeni bir mücadele içerisine girmişlerdir.
Hansaray
Kırım Tatarlarının En Büyük Destekçisi Türkiye Kriz sürecinde Kırım Tatarlarının en büyük destekçisi Türkiye olmuş ve Kırım Tatarlarının durumu uluslararası camiada farklı faaliyet, proje ve girişimlerle diri tutulmuştur. Ancak 25 Kasım 2015 tarihinde Türkiye sınırının ihlali neticesinde bir Rus uçağının vurulmasıyla gerilen Türk – Rus ilişkileri, Kırım yarımadasını yeni bir krizin içerisine sokmuştur. Rusya’nın Türkiye’ye dönük farklı yaptırım girişimleri ve ilişkileri soğutmaya yönelik tutumu, Rusya yanlısı Kırım yönetiminin Kırım Tatarları ile ilişkilerini de şekillendirmeye başlamıştır. Rusya yanlısı Kırım yönetimince, Kırım Tatarlarının hükümet içerisindeki temsilinden, sosyal hayata, kültürel faaliyetlerden Türk işadamlarının Kırım’daki yatırımlarına kadar geniş bir yelpazede etkileri hissedilmeye başlayan baskının, bundan sonraki süreçte de devam edeceği değerlendirilmektedir. Nihayet, Kırım Tatar halkına yönelik son derece endişe verici olayların yaşandığı bu süreçte Kırım yarımadasında envanteri yapılan ve kayıt altına alınan Türk – İslam mirasına yönelik tahribatın önlenmesi yönelik uluslararası girişimlerde bulunulması ve farklı proje, faaliyet ve organizasyonlarla yapılan çalışmaların canlı tutulması Türk-İslam mimari mirasının gelecek nesilleri aktarılması adına çok değerlidir. 33
ivas’tan Erzurum’a doğru kıvrıla kıvrıla giden Doğu Ekspresinin geçtiği sararmış bozkırlarda yanık türküler söyler çobanlar. “Bir yıldız doğar yüceden, Şavkı vurur pencereden”, “Erzincan’a girdim de ne güzel bağlar, Erzurum’a vardım da dumanlı dağlar” Onlar türküsünü söylerken benim dilimde “Erzurum dağları da kar ile boran Aldı yüreğimi dert ile verem” türküsünün sözleri dökülür.
TÜRKÜLERDE ŞEHİRLER, ŞEHİRLERDE TÜRKÜLER “Zalim felek değirmenin döndü mü”, “Daha senden gayrı âşık mı yoktur” ve “Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun, Sılaya dönmeye yemin mi ettin” türküsünün toprağına veda ederek Nevşehir’e geçerim. Mehmet BAŞ
“Sivas ellerinde sazı çalınan Pir Sultan Abdal’a” ve “Dostlar beni hatırlasın” diyen Âşık Veysel’e selam gönderip; “Madımak oylum oylum Geliyor civan da boylum” türküsünü hatırlarım her Sivas’tan geçtiğimde. “Erzincan’dan Kemah’tan” derken oradaki dağlar bana meşhur Dersim türküsünü hatırlatır. “Dersim dört dağ içinde, Gülü var bağ içinde Hak dersimi saklasın Bir gülüm var içinde”. Şimdi bahtım Artvin’e düşer ve Artvin’de “Çift jandarma gelir kaymakam konağından”. Ardahan’ın yollarıyla ve Iğdır’ın al elmasıyla serhatlarda dolaştıktan sonra Karslı âşıklara bir selam gönderip;“Vanlıyız şanlıyız, Kılıcı kanlıyız” diyenlerin memleketine düşer yolum. Urfa’ya giden paşalarının ardından “Urfa’ya paşa geldi” türküsünü söylemiş vefalı Vanlıları hatırlarım. Oradan Bitlis’e geçip “Bitlis’te ki beş minareyi” seyredip geçtiğim Muş’tan “Mektebin bacaları ders verir hocaları” türküsüyle mest olarak ayrılıp “Ağrı dağından uçtum, çayır çimene düştüm” diyenlerin yanına uğrarım. Batman’da “Kırklar dağının düzü, ziyaret çarpıttı bizi” türküsüyle açılır efkâr defterim. Şırnak’ta; “Çoban kızı suya gider, Su testisi elinde. Sudan gelir yaş eteği belinde, Benim yârim dünya âlem dilinde” türküsü alır götürür beni o güzel, o saf sevdalara. “Bingöl dört dağ içindedir”,ve “Bingöl’e bak Bingöl’e, pınar akar Bingöl’e” türküleriyle Bingöl’e veda ederim.
sayı//23// haziran 34
Hakkâri’de; “Berçelan yaylaları, Severim buraları, Gülnaz karşıdan gelir, Terlemiş yanakları” türküsüyle o güzel yaylalara selam ederim. Elazığ’da; “Kar mı yağmış şu Harput’un başına, Kurban olam toprağına taşına” diyerek “Elazığ uzun çarşı dükkânlar karşı karşı” türküsüyle dolaşırım ve usta Enver ve Paşa Demirbağ’a bir selam iletirim. Malatya’nın çağlayan sularından içerek “Sarı çiçekte sarartıyor dağları” diyerek, “Bir ay doğar ilk akşamdan geceden” türküsü dilimde üstat Fahri Kayahan’a selam gönderip Diyarbakır’a çeviririm yüzümü ve; “Diyarbakır şad akar Urfa, Mardin’e bakar Diyarbakır kızları, Kibritsiz kandil yakar” ve “Alipaşa mahlesinde lorke oynar güzel kızlar” der giderim. Celal Güzelses’in “Ağlama yar ağlama” türküsü sızlatırken içimi, “Yola çıktım Mardin’e, Düştüm senin derdine, Mevlam sabırlar versin Yârini yitirene” türküsünü dinlerim Mardin’de. Urfa’ya açılır kanatlarım oradan. Şanlıurfa da ya da El-Ruha da bir Urfa türküsüyle dalarım düşünceye; “Dünya için gam yeme, Zira gelip geçici, Varlığına güvenme, Sen yolcu dünya hancı, Bu dünya yalan, Gafletten uyan”. Ve Tenekeci Mahmut, Mukim Tahir, Cemil Cankat, Kazancı Bedih, Bekçi Bakır, Seyfettin Sucu ve bütün Urfalı saz ve söz ustalarına saygılarımı sunar ölenlere Allahtan rahmet dilerim. Oradan Adıyaman’a yüzümü çevirerek “Adıyaman harfane gecelerinde bir gazel dinlerim”, “Eyvanına vardım eyvanı çamur” “Karadağ’ın boz yılanı, gelir dolanı dolanı.” Antep’te “Ezo gelin”in türküsüyle hüzünlenirken; Kilis’te “Karanfil deste gider Kokusu dosta gider “ türküsü çınlar kulağımda…
“Ben sana yandım gelin, Yanağı allı gelin, Gaziantep yolunda öldürdün beni gelin” gelir aklıma. “Maraş’tan bir haber gelir.” Gavurdağı’nın eteğinde bir barak yankılanır. Hatay’da; “Altın tasta gül kuruttum, Yâri sinemde uyuttum, Yâr söyledi ben unuttum” türküsünü hatırlarım. Giderim Çukurova’ya doğru; “Adana yollarında, Pamuklar dallarında, Allah canımı alsın, O yârın kollarında”. Ve “Şu kışlanın kapısına Mail oldum yapısına” türküleriyle bir hüzün doğar içimde “Bedenim ruhuma gurbet el olmuş” türküsünün sahibi Devran Babayı anarak oradan Mersin’e gider türküler dinlerim: “Şu yüce dağların karı eridi Sel oldu gidelim de bizim ellere Yaylamızı lale sümbül bürüdü, Gel oldu gidelim de bizim ellere” Ve sonra; “Silifke’nin yoğurdu Kız seni kimler doğurdu Seni doğuran ana Bal ile mi yoğurdu” Toroslar tüm heybetiyle durur karşımda. Aşarım boğazını Ermenek’ten çıkarken Konya ovasına doğru Karaman’da; “Penceresi yeşil perde Sen uğrattın beni derde” türküsü duyulur. “Bozkır dedikleri küçük kasabadan” geçip mezar arasında harmanları olmayan Mevlana şehrine düşer yolum: “Yaylı geldi kapılara dayandı, Necip’i vuranlar nasıl dayandı?” türküsünü söylerken bir âşık Meram bağlarından Gesi bağlarına doğru bir yol bularak “Yine yeşillenen Niğde bağlarını” seyrederim. “Yabandan gel kömürde gözlüm yabandan gel”diyenlerin ve “Güvercin vurdum kalkmaz Kanı sel olmuş akmaz” diyen hemşehrilerimin yüreğinden geçerek ve Tahiri Baba’ya rahmet dileyip Ali Ercan’a selam söyleyerek “Bu dünyada ölüm varsa zulüm var”diyen Kayseri toprağına ayak basarım. “Zalim felek değirmenin döndü mü”, “Daha
35
senden gayrı âşık mı yoktur” ve “Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun, Sılaya dönmeye yemin mi ettin” türküsünün toprağına veda ederek Nevşehir’e geçerim. Nevşehir’de aklıma; “Dam başında sarıçiçek, Buradan gidek Ürgüp’e göçek” türküsü gelir. Refik Başaran’ın memleketine veda edip oradan Muharrem Ertaş’ın memleketi Kırşehir’e çıkar yolum. Bozlaklarla doldururum heybemi. “Biter Kırşehri’nin gülleri biter Çırpınıp dalında bülbüller öter” diyerek ve Çekiç Ali, Hacı Taşan ve Toklumenli Aşık Said’e selam söyleyerek Yozgat’a geçerim. Yozgat’ta; “Çamlığın başında tüter bir tütün, Ziya’nın atını pazara tutun” ağıdıyla hüzünlenirim. Nida Tüfekçi’yi hatırlatır bana Yozgat. Aksaray’da; “Dam başında oturur, Çıkmış kapı süpürür, Senin o bakışların, Beni bir gün bitirir” türküsünü dinlerim. Keskin üstünden “Allı turnanın” geçişini seyrederim. Çorum’da “Kayayı kırcı tutar” ve Gülabi dertli dertli çalar sazını. Tokatta; “Abum abum kız abum, Gözün kör olsun abum” türküsünü dinlerim. Gümüşhane’de; “Giderim yolum dağdır Vay bu ne meyveli bağdır” Bayburt’ta; “Baba ben derviş miyem, Kürkümü giymiş miyem, Ben sevdim eller aldı, Niye ben ölmüşmüyem” türküleriyle efkârlanırım. Rizede “Çayeli’nden öteye” yali yali gidip dururken Trabzon’da; “Oy Trabzon Trabzon Dibi kalaylı kazan, Sevdalı günlerime, Efkarlı günlerime, Gelip çattı Ramazan” çalar dertli dertli. “Oy benim sevdiceğim olur mu böyle keder, O Sürmene yaylası da on beş doktora bedel” türküsü alır götürür beni. “Giresun’un içinde iki sokak arası,
sayı//23// haziran 36
Altı kurşun attılar üç de bıçak yarası” türküsünü dinlerim ve içimden Feride’nin acısı hiç gitmez. Ordu’ya düşer yolum… Bir kemençe, bir davul ve de zurna sesine karışır hava. “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa”. Verir miyim seni Ordu üstüme kalksa sürmelim. Çarşambanın gelişi Perşembeden bellidir derler. Samsun Çarşamba’da Yeşilırmak’ın yanında ve “Çarşamba’yı sel alır” yine. Kastamonu’da “Sepetçioğlu” türküsünü dinlerim. Sinop’ta; “Kırda erik ağacı, Etrafında alıcı, Oğluna gönül verdim, Darılma Zeynep bacı, Dillala dillala” türküsü söylenir. Zonguldak’a girerken; “Karadır kaşların ferman yazdırır, Bu dert beni diyar diyar gezdirir” türküsü gelir aklıma. Oradan inip giderim Başkent Ankara’ya ve orda”Misketle” açılır kolları Seymenlerin. “Meşeler gövermiş varsın göversin, Söyleyin huysuza durmasın gelsin, Varmasın kötüye asılsın ölsün, Ah kötü, adamın var ömrünü yok eder”. Afyonkarahisar gelir aklıma birden görünce Ankara kalesini. “Karahisar kalesi yıkılır gelir, Kahkülü boynuna dökülür gelir”. Ve “Emirdağı bir geçmeyle yol olmaz, Altın yere düşmeyle pul olmaz Fadimem” türküleriyle ayrılırım Afyon’dan. Çankırı’da; “Su gelir millendirir, Çayırı çimlendirir”. Karabük’te; “İlik düştü yakamdan, Aman kız geliver arkamdan, Böyle sevda mı olur, Aman iste beni bubamdan” türküsüyle; Bartın’da; “İp attım ucu kaldı, Elimde tacı kaldı, Ben bekledim el aldı, Yürekte acı kaldı” türküsünü dinlerim.
Eskişehir’de; “Fincanı taştan oyarlar”.
Hanımlara deste deste gül gider”.
Oradan Bursa’ya geçerim; “Bursa’nın ufak tefektir taşları Ve keman olmuştur o yârimin kaşları”.
Sakarya’da; “Evlerine varamadı gazelden, Sokağına çıkamadım güzelden, Severidim kız ben seni ezelden. Top zülüflüm dalgın uykulardan uyanamadım, Sürmeli gözlü yarim senden ayrılamadım” türküsüyle açılır yine hüznümün meclisi.
Manisa’da; “Kırmızı buğday ayrılmıyor sezinden, Kim ayrılmış ben ayrılam eşinden” türküsüyle nice duygular taşar içimden. Isparta’da; “Şu dağlar olmasaydı, Lalesi solmasaydı, Ölüm Allahın emri, Ayrılık olmasaydı” türküsüne kulak veririm. Denizli’den geçerken “Cemilenin gezdiği dağlar meşeli” mi diye bakarım. Antalya’da “Çekemedim akça kızın göçünü” diye düşerim sevdalara. Ve Burdur… “Tahtalıkta kalbur var” türküsüyle yer alır türkü seyahatimde. İzmir’in meşhur kavakları dökülür yine. “Ah bir ateş ver de cigaramı yakayım” diye çağırır efeler. Aydın’ın yolları Yörük Ali Efe’ye açılırken; Kütahya’ya uzanır yolum; “Kütahyanın pınarları akışıp durur” ve “Kuş kanadı kalem olsa yazılmaz benim derdim”. “Bodrum hâkimi” gelir birden aklıma. Oradan Balıkesir’in “İki keklik” türküsüyle bir şeyler göçer içimden sılaya doğru. “Çanakkale içinde ki aynalı çarşıda” seyrederim tüm memleketi. Oraya gelip de geri dönmeyenleri düşündükçe ağlarım. İstanbul’da “Gemilerde talim vardır”. “İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider,
Bolu’da; “Beyaz giyme toz olur, Siyah giyme söz olur, Gel beraber gezelim, Muradımız tez olur” türküsünü anarım. Trakya’da bir davul bir zurna bir klarnet sesiyle açılır ayçiçeği tarlaları. Edirne’de “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsünü dinlerim. Kırklareli’nde “Mavrovadan bir sümbül alırım”. Tekirdağ’da “Bahçelerde börülçe, oynar gelin görümce” türküsüyle selam ederim tüm kızanlara. Ve “Altın hızma mülayimle” Kerkük ve Musul’a “Size selam getirmişimle” Azerbaycan’a “Drama köprüsüyle” tüm Balkanlara ve türkülerimizin söylendiği her yere selam gönderirim. Türküler ruhumuzun ses sancağıdır... Türkülerimiz söylendikçe milletimiz hep diri kalacaktır. Türküler vatanımızdır... Türkülerle yaptığımız seyahat hiç bitmesin. Her türkü bir ümittir. Bir gül gibi açar milletimizin bağrından. Herkese türküler dolusu selam olsun. 37
u şehr-i İstanbul ki bi misl ü behâdır Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır Nedim
DENİZ HAMAMLARI
ŞEHR-İ İSTANBUL’DA DENİZİN
VÜCUTLA İLK TEMASI
Hayır, hiç kuşkusuz öyle görmüyorlardı. Osmanlı halkı denizle barışık bir hayat sürmüş ve denizden maksimum düzeyde faydalanmıştır. Deniz ve yüzmek işte ana tema burasıdır.
Mehmet MAZAK
Eşi ve benzeri olmayan ve paha biçilemeyen eşsiz şehir, bir taşına bütün Acem toprağının feda edildiği, iki deniz arasında tek parça bir mücevher gibi, Cihanı aydınlatan güneşle eşdeğer İstanbul. Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında olan İstanbul’un kıyılarında insan vücudunun tuzlu su ile olan ilk temasının öyküsünü sizlerle paylaşacağım. Osmanlı deniz kültürü ve yüzme kültürü konusunda bir fikriniz var mıdır? Osmanlı halkının gündelik hayatında denize ne kadar yer verilmiştir? Payitaht İstanbul halkı denizle barışık mıydı? İki deniz arasında tek parça bir mücevher gibi denizle haşır neşir hayatında İstanbul, nice denizlerde hüküm sürmüş bir devletin payitahtı olarak deniz kültürünü ne kadar özümsemişti? Osmanlı halkı denizleri ve okyanusları yalnızca zafer peşinde koşan kadırgaların savaş oyunları oynamasına, zaferler kazanıp ülkeler fethetmesine olanak sağlayan bir suyolu olarak mı görüyordu? Hayır, hiç kuşkusuz öyle görmüyorlardı. Osmanlı halkı denizle barışık bir hayat sürmüş ve denizden maksimum düzeyde faydalanmıştır. Deniz ve yüzmek işte ana tema burasıdır. Eski Osmanlı ve İstanbul halkı inancının gereği yüzmenin Peygamberinin uyguladığı bir spor olmasından dolayı bütün zamanlarda sünnet-i seniyyeyi yerine getirebilmek için zaman zaman denize girmişler ve yüzmüşlerdir. Bu uygulamayı bütün İslam toplumlarında görmek mümkündür. Şehr-i İstanbul’da insan vücudunun denizle ilk temasının 19.yüzyılın ortalarında meydana geldiği kaynaklarda belirtilse de, aslında yazılı kaynaklara girmemiş olan Boğaziçi ve Marmara’nın tuzlu sularında halktan ve devlet ricalinden birçok kişinin yazın serinlemek üzere sularla kucaklaştığını söyleyebiliriz. Bugüne kadar bizlere hiçbir tarih dersinde Fatih Sultan Mehmet, II. Selim, II. Osman, I. Ahmet’in Boğaz sularında yüzmeyi sevdiği anlatılmamıştır. Yavuz Sultan Selim’in yüzmeyi çok sevdiği ve hatta Mısır’ı alınca Nil Nehri’nin serin sularında yüzdüğü anlatılmaz. Başka bir padişahın Tuna’nın hırçın suyunda kulaç attığı veya
sayı//23// haziran 38
Akdeniz’e korku salmış Osmanlı donanmasının leventleri ve Kaptan-ı Derya’larının deniz tutkuları, kendi aralarında eğlence olarak yaptıkları yüzme yarışları bizlere hiç anlatılmadı. Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Reis, Sinan Paşa, Seydi Ali Reis vb. büyük denizcileri bizlere sadece su üzerinde düşman kellesi kesen, savaş naraları atan kişiler olarak anlattılar… Heyhat..! Bütün bu saydığımız kişilerin sosyal hayatında ve gündelik yaşantılarının bir bölümünde denizle ve deniz kültürü ile ilgili azımsanmayacak anılar mevcuttu. Yazılı kaynaklarda 19.yüzyılda İstanbul’da insanların denize ilk girdiği yerler olarak Galata Köprüsü, Büyükdere, Bakırköy, Yeşilköy, Moda karşımıza çıkmaktadır. 1826-1850 arasında kurulduğu düşünülen Çardak İskelesi Deniz Hamamı İstanbul’da ilk denize girilen yer ve mekan olarak literatüre girmiştir. İstanbul’da kurulan ikinci deniz hamamı Salıpazarı, üçüncüsünün ise Kumkapı’da kurulduğu yazılı kaynaklarda belirtilmektedir. Şehr-i İstanbul halkının denize girerek yüzme ve serinleme ihtiyacını karşılamak üzere dönemin sosyo kültürel yapısına uygun deniz üzerinde, kazıklar üstünde ahşap, suya dayanıklı çürümez kerestelerle ergonomik olarak dizayn edilen ve adına “deniz banyosu” ya da“deniz hamamı” denilen yapılar; İstanbul’da denizin vücutla ilk temas ettiği yerler olarak kaynaklarda belirtilmektedir. Bu deniz hamamlarının en
ve boyları, derinlikleri, nerelerde yapılacağı vb. konular hakkındaki her türlü sorumluluk Şehremaneti tarafından “nizamname” ile belirlenmekteydi. Umuma açık deniz hamamlarının nereye yapılacağı şehremaneti tarafından kararlaştırılır. Bunların yapım ve işletmeciliğine genellikle gayrimüslimler talip olur. Deniz hamamları nizamnamelerine göre hamamın dışına çıkarak yüzmek yasaktır. Bilindiği gibi Osmanlı’da, gerek devlet yönetimi; gerekse toplum hayatının düzenlenmesinde, Batı’dan alınan bazı kanunlarla birlikte genel ahlâk kuralları, örf-âdetler ve dinî ölçüler de göz önüne alınmaktadır. Dört tarafı, suya dayanıklı keresteden yapılan bu alanın etrafında soyunma odaları, içkisiz bir büfe ve tuvalet vardır. Boğulma tehlikesine karşı, işletmecilerin bir de cankurtaran görevlendirmesi mecburidir. Her türlü tedbirin alınmasına karşılık deniz hamamlarına giden Türk kadınlarının sayısı oldukça azdır. Mecelle-i Umûr-ı Belediyye’deki kayıtlara göre, İstanbul’da sadece kadınlara hizmet veren deniz hamamları Modaburnu, Beylerbeyi, Eskiköprü, Hamam İskelesi, Salıpazarı ve Paşabahçe’dedir. Aralarında belli bir mesafe bırakılarak yan yana inşa edilen kadın ve erkek hamamları ise, Kadıköy, Büyükada, Büyükdere, Beşiktaş, Salacak, Bebek, Kabataş, Üsküdar, Çengelköy, Tarabya, Yeniköy, Çatladıkapı, Yenikapı, Ahırkapı, Üsküdar-Ayazma İskelesi, Heybeliada, Kuleli, 39
durumu ölçüsünde birer su şatoları olarak eski kartpostallarda görüntülerinde günümüze yansımaktadır.
Beykoz, Yenimahalle, İstinye, Kuruçeşme, Kumkapı, Samatya, Makriköy, Ayestefanos, Ortaköy ve Davutpaşa’dadır. Bu çerçevede, Osmanlı insanının denize girme ihtiyacının karşılanması, şekil ve yer olarak; genel ahlâk kurallarının ihlâl edilmesi, boğulma tehlikesi, deniz ve sahillerin kirlenmesi gibi endişelerle devlet tarafından belirlenmiştir. Nihayetinde sahillerde dört tarafı kapalı, ahşap, küçük yüzme havuzları inşa edilmiştir. Derinliği; kıyı tarafında “altı parmak”, deniz yönünde ise 1.5 m olan bu havuzlar; tabanı ahşapla kaplanmış, en küçüğü 12x6; en büyüğü de 25x15 m boyutlarında kurulur. Kaynaklara göre, İstanbul’da deniz hamamlarının sayısı, 19. yüzyıl ortalarına kadar sadece ikidir. Fakat yüzyılın sonlarına doğru -yalı sahiplerinin hususî hamamları hesaba katılmaksızın- bu rakam, 60’a ulaşmıştır ki, bunların 33’ü erkeklere, 27’si de kadınlara mahsustur. Deniz hamamları genel ve özel olarak iki grupta yapılanmaktaydı. Özel olanlar yalılara aitti ve ya yalının hemen yanında ya da varsa rıhtımında yer alırdı. Genel deniz hamamları ise kendi aralarında kadınlara ait olanlar ve erkeklere ait olanlar diye iki türlüdür. İki hamam arasında, seslerin duyulmayacağı kadar bir mesafe olma koşulu vardı. Deniz hamamlarında bir kahve ocağı bulunur, burada çay, kahve, limonata, gazoz satılırdı. Hamamların içinde herkesin kullandığı localarda soyunanlar bir kuruş, özel localarda soyunanlar ise iki kuruş ücret öderlerdi. Kadınlar hamamı ile erkekler hamamı arasında polis sandalı aralıksız devriye gezerdi. Özel deniz hamamları Marmara ve Boğaz kıyılarında yalı ve köşklerin önünde ince birer ahşap iskele bağlantısıyla, yalı sahibinin mali sayı//23// haziran 40
20. yüzyılın başlarında, İstanbul’un, Anadolu ve Rumeli yakalarında, kıyı şeridinde bulunan bütün semtlerin deniz hamamları vardır artık... Ama zannedilmesin ki, o yıllarda sadece İstanbul’da deniz hamamları vardır. 19. yüzyılın sonunda Osmanlı coğrafyasında denize kıyısı bulunan pek çok şehirde deniz hamamları bulunuyordu. İzmir, Antakya, Mersin, Lübnan, Lazkiye, Bingazi, Selanik ve hatta Karadeniz sahillerindeki şehirlerde dahi deniz hamamlarının varlığına şahit oluyoruz. İstanbul’da insan vücudunun denizle temas noktasını Yazar Burçak Evren şöyle belirtmektedir. “..Deniz hamamları, Osmanlı’nın denize küskünlüğüne son veren, bir bakıma insanla tuzlu suyu, kumu, güneşi buluşturmaya ortam hazırlayan, cumhuriyet döneminin plajlarının öncüsü, yalnızca ve yalnızca Osmanlı toplumuna özgü simgesel birer yapı oldular...” Erkeklerin yüzmek için giydiklerine “deniz banyosu donu”, kadınların giydiklerine ise “denizlik” denilirdi. Yazar Ekrem Işın, deniz hamamlarını“Geleneği ürkütmeden” ortaya çıkarılmış ilginç bir sosyo-kültürel proje olarak tanımlamaktadır. Şehr-i İstanbul ve Osmanlı coğrafyasında yazılı kaynaklarda her ne kadar 19.yüzyılın ilk yarısından itibaren insanların yüzme maksadıyla denize girmeye başladığı yazılsa da, bizler şuna inanıyoruz ki; İstanbul’un ve Osmanlı’nın eski gündelik hayatında kayıtlara geçmemiş yüzmek ve serinlemek maksadıyla denize girildiği tarihin satır aralarında gizlidir. Kaynak
1- Şahmurat ARIK , “Türk Romanında İlginç Bir Mekân Unsuru: Deniz Hamamları”, Kastamonu Eğitim Dergisi , Ekim 2005 Cilt:13 No:2 2- Osman Nuri ERGİN, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, II. Baskı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., C. IV, İstanbul 1995, s. 2142-2143 3- Reşad Ekrem KOÇU, ‘’Deniz Hamamları’’, İstanbul Ansiklopedisi., C. VIII, s. 4438-4442 4- Gökhan AKÇURA, ‘’Deniz Hamamları’’, Dünden Bu güne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vak. Yay., C.III, İstanbul l994 5-Burçak Evren, İstanbul’un Deniz Hamaları ve Plajları, İnkilap Kitabevi, İstanbul 2000
SOSYAL, SİYASİ MÜCADELE TARİHİ Yazar: Suat Ak Büyüyenay Yayınları
ecip Fazıl Kısakürek (19041983) aramızdan ayrılalı 33 yıl oldu. Konu Necip Fazıl olunca karşımızda sadece edebi eserleri ve düşünceleri olan bir entelektüel yok. O entelektüel tarafının yanında, o zamanki mevcut sisteme yönelttiği eleştirilerle ve sistem tarafından maruz bırakıldığı davalar, mahkemeler ve hapis cezalarıyla hayatı çileye dönmüş siyasi bir kişilik aynı zamanda. Bu yüzden Cumhuriyet tarihinin 50-60 yılının en önemli aktörlerinden biri. Siyasi, toplumsal ve kültür tarihimizin nerdeyse 50-60 yılını Necip Fazıl’in düşüncelerini, sanatını ve mücadelelerini dikkate almadan anlayamayız ve analiz edemeyiz.
karış dolaşan, mahkemeden mahkemeye, davadan davaya koşan biri olarak aziz ömrünü tamamlamıştır. Onun yaşadığı dönemin, mücadelesini sürdürdüğü ortamın şartları bilinmeden nasıl onu anlamak güçse, onun mücadelesini ve çalışmalarını bilmeden de bugünleri, toplumsal ve siyasi akışımızı anlamamız o kadar güç. İşte bu eser bu ilişkiyi gözler önüne seren ve Necip Fazıl ile sınırlı “Sosyal-Siyasi Mücadele Tarihi”dir. Okuyucu bu tarihin merkezinde Necip Fazıl’ın sanat ve edebiyat adamı olarak portesini değil, Büyük Doğu Cemiyeti’ni kuran, dergi ve gazete çıkaran, hakkında davalar açılan, idealini anlatmak için adım adım Anadolu yollarına düşen, fikirleriyle siyasi mücadele içinde bulunan bir Necip Fazıl portresi bulacaktır.
O, bazen bir çığlık gibi bazen de kendi ifadesiyle buzulları hohlayarak eritmeye çalışan bir entelektüel olarak, Anadolu’yu karış
Bu çalışma Suat Ak’ın titiz araştırmalarıyla ve bilgisiyle kültür dünyamıza katılmaktadır.
ŞEHİR K İ TA P
NECİP FAZIL VE BÜYÜK DOĞU
41
SEYRİMDE BİR ŞEHRE VARDIM
Yağız Atlı Süvari tarihin kalbinden geliyordu ve Şehri kurguluyor ve hayal ediyordu. Konuştuğu her bilgi bir hikmeti gösteriyordu. Tıpkı Ümmi Sinan’ın “Seyrimde Bir Şehre Vardım” da ifade edildiği gibi; Recep GARİP
dam yağız atları severdi. Yağız delikanlıları yağız atlara benzetir, civan yüzlü, ceylan gözlü, ahu dilli dilberlerin çöllere benzeyen yönlerinde kaybolup giderdi. Ceylan çöl gibi ürkek, gece gibi sessiz, atın gözleri gibi mahcuptu. Çöl ve at ne kadar da birbirlerine benziyordu. Çölün gözleri ile atın gözlerinde dalıp gidiyorduYağız Atlı Süvari. Çölde geçen gecelerin ürkütücü yalnızlığıyla kıpkızıl gülşen olan gündüzün ateşinde, yanıp kavruldukça çöl derinleşiyor, gizemleşiyor, çölün tarihinde var olan uygarlıkların dolambaçlarında yollar aralıyordu. Yol, süvari, at ve çöl ne kadar da birbirine benziyordu oysa. Ceylan şiir, At şiir, Süvari şiirdi. Atlılardan hiçbir dönüp geriye bakmadı. Geride olan biten bir şey var mıydı, yok muydu bilen olmadı..” Hikâye böyle sürüp gider gitmesine de söze böyle başlayınca dinleyenleri bir tılsım alıp yakalar yüreklerini. Daha ne olmuş, nasıl gitmişler, Ceylan nereye götürmüş atlıları gibi sorularla sürüp gider bizim hikâyelerimiz. Evvel zamanlardan yorgun, Hindikuş dağlarının eteklerinden vurgun yemiş geliyordu yiğit. Evvel zamanların hikâyelerini yüklenmiş çölleri aşarak geliyordu. Çöl çöl olan yüreklerden, bileklerden, binitlerden geçerek geliyordu. Çöl aslanlarını atlatarak, çölün dilinden, damağından, armağanlar alarak, demler tutarak tepeleri, vadileri, fırtınaları geride bırakarak geliyordu. Yağmur yüklü bulutlardan, gök gürültülerinden, şimşeklerin ülkelerinden, pırıl pırıl mavzerleri omuzunda, yıldırım gibi, şimşek gibi, yağmur gibi, güneş gibi, umut gibi, bahar gibi geliyordu. Yağız Atlı Süvari’nin bakışı çöl, duruşu Hindikuş, kalbi hep Uhud, gönlü hep Kudüs çarpan,yürüyüşü yağmur, süzülüşü güneşi andırıyordu. Güneşin gülüşüydü umut, baharın dönüşüydü heves, mavzerin pırıltısıydı kelimeler. Yüreğini çölde eriterek kızgın kumlardan şiirler öğrendi. Çölün tarihinde sırlar, geçmiş zamanların gök bilimiyle özdeşti. Kudüs candı, Uhudvazgeçilmez vatandı. Çölde develer, çölde heceler gibiydi. Yıldız yıldız parlayan gecede çöl, bir başka ahenk, bir başka tılsım, bir başka yol gösteriyor, yalnızların, kimsesizlerin, âşıkların, gariplerin kandili, yorganı oluyordu. Çölde arzu, çölde çile, çölde bahar, adamın yüreğini lime lime
sayı//23// haziran 42
ediyor kumlara dönüştürüyordu. Leylanın nefesi çöldü, Mecnun bu nefesle mecnundu. Yağız Atlı Süvari, yüzyılların birikimiydi. Divan şairlerinden şiirler, naatlar, mersiyeler söylüyor, Divanı Hikmetten hikmetler, Divanı Lügati Türk’ten kelimeler, Kurtubi’denKuran bahisleri, İmamı Rabbaniden talebelere- ihvanlarakardeşlere Mektuplar, İbni Haldun’unun Mukaddime ’sinden devlete, bireye dair tahliller, Kuşeyri’ den ehli irfan bahisleriyle. İmamı Gazali’den Felsefecilere reddiyelerle kendi felsefesini savunuş hikâyeleri ve yol gösterici, ilim ve irfan bahisleri geceleri aydınlatıyordu. Dede Korkut bir an olsun gözünü kırpmadan bizleri denetliyor hissini unutmam mümkün değildir. Yağız Atlı Süvari bir ırmağın kıyısında, bir çınarın gölgesinde, bir dağın doruklarında sözünü özüne vurarak şöyle konuşuyordu; Tarihi vesikalar Türklerin 9. Yüzyıl sonu itibariyle boy boy, kabile kabile İslam’a girdiklerini gösteriyor. İslam’la tanışmalarıyla hayata bakışları, hayat anlayışları dinin temeli olan Kuran ve sünnete göre değişmeye başladığını da biliyoruz. Bu hareketlilik aynı zamanda hayatın içinde var olan hikmet unsurlarının, ilim ve sanat alanlarının, edebiyat ve şiirin de kendisine düşen payı aldığını ifade edilmelidir. Divan edebiyatının içten içe büyüyerek 13. yüzyıl itibariyle kendi temellerini attığını, kurallarını oluşturduğunu ve 19 yüzyıla değin etkili bir şekilde sürdüğü de ifade edilmelidir. Nasıl ki cahiliye Araplarında şiir hayata müdahale ediyorsa Türklerde de sözlü edebiyatın yerini Halk Edebiyatına bırakarak etkili hale geldiği bilinmelidir. Sözlü edebiyattan yazılı edebiyata, Halk Edebiyatına geçişle birlikte İslam medeniyetinin birikimleriyle ses ve soluk haline geldiğini şekil, ses, yöntem, söyleyiş ve sanatlar açısından da güçlenerek bir uygarlık sesi oluşturduğu da ifade edilmelidir. 10 yüzyıldan 13 yüzyıla doğru yol alırken oluşan eserlerin de artık İslam düşüncesi çerçevesinde temellendiği ifade edilmelidir. Üç asırlık bu dönem temelin güçlendirme dönemidir. Akademik bir dil kullanma yerine biz hem kavranılması-okunması kolay, hem de akıllarda kalması açısından daha da dili anlaşılır kullanmaya çabaladığımı ifade etmeliyim. 10 yüzyıldan itibaren ilim ve irfan sofraları açılmış, 13.asırdan itibaren Horasan Erenleri iklimlere doğru yol almaya başlamışlardı bile. Gittikleri yerlere hem ilim götürüyorlardı hem de irfan ehli olmanın gereği olarak edep
elbisesiyle halkın kalbinde kalıyorlardır. İlk İslami eserler bu yüzyıllarda yazılmaya başlanmış denilebilir elbette. İlk eserimiz; Kutadgu Bilig’dir. Bu eser, Yusuf Has Hacib tarafından 11. Yüzyılda 1069-1070 yılında yazılmıştır. Kutadgu Bilig, ““Hükümet Olma Bilgisi” ya da “Mutluluk Sağlayan Bilgi” anlamına geliyor. Eser devlet yönetiminin nasıl olması gerektiğinden bahsetmektedir. İdeal devlet anlayışının-yönetiminin vasıflarını sembollerle ortaya koymuştur. Eser manzum ve didaktik özellikler taşımakta, Türk edebiyatında Aruz ölçüsü, beyit nazım biçimi, mesnevi nazım şekli kullanılmış, hatta alegorik denilecek düzeydedir. Hakaniye Türkçesiyle kaleme alınmış olup beyitler ve dörtlükler şeklinde yazılmıştır. 6645 beyit vardır. 173 dörtlük bulunmaktadır. Buradan bakılınca edebiyatımızın ilk alegorik eseri Kutadgu Bilig diyebiliriz. Firdevsi’ninŞehname’sinden etkilenildiği söylenebilir. 1070 yılında, İslam kültüründen yani Kuran ve sünnet çizgisinde yazılmış ilk eserdir. 1070 yılında Tabgaç Buğra Han’a eser sunulmuştur. Aruzla yazılan ilk eser, edebiyatımızın ilk Mesnevisi, Sembollerle Devlet yönetimi aktarılmış olsa da bireyin ve topluluğun mutlu olması için uygulanması gereken siyasi yöntemlere işaret edilmiştir. İlk “siyasetname”dir.Şiirimizin temelleri olan beyitler, dörtlükler ve bolca cinasların kullanıldığı dikkatleri çekmekte, Arapça ve Farsça kelimelerin de kullanıldığı bilinmektedir. Kutadgu Bilig, teatral bir üslupla yazılmıştır. Dört karaktere rastlanılmaktadır. “Gündoğdu”,hükümdar ve adaleti temsil eder, “Aytoldu”, Vezirdir ve mutluluğun sağlanmasıyla ödevlidir. Vezirin oğlu “Ögdülmüş” ise aklı temsil etmektedir. Dördüncü karakterse, “Odgurmuş”dindar birisidir ve hayatın sonunu sembolize etmektedir. Dilimize ait ilk temel kaynağımızdır. Balasagun’lu Yusuf Has Haçib aynı zamanda Şair ve düşünürdür. Kendi doğduğu şehirde yazmaya başlamışsa da Doğu Karahan’lı Devletinin merkezi sayılan Kaşgar’a gitmiş 18 ay gibi kısa bir zamanda bu büyük ve önemli eseri tamamlamış, hükümdar Tabgaç Buğra Han’a takdim etmiş, Hâs Hâcib unvanını vermiştir. Kutadgu kelimesi, saadet, mutluluk veren bilgi-ilim-irfan anlamına gelmektedir. Yusuf Has Hacib, kitapta hikâyemsi anlatımla temsili yani sahne anlatımını tercih etmiştir. Canlı tasvirlere, tahlillere ve konuları izah eden monologlara yer
43
vermiştir. Kaşgârlı Mahmut’un Divânü Lügati’tTürk ile aynı dönemlerde kaleme alındığı düşünülünce Türkçenin yaygın ve önemli olduğu dikkatleri çekmektedir. İkinci eserimiz ise 1072-74 yılları arasında yazılan “Divan-ı Lügat-it Türk” tür. Yine 11. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılmış olan Türkçemizin ilk Lügati, kamusu, sözlüğüdür. “Türk Dilinin Toplu Sözlüğü” anlamına geliyor. İslamiyet’in gelişini sağlayanAraplara Türkçe öğretmek ve Türkçenin Arapça kadar güçlü ve zengin bir dil olduğunu göstermek için yazılmıştır. Türkçe kelimelerin Arapça karşılıkları yazılmış ve her sözcük bir şiir ya da atasözün de kullanılarak dile olan ünsiyet ortaya konulmuştur. Türk Edebiyatının İslam öncesi sav, sagu, koşuk, destan, Türk dilleri-lehçeleri hakkında bilgiler veriyor. Bir de kitabın içinde o döneme ait İlk Türk Dünyası Haritasına yer verilmiştir. “Divan-ı Lügat-it Türk”, ilk sözlük, ilk dilbilgisi, ilk antoloji (edebiyat seçkisi), ilk ansiklopedi, edebiyat, folklor, tarih, toplumbilim ve dil alanında ilk ana kaynak kitabımızdır. “Türk dilleri Sözlüğü” anlamına geliyor. Eser Arapça olarak yazılmıştır. 7.500 Türkçe kelimenin açıklaması bulunmaktadır. Cümle yapıları, kullanılışı gösterilmiş ve Türk boylarındaki kullanılışlarına işaret edilmiş, boyların yaşayış biçimleri, coğrafi bölgeler hakkında bilgilerde verilmiştir. Türkçe kaleme alınmış şiir örnekleri, koşuklara, sagulara, deyimlere, destan bölümlerine, atasözlerine (savlara), deyimlere rastlanılmaktadır. Türk edebiyatının ve folklorunun hazinesi olarak kabul edilir. Sözlü edebiyatımızın temel kaynağı “Divan-ı Lügat-it Türk” tür. Üçüncü ana kaynağımız “Atabet-ül Hakayık” ise, 12.yüzyılda Edip Ahmet Yükneki’nin “Gerçeklerin Eşiği” anlamına gelen eseridir. Bu eserde Hakaniye Türkçesiyle kaleme alınmış olup, din, ahlak, iyilik, bilgi gibi kavramların öneminden bahsedilmektedir. Manzum bir
sayı//23// haziran 44
eserdir. Aruz ölçüsüyle, dörtlükler ve beyitlerle yazılmıştır. Din ve ahlak konuları didaktik olarak yazıldığı dikkat çeker. Firdevsi nin Şehname sinden etkilenilmiştir. Özellikle, ayet ve hadislerle İslam ahlakı didaktik olarak anlatılmıştır. Eserin ilk bölümü 46 beyitten oluşmaktadır. Allah’ın, Peygamberin, Dört Halifenin övüldüğü bu bölüm gazel biçiminde kafiyeleştirilmiştir. Kitabın asıl bölümü mani biçimiyle yazılmış olup 101 dörtlükten ibarettir. Kutadgu Bilig’in kalıbıyla aruz ölçüsüyle yazılmıştır. “Nasihatler Kitabı” olarak değerlendirmek pekâlâ mümkünüdür. Çünkü mümin olmanın vasıflarından, cömertlik, yardımseverlik, iyilik, erdemli olma, adalet, ahlak, hakkı üstün tutma gibi özelliklere yer verilmiştir. Atabetü’l Hakayık (Gerçeklerin Eşiği) , Edip Ahmet Yükneki’nin, Karahanlı Beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar’a hediye ettiği, bilinmektedir. Şair Edip Ahmet Yükneki, eserini dörtlüklerle örmüş, Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”i gibi arzu vezniyle Kaşgar dilinde yani Uygur harfleriyle kaleme almıştır. Eserin nerde ve ne zaman yazıldığı bilinmemektedir. Atabetü’l Hakayık’ ilk yazması İstanbul’da Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Eserin dikkat çeken yönleri; din ve ahlak kitabı niteliğinde olması, öğretici yani didaktik bir üsluba sahip bulunması, mesnevi tarzıyla yazılmış olması, beyit ve dörtlükleri kullanmasıdır. 484 dizeden oluşmaktadır. Kaside biçimiyle “aa ba ca da”, dörtlüklerde ise “aaba” şeklinde yazılmıştır. 14 bölümden müteşekkildir. Dördüncü eser ise, 12.yüzyılda kaleme alınmış olan Hoca Ahmet Yesevi’ ye ait olan“Divan-ı Hikmet’tir. Tasavvuf edebiyatımızın halk edebiyatı tarzında yazılan ilk eseridir. Önce sözlü gelenekle halkın hafızasında yer almış daha sonra yazıya geçirilmiştir. Halkın dilinde yer tutacak şekilde kaleme alınmış olan bu eser, Hakaniye Türkçesiyle, hece ölçüsüyle ve dörtlükler halinde yazılmış olup Yesevi Tarikatının umdeleri kaydedilmiştir. Anadolu’da 13.yüzyılda gelişen-yerleşen Tekke edebiyatımızın banisi, Yunus Emre olsa daHoca Ahmet Yesevi’nin Yunus’a etkisi oldukça büyüktür. Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevi, hem tasavvuf edebiyatımızı hem de tasavvuf hayatımızı etkileyen önemli bir bilge şahsiyettir. 12.yüzyıldan itibaren etkisi, yetiştirip icazetler vererek büyük bir coğrafyaya dağılmalarını sağladığı öğrencileriyle sürmüştür. “Horasan Erenleri”, Türk coğrafyasının İslam’ı anlaması
ve yaşamasında önemli roller oynamıştır. Yesevi şiirleri, beyitler ve dörtlüklerle, hece usulüyle yazılmıştır. Tasavvufi terbiyenin yapılanmasında öğretici ve belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Şiirin hikmet tanımlaması, Yesevi’nin dörtlüklerine kullanılmış, hafızaları süsleyen dörtlükler, dillerden gönüllere, zikirler oluşturmuştur. Orta Asya ve Anadolu’da kurulan birçok tarikatın temelini oluşturduğu söylenebilir. Özellikle sorular sorarak istifham sanatını, bilmezlikten gelerek Tecahülü arif sanatını kullanmıştır. Bunları yaparken şiirleriyle halkı Allaha yakınlaştırmayı düşünmüştür. Yarım ve tam uyaklar Türk şiirine ışık tutmuştur. Şiirlerdeki uyaklılık genel olarak, abcd, dddb, eeeb şeklindedir. Dördüncü dizelerin uyaklı oluşu hem ezberlenmesini, hem tekrarlarla hoşnutluk kazandırmasını ve hem de musikinin akışını sağlamıştır. “Divanı Hikmet” in kurduğu Yesevi tarikatının umdeleri şeklinde öğrencisi Şaban Durmuş tarafından kaleme alındığı bilinmektedir. Didaktik, manzum ve etkileyici bir dile, söyleyişe sahiptir. Koşma nazım biçimi ve hece ölçüsüyle 7’li ve 12’likalıpları kullanmıştır. Arapça ve Farsça kelimelere rastlanılmaktadır. Gazel ve mesneviyi çağrıştıran bölümlerde bulunmaktadır. Hoca Ahmet Yesevi, kendisi kaleme almadığı ve sonradan yazıldığı için yer yer talebelerinin, müritlerinin şiirlerinin de yer aldığı düşünülmektedir. Yağız Atlı Süvari tarihin kalbinden geliyordu ve Şehri kurguluyor ve hayal ediyordu. Konuştuğu her bilgi bir hikmeti gösteriyordu. Tıpkı Ümmi Sinan’ın “Seyrimde Bir Şehre Vardım” da ifade edildiği gibi; “Seyrimde bir şehre vardım, gördüm sarayı güldür gül Sultanımın tacı, tahtı, bağı, divarı, güldür gül Gül alırlar, gül satarlar, gülden terazi tutarlar Gülü gül ile tartarlar, çarşı pazarı güldür gül Ak gül ile kırmızı gül, çift yetişmiş bir bahçede Bakışırlar hâre karşı, hân-ı, ezhârı güldür, gül Toprağı güldür, taşı gülkurusu güldür, yaşı gül Has bahçesinin içinde, serv-ü çınarı güldür, gül Ümmü Sinan gel vasfeyle, gül ile bülbül derdini Meğer bu garip bülbülün, ahu figanı güldür gül Uğradığı her toprak, her ahali, her kalabalık,
her uygarlık, her medeniyet yeni bir ivme kazanıyor, yeni bir hareketlilikle dinginleşiyor, yeni zamanlar için taze, duru, bedii, ahenkli, şefkat ve merhametli bahar hareketlilikleri gözlemleniyordu. “Diriliş Muştusu”, gül rayihasıyla insanlığı gönendiriyordu. İşin sırrı aşktı. Her eşya, her varlık, her zerre, her insan aşka susamış, aşkın dokunuşuna hasretlik çekiyordu. Aşkın dokunuşuyla baharın gülistana dönüşü gözlerden kaçmıyordu. İnsanlık aşka susamıştı. Gönüllerin çoraklığını giderecek tek çare aşktı. Yağız Atlı Süvari, sadece dokunuyor, sadece hatırlatıyor, yalnızca idrakin uyanmasını bekliyor gibi “Bu Ülke” diyordu. “Bu Ülke”, bizim ülkemiz, büyük coğrafyada varlığı olan, uçsuz bucaksız toprakların vatan sayıldığı ülkeydi “Bu Ülke”. Yüce bir dağın nefesiyle nefeslenerek, soylanarak, boylanarak yürümemiz icap ediyordu. Sayısız belirişlerle, sayısız fırtınalarla sürgünler yaşanıyordu yeryüzünde ya bunlara işaret taşları dikiyordu Yağız Atlı Süvari. “Çöle İnen Nur”dan derslere oturmalı, “Mesnevi” den baplar çözülmeliymiş. Hak ölçüsü elbette şaşmaz ve şaşırmaz. Hak ölçüsünde kalıp adaletle hükmetmeli, dünya denilen hanın; evi de, barkı da, çarşısı, pazarı da, caddeleri ve sokakları da yeniden aslına uygun, fıtrata uygun hale çevrilmeliymiş. İnsan topraktan kopunca fıtratından, özünden ve sözünden de kopuyor. Bunlardan olmamamız için çok çalışmamız, emek vermemiz, yaratılmışları sevmemiz, kimseye zulmetmememiz icap ediyor. Kulaklarımızın duyması, gözlerimizin görmesi ve gönüllerimizin hissetmesi gerekiyor. Tayyimekan denilen bir duyuşun yansıması mıydı bu olup bitenler? Bir temas halinde ruhu titreten, büyüten, dirilten yeni bir halin, ahvale dönüşmesinde ilmin, irfanın, fennin ve teknolojinin sınırlarını altüst ederek kendi kök değerleriyle yenilenen ve devasa büyüklükte billurdan bir ruha bürünerek göksel anıtlar inşa ettiğini idrak ettim böylece. Beni tutup tir tir titretti Yağız Atlı Süvari. Rüyalarımdaki şehre götürdü. Ve dilimin ucunda hep o şiir… “Seyrimde bir şehre vardım, gördüm sarayı güldür gül Sultanımın tacı, tahtı, bağı, divarı, güldür gül Gül alırlar, gül satarlar, gülden terazi tutarlar Gülü gül ile tartarlar, çarşı pazarı güldür gül.
45
ehirlerin, kendilerine özgü fiziksel ve kültürel nitelikleri vardır. Bu nitelikler onları özelleştirir ve diğerlerinden ayırır. Böylece her şehir, bir veya birkaç özelliği ile anılır ve o nitelik şehrin mahiyetini belirler. Bazı şehirler coğrafi konumlarıyla, iklimleriyle, doğal güzellikleriyle, tanınır ve bilinirler.
ERZURUM’UN RAMAZAN AKŞAMLARI
Esasen Türk milletinin Ramazan ayına yaklaşımı da Erzurum örneğinde olduğu gibi iki boyutludur. Biri orucun tanımına uygun olarak yapılan belli vakitler arasında konulmuş yasaklara harfiyen uymaktan ibaret olan ibadet boyutu, diğeri de bu dini ibadeti milli niteliklerimize özgü bazı adetler ve geleneklerle süslemektir ki bu da Ramazan ayının kültürel boyutudur. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*
*T.C.Atatürk Üniversitesi
sayı//23// haziran 46
Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım şehrim olan Erzurum’un da hem fiziksel, hem kültürel bakımdan öne çıkan birçok özelliği vardır. Coğrafi konumu itibariyle çok yüksek bir konumda olmasından dolayı Erzurum da fiziksel olarak kışı ve soğuğu ile tanınmaktadır. Belki karın daha çok yağdığı yerler, kışın daha sert geçtiği yerler bulunabilir; ama Erzurum deyince kış, kış deyince de Erzurum akla gelir. Kış mevsiminin aşırı soğuk geçmesiyle tanınan Erzurum’un, bu özelliğinin bir nimet olduğu da yaz aylarında anlaşılır. Yaz aylarında her yer sıcaktan kavrulurken Palandöken eteklerindeki Erzurum, efil efil eser. Yazın en sıcak günlerinde, dağdan çıkan buz gibi suyu insanın içini ferahlatır. Yine şehirlerin, kültürel nitelikleri de farklıdır ve bazıları mutfaklarıyla, bazıları mimarileriyle öne çıkarlar. Bu nitelikleri artırmak mümkündür, ancak diyebiliriz ki şehirler, hangi özellikleriyle öne çıkarsa çıksın temelde kültüre sağladıkları katkılarıyla tanınırlar. Yaşadığım şehrin de öyle kültürel bir boyutu var ki ondan söz edildiğinde ilk akla gelenlerden biridir Erzurum. Bu kültürel özellik, Ramazan algısı ve bu ayın, bu şehre özgü yaşantısıdır. Aslında dini bir ay olan Ramazan, idrak edilişi sırasında yapılan bazı uygulamalardan ötürü Erzurum’da aynı zamanda kültürel bir hal almakta ve sanki bu kutsal ay, sadece Erzurum’a özgü bir zaman dilimine dönüşmektedir. Esasen Türk milletinin Ramazan ayına yaklaşımı da Erzurum örneğinde olduğu gibi iki boyutludur. Biri orucun tanımına uygun olarak yapılan belli vakitler arasında konulmuş yasaklara harfiyen uymaktan ibaret olan ibadet boyutu, diğeri de bu dini ibadeti milli niteliklerimize özgü bazı adetler ve geleneklerle süslemektir ki bu da Ramazan ayının kültürel boyutudur. İşte bu kültürel yön, yiyeceklerden içeceklere, mahyasından eğlencesine kadar bir ay boyunca çok özel zaman dilimleriyle diğer İslam ülkelerinden farklı olan ve Süheyl Ünver’in “Ramazan Medeniyeti” dediği,
benim de “Türk Ramazan Kültürü” olarak isimlendirdiğim bir şehir kültürüdür. Müslüman milletler ve ülkelerde Ramazan ayındaki uygulamalar birbirinden farklı olduğu gibi, ülkemizin her bölgesinde ve hatta her şehrinde farklı Ramazan adet ve gelenekleri bulunmaktadır. İşte bu farklı ve özel Ramazan adetlerini geleneğe dönüştürüp nesilden nesile aktaran müstesna şehirlerimizden biridir Erzurum. Erzurum’un Ramazan uygulamalarıyla ilgili olarak anlatılacak nice yönleri bulunmaktaysa da bu küçük yazının çerçevesine sığması imkânsızdır. Bu bakımdan 2013 yılı Ramazan ayında okuyucularla buluşmasını sağladığım ve bu yıl 2. Baskısı yayınlanan “Erzurum’da Ramazan” isimli kitabımı tavsiye etmekle yetineceğim. Dergâh yayınları arasında çıkan kitap, ülkemizde İstanbul haricinde şehir Ramazanlarını anlatan tek kitap olma özelliğindedir. Erzurum Ramazanlarının bütün yönlerine temas ettiğim kitap, uzakta veya şehrimizde yaşayan tüm Erzurumlulara unutulan Ramazan adet ve geleneklerini hatırlatması, onları çocukluklarına ve gençliklerine götürmesi, yeni nesillere de Erzurum’un eski Ramazanlarının nasıl olduğunu göstermesi bakımından önem arz etmektedir. Kitapta sözünü ettiğim Ramazan eğlenceleri bahsinde, evlerde gerçekleştirilen oyun ve eğlenceler ile bazı kahvehanelerde çok eskiden yapılan meddah söylencelerine yer vermiştim. Bu yazı, Erzurum’un, kitapta temas etmediğim -çünkü bu yazıda bahsedeceğim konular, kitabın yayınından sonra gözlemlediğim hususları ihtiva etmektedir- yeni bazı boyutlarıyla ilgilidir. Eski Erzurum’da, -benim de çoğu kez tanık olduğum- evlerde yapılan çaylı, şuruplu, şerbetli, meyveli teravih sonrası sohbetleri, son yıllarda belli bazı yerlerde geniş katılımlı sohbetlere dönüşmüştü. Bunların ilk başladığı yıllarda mekân olarak eski Erzurum medreseleri seçilmişti. Yapılan sohbetler daha ziyade dini ağırlıklı bir muhteva taşımaktaydı ve toplantılara sadece erkekler katılıyordu. Kadının toplum hayatındaki önemli yeri de dikkate alınarak toplantı mekânları değiştirildi ve kadınların da sohbetlere katılması sağlandı. Söyleşi konuları da kültürel ağırlıklı hale getirildi. Bu yerlerden biri Erzurumlu Emrah Müze Kütüphanesi olup ben de bu toplantılarda söyleşi yapanlar arasında yer aldım. Teravih sonrası söyleşi toplantılarından bazıları slaytlar
eşliğinde, bazısı sadece konuşan kişinin anlatımıyla gerçekleştirilirken bazıları da çok canlı ve hareketli geçti. Bu hareketliliğin nedeni, sohbetlerin arasında musikinin de bulunmasıydı. Bu söyleşilerin bazılarında musikiyi bilgisayar aracılığıyla CD’den, bazılarında ise TRT Erzurum Radyosu sanatçılarından olan Mehmet Çalmaşır, TRT Erzurum Radyo Müdürü İsmail Bingöl, TRT personeli Vahit Alkır ve âşık Fuat Çerkezoğlu’ndan konuşmaların akışına uygun türküler, ilahiler, ağıtlar ve deyişler halinde canlı canlı dinleme fırsatı bulduk. Bu dinletiler, sohbetlerin daha verimli olmasını sağladı. Bir akşam, Erzurum kültürünün yapı taşlarından en eski adı İş Ocağı olan, halk arasında ise Silah Fabrikası ve Ağır Bakım olarak tanınan askeri bakım onarım kurumunu, yine oradan emekli olan Hamit Yavuzer anlattı. Söyleşide, İş Ocağı’nın Kâzım Karabekir Paşa tarafından kurulmuş ve 20. asrın başlarından itibaren Milli Mücadele’de çok önemli bir rol üstlenmiş olduğunu dinledik. İş Ocağı, Cumhuriyet’in ilanından sonra, burada müdürlük yapan İhsan Yavuzer tarafından Erzurum ekonomisinin canlanması için bir iş kolu olarak işletildiği gibi, Erzurum’un kültür hayatını canlandırmada da bir kültür ocağı haline getirilmiştir. İhsan Yavuzer burada, öncelikle, unutulmaya yüz tutan Erzurum barlarını canlandırmış, sonra da Erzurum musikisinin gelişmesine katkı sağlamıştır. İhsan Yavuzer’in attığı kültür tohumu filizlenmiş ve Erzurumlu her ses ve saz sanatçısı, mutlaka İş Ocağı’ndan feyz almıştır.
Erzurum’da Ramazan gecelerinin hareketli geçtiği kültür yuvalarından biri de Temelli Kıraathanesi’dir.
Hamit ağabeyi, bu konuda güzel bir örnek vererek konuyu daha açık bir hale getirdi. İş Ocağı’nda tornacı olan Seyfettin Sığmaz, 47
sırf keyfine fasıllar yapıyormuş. Grubun ses sanatçılarından olan Selami Eleman, doksanlı yıllar içerisinde yapılan Türk Sanat Müziği yarışmasında TRT Erzurum Bölge birincisi seçilmiş. Akitli olarak bir süre TRT bünyesinde de çalışmış. Diğer ses sanatçısı Nusret Kızılcaoğlu ise hafız, oğlu da Kuran-ı Kerim okumada dünya çapında başarılar elde etmiş. Her iki ses sanatçısı da muazzam sese sahipler; hem usul hem nota biliyorlar ve sanatçı unvanı almayı hak ediyorlar. Hamit Ağabey’in konuşması bittikten sonra gruptan yine güzel ve aynı ağırlıkta eserler dinledik. Sözgelimi Nusret Kızılcaoğlu,
Erzurum’un medarı iftiharlarından biri olan Alvarlı Efe Hazretlerinin pek çok gazelini okuyan ekip, ilahiler, türküler ve şarkılarla bize harikulade bir Ramazan akşamı yaşattılar.
sayı//23// haziran 48
1949’da Venedik’te yapılan yarışmaya Erzurum Bar ekibinin zurnacısı olarak gitmiş, orada Muzaffer Sarısözen tarafından keşfedilip önce Ankara Radyosu Türk Halk Müziği kadrosuna sonra da Tanburî Refik Fersan tarafından Türk Sanat Müziği kadrosuna alınmıştır. Sonraları Seyfettin Sığmaz’a ne iş yaptığı sorulduğunda, “İş Ocağı’nda tornacı, Venedik’te zurnacı Seyfettin” diye cevap vermesi o Ramazan akşamı sohbetinden akılda kalanlardandı. Ama sohbeti asıl tatlandıran, Hamit Bey’in davet ettiği ve “benim çalgı arkadaşlarım” diye tanıttığı musiki grubuydu ki bizi mest ettiler. Hamit Yavuzer’in konuşmasının birinci bölümünde ara verdiği sırada “arkadaşlar dilim damağım kurudu, biraz da siz söyleyin” diyerek sözü kendilerine bıraktığı bu grup, Ersan Sağsöz (keman), Turan Öztekin (ud), Sinan İçoğlu (klarnet) ve Osman Kutlu (ritim)’dan oluşan saz ve Türk sanat müziği sanatçısı Selami Eleman ile halk müziği ile ilahileri okuyan Nusret Kızılcaoğlu’ndan meydana gelmişti. Hamit Yavuzer de kendi uduyla çalgı arkadaşlarına eşlik ediyordu. İlk bölümde önce bir Erzurum türküsü olan “Çelik pazarında ufacık taşlar”ı, sonra da Hacı Bayram Veli’nin ilahi formatındaki “Noldu bu gönlüm” eserini okuyan Nusret Kızılcaoğlu’ndan sonra Selami Eleman, uşşak makamındaki “Bir gönül hikâyesi anlatırdı gözlerin; Uzaklarda olsan da senin, kalbimde yerin” şarkısını öyle bir söyledi ki gönül telimiz titredi. Doğrusunu söylemek gerekirse Erzurum’da böyle bir grubun bulunduğunu öğrenmek beni ziyadesiyle sevindirdi. Tamamen amatör ruhla bir araya gelmiş olan grup, akçeli işlerden uzak duruyor ve sadece özel zamanlarda bir araya gelip
Çıkar Yücelerden Yumak Yuvarlar (Leyli Leyli Leylam Leylam) İner Düz Ovaya Şahin Kovalar O Yâr Gitti Issız Kaldı Buralar Değmeyin Yavruya Beyler Ağalar Yâr Bade Doldurur Elleri Bir Hoş Yâr Uykudan Kalkmış Gözleri Serhoş Leylam Leylam Leylam Leylam türküsünü, çok başarılı bir şekilde söyledi ki değme ses sanatkârı böyle okuyamazdı. Daha nice güzel ve dokunaklı şarkı ve türkülerle gece sona erdi, herkes dağıldı derken, kütüphanenin giriş kısmında tekrar başlayan musiki ziyafeti, ben ayrıldığımda hâlâ devam ediyordu. Erzurum’da Ramazan gecelerinin hareketli geçtiği kültür yuvalarından biri de Temelli Kıraathanesi’dir. Benim çocukluk yıllarımda “Temel’in Kahvesi” adıyla tanınan ve kına gecelerinin, düğünlerin de yapıldığı kahvehane, Kıyaseddin Temelli tarafından kurulmuştur. Kıyaseddin Temelli, TRT’de saz sanatçısı ve koro şefi olarak görev yapmış, daha sonra Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde dinî musiki derslerine girmiştir. Daha sonra Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi kadrosunda çalışmış ve İlahiyat Fakültesi’nde yine dinî musiki derslerini deruhte etmişse de kahvehanesini hiç ihmal etmemiş ve buranın bir kültür yuvası haline gelmesini sağlamıştır. 2007 yılında rahmetli oluşundan sonra oğulları Öner, Yener, Şener Temelli kardeşler tarafından işletilen kıraathanede çayın değişik bir demleme şekli vardır. Çayı soğuk suyla demleyen Temelli kardeşlerin kıraathanelerinde bir kitaplık da bulunuyor. Yıl boyunca her hafta Çarşamba gününün akşamında yapılan âşık atışmaları Ramazan gecelerinde de teravih namazlarından
sonra aynı gününde devam ettiği gibi bazı akşamlar da musiki grupları bu kahvehanede meşk etmektedir. 2015 yılının Ramazan ayında bir Çarşamba akşamı âşıkların atışmalarını dinlemek için Temelli kıraathanesine gittik. Yaz akşamı olduğu için atışma, kıraathanenin bulunduğu sokakta yapılıyordu. Sokakta adeta iğne atsan yere düşmeyecek derecede bir kalabalık vardı. Biz içerde oturup dinlemek mecburiyetinde kaldık. Âşıklar, oldukça ahenkli bir şekilde atışmalarına devam ederken, biz bu mekânın meşhur çayından birkaç bardak içip ayrıldık. Erzurumlu Emrah Müze Kütüphanesi’ndeki bir söyleşiden çıktıktan sonra aynı semtte (Yoncalık mahallesi) bulunan Temelli kıraathanesinde çay içmek üzere gittiğimiz bir Ramazan akşamında, ayrı bir söyleşi başlamış ve sahur vaktine kadar sürmüştü. Aynı yılın Ramazan ayının bir başka akşamında teravih sonrasında yine bu kıraathaneye uğramıştık. O sırada TRT Erzurum Radyosu sanatkârlarından Mehmet Çalmaşır, yanında birkaç kişiyle birlikte içeri girdi. Bizi görünce yanımıza geldiler ve birkaç masa birleştirilip geniş bir sohbet alanı oluşturuldu. Tanıştırıldığımızda gelenlerin, Mehmet ağabeyinin kurmağa başladığı tasavvuf musikisi topluluğunun mensuplarının hepsinin de hafız olduklarını öğrendik. “Musikinin olduğu yerde söze yer kalmaz” diyen Mehmet Çalmaşır’ın, Mahir Sarıkaya, Veyiz Ağsakallı, Fatih Yılmaz, Metin Sünnetçi, Necdet Keskin’den oluşan topluluğu, kıraathanenin işletmecilerinden, babasının yolunda giderek aynı zamanda ritim saz üstadı olan Yener Temelli ve radyodan arkadaşı yine ritimci Ali Çelebioğlu’nun da katılımıyla muazzam bir fasıla başladı. Erzurum’un medarı iftiharlarından biri olan Alvarlı Efe Hazretlerinin pek çok gazelini okuyan ekip, ilahiler, türküler ve şarkılarla bize harikulade bir Ramazan akşamı yaşattılar. Sahurun yaklaşması sebebiyle fasıllarını tamamlayan bu toplulukla vedalaşıp sahur yapmak üzere evlerimize doğru yola koyulduk. Zaman zaman dinlenmek için musikiye ara verildiğinde Mehmet Çalmaşır’ın asıl ekibinin TRT Erzurum Radyosu’ndan arkadaşları Bayram Şengül (nefesli-üflemeli çalgılar), Sait Gülebenzer (bağlama), Engin Varol (kabak kemane), Ali Çelebioğlu (bendir) ve Yener Temelli (erbane-ritim)’den oluştuğunu ve bu musiki topluluğunun Temelli kıraathanesinde belli günlerde bir araya gelip türkü ve şarkılar
okuduklarını da öğrendik. Temelli kıraathanesi, belgesellere de konu olan çay demleme tarzı ve özellikle de Erzurum kültürüne katkılarıyla kültür ocağı unvanını almayı hak ediyor. Bu musiki gruplarını dinledikten sonra Erzurum’da ne musiki cevherlerinin bulunduğunu ama çoğu kimsenin bundan haberi olmadığını anladım. Yunus Emre’nin “Ol mâhîler ki derya içreler / Derya nedir bilmezler ki” dizelerinde belirttiği gibi Erzurumlular da şehrimizin pek çok değerinden habersiz oldukları için Ramazan akşamlarını şenlendirmek için uzaklardan gelen ilahi grupları, türkücüler, şarkıcılar dinlemenin peşine düşüyorlar. Halbuki Erzurumlu ilahi, türkü ve şarkı grupları, bülbül gibi şakıyorlar, ama seslerini duyan yok.
Erzurum’un eski zamanlarda olduğu gibi bir kültür ve sanat şehri olması, bütün Erzurumluların ortak dileğidir.
Elbette ki şehrimizde profesyonel sanat gruplarının bulunması ve konserler vermesi fevkalade önemlidir. Ama bu grupların yanında Erzurumlu yerel sanat ve musiki gruplarına da yer verilmeli, onların da kendilerini tanıtmalarına fırsat tanınmalı diye düşünüyorum. Hatta bu gruplar desteklenerek Türkiye çapında tanınmalarına da katkı sağlanmalıdır. Güzellikleri, yetenekli insanları uzaklarda değil, önce kendi içimizde arayıp keşfetmeliyiz. Ülke çapında tanınmış sanatçılarımızın yanında mahalli değerlerimize, sanatçılarımıza, bilim adamlarımıza, şair ve yazarlarımıza da imkân sağlamalı, hatta böylece Erzurumluya bir mukayese yapma şansı da vermeliyiz. Erzurum’un eski zamanlarda olduğu gibi bir kültür ve sanat şehri olması, bütün Erzurumluların ortak dileğidir. Son yıllarda mahalli yöneticilerimizin, özellikle belediyelerimizin bu tarz etkinliklere yer vermeleri, kültürel ağırlıklı mekânları desteklemeleri, hepimizi sevindiriyor. Öyle sanıyorum ki önümüzdeki yıllarda Erzurum’da nitelikli sanatkârlar daha fazla yetişecek ve her sanat alanında kendilerini gösterme fırsatı bulacaklardır. 49
ANCAK
OSMANLI HALİFELİĞİ SANCAK VE KAZALARINDA
KURUMSAL KONTROL-DENGE Kontrol-dengenin çok önemli olduğu Osmanlı yönetim anlayışında halkın hak ve hukukunu koruyacak, halkın refahını temine çalışacak bir yapının bulunması gerekmekteydi. Prof. Dr. Ali ARSLAN*
Osmanlı yönetiminde sancak ikinci derecede taşra yönetim müessesesiydi. Sancak sadece işlerin kolay yürümesi için oluşturulmuş bir idari birim değildi. Zira sancak işlerine bağlı olduğu beylerbeyi bile karışamaz yalnızca teftiş edebilirdi. Beylerbeyiliğinde mevcut olan kurumsal kontrol-dengenin sancakta ta benzer bir şekilde mevcut olduğunu görmekteyiz. Zira bu kurumsal kontrol-dengenin sancakbeyi, yeniçeriler, kadı, müftü ve seyyar kadılar vasıtasıyla sağlandığını anlamaktayız. -İdari, Mali, Askeri ve Güvenlik Yetkilisi: Sancakbeyi
Sancakbeyi başında bulunduğu sancağın kanun ve nizama göre idare ederdi. Sancakta asayiş ve emniyeti sağlamak, kalpazanlıkla mücadele etmek, sancağa gelen özel devlet görevlilerine yardımcı ve işlerinde kolaylaştırıcı olmak sancakbeyinin görevlerindendi. Sancakbeyi sancakta oldukça yetkili bir konunda olup bağlı olduğu beylerbeyi de sancakbeyinin yönetimine karışmaz sadece teftiş edebilirdi. Sancaklarda suçluların cezalandırılması görevi sancakbeylerine aitti. Merkezi hükümetin emri doğrultusunda sancakbeyi bir savaş halinde beylerbeyinin maiyetinde savaşa iştirak ederdi. Sınır bölgelerindeki sancakbeylerinin bir görevi de ilgili devletlerle ilişkileri anlaşmalara uygun olarak yürütmeleriydi. Görüldüğü gibi sancakbeyi idari, mali, güvenlik ve askeri alanlardı çok geniş yetkileri mevcuttu. Büyük güç sahibi olan sancakbeyinin yönettiği sancakbeyliğinde bir kurumsal kontroldenge mekanizması bulunması şarttı. Taşra teşkilatında askeri güç bulunduran sancakbeyini sınırlayan dengeleyen en önemli askeri güç yeniçerilerdi. -Sancak Merkezindeki Merkezi Hükümetin Silahlı Gücü: Yeniçeriler
*T.C.İstanbul Üniversitesi
sayı//23// haziran 50
Osmanlı Devleti’nde taşrada yeniçeri ve sipahilerden oluşan kapukulu garnizonları bulunurdu. Kapukulu efradından olan yeniçeriler özellikle büyük şehirlerin merkezinde bulunan hisar ve kalelerde şehir müdafaası için oluşturulmuşlardı. İlk dönemlerdeki küçük birliklerin kumandanları dizdarlar iken 16 yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük şehirlerdeki sayıları artan yeniçerilerin kumandanları yeniçeri serdarları olmuşlardı. Sancaktaki yeniçerilere beylerbeyi
emir veremediği gibi sancaktaki yeniçerilere sancakbeyinin de emir veremediği taşradaki yeniçerilere sadece padişah ve kendi amirleri emir verebilmekteydi. Sancaklarda mahalli otoriteye bağlı olmayan yeniçeriler kargaşa dönemlerinde bazı şehirlerde otorite kurdukları bile olmuştu. Kısacası yeniçeriler sancakların askeri alanda da en güçlüsü olan sancakbeylerini kontrol-dengede tutulmasında büyük görev ifa ettikleri görülmektedir. -Sancakların Adli ve Bayındırlık Yetkilisi: Kadı Kontrol-dengenin çok önemli olduğu Osmanlı yönetim anlayışında halkın hak ve hukukunu koruyacak, halkın refahını temine çalışacak bir yapının bulunması gerekmekteydi. Özellikle sancaklarda etkili sancakbeyini veya şehir merkezlerinde yeniçerileri dengeleyecek bir teşkilatı ihtiyaç vardı. Bu teşkilatın sancakbeyinin tayin ve müdahale alanında olmayan sancak kadılığı idi. Sancağın adli ve hukuki işler kadı tarafından görülürdü. Kadı tayinleri 14. ve 15. yüzyıllarda, divan toplantılarında Rumeli ve Anadolu kadı askerlerinin arzı ve padişahın onayı ile gerçekleşirdi. Ancak kadılar, Fatih Sultan Mehmed’in divan toplantılarının başkanlığını Sadrazama bırakması ile birlikte kazaskerlerin arzı ve sadrazamın onayı ile tayin edilmeye başlamışlardı. 16. yüzyılda şeyhülislamlığın önem kazanmasından itibaren büyük kadılıklar Şeyhülislamın teklifi ile Vezirazam tarafından atanmayı başlanmıştır. 1575 tarihinden itibaren mevali denilen büyük kadılıklara tayinler şeyhülislam tarafından atanmaya başlanmıştır. Büyük kadılıkların görev sürüleri genellikle bir yıl idi. Sancak kadılıkları mevleviyet statüsünde olduklarından idari işlerde büyük amir olan sancakbeyleri ile işbölümü yapmak zorundaydı. Vakıf arazilerinin vergileri dini, ilmi ve sosyal müesseslere hasredilmişti. Vakıf reayası, yaşadıkları arazi hangi vakfa ait ise öşür ve resmini o vakfa verirdi. Toplanın paralar vakfiye gereğince sarf edilirdi. Vakıfların kuruluşundan itibaren kayıtları kadılar tarafından gerçekleştirilirdi. Görüldüğü üzere taşra yönetiminin ikinci derecede güçlü sembolü olan sancakbeyi ve diğer yöneticiler karşısında halkın hak ve hukukunu koruyacak ve bu alanda eyalette kontrol-denge sağlayan sancak kadılığı idi.
-Eğitim ve Dini Yetkilisi: Müftü
Osmanlı taşra teşkilatında askeri güçlü olan yöneticiler, hukuki ve bayındırlık alanında çok fazla yetkileri olan kadıların kontrol-dengede tutulması için mevcut olan kurum sancak müftülüğü idi. Bütün idarecilerin yapacakları yanlış icraatta halkın bir nevi sığındığı ve hakkını aramada hukuki destek bulacağı yer müftülüklerdi. Sancaktaki Osmanlı örgün eğitim kurumları olan medreseler müftülere bağlı olduğu gibi kadıların karar vermesinde etkili olan fetvalar da müftüler tarafından verilirdi. Müftülerin atanması merkezi yönetim tarafından yapılırdı. Bu atama da merkezdeki kontrol-dengenin bir göstergesi olarak gerçekleşirdi. Sancaktaki müftünün halk, sancakbeyi, kadı ve diğer idarecilerle sıkı ilişkileri vardı. Müftü teşkilatı Şeyhülislama bağlı olması ve ulemanın reisi olması dolayısıyla Sancak müftülerinin tayinleri Şeyhülislam tarafından yapılırdı. Klasik Osmanlı Devlet yönetiminde sancaklarda da müftülük, eğitim ve kültür çok etkin bir kurum oldukları gibi halkın en kolay ulaşabildiği ve arzularını en hızlı bir şekilde mahalli idarecilerle temas etmeden merkeze ulaştırabilecekleri bir kurum olarak temayüz etmişti. Verdikleri fetvalar ile güçlü kadıları kontrol-dengede tutan da sancak müftüleriydi.
Osmanlı idari sisteminde halkla teması en kuvvetli ve en önemli idari birim kazalardı. Kadı, “yapan” “yerine getiren” manasında olup Osmanlı hukukunu tatbik eden ve devletin emirlerini yerine getiren bir niteliğe sahipti.
- Merkezi Hükümetin Halkı Koruma Müfettişleri: Seyyar Kadılar
Osmanlı taşra teşkilatında dikkat çeken bir kurum seyyar ve mehayif kadılıklarıdır. Bu kadılıklar halkla temasın daha yoğun olduğu idari birimlerde yani sancak ve kazalardaki uygulamaları teftiş için oluşturulmuştu. Mahalli yöneticiler ve özellikle kadıların karşısında halkı korumak ve halkın merkezi hükümete ulaşmasını sağlamak üzere özel yetkili kadılıklar kurulmuştu. Her eyalette 16. Yüzyıl sonlarına kadar seyyar olarak görev yapan toprak kadılıkları vardı. Bu toprak kadılıkları hem devlet merkezinde hem de eyaletlerde tahkiki icap eden işleri gerçekleştirir, köylülerin sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeamet ve tımar sahipleri ile ilgili şikayetlerini değerlendirir ve mahkemesi gerçekleşirlerdi. Kurumsal bir kontrol-dengenin mevcut olduğu Osmanlı taşra yönetiminde halkın mağduriyetini gidermek ve mahalli yönetici, kadı ve müftülerin de düzgün çalışmasını ve hakkın haklarını korunmasına sağlayacak bir kurum olan seyyar kadılıklar oluşturulduğu görülmektedir.
51
Osmanlı merkez teşkilatında mevcut olan kurumsal kontrol-denge anlayışı taşra teşkilatının en büyük yapısı olan eyaletlerde tam olarak uygulandığı gibi sancak ve kazalarda da başarı ile tatbik edilmişti.
KAZA
Eyalet ve sancakta olduğu gibi Osmanlı taşra teşkilatının en küçük birimi olan kazada da bir kontrol-dengenin mevcut olduğu görülmektedir. Buradaki yapı ise eyalet ve sancaktan biraz farklı bir kurumsal kontroldenge meydana getirildiği görülmektedir. Eyalet ve sancaklarda birbirini dengeleyen kurumsal yetkilerin kadıda toplandığı ve kadıların aynı zamanda bir yönetici olarak vazifelendirildikleri görülmektedir. Güvenlik alaybeyi, eğitim ve dini işler müftülere aitti. Mehayif kadılıkları da çok değişik bir adli mekanizma kurumuydu. - İdari, Adli, Beledi ve Bayındırlık Yetkilisi: Kadı
Osmanlı idari sisteminde halkla teması en kuvvetli ve en önemli idari birim kazalardı. Kadı, “yapan” “yerine getiren” manasında olup Osmanlı hukukunu tatbik eden ve devletin emirlerini yerine getiren bir niteliğe sahipti. Kazanın en önemli idarecisi kaza kadılarıydı. Kaza kadıları askeri olmayan bütün hukukî hususlardan sorumluydu. Kadılar; kazanın adliye, belediye, iaşe ve hükümet tarafından merkezden verilen işleri yapmakla yükümlü idi. Osmanlı Devleti’nde ilk kadılık teşkilatı Osman Gazi döneminde Karaca Hisar’ın fethinden sonra kurulmuştu. Şöyle ki buraya bir kadı ile subaşı atanmıştı. Karaca Hisar’da kurulan pazardan da baç alınması için bir kanun yapılmış ve bu vergiyi toplamak bir şahsa verilmişti. Önceleri doğrudan devlet başkanı tarafından atanırken sonralı kaza kadılarının tayinleri Kadıaskerler tarafından yapılmaya başlanmıştı. Küçük kadılıkların görev süreleri iki sene veya yirmi ay idi. Osmanlı Devleti’nde nüfusun çoğunluğu büyük şehirler dışında genellikle kaza, nahiye ve köylerde yaşadıklarından kaza kadılarının idari sistemde çok önemli bir yeri vardı. İş yoğunluğunun tabi olması dolayısıyla kadı doğrudan kendisine bağlı veya kendisine karşı sorumlu çok sayıda personel ile birlikte çalışmak zorundaydı. Kadıya doğrudan bağlı olanları; naib, kassam, muhtesip, mimar, katip, muhzır(adli polis), tercüman, imam, papaz, haham ve hizmetliler olarak sıralamak mümkündür. İcraatını belli aralıklarla kadıya sunmak zorunda olanlar ise mütevelli, esnaf kethüdası, subaşı, sipahi, vesair görevleri yürütenlerdi. Vakıf arazilerinin vergileri dini, ilmi ve sosyal müesseslere hasredilmişti. Vakıf reayası, sayı//23// haziran 52
yaşadıkları arazi hangi vakfa ait ise öşür ve resmini o vakfa verirdi. Toplanın paralar vakfiye gereğince sarf edilirdi. Bütün bu işler de kadıların görev alanına aitti. Kaza kadıları adli ve beledi görevleri almaları yanında idari görevleri de mevcuttu. Osmanlı kazalarında idari yetkiler içişlerinden sorumlu sadrazam tarafından değil adli işlerden sorumlu Kazıaskerler tarafından yapılması küçük ama çok önemli bir ayrıntıdır. Yani Osmanlı taşrasında kaza yönetiminde idari görev de adli, bayındırlık ve beledi işlerinden sorumlu kadı tarafından gerçekleştirilmektedir. İdareciler adli işlere bakmıyor, adli işlere bakan kadılar kazalarda yönetime de bakıyorlardı. Bu uygulama Osmanlı Devleti’nin en küçük idari birimde yönetimi değil adaleti esas aldığının en önemli bir göstergesi olmalıdır. GÜVENLİK
Eyaletlerde beylerbeyleri sancaklar da ise sancakbeylerinin sorumlu olduğu güvenlikten kazalarda subaşılar mesuldü. Başında kadının olduğu kazalarda asayişten subaşılar sorumluydu. Askeri işleri de alaybeyi yerine getirirdi. Yalnız doğrudan beylerbeyine bağlı sancaklardaki kazalarda askeri ve asayiş işleri tımar subaşısına aitti. Küçük bir birim olan kazalarda adli, idari, beledi ve bayındırlık işleri kazalara verilirken güvenlik işleri kadılar dışındaki subaşılara bırakılmıştı. Kazalarda çok yetki sahibi olan kadılara karşı güvenlik başka bir kuruma yani subaşılığına verilmişti. -Eğitim ve Dini Yetkilisi: Müftü ve Müderrisler Osmanlı taşra teşkilatında çok önemli görevleri olan kaza müftülerin şeyhülislamlıkla sıkı bağları vardı. Zira taşra teşkilatında halkla temasta en önemli birim biri olan kazalarda müftülüklerine tayinler şeyhülislam tarafından yapılırdı. Kaza müftülerinin halk, kadı, naib ve diğer yöneticileri ile çok irtibatları vardı. Büyük kazalarda müftülükler adli, idari, beledi ve bayındırlık alanlarında büyük yetkilere sahip olan kadıları dengeleyen ve halkın hakların korumaya yardımcı alan en önemli müesseselerdi. Dini alan yanında halkın eğitimi ve eğitim kurumlarından sorumlu olan da müftülüklerdi. Kazalarda bulunan ve genellikle yirmi akçeden kırk akçeye kadar olanların tayini kadıaskerler tarafından yapılan müderrislerin bazı hallerde kontrol ve dengede önemli
görevleri bulunurdu. Şöyle ki; Küçük kazalarda müftülüklerin bulunmaması veya görev başında bulunamamaları hallerinde kazalarda görev yapan müderrisler müftülerin görevlerini önemli bir kısmını yerine getirirlerdi. Kaza ve bazen nahiyelerde önemli görevler üslenen müderrisler işe devamsızlık yanında Şer’î hukuka aykırı beyanda bulunma veya bu yönde söz söylemesi halinde vakıf mütevellisi tarafından görevden uzaklaştırılabilirdi. Kazalarda çok yetki sahibi olan kadılara karşı özellikle dini ve eğitim alanında kurumsal olarak dengeleme yapabilen müftüler, halkın taleplerini merkeze ulaştırma yönünde de büyük bir fonksiyona sahip idiler. Müftülerin olmadığı hallerde onların görevlerinin önemli bir kısmını müderrisler yerine getirirlerdi. - Merkezi Hükümetin Halkı Koruma Müfettişleri: Mehayif Kadılıkları
Osmanlı Devleti’nde nüfusun büyük çoğunluğu kırsal kesimlerde ve tarım alanında faaliyet gösterdiği için halkı korumak için özel nitelikli adli kurumlar da meydana getirmişti. Özellikle kadı ve naiblerin büyük yetkilere sahip olduğu kaza ve nahiyelerde bu kurumsal yapıya çok daha fazla ihtiyaç vardı.
Adaletin sağlanması ve halkın korunması için idari, adli, beledi ve bayındırlık alanlarında büyük yetkileri olan kadıların karşısında halkı korumak ve merkezi hükümete ulaşmasını sağlamak üzere özel yetkili kadılıklar kurulmuştu. Mehayif adı verilen kadılar, mahalli kadı ve naiblerden ayrı olarak köylere kadar halkın dertlerini dinler ve teftiş yaparlardı. Mehayif kadıları gördükleri davları ve halkın şikâyetlerini doğrudan Divan-ı Hümayün’a arz etme yetkisine sahiplerdi. Mehayif kadılıkları sayesinde kadı ve naibler kurumsal olarak kontrol-dengede tutulurken, en küçük birim olan köylerde yaşayanlar bu mehayif kadılıkları sayesinde istek ve şikâyetlerini doğrudan doğruya Divan-ı Hümayun’a ulaştırma hakkına sahip olmuşlardı. SONUÇ
Merkezi yönetimde bir kurumsal kontroldenge sisteminin hâkim olduğu Osmanlı Devletin’de ikinci derecedeki idari birim sancaklardı. Sancağın en güçlü yöneticisi olan sancakbeyi, askeri olarak ta merkezden atanan ve merkezden emir alan yeniçeriler ve kumandanı tarafından kontrol-dengede
tutulmaktaydı. Adli ve bayındırlık alanında en yetkili olan kadı merkezden atanmakta, mahalli idarecilerle işbirliği içinde olmasına rağmen müstakil hareket etmekte statüsüne sahipti. Kadılar özellikle halkın haklarını koruma ve hukuk alanında tam bir serbestiyet ile hareket etmekte ve bütün idarecileri hukuk alanında kontrol-denge içinde tutabilmekteydi. Kadıları kısa süreli ama etkin bir çalışma imkânı veren Osmanlı yönetimi, kadıların hukuk sınırları içinde kalmasını sağlamak için de müftülük kurumunu devreye koymaktaydı. Müftüler sancaktaki eğitim işlerinden sorumlu oldukları gibi halkın haklarını aramada kadıların karar vermelerinde etkin olan fetvaları vermekle de sorumlu idiler. Bütün idarecilerden daha bağımsız hareket eden müftüler aynı zamanda halkın merkez ile doğrudan iletişimini sağlayan bir müesseseydi. Eyalet ve sancaklardaki kurumsal kontrol-denge uygulaması en küçük ve halkla en fazla ilişkide olunan yönetim birimi olan kazalarda ayrı bir uygulama gerçekleştirilmişti. Şöyle ki; Kaza kadıları adli, bayındırlık ve beledi görevleri almaları yanında idari görevleri de mevcuttu. Osmanlı kazalarında idari işleri yapan kadılar içişlerinden sorumlu sadrazam tarafından değil adli işlerden sorumlu Kazıaskerler tarafından atanması halkın mülkiye memurları tarafından değil adiliye mensupları tarafından yönetilmesi ile neticelenmişti. Yani adli işlere bakan kadılar kazalarda yönetime de bakıyorlardı. Bu uygulama Osmanlı Devleti’nin en küçük idari birimde adaleti esas aldığının en önemli bir göstergesidir. Bu çok geniş yetkilere sahip kadıları ve nahiyelerde onlar adına görev yapan naipleri dengelemek için güvenlik işleri subaşılara bırakılmıştı. Yani kadıların emri altına askeri ve güvenlik birimi verilmemişti. Fetva yetkisine de sahip olan müftüler kadı ve naibleri kontroldengede tutukları gibi dini ve eğitim alanlarında da tam yetkili bir konumda bulunmuşlardı. Küçük ve merkeze ulaşmada zorluk olan kaza, nahiye ve köylerdeki halkın hak ve hukukunu korumak; gerektiğinde taleplerini Divan-ı Hümayuna ulaştırmak için bir de mehayif kadılıkları kurulmuştur. Kısacası Osmanlı merkez teşkilatında mevcut olan kontrol-denge anlayışı taşra teşkilatının sadece eyaletlerde değil sancak ve kazalarında da tam olarak uygulanmıştır. 53
PİYALE PAŞA CAMİİ Mimarının “ben bu eserimle kemale erdim” diyebilecek kadar güvendiği bu değerli eserin inşa edildiği Kasım Paşa Semti, İstanbul’un ilk yerleşim yerlerindendir. Nermin TAYLAN
azı mimari eserler vardır; yapıldıkları yıllara hitab ederler; Bazı eserler vardır; yaşadığı yüzyıla damgasını vurur, mimarisi ile kendilerine hayran bırakırlar.. Bazı yapılarda vardır ki yapıldıkları yüzyıla hizmet eder asırların tanığı, Müslümanların ışığı olurlar. Şehrin en telaşlı mekânının hemen yanı başında, İstanbul’un tam ortasındaki sükûnet vadisinde, imparatorluğun en güzel zamanlarının huzurunu bu güne taşıyan, Piyale Paşa Camii’ne düşürelim bu ay yolumuzu. Okmeydanı’ndaki şehir telaşından sıyırıp kendimizi, süzülelim Kasım Paşa’ya doğru. Yükselen binalara, koşuşan insanlara, korna seslerine ve yemek kokularına aldırmadan inelim yokuşu. Vaktiyle buraların sahibi servi ağaçlarının kokularını hissederek adımlayalım yine vaktiyle buraların halısı toprak yolu. Banisini selamlayarak varalım giriş kapısına ve bir padişahın açılışında ettiği duaya amin dercesine dualarla girelim Piyale Mehmet Paşa’nın emaneti bu muhteşem sefineye..(sefine gemi manasındadır) Dünyanın en büyük mimarlarından Sinan’ın Selçuklu mimarisine uygun bir şekilde İstanbul’da inşa ettiği iki camiden biri olan Piyale Paşa Camii, asırlara direnen heybetli yapısıyla, kendinden koparılanlara aldırmadan hâlâ vakarla Müslümanlara hizmet vermeye devam ediyor. Mimarının “ben bu eserimle kemale erdim” diyebilecek kadar güvendiği bu değerli eserin inşa edildiği Kasım Paşa Semti, İstanbul’un ilk yerleşim yerlerindendir. Fetihten önce Cenevizlilerin burada yaşadığı bilinmektedir. İstanbul’un feth olunmasının hemen akabinde şehrin onarım ve imarını emreden Fatih Sultan Mehmed bu bölgenin de imar edilmesini önemle istemiştir. Fetihten sonraki yıllarda zaman zaman imar edilmeye ve bir Müslüman yerleşim yeri yapılmaya çalışılan semt, özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde ve bizzat padişahın isteğiyle büyük ve heybetli eserlerle donatılmış, adeta şehrin en lüks semtlerinden biri olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman sadrazamı olan Ayas Paşa’yı ve diğer paşalardan Ferhad Paşayı, Kaptan-ı Derya Piyale Paşayı ve Güzelce Kasım Paşayı bölgenin imarı, tersanelerin ve bahriyenin güçlendirilmesiyle görevlendirmiş; Güzelce Kasım Paşa’nın da külliyesini burada yaptırmasıyla semt Kasım Paşa’nın ismiyle anılır olmuştur. 17. yy’la gelindiğinde inşa edilen külliyeler ve yeni kurulan mahallelerle semtin
sayı//23// haziran 54
çehresi değişmiştir. Ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi Seyahatname isimli eserinde bu semtin genel durumundan bahsederken; “başta gemi yapımı için bölgeye iskân edilen “ehl-i zanaat”ın semtin çeşitli mahallelerine yerleştirildiklerini, Bingazi ve Mısır’dan getirilmiş kalafat ve sal yapanların Zindanarkası denilen bölgeye, demirci Ermenilerin Yeniçeşme’deki Ermeni mahallesine, demir işleyip, halka yapan Çingenelerin Çürüklük ve daha yukarılara yerleştirildiğini, Türk ve Müslüman mahallelerinden başka 10 Rum mahallesi, 1 Ermeni mahallesi olduğunu, Yahudilerin burada dükkânları olmakla birlikte evlerinin Kasımpaşa’da bulunmadığını ve Kasım Paşa semtinde bağ ve bahçelerle çevrilmiş binlerce hane olduğunu” yazmaktadır. Esaretten Kaptan-ı Deryalığa; Osmanlı tarihinde önemli bir yere sahip olan Kaptan-ı Derya Piyale Mehmet Paşa; Hırvat asıllıdır. Kanun Sultan Süleyman’ın Mohaç Meydan Muharebesi sırasında devşirilmiş ve Enderun mektebine alınmıştır. Burada gördüğü eğitimin kemale ulaşmasının akabinde, 1547’de Kapıcıbaşılık görevi tevdi edilmiş, daha sonraki yıllarda ise Gelibolu sancakbeyi olmuştur. 1553’de Kaptan-ı Derya olan Piyale Mehmet Paşa, 1567 yılına kadar tam 14 yıl bu görevi başarıyla sürdürmüştür. Kaptan-ı Deryalık görevinde bulunduğu dönemlerde sayısız başarılara imza atmasının yanı sıra, 1558’de Majorca’ya düzenlediği akınla Balearik Adası’nı almış ve bu başarısından dolayı kendisine Cezayir Beylerbeyi payesi verilmiştir. Sakız
ve Cerbe gibi ele geçirilmesi oldukça zor olan adaları almasının haricinde İtalya, İspanya ve Fransa sahillerinde irili ufaklı 67 adayı da ele geçirmiştir. Bu başarıların yanı sıra büyük bir donanmayla Haçlı Kuvvetlerinin saldırdığı Cerbe Deniz Muharebesinde Haçlı Kuvvetlerini yenilgiye uğratmış, İspanya Kralı II. Felipe’nin donanmalarını zayıflatmış ve Kralı esir etmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kaptan-ı Derya olan Piyale Paşa, Sultan II. Selim döneminde de bu görevine devam etmiş, II. Selim’in kızı Gevherhan Sultan’la evlenerek saraya damat olmuştur. 1566’da Sakız’ı almasıyla üçüncü vezir, 1568 yılında da Kıbrıs’ı almak üzere gittiği görevindeki başarısı sebebiyle ikinci vezir makamına yükselmiştir. Büyük Piyale Paşa ve Küçük Piyale Paşa külliyeleri olarak Kasım Paşa semtinde iki eser bırakan Piyale Mehmet Paşa’nın, bunların haricinde Sakız Ada’sında bir külliye ve İstanbul Mahmut Paşa’da bir adet hanının olduğu Osmanlı Arşiv kayıtları ile sabittir. Kemâlâtın sembolü bir eser; Piyale Paşa Camii; Piyale Mehmet Paşa, Kaptan-ı Deryalık görevinde bulunduğu sırada bir külliye inşa ettirmek istediğini dile getirince henüz kırsal bir yer olan Kasım Paşa semtini yerleşime açma amacı ve padişahın da bu doğrultudaki isteği sebebiyle külliyesini bu semte yaptırmaya karar verir. Dönemin mimarbaşısı olan Sinan’dan kendisi için bir külliye yapmasını ister. 1565’de temeli atılan eser, Paşa’nın isteği Mimarbaşının da gayreti ile 1573 yılında cami, medrese, tekke, sıbyan mektebi, türbe, çarşı, hamam ve sebilden müteşekkil bir külliye olarak tamamlanır.
Osmanlı tarihinde önemli bir yere sahip olan Kaptan-ı Derya Piyale Mehmet Paşa; Hırvat asıllıdır. Kanun Sultan Süleyman’ın Mohaç Meydan Muharebesi sırasında devşirilmiş ve Enderun mektebine alınmıştır.
55
Dış kısımda toplamda 60 sütun yer alır. Duvarları kesme taş ve tuğla karışımıdır.
Yapılan bu camii bir Mimar Sinan eseridir fakat banisine has bir tarzda imar edilmesinden dolayı diğer Mimar Sinan eserlerinden farklıdır. Tek minaresinin yelken direğini, balkonlarının gemi güvertesini ve 6 kubbesinin 6 büyük zaferini simgelediği camii yukarıdan bakıldığında bir gemiyi hatırlatmaktadır. Bir külliye olarak inşa edilmesine rağmen günümüze yalnızca camii ve türbesi kalan yapının camii olarak kapladığı alan 2 bin 214, avlusuyla birlikte hesaplandığında ise toplam olarak 22 bin 500 metrekaredir. Caminin planı ise geleneksel çok ayaklıdır. Dikdörtgen bir alana yayılan camiinin duvarları yer yer kesme küfeki taşı, yer yer de moloz taşı kullanılarak inşa edilmiştir. Dış kısımda toplamda 60 sütun yer alır. Duvarları kesme taş ve tuğla karışımıdır. İki katlı yan mahfillerin eklenmesiyle bilinenin dışına çıkan yapı yukarıda da zikrettiğimiz gibi muadillerinden biraz farklı olarak genellikle Mimar Sinan eserlerinde görülen düzenli kubbeleri taşıyan ortadaki ağır taş ayakların yerlerine ince uzun, granit sütunların getirilmesi ve cephelerde bulunan sivri kemerli alınlıklar camideki farklılıklardan yalnızca birkaçıdır. Dış görünümündeki heybetin yanında caminin iç kısmı da Cuma Suresi ve Ayet’el Kürsi’nin yazıldığı kemer yazısı ve eşsiz çinileriyle ziyadesiyle etkileyicidir. Harimin üzeri eşit büyüklükte altı kubbeyle örtülmüştür. Minberi mermerdendir. Mihrap kısmının içi tamamen İznik çinileriyle süslenmiştir. Mimar Sinan, bir yandan eserlerinde ideal mekân arayışını sürdürürken, bir yandan da bu yapıda çeşitli plan tiplerini ele almıştır. Geleneksel Ulu Camii tipi olma özelliğini taşıyan eserde, ilk kez bu camide mevcut bir özellik vardır o da Mihrab ile tek olan minarenin aynı hizada olmasıdır. Yani İmam mihrabda tekbir aldığında minare tam arka hizasında kalmaktadır. Burası bir minare için en akla gelmeyecek yerdir. Rivayet
sayı//23// haziran 56
odur ki; Haliç’ten bir kanalla kayıkların camiye kadar gelebilmesi için caminin dış kısmına çok sayıda revak yapılmıştır. Asırlara hükmedercesine vakarla ayakta duran bu eşsiz eserin bugün var olmayan bazı bölümleri ne yazık ki şuursuzca yıkılmış bazı bölümleri ise vakıf mallarının haraç-mezad satıldığı dönemde elden çıkarılmıştır. Rivayetlere göre camii öylesine amacından ayrı kullanılmıştır ki 1946 yılında camiye gelenler içerisinde koyunların otladığını gözyaşlarıyla anlatmışlardır. Vakıf malı olmasına aldırmaksızın çevresindeki kurumların arsaları satılmış ve özel mülk haline getirilmiştir. Banisinin Müslümanlara hizmet şuuruyla inşa ettirdiği külliyeden geriye yalnızca Camii, Türbe ve sonradan aslına uygun bir şekilde yapılan Şadırvan kısmı kalmıştır. İçerisinden çalınarak yurtdışına satılan çinilerin büyük bir bölümü ise bu gün Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Esasında şehrin tam ortasında ve fakat gözlerden uzak kendi köşesine çekilmiş, kimselere aldırmadan yaşanan tüm vefasızlıklara direnen ve dahi ağuşunda barındırdığı birkaç Müslümanla ebedi aleme hizmet etmeye devam eden bu değerli mücevher, son yıllarda kendisine verilen değer ve özel ihtimam sebebiyle banisi misali muzaffer bir kumandan gibi. Camii 2007 yılında önemli bir restorasyondan geçirilmiş ve aslına uygun bir şekilde onarılmıştır. Türkiye’nin ve dünyanın en değerli hafızlarından olan Hafız İshak Danış camiye imam olarak atanmıştır. Bir safında 100 kişiden fazla Müslümanın namaz kılabildiği camide her vakit namazında ortalama 300’ü aşkın kişi namaz kılmaktadır. Vaktiyle padişahların namazlarını eda ettikleri camide, bugün de milletvekili, bakan, başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi devlet büyükleri vakit bulduklarında namazlarını eda etmektedirler. Sizler de bir gün Mutlaka Piyale Paşa Camii’ne düşürün ömür yolunuzu. 500 yıllık yaşlı bedenine sığınan insanları, kuşları, kedileri hasılı yaşayan her şeyi kendisine yapılan vefasızlıklara aldırmadan, asırlardır şefkatle kucaklayan bir aile büyüğüne gidermiş gibi gidin yoğun ve yorgun şehrin sinesindeki bu şahane esere. Çeşmesinden akan mübarek suyla temizlenin dünya meşgalesinden. Yüzyılların bekçileri kapılardan huzurla girin içeri ve bir vakit namaz hediye edin ömrünüze. İmam efendinin Davudi sesiyle okuduğu bir Kur’an tilaveti dinleyin gönlünüz titreyerek ve asrın Padişahını ve Kapdan-ı Deryası Piyale Mehmed Paşa’yı yad edin âsumâna yükselen dualarınızda.
DERSAADET Kültür,Edebiyat,Dil,Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği II.Olağan Kongresi Yapıldı Atilla AKDEMİR
012 Yılında Dersaadette , Dersaadet kültürü ve ruhu ile yetişmiş 52 münevver insanın kuruluşunu gerçekleştirdiği Dersaadet Kültür Platformu, Nisan ayında 2.olağan kongresini Beşiktaş iskelesinde bağlı Şehir Hatlarının Şehit Adem Yavuz gemisinde gerçekleştirdi. Dernek; “İstanbul ve Türk kültürüyle ilgili, yazılı metinler, mimari eserler, siyasi, sosyolojik bilgiler, demografik bilgiler konularında yurtiçi ve yurtdışında ilmî ve akademik çalışmalar yapmak, konuyla ilgili kurum ve teşekküllerle ortak çalışmalarda bulunmak, bu çalışmaları kamuoyuna duyurucu etkinlikler yapmak. İstanbullu olma bilinciyle; öncelikle İstanbul ve Türk kültürü, sanatı, tarihi, bilimi, dili ve edebiyatını tanımak, tanıtmak bu konularda ilmî ve akademik çalışmaları İstanbul, Türkiye, Dünya ölçeğinde Türk asıllı soydaşlarımız, Müslüman milletler ve tüm dünya milletleriyle paylaşmak için faaliyetlerde bulunmak.” Amacıyla kuruldu.
Aynı zamanda ,Şehir ve Kültür Dergimizin Kurumsal olarak sahibi olan Dersaadet Kültür Platformu derneği, 2.olağan kongresi için İstanbul boğazı kıyısında özgün bir mekanda farklı bir kongreye imza attı. Cumartesi günü sabah Kahvaltısında Bahçeşehir Üniversitesi sahilinde Seyri Deniz kafede buluşan Dersaaadet Kültür Platformu üyeleri, kahvaltıdan sonra iskelede bağlı olan Şehit Adem Yavuz gemisine geçtiler. Kongre programı gemide gerçekleşti. Kongrede;Genel Başkan Yardımcılarından Başkan vekili Eyüp Ensari Ergin açılış yaptı, Divan başkanı ve üyelerin seçimi yapıldı, Divan Başkanlığına Prof. Dr.Celal Erbay, üyeliklere Hasan Arıkan ve Ahmet Şayır seçildiler.Divan Başkanı Prof.Dr.Celal Erbay’ın konuşmasından sonra, Dernek kurucularından Erzincan Valisi Süleyman Kahraman kısa bir konuşma yaptı.Ardından Dernek Genel Başkanı Mehmet Kamil Berse, Dernek faaliyetlerini anlattığı bir konuşma yaptı. Başkan yardımcılarından Yrd. Doç.Dr.Recep Çelik faaliyet raporu ve gelecek dönem faaliyetlerini anlattı. Muhasip Av. Necati Özdemir dernek Mali tablosunu okudu, Yönetim kongrede ibra edildi. Dilek ve temennilerde; Prof.Dr. Nazif Gürdoğan, Recep Garip, Başkan Yardımcılarından Hüseyin Kansu ve Hasan Arıkan konuşmalar yaptılar. Seçimlerde El Kaldırmak suretiyle yapılan oylamada yeni dönem Yönetim ve denetim kurulları ile istişare kurulu üyeleri 3 yıllığına seçildi. Yönetim kurulu listesi: Genel Başkan,Mehmet Kamil Berse, Genel Başkan Yardımcılıklarına: Eyüp Ensari Ergin,Hüseyin Kansu,Hüseyin Öztürk,Recep Çelik, Mehmet Cangir, İsmail Yılmaz, Ekrem Kaftan, Muhasip Necati Özdemir,G.Sekreter Timuçin Mercanoğlu seçildiler. Program’a; Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman ve Recep Garip ile Hüseyin Kansu şiir okumaları ile devam edildi. İBB Kent orkestrası şefi İsmail Yılmaz ve Keman sanatçısı Adem beyin muhteşem konseri ,ardından Recep Çelik ve Eyüp Ensari Ergin’in türküleri ve Kutlu doğum haftası münasebetiyle günün anısına Natı şerifler Kuran-ı Kerim tilaveti ve dua ile son buldu.Şehit Adem Yavuz gemisinin üst kısmında boğaz zeminli fotoğraflarla Dernek arşivine hatıralar kaydedildi. (Programı baştan sona Kayda alarak Kurumun Web adresi arşivine ekleyen Çınar TV ye, ve kongremize gelerek şereflendiren değerli Çınar TV Yönetim kurulu başkanı Nejdet Külünk beyefendiye teşekkür ederiz.Kongre ile ilgili programı Çınar TV arşivinden internette izleyebilirsiniz.) 57
nce siyah-beyaz vardı hayatımızda. Bir şey ya siyahtı ya da beyaz. Başka renkler hep geride dururdu O günlerde…
MEDYA ÖNCE
SİYAH-BEYAZDI
Bu samimiyetle buram buram Anadolu kokan siyah-beyaz yıllar, 12 Eylül 1980 darbesinin yaşandığı çalkantılı yılda, her alanda olduğu gibi kültürel yapımızda da derin yaralar oluşmuştur. Yaşar DİNÇKAL
Siyah-beyaz yılların başlangıcı olarak belki 1727 yılına kadar inilebilir. Matbaa’nın ülkemize gelmesiyle bu yılda başlanmıştır profesyonel yayıncılık serüvenine. Önce yazılı olarak başlayan serüven, zamanla teknolojik icatların çoğalması ile sesli ve görüntülü yayınları başlatmış, bununla sektör büyük bir ivme kazanmıştır. 20.YY’ın son çeyreğinden itibaren toplumlara her türlü bilgiyi aktaran Televizyon ve Radyo yayınları, hayatın her alanını etkileyen büyük bir sektör olmuştur. Medya sektörü olarak tanımlanan bu sektör Dünya’nın her yerinde 4. Kuvvet olarak bilinmektedir. Başta ideolojik hedefler ve politik amaçlar için çok iyi bir araç olan Medya, günümüzde toplumu her alanda yönlendiren bulunmaz bir araçtır. Türk Dil Kurumunun “İletişim ortamı”, “İletişim araçları” olarak tanımladığı Medyanın en önemli yayın organı olan Televizyonculuk serüvenine, ülkemizde 1952 yılında İTÜ TV adıyla başlanmıştır. 1964 yılında TRT’nin kurulması ve kısa zamanda çok geniş kitlelere ulaşmasıyla hayatımızın olmazsa olmazı, bilgi edinme ve eğlenceli zaman geçirmenin en ucuz ve kolay aracı Televizyon olmuştur. Televizyon yayınlarının ilk dönemleri incelendiğinde, her şeyin samimi, tarafsız bir şekilde yalın halde insanlara sunulmaya çalışıldığı görülür. Diziler, filmler, müzik eğlence programları, maç yayınları, reklamlar gibi yayının kapsamına giren herşey öyle sade ve güzel anlatılır ki, gerçekten abartı olmadan, başta aile olmak üzere, toplumsal değerlere bağlı kalınarak o günkü Türkiye’ye ayna tutulur. Âdile Nâşit, dönemin çocuklarına samimi duygularla masal anlatır, Cenk Koray, müzik eğlence programlarıyla aile yapısına sadık kalır. Küçük Ağa, Aliş ile Zeynep, Kuruluş, gibi diziler toplumu tarihe götürerek, “Milli”, İnanç Dünyası ”Manevi” bir bakış kazandırmayı hedefler izleyicisine. Siyah-beyaz yayınlar her yerde ve her zaman olmazdı. Az olur, hem de çok değerli olurdu. Toplumun az bir kesiminde TV olduğundan akrabalık ilişkileri ve komşuluk ilişkileri pekişirdi bu dönemde. Yayınlar aynı ortamda izlenir, hüzünler ve mutluluklar ortak olurdu.
sayı//23// haziran 58
Günün her saatinde TV yayını olmaz belli saatlerde İstiklal Marşımız ile yayın açılır, İstiklal Marşımızla kapanırdı. Böylece insanlar bütün vakitlerini TV başında değil sosyal hayatın içinde eşiyle dostuyla, işiyle geçirirdi. Bu samimiyetle buram buram Anadolu kokan siyah-beyaz yıllar, 12 Eylül 1980 darbesinin yaşandığı çalkantılı yılda, her alanda olduğu gibi kültürel yapımızda da derin yaralar oluşmuştur. Bu dönemin meşhur dizisi “Dallas” toplumun ruhunu teslim almıştır desek yanlış olmaz. Diğer yandan bütün Batı ülkelerinde gelişen ve yayılan liberal ekonomin etkisiyle toplum, 1984 yılından itibaren renkli günlere merhaba demiştir! Merhum Turgut Özal döneminde uygulanan serbest piyasa ekonomisiyle, evler birer birer renkli televizyonlara kavuştu. Televizyon yayınları gibi toplum da Batı tarzı bir yaşamı benimsemeye ve hayal etmeye başladı. Kolay değil yaklaşık iki asır önce başlayan “Batılılaşma” tutkusunun “Dallas” dizisinin açtığı çığırla zirve yaptığı söylenebilir. 1980’den 1998 yılına kadar farklı ekranlardan toplam 356 bölüm yayınlanan bu Dizi, o dönemki izleyicide adeta bağımılık yapmıştır. Yani toplum renkli hayatlara ve renkli hayallere “Dallas” ile iyice ikna edilmiş, Renkli TV ile de bu hayaller taçlandırılmaya başlanmıştır. Zamanla bu renklilik maalesef diğer ana renkleri bastırma amacı güder hale gelmiştir. Artık renklenen televizyonlarla beraber yayın saatleri de uzamaya başlamıştı. Önceleri günün sadece belli saatlerinde yayın yapan tek kanallı yayınlar, toplumun sosyal hayatının devamında herhangi bir engelleyici etkiye sebep olmazken, sektöre1990’lı yıllarda yeni TV kanallarının ticari amaçlarla girmesiyle yayın süreleri ve renkli ekranlar çoğalmıştır. Bu durum, ahlakın, değerlerin ve geleneklerin korunmasında büyük yıkımların çıkmasına neden olmuştur denilebilir. 2000’li yıllarda kitle iletişim araçlarının artması ve çeşitlenmesi, küreselleşen dünya bu araçlara çok önemli bir misyon yüklemiştir. Toplumumuzda sektörün itici gücü olan TV’lerle farklı fikir ve görüşler hızla yayılmaya başlamış. Bu yayılma, toplumun eğitim ve kültür seviyesinin artış hızından, daha hızlı olması sebebiyle zamanla müspet değil menfi sonuçlara yol açar olmuştur. Nerdeyse her bayramda ekranlarda gördüğümüz “Nerede o eski bayramlar” sözleri aslında siyah-beyaz yıllara duyulan bir özlemin en büyük göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa bu gün
karşımızda ‘boyalı basın’ diye adlandırılan sektörde en mahrem konular dahi yayınlanır olmuş, algı oluşturma amacıyla yapılan haberlerle toplum manipüle edilmeye kalkışmış, dedikodu programları, evlendirme programları raiting denilen ölçümlerle en fazla izlenir olmuş, sürekli tüketmeye ve daha fazlasını elde etmeye dönük reklam filmleri, toplumu tamamen ” Batı” kültürünün hegomanyasında renkli , zarif TV’ler ile teslim almıştır. Bilgilendirmek ve toplumun değerlerini ön plana çıkarma misyonunu taşıyan TV’ler maalesef belgesel film izleme zevkini unutturmuştur izleyiciye. İpek Yolu, Kaptan Kusto gibi belgeseller hep siyah beyaz günlerin nadide eserleri olarak hafızalarda yerini almıştır.
Bütün Batı ülkelerinde gelişen ve yayılan liberal ekonomin etkisiyle toplum, 1984 yılından itibaren renkli günlere merhaba demiştir!
Siyah-beyaz’dan renkli yayınlara geçildiğinde ve bu teknolojik altyapıyı getiren teknokratlar dahi 21. YY’ın ilk çeyreğinde toplumun kültürel anlamda büyük bir yozlaşma yaşayacağını belki hiç hayal edememişlerdir. Ancak gelinen durum ortada. Sektörde sayıları bir elin parmakları kadar olan “Milli ve Manevi” değerleri şiar edinen çok küçük bir grup bu maksatla yayın yapmayı amaç edinmiştir. Bunlardan en önemlisi devletin kanalı olan TRT’dir. Yaklaşık yarım asırdır kültürel anlamda yozlaşmış bir toplumu, son yıllarda yaptığı iddialı ve büyük projeler ile buluşturmaya çalışmaktadır. Bu projeleri burada anlatmakla bitiremeyiz. Bir tek “Diriliş” dizisi bile, izlenme oranıyla, senaryosuyla, müzik ve kurgusuyla tam bir başyapıt hüviyetindedir. Bu dizi ile toplumumuz yeniden kültürel kodlarını bulmaya çalışıyor dense yanlış olmaz. Nasıl ki, yıllar önce, aynı kanalda toplumun değerlerinden uzak bir anlayışın ürünü olarak “Dallas” dizisi toplumun kültürel kodlarına girip değerlerden yoksun nesillerin yetişmesinin temelini atmışsa, bu gün “Diriliş” dizisi de toplumun değerlerini önde tutan bir anlayışın hakim olmasıyla, aynı ekranlardan yeniden format atıyor adeta. Sizin aslınız budur diye! Sonuç olarak, Siyah-Beyaz bir dönemdi. Bir rüya gibi yaşandı bitti. Ama etkisi yıllarca hep hissedilecektir. Hep özlenecektir. Çünkü toplum o yayınlarda kendinden bir parça buluyor, Samimiyet buluyor. Sıcaklık buluyor. Huzur buluyor. Toplum için adeta pazarlıksız sevgidir, siyah beyazı sevmek. Ya sevmektir ya sevmemektir siyah beyaz olmak. Net olmaktır. Her rengi kucaklayan, duruşunda netlik olan siyah-beyaz günler dileğiyle 59
er yeni dalgada düştükçe ortalığa Derinden derine bir eyvah sesi İncinmişliğim artıyor Bu nasıl bağlanış bu nasıl aldanış Ve bu nasıl mahkûmiyet diyorum Sırtımı verdikçe ulu çınarlar gibi Şehrin üstündeki duran dağa
ŞEHİR ONARMALI, HEM KENDİNİ HEM BİZİ
Oysa çeşmeler,”…. bir zamanlar ne şenlikli hayat sürerlerdi. Belli ki o zamanlar aldırmazlardı olup bitene... Dünyayı hep böyle şen şakrak sanırlardı. İsmail BİNGÖL
Ve göz attıkça Ovalar boyunca uzayıp giden sonsuzluğa Alıp götürüyor kabaran öfkemi bütün bunlar Ve şehre sesleniyorum “Ve Şehre Dönüyorum” adlı şiirimizden bir bölüm yukarıdaki mısralar… Şehrin yüzyıllardır sürüp giden ve çağdan çağa, dönemden döneme, insandan insana, mekândan mekâna devreden sesleri yankılandıkça şehirleri dolduran zihinlerde; bazen söze dönüşür bu yankı; masal olur, hikâye olur, roman olur, öykü olur; bazen mısraya dönüşür şiir olur sevdalılarının yüreklerinde ve bir sevda türküsü gibi senelerce dillerde dolaşıp durur. Bitesi yoktur bu türkünün, durası yoktur bu seslenişin, azalışı yoktur bu incelişin ve mısraya dönüşün… Her devirde mutlaka bir söyleyeni, bir anlayanı, bir dert edeni bulunur şehre dair bu türkünün ve bu türküyü şiirleştirerek sancılı yüreklerde yeni bir dünya oluşturma gayreti içerisinde olanın… Bazen büyük bir ıstırabı simgeler şehrin başından geçenler ve acıyla doldurur sineleri; bazen bir sevincin, bir gönencin, bir haykırışın, bir kurtuluşun nişanesi olur; tarihin sayfaları arasına ismi altın harflerle yazılır. Her yıl o gün geldiğinde; şehir yeniden hatırlanır ve adına yeni sözler yazılıp, yeni şiirlerle yeni yaşanmışlıklara kayıt düşülür. Tıpkı yukarıda bir bölümünü aktardığımız şiirde olduğu gibi… Aynı şiirin devamındaki mısralarla şehre dönüşümüzü, seslenişimizi sürdürerek; incinmişliğe ve siteme vurgu yaparak sözümüze devam edelim: Arzularıma bigâne kaldıkça şehir Beni anlamamakta direndikçe sağım solum Hüzünle çarpıp durdukça zavallı kalbim Ben bu şehre ne demeliyim Ve şehir ne anlamalı benim bu içkin halimden Oysa ben Kaç kere geçtim bu şehrin sokaklarından Kaç kere ağladım kuytularında Şeb-i yelda bilip her geceyi Ruhuma geçmiş eski tanıdıkların aşkıyla
sayı//23// haziran 60
Kaç kere yoldum kabuk bağlamış yaralarımı İzleri kapanmasın Artık kurtulayım ve artık anlasın diye Kaç kere haykırdım Issızlığın bürüdüğü şafak vakitlerinde Sitemlerimi serzenişlerimi üzülüşlerimi İnsanların sürgün bir cana ettiklerini Bin bir zulümle nisyana terk ettiklerini Oysa kınayıp durdukça Sadece gördüklerine aldananlar Ne çıkar bu çileden Mebzul miktarda katlanılmış çaresizlikten başka
Gözümüz daha toktu, elimiz vermeye daha yatkındı, gönlümüz halden anlıyordu, dilimiz güzellikleri anlatmada ve o güzellikleri hayatımıza tatbik etmede daha bir ustaydı. İnsanı insan yapan değerlere sahip kişiler, varlıklarıyla bulundukları mekânları şereflendirme hususunda daha ileri, daha dikkatli ve daha hassastılar. Ve bunların, “şehrin ihtarcıları” olarak niteleyebileceklerimizin çoğu hâlâ hayattalardı ve sözleriyle davranışları birbiriyle örtüşen bu kişilerin söyledikleri emir gibi telakki edilirdi.
Şehir anlatmalı Hali pür melalimizin çoktan değiştiğini “Nam u nişane kalmayıp fasl-ı bahardan” Bozuk renklerin ortalığa doluştuğunu Bir karmaşıklığın Dal gibi ağaç gibi çınar gibi Genç yaşlı ve ihtiyar bedenleri Düşman gibi işgal ettiğini Kendine döndürmenin Arıtmanın güzelliğiyle müzeyyen ele Her zamankinden çok ihtiyacımızın olduğunu
Eskilerin deyimiyle “Şerefil mekân bil mekîn” di. Yani; “makamların şeref ve izzeti, oralarda oturanlara dayanmaktaydı, onlarla kaimdi.” Her ne kadar çağımızdaki bazı değişim ve dönüşümler; değerlerimizin çoğunu önü alınmaz şekilde sürükleyip bir tarafa götürse de, hakikati oluşturan manzara bugün de aynıdır ve bir makamın, bir mekânın, bir semtin ve bir şehrin onuru, şerefi, haysiyeti; orada oturanlara bağlıdır. Eğer bunun tersi ise; ‘ye kürküm ye’ misalinde olduğu gibi, makamdan, zenginlikten, rütbeden itibar kazanılıyorsa; durum şairin söylediğine, onun benzetmesine dönüşmüştür ve sonuç; şu iki mısrada özetlendiği gibidir: “Sirkeci’den tren gider/ Varım yoğum törem gider” O trenler bir bir gitti ve törelerimiz; varımız, yoğumuz, bizi biz yapan, bizi millet yapan duyuşumuz, hissedişimiz, anlayışımız, algılayışımız ve bunlar arasındaki ilgiyi oluşturan değerlerimiz unutuluşa terkedildi, adeta ilkellik olarak addedilir oldu bugün... Oysa pek kısa sayılabilecek bir zaman öncesinde, “Yollar bozuk, / Musluklar bozuk / Ziller bozuk, / Paralar bozuk”tu, velâkin, “Adamlar sağlamdı”.
Bu yazdıklarımızdan, gece gündüz o günlerin özlemleriyle yatıp kalktığımız sonucu çıkarılmasın. Ama zaman içinde kaybettiklerimizi göz önüne getirdiğimizde, yüreğimizin daraldığı, ruhumuzu bir sıkıntının bastığı da bilinmelidir. Belki o yoktu, bu yoktu ama insanlık herhalde şimdikinden daha çoktu. Sadakat, vefa, dostluk kavramlarının içi daha fazla dolduruluyordu. Ve insanlar; etrafındakilere ve dahi yaşadıkları yere gösterdikleri davranışlar açısından güzelliğin ve iyiliğin daha çok kapsama alanı içindeydiler. Nankörlük ve kadir bilmezlik bu kadar hükümran olmamıştı henüz dünyamızda ve şehrin sokaklarında gezerken rastlanılanlara verilen “selam” henüz çekilmemişti göğe…
Kimler dolaşır, kimlerin aklına gelir bilinmez ama; ara sıra da olsa, geçen zamanla bir takım gereklilikler sebebiyle çoğu tarihe karışan eski mahallelerin, henüz yıkılmamış bölümlerinde, hatıralar dehlizine dalarak, geçmişin acı tatlı yüzünü akla getirerek, kederli duygular içerisinde dolaşmak; insanı anında farklı bir dünyaya taşır. Az da olsa, geçmişten izler taşıyan bu eski zaman mekânlarında dolaşırken, insanın yüreği bir hoş olur, gönlü arzuyla dolar, ruhu eski sevdalarını yâda getirir. Arkadaşlarını... O eski evlerde oturanları... Komşuları... Ve anlatıla anlatıla tükenmeyen komşulukları... Hani: “Başımız ağrırdı / Komşumuz vardı / Gönlümüz daralırdı / Komşumuz vardı / Çorbamızı, umutlarımızı / Memleket kadar
Şehir bağırmalı Gece gündüz yollarında dolaşan Divane yolcularının ardından Söylediği türkülerle arka çıkarak ıstırabının sesine Sevdanın mızrabıyla sersem ruhlara Şehir hatırlatmalı Bir eski zaman bilgesi gibi Nereye gittiğimizi ve yaşanılan devri Vefasızlıkları uzayıp giden varlığın temsilcilerinin Nankör ve ihanet içerisindeki halini
Çünkü evlerinin çoğu yıkılmış, ayakta kalan birkaç evin olduğu ve onlarda da kimsenin oturmadığı buralara artık sokak denemez. Niye derseniz? Sokağa sokak olduğunu bildiren, ortalığı birbirine katan çocuk sesleri kalmamıştır da ondan.
61
Yavaş değişseler de, bugünün semtleri, adları anıldığında gözümüzün önüne gelen o eski görüntülerden çok uzaklaştılar ve giderek de uzaklaşıyorlar.
kalbimizi paylaştığımız / Komşularımız vardı.” O sokaklara sokak... O evlere ev olma şerefini bahşedenler... Gelip geçenler... Konup göçenler... Bağıra çağıra geçen sokak satıcıları... Okul önlerinde pamuk şekeri satanlar... Hepsi çocukluk günlerimizin bir parçası olarak mazideki yerlerini alan ve o günlere neşe katanlardı. Yavaş değişseler de, bugünün semtleri, adları anıldığında gözümüzün önüne gelen o eski görüntülerden çok uzaklaştılar ve giderek de uzaklaşıyorlar. “Değişmeyen bir şey varsa, o da değişimin kendisidir.” kuralı gereğince, manzaranın böyle olması mukadder ama, ne var ki bugün şehirler; mukadder olan akıbetlerine doğru çok büyük bir hızla yol almaktalar. Fakat yaşaması ve geleceğe aktarılması gerekenleri yaşatmak da, birilerinin boynunun borcu olmalıdır. Hiç kimsenin sahip çıkmadıklarının “batacağı” ve kendisiyle birlikte başka şeyleri de “batıracağı” kesindir ve herkesçe bilinen, unutulmaması gereken bir noktadır. Şehirlerin değişip dönüşürken kaybettikleri mimarî unsurlardan biri de çeşmelerdir. Bin bir emek sonucunda şehrin belli yerlerinde akıtılan ve üzerindeki kitabesiyle, ince ince işlenip, nakış nakış dokunan gövdesiyle bize has bir kültürün ürünü olan bu çeşmelerin çoğu ne yazık ki artık akmamaktadır. Gelişim çizgisi itibarıyla şimdi onların suyunu evlerimizde kullanmasak da, yine de şehrin görünümüne ayrı bir güzellik katan bu tarihi çeşmelere sahip çıkmak da bizim ya da birilerinin görevi, sorumluluğu değil midir? “Suyunu Yitiren Çeşmeler” olarak da niteleyebileceğimiz ata mirası bu değerler, artık yanık bağırları serinletip, susuzluktan çatlamış dudaklara eskisi kadar ya da eskiden olduğu gibi derman olmuyorlarsa da; yüzyıllarca hizmet ettikleri kişilerin torunlarından yine de vefa beklerler. Bir eşya da olsa, bu onların en tabii hakkıdır. Şehre aşina, şehrin ne olduğunu bilen kişiler; onların kırılıp bir kenara atılmalarına göz yummamalıdırlar. İlgilileri ve yetkilileri uyararak, kötü niyetli kişilere engel olunmalı, en azından bulundukları yerden alınarak, başka bir yerde estetik duruşlarıyla sergilenmeleri sağlanmalıdır. Çeşmelerle ilgili yazdıklarım beni geçmişe, halen yaşamakta olduğum şehir olan Erzurum’da, şimdilerde büyük bir kısmı yıkılmış, ayakta kalanı ise terk edilmiş, çocukluğumun birkaç yılının geçtiği “Balyoz” sokağına götürdü. O sokaktaki çeşmeyle kurduğum duygusal bağı anlatan yazının bir bölümü şöyleydi:
sayı//23// haziran 62
“Karın ince ince yağdığı bir gecede, dudaklarımda yürek ezici bir türkünün nağmeleri, çocukluğumun geçtiği sokaklarda gezinmekteyim; samimiyetin, dostluğun, komşuluğun iç içe girmiş kokularını burnumun ucunda hissederek... Kafamda bu hüzünle yoğrulmuş karmakarışık düşünceler, ayaklarımın çıkardığı sesi dinleyerek yürürken, artık suyu akmayan, terk edilmişlik hissiyle boyun bükmüş bir çeşmenin önünde buldum kendimi... Sağı solu pislik içinde, musluğu kırılmış, suyu akmayan bu çeşme de, en az, kendi haline bırakılmış eski evler kadar, içinde bulunduğu durumdan mustaripti. O da, tıpkı insanlara yıllarca hizmet ettikten sonra bir kenara atılanlar gibi, insanoğlunun vefasızlığından, nankörlüğünden şikâyet ediyordu lisanı hâliyle... -Nice zaman su verdim hiç durmadan... Büyük bir cömertlikle, suyumu içip ferahlamak isteyenleri hiç geri çevirmedim... Susuzluktan kurumuş dudakları serinlettim. Yıllar yılı bıkmadan usanmadan yaptım bu işi... Gel gör ki, artık evlerindeki çeşmelerden su ihtiyaçlarını gidermeye başlayan insanoğlu, beni bir kenara attı. Atmakla da kalmayıp, sağımı solumu kırdı döktü.” Çeşmenin bu serzenişi beni gerilere götürdü ve evimizin hemen yanı başındaki o küçücük, gece gündüz hiç durmadan akan çeşmeyi getirdi aklıma... Yattığım odanın hemen köşesine denk gelen çeşmeden akan suyun sesi ninni gibi gelirdi adeta... Mahalledeki çoğu kişinin su ihtiyacını karşıladığı, yoldan gelip geçenlerin kana kana içtiği bu çeşmenin akıbeti de çok kötü olmuştu. Taşları bile kalmamacasına yok etmişler, bulunduğu yeri arsa haline getirmişlerdi. Hâlbuki ne güzel sohbetler, ne tatlı sözler edilmiş, ne hatıralar dile getirilmiş, türkülere konu olacak ne aşklar yaşanmıştı belki de onun başında... Ve kimler; neleri göze almışlardı çeşme başında gördükleri uğruna... Hani; o Erzurum türküsünde de söyleniyor ya: Çeşmeye vardın kızım, suyu doldurdun kızım Körolası çeşmede, kimleri gördün kızım? Çeşmeye vardım ana, suyu doldurdum ana Körolası çeşmede, Mahmud’u gördüm ana (…) Oysa çeşmeler,”…. bir zamanlar ne şenlikli hayat sürerlerdi. Belli ki o zamanlar aldırmazlardı olup bitene... Dünyayı hep böyle şen şakrak sanırlardı. Gelip geçenin yüreğini serinletip, yaptıranı için hayır dua almak, yetip
artardı onlara...” Ama bu devran böyle sürmedi ve onlar da zamanın acımasız elinde tarih olmaya başladılar bir bir... Artık isteseniz de, ancak düşlerinizde su içebilirsiniz bu çeşmelerin çoğundan. Kıyıda köşede kalmış bu çeşmelerin sessiz ağlayışlarını kim duyar, kim anlar acılarını ve kim el atar onlara... Ve bizim hüznümüzü kim bilebilir? “Ancak âşıkları, eski güzelliklerin sabırlı yolcuları bilir onların dilini.” Ve sormayalım mı: “Kim kesti bu neşeli çocukların sesini / Kim susturdu o canım çeşmeleri” Peki ya çeşmeleri bir yana bırakıp, “Sokağa hasret ya da sokağı olmayan çocuklar” şeklinde bir cümle kurmak istesek, o zaman ne düşünürsünüz? Her halde hepinizin aklına gelen çağrışım birbirinin benzeri olur sevgili okuyucu… Zira kendi çocukluğumuzu gözümüzün önüne getirdiğimizde, sokağı ya da bahçesi olmayan çocuklara üzülmemek elde değil. Onların, çocukluklarını tam olarak yaşayamadıklarına olan inancımız, bazı çocukları görünce, daha da pekişiyor, buna bağlı olarak üzüntümüz iyice artıyor. Kendimize ait bahçemiz olsa bile yine de üzülüyoruz sokağı olmayan çocuklara... Zira çocuk, kendi bahçesinde çoğu zaman kendi başına oynar. Paylaşamaz o güzelliği başka çocuklarla... Çünkü hem sokağı yoktur ve hem de genellikle bazı sebeplerden büyükleri izin vermez o evin bahçesine başka çocukları doldurup oynamasına… Öyleyse evin bahçesi olsa bile, orada tek başına oynadıktan (artık nasıl oynanırsa tek başına)sonra ne önemi vardır bahçenin? Hâlbuki güzelliklerin, dostlukların, paylaştıkça çoğaldığı söylenmez mi ve bu durum çocuğun dünyası için de geçerli değil midir? Ruhlara, paylaşmanın elindekileri azaltacağı korkusu öylesine sinmiş ki... Bu korkuyla, kimse kimseye fazla yaklaşamıyor, kimse kimseye kolayca, içinden geldiği gibi selâm vermiyor, samimiyet gösteremiyor. Paylaşmanın cesaretini gösteremeyen insanlar, huzuru kaybetmiş bir halde, savaşlar ve kavgalarla birbirlerini azaltmanın, böylece de, paylaşacak kişi sayısını en aza indirmenin kanlı mücadelesini veriyorlar. Oysa çocuk; minicik yüreğinde, farkında olmadan büyüyen güzellikleri arkadaşlarıyla paylaştıkça, çocuk olmanın hazzını daha çok yaşar, çocukluğundan tat ala ala büyür ve insanî değerlerin, insanca yaşamanın ne olduğunu daha çocukken anlamaya başlar. Sokak ise, bu paylaşmanın en iyi yaşandığı yerdir. Zira özgür
olduğu, kendi başına karar verebildiği tek yerdir çocuk için sokak... Ve özgür olduğunu hissettiği sokaklarda, “dur, sus” sözlerine muhatap olmadan, istediği gibi koşar, oynar, elini ayağını kanatır. Karışanı görüşeni olmaksızın çın çın öttürür sokağı sesiyle... Tabii sizin de bildiğiniz gibi bu anlattıklarımızın çoğu eskidendi. Günümüzde sokak, her türlü tehlikenin kol gezdiği, insanı korkutan, bu sebeple çocukların eve hapsolmasına neden olan bir yer olup çıktı. Şimdi imkânı olanlar, sokağın yerine, etrafı surlarla, korumalarla çevrili yerleşkeleri, siteleri koymuşlardır. Buna imkânı olmayanlar ise, evlerinin daracık odalarına, koridorlarına hapsolmuşlardır. Ara sıra, anne babayı zorlayarak gittikleri parklardan başka eğlenceleri kalmamıştır onların... Buralarda ise, rahat rahat oynayacağı, arkadaş diyebileceği çocuklar yoktur tabii ki... Yeni oyun yerleri olarak bir de AVM’ler vardır şimdilerde… Arada bir gidilen bu yerlerde çocuk bunların içine kurulmuş plastik oyun alanlarında oynayıp, enerjisini boşaltırken, anne baba da hemen yakınında ona göz kulak olarak yemeğini yer, sohbetini eder; böylece hem kendi ve hem de çocuğu (Veya çocukları; sayısı bir, bilemediniz en çok iki olan) eve, eğlenerek rahatlamış(!) olarak dönerler. Bazen, geçmişte oturduğunuz o eski mahallelerin, ıssızlık bürümüş sokaklarından geçtiğinizde, sizin de içinizi derinden derine, inceden inceye bir sızı kaplayıp, yüreğinizin dört bir yanı hüzünle kavrulmaz mı? Çünkü evlerinin çoğu yıkılmış, ayakta kalan birkaç evin olduğu ve onlarda da kimsenin oturmadığı buralara artık sokak denemez. Niye derseniz? Sokağa sokak olduğunu bildiren, ortalığı birbirine katan çocuk sesleri kalmamıştır da ondan. Herkes çekmiş bir tarafa gitmiş, bir zamanlar çocuk sesleriyle çın çın öten sokakta “bir acı yel” kalmıştır. Söze şiirle başladık, yine şiirle, yazıya başlangıç yaptığımız “Ve Şehre Dönüyorum” adlı şiirimizin son bölümüyle bitirelim. Ve nihayet şehir onarmalı Dikkatsiz düşüncesiz samimiyetsiz bir hayatın Berbat ettiklerini. İnci mercan bellediklerimizden Bir sahteliğin eseri olarak ayakta duranları Bizi her geçen gün bozguna uğratanları Yeni bir meşguliyetin tezgâhında Aşkla şevkle anlayışla yeniden dokumalı 63
SARAYBOSNA’DA
“SIRLI MEKÂNLAR” Osmanlı devletinin çekilip Avusturya-Macaristan’ın idareye gelmesinden sonra da Bosna-Hersek’te Mesnevi sohbetleri aynen devam etti. Mikail Türker BAL
araybosna’da manevi hayat; Saraybosna’nın kurucusu, Bosna sancakbeyi İshakoğlu Gazi İsabey (İshakhoviç) ile başlar. Bu günkü Saraybosna şehri Gazi İsa Bey’in vakıfları ile kurulmuştur. İshak Bey’in oğlu Gazi İsa Bey, kendi vakfını kurmadan önce Fatih Sultan Mehmed’e hediye edeceğini bildirdiği ‘Careva’ (Çarınki) adıyla bilinen bu gün Hünkâr Camisi de denilen bir camiyi yaptırmış, ardından da bir saray inşa ettirip şehrin adının Sarayova (Sarajevo) olmasına sebep olmuştur. 1462 yılından önce İsa Bey Bentbaşı’ndaki Brodac köyünde, Şeyh Korusu(Şehova Korija) denilen mevkîde bir zaviye inşa ettirip yanına bir misafirhane yaptırmıştır. 1659 yıllarında Bosna’ya bir seyahat yapan Evliyâ Çelebi Seyahanâme’sinde bu yıllarda Saraybosna’da bir Mevlevîhane’nin varlığından şöyle bahsetmektedir: Milyacka Nehri’nin kıyısında, cennet bağı gibi bir yerde olup, semâhâneli ve meydanlı, yetmişseksen adet fukara hücreli, mutribler mahfilli, imâret ve aşevli bir Celâleddin Rûmî tekkesi vakfıdır ki, şeyhi bilgi sahibi dervişlerden, duası kabul olan bir zattır. Evliya Çelebi’nin bahsettiği bu Mevlevi tekkesi zengin bir vakfa sahipti. Vakfiyeye göre İsa Bey; 3 ev, ahır, hamam, Milyacka nehri üzerinde bir köprü de inşa etmiş ve bunları zâviye ile beraber fukaralara, talebelere, seyyidlere, gâzilere, yolculara hizmet etmek, ‘karınlarını et, pirinç, ekmek, yağ, çorba ile doyurmak’ için kurmuştur. Misafirler burada üç günden fazla kalamazlardı. Hizmet edenler için çorba verilecek, ziyadesi ise bu kasabada oturan yetimlere dağıtılacaktı. Tekkenin çok güzel bir köşkü varmış. Orada Saraybosna esnafı geceleri sohbet için toplanır ve yeni zanaatçılara kuşak kuşatırlarmış. Bu sohbetler II. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. 1957 yılında Saraybosna’nın yeni şehir planı uygulamaları sırasında tekke yıkılmıştır. Tekkenin olduğu yerde bu gün benzin istasyonu yer almaktadır. Tekkenin arazisinin ve haziresinin üzerinden ise maalesef şehirlerarası yol geçmektedir. Osmanlı devletinin çekilip AvusturyaMacaristan’ın idareye gelmesinden sonra da Bosna-Hersek’te Mesnevi sohbetleri aynen devam etti. Yukarıda zikrettiğimiz
sayı//23// haziran 64
mevlevihânede Farsça öğretimi ve Mesnevi dersleri yapılıyordu. O zamanlar Yugoslavya Reîsü”l-ulemâ’sı Cemâluddin Çavuşeviç idi. O, İstanbul’daki tahsili sırasında mevlevilerle tanışmıştı. Üstadı, Hacı Mehmed Esad Dede idi. Ondan Farsça’yı ve Mesnevi’nin inceliklerini öğrendi. Sonra Sarayevo’ya gelip Reîsü’l-ulemâlık makamına geçince bu şehrin mesnevihanı da oldu. 20 yıl mesnevihanlık yaptı; öğrencilere, meraklılara ders verdi. Mevlâna’nın şaheseri Mesnevi’ye çok ilgi duyuyordu. Bu ilginin en iyi göstergesi, konuşmalarında ve vaazlarında Mesnevi’den beyitler söylemesiydi. [1905-1928 arasında gerçekleştirilen bu faaliyet, Birinci Dünya Savaşı esnasında bir zaman için kesintiye uğramıştı.] Vefatından sonra yakın dostu Hacı Muyaga Merhemiç, kendi evinde Mesnevi sohbetleri yapmaya başladı. Bu zat, şeb-i arus törenlerinin başlatıcısıdır. Her yıl Mevlâna Celâleddin”in yüksek hatırası canlandırılır ve Hakk’a yürüdüğü gün, kutlama yapılırdı. Unesco’nun 1955 yılını dünyada Mevlânâ yılı ilan etmesiyle Türkiye’de düzenlenmeye başlanan Şeb-i Arus ihtifallerinden iki yıl sonra yani 1957’de Saraybosna’da ilk Şeb-i Arus ihtifali düzenlenmiştir. 17 Aralık 1957 tarihinde büyük mesnevihân Hacı Muyaga Merhemiç’in evinde yapılmıştır. Bu ilk ihtifalde Kur’an-ı Kerîm tilaveti, Şems-i Tebrizî’nin Nât-ı Peygamber’i, Şeb-i Arus gazeli (Farsça ve Boşnakça) okunmuş, hatim duası ile
sonlandırılmıştır. 1959 yılında Hacı Muyaga Merhemiç ölene kadar bu törenler kendi evinde yapılmış, daha sonra Hacı Sinanova gibi tekkelerde ve Saraybosna’nın camilerinde yapılmaya devam etmiştir. 1957 yılında tamamen yok edilen Mevlevihane bu gün Stari Grad Belediyesi’nin Kovaçi Şehitliği’nin yukarısında, tarihi Sarı Tabya’nın hemen altında ve Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in mezarına 50 metre uzaklıkta şehre hakim bir tepede yer göstermesi üzerine Konya Selçuklu Belediyesi tarafından, TİKA’nın da destekleri ile yeni yerine inşa edildi. 150 gün gibi kısa sürede yapımı tamamlanan Mevlevihane ‘’Balkanlar Mevlevihane Araştırma Merkezi’’ olarak hizmet veriyor ve Hacı Muyaga Vakfı tarafından kullanılmaktadır. Mevlevihane’de Çarşamba akşamları Mesnevi derslerini rahmetli Hacı Halid Efendi Hacımuliç’in talebesi Hafız Mehmed Efendi yapmaktadır.
KAYNAKÇA
- Behija Zlatar, XV. ve XVI. yüzyıl Saraybosna Vakıfları, Balkanlarda Osmanlı Vakıfları ve Eserleri Uluslararası Sempozyumu, 2012 - Ayten Krasniç, Sarayevo’da Şeb-i Arus İhtifalleri - Metin İzeti, Balkanlar’da Tasavvuf
65
“MOSTAR’DAN SONRA FERHADİYE SEVİNCİ YAŞADIK”
Doksanlı yılların başlarında Yugoslavya’nın dağılması sürecinde, Bosna’da yaşanan kanlı saldırılar sadece o ülkede yaşayan Boşnak nüfusa yönelik değildi. Ecdadımız Osmanlı’nın inşa’ ettirdiği, İnsanlığa mal olmuş, tarihi eserler de bu saldırılara maruz kaldı. Davut NURİLER*
*T.C.Başbakanlık Danışmanı
sayı//23// haziran 66
azı şehirler isimleri kadar sembolleri ile de bilinir ve anılır. Bu semboller bazen bir anıt eser bazen de tanınmış tarihi şahsiyetlerdir. Konya M. Celalettin Rumi ,Paris, Eyfel kulesi New York da hürriyet abidesi ile birlikte anılır. Doksanlı yılların başlarında Yugoslavya’nın dağılması sürecinde, Bosna’da yaşanan kanlı saldırılar sadece o ülkede yaşayan Boşnak nüfusa yönelik değildi. Ecdadımız Osmanlı’nın inşa’ ettirdiği, İnsanlığa mal olmuş, tarihi eserler de bu saldırılara maruz kaldı. Gözü dönmüş Bosnalı ırkçı Hırvat milisler, Mostar köprüsünü yerle bir ederken, Osmanlı-Türk mirasının da izlerini yok etmeyi hedeflemişlerdi. Aynı yıl, Bosna’nın batısında yer alan ve ülkenin en büyük ikinci şehri Banya Luka’da, şehrin sembolü haline gelmiş, Sokullu Ferhat Paşa’nın 1579 yılında yaptırdığı, FERHADİYE CAMİİ, ırkçı sırp çetniklerinin saldırıları ile yerle bir edilmişti. 9 mayıs 1993 yılında vaki’ olan bu felaket, Bosna-Hersek Meşihat makamı tarafından aynı yıl CAMİ’LER GÜNÜ olarak ilan edildi. 2004 yılında gerçekleşen Mostar köprüsünün yeniden inşaası ve açılışı, Boşnakların ırkçı saldırganlara karşı kazandığı kutlu bir zafer anlamına gelmişti. Bosna-Hersek’in ikinci büyük şehri Banya Luka’da 7 mayıs’ta açılışı yapılan FERHADİYE CAMİİ Mostar köprüsü zaferi kadar önemli başka bir yeniden doğusu ifade etmektedir. T.C. Başbakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun yanında Yahudi, Ortodoks, Katolik ve farklı bir çok toplum temsicisi ve binlerce kişinin katılımı, bu töreni, dünya gündemine taşıdı. Dünyanın dört bir köşesinden bu açılış için Banya Luka ‘ya gelen binlerce Boşnak ve inanan müslüman, tekbir ve sevinç göz yaşlarının birbirine karıştığı tarihi bir gün yaşadı. Avrupa’ İkinci dünya savaşının karanlık yıllarında birbirini vahşice boğazlarken, faşizme karşı evrensel insan haklarını savunma konusunda, yiğitçe mücadele veren Boşnak milleti, farklı kültürlerin, barış içinde birlikte yaşamasına iyi bir örnek sergiliyordu. Bu örneğin, o zamanın felaket dolu yıllarında dünyanın gündemine getirilememiş olması talihsizlik idi. Avrupa, Bosna’da ve Banya Luka’da farklı kültürlerin 5 asır birlikte yaşatılması başarısının farkına varabilseydi, 60 milyon insan ölmez ve kıt’a yerle bir olmazdı. Ancak 50 yıl sonra barışı koruma için her çeşit imkan ve gücü elinde bulunduran aynı
batı dünyası, barış sever Bosna’nın ısrarlı barış çığlıklarına kulaklarını tıkadı, faşist saldırganlara göz yumarak bölgenin kan gölüne dönmesinin yolunu açtı. Soykırımlara göz yumdu. Boşnakların birlikte yaşama konusundaki değerli deneyimler desteklenip takdir edilmesi gerekirken, aksine, çok acılar çekmelerine ve soykırım yaşamalarına sebep oldu. Doksanlı yıllarda barış tutkunu Boşnak milletinin başına gelen olayların dünyaya verdiği mesaj, dünya barışı adına endişe vericidir. 16 asır, Osmanlı mimari tarihinde en muhteşem eserlerin yapıldığı parlak bir dönemdir. Mimar Sinan’ın geride bıraktığı eserleri hala tüm dünyanın hayranlıka seyretttiği yapılardır. Drina köprüsü ve Ferhadiye camii de o altın çağın eserlerinden biridir. Boşnak asıllı büyük devlet adamı ve üç padişaha sadrazamlık yapmış olan Sokullu Mehmet Paşa gibi, enderunda yetişmiş ve onun amcazadesi olan Sokullu Ferhat paşa hakkında biraz malumat verelim. Macaristan’ın fethinden sonra Saraybosna’nın batısı bugün Krayina dediğimiz bölgenin fethi, Sancak beyi olan Sokullu Ferhat paşa tarafından yaklaşık 15 senede tamamlandı. Batıya ve güneye, yani Adriyatiğe doğru topraklar genişleyip sancak sayısı artınca, Osmanlı idaresi, Bosna’nın müstakil bir beylerbeylik olmasına karar verdi ve ilk beylerbeyliğine de Sokullu Ferhat Paşa tayin edildi. Vrbas nehrinin kenarında küçük bir yerleşim yeri olan Banya Luka, Sokullu Ferhat Paşa tarafından Bosna beylerbeyliğnin merkezi haline getirildi. Bu sebeple Banya Luka kısa zamanda çok sayıda cami medrese han hamam köprü ve çarşı ile donatıldı. Nüfusu arttı. Asırlarca, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı sınırları bu bölgenin yakınında oluştu, ve bölgede sınır çatışmaları hiç eksik olmadı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Berlin anlaşması ile Bosna’nın idaresini ele geçirinceye kadar bölgeye hakim olmaya çalışmış, fakat Boşnakların kararlı direnişi sebebiyle muvaffak olamamıştı. II. Dünya savaşı boyunca Bosna’da hükümran olan Hitler-Mussolini destekli faşist Hırvat devletinin Yahudi ve Sırplara uyguladığı baskı ve zulumlere Boşnaklar karşı çıkmış, göğüs germiş, hatta kendi hayatlarını tehlikeye atma pahasına komşularına kol kanat germişlerdir. Sosyalist Yugosavya dönemi dahil Banya Luka şehrinde Müslüman Boşnaklar her zaman nüfusun çoğunluğunu teşkil etmişlerdir. Fakat
Banya Luka’nın kaderi 1967 yılında yaşanan bir deprem felaketi il değişti. Deprem ile zarar gören şehir yeniden yapılanırken Belgrad rejimi el altından, şehrin nüfus yapısını, Sırpların lehine değiştirecek gizli hamleler yaptı. Seksenli yılların başına doğru Banya Luka’da Boşnak nüfus oranı Sırbistan’dan getirilen çok sayıdaki Sırp yerleşimci sebebiyle Sırpların gerisine düştü. 1990 yılında yapılan ilk çok partili seçimlerde soykırım suçlusu Radovan Karadziç’in başkanı olduğu ırkçı Sırp partisi SDS Bosna’da en yüksek bir oy oranına Banya Luka’da ulaştı. Şehir artık Boşnaklar ve Hırvatlar için için yaşanmaz bir yer haline gelmişti. Nitekim Bosna’da ırkçı Sırp rejiminin kurduğu en büyük esir kampları Banya Luka civarinda idi. 1993 yılında Ferhadiye ile birlikte Banya Luka ‘da bulunan Osmanlı dönemi yapısı 12 cami yerle bir edildi. 1995 de imzalanan Dayton anlaşması ile Boşnakların Banya Luka’ya dönme yolu açıldı. Ancak şehirdeki Sırp yönetimi ve çoğunluğu oluşturan Sırp nüfus, Boşnak ve Hırvatların geri dönmesini engellemek için ellerinden gelen her türlü zorluğu çıkardılar. 2001 yılında Ferhadiye’nin temellerini atmaya gelen üst düzey uluslararası diplomatların da bulunduğu heyete saldırı yapıldı, bir kişi öldü onlarca kişi yaralandı. Heyet saatlerce mahsur kaldı. Ferhadiye’nin inşaatı süresince şantiyeye defalarca saldırı oldu, bomba atıldı. Ama Boşnaklar yılmadı başta Türkiye(TİKA) ve dostlarının desteği ile yavaş yavaş evlerine dönmeye ve mallarına sahip çıkmaya başladılar. Ferhadiyenin yeniden ayağa kalkması sadece Banya Luka için değil tüm bölge için yılın en sevindirici olayıdır. Suriye Irak ve Orta doğunun bir çok yerinde müslümanların maruz kaldığı felaketleri düşündüğümüzde,Ferhadiye Camiinin zalimlerin tüm engellemelerine rağmen gösterdiği muhteşem yeniden doğuşun, islam alemine örnek olmasını diliyoruz. Ferhadiyeyi yeniden inşa ederek din ve kimliklerine sahip çıkan Boşnaklar, her çeşit takdir ve teşekkürü hak ediyor. 67
BEN GÖNEN’DE DOĞDUM
“ÖMER SEYFEDDİN”
“GÖNEN VE ÖMER SEYFEDDİN HİKÂYESİ”
Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmaniyeyi, 1893 ders yılı başında Askeri baytar Rüştiyesi’nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896’da tamamlayarak Kuleli Askeri İdadisi’ne yazıldı. Münir BALICA
sayı//23// haziran 68
ocukluğumuzda, büyüklerimiz yalanın çok kötü olduğunu anlatırlardı. Kaşağı hikayesi ile “Ömer Seyfettin” hayatımıza girdi “Ömer Seyfettin” ile kaşağı hikayesi et ve tırnak gibiydiler. Yalanın ne kadar çok korkunç durumlara sebep olduğunu bu hikayeyi içimizde yaşatarak öğrettiler . Bize yalanın çok kötü olduğu fikri, ( Kaşağı ) aklımıza geldikçe yer etti. “Ömer Seyfettin” 11 Mart 1884 tarihinde 36 yıl gibi kısa sürecek hayatına Balıkesir’in Gönen kasabasında gözlerini açtı. Kaşağı’ da sözünün ettiği sert insanın babası olduğunu vurgularcasına “Babam çok sertti” bir bakışından ödümüz kopardı ifadesi ile anlattığı Ömer Şevket Bey, Dağıstan’ dan göçmüş bir Türk ailesinin çocuğudur.”Ömer Seyfettin” ilk namaz hikayesinde annesinden devamlı bahsetmiştir. Çocukların hayallerinde devamlı annelerinin hatıraları vardır.”Ömer Seyfettin” şöyle anlatıyordu (Annemi bir meleğe benzetiyordum.” “Kur’an okuyan annemin etrafında toplanan melaikeleri görmeyi hissetmenin hazzı ile derinlere dalıyordum.Sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parıldayan dudaklarının kımıldamasına bakarak ,o görülmeyen melaike kanatlarının,annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşarken dokunduğunu hissetmekteyim). Ömer Şevki Bey ile Fatma Hanım’ın dört çocukları oldu. “Seyfettin” den on yaş büyük ablası Güzide,”Kaşağı” hikayesinde kuş palazı ‘ dan öldüğü anlattığı kendinden bir yaş küçük olan kardeşi Hasan ve daha küçük yaşta ölen kız kardeşi. Küçük Seyfettin Gönenin havasını nefesinde sindire sindire alırken, çocukluk günleri Gönen’ da geçti. Öğrenimine Gönen’de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey’in görevinin nakli dolayısıyla Gönen’den ayrılan aile İnebolu ve Ayancıktan sonra İstanbul’a geldi Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmaniyede okudu, 1893 ders yılı başında Askeri baytar Rüştiyesi’nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896’da tamamlayarak Kuleli Askeri İdadisi’ne yazıldı. Daha sonra Edirne Askeri İdadisine nakil olduğunda eğitimine arkadaşı Enis Avni ile birlikte burada devam etti. İlk edebi çalışmaları olan şiirlerini Edirne’deki öğrenciliği sırasında yazdı. 1900 ‘de İdadi’yi bitirerek İstanbul’a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i
Şahaneye başladı. İstanbul’da Mecmua-i Edebiye dergisinde şiirlerinin yayımlanmasıyla yayın ve yazım dünyasına ilk adımlarını attı. 1903 yılında Makedonya’da çıkan karışıklık üzerine “Sınıf-ı müstacele” denilen bir hak’la okulundan imtihansız mezun oldu. Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade Asteğmen rütbesiyle merkezi Selanik’te bulunan Üçüncü Ordu’nun İzmir Redif Tümenine bağlı Kuşadası Redif Taburu’na tayin edildi. 1906’da İzmir Jandarma Okulu’na öğretmen olarak atandı. Bu görev Ömer Seyfettin için önemlidir; Zira bu vesileyle İzmir’deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bu gençlerle tanışacaktır. İçindeki yazma ateşine karşı koyamıyordu, asker olmayı pek istemiyordu. İçindeki dünyayı insanlara anlatmak ve hislerinle mutlu olmak için yaratılmıştı. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik’ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü’ den ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan milli edebiyat konusunda önemli fikirler aldı. Bu sebep’ten tüm yazılarında milli Türkçeden sapmamıştır. Bu yıllarda Balkanlar’ın fıkır fıkır kaynadığı, Bulgar, Rum, Makedon ve Yahudilerin Müslüman Türk halkına karşı kin kustuğunda (Medeni denilen Avrupa ve Rusya’nın) desteklerinde soykırım ve vahşetleri sergilediğinde “Ömer Seyfettin”in içindeki milliyetçilik ateşini hep canlı tuttu. Bu içinde yer etti. Daha sonraları yazacağı “Bomba”/”Nakarat”/”Beyaz Lale” gibi hikayelerine yansıtacaktır. Yazıları ve hikâyeleri İstanbul’da ve Selanik’te çıkan çeşitli dergilerde takma isimlerle yayımlandı. Ali Canip’e yazdığı meşhur mektubu da bu sırada Yakorit’ te yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin’in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına vesile olmuştur. Askerlikle bağdaşmayan kişiliği sonucunda 1910 yılında Ziya Gökalp’ in de arzu ve tavsiyesi ile tazminatını ödeyip askerlik görevinden ayrıldı. Hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere, Ömer Seyfettin’in sivil hayatı bir yıl kadar sürmüştü. Yeniden orduya çağrılan yazar, Yanya Kuşatması’nda esir düştü. Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında geçen on aylık esareti sırasında sürekli okudu. Mehdi, Hürriyet gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikayeleri Türk Yurdu’nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yaşayarak yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler
kazandı. Ömer Seyfettin’in hayatı bundan sonra devamlı zorluklarla geçiyordu.Hasta idi, eşinden ayrılması ile çok sevdiği kızının yüzünü her gün bir sabah güneşi gibi yanında olmaması sonucu yalnızlıktan ve parasızlıktan rahatsızlığı önemli boyutlara kadar ilerlemişti. Kadıköy yakasında kira evinde, yalnız yaşıyordu. Oturduğu eve, Reşat Nuri, “Münferit Yalı” adını takmıştı. Kaç zamandır yemek de yiyemiyordu. Son günlerinde ateşli hastalığı ilerlemiş, adeta kendini kaybetmişti. Onunla ilgilenebilen en yakın arkadaşı Ali Canip’ti. Hemen her gün uğruyor, biraz yemesi için evinden yemek getiriyordu. Kendini kaybetme derecesinde ağırlaşınca, onu bir faytonla Numune Hastanesi’ne götürmüştü. Hastanede yattığı süre içinde gözlerini açamadı. Arada bir, “çocuk, çocuk...” diye sayıklıyordu. Olası ki, uzun süredir yüzünü görmediği kızını arıyordu. Ömer Seyfettin kalbinde yanan kızının özlem ateşi içinde hayata veda etti. Ünlü yazarın hastanede yanında kimsesi yoktu. Öldüğünde dahi kimsesizdi. Tanıyan da çıkmayınca onu morga kaldırdılar onun aziz bedenini sahipsiz bir ölü sanarak bir kadavra olarak değerlendirmek istiyorlardı. Bunun sonucu kadavra olarak kullanılmasına karar verildi. Çevresinde tıp fakültesi öğrencileri toplanmıştı ve Sivaslı hastane hademesi cesedin başını testereyle ile kıtır kıtır başını kestiği ( bir kaynağa göre ) Daha sonra diğer organları parçalanarak talebelere ders olarak kadavra görevi görecekti. Durumdan haberi olan can dostu Ali Cenap Bey yetişerek, parçalanmasına mani oldu. Başı ile toprağa verilmesini sağlarken gözyaşları sağanak yağmur damlaları olarak akıyordu. Tarihin ve hayatın acı cilvesi olarak Ömer Seyfettin sanki bir anlamda, fakat değişik bir mekan ve tarih içersinde Tarihçi Peçevi’ nin kaydettiği “Başını vermeyen şehid” kıssasından esinlerek ( CANINI VERDİN. BAŞINI VERME ŞEHİDİM)” hikayesinde kendini yazmış bulunuyordu. “Deli Hüsrev” in haykırışı ile , son dakikada hastaneye yetişen “Ali Cenap” Bey.” çok sevdikleri dostlarının başları ile toprağa verilmelerine sebep olmuşlardır. Yüz kişilik Osmanlı mücahit gücünün savunduğu Girijkal kalesi 1555 yıllarında bini aşkın düşmanın saldırısına uğramıştı. Bu savaşta şehit düşen deli Mehmed isimli bir dervişin macerası da o savaşta bulunan Girijgal kadısı tarafından bir destanla anlatılmıştır. Yaşanmış gerçeği anlatan bu destanın yüz beyit kadarı da 69
Peçevî Tarihi’ nde yer almıştır. Usta hikâyeci Ömer Seyfettin ise (ö.1920) bu tarihî hadiseyi Peçevî’ den alarak “Başını vermeyen şehit” adıyla on beş sayfalık güzel bir hikâye şekline çevirmişti “Ömer Seyfettin” nâşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığına defnedildi. Daha sonra yol geçeceği veya oranın araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı 23 Ağustos 1939’ da Zincirlikuyu mezarlığına nakledildi. Dünyayı bir bahçe gibi gören “Ömer Seyfettin” kısa ömründe kalemi ile bizlere gökyüzündeki yıldızlardan “Hikayelerini” indirmiştir . Bu gün Türk edebiyatında hikaye dendiğinde akla gelen ilk kişidir.Kendisi şiirleri ,romanları ve makalelerinin oldukça fazla olmasına karşılık,bu tarafı edebiyatla uğraşanların dışında kimse tarafından bilinmez.Kendisi genelde takma isimlerle yazılarını okuyucusu ile buluştururdu.”Yeni lisan” başlıklı makalesini de imzasız yayınladı. (18 Nisan 1911) yayınlanan bu makalesinde Türkçe’ nin milli bir dil olarak sadeleşmesinin ve gelişmesinin yolları hakkında düşüncelerini açıklamıştır. Dönemim edebiyatında bu makale tartışma ve düşünce bilgi yorumlarına yol açmıştır.İç güveysi olarak girdiği zengin konakta,karısı ve ailesinden gördüğü “Alafrangalık mübtelası” olmaları kendisine tamamen yabancı gelmiş. Bunun sonucu ( 6 Mart 1916) “ Fahire Güner ”ismini verdikleri bir çocukları olmasına karşılık bu yanlış evlilik boşanma ile son bulmuştur. “Ömer Seyfettin” yalnızlık günlerine tekrar döndüğünde, bir taraftan 1.Dünya Savaşı yenilginin üzüntüsü, kızının özlemi ile birleşince zor günlerinde kendini devamlı yazmaya vermiştir. Kasırgalı bir denizde, çalkalanan sal gibi. Ruhundaki devamlı en emniyetli liman kalemi idi. Hikayelerinde geçen çocukluk mekanları halen “Gönen”de ziyaret edilebilinecek özelliktedir”. Gönen Kültür yaşamında en önemli yeri tutan kuşkusuz “Ömer Seyfettin”dir. Her yılın Mart ayının ilk haftasında “Ömer Seyfettin Kültür ve Sanat Haftası” çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. YEŞİL GÖNEN
M.Ö. 14. yüzyılda bir köy olarak kurulduğu tahmin edilen ilçedir. Osmanlı dönemine kadar, Truvalılar, İyonlar, Lidyalılar, Persler, Helenler, Bergama krallıkları ile Roma ve Bizans devletlerine ait halkların yaşamlarını sürdürdükleri tahmin edilmekte olan Balıkesir’in tarihi ilçesidir Gönen. İĞNE OYASI VE GÖNEN “Ömer Seyfettin”’in kundağı Gönen’in sayı//23// haziran 70
meşhur iğne oyası ile süslenmiştir Gönen’in geleneksel iğne oyasının tarihi bilinmemektedir. Oya; çiçekle örgü sanatının birleşmesinden doğmuştur. Süslemek ve süslenmek amacıyla yapılan ve ayrıca taşıdıkları mesaj ve anlamlarla bir iletişim aracı olarak kullanılan, göz zevkine, ruh zevkine ve sanat inceciğine hitap eden ve tekniği örgü olan bir dantel türüdür. Osmanlı İmparatorluğunun her döneminde saray içinde , dışında ve Anadolu’da yapılan bu göz nurlarına örgü ve oyalara çok önem verilmiştir. Cumhuriyet dönemine hele ki günümüzde ise bu sanatı devam ettiren azalmıştır.Teknolojinin gelişmesi ile iğne oyaları artık ninelerimizin sandıklarında kalmıştır. İğne oyaları ( Zürafa, üçgen, kare ilmek,piko, Fiskil, çirtik) çeşitleri olarak geleneksel olarak işlenmektedir. İğne oyasında genelde ipek iplik kullanılmaktadır. Günümüzde ipeğin yerini pamuk iplikler almıştır. Artık eski oyalar antika sayılmaktadır. Bazı yörelerde elle yapılması devam etmektedir. Maliyetin düşürülmesi sebebi ile naylon iplikle yapılmaktadır. Tabi ki bunların deforme olmaları kaçınılmazdır. Gönen’in tarih boyunca yetiştirdiği alimleri ülkemize ve insanlığa hizmette öncü oldular. En önemli örneği ise Kırım kökenli Gönenli lakaplı,Gönenli Mehmed Efendidir. Yıllarca Sultanahmet camiinde görev yapmıştır. Uzun süre Bizans yönetiminde kalan “Gönen” ve bölgesi 13. yüzyılda Anadolu Selçuklularının eline geçmiş, bu devletin dağılmasından sonra Karesi Beyliği yönetiminde kalmış ve nihayet 1334 yılında Osmanlı idaresine katılmıştır. Osmanlıya katılan ilk Anadolu beyliği Karesi oğullarıdır. 1288 yılında Balıkesir’de dünyaya gelen Gazi Evrenos Bey ve oğulları, Osmanlı İmparatorluğunun Mihaloğulları,/ Pehlivanoğulları,/Malkoçoğulları ve Turanoğlları ile birlikte ilk akıncı ailelerindendir. Gönen ilçesi, Rüstem beylerine ait yerleşimleri ile eski ( Arteme) şehrinin kalınıtıları üzerine 14. Yüzyılın başlarında kurulmaya başlanmıştır. 1859 yılında Kırım ve Kafkasya’dan,1877-1878 yılında Rumeli ve Balkanlar ile Kafkaslardan gelen göçmenlerle nüfus artmış ve yeni mahalleler kurulmuştur (Plevne, Tırnova, Reşadiye). Göçle gelenlerin bir kısmı ilçe merkezine yerleşirken büyük bir bölümü köylere yerleşmiştir.( 1382) yılına kadar Erdek Kazasına bağlı iken, müstakil kaza haline gelen Gönen, 1881 de ilçe oldu. 1885 yılında belediye teşkilatı kuruldu.
Gönen; 1920´de Yunan işgaline uğramış, 6 Eylül 1922´de düşman işgalinden kurtarılmıştır. İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 33 metre ve toplam alanı 1152 km� olup 40°06’ kuzey enlemleri ile 27° 38’ doğu boylamlarında yer almaktadır. Kaz dağlarından doğan Gönen çayı şehrin içinden geçerek Marmara Denizi´ne dökülür. İlçe topraklarının merkezi ve kuzey doğu bölümü ovalarla ,batı ve güney doğu bölümü de tepelik ve dalgalı alanlarla kaplıdır. Orta bölümünde Gönen ovası yer alır. Güneye doğru indikçe yükseklik artar ve 500 m üzerine çıkar .Batıdaki dede tepesi 963 m ile ilçenin en en yüksek yeridir. Gönen ovası kuzeyindeki sızı dede tepesi 332 m’ dir. Gönen, çayı ve onun kollarını oluşturan derelerin meydana getirdiği vadi içinde yer alır. Balıkesir’e 145 km uzaklıkta olan Gönen, Çanakkale’ye 150 km, Bursa’ya ise 155 km mesafededir. Gönen’in, Kurtuluş/, Malkoç,/ Rüstem,/ Plevne,/Altay,7 Gündoğdu,/ Yüzüncü yıl, /Akça ali,/ Tırnova,/ Karşıyaka ve Reşadiye adıyla toplam 11 mahallesi bulunmaktadır.36 köyünde Pomaklar, Çerkezler, Gürcüler, Kırım Tatar Türkleri, Yörük ve Manav mozağinin kültürleri taşımaktadır Antik çağlardaki isimleri Asepsus ve Artemea olan ilçe; tarih boyunca çeşitli medeniyetlere de ev sahipliği yapmıştır. Bu nedenle Gönen, oldukça zengin bir kültürel ve tarihi mirasa sahiptir. Kaplıcalar çevresinde yapılan hafriyatlar sırasında ortaya çıkan mozaikler, yazılı taşlar sütun başlıkları, madeni paralar gibi tarihi eserler Gönen´in, yerleşim yeri olarak kullanılmasının milattan öncesine dayandığını kaynaklara göre bilinmektedir. M.S. 2. yüzyılda bulunan kitabelerde şehrin adı “Sıcak Su Şehri, Thermi”, hamamlar da “Granikaion Hamamları” olarak geçmektedir. Bu kitabelerde, sıcak suyun şehir için önemli olduğu ve şifa dağıtan suyun insanlara sunulması için yardım yapan yönetici ve kişilerin isimleri belirtilmektedir. Özellikle yaz aylarında büyük ilgi gören tarihin içinden gelen ,kaplıcaları ile ünlü bu ilçemiz “Ekşidere köyündeki” Dağ ılıcası ’da görülmeye değer yerlerdendir.Dağ ılıcası üstü açık, etrafı ormanlarla kaplıdır.Çok soğuklarda dahi açık havalarda ılıcaya girilebilir. Alacaoluk kalesi, babayaka kalesi .Alacaoluk kalesi, ve güvercinli köprü” Gönenin” çevresindeki başlıca tarihi kalıntılardır. KAPLICA VE PİRİNÇ
Gönen sahip olduğu şifalı sularıyla çok eskiden beri bilinen bir beldedir.
Ömer Seyfeddin Evi Gönen / Balıkesir
Başta romatizma ve kireçlenme rahatsızlıkları olmak üzere hastalıklarına şifa bulmak için” Gönen” de 365 gün sağlık turizmi gerçekleşmektedir. İlçe turizmi kaplıcalara dayalıdır. Dünya ve ülkemizde Pirinç lezzeti bakımından sıkça söz edilmektedir. Gönen Baldo pirinci marka olmuştur. Bu konuda ekonomik bir gelir sağlanmaktadır. Gönen’de hayvancılık ve süt hayvancılığı gelişmiştir. Katma değerli süt ürünleri yıllardır marka değerli ürünler olarak büyük şehirlerde talep bulmaktadır.Gönen peyniri, Gönen yoğurdu, Gönen sucuğu, Gönen tavuğu… gıda ürünlerinde Göneni aranan bir ilçe olarak hafızalara kazımıştır. Gönen ayrıca yeraltı kaynakları açısından da zengin bir ilçedir, ilçede Sarıköy Beldesi’ne bağlı Şaroluk köyünde ve Sebepli köyünde geniş rezervli linyit kömürü bulunmaktadır. Gönene özgü İĞNE OYASI çok ilgi gördüğünden Gönen Oya Çeyiz Fuarı düzenlenmektedir. Bu etkinlik aynı zamanda Gönen’in düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü olan 6 Eylül tarihini de içine alması nedeniyle dolu dolu bir kültür haftası yaşanmaktadır. Ülkemizin bu şirin tarihi ve çok yönlü ilçemiz görülmesi, geçerken uğranması gereken bir yerdir… Kaplıcaları der ki; Güneş size burada rehberdir, sağlığınız ise dostunuz olacaktır. İnsan ayaklarının basılmadığı yeşillikleri ile, Kışın beyaz kar örtüsünün bir başka zevkini tattırdığı., Dağlarında bal ovasında yağ , peynir,pirinç yetişen. Muhteşem havası ve şifalı suları ile, Akşam üstü tatlı bir hışırtı ile dalgalanan buğday taneleri ile,Öğle sıcağında dilleri dışarıda dolaşan sevimli dostlarımız ile “Ömer Seyfettin”in bebek kokusunun sindiği “YEŞİL GÖNEN” Marmara bölgesinin saklı bir cenneti gibidir. 71
FATİH’TE ÖNEMLİ BİR YAPI:
MEHMET AĞA KÜLLİYESİ
Mehmed Ağa Külliyesi, Fatih Çarşamba’da Kâtip Muslihuddin Mahallesi, Manyasizade caddesinde, Fethiye otobüs durağının arkasında, Çilekeş sokağı ile Mehmet Ağa Camii sokağı arasındadır. Cami, tekke, türbe, hamam, medrese ve çeşmeden oluşan yapı topluluğunun medresesi ve tekkesi günümüze kadar ulaşamamıştır. Nidayi SEVİM
stanbul’un taşı toprağı altın” El hak doğrudur. Hangi yönüyle ele alırsak alalım bu tespitin tartışmasız doğruluğuna tekrar tekrar şahid oluruz. Lakin biz yine de bu deyimin mecazi anlamda kullanıldığını düşünüyor, burada murad edilen şeyin “taşı toprağı tarih İstanbul” olduğuna, İstanbul’umuzun bu yönüne vurgu yapıldığına inanıyoruz. Aksini düşünmeye devam edecek olursak yakın zamanda beton ve demir yığınlarından nefes alamayacak duruma geleceğiz. Zira bu anlayışın sonucu olarak kazmayı eline alan şehri bu hale getirmedi mi?! Özellikle Sur içi dediğimiz Fatih ilçesi sınırları içinde kalan bölge, Eyüp Sultan, Beyoğlu, Beşiktaş ve Üsküdar gibi kadim yerleşim birimleri medeniyetimizin zenginliğinden nasibini ziyadesiyle almış durumda. Bu semtlerde her gün yeni bir tarihi değerimizle, güzelliğimizle karşılaşmak, tanışmak mümkün… Ömür biter, ecdadımızın eserleri -değil gezmekle- saymakla bitmez. Tabi bunun için biraz emek, gayret, şehrin ara sokaklarında zaman zaman kaybolmayı göze almak gerek. Kim bilir keşfedilmeyi bekleyen daha ne güzelliklerimiz vardır. Artık 20 milyonluk İstanbul’dan söz ediyoruz. Yerleşim birimleri şehir merkezinden alabildiğine uzaklaştı. Eskiden kalem erbabı kendi muhitini, hatta vakit buldukça yakın muhitleri gezer, dolaşır, gördüğü güzellikleri okuyucularına aktarırdı. Şimdi tarihi mekânlarımızı, önemli ziyaretgâhlarımızı anlatacak, tanıtacak yazarlarımızın sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Mesela Mehmet Şevket Eygi gibi medeniyetimizin inceliklerini gözler önüne serecek, Osman Akkuşak gibi Kadırga’yı, Sultan Ahmet’i yazacak, Muhterem Yüceyılmaz gibi Fatih sokaklarını arşınlayıp mahalle kültürünün kalan esintilerini zarif üslubuyla paylaşacak, Süleyman Zeki Bağlan gibi şehrin kadim hikâyelerini anlatacak, Dursun Gürlek gibi Merkezefendi’nin ebedi sakinlerinden haber verecek, Mehmet Nuri Yardım gibi mezarı kayıp edebiyatçılarımızın izini sürecek münevverlerimizin yerini nasıl dolduracağız?! Bu ve benzeri soruları düşünmeden edemiyoruz. Dünyabizim’den Sadullah Yıldız gibi İstanbul sokaklarını
sayı//23// haziran 72
Ahşap Mahfil
karış karış dolaşıp ecdadın birer hatırası olan çeşmelerin izini süren, hikâyelerini anlatan, ayakta kalmalarını sağlamak için mücadele veren gençlerimizi görünce tabiî ki bir nebze de olsa yüreğimize su serpiliyor ve umutlanıyoruz. Rabbim sayılarını artırsın. Bu yazımızda pek ortalıkta görünmeyen, bilinmeyen bir tarihi değerimizden söz edeceğiz. Fatih ilçemizde, Karagümrük, Draman ve Çarşamba semtlerimizin oluşturduğu üçgende yer alan, daracık sokakların arasına adeta gizlenmiş Mehmed Ağa Külliyesi. 16. YY. ASALET VE ZARAFETİ
Mehmed Ağa Külliyesi, Fatih Çarşamba’da Kâtip Muslihuddin Mahallesi, Manyasizade caddesinde, Fethiye otobüs durağının arkasında, Çilekeş sokağı ile Mehmet Ağa Camii sokağı arasındadır. Cami, tekke, türbe, hamam, medrese ve çeşmeden oluşan yapı topluluğunun medresesi ve tekkesi günümüze kadar ulaşamamıştır. Mehmet Ağa, Osmanlı tarihinde görev yapmış ilk Habeş asıllı haremağasıdır. Hakkında pek fazla bilgi yoktur. Hayırseverliğiyle bilinir. Buradaki külliyesinin dışında Üsküdar’da iki mescit, Divanyolu’nda Hoca Rüstem Mescidi karşısında bir medrese, mektep ve sebil inşa ettirmiştir. Üç kapısı olan Mehmed Ağa Camii’nin doğu avlu kapısı üzerindeki Asârî mahlâslı şâirin on altı mısralık kitâbesine göre yapı H.993 (1585)’te inşa edilmiştir. Yine kitabeye göre III. Murad devrinde Dârüssaâde ağası olan Habeşî Mehmed Ağa tarafından Mimar Sinan’ın
çıraklarından Hassa Mimarı Davud Ağa’ya yaptırılmıştır. 16 mısralık kitabenin son dört mısrasında şu ifadeler yazılıdır: “Oldu mimarı Kamil Davud / Yaptı caniyle dercedüp san’at / Dedi Asârî tarihin hatif / Beyti Hadi ve Camii-i ümmet” Muzaffer Erdoğan’ın bildirdiğine göre “Mehmed Ağa Câmii onun [Davud Ağa’nın] mimarî kudretini gösteren ilk eseri sayılır.” Cami, Tuhfet-ül Mi’mâran adlı eserde Mimar Sinan’ın yaptığı yapılar listesinde yer aldığından dolayı bazı kaynaklarda Mimar Sinan’a nispet edilir ve Mimar Davud Ağa’nın tasarımına katkıda bulunduğu dile getirilir. Caminin dışındaki diğer yapıları da bu cümleye dâhil edebiliriz. Bilindiği üzere Osmanlı mimari tarihinde bir san’atkârın mîmarbaşılığı zamanında herhangi bir binayı başka bir mimarın yapabileceğine dâir pek çok misaller gösterilebilir. Kaynaklarda bir çelişki olduğunda veya hiçbir bilgi bulunmadığında en güvenilir kaynak o yapının kitabeleridir. Biz de buna sadık kalıyoruz. Mimarı her kim olursa olsun ortada bir gerçek var. Bütün ihtişamıyla gözlerimizin önünde duran 16. yy. asalet ve zarafeti… KÜLLİYEYİ OLUŞTURAN YAPILARIN MİMARİ ÖZELLİKLERİ
Etrafı duvarlarla çevrili bir avlunun ortasında yer alan cami, mihrap yönü çıkıntılı kare planlı harimle onun önünde yer alan beş birimli bir son cemaat yerine sahiptir. Kubbeli son cemaat yerinin, sivri kemerleri kesme taştan, 73
Kuzeybatıda harimle son cemaat yerinin birleştiği noktada yer alan minaresi tek şerefeli olup kesme taştandır. Minareye hem harimden hem son cemaat yerinden çıkılmaktadır.
mukarnas başlıklı altı sütunu mermerdendir. Pencerelerin üzerindeki muhteşem çinilerde celi sülüs hat ile Fatiha suresi yer almaktadır. İki küçük mihrabın yer aldığı son cemaat yerinden, zarif, sütunlu, mukarnaslı mermer bir taç kapıdan harime girilir. Giriş kapısı üzerindeki kitabede celi sülüs hat ile Mearic suresi 34-35. ayet-i kerimeleri yazılıdır. Açıklaması şöyle: “O kimseler ki onlar, namazlarını ‘şartlarına riâyet ve ona devâm ederek’ muhâfaza ederler. İşte onlar, Cennetlerde ikrâm edilmiş olanlardır.” Kare planlı harim, sekiz adet duvar pâyesi üzerinde sivri kemerlere oturan 11 metre çaplı tek kubbe ile örtülmüştür. Harimde taç kapı üzerinde, konsollara oturan, geometrik geçmeli korkuluğu olan bir balkon bulunur. Girişin sağında ve solunda, ağaç sütunlar üzerinde iki mahfil yer alır. Taç kapının iki yanında bulunan birer mermer kapı ile de hanımlar mahfiline çıkılır. Giriş mekânının iki yanına yapılmış ahşap mahfil, tarihi belirlenemese de klasik dönemi çağrıştıran ayrıntıları ve yapım tekniğiyle ilginç bir örnek oluşturur. Caminin içi 16 ve 18. yüzyıl çinilerinin en güzel örnekleriyle kaplıdır. Sır altı boyama tekniğiyle yapılmış olan bu çinilerden bazılarının XVI. yy. İznik ve Kütahya çinileri, bazılarının ise XVIII. y.y. Tekfur Sarayı çinilerinden olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilir. Çini panolar, Topkapı kale dışında bulunan Takyeci İbrahim Efendi Camii’ndekiler kadar nefistir. Harim iki sıra pencere dizisiyle aydınlatılmıştır. Alt pencerelerin üzerinde çini üzerine celi sülüs hat ile Ayetel Kürsi işlenmiştir. Maalesef geçtiğimiz yıllarda hırsızlar tarafından camiye girilip insanın bakmaya kıyamadığı güzelim çinilerin
sayı//23// haziran 74
bir kısmı çalınmış, bir kısmı da tahrip edilmiştir. Diyebilirim ki hiçbir caminin, tarihi eserin çinileri buradaki kadar zarar görmemiştir. Ne zaman bu camiye girsem gözüm hep çinilerin söküldüğü o boş karelere takılır ve kahrolurum, “böyle tahrip, böyle vandallık hangi ülke de olabilir?” diye. Aslında buradaki durum pek hırsızlık işine de benzemiyor. Düpedüz vatan hainliği, medeniyet düşmanlığıdır. Geometrik düzenlemeli iki iri rozetle süslü mermer mihrap dışarıya taşkın olup yarım kubbe ile örtülüdür. Alt pencereleri taçlandıran çiniler mihrabı da iki taraftan kuşatarak iç mekânı zenginleştirmiştir. Mihrabın iç bükey kısmına kartuşlar içerisinde “…Ya Mennan, Ya Deyyan, Ya Subhan, Ya Sultan, Ya Gufran, Ya Rahman,…” gibi sığınma duaları yer almaktadır. Mihrabın üstünde celi sülüs hat ile mihraplarda sıkça rastladığımız “Fe nâdethul melâiketu ve huve kâimun yusallî fîl mihrâb” (Ali İmran, 39.) ayet-i kerimesi yazılıdır. Mermerden yapılmış olan minber, sivri kemerli kapı ve geçiş açıklıklarına sahiptir. İki yanda geometrik geçmeli ajurlu korkuluk ve aynaları vardır. Üstte dört sütun üzerine oturan sivri kemerli köşk kısmı pramidal külahlıdır. Mehmet Ağa’nın, parmaklıklarla harimden ayrılmış olan kütüphanesi, Murat Bayaral’ın verdiği bilgilere göre “1914’de Sultan Selim Kütüphanesi’ne, 1920’de Murat Molla Kütüphanesi’ne ve 1949’da Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir.” Kuzeybatıda harimle son cemaat yerinin birleştiği noktada yer alan minaresi tek şerefeli olup kesme taştandır. Minareye hem harimden
hem son cemaat yerinden çıkılmaktadır. Şadırvanı yoktur, abdestliği vardır. Caminin iki çeşmesi bulunuyor. İlki inşa kitabesinin bulunduğu doğu kapısının sağında, sivri kemerli, klasik üslupta yapılan çeşmedir. Uzun yıllar harap vaziyette idi. Geçtiğimiz yıl restorasyonu tamamlandı. Lakin restorasyonun yapılması kafi gelmiyor. Bu eserlerin sürekli takip altında tutulması ve kontrol edilmesi de gerekiyor. Çeşmenin yan duvarındaki yazılar bu esere gölge düşürmüş durumda. İkinci çeşme, batı yönünde bulunan kapının hemen solundadır. Onun hemen karşısında hamam yer alır. Önemli bir mimari özeliği bulunmayan mütevazı bir çeşmedir. Kitabe yazıları silinmiştir. Bakımsız durumdadır. Ana giriş kapısı sağında yer alan çeşmenin yanında, güney yönünde üçüncü kapının sağında ve bu kapının karşı köşesinde, duvarın dibinde olmak üzere külliye çevresinde üç adet de sadaka taşı bulunmaktadır. Biz tarihi eserlerin korunup gözetilmesini yetkili mercilerden bıkmadan usanmadan talep ediyoruz. Lakin evvela halkımızın duyarlı olması, evinin önündeki tarihi değere sahip çıkması gerekmez mi?! Bu bilinç, farkındalık mutlaka oluşturulmalı. Ne demişler? “Taşıma suyla değirmen dönmez.” Mehmed Ağa’nın caminin güneydoğusunda yer alan tek sandukalı sade türbesi kesme taştan inşa edilmiştir. Kare planlı ve kubbeli yapının köşeleri yuvarlak sütunlarla yumuşatılmıştır. Bugün badana ile boyanan mekânda vaktiyle kalem işlerinin bulunduğu çeşitli kaynaklarda dile getirilir. Cephenin sağ köşesinde mevcut olan kemer izi eskiden caminin bu yönünde bir revakın varlığını düşündürmektedir. Şair Nakkaş Mustafa Ağa, vefatına “Mehmed’in ide pür-nur kabrin ol Hadi” mısrası ile tarih düşürmüştür. Vefat tarihi Hicri 999’dur. (M.1590) Yakın zamana kadar çelik payandalarla takviye edilen türbede an itibarıyla restorasyon çalışması yapılmaktadır. Külliyenin mimari programı içinde başından beri mevcut olan tekke fonksiyon açısından camiyle bir bütünlük oluşturmakta idi. Filiz Gündüz’ün bildirdiğine göre “XIX. yüzyıl ortalarına kadar Halvetî ve Bayramî tarikatları arasında birçok defa el değiştiren tekke, kısa bir süre Kâdirîliğe, son olarak da Halvetîliğin Sünbülî koluna bağlanmıştır. İlk şeyhiYayabaşızâde Şeyh Hızır Efendi olduğundan bazı kaynaklarda Hızır İlyas adıyla da geçmektedir. Tekkenin ünlü
şeyhleri arasında Abdülmecid Sivâsî ve yeğeni Abdülahad Nûri sayılabilir. Kapatılmadan önceki son şeyhi ise Osman Râif Efendi’dir.” Yakın zamana kadar duran ahşap tekke binası 1997’de yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır. Caminin kuzeybatısında bulunan hamam, çifte hamam olarak tasarlanmıştır. Erkekler kısmının kapısı üzerindeki on iki mısralık inşa kitâbesi 1586 tarihlidir. Bugün hala faal olan hamamın, Sarayağası Caddesi tarafında bulunan ve sonradan yapılmış olan külhanı yanındaki fabrika bacasına benzeyen büyük tuğla bacası, 1999 depreminden sonra yıkılmıştır. Caminin doğusunda yer aldığı bilinen, fakat günümüze ulaşmayan medresenin on odalı dârülhadis olduğu rivayet edilir. Yine Filiz Gündüz’ün verdiği bilgilere göre, “1894 depreminde hasar gören yapı 1896 yılında tamir edilmiş, daha sonra kadro dışı bırakılmıştır. 1918’de muhacirler tarafından işgal edilen yapı zaman içinde ortadan kalkmıştır.” Ana giriş kapısının sağında meşrutası da bulunan cami 1743 ve 1938’de tamir görmüş, 1982’de Vakıflar İdaresi’nce gerçekleştirilen onarımda son cemaat yerinin bazı sütunları değiştirilmiş ve çatlayan sütunlar demir halkalarla takviye edilmiştir. 1980’lerin sonunda ise son cemaat yeri camekânla kapatılmıştır. Mehmet Ağa Külliyesi, Mimar Davud Ağa’nın ilk eserlerinden biri olması ve camisinin özgün tasarımı sebebiyle Osmanlı mimarisinde önemli bir yere sahip… 75
ÇINAR VE ÇAĞIMIZ
İşgal ordularının yağmalama duygusu, Nasıl tepki yaparsa ezilen uluslarda. Egzoz dumanlarının emzirdiği kâbusu Bugün daha çok duydum ben o yaşlı çınarda. Nice uygarlıkları yeşilce türbesine, Bir mozaik zevkiyle nasıl da işlemişti. Çıldıran kara çağın bu mâvera nesine, Bir defa plan, -burdan yol geçecek! demişti…
ŞEHRİN, YOK OLAN
AKCİĞERLERİ
Belediye Meclisinden karar çıkmış, meydanda, Selçuklu’nun ayakta kalabilen tek iç Kalesinin önünde bulunan devasa çamlar kesilmeye başlandı. Kayseri, o yıllarda kır görünümünde bir şehirdir. Gelişmiş bir hali yoktu. Muhsin İlyas SUBAŞI
Testerenin acılı dişleriyle boğuştu, Uyarmak için sundu gözyaşını bizlere Ne var ki şu put asrı kendisini boğmuştu; Düşerken mırıldandı: “Mazi nere, siz nere?..” Sanırım 1960’ın ikinci çeğrenindeydi, Kayseri’de, Cumhuriyet meydanında bir düzenleme yapılacaktı. Belediye Meclisinden karar çıkmış, meydanda, Selçuklu’nun ayakta kalabilen tek iç Kalesinin önünde bulunan devasa çamlar kesilmeye başlandı. Kayseri, o yıllarda kır görünümünde bir şehirdir. Gelişmiş bir hali yoktu. Şehir caddelerinde bulunan üç-beş çınarı da kesince, burası daha da kırlaşacaktı. O yıllarda, Yeni Sabah Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürlüğünü yapıyordum: Bir gazete bir adamın omuzlarındadır. Muhabiri de, yazarı da, yönetmeni de sizsiniz. Gidip çamların motorlu testerelerle devrilişini görünce içim sızladı. Sanki evim başıma yıkılıyordu. O anda, yapacak bir şeyim de yoktu. Hemen gazeteye koştum. Oturup uzunca bir haber yaptım. Olmamış bir şeyi yazacaktım. Bundan başka da çözüm görünmüyordu. Haberin başlığı şuydu: “Atatürk’ün Kayseri’ye Geliş Anısına Dikilen Çınarları Kesiyorlar!” Gazeteyi de erkenden bastırdım. Ertesi sabah hemen vilayetteki bütün resmi dairelere dağıttırdım. Maksadım, olaya Vali’nin dikkatini çekip, bu vahşeti durdurmaktı. Hedefe varmıştım, kesilen çınarı doğrayarak akşamı tamamlayan işçiler, ertesi günü ikinci çınar için meydana gelemediler. Bu çınar şimdi Meydanın doğu cephesinde yolun ortasında hayatiyetini sürdürüyor… Oturup bir de yukarıdaki şiirimi yazdım. 1982’de yayımlanan “Sevgi Donanması”na aldığım bu şiirimde, gerçekten ağır bir ıstırap içinde olduğumu dillendirmiştim. “İşgal ordularının yağmalama duygusu, Nasıl tepki yaparsa ezilen uluslarda. Egzoz dumanlarının emzirdiği kâbusu Bugün daha çok duydum ben o yaşlı çınarda.”
sayı//23// haziran 76
Kendi kültürünü, kendi değerlerini feda etmekle, işgal ordularının yağmalama mantığı arasında bir fark var mıdır? Üstelik böylesine acımasız bir kıyım, bende ezilen bir milletin bu işgale duyduğu tepkiye eş bir isyan doğurmuştu. Egzoz dumanlarının kâbusuna rağmen, bu kesilmenin acısını çınarla birlikte yaşamak farklı bir şey olmalı ki, onu geçmişin şahidi olarak görmüş ve devamında şöyle demiştim: Nice uygarlıkları yeşilce türbesine, Bir mozaik zevkiyle nasıl da işlemişti. Çıldıran kara çağın bu mâvera nesine, Bir defa plan; “-burdan yol geçecek”, demişti… Çınarın farkında olduğunu, insanların düşünmemesi acı bir şeydir. Burada çınarların uygarlıklara şahitlik edecek uzun bir hayata sahip olmaları onlarda değişik kültürlerin mozaiğini de bünyesinde saklamasına imkân veriyor gibi oluyordu. Öyle ya, belki bu çınar o kadar uzun ömürlü değildi, ama onu besleyen toprak Hatti, Hitit, Urartu, Romalı, Selçuklu ve nihayet Osmanlı ordularının ayak izleriyle yoğrulmuştu. O insanların akıttığı ter, döktüğü kan, bu toprakta gıda olmuş ve bu çınarlar onlardan beslenerek böylesine hızlı bir gelişme göstermişti. Ne var ki, “kara çağ” bu zenginlikten; bu “mâvera”dan habersizdi! Kafalarında bir plan şekli vardı ve şehri o şekle göre yeni bir kalıba aktarmak istiyorlardı… Şiirimi çınarın, insanoğlunun duyarsızlığına ve acımasızlığına karşı çaresizliğini anlattığı ve biraz da bize adamlık dersi vermek istediği iki kelimesiyle bitirdim: “Testerenin acılı dişleriyle boğuştu, Uyarmak için sundu gözyaşını bizlere Ne var ki şu put asrı kendisini boğmuştu; Düşerken mırıldandı: “Mazi nere, siz nere?..” Bir kültürün, bir medeniyetin kendini yok etmesi, geçmişine sırtına dönmesiyle başlar. Hiçbir millet, köksüz değildir. Tarihin tanıklığına idrakinizi kapatırsanız, çam böyle mırıldanır işte: “Mazi nere siz nere!” diye… Halbuki, Türkiye’de geçmişe derinliği en fazla olan şehirlerden birisi Kayseri’dir. Bilinen mazisi 7 bin yıl. Bir o kadar da daha öncesi olması gerekir. Çünkü bu yedi bin yıllık başlangıçtan önce teker keşfedilmiş, madenler hayata girmiş, savaş kendi teknolojisi için üretim birimleri
oluşturmuş, altın işlenmiş, bakırı, kalayı, demiri, insanlığın hayatında aktif bir vazgeçilmez malzeme olarak görüyoruz. Bunun içindir ki, bu şehri ihya etmek, beton yığınlarıyla kaplamak değildir. Batı’da insanlar, daha ferah şehirler meydana getiriyorlar. Ona bağlı olarak büyük bir refah içindeler. Yeşille duygularını olduğu kadar ciğerlerini de yıkıyorlar. Çünkü yeşil alanlar şehirlerin akciğerleridir. Bir şehrin güzelliği, geçmişindeki zenginliğini yansıtan tarihi malzemesiyle, günümüzde de çevre düzenlemesi ve yeşil alanlarıyla ortaya konulur. Şehirlerin ağaçlarını hoyratça söküp alırsanız, kendi solunum kaynağınızı kaybedersiniz. O gün, o çınarları kesenler, belki bunun farkında değildi, belki bizimki de bir artistik tepkiydi, ama görüyorum ki, bugün toplumun duyarlılığı böylesi ortak şuur hareketlerinde şekillenirse şehirler yaşanılır oluyor… Umarım bundan sonra, kalan çınarlar bir iç sızısı olarak bizlere aynı şeyleri söylemezler… Bu vebali, onları çoğaltarak ve koruyarak üzerimizden atabilirsek, gelecek kuşaklar daha iyi yaşanılır bir şehre kavuşmuş olurlar… 77
KIRMIZI KARINCA’NIN
BARIŞ MANİFESTOSU
Malatya Belediyesince organize edilen ”Hayatın Rengi Kırmızı Olsun” proje fikrinin doğumunu eğitimci Nilüfer zontul Aktaş hanımefendi gerçekleştirdi. Proje çerçevesinde; 500 kırmızı kutu hazırlandı, Kırmızı kutuların içinde; Kırmızı balonlar, çikolata, kırmızı proje flaması, öğretmen ve öğrencilerin özgün mektupları yer alıyordu…Kırmızı kutular, kırmızı hayatımızın içinde sadece damarlarımızın değil dercesine ülkemizin 500 okuluna Cumhurbaşkanımıza, Başbakanımıza ve Milli eğitim bakanımıza gönderildi… Kırmızı kıyafetler giymiş çocuklar, resim yaptılar,şiir okudular,tiyatro oynadılar. 44 Malatyanın plaka numarası idi 44 yazar ve şair çağrıldı 44 yazı yazdılar proje kitabına.. Mehtap ALTAN
ayat ironik naraların atıldığı, ipi koptu kopacak bir salıncak artık! Ve hemen dibimizde bekleyen koca bir uçurum; bağrında ne sakladığını bilemediğimiz. Elbette kötülüğe, karanlığa hizmet edenlere karşın, güneşin saçlarını taramak için elini taşın altına koyabilecek minik kıpırtılara dev sancılar ekenler de var. O ipi tam kopacağı yerden sağlamlaştıran düğümler de atılıyor güzel insanlarca. Ki o ipin kopması için dilini, dinini, kutsalını insan üzerinden bileyleyen insancıklara rağmen atılıyor o evrensel düğümler. Sevginin ve kardeşliğin sütünü içen hangi can yoktur ki, gönüllere barışçıl çiçeklerin tohumunu serpmesin? Değil mi ki; savaşların, ölümün, bölücülüğün zehrini, göğün kanatlarına zerk edenler, karanlığa hizmet etmekten başka bir şey yapmayan kan emicidirler? Düşünmek ilk adım, konuşmaksa eyleme geçmeden önceki kendinden emin diğer adımdır. Kendinden ne kadar emin olursa olsun, güzele niyetlenip atılmayan her adım, menzilini yitirmiş hakikat aynasıdır. Ki eyleme geçmeyen her güzel şey, boşluğun duvarlarına çarpan, kokusunu kaybetmiş gül gibidir! Belki de bu yüzden artık hayatın arka bahçesinden gül kokusu yerine kan kokusu geliyor… Edebiyatın iyileştirici, birleştirici ve güzeli şeddeleyen rengini sağmak, bir güzel yüreğe düştü bu günlerde. “Kırmızı Hayatın Rengi Olsun, Ölümün Değil!” sloganı ile yola çıkan projenin sahibi Nilüfer Zontul Aktaş adlı bir öğretmen. Malatya Büyükşehir Belediyesi’nin bu projeye verdiği destekse; uçmak için kendine kanat arayan bir karıncanın bayram sevincinin ta kendisiydi. Bayramını sadece kendisi için yaşamayan; önce kendi topraklarında yaşatacak olan, sonra da biliyorum ki ülkem topraklarının birçok yerine ulaşacak olan bir sevincin adı olacaktı bu toplumsal hareketin adı. Bu projeye neden ihtiyaç duyulmuştu ve amacı neydi? Elbette vicdana, gönle dokunacak sevgi ile damıtılmış hareketler arındırabilirdi insanı. Bu çözüm müdür zaman gösterecek. Sevgili Zontul’da bunu söylüyor zaten “Çıktığımız yol vicdanlara yürüyüştü aslında... Kırmızı; sevginin dili olsun. Çiçekte, böcekte, doğada en güzel haliyle gördüğümüz kırmızı hep öyle kalsın. Barışın, adaletin, huzurun, merhametin adı olsun… Ölümün değil, acının değil… Ve kırmızı umut olsun yarınlarımıza hayat dolu…
sayı//23// haziran 78
Amacımız bir vicdan hareketi, savaşsız bir dünya oluşturma çabası. Kalplerinde merhamet filizleriyle büyüyen çocuklar, doğanın doğasını korusun ve geleceğe taşısın diye…”
Hocamızın da olduğu hatıraları anlatması, salondaki samimiyete hoş bir zeyl oldu. Kazakça okuduğu Almatı şiiri de, gün boyunca şiirin üzerimize sinecek ilk damlasıydı sanki…
Kırmızının bayrağımızdaki kutsal örgüsü ve çiçeklerdeki gözleri besleyen yansımasının haricinde; kanı, şiddeti ve ölümü hatırlatmasından kurtarılıp, hayatın rengi olması yönünde çalışmalar yapılması adına, kırmızı artık bir barış kampanyası olmalıydı diye yaklaşık bir yıl önce Nisan 2015’te başlamıştı bu proje. Her ne kadar 4-14 yaş arasındaki öğrenciler hedef kitle olsa da ekilen sevgi ve barış tohumları, o hedefler büyüdükçe büyüyecek ve bilinçaltındaki olumsuz kırmızı algısı zaman ilerledikçe; sevgiyle, merhametle özdeşleşecektir diye devam etti. Dolayısıyla kültürel ve tarihsel etkinlikler, edebi ve sosyal birliktelikler yapılarak farkındalık oluşturacak ve geleceğe yapılan sevgi ve barış yürüyüşü Malatya’dan tüm dünyaya yayılacaktı. Ve görünen o ki daha ilk yılını doldurduğumuz bu günlerde kırmızının sesi Malatya’dan ülkemizin her noktasında yankı bulmuş, farklı şehirlerden 44 yazar, minik karıncaların kamburundaki merhamet yüküne barış omzu vermeye geldi. Sahiden de kutlu yürüyüşlerin yüzü suyu hürmetine değil midir bunca gürültüye rağmen hâlâ ahraz kalmamamız!.. Toplumsal yaralara sanatın parmağının değmesi demek, toprağın çatlak yerlerine billûr bir ırmağın sızması demekti. Nilüfer Zontul Aktaş Öğretmen ve Malatya Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı tam da buydu. Bu güzel amaca hizmet etmek için güçlü bir rüzgâra ihtiyaç vardı. Ki bizler çok iyi biliriz, ülkemizde kaç sosyal proje desteklenmediği için kaç çocuğun ya da kaç cesur yüreğin renkleri canlılığını yitirdi ya da yitirmek üzere!
Bu arada okul programı olmazsa olur mu? Olmaz! Kahvaltının ardı, yazarların okul koridorlarına barışa, kardeşliğe, edebiyata, insanî değerlere dair yağmur olup yağma vakitlerinin geldiği andı. Tüm yazarlar tek tek önceden belirlenmiş okullara yönlendirildi. Benim payıma da Yeşilyurt da bulunan Mahmut Çalık Anadolu Lisesi düştü. Yazmak eylemi/ şiir/öykü/barış/kardeşlik üzerine söyleştik genç dostlarımla. Oradaki en büyük kârım, “cezaevi bakışlı can” dediğim öğrenci idi. Bazen gözlerine yaşamı hapseder insanlar ve ancak onun gibi bakanlar kırar o parmaklıkları. Evet, en güzel anlardan biriydi yine gözü gözlerime kilitlenen gençlerle hemhâl olmak. Çoğalıyoruz gittiğim/ iz her okulda en az bir tane biz çıkıyor ve çoğalıyoruz inşallah. Gün, projenin şahdamarı dediğim yürüyüş ile bereketlendi. Her yazarın elini bir minik yürek tuttu. Kırmızı karanfiller, al duvaklı gelinimiz Bayrağımız, miniklerin kırmızı cicileri…
İşte minicik adımlarla başlayacak olan koca yürekli umutların önünü açmak adına, bu kıpırtılara hep birlikte omuz vermek için çıkmıştık Malatya yolculuğuna. Barışa ve kardeşliğe hizmetin edebî yanıydı bu yolculuğun adı. İlk gün protokol günü idi, ama ne mümkün böyle bir ortama resmiyetin gri renginin düşmesi… Büyükşehir Belediye Başkanı dâhil olmak üzere, 44 misafirini tek bir sofrada ağırlayacak kadar samimi bir ortamda gerçekleşti kahvaltımız. Kahvaltıda Nurullah Genç’in 1993’te Kazakistan’ın başkenti Almatı’da yapılan, 2. Türkçenin Uluslararası Şöleni ile ilgili içinde D. Mehmet Doğan
‘Âh dedim içimden âhh! Kırmızı hiç bu kadar güzel olmamıştı.’ Gamzelerinde güller açan miniklerle barışa, kardeşliğe, huzura, bir olmaya, edebiyatın edep mayalayan rengine ram olduk hep birlikte. Sosyal projeler toplumun hastalığına sürülen şifalı ilaçlardır. “Kırmızı Hayatın Rengi Olsun, Ölümün Değil” projesinin mimarı Nilüfer Zontul Aktaş’a teşekkürün hasını sunuyorum/z. Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Çakır’a ve Battalgazi Milli Eğitim Müdürlüğü’ne ise tabiri caizse teşekkürün babasını sunuyorum. Ustalarım ve kalemdaşlarım ile birlikte Malatya sokaklarına, barışın/kardeşliğin rengini içirdik gönüllerini güzelliğe açan gönüldaşlarımıza. Sonra minik yüreklerin o kirlenmemiş yüreklerinden bağışladıkları umut tarlasına, cümlelerimizi ektik. Bekliyoruz!.. Tokat, Siirt, Ankara, Erzurum, İzmir, Hakkâri, Bolu, Adana, Trabzon, Konya ve diğer şehirlerimizin de sesimize sarılacağı günleri bekliyoruz. Bu güzel tabloya gönül fırçasını alıp gelecek herkesin kırmızı kırmızı güller olup, barışın/kardeşliğin/birliğin resimlerini çizecekleri ânları bekliyoruz. Çünkü biliyoruz, “yansıması, masumiyeti kucaklayan her adım kutsaldır!” Bakalım sesimizi kimler duyacak...
79
OSMANLI DÖNEMİNDE
TİCARET FUARLARI
Amerikanın keşfinin 400 yıldönümü kutlama etkinlikleri başlangıcı mahiyetinde 1893 Mayıs ayı başlarında Amerika’nın Şikago şehrinde büyük bir fuar düzenleneceğini Osmanlı Sanayi ve Ticaret erbabına duyururuz. Dr.İsmail DEMİRBAŞ
u makalemizde Dersaadet Ticaret Odası Gazetesinde Osmanlı son döneminde Ticari Fuarları ile ilgili makaleleri değerlendireceğiz. Bu makalelere bakınca Ticareti geliştirmek için ince düşünülmüş ve atılımvari çalışmalar yürütüldüğünü görmekteyiz. 14 Ağustos 1892 / Sayfa 398 tarihli makalede Amerikanın Şikago şehrinde düzenlenen büyük fuar, elmas madenleri ile meşhur Güney Afrikanın Kiberly şehrinde düzenlenen ticaret fuarı, Bulgaristan’ın Filibe şehrinde düzenlenen fuarlar ile ilgili değerlendirmeler yapılmıştır. ŞİKAGO FUARI (SERGİ-İ UMUMİYESİ)
Amerikanın keşfinin 400 yıldönümü kutlama etkinlikleri başlangıcı mahiyetinde 1893 Mayıs ayı başlarında Amerika’nın Şikago şehrinde büyük bir fuar düzenleneceğini Osmanlı Sanayi ve Ticaret erbabına duyururuz. Bir kaç ay devam edecek olan bu fuarın amacı tüm dünyadaki sanayi erbabının kendi memleketleri dışında üretilen ürünleri görmesi ve sanayi dallarının dünyadaki ileri teknoloji ürünlerinden haberdar olasıdır. Ayrıca başka memleketlere kendi ürünlerini tanıtmayı da sağlayacaktır. Fuar ile ilgili geniş açıklamalar incelendiğinde yeni keşfedilmesine rağmen hızlı bir şekilde büyüyüp gelişmiş olan bu şehirde, memleketimizin her çeşit ürününü sergileme fırsatını kaçırmamak için sanayi erbabımıza acele etmelerini tavsiye ederiz. Amerika’nın tüm dünyayı davet ettiği bu büyük fuara , 1892 Kasımından 1893 Nisan 11’ine kadar ürün gönderilebileceğini, fuar ile ilgili ayrıntılı bilgi için maliye bakanlığı fuar komiserliğine müracaat edilmesi gerektiğini buradan duyururuz. Doğunun dünyaca henüz bilinmeyen ve yeni Arap sanayicileri tarafından benzerleri yapılmamış olan ürünlerin asıllarının muhafazası açısından da vatandaşlarımızın bu fuara çok miktarda ürün göndereceğini ümit etmekteyiz. FUARA KATILACAKLARA TEŞVİK
Şikago fuarına taraf olan Osmanlı devletinden komiser tayin edilmiş olan Hakkı Beyefendi ile yardımcısı Fahri Bey’e gidiş dönüş harcırahı olarak 100’er ve orada bulundukları süre de her gün için dörder lira verilmesi irade-i seniyye tarafından karara bağlanmıştır. Ayrıca Hakkı Bey’in 1892 senesi Eylül 11,12,13’üncü günlerinde fuar yerinde yapılacak merasimde hazır bulunmak için gidip dönmesi ve fuarın düzenlenmesine yakın tekrar gitmesi sayı//23// haziran 80
Padişahımız Efendimiz Hazretleri tarafından emir buyrulmuştur. Harcırah olarak 400 ve orada kalacağı takriben dokuz ay için günlük dörder lira hesabiyle 1080 lira, yardımcısına Fahri Bey’e bu tarihte oraya gidecek ve serginin bitiminde döneceğinden 200 lira harcırah ve orada kalacağı 14 ay için 1680 lira maaş toplamda 3360 lira verilmesi gerekecektir. Fuar için gerekli evrak vs., tabii masrafları, evrak vs, sevk masrafları, komisyon tarafından incelenip kalitesinden şüphe olmayan malların nakliye ve sigorta masrafları, fuarda oluşturulacak saltanat dairesinde bu mal ve eşyaların konulması için yaptırılacak olan camekan, raf vs. masrafı, fuar mahallinde komiserlerin emrinde çalışacak hademe ücreti takriben 4000 lira olup komiserlerin maaşları ile birlikte toplam 7500 lirayı bulacaktır. Maliye nazırı Tevfik paşanın başkanlığında oluşturulan Fuar komisyonu bu masrafların, yarısının Maliye Bakanlığı bu yılki, diğer yarısı da gelecek senenin bütçesine eklenerek karşılanmasını belirten mazbata düzenlenmiştir. Zikrettiğimiz hususları içine alan ve gerekliliği tetkiklerle ortaya konulan mazbatada belirtilen hususlar Sadrazam başkanlığında Şeyhülislam ve diğer Nazırlardan oluşan Meclis-i Mahsusa-i Vükela tarafından onaylanmış ve Padişahımız Hazretlerine takdim edilip onun onayı ile gereği için maliye bakanlığına sevk edilmiş bu şekilde karar uygulamaya konulmuştur. NAKLİYE DESTEĞİ
Yurtdışında bulunan tüccar ve sanayi erbabı ara sıra düzenlenmekte olan fuarlara eşya, makine, vs.’leri numunehaneler vasıtası ile göndermektedirler. Şikago’da düzenlenecek fuara da gerek İstanbul gerek diğer Osmanlı vilayetlerinden gidecek tüccarlar eşya ve makinelerini götürmek için komisyonculara müracaat edecekler bu da masraflı olacağından, bu malların nakliyesi kolaylık olması açısından uygun bir ücret belirleyerek Osmanlı Numunehane idaresi vasıtası ile yapılması Padişahımız Tarafından emir buyrulmuştur. Emirnamenin 29 maddesinde yanlışlık olmadığı gemi ile Newyork’a giden malların nakliyede orada adamı olmayan ticaret erbabının zorlanacağı bu konuda kolaylık açısından bir komisyoncu ile anlaşılarak Şikago’ya nakliyenin gerçekleşmesinin uygun olacağını da İlgili komisyona iletmiş olduk. Bu meseleye cevaben Padişahımızın İradesi uyarınca bu fuara eşyaların sevkinin Osmanlı Numunehane idaresi vasıtasıyla yapılması uygun görülmüş
malların nakliye ücretinin uygun olması ve malların kolaylıkla taşınması, zarar görmesi konusuna dikkat edilmesi vurgulanmış hatta malların taşınacağı vasıtalara da değinilmiştir. KİMBİRLY KARMA FUARI
Gelecek Eylülde Afrika’nın güneyindeki Kimbirly şehrinde düzenlenecek karma fuarın gazetemiz vasıtasıyla sanayi ve ticaret erbabına duyurulması 22 Temmuz tarihinde Sanayi ve Ticaret bakanlığı tarafından bildirilmiştir. Bu vazife bizlere Padişahımız Efendimiz tarafından verildiğinden. Hakikaten maddi menfaatlerin erbabı ticaret ve sanayi için mühim olacağı kamuoyu tarafından kabul edilse de, manevi menfaatlerin de bu diğerine takviye olacağı muhakkaktır.Bu sebeple büyük devletler diğer devletler arasında bir takım fedakarlıklar yaparak, elde ettikleri mühim ticaret ve sanayini avantajlarını kaybetmemek için hiç bir ayaklanma ve fırsatı göz ardı etmemektedirler. Bu yüzden faydası çok sonra görülecek hususlar için maddi fedakarlıkta bulunurlar. Osmanlı, ticaret ve sanayi erbabına bu düşünceyi kazandırıp vukufunu sağlayarak Kimbirly gibi Osmanlı unsurlarının galip olduğu bir memlekete giderek kendi ticaret ve sanayi sancağını dalgalandırmak için gazetelerin teşvikine bile ihtiyaç duymamalıdır.
Şikago fuarına taraf olan Osmanlı devletinden komiser tayin edilmiş olan Hakkı Beyefendi ile yardımcısı Fahri Bey'e gidiş dönüş harcırahı olarak 100'er ve orada bulundukları süre de her gün için dörder lira verilmesi irade-i seniyye tarafından karara bağlanmıştır.
Bununla beraber Osmanlı sanayi ve ticaret erbabının diğer milletlerin sanayi ve ticaret erbabı ile rekabet edebilmesi veya onların önüne geçebilmesi için onların kabul ettikleri usulleri kabul etmesi gerekir. Bazı devletlerin katıldığı bu fuara Osmanlı sanayi ve ticaret erbabının katılmaması onların medeniyyet nazarında kazanmış olduğu itibarı zedeleneceği gibi buradan kazanılacak faydalardan da mahrum kalmasına yol açacaktır. FİLİBE FUARI
Yakında Filibe’de düzenlenecek olan ziraat ve sanayi fuarına Osmanlı ziraat ve sanayi erbabının da iştirak etmeleri münasip olacağından oraya da mal gönderme arzusunda olanların ne şekilde davranacakları Padişahımız tarafından 6 Ağustos 1892 tarihli ferman ile bildirilmiştir. Bu fuarın düzenlenme tarihi evvelce miladi Ağustos 14 olarak kararlaştırılmış ise de Fuar komitesi katılacak yabancı tüccarların mallarını düzenlemesi ve tamamlaması için fuar tarihini 20 ağustos olarak değiştirmiştir. 81
ehzadeler yuvası Manisa, sinesini açmış bekliyor, köklerine sarılmak isteyenleri. Manisa, Osmanlı şehzadelerinin tahta hazırlandığı öğretmen şehir, eğitici şehir, okul şehir.
ŞEHZADESİNİ ARAYAN ŞEHİR:
MANİSA
Manisa, Osmanlı’daki gizli başkentlerden bir tanesidir. Bugün 350 bin kişilik merkez nüfusu olan şehir, ilk yerleşimde sırtını dağ yamacına dayanmış, arkasını kollayan bu dağla korunaklı bir coğrafyada inşa edilmiş, gelişmiştir. Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV*
Şehrin yüzyılları birleştiren özelliği Osmanlı devlet yönetimini devralacak şehzadeleri yetiştirmesi, devlet yönetimi uygulamasında doğrudan söz sahibi olmasıdır. Manisa, Osmanlı’daki gizli başkentlerden bir tanesidir. Bugün 350 bin kişilik merkez nüfusu olan şehir, ilk yerleşimde sırtını dağ yamacına dayanmış, arkasını kollayan bu dağla korunaklı bir coğrafyada inşa edilmiş, gelişmiştir. İstiklal savaşı döneminde baştan sona Yunanlılarca yakılan şehir, sabırlı insan elleriyle baştan başa yeniden yeşillendirilmiş, imar edilmiş, her gün üzerine bir taş konularak yeniden düzenlenmiştir. Şehirde, İstiklal Savaşının zorlu günlerini anan, hatırlatan ve somutlaştıran birçok simge yer alır. İnsanı sıcak, toprağı sıcak, dağları sıcak, gönül deryası sıcak, ruh dünyası dingin, varlığı huzurlu şehir. Şehir, hüzün, sisli hava ve yağmur altında başka güzel. Ağaçların ışıklarla dansının güzelliği, gece ışıklandırmalarındaki oyunları, sokakların çevre düzenlemesindeki estetikleri. Şehre gündüz ayrı, gece ayrı bir derinlik veriyor. Sokakları samimi, insanları güleryüzlü, ağaçları bilge, havası temiz, yolları ferah bir şehir.
Murat Paşa Camii
*T.C.Maltepe Üniversitesi
sayı//23// haziran 82
Manisa Hafsa Sultan cami, Murat Sultan Caminin estetik ve zarafeti, Ulu camiden ihtişamı, Sarayın kalan parçalarından asaleti, küçüklü büyüklü bedestenlerinden, hamamlarından, türbelerinden, hanlarından, çeşmelerinden, köşklerinden, evlerinden, camilerinden ve diğer tarihi dokuyu oluşturan yapılarından dağılan çeşit çeşit güzellikler, tarihi ve medeniyeti ve kültürü köklerden alarak dağıtır, paylaşır, geleceğe ve gelecek nesillere geçmişin tatlı esintileri ile aktarır. Hafsa Sultan camiini Mimar Sinan’ın çırağı yapmıştır. Külliyesi geniş ve çeşitli dini eğitim kurumları vardır. Hamamı da hala çalışır vaziyettedir. Mesir macunu, şehrin yaslandığı
Hafsa Sultan Hamamı
dağ gibidir. Sevdalılarının bedenlerini ve zihinlerini güçlü tutar. Mesir festivali şehri dalgalandırır. Hafsa Sultan camiinin hemen çaprazındaki Muradiye Caminde tekke ehlinin izleri bulunur, cami minberinde ve iç süslemelerinde çeşitli motifler hemen göze çarpar. Küçük, ama güçlü ve güzel camiler şehrin her bir mahallesine inciler gibi dağıtılmıştır. Ulu cami, ulu bir nazarı bekler kendisine vuracak. Taç kapısı olağanüstü güzelliktedir caminin, görenleri hayrete düşüren bir güzellik, ruhları kucaklayan bir genişlik, bedeni saran bir boşluk, ruhu yıkayan bir duruluk. Taç kapı, çevresindeki ağaçlarla adeta dans eder, onlarla bütünleşir. Ulu cami, bugün onu saran kötü yapılardan temizlenmekte ve çehresi dünyaya adeta yeniden açılmaktadır, bir gül gibi. Ulu caminin çevresi aslına uygun olarak yeni binalardan arındırılarak, eski Manisa bölgesinin ihya edilmesi gibi yeniden düzenlenmektedir. Bu düzenlemeye sınırsız destek vermek tarihi görevdir. Şehirde birçok restorasyon başarıyla yapılmıştır, ama yeterli değildir. Buradaki incelik unutulmamalı: Restorasyonların başarısını sadece yapı üzerindeki uygulama değil, o yapıları yaşayacak insanlar belirler. İnsanlardaki yansımalardır başarı. İnsanların yüzünde yeniden açan tarih ve medeniyet; kadim kültürün ve değerlerin
yeniden dirilişinin gül resmidir. Bu resmin bir perspektifi olarak Manisa Sarayını ve şehrin yönetsel düşüncesini yeniden ihya edecek bir tarihsel-mimari restorasyon düşüncesinin şehirde kapsamlı olarak uygulanması gerekir. Askeri kışlası, üniversitesi, kalabalık sokakları, hastaneleri, canlı ekonomisi, kavşak noktasındaki coğrafi konumu ile hem bir yaşanılası şehir, hem bir kaçış yeri İzmir’in dağdağasından, hem de bir sığınak olmuştur bazı Suriyeli, Iraklı göçmenlere. Bugün şehre yeni mahalleler, yerleşim alanları sınırlı olmakla birlikte halka halka şehrin çeperlerine eklemlenmekte, yaşamlar hızla devinmektedir. Zaman zaman trafik olsa da genel olarak sakin bir şehir. “Ayn- ı Ali” Türbesi ve aynı ismi taşıyan “tekke kafe” adeta bambaşka bir dünyaya açılır şehirde. Şehrin içinde gönül şehri açar bu mekan. Nargile, çay, kahve ve Sultan çayı ile onu ziyaret edecek gönül dağlarını bekler, arar, bulur en gizli, sırlı ve sırlanmış aynasında. Tarihi camilerinin gölgesi altında, güzel parkları, güzel sohbet mekanları ile Manisa gidilip görülmeye değere harika bir Osmanlı şehrinin izlerini taşıyan bir beldemizdir. Biz, her zaman gidip göremesek de, dokunamasak da, tadamasak da, biliriz o şehir hep oradadır, kolları açık bizi beklemektedir. 83
Aynı Ali Türbesi
Temiz havasının, suyunun ve toprağının capcanlı aynasıdır ağaçlar bu şehirde. Sokakları genişletmek için ağaçlar öldürülmüyor, sokaklarda ağaçların olmasına ve yaşamasınca özellikle önem verilir. Şehir yeşiliyle ayakta durur, var olur ve nefes alır ruh gözeneklerinde. Mesir macunu ve üzüm şehrin ana simgeleridir; zeytini, kavunu, kirazı ve çileğini de unutmadan. Ve şehrin yağmurla parlayan yüzü vardır. Yağmur, her yere başka iner, başka güzelliklerle iner. Manisa’da yağmur tarihin ışıltıları gibidir, ağaçlarda, tarihi yapılarda, çiçeklerin kokusunda. Büyük şehirlere gitme eğilimi gösterse de gençler, sakin bir ruhla şehrin kendi güzelliğini bulmak hiç de zor değildir, birbiri içinde birçok derinliği sunar şehir. Karmaşık bir şehir değildir, içinde yürümesini bilenlere. Şehirde yapılan bir gezinti, birçok karşılaşmaya, karşılanmaya ve buluşmaya açıktır tarihin ve kültürün zengin hazineleri ile. sayı//23// haziran 84
Şehre Spil dağına çıkılan yoldaki çay bahçelerinden çok güzel manzaralar ile bakılabilir ve bu manzaradaki ağaçlarda gönül ve el emeği olan Manisa Tarzanı rahmetle anılabilir. Şehrin insanları; kasabalar gibi kahvehanelerde, sokak çaycılarında, bizatihi yaşamın ortasındadır. Oturup çay içebilen her yer sohbet ateşiyle kavrulur. Şehir, buğulu gözlerle taranır. Halk sokağın içinde yaşar, sohbetlerin tatlı uğultusu yollarda taşar. Eski hükümet konağı, onu selamlayan tarihi cami. Otantik eski çarşılarında kültürümüze ve medeniyetimize ait, gündelik yaşamın ihtiyaçlarını karşılayan, el emeği göz nuru, topraktan gelmiş doğal ürünler dahil, bize ait her şey bulunur. Sohbetlerinde sokakları ortak eder Manisalılar. Sohbet günlük yaşamın ilacıdır. Kimileri yakın köylerdeki bağ ve bahçelerinde yıllık üzümlerini, cevizlerini ve diğer ürünlerini yetiştirirler, onlarla beslenirler, onları paylaşırlar insanlarla.
Murat Paşa Camii Mihrab
Son yıllardaki yerel yönetim atağı ile şehrin fiziki çehresi hızla değişmekte, gündelik politikaların çatışmacı üslubunu aşabilen zihniyetlere sahip her kesimden güzel insanlarla şehir, günbegün gelişmektedir. Stadyumu, yeni otogarı, sokakları ile dönüşmekte olan bir şehirdir. Şehrin genişlemesi katman katman sınıfsal farklılıklara birlikte ilerler, her yeni mahallenin eklendiği şehirde olduğu gibi. Kentsel dönüşüm hareketli bir yapılaşma getirir. Ekonomik farklılıklar mahallelerin mimarisine ve yaşam tarzına yansır. Şehirdeki belediyecilik anlayışı çevre düzenlemesine, yeni kamusal alanların yapımına, spor, kültür ve diğer faaliyet merkezlerinin imarına büyük önem verir. Şehrin sosyal hayatı hızla gelişir, ancak bu gelişim doğru yönelimlerde midir, bu daha yakından bakılmaya muhtaçtır. Ve her şehri aydınlattığı sanılan yeni hastalığımız: Işıklı tabelalar. Işıklı tabelalar dikkati çeker caddelerde, çeker kendine ve fakat yakışır mı tarihi kimliğe, sorulmalıdır içten içe. Tabelalar gözleri boyar, ya ruhları ne boyar. Her olumsuz değişime bir şekilde direnen
Ayn-ı Ali Kahvehanesi
Köklü Manisa, öz ve çekirdek bir Osmanlı şehridir. Manisa, yüzyıllarca derinlikteki geçmiş güzel günlerin rüzgarını saklı tutan bir tohumdur. Şehrin, Osmanlı devlet varlığındaki öncü ve merkezi rolü bugün yeniden değerlendirilmeyi, ele alınmayı ve yönetim uygulamaları için modeller geliştirilmesini bekliyor.
Her olumsuz değişime bir şekilde direnen Köklü Manisa, öz ve çekirdek bir Osmanlı şehridir.
Manisa, kendisine değer verecek bugünün yöneticisini bekliyor. Manisa, bu coğrafyanın medeniyet, tarih ve kültür nehrinin içinde parıldayan keşfedilmeyi bekleyen elmastır. Şehir, onu anlayacak gönül şehzadesini bekliyor. 85
SMANLI’DA NÜFUS VE ÖNEMİ
OSMANLI TOPLUMUNDA ÇEYİZ VE
EVLENEMEYEN GENÇLİK
Nüfus kalitesinin belirlendiği unsurların başında aile gelmektedir. Aile, kültürün ve değerlerin ilk kez oluşmaya başladığı, kültürün ve törenin aktarıldığı en temel kurumdur. Fatih DALGALI
Osmanlı Devleti’nde üretimin ön planda olması, nüfusun fazla olmasının istenmesine sebep olmuştur. Bu da devlette, daima yetersiz bir nüfus olduğu düşüncesini oluşturmuştur. Üretimin ve verginin devamlılığını sağlama düşüncesiyle yerleşimler desteklenmiş, hatta zorunlu tutulmuş ve muazzam bir kayıt sistemiyle herkes ve her şey kayıt altına alınmıştır. Nüfus artışının bu denli önemli olması ve artışın devamlılığının sağlanması, dönemin şartları olan savaş, kıtlık, salgın hastalık gibi unsurlar aslında bunun en büyük sebepleridir. Nüfusun düşünüldüğü anlamda devamlı artması, devletin her türlü çıkarına uymamaktadır. Üretimin gerçekleşmesi, sürekliliğin sağlanması ve ekonominin dönmesi amacıyla artan nüfusun aynı zamanda kaliteli de olması gerekmektedir. Nüfus kalitesinin belirlendiği unsurların başında aile gelmektedir. Aile, kültürün ve değerlerin ilk kez oluşmaya başladığı, kültürün ve törenin aktarıldığı en temel kurumdur. Bu kurum da toplumun temelini oluşturmaktadır. Bireylerin devlete olan bağlılık ve sadakatlerinin de güçlendiği bu kurum, Osmanlı Devleti’nde ön planda olmuştur. Aile kurumunun oluşabilmesi için evliliğin gerçekleşmesi gerekmektedir. Evlilik de ise bölgelere ve yörelere özgü birçok gelenek bulunmaktadır. Uygulanan geleneklerin hepsi yazımızın konusu olmamakla beraber, evliliğin önemli bir noktası olan ekonomik boyutunu Osmanlı sosyal hayatının temel kaynaklarından biri olan, ait olduğu dönemde yaşanan hayatın bütün yönlerini göstermesi bakımından önem taşıyan şer’iye sicillerinden bir örnekle inceleyeceğiz. BU BELGE EVLİLİK HAKKINDA DÜZENLEMEYİ İÇEREN BİR İLANNÂMEDİR
Yazımızın kaynağını oluşturan 1 Recep 1283 (9 Kasım 1866) tarihli 107 nolu Çeşme Şer-iyye Sicili’nde yer alan ilan, düğünlerde yapılmasının yasak olduğu dokuz maddeden ve düğün yapacakların mal varlıklarına göre düğün ve çeyiz harcamalarına getirilen sınırlamaları içermektedir. Ayrıca sonuç kısmında da bu hükümlere uymayanlar hakkında yapılacak cezai işlemler belirtilmiş ve evliliğin teşvik edilmesi, nüfusun arttırılması üzerinde durulmuştur. Evlenenler birçok borcun altında ezilmektedir. İnsanlığın en önemli ihtiyaçlarından olan evliliğin kolaylaştırılması sayı//23// haziran 86
hakkında şeriatın hükümleri açıktır. Buna göre birbirine denk olan iki taraf arasında belirli bir mehir tespit edilerek evlilik akdi yapılır. Bu mehrin bir kısmı sonradan verilen mehir (mihr-i müeccel) olup bir kısmı da peşin verilen mehir (mihr-i muaccel) ismiyle anılır. Peşin mehirin miktarının 10 dirhem gümüşe denk olması uygundur. Ancak son zamanlarda evlilik konusunda yeni adetler icat olunup evlilik zorlaştırılmakta, israf artmakta, fakirlerin bir kısmı evlenememekte, evlenenler de birçok borcun altında ezilmektedir. Bu noktadan hareketle eyalet meclisinde yapılan müzakereler sonucunda, evlilik yapacakların dört sınıfa taksim edilmesi ve bu sınıfların iktidarına göre yapılacak masraf ve alınacak eşyanın tespit edilmesi, ayrıca bazı kötü adetlerin de yasaklanması gerekli görülmüş, bu hususlara uymayanlar hakkında cezai müeyyide uygulanacağı beyan olunmuştur. DÜĞÜNLERDE YASAK OLAN DOKUZ HAL VE HAREKET
1. Kocaya varacak kız için erkekten ağırlık adıyla bir şey alınmayacak ve mübâreke ve yanık tabir edilen adetler kalkacaktır. Damat adaylığı alâmeti olmak üzere gönderecek nişan yüzükleri ise birinci saf için 1000, ikinci saf için 500, üçüncü saf için 300 kuruştan fazla olmayacaktır. 2. Evlilik düğünlerinde ve diğer toplantılarda gerek davetli olan misafirler gerek düğün sahipleri ve akrabaları tarafından az veya çok hediye verilmesi ve alınması katiyen yasaktır. Ayrıca nikâhtan sonra karı-kocanın akrabasına içeriden veya dışarıdan erkek veya kadın hiçbir kimse bohça, çevre ve çamaşır hediye verilmeyecek, verenler hakkında cezai işlem uygulanacaktır. 3. Düğün için giden telciye hiçbir yerde bir şey verilmeyecektir. 4. Nikâh toplantılarında imam ve muhtardan başka hiç kimseye az veya çok vergi ve hediye verilmeyecektir. 5. Üst gelirlilere ait düğünlerin iki günden fazla olması ve sürmesi yasak olacağından, merasimlerin iki günden fazla sürmemesine dikkat edilecek ve alt gelir takımı hiçbir şekilde düğün yapma külfetine mecbur edilmeyecektir. Büyük düğünlerde çorba ve pilavdan başka altı türlüden fazla yemek yapılmayıp, düğünlerde pilav, zerde, çorba ve etten başka şey olmayacaktır.
6. Gelinlerin gittiği hamamcıya ve diğer hizmetlilere hamam ücretinden başka hiçbir şey verilmeyecektir. 7. Gelinin süslenmesine ait olan kına, boya ve benzeri şeyler koca tarafından gönderilmeyecektir. 8. Düğün sahibi ne kadar güçlü olursa olsun; sırmalı şilte, sırmalı yorgan, yastık ve ipek döşek yapmak, askı adıyla gelin odasına çamaşır ve çevre gibi şeyler sermek, çeyiz asmak, düğün bitiminde karı-kocanın akrabası toplanarak büyük ziyafet vermek; sünnet ve Kur’an hatmi merasimlerinde ağır davetlere kalkışmak yasaktır. Ancak mektep çocuklarına birer şerbet ile mektep hocasına bir münasip hediye verilecektir Gelinlere gece vakti yolculuk yaptırılması, sokaklarda dolaştırılması ve arabadan inerken koca tarafından eşya ve sair şeyler vaat ettirilmesi tamamen yasaktır. Her türlü düğün ve toplantılarda, gerek köylerde ve gerek kasabalarda silah atılmayacak ve açık bir şekilde içki içilmeyecektir. KURALLARA UYMAYANLAR SONUÇLARINA KATLANIR
Diğer dört maddede ise, mal varlığına göre insanlar sınıflara ayrılıp yapacakları düğün ve çeyiz harcamalarına bazı sınırlamalar getirilmiştir:
1. Ülkede diğer toplum sınıflarına oranla servetleri daha yüksek olan birinci derecedeki zenginlerin düğünlerinde belirlenecek mihr-i müeccel 10 mecidiye yüzlük altın kıymetini geçmeyecektir. Kocanın vereceği mihr-i muaccel eşya, sade kumaştan mamul bir kat elbise olacaktır. Eğer mihr-i müeccelden fazla bir şey verilecekse, sırmasız çuha veya damasko kumaşından bir oda hâşimesi (?), üç kat yatak takımı, bir çuha ferace ve 250 dirhemi geçmemek üzere bir gümüş el iğnesi verilecektir. Gelin için pahası 100 kuruşu geçmemek üzere bürümcek kumaşından duvak yaptırılacaktır. Bu sınıf düğünlerinde kızlara babaları tarafından 500’er kuruş kıymetinde iki kat elbise, bir hamam takımı, bir kahve takımı; koca için kancası çok hafif olmak üzere 6 kat çevre, uçkur, don ve gömlekten başka, güveyi elbisesi veya farklı bir isimle bir şey yapılmayacaktır. Mutfak gereçleri olarak da 12 sahan, 5 tencere, 3 tepsi, 1 sini, 1 güğüm, 1 bakraç, 1 kazan, 87
1 ferace, 1 el iğnesi verilecektir. Kızın babası tarafından koca için kancası hafif olmak üzere 1 kat çevre, uçkur, don, gömlek verilecektir. Güçleri buna da yetmeyen yoksullar için ise hiçbir maddi külfet ileri sürülmeyecek, imam ve muhtar tarafından dahi hediye veya akçe talep edilmeyecek, mahalle veya köyü tarafından yardım edilerek evliliğin yapılması sağlanacaktır. Bunda da mihr-i müeccel 51 kuruşu geçmeyecektir.
İnsanlığın en önemli ihtiyaçlarından olan evliliğin kolaylaştırılması hakkında şeriatın hükümleri açıktır.
Hükümlere uyulacak ve evlilik teşvik edilecek 1866 tarihli ilanın sonuç kısmında, bu hükümlere uymayanlar hakkında cezai işlem uygulanacağı hatırlatılmış, evliliğin teşvik edilip nüfusun çoğaltılması, genç kızların en geç 18 yaşında muhakkak evlendirilmiş olması, fakirlere evlilik konusunda köy ve mahalle halkının yardım etmesi istenmiştir. 1 mangal, 1 hamam tası, 1 sofra takımı, 3 şamdan, 3-4 tabak, 1 leğen, 1 ibrik ve 3 sandık verilecektir. 2. İkinci derecedeki üst orta tabakanın evliliklerinde azami mihr-i müeccel 5 mecidiye yüzlük altındır. Koca tarafından, mihr-i muaccel kabul olunmak üzere 1 takım canfes kumaşlı elbise, 2 kat yatak, 1 şellâki ferace, 1 el iğnesi, 1 oda takımı ve bürüncek duvak verilecektir. Kızın babası tarafından 300’er kuruş değerinde 2 kat elbise, 1 hamam takımı, 1 kahve takımı; koca için kancası çok hafif olmak üzere 4 kat çevre, uçkur, don ve gömlek verilecektir. Mutfak gereçleri olarak ise 3 bardak, 2 şamdan, 1 leğen, 3 tencere, 2 tepsi, 8 sahan, 1 sini, 1 küçük mangal, 1 güğüm, 1 bakraç ve 2 sandık verilecektir. 3.Orta sınıf denilen tabakadakilerin evliliğinde azamî mihr-i müeccel 3 adet mecidiye yüzlük altınıdır. Koca tarafından mihr-i muaccel olarak 1 takım çitari veya emsali kumaştan yapılmış bir kat elbise, 1 kat basma yatak, 1 oda döşemesi, bürüncek duvak, 1 ferace ve 1 el iğnesi verilecektir. Kızın babası tarafından dahi ... kıymetinde 1 kat elbise, 1 hamam takımı, 1 kahve takımı; koca için ... çevre, uçkur, don ve gömlek verilecektir. Mutfak için ..., 1 küçük bakraç, şamdan, 2 bardak, 1 sandık ve ... verilecektir. 4.Yoksul sınıflar için yapılacak evliliklerde mihr-i müeccel 100 kuruştur. Mihr-i muaccel olarak 1 takım basma elbise, 1 kat basma yatak,
sayı//23// haziran 88
Herkes gücü ölçüsünde harcama yapmalı Toplumun varlığının devam etmesi sağlayan ailenin oluşmasında gelenek, örf, adet, inanç ve değerler büyük önem taşımaktadır. Bu unsurlar evliliğin oluşmasını şekillendirmektedirler. Osmanlı ailesi de bulunduğu bölge ve yörenin değerleri doğrultusunda çeşitli adet ve geleneklerle meydana gelen ritüeller oluşmuştur. Osmanlı aile hukukunu İslam aile hukukundan ayrı düşünmek mümkün değildir. Nikah, mihr, nafaka, boşanma, vasi, miras gibi pek çok kavram, İslam hukukuna göre uygulanmaktadır. Konunun kaynağını teşkil eden 107 nolu Çeşme Şer-iyye Sicili’nde de İnsanlığın en önemli ihtiyaçlarından olan evliliğin kolaylaştırılması hakkında şeriatın hükümleri açıktır denilerek yapılacak düğünlerde yapılması yasak olan dokuz madde belirtilmiştir. Bu maddelerle, verilecek mihr, dağıtılacak yemek, çeyiz, bahşiş gibi uygulamaları düzene koymayı amaçlamasının yanı sıra belirlenmiş dört sınıf olan birinci derecedeki zenginlerin, ikinci derecedeki üst orta tabakanın, orta sınıf denilen tabakadakilerin ve yoksul sınıfın düğün ve çeyiz harcamalarına sınırlamalar getirmiştir. Bu sınırlamalarla çeyizlerde nelerin olup olmayacağı belirlenmiş ve herkesin gücü ölçüsünde harcama yapılması istenmiştir.
Yasin ÇETİN
uzaktan bakınca estetik, içine girince ne kadar ince ince işçilik eseri olduğu görülüyor. Yine alternatif tiyatrolar arasında bu yıl gördüğüm en iyi prodüksiyonlardan birisiydi. OYUNCULUKLAR; EN AKILDA KALANLARDANDI.
Yönetmenin kurduğu oyun atmosferinden sonra en etkileyici ve akılda kalıcı olarak söylenebilecek olan oyunculuklardı. Başrolde Bihruz Bey’i yönetmen Şafak Tok oynuyordu. Öyle bir performans sergiledi ki metinin en durağan yerlerinde bile bu performansı sayesinde seyirci sıkılmadı. Oyunun seyirlik hazzı her zaman zirvedeydi. Şafak Tok’u 2011 de Yiğit Sertdemir’in yönettiği Dejan Dukovski’nin Barut Fıçısı oyununda Angela olarak izlemiştim.
ezonun sonlarına doğru geldiğimiz bugünlerde, bu sezona dair birçok yeni oyun izleyici ile buluşmuştu. Bunlardan birçoğunu da izleyerek gereken değerlendirmelerde bulunmuştuk. Bu sezonun yeni ve merak edilen oyunlarından bir tanesi de hemen hemen hepimizin bildiği Recaizade Mahmud Ekrem’in meşhur romanı Araba Sevdası’nın sahneye uyarlamasıydı. Bu oyunu izleyerek çarpıcı tespitlerde bulunduk. GENÇ YÖNETMENLER; İSTİKBAL VAAD EDİYOR.
Oyunda ilk göze çarpan, oyundaki reji önermeleri ve oyun atmosferi oluyor. Bu da direkt olarak yönetmenin başarısını ortaya koyuyor. Bu sezon birkaç genç yönetmen izledikten sonra kendi kendime “Oh, şükürler olsun. Artık eski yönetmenlerin bumerang sistemindeki dön-dolaş-başa gel rejilerini izlemek zorunda kalmayacağız. Ülkede sanatsal üretim artık başladı.” demiştim. Bu oyundaki yönetmen faktörü de bu tezimin ispatı oldu. Oyun baştan sona yönetmen elinde ve kontrolünde olduğu aşikar ortada. Usta bir elden çıkmış, ince ince işlenmiş bir dantel gibi
O zamanlarda epey kendisinden güzel bahsetmiştik. O zamandan bu yana hem oyunculuğunu geliştirerek, hem de tiyatro yönetmenliği yüksek lisansı yaparak kendini geliştirmiş. Oyun sonu yaptığımız görüşmede bizzat bunları kendisine de ilettim. Diğer oyuncu arkadaşlarda yine hem dönemi yansıtma olarak, hem de ellerindeki karakterlerin kimlik çözümlemelerini iyi bir şekilde yaparak başarıya ulaşmışlar. Hepsini dozunda ve yeterli buldum. TEK PROBLEM; METİNDEKİ EKSİKLİKLER
Oyun prodüksiyondan yönetime kadar tamamıyla güzel örülmüş bir oya gibi benzetmesini kullanmıştık. Gerek dekor, gerek oyunculuklar ve gerekse oyun için bestelenmiş şarkısına kadar tam anlamıyla çok çalışılmış bir yapıt olarak karşımızda duruyor. Fakat oyunda bariz göze çarpan metindeki, uyarlamadaki eksikliklerdi. Çok fazla söze dayalıydı. Durum içermiyordu. Bu yüzden oyuncular aşırı efor sarf ederek bu durumu kotarmak istedi. Keskin olay dönüşleri, dönüşümleri metin içerisinde belirgin olmadan oyun içerisinde aktı gitti. Bizde o hikâyenin kırılma anını net göremezsek ana iskeleti kafamızda tasavvur etmekte güçlük çeker, oyun çıkışında ne izlediğimizi ifade etmekte güçlük çekeriz. Dolayısıyla oyun onca emeğe rağmen çoğu kişi tarafından başarısız sayılabilir. Velev ki bu oyun için başarısız asla diyemeyiz ama “metin üzerinde biraz değişikle mükemmeli yakalayabilir” diyebiliriz.
TİYATRO YORUM
ADEN SANAT’TAN “ARABA SEVDASI”
89
er gün bir yığın olumsuzlukla çalkalanan dünyanın en çok özlemini çektiği şey mutluluk. Mutluluk; aramakla bulunan somut bir nesne olsaydı, sonsuz miktarda olmasına rağmen yine de hiç kimseye yetmezdi. Velev ki, yanılıp sorarsanız; dünyanın birçok yerinde yaşanan kesintisiz imdat çığlıkları cevap olarak yeter.
MUTLULUĞA ULAŞMAK
BİLGİ İLE OLUR Balasagunlu edip ve şâir Yusuf tarafından (1068-1070) tarihleri arasında kaleme alınan Kutadgu Bilig, Karahanlı Devleti Hükümdarı Süleyman Arslan Han oğlu Hakan Tavgaç Buğra Kara Han Ebu Ali Hasan’a takdim edilir. Hükümdar, eseri çok beğenerek kendisine “has hâcib” (Karahanlı Devleti’nde hâcib; hükümdarların halkla ve diğer kesimlerle ilişkilerini düzenleyen görevlidir) unvanı verir. Sabri GÜLTEKİN
Çünkü sömürüye alışan doyumsuzlar, haklarına düşene asla razı olmazlar. Bu tatminsizliğin ve mutsuzluğun temel kaynağı; bilgisizlikten türemektedir. Bilgisiz insan hep hastalıklı olur; hastalık tedavi edilmezse insan ölür. Bilginin sonsuz ikliminde hayat sürenler; “ateş, düşman ve hastalık”ı asla küçümsemezler. “Kut”a ulaşmak için yol haritasının birkaç durağında birlikte nefeslenelim isterseniz. Dünyaya aldanma!.. “Bu kocakarı dünya vefasız ve dönektir. Bir bakarsın süslenmiş peşinden geliyor gibidir, bir de bakarsın görmezlikten gelir, yüz çevirir, nâz û tegafül eyler. Bu dünya malının dine karşı kini vardır; dünya malı elde edilince din ihmal edilir, iyi bak!..” Sakın utanma!.. “Bilginin kıymetini bilgeler bilir. Her işin uygun bir zamanı vardır, vakti geldi mi, kapalı kapılar açılır. Bir işte başarılı olmak istiyorsan sabır ve soğukkanlılıkla hareket et; acele ile yapılan işler pişmanlık doğurur. Dürüstlükle hizmet edenlerin ikbâli yükselir.” Güneş gibi ol!.. “Güneş hiç küçülmez, hep aynıdır; parlaklığı hep aynıdır. Çünkü güneş doğup dünyayı aydınlatır ama kendisinden bir şey eksilmez.” Doğruluktan ayrılma!.. “İnsanlık, doğruluğun adıdır. Doğuştan kötü olanın iyileşmesine çare yoktur; o, dünya için bela, halk için felakettir. Kötü insan serbest kaldı mı, iyi ortadan kaybolur; iyiler hâkim olursa her yerde, kötü ortadan kalkar.” Diline dikkat et!.. “Sana sorulmazsa söz söyleme! İki tür insan konuşamaz: Biri dilsizdir, diğeri bilgisiz! Bilgilinin sözü toprağa verilen su gibidir; sulanan topraktan türlü nimetler biter. Bilgisiz kimsenin gönlü ise çöl gibidir; ne ırmaklar
sayı//23// haziran 90
doldurabilir, ne de ot biter. Vücudun nasibi ağızdan, ruhun nasibi kulaktan girer. Çok dinle, az konuş; akıl ile söyle, bilgiyle süsle!..” Aciz olduğunu unutma!.. “Her doğan ölmeye, her yükselen düşmeye mahkûmdur. Dünya malı acı su gibidir; ne kadar içersen iç, susuzluğun geçmez. İbadette kusur etme. Şu beş şeyden uzak dur: Haram yeme, zulmetme, insan kanı dökme, düşmanlık besleme, kin gütme.” Üç şeyde direnme!.. “Sana bir kimsenin iyiliği dokunmuşsa bu emeği unutma. Şu üç şey insanlara faydalıdır: İyilik, hayâ ve doğruluk. Şu üç şey de insana zararlıdır: İnatçılık, yalancılık ve cimrilik; bunların da kaynağı bilgisizliktir. Kut, adeta göç atı gibidir, tevazuyla onu bağlamazsan göçer gider.” Ey halkına bey olanlar; “Hükümdarı ayakta tutan vezir ve kumandandır. Birisi kalem tutar, diğeri kılıç. Bir memleketi kılıçla ele geçirmek mümkündür, fakat kalem olmayınca kimse onu elinde tutamaz. Kılıç kan damlatırsa ülkeler alır, kalem mürekkep damlatırsa altın gelir. Beyin zenginliğine lüzum yok, halk tok olmalıdır. Halk bozulursa beyler düzeltir; bey bozulursa kim düzeltsin!..” Daima veren el ol!.. “Ziyafet verenler dört zümre olduğu gibi, ziyafete icabet edenler de dört sınıftır. Bir kısmı ziyafetlere gider, kendisi de başkalarına ziyafet verir. Bir kısım insan ise her ziyafete gider, yer içer; ama kendisi kimseyi çağırmaz. Bir kısım insan da ne ziyafete gider, ne başkasını çağırır; böyleleri ölü gibidir, onlarla oturup kalkma. Nihayet kimi insanlar ise davetlere gitmez, fakat kendisi hayvanlar keserek ziyafet verir. En iyisi bu sonuncusu gibi olmaktır.” Ölüme hazırlıklı ol!.. “Bu dünya tarladır; iyilik ekersen iyilik, kötülük ekersen kötülük biçersin. Heva ve nefis sana düşmandır; imkân bulursa senden intikamını alır. Heva ve nefis canlanırsa gönül ölür, gönül ölürse ibadetler terk edilir. Baht ve mutluluğun sarhoş ettiği kimse bir daha ayılamaz; ölüm yakalayıncaya kadar uyanmaz. Elini uzatıp gökteki yıldızları tutsan ve başın göğe değse, yine de sonunda yere gireceksin. Muhakkak ki, yatacağın asıl yer mezardır; orayı iyiliklerle süsle.”
İnsanlar paranın kulu oldu!.. “Ey bilgin! Dikkat et, günümüzde işler büsbütün değişti. Bilgili hor görüldü, bir tarafa sinip kaldı. Hani harama haram diyenler, haramı terk edip helal yiyenler! İnsanlar paranın kulu oldu, para kimdeyse onun önünde eğildi. Gönüller katılaştı, diller yumuşadı; doğruluğun kendisi gitti, ancak kokusu kaldı. Hayat zorlaştı, endişe çoğaldı; hırs ve tamah arttı, huzur azaldı...” Yukarıdaki ışık saçan tırnak içindeki muhteşem ifadeler bana değil, tam dokuz asır önce yaşayan ve hiç eskimeyen tespitler yapan İslâm edebiyatının ilk münevverlerinden Yusuf Has Hacib’e ait. Şair, bu düşüncelerini 18 ayda tamamladığı Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) isimli eserinde serdetmiş. Balasagunlu edip ve şâir Yusuf tarafından (10681070) tarihleri arasında kaleme alınan Kutadgu Bilig, Karahanlı Devleti Hükümdarı Süleyman Arslan Han oğlu Hakan Tavgaç Buğra Kara Han Ebu Ali Hasan’a takdim edilir. Hükümdar, eseri çok beğenerek kendisine “has hâcib” (Karahanlı Devleti’nde hâcib; hükümdarların halkla ve diğer kesimlerle ilişkilerini düzenleyen görevlidir) unvanı verir. Eserde, bilginin yüceliği ön plana çıkartılmış, dört kişinin münazara tarzındaki diyaloglarına yer verilmiş. Bu dört kişiye de, dört kavram yüklenmiş. Hükümdar Gündoğdu; doğru yasayı / adaleti, vezir Aydoldu; kut’u (baht ve mutluluğu), vezir Öğdülmüş; akıl ve zekayı, zahit Odgurmuş ise; akıbeti, yani dünyanın sonu ve ahireti temsil ediyor. Kutadgu Bilig’in yapılan araştırmalar sonucu üç nüshasının olduğu tespit edilmiş. Bunlar Arap harfleriyle yazılı olan Fergana, yine Arap harflerinden müteşekkil Kahire ve Uygur harfleriyle yazılı olan Viyana nüshası. Bu nüshaların üçünün de tıpkıbasımı Türk Dil Kurumu tarafından 1942-1943 tarihleri arasında yayımlanmış. 91
ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ
İHLÂS VAKFI
“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” hadis-i şerifini temel düstur ittihaz eden ve bu kutlu sözün rehberliğinde ilerleyen İhlas Vakfı, tam 42 yıldan beri hem Türkiye’mizde hem de yeryüzünde iyi, güzel ve hayırlı faaliyetlerin içindedir. Mehmet Nuri YARDIM
azı vakıflar vardır ki sessiz sedasız bir şekilde hizmet eder, hayırlarda bulunurlar. Pek kimse farkında olmaz yaptıkları iyiliklerin. Ama onlar, ‘sağ elin verdiğini sol el duymasın’ kaidesine uygun olarak gönüllü mensuplarıyla yeryüzüne iyilik saçmaya devam eder giderler. İşte İhlas Vakfı da böyle iyiliklerle bezeli, hayırlarla yüklü ve mütebessim çehrelerle ihtiyacı olanlara devamlı koşan bir irfan merkezi, bir iyilik ocağıdır. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” hadis-i şerifini temel düstur ittihaz eden ve bu kutlu sözün rehberliğinde ilerleyen İhlas Vakfı, tam 42 yıldan beri hem Türkiye’mizde hem de yeryüzünde iyi, güzel ve hayırlı faaliyetlerin içindedir. Vakıf, 10 Şubat 1975 tarihinde bir çok güzel faaliyeti başlatan ve devam ettiren merhum Dr. Enver Ören ve arkadaşları tarafından kuruldu. Bakanlar Kurulu tarafından bu sıralarda vergi muafiyeti tanınan İhlas Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanı Av. Mehmet Okyay, vakfın 42 seneden beri onbinlerce genci en iyi şekilde yetiştirdiğini, onların ailelerine vatanlarına ve milletlerine faydalı olmaları için büyük çaba harcadıklarını söylüyor. Mehmet Okyay, vakfın kuruluş hikâyesini özetle şöyle açıklıyor: “Bu yıl 42. kuruluş yıldönümünü idrak ettik. 42. kuruluş yıldönümü bizim için birçok mutlulukların tahakkuklarına vesile olan bir zaman dilimi olmuş oldu. Merhum Enver Ağabey başta olmak üzere, 9 arkadaşıyla beraber bundan 42 yıl önce vakfımız kuruldu. Vakfımızın gayesi ağırlıklı olarak eğitim, sağlık ve hayır işleriydi. Hem eğitim ile ilgili okulların açılması hem okullara devam eden öğrenciler için öğrenci yurtları açılması. Aynı zamanda eğitimin en mühim bir ögesi olan kültür yayınlarını, tarihimizi medeniyetimizi örfümüzü anlatan kitapların basılmasıdır. Bunların mühim bir kısmı 42 yıl içerisinde tahakkuk etti.” 4000 ÖĞRENCİYİ YURTLARIMIZDA BARINDIRIYORUZ
İhlas Vakfı’nın Türkiye genelinde 35 öğrenci yurdu bulunuyor. Dünyanın Müslüman ve Türk coğrafyasında da yurtlar var ve bu topraklardaki müslümanlarla yakından ilgileniliyor. Meselâ Afganistan’da 13, Kazakistan ve Kırgızistan’da 2’şer öğrenci yurdu ile toplam 4000 öğrenci vakıf bünyesinde barındırılıyor. Bunun yanında her yıl Ramazan ayında ve Kurban Bayramında 14 ülkede kurban, iftar ve
sayı//23// haziran 92
yardım organizasyonları gerçekleştiriliyor. On binlerce garip ve ihtiyaç sahibi insanın duası alınıyor. İHLAS YURTLARININ KÜLTÜR UNSURLARI NELERDİR?
Mehmet Okyay, İhlas Vakfı bünyesinde yer alan yurtların merhum Enver Ören’in kuruluşta İhlas kültürünün bir parçası olarak bildirdiği ‘Olgun Müslüman, iyi insan’ kavramı içinde, ülkenin kanunlarına uygun olarak faaliyet gösterdiğini kaydedeyor ve şunları ekliyor: “Yurtlarımızın merhum Enver Ören’in kuruluşta İhlas kültürünün bir parçası olarak bildirdiği olgun Müslüman, iyi insan bulunduğu ülkenin kanunlarına uyan, suç işlemez, devlete isyan etmez. Aynı zamanda dinimizin emir ve yasaklarına uyarak günah işlemez buyuruyorlardı. Öğrenci yurtlarımızdaki yöneticiler tarafından her zaman bu öğrencilere anlatılır. Öğrencilerimiz de bunları bir hayat felsefesi olarak, inanç kültürü olarak kabul ettikleri için gittikleri yerlerde hem olgunluklarıyla, kanunlara bağlılıkları, devlete sadakatleri ile hep takdir toplamışlardır. Bu hem yurt içindeki öğrencilerimiz için hem de yurt dışında öğrencilerimiz için geçerlidir. Yurt dışındaki öğrencilerimizin çoğu diyorlar ki; ‘Biz iki fakülteden mezun olduk. Birisi mevcut fakültemiz, ikincisi İhlas Üniversitesi. İhlas Üniversitesi kültürünü aldık biz. Çünkü İhlas kültüründen merhum Enver abimizin aynı zamanda hayatta başarılı olabilmeniz için
evlilikte, iş hayatında başarılı olabilmesi için 5 prensibi söylüyordu. Bizim de öğrencilerimize her zaman anlattığımız bu düsturlar şunlardı: 1) Kimse ile münakaşa etmeyin, 2) Her zaman güler yüzlü ve tatlı dilli olun, 3) Herkesle iyi geçinin, 4- Hiç kimsenin kalbini kırmayınız, (kalp kırmak Kâbe’yi yıkmaktan daha büyük günahtır, 5- Sebebi hayatınız olan anne ve babanızın duasını alınız. Böyle yetiştirilen evlatlar, hep anne ve babaları tarafından takdir edilmektedir.” İHLAS’A GÖNÜL VERENLERE VASİYET
Merhum Enver Ören’in kendilerine 2011 yılında bir tavsiyesi olduğunu ifade eden Mehmet Okyay, bunu bir vasiyet olarak kabul ettiklerini belirtiyor. Peki bu vasiyetin mahiyeti nedir? Mehmet Okyay’ya kulak verip öğrenelim: “Enver Ağabeyimizin 2011 yılında bir tavsiyesi vardı, belirlediği hedef vardı. O şu anda bizim için, onu seven bu vakıftaki bütün arkadaşlarımız, İhlas’a gönül verenler için bir vasiyeti var; o da 81 il’de öğrenci yurtlarının açılması, kolejlerin açılması ve aynı zamanda hastanelerin açılması idi. Şu an çok şükür 35 üniversite öğrenci yurdumuz açık. İki öğrenci yurdumuzun inşaatı devam ediyor, Samsun’da ve Kastamonu’da. İnşallah onları Eylül ayındaki eğitim yılına yetiştirmek istiyoruz. Ayrıca projesi çizilmiş 5 şehirde de öğrenci yurtlarımızın temel atma hazırlıklarımız var. Kayseri, Aksaray, Afyon ve Sivas şehirlerinde inşallah bu yıl içerisinde bu şehirlerimizde öğrenci yurtlarımızın temellerini atmak istiyoruz.” Vakfın son zamanlarda büyüdüğünü, bilhassa 93
14 yıldan beri devletin istikrarlı bir şekilde idare edilmesi ve sağlam politikalarla beraber çalışmaların da arttığını belirten Okyay, bu görüşünü şöyle izah ediyor: “Devletimiz yurt dışına açıldı. Özellikle Türk Cumhuriyetlerine açıldı. Biz, 5 Türk Cumhuriyetinde faaliyetlerimizi büyüttük. Devletimiz Afrika’ya açıldı. Afrika’dan gelen öğrenciler sebebiyle biz de Afrika’ya açıldık. Bir bakıma bizim vakfımızın büyümesi, Osmanlı coğrafyasında çok sayıda faaliyetimiz oluşundandır. O coğrafyadan gelen öğrencilerimiz var. Aynı zamanda öğrenci yurtlarımız var. Meselâ geçen Kurban Bayramı’nda yurt dışındaki 14 ülkede kurban hizmeti yaptık. Bize verilen vekâlet sebebiyle gittik, kurban kestik. Afganistan’daki fakir kardeşlerimize, Somali’deki yine Osmanlı’dan bize miras kalan insanlara, Sudan’da, Endonezya’da bu tür hizmetleri yaptık. İnşallah niyetimiz bu yıl öğrenci yurtlarımızın sayısını bu bahsettiğim temelleri atarak süratle çoğaltmak. Yurt dışında da daha çok ülkeye hem kurban hizmeti, iftar hizmeti hem de öğrenci yurtlarımız ile ilgili hizmetleri götürmek istiyoruz.” İHLAS’A ‘KAMU YARARINA ÇALIŞAN VAKIF’ STATÜSÜ
42’inci yılını dolduran, yurt içinde ve yurt dışında dört bin öğrenciyi bünyesinde barındıran İhlas Vakfı, Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın onayı ile ‘Kamu Yararına Çalışan Vakıf’ statüsü kazandı. Mehmet Okyay, vakfa tanınan imtiyazı şöyle açıklıyor: “Mevcut mevzuatımıza göre eğer bir vakıf kamu yararına faaliyet yürütüyor ve gelirlerinin sayı//23// haziran 94
büyük bir bölümünü eğitim, sağlık ve kültür yani kamu yararına hizmetlerini tahsis etmişse devlet bu vakfa vergi muafiyeti tanıyor. Devlet diyor ki; ‘Bu vakıf kamu yararına çalışıyor. Buna vergi muafiyeti tanıyayım ki; bu vakfın önü açılsın. Bu vakfa bağışta bulunmak isteyen insanların da buraya katkıları kolay olsun’ Bu sebeple 12 Şubat 2016 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun bütün üyeleri, Sayın Başbakanımız da imzalayarak Cumhurbaşkanımıza sunuldu. Cumhurbaşkanı’mızın imzası ile İhlas Vakfı’na vergi muafiyeti tanındı. Böylece İhlas Vakfı’nın kamu yararına bütün faaliyetleri yürüttüğü devlet tarafından da tescil edilmiş oldu. Böyle bir kararın verilebilmesi için en az beş Bakanlık, YÖK ve birçok Genel Müdürlük araştırma yapıyor.” GÖNÜL COĞRAFYAMIZA SEFERLER SÜRECEK Türkiye’de 5 bin civarında vakıf bulunduğunu bildiren Mehmet Okyay, bunların ancak yüzde 5’inin vergi muafiyeti alabildiğine dikkat çekiyor. Bunun son derece önemli olduğunu sevinçle vurgulayan Okyay, “Vergi muafiyetinin birçok faydası var. Vakfımız açısından en büyük faydası; devletimizin kabul ettiği legal ve kamu hizmeti yaptığına dair bir vesika oluyor vergi muafiyeti ile ilgili bu Bakanlar Kurulu kararı.” diyor. Devletin güveni elbette son derece önemli. Devlet-millet bütünlüğü bu tür hayırlı vakıfların çalışmalarıyla daha da muhkemleşiyor, âdeta çelikleşiyor. İhlas Vakfı, şimdi bu heyecanla çalışmalarına daha çok hız vermeye başladı. Yegane gaye, gerek İslâm coğrafyasında, gerekse ecdadımızın bize emanet bıraktığı Osmanlı topraklarında yaşayan masumlara el uzatmak, mazlumların imdadına koşmak ve onlara yardımcı olmak. Zira yeryüzündeki bütün mağdurlar aslında bize emanet. Yüzleri Türkiye’ye dönük, âdeta bizden medet umuyorlar. Dolayısıyla onlara sahip çıkmak boynumuzun borcu. “İmdat” diye feryat eden kardeşlerimize elbette ilk yardım, Türkiye’den gitmelidir, gidecektir. Bütün vakıfların olduğu gibi İhlas Vakfı’nın da biricik temel prensibi: “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” Çalışmalar bu yolda, aşkla şevkle devam edip gidiyor. İletişim: İhlas Vakfı, Çatalçeşme Sokağ,I No. 17 Cağaloğlu-İstanbul Eposta: ihlasvakfi@ ihlasvakfi.org.tr web: ihlasvakfi.org.tr
95
Çaylar Bizden
Bir kuyumcu ustalığıyla, çay lizlerinin altın değerindeki en üst yapraklarından özel olarak harmanlandı.