Biz’den…
“Yerli Ve Millî” Bu dünyanın meseli bir ulu şâra benzer Velî, bizim ömrümüz bir tez pazara benzer. Her kim bu şâra geldi bir lahza karar kıldı Geri dönüp gitmesi gelmez sefere benzer. … Yunus Emre Tarihin her çağında, eğitimin iki amacı vardı; Öğretim ve iyi davranışlar. İyi davranış anlayışı, toplumun kurumlarına ve geleneklerine göre değişir. Kişinin en iyi eğitim başlangıcı şüphesiz ki evidir. Ebeveynin çocuklarının öğretiminde başarılı olması toplumu pozitif etki eder. Bu yönde yetişen bireylerden oluşan toplumda sevgi,saygı,inanç,düşünce yapıları olumlu seyreder. Şehirlerimizde eğitimciler; Okullarda her şartta, çocukları gençleri içtimai hayatın içinde yaşayabilecek bilgilerle donatırlar. Davranış psikolojisini öğretirler. Bu öğreti ve eğitim genç bireylerin toplum içindeki özgüvenlerini artırır. Çünkü okullar, daha çok ışık, daha çok hava, daha büyük hareket özgürlüğü, yaşıtlarla daha çok arkadaşlık sağlar. Birlikte hareket etme erdemine kavuşurlar. Şehirler fizikî olarak eğitim alanlarıdır aslında. Lisan-ı hâl ile öğretirler çok şeyi çocuklara gençlere sakinlerine. Tıpkı Osmanlı şehir yapısındaki medeniyet ölçülerinde gördüğümüz gibi. İnancı hayatın merkezine koyan bir şehir anlayışı vardı geçmişimizde. Toplanma yerinin ilk kademesi cami idi, ikincisi çarşı idi. Bugün bunlardan birincisinin işlevselliğini kaldırdık…Sadece Cuma günleri dostlar alışverişte görsün kabilinden en fazla yarım saatlik bir toplanma…en kısa zamanda orayı terk etmek üzere gidilen zorunlu ibadet ve itaat merkezine çevirdik…Yaz günlerinde cami görevlilerinin de gayretleri ile çocukları camiye ısındırabilmek için yapılan çalışmalar güzel gelişmedir... İkincisi, Çarşının mehabetini değiştirdik. Ezansız semtlerdeki Yahya Kemal’in dizelerini bugünkü AVM ler için söyleyebiliriz…Oysa bunu çoktan kabullendik. Madem kabullendik o zaman bu mekanları nasıl kullanabiliriz den yola çıkarak pozitif alanımıza çevirmenin yolunu bulmalıyız. Sosyologlarımız psikologlarımız ilahiyatçılarımız yeniliğe karşı direnmeden yeniliğin yanında hedefe varmanın yollarını bulmalılar.. Yasakçı davranışlarla, değişen dünyanın gerçekleri ile baş edemeyiz.. Bütün düşüncelerimizi ve çalışmalarımızı gençlik üzerinde yoğunlaştırıp, doğru ilim sahibi, sağlam bilim adamı, vizyonu geniş, inancı sağlam, girişimci, sağlam karakterli gençler yetiştirmek üzerine eğilmeli
böyle kurmalıyız Şehirlerimizi, sitelerimizi! Kurarken mimarimizi buna endekslemeliyiz. İslam’ın öngördüğü bilgelik anlayışını ve bu anlayışın antik kültürleri ve kadim medeniyetleri nasıl bir potada erittiğini gördüğümüz ünlü Beyt-ül hikme’de yapılan bilimsel ve entelektüel çalışmaları temelde örnek almalıyız. “Halife Me’mun rüyasında Aristo’yu görür ve güzellik felsefe ve bilgi hakkındaki fikirlerine hayran kalır.Bu rüya üzerine bilim ve düşünce adamlarını Bağdat’ta toplamaya başlar. Bu adamlar geçmiş imparatorluklara rakip olacak bir entelektüel kültür yaratmak amacıyla getirilmişlerdi.” Böyle bir medeniyet şehri kurulunca; İlmin, ticaretin, kültürün, turizmin de merkezi olmazmı? O yıllarda Thomas Kırk diyorki: “Eğer 8.yy.da yaşasaydım Bağdatta yaşamak isterdim.O sıralarda dünyanın en heyecanlı yeriydi,bütün hareket oradaydı. O günlerde dünyanın en güçlüsü olan bir imparatorluğun merkeziydi. Yeni bir şehir kurmak ve yeni bir kültür, irfan yaratmak için buraya büyük miktarda para akıtılıyordu.Çok heyecan verici bir yer olmalı.” Baumgarten’e göre, “Mantıksal kavramanın hedefi gerçek, estetik kavramanın hedefi ise güzeldir. Güzel, duyularla kavranan mükemmelliktir. Gerçek, akılla kavranan mükemmelliktir” Güzelliğin neticesi, hoşa gitmek ve arzu uyandırmaktır. Sanatın amacı ahlaksal mükemmelliktir. İyiye, Doğruya,Güzele giden yolda; Mimariyi Kültürü Edebiyatı Sanatı Şiiri Sinemayı Tiyatroyu Musikiyi Resmi kendimiz yapmalıyız; Yerli ve Millî. Yerli ve Milli kavramları aslında asırlardır bizce malum olan kavramlardır son bir buçuk asırdır bize unutturulmak istenen kavramlar… Şehir Ve Kültür dergimiz bu minval üzerine politikasını kurarak yayın hayatına başladı. İkinci yılımızda ilkelerinden taviz vermeden estetik duyarlı kararlı yayın politikamızla ve her sayıda bu kaygıları ruhumuzda hissederek karşınıza geliyoruz..Yeni bir sayımızla daha sizlerleyiz. Önce kendimize aynada bakıp, yanlışımızı düzeltiyoruz.… Hz. Mevlânâ diyor ki: “Ben İnsanların ayıplarını gören gözlerimi kör ettim. Sen de onlara benim gibi iyi gözle bak.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4
ŞEHiRLERLE DOĞAN MEDENiYETLER, TERÖR VE GÖÇLER
Ersin Nazif GÜRDOĞAN
18 KIBRIS
OSMANLI KARTALININ KIRILAN SOL KANADI:
Mehmet Kâmil BERSE
6
10
PRiZREN; GÖNÜLLERi, SOKAKLARI,
SOFRALARI GÜL KOKULU ŞEHiR
Fahri TUNA
KAHiRE’DE
TAR DiNLEMEK
Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN
22
32
BAŞKURDiSTAN VE SABAN-TOYU Salih DOĞAN
MEDENiYETiMiZiN ŞEHiRLi ELÇiSi:
MUSTAFA MiYASOĞLU Fatih BUDAK
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.
Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse
Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz
İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu
Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof. Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,
14 “İMAR” TRENİNİ KAÇIRANLAR / Mimar Dr.Kâmil UĞURLU 26 ÜSKÜP; ANNEVATAN, ATAVATAN BİZİM COĞRAFYAMIZ / H.Yıldırım AĞANOĞLU
46
BiR iSTANBUL iZLENiMCiSi:
RESSAM SELAHATTiN KARA Av.Sabri ÖZTÜRK
28 ŞEHİR’DE DENGE YAŞAYAN BİREYLERİN DENGESİ / Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV* 36 RÜSTEM PAŞA CAMİİ / NerminTAYLAN 38 SİLLE: HOŞGÖRÜ VE BARIŞIN YURDU / Mehtap ALTAN/ Fotoğraf: İsmail UÇAR 42 ŞEHİR / İsmail BİNGÖL 48 FAYTONLU ŞEHİRLER / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN
62
52 ŞEHİRLER VE ÜLKELERİN KÜLTÜRLERİ /Recep GARİP
TUŞPA’DAN VAN’A Münir BALICA
54 ANILARLA FATİH’TE BİR SEMT “FATİH NİŞANCA CADDESİ CİVARINDA TARİHİ ANILAR” / Erhan ERKEN 58 KARADENİZ, ŞEHİRLER DENİZİ! / Muhsin İlyas SUBAŞI 61 AKŞAMIN DİZLERİNDE -şiir- /Sadettin KAPLAN 70 TÜRKİSTAN BOZKIRINDA GÖNÜLDEN YOLCULUK / Ekrem KAFTAN
66
OSMANLI HALiFELiĞi’NiN
73 GÖRESİM / Mustafa UÇURUM
NÜFUZ KIRILMASI
74 SARAYBOSNA’DA BİR KANDİL GECESİ / Mikail Türk BAL
Prof. Dr. Ali ARSLAN
80 İCRAAT İÇİN İSTANBUL’DAN ANADOLU’YA GEÇİŞ TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ON YEDİNCİ BÖLÜM- /Ali Arslan CAN
84 DİL VE KÜLTÜR / Hasan ARIKAN
76 TEKKESi
ŞEYH YAHYA EFENDi PROF. DR. Gül AKDENİZ / Mimar Hande ERDOĞAN
Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç. Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul
88 GEÇMİŞTEN GELECEĞE DÜŞÜNCELER ANTİK ŞEHİR VE ANTİK TİYATROLAR / Doç.Dr. Svetlana KERİMOĞLU 90 “ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA” / Sabri GÜLTEKİN 94 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ: DOĞU TÜRKİSTAN VAKFI / Mehmet Nuri YARDIM 96 BİR BOZKIR YALNIZLIĞI, NİĞDE/ Mehmet BAŞ Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com
www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com
Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah. Dr. Ali Demir Cd.51 Sefaköy - K.çekmece / İSTANBUL Tel: 0212 624 21 11
Kapak Resmi:
österiş; dünyanın yol açtığı büyük felaketlerin, şehirleri yakıp, yıkan savaşların, kan dondurucu terörist eylemlerin, önüne geçmek, siyasetçilerden önce Yunus gibi, yalın yaşamasını bilen, büyük gönül zenginlerinin işidir. İnsanların içine düştükleri gösteriş bağımlılığının üstesinden, yalnızca gönül zenginleri gelir.
ŞEHİRLERLE DOĞAN MEDENİYETLER,
TERÖR VE GÖÇLER Ortadoğu ülkelerindeki demokrasi hareketleri ve savaşlar, Batı dünyasının ikiyüzlülüğünü gösterme bakımından, bir turnusal kağıdı işlevi gördü. Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
Dünyanın neresinde olursa olsun, insanların ihtiyaçlarını karşılamanın bir sınırı varken, isteklerini karşılamanın bir sınırı yoktur. Çünkü insanların ihtiyaçları sınırlı, buna karşılık istekleri sınırsızdır. Dünyanın kaynakları, dünyada yaşayan bütün canlıların ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli zenginliktedir. Ancak bu zenginliğin, bırakın başka ülkeleri, yalnızca Amerika’da yaşayanların bile, bütün isteklerini karşılaması mümkün değildir. İnsanların isteklerini karşılayamaya, ihtiyaçlarını karşılamaktan daha fazla yatırım yapmak, toplumsal patlamalara davetiye çıkarmaktır. Her sene oruç ayıyla gelen oruç, gösteriş harcamalarının yol açtığı, büyük felaketlerle savaşmada, her insanın elindeki en güçlü silahtır. Oruç dünyadaki güç zehirlenmesine karşı en etkili panzehirdir. Yeryüzü kaynaklarının ihtiyaçlardan önce istekleri karşılamaya çalışması, hayatın her alanındaki gösteriş harcamalarına, yeni boyutlar kazandırdı. Pazarlama ve tanıtım çalışmalarını, yalnızca işletme ve yönetim bilimlerinin değil, bütün bilimlerin ana araştırma konusu haline getirdi. Artık her alandaki bilimsel ve teknolojik çalışmaların değerlendirilmesinde, insanların sonu gelen ihtiyaçlarından önce, sonu gelmeyen isteklerini ne ölçüde, karşılayıp karşılamadığına bakılıyor.
*T.C.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//24// temmuz 4
İnsanın insanı her şeyin daha fazlasını tüketmek için, acımasızca öldürdüğü her yerde, yalınlık, en vurucu, en güçlü silahtır. Yalınlığın gücüne silahla karşı konulmaz. Erdem yalınlığı izler. Bütün dünyada yalın hayatın üç önemli doktoru vardır. Onlar, dr. az ye, dr. az konuş, dr. az uyudur. Yalın hayat erdemli hayattır. Terör kuşatması altındaki dünya, ateş çemberi içindeki akrep gibi, ya bir çıkış yolu bulacak, ya da kendi kendini yok edecektir. Dünyada derin bilgi ve köklü bilgelik adına ne varsa, hepsi terörün oluşturduğu ateş çemberinin dışındadır. Terör Filistin’den Ortadoğu’ya, Ortadoğu’dan
Avrupa’ya, Avrupa’dan bütün dünyaya, Camus’nün ve Veba romanında anlattığı, salgın hastalık gibi yayıldı. Amerika, Rusya ve İsrail’in Ortadoğu’da, işgal ettikleri ülkelerde, orantısız güce başvurmaları, direniş hareketlerine, terörden başka çıkış yolu bırakmadı. Ortadoğu’yu işgal etmeye kalkışanlar, terörle dört bir tarafından kuşatıldılar. Dünya Türklerin Ergenekon’dan çıkışlarında buldukları yol gibi, terör kuşatmasından bir çıkış yolu bulmak zorundadır. Güvenlik Konseyi’nin beş üyesi arasındaki soğuk savaşın, Ortadoğu’da sıcak savaşa dönüşmesi, direniş hareketlerine intihar saldırıları gibi, hiçbir dinde yeri olmayan, ölüm saçan, dehşet verici yeni yöntemler kazandırdı. Avrupa’nın yabancısı olmadığı, Ortadoğu’da süreklilik kazanan intihar saldırıları, Doğusu ve Batısıyla, bütün bir dünyayı, bir anlam ve bir değer krizine sürükledi. Görünmeyen dünyanın bilgeleri ne kadar büyükse, görünen dünyanın bilgeleri de o kadar büyüktür. Her iki dünyanın büyükleri ise, hepsinden büyüktür. “İkiliği bir yana bıraktım gördüm ki, her iki dünya da birdir” diyen Mevlana, iki dünya bilgelerinin başında gelir. Mevlana insanlık tarihinin bilgelik zirvesidir. İnsanlığın bilgelik birikimi içinde Mesnevi’de ele alınmamış, ayrıntısına inilmeden tartışılmamış hiçbir olgu yoktur. Dünya terörden çıkış yolunu, Mesnevi okuyarak bulacaktır. Mesnevi iki dünya barışının yol haritasıdır. Ortadoğu ülkelerindeki demokrasi hareketleri ve savaşlar, Batı dünyasının ikiyüzlülüğünü gösterme bakımından, bir turnusal kağıdı işlevi gördü. Demokrasi ve barış götürmek için, Ortadoğu’yu işgal eden Batı dünyasının, yalnızca kendisi için barış istediği, yalnızca kendisi için demokrasi istediği ortaya çıktı. Mısır yanında, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Libya’da, Cezayir’de demokrasi uçağı, Batı’nın darbe destekcileri tarafından kaçırıldı. Ortadoğu’da demokrasinin amentüsü çalındı. Batı dünyası, Şam, Kudüs, Bağdat, Kurtuba ve Kahire’de batan medeniyet güneşinin, Paris, Londra, Berlin, Brüksel ve New York’ta doğmakta olduğunu görmüyor. Seküler Avrupa medeniyeti, Mekke’de doğuşundan bu yana, iç içe yaşadığı Ortadoğu’nun önemini kavrayamadı. Avrupa İslam’ın medeniyetler tarihinde, süreklilik ve bütünlük sağlayan, konum ve işlevinin cahili olmayı, varoluşunun en büyük güvencesi kabul ediyor.
Bunun için, Ortadoğu’daki savaşlar göç dalgaları ve ölümler, Batı’nın Ortadoğu algısını değiştirmeye yetmiyor. Batı bin dörtyüz yıllık İslam olgusunu anlamıyor. Tarihte başarıların da başarısızlıkların da çok önemli kaynakları vardır. Türkler İstanbul’da başarılı olmuşlarsa, başarının çok ciddi sebebleri vardır, Viyana’da başarısız olmuşlarsa, başarısızlığın çok ciddi sebepleri vardır. Türkiye’nin geleceğini inşa etmede, geçmişin başarılarıyla birlikte başarısızlıklarından alınması gereken dersler, bütün ayrıntılarıyla ortaya konulmalıdır. Fatih kendisinden önce onlarca defa kuşatılan İstanbul surlarının önlerinde uğranılan başarısızlıklardaki hataları, tekrarlamadığı için başarılı olmuştur. Hiçbir ülke kendisine yeni bir geçmiş inşa edemez. Ancak her ülke kendi geleceğini kendisi inşa eder. Geleceği inşa edecek mimarlar, geçmişin üniforma giyen askerleri değil, geleceğin forma giyen grişimcileridir. Siyasal sınırların çok değişmediği, ekonomik sınırların sürekli değiştiği kare dünyanın yeni Fatihleri, ürünleriyle, hizmetleriyle, bilgileriyle pazarlarda savaşan girişimcilerdir. Birbirini izleyen ekonomik, siyasal ve kültürel krizler ve intihar saldırılarıyla, sarsılan dünya; doğmuş ve doğacak, bütün Ademoğullarına kardeşlik bilinci kazandıracak, bir saygı, bir sevgi, bir barış devrimi bekliyor. Beklenilen devrim, “yeni sözler söyleme” devrimidir. Aydınlanma döneminden bu yana, bütün dünyada sürekli tekrarlanan sözler, tedavülden kaldırılan paralar gibi, bütünüyle geçerliliğini yitirmiştir. Bilinmeyen kare dünya, bilinen küre dünya değildir. Bütün dünyanın, Mevlana gibi, düşmanları dostlara, arkadaşları kardeşlere dönüştürecek, büyük bilgelere ihtiyacı var. 5
rizren; gönüllerin, güllerin şehri. Her milletin bir resmi devlet sınırları olur bir de doğal sınırları. Türk milletinin Batıdaki doğal sınırı nereden başlar bilir misin? Batıda en Batıda… Sabrını zorlamadan söyleyeyim: Kosova’daki Sultan Murat Hüdavendigâr Türbesi’nden, Prizren’den.
PRİZREN; GÖNÜLLERİ, SOKAKLARI, SOFRALARI GÜL KOKULU ŞEHİR Prizren bize Fatih Sultan Mehmet hediyesi, hatırasıdır. Fahri TUNA
Prizren bize Fatih Sultan Mehmet hediyesi, hatırasıdır. 1453‘de İstanbul’u fethederek “çağ kapatıp çağ açan” yirmi bir yaşındaki genç Fatih, aynı heyecanla Balkanların fethine devam edecek, “Kostantiniyye”nin fethinden sadece iki sene sonra Prizren’i “ehl-i hilâl” topraklarına katmayı başaracaktır. Bilesiniz ki o gün bugün; başı Şar Dağlarında 590 metre yüksekteki kalede, ayakları ovada, yamaçtan aşağıya süzülen Bistriça akarsuyunun iki yakasına kurulmuş bir Türk şehridir Prizren; her şeyiyle Türk, her şeyiyle Müslüman, her şeyiyle İstanbul… Kaleden Prizren’e bir göz attığınızda 33 minarenin, 33 caminin sizi selamladığını göreceksiniz. Saat kulesi, minareler, kubbeler, hamamlar, şadırvanlar, taş köprüler şaşkına çevirecek sizi ve içindeki ses kulak verdiğinizde; “işte tarih, işte Osmanlı… tarihin koynunda, İstanbul’un koynundayım; Dersaadet’te, huzur yurdundayım” sözlerini fısıldadığını duyacaksınız. Şehrin içine, ovaya indiğinde hâlâ ayakta olan “Fatih Sultan Mehmet sahra mescidi”ni göreceksiniz; fetih’ten, Fatih’ten yadigâr bizlere. Taşın, minberin, mihrabın ayağa kalktığını, safa durduğunu, el bağladığını, secdeye geldiğini hatta dile geldiğini görürsünüz Prizren Mescidinde. Yerel halkın Kırık Cami dediği namazgahın hâlâ dimdik ayakta olmasından, o ruhun da Prizren’de hâlâ ayakta oluşuna yorumlayacaksınız. Taşa saygınız sevginiz katlanacak; tıpkı ecdadınıza, Fatih’e, Fatih’in iki şehri İstanbul’a ve Prizren’e sevginizin artacağı gibi. Şunu iyi bilesiniz ki Balkanlara medeniyeti Osmanlı götürmüştür. Osmanlının kurduğu hiçbir şehir olmasın ki camiler, şadırvanlar, hamamlar, çeşmeler, hanlar, kervansaraylarla bezenmiş olmasın. Altı asır önce başlayan bu çabaların eserlerinin büyük çoğunluğunu bugün hâlâ görmenin şaşkınlığını ve mutluluğunu yaşayacaksınız. İşte bunlardan
sayı//24// temmuz 6
birisi Prizren Tren İstasyonu. Sultan II. Abdülhamit’in sadece “hicaz demiryolu” değil Balkanları da inci gerdanlık misali adım adım demiryollarla ördüğüne, hemen her şehre de o döneme göre oldukça görkemli istasyonlar yaptırttığını göreceksiniz. Safranbolu’da, Beypazarı’nda, Odunpazarı’nda, Taraklı’da hissedeceksiniz kendinizi Maraş Mahallesinde. Amasya’da Yeşilırmak kıyısında tarihi Türk evleri arasında gezintiye çıkmışsınız. Süleymaniye’de, Üsküdar’da, Fatih’te hissedeceksiniz. Özgün Türk-İslam mimarisiyle bezeli ahşap evlerin arasından geçecek, Altı Topuklu Çeşmeden şahane Şar dağı suyunu yudumlarken, İstanbul’dasınızdır bilin ki; Ebu Suud caddesinde eski Şeyhülislamlık Makamı önündeki her yanı medeniyet kokan çeşmeden su değil tarihi yudumlayacaksınız kana kana. “Temizlik imandandır” hadis-i şerifinin hayat bulmuş hâlini Balkanlarda en çok da Prizren’de göreceksiniz. O nedenle Balkan şehirlerinin cami kadar hamam, şadırvan ve çeşmelerle donatıldığını da… Öte yandan Evrenosoğulları’nın Balkanlarda büyük hizmetlerini göreceksiniz; hele de Prizren’de. Evrenos Beyin torunu Ahmet Şemsüddin Beyin Prizren’de 1498’de inşa ettirdiği hamam, beş asır sonra da bütün ihtişamıyla hayatta ve bugün şehrin arkeoloji müzesi olarak gönül temizliği alanında hizmetini sürdürüyor. Hemen bitişiğinde Cennetmekân Sultan II. Abdülhamit hanın hediyesi görkemli saat kulesiyle birlikte.
Bir Cuma günü namazı eda etmek için Emin Paşa’nın şadırvanında abdest alan kardeşlerini göreceksiniz. İçeriden “Türkçe” vaaz gelecek, ardından gönüllere huzur bahşeden “ezan-ı Muhammedi”yi duyacaksınız bütün camilerden yükselen… Saf tutan Müslümanlara katılıp “saf olmanın”, “bütünün parçası olmanın”, “kardeş olmanın” gururunu, huzurunu yaşayacaksınız. Temiz tertemiz yüzlerle gönül gönüle eda edeceksiniz; Ortaköy Camiinde yahut Dolmabahçe’desiniz zira; o kadar aşina yüzlerle, seslerle, renklerle birliktesiniz... Bu şehirde de – bütün balkanlarda olduğu gibi – Türkçenin bir “medeniyet dili” olduğunu müşahede edeceksiniz; Arnavut, Boşnak, Makedon, Türk… kadın erkek kız kızan… genç yaşlı gelin kaynana, dede nine… herkesin Türkçe konuştuğu, Türkçe bildiği bir şehirde olduğunu görecek; dilinizle kimliğinizle tarihinizle bir kez daha iftihar edeceksiniz. Sokaklarından insanlar göreceksiniz Prizren’in; dillerinde bülbül misali Türkçe, gönüllerinde ay yıldızlı bayrak, hayata, yarınlarına umutla bakan. Yürüyecek yürüyecek yürüyeceksiniz onlarla birlikte geleceğe, hep bir özlemle, hep bir umutla, hep bir sevgiyle… Üsküdar yahut Beyazıt meydanındasınız sanki; o kadar sıcak o kadar bizden o kadar sevimli görüntüler, yüzler, ifadeler… Kafeteryalarda kahvelerini umutlarını hayallerini yudumlayan gençler dikkatinizi çekecek Prizren’de. Ortaköy sahilinden bir farkı olmadığını görecek, yaşayacak, hissedeceksiniz; “bu kadar mı İstanbul’a benzer bir şehir Ya 7
Prizren - Kosova / Resmedici: Kazım Zaim
Şunu iyi bilesiniz Rabbi, bu kadar mı İstanbul’u yaşar bir şehir, ki Balkanlara bu kadar mı İstanbul’a gönül verir bir şehir” medeniyeti Osmanlı cümleleri dökülecek gönlünüzden… götürmüştür.
Mısır çarşısına doğru yürüyen iki genç kız düşünün Yeni camii önünde; Prizren çarşısında adeta bunun aynısına şahit olacaksınız; o kadar sıcak ve benzer görüntülere aşina olacaksınız. Sinan Paşa Camiinin tıpkı Sultan Ahmet Camii ve meydanı gibi insanları nasıl “cem ettiğini”, topladığını, toparladığını ve birleştirdiğini göreceksiniz. Prizren Türkçesi biraz farklı bir Türkçedir yalnız; Rize-Artvin Türkçesini hatırlatacak sizlere. “Gece”ye “cece”, “giderim”e “çidarım” dediklerine şahit olacaksınız. Camiler, hamamlar, şadırvanlar şehridir demiştik Prizren’e. Mehmet Kukli Bey tarafından yaptırılan Saraçhane’deki Kukli Camii, nehrin kıyısında Veteriner Kasım Bey tarafından yaptırılan Hacı Kasım Bey Camii, Tabakhane semtindeki Suzi Çelebi Camii, 1526’da Evrenos Yakup beyin yaptırttığı Arasta Camii, Budin, Bosna, Bağdat Valiliği de yapan Sinan Paşa tarafından Bistriça nehrini kıyısında yaptırılan, İstanbul’un Beyazıt Camii atmosferini veren ve neredeyse Prizren’in sembolü olan ünlü Sinan Paşa Camii... Ve Prizren’in ünlü Taş Köprüsü… Şar Dağının eteklerinde kurulan şehri ortadan ikiye bölerken diğer yandan ikiye bölerken, diğer yandan ona hayat bahşeden Bistriça nehrinin üzerinde
sayı//24// temmuz 8
kurulu Prizren’in adeta Mostar’ı diyeceğimiz Taş Köprü. Bu köprüden geçerken sanki “sırat”tan geçtiğini hissedeceksin; iki dünyayı, iki kıtayı, ki kalbi, iki gönlü birbirine bağlıyormuşcasına, İstanbul’dasınız ve Boğaz köprüsünden geçiyormuşsunuz sanki… Bütün medeniyetin de Prizren’in de bütün şifresi Fettah Emin’in dedesinden duyduğu şu sözde gizlidir: “ Oğul unutma, İstanbul baş, Prizren kuyruk!” Biraz ilerleyince meşhur Şadırvan Meydanına gelecek; sanki Arafat’a gelmiş, sanki Sultanahmet Meydanına gelmiş, sanki Üsküdar sahilindeymiş gibi hissedeceksiniz kendinizi, Arnavut kaldırımlı şehir meydanında dolaşırken. Şadırvandan avucunla suyu yudumlarken, o tadına doyum olmayan enfes Şar Dağı suyunu kana kana içecek; bir yandan da İstanbul’un ünlü Hamidiye‘sinden fazlası var da eksiği yok diye düşüneceksiniz. Şadırvan’ın çevresindeki lokantalardan birisine misafir olup, ünlü Prizren mutfağını yakından tanıyabileceksiniz; koyun-kuzu etinden yaptıkları “Paşa Çorbası”yla başlamanızı tavsiye edeceğim. Sonra yuvarlak biçimli “Çüfte” dedikleri enfes köfte kokularını duyacaksınız önce. Sultanahmet’ten geri kalmayan. İnegöl kıvamında parmak şeklinde olanlar kebap – onların deyişiyle – “çebap” yiyeceksiniz. Kaşarlı köfteleri de bir başka lezizdir. Prizren düğünlerinin bayramlarının baş tacı yemeği “tava” dedikleri bizim “güveç” benzeri bir
yemektir ki, mutlaka tanıyasınız. Dolmaları da sarmaları da çok meşhurdur ve lezizdir Prizren’in. Bilesiniz ki Prizren’de tatlı demek; revani demektir; güllaç ve sütlaç demektir. Sanki İstanbul’dasınız ve güllaç yiyorsunuz, üstelik Prizren’in gül şurubu eşliğinde. Zaten bahçelerinde de ortancaları, rengârenk gülleri bol bol göreceksiniz gezerken. Prizren’in insanları “gönüllerindeki gül sevgisi”ni, “Muhammed” sevgisini bahçelerine, tatlılarına, şuruplarına kadar yansıtmışlar. Güle bu kadar aşina, güle bu kadar sevdalı, gülle bu kadar hemhâl, gülle bu kadar iç içe başka bir şehir başka bir halk başka bir sofra bulmanın zor olduğunu da bilmelisiniz. Prizren, medeniyetimize özgü “Tekke kültürü”nü yaşatıyor büyük oranda. Hatmi çiçekli bahçeler ve şırıl şırıl akan çeşmeler arasından geçip Halveti Tekkesini, Şeyh Cemali Efendinin postnişinliğindeki Rıfai Tekkesini, Kadiri ve Nakşi Tekkelerinin –tarihteki coşku ve canlılığının yitirse de – hâlâ yaşadığına şahit olacak ve tarihinle kültürünle medeniyetinle bir kez daha iftihar edeceksiniz. Müspet ilimlerin yanı sıra gönülleri birbirine bağlayan tasavvufi ilimlerin Prizren’in başına gelen bunca badireye rağmen ayakta kalabilmesinde en büyük unsurlardan birisi olduğuna şahit olacaksınız… Bu kentte caminin hamamın köprünün şadırvanın yanı sıra mahalle isimlerinin de hâlâ yaşadığını göreceksiniz: Terzi mahallesi, Hoca
mahallesi, Atik yani eski mahalle, Yeni mahalle, Körağa mahallesi, Tabakhane mahallesi, Tuzsuz mahallesi, Muhacir mahallesi gibi. Bir yerin bir bölgenin “kim”e, “hangi medeniyete” ait olduğuna en başta mezar taşları ve türbeler belirler; Kosova Ovası, Sultan Murat o türbede yattığı sürece Türk’tür; türbelerin, camilerin avlularındaki beş asırlık mezar taşları var olduğu sürece de Prizren Türk’tür ve Türk kalacaktır. Evet Prizren, ben mi dedim sana güzel olasın, İstanbul’un Edirne’nin, Bursa’nın, İzmir’in, Eskişehir’in, Ankara’nın, Konya’nın, Sivas’ın, Trabzon’un, Erzurum’un, Van’ın, Diyarbakır’ın, Urfa’nın, Antep’in, Adana’nın, Maraş’ın kardeşi, gönüldaşı olasın… 9
nsan geçmişi ile var olur, geçmişiyle yaşar. Bu yüzdendir ki yeni başladığı gün ne kadar iyi olursa olsun, geçmişe özlem duyar. Zira inkar edilmez kendi hakikatidir insanın geçmiş. Bu yüzden olumlu/olumsuz ne varsa geçmişinde hep güzeldir hatta kutsaldır da. Benim de zaman zaman geçmişin hikayeleri ile sizleri meşgul etmem bundandır muhtemelen. Her ne kadar “geçmiş bitti, gelecek yok, gerçek yaşadığın andır” aforizması dilden dile dolaşsa da, anı yaşamanın kodları da geçmişte yatmaz mı?
KAHİRE’DE
TAR DİNLEMEK Yıl 1988 Ramazan (Nisan-Mayıs) ayı. Sizinle başka ama bildik bir diyara eski bir Ramazan’a seyahat edeceğiz bugün. Her şey Türkiye-Mısır Kültür Bakanlıklarının müşterek araştırma bursunu kazanmam ile başladı 1986 yılında.
Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*
*T.C.Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi
sayı//24// temmuz 10
Yıl 1988 Ramazan (Nisan-Mayıs) ayı. Sizinle başka ama bildik bir diyara eski bir Ramazan’a seyahat edeceğiz bugün. Her şey Türkiye-Mısır Kültür Bakanlıklarının müşterek araştırma bursunu kazanmam ile başladı 1986 yılında. Ankara’da mülakat, görüşmeler, araştırma projesinin sunumu ve merhum gönül adamı Hacı Bayram’ın mücaviri Dr. Emin Acar’in katıksız ekmeğini tadarak, üzümlü çayını içerek –daha doğrusu duasını alarak- başladı Mısır seyahati planları. Tabi ki hemen seyahat başlayamadı, başlayamazdı da. Zira o tarihlerde Mısır, Dışişleri Bakanlığının kırmızı listesinde idi ve bir devlet memuru olan asistanın gidebilmesi için YÖK, Dışişleri ve bilmediğimiz bir çok merciden izin gerekiyordu. Bu hikaye uzun giremeyeceğim. Ama sonunda 1988 Ramazanını geçireceğim Mısır’a ulaştım 1987 ortalarında. Evliya Çelebi’nin deyimi ve Mısırlıların tasdiki ile Ümmü’d-Dünya’ya (Dünyanın Anası) gelmiştim. Dünyanın harikası piramitler, ilk İslam şehri Fustat, İmam Şafii ve etrafında yaşayan milyonlarca evsiz, Amr İbn As’ın Mısır’ı, Fatımılerin Kahiresi, Sünni ve Şiilere melce olan Hazret-i Hüseyin semti, mübarek başının medfun olduğu iddia edilen türbe ve camisi ve Müslüman dünyasının en eski Üniversitesi Ezher; çoğu zamanlarımı geçirdiğim Kahire Üniversitesi, Memlüklerin gözde şehri Kahire, Kayıtbay, İbn Kalavun, gönüllerin sultanı Ahmed Er Rufai hazretlerinin türbesi, İslam tarihinde şecaati ile bilinen ama hayatı hüzünle biten meşhur kadın Seceretüdür’ün semti ve kabri, Mısır’da Türklüğün mührü olan İbn Tolun camisi, Yavuz Sultan Selim’in izleri ve Mısır’da Memlük hakimiyetinin Osmanlı hakimiyetine devrinin sembolü Babu’z- Züveyla kapısı ve nihayet Mukattam dağındaki Kale ve içinde Sultanahmet camisinin taklidi Mehmet
Ali Paşa Camisi. Hemen hızlıca aklıma gelen ve her birinin ciltler dolusu hikayesi olan bütün bu mekanlar avucumun içinde idi. Dünyanın en mutlu insanıydım adeta. Durun hele, Mısır bundan ibaret değildi elbette. Daha havaalanında başlayan ve ilk başta anlayamadığım ama kulağıma hoş gelen ve her dem bir sır gibi “mealeş” (önemli değil, takma kafana, afedersin…) ve “aviz ey” (ne istersin, muradın ne?) kelimelerini adeta musikişinas gibi terennüm eden ve her zaman gülen/ güldüren Mısırlılar. Oturduğu balkonuna gözün iliştiğinde “tafadal/buyur” diyen gönlü zenginler. Meş’um askeri inkılap ile Türkiye’de de tanınan ve Mısır’ın bağımsızlığını simgeleyen Tahrir meydanı, İttihatçıların adeta “tenabiletü’sSultan” unvanını alacakları Özbekiyye; tıynetine göre gecelerin aktığı Hüseyin Meydanı ve Giza Caddesi (Şariu’l-Harem), Mehmet Akif’in hatırasını taşıyan ve dünya ile kaynaşabileceğin Fişavi kahvehanesi ile Necip Mahfuz’u dinleyebileceğin ve paran varsa aldatılabileceğin Han Halil’i; biraz değişim istediğinde, yüksek sınıfın semti Zemalik ve Mühendisin; orta sınıfın yeri Dukkî ve Roksi meydanları, Lazoğlu meydanı ile Şiilerin buluştuğu, her türlü eski kitabı temin edebileceğin Seyyide Zeynep ve tabi ki o tarihlerde Türklerin yoğunlaştığı Medinetü’n-Nasr nasıl unutulabilir. Hele bütün bunlar arasında dolaşan taksi/ dolmuş ve pencerelerinden inip binilen otobüsler ve gönlü istediğinde her hangi bir yerden çay veya fûl (bakla yemeği) almak için
Mısır’da Türklüğün mührü olan İbn Tolun camisi, Yavuz Sultan Selim’in izleri ve Mısır’da Memlük hakimiyetinin Osmanlı hakimiyetine devrinin sembolü Babu’z- Züveyla kapısı Yazmayı düşündüğümde başka şeyler anlatmayı ve nihayet Mukattam ve özellikle Ramazanı ve orada kimi yerli, kimi dağındaki Kale ve içinde yeni gelen, kimi burslu, kimi hamisiz, kimi Sultanahmet camisinin yüksek maaşlı, kimi memur, kimi müftü, kimi taklidi Mehmet Ali Paşa akademisyen vs. kimi maceraperest ve “bilmem Camisi. kimi ne olan” ve kimi sonradan Türkiye’de “zınk” diye duran tren makinistleri silinebilir mi geçmişimden. Koca Mısır ülkesi bundan ibaret değildi ama bütün bunları görünce klasik kitaplarda –ve halen halk dilindeKahire şehrine neden “Mısır” denildiği açıkça anlaşılıyordu. İşte böyle bir zamandı 1988 Ramazanı.
akademisyen, dekan, rektör, bürokrat siyasetçi ve hele “Ortadoğu Uzmanı” sıfatı alan Türkleri anlatmayı düşünmüştüm. Fakat hatıralar beni birden başka taraflara sürükledi. Ömür vefa ederse, anlatırım inşallah onları da bir gün. Öyleyse sabrınızı fazla zorlamadan size biraz da Çin’den bahsedeyim. Şaşırdınız değil mi? “Mısır nere, Çin nere ?” dediğinizi duyar gibiyim. Muhtemelen hocanın, başına ya Sina güneşinin geçtiğini veya şeker kaybından beyninin Mısırlıların tabiri ile -hem olumlu ve hem olumsuz mana taşıyan- “Muhh Türki”ye (Türk beyni) dönüştüğünü zannettiniz. Hamdolsun hiç biri değil. Haydi sadede geleyim. Mısır’a gittiğimde dünyanın her tarafından; Arapça öğrenmeye, Mısır tarihi, kültürü, antropolojisi, siyaseti vb. konularında bilgi-
11
Hulasa dünyanın özetiydi o insanlar. Ama ilk tanıştığımızda ve uzun zaman “Çinliyim” deyip bakışlarını kaçıran bir vardı ki hiç unutmam. Kureş Mahmud adlı bir akademisyendi.
görgüsünü arttırmaya gelen veya Batnıyye’de rahatça esrar çekmek isteyen binler ile karşılaşmıştım. ABD’lisi, İngiliz’i, Fransız’ı, ismini duymadığım ülke vatandaşlarını, İmam Şafii’de karşılaştığımda “kesinlikle bir ırka mensup değilim, ben Yugoslavya’dan gelen bir Müslümanım” diyeni ve o zamanki Sovyet ve Çin vatandaşlarını gördüm etrafımda. “Yabancılık akrabalığı” oluşmuştu ve kaynaşmıştık bu insanlar ile. Kimi liberal, kimi komünist, kimi ateist ve kimi sufî idi. Hulasa dünyanın özetiydi o insanlar. Ama ilk tanıştığımızda ve uzun zaman “Çinliyim” deyip bakışlarını kaçıran bir vardı ki hiç unutmam. Kureş Mahmud adlı bir akademisyendi. Boyu posu, endamı, gülüşü ve hatta Arapça telaffuzu da hiçbir Çinliye benzemiyordu. Buna ben böyle inanıyordum ama ona inandırmak için hayli zaman geçecekti. Çin’in Shinjang Uyghur Aptonom Rayoni bölgesinden olduğunu söylüyordu. Dinden, milletten bahsetmiyordu. Hocam Nadir Devlet’ten öğrendiğim bütün Türki Dünyası bilgilerimi reddediyor ve Uygurlar ile Türkler arasında kurduğum ilişkiyi “anlaşılmaz tuhaf tarih telakkisi” olarak görüyordu. Aslında sadece o değildi böyle olan. Her nasılsa görünüşte sıkı dost oldukları bir Sovyet vatandaşı Türk de “Kırımlıları” ve uğradıkları soykırımı inkar ediyordu sohbetlerimizde. Gençlik başımda duman ya, ben de bunları imana getirme gayreti belirmiş, her fırsatta
sayı//24// temmuz 12
buluşup telkinde bulunuyordum. Ortak dilimiz Arapça idi. Her ikisi de zorlandıklarında kendi lehçelerindeki Türkçe kelimeleri kullanıyorlardı ama bir türlü akraba olamamıştık. Ve nihayet mübarek Ramazan hilali yüzünü göstermeye yakın bir gündü. Sokaklar ve dükkanlar Ramazan fenerleri ile süslenmişti. Hemen her yerde çocuklar, büyükler ve yaşlılara hitap eden Ramazan fenerleri yerlerini almıştı. Hüseyin Meydanı Ramazan şenlikleri için hazırlanıyordu. Böyle bir günde “zoraki” sevgili arkadaşımı kaldığı Kahire Üniversitesi’nin yurdundaki odasında ziyaret ettim. Bir yerlere davet edecektim. Genelde de bu merasim koridorda olurdu. Tek kişilik dar yurt odasına girmeğe de gerek yoktu. Bundan pek de hazzetmediğini biliyordum. Ama o gün beni odasına davet etti. Bir fevkaladelik sezmiştim ve hemen girdim. Bir sandalye ve bir yatak, yanı başında küçük bir çalışma masası, bir kaç kitap bir de radyosu ve çay demleme tertibatı. Mısır’da yaygın ve o tarihlerde bizim hayatımızı kurtaran taşınabilen küçük elektrikli ocak. Ülkesinden getirdiği ve belki de o gün için beklettiği bir çayı hazırlamaya koyuldu Kureş Mahmud. Bu ilginin nereye varacağını ben de merak ediyordum. Havadan sudan konuşuyor ve sabırsızlıkla onun konuya girmesini bekliyordum. Kureş Mahmud hazırladığı çayı bana takdim etti ve söze başlayacaktı ki, birden eli radyoya giderek sesini sonuna kadar açtı. Okuduğum romanlardan bildiğim bir sahne oluştu. Radyodaki müzik artık ikimizin de sesini
Hikayem bitmedi tabi ki, Kureş Mahmud ile bir tertibat aldık, odasını bir bahane ile başka bir bloğa taşıttık ve Ramazan’ı birlikte tuttuk. Ondan öğrendim, Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanları ve adetlerini, Sincan Bölgesinin verimli ve bereketli topraklarını,
bastırıyordu. Koridorda sadece müzik sesi duyuluyordu. Söze başladı ve şöyle dedi Kureş Mahmud: “ Evet senin de iyi bildiğin gibi, ben Uygur Türkü’yüm ve Müslümanım.” Birinci şoku atlatmadan gerisi döküldü ağzından ağlamaklı bir sesle. “Ramazan geliyor, ben oruç tutmak istiyorum” Bende ses yok. Bir taraftan tahminlerimde yanılmamış olmamın hazzı, diğer taraftan şaşkınlık hakimdi bakışlarımda. O devam etti. “Oruç tutacağım ama buradaki arkadaşlarım bunu hemen Çin büyükelçiliğine bildirirler, bursum kesilir ve beni derhal geri gönderirler”. Bu yıl, geçen yıl ve daha önceki yıllarda hepimiz Çin’deki Müslümanlara yapılan zulmü açık kaynaklardan duyduk. Kimi hak verdi, kimi Çin hükümetine karşı bir provokasyondur diyerek Çin Müslümanlarının hürriyet içinde olduklarını ve bu iddiaların sadece ayrılıkçı Uygurların hezeyanları olduğunu söyledi. Hatta Türkiye-Çin ilişkileri zarar görmesin diye sessiz kaldık. Ama ben bu durumu yevmu’l kıyamette de şahitlik edecek derecede hissettim Kureş Mahmud ile konuştuğum o gün. Hikayem bitmedi tabi ki, Kureş Mahmud ile bir tertibat aldık, odasını bir bahane ile başka bir bloğa taşıttık ve Ramazan’ı birlikte tuttuk. Ondan öğrendim, Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanları ve adetlerini, Sincan Bölgesinin verimli ve bereketli topraklarını, mamur caddelerini ve her evin sadece bahçesinde değil, balkonunda renk renk güllerin yetiştirildiğini,
daracık ve gizli odalarda Kur’an ve dini ilimler okunduğunu, alımlı insanlarını ve Mahmud’un bize lütfettiği “tar” ziyafetini. Ondan öğrendim Doğu Türkistan’da bağımsızlık ve kimlik mücadelesi verenleri o Ramazan boyunca. Ondan öğrendim Abdurrahim Ötkür’ü ve zindanlara girmesine sebep olan “İz” romanını. Muhteşem bir Ramazan ve lezzetine vardığım en iyi iftar ve sahurları yaşadık birlikte. Mahmud’un yaptığı yumurtalı güveci ve nağmeleri içimizi titreten tarı; sevgili Ali Mazak’ın çayı ile muhteşem sesinden ve gönlünden bize gurbeti sevdiren “çile bülbülüm çile”si ile geçti Ramazanı Kahire’nin. Sevgili kardeşim Kureş Mahmud şimdi ne yapıyor bilmiyorum ama bildiğim kadarı ile aynı zulüm devam ediyor ve binlerce Mahmudlar dertlerini yüksek sesle çalan radyonun eşliğinde birilerine anlatmak için fırsat kolluyorlar. www.zekeriyakursun.com 13
umhuriyet, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyetten bu yana önemli kazanımlar yanında yanlış yorumlar veya kabuller sebebiyle bazı yozlaşmalar da yaşanmıştır. Bunların başında mimarlığımız ve şehirciliğimiz gelir.
“İMAR” TRENİNİ
KAÇIRANLAR
Şehircilik üç boyutlu bir konudur. En pahalı konudur. Dönüşü yoktur. Organiktir, yani yaşar. Kesilen kolun yeniden çıkmasını beklemek ne derece abes ise, yanlış tespit edilen bir gelişme aksı da o şehri hayatı boyunca yaşanmaz, çekilmez kılar, sakat bırakır.
Mimar Dr.Kâmil UĞURLU
İmar uygulamalarının başlamasıyla bu yanlışlıklar yaşanmaya başlamıştır. Bu yanlışlık veya hataların bazıları tedavi edilebilir niteliktedir. Uygun bir hekim, bir uzman, mesleğine, insana, bilime ve Allah rızâsına değer veren bir kişi, bunu tespit eder, faturasını hesaba katmaksızın neşteri vurur ve yanlışı düzeltir. Fakat bir takım yanlışlıklar düzeltilemez niteliktedir. Onulmaz, onarılmaz, dönüşü olmayan yanlışlıklardır bunlar. Şehircilik üç boyutlu bir konudur. En pahalı konudur. Dönüşü yoktur. Organiktir, yani yaşar. Kesilen kolun yeniden çıkmasını beklemek ne derece abes ise, yanlış tespit edilen bir gelişme aksı da o şehri hayatı boyunca yaşanmaz, çekilmez kılar, sakat bırakır. Ülke genelinde yaşanan bu durum, bölgeler itibariyle de birbirine benzer nitelikler taşımaktadır. Meseleyi ayrıntıya boğmadan, kalın çizgilerle şöyle özetlemek mümkün: Atatürk, cumhuriyetle birlikte ve isabetli, tutarlı bir davranışla konunun uzmanlarını bir araya getirdi ve ana parametreleri tespit ederek işe Ankara’dan başladı. Gelen plâncılar yabancıydı ve meseleyi gerek teori, gerekse uygulama olarak biliyorlardı. Projeksiyonlar tespit edildi. Gelecek yirmi beş yıl için yoğunluklar düşünüldü ve akslar ve altyapı kesitleri ve sosyal donatılar buna göre ayarlandı, uygulama başladı. Ciddi bir otoritenin konuyu takip ettiği bilindiği için uygulama başarılı yürüdü ve iyi sonuçlar alındı. Ne var ki, Atatürk’ten sonra, meselenin ruhunu anlayamadıkları için, önce bilgisizlikten doğan yanlışlar yapılmaya başlandı. Giderek, bu yanlışlar sistem şekline dönüştü. Konuya rant karıştı. Türk insanının toprağa ve mülkiyete verdiği aşırı değer sebebiyle konu istismara açıldı ve bugünlere gelindi. Konuyu bilenler için bugünkü manzara iç karartıcıdır. Frenleri patlamış, taş yüklü bir büyük kamyon % 20 meyilli ve virajlı bir rampada, Allah’a emanet, baş aşağı gitmektedir. Konuya Ankara’dan başlanmıştı ve doğru çizgiler tespit edilmişti. Hazırlanan ve uygun şartlara sahip olan ideal
sayı//24// temmuz 14
şablon, boş bir alana aplike edildi. O zamana kadar, kale çevresi hariç Ankara’da teşekkül etmiş bir kent dokusu yoktu. Uygulamanın kolay ve güzel gitmesinin bir sebebi de buydu. Ankara uygulamasını örnek alan diğer şehirler, bilimin öngördüğü bazı doğruları bürolarında kâğıt üzerinde organize ettiler ve bu şablonu getirip eski teşekkülâtın, iyi veya kötü, oluşmuş eski yerleşimin üzerine koyup uygulamaya geçtiler. Şehircilikte yapılabilecek büyük hatalardan birisidir bu. Uygulama başlar başlamaz aksaklıklar ortaya çıkar. Onarmak için büyük bütçeler tahsis edilir, buna rağmen sıkıntı alabildiğine büyür. Bu kaosu yaşayan birçok yerleşim merkezi arasında Konya da vardı. Dirâyetli ve iyi niyetli bir yönetim, bundan 50 sene önce konuyu fark etti ve şehri kritik noktadan kurtarıp nefes almasını sağladı. Rahmetli Ahmet Hilmi Nalçacı her türlü politik polemiğin dışında, uzmanlara hazırlattığı ve prensiplerini kendisinin tespit imar plânını uygulamaya koydu. Ana prensip şuydu: Daha önce teşekkül etmiş eski şehir bölümlerini sakin bırakmak. Yeni bir yerleşim alanı tespit etti ve çağdaş normlarda hazırlanan plân burada uygulamaya konuldu. İş programı ve öncelikler saptanması doğru yapıldı. Önce yoğunluklar ve eşikler tespit edildi ve buna uygun olarak üst yapıdan önce alt yapı inşaatları ihâle edildi. Teşekkül eden maliyetler ile altyapılı ve plânlı arsalar ihtiyaç sahiplerine
tahsis edildi. Maloluş fiyatına verildi. Eski şehrin içinde rant üretemeyeceğine artık iyice inanan yatırımcı, zorunlu olarak yeni planlanan bölümlere yöneldi. Arsa ucuz ve problemsiz olunca, giderek bu iş onun da hoşuna gider oldu. Yeni ve çağdaş verilere göre organize edilen bölgeler teşekkül etmeye başladı. Bizim milletimiz şüphecidir. Bu iyi bir huydur. Önce durumu kokladı, bekledi, gelişmelerden kötü koku gelmeyince inandı ve önce reddettiği reisi, daha sonra bağrına bastı, onu yüceltti. Bundan kırk yıl önce devletin konut politikası gerçekçiydi. Kendisi konut yapmıyordu. Devlet konut yapmaz. Kredi tahsis ediyordu. Kredinin şartları bünyemize uygun şartlardı, vâdeleri uzundu ve batı uygulamalarından hiç farkı yoktu. Altyapısı hazır bölgelerde kooperatifler teşekkülüne yardımcı oluyordu.
Aileler için ekonomi, şehir sevgisinin, hemşehriliğin, o şehirli olmanın önüne geçebiliyor hâlâ.
Konya böyle gelişti. Türkiye’de gecekondusu olmayan tek metropol, hatta ölçeği büyütelim, kuzey yarımkürede gecekondunun sosyoekonomik sancısını yaşamayan tek büyük merkez Konya’dır. Arsa ucuzdu o zamanlar ve legaldi. Maliyete iştiraki % 5’ler civarındaydı. Devlet yardımcıydı, engel değil. Kredi veriyordu. Ayda 175 lira ile krediye 20 yıl vâde tanıyordu. Ailenin aylık geliri genelde asgari ücret düzeyinde. Kira vermediği için bu ödemeyi aksatmadan, olanca titizliğiyle, gününde-saatinde yapıyordu. Bu vatandaş niye gidip bir gecekondu riskine girsin, ne gerek var?
15
O zamana kadar, kale çevresi hariç Ankara’da teşekkül etmiş bir kent dokusu yoktu. Uygulamanın kolay ve güzel gitmesinin bir sebebi de buydu.
Neden devletle, belediyeyle, zabıtayla, hukukla, yıkımla, çoluk-çocuk sefaletiyle, buldozerle, jandarmayla uğraşsın? MESELENİN SIRRI BURADADIR.
Sonraları, Konya’da, kısmî bile olsa zaman zaman bu sistemin dışında politik endişelerle tâvizler verilmeye başlandı. Gevşek bırakılan yerlerde derhal yanlışlar oluştu. Gereksiz özentiler yaşanmaya başlandı. Fakat diğer şehirlerdeki örnekler tamamen perişanlık olunca, burası göze görünür bir örnek olarak devam etti. Teşekkül etmiş eski şehir parçaları üzerinde zorlama imar değişiklikleri, yoğunluk artırma tasarrufları, buna uydurulmak istenen altyapı geliştirme çabaları meselâ Denizli’de de yaşanmaktadır. Meslekten olmayanlar, şöyle karşı çıkıyorlar: “Eski şehir” diyorsunuz. Adı üstünde, eski, köhne, şehir adına, orada yaşayanlar adına utanılacak bir durum. Bir fakirlik göstergesi, bir sosyal statü düşüklüğü. Bunu yıkıp yerine şöyle boylu-poslu, mozaik cepheli, mermer söveli, demir kapılı bir apartman dikmek varken yeni bölgelerde yeni bir takım riskler yüklenmeye ne gerek var? Genel anlayış bu merkezde gelişmiştir. Şehirli, kişisel menfaati için böyle bir davranış içinde olabilir. Olmaması gerekirken, olabilir. O zaman, kamu denilen müessesenin buna mani olması, tedbir geliştirip önüne geçmesi gerekir. Bizim gibi aile geçmişlerini, şecereyi, moral mirasını, bir fazla apartman dairesinden daha az önemli kabul eden toplumlarda, maalesef koruma konusu kamuya, yani devlete kalmaktadır.
sayı//24// temmuz 16
Bu takdirde de nelerin oluştuğu herkesin gözü önündedir. Ciddi bir uyanıştan söz etmek için galiba biraz beklememiz gerekiyor. Aileler için ekonomi, şehir sevgisinin, hemşehriliğin, o şehirli olmanın önüne geçebiliyor hâlâ. Eski bir arastayı, bedesteni korumak yerine, onun yerine yeni bir işhanı yapan belediyeyi halk daha fazla alkışlıyor, daha fazla tutuyor. Diğer taraftan, kamu dediğimiz otoritenin yetkisi hâlâ netleşmiş, bir yere oturmuş gözükmüyor. Denizli, Türkiye’nin önemli turizm merkezidir. Yıllık turizm gelirinin ne olduğunu kesin rakamlarla bilmiyoruz. Fakat çok önemli mertebelerde olduğunu sanmıyoruz. Çünkü Akdeniz ülkelerinde uygulanan yanlış ve ucuzcu turizm politikası aynen bizde de, burada da uygulanmaktadır. Turist gelsin de nasıl gelirse gelsin anlayışı fevkalâde yanlıştır. Bugünkü ölçümlerle, hedeflenen yılda 50 milyon turistin bütün zorlamalara karşın bıraktığı, ABD’ye giren yılda 15 milyon turistin bıraktığının 150’de biridir. Yani 1/150. Böyle bir anlayış gerçekçi bir anlayış olabilir mi? Pamukkale’deki olağanüstü doku Allah’a emanettir. Pamukkale’yi dünya turizm literatürüne taşıyan olağanüstü zenginliği, mineralli su, oradaki üç-beş turistik otelin emrine tahsis edilmiştir. Veya bir bölümü tahsis edilmiştir. Böyle bir durumun matematik açıklaması yoktur. Ancak kabul edilemez, anlaşılamaz bir “Türk Hoşgörüsü” veya “vurdumduymazlığı” veya “aldırmazlığı” ile açıklanabilir bu durum. Tedbir alınması elbette mümkündür. Önce konunun politikasının oluşturulması gerekir. Sonra yerel otorite bu
işin üstesinden gelebilir. Bir proje-program işidir. Yerel kuruluşların, kurumların, kişilerin eğitilerek organize edilmeleri şarttır. Bu konuda geç kalınmıştır. Efendiler, Denizli’yi gezebilmek bir turist için ayrıcalık, bir imtiyaz olmalıdır. Bu imtiyaz herkese sebil edilmemelidir. Ülke genelinde içinde bulunduğumuz büyük yanlışlardan biri de budur. Özellikle Almanya, Hollanda, İngiltere, Japonya gibi ülkelerde Türkiye’den götürülmüş, çoğu elbette kaçırılmış, oradaki Frenk evlerini süsleyen yüzlerce fragmanı, mezar taşlarını, bu fakir, gözleriyle görmüştür. Çok turist, çulsuz turist, korumasız tarihi alanlar için potansiyel tehlikedir. Önlenmesi gerekir. Bunlar bölge çapında özel konulardır, özel çareler, politikalar geliştirmesi gerekir. Hülâsaten şunlar söylenebilir: Ortada teşekkül etmiş, hataları ve sevapları ortaya çıkmış ve artık kristalize olmuş örnekler vardır. Başarılı bulunan ve gelişen şartlar içinde yerleşimlerini esnetebilen, gelişmelere cevap verebilen ülkeler bu başarıyı şöyle yakaladılar: Teşekkül etmiş eski yerleşimleri bir doku olarak, pozitif ve negatif yönleriyle sakin bıraktılar. Sâdece iyileştirmeye izin verdiler. Yeni geliştirdikleri projeksiyonlarla, en az elli, giderek yüz yıllık periyotlarda her türlü ihtimal ve sürprizleri hesaplanmış programlar yaptılar. Buna uygun yeni ve gelişebilen altyapı ve sosyal donatılı “plânlı arsalar” ürettiler, Bunları öngörülen takvimler çerçevesinde uygulamaya koydular. Bu kolay bir denklemdir ve keşfetmeye gerek yoktur, keşfedilmiştir. Marifet, onun ülke
şartlarına uydurulup politika haline getirilmesi ve uygulamaya konulmasıdır. Birçok istasyon için hâlâ trenin kaçmadığını düşünüyoruz. Bizim el’an yaşamakta olduğumuz bu olayları yakın geçmişte Fransa yaşadı. Tarihlerinin önemli bir bölümünün yaşandığı, Paris’in ve Saint Nehri’nin çevresindeki birçok bölgeyi, köhneliğin ve hurdalığın önüne geçmek için, yani aynen bizdeki gibi, Mevlânâ Dergâhı’nın çevresindeki eski dokuya yapıldığı gibi, birkaç gün içinde darmadağın ettiler. Sonra bu alanlar tam anlamıyla pislik yuvalarına dönüştü. Neden sonra akılları başlarına geldi. Konuya diğer Avrupa ülkeleri müdâhale ettiler. Ve kendilerini toparladılar. Şimdi o bölgeler, sadece Fransa’nın değil, ortak bir Avrupa kültüründen söz eden komşu ülkelerin de övündükleri alanlara dönüştüler. Şu çok önemli şeyi yaptılar: Paris için iki maddelik bir kanun yaptılar ve tavizsiz uyguladılar. Uygulamanın başına adına “Monsieur No” dedikleri, garezsiz-ivâzsız bir uzman koydular. Şimdi o alanlara çakılacak bir çivi için “Mon. No”nin oluru gerekiyor ve onun kararını devlet başkanı değiştiremiyor. İstanbul’da böyle bir cesur karar alınamadığı ve uygulanamadığı için “Tarihi Yarımada” elden çıkmıştır. Tarihi Yarımada ile Müze Kent İstanbul elden çıkmıştır, vesselâm.
Hermann Jansen tarafından 1932’de hazırlanan, Jansen planı olarak da bilinen Ankara’nın nazım planı.
17
aranlık bir tünelde karşılaştım ilk defa “ben”le Orda yaşadım yurdumun şarkısızlığını. Lüzinyanlar hiç mi? Uğraşmamışlardı müzikle, Üçüncü Selim adada keşfetmiş olamaz mıydı Suzidilara’yı? Faize Özdemirciler
OSMANLI KARTALININ KIRILAN SOL KANADI:
KIBRIS Güneşin ışınlarını cömertçe sunduğu yerlerden biri Kıbrıs. Bunun yanında nem oranının yüksekliği, iklime alışık olmayanlar için işkence gibi… Ya klimalı mekânlara hapsolacaksınız ya da güzellikleri ve tarihi görmek için, dayandığınız kadar dolaşacaksınız. Sanırım buraların en iyi mevsimi sonbahar… Mehmet Kâmil BERSE
Bin beş yüz yetmiş bir yılında Akdeniz’in incisi Kıbrıs Adasını Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Venediklilerden almış. Tarihî süreci malum olan adaya 445 yıl sonra geldiğimde her açıdan fotoğrafını çekmek istedim. Tarihî,siyasi ve stratejik durumu nedeniyle her zaman için ülkemizin vazgeçilmez bir parçası olan Kıbrıs adasının sosyolojik yapısını, tarihiyle bağlarını, coğrafi konumu ve güzelliklerini, tabii ki kültürünü ve edebiyatını yerinde araştırıp yazmam gerektiğine inanıyorum. Lefkoşa Ercan Havaalanı’na indiğimde, ülkemin şehirlerinden birine inmiş gibiydim. Kıbrıslı Türklerin lehçesi, Türkçeye ayrı bir melodi ve bir ahenk veriyor sanki. Ancak İngilizler, “Buralarda bir zamanlar biz de vardık” dercesine, trafiğe mührünü vurmuşlar. Trafik soldan işliyor. Sıcağın hiçbir zaman eksi(k) olmadığı bir ülke burası… Güneşin ışınlarını cömertçe sunduğu yerlerden biri Kıbrıs. Bunun yanında nem oranının yüksekliği, iklime alışık olmayanlar için işkence gibi… Ya klimalı mekânlara hapsolacaksınız ya da güzellikleri ve tarihi görmek için, dayandığınız kadar dolaşacaksınız. Sanırım buraların en iyi mevsimi sonbahar… Ada halkı da bu sıcaklardan muzdarip olsa gerek, mesai saatleri öğleden sonra ikide veya iki buçukta bitiyor. Bu ülkede üretime yönelik faaliyetleri de olumsuz yönde etkiliyor. Zaten ülke yöneticilerinin kalkınma için tespit ettikleri yol belli; Eğitim ve turizm. Kuzey Kıbrıs’ı bir eğitim adası yapmak gibi bir hedefleri de var. Adada altı tane üniversite var; öğrenci sayısı bir hayli fazla… Türkiye’den, Ortadoğu’dan ve Afrika’dan öğrenciler var. Kıbrıs’ta turizm yatırımları artarak devam ediyor. Kaldığımız tesisin, Kuzey Kıbrıs’ın bugüne kadarki en büyük yatırımı olduğu ifade ediliyor. Bizler ilk misafirleriyiz; konforun ve hizmetin üst düzeyde olduğu mükemmel bir tesis. Bunun gibi yatırımları gördükçe Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olduğunu hissediyorsunuz. Günlük politikaların demeçlerin malayani sözler olduğunu
sayı//24// temmuz 18
anlıyorsunuz. Anavatan, bu topraklara ve insanına yardım elini değil tam manasıyla kollarını açmış ve baş köşede tutuyor. Tarihî ve turistik yerlerin elbette çok olduğu bir yerdeyim; ancak adanın önce kültür ve edebiyatından söz etmeliyim. Her gittiğim yerde yaptığım gibi Kuzey Kıbrıs’ta da kitapevlerine ve gazetecilere merakım ön planda; Girne ufak bir yer olmasına karşın güzel kitapevleriyle dikkat çekiyor. Lefkoşa ve Magosa’da kitapevlerini hem dışarıdaki sıcaktan sığınma mekânı olarak seçiyorum hem de raflardaki kitapların tozunu ve kokusunu hissetmek niyetindeyim. Türkiye’de satılmakta olan kitaplar genelde burada da mevcut. Bunun dışında çoğunluğu İngilizce olan kitapların sayısı da az değil. ŞAİR VE DİL
Yazımın başında yer alan mısraların şairini tanıtmak istiyorum önce… Kıbrıs’ın son dönem kadın şairlerinden Faize Özdemirciler, 1964 Larnaka doğumlu. Bu şiirinde, bir yerlerde müziğin ve şarkıların eksik kaldığını vurgulamak istiyor… Bu arada şiirde adı geçen Lusignan (Lüzinyan diye okunuyor) Ailesi’nin , 1192-1489 yılları arasında Kıbrıs’ı yönetmiş olan Fransız asıllı bir hanedan olduğundan söz etmek isterim. 1192 yılında Kudüs Kralı Guy de Lusignan’ın Kıbrıs’ı Aslan Yürekli Richard’dan satın almasıyla başlayan ve 1489’da Venediklilerin istilasıyla da hemen hemen son bulan bir hanedanlık. Bizden önceki dönemler… Ama kültür de, hep bu kalkerlerin üst üste gelmesiyle zenginleşmiyor mu? Böylesine güzel bir adada daha fazlasını bulmak görmek istiyorum. Kıbrıs aslında kadın şairlerin çok olduğu bir ülke. XX. yüzyıl başlarında sadece kadın şairlerin otuz kadar olduğunu öğreniyoruz, oysa bugün şairlerin tamamı belki bu sayıda değil. Ülkemizde en çok tanınan Kıbrıslı şair, Neşe Yaşın’ın, 70’li yıllardan beri şiirlerine aşinayız. Kıbrıs’ın en bilinen meşhur şairi 1857-1924 yılları arasında yaşamış Kaytazzade Nazım Efendi hem divan şiirinden, hem de Tanzimat dönemi şiirinden örnekler vermiş. Yadigar-ı Muhabbet romanı ve Feryad-ı Garibane adlı mensur eseri, o dönemin Kıbrıs gazetelerinde tefrika edilmiş hikâyelerinden oluşuyor. Şiirlerinde çokça mersiyeler yer alan Kaytazzade vefat eden oğlu Galib ve eşi Zehra için şu mısraları yazıyor; Ciğer parem di oğlum Galib’im Zehra refîamdı İkisinden de dûr oldum ne Galib kaldı ne Zehrâ Vücûdun inkılab eyler nihayet bir avuç hâke Olursun sende pey-rev anlara ey Nâzım-ı Şeydâ.
Günümüz şair ve yazarlarından Fikret Denizağ, dilimize sahip çıkmak adına “Şiir insanın yüzü gibidir, kimliği vardır. Dil şairin ruhudur, Şiir ifade şeklidir.” diyor. Bugün sayıları az da olsa Kıbrıslı Türk edebiyatçılarımızın eserlerinin çoğalması ve okunması, sevindirici gelişmeler olarak dikkatimi çekiyor. Yazar Ferhat Atik altmışlı yılların siyasi atmosferi içinde cereyan eden bir aşk hikâyesini konu alan Oyuncak Araba adlı romanı, 26 bölümlük bir TV dizisi oluyor. Günlük gazeteleri ve aylık dergileriyle Kuzey Kıbrıs kültür hayatının canlılığı her şeye rağmen zindeliğini koruyor, siyaset ve polemiklerden uzak duruyor.
Osmanlı fethinden sonra Lefkoşa’da bulunan Katolik st.sophia Katedrali Camiye çevrilmiş 1571 den bu yana kesintisiz cami olarak kullanılıyor,
EFSANELER
Kalmakta olduğumuz tesisin bulunduğu yer, Girne’ye 5 km. mesafedeki Çatalköy’de… Tarihî mekânları gezmeye ve bilgileri aktarmaya bu noktadan başlamalıyım. Kıbrıs Adasının MÖ 1000’li yıllara dayanan kalıntılarıyla ulaşılan bilgileri mevcut. Önceleri Kıbrıs krallıkları, Bizans, Luzinyanlar Dönemi, Venedik Dönemi, Osmanlı hâkimiyeti, İngilizlerde kiralık kaldığı dönem, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti (iki toplumlu) ve 1974 Barış Harekâtından sonra önce federe, sonra KKTC. MS VII. yüzyılda da adaya Arap Yarımadasından gelen İslam mücahitlerinin taarruzu neticesinde Çatalköy sahillerinde, Bizanslılar tarafından şehit edilen 7 sahabenin mezarı bulunmaktadır, Hz. Ömer Türbesi ve mescidi, Muaviye ordusunda deniz birliği komutanı olan Hz. Ömer (Halife Ömer’le alakası yoktur) ve altı askeriyle birlikte şehit naaşları tabutlara konularak buradaki bir mağaraya gömülmüştür.1571 Osmanlı fethinden sonra bu noktada yapılan mescidin yanında Türbede medfundurlar. GİRNEDE TARİH
Girne, bir liman kenti olması nedeniyle tarihin bütün izlerini taşıyor. Kıbrıs’ı konu alan fotoğraf karelerinin çoğunda yer alan Girne Kalesi, tarih boyunca adaya hâkim olan güçlerin ekleri ve katkılarıyla bugünkü şeklini almış, Kaleye giriş bir hendek üzerinden yapılıyor, Luzinyan Dönemi yapısı olan kale, Venediklerin tahkimleriyle güçlendirilmiş; 1570’te Osmanlıya direnmeden teslim edilmiştir. Üç aslanlı Luzinyan amblemi, gücün simgesi olarak kalede yer alıyor. Osmanlı kuşatması sırasında şehit düşen Osmanlı amirali Sadık Paşanın mezarı da kale içinde bulunuyor. Kalenin geniş bir alanda muhtelif kuleleri, sarnıcı, zindanları, cephanelik ve top mazgalları ve burçların birinde hâlâ
19
Girne ufak bir yer olmasına karşın güzel kitapevleriyle dikkat çekiyor. Lefkoşa ve Magosa’da kitapevlerini hem dışarıdaki sıcaktan sığınma mekânı olarak seçiyorum hem de raflardaki kitapların tozunu ve kokusunu hissetmek niyetindeyim. Türkiye’de satılmakta olan kitaplar genelde burada da mevcut. Bunun dışında çoğunluğu İngilizce olan kitapların sayısı da az değil.
kalıntısı duran bir mancınık yer alıyor. Kaleden limana doğru iniyorum. Sahil boyunca turistik lokanta ve pansiyonların yer aldığı küçük bir liman burası. Limanın arka sokağında, Osmanlı fethinden sonra Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşıyan ilk camilerden biri olan Ağa Cafer Paşa Camii’nde, öğlen namazımı –neredeyse tek başıma- kılıyorum. Şirin ama cemaatsiz bir cami! Aynı sokakta bulunan Halk Sanatları Müzesi, sanat adına bazı ürünleri sergiliyor. Burada geçmiş dönem krallıklarına atfedilen, masallar gibi bir mekânı St. Hilarion Kalesi’nin hikâyesini nakletmek istiyorum: Sahilden bakıldığında Beşparmak Dağlarının kuzey eteklerine iliştirilmiş gibi duran muhteşem bir görünümü var. Deniz seviyesinden 800 metre yükseklikte, çıkılması güç basamaklarla ulaşılan bir yer… Kaleye çıktığınızda sahilin nemli ve boğucu havasından biraz olsun kurtuluyorsunuz; Hava, yerini daha serin melteme bırakıyor sanki. Tarihindeki ilk kayıt, Filistinli St. Hilarion’un yazlık ikametgâhı olarak kullanıldığına dair… Burası daha sonra manastıra dönüştürülür; ancak bugün kalede Bizans manastırından pek fazla emare yoktur. Haçlı Seferlerinin ünlü İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard’ın da bir süre kaldığı kale, Lusinyan Döneminde önemli bir idare merkeziymiş. Daha sonra birçok savaşta önemli rol oynayan kale, üç bölümden oluşan ilginç yapısıyla Beşparmak Dağlarının eteklerinden tarihin izlerini bugüne aktarıyor. Beşparmak dağlarının muhtelif yüksekliklerinde yer alan şato ve kaleler, adanın tahkimatının ve korunmasının geçmişteki örneklerini sergiliyor. Buffavento ve Kantara kaleleri en güzel örnekler… 1974 Barış Harekâtı’nın ilk şehit komutanı Karaoğlanoğlu’nun adını taşıyan şehitlik, Kıbrıs’ın özgürlüğünü kazanmasında verilen ölümüne mücadelenin simgesi gibi yükseliyor. Güzelyurt’a giden yol üzerindeki sahil de, 1964’teki çıkartmada, kumsala uçağını indirmeyi başaran kahraman pilotumuz Cengiz Topel anısına, açık hava müzesi olmuş. Trabzonlu Cengiz Topel, Türk Hava Kuvvetleri’nin Kıbrıs’taki ilk pilot kaybıdır. Lefkoşa’nın dikkat çeken birçok yapısı arasında Arapoğlu Camii’ni Osmanlı mimarisinin izlerini taşıdığı için zikretmemiz gerekiyor. 1845 tarihli yapının bahçesinde Osmanlı tarzı bir şadırvan ve ünlü komutanların defnedildiği haziresi var. Turunçlu Camii (1825), İplik Pazarı Camii (1829) Osmanlı mimari özelliklerini taşıyan camiler…
sayı//24// temmuz 20
Osmanlı fethinden sonra Lefkoşa’da bulunan Katolik st.sophia Katedrali Camiye çevrilmiş 1571 den bu yana kesintisiz cami olarak kullanılıyor, Selimiye camii olarak 440 yıldır hizmet eden cami, 1208-1326 yılları arasında yaklaşık 118 yıllık bir inşaat döneminden sonra ibadete açılmış, Kıbrıs’ın en önemli kutsal mekânı olarak biliniyor, Lusignan Ailesi’nin taç giyme merasimleri burada yapılıyormuş. Fransız mimarlar tarafından yapılan eser, ortaçağ Fransız mimarisinin Gotik tarzının en güzel örneklerinden biri. Depremlerde zaman zaman hasar görmüşse de bugüne kadar gelmiş muhteşem bir cami. Caminin doğu kapısı bitişiğinde yer alan son dönem yapılarından birisi de II. Mahmud tarafından yaptırılan II. Mahmud Kütüphanesi. 1829 yılında Kıbrıs Valisi Ali Ruhi Bey tarafından kesme taştan yaptırılan kütüphane, son dönemde restore edilmiş; Kıbrıs’ın mevcut tüm kayıtları Türkçeleştirilmiş. Kurum, sosyal, ekonomik, kültürel, tarihî ve bilimsel bütün kayıtlarının yer aldığı Kıbrıs’ın ilk resmî kütüphanesi olarak araştırmacılara hizmet veriyor. Tarihî Magosa şehrinin Magosa Kalesi girişlerinden biri olarak kullanılmakta olan ilginç bir kalesi var: Othello Kalesi. Etrafı derin bir hendekle çevrili kale, kapı girişinin üzerinde “St. Mark aslanı” kabartma figürünün hemen altında, kaleyi sonradan dizayn eden kaptan Nicolo Foscari’nin adı ile 1492 tarihi kazılmış. Kale içinde buraya gelen her gücün hatırası olarak kalan toplar, gülleler yer alıyor. Asıl farklı bir yönü ise kaleye Othello adının İngilizler tarafından verilmesi. Zira Shakespeare’in ünlü tragedyası Othello’nun bir bölümü, Kıbrıs’ın bir liman kentinde geçer. Shakespeare’in Othello’yu, bu kalede yazdığı söylenir. Kıbrıs’ın en güzel eserlerinden birisi de Magosa’daki Lala Mustafa Paşa Camii’dir. Lusignan’lar tarafından 1298-1312 yılları arasında yapımı tamamlanan St. Nicholas Katedrali, 1571’deki Osmanlı fethinden sonra, Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Lefkoşa’daki Selimiye Camii de katedralden bozmadır ve kesintisiz olarak Müslümanlara hizmet vermektedirler. Lala Mustafa Paşa Camii’nin imamı Mustafa Bey’le tanışma fırsatım oldu. Mustafa Bey, Mersin’den gelmiş burada görev yapıyor, görev yaptığı mekânı ve yörenin tarihini çok iyi biliyor. O kısa zaman diliminde de olsa, verdiği bilgiler için teşekkür edip yanından ayrılıyorum. Lusignan kralları önce Lefkoşa’daki St.
Sophia’da, sonraları da Magosa’da St. Nicholas Katedrali’nde Kudüs kralı olarak taç giyerlermiş. Katedral, Akdeniz’de gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olarak biliniyor. Batı cephesi mimari olarak Fransızların ünlü Reims Katedrali’ne benzetilmiş. XVI. yüzyıl Venedik galerisi avlu da şadırvan olarak hâlen kullanılıyor. TARİHTE HAK YERİNİ BULDU
Lala Mustafa Paşa Camii’nin kapısı önündeki avluda Lusignan’ların taç giyme törenlerinin yapıldığı avluda bulunan dev cümbez ağacı, 1299 tarihinden bu güne kadar ayakta kalmayı başaran incir cinsi bir tropik ağaç türü. Lala Mustafa Paşa Camii’nin imamı Mustafa Bey ilginç bir bilgi verdi; 1200’lü yıllarda Kudüs’e gelen Haçlı orduları, Ortadoğu’da bütün kasaba ve şehirleri yağmalayıp dönerken Kıbrıs’a gelirler. Yağmaladıkları hazinelerden Magosa’daki St. Nicholas Katedrali’ni, Lefkoşa’daki St. Sophia Katedralini inşa ettirirler. Müslümanlardan gasp ettikleri hazineyle yaptırılan bu mekânların 1571’den itibaren camiye dönüşmesi, İmam Mustafa bey tarafından, hakkın yerini bulduğu yorumuna neden oluyor. Lala Mustafa Paşa Camii’nin tam karşısında Venedik Sarayı’nın üçlü giriş kapısı, avlusu ve avluda bulunan lahitler, Namık Kemal zindanı olarak bilinen yapı görülmesi gereken yerler… Venedik Sarayı bahçesi içinde bulunan Namık Kemal’in bir süre esir kaldığı iki katlı, teraslı ve bahçeli zindan, “vatan şairi”miz ve Türk Edebiyatı için önemli bir mekân olarak biliniyor. Ancak bizde çok az bilinen bir hikâyesi daha var bu yapının. 1573 yılında, İspanyol yazar Cervantes savaş suçlusu bulunarak sol kolu kesilir. Bu ceza İspanyollara yetmemiş olacak ki, kendisini öldürmek için peşine takılırlar. Devrin Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, Cervantes’i bahsedilen mekânda himaye eder. Yazarın, ünlü eseri Don Kişot’u sağlam eliyle burada yazdığı söylenir. Mayorka Katalanları bu nedenle Osmanlıya ve Sokullu Mehmet Paşaya saygı duymaktalar. Magosa Kalesi içinde Katolik kilisesi, Rum Ortodoks kilisesi, Ermeni Kilisesi, türbeler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, bedesten gibi Osmanlı Devletinin, dünya devleti olma hüviyetini belirleyen yapıların varlığı günümüzde hâlen dimdik ayakta duruyor. Kıbrıs’ın doğuya doğru kılıç gibi uzanan toprakları, Karpaz Dağlarının en uç noktasına kadar giderek Dip Karpaz’ın kendine has
özelliklerini görme fırsatını kaçırmadım. Yol boyunca küçük köylerden geçerek varıyorsunuz Dip Karpaz’a, buralarda Rum köyleri de var; kasabalarda Türkiye’den, özellikle Karadeniz bölgesinden gelip yerleşenler var. Hayvancılık ve tarım, bu bölgede önemli bir gelir kaynağı. Belli bir noktadan itibaren yolun bir tabela ile bölündüğünü, zeminin demir ızgaralarla ayrıştırıldığını görüyoruz, Tabelada şöyle yazıyor: “Dipkarpaz Milli Parkı Yabani Eşek Koruma Alanı”. Evet! Bu alanda, özgür doğada yaşayan bine yakın eşek var. Kıbrıs eşeklerinin cins olarak da literatürde yer aldığı söyleniyor. Tarlalara zarar vermemesi için dikenli tellerle önlem almışlar; ancak adada eşeklerin sorunu da tam olarak çözülmüş sayılmaz. Dip Karpaz’da bulunan Ortodoks manastırının Rumlarca önemi çok. 95 yaşında bir rahibesi olan bu manastıra Rumlar her pazar, güneyden yüzlerce araçla gelip ayin yapıyorlarmış. Kıbrıs’ın en uç noktası Dip Karpaz’ın sonu Zafer Burnuna, al bayrağımız ve KKTC bayraklarının dalgalandığı noktada çektirdiğim hatıra fotoğrafları arşivime giriyor. Dönüş yolunda Magosa sahilinde harika manzaralı lebiderya bir lokantada günün yorgunluğunu balık ziyafetiyle atıyoruz. Kıbrıs mutfağında ağırlık genelde deniz ürünlerinde… Akdeniz’in tüm balıkları mevcut, nefis tatları var. Diğer ünlü lezzetleri şeftali kebabı (adına bakmayın, Şef Ali’den şeftali oluvermiş bir et yemeği, bizim ciğer sarmanın etle yapılanı), humus, harnup (keçiboynuzu) pekmezi, yeşil ceviz reçeli, Hellim peyniri. Verimli topraklarına rağmen maalesef Kıbrıs’ın meyve ve sebzesi de çoğunlukla Türkiye’den geliyor…Kıbrıssız Türkiye, Türkiyesiz Kıbrıs sonsuza değin ayrı düşünülmüyor. 21
BAŞKURDİSTAN
VE SABAN-TOYU
Başkurdistan çok milletli bir Cumhuriyet. Cumhuriyet’te yüzden fazla millet ve ulus yaşamaktadır. Salih DOĞAN
üyük Başkort sabantoyu için Başkurtistan’ın Başkenti Ufa’ya seyahat etmek üzere Atatürk Havalimanı’nda buluşuyoruz. O zaman ki Başkurtistan Türkiye Temsilcisi Ağbimiz Kanshaubiy Miziev Bey bizlere refakat ediyor. Sabatoy’un onur konuğu olarak Ankara’dan katılan modern Başkurtistan’ın kurucusu ünlü Türkolog Zeki Velidi Togan’ın oğlu sevgili hocamız Prof.Dr.Subidey Togan da bizimle birlikte bulunuyor. İstanbul’dan davetli birkaç kişiden biri olarak İstanbul-Ufa seferini yapacak olan Türk Hava Yolları uçağında yerimizi alıyoruz. Yaklaşık dört saatlik bir yolculuktan sonra Ufa Havalimanı’na iniyoruz. Kirov Belediye Başkanı ve Kültür Bakan Yardımcısı bizi karşılıyor. Doğruca kalacağımız otel olan Akidil’e yerleşiyoruz. Saat on gibi kutlamalara geçeceğimizden gecikme olmasın diye Miziev Bey bizi uyarmayı ihmal etmiyor. Biraz dinlendikten sonra kahvaltı için Otelin Restoranına geçiyoruz. Sütlü bulgur çorbası ve geleneksel Başkurt ürünlerinden oluşan kahvaltımız oldukça zengin ve fazlasıyla doyurucu. Sohbet, muhabbetin ardından şehir merkezinde ilk gün etkinlikleri için kültür sarayına geçiyoruz. Mayıs ayı olmasına rağmen hava güneşli, lakin serin bir gün. Salona girişte Kanada’dan, Kazakistan’a kadar dünyanın bir çok yerininden gelen Başkurtlar ve Türk Dünyası’ndan gelen misafirler bir kortej oluşturuyorlar. Bizde Türkiye’den gelen davetliler olarak anons edilince bu seremoniye katılarak girişin her iki yanına yerleştirilmiş geleneksel Başkurt çadırları ve geleneksel kıyafetli, müzik gurupları arasından salona giriyoruz. Bizi salonda görkemli bir kurultayın beklediğini görüyoruz. Selamlama konuşmaları, kurultay üyelerinin temsilcilerinin konuşmaları derken büyük bir alkışla, o zaman ki Cumhurbaşkanı Murtaza Rahimov salona geliyor. Coşku arttıkça artıyor. Cumhurbaşkanı Rahimov’un konuşması gerçekten Türk Tarihi ve Başkurtistan Cumhuriyeti açısından gelecek kuşaklara yol gösterici nitelikte ve de etkileyciydi. Programın onur konuğu Subidey Togan Bey’e Başkurt Devlet Nişanı takdiminin ardından Başkurt milli çalgısı olan “kuray” konserini zevkle dinliyoruz. Sonrasında büyük sergi salonuna geçiyoruz. Burada Başkurt Milli
sayı//24// temmuz 22
Müzesi’nin düzenlediği etnografya sergisi açılış kurdelesi kesilerek, hep birlikte Müze Müdürü’nün rehberliğinde sergiyi geziyoruz. Başkurt kültürünün bütün unsurlarının yansıtıldığı sergi, gerçekten etkileyici olmuş. Müdür Bey’e teşekkür ediyoruz. İkramlardan sonra kültür merkezinin dışına kurulmuş obaları geziyoruz. Geleneksel kıyafetli sanatçılar ve kurulan yurtların içlerini geziyoruz. Görkemli Başkurt sofraları kurulmuş, ağırlık et olmak üzere birçok Başkurt yiyeceği ziyaretçilere ikram ediliyor. Her çadırda ikramlar aralıksız sürüyor özellikle dışarıdan gelen misafirlerin ilgi odağı olan bu mekanları gezdikten sonra öğle yemeği için Kültür Bakanı’nın Türkiye’den gelen davetlilerin onuruna verdiği yemek için on beş dakikalık yolculuktan sonra güzel bir restorana varıyoruz. Başkurt geleneklerine göre dizayn edilmiş bu restoran tüm Türk Dünyası’nda olduğu gibi et yemekleri yapıyor. Bizi, at etinden ördek etine kadar geniş bir yelpazede ikram ile ağırlıyorlar. Bakan Bey bizi nezaketle uğurluyor. Konaklayacağımız otele geliyoruz. Günün geri kalan kısmını otelde dinlenip, ertesi gün erkenden yola çıkacağımız Siterlitamak Bölgesi’nde yapılan Büyüksabantoy için hazırlık yapacağız. SABAN-TOY
Başkurtlar ve Tatarlar başta olmak üzere Çuvaş ve diğer Türk Boyları’nın her yıl kutladıkları Sabantoy Bayramı bir nevi Türk Dünyası’ndaki bahar bayramı olan Nevruz’a tekabül eden ve dünyanın her yerinde bulunan Başkurtlarca her yıl geleneksel olarak kutlanan bayramdır. Fakat mevsim normalleri Mart ayındaki Nevruz’a göre
daha geç gerçekleştiğinden bu bayram Mayıs sonu Haziran başına denk geliyor. Aşağı yukarı, kökeni tarihin derinliklerine dayanan bu bayram; sabanın toprağa batırılmasını ,toprağın uyanışını ,rençberlerin sevincini ve misafirperverliğini anlatan “saban”ve “tuy”(toy şenlik) kelimelerinin birleşiminden meydana gelmektedir. Bayramın adı baharın gelişi ve doğanın uyanışıyla Başkurtlar duydukları sevinci, ormanlık ve yeşillik bir alanda geniş bir katılımla toplanarak gerçekleştirdikleri kutlama törenleridir. Köylerde başlayan törenler daha sonra şehirlerde devam eder, kımızlar içilir, güreşler yapılır, sırıklara tırmanılır, atlara binilir, yiğitlik gösterileri yapılır. Amac geçmişle geleceği buluşturmaktır.
Başkurtlar ve Tatarlar başta olmak üzere Çuvaş ve diğer Türk Boyları’nın her yıl kutladıkları Sabantoy Bayramı bir nevi Türk Dünyası’ndaki bahar bayramı olan Nevruz’a tekabül eden ve dünyanın her yerinde bulunan Başkurtlarca her yıl geleneksel olarak kutlanan bayramdır.
Sabah erken kalkıp Otelin kapısında bizi bekleyen kaptanımız Azamat Bey’in aracına biniyoruz. Yaklaşık iki saatlik bir yolumuz var. Sabantoy Bölgesi için lakin bu defa Miziyef Bey yanımızda yok. İşadamı Yusuf Bey’le beraberiz. Kaptanımız Azamat’a hızlı gitmesi konusunda teşvik ediyorum. Ama işe yaramıyor ve yolculuğun benim için daha bir sıkıcı hale gelmesine neden oluyor tabi ki. Kaptanımız, bu dağın başında bile hız sınırı olduğunu, ceza yiyeceğimizi kendisinin de zor durumda kalacağını söylüyor. Fakat yine de biraz yoldan çıkarak hız yapıp beni de kırmıyor. İki saatten sonra Işınbaya, Büyük Sabantoy alanına ulaşıyoruz. On binler, üst kısmı beyaz, yaklaşık beş yüz metre yüksekliği olan kalker bir tepeye doğru yürüyoruz. Gerçekten büyük bir alan seçilmiş. Girişte, güzel Başkurt kızları geleneksel 23
Başkurt, Tatar ve Çuvaş halklarının gelecek kuşlaklara aktardığı en önemli bir kültürel miras olduğu muhakkak. Medeniyetimizin bu bölgesinde yaşayan kardeş Başkurt halkına ve onların yaşattıkları tüm değerlere selam olsun.
kıyafetlerle “hoş geldiniz” karşılaması yapıyor, küçük ikramdan sonra alana giriyoruz. Önce atlı gösterileri izlemek üzere bize ayrılan tribüne geçiyoruz. Yüzlerce atlı ile gerçekleştirilen ünlü Başkurt halk kahramanı Salavat Yulayev’in savaşları ve halkını kurtarışı canlandırılıyor. Doğal bir arazide böylesine büyük bir olayı başarı ile canlandırmak, takdire şayan bir durum. Hem kahramanlık destanlarının canlandırıldığı hemde mukavemet sporlarının sergilendiği Sabantoy’da Başkurtlar’ın en çok sevdiği müsabakalardan birini izliyoruz. “Kuşak güreşi” karşılıklı belden bağlanan farklı renklerde iki kuşaktan tutunarak yapılan temeli dengeye dayanan bir güreş ve Türk dünyasında yaygın bir spor. Burada birinciliği elde eden sporcuya bir koç hediye ediliyor. Sporcu geleneklere göre koçu omuzlarına alıp gezdiriyor. Festival, panayır havasında geçen Sabantoy için bu alanda Başkurtistan’ın her bölgesinden gelen insanlar kendi etnografik yaşam alanlarını ve yaptıkları işleri canlandırdıkları obalar için 300 çadırlık bir plato oluşturmuşlar. Hepsini gezmeniz mümkün değil. Neredeyse,bir taraftan büyük meydanda halat çekme yarışları yapılıyor, diğer yandan atlara biniliyor. Gençler meydanın ortasına dikilmiş sırığa tırmanıyor. Çok canlı dinamik bir bayram kutlanıyor, heyecanla obadan obaya geziyoruz. Kurulan yurtların önünde halı kilim dokumadan tutunda arıcılık, av, tarım işçiliği… hasat ürünlerine kadar… Oradan Keçecilik örneklerinin sergilendiği, yöresel kıyafetli kadınlar, kızlar, adamlar… Tamamen olayın içindesiniz ve o ana tanıklık ediyorsunuz. Tekdirekli şemsiyeyi andıran Başkurt yurtları içinde görkemli yemek masaları, yahut yer
sayı//24// temmuz 24
sofraları hazırlanmış. Hemen bizi “buyur” ediyorlar. Önce kımız ikramı ve sonra Başkurtlar’ın geleneksel yemekleri… hepsi organik ve doğal. Lezzetini tarif etmek mümkün değil. Belki fırsat bulup gidenlerin anlayabileceği güzellikler. Sonra her Oba’da bir halk ozanı şiirler söylüyor, yerel enstrümanlar çalıyor,özellikle Başkurtlar’ın milli enstrümanı “kuray” her yerde bizim ney’e benzeyen kamış, uzun dilsiz bir enstrüman sanatçıların onu çalarken dillerini kullanmaları dikkatimizi çekiyor. Sesi çok etkileyici. Başkurt halkının çektiği acıları, halk ezgileri ile dile getirmesi onu bu toplumun sembol saz’ı haline getirmiş Bütün bir günü Başkurt halkının yaşam öykülerini, kahramanlık hikâyelerini dinleyerek Oba’dan Oba’ya, sofradan sofraya oturuyoruz. İkramları itiraz etmeden kabul ediyoruz. Sonra mihmandarımız yorulduğumuzu fark etmiş olmalı ki: “İsterseniz dönebiliriz.”diyor. Dostumuz Miziyef’e Kültür Bakanı Kamile Hanım’a haber verip ayrılıyoruz. Sabantoy’dan iki saatlik yolculuğun sonunda yorgun argın kaldığımız Otel’e dönüyoruz. Dinlenip sabah erken uçakla İstanbul’a dönüyoruz. İdil ile Ural Dağları arasına yerleşmiş, her yanı yemyeşil orman ve mümbit arazilerle dolu bu güzel Türk Ülkesi Başkurtistan’a tekrar gelmek arzusuyla, dostumuz Miziyef ve Bakanlık yetkililerince verilen bir kahvaltının ardından İstanbul’a uğurlanıyoruz. Sabantoy geleneği yıllarca yıllarca sürmeli. Başkurt, Tatar ve Çuvaş halklarının gelecek kuşlaklara aktardığı en önemli bir kültürel miras olduğu muhakkak. Medeniyetimizin bu bölgesinde yaşayan kardeş Başkurt halkına ve onların yaşattıkları tüm değerlere selam olsun.
BAŞKURDİSTAN ÖZERK CUMHURİYETİ
Ülke: Rusya /Federal Bölge:Volga / Ekonomik Bölge:Ural Yasama organı: Başkurdistan Cumhuriyeti Devlet Meclisi-Kurultay - Yoğunluk: 28 / km� (73 /sq mi) / Dili: Rusça, Başkurtça Kuruluş tarihi: 20,03,1919/11.10.1990 Başkurtistan ya da Başkurdistan, ya da resmî adıyla Başkurtistan Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu'na bağlı federe bir Türk cumhuriyetidir. 11 Ekim 1991 tarihinde özerkliğine kavuşmuştur. Başkurtların ana dili olan Başkurtça, Tatarca'ya yakın olup hemen hemen bu Türkî dille aynıdır. Başkurtların % 68'i Özerk Başkurdistan'da yaşamakta olup, geriye kalan % 32'si Ural bölgesindedir. Başkurtlar daha çok kentsel yörelerde değil kırsal bölgelerde yerleşiktirler. Başkurt halkının yaşamında Mitolojinin ve destanların ayrı bir yeri bulunmakladır. Başkurdistan'ın dışında, Başkurtlar, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Ukrayna ve Rusya Federasyonu'nun diğer bölgelerinde yaşamaktadırlar. Ülke Asya ile Avrupa'nın birleştiği bölgedir. Başkurtistan Özerk Cumhuriyeti Güney Urallar'dan batıya doğru, Belaya ve Kama nehirlerine kadar uzanır. 12. yüzyıl. Arap coğrafyacısı El İdrisi’nin bilgilerine göre, kadim Başkurdistan’da Kastra, Mastra, Karukiya, Gurhan ve Nimcan isimli beş şehir olmuştur. Nimcan şehrinin halkı Hazar Kağanlığı, Orta Asya bölgeleri ve İran ile ticari ilişkilerde bulunmuştur.
Arapça kaynaklardaki bilgiler, Batı Avrupa haritalarında da yer almaktadır. 1552'de Kazan Hanlığı'nın yıkılmasından sonra Başkurtlar ve Tatarlar Ruslara karşı birlikte ayaklanmış ancak, 18. yüzyılın sonlarında Rus egemenliğine girmek zorunda kalmışlardır. Başkurtlar Tatarlarla iç içe yaşamışlardır. Başkurtça daha çok konuşma dilinde kullanılmıştır. 1926'da ise ilk Başkurtça kitap yayınlanmıştır. Etnik yapı olarak Tatarlara yakındırlar. Başkurdistan resmi imgesi :Salavat Yulayev Başkurdistan çok milletli bir Cumhuriyet. Cumhuriyet'te yüzden fazla millet ve ulus yaşamaktadır. En yaygın milletler: Ruslar, Başkurtlar ve Tatarlar. Başkurdistan Cumhuriyeti, Rusya Federasyon'un nüfus sayısı ve ekonomik potansiyeli bakımından en büyük Cumhuriyetlerinden biridir. Başkurdistan coğrafi yerleşimi bakımından rahat, doğa ve işgücü kaynakları zengin, sanayisi güçlü ve ziraatı gelişmiş, politik ve milletlerarası ilişkileri istikrarlı, dolayısıyla Rusya'nın ekonomik hayatında önemli bir yerdedir. Başkurdistan, Ural Federal Bölgesi'nde yer almaktadır. Bölgenin komşuları batısında Tataristan ve Udmurtiya, kuzeyinde Perm ve Sverdlovsk, doğusunda Çelyabinsk, güneyinde ise Orenburg bulunmaktadır Cumhuriyet'in yüzölçümü: 143,6 bin km Nüfus sayısı: 4,192,300 kişi Şehir sayısı: 21 İdari bölge sayısı: 54 Başkenti: Ufa şehri, nüfusu 1,043,400 kişi En büyük şehirleri: Ufa, Sterlitamak, Salavat, Neftekamsk,Ve Oktyabrskiy.
25
er gidiş bir başka heyecan. Her kavuşma başka bir vuslat. 20 Mayıs 2016 Cuma günü, annemin doğum yeri Üsküp’e gittim. Yunus Emre Enstitüsü Üsküp Müdürü Doç. Dr. Mehmet Samsakçı’nın davetlisiydim. Hemşehrilerimle buluşup “Anavatandan Annevatana” başlığında bir söyleşi gerçekleştirdik.
ÜSKÜP; ANNEVATAN, ATAVATAN
BİZİM COĞRAFYAMIZ Osmanlı Devleti’nin Rumeli’yi kaybetmesi, bir toprak kaybı değildi, bir vatan kaybıydı. H.Yıldırım AĞANOĞLU*
Üsküp Taş Köprü / Resmedici: Kazım Zaim
*Araştırmacı ( TC. Başbakanlık Osmanlı Arşivi )
sayı//24// temmuz 26
Bir dostum söyleşi sonunda, acaba atavatan mı deseydin, diye bir tavsiyede bulundu. Bugün bir başka kıymetli arkadaşımız, Osmanlı Devleti, Rumeli’de kuruldu, dolayısıyla bu durumda ‘anavatan’ kavramı üzerinde tekrar düşünmek gerekmez mi? diye sordu? Evet dostlar, fikirler paylaştıkça, üzerinde tartıştıkça gelişiyor. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye; Söğüt, Domaniç ve civarında kuruldu. Bursa ile şanlandı, Edirne ile Rumeli’de payitahta kavuştu. İstanbul ile tarihe mührünü vurdu ve taçlandı, sonrasında Rumeli’de dev bir çınar oldu. Maalesef Rumeli’nin kaybıyla da inkıraz etti. Kavramlar, düşünce sistemimizdeki başlangıç, tefekkür ve hareket noktalarıdır. Bu durumda sorumuzun cevabını baştan verelim. Atavatan da denilebilir, anavatan da, Türkçe’de ikisi de doğrudur... Nihayet 1912’ye kadar Üsküp hepimiz için atavatandı. 2016’ya geldiğimizde ise Yıldırım Ağanoğlu’nun anne vatanıdır artık. 1955’de İstanbul’a muhacir olduğunda rahmetli annem anavatanına gidiyordu. 1981’de ise annem İstanbul’dan, doğduğu şehir olan olan Üsküp’üne ilk kez gittiğinde hem atavatanı hem annevatanına gitmiş oluyordu, tıpkı benim gibi. Bu bir paradoks mu acaba? Elbette değil, Üsküp şehrine muhayyilemizdeki bizim coğrafyamız diyebiliriz. 1689’da Üsküp’ün Avusturya Generali Picolomini tarafından yakılması sonrasında başlayan makûs talihimiz göç, 1877-78 (93 Harbi) Osmanlı-Rus Savaşı ve bir milyon civarında muhacirin Anadolu ve Rumeli’ye yerleştirilmesiyle zirveye çıktı. Çok geçmeden 1912-13 Balkan Harbi ile tüm Rumeli topraklarının kaybı ile 400.000 civarında insanımız muhacir oldu, 632.000 civarında insanımız da göç yollarında hayatını kaybetti, katledildi. Devlet-i Aliyye’yi, Anadolu ve Rumeli ayağı üzerinde duran bir insana benzetirsek, bir ayağı sayılabilecek Rumeli’nin 1913’te kaybıyla, 10 sene daha yaşayamadı. İşte bu sebeptendir ki Osmanlı Devleti’nin Rumeli’yi kaybetmesi, bir toprak kaybı değildi, bir vatan kaybıydı.
1923’de Devlet-i Aliyye’yi kaybettik, ancak elimizde kalan Anadolu’yu ise inşaallah bir daha elimizden çıkmayacak bir şekilde vatan yaptık. Tarih akan bir nehir gibi değişkendir. Ülkelerin sınırları savaşlar neticesi değişebilir. Bizler karşılıklı iyi ilişkiler muvacehesinde komşu ve dost ülkelerin siyasi sınırlarına saygı duyarız. Ama Rumeli’yi vatan yapanların mübarek naaşları, mezar taşları, türbeleri, abidevi tüm mimari eserlerimiz oralarda durdukça ve de en önemlisi orada kardeşlerimiz, akrabalarımız ve komşularımız var oldukça bizim oralarla gönül bağımız, dostane ilişkilerimiz, ticari ve kültürel faaliyetlerimizin artarak devam etmesinden daha normal ne olabilir ki? Gelin hep beraber, bize unutturulmak istenen Üsküp’ü, Kosova’yı, Bosna’yı, Batı Trakya’yı, Güney Rodopları yani bütünüyle Rumeli ve diğer kayıp coğrafyalarımızı hatırlayalım, tanıyalım, öğrenelim. Önce bilelim, sonra zaten severiz, zaten âşık oluruz. İnsan aşkını görmeden durabilir mi? Sizi temin ederim, beraber Rumeli’yi gezdiğimiz ve buraları ilk defa gören arkadaşlarımın neredeyse hepsi, en kısa zamanda bu mübarek topraklara bir kez daha gitmeyi planlıyor. Şimdi bu vesileyle yazımı okuyan dostlara sormak ve muhayyilemdeki “Bizim Coğrafyamız’ı” anlatmak istiyorum: NERESİ BİLİYOR MUSUNUZ BİZİM COĞRAFYAMIZ?
Orada bir coğrafya var, biliyorum, Gitmesem, görmesem, parçalansa, bizden koparılsa, unutturulsa da, İzleri silinse de hissettiğim, hayal kurduğum coğrafya... Rüyalarımda havasını koklayıp, suyunu içtiğim, Anamın doğduğu, babamın yaşadığı, dedemin seslendiği, Ceddimin besmeleyle ilk defa ayak bastığı topraklar var! Önce mefkûreydi, sonra vatan oldu; Kaybedince “ah memleket!” dendi, yüreğe ateş doldu. Şimdilerde ise acı-tatlı bir hatıra oldu. “Işık doğudan yükselir” göğe Ufuk çizgisinden medeniyetler doğar mübarek topraklarda. İşte Mekke’de doğdu İslam güneşi, Medine’de yaşadı Nebilerin rehberi... Şam’a, Bağdad’a, Mısır’a yürüdü, ashabın güzideleri,
Endülüs’ü aldı Tarık’ın askerleri... Taşkent, Buhara, Belh ve bütün Türkistan; İran, Afganistan ve Pakistan, Orta Asya’ya gidince bir başka ağarır tan...
Rumeli ve diğer kayıp coğrafyalarımızı hatırlayalım, tanıyalım, öğrenelim.
Malazgirt’te Anadolu kapısını açanlar, Söğüt’te, Domaniç’te durup nefes alanlar. Seksen erle Boğaz’a seccade salanlar, Geçtiler Çimpe’ye takva ile, Rumeli’yi vatan yapanlar... Koştular atlılar Edirne, Sofya, Gümülcine, Selanik, Üsküp ve Kosova’ya. Dağıldılar Balkanlar’a, götürdüler adaleti İşkodra’ya, Mora’ya... Diktiler bayrağı Bosna’ya, Temeşvar’a... Savaşlar oldu Rumeli’de, göçler yaşandı an be an... Muhacirlere dendi “defol git, yoksa ateşte yan” Al kan, ver kan, Hep mi sen de olacak be Balkan...! Köprüler kuruldu Vardar’a, Neretva’ya, Drina’ya. Sular akıtıldı çeşmelere, sebillere, şehirlere... Hanlar, hamamlar, bedestenler ve saat kuleleri. Göğe uzanan fidan gibi minareleri, camileri, tekkeleri. Şimdi soruyorum: Neresi biliyor musunuz bizim coğrafyamız? Neresi hatırladınız mı bizim coğrafyamız? Ah ve derinden bir ah ki “Nerede kaldı bizim coğrafyamız? NETİCE;
Siyasi sınırların değişmesi bir realitedir, ancak bu sınırlar gönlümüzdeki sınır tanımayan muhabbete hudut koyamaz... Bu sınırları birileri gönlümüze derin bir şekilde 100 yıl önce kanatarak çizdi. Ama artık yeter, kim çizmişse çizsin, kim biçmişse biçsin. Bize kefen olarak biçilen bu elbiseyi giymeyeceğiz, dar geliyor. Soydaşlarımız, Dindaşlarımız ve Komşularımızla muhabbetimize kimse sınır koyamaz artık... 27
ŞEHİR’DE DENGE YAŞAYAN BİREYLERİN DENGESİ Dezavantajlı Bireylerin Yaşayabildiği Şehir Olabilmek: Şehirlerin Mekân-İnsan-Yönetim Dengesi Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV*
*T.C. Maltepe Üniversitesi
sayı//24// temmuz 28
edeniyet, yaşam dostu şehirler kurmaktır. Yaşamın içinde yer alan her türlü dezavantajlı bireyin, grubun, topluluğun gündelik yaşam gereksinimlerini karşılayabilen şehirler inşa etmektir. Şehirlerin, yaşamın kendisinden uzaklaşan çehrelerini değiştirmektir. Ötekileştiren, ayrıştıran, bölen değil; yakınlaştıran, kaynaştıran, birleştiren şehirler tasarlamaktır. Şehirlerin mutluluğu bazı gruplarının değil, içinde yaşayanların tamamının ortalamasıdır. Şehirlerin mutluluğu, içindeki insanların mutluluklarının biriktiği havuzlardır. Bu havuzun, zenginlik-yoksulluk, refah-refahsızlık, mutluluk-mutsuzluk gibi ne yönde derinleşeceğinde; şehrin mekânsal tasarımı belirleyicidir. Yüksek yapılar, zengin binalar, gösterişli mekânlar, ışıklı tabelalar, tüketici yapılar, ışıltılı alışveriş merkezleri, çok katlı hastaneler, elektronik okullar, konforlu karakollar, asfalt yollar tek başına yetersizdir, insanların kendilerini mutlu hissetmelerine. Doğasını her geçen gün betona ve çeliğe teslim eden şehirler varlığı giderek çürüyen yerlerdir. İnsanlarının temiz nefes alamadığı şehirler, çelik ve cam binalar içinde, bir çeşit canlı cesetlerin yürüdüğü yerlere dönebilir. Mutluluk insanın kendi edimidir. Şehirler, içinde yaşayanların mutluluğundan sorumludur. İnsanları mutsuz olan şehirler, kalplerin hastalandığı şehirlerdir. İçinde mutsuz insanların her gün arttığı şehirler, vicdanların kirlendiği şehirlerdir. Kendinden başkasını düşünmeyen insanların arttığı şehirler, karanlık yüzlere mahkûm şehirlerdir. Bencil şehirler, yok olmaya mahkûmdur. Ruhu olmayan şehirlerde, ruhu olan insanlar can çekişir. Gönül iklimlerinin geçmediği şehirler, gönülleri çoraklaşan insanlar barınağına döner. Yapıları, yolları, mekânları bütün insanlara gülmeyen şehirler, yüzleri gülmeyen bedenler, yüzü kararmış şehirler olur. Herkesin evinde biter, birer sevgisizlik yumağı. Sevgisizlik içinde, ötekilerini, dezavantajlıları, kendisi gibi olmayanları sevmek zorlaşır. İnsanlar, şehirlerde nasıl mutlu olacaklar? Daha keskin ayrımla; şehirler, dezavantajlı bireylerin/grupların nasıl dostu olacaklar? Burada, üç unsur belirleyicidir: Şehrin mekân tasarımı, mekânı kullanan insan unsuru ve mekân ile insan unsurunun uygulamalarını belirleyen kapsayıcı kurumsal yapılanma ve yaklaşımları. Şimdi, bunları sorgulama zamanıdır. Şehirlerimizde her insan grubu etkin, verimli ve kaliteli yaşayabilmekte midir? Şehrin her köşesi her
yaşam grubunun kullanımına, ulaşılabilirliğine, paylaşımına açık mıdır? Şehirde, herkes ihtiyaçlarını karşılayabilen bir yaşam kurabilmiş midir? Şehir, insana mı aittir, insan mı şehre hapsedilmiştir? İhtiyaçları karşılamayan şehirler, insanlara neler yapar? Parklarının, kreşlerinin, anaokullarının, oyun merkezlerinin, hastanelerinin, eğitim merkezlerinin olmadığı şehirlerde; çocuklar neler yapar? Farklı engel durumlarında olan engellilerin/ yaşlıların, evlerinden dışarı çıkmalarına olanak vermeyen merdivenlerin, kapı eşiklerinin, kaldırımların, sokakların, binaların, ulaşım araçlarının, dükkanların, parkların, tuvaletlerin, yolların her yeri kapladığı bir şehirde; engelliler/ yaşlılar neler yapar? Yaşlılarının/engellilerinin, evlerinde istediği gibi hareket edemediği, mobilyalarını, odalarını, eşyalarını verimli kullanamadığı, merdivenlerinden inemediği, kaldırımlarında hareket edemediği, sokaklarında yürüyemediği, kamu hizmetlerini yerinde alamadığı, parklarında güvenle dinlenip vakit geçiremediği, ihtiyacı olduğunda sağlık hizmetlerinden, evde bakımdan, yerinde sosyal destekten ve talep ettiğinde huzurevlerinden yararlanamadığı, yorgun ve zayıf düşen bedenini sağlık içinde var edemediği şehirlerde; yaşlılar/engelliler neler yapar? Yoksullarının, temel ihtiyaçlarını karşılar biçimde karnın doymadığı, üstünün giydirilemediği, kendisine destek kapsamında hazırlanmış bir kurumda barınamadığı, sağlığını koruyamadığı, varlığını hiçbir ölçüye göre geliştiremediği, ekonomik, sosyal ve kültürel, sosyal güvenlik ve yaşam hakkını yürütemediği, ekonomik ve sosyal varoluşunu kuramadığı şehirlerde; yoksullar ve yoksunlar ne yapar? Göçmenlerin, ülke içinden başka şehirlerden, dışarıdan başka ülkelerden gelen göçmenlerinin sayısı arttıkça, şehirlerin, eşitsizliğin arttığı, adaletsizliğin yaygınlaştığı, suç patronlarının cirit attığı yerler olmasını engelleyecek altyapıları yoksa; göçmenler bu şehirlerde neler yapar? Bedensel, zihinsel, biyolojik, gelişimsel ve diğer engellere sahip bireylere göre tasarlanan mekânları olmayan şehirlerde; bu gruplar nasıl yaşar? Sağlıklı yaşam için yeterli desteği olmayan şehirlerde; hastalar neler yapar?
Bütün insanlarını sarmayan, çevrelemeyen, barındırmayan, varlığını geliştirmelerine olanaklar sunamayan, şehirleşmeyi bu doğrultuda düzenlemeyen şehirlerde neler olur? İnsanlar nasıl yaşar? Nelerle var olabilirler? Her bir farklılığının bir engele ve dezavantaja dönüştüğü ve bireylerinin kendi varoluşlarını sürdürmekte zorlandığı şehirler, mutsuz şehirlerdir. Bu şehirler, betonlar arasındaki ruhsuz insan kümelerini andıran, için için çürüyen bedenler gibidir. Çürür, bütün hızıyla vücuda yayılan ruhsuzluk, yoksunluk, gönülsüzlük, acımasızlık, vicdansızlık hastalığı ile insanlar, can çekişirken. Çocuklarını, gençlerini, engellilerini, kadınlarını, yaşlılarını, yoksullarını, hastalarını, göçmenlerini vd. dezavantajlı bireylerini ve gruplarını genel düzeydeki yönetim uygulamaları ile bütünlüklü yönetemeyen şehirlerin kendilerini yönetmesi, zaafa uğrar. Sokaklar ve ruhlar yok edici ve yoksunlaştırıcı bir ıstırabın ve umursamazlığın altında ezilir. Dezavantajlı grupların yaşamını belirleyen ikinci boyut “insan” olgusudur: Dezavantajlı grupların yaşamlarını kolaylaştıracak, anlamlandıracak, üretici olmalarını destekleyecek tıbbi, ruhsal, psikolojik ve ekonomik sosyal desteği sağlayacak insan unsurudur. Bu insan unsuru dezavantajlı bireyin en yakın aile üyesinden başlar, halkalar halinde akrabalarına, yaşadığı çevreye ve topluma yayılır. Yaşamının geçtiği her noktadaki insan bu “insan unsuru” olgusunu belirler. İnsanların dezavantajlı bireyleri-grupları anlaması ve onlara destek olabilmesi, kendisinin veya ailesinden birinin bu gruplardan birine dahil olması dışında, nasıl sağlanabilir? Diğer bir ifadeyle, her türden ve gruptan dezavantajlı insanın gülümseyen suratları nasıl oluşur? Hangi sebep, dezavantajlı gruplara yakın, destekleyici, yardımsever veya empati kurabilen bir kişi olmayı sağlayabilir? Örneğin, bir yaşlıya, hastaya, engelliye, çocuklu kadına, o anda ihtiyaç sahibi olana; otobüste, metroda, vapurda, asansörde, herhangi bir kuyrukta, ilaç almada, rahat yolculuk yapmada yer vermek, imkan sağlamak, destek olmak, en basitinden en karmaşığına değin hangi eğitimle verilebilir? İlkokul, lise, üniversite veya sonrası mı?! Para vermek, veya sadece bir 5 dakikalık ilgi göstermek, veya birkaç soru sormayı destek sanmak, bir-iki pozluk fotoğraf vermek; çözer mi bir yaşlının, göçmenin, ailesiz çocuğun, ekonomik geliri olmayan kadının ve erkeğin, yoksulun, engellinin sorununu, kalıcı olarak. Hayır, çözmez. İnsan unsuru; bunu kapsayan,
Şehirler, gönüllerin ve bedenlerin canlı yıkıntılarına dönmek istemiyorsa, içinde yaşayan her gönlün ve bedenin varoluş dinamiklerini unutmamalıdır
29
Şehirlerin mutluluğu bazı gruplarının değil, içinde yaşayanların tamamının ortalamasıdır.
aşan, ötede bir noktaya işaret eder. Toplumun tüm bireylerinin, istisnasız biçimde dezavantajlı bireylerin-grupların farkında olarak gündelik yaşamını sürdürmesi, bunun temelidir. Devamında, her birey kendi ölçüsünde bu alanı oluşturan sosyal hizmetler ekseninde en azdan en çoğa kadar, bireysel veya sivil toplum örgütleri veya profesyonel olarak destekleyici çalışmalar yapabilir. Şehirleri yaşanılır kılan, içinde yaşayanların, yaşamın bu boyutlarını kavrayabilme ölçüsüdür. Bu insan unsurunun diğer boyutu, dezavantajlı gruplara sosyal hizmetleri aktaran ana meslek elemanlarının eğitimleridir. Yani, sosyal hizmetleri yürüten elemanların etkin, verimli ve kaliteli olarak eğitim almaları ve buna bağlı olarak sahada faaliyet göstermeleridir. Bu, sosyal hizmetler alanında çalışan ve çalışacak bireylerin örgün, kurum içi-kurum dışı ve nitelikli uygulamalar/projeler yoluyla aldıkları eğitimlerle gerçekleşir. Bugün, 2000 yılına kadar tek bölüm olan Hacettepe Sosyal Hizmet Bölümü dışında, bu tarihten itibaren açılmaya başlayan bölümlerle sosyal hizmet alanında faaliyet gösteren ve 4 yıllık uzmanların temel eğitim ihtiyacını derse devamlılığın zorunlu olduğu programlarla yürüten 50 civarında örgün üniversite eğitim kurumu karşılarken, açılan uzaktan eğitim bölümleri ile 4 yıllık eğitimin okula gitmeden verildiği Açıköğretim süreci de başlatıldı. 2011-2012 yılında ilk öğrenci alımı yapılan bu eğitim tek kelime ile “hata” olmuştur. Neden? Dezavantajlı bireylerle her an iç içe olarak hizmet verecek bir meslek elemanının 4 yıl boyunca sadece staj döneminde ve günleri sayılı sürede, bu konularda ve alanda yüz yüze bir iletişime ve ilişkiye girmesi, nasıl yeterli olabilir? Dezavantajlı olmayan bireylerle verilen hizmetler için aranan 4 yıllık eğitimlerin yanında, sosyal hizmet alanının “insan” odaklı yaklaşımlarını sadece teorik olarak kitaplardan öğrenerek, internetten dersleri takip ederek, öğretmen-öğrenci (usta-çırak) ilişkisi içinde bilgi, birikim ve deneyimi “alanda”, “yerinde” ve “kaynağında” almayarak, ne derece etkili, yeterli ve kaliteli olunabilir? 40-50 kişilik Üniversite bölümlerinde eğitim alan öğrenciler ile yüzlerce/ binlerce kişilik sanal sınıf ortamlarında eğitim alan öğrenciler eşdeğer olabilir mi? Örgün eğitimde yer alan öğrenciler ile pratik ve uygulama merkezli sosyal hizmet alanında pratik ve uygulamaya dayalı yönü neredeyse hiç olmayan bir eğitim alan Açıköğretim öğrencilerini eşdeğer görmek, mesleğin gereklerine, sosyal hizmetin ihtiyaçlarına ve
sayı//24// temmuz 30
eğitim adaletine uygun mudur? Şurası nettir: Açıköğretim okuyan öğrenci ile örgün eğitim alan öğrencinin bilgi, birikim ve deneyimi “asla” aynı olamayacağı gibi “diploma” nitelikleri de eşdeğer olamaz. Açıköğretim eğitim sistemini sonlandırmak. Bunların yanında bir diğer gereklilik Sosyal Hizmet Bölümlerinin eğitim programlarını ulusal sosyal politika kararları doğrultusunda sosyal hizmetin tüm alanlarına yayılan biçimde etkin, verimli ve kaliteli olarak, günün gereklerine uygun; zengin, çeşitli ve fakat uyumluluk bağlamında standartlaştırıcı bir dönüşüme tabi tutmaktır. Sosyal Hizmet alanındaki bakım elemanı, hemşire, doktor, psikolog, sosyolog vd. meslek elemanlarına aynı sosyal politika yaklaşımlarını aktarmak, belirleyici ve tamamlayıcıdır. Nihayetinde, kaliteli eleman olmadan, kaliteli sosyal hizmet uygulamaları olmaz. Kaliteli sosyal hizmet olması için kaliteli kurumlar, kaliteli kurumlar olması için kaliteli sosyal politikalar, kaliteli sosyal politikalar olması için kaliteli Anayasa ve yasalar olmak zorundadır. doğru, gerekli, yeterli ve niteliği esas alan alandaki kamu, özel ve sivil toplum kurumlarını bütünleştiren kapsayıcı bir sosyal hizmet kurumları örgütlenmesi ve yapılanmasıdır. Kurumlaşmak esastır. Bireylerin toplumsal sorumluluklarını sadece örgün eğitimle sağlamak mümkün olmadığı gibi, dezavantajlı grupların ihtiyaçlarını karşılamak, asla bireysel bir çaba ile gerçekleşemez. Bireyler sivil toplum örgütlerine ve özel kurumlara, sivil toplum örgütleri ve özel kurumlar sosyal hizmet uygulamalarını yürüten kurumlara, kurumlar başta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olmak üzere Sağlık, Çalışma, İçişleri vd. bakanlıklara, bakanlıklar hükümete ve devletin yönetimine, devletin yönetimi Anayasa ve kanunlara etki ederek bu süreci kalıcılaştıran yaklaşımlar ve uygulamalar oluşturduğunda gerçek çözümler üretilebilir, hayata geçirilebilir, uygulanabilir ve birey-toplum refahı güçlü ve kalıcı olarak yasal haklar ve koruyuculuk temelinde sağlanabilir. Bu uygulamayı yapılandıran döngüsel iletişim, ilişki ve etkileşim; vatandaşlık hakkından gelen sosyal devlet ilkesinin gereklerinin topluma aktarılarak “İnsan Hakları” temelinin sağlamlaştırılmasını sağlayan ulusal düzeydeki sosyal politikaların oluşturulmasının, kanunlaştırılmasının ve yürütülmesinin önkoşullarından biridir. Bir yoksula, engelliye, düşküne, muhtaca, ailesiz çocuğa, ekonomik geliri olmayan kadına ve erkeğe, yaşlıya,
hastaya, zayıfa, acize vd. dezavantajlıya geçici ekonomik, sosyal veya psikolojik yardımda bulunmak, yarardan ziyade zarar verebilir. Yaptığımız yardım amaçlı eylemin kalıcı etkisi olmadığı sürece ilgili yardım ilgili kişinin daha da “yardıma bağımlı” hale gelmesine yol açabilir. Bu açıdan bakıldığında “Balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek” deyimi dediğimizi karşılar gibi duruyor sanılabilir; hayır, öyle değildir. Balık tutmayı öğretebilmek için koşulların balık tutmaya olanaklı olmasını da sağlamak gerekir. Yani, dezavantajlı kişilerin kendi başlarına veya ihtiyaç duydukları noktadaki destekler ile ayakta durmalarını sağlayacak işlemlerin, faaliyetlerin, hizmetlerin oluşmasının sağlanması esastır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 3 Haziran 2011 tarihli 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamesi ile gerçekleşen yeni organizasyonundan bugüne geçen tam 5 yılda, 6 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki ara süreçteki bir bakanla birlikte, toplam 5 bakanın değişmiş olması, bu bakanlıktaki sistemsizliğe ilişkin çeşitli emarelere işaret eder. Aynı zamanda “Sosyal Politika” bakanlığı olarak ulusal düzeyde politikalar üreten Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yapılanma, organizasyon, yönetim, işleyiş ve uzmanların eğitimleri, görevleri ve sorumlulukları düzeylerinde çok daha güçlü biçimde, 2000’li yılların öncesinden gelen farklı düşünsel ve uygulama yaklaşımlarının bilgi, birikim ve deneyimlerini de kapsayacak biçimde geliştirilmesinin ve dönüştürülmesinin, bu sürecin işletilmesinde ise farklı sosyal politika yaklaşımlarından beslenilmesinin toplumsal yaşamımızın geleceği açısından hayati önem taşıdığını düşünüyorum. Buralardaki farklı yaklaşımlar ortak bir potada, ülkenin ve toplumun genel çıkarı altında birleştirildiğinde, sosyal hizmet uygulamalarının hedef kitlesini oluşturan toplumumuzdaki dezavantajlı gruplar için, öncelikle “bireysel refahlarını kendi varlıkları içinde sağlayan” ve onların önemli bir kısmının hayatlarını “üretken” ve “üretici” olarak değiştiren; daha etkili, etkin ve kalıcı çözümler üretilebileceğinden kuşku yoktur. Bugün, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yönetiminde toplumsal ve bireysel ihtiyaçları güçlü, kalıcı ve sürdürebilir; yani ilgili bireylerin ve grupların kendi başlarına, öz-güçleri ve özyeterlilikleri ile ayakta kalmalarına ve başkasına bağımlı olmadan yaşamalarını sağlama hedefini güden sosyal politikalara bağlı uygulamaları esas alan siyasi ve toplumsal politikaları, daha
derin, güçlü ve sistemli hayata geçirebilmek, zorunlu ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç karşılandığı ölçüde, toplumumuzun insan kalitesini artacak, yoksul, düşkün, zayıf, yaşlı veya engelli gibi farklı dezavantajlı grupların gündelik yaşamın her noktasında yaşama aruzuna ve becerisine daha kalıcı tutunmaları ve başta kendileri olmak üzere toplum için üretken olmaları sağlanacaktır. Bir noktayı daha belirtmek, ülkemizdeki toplumsal yapının gerçekleri açısından elzemdir. Dile getirdiğimiz sosyal hizmet uygulamalarındaki tek boyutlu, dar ve kısıtlayıcı mevcut yaklaşımları değiştirmek önemlidir. Toplumsal yapımızda ve devlet örgütlenmemizde; dezavantajlı bireylerin ihtiyaçlarını sadece dini temeller ya da diğeri “modern devlet gerekleri” çerçevesindeki sınırlayıcı çözümler ile düşünmemek gerekir. Dini uygulamalar ile mevcut seküler uygulamalar mutlaka birleştirilmeli, bu konuda farklı yönetişim modelleri geliştirilmelidir. Bu amaçla bugün, bireysel, cemaat oluşumları veya sivil toplum yapıları üzerinden yürümekte olan sadaka, fıtır, zekat ve diğer maddi dağıtım ve paylaşım süreçlerinin günümüz devlet ve toplum yapılanmasında sosyal hizmet uygulamaları üzerinden, devletin üstlendiği “sosyal politika” kapsamında yürütülmesine olanak sağlayacak hukuki ve yapısal altyapının geliştirilmesi gerekir. Şehirler, hizmete ve ihtiyaçlarına ulaşma, faydalanma ve geliştirebilme engelleri olan bireylerinin bu bariyerlerini ortadan kaldırarak içinde tutma becerisini gösterdiği oranda, mensuplarını kucaklayan, tutan, seven, bağlayan, birleştiren, çoğaltan, zenginleştiren, sevgiyi evlerinde, sokaklarında, mahallelerinde, parklarında, işyerlerinde arttıran, temel hak ve ihtiyaçlarını sosyal sorunlara dönüşmeden karşılayabilmenin olanaklarını sağlayabilen yaşam merkezleri olur. Nihayetinde, hayat; madde ve ruhun dengeli birlikteliği içinde devinir. Şehirler, gönüllerin ve bedenlerin canlı yıkıntılarına dönmek istemiyorsa, içinde yaşayan her gönlün ve bedenin varoluş dinamiklerini unutmamalıdır. Bir şehirde herkes kendi gibi olmayanı, düşünmeyeni, yaşamayanı, ötekiyi, başkayı, farklı olanı düşünerek yaşamalıdır. Şehir, içindeki herkesi kucaklayabildiği ölçüde gerçek bir şehir olabilir. İnsanlarının tekil varoluşunu önemsemeyen şehirler, kendi tekilliğinin sonunu hazırlar. 31
MEDENİYETİMİZİN ŞEHİRLİ ELÇİSİ:
MUSTAFA MİYASOĞLU
Vefatının üçüncü yıldönümünde üstad Mustafa Miyasoğlu’nu hayırla ve dualarla yâd ederken, istedik ki kendisini “davamın devamı” dediği bu aile bireylerinden dinleyelim Fatih BUDAK
ustafa Miyasoğlu; 1946 yılında Kayseri’de doğmuş ve 1 Ağustos 2013 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Ömrüne koskoca bir davayı sığdırmış olan, düşünce ve edebiyat dünyamızın bu mümtaz şahsiyeti, yaşadığı bu altmış yedi yıllık ömürden geriye; şiir, hikâye, roman, oyun, deneme, inceleme, konuşma ve gezi türlerinde otuzdan fazla edebi ürün, kendisini hayırla yâd eden bir topluluk ve en önemlisi de yine kendisini hakkıyla tanıyan, bilen ve üstadın kendi ifadesiyle “davasının devamı” olan bir aile bırakmıştır. Geçtiğimiz günlerde, dostluk ve muhabbet babında kendilerini İstanbul’da ziyaret ettiğim Miyasoğlu ailesi, gerek kadim medeniyetimizin eşsiz ruhunu yansıtan yaşam ve samimiyetleri ve gerekse aile reislerine olan özlem ve bağlılıkları hasebiyle dikkatimi çekmiş ve bende büyük bir hayranlık uyandırmıştı. Durmaksızın eşinin hasretiyle yanan ve aynı zamanda evlatlarına her açıdan sahip çıkıp kol kanat geren bir anne, babalarının özlemi kadar davasını da içselleştirmiş üç oğul ve eşlerinin babalarını kendi babaları bilen gelinler. Her aileye nasip olacak bir güzellik değil bu, zannımca. Vefatının üçüncü yıldönümünde üstad Mustafa Miyasoğlu’nu hayırla ve dualarla yâd ederken, istedik ki kendisini “davamın devamı” dediği bu aile bireylerinden dinleyelim. Bu sebepledir ki “Sizin için Mustafa Miyasoğlu kimdir? Mustafa Miyasoğlu denilince aklınıza ilk gelen şey nedir?” suallerini yönelttik aile bireylerine. Cevapları hep birlikte okuyalım da rahmetle ve dualarla analım üstadı. NİLÜFER MİYASOĞLU (EŞİ) ONUNLA KIRK YIL
Nasıl methedeyim sevdiğim seni İstanbul, dünyayı değer gözlerin
Mustafa Bey, davasının yılmaz, yorulmaz bir eriydi. Durmadan okur, yazardı. Ona göre her şey İslâm’a hizmet etme vesilesiydi. Sağlam bir imana sahipti. Bir gün bile yorulduğunu görmedim. Ömrünün sonuna kadar davasından vazgeçmeyen bir mücahitti; buna dünyada da şahitlik ederim, âhirette de. Onunla ilgili kırk yıllık hatıralarım var, hepsi birbirinden değerli. Bu hatıralardan birini paylaşmak istiyorum. Yoğun bakımda yatıyordu, beni çağırtmış hemşireyle. Yanına girdim ve yüzüme derin derin baktı. “Benim; Nilüfer, tanımadın mı?” diye sordum.
sayı//24// temmuz 32
“Ben eşimi istiyorum, onu çağırın bana,” dedi. “İşte benim. Mehmet, Emre ve Eren’in annesiyim” diyerek konuşmaya başladım. Uzunca konuştuktan sonra şuuru açıldı. Sonra beni hatırlayamadığından ötürü özür diler mahiyette gülümsedi.
gibi benim de yorulmama sebep olurdu. Ama iyi ki yormuş ve yoğurmuş bizi ki sayesinde en azından iman ve itikat meselelerinde doğru yolun ne olduğunu unutmuyor, çevremizde olan biteni, insanların nasıl yozlaştığını hayretler içerisinde izlerken babamıza rahmet okuyoruz.
“Canın sağolsun, önemli değil” diyerek teselli etmeye çalıştım. Elini tuttum, göğsünü öptüm ve başımı yasladım. Gözleri yaşardı. “Hanım, sana müteşekkirim, çünkü sen benim çocuklarımı Müslüman yetiştirdin. Allah senden razı olsun. Anneler yetiştirir evlâdı. Oğullarımı çok seviyorum, onlar benim davamın devamı olacaklar. Bir de Allah’tan seksenime kadar ömür niyaz ediyorum. Çünkü daha yazacaklarım var, söyleyeceklerim var” dedi. Halsizliğine rağmen sarsıla sarsıla ağladı, teselli etmeye çalıştım.
Vefatından dolayı duyduğum ağır hüzün zaman geçtikçe katlanılır hale geliyor belki, ama şunu biliyorum ki artık yelkenime üfleyen rüzgâr yok. Arkamdan itecek güç kalmadı. Kendi başımayım. Kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmediğimi idrak ettikçe, hüznüm farklı boyuta taşınıyor ve ağırlaşıyor. Sağlığında bu dağ gibi adamın kıymetini nasıl da bilememişim…
İşte son günlerinde sağlığını değil, inandığı davanın derdini çekiyordu. Halis imana sahipti, sarsılmaz dava aşkıyla yaşadı. Ona gıpta ediyorum. Âhirette Rabbim beni onunla haşreylesin inşallah. MEHMET MİYASOĞLU (BÜYÜK OĞLU) TAVŞAN VE DAĞ
Babamı dağa benzetirsem, kendimi de tavşana benzetmem gerekir diye düşünüyorum. Hani tavşanla dağ arasındaki, “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” türünden değil de, büyüklük küçüklük anlamında. Yitirmeden insan anlamıyor sevdiklerinin değerini. Ben hayattayken de bunun böyle olduğunu biliyordum da bilmek ile idrak etmek aynı şey değil derler ya, bunu iliklerime kadar hissediyorum artık. Herkesin babası kendisi için değerlidir ve büyüktür elbette. Ama ben küçük yaştan beri biliyordum ki benim babam sıradan biri değildi. Yaş aldıkça onun derdini, davasını anladım ve karınca kararınca geç de olsa ortak ve destek olmaya çalıştım. Biliyorum ki beklediği gibi biri olamadım. Ama öyle olmak zorunda olduğumun git gide daha da farkına varıyorum ve babamın hayatımdaki eksikliği zaman geçtikçe daha ağır hissettiriyor kendini. Ateş gibi yakan keskin bir zekâsı vardı ve tam manasıyla, o mü’min ferasetiyle hep bize yol çizer, yönümüzü daha kolay bulmamızı sağlardı. Onun hiç durmaksızın ürettiği projeler ve çevresine itici güç olması hepimizin olduğu
Onunla ilgili kırk yıllık hatıralarım var, hepsi birbirinden değerli
Bazen güzel şeyler yaptığımda gurur duyuyorum, babamın oğluyum diye. Hatta o güzel şeyler olduğunda babamın rüyama girip sanki haberdarmış ve memnun olmuş veya onaylıyormuşçasına yüzüme gülümsediğini görürüm. Hâlâ üzerime titrediği ve sevgisini gösterdiğini hissedip hasretinden ağlayarak uyansam da tatlı bir rebabiyet, huzurlu bir hüzünle mutlu olurum onu gördüğümde. Beraber yaptıklarımız, daha doğrusu bana ve kardeşlerime yaptırdıklarını gözümün önüne getirdiğimde, yani geriye doğru baktığımda, koskoca bir dağ görüyorum. Ben mi? Tavşan işte… Yıllar önce girdiğim bir sınavdaki sorudan aklımda kalan bir cümle var, “Sinek dingile konmuş, amma tozuttum ha!” demiş, işte aynen öyle hissediyorum. En azından kendi adıma bu böyle. Allah babama rahmet eylesin. Bana da ona lâyık evlat olmayı nasip etsin inşallah. EMRE MİYASOĞLU (ORTANCA OĞLU) BABAM VE HOCAM
Babamı düşündüğümde akla ilk gelen şey, çok tatlı bir gülümseme ve “Müslümana yirmi dört saat yetmez. Çalışmak, çalışmak gerek” sözüdür. Önemli bir fikir adamı ve usta bir edebiyatçı kimliğinin yanı sıra, sahip olmaktan onur duyulacak derecede müşfik bir baba karakteri, bir evlat için bulunmaz hazinedir. Babamla nesil ve ideal çatışması yaşamamış olmak, benim için büyük bir lütuftu. Böylesine değerli bir insanın oğlu olmanın omuzlarıma yüklediği yükün ağırlığını değil değerini düşünmek, hep ne çok şanslı olduğumu hissettirdi bana. Adeta ayaklı bir kütüphane gibiydi ve özellikle sosyal ve
33
olaylara hiçbir şekilde kayıtsız kalamayan, İslâm adına söyleyebileceği ne varsa hiç çekinmeden, hiç korkmadan söyleyebilen bir mücahitti.
Bazen güzel şeyler kültürel bir meselenin doğrusunu öğrenmek yaptığımda gurur için mutlaka bilgisine başvurulması gereken duyuyorum, babamın nadir şahsiyetlerden biriydi. oğluyum diye.
İslâm davasına ömrünü adayan neferlerden biriydi Mustafa Miyasoğlu. Türk-İslâm kültürünün sözcülerinden, entelektüel mücahit kavramının içini dolduran, adam gibi bir adamdı. Onunla ilgili hatıralarımızın neredeyse tamamı bu kimliğin kendisine yüklediği sorumluluk gereği hep bir “dava şuuru” üzerinedir. Son derece dürüst, İslâmi hassasiyetlere sonuna kadar sadık, çok duyarlı bir vatandaş, sorumlu bir aile reisi, örnek bir hoca ve tüm hayatını uğruna harcamaktan büyük mutluluk duyduğu şuurlu bir kültür adamıydı. Konuşmaları, sohbeti, yazdığı eserler hep temel bir anlayışın doğal tezahürüydü: Türkü Türk yapan İslâm kültürünün mirasçısı olduğunun farkında olarak bu mirası gelecek nesillere aktarmak. Bu bakımdan Miyasoğlu, kadim geleneğimizin son çağdaki en önemli temsilcilerinden biridir. Babamı, yalnızca bir “baba” olarak çok sevip saymamın iki temel nedeni vardı benim için. Birisi gerçekten evlatları için maddi manevi elinden gelen her şeyi yapan bir “adam” olması; ikincisi ise çağdaş bir Yunus Emre ya da Ahmet Mithat Efendi gibi Müslüman-Türk kimliğinin içini hakkıyla dolduran bir şuur, muhabbet ve gayret insanı olmasıdır. Bu onur abidesi şahsiyetin oğlu olmak şerefini veren Rabbime hep şükür ederim ve zihnimde halen diri duran hatıralarımda onun varlığını hissederek; kendime, ona ve davasına liyakat için gayret şevki bulurum. EREN MİYASOĞLU (KÜÇÜK OĞLU) ONSUZ HER GÜN AĞIR…
Bütün hayatını Allah’a adayan, ama bunun yanında dünyanın da farkında olan biriydi babam Mustafa Miyasoğlu. Etrafında gelişen sayı//24// temmuz 34
Bütün derdi İslâm olan, Müslümanlar olan bir “Mü’min”di. Sadece ülkemiz sınırlarıyla değil, bütün İslâm coğrafyasıyla ilgilenen, dertlenen entelektüel bir mücahitti. Öyle ki sağlığının son zamanlarına kadar sürdürdüğü yazılarının konuları hep bu yol üzerineydi. Yazılarını yazamadığı son günlerinde bile gazetelere göz gezdirir, haberleri takip ederdi. Bir gün hastanedeki yatağında, Mehmet ağabeyimin güncelleyerek yayına hazırladığı yazısına bakıyordu Millî Gazete’de. Ardından da diğer sayfalara göz gezdirdi. Bir sayfada Mısır’daki askerî darbenin haberi vardı. Babam henüz başlığı okumamıştı, Mehmet ağabeyim ona yardımcı olmak için “Mısır’da darbe oldu baba” deyiverdi. Babam o anda elini ağrıyan başına götürdü ve ağlamaya başladı. O sahne, hayatımın her anında ümmet hassasiyetini gördüğüm ve bildiğim babamın, ne kadar hassas olduğunun en mücessem ispatıydı. Bu ispat benim zihnime ve ruhuma işledi. Bu sahneyi o anda telefonumun kamerasıyla kayda alıyordum ve hazırladığım “Karanlığa Mum Yakan Adam: Mustafa Miyasoğlu” belgeselinde yayınladım. İnşallah gelecek nesillere ümmet bilincini örneklerken, bizlere yardımcı olur. Onsuz geçen her gün daha da ağır geliyor bana. Her geçen gün, onun olmayışı daha da acıtıyor canımı. Üzülüyorum, acı çekiyorum, ama onun çok güzel bir yere gittiğini hatırlayarak rahatlıyorum. Biz insanoğulları, bencilliğimizi bu konuda da gösteriyoruz herhalde. Bu dünyanın rezaletinden kurtulmuş, esas dünyaya gitmiş yakınlarımız için sevineceğimize, onların “Şeb-i Arus – Düğün Geceleri”ni kutlayacağımıza, kendi ayrılığımızı düşünerek ağlıyoruz. İşte ben de hem ağlıyorum hem seviniyorum; anlayacağınız insanım, zayıfım. Şermin Miyasoğlu (Gelini - Mehmet’in Eşi) Miyasoğlu ile İşiniz Kolaydır Hani bir tabir vardır ya, “Geç buldum, tez kaybettim.” Bu tam da benim için söylenecek bir söz. Onun içindir ki bana dolu dolu “kızım” diyen Mustafa Miyasoğlu’nun yetimlerinden sayıyorum kendimi. Babamla ilk olarak 2000 yılında akraba da olmamız hasebiyle Bayburt’ta, dedeme misafir olması vesilesiyle tanıştık. Dedemle sohbetlerinden sonra benimle yakinen ilgilenip 15 yaşımın gelecek kaygılarını ortadan kaldırmıştı. Tıpkı tüm gençlere yaptığı
gibi bana da yeteneklerim doğrultusunda tavsiyelerde bulunmuştu. Ve elbette gönlümde ve dimağımda unutulmayacak bir yer edinmişti. Yolu onunla kesişen birinin onu unutması olası değildir zaten. 2011 yılının Temmuz ayında ise Dede Korkut Şenlikleri vesilesiyle çıkarmış olduğu Dede Korkut Kitabı’nın tanıtımı için maaile Bayburt’a gelmişlerdi. Artık karşısına yetişkin bir hanım olarak çıkmıştım. Bu görüşmede olumlu bir etki bırakmış olmalıyım ki, haftanın sonunda en büyük evlatları Mehmet Bey’e layık görüp beni istemişlerdi. İki ay sonra da Miyasoğlu ailesine dâhil olmanın ilk evresi olan nişan törenimiz gerçekleşti. Nişanlılık süresince e-posta ve telefon yoluyla irtibat halindeydik. Hiç sevmediğim işletmeyi bırakıp Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kayıt yaptırmama vesile olmuştu. 24 Haziran 2012 tarihi itibarıyla artık bir Miyasoğlu gelini, dahası kızı olmuştum. Elbette herkes gibi bir uyum süreci yaşadım. Ama bir Miyasoğlu tedrisatından geçiyorsanız, işiniz kolaydır. Çünkü tökezlediğiniz noktalarda, sevgiyle sebeplerini açıklayarak sizi ayağa kaldıran ve benimseyen bir aileye sahipsinizdir. Babamın öz kızı olsaydım ancak bu kadar sevgi ve ilgi görürdüm herhalde. Ailesine dâhil olduğum günden itibaren beni de o uçsuz bucaksız edebiyat ve İslâm davasının içine çekmişti. Tashih görevleri verip kitaplar hakkındaki düşüncelerimi soruyor, sorduklarımı cevaplıyor, inandığı davaya bir kültür mücahidesi yetiştirmeye çalışıyordu. Bu durum beni şaşırtmakla birlikte çok da mutlu ediyordu. Bu sebeple ben hocamı da kaybettim diyebilirim. Babamla geçirdiğim on üç ayın bir kısmı hastalığıyla mücadele ile geçse de, son nefesine kadar İslâm ve ümmet-i Muhammed için kaygı içinde mücahitlik yapan bir lider gördüm. Eşine, çocuklarına, akrabalarına, komşularına ve dahi gördüğü herkese nezaket, sevgi ve saygıyla yaklaşan bir kültür adamı gördüm. Tüm bunları gören gözlerim ve kalbim ondan razıdır. Cenab-ı Allah da razı olsun. TUBA MİYASOĞLU (GELİNİ – EREN’İN EŞİ) İLMİN GÖLGESİNDE DAVA MÜCAHİDİ
İlim ve kültürle yoğrulmuş mazimizi geride bıraktığımız, dinimizin, dilimizin ve kültürümüzün büyük bir soykırıma uğradığı, “devrim” adı verilen o yetim yıllarda büyümüş babam. Ruhumuzun köklerinin
Şehirli bir münevver aile ve şehirli yetiştirdiği çocukları.
İslâm’a dayandığını kavramış, bizi biz yapacak değerlerin İslâm ile gerçekleşebileceğini anlamıştı. Bundan dolayıdır ki İslâm davasını hayat mücadelesinde en öne koydu.
Çok çalışkan ve yılmayan bir yapıya sahipti.
O, yazdığı şiirlerde, romanlarda ve köşe yazılarında, tanıdığı ve daha tanışmadığı insanlarla yaptığı sohbetlerde; en iyiye, en güzele ve en şerefli şahsiyetlere sadece İslâm’ın yolundan yürüyerek varılabileceğini anlatmaya çalıştı. Ben, babamla lise yıllarında tanıştım. Her daim sohbete hazır tavrıyla, engin bilgi birikiminden istifade etme şansını yakaladım. Yaptığımız sohbetlerde örnek neslin nasıl olması gerektiğini öğrendim. İnsan sarrafı kelimesinin anlamını da onun sayesinde kavradım. Babam sohbete başlamadan çok önce muhatabının anlama kapasitesini keşfeder ve konuşmalarını o yönde şekillendirirdi. Temsil ettiği davanın bir neferi olmaya kendini adamış bir şahsiyetti. Onun yaptığı sohbetler, İslâm davasına, gerçek safiyetine uygun bir pencereden bakmamızı, uğruna şehitler verilen bir davanın şuurunu kavramamızı sağlardı. Çok çalışkan ve yılmayan bir yapıya sahipti. Her dakikasını ilimle geçirir, çevresindeki insanların ilimle demlenmesini sağlardı. Erdemli insan kavramını hakkıyla temsil etmiş nadide kişilerden biriydi. İslâm’ın huzurunu teneffüs etmiş yüreklerin, kıblesini batıya çevirip o sahte hülyalara dalarak, kimliğinden ve kültüründen yavaş yavaş kopuşlarına içi sızlardı. Gözlerdeki sahtelik perdesinin kalkması için davasını hayatının merkezi yapan babamın yönü Doğu, kıblesi İslâm’dı. 35
icaretin kalbinde, kalbe dokunan bir üslupta inşa edilen.. Kubbe kubbe, çini çini, desen desen kendine geleni adeta esir eden.. Aşağısında ticaretle birlikte hayatın dolu dolu aktığı, yukarısında her bir köşesinden minarelerin göğe ulaştığı, İstanbul’un en olmazsa olmazı, Eminönü’nün adeta köşebaşı taşı ve şehrin en eski efendilerinden Rüstem Paşa Camii’ndeyiz bu dem..
RÜSTEM PAŞA CAMİİ Dükkânların ve depoların üzerinde yer alan camiîye sağ, sol ve arka tarafından olmak kaydıyla dört döner merdivenden ulaşılmaktadır. NerminTAYLAN
Rüstem Paşa Camii / Resmedici: Kazım Zaim
sayı//24// temmuz 36
Eminönü Tahtakale Hasırcılar Çarşısı’nda bulunan ve İstanbul’un siluetinin oluşmasında büyük yeri olan Rüstem Paşa Camii, Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve damadı Sadrazam Rüstem Paşa tarafından 1560-1562 yılları arasında büyük usta Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Kıyı şeridine egemen konumda, fevkani şekilde planlanıp, yüksek bir platform üzerine oturtulmuş olan yapı, daha önce burada bulunan Hacı Halil Mescidi’nin yerine inşa ettirilmiştir. Büyük ve küçük hanları, bugün oldukça işlek halde çalışan dükkânları ve çeşmesiyle birlikte bir külliye konumundadır. Camiinin bulunduğu yer günümüzde olduğu gibi Bizans döneminde de şehrin en işlek ve işlevsel yerlerinden biriydi. Bugün dahi çevresinde Bizans döneminden kalan mahkeme ve zindan kalıntılarını görmek mümkün. Şehrin en işlek ticari merkezinin arka sırtlarında yükselen Süleymaniye ve hergün binlerce insanın ziyaretine uğradığı Yeni Cami’nin gölgesinde kalmış olsa da İstanbul’un siluetindeki önemi ve içerisindeki çinilerin değeri ile bazı Avrupa gazetelerinde Avrupa’nın en güzel camii olarak nitelendirilmektedir. Dükkânların ve depoların üzerinde yer alan camiîye sağ, sol ve arka tarafından olmak kaydıyla dört döner merdivenden ulaşılmaktadır. Devrin ve mimarın diğer bazı eserlerinde bulunan heybetli taç kapıların aksine oldukça düşük olan kapılardan başınızı hafifçe eğmeden girmenin mümkün olmaması, Allah’ın evine girerken hürmetle başını önüne eğmek gerektiğini insanlara öğütler niteliktedir. Farklı bir mimariye sahip olan avlu beş küçük kubbeden müteşekkil bir teras özelliği taşır. Mimar Sinan’ın başka hiçbir eserinde görmediğimiz son cemaat yerini tamamlayan revakların ardından bir “çift sütunluluk” göze çarpmaktadır ki, bu üslup mimarlık tarihinde eski Yunanlılardan beri çok ustalıkla kullanılması gereken bir düzen olduğundan, pek çok mimarın cesaret edemediği çift
revaklı avlu sistemini Mimar Sinan burada çok ustaca ve mimarları hayran bırakacak tarzda uygulamıştır. Merkezi kubbe dört duvar payesi ve yanlardaki iki adet sütun üzerine yükselir. Dört yarım kubbe ile desteklenen ana kubbe oldukça görkemlidir. 24 pencerenin yer aldığı büyük kubbenin kemerlerini, gözleri rahatsız etmeyecek şekilde zarif yapılan sekiz köşeli 4 adet fil ayağı desteklemektedir. Minber mermerden olup, mermer işlemeciliğinin en güzel motiflerine havidir. Tek minaresi yine tek şerefeli, son cemaat yeri altı sütun ve beş kubbelidir. Giriş cephesi devrin en meşhur İznik çini örnekleri ile süslenmiştir. Geometrik yaprak ve çiçek motifleri kullanıldığından, dikkatle temaşa edildiğinde bir çiçek bahçesini anımsatmaktadır. Renk, desen, saksı, çiçek, bulut gibi motifleriyle adeta bir mücevher kutusunu andıran mihrap kısmı tasavvuf nokta-i nazarından bakıldığında ise oldukça deruni manalar taşımaktadır. Mihrap kısmında çinilerle işlenmiş beş adet saksı, bu saksıdan çıkan 99 adet çiçeğin 90 tanesi açmış dokuz tanesi ise tomurcuk durumdadır. Beş adet saksıyı ve dal budak salmasını hayat ağacı, içerisinden çıkan 99 çiçeği ise Allahü Teâlâ’nın 99 ismi olarak tasavvur edebiliriz. Buradaki inceliğin önemi şudur ki “Rahmetim Gazabımı Geçti” ayet-i kerimesine istinaden Allah’ın 90 isminin rahmetine, 9 isminin de gazabına delalet ettiğini, mimarın da mihraba kalbi ile bakacak olanlara Allah’ın isimleri ile nasihat ettiğini hatıra gelmektedir. Daha evvel yerinde Halil Paşa Mescidi’nin bulunduğu Rüstem Paşa Camii Mimar Sinan tarafından su basma tehlikesine karşı alt katına dükkânlar yapılarak inşa edilmiştir. Osmanlı çini sanatının en önemli örneklerinin yer aldığı bu eşsiz camii, kubbe eteklerine kadar her taraftan çinilerle kaplıdır. Özellikle çinilerinde yer alan rölyef misali kabarık mercan kırmızı rengi ve lale motifleri ile sanatsal anlamda büyük değer arzetmektedir. Sanat tarihçileri ve mimarlar tarafından Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye Camii’nin bir küçüğü olarak nitelendirilen Rüstem Paşa Camii devrin bu en eski mekânında elmas misali parıldayan bir mücevher gibidir. Rüstem Paşa Camii tüm dünyada olağanüstü güzellikteki çinileri ile tanınmaktadır. Türkiye’nin en zengin çini koleksiyonu ve
sanatsal anlamdaki motifleri bu camiinin duvarlarında yer alır. Rüstem Paşa Camii’nde bulunan çini motiflerinin saray atölyelerinde yine saray ustaları tarafından tasarlandığı ve İznik’te özenle imal edildiği rivayet edilir. Bir rivayete göre ise İznik’te imal edilen çiniler yetiştirilemeyince sırf bu caminin çinilerinin yetiştirilmesi için Kütahya’da bir çini fabrikası kurulmuş ve camiinin çinileri buralarda imal edilerek camiye getirtilmiştir. Fakat diğer birçok Osmanlı eserinin başına gelen uluslararası hırsızlık olayları bu görkemli yapının da başına gelmiş ve duvarlarında yer alan çinilerin azıları çalınmıştır. Zaman zaman geçirdiği restorasyonlarda çalınan çinilerin yerleri kapatılmaya çalışılsa da iş bilmezler sebebiyle ortaya komik bir görüntü çıkmıştır. Ol camii ki asumandan turaba inen bir nurdur. Banisinden armağan Ümmet-i Muhammed’e en kutlu yoldur.
Uzun uzun izleyin çinileri ve dinleyin asırlar öncesinden Sinan’ın bize vermek istediği mesajı.
Sizlerde bir gün mutlaka Rüstem Paşa Camii’ne düşürün yolunuzu. Tefekkür ve sükûnetin adresinde huzur bulun. Şehrin ve belki de dünyanın bu en önemli ticaret merkezinde, Tahtakale’nin dar ve yoğun sokaklarını adımlarken usulca, tıkayın kulaklarınızı yükselen seslere. Burnunuza gelen baharat kokularını, yükselen pazarlık seslerini, konuşulan hesap ve para kelamları duymadan ilerleyin dar sokaklardan. Sepetçiler Çarşısı’nın hengâmesini, Büyük Çukur Han’ın kasvetli havasını geride bırakıp, başınızı hafifçe eğerek girin kapıdan. Dar ve karanlık merdivenleri, dönemi hissederek çıkın. Son merdiven bittiğinde yine başınız önde dalın avluya ve belki de huzura. Uzun uzun izleyin çinileri ve dinleyin asırlar öncesinden Sinan’ın bize vermek istediği mesajı. Taş yapıdaki oymaların inceliğini, motiflerindeki kıvraklığın derinliğini, masmavi çinilerin ahengini keşfedin. Rüya gibi, biblo gibi, tablo gibi, ünü kıtaları aşan Rüstem Paşa Camii’nin harim kısmına oturup yer kubbeden asumana bir dua ulaştırın. 37
ığmazsınız bazen ruhunuzun odalarına. O odaların anahtarlarını alıp kaçmıştır ahraz güvercinler!.. Kalbinizin başkenti de yetmez içinizdeki sahipsiz şehirlerin çığlığını bastırmaya. Bütün bu hengâmeyi atlatmanın tek yoludur bir şehrin koynunda, kendinizi araya araya geçmişin gerdanına dizilmek. Bu esnada sessiz olup tarihin, şehrin, köyün, mezar taşlarının lisanına kulak kesilmek; size sunulacak efsunlu yağmurlara eşlik etmenin ilk adımıdır.
SİLLE:
HOŞGÖRÜ VE BARIŞIN YURDU Sille… Konya ili Selçuklu ilçesinin 8 km kuzey batısında, antik bir Rum beldesi. İçinden geçen derenin iki yakasına kurulmuş. Burada hayat, beş bin yıldır kesintisiz devam ediyor. Mehtap ALTAN/ Fotoğraf: İsmail UÇAR
Evet… Yine bir şehrin ceplerine saklanıp, içimizdeki şehre yolculuk zamanı deyip düştük yollara. Konya’ya gitmek demek, Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin Türbesine mutlaka uğramak; ney sesinin size refakati ile manevi tılsımın avlusunda çoğalmak demektir. Ayrıca “Asıl açlık ruhun fukaralığı idi! Hoşgeldin Sultan” diyen yanımızla, mübarek aya günler kala ruhumuza yapılacak bayram temizliğinin hazırlığı da, bir o kadar huzur verici idi. Birkaç yıl öncesinde müzedeki pirinç tanelerini ilk gördüğümde, sanatın maneviyat ile hemhâl oluşunun o dayanılmaz tılsımına şahit olmuştum. Açıkçası bu defa Mevlâna Müzesinde ki Hattı Gubari sanatı ile yazılmış, üzerinde ayetler olan pirinç tanelerini görememek biraz üzmüştü beni ama olsun, o manevi ortamdaki sükût yetiyordu her şeyi unutturup asıl olanı hatırlatmaya... Pirinç tanelerine duyulan bu garip özlemle yolumuza devam ettik. Üstümüze başımıza sinen ney sesinin bizi Sille’ye sürüklemesi, bir yazının yazgısına rota demekti. Evet, yazının da yazgısının olduğunu her defasında hatırlatan Rab, mürekkebimizin ufkunu da veren değil miydi? O paha biçilmez huzuru da yanımıza alıp; cümlelerin ağlarını örecek olan tarihin beşiğinde; geçmiş/gelecek nidâsını ağırlamak vakti gelmiştir diyerek devam ettik yola. Sille… Konya ili Selçuklu ilçesinin 8 km kuzey batısında, antik bir Rum beldesi. İçinden geçen derenin iki yakasına kurulmuş. Burada hayat, beş bin yıldır kesintisiz devam ediyor. Sille köyüne uzaktan baktığınızda dev bir kuş ve koca kanatlarını görür gibisiniz. Dere; kuşun o güçlü ve birleştiren bedenini, derenin her iki yakasındaki din/dil/kültürleri halklarsa kanadını tasfir ediyordu sanki. Bir kanadında Müslüman Türk halkı, diğer kanadında Rum Hristiyan halkı… Bu iki yakayı keskin bir çizgi ayırmamış
sayı//24// temmuz 38
hiçbir zaman. Bunu duymak, insanların doğal hayatına sorunsuz devam ettiğini bilmek, işin en güzel tarafıydı. Ki gezimiz sırasında barışın ve hoşgörünün sembolü olan bu köyde, Hristiyan ve Müslümanların yüzyıllarca birlikte yaşamasının sırrını edindiğimiz bilgilerden öğrenmekten ziyade; görerek, hissederek ve o dönemden süregelen halk ile iletişim kurarak da fark etmek güzeldi, çok güzel… Günümüzde yaşanan bölücülük, ayrımcılık gibi; insanları barış ve huzur dolu hayattan uzak tutan negatif adımlara inat yaşanan bu güzelliği pekiştirmek adına, bize birkaç yıl önce gerçekleşen güzel bir olaydan da bahsedildi. Mübadele döneminde kilisedeki bir din görevlisinin, Müslüman bir komşusuna kiliseye ait piyanoyu “kilise bir gün açılırsa tekrar kiliseye teslim etmeni istiyorum.” demesi üzerine üç yıl önce bu söz yerine getirilir. Kiliseye bu emaneti üç kuşak sonraki kişi, emin şekilde teslim eder. Yıllar önce de şimdi de barış, hoşgörü, kardeşlik ruhunu topraklarına giydiren Sille halkının, sanırım ülkemize vereceği çok mesaj var, çok!.. “Medeniyet yıllarca var olmuş ama yaşamamış!” diyen Sille’nin yerlisi ve bize gönüllü rehberlik yapan İsmail Uçar’ın cümlesindeki sırrı, bu güzel beldeyi gezerken çözmek, çok da zor olmadı. Yumuşak volkanik kayalara oyulmuş mağaraların bazıları zamanında mezar, bazıları kilise, bazıları yaşam alanı olarak kullanılmış. Yüzyıllar öncesinden emanet diye nitelendirdiğimiz bu hazinelerin zamanımızda
nasıl kullanıldığını duymak, görmek üzücü idi. Tuvalet ihtiyaçlarını karşılayanlardan, duvarlara adlarını kazıyan cehaletin son temsilcilerine ve ve ve tahmin edilebilecek birçok ucuz ayrıntının buralarda gerçekleşmesine kadar... Sahip çıkamadığımız her emanetin vebâli, geleceğin pencerelerini kıra kıra gelen karanlık demektir! Sahi! Hazır mıyız karanlığın avurtlarında biriken boşluğun, insanlığı kamçılayacak son cümlesine?
Duruşuna kurban olduğum Karataş Cami, oracıkta şiir ediyordu ân’ı bize…
Aklımızda biriken sorgular, Sille ziyareti boyunca tarihin kıymetli rüzgârında kısa süreli molalar verdiriyordu bize. Selçuklu, Bizans, Roma, köprüler, camiler, gösterişli bir hayatın izlerini üzerinde barındıran koca evler ve Sille’nin duvağı diye nitelendirdiğim mezar taşları, her yerdeler ama dağınık bir şekildeler. Garip bir ironinin penceresini de açar gibiler. Dağınık duran bütünlüğün ezgisi saklı her yerde! Bu arada Sille’deki evlerin manzarası, birbirlerini ve güneşin pencerelerden girişini engellemeyecek şekilde inşa edilmiş. Evet, eskiye dair çok az ev ya da kalıntılar kalmış ama o ince detay bir şekilde dikkatinizi çekiyor. Düşünmeden edemiyoruz; şimdiki olanaklara rağmen insana göre değil, paraya göre yapılan inşalar ve geçmişte tüm olanaksızlığa rağmen önce insan diye düşünülen mimari!.. Karataş Cami, Aya Elena Kilisesi’ni çaprazdan kesen yamaçta herkesten ve her mekândan uzakta, kendi cumhuriyetini kurmuş gibi bekliyordu bizi. 18. 19. Yüzyıl eseri olan Karataş Cami, 2008 yılında Selçuklu Belediyesi tarafından aslına uygun şekilde restore edilmiş. 39
Düşünsenize, aklınızdan geçirdiğiniz birkaç dakika sonra başınıza geliyor. Ama en insanî bereketiyle...
Sille’yi bekleyen bir derviş nidâsında… İhtişamının gölgesine sakladığı bir gariplik de var sanki. Gariplik makamını üzerine hırka diye giyinen canlı cansız her varlık, her duruş, hakikatin aynasında yerini alandır. Sille Köyü’nün hangi köşesine, hangi kanadına ve hangi sokağına gidersek gidelim Karataş Camii gürültü yapmadan kendini fark ettiriyordu!.. “Seherde açan güller hatrına, susun ve dinleyin! Dinleyin ki dağlara serpilmeyen buğdayların, ağıtı değsin gönlünüzün duvarlarına. Değsin ki, aç kalan ruhunuzun duası dağlasın, kalabalığınızı!” Duruşuna kurban olduğum Karataş Cami, oracıkta şiir ediyordu ân’ı bize… Sille’de kayalara oyulmuş pek çok kilise, Osmanlı mezar taşları ve bugüne kadar gelebilmiş Aya Elena Kilisesi de var. Bu kilise Bizans imparatoru Konstantin’in annesi Helena tarafından Michael Archangelos adına MS. 371’de inşa ettirilmiş. Kudüs’e ve Hacca geçerken kraliçe, burada heybetli bir kilisenin olmadığını fark etmiş. Bizanslıların hac yolu da olan Sille’de heybetli bir kilisenin yapılması kaçınılmaz olmuş. Heybete, gösterişe düşkünlüğün mezar taşlarına yansımaması Aya Elena Kilisesi’nde ilk dikkatimi çeken şeydi. Kilise bahçesinde sergilenen mezar taşları bütün sadeliği ile garip bir mesajın sesini duyurmak ister gibiydi… Bu arada bir denklik dikkatimizi çekiyor. Sille’yi gezerken ve sonraki araştırmalarımızda Türk ve Rum halkı arasındaki o işbirliği… Camiler
sayı//24// temmuz 40
ve köprüler Türk ustalarının, çeşme ve kiliseler Rum ustaların imzasını taşıyor. Yedi cami, yedi kilise, yedi çeşme, yedi köprü. Çoğu ayakta olmasa da kalıntıları ve bilgiler bu doğrultuda. Tabi akabinde aklınıza yedinin sırrı geliyor… Gizemin arasına bir tutam inanç serpiştirip düşünmek ülkesine atıyoruz kendimizi, yedinin sırrına nail olmak için… Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarından biri olan Ak Manastır da Sille Köyünün içinde bulunmaktadır. Şimdilerde askeri alan içinde kaldığından, ziyaret etme imkânı bulamadığımız, “Deyr-i Eflâtun” diye de bilinen bu manastır, anlatılanlara göre; Hz. İsa’nın ölümünden sonra Hristiyan inancını yaymak üzere dünyanın değişik bölgelerine dağılan havarilerden Aziz Mikael Hommenos’un izniyle oğlu Abraham Hagios Khariton tarafından yapılmış ve 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir. Bu manastır Hristiyanlar için Roma, Bizans, Kudüs güzergâhı üzerinde ki ‘Kutsal Hac’ yolculuğunda, kral yolu olarak adlandırılan mıntıka üzerinde durak niteliği taşıdığından, Hristiyan hacılar için uğranmadan geçilmeyen bir konak yeri olmuştur. Aziz Mikael’in kızı olan Listra ise Konya’nın 34 km güney batısında aynı Kutsal Hac güzergâhı üzerinde ve bugün Kilistra diye bilinen başka bir antik şehrin ev sahipliğini yapmış ve ziyaretçilerine Sille ile birlikte asırlardır kucak açmıştır. Sille farklı dil, din ve kültürlerin buluştuğu bereketli bir kültür vadisi olmaya kaldığı
yerden devam etmek ister gibi. Çünkü yıllar yılı unutulmuşluğun kuyusunda yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir suskunluğun rengi vardı üzerinde. Bu sürece verilecek önemli desteklerden biri de tarihi mirasımızı ziyaret edenlerin göstereceği titizlik olmalıdır. Hafta sonları yerli turist yoğunluğunun ardı, yerli bir düşüncesizliğe dönüşüyormuş! Ardına bakmadan gidenlerin bıraktığı bu düşüncesizlik çöplüğünü ne bir belediye, ne bir rüzgâr, ne de bir yağmur temizleyebilir… Unutmadan ekleyeyim, Sille’deki her iki dağın eteklerinde, sokak aralarında ya da derenin iki yakasında gezerken sizi hiç bırakmayan bir sadık koku takip ediyor sizi. Mum kokusu!.. Yüzyıllar öncesine dayanan Sille’deki mum imâlatı sanki süregelen bu devinimi kokusu ile kucaklamak ister gibi. Sanki beş bin yıllık kesintisiz süren bu yaşama, kokusu ile yol açar gibi. Mum atölyelerindeki her biri ayrı sanat eseri olan mumların renkleri ve şekilleri Sille’yi sembolize eden barış/hoşgörü çizgisine iliklerine dek eşlik eder gibi… Sille’den dönmeden önce üstümüze başımıza sinen tarih kokusunu, sardunyaların renkleri ile hemhâl etmek güzeldi. Sille manzarasını Asitâne adlı güzel taş mekânda çay/kahve molası ile seyreylemek ve sokak aralarında denk geldiğimiz yerli halk ile muhabbetin tadı ise biz de iyi ki’leri çoğaltan güzel gelişmelerdi. Sille gezimizin bitimine yakın, “Herhangi birinin kapısını çalsak nasıl karşılanırız?” sorusunun
cevabını canlı canlı almaksa, işin en keyifli yanıydı. Düşünsenize, aklınızdan geçirdiğiniz birkaç dakika sonra başınıza geliyor. Ama en insanî bereketiyle... Konya/Sille metaforu sahiden de hayatımın tozlu sayfalarına kurşun gibi değdi. Yolunu kesmek lâzım mirim, ruhumuzu ahraz etmeye meyledecek her adımın yolunu kesmek lâzım. Avuçlarımızda biriken dualara vav gibi kıvrılıp; ölümün koynuna gönüllü girmenin sancısını çekmek lâzım, çekmek. Ki gerçek hayatı yudumlamaya hazır yüreğimiz olsun… 41
ŞEHİR Osmanlı şehrinin gayet basit bir kimliği vardır. Biraz küçüktür, bir yamaca yaslanmıştır. Bir bakışta belli bir uzaklıktan algılanır. İsmail BİNGÖL
sayı//24// temmuz 42
ehir; binasız bir okul, kitapsız bir kütüphane ve tebeşirsiz, tahtasız bir sınıf gibidir. Oyun NEDİR? Bu sorunun cevabı netlikle verilemez. Herkesin şehir tarifi ayrıdır. Çünkü şehir kelimesinin muhteviyatından her insanın ve her kültür mensubunun anladıkları farklıdır. Şehrin ne olup ne olmadığı, şehirde aranılana, şehirden beklenilene bağlıdır. Kimine göre şehir; “kalabalık” tır, kimine göre şehir; “her aranılanın bulunduğu yerdir”, kimine göre şehir; “medeniyet”tir, kimine göre şehir; “kötülüğün yoğunlaştığı yerdir”, kimine göre şehir; “ sanatın, kültürün, edebiyatın mekânı olan yerdir”, kimine göre şehir; daha başka bir şeydir. Eğitime, bilgiye, birikime, tecrübeye ve bunlara bağlı olarak, hayata hangi pencereden ve hangi nazarla bakıldığına, bir başka yönden ise; anlamaya, algılamaya göre değişen bu sorunun cevabı; kimilerince de şudur: Bahçesi ise; birçok oyunlar, kavgalar ve antik tiyatrolarla doludur. Orada ne bir öğretmen, ne de öğrenciler bulabilirsiniz. Şehirde yaşayan herkes bu okula doğuştan kaydolurlar ve asla mezun olmazlar. Şehir değişimin bir temsilcisidir. Fikirler kök salar, bilgiler artar, düşünceler değişir, hayatlar akar gider, zaman savrulur, bedenler zedelenir; kimileri gafletlerinin, kimileri zulmetlerinin, kimileri şehvetlerinin, kimileri servetlerinin, kimileri mevkilerinin, kimileri yüreklerinde bir ömür sakladıkları derin ve ince bir hikâyenin esiri olurlar ve böylece insanlar “ öğrenirler.” Ya da öğrendiklerini sanırlar. Çünkü bu öğrenme insan için her zaman iyi olmaz. Toplumun sinir sistemi, tarihinin ve geleneklerinin ambarı, inançlarının ve değerlerinin en dürüst ifadesi olan şehir; zaman içerisinde kutsal bir yere veya yaşayan bir cehenneme, insan öğüten bir değirmene dönüşebilir. Böylesi şehirler, insanın tabiatını besleyip geliştirebileceği gibi, hayvandan aşağı zorba bir karaktere dönüşmesini de sağlayabilir. “İnsanları sadece okullarda ve akademilerde değil, her faaliyette, her toplumsal sorumlulukta ve her toplantı yerinde şekillendiren ve yönlendiren şey şehirdir.” (1) Peki içinde bütün bunların veya daha başka şeylerin olduğu, nice kavgaların yaşandığı, nice masalların, hikâyelerin, büyük aşkların ve sevdaların anlatıldığı, bazen başımızı alıp gitmek istediğimiz, bazen dargınlığımıza, hüznümüze, dostluğumuza mekân yaptığımız şehir; dışına neyi ya da neleri yansıtmalıdır?
Şehirlerimizi yönetmeye talip olanlar acaba şehir hakkında yazılmış kitaplardan hangisine bakabilme fırsatını buldular veya bakmak gibi bir gayretin içerisinde oldular? Şehrin sadece binalardan, yollardan ve altyapıdan oluşmadığını görmek için bunu yapmanın gerekli olduğu hususunda bilmem ki çok söze hacet var mı? Soruyu tekrar soralım; şehir neyi yansıtmalıdır? “Şehirlerin Ruhu” adıyla dilimize çevrilen kitabın yazarı Gülzar Haydar’a göre; “Tarihî olarak şehir; kurumları, yapısı, mimarisiyle, tasarlayanların yani mimarlarının ve yaşayan halkının değer yargılarını yansıtır.” (2) Andre Marlaux sanat psikolojisi üzerine yazdığı yazılarında şehir için “duvarsız müze” tabirini kullanarak şehre büyük bir anlam yükler. Kevin Lynch ise, insan gelişimini kolaylaştırmasında şehrin potansiyeline maddî, insanî ve çoğulcu açıdan yaklaşır. Gelenekler ve inançlar konusunda şu açıklamayı yapar yazar: “Şehir planlamacılığında ve düzenlenmesinde en önemli çaba, şehrin gelişim yönlerini anlamak ve bunları arttırmak için yollar bulmaktır.” (3) Şehir; kalabalığının, gelip geçeninin çok olmasından dolayı anonim bir yapıya sahiptir; yabancıları barındırır ve şarlatanları, düzenbazları umursamaz, her türlü kişilikten insanı kendine çeker. Şehirde düşünceler ve nesneler yanlış gösterilebilir, verimli başarılar hokkabazlığa dönüşür, sihirbazlar, eski hastalıklara yeni ilaç satanlar, felaket tellalları, sapıklar, toplum düşmanları, yankesiciler çıkar, tehlikeli hileler ve entrikalar oluşur. Şehir sakinleri bu günahı teşvik eden ayartıcı ve aldatıcı ortamda hayatlarını sürdürmeyi ruhî ve fizikî refleksleri kuvvetlendikçe öğrenir, ‘şehir uyanığı’ olurlar. Sorunları ve tehlikeleri birçok aldatıcı maskenin altında bile tanıyacak bir sezgi geliştirirler. (...) Şehir yaşayanlarına kandırılmamayı öğretirken, bir yandan da herkese karşı güvensizlik aşılar. Günümüzdeki şehirler ise sürekli olarak hızlı ulaşıma zorladığından ve gitgide daha az yürüdüğümüzden mekân, uzaklık ve zaman kavramlarımız önemini kaybeder. Aynı zamanda görme alışkanlığımız ve çevreye bakışlarımız da değişir.” (4) Günümüzde şehirler için tehlike sınırını bile geçmiş durumlardan biri; şehir kavramına ve şehir kimliğine aşina kişilerin azalması ve hatta neslinin kesilmesidir. Bu ise şehirlerin
geleceği açısından büyük tehlike oluşturmakta, şehirlerin kendine has kimliğini her geçen gün biraz daha aşındırmaktadır. Zira; “İç göçün insan malzemesini kırk elli yıldır harmanladığı, yerlilik kavramının anlamını âdeta unutmuş şehirlerde, bu gibilerin nesli ya tükenmiştir ya tükenmek üzeredir. Türkiye’de şehirler betonarmenin hızla istila ettiği “kent”ler haline gelirken yerlilerini de kaybederek kendilerine her gün biraz daha yabancılaşıyorlar. (...) Bir şehrin yerlisi kalmamışsa, o şehrin kendine has çehresini ve hususiyetlerini koruyacak ve savunacak kimse kalmamış demektir. Ne yazık ki, şehirlerimizde asıl manasında yerlilerin sayısı büyük bir hızla azalmakta ve kalanların çok azı, doğup büyüdükleri şehrin kimliğini koruma yolunda mücadeleyi göze almaktadır. “ (5)
Şehir; " sanatın, kültürün, edebiyatın mekânı olan yerdir",* Günümüzde şehirler için tehlike sınırını bile geçmiş durumlardan biri; şehir kavramına ve şehir kimliğine aşina kişilerin azalması ve hatta neslinin kesilmesidir.
Bu anlamda; şehir kimliği üzerine kendin has düşünceleri olan merhum Feyyaz İbrahimhakkıoğlu’na göre; “Şehirlerin ihtarcıları” olmalı ve şehre, şehirli kimliğine zarar veren, kültürel açıdan yozlaştıran noktalara dikkat çekmeli bu ihtarcılar... Hâlbuki günümüzdeki şehirlerimizi göz önüne getirirsek; şehrin ihtarcılarını bütüne yakın oranda kaybettiği gerçeği ile yüz yüze geliriz. Cümlelerimize bir soruyla daha devam edelim: “Bir şehrin kimliğini belirleyen, o şehirde yaşayan insanlar mı, yoksa şehri oluşturan fizikî özellikler mi ya da o şehri gezmeye gelen insanların akıllarında kalan imajlar mıdır?” Her şeyden önce akla, fizikî faktörler geliyor; yani coğrafyası, ovası, dağı olabilir. Bir sahil şehrinin kimliği, istese de istemese de içerdeki, ovadaki şehrin kimliğinden farklıdır. Türkiye’de çok geniş sahiller olmasına rağmen çok az şehrin sahil kimliği vardır. Yani deniz kenarında olmasına rağmen denize küskün şehirlerimiz çok sayıdadır. Sanki bir İç Anadolu şehri gibi de, tesadüfen sahilde kurulmuş gibidirler. Bunun ötesinde, o yerleşmenin toplu olarak mimarî anlatımı bir başka faktördür. Yani bahçeli şehir düzeninde midir! Ayrık düzende midir! Blok düzende midir? Osmanlı şehrinin gayet basit bir kimliği vardır. Biraz küçüktür, bir yamaca yaslanmıştır. Bir bakışta belli bir uzaklıktan algılanır. Evlerin ölçeği hemen hemen birbirine eşittir. İnsanların sağduyusu ve duyarlılığıyla evler öyle bir yönlendirilmiştir ki, biraz iklime bağlı olarak, biraz yanındakinin görüntüsünü örtmemek için müthiş canlı organik bir hava oluşmuştur. Bu bir kimliktir. Bütünüyle, sürekliliği olan bir veridir ve
43
Türk mimarları toplansın, Türk’ün yeni hayatına göre İngiliz evi gibi bir Türk evi tasavvur edilsin,
güçlü bir kimliktir. Bu sebeple tarihi şehir dokusunun ve parçalarının korunması büyük önem arz etmektedir. Ne var ki; koruma düşüncesi, ülkemizde bu kadar çok korunacak şey olmasına rağmen hala başkalarına aittir. Bu konuda anlamlı ve gerçek bir kamuoyu henüz daha oluşmamıştır. Bunun arkasında bilinçsizlik, kültürsüzlük birazda yapamamazlık vardır. İnsanlar şehirleri üzerine karar verme yetkisini ne merkezî iktidara, ne “yerel yönetim”lere ne de şehir konusunda “evrensel bilimselliğin” taşıyıcısı olduğunu iddia eden uzmanlara bırakmamalıdırlar. Şehirliler işe karışmadan, hiçbir yerel yönetim, şehirlilere “ideal”, “kimlikli” şehir, hem “vaat edemez” hem de gerçekleştiremez. Mutlaka orada yaşayanların yardımı ve bilinçli tavrı gereklidir. Yaşayanların ortak bir kültürü, dolayısıyla ortak bir geçmişi bulunur ve bu geçmişi kaybetmemek için törelere ve geleneklere sıkı sıkıya sahip çıkılır. Tabii bunların içinde geçmişin bağnazlığında üretilmiş ve insan unsurunu küçültücü, faydadan çok zarar verici olanları hariçtir. Bunun gibileri insanın gelişmişliğinin ve bilinçlenmesinin önünde bir engeldir ve gerçek inançta, bilgiye ve bilime dayalı anlayışta, yani günümüzün dünyasında yeri yoktur. Bu yaşantı içerisinde “mahalle kavramı” öne çıkar ve onun en önemli unsuru da komşuluktur. Bu tür yerleşimlerde, ev değiştirilse de, ilişkisi devam eder ve eski bağlantılar yeni semte ve yeni komşulara rağmen sürdürülmeye çalışılır. Oysa modern yerleşimlerde konut bölgesi değiştiğinde genellikle komşularda değişir ve zaten eski komşularla ahbaplık düzeyinde bir iletişim olmadığından yeni yerleşime ilişkiler taşınmaz ya da taşınması zordur. Geleneksel yerleşimlerde mahalle otoritenin, bir denetimin adıdır. Gelen geçen dikkatle incelenir, tavırlarında bir yanlışlık gözlenirse müdahale edilir. Çocuğun evinden, mahallesinden uzaklaşması mahalle disiplinine aykırıdır. Mahalle eninde sonunda geri dönülecek bir yuvadır. Kişi yaşadığı yerden bağımsız hayallere ve beklentilere giremez, toplumdan dışlanmayı göze alamazdı. Evden ve mahalleden ayrılmak gözü arkada kalmak demektir. Kiracılar modern yerleşimlerdeki gibi sadece ev sahibinin konutunu geçici olarak kullanan gelir kaynağı değil, ev sahibinin otoritesini göstereceği, gerek sevip, gerekse evdeki zamanı boyunca en çok vakit geçireceği kişilerdir.
sayı//24// temmuz 44
Mahallenin, sokağın olduğu geleneksel hayat tarzında ev, bir yandan sıcaklık, kalıcılık ve güven anlamı taşırken, yani yuva iken diğer yandan, büyülü ve derunî yapıdır aynı zamanda. Ne yazık ki modernizmle birlikte evler belirli bir hayat tarzına göre şartlandırılmış tüketicilere belli bir standartta sunulan para kazanma aracına dönüşmüştür. Geleneksel yerleşimlerde evdeki eşyalar ağır, oturaklı, tarihleri içinde bulundukları evin tarihleriyle doğrudan bağlantılı, kalıcı ve güvenilir eşyalardı. İnsanın ev içi anıları eşyalardan bağımsız anlatılamazdı. Modern yerleşimlerde ev eşyaları hafif, kaygan, her an eskiyip yenilenebilir, kalıcı olmayan sessiz nesneler haline gelmiştir. Şehir de insan gibidir ve hatırlanmayı bekler. Ara sıra olsun fark edilmeyi, aranıp sorulmayı, dünyasında nelerin döndüğünün, nelerin azalıp eksildiğinin, nelerin hangi şekle dönüştüğünün bilinmesini ister. Bir kenara itilmiş olmayı, ahvalinden bihaber yaşanmasını, zamanın sürekli ondan bir şeyler götürmesini, çöküntüyü, harabat olmayı, güzelliğin elinin gün gün uzaklaşıp, çirkinliğin insafına terk edilmeyi hazmedemez. Bu durum onu, bir yıkıntıya çevirir, eprimiş, pörsümüş bir yapıya dönüştürür. Bundan kurtulmak, böyle bir yalnızlığa, ilgisizliğe mahkûm olmamak için, kendi lisanınca feryat eder, şehir sevdalılarını ya da şehirden sorumlu kişileri bu halinden haberdar etmek ister. Ancak onların çoğu, onun bu içten içe çürüyüşünü, eriyip yok oluşunu ve giderek tarih oluşunu ya görmezler ya da bazı sebeplerden ötürü görmezden gelirler. Hadi görmemeleri neyse de, görmezden gelmeleri affedilir gibi değildir. Şehir için bu, ölmeden ölmek ya da ölüme terk edilmek demektir. Asırlardır; caddeleri, sokakları, çarşıları, pazarlarıyla hizmet ettiği insanoğlunun bu yaptığı vefasızlık ve nankörlük değilse nedir? Yazdıklarıyla kültürümüzü gelecek kuşaklara taşıyan kişilerin başta gelenlerinden biri de; şiirimizin büyük ismi Yahya kemal Beyatlı’dır. “Mektuplar, Makaleler” adlı kitabının 137. sayfasındaki “Türk Evi” başlıklı yazısında söyledikleri, içerik ve dil açısından biraz ağır olsa da; şairin geçmişteki şehir kültürümüz ve göçebeliğimiz konusunda yazdıkları yüksek manada bir öneme sahiptir. Günümüz Türkçesine uygun hale getirerek vereceğimiz metinde anlatılanları lütfen dikkatle okuyunuz: “Kaç kişiden hasretli bir sesle: Ah bir evim olsa! Hayatta başka bir şey istemezdim! temennisini
işittim; böyle bir arzu besleyen kaç kişi nerede ve nasıl bir ev tahayyül ettiğini anlattı. Benim birkaç erkek ağzından işittiğim bu hasret, kadınlarımızın kalbinde kim bilir ne kadar derindir? Onlar böyle bir saadeti acaba nasıl özlerler? Bizim ki lisanımızda izdivaç kelimesi evlenmek mastarıyla ifâde olunur. İzdivaç etmiş erkeğe ve kadına evli denilir, ev bark hayatta en güzel bir kıymeti ifade eder. ‘Ev kadını’, kadınlığa izafe edilen en yüksek sıfattır. Bilâkis bekâr ve iç güveyisi hoş telâffuz olunur kelimelerden değildirler. Böyle uzun süren bir göçebe hayatından bıkkınlık geleceği, bu durumdan bezeceğimiz tabii idi. Şimdi: Ah bir evim olsa!... diyenler çok irsî bir arzuyu ifade ediyorlar. Türk evi bozulduktan sonra yalnız ev şevkini değil, cedlerimizin yere yurda çok bağlı olduklarını da unuttuk. Avrupa’dan aldıkları yarım ilimle felsefe yapan tarihçilerimiz, yazarlarımız, bizim nasıl bir göçebe halkı olduğumuzu bin kere yazdılar. İspata kalkıştılar. Yataklarımızı gece dolaptan çıkarıp yere serdiğimizi, sabahleyin tekrar kaldırıp dolaba koyduğumuzu göçebeliğimizden kalan bir misal gibi gösterdiler. Evlerimizde, mangalı, şilteleri hep nakli kolay eşya gibi telâkki ettiler. Bu felsefe yaptıklarını iddia edenlerin iddialarını ispat için gösterdikleri bu misaller ne derece doğrudur? Çünkü diğer misaller var ki bunları şiddetle reddediyorlar, eksik buluyorlar... Oysa eski Türk evlerinde duvarlar topla yıkılmayacak kadar kaim ve metindirler. Kış odalarındaki ocaklar çiniden ve asırlarca duran eserlerdir. Nakli kolay eşya mutlaka göçebe hayatına mı delâlet eder? Kadim Atina’da ve kadim Roma’da ev gayet sade ve eşyası; bizde olduğu gibi nakle elverişliydi. Hâlbuki eski Atinalılar ve eski Romalılar çok yerli yurtlu insanlardı. Bizi, yine göçebe gösteren bilgiçlerin kafaları karışık, iddiaları yalandır. Daha açık bir ifade ile Türkün bu vatanda yerleşmemiş ve göç etmeye hazır bir unsur olduğunu ispat etmeğe çalışan ecnebiler bu fikirleri yaydılar. Bizim bilgiçlerimizi avladılar. Cedlerimiz göçebe değildiler, fethettikleri memleketlerde yerleştiler. Şehir, mahalle, sokak, semt, dere, tepe, dağ, nehir isimlerini Türkçeleştirdiler. Rumeli’yi kaybettik, Türk şehir ve semt isimlerini unutturmak bir türlü mümkün olmuyor. Biz ancak bu son asırda Türk evi bozulduktan beri kiralık evlerde sürünüyoruz. Eski Türk evini tahayyül, şiir sahasında kalsın; onu
hayatta bir daha ihya etmek mümkün değildir. Cedlerimizin evleri ve eşyası yaşayışlarının tarzından doğmuştur... Bağdaş kurmak; şilteyi, minderi, sahandan elle yemek; leğenle, ibriği, el silecek sırma havluları icat etmişti. Bütün bu güzel şeylere elveda... Avrupa’nın yaşayış tarzı bizi değiştirdi, tepeden tırnağa kadar yeni öğretmenlerimize benziyoruz. Saçlarımızı onlar gibi kestiriyoruz, onlar gibi tıraş oluyoruz, onlar gibi yiyor, onlar gibi içiyor, onlar gibi yatıyor, onlar gibi çok ayakta duruyor, az oturuyoruz.
Şehir, mahalle, sokak, semt, dere, tepe, dağ, nehir isimlerini değiştirdiler.Rumeli’yi kaybettik, Türk şehir ve semt isimlerini unutturmak bir türlü mümkün olmuyor.
Yeni öğretmenlerimize yaşayışına, giyinişine, yiyip içişine özendiğimizden beri Türk çarşısı yıkıldı. Türk üslûbu ortadan kalktı. Bütün bu güzel şeyleri biz de Avrupalılar gibi; eski zamanların yadigârı olarak duvarlarımızda, masalarımızın üstünde seyredeceğiz. Bununla beraber, yeni bir Türk evini arzuluyoruz. Hangi mimarımız bu güzel hayâle vücut verecek. Yedi sekiz sene evvel Hamdullah Suphi ile böyle bir fikri kanatlandırmak istiyorduk. Arzu ediyorduk ki, Türk mimarları toplansın, Türk’ün yeni hayatına göre İngiliz evi gibi bir Türk evi tasavvur edilsin, bulunacak netice matbuatta her Türk’ün hayâline nakşedilsin, yaptıracağı evin plânını ve üslûbunu ya kendi keyfine göre uyduran yahut da mimarın keyfine bırakanlara yol gösterilsin. Bu düşünceler, bu günlere göre midir? Ben bilâkis zannediyorum ki; on, on beş sene evvelki rehavet senelerimizde bunları ne düşünür, ne yapardık. Bu son feci imtihan bizde hayat arzularını, yer ve yurt sevdalarını kuvvetlendirdi. Hayat için, kavgada gösterdiğimiz kudreti, barıştan sonra bu sahalarda da gösterebiliriz. Düşündükten sonra yapmak kolaylaşır.” (6) Hayali bir gün gerçekleşir mi bilmiyoruz ama üstat Yahya Kemal Beyatlı’yı geçmişin şehir kültürünü hatırlatmaya çalıştığı bu güzel satırlarından dolayı bir kere daha hürmetle ve rahmetle anıyoruz. KAYNAKLAR: 1-Gülzar Haydar (Çev: Gürkan Sekmen) Şehirlerin Ruhu, İnsan yayınları, İst 1991, s. 60 2- A.g.e.s. 21 3- A.g.e.s.60 4- A.g.e.s.65 5- Beşir Ayvazoğlu, Defterim Kırk Suret, Ötüken Yayınları, İstanbul 1996, s.52 6 Yahyâ Kemâl; Tevhîd-i Efkâr, 23 Mart 1922. 45
BİR İSTANBUL İZLENİMCİSİ: RESSAM
SELAHATTİN KARA Osmanlı’nın son dönemlerinde Fransa’ya sanat eğitimi için giden öğrenciler, izlenimcilik akımının etkisinde kalmışlardır. Av.Sabri ÖZTÜRK*
* TBMM Giresun Milletvekili
sayı//24// temmuz 46
9.Yüzyılın ikinci yarısında Paris’te bir grup ressam, alışılagelmiş resimlere hiç de benzemeyen eserlerden oluşan bir sergi açmıştı. 1873 sonlarında açılan bu sergiye sonradan kendilerine “empresyonistler/izlenimciler” denilen Claude Monet, Paul Cezanne, Edgar Degas, Camille Pissarro, Alfred Sisley ve Auguste Renoir gibi sanatçılar katılmışlardı. Bu sanatçıların eserlerinde Rönesansın kökleşmiş resim anlayışının, klasik çizim yöntemlerinin aksine sıradan konular, özensiz gibi duran fırça vuruşları dikkati çekiyordu. Öyle ki sergiyi gezen sanat eleştirmeni Louis Leroy, Monet’nin izlenim/gündoğumu adlı resmini incelerken “tamamlanmış bir deniz resminden çok, gelişme aşamasındaki bir duvar kağıdı” diyerek eserlere karşı adeta dudak bükmüştür. Eserlerine daha çok renk, ışık kullanan izlenimci ressamlar, kendilerinden sonra bütün dünyayı etkilemişler ve modern sanatın öncüleri olmuşlardır. Osmanlı’nın son dönemlerinde Fransa’ya sanat eğitimi için giden öğrenciler, izlenimcilik akımının etkisinde kalmışlardır. Burada yetişen sanatçılar, ülkemizde öğrenciler yetiştirmişler, onlar da Cumhuriyetin ilk yıllarında önemli eserler vermişlerdir. Halil Paşa, Hoca Ali Rıza, İbrahim Çallı, Hikmet Onat ve Nazmi Ziya gibi sanatçılar bunlardan başlıca isimlerdir. Türkiye’de izlenimcilik akımı, batıya oranla geç ortaya çıkmıştır. Bu akımı takip eden ressamlar önemli eserler vermişse de, izlenimcilik zirveye ulaşmadan ülkemizde ilgi diğer modern sanat akımlarına yoğunlaşmıştır. Ancak son yıllarda “İstanbul Ressamları” diye bilinen bir kuşak, özellikle izlenimcilik akımını adeta kaldığı yerden takip ederek zirveye doğru çıkarmaktadır. İşte bu izlenimci ressamlardan biri de İstanbul aşığı Selahattin Kara’dır. 1958 Çayeli doğumlu olan Selahattin Kara, ta çocukluk yıllarından beri resim öğretmenlerinin de yönlendirmesi ile resme başlamış, izlenimci ustaların hayranı olmuştur. İçinde doğup büyüdüğü Rize’nin Çayeli İlçesi, maviyle yeşilin binbir tonunu barındıran doğasıyla Selahattin Kara’nın adeta ilk ilham kaynağı olmuştur. Öyle ki öğretmenin teşvikiyle açık havada resim yapmaya orada başlamış, ışığın doğada ve denizde yarattığı etkiyi, renk cümbüşünü izleyerek tuvale aktarmaya ilk olarak Karadeniz’de başlamıştır. Bir Anadolu ailesinin çocuğu olan Selahattin Kara, başlangıçta Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Bölümünü kazanmıştır. Ancak
kendi ifadesiyle, “yarımlarımı da belirleyecek olan aklımı ve mantığımı yenip geçen karşı koyamadığım bu muazzam hisler” sanatçıyı ailesinden gizli olarak hemen yanı başındaki Resim Bölümünü seçmeye zorlamıştır. Güzel Sanatları bitirdikten sonra bir müddet öğretmenlik yapmışsa da, içindeki sanatçı tutkusu, özgür olma isteği onu bırakmamış ve ressam olarak çok çetin ve zorlu bir döneme girmiştir. Öyle ki ülkemizde sanatçı olarak ayakta kalabilmenin bedeli vardır. O yüzden bir yandan resim üretmiş, bir yandan hayatla adeta kavga etmiştir. Bu nedenle Selahattin Kara, “ hayatta ödül ve bedel aynı kulvarda koşar” der. Hem bedel ödemiş, hem de bugün çok önemli bir sanatçı olarak ödülünü almıştır. Selahattin Kara, uzun süre Ortaköy’deki atölyesinde çalışmıştır. Ortaköy’ün Camisi, meydanı, kayıkları, balıkçıları, sokakları, kısaca tüm yönlerini resmetmiştir. Bu yüzden sanatçıya “Ortaköy Ressamı” da denir. Şu anda Nişantaşı’ndaki atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. Selahattin Kara, tam bir İstanbul aşığıdır. İstanbul’un sokakları, tarihi camileri, balıkçıları, tekneleri, iskeleleri, tarihi çeşmeleri, sokaktaki sıradan insanları, kısaca İstanbul’a bakıp da insanda güzel bir etki bırakan ne varsa Selahattin Kara’nın resimlerinde bulmak mümkündür. İstanbul’un giderek kaybolan, betonlaşmaya inat direnen bu güzellikleri, Selahattin Kara resimlerinde adeta ölümsüzleşmiştir. Üsküdar, Kadıköy, Haydarpaşa Garı, Kızkulesi, Göksu Deresi, Anadolu Hisarı, Boğaziçi, Ortaköy, Beşiktaş, Sultanahmet Meydanı, Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı, Beyazıt Meydanı, Süleymaniye, Yeni Camii, Zeyrek , Eyüp Sultan, Arnavutköy, Sarıyer, Rumeli Kavağı, Arnavutköy, Beykoz, Taksim…Kısaca İstanbul’un güzel olan her köşesi Selahattin Kara’nın resimlerinin konusu olmaktadır. Selahattin Kara, uzun yıllar diğer izlenimciler gibi açık havada ışığın etkisiyle doğada oluşan renkleri tuvallerine aktarmıştır. Ancak son yıllarda iyice sıkışan kentin zor şartlarında , güzellikleri arayıp bulup yaptığı eskizler ve çektiği fotoğraflardan yola çıkarak atölyesinde daha büyük ebatlı tuvallere bunları aktarmayı tercih etmektedir. Belki de palet kullanmayan tek ressamdır. Onun paleti, sırasını bekleyen boş tuvalleridir. Palet niyetine kullandığı tuvallerde kalan boya dokusu, o tuvale resim
yapıldığında ayrı bir etki bırakmaktadır. Belki de Selahattin Kara’nın resimlerinin özgünlüğünün nedenlerinden biri de budur. Selahattin Kara resimlerinde İstanbul, günün her saatinde ışığın ortaya çıkardığı en güzel renklerle resmedilmektedir. Bundan daha da önemlisi çizilen tarihi mekanlar, meydanlar, kompozisyonda yer alan figürlerle şehrin insanları, adeta resmin içinde yaşamaktadır. Kalabalık meydanda su, simit satan seyyar satıcı, çocuklara balon uzatan yaşlı amca, yüzyıl öncesinden kalmış gibi sıcakta susayanları serinleten şerbetçi, cep telefonuyla meşgul insanlar, Eyüp Sultan Camii önünde duasını yapmış bekleyen teyzeler, Ortaköy’de Boğazın büyüsüne kapılmış gençler, kıyılarda balıkçıların kendisine vereceği yemi ümitle bekleyen kediler, martılar…Mekanlar, figürler kabataslak çizilmesine, ayrıntıdan uzak olmasına rağmen, resimlerdeki özgün fırça vuruşları, dokunuşlar nesnelere ve figürlere hareket sağlamaktadır. Bu da resimlerde tarihin bütün güzelliğini yaşatırken, bugünün insanının telaşını, günlük yaşamını kayıt altına almaktadır. Selahattin Kara’nın resim sanatı içindeki yerini kuşkusuz eleştirmenler, uzmanlar çok daha farklı değerlendirebilir. Bizimkisi bir sanatsever olarak, yakınen tanıma şansı bulduğumuz bir sanatçıya dair gözlemlerimizi okuyucuya sunmaktır. Şüphesiz S.Kara’nın sanatı, resimleri hakkında asıl hükmünü tarih ortaya koyacaktır.
Bu sanatçıların eserlerinde Rönesansın kökleşmiş resim anlayışının, klasik çizim yöntemlerinin aksine sıradan konular, özensiz gibi duran fırça vuruşları dikkati çekiyordu.
Aslında Selahattin Kara’nın sanatçı olma öyküsü, Türkiye’de sanatçı olmanın ne kadar zor, ne kadar tesadüflere kaldığının iyi bir örneğidir. Bir ülkenin marka değeri, gelişmişliği sanata ve sanatçıya verdiği değerle örtüştüğüne göre, bizim ülke olarak bu konuda yeni yaklaşımlara ihtiyacımız olduğu kuşkusuzdur. Belki Selahattin Kara’nın eserleri kadar, sanatçı oluşunun özgün hikayesi de bizlere ders vericidir. Bu ülkede gelecek kuşak sanatçıların, tesadüflerle değil de yeteneğine göre bir eğitim programı yoluyla yetiştirilmesi için yeni bir eğitim programının gerekliliği kuşkusuzdur. 47
FAYTONLU ŞEHİRLER
İstanbul gibi büyük şehirlerimizde bu taşlarla döşenmiş cadde veya kaldırımı nitelerken ‘Arnavut kaldırımı’ tabirinin kullanıldığını biliyordum. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Üniversitesi
sayı//24// temmuz 48
izim çocukluk yıllarımızda ülkemizin tüm şehirleri gibi Erzurum’da da caddeler ‘parke taş’ diye isimlendirilen biçimli taşlarla döşenirdi ve bu, şehre ayrı bir hava katardı. İstanbul gibi büyük şehirlerimizde bu taşlarla döşenmiş cadde veya kaldırımı nitelerken ‘Arnavut kaldırımı’ tabirinin kullanıldığını biliyordum. 1960’lı yılların sonlarına kadar Erzurum’un bugün bile en önemli caddesi durumunda olan Cumhuriyet Caddesi de parke taşlarla döşeliydi. Tabii ki cadde ilk açıldığı yıllarda, uzun seneler toprak yol olarak kalmış. Sonraki zamanlarda taşla döşenmiş ve bizim çocukluk yıllarımız, Cumhuriyet Caddesi’nin taşla döşeli olduğuna denk düşmüştü. O yıllarda mahalle ve sokaklar topraktı ve bir süre sonra buralara da taş döşenmeye başlandı. Taşların döşenişini seyretmek bizler için adeta bir törendi. Hepsi de aynı ebatlarda olan bu taşlara nerede biçim verildiğini bilmiyorduk ama mahalle aralarına yığılıp da döşenmeye başladığında bu durum, biz çocuklar için seyrine doyum olmayan bir oyuna dönüşürdü. Yığın halindeki taşların ve onların altına serilip aralarına doldurulan kumların üzerinde türlü oyunlar oynardık. Ustalar işe başladıklarında ise yakınlarına gidip taşları nasıl da ince eleyip sık dokuyarak, birbirlerine uyumlu olacak şekilde döşediklerini adeta hayranlıkla seyrederdik. Evinin önüne taş döşenen aile, taşları döşeyen belediye işçilerinin sabah kahvaltısı, öğlen yemeği ve ikindi çayını ikram ederdi. Eskiden bu tür ikramlar doğaldı ve ikram edilmemesi ayıp karşılanırdı. (Evinde usta çalıştıranlar, ustanın eve girip işe başladığı andan itibaren ustanın sabah kahvaltısı, öğlen yemeği ve ikindi çayını tam vaktinde hazır eder ve ustaya her gün adeta ziyafet verirlerdi.) Asıl konumuz olan parke taşlarına dönecek olursak, mahalle ve sokaklar da parke taşla kaplandığında şehrimiz sanki elbise giymiş de çıplaklıktan kurtulmuş gibi olmuştu. Şimdi durup dururken parke taştan söz etmenin ne anlamı var ki? diye düşünebilirsiniz. Kanaatimce şehirler, insanlara benzerler; bakımlı olurlarsa güzel görünürler, bakımsızlarsa çirkinleşirler. O yıllarda şehirlerin elbiseleri de cadde ve sokaklarının parke taşlarıyla, kaldırım taşlarıyla tozdan topraktan kurtarılmasıyla olurdu. Binaların katlarının orantılı yüksekliği kadar renkleri,
dükkân ve mağazalarının uyumluluğu, tarihi eserlerin görünmesi, eski ile yeninin ahengi, yol kenarlarına ve orta refüjlere dikilen ağaçların eni boyu, cadde ve sokakların genişliği, caddelerinde yürüyen araçların biçimleri ve park edişleri… İkamet ettiğimiz şehirlerimiz, bunlar ve sayamadığımız daha nice unsurla güzel veya çirkin görünür. Hiç kuşku yok ki bu estetik, geçmişten günümüze değişerek gelir ve her devrin anlayışına ve yapısına göre de farklılaşır. İşte bizim çocukluk yıllarımızda bu parkeyle kaplanmış cadde ve sokaklarda faytonlar ve at arabaları arz-ı endam ederdi. Şimdinin otomobilleri eski yıllarda fayton, şimdinin kamyonetleri olan nakliye araçları da o zamanlar at arabalarıydı. Faytonlar, sanki şehrin doğal bir unsuruydu. Sokakların toprak yol halini de bildiğimden, faytonların, toprak yolda giderlerken hiçbir zevki bulunmadığını da hatırlıyorum. Çünkü atların ayakları toprağa değer ve herhangi bir ses çıkarmazdı. Sokaklar taş döşendikten sonra mahalleye fayton geldiğini atların ayaklarından çıkan seslerden anlardık. Parke taşların üzerinde giderlerken taşlarla atların demir nallarının birbirlerine temasları sırasında çıkan seslerin ahengi, dinleyenler için muazzam bir senfoni gibiydi. Atların uyumlu ayak atışları, bestekârı olmayan bir musikiyi dinlememize vesile olurdu. Faytonculuk kendi başına bir sektördü ama bu sektörden beslenen başka birçok sektörün doğmasına ve birbirine bağlı bir sanayi kolu oluşmasına da vesile olmuştu. Atların koşum takımları ile faytonun körüğü ve koltukları deriden yapıldığı için öncelikle debbağlar, deriyi en iyi şekilde tabaklar ve işlenebilecek hale getirirlerdi. Erzurum’da o sebeple tabakhanelerin (Erzurum’da dabakhane denir) bulunduğu bir ‘Dabakhane’ sokağı ve bir de ‘Dabakhane’ çeşmesi bulunmaktadır. Şimdilerde bu sokağın sadece adı kalmış olup bir tek dabakhane bile bulunmamaktadır. İşlenen bu deriler, çeşitli iş kollarınca alınıp farklı ürünler imal edilirdi. Bilindiği gibi at, Türk kültüründe fevkalade önemlidir ve çok eski çağlarda milletimizin mensuplarınca ehlileştirilip insanların hizmetine sunulmuştur. Bundan dolayı Türklerde dericilik ve buna bağlı sektörler çok eski zamanlarda gelişmiştir. Faytonun kültürümüze girişi geç olmuşsa da atla ilgili tüm üretim alanları, çok eski çağlara dayanır.
Atların koşum takımlarını yapan ve geleneksel bir zenaat olan saraçlık da, Ülkemizin her yerinde olduğu gibi o yıllarda Erzurum’da da çok yaygın bir iş koluydu ve çok sayıda saraç vardı. Faytonun körüğünü hareket ettiren demir aksamı, faytona inip binmeyi sağlayan basamağı, arkadaki büyük ebatlı iki tekerleğin arasını sabitlemek için konulmuş gergiyi, tekerleklerin dingillerini, faytonun esnekliğini sağlayan makasları, atların üzengi ve gemlerini demirciler yapardı. Tekerlekler ve diğer odun aksam, dülgerlere aitti.
İşte bizim çocukluk yıllarımızda bu parkeyle kaplanmış cadde ve sokaklarda faytonlar ve at arabaları arz-ı endam ederdi.
Faytoncular kış aylarında üşümesinler diye kevelciler, koyun postundan yünleri renklendirilmiş kevel yaparlardı. Erzurum’da kevel yapılan işyerlerinin bulunduğu ‘Kevelciler’ sokağı bile vardı. Ayrıca atlarda ve faytonun bazı kısımlarında kullanılan keçeyi üreten keçeciler de vardı. Faytona dayalı sektörlerden biri de faytonculuktu. O zamanlar şimdi her evin önünde bulunan taksiler gibi her kapıda bir fayton bulunmazdı. Bazılarının üç-beş, sekiz-on hatta on beş-yirmi faytondan oluşan fayton filoları vardı. Fayton sahiplerinin faytonları, faytoncular tarafından çalıştırılıp akşamları faytonların sahibinin ahırlarının önüne getirilir, fayton sahibi gün boyu elde edilen kazançtan faytoncunun yevmiyesini ve atların alaf parasını faytoncuya verip geri kalan kazancı alırdı. Faytonu süren faytoncular -ki Erzurum’da faytona payton, sürücüsüne de paytoncu denilirdi- evini kazandığı bu gündeliklerle geçindirirlerdi. Ama faytoncuların akşamları atları ve arabalarını teslim etmeden önce yaptıkları bir başka iş daha vardı ki o da atların arpasını aldıkları alaftarlara uğramaktı. Alaftar, ‘alaf’ yani arpa, yulaf gibi yem bitkilerini satanlara verilen addı ve Erzurum’da pek çok alaftar vardı. Bu adla anılan bir de aile vardı ve bu aileden birinden söz ediliyorsa ‘Alaftargillerden falan’ diye tanıtılırdı. Faytoncuların, şehrin muhtelif yerlerinde bulunan durakları vardı ve faytonlar, bu durak yerlerinde arka arkaya dizili vaziyette beklerdi. Faytonlar duraktayken onlara koşulu atlar, boyunlarından asılı torbadaki arpadan yiyerek enerji toplar, faytoncular da durağın hemen yanında veya karşısında bulunan bir kahvehanede oturup müşteri beklerlerdi. Bu durak yerlerinde bulunan faytona dayalı
49
bir başka sektör de nalbantlıktı. Nalbantlar, sabahtan akşama kadar durağın yakınındaki kahvehaneden ayrılmaz ve nalı düşen ya da eskiyen atların nallarını çakarlardı. Nalbant, elindeki kavisli keskin bir yontucuyla atın toynağını (atın tırnağına verilen ad) yontar, nalla uyumlu hale getirir ve tırnağa uyum sağlayınca nal mıhlarıyla nalı atın toynağına çakıp işini tamamlardı. Ancak bu mıh, rasgele değil, toynağın mıhı tutacak olan fakat atın canını acıtmayacak kısımlarına çakılırdı. Bizim evin bulunduğu Yenikapı semtinde faytoncular, askeri birliklerin erzağının depolandığı Taş Ambarların güney duvarı boyunca (Şerif Efendi Caddesi) dizilirlerdi. Evimize yakın bir yer olduğu ve ortaokulu okuduğum Şair Nef’i Ortaokulu’nun yolu üzerinde bulunduğu için buradaki faytonları ve faytoncuları yakından izleme imkânım olurdu. Bir defasında atın toynağında bir cerahat durumu oluşmuş ve nalbant, bu cerahatı bazı alet ve edevat yardımıyla oyup temizlemiş, toynağın kanını durdurmak için oraya gazlı bezlerle tampon yapıp nalı öyle çakmıştı. Nal söz konusu olduğunda faytona dayalı bir başka sektör de nalburlardı. Nalburlar hem nal üreticisi demircilere hem de nal ve mıh gibi malzemeleri satan esnafa denilirdi. Şimdilerde nalburiyelerin alanı eskiye göre daha genişlemiş durumda; en az sattıkları ise at nalı ve mıhı. Faytonlar, aynı zamanda geçmiş yılların şehrin estetiğine katkıda bulunan unsurlarından da biriydi. Fayton sahipleri, özellikle de faytonculuk yapanlar, faytonlarını çeşitli tezyinatla süsler, körüğünü sık sık boyatır, akşam saatlerinde görüşü sağlamak için faytonun iki yanında sabitlenmiş olan sarı pirinçten fenerleri parlatır, bazı aksesuarlar takarak faytonun daha alımlı görünmesini sağlarlardı. Diğer taraftan atlarını da ihmal etmez ve onların koşum takımlarını da mümkün mertebe süslü hale getirirlerdi. Sık sık kaşağılayıp atların tüylerinin daha parlak olmasını sağlarlardı. Bizim çocukluk yıllarımızda faytona binmek de bir ayrıcalık olarak görülürdü. Erzurum, küçük bir şehirdi ve yürüyerek her yere ulaşılabilirdi; ama yürünerek gidilebileceği halde faytona binerek gidenlerin, mali durumunun iyi olduğu anlaşılırdı. O yıllarda sabit telefon çok az evde bulunur, hele kahvehanelerde veya fayton duraklarında telefon bulunmadığı için fayton çağırmak, çocuklara düşen bir iş olarak görülürdü. Öğleden sonra ikindi gezmelerine yani misafirliğe gidecek olan annelerimiz, bize
sayı//24// temmuz 50
‘git fayton çağır!’ dediklerinde bir koşu fayton durağına gider, sıradaki faytonun yanında dururduk. Faytoncu geldiğinde müşteri koltuklarına değil, faytoncunun atları sürdüğü oturakta yanına kurulur, zafer kazanmış komutan edasıyla onu eve doğru götürür, eğer annelerimiz misafirliğe bizi de götürüyorlarsa yine aynı yerde oturur ve faytoncunun, önüne çıkanları uyarmak için kullandığı lastik pompayı öttürürdük. Faytoncunun yanında oturmak, nedense çok kıymetli görülür ve bundan ayrı bir zevk alırdık. Yağmurlu havalarda körük kapatılır, güneşli havalarda ise körük açılarak seyahat edilirdi. Fayton bir oyuncak veya bir oyun aracı olmamakla birlikte çocukların faytona ilgisi oldukça fazlaydı. Çocukların faytona binmeleri pek mümkün olmadığı için genellikle hareket halindeki faytonun arkasındaki gergiye gizlice binmeyi tercih ederlerdi. Bu, tehlikeyi de beraberinde getirdiği için faytoncular, buna izin vermemeye çalışırlardı. Bu gergiye en fazla iki çocuk sığardı ve üçüncü çocuk binememişse arkadaşlarını faytoncuya ihbar ederdi. Bunu yaparken de bağırarak faytoncuya “emi, emi arhaya gamçi!” (emi, amca demek; amca arkaya kamçı vur!) diye seslenirlerdi. Faytoncu, elindeki uzun sırımlı kamçısını arkaya doğru savurur ve isabet eder etmez çocuklar da derhal gergiden atlayıp faytondan uzaklaşırlardı. Bu, çocuklar arasında giderek bir anlamda oyuna dönüşmüştü ve sırf kamçı yemek için faytonun arkasındaki gergiye oturanlar bile olurdu. Faytoncular, çocukların arkaya izinsiz takılmasından ne kadar rahatsız olurlarsa, rahatsız olmadıkları bir durum da vardı. Kış aylarında üşümemek için giydikleri renkli kevele sarınan faytoncular, kayakçıların ve patencilerin faytonun arkasındaki tekerleğin çamurluğuna tutunmalarından mutlu olurlardı. Erzurum, Palandöken eteklerinde kurulmuş eğimli bir şehirdir. Bizim küçüklüğümüzde ulaşım faytonla sağlandığı ve otomobil sayısı çok çok az olduğu için Erzurumlu kayakçılar ve patenle kayanlar, şehrin en yukarısı olan Karayollarından başlar ve şehrin en alt kısmına kadar kolaylıkla kayabilirlerdi. Ancak bu kolaylık, yukarı doğru söz konusu olamazdı. Bu yüzden kayakçı veya patenci kayaklarını veya patenlerini çıkarıp yürümek zorunda olurlardı. Bu da hem vakit kaybına hem de yorulmalarına sebep olurdu. Bundan dolayı onlar, eski hükümet konağının oradan ya da daha aşağıda istasyondan Karayollarına çıkabilmek için,
sanki faytoncularla anlaşmış gibi doğal bir şekilde faytonun arka tekerleklerinden birinin çamurluğuna tutunarak faytonun gidebildiği yere kadar gider, sonra başka bir faytona tutunup menziline ulaşır ve tekrar aşağı doğru kayardı. Bu yolculuk sırasında sporcu ile faytoncu, tatlı tatlı sohbet ederlerdi. Faytonlarla ilgili olarak çocukluğumdan hafızamda kalan bir başka hatıram, ara sıra atların parlayıp delice koşuşlarıdır. Atlar, kendilerini rahatsız eden bir durumdan ürkünce adeta delirir ve önü alınamaz bir süratle koşarlardı. Buna atların parlaması denirdi ve bu hırçın koşu esnasında önlerine ne gelirse ezip geçerlerdi. Atların bundan başka bir tehlikesi de yoktu. Bu nadir rastlanan durum dışında faytonlar sevimli ve güvenli ulaşım araçlarıydı. Ender rastlanan bir durum oluşundan dolayı da atların parlaması şehirde destan gibi anlatılır, kulaktan kulağa o gün atların nerede parladığı ve nasıl durdurulduğu herkes tarafından duyulmuş olurdu. Fayton adı ve atlarının parlaması, Yunan mitolojisinde geçen Güneş tanrısı Helios’un oğlu Phaethon’a dayanıyor. Mitolojiye göre Phaethon, babasının güneş arabasını kullanmak için izin ister; fakat Helios, huysuz oldukları için bu atları kontrol etmenin güç olduğunu söyler. Phaethon, zor da olsa güneş arabasını alır ve fakat atlar bir anda sürücülerinden huysuzlanıp parlarlar ve arabadan çıkan ateş her şeyi yakmaya ve hatta Dünya’yı ateşe vermeye başlar. Zeus, daha fazla zarar vermesini önlemek için Phaethon’u bir şimşek ile vurur ve atları durdurur. Atların parlamasından söz edince aklıma bu efsane geldi. İşte fayton adı da bu hikâyeden kaynaklanmaktadır. Dilimize Fransızcadan gelen bu estetik taşıma aracının kültürümüze girişi Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine yakın zamanlarda olmuşsa da atlı arabanın kullanımı çok eskilere dayanmaktadır. Önce padişah ve sultanların binek aracı olan faytonun lando ve kupa gibi türleri olmuş. Sultanlar ve padişahlardan sonra fayton, varlıklı ailelerin tutkusu haline gelmiş. Recaizade Mahmut Ekrem, bu tutkuyu Araba Sevdası isimli eserinde biraz da ironik bir dille romanlaştırmış. Erzurum’a ilk fayton da İstanbul’dan getirtilmiş ve burada da savaş yıllarından evvel ancak varlıklı aileler faytona binebilmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da Beş Şehir isimli kitabında belirttiği gibi Cinis Beyleri de vaktiyle Cinis’ten Aşkale’ye lastik tekerlekli faytonlarla giderlermiş. Mensubu
olduğum Cinis Beylerinin sadece Aşkale’ye değil aynı zamanda Erzurum’a da faytonlarla gidip geldiklerini canım Babam Cevdet Özden Bey’den de sağlıklı vakitlerinde çokça duymuşluğum vardı. Şimdi şöyle bir günümüze gelecek olursak faytonların yerini otomobillerin aldığını görüyoruz. Faytonların atlarının parlaması dışında hiçbir zararı olmadığı gibi şehre bir güzellik de katmaktaydı. Otomobiller ve diğer motorlu araçlar ise hem ekolojik dengeyi hem de insan sağlığını tehdit etmektedir. Üstelik faytonların atlarının çıkardığı sesler şehre bir harmoni kattığı halde motorlu taşıtlar, şehri gürültüye boğup yaşanamaz hale getirmektedirler. Faytoncular yaya çarpmamak için ‘haber ol!’ diye seslenirlerdi, en fazla havalı lastik kornayı sıkıp ilginç ve fakat insanı rahatsız etmeyen bir ses çıkararak uyarılardı. Ama motorlu taşıtların klaksonları bilinçsizce kullanılarak insanların kulak ritmini bozmaktadırlar.
Faytonun kültürümüze girişi geç olmuşsa da atla ilgili tüm üretim alanları, çok eski çağlara dayanır.
Şimdilerde Erzurum’da üç beş tane turistik amaçlı kullanılan fayton dışında fayton göremiyoruz. Oysaki Viyana gibi bir Avrupa şehrinde faytonların en gözde taşıma araçları olmaya devam ettiklerini bizzat müşahede ettim. Kullanıcılarının büyük bölümü kadın olan buradaki faytonların atları da özenle seçilmiş atlardı. Fayton sürücüsü kadınlar da erkekler de son derece özenli giyimleriyle beni oldukça etkilemişlerdi. Fas’a gittiğimde de Marakeş’te çok yaygın biçimde fayton kullanıldığını görmüştüm. Ülkemizde yalnızca İstanbul Büyükada’da faytonların hâlâ gözde taşıtlar olduğunu biliyorum. Oysaki şehirlerimizin bu bunaltıcı trafiğini biraz olsun hafifletebilmek için şehrin yoğun kalabalığının olduğu yerlerde otomobil yerine fayton kullanımı denenemez mi? 51
ŞEHİRLER VE
ÜLKELERİN KÜLTÜRLERİ
Yeni kazanımlar, yeni yurtlar, yeni otlaklar, yeni memleketler birbirine katkılarda bulunarak düşüncelerini, hayata bakışlarını, dillerindeki güçlülüğü, inançlarındaki kaviliği artar. Recep GARİP
anaatimce sağ ve sol tasnifi Avrupa’dan ithal edilen bir bid’attir. Hepimiz aynı tarihin çocuklarıyız. Düşman bir dünyanın kucağında yaşıyoruz. Birbirimize kenetlenmez, ahmakça sloganların esiri olarak birbirimizi hançerlemekten vazgeçmez, İslam’ın birleştirici bayrağı altında toplanmaz, İslam’ın şiarı olan müsamaha, adalet ve sevgiye kulaklarımızı tıkamakta ısrar edersek, dünyanın en büyük medeniyetini gerçekleştirmiş olan zavallı milletin mezarcısı oluruz.” Kültürden İrfana - Cemil Meriç. Toplumların varlık nedenleri neyse, oluşturdukları kültürleri de odur. Var oluşlar; çeşitli ıstıraplara, acılara, savaşlara, yokluklara, sürgünlere, yeni yurtlara ihtiyaç duyurur. Buna sebeptir ki oluşlar, kendi içinde evirilerek değişimleri, dönüşümleri hazırlar ve gelecek için yeni bilgiler, imkânlar oluştururlar. Yeni kazanımlar, yeni yurtlar, yeni otlaklar, yeni memleketler birbirine katkılarda bulunarak düşüncelerini, hayata bakışlarını, dillerindeki güçlülüğü, inançlarındaki kaviliği artar. Yerleşik hayat, aynı zamanda sokakları, caddeleri, çarşı-pazarları olan bir hayattır. Bir yanıyla toplumun toplu halde ibadet etme imkânları sağlayacak ibadethaneler, külliyeler, hanlar ve hamamlar kendiliğinden belirmeye başlar. Böylece kültürel mirasın ve zenginliğin giderek arttığını da göstermesi açısından bu türlü yapılar önemlidir. İlim ortamlarının, kütüphanelerin, medreselerin, mekteplerin varlığı, geleceğin de varlığıdır. Dolayısıyla kültürel miras dediğimizde, en önemli unsurun; ilim, edebiyat, irfan meclislerindeki öğrenme ve öğretme gayretleridir. Burada ki mülahazalar, tartışmalar, yeni ilimlerin doğmasına zeminler hazırlamıştır. Bu nedenledir ki geçmiş asırlarımızın isimlerinden birisi de “Şiir Medeniyeti” unvanını taşıyor olmamızı sağlamıştır. Hayrı bütün insanlık için istemeli ve şerden de bütün insanlık adına kaçınılmalıdır. İstişareye önem verilmeli ve alınan kararlara mutlak surette uyulmalıdır. Türk tarihine bakıldığında görülecektir ki, Asya ve Avrupa bozkırlarında at koşturan ataların, yerleşik hayata geçerken gördükleri, yaşadıkları, karşılaştıkları değerleri, kendi değirmenlerinde öğüterek inançla dokumuşlar. Kültür doğduğumuz ortamların rengini alır. Davranışlar, düşünceler, ilim, irfan ve teknik gelişmelerde, ortamlara uygun şekilde ilerler. Avlanan avcılığı, toprakla uğraşan çiftçiliği, hayvanlarla uğraşanlar
sayı//24// temmuz 52
besiciliği geliştirir ki, burada yerleşik hayat köyden kasabaya, kasabadan nahiyeye, ilçeye ve şehirlere doğru yol alır. Şehirler de ülkelerin oluşmasını sağlar. Bu nedenledir ki kültürün üç ana ayağı olan; İnsan, Cemiyet, Çevre ilişkisini iyi tahlil etmek icap eder. Burada tarih ışığı altında Türk devletlerinin ortak özelliklerine kısaca değinmekte yarar görmekteyim. Devletin var olabilmesi, yerleşik hayatta gerekli olan unsurlara geçilmiş olması icap ediyor. Köyler, kasabalar, şehirler olmalı ki devlet teşekkül etmiş olsun. Demek oluyor ki milleti var eden unsurlar bir arada bulunmalıdır. Ülke toprakları, bağımsızlık anlayışları, siyasal gücü oluşturacak devlet iradesi yani devlet adamları bulunmalıdır ki halkın talepleri dikkate alınsın. Topyekûn halde bir İstiklal anlayışı gereklidir. Türk devletleri diye tarihe ün vermiş, devletler inşa etmiş olan ecdadın, İstiklal mücadelesi varlık ve yokluk mücadelesi olarak değerlendirilmiştir. Din, vatan, namus uğruna kazanılmış haklardır İstiklal mücadelesi. Demek oluyor ki devleti kuran iradede, halkın varlığıyla birlikte halkı ayakta tutabilecek bir vatan toprağı, ülke bilinci, inanç ve ülkü ruhuyla, gelenek ve göreneklerin bağlayıcı unsurlarıyla aynı dine iman etmiş olmanın bağlayıcı kuvveti dil birliğinde tekâmülleşmedir. Özel mülke sahip olmakla kullanım hakkına da sahip olmuş olursunuz. Bu durum insan özgürlüğünün temelidir. Türklerin geleneksel anlayışında Töre, bağlayıcıdır. Çünkü töre hukuksal kurallar bütünüdür. Böylece; Dil birliği, Din birliği, Cemiyet – Halk bütünlüğü İstiklal anlayışı – mücadelesi, Ülke –Vatan bölünmezlik duygusu Törenin bağlayıcı hukuk kuralları, Eşitlik hakları,Mülkiyet hakları Türklerin, kültürel bir doku oluşturduklarını ve böylece bozkır kültüründen yerleşik köy, kasaba ve şehir kültürüne doğru yol aldıklarını ifade etmeliyiz. İlk ifade edilebilecek kültür kodumuz, “Bozkır Kültürü” dür. Saf bir bakış açısıyla “at” üstünde geçen uzun dönemlerin getirdiği kurallar inançla dokunmuş olan kurallardır. Din egemen bir güçtür ve kurallara teslim olunması icap eder. Türklerin İslam’a girmeleriyle birlikte, hem teslim olmuşlar hem de hizmet etmişlerdir. Dinin, düşünceyi geliştirdiği dolayısıyla ahlaki kurallarla cemiyetin sağlıklı yürümesi ve adaletli davranma bilinciyle hukuki kurallar kendiliğinden yer bulmuş ve insanlık için yol gösterici olmuştur. Bozkır kültürü, asla göçebe kültürü değildir. Çünkü yerleşik düşünceyle, yönetim
kurallarını hayata geçirmişlerdir Türkler. Orhun Kitabelerinde Türk toplumlarının devlet yapısı şöyle ifade ediliyor; Aile “Oguş” (Oğuş), Sülale, Aile Birliği anlamındadır ona da “Urug” dineliyor. “Uruglar” (Boylar), Boylar Birliğine Millet yani “Bodun” ve İl, ona da Devlet deniliyordu. “Küçük Aile” unsuru göçebe hayatı sürdükçe büyük aile oluşumuna izin vermiyordu. Yerleşik hayat “Büyük Aile” oluşumuna isabetli bir anlayıştı. Kadın ve erkek, geleneksel anlayışımızda da aynı haklara sahipti. Yunan, Roma, İslavlarda olduğu gibi değildi. Tek kadınla evlilik asıldı ve toplumun içinde kadın saygı görürdü. Ata biner, ok kullanır, güreş tuttuğu olur, namus ve iffeti için dünya yakılırdı. Esir düşen Türk kadını zillet kabul edilirdi. Kadın toplumun temel direğiydi. Bundan dolayıdır ki aile kurumu Türklerde yüzyıllardır en önemli yapı taşıdır. Kararlar aile reislerince alınırdı. Siyasal ayrılıklara yer yoktu aileler birliği boya bağlı kalırdı. Uruglar Birliği (Aileler Birliği), boyu oluşturduğundan boyun kararı ailelerin ortak kararı kabul edilir ve boy kararı bağlayıcı olurdu. Çünkü Boy, siyasi temsil makamı olup, ortak seçilmiş olan “Bey” tarafından yönetilerek dayanışmayı sağlar, problemleri çözer, adaleti tanzim eder, boyun çıkarlarını gözetirdi.
Kültür doğduğumuz ortamların rengini alır.
Cesaretli, kararlı, güçlü kuvvetli, sosyal dokusu sağlam, ekonomik gücü yeterli, doğruluktan asla taviz vermeyen kişidir. Her boy, kendi otlak alanlarında ve kendilerine mahsus topraklarında yaşar, hayvanlarını otlatırlar, ekip biçerlerdi. Askeri güçleri kendilerince oluşturulurdu. Boyların, içişlerinde özerk-serbest olmaları, tarihteki yıkılan Türk Devletlerin en büyük yanlışıydı. Bodunların (Beyler Briliği) birleşmesiyle İl yani Devlet meydana gelirdi. Devlet (İl), toprakları, meraları, yaylaları bulunan topluluğun adıdır. Bu pencereden bakıldığında da yeni bir Türk devletinin kurulması kolay olurdu. Uygur Türklerinin oluşturduğu devlet yapısı haricinde, göçebe bozkır havası devam etmiştir.Bozkır hayatı, zorluklarla, hayatla, doğayla ve düşmanla mücadeleyi öğretmiştir. Devlet yönetimi, dini ve ekonomik özgürlüğü önemserdi. Ortak kullanım alanları olan yaylaklar, otlaklar dışında sahip oldukları mallarında istedikleri gibi harcama, kullanabilme, dağıtabilmeye sahiptiler. Halkın içinde makam, mevki ayrımı yoktu. Eşitlik hâkimdi. Batıda olduğu gibi asiller ve köleler diye sınıf ayrımı asla olmamıştır. 53
ANILARLA
FATİH’TE
BİR SEMT
“FATİH NİŞANCA CADDESİ CİVARINDA TARİHİ ANILAR”
Yavuz Selim’den Mustakimzade’nin sol tarafına doğru sapan yolun köşesinde 1950’li yılların ikinci devresinde açılmış olan ve halen hizmete devam eden Baltepe Pastanesi yer almakta. Erhan ERKEN
Fatih Kumrulu Mescid- İstanbul
sayı//24// temmuz 54
atih’de Çarşamba’ya doğru giden Yavuz Selim Caddesi üzerinde yol alırken soldan dördüncü sapak Müstakimzade sok ve Nişanca caddesi olarak isimlendirilmiştir. İstanbul’da benim bildiğim üç tane Nişanca semti var; Biri Kumkapı ‘da diğeri Eyüp’te ve üçüncüsü de bizim bahse konu ettiğimiz Fatih Nişanca’sı. Nişancı Mehmet Paşa camiinin bu sokağa adını verdiğini de bilmeliyiz. Her ne kadar Mustakimzade sokak bir cadde fonksiyonunda olsada, ona niye sokak ve devamına da Nişanca Caddesi dendiğini oldum olası anlayamamışımdır. Üstelik bu sokak kendisini doksan derece kesen Yavuzselim Caddesi ile ikiye ayrılmasına rağmen bu ayırımın iki tarafında da bu Mustakimzade sokak devam edip gidiyor. Yavuz Selim’den Mustakimzade’nin sol tarafına doğru sapan yolun köşesinde 1950’li yılların ikinci devresinde açılmış olan ve halen hizmete devam eden Baltepe Pastanesi yer almakta. Özel bir formülle yapılmış dondurması, süpanglesi ve son dönemlerde ciddi bir şöhret kazanan Trilaçe’si ile bu pastane veya mahallelinin deyimiyle dondurmacı, İstanbul’da lezzet avcıları nezdinde önemli bir bilinirliliğe sahip. Rahmetli Hamdi amca ve onun amcası Şükrü beyin kurduğu bu pastane, bizlerin küçüklüğünün ve gençliğinin geçtiği, hatta dondurma tezgahında onlara çokça yardım ettiğimiz adeta ikinci adresimizdi. Baltepe’nin altında yer aldığı bina ve onun tam karşısında aynı tarzda yapılmış bir diğer bina Kimyacı Ali bey’in iki oğlu Bülent ve Levent’in ismini verdiği binalardır. Bu caddenin eski dönemlerde girişi çok daha rahat ve genişti. Baltepe Pastanesi’nin hemen yanı başında bizim çocukluğumuzdan beri mevcudiyetini sürdüren Gürdamar Tuhafiye yer alıyor. Kurucusu Abdullah Gürdamar şimdi yaşlanmış olsa da oğlu Hasan, babadan kalan emektar dükkanı, güler yüzü ile gayet güzel bir şekilde işletmekte. İlkokula giderken özellikle dini bayramların öncesinde Abdullah Gürdamar ağabeyin talebi ile ben ve mahalleden bir iki arkadaş o tuhafiyeci dükkanında tezgaha geçer ve kendisine yardımcı olurduk. Sanki Abdullah ağabeyin dükkanı bizim dükkanımızdı. O da bize tezgahı ve kasayı teslim ederdi. Düşünüyorum da ne kadar güzel bir komşuluk ve güven ilişkisi idi. Gürdamar’ın hemen yanı başında bizim gençlik yıllarımızda Expres Kuru Temizleme vardı. Şimdi onun yerine şık
bir kuyumcu dükkanı açıldı. Ondan sonraki köşe evde bizim bir üst neslimizden Orhan ve Taylan ağabeylerin oturduğu ev vardı. Babaları Galip amca ve anneleri Meliha hanım teyze mahallenin çok eskilerindendi. Galip amca Belediye’de üst düzey yöneticilerden biriydi. Onun bendeki en önemli hatırası her yaz başında bana güzel bir kamçı yapması idi. O sokağın adeta hiç değişmeyen mekanı Rahmetli Sabri beyin kahvesiydi. Şimdi biraz da daha evvel bahsettiğim yolun karşı tarafındaki yani Baltepe Pastanesinin karşı yönündeki Ali beyin diğer evinin olduğu bölümden bahsedelim. Bu apartmanın altında köşede bir bakkal vardı. Bakkalı bir dönem mahallenin iğnecisi Rahmetli Mevlude ablanın beyi işletirdi. Bakkalın yanında o zamanlar İpragaz’ın ve Aygaz’ın karşısındaki ciddi bir rakip olan Mutfakgaz’ın tüp bayii vardı. Onun yanında da Kasap Ali Gürdamar. Ali Gürdamar tuhafiyeci Abdullah Gürdamar’ın ağabeyi idi. Annemlerin anlattığına gör Kimyacı Ali bey bu iki evi yapmadan evvel kasabın bulunduğu evin olduğu yerde Horozlu Otel diye bir otel varmış. Onun ön tarafında ise büyükçe bir mezarlık bulunurmuş. Şimdiki Yavuz Selim caddesi bu genişlikte açılmadan dar bir yol o mezarlığın yan tarafından geçermiş ve insanlar o yoldan Çarşamba’ya doğru giderlermiş. Yani anlayacağımız şu anda Fevzipaşa ile Çarşambayı birbirine bağlayan ana yol olan Yavuzselim Caddesi açılırken o mezarlık kaldırılmış. Özetle, üzerinden trafiğin aktığı o yol bir zamanların görkemli mezarının üzerinden geçiyor. Bu vesile ile o mezarlıkta yatan şahıs için bir Fatiha okumamızın gerekli olduğunu düşünüyorum. Kasabın karşı tarafında yani şimdiki Yavuzselim caddesinin öbür tarafında ise Rahmetli Babaannem ve küçük amcamın oturduğu 40 numara Yavuz Apartmanı bulunurdu. Yavuz Apartmanında annemlerin büyük amcaları Mehmet amcanın hanımı ve kızları, bir dönem de alt katlarında annemlerin küçük amcaları İlyas amca ve ailesi otururdu. Şimdi o apartmanda sadece bir katında annemlerin hayatta kalan tek amca kızı ikamet ediyor. Bizim okul dönüşlerimizde veya bir yerlere gidiş gelişlerimizde Rahmetli Babaannem genellikle oturduğu pencerenin yanından bizleri gördüğünü hissettirir biz de onunla selamlaşmaktan büyük bir keyif alırdık Yavuz Selim Caddesi üzerinde giderken babaannemin evinin bir altında sokağın köşesinde o zaman iki katlı bir bina bulunurdu.
Bu binanın altında Gani bakkal diye bir bakkal daha vardı. Gani bakkalın yanında Mustakimzade sokak Fatih Camiine doğru yoluna devam ederdi. O sokağın öbür başında ise Fuat Bayer Eczanesini hatırlıyorum. Rahmetli Fuat bey her daim yelekli bir takım elbisesi, taralı saçları, kravatı ve ciddi duruşu ile doktor gibi bir adamdı. Eczanenin kapı, pencere ve iç dolapları kıymetli bir ahşap türünden yapılmıştı. Üstü vernikli ve her daim pırıl pırıldı. Kapının açılıp kapanması sırasında duyulan ahşap sesini şu an bile hatırlayabiliyorum. İçeri girdiğinizde tatlı bir ecza kokusu burnunuza dolardı. O zamanlardan hatırladığım kadarıyla Eczacı Fuat Bayer yapma ilaçlar konusunda da çok mahirdi. Devam edip giden sokaktaki en önemli mekan 21 numara Rahmetli Hüseyin Hilmi Işık’ın evi idi. Küçüklüğümde hatırlarım o evin önünden geçerken sesimizi yükseltmez ve daha bir efendice yürürdük. Bahsi geçen sokakta bir dönem Fatih civarının en meşhur ama hafızlarından Hafız Murat’ın kasetlerinin satıldığı bir dükkan açılmıştı. Bu dükkan şimdi artık yok. O güzel sesli hafız Murat acaba nerelerdedir ? Kahvenin yanındaki Kumrulu Mescid, bizim sokağın adeta nefes alma yeri idi. İstanbul’un en eski Osmanlı yapılarından biri olduğu ifade edilen bu mescidin yan duvarında iki adet kumru kabartması bulunmaktadır. Adının da buradan geldiği söylenir. Fatih Camii’nin de mimarı olan Atik Sinan’ın inşa ettiği Kumrulu Mescid’in uzun süre İmamlığını yapan Hasan Kılıç Hoca ve müezzini Kadir ağabey, bizlerin ilk Kur’an derslerimizi aldığımız , talim ve tecvit öğrendiğimiz kişilerdi. Kumrulu’nun son zamanlara kadar en büyük özelliği vakit ezanlarının mikrofonsuz olarak okunması idi. Ezanı okuyacak müezzin pek de yüksek olmasa da biraz dar olan merdivenleri tırmanarak minareye çıkar ve çıplak sesle ezanı okurdu.Biraz büyüdükten sonra Kadir ağabeyin izin vermesi ile minareye çıkıp vakit ezanlarını okumaya başladık.
Biz 80’li yılların başına kadar yazları Florya Şenlik köy’e yazlığa giderdik. Florya’nın o dönemde faytonları meşhurdu.
Kumrulu Mescidin yan tarafına 70’li yılların başında Kız Kur’an Kursu yapıldı. Kur’an Kursu yapılmadan evvel o aralık açıktı ve dar toprak yoldan aşağıdaki sokağa bağlanırdı. O dar sokakta hatırladığım kadarıyla Rahmetli anneannemin de arkadaşı olan Zahide hanım teyzenin tek katlı küçücük bir evi vardı. Daha sonra Kur’an Kursu yapılınca o evler yıkıldı ve aralık kapandı. Kumrulu Mescidin yanındaki Çalıkoğlu apartmanı halen mahallenin büyük apartmanlarından biri. 55
Fatih Belediyemizin 2000’li yıllardaki önemli bir icraatıyla semtimizdeki bir çok mahalle birleştirildi ve tarihi mahallelerin bazıları ortadan kalktı. Bunlardan biri de bizim yıllarca ait olduğumuz Kocadede mahallesi de ortadan kaldırıldı ,yıllar sonra Beyceğiz mahallesine bağlandık.
Annemlerin anlattığına göre orada eskiden genişçe bir arsa ve arsanın içinde teyzemlerle birlikte Kur’an dersi aldıkları Hocaannelerinin evi varmış. O ev yıkıldıktan sonra oraya bir marangozhane açılmış ve daha sonra da Çalıkoğlu apartmanı inşa edilmiş. Çalıkoğlu’nun yanında Naciye hanım teyzenin ve kızı Fahriye ablanın oturduğu iki katlı bir ev vardı. Daha sonra orası yıkılıp yerine şimdiki apartman yapıldı. O evin yanında Rahmetli Ahmet dayımın kayınpederi olan Rahmetli Şakir amca ve hanımı Safiye hanım teyzenin oturduğu iki katlı kagir bir ev bulunuyordu. O evi nedense çok severdim. Basık tavanlı, içinde ahşap bir merdivenin bulunduğu, küçük bir de bahçesi olan şirin bir ev. Onun yanında bizim ailecek oturduğumuz Birlik apartmanı. Bizim ev 1960’ın başında yapılmış. Daha evvel orada iki katlı ahşap bir ev varmış ve Rahmetli Salih dedem, anneannem annem ve kardeşleriyle o evde ikamet ederlermiş. Yeni yapılmış haliyle Birlik apartmanında biz, teyzemler, dayımlar ve dedemler ayrı ayrı katlarda otururduk. Uzun bir süre bodrum katı hariç, aile dışında evde yabancı bir kimse oturmadı. Daha sonra bizim çekirdek ailenin nüfusu artınca babam en üste bir kat attı. Biz oraya taşındık ve giriş katı ben evleninceye kadar kiraya verdik. Kumrulu Mescidin karşı tarafında, Mustakimzade sokağın Serin sokakla buluştuğu yerin hemen başında iki katlı bir ev, yanında da Marangoz Özcan ağabeylerin evi vardı. Özcan ağabey, mahallemizin usta bir marangozu idi. Beş vakit namazını Kumrulu Mescitte, ilk safın sol tarafında kılardı. Yeni evlendiğim zaman yaptığı kütüphaneyi hala büyük bir zevkle kullanırım. Sokakta köşenin yanında altında Rahmetli bakkal Yusuf ağabeyin dükkanının olduğu bir ev ve onun yanında da demirden bir bahçe kapısı olan, otobüs ve minibüs garajı bulunuyordu. Daha sonra o garajın yerine bugünkü kocaman İstifoğlu apartmanı yapıldı. İlk gençlik yıllarımızda o apartmanda birçok arkadaşımız otururdu ve arka bahçesinde minyatür kale maç yapardık Bakkal Yusuf ağabey ve beraber çalıştıkları Mehmet ağabey, daha sonra dükkanlarını İstifoğlu’nun yanındaki evin altına taşıdılar. Yusuf ağabeyin dükkanının yanında Çarşamba sokak ve sokağın diğer yanında iki katlı teneke kaplamalı bir ev bulunurdu. Ben ilkokulu Çarşamba’da annemin de okumuş olduğu 60’ıncı ilkokul ve bugünkü ismiyle Muallim Yahya Efendi İlkokulunda okudum. Her
sayı//24// temmuz 56
sabah Bakkal Yusuf’un üst katında oturan arkadaşım Mert’e uğrar onu evden alır ve beraberce Çarşamba sokaktan aşağı iner, Silistre sokağından kıvrılarak arka taraftan okulumuza giderdik. Teneke kaplı evin yanında kadim dostumuz Göktürk ve Rahmetli Bozkurt İnan’ın anneanneleri Rahmetli Hacer hanım teyzenin iki katlı evi vardı. Hacer hanım teyze annesi ile o evde otururdu. Hacer hanım teyze ve annesi ile anneannemler akrabadan ileri bir ilişkiye sahip idiler. Tabii kızları da annem ve teyzemlerin kadim dostları idiler. O evin yanında yine iki katlı dışarıdan merdivenli bir ev olan Doktor Halil amcaların evi vardı. Halil amcaların evinin yanında şu an altında Burpa marketin olduğu bina eskiden bir marangozhane idi. Marangoz Mehmet amca tipik bir mahalle esnafından ziyade gayet ciddi duruşlu efendiden bir sanatkardı. Tabii o mekanın önündeki çeşme de mahallenin önemli aksesuarlarından biri idi. Annemlerin anlattığına göre marangozhaneden evvel orada bir kömürcü varmış ki biz ona yetişemedik. Bizim evden baktığımızda Mehmet amcanın tabelasını farklı bir ses tonu ile okuma temrinleri yapmamız bizim apartmandaki çocukların ilginç bir eğlencesiydi. ‘Emel Doğrama Mobilya İşleri Mehmet Boztepe 10’ Marangozhanenin yanında iki katlı Sahibe hanımın evi vardı. Bizimkiler ahşap evi almadan tahminim ikinci dünya savaşı yıllarında o evde otururlarmış. Sonra Rahmetli Salih dedem o evi satıp karşısındaki ahşap evi almış ve oraya geçmişler. Rahmetli Ahmet dayım ve annemin anlattığına göre mübadele yıllarından evvel dedemin babası Ömer efendi artık Selanik’de oturamayacakları belli olunca Fatih’e göç etmeye niyetlenmişler ve ilk olarak Fırın sokağının aşağısındaki Cemal Nadir sokakta bir ev alıp oraya yerleşmişler. Bir ara Fırının karşısındaki Bakkalzade sokakta bir başka eve geçmişler daha sonra şu an Yavuz Selimdeki Kamu Sağlığı merkezinin arkasına bir eve gelmişler. En sonunda da bugünkü Nişanca caddesine Sahibe hanımın evinden sonra Ispanakçı sokağının girişi başlıyor. O sokağın içine girince ilk olarak sağ tarafta bir duvar vardı ki sokak maçlarında kale olarak kullandığımız bir yerdi. Daha sonra Şerefnur hanım teyzelerin evi başlardı. O evde ben daha dünyada yokken bir dönem Ahmet amcamlar oturmuşlar. Sokağın karşı tarafında köşesinde evin reisinin bir saatçi dükkanı olduğu için Saatçilerin evi diye bilinen büyük bir evi hatırlıyorum Yeşil mozaikli bir ev. Şimdi yerine yine büyük bir
Kumrulu Mescid, bizim sokağın adeta nefes alma yeri idi. İstanbul’un en eski Osmanlı yapılarından Rahmetli Ahmet Hoca uzun bir süre orada biri olduğu ifade imamlık yaptı. Bir de o camide Sezai Ağabey edilen bu mescidin adına bir müezzin vardı ki sesi ve okuyuşu yan duvarında iki adet çok özeldi. Küçüklüğümden aklımda kaldığı kumru kabartması kadarıyla, mahallede evlere ve başka sokaklara bulunmaktadır. Adının su taşıyan bazı sakalar, caminin karşısındaki o da buradan geldiği çeşmeden tenekelere su doldurur ve merkep söylenir. Fatih Camii’nin üstünde o suları taşırlardı. Fırının karşı tarafında de mimarı olan Atik mahallenin bir diğer bakkalı Akif ağabeyin Sinan’ın inşa ettiği dükkanı vardı. Fırının karşı tarafındaki evlerden Kumrulu Mescid’in uzun birini altında ise uzun bir dönem bir berberin süre İmamlığını yapan varlığını hatırlıyorum. Berberin camında Hasan Kılıç Hoca ve da Beyceğiz mahallesi muhtarlığı yazardı. müezzini Kadir ağabey. Fatih Belediyemizin 2000’li yıllardaki önemli
bina yapıldı. Annemlerin anlattığına göre ilk olarak orada iki katlı bir ev varmış. Saatçilerin yanında hala eski halinde duran Rahmetli Yusuf amca ve Sıdıka hanım teyzelerin evi vardı. Onların yanında bizim hanımın halası Mürüvvet halanın oturduğu tek katlı bir ev bulunurdu. Penceresi insanların beline gelen yükseklikte olan ve içeride oturanların cama çıktıkları anda sokakla haşir neşir olabilecekleri küçük şirin bir ev. O ev Rahmetli Kayınpederlerin de ilk olarak Rahmetli anneleri ile beraber oturdukları evmiş. Daha sonra kayınpeder aynı arsanın yanı başında yavaş yavaş bugünkü haline getirdiği evi yapmaya başlamış. Rahmetli Kayınpeder nerdeyse bir ömür o evi inşa etmeye çalıştı. Memur maaşı ile yıllar süren emeklerle, katları birkaç sene ara ile üst üste koyarak, o evi inşa etti. Nur içinde yatsın
Görüldüğü üzere, Cami, Çeşme, mezarlık eski Osmanlı mahallelerinde birbirlerini tamamlayan bir üçlü. Caminin bahçesinde güzel kokularıyla ıhlamur ağaçları.
O evin yanında da yine Kayınpederin diğer kardeşi olan İkbal halaların evi bulunurdu. Bugün o aileden bir tek Süleyman ağabeyin kaldığı o ev bir dönem hepsinin beraberce oturdukları bir aile evi konumundaydı. Bizim evin yanında Bulgaristan Muhaciri terzi Mehmet amcaların evi vardı. Onun yanında yine küçüklüğümüzde yapılan Baran apartmanında geçenlerde Rahmet-i Rahmana kavuşan Hüseyin Doğanlar otururdu. Ağabeyi Rahmetli Hasan Doğan da mahallemizin örnek efendi ağabeylerindendi. Baran apartmanının altında mahallemizin diğer bir bakkalı olan Adil ağabeyin dükkanı vardı. Yanında bir tuhafiyeci ve köşede bir başka dükkan Karşı tarafta bugün kocaman bir markete dönüşen mekanda o zaman mahallenin diğer bir kahvehanesi daha bulunuyordu. Kahvenin yanındaki evin altında bir marangoz daha vardı ve onun yanındaki ev de hatırladığım kadarıyla Köktürk apartmanı idi. Bu ismi niye iyi hatırlıyorum; Mahallemizin ilk hanım eczacısı Süheyla abla okulu bitirdiğinde orada eczane açmıştı da ondan. Bizi güler yüzü ile karşılar ailedekilerin hatırlarını sorardı. Hatırladığım kadarıyla genç yaşta rahatsızlandı ve vefat etti. Allah Rahmet eylesin Eczanenin yanındaki fırın ben bildim bileli fırındır. Son dönemlerde sahiplerinin değiştiği o fırının sahibi iki kardeşti hatırladığım kadarıyla. Birisinin ismi de Sabri idi. Fırından sonra bir sokak girişi geliyor ki adını Fırından alan Fırın sokak. Daha ileride şu an yıkıntı halinde duran güzel bir ahşap ev ve altında o zamanlar akan bir çeşme. Çeşmeli ahşap evin yanında da Keskin dede mezarlığı. Ahşap evin ve mezarlığın karşısında Nişancı Mehmet Paşa Camii.
bir icraatıyla semtimizdeki bir çok mahalle birleştirildi ve tarihi mahallelerin bazıları ortadan kalktı. Bunlardan biri de bizim yıllarca ait olduğumuz Kocadede mahallesi de ortadan kaldırıldı ,yıllar sonra Beyceğiz mahallesine bağlandık. Mahallerin ortadan kaldırılması sürecinde bizim aile olarak yediğimiz ikinci darbeyi de babamların yıllarca oturdukları ve nüfus kağıtlarımızda 2000’li yıllara kadar ait olduğumuz yer olarak yazan Çırçır semtindeki Sinanaağa mahallesinin ortadan kaldırılmasıyla yedik. Sinanağa Mahallesi de Zeyrek mahallesi oluverdi. Tabii bu süreçte bizler sürekli nüfus kağıtlarımızı yenilettik. Eskiden bizim Birlik apartmanının arkası geniş bir arsa idi. Evden arkaya baktığımızda bu geniş arsa bize büyük bir ferahlık verirdi. 70’li yılların başlarında oraya da sıra sıra evler yapıldı, evlerin önüne bir sokak açıldı ve o sokak Fatih caddesi adıyla Fatih Camiine kadar uzayan genişçe bir yolun başı haline geldi. Bu bölgedeki son bilgi de evimizin arka tarafındaki arsanın en ucunda genişçe bir boşluk vardı. Daha sonra orada eskiden Keskindede mescidi olduğu ortaya çıktı. Fatih’te çocukluğumun geçtiği bölgede yaptığım bu kısa gezintiyi kelimelerle ifade edip tarihe bir küçücük not düşmek istedim, aslolan da bu idi. Kim bilir belki bir gün bu yazdıklarımı, temin edebileceğim tarihi resimlerle zenginleştirme imkanı bulabilirim, bilgiler ilave edilir, şehrin sokak ve mahalleleri tarihi ile buluşur. Anlatmaya çalıştığım bu bölgede Rahmet-i Rahmana kavuşan tüm komşularımıza birer Fatiha okuyarak bitirmeyi arzu ediyorum. Sizler de iştirak ederseniz sevinirim…
57
lkemizin büyük illerinin hemen hepsini gezip gördüm. Bende şehir kültürünü geliştiren ve ‘Şehirname’yi yazmama bu geziler sebep olmuştur. Çünkü toplu yaşama içgüdüsü şehirde şekillenir. İnsanlar, tarih boyunca güvenlik ve gelişmeyi hep şehirlerde aramışlardır. Gittiğim şehirleri sadece bir turist merakıyla gezmedim. Şehirlerin sosyal yapıları, tarihi mirası, kültürel özellikleri, şehirleşme pozisyonları hep ilgimi çekmiştir.
KARADENİZ,
ŞEHİRLER DENİZİ!
Ancak denizin keyfi, güzelliği ve verimi buralarda İstanbul kadar değil. Samsun ve Trabzon gibi büyük şehirlerde, bazı yük gemileri limanlarda görünse de, mesela tur gemileri yoktu. Muhsin İlyas SUBAŞI
Böyle bir dikkat çerçevesinde Mayıs’ın son haftasını Karadeniz sahil şeridinde geçirdim. Muhteşem falezlerle çevrili, zaman zaman vadilerle İç Anadolu’ya açılan kıyı şeridi, bir altın kolye gibi kuşatılmış sahil yollarıyla hem güven, hem de güçlü devlet olmanın hazzını yaşattı bana. Her girdiğim tünelde, ‘ah keşke bunu bir asır önce başarabilseydik’, gibi bir temenniyle gururlanmamak mümkün değildi. Sıkça denize dökülen ırmaklar, yeşil örtüleriyle dağlar silsilesinin sanki gözyaşları gibi geldi bana. Hele hele 1355 km’lik macerasıyla Anadolu’yu kucaklayarak Bafra Burnundan Karadeniz’e dökülen Kızılırmak, sanki Anadolu insanının alın terini ve sevgisini taşıyordu buralara. Burada gecelerin tadı bir başka güzelliği seriyor gözlerinizin önüne. Kaçkar dağlarının zirvesinden göz kırpan yıldızlar denize dökülecek birer bilye gibi sularda dans ediyor. Ancak denizin keyfi, güzelliği ve verimi buralarda İstanbul kadar değil. Samsun ve Trabzon gibi büyük şehirlerde, bazı yük gemileri limanlarda görünse de, mesela tur gemileri yoktu. Kayıklarla denizde dolaşan insanlar yok denecek kadar azdı. Karadeniz’in haşin dal-gaları buna izin vermeyebilir. Buna rağmen, sakin günlerde denizden faydalanmayı düşünmek kötü mü olurdu? Bunu yerli halkın keyif çıkarması anlamında düşünmüyorum elbette. Sokaklara dikkat ettim, çok daha fazla Arap turist buralara ilgi gösteriyor. Birkaçıyla sohbet ettim, ‘haza cennet’ül baki (işte yeryüzü cenneti)’ tabirini kullanıyorlar. Çöle ve sıcağa mahkûm bir toplum, böyle yerleri gerçekten tatil için kurtuluş simidi gibi görüyor. Ancak, Karadeniz’i çevreleyen şehirlerin bu ilgiye hitap edecek turistik altyapısı pek görünmemektedir. Samsun’dan Rize’ye kadar sahil şeridinde, denize cepheli evler yeşillikler arasından kendisini gösteriyor. Samsun’da, özellikle
sayı//24// temmuz 58
Trabzon’da, falezleri tıraşlayarak yeni yerleşim yerlerinin açılmasına başlanılmış. Keşke bunlar, göründüğü gibi oyla sık ve çok katlı değil de, doğanın dokusunu bozmadan yapılacak şekilde planlanabilse. Hele, Uzungöl’ün etrafını kuşatan oteller, gelecek için çok daha kötü bir görünüme işaret etmektedir. Betonla inşa edip ahşapla kaplanan bu binaların, burasının sert iklim şartlarına ne kadar dayanacağı belli değildir. Bu doğal gölü, büyük bir kültürpark halinde görmeyi ne kadar isterdim. Mesela bir kongre merkezi olmalı burada. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Türkiye’nin önemli eğitim kurumlarından birisidir. Uzungöl’de onun bir sosyal tesisinin olması gerekmez mi? Kültürel etkinliklerin, sanat faaliyetlerinin, edebiyatın, şiirin yaşayan temsilcileriyle burada sık sık kongreler yapılmalıdır. Şehrin ruhunu anlamadan, gelip sadece gezerek giden insanlarla burasını dünyaya tanıtamayız.
görülmüyor burada. Tarihiyle bütünleştirilip öyle donatılmış. Dağla denizin kucaklaştığı, kanyonlarıyla taçlandırılmış bir Samsun, göç veren değil, göç alan bir şehre doğru koşuyor artık. Altınkaya barajına ev sahipliği yapan Şahinkaya kanyonu suyun insanoğlunun eliyle yönlendirilmesinin en güzel örneklerinden birisi. Sözün kısası, Samsun gezilmez, orada yaşanılır! Samsun’dan ayrılırken kendi kendime mırıldanmadan edemedim:
Şunu samimi olarak ifade edeyim, Samsun’dan başlayarak Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize, Yüce Yaratıcının bizlere bahşetmiş olduğu muhteşem bir tabiat dokunuşuna sahip. Doğal olarak gelir kaynakları, fındık, çay, kivi gibi belirli türlerde sınırlı kalsa da, Karadeniz insanının keşfedici kabiliyeti, buradaki insanları fakirliğe mahkûm etmemiştir. Çok dağınık yerleşim alanlarına rağmen, her tepeye, ya da her yamaca bir cami inşa etmiş olmaları, kimlik güvenliğinin teşhiri açısından çok önemli bir dikkat noktasıdır. Bir şeyi daha gördüm burada, tabiatın insan karakterinin oluşumundaki etkisi! Bu sert yamaçlarda yaşayan insanın tavrıyla ovada yaşayan insanınki aynı olmuyor. Kimlik krizine uğramış az sayıda insanın kendini vareden değerlerden kopmuş olanlarını dışarda tutarsak, yöre halkının kararlı duruşları, güven veren davranışları, şehirleşmenin erozyonuna rağmen, bozulmadan devam ediyor. Bu gezinin sonucunda gördüklerimi eleştirel mantıkla ele alırken, oraların daha mükemmeline layık olduklarını anlatmak içindir. Değilse, Samsun başlı başına bir kültür şehridir; tarihiyle, bugünüyle ve geleceğiyle ülkemizin yüz akı bir şehridir. 1.Bayezid’in 1398’de şehri fethetmesiyle Türkleşen Samsun, Kurtuluş savaşımızın ‘ilk adım’ının burada atılmış olması yanında, geçmiş medeniyetlerin izlerini koruması, onları gelecek nesillere tarihin emaneti olarak sunması, göz ardı edilmeyecek bir farklılıktır! Caddelerinde gezerken, mutluluk duymamak mümkün değil. Şehrin siluetini renklendiren sahil, eğlence yeri gibi
“Ordunun dereleri, Aksa yukarı aksa. Vermem seni ellere, Ordu üstüme kalksa!”
“Çarşambayı sel aldı, Bir yar sevim el aldı. Keşke sevmez olaydım, Elim koynumda kaldı.” Daha sakin ve yaşanacak bir yer istiyorsanız, buyurun, Ordu’ya davet edelim sizi. Üstelik burasının da hoş bir türküsü var, sizi de onunla karşılayabiliriz:
Âşık sevdiğini vermesin elbette. O doyumsuz güzelliğiyle, deniziyle, dağlarıyla, sevimli insanlarıyla biz Ordu’yu Ordululara bırakarak yolumuza devam edelim. Şimdi Giresun karşılayacak bizi. Küçük, ama şirin bir şehir! Horonu, kemençesi, tulumu ve uşaklarıyla ritmik bir halayın gölgesindeyiz gibi geldi bana. Ordu ve Giresun insanı, doğal olarak kendilerini çeken iki büyük şehrin; Samsun ve Trabzon’un cazibesinden kurtaramamaktadırlar. Bu iki güzel ilimizin ortasında denizi doldurarak açılan hava alanına rağmen, bu kuşatma sanırım devam edecektir. Buna rağmen, buralar yaşanacak güzel kıyı şehirleri olarak varlıklarını hep bu çerçevede sürdürecekler gibi geliyor bize. Trabzon’a gelince, Karadeniz turları, hep Trabzon odaklıdır. Çünkü orada, bizim tarihimizin önemli ayak izleri bulunmaktadır. Mesela, Yavuz Sultan Selim’in şehzadelik dönemi burada geçmiş, oğlu Kanuni Sultan Süleyman burada dünyaya gelmiştr. Tarihin ve tabiatın bize sunduğu elbette bunlarla sınırlı değildir; Sümela Manastırı, Uzungöl ve Ayber yaylası da Trabzon’un ön plana çıkan zenginlikleridir. Gerçekten de, bu üç yer görülmeye değer niteliklere sahip. Uzungöl ve Ayber’e güzel çift şeritli kıyı şeridindeki 59
işini zorlaştıran her yörenin bir güzellik alyansı halinde ol-masıdır. Şair, bunlardan hangisini anlatsa, öbürü önüne çıkacak ve ‘ben ondan geri mi kalırım?’ diyecektir. Haklıdır da, buradaki denizin hırçın dalgalarıyla dağların yeşil dorukları, damar damar süzülüp akan nehirleri haksız rekabete izin vermeyecek kadar birbiriyle iç içe girerek bir tabiat muştusu şeklinde çıkmaktadır karşımıza.
Daha sakin ve yaşanacak bir yer istiyorsanız, buyurun, Ordu’ya davet edelim sizi.
yoldan her ikisinde de 100 Km.’den daha fazla bir koşuşturmayla içeriye geçiyorsunuz; bir nevi Anadolu’nun kalbine doğru bir yürüyüş. Ancak sahildeki falezler, aynı özellikleri burada birbiriyle tokalaşacak kadar iki yamaç haline gelmiş ve yeşil örtüleriyle sizi kucaklayan, kendisine bağlayan bir manzara sunuyor. Bunu yamaçlara, dağ tepelerine serpiştirilmiş binalar ve onların hemen yanı başında uzunca minareleriyle camiler kucaklıyor. Her adımda farklı bir tablonun cazibesine kapılıyorsunuz. Teleferik inşası için ziyarete kapatılan Sümela manastırı, Hıristiyan azizlerinin mahremiyetini duvarlarında saklamaya sanırım devam edecektir. Yahya Kemal, İstanbul’da değil de, bu bölgede yaşasaydı, herhalde aşağıdaki şiire eşdeğerde bir şiiri de burası için yazardı. Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Böyle ömre değer şehirlerden birisi, Karadenizli için kuşkusuz Trabzon’dur. Ne var ki, böylesi şehrin üstüne yazılmış doğru dürüst güzel bir şiir bulmada zorlandım. Bedri Rahmi Eyuboğlu buralıdır, ama buradan kopmuş gibi geldi bana. Kendi şehrine özlem duyduğunu anlatacak Beyatlı’nın kalitesinde bir şiirini göremedim. Yazılanlar yok mu? Dolu! Ancak, Trabzon’u edebiyat camiasında temsil edecek güçte şiir pek yoktur sanırım. Belki Karadenizli şairlerin
sayı//24// temmuz 60
Kuşkusuz Trabzonlunun gururu, Çaykara doğumlu Osman Turan’dı. Onu da yâd etmeden geçmek istemiyorum. Benim gençlik dönemimin, şuurlanma mayasında bu büyük insanın payı oldukça büyüktür. ‘Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’ ve ‘Selçuklular Zamanında Türkiye’, ‘Türkiye’nin Manevi Buhranı Din ve Laiklik’, ‘Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları’, Selçuklular ve İslamiyet’ isimli kitaplarını ilk yayınladığı yılda almış ve büyük bir dikkatle okumuştum. Bununla da yetinmeyerek o yıllarda İstanbul’da kendisini ziyaret edip tavsiyelerini almıştım. Şimdi onun isminin burada, “Osman Turan Kültür ve Kongre Merkezi” adıyla üniversitede yaşatıyor olmasından memnuniyet duydum. Bir kültür kadirşinaslığı olarak bu vefayı umarım diğer şehirlerimizde de görürüz. Gözüm arkada kalarak evime dönerken, Karadeniz’i ilk gördüğümde fısıldadığım Ahmet Cevat’ın ‘Çırpınırdı Karadeniz” türküsünü yeniden dillendirmeden edemedim: Çırpınırdı Karadeniz, Bakıp Türk’ün bayrağına. Ah ölmeden bir görseydim, Düşebilsem toprağına. Sırmalar sarsam koluna, İnciler dizsem yoluna. Fırtınalar dursun yana, Yol ver Türk’ün bayrağına! Bayrağım kadar onurlu, denizim kadar coşkulu, dağlarım kadar dik başlı Karadenizliye selam olsun. Karadeniz’i görünce, kuzey hattımızdan herhangi bir tehlike ve tehdidin söz konusu olmayacağına inandım. Ne dağlarım, ne de insanım bu tür tehditlere izin vermeyecektir! Belki de Karadeniz’in gizli güzelliği bundadır. Onun için ben ‘Karadeniz’e ‘Şehirler Denizi’ demeyi düşündüm. Kıyı boyunca her metresinde bir pencerenin denizi gözetlemesi bu isme haklılık çıkarmaz mı, ne dersiniz?
Akşamın Dizlerinde Ve koptu takvimden bir yaprak daha, Mor bir kahkahadır akşamın sesi… Bunca susamışken gönlüm sabaha, Sustu içimdeki at kişnemesi… Sırtım sızlamıyor palanlar için, Yarın yeni bir gün kalanlar için…
Belli, seherim yok, atmayacak tan. Kös vuruyor yüreğimde can sesi… Duyuyorum, ta şuramda sızlatan; Kan pıhtısı gibi bir keman sesi… Sevda mı? Vakit yok yalanlar için, Yarın yeni bir gün kalanlar için…
Gecenin şarkısı başlar birazdan, Değişir suda renk, eşyada biçim… Sıyrılır sevdalar tül gibi nazdan, Bu gece o kadar rahat ki içim; Hazırım kapımı çalanlar için. Yarın yeni bir gün kalanlar için…
Yarım kalmış şiir, kalemle kâğıt; Benden son hatıra köhne masamda… İçten bir Fatiha, sessiz bir ağıt; Ben olsam da olur, ben olmasam da… Akşam, bir ummandır dalanlar için; Yarın yeni bir gün kalanlar için…
Sadettin KAPLAN
…Üstâd Sadettin Kaplan’ı rahmetle anıyoruz… 61
TUŞPA’DAN VAN’A Ülkemizin en büyük Gölü’nün yüzölçümü (3.713 km²’) “Van Göl”ü hem tatlı su hem de deniz ekosistemlerinden farklı bir sucul ekosistemdir. Suları tuzlu ve sodalıdır.
Münir BALICA
an Gölü, Doğu Toros ve Aladağlarının arasında kalan teknonik oluşumun batı kısmında bulunmaktadır. Gölün batısında ve kuzey batısında birkaç sönmüş volkan bulunmaktadır.”Süphan Dağı” ve “Nemrut dağı” sönmüş volkanlardan meydana gelmiştir.Yaklaşık 200.000 bin yıl önce sönmüş olan volkanlar,buzul çağın ortalarında “Nemrut” dağından akan lavların uzunluğu 60.km.yi aşan bir akım oluşturmuştur.Bu tabiat olayı Van çukuru ile Muş çukuru arasındaki su akımını engelleyince Türkiye’nin en büyük gölü meydana gelmiştir. Eski Yunan coğrafyacıları tarafından Thospitis Lacus ya da Arsissa Lacus olarak anılan Van Gölü’nün modern zamanlardaki ismi, sınırlarına dahil olduğu Van ilinden gelmektedir. Van Gölü sahilleri boyunca ve pek çok adalarında kilise ve manastır kalıntıları bulunmaktadır.. En iyi korunanı onuncu yüzyıldaki Kutsal Haç kilisesidir. Akdamar Adasında bulunmaktadır. Kral “Gagik Artzruni tarafından 915 ve 921 yılları arasında inşa edilmiştir. Dış duvarlardaki rölyefler kutsal kitaba ait “Adam and eve yani (Adem ve Havva) Jonah and the whale, (Yunus ve Balina), (Golyat) gibi hikâyeler bulunmaktadır. Diğer önemli tarihsel anıt gölün kıyısındaki Van kalesidir. Modern Van şehri bu kalenin doğusunda yer alır. Yüz ölçümü3.713 km�’dir. Denizden yüksekliği 1.646m derinliği ise 457m‘yi aşmaktadır. Gölün doğusunda Akdamar, Çarpanak, Adır ve Kuş adaları bulunmaktadır. Bu adalar turistlik özelliğe sahiptir. Sit alanı olarak ilan edilmiştir. Ülkemizin en büyük Van Gölü’nün yüzölçümü (3.713 km�’) “Van Göl”ü hem tatlı su hem de deniz ekosistemlerinden farklı bir sucul ekosistemdir. Suları tuzlu ve sodalıdır. Göl suyu tuzluluk oranı %o19, pH’sı ise 9.8 dir. Bu yüzden Van Gölü yüksek rakıma ve sert kışlara rağmen, donmaz. Göl su seviyesi iklime bağlı olarak yükselip, düşmektedir, ortalama olarak denizden yüksekliği 1646 metredir. Gölün ortalama derinliği 171 m, en derin yeri ise, 451 metredir.. Gölde tek bir tür balık inci kefalı, (Chalcalburnus tarichi) yaşamaktadır. Göl etrafı karadan 430 km.’dir ve bunun 245 km si Bitlis ili sınırları içindedir. Urartu ve Nairi feodal beyliklerinin veya kabilelerinin siyasi birliklerinin gerçekleşmesi
sayı//24// temmuz 62
ve bir devlet haline gelmeleri ile M.Ö . 1X Yüzyıllarının ortasında gerçekleşmiştir Lutibri’nin oğlu kral 1.Sarduri ( M.Ö. 830-840) gerçek anlamda Urartu devletini kurduğu gibi,başken “Tuşpa”nın yani bugünkü “Van “Kalesinin dolayısıyla “Van” ilk ilinin kurucusu olmuştur.Bu günkü “Van kalesinin” kuzey ve batı eteklerinde yerli halkın “ Madırburcu” dedikleri “Serdar burcu”nun duvarlarındaki taş duvarlarındaki taş bloklar üzerlerinde bulunan kuruluş kitabeleri ile “Urartu “ tarihinin yerli ve yazılı kaynaklarına ulaşılmaktadır. Madırburcun 30 ton ağırlığında muntazam kesilmiş taş blokları “Urartu”ların henüz M.Ö. 1X. Yüzyılın ortasında taş işçiliğinde anıtsal mimaride erişmiş olukları günün koşulları ile yüksek seviyede oldukları hayretler içersinde görülmektedir.Bu kitabelerde Kral “Sarduri’nin dünyanın en kudretli Krallarından biri olduğunu ilan ederek Mezopotamya krallığının ünvanlarını da kullanarak dünya hakimiyet de söz sahibi olmayı amaçladığı görülmektedir. “Hurri ve Urartu” toplum ve kültürlerinin aynı toplumdan çıktıkları ve belki de iki ayrı boy olarak birbiri ardından gelen iki göç dalgası sonucu,Trans-Kafkas bölgesinden güneye yayıldıkları anlaşılmaktadır.İki kültür arasındaki benzerliklerin dışında göze çarpan farklılıklar ise “Urartu”ların dağlık bölgelerde kalmaları,ve “Hurri”lerin güneye inerek “Mezopotamya” uygarlıkları ile temasa akrabalık derecesinde geçmişlerdir. Bununla beraber bazı filogoglar “Hurrilerin” orta asya steplerinden ve yüksek yaylalardan göç ederek” İran “üzerinden Anadolu’ya göç ettikleri ileri sürülmektedir.
Aynı kökenden gelen “Urartu”lar ile “Hurri”lerin M.Ö.111.binin ortasında ayrıldıkları görüşü bulunmaktadır. ”Hurri” dili gibi “Agglütine” yani bitişken “Urartu” dili ise “Asianque” diller gurubunu bilim adamları tarafından konulmaktadır. Fakat şunu iyice belirtmek gerekir ki,”Urartu” dilinin Hint-Avrupa dillerinin satem grubuna sokulan “Ermenice “ile ve Ermenilerle kültür olarak hiçbir ortak noktası yoktur.Sabit köklere değişik ekler ilavesi ile kelime teşkili bakımından,”Urartu” dili Türkçe’ nin de dahil olduğu “Ural-Altay dilleri arasında benzerlikler görülmektedir. İskit istilasının ardından zayıflayan Urartular, İran’dan gelen Medler tarafından yıkıldı. Daha sonra bölgeye Ahamenişlerler, Büyük İskender, Selevkoslar, Ermeniler, Partlar, Romalılar, Sasaniler ve Doğu Romalılar (Rumlar) hakim olmuştur. 644 yılında Müslüman Araplar bu bölgeyi fethetmiş, daha sonra bölge yine Rumlara geçmiştir. Yöre, uzun süre Abbasilere veya Rumlara bağlı yerel Ermeni beyleriyle yönetilmiştir. 11. yüzyıldan itibaren Türkmenlerin yerleşmeye başladığı Van Gölü havzası, önce Selçuklulara, sonra da İlhanlılara, Celayirîlere, Karakoyunlulara ve Akkoyunlulara yurt olmuştur. 16. Yüzyılda Safevilerin Doğu Anadolu’dan uzaklaştırılmasından sonra Van’da Osmanlı egemenliği başlamıştır. Van’da devamlı olarak 20. yüzyıla kadar Ermeni, Türk, Kürt, Arap nüfus bir arada yaşamıştır.
63
Urartu kralı I. Sarduri'nin kurduğu ve başkent yaptığı Tuşpa,” Urartu “krallarının mezralarını, uzun yazıtları içinde barındırmaktadır
Gelenekleri ve görenekleri Osmanlı ve İran etkisinde gelişmiştir. Van farklı kültürlerin ve toplulukların bir arada yaşayabildiği güzide bir coğrafyadır. Urartular’ ın başkentliğini yapmış olan Van Kalesi, 3000 yıllık görkemiyle hala ayakta durmaktadır Van Kalesi’nde “Urartular”’dan kalan kaya ve oda mezarları, tapınaklar, yazıtlar ve bazı yapılar bulunur. TUŞPA
Urartu kralı I. Sarduri’nin kurduğu ve başkent yaptığı Tuşpa,” Urartu “krallarının mezralarını, uzun yazıtları içinde barındırmaktadır. Horhor yazıtı, kaledeki en uzun yazıttır ve kral” Argişti”’ye ait mezar odasının girişinde bulunur. Analı kız kutsal alanında büyük bloklara yazılmış yazılar vardır ve burası bir sunak alanıdır. İç Kale’de” Urartulara” ait bir tapınağın temelleri bulundu. Kalenin batısında Madırburcu isimli görkemli yapının ne amaçla yapıldığın halen öğrenilmemiştir. Van şehri I. Dünya Savaşı’na kadar kalenin güney kısmında surlarla çevrili bölgede kuruluydu. Bu şehrin kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Surlara ait bazı kalıntılar vardır ve sağlam olan tek kapı güneye bakan Orta Kapı’dır. Mimar Sinan’ın eseri olan Hüsrev paşa Külliyesi han, hamam ,türbe,imaret,çeşme ve medreseden oluşmaktadır.. Bölgede sağlam kalan tek hamam bu külliyenin bir elemanı olan Çifte Hamam’dır. Eski Van’da günümüzde kullanılan tek eser Kaya Çelebi Cami’dir. Eskiden çok görkemli bir mekân olan” “ Ulu Camisi de ne yazık ki günümüzde yıkılmıştır
sayı//24// temmuz 64
ve sadece minaresi sağlam kalabilmiştir. Kızıl Cami’inde aynı şekilde minaresi günümüze ulaşmış ve diğer bölümleri yıkılmıştır. Kentte ayrıca günümüze ulaşan S. Dsirvanor, S. Stephan, S. Vardan, s. Neshan, şehrin en eski kilisesi olan ve Çifte Kilise olarak da anılan S. Paulos ve S. Petros Kiliseleri bulunur. Ayrıca eskiden İsa’nın çarmıhına ait bir parçanın saklandığı Meryem ana (S. haç, Tiramary) kilisesi ve Madırburcunun üstüne yapılmış Vaftizci Yahya (S. Hovhannes) kiliseleri zamana karşı duyamayarak yıkılmıştır. Hüsrev Paşa hanının temelleri Kaya Çelebi ve Hüsrev Paşa Camileri arasında görülebilmektedir. Şehrin batısında bulunana Horhor bahçeleri şehrin surlar içerisindeki bahçeleri durumundaydı ve İskele Kapı’nın hemen önündeydi. Ayrıca bahçelerin yakınında halen kalıntıları olan Horhor Cami ve Medresesi bulunuyor. Evliya Çelebi’nin görkemle anlattığı kale ve Eski Van şehri şu anda bakımsız bir haldedir. Van’ın merkezinde Ekim ve Kasım 2011 iki yıkıcı deprem meydana gelmiştir. Van ili Turizm bakımından eskiye dayanan tarihi ve muhteşem renk renk tabiat güzelliği ile çok zengindir. Halime Hatun Kümbeti/Van eski şehir/Muradiye şelalesi/ St.Bartolomeus kilisesi/ Akdama kilisesi/Van kalesi/Kaya Çelebi Camii/ Van kedi Evi/Van yedi kilise/Şeytan köprüsü ve Çavuştepe görülmeye değer yerlerdir. “Van” ilinin ismi konusunda kaynaklar tam bir mutabaka varamamışlardır. Evliya Çelebi “ Seyahatnamesi’nde Büyük İskender’in Van kalesindeki Vank adlı mabedden esinlenerek
buraya “Van” adının verildiğini söylemiştir. Başka bir rivayete göre de şehir çok genişleten ve güzelleştiren “Van” isimli kişiden aldığıdır.Bu konuda ise akla en yatkın görüş ise “Urartuca Biane veya Viane’den çıkmış olduğudur.Çünkü “Urartulular” kendilerine “Bianili “ demişler ve güçlü oldukları devirde “Biane” adı bir çok insan topluluğu burada toplanmıştır. VAN KEDİSİ
İslamiyet’te kediler “ temizlik”” ile simgelenmiş ve saygın bir yer edinmiştir. Hz. Peygamberimiz Uhud seferinde , ordunun önüne yavrularını emziren bir kedi çıkınca, kedinin ezilmemesi için başına bir nöbetçi dikip orduyu o kedinin etrafından dolaştırmıştır. Seferden döndüğünde o nöbetçiden kediyi istemiş ve sahiplenerek adını Müezza ( izzet veren, şereflendiren) koymuştur. Ağzının içinde üst damağında lekeleri varmış. Bu sık rastlanmayan damağında leke olan kedilerin Müezza’nın soyundan geldiği kabul edilir. Peygamberimizin vefatından sonra kediye sahip çıkılmış, onun soyundan gelen kediler korunmuştur .Bir Rivayete göre Yavuz Sultan Selim Mısır’ın fethi sonrası Kutsal Emanetleri İstanbul’a getirirken Müezza’nın soyundan gelen kedileri de getirmiş ve onları saraya ve belli başlı tekkelere bırakmıştır. Hz. Peygamberimiz kedisi Müezza’yı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Peygamberimizin giysisinin ucunda uyuya kalmış. Her kedi dostu gibi uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Peygamberimiz, Müezza’yı uyandırmaktansa giysisinin ucunu usulca keserek kalkmayı tercih etmiştir. Hz. Muhammed, kedisi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacakken Sahabe’den Ebu Nuaym “Ya Resulallah o sudan kedi içti” deyince, Peygamberimiz “Onlar en temiz ağza sahiptirler. ” buyurmuş ve abdest almıştır. Van kedileri bu ilimizin ismi ile anılan muhteşem güzellikte ve iyi bir yüzücü olan, gözleri mavi veya kehribar rengi ya da biri mavi diğeri kehribar olabilen, nadide ve asil bir kedi ırkıdır.. Asaletini ve beyaz rengini paylaşmakla birlikte, önemli farklılıkları da bulunan Ankara kedisi ile karıştırılmamalıdır. Genelde Van kedisi yavrularının iki kulağı arasında bir veya iki adet siyah nokta bulunur. Van kedisinin göz rengi üç gruba ayrılır. Her iki gözü mavi (daima turkuaz mavisi), her iki gözü kehribar (Sarı renk ve tonları, çok nadiren kahverengi) ve tek-göz (Heterokromik; yani bir gözü
mavi diğer gözü kehribar renkte olanlar) diye gruplandırılır. Mavi renk, daima turkuvaz mavisi özelliğinde olurken, kehribar rengi farklı tonlarda görülebilir. Bununla birlikte, mavi gözlü Van kedileri de kendi arasında a)mavi gözlü kısa, kadife kürklü ve b)mavi gözlü-uzun ipek kürklü kediler diye ikiye ayrılır. Doğru veya yanlış, iyi veya kötü, bu kainatta en fazla mana neşredenler bizlere onları tanıyabilmemiz için ve tarihin derinliklerinde bizi gezdirmek için iz bırakanlardır. Yalnız şu nokta unutulmasaydı. Ağaç ne için yaratılmışsa onu yaşar. İnsanın yaşayacağı hayata karar verme imkanı tanınmıştır.
Van kedileri bu ilimizin ismi ile anılan muhteşem güzellikte ve iyi bir yüzücü olan, gözleri mavi veya kehribar rengi ya da biri mavi diğeri kehribar olabilen, nadide ve asil bir kedi ırkıdır..
Vanlıyam hem (men) şanlıyam Kılıcı kanlıyam Özüm sözüm hep birdir Men bu yurda bağlıyam. ( Atakan Çelik) Kaynaklar :
1- Yıllar boyu Tarih/ Mayıs 1980/ Sayı 5 / 82 sayfa/57-58-59-60-61/ Hürriyet Matbaacılık / İstanbul 2- Malatya il kültür ve Turizm Müdürlüğü sitesi “Nemrut dağı” bilgileri 3- Türkiye Cumhuriyeti Milli Parklar Müdürlüğü “Nemrut dağı” 4- Van Büyükşehir Belediyesi 5- Van İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü 6- Cengiz Batuk.Nemrud. http://www.islamansiklopedisi.. 7- Kahta Adıyaman sınırlarındaki “ Nemrut dağı”nda karasal ve iklim değişiklikleri
65
OSMANLI HALİFELİĞİ’NİN
NÜFUZ KIRILMASI
16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Halifeliği’nin manevi alanda nüfuzunun bulunduğu coğrafyaların Avrupalı güçler tarafından işgal edilmeye başlanması ve bunu engellemede başarı gösterilememesi Osmanlı Halifeliği’nin zayıflaması ile neticelenmişti. Prof. Dr. Ali ARSLAN*
6. yüzyılda dünyanın en güçlü devleti olan Osmanlı padişahı halife sıfatı ile kendi ülkesinde siyasi ve dini lider olduğu gibi bütün dünya Müslümanlarının da manevi reisi konumda olduğu kabul edilmişti. Ancak bu asırdan itibaren İslam dünyasında Avrupa devletleri işgallerinin başlaması Doğunun zayıfladığının da bir delili olmuştu. Bu süreçte Avrupa’nın karşısında durabilen en etkin güç olan Osmanlı Devleti’nin de gücünü uzun süre koruyamayıp zayıflama başlaması dünya tarihinde bir dönüşümün hızlanmasına neden olmuştu. Burada şu tesbite yer vermek zarureti ortaya çıkmaktadır. Türk tarihini veya dünya tarihini çok genel hatları ile ikiye ayırabilmekteyiz. Türklerin tarih sahnesine çıkmalarından 1600’e kadar süregelen devirde, zaman zaman zaafiyet geçirseler bile, özellikle bugün Avrasya denen bölgede daima önde oldukları yadsınamaz bir vakıadır. Esasen dünya tarihi açısından da bahsettiğimiz dönemde genel itibariyle Asya ve kadîm dünyanın liderliği söz konusudur. Ancak XVII. yüzyıldan sonra liderlik Batı Avrupa’ya geçmiş ve sömürgecilik başlamıştır. Bu sürecin etkisi, sadece devletler düzeyinde değil; ekonomik, ticarî ve kültürel dokuların da deformasyonuyla günümüze dek süregelmiştir. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Halifeliği’nin manevi alanda nüfuzunun bulunduğu coğrafyaların Avrupalı güçler tarafından işgal edilmeye başlanması ve bunu engellemede başarı gösterilememesi Osmanlı Halifeliği’nin zayıflaması ile neticelenmişti. A-OSMANLI MANEVİ HALİFELİĞİNİN ETKİSİZLEŞTİRİLME ÇALIŞMALARI
Osmanlı Devleti’ne bağlı topraklar dışındaki Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda Batı Avrupalıların, Müslüman Türk dünyasına yönelik te Rus işgallerinin başlaması Osmanlı Halifeliği’nin manevi etkisinin ortadan kaldırılması çalışmalarını da başlatmıştı. a-İslam Dünyasında Portekiz, İspanya Fransız Hollanda ve İngiliz İşgalleri
*T.C. İstanbul Üniversitesi
sayı//24// temmuz 66
aa-Portekiz ve İspanyolların İşgalleri ile Osmanlı Manevi Halifeliğinin Zayıflatılması İslam dünyasının XIV. asırdan itibaren ciddi zaafları mevcut olmasına rağmen; dünya ölçeğinde bir değişim yaşanmasını sağlayacak karşı bir güç, XVI. yüzyıla değin ortaya çıkmamıştır. Ancak XIV. asırda filizlenmeye
başlayan İspanya ve Portekiz birer deniz gücü olarak belirmişti. Portekizler, sadece Hind Okyanusu etrafında değil Kuzey Afrika’daki eskiden Fas’a ait zengin Sebte(Ceuta)’yi 1415’te işgal ederek sömürgecilik faaliyetlerine başlamıştı. 1471’de Ekvatora kadar Batı Afrika sahillerini işgal edilmiş ve buralardaki insanlar Hıristiyanlaştırılmaya başlamışlardı. 1487’de Ümit Burnu’nu aşan Portekizler, Doğu Afrika’daki Müslümanların yaşadıkları toprakların sahil şeridini işgale başlamışlardı. “Uzun süredir İspanya ve Portekiz arasında yaşanın çatışmaya son vermek için 7 Haziran 1494 tarihinde yapılan Tordesillas Antlaşması ile kendi aralarında dünyayı paylaşarak, yeni bir devrin başlamasına zemin hazırlamışlardı. Bu antlaşmaya göre; ana hatları ile Brezilya hariç, Amerika ile Büyük Okyanus’u İspanya’nın, Afrika ile Hint Okyanusu etrafını ise Portekiz’in işgal etmesi tasarlanmıştı. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin Anadolu-Balkanlarda teşkilatlanmasının yanında, Akdeniz’de İspanya’yı Kızıldeniz’de de Portekiz’i etkisiz hale getirmesi ilk darbenin hafif atlatılmasını temin etmişti. Bu arada Altınorda Devleti ile halefi olan hanlıklar Doğu Avrupa’yı, Şeybanî Devleti Türkistan’ı ve Babür Devleti Pakistan, Hindistan ile Bangladeş’i hâkimiyet ve nüfuzu altında bulundurmaktaydı. Bugünkü İran’ın büyük bölümü ve Azerbaycan’da ise Safevîler hâkimdi. İspanya ile Portekiz’in, Batı sömürgeciliğinin temellerini atarken temel stratejileri, denizleri kontrol ederek kıtaları ve devletleri etkisiz hale getirmekti. Bu olguyu, sadece bahse konu iki devletin stratejisi olarak değil; gelişmeye başlayan Avrupa’nın ortak stratejisi olarak kabul etmek şarttır. Zira bu strateji özellikle kadîm dünyada ve büyük ölçüde İslam dünyasını hedef almaktaydı. Portekizliler; Hindistan, İran, Basra Körfezi ve Kızıldeniz’e girdiklerinde Safevîler, Babürlüler ve Memlûklüler yetersiz almışlardı. Ancak Yavuz Sultan Selim döneminde uygulanan Osmanlı stratejisi, İspanya-Portekiz stratejisini etkisiz hale getirmişti. Osmanlı Devleti, Kerkük’ten Kızıldeniz’e ve oradan Fas’a kadar olan bölgeyi kontrolüne alarak, Kızıldeniz’den Portekizlileri, Akdeniz’den de İspanyolları uzaklaştırmıştı. Osmanlı stratejisinin başarısına rağmen Safevî ve Babür devletlerinin acziyeti, Portekizlilerin Hint Okyanusu’na yerleşmelerine ortam hazırlamıştı. Böylece Endonezya-Umman arasındaki bölge, denizden Portekiz kontrolüne girmişti. Türklerin hâkimiyetinde olan Bangledeş-
Umman hattı ise, denizden kuşatılmış ve buna karşı Safevî ve Babür devletleri karşı strateji geliştirememiş, daha doğrusu bu süreci doğru okuyamamışlardı. Uzun vadede uygulamaya geçirilen bu strateji, sahil şeridini ve limanları işgal yoluyla öncelikle ticareti ele geçirmek, ticarî emtianın tek alıcısı ve tek taşıyıcısı haline gelmek, fiyatı belirlemede tek yetkili olmak ve denizlerde kendilerinden başka güvenlik gücüne izin vermemek şeklinde özetlenebilir. Osmanlı Devleti, Basra Körfezi’ni kontrol etmek ve Hint Okyanusu’nda da Akdeniz’de yaptığını yapmak istediyse de, başarılı olamamış ve Avrupalılar Hint Okyanusu’ndaki hâkimiyetlerini kesinleştirmişlerdi”. Masa başındaki Tordesillas Antlaşması ile İslam dünyasının büyük kısmı Portekizlerin payına bırakılmıştı. İspanya, Akdeniz’e de hakim olmak için hareket geçmiş ve Cezayir’den başlamak üzere Kuzey Afrika’yı ablukaya almaya başlamıştı. İspanyolların ancak Mısır’ın Yavuz tarafından el geçirilmesinden sonra bu bölgeden uzaklaştırılmışlardı. Müslümanları Büyük Okyanus’ta sömürgecilik çalışmalarına başlayan İspanya, daha sonra Filipinler olarak adlandırılacak ülkeyi işgal etmişti. Hatta buraya ilk gelen sömürgeci komutan Ferdinand Magellan, Filipinlerin Mactan adasının Müslüman sultanı Halife Pulaka(Lapu Lapu) tarafından sömürgecilerin adaya çıkışları engellenmiş ve çıkan çatışmada Magellan 27 Nisan 1521’de öldürülmüştü.
Manevi olarak bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı Halifeleri bu işgalcilere karşı tedbirler almak istemelerine rağmen bunda yeterli ölçüde başarı sağlayamamışlardı. Böylece Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzu Afrika ve Asya sahillerinden başlamak üzere kırılmaya başlanmıştı.
1517’de Osmanlı Halifeliği başladığında Fas’tan Filipinlere kadar İslam dünyası sahilleri denizden gelen sömürgeci Portekiz ve İspanyolların tehdidi altına girmişti. Bu tehdide karış işbirliği imkânları araştırılmaya başlanmıştı. 1508’de Gucerat sultanı Mahmud ile Memluk Sultanı Kansu Gavri arasında Portekizlere karış ittifak kurulmuş olmasına rağmen zor durumda kalan Sultan Mahmud Portekizlerle anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı. Osmanlı Halifeliği’nin başında Hind Okyanusu’daki tehlikeyi gören Yavuz Sultan Selim, Gucerat Sultanı II. Muzaffer Şah(15111526)’a 1518’de gönderdiği mektubta Portekiz tehlikesinin bertaraf edebileceğini yazmıştı. Muzaffer Şah’ın Diu Valisi Malik Ayvaz da, 23 Kasım 1518’de Osmanlı Sultanına yazdığı mektubta, Müslüman sultanlar arasındaki işbirliğine dikkat çekmiş ve Portekiz tehlikesinin işbirliği ile önlenebileceğini belirtmişti. Fakat Yavuz Sultan Selim’in 1520’de vefatından dolayı Portekizlilere karışı alınabilecek tedbirler
67
Hollanda, 1602’de kurdukları Hollanda Doğu Hindistan Şirketi ile bugünkü Endonezya’yı sömürge haline getirmişlerdi.
gerçekleşmemişti. Portekizlilerin tehdidinin artması üzerine Yavuz’dan sonra iktidara gelen Kanuni, Müslümanları korumak amacıyla Portekiz kralına yazdığı mektubta; Allah’ın yeryüzünde kendisini halife kıldığını ifade etmiş ve bu faaliyetlerini durdurmasın istemişti. Kanunî, mektubunda, Allah’ın ‘inayetiyle şimdiki halde hilafet-i ru-yi zemin kabza-i tasarruf ve iktidarında” olduğunu da bildirmişti. Bu ifadeden Kanuni’nin dünyadaki bütün Müslümanların halifesi olarak Portekiz kralına hitab ettiğini görmekteyiz. Sadece diplomatik teşebbüslerle yetinmeyen Osmanlı Devleti, Portekiz tehlikesini önlemek için Kanuni Sultan Süleyman döneminde dört deniz seferi tertib etmişti. Buna rağmen Portekizlilere karşı başarılı olunamamıştı. Osmanlı Halifeliği’nin başladığı tarihlerde İslam Dünya’sına yönelik İspanya ve Portekiz tarafından sahillerden itibaren bir işgal başlamıştı. Manevi olarak bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı Halifeleri bu işgalcilere karşı tedbirler almak istemelerine rağmen bunda yeterli ölçüde başarı sağlayamamışlardı. Böylece Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzu Afrika ve Asya sahillerinden başlamak üzere kırılmaya başlanmıştı. ab- Fransız, Hollandalı ve İngiliz İşgalleri ve Osmanlı Manevi Halifeliğinin Zayıflatılması
Sahil şehirlerini kontrol atlana alarak ülkeleri kontrol etme stratejisi esas itibariyle Portekizliler tarafından şekillendirilmişti. Bu işlem; Hıristiyanlaştırma, köleleştirme yanında Müslümanların bir şekilde asimilasyonu için sayı//24// temmuz 68
siyasi olarak İslami devletlerden ve birlik için de Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzundan uzak tutulması tarzında tezahür etmekteydi. Portekizlerden sonra sömürgeciliği devralan Hollandalı, Fransız ve İngilizler, kendi kültürlerine göre bazı farklı tavırlar gösterseler de aynı stratejiyi takip etmeye devam etmişlerdi. İspanya’dan bağımsızlığını 1585’te kazanan Hollanda, 1602’de kurdukları Hollanda Doğu Hindistan Şirketi ile bugünkü Endonezya’yı sömürge haline getirmişlerdi. Ekseriyetle Müslümanların yaşadığı ve manevi yönden Osmanlı Halifeliği’ne bağlı olduklarından bu nüfuzun kırılması için çalışılmıştı. İspanya ile Portekiz’in güçlü olduğu dönemde küresel ölçekte bir aktör olarak ortaya çıkamayan Fransa, Osmanlı Devleti’nin İspanyolları Akdeniz’den çıkarması ve Venediklileri etkisiz hale getirmesi, Fransızlar için Akdeniz’de büyük bir fırsat haline gelmişti. Osmanlı Devleti, 1517’den itibaren Akdeniz’de askerî ve siyasi hâkimiyet kurmasına karşılık; Akdeniz ticaretini Avrupa’nın yükselmek için fırsat kollayan ülkesi Fransa’ya bırakmış ve kapitülasyonlarla da bunu tescil etmişti. Fransa ele geçirdiği imkânı çok iyi değerlendirmiş, 1571’de Osmanlı’dan Cezayir’i isteyebilecek cesareti kendisinde gördüğü gibi Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetini de günden güne zayıflatmaya uğraşmaktaydı. Ayrıca 1605’te Kanada üzerinden Kuzey Amerika’da sömürgecilik faaliyetine başlamış ve büyük bir koloni kurmuştu. Fransa’nın yükseldiği devirde İspanya ile Portekiz’in güçten düşmesi, Fransızları Afrika kıtası ile Hint Okyanusu’nda Portekizlilerin varislerinden biri haline getirmişti. Fransızlar Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetini iyice zayıflatırken, Sengal’den başlayarak Afrika’da ve Madagaskar-AdenEndonezya hattında önce Hollanda ve daha sonraları İngiltere ile deniz hâkimiyetine yönelik bir rekabet içine girmişlerdi. XVIII. yüzyılın ortalarında Fransa ile İngiltere sömürgecilikte birbirleri ile mücadeleye başlamış, İngiltere, 1763’te Fransa’yı bir küresel güç olmasına son vermişti. 18. yüzyılın ortalarına kadar ilk sömürgecilik döneminde Fransızlar, Afrika ve Asya kıyılarında Müslümanların meskûn olduğu ülkelerde Osmanlı Halifeliği’nin hem siyasi hem de manevi bağlarını kesmek için büyük gayret göstermişlerdi. İngilizler, XVII. yüzyılın başlarında Portekiz ve İspanyolların zayıflaması sonucunda Hint Okyanusu’na da girmişlerdi. İngiltere, 1612
yılında bir ticaret merkezi kurarak Hindistan’da sömürgecilik faaliyetine başlamış Hindistan’a ilk girdiğinde Babür Türk Devleti’nin etkisini kırmaya yönelmiş; Hindistan ile başladığı hareketi Afganistan üzerinden kuzeye doğru yaydıktan sonra Türkistan’ı çevirmeye yönelerek sürdürmüştü. İngilizler, Osmanlı Devleti’ni güneyden zora sokacak önemli bir hamle yapmış; 1622’de Hürmüz Boğazı’nı işgal etmiş ve 1652’de de Maskat’ı ele geçirerek, Basra Körfezi’nde faaliyete geçmişlerdi. 1598’de ticarî ilişkiler kurduğu İran’da nüfuzunu giderek arttıran İngiltere, bu coğrafyadan Kafkasya’ya ve Türkistan’a doğru yönelmişti. 1802’de Aden Limanı’nı kullanma hakkını kazanan İngiltere, artık Osmanlı Devleti’ni parçalarına doğrudan hâkim olma sürecine girmişti. En büyük sömürgeci güç olan İngiltere, sadece sahillere hâkim olmakla yetinmemiş gittikçe o ülkelerin içlerine ve iç işlerine müdahale etme metodunu geliştirmişti. Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzunu kırmakla kalmayan İngiltere Osmanlı Devleti’nde bile halifenin siyasi gücünü etkisiz hale getirmeye başlamıştı. Siyasi, dinî ve manevi Osmanlı Halifeliği’nin başladığı dönemde Avrupa’nın güçlenen devletleri sömürgecilik faaliyetine başlaması tam bir talihsizlik olmuştu. Bu döneminde zaten Osmanlı gittikçe zayıfladığı için bu sömürgeci güçlere karşı ciddi tedbirler alamamış hatta Akdeniz sahillerinde bile sömürgecilere cevap vermek pek mümkün olmamıştı. Afrika ve Asya kıtalarında siyasi olarak Osmanlı Devletine bağlı olmayan ülkelerin sahillerinden başlamak üzere Osmanlı Halifeliği’nin etkisi gittikçe zayıflamaya başlamıştı. İslam dünyasına yönelik bu güneydekinin bir benzeri ancak işgallerin daha sert olduğu kuzeyde ise Müslüman Türklerin devletlerini işgal eden Ruslar, Osmanlı Halifeliği’nin nüfuzunu karmakla kalmamış Müslümanları da ortadan kaldırmaya yönelmişti. b-Rusların Türk Dünyasındaki İşgalleri ve Osmanlı Manevi Halifeliğinin Zayıflatılması ba-Türk Dünyasında Osmanlı Halifeliği’nin Tartışmasız Olduğu Dönem
Emevi döneminde Müslüman olan Türkler elbette tek olan Emevi Halifesi’ne bağlı olmuşlardı. Bu bağlılıkları Abbasi döneminde de devam etmişti. Ancak siyasi olarak Abbasiler dışında İslam devletlerinin ortaya çıkması ile birlikte Abbasi Halifeliği’nin manevi hale
dönüşmesi üzerine Türkler ve Türk devletleri de manevi olarak Abbasi Halifeliği’ne bağlı olmuşlardı. Osmanlılar Anadolu’da büyük bir devlet olarak ortaya çıktıkları bir dönemde Merkezi Türkistan ile aralarında Karakoyunlu(1375-1468) ve Akkoyunlu(1378-1501) devletleri olsa bile ayrılık sadece siyasi alanda olmuş medeniyet, kültür ve din alanında bir parçalanma yaşanmamış, ilişkilerde bir engelle karşılaşılmamıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemindeki milli, ilmi ve dini ilişkiler, devlet gittikçe büyük ve güçlü bir haline gelirken de artarak devam etmişti. Osmanlı Devleti’ndeki medreseler ve irfan merkezlerine Buhara, Semerkant, Belh, Kaşgar, Kazan, Şirvan gibi merkezlerden ciddi boyutta yetişmiş insan da faaliyet göstermeye başlamıştı. O dönemde Osmanlıların bugünkü İran ve ötesinin tamamı için coğrafi olarak uzaklık ve ilerisini/ötesini ifade etmek için Acem kavramını kullanmaları zaten bu alanda ilişkilerin çok canlı olduğunu da göstermekteydi.
İngiltere, 1612 yılında bir ticaret merkezi kurarak Hindistan’da sömürgecilik faaliyetine başlamış
Osmanlı padişahlarının daha halife unvana sahip olmadan önce 1501’de Akkoyunlular yerine geçen ve Şiiliği benimseyen Safeviler ile birlikte Anadolu Türkleri ile merkezi Türkistan arasında ilişkiler eskisi gibi rahat olamamıştı. 1517’da Abbasi Halifeliği’nin sona ermesi ve Osmanlı padişahlarının halifeliği hem siyasi hem de manevi olarak üzerlerine almaları yeni bir dönemi başlatmıştı. Şii İslam inancına bağlı olan Safeviler(1501-1736) hariç Türk dünyası Osmanlı Halifeliği’ni kabul etmişlerdi. Elbette bağımsız olan Türk devletleri için bu bağlılık sadece manevi nitelikte kalmış siyasi bir şekle dönüşmemişti. Osmanlılar halifelik unvanı elde ettiklerinde merkezi Türkistan Türkleri ve doğu Müslümanları ile ilişkilerde Safeviler büyük bir engel oluşturmuşlardı. 69
TÜRKİSTAN BOZKIRINDA
GÖNÜLDEN YOLCULUK
Yüce Allah’ın yeryüzünün direkleri olarak yarattığını beyan ettiği dağlar arasında Tanrı Dağları’nın hususi bir yeri olmalı ki insanları bu dağlara Tanrı Dağları demiş. Ekrem KAFTAN
ürk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) ile Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesinin misafiri olarak 1-5 Haziran tarihlerinde Kazakistan’ın Türkistan (Yesi) ve Almatı şehirlerini ziyaret ettik. Lisede iken Atsız’ın ünlü Bozkurtlar romanını okuduğum zamandan beri Orta Asya, rüyalarımızı ve hayallerimi süsleyen bir kadim vatan idi. Sonraki yıllarda Cengiz Aytmatov’ın Gün Olur Asra Bedel, Cemile, Toprak Ana gibi eserlerini okudukça içimdeki Türkistan’ı görme arzusu şiddetlenmişti. Tarih derslerinde Orta Asya’nın ana vatanımız olduğu ve kuraklık yüzünden vatanımızı terk ederek buralara kadar geldiğimizi öğrettiler. TİKA’nın “Gönül Kervanı” adını verdiği kafilemizde bulunan güzel insanların kimler olduğunu da sizlere söylemeliyiz ki, bu seyahatin fakir için ne kadar kıymetli neticeler husule getirdiği anlaşılsın. Gazi Üniversitesi Öğretim üyesi, zamanımızda Yunus Emre misyonunu Ankara’dan dünyaya yayan, bütün Türk tasavvuf ehlini milletimize yeniden tanıtmak ve okutmak için tek başına bir ordu gibi çalışan, 200’den fazla esere imza atan, H Yayınları’nın kurucusu hocam Mustafa Tatcı… Ömer Tuğrul İnançer beyefendi… İstanbul Üniversitesi’nin kıymetli hocalarından, şair Abbas Sayar’ın mahdumu Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar… TRT’de 44 bölüm olarak yayınlanan ve bütün malzemesini Mustafa Tatcı hocamın verdiği “Yunus Emre Aşkın Yolculuğu” dizisinde Yunus Emre rolünü üstlenen Yusuf Gökhan Atalay , Pamukkale Üniversitesi’nde uzun yıllar hocalık yapan Muharrem Ök bey ve kıymetli eşleri… Yazar Ahmet Turgut, TRT Müzik Koordinatörü sevgili üniversite arkadaşım Süleyman Bektaş, Leyla İpekçi hanımefendi, Fadime Özkan hanımefendi, mimar Mehmet Emin Yılmaz kardeşim, Dr. Önder Özsoy, musiki ehlinden Timuçin Çevikoğlu ve Taşkın Savaş… Lise yıllarında matematik dersime gelen ve matematik dersi yüzünden bir sene kaybetmemize mani olamayan değerli hocam Osman Aydın… İsimlerini bu yazıyı kaleme alırken hatırlayamadığımız dostlarımız … Velhasıl, “Gönül Kervanı”nın en arkasında yürüyen bu fakir, 4 gün boyunca saadetten saadete gark oldu… 5 saatlik bir uçuşun ardından güneşin çoktan doğup yükseldiği ve 3 saat zaman farkı bulunan Almatı’ya inmeden
sayı//24// temmuz 70
uçağın penceresinden Tanrı Dağlarını gördük. Yüce Allah’ın yeryüzünün direkleri olarak yarattığını beyan ettiği dağlar arasında Tanrı Dağları’nın hususi bir yeri olmalı ki insanları bu dağlara Tanrı Dağları demiş. Arzın sahibi yeryüzü yayıp, genişletip döşerken dağları da, arz sallanıp insanı rahatsız etmesin diye sağlam bir şekilde çakmış ve yükseltmiş. Tanrı Dağları’nın zirveleri baştan sona karla kaplıydı. Haziran ayında karla kaplı dağların haşmeti ve güzelliği karşısında deniz ve dağ sevgisi arasında bocalayan bir şair, elbette dağların haşmetini tercih edecektir. Daha uçaktan inmeden dakikalarda Tanrı Dağları’nın heybetini seyrederek, arz üzerinde böyle muhteşem güzellikler yaratan ve bizim emrimize veren Allah’a ne kadar az şükrettiğimizi düşündük. İlk defa bu topraklara gelen bir insanın neler hissettiğinizi nasıl anlatabiliriz ki… Gümrükten geçerken bizim Türkiye’den geldiğimizi gören görevlilerden bazıları Türkiye Türkçesi ile hitab ettiler. En çok merak ettiğimiz husus Kazakistan’da konuşulan dil ile bizim dilimiz arasındaki benzerliğin ne kadar olduğu idi. Almatı havalimanından Çimkent’e uçacağımız için dışarı çıkmaya gerek olmamasına rağmen, kafilemizden sigara içenlerin peşine takılarak biz de dışarı çıktık. Ne kadar bizden bir hava vardı. Hemen sarıp sarmalayan, sanki içinde doğup büyüdüğümüz, her gün teneffüs ettiğimiz bir hava bizi karşılamıştı. Sigara içen bazı dostların Kazakistan polisine ceza adı altında rüşvet vermek zorunda kaldığını duyunca da elbette üzüldük ve kimliği Müslüman yazan bu insanların rüşvete bu kadar meyletmiş olmasından huzursuzluk duyduk. Küçük bir uçakla Almatı’dan Çimkent’e bir buçuk saatlik uçuşun ardından, Almatı’dakinden daha fakir bir şehre geldiğimizi hemen anladık. Mustafa Tatcı hocamla karşı karşıya oturduk ve Tatçı hocam, önce Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin doğduğu köy olan Sayram’a giderek anne babasının türbelerini ziyaret etmemizin daha doğru olacağın söyledi. Fakir yolda uykuya teslim olmuşken, Tatcı hocamın “Uyan Ekrem burası uyunacak yer değil, Yesevi Hazretlerinin doğduğu köye geldik” sözüyle gözümüzü açtık. Elbette bu tür yerlerde herkes kendi manevi makamınca ve aşkı miktarınca heyecan duyuyor olmalı. Otobüsten indiğimizde sağ tarafımızda kubbeli
küçük sayılabilecek ve bizdeki Selçuklu türbelerini hatırlatan bir türbe bizi bekliyordu. Bu türbe Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin babası İbrahim Ata’nın türbesi imiş. Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri, Sayram’da doğmuş ve 7 yaşında Aslan Baba tarafından evlat edinilip yetiştirilmek üzere alınıncaya kadar bu köyde kalmış. Asya bozkırlarının ortasındaki bu küçük köyde doğan bir insanın bütün Türk dünyasını saran bir manevi yolun meşalesini yakacağını ve kıyamete kadar nesilden nesile intikal ettireceğini kim tahmin edebilir. Türbeyi ne yazık ki bakımsız bulduk. Tuvaletleri son derece kirli ve girilmez durumda idi. Bahçesine nisbeten bakım yapılan bu güzel yerin böyle bakımsız ve ilgiye muhtaç olmasından huzursuzluk duyduğumuzu gizlemeye çalıştık. Türbenin bahçesine girmeden sağ tarafta tek katlı küçük bir evde türbedarın oturduğunu öğrendik. Küçük bina elbette hoş bir mimariye sahipti. Türbe tek kubbeli, tuğla ile yapılmıştı. İbrahim Ata’nın kabri bizdeki türbelerin aksına kubbenin tam altında değil kenarda duvara neredeyse bitişikti. Türbede Yasin-i Şerif , Fatiha-yı Şerif ve İhlas-ı Şerifler okuyup İbrahim Ata’nın ruhuna hediye ettikten sonra bütün kafile bol bol fotoğraf çekerek ilk heyecanımızı kalıcı hale getirmeye gayret ettik. Buradan Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin annesi Kara Saç Ana’nın türbesine geçtik ve orada da benzer bir tablo ile karşılaştık. Kazakistan’da İslam’ın ne kadar yaşandığını ve insanların günlük hayatlarında ne kadar yer tuttuğunu doğrusu şiddetle merak ettik. Sayram’dan Türkistan’a (Yesi) giderken
71
otobüsteki sıcak havaya dayanamayan kafilemiz erime tehlikesi geçirdi, desek mübalağa etmiş olmayız. Kafilemizin sorumluları bu hali fark edince yol kenarında durup yeni araç beklemeye başladık. Durduğumuz yerde lokanta/kahve tarzı bir bina gördük ve sıcaktan bunalanlar hemen oraya yöneldik. Yanımızda harcayacağımız Tenge olmadığı için sıkıntı yaşayacağımız düşünürken, lokantanın sahipleri bizi davet ettiler ve çay ile ekmek ikram ederek misafirperverliklerini gösterdiler. Bu bizim köklerimizin hala çok sağlam olduğunun alametiydi. Bizimle ilk defa karşılaşan ve bir daha karşılaşma ihtimali belki hiç olmayan insanların, fakir bir manzaraya sahip olmalarına rağmen cömertliklerini göstermesi hepimizi ziyadesiyle memnun etti. Tabii Kazak kardeşlerimiz çayı geniş bir porselen kâsede içiyor. Bizdeki gibi cam bardak kültürü yaygın değil. Yeni arabalar gelip de yola çıkarken vedalaşmamız birbirimizi tam anlamasak da hoş oldu. Çimkent ile Yesi veya bugünkü adıyla Türkistan arası yaklaşık 200 km var. Yollar son derece düzgün ancak yol boyunca hiç dinlenme tesisi yok çok az köye benzer yerleşimler gördük. Bütün evler aynı modelde yapılmıştı. Bazı mezarlıklar içinde kubbeli türbevâri mezarlar gördük ve camiye benzer binalarla karşılaşmadık. Türkistan bozkırlarında bizimle ufuk çizgisi arasında hiçbir dere tepenin olmadığı yerlerden geçmek elbette izahı zor duygular yaşattı. Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırları demek ki böyle idi. Burada insan sıkıntıdan patlar her halde. Zaten çok az insan yaşayan yerlerden geçiyorduk. Zaman zaman deve sürüleri, at sürüleri, inek, koyun ve keçi sürüleri ile birkaç insan görüyorduk sadece… Bu bâkir arazilerin çok azının ekilip dikildiğini de görünce insanlığın neden açlık çektiğini sayı//24// temmuz 72
anlamak elbette zor olmuyor. Türkistan şehrine varıp otele yerleştiğimizde bizi en çok hayal kırıklığına uğratan husus, ne yazık ki batı ülkelerinde gördüğümüz modern tuvaletlerde suyun olmaması idi. Rusların tesiri her yerde kendini belli ediyordu. Kısa bir dinlenme faslından sonra otelimizin hemen arkasında 500 metre kadar uzakta bizi bekleyen Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin türbesini ziyaret için otelden ayrıldık. Aynı anda bir fırtına ve toz bulutu bizi karşıladı. Yürüyerek bu meşhur türbeye giderken uzaktan mütevazı ve küçük görünen eserin, yaklaştıkça nasıl büyüdüğünü ve mehabet kazandığını şaşkınlıkla seyrettik. Emir Timur tarafından eski küçük türbenin yıkılarak yeniden yaptırıldığını ve Timur’un 1405’te ölmesiyle türbenin tamamlanmadığını öğrendik. Türbe’nin dış cephesi büyük oranda Kûfî hat ile çiniler marifetiyle Allah Lazfa-i Celal’i ile çevrilmiş. Ana kapının yüksekliği ve heybeti ürkütücü bir büyüklükte. Kayıtlarda kapının bulunduğu girişin yüksekliği 38.6 metre olarak geçiyor. Eserin bu tarafı Timur’un ölümü üzerine çinilerle kaplanamadan kalmış. Türbeye hakim renk çinilerin yeşil rengi. Türbenin büyük mavi kubbesi ve dilimli yeşil kubbesi ile tuğladan yapıldığı anlaşılan çinisiz küçük kubbesi binaya ayrı bir ihtişam katıyor. Türbeden içeri girince ziyaretçileri büyük bir kazan karşılıyor. Bu devasa kazan hakkında farklı bilgiler aldık. Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin talebelerinin su içmesi için yaptırdığı bir kazan olduğu rivayeti ile Timur tarafından Azerbaycanlı bir ustaya yaptırıldığı rivayeti yaygın. Bozkırın ortasında tek başına ayakta duran ve insanlığın kalbine nur dolduran bu Nur’dan kubbenin içinde yaşadıklarımız bir başka yazı konusu olacak kadar derin ve ibret verici hadiselerdir. (Gezimizin anlatımı devam edecektir)
GÖRESİM
Her gün sanal dünyanın içinde birbirini gören, ne yaptığına şahit olanlar için yüz yüze karşılaşmak çok da anlam ifade etmemeye başladı Mustafa UÇURUM
anal dünyanın bize ettiği fenalıklar başlığı altında bir şeyler söylemeye başlasak herhalde listenin uzunluğundan ürküp yarı yolda bırakırdık fenalıkları saymayı. Faydasından çok zararı var denecek bir mecrada ilerleyen sanal dünya, bizi biz olmaktan çıkardı, üçüncü boyutta yaşayan insanlar haline getirdi. Ruhlar alemi ile rüya aleminin arasında, ayrı bir dünyanın içine girdiğimiz sanal dünyada yabancısı olduğumuz birçok farklı yaşantıya bir anda öyle adapte ettik ki kendimizi, sanki yıllardır böyle bir dünyada yaşıyormuşuz gibi bir ev sahipliğini kabullenir olduk. Yirmi yıldır sadece sanal dünyadan ya da telefon aracılığı ile tanıştığım biriyle yüz yüze ilk karşılaşmamızdaki sıradanlığı görünce böyle bir düşünce hasıl oldu bende. Karşılaşma, birkaç kelam ve sonra sıradan bir sohbetin içine doğru devrilen öylesine hoş beşler. Her gün sanal dünyanın içinde birbirini gören, ne yaptığına şahit olanlar için yüz yüze karşılaşmak çok da anlam ifade etmemeye başladı. Giyiminden kuşamına, gittiği yerlerden yiyip içtiğine kadar şahit olunan kişiler tanışmamış olsalar da sanki her gün birlikteymiş gibi bir rahatlığın içinde buluyorlar kendilerini. Mektup vardı bir zamanlar. Haberler uçurulan, içine hasretin, özlemin, umutların da konduğu; bazen ucu yakılan bazen yeni doğan bir çocuğun parmaklarının çizildiği hâl, hatır sorulan mektuplar vardı. Umutla beklenen, okunduktan sonra özenle katlanıp nadide bir eşya gibi gizli saklı köşelere
saklanan, arada bir çıkarılıp ilk defa okuyormuş gibi aynı heyecanla okunan mektuplarımız öyle içtendi ki cümleler gönülden akıp gelen bir içli beste gibiydi. Postacının yolunu gözleyen özlem dolu gözler vardı. Şimdi bakıyoruz ki postacılar faturalardan başka bir şey getirmez oldu. Mektup yerini önce telefona sonra sanal aleme bıraktı. Hızlandık, sabırsız olduk. Attığımız haberlerin anında ulaşması için hızlandıkça hızlandık. Bu gidiş nereye demeye vakit bile bulamadan nefes nefese dijital bir girdaba sürüklendik. Kitaplarımın aralarından bazen mektuplar çıkıyor. Kitabı okurken katlayıp kitabın arasına koymuşum mektubu. Bazı cümlelerin altını çizmişim. Birkaç sözcüğü yuvarlak içine almışım. Mektubu ilk okuduğum ânı bugün gibi hatırlıyorum. Zarfı özenle açışım, mektubu sindire sindire okuyuşum, sonra bir kez daha okuyuşum ve katlayıp bir kenara kaldırışım gözümde canlanıyor. Elbette zarfın üstündeki pulu da ihmal etmek olmaz. Eğer koleksiyona girmeyi hak edecek bir güzellikteyse pulu da üslubuna uygun bir şekilde çıkarıp albümümün boş köşesine itinayla yerleştirişim geliyor gözlerimin önüne. Bunlar modern çağda karşılığı olan şeylerden değil. Sanki asırlar öncesinin yaşanmışlığını anlatıyoruz gibi geliyor artık. Özlemek artık mümkün değil. Her şey göz önünde. Arada binlerce kilometre olsa da her gün sanal alemde bile olsa yüz yüze gelenler birbirlerini özleyecek vakti bulamıyorlar. Sanki her gün birlikteymiş gibi sıradanlaşıyor tanışmalar, buluşmalar, görüşmeler. “Göresim geldi.” derdi ana gurbetteki oğluna, kızına. Bu öyle bir istekti ki bütün cümleler bir araya gelse de göz göze gelmeden dinmezdi bu özlem. Asker, memleketteki eşine “Göresim geldi.” derdi başka söze hacet kalmazdı. Bir temmuz sabahı güneşle birlikte uyanıp, nereye olduğunu bilmeden yürümek yürümek ve kimsenin olmadığı yerlere çıkıp avazım çıktığı kadar “Göresim geldi.” diye haykırsam sesim nerelere ulaşır acaba? Sanal alemin yakın ettiği uzaklara inat, ucu yanık bir mektup gibi ulaşması gereken adresi bulur mu bir çırpıda? Sözlerimizin adresini de şaşırttı bu dijital çağ. Adresi belli olmayan cümleler kuruluyor. Boşlukta salınıp duruyor cümleler. Bir mektubun yerini tutmuyor hiçbir iyi niyet sözleri. Göresim geldi diyeceğimiz bir uzak adresimiz olsun. Bütün sanallıklardan, dijital kuşatmalardan azade, bir kuşun kanadına sığınan özlemlerimiz olsun. İçimizin sesi duysun sesimizi yeter. 73
araybosna’da bir kandil geçirmeyi hep dilemiştim. Çok şükür ki; geçtiğimiz Regaip gecesini burada ihya etmek nasip oldu. Kutlu zaman dilimi üç aylara Saraybosna’da, Fatih sultan Mehmet’in aziz hatırası olan bu kutsal şehirde giriyorum.
SARAYBOSNA’DA
BİR KANDİL GECESİ Akşam namazına yakın Vratnik tepesinde kaldığım evden çıktım. Beyaz Tabya’dan geçerek yeni Mevlevihane’nin önüne geldiğimde akşam ezanları başladı. Sağ tarafımda, aşağıda Kovaçi Şehitliği ve yukarısında Bakiye Tepesi’ne kadar bütün mahalleyi camileri ile görebiliyordum. Mikail Türk BAL
Burada herkes üç ayların başladığının farkında. Gündüz oruç tutuluyor, akşam ya camiye ya tekkeye gidiliyor. Ben de bu mübarek geceyi Saraybosna’nın ilk Kadirî Dergâhı olan Hacı Sinan Tekkesi’nde (Sinanova Tekija) geçirmeye niyetlendim. Türkiye’den gelirken de niyetim ve planım bu yönde idi. Yani daha evvel birkaç defa ziyaret ettiğim bu maneviyat merkezinde bir kandil gecesini ihya etmek ayrı bir güzellik olacaktı. Akşam namazına yakın Vratnik tepesinde kaldığım evden çıktım. Beyaz Tabya’dan geçerek yeni Mevlevihane’nin önüne geldiğimde akşam ezanları başladı. Sağ tarafımda, aşağıda Kovaçi Şehitliği ve yukarısında Bakiye Tepesi’ne kadar bütün mahalleyi camileri ile görebiliyordum. Aynı anda kandiller yandı ve akşam ezanı başladı. O an her şey durdu benim için. Zaman, hava, mekan… Hava birden ılık bir hâl aldı. Sokak ortasında adeta çakılı kaldım. Okunan ezanların verdiği huzuru tarif edebilmeyi çok isterdim. Sanki Hira Dağında idim ve Mekke ezanlarını dinliyordum. Hem ezanları dinledim hem hüzünlendim. Şu sağ tarafımdaki şehitlikte kim bilir hangi gaziler, şehitler, arifler, alimler yatmakta idi. Fatih Sultan Mehmet’in ayağının değdiği bu topraklarda maneviyatın ebediyen şehre hakim olması için dua ettim. Tekkeye geldiğimde ezan okunmuş, biraz da zaman geçmişti. Taş bir sofadan girilen tekkenin bahçesinden geçerek semahaneye girdim. Akşam namazları kılınıyordu. Cemaate yetişebilmiştim. Namaz bitince semahaneden çıkıp hemen yanındaki yemekhane bölümüne geçiyoruz. Yer sofraları kurulmuş, her sofrada ortada büyükçe tas içinde çorba, iftariyelikler ve kaşıklar yer alıyor. Tekkenin genç ve güler yüzlü şeyhinin oturduğu sofraya davet edildim. Soframızda; Şeyh Sead Efendi, Türkiye’den ve Kosova’dan gelen misafirler ve çocuklar ile beraber ortadaki çorbaya kaşık sallıyoruz. Çorbadan sonra Yine büyük bir sahan içinde büyük parça etli bir çeşit haşlama yemeği
sayı//24// temmuz 74
geliyor. Yemek o kadar bereketli ki, yedikçe doyuyorsunuz ama sanki hiç eksilmiyor. Bir yandan Şeyh Efendi’nin tatlı sohbeti, sürekli mütebessim yüzü ve ara ara yaptığı tatlı latifeler ile yemeğe devam ediyoruz. Şeyh Efendi yavaşladığımızı görünce o güzel şivesi ile ‘buyrum!’ diyor gülerek. Aynı şekilde yanımda oturan on yaşlarında iki Boşnak çocuğuna da sürekli ‘haydi buyrum’ diyerek çocukların yemesini teşvik ediyor. Aslında çocukların iştahları maşallah yerinde ama o kadar güzel tepkiler veriyorlar ki Şeyh Efendi’nin ‘haydi’ deyişlerine, aslında onlarla bir nevi eğlenmek hoşuna gittiği için ara ara tekrar ediyor ‘haydi buyrum’larını. En sonunda (sanırım aynı zamanda yeğeni oluyor) çocuklardan biri Şeyh Efendi’ye isyan ediyor ‘Biraz daha yersem abdestimi tutamayacağım Şeyh Efendi’ dediği anda hepimiz gülmekten kırılıyoruz. Yemek Faslından sonra kulpsuz fincanlar içinde Boşnak usulü tekke kahveleri geldi. Kahveler içilirken Türkiye’den getirdiği misafirleri ile Hüseyin Kansu büyüğümüz içeri girdi. Bu mübarek geceyi otantik bir ortamda, bu kadim dergâhta ihya etmek isteyen misafirlerini alıp buraya getirmiş. Yatsı ezanına yarım saat kala hep beraber tekkenin semahanesine geçiyoruz. Namaz vaktine kadar Kadiri usulünde evrâd okunacak ama asıl zikir namazdan sonra icra edilecek. Yatsı namazını cemaat ile kılıp, namazdan sonra toplu zikir için halka halinde oturuldu. Okunan aşr-ı şerif, salavatlar ve dualarla Şeyh Efendi’nin yönetiminde kelime-i tevhid zikri başlıyor.
Bu arada ellerinde defleri ile genç zakirlerin okudukları Türkçe ilahiler ile içimde inanılmaz bir coşkunluk hissediyorum. Okuyanların Türkçe bile bilmemesine rağmen ilahileri doğru telaffuz ederek ve kendi Boşnak şiveleri ile okumaları çok hoşuma gidiyor. Bir zaman sonra ayağa kalkılıyor. Ayakta halka halinde iken tekrar ilahi okunmaya başlıyor. Bu ilahi cumhur yani toplu şekilde okunuyor. İlahinin sözleri Kosova’lı büyük mürşid Selim Sami Hazretleri’ne ait. Selim Sami Hazretleri ise şu anda bu tekkenin şeyhi Sead Efendi’nin mürşidi Hacı Feyzullah Efendi’nin mürşidi. Boşnakça okunan bu ilahinin sözlerini anlayamasam da ruhumda bıraktığı hisleri derin. İlahinin ardından bu sefer kıyam zikri denilen ayakta zikir icra ediliyor. Kelime-i tevhid ve Lafza-i Celal zikri ve okunan ilahiler devam eden zikir töreni en son yapılan dua ve kısa sohbet ile son buluyor. Müthiş coşkulu ve feyzli geçen gecenin sonunda isteyen evine dağılıyor, dileyenlerle tekkenin sohbethanesine geçilerek sohbet ediliyor. Ben de bu geceyi bir daha ne zaman bulurum diye düşünerek Şeyh Efendi ile sohbet edebilmek için tekkede kalıyorum. İlerleyen saate kadar burada Şeyh Efendi’ye soracağım soruları soruyor, zaman zaman da uzaktan gelen misafirler ile sohbet ediyoruz. Üzerimden manevi tüm ağırlıkları atmış, hafiflemiş, huzura ermiş olmanın mutluluğu ile tekkeden ayrılıyorum. 75
eyh Yahya Efendi Tekkesi, Beşiktaş, Yıldız Mahallesi, Çırağan Caddesi’ne bağlanan Yahya Efendi Sokakta yer almaktadır. 16. yy’ın önemli alim ve mutasavvıflarından, Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Şeyh Yahya Efendi tarafından 1538’de kurulmuştur. [1]
ŞEYH YAHYA EFENDİ
TEKKESİ
Yahya Efendi’nin kendi imkanları ile satın almış olduğu bu arazi bugünkü arsanın dışında, Yıldız ve Çırağan saraylarının arazilerine katılan birer bölümü ve günümüzde Yüksek Denizcilik Okulu’nun bulunduğu arsayı da içine alarak Yıldız tepesinden Boğaziçi kıyısına kadar uzanmaktaydı. PROF. DR. Gül AKDENİZ* / Mimar Hande ERDOĞAN
Yahya Efendi’nin kendi imkanları ile satın almış olduğu bu arazi bugünkü arsanın dışında, Yıldız ve Çırağan saraylarının arazilerine katılan birer bölümü ve günümüzde Yüksek Denizcilik Okulu’nun bulunduğu arsayı da içine alarak Yıldız tepesinden Boğaziçi kıyısına kadar uzanmaktaydı. [2] Yahya Efendi burada mescid-tevhidhane, medrese, hamam, çeşme evlerden oluşan külliye niteliğindeki ilk tekkeyi kurmuştur. İlk tekkenin Yahya Efendi’nin mescid-tevhidhane olarak kullandığı evi olduğu bilinmektedir. [3] Yüksek Denizcilik Okulu ile eski Beşiktaş Şeref Stadı’nın (günümüzde Çırağan Kempinski Otel) bulunduğu yerde Yahya Efendi vakfına ait yedi gözlü kayıkhane, bahçeler, havuz, bahçıvan odaları, menzil (ev), ekmekçi kulluk (karakol), ayazma ve çeşmenin var olduğu, ayrıca türbe civarında 60 adet, Beşiktaş ile Ortaköy’de 10 adet olmak üzere toplam 70 adet arsa ve evin bulunduğu tespit edilmiştir. Sözü edilen gayrı menkullerden günümüze Yahya Efendi Türbesi’ne bitişik birkaç ahşap meşruta evden başka hiçbiri ulaşamamıştır. [2] Kaynaklarda tevhidhane kısmına Velizade Ahmed Efendi adında bir hayır sahibi tarafından minber eklendiği belirtilse de hayrat sicil kaydında minberin Abdülmecit tarafından konduğu belirtilmektedir. [4] Yahya Efendi’nin 1570’de vefatından sonra kendisine büyük saygısı olan Sultan II. Selim kabri üzerine, tasarımı Mimar Sinan’a ait olan kagir, kubbeli bir türbe inşa ettirmiştir. Sultan II. Osman döneminin veziriazamlarından Güzelce Ali Paşa 1621’de vefat edince buraya defnedilmiş ve kabrinin üzerine kagir, kubbeli bir türbe inşa edilmiştir. Kaptan-ı derya ve veziriazam Cezayirli Gazi Hasan Paşa 1777’de tekenin içine bir çeşme yaptırmıştır. [5]
*T.C.Maltepe Üniversitesi
sayı//24// temmuz 76
Yahya Efendi Türbesi 1812’de II. Mahmut tarafından tamir ettirilmiş ve bu aşamada yeni derviş hücreleri eklenerek tekke yapısı büyütülmüştür. Abdülmecid döneminde de yapının onarım geçirdiği bilinmektedir. Yahya
Efendi Tekkesi’nin türbeler dışında bugünkü şeklini alması 1873’te Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın büyük onarımı sonucunda olmuştur. Daha sonra yapı II. Abdülhamid döneminde de çeşitli onarımlar geçirmiştir. Tekkenin mensubu olan Hacı Mahmud Efendi 1901’de tekkenin cümle kapısına bitişik bir kütüphane inşa ettirmiş ayrıca Yahya Efendi’nin 1538’de yaptırmış olduğu çeşmeyi yenilemiştir. Aynı döneme hazirenin kuzey kesimine kadın erkek birçok hanedan üyesinin gömülü olduğu, ancak Şehzadeler Türbesi olarak adlandırılan bina inşa edilmiştir. Tekkelerin 1925’te kapatılmasından sonra Yahya Efendi Tekkesi cami olarak kullanılmaya başlanmış ve günümüzde de aynı işlevini sürdürmektedir. [1]
Güzelce Ali Paşa Türbesinin tam karşısında yukarıda bahsettiğimiz Cezayirli Hasan Paşa Çeşmesi yer alır bu çeşmede günümüzde kullanılmamaktadır.
Denize doğru dik bir eğimle alçalan tekke arazisi istinat duvarlarıyla setlere ayrılmış, tekkenin bölümleri bu setlerden birinin üzerinde yer almaktadır. Kıyı şeridini izleyen Çırağan Caddesi’nden Küçük Mecidiye Camii’nin hemen yanından başlayan Yahya Efendi Sokak’a girdikten sonra sağ tarafta Yahya Efendi tarafında yaptırılmış olan çeşmeyi görmekteyiz. [6] Tekkeye ulaşmak için çeşmeyi geçtikten sonra sokağın sağa doğru kıvrılan yolunu izlemek gerekir. Bu yolun sonunda sağda tekkenin cümle kapısı yer alır. Cümle kapısının üzerinde 1873’teki büyük onarımı belgeleyen kitabe vardır. (Şekil 3). Cümle kapısına bitişik Hacı Mahmut Efendi Kütüphanesini yer alır. Kütüphane tek katlı, dikdörtgen planlıdır. Kuzey cephe duvarı tuğla ile örülmüş sıvanmadan bırakılmıştır. Aynı cephede basık kemerli girişle iki adet pencere yer alır. Pencerelerin üstünde baninin adını ve kütüphanenin inşa tarihini veren kitabe yer almaktadır. Kütüphanedeki kitaplar 1940 senesinde Süleymaniye Kütüphanesine taşınmıştır. Yapı günümüzde kullanılmamaktadır. [3] Cümle kapısının devamında üzeri beşik çatı ile örtülü bir geçit uzanır bu yolunun sonunda ise tekkenin ana binası görülür. Yahya Efendi Türbesi’ni, cami-tevhidhaneyi, selamlığı ,haremi ve Güzelce Ali Paşa Türbesi’nin yer aldığı bina zamanla birbirine eklenmiş, farklı malzeme, inşaat ve üslup özellikleri gösteren çeşitli mekanlardan oluşmaktadır. Yapının kuzeybatı köşesinde, camekanlarla kuşatılmış ana giriş yer
77
Tekkenin ana girişini uzun bir koridor izler. Koridorun sağ tarafında Yahya Efendi Türbesi yer alır.
alır sağında ise kadınlar mahfiline giriş sağlayan iki kapı yer alır. Burada mermer kuyu bileziği ile “Selim Fatiha 1861-62” kitabeli havan biçiminde bir sadaka taşı bulunmaktadır. Tekke girişinin hemen yanında ise Hamidiye Çeşmesi yer alır. [6] Tekkenin ana girişini uzun bir koridor izler. Koridorun sağ tarafında Yahya Efendi Türbesi yer alır. Koridor bitiminde ise abdest muslukları bulunmaktadır fakat günümüzde bu musluklar cami görevlilerinin kendi istekleri doğrultusunda kullanılmamaktadır. Koridorun bitiminden sağa doğru döndüğümüzde Yahya Efendi Türbesinin giriş kapısını görürüz. Türbenin bitiminde sağda camitevhidhane kapısı ,mahfil katına çıkılan merdiven, karşıda şuanda cami görevlileri tarafından kullanılan bir grup ahşap mekan ve Güzelce Ali Paşa Türbesinin giriş cephesiyle karşılaşılır. Bu koridorun solunda ise harem/ selamlık yapısına açılan kapı yer almaktadır. Güzelce Ali Paşa Türbesinin tam karşısında yukarıda bahsettiğimiz Cezayirli Hasan Paşa Çeşmesi yer alır bu çeşmede günümüzde kullanılmamaktadır. [3] Tevhidhane kısmı dikdörtgen bir alanı kaplamaktadır. Kuzey duvarında türbeye açılan üç adet pencereden başka kadınlar mahfili ile harem arsında bağlantıyı sağlayan kapı kanadı gibi açılabilen kafesler yer almaktadır (Şekil 5). Tevhidhanede dışarıya açılan bütün pencereler dikdörtgen açıklıklı olup içerden ve dışardan pervazlarla çevrelenmiştir.. Güney duvarının ortasında içeriden yarım daire, dışarıdan yarım sekizgen planlı mihrap, bunun sağında ve
sayı//24// temmuz 78
solunda ikişer pencere yer alır. Tevhidhanenin doğu ve batı yönlerinde mahfiller bulunmaktadır. Üst kattaki mahfilleri kare kesitli ikişer ahşap sütün taşımaktadır (Şekil 6). Tevhidhanenin ortadaki kare planlı bölümünün üstü ahşap çatı altında gizlenmiş, bağdadi sıvalı, basık bir kubbe ile kapatılmıştır. Kubbeye geçiş kagir mimari taklit edilerek yüzeyleri çıtalarla üçgen ve beşgenlere ayrılmış, ahşap iskeletli bir üçgenler kuşağı ile sağlanmıştır. Üst kat mahfillerinde ahşap iskeletli ve bağdadi sıvalı tonozlar tercih edilmiştir. [3] Tekkenin hemen bitişiğinde yer alan Yahya Efendi Türbesi düzgün kare planlıdır. Türbenin batı ve doğu duvarları inşa edildikleri dönemin üslubuna uygun kapı ve pencere düzeni ilk şeklini korumuştur. Tevhidhane kısmına açılan güney duvarında, ortada yer alan pencere iptal edilerek yerine daha geniş basık kemerli bir açıklık oluşturulmuştur. Tarikat yapılarında sıkça gözlenen ibadethane türbe ilişkisi böylece büyük ölçüde sağlanmıştır (Şekil 7). [5] Türbenin aslında pandantifli bir kubbeyle örtülü olduğu ve muhtemelen 1873 onarımında özgün üst yapı iptal edilerek yerine bugünkü basık, bağdadi kubbe inşa edilmiş, tevhidhanenin bağdadi kubbesine benzer aynı ahşap çatı altında gizlenmiştir. Her iki mekanın kubbeleri arasında görülen teknik ve oran benzerliğinden ve türbenin son halini 1873 onarımından sonra almış olmasından yola çıkarak tevhidhanedeki değişiklikleri de aynı yıla tarihlemek mümkün olabilir. Güzelce Ali Paşa Türbesi kare planlı olup pandantifli bir kubbe ile örtülüdür. Duvar
örgüsü bir sıra kesme taş ve iki sıra tuğla şeklindedir. Yapı içerden sıvalı, kubbe ise dışardan kurşun kaplıdır. İçeride Güzelce Ali Paşa ile ailesine ait altı adet mermer lahit yer almaktadır. [3] İstanbul’da Şeyh Yahya Efendi’nin hayatta iken sahip olduğu büyük şöhret vefatından sonra da devam etmiş, türbesi ile tekkesinin çevresi kendisine “komşu” olmak isteyen binlerce insanın kabirleri ile dolmuştur. [5] Şeyh Yahya Efendi Tekke ve Müştemilatları İstanbul Vakıflar I. Bölge Müdürlüğü tarafından 2009 senesinde restorasyon çalışması kapsamına alınmış 20.05.2009 tarihinde yapılan yer teslimi ile çalışmalara başlanmıştır. Bu çalışma kapsamında ilk olarak Anıtlar Kurulu’ndan onaylı restorasyon projeleri bulunan 8,10,11 numaralı yapıların onarımına başlanmıştır. Ayrıca bu uygulama kapsamında 1,2,3,4,5,6,7,9 numaralı yapıların projeleri hazırlanarak Anıtlar Kurulu’na sunulmuş gerekli onaylar alındıktan sonra bu yapılarda da onaylı restorasyon projeleri üzerinden uygulamaya başlanmış 03.06.2016 tarihinde ise iş tamamlanmıştır (Şekil 7). 2013 senesinde ise Şeyh Yahya Efendi Türbesi ve Haziresi Restorasyon İşi olarak İstanbul Vakıflar I. Bölge Müdürlüğü tarafından tekrar ihaleye alınmış 17.01.2016 tarihinde yer teslimi yapılarak proje ve uygulama sürecine başlanmış olup bu süreç hala devam etmektedir. KAYNAKLAR
1- Akbayar, N., (1998). “Dünden Bugüne Beşiktaş”, 201-202, Beşiktaş Belediye Başkanlığı, İstanbul 2- Sevgen, N., (1965). “Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi (Hayatı, Menkıbeleri, Şiirleri”, 4-5, Türkiye Basımevi, İstanbul 3- Tanman, M.B., (2013). “Yahya Efendi Külliyesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 43: 246249, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 4- Aydemir, O., (2010) “Beşiktaş Şeyh Yahya Efendi Külliyesi Onarım Çalışmaları”, Vakıf Restorasyon Yıllığı, 1:33 5- Tanman, M.B., (1990). İstanbul Tekkelerinin Mimari ve Süsleme Örnekleri Tipoloji Denemeleri, Doktora Tezi, İÜ Sosyal Bilimler, İstanbul. 6- Tanman, M.B., (1993). “Yahya Efendi Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 409, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul
79
İCRAAT İÇİN İSTANBUL’DAN
ANADOLU’YA GEÇİŞ
TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ON YEDİNCİ BÖLÜM-
Beyoğlu’dan Fatih’e düzensiz görünümlü ama nizami bir şekilde giden İdris Kırımi, Ateş Mehmet, Sudanî Tarik, Arap Macit ve Kıpçak Saadettin de Kara Hasan’daki bu değişikliği fark etmişlerdi. Ali Arslan CAN
apalı alanları pek sevmeyen Kara Hasan’a çok değer verdiği zatları korumak için olsa bile bu fedai nöbeti bir zulümdü. Ev sahibi hariç herkes ayrılırken endişeli ama çok mutlu hallerini gören Kara Hasan, ne olduğunu bilmeden onların lisan-ı hallerine bakarak kendisi de an be an bu zulümden kurtulmuştu. Hele hele Balkan Harbi sırasında bir gemiyle Çanakkale Boğazı’ndaki Yunan ablukasından kurtularak Adalar Denizi’ne açılan Rauf Bey’in kolunu sertçe sıkarak, Hasan’ın ateşlemeye hazır silahına gözü ile işaret ederek, yavaşça; “aklın ve kalbin gibi silahına da sahib ol!” sözünü duyan Kara Hasan’ın bütün dertleri bitmiş gibiydi. Zira bu işaret bir başlangıcın kıvılcımı gibi gelmişti ona. İstanbul’da kaç aydır yaptıkları faaliyetleri hatırından geçirdi; “Silah teslimi yoksa Mondros Ateşkes-i Mezelleti de yok” diye düşünürken toplantıya katılanların hepsi ayrı ayrı yollardan ikametgâhlarına fedailerin kontrolünde yolarına koyulmuşlardı. Kemal Paşa’nın Şişli’deki evinden ayrılanların tavırlarından anlaşılan kesin kararın göstergesi görevi biten Kara Hasan’ın lisan-ı haline de yansımıştı. Beyoğlu’dan Fatih’e düzensiz görünümlü ama nizami bir şekilde giden İdris Kırımi, Ateş Mehmet, Sudanî Tarik, Arap Macit ve Kıpçak Saadettin de Kara Hasan’daki bu değişikliği fark etmişlerdi. Silahının varlığını hep kontrol eden Kara Hasan; “Nasıl ve ne zaman bilmiyorum ama şenlik başlayacak, zillet bitecek…”. Hasan’ın ikide bir silahını kontrol etmesinden sanki bir tehlike var diye endişe eden Ateş Mehmet rahatlamış; “Şenlik iyidir, ayak bağları sıkıntı verir, önce hainlerden başlamalıyım….” Kara Hasan’daki sevinç İstanbul’da karar beklemekten yorulan bu yiğitlerin hepsine yayılmıştı. “Burada başlayan zafer Mısır’a Sudan’a ulaşsın” diyen Tarık, Fetih Suresi’ni yavaş sesle okumaya başlamıştı… Surenin manasını anlayan Arab Macit sanki zikir çeker gibi; “Ya el-Fettah! Ya el-Vekil…..” diyordu. O günlerde Harb-i Umumî sırasında savaştığı her cebheden sağ-salim dönen komutan ve neferler ile İstanbul sokaklarında karşılaşmak adiyattan bir haldi. Ancak Kafkasya’dan Erzurum’a çekilen 9. Ordu komutanı Yakup Şevki Paşa’nın Kars merkezli kurulan Cenub-ı Garbi Kafkasya Hükumeti’ni desteklediği için İngilizlerin baskısı ile görevinden uzaklaştırılması sadece Kars ve havalisini
sayı//24// temmuz 80
değil bütün Doğu Anadolu’nun Ermenilere bırakacaklarının bir işareti olmuştu. Nüfusları çok az olan Ermeniler ne Van ne Bitlis ne de Erzurum’da Müslüman bırakmazlardı. Ya öldürür ya da sürerlerdi. Yoksa devlet kuramazlardı. O zaman 9. Ordu’ya yeni bir büyük komutan lazımdı. Büyükler gitmeden küçüklerin yerlerini almaları, hazır olmaları lazımdı. Zaten her limanda hazır bekleyen İtilaf güçleri Anadolu içlerine bir an önce girmek için hazır bekliyorlardı. 2 Mart 1919’da Ali İhsan ve Nuri Paşaların İstanbul’da tutuklanmaları düşmanın da ilk hedeflerinin etkin ve mücadeleci paşalar olduğu ortaya çıkmıştı. Bir hareketin başlayacağını o uzun nöbet gecesi kavramış olan Kara Hasan, hastalık bahanesiyle İstanbul’da gelip neredeyse uyumadan bütün dostlarını görmek için çabalayan 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Bey’in Ankara’daki karargâhına 5 Nisan’da hızlı dönmesinin arkasından tanıdıklarının biri bir İstanbul’da görünmez olmuşlardı. İstanbul’da şenlik bekleyen Kara Hasan, güvendiği komutanların bir bir İstanbul’dan uzaklaşmasıyla hayal kırıklığına uğramıştı. Bilhassa vatanı için her şeyden vazgeçen, dünyayı satan Ali’nin; Ahıska’yı kaybetti dedem, Tokat’a zor ulaştı ninem, Babamın mezarını bilmem, Baş ve vücut olsun bir vatan, İstanbul düşse ben ne idem, Yoksa olurum per-perişan, Ne ben kalırım ne de ülkem.
Diye devamlı olarak mırıldandığı türküsünü neredeyse ezberleyen Kara Hasan’ın neşesi kaçmaya başlamıştı. İstanbul’daki işgalin her gün ağırlaşması Ahıskalı Ali’nin endişelerinin haklığını gösteriyordu. Ancak Kazım Karabekir’in atandığı 15. Kolordu Komutanlığı için 3 Nisan’da İstanbul’dan yola çıkıp 19 Nisan’da sağ-salim Trabzon’a varması Ahıskalı Ali’yi biraz ümitlendirmişti. “Şarkî Anadolu bizde kalırsa İstanbul da Ahıska da bizde kalır”, diyordu.
O günlerde Harb-i Umumî sırasında savaştığı her cebheden sağ-salim dönen komutan ve neferler ile İstanbul sokaklarında karşılaşmak adiyattan bir haldi.
Kara Hasan’ın İstanbul’daki tanıdıklar gittikçe azalıyordu. Sanki Anadolu tek sığınaktı. Herkes memuriyet, ticaret, aileden kalma çiftlik gibi bir bahane ile İstanbul’u terk ediyordu. Gidenlerin rütbe ve önemi arttıkça Kara Hasan anlamıştı ki şenlik İstanbul’da değil Anadolu’da olacaktı. Ee olan da kendilerine oluyordu. İstanbul’dan Anadolu’ya gidiş köprüsü ise Kocaeli yarımadasıydı. Her vasıta ile tek yönlü olarak bu güzergâhta yapılan yolculuk İngilizlerin hemen dikkatini çekmişti. Boğazları ve Marmara Denizi’ni kolay kontrol eden İngilizler, Anadolu’nun doğal yolu olan Kocaeli yarımadasında Ortodoks Rumları teşkilatlandırarak onlara çetecilik yaptırmaya başlamışlardı. Sadece Osmanlı asker ve jandarmasının ateşini kesen Mondros Ateşkes Anlaşması ile hainlerin ateş açması serbestti elbet. Buna karış Milli teşkilat, Üsküdar’dan Darıca’ya kadar bu güzergâhta tertibat almak mecburiyetinde kalıyordu. Şimdilik Darıca’dan ilerisi güvenli idi. Milli teşkilat mensuplarından 81
kimin nerede ne görevi olacağı belli olmuyordu. İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e kıyı şeridine yakın olmak üzere uygun vakitlerde açılmak küçük kayık ve teknelerle nisbeten mümkündü. Günlerdir İstanbul’da büyük bir heyecan ve telaş vardı. Osmanlıların masaya bile oturtulmadığı Paris Konferansı’nda gelen haberler korkunçtu. İzmir’de Yunan işgali başlayacaktı. 7 Mayıs’ta İngiltere, Fransa ve ABD, Yunan donanmasının İzmir’e gönderilmesinde hemfikir olmuşlardı. Kuvayı milliyecilerin sakince yaptıkları çalışmalar hengamında ünlü İngiliz istihbaratının mışıl mışıl uyutulduğu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın milli lider olacağı tesbit ve uygulamaya konulmuştu bile. Batı Anadolu’nun işgal tehlikesi üzerine geniş yetkilere sahip olmak üzere 12 Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak atanan Kemal Paşa’yı Samsun’a 41 yaşında olduğu için ancak Marmara Denizi’nde çalışabilen Bandırma Vapuru’nun Kaptanı İsmail Hakkı götürecekti. Hakkı Kaptan Karadeniz’i iyi bilen bir gemiciydi ama bu vapur için Karadeniz’in azgın dalgaları büyük tehlikeydi. Damat Ferit’in Konağı’ndaki yemekte Erkan-ı Harbiye Reisi Cevat Çobanlı, Kemal Paşa’dan Samsun ve Sivas bölgesindeki asayişi bozan çeteler hakkında rapor hazırlamasını tenbih ediyordu. İstanbul’dan ayrılmadan önce görüştüğü Padişah Vahideddin de Anadolu’da asayişin sağlanmasını istiyordu. Kemal Paşa bir dağ gibi sesiz ve rüzgârın önündeki bir yaprak muti. 15 Mayıs’ta Yunanlılar İzmir’i işgal ederken Kemal Paşa’nın vapuru son hazırlıklarını yapmıştı. Bir gün sonra öğle sayı//24// temmuz 82
üzeri vapura binen Kemal Paşa’nın İstanbul Boğazı’ndaki düşman İtilaf kontrol hattından geçmesi gerekiyordu. Her şey tamam, Kemal Paşa’nın resmi görevi belli, yanında bulunan 3. Kolordu Komutanı Refet Bele dahil on sekiz kişinin hepsinin görevleri var. Şu kesin İngilizler istemezse kimse boğazdan Karadeniz’e çıkamaz. Bir an tereddüt eden İngiliz memurlar, her bir şeyi eksiksiz olan heyete geçiş izni veriyorlar. Vapur ve boğazın iki yakasında onu izleyenleri için güzel boğaz çok uzun ve sanki Karadeniz’e açılan bir dehlize benziyor. Bandırma vapuru ile boğazda yavaş şavaş ilerliyor. İngilizler her ana kararı değiştirebilir. Vapur su üstünde ilerlerken boğazın iki tarafında günlerdir yapılan hazırlık had safhada. Bogazın iki yakasında iki şerit gibi vapuru aralarına alan Kara Hasan, Rizeli Recep, İdris Kırımi, Kıpçak Saadeddin, Ahıskalı Ali, Ateş Mehmet, Cebi Ferhat, Tarık Sudani bütün arkadaşları ellerinden gelse yavaş yavaş giden Bandırma Vapuru’nu elleriyle iterek bir an önce Karadeniz’e çıkaracaklar! Boğazın suyu üstü İngilizler, kıyılar milli teşkilat tarafından sakin bir şekilde kontrol ediliyor. Kemal Paşalar için boğazdaki her saniye bir yıl gibi. Güneş bile aydınlatmıyor etrafı. Boğaz’ın iki yakasında Kara Hasan Garipçe’ye Ateş Mehmet Poyraz’a ulaştığında bir birbirlerine el sallarken Bandırma Vapuru da Karadeniz’e açılıyor ve ufuk beyazlıyordu. Vapur, Anadolu Feneri’ni geçince takipteki İngiliz gemisi gemisinden kurtulmak için Kemal Paşa’nın emriyle kıyı şeridine yanaşıyor Hakkı Kaptan. Emir gereği kaptan ne yapacağını biliyor. Bir tehlike anında vapuru karaya oturtacak, vapur parçalanabilir ama bu
mümtaz yolcuları mutlaka Anadolu’ya ulaşacak. Zira esas rota Samsun değil, Anadolu. Eski Bahriye Nazırı ve ülkedeki İttihat ve Terakki mensuplarının önde gelenlerinden olan Rauf Bey de vatan savunması için bir milli mücadele yapılması gerektiğine inanıyordu. Kemal Paşalarla anlaştıkları üzere o da maiyetiyle birlikte 24 Mayıs’ta Bandırma’ya geçmişti. Batı Anadolu’da milli hareketi örgütlenmesine buradan başlayacaktı. O kadar hareketli ve hata yapmamak için pür dikkat vazife yaptıklarına inanan Kara Hasan, “biri Bandırma vapuru ile diğeri Bandıma’ya gitti. Allah’ım bizi utandırma” diye dua ederek biraz dinlenmek istediklerini söylediğinde İdris Kırımi “birkaç gün dinlen… Rahmet ayı Ramazan geliyor oruç başlayacak” demiş ama tuhaf tuhaf ta gülmüştü. Mübarek ay gelmeden önce İdris artık gündüz yatıyor, arkadaşları da ona uyuyordu. Ramazan eğlencesi göreceğini zanneden Kara Hasan tam bir hayal kırıklığına uğramıştı. Millet namaza giderken onlar arabalarla silah ve edevat taşıyorlardı Anadolu istikametinde. Yahya Kaptan’ın da Kadıköy’den kendilerine katıldığı o gece sahur vakti Darıca’ya ulaşmışlardı. Onları Darıca Büyük Limanı’nın yakınındaki kışlanın müştemilatında Darıcalı Kara Aslan ve Kaplan Ağa karşılamıştı. İngilizler daha İzmit Körfezi’ni tam kontrol etmedikleri için bundan sonra her şey suyolu ile rahat taşınabiliyordu. Sahuru yedikten sonra neredeyle bütün gün uyumuşlardı. Zaten onlar için açlık bir mesele değildi, alışmışlardı Umumî Harbin son yıllarında ama yorgunluğa vücutları dayanmıyordu bazen. Yorgun ve susuz İstanbul’a döndüklerinde kendisinin
Halepli olduğunu söyleyen ancak Isfahanlı mı yoksa Sisli mi olduğu tartışılan İngilizlerin sefil yaratığı gibi dolaşan Gülnak yanlarında peyda olmuştu. Kendisini Selçuklulardan beri asil bir aileden olduğu havası atan Gülnak’ın etrafta kıvranmasından anlaşılan İngilizlerin bilgiye ihtiyacı vardı. Zira İngiliz Ryn’nın peşinde koşan Harbiye Nezareti’nin etrafına dolaşıp bilgi toplamaya çalışan, Sultanahmet’te İzmir’in işgalini telin içtimaını etkisiz hale getirmek isteyenlerle birlikte büyük çaba gösteren, Halide Edip koşmasını alaya aldığı bilinen ve de şimdi mübarek Ramazan günü oruç tutmadığı belli olan Gülnak; “İngilizlere tabi olmak lazım, medeni ve güçlüler” diye laf atıyor, halet-i ruhiyelerini bozmaya çalışıyordu. Hz. Resullulah’tan başkasına tabi olanlara çok kızan Ateş Cebi Mehmet diline ne geldiyse başladı döktürmeye: Pasaklı fikir müşevveş olur, O Gül’e bağlanan güllü olur, İblis’in adamı zilli olur, Has Türk bahadır ve candan olur, Vah! Senden ne er ne han olur, “Heva ve hevesin ilahındır”, Ramazan sana zemheri olur, Türkümsüye yer cehennem olur, Seni sevsem eksilen ne olur? Arslan Türk’ün yeri cennet olur. Ateş Mehmet için sevmek kelimesi öldürmek kelimesinin Ofluca ifadesiydi. Ama şimdi “sevmek zamanı” değildi. Ateş Mehmet’in bir terslik yapmasından kokan akrabası Trabzonlu Cebi Ferhat’ın “sakin olan Mehmet, vakit yakın, seversin!” sözü onu durdurmuştu. 83
ültür, kısaca toplumların, yüzyıllar boyunca oluşturdukları müşterek değerler sistemi olarak tanımlanabilir. Bu değerler etrafında birleşen ve kaynaşan insan kitlesine de millet denir. Milleti meydana getiren kültür değerleri nelerdir? Bu konu, sosyal bilimlerin ve özellikle de sosyolojinin en önemli ilgi alanı içinde yer alır.
DİL VE KÜLTÜR
Bir dili konuşan insanlar, bu dil ile düşünür, bu dil ile rüya görür, dilin,mantık, düşünce,his ve inanç dünyası içinde yoğrulurlar. Hasan ARIKAN
sayı//24// temmuz 84
Ancak,biz burada diğer açıklamaları bir tarafa bırakıp Yahya Kemal’den birkaç mısra ile bu soruya cevap vermek istiyoruz. ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ adlı şaheserinin bir yerinde, şair kendine has yüksek şiir lisanıyla Türk milletini şöyle tarif eder: “Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını, Görüyor varlığının bir yere toplandığını.” mısralarıyla devam edip giden bu eserinde, Yahya Kemal, dil, gönül ve iman birliğinden söz eder ki; bu üç unsur aslında milli kültürün de esasını teşkil etmektedir. Dil birliği, gönül birliği ve inanç birliği! Yahya Kemal’e göre bunlar, millet olarak kimliğimizi oluşturan temel değerlerdir ve bizleri, ‘kendi gök kubbemiz’ altında bir millet haline getirmiştir. Edebiyatımızın zirve isimlerinden ve hakiki bir Türkçe sevdalısı olan Yahya Kemal’in, dili en başta zikretmesi son derece tabiidir. Gerçekten de dil, insanlar arasında en güçlü iletişim aracıdır ve yalnızca fertleri birbiriyle kaynaştırmakla kalmaz, nesiller arasında da güçlü bir bağ oluşturur. Kültürün çağlar ötesinden günümüze aktarılmasını sağlayan en önemli vasıta şüphesiz ‘dil’dir. Bizi biz yapan değerlerimiz, asırlar ötesinden Türkçe ile, bu dilin kelimeleri ile ilmek ilmek örülerek bugünlere gelmiştir. Son dönemlerde ne kadar örselenmiş olursa olsun, Türkçe, ortak değerler sistemimizin en temel unsurudur. Bir dili konuşan insanlar, bu dil ile düşünür, bu dil ile rüya görür, dilin,mantık, düşünce,his ve inanç dünyası içinde yoğrulurlar. Türkçe konuşan, Türkçe düşünen ve bu kültür dairesi içinde yetişen insan, zamanla hiç farkında bile olmadan, toplumun düşünce ve inanç birliğine dahil olur, konuştuğu dil vasıtasıyla, milli bir bakış açısı ve hayat anlayışına ulaşır.Dilin içinde milli varlığın derinlerden gelen güçlü mesajları, dersleri vardır ve bunlar zihnimizde yer eder, şuuraltımızda izler bırakır. Bu ve benzeri görüşler pratik değeri olmayan soyut düşünceler midir? Ya da milli kimliğin oluşmasında dilin hissesi, rolü nedir? Türkçeyi öğrenmeye
başladığımız ilk yıllardan itibaren defalarca işittiğimiz, konuşma dilinde kullanılan kelime,deyim, atasözleri veya kelime gruplarının çoğunda nice hikmetlerin saklı olduğu, ilk anda pek anlaşılmaz. Bu ifadeleri biraz açmak maksadıyla, birkaç örnekle nasıl bir güzellikler denizinin içinde yüzdüğümüzü açıklamaya çalışalım. “Helal süt emmiş” insan deyimini işitmişsinizdir. Dürüst, güvenilir, sağlam karakterli,asalet sahibi, özü sözü temiz kişinin ‘helal süt emmiş’ olduğunu söyleriz. Böyle bir insan, başkalarının hakkına göz dikmez,haram lokma yemez, harama el uzatmaz, harama göz ucuyla bile bakmaz, kursağından haram lokma geçmemiştir ve bu kişi, ‘insan evladı’dır. ‘İnsan evladı’ tamlaması, ilk anda sıradan iki kelime gibi görünebilir. Burada insan kelimesi üzerinde vurgu olduğunu bilerek okuduğunuz zaman, bu iki kelime sıradanlıktan çıkar ve sizi bambaşka ufuklara çeker götürür. İnsan, Allah’ın yer yüzündeki halifesidir. İlahi hitabın muhatabı olan yegane varlık , zübde-i âlem, eşref-i mahlukat O’dur. Ve ’ahsen-i takvim’ üzere yaratılmıştır. Sosyal hayatta, kendisine yetki ve sorumluluk verilecek liyakatli bir kişi arıyorsanız, mutlaka ‘helal süt emmiş’ birini bulmalısınız. ‘Emaneti ehline veriniz’ buyruğuna uygun davranacaksanız, karşınıza gelen adaylardan, yetenekli ve kendi sahasında bilgili, ama aynı zamanda ‘helal süt emmiş’ olanı seçmek durumundasınız. Zira, helal süt emmiş kişi, emanet ehlidir, ondan hainlik beklenmez, sadıktır, vefalıdır; bir fincan kahvenin kırk yıl hatırını sayar, izzet sahibidir,basit çıkarlar için küçülmez. Ona itimat edebilirsiniz. Ana-babalar evlatları için ‘helal süt emmiş bir can’ dilerler ve onları ‘helal süt emmiş’ biri ile ‘baş göz etmek’ isterler. “Allah, helal süt emmiş canlar nasib etsin!..” duası gençler için en makbul dualardan sayılır. Dikkat edilirse, ‘helal süt emmiş insan evladı’nın vasıflarını sayarken,yine birbirinden güzel ve derin anlamlı birçok kelimeler, deyimler kullandık ve adeta Türkçenin güzellikler evreninde küçük bir gezintiye çıkmış gibi olduk. Konuştuğumuz dilin içerisine serpiştirilmiş halde duran ve ilk anda pek dikkatimizi çekmeyen böyle daha nice inciler,cevherler vardır ki; herbiri aslında zengin bir irfan hazinesinin pırıltıları ve milletimizin üstün hasletlerinin hulasası gibidir. Bunları birbirleriyle bağlantılı bir zincir haline getirerek düşündüğümüz- de, milletimizin benimsediği ideal hayat anlayışı ve faziletli bulduğu ‘insan
evladı’nın tarifi ortaya çıkmaktadır. “Helal süt emmiş” deyimiyle milletimiz diyor ki; annenin bebeğine verdiği süt, onun bedenine ve ruhuna tesir etmektedir. Helal lokma, insanın hem fiziki varlığının, hem de şahsiyet ve karakter özelliklerinin teşekkülünde rol oynamaktadır. Anne sütü, bir çok genetik vasıfların, nesilden nesile geçmesinde çok etkilidir. Bu noktada, İslam fıkhının süt kardeşliği konusuna ne büyük önem verdiğini hatırlayalım. Çocuğun “helal süt” emmiş olabilmesi için, öncelikle, annenin hamilelik öncesi ve sonrasında aldığı gıdaların, helal ve temiz olması gerekir.Tabii yalnızca anne değil, baba da helal gıdayla beslenmelidir. Eve giren kazanç meşru olmalıdır ki; annenin sütü helal süt olsun, böylelikle helal süt emmiş bir evlat yetiştirebilsin. Helal ve haram kavramları, çerçevesi İslam inancı tarafından belirlenen, çok geniş ve özel bir ihtisas alanı oluşturmaktadır. Burada, üç kelimeden ibaret “helal süt emmiş” insan deyimindeki hikmet ve inceliklere bir nebzecik dikkat çekmek istedik. Bu kısacık deyim, milletimizin iman ve ihlasını, hayata bakışını, değer verdiği insani vasıfların neler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Türkçemizin güzellikleri burada deryadan bir katre olarak açıklamaya çalıştığımız birkaç örnekten ibaret değil elbette. Konuştuğumuz dile özel bir ilgiyle dikkatimizi çevirecek olursak böyle daha nice güzellikler keşfetmek mümkündür. Bu noktada, Türkçenin beslendiği ana kaynağın İslam dini olduğu ve bu dinin esasları bilinmeden, Türkçenin de, Türk edebiyatının da tam olarak anlaşılamayacağı gibi bir hakikatle yüz yüzeyiz.Bazan hiç alakasız gibi görünen kelime veya deyimlerde bile, biraz derine indiğiniz zaman İslami bir tesirin izlerini görebilirsiniz. Önceki dönemlerde görülen sadeleştirme gayretleri, halkın anlayabileceği sade bir Türkçe oluşturmak, konuşma dilini yazı dili haline getirmek gibi makul sayılabilecek maksatlara yönelmişti. Bu dönem inişli çıkışlı hareketlerle Cumhuriyet’ in ilanına kadar sürdü. Netice olarak, altını çizerek belirtelim ki; Türkçemize sahip çıkmak, bu milletin tarihine, dinine, milli ve manevi değerlerine sahip çıkmakla aynı anlama gelmektedir. Ağız haram yemez, dil de yalan söylemezse, edilen duâ kabul olur. Haram yiyenin 40 gün duâsı kabul olmaz. Tıbben de kan değişimi 40 günde tamamlanır. (Kelam-ı Kibar)
85
SOSYAL MEDYA
GERÇEĞİ
Dünyanın bir ucundan en kıyıda, köşede kalmış bir bölgesine her türlü bilginin anında iletildiği bu ağlar, yüzeysel bilgilerin ve belgelerin günlerce gündemde kalırken, diğer yandan gerçektende hızlı iletişim ve haberdar olma ihtiyacını da karşılamaktadır. Yaşar DİNÇKAL*
*TBMM Danışmanı
sayı//24// temmuz 86
letişim uzmanı Kanadalı Herbert Marshall McLuhan (1911-1980) meşhur bir teorisi vardır. 1960 yıllarda ortaya koyduğu bu teori ile coğrafi keşiflerden beri süre gelen Küreselleşmenin 20’yy da ve gelecekte nerelere kadar ulaşacağını meşhur “Global Köy” kavramı ile teorik anlamda ortaya koyar. Bu teori ile dünyanın sosyo-kültürel olarak köyleşeceğini savunur. McLuhan’ın teorisindeki gibi, hızla gelişen ve yenilenen teknolojinin ürünü olarak kitle iletişim araçları çoğalmış, çeşitlenmiş ve 21. yy’ın ilk çeyreğinde, insanlığı ‘sosyal medya’ bağlamında etkisi altına almıştır. Tabiî ki sosyal medyanın orjini, her eve ve cepe giren internet teknolojisi olmuştur. Bu yeni medyanın kısaca tarihine gittiğimizde öncü ülkenin ABD olduğu görülür. İkinci dünya savaşı sonrası oluşan ortamda yani 1950’ li yıllarda, askeri gücüne güç katmak isteyen ABD, bilgisayar teknolojisi desteği ile dünyaya hüküm sürme gayesi çerçevesinde, teknolojik yatırımlar yapar. Bu yarırımlarla savaştan yeni çıkmış dünyada askeri savunma sistemlerine artı bir değer katmayı hedefler. İlk dönemlerde kullanıcının bilgisayar aracıyla askeri konularda birbirine karşılıklı olarak veri gönderme aracı olan internetin 1970’li yıllarda, farkında olmadan, ilk sosyal medya denemesini Ward Christensen ve Randy Suess isimli iki bilgisayar meraklısı arkadaş gerçekleştirmiştir. (http:// yunus.hacettepe.edu.tr) Ülkemizde internet ve bilgisayar kullanımına kısaca göz atarsak, ülkemiz o yıllarda beklide tarım ülkesi olmasından bilgisayar ve internet konusunda Batı toplumu kadar gelişmiş sayılamaz. Ancak 1970’lerde Ankara DSİ binasına bir odaya kurulan devasa bir bilgisayar meraklı gözlerle izlendiği, müzeye gider gibi vatandaşın ziyaret ettiğini o günleri yaşamış bir dostumuzdan duymuştum. Ülkemizde 1986 yılı internet ve bilgisayar teknolojileri açısından dönüm noktası kabul edilebilir. Çünkü bazı üniversiteler ve akademik kuruluşlar arasında EARN (European Academic and Research Network)/ BITNET (Because It’s Time Network) tesis edilmiş ilerleyen yıllarda bu bağlantıda kapasite sorunu yaşanmasıyla 1990’lı yıllarda ODTÜ ve TÜBİTAK’ın öncülüğünde büyük kapasiteli bağlantı ağları oluşturulmuştur. Bu günlerde meşhur Newsweek dergisinde yayınlanan bir makalede dijital medyanın hiçbir zaman geleneksel yazılı medyanın yerini
alamayacağı öngörüsü yapılmış olmasına rağmen, günümüze değin geçen evrimle dijital medya ve veri paylaşımı geleneksel baskı ve veri paylaşımına kafa tutmuştur adeta! Önce askeri, daha sonra da ticari ve akademik ihtiyaçlar için geliştirilen internet teknolojisi McLuhan’ın dediği gibi küreselleşme sürecinin en büyük itici gücü olarak 21.yy’da insanlığın vazgeçilmez bir aracı halini almıştır. Yazımızın asıl konusu olan sosyal medya süreci ise, 21.’yy ın ilk yıllarında yaygınlaşmaya ve çeşitlenmeye başlamıştır. MySpace, Linkedin’in, Blogger’ın ve Facebook’un 2005 yılında Harvard Üniversitesi öğrencileri tarafından kurulması, yine aynı yıl Youtube’un ve 2006 yılında da Twitter ın ABD’de kurulması manidardır. Bu ağların kısa sürede tüm dünyadaki bilgisayar kullanıcıları arasında hızla yayılmasıyla sanal ortamda yeni bir kültür inşa edilmiştir. Bu kültür yüzyıllar önce inşa edilmiş modernizm kültürünün yeni versiyonu olarak tek tip algı, tek tip kültür oluşturmanın yeni aracı olmuştur. Dünyanın bir ucundan en kıyıda, köşede kalmış bir bölgesine her türlü bilginin anında iletildiği bu ağlar, tamamen değerlerden yoksun, yüzeysel bilgilerin ve belgelerin günlerce gündemde kalırken, diğer yandan gerçektende hızlı iletişim ve haberdar olma ihtiyacını da karşılamaktadır. Yani internet ve ona bağlı sosyal medya dünyayı küçülmüştür. Küçülen dünyada ülkemiz sosyal medya kullanımında hatırı sayılır bir yerde yer almaktadır dense yanlış olmaz. Yani ülkemiz bu alanda çok orantısız bi şekilde büyümüşür. Öyleki; 2015 yılı Bilişim Teknolojileri Kullanım oranı çok dikkat çekicidir: İnternet kullanan bireylerin oranı %55,9 iken, On hanenin yedisi internet erişim imkanına sahip olmuştur. Ayrıca hanelerin %96,8’inde cep telefonu kullanılmaktadır. İnternet kullanım amaçları arasında 2016 yılı TUİK verilerine bakıldığında, sosyal medya ilk sırada yer aldığı görülür. 2015 yılının ilk üç ayında internet kullanan bireylerin %80,9’u sosyal medya üzerinde profil oluşturma, mesaj gönderme veya fotoğraf vb. içerik paylaşırken, bunu %70,2 ile online haber, gazete ya da dergi okuma, %66,3 ile sağlıkla ilgili bilgi arama, %62,1 ile kendi oluşturduğu metin, görüntü, fotoğraf, video, müzik vb. içerikleri herhangi bir web sitesine paylaşmak üzere yükleme, %59,4 ile mal ve hizmetler hakkında bilgi arama takip etmektedir. (www.tuik.gov.tr/
PreHaberBultenleri.do?id=18660) Bu verilerle Ülkemiz Dünya’da birçok gelişmiş ülkeyi geride bırakarak sosyal medya kullanımında 2016 yılı raporlarına göre on ikinci sırada yer almıştır. Globalwebindex.net sitesinin yaptığı bir araştırmaya göre; Dünya çapında kullanıcıların Günlük internet ve sosyal medyada harcadıkları zaman hiçte azımsanmayacak ölçüdedir. Tablet, Laptop veya PC’den günlük ortalama internet kullanımı: 4 saat 14 dakika, Mobil telefondan günlük ortalama internet kullanımı: 2 saat 35 dakika,Herhangi bir cihazdan günlük ortalama sosyal medya kullanımı: 2 saat 32 dakika ,İnternet kullanıcılarının günlük ortalama TV seyretme süresi: 2 saat 18 dakikadır. Bütün bu veriler bize gösteriyor ki sosyal medya toplumumuzun kültürel kodlarını yeniden şekillendirmeye başlamıştır. Şekillendirme biçimi ve süreci toplumların kendi var olan değer ve kültürlerinin zamanla kaybolmaya mahkum olacağının belirtilerini vermektedir.20 Mayıs 2016 tarihli Diyanet İşleri Başkanlığı Hutbesi’nde de belirtildiği gibi, Mevla’nın insana vermiş olduğu mahremiyet duyguları bir anda bu ortamda yok olmaya başlamıştır. Bunun çaresi ve çözümü için tek alternatif Medeniyetimizin bize vermiş olduğu ruhu kaybetmeden adabı muaşeret çerçevesini unutturmayacak bir duyguda olunmasıdır. Psikologlara göre, günlük hayatın bir parçası halini alan internette sosyalleşme ölçülü olmaması halinde esrar ve eroin kullanımından daha tehlikelidir. Sonuç olarak; Allah insanı sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Bu sosyalleşme toplumla birebir ilişkilerle olduğundan çok, sanal ortamda büyük bir hızla devem etmektedir. İnsanın fıtratında olan Lisan-ı hâl ile etkilenmek ve etkilemek sanal ortamda yok hükmündedir.Böyle olunca İnsanın sosyal yapısındaki bazı hasletler ortadan kalkmakta, bazen ahlakı bazen edebi bazen lisanı olumsuz yönde etkilemektedir. Bunun dışında görünmediğiniz bir ortamda kişinin ruhunda var olan bazı hasletlerde ortaya çıkmakta, yalan riya ve kandırma fiilleri gerçekleşmektedir. Verimli kullanıldığında, birbirini tanıyan veya tanınmış kişiler için hızın avantajından istifade edip etkili bir öğreti aracı olabilir…Sosyal Medya pozitif kullanımda olumlu, negatif kullanımda olumsuz neticeler vermesi kaçınılmazdır… 87
GEÇMİŞTEN GELECEĞE DÜŞÜNCELER
ANTİK ŞEHİR VE
ANTİK TİYATROLAR
Avrupa ve Akdeniz medeniyetleri: Antik Mısır/Antik Yunanistan/ Antik Roma/ Kartaca/Etrüskler/Fenike ve İskitlerdir. Doğu Asya medeniyetleri: Antik Çin/Antik Japonya/Antik Kore/ Antik Moğollar/Antik Türkler ve Hunlardır.. Doç.Dr. Svetlana KERİMOĞLU*
nsanı” tanımladığımızda bütünüyle tanımlarız. Tiyatro’da dünya ile bir bütündür. (Mesela; Dünyanın var oluşu ile bir oyun sahneye konulabilinir) işte bu bir örneği. Çünkü Tiyatro bir yaşamdır. Antik tarihte okuma yazma oranı en çok Roma imparatorluğundaydı. Örneğin M.Ö.1 Yüzyılda yaşamış Romalı tarihçi “Livy “Romanın tarihi yazmıştı ve eserinin adını ”Ab Urbe Condite” kentin buluşundan koymuştur. Eserin 142 Cilt olduğu düşünülmektedir. Bu gün sadece 35 cildine ulaşabilinmiştir. Tarihçiler için Antik Dünya ve Antik Tiyatro Dünyasına erişebilmenin iki yolu bulunmaktadır. Arkeoloji ve elde edilen kaynakların değerlendirilmesidir. Dünya Antik dünya ve Antik tiyatrolar hakkında yazılanlar hakkında bilinenlerin çoğu o dönemlerde yaşayan tarihçilerin çevreleri ile dönemleri hakkında yazdıklarıdır. Her ne kadar yazarın bakış açısı ve değerlendirilmesi eserleri etkilemiş olsa da, ilk elden yaptıkları bu izah ve tasvirler antik zamanı anlamak için büyük önem arz etmektedir. Tanınmış Antik tarih’teki yazarlar ise şöyledir: Herodot, Josephus, Livy, Polybius, Suetonius, Tacitus, Thucydides, Sima Qian Bu yazarların dışında çeşitli kültür, iklim ve uygarlıklarda,milletler Antik tarihteki yaşamlara ev sahipliği yapmışlardır. Bunlar sırası ile şöyledir. Avrupa ve Akdeniz medeniyetleri:AntikMısır/AntikYunanistan/ Antik Roma/ Kartaca/Etrüskler/Fenike ve İskitlerdir. Doğu Asya medeniyetleri: Antik Çin/ Antik Japonya/Antik Kore/ Antik Moğollar/ Antik Türkler ve Hunlardır... Orta ve Güneybatı Asya : Antik Hindistan/Antik İran/Asur/Babil/ İndüs Vadisi Uygarlığı/İsrail krallığı(Yehuda Krallığı/Medler/Mezopotamya/Mitanni/Sümer ve Urartu uygarlıklarıdır. Sahra ve Alt-Sahra Afrikası : Aksum Krallığı ve Kusi medeniyeti. Amerika Kıtaları : Adena/Aztekler/İnkalar/ Mayalar/Kızılderililer ve olmeklerdir. İncelemelerimde tiyatronun oluşumundan sonraki zamanlarda şartlarına göre bazen insanların ilgisin çekmiş, bazense varlığından kimsenin haberi olmamıştır. M.Ö 5 .yüzyılda tiyatro oyunlarına asıl şeklini veren yazar ”Eshilos’tur. “Eshilos” salt bir yazar değildi, dönemin etkin düşünürlerindendi.
*Kırım Mühendislik ve Pedogojı Üniversitesi.
sayı//24// temmuz 88
Tiyatro’yu yazmaya yaklaşık MÖ . 500’lerde, yani gençliğinde başlamıştır. 2. yüzyılda çoğrafyacı “Pausanias”’a göre bir gece tanrı
“Dionysos “ rüyasına girip, ona yeni oluşmakta olan tiyatro sanatına yönelmesini söyler. “Eshilos” rüyasından uyanınca bir tiyatro oyunları yazmaya başlar. Maraton, Salamis, Pers savaşlarına katılmıştır. Tiyatro oyunlarında yarışmalarına gençliğinde katılmaya başlamıştır. İlk ödülünü 485’te kazanmıştır. Eserlerinde koroya önem vermiş, oyunlarını mitolojiden almıştır. Tanrıların ve kahramanların en önemli ve en etkileyici taraflarını seçmiştir. “Eshilos” konuları bakımından birbiri ile ilgili üç oyunu birleştirmiş (tiyatro üçleme), sonuna bir satyr oyunu eklemiştir. Doksan kadar oyun yazmış olmasına rağmen elimizde” sadece yedi tanesi ulaşmıştır. M Ö. 458’de . Bu oyunda yazarı, Atinalıların yiğitliklerini, Perslerin ağzından övüp Perslerin yenilgisini tanrılara bağlar. En önemli yeniliklerinden biriside o zaman oyunlarda üçleme ile katılma geleneğini başlatmıştır. Bir Nevi Yunanlıların “Shakespeare”di. Hem dinsel kaynaklarıyla hem de kent gelenekleri bakımından, tiyatro Atinalıların yaşamında önemli bir yer tutuyordu. Ama gündelik bir iş değil, her yıl belli günlerde oynanıyor. Başlangıçta tiyatro oyunlarına para alınmıyordu. Sonraları az bir para alınmaya başlandınsa da o parayı yoksul olanlara bedava bilet dağıtılırdı. Oyuncuların ücretlerini devlet verirdi. Her oyunun sahneye konması, oynanması için gereken masrafları zengin vatandaşlardan biri üstüne alırdı. Bir kadın karakteri ilk kez ”Frinikos “ oyuna soktu. Kendi döneminde çok saygı duyulan bir yazardı. ”Aristophanes“ şiirlerini övmüş ama oyun kişilerini ortaya çıkarışını alaya almıştı oyunlarında. Kadın karakterler erkek oyuncular tarafından oynanıyordu. Trajedi, Yunanca “tragoidia’dan” gelir. Tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle “keçilerin türküsü” anlamında kullanılır. Trajedi türü, Tragosların şarkılarından doğdu. Antik Yunan tiyatrosunun tanımını ilk kez İ.Ö. 300 yıllarında “Poetika” adlı eseriyle Aristoteles yapmıştır. Ona göre; trajedi ahlaki yönden ağırbaşlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir hareketin taklidi idi. Trajedi’nin ödevi, seyirciye acıma ve korku duyguları aşılayarak “ruhu tutkulardan arıtmaktı”. Trajedi’nin konu kaynağı efsanelerdi. Efsaneler geleneksel bir süsleme sanatı gibi tekrarlanmanın batağına tam düşecekken, dram sanatı bu efsanelere yeni bir soluk getirdi ve geniş bir ufuk açtı.. “Nemesis” başarıları ve zenginlikleri yüzünden tanrıları unutan insanların kırbacı, onları cezalandıran
bir yüce güçtü. Grek seyircisi için hiç bir şey, gurur kadar kahramanın kötü bir duruma düşmesindeki acıya gölge düşüremezdi. Grek trajedi yazarları, oyunlarında tekrar tekrar günah-ceza kavramlarım üzerinde dururlardı.. İki kişi arasındaki konuşmalara dayanan “mimos ”güldürü türü Sicilya’da ortaya çıktı. Komedi insanların coşkun ve gülünç yanlarını dile getirirdi. Komedi de konu bir karikatür anlayışı içinde ele alınır. Toplumsal, siyasal her türlü olaylar karikatürün çizgilerindeki ekonomi içinde verilirdi. Yeni komedi; “Büyük İskender” zamanında, aşağı yukarı İ.Ö. 330 tarihlerinde ortaya çıktı ve Makedonyalıların Yunanistan üzerindeki egemenliği boyunca sürdü. . Atina’nın siyasi durumu oyun yazarlarını ortalama vatandaşın günlük sorunlarına, kişisel dertleşmelerine itti. Yöneticileri taşlamak, siyasal alanda herhangi bir düşünceyi ileri sürmek olanaksızdı. Para ve aşk başlıca temalar oluyordi. Aile yaşamı yazarların üzerlerinde durdukları bir konu durumuna geldi. Yeni Komedi yazarları içinde en belli başlıcaları ”Filemon“ /”Difilos,”/”Poseidippos,”/”Apollodoros” ve özellikle Menandros’tu. Komedyaları gerçekçi idi. Mizahı burjuva seyircisinin gülümsemesi içindi. Hellenistik yapıların en güzel örnekleri Türkiye’nin Ege havalisindeki Dilene ve Bergama tiyatroları, Yunanistan’daki Epidauros Eretria , Oropos, Delos ve yeniden yapılan Atina’daki Dionysos tiyatrolarıdır. Hemen hepsinin tam yuvarlak biçiminde oyun yerleri vardır. 3. Roma Dönemi Tiyatro Yapıları. Roma Dönemi tiyatrolarının en önemlileri Batı Anadolu’dadır. Bunlar Termesos, (Burdur havalisi) Magnesis (Manisa yakını) Miletos (Söke)ve Efessos (Efes) tiyatrolarıdır. Bu tiyatrolarda; Seyir yeri eskisi gibi kalmıştır. Oyun yeri tam yuvarlak olma niteliğini yavaş yavaş kaybetmektedir. Aspendos veya Belkıs Antalya ili Serik ilçesinde bulunan Belkıs köyünde yer alan antik tiyatrosuyla meşhur bir antik kenttir. Aspendos, Serik ilçesinin 8 kilometre doğusunda, Köprüçayı’ nın dağlık bölgesinden düzlüğe ulaştığı yerde M.Ö. 10. yüzyılda Akalar tarafından kurulmuş ve antik devrin mamur zengin kentlerinden biridir. Buradaki tiyatro M.S. 2. yüzyılda Romalı’lar tarafından inşa edilmiştir. Kent biri büyük, biri küçük iki tepe üzerine kurulmuştur…..(devam eder) 89
“ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA” Kenan Yabanigül, Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya isimli deneme kitabındaki önemli satırbaşlarından bahsederek âdeta sohbetin manşetini attı. Sabri GÜLTEKİN
Amin Maalouf
sayı//24// temmuz 90
SKİLERİN deyimiyle “münazara”, yenilerin diliyle “beyin fırtınası” yapmak üzere eski dostlarla fırsat buldukça bir araya gelip, Türkiye ve Dünya gündemine dair kafa yoruyoruz. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiğimiz bu sohbetlerden birinde Kenan Yabanigül ağabey, Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya isimli deneme kitabındaki önemli satırbaşlarından bahsederek âdeta sohbetin manşetini attı. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve üzerinde saatlerce konuşulacak ifadelerin bahsedildiği kitabı ilk fırsatta edinme imkânı buldum. Heyecanla Amin Maalouf’un bu ilginç eserinin sayfaları arasında tayy-i mekân yapar gibi gezinmeye başladım. Şu ana kadar 16 baskı yapan Çivisi Çıkmış Dünya isimli eserin sayfaları arasında ilerledikçe vâkıf olduğum sarsıcı bilgilerinden sonra, edindiğim zenginliğin “zekat”ını okuyucuyla paylaşmak farz oldu. Maalouf eserinde, ego tatmini yapmadan, dünyada yaşayan akıl sahibi herkese yakın tarih okuması yaparak, bir hekim hassasiyetiyle hastasına eziyet çektirmeden kaliteli yaşamanın sırlarını vermiş. Alışılmışın dışında, dünyaya farklı bir pencereden bakarak okuyucusunu “beyin fırtınası”na maruz bırakmış. Çivisi Çıkmış Dünya’nın son sayfasına geldiğimde “Dünyanın böyle ‘dertli’ adamlara ihtiyacı var” demekten kendimi alamadım. Dolayısıyla hemen belirteyim, yaşadığımız dünyaya dair “derdiniz” varsa, bundan sonraki satırları okumaya devam edin. Amin Maalouf, kadim tarihin hayat bulduğu topraklardan topladığı nüvelerle “Çivisi Çıkmış Dünya”sında artçı depremlerle okuyucuya kapı aralayarak 20 ve 21. yüzyılda vuku bulan yanlış ve çıkarcı politikaların doğurduğu ekonomik ve siyasal krizler, “medeniyetler çatışması” adı altında bütün kültür ve halkların geleceğini tehdit eden hoşgörüsüzlükleri, iklim değişiklikleri ve doğal felaketleri önlemede geç kalındığını, ifade ederken; çöküşü ve gerilemeyi önlemek için bir şey yapmamanın bir intihar, bir suç olduğuna dikkat çekiyor. Kötü gidişata karşı düşünce ve davranış alışkanlıklarımızı kökünden değiştirecek yol haritası ve çözüm pusulasını okuyucunun önüne koyuyor. “yolu şaşırdıysak da, atalarımızın çizdiği yol değil söz konusu olan; çocuklarımız için çizmemiz gereken yoldur asıl sorun” saptamasında bulunarak, “Kendimiz olmadan çıkmadan, tamamen bizden biri olabilirsiniz”in
önemine dikkat çekiyor. Ve şarkın bilge adamı, “Göçmen gerçekten iki kişidir, kendini de öyle görür” ifadesiyle içinde kopan fırtınaların sesini okuyucusunun kulağına fısıldıyor. 21. YÜZYILA PUSULASIZ GİRDİK
21. yüzyıla pusulasız girdik; entelektüel dünyanın, ekonominin, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda. Ve yaşadığımız zaman müttefikimiz değil bizim, yargıcımız. Bindiğimiz gemi yönünü kaybetmiş bir şekilde dev dalgalar arasında ilerlerken aslında cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte dünyada umutlar yeşermiş; demokrasi, gelişme ve refah çağının başlayacağı inancı hakim olmaya başlamıştı. Sovyet blokunun parçalanması bir zaferdi. Avrupa Birliği zafere ulaştığı anda onca halk sanki bir yeryüzü cennetiymiş gibi, gözü kamaşmış biçimde ona doğru ilerlerken, Avrupa ne yapacağını şaşırıverdi. Bu silahsız akın karşısında AB, bugün, geçmişte olduğundan daha fazla, kimliğini, sınırlarını, gelecekteki kurumlarını, dünya üstündeki yerini sorguluyor; cevaplarından da hiç emin değil. Arap-İslam âlemi bir daha çıkamamazcasına tarihsel bir “kuyu”ya gömüldükçe gömülüyor; bütün dünyaya karşı, Batılılara, Ruslara, Çinlilere, Hintlilere, Yahudilere vb. ayrıca her şeyden önce kendisine karşı öfke duyuyor. Afrika ülkeleri, ender istisnalar dışında, iç savaşlarla, salgın hastalıklarla, iğrenç kaçakçılıklarla, iyice yaygınlaşan rüşvetle, kurumların yozlaşmasıyla, toplumsal dokunun parçalanmasıyla, umutsuzlukla boğuşmak durumunda. Rusya 70 yıllık komünizmden ve sonrasındaki kargaşa halinden kurtulmakta zorlanıyor. ABD’ye gelince; küresel rakibini alt etmenin hazzıyla neredeyse tek başına, boyun eğmez bir dünyaya boyun eğdirmeye çalışıyor. Göz alıcı bir tırmanışa geçen Asya devi Çin ise elindeki pusulayla belirsizliğe doğru sürükleniyor. ARAPLAR HERŞEYE KÖR, BATILILAR AÇGÖZLÜ
Bugün Arap âleminde eleştirilen şey, ondaki manevi bilincin eksikliği; Batı’da eleştirilen şeyse, manevi bilincin egemenlik aracına dönüştürülme eğilimidir. Irak örneğinde olduğu gibi Amerikan işgalcilerinin ahlâksız ve dehşet verici oyunlarına alet olan bir Şii militan, Sünni ailelerin gittiği bir Pazar yerini havaya uçurmak üzere bomba yüklü kamyonun direksiyonuna geçince ve bu katil, bazı fanatik
vaizler tarafından “direnişçi”, “kahraman”, ve “şehit” olarak adlandırılınca, başkalarını suçlamak artık hiçbir işe yaramaz, asıl vicdan muhasebesi yapması gereken, Arap âlemidir. Bugün aynı şekilde Batı uygarlığı da, kendine göre, davranışlarına etki eden ve dünyanın çivisinin çıkmasına katkıda bulunan tarihsel bir çıkmaz içinde. Örneğin, ekonomik alanda, Batılı modelin zaferi, tuhaf biçimde, Batı’nın zayıflamasına yol açtı. HALKLARIN BELLEĞİNDE ZAMANAŞIMI OLMAZ
Kendine küresel dünya düzeni koridorunda yol açmaya çalışan Amerika hoyratça bir savaştan bir diğerine geçiyor. Sanki savaş son çare olmaktan çıkmış, küresel yetkenin “yönetim yöntemi”ne dönüşmüş durumda. Örneğin, Irak’ta olup biten şey aslında, ABD’nin demokrasi hayali kuran bir halka demokrasi getirememesidir. Bununla birlikte “Büyük Ortadoğu Projesi” için Amerikan demokrasisinin Irak halkını “cemaat”lere bölerek zehirli bir armağanla ödüllendirmesi utanç kaynağıdır, ayıptır. Hayâsız bir hesap yaptıysa, insanlık suçudur. Eskiden bazı dükkânların belirlediği kurala göre, müşteri dükkândaki bir nesneyi kırarsa kırdığı ürünün parasını sanki onu alıyormuş gibi ödemek zorundadır. “Kırarsanız, sizin olur.” Irak işgaline hazırlanan ABD Başkanı George W. Bush’a Dışişleri Bakanı Colin Powell tam da bunu söylüyordu: “25 milyon kişi sizin olacak. Onların bütün umutları, bütün istekleri ve bütün sorunları sizin olacak. Bütün bunlar sizin olacak.”
Maalouf eserinde, ego tatmini yapmadan, dünyada yaşayan akıl sahibi herkese yakın tarih okuması yaparak, bir hekim hassasiyetiyle hastasına eziyet çektirmeden kaliteli yaşamanın sırlarını vermiş. Alışılmışın dışında, dünyaya farklı bir pencereden bakarak okuyucusunu “beyin fırtınası”na maruz bırakmış.
ABD ORDUSU LALE TARLASINDAKİ SU AYGIRI GİBİ
Arap âlemi bugün, elli yıl önce, yüz yıl önce, hatta bin yıl önce hoş gördüğü şeyleri hoş görmüyor. Batı’daysa barbarlık hoşgörüsüzlükten ve karanlıkçılıktan kaynaklanmıyor; oradaki barbarlığın nedeni kibir ve duyarsızlık. Amerikan ordusu Antik Mezopotamya’da lale tarlasındaki su aygırı gibi yuvarlanıyor. Özgürlük, demokrasi, meşru müdafaa ve insan hakları adına, insanlar hırpalanıyor, öldürülüyor. . Çinliler ile Amerikalılar arasında yeni bir korku dengesi oluştu bu noktada; “Beni yıkmaya çalışırsanız, sizi de beraberimde götürürüm”. Bu, bütün dünyanın yazgısını bütünüyle birinin ayağının kayıp kaymamasına bağlayan ve kesinlikle gerçek bir dayanışmanın yerini tutmayacak, 91
Irak işgaline hazırlanan ABD Başkanı George W. Bush'a Dışişleri Bakanı Colin Powell tam da bunu söylüyordu: “25 milyon kişi sizin olacak. Onların bütün umutları, bütün istekleri ve bütün sorunları sizin olacak. Bütün bunlar sizin olacak.”
tehlikeli bir oyun. 21. yüzyıl daha önce insanlığın tanık olduğu her şeyden hissedilir derecede farklı olan bir düşünsel ortamda başladı. Büyüleyici, ama aynı zamanda tehlikeli bir değişim. “Medeniyetler Çatışması”nın iyice yerleştiği, tartışmaların yoldan çıktığı, sözlerde olduğu kadar davranışlarda da şiddetin baskın çıktığı, ortak noktaların yittiği bir dönemden geçiyoruz. ATÜTÜRK BÜTÜN DEĞERLERİ ALT ÜST ETTİ
“Yurtsever Meşruiyeti”ni elinde bulundurmak isteyen Cemal Abdülnâsır 1952’den ölüm tarihi olan 1970 yılına kadar, hem dünyanın çivisinin çıkmasında hem de denetimsiz şiddet ve gerilemeye doğru kırılmada büyük rol oynadı. Bugün Arapların yaşadığı meşruiyet krizi onun zamanıyla tarihlendirilebilir. Fakat bunun yanında İslam âleminde eşine daha rastlanmamış özel bir örnekten bahsedelim. Halkını yıkımlardan kurtarmayı başarmış, bu yüzden de savaşçı meşruiyetini hak etmiş, böylesi bir kozun ne kadar güçlü olabileceğini ve ondan nasıl yararlanabileceğini açıkça göstermiş Atatürk’ten. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles’da ya da Sèvres’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahip olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiplere hayır deme cesaretini göstermiştir. Halkı çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Dine çatsa bile, yurttaşları çok da sırtını dönmeyecektir ona. Politikada, dinin kendisi bir amaç değildir, düşüncelerden biridir yalnızca; meşruiyet en inançlı olana değil, mücadelesi halkınkiyle aynı olana verilir. RUHSAL VE BEDENSEL KOPUŞ YAŞANDI
İslam âleminde birçok lider, Türkiye örneğine öykünmeyi düşledi. 1919’da Afganistan’da tahta oturan Kral Emanullah, İngilizleri ülkesinden çıkarıp bağımsızlığını ilan etti. Ardından çok eşliliği, peçeyi yasakladı. On yıllık deneyimden sonra tahttan indirilerek, sürgün edildi. İran’da Rıza Şah’ın meşruiyet girişimi ise Emanullah’a göre biraz daha uzun süreli oldu. Tunuslu lider Habib Burgiba gibi modernlik yanlısı olanlar aynı yolu takip etseler de, Arap ülkeleri ve İslam âleminin değer bölgelerinde çekinceli biçimde karşılandı. Çünkü Atatürk’ün Avrupalılaşma isteği Türkiye’yi Araplardan uzaklaştırma amacı içeriyordu. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında parçalanması, Arap sayı//24// temmuz 92
uyrukları ve Türk uyruklarının birbirinden kopmasına neden oldu. Mekke’deki Haşimiler 1916’da İngilizlerin kışkırtmasıyla, isyan bayrağını açtıklarında, amaçlarından biri de dörtyüz yıldan beri Osmanlı padişahlarına ait olan halifeliği Araplara geçirmekti; Türk boyunduruğundan kurtulan Peygamber halkı, eski zamanlardaki gibi şanına kavuşabilecekti. İNGİLİZ FİTNESİ İSLÂM ÂLEMİNİ PERİŞAN ETTİ
Arapları Atlas Okyanusu ile Basra Körfezi arasında yaşayan Arapların “bir ulus toprağı” çatısı altında toplama girişiminde bulundu Haşimiler, tıpkı Nâsır gibi. Nâsır’ın trajedisi ve günümüze kadar süregelen bütün bu dramlar çözülemeyen ikilemler ışığında incelenebilir. Mısır reisi Nâsır’ın başa geçmesinden 35 yıl önce, bazı yerlerde, hâlâ bir efsane olan başka biri Arapların gönlünü çelmişti. Arabistanlı Lawrence’ın danışmanlığını yaptığı Haşimi hükümdarı Faysal’dan söz ediyoruz. Mekke Şerifi’nin oğlu Faysal, kendisinin hükümdar olacağı ve öncelikle Ortadoğu’yla, Arap Yarımadası’nın bütününü biraraya getirecek bir Arap krallığı düşlüyordu. İngilizler, Arapların Osmanlılara karşı ayaklanmasına karşılık olarak bu krallığı ona vaat etmişlerdi; babasını da halife sanıyla tanıyacaklarını vaat ettikleri gibi. Dolayısıyla, Dünya Savaşı sonunda, Batılı güçlerden tasarısı için destek almak amacıyla, Albay Lawrence’la birlikte Versailles Konferansı’na katıldı. Paris’te kaldığı süre içinde, Siyonist hareketinin önemli figürlerinden, otuz yıl sonra, İsrail devletinin ilk başbakanı olacak olan Chaim Azriel Weizmann’la tanıştı. Bu iki adam 3 Ocak 1919’da, iki halk arasında kan bağlarını ve tarihsel ilişkilerini överek ve Arapların arzuladığı büyük krallığın kurulması halinde bunun Filistin’e yerleşme konusunda Yahudileri cesaretlendireceğini ileri sürerek, şaşırtıcı bir belgeye imza attılar. Fakat sözkonusu krallık kurulmadı. Öfkeden çılgına dönen Faysal, Atatürk’ün çizdiği yoldan ilerleyip Batılı güçleri oldubitti karşısında bırakmaya karar verdi. Kendini “Suriye Kralı” ilan edip Şam’da Arap siyasal hareketinin çoğunluğunun katıldığı bir hükümet kurdu. Fransa kendisine verilen bölgeden yoksun kalmaya niyetli değildi. Faysal’ı giriştiği savaşta mağlup etti. Suriye’de geçici krallığını yitiren Haşimi emiri teselli olarak, İngiliz himayesinde Irak tarafını aldı. 1933’te 50 yaşında İsviçre’de öldü. Faysalı dipsiz kuyuya sürükleyerek coğrafyanın hafızasını dumura uğratan Lawrence da bundan
iki yıl sonra bir motosiklet kazasında öldü. ARAP ÂLEMİ KAOSA SÜRÜKLENİYOR Mayıs 1948’de İsrail devleti kurulduğunda komşuları onu tanımayı reddedecek ve daha büyümeden onu ortadan kaldırmaya çalışacaktı. Beceremediler, uğradıkları bozgun Arap âleminde büyük bir siyasal sarsıntı oluşturdu. Kamuoyu öfkeliydi; İsraillilere, İngilizlere ve Fransızlara, biraz da Yahudi devletini hemencecik tanıyıveren Sovyetler ile Amerikalılara; ama hepsinden çok da kendi liderlerine. Suriye devlet başkanı ile başbakanı bir darbeyle indirildi ve idam edildiler. Arkasından Lübnan eski Başbakanı Riyad es-Sulh 1951’de ulusalcı militanlar tarafından, beş ay sonra Ürdün Kralı Abdullah, arkasından da Mısır’da Nukraşi Paşa’nın öldürülmesiyle başlayan suikastlar ve kanlı ayaklanmalar bölgeyi bugünküne benzer bir kaosa sürükledi.
DİN KALICI, İDEOLOJİLER İSE GEÇİCİDİR
Bu bağlamda Nâsır’ın başa geçişi büyük beklentilere yol açtı ve onun ulusalcı söylemleri büyük heyecan oluşturdu. Arapların uzun zamandan beri hayalini kurdukları; birlik, bağımsızlık, ekonomik gelişme, toplumsal ilerleme ve en önemlisi yerlerde sürünen onurlarını yeniden ayağa kaldırma hayalleri yeniden canlandı. Nâsır’ı bu yüzden çok sevdiler ve ona çok inandılar. Bu beklentileri maalesef hayal olarak kalacaktı. Nâsır’ın ekonomideki saçma tutumu, İsraillilerle giriştiği savaşı 5 Haziran 1967’de büyük bir bozgunla kaybetmesi, kendine rakip gördüğü Müslüman Kardeşleri zulme maruz tutması, Filistin’i Yahudilerden alamama başarısızlığı, karanlık olaylar zincirinin çoğalması; İslam âlemi ve Afrika için ümit ışığı olan Nâsır’ın modelliğinin çöküş işaretleriydi. Nâsır var olan sistemi bütünüyle ortadan kaldırıp, tek partili bir rejim kurmayı yeğledi.
Yaşadığımız dönemin en büyük savaşı öncelikle göçmenler konusunda verilmeli; bu savaşın kazanılıp kazanılamayacağını bu belirleyecek. Savaş çetin olacak, üstelik Batı artık onu kazanabilmek için çok iyi bir konumda değil. Umut verici çözümlerden biri, Arap ve Yahudi diasporalarının Ortadoğu’yu güçsüz düşüren tüketici ve kısır çatışmayı bütün dünyada sürdürmek yerine, kendiliklerinden, kurtarıcı bir yakınlaşmaya girişmeleridir. Bir göçmenin açlığını çektiği şey, öncelikle saygınlıktır. Hatta daha açık olmak gerekirse, kültürel saygınlıktır. Din de bunun bir ögesidir ve inananlar huzur içinde ibadet etmek istemekte haklıdırlar. Lübnan, “mezhepçiliğin” paramparça ettiği ülkeler arasında ilk akla gelenlerden birisidir..
21. YÜZYIL KÜLTÜRLE KURULACAK
Bugün kültüre düşen rol, çağdaşlarımıza hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları sağlamaktır, başka bir şey değil. Çünkü bu yüzyılda artık yabancı diye bir şey yok, yalnızca “yol arkadaşları” var. Çağdaşlarımız ister sokağın ötesi köşesinde, isterse dünyanın öteki ucunda yaşıyor olsunlar, evimizden iki adım uzaktalar sadece; davranışlarımız onları derinden etkiliyor, onlarınki de bizi. Kim olursak olalım, nerede olursak olalım, bizlerinde ötekiler için “ötekiler” olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. 21. yüzyıl kültürle kurulacak, ya da yok olup gidecek.
Hem kendimiz hem de gelecek kuşaklar adına, gerilemeye boyun eğmek istenmiyorsa, olayların akışını değerlendirmeye çalışmalıyız. İslam âleminde hiçbir yerde, ulusalcılık, dini, dinin ulusalcılığı özümseyeceği gibi özümseyemedi. Türkler ile Araplar, Osmanlı Devleti içinde dörtyüz yıl birlikte yaşadıktan sonra, Birinci Dünya Savaşı sırasında “ayrılınca” ve her biri kendi ulusalcılığını geliştirince, onları biraraya getiren Müslümanlık damgasından kısmen uzaklaştılar; Türkler bunu yeni bir başlangıç arzusuyla, Atatürk önderliğinde köktenci biçimde yaparken, Araplar daha yumuşak bir geçişle, söylemlerinde “Müslüman Ulusu” yerine “Arap Ulusu”nu kullanarak gerçekleştirdiler. Tarzlar son derece farklı, ama önsel düşünce aynıydı.
İçinde yaşadığımız dünyaya daha iyi kulak kabartabilmek için alışkanlıklarımızı ve önceliklerimizi değiştirmenin zamanı geldi.
GÖÇMENLER KONUSU EN BÜYÜK YARA
DÜNYA BÜYÜK BİR YOL AYRIMINDA
Bu yüzyılda, geleceğe yönelik iki bakış açısından birini seçmemiz gerekecek. Birincisi, birbirleriyle savaşan, birbirlerinden nefret eden, ama küreselleşmenin etkisiyle, birbirini her gün aynı kültürel bulamaçla biraz daha besleyen küresel kabilelere bölünmüş bir insanlık düşüncesidir. Bu iki yoldan ilkini izlemek için, bugün yaptığımız gibi, kendimizi dalgalara bırakıp tembel tembel koyvermeyi sürdürmemiz yeter. Yok ikinci yol seçilecekse, bir atılım gerçekleştirmemiz gerekiyor, bunu başarabilecek miyiz? Din, renk, dil, tarih, gelenek bakımından birbirlerinden farklı olan ve dünyanın gelişiminin, sürekli olarak yanyana yaşamak durumunda bıraktığı bütün bu toprakları, huzurlu ve uyumlu bir biçimde bir arada yaşamayı becerebilecek miyiz?.. 93
ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ
DOĞU TÜRKİSTAN VAKFI
Vakfın kuruluş gayesi, “Doğu Türkistan ve öteki Türk-İslâm beldelerinin kültürel, sosyal, tarihi, ekonomik ve diğer yönleri ile araştırılmasına ve tanıtılmasına çalışmaktır.” Mehmet Nuri YARDIM
sayı//24// temmuz 94
erkezi İstanbul’da bulunan sivil toplum kuruluşlarından birisi de Doğu Türkistan Vakfı’dır. 23 Mart 1978 tarihinde Doğu Türkistan’ın efsanevî lideri merhum İsa Yusuf Alptekin’in başkanlığında, Mehmet Sait Bilgiç, Hamidullah Tarım, Rasim Cinisli, Aykut Edebali, Süleyman İrfan Atagün, Mehmet Emin Alpkan, Hacı Mehmet Kasım, Abdülkadir Cengiz, Nasrettin Babakurban, Münireddin Alemdar, Mustafa Koçak ve Ferit Edibali gibi Türkiye ve Doğu Türkistan’ın tanınmış aydınları tarafından İstanbul’da kuruldu. Vakfın kuruluş gayesi, “Doğu Türkistan ve öteki Türk-İslâm beldelerinin kültürel, sosyal, tarihi, ekonomik ve diğer yönleri ile araştırılmasına ve tanıtılmasına çalışmaktır.” şeklinde belirtilmekte ve bu amaçla yapılan çalışmalar şöyle özetlenmektedir: “Vakıf bu amaçla Doğu Türkistan ve diğer Türkİslam beldelerinin sanat, edebiyat, mimari ve folklor gibi kültür ürünlerini toplar. Bu amaçla ilmî eserler yazdırır, tercümeler yaptırır, bunları yayınlar, imkânları ölçüsünde dergi, mecmua, broşür, ve benzeri neşriyat çıkarır. Uluslararası kongre ve ilmî konferanslara temsilciler gönderir, tebliğler sunar, amaçları doğrultusunda bilimsel toplantılar, ve konferanslar düzenler, bu toplantılara bilim adamları ve uzmanları davet eder, misafirhaneler, lokaller, kütüphaneler, toplantı salonları ve benzeri yerler açar, inceleme ve araştırma yapanlara yurtlar tesis eder, karşılıksız burslar verir, değişik ayni ve nakdi yardımlarda bulunur. ” UZUN SÜRE FAALİYETE GEÇEMEDİ Vakıf, kurulduğu günün siyasi ve sosyal şartları, ardından 12 Eylül 1980’de gerçekleşen ihtilal gibi sebeplerle, tam olarak faaliyete geçemedi. Ardından kurucular tarafından faaliyetleri bir süre askıya alındı. Doğu Türkistan Vakfı’nın asıl faaliyetlerinin 1986 yılından itibaren başladığını görürüz. 1937 yılında, daha küçük yaşlardayken Doğu Türkistan’dan gelerek Türkiye’deki askerî okullarda eğitim gören ve Tuğgeneral rütbesiyle emekli olan Mehmet Rıza Bekin, vakfı yeniden faaliyete geçirir ve Türkiye’deki Doğu Türkistanlıların merkez kurumlarından biri haline getirir. 2010 yılındaki vefatına kadar uzun bir dönem vakıf başkanlığını yürüten Mehmet Rıza Bekin döneminde gerçekleştirilen en önemli faaliyetlerin başında eğitime verilen önem gelir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türkiye’nin başlattığı soydaş öğrenci
istihdamı kapsamında çok sayıda Uygur öğrenci, gerek yeni bağımsızlılarını kazanan Türk Cumhuriyetlerinden gerekse Doğu Türkistan’dan gelerek Türkiye’nin çeşitli üniversitelerine yerleştirilir ve farklı branşlarda eğitim almaları sağlanır. Bu, muhacirlikteki Doğu Türkistan mücadelesinin en önemli aşamalarından birini teşkil etmektedir. Bugün Türkiye başta olmak üzere dünyanın çeşitli üniversitelerinde pek çok akademisyen bu yolla yetişmiştir. Vakıf yöneticileri, gerek Doğu Türkistan meselesini Türk ve dünya kamuoyuna duyurmak, gerekse Türkiye başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde yaşayan Doğu Türkistanlılar arasında iletişimi sağlamak üzere Doğu Türkistan’ın Sesi adlı üç aylık bir dergi de yayınlamaktadır. Dergi ilk olarak, 1984 yılında İsa Yusuf Alptekin tarafından kurulan ve Haseki’de Küçük Saray Apartmanı’nda faaliyet gösteren Doğu Türkistan Neşriyat Merkezi tarafından yayınlanmaya başlamıştı. Derginin ilk yazı işleri müdürü, Türk edebiyatının önemli isimlerinden, destan şairi Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ydu. Şairimiz Türkiye ve Doğu Türkistan sanatkârları arasında köprü olmuş, her iki topraktan yi şairlerin ve yazarların eserlerine derginin sayfalarında yer vermiştir. Dergi, 1986 yılında yeniden faaliyete geçirilen vakfın bünyesine alınır ve bu çatı altında yayıma devam eder. İlk yayınlandığında Türkçe, İngilizce ve Arapça olarak basılan dergiye daha sonra Uygur Türkçesi de eklenmiş ve neşriyatı uzun bir süre böyle devam etmiştir. Daha sonra ekonomik sebeplerle Türkiye ve Uygur Türkçeleri ile sınırlandırıldı, bugün ise yalnızca Türkiye Türkçesi ile yayınlanmaktadır. Doğu Türkistan Vakfı, faaliyet dönemi içinde bazıları uluslararası düzeyde olmak üzere pek çok sempozyum, toplantı, panel, Doğu Türkistan tarihinin önemli olay ve iz bırakan önderlerini anma olmak üzere çok sayıda faaliyet gerçekleştirmiştir. Doğu Türkistan Vakfı faaliyetlerini 1980’lerin sonlarından itibaren Şehzade başında bulunan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Medresesi’nde sürdürmektedir. Bu güzel tarihî bina, restorasyona alınmış, ancak çeşitli aksilikler sonucu restorasyon ancak 2016 yılında tamamlanabilmiştir. MEDRESE, CAMİ VE KÜTÜPHANE…
29 Mayıs 2016 tarihine restorasyon sonrası resmi açılışı yapılan vakıf, başta öğrenci yetiştirilmesi olmak üzere, Doğu Türkistan
İsa Yusuf Alptekin
tarihi, kültürü ve medeniyeti konusunda faaliyet göstermekte, bununla ilgili çalışmaları desteklemektedir. Doğu Türkistan Vakfı, kendi alanında Türkiye’de ve dünyadaki en eski kuruluş olma özelliğinin yanı sıra Türkiye ve Doğu Türkistan Türkleri arasında da en önemli köprülerden biri durumundadır. Başkanlığını Eser Türkistanlı Saka’nın yaptığı vakfın yönetim kurulu, şu isimlerden oluşuyor: Doç. Dr. Abdülhamit Avşar, Yrd. Doç. Dr. Ömer Kul, Mehmet Kaşgarlı, Dr. Muhittin Canuygur, Tebet Yücetürk ve Dr. Murat Ahunbay. Vakfın Mütevelli Heyet üyeleri arasında ise Erkin Alptekin, Ilgar Alptekin, Rasim Cinisli, Eser Türkistanlı Saka, M. Niyaz Turfan, Abdülcelil Turan, A. Aziz Alemdar, Abdullah Azizi, Doç. Dr. Abdülhamit Avşar, Doç. Dr. Erkin Ekrem, Doç. Dr. Erkin Emet, Yrd. Doç. Dr. Ömer Kul, Dr. Muhittin Canuygur, Dr. Murat Ahunbay, Mehmet Kaşgarlı, Tebet Yücetürk, Mükerrem Kuçar, Hafız Osman Karakaş, Metin Özkan, İlhan Turanlı ve Turgut Baykal’dan meydana geliyor. Vakfın merkezi olan Damat İbrahim Paşa Medresesi, ne yazık ki 7 Haziran 2016 tarihinde kanlı terör örgütünün Veznecilerde gerçekleştirdiği menfur bomba olayı sırasında hasar görmüş, bütün kapı ve pencereleri kırılmıştır. Medrese, şimdi yeni restorasyonunu beklemektedir. 95
BİR BOZKIR YALNIZLIĞI,
NİĞDE Niğde sadeliği ve yalnızlığıyla Anadolu’nun tertemiz yüzüdür. Mehmet BAŞ
ozkıra alışık olmayanlar için bir çölü andırır buraları. Hele birde Karadeniz’in yeşillikleri içinden ve masmavi deniz manzaraları arasından gelmişse insan, bütün bütün garipser buraları. Çoğu kişi yıllar geçse de bir türlü alışamaz. Peki, bizim için bu böyle mi? Hayır, tam tersine buraların bizim için ifade ettiği anlam kelimelerle izah edilemez. Bu topraklar yalnızlığımızın onurlu başkenti, hüznümüzün kıldan ince kılıçtan keskin olan köprüsüne kurulmuş cennet topraklarıdır. Kaynağını destansı mazimizden alan vatan ırmağının aktığı büyük ruh denizimizdir. Niğde’yi sevmek için birçok sebep vardır. Fakat bu sebepleri çoğu kişi görmez. Bundan dolayı Niğde’de doğup Niğde’de büyüdüğü halde bu topraklara küsmüş buralarla ilişkisini kesmiş birçok insan vardır. Aslında bu insanların içinde bulunduğu durum sadece Niğde için değil tüm illerimiz için geçerlidir. Memleketini unutan ve sevmeyen insanlar küresel hipnozun etkisinde kalmış ve popüler kültürün birer tüketim nesnesi olmaktan öteye gidemeyen kalben ve zihnen dönüşmüş insanlardır. Ekmek parası için çoluğunu çocuğunu geçindirmek için memleketten uzak duranlar ise istisna olup bu tarifin dışındadır. Niğde sadeliği ve yalnızlığıyla Anadolu’nun tertemiz yüzüdür. Fakat çoğu hemşerimiz ne yazık ki şehrine karşı vefalı değildir. Peki, insan var olduğu topraklara karşı vefa duymalı mıdır? İnsanın varlığını çerçeveleyen iki ana unsurdan biri zaman biri ise mekândır. sayı//24// temmuz 96
Bu noktada mekâna dâhil olmayan kendi ruhunu saran mekân olgusunu algılayamayan insanlar lâmekân ve göçebe insanlardır. Fakat bunların göçebeliği tasavvufi bir göçebelik olmayıp irade dışı tezahür eden ve gelişen modern bir kölelik olarak isimlendirebileceğimiz bir göçebeliktir ve bu göçebeliğin bir dayanak noktası ve gayesi yoktur. Bir ağaç bile kökleriyle var olmaktadır. Kökünü reddeden kaybolup gitmeye mahkûmdur. Bu minvalde Niğde’yi sevmeyen Niğdeliler bu köleliğin içinden tez zamanda kendilerini kurtarmalıdırlar. Bu şehir kalbinde Selçuklunun nakış nakış işlenmiş taşlarını taşıyan her adımda bizi geçmişin büyülü dünyasına götüren aziz bir şehirdir. Şöyle bir sabah vakti Bor Kayabaşından Kemerhisar’a, Bahçeli’ye oradan Bolkarlar’a doğru baksak karşımızda gördüğümüz manzaranın güzelliği karşısında büyülenmememiz mümkün değildir. Niğde Aladağların, Bolkarların, Hasan Dağının ve Melendiz dağlarının arasında uzayan ovaları ile dört dağın gülüdür Anadolu’nun tam ortasında. Şöyle bir kere, Niğde’den kıvrım kıvrım uzayan yolların büyüsüne kapılarak Ketençimenine oradan Azatlı’ya doğru gitse insan, o taşların o kevenlerin kendisiyle konuştuğunu, tabiatın içinde ki o muhteşem güzelliği görmez mi hiç. Ulukışla’nın Horoz köyünde bir kahvenin önünde tahta sandalyelere oturup çayını yudumlayan insanın gönlünden daha serin bir gönül kimde vardır acaba. Altunhisar’ın Hasan Dağına yaslanmış bağrında hangi efsanenin hangi türkünün hikâyesine dalmıştır acaba o düşünceli başlar. Bir akşam vakti Yelatan köyünün Cevizli Mahallesinde kerpiçten bir evin önüne oturup güneşin batışını seyrederken Toros Dağlarının kızardığını görerek sanki dağlar tutuşmuşta yanıyor demez mi insan. Alay’ın uçsuz bucaksız tarlalarında patatesler ve ekin tarlaları arasından Erciyes’i seyrederken gönül hangi ummanlarda coşuyordur kim bilir. Çayırlı’nın senirlerinde nevruz çiçekleri toplarken bulutlar arasında bir görünüp bir kaybolan Demirkazık Tepesini seyretmeye doyar mı hiç gözler. Herkesin kalbinde Niğde nedir sorusunun bir cevabı vardır. Ve herkes kendi zaviyesinden bu soruya bir cevap bulur. Bence Niğde; Bir bozkır türküsü tutturmuş dillerde “kırat gemini almışta yol mu dayanır “ bozlağı ile “yine yeşillenmiş Niğde bağlarına” doğru yürümektir. Bor Caddesinin akan insan nehrine karışarak Dışarı Camiinin bir ikindi vuslatında Rahmana secde eden bir alnın silinmez yazısıdır. Toros Dağlarının eteğinde dağlara bakarak büyüyen bir yüreğin şiirlerinde ki mısradır. Bir bozkır yalnızlığının hiç dinmeyen fırtınasında. Ve de yaşadığımız hayatın tam ortasında.