ŞEHİR ve KÜLTÜR - 25. Sayı

Page 1



Biz’den…

Tek Bayrak ,Tek Millet, Tek Vatan, Tek Devlet…

Yolumuz gaza, sonu şehadet, Dinimiz ister sıdk ile hizmet Anamız vatan, babamız millet, Vatanı ma’mur eyle Ya Rabbi! Milleti mesrur eyle ya Rabbi! Ziya Gökalp

Rahmeti ile bereketi ile idrak edilen 2016 yılı Ramazan ayının tadı henüz damağımızda idi, Ramazan Bayramını daha yeni bitirmişti Müslümanlar. Dünya üzerinde, 30 gün boyunca İftar saatinden sabah namazına kadar geceleri ihya etmeye gayret eden genç yaşlı kadın erkek tüm Müslümanlar; Ellerini semaya açıp ülkemizde ve dünyada tek bir ses ile yalvardılar yaradana – Allahım! İslâma ve Müslümanlara yardım et…kardeş kanını durdur, kardeşliğimizi ve birliğimizi bize lütfet… Ve ilave etti Türkiye’den insanlar –Allahım Vatanımızı,milletimizi,bayrağımızı, devletimizi koru… Bayram biteli bir hafta oldu, o cuma akşamı yatsı ezanları okunurken telefon geldi oğlumdan, -Baba darbemi var? -Ne darbesi oğlum? -Ama köprüde tanklar... Öğrenmeliydim.. Ankarada ulaşmam gereken bir iki arkadaş derken üçüncüyü buldum.Ben bir şey demeden Yaşar konuştu: –Ağabey uçakları soruyorsan tatbikatmış!. Dedim - ya tanklar ? –Tatbikattır tatbikat.. Yarım saat geçti, işin gerçek yüzü çıktı ortaya…Herşey o andan itibaren başladı. Tarih yeni baştan başlamıştı… 15Temmuz gecesi ve 16 Temmuz un ilk saatleri, tarihimizde farklı bir şekilde yer alacak olan yaşanmışlar.. kısa bir gecede uzun bir tarih yaşandı o gece, elli yıl mı? Yüz yıl mı ? yaşadık... Bin yıl mı?.. Şehirler ve şehirliler artık darbe kültürünü kıvırıp çöpe atıyorlardı..Yepyeni bir dünya ve yepyeni bir ruh vardı şehirlerde..Şehirlerde şehirliler; Bağımsızlık ve demokrasi kültürünü hakîm kıldılar.. Bu ülkenin insanları, nereye? demeden kapıyı açıp çıktılar evlerinden, nereye gideceklerdi? Geceye kabus gibi çöken hainler kimdi? Meydanlarda ise kahramanlar vardı, Hey onbeşli türküsündeki; 15 inden 75 yaşına kadar bu vatanın gerçek askerleri …sanki ellerinde sülüsleri verilmişte birliklerine gider gibi kendi mevzilerini buldular hiç şaşırmadan.. Boğaz köprüsü, Çengelköy Karakolu, Kısıklı Cumhurbaşkanlığı özel evi, Taksim meydanı, Harbiye Radyo evi, Ulus İstanbul TV binası, Vatan caddesi Emniyet Müdürlüğü binası önü, Saraçhane İBB binası önü, Atatürk Havalimanı, Sabiha Gökçen havaalanı,askeri birliklerin önleri, İstanbulda, Ankarada tüm meydanlar…

Ankarada TBMM binası, Genel Kurmay binası, Ankara İl Emniyet müdürlüğü, Polis özel kuvvetler, Özel harekât, Türksat, Beştepe Külliye binası, Millet camii.. ve bütün şehirlerde stratejik noktalarda insanlar…Kültürün Şehri, Şehrin Kültürü meczolmuştu, insanlar meydanlar ve caddeler.. Tankların paletleri, Uçakların bombaları, Helikopterlerin modern silahları…çatışmaların kulak çınlatan sesleri, feryatlar siren sesleri… Kısa zamanda hainler ve vatan hainleri anlaşılmıştı:FETÖ terör örgütü... 79 milyon askerle dolmuştu vatanın her cephesi her mevzisi iki saat içinde..Kadın, erkek, genç, çocuk, her sınıftan insan, öğrenci esnaf tüccar akademisyen gazeteci…Milletvekili, Bakan, Başbakan, Cumhurbaşkanı, tüm vatan sathında mücadele ölümüne idi.. tek bir hedef vardı; bayrak, vatan ,devlet adına şehit olmak..Dünyada hiçbir milletin hafsalasına sığmayan bir irade vardı bu kültürün içinde...Vatan dı öncelikli olan, vatan sevgisi imandandı. Vatan millet için vardı…Vatan ve milleti buluşturan bayraktı..Birliği muhafaza eden devletti… Şehirlerde artık bu kültür hakimdi...Ülkemizde bu şuur sahibi Müslüman milletimiz, tarih boyunca içeriden dışarıdan gelen her türlü tehlike ve saldırılara karşı göğüs germesini bilmişlerdi. Bin yıllık vatan bildiğimiz Anadolumuzda, kurduğumuz her devlet eğer haince tuzaklara uğrayıp parçalanmışlarsa da , milletimiz sonunda gene devletini kurmayı ve küllerinden yeniden doğmayı bildi. Selçuklularda, Anadolu Selçuklularında beylikler döneminde ve Osmanlı dönemlerinde, tarihte anlatılan çok sayıda hainlik örnekleri vardı.. Devlet-i âli Osman’ın son asrındaki hainlikler ise devletin yıkılmasına destek veren dış güçlerin insiyatifinde gerçekleşmişti..Cumhuriyet dönemi darbe ve darbe girişimlerinin arkasında ülkemizi parçalamak isteyen güçler rol aldılar. Şehir ve Kültür dergimiz 25.sayısında, 15 Temmuz Darbe girişimi nedeni ile münderecatının bir kısmını Bu konudaki yazılara ayırdı. Tarihe bir not düşüp geleceğe bu sayfalarda taşımak istedik. Ağustos sayımızla karşınızdayız, uyumadık ama dimdik ayaktayız..aynaya bakıp saçımızı taradık , işte huzurunuzdayız.. “Kaza seni gece gibi sarsa da elinden tutacak olan yine odur.” Seni emin kılmak için Allah’ın bela ile korkutmasını da bir çeşit yardım bil. “ diyor, Hz. Mevlânâ “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

TEKERRÜR EDEN TARİH / 15 TEMMUZ 2016

II. ABDÜLHAMİD’İ TAHTTAN KİMLER İNDİRDİ?

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

20 22

14 18

“BAŞKOMUTAN’IN EMRiYLE SOKAĞA ÇIKIYORUZ”

MUSTAFA CAMBAZ

ABDÜLHAMiT ,ÖZAL, ERDOĞAN:

BiR SULTAN

iKi CUMHURBAŞKANI Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

KALKIŞMALAR, DARBELER, HAiNLER VE ŞEHiTLER Mehmet Kâmil BERSE

YAZ, ÜMiT VE ACI MEVSiMiNE DÖNÜŞTÜ Dr.Süleyman GÜNDÜZ

32

15 TEMMUZ 2016

KARANLIK GECEDEN,

AYDINLIK SABAHA YOLCULUK

Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse

Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz

İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof. Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,


24 ÜÇ DEFA VURULAN ŞEHİR / Muhsin İlyas SUBAŞI 27 DUA -şiir-/ Arif Nihat ASYA 28 DEVLET KÜLTÜRÜ YAHUT KÜLTÜRLÜ DEVLET / Ekrem KAFTAN

36

HAREM AĞALARININ HAREMEYN HiZMETLERi Nermin TAYLAN

30 15 TEMMUZ GECESİNDE, GAZİ TBMM’NİN GÜNCESİ / Yaşar DİNÇKAL 35 İSTANBUL’DAKİ KALABALIKLAR DURUN!/ H.Yıldırım AĞANOĞLU 42 ŞEHİRDEKİ SIR / Recep GARİP 50 AFRİKA’NIN YENİ ÇİÇEĞİ ADDİS ABABA / Salih DOĞAN 56 BİR ZAMANLAR KÖYÜMÜZ VARDI /Mehmet BAŞ

38

İLME AÇILAN KAPILAR: KARATAY VE iNCE MiNARELi MEDRESELERiN KAPILARI

Dr.Mimar Kâmil UĞURLU

61 KÜFÜR FEDAİSİ - FATİH ÇITLAK / kitap tanıtım 62 NE KALDI ŞEHRİNİZDEN GERİYE? / İsmail BİNGÖL 68 ÜSKÜP; ‘SEN BİZDESİN GENE’ /Fahri TUNA 69 DÂR’I DÜNYA SÖYLENTİLERİ Kâmil UĞURLU

(Dördüncü Mektup) -şiir- /

70 BİGA YARIMADASI’NDA GİZEMLİ YOLCULUK / Sabri GÜLTEKİN

46

GANA’NIN ÖĞRETTiKLERi

Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM

73 “VEDA” ELİF AYDOĞDU AĞATEKİN /-sergi74 ERZURUM’UN SEYİR KÜLTÜRÜ /Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 82 İL GİBİ İLÇEMİZ ŞEBİNKARAHİSAR / Münir BALICA 86 BİR DEVRİN ÖĞRETENİ: TAYYİP OKİÇ / Davut NURİLER 88 AYN-İ ALİ: DÜŞ GEMİLERİMİZİN SIĞINAĞI / İmdat AKKOYUN

78

EYÜP’TE iKiŞAH SULTAN

92 SARAYBOSNA, HACI SİNÂN TEKKESİ (Saraybosna’da Yaşayan Bir Tekke) / Mikail Türker BAL

Nidayi SEVİM

94 CAVİT ERSEN, YENİDEN YAYINLANAN İKİ ESERİ: OSMAN GAZİ / ORHAN GAZİ / Mehmet Nuri YARDIM

VE KÜLLiYELERi

Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç. Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul

Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com

www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com

Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah. Dr. Ali Demir Cd.51 Sefaköy - K.çekmece / İSTANBUL Tel: 0212 624 21 11

Kapak Resmi: Ahmet Dur ( İstanbul, Bağcılar meydanı ve Merkez Camii)


TEKERRÜR EDEN TARİH /

15 TEMMUZ 2016

II. ABDÜLHAMİD’İ

TAHTTAN KİMLER İNDİRDİ?

Bu uzun yazıda şunları okuyacaksınız: İstibdata Evrilen Meşrutiyet, İmparatorluğun Uğursuz Yılı: 1909, Sahne’de Yeni Bir Aktör: İttihad-i Muhammedî Cemiyeti , Cemiyet’in Yeni Sözcüsü: Bediüzzaman Said-i Kürdi , Bediüzzaman’dan II. Abdülhamid’e Ültimatom, Perdenin Gerisinde Kalanlar: Akrabalar, İngilizler. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

*T.C.Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi

sayı//25// ağustos 4

inlerce defa sorulup bir o kadar da cevaplanmış olan başlıktaki sorunun bir kere daha sorulması abesle iştigaldir belki. Zira buna peşin bir cevabımız vardır: II. Abdülhamid’i özene bezene açtığı modern eğitim kurumlarından mezun ederek yine gözü gibi sakındığı 3. orduya mensup İttihatçı subaylar tahttan indirmiştir. Hem zaten Abdülaziz’i de onların hayranı oldukları, Yeni Osmanlılar tahttan indirmemişler miydi? Zaten fiili durum da bunu açıkça göstermiyor muydu? Ünlü İttihatçı Mahmut Şevket Paşa kumandasındaki “hareket ordusu” Selanik’ten İstanbul’a gelerek duruma “va’z-i yed” edip Ayasofya civarında II. Abdülhamid’in yıllarca sadrazamlığını yapmış olan Said Paşa başkanlığında toplatılan Meclis-i Millî’de, Şeyhülislam ikna edilemeyince, fetva emininden alınan fetva ile koca Sultan hal’ edilmemiş miydi? Bütün bu soruların cevabı “evet” iken bir daha sormanın manası nedir deyip, ardından bunu 15 Temmuz’dan itibaren yaşadığımız olayların travmatik etkisi diye yorumlarsanız sizi suçlamam. 15 Temmuz’da ihanete uğrayan Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları, milli iradenin yeniden tecellisi için harekete geçen Türk Milleti sayesinde yüzyıl sürmesi muhtemel bir irticadan kurtuldu. Meydanlar millî iradeyi egemen kılmak isteyen nutuklar ile inledi. Dostdüşman herkes, Türk Milleti’nin hürriyetine ve son 140 yılda geliştirmeye çalıştığı demokrasisine nasıl sahip çıktığını gördü. Ama bu arada adeta vazgeçilmez bir vird olarak meydanlarda İttihatçıların lanetlenmesi de ihmal edilmedi tabi. Modernist, reformcu; sosyal politikalara önem veren, hatta ikiz-üçüz doğuranların bile hatırını yoklayan, Osmanlı coğrafyasını sıkı sıkı kontrol eden, İslam Birliği siyaseti ile bütün dünya Müslümanlarının nezdine Halife olan II. Abdülhamid’in tahtı birden nasıl sarsıldı? İşte burası hâlâ meçhul gibi duruyor tarih kitaplarında. Gerçi emareler, işaretler ve sonuçlar bir yerleri gösteriyor ama alışkanlıklarımız doğruyu görmemize engel oluyor. Ben biri popüler bir dil, ikisi de akademik üslup ile üç kere; başkaları da kim bilir kaç kere yazdı ama nafile. Aradan geçen 100 küsür yıl sonra bugün yaşadıklarımız


bunun bir kere daha yazılmasında fayda olduğunu söylüyor. Sabrınız varsa buyurun okumaya. İSTİBDATA EVRİLEN MEŞRUTİYET

III. Ordu bölgesinde yaşanan olaylar ve İttihatçı subayların Yıldız Sarayı’na yüzlerce telgraf yağdırması ile 23 Temmuz 1908 (kimilerine göre varsın 24 olsun) tarihinde uzun zamandır askıda olan Kanun-i Esasi (Anayasa) yeniden II. Abdülhamid’in iradesiyle yürürlüğe girdi. II. Abdülhamid’in bu manevrası karşısında büyük bir şaşkınlık yaşandı. İnanalım mı inanmayalım mı derken bir kaç ay geçti. İttihatçılar, İstanbul’a gönderdikleri aracıları ve bu arada sık sık değişen Meşrutiyet hükümetleri ile Anayasanın gerçekten yürürlüğe konulduğuna kani geldiler. İşler bekledikleri gibi gelişiyordu. Uzun zamandır, Paris’te, Cenevre’de, Mısır’da kaçak yaşayan hatta çeşitli vilayetlerde sürgündeki hürriyetperver abileri, bir İstanbul’a dönmeye başlamışlardı. Geçmişte gazetelerde yayımladıkları ve çoğu intihal olan yazıları kadar boşluk doldurmasalar da bu gelenler “hürriyet, müsavat ve adalet” sihrinin sembolleriydiler. Boy boy kartpostalları basılıyordu. Onlar da boş durmuyor, kimi Meclis-i Mebusan’da kimi de onun etrafındaki kıraathanelerde, hükümetler kurup, yıkmaktaydı. Haklarını yemeyelim, Allah için, memleket için beklentisi olmadan her gün bu seremoniye katılanlar olduğu gibi kimilerinin de hırs-ı mal ve makam gözünü karartmıştı. Dışarıda ne olup bittiğini fark etmiyorlardı bile. Daha Eylül ayında yayımladıkları “III. Orduya Selam” manifestosundaki “el ele verelim, hep birlikte çalışalım” prensibi unutulmaya yüz tutmuştu. Fakat, yemin billah olsun ki, gönüllerindeki vatanperverlik ateşi hiç sönmemişti. Üç tılsımdan biri olan hürriyete can vermek için “kimseye önceden haber vermeden toplanma” maddesini Kanun-i Esasi’ye ilave etmişlerdi ya sanki her şey değişmiş; her günkü güneş, Osmanlı üstüne daha parlak doğmaya başlamıştı. Nitekim Anayasayı ilan ettirenler romantizmin zirvesinde iken, İstanbul’un görkemli konaklarında, Pera’sında, Eyüp’ünde ve hatta Babıali’ye yakın çıkmaz sokaklarında; izbe evlerde, karanlık caddelerde, hanlarda, hamamlarda ve tabii olarak cami ve tekkelerde, kiliselerde, havralarda, bazıları kulüp dese de “cemiyetler/cemaatler” çoktan yol almaya başlamıştı. Asr-ı hürriyet değil mi? Tabi ki böyle olmalıydı, hatta Osmanlı hürriyeti Paris’i bile çatlatmalıydı. Müslümanı, Hristiyanı, Yahudisi,

Rumu, Ermenisi, Arnavutu, Arabı hatta Türkü ve Kürdü ayrı telden çalmalıydı. İttihatçılar mecliste “al takke ver külah” oynarken, mezkûr gruplardan korosunu kuranlar da çoktan sokak tutmaya başlamışlardı. Her köşe başında bir başka nağmeye şahit oluyordu İstanbul. Belki bir tedbir, belki gelecekte ne olur ne olmaz diyen İttihatçılar, 1908 sonbaharında Selanik’teki Avcı taburlarını İstanbul’a getirtip, Yıldız sarayının yakınlarındaki Taşkışla’ya yerleştirerek bir bakıma Saray’a da mesaj vermiştiler. Askerleri ile subayları arasında uyum olmayan bu taburların İstanbul’a gelmesi gerginliğe sebep olmuştu. O zamanlar YAŞ kararları yoktu ama bir “tensikat/düzenleme”yapılabilirdi. Böylece haşereler temizlenir gerginlik de sonlandırılabilirdi. Nitekim mektepli bazı subayların önerisi ile Padişah’ı seven alaylı bazı küçük subay ve askerlerin işlerine son verildi. Tabii olarak Saray ile İttihatçı askerler arasında bir güvensizlik ortaya çıktı. Esasında bu gerginlikten istifade etmek isteyenler olmasaydı, iki taraf açısından telafisi mümkün bir durumdu. Zira bu gerginliğin devamından ne Saray’ın ne de İttihatçı askerlerin bir fayda görmeyecekleri aşikârdı. Zaten onlar da işi zamana havale etmişlerdi. Ama maalesef, zaman da üstlerine çökecekti. İMPARATORLUĞUN UĞURSUZ YILI: 1909

1909 yılı bahar havası pek yaramamıştı İstanbul’a. Adeta herkes nezle olmuş aksırıyor, hapşırıyordu. Bazıları polen alerjisine tutulmuştu, yerinde duramıyordu. Kaşınanlar, kaşıyanlar vs. herkes hareket halindeydi Nisan başlarında. Kulüpler, kahvehaneler, meyhaneler, hatta tekke ve camiler bir önceki bahara göre daha canlı idi. Ne de olsa “mebde-i saadet-i Osmanî olan” II. Meşrutiyetin birinci yılı dolmak üzereydi. Hükümet kısa bir sure sonra kutlama programları için kanun çıkarmaya hazırlanıyordu. Milel-i Osmanî’deki hareketlenme de bunun bir coşkusu olarak algılanmıştı. Kısa zamanda İstanbul’da o kadar çok gazete çıkarıldı ki bu gazetelere isim bulmakta zorlanılıyordu. Allahtan Türkçenin o zaman zengin bir lügati vardı ve her sahifesi de gazete çıkaracaklar arasında bölünmüştü. Herkes kendi sahifesine düşen kelimelerden gazetesine isim buluyordu. Matbuat idaresi gazeteyi kazara kapatsa, ertesi gün yeniden hangi isimle çıkacağını herkes tahmin edebiliyordu. Zaten içinde yazılanların da fazla bir önemi yoktu. Aslında çoğu bir şeyler

5


koparma, Saray’ı tehdit etme amacı ile çıkarılan bu gazetelerin kimse farkında değildi, taa ki o güne kadar. 6 Nisan 1909. Bugünün 15 Temmuz Şehitler Köprüsü gibi, o günlerde de İstanbul’un en gözde mekanlarından birisi Galata Köprüsü idi. Geçiş ücretli idi ama çoğu kere birinden ücret tahsil edilirken, onlarcası geçmiş oluyordu. Bir bakıma garibanlar korunuyordu. Fakat köprünün her iki tarafında sıkı kontrol noktası vardı ve emniyeti tamdı. Tabiri caiz ise zabıtalar kuş uçurtmuyorlardı. Ama o meş’um günde, oldukça ateşli bir gazete olan Serbesti’nin başmuharriri Hasan Fehmi Bey’in köprüden geçerken kahpe bir kurşun ile öldürülmesini fark etmeyeceklerdi. Üstelik failler de hiç bir zaman yakalanamayacaktı. O günkü gazetelerin akşam baskıları ateş püskürüyordu. Erken baskılar da aynı yönde “bulun katilleri” diye yazıyordu. Sokaklar kaynamaya, protestolar yükselmeye başladı. Hasan Fehmi bir süre önce İttihatçılara muhalefet eden yazılar yazmıştı. Tabii olarak oklar da İttihatçılara yöneltilmişti. Esasında hâlâ failleri ve teşvikçileri meçhul kalan bu olaydan İttihatçıların hiçbir çıkarı olamazdı. Fakat bunu kime anlatacaktınız, bir kere ok yaydan fırlamıştı. Kimse, kimseyi dinlemiyordu. Bir süre önce yayın hayatına başlamış olan bazı gazeteler, “hem nalına hem mıhına” diyerek, bir sütunda II. Abdülhamid’e diğerinde ise İttihatçılara saldırıyordu. Ertesi gün yine her ikisini birden övebiliyorlardı. Sokaklara artık ne sevgili “meşrutiyet” ve ne de menfur “istibdat” hakimdi. Kimin, kimin yanında durduğu belli değildi. Yukarıda bahsi geçen Avcı taburları da 13 Nisan 1909 sabahı (yani eski takvim ile 31 Mart’ta) Ayasofya meydanında gelişmeleri ve kendi arkadaşlarından bazılarının ordudan ihraç edilmesini protesto amaçlı bir gösteri yapmak için toplandılar. Patırtı, gürültü ve havaya sıkılan silah sesleriyle biriken kalabalığın yanı sıra bir de o gün mevlit için Ayasofya’da toplanmış binlerce insan aynı anda fakat farklı sesler çıkarmaya başlamışlardı. Hiç bir ahengi olmayan bu seslerden anlaşılan en belirgin istek, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nın ve Meclis başkanı Ahmet Rıza’nın görevden alınmalarıydı. Yani, bir tarafta II. Abdülhamid’in desteklediği Nazır, diğer tarafta İttihatçıların en önemli ismi, karizmatik liderleri hedef tahtasındaydı. Fesuphanallah, sanki bütün muhalif kanatları biri toplayıp burada birleştirmişti. Üstelik bu

sayı//25// ağustos 6

taleplerin toplanma gerekçesi ile alakası yoktu. Peki bu kalabalıklar gerçekten ne istediklerini biliyorlar mıydı? Babıali’nin dibinde cereyan eden bu hadisenin ilk neticesi Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın istifası oldu. Ama gerçek bir isteği olmayan kalabalıklar tatmin edilemiyordu bir türlü. İş kontrolden çıktı. Kalabalıkları kim idare ediyordu, hedefleri ne idi belli değildi. Nitekim bu kalabalıklar arasındaki bazı katiller, Galata köprüsü civarında Ahmet Rıza’ya benzettikleri Adliye Nazırı Nazım Beyi; Tanin yazarı Hüseyin Cahid zannıyla da Lazkiye mebusu Arslan Beyi öldürerek hem hükümeti ve hem de Meclis’i hedef aldılar. Ayrıca 31 Mart’ı da kana bulayıp, İttihatçıları tahrik ederek her türlü tedbiri almalarına meşru zemin hazırladırlar. Olaylar bununla kalmadı, kısa zamanda büyüdü ve ülkenin hemen her tarafında tesirlerini gösterdi. İstanbul’da Ayasofya civarında başlayan cinayetler birbirini kovaladı ve değişik yerlerde ahaliden ve askerden pek çok kişi öldürüldü. Bu hareket, ülkenin en ücra noktalarında bile şiddete varan sonuçlar doğurmaya başladı. Meselâ, Hicaz’da, Tanin gazetesi matbaası yağmalandı. Medine’de kontrolü elinde tutan muhafızlık olaylarda dahli olduğu gerekçesi ile seksen kişiyi tutukladı. Aynı şekilde Musul’da, Hamâ’da, ihtilalciler bir takım yerleri basarak yağmaladılar. Darbeciler Şam’da beyanname neşrederek idarî binaları basacaklarını, tıbbiye mektebini yakacaklarını ve hükümeti destekleyen gazetecileri öldüreceklerini ilan ettiler. Taşradaki durum bu ise varın İstanbul’daki durumu siz tasavvur edin. SAHNEDE YENİ BİR AKTÖR: İTTİHAD-İ MUHAMMEDÎ CEMİYETİ

Bütün bunları yapan kalabalıklar, -en azından İstanbul’dakiler- sloganlarında Halife-i rûy-i zeminden, Kanun-i Esasi’sinde “devletin resmi dini İslam’dır” hükmü yazılı olan Sultan’dan, “Şeriat” istiyordu. “Şeriat isteriz, Şeriat isteriz” diye bağıran İstanbul’daki bu kalabalıkta dikkati çeken bir şey daha vardı. Bu toplantının ani gelişmediğini, en azından bir bölümünün hazırlandığını gösteren bayraklar/flamalar taşıyordu göstericiler. Flamaların üstünde kocaman yazılarla “İttihad-i Muhammedî” yazıyordu. Anlayacağınız sahneye yeni bir aktör çıkıyordu. Kimdi bu İttihad-i Muhammedi ismini kullananlar ?


Kur’an kaynaklı “İslam kardeşliği, İslam birliği” ve Sultan II. Mahmud sonrası “İttihad-i İslam” literatüre ve gündelik hayata çoktan girmişti. İlahi bir emir olarak benimsenmiş, dilden dile dolaşmaktaydı. Peki bu yeni tabir, yani “İttihad-i Muhammedî” nereden çıkmıştı? Zira sadece gayr-i Müslimler, Müslümanlara “Muhammedî” diyorlardı. İstanbul’da bu kavram zuhur ettiğinde -diğer bazı tuhaflıklar gibi- herhalde meşrutiyetle birlikte gelmiş bir akımdır, geçer diye düşünülmüş ve muhtemelen aklı başında kimsenin dikkatlerini çekmemişti başlangıçta. Oysa garip bir adam olan ve çıkardığı gazetesini bu cemiyetin yayın organı yapan Derviş Vahdeti bile dayanamayıp bu cemiyetin teşekkülündeki tuhaflıkları daha sonra bir itirafçı gibi gazetesinde anlatacaktı. Derviş Vahdeti, Kıbrıs kökenli bir hafız idi. Kıbrıs’ta müezzinlik gibi görevlerinin yanı sıra İngiliz idaresinde de çalışmış, bazen mevlithan bazen de İngilizlerin balolarında boy gösteren bir adamdı. Meşrutiyet’ten önce İstanbul’a gelerek Dahiliye Nezareti’nde iş bulmuştu ama huylu huyundan vazgeçmez misali dilini tutamamış ve sürgün edilmişti. O dönemde gerçekten sürgün edilenler olduğu gibi, kendini sürgün ettirerek kahraman olanlar (!) da vardı. Derviş Vahdeti hangisine girer derseniz, delilim yoktur ama ikincisine yaraşır derim. Her ne ise Meşrutiyetin ilanı akabindeki umumi af ile İstanbul’a dönen Derviş Vahdeti, İttihatçılar nezdinde beklediği kahramanlığı elde edemedi. Bu yüzden onlara muhalif oldu. Saraya yaklaştı ve kopardığı bir kaç kuruş ile Volkan gazetesini çıkarmaya başladı. Fikri ve zikri kendi ifadesi ile “İttihad-i İslam” idi. Bu yaklaşımın saraydan destek göreceğini ve daha fazla atiyye ve ihsana kavuşacağını umuyordu. Fakat Saray’dan beklentileri daha fazla karşılanmadı. O da ince ince Sultan II. Abdülhamid’i de eleştirmeye başladı. Bundan sonrasını kendisinin bizzat Volkan’da “İttihad-i Muhammedi Cemiyetinin Hakikati” başlığı ile yazdığı hikayesinden özetle nakledelim: Bir gün kendisine tanımadığı iki kişi gelerek, gazetesini “İttihad-i Muhammedî” cemiyetinin yayın organı yapmayı teklif ettiler. Fikirleri, zikirleri nedir demeden, muhtemelen macera ruhu depreşerek, “olur da kimler ile bu işe kalkışıyorum” diyerek, cemiyetin mensupları ile tanışmayı arzu etti Vahdeti Efendi. Sözde kendisinin ruhunu okşayan ve gayrete gelmesine sebep olan şey İstanbul’da bir

Farmason cemiyetinin açılacak olmasıydı. Yani madem bir Farmason Cemiyeti açılıyor, neden mukaddes hedefleri olan İttihad-i Muhammedi açılmasın? Nitekim bazı güçlükler yaşansa da birkaç gün içinde İstanbul’da güzel bir konakta cemiyetin üyeleri ile tanışmak nasip oldu Vahdeti’ye. İlginçtir, Derviş Vahdeti, sözde hakikatleri ifşa maksadıyla hikayesini anlatırken bile şifreli konuştu. Tanıştıklarından bahriyeli subay, Mülkiyeli saf Müslüman bir kaymakam, Giritli bir Avukat vs. diye bahseder ama tuhaf fikirleri olan (mesela Mevlana’nın mezardan kalkıp kendisine göründüğünü söyleyen) Nakşibendi tarikatına mensup konak sahibinin adını bile vermez, daha sonraki anlatılarında. Hatta cemiyetin başının kim olduğunu kendisi de öğrenemez galiba. Ancak içlerinden birini diline dolar. O da İttihatçılar ile problemi olan Kayserili Ahmet Paşa’nın damadı zengin iş adamı el-Hac İsmail Hakkı’dır.

Çalışma sahası olarak çok büyük düşünür Cemiyet. Sadece Osmanlı ülkesi değil, bütün İslam ülkeleridir amaçlanan saha.

İddiasına göre; Vahdeti’nin bu adamları gözü tutmamıştı ama mukaddes bir faide uğruna onlar ile işbirliği yapmaya karar vermişti. Kendisine 1317/1892 tarihinde kurulduğu söylenen cemiyetin ortada bir nizamnamesi bile yoktu. Bu yüzden ilk iş olarak cemiyet için bir nizamname hazırlayıp sözcüleri olacak olan Volkan gazetesinde yayımlamayı planladılar. Bu görevi üstlenen Vahdetî’nin ifadesine göre; kendisi nizamnameyi yayımlamak üzere hazırlamasına rağmen onlar ağırdan almışlar, hatta başka bir gazetede ilan vererek Beyazit civarında Vezirhan’da cemiyete üye kaydına bile başlamışlardı. Bu durumu görmek üzere Vezirhan’a gittiğinde Buhari-i Şerifi tercümeye başlayan müderris Ömer Ziyaeddin Efendi ile de karşılaştığını söyleyerek, o meçhul kişilerin nasıl yol aldıklarını anlatır Vahdeti. Bu hızlı gelişmeler üzerine cemiyet üyelerine karşı şüphe duymaya başlayan Derviş Vahdeti, kısa bir süre önce kurulmuş ve yabancılar ile ilişkisi olan el İha el Arabi cemiyetinin de üyeleri olduklarını söyleyerek onlardan yüz çevirdiğini ileri sürecektir. Bu mesele uzun olduğundan burada tafsilatına girilmeyecektir ama bu cemiyetin kimi üyelerinin I. Dünya Savaşı yıllarında Fransızlar ile olan ilişkilerinden dolayı Cemal Paşa tarafında idam edildikleri hatırlanmalıdır. Mesele bununla bitmez tabii. Oyun içinde oyun sergilenir. Derviş Vahdeti’nin bu kadar mukaddes bir faaliyeti terk etmeye gönlü razı olmaz (!) ve aynı isim altında yeni bir cemiyet kurarak, ateşli gazetesini de bu ikinci cemiyetin yayın organı yaptığını ilan eder. Belki

7


Bediüzzaman İttihad-i Muhammedi’nin varlığından gayr-ı Müslimlerin korkmamasını salık vermektedir. Aslında bir takım metaforlar yaparak Müslüman ve gayr-i Müslimleri mukayese ettikten sonra, devrin değiştiğini gayr-i Müslimlerin artık medenileştiklerini dolaysıyla onlar ile savaş yerine ikna ile galebe edileceklerini yani onlar ile diyalogu öne çıkaracaklarını söyler.

sayı//25// ağustos 8

de doğrudur. Günahına girmeyelim, zaten bir süre sonra bu faaliyetinden dolayı herkesin ortadan kaybolduğu veya mahkemelerinde berat ettiği zaman, o koca 31 Mart hadisesinin yegane müsebbibi veya günah keçisi olarak tarihe de bir hain olarak geçecektir. Derviş Vahdeti, eski cemiyet üyelerinden yüz çevirince, ilk iş olarak daha önce hazırladığı nizamnamenin ilk on maddesini 17 Şubat 1909’da Volkan gazetesinde yayımlar. Nizamnamede cemiyetin herkese açık olduğu, şer‘-i şerîf’e, kanun-i esasiye ve meşverete uygun hareket edileceği yazılıdır. İlginç bir yaklaşımla cemiyetin gayesinin Mecelle’nin yanında fıkıh kitaplarından hareket ile bir ceza kanunu hazırlayıp meclise sunmak olduğu da belirtilir. Aslında nizamnamede bir tarafta Osmanlı’da mer’i kanunlarına sadakat ilan edilirken; diğer taraftan da adeta Nizamiye mahkemelerine esas olacak yeni bir kanunlaştırma arayışı sergilenir. Böyle ulvi gaye güden bir cemiyetin özellikle uzmanların yapacağı bir ceza yasası çıkarmak ile uğraşmak istemesi de ilginçtir. Çalışma sahası olarak çok büyük düşünür Cemiyet. Sadece Osmanlı ülkesi değil, bütün İslam ülkeleridir amaçlanan saha. Hedeflerini gerçekleştirmek için cemiyete mensup ulema ve meşayih ve siyasiler faaliyet gösterecek, nutuklar irad edilecek, dersler verilecek, eğitim yapılacak, çeşitli dillerde gazete ve dergiler çıkarılacak ve umumi toplantılar düzenlenecektir. Bu faaliyetler İstanbul ile sınırlı kalmayacak taşrada ve diğer İslam ülkelerinde de sürdürülecektir. Saray’dan vasıtalar aracılığı ile kopardığı yirmi lira ile çıkardığı ve tirajı bini bulmayan Derviş Vahdeti gibi bir gazete sahibinin asla yapamayacağı bu hedeflere bakıldığında insanın hayret etmemesi mümkün değildir.

Bu durumda bazı sorular sormak gerekiyor elbette. Bu nizamnameyi birinci İttihad-i Muhammedi Cemiyeti için hazırladığına göre; o cemiyetin kurucularının Derviş Vahdeti’yi iyice gaza getirmiş olmaları muhtemeldir. Zira onlar geniş imkanlara sahip, pek çok yerde binlerce üyelerinin olduğunu, milyonlarca liralık imkanlarının bulunduğunu ima etmişlerdi kendisine. Böylece muhtemelen bu maceraperesti de kendilerine perde etmek istemişlerdi. İddiası doğru ise bunlardan ayrılan Derviş Vahdeti’nin uygulanması büyük imkanlar gerektiren bu nizamnameyi neden değiştirmeden yayımladığı ise cevaplanması gereken başka bir sorudur. Bu nizamnameden sonra Cemiyet Volkan gazetesinin idarehanesinde üye kaydına başladığı gibi, mektup ve telgraf ile de üye kabulüne başlamıştır. Tabii birinci cemiyet de aynı şekilde Vezirhanı’nda üye kaydına devam etmiştir. Hatta Volkan’ın sahifelerine yansıdığı kadarı ile birbirleri ile rekabet etmekte, birincisi diğerinin aleyhinde bazı faaliyetler sürdürmektedir. Bu cemiyetler iç içe mi hareket ediyordu, Vahdeti gibi bir maceraperest mi öne sürülmüştü hala bir muammadır. Zaten dedikodular da başlamıştı. Bazıları bu hareketin İttihatçılara muhalif – İngilizler tarafından desteklenen- Ahrar Fırkası ile birleşeceğini iddia etmeye başlamıştı. Ama hangisi? Vezirhanı’ndaki mi Yerebatan’daki mi? Derviş Vahdeti, Volkan’ın 57. sayısında oldukça etkileyici bir beyanname neşrederek bütün dedikodulara cevap vermiştir. İttihad-i Muhammedi’nin hiç bir cemiyet ile birleşemeyeceğini zira bütün cemiyetlerden üstün olduğunu ikna edici bir dil ile anlattı uzun yazısında. Gayelerinin bütün Muhammedîleri uyandırmak olduğunu söyleyerek cemiyetin “hiç bir şahs-i mutasavver ile münasebatı olmadığını ve sadece hamiyet-i İslamiyye” üzerine kurulduğunu tekrarladı. Aslında yukarıda anlattığımız cemiyet/lerin kuruluş hikayesi de bu beyannameden veya dedikoduların yaygınlaşmasından sonra Vahdeti tarafından adeta bir itiraf şeklinde anlatılması, oyun içinde bir oyunun varlığını da hissettirmektedir. Gazetenin 14 Mart 1909 tarihli sayısında son gelişmelere dikkatler çekilmiş ve iki cemiyet arasındaki çekişmeye yer verilerek, ikinci cemiyetin iki üyesinin birinciler tarafından kandırıldığı ileri sürülerek, yine bir tartışma yaratılmış ve yeni cemiyetin nizamnamesinin tamamı ile üyelerinin 16 Mart’tan itibaren yayımlanacağı ilan edilmiştir.


CEMİYETİN YENİ SÖZCÜSÜ: BEDİÜZZAMAN SAİD-İ KÜRDİ

Büyük bir kızgınlık ve heyecan ile Derviş Vahdeti’nin yukarıda özetlenen beyannamesinin yayımlandığı sırada devreye yeni bir aktör daha girecektir. Söz konusu dedikodulara cevap vermeyi amaçlayan beyanname ile aynı sahifede başlayıp sonraki sahifede devam eden bir yazı daha yer alacaktır. “Yaşasın Şeriât-i Garra” başlığını taşıyan ve “Ey Mebusan” diyerek, doğrudan Meclisi muhatap alan yazının sahibi ulemadan Bediüzzaman Said-i Kürdi’dir. Bu iki farklı meşrepteki adamı bir araya getiren sadece cemiyetin sihirli ismi mi yoksa başka saikler mi idi bilinmez. Ama muhtevası daha sonra pek çok yerde tartışılan bu yazıda dikkat çeken şey, hem sözde İttihatçı Meclisi uyarmak ve hem de Meclis’in yaptıklarının yanında yer almak üzerine bina edilmiş çelişkili bir yazı olduğudur. Said-i Kürdi (daha sonra doğduğu köye izafeten Nursî)’nin İttihad-i Muhammedî Cemiyet ile ilişkisi ne boyutta idi, ne zamandan beri onlar ile birlikte hareket ediyordu, konumu ne idi ? soruları hiç bir zaman net bir cevap bulmayacaktır. İleride kendisine bu konuda sorulan sorularda bile genel ifadeler ile kaçamak cevaplar verecektir. Said-i Kürdi, Volkan’ın 77. Sayısındaki “Yaşasın Şeriat-i Ahmedi” başlıklı diğer yazısında “Cemiyetimiz” diyerek cemiyeti açık ve net bir şekilde sahiplenmektedir. Said-i Kürdi imzasıyla yayımlanan yazılar gazete etrafında ve kamuoyunda ciddi tartışmalar meydana getirdiğinde yine bütün bunlara cevapları o yetiştirecektir. Yani artık Vahdeti yerine cemiyet adına o konuşmaktadır. Bediüzzaman Said-i Kürdi (hiç bir ima yoktur, imza böyledir) ilk iki yazısında Cemiyete mensubiyetini ilan ederken Volkan Gazetesinin 83 numaralı sayısından itibaren yayımlamaya başladığı “Dağ meyvesi acı da olsa devadır: Bediüzzaman-i Kürdî’nin Fihriste-i Makâsıdı ve Efkarının Programıdır” başlıklı yazısıyla, sadece cemiyete sahip çıkmıyor yeni bir program da çiziyordu. Acaba Vahdeti’nin yeni cemiyet nizamnamesi dediği şey bu mu idi? Said-i Kürdi şöyle diyordu yazısında: İfadatım zekilere hitaptır, işaret kafidir. Benim mekteb-i edebim Kürdistan’ın yüksek dağları olduğundan kusurumu ümmilik ve acemiliğime bağışlamak mukteza-yi mürüvvettir. Ben ki İslamiyet’e maarif-i İslamiyeye, ulemaya, talebeliğe ve Osmanlılığa ve Hilafete ve İttihad-i Muhammediyeye ve Kürtlüğe intisabım cihetiyle şu sıfatlardan neş’et eden devair-i mutekatı’a gibi cemiyetlerin mültekası

olduğumdan ve herbir hey’et-i içtimaiyesinin cism-i nâmı gibi tenbihe muhtaç olan ukdetü’lhayatıyesinde mündemiç istidadatı fiile çıkarmanın muharriki ve mukızı meylü’t-terakki olduğundan o ukde-i hayatı mütenebbih etmek ve meylü’t-terakkiyi faaliyete sevk etmek için her bir hey’ete mahsusu birer fikrim vardır… (Volkan Gazetesi, sayı 83, 402. Yayına hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, Tarihsiz. Bu yazıda verilen metinlerin tamamı bu yayından alınmıştır) Farklı tartışmalara sebep olmamak için dilini muhafaza ettiğimiz bu cümlelerde Said-i Kürdi kendisini “cemiyetlerin mültekası” yani İslamın, İslam maarifinin, ulemanın, talebenin, Osmanlılığın ve Hilafetin, İttihad-i Muhammedi’nin ve Kürtlüğün merkezinde, ya da bunların buluşma noktasında görerek, yazısının devamında bunların her biri için söz söyleme hakkına sahip olduğunu ileri sürmektedir. Yıllardır tedavülde olan o görüşleri bir kere daha tartışmak ve yeni bir tartışma açmak gereksizdir. Zaten amacımız da bu değildir. Biz sadece bir hikayenin peşindeyiz. O da II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesine giden süreçte ne oldu, kim ne yaptı, ne dedi? BEDİÜZZAMAN’DAN II. ABDÜLHAMİD’E ÜLTİMATOM

Oamanlı devletinin sıkıntılar içinde çalkalandığı ve II. Meşrutiyet’in yeniden yürürlüğe konulup çareler arandığı bir zamanda Volkan’ın 12 Mart 1909 tarihli ve 84. numaralı sayısında Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin, Hilafete, dolayısıyla II. Abdülhamid’e nasihat babında söyledikleriyle, ona aba altından sopa göstermesi 31 Mart hadisesine giden yolda oldukça manidardır. Tabii olarak sadece bu husus onun diğer fikirlerinden bağımsız ele alınma zaruretini doğurmaktadır. Said-i Kürdi’nin II. Abdülhamid karşıtlığı bilinen bir husustur. Yeni bir keşif değildir. Ancak sadeleştirilmeden ya gazete sütunlarında kalmış olan veya risalelerin arasında kaybolmuş olan muhalif görüşleri hep tevil edilegelmiştir. Yukarıda belirtilen yazısında “söz söyleme hakkına haiz olduğunu” söyleyip, bunlardan bir kaçını sıraladıktan sonra 7. madde olarak, “Hilafete dair bir rüyadır diyen Bediüzzaman II. Abdülhamid’e hitaben şöyle bir diyaloğu kurgulamıştır: “Alem-i manada padişahı gördüm. Dedim; sen zekatü’l ömrü Ömer-i Sâni’nin mesleğinden sarf et: Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biâtın manası olan teveccüh-i umûmiyeyi kazanasın. 9


salık vermektedir. Aslında bir takım metaforlar yaparak Müslüman ve gayr-i Müslimleri mukayese ettikten sonra, devrin değiştiğini gayr-i Müslimlerin artık medenileştiklerini dolaysıyla onlar ile savaş yerine ikna ile galebe edileceklerini yani onlar ile diyalogu öne çıkaracaklarını söyler. Hatta bu yazısını temel alarak bu fikirlerini ilerideki yazılarında da tekrarlar.

Sultan Abdülhamid’i hall eden delegasyon

Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebilirsiniz. Nerede sizlerde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak! Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-i efkâr-i umumî ve tekemmül-i mebâdi ve vesâit ve ihata-i medeniyet o noktaların yerini tutmakla hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlûb olan adalet ve terakkiyi intaç edebilir. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder. O DEDİ: NASIL YAPACAĞIM?

Dedim: İstibdat, kalb-i memâlik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-i niyyeti gösterir bir şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi menfur olmuş Yıldız’ı mahbûb-i kulub etmek için eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve Yıldız’ı Darülfünün gibi etmek ve ulum-i İslamiyeyi ihya etmek ve meşihat-i İslamiyeyi ve Hilafeti mevki-i hakîkisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-i diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldız’ı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ hanedan-i Osmanî ol burc-i hilafette pertevnisâr-i adalet olabilsin. Hem de havâic-i zaruriyyeye iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfata iktidari olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki imamsın. Birden rüyadan uyandım. Gördüm ki, asıl bu alem-i yakaza rü’yadır! Asıl uyanmak ve hakikat o rüya imiş.” (Volkan, sayı 84, 407) Yazının tamamında dikkatleri çeken başka hususlara da yer verilmekle birlikte belki dikkatlerden kaçan bir hususu daha hatırlatarak yukarıdaki ifadelere yeniden döneceğiz. Bediüzzaman İttihad-i Muhammedi’nin varlığından gayr-ı Müslimlerin korkmamasını sayı//25// ağustos 10

Bir tartışmaya mahal olmaması için önemli bulduğumuz metnin dilini aynen muhafaza ettik ama biraz da içine girmek gerekiyor ki, burada neyi önemsediğimiz anlaşılsın. Bu metinler bir asırdan fazladır milyonlarca kere okunmuş ama üzerinde hassasiyetle durulmamıştır. Çünkü tartışılmak istenmemiştir. Oysa daha ilk cümlede II. Abdülhamid’e bir tehdit vardır. “Kalan ömrünü Abdülaziz b. Ömer gibi geçir ki, Meşrutiyet’te kabul göresin” ültimatomu oldukça ağır ve anlamlıdır. Ona göre, hilafetin gereği olup II Abdülhamid’e önerdiği hususların da yapılmasını mümkün görmez aslında Bediüzzaman. Zira bu söylediklerim “ancak rüyada olur” der müstehzi bir ifade ile. Yani aslında II. Abdülhamid’ten halifelik ve imameti zaten sakıt olmuştur bu ifadelere göre. Peki ancak rüyada olabilecek (yani mümkün olmayan) ama olması halinde meşruluğu kabul edilecek bu istekler nelerdir? “Kansız bir şekilde meşrutiyeti ilan ettiği gibi nefret edilen Yıldız sarayının etrafındaki “zebanileri” yani devlet ricalini de değiştirmesini; onların yerine ulemayı koymasını ve Sarayı Üniversite gibi yaparak dini ilimleri ihya etmesini ve böylece hilafeti gerçek mevkiine çıkarmasını ister Bediüzzaman. İstekleri bununla da sınırlı değildir. Ayrıca “biçare milletin kendisine uyabilmesi” için zaruri ihtiyaçlarında bile kısıntıya gidip “israftan kaçınmasını” öğütler. Yani bu görüşlere göre: onun nazarında, saray erkânı meşru değildir, dini ilimleri ihmal edilmiştir, padişah müsriftir. Bu yüzden de hilafeti de düşmüş, imamlık yani padişahlığı da bitmiştir. Meşrutiyet ile birlikte ve hatta daha önceden II. Abdülhamid’e aleni veya hafî olarak bundan da ağır eleştiriler getirilmekteydi. Zaten meşrutiyet de böyle anlaşılıyordu. İyimser bir tavırla bakacak olursak; 33 yıl Osmanlı saltanatını ifa etmiş bir padişahın ve 300 milyon Müslümana kendisini halife olarak benimsetmiş bir kişinin eleştirilebilmesi meşrutiyet idi. Bu


yüzden Bediüzzamanın da eleştiri hakkını sorgulamamız doğru değildir elbette. Fakat burada kullanılan argümanların eleştiriden ziyade iki hafta sonra II. Abdülhamid’i tahttan indirmek için yazılan fetva ile benzerlik göstermesi calib-i dikkat değil midir? Bu konuyu tamamlamadan önce Bediüzzama’nın peş peşe Volkan’da yayımlanan ve gerçekte İttihad-i Muhammedi cemiyetini savunmayı amaçlayan, ısrarla siyasi değil dense de toplum tansiyonunu hareketlendiren yazılarından da söz etmek meseleyi daha iyi anlatmak bakımından önemli olsa gerektir. Kuruluşu ve kurucuları meşkük ve sözcüsü Volkan sahibi gibi maceraperest Derviş Vahdeti de olsa, Said-i Nursi’nin lehteki ateşli yazıları cemiyetin bir ulema cemiyeti olduğu havasını vermeye başlamıştı. Bu yüzden çeşitli kesimlerden cemiyetin idarehanesi olan Volkan gazetesine bağlılık yazıları geliyordu. Bazan bir köy, bir mahalle bazan da bir askeri birlikten topluca üye olanların isimlerine gazetede abartılı bir şekilde yer veriliyordu. Tabii olarak bu durum diğer ulemanın ve cemiyetlerin dikkatlerinden kaçmıyordu. Tenkitlerinde bu cemiyetin “suret-i haktan görünen ve şeriatı savunan” fikirlerinden ziyade zamanlamasına dikkatleri çekiyorlar ve yeni bir fitnenin doğmasına sebep olacağı uyarısında bulunuyorlardı.

yine “Ziyâ-yı Hakikat” başlığı ile cemiyetin müdafaasını bir kere daha üstlenecektir. Yapılan tenkitlerden biri, cemiyetin askerler arasında yaygınlaşmasının doğuracağı tefrika idi. O, bunu da verdiği cevaplarında reddederek “.. asıl İttihad-i Muhammedi’nin saff-ı evvelini umum asâkir-i muvahhidin teşkil eyler. Biz bu İttihad-i Muhammedi ile isteriz ki: umum millet de asker gibi müttehid ve yek-vücud olsun. Ve o muhabbet ve uhuvveti kuvveden fiile çıkarsınlar. Ve müdafii ve muhafız-i hukuk ve hallal-i müşkilat efkâr-i ammeyi tevlid ve tezhip etsin. Zira katre katre su müteferrik kalsa kurur, hebaya gider. İttihad ile bir havz-ı âb-ı hayat olur.” ( Volkan 97, 471) diyecektir. Aslında burada bir demagoji yapıldığı aşikardır. İlk saffı teşkil edenlerin muvahhidlerden müteşekkil askerler (veya tevhit askerleri) olduğu söylenerek sivil bir vurgu yapılmak ile birlikte asker kelimesi ile de askeri birlikler arasında yaygınlaşmakta olan cemiyet üyeliğini zararlı değil; bilakis zarurî görmektedir. Aynı yazının devamında “İttihad-i Muhammedi’nin sadasının bütün ümmet-i Muhammed’e bir arş emri” olduğunu söyleyerek sanki 31 Mart’a davetiye çıkarılıyordu. Bunun doğru olmadığını düşünenlere de, biz yapmazsak bile başkaları mütemehhidlik (sahte mehdilik ) veya mücedditlik iddiasıyla zaten ortaya çıkıp bunu yapacaktır, diyordu.

Nitekim bu endişelere cevabı yine “İttihad-i Muhammedi’nin en küçük efradından Bediüzzaman-i Kürdi Said” imzası ile ve “Reddü’l Evham” başlığıyla cevap veriliyordu gazete sütunlarında. Bu endişeleri birer vehim olarak gören Said-i Kürdi bunları dokuz başlıkta reddediyordu. En çarpıcı ve kesin reddi ise birinci maddede yapıyordu. Yani onun “böyle nazik zamanlarda din meselesini ortaya atmanın uygun olmadığını” söyleyenlere net ve kestirme bir cevabı vardı: “Dünya için din feda edilmez..” Bu sihirli sözün hem cevabı yoktu ve hem de inanmış kitleler üzerinde büyük etkisi vardı kuşkusuz. Ama bunun mefhum-i muhalifi; halifenin, padişahın, sistemin, yöneticilerin ve mezkûr cemiyetin dışında kalanların “dini terk etmiş” oldukları anlamını taşıyordu. Tabii olarak ardından gelen bütün tavsiyeler de bunun tedavisi üzerine kurgulanıyordu.

İlginç bir şekilde bu yazının yer aldığı sütunun devamında Volkan Gazetesi’nin bir ilanı yer almıştır aynı gün. İlanda halk, 6 Nisan’da Sultanahmet’te yapılacak basın özgürlüğü mitingine davet edilmektedir (Volkan 97/473). Sanki “arş emri” verilmiştir. Zaten bundan sonra da kıyamet kopacaktır. Galata köprüsünde Hasan Fehmi’nin öldürülmesi ve 31 Mart hadisesine gidecek bütün olaylar bu tarihte başlamıştır. Fakat yine burada bir dizi soru akla gelmektedir. İmparatorluğun nerede ise her vilayetinde aynı zamanda başlatılan bu kalkışmayı hangi cemiyet sebep olmuştur. Birinci cemiyetin özellikle Arap vilayetlerinde uzantıları olduğu daha sonra yapılan tetkiklerden anlaşılmaktadır. Diğer taraftan İstanbul’da üye kaydı yapıp taraftar toplasalar da sadece Vahdeti’nin ve Said-i Nursi’nin müdafisi olduğu bu cemiyet gerçekten bütün ülkeyi karıştırabilecek güçte mi idi ?

Ancak diğer ulemanın ve entelektüellerin mensup oldukları mahfiller ikna olmamış olacak ki; Said-i Nursi o netameli günlerde

Neticede yer yer yukarıda da atıfta bulunulan olayların gelişmesi ve tabii ki başka hadiseler II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine giden yolu

Projeyi kim bilir hangi menfaatler karşılığında İngilizlere vermek isteyen Damat Mahmud Celaleddin sadece nazırlıktan değil, gözden de düşünce bir hürriyet kahramanı (!) olarak Avrupa’ya yerleşti. Prens Sabahattin de burada bu fikirler ile neşvü nema buldu.

11


açmıştır. Bu hadiseler ve oluş şekli binlerce defa yazıldığından burada tekrarından kaçınılmıştır. Ancak yukarıda bir kere daha döneceğiz dediğimiz husus ile bu bölümün tamamlanması yerinde olacaktır. Meşrutiyet’te Sultanın azli esasında meclisin teklifi ile mümkündür. Ama buna gerekçe bulmak gerekiyordu. Oysa kurulan meclisin Padişahı azletmek için -siyasi olsa da- meşru bir gerekçesi yoktu. Bu yüzden fetvaya ihtiyaç duyarak, Şeyhülislamlıktan meşhur hal fetvasını almışlardır. Fetvanın alınış biçimi, yazarı ve şeyhülislamın rezervi hep konuşuldu. Fakat içeriğinin Said-i Nursi’nin yukarıda verilen ve II. Abdülhamid’e hitaben yazılan yazı ile aynilik göstermesi dikkatlerden kaçmıştır. Hal fetvasında II. Abdülhamid, dini kitapları yakmak, (Said-i Nursi de dini ilimlerin ihyasını istiyordu) israf yapmak (şahsı hayatında israftan kaçınmasını istemişti) ve halkın nazarında meşruiyetini kaybetmek (hilafetin halkın nazarında yeniden tesisinden söz etmişti) ile suçlanarak azline cevaz verildi. Bu benzerlikler acaba tesadüfi mi idi? PERDENİN GERİSİNDE KALANLAR: AKRABALAR, İNGİLİZLER

Otuzüç yıllık bir saltanatın böyle kısa sürede gelişen toplumsal olaylar ile yıkıldığını söylemek doğru değildir. Ancak farklı saikler, birleşen muhalefet ve onlara destek çikan muhasım devletler ile toplumsal kargaşa birleşince koca saltanat yırmi günde yerle bir oldu. İstanbul’da 31 Mart hadiseleri başlar başlamaz Adana’da da Ermeniler bir kalkışma başlatmışlardı. Zamanlama müthişti. II. Meşrutiyetin ilanı sırasında devletin farklı unsurları, milletleri arasında bir uyum hatta bir barış ve bayram havası oluşmuştu. Ayrıca ittihatçılar ile kimi Ermeni liderler arasında da “Osmanlılık” ekseninde yakınlaşmalar ve hatta muhalefet işbirliği de oluştu. Ancak Adana olaylarının çıkması bütün bu havayı değiştirip unsurlar arasında karşılıklı güvensizliği ve şüpheyi doğurdu. Adana olaylarının tarihi arka planı, sebepleri tarafların tutumu vs. pek çok araştırmaya konu olmuştur. Burada önemli olan onlar değil; 31 Mart (13 Nisan) olayları ile birlikte başlayan bu kalkışmanın İttihatçılar üzerinde yarattığı tesirdir. Bu kalkışmanın ittihatçıları yanlış yapmaya sevketmeyi amaçladığı bugün gün gibi aşikardır. Zira bir çok vilayette (Anadolu, Suriye, Hicaz’da) İttihad-i Muhammedi Cemiyetinin (hangisi ama ?) Müslümanları İttihatçılara karşı sayı//25// ağustos 12

ayaklandırırken; Adana’da Ermeniler de onları hedef almalarının başka bir anlamı yoktur. İşte size bir muamma daha. Bu büyük hareketlenmede kimlerin parmağı olabilirdi? Belgeler hâlâ doğrudan bunun cevabını veremiyor olsa bile sonuçlardan istifade edenler bir hayli ip ucu vermektedirler. Şüpheler Padişah’ın yeğeni olan Prens Sabahattin’in desteklediği Ahrar Partisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yıllarca Batıda bir prens gibi dolaşarak, sadece Demolins’ten okudukları ile “büyük fikir adamı” unvanı verilen Prens Sabahattin’in fikirleri ve partisini burada bir kere daha ele almanın anlamı yoktur. Ancak dayısını tahttan indirecek bu kin ve nefret nerden gelmekte veya bu cesareti nereden almıştır sorusunun cevabı aranmalıdır. Mesele sadece liberal düşüncelerinin hayata geçirilmesi mi idi? Öyle ya meşrutiyet buna da imkan veriyordu. Sabahattin, daha 1902 yılında Paris’te İttihatçılar ile yolunu ayırmış ve adamları aracılığı ile Osmanlı topraklarında teşkilatlanmaya başlamıştı. Tabii sürgünde olan birinin bunu hangi imkanlar ile yapabildiği de bir soru işaretidir? Liberal reformcu fikirleri, kimi okur yazar takımı arasında da ilgi görmüştü. Düşlediği reformu ise o yıllarda moda olan dış müdahale ile yaptırmayı öneriyordu. Zaten İttihatçıların onun ile yollarını ayırmalarına sebep olan da bu fikirleriydi. Oysa uzun zamandan beri dış müdahaleyi talep eden Ermeniler için de bulunmaz fikirlerdi. Zaten o da Ernenilerin fikirlerini “adem-i merkeziyet” bağlamında destek sunuyordu. Hele Osmanlı devletine dış müdahale talebinin eski padişahın (Sultan Abdülmecid) torunu ve mevcut padişahın yeğeni tarafından ileri sürülmesi büyük bir bir nimet idi. Böyle bir fırsatı Osmanlı hasmı veya o günkü dünya dengesinde varlık gösteren bütün devletler kaçırmak istemezdi. Ancak salt bu düşünce bu işteki ecnebi parmağını açıklamaya yetmeyecektir. Bu yüzden daha somut bir olay bize işin arkasındaki gerçek teşvikçiler olan İngilizleri işaret etmektedir. Bilindiği gibi İngilizler 1798’den itibaren Osmanlı siyasetine bir kurtarıcı olarak girdiler ve gerçekten müteaddit defalar uluslararası sistemde Osmanlı devletinin yanında yer aldılar. Ancak özellikle 1878 yılında Berlin Konferansında vadettiklerini yerine getirmemesi ve hele 1882 yılında Mısır’ı basit bahaneler


ile işgal etmeleri, İngilizleri II. Abdülhamid’in nazarında asla “güvenilmez müttefik” yapmıştı. Bir taraftan uluslararası sistemde beraber yürüme mecburiyeti, diğer taraftan, taraflar arasındaki güvensizlik II. Abdülhamid’i yeni arayışlara sürükledi. Nitekim Osmanlı siyasetinde yeni aktör Almanlar olacaktı. Ancak uluslararası siyasi rekabetleri tahrik etmemek adına II. Abdülhamid Almanlar ile olacak ilişkileri siyasi ve stratejik ittifak üzerine değil, iktisadi ve kalkınma anlaşmaları üzerine bina etmeyi tasarladı. 19. yüzyılın başından beri Basra körfezinde adım adım ilerleyen İngilizler ayrıca Dicle ve Fırat nehirlerinde elde ettikleri seyr-i safain (gemi işletmeciliği) imtiyazı ile sonradan petrol bölgesi olduğu anlaşılan Musul’a kadar nüfüz etmişlerdi. Şirketleri, malları ve aktif konsolosları ile Osmanlı Basra’sından Musul’a kadar faaliyet gösteriyorlardı. İşte OsmanlıAlman yakınlaşması buna darbe indirmek üzere idi. Nitekim bunu farkeden İgilizler, II. Abdülhamid’in eniştesi Ticaret nazırı olan Damad Mahmud Celalledin (Prens Sbahattin’in babası) aracılığı ile Üsküdar’dan Basra’ya uzanacak bir demir yolu projesini yapmayı teklif etmişlerdi. Kalkınmayı demiryollarını uzatmakta gören II. Abdülhamid’in vazgeçemeyeceği bir proje idi. İkna edilmesi halinde İngilizlere verilecek imtiyazlar ile burada yapılacak bu büyük proje, bölgeye Almanların girişini engelleyecekti. Oysa II. Abdülhamid müttefik görünümlü İngilizler’den darbe üstüne darbe yemişti. Topraklarını geçici diyerek işgal ettiği gibi, Ermenilerin yaşadığı bölgelerde (doğu ve güneydoğudaki altı vilayette) reform yaptırma baskısıyla da saltanatını daha da zayıflatmak peşindeydiler. II. Abdülhamid büyük bir yatırım gerektiren bu projeyi Almanlar ile yapmak suretiyle bir taşla iki kuş avlamayı hesap etti. Bir taraftan önemli bir kalkınma hamlesi olacaktı. Diğer taraftan da Almanlara sağlanan bu iktisadi imtiyaz ile İngilizlerin Basra Körfezinden Musul ve Anadolu’ya yayılan nüfuzlarının önü kesilecekti. Nitekim Üsküdar- Basra Demiryolu projesi, -Almanlar isteksiz olmalarına rağmen- BerlinBağdat Demiryolu projesine dönüştürüldü. Ancak uluslararası dengeyi sarsacak ve İngilizlerin kimyasını bozacak bu projenin sadece II. Abdülhamid’in sonunu değil, I. Dünya Savaşına giden yolu da açacağını kim hesap edebilirdi?

Projeyi kim bilir hangi menfaatler karşılığında İngilizlere vermek isteyen Damat Mahmud Celaleddin sadece nazırlıktan değil, gözden de düşünce bir hürriyet kahramanı (!) olarak Avrupa’ya yerleşti. Prens Sabahattin de burada bu fikirler ile neşvü nema buldu. İngilizlerin babasına sağladığı imkanlar ile “Prens” gibi yaşadı. Fikirlerinde İngilizleri ve İngiliz sistemini sürekli öne çıkarması, başarılı bulması boşuna değildi. Beslendiği kaynağın hakkını veriyordu. Nihayet Prens Sabahattin II. Meşrutiyet’ten sonra aynı destekler ile İstanbul’da iktidarı almak istedi. Ama 1908 seçimlerinde liberal eğilimli İngiliz hayranı Osmanlı Ahrar Fırkası istediğini elde edemedi. Kimse onlara yüz vermeyince eskiden beri savundukları “ecnebi müdahalesi” fikrine yeniden sarıldılar. İşin ilgiç tarafı, Berlin-Bağdat Demiryolu imtiyazı Almanlara verilmiş ve çalışmalar sürüyor olmasına rağmen hala İngilizlerin gündeminde idi. Mutlaka imtiyaz şartlarının değiştirilmesi gerekiyordu. Ancak bunu II. Abdülhamid tahtta iken yapamazlardı. Tek bir imkan kalmıştı, o da II. Abdülhamid’ten kurtulmaktı. Bu yüzden çeşitli nedenler ile birbirleri ile ilgisiz -ve zıt kutuplar- da olsa oluşan her muhalefete destek sunulmalıydı. Nitekim 31 Mart olaylarına ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine giden süreçte hep muhalefetin arkasında durdular. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi akabinde de hemen Bağdat Demiryolu imtiyazı tartışmalarını gündeme getirmeleri de bu siyasetlerinin bir göstergesi idi. Nitekim 1910 yılından itibaren üç yıl süren müzakere ve baskı sonucu anlaşmayı lehlerine değiştireceklerdir. 27 Nisan 909’da II. Abdülhamid Meclis-i Milli’ye sunulan bir fetva ile tahttan indirildi. 31 Mart sorumluları olarak Derviş Vahdeti, Said-i Nursi, Prens Sabahattin ve bir takım taraftarları yargılandı. Bunlar arasında taraftarı olmayan, ilişkileri günübirlik gelişen, maceraperest ruhlu Derviş Vahdeti ve oniki arkadaşı günah keçisi olarak idam edilirken diğerleri beraat etti. Fakat o günkü mahkeme kararları ile beraat eden bu isimlerin yargılanmaları hâlâ tarih mahkemesinde sürmektedir. Bu hadisenin siyasi tarihimizde ve toplumsal, dini ve fikri hayatımızda bıraktığı derin izler hiç silinmemiş, Osmanlı’dan günümüze devlet hep bu tehdit algısı ile defalarca şekillendirilmiştir. Kimi bu olayların mağduru kimi de fırsatçısı oldu. Nitekim 1909’dan 15 Temmuz 2016 darbesine kadar bütün darbelerde bu menfur ruh hep vasıta kılındı. 13


KALKIŞMALAR, DARBELER,

HAİNLER VE ŞEHİTLER 15 Temmuz Darbe girişimi,Cumhurbaşkanımızın çok akıllı stratejisi ve zamanında milleti ile dialoğu, Milletimizin feraseti, vatanseverliği, hürriyet aşkı, bayrak sevgisi, Devlet ve vahdet şuuru ile önlenmişti. Mehmet Kâmil BERSE

ünyada, sadece bizim coğrafyamıza özgü bir olay değil darbe. Darbe, dünyanın farklı milletleri ve coğrafyalarını ilgilendiren ve tarihin akışındaki doğallığı zaman zaman aksatarak insanlığın aydınlığa çıkmasını geciktirme süreci olarak da tanımlanabilir. “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak tanımlanır darbe. Darbe kelimesine anlamca yakın olan ihtilal ve isyan ise, bir halkın mevcut yönetime karşı ayaklanarak bu yönetimi ortadan kaldırması olarak tanımlanır. Bu ayaklanmalar bazen çok kanlı sonuçlanmıştır. Kısacası, ihtilal ve isyan bir halk hareketi iken, darbe ise genellikle silahlı kuvvetler tarafından yapılan bir eylemdir. Bu bilgilere göre, bir isyanın veya ayaklanmanın darbe olabilmesi için; Darbenin silahlı gücü elinde bulunduranların eylemi olması gerekir. Türklerde tarih boyunca yaşanan darbeleri izleyelim; 716 yılında II. Kök-Türk hükümdarı Kültegin ve Bilge kardeşlerin yaptığı bu darbe sonucunda Bilge, kağan yapıldı. Türk siyasi tarihinde buna benzer 22 darbe bulunmaktadır. OSMANLI DEVLETİNDE DARBELER

Devlet-i âli Osman yönetimi, askeri isyanların bastırılması için ya başka bir askeri birlik kullanırdı -yeniçeriler isyan ederse sipahiler kullanılır veya tam tersi gerçekleştirilirdi; iki grubun birden yaptığı isyan genellikle hedefine ulaşırdı - ya da padişahı destekleyenler, saray kapısına dikilen Sancak-ı Şerif altında toplanır ve darbeye karşı çıkardı. Yeniçeriler tarafından çokça kazan kaldırma olmuştur. Kabul edilen Osmanlı devri darbeler tarihi 1512 Şehzade Selim (Yavuz) isyanı ile başlar ve 1913 Bab-ı Ali baskını ile sona erer. Bu eylemler sonucunda 36 padişahtan 12’si darbeyle tahttan indirilmiştir. YAVUZ SULTAN SELİM’İN BABASININ SALTANATINA SON VERME

24 Nisan 1512 Osmanlı Devleti 9.padişahı olan Yavuz Sultan Selim, taht’ta bulunan babasının yaşlılığını gerekçe göstererek tahta hak iddiasını kuvvetlendirdi. Taht için hayatta olan rakipleri ağabeyleri Şehzade Korkut ve Şehzade Ahmet ikilisinden Şehzade Ahmet taht konusunda daha ısrarcı olsa da Yeniçeriler bu şehzadeye ‘korkak’ diyor ve onun devleti yönetemeyeceğini söylüyorlardı. Babasının üzerinde Yeniçerileri de arkasına alarak bir baskı oluşturan I.Selim, babasının tahttan

sayı//25// ağustos 14


feragat etmesini sağladı. 7 Safer 918/ 24 Nisan 1512 yılında tahta çıkan Yavuz Sultan Selim Osmanlı’dan günümüze darbeler dizisinde ilk darbeyi yapan hükümdardır. II.OSMAN VAKASI

Osmanlı devletinin son dönemlerinde ortaya çıkan değişim ve yenileşme hareketlerinin önü genellikle ihtilal hareketleri ile kesildi. Ne zaman değişim planı ortaya çıksa mutlaka bir ihtilal ile durduruldu, devletinin geleceğini düşünerek adım atmaya çalışan padişahlar, bu uğurda tahtlarından hatta canlarından oldular. Hiç şüphesiz Osmanlı devletinde değişim ve yenileşmenin zirvesinde Sultan III. Selim vardır. Değişimi başlatan ise Sultan Genç Osman’dır. Taht’a genç yaşında amcası I. Mustafa’nın hal edilmesi üzerine çıkan Genç Osman, sert tavırları Yeniçeri ve Ulemanın nefretini kazanmasına sebep oldu. Bu nefret padişahın bizzat başkomutanlığı üstlenmesi ve hacca gitmeye karar vermesi üzerine zamanla artarak neticede isyana dönüşür. Askerlerin öncülüğünde başlatılan ve bir sonraki gün ulemanın da katılımıyla güçlenen isyancılar, taleplerini bildirmek üzere Saray’ın kapısına dayandılar. Genç Osman başlangıçta isyancıların taleplerini reddetti ise de tavrını daha fazla sürdüremedi. Sonunda isyancılar Saray’a girmiş ve padişahın amcası I. Mustafa’yı bulunduğu hücreden çıkarıp sultan ilan etmişlerdir. Genç Osman ise Yedi Kule zindanlarına kapatılarak orada katledildi. Genç Osman, bir ihtilal sonucu öldürülen ilk Osmanlı padişahıdır. KABAKÇI MUSTAFA İSYANI VE III.SELİM

Osmanlı yenişleşmesinin ana figürü olarak kabul edilen III.Selim, ıslahat fikirlerini zamanın ruhuna uygun, ciddiyetle ve kararlı bir şekilde ele alarak, Nizam-ı Cedîd adı ile askerî, mülkî, idarî, ticarî, sosyal ve siyasî bir dizi ıslahat teşebbüslerine girişerek, devlete yeni bir soluk ve canlılık getirdi. 1807 yılında Nizam-ı Cedid ordusunun kaldırılmasını isteyen yeniçeriler Kabakçı Mustafa’nın önderliği altında ayaklandılar. III. Selim Nizam-ı Cedid ordusunu dağıtmak ve 29 Mayıs 1807 tarihinde de tahttan çekilmek zorunda kaldı ve saraydaki ‘Şimşirlik’ denen hücreye kapatıldı. Saltanat kendinden sonra gelen IV. Mustafa’ya yani amcasına geçmişti. Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa 15 bine yakın ordusuyla III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak için İstanbul’a gelirken 28 Temmuz 1808’de III. Selim padişah IV. Mustafa’nın emriyle boğduruldu.

SON 160 YILDIR MİLLETİMİZ ÜZERİNDEKİ YABANCI BASKILAR

Yabancı devletler yüz altmış yıldır içişlerimize karışmakla kalmıyor, isyan, darbe ve mitingler tertip ettiriyor, sultanları ve siyaset adamlarını öldürtüyor, bunları hiç sıkılmadan anılarında yazıyorlar. Bundan yüz yıl evvel yaşanan siyasi olayların günümüzde benzerlerinin tekrar etmesi karşısında bu kadar duyarsız kalmamız inanılır gibi değildir. Ülke insanımızın büyük çoğunluğu, bilgisizliklerinden veya vurdumduymazlıklarından tekrar eden bu olayların farkında değildir. ABDÜLAZİZ’İN DÜŞÜRÜLMESİ Osmanlı Padişahı Abdülaziz’e karşı gelişen 1870’li yıllardan itibaren yeni yönetim şekli ile ilgili muhalefet, gün geçtikçe şiddetini arttırdı. Gelişen darbe sırasında 5. Murat cunta yönetimi tarafından tahta geçirildi. Olay, birçok kaynağın yanında özellikle olayların içerisinde yaşamış ve Robert Koleji’nde uzun süre başkanlık yapmış Amerikalı George Washburn’ün kaleminden daha açık anlatılır: “..Sultân Abdülaziz, kendi zamanına kadar hiç bir Osmanlı Padişahının yapmadığı bir işi yaptı. Yani 46 gün sürecek Avrupa Seyahatine çıktı. Davet, III. Napolyon ve Kraliçe’nin davetiyle Paris’ten başladı. Arkasından Galler Prensi VII. Edward’ın karşıladığı Londra ziyareti ile devam etti ve burada Kraliçe Victoria ile görüştü..(21.6.18677.8.1867).” Abdülaziz’in devlete verdiği yeni şekil ve özellikle de yeni donanmadan (Döneminde dünyanın 2’nci Büyük donanması) korkan İngiltere, kuklası olan Mithad Paşa’yı kullanarak Padişah aleyhindeki her hareketi takip ediyordu. 30 Mayıs 1876’da Harbiye Mektebi kumandanı Süleyman Paşa, çoğu Türkçe bilmeyen iki tabur askeri kandırarak Dolmabahçe Sarayı’nı bastı ve Padişah’ı tahttan indirdi…Padişah hal’ edilmekle kalmadı; Dolmabahçe Sarayı tam manasıyla yağmalandı. Hüseyin Avni Paşa, hem hırsız ve hemde vatan haini idi.. Olayları yaşayan Amerikalı eğitimci George Washburn özetle; “Tahttan indirme hadisesinin ana destekleyicisi Mithat Paşa’ydı ve Sultan Abdülaziz’i tahttan indirme planlarını bizzat İngiliz gizli servisinin desteğiyle (İngiltere Büyükelçisi) Sir Henry Elliot’la birlikte planlamışlardı.” Bu olay günümüzden yaklaşık 149 yıl evvel yaşanmıştır. 31 MART AYAKLANMASI – II. ABDÜLHAMİT’İN HAL Lİ.

Abdülaziz hallinden yaklaşık 33 yıl sonra bir ikinci Saray yağması daha yapılacaktır. 15


Bu, 1909’da Sultan 2. Abdülhamid’in tahtan indirilmesini takip eden dönemde yapılan Yıldız Sarayı yağmasıdır. İttihatçı liderlerden Enver Paşa bu yağmayı ne acıdır, Bulgar Çeteleri’ne yaptırmış ve çalınanların akibeti hiçbir zaman belli olmamıştır. 93 Harbi’nden sonra (18771878 Osmanlı – Rus Savaşı) 33 yıl süren iktidarında sürekli olarak muhalefete uğrayan Abdülhamit 1909 yılına gelindiğinde büyük bir ayaklanma ile karşı karşıya kaldı. Ayaklanma her ne kadar bastırılmış olsa da takip eden süreçte ilan edilen sıkı yönetim ortamında 2. Meşrutiyet’in getirdiği haklardan yararlanılarak Meclis-i Mebusan kararı ile (darbe ile)2. Abdülhamit’in yerine 5. Mehmet Reşat geçirildi. BAB-I ALİ BASKINI – 28 OCAK 1913

Tarihimizde askeri darbelerden biri de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderlerinden Enver ve Talat Paşa tarafından gerçekleştirilen Bab-ı Ali Hükümet binası baskınıdır. Sadrazam Kamil Paşa Hükümetini zorla istifaya etmeye iten ihtilalciler 23 Ocak 1913 tarihinde mevcut hükümetin çalışamaz hale gelmesine sebep oldu. İttihat Terakki Cemiyeti de iktidar olma yolunda ihtilali gerçekleştirmişti. Enver Bey’in gün içinde 14:30 itibariyle Bab-ı Ali’ye doğru hareketi ile başlayan ihtilal günü kısa bir zaman süreci içerisinde 15:08’de Kamil Paşa’ya istifasının imzalattırılması ile son buldu. 20 OCAK 1921 ANAYASASI

Kuruluş savaşına giden yolda,19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren Anadolu’da Mustafa Kemal idaresinde başlayan hareket ,16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un kesin olarak işgal edilmesi ve ablukaya alınması ile Osmanlı Hükümetinin işlevsizleşmesinden meşruiyetini alarak kurumsallaştı. 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen anayasada TBMM Hükümeti adında yeni iradenin ilanını beraberinde getirdi. 1921 Anayasası ilk 1 ve 2. maddesinde yönetme hakkının sahibinin doğrudan TBMM nezdinde millete ait olduğunu belirtmesi ve 3. Maddesinde ilk defa Türkiye Devleti ifadesinin kullanılması açısından önceki Osmanlı hükümetine karşı ihtilal niteliği taşımaktadır. 27 MAYIS 1960 DARBESİ

1950 yılında demokratik usuller ile yönetime gelen ilk hükümet olan Demokrat Parti Adnan Menderes Başkanlığında 10 yıl boyunca yönetme yetkisini kullandı. Ordu 27 Mayıs 1960 tarihinde komuta zincirinden bağımsız bir idare ile yönetime el koydu. Askeri idare, başında Cemal Gürsel’in olduğu Milli Güvenlik sayı//25// ağustos 16

Konseyi’nin yönetiminde Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in de içinde olduğu siyaset, akademi ve askeri mecradan birçok tutuklama yaptı ve Adnan Menderes ile Bakanlarından Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edildi. Darbe yönetimi kurucu irade tasarrufu ile yeni anayasa (1961) ve erkler arasında yeni yönetim şeklini tayin etti. 22 ŞUBAT AYAKLANMASI

Olay, Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir’in, o yıl Harp Okulu’nu bitirme döneminde bulunan 600 kadar asteğmeni toplayarak son günlerde yaşanan olayları anlatmasıyla başlamıştır. Çünkü 20 Şubat günü Hükümet ve Genelkurmay, belirli birlik kumandanları için süratle atama ve gözaltına alma işlemleri başlatmıştır. Bunun üzerine harp okulu öğrencileri, komutanlarını teslim etmeme kararı alırlar ve 22 Şubat 1962 tarihinde Talat Aydemir ve arkadaşları, atama ve gözaltına almalara karşı bir direniş başlatır. Ancak netice olarak Talat Aydemir’in atamaların durdurulması yönündeki ısrarını İsmet İnönü kabul etmez ve Aydemir gözaltına alınır, öğrenciler ise memleketlerine gönderilir. 12 MART 1971

Kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı’nın ortak imzası ile yayınlanan muhtıra, dönemin Süleyman Demirel hükümetinin düşürülmesini ve askeri baskı ile yeni model bir hükümet kurulması sağlandı. Emir komuta zinciri içerisinde gerçekleştirilen bir darbe olması açısından ilk olma özelliği taşıyan 1971 müdahalesinde bir siyasi partinin kapatılmamış, meclisin lav edilmemiş, yeni anayasanın hazırlanmamış ya da bir yargılamanın yapılmamış olmasına rağmen müdahale sonucunda hükümetin çalışamaz hale getirilip gayri nizami yollardan yönetimin değiştirilmesi ile Nihat Erim Hükümetinin göreve başlamasından dolayı bu kusursuz bir darbe örneği olarak adlandırılabilir. 12 EYLÜL 1980

Askeri bir hiyerarşi içinde Emir komuta zinciri içerisinde gerçekleşen darbe girişiminde Süleyman Demirel Hükümetine müdahale edildi. Meclisin lav edilmesi, siyasi partilerin kapatılması, yeni anayasanın hazırlanmasının yanında iç savaş ile burun buruna gelinmesinden dolayı ülke siyaseti açısından büyük bir kırılma noktası olan 1980 askeri darbesi Kenan Evren’in idaresinde. 1 milyon


683 bin kişi fişlendi, 210 bin yargılama yapıldı ve 230 bin kişi tutuklanarak cezaya mahkum edildi. 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişi infaz edildi. Bunun yanında siyasi mülteci olarak yurtdışına kaçan, şüpheli olarak ölen, fişlendiğinden dolayı işten çıkarılan ve hapishanelerde ölen sayısız kişi darbenin en acı yüzleri oldu.

tarihinde MİT Müsteşarlığı görevine atanan Hakan Fidan, 7 Şubat 2012 tarihinde Başsavcı Sadrettin Sarıkaya tarafından, KCK operasyonu kapsamında şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldı. Erdoğan, Fidan’ın ifadeye gitmesini engelledi. GEZİ OLAYLARI- 27 Mayıs 2013 ile17-25 Aralık 2013 te yaşanan adli skandallarda bir darbe girişimi olarak tarihi kayıtlara girdi.

28 ŞUBAT 1997

15 TEMMUZ 2016 DARBE GİRİŞİMİ VE HAİNLER

Post- modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat süreci 28 Şubat 1997 yılında gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra yaşanan gelişmelerden ardında Necmettin Erbakan Başkanlığındaki Refahyol Hükümet istifaya zorlandı. 28 Şubat’ta gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan şeriat ile mücadele kararlarının doğrudan Necmettin Erbakan hükümetini hedef almasından dolayı siyaset alanında birbirinden hızla ayrılan toplum grupları sanat, kültür ve bürokraside büyük ayrıştırmalara ve baskılara maruz kaldılar. Başörtüsü yasakları ve baskıların acımasızca yaşandığı bir dönemdi. Silahsız bir darbe olmasına rağmen kamusal alanda askerin kendisini doğrudan göstermesine dayalı olarak silahlı bir müdahalenin de uzak olmadığı algısı toplumsal infiale sebep olmuşken 28 Şubat sürecindeki askeri vesayetin 21. Yüzyılın başlarında hala etkisinin en büyük ölçüde hissediliyor olmasından dolayı ayrıca dikkate değerdir. 27 NİSAN E-MUHTIRASI

27 Nisan 2007 tarihinde, saat 23:20’de Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan basın açıklaması ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerinin aşındırılmakta olduğu belirtilmiştir. Kamuoyunda hakim olan görüş, basın açıklamasının bir muhtıra mahiyetinde olduğu yönündedir ve internet aracılığıyla yapıldığı için açıklamaya “e-muhtıra” adı verilmiştir. BAŞBAKAN’I DÜŞÜRME VEYA SUİKAST PLANI

Tayyip Erdoğan, 26 Kasım 2011 tarihinde ameliyat edilmiş Başbakanlıktan şu açıklama yapılmıştı: “Sayın Başbakanımız 26 Kasım 2011 tarihinde laparoskopik yöntemle başarılı bir sindirim sistemi ameliyatı geçirmişlerdir. Sayın İplerin Kopmaya Başladığı An: MİT KRİZİ İşte bu ikinci ameliyat öncesinde AK Parti ile cemaat arasında iplerin kopmaya başlamasına neden olan gözaltına alma girişiminde 25 Mayıs 2010

Darbe girişimi veya kalkışma veya Ülkeyi işgal planı, 15 Temmuz 2016 saat 22.00 sularında İstanbul’daki boğaz köprülerinin askerler tarafından kapatılmasıyla medyaya yansıdı. Başkent Ankara’da F16 uçaklarının alçak uçuşları ve helikopter seslerinin duyulmasıyla gerilim arttı. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok şehirde tanklar sokaklara indi. Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Başbakan Binalı Yıldırım, Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve mevcut Bakanlar, canlı yayınlara telefonla bağlanarak halkı sokağa çıkmaya davet etti. Halk bu çağrıya uyarak meydanlara akın etmeye başladı. Bazı vatandaşlar tankların önünü kesti ve durdurulan tankların üzerine çıktı, önlerine yattı. Asker, polis ve sivil halk arasında yaşanan bu gerilim, sabah 06.00 sularında Boğaziçi Köprüsü üzerindeki askerlerin silah bırakmasıyla yumuşadı. Yaşananlar ise çoktan Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki acı olaylar arasındaki yerini aldı. Türk devlet tarihinde görülmemiş olaylar yaşandı, Hainleştirilmiş bazı ordu mensupları Milletin malı Türk Ordusunun silahları ile Milletine ateş açtı kendi milletini öldürdü, yaraladı. 240 şehit verildi o gece.. 2500 e yakın yaralı vardı. Türk’ün tarihinde yaşanmamış olay ise Ankara’da yaşandı.79 milyon vatandaşın demokrasi mabedi TBMM, hainlerin kullandığı uçakların ve helikopterlerin attığı bombalarla maddi manevi büyük tahribat gördü. FETÖ- terör örgütünün mensupları tarafından Türkiye’yi işgale maruz bırakacak darbe girişimi;Cumhurbaşkanımızın çok akıllı stratejisi ve zamanında milleti ile dialoğu, Milletimizin feraseti, vatanseverliği, hürriyet aşkı, bayrak sevgisi, Devlet ve vahdet şuuru ile önlenmişti. bombalar ve silahların kan kustuğu mermiler karşısında, blok haline gelmiş Vatanını seven Milletimiz vardı…Bu kalkışma sabahın ilk ışıklarıyla son buldu…240 şehidimiz şehitler tepesindeki yerini aldı,ruhları şâd olsun… Hainler için ise Cehennem yaşayacaktı. 17


YAZ, ÜMİT VE ACI

MEVSİMİNE DÖNÜŞTÜ Erol Olçok ve Mustafa Cambaz’a Dostlarımızla aynı akıbeti paylaşmak için uçağın basamaklarından çıktık. Bir meçhule gidişti bizimki. Dr.Süleyman GÜNDÜZ

ocukluğumuzda yaz aylarını beklerdik güzel günler geçirmek için. Yaş kemale erince hayatın yaz ayını beklemek gibi bir şey olduğunu anlıyor insan. Bir yaz günü annem ayrıldı aramızdan. Ardından 17 Ağustos. En son Dr. Sadık Canlı’nın vefatı dünya hayatının vazgeçilmez olduğunu sananlar için örneklik içeriyor ve yokluğu yüreğimizi acıyla yoğuruyordu. Sakarya’da birçok dostumu yaz aylarında kaybettim. Yaz mevsiminde güzel insanlar ayrılıyordu aramızdan. Babamla ilk defa bir yaz günü buluşmuş ve tanışmıştım. Yaz benim için ümit ve acı mevsimidir. Yaz dönüşü Trabzon’da havaalanında telefonum çaldı ve “gelmeyin” diyen sesini duydum Musab’ın. -Nereye? -İstanbul’a. -Neden? -Askeri darbe girişimi var tutuklanırsınız. -Doğru, ama gidilecek başka bir yurdu olmayanlar için başka seçenek yok. Dostlarla birlikte olmak gerek. Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın Hz. Ömer’e seslenişini duyar gibiydim. -Nereye kaçıyorsun ya Ömer? -Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine ya Ebu Ubeyde. Dostlarımızla aynı akıbeti paylaşmak için uçağın basamaklarından çıktık. Bir meçhule gidişti bizimki. Gece yarısı bir anons, “havaalanı kapatılmış, başka bir alana ineceğiz”. Yukarıdan baktım nazlı İstanbul’a. Dolaşan uçaklar vardı semalarında bir de hızlı uçuşan. Anlaşılan durum büyük bir fevkaladelik içeriyordu. Zaman helalleşme zamanıydı. Hayatım boyunca 60’a yakın vasiyet yazmıştım geride bıraktıklarıma. Bu kez vasiyet bırakacaklarımın bir kısmı benimleydi. Uçağın tekerlekleri piste değip alana indiğimizde nerede olduğumuzu bilmiyorduk. Kapılar açılıp merdivenlerden inince anladık Bursa Yenişehir Havaalanında olduğumuzu. Modern hayat birçok imkan sunuyor insana. Cep telefonları bunların başında geliyor. Artık telefonum çaldığında umut taşıyacak bir haberi bekleme mevsimini geçtiğimden midir bilmem,

sayı//25// ağustos 18


büyük bir tedirginlikle açıyorum telefonu. Ammar, Boğaz köprüsündeydi ve çatışma seslerini dinletiyordu bizlere. Helalleşiyorduk her dakika. Bir yandan kurşun seslerini dinliyor öte yandan sosyal medya üzerinden geçen haberlere bakarak ilerliyorduk. Millet, iradesine sahip çıkmak için sokaklara, caddelere ve alanlara dökülmüştü. Yüzümüzde bir tebessüm belirmişti. Ardından gelen haberler tatlı tebessümü alıp hüzne gark eyledi. İlk haber Erol Olçok ve oğlu Abdullah Tayyip’ten gelmişti, ardından Mustafa Cambaz’dan. Ve daha niceleri... Acı haberler, yaşananları an içinde bir film şeridine dönüştürür. O zaman, hayatın bir yaz mevsiminden öte an içinde an kadar kısa olduğunu idrak edersiniz. Yaz mevsiminde an içinde anı beklemektir hayat şimdi. Kardeşim Erol ve Mustafa gibi daha niceleri aramızda yoklar artık. Son 30 yıl içinde hep aynı mekanları paylaştık Erol’la. Şüphesiz en yoğun mesaimiz aynı çatı altında ideallerimizi buluşturduğumuz siyasal hareketimizdi. Tartışırdık daha iyi ve güzel için. Yüzüne baktıkça umutlarım tazelenirdi. Yaslanılacak bir çınar gibi dururdu. Mustafa ile ortak ilgi alanlarımız vardı. Ülkemizdeki tarihî camilerin en büyük görsel arşivi onda bulunuyordu. İlk tanıştırıldığımızda onu akrabalarımdan birine benzetmiştim. Akrabadan öte arkadaş olduk. Akraba olmak zorunluluk ama arkadaş olmak tercihtir. Beni Selimiye’ye fotoğraf çekimine götürecekti ve oradan başlayacaktık. Sevgili Erol ve Mustafa meziyetlerinizi anlatmama kelimelerim yeterli değil. “Sen bizim Rabbimizsin” onayının olduğu bezm-i elestte tanımıştık birbirimizi. Yeryüzü serüvenimizde de yollarımız kesişmişti. Aynı kaderin yolcularıydık bir an önce veya sonra. Bir yaz mevsimi yine ve geleceğe dair umut bırakmak için kurşunlanarak toprakla sırlandı birçok dostumuz. Onlar ölüler değildirler. Var edenin muştuladığı yoldan yürüdüler. Acıyla yeni bir ümit bahşedildi bizlere.

19


ŞEHİR VE KÜLTÜR

Şehir ve Kültür dergimizin görsellerine renk katan usta fotoğrafçı arkadaşımız Şehit Mustafa Cambaz’ın aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz… O, şehitler tepesine bayrak ve Cami fotoğraflarını götüren muhteşem bir şehidimizdir.

“BAŞKOMUTAN’IN EMRİYLE

SOKAĞA ÇIKIYORUZ”

MUSTAFA CAMBAZ

Şehir ve Kültür dergimizin ilk sayısından itibaren fotoğraf desteğini esirgemeyen, dost canlısı bir arkadaşımızdı. Beraber gerçekleştireceğimiz bir proğramımız vardı Dersaadet Platformu olarak; Tarihin derinliklerinde Tarihçilerle söyleşi yapmak.. ilk olarak Semavi Eyice yi düşünmüş ve çok samimi dostuz kendisini getirelim demişti. En son 23. sayımızın kapağında ramazan ayı münasebetiyle Süleymaniye camiinin gece mahyalı fotoğrafını yayınlamıştık… “Başkomutan Erdoğan’ın isteği ve emriyle sokağa çıkıyoruz.” tweetini paylaştığı andan itibaren içimizdeki coşkuya anlam katan, sakinliğindeki volkanı hissettiğimiz eşsiz bir kahramanımızdı... O, Yunan ordusunda asker olmaktansa, çok sevdiği İstanbul’unda şehit olmayı baştan seçmişti. 18 Kasım 1963 yılında Batı Trakya’nın Gümülcine kentindeki köyünde doğmuş, askerliği yunan üniformasıyla yapmaktan kaçarak anavatan’ına kavuşmuştu. Anavatanı onu; inancı, imanı, ameli, çalışması, vatan sevgisi, bayrak aşkı, devlet gururu, örnek insan olması nedeni ile rütbelerin en yücesi “şehit” rütbesine yükseltmişti. Başkomutan’dan telefon’un ucundaki talimatı alır almaz fırladı kapıdan diyor ailesi… Şehit Mustafa Cambaz’ın eşi Semra Cambaz, o gün yaşadıklarını anlattı: O gün evdeydi. ‘Bu olaylar başlamışken beni evde tutamazsın’ dedi. Ölüme, uçar gibi, koşar gibi gitti. BABAN GİTTİ OĞLUM

Eşinin darbeci askerlerden hesap sormaya gittiğini vurgulayan Cambaz, “Onlarla bir kavga halindeydi. Darbeci askerlere hesap sorar durumdaydı ama karşısına kanlı katillerin çıkabileceğini tahmin edemedi. Çatışmalar devam ederken telefonda oğluma, Çengelköy sayı//25// ağustos 20


Karakolu’nun kurşunlandığını ve kendisinin köşeye sıkıştığını söylemiş. Ben o anda oğluma ‘baban gitti’ dedim. Ben o an eşimin öleceğini hissettim. O telefon konuşması aslında bir veda konuşmasıydı. O anda gerçekten eşim vurulmuş, hastaneye kaldırmışlar ama kurtarılamadı. HEMEN SOKAĞA FIRLADI

Mustafa Cambaz’ın oğlu Alparslan Cambaz da 15 Temmuz Cuma gecesi, babasının darbe girişimi olduğunu duyar duymaz evde duramadığını ve kendisine, önceki darbe dönemlerini yaşadığını ve sokaklarda olması gerektiğini söylediğini belirtti. Alparslan Cambaz, “Babam Çengelköy’e indi ve daha sonra telefon açtı. Telefonda, askerlerin ateş açtığını ve kendisinin bir duvarın dibinde olduğunu söyledi. Tam o sırada silah seslerini duydum ve telefon kesildi. Bunun üzerine ‘Ondan geldik, ona döneceğiz’ yazılı tişörtümü giydim, abdestimi aldım ve Çengelköy’e gittim. İnsanların üstüne askerler tarafından ateş açılıyordu. Gözlerim babamı aradı ama onu bulamadım. Babam iki kurşunla göğsünden vurulmuş ve hastaneye kaldırılmış. İlk başta Çengelköy Medivia Hastanesi’ne oradan da Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne nakli yapılmış. Orada ise yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı” dedi. Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Mehmet Şeker, cuntacıların şehit ettiği arkadaşı Fotomuhabiri Mustafa Cambaz’ı anlattı; Mustafa Cambaz 15 Temmuz gecesi darbeci askerler tarafından şehit edildi. ‘Kediler de yetim şimdi’ Mustafa Cambaz’ı “muhteşem biri” olarak tanımlayan mesai arkadaşı Şeker, “Tam bir çılgın Türk. Mutlaka öne atılmıştır heyecanla şehit olmak için. Yiğitlikte, mertlikte, dürüstlükte benzeri az bulunur. Yaklaşık 20 sene boyunca bir kere bile kırmadı, kırılmadı. Daha yapacak çok işi, projesi vardı. Nasip değilmiş. Şehit oldu. Çok sevdiği bu vatan için göğsünü mermilere siper etti. Diğer şehit ve gazilerimizle beraber hayasızları durdurdu. Mekanı cennet olsun, Rabbim bize yardım etsin.Gazete ve evinin çevresinde ne kadar kedi varsa beslerdi. Hepsi onu uzaktan tanır, gelirdi. Kedilerin en yakın dostuydu. Kediler de yetim şimdi.” ifadelerini kullandı. Yayımlanacak projeleri vardı Cambaz’ın fotoğrafçı yönüne de değinen Şeker, şöyle devam etti:

“Fotoğraf çekerken kendinden geçerdi. Yemeği bile unuturdu. Ulu camilerin hepsini büyük bir albümde topladı. Bu eseri geçen ay yayınlandı AKM tarafından. Bir de Ankara’da fotoğraf sergisi açtı. Sırada İstanbul, Bursa, Sivas vardı.Osmanlı çeşmelerini de tamamlamıştı. Bir iki günlük işi kalmıştı. Kervansaraylara başlayacaktı. Anadolu’yu gezerken aldığı notları kitap yapacaktı. Sırada bekleyen çok işi vardı. Terörün en yoğun döneminde gezdi memleketi. Teröristlerle karşılaştı, onlarla bir tartışması var ki... Efsane adamdı Mustafa’mız. Yiğit adamdı.” “Hiç kimse onu somurturken görmedi” Gazetenin yazarı Mehmet Şeker, yapılan programda “Mustafa aleyhinde konuşan veya ‘O bana yanlış yaptı’ diyen hiç kimseye rastlayamazsınız. Mustafa, İstanbul’a okumak için Gümülcine’den geldi. Yunan toprakları için askerlik yapmayan, geçici bir kimlikle (ikamet belgesi) Türkiye’de yaşayan Mustafa çok sevdiği bu topraklar için darbecilerden iki kurşun yedi ve şehit oldu. Çok sevdiği toprağa hepimizden önce gitti.” dedi. Yenişafak Haber Müdürü Recep Yeter ise şöyle hatırlayacaktı Mustafa Cambazı” Çok sevdiği iki şey vardı. Biri kedileri, diğeri ise Türkiye’nin 81 ilindeki camilerin fotoğraflarını çekmekti. Sevgi ve hoşgörü masalını uyduranlar, Mustafa’yı tanımış olsalardı nasıl bir yalanla yaşadıklarını anlarlardı.” Allah Rahmet etsin!.. 21


eyh Şamil görünümlü, Yunus gönüllü, Mavera Dergisi’nin kurucularından Erdem Bayazıt, Sekizinci Cumhurbaşkanı Özal’ı Sultan Abdülhamit’e benzetirdi. Abdülhamit “Hicaz Demiryolu” projesiyle, İstanbul üzerinden, Balkanları Ortadoğu’ya, Ortadoğu’yu Balkanlara bağlayarak,Osmanlı Devleti’nin Asya ve Avrupa’daki varlığını güvence altına almaya çalıştı.

ABDÜLHAMİT ,ÖZAL, ERDOĞAN:

BİR SULTAN İKİ CUMHURBAŞKANI

Erdoğan, bütün dünya karşısında olsa da, projelerin Ortadoğu ülkeleri için taşıdığı hayati önemin farkında, projelerin tamamlanması için, bütün gücünü ortaya koydu. Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

Özal “Doğal Gaz Petrol Hatları” ve “Barış Suyu” projeleriyle,Baltık Denizi’den Pasifik Okyonusu’na kadar uzanan Rusya Federasyonu içindeki Kuzey Türklerini,”Üç Kıta ve İki Deniz”in odak noktası Anadolu’ya bağlayarak, Rusya ve Türkiye arasındaki tarihsel düşmanlığı, ekonomik dostluğa dönüştürdü. İki ülke arasındaki ekonomik bağlar barışın en büyük koruyucusu oldu. Onikinci Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dünyanın en büyük hava alanlarından biri olan “Üçüncü Hava Alanı”ile “Yavuz Sultan Selim Köprüsü” ve “Kanal İstanbul” projeleriyle, ekonomik, siyasal ve kültürel yapısıyla, Türkiye’yi, ülkeler arasındaki uzaklık ve yakınlık farkının ortadan kalktığı, küresel dünyayla bütünleştirmenin altyapısını hazırlıyor. Erdoğan, bütün dünya karşısında olsa da, projelerin Ortadoğu ülkeleri için taşıdığı hayati önemin farkında, projelerin tamamlanması için, bütün gücünü ortaya koydu. Samuel Huntington’un “Dünyada devletler değil, medeniyetler savaşıyor.Bir tarafta Batı medeniyeti ,diğer tarafta da geri kalanlar var” tezi , cinnet geçiren “ Çağdaş Hasan Sabbah”ın arkasında bütün güçlerile saf tutan, Amerika ve Avrupa’sıyla bir kere daha doğrulandı. William Blum’un kitabında ayrıntılı olarak anlattığı gibi,”Amerikan Emperyalizminin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı”dır.Dünyada demokrasinin en büyük düşmanı,yalnızca kendilerine demokrat olan, Amerika ve Avrupa’dır .Türkiye’de son darbe kalkışmasında olduğu gibi,dünyada bütün darbelerin arkasında Batılılar vardır.

*T.C.Maltepe Üniversitesi

sayı//25// ağustos 22

Edebiyatı tarihe, tarihi edebiyata ustalıkla yansıtan Sezai Karakoç’un, Farabi’nin “Erdemli Devlet”nin Yirmibirinci yüzyıla taşınması olan, “Diriliş Neslinin Amentüsü”


kitabında, Huntington’dan çok daha önce, insanlık tarihinde Habil ve Kabil’den bu yana devletlerden daha çok medeniyetlerin savaştığını ana çizgileriyle anlattı. Dünyada medeniyetlerin savaşı Kıyamet’e kadar hız kesmeden devam edecektir.İnsanlığın tarihi medeniyetlerin tarihidir. Tarih medeniyetlerin geçmişlerine, edebiyat ise medeniyetlerin geleceklerine ayna tutar. Tarih geçmişte olanları, edebiyat ise gelecekte olacakları anlatır.Her kuşak tarihini yeniden yazdığı, yeniden yorumladığı gibi, edebiyatını da yeniden yazar, yeniden yorumlar. Bunun için , bütün dünyaya Osmanlı medeniyetini sevdiren, Bilge Osmanlı Tarihçisi Halil İnalcık’ın, sohbetlerinde sık sık tekrarladığı gibi,büyük edebiyatcıları okumadan, büyük tarihçi olunmadığı gibi, büyük tarihçileri okumadan da büyük edebiyatcı olunmaz. Türkiye’nin gelecekteki tarihini, edebiyatla medeniyeti altın oranda harmanlamasını bilen ,edebiyatsız medeniyet,medeniyetsiz edebiyat olmaz,diyenler yazacaktır.Edebiyatlar medeniyetlerin dinamiklerini en güzel , en büyük, en güçlü yansıtıcılarıdır.Geçmişin yüzyılların Türkleri , tarih yazan millet olmaktan daha çok tarih yapan millet oldular.Gelecek yüzyılların Türkleri ise, tarihi hem yapan, hem de yazan millet olacaktır. “Türk toplumlarının tarihini yazmak için Türkolog olmak yetmez.Ele alınan çağa göre ,Çin,Arap ve İran tarihlerini de çok iyi bilmek gerekir” diyen Wilhelm Barthold Türkler,zaten Avrupadalar diye, Avrupa tarihini ve dillerini ekleme ihtiyacı duymamış.Ancak Türklerin Tarihi Ayrupalı tarihçiler tarafından Avrupalıların gözüyle değil,Ortadoğulular tarafından Ortadoğululuların gözüyle yazılmalıdır.Türkler Avrupalıları Doğu Avrupa’dan sildikleri için, Avrupalı tarihçilerin yazdıkları hep ön yargılı ve düşmanca olmuştur. Mevlana’yı, Hacı Bayram’ı, Hacı Bektaş’ı sevmeyenler, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal kurumlarıyla Osmanlı tarihine içinden bir bütünlük içinde ön yargısız bakmayanlar, ırkçılığın çekim alanının dışına çıkamayanlar, Türklerin tarihini hem anlayamazlar, hem de anlatamazlar.Tarihin derinliklerine inmek için , edebiyatın zenginliklerini bilmek gerekir. Edebiyat tarihe derinlik,tarih edebiyata zenginlik kazandırır.

Yirmibirinci yüzyılın tarihi, ordularla cephelerde yazılan bir tarih değil,aydınlarla, yöneticilerle, akademisyenlerle,girişimcilerle kurumlarda, kuruluşlarda, üniversitelerde, hastanelerde , işletmelerde yazılan bir tarih olacaktır. Medeniyetler savaşı geçmişte olduğu gibi, cephelerde yapılmayacaktır. Gelecekteki medeniyetler savaşı, kurumlarla, kuruluşlarla küresel pazarlarda olacaktır.Dünyada asker generallerin yerine sivil generaller geçmiştir. Yarının tarihi, iki dünya savaşının bütün acılarını gören ve yaşayan Stefan Zweig’ın çarpıcı sözleriyle tekrarlanırsa:”Bir çavuşun emriyle yaratılan bir kahramanlık değil, fakat insanın içindeki inançtan kaynaklanan bir kahramanlık olacaktır. “ Yarının tarihini üniforma giyenler değil, forma giyenler yazacaktır. Yarının tarihini silahla fetih peşinde olanlar daha çok düşünceyle fetih peşinde olanlar yapacaktır. Düşünceleriyle dünyanın her yerinde olmayanlar dünyanın hiç bir yerinde olamazlar ÖZAL GİBİ ERDOĞAN DA CUMHURİYET DÖNEMİNDE GELMİŞ BİR ABDÜLHAMİT’TİR.ONLAR TÜRKLERİN SULTANI MÜSLÜMANLARIN HALİFESİ GİBİ DAVRANARAK ANADOLU İNSANINI BÜTÜN DÜNYAYA AÇTILAR.ONLARIN NASIL BİR VİZYONA SAHİP OLDUKLARININ EN BÜYÜK EN ÖNEMLİ SİMGESİ “THY”DİR. THY’NIN GİTTİĞİ HER ÜLKEDE TÜRKİYE VARDIR. 23


Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

ÜÇ DEFA VURULAN

ŞEHİR

İstanbul’un 1453’te fethini kolaylaştıran en önemli sebeplerden birisi, Hıristiyanların kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan doğan şiddet olaylarına halkın huzur ve güveninin feda edil-mesidir. Muhsin İlyas SUBAŞI

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada, Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sen de yatan! Yahya Kemal BEYATLI stanbul. 330 yılında Roma İmparatorluğunu başkent oluşundan sonra, 1203 yılında görmediği bir vahşete sahne oldu. Bu Hristiyan şehri, Hristiyanlık adına yola çıkan Haçlı orduları tarafından tarihinin en karanlık, en acımasız saldırısına uğradı. Ben bu konuda bu şehrin yaşadıklarını konunun uzmanına bırakacağım. Steven Runcıman yazdığı en kapsamlı “Haçlı Seferleri Tarihi”nde bu konuyu şöyle anlatır: “İstanbul yağmasının tarihte örneği yoktur. Büyük şehir dokuz asır boyunca Hristiyan medeniyetinin merkezi olarak kalmıştı. Ancak Yunanistan’dan kalmış ve kendi mükemmel sanatkârlarının vücuda getirdiği sanat şaheserleri ile doluydu. Venedikliler bu tür eşyanın değerini elbette takdir ediyorlardı. Ellerinden geldiği kadar bu değerli hazineleri toplayarak bunları kendi meydan, kilise ve saraylarının süslemek üzere alıp götürdüler. Fakat gerek Fransızlar ve Gerekse Flamanlar vahşi bir tahrip arzusuyla hareket etmekteydiler. Bunlar uluyan ve naralar atan kitleler halinde sokaklarda ve evlerde dolaşıyor, parıldayan her maddeyi kapıp taşıyamadıkları her şeyi tahrip ediyor ve ancak öldürmek ve ırza geçmek veya susuzluklarını gidermek için şarap mahzenlerinin kapılarını kırmak üzere bir lahza bile duraklıyorlardı. Ne manastırlara, ni kiliselere ve ne de kütüphanelere hürmet ediliyordu. Ayasofya kilisesinde bile ipekli duvar halılarını yırtıp mihraptaki büyük gümüş şemsiyesi parçalayan, aziz tasvirleri ve kutsal kitaplar üzerinde tepinen sarhoş savaşçılara rastlamak mümkündü. Bunlar mihraplardaki mukaddes kaplardan büyük bir neşe içinde şarap zıkkımlanırken bir Fransız fahişesi patriğin tahtına çıkarak haraketli bir Fransız şarkısı söylemeye başlamıştı. Rahibelere manastırlarda tecavüz edildi. Yağmacılar saraylara olduğu gibi fakir kulübelerine de dalıyorlar ve bunları tahrip ediyorlardı. Yaralı kadın ve çocuklar ölüm halinde sokaklarda debeleniyorlardı. Bu korkunç yağma ve cinayet dalgası, muazzam ve güzel şehir bir harabe

sayı//25// ağustos 24


yığını haline gelinceye kadar, üç gün sürdü.” (1) İstanbul’u o tarihlerde harabeye çevirenler Hristiyan’dı. İstanbul halkı da Hristiyan’dı. Haçlı Seferleri’nin çıkış gayesinin arkasındaki kanlı ihtirası göstermesi bakımından bu olay çok önemli bir ayırt edici özelliğe sahiptir. Haçlılar, 1095 yılında ilk sefere çıkarken, ordunun başındaki Papaz, bunun bir din savaşı olduğunu söylemiş ve Müslümanlara karşı yapılacağını Kudüs’ün Müslümanların elinden alınacağını anlatmış ve ‘Tanrı’nın bana ilham yoluyla ulaşan Müslümanları Hristiyanlığın çıktığı kutsal topraklardan atma’ emrini yerine getireceğini söylemişti. Kendisi de Hristiyan olan Runcıman, bu meseleyi uzun uzadıya anlattıktan sonra, haçlılar için şu çarpıcı hükmü verir: “Haçlılar temelde barbar işgalcilerdir. Maalesef Tanrı’nın onlardan yapmasını istediği işe dair düşünceleri, oldukça yıkıcı ve medeniyet dışıydı. Haçlı orduları, anlamadıkları bir medeniyetle karşılaştıklarında oldukça kabaydılar.” (2) İstanbul’un kader çizgisinde yaşadığı bu büyük travmanın izi asırlarca sürmüş ve ni-hayet öyle bir noktaya gelmiş ki, Bizans’ın saray entrikaları da buna eklenince, “Osmanlı’nın Hilali, Bizans’ın Haçına” tercih edilmiş ve halk, Osmanlıyı bir kurtarıcı gibi karşılamıştır. İstanbul’un 1453’te fethini kolaylaştıran en önemli sebeplerden birisi, Hıristiyanların kendi ara-larındaki anlaşmazlıklardan doğan şiddet

olaylarına halkın huzur ve güveninin feda edilmesidir. İstanbul, fethedildikten hemen sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmuştur. Bu şehrin, günümüze kadar gelen gelişme seyrinde Osmanlı kültür ve medeniyetinin çok büyük izleri vardır. İstanbul adeta yeniden inşa edilmiş kimliğine Türk-İslam ruhunun mührü vurularak günümüzdeki ihtişamına kavuşmuştur. Bu şehir tabii güzelliği ve dolayısıyla yakaladığı ihtişamıyla nazara mı geldi bilinmez? İlk işgal olayından 695 yıl sonra. bu defa ikinci saldırıya 13 Kasım 1918 yılında uğrar. İtilaf Devletleri ordularının 55 gemiyle taşınan İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan 3500 askerinin işgaline maruz kalır. Bu saldırıya karşı, hem İstanbul’da, hem de Anadolu’da güçlü bir direnme hareketi başlar. 5 yıl devam eden bu işgal, 6 Ekim 1923’te sona erdirilir. Bu süre zarfında İstanbul ve İstanbullu büyük acılar yaşadılar. Ancak, Türk milletinin makûs talihi buraya kilitlenemezdi ve sonunda, müstevliler emperyalist emellerine ulaşamadan şehri tek edip gittiler… İstanbul, üçüncü işgal harekatını 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşadı. Belki hepsinden daha dramatik olanıyla karşı karşıya kaldı ve kendi 25


askeri, kendi silahıyla, kendi evlatlarının üzerine ateş kustu. Bu silahları kullananlar ile bu silahların kurşunlarıyla hayatını kaybedenler ve yaralananlar, aynı dili konuşuyor, aynı dine inanıyorlardı. ‘Hain’ de desek, ‘Terörist’ de desek, bunlar da bizim içimizden çıkmış insanlardı. Nasıl olmuş da böylesine bir vahşetin tetikçileri olmuşlardı? 16. Asırdan itibaren, Batılılar kendi aralarında ‘Türklere Karşı Hristiyan Cumhuriyeti’ adıyla bir teşkilatlanma yoluna giderek, asırlar boyu bizim yok edilmemiz için mücadelelerini sürdürmüşlerdi. Bunu anlatan bir Batılı Tarihçi şunları söyler: “Ortaçağda Batı Türk’ü nasıl algılamışsa, Modern Avrupa da Osmanlı’yı aynı şekilde algılayacaktır: korkulan ve bertaraf edilmesi gereken, çekinilen tehlikeli bir düşman! Ancak bu korkunun ve düşmanlığın gerisinde çoğunlukla belli bir hayranlık da sezilmektedir. Osmanlılara karşı kurulan Kutsal İttifak yüzyıllarca işler ve anlamlı bir şekilde “Türklere karşı Hıristiyan Cumhuriyeti” adını taşır. (3) Batılı bununla da yetinmez, bu defa onların efendiliğine soyunan Amerika ortaya çıkar ve 1916’da, ABD Başkanı Wilson, şu projeyi devreye sokar ve“Batı medeniyetine kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu Avrupa dışına atılmalıdır”, (4) der. Buna kendilerince de bir yol haritası çizerler: CIA’nin eski Ortadoğu Bölge Şefi, Robert Bear, hiç çekinmeden, açık açık kendi ülkesinin etkin güçlerine akıl verir; “Ön Asya ile Ortadoğu’da sayı//25// ağustos 26

niye Amerikalılar ölsün ki! Müslümanları birbirlerine düşman halinde ayrıştıralım ve bırakalım onlar birbirini öldürsün.” (5) Galiba, bu adamın söylediği trajediyi yaşıyoruz. Bizim insanımız bize düşman haline getirilmiş ve bugünkü cinnet halini yaşamaktayız. O gün, onların; ‘Osmanlı’ dediği, Bugün ‘Türkiye’dir. Ve Türkiye, işte bu hain emellere alet edilmek için kendi içimizden kendi insanımıza düşmanlar üretildi ve bu talihsiz grubun saldırısına uğradı. İstanbul, böylesi bir vahşete ödediği bedelin ötesinde, yaşadığı travmadan nasıl kurtulur bilemiyoruz? Benim gönlümde, yukarıya aldığım Yahya Kemal’in şiirimdeki ruhaniyetin sıcaklığını korumaktadır. Onun saf kanındaki heyecan, yaşama arzumuzu bize bir sır gibi fısıldamaya devam edecektir! Bir de temennim var; bu şehirde insanımıza kurşun sıkanların ve onları yönlendirenlerin cesetlerini bu şehrin mezarlarına gömmeyin lütfen!

KAYNAKÇA

1- Steven Runcıman, Haçlı Seferleri Tarihi, (Çev. Prof. Dr. Fikret Işıltan) Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara-1992; C. 3. S.109. 2- Steven Runcıman, Hiustory Channel Crusades adlı programındaki konuşması, BBC-MCM XTV, 1995 bk. s.48. 3- Prof. Dr. Michel Balivet, Orta Çağ’da Türkler (Çev. Ela Güntekin), Alkım Yayınları, İstanbul-2004. S.35. 4-age. S.15 4- bk. Dealing With The New Iranian Superpower; Yeni Süpergüç İranla Başetmek


Dua

Biz, kısık sesleriz... minareleri, Sen, ezansız bırakma Allah’ım! Ya çağır surda bal yapanlarını, Ya kovansız bırakma Allah’ım! Mahyasızdır minareler... göğü de, Kehkeşansız bırakma Allah’ım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma Allah’ım! Bize güç ver... cihad meydanını, Pehlivansız bırakma Allah’ım! Kahraman bekleyen yığınlarını,

Kahramansız bırakma Allah’ım! Bilelim hasma karşı koymasını, Bizi cansız bırakma Allah’ım! Yarının yollarında yılları da, Ramazansız bırakma Allah’ım! Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü, Ya çobansız bırakma Allah’ım! Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız; Ve vatansız bırakma Allah’ım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma Allah’ım

Arif Nihat Asya

27


DEVLET KÜLTÜRÜ YAHUT KÜLTÜRLÜ DEVLET Biz de bu tarihte yaşananları ve İslam’a verdiği zararı gidermek için uzun zaman mücadele etmeye mecbur kalacağımız terörist örgütü gelecek nesillere doğru anlatmakla mükellefiz. Ekrem KAFTAN

5 Temmuz 2016 tarihi, her halde kıyamete kadar bu milletin hafızasından silinmeyecek bir tarih olacaktır. Biz de bu tarihte yaşananları ve İslam’a verdiği zararı gidermek için uzun zaman mücadele etmeye mecbur kalacağımız terörist örgütü gelecek nesillere doğru anlatmakla mükellefiz. Tarih boyunca Türkler kendilerine ait bir devlet teşkilatı çatısı altında yaşamadıkları zaman en fazla 50-100 yıl içinde milli benliklerini ve dillerini kaybetmişler, tabi oldukları milletin dilini ve kültürünü benimseyerek eriyip gitmişlerdir. Uzun tarihimiz boyunca bu noksanlığımızın farkında olan devlet kurucuları, bir devletimiz yıkılırken hemen yerine aynı soydan bir hakanın bayrağı altında yeni bir devlet teşekkül etmeyi bilmişlerdir. Yıllar önce çok kıymetli fikir adamı ve yazar Mehmed Niyazi’ye “Hocam Türklerin tarihte insanlığa kazandırdığı çok önemli bir şey var mı” diye sormuştuk. “Türk Devlet Felsefesi”, İslam Devlet Felsefesi”, “Türk Tarih Felsefesi” isimli eserlerin yazarı olan Mehmed Niyazi, “Türkler dünyaya devlet kurmayı öğretmiştir” cevabını vermişti. Mehmed Niyazi’nin saydığımız eserlerini dikkatle okuyan herkes, Türklerin devlet kurmada ve teşkilatlanmada ne kadar büyük bir kabiliyete sahip olduklarını çok iyi görecektir. Mehmed Niyazi, Türklerin devlet kurma ve teşkilatlanmasındaki kabiliyetinin ve başarısının en mühim sebebini ise tarih sahnesine “insan denizi” olan Çin’in dizi dibinde çıkmamız olarak izah etmişti. Çin, tarih boyunca daima nüfusu en kalabalık bir millet olmuş. Asya’da tarih sahnesine çıkan Türkler ve Çinliler arasındaki nüfus dengesi daima Türkler aleyhine olmuştur. Türkler, komşuları Çinlilerin her an gelebilecek saldırılarına ve baskınlarına karşı daima teyakkuzda bulunmak ve tedbirli olmak adına devlet olarak teşkilatlanmayı ve Çinlilerin her saldırısını anında püskürtmeyi başarmak için öğrenmek zorunda kalmıştır. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, “Türklerin Devlet Anlayışı” isimli eserin Önsöz’ünde, “Türklerin devlet anlayışı, bütün Türk tarihi boyunca kökleri çok derinlerde bulunan sağlam bir düşünce düzeniyle dünya görüşüne dayanıyordu. Bu anlayış pek fazla değişmiyor, bir halk ve millet geleneği halinde bize kadar geliyordu” demektedir. “Türklerde öyle bir devlet düşüncesi vardır ki, yüzyıllar boyunca İslamiyet’e girişten sonra da bu anlayış

sayı//25// ağustos 28


değişmemektedir. 1250 yıllık devlet anlayışı ile ilgili Türkçe deyimler bugün de yaşamakta ve manalarından çok şey kaybetmektedirler” diyen Ögel, şu temel anlayışı vurgulamaktadır: Türk tarihi Türk kavimleriyle, Türk milletinin bir hayat hikayesidir. Devletler yıkılıp yeniden kurulabilirler. Ancak kalıcı olan Türk Milleti ile Türk kavimleri ve onların zihinlerindeki düşüncedir.” Anlıyoruz ki, tarih boyunca düzenli ve sistemli göçlerle yaşadığımız asıl coğrafyadan uzaklaşmış bile olsak, tarihi devlet kurma düşüncesinden ve felsefesinden fazla uzaklaşmamış bir milletiz. Ögel, Göktürk Yazıtları’nda Türk hakanının bün insanlığın hakanı olarak gösterildiğini belirtmektedir. Bu demektir ki, Türkler tarih boyunca yalnız kendi milletlerini değil, bütün dünya milletlerini yönetme kabiliyetine sahiptir. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin, bünyelerinde çok farklı etnik, dini kimliği adaletle bir araya getirdiğini tarih boyunca huzur içinde yaşattığını görmekteyiz. Demek oluyor ki, devlet kültürü milletimizin tarihi genlerinde mevcuttur ve hala bu mevcudiyet devam etmektedir. Zira 15 Temmuz gecesi Cumhurreisimiz Recep Tayyip Erdoğan’ın bir çağrısıyla milyonlarca insan devletini korumak için sokaklara çıkmış, canı ve kanı pahasına, büyük bir saldırıyı püskürtmüştür. Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 40 yıla yakın devam eden münafıkça örgütlenmesinin asıl gayesinin devleti ele geçirmek olduğunu zaten bilenler biliyordu ve her zaman dillendiriyordu. Hazin olan şudur ki bu acı gerçek, rical-i devlet tarafından çok geç fark edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde yaşanan darbelerde dikkatlerden kaçan bir husus vardır: Devletin başındaki Padişah, öldürülmek veya tahttan feragat etmek suretiyle indirilmişse de yerine yine bir Osmanoğlu geçmiştir ve devletin devamı sağlanmıştır. FETÖ darbe teşebbüsü ise devletin tamamen işgaline ve Batı’nın menfaatine sunma teşebbüsüdür. FETÖ’nün elebaşı olan şarlatanın Mısır televizyonuna çıkıp Avrupa Erdoğan’ı indirsin diye yalvarması, örgütün gerçek niyetini zaten açığa vurmaktadır. Bundan sonra yapılması gerekenlere gelince; Devletimiz, yeni baştan ve sadece Allah rızası için devlete, millete, İslam’a ve ümmete hizmet edeceğine kesinlikle emin olunan kişilerle kurulmalıdır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarındaki ruh ve anlayışla hareket edilmeli, devlete en ufak

bir ihaneti görülen kişinin idam edileceğinden emin olması kendisine anlatılmalıdır. Devlet kadroları, asla torpilin işlemediği bir sistemle yeniden tesis edilmelidir. Her devlet memurunun, işçisinin, ricalinin devlet kültürüne ve Türklerin devlet anlayışına dair kesin bilgilere sahip olması sağlanmalıdır. Makam, mevki, para, saltanat, şöhret için devlet kadrolarına girmeye çalışanlar, farklı mülakat teknikleriyle tesbit edilip, devlete asla yaklaştırılmamalıdır. FETÖ’den boşalan kadrolara kendi cemaatinin mensuplarını yerleştirmek için arkada el oğuşturup bekleyen ve devlet ricaline yalakalık yapanlara çok dikkat edilmelidir. Devlet kadroları bir daha asla toplu halde hareket eden ve ileride devlet için tehlike oluşturabilecek sosyal gruplara, sivil toplum örgütlerine ve cemaatlere teslim edilmemelidir. Darbeyi benim cemaatim, benim hocamın duası bastırdı gibi hezeyanlar savuran ahlaksızlara da dikkat edilmeli ve devlet kadrolarında bu tür insanların açık veya gizli yer bulmasına izin verilmemelidir. Bütün eğitim sistemi yeni baştan İslami eğitim sistemine göre yeniden kurulmalı, ana okulundan üniversite sonuna kadar her çocuğun devlete bağlı yetişmesine vesile olacak bir sistem getirilmelidir. Hocasını ve/veya hocasının kitabını Allah’tan, Peygamber (SAV)’den daha çok öne çıkaran, seven okuyan insan tiplerinin tamamı devlet kadrolarından temizlenmelidir. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat akidesi ve bilhassa Maturidilik okullarımızda bütün incelikleriyle okutulmalı, düşünen, üreten, çalışan ve bütün bunları yalnız Allah rızası için yapan nesiller yetiştirmenin önü açılmalıdır. Ayasofya Camii en kısa zamanda ibadete açılmalı, Türkiye’nin asırlardır devam eden Müslüman millet kimliği bütün dünyaya bir kere daha ilan edilmelidir. Milletin samimi evlatları her an bir saldırıya hazır olmalı ve böyle bir durumda herkes ne yapması gerektiğini bilerek hareket edecek seviyede bilgi sahibi yapılmalıdır. Kültürlü devlet, devleti yönetenlerin, töre ve dinde devletin ne olduğunu/olması gerektiğini bilen devlettir. Bugünkü en büyük sıkıntımızın, demokratik sistemdeki bakkalın, müteahhidin devlet adamı seçilmesi olduğu da asla unutulmamalıdır. Osmanlı Devleti’ndeki Enderun sistemi en kısa zamanda devreye sokulmalı, bütün mühim devlet kadroları bu sistemden yetişen, yalnız devletine ve milletine hizmet etme şuuruna sahip hakiki mümin insanlarla teşekkül ettirilmelidir… 29


5 Temmuz akşamı ve gecesi yurdun dört bir yanında olduğu gibi, Türkiye’nin kalbi,1923 ten bugüne milletin onuru ve ruhunu temsil eden TBMM’ye de hainler bombalar yağdırdı. TBMM Başkanımız Sayın İsmail Kahraman’ın öncülüğünde onlarca halkın temsilcisi olan Milletvekilleri bu hainlere karşı tıpkı vekaletini taşıdıkları millet gibi, onların kutsal emanetinin bekçileri olduklarını hainlere meydan okuyarak dimdik ayakta durdular.

15 TEMMUZ GECESİNDE, GAZİ TBMM’NİN GÜNCESİ Biz buradayız, uçağınızla topunuzla tüfeğinizle gelsenizde biz buradayız ve çalışmamıza devam edeceğiz.. Yaşar DİNÇKAL*

Hainlere eğilmediler, bükülmediler, şehadet şerbetini içmek için sıraya girdiler birer birer… Ansızın yakalanmıştı bu millet, hainlerin ihanetine. Fakat onlar, yüzyıllardan beri bu vatan uğruna, ayyıldızlı bayrak uğruna vermediği mücadele kalmayan, destan üzerine destan yazan bir ecdadın torunlarıydı. Hazırlıksız olsalar bile, nasıl teslim ederlerdi üç beş haine dedelerinin kanlarıyla süslü al bayrağı ve 79 milyon vatandaşı temsil eden yüce makam TBMM ni. TBMM başkanı sayın İsmail Kahraman ,ilk saldırıyı haber alır almaz Meclisimizi toplamak için Meclise hareket eder ve kısa sürede Ankara’da olan vekillerle oturumu açar ve sabaha kadar Meclis tarihi çalışmasını yapar, Uçak saldırıları ve Helikopterle taranan meclis genel kurulunda, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ kürsüden tarihe seslenmektedir. - Biz buradayız, uçağınızla topunuzla tüfeğinizle gelsenizde biz buradayız ve çalışmamıza devam edeceğiz..

*TBMM Danışman

sayı//25// ağustos 30

Bütün milletimiz yollara çıktı birer birer meydanlara. İnletiyorlardı arşı tekbirlerle ,marşlarla, sloganlara. Dimdik duruyorlardı tankların,silahların, uçakların karşısında. Milli Marşlarında büyük şairin dediği gibi, korkmuyorlardı hainlerden zalimlerden. Milletin ruhu meydanlardan TBMM semalarına kadar yansımış, TBMM’deki vekilleri ile tek yürek olmuştu karanlık gecenin ortasında. Vatanın işgal ve istilasına karşı direnmek için milletin iradesini temsil etme amacıyla kurulmuştu 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi. Yine mübarek bir Cuma günüydü… Namazı büyük bir kalabalık huşu işinde eda etmişti Hacı Bayram Camiinde. Namazın akabinde , koşar adımlarla yürüdüler umutla, aşkla, tekbirlerle, sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif eşliğinde. Varılınca Yeni Meclis binası önüne, okunan hatimler tamamlanarak


dualar edildi vatanın bölünmez bütünlüğü için kurbanlar kesildi. Görünümü mütevazi ama koca bir millete birlik ruhu vermişti Ulustaki tarihi bina. Bu vatanda hakimiyetin Millete ait olduğunun sembolü olmuştu Gazi Mustafa Kemal öncülüğünde. Bu toprakların en buhranlı ve kötü günlerinde Milleti aynı amaç uğruna tek yürek yapmıştı bu yüce Meclis. Mübarek Cuma günü dualarla açılan yüce Meclisimize kurtuluş savaşının karargahı olduğu günlerde bile, hiç bir düşman el uzatamamış, silahlı taarruz ve bombalamayı kimse cesaret edememişti. Bu mütevazi binadaki görevini aynı misyonla 1924’de bu gün Cumhuriyet Müzesi olarak kullanılan binaya, 1960’yılında da bügünkü binasına taşınmıştı milletin Meclisi. Ruh aynı ancak binalar yeni ihtiyaçlar için yenilenmişti. Milletin birlik beraberlik ve gücünü temsil eden bugünkü TBMM binası, tam bir mimari şaheser özelliği taşımaktaydı. Öyle bir bina ki 1936 yılında açılan uluslararası mimari yarışmayla başlanmıştı inşaatına tam 24 yıl beklenmişti açılması için. Zor yıllardı o günler ikinci dünya savaşı başlamış millet ekonomik çöküntü içerisinde iken bile, bu binayı el birliğiyle gönül birliği ederek 1960 yılında açmıştı yarınlar için. Ve Milletin kalbi sayılan bu binaya 15 Temmuz’a kadar hiçbir düşman ve vatan haini silah çekememişti. Çektirmemişti millet. O karanlık gecede, Milletin kalbine bomba atmaya kalkışan hainler, Meclis Başkanımız

öncülüğünde Cumhurbaşkanımız emirleriyle, hainlerin bombalarına aldırış etmeden aydınlığa çıkmak için şehadet bekleyen vekillerini bir an olsun yalnız bırakmadılar. Milletin vekilleri siyasi görüşü ne olursa olsun millettin emanetine bombalara meydan okuyarak dimdik durdular hiç tereddüt etmediler . 15 Temmuz karanlığında TBMM’yi milletin silahıyla milletin içinden çıkan hainler defalarca bombaladılar. Belki TBMM’de ağır hasarlar verilmiş olabilir, şehidler, gaziler verilmiş olabilir, ancak TBMM binaları bombalansa dahi, asla kuruluş ruhunu kaybetmeyeceğini bütün dünyaya gösterdi. Çünkü; Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir… 31


stanbul’dan görülen duyulan; Uğultu. Patlama. Korku. Ruhları ayağa kaldıran ses. Sessizlik. Gürültü. Bilinmezlik. Boğaza yansıyan kötü ruhlar perdesi. Uçakların ışık ve ses gölgesi. Kirli kalplerin çehresi. Gözler, ekranlara kilitlendi. Eller telefonlara. Yürekler korkunun ipini tutan idam sehpasında.

15 TEMMUZ 2016 KARANLIK GECEDEN,

AYDINLIK SABAHA YOLCULUK Sesler yükseliyor ekranda. Ekran yükseliyor göz kapaklarında. Eller yükselir olmaz, olamaz, olmamalı duasında. Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV*

Bir milletin ölüm mangasının namlularına götürülüşünü izleyen adımlarla. Ne oluyor, ne yapmalı, bu da nedir, kim, nasıl, nerede, niçin. Sorular çığ gibi boğuyor nefes borularını. Yüreklere iniyor yavaş yavaş endişenin şah damarı. Sesler yükseliyor ekranda. Ekran yükseliyor göz kapaklarında. Eller yükselir olmaz, olamaz, olmamalı duasında. TSK’nın onayladığı bir hareket değildir. TSK’nın içinde kalkışma var. Devletimizin ve Milletimizin yanındayız. Boğaz köprüsünde tüfek sesleri. Tank gürültüleri. Bombalar. Kurşunlar. Kumpaslarla kandırılmış çocuklar. Askeri birlikler içinde patlamalar. Ruh patlamaları. Hainlere karşı Vatanseverlerin patlamaları. Meclis üzerinde akbaba sürüleri. Utanmazlar. Soysuzlar. Şerefsizler. Külliyede çakallar. TRT önünde köpekler. Her yerden fışkıran ihanetçiler. Ankara, İstanbul. Biri resmi başkent, diğeri medeniyetin. Kuşatma altında, esarete yelken açmak için saldıran itlerin. Ankara’ya kelepçe atan uçaklar, helikopterler, tanklar. Asker idareye el koydu. Spikerin yüzünde terler. Dudaklarında hayır çığlıkları. Ellerinde çaresizlik dansı. Saçlarında kelepçe izleri.

*T.C.Maltepe Üniversitesi

sayı//25// ağustos 32

Gözlerinde. Gözlerinde. Gözlerinde. Derin bir sessizlik.


Marmaris. Bir yerleşim yeri değil. Bir ülkenin kalp damarlarının ismi. O gecenin. Karanlık gecenin. Alçakların, vatan hainliğinde en alçak noktaya değdikleri gecenin. Milleti karanlıkta boğmak isteyenlerin gecesinin. Geceye değil, karanlığa gizlenen piyonların. Vatan hainliğinde, en öne atılan piyonların biriktiği yer. Başkomutanı öldürmeye, milleti boğmaya, vatanı satmaya geldikleri yer. Ankara Emniyet müdürlüğünde patlama. Özel Harekat merkezinde patlama. Külliyede patlama. Patlamaya hazır millet, büsbütün şehitliğe atlamada. Tankta, Mermide,Uçakta, Bombada, Hainlerin tuzaklarını bozmada. -Ağabey ben kalıplıyım, benim arkama geçin kapıya varana kadar üç-beş kurşunu idare ederim, siz de belediyeye girersiniz. ..Diyen yüce ruh sahibi millet ve onu hedef almış habis üniformalı hainin elleri. Saraçhane, Vatan caddesi, mekik dokuyan insanların adresi. Valilik, az önce mekiğin ucunu tutmuş. Felaha tutunmuş. Milletine geri dönmüş. İstanbul Emniyet güvende. Havalimanına askerler gelmiş. Kule muhasara altında. Akbabalar ihanet avında. Canı pahasına polisler Başkomutan için ölümü yakalamada. Kuleli’de kundakçı sürüleri. Kirletilmiş ruhlar. Direnen ruhlar. Hayır, olmaz, yapmayız, halkımıza ateş açmayız diyen Anadolu’nun temiz sinesinden gelmiş canlar, Mehmetçikler, şerefliler.

yüceltenler. Yüce Vatanın ruhları. Ruhları göğe doğanlar. Aramızdaki ebedi varlıklar. Sınır yok hainlikte. Ezip geçiyor halkı. Vatanseverler, toprağa düşüyor, yükseltmek için bahtı. Özel Harekat, Polis, Şerefli Askerler. Yan yana duruyor kara fırtınaya. Tutunuyorlar millete ve imanlarına. Millet; Ele ele, kol kola, gönül gönüle yürüyor kara kanlı soysuzlara. Sımsıkı bir bağ kalplerinin arasında. Bizim yapacağımız şey burada ölmektir. Burada ölmektir. Mecliste. Burada. Hainlerin korkularının göbeğinde. Milletin iradesinin özünde. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diye haykıran ruhun sinesinde. İpeği kesen kılıç gibi; suskunluk ipeğini, belirsizlik ipeğini, umudun solduğu ipeği, kesti O ses. Aydınlık ses. Umut veren ses. Kıyam için işaret veren ses. Millet olmaya davet eden ses. Kalk ey ehl-i vatan diyen ses. Yürü, yık seni ezmek isteyenleri diye haykıran ses. Ölürsen şehid, kalırsan gazi diye fısıldayan ses, daima İstiklal diyen ses. 79 milyonun hücrelerini titreten ses. Başkomutanın sesi… -Halkımı şehirlerin meydanlarına, havalimanlarına çağırıyorum. Ölümüne, ölümüne. Ölümüne kıyam..Kıyam ölümü öteledi.

Çengelköyde pislikler çöpe konteynerlerinde siper. Polis-Halk elele. Barikatlar. Arabalar. Çöp kamyonları. İtfaiye araçları. Vinçler. Beton mikserleri. Kamyonlar. Ruhun yandaşı metal yığınları, ruhsuzlar çetesine karşı.

Evler, sokaklara taştı. Mahalleler, şehirler insanla kaynadı. Yollar bedenlerin değil, imanın ve inancın yenilmez yumruğunu taşıdı. Salalar, ezanlar, Kuran’lar suskun yürekleri çağlattı.

Fidanlar yere düşmüyor, yükseliyor göğe. Gök, en şefkatli mertebesinde. Ağuşunu açmış, duruyor peygamber.

Sel sel, oluk oluk, akın akın insanlar vatanına sarıldı.

İman ve inanç yoksunu, alçak haini alnından vuran yiğit, cesur ve kahraman, Şehid Asker ÖMER. Ömerler, Emineler, Abdullahlar, Cennetler, Mustafalar, Ayşeler, Mehmetler, Zeynepler. Onlar. Şehitler. Yüce ruhlular. Vatanı

Bir millet ruhunu mürekkep yapıp tarihi yavaşlattı. Tarihi kazıyarak taçlandırdı. Tarihe bitmez bir iz bıraktı. Tarihi sarstı. Dünyayı dalgalandırdı. Müslüman ve Türk kalplerden, şehirlerden, ülkelerden derin derin dualar aldı. En uzun gecesini vatanın, aydınlık sabaha yanaştırdı. Salâlar sardı gökyüzünü ve kâinatı, Batmayacak bu ülke, inmeyecek bu bayrak, 33


susmayacak bu ezan, diyerek haykırdı. Suikast timinin elleri kenetlendi, ayakları dolandı, boğazları düğümlendi. Hainlerin bombaları sustu, uçakları sustu, kara emelleri sustu. Kapılandıkları kapıların karanlık kafaları sustu. O sesin, o çağrıyı yapan sesin, en yüksek sesin sahibi Başkomutan, şerefli subaylarının ve aziz milletinin avuçlarında İstanbul kışlasına, milletin karargahına, milli iradenin otağına indi. Tekbir sesleri yeri göğü titretti. Varız. Buradayız. Savaşacağız. Ölmek var, dönmek yok. Mevzu vatansa, gerisi teferruattır. Nidalar nidalara, tekbirler tekbirlere, şehadetler şehadetlere karıştı. Babalar eşlerinden çocuklarından, kızlar oğlanlar annelerinden babalarından, kardeşler kardeşlerinden, eşler eşlerinden, dedeler torunlarından, müminler müminlerden hellalik istedi. Kurşuna gitti. Kurşunlaşmış göğüsleriyle direnişe gitti. Direnmeye gitti. Şehadet pınarının kaynağına gitti. Şehadet şerbetini içmeye abdestle, namazla, sarsılmaz imanla gitti. Şehitlik çağlayanından damlalar aldı, gazilik şerbetinden yudumlar. Kurşun sıkan eller silahı, tankı, topu bırakıp uzanınca halkına ;oluyor en büyük asker bizim asker. Alçakça sürdüren ihaneti kanlı eller, yakalanınca oluyor birer korkak sefiller. İhanet içinde ihanet. Komutana ihanet. Hükümete ihanet. Başkomutana ihanet. Milletine, Bayrağına, Vatanına ihanet. Askeri üniformayı kana bulayan kundakçılar. Askerliği kirleten sahtekarlar. Çukurların çukuru çukurlar. Vatan kundakçıları. Millet kundakçıları. Bayrak kundakçıları. Millet demir yumruğunu indiriyor, vatan hainlerinin miğferine. Kirli miğfere. Hainlik miğferine. Miğferli hainliğe. Bitmiyor şarkı, bitmiyor şiir, bitmiyor tarih, o sayısız kahramanlıklar gecesinde. Edebiyat çaresiz, siyaset çaresiz, felsefe çaresiz. Kelimeler çaresiz. Yer çaresiz. Gök çaresiz. Tanklar değildi o gece ezen; Ezilendi onlar içindeki karton, korkak ve hainlerle birlikte. Salalar susmuyor, ezanlar susmuyor, tekbirler susmuyor. Millet onu asmaya çalışanlara karşı susmuyor. sayı//25// ağustos 34

Makinenin değil, ruhun zaferi. Ruhun inançla büyüyen zaferi. İnancın yücelttiği ruhların zaferi. Kadını erkeği, yaşlısı genci, engelsizi engellisi… Tek kimlikli hepsi; Vatansever.. Kabus, sabah ezanıyla dindi ..Şehitlerin ruhu varlığa sindi. Millet silkindi. Bayrak silkindi. Devlet silkindi. Üzerindeki hainleri tepeledi. Uzak ve Kötü, Kirli ve Kanlı, Kara ve Alçak büyük leş yiyicilerin hevesi şişti. Elleri kırıldı. Dilleri sustu. Kalpleri karardı. Bezirgan kılıklı alçak, köpeklikte azıttı. Uşağın uşakları alçaklıkta azıttı. Sabah ezanı, kara karayı, karanlık ağıdı, kapkaranlık zamanı, karakaplı kundağı; kapattı. Güneş, aydınlık bir millete uyandı. .Milletin aydınlığı güneşe aktı.. Ülkem, güzel ülkem, güzelliğini yeniden saçtı.. Bayraklar, tekbirler, dualar, Kuran’lar, ezanlar dört bir yanını sardı. Millet vatanını kucakladı. Vatan milletini sardı. Vatan-Millet-Devlet tevhid sancağını yaşadı. Milletin azmi, vatanın İstiklalini kurtardı.. İstiklal için 240 bembeyaz şehit kanatlandı. Kanatlarında ülkemin, aziz ülkemin, yüce bayrağımın yıldızı kanatlandı. Onuru kanatlandı. Asil varlığı kanatlandı. 16 Temmuz sabahı, ülkem bambaşka bir Çağ’a uzandı. Çağ kapattı. Çağ açtı. Onlarca yıllık kara darbeler çağı, milletin avuçlarında tarihe battı. Karanlık maşalar, kuklalar, köleler kirli tuzaklarında battı. Millet, ona darbe vuranlara en büyük darbeyi yaptı. Vatanını korudu. Bayrağını korudu. Namusunu korudu. İzzetini korudu. Şerefini korudu. Sıcak ve karanlık başlayan gecenin sabahında ülkem; kirli ruhlarından temizlenmiş, küflerinden silinmiş, hantallığından silkinmiş, taptaze çiçeklerle süslenmiş, bezenmiş, güzelleşmiş, DİRİLMİŞ bir şekilde, serin ve aydınlık bir ufka, geleceğe, halka halka genişleyen büyük tarihe ulaştı. 6 saatte 600 yıllık zaman açıldı. İstiklal savaşında bir kez daha galip gelen Anadolu, bin yılın şafağında bir kez daha VATAN kaldı. Gelecek güzel günlerin bedeli, birkaç saatin duran saniyelerinde aktı. Silaha boyun eğmeyen milletim, ayaklanan ülkem, şahlanan Türkiyem; En güzel nidasını yükseltti: İstiklalim, Bayrağım,Vatanım…


İSTANBUL’DAKİ KALABALIKLAR

DURUN! Asitane, Dersaadet, Deraliyye, İslambol veya anlayacağınız lisanla İstanbul’dasınız... H.Yıldırım AĞANOĞLU

Ki girmiyorsunuz Süleymaniye Camii’nin içine, yanında yürümenize rağmen, Tarihinden, kültüründen, geleneğinden, dininden uzaklaşmış kalabalıklar... Mankurtlaşmış bir kafa, duyarsız bir beden, düşünemeyen idraksiz bir toplum, Silkinin artık, üzerinize örtülen ölü toprağından, Doğun diriliş efsanesiyle tekrar be-tekrar. Durun, durun, durun artık ve dinleyin ve düşünün ve sorgulayın ve hissedin; Asitane, Dersaadet, Deraliyye, İslambol veya anlayacağınız lisanla İstanbul’dasınız... Kaldırın başınızı gökyüzüne, çevirin bakışlarınızı gönül yüzünüze... Baktığınızda göreceksiniz, gördüğünüzde soracaksınız, sorduğunuzda anlayacaksınız, Her geçen gün talan edilen, yok edilen, örselenen İstanbul’umun izlerini takip edin...

marsızca koşuşturan kalabalıklar, İstanbul’u yaşamamızı engelleyen, hiçbir zaman İstanbullu olamayacak, Atalarının medeniyetine layık olamayan kalabalıklar, durun artık...

Mahalle adlarında tarihi görün, sokak isimlerinde Osmanlı medeniyetini izleyin.

Hiç bilmez misiniz? Hiç akletmez misiniz, nerede yaşıyorsunuz?

Türbelerinde soluklanın, kabristanlarında dua edin ve içinize doğru bir yolculuğa çıkın.

İstanbul’da yaşayıp, İstanbul’u hiç görmemiş milyonlar... Durun ve dinleyin, bu şehrin çığlıklarını; dinleyin içinizden gelen sesi... Dinleyin, neredeyse yok olan gerçek İstanbulluların o güzel konuşmalarını, Tarihin dinginliği ve abidevi eserlerin gölgesinde İstanbul’dasınız, farkında mısınız? Bir minare, bir cami, bir tekke, bir çeşme, bir han, bir hamam, bir çarşı... Bakın ve görün artık... Sizi yaratan, hangi şehre kondurmuş ve dolaştırıyor sizi? Nerede dolaşıyor veya koşuşturuyorsunuz? Ki görmüyorsunuz, tarihi bir çeşme kitabesindeki kirli grafittileri, Ki bilmiyorsunuz, Selvili Mescit sokağının ismindeki kayıp mescidi, Ki tükürüyorsunuz, o eşsiz şadırvanların giderine, abdest alacağım derken,

Meydanlarındaki selatin camilerini yaptıran padişahları keşfedin.

Tekkelerin taş duvarlarındaki boşluklarda“Hayy” ismini duyun. Vitray ışıklarında dolaşın camilerin, kubbelerinin altındaki alemde kaybolun, Şadırvanlarında serinleyin ve tarihi çeşmelerin sularını için kana kana... Hanların kokusunda keşfedin tarihi, hamamlarında yıkanın ve arının kirlerinizden, Kapalıçarşı’da yağmur ve güneşten korunarak gezerken, tavan süslemelerinde mest olun. Sadaka taşlarını bulun ve düşünün. İmarethanelerinde doyun ve tefekkür edin ve sonra... Utanın, sizi kölesi haline getiren medeniyetsiz medeniyetten, Utanın, maddiyat abidesi olan benlerinizden... Utanın, İstanbul’un içinde ama İstanbul’suz yaşayan hissiz bedenlerinizden... 35


HAREM AĞALARININ

HAREMEYN HİZMETLERİ Osmanlı sarayına köle olarak getirilen bu esir kişilerin serüveni Ağalar ocağına getirilerek başlar ve kendilerinden önce saraya gelmiş olan büyük zenci hadım ağaları tarafından yetiştirilirlerdi. Nermin TAYLAN

on dönemlerde çekilen diziler ve yapılan bazı tv programları sebebiyle gündemden düşmeyen Osmanlı hakkında pek çok konu ne yazık ki günümüz insanına yanlış aksettirilmekte, gerçeğinden uzak ezber dolu cümlelerle bir kültür kirliliği oluşturulmaktadır. Osmanlı denildiğinde hemen akla gelen “harem”, “cariye”, “iç oğlanları” ve “harem ağaları” gibi pek çok konu bazı kurumlar ve kişiler tarafından incelenmeden, araştırılmadan ve arşiv kaynaklarına inilmeden meraklıların bilgisine sunulduğundan, konuların mahiyeti afaki kalmakta, işin ehli bazı şahısların akademik çalışmaları haricinde ne yazık ki gerçek bilgi okuyucuya ulaşamamaktadır. Osmanlı hakkında yıllardır anlaşılamayan, anlatılamayan en önemli konulardan biri olan Harem Ağaları meselesi bunların en başında gelmektedir. Mahiyetleri, görevleri, akıbetleri her dem merak edilmekte ve fakat asla tam olarak anlaşılamamaktadır. Genellikle Habeşistan ve Orta Afrika taraflarında çocuk yaşta bir operasyonla hadım edilen ve köle tüccarlarının ellerine geçtiklerinden itibaren de dünyaları kararan zenci çocukların ancak bir cihan devletinin sarayına geldiklerinde akıbetleri değişirdi. Köle tüccarlarının ellerinde yaşama mücadelesi veren bu çocuklar saraya geldiklerinde kendilerine nasıl bir ikbal kapısı açıldığını elbette bilemezlerdi ama bu kapı yalnız saray ve dünya hayatında rahat edebilecekleri bir yer değil hem bir ilim yuvası hem de ahiret hayatlarını kazanabilecekleri bir dünya mescidiydi. KÖLELİKTEN SARAYA BİR İKBAL SERÜVENİ

Afrika taraflarında esir alınarak köle tüccarları tarafından satılan zenci çocuklar Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs gibi yerlerde zaman zaman idarecilik, kumandanlık ve valilik gibi görevlerde bulunmuş olsalar da genellikle köle olarak hiçbir hakka tabi tutulmadan ömürlerini sürmüşlerdir. Osmanlı’ya esir düşenler ve yolları bir şekilde sarayla kesişenler ise Ağa namıyla anılıp, idari işlerde en yetkili kişi olan Sadrazam ve Şeyhülislam’dan sonra gelirlerdi. Osmanlı sarayına köle olarak getirilen bu esir kişilerin serüveni Ağalar ocağına getirilerek başlar ve kendilerinden önce saraya gelmiş olan büyük zenci hadım ağaları tarafından yetiştirilirlerdi. Eğitimlerine evvela Türkçe öğrenmekle başlayan zenci çocuklara genellikle Sümbül, Karanfil gibi çiçek isimleri verilir, Enderun sayı//25// ağustos 36


mektebindeki gibi kaliteli bir eğitimden geçirilirlerdi. Belirli bir yaşa kadar devam eden eğitimler tamamlandıktan sonra ise şehzadelere, kadınefendilere, sultanlara ve valide sultanlara hizmetli olarak görevlendirilirlerdi. Hanedandan olup saray dışında yaşayan saray mensuplarının da hizmetlerine bu ocaktan yetişen kişiler gönderilirdi. Kapı bekçiliğinden acemi ağalığına, nöbet kalfalığından ortancalığa kadar hizmetlerini iyi yaptıkları sürece işlerinde kıdem atlarlardı. Ortancalıktan hasıllığa, daha sonra Yenisaray gulamlığına ve akabinde eskisaray ağalığına terfi ederler ve en nihayetinde de Darüssade ağalığı gibi sarayın en önemli görevlerinde birine getirilirlerdi. Darüssade ağalığına valide sultan başağaları, musahibi şehriyari, hazinedari şehriyariler ve padişah lalaları da getirilebiliyordu. Darüssade Ağaları aynı zamanda Haremeyn evkafı nazırlığı görevlerine de sahiplerdi. Darüssade ağaları günün her saatinde padişahla görüşebilir, valide sultanla istişare yapabilirlerdi. Padişahla devlet ileri gelenleri arasında yazışmayı, protokolü sağlarlardı. Şer’i meselelerde valide sultanların vekilleri de olabilen Darüssaade Ağaları, sultanların has mukataalarına da bakarlardı. Sarayın dışarıyla alakalı pek çok işiyle bizzat alakadar olan Darüssade Ağaları, padişahların ölüm anlarında da yanlarında bulunan kişilerdir ve genellikle padişahın ölüm haberini sadrazamlığa bildiren kişilerdir. Kılıç kuşanma merasimleri, şehzadelerin ilk derse başlama günleri, tahta oturma, bayram merasimleri gibi çeşitli törenlerin idaresi de yine Darüssade Ağalarının görevlerindendi. Darüssade Ağalığının belirlenmiş bir görev süresi yoktu. III. Ahmed ve I. Mahmud dönemlerinde Darüsaade Ağalığı yapmış olan Hacı Beşir Ağa 29 yıl görev yapmıştır. Yine Habeş Mehmed Ağa 17, İshak Ağa üç ay, Mehmed Ağa ismindeki bir Darüssade Ağası ise yalnızca birkaç gün görevde kalmışlardır. Payitahtta vefat eden ağaları Üsküdar Seyyid Ahmed Deresi civarında Pilavcı Bayırı Caddesi’nde bulunan Harem Ağaları mezarlığında defnedilirlerdi. İstanbul’un başka yerlerinde gömülenlerde mevcud olduğu gibi Eyüp Sultan kabristanlığında da defnedilenler mevcuttur. Harem Ağaları sarayda bulundukları görevlerinden edindikleri maaşlarla mescid, mektep, medrese, han, hamam gibi pek çok hayır eseri yaptırmışlardır. İstanbul’da,

Türkiye’de ve Osmanlı Devleti’nin vaktiyle idare ettiği topraklarda Harem Ağaları tarafından yaptırılmış ve günümüze kadar ulaşmış pek çok eser bulunmaktadır. Saraydaki görevleri tamamlanan Ağalar çerağ edilir ve diledikleri yerlere gönderirlerdi. Bunlardan bazıları Haremeyn’e hizmet etmek için Kâbe ya da Medine-i Münevvere’ye gönderildikleri gibi bazıları da azledilmelerine rağmen sarayda kalmak istedikleri için ömürlerinin sonuna kadar burada yaşamaya devam ederlerdi. Osmanlı sarayında uzun yıllar görev yapan Harem Ağaları’nın en büyük hayalleri hiç şüphesiz Haremeyn’e hizmet etmekti. Çocuk yaşta geçirdikleri operasyon sebebiyle hiçbir zaman evlat sahibi olamayacak olduklarından ve köle olarak kaçırılıp satılmaları sebebiyle geldikleri yeri, ailelerini bilmediklerinden kendilerini dinlerine ve işlerine adayan Harem Ağaları, çerağ edildikten sonra padişah tarafından kendilerine maaş bağlanarak Haremeyn hizmetine gönderilirlerdi. Bazıları Kâbe-i Muazzama bazıları Ravza-i Mutahhara olmak suretiyle hem Allah’ın yeryüzündeki evinin ve İki Cihan Peygamberinin ölene dek hizmetkârı olurlardı. Padişahın en yakınında görev yapan bu kişiler padişahın dahi hayatı boyunca ulaşamayacağı bir görevle görevlendirilir, zorbaların hayata dair ellerinden aldıkları yaşam haklarını ahiret hizmetiyle unutmaya çalışırlardı. 37


KONYA KARATAY MEDRESESİ

İLME AÇILAN KAPILAR: KARATAY VE İNCE MİNARELİ

MEDRESELERİN KAPILARI Bu kurum Medrese adıyla mimarlık literatürüne XI. yy.’da girmiş olmasına rağmen, daha önce de, adı böyle olmasa bile aynı fonksiyonu gören kurumlar vardı. Dr.Mimar Kâmil UĞURLU

İslâm anlayışında Allah doğayı, insanlar için, insanların ibâdet etmesi ve mutlak bilgiyi aramaları için büyük bir câmi olarak yaratmıştır. Temelinde bu felsefe olduğundan, geleneksel İslâm şehirlerinde mekânlar, biçim ve anlam olarak caminin uzantısı kabul edilirler. Onun birleştirici ve toplayıcı vasfı, şehir plânlamalarında ana kriter olarak ortaya konur ve mekânlar buna göre oluşturulur. Organiktirler ve insanın tabiatını tarif ederler. Onu “bilmezlik” uykusundan uyandırarak “tevhid’“e ve iyi insan olmaya dâvet ederler. Mutlak bilginin doğru kaynaktan öğrenilmesi, İslâm anlayışının egemen olduğu çağlarda ve yerlerde daima önemli olmuştur. Hayata yön veren konu olmuştur. Medreselerin gördüğü ilginin kökeninde bu anlayış vardır. Şimdi üniversitelerin yüklendiği misyonun X. asırdan itibaren medreseler tarafından yürütülmekte olduğunu söylemek konuyu tam tarif etmez. Yani X. asırda medrese, bugün üniversitenin toplum için ifâde ettiği değerden daha fazla şeyler ifade ediyordu. Bugün bilgiye ulaşmak için daha kolay ve çeşitli yolların olması, bu değerlendirmeyi etkilemez. Çünkü medrese topluma sadece bilgi değil, farklı değerler aktarıyordu. Bir hayat tarzı ve anlayışı aktarıyordu. Fizik ve metafizik vâdilerden geçen her yol bu kutlu müesseseye uğramak durumundaydı. Hastasına şifâ arayan kişinin son başvuracağı yerdi. Ve uhrevî âleme dair cevaplandırılması gereken soruların cevap bulduğu yer medreselerdi. Bu kurum Medrese adıyla mimarlık literatürüne XI. yy.’da girmiş olmasına rağmen, daha önce de, adı böyle olmasa bile aynı fonksiyonu gören kurumlar vardı. Meselâ camiler, “tevhid” fonksiyonunu yerine getirirken, cemaatine fizik ve metafizik konularda da kapılar açıyordu. Hâttâ bazan daha özel ve daraltılmış cemaatler için hocanın, yani öğreticinin, yani daha sonra adına Müderris denilecek olan kişilerin bu iş için evlerini açtıkları görülür. Bu özel mekânlarda hadis, kelâm, fıkıh, riyâziye, hâttâ tıp, çoğu zaman hüsn-i hatt derslerini tedris ettikleri görülür. Bu müderrislerin arasında dünya genelinde bilinen önemli isimler vardı. Ve öğrencilerin arasından dünyaca ünlenmiş önemli isimler yetişti. Bu forma sahip ve medresenin proto-tipi kabul edilebilecek oluşumlar XI. asra kadar bu düzende geldiler. Bu tarihlerden itibaren de,

sayı//25// ağustos 38


yeniden düzenlendiler, sistematize edildiler, bir şemaya bağlanarak gelişmelerini hızlandırdılar. Bugün anladığımız şekliyle medrese, ilk defa Gazneliler tarafından kurulmuştur. Kaynaklar X. yy’ın son çeyreğiyle XI. yy’ın başlarında Nişapur’da, İslâm bilginlerinin ders yaptığı dört büyük okulun bulunduğunu kaydederler. Bu okulların birincisi 999 yılında Gazneli Emir Nasr bin Sebük Tekin tarafından eğitime açılmıştır. İkinci okul Ebu Saad İsmail el Astrabadî, üçüncüsü Ebu İshak el Isfahanî, dördüncüsü de Beyhakî tarafından ve 1049 yılında kurulmuştur. İlk tesisin Gazneliler tarafından kurulmuş olmasına rağmen “medrese” anlayışına bir sistem kazandıran düzenleme Selçuklular tarafından ortaya konulmuştur. İlk Selçuklu medresesi yine Nişapur’dadır. Sultan Tuğrul Bey’in zamanında ve onun talimatıyla inşa edilmiştir. Nasır’ı Hürsev, “Sefernâme”sinde, 1046 yılında Nişapur’dan geçerken, Tuğrul Bey’in talimatıyla inşa edilen bir medresenin temellerinin bitmiş olduğunu görmüş ve bunu kayda geçirmiştir. Bunu takibeden yıllarda büyük devlet adamı, vezir Nizâmü’l Mülk, medrese düşüncesini geliştirecek, öğrencilerine vakıflardan iâşe sağlayan, hocalarına düzenli maaş bağlayan ve kendi adıyla anılan medreseleri bütün Türk dünyasına yayacaktır. Zekeriya Kazvînî, yaşadığı XIII. yy’dan bir günü şöyle anlatır: “Sultan Alpaslan, Nişâpur’da, büyük caminin kapısı önünde elbiseleri perişan birtakım gençler gördü.

Bunlar hakkında vezirinden bilgi istedi. Nizâmü’l Mülk, bunların, insanların en şereflisi olduklarını, dünya zevkleri bulunmayan ilim talipleri olduğunu anlattı. Bunun üzerine Sultan, bunlar için yurt yapılmasını ve maaş bağlanmasını emretti.”

Karatay Medresesi’nin yapılış tarihi H. 649’dur (1251 M.) Bânisi, yani yaptıranı, büyük vezir Celâleddin Karatay’dır.

Türk medreselerinin dünya kültür tarihinde hayranlık uyandıran gelişme süreci böylece başlamış oldu. O çağlarda medreseler, bilinen fonksiyonlarının yanında, önemli ve farklı iki görev daha üstlenmişlerdir: Şiîliğe karşı Sünnîliği öğretim yoluyla geliştirmek ve devlet kurumlarına devlet adamı niteliğinde kaliteli personel yetiştirmek. Gerçekten Sünnî olan Selçuklular, Şiî Fâtımîlerin Şiîlik lehindeki propaganda faaliyetleri karşısında böyle bir önlem almak durumundaydılar. O günün ortamında bu önemliydi ve sonuçları da zaman içinde alınmıştı. Medrese mimarisinin gelişmesi şöyle oldu: Araştırmacılar, bu kurumun ilk plân şeması olan açık avlulu tipin, bugün Pakistan’ın kuzeyindeki eski Taxila şehrinde bulunan kadîm bir Budist manastırının plân şemasının tekrarlanmasıyla sağlandığını iddia ederler. M.S. II. yy’a ait bu manastırın plânı, başlangıçta sanki bu tezi doğrular mahiyette ise de konu, Türk mimarlık tarihinin genel gidişatı içinde değerlendirildiğinde, farklılıklar arzeder. Uygurların açık avlulu sistemi medreselerden önce kervansaraylarda denediklerini ve başarılı sonuçlar aldıkları için sistemi geliştirdiklerini söylemek pekâlâ mümkündür. Uygur şehirlerinde eski tarihli açık avlulu birçok yapıya hâlâ rastlanabilir. 39


Mimarın Şam’lı oluşu sebebiyle kapının genel kompozisyonunda ve içerdeki bazı yapı elemanlarında, Şam aksında kullanılan ayrıntıların kullanılmış olması normaldir

Konya, Selçuklu medeniyetinin geliştiği, boy attığı ve sistem kazandığı önemli bir merkezdir. Konya’da bulunan birbirlerine çağdaş iki medresenin (yapılışları arasında 14 yıl var) kapılan, gerek mimari kuruluşları, gerekse bezemeleri açısından, Türk mimarlık sanatında ekol oluşturmaktadırlar. Aralarında yüz metreden daha az bir mesafe, yapılışları arasında onbeş seneden daha az bir zaman olmasına rağmen, finansman sağlayan kaynağın aynı olmasına rağmen, iki kapı iki ayrı anlayışı ve iki ayrı ekolün başlangıcını teşkil ederler. İkisi de yeni bir taş işlemeciliğinin şâheseri ve kapı esprisine verilen önemin göstergesidirler. KARATAY MEDRESESİ’NİN KAPISI

Karatay Medresesi’nin yapılış tarihi H. 649’dur (1251 M.). Bânisi, yani yaptıranı, büyük vezir Celâleddin Karatay’dır. Bu iki ibare kuruluş kitabesinde yer almasına rağmen, mimarın adı kitabede bulunmamaktadır. Çok rastlanan bir durum değildir. Fakat bu eserin yakınında bulunan Alâeddin Ulu Câmii’nin kapı kuruluşuna genel hatlarda benzemesi, hâttâ bazı ayrıntılarda aynı anlayışı devam ettirmesi sebebiyle yapının mimarının Havlan’ı Dimeşkî olması güçlü bir ihtimaldir. Yapıda kullanılan bazı yapı elemanları ve süsleme motifleri, mimarın “Şam” Menşeli olduğunu göstermektedir. Kapı, çerçevelenmiş bir tablo gibidir. Sanki 7.45 m. x 8.00 m. ebadında büyük bir çerçevenin içine, renkli mermerlerle işlenmiş olağanüstü güzel ve dengeli bir kompozisyon yapılmış ve bir yapı grubunun önüne konulmuştur. sayı//25// ağustos 40

Beyaz ve gök mermer kullanılan strüktürde, ciddi olarak renk dengelemesi yapılmıştır. Kompozisyonun ortasında ve alt kısmında, kapı boşluğu yer alır. 2.5 m. x 1.5 m.’dir ve insan nisbetindedir. Bunun üzerini sivri kemer formunda ve üzerinde mor-beyaz yuvarlak bezemelerle birbirlerinin çevresinde dönen yarım daireler kapatır. Kapı lentosuna kadar sivri kemerin aynası (kavsara), iri mukarnaslarla süslenmiştir. Yedi ayrı kuşakta ve her kuşakta farklı motiflerin kullanıldığı bu mukarnaslı çalışma, medreselerde fazla görülmez. Kapı boşluğunun hemen üstünde ise, yine beyaz ve mor mermerden veya göktaşlardan kurulmuş bir düz kemer mevcuttur. Bu kemer ile mukarnaslı alan arasından geçen bir şerit vardır. Kapının sağından ve yerden başlayan yazı bordürü, kapı üstünde devam eder ve sol söveyi takiben sonlanır. Bu şerit 37 küçük parçada organize edilmiş, her odasında, tasavvuf anlayışında adına Cevâmiu’l kelim denilen, az söz ile derin anlamlar taşıyan hadis-i şerifler istif edilmiş orijinal bir bezemedir. Her odacık sivri bir kemerle sınırlanmış, kemerler arasına “kenger yaprağı” denilen stilize yaprak motifleri konulmuştur. İçinde Hadis’i Şeriflerin istifli olduğu bu bezemenin 13 tanesi kapının sağ tarafında, 11 tanesi üstünde ve köşelerde, 9 tanesi ise kapının solunda yer almıştır. Bu organizasyonun salt süsleme amaçlı olduğu elbette söylenemez. Yani sadece görsel değil, eğitici vasfı ile düşünülmüştür. Bu hadislerden bazıları şöyle: İlk hadis: “İnnemel âmâlu bin niyet.” Niyetler amele göredir. Yani kim neye niyet ederse eline


geçecek olan odur. Devamında yine hârika tesbit ve öğütler vardır, ders konuları vardır: “Savaşa hazırlık, savaşın olmasına mânidir.” “Pişmanlık tövbedir.” “Ayrılık azaptır.” “Dinin dayanağı nasihattir.” Kapının üstünde ise “İlmin yarısı sormaktır, merak etmektir.” “Dua ibâdettir.” “Tedbir geçimin yarısıdır.” Yani ekonomi yapan, bu alışkanlığı olan, geçiminin yarısını sağlamış demektir. Ve sol taraftaki hadislerden bazıları: “Hüzün ihtiyarlığın yarısıdır.” “Tolerans kazançtır.” Ve sonuncu hadis: “Kur’an-ı Kerim devadır.” 33 odacık içinde, bazıları iki odacığa bölünmüş 28 hadis-i şerif istif edilmiştir. Yazılar Selçuklu sülüsü denilen tiptedir. Kapının sağ ve solunda, yine çerçeve içine istif edilmiş iki yazı levhası bulunmaktadır. Neml suresinden âyetlerin konulduğu bu çerçevelerde Hz. Süleyman dua etmektedir. Bu dua da ilginçtir: Ya Rabbi, bana, ana ve babama inâyet buyurduğun gibi, nimete şükretmeyi ve hoşnut olacağın işleri yapmayı ilham et. Ya Rabbi, beni de lütfunla sâlih kullarının arasına dahil et.” Kapının sağ ve solunda iki burmalı sütunçe yer almaktadır. Bu zarif sütunçelerin başlıkları Korent tarzındadır. Kaidelerini ise sanat tarihçiler antik Roma kaidelerine benzetirler. Cephede yer alan ve tabloya farklı bir dinamik kazandıran üç kabara veya konkav rozet motifi olağanüstüdür. Bunların menşeini yine Roma’da arayanlar, kanaatimize göre yanılgı içindedirler. Bu rozetler, gerek form, gerekse işleme tarzlarıyla Babil saraylarındaki terrakotalar üzerindeki rozetlerle ciddi benzerlik taşırlar. Burmalı sütunçelerin sağında ve solunda yer

alan panolarda çark-ı felek motifleri zarif bir şekilde yer alırlar. İslâm öncesi dönemlerde de Türkler tarafından sıkça kullanılan ve sonsuzluğu ifade ettiği için kutsallık kazanan bu motife batılılar bazan “Swastika”, bazan “Çengelli Haç” bazan da “Gamalı Haç” derler. Mimarın Şam’lı oluşu sebebiyle kapının genel kompozisyonunda ve içerdeki bazı yapı elemanlarında, Şam aksında kullanılan ayrıntıların kullanılmış olması normaldir. Esasen bu ayrıntılar, adını gizleyen mimarın kimliği hakkında ipuçları vermesi açısından faydalı olmaktadır. Bugün Çini Eserler Müzesi olarak hizmet gören bu eserin, iç tezyinatıyla ve barındırdığı olağanüstü çini koleksiyonlarıyla, dünyanın en zengin çini eserler müzesi olduğunu hatırlatmak gerekir. 41


ŞEHİRDEKİ SIR Biat: Arapça bey’at diye yazılır ve isimdir. Bir kimsenin egemenliğini tanımaya biat denir. Recep GARİP

iddetli yağmur altında ne kadar yürüdüğünü bir türlü hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında ise nerede olduğunu, nasıl geldiğini, ne kadar zamandır burada yattığını ise aklı bir türlü bir şey söyleyemiyor, belli belirsiz gelgitlerin, şiddetli yağmur altında oradan oraya koşuşturmasının, bir taraça altında bir müddet durduğunu hatırlar gibi olsa da pek tekin değildi bu bilgiler. Hafızası neden böyleydi. Neden geçmişin izlerine dair sesler, yankılar, bulgular, endişeler, çığlıklar, koşuşturmalar, bir varmış bir yokmuş hissiyle sanki gözlerini kapatıp açıyor gibi bir durumu andırsa da bunları kimselere söyleyebilme şansı yoktu. Ne derlerdi böyle bir şey söylemiş olsa? Birden bire içinde yağmurlar başladı, olanca şiddetiyle şakırtılar çıkartarak sanki gökten boşalırcasına yağıyor hissiyle ellerini başına götürdü, boynunu iyice içine çekti, ne çok yağmur yapıyor öyle diye mırıldandı. Göz ucuyla çevresine baktı kimsecikler yoktu, iyi ki mırıldandığı cümleleri kimsecikler duymamışlardı. Böylesine endişeler etmesinin de bir nedeni olabilir miydi? Aklından geçenleri konuşabilecek, sorular sorabilecek birileri gelse diye düşündü. Lakin ne gelen vardı ne de giden. Ne de bir çıt sesi. Bulunduğu mekân da çevredekilerle ilgili hiç bir alamet yoktu. Burası neresiydi? Nasıl gelmiş olabilirdi? Kendisinin o şiddetli yağmur altında burayı arayıp bulma şansı asla yoktu. İçten içe hesaplaşmayı sürdürse de birden bire hatırına gelen bir hal ile yattığı yerden doğruluverdi, neden burada yatıp böyle şeyler söylüyorum ki diye iç geçirdi. Kalktı. Üstündekilere şaşkınlıkla baktı, elbiselerini arayıp buldu. Temizlenmiş, kurutulmuş, pırıl pırıl giysilerini giydiğinde doğruca pencereye doğru yürüyüp dışarıyı gözlemeye başladı. Pencereden baktığında gördüğü şeyleri tanımaya, nerede olduğuna dair ipuçları bulmaya çabalasa da hiç görmediğim yerler burası. Acaba nedeyim ben? Pencereden gördüğü ana bulvar, bir kaç bina ve bağlık bahçelikten oluşuyordu. Pencereyi açıp derin derin nefesler aldı. Sağlık durumunda bir sıkıntı görmedi. Vücudu sağlam, elleri kolları tutuyor, aklı başında olduğuna kanaat getirip birilerine seslenmek için olanca gücüyle kimse yok mu bu çevrede? Burası neresi? Sesimi duyan var mı? Gibi kendi varlığını hissettirebilecek sorularla seslenip durdu birkaç dakika. Lakin kimselerden bir kıpırtı, bir karşı

sayı//25// ağustos 42


ses gelmedi. Umutsuzca pencereyi kapatıp odadan çıkmak için kapıya doğru yöneldi. Birdenbire odadaki düzen, var olan koltuklar, eşyalar ve kütüphane dikkatini çekti. Kitaplıkta hemen köşeye konulmuş zarif bir telefona gözleri ilişti. Lakin hiçbir eşyaya dokunmadan bir müddet olduğu yerde tek tek onları inceledi sonra bir koltuğa oturup sağına soluna bakında. Ardından da kalkıp hafif bir öksürükle kütüphaneye yöneldi. Kütüphane hafife alınacak düzeyde bir kütüphane değildi. Devasa büyük bir kütüphaneydi. Odanın iki duvarı boydan boya kütüphaneden oluşmaktaydı. Zengin kitaplarla dolu olduğunu gördü. Bu incelemeden sonra doğruca birkaç adım Atıp kitaplara dokunmaya, bakmaya başladı. Bir müddet sonra bazı kitapları alıp bazı bölümler okudu. Kimi kitapları masanın üzerine koydu. Bunları mutlaka okumalıyım diye iç geçiriyordu. Sonra ciltli büyük bir kitabı eline aldı. Eski bir lügatti bu. Bazı kelimeleri tekrarlayıp anlamlarını yüksek sesle okudu. İlk gözüne çarpan kelimenin vefa olduğunu gördü. Vefa neydi, neden gelip o kelime kendisini bulmuştu? Sonra sır, sonra inziva, sonra biat, sonra teslimiyet ve sonra bir kelimesini okudu. Açtığı sayfaları gelişigüzel açmış özellikle bu kelimeleri seçmiş değildi. Açtığı sayfada gözüne çarpan ilk kelimeyi okumuştu. Vefa, sır, inziva, biat, teslimiyet ve bir kelimelerini önemsedi. Tek tek anlamlarını birer kez daha okudu. Mutlak surette bunun bir anlamı olmalıydı. Hiçbir şey durup dururken olmaz idiyse eğer, bunlarda sebepsiz olamazdı. Vardı elbette bir sebebi. Vefa: Arapça’dan dilimize geçmiş olan vefa isimdir. Sevgiyi sürdürme, sevgi, dostluk bağlılığı gibi anlamlara gelir. Vefalı olma duygusu sık sık vurgu yapılır. İnsan geçmişine, dostlarına, ana ve baba dostlarına vefalı olmalıdır denilir. Aka Gündüz vefayı şöyle kullanmıştır; “Biz mağlup olduğumuz için sizden cesur görünüyoruz ve vefamız daha sağlamlaşıyor.” Sır: iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Bazı nesnelere parlaklık verme, dış etkilerden koruma, sızmalarını önleme vb. amaçlarla sürülen, saydam veya donuk vernik. Tencereye, tabağa ya da uygun olan maddelere sır atmak tabiriyle ifade edilir. Gidip sır attırdım denilmektedir. Küpün, kazanın, tabağın,

bıçağın sırı dökülebilir. Ve ya aynaların arkasına ve kaplama metal eşyanın yüzüne sürülen ince tabakaya da sır denilmektedir. İkinci anlamıyla sirran diye ifade esilen Arapça sirr kökünden gelmektedir. Varlığı veya bazı yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan şeydir. Burada “Sırruke esiyruke” buyurulmuştur. “Söyleyinceye kadar sır senin esirindir. Söyleyince sen sırrın esirisin”. Atasözümüzde sır sözcüğü şöyle yerini almıştır; “Söyleme sırrını dostuna, dostunda dostu var oda söyler dostuna.” Bir başka anlamıyla sır, aklın erişemediği, açıklanamayan veya çözülemeyen şey, giz, gizem anlamında kullanılmaktadır. Turan Oflazoğlu sırrı şöyle kullanıyor; “Bu bahçede açılan her gonca / Sırlar açıyor yerden gökten” Bir işin, bir şeyin dikkat, yetenek, deneyim ve sezgi yardımıyla kavranabilen en zor, en ince yanına da sır deniliyor. Bir amaca ulaşmak için kullanılan, başvurulan özel ve gizli yöntemin adı da sır oluyor. İnsan sırrının sahibi olmalıdır. Sır tutamayana sır vermek, başı derde sokmaktır. “Ser ver sır verme” denilmiştir. Osmanlı Akıncıları sırlarını verme yerine başlarınıserlerini vermeyi tercih etmişlerdir. İnziva: Arapça kökenli bir kelimedir. İsim olarak kullanılmaktadır. Toplum hayatından kaçıp tek başına yaşamaya inziva denilir. İnzivaya çekilmek, dinlenmek, yaz gelince yaylaya gidiyor, bağda bostanda kalıyor ve münzevi bir hayat yaşıyor denilmektedir. 43


Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerinin Küçük Çamlıca’daki Çilehaneleri

Teslimiyet; Teslim olma, kendini verme, boyun eğme anlamlarına geliyor.

Ethem İzzet Benice, İnziva kelimesini şöyle kullanıyor; “Yalnızlık, huzur ve inziva arayanlar buralara gelmeli.” Peygamberimiz hazreti Muhammet Mustafa (sav), zaman zaman Hıra dağına çıkarak mağarada inzivaya çekilirdi. Bu inziva hayatı âlim ve fazilet sahiplerince de sürdürülmüştür. Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerinin Küçük Çamlıca’daki Çilehaneleri inzivaya çekildikleri bir mekândır. Antakya’da Habib-i Neccar caminin içerisinde yerin altında penceresiz bir oda yaptırıp merdivenle inilip çıkılan mekânda bir inziva odasıdır. Dini anlamda kullanılır daha çok bu kelime. Dış dünyayla bütün bağlarını keserek Allah’la baş başa kalmak, tefekkür ve tezekkür etmek için insanın kendi içine kapanması, bir başına ibadet etmesidir. Biat: Arapça bey’at diye yazılır ve isimdir. Bir kimsenin egemenliğini tanımaya biat denir. Yine peygamberimiz, efendimizin Akabe biatları meşhurdur. Osmanlı Devleti’nde padişah öldüğünde tahta geçecek oğlunun devlet yönetimindeki etkili gruplarca kabul edilip onaylanması biattir. Zilhicce 621 yılında Birinci Akabe Biatı gerçekleşti. Akabe Tepesinde Peygamberimiz Hazreti Muhammet (sav)’le görüşüp Müslüman olan bu 6 kişi, hac mevsimi sonunda Medine’ye döndüler. Peygamberimizden gördüklerini, öğrendiklerini, en yakınlarına, dostlarına anlattılar. Bir yıl sonra, hac mevsiminde Peygamberiz (sav) ile görüşmek üzere Medine’den Mekke’ye 10’u Hazrec, 2’si Evs

sayı//25// ağustos 44

kabilesinden olmak üzere 12 Müslüman geldi. Bunlardan 5’i, bir yıl önceki ilk Akabe görüşmesinde bulunanlardandı. Başkanları yine, birinci görüşmede olduğu gibi “Zürâre oğlu Es’ad”tı. Mekke Devri’nin 11’inci yılı Zilhicce ayında Rasûlullah (sav) ile buluştular. Bu ikinci buluşmada Medine’li 12 Müslüman; “Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, (kız) çocuklarını öldürmeyeceklerine, kimseye iftira etmeyeceklerine, Allah ve Peygamberine itaatten ayrılmayacaklarına” dair taahhütte bulundular ve Hz. Peygamber (as)’ın elini tutarak biat ettiler. Bu biat şekli o günden bu güne sürmektedir. O gün verilen biatları ondan sonra gelecek Müslümanların da biatları haline gelmiş oldu. Medineli Müslümanlar biat sonrası görevli olarak şehirlerine döndüler. Medinelilere İslam’ı öğretmesi ve tebliği için ilk öğretmen olarak Umeyr oğlu Musab’ı görevlendirdi. Görüldüğü üzere biatle başlayan ahitleşme-sözleşme ömrü şekillendirmektedir. Şair ve yazar Nuri Pakdil Ustanın “Biat – I-II” eserleri var. Bir edebiyatçının kaleminden Biatı okuduğumda aldığım İslami şuur ve teslimiyet bambaşkadır. “Tek önder Peygamber”, “Peygamberden başka önder yok”, ifadeleriyle biat üzre olmamızın kesintisiz sürdüğüne vurgu yapmaktadır. İkinci Akabe Biat’ına uzun uzan baktı sonra tam teşekküllü bir biat’a ihtiyacı var bu hayatın diye bir cümle geçirdi içinden ve elinde ki kitaptan başka bir bölüme geçti. Teslimiyet; Teslim olma, kendini verme, boyun eğme anlamlarına geliyor. Halide Edip Adıvar kelimeyi şöyle


kullanıyor; “Bu iki kadın da tabii bir teslimiyetle öteki canlı mahlûkun şahsiyeti karşısında sönmüşlerdi.” Bir; Önemli bir kelimedir. Birliği ifade etmekle kalmaz bir olan Allah’ı temsil eder. Sayıların ilki ve bir(1) rakamının adıdır. Beni daim şen gören safdiller öyle sansın Ne bilsinler ki onlar bence birdir elem, haz Hep biriz, beraberiz ve asla ayrılmayız. Herhangi bir varlığı belirsiz olarak gösteren sayıya işaret ettiğim de olur. A. Kutlu, şöyle ifade ediyor; “Aydınlık bir odada, iki duvarın kesiştiği köşede zayıf, yaşlı bir adam yatıyordu.” Ahmet Kabaklı ise; “Allah tektir ve birdir, amenna!” diyor. Bu kitapların, bu elmaların, bu kalemlerin ikisi de birdir. Hangisini isterseniz alabilirsiniz. Dostluğumuzu mu soruyorsunuz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gider, her şeyimiz birdir bizim. Cebimiz de birdir, düşüncemiz de bir. Bir birbirimize benzeriz. Derler ya; bir bana, bir sana bir de ona baktı. Her şey bitti, bir bu kaldı. Bunu bir sen yapabilirsin ancak. Görüldüğü üzere bir kelimesinin çok farklı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Kaderimiz birdir, acımız bir, vatanımız bir, derdimiz, tasamız bir, sevincimiz birdir bizim. Kitaplar arasında dolaşmaya başlayınca, kelimelerin sırlı dünyasına dalınca ne kendi durumunu, ne içinde bulunduğu mekânı, ne de zaman denilen kavramı unutup gitmişti bile. Kelimelerin anlamları üzerinde düşünceler üretiyor, eski bilgilerinin tazelenmesiyle müthiş keyif alıyordu. Uzun okumalar yaptı. Gözleri yorulmuş gibi birden bire elleriyle ovdu, gerindi. Elinde ki kitabı yerine koydu. Masanın üzerine bıraktığı eserlere tek tek baktığında amma da okumam gereken kitaplar varmış burada diye düşününce birden bire bulunduğu hali, durumu, nasıl geldiğini, neden bu kadar oyalandığını içinden geçirerek kızdı ve ayağa kalktı. Sanki bir daha gelmeyecekmiş gibi dönüp baktı, gözleriyle taradı birkaç adımda odanın kapısını açıp koridorda yürümeye başladı. Yine pencereden seslendiği gibi; Sesimi duyan var mı? Allah aşkına hiç kimse sesimi duymuyor mu? Millet, memleket, alo, in de yok cin de yok burada. Allah Allah, nasıl oluyor böyle? Ben buraya uçarak gelmedim ya. Birileri bir şekilde beni buraya taşımış olmalı. Sahiden de beni nasıl taşımıştır acaba?

Mutlaka tek kişi değildir. Tek kişi olsa zorlanırdı sanırım, o şiddetli yağmurun altında sırılsıklam olmuş birisini tutup buraya getireceksiniz. Şaşılacak bir şey bu. Neyse yahu, hele bir bakalım şöyle odalara, salona, neler var neler yok? Odalara girip çıktı, salona geçti, oturma odasına, mutfağa sonra balkona çıkıp uzun uzun baktı. Sis altında duran ve hayatında hiç görmediği, tanıdık olmayan yerlere benzetti. Merdivenlerden dışarıya çıktığında bahçe kapısı açıktı. Yol boyu yürüdü kimsecikler görmedi. Ne bir kuş, ne bir kedi ne de bir çocuk sesi. İncin uykudaymış meğerse diye içlendi. Anlam veremedi, sırlar ülkesiymiş meğerse diye düşünmüş olsa da belli belirsiz dudaklarına tebessüm yerleşti. Dönüp çıktığı eve baktı. Yandaki bağlar, bahçeler dikkatini çekse de dudaklarını büktü. Böyle nereye gidiyordu bilmiyordu. Şehrin sırrını nasıl çözebilirdi ki? Yaşadıkları bir rüya mıydı, sır mıydı onu da biliyor değildi. Az önce keyif veren kütüphanede kalmak ve burada yaşamak isterdim doğrusu diye içinden geçen bir cümleyle dönmeliyim kütüphaneye ve burada yaşamalıyım dedi v durdu. Burduğu noktadan bir türlü geriye dönüp bakamadı. Ne ileriye doğru yürüyebiliyordu ne de geriye dönüp çıktığı eve doğru. Ne kadar kaldı öyle ayakta bunun ayrımını yapamasa da birden bire bir gök gürlemesiyle şiddetle başlayan yağmurla gerisin geriye dönüp koşar adımlarla geldiği eve tekrar girdi. 45


Türkiye Diyanet Vakfı’nın yardım gönüllüsü olarak Ramazan ayı içerisinde Afrika’nın orta batısında yer alan Gana’ya gittim. Yanımda Vakıf’tan Mustafa Talha Gümüş ile Cumhurbaşkanlığı’ndan Halit Gülşen vardı. Altı saatlik bir yolculuktan sonra İstanbul’dan başkent Akra’ya ulaştık. Hem giderken hem de dönüşte uçak doluydu. Yolcuların çoğu aktarmalı uçan yabancılardı. THY’nin ne kadar büyüdüğünü sadece buna bakarak anlayabilmemiz mümkündü. Mevsim Gana’da kış, aralıklarla yağmur yağıyor ancak hava yine de çok sıcaktı.

GANA’NIN ÖĞRETTİKLERİ

Ülkeyi gezerken her yerde inşa edilen kiliseler dikkatimizi çekiyor. Müslümanlar da müminlerin olduğu tüm mahallerde mescidler inşa etmeye gayret ediyor. Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM*

Yardım paketini alan teyzemiz taksi kiralamış

T.C.Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//25// ağustos 46

Uçağımızın indiği başkent Akra ülkenin güneyinde, okyanus kenarında yer alıyor. Partnerle buradan uçakla kuzeyde bulunan Tamale’ye gittik. Sonra araçla kuzey sınırındaki Wa’ya geçtik. Oradan ülkenin ortasında bulunan Kumasi’ye geldik. Buradan da uçakla başkente döndük. Neredeyse ülkenin yarısını gezmiş olduk. İSLAMÎ FAALİYETLER:

Milli Gazete’de köşe yazarlığı yaptığım yıllarda genel müdürümüz merhum Hazım Oktay Başer şunu anlatmıştı: “Kaymakamlık görevim sırasında bir yere tayinim çıktığında ilk önce jandarma komutanını çağırırdım. Ona, bölgede dini faaliyet yapanların listesini bana getirmesini söylerdim. O da gözüme girmek için kendince irticaî faaliyet yapan kim varsa önem sırasına göre listelerdi. Oysa ben bunu ziyaret edilecekler listesi olarak alırdım. Sonra onları tek tek ziyaret eder, tanır ve ne ihtiyaçları olduğunu öğrenirdim.” Ben de bir yere gittiğimde sürekli bunu uygularım. Akra’ya inince ilk önce İslamî hizmetleri olan kurumları ziyaret etmek istedim. Partnerimizin rehberliğinde müslümanların kurduğu Medine Üniversitesi’ni ziyarete gittiğimizde üniversite yönetim kurulu toplantıdaydı. Biz de katıldık. Çok keyifli bir sohbet oldu. Sonra dekanlardan biri eşlik etti ve 6 fakültesi bulunan üniversiteyi gezdik. Üniversite bahçesinde Diyanet Vakfı büyük bir su deposu yaptırıyor. Onun inşaatına da baktık. Buradan Sudan’daki Uluslararası Afrika Üniversitesi’ne bağlı olarak hizmet yürüten ve dört yıllık eğitim sırasında herkesi mutlaka hafız yapan Kur’an-ı Kerim ve İslami İlimler Çalışmaları Fakültesi’ne geçtik. Şu güzelliğe bakın ki, o gün Sudan’dan bir hoca yıllık denetim için oradaydı ve fakültenin öğretim


Çocuk her yerde çocuk...

kadrosuyla toplantı halindeydi. Ona da katıldık. Bu da ramazanın bir başka bereketi oldu. Hem üniversitede hem de bu fakültede Afrika’nın farklı bölgelerinden öğrenciler okumaktaydı. Akra’da bulunduğumuz süre zarfında, ülkemizdeki hizmetlerini oraya da taşıyan cemaat mensuplarıyla bir araya geldik. Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı otuz dönümlük bir arazide Sultanahmet Camii projeli, dört minareli dev bir cami yapıyor. Etrafında İmam Hatip Lisesi, misafirhane, ülkenin diyanet işleri başkanlığının bürosu ve başka kurumlar olacak. Şu anda ise ülke içinde 7300 öğrenciye eğitim veriyorlar. Hocaların bir kısmı Türkiye’de eğitim almış kimseler. Bir grup Türkle birlikte, inşaatı devam eden caminin avlusunda teravih namazı kılmak da nasip oldu. Keza Kırkıncı Hocaefendi Cemaati’nden olan bir arkadaş da üç bin öğrenci okuttuklarını söyledi. Süleyman Efendi Cemaati’nden bir başka gönül eri de burada güzel hizmetler ettiklerini ifade etti. Demem o ki “bizimkiler” gerçekten hem de kardeşçe çalışıyorlar. Rabbim razı olsun. Götürülen hizmetlerin Türkiye’nin büyüdüğünün de bir göstergesi olduğunu ayrıca bu tür faaliyetleri sivil toplum kuruluşları olmadan yapamayacağımızı hatırlamamız gerekiyor. Burada zikretmeden geçemeyeceğim bir husus daha var: Yusuf Karadâvî hocanın başkanlığını yaptığı İslam Fıkhı Konseyi’nin Gana temsilcisi Muhammed Salih ile Kumasi şehrinde sekiz saat beraber olduk. Bir insan bu kadar mı güzel olur? Bir müminle oturmak bu kadar

mı keyif verir? “Ya rab! Böylesi dostlarımı çoğalt” diye dua ettim. Ona, cevabını bilmeme rağmen, konseyde uzun yıllar Türkiye üyeliği yapmış olan “Müftülerin Müftüsü” Halil Günenç hocamın durumunu sordum. Şöyle dedi: “Maşallah! Dört mezhebe vukûfiyeti mükemmel. Ayrıca mezhepler içindeki farklı ictihatları da çok iyi biliyor ve bunlardan zamanımıza en uygun olanı ortaya koyuyordu. Konseye çok ciddi katkısı oluyordu.”

Ülke yılın belli aylarında iyi yağmur almasına ve nehirler barındırmasına rağmen şehir merkezleri dışında en büyük sorun susuzluk.

DİN ALANINDA DERİN REKABET:

Resmî istatistikler olmadığından dinî mensubiyetler hususunda çelişkili rakamlar veriliyor. Ülkenin kuzeyinde çoğunluğu oluşturan müslümanların genel nüfusa oranını yüzde kırk küsurlar seviyesinde gösterenler olduğu gibi yüzde yirmili rakamlarla ifade edenler de var. Ancak hıristiyanlığın en kalabalık din olduğu kesin gibi. Bu arada yerel dinler de yaygın. Ülkeyi gezerken her yerde inşa edilen kiliseler dikkatimizi çekiyor. Müslümanlar da müminlerin olduğu tüm mahallerde mescidler inşa etmeye gayret ediyor. Hatta bazen birbirlerine son derece yakın inşa edilmiş kiliselerle camileri görmek mümkün oluyor. Manzaraya bakınca dinler arası bir rekabetten söz etmenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Hatta araçlarla megafon üzerinden din propagandası yapan misyonerleri keza her yana asılı hıristiyanlığa davet afişlerini görünce düşüncemiz daha da pekişiyor. Bu manzara bize, İslamî faaliyetleri yürütenlerin de teyit

47


Su deposu yapılmış yerlerde de muslukların her birinde kilit var. Namaz vaktinde kilitler açılıyor.

ettiği üzere şunu gösteriyor: Ülke insanları bir dine inanmış olsalar da çoğunluk avam idi ve inançları bilinçli değildi. Bu nedenle de başka bir dine geçmeleri söz konusu olabiliyordu. Özellikle de maddî imkanlar ve sağlık hizmetleri vesilesiyle. Güzel olan taraf, her iki din mensuplarının birlikte yaşama bilincine sahip olması. Hatta aynı aileden farklı inanç mensuplarının olduğu bile dile getiriliyor. İnşallah bu huzur ortamı birilerince bozulmaz. Bizim açımızdan üzücü olan bu manzara, İslam ülkelerine ve müslümanlara daha fazla görev düştüğünü gösteriyor. Esasında ülkemiz adına dinî faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşları yanında Arap ülkelerinden de burada İslamın yayılıp yerleşmesi hususunda ciddî yardımlar ve çalışmalar yapılıyor ancak misyonerlerin daha etkin çalıştıkları görülüyor. Bu bağlamda Sünnîler hıristiyanlardan ziyade Şiîlerden şikayetçi. Açtıkları okullarda yatılı okuttukları fakir aile çocuklarını Şiî yaptıklarını, sonrasında da maaşlı elemanlar olarak memleketin içlerine gönderdiklerini söylüyorlar. Maaşları verildiği için bu durum ailelerine de cazip geliyor. Ancak bunun ileride müslümanlar arasında büyük kırılmalara hatta tehlikeli boyutlara varabileceğinden korkuluyor. MÜMİNLERİN KONUMU:

Ganalı dindar müslümanlar tıpkı bizdeki gibi devlete küsüp çocuklarını “gavur olmasınlar” diye okullara göndermemişler. Bu nedenle resmî kurumlar neredeyse hıristiyanların eline geçmiş. Ancak son zamanlarda işin rengi yavaş yavaş değişmeye başlamış. Bununla birlikte, günlük rızık peşinde koşan sıradan müslümanların dünyadaki gelişmelerden haberleri yok. Zaten küçücük barakamsı evlerde kalıyorlar. Öyle ki, banliyölerde ve köylerde televizyonlu ev bulmak zor. MAHÇUP KARDEŞLERİMİZ:

Hangi din mensubu olursa olsun, Ganalılar son derece saygılı insanlar. Birbirleriyle kavga ettiklerini göremezsiniz. Trafikte de başkalarına öncelik veriyorlar. Sanki sinirleri alınmış ve acelesi olmayan bir toplum gibi. İngiliz sömürgeciliğinin topluma kabul ettirdiği “eziklik duygusu”nun bunda etkili olduğunu düşünüyorum. “Cehalet, fakirlik ve hastalık” üç temel sorunları olan müslüman kardeşlerimiz özelinde duruma bakacak olursak: İki vilayette daha önce isimleri

sayı//25// ağustos 48

belirlenmiş beş yüz aileye yardımları dağıtırken özellikle de kadınlardaki mahcubiyet sizi mahvediyor. Diğer taraftan, aldıkları elli dolarlık gıda yardımının yüzlerine yansıyan mutluluğu bahtiyar ediyor. Yardımları dağıtırken kaç tane erkek kardeşimin başını okşadım, kıvırcık sert saçlarını öptüm, boyunlarına sarıldım, bilemiyorum. İslam ne güzel bir dindi, beni Afrikalıyla kardeş yapmıştı. İlkel tarzda yapılmış tekerlekli sandalyelerdeki engelliler, yaşlılar, sırtında beze sarılmış yavrusuyla yardım almaya gelen anneler… Dağıttığınız şeker ve balonlardan birer tane alabilmek için koşuşan yavrucaklar… İnsanın ağlaması ve kendi haline şükretmesi için ne kadar da gerekçesi varmış esasında!? Tamale’deki ve Wa’daki mümin kardeşlerimizin sefalet içindeki hallerini görünce, yeryüzündeki bazı müslümanların ve grupların kısır ve anlamsız çekişmelerle, çatışmalarla birbirleriyle uğraşmalarının, emeklerini ve zamanlarını fuzuliyata harcamalarının ne kadar anlamsız olduğunu daha iyi anlıyoruz. Dünya özellikle de kardeşlerimiz ne durumda, rahatı yerindekiler ise neyle meşgul?! Ama hamd olsun, dünya müslümanlarıyla bizim gibi ilgilenen başka bir ülke yok. İnşallah olur. SU EN ÇOK HASRETİ ÇEKİLEN ŞEY:

Ülke yılın belli aylarında iyi yağmur almasına ve nehirler barındırmasına rağmen şehir merkezleri dışında en büyük sorun susuzluk. Bu nedenle Diyanet Vakfı şu anda farklı bölgelerde altı su projesi yürütüyor. Diğer sivil toplum kuruluşlarının da benzer faaliyetleri var. Keza İslam ülkeleri de bu yönde çalışmalar yapıyorlar. Temizlik anlayışını neredeyse ortadan kaldıran bu durum ülkenin o kadar acı bir gerçeği ki, camilerin önünde genelde bidonlar oluyor ve maşrapayla içlerinden su alınarak abdest alınıyor. Su deposu yapılmış yerlerde de muslukların her birinde kilit var. Namaz vaktinde kilitler açılıyor. Şehir merkezlerindeki camilerde de şadırvanlarda birkaç musluk bulunuyor ve ibrikler buralardan doldurularak abdest alınıyor. Demem o ki, musluğu şar şar açıp abdest almayı burada unutacaksınız. ÖĞRENDİĞİM DİĞER ŞEYLER:

1-İslamî faaliyetlerin başlamasından önce çıplaklığın çok daha fazla olduğu, erkekler bir yana müslüman kadınların da milletin gözü önünde çömelerek ihtiyacını giderdiği ama şimdilerde bunun kalmadığı ve hizmetler


yoğunlaştıkça her geçen günün daha iyiye gittiği ifade ediliyor. 2-Dört evlilik serbest. Müslüman erkeklerde bu durum yaygın iken hıristiyanlarda oran düşük. 3-Banliyölerde ve iç bölgelerdeki insanların yüzlerinin farklı kısımlarında hangi kabilelerden olduklarını gösteren bıçak yaraları bulunuyor. 4-Fakr-u zaruret nedeniyle seyyar satıcılık her yerde. Özellikle yol kenarları seyyar satıcılarla dolu. Buralarda aklınıza ne gelirse satılıyor. Evde ihtiyacınız olan ev aletlerine varana kadar elde veya baş üstünde taşınabilecek ne varsa satılıyor. Çalışma hayatının her alanında yer alan ve aile bütçesine katkı yapmak mecburiyetinde olan kadınları bu iş kolu yanında inşaat işlerinde çalışırken, kum taşırken, harç kararken görmeniz mümkün. Ayrıca pazar esnafının çoğu kadın. 5-Nüfusun büyük çoğunluğu yemek pişirmede tüp kullanamadığından odun kömürü temel yakacak olarak kullanılıyor. Bu nedenle pek çok aile geçimini bunun üretimiyle sürdürüyor. 6-Bir yerleşim bölgesinden başka bir yere intikal ederken araçlardan geçiş parası alınıyor. Söylendiğine göre, bu paralar yolların alt yapısına harcanmak için alınıyormuş. Lakin şehirler arası yollar ve şehir içindeki ana arterler dışında kalan tüm yollar, bakımsızlık nedeniyle çukurlarla dolu. Ayrıca yerleşim bölgelerinde sürücüleri yavaşlatmak için kısa mesafelerle tümsekler yapılmış. Yolları peşi sıra tümsekler yığınıyla dolu olan böylesi bir ülke var mıdır, bilemiyorum! Ayrıca büyük çoğunluğu ucuz arabalardan, motosikletlerden ve üç tekerlekli triportörlerden oluşan trafik yoğunluğu insanı bezdirecek seviyede. 7-Batı Afrika’daki tek İngiliz sömürgesi olmuş olan ülkede İngilizce resmi dil ve okula gitmiş herkes İngilizce konuşuyor. 8-Sömürgeci İngiltere’nin “Altın Sahili” adını verdiği ülkede altın, elmas, kireç taşı gibi yer altı madenleri, tropikal yağmur ormanları göz kamaştırıyor. Wa şehrinden Kumasi’ye jiple altı saat süren bir yolculuk yaptığımızı ve bunu nehirlerle bölünen ormanlar içinden gerçekleştirdiğimizi söylersem durumu anlayabilirsiniz. Ülkenin sahip olduğu bu “ham” zenginlik, gelecek açısından bir öngörüde bulunmanıza imkan verebilir.

Şadırvanda musluklar kilitli...

9-Gana son derece güvenli bir ülke. Gece yarısı kadınların kendi başlarına rahatça gezdiklerini görürsünüz. Hırsızlık olayı da önemsenmeyecek kadar az. Aracınızda bir şeyi unuttuysanız endişe etmenize gerek yok. Lakin turistik yerlerdeki beyaz tenli bir insan yolunacak tavuk gibi görülüyor. Bu nedenle iyi pazarlık yaparak, Gana para birimiyle elli sidi istenen bir ürünü yirmiye almanız mümkün. “Kalsın, gidiyorum” demeniz, fiyatın inmesi için yeterli.

Ama hamd olsun, dünya müslümanlarıyla bizim gibi ilgilenen başka bir ülke yok. İnşallah olur.

10-Ülkede oldukça Çinli var. Yatırım nedeniyle buradalar. 11-Başkentte iki Türk lokantası bulunuyor. Türkler burada mobilya fabrikası da açmışlar. 12-Az da olsa Suriyeli mülteciler Gana’ya kadar gelmiş. Memleketlerine dönecekleri günü bekliyorlar. 13-Yardım ve kuyu faaliyetleri çerçevesinde Diyanetin, ümmetten topladığı paranın harcanması hususunda ne kadar hassas olduğunu ve ne kadar güzel işler yaptığını yakinen görmüş oldum. Gurur duydum. 14-Bu tür ziyaretler insanı olgunlaştırıyor, kalbini yumuşatıyor, ümmet bilincini kuvvetlendiriyor. 49


AFRİKA’NIN YENİ ÇİÇEĞİ

ADDİS ABABA

Şehir içinde birçok yerel mutfak restoranları mevcut yine tereddüt ederek de olsa bir sinekli tezganın yanından geçip mangal yapan bir yere otururuz. Salih DOĞAN

erzaman açlık ,kuraklık, hastalık, iç savaş ve isyanlarala tanıdığımız afrika kıtasının en önemli ülkelerinden biri olan eski adı ile Habeşistan şimdiki ismiyle Etiopya’nın başkenti Addis Ababa ya yolculuk etmek üzere thy’nin bir İstanbul akşamı adlı programına konuk olarak kaligrafi ve Kanun Sanatçısı Muhammed Başdaş ve Ebruzen Hayrettin Yangöz ile birlikte Atatürk havalimanında buluşuyoruz. Yaklaşık altı saatlik bir yolculuk sonrası eski adı Haile Selasiye Havalimanı olan şimdiki ismi Addis Ababa Bole Uluslararası Havalimanında olmayı hedefliyoruz. Sokakta satılan açık yiyecekleri tüketmemek ve sürekli şişe suyu içme uyarılarını almayı da ihmal etmedik .. Semavi dinlerin ilk forumlarının yaşandığı bu ülkenin başkenti olan Addis Ababa aynı zamanda Afrika Birliğine de başkentlik yapıyor, bir diğer özelliği dünya başkentleri içersinde Bolivya’nın başkenti La Paz’dan sonra 2500m rakımla en yüksek ikinci başkenti olma özelliğini de taşıyan addis ababa Amharik dilinde “kaynakların ve gölgeliklerin serinliği “anlamına geldiği gibi bir başka rivayete göre “yeni çiçek”anlamına da geliyor . Bilmiyorum dünyanın başka bir ülkesinde bukadar fazla dil zenginliği varmıdır ama etiopyada 80 ayrı dilin koşulduğunu öğreniyoruz üstelik hepsinin anlaştığı ortak dil olarak kullandığı Amharikçe diye de yaşayan canlı dinamik bir dil mevcuttur. Sabah kalkıp duş almak üzere banyoya girdiğimde bir de ne göreyim hiltonda sular kesik ve bir not saat 12.30 dan sonra suların verileceğinı yazıyor ,hiç olmazsa kahvaltı edelim diyerek aşağı iniyoruz biraz etrafı keşfettikten sonra genişçe güzel bir bahçenin içinde şehrin en güzel yerinde ,düğün araçları limuzinler sanki afrikada değil de başka bir ülkedeymişiz intibası veriyor lobideki mis gibi kahve kokusunu takip ediyorum bir köşede kahveyi kor ateşte kavurup bir yandan da kahve yapıp ikram ediyorlar ,selam verip oturuyorum elime karıştırma aletini alıp başlıyorum karıştırmaya, işi ehline bırakmanın mantıklı olacağına karar verip çekiliyorum, yerel kıyafetler içersinde kahve servis eden hanım efendinin ikramını kabul edip modern zamanlarda otantik usullerle yapılan kahvenin keyfine varıyorum. Geniş yollar, meydanlar ile birlikte bazı modern binalar yerini yer yer teneke barakalardan oluşan gecekondu semtleri yanında çamurdan sazlı geleneksel kulübeleri

sayı//25// ağustos 50


görünce büyük bir köyde olduğunuz izlenimi edinmeniz mümkün okaliptüs ormanlarına sahip kent yumuşak hatta serin bir bir iklime sahiptir. Sokakta gözle görülür biçimde bir hıristiyan sembolizmi mevcuttur. Herkesin boynunda iri kocaman kocaman haç’lar mevcut. Hırıstiyan dünyanın ortadoks ve Katolik kiliselerinin etkisi oldukça buyuk Müslüman nüfus ise 4 milyonluk nüfusun neredeyse 3/1 ni oluşturuyor, genellikle kabileler arasında yaygın olan ise birden fazla çeşiti bulunan animist dinler teşkil ediyor. Otelde Garip bir hareketlilik gözlemliyorum hafif hafif yerel müzikler derken çıkıp dışarıya yakından görmek istiyorum. Abartılı büyüklükte bir limuzin yanaşıyor ve yerel kıyafetli nedimeler gelini ve damadı karşılıyorlar iki taraflı oluşturulan kortej arasından şarkılar ve danslar eşliğinde gelin damadın içeri girişine tanık oluyoruz kendimi modern bir mekanda yarı geleneksel yarı modern bir etiopya düğünü içersinde buluyorum ,müzikleri dansları gerçekten insanı kendine çeken bir sıcaklığa sahip,kıyafetler ve danslar ayrıca insanın ilgisini çeken türden … derken misafirler yoğun bir şekilde gelmeye başlıyorlar ben de merek ettikçe ediyorum acaba nasıl oluyor diye ,biraz ilerleyip kalabalığı takip ettiğimde bir kuyruğun arkasına takılıp devam ediyorum düğün konuklarının bir süre sonra kocaman bir sığırın büyükçe bir metal paravana gerildiğini başında duran ahçı kıyafetli kişinin bıçakla et kesip misafirlere uzattığını onlarında bir sosa bayırıp çiğ çiğ yediklerini görünce çok şaşırıyorum alışık olmadığıumız bir

durum . İçerideki oturum dışarıdakinin aksine bir büyük modern şölen havasında müzik ve dansların yapıldığı misafirlerin yemek yiyip eğlendikleri şeklinde..bir iki kare çaktırmadan fotoğraf çekip hanımefendiye teşekkür ederek düğün yerinden ayrılıyorum.

Bolivya’nın başkenti La Paz’dan sonra 2500m rakımla en yüksek ikinci başkenti olma özelliğini de taşıyan Addis Ababa.

Ertesi gün öğleden sonra başlayacak program için arkadaşlar ile biraraya gelip akşam yemeğini hotel de bulunan pizza restoranta yiyoruz hakikaten yediğim en güzel pizzadır desem yeridir üstelik hamuru çok ince bizim lahmacundan biraz kalın ve çok lezzetli bir pizzaydı. Mihmandarımız Burhan bey’in addis abaya gelmezden önce birkaç rahatsızlığı olduğu fakat burdaki organik beslenme biçiminden dolayı bu rahatsızlıklarından tamamen kurtulduğunu söylemesi dikkatimizi çekiyor. Öğlen olmadan Ababa Ofisi İstanbul tanıtım toplantısı için sanatçı arkadaşlarımız stantlarını kurup ebru ve kaligrafi stantlarını oluşturuyoruz,salon hazırlıkları bayraklar süslemeler herşey hazır halde saat 17.00 de başlayacak kokteyl ve akşam yemeği tanıtım toplantısını beklemeye koyuluyoruz.. Thy Addis Abbaba ofisi yetkilieri ve misafirler gelmeye başlıyorlar sanatçı dostlarımız Kaligraf Muhammed Başdaş ve Ebruzen Hayrettin Yangöz beyler davetlilere atölye uygulamları gösterip bazı örnek çalışmalar yapıyorlar ,misafirlerin hayretler içinde kalarak ebru teknesi etrafında yoğunlaşması ,bir diğer taraftan isimlerini yazdırmak isteyenlerin oluşturduğu kuyruk insanların memnuniyetleri gözlerinden 51


Mihmandarımız Burhan bey’in addis abaya gelmezden önce birkaç rahatsızlığı olduğu fakat burdaki organik beslenme biçiminden dolayı bu rahatsızlıklarından tamamen kurtulduğunu söylemesi dikkatimizi çekiyor.

okunuyor adeta herkes mutlu birazdan Addis Ababa Kültür Atesemiz ve Büyük Elçimiz Alirıza Bey ve Eşi stantlarımıza teşrif ediyorlar birlikte resimler çektiriyoruz sanatçılarımızı tebrik ediyor ve salona geçiyoruz hepbirlikte ,protokol konuşmalarının ardından thy tanıtım filmi gösteriliyor ve istanbuldan gelen 6 kişilik türk müziği topluluğu İstanbul şarkıları ve türkülerinden örnekler sunuyorlar. Aslında benim aklımdaki yer Omo vadisi ,ençok merak ettiğim yerlerin başında geliyor ,bir çoğumuzun national geographic belgesellerinde gördüğümüz “murs kadınları”yani dudaklarına yuvarlak tabak şeklinde tahta yahut metal takan kadınların yaşadığı ve daha başkaca renkli kültürel kabile farklılıklarını gözlemleme şansı bulacağımız omo vadisi ,anlatılanlara bakılırsa İngiliz antropologlar bu kabileleri keşfettiğinde onların sınırları içersinde yaşadıkları etiopya diye bir ülkeden haberdar bile değillermiş . Şehir ulaşım bakımından, Komşu ülkeler olan Kenya,Sudan ,Somali ile karayolu bağlantısı olan Addis Ababa , Cibuti’ye demir yolu ile bağlıdır. Birçok hastalık fakirlik ile boğuşan bu ülkenin insanları en çok aids ölümlerinin gerçekleştiği ülke olma özeliği taşıyor ve ortalama yaşam ömrü 50 yaş olduğu söyleniyor. Soylu Habeş krallıklarına evsahipliği yapmış olan bu ülke, çok defalar İtalyanlar tarafından işgal edilmiş lakin bir türlü zapturapt altına alıp koloni yapamadıkları bir ülke olmuş.

sayı//25// ağustos 52

Nil’ Nehrinin doğduğu fakat nil sularından yeterince yararlanmadığı söylenen bu ülke kendi özel alfabesi, yazı dili ve takvimi olan bir medeniyetin devamı niteliğindedir..şehrin hatta ülkenin sembolleri arasında kahve ve ülkenin yetiştirdiği maratoncular başta olmak üzere zaman zaman sokakta halen varlığını sürdüren ve bir döneme damgasını vurmuş başını ünlü şarkıcı Bob Marley’in çektiği akım olan rastafariler olduğu biliniyor. Kenti gezerken buyuk meydanlar ve resimler dev posterler eski Sovyet bloğu ülkelerini andırıyor ,bir dönem komünizm yılları da yaşamış olan bu şehir daha ziyade monarşi yıllarıyla bilinmiş Haile Selassie ve Menelik dönemleri özellikle öne çıkıyor.. Dostumuz cengiz beye yahu koskoca addis ababada hiç Malatyalı yok mu dedim şaka ile tabi ki ,oda olmazmı var tabi ki dedi ,istersen tanıştırayım seni deyince hemen gidelim dedim yok dedi bu akşam yemeği için ben bir rezerve yaptırdım buranın en güzel restoranı “Alaaddin “zaten oranın sahibi onlar dedi . Akşam yemeği için hemşehrim olan Aladdin Restoranın sahibleriyle hem tanışmak hemde etiopya mutfağına dair birşeyler yermiyiz düşüncesi de var. İlk bakışta dışarıdan bakıldığında ana cadde üzerin de çokta görkemli olmayan (bizim standartlarımıza göre tabi ki) lakin addis ababa standartlarına göre gayet lüx bir restoran Aladdin.kapıda bizi Vanessa adlı zarif bir hanım karşılıyor ,dostumuz cengiz bey bizi takdim ediyor tanıştırıyor hanım efendinin iki kızı var fakat asıl dedesi olan beyefendi Malatyalıymış


lakin adam uzun yıllar önce vefat etmiş restoranı da kızlarına miras bırakmış ..hikaye çok enteresan 1915 olaylarında Malatyadan göç eden bir ermeni olan buyuk baba önce Adanaya,ordan Lübnana ordan mısıra ve Mısırdan da Etiopyaya gelmiş bir ermeni..Sonra addis ababda evlenmiş ve yerleşmiş kendisi Anadolu yemekleri yapan bir ahçıymış ,hikayeyı anlatan vanessa hanım bir noktadan sonra bana sarılıp ağlıyor büyük babasının vatan hasreti içinde öldüğünü anlatıyor, güzel bir sohbet başlıyor hanımefendi malatyayı merak ediyor sorular soruyor ben anlatıyorum yaklaşık 2 saat kadar sonra hakikaten bizim damak tadımıza uygun yemekleri afiyetle yedikten sonra müsaade istiyoruz şeref defterini getiriyorlar önemli misafirlerine restoran hakkındaki duygularını ifade etmelerini rica ediyorlarmış bizde seve seve Malatyadan selamlar başta olmak üzere karşılaştığımız konukseverlik ve gösterilen duygusal yakınlık konusunda teşekkür ederek ,mekandan yarı mahzun memnuniyetle ayrılıyoruz. Biraz gece gezmesine çıkalım acaba gece nasıl bir hayat var merakımız birkaç mekan geziyoruz daha ziyade almanların Fransızların ayrı ayrı beyazların takıldıkları bar tipi yerler , ziyade özellikle siyahların mekanları binaların altında adeta in denilebilecek mekanlar . Fakat güzel otantik etiopya ritimleri sıkış tepiş ortamda hiç çekilmiyor..Baştan beri pek tekin bulmadığım burayı terkedip otelimize geçiyoruz

Şehrin içinden otelimiz hiltona giderken görkemli binası ve aydınlatması ile şehrin en önemli en gözde mekanlarından Shereton hoteli görüyoruz,mihmandar arkadaş beyaz Almanlar ve Fransızların bazen de çinlilerin eğlence yeriymiş ,anlattığına göre daha ziyade çinliler ve Fransızlar inşaat ulaşım ve altyapı konularında aktif inisiyatif alan iki ülkeymiş addis ababa’da.. Ertesi Sabah saat 10.00 gibi kalkıp kahvaltıda bulşuyoruz meyve ağırlıklı kahvaltı sonrası programda şehrin en yüksek tepesine çıkıp oradan Addis Ababayı izleyeceğiz, dostumuz cengiz bey addis ababda gün meşhur etiopya kahvesi içmek ile başlar felsefesinden dolayı kahvaltı sonrası bizi Tomaco’ya götürüyor, (Bu arada dünyanın önemli kahve üreticilerinden birisi olan Etiopyada kahve kültürüne dair bizleri bilgilendirmeyi de ihmal etmiyor ; eski bir gelenek olan her Pazar ailenin bütün üyelerinin bir araya gelip köz ateşte toprak bir kabda hafif hafif pişirilen kahveden birlikte içmek önemli bir gelenekmiş)Wavel caddesinde bulunan 1900 yıllardan kalma fazlaca görkemli olmayan küçük sirin bir yer Tomaco burada en güzel kahvenin yapılıp yanında kek ile birlikte servis edildiği mekan, dünyanın bir çok yerine kahvenin buradan gittiğini ve bir çok ünlü kahve firmasının etiopya kahvelerini kullandığını anlatıyor. Şehrin en önemli turistik mekanlarının başında St. Georg Katedrali (1896), II. Menelik Sarayı ile arkeolojik, etnolojik ve sanatsal birçok eseri içeren müzeler gelmektedir. St. 53


George Katedrali.her yanı sürekli dua eden hırıstiyanlarla dolu. Bu tip ülkelerde sefalet felaket hastalık ve bir çok afetlerin artması ekonominin kötüleşmesi bir nevi dinin afyon gibi haşhaş gibi insanlara daha çok verildiği izlenimini oluşturdu bizlerde .. Ne demişti meşhur Afrikalı lider Jomo Kenyatta; “Batılılar geldiklerinde ellerinde incil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde incil, onların elinde topraklarımız vardı.”etrafta Fransızları almanları İtalyanları çinlileri görünce Jomo Kenyattaya hak vermeden edemiyoruz. Etiyopya yemekleri için belki kitaplar yazılır ama ben genel özelliklerini kısaca anlatmaya çalışayım. Yemekten önce güzel bir kadın önce önünüze büyük ve derin bir metal kap koyuyor. Yanında gelen genç avucunuza biraz sabun sıktıktan sonra bayan bakır ibrikten ılık suyu avucunuza döküyor. Ardından da elinizi kurulamanız için havlu uzatılıyor. Bu yemek öncesi ve sonrası sırayla masada oturan herkese uygulanıyor. Bu geleneksel el yıkama seramonisinin amacı yemeği elle yemeden önce elinizin temizlenmesi. ADDİS ABABA CAMİLERİ

Addis Ababa da 2 milyon Müslümanın yaşadığı söyleniyor. Fakat gündelik yaşam içersinde yapmış olduğumuz gözlemler bize bu rakkamın gerçekçi olup olmadığı konusunda tereddütler sunuyor,lakin dostumuzun söylediğine göre şehirde bayram namazlarının çok daha yoğun görkemli bir kalabalıkla, nerdeyse bir ,bir sayı//25// ağustos 54

buçuk milyona yakın insanın birlikte kılındığını öğrenince hayret ediyoruz . Addis Ababa’da: şehrin en önemli merkezlerinde yer alan Büyük Enver, Nur ve Sumeya Camileri önemli camilerdir.Klasik arap mimarisine ilaveten habeş kilise mimarisinin de etkisini görmek mümkün. Özellikle Büyük Enver Camii, Addis Ababa’da hıristiyan kültürün en önemli sembolleri olan buyuk kiliselere meydan okuyor gibi Afrikanın en önemli yerel Pazar yerlerinden biri olan Marketo’da yer alan Enver Camii bir nevi komplex olma özelliği taşıyor medreseler, kimsesizlerin kaldığı ve çokça Müslümanın ziyaret ettiği bir nevi İslam Merkezi özelliği taşıyan bu camii 1920’lerde inşa edilmiş. Bir diğer önemli camii Nur Camii’si ki bu caminin başlıca özelliği ülke tarihine damgasını vurmuş olan ve müslümanlara yaptığı zulum ve katliamlar ile bilinen İmparator Menelik’in, Hıristiyanlıktan Müslümanlığa gecen kızı Zweditu tarafından 1916’da yaptırıldığı söyleniyor. Bir diğer Camii ise bizim Cuma namazı için gittiğimiz habeş mimarisine örnek diyebileceğimiz Sumeya Camii, bahsi gecen önceki camilere göre daha küçük olan bu cami yine önemli Pazar yerlerinden biri olan Şuha’da yeralıyor. Bir tarafında sahaflık olan Hayrettin abi ile pazarı gezmek birseyler almak istiyoruz aslında saatlerce gezilecek bir Pazar lakin fazla zamanımız olmadığından kısa bir tur ile bazı esntrumanlar savaş aletleri eski kitaplar birkaç hediye alıp çıkıyoruz. Etiopya Mutfağını


merak ediyor sürekli olarak Hayrettin abi, öğle yemeğinde geleneksel mutfak adına birseyler yemek istiyoruz et bu konudaki önceliklerimizin başında geliyor lakin burada öyle bizdeki gibi et’e dair bir işleme seçicilik yok yol kenarında eline satırı alan hayvanın kafasının kopartılmasının ardından eti irili ufaklı parçalara ayırıp buzdolabı olmaksızın bol sinekli ortamlarda satış yapıyor olması biraz kafamızı karıştırmıyor değil.

lakin hafif tırmanışa geçtiğimizde tepenin yukarısına doğru okaliptüs kokuları daha bir hissedilmeye başlıyor,tepeye çıktığımızda müzeyi ve galerileri gezip geleneksel Habeşistan resimlerinden örnekler görüyoruz,ardından tepedeki top ve nöbetçi ile fotoğraflar çektiriyoruz köylü çocuklar para istiyorlar birlikte resimler çekiliyoruz.

Şehir içinde birçok yerel mutfak restoranları mevcut yine tereddüt ederek de olsa bir sinekli tezganın yanından geçip mangal yapan bir yere otururuz.ister bidon mangaldan ızgara et isterse geleneksel yemekleri olan kızgın yağda kavrulmuş et deneyebileceğimiz söyleniyor ,arkadaşlarımın aksine ben ızgara et denemek istiyorum lakin yerel baharatlar ve sosların mümkünse kullanılmamasını hatırlatmayı da ihmal etmiyorum..birazdan bayan elinde genişçe bir metal leğen ile geliyor ve bir elinde ibrik herkes sırası ile ellerini yıkıyor sonra bir havlu verip kurulmanı sağlıyorlar ilginç bir gelenek ve çok yayın olduğunu söylüyor mihmandarımız..sonra etimiz geliyor ..gercekten lezzetli bir et yediğimizi söyemem gerekiyor buda hayvancılığın henü organik usullerle yapılıyor olmasından olsa gerek.

Entoto tepesinden addis ababyı izlemek hakikaten keyifle 3000 rakımdan bakmak güzel yeşil addis ababaya. Tepede ki kilisenin avlusunda buyuk bir düğün töreni var içeri girip birkaç kare fotoğraf çekmek istiyorum lakin beyaz olmam sanırım tepkiye yol açmış olacak ki hızlıca terkediyorum kilisenin avlusunu,fakat dikkatimi çeken birsey oldu kilisenin arka tarafında bireysel ibadet eden kadınların secdeye kapandıklarını gördüm ve kilisede oturma sıralarının olmayışı dikkatimi çekti ,farklı bir hıristiyanlık forumu var sanıyorum burada. Yol kenarında beklesen köylülere salamonu gönderip okaliptüs balı olup olmadığını sordurduruyoruz,bir tanesi bekleyin deyip gidip evinden 2 kavanoz bal getirdi biraz tadına abktık bizim ballara göre daha sıvı lakin tadı rayihası muhteşem bir bal..birer kavanoz almayı ihmal etmedik tabi ki… Akşam İstanbul’a dönüş...

Entoto Tepesi’ne gidiyoruz bugun bize eşlik eden arkadaş salamon bizi araç ile tepeye götürecek ,orada entonto Meryem kilisesini göreceğiz çoğu insanların araçların dışında sarkarak yolculuk ettiklerine şahit oluyoruz

Afrika’nın incisi yemyeşil bu şehirde güler yüz misafirperverlik ve mutlaka farklı deneyimler yaşayabileceğiniz birçok farklılıkları birarada farkedebileceğiniz unutulmaz hatıra ve izlenimler sizi bekliyor… 55


efik Başaran’ın derlediği bir Ürgüp türküsü vardır. “Dam başında sarı çiçek, burdan gidek Ürgüp’e göçek” diye başlayan bu türküyü dinleyen yeni nesillerin çoğu toprak damlı evlerin damında yetişen sarı papatyaları bilmez. Toprak damlı evlerde yaşamanın kendine göre sorumlulukları olduğunu yağmur yağdığında yuvaklarla yuğulduğunu kar yağdığında küründüğünü belki de çoğu kişi unutmuştur.

BİR ZAMANLAR KÖYÜMÜZ VARDI Evlerin anahtarları genelde kapının üstünde asılı olurdu. Bu anahtarların çoğu yarım okkadan daha ağır gelirdi. Şimdi anahtarlar küçüldü fakat güvensizlik büyüdü Mehmet BAŞ

Bizim Çamardı tarafında evin damına genellikle kaş derler. Kaşı yoğdun mu? Kaşı kürüdün mü? Diye sorulur. Nasıl ki sırta Niğde’nin genelinde dal deniliyorsa Çamardı yöresinde de toprak damlara “kaş” denilir. Yani bizim memlekette evlerin bir bölümünü insanlara, insanları ağaçlara benzeten isimler verilmesi doğayla ne kadar uyumlu bir lisanımızın olduğuna işaret eder. Birde bu evlerin içinin sıvanması vardı ki. O toprak kokusu en güzel parfümden daha güzel kokardı. Köyün topraklık denilen yerinden getirilen ak toprak evlerin sıvanmasında kullanılırdı. Hatta bu toprağa müptela olup yiyenleri bile görmüştüm. O günlerde birde Elmalı ve Lavsan tarafındaki taş ocaklarından taş getirilip ustalar tarafından yontulur kerpiç ve yığma taş evlerin daha moderni olan evler yapılırdı. Birde kerpiç dökenler vardı. Çamur samanla iyicene karıştırılıp kıvama geldikten sonra tahtadan kalıplara dökülür daha sonra kalıp çıkartılarak kurumaya bırakılırdı. Bence kerpiç tuğlalarıyla yapılan mekânlar insanla aynı hammaddeden olduğu için insan ruhunu sıkmayan mekânlar olmuştur. Şimdi evler son moda fakat insanlarda ki psikolojik rahatsızlıklar on kat artmış durumda. Bu durumun en büyük faali ruhsuz beton kütleleridir desek yeridir. Hayatımızdan çekilen birçok şey gibi, betondan yapılan damlarla ve çatılı evlerle artık toprak damlı evler birer nostalji oldu. At ve eşeklerin nallanması apayrı bir seyirlik malzemeydi. Atın ayağını kaldırıp önce eski nalı söken nalbant tırnağın o kısmını sıyırdıktan sonra yeni nalı seri bir şekilde çakardı. Artık hayvan yeni ayakkabılarına kavuşmanın sevinci içinde mutluluktan yerdeki eşek tezeklerini iyice koklayıp dişlerini havaya kaldırdıktan sonra güçlü bir şekilde anırırdı.

sayı//25// ağustos 56


Kalaycılar, sepetçiler, çerçiler, bohçacılar, kengerciler, bastacılar ise köy ticari hayatının vazgeçilmez unsurları olarak dikkat çekmekteydiler. Bilhassa eşekli çerçi emmi unutulmaz bir figür olarak hafızamdaki yerini korumaktadır. Mal alım satımında para yerine bakla kuru kaysı gibi değişim araçları da geçmekteydi. Bir tas bakla verip yerine bir uçlu kalem veya toka almak mümkündü. Birde köylerin nüfusu o dönemlerde gerçekten kalabalıktı. Henüz insanlar kırsaldan kente doğru tam anlamıyla taşınmaya başlamamıştı. Bağda bahçede inek güderken çocuk sesinden durulmazdı. Akşamları köyün içinde çocukların bin bir türlü oyunu oynadıklarını görebilirdiniz. Aşşık oyunu, patırçıtır, yakalamac ,kovalamac gibi birçok oyun köyün hafızasında artık bir anı olarak kalmıştır. Şimdiki kadınların çoğu bunu bilmese de köy yerinde ineğin mayısından tezek yapmak ev hanımlarının günlük işlerinden biriydi. Hayvanın tezeğini çamur gibi yoğurup daha sonra şekil verdikten sonra ya duvara ya da taşın üstüne kurumaya bırakırlardı. O tezekler kışın toprak damlı evlerin ocaklarında yanar tutuşur televizyonun olmadığı günlerde masallara karışırdı. Eski günlerde insanlar birbirlerinin evine müsait misiniz akşam size geleceğiz şeklinde gelip gitmezlerdi. Bilhassa köy yerinde çat kapı ziyaretler çok doğal sayılırdı. Evlerin anahtarları genelde kapının üstünde asılı olurdu. Bu anahtarların çoğu yarım okkadan daha ağır gelirdi. Şimdi anahtarlar küçüldü fakat güvensizlik büyüdü. Eski zamanlarda anahtarlar büyüktü fakat güvensizlik küçüktü. Galiba birçok şey tersine ilerliyor. Bizim köyde sürünün köye döndüğü bir akşam vaktinde bir saatten fazla çan sesinin duyulmaya devam ettiğini hatırlarım. O zamanlar koyun sayısı köydeki insan sayısının beş katından fazlaydı. Yaylaya göçülür Torosların eteklerinden zirvelerine doğru çadırlar kurulurdu. Köyün yaylasında bir yaz günü tir tir titrediğimi unutmuyorum. Artık ne yayla kaldı ne yaylacı kaldı. İnsanlar İstanbul’a dondurma satmaya gidince bizim yaylalar treking yapan turistlere kaldı. Köyde hala üç beş tane sürü var fakat eski günlere nazaran esamesi bile okunmaz. Köyün okulunda birleştirilmiş sınıflarda birler, ikiler, üçler hep beraber derse girdiğim günler olmuştu. Evden çıkarken ya bir odun ya da bir tezekle okula gitmek gerekiyordu. Okulun sobasına yakacakları

öğrenciler getiriyordu. Sabahları bit kontrolü yapıldığını unutmak mümkün değil. Evimize gelen rahmetli Gülüz Bacı’nın çıt çıt bitlerimizi kırdığı günleri özlemle anıyor saçlarımızı sıfıra vuran rahmetli Dayıoğlu lakaplı Mehmet amcamızın ruhuna Fatihalar gönderiyorum. Eski günlerde Köy yerinde imece olurdu bağ bahçe işlerinde ot alırken, süt çekerken, ekmek ederken insanlar birbirlerine yardım ederlerdi. Çamardı tarafında imeceye keşşik denilirdi. Evlerde halı dokumak kadınların doğal işlerinden birisiydi. Istar ağacı halı dokunsun dokunmasın evlerin çoğunda kurulu dururdu. Bunun dışında dışarıda otururken bile kadınlar kirmen eğirir veya çıkrıkla ip yaparlardı. Boş durmak gibi bir kavram o tarihlerde pek literatürde yoktu. Bunların dışında sekileri çapalamak, ot almak, bahçeleri sulamak, ekin biçmek, sap çekmek, elma indirmek, mallara bakmak, çocukların karnını doyurmak, süt sağmak ve de helkilerle köyün çeşmesinden su getirmek günlük hayatın bir parçasıydı. Köyde birisi öldü mü ister akrabası olsun isterse olmasın millet haftalarca televizyonu açmaz çalgılı düğün yapmazdı. Şimdi bu hassasiyet ne yazık ki hayatımızdan çıkmış durumda. Başkalarının acısını sahiplenecek o asil yürekler ne yazık ki şu anda köy mezarlıklarında mahşer gününü bekliyorlar. Bencil, nemelazımcı, bed suratlı, selamsız adamlarda yaşayan birer ölü olarak sağımızda solumuzda gezip duruyorlar. Yazılacak, söyleyecek, anlatılacak o kadar çok şey var ki fakat sözü burada kesip anılar körfezini demir atan hayat gemisini tekrar yüzdürmeye devam edeceğiz. Evet, hepimizin eskiden bir köyü vardı. Belki şimdide var. Fakat biz ne o eski biziz, köy ise ne o eski köy artık. 57


stanbul’dan on saatlik yolculuktan sonra ABD Boston havalimanına inerken Atlas Okyanusu adeta bizi selamlıyordu. Yemyeşil bir tabiat ile gök mavisinin bütünleştiği bu harika manzara görenleri büyülüyordu. Amerika başlangıçta işte böyle kendine çekiyordu adeta. Uçaktan şehre inerken ilk intibaınız yeşillik ve düzenli şehirleşmenin varlığıydı.

ABD’DE ASIRLIK

TÜRK MEZARI

Yine New York’ta Cerrahi Tekkesi en işlek olan yerlerden biri. Her Cumartesi günü akşamı Tosun Bayrak (Tosun Baba 91 yaşında) zikir yaptırıyor. Profesör Tosun Bey merhum Muzaffer Ozak efendinin telkin ve tavsiyesiyle elli yıl önce ABD’ye gelmiş. Yoğun ve güzel bir faaliyet içinde. Müritlerinin çoğunu sonradan Müslüman olmuş Amerikalılardan oluşuyor. Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*

Doktora öğrencim öğretim görevlisi Aylin Yavaş ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden on civarında akademisyenle birlikte Amerika Harvard üniversitesinde bilimsel tebliğ sunmak için gittik. Harvard Üniversitesi kampüsünde 23-27 Mayıs 2016 tarihlerinde düzenlenen IJAS (International Journal of Arts and Sciences) 2016’da, “Türkiye’de Azınlık ve Devlet Liselerinde Çokkültürlü Eğitimin İncelenmesi: Çoklu Örnek Olay” başlıklı doktora tezinden iki bildiri sunduk. Konferansta farklı kültürlerden insanlar ile tanışmak, eğitimde farklılık, eşitlik ve çoğulculuk gibi konuları ele almak bakımından son derece faydalı oldu. Konferansa, Sosyal Bilimler, İnsan ve Toplum Bilimleri, İktisat ve İşletme, Eğitim ve Öğretim, Bilim ve Teknoloji alanları başta olmak üzere, farklı disiplinden dünyanın çeşitli yerlerinden gelen 500’den fazla akademisyenin katılımıyla gerçekleştirildi. Bildiriler dışında, poster sunumları ve çalışma atölyeleri de düzenlendi. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen akademisyenlerin birbirleriyle tanışma fırsatı da oldu. ABD gezimde bana yardımcı olan Dr.Emrah İlik ve New York fotoğraflarını büyük bir itina ile çeken aziz arkadaşım Yalova Üniversitesi öğretim üyesi Doç.Dr.Süleyman Berk’e ve New York’ta hanesine açan Bayburtlu Çetin Güzel’e çok teşekkür ediyorum.

*YTÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü

sayı//25// ağustos 58

Amerika kıtası için söylenen 500 bin civarında vatandaşımızın yaşadığıdır. Tabi yabancı bir ülkede yaşamanın birçok zorlukları bulunmaktadır. Başta çocukların kültürel yozlaşmaya uğramasıdır. Özellikle Türk vatandaşları, kültürel yozlaşmadan korumak için son yıllarda ticari faaliyetleri yanında kültürel faaliyetlere de önem vermektedirler. Açılan camiler yanına mutlaka tesis edilen Kültür Evleri Türklerin buradaki en büyük sığınağı olmaktadır. Artık vatandaşlarımızı Amerika’da işveren olarak görmek de bizler için gurur vericidir. Her sektörden insan iki


ülke ticareti arasında aracı olarak iş hayatında yer almaktadır. Yazılım sektöründen canlı hayvan ticaretine, eğitim sektörüne kadar vatandaşlarımız ön planda yer almaktadır. İlim adamlarımız artık Amerikan Üniversitelerinde isimlerinden bahsettirmektedir. ANADOLU ESİNTİSİ

1992’den beri New York’ta bulunan Çetin Güzel dostumuz, kendine Anadolu esintilerinden güzel bir dünya kurmuş. Şark odası şeklinde düzenlediği misafirhanesinde, hem dostlarını ağırlıyor hem de zaman zaman dostlarıyla sazlı sözlü Anadolu geceleri düzenliyor. Doç.Dr.Süleyman Berk dostumuzla böyle bir geceye bizde şahit olduk. Gerçekten Anadolu türkülerinin tadı gurbette bir başka oluyor!.. Yine Çetin Güzel bey ile Amerika’da yaşayan Türkler üzerine çalışmaların yapılması için Türkiye ve Amerika’da konuyla ilgili çalışacak akademisyen çalışma grubu oluştura konusunda görüş birliğine vardır. Yine New York’ta Cerrahi Tekkesi en işlek olan yerlerden biri. Her Cumartesi günü akşamı Tosun Bayrak (Tosun Baba 91 yaşında) zikir yaptırıyor. Profesör Tosun Bey merhum Muzaffer Ozak efendinin telkin ve tavsiyesiyle elli yıl önce ABD’ye gelmiş. Yoğun ve güzel bir faaliyet içinde. Müritlerinin çoğunu sonradan Müslüman olmuş Amerikalılardan oluşuyor. Vatandaşlarımız, devletimizin de desteğiyle artık yurt dışında daha faal bir haldeler. Camiler, kültür merkezleri, işyerleri ve evlerde artık vatandaşlarımız başları daha bir dik olarak kültürlerini yaşaya ve yaşatmaya çalışmaktadırlar. Görüştüğümüz vatandaşlarımız özellikle devletten ve diyanetten ölenlere sahip çıkmasını ve cenaze işleriyle ilgilenmelerini istiyorlar. Türk mezarları Ermenilerle birlikte Boston şehri yakınlarındaki Worcester’da bulunan Hope Cemetery mezarlığında 200 civarında Müslüman kabri bulunuyor. Kabristanlık çok geniş bir alanda kurulmuş. Bizdeki ilk Ankara’da kurulan Cebeci Asri mezarlığı düşüncesiyle kurulmuş. 1836 tarihi gösterilen mezarlıkta Katolik, Protestan, Yahudi, Ermeni mezarlıkları var. Ermeni mezarlıkların bulundu yerde ise Osmanlı dönemine ait Osmanlı tebasından gayri müslim Araplar olduğu gibi Türkiye’den gitmiş Ermeniler ve Müslüman Türkler’in de mezarları var. Mezarlığı ziyaret edip Fatihalar okuduk. Çok geniş bir alana kurulan mezarlıkta Hristiyan

ve Yahudi Mezarlığı içinde Müslümanlar çok garip kalmışlar. Adeta bize gitmeyin bize daha fazla okuyun diye fısıldattıklarını hissettim. Çoğunlukla Ermenilerin olduğu bölüme gömülen Müslümanlar ait 1800’lü yıllara ait mezar bulunmakla beraber genellikle 1918 yılından sonra kayıtlı mezarlar dikkat çekiyor. Mezarların tasnifi için ciddi bir araştırma ve inceleme yapılması kaçınılmaz görünüyor. Çünkü hepsi birbirine karışmış. YÜZ YILLIK MEZAR TAŞLARI Osmanlıca kitabe, Boston Ermeni toplumuna ait mezarlığın bir köşesinde yer alan Müslüman mezarlığında bulunan kitabede, Latin harfleriyle mezarlığın parselinin Muslim Brotherhood Association’a (Müslüman Kardeşlik Derneği) ait olduğu belirtiliyor. Devamı Osmanlıca olan yazıda, kitabenin dikiliş tarihinin 1918 olduğu ifade ediliyor. Müslüman mezarlığının 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Osmanlı Devleti topraklarından göç eden Suriyeli, Lübnanlı, Filistinli, Türk, Boşnak diğer bazı Balkan kökenli Müslümanlara ait olduğu tahmin ediliyor. Bu arada Müslüman mezarlarının bulunduğu bölümde, mezar taşlarından bazılarında Osmanlıca bazılarında İngilizce yazılar bulunduğu görülüyor. Mezar taşları, göçmenlerin kültürel geçiş sürecine işaret eden örnekler de sunuyor. Örneğin, Latin harfleri ile “Charles K. Abraham” olarak yazılmış bir ismin baş tarafında Arapça harflerle “Halil Ebu Asli oğlu” ibaresi yer alıyor. Üzerindeki ay yıldız işaretinden Müslüman 59


Ermeni isyanlarından sonra 1891 ve 1892’de bu sayı 43 bin 497’e çıktı. 1908 yılına gelindiğinde ABD’de 150 bin Osmanlı tebaası yaşıyordu. Osmanlı’dan ABD’ye göçün tamamının 178 bin ila 415 bin arasında olduğu hesaplanıyor. Bunların yüzde 27’sinin Rum, yüzde 18’inin Ermeni, yüzde 6’sının Yahudi, yüzde 12’sinin Sırp, Arnavut veya Bulgar, yüzde 5’inin Türk, yüzde 2’sının Suriyeli ve yüzde 6’sının ‘diğer’ olduğu tahmin ediliyor. Yabancı kadınlarla evli olanların çocukları genelde Hıristiyan olarak büyüyordu. ABD’de her yıl 15 bin kadar Türk doktora yapıyor. Türkiye’den gelen Ermeniler ve Rumlar çok zengin olmuşlar. Türkiye’den getirdikleri paraları gayrı menkule yatırmışlar.

olduğu anlaşılan Mahmud Mahmud isimli şahsın mezar taşının yanı başında dikili olan ABD bayraklı Amerikan Alayı arması, burada yatan kişinin bir gazi olduğunu gösteriyor. Bu arada Kaletski, Alexandrovich ve Alexandrovich gibi soyadlar taşıyan mezar taşlarında da ay yıldız işaretleri görmek mümkün. ABD’DE TÜRK İZLERİ!

ABD’de bugün 500 bine yakın Türk kökenli vatandaşın yaşadığı düşünülüyor. Osmanlı’dan Amerika’ya ilk yola çıkanlar Rumlardı. Araştırmacı ve tarihçi Rıfat Bali’nin çalışmalarına göre 1821-45 yılları arasında Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarından 156 bin, Anadolu’dan ise 205 bin Rum Amerika’ya göç etmişti. ‘Neden Geldim İstanbul’a’ isimli şarkının orijinali olan ‘Neden Geldim Amerika’ya’ 1920’li yıllarda Ahilleas Pulos isimli bir Rum tarafından New York’taki bir Osmanlı kahvehanesinde kaydedilmişti. Amerika’ya giden ikinci grup Ermenilerdi. 1890’lı yıllardan itibaren hız kazanan göçlere Amerikalı misyonerler ön ayak oldu. 18901907 yılları arasında Osmanlı’dan Amerika’ya 2 bin 738 Yahudi göç etmişti. 1924 yılına gelindiğinde ise bu rakam 30 bine çıkmıştı. Rıfat Bali’nin öyküsünü aktardığı Hasköylü Nesim’e göre o günlerde New York sokaklarında İstanbul tipi turşu satan Osmanlı Yahudi’lerine sık sık rastlanırdı. Prof. Nedim İpek ve Prof. Tuncer Çağlayan’ın araştırmalarına göre 1870 yılından önce ABD’de 301 Osmanlı vardı. sayı//25// ağustos 60

O günün şartların New Jersey’deki deniz kenarında arsa almışlar. Onlar kıymetlenince de çok zengin olmuşlar. Türkiye’den giden Rum ve Ermenilerin maddi bakından durumların çok iyi olduğu söyleniyor. Okullar ve kiliseler açmışlar. Ancak Türkçeyi de unutmamışlar. Hala Türkçe şarkı ve türkü söylediklerini görüştüğümüz Türk arkadaşlarda söylediler. Amerikan üniversitelerinde 750 Türkiye doğumlu akademisyen görev yapıyor. Bunların çoğu mühendislik ve işletme alanlarında çalışıyor. Bugün ABD en az örgütü toplum Türkler denebilir. Bürokraside ve devletin diğer kurumlarında çalışan Türkler oldukça az. Türker’in çalışma yerlere genelinde ticaret alanları. New York’un en işlek ve en pahalı olan 5.cadde üzerindeki Simit Sarayı’nı görünce çok sevindim. Simit Sarayı’nın iyi iş yaptığını söylediler. Simidin tanesi bir buçuk dolar yani dört buçuk lira. Aylık dükkânın kirası ise 80 bin dolar. Türkler daha fazla organize olmalı ve nesillerin muhafazası için Türkiye Cumhuriyeti Devleti okul açmalıdır. Amerika’dan bulunan Türklerin en büyük şikayeti cenazeleri olduğunda bunun dini işlemleri için Diyanetin organize sahip çıkmayışı olduğunu söylediler. Cenaze işleri ABD’de çok pahalı. Neredeyse ölünüz diriniz pahalı. Cenaze işlemleri için 30 bin dolara varan masraflar çıkartıldığını ve bu konuda Türkiye’nin destek ve diyanetin organize olmasının gerektiğini belirttiler. Bizde buradan yetkilileri söylüyoruz. Çünkü kültür ve medeniyetin taşıyıcı dildir. Dilin en iyi okunup korunacağı yerler ise okuldur. Büyükelçiliklerde Türk vatandaşlarıyla daha yakından ilgilenilmelidir.


Yazar: Fatih Çıtlak Erdem Yayınları /Kültür Serisi

(sadeleştirilmiş 2. Baskı, Ağustos 2016)

arih boyunca hak ve batıl savaş içinde olmuştur. Hakkın safında olanlar daima muzaffer olmuştur. Batıl ise sürekli hile peşindedir. Kıssaları ile yüzyıllardır insanlığı aydınlatan Hazreti Mevlana’nın muhteşem eseri Mesnevi-i Manevi’de yer alan ‘Yahudi Kral ve Veziri’nin hikâyesi aslında tam da bu günlerde oyuncular değişse de rollerin değişmeden tarihin tekerrür ettiğini bir kez daha bize göstermiş oluyor. Yahudi kral, sağlam imana sahip sayıları az olan ilk Hristiyanlar ile mücadele eder. Mücadele ettikçe sayılarının giderek arttığına şahitlik eden hain vezir kraldan bir hile ile yayılmakta olan hak dini de mensuplarını da bitirebileceğini söyler. Reçete hazırdır: suret-i Hakk’tan gözükmek! Her devirde varlığını göstermiş, toplumda derin yaralar açmış her devrin Yahudi-hain vezirleri bu gün de olduğu gibi iş başındalar. Bu kitap, daha önce ilk baskısı 2015’de yapılmış olan aynı ismi ile 15 Temmuz hain kalkışması üzerine

sadeleştirilerek daha geniş kitleler istifade etsin diye ve tarihten ibret alınması maksadı ile yeniden baskıya hazırlanmıştır. Yıllardır Mesnevi üzerine yaptığı şerhler ve sohbetler ile tanıdığımız, açıklayıcı ve doyurucu üslûbu ile dinlemekten-okumaktan zevk aldığımız Fatih Çıtlak hocamızın Mesnevi’nin 321-732. beyitlerine şerhini ibretle okuyalım. Kitap, Erdem Yayınları Kültür Kitaplığı tarafından basılıp, halkımızın istifadesine sunulmuştur. Kitabın önsözünden : “Mesnevi’deki bu kıssada Yahudi-Hristiyan tarafları olarak insanların uğradığı ihanet ve suiistimaller anlatılmakta ve örnek olarak getirilmektedir. Dün bunlar vardı, bu gün bu örnekler değişebilir. Belki yarın ismi resmi çok daha farklı türlü türlü hizipler de olabilir. Fakat değişmeyen gerçek son güne kadar hep hak ve batıl çekişmesi, mücadelesi yaşanacaktır. O yüzden kıssadan hisseyi alırken dar kalıplarla ‘şunlar bunlar, şucu bucu’ gibi sözlerle birbirimizi yaftalamayalım. Meseleyi layık olduğu derinlikle anlamaya ve gösterilenden ibret almaya çalışalım.”

ŞEHİR K İ TA P

KÜFÜR FEDAİSİ

61


NE KALDI ŞEHRİNİZDEN GERİYE? Âşıkların nefesleri vurmuş bizim dağlarımıza. Bu yüzdendir ki, duman eksilmez başlarından, bu yüzdendir ki erken bulutlanır tepeleri, sis erken çöker, kar erken düşer sevdalı doruklarına. İsmail BİNGÖL

Setbaşı- Irgandı Köprüsü/ Bursa

ecenin şavkı vurdukça yüreğime, yaralanmış bir ceylan gibi dönüp duruyorum kendi etrafımda… Kavruldukça içim, dışım ve ruhum, aşkın elleri değmiş gibi oluyor ve şehre dair kırık dökük yangınlı efsunlu masalsı sevdamı yeniliyorum. Vurulmuşum yıllardır her gün değişen ve dönüşen, dört bir tarafından yıkılan ve sökülen bu şehre… Nankörler, kıymet bilmezler elinde sevgim talan edilse, hüznüm ötelere doğru akıp gitse bile, bırakıp gidemiyorum, bir terk edişin kollarında yeni zamanlara, yeni yerlere hicret edecek cesareti bulamıyorum kendimde… Korkunun, tereddüdün, endişenin iç içe geçmişliğinde yoruldukça bedenim ve ruhum; susuzluğumu bir pınarın soğuk suyu gibi, mısraın enginliğinde soğutup dinlendiriyorum: Senden beter yanık içim ezelden, Yaz ortası karlar yağmış özüme, Ayıramam ne bir dosttan güzelden Palandöken bakıp durma yüzüme. (…) Ağlattın sonunda haydi gül şimdi, Seni kamçılayan tipi de dindi Bu suskunluk sana gökten mi indi? Palandöken bakıp durma yüzüme. Şimdilerde hayatını Şanlıurfa’da sürdürmekte olan Karadeniz uşağı şair Hasan Akçay’ın, yıllar önce öğrenciliğini geçirdiği şehir olan Erzurum’a yazdığı “Palandöken” adlı şiirinden ödünç aldığım iki kıtayı hislerime tercüman kılmaya çalışıyorum. 1993 yılının 12 Mart’ında, yani şehrin düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümünde “Karçiçeği” dergisinin dokuzuncu sayı, kırk yedinci sayfasında yayımlanan şiir; şehrin asırlardır sırtını yasladığı dağla yaptığı dertlenişi, onu kişiselleştirerek yüzüne bakarken anlattıklarını bir ruh sancısı içinde hikâye eder. Zira geçen günlerde ötelere uğurladığımız ve rahmetle andığımız yazarhikâyeci Emir Kalkan’ın da bir yazısında dediği gibi: “Âşıkların nefesleri vurmuş bizim dağlarımıza. Bu yüzdendir ki, duman eksilmez başlarından, bu yüzdendir ki erken bulutlanır tepeleri, sis erken çöker, kar erken düşer sevdalı doruklarına. Bu yüzdendir ki erken sararır yeşiller, çiçekler erken solar, hüzün erken iner ovalara… Bu yüzdendir ki, beli bükük bir arslan gibi kırgın durur” dağlarımız… Ahmet Tanpınar’ın cümleleriyle Erzurum:

sayı//25// ağustos 62


“……Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatana giren cedlerimizin, ilk fethettikleri büyük, merkezî şehirlerden biridir. (...) Erzurum taşı dururken çimentonun kullanılmasını bir türlü aklım almaz. Betonun getirdiği bir yığın kolaylık meydanda. Fakat bu kolaylıklar bazen de mimarînin aleyhine oluyor. Hele mahallî rengi bozuyor. Erzurum taşı, çok kullanışlı. Her girdiği yere, abide asilliği veren bir mimarî malzemesidir...” Tanpınar’ın bize tanıttığı, kendi sözleriyle “hayallerimize istikamet veren” bu dünyadan geriye ne kaldığını uzun uzadıya anlatmak gerekmez. Konya’nın, Bursa’nın, İstanbul’un, Erzurum’un “sırrı” da, “kokusu” da, “iklimi” de, “şiiri” de ortada. Ve yine bir sözünde diyor ki Tanpınar: “Ancak sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.” Şehir mağrur bir isyanı getiriyor göz bebeklerime... Sokakları yüreğimi incitiyor, acılarımı tazeliyor. Geçmişe dönüyorum; bir yürüyüş başlatıyorum içimde ve dışımda... Zamanın önünde oradan oraya savrulup, seneleri birbirine eklerken, her köşesinde kendimden bir parça bıraktığım şehir, giderek farklılaşıyor, yabancılaşıyor ve ben şehri tanımakta zorlanıyorum. Günden güne değişen yüzler, sathî ifadeler ve öylesine yürüyen ilişkiler... Ne acılar paylaşılıyor gerektiği gibi, ne de sevinçler... Bu gidişten, bu kayboluştan mustarip olanlardan biri de, alanında haklı bir üne sahip sosyoloji Profesörü Nilüfer Göle... İşte onun bu konudaki cümleleri: “O kadar şey yitirildi ki... Hakikaten neyi muhafaza edeceğiz, hatta daha ötesi muhafaza edilebilecek ne kaldı? Dini bilgi, geleneksel değerler, yaşam biçimleri, âdap ve erdem yitirildi; ama herkes yitirdi. Müslümanlar da dahil. (...) Hâlbuki para ile bayağılaşmanın hüküm sürdüğü Türkiye’de, biraz daha Müslümanlığın getirdiği tevazu, göze batmama durumlarını insan arıyor.” (Vatan Gazetesi, 1 Ekim 2003) Yitirme ve yitirilme, unutmak ve unutulmak o kadar ucuzladı ki; yapılan birçok hareket yasak savma babından... Hayata anlam kazandıran değerlerin ve hayatı anlamlandıran kişilerin giderek azaldığı ve önemsenmediği

bir dünya... Böyle bir dünya acaba ne kadar yaşanmaya değerdir? Zaten; “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” diyerek, yaşadıklarını anlamlandırmaya, böyle bir ağırlığı sırtlamaya çalışmak, hem neyi niçin yaşadığının ve hem de hayatın farkına varmak değil midir? Dışımdaki yürüyüşte, bir köşe başında bir tanıdık çıkıyor önüme... Selâmlaşıp, kucaklaşıyoruz. Aynı şehirde yaşamamıza rağmen, yıllardır görüşemediğimizden söz ediyor, yılların bizde bıraktığı izlere, çizgilere takılıyor ve yolumuzu geçmişe döndürerek, eskileri yâdediyoruz. Okullarımız, şimdi çoğu unutulanlar arasına katılan öğretmenlerimiz, adlarını hatırlamaya çalıştığımız arkadaşlarımız, gençliğinin baharında kazaya uğrayıp, yolu ötelere düşen dostlarımız giriyor araya. Şu önünde durduğumuz iki katlı, avlulu, sekili, kırlangıç örtülü evde falancalar otururdu. Okulun hemen yanında oturdukları için imrenirdik ona... Teneffüslerde bikoşu eve gider, elinde yiyeceklerle dönerdi. Babası esnaftı. Yıllar önce çekip gittiler buradan... Ev; ha çöktü, ha çökecek. Boynu bükük, bakımsız ve sahipsiz. Kendine uzanacak ve şenlendirecek bir el beklemekte. Çıkar mı ki acep?

Kentini yitirmiş insan için, artık mutlu olabileceği bir yer yoktur yeryüzünde. Kim bilir, belki o, artık, bir daha ele geçirmemek üzere yitirmiştir kendisini de.

Sonra, minaresi kısacık olan şu mescit... Arkasındaki mezarlık ve önünde eski tarz abdest alma yerleri hâlâ ayakta. Yaz geceleri buralarda “itti bitti” oynar, ne var ki mezarlıktan uzak dururduk. O tarafa yaklaşınca içimizi bir korku sarardı. Büyüklerimizin anlattığı cin, peri hikâyeleriyle doluydu kafamız. Uzun boylu, heybetli ve sakalı dizine inen “gulyabani”lerin olduğunu sanırdık. Bir korkuyla birlikte, manevî hava da verirdi ayrıca bize... Düşerdik, yaralanırdık, dizlerimiz parçalanırdı, ağlardık. Annelerimiz, hem kızar, hem avuturlardı merhamet dolu yüreklerinden süzülen kelimelerle... E tabii bazen de dayak yerdik; eve geç kaldığımızda, bir şeyleri kırıp, bir şeyleri yere döktüğümüzde... Şimdi buradan bakınca, hepsini geçmişin güzelliği sarıp sarmalamış, hepsini geriye dönüşsüzlüğün, bir daha yaşanamayacak olmanın acısı kaplamış. Ya şu köşeyi dönünce... Bakışmalar, ne olduğunu anlayamadığımız, yüreğimizden ılık ılık geçen duygular çıkıyor karşıma... Saflığın, temizliğin, güzelliğin eseri olan... Adını şimdi bile diyemediğim; diyemediğimiz. Gülümseyerek hatırladığımız o günlere bakın şair mısralarla nasıl kayıt düşmüş: “Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız / Hatırası bile yabancı gelir.” (C. S.Tarancı) 63


Bin bir emek sonunda oluşturulmuş ve nice zorluklara, nice acılara direnilerek meydana getirilmiş şehirlerimizi elimizden geldiği kadar iyi korumalı ve atalarımızdan devraldığımız paha biçilmez bu kültürel mirası; gerektiği şekilde gelecek kuşaklara devretmeliyiz.

Aşağılara doğru iniyorum. Hemen hiçbir şey değişmemiş ya da çok az değişmiş. Garaj, kuru hapan, han, küçük manifatura mağazaları, arkada hamam ve yine harap olmuş, türap olmuş, terkedilmiş evler, un, yün, peynir, yağ satan dükkânlar... Değdiği yeri betonlaştıran el henüz buralara uğramamış. Rant elde edilecek kıymete ulaşmadığından olsa gerek. Ne var ki, yavaş yavaş da olsa, buraların da etrafı sarılmaya da başlamış. Herhangi bir sokağında, her an karşınıza koca bir apartmanın çıkması da muhtemel... Bir yandan şehirleşip; sokaklarımızı, eski evlerimizi biraz da mecburiyet sonucunda apartman daireleriyle değişirken, bir yandan da şehrimizi yitiriyoruz. Şehrini yitireni bekleyen sonun ise, şu sözde ileri sürülen düşüncedekine benzeyeceğine inanmalı mıyız acaba? “Kentini yitirmiş insan için, artık mutlu olabileceği bir yer yoktur yeryüzünde. Kim bilir, belki o, artık, bir daha ele geçirmemek üzere yitirmiştir kendisini de.” (Demir Özlü) Çocukluğumda yapılışını öylesine hatırladığım otelin önünde duruyorum. Karanlığın çöküşü sebebiyle tam olarak seçemesem de, altındaki kahvede oturanların tipleri, geçmiştekileri andırıyor ve onları, kuzey ilçelerinden gelenlere benzetiyorum. Bir çay içimi oturduğum kahvede aklıma, yine bir güz günü dostlarla buradaki oturuşumuz geliyor. Tavşan kanı çayları içerken, bir dostun çektiği fotoğraf karesi adeta zamanı donduruyor. Tıpkı şu mısralarda anlatıldığı gibi: “...Pırıl pırıl bir akşam saati / Çay baş köşede misafir / Vakit bilinmez şeylerden bir lezzet vakti” (Mustafa Miyasoğlu, “Sevda Şiirleri” adlı şiirden…) Yine bu yakınlarda, hüzne takıldığımız bir akşam, nasıl olmuştuysa, yolumuz buralara düşmüştü yine... Yangınımızı şiirlere gömmüş, göğsümüzde biriken yakıcı havayı, efil efil esen rüzgâra üfürmüş ve sonunda da yine hatıralara dönmüştük. Gelenin geçtiği, konanın göçtüğü bu dünyada, insandan geriye ne kalır ki zaten hatıralardan başka? Hem; batılı bir yazarın da dediği gibi; “Hatırasına saygı gösterildi mi, yitirilmiş insan yaşayan insandan daha çok aramızdadır.” Bilmem sizin için de öyle mi? Belli dönemlerde ve belli zamanlarda bazı milletler ya da devletler eliyle medeniyeti yakalayan insanoğlu, nefsine ve iktidar hırsına mağlup olma sonucunda, görünen o ki, yine medeniyetsizlik çukuruna yuvarlanıyor ve medeniyet savunucularıyla medeniyet

sayı//25// ağustos 64

düşmanları arasında yeniden bir savaş başlıyor. Ama sonucu hemen tayin edilemeyen bir savaş bu. Oldukça uzun süredir devam eden ve daha sürecek olan bir savaş hem de... Kimileri; bu savaşın dünyaya ve insana verdiği zarar üzerine daha derinden kafa yorup, kalbi ellerinde bir gelecek öngörüsü yapmanın ağırlığı altında ezilmekte olanlardır. Kimileri ise; bu yıkımdan, bu vurgundan faydalanma ihtirası içinde yanıp kavrulan ve hedeflerine sadece kendilerini koyanlardır. Asıl canı yananlar ise; her zaman olduğu gibi, arada kalanlardır elbette… Yanlış anlaşılmasın; varlıkları ve üretimleriyle dünyaya hükmedenler değildir medeni olanlar… İnsana ve ona emanet olarak verilen dünyaya saygı duyanla, duymayan arasındadır bu savaş… Onun içindir ki; eldeki yıkıcı imkânları medeniyet düşmanları gayeleri uğruna sonuna kadar kullanmaya çalışırken, tek gayesi insanı ve yaşadığı yeri korumak olan medeniyet taraftarları ise; insana yeni bir gelecek oluşturmanın kaygısı içerisindedirler. Bu ise medeniyetin savunucularının işinin ne kadar zor olduğunun bir göstergesidir. İşte şehirler; medeniyetin doğduğu, yayıldığı yerlerdir ve tamamlayıcısıdır hatıraların... Onsuz anlatımlar yarımdır çünkü... Mekânın bıraktığı iz hakkında ne söylenebilir şehirden söz edilmeyince... Takılır geçmişin ardına bir şehirde geçirilen günler ve o günlerde yaşanan, insan olduğumuzun ispatı bağlılıklar, karşı konulmaz duygular, dostluklar, arkadaşlıklar, yâdımıza gelince hâlâ hüzünlendiğimiz sevdalar... Demek ki şehirlerimizi eskilikleriyle, güzellikleriyle, her bir taşına sinmiş huzuru, insanlığı ve estetiğiyle yaşatmak için sevmeli ve sahip çıkmalıyız. Şehir; sevilmelidir bütün bunlar adına ki; sırrını, geçmişten bugüne sinesinde topladığı güzellikleri çözmek için kendimizde güç bulalım. Ve yine şehri; ona yakıştığı şekilde yaşatmak içinse aşk gereklidir. Şehir; ona sevgi duyulmadan, adeta aşkla bağlanılmadan kendini ele vermez ve çağları aşarak hayatiyetini devam ettiremez. Çözülmesi azalmış ya da son bulmuş şehirlerin, giderek bir bilmece halini alacağı ve meçhuller bahçesinde kendine ayrılmış yeri dolduracağı unutulmaya! Günümüzde toprak altından çıkarılmaya çalışılan şehirleri bu kategoride saymak yanlış olmaz. Tıpkı; “Şehir bir muammadır, çözüldükçe yeniler sırrını” sözünde


belirtildiği gibi... Sırlarıyla ilgilenilmeyen ve ruhunda gizlediği muammaları çözmek için uğraşılmayan şehirler; şehir olmaktan çıkar, birer beton yığınına dönüşürler. Ve bu şehirler; isimleriyle yaşasalar da, artık o eski şehirlerden çok uzaktadırlar. Çünkü bahsettiğimiz şehir; ya yıkılmıştır ya da bakmasını, görmesini bilmeyen gözlerden kendisini gizlemiştir. Bu tür şehirlerin hoyratça, kabaca kullanıldığını, böylece hırpalanıp zamanın harcamasına terk edildiğini söyleyebiliriz. Behçet Necatigil’in dediği gibi: “Ne hoyrat kullanmışlar / Sevincin sesi çıkmıyor.” Ve bu şehir bazen kırgınlığımıza, bazen dargınlığımıza, bazen yorgunluğumuza rağmen terk edemediğimiz, bırakıp gidemediğimiz… İçinde geçmişimizin, anılarımızın, aşklarımızın, kavgalarımızın sitemlerimizin, dostlarımızın, arkadaşlarımızın, ailemizin gömülü olduğu şehirdir de burası aynı zamanda… Biz onu bırakıp her nereye gidersek gidelim, arkamızdan gelmeye devam edecektir. Yine şehri; bazen hüznümüze, bazen sevincimize, bazen kırgınlığımıza, bazen küskünlüğümüze aşina kıldığımız, “medeniyetin beşiği” olarak adlandırdığımız mekânı anlatmaya, sağından solundan sözetmeye, anlamı üzerinde yoğunlaşmaya devam ettikçe daha iyi anlayacağımız muhakkaktır.

Öyleyse şehri paylaşanlar ve onun geçmişten gelen güzelliklerini, gâh seyredip, gâh içinde yaşayanlar; şehre karşı vefalı olmalılar

yaşayanlar; şehre karşı vefalı olmalılar. Bin bir emek sonunda oluşturulmuş ve nice zorluklara, nice acılara direnilerek meydana getirilmiş şehirlerimizi elimizden geldiği kadar iyi korumalı ve atalarımızdan devraldığımız paha biçilmez bu kültürel mirası; gerektiği şekilde gelecek kuşaklara devretmeliyiz. Ve şair; yıllardır içinde taşıdığı, kimseyle paylaşmaya cesaret edemediği bir sevda eşliğinde şehrin sokaklarında dolaşır ve yıllarca içinde biriktirdiği acıyı, sitemi, endişeyi, vefasızlığı mısralara döker. Bir gün ondan uzak düşme ihtimalinin zihnini alttan alta kemirdiği, bu sıkıntının yüreğini kasıp kavurduğu dert eşliğinde söyler şiirini… “Ey Şehir” diyerek seslenir; doğduğu günden bugüne yaşadığı, sokaklarında koştuğu, mahallelerinde, caddelerinde dolaşıp, yazdıklarına konu ettiği yere…

Şehir; bazen kırgınlığımıza, bazen dargınlığımıza, bazen yorgunluğumuza rağmen terk edemediğimiz, bırakıp gidemediğimiz… İçinde geçmişimizin, anılarımızın, aşklarımızın, kavgalarımızın sitemlerimizin, dostlarımızın, arkadaşlarımızın, ailemizin gömülü olduğu yerdir de aynı zamanda… Biz onu bırakıp her nereye gidersek gidelim, arkamızdan gelmeye, bizi bütün gücü, görkemi ve zaaflarıyla takip etmeye devam edecektir.

Her gün yeni baştan düşünüyorum seni Çözmek için dünyanı gizlediğin kavganı Gözlerimde yosun yeşili bekleyişler Dağında ovanda sokağında arıyorum ben beni

Ve biz; her nereye gidersek gidelim; ruhumuza kenetlenmiş şehrin takibinden ve hissiyatımıza duyurduklarından kurtulamayız. Mağlubiyetimizle, acımızla, hırsımızla, ihtirasımızla iç içe geçmiş duyguların ve yıllar yılı yaşadığımız olayların etkisinden sıyrılıp, tamamen boşalmış bir zihinle yeni zamanlara ve yeni âlemlere adım atamayız. Çünkü bütün bunlar; geçmişimizde saklıdır ve o geçmişte hayatımızın içine sırlanmış olan o eski şehirdir. Öyleyse şehri paylaşanlar ve onun geçmişten gelen güzelliklerini, gâh seyredip, gâh içinde

Yürürken yollarında Aşk ve hüzün yol gösterdi yalnızlığıma Bir avare yürek gibi duyayım hissedeyim diye Her gece acını kattım acılarıma Ellerimde sabır sarmaşıkları Yeni baştan kavrıyor yeniden büyütüyorum sevdanı Mahmurluğunu eş ediyorum kendime ey şehir Uyanışın gergefinde nakış nakış dokumak Ve masumluğunu yeniden duymak için Duayla beziyorum kar beyazı gecelerini

Matemimi haykırdım karanlık gecelerinde gökyüzüne Her şafakta yeni bir melâlle doldu içim Gözlerimi gözlerine diktim Bütün bir cihana seni anlatmaktı sevincim

(İsmail Bingöl) 65


ÜSKÜP; ‘SEN BİZDESİN GENE’ Üsküp ne kadar özgünse o kadar da İstanbul’dur; ne derece “kendine özgü” bir şehirse, o derece de “İstanbul havası”nı yaşatır size. Fahri TUNA

sküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın” der Üsküp’ün has evlâdı, öz evlâdı, derya-dil evladı Yahya Kemâl… Doğrudur; Üsküp, bütün ruhuyla ve görünümüyle Bursa’nın devamı, Edirne’nin “gardaşı”, İstanbul’un “ağbisi”dir; İstanbul’un fethini görmüş, İstanbul’un fethine katılmış, İstanbul’un fethine “tanık”lık etmiş bir kutsal şehirdir Üsküp. Kale, ova, nehir… minare, çarşı, bereket… sükunet, huşu, huzur; işte size Üsküp… İtiraf etmeliyiz ki Osmanlı bir Rumeli devletidir; yine itiraf etmeliyiz ki Rumeli demek, özetle Üsküp demektir: Üsküp Rumeli’nin başkentidir şüphesiz. Osmanlı Balkanlarda bir şehir kurmamış olsun ki içinden nehir geçmesin; Filibe, Manastır, Kalkandelen, Prizren… ve Üsküp. Su hayat demek; su bereket demek; su Vardar demek; su Üsküp demek: “Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadık sıla parası” türküsü bir hasret türküsü olduğu kadar, hicranlı bir Üsküp türküsüdür de ta ruhumuzun derinliklerinde. Osmanlı bâkiyesi Üsküp kalesine çıkıp, enfes bir fotoğrafı seyredercesine şöyle bir seyreyleyelim Medine-i Üsküp’ü; solda üstte bütün Rumeli’ye meydan okurcasına görkemli Mustafa Paşa Camii, solda altta Yahya Paşa Camii, ortada İsa Bey Camii ve Rıfaî Tekkesi, Tefeyyüz Mektebi, ortada üstte bölgenin fatihi Sultan Murat Hüdavendigar’ın nişanesi Sultan Murat Camii ve bitişiğinde – torunu – II. Abdülhamit’in hediyesi Saat Kulesi, ortada iki katlı taş yapı buram buram Osmanlı kokan tarihi çarşılar ve Murat Paşa Camii, sağda – önceleri bedeni temizleyen şimdilerde gönülleri temizlesin diye sanat galerisi olarak kullanılan – Davut Paşa Hamamı, en sağda bereket timsali Vardar Ovasının ortasından – Sakarya’ya nazire yaparcasına akıp giden – Vardar Nehri ve üzerine Mimar Sinan yapısı güzeller güzeli taş köprümüz… Üsküp; gönlünde masallar, gönlünde gizemler, gönlünde umutlar besleyen, bir ucu 1492’lerde Yıldırım Beyazıt’a dayanan diğer ucu Kafdağı’nın arkasında saklı ipekten bir mendildir aslında. Üsküp üç sultan üç de vali paşanın eseridir demek mümkündür medeniyetimiz açısından; bölgeyi fetheden I. Murat (Güdavendigâr), kaleyi fetheden ve şehre ilk imar kazmasını vuran I. Beyazıd (Yıldırım) ve şehri kuzeydeki

sayı//25// ağustos 66


yamaçlara doğru kuran II. Murat. Şehirde halen cami ve mahalleleriyle isimleri yaşatılan – şehrin temellerini atan – birbirinden değerli üç paşamıza gelince; Yıldırım’ın 22 yıl Üsküp valiliğini yapan Yiğit Paşa (ki H3lâ adı bir mahallede yaşamaktadır), oğlu II. Murat’ın silah arkadaşı Gazi İshak Paşa ve Fatih Sultan Mehmed’in silah arkadaşı İsa Bey (hâlâ adı muhteşem bir camiiyle beraber yaşamaktadır). Bölgeyi elbette Sultan Murat Hüdavendigâr fethetmiş, “fethin nişanesi” olarak da camiini de kalenin karşısına inşa ettirmiştir. Ama “Üsküp Kalesi”nin fethi, oğlu Yıldırım Beyazıd’a 1492’de nasip olacaktır, yiğit bir komutan olan Yiğit Paşa’nın komutasındaki Osmanlı ordusuna. Sonra kale “Osmanlı usulü” yenilenecek, 70 kulesi olacak kadar genişletilecek, 5.000 askerle korunur hâle gelecek ve bugünkü şeklini alacaktır. Sabah namazında “ilklerin mekânı” Sultan Murat’ta, öğleni “çarşı içi”nde Murat Paşa’da, ikindiyi “dinginlik mekânı” İsa Bey’de, akşamı “dört bir yana “kim ne derse desin burası hâlâ bir Osmanlı şehridir” görünmeyen mahyasıyla bir kale gibi başı dik alnı açık” Mustafa Paşa’da, yatsıyı da “mahalleler ortası”ndaki Yahya Paşa’da eda eder, istirahate yollanırken; sanki İstanbul’dasınızdır: Sabahı Eyüp’te, öğleyi Yenicami’de veya Nuru Osmaniye’de, ikindiyi Sultan Ahmet’te, akşamı Süleymaniye’de, yatsıyı da Fatih’te kılıp artık evinize gidiyorsunuzdur; gökyüzüne havalanan güvercinler Yahya Paşa’dan değil, biliniz ki Yenicamii’dendir, Vardar üzerindeki ecdat yadigarı beş asırlık Taşköprü’den geçerken sanki Galata Köprüsü üzerindesinizdir… Üsküp bir Rumeli, bir Osmanlı, bir İstanbul şehridir aslında; baktığınız her yer, gördüğünüz her şey, yiyip içtiğiniz her şey size İstanbul’u “hatırlatır”, İstanbul’u “yaşatır”: Osmanlı mimarisiyle bezeli iki katlı tarihi çarşılar arasında altı asırlık çınarın dibinde “çorbanızı içerken” aslında Üsküdar’da hissedersiniz kendinizi, meşhur Balkan “bürektore”lerinden birinde enfes Rumeli böreğini çiğnerken biliniz ki ya Sarıyer’desinizdir ya Kanlıca’da… Osmanlı yapımı Üsküp Kalesi’nden “seyr-i alem” ederken Sarayburnu’dan Boğaz Köprüsüne yahut Rumeli Hisarı’ndan Fatih Köprüsü’ne bakar gibisinizdir. Üsküp ne kadar özgünse o kadar da İstanbul’dur; ne derece “kendine özgü” bir şehirse, o derece de “İstanbul havası”nı yaşatır size.

İki yüz elli beş tımarın olduğu “şen, zengin, verimli ve huzurlu bir şehir” olagelmiştir Üsküp asırlarca. Yüzyılın başlarında sekiz yüz bin Türk’ün yaşadığı bir ülke bugün yüz bin insanımız kalmışsa; orada hüzün vardır orada hicran vardır orada hasret vardır elbette; Üsküp’ün tarihi sokaklarında gezerken şairin; “Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir! “ mısralarını ta içinizde duyacak; şehirdeki altı asırlık “İslâm Üsküp’ün mührünü söküp atmaya yönelik Vodna Dağı’nın tepesine Makedon devletinin iki milyon dolara yaptırttığı 67 metrelik dev haça iç geçirecek ve eski/ eskimeyen İsa Bey Camii’nin minaresinden – şimdilik de olsa – yükselen “Allahü ekber” sesleriyle teselli bulacaksınız. Durun o kadar da moralinizi bozmayın; ne de olsa Rumeli’nin başkenti Üsküp’teyiz, tarihi çarşılarda musalli yüzler göreceksiniz, renkleri biraz açık olsa da Konya’dan, Bilecik’ten, Üsküdar’dan, Fatih’ten hanımlar göreceksiniz; ellerinde torunları yanlarında gelinleri kızları… Kuyumcu, gümüşçü, konfeksiyoncu, tüccar-terziler her yanda. Bit Pazarı’na doğru ilerlerken, birden solda Türk-İslâm Medeniyeti’nin şifrelerinden birini aşikâr eden bir kitapevi adı görecek; şaşıracak ve milletinizle gururlanacaksınız: “Ebu Hanife Kitabevi”. Bezistana, Kurşunlu Hana, Kapan Hana ve İshakbey yadigarı Sulu Hana uğramadan geçmek; Üsküp’e uğramamaktır diye düşünüp, bu güzelim şehre katkıda bulunanlara fatihalar göndererek arşınlıyoruz, tarihin içinde soluya soluya. Asırlarca Osmanlı medeniyetine şair, edip, âlim, bürokrat, komutan kısaca “adam” yetiştiren “gönül temizliği”yle Üsküp’ün fiziki temizliği de daima ön planda olagelmiştir; “Çıkayım varayım Urumeline, Derdimi arz edeyim beylerbeyine” türküsüne de konu olan Rumeli Beylerbeyi Davut Paşa’nın 1497’de Üsküp’e hediye ettiği Balkanların en büyük hamamıyla, çarşı içindeki Çifte Hamam, beş asırlık mimari güzelliklerinin yanı sıra 1948’den beri “sanat galerisi” olarak da güzelliklere hizmet etmeye devam ediyor. Üsküp’e yolunuz düşerse tarihî çarşılardaki

67


Her medeniyet kendi türküsünü söyler; her medeniyet kendi lisanıyla konuşur

lokantalardan birisine mutlaka gidiniz, meşhur “dana çorbası”nı, harika biber turşusuyla birlikte enfes “köfteli kuru fasülye”sini yiyiniz, üstüne de meşhur “revani”sini yemeyi ihmal etmeyiniz. Üstüne yakın bir pastaneye gidip kırk beş çeşit “Gostivar dondurması”ndan ve otuz sekiz çeşit “pastası”ndan seçip limonatayla yudumlamayı da unutmayınız ki; Sultanahmet Köftesi’ni yemiş, Süleymaniye karşısında kuru fasulya kaşıklamış İstiklal Caddesinde tavuk göğsü tatmış gibi nefis lezzetlere gark olduğunuzu göreceksiniz. Her şehrin bir ruhu vardır: Üsküp buram buram Anadolu, buram buram Türklük, buram buram İstanbul kokar; kaleden göz attığınızda – çıkarın çürük diş gibi gözü rahatsız eden üç beş nev zuhur apartmanı, işhanını – 16. yüzyılda dondurulmuş bir Türkmen şehri görürsünüz; camiler, etrafında çarşılar, etrafında mahalleler… Evliya Çelebi’nin 1660 yılı rakamlarıyla “70 mahallesi, 120 büyük camisi, 20 tekkesi, 2150 dükkanı, 10.060 kiremitli evi, 110 çeşmesi” ile bayındır ve müreffeh bir ecdat yadigarıdır Üsküp. İbn-i Kemâl’e göre “Cennet bahçesinin kopyasıdır” Üsküp. Bir zamanlar “gönül terbiyesi”ne bahşedilmiş 20 tekkesinden bugün sadece Rıfaî Tekkesini bulabilmenin hüznü ve tesellisiyle yolunuz tekkeye düşecek ve sayıları 40’ın bile altına düşmüş dervişlerden çok envai çeşit güllerle bezeli bahçesindeki asırlık mezarların medeniyet kokan yazılarını okurken içiniz bir nebze olsun huzur bulacak…

sayı//25// ağustos 68

Her medeniyet kendi türküsünü söyler; her medeniyet kendi lisanıyla konuşur; her medeniyet kendi mimarisiyle süsler dört bir yanı; Üsküp’ün eski mahallelerinde gezinirken, Rıfaî Tekeksinden sola döndüğünüzde içinizi ferahlatacak “oh işte benim medeniyetimin dili bu” diye size derinden ve güçlü bir nara attıracak bir tabelâ ile karşılaşırsınız: Tefeyyüz Mektebi. Yani kısacası feyz alınan mekân. Zamanın getirdiği değişikliklere dayanamayarak bugün artık modern bir binada da karşılaşa sizi isminden cismine buram buram İstanbul koktuğunu hissediyorsunuz; tıpkı Dar’üş-Şafaka (Şefkate Muhtaçlar Evi), Dar’ül- Aceze (Acizler Evi), tıpkı Dar’ül- Eytam (Yetimler Evi), Dar’ülFünûn (Fenler Evi) gibi… Gururla, alnınız açık başınız dik yoluna devam ediyorsunuz. “Ne Harabîyim, ne Harabatîyim, kökü mazide olan âtiyim” diyordu ya Yahya Kemâl; Üsküp – kelimenin tam mânâsıyla- “kökü mazide olan ati”dir işte. Hüzün yumağına dönmüş çarşılarında, kendisini gökyüzüne uçuracak gol kralını bekleyen içi pörsümüş futbol topu misali mahzun mahallelerinde gezindiğinde maddi yoksunluktan daha çok “kendisini eski ihtişamlı günlere uçuracak yeni bir “Yiğit” bekleyen gelinlik genç kızlar”ın psikolojisini hissederek “Allah’a ısmarladık” diyoruz Üsküp’e. Dilimizde de Yahya Kemâl’den kurşun gibi ağır üç beyit: “Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”


Dâr’ı Dünya Söylentileri (Dördüncü Mektup)

Sâlâya benziyordu /yakınlarda bir yerden /ve şehrin seslerine karışıp giden Üstüme alınmadım/ dinledim Kuşluk vakti gölge bastı içimi Serinledim.. Hep okusam üflesem de yatsam Düşlerim yine perişandı / darmadağın ve yalan Hafiften bir yel esse meselâ /dökülür gelirdi /en mahrem hatıralar Daha meşesi göğermemiş dağlardan Kimdi sevdiklerim/ şimdi aklımda değil Kimdi bahçemize gelip gidenler Gelin arabası gibi süslenmiş,hayret Uzak gurbetlere giden trenler Dostlardan üç-beş kişi geldi/uğurlamaya Ve divana durdular sessiz Ve hakkını helâl etti cümlesi Kimi gönülsüz,kimi abdestsiz

Dediler ki vakit tamam Sefer vaktidir erenler himmetine Dört tekbir ile, hadi buyurun -Er kişi niyetineHani buralarda gün hep geceydi Ve evlerden ırak bir nice uyku Yaşamak dediğin koyu bir yalan Bütün bildiğim bu.. Bütün bildiklerim meğer /Çorak ve susuz Oysa burada nehirler, ne nehirler var Hakikat ırmağında çimenler gördüm Hepsi de ûryândılar.. Kimi kürekle, kimi yürekten Üstüme toprak attılar Hepsinin acelesi vardı /unuttular zahir Giderken kapıyı kapatmadılar..

Kâmil UĞURLU

69


BİGA YARIMADASI’NDA

GİZEMLİ YOLCULUK “Biga Yarımadası” hayalimizde canlandırdıklarımızdan çok farklı bir iklime sahip. Asırlar boyunca sayısız mitolojik ve efsanevî olaylarla iç içe yaşamış olan bölgenin; taşı, toprağı, suyu ve havası başka diyarlara benzemiyor. Yarımada’yı hiç bilmeden, bir resme bakar gibi uzaktan bakarak, ama aynı zamanda içinde dolaşarak tanımak için, yoğun sıcağa aldırış etmeden tarihî ve doğal derinliklere inerek dolaşmaya başlıyoruz. Sabri GÜLTEKİN

slâm coğrafyasının neresine baksak ölüm çığlıkları yükseliyor. Yaşanan kıyamet görüntüleri karşısında zihnimiz dengesizleşiyor, imanımız sarsılıyor!.. 27 Nisan 1909’da tarihe 31 Mart Vak’ası olarak geçen darbe ile Sultan II. Abdülhamid Han’ı hal’eden sırtlanlar ordusu, 15 Temmuz günü aynı senaryoyu bu sefer de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için sahneye koymak istiyor. Hesapların üstünde hesabı olan “görünmez bir el” yeşermeye duran Ümmetin Son Kalesi’nin yıkılmasına müsaade etmiyor. Millî iradenin köleleşmemesi için Sivas Meydanı, Saraçhane Meydanı, Vatan Caddesi ve tüm Türkiye bizlerle nöbete duruyor. Buhrana sürükleyen olaylar silsilesinin vuzuha ermesinin ardından, bir limana sığınmaktan başka çare kalmıyor. Ver elini şehitler diyarı Çanakkale.... İstanbul’dan başlayan Tekirdağ, Keşan, Gelibolu, Çanakkale, Lapseki, Ezine ve Bayramiç’e kadar devam eden 418 kilometrelik uzun bir yolculuktan sonra, sabahın ilk saatlerinde gözlerimizi açtığımızda Kazdağları’nın eteklerindeki Külcüler Köyü’ne çoktan süzülmeye başlamıştık bile. Türkmen boylarının önemli yerleşim yerlerinden olan Bayramiç, 1308’de Osmanlı’nın egemenliği altına girmiş. Yöre halkının birlik ve beraberliğini sağlamak için dini bayramlarda kasabada “bayram için” toplanmalarından dolayı burası zaman içinde “Bayramiç”e dönüşmüş. Ezine ve Bayramiç Ovası’na hayat veren barajın kenarından kıvrım kıvrım kıvrılarak ilerlerken oksijen vurgunu yiyen vücudumuz karıncalanmaya başlıyordu. Doğal güzellikler; gelinlik çağına gelmiş nazlı bir kızı andıran Kazdağları’nın boynuna takılmış yakut taşları gibi parıl parıl parlıyordu. Adım adım ilerledikçe, saklı güzellikler yol boyunca bütün gizeminden vazgeçip, kendini cömertçe sergiliyordu. “Biga Yarımadası” hayalimizde canlandırdıklarımızdan çok farklı bir iklime sahip. Asırlar boyunca sayısız mitolojik ve efsanevî olaylarla iç içe yaşamış olan bölgenin; taşı, toprağı, suyu ve havası başka diyarlara benzemiyor. Buralara “oksijen deposu” denilmesini daha iyi anlıyorsunuz; uçsuz bucaksız uzanan defne, kocayemiş, mersin, pırnal meşesi, keklik, delice,

sayı//25// ağustos 70


köknar, karaçam, kızılçam, meşe, kayın, kestane ve ardıç ağaçların arasından geçerken. “Biga Yarımadası”nı hiç bilmeden, bir resme bakar gibi uzaktan bakarak, ama aynı zamanda içinde dolaşarak tanımak için, yoğun sıcağa aldırış etmeden tarihî ve doğal derinliklere inerek dolaşmaya başlıyoruz. KÜLCÜLER MİSAFİRLERİYLE BAŞBAŞA

Burada ucube beton yığınları ve milyonlarca insan trafiğinden bir süreliğine de olsa kurtulmuş olmanın hazzını hissediyoruz. Gezi alanları, ışıklandırmalar, ağaçlar arasına kurulan hamaklar, çam ağaçlarının içine yapılan salıncaklı yemek masaları, çocukların eğlenecekleri oyun alanları buraları gezmeye gelenlerin hizmetinde. Sallanan banklara oturduğunuzda yeşilin bütün tonları alabildiğine önünüze serilirken, şırıl şırıl akan şifalı sular bambaşka bir dünyanın derinliklerine çekiyor ziyaretçilerini. Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine 22 kilometre uzaklıkta olan “Koç Termal Tesisleri”, Külcüler ve Evciler köylerinin tam ortasına kurulmuş. Kazdağları’ndan süzülerek inen şifalı su ve oksijen üreten ağaçların buluştuğu mekân tam kartpostallık. Her ne kadar deniz kıyısında beyhude ömür tüketenlerin haberi olmasa da, Kazdağları’ndan doğan akarsular; kanyonlardan geçerek, şelalerden akarak, rastladığı her canlıya hayat vererek menziline doğru ilerliyor. Vadiler, kanyonlar, şelaleler, asırlık çınarlar mazi ve atiye dair kulağımıza yeni yeni sırlar fısıldıyor. ASLAN BAŞLI KURNALARDAN ŞİFA AKIYOR

Buradaki ziyaretçiler, keşfedecekleri güzelliklerin sırlarını çözmek için kendilerini hayal girdabına bırakıyor. İnsanlar yörüklerin izlerini sürerek, patika yollardan yürüyerek, rengarenk ağaç yapraklarının altından geçerek, bâkir mekânlara doğru ilerlerken; Kazdağları’nın uçsuz bucaksız yeşil ormanları ve Külcüler’in uçsuz bucaksız elma bahçeleri de onlara eşlik ediyor. Bir taraftan geçit merasimi yapan efsanelerle hemhal olurken, diğer taraftan Külcüler Koç Termal’in bulunduğu mekânın stres attıran ortamına bırakıyoruz kendimizi. 32 oda ve 70 yatak kapasiteli tesiste, alkollü içecekler yasak. Bay ve bayanlara ayrı ayrı havuzlarda hizmet veren kaplıca; masmavi suları ve aslan başlı

Biga Meydan kurnalarıyla mutluluk seremonisi sunuyor. İstanbul Tıp Fakültesi Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Dalı’nın tıbbi balneolojik değerlendirmeleri sonucu elde edilen veriler ve uzman değerlendirmelerine göre “strese iyi gelen termal su” niteliğine haiz olan kaplıca, şifa bulmak isteyen ziyaretçilerin akınına uğruyor. 34,5 derece (kışın ise 37,5 derece) sıcaklıktaki su; sodyum potasyum, amonyum, magnezyum, kalsiyum, mangan, demir gibi katyonlar; flörür, klorür, bromür, iyodür, nitrit, nitrat, sülfat, bikarbonat, sülfür, fosfat, sülfat gibi anyonlar gibi değerleri içinde barındırıyor. Külcüler Koç Termal suları sindirim sistemi, safra kesesi, karaciğer, mide ve bağırsak, diş çürüğü, cilt, egzama, sedef, ak- ne, romatizma, kilo ve stres rahatsızlıklarından muzdarip olanların akınına uğruyor. Kazdağları’nın eteğinde bulunan tesis Halil Koç tarafından işletiliyor.

7’DEN 70’E HERKESİN UĞRAK YERİ

Tesislerde günlük konaklama ücreti; 2 kişilik odalarda (2 kişi) geceliği oda ve kahvaltı 200 Türk Lirası olarak uygulanıyor. 0-7 yaş arası ücretsiz, 7-12 yaş arasından ise yüzde 40 Türk Lirası ücret alınıyor. Havuzlarda günün 20 saati hizmet veriliyor. Günübirlik gelenler ise, saatliğine 15 Türk Lirası ödeyerek kaplıca sularından istifade edebiliyor. Yaz döneminde tesislerin seyir tepesinde hizmet veren restaurant bölümü ise, zil çalan midelerin hakkını vermek üzere her daim hazır bekletiliyor. Kapıdan içeri adım atar atmaz reyonlarda ”ye beni” diye bağıran Türk Mutfağı’nın zengin menü çeşitleriyle karşılaşıyoruz. 71


Priapos Antik Kenti

Masamız sabah kahvaltılarında ”kapitalist besin” markalarından arındırılmış organik ürünlerle donatırken, hem gözümüzü hem de midemizi şenlendiriyoruz. Öğle ve akşam yemeklerinde ise tatlılar, zeytinyağlılar, salatalar ve etin yemek sanatına dönüştüğü reyonda bulgur, pirinç ve et üçlemesi damak çatlatmak için sipariş edilmeyi bekliyor. Tavada alabalık, fırında köfte, fırında tavuk, kuru fasulye, taze fasulye, musakka, orman kebabı, dolma, zeytinyağlı salata, sütlaç, revani ile başlayan liste uzayıp gidiyor. Zengin mutfak ve lezzetiyle konukların gönlünde taht kuran Koç Termal Tesisleri’nin aşçıbaşı teşekkürü fazlasıyla hak ediyor. Güleryüzlü garsonlar ise hazırlanan bu leziz yemekleri, gün boyunca koşuşturarak ziyaretçilere en iyi şekilde servis etmeye çabalıyor. AYAZMA KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

Yemek ve kaplıca suyunun verdiği zindelikten sonra, Kazdağları’nın eteğindeki Ayazma Tesisleri’nin bulunduğu ormanın derinliklerinde yürümek ayrı bir güzellik. Kaplıcaya 12 kilometre uzaklıktaki “kutsal su” anlamına gelen bu mevkii kendini saklamayı becermiş doğa harikası bir yer. Ziyaretçilerin buz gibi akan suların kenarlarında piknik yapmaları ve iyi vakit geçirmeleri için her şey düşünülmüş. Çağlayan sularla birlikte derelerden aşağı doğru kendinizi salmak istediğinizde, geçitler bir noktaya kadar müsaade ediyor. Kazdağları Millî Parkı’na sadece Balıkesir’in Edremit ilçesi Zeytinli köyünün üst tarafında bulunan güney kapısından girilebiliyor. Zirveye bir bağırımlık mesafede bulunmalarına rağmen kuzeyde giriş bulunmadığı için bu zevki tadamayan ziyaretçiler, “Bin Pınarlı İda”nın mitolojik efsanelerini birbirine anlatmakla sayı//25// ağustos 72

yetiniyor. Dünyanın ilk güzellik yarışmasının düzenlendiği bu mekânda “seçilen güzel”lerin pörsüyüp gitmesine rağmen, doğal güzellikler her dem birinci seçiliyor. Göremediğiniz güzellikler ise Kazdağları’nın koynunda gizli kalmaya devam ediyor. Çeşmeden buz gibi soğuk ve sıcak su yanyana akıyor. Mayıs ayında Kazdağları’nın kar sularıyla coşan su kuyuları, şimdilerde eski çağlardan kalma antik bir mağarayı andırıyor. Eşine rastlanmayacak mucizelerle bezenmiş bölge, konuklarına adeta tabiat dersi veriyor. YÖRÜKLERİN HİKÂYELERİ HUZUR DAĞITIYOR

Yol arkadaşlarımızın, “bu güzelliklere doyum olmaz” ikazıyla birlikte, tekrar başka bir güzelliği ziyaret etmek üzere kıvrım kıvrım kıvrılan yollardan, yağmur suyu gibi süzülerek başka bir mekâna yöneliyoruz. Vadilerden, çaylardan, şelalerden, çeşit çeşit ağaçların arasından ve elması, beyaz nektarini, üzümü, şeftalisi, kirazıyla meşhur Evciler köyünden geçerek tekrar konaklama mekânımıza ulaşıyoruz. Kazdağları’nın orman manzaralı, deli rüzgârlı ve çam kokulu tepelerin arasından süzülerek akan suları; yükseklerden gürül gürül çağlarken, termal tesislerde stresini mağlup edenler; güzelliklerin resmini nakşediyor göklere yükselen ağaçların yapraklarına. Biga Yarımadası; Kazdağları’nın gözyaşlarından hayat bulan sularıyla, yemyeşil vadilerde oluşan kanyonlarıyla, çağlayan ve yabancılara mahrem kıldığı güzellikleriyle tartışmasız bir şâheser. Modernizm ışıklarının geceyi örtmediği Külcüler; şifalı sularıyla, oksijen zengini havasıyla, misafirperver insanlarıyla, dağlarda yankılanan yörük hikâyeleriyle hâlâ huzur dağıtıyor.


Seramik Sergisi 17 Ağustos - 10 Eylül 2016 GALERİ SELVİN 2

arih boyunca hak ve batıl savaş içinde olmuştur. Hakkın safında olanlar daima muzaffer olmuştur. Batıl ise sürekli hile peşindedir. Kıssaları ile yüzyıllardır insanlığı aydınlatan Hazreti Mevlana’nın muhteşem eseri Mesnevi-i Manevi’de yer alan ‘Yahudi Kral ve Veziri’nin hikâyesi aslında tam da bu günlerde oyuncular değişse de rollerin değişmeden tarihin tekerrür ettiğini bir kez daha bize göstermiş oluyor. Yahudi kral, sağlam imana sahip sayıları az olan ilk Hristiyanlar ile mücadele eder. Mücadele ettikçe sayılarının giderek arttığına şahitlik eden hain vezir kraldan bir hile ile yayılmakta olan hak dini de mensuplarını da bitirebileceğini söyler. Reçete hazırdır: suret-i Hakk’tan gözükmek! Her devirde varlığını göstermiş, toplumda derin yaralar açmış her devrin Yahudi-hain vezirleri bu gün de olduğu gibi iş başındalar. Bu kitap, daha önce ilk baskısı 2015’de yapılmış olan aynı ismi ile 15 Temmuz hain kalkışması üzerine sadeleştirilerek daha geniş kitleler istifade etsin diye ve tarihten ibret alınması maksadı ile yeniden baskıya hazırlanmıştır. Yıllardır Mesnevi üzerine yaptığı şerhler ve sohbetler

ile tanıdığımız, açıklayıcı ve doyurucu üslûbu ile dinlemekten-okumaktan zevk aldığımız Fatih Çıtlak hocamızın Mesnevi’nin 321-732. beyitlerine şerhini ibretle okuyalım. Kitap, Erdem Yayınları Kültür Kitaplığı tarafından basılıp, halkımızın istifadesine sunulmuştur. Kitabın önsözünden : “Mesnevi’deki bu kıssada Yahudi-Hristiyan tarafları olarak insanların uğradığı ihanet ve suiistimaller anlatılmakta ve örnek olarak getirilmektedir. Dün bunlar vardı, bu gün bu örnekler değişebilir. Belki yarın ismi resmi çok daha farklı türlü türlü hizipler de olabilir. Fakat değişmeyen gerçek son güne kadar hep hak ve batıl çekişmesi, mücadelesi yaşanacaktır. O yüzden kıssadan hisseyi alırken dar kalıplarla ‘şunlar bunlar, şucu bucu’ gibi sözlerle birbirimizi yaftalamayalım. Meseleyi layık olduğu derinlikle anlamaya ve gösterilenden ibret almaya çalışalım.” GALERİ SELVİN 2

Bebek Arnavutköy Caddesi No:20A Arnavutköy Beşiktaş İstanbul Tel: 212.263 74 81 selvincg@gmail.com • www.galeriselvin.com Galerimiz Pazar ve Pazartesi günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır.

Ş E H İ R S A N AT

“VEDA” ELİF AYDOĞDU AĞATEKİN

73


ERZURUM’UN

SEYİR KÜLTÜRÜ

Şimdilerde genç kuşak bir yana eskiler bile ‘kıra gitmek’ ya da ‘seyire gitmek’ terimini unuttu. Artık seyire ya da kıra değil, pikniğe gidiliyor! Ne var ki, bizim kültürümüzdeki kıra gitme geleneğiyle Batı kültüründeki pikniğe gitme geleneği birbirinden farklıdır. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

Tortum Şelalesi / Erzurum

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//25// ağustos 74

eyir, güzel Türkçemizde seyretmek kelimesinden üretilen ve şehrin gürültüsünden, kalabalığından uzaklaşıp, tabiatın güzelliklerini seyrederek rahatlamak, dinlenmek ve hoşça vakit geçirmek için gidilen, bir ırmak, çay, su kenarında bulunan ağaçlıklı alana verilen addır. Bu güzellikleri görmek ve seyretmek için ‘seyire gidilir’. Bunun diğer adı da ‘kıra gitmek’tir. Dilimize Batı dillerinden geçen piknik kelimesinin Türkçedeki karşılığı ‘kır yemeği’dir. Pek çok kelimede olduğu gibi son yıllarda bu sözcüğün yerini de Fransızcadan gelen piknik kelimesi aldı ve yerleşip adeta Türkçeleşti. Şimdilerde genç kuşak bir yana eskiler bile ‘kıra gitmek’ ya da ‘seyire gitmek’ terimini unuttu. Artık seyire ya da kıra değil, pikniğe gidiliyor! Ne var ki, bizim kültürümüzdeki kıra gitme geleneğiyle Batı kültüründeki pikniğe gitme geleneği birbirinden farklıdır. Kıra gitmenin yerini, pikniğe gitme alınca kır geleneğimizdeki yeme içme kültürümüz de değişti. Bu değişen kır kültürü ile yerini alan piknik kültürü arasındaki farkı, Erzurum’un eski kır alanlarını ve kıra gitme geleneğini anlatarak ortaya koymağa çalışacağım. Bir yerde yeşillik varsa buralar, susuz düşünülemez; ya fokur fokur kaynayan gözeleri ya da gürül gürül akan dereleri, çayları vardır. Seyire veya kıra gitmek, Erzurum’da bulunan başka bir gelenek olan herefene kültürüyle de yakından ilintilidir. Çünkü bahar ve yaz aylarında yapılan herefene, artık yeni nesillerin adını bile bilmediği kır alanlarında yapılırdı. Yeri gelmişken herefene hakkında bir iki kelam edelim. Herefene, birkaç kişi veya ailenin evlerinde hazırlık yaptıktan sonra bir yeşillik alanda bir araya gelerek hazırladıkları yiyecekleri ortaklaşa tükettikleri, Erzurum’da ve çevresindeki illerde uygulanan bir gelenektir. Bu, ortaklaşalık kültürünün yaşatıldığı güzel bir uygulamadır. Herefene yerine herfene, yanlış kullanımla henefene denildiği de olmaktadır. İşte eski yıllarda herefene, şehre yakın bu seyir alanlarında yapılırdı. Erzurum, o eski Erzurum değil! Eskiden ilçeler şehrin dışındaydı. Büyüyen şehir, belediyecilikteki büyükşehir kavramını, o da ilçelerle ilgili düzenlemeyi beraberinde getirdi. Böylece daha önce şehrin dışındaki seyir alanları da artık belediye sınırları içindeki kır (piknik) alanlarına dönüşmüş oldu. Erzurum’un bilinen eski seyir alanlarının büyük bölümü de bugünkü


Palandöken ilçemizin mücavir sınırları içinde kaldı. Erzurum’un en eski seyir alanlarından biri Boğaz’dı. Şehir merkezine beş altı km. mesafede, şimdiki Yenişehir ve Yıldızkent gibi yeni yerleşim alanlarına oldukça yakın durumda olmasına rağmen, seksenli yıllarda farklı bir kullanım alanına dönüştürülerek, artık mesire alanı olmaktan çıktı. Erzurum’un en güzel kır alanlarından biri olan Boğaz, yukarı, orta ve aşağı boğaz olarak üç kısımdı. Çok eskiden, buradan akan gür derenin üzerine şehrin alt başına kadar kurulduğu söylenen değirmenleriyle meşhur olan Boğazlar mevkii, aynı zamanda uzun süreli kalınan bir mesire alanıydı. Bizler bunlardan sadece Orta Boğaz’daki değirmenin kalıntılarına yetişebildik. Motorlu araçların bulunmadığı veya çok az olduğu yıllarda at arabalarıyla, daha sonraları minibüs veya taksilerle gidilen Yukarı Boğaz’da çadırlar kurularak günlerce kalınırdı. Deresi gür aktığı için çoğu aile yaz aylarının başlarında yünlerini götürüp burada yıkardı. Çok sayıda ailenin çadır kurarak kaldığı bu mesireye en az bir haftalık ihtiyaçlar temin edilerek gidilirdi. Memurlar yıllık izinlerini alıp aileleriyle birlikte Boğaz’da bir-iki hafta kalarak tatil keyfi yaşamış olurlardı. Çünkü o zamanlar yaz aylarında deniz sahillerine yazlığa veya tatile gitme alışkanlığı henüz başlamamıştı. Çadırların içindeki aydınlanma gaz lambaları ile çadırlar arasındaki akşam aydınlanması ise adından müsemma daha fazla aydınlatan lüks lambasıyla sağlanırdı. Çadırlarda kalan konu komşularla akraba derecesinde kaynaşma yaşanır, çok güzel komşuluklar yapılırdı. Çadırında ekmeği, tuzu olmayan, olanlardan temin eder, yapılan yemekler çadır komşularıyla paylaşılır, çoğunlukla herefene yapılarak hep birlikte yenirdi. Yemekler de piknik tüpleri çıkmadan önce gaz ocaklarında pişirilirdi. Erzurumluların çok güzel anılarının yaşandığı Boğaz, artık bir mesire alanı değil, maalesef bundan sonra da olacak gibi gözükmüyor. Orta Boğaz’da bulunan değirmen, 1950’li yıllarda askeriyeye ayakkabı üreten bir fabrikaya çevrilmiş. Askeri ayakkabı üretiminin yapıldığı Erzurum’un bu önemli fabrikası, 1975 yılında İstanbul’a taşındı. Eskiden seyir yapılan Orta Boğaz’da, ayakkabı fabrikasının yerinde şimdi yeller esiyor. Erzurum’un en eski doğal mesire alanlarından biri, Çat yolu üzerinde, Palandöken göletinin yakınlarındaki Teke deresidir. Adından da anlaşılacağı gibi, bu mesire alanının en önemli özelliği küçük bir deresinin bulunmasıdır.

Buradaki dere, küçükbaş hayvanların kesilmesine imkân verdiği için Teke deresine kıra gidenler yanlarında bir kuzu veya keçi götürerek orada keser ve hemen öğlen yemeğine hazır hale getirirlerdi. Kalmak için veya günübirliğine seyire gitmeyi düşünenler, bunlardan alır, bir müddet besleyip etlendirdikten sonra, özellikle Teke deresine veya Boğaz’a gidip bunları keserek kır yemeği yerlerdi. Teke deresinden söz etmişken, aynı bölgede seksenli yıllarda DSİ tarafından inşa edilen sulama amaçlı Palandöken göletinden de bahsetmek gerekir. Bu gölet, etrafına yapılan kameriyelerle yaz aylarında kıra gitmek isteyenlere seyir keyfi yaşatmanın yanı sıra, yine DSİ’nin kendi bünyesinde oluşturduğu spor kulübü üyelerinin kış boyunca kayak yapmalarına imkân tanıyan kayak pistiyle kış sporlarının yaşatıldığı bir alan olarak da dikkat çekmektedir. Erzurum-Çat kara yolunun bir kilometre güneyinde yer alan mesire alanına Teke deresi köyünden geçilerek gidilmektedir. Denizin bulunmadığı Erzurum’da göl keyfi yaşamak isteyenlerin tercih ettiği bu mesire alanındaki gölette, lezzetli bir tatlı su balığı olan aynalı sazan yaşamaktadır.

İşte eski yıllarda herefene, şehre yakın bu seyir alanlarında yapılırdı.

Çevresinde fıkır fıkır kaynayan gözelerinden adını alan Fıhfıhlar, Erzurum’un çok eski mesirelerinden biriymiş. Şimdiki Karayolları mevkiinde bulunan bu mesire alanına maalesef bizim kuşağımız yetişemedi. Büyüklerimizden dinlediğimiz kadarıyla, daha ziyade Hıdırellez zamanlarında tercih edilirmiş. Fıhfıhların biraz yukarısında yer alan Gözeler mevkii ise, yine kaynayan gözeleri sebebiyle kır alanı olarak kullanılırmış. Şimdilerde her iki mesire alanı da tamamen yerleşim alanları tarafından işgal edilmiş vaziyette ve buraların adı bile çoğu Erzurumlu tarafından bilinmiyor. Palandöken Belediyesi sınırları içerisinde yer alan Tuzcu ve Nebi Hanları’nda ise birçok seyir alanı vardır. Günümüzde Tuzcu olarak bilinen, fakat eskilerin Dutçu (telaffuz edilirken halkın Duççu dediği yer) dedikleri köy, içimine doyum olmayan, adeta cennetteki Kevser suyunu hatıra getiren pınarlarıyla tarihi bir mesire alanıdır. Dutçu, Türk düşünce tarihinin en önemli ozanlarından, kanaatimce filozof payesi verilmesi gereken şahsiyetlerinden biri olan Yunus Emre ile hocası Taptuk Emre’nin makamlarının bulunduğu bir köy olup Erzurum şehir merkezinin güney batı istikametinde, Palandöken ilçesinin sınırları içerisinde yer alır. Yunus Emre’nin mezarının

75


Belki de böyle kuzu ve gıdik (Erzurum’da keçi yavrusuna gıdik denir) kesilen bir yer olduğu için buraya Teke deresi denilmiştir. Eskiden yaz ayları geldiğinde mahalle aralarında, yakın köylerden sürüler halinde getirilen gıdik ve kuzular satılırdı.

burada olup olmadığı ayrı bir bilimsel tartışmanın konusudur, ama Erzurumlular, Yunus Emre ve hocasının burada metfun (defnedilmiş) olduklarına gönülden inanmaktadırlar; her fırsatta Dutçu’ya giderek Yunus Emre ile hocasına ve Erzurum’un manevî şahsiyetlerinden biri olan Hacı Haşıl Efendi’ye Fatiha okumaktadırlar. Yine Erzurum eğitim tarihinde önemli yeri bulunan öğretmen Hafız Ömer Duygun da bu köyün mezarlığında metfundur. Bu bakımdan Dutçu Köyü, Erzurumluların gönül bağı bulunan bir mahallesidir. Dutçu; halı, kilim yıkamak isteyenlerin de tercih ettiği bir köydür. Buraya gidenler, önce buradaki mezarları ziyaret edip Fatiha okur, yıkanacakları yıkayıp, gitmişken Dutçu’nun girişinde bulunan ağaçlık alanda da seyirlerini yaparlardı. Ağaçlık alana yakın olan pınarlardan oluk oluk akan suyu kana kana içmek de adettendir. Dutçu’ya yakın bir tepede ise ‘bin bir hatim’ geleneğini başlatan Pir Ali Baba’nın kabri bulunmaktadır. Dutçu’ya kıra gidenler, ona da Fatihalarını göndermektedirler. Nebi Hanları, hem tarihi özelliği, hem de doğasının güzelliğiyle seyire gitmek isteyenlerin eski yıllarda tercih ettikleri yerlerdendi. Burada eski kervanların konakladıkları hanların kalıntıları ve bir de tarihi köprü bulunmaktadır. Çayırların biçim zamanından sonra bu köyün seyir alanına kıra gidilmektedir. Erzurum’un mesire alanlarının en önemlilerinden biri de şehrimizin güneydoğusunda ve şehre iki buçuk üç km. mesafede bulunan, Eğerli Dağ’ın -Şığvalar- yamacında yer alan Abdurrahman Gazi türbesidir. Halk arasında Türbe diye anılan bu yere şehir merkezine yakınlığından dolayı eskiden at arabası ve faytonun yanı sıra yaya olarak da gidilirmiş. Günümüzde belediye tarafından çevre düzenlemesi yapılan Türbe’de adak kurbanları kesildiği gibi, günübirlik seyire de gidilmektedir. Özellikle Cuma günleriyle hafta sonlarında çok kalabalık olan Türbe, son yıllarda sünnet ve evlilik düğünleri öncesi de ziyaret edilip dua edilen bir mekân olmuştur. Bu türbede metfun olan Abdurrahman Gazi’nin, Hz. Peygamber döneminde yaşadığı ve Arap-İslam ordusuyla Anadolu’nun fethi için gelenler arasında bulunduğu kabul edilmektedir. Efsaneleşmiş olan inanışa göre Abdurrahman isimli cengâver, Hz. Peygamber’in sancaktarıdır. İslam ordusu ile bölgedeki devletin ordusu arasındaki çarpışma sırasında Sancaktar’ın başı gövdesinden ayrılmış, o da Peygamber

sayı//25// ağustos 76

Efendimiz’in sancağını dağın doruğuna dikme görevini yerine getirebilmek için yerdeki başını alıp koltuğunun altına koyarak dağa yukarı koşmaya başlamış. Bugün türbenin bulunduğu yere geldiğinde orada bulunan çobanlardan birinin bu durumu hayret ve şaşkınlıkla ifade etmesi üzerine nazara gelen Abdurrahman Gazi, oracıkta düşüp şehit olmuş ve şehit olduğu yere defnedilmiş. Abdurrahman Gazi’nin metfun olduğu bu yere, 1700’lü yılların sonunda, dönemin Erzurum valisi Yusuf Ziya Paşa’nın eşi Ayşe Hanım tarafından bir türbe yaptırılmıştır. Türbede bulunan Abdurrahman Gazi’ye ait mezarın boyu da 4 metre 85 santimdir. Erzurum’a yolu düşenlerin Abdurrahman Gazi Türbesi’ne mutlaka uğramalarının sebebi, burayı ziyaret etmedikleri takdirde tekrar Erzurum’a gelecekleriyle ilgili inanıştır. Erzurum’un en eski seyir yerlerinden biri olan Köşk, adını 1795 yılında Vali Yusuf Ziya Paşa’nın yaptırdığı Nüzhetü’l-Hazra Köşkü’nden almaktadır. Yusuf Ziya Paşa’nın, şehrin dışında halkın hoşça vakit geçirmesi, eğlenmesi ve seyir yapması gayesiyle yaptırdığı, döneminin mimarî özelliklerini yansıtan iki katlı köşkün bahçesini de büyükçe bir havuz süslemektedir. Yapıldığı günden bugüne Erzurumluların gözde seyir mekânı olan Köşk’ün bahçesinde, bundan yaklaşık elli-altmış yıl ve daha öncesinde özellikle Hıdırellez’de çadırlar kurulur ve hoş bir gün geçirilirmiş. Bizim çocukluk yıllarımızda da seyir alanı olarak Köşk, halkın kullanımına açıktı. Hanımlar, hazırladıkları yiyecekleri ve semaverlerini alıp Köşk’te herefene yapar, akşama kadar oturur, söyleşir, eğlenirlerdi. Yine benim çocukluk yıllarımdan hatırladığım kadarıyla TRT Erzurum Radyosu’nda çalışan ses sanatçıları ve mahalli türkücüler yaz akşamlarında Köşk’te konser verirdi. Bizden önceki dönemlerde ise dadaşlar Köşk’te bar tutar, delikanlılar da gidip seyredermiş. Köşk, önce Erzurum Belediyesi tarafından işletilen bir çay bahçesi haline getirildi. Bahçenin içerisine kameriyeler yapıldı. Daha sonra özel bir işletmeye devredilen çay bahçesi günümüzde de seyir alanı işlevini sürdürüyor; seyire çıkan ailelerle dolup taşıyor. Yaz ayları boyunca öğlenden sonraları hanımlarla dolup taşan Köşk aile çay bahçesi, akşamları da ailece gidenlerce şenlendiriliyor. Yapımının üzerinden çok uzun yıllar geçen Köşk ise, kendisini restore edecek elleri bekliyor. Şimdilerde ise, Palandöken Belediyesi sınırları içerisinde Yenişehir’de açılan birçok çay bahçesi kırların ve seyir alanlarının yerini almış gibi gözüküyor.


Özellikle Ramazan’ın yaz aylarına rastladığı son yıllarda bu bahçeler sahura kadar dolup taşıyor. Erzurum’a yakın köyler şimdi mahalle konumunda; bunlardan Akdağ, Köşk (burası aile bahçesi olan yer değil, bir köy) de kıra gidilen yerler arasında. Diğer yandan Erzurum’un tanınmış köylerinden Cinis (Ortabahçe) köyünün Değirmenbaşı diye bilinen mesire alanı da çok meşhurdur. Ortasından akan derenin hayat verdiği bu alan, uzaklığına rağmen çoğu ailenin hafta sonlarında seyir yeri olarak tercih ettiği mesire alanıdır. Eskiden beri kıra gidenlerin en çok tercih ettiği yerlerden biri de Serçeme deresidir. Serçeme çayı, uzun yıllar balık avlanan bir dereymiş; ama belli ki bilinçsiz avlanma, balığı ya azaltmış, ya da tamamen yok etmiş. Oysaki eski zamanlarda Serçeme deresine kıra gidenler, tuttukları balıktan da yerlermiş. Şimdi ise balıklardan eser olmamasına rağmen, yine de hafta sonları sabahtan akşama kadar hoşça vakit geçirilen yerler arasındadır. Pasinler, kaplıcalarının da bulunması dolayısıyla bahçelerine kurulan çadırlarıyla bilinir ve tanınır. Çoğu aile bir aylığına çadır kurdukları bu bahçelerde hem kır havası yaşarlar, hem de kaplıcaların keyfini sürerler. Bu çadırlı ve uzun süreli kır yapma âdeti, Pasinler’de halen devam etmektedir. Ilıca da eskiden Pasinler gibiydi, ama son yıllarda buraya artık çadır kurulmuyor. Ilıca (yeni adı Aziziye), son yıllarda kaplıca turizmi konusunda epey bir mesafe aldı ve öyle sanıyorum ki bu konuda iddialı bir yere sahip olacak. Tortum’un bahçeleri ve dünyaca ünlü Tortum Şelalesi de Erzurum’un mesire alanları arasındadır. Tortum Şelalesi, 48 metreden aşağıya düşen bir şelaledir ve onun biraz ilerisinde Yedi Göller mevkii de bulunmaktadır. Şelalenin bulunduğu Uzundere, yaşanılabilir en sakin beldeler arasına girmiş şirin bir ilçemizdir. Burada pek çok doğa sporu da yapılabilmektedir. Daha birçok seyir alanı bulunan Erzurum’un eski seyirleri ile şimdiki piknikler arasında hem nitelik hem de uygulanış bakımından farklılıklar görülüyor. Eskiden seyir, çadırlar kurularak uzun süreli oluyordu. Asıl gaye, konu komşu, hısım akrabayla bir arada bulunmak, uzun geçen kışların zahmetini atıp dinlenmekti. Günübirlik seyirlerde de aynı amaç güdülürdü. Bir gün öncesinden evin bütçesine göre, Allah ne verdiyse kır bohçası hazırlanırdı. Erzurum’a has un helvası, patates haşlaması, kuru köfte, kaz lokması, kalburabastı ve acem ekmeği-lavaş- bu

sofraların olmazsa olmaz yiyeceklerindendi. Herefene usulüyle sabah kahvaltısı yapılır, öğle yemeği için ya tavuk-et suyuna pilav salınır ya da koyun kuzu kesilip haşlandıktan sonra hep birlikte yenilir ve bunun dışındaki zamanlarda çeşitli oyunlar oynanıp hoşça vakit geçirilirdi. Hele uzun süreli kalınan seyire gidilmişse, akşamları çadırların arasında sergiler serilip yakılan lüks lambalarının ışığında semaver çayı içilerek sohbetler edilirdi. Bu tarz seyirlerde yemekler çadırlarda pişirilir ve mutlaka ortak sofralarda yenilirdi. Bazen bir mahalle toplanır, otobüs veya minibüs tutularak kıra gidilir ve her etkinlik ortak olarak gerçekleştirilirdi. Bu da mahallede veya hısım akraba arasında dayanışma ve sevgiyi daha da pekiştirirdi. Oysa yaklaşık yirmi yıldır seyir ve kır terimlerinin yerini yukarıda da belirttiğim gibi piknik terimi aldı. Mahallece veya hısım akrabalar bir araya gelerek yapılan seyirler çoktan maziye karıştı. Piknik, beraberinde bireyselliği getirdi. Küçülen ailelerle yapılan piknikler eski kırların tadını vermiyor. Artık evde hazırlanan yemeklerin yerini mangal aldı. Kasapta hazırlatılan et, odun kömürüyle yakılan mangalda pişirilirken, temiz hava yerine mangallardan çıkan dumanlı havayı teneffüs ettiğimizden ağzımızın tadı da bozuldu. Etin kokusuyla, kebabı yemeden doymaktayız. Bireyselleşmenin sonucu olarak paylaşma duygusu iyice zayıfladı. Herkes mangal yaktığı, kendilerine yetecek kadar etle gittikleri için şimdilerde kimse kimseye yaptığı kebaptan tadımlık olsun vermiyor. İçeceklerimiz bile değişti. Kolalar, hoşafların; hazır ayranlar, kırda yapılan köpüklü ayranların; pet şişelerdeki sular da pınarlardan akan, gözelerde kaynayan billur suların yerini aldı. Belki bir süre sonra semaverden bile vaz geçeceğiz. Pikniğe kalabalık gidilmediği ve mangala hizmet edildiği için yorgunluktan kimse yerinden kalkıp oyun oynamıyor. Sadece yiyip içip oturuluyor. Bu yüzden olsa gerek uzun yıllar var ki kıra gitmiyorum. Oysa eski seyirlerde yiyeceklerin büyük çoğunluğu evde hazırlanır, böylece kırın tadını çıkarmaya vakit kalırdı. Yemekten önce ve sonra ise birdirbir, uzuneşek, erik dalında hırhız/hırsız var, itti bitti, kız taklası, yakan top gibi oyunlar oynanarak eğlenilir, vaktin nasıl geçtiği bile anlaşılmazdı. Eskide kalan seyir ve kır geleneğimiz adeta burnumda tütüyor. Yine o eski dostluklar, paylaşımlar, komşuluklar başlasın diye ümit ediyorum. Bilmem ki yoksa çok şey mi istiyorum?

Daha birçok seyir alanı bulunan Erzurum’un eski seyirleri ile şimdiki piknikler arasında hem nitelik hem de uygulanış bakımından farklılıklar görülüyor.

77


EYÜP’TE İKİ ŞAH SULTAN

VE KÜLLİYELERİ

Küçük Şah Sultan Külliyesi ayrı bir külliye olmasına rağmen Zal Mahmut Paşa Külliyesinin tamamlayıcı bir unsuru görünümündedir. Nidayi SEVİM

Zal Mahmut Paşa Medresesi

yüpsultan’da cami-i kebir çevresinde şekillenen büyük külliyeden sonra ikinci önemli külliye Zal Mahmut Paşa Külliyesidir. Feshane yönünden Eyüpsultan sınırlarına girildiğinde Mimar Sinan’ın özgün eserlerinden biri olarak kabul edilen bu eser bütün ihtişamıyla sizi karşılar. Hemen bitişiğinde ve doğu yönünde yer alan Küçük Şah Sultan Külliyesi ayrı bir külliye olmasına rağmen Zal Mahmut Paşa Külliyesinin tamamlayıcı bir unsuru görünümündedir. Eyüpsultan’ımızın tarihi dokusuyla ilgili bugüne kadar onlarca yazı kaleme aldık. Lakin gözlerimizin önünde bulunmasına rağmen Zal Mahmut Paşa Külliyesi hakkında yazmak bir türlü içimizden gelmedi, nasip olmadı. Oysa hemen yanı başında bulunan Şah Sultan’ın zarif Sıbyan mektebini, mektebin önündeki muhteşem sebili, sebilin üzerindeki merhamet abidesi kuşevini fotoğraflayıp sosyal medyada defalarca paylaşmışımdır. Adeta güzellikler meşheri, “nurun ala nur” diyebileceğimiz bir yer. Burası hakkında yazınca tabiatıyla Zal Mahmut Paşa Külliyesini yazmamak olmazdı. Belki bu tereddüdümüzün, gecikmenin arkasında Zal Mahmut Paşanın 1553 yılında Konya Ereğlisinde Kanuninin oğlu Şehzade Mustafa’nın boğdurulmasındaki büyük rolü saklı olabilir. Zira Caminin hamisi konumundaki Zal Mahmut Paşa’nın bu özelliğinden dolayı halkın bir dönem bu camiye rağbet göstermediği çeşitli kaynaklarda dile getirilir. Olup bitenleri anlamlandıramayan, içine sindiremeyen halk, şehzadenin halledilmesini kabullenememiş, üzüntüsünü bastıramamış ve böyle bir tepki yoluna gitmiştir. Yüzyıllar geçse de bazı yaralarımız kanamaya devam ediyor. Entrikalarla dolu bu dönem hakkında detaylı bilgi verecek değiliz. Çünkü bu hadiseler tıpkı dipsiz kuyu gibidir. Şehzade Mustafa’nın katli arka planında açıklığa kavuşmamış karmaşık ve spesifik pek çok olaylar zinciri bulunuyor. Konuya vakıf olan olmayan herkes bir şeyler yazmış. Kiminde tarafgirlik, kiminde bilgisizlik, kiminde ise müsteşriklerin yaptığı gibi, saptırma ve alenen düşmanlık var. Geçtiğimiz çeyrek asrı anlamlandırmakta bile zorlanan bizler beş asır öncesini nasıl anlamlandırıp durum tahlili yapacağız? Hem yapsak ne olacak? Tarihi geri döndürebilir miyiz?! Gerçek şu ki bu

sayı//25// ağustos 78


badireli yılların ardından Osmanlı sürekli kan kaybetmiş hala da kaybetmeye devam ediyor. Büyük devlet olmanın büyük sorumlulukları ve sorunları da vardır. Her nimetin bir külfeti olduğu gibi… Böyle bir coğrafyada yaşıyoruz ve buna bir türlü alışamadık. Mevzuumuza denk düşen manidar bir deyim vardır. ”Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir” Ne kadar yerinde bir tespit. Gerçekten de bize düşen tarihten ibret alıp, ders çıkarmaktır. Günahıyla, sevabıyla tarih bizim tarihimizdir. Tarihi olaylara, olgulara böyle bakmak durumundayız. Bundan gayrisi lafı güzaftır… ZAL MAHMUT PAŞA KÜLLİYESİ’NİN ÖZELLİKLERİ

Zal Mahmud Paşa, Boşnak asıllıdır. Enderun’da yetişmiş, Kanuni döneminde Anadolu Beylerbeyi payesi verilmiş, II. Selim saltanatında 5. vezirliğe yükseltilmiş, daha sonraları paşa olmuş ve Kanuninin torunu II. Selimin kızı Şah Sultan ile evlendirilmiştir. Paşa’nın görünürde Şehzade Mustafa’nın katlindeki rolünden başka önemli bir özelliği yok. Şah Sultan daha evvel Çakırcıbaşı Hasan Paşa ile evlendirilmiş onun vefatından sonra da bu ikinci evliliğini yapmıştır. Zal Mahmud Paşa Camii ve külliyesi 1577 yılında Paşanın kendisi ve eşi Şah Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Defterdar Caddesi ile Zal Paşa Caddesi arasında yer alır. Külliye, merkezinde yer alan cami, medrese, türbe ve çeşmeden oluşmaktadır. Yapının hem defterdar caddesine hem de Zal Paşa Caddesine açılan iki kapısı vardır. İsmail Orman’ın bildirdiğine göre:”Medresenin bânisi olan Şah Sultan’ın 977 (1569) yılında düzenlediği vakfiye külliyenin başlangıçta medrese, türbe ve çeşme şeklinde planlandığına işaret etmektedir. Külliye programına caminin eklenmesi onun Zal Mahmud Paşa ile 982’de (1574) evlenmesinden sonra gerçekleşmiş olmalıdır.” Duvarları taş ve tuğla örgülü cami, set üzerinde meyilli bir araziye inşa edilmiştir. Bu yönüyle şehir hayatı ile uyumlu ve barışıktır. İki dershaneli medresenin ilki üst kotta şadırvan avlusu çevresinde ve buna bağlı ikinci medrese düşük bir kotta türbe etrafında yer almakta, dershane odaları caminin alt kısmına kadar uzanmaktadır. Caminin son cemaat yeriyle medresenin batı kolu arasındaki tek kollu bir merdivenden yaklaşık dört metre alçaklıktaki

Zal Mahmud Paşa Türbesi

alt kademeye inilir. Camii kareye yakın bir plan üzerine tek kubbeli olarak yapılmıştır. Ana mekân on üç metreye yakın büyük bir kubbe ve onu üç taraftan saran mahfillerden oluşur. Mermer minberi ve mihrabı muhteşemdir. Mihrabın çevresi devrine ait İznik çinileriyle kuşatılmıştır. Çinilerin desen ve teknik kalitesi üst seviyededir. Minberinin itinalı taş işçiliği Evliya Çelebi’nin övgüsünün yerinde olduğunu göstermektedir. Yan duvarlarda sık aralıklarla verilen iki sıra pencere açıklıklar, Mimar Sinan’ın diğer eserlerinde görülmemiş bir üslup olarak değerlendirilir. İç avlu, son cemaat yeriyle birlikte 17 sütun ve 15 kubbe ile çevrilidir. Cami giriş kapısı üzerindeki kitabe de celi sülüs hat ile Mearic suresi 34-35. Ayet-i Kerimeleri yazılıdır. Açıklaması şöyle:”O kimseler ki onlar, namazlarını ‘şartlarına riâyet ve ona devâm ederek’ muhâfaza ederler. İşte onlar, Cennetlerde ikrâm edilmiş olanlardır.” Avlu ortasında sekiz sütunlu şadırvanı vardır. Camii’nin yapıya bitişik tek minaresi kalın gövdeli ve tek şerefelidir. Aptullah Kuran’ın bildirdiğine göre: “Cami minaresi XVI. yüzyıla ait olmayıp 1894 depreminde yıkılan orijinal minarenin yerine bu tarihten sonra yapılmıştır.”

Zal Mahmut Paşa Camii hemen bitişiğinde yer alan Küçük Şah Sultan Külliyesi 1800 yılında Şah Sultan tarafından yaptırılmıştır.

Türbe sekizgen ve tek kubbelidir. Tamamen kesme kefeki taşından inşa edilmiştir. Giriş bölümü altı sütunlu bir revaktan oluşur. Pencereleri klasik karınca gözlüdür. 16. yy. karakterini gayet güzel bir şekilde koruyan esere küçük onarımlar dışında fazlaca müdahale edilmediği anlaşılmaktadır. Zal Mahmut Paşa ve

79


yazısı Hattat Hamid’indir. Türbenin içerisinde sonradan konulduğu anlaşılan bir kitabe vardı. Üzerinde şu ifade yer alıyordu:“Tecvid müellifi Karabaş Ahmed Efendinin kabridir” Mehmet Nermi Haskan’da Eyüpsultan Tarihi isimli eserinde bu kitabeden de bahseder. Daha sonra bu kitabe kaldırılmış. Karabaş Tecvidi müellifi olarak bazı isimler zikredilir. Fakat bunların içerisinde ön plana çıkan Fatih, Hırka-i Şerif civarında bulunan Karabaş Veli Camii banisi Karabaş Şeyh Abdurrahman Efendidir. Abdurrahman Efendi, fesine siyah tülbent sardığından dolayı halk kendisine “Karabaş” lakabını takmıştır. Ayasofya Şeyhi Ömer Efendi’nin kardeşi olan Abdurrahman Efendinin mezarı rivayetlere göre bu caminin avlusunda, mihrap tarafındadır. Şah Sultan Sıbyan Mektebi

Bu iki Şah Sultan’ın birisi 37 diğeri 42 yaşında terki diyar eylemiş bu fani âlemden.

Şah Sultan 1580 senesinde birer saat arayla vefat ederek buradaki türbelerine defnedilmişlerdir. Şah Sultan vefat ettiğinde henüz 37 yaşında idi. Türbenin etrafında sonraki dönemlerde yapılan definlerle küçük bir hazîre teşekkül etmiştir. Türbe ile hücre revakları arasında yer alan bahçede toprağa gömülü vaziyette antik porfir sütundan dönüştürülmüş bir de sadaka taşı bulunuyor. Ana giriş kapısının sağında bir küçük çeşmecik yer alır. Zarif süslemeli bir ayna taşı vardır. Yine Antik Bizans dönemine ait çiçek bezemeli bir sütun başlığı çeşme haznesine dönüştürülmüş. Bizim medeniyetimizde imhatahrip yoktur. Belki dönüşüm yaparak işlevsel hale getirmek vardır. Tıpkı buradaki sadaka taşı ve çeşme haznesi gibi. Külliyenin Feshane tarafı giriş kapısının hemen sağında klasik üslupta bir çeşme bulunur. Kesme taştan ve dikdörtgen çerçeve içinde inşa edilmiştir. Kitabesinde şu ifadeler yer alır: “Sahibül hayrat Şah sultan / Hazret-i ma’a Zal Mahmut Paşa / Fi sebilillah bunu itdi sebil / Selsebil ide Hüda ana ceza / Teşne diller dediler tarihini / Çeşme-i ma-i hayatı canfeza “ 998 (1590) Küçük ayna taşında H. 1240 M.1824 tamir tarihi yazılıdır. Külliyenin Eyüpsultan cami yönünde yine külliyenin bir uzantısı görümünde kare planlı mütevazı bir türbe daha yer alır. Mehmet Nermi Haskan’ın bildirdiğine göre buradaki türbe Pir Ahmed Edirnevi’ye aittir. Türbenin kapısı üzerindeki: “İkra’ kitâbeke, kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ” (İsra, 14.) (Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.)

sayı//25// ağustos 80

Zal Mahmut Paşa Camii ve külliyenin diğer yapıları 1766 yılındaki depremde zarar görmüş ve II. Mahmud dönem’inde elden geçirilmiştir. Yapı topluluğu son olarak 2012 yılı Ağustos ayında Eyüp Belediyesi tarafından onarıma alındı. 2015 yılında çalışmalar tamamlandı ve camii de bu tarihte ibadete açıldı. Eyüp Belediyesi, Tarihi Kentler Birliği tarafından düzenlenen Özendirme Yarışması’nda Zal Mahmut Paşa Camii restorasyon projesi ile 2’ncilik ödülüne layık görüldü. Medrese hücrelerinde Gelenekli sanatlarımızla ilgili bir proje çalışması yürütülmektedir. Daha önceleri Mehteran-ı Eyüpsultan ve Eyüp Oyuncakçıları atölyesi burada bulunuyordu. KÜÇÜK ŞAH SULTAN KÜLLİYESİ’NİN ÖZELLİKLERİ

Zal Mahmut Paşa Camii hemen bitişiğinde yer alan Küçük Şah Sultan Külliyesi 1800 yılında Şah Sultan tarafından yaptırılmıştır. Ana giriş kapısından külliyeye girince, solda türbe sağ tarafta ise fevkani sıbyan mektebi, mektebin önünde ise sebil bulunmaktadır. Sebilin üst kısmında, sıbyan mektebinin duvarındaki kuşevi emsalsizdir. Bu özelliğinden dolayı fotoğrafçıların uğrak yeri olmuştur burası. Etrafı çevrili alanın diğer bölümleri yapılan defin işlemleriyle hazire haline gelmiştir. Zal Mahmut Paşa Türbe haziresi ve buradaki mezar taşları açık alanlardakilere göre nispeten daha iyi korunmuş vaziyette. Caddeye açılan muhteşem avlu kapısının iki yanında pirinç şebekeli birer avlu penceresi bulunmaktadır. Türbenin cephesi mermer, kubbesi kurşun kaplıdır. Dört köşesinde gayet zarif ağırlık


kuleleri vardır. Türbe önünde altı mermer sütunlu bir revak bulunur. Türbe sürekli kapalı olduğundan iç yazıları hakkında bilgi sahibi olamadık. Sevgi Parlak’ın bildirdiğine göre:”Kapının her iki yanında, dalgalı hatlı ve profilli kemerlere sahip pencerelerin üzerinde celî sülüs hatla iki parça halinde Zümer sûresinin 53. âyetinin bir bölümü, alt sıra pencerelerin üzerindeki geniş yazı kuşağında Zümer sûresinin 73-75. âyetleri yazılıdır.” Kitâbelerin İsmâil Zühdü Efendi’ye ait olduğunu Hattat Süleyman Berk’ten öğreniyoruz. Yine Parlak’ın bildirdiğine göre:”Üst sıra pencerelerinin üst köşelerindeki madalyonlarda ism-i celâl, ism-i nebî, dört halife, Hasan, Hüseyin, Zübeyr, Sa‘d, Saîd ve Talha isimleri yer alır.” Giriş kapısının kemerinin üstündeki panoda celî sülüs hatla Ankebût sûresinin 57. âyeti yazılıdır. Ayrıca kapının takında Sultan III. Selim’in bir tuğrası yer alır. Ampir ve barok karışımı bu eserin caddeye bakan cephesinin iki yanına simetrik vaziyette küçük kuzu çeşmecikleri yapılmıştır. Üst kısımlarında iki satırlık kitabeleri, oval formlu küçük yalakları ve akantus yapraklı ayna taşları bulunur. Şah Sultan, III. Mustafa’nın kızı, III. Selim’in ablasıdır. Annesi ikinci kadın Mihrişahtır. Şah Sultan, 1761-1803 yılları arasında yaşadı. Babası devrinde çok küçük yaşta evlilik namzedi yapılmıştı. Bu teşebbüsler şansız bir şekilde son buldu. Amcası Sultan I. Abdülhamit döneminde üçüncü evliliğini Vezir Nişancı Seyyit Mustafa Paşa ile yaptı. Sağlık sorunları sebebiyle eşi ile taşra vilayetlerinde yaşayamadı. Son anlarına kadar Eyüpsultan’da ikamet etti. Hayatı hastalıklarla, çilelerle geçti. 1802 yılında 42 yaşında iken vefat etti. Kabri türbe içerisindedir. Türbe de Şah Sultan’dan başka iki sanduka daha vardır. Bunlar Şah Sultan’ın eşi Nişancı Seyyid Mustafa Paşa (1812) ve annesi Mihrişah Sultan’a (1800) aittir. III. Mustafa’nın Mihrişah isimli iki kadını vardır. Başkadın olan Mihrişah, Valide Sultan olmuş cami-i kebir yanı başında, Cülus Yolu üzerinde ve imaretin bitişiğinde yer alan türbesine 1805 yılında defnedilmiştir. Külliyenin avlu kapısı yuvarlak kemerlidir. Kapı üzerindeki altı satır halinde on iki beyitlik kitâbe Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattıyla yazılmıştır. Daha yukarda kapının üstü dalgalı

bir saçak tarafından örtülür. Kapı dekoratif bir kilit taşına sahip olan bir kemerle avluya açılır. Kemerin üstünde: “Cennet anaların ayaklarının altındadır.”manasına gelen Hadis-i şerif-i yazılıdır. Barok üslubu yansıtan sebil oval planlıdır. En üstte Sümbülzade Vehbi Efendi’ye ait dört satırlık kitabe yer alır. Sebili tam yarım daire formunda bir saçak örter. Sebilin kapısı avluya açılmaktadır. Külliye içerisinde yer alan tarihi sıbyan mektebi günümüzde Eski Eserleri Koruma Derneği faaliyetlerine ev sahipliği yapmaktadır.

Külliyenin avlu kapısı yuvarlak kemerlidir. Kapı üzerindeki altı satır halinde on iki beyitlik kitâbe Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattıyla yazılmıştır.

Yaklaşık iki asırlık bir arayla dünyaya gelen, Türbeleri arasında 15-20 metre mesafe olan bu iki hanedan mensubu hanım sultan’ın isimleri gibi kaderleri de şaşırtıcı bir biçimde benzerlik gösterir. İnsan ister istemez hayretini gizleyemiyor. İkisi de genç yaşta kendilerinden çok daha yaşlı insanlarla birkaç kez evlendirilmiş. Günümüzde 18’li yaşlarda hiçbir genç kızın 70 yaşında bir ihtiyarla evlenerek, hayatını sürdürmek isteyeceğini zannetmiyorum. Hayatları hastalıklarla, çilelerle ve çeşitli badirelerle geçmiş bu iki Şah Sultan’ın birisi 37 diğeri 42 yaşında terki diyar eylemiş bu fani âlemden. Gençliklerini, hayatlarını feda etmişler aileleri uğruna. Daha doğrusu feda ettirilmiş hayatları. Paşaları, devlet erkânını kontrol altına alabilmek ve devletin bekasını sağlamak için! Hiçbir zaman görmedikleri harem daireleri hakkında ipe sapa gelmez, tamamen kendi çirkin ruh dünyalarının yansımalarını dile getiren oryantalistlere bir lafımız yok. Ya onların dümen suyuna girerek kendi milletine, tarihine iftira atanlara ne demeli? Osmanlı hanedanı harem dedikodularıyla değil şehzadelerin ölüm korkusuyla geçirdikleri yıllar, hanım sultanların çektiği eza ve cefalar konuşulmalı ve ders çıkarmalıdır diye düşünüyoruz. Hayatları ağır imtihanlarla, çeşitli zorluklarla geçmiş insanları televizyon dizilerinde şehvet düşkünü birer soytarı gibi göstermek kelimenin tam anlamıyla değer düşmanlığı, haysiyet ve itibar cellâtlığıdır. Olmamış hadiseleri olmuş gibi gösteren olmuşları çarpıtarak tarih düşmanlığına yeltenenler Zal Mahmut Paşa’dan daha masum değildir. Zal Mahmut Paşa Külliyesi önünden geçerken Koca Mimar Sinan’ın bin bir tezyinatla süslenmiş zarif eserini temaşa ederken şehzade Mustafa’nın hüznünü de iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Garip bir duygu… 81


İL GİBİ İLÇEMİZ

ŞEBİNKARAHİSAR

El değmemiş bir tabiatın ekzotik güzelliğinin bir penceresidir. Kendinden parlar, O saf ve vahşi güzellik bir Nur gibidir . Münir BALICA

vliye Çelebi” in kalyona benzettiği kentin kalesinin, yer altı su tünellerinden ve surların oturduğu taş yataklarından anlaşıldığı kadarı ile tarihi derinlikleri ( Hititlere) kadar uzanmaktadır. Zaman yapraklarında devamlı gizemini bir değişik şekilde devam ettirmektedir .Oğuz Türkmen boylarından (Kınık-Çavdur -Çepni-Kargun ve Salur topluluklarının isimleri anıldığı, beyit ve şiirlerle yaşandığı “Şebinkarahisar” Türk kültür değerlerinin yaşandığı önemli bir yerdir. Havasının çok sert olduğu, mert insanları ile devamlı gönüllerdeki yerlerini almışlardır. Şebinkarahisar’da doğa bir ömürdür. Bir gençlik aşısıdır. Ressamlarım mükemmel tablosudur. Gönül hekimleri ve gezginlerin devamlı bu muhteşem tabiatın sanat eserlerini gözlemeleri için modern Evliya Çelebi’lere tavsiye ettikleri muhteşem bir sevda gülüdür. Şebinkarahisar bunun içindir. Nazar’a geldiklerine inanırlar. ve bu yüzden il iken, nasıl ilçe olduklarına halen inanamıyorlar, yıllardır bu mücadelenin içersindeler. Küçücük bebeler büyüdü Onlar şimdi nöbeti aldılar. Uğraşıyorlar. Zamanda onları ödüllendiriyor. Çünkü ağıtlar, türküler yaktılar. Bunlar destanlaştı. Ağaçları, toprakları ve nazlı nazlı akan akarsuların gözyaşları ile, bitsin bu çile,gerçeğimize dönelim.Onurumuz geri verilsin il olsun diye ”Şebinkarahisar” “Şebinkarahisar’ın tarihine ilişkin yeterli kaynaklar henüz istenildiği bilgileri içermemektedir. Kaledeki yer altı su tünellerinin ve surların oturduğu taş yatakları büyük bir olasılıkla “Hitit” devrine ait olabileceğini “Doçent Haşim” ve kimi Tarihçiler tarafından ileri sürülmektedir. Ve “ Azzi- Hayaşa ülkesi olarak “Hitit” kaynaklarında gösterilmektedir. Burada Kaşgar’ların yaşadığı söylenmektedir. Roma komutanlarından “ Pompeius” İ.Ö 65’te Pontus kralını yendikten sonra kaleyi onarır ve genişletir, kentin adı da “ Kooeina” olur. Bizans devrinde ise “Mavrokastron” olarak değişir. Bu isim ( Karahisar) anlamına gelmektedir .Zamanlar geçtikçe sıra ile kenti “Emeviler ”,Abbasiler ve daha sonra da “Danışmentliler işgal eder.”Kimmerler ve İskitlerin saldırılarına da uğramıştır.M.S. Orta Asya’dan gelen “Peçenek” ve “Koman “ Türkleri tarafından istilaya uğramıştır. 60 yıl kadar “Türkler” in egemenliğinde kalmıştır. Zamanla bu “Türkler” Hıristiyan misyonerleri tarafından Hıristiyanlaştırılmıştır. “Kayadibi” Meryem Ana kilisesi bu “Türkler” tarafından inşa edilmiştir.

sayı//25// ağustos 82


Belde bundan sonra devamlı olarak “ Romalı” ve “Türkler” tarafından devamlı el değiştirmiştir. ( 1071 ) Malazgirt savaşından sonra bir daha elden çıkmamak üzere “Türkler” in eline geçmiştir. “Giresun “ ile coğrafi, sosyal ve kültürel hiçbir bağlantısı yoktur. Şebinkarahisar’ın, ticareti ise yok denecek kadar azdır. Nasıl olsun ki? İki kent, iki ülke gibi ayrılmıştır. Üç bin metreyi aşan Giresun dağları, onları birbirine bağlayan yollar, bulutların içersinde sanki yeni bir dünya, bir o yana, bir bu yana kıvrılır. Köşe kapmaca oynarlar uçurumlarda taşıtlar. Üstelik, yüksekliği deniz yüzeyinden iki bin metreden fazla olan en işlek (Eğribel) geçididir. Karların dağları beyaz yorgan gibi örttüğünde yollar geçit vermezler. kapanır. Zamanla mahsur kalanlar da olmaktadır. Şehitler geçidi ise Eğribel den çok daha yüksektir.Giresun dağlarının güney yamaçlarından, “Şebinkarahisar” tarafına geçildiğinde bitki örtüsü ve hayvan toplulukları değişir. Yeşilin yerini kel bozkırlar alır. Toprak kızıllaşır. Bazen sarı, bazen haki yeşildir. Nemli ve yağışlı havalar dağların arkasında Giresun tarafında kalmıştır. Yazlar çok sıcak ve kuraktır. Alışana kadar dudaklarda gerilmeler ve çatlamalar baş gösterir. Anadolu’nun yüz hatlarıdır bu. (Eğribel) geçidinde sonra artık vahşi hayatın ve doğanın güzelliği başlar. Kuzgunların havlaması bir şarkı gibidir. Mısır Akbabaları tepenizde daireler çizmeye başlar. Bu yırtıcı ve zarif hayvanların süzülüşüne hayran kalmamak elde değildir. Evliya Çelebi bu dağlarda yaşayan, köylere kadar inip, saldıran aslanı uzun uzadıya anlatmıştır. Dört ayağı direğe, pençeleri Erivani deve tabanın benzer bir aslandır bu, Karadeniz’ den gelen ve çapulculuk için dağlara çıkan eşkiyaları parçalayan kurt ve kaplanlardan söz eder. Fiziksel ve ruhsal yapıları ile insanları da değişiktir. Tenleri genelde esmer veya esmerleşir, yüzler, mimikler, bakışlar ve anlatış biçimleri farklıdır. Özellikle çakır gözlü bir ninenin kartal bakışları ile karşılaştığınızda, kendinizi bir anda av zannedersiniz Bir tavşan gibi kaçacak delik ararsınız. Çelik kadar sert, su gibi sabırlıdır yörenin kadınları. Bu sıfatları ile bu insanların gönüllerindeki mana yıldızları gibi göklerdedirler. Karakterleri ırmak sularında beliren akislerinin güzelliğidir. Bazen güneş ile yoldaş, bazen yağmur taneleri ile sırdaş

olmaktadırlar. Bazen de vatanları için hiç düşünmeden canlarını vermektir. Kurtuluş savaşında ve vatan için bu mert karakterli “Şebinkarahisar” insanının üstün gayret ve fedakarlıkları her türlü takdirin üstündedir. Erzurum kongresine Şebinkarahisar’ı temsilen Dr. Cemil Şencan delege olarak katılmıştır. 1920 yılında ilçede Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Şurası kurulmuştur. Cemiyet bu dönemde dış tahriklerle, şımarmış bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin mezalimlerinin büyümesine engel olarak çok büyük zorluklarla bunlarla göğüs göğüse varacak mücadelenin içinde bulunarak, yerinde şehit veya gazi olarak vatan toprağına sahip çıktılar. Kurtuluş savaşının kazanılmasından sonra (1923) yılında il yapılmasına karar verildi. O yıl içersinde 10. Alayın buraya intikali ile Şebinkarahisar ekonomik ve sosyal yaşantısında çok büyük canlılık meydana geldi. 10 yıl süre ile il durumunu muhafaza eden Şebinkarahisar (2197 )Sayılı Kanunla 1933 yılında ilçe statüsüne getirilerek Giresun il’ine bağlanmasıyla,onurları kırılan Şebinkarahisarlılar o günden bu güne onur mücadelesi vermekteler. Osmanlı dönemindeki adı “Sarkikarahisar” veya Karahisar-ı Şarkı şeklinde de kullanılmıştır.(11 Ekim 1924) buraya gelen Mustafa Kemal Atatürk, Doğukarahisar anlamına gelen Şebinkarahisar olarak değiştirilmesini teklif ederek, ilçenin isminin değişmesini sağlamıştır.

Evliya Çelebi bu dağlarda yaşayan, köylere kadar inip, saldıran aslanı uzun uzadıya anlatmıştır.

O tabiata vuran Nur da yine güneştir.Ama bilinen güneş değil,öyle bir gizli yoldan gelmiştir.ilginç mi ilginç bir ilçedir burası, Giresun üzerinden gelirseniz (Eğribol )

83


Şebinkarahisar doğumluydu.1. Dünya Savaşı sırasında “Şebinkarahisar” Ermenileri tehcir (mecburi göç) kararına direnmeye karar verdiler. Kadın ve çocukları ile kaleye sığınarak isyan ettiler. 25 gün süren bu isyanda Türk askeri kuvvetlerinden ikisi subay olmak üzere 84 şehit,140 yaralı ve Müslüman halktan ise 30 vatandaşımız şehit ve 20 yaralımız oldu.

Ülkemizin en eski ve en fazla rezervli madenlerine sahip ilçemizde bu madenleri işletecek yeterli sayıda girişimci ve devlete ait bir müessese bulunmamaktadır.

geçidinden sonra yol, kıvrıla kıvrıla akan rengarenk tepelerin ardından muhteşem güzellikteki birkaç kilometrelik kanyondan geçersiniz. Yırtıcı kuşlar sizlere gözükmeden eşlik ederler. Asarcık yaylasından çıkan Tamzara çayı da bu kanyonun içinden geçer. 20 kilometreyi bulan çay, büyük bölümü ilçe sınırları içersinde kalan Kelkit ırmağı üzerinden Kılıçkaya barajına dökülen Alucra çayına karışır. Anlamı “Parlak şafak” olan “Şebinkarahisar’ın kendinden çok daha popüler mahallesi “Tamzara mahallesinin kuruluşu çok eski tarihlere dayanmaktadır. Mengücekoğulları tarafından (1184) yılında kurulmuştur. Hacı kayası, Kabak Tepe,batıda,Öksürük Kayası, Dişi Kaya ve Kızılkaya ile güneyde,Tepe ve Akbayır ve Külküt mahalleleri ile Çanak şeklinde çevrili bir vadinin güzellikleri arasında yer almaktadır. “Tamzara” mahallesini kuzeyden güneye doğru akan “Tanzara” ırmağı doğu ve batı olarak ikiye ayırmaktadır. Rakımı 1300 metredir. Mengücekoğulları buradaki egemenliği 46 yıl sürmüştür. “Muzaffereddin Mehmet Beyin ölümünden sonra Tamzara’da Selçukluların eline geçmiştir.Osmanlı devletinin son zamanlarında kasaba durumuna gelmiştir. “Tamzara”da Ermeniler ile “Türkler” yıllarca dostane bir şekilde geçinmişlerdir. (1914)’ te yapılan mübadele sonucunda “Tamzara”dan göç etmişlerdir. Mübadeleden evvel 1518 Ermeni ailesi ile 5000 kişi nüfüsu olduğu bilinmektedir. (1895) yıllarında ise “Şebinkarahisar”ın merkez nüfusunun üçte bir kadarı Ermenilerden oluşmaktaydı. Ermeni Devrimci (Taşnak) partisi liderlerinden olan “Antranik Ozanyan”

sayı//25// ağustos 84

Kültür ve medeniyetlerin birleştiği, tarihin ve medeniyetin bütün bir çiçek gibi bütün çömertliğini sunduğu, temiz ruhlu insanların topluluğu olan,Tarihi ipek yolu üzerinde bulunan ve Tarihi kentler birliği üyesi olan Tamzara mahallesi uzun yıllar boyunca dokumacılığın en güzel örneklerinin dokunduğu bir efsaneydi Her evin içinden gelen dokuma tezgahlarının sesi, göklerde meleklerle devamlı rızık muhabbetinde bulunurlardı. Kırk yıl öncesi” Tamzara” sokaklarında yürürken size dokuma tezgahlarının sesi eşlik ederdi. “Tamzara” dokumasının ünü her yerde anılmaktaydı. Teknolojinin devinin çarkları arasında bu muhteşem güzellikte tarihin sayfalarında yerini aldı. Son yıllarda “Şebinkarahisar” kaymakamlığının çabaları ile yaşatılan eski ve geleneksel bir el sanatı olarak nostalji olarak üretim yapılmaktadır. Dokuma kursları, sergiler ve festivaller ile geçmişin güzelliğini hissetmek için çalışmalar ilgililer tarafından yapılmaktadır. (Biz bu dünyadan gider olduk diyen) 1451 vatandaşımız 28 Aralık 1939 günü gece saat 01.30 da vuku bulan büyük Erzincan depremi çok şiddetli bir hissettiklerinde hayatlarını ve can’larını kaybettiler. Bu depremin 50 cm. kar kalınlığının bulunduğu, kış’ın zor geçtiği günlerde oldu. Can kaybının fazla olmasının haberleşmenin kesilmesi, kar’a teslim olmuş yolların geçit vermemesi ile sağlık ve yardım hizmetlerinin vaktinde ulaşamayarak 25 gün sonra ilçe ile irtibat sağlanmasının zorluklarından olmuştur. 7-8 Ağustos 1961 tarihinde ise” Şebinkarahisar” semaları kızıla boyanmıştı. Her taraf alevlerin kükrediği yangın, tüm çabalara rağmen söndürülememiş, sonucunda büyüyerek 5 ailenin yuvası ile 288 esnafın ekmek kapısını küller içersinde bırakmıştır. Muhteşem yer üstü zenginliklerinin yanı sıra, yer altı zenginlikleri kaderine terk edilmiştir. Türkiye’nin Japonya ile yaptığı anlaşma sonrasında uydu vasıta ile bölgenin maden haritası çıkarılmıştır.


Şebinkarahisar yer altı kaynaklarında 300 ton kapasiteli uranyuma rastlandığı tespit edilmiştir. Ülkemizin en eski ve en fazla rezervli madenlerine sahip ilçemizde bu madenleri işletecek yeterli sayıda girişimci ve devlete ait bir müessese bulunmamaktadır. Giresun dağları’nın doruklarından biri, yüksekliği 3 bin 107 metreyi bulmaktadır.”Giresun”un Dereli ve Şebinkarahisar arasında,güzelliği ile insan hafızasını zorlayacak,insanı büyüleyen yedi buzul gölü ve pek çokta yayla vardır. Karagöl dağlarında, Sağrak gölü de bunlardan biridir. Bu doğa harikaları yaylaların ve göllerin sisle kaplı olmadığı anlar çok azdır. Derin bir yuvarlak çanağın içindeki Sağrak gölünün çevresindeki karlar hiç erimez.Tekrar tekrar üstüne karlar yağar.Suyu içilebilecek kadar berrak ve temiz ve buz gibidir. Meryem Ana manastırı, Şebinkarahisar merkezinden 11 km. uzakta, Kayadipi köyünde, bir kaya bloğunun içersindeki kovuğa yapılan manastır ,üç teraslı ve 32 odalı, kovuğun tavanından kopan parçalarının delik deşik etmediği yer kalmadığından,kimi bölümler girilmez haldedir.Taşları 15 Km. yerden getirilen manastırın zemin katında ambarlar,birinci katta konuk ağırlama, mutfak ve yemekhane,ikinci katta rahiplerin özel odaları,üçüncü katta da kilise bulunmaktadır. Kaynaklara göre manastır 1.500 yıl önce, yani 475-480 yıllarında bir rahip yaptırmış. Kayadaki oyuk genişliği 50, uzunluğu 70, yüksekliği 40 metre olacak şekilde hazırlanmış,ilk aşamada 5 sonrasında da 15 oda yapılmıştır.Manastır 1812-1815 yıllarındaki bu günkü halini almıştır. “ Şebinhisar kalesi”, dış kalenin giriş kapısına bu gün halen özelliğin koruyan oya merdivenlerden ulaşılır. Dış kalede dikkat çeken kuzeybatı uçta yer alan oval planlı burçtur (Kızlar Kalesi). Kale, tarihin her nesneye uyguladığı gerçekleri buraya da uygulamış. Yıpranan kale oldukça haraptır.Kayalara yapılan su sarnıçları ve kalıntıları mevcuttur. En büyük su sarnıcı “Kırk badal” ismiyle anılan sarnıçtır. Kalenin kimler tarafından ve ne zaman yapıldığı kaynaklar ve araştırmalar soucunda belli değildir.Yalnız tarihsel kaynaklarda Pers (MÖ 331-550) Pontus (MÖ 65-293) Roma (MÖ 65-MS 226) Hakimiyetlerinde olan kalenin ilk bakımını Roma komutanı “Pompeyüs”

tarafından yapıldığı sanılmaktadır 1647’de Evliya Çelebi tarafından kale tarafından şöyle tanımlanmaktadır: Kale göğe uzanmış bir dağın tepesinde yedi köşe bir kaledir. İlk bakışta direksiz ve serensiz kalyon gemi gibi görünür. Duvar kalınlığı 70 ziradır (75 – 90 cm). 70 burç, 100 bedendir, çevresi 3600 adımdır. Hendeği yoktur. Üç kat demir kapıları vardır. Gece gündüz bekçilerce korunan kale içinde 70 ev vardır. Kale içinde bir cami (Fatih Camii )de vardır.” Kale’ye giden yolun yanında Taşhanlar, 1640’ lı yıllarda Şebinkarahisar Sipahi reisi Taban Ahmet ağa tarafından yaptırılmıştır. Han Osmanlı döneminin karakteristik yapılarının bir örneğidir.1915 yılında cezaevi olarak kullanılmıştır. 1939 depreminde yıkılan ve büyük zarar gören han, tarihi taşı,demir ve kurşunları yüzünden hırsızlar tarafından tahrip edilmiştir.

Derin bir yuvarlak çanağın içindeki Sağrak gölünün çevresindeki karlar hiç erimez.

Kelkit Çayı 273 uzunluğundadır. Ocak başı ve kayalı köyleri çevresinden “Şebinkarahisar 1 ilçesine girer.İlçe sınırları içersinde 40 Km. bazen nazlı,bazen hırçın akmaktadır. Erozyonun çok şiddetli olan yerlerden geçer. İlçede Alcura Çay’ını ,Sarıçiçek yaylasından çıkan 20 Km. uzunluğundaki Darabul suyunu ve Karagöl dağından gelen ,dar ve derin vadilerden geçerken,Çat suyu’nu alır. Yumurcak köyü yakınlarında Kelkit Çayı üzerinde kurulmuş olan Kılıçkaya barajında enerji üretilirken,baraj gölünde su ürünleri yetiştirilmektedir. “Şebinkarahisar” ilçesinde yoğun olarak yetişen ve yöreye özgün ;Gölayağı bilinen beyaz dutlarlar ,Gölayağı olarak bilinen çeşit sofralık çemiç ( Dut kurusu olarak tüketilmektedir.Çiğitli olarak bilenen çeşit genelde ( Şebinkarahisar dut pekmezi ve pestil yapımında kullanılmaktadır. Şebin Cevizi,”Şebinkarahisar ilçesi kökenli bir ceviz çeşitidir. Kıyı bölgeleri hariç tüm yöresinde yetişir.Çok verimlidir ve meyva salkımı 2-4’lü olur.kabuktan kolay ayrılır.içleri dolgundur.ve ülkemizde çok tutulmaktadır. “Şebinkarahisar” kökenli ülkemizin yetiştirmiş olduğumuz değerli sanatkar, yazar ve politikacıları bulunmaktadır. Bunlar; Kemal Tahir / Aziz Nesin / Ara Güler / Başar Sabuncu / Canan Akın / Yıldırım Mayruk/ Mehmet Emin Yurdakul ve Kerime Nadir Azrak önde gelenleridir. Şebinkarahisar, hakettiği –il- olmayı beklemeye devam ediyor…İlgililerine duyurulur… 85


BİR DEVRİN ÖĞRETENİ:

TAYYİP OKİÇ

Türkiye Cumhuriyetinin Belgrad büyükelçiliğinde çalışırken, ikinci dünya savaşı sırasında kendini İstanbul’da bulmuştu. İlahiyat fakültesi kadrosunu oluşturanlar, Avrupa’dan gelen bu ilahiyat doktorunun aranan şartları taşıdığını düşünmüşler, ve yeni kurulan fakülte kadrosuna dahil edilmesinde bir sakınca görmemişlerdi. Davut NURİLER

lfabe ve eğitim sisteminin tamamen değişmesinden sonra , ülkemizde islami eğitim alanında ciddi bir boşluk ortaya çıkmıştır. Camilerde , vefat edenlerin yerine yenileri gelmediği için, işinin ehli imamhatip sayısı iyice azalmış, hatta, Anadolunun uzak köylerinde cenaze kıldıracak imam bulunamadığı ile ilgili hikayeler anlatılmaya başlanmıştı. İkinci dünya savaşı sonrasının sıkıntılı yıllarının zorlaması ve din bilgini ihtiyacının karşılanması amacıyla, Ankara’da, bir ilahiyat fakültesi açılması kararı, bu şartların zorlaması sonucu, alınmış olsa gerektir. Bu kurucu kadronun içinde eski Yugoslavya’dan gelen bir ilahiyat doktorunun varlığı çok fazla kişinin dikkatini çekmiyordu. Dr. Muhammed Tayyip OKİÇ isimli bu akademisyen, Türkiye Cumhuriyetinin Belgrad büyükelçiliğinde çalışırken, ikinci dünya savaşı sırasında kendini İstanbul’da bulmuştu. İlahiyat fakültesi kadrosunu oluşturanlar, Avrupa’dan gelen bu ilahiyat doktorunun aranan şartları taşıdığını düşünmüşler, ve yeni kurulan fakülte kadrosuna dahil edilmesinde bir sakınca görmemişlerdi. Ancak bu akademisyen, klasik Osmanlı geleneğinden gelen islami bilgilere vukufiyeti yanında, ilmi ile amil olan bir kişiliğe de sahip idi. Müslüman nüfusun çoğunluk teşkil ettiği, Bulgaristan ve Krallık Yugoslavya’sında Osmanlı geleneğinden gelen yaşam tarzı, kılık kıyafet, ve eğitim kurumları varlıklarını zor da olsa sürdürmeye devam ettiler. Osmanlının kurduğu farklı kültür , etnisite ve dinli milletleri barış içinde yaşatan toplumsal yapı, önemli ölçüde varlığını koruyordu. Bosna-Hersek, Sancak, Makedonya ve Bulgaristan’ın Deliorman bölgesinde, Osmanlı geleneklerine sıkı sıkıya bağlı orta dereceli okul ve medreselerin faaliyetlerini kesintisiz devam ettirebildikleri vakâsı ile karşı karşıya idik. Ancak bu güzide eğitim kurumları 2. dünya savaşı ile dağılma sürecine girdiler. Savaş sonrasında ise, yönetimi ele geçiren komünist rejimler, medreselerin sahibi vakıflara el koymuş, binaları ve mal varlıklarını müsadere etmiştir. Bu kurumlarda ders veren ve yaşadıkları toplumlarda kanaaat önderi olan İslam ulemasının bir kısmı hapsedilmiş, devlet teröründen kurtulmak ve hapse girmemek için kaçabilenler de Türkiye’ye sığınmıştır. Bunlar arasında en çok tanınan iki hadis aliminden biri, Bosna’dan gelen Prof. Muhammed Tayyip Okiç, diğeri

sayı//25// ağustos 86


de Deliormanın Şumnu şehrinden gelen Prof. Dr Ahmet Davudoğlu’dur. Ahmed Davudoğlu hoca, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde okuyan herkesin yakından tanıdığı, itibarlı sevilen bir İslam alimi idi. Muhammed Tayyip OKİÇ’; 1 aralık 1902 yılında Bosna’nın kuzeyindeki Graçanica şehrinde doğdu. Babası aynı şehirdeki Osman Kapetan medresesinde hocalık yapan Mehmed Tevfik OKİÇ Efendi , annesi ise aynı şehrin tanınmış ailelerinden biri olan Hasibe Hadziç hanım idi. Babası Mehmed Tevfik Efendi’nin Bosna-Hersek ULEMA MECLİSİNE seçilmesi dolayısı ile, aile, 1910 yılında Saraybosna’ya yerleşir. Bu sebepten genç Muhammed Tayyib’in, eğitim hayatı Saraybosna’daki okullarda geçer. Bentbaşındaki Rüşdiye’den sonra, liseyi medresede, yüksek okulu ise bugün islami ilimler fakültesine dönüşmüş olan MEKTEB-İ NÜVVAP’TA( ŞERİARTSKA SUDAÇKA ŞKOLA) okur. Bundan sonra Zagrep’te bir müddet edebiyat sonra da hukuk okuyan Tayyip Okiç’in, 1930 yılında Belgrad Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun olarak diploma aldığını görüyoruz. Belgrad’dan sonra Paris’e gider ve SORBON’da edebiyat alanında master yapan Muhammed Tayyip Bey, aynı üniversitede doktora yapmaya başlar. Bu doktora çalışmasının konusu, 17. asır Osmanlı dönemi Bosna’sında yaşamış tanınmış bir islam alimi olan, HASAN KAFİ PRUŞÇAK ‘(AKHİSARİ) ın NİZAMÜ-ÜL- ULEMA adlı eseridir. Ancak bu çalışmanın akibeti hakkında bilgi sahibi değiliz. Bu çalışmaların yanında genç akademisyen, Tayyip Okiç, Sorbon’da doğu dilleri bölümünde, Türkçe, Arapça ve Farsca üzerinde de çalışarak sertifikalar alır. Paris’ten sonra Tunus’a giden genç akademisyen Zeytuniya Üniversitesinde arapça dili ve edebiyatı üzerinde ihtisasını artırıcı çalışmalar yapar. Yurt dışındaki eğitim hayatını 1934 yılında bitirerek Saraybosnaya döner ve Saraybosna’daki medreselerde hocalığa başlar. 1934 yılının sonunda Üsküp’te dönemin Yugosalvya Kralı ALEKSANDER’İn ismini taşıyan medreseye kabul edilir ve bu okulda 1941 yılına kadar muhtelif islami ilimler (Kur’an, Arapça, hadis,islam tarihi vs.) konularında dersler verir. İkinci dünya savaşının patlaması ile Üskübü terkeder Sarajevo’ya döner ardından da T.C. Belgrad büyükelçiğinde tercüman -sekreter olarak işe alınır. Savaşın son yılında TürkiyeAlmanya ilişkilerinin bozulması ile Alman işgali

altındaki Belgradı terketmek zorunda kalır. Avrupa’da bir çok ülke gezdikten sonra, 1945 yılının nisan ayında Soluğu İstanbul’da alır. Savaş bittikten sonra vatanı Bosnaya hakim olan komünist rejim, onu düşman ilan etmiş , kapılarını kapatmış ve ölümüne kadar giriş izni vermemiştir. ÇALIŞMALARI VE ESERLERİ 1977 yılındaki ölümüne kadar Muhammed Tayyip OKİÇ hiç evlenmemiş tüm zamanını ilme ve talebelerine hasretmiştir. Şu anda Türkiye’de 70 in üzerinde ilahiyat fakültesinde ders okutan hocalardan kaçının onun öğrencisi olduğunu bilmek mümkün değildir. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Türkiyede, islami ilimler okutan üzerine eğitim ve araştırma faaaliyeti yapan fakültelerin oluşmasında, M.Tayyip Okiç hocanın emeği ve katkısı en fazla olan bir kaç şahısdan biridir. İşte bu eksiklik az da olsa, balkan göçmeni, Osmanlı İslam geleneği ile yetişmiş son nesil kişilerle kapatılmaya çalışılmıştır. 1950 yılından 1969 yılına kadar kesintisiz Ankara İlahiyatta talebe yetiştiren hocamız, altmışların başında Konya’da kurulan Yüksek İslam Enstitüsünde ders vermeye başlamıştır. Ömrünün son yıllarında Erzurumda kurulan İslami ilimler fakültesinin kuruluşuna da katkılar vermiştir. Ankara ilahiyatta yetiştirdiği tanınmış alimler arasında şu isimler; Süleyman Ateş, Mahmud Esad Coşan, M. Sait Hatiboğlu, M. Sait Yazıcıoğlu, İhsan Süreyya Sırma, İsmail Cerrahoğlu, Salih Akdemir, Talat Koçyiğit, Ali Osman Koçkuzu, Abdullah Aydemir sayılabilir. Bu liste çok daha fazla uzatılabilir.

2010 yılında Saraybosna’da adına düzenlenen bir Sempozyumda, gerek Türkiye’deki talebeleri, gerek Bosna’dan akademisyenler onu ve eserlerini anlatmaya çalışmışlardır. 19 mayıs 1939 yılında İsviçre’nin Cenevre şehrinde düzenlenen, Dünya Müslümanları konferansı ile ilgili OKİÇ hocanın yazdığı makaleyi anmadan bu yazıyı bitirmek istemedim. 1977 yılına gelindiğinde hoca 75 yaşına gelmiş ve sağlığı bozulmaya başlamıştı. 9 mart gecesi bir kaç gün önce baş gösteren beyin kanaması sebebiyle hakka yürüdü. Ankara’da kılınan cenaze namazına Türkiye’nin önde gelen şahsiyetleri katılmış cenaze namazını ise Süleyman Ateş hoca kıldırmıştır. Sonrasında Cenaze Saraybosna’ya gönderilmiş ve orada toprağa verilmiştir. Sağ olarak dönemediği vatanına gömülmek kısmet oldu.

87


AYN-İ ALİ:

DÜŞ GEMİLERİMİZİN SIĞINAĞI Eski bir nalburiye dükkânının duvarında kavuklu, sarıklı adamlarla ellerinde tespihler, ibriklerle edep dersinde şeyh ve müridler. Duvarda bir resim olarak bile tebessümlere ilaç olmaya yetiyor. İmdat AKKOYUN

ehri cezbettiren bir şey vardır. Yine de vardır. Köyden, kasabadan, engin ovalardan, yüksek yüksek tepelerden, başı dumanlı dağlardan sonra şehri çekim merkezi kılan insan için bir şey vardır. Caddelerinde yürürken yüzünüze gülen, bağrınıza serin rüzgârlar üfleyen, iç rahatlatıcı, kaç bin yıllık birikim, iz, işaret. İsli bir han odası, tarihi bir camii, tekke, medrese, kubbe, han, hamam, sur, bir açık hava kültür merkezi gibi mezar taşlarıyla bezenmiş mezarlıkları vs. Adı eski ama kendisi daima yeni. Ruhunuzun dirim gücü. Asırlara meydan okuyan, okutturan. Bir medeniyetin yapı taşı, ruhunuzun kıyam hali gibi bir şey vardır. Şehri dolaşırken bir baştanbaşa ya da hiç ummadığınız bir zaman da, hiç ummadık şekilde önünüze çıkıveren. Ruhunuzu esenleten tatlı bir meltem gibi huzura gark eden bir şey mutlak vardır. Olmalıdır ya da. Eski bir nalburiye dükkânının duvarında kavuklu, sarıklı adamlarla ellerinde tespihler, ibriklerle edep dersinde şeyh ve müridler. Duvarda bir resim olarak bile tebessümlere ilaç olmaya yetiyor. Ordusuna Bizans’ın surlarını hedef gösteren fethin baş mimarı gibi. Duvarları yıkılmış eski bir kale duvarı gibi dimdik ayakta karşılayan sizi. Hiç umulmadık zaman da, umulmadık bir dost gibi asırlar öncesinden çıkıp gelmiş gibi. Yüksek binalar arasında sıkışıp kalmış da kurtarılmayı bekleyen bir tarih, bir ecdat yadigârı, ülfet yüzlü mabedler, eserler. Kaç yüz yıllık birikimiyle sizi bekleyen, sizi terk etmeyen. Siz onu terketseniz de, onun sizi terketmediği. Öyle vefalı, öyle kadirşinas, öyle masumane. Asırlık şahitlikleriyle yüze gülen, yüzümüze gülen mütebessim bir çehrelerden biridir .:Ayn-i Ali. Hayıflandığımız. Şimdiye kadar görmemiş, bilmemişliğimize duyduğumuz derin üzüntüler yığınında boğan bizi. Çağın azgın dişlilerinden, boğucu havasından alıp, dualı, niyazlı serinliğine götüren, “hu hu”lara karışan/ karıştıran, kuş sesleri eşliğinde dervişanlar zümresine ilhak eden. Çeşmesinden akan sularıyla dimağımıza birer ab-ı hayat damıtan. Dağılmış ruhlarımızı toparlayan. Bizi “biz” kılan ne varsa alıp getiren, hatırlatan değil unutturmayan. Hatırlamada da bir unutma vardır zira. Bizi diri tutan. Siz “öz’sünüz deyip, özlü sözler fısıldayan, şehri şehir kılan bir yer.

sayı//25// ağustos 88


AYN-İ ALİ: AYNALI ALİ

İşte onlardan biridir Ayn-ı Ali. Fatih ve II. Beyazıt dönemlerinde Manisa’da yaşamış bir Bektaşi şeyhi ve onun adına yapılmış camii, türbe, zaviye ve tekke. Camii yerinde duruyor. Zamanında ve sonraları zaviye ve tekkesinin itibarı bugün kıraathane hane olarak kullanılmaya devam ediyor. Tek kubbeli bu kübik yapıda malzeme olarak tuğla kullanılmıştır üç sivri kemerle son cemaat yeri hasıldır. Hemen ön tarafında daha sonra yapıldığı anlaşılan çeşmenin kitabesi 1819 yılında ait. Süleyman Paşa tarafından yaptırılan bu çeşme hala oluklarından akıttığı sularla insana ve insanlığa hizmetine devam ettirmektedir. KUYU

Çeşmeden daha önce burada su ihtiyacı kuyulardan karşılanmıştır. Caminin ve şimdi kıraathane olarak kullanılan kısmın önünde iki kuyu duruyor. Anlıyoruz ki burada çeşme yerine kuyu kazılmış ve su ihtiyacını böyle karşılamışlar. Kuyu derdest edilmektense üzerine bir kapakla korunma yönüne gidilmiş. İçinde soğuk suları var mıdır açıp bakamadım ama iyi edildiği muhakkak. Emek mahsulü ve derin bir kültürün izlekleri olan bu değerler özenle korunarak gelecek kuşaklara taşınmalı. Evliya Çelebi 1671 yılında Manisa’ya geldiğinde Ayn-ı Ali tekkesini ziyaret etmiş ve bu külliyenin Bektaşilere ait olduğunu belirtmiştir. Bazı tarihçiler 17. yüzyılda yaşayan ‘’Defterdar Ayn-ı Ali’’ ile burada konu edilen Ayn-ı Ali birbirine karıştırmışlardır. Ayn-ı Ali Sultan’ın

tarihi şahsiyeti hakkındaki bilgilerimiz şimdilik bu kadardır. Ne kadar doğrudur bilmem. Filibeli Ahmet Hilmi’nin İslam Tasavvuf felsefesinin önemli konularından olan ‘’vahdet-i vücut’’ konusunu anlattığı ‘’Amak-ı Hayal’’ adlı eserinde adı geçen ‘’Aynalı Baba’’ bölümünün Ayn-ı Ali Sultandan ilham alınarak yazıldığı söylenir. Hemen alt tarafındaki türbenin kime ait olduğu tam olarak bilinememektedir. Kitabesi yoktur. Osmanlı dönemi 16. 17 yy. yıllara ait olduğu tahmin edilmektedir. Türbenin içindeki fotoğraftan anlıyoruz ki şimdi bu yeşil alanın, üzerinde insanların oturduğu, handiyse bir mesire alanı gibi yer yer serildikleri yer eski bir mezarlık olduğu anlaşılıyor. Bir şehri tanımak, bir şehre ait olmak, şehirli olmak, o şehri inşa eden toplumların medeniyet tasavvurlarını anlamaktan ve bu medeniyetlerin izlerini takip etmekten geçer. Bu izleri görünür kılma çabasıyla mümkündür birazda. Hele bu şehir, Spil’in eteklerinde Saruhan Sancak’ının merkezi, Osmanlı’nın Şehzadeler şehri Manisa ise hayretiniz daha da artar. II. Murat, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murat, III. Mehmet ve I. Mustafa gibi padişahlar burada idarecilik stajı yaptılar. Birçok şehzadenin sancakbeyliğinde bulunduğu bu güzide şehre mühür vurmuşluğunun emareleridir dar sokaklarda karşımıza çıkan eserler. Olmazsa olmadığı hiçbir şeyin o derin ruh. İz ve izlekleridir karşımıza çıkanlar. Nerede yaşadığınızın farkında mısınız? Bu soruyu insan kendine sık sık sormalı. Belleğinde böyle bir soruyla gezinenler farkı 89


Mekân şehrin kimliğidir. Bakmayı da değil de görmeyi yeğlerseniz o şehri şehir yapan o nadideleri görürsünüz.

da fark edeceklerdir. Eğer böylesi bir farkında ve farkındalık sahibiyseniz şanlı tarihinizin bu eşsiz şaheserlerinden böyle muhteşem mekân örnekleri pekâlâ çokça görebilirsiniz. Bakanların görmediğini görecek, görenlerin hissetmediğini hissedecek, duyanların duymadığı nice sesleri duyacaksınız. Belki birçoğuna ilk defa rastlıyorsunuz. Yanından yöresinden günler, haftalar değil aylarca geçmenize rağmen ilk defa fark etmenin hayıflanmasını yaşarsınız. Hatırasının gölgesine uzanıp dinlenirken kederli bir yalnızlık çöker üzerinize.

Dağ güven demekti haddizatında. Manisa da, sırtını dağa, Spil’e vererek kurulan Saruhan Sancak’ının merkeziydi. Eskiye gitmiyorum “biz”in başladığı tarihti bu. bir kültür ve medeniyet inşasının ilk nüveleri Ulu Cami ile başladı. Sonra arkası geldi. Geldi ve “şehzadeler şehri” olma hasleti verildi kendisine. Bu vesileyle şehir birçok önemli bilgin, derviş ve evliyalar nezdinde tekke ve zaviyelerin merkezi oldu. Bir nevi ikinci payitahtlık unvanlarının da sahibi oldu.

ŞEHRİ KOLLARINDA BÜYÜTEN ASUDELER

Mekân insanın da bir kimliğidir. Taşıdığı bu kimlikle yüzünüze güler. Hasbihal eder sizinle. Ocak başı yarenliklerinin sıcaklığını bulursunuz içinde, yanında. Geçmişten taşıdığı derin izleklerle bir kültür merkezi gibidir onlar. İnsanı içine alır, karar, yoğurur ve pişirir. Fırın olur, su olur, ateş olur. İnsana kimlik ve şehre ad olması bundandır.

Mekân şehrin kimliğidir. Bakmayı da değil de görmeyi yeğlerseniz o şehri şehir yapan o nadideleri görürsünüz. Üzerine geçirilmiş süslerinden arındırılmış olsanız gerçek kendini size açık edecektir. Rüyalardan ve hayallerden sıyrılıp gerçeği bulacaksınız kollarınızda. Bu yönüyle o sadece bir taş yığını değildir. Şehrin nereden gelip nereye gittiği, düşü, düşüncesi, fikri, zikri konularında ip uçları verir. Sadece yaşadığı dönemle sınırlı kalmaz etkisi. Üzerinden geçen her topluluğun izini bir sır saklayarak gelecek kuşaklara aktarır. Asırlık birikimiyle gelir üstünüze. Kaç yıllık tarihiyle. Kaç bin kişiyi misafir etmişliğiyle cömert bir konuksever olarak karşılar sizi. Alır sizi ve baş köşesine konuk eder. Tıpkı şehzadeler şehri Manisa’daki Ayn-i Ali gibi. Eskiden şehirler şimdiki gibi ovalara yayılmaz, sırtını dağlara verip öyle yaslanırlardı hayata. Şehr-i Emin olmak sırtını dağa dayamakla eşdeğerdi. Sonra şehir kendisinden emin olmalı ki orada yaşayanlar da emin olsunlar. sayı//25// ağustos 90

“DUVARLARINDA RUHUN VARDIR DOSTUM!”

İnsan bir müteharrik güç, bir anlam ve ruh aynası. Taşları dile getiren, bulunduğu yere değer katan, değer veren bir değer. İnsanı alırsanız nesnelerden geriye pek bir şey kalmaz. Fakat nasıl insan? Kim? Hangi insan? Levent bey mekânı ruhunu ekleyerek hem de onun ruh halini yansıtan ilave eklerle onu ebedleştirme yoluna gitmiş. Sadece mekânsal anlamda kalmamış. Zamanın ruhunu da barındıran yiyecek ve içeceklerle de o ruhu zenginleştirmiş. İşte bunlardan biri “Sultan çayı”. Çok hoş kokusu ve tadıyla damaklarda eşsiz bir tadıyla uğrayanların aklını burada bırakıyor. Deden miras bu çay, yüz elli yıldır aynı tadı korunarak


devam ettiriliyor. Mesir macunu kadar olmasa da önemli bir bitki karışımına haiz. On bir bitki karışımından oluşuyor. Sonra mekân sahibinin insana güven veren, muhabbete aşk ekleyen, sizi alıp bin yıllık geçmişe götürmesi mekânı daha bir anlamlı kılıyor. Şehrin yorgun kaldırımlarından çıkıp hayali cihana bedel hülyalara doğru dalıp gidiyorsunuz. O size gelenek fısıldıyor. Gelecek fısıldıyor. Öyle bir gelecek ki bu geleneğin duraklarında dura dura varılmış şahsiyetli bir gelecek. Şehir mekândır. Mekân ruh. Mekân bir ruh biçimi. Bir yaşayış hali. Bir sanattır. Salt mekân değil, duvarlarda gelip geçenlerden yadigâr yazılar, resimler, notlar. Alt alta, üst üste geçmişin emareleri istif edilmiş. Handiyse hemen her biri sizi sıkı bir tembih üzre kılıyor: unutma geçmişini. MEKÂN RUHUMUZUN AYNASI, DÜŞ GEMİLERİMİZİN SIĞINAĞI

“Dil kalbin tercümanıdır” der Abdulkadir Geylani Hazretleri. Dil sözdür. Kelamdır, eylemdir. Sonuçtur. Tıpkı mekan gibi. Söz insanı ele verdiği gibi mekân da insanı ele verir. İnsanın nasıl giyimi, kuşamı, içsel olana göre şekilleniyorsa mekân da bu oluşumun bir parçasıdır. Mekân bu anlamda insanın hislerinden, düşününden, ruhundan ayrı değildir. İMAR MI, İFSAD MI?

Zira insan ruhu mekânın ruhuyla ayniyet kesbetmiyorsa ortaya çıkacak tablo bir önem arz etmeyecektir. Bu durumda Levent Bey gibi biri buranın değerine değer kattığı gibi belki

oranın ömrünün uzatmasında, o ruhun ta bugünlere gelmesinde önemli bir paya sahiptir. Ne mekânlar vardır yok olup gitmektedir. Ya da bakanın gözünde taş yığınlarından ibaret değildir. Ya da öyle mekânlar vardır ki mekânın geçmişteki o baş döndürücü ruhuna handiyse yüz seksen derece zıt cereyan ederek adeta orayı körleştirmede, yok etmede yarış gibidir. Girmenizle çıkmanız bir olmaz. Başınız döner, midenin bulanır. Kimseye bir şey diyemediğiniz zamanlar olur. Böylesi durumları yaşadığımız topraklarda zaman zaman şahit oluyoruz. Şahit olmaktan bin pişman olsak da, oluyoruz.

Yaz günü yeşil çimlere önünde oturduğumuzda önümüze gelen o fotoğraf içimize düğümlenen bir hüzün olup geliyor: Mezarlıklar üstüne oturuyor oluşumuz.

KUMLU DERENİN AZGIN SULARI DEĞİL, KENTLEŞMENİN AZGIN DİŞLERİDİR BUNLAR

Yaz günü yeşil çimlere önünde oturduğumuzda önümüze gelen o fotoğraf içimize düğümlenen bir hüzün olup geliyor: Mezarlıklar üstüne oturuyor oluşumuz. Bir kültürün ve tarihin silinip süpürülmüş olmasının derin acısı. Kentleşme denilen o heyuladan buralar da nasibini almıştır. Yukarıda da değindiğim gibi bir çeşit açık hava kültür merkezi olan mezarlıklar, o derin hatıralar ormanı yok olmuş. Günün birinde bir emre binaen gelen dev bir greyder azgın dişleriyle önüne gelen ne varsa alarak onları bilinmezlikler deryasına kürer. O duvardaki birkaç resim de olmasa aslı esamesi okunmayacak belli de, varlığı belli olmayacak. Ne diyelim kumlu derenin azgın suları değil, kentleşmenin keskin dişlileridir bunlar eriyip yutan önüne gelen ne varsa. Ruhları şad olsun deyip birer fatiha doluyoruz dillerimize. 91


SARAYBOSNA,

HACI SİNÂN TEKKESİ

(SARAYBOSNA’DA YAŞAYAN BİR TEKKE)

Menkıbeye göre Hacı Sinân tekkenin inşası için Milyatska (Milyacka) nehrinin sol kıyısında arazi satın almış ancak rüyasında bir ses ona tekkenin burada değil de günümüzde bulunduğu yerde inşa edilmesi gerektiğini söylemiştir Mikail Türker BAL

araybosna’ya gelip bir tekke görmek isteyenlere hemen Sinanova (halk arasında genelde bu isimle de anılır) Tekke’ye git derler. Nâm-ı diğer Hacı Sinân Tekkesi Kâdiriliğin bu gün Bosna’daki en önemli merkezidir. Bu yazımızda Saraybosna’ya Kâdiriliğin nasıl geldiğini ve Silahdar Mustafa Paşa tarafından yaptırılan Hacı Sinân Tekkesi’ni tarihçesi ile anlatmaya çalışacağım. İslam tarihinin en eski tarikatlarından birisi olarak kabul edilen Kâdirilik Bağdat’ta Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) tarafından kurulmuştur. Kâdirilik Osmanlı Anadolu’^suna XV. Yüzyılın ortalarında Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1631) vasıtasıyla, İstanbul’a ve Balkanlar’a XVII. Yüzyılda İsmail Rûmi (ö. 1631) vasıtasıyla girmiştir. Kâdirî Tarikatı’nın Bosna’daki ilk tekkesi Saraybosna’da Hacı Sinân Tekkesi’dir. Saraybosna’nın kuzeyinde, Saraç Ali Camii’nin yanında, Remziya Osmanoviç Cadesi no: 77’de bulunmaktadır. Rivayete göre tekkeyi babası Hacı Sinân’ın isteği üzerine Silahdar Mustafa Paşa inşa ettirmiştir. Menkıbeye göre Hacı Sinân tekkenin inşası için Milyatska(Milyacka) nehrinin sol kıyısında arazi satın almış ancak rüyasında bir ses ona tekkenin burada değil de günümüzde bulunduğu yerde inşa edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bu hadiseden sonra tekke Saraybosna’nın kuzey bölümünde bu gün bulunduğu yere inşa edilmiştir. Bir rivayete göre de tekkeyi Silahdar Mustafa Paşa’nın (ö. 1641) babası büyük tüccar Hacı Sinan, Sultan IV. Murad’ın isteği üzerine 1640 yılında inşa etmiştir. IV. Murad Bağdat’ı fethettiğinde yakın arkadaşı ve veziri olan Silahdar Mustafa Paşa’yı yanına çağırarak imparatorluk toprakları dâhilinde tekkenin bulunmadığı bir şehir olup olmadığını sorar. Vezir de zikir ve ibadetlerin dışında derviş ve yolcuların konaklayıp karınlarını doyuracakları bir tekkenin Sarayevo’da olmadığını söyleyince Sultan IV. Murad Bosna’da bulunan Hacı Sinan Ağa’ya büyük bir tekkenin inşası için gerekli olan fermanı ve parayı gönderir. Padişahın hizmetinde bulunan ve Abdülkadir Geylani’nin sevgisini ve himmetini kazanmaya çalışan Mustafa Paşa, kendisinin de mensup olduğu Kâdirî tarikatına ait, Pir Abdülkadir’in yolunu takip edenler için bir tekke yaptıracağını padişah huzurunda beyan eder. Böylece Hacı Sinan misafirhanesi, semahanesi, çay ocağı

sayı//25// ağustos 92


bulunan büyük bir külliye inşa eder. Tekke ve binalar, iç avlu ile beraber olmak üzere 2200 metrekare gibi büyük bir alan işgal eder. Girişin küçük avlusunun üstü ve semahane iki katlı, geriye kalan yapılar tek katlıdır. Bunun yanında sohbet yeri olan kahve ocağı, ufak bir hayattan sonra dervişlerin kıyafet değiştirdikleri meydan odası. yemekhâne olmak üzere üç oda bulunmaktadır. Tekkenin haziresinde birçok kabir ve türbeler bulunmaktadır. Tekke kuruluşundan itibaren zengin vakıflara sahipmiş, ancak 1878 Avusturya işgalinden sonra bu vakıfların tamamını kaybetmiş. Halkın yardımları ile ayakta kalabilmiş, bu günlere ancak bu şekilde gelebilmiştir. Tekkenin duvarları kesme taştandır. Böylece Saraybosna’da olan büyük yangınlardan çok büyük zarar görmemiştir. Tekke ilk 1697 yılında defa Prens Eugen Savojski Saraybosna’yı bir gecede yaktığında hasar görmüş, Ali Paşa tarafından 1708’de tamir edilmiştir. Tekke ikinci Dünya Savaşı sırasında bir bombardıman sonucu büyük hasar görmüş, çevre duvarı, güney tarafı ve semahanenin güneydoğu tarafı tamamen yıkılmıştır. 1952 yılında başlayan tamirler 1956 yılında tamamlanmıştır. Tekkenin birçok bölümü aslına uygun bir şekilde restore edilmiştir. Saraybosna Hacı Sinân tekkesi tasavvufî faaliyetlerinin yanı sıra aynı zamanda şehrin ilim,sanat ve şiir yuvası görevini de üstlenmiştir. Tekkenin şeyh ve dervişleri Saraybosna’nın ve genelde Bosna Hersek’in kültürel ve dini hayatında oldukça etkili olmuşlardır. Tekkenin en önemli şeyhlerinden biri Hasan Kaimî’dir. Hasan Kaimî Efendi, 17. Yüzyılın başlarında Saraybosna’da doğmuş, burada bir süre eğitim alarak Sofya’ya gitmiş, orada Şeyh Muslihiddin Efendi’den hilafet alarak Hacı Sinan Tekkesi’ne şeyh olmuştur. Bosna’nın yetiştirdiği en önemli mutasavvıf şairlerden biridir. Hasan Kaimî Efendi sözünü esirgemeyen dobra bir kişiliğe sahipti. Bazı muhalif tavırları nedeni ile İzvornik şehrine sürgüne gönderilmiş ve burada vefat etmiştir. Türbesi İzvornik kalesinin yamacındadır. Bu büyük mutasavvıf şair sadece İzvornik’in değil bütün Bosna’nın önemli dinamiklerinden biridir. Son yıllarda Kaimî Efendi adına kültürel ve dinî etkinlikler yapılmaktadır. Onunla ilgili mevlid programları, şiir geceleri ve edebiyat ödülleri verilen kültürel faaliyetler yapılmaktadır.

Silahdar Mustafa Paşa’nın IV. Murad’ın isteği ile yaptırıp babası Hacı Sinan Ağa’nın adını verdiği bu tekke günümüzde Bosna’nın ve Balkanlar’ın en önemli Kadirî dergâhıdır. Tekkenin son şeyhi Hacı Feyzullah Efendi Hacıbayriç’in (ö. 1991) hizmetleri de tekkenin bu günlere gelebilmesinde, usul ve erkânını devam ettirmesinde önemlidir. Bu gün Saraybosna’yı ziyaret edecek olanlar otantik bir mekân ve Kadirî ayini görmek isterlerse unutulmamalı ki perşembe akşamları misafirlere dergâhın kapıları açılıyor. Siz de bugüne kadar orjinalliğini korumuş olan bu tekkeyi ziyaret edip, giriş kapısından adımınızı attığınız taş avlunun duvarlarındaki yazıları gördüğünüzde bilin ki, o şiirler Türkçe’dir. Tekkenin girişteki avlusunun duvarlarında yer alan Türkçe şiir: ‘Tekkegâh-ı kesretin sanman heman mihmanıyız Bir numuneyiz ki beyt-i vahdetin pinhanıyız Biz Gediz sûretâ amma cihânın sultanıyız Sâlikân-ı Şeyh Abdülkadir Geylâniyiz’ Kaynakça:

• Metin İzeti, Balkanlar’da Tasavvuf, İnsan Yayınları 2013 • Hüseyin Yorulmaz, Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç, Hat Yayınevi 2015 • Samir Vildiç, Bosna’da Kadirîlik Kültürü (Makale) 93


CAVİT ERSEN, YENİDEN YAYINLANAN İKİ ESERİ:

OSMAN GAZİ / ORHAN GAZİ Unutulan yazar Cavit Ersen’in eserleri, Mihrabat Yayınları tarafından kültür hayatımıza kazandırılıyor. Mehmet Nuri YARDIM

er insanın olduğu gibi, her yazarın ve her kitabın da bir kaderi vardır. Ve tayin edilmiş olan bu mukadderat, asla ve kat’a değişmez. Türkiye’de haketmediği halde şöhret basamaklarının en üstüne çıkan ve geniş bir okuyucu kitlesine kavuşan yazıcılar olduğu gibi her eseriyle ülkemizin temel meselerini ele almış, üslubuyla, duruşuyla sağlam duran, yerli ve milli olan ancak milletiyle buluşamamış talihsiz yazarlarımız da vardır. Cavit Ersen de onlardan biriydi. Şükürler olsun ki toplum, fikir ve sanat dünyamız, derdiyle hemdert olan bu iyi romancıya, bu kıymetli düşünüre bugünlerde kavuştu. Benim Cavit Ersen’le münasebetlerimin tarihi çok eskilere dayanır. Gazetecilik yaptığım 1980’li yıllardan itibaren onu aramaya başladım ama izine rastlayamıyordum. Zira çocukluk çağımın ve delikanlılık yılarımın efsane yazarıydı Cavit Ersen. Büyük bir heyecanla okuduğum ilk romanlar arasında Kızıl Zindanlar da vardı. Tabii diğer eserleri de dikkatimi çekmişti. Romancı benim gözümde ve gönlümde efsaneleşmiştir. Günün birinde İstanbul’a gidersem mutlaka ziyaret edecektim. Gün oldu Dersaadet’e gelmek hatta bu kutlu şehre yerleşmek nasip oldu. Bâbıâli’de bir gazetede çalışmaya başlamıştım. Ama zihnimde hep o. Acaba Cavit Ersen nerede? Onunla nasıl görüşebilirim, kendisiyle konuşabilir miyim, bir röportaj yapabilir miyim? Kabul eder mi? Hayatta mı? O senelerin hayhuyu ve maişet derdi içinde hem üniversitede okuyor, hem de bir gazetede çalışıyordum. Bu hasretlik daha uzun yılar devam etti. Tanıdığım edebiyatçı dostlara onu soruyordum. Hayret ki, hiç kimse bilgi sahibi değildi. “Kitaplarını okuduk, iki bir yazar, ama nerede yaşar, hayatta mı değil mi, bilmiyoruz.” diyorlardı. Malum, azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz. Aradan yıllar geçti. 1985 senesinde Türkiye gazetesinde kültür sanat servisini kurmuştuk. Bu hasretim yine depreşti. Mutlaka onu arayıp bulmalı, kendisiyle görüşmeliydim. Kitapları niçin yayımlanmıyordu, bunu ona sormalıydım. KUTLU DAVANIN ALTIN KALEMİ DARICA’DA.

Tanıyabileceğini tahmin ettiğim merhum gazeteci kardeşim Kemal Çapraz da ondan habersizdi. Ve bir gün talihli günümde eski yayıncısı Sinan Yıldız Beyle karşılaştım. Büyük bir heyecanla Cavit Beyi sordum. “Sağlığı iyi, Darıca Huzurevi’nde kalıyor. Kitaplarını

sayı//25// ağustos 94


uzun yıllar neşrettim, ama bu sıralarda bazı sıkıntılardan dolayı basamıyorum, inşallah tekrar eserlerini okuyucularına ulaştıracağım.” deyince bu habere çok sevinmiştim. Acilen ziyaret etmek istediğimi söyledim, kabul etti. “Beraber gideriz.” dedi. Gittik. İlk karşılaştığımızda elini öptüm. Oturduk, çay içerken “Ben bu güzel millete, bu kutlu devlete çok hizmet ettim. Unutulmayı hak etmiyordum. Günün birinde birisinin beni arayacağını ve bulacağını ümit ediyordum. O kişi de senmişsin. Bu benim için bir vefa vakti, hasret ve kavuşma günüdür, şükürler olsun.” dedi. Üçümüzün de gözleri nemlenmişti. Huzurevinin dışında bir çay bahçesinde görüştük Cavit Ersen’le. O tarihî ve anlamlı görüşmeyi hiç bir zaman unutamadım. Zira sohbetimiz, hüzünlü bir atmosferde geçmişti.O gün uzun bir röportaj yaptım, fotoğraflarını çektim. Daha sonra bu röportajı Romancılar Konuşuyor isimli kitabıma da aldım. Cavit Ersen’le ilgili yazdığım ilk yazım, “Cavit Ersen Yaşıyor!”du. Bu başlığı taşıyan haberim toplumda özellikle edebiyat dünyasında büyük yankı uyandırdı. Vefat ettiği sanılan, unutulan, ihmal edilen büyük bir değerimiz, iyi bir yazarımız keşfedilmişti. Sonra irtibatımız devam edip gitti. Merhum Servet Kabaklı, müracaatımız üzerine Türk Edebiyatı Vakfı’nda önemli bir toplantı yapmamıza imkân verdi. Yazarımızın ömründe 80 yaş dolmuştu. “80. Yaş Kutlaması” 27 Mart 2001 tarihinde Sultanahmet’teki vakıf merkezinde düzenlendi. O gün kalabalık olan vakıf salonunda Yard. Doç. Dr. Erol Gülgen, yayıncısı Sinan Yıldız’la birlikte konuşmuş, yazarımızın hayatını, fikirlerini ve eserlerini anlatmıştık. Kendisi de bize, dinleyicilere ve vakıf yöneticilerine teşekkür konuşması yapmış, dostlarına ve okuyucularına minnettar olduğunu ifade etmişti. Servet Bey, rahmetli Ahmet Kabaklı zamanında hazırlanan bir plâketi, panelden sonra Cavit Beye takdim etmişti. Toplantıdan sonra oturduk, çay içip pasta yedik. Yazarımızın eşi de toplantıya iştirak etmişti ve çok mutluydu. Cavit Bey ziyadesiyle memnun olmuştu. Âdeta çocuklar gibi neşeliydi, şendi. “Ben bugün bir bakıma yeniden doğdum. Hepinize çok teşekkür ediyorum. Beni ihya ettiniz. Sağ olunuz, var olunuz.” demişti. Aradan iki yıl gibi bir zaman geçti. Bir bayram günü telefonla arayıp görüşmek istediğim Cavit Ersen’in, 21 Ocak 2003 tarihinde Hakka yürüdüğünü

öğrendim. Huzurevindeki hemşire hanım, “Galiba haberiniz yok, Cavit Bey’i bir hafta önce kaybettik. Fenalaştı, hastaneye kaldırıldı, hayata veda etti ve Darıca Mezarlığı’nda toprağa verildi.” demişti. O gün ne kadar çok üzülmüştüm, târif edemem. Âdeta en yakınlarımdan birini kaybetmiş gibiydim. Ama yapacak bir şey yoktu. Emr-i Hak vâki olmuştu. Takdire, tedbir kâr etmezdi. Tevekkülle karşıladım ve “İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun” deyip ruhuna Fatiha’lar, Yasin’ler okuyup hediye ettim. Şüphesiz bütün insanlar gibi yazarlar da ölümlüdür. Günleri gelince, vadeleri dolunca bizi terkedip, kedere garkedip ahiret yolculuğuna çıkarlar. Ama onları eserleriyle, fikirleriyle yaşatmak pekâlâ mümkün. Bundan dolayı Cavit Ersen’in kitaplarının bir an önce yayımlanması için büyük gayret gösterdim. Sinan Bey’i gördükçe hatırlattım, bir türlü nasip olmadı. Hakkında toplantılar düzenledim, gündeme taşımak istedim. Ne var ki bu çabam da netice vermedi. Cavit Ersen toplumun genel ihmali ve kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı. Lâkin, ümidimi hiç yitirmedim, bir gün eserleriyle aramızda olacağına yürekten inandım. Cavit Ersen’i şimdiki nesil pek tanımaz. Ama yaşı 50’nin üzerinde olanlar bu edibimizi iyi hatırlar. Yüzbinlerce okuyucusu olan nadir kalem erbabındandı. Bilhassa Kızıl Zindanlar romanını okumayan yok gibidir. O romanda komünizmin insanlara ve insanlığa çektirdiği büyük acılar anlatılıyordu. Bu eserin ardından Kara Zindanlar ve Zindanlar romanları gelmişti. Üçü de beğenilerek okunmuştu. Müellifimiz, 30 küsur esere imza atmıştı. 1970’li yıllarda ülkemizde en çok okunan yazarlarından olan Ersen, serdengeçti neslinin atak kalemşörlerindendi. Samimiyti, çilekeşti, idealistti. Vatanına sâdık, dinine ve devletine bağlı, milletine âşıktı. Cavit Ersen’in, yüzbinlerce kişi tarafından okunan Kızıl Zindanlar’ın yanı sıra Kara Zindanlar, Zindanlar, Günahkâr

95


2014 yılında Eskader/ Cavit Ersen'i anma programında dostları onu anlattılar.

Sokaklar, Hürriyet Mücadelesi, Fadime, Hepimizin Kavgası, Beyaz İhtilal, Aşkın Gözyaşları, Mefkureci Öğretmen ve Boğata gibi eserlere imza atmıştı. Cavit Ersen’in eserleri uzun zamandır kitapçı vitrinlerine çıkmıyordu. Ama bu eksiklik, telâfi edildi. Bâbıâli’de 29 Mayıs 2016 tarihinde Damla Yayın Grubu bünyesinde Mihrabat Yayınları kuruldu. Genel Yayın yönetmeni olduğum yayınevinde kitaplarını neşretmeyi düşündüğüm ilk yazarlar arasında Cavit Ersen de vardı. Gecikmiş bir görevi yerine getirmeliydim. Cavit Ersen’in eserleri, günışığına çıkarılmalıydı. Genel Müdürümüz Hüseyin Doğru, projeye sıcak baktı, yazarımızın oğlu Ömer Süreyya Beyle ve Uzun yıllar eserlerini yayınlayan ve telif hakları sahibi Sinan Yıldızla görüşüldü ve yazarımızın ilk iki tarihî romanı, Ertuğrul Osman Gazi ile Osman Gazi Orhan Gazi vitrinlere çıktı. Şimdi sırada diğer eserleri var. OSMANLI’NIN KURUCU SULTANLARI

Ertuğrul Gazi’nin oğlu olan Osman Gazi, Kayı Boyu’ndan üç kıtaya yayılan büyük bir devletin kurucusudur. Babasından ve Selçuklulardan aldığı emanete hakkıyla sahip çıkan bu şanlı Oğuz Beyi, İlâ’yı Kelimetullah’ı, yani Allah’ın ismini yüceltmek ve hak din İslâm’ı yaymak için cansiperâne çalışmış ve altı asır ayakta duracak Osmanlı Devleti’nin temelini atmıştır. Günümüzdeki bütün dünya liderlerine örnek olan ve yüce bir medeniyetin temelini atan Osman Gazi, fethettiği topraklarda Müslümanlar için olduğu kadar gayr-ı müslimler için de adalet, müsamaha, huzur ve barış ortamını sağlamış, bütün insanlığa muhteşem bir imparatorluğu armağan etmiştir. Cavit Ersen’in sürükleyici bir üslûp sayı//25// ağustos 96

ve akıcı bir Türkçe ile kaleme aldığı Ertuğrul Gazi Oğlu Osman Gazi isimli bu değerli eser, toplumda uyanan tarih şuuruna ve genç nesillerde giderek genişleyen ecdat sevgisine de katkıda bulunmayı amaçlıyor. Orhan Gazi de, üç kıtaya yayılan cihan ülkesi, Devlet-i Aliyye’nin, yani Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahıdır. Babası, Devletin kurucusu Osman Gazi’den devraldığı mesuliyetin idrakinde olan Orhan Gazi, bu sorumluluğun hakkını vermiş ve daha babası hayatta iken Bursa’yı fethedip başkent yapmış, civar iller ile birlikte Osmanlı’yı büyütmüştür. Osmanlı, Orhan Gazi ile Devlet sistemleştirilmeye başlanmış, muhtelif müesseleler ve teşkilâtlar kurularak, Devlet’in önü açılmıştır. Yapılan imar ve ihya çalışmaları ile Osmanlı şehirleri, cazibeli birer ticaret ve sanat merkezi hâline dönüşmüştür. İlk Osmanlı parası olan akçe sikkelerini bastıran, ilk vezir ataması yapan, Başkent Bursa’ya bağlı sancaklara kadılar tayin eden ve civardaki beylikleri Osmanlı’ya biat ettiren Orhan Gazi’dir. Vakıf sistemini kuran, ilk düzenli Osmanlı ordusunu kurup donanma çalışmalarını başlatan ve ilk defa kanunlar çıkaran da Orhan Gazi’dir. Kayı Boyu’nun Devlet olma düşüncesinin temeli Osman Gazi ile atılmış, Orhan Gazi ile bu fikir, tam mânasıyla sistemleştirilerek hakikate dönüşmüştür. Osman Gazi Oğlu Orhan Gazi, Cavit Ersen’in ikinci tarihî romanıdır. Her iki roman, iki öncü sultanın hayatlarını, askerî dehalarını ve mücadelelerini keyifli bir yolculuk eşliğinde anlatıyor. Bu eserleri okuyarak nefis bir tarih yolculuğuna çıkmak mümkün. Bu vesile ile mazlum milletini çok seven, her zaman aziz devletinin hizmetinde bulunan ve şimdi Darıca Nene Hatun Mezarlığı’nda yatan yazarımız Cavit Ersen’i rahmetle yâd ediyorum. Ruhu şad, kabri nur, makamı âli, mekânı cennet olsun




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.