ŞEHİR ve KÜLTÜR - 3. Sayı

Page 1



Biz’den… Şehirde Estetik Ve Kültüre Saygı Nereden geldin hangi yere gidersin, Böyle niçin körü körüne gezersin Ne edersen sen kendine edersin Senden gelir ne gelir ise sana.. İbnül Emin Mahmut Kemal Medeniyetler birbirlerinden beslenirler, etkilenirler. Toplumlar, bulunduğu coğrafyanın zaman diliminin etkilendiği medeniyetin, fizikî veya kültürel gelişimine hizmet ederler. Zamanla bu kültürel ve fizikî gelişim veya değişim, medeniyetlerin temel dirençlerini olumlu ya da olumsuz etkileyebilir. Kabuğunu kırdıran bu değişimler aslında içinde bulunduğu medeniyetin yozlaşmasına da neden olabilir. Sağlam bir kültür altyapısının bilincini bireylere verememişsek, eğitimi sadece para kazanılacak bir araç olarak göstermişsek, zihinlerdeki maddi hırsı akıl ve izanın önüne çıkarmışsak, insan fıtratında var olan çağlayanları ruh dinginliğine indirgeyecek ruhî terbiyeyi kullanamamışsak, rahatsız olduğumuz bazı davranışlarla, içinde yaşadığımız şehirlerdeki kültürel düşüşün şikayetçisi olamayız. Şehri ve kültürümüzü korumak, hatta kurtarmak için temel olan; Estetik ve saygı kurallarının geçerli olduğu ruh eğitimi olmalıdır. “Şerefül mekân bil mekîn” sözü örnek alınması gereken sözlerden biridir. Mekânlar elbette orada yaşayanlarla ve yaşamışlarla şereflenirler. Örnek alınması gereken öncü insanlar vardır şehirlerde, bu insanların yaşadıkları dönemlerden kalan izleri, davranışları, mesajları gelecek nesillerin biçimlenmesinde etkili olurlar veya gelecek nesillerin bu öncülerden, kanaat önderlerinden etkilenmiş olmaları gerekir. Salt bilgi insanı medenî veya şehirli bir insan yapmaz. Tarih içinde şehirlerin veya ülkelerin asırlara hitabeden öncüleri varlıklarını sonsuza değin devam ettirirler, onlardan ne kadar çok etkilenirsek o kadar medenî oluruz, şehirli oluruz, kültürlü oluruz. “Edeb ya hû” ile bir mekâna giriyor iseniz, çıkarken de ayaklarınıza hükmedemez geri geri çıkarsınız. Selâm ile kucaklaşırsanız, şehirde herkesle ve tarihle birlikte yaşama kültürüne alışmaya başlamışsınızdır. Komşu haklarından, tarihsel bilinçlenmeden, sosyal birlikteliklerden, sosyal sorumluluklardan nasiplenmeliyiz. Şehirlerin mimarî anlayışını; tarihî emanetleri rahatsız etmeden geliştirmeliyiz. Rahatsız edeceğiniz her yapı her kurum, biliniz ki geleceğimizden çalınan tuğlalardır, gün gelir bu mirası temelinden çökertiriz. Ülkemizin yetişmiş

çok ünlü mimarları vardır şüphesiz, ancak şehirlerde gözümüzde kara bir leke gibi görünen, estetikten yoksun yapıların da bu mimarlar tarafından yapıldığını düşünürsek, eksik olanın sadece bilgide değil, inceltilmiş ruh yapısında olduğunu fark ederiz. Ekrem Hakkı Ayverdi, Turgut Cansever gibi örnek almamız gereken, sosyolojiyi felsefeyi estetiği tarihe saygıyı meslekleri ile buluşturmuş mimarlarımızı örnek almalıyız, okumalı incelemeliyiz. Şehirde yaşamanın medenî olmak gibi bir şartı var. Bu olgunluğu bizlere lisan-ı hâl ile anlatan insanları öncüleri tanımalıyız, incelemeliyiz. Daha ilkokul, ortaokul çağında çocuklarımıza bu hayatları örnek olarak anlatmalıyız ki gelecek nesillerin özgüvenli, tarihine medeniyetine diline topluma ve insana saygılı olarak yetişmesine vesile olalım. Son asrın örnek şehirli insanları bilinmeli, gösterilmeli. Bu sayımızda öncü şahsiyetlerden biri olan Fethi ağabeyi, “Fethi Gemuhluoğlu”nu rahmetle anıyoruz. İyi insan, iyi vatandaş olmanın erdemini görebileceğimiz şehirli-kültürlü bir insandı Fethi ağabey. “Seyahat ediniz sıhhat bulursunuz“ kutlu öğüdü ile serdedilen, bir sağlık turu değildir elbette. Dünyayı görmek farklı coğrafyaları insanları tanımak onlarla selamlaşmak, tarihleri mimarileri kültürleri ile tanışmak, iyi veya kötü yönlerini görüp mukayese edebilmek, zihin tazelenmesine vesile olur. Kendi kültürümüze ait sağlam bir bilgimiz var ise bu bilincimizi kuvvetlendiririz. Eksiklerimizi görür sorumluluklarımızı hissederiz. Kendimizi tanımaktan başlamalıyız, ailemizi, toplumumuzu, dünyayı iyi tanımalı ve hoşgörülü olmalıyız. Kültürümüz, birlikte yaşamanın erdemi ile yüklüdür. Şehirlerimizde bu anlayışla yaşamalıyız, kişiye, topluma, tarihe saygılı mimari edebiyat sanat görüşümüz olmalı. Bunları anlatmalı, konuşmalı, yazmalıyız… Yazmaya devam etmeliyiz… Sorumluluklarımızın bilincinde, estetik duyarlılıklarımız konusunda hassas bir şekilde şehirli ve kültürlü olmak yolundaki azim ve gayretimizle , yeni bir sayıda daha tekrar saçımızı taradık, aynaya bakıp karşınıza geçtik. Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza… Hz. Mevlana’nın deyişi ile: “Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker...” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

GLOBALLEŞMEYE KARŞI "MEVLANA’NIN PERGEL TEORİSİ" Ersin Nazif GÜRDOĞAN

OSMANLI DÖNEMİNDE DARÜLFÜNUN İLAHİYAT FAKÜLTESİ Ali ARSLAN

12

ŞEHRİN RUHUNAKİMLİK KATAN KİTABEVİ Mehmet Kamil BERSE

18

YAHYA KEMAL'İN ŞEHİRLERİ Mehmet KURTOĞLU

24

HOŞ AHBÂB ARARIM DR. Metin ERİŞ

GEZİ 38

BATIDA BİR MEDENİYET BURCU:

ENDÜLÜS

Yıldırım AGANOĞLU

SÖYLEŞİ

56

VE KUDÜS ŞEHRİ GÖKTE YAPILIP YERE İNDİRİLEN ŞEHİR

Mehtap ALTAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

Uğur, Dr.Mustafa Avtepe

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari, Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik

Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: SoftG / Martı Ajans Ltd.Şti

Editör: Mahmut Bıyıklı Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş

Fotoğraf: Kâzım Zaim, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz

Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı,


11 ŞEHRİN ÇEKİM YERİ; TİYATRO Yusuf DİNÇ 27 METRÛK ŞEHİRLER KAHROLUR/ Erkan ÇAV 28 KARAMANLI YUNUS EMRE/ Mustafa ÖZÇELİK 32 ŞEHİR VE KÜLTÜR-SANAT/ Recep GARİP

62

35 Bir semtin hikâyesi: BÂBIÂLİ’DE HAYAT/ Osman ESGiCE BİR PAYİTAHT ŞEHRİ:

BURSA Mona İSLAM

36 ŞEHİR VE KİMLİK/ Vedat SAĞLAM 48 RUMELİ’DE OSMANLI YÖNETİM ANLAYIŞI DR. Önder BAYIR 52 ŞEHR-İ İSTANBUL’DA ZAMANI AYARLAYANLAR Mehmet MAZAK 62 BÜYÜK DOĞU KAPAKLARININ DİLİ Şakir KURTULMUŞ 65 KURTARIN BU ŞEHİRLERİ!/ Muhsin İlyas SUBAŞI

76

EVRENSEL İYİLİĞİN SEMBOLÜ SADAKA TAŞLARI Nidayi SEVİM

68 TÜRK SİNEMASI KENDİNE HAS BİR DİL OLUŞTURAMADI/ Recep GARİP 71 VATAN YAHUT İNTERNET / Samet SURURİ 72 BALKANLARDA BIRAKTIKLARIMIZ/ Mustafa ATALAR 80 MARAŞ’IN CEZBELİ GÜLLERİ/ Hasan EJDERHA 88 KERPİÇ EVLERDEKİ HUZUR/ Mehmet Nuri YARDIM 90 KAŞGARLI MAHMUD’UN DİYARINDAN/ Mehmet SILAY

80

92 KİTAPLARA DA SIĞAR ŞEHİRLER/ Mustafa UÇURUM MARAŞ EKİBİ’NİN KESKiN KALEMi: CAHİT ZARİFOĞLU Selçuk KÜPÇÜK

Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul100 TL. İstanbul Dışı 100 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu

95 OSMANLI KUDÜS’ÜNDEKÜLTÜR EROZYONU VE MİSYONERLER/ Nurettin DURMAN

Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 5341511 / 0212 5341221 Fax: 0212 5341527 e-posta : info@şehirvekültür.com www.şehirvekültür.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 6242111


Ş ehir

GLOBALLEŞMEYE KARŞI

"MEVLANA’NIN PERGEL TEORİSİ" Doksanlı yıllardaki gelişmelerle bütün dünya “Sanayi Devrimiyle Gelen” dönüşüm gibi, yeni bir değişim dönemine girdi. Yeni devrimin adı “Globalleşmedir”. Globalleşme, özellikle Batı dünyası dışında, Thomas Friedman’ın anladığı gibi, rakipsiz kalan Amerikan kültürünün dünya ölçüsünde yaygınlık kazanması olarak yorumlanıyor. Globalleşmeyle Amerikan’ın tüketim kültürü bütün dünyada pasaportsuz dolaşma hakkını elde etti. Prof. Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

*TC.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//3// ekim 4

ünyanın en zengin hammadde kaynaklarına sahip Sovyetler Birliği’nin bir iç ya da dış saldırıya uğramadan dağılıp gitmesi, Soğuk Savaş döneminin ekonomik, siyasal ve kültürel dengeleriyle birlikte değerlerini de altüst etti. Amerika ve Rusya arasındaki güç yarışının sona ermesiyle, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinin özgürlüklerine kavuşması, devletlerarasındaki siyasi sınırların aşılmaz duvarlar olmadığını gösterdi. Doksanlı yılların başındaki gelişmeler, ülkeler arasındaki bilgi, sermaye ve teknoloji alışverişine geçmişte benzeri görülmedik bir hız ve yoğunluk kazındırdı. Avrupa Birliği ülkeleri arasında olduğu gibi, bütün ülkelerarasındaki sınırlar önemleriyle birlikte anlamlarını da büyük ölçüde yitirdi. Soğuk savaş döneminin simgesi Berlin duvarı nasıl yıkıldıysa, ülkeleri birbirlerinden ayıran sınırlarda aynı şekilde bir bir yıkıldı ve yıkılmaya devam ediyor. Doksanlı yıllardaki gelişmelerle bütün dünya “Sanayi Devrimiyle Gelen” dönüşüm gibi, yeni bir değişim dönemine girdi. Yeni devrimin adı “Globalleşmedir”. Globalleşme, özellikle Batı dünyası dışında, Thomas Friedman’ın anladığı gibi, rakipsiz kalan Amerikan kültürünün dünya ölçüsünde yaygınlık kazanması olarak yorumlanıyor. Globalleşmeyle Amerikan’ın tüketim kültürü bütün dünyada pasaportsuz dolaşma hakkını elde etti. Kolalı içecekler, kot giyecekler ve hamburger benzeri yiyecekler Amerikan kültürünün simgesi haline geldiler. Amerikalı George Ritzer’in kavramlaştırmasıyla bütün dünya “McDonaldlaşma” sürecine girdi. Söz konusu sürecin hız ve yoğunluk kazanmasıyla batı kültürünün üretim biçimlerinden daha çok tüketim biçimleri, bütün dünyaya sel suyu gibi yayıldı. Globalleşme, en geniş anlamıyla milli sınırların önemini yitirmesi olarak tanımlanabilir. İnternet alanındaki gelişmeler Frances Chairncross’un ayrıntılı olarak anlattığı gibi “Mesafeyi öldürdü” aslında ülkeler arasında yalnızca “Mesafe” ve “Mekan” farkı değil, “Zaman ve Teknoloji” farkı da öldü. İnternetin getirdiği haberleşme kolaylıklarıyla herkes istediği zaman, istediği yerde, istediği kimseyle iletişim kurup bilgi değişiminde bulunabilir. Globalleşme, ülkeler arasındaki sınırlarla birlikte toplumlar arasındaki haberleşme engellerini de büyük ölçüde ortadan kaldırdı. DÜNYADA BİR YOLCU OLMAK GİBİ “Haberleşme aracı, mesajın kendisidir” diyen iletişim uzmanı Marshall McLuhan, altmışlı yıllarda dünyanın “Globalleşme bir köy”e dönüştüğünü söylüyordu. Kenichi Ohmahe’nin


deyişiyle internette kurulan “Görünmeyen Kıta” dünyayı daha da küçülttü. Bunun için, Tom Peters doksanlı yılların getirdiği yapılarla “Artık köy çok büyük. Dünya, bir alışveriş merkezi oldu” diyor internetin ekonomik, siyasal ve kültürel hayata kazandırdığı yeni boyutlarla Globalleşmeyi kavrayabilmek için herkesin kendisini dünyada “Bir yolcu gibi görmesi” gerekir. Çünkü bir yolcu ya da göçebe için sınırların önemi yoktur. Ona dünyada hiçbir ülke yabancı gelmez. Bunun için Atilla, Cengiz ve Timur tarihin en büyük göçebe imparatorluklarını kurdu. Onların mirasçısı Osmanlı’da üç kıtaya egemen bir dünya devleti oldu. Onlar sınırların dışına çıkmanın hem ustası hem de öncüsü oldular. Sınırların dışına çıkarak, dünyayı bir bütün olarak görmesini başaramayanlar, Globalleşmenin her gün yeni boyutlar kazanan yapısını kavramakta ve ona ayak uydurmakta güçlük çekerler. Globalleşme, yirmi birinci yüzyılda medeniyetler, kültürler, ülkeler ve değişik alanlarda faaliyet gösteren bütün kurum ve kuruluşlar için, dünya pazarında sağlam bir yer tutmanın “Olmazsa olmaz” şartı haline geldi. Artık ister ürün, ister hizmet isterse bilgi üretilsin, kuruluşlar hammaddelerini hangi ülkede ucuz buluyorlarsa o ülkeden almak zorundalar. Benzer şekilde tüketicilerde istedikleri ürün, hizmet ve bilginin üretildiği ülkeden daha çok ve kalitesine önem veriyorlar. Kimse kaliteye kimlik sormuyor. Globalleşen dünyada kalite pasaportsuz dolaşıyor. Her çeşit ürün, hizmet ve bilgi üretim ve tüketiminde ulusal standartlar yerine milletlerarası standartlar geçiyor. Sınırların önemini yitirdiği bir dünyada, bir ülkenin kendi içine kapanarak, dünya pazarlarında alınan ve satılan ürün, hizmet ve bilgi üretmesi artık mümkün değildir. Bu yüzden Türkiye, dünyadaki gelişmelere ayak uydurmak için, seksenli yıllarda dışa açılma yolunda önemli adımlar atmak zorunda kaldı. Türkiye ekonomik ve sosyal yapısını değiştirerek “İthal ikameci” politikalardan “İhracata dayalı” ekonomik büyüme stratejilerine yöneldi. Dış ticaret rejiminde köklü değişiklikler yapılarak, “Pazar ekonomisi”ne ağırlık verildi. GLOBAL DAVRAN LOKAL DÜŞÜ Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında doruk noktasına ulaşan her alanda batılılara benzeme dönemi büyük ölçüde kapandı. Anadolu’da “Batıdan yardım değil, İşbirliği isteyen” yeni bir dönem başladı ve yeni bir girişimci kuşağı doğdu. Türk işletmeleri Endonezya’dan, Arjantin’e kadar bütün ülkelerde yatırım yapmanın yollarını araştırıyor. Anadolu insanı iş gücü ile birlikte

sermayesi, kültürü ve sanatıyla dışa açılarak, değerlerini bütün dünyaya taşımaya çalışıyor. Türkiye, Avrupa Birliği içinde işgücünün serbest dolaşım hakkını elde ederse, Avrupa’daki Anadolu hızla büyüyecektir. Üretim ve tüketim faaliyetleri açısından dünya bir yandan globalleşiyor, bir yandan da lokalleşiyor. Üretilen ürün ve hizmetlerin markaları Globalleşirken, tüketicilerin tercihleri de lokal değerlerini koruyor. Türkiye, Türk ve İslam dünyasıyla birlikte, dünyanın ekonomik, sosyal ve kültürel yapısında sağlam bir yer tutmak istiyorsa, sonuna kadar Global düşünmeye çalışırken her alanda da yerel kalmasını başarmalıdır. Anadolu insanı, batı değerleri karşısında kendi değerlerini koruyabilmek için, Mevlana’nın ünlü pergel benzetmesinde olduğu gibi, sabit ayağıyla İstanbul’da hareketli ayağıyla da Tokyo’dan New York’a kadar bütün dünyayı dolaşmalıdır. Çünkü rakipleri olmayan bir kültürün tarafları da olmaz. Rakiplerini iyi tanımayan bir kültür uzun dönem de varlığın koruyamaz. Türk toplumunun önemli bir kesimi uzun bir süre Avrupa Birliği’ne tam üye olmaya karşı çıktı. Oysa globalleşen dünya, Türkiye’yi Avrupa standartlarına ürün, hizmet ve bilgi üretmeye zorluyor. Anadolu insanı için ana sorun, Avrupa Birliği’ne katılıp ya da katılmamak değil, dünya pazarlarında kendisine sağlam bir yer tutmasını bilmektedir. Çünkü dünya pazarlarında payı oylayan ülkelerin, milletler arası ilişkilerde ağırlığı olmaz. Bu yüzden Türkiye, Avrupa Birliği’ne kabul edilsin ya da edilmesin, global bir ülkeye dönüşmesi gerekir. Zaten globalleşme, kapalı toplumların üretimde sıçrama yapma şansını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Dış dünyaya açılmayan ülkeler, üretim

Tom Peters doksanlı yılların getirdiği yapılarla “Artık köy çok büyük. Dünya, bir alışveriş merkezi oldu” diyor internetin ekonomik, siyasal ve kültürel hayata kazandırdığı yeni boyutlarla Globalleşmeyi kavrayabilmek için herkesin kendisini dünyada “Bir yolcu gibi görmesi” gerekir. Çünkü bir yolcu ya da göçebe için sınırların önemi yoktur. Ona dünyada hiçbir ülke yabancı gelmez. Bunun için Atilla, Cengiz ve Timur tarihin en büyük göçebe imparatorluklarını kurdu.

5


Ş ehir

verimli ürün, hizmet ve bilgi üretmesini bilen, vizyon sahibi, girişimci ve ileri düzeyde eğitim almış öncüler var. Yeni oluşumu yönlendirme de, sağcılarla solcular ya da yoksullarla varlıklılardan daha çok üretmesini bilenlerle bilmeyenler arasında kıran kırana bir yarışma yaşanıyor. Üretmesi bilenler güçlerine güç katarken, dünya standartlarında üretim yapamayanlar ise, her alanda hızla yoksullaşıyorlar. Çünkü dünya da tükettiğinden daha fazlasını üreten girişimci insandan daha güçlü ve daha etkili bir kaynak yoktur. Her kurum ve kuruluşun başarı gibi, ömrü de üretim gücünün büyüklüğü ve sağlamlığından kaynaklanır.

Sınırların önemini yitirdiği bir dünyada, bir ülkenin kendi içine kapanarak, dünya pazarlarında alınan ve satılan ürün, hizmet ve bilgi üretmesi artık mümkün değildir. Bu yüzden Türkiye, dünyadaki gelişmelere ayak uydurmak için, seksenli yıllarda dışa açılma yolunda önemli adımlar atmak zorunda kaldı. Türkiye ekonomik ve sosyal yapısını değiştirerek “İthal ikameci” politikalardan “İhracata dayalı” ekonomik büyüme stratejilerine yöneldi. Dış ticaret rejiminde köklü değişiklikler yapılarak, “Pazar ekonomisi”ne ağırlık verildi.

sayı//3// ekim 6

güçlerini koruyabilselerdi, milyonlarca kare metre toprağa ve zengin hammadde kaynaklarına sahip demir perde ülkeleri dağılıp gitmezlerdi. Oluşan yeni ekonomi de toplumların gücü, toprak büyüklüğünden daha çok entelektüel sermayenin zenginliğinden kaynaklanıyor. GLOBALLEŞMENİN ÜSTESİNDEN GLOKALLEŞEREK GELMEK Globalleşmeye karşı glokalleşerek dünyadaki gelişmelere ayak uyduramayan ülkeler, ürün, hizmet ve bilgi üretiminde Batı ülkelerinin standartlarına ulaşamazlar. Cevdet Paşa, Osmanlı Devletinin zayıflamasını, dünyadaki gelişmelerin dışında kalmasına bağlar. Osmanlı Devleti, bütün gayretine rağmen, Avrupa ülkelerini baştan sona değiştiren sanayi devrimine ayak uyduramadığı için, ekonomik gücüyle birlikte siyasi gücünü de büyük ölçüde yitirmiştir. Aynı şekilde, Türkiye’de globalleşerek dünyaya açılmasını başaramazsa, global güçlerle rekabet edecek politika ve stratejiler geliştiremez. Türkiye ister dünyaya açılsın, isterse Anadolu’ya çekilsin, her iki durumda da global kültürle hesaplaşmak zorundadır. Aslında hiçbir ülkenin dünyadaki gelişmelerden soyutlanarak, söz konusu hesaplaşmadan kurtulması mümkün değildir. Ülkelerden daha çok kültürlerin rekabet ettiği bir dünya da, Soğuk Savaş döneminin yaklaşım ve modelleri geçerliliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Artık dünyadaki gelişmeleri, sağ ya da sol ekonomi teorilerini açıklamak mümkün değildir. Ekonomik, siyasi ve kültürel hayatın dinamizminin kaynağında, kaliteli olduğu kadar

Globalleşmesini başaramayan Türkiye’nin ürün, hizmet ve bilgi üretme gücü Avrupa ülkelerinin çok gerisinde kaldı. Aradaki farkın giderilebilmesi için, Türkiye’deki bütün kurum ve kuruluşların üretkenliğini dünya standartlarına çıkarılması zorunludur. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve kültürel alanda bir dünya gücü olabilmesi için, kendi medeniyet değerlerini inkar etmeden, başka medeniyetlerin değerlerini içselleştirerek yeniden köklü paradigma değişikliğine gitmesi gerekir. Altmışlı yıllarda Avrupa ülkelerine iş gücü olarak göç eden Anadolu insanının üretim gücünü arttırma da gösterdiği başarı, Türk toplumunun Avrupa çalışma düzeyini uyum sağlama güç ve yeteneğini gösteriyor. Türk toplumunun inanç, düşünce ve girişim özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılırsa, Avrupa ekonomisinde olduğu gibi, dünya ekonomisinde de kendisine sağlam bir yer tutabilir. İstanbul’da tamamlanmış inşaatlardaki demirlerini geleceğinden emin bir toplumun ümit filizleri olarak yorumlayan Alvin Toffer, “Üçüncü Dalga” isimli kitabında “Sanayi” toplumuyla “Bilgi” toplumunun özelliklerini karşılaştırmalı olarak anlatılır. “Sanayi” toplumunun değerleri, “Tarım” toplumunun değerlerinden büyük ölçüde ayrılır. Aynı şekilde “Sanayi” toplumuyla “Global” toplumun değerleri de birbirinden çok farklıdır. Sanayi toplumu için geçerli modeller, kurallar ve stratejiler “Global” ve “Glokal” toplum için geçerli değildir. Sanayi toplumunun ideal örgütlenme modeli ordu idi; global toplumun örgütlenme modeli ise, futbol takımı yada orkestradır. Birinde hiyerarşi önemli iken, diğerinde katılım ve paylaşım önemlidir. Sanayi toplumunun odak noktasında fabrika vardır; global toplum ise, zaman ve mekan sınırı olmayan internete dayanır. PAYLAŞMAYAN ÜRETİM GÜCÜNÜ BÜYÜTEMEZ Global bir yapılanma için toplumun bütün kesimlerinin ürün, hizmet ve bilgi üretim çalışmalarına katılması gerekir. Başarının yolu


paylaşmasını bilmekten geçer. Üretimlerini paylaşmayan kurum ve kuruluşlar, paylaşmasını bilenler tarafından paylaşılır. Bu yüzden, her kurum ve kuruluş, katılım ve paylaşmada pazar mekanizmasıyla birlikte demokratik mekanizmayı da kusursuz ve adil biçimde işletmeye çalışmalıdır. Katılım ve paylaşımın adil olmadığı bir toplumda hiçbir güç üretkenlikle birlikte doğurganlığı da büyütemez. Ekonomi de amaç, kârdan daha çok katma değeri arttırmak olmalıdır. Katma değer artarsa, ücretler, maaşlar finans gelirleriyle birlikte kâr da artar. Çalışma alanı ne olursa olsun, bütün kurum ve kuruluşların gücü, katma değer oluşturmadaki verimlilikten kaynaklanır. Az kaynakla çok ürün, hizmet ve bilgi üreten kurum ve kuruluş, dünyayı vizesiz dolaşma hakkı elde eder. İster özel, isterse kamu olsun bütün kurum kuruluşların başarısının temelinde üretkenlikle birlikte adalet vardır. Ürün, hizmet ve bilgi üretim sisteminin yapılanmasında ve üretilen katma değerin paylaşılmasında adaletten ayrılmayan kurum ve kuruluşlar uzun ömürlü olurlar. İslam’ın ana kaynaklarında vurgulandığı gibi: “Mülk, küfürle devam eder, zulümle devam etmez”. Bu yüzden, İslam kültüründe bütün kurum ve kuruluşların bilgi ve hikmetle ayakta kalabilecekleri sürekli vurgulanır. Baskı ve şiddetle yönetilen kurum ve kuruluşlar, hiçbir zaman uzun ömürlü olamazlar. Bir yandan globalleşen, bir yandan da glokalleşen kurum ve kuruluşların güç ve başarısı adalette kusursuz olmalarına bağlıdır. Adalette mükemmeli arayan ülkeler gibi, adaletli olmada hata yapmayan kurum ve kuruluşlar yüzyıllarca yaşayabilir. Hayatın içinden gelen yönetim uzmanlarından Robert Townsend, Osmanlı Devleti’nin altı yüz yılı aşkın bir süre ayakta kalmasının sırrını, ülkede adaletin dağıtılmasında yönetimin tam not almasına bağlar. Devlet yönetimi için gerekli olan adalet ilkesi ticari, kamu ve gönüllü kurum kuruluşlar için çok daha gereklidir. Çünkü devletler kusurlarının bedelini uzun dönemde kurum ve kuruluşlar ise, kısa dönemde öderler. Haksızlığın olduğu kurum ve kuruluşlarda üretkenliği arttırmak mümkün olmadığı gibi, üretimi aksatıcı eylemlerden kurtulmak da söz konusu değildir. Bu yüzden ister global, isterse glokal olsun önümüzdeki yıllarda bütün toplumların kurum ve kuruluşlarında verimlilik kadar hukuk ve adalet konuları da tartışılacaktır. Haksızlıkların giderilmediği toplumlarda, yolsuzluklarla birlikte şiddet eylemlerinin önlenmesinde büyük güçlük çekilir.

benzeme dönemi büyük ölçüde kapandı. Glokalleşme zorunluluğu, Türkiye’de yeni bir dönemin kapılarını açıyor. Türkiye açık bir toplum yolunda attığı adımlara paralel olarak kendi kültür ve değerlerine sarılmak zorunda kalacaktır. Çünkü glokalleşme başka kültürlerle bir arada yaşamayı zorunlu kılıyor. Farklı kültürlerle bir arada olmaya hazır olmayan ülkelerin glokalleşmesi hiçbir zaman düşünülemez. Türk işletmelerin Japonya’dan Amerika’ya kadar bütün dünyaya ürünleriyle birlikte sermayelerini de ihraç etmenin yollarını aramaları olumlu bir gelişmedir. Yeni yüzyılın “kolonizatör”leri, kalitenin pasaportu yoktur diyen, kurum ve kuruluşlar olacaktır. Artık ülkeler ordularla değil, glokalleşmesini bilen örgütlerle işgal ediliyor… Glokal kurum ve kuruluşlar yeni oluşmakta olan dünyanın hem fatihleri, hem de misyonerleridir.

Duvarların yıkıldığı bir dünyada ülkeleri, dünya pazarlarına, tüketmesini değil, üretmesini bilen glokal kurum ve kuruluşlar taşırlar.

Glokal dünyada başarılı olabilmek için Mevlana’nın dediği gibi, “Dün geçti. Düne dair sözler de dün gibi geçti gitti. Bugün yeni sözler söylemek gerekir” Bunun için de bütün kurum ve kuruluşlar, iki günlerini birbirinden farklı kılabilecek glokal stratejiler geliştirmelidirler. Bir toplumda her gelen kuşak, bir önceki kuşaktan daha üretken ve daha bilgili olmazsa, o toplumun yoksullaşmasının önüne hiçbir güç geçemez. Bir ülkenin üretim gücünün arttırılabilmesi için, işi, mesleği ve cinsiyeti ne olursa olsun, herkesin tükettiğinden daha fazlasını üretmesi zorunludur. “Alan el” konumunda olan toplumların, hiçbir alanda söz ve güç sahibi olmaları mümkün değildir. Duvarların yıkıldığı bir dünyada ülkeleri, dünya pazarlarına, tüketmesini değil, üretmesini bilen glokal kurum ve kuruluşlar taşırlar.

PAZAR YENİLİK YAPMASINI BİLENLERİNDİR Globalleşmeyle “Cumhuriyet”in ilk yıllarında doruk noktasına ulaşan her alanda Batılılara 7


Ş ehir

OSMANLI DÖNEMİNDE

DARÜLFÜNUN

İLAHİYAT FAKÜLTESİ

Avrupaî tarzda bir Darülfünun yani üniversitenin kurulası 1845 tarihinden itibaren kuruması gündeme gelmiş, 1863, 1870 ve 1874 tarihlerinde yapılan teşebbüsler daimi hale dönüştürülmemişti. İlk defa II. Abdülhamid tarafından 1900 tarihinde kurulan Darülfünun kesintisiz olarak çalışmaya başlamıştı. Kurulan bu Darülfünun’un bir fakültesi de İlahiyat Fakültesi idi. Gittikçe gelişme ve yenileşme gösteren Darülfünûn özellikle II. Meşrutiyet döneminde gerçek bir üniversiteye dönüşmeye başlamıştı. Bu dönemde özerk yönetimin en önemli kademesini oluşturan Fakülte Meclislerinin kurulması 1911 yılında gerçekleştirilmişti. Ali ARSLAN

uruluş ve gelişme dönemlerinde, bulundukları devir itibariyle başarılı olan medreselerin eski konumlarını koruyamayıp, örgün eğitim-öğretim müessesesi niteliğini kaybetmesi yeni arayışların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Yeni açılması düşünülen eğitim kurumlarının medrese sisteminin dışında Avrupaî modelinde açılmasına karar verilmiş ve XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren özellikle askerî alanda uygulanmaya başlanmıştı. Bu süreç gittikçe hızlanarak, ilk, orta, lise seviyesinde olduğu gibi, Üniversite kademesinde de Avrupaî tarzda bir kurumun açılması ile neticelenmiştir. Osmanlı Devleti’nin Avrupalılaşma sürecinde bir Darülfünun kurma fikri ilk defa 1845 yılında Muvakkat Maarif Meclisi tarafından ortaya konmuştu. 1870 1874 yıllarında açılan Darülfünün'da İlahiyat Fakültesi'ne yer verilmemişti. İLAHİYAT FAKÜLTESİ'NİN AÇILIŞI Bir üniversitenin kurulmasının şart olduğu hususunda kanaatlerin yogunlaşması üzerine Darülfünun, nihayet II. Abdülhamid'in tahta geçişinin 25. yıldönümünde, 1 Eylül 1900'de resmen açılmıştır. Açılan Darülfünunun resmî adı Darülfünun-ı Şâhâne'dir. Darülfünun, Ulum-ı Aliye-i Diniye, Ulûm-ı Riyaziye ve Tabiiye ile Edebiyat şubelerinden oluşuyordu. Ulum- Aliye-i Diniye Şubesi’nin öğretim süresi dört yıldı. Edebiyat ile Ulum-ı Riyaziye ve Tabiiye Şubesi’nin öğretim süreleri üç yıldı. Darülfünun-ı Şâhâne'nin yönetimi, II. Abdulhamid döneninin genel özelliği olan merkezden yönetme anlayışına uygun olarak tanzim edilmişti. Darülfünunun başında bir müdür ve bu müdürüne yardımcı olmak üzere her şube için birer müdür muavini bulunacaktır. İLAHİYAT ŞUBESİ Öğretim süresi dört yıldı. Öğrenci sayısı her yıl 30 kişiden oluşacaktı. 1900'de alınan ilk talebelerin Darülfünun'a kayıt yaptırabilmek için 18 yaşından büyük olmamak şarttı. İyi ahlâk sahibi; Mekteb-i Sultanî, Ticaret, Darüşşafaka ve İdadî mezunları ile bu okulların mezunları derecesinde malumatı haiz olduklarını imtihanla ispat edenler, Darülfünun'a kabul edileceklerdi. Darülfünun'dan mezun olacak öğrencinin ilk önce son sınıf derslerinden, sonra da mensup olduğu bölümün bütün derslerinden yapılacak sözlü imtihanda başarılı olması gerekiyordu. Ayrıca, imtihanlarda başarılı olan öğrencinin ilmî bir konuda bir çalışma yapması gerekiyordu. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE İLAHİYAT FAKÜLTESİ II. Meşrutiyet döneminde Maarif Nazırı Emrullah

sayı//3// ekim 8


Efendi tarafından savunulan Tubâ Ağacı Nazariyesi ile eğitim sisteminde düzenleme ve iyileştirmenin ilk eğitimden değil üniversiteden başlanması gerektiği görüşü Darülfünunun yerinin daha iyi anlaşılmasına yardım etmiş ve yeni yönetimin Darülfünuna daha fazla ilgi göstermesine yardımcı olmuştu. II. Meşrutiyet döneminin hürriyet ortamında fakültelerin de kendi kendilerini yönetme istikametinde önemli bir adım atılarak 1911 yılı sonlarında Darülfünun’un şubelerinde birer Meclis-i Muallimin kurulması Maarif-i Umumiye Nezareti tarafından İstanbul Darülfünunu’na bildirilmişti. Maarif Nezareti tarafından “Darülfünun Şubelerinde Mecâlis-i Muallimîn’in Vezâifini Mübeyyin Talimat” başlığını taşıyan tüzük İlahiyat Fakültesi Meclis-i Muallimîn Zabıt Defteri’nin ilk sayfasına kayd edilmişti.

Meclis-i Muallimîn'i 11 Kanun-ı Evvel 327 tarihindeki ilk içtimaını gerçekleştirmiştir. Bu tarih, bu ana kadar elimizdeki bilgilere göre, yüksek öğretim tarihimizde fakülte meclisleri arasında çalışmaya başlayan ikinci fakülte meclisidir. Fakülte meclislerinden ilk olarak faaliyete geçen, İlahiyat Fakültesi’nden üç gün önce yani 8 Kanunuevvel 1327(21 Aralık 1911) tarihinde olmak üzere Edebiyat Fakültesi Meclis-i Muallimîni’dir. İlahiyat Fakültesi Meclisi öğretim üyelerinin en kıdemlisi olan Abdurrahman Şeref Bey’in riyaseti altında ve muallimînden Ahmet Mithad, Abdüllatif, Şükrü, Mustafa Asım, Hasan Fehmi, Mehmed Said, Ahmed Na'im, Müdir İsmail Hakkı, Kamil Beyefendilerin hazır bulunması ile toplanmış ve İsmail Hakkı, Mekkî Efendi'ler de yazılı vekelat ile bu ilk toplantıda temsil edilmişlerdi.

Bu talimatnameye göre her şubenin muallimlerinin tabii üye olduğu Meclis-i Muallimîn gizli oy ve ekseriyetle bir yıl müddetle bir reis ile aynı şartlarda bir katip seçecekti. Fakülte reis ve kâtibinin atanması için Maarif Nezareti’nin tasdiki gerekecekti. Reis ve kâtibin katılmadığı toplantılarda en yaşlı üye reise ve en genç ise kâtibe vekâlet edecekti. Ayda bir defa toplanma mecburiyeti olan Meclis-i Muallimîn, Reisin daveti üzerine fevkalede de toplanabilirdi. Azanın yarısından bir fazlası hazır bulunmadıkça Meclis-i Muallimîn tarafından karar alınamazdı. Meclis-i Muallimîn, ders programlarını ıslah veya değiştirme ile yeni ders ilavesini bir mazbata ile Maarif Nezareti’ne bildirecekti. Bir öğretim üyesinin dersten meni veya tedrisatın muvakkaten iptaline karar vererek bunu Maarif Nezareti’ne bildirecekti. Yeni muallim alınırken iki adayı tespit ile Maarif Nezareti’ne iletmek ve öğrenci ile öğretim üyesi arasındaki tedrisatla ilgili ihtilafları halletmek te Meclis-i Muallimîn’in görevleri arasında idi. Bu ilk talimattan sonra, Maarif Nezareti bu talimattaki eksikliği fark etmiş ve fakülte meclislerinin çalışmalarına daha da genişleten bir yazıyı fakültelere göndermişti. Bu; öğretim üyelerinin sıhhat veya özel sebeblerden dolayı izine ayrılma ve izine ayrılan öğretim üyelerinin yerlerine vekillerinin tayin edilmesi hakkında fakülte meclislerinin yetkili kılınması hakkında idi. Böylece öğretimin aksamaması açısından fakülte meclisleri önemli bir yetki ile donatılmış ve bakanlık brokrasisinden kurtulunmuştu.

İLAHİYAT FAKÜLTESİ MECLİSİ’NİN İLK TOPLANTILARINDA GÖREV YAPAN ÖĞRETİM ÜYELERİ II. Meşrutiyet dönemi başlarında İlahiyat Fakültesi’nin öğretim üyesi kadrosunda bulunan isimleri şöyledir: Abdurrahman Şeref, Mustafa Asım, Hasan Fehmi, Mekkî bin Azûz, Abdüllatif, Sırrı, Mehmed Said, Ahmed Mithad, Hüseyin Avni, Ömer Hayri, Asım, Kamil, Hakkı, Manastırlı İsmail Hakkı, Ahmed Naim, Şükrü Efendi, Şevket Bey, Şakir Efendi, Efdal, Mes'ud, Hamdullah Subhi, Ziyaeddin, Mehmed Akif, Es'ad Efendi. İlahiyat Fakültesi’nde görev yapan bu öğretim üyelerinin o dönemin en önde gelen ilim ve fikir adamları olduğu görülmektedir.

İLAHİYAT FAKÜLTESİ MECLİS-İ MUALLİMÎN’İN İLK TOPLANTISI Maarif Nezareti’nin Darülfünun’un her şubesin yani fakültesinde bir Meclis-i Muallimîn kurulması talimatı üzerine, Ulûm-ı Aliye-i Dîniye Şubesi

Öğretim süresi dört yıldı. Öğrenci sayısı her yıl 30 kişiden oluşacaktı. 1900'de alınan ilk talebelerin Darülfünun'a kayıt yaptırabilmek için 18 yaşından büyük olmamak şarttı. İyi ahlâk sahibi; Mekteb-i Sultanî, Ticaret, Darüşşafaka ve İdadî mezunları ile bu okulların mezunları derecesinde malumatı haiz olduklarını imtihanla ispat edenler, Darülfünun'a kabul edileceklerdi. Darülfünun'dan mezun olacak öğrencinin ilk önce son sınıf derslerinden, sonra da mensup olduğu bölümün bütün derslerinden yapılacak sözlü imtihanda başarılı olması gerekiyordu. Ayrıca, imtihanlarda başarılı olan öğrencinin ilmî bir konuda bir çalışma yapması gerekiyordu.

İLAHİYAT FAKÜLTESİ İÇİN YENİ BİR PROGRAMIN HAZIRLANMASI İdari alanda düzenlemeleri yapan II. Meşrutiyet yönetimi müfredat bakımından da Darülfünun’da düzenlemeler yapılması için çalışmalar başlatmıştı. Maarif Nezareti 10 Nisan 1328(23 Nisan 1912) tarihinde 250/144051 numaralı yazı ile Darülfünun Edebiyat ve Şeriye şubeleri için yeni bir programın tertip edilmesini istemişti. Bundan sonra ortak olarak toplanmaya başlayın Edebiyat ve İlahiyat fakülteleri meclisinin başkanlığını Abdurrahman Şeref Bey yapmaya başlamıştı. Bu çerçevede Edebiyat ve Şeriye fakültelerinin meclisleri ortak olarak toplanarak biri İlahiyat Fakültesi diğeri ise Edebiyat Fakültesi olmak üzere iki ayrı encümen seçmişti. Bu encümenler gerekli incelemeleri yaptıktan sonra hazırlayacakları raporu iki fakültenin ortak olarak toplanacak meclisine sunacaklardı. Bu encümenlerin üyeleri şunlardan oluşmuştu. Edebiyat Şubesi: Hüseyin Daniş Bey, Mehmet Akif Bey(Ersoy), Ahmed Naim Bey, Ahmed Midhat Bey, Efdal Bey, Ahmed Hikmet Bey, Hamdullah 9


Ş ehir

ve İlahiyat Fakülteleri Ortak Meclisi tarafından incelenerek kabul edilmişti. İlk ıslahat projesinde bölümlere ayrılarak geniş olarak hazırlanan müfredat, bu defa daha basitleştirilerek ve daha önce konması düşünülen derslerin pek çoğundan vazgeçilerek hazırlanmıştı. Fakültelerin istekleri ile Maarif Nezareti’nin ayırabileceği bütçe arasında bir orta yol bulunmaya çalışılmıştı. Fakat bu proje de yürürlüğe girmemişti. Bunun yerine 9 Ağustos 1328 tarihinde Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri Müdürü İsmail Hakkı Bey’in teklif ettiği proje mecliste görüşülerek kabul edilmişti. Bu proje ile derslerin sayısında daha da azaltmaya gidilmişti. Ders programlarını ıslahat ile ilgili Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri Ortak Meclisi tarafından son toplantı 9 Eylül 1328 (22 Eylül 1912) tarihinde yapılarak, nihai karara varılmıştı.

Suphi Bey(Tanrıöver). İlahiyat Şubesi: Abdüllatif, Asım Efendi, Kamil Efendi, Ömer Hayri Efendi, Ahmed Midhat Efendi, Mekki bin Azuz-Şükrü efendiler, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi. Bu komisyonlar çalışarak iki fakülte için birer reform programı hazırlayarak Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri ortak meclisine sunmuştu. Meclis 28 Mayıs 1328(10 Haziran 1912) tarihinde Esad Efendi riyasetinde toplanarak bu komisyonların raporlarını görüşerek aynen kabul etmişti. Kabul edilen mazbatada, özellikle II. Meşrutiyet döneminde tedrici olarak bir gelişme göstermesine rağmen yeterli görülmemişti. İlim ve fennin ortaya çıktığı yer olan Şark’ın yeniden ihyası ve “fıtrat-ı necibe-i Osmaniye”ye layık ve onun kabiliyetine uygun bir atılım yapılması için reformun yapılması gerektiği belirtilmişti. Ancak Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri Ortak Meclisi tarafından hazırlanan reform tasarısı Maarif Nezareti’nce kabul edilmemişti. Bunun üzerine 5 Ağustos 1328 (18 Ağustos 1912) tarihinde toplanan meclis Ahmed Naim, Abdüllatif Mustafa Asım ve Efdalüddin Beylerden oluşan yeni bir komisyon kurmuştu. Bu komisyon bir hazırlık sınıfının açılması ve Elsine Şubesi’nin ilgasından kalan para ile Edebiyat ve İlahiyat fakültelerine lazım olan derslerin ilavesi sağlayacak bir düzenleme yapacaktı. Komisyon tarafından hazırlanan Islahat Mazbatası Edebiyat sayı//3// ekim 10

SONUÇ Avrupaî tarzda bir Darülfünun yani üniversitenin kurulması 1845 tarihinden itibaren kuruması gündeme gelmiş, 1863, 1870 ve 1874 tarihlerinde yapılan teşebbüsler daimi hale dönüştürülmemişti. İlk defa II. Abdülhamid tarafından 1900 tarihinde kurulan Darülfünun kesintisiz olarak çalışmaya başlamıştı. Kurulan bu Darülfünun’un bir fakültesi de İlahiyat Fakültesi idi. Gittikçe gelişme ve yenileşme gösteren Darülfünûn özellikle II. Meşrutiyet döneminde gerçek bir üniversiteye dönüşmeye başlamıştı. Bu dönemde özerk yönetimin en önemli kademesini oluşturan Fakülte Meclislerinin kurulması 1911 yılında gerçekleştirilmişti. Öğretim üyelerinin tabi üye olduğu bu meclisler tedrisatı yürütme, disiplini sağlama ve öğretim üyelerini tesbit etmeleri sayesinde etkinlikleri oldukça önemli idi. Bu güne kadar ulaşabildiğimiz kayıtlara göre ilk defa toplantılara başlayan fakülte meclisi Edebiyat Fakültesi’ninki olmuştur. Bunu üç günlük fark ile Darülfünun İlahiyat Fakültesi Meclisi takib etmiştir. Bugün elimizde sadece ikisi bulunan bu fakülte meclis zabız defterleri, bilimsel özerkliğin gelişmesini pratik olarak bize gösteren son derece önemli kayıtlardır. Günümüzde bile fakültelerin özerk yönetime sahib olmadıkları dikkate alındığında, 1911-1912 yılına ait bu kayıtların önemi daha iyi kavranıbilir. II. Meşrutiyet Döneminde devamlı bir gelişme gösteren İlahiyat Fakültesi ile ilgili çok önemli bir karar 1913 yılında verilmiş ve İlahiyat Fakültesi yeniden ıslah edilen medrese sisteminin yüksek kısmına aktarılarak 1914 yılında Darülfünun ile ilişkisi kesilmişti. İlahiyat Fakültesi Darülhilafetü'laliyye Medreselerinin yüksek yani lisans kısmını oluşturmuş ve 1924 yılında tekrar İstanbul Darülfünunu'na aktarılmıştır.


ŞEHRİN ÇEKİM YERİ;

TİYATRO

Tiyatro, Londra’nın çekiciliğine de katkı sağlar. Ve Paris’in ve Roma’nın ve birçok metropolün ve tarihi kentin… Bu şehirler için tiyatro kültürel bir değer olduğu kadar turizm üzerinden ekonominin de bir unsurudur. Sosyal yönüyle kültürün zenginleşmesinde, ekonomik değeri ile refahın artışında bir değişken olarak yer bulurlar. Turneler yolu ile dünyaya kendilerini tanıtır kültürlerini aktarırlar. Bunu yaparken tacir sıfatı ile çirkinleşmezler. Asıl olan sanattır.

Yusuf DİNÇ

ehir hayatının imrenilen unsurlarından biri sahne sanatlarının erişilebilirliğidir. Kırsalda yaşayan alakadarlar, tayini çıkan memurlar, büyük şehirleri öven veya özleyen şehirliler ve köylüler, kentini öven mukimler genellikle içinde yaşadıkları şehrin, eğitim, sağlık ve benzeri imkânlarının hemen peşinden sahne sanatlarının sergilenmesi nimetinden bahsederler. Özellikle de tiyatrodan… Şehri şehir yapan unsurlardan biridir tiyatro. Şehrin dokusu içinde hemen her zaman yer bulan özellikle batı kültürlerde, şehirde yaşayan hemen herkesin sahnenin yerini bildiği önemli bir kentleşme imgesidir. Klasik bir sanat olan tiyatro, bildiğimiz sinemanın ve onun kurgusunun, müziğinin, tekniğinin ve dekorunun ve her şeyinin hala genç, hala güçlü ve yakışıklı atasıdır. Sinema stratejisi gereği daha fazla alana sirayet etmiş ve atasının erişilebilirlik problemine çözüm olmuştur. Belki tiyatroya olan özlemi gidermiş olsa da aynı keyfi ve sahnenin bir parçası olma imkânını sunamamıştır. Ve tiyatrosuz insanlar şehir özlemlerini ve imrenmelerini dile getirirken tiyatro bahsini hiçbir zaman dışarıda tutmamıştır. SÖZDE TİYATRO SEVERİZ ‘Şehrimizde tiyatro yok’ serzenişlerinin neticesinde ise tiyatrosuz yerlerin, şehirleri ziyaret eden insanları, tiyatro izlemeyi yapılacaklar listelerine

eklememişlerdir. İroni, evet. Sözde tiyatro-severiz. Tiyatronun, genel şehir sohbetlerinde şehrin çekim noktası olup iç turistten alaka bulamaması ülkemiz için ilginç bir durum. Batıda ise tiyatro özlemi şehir ziyaretlerinde giderilmek üzere yaşanıyor. Hatta birçoğunun en başında tiyatro izlemek gibi bir niyeti hiç olmadığı halde ziyaret ettiği çok özel bir şehirde, neredeyse tüm ziyaretçilerin (iç ve dış turist) bir fırsatı kaçırmamak kıvamında şevkle tiyatro izlediği oluyor. Bakınız. New York. New York’a ayak basıp Broadway sahnelerinden birini ziyaret etmeyen yok gibidir. Pahası ne olursa olsun... Tiyatro, Londra’nın çekiciliğine de katkı sağlar. Ve Paris’in ve Roma’nın ve birçok metropolün ve tarihi kentin… Bu şehirler için tiyatro kültürel bir değer olduğu kadar turizm üzerinden ekonominin de bir unsurudur. Sosyal yönüyle kültürün zenginleşmesinde, ekonomik değeri ile refahın artışında bir değişken olarak yer bulurlar. Turneler yolu ile dünyaya kendilerini tanıtır kültürlerini aktarırlar. Bunu yaparken tacir sıfatı ile çirkinleşmezler. Asıl olan sanattır. ŞEHRİM VE TİYATROM DERDİMİZ OLSUN! Bizim toplum geleneğimizin sanata bakış açısı gereği de ‘sanat ve ticaret’ kavramları bir cümle içinde aynı anda kullanılamayacak kadar birbirinden uzak tutulmaya özenilir. Tiyatroları tiyatrocular idare eder. Okulları öğretmenlerin, hastaneleri doktorların idare ettiği gibi… Bir profesyonel yöneticinin bu tip kurumların idareciliğini yaptığı görülmüş şey değildir. Batıda ise durum farklıdır. Belki şehirlerimizin ziyaretçilerini tiyatro ziyaretçileri de yapamamış olmamızda idareci profili ve idarecilerin strateji eksikleri tek etken değildir. Ancak yadsınamaz gerçekler olarak önümüzde durmaktadırlar. Aslında tiyatroyu bilinir ve görünür kılamamak toplumun fertleri olarak hepimizin sorumluluğudur. Nesilleri sağlıklı yetiştirmenin, sorgulayıcı, araştırmacı ve gelişime açık bir toplum inşa etmenin modern toplumlarda okul kıymetinde değer verilen sosyal alanıdır, tiyatro. Büyük bir ülkenin ortak kültürünü geliştirmek ve tüm nesilleri ve tüm şehirleriyle paylaşmak için tiyatrolara ihtiyacımız var. Medyanın, kültür üzerindeki global ve kimi zaman yıkıcı baskısını daraltmanın ve toplumun kendi kültürünü yaşatmanın, eleştirmenin ve geliştirmenin aracı olarak tiyatro, Şehir ve Kültür içinde kendisine yer bulacak. Şehir ve Kültür’ün bundan sonraki sayılarında güncel oyunlarla ilgili kritiklerimle aranızda olacağım ve bu alanın bir parçası olmanız için ‘şehrim ve tiyatro’ konulu mektup ve e-maillerinize yer vermeye çalışacağım. 11


Ş ehir

ŞEHRİN RUHUNA KİMLİK KATAN KİTABEVİ “Kitap yazmak kolaydır, sadece kaleme mürekkebe, kâğıda ihtiyaç gösterir. Kitap basmak biraz daha zordur, çünkü dahiler çok kez okunaksız yazı yazmaktan hoşlanırlar. Kitap okumak daha da zordur, çünkü daima uyumak tehlikesi vardır. Fakat bütün fani insanların giriştikleri işler arasında en zoru kitap satmaktır.” Felix Dahn Mehmet Kamil BERSE

lkokulu okuduğum Fatih taş mektebin karşısında küçücük bir kitapçı dükkanı vardı, sahibi aile dostumuz Cevat ağbi, Cevat Şen. Okula giderkende çıkarkende yolumu hep o küçücük kitabevinin önünden geçirirdim, kendi kitabevimize gitmeden vitrinine bakar kitapların kapaklarını isimlerini, yazarlarını belleğime yerleştirmeye çalışırdım bazen içeri girer bana misk kokusu gibi gelen kitap kokusunu içime çekmeye çalışırdım. Evimizde bol miktarda kitap vardı, bu kitapların çoğu eski yazı ile yazılmış Türkçe eserlerdi, babamın zaman zaman okuduğu kitapları mümkün olduğunca takip etmeye çalışırdım. Babam bütün notlarını eski yazı ile yazardı, latin harflerle okuma yazmaya başladığımda eski yazıyı da okuyup yazabiliyordum. SAHAFLAR ÇARŞISININ İÇİNE DÜŞTÜM Daha okuma yazmaya başladığımda güzel kader, beni Sahaflar çarşısının içine bıraktı. Rahmetli ağabeyimin isteği ile Rahmetli babamız Sahaflar Çarşısının içine ilk seyyar kitapçı kulübesini yerleştirmişti. Daha ilkokul 1.sınıfta bu çarşı ile tanıştım. Fatih’te bulunan evimizden koşa koşa Sahaflara gelir, eski kitapların arasında oturur onları karıştırırdım. İki ağabeyimde sürekli orada bulunurlar , onlara yardım etmek için takip ederdim, Asıl amacım kitaplarla beraber olmaktı. Bin dokuz yüz altmışlı yılların daha başları, ülke ihtilalden yeni çıkmış siyaset ne durumda imiş?.. bütün bunlar çocuk yaşta beni ilgilendirmezdi sadece anlatılanları dinler belleğime yazardım, zaman zaman ağabeyimin arkadaşları gelir o yılların gençliğinin neler konuştuğunu nasıl aksiyon sahibi olduklarını, her hafta evimizde toplanıp konuşmalar yaptıklarını şuurlu bir gençliğin nasıl olduğunu, olması gerektiğini daha çocuk yaşta gözlemlemiştim. “ES-SAHAF Bİ-İNSAF” O yıllarda Sahaflar Çarşısına neredeyse hergün, vefat etmiş bir zât’ın mirasçıları terekesindeki kıymetini bilmedikleri kitapları satmak için, kamyonet veya o günkü tabirle kaptıkaçtılarla gelir, bir araba kitap ve mecmua çarşıdaki bir veya birkaç kitapçı tarafından alınır satış için tasnif edilirdi, bu kitaplardan bir tanesi satılınca sermayesini çıkarırlardı, bunda bir ölçü yoktu Sahaflara bu nedenle “Es-sahaf bi-insaf” derler, bana düşen ise kitapçıların çırakları ile beraber bu kitapları kitapçıların dükkanlarına büyük bir zevkle taşımaktı. Bu emeğimin sonunda payıma düşen ise bir iki tane Hayat mecmuasının içinden çıkan ünlü ressamların eserlerinin yer aldığı iki sayfalık tablolardı, o yıllarda böyle basılı bir tabloyu mecmua sayfasında bile olsa

sayı//3// ekim 12


bulabilmek büyük bir şanstı, Van gogh’u Hayat mecmuasının içinden çıkan tablolarda tanımıştım çocuk yaşımda, onun “köprü” eserine ve “ayçiçeği tarlası” eserine hayrandım. Aradan uzunca bir süre geçmişti ki ortaokul son sınıfta resim hocamızın serbest çalışmasında Van gogh’un Köprü tablosunu hayalimde kalanla çizdim, resim hocam Ali Kıyak bu tablonun kime ait olduğunu bil, sana 10 vereceğim! dedi, bende kopyasını çizdiğimden korkarak - Van Gogh, dedim alnımdan öptü –Aferin , hem eserin kime ait olduğunu bildiğin hemde neredeyse aslına yakın çizdiğin için… diye beni ödüllendirmişti, kitabevi içinde yaşamanın ilk ödülüydü benim için. Monet’in “gün doğumu”nu, Rembrant’ı ve ışıkla gölge oyununu gene o yıllarda tanımıştım, Kazan baskılı Muhammediye’leri, Safahat’ın Osmanlıca baskısını, Osmanlıca baskılı bir çok kitabı, maarif’in bastığı şark ve garp klasiklerini, Şekspir’in eserlerini, Bostan ve Gülistan’ı, Fuzulî divanını, Cengiz Dağcının Korkunç Yıllarını , Onlarda İnsandı kitaplarının Varlık yayınevi nüshalarını ve daha bir çok kitapla bu vesile ile tanıştım. Kitaplar devasa bir hazine gibi , isimleri ve yazarları ki çoğu eski harfler ve bazısı Arapça idi belleğime sığdıramazdım. 1950 den sonra yenilenmiş, 23 sahafın bulunduğu Sahaflar çarşısının, o günlerdeki sakinleri tarihin içinden gelen insanlardı; Rahmetli Hacı Muzaffer Ozak, Şemseddin Yeşil gibi kanaat önderi kitapçılar vardı, kitap kurdu İhsan Manav’ı orada tanımıştım, tabiî ki diğerlerini de, uzunca bir hikayedir Sahaflar Çarşısı, ve tabiî ki Çınaraltı… SEVDİKLERİNİZE KARTPOSTAL ! Yılbaşı ve Bayramlar yaklaştığında o yılların Kitapçılarının ve Üniversiteli öğrencilerinin kısa zamanlı bir iş mevsimi vardı; Kartpostal satışı. Çoğu zaman Sahaflar çarşısının Kapalıçarşı kapısında tuvaletlerin yanında ağabeylerim kartpostal sergisi kurarlar ve orada olduğum sürece sergide satışı yapmak bana düşerdi, renkli ve siyah beyaz kartpostalların zarfı ile beraber satışı çok keyifli bir işti benim için, bağırarak çığırtkanlık yapardım, kitap kokusundan farklı bir kokusu vardı kartpostalların, kağıtla beraber biraz da tutkal gibi kokarlardı. İstanbul manzaralı olanların çoğu Ayasofya ve Sultanahmet camileri veya 4 ayrı kare fotoğrafın yer aldığı gurup halinde İstanbul Kartpostalları, veya sevgililerin birbirlerine gönderdikleri romantik kartpostalların çok çeşidi vardı, artist fotoğrafları çokça satılan ürünlerdi. BEYAZ SARAY KİTAPÇILAR ÇARŞISININ İLK KİTABEVİ Ailemin Sahaflar çarşısındaki bu kitapçılık serüveni kış günlerinde zor bir hal alıyordu, soğuk hava ,kar ve yağmur yağışı işi zorlaştırıyordu.

Rahmetli babam Ömer Berse ve ben

İşte böyle bir süreçte rahmetli babam bir mekan keşfetti, Kapalıçarşı yangınından sonra çarşı esnafının bir kısmı ki ağırlıkta ayakkabıcı olanlar meydanın karşısındaki işhanının alt katında yer alan çarşıyı kullanmışlardı, Kapalıçarşı restore edilip esnaf yerlerine geçince bu çarşıda boşalmıştı. İşte babamın keşfettiği bu boş çarşı Beyaz Saray çarşıları idi. Çarşının sahibi Hasan amca( Hasan Yılmaz) ile tanışlığı olan babam bu çarşıda ilk dükkanları kiralayan kişi oldu, iki dükkan kiralamıştı, çarşının girişindeki ortada üç cepheli 15 numaralı dükkan ve ara sokaktaki bir küçük dükkan. Böylece Beyaz Saray Kitapçılar çarşısının temeli atılmış oldu. Nihayet Kapalı bir mekanda çok güzel iki kitapçı dükkanımız oldu, Rahmetli ağabeyim kitabevimizin isim babası oldu, “Oku “ emri ile başlayan suredeki “Kalem” kelimesi bizim Kitabevimizin başına getirildi ve Kalem Kitabevi olarak, yıllardır sürmekte olan bir kültür serüvenimin başlangıcı oldu.

O sandalyelerde Ahmet Cemil Akıncıyı, Osman Yüksel Serdengeçtiyi, Üstad Necip Fazıl’ı, Kadir Mısıroğlu’nu mekana anlam katarken görür ve dinlerdik.

BEYAZ SARAYIN BİLİNMEYEN KİTAPÇILARI Küçük bir çocukken, Kalem Kitabevi beni büyütmüştü. Sadece kitaplar değildi bu mekanda insanı geliştiren, kitabevine gelenlerde sizin ufkunuzu genişletiyordu zamanla. Altmışlı yılların başları, Beyaz Saray Kitapçılar çarşısının ilk yıllarında kitapçılar Türkiyenin mozayiği idi. Her görüşten kitabın satıldığı her düşüncede kitapçının bulunduğu bir kültür çarşısı idi. İmam Hatip okulu mezunlar cemiyetinin Tohum dergisi idare merkezi hemen yanımızda idi, Tohum dergisi ve idare merkezinde ise o yıllarda İstanbul’a üniversite okumaya gelmiş Tarsuslu bir genç vardı Sinan Yıldız, daha sonra kendi adı ile anılan 13


Ş ehir

Aydın’ı, Sonraları Komünizmle Mücadele derneği başkanı olacak olan ve öldürülen Yaprak dergisi sahibi Rahmetli İlhan Egemen Darendelioğlu’nu, Gürbüz Azak’ı kendi kulvarlarındaki çalışmaları ile tanıdım. Ahmet Büyükkarabacak’ı, Erdinç Beylem’i ve Mustafa Miyasoğlu’nu öğrencilik yıllarında ve ismini şu anda hatırlayamadığım yüzlerce önemli şahsiyeti Beyaz saraydaki Kalem Kitabevi’nde tanımıştım. İlerleyen yıllarda biz çarşıdan ayrıldıktan sonra yayınevleri çoğaldı, farklı yüzler yıllarca hizmet ettiler ki bu isimler arasında Dersaadet Kitabevi ve sahibi değerli arkadaşımız Prof.Dr.Hüsrev Subaşı’nın babası rahmetli İbrahim Subaşı hocamız, Enderun kitabevinde rahmetli Enderunî İsmail hoca ile Prof.Dr.İsmail Erunsal, Akçağdan İstanbul’a gelen rahmetli İsmail Ünalmış, bir dönem yayıncılık hayatı olan değerli ağabeyim Prof.Dr.Bekir Karlığa gibi çok değerli insanların bulunduğu bir kültür çağlayanı olmuştu Beyaz Saray. Recep Çalık ve Mehmet Adalya Kalem Kitabevi önünde

Kazan baskılı Muhammediye’leri, Safahat’ın Osmanlıca baskısını, Osmanlıca baskılı bir çok kitabı, maarif’in bastığı şark ve garp klasiklerini, Şekspir’in eserlerini, Bostan ve Gülistan’ı, Fuzulî divanını, Cengiz Dağcının Korkunç Yıllarını , Onlarda İnsandı kitaplarının Varlık yayınevi nüshalarını ve daha bir çok kitapla bu vesile ile tanıştım

sayı//3// ekim 14

kitabevini kurdu ve yıllarca Sinan Yayınevi olarak yayıncılığa ve yazarlığa devam etti ve ediyor Allah uzun ömürler versin. Mümin Çevik ve kardeşi Mehmet Çevik’in Doğan Güneş yayınları, Osman Başpehlivanın Bahar Yayınları çarşıya zamanla gelmeye başlayan kitapçılardı. İrfan yayınevi Mustafa Pektut hemen karşımızda idi. Çarşının kumkapı yoluna açılan kapısında yılların kitap kırtasiye dükkanı Acem kitap-kırtasiye, Öncü yayınevi, Sinan Cemgil’in babası Adnan Cemgil, TİP başkanı Edip Karahan, İzlem yayınevi gibi sol görüşlü kitabevleri ile Tahir Kutsi Makal’ın Tarla mecmuası ve yayınevi, Bülent Habora’nın hemen girişteki sinema eksenli yayın ve dergilerin satıldığı dükkanı ile Aziz Nesin’in kitabevi çarşının ilk sakinleri oldular, yıllar içinde Beyaz saray kitapçılar çarşısının sakinleri değişti ve çoğaldı, yıllarca hizmet verdi, Ta ki bina yıkılana kadar. MEKANLARI ŞEREFLENDİREN HEM KİTAPLAR HEM İNSANLARDIR Kİtabevinin içinde olması gereken başta tabiî ki kitaplar idi, ama kitapların bulunduğu rafların önünde sandalyeler hiç boş kalmazdı. O sandalyelerde Ahmet Cemil Akıncıyı, Osman Yüksel Serdengeçtiyi, Üstad Necip Fazıl’ı , Kadir Mısıroğlu’nu mekana anlam katarken görür ve dinlerdik. Geçen yıllarda vefat eden Abdürrahim Balcıoğlu’nu heybetli duruşu ve gür sesi ile tanımıştım, konuşunca çarşı inlerdi, uzun yıllar bir çok gazetede çalışan Ömer Avan’ı daha sonraları 1969 da Milletvekili olan Vehbi Sınmaz ağabey’i, Dağıtımını yaptığımız İlk olarak tercüme edilen Nur-ül izah ve tercümesini yapan Abdullah

O dönemde yayıncıların çıkardıkları yayınlar çok sayfalı olmayan risale şeklinde küçük ebatta kitaplardı, biraz kalınca yayınlanan Necip Fazıl’ın Büyük Mazlumlar adlı 2 ciltlik kitabı Sebil yayınevince yayınlanmıştı. Doğan güneş yayınlarının, Rahmet yayınlarının, Bahar yayınlarının yayınları küçük küçük kitaplardı. Kalem Kitabevi olarak yayınladığımız ve belkide Beyaz Saray kitapçılarının ilk kitabı rahmetli Ord. Prof.Dr. Ali Fuat Başgil’in “Cihan sulhü ve İnsan hakları “ kitabı idi. İstanbul’un tarih içindeki en eski kitap ticaretini ve kitapçılarını uzunca bir süredir yazıya hazırlamaktayım. Okumakta olduğunuz yazımı bu çalışmanın başlangıç yazısı olarak kabul edebilirsiniz. Beyaz Saray’ın Kitap dünyasına kapılarını açması böyle başlamıştı. İstanbul’un her konuda merkezi Bayezid ( O günlerdeki kullanımı ile) meydanı ve çevresi idi, eski meydan bugünkü şekline o yıllarda döndürülmeye başlamıştı. Beyaz Saray’ı sıkça ziyaret eden dönemin münevverleri ve aksiyon sahibi insanları ile gençleri ikinci dönem Küllük ve Marmara kıraathanelerinin müdavimleri idiler. İstanbul Üniversitesinin tüm bölümlerinin Beyazıd’ta olması bu mekanları yıllarca diri tuttu. Adı çokça bilinen kıraathaneler, İstanbul’un münevverleri ile anadolunun bilgi ve kültüre aç gençlerinin buluştukları halk üniversiteleri idi, fikir teatileri ve münazaraları hiç bitmezdi, MTTB henüz sağ kesimin eline geçmemişti. Beyazıd meydanında o yıllardan sonra sıkça “Komünizmi Telin mitingleri” ve yürüyüşleri yapılırdı. Kısaca anlatmaya çalıştığım bu bölgenin tarihi seyri içindeki sosyal ve kültürel serüvenini, kişilerini, esnafını, lokantalarını, okullarını, hocalarını, Bayezid camiinin hocalarını, müezzinlerini,


bölgede çokça bulunan münevverlerini ayrıntıları ile yazmam gerekir, ancak yazıyı Kalem Kitabevi ile sınırlamak istiyorum. KALEM KİTABEVİ ARTIK FATİHTE İstanbul’un en popüler diğer semti Fatih Çarşamba; O yılların okumuş insanlarının, alimlerin oturduğu, okullarının çok olduğu bir semt idi, tarih içinde Bizans döneminden itibaren bu semtler- Fatih ve Süleymaniye- ulema semtleri olarak bilinir ve anılır olmuştu. Bir süre sonra Kalem Kitabevi, Beyaz Saray daki faaliyetini Fatih Çarşambaya taşıdı. Darüşşafaka caddesinde Fatih Kız Lisesi ile Darüşşafaka Lisesi arasında O günkü ölçekte oldukça büyük bir mekanda hizmete başladı. Kısa sürede hem o semtin hemde İstanbul’un adından çokça bahsettiren büyük bir kitabevi hüviyetini kazandı. Günün her saati içeride onlarca kişinin alışveriş yaptığı bir kitabevini bugün kimse hayal edemez, her çeşit kitabın satıldığı zengin kırtasiye çeşitlerinin bulunduğu kitabevi sabah 06.30 da açılır gece 24 e kadar açık kalırdı. Müşterilerin çoğunluğu öğrencilerdi, çevrenin ve İstanbul’un neredeyse tüm okullarının öğrencileri bulamadıkları kitaplarını Kalem Kitabevi’nde bulma şansına sahip idiler, İstanbul’un neresinde sorarsanız sorun “Kalem Kitabevi” bilinen bir kitabevi olmuştu. Hem kalabalık bir ekip idik hemde arkadaşlarımız ziyaretimize gelip yardım etmek, tezgahtarlık yapmak için can atarlardı, bu nedenle hizmet edenlerin sayısı on kişiden aşağı düşmezdi. ÜNLÜLERİN VE ÜNLÜ OLACAKLARIN KİTABEVİ Hem ağabeylerimin hem benim arkadaşlarım, o çevrede bulundukları dönemlerde Kalem Kitabevi’nin havasını soludular, tezgahından geçtiler. Kimler yoktu ki müdavimlerimiz arasında. Ağabeyimin arkadaşı Rahmetli Yıldırım Gürses’in en ünlü olduğu dönemlerde sıkça geldiğini, zevk için tezgaha geçtiğini hatırlarım, geçmişin ve bugünün ünlü ve makam sahibi siyasetçilerinin çokça bu havayı teneffüs ettiklerini hatırlarım, Rahmetli Erbakan hocamızdan, Hasan Aksay’a ve Recep Tayyip Erdoğan’a kadar o günlerin ve bugünlerin ünlü siyasetçileri sohbet ortamına gelen dostlardı. İstanbul İmam– Hatip okulunda okuduğum yıllarda hem sınıf arkadaşlarımın hem diğer sınıflardaki aynı dönem okul arkadaşlarımın Kalem Kitabevi ile ilgili hatıraları çoktur. Kalem Kitabevi’nde sürekli veya sıkça görülen sakinlerinden Büyüklerim arasında; Ağabeylerim Rahmetli Abdullah Emin Berse, Ahmet Berse ile Mehmet Akif Gürkan, Recep Çalık, Mehmet Adalya, Abdullah İstanbullu, Merhum Fikret

Mehmet Kamil Berse

Postacıoğlu, Akın Çoban, Osman Fevzi Yenel, Mahmut Çamdibi, Vefa Çamdibi, Bekir Karlığa, Osman Öztürk, Merhum Dursun Kılıç ve Fevzi Bektaş ile Hayati Ülkü, Abdullah Tomba, Rahmetli Kemal Şadoğlu ve Fevzi Şadoğlu, Sedat Çebi, Mustafa Kavurmacı, Abdülkadir Kocamanoğlu, Zeki Canan, Sadık Albayrak… Gazeteci kökenliler Aydın Ünsal, Merhum Ruhan Önal, Orhan Deliorman, İbrahim Gül ve yüzlerce önemli kişi…Rahmetli Babamın dergahtan arkadaşları Beşiktaşlı Hüseyin efendi amca, Bandırmalı tatlıcı Ali Efendi, Emin Çınar hoca, Efendi Babamızın oğulları Halid Gürbüzler, Şerif Gürbüzler ve Nuri efendi amca, Osman Saraç ile Emin Saraç hocalar ve Muhterem Mahmud Efendi gibi Allah dostlarının kanaat önderlerinin zaman zaman uğradığı bir medrese veya Halk Üniversitesi idi . İşimiz ve davranışlarımız edeben hep kontrol altında idi.

Ağabeyimin arkadaşı Rahmetli Yıldırım Gürses’in en ünlü olduğu dönemlerde sıkça geldiğini, zevk için tezgaha geçtiğini hatırlarım, geçmişin ve bugünün ünlü ve makam sahibi siyasetçilerinin çokça bu havayı teneffüs ettiklerini hatırlarım,

Benim dönemim, arkadaşlarımdan hatırlayabildiklerim; Recep Tayyip Erdoğan, Ekrem Karagöl, Nebi Güdük, Metin Başak, İdris Naim Şahin, Mehmet Öcalan, Merhum Seyfettin Esenlik, Eyüp Ensari Ergin, Sabır Alemdar, Abdurrahman Öztürk, Aziz Tellioğlu, Rahmetli Emin Şenkaya ve Osman Güzel, Abdurrahman Şen, Edip Yüksel, Abdullah Güngör, İsmail Köse…vd. Zaman zaman görüştüklerimle, güzel bir anı olarak o günleri hayırla yadederiz. Kitabevinin samimi müşterileri arasında daha sonraları yeşilçamın ünlüleri arasında yer alanlarda 15


Ş ehir

bir saldırıdan sağ kurtulmuştum. Kurşunun yönünü değiştiren ve hayatımı kurtaran kitap halen kitaplığımda hatıra olarak durur, John Steinbeck’in “Bitmeyen Kavga” isimli romanı… HER ÇEŞİT KİTAP OKUMANIZA AMADE Kalem Kitabevi’nde her çeşit kitabı bulmanız mümkündü, dini kitapların yanında Türk ve Dünya klasikleri, Her çeşit roman, Tarih ve araştırma kitapları, Çocuk kitapları, Yardımcı ders kitapları, ansiklopediler… belki binlerle ifade edebileceğim o yılların yayınlanmış bütün eserlerini bulabileceğiniz bir mekandı. Fatih’in bazı yıllara ait okuma haritasını çizmek için, 1960 ların sonu ile 1970 ler ve 1987 ye kadar en çok hangi kitaplar satılırdı? Sorusuna vereceğim cevaba bakmak gerekir.

Mehmet Kamil Berse ve Ahmet Paşalıoğlu

Rahmetli Babamın dergahtan arkadaşları Beşiktaşlı Hüseyin efendi amca, Bandırmalı tatlıcı Ali Efendi, Emin Çınar hoca, Efendi Babamızın oğulları Halid Gürbüzler, Şerif Gürbüzler ve Nuri efendi amca, Osman Saraç ile Emin Saraç hocalar ve Muhterem Mahmud Efendi gibi Allah dostlarının kanaat önderlerinin zaman zaman uğradığı bir medrese veya Halk Üniversitesi idi . İşimiz ve davranışlarımız edeben hep kontrol altında idi.

sayı//3// ekim 16

vardı, Türkan Şoray, Perihan Savaş, Gülşen Bubikoğlu, Atilla Ergün, Berhan Şimşek gibi… KİTABEVİNDE SOSYAL OLAN HERŞEY VARDI, TABİİKİ SİYASETTE… 1969 yılı Türkiye için siyaseten önemli bir sene idi. Türk siyasetinde uzun yıllar sürecek bir mücadeleye girecek ve davanın hocalığını yapacak olan Erbakan hoca birkaç ilde Müstakil adaylarla seçime girmiş ve kendisi Konya’dan Milletvekili olmuştu. Kalem Kitabevi bu dönemde; Müstakiller gurubunun İstanbul’daki adayı Ömer Faruk Yeğin’in seçim karargahlarından biri oldu. Akşam belli saatten sonra kapılar müşterilere kapatılır, tezgahların üzerinde bez afişler yazılırdı, henüz bir merkez bulunmadığı için çeşitli şehirlerdeki hocanın konuşmalarına kitabevinin önünden kaldırılan otobüslerle gidilirdi. Aynı çalışmalar, 1969 da kurulan Milli Nizam Partisi döneminde de bir süre devam etti, taki 12 mart muhtırasında Parti kapatılana kadar. Kalem Kitabevi, bu yönleri ile de Şehrin ve ülkenin sosyal hayatı ve kültürüne her dönemde hizmet eden bir kurum oldu. 1977-80 arasında anarşi döneminde bile kitabevinin kapanış saati değişmedi, 24 e kadar aktif bir kitabevi idi. Sene 1978 de bir gece 22.00 sularında Kalem Kitabevi silahla tarandı, camlar kırıldı vitrinde bulunan bir romanın ön yüzünden çapraz girip yan sırtından çıkarak yön değiştiren bir kurşunun kağıt yığınına saplanması ile Kalem Kitabevine yapılan menfur

Fatih-Çarşambadaki Kalem Kitabevi’nde en çok satılan yerli yazarların kitapları; Reşat Nuri Güntekin’in, Namık Kemal’in, Halide Edip Adıvar’ın, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun ,Feridun Fazıl Tülbentçi’nin, Muazzez Tahsin Berkant’ın,Kerime Nadir’in kitapları idi. Yabancı yazarlardan özellikle Agatha Criste nin polisiye romanları ile Dünya savaşları kitapları, vestern kitapları, Pardayanlar, Dostoyevski’nin Tolstoy’ın, Balzac’ın tercüme romanları ki bunlar arasında Dostoyevski den Suç ve Ceza, Tolstoy dan Harp ve Sulh , Balzac’ın Vadideki Zambak, Turganyev’in Babalar ve Oğullar gibi eserleri çok satılan kitaplar arasında idi 1975 ten sonra neredeyse her hafta yayınlanmaya başlayan Altın Kitaplar yayınevi’nin çıkardığı Barbara Cartland’ın romanları çok sayıda satılırdı. Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz ile Aziz İstanbul’u ve Safahat çokça satılan önemli kitaplardı .1969 da M.E.Bakanlınca yayınlanmaya başlayan 1000 temel eser kitapları kitaplıklar için bulunmaz bir hazine idi, ama iktidarlar değişince bu seri tamamlanamadı, daha sonraki yıllarda Tercüman gazetesi Kervan yayınları bünyesinde bu seriyi 1001 temel eser olarak devam ettirmek istedi ancak sayıyı tamamlayamadı, bu eserlerde çıktıkları yıllarda talep görüyordu. Toker yayınlarından, Sebil Yayınlarından çıkan Üstad Necip Fazıl’ın kitapları 101 çerçeve ve büyük Mazlumlar kitapları, ayrıca Çile şiir kitabı en çok satılan kitaplardan, Bu kitapların raflarda eksik olması düşünülemezdi. Hangi dönemleri idi hatırlamıyorum ama Büyük Doğunun çıktığı yıllarda Büyük Doğu satmak büyük bir keyifti. Bir çocuk ve ilk gençlik gazetesi veya dergisi diyeceğimiz Mavi Kırlangıç’ı Gürbüz Azak ve Hasan Korkmazcan çıkarırdı, yeni sayı çıkar çıkmaz taşıyabildiğim kadar okula götürür satardım. Bu sıralarda yayınlanan Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ve Hekimoğlu İsmail’in


Minyeli Abdullah romanları çok satılanların başına geçti, yine ilerleyen yıllarda bir tercüme kitap Erich Van Danikeın’in Tanrıların Arabaları isimli kitabı bütün zamanların rekorunu kırmıştı… Okulların açıldığı aylarda ise ders kitapları dışında en çok satılan kitaplar; Sözlükler ve Atlaslardı, Kanaat Yayınlarının ve Arkın Kitabevinin Büyük Atlasları ile Tarih Atlası bir kitapçının olmazsa olmaz kitapları idi. HANIMLAR DAHA ÇOK OKURDU Ev hanımlarının ve Kız lisesi , kız enstitüleri öğrencilerinin kitap okuma konusunda erkeklerden daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Özellikle bayan müşterilerin en önemli talepleri yabancı moda mecmuaları idi, bu mecmuaların içinde kıyafetlerin kalıpları bulunur, becerisi olanlar kendi kıyafetlerini kendileri dikerlerdi, zira konfeksiyon henüz başlamamıştı. 80 öncesinde büyük sükse yapan tercüme roman ise Alexandre Soljenitsin’in Gulag Takımadaları romanı idi. Soljenitsin bu eseri ile Nobel Almıştı ve Komünist Rusya’nın sürgün kamplarını anlatıyordu. 1971 yılında Nobel ödülü alan bir şair Şilili sosyalist şair Pablo Neruda’nın aşk şiirleri , tercüme şiirler olarak satışı çokça yapılan bir kitaptı. KİTABEVİNDE KÜLTÜR YARIŞMASI Daha 14-15 yaşlarımda iken kitabevi içinde çok değer verdiğim Abdullah İstanbullu ağabeyim ile ( akrabamdı, İTÜ de okur, Kalem’de çalışırdı) Kitapların isimlerini söyler, yazarını sorardık birbirimize, bazen yazarların kitaplarını , bazende yayınevini…kısaca farkına varmadan bir kitapkültür yüklemesi yapardık. ESKİ YILLARIN UNUTULMAZ YAYINEVLERİ Bazıları asırlık olan Yayınevleri; İnkılab ve Aka kitabevi, Remzi Kitabevi, Atlas Kitabevi, Arkın Kitabevi, Kanaat Kitabevi, Arif Bolat Kitabevi, Rafet Zaimler Yayınevi, Sönmez Neşriyat, Toker yayınları, Bedir Yayınları, Helvacıoğlu Kitabevi, Güven Yayınevi, Serenler yayınevi, Minnetoğlu Kitabevi, Bateş Bayilik AŞ., Altın Kitaplar Yayınları, Ders Kitapları, Bozkurt Kİtabevi, Abdullah Şenyıldız yayınları, Ziya Sak yayınları, Altın Kalem yayınları Klasikleri,Fetih Cemiyeti, Yağmur yayınları, Takvimlerden Saatli Maarif Takvimi, Ülkü Takvimi,Takvim-i Ragıp, Ece Ajandası, sonraları kurulan Damla, Dergah, ANDA dağıtım, Serhat dağıtım, Serhat yayınları …gibi yüzlerce yayınevi veya kitabevinden tek tek dolaşarak kitap temin etmek çok zahmetli bir işti, o yıllarda dağıtım firmaları yoktu, ama en güzel tarafı hepsi Cağaloğlu’nda idi, bir aşağı bir yukarı turladığınızda bütün yayınevlerine uğrayabiliyordunuz. Ders kitaplarının asıl ana

merkezi Devlet kitapları işletmesi idi, Topkapı sarayının dış kapısının alt kısmında saray bahçesine uzanan bir mekandı, bir devlet kurumundan kitap almak meşakkatli bir işti, sabah karanlığında gidilir sıraya girilir bayilik belgesi olanlar kitap alabilirdi, Türkiye içinde sınırlı sayıda bayilerinden biri idik. İskontosu çok düşük, alımı zahmetli, yeri ters ve ulaşımı zordu. Çocukluk ve Gençliğimde Yıllarca o yolların çilesini çektim. ÇOK ZOR AMA KEYİFLİ YILLARDI Yazımın başında Felix Dahn’ın cümlesinde belirttiği gibi dünyanın en zor mesleğinde ömrümün en güzel yıllarını geçirdim, kitap ve kağıt kokusu hala beni heyecanlandırır. Bugün hangi şehre hangi ülkeye gitsem oranın kitapçılarını arar bulurum o havayı solurum, bu benim için bulunmaz bir nimettir. Bir kitabevinde, Kalem Kitabevi’nde doğdum büyüdüm, bir üniversite bitirdi isem de orası benim için asıl üniversite oldu, hatıraları ve birikimleri kütüphaneler dolduracak kitaplar olur, olmalı da…

Bir kitabevinde, Kalem Kitabevi’nde doğdum büyüdüm, bir üniversite bitirdi isem de orası benim için asıl üniversite oldu, hatıraları ve birikimleri kütüphaneler dolduracak kitaplar olur, olmalı da…

Eski bir kitapçı olmanın bilinci ile bütün dostlarıma tavsiyem, “en güzel hediye kitaptır”, bayramlarda ve ziyaretlerde küçük de olsa bir kitap götürülmeli , hele çocuklara bayram hediyesi kitap verilmeli. Kitaplar çok satılmalı. Hz.Mevlana’nın dediği gibi; “Dostun yanına hediyesiz gitmek, değirmene buğdaysız gitmek gibidir” ben de ilave edeyim, bu hediyede kitap olsun…

Ömer Berse ve oğlu Mehmet Kamil Berse

17


Ş ehir

YAHYA KEMAL'İN ŞEHİRLERİ Ona göre şehir, bütün şehirlerin hülasası olan İstanbul’dur, zira şehirlerde olması gereken bütün güzelliklerin toplandığı yerdir. Şehri milli kimlikten ayırmaz, bir bütün olarak bakar, ona göre şehirler, üzerinde yaşayan milletlerin kimliğidir. Mehmet KURTOĞLU

ürk edebiyatının büyük şairi Yahya Kemal, şiir ve nesirlerinde büyük bir bilgi ve birikimi ortaya koyması, medeniyet tasavvuruyla köklerimize yaklaşmasına rağmen, nedense İstanbul’a bütünleşmiş bir şair olarak öne çıkar. Herkesin zihninde İstanbul ile Yahya Kemal örtüşmüştür. Yahya Kemal’in gerek şiirleri gerek nesirlerine baktığımızda, çok güçlü bir tarihi arka plan, bu arka planı besleyen zengin bir kültür, güçlü bir sanat ve estetik bakış görürüz. Öyle ki, özellikle şiiri bir haysiyet meselesine dönüştüren bu şair, nesirlerinde de aynı titizlik ve kaygıyı taşır. Bundan dolayı onun İstanbul’a yazdığı şiirler yalnız İstanbul’un güzelliğini göstermez aynı zamanda bize şiirin güzelliğinin ne olduğunu da gösterir. Yahya Kemal’in yaşadığı dönem İmparatorluğun karmaşık ve serencamlı bir dönemidir. Devletin yıkılaşa geçtiği, her şeyin düşüş yaşadığı bir dönemde, bir şairden beklenen bu durumu tasvir etmek ve problem ve çözümlerini ortaya koymaktır. Yahya Kemal’de şehir; kültür ve sanatın billurlaştığı, mimarinin doruğa çıktığı, tarih ve medeniyetin mekânlarda somutlaştığı yerdir. Şehir ecdadın duygu ve düşüncesiyle yoğurduğu vatandır. Ona göre şehir, bütün şehirlerin hülasası olan İstanbul’dur, zira şehirlerde olması gereken bütün güzelliklerin toplandığı yerdir. Bir insan ona göre ancak İstanbul’a bakarak şehrin künhüne varabilir. Ayrıca Yahya Kemal, şehri milli kimlikten ayırmaz, bir bütün olarak bakar, ona göre şehirler, üzerinde yaşayan milletlerin kimliğidir. İnsanların cebindeki kafakağıtları aidiyet ve varlıklarını gösterdiği gibi, şehirlerde milletlerin kafakağıdı ve varlıklarının ispatıdır. Örneğin ceddimiz, Boğaziçi’nde yalı ve kayığı icat etmiş, Mimar Sinan, İstanbul’un manzarasına yepyeni bir revnak vermiştir. “Daha elli sene evveline kadar İstanbul, Eyüp, Üsküdar ve Boğaziçi semtleri yeryüzünde görülmüş semtlerin en güzelleriydi; her biri diğerinden başka, kendine benzer, şekli ve havası birbirinden çok farklı semtlerdi. Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu. (…) Ruh bu kadar çeşitli manzaralar arasında sıkılmazdı; bu tenevvü, sonu gelmez bir şehir manzarası vehmini verirdi.” ŞEHİR OLGUSU İSTANBUL’LA BAŞLAR Görüldüğü gibi Yahya Kemal’in zihninde şehir olgusu, tasavvuru yaratan ilk ve özel şehri İstanbul’dur. Birçok şehri olmasına karşın O, İstanbul’dan yola çıkarak diğer şehirlere ulaşır. Zira çocukluğunun geçtiği Üsküp’ü, gençliğinin

sayı//3// ekim 18


geçtiği Paris’i İstanbul’dan yola çıkarak tanımlamış, tasvir etmiştir. Yahya Kemal, Üsküp’ü tanımlarken şöyle der: “Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamamıyla muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sani devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk âlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvablar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. (…) Bu şehir Fatih devrinin rûhani bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat’ta bir evliya fazla imiş yahut da Üsküp’de; ulema henüz bu bahsi halledememiş. Lakin Üsküp’ün evliyaları hep cengâverdirler. Türbenin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağı baba’nın başı ucunda düşman zindanında taşıdığı bukağılar vardı. (… ) Üsküp o kadar eski ve o kadar Türktü ki İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki ederdi. Balık suyu idrak edemediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi kendine sadece Müslüman diyordu.”Yahya Kemal, bu satırlarıyla Üsküp’ü tasvir etmez adeta onu tanımlar. Yine Yahya Kemal’in bu tanımlamasından; Türk İslam fetihleriyle Osmanlı toprağına katılan Üsküp’ün kurucu mantalitesinin fetihle yoğrulduğu, şehrin koruyucu güçlerinin bu fetihlerde şehit olmuş ermiş ve dervişlerin sağladığı anlaşılmaktadır. Böylece Yahya Kemal, bir şehrin nasıl okunması gerektiğini de bize göstermiş olur. Ayrıca kültür ve medeniyet tasavvurunun, şehirleri inşa etmede ne denli önemli olduğunun farkında olan, özellikle Paris’te kaldığı yıllarda edinmiş olduğu bilgi, birikim tecrübeyle İstanbul’a yaklaşmıştır. Diyebiliriz ki, bu tecrübe onun şehri nasıl anlamlandırdığında etkili oldukça olmuştur zira o Paris’ten çıkarak İstanbul’u anlatmamış, İstanbul’dan yola çıkarak Üsküp’ü anlatmıştır. Yahya Kemal’in şiirlerinin dışında nesirlerinden Anadolu’nun birçok şehri vardır. Yalnızca şiirlerini İstanbul’a hasrederken, diğer şehirleri daha çok nesirle dile getirmiş, tarih, kültür, medeniyet ve Milli Mücadele döneminin içinden anlatmıştır. Özellikle işgale tanıklığı, İmparatorluğun yıkılışı ve yeni cumhuriyetin kuruluşu, onun ruhunda gelgitler yaratmış, ama o bütün bunlara karşın İstanbul’un güzelliğine gömülerek adeta bir kaçış yaşamıştır.

mimarisiyle erildir; keskin ve sert çizgilerden oluşur evleri sokakları, caddeleri. Bu şehirler sosyolojik anlamda da sert ve haşindirler. Bir nevi garnizon şehridir. Güce tapınır. Roma, Diyarbakır eril şehirlerdir. Yahya Kemal, şehir konusunda büyük ihtimalle böyle bir tanımlamaya sahip olmasına rağmen, aslında şehre daha farklı bir anlam biçiyordu. O Albert Sorel’in “Fransız toprağı bir yılda Fransız milletini yarattı” sözünden hareketle, genel anlamıyla Anadolu’nun özel anlamıyla İstanbul’un bin yılda Türk toprağını yarattığını düşünmektedir. Zaten Fransa’dan döndükten sonra bu bakış açısıyla kendi kültür ve medeniyetine yaklaşmış, şiir ve yazılarını bu çerçevede yazmıştır. Necmettin Turinay’ın dediği gibi; “İstanbul’u sanatının ve tefekkürünün merkezi konumuna yükselten bu adam, millet olarak bizim namımıza öyle bir hassasiyet geliştirdi, şehre yönelik öyle bir bakış açısı ihdas etti ki, biz bugün hâlâ daha bu hassasiyetin tesiri altında şehri ve tarihi anlamlandırıyor, idrak ve tefekkür noktasında da aynı bakış açısından kendimizi asla geri alamıyoruz. Yani demek oluyor ki biz ve şehir aynen 1453’teki fethine benzer bir biçimde, yeni bir fethe mazhar olmuş oluyoruz.” “Tarih içinde Türklüğü” arayan Yahya Kemal, “ 1071’de bu muharebe ile açılan ve zamanla vatan haline gelen Anadolu ve Rumeli coğrafyasında bin yıl boyunca çeşitli kültürlerin birbirine karışmasıyla bize mahsus farklı bir Türklük teşekkül etmiştir. O, 1071’de Anadolu coğrafyasında meydana gelen yeni vatan hamurunun İslamiyet mayasıyla yoğrulduğunu, ama bunun diğer Müslüman ülkelerdeki İslam anlayışından farklı olduğunu da bizzat

Yahya Kemal, şehirlerin imarının ancak o şehirle ruh bağı kurabilenler tarafından gerçekleşebileceğini söylerken, yerliliğe dikkat çeker. Zira bir şehrin imar kudreti ancak kendinden olanla mümkündür

TARİH İÇİNDE TÜRKLÜĞÜ ARAMA Şehirler, mimari ve sosyolojik açıdan eril ve dişil olarak ikiye ayrılır. Bazı şehirler mimarisiyle dişildir, örneğin İstanbul, Paris, Kudüs ve Urfa gibi… Bu şehirler aynı zamanda sosyolojik anlamda da dişildir; çok kimlikli, çok dinli, çok kültürlü ve göç aldıklarından dolayı çoğulcu ve yumuşak huyludurlar. Ayrıca buralarda marjinallik tutunamaz. Yine bazı şehirler 19


Ş ehir

yaşayarak görmüştür.” Yahya kemal, işte bu düşüncelerden hareketle Anadolu ve İstanbul’a bakmış, genel anlamda şehri, özel anlamda İstanbul’u tanımlamıştır. Onun İstanbul sevgisinin içinde işte bu bin yıllık miras vardır ve biz onun şiirlerini severken, gerçekte ortaya koyduğu bu bin yıllık mirası sevmiş oluyoruz. Eflatun, “güzel olan hulasa edilemez/özetlenemez” der. Yahya Kemal için de İstanbul özetlenemez bir şehirdir. Ama biz onu, -Eflatun’un güzellik özetlenemez demesine rağmen- İstanbul’un güzelliğini bir şiirde özetleyebildiği için seviyoruz.

“Kendi kendime diyorum ki: şişli, Kadıköyü, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslümanlık rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor…”.

sayı//3// ekim 20

VATAN BİR NAZARİYE DEĞİL BİR TOPRAKTIR O, İstanbul’u güzelliğiyle dişil şehirler kategorisine koymasına rağmen, onu herhangi bir dişi gibi görmez, onu Anadolu kadınına benzetir. Çünkü İstanbul sıradan dişil bir şehir değildir. O Türk İslam ruhuyla yoğrulmuş, Anadolu kadının güzelliğiyle şekillenmiştir. Bu yüzden her şeyiyle bize mahsus bir şehirdir. İstanbul’a bakan Anadolu kadının güzelliğini görür. Bundan dolayı Yahya Kemal’e göre İstanbul, gerek mimari gerek sosyolojik açıdan bu anlamda müstesnadır. Her şeyiyle binlerce yıllık geleneğimizin şekillendirdiği şehirdir. Şehir demek İstanbul demektir. İstanbul’u görmeyen, onu özümsemeyen bir insanın zihninde şehir olgu yok demektir. Çünkü ona göre İstanbul tükenmez bir membadır. “İstanbul böyle böyle, her farklı toplum kesimine, ihtiyacına göre bin memeden süt veriyor. Süt veriyor ve diğer bütün şehirlerimizden farklı olarak, adeta farz-ı kifâye suretinde yüksek bir sorumluluk deruhte ediyor. Fetih yıllarından itibaren kendine yönelik bütün mesaileri hafızasına kaydeden bu şehir, ihtiyar çınarların ve Boğaziçi kıyılarını yalaya yalaya akan boğaz sularının ninnisini dinlemeye davet ediyor.” Yahya Kemal, “Vatan hiçbir zaman bir nazariye değil, bir topraktır. Toprak cedlerin mezarıdır. Camilerin kurulduğu yerdir. Sanayi-i nefise namına ne yapılmışsa, onun sergisidir” e yazar, bir yazısında. Yahya kemal’in İstanbul’a yakıştırdığı en güzel tanılardan bir “aziz” sıfatıdır. Yahya kemal, bu sıfatı bilinçli olarak seçmiş ve bilinçli olarak İstanbul ile özdeşleştirmiştir. Bunu anlamak için aziz sözcüğüne bakmak gerekir. Bilindiği gibi, aziz demek, su akmak anlamlarındaki “a-z-z” kökünden türeyen aziz, sözcüğü; kadri yüce, şerefli, kuvvetli, zor ve güç, az ve nadir, kerim ve cömert olmak, galip ve üstün gelmek, ermiş, eren, sevgide üstün tutulan, muazzez, sevgili, muhterem, sayın, veli, evliya, ermiş, az bulunur, Allah’ın izzetli kıldığı mümin gibi birçok anlamı bulunmaktadır. Bu tanımlamalar, özellikle aziz sözcüğünün aşkın/metafizik bir boyutu içerdiği anlamına gelmektedir. Bu anlamda aziz İstanbul’a baktığımızda, Yahya Kemal’in, İstanbul’u aşkın,

ruhaniyetli metafizik bir boyutta algıladığını, akan su anlamına geldiğinden, devamlı oluş halinde olduğunu, veli bağlamında ele alırsak, onun diğerlerinden (şehirlerden) daha üstün olduğunu görürüz. Çünkü bilindiği gibi azizler/ermişler Peygamberlerden sonra gelen toplumu aydınlatan ve doğru yolu gösteren insanlardır. Yahya Kemal şehre yani İstanbul’a böyle bir sıfat yakıştırarak aynı zamanda onun diğer şehirlerden daha yüksek bir mertebede, münevver bir şehir olduğunu söylemek istiyor. Bir şehre yakıştırdığınız tanım, o şehrin kuruluş amacını ve varlığını özetleyen tanımdır. ŞEHRE TEPEDEN BAKAN ADAM Ayrıca şehri meydana getiren mimari eserleri üzerinde duran ve aynı zamanda medeniyetimizin çok güzel mimari eserler ibda ettiğini söyleyen Yahya Kemal, şehri ile mimari arasındaki güçlü bağın üzerinde dururken, en güzel eserlerimizin mimaride saklı olduğunun altını çizer. Milli mücadele döneminde kaleme aldığı bir yazıda, Türkleri köylü ve asker göstererek, kültür ve medeniyetten soyutladıklarının belirten Yahya Kemal bu konuda şunları söyler: “Askerlik gibi mimarimiz de vardır, fakat göz önünde durduğu hâlde münkerdir, bu mimarinin her camii Müslümanlardan ve Türk’ten olmayan bir mimarın namına muzaftır edilmiştir; çünkü bütün bu eserler medeniyete delalet ederler. Medeniyetin güzellikten başka bir de canlı tarafı vardır ki, yeni tabir ile teşkilattır, işte ced lerimizin bu vatanı fethettikleri zaman derhal Müslüman ve Türk kılığına koymakla, en ziyade gösterdikleri bu büyük meziyet, bütün diğer meziyetlerimizden daha fazla bir taassupla inkâr olunur. Yahya Kemal için “ şiir tarikiyle modernist eksende Osmanlı estetiğinin çerçevesini kuran kişidir” diyen ve onu “şehre tepeden bakan adam” diye niteleyen Süleyman Seyfi Öğün; “O, mesaisini İstanbul ve Balkanlar’ın estetik anlatısını kurmaya adamıştır. Bu anlatı çerçevelenmiş bir anlatıdır. Manzaraların fotoğrafik anlamda dondurulmak ve personalist eksende güçlü birer imge olmak suretiyle çerçevenin içine yerleştirilmesiyle oluşur. Etkisi devasa olmuştur. Artık biz modern Türkler Osmanlı hayatını ve kültürünü bu çerçevelenmiş imgeler etrafında anlayacak ve değerlendireceğizdir. Çerçeve oluşturma işi, onu oluşturan kişi ile hayatın muhitleri arasına bir mesafe koymayı gerekli kılmaktadır. Yahya kemal’in yaptığı da budur. O bir flanördür. Gezer, dolaşır, daha çokça olarak uzaktan bakar ve manzara toplar. Yahya Kemal’in şehre tepeden bakmayı bu manzara toplamanın en elverişli konumu olarak görmüştür. (…) Yahya Kemal, bizi kendinde olan ile kendisi adına ve kendisi için olan arasında bir yerlerde tutar” diye yazar.


Yahya Kemal’deki şehir bilincini anlayabilmek için onun İstanbul’a nasıl baktığını görmek gerekir. Zira o, İstanbul fethedilirken harap bir şehirdi diyerek, Bizans tan kalan bir viraneyi, fethin nasıl bir duruma getirdiği üzerinde durur. Ona göre fetih ile şehirler kurulmuştur ki İstanbul bunun en güzel örneğidir. Bu bağlamda; “Fetihten sonra İstanbul’un imara hemen başladı. O devirde harp ne kadar sürekli olmuşsa imar da o kadar sürekli olmuştur. Bursa’yı ve Edirne’yi Türk üslûbunda yaratan imar kudreti bu defa İstanbul’da göründü. Bizans’ın kurduğu şehir, sur çerçevesi içindeki şehirdi. Bu çerçeve içinde de mimarisi ihtişamlı iki büyük kilise vardı: Biri Ayasofya, biri de Mukaddes Havariler Kilisesi. Türkler büyük eser olarak yalnız Ayasofya’yı buldular” diye yazar. FETİHTEN ÖNCE EYÜP BİR SÜTÇÜ KÖYÜYDÜ Yahya Kemal’in şehir tasavvurunu anlayabilmek için, onun İstanbul’a nasıl baktığını görmek gerekir. Zira ona göre “milli hayatiyet ve yaratıcı kudret” ancak şehirler inşa edebilir. Ki, Fetih’ten sonra bu iki hakikat üzerine şehir inşa edilmiş; köhne Bizans’ın üzerine İstanbul’u kurmuştur. Yahya Kemal’e göre İstanbul’un her bir semti başlı başına bir şehirdir. Öyle ki; “Boğaziçi, iki sahil boyunca, köy köy, Kavaklar’dan Marmara’ya kadar yalı mimarisiyle süslenmiş, yeryüzünde, yalnız kendine benzer başka bir şehir olmuştur. Üsküdar, mahdut bir kasaba olan Chrysopolis olmaktan çıkmış, camileri ve saraylarıyla, İstanbul’un karşısında ona benzer bir şekil almış, sahilden Çamlıca tepesine kadar yükselmiştir. Eyüp, bir sütçü köyü iken, fethin ruhani hatıralarının etrafında, milli mimarinin bütün güzellikleriyle bezenmiş, zamanla genişledikçe genişlemiş, ölümü güzel gösteren nazirsiz bir ölüm şehri mertebesine ermiştir” diye yazar. Yahya Kemal, birçok şehir ve ülke dolaşmış, çocukluğunda Üsküp, Gençliğinde İstanbul ve Paris’te, elçilik yıllarında Polonya, İspanya, Pakistan gibi ülkelerde ve olgunluk dönemlerinde ise şiirinin temel konusu olan İstanbul’da yaşamıştır. Farklı şehirlerde yaşamış biri olarak, bu şehirlerin kendilerine mahsus kültür, estetik ve güzelliklerini görmüş, kendine mahsus bir şehir anlayışı oluşturmuştur. Onun bu şehir anlayışını besleyen temel kaynak ise tarih ve medeniyet fikridir. O, bu anlayışla Paris dışındaki diğer şehir ve ülkelerle görev bağı kurarken, yalnızca İstanbul ve Üsküp ile güçlü bir rabıta kurmuş ve içselleştirmiştir. Zira O, Anadolu’da yaşayıp Paris’te rüya gören adam olarak, gurbetten eve döndüğünde ancak İstanbul’a sığınmış, İstanbul’da huzur bulabilmiştir. O tarihte İslam medeniyetinin görkemli şehirlerinden olan Endülüs’ü anlatırken, hiçbir zaman İslam medeniyetinin ihtişamlı bir göstergesi olarak ele almamış, düşüşüne ağıt

yakmamıştır. Endülüs deyince bütün şair ve yazarların ağıt yaktığı bu şehri Yahya Kemal, Endülüs’te Raks adıyla şiirine konu edinmiş, güzelim medeniyet şehrimizi bir dansözle özdeşleştirip zil, şal ve gül üçlemesiyle anlatmıştır. Endülüs onun için buseler kondurulacak, kucaklanacak güzel bir kadındır. Bu bağlamda onun şiirlerindeki medeniyet tasavvuru özelde İstanbul, genelde Rumeli ve Anadolu söz konusu olunca aşkın/metafizik bir bakış, bunların dışındaki şehirler söz konusu olunca maddi/fiziki bir bakışın öne çıktığını görürüz. MEHMET AKİF YAHYA KEMAL’İ ETKİLEMİŞTİR Yahya Kemal, Milli Mücadele sırasında yazdığı yazılardan oluşan Eğil dağlar adlı kitabında, kendi medeniyetimizi Roma ile karşılaştırır. Medeniyet olarak Roma’nın zalimliği üzerinde durur. Yahya Kemal’in gerek Roma’ya gerek İstanbul’a bakışı ciddi tespitlere önemli burgulara dayanır. Hatta onun bu bakış açısı, kendisinden sonra gelen ve Türk edebiyatında derin izler bırakın Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sezai Karakoç gibi şairlerde de görülür. Şehir ve medeniyet bağlamında Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sezai Karakoç’u etkilerken, Mehmet Akif Ersoy’da Yahya Kemal’i etkilemiştir. Yahya Kemal gerek şiirde gerekse nesirde bana göre İstanbul’a sıkıştırılmış bir şairdir. Oysa onun şiir ve nesirlerine baktığımızda, imparatorluğun şehirleri yanında, Anadolu’nun kadim şehirleri de yer alır. İstanbul’a nasıl bakıyorsa, Anadolu’nun taşra şehirlerine aynı şekilde bir medeniyet perspektifiyle bakar. Bu yüzden O, İstanbul’u yüceltmiş bir şair olarak İstanbul’a sığmayan bir

21


Ş ehir

Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslümanlık rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kuran’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitabullahı indirdiler, küçük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifeleri kokladılar…” diye yazar.

Ve biz, Yahya Kemal gibi şehri içselleştirerek bir duyuş sahibi olabiliriz ancak. Çünkü şehirler bize kalbini yalnız böyle açar…

sayı//3// ekim 22

kültür ve medeniyet tasavvurunu sahiptir. Onda İstanbul, diğer şehirleri değerlendirmek için mihenk taşı mesabesindedir. O, “Yine Edirne İçin” başlığı altında ; “ İstanbul’dan kalkan tren Rumeli ovalarına açıldığı zaman, gökle yerin öpüştüğü uzak bir zirveden dört minare ortasında bir gök kurşuni kubbeyi görür. Yolcuların gözleri saatlerce o cazibe merkezine bakmaktan kurtulamaz. Çok süren bir mesafeden sonra, o dört minare ortasındaki kubbenin ayağında, Edirne’ye girilir” diye yazar. Bu milli Mücadele döneminde yazılmış bir yazıdır ama arka planında güçlü kültür medeniyet tasavvuru ve bir edebi duyuş saklamaktadır. Yahya Kemal, milliyet, din ve medeniyetle şehirlerin yoğrulduğunu, şekillendiğini düşünür. Ona göre şehir yalnızca fizik görünümüyle değil, metafizik/dini/ruhani yönüyle ancak şehirdir. Bu yüzden Şehir algısı içinde din önemli bir yer tutar. İstanbul’un manzarasını mimar Sinan’ın yaptığı eserler oluşturur derken, gerçekte onun yaptığı abidevi camilere, külliyelere gönderme yapar. En güzel şiirlerinden biri olan “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” dahi bir şehri bir camiden hareketle okumaktır. “Kendi kendime diyorum ki: şişli, Kadıköyü, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez.

EZANSIZ SEMTLER’DEN MABETSİZ ŞEHİR’E Ona göre, Müslüman Türk çocukları bir cami etrafında şekillenmiş mahallelerde, camilerin güzel bir manzara oluşturduğu şehirlerde büyümelidir. Semt yahut şehir çocuğun düşünce dünyasını şekillendiren mekânlardır. Yahya kemal, ezansız, mabetsiz şehirlerin din ve milliyetlerinden nasibini alamayacağını belirtir. Çünkü şehirle ile insan birbirini inşa eder. Üsküp’te doğup orada namaz, cami, minare gibi zihnine kazınan unsurlarla büyümesi, annesinin dindarlığından almış dini ve manevi duygu, daha sonra kendisinin şehre farklı bakmasına neden olmuş ve belki de bu yüzden Aziz İstanbul diyerek hem şehri insanileştirmiş, hem de kutsamıştır. Şehrin milli ve kimlikli olmasını bu yüzden oldukça özümsemiştir. Yahya Kemal’in şehre bu ruhani pencereden bakması, kendisinden sonra gelen birçok şairi de etkilemiştir. Ayrıca Yahya Kemal, şehirlerin imarının ancak o şehirle ruh bağı kurabilenler tarafından gerçekleşebileceğini söylerken, yerliliğe dikkat çeker. Zira bir şehrin imar kudreti ancak kendinden olanla mümkündür. Çünkü bir şehir ve bir halk vardır ve bunlar birbirini tamamlayan unsurlardır. Özellikle İstanbul’un imarı söz konusu olduğunda, şehrin ümranının hudutsuz bir kabiliyete sahip olduğunu belirtir. “Bir şehrin inkişafı yalnız ecnebi mütehassısların eline bırakılamaz… Türk şehirci mütehassıslar tarafından başarılabilir. Cidden bu yepyeni bir nazariyedir. Çünkü Avrupa’da üslup şuursuzluğu (inconsience de style) denilen bir devirde 1870 senesine kadar sürdü. O devirde şehrin kendi vatan evladı olan mütehassıslar tarafından imar edilebileceğine dair bir kanaat yoktu. Bu üslup şuursuzluğu yani inconsience de style Avrupa’nın her tarafında, Fransa’da, Avusturya’da, Almanya’da… Yalnız bizde değil, her yerde cari oldu. Nihayet Avrupa’nın birçok şehirleri bu yüzden harap edildi. Bu tahripler yalnız sanat nokta-i nazarından değil, ticaret nokta-i nazarından da vaki olmuştur. Viyana’da mühendisler, mimarlar tanırsınız derler ki: Viyana


şehri –ki Viyana şehri çok güzel bir şehirdirböyle nazari hareketle mimarlar arasında tahrip edilmiştir. Budapeşte’nin de çok tahrip edildiğini söylerler. Mimari, şehir mimarisinin iklimle, o iklimde yetişen halkla çok alakası olduğu zihniyeti yenidir. Yalnız biz değil, birçok Avrupa devletleri de bunu bilmiyorlardı. Bu nazariyeyi yeni kavradılar.” Edebiyatçılarımızın gerek roman gerek şiirlerinde şehir tasvirlerine, daha doğrusu şehir düşüncesine yer vermemişlerdir. Burada şehir üzerine düşünmeyi, kültür ve medeniyet arka planıyla birlikte değerlendirme olarak algılamak gerekir. Bu bağlamda yazar ve şairlerimizin şehir dertleri hiç olmamıştır. Bu büyük ihtimalle içinde yaşadıkları dönemden kaynaklanmıştır. Zira büyük ve ihtişamlı bir medeniyet tasavvuru ortaya koyan Osmanlı’da şehirlerin bugünkü anlamda değişim dönüşüm yaşadıkları sıkıntı ve sancıları yoktu. İnsan tabiatıyla uyumlu bu şehirlerin, bir sorun veya dert olarak yazar ve şairlerin zihnini meşgul etmemiştir. Bugün bizi rahatsız eden şehir olgusu, gerçekte insan tabiatıyla çatışan, kültür ve medeniyet anlayışımızla uyuşmayan şehirlerin inşasından dolayıdır. Bizlerin şahit olduğu değişim dönüşüme onlar şahit olmamıştır. ŞEHİR TEFEKKÜRÜ YAHYA KEMAL’LE DOĞDU Edebiyatımızda şehir olgusu, tasviri, medeniyet tasavvuruyla birlikte ele alınması fikri Yahya Kemal ile doğmuştur. Zira “Yahya Kemal’in kurucusu olduğu şehir tefekkürü, Abdülhak Şinasi Hisar vasıtasıyla ilk defa musikiyle eşleştirilmiş ve ebedi zamanı idrak için şehir büyük bir imkâna dönüştürülmüştür. Yani Yahya Kemal’in şehri ve medeniyeti ‘tarihsel zaman’ boyutuyla algılamaya dayanan ilk dönem fikirleri, 1930’lardan itibaren, zaman idrakimizdeki gelişmeye paralel olarak önemli bazı evrilmelere maruz kalmıştır. (…) Tabi burada, şehir ve İstanbul idrakimize ilişkin Tanpınar’a borçlu olduğumuz yanları da teslimden geri kalmamak gerekir.” Yahya Kemal’in tarih, kültür ve medeniyet üzerinden hareketle oluşturduğu şehir düşüncesi, ilk olarak İstanbul ile somutlaşmıştır. Onun şehir ile kurduğu bu bağ, daha sonra Abdülhak Hak Şinasi Hisar ve Ahmet Hamdi Tanpınar ile devam etmiştir. Özellikle Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’i, şehir konusunda ufuk açmış klasik bir eser olmuştur. Yahya Kemal’in yüksek estetik algısı ve şehre tefekkür boyutuyla bakışının arkasında Osmanlı kültür ve medeniyetinin izleri vardır. Bu anlamda Cemil Meriç; “Osmanlı, Yahya Kemal’den sonra gelen nesilde yoktur. Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Orhan Veli’de, Oktay Rıfat’ta yoktur. Hâkim bir tema olmamıştır bu şairlerde. Kapatır Yahya Kemal bir dünyayı, bir düşünceyi adeta mühürler. Yahya

Kemal son Osmanlıdır. Bir zevk ve tahassüs dünyasının fecridir. Bir Yahya Kemal olmak için Osmanlı dilinden zevkinden geçmek lazım. Yahya Kemal’in yetişebilmesi için yetiştiği devrin tekrar gelmesi gerekir. Biter, süzülür bir devir.” der ardından “Yahya Kemal’de tarih dekoratiftir, plastiktir.” Diye devam eder ve “ Yahya Kemal dilde Osmanlı’dır, dekoru Osmanlıdır. Osmanlı Yahya Kemal’de müphem, daüssıla duygusu mevkiindedir. Bir gönül yarasıdır mazi Yahya Kemal’de. Mazi anlayışı çok müphemdir” der. Onun Cumhuriyetin başkenti Ankara’yı sevmemesi, kesinlikle ideolojik değildir. Onun yüksek estetik algısı, imparatorluk bakiyesi bir şair olarak, Ankara’yı sevmesi düşünülemez. O çok tekrarlanan “Ankara’nın neyini seversiniz?” sözüne karşılık, “İstanbul’a giden yolunu severim” sözünü de bu estetik bakış çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Zira İstanbul gibi maneviyatı, ruhaniyeti ve estetik kültürü yüksek olan bir şehirde yaşadıktan sonra, Yahya Kemal’in Ankara gibi o dönemlerde bir kasabayı andıran şehri sevmesi düşünülemez. Onun Ankara’yı sevmemesi, şehir düşünce ve duygusunun onda oldukça gelişmiş olmasından kaynaklanır. Çünkü o gezdiği ve gördüğü her şehri, İstanbul’dan yola çıkararak değerlendirir. Ve hiçbir şehir İstanbul ile yarışamaz.

Yahya Kemal, milliyet, din ve medeniyetle şehirlerin yoğrulduğunu, şekillendiğini düşünür. Ona göre şehir yalnızca fizik görünümüyle değil, metafizik/dini/ ruhani yönüyle ancak şehirdir. Bu yüzden Şehir algısı içinde din önemli bir yer tutar. İstanbul’un manzarasını mimar Sinan’ın yaptığı eserler oluşturur derken, gerçekte onun yaptığı abidevi camilere, külliyelere gönderme yapar. En güzel şiirlerinden biri olan “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” dahi bir şehri bir camiden hareketle okumaktır.

İstanbul’u anlatırken Evliya Çelebi’ye gönderme yapan Yahya Kemal, görüldüğü gibi mimari, iklim ve insan unsuruyla bir bütün olarak şehre bakar. Bu da gösteriyor ki, şehri anlatırken mimari, tarih, edebiyat ve estetik bir bakışa sahip olmak gerekir. Ki, bu bağlamda Yahya Kemal bize bir pencere açarak, şehri nasıl okumamız gerektiğini göstermiştir. Hatta Bugün Türk klasikleri arasına giren Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş şehir”inde büyük bir tarih, edebiyat, medeniyet ve estetik bir arka plan ve bakış varsa, bunda Yahya Kemal’in büyük bir payı vardır. Yahya Kemal şehre nasıl bakılması gerektiğini bilen ve bunu İstanbul üzerinden en güzel okuyan ve öğreten sanatçıdır. O bir şehre nasıl bakılması gerektiğini, bir şehrin mimarisinin, sosyal ve kültürel hayatının nasıl okunması gerektiğini bilmemiş olsaydı, Aziz İstanbul ve Kendi Gök Kubbemiz gibi muhteşem eserleri kaleme alamazdı. Ondaki tarih ve estetik duygusu şehrin tanımlamasında kendini gösterir. Şehri, özellikle İstanbul yorumlarında bir şehri tasvir olmanın ötesinde estetiksel ve deruni bir duyuş göze çarpar. Bu estetik ve deruni duruş aynı zamanda şehre nasıl bakmamız gerektiğinin ipuçlarını verir. Ve biz, Yahya Kemal gibi şehri içselleştirerek bir duyuş sahibi olabiliriz ancak. Çünkü şehirler bize kalbini yalnız böyle açar… 23


Ş ehir

HOŞ AHBÂB ARARIM O, çoğu karşısındakini hayrete düşüren derin vukufu ile bütünleştirdiği bilgi hazinesini saklamadan, kıskanmadan herkese bilhassa gençlere, “hoş ahbâb” olarak intikal ettirir, gönlüyle ve karşılıksız veren “vakıf adam” içtenliğiyle hareket ederdi. DR. Metin ERİŞ

ahdette dehr-i nâyâb ararım İsmette bir hane-i harâb ararım Bu dehr-î bî vefadan kaçarak Hâle sezâ hoş ahbâb ararım…. Hoş ahbâb ararım… Haddimiz değil Fethi ağabey için böyle bir ifade kullanmak amma o gerçekten büyüğü ile olduğu kadar küçüklükleriyle de “hoş ahbâb” idi. Doğrusu yukarıdaki dörtlüğü, daha önceleri Fethi ağabey için karaladığım nâçiz sayfalarım arasında görünce dura kaldım. Ve bu zaman diliminde hoş ahbâb’ın ne kadar da zor bulunabilirliğinin acısını hissettim. O, çoğu karşısındakini hayrete düşüren derin vukufu ile bütünleştirdiği bilgi hazinesini saklamadan, kıskanmadan herkese bilhassa gençlere, “hoş ahbâb” olarak intikal ettirir, gönlüyle ve karşılıksız veren “vakıf adam” içtenliğiyle hareket ederdi. Herkese karşı olan iç dünyası yansımalarında önceliği gençler ve yetiştirilmesi gerekenler alırdı. Onlar Fethi Gemuhluoğlu için bitmez tükenmez birer hazineydiler. Kökten kopmamış, kemâlâta yol alabilecek olanlar, milli eğitimimizin yıllardır içinde sürüklendiği kaos ortamında ancak “yanlış imalât” olarak ortaya çıkmışlardır ve/veya çıkarılabilirlerdi. Bunun içinse bir güzergâha, bir ortama ihtiyaç vardı. İşte bu çocuklar “Anadolu toprağının son Osmanlı hasadı” ve Türkiye’mizin geleceğiydiler. DÜNYA CELÂLDE VE CEMÂLDEDİR Kimi zaman etrafındakiler herkesi şaşırtır ve özellikle derinliği olmayan dünya-perestleri, onlar tarafından kolay anlaşılmaz suallerle sarsar, yaşattığı şoklarla hiç değilse biraz kendine getirmeğe çalışırdı… Bu arada kendisi, bir an için bile olsa sarsıntı geçiren kişinin iç dünyasına ulaşılabilirliğin imkânı olup olmadığını kolayca ve sahip olduğu “gönül gözüyle” yakalamış olurdu. Böylesi temaslarda, gönül gözleri kapalı olanlarınsa, Fethi ağabey hakkında kısır tespitlerden öteye geçememeleri mukadderdi. O, bütün bunlara kızmazdı. Sathî kişiliklerin sığlığını bilen olarak, onlara acır, içinde kaynayan akıncı ruhuyla darbelerini bu defa başka ifadelerle vurmaktan kaçınmazdı. “Akıl kutsaldır. Din-i mübin akıl sahiplerine teklif edilir. Fakat akıl, akılsızlara gereklidir.” Böylece kendisi için derinliği açık ve fakat gönül dünyası ile ilişkileri olmayanlar içinse anlaşılmaz gelen ifadelerle darbelerini indirmekten imtina etmezdi… Yetmemesi hâlinde ise yine bitirici sözlerinden biriyle karşısındakini, uyanma ihtimali olmasa da, yeni bir hamle ile sarsardı… “Dünya celâlde ve cemâldedir. İlâhi tecelli böyledir. Nâr ile nur. Lütuf ile kahır.”

sayı//3// ekim 24


ÖFKEDE MİLLÎ BİR SEVGİNİN YANSIMASI Fethi ağabeyi anlatmak kolay değil. Hangi veçheden bakmak durumundaysanız karşınıza mükemmelle yarışan bir başka Fethi Gemuhluoğlu çıkacaktır… Meselâ konuşması, fikirleri ve insan sevgisi, ama millî değer ve iç dünya zenginliğine sahip insan sevgisiyle dolu olarak, gönül ve vakıf adam vasıflarıyla maziden gelen coşkun bir ırmağın çağlayanı gibidir. Ortaya koyduğu değer hükümlerinin künhüne varmaksa her kişinin harcı değildir. Birbirini takip eden yanlışlıkların, ihanetlerin ortaya çıkması karşısında ses tonunu yükselterek ortaya koyduğu öfkesi, hırçınlığı ve şikâyetleri, daima yüreğinde çağıl çağıl çağlayan millî bir sevginin yansımasıdır. Öfke anında karşısındaki, milleti için kendisinden beklentilerinin olduğu ve yetiştirilmesine çaba harcadığı, hatta varlığını adadığı Anadolu’nun bağrından gelen gençlerden biriyse, onu sarstığında gerekirse kalbini kırmaktan da çekinmezdi. Ama bu tavırda “hoş ahbâb”ın veya bir başka ifade ile “gönül dostluğu”nun içtenliği vardı. HER KİŞİYİ HIZIR BİL! Enâniyet duygusundan uzaktı. “Ben şimdiye kadar herkese evliya imiş gibi davranmaktan hiçbir zarar görmedim” düsturu içerisinde, özellikle şahsı ile ilgili olanları görmezliğe gelerek veya daha da ileri safhada affederek, her şeyiyle bağlı olduğu milletine, vatanına, bu yolla da Allah’ına hizmet etmeğe çalışırdı. Ve fakat “madde dünyasına tapanlara doğuştan barışık olmadığını” ifade etmekten de kaçınmazdı. Dünya hayatını sadece bir hizmet uğruna kabullenmiş, kendisi için mütevekkil, davası içinse celâlli bir ruh adamıydı Fethi ağabey. Mevki ve mansıp için eğilmedi. Fakat bir “sebil düsturu ile” belli makamlara lâyık gördüğü sevdiklerinin getirilmesinde bütün gayretini ve de gücünü kullanmaktan kaçınmazdı. İnandıklarının ve ondan istimdat isteyenlerin bir şeye, bir yere sahip olması, bir hizmet noktasına ulaşması, onun için tarifi kabil olmayan bir coşkunluk ve sevinç ummanıydı. Coşkun ruhu, İslâm’a ve Türklerin asırlar boyu sürdürdüğü insanî değerlerin karşı çıkanlara, Türkün değer hükümlerini anlamayan, inkâr edenlere karşı isyan halindeydi!.. Hayatından çok daha fazla değer verdiği bu iki değere düşman olanlarla açık savaş hâlindeydi. Bunu saklamağa hiç lüzum da duymazdı. Özellikle de, manayı maddeleştirmeğe teşebbüs edenlerle mücadele halindeydi. Zira insanın kutsal değerlerinin başına “mânevî değerleri” koymuştu. O yüzdendir ki gerçek bir “vakıf adam” idi. Bir başka ifade ile isimlendirmek istersek “gönül” adamıydı. Gönül adamlığı, muzdarip ruh dünyası ve Alperenliği içinde zaman zaman coşan bir çağlayan gibi taşardı. 25


Ş ehir

halk edilmiştir” inancını düstur hâline getirmişti. Ya Türkçesi! Nefis Türkçesindeki zenginliği yudum yudum tadabilmek içinse, birçoğumuza biraz garip gelecek ama öfkeyle çağladığı zamanları yakalamak daha uygundu… Çünkü onun öfkesinde dengesizleşen dil sapmalarını değil, tam tersine kelimeleri yerli yerine oturmuş muhteşem Türkçenin güzelliğini ve üslûp zenginliğini tadardınız. Çok uzatmak istemiyorum… Fethi ağabeyle ilgili o kadar çok şey söylenebilir ki… Fakat aradan bunca yıl geçtikten sonra kendimce “acaba vuslat demi ne zamandır” diye sormak sanki en doğru olanı gibi geliyor bana… İnsanın giderek maddeperestleştiği, öyle ki manayı bile maddeye teslim ettiği bir dönemde yaşadığımızı gözlediğimde, hâlâ az sayıda da olsa var olan bazı dostlara rağmen genelde hatırlatmak ümidiyle onun şu sözlerine sığınmaktan başka çare bulamıyorum. “Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-î cimadan doğuyorlar. İnsanları, gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyorlar. Ve gönül çocukları bunun için “yol evlâdı” oluyor, “bel evlâdı” olmuyorlar. Tasavvufta yol evlâdı olmak, bel evlâdı olmaktan mukaddemdir.”

O, çoğu karşısındakini hayrete düşüren derin vukufu ile bütünleştirdiği bilgi hazinesini saklamadan, kıskanmadan herkese bilhassa gençlere, “hoş ahbâb” olarak intikal ettirir, gönlüyle ve karşılıksız veren “vakıf adam” içtenliğiyle hareket ederdi.

sayı//3// ekim 26

DÜNYA DOSTLUK ÜZERİNE HALK EDİLMİŞTİR O’nda görülen bir başka vasıf, sahip olduğu zarafettir. Bu zarafet sadece davranışında değil, şekle mahsus gibi görünse de, karşısındakilere verdiği değeri yansıtan kılık kıyafetine gösterdiği ihtimamdaki zarafettir. Bunu hiçbir zaman kaybetmeyişi, şüphe etmiyorum ki farklı bir ruh zenginliğinin işaretidir. Neden bilmiyorum ama bir araya geldiğimizde Fethi ağabeyin bu tavrında hep, çağlayanlarla bütünleşen coğrafyadaki yeşilliklileri görmüşümdür. Gerçekten O’nu anlatmak kolay değildir... Meselâ, hüzün onda âdeta iç dünyasıyla şekillenmişti ama çöküşü değil, aşk dolu dostluğun temellini oluşturarak… “Bırakınız düşmanlık başkasından gelsin, siz herkesle dost olunuz” derdi. Çünkü kendisinin öfkeyle parladığı anlarda dahi, dost olma hedefini hiç kaybetmezdi. Çünkü “dünya dostluk üzerine

HOŞ-AHBÂBLAR TÜKENMEZ! Yol evlâdı… Ama ya, sadece bizim insanımızda değil, bütün dünyayı bir tarafa bırakalım, İslâm dünyasının hemen bütününde böylesi bir idrakin çok dışında bir yapının giderek güç kazandığı ahvalde neye sığınılabilir, dersiniz? Çünkü bu zaman diliminde varlığını geleceğe, geleceğin yeni nesillerine feda eden Fethi ağabeyler, -yok dememek için-, azalıyor dediğimde yanlış mı söylemiş olurum! Ahmet Yesevî seyrinin son halkalarından biri olan Fethi ağabeylere bugünlerde, hem ülkemizin hem de İslâm dünyasının o kadar çok ihtiyacı var ki… Neden? Çünkü dünya, Türkiye’miz ve de ne acıdır ki bütün İslâm dünyası dâhil, giderek hasbi derinlikten yoksun olanların arenasına dönüşüyor. Beni, tabii ki öncelikle ülkem ilgilendiriyor ama aydın(!) geçinenlerimize baktıkça da “bu milleti arızi kırıklardan kurtarmak” gerekir diye kavilleştiğim Fethi ağabeyi daha çok arıyorum. Fakat… Her şeye rağmen, bir yerlerde sessiz sedasız ve de gizli olsalar da, 20. yüzyılda Fethi ağabeye kadar ulaşmış elin varlığından umutlanarak, iç dünya zenginliğine sahip “hoş ahbâb”ların varlığının olduğuna ve de olabileceklerine inanmak istiyorum. Bu yüzden de, Fethi ağabey rahat uyu, ülkemiz, şühedanın ve alperenlerin tükenmeyen nurları ile ebede uzanan çizgide daima var olacaktır, diyorum…


METRÛK ŞEHİRLER KAHROLUR İnsanın evlerden taşan metrûk hatıraları, evlerin metrûk pencereleri, pencerelerin metrûk bakışları. Ulanır her metrûk bir diğer metrûk olana. İnsan, biriktirir ölen yanını, kendini saran şehrin metrûk bohçalarından. Erkan ÇAV

Metrûk yaşamların bakiyesidir kalanlar. Hatırlandıkça ancak, canlanan düğümler. Yapılar, sokaklar, yollar da böyledir, yaşamadıkça içinde hayat, yıkık ve yalnız birer abideye dönüşürler. Unutuluşun. Yıkımın. Yıkılışın. Şehir ölümleri, savaşların. Abideleri. Metrûk, birleşe birleşe çoğalır. Metrûk yolların, metrûk yapıların, metrûk sokakların, metrûk şehirlerin metrûk ülkesine döner ülkelerin içindeki metrûk birleşmeler. Bölünmeler. Küflenmeler. Dökülmeler. Azala azala çoğalan günceler. Metrûk, terk eyleyenlerin bellek kaybının belleğidir. Metrûk, untulmuşluğuyla ve unutulduklarıyla canlıdır. Hatıraları canlıdır. Duyguları canlıdır. Yoksunluğu canlıdır. Metrûk, boş binaların, sessiz duvarların, suskun odaların, yalnız kapıların sesi, yaşanılmışlığın, sırrı dökülmüş aynasıdır. İnsanın evlerden taşan metrûk hatıraları, evlerin metrûk pencereleri, pencerelerin metrûk bakışları. Ulanır her metrûk bir diğer metrûk olana. İnsan, biriktirir ölen yanını, kendini saran şehrin metrûk bohçalarından.

arlığı saran madde ve zaman dalgalarının çınlamasında, atomun dünyasında, metrûk özün mayasında. Metrûk, her şeyden biraz, hiçbir şeyden her şey tasarımında. Her yaşayan varlıkta, metrûk bir giz vardır. Şehirlerde de öyle. Bazılarında az, bazılarında çok, bazılarında sıradan, bazılarında istisna, bazılarında gündelik, bazılarında ölümsüz. Metrûk ağaçlar. Bahçeler. Yapılar. Yollar. Sokaklar. İnsanlar. Şehrin zenginlikleri, metrûk yüzlerinden okunur. Aşklarının, yaşantılarının, yaşanmışlıklarının, ayrılıklarının, terk edilmişliklerinin, tükenmişliklerinin, sancılanışlarının, sokaklarının, yapılarının, dönüşümlerinin, tarihinin, çağlarının, insanlarının, sevinçlerinin ve hüzünlerinin zenginliği.

Aşkların saklı günceleri: Metrûk evler. Yaşantıların hayalet süsleri: Metrûk sokaklar. Toplumların tarih ambarı: Metrûk şehirler. Taze metrûkların şehveti: Modern şehirler. Modern şehir, kendini tüketen makine. Sürekli yenilenen, sürekli tüketen. Sürekli iştahını yenilenme sanan. Kendi kendini yiyen makine. Yenilene yenilene tarihini, kimliğini, kendini yitiren. Şehrin moderni, şehrin modernleşeni, şehrin eğlencesi, şehrin tüketileni. İnsanların metrûk zenginliği. Yenilemeyenlerin arta kalan boşluğu. Metrûkların bakiyesi, şehir. Her şey metrûk, gönül şehirleri nasıl olsun mamur, İşte sana kalan yarımgüfte; “Metrûk şehirler kahrolur…”

27


Ş ehir

KARAMANLI YUNUS EMRE “Kirişçi Baba camiinde Yunus Emre Hazretleri merkadı vardır.” Evliya Çelebi Mustafa ÖZÇELİK

Yunus Emre’nin izini sürebileceğimiz şehirlerden biri de eski adıyla “Larende” olarak bilinen “Karaman”dır. Eğer, buraya yakın bir zaman içinde gitmişseniz şehrin girişinde sizi iki heykel karşılayacaktır. Bunlardan bir Karamanoğlu Mehmet Bey’e diğeri Yunus Emre’ye aittir. Dolayısıyla buranın sahiplenmekle övündüğü ve kendini onlarla özdeşleştirdiği iki sembol isimdir bunlar. Şehre girdiğinizde ise size Yunus Emre ismini hatırlatacak başka unsurlarla da karşılaşacaksınız demektir. Bunlardan en önemlisi şehrin merkezi noktasında yer alan Yunus Emre Camii ve bitişiğindeki Yunus Emre türbesidir. Şehrin 25. km. dışına çıktığınızda ise Yunus’un dedelerinin Horasan’dan gelerek burada kurdukları köyün kalıntılarıyla karşılaşırsınız. Bütün bunlar burayı bir Yunus Emre şehri yapmaz diyorsanız bu defa karşınıza belgeler çıkacaktır. Mesela Yunus’un Karaman’da bir zaviyesinin olduğunu belirten vakıf kayıtları ve bunlardan hareketle “Yunus Karamanlı’dır” görüşünü ileri süren başta İ. Hakkı Konyalı gibi tarihçi ve yazarların ortaya çıkardıkları diğer resmi evrakta yer alan malumatı da görmüşseniz “Evet, burada da bir Yunus Emre kültürü var, öyleyse Karaman da Yunus’un şehirlerinden biridir” demek durumunda kalırsınız. Bunlara ilave olarak bir dayanak noktası da Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Karamandaki Yunus Emre türbesinden bahsediyor olmasıdır. Evliya Çelebi 1648’de Karaman’a geldiğinde bu türbeyi ziyaret etmiş ve burayla ilgili olarak şu notu düşmüştür: “Kirişçi Baba camiinde Yunus Emre Hazretleri merkadı vardır. Türkice tasavvufane ebyat-u eş’arı, ilahiyatı meşhur-i âfaktır.” YUNUS’UN BÜYÜK DEDESİ KARAMAN’DA Yunus’un Karaman’daki asıl hikâyesi, büyük dedesi Şeyh Hacı İsmail’in çocukları, akrabaları ile Türkistan taraflarından Karaman’a gelip kendi adlarına bir köy kurmasıyla başlar. Burası halk arasında “Âşık Öreni” olarak bilinen bir köydür. M. 1476 tarihli bir belgede ise burada bulunan “Hacı İsmail Horasani” tekkesinden söz edilmektedir. Bugün, bu köyün ve tekkenin şimdiki haline bakıldığında geçmişine ait işaretler, izler bulmak mümkün görünmektedir. Zira burada bugün bir mezarlık, tekke binası, İsmail Hacı Türbesi ve kuyular yer almaktadır. Bütün bunlar buranın bir zamanlar bir yerleşim yeri olduğunu göstermektedir.

sayı//3// ekim 28


Halk arasında uzunca bir zaman Yunus’un dedesinin köyü olarak bilinen bu yerin belgelere dayalı keşfi ise tarihçi İ. Hakkı Konyalı tarafından gerçekleştirilmiştir. İşte Konyalı’yı ısrarla “Yunus Karamanlı’dır” dedirten de bulduğu bu belgelerdir. KİRİŞÇİ BABA Bizim Karamanlı Yunus’tan söz edebilmemiz için önce Kirişçi Baba’dan bahsetmemiz gerekiyor. Kirişçi, Karaman’da bir mahallenin adıdır aslında. Bu yüzden burada bulunan camii de bu adla anılmaktadır. Aynı zamanda bir Halveti dergâhı da olan bu caminin diğer adı ise Yunus Emre camiidir. Halk arasındaki inanışa göre Yunus Emre ile şeyhi Tapduk Emre bu camiinin haziresindeki şimdiki Yunus Emre Türbesi olarak bilinen yerde metfundurlar. Kirişçi Baba’ya gelince bir vakfiye senedinden de anlaşılacağı gibi Kirişçi baba bu tekkenin şeyhidir ve asıl adı Şeyh Yunus Baba’dır. Karamanlılar buradan hareketle Karamanlı bir Yunus Emre’den söz ederlerken buna itirazı olanlar ise bu zaviyenin haziresinde yatan şahsın işte bu tekkenin şeyhi olan “Yunus Baba” olduğunu, adına sonradan “Emre” eklenerek “Şeyh Yunus’un Yunus Emre’ye dönüştüğünü söylemektedirler. KARAMANDAKİ YUNUS TÜRBESİ Karamandaki Yunus Emre türbesi Yunus’un adını taşıyan camiye bitişik vaziyettedir. Buranın daha önce cami ve zaviye olarak ayrı yapılar iken aradaki boşluk camiye eklenmiş, böylece cami, zaviye, türbe tek yapı görünümü almıştır. Bu yapı içinde Yunus’a, şeyhi Tapduk Emre’ye ve Tapduk’un kızı ve Yunus’un eşine ait üç sanduka bulunmaktadır. Kimi kaynaklar ise Yunus Emre, Taptuk Emre, Yunus Emre'nin oğlu İsmail ve kızına ait dört sandukadan söz edilmektedir. DÜNYASI DA MAMUR BİR YUNUS Sarıköylü Yunus Emre, genel algıya göre “garip, miskin, bir derviştir. Bektaşi menkıbesine göre ise “yoksul bir ekinci”dir. Karamanlı Yunus ise tam tersine oldukça zengin biridir. İlgili belgelerden Karamanoğlu İbrahim Bey’den yerler satın aldığı görülmektedir. Dahası debbağhanesi, kirişhanesi, değirmenleri ve başka mülkleri, çiftlikleri vardır. Ayrıca Karamanoğlu sarayında sözü geçen biridir. Yine Yörükler üzerinde büyük bir tesir sahibidir. Bu bilgileri öğrenmek şaşırtıcıdır elbette. Ama daha da şaşırtıcı olan Şikari tarihinde Yunus’un vefatına ilişkin yazılanlardır ki bütün bunlar, Yunus Emre hakkında bildiklerimizi ters yüz etmektedir. Buna göre Karaman sultanı Alâeddin Beyin saltanatının ilk yıllarında seferde olduğu bir zamanda sultan vekili Süleyman Şah bir suikast

neticesinde öldürülür. Seferden dönen Alaeddin Bey, suçluları yakalatıp idam ettirir. İşte bu idam edilenlerden dolayısıyla bu kumpasa katılanlardan biri de Şeyh Yunus’tur. Dolayıyla Yunus’un Karamandaki portresi genel olarak bilinenlerden oldukça farklıdır. YUNUS DİVANI’NIN KARAMAN NÜSHASI Karamalılar için Yunus’un buralı oluşun bir kanıtı olarak görülen bir husus da şu ana kadar 30 kadar olduğu ortaya çıkarılan Yunus Emre Divanı’nın bir de Karaman nüshasının olmasıdır. Ne yazık ki uzunca bir süre şahısların elinde bulunan bu nüshasının neşri bugüne kadar gerçekleşmemiştir. Fakat yakın bir zamanda bu nüshanın Milli kütüphanede bir kopyasının olduğu öğrenilmiş, bunun üzerine Karaman belediyesi bu nüshayı satın alarak belediye bünyesindeki Uluslar Arası Türkçe Merkezi’ne getirtilmiş ve yayını için gerekli çalışmalar başlatılmıştır.

Yunus’un Karaman’daki asıl hikâyesi, büyük dedesi Şeyh Hacı İsmail’in çocukları, akrabaları ile Türkistan taraflarından Karaman’a gelip kendi adlarına bir köy kurmasıyla başlar. Burası halk arasında “Âşık Öreni” olarak bilinen bir köydür. M. 1476 tarihli bir belgede ise burada bulunan “Hacı İsmail Horasani” tekkesinden söz edilmektedir.

Bu çalışmayı kendisi de bir Karamanlı olan Yusuf Yıldırım yapmıştır. Umulur ki kısa zamanda yayımlanır. Onun verdiği bilgiye göre bu nüshanın 14. y.yılda istinsah edildiği anlaşılıyor. Bu yüzden yaygın olarak kabul gören Fatih nüshasından

29


Ş ehir

Sarıköylü Yunus Emre, genel algıya göre “garip, miskin, bir derviştir. Bektaşi menkıbesine göre ise “yoksul bir ekinci”dir. Karamanlı Yunus ise tam tersine oldukça zengin biridir. İlgili belgelerden Karamanoğlu İbrahim Bey’den yerler satın aldığı görülmektedir. Dahası debbağhanesi, kirişhanesi, değirmenleri ve başka mülkleri, çiftlikleri vardır. Ayrıca Karamanoğlu sarayında sözü geçen biridir. Yine Yörükler üzerinde büyük bir tesir sahibidir.

bir asır öncesine ait olması dolayısıyla bu nüshanın yayımlanmasının Yunus hakkındaki araştırmalara bir zenginlik katacağı muhakkaktır. İşte Karamanlılar tarihi itibariyle en eski olan bu nüshanın Karaman’da bulunuşunu da Yunus’un Karaman’da yaşadığının ve kabrinin de burada bulunduğunun en önemli delili saymaktadırlar. TARTIŞMALARIN SEYRİ Karamanlılar, Burhan Toprak’la başlayan İ. Hakkı Konyalı ve Cahit Öztelli ile devam eden yazarların “Yunus Karamalı’dır” teziyle Yunus’un hemşehrileri olduklarını rahatlıkla söyleye dursunlar Sarıköy’deki kabrinin naklinden sonra Eskişehirli Yunus konusunun öne çıkması karşısında bu defa her iki şehri savunanlar arasında ciddi kalem polemikleri yaşanmıştır. 1965 ve sonrasında bu tartışmanın alevlendiği ve her iki tezi destekleyen yazarların cephe oluşturdukları görülür. Eskişehir kısmında Gölpınarlı, Karaman kısmında ise Konyalı önü çekerler. Konyalı 1965’te yapılan Dil bayramı ve Yunus Emre’yi anma töreninde sözüne “Hakiki Yunus Emreliler” diyerek başlar ve bulduğu belgeler ışığında Yunus Emre’nin Karamanlı olduğunu kesin bir dille belirtir. Eskişehir’e de eleştirisini “onlar Yunus Emir Beyi Yunus Emre yaptılar” şeklinde belirtir. Eskişehirlilerde buna karşılık olarak buradaki zatın Yunus Emre değil “Şeyh Yunus” adında biri olduğu dolayısıyla bu iki ismin birbirine karıştırıldığı görüşünü savunmaktadırlar. Bu tartışmalarda çok ilginç bir olay da yaşanır. Karamanlılar, bu meseleyi bir mahkeme sorunu bile yaparlar. 4 Aralık 2005 tarihli Milliyet gazetesinden öğrendiğimize göre Karaman Tarih Kültür Turizm Çevre ve Araştırma Dostluk Derneği Başkanı Abdurrahman Altın, Yunus Emre’nin söylendiği gibi Eskişehirli değil Karamanlı olduğunun ortaya çıkarılması amacıyla Danıştay’a dava açar. Yunus Emre’nin nerede ve nereli olduğunun ortaya konması için Selçuk Üniversitesi ve Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden konunun uzmanlarının da katılımı ile konu ile ilgili belgelerin bilimsel olarak incelenerek ve davanın duruşmalı yapılmasını ister. Fakat bu davanın sonucu alınamaz. YUNUS EMRE CAMİ VE TÜRBE AVLUSUNDA ŞİİR PARKI Karamanlılar, güzel bir uygulama olarak Yunus Emre caminin avlunu bir şiir parkı haline getirirler. Bu parkta dikdörtgen mermer levhalar üzerinde Yunus’un dörtlükleri yer alır. Bu arada söz şiirden açılmışken Yunus’u Karamanlı olarak gören şairlere de değinmek gerekir. Bunların en başta geleni Behçet Kemal Çağlar’dır. Onun

sayı//3// ekim 30


“Selam sekiz yüz yıldır dili canlı Yunus’a Selam, saygı, hayranlık Karamanlı Yunus’a” dörtlüğü, Yunus Emre caminin parka bakan duvarının altında bir mermer levhada yer almıştır. Bilindiği gibi Karaman, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe ile ilgili fermanından dolayı aynı zamanda Türkçe’nin başkenti olarak da bilinir. İşte B. Kemal Çağlar’ın bu dizeleri Yunus’un dil yönüne dikkat çekmesi itibariyle onun burada aynı zamanda dili ile öne çıkarıldığını da göstermektedir. Yunus’u Karaman’da bulup gören bir başka şairimiz ise H. Nusret’in Zorlutuna’dır. Yunus’la önce Erzurum’daki makamında hemhal olan şair, 1942’de Karaman’a geldiğinde buradaki Yunus’la da halleşir. Onunla ilgili altı tane şiiri yazar. Bunlardan “Yunus'un Türbesinde” başlığını taşıyan şiiri şu dörtlükle biter: “Semaya kalkan eller döner sonunda sana, Demir parmaklıklara sarılır yana yana... Akşam bir tütsü gibi dolarken "Karaman"a Gözlerde söner, yanar ümit parıltıları...” DİL BAYRAMI VE YUNUS EMRE Biraz önce B. Kemal Çağlar’ın şiirinden hareketle Karamandaki Yunus algısında onun dilinin öne çıktığını söylemiştik. Bu yüzden Karaman’da Yunus’u Anma etkinlikleri uzunca bir süre “Dil bayramı ve Yunus Emre’yi anma” başlığı altında yapılmıştır. Bu etkinliklerin tarihi de Eskişehir’deki anmalarla hemen hemen aynı yıllarda yani 1960’lı yıllarda başlar. Dahası ikisi de Mayıs ayının ilk haftası içerisinde gerçekleştirilir. Ne var ki bu etkinliklerde gözlemleyebildiğimiz kadarıyla Yunus’tan çok Dil bayramı kavramı öne çıkmaktadır. Son bir iki yıl içinde ise Dil bayramıyla Yunus Emre anmalarının birbirinden ayrılmış, Yunus, türbesinin bulunduğu yerde ayrı bir programla anılmıştır. Bu anmada “Yunus lokması” adı verilen pilav ikramı yine camide ruhuna okutulan mevlit oldukça anlamlı bir faaliyet olarak görülmelidir.

kitapları dışında kayda değer bir çalışma olarak 2012 yılında kutlanan dil bayramı münasebetiyle yayınlanan “Yunus Emre Belgeler/Bilgiler”, “Yunus Emre Divanı”, “Risalet’ün Nushiyye”, “Dilimiz Yunus Söyler” kitapları gösterilebilir. Halk arasında ise bütün Anadolu şehirlerinde olduğu gibi yoğun bir Yunus Emre sevgisi gözlemlenmektedir. Burada da Yunus Emre adını taşıyan mahalle, kurum ve kuruluş adları söz konusudur. Bunlara eklenmesi gereken bir kuruluş da Yunus Emre Kültür Vakfı’dır. Öğrencilere burs verme, ağaç dikimi, yoksullara yemek dağıtımı gibi faaliyetler içinde olan bu vakfın çalışmaları elbette Yunus misyonuna uygundur ama Yunus adını taşıyan bir vakfın ilmi, kültürel anlamda da Yunus’a ilişkin çalışmalarla anılması Karamanlı Yunus konusunda daha anlamlı faaliyetler olarak görülecektir. KARAMAN’DAKİ YUNUS MENKIBELERİ Genç nesillere bir hayli uzak bir kültür olsa bile menkıbeler Karaman’da da vardır. Ali Gülcan’ın “Yunus Emre’nin Kökeni ve Yöresi” kitabında bahsedilen on altı menkıbeden bir kısmı sadece Karaman bölgesinde bilinip söylenen menkıbelerdir. Bilhassa bunlardan hareketle Karamanlı Yunus’un Kadiri tarikatına mensup olduğu anlaşılmaktadır. Zira tekkesi Kadiri usulünce zikir yapılan bir yerdir. Yine bu menkıbeler Karamanlı Yunus’un Moğollarla Karamanoğulları arasındaki mücadelede savaşlara katıldığı şeklinde bir bilgiye de ulaşılmaktadır.

Karamanlılar, Burhan Toprak’la başlayan İ. Hakkı Konyalı ve Cahit Öztelli ile devam eden yazarların “Yunus Karamalı’dır” teziyle Yunus’un hemşehrileri olduklarını rahatlıkla söyleye dursunlar Sarıköy’deki kabrinin naklinden sonra Eskişehirli Yunus konusunun öne çıkması karşısında bu defa her iki şehri savunanlar arasında ciddi kalem polemikleri yaşanmıştır. 1965 ve sonrasında bu tartışmanın alevlendiği ve her iki tezi destekleyen yazarların cephe oluşturdukları görülür.

Sonuç olarak, Yunus Emre’nin izine Karaman’da da rastlamak mümkündür. Ama bu hangi Yunus’tur, bilinmez. Aslında bunun bir önemi de yoktur. Önemli olan Yunus Emre kültürünün bu şehirde de canlı bir hatıra olarak yaşatılıyor olmasıdır.

Buraya bir not daha düşelim. Karamanlılar, yayın ve bilimsel faaliyet alanında Yunus’a sahiplenme konusunda Eskişehir’e göre daha geri planda kalmışlardır. Bugüne kadar, sözü edilmeye değer en önemli etkinlik Karaman Valiliğinin 22–23 Mayıs 2009’da düzenlediği 1. Uluslar arası Yunus Emre Sempozyumu’dur. Yayın olarak ise Talat Duru’nun “Belgelerle Yunus Emre” ve D. Ali Göçer’in “Yunus Emre’nin Kökeni ve Yöresi” 31


Ş ehir

ŞEHİR VE KÜLTÜR-SANAT Şehirlerin ortaya çıkmasıyla birlikte üretimin ve ticaretin arttığını söylemeliyiz. Hazreti Âdem ve çocuklarının toprağı işlemeleri, birlikte yaşama mecburiyetleri ihtiyaçları belirleyerek üretilmesi gereken aletlerin doğuşunu da kuşkusuz sağlamıştır. Âdeme öğretilen isimler ihtiyacın varlığını da ortaya koymaktadır. Recep GARİP

nsanlığın var oluşuyla evlerin, barınakların var oluşu yan yana duruyor. İlk ev Kâbe hatırımıza geliyor. İnsan, doğadaki korunmasızlığını; evler, ocaklar, yuvalar yapmak suretiyle gidermeye çalışmıştır. Aslında o an içindeki ihtiyacın giderilmesine yönelik bir hareketlilikten ibarettir. Zaman üst üste bindikçe ihtiyaçlar giderilmeye, ihtiyaçlar doğdukça gelişmelerin önü açılmaya başlamıştır. Bu nedenledir ki insanın yaşadığı çevre imar edilmiş bir çevredir. Tanzim edilmiş, düzenlenmiş, ihtiyaçları belirlenmiş çevreye ulaşılmıştır. İnsan yaşadığı ortamı büyüterek, geliştirerek cemiyete, şehre sahip olabilmiştir. Büyüme oranı arttıkça şehirler ve ülkeler kendiliğinden varlığını gösterme şansını elde etmişlerdir. Buna göre, şehirli olmanın, bir cemiyete, topluluğa sahip olmanın kuralları da ortaya çıkmıştır. İnsan öğrendikçe gelişmiş, geliştikçe üretmiş ve ürettikçe harcamanın yollarını da bulmuştur. Bir arada yaşamak demek; olan her olaydan şöyle ya da böyle sorumlu olmak demektir. Cemiyeti inşa ederek gelişen topluluklar, şehir ve devletlere sahip olmanın bir sonucu olarak yöneticilere, yönetim kurallarına da ihtiyaç duymuştur. Yönetim kuralları iki farklılık arz eder. Birincisi toplumun yazılı olmayan anlayışlarından, sosyal dokularından ve inançlarından beslenerek hayat anlayışı haline gelen kurallardır. İkincisi ise ihtiyaca binaen konulan yasalar, kanunlardır. Kanunlar; insanları, cemiyeti, zahiri tanzime, disipline yöneltir. Yazılı olmayan kurallarsa geleneksel birikimlerden oluşmuş, içten içe yürüyen daha çok metafizik anlayışlardan teşekkül eder. ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR Şehirlerin ortaya çıkmasıyla birlikte üretimin ve ticaretin arttığını söylemeliyiz. Hazreti Âdem ve çocuklarının toprağı işlemeleri, birlikte yaşama mecburiyetleri ihtiyaçları belirleyerek üretilmesi gereken aletlerin doğuşunu da kuşkusuz sağlamıştır. Âdeme öğretilen isimler ihtiyacın varlığını da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla cemiyetin şekillenişiyle birlikte var olan büyüme ve ihtiyaçların karşılanması her dönemde kendi zamanına yönelik işaretler verir. Ticaretin gelişmesiyle birlikte teknoloji devreye girmektedir. Şehrin ekonomik hareketliliği bireyler arasındaki paylaşımın da tanzimini gerektirmektedir. Paylaşım, eşit hakları, eşit paylaşımları sağlar. Bu duygu cemiyetin ya da şehrin adalet duygusuyla yönetilmesi gerektiğini de bizlere haber verir. Yeryüzündeki ilk ev peygamber emeği taşıyan Kâbe’dir. Sonra ilk ibadethane olarak Peygamber Efendimizin mescidi, Mescidi Nebevi’ gelir.

sayı//3// ekim 32


Hemen yanı başında yer alan Ashabı Suffa yani mektep-okul-eğitim ve sanat merkezi olarak düşünülmüştür. Ve sonra sırayı alış verişlerin yapıldığı çarşılar, pazarlar alır. Bundan kaynaklıdır ki Braudel İslam şehrini “bir çarşı, pazar şehri” olarak tanımlamaktadır. Bilinmelidir ki bizim şehirlerimiz birer medeniyet şehirleridir. Medeniyet doğuran şehirler de denilebilir. Medine, Kudüs, Bağdat, Şam, Semerkant, Buhara, İstanbul, Edirne, Bursa, Konya, Bosna gibi şehirler örnek şehirlerdir. İslam medeniyetinin simgeleridir. ŞEHİRLİ OLMAK KÜLTÜRLÜ OLMAK DEMEKTİR Max Webere göre şehir; “yaşayanların hayatlarını ticaret ve alışverişten kazandıkları yerleşim yeri” olarak görmektedir. Bu tanımlama bu haliyle yeterli gelmez. Elbette ki vurgu yapılan noktalar doğrudur, lakin sanatın, edebiyatın, düşüncenin, şiirin, felsefenin, musikinin getirdiği ve kazandırdığı değerler ticaretten, alışverişten daha değerli, daha kalıcı ve etkileyicidir. Şehirlerin kültürü ya da şehir kültürü yüzyılların imbiğinden akarak gelir. Doğal yapısıyla, mimarisiyle, taş, toprak, beton evleriyle, modern kazanımlar ya da kaybedişlerle, çarpık ve gecekondu yapılarıyla, büyük dev dikey yapılarla, çarşı pazarlarla şehrin insanı birbirini şekillendirmeyi sürdürür. Sanayi Devrimi sonrasında belki de en çok insanın kaybettiği kendi iç dünyasındaki açılımların daraltılmış olmasıdır. Sürgün veren düşlerinin törpülenmiş, elinden alınmış olmasıdır. Şehirli olmak demek kültürlü olmak demektir. Şehrin birikimine katkıda bulunmak demektir. Şehirli olmanın bir gereği olarak maddenin insana hükmetmesine engel olmaktır. Yerleşim alanlarında ki insan topluluklarının, semt sakinlerinin, mahallelinin yediden yetmişe birbirini tanıyan unsurların toplumun elinden alınıyor olması modernizmin insanı insandan koparma provalarıdır. İnsan evladı doğduğu evden başlayarak şekillenir. Komşuluk ilişkileriyle mahallede bulunan esnafların denetim sistemi artık iptal edilmiştir. Giderek insan insandan, insan kendisinden koparılmaktadır. İnsanı insanla buluşturan en önemli ve belirgin unsur aile, komşuluklar, okullar ve cemiyet içerisinde yer alan esnafla birlikte sanat erbaplarıdır. O semtte var olan kıymetlerin, değerlerin, üstatların, yazarların, ediplerin ve şairlerin varlığı toplumu şekillendirir. Toplumun elinde ki bu değerleri alır ya da hepten imha ederseniz o toplum yozlaşır, köklerinden uzaklaşır, kimlik ve kişilik zafiyetleri gösterir. MEKÂNI SÜSLEYEN İNSANDIR Kanaat önderleri, her toplumun, her inancın, her düşüncenin kendince mekânları, hocaları, efendileri, sanatkârları, zanaatkârları mevcuttur.

Bunlar toplumun dinamikleridir. Kadim kültürlerin sürekliliği bu köklerin sağlıklı olmasına bağlıdır. Yazarlar, edebiyatçılar, romancılar eserlerini toplum değerlerinden alırlar. Toplumdan aldıklarını büyüterek, süsleyerek, geliştirerek yeni şeyler söyleyerek gelecek için umutlar bırakırlar. Geçmiş yüzyıllar içinden gelen her eser sahibi kendi yaşadığı döneme dair bilgilerle, şehrin bulvarlarından, durumlarından, kazanım ve kayıplarından da bahseder. İbni Haldun’un “Mukaddimesi”ne, Mevlana’nın “Mesnevi”sine, Şeyh Galip’in “Hüsn ü Aşk”ına ya da Ahmet Haşim’in, Tevfik Fikret’in, Yahya Kemal’in eserlerindeki şehir vurgusu, insan yüreğiyle eş değer durumdadır. Çünkü mekânı süsleyen insandır ve ruh elbisesi evin elbisesi olur. Mekânı insanlar güzelleştirir ve anlam kazandırır. İnsanın kaybedilmiş değerleriyle mekânları ısıtamazsınız. Süsleyemezsiniz, tılsımlayamazsınız. Cemil Meriç’te “Bu Ülke, Mağaradakiler ”, Ahmet Hamdi Tanpınar’da “Beş şehir”, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanları”nda vurguladığı ana unsur, insandan insana doğru akıp giden değerlerin; toplumu, cemiyeti, şehri ve dolayısıyla devleti nasıl ve nereden nereye doğru götürdüğünün işaret taşlarıyla doludur. Demek oluyor ki şehri süsleyen ana unsur, o şehrin maddi ve manevi değerleridir. Maddi değerlerinin manevi değerlerle birlikte yol alması gereklidir.

Şehirli olmak demek kültürlü olmak demektir. Şehrin birikimine katkıda bulunmak demektir. Şehirli olmanın bir gereği olarak maddenin insana hükmetmesine engel olmaktır. Yerleşim alanlarında ki insan topluluklarının, semt sakinlerinin, mahallelinin yediden yetmişe birbirini tanıyan unsurların toplumun elinden alınıyor olması modernizmin insanı insandan koparma provalarıdır.

33


Ş ehir

Cemil Meriç’te “Bu Ülke, Mağaradakiler ”, Ahmet Hamdi Tanpınar’da “Beş şehir”, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanları”nda vurguladığı ana unsur, insandan insana doğru akıp giden değerlerin; toplumu, cemiyeti, şehri ve dolayısıyla devleti nasıl ve nereden nereye doğru götürdüğünün işaret taşlarıyla doludur. Demek oluyor ki şehri süsleyen ana unsur, o şehrin maddi ve manevi değerleridir. Maddi değerlerinin manevi değerlerle birlikte yol alması gereklidir.

Bugünkü Yerel Yönetimlere düşen ödev bu ince ve hassas çizgiyi muhafaza ederek geleceğe emin beldeler, mimariler, estetik sanat unsurları, edebiyat eserleri bırakmaktır. Dikey yapılardan ziyade yatay yapılara daha çok önem verilmelidir. Rahmetle andığım Mimar Turgut Cansever’in işaret ettiği Türk mimarisinin yüzyılları nasıl beslediyse bu yüzyılı da aynısıyla ve modernizmin aldatıcı yükseltilerine aldanmadan insanı dinlendiren, huzur veren, inşirah veren yapılar bırakılmalıdır. Artık “çok sesli ölümler”den kurtulmak zamanıdır. Nazif Gürdoğan; “İbni Haldun’da şehirleri çok önemser. Çünkü şehir talebi artırıyor. Talep arzı artırıyor. Kültürün de merkezi şehirlerdir. Şehirler bütün dünyada üretimin merkezidir” diyor. Şehirlerde rastladığımız devasa binaları, yapıları gelişme olarak ifadelendirdiğimizde ülkede yaşadığımız sosyal olayların, kültürel değerlerin ve sanatsal kazanımların da nereden nereye doğru geldiğini de göstermektedir. İnsan insandan, insan değerlerinden, insan ailesinden, insan toplumundan ve insan kendi cemiyetinden, devletinden uzaklaşıyorsa eğer, tarihten, coğrafyadan ve köklerden yaralar alınıyor demektir. Devleti yöneten idare ile yerel idareler mutlaka bu konuda daha etkin, daha kalıcı yatırımlar yapması gerekmektedir. TOPRAKLA İRTİBATI KESİLENİN İNSANİ DEĞERLERLE DE BAĞI KOPAR Geleceğin liderlerini yetiştiren mekânlar, yatırımlar yapılmalıdır. Şehirli olmanın gereği her bir bireye okul öncesi eğitimden başlayarak anlatılmalıdır. Kendi değerlerimizin varlığının görülebilmesi için yerli belgesellere, filmlere, tiyatrolara daha çok ihtiyaç vardır. Yerli düşüncenin harekete

sayı//3// ekim 34

geçmesi demek toplumun yüreğiyle, toprağıyla buluşması demektir. Gençlik mekanizması daha ciddi ele alınmalı, değer üreten gençlerin ellerinden tutulmalıdır. Projeler üreten gençler mutlaka projeleriyle iltifatlar görmeli ve hayata geçirilmesi için imkânlar sağlanılmalıdır. Sanatkârların, yazarların, edebiyatçıların yetişeceği daha güçlü imkânlar, daha ciddi eğilimler ve ortamların oluşturulması gerekir. Kitapla olan temasın, dostluğun kurulabilmesi için annelerin, babaların, öğretmenlerin ve yöneticilerin öncelikle kendilerinin okuması gerektiğini idrak ederek bu konuda daha ciddi başlangıçlara, çalışma ve çabalara ihtiyaç vardır. Şehrin var olan değerleri yok edilmemeli bilakis tarihle teması özendirilmeli, eksik olanlar mutlaka inşa edilmelidir. Toplumlar kendi inançlarıyla, dilleriyle ve dinleriyle birlikte yaşarlar. Buna özen gösterilmeli ve örnek çalışmalar yapılmalıdır. Gençliğin dikkatlerini çekecek çalışmalar özenle, estetik algılar oluşturarak ortaya konulmalıdır. Parklara, bulvarlara, yollara, alt yapılara verilen değerlerin daha fazlasını kültüre, sanata, düşünceye ve estetiğe ayrılmalıdır. Her işin başının eğitim olduğu göz ardı edilmemelidir. Toprakla insanın temasını geçmiş yüzyılların toplulukları asla ihmal etmemişlerdir. Toprakla teması kesilenlerin insani değerlerle de temasları kesiliyor. Git gide insan tükeniyor, yozlaşıyor. Şiir tam da burada dile geliyor bir tambur, bir kanun ya da bir ney eşliğinde süzülüp şehrin ana bulvarlarından, duvarlarından, insan yüreklerine sessizce tılsımlarını bırakıyor. Büyük Selçuklu, Büyük Osmanlı mimarisinin bugüne yansıyışını mimarlarımızın henüz inşa edemediğini gördükçe ipler tek tek kopuyor. Bu topraklarda var olan kıraathanelerin her birinin, birer kültür evi olduğunu idrak ederek yöneticiler yeni bir tanzime girişmelidir. Her eve bir kitap değil, her eve bir kütüphane anlayışı özendirilerek sağlanılmalıdır. Şehri süsleyen insandır. İnsanı süsleyen de yaşadığı şehirdir. Şehrin varlığı insana, insanın varlığı da şehre bağlıdır. Kadim şehirlerin türküleri, öyküleri, ninnileri, masalları, manileri, folklorları unutulmaz hayat hikâyelerini barındırır. Bizim şehirlerimizin böyle kadim öyküleri, hikâyeleri mevcuttur. Önce kendimden başlayarak şehrin güzelliğine güzellik katabilecek, değerlerine değerler katabilecek işler yapmaya ant içmeliyim. Her vatandaşın hakkı en az benim kadar bu şehirde var olduğunu unutmadan adımlarımı atmalıyım. Kararlar alırken, yüzyıl, üç yüz yıl, beş yüz yıl sonrası için kararlar aldığımızı asla göz ardı etmemeliyiz. Şehrin kimliği benim de kimliğimdir. Her birey kendi kimliğini şehrin kimliği olarak görmelidir vesselam.


Bâbıâli’yi daha iyi tanımamızı sağlıyor. Yardım, kitabın önsözünde şöyle diyor:

HAYAT

“Bâbıâli bir semt olmanın ötesinde muhit, yaşayış biçimi hatta bütünüyle bir hayattır. Bâbıâli Türkiye’mizin kafası, ruhu ve kalbidir. Sadece bir semt adı değil, düşüncelerin meşheri, ideolojilerin pazarıdır. Osmanlı’da yönetimin merkezidir. Bâbıâli Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet devrinde de önemini muhafaza etmiştir. Attilâ İlhan, “Türkiye’nin kalbi İstanbul’da, İstanbul’un kalbi Bâbıâli’de atar.” diyordu. Doğrudur.

BÂBIÂLİ’DE Osman ESGiCE Çağrı Yayınları

Artık şehirlerin tarihi kadar semtlerin de geçmişine insanların ilgisi var. Zira şehirler de semtlerden, mahallelerden ve sokaklardan meydana geliyor. Bir zamanlar siyaset dünyamızın merkezi olan, basın, yayın ve düşünce hayatımızın Türkiye’deki odağı Bâbıâli yani Cağaloğlu, bir kitapta yer aldı. Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım Bâbıâli’de Hayat isimli yeni kitabında 26 ünlü gazeteci yazarla yaptığı konuşmaları bir araya getirdi. Eser, nesiller boyu süren ve bugünlerde daha az hatırlanan bir Bâbıâliye açılıyor ve o çevrede dolaşıyor. Kitapta yer alan sohbet tadındaki söyleşiler, birçok aksakalın son seferlerini kaçırmamak ve gerçek Bâbıâli ile tanışmak isteyen herkesi, bugünkü medyanın temellerini atan mücadeleye, çilelere benzersiz tecrübelere ve artık unutulmaya yüz tutan kültür hazinesinin merkezine taşıyor. 30 yıla yakın bir süre içinde yapılan bu konuşmalar, bir bakıma ‘Türkiye’nin kalbinin attığı’

Bâbıâli yollarında Namık Kemal’in heyecanını duyar, Ahmet Midhat Efendi’nin heybetli bedenine eşlik eden bastonunun tıkırtılarını işitir, Abdullah Cevdet’in İçtihat’ındaki tartışmalara kulak kesilirsiniz. Süleyman Nazif’in nükteleri eşliğinde atılan kahkahalar etrafta çınlar. Devir geçer ve Reşat Nuri, Çalıkuşu romanı koltuğunun altında gazete idarehanelerini arşınlamaktadır. Peyami Safa ve Kemal Tahir polisiye romanlarının tefrikalarını yetiştirmektedir. Bâbıâli şenliktir, güzellemedir, hâfızadır. Eski gazetelerin mekânları korunmalı, ünlü gazetecilerin isimleri duvarlara çakılmalıdır. Kültür canlıdır ve geleceğe taşınmalıdır. Bu semtte yıllardır hizmet veren kültür sanat mahfillerinin yöneticileriyle görüşülmeli, dünkü aydınlarımız, gelecek nesillerle tanıştırılmalıdır.” Abdurrahim Balcıoğlu, Ahmet Kabaklı, Ahmet Özdemir, Altan Deliorman, Aydil Erol, Beşir Ayvazoğlu, Celalettin Bilginer, Cumhur Kılıççıoğlu, Dursun Gürlek, Ergun Göze, Ferit Ragıp Tuncor, Gürbüz Azak, Hüseyin Movit, İsmet Bozdağ, Lütfü Oflaz, Nezih İzmiroğulları, Osman Akkuşak, Olcay Yazıcı, Recep Ekicigil, Ünal Sakman, Vecdi Bürün, Vehbi Vakkasoğlu, Vehip Sinan, Yağmur Atsız, Yalçın Toker, Ziyad Ebüzziya gibi değerli simalar, eski Bâbıâli ile bugünkü basın yayın dünyasını buluşturuyor. Keyifli bir yolculuğun yaşandığı kitap, son yarım yüzyılının basın, yayın, kültür dünyasından önemli kesitler sunuyor.

K İ TA P

Bir semtin hikâyesi:

35


Ş ehir

ŞEHİR VE KİMLİK

Cumhurbaşkanı Eski Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İSEN Türkiye Yazarlar Birliği’nin 18. Genel Kurulunda yapmış olduğu bir konuşmada bu tehlikeye dikkat çekerek, ‘taşrada yaşayan yazarlardan yaşadıkları şehirlere sahip çıkmalarını istemişti. Kentlerin ilerlemişliğine yazarların, düşünce insanlarının fikirleriyle, programlarıyla yön vermeleri gerektiğini ifade etmişti. Bundan sonra belediyelerin tarihi kültürel varlıkların öne çıkartılması ve insanların hizmetine sunulması döneminin başladığından dem vurarak, yeni yapılacak yapılara kendi kimliklerimizi, Anadolu kültürünü vurmamızın bir elzem olduğu’ uyarısını yapmıştı. Vedat SAĞLAM

llah insanları çift yaratmış derler. Bu doğrudur diye düşünüyorum. Zaman zaman sizler de birbirine çok benzeyen insanlar görmüş, bu benzerliğe şaşırmışsınızdır. Hele çift yumurta ikizlerini bir düşünün, görüntü itibariyle tıpkıbasım gibiler. Sanki renkli fotokopiler. Yan yana koysalar ve “aradaki yedi farkı bulun” deseler, imkânsız bulamazsınız. Lakin fiziksel anlamda ne kadar birbirlerine benzese de insanlar, kişilikler, kimlikler farklıdır. Kişilikler farklı olmasaydı parmak izleri aynı olurdu zaten. Az çok genel kültür bilen bir kişi, insanların parmak uçlarında kişisel özelliklerinin de gizli olduğunu bilir. Şehirler de insanlara benzerler. Nasıl ki görüntü itibariyle kentler birbirlerine çok benzeseler de, kimlik ve kişilik bazında çok farklıdırlar. Olması gereken de budur zaten. Lakin son yıllarda Anadolu belediyelerinin şehirleri yeniden dizayn etmeye başlamasıyla birlikte, farklı kimliklerde gizli güzellikler kayboluyor, ya da birbirine çok benziyor gibi bir hal almaya başladı. Düşünün, Konya ile Kayseri tıpkı basım olsa, ne zevk verir bize? Ya da Diyarbakır ile Bursa iktibas derecesinde birbirine benzese, bu bizim sanat anlayışımızdaki ilkelliği, seviyesizliği göstermez mi? SANAT GÖZE DEĞİL YÜREĞE HİTAP EDER Durum böyle ve son yıllardaki belediyecilik anlayışının bu yöne kaydığını görmek, üzüyor bizi. İşin daha kötüsü, Türk İslam sanat anlayışıyla bezenmiş Anadolu, Batı uygarlık anlayışına, estetiğine teslim edilmek üzere. Çok katlı devasa apartmanlar, Dubai’yi aratmayan görkemli iş hanları, bir saray misali inşa edilen beş yıldızlı oteller, görselliği ön planda bolca ışıklandırılmış eğlence merkezleri, modern Batılı sanatların icra edileceği kültür merkezleri, içeriğindeki derinliği fark etmeyen gözler için cazip geliyor olabilir. Etkileyici kabul edip, memnun oluyor da olabilirler. Ama bu bir tehlike değil mi? Gören gözler, anlayan yürekler ortaya çıkana dikkat etsinler lütfen. Bilirsiniz ki, inşa edilenler yüreğe değmedikten sonra bir anlam ifade etmez. Sanat, gözden çok yüreğe hitap edecek ki, bir anlam ifade etsin. Bu manada Anadolu şehirlerinin yeni kimliklerinin hep Batı tarzı, çok katlı modern yapılar olması, korkutucu ve düşündürücü. Avrupa’nın ilerlemiş şehirlerine gittiğinizde çokça rastladığınız manzaraların aynısı Anadolu’ya tıpkıbasım yapılıyor. Bu resmen iktibas. Anadolu

sayı//3// ekim 36


coğrafyası Batılı modern yapı felsefesine teslim mi edilmek isteniyor yoksa? Nerde çağlara ilham olmuş bizim mimarimiz, sanat anlayışımız? Batı tarzı modern yapı anlayışının Anadolu’ya taşınması ile birlikte, bu coğrafyanın bütün şehirleri neredeyse birbirinin aynısı olmaya başladı. Bu bir tehlike değil mi? Birbirinin aynısı bir Anadolu coğrafyası neye yarar, kime hizmet eder? Bir şehir diğerinin aynısıysa, başka bir kente gittiğinizi, mekân değiştirdiğinizi nasıl anlayacaksınız? TÜRK İSLAM DAMGASI SİLİNİYOR Yeni yapılara Türk İslam damgası ne kadar vuruluyor? Yeni modern yapılar ne kadar Anadolu’nun kültürünü yansıtıyor? Yoksa içinde yaşadığımız şehirler biz olmaktan, bizim olmaktan çıkıyor mu? 16 milyonluk İstanbul’a bakalım mesela. Osmanlı bu kente, yapılarına, ruhuna öyle bir damga vurmuş ki, mimarisiyle, çevre düzenlemesiyle, sanat anlayışıyla, estetiği ile bugün bile İstanbul’un bir Türk İslam şehri olduğunu görebiliriz. Turistler neden en çok İstanbul’u, Konya’yı veya İslami sanat anlayışıyla öne çıkmış diğer kentleri ziyaret ediyorlar, hiç düşündünüz mü? Bu soruya pek çok etkenle cevap verebiliriz elbette. Lakin verilecek en anlamlı yanıt, “Türk İslam mimarisini görebilmek için.” olmalı, değil mi? Bilmem kaç yıl önce Osmanlı bu işi başarmış, İstanbul’a, Konya’ya, Kayseri’ye kendi damgasını vurmuş ise, o kadar teknolojik imkâna ve maddiyata sahip şimdikiler mi başaramayacak bunu?

KİŞİLİKSİZ ŞEHİRLER GEÇİDİ Kanaatimce bu bir maddiyat değil, anlayış/zihniyet sorunu olarak karşımızda duruyor. İnsanı özel yapan diğer beşerden farklılığıdır. Şehirleri özel yapan da kentlerin birbirinden farklılığıdır. Her şehrin bir kimliği, kişiliği vardır. Anadolu’yu özel yapan ise modern yapılardan arındırılmış, kendi kültürümüz ve sanat anlayışımızla yoğrulmuş, İslam estetiği ile şekillendirilmiş, Türk kimliği vurulmuş yapılar olmalı, kalmalı, değil mi? Kilise yapılarını andıran görkemli ama ruhsuz, devasa ama soğuk, gösterişli ama estetik duygusundan yoksun yapılar bizi anlatmaz. Cumhurbaşkanı Eski Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İSEN Türkiye Yazarlar Birliği’nin 18. Genel Kurulunda yapmış olduğu bir konuşmada bu tehlikeye dikkat çekerek, taşrada yaşayan yazarlardan yaşadıkları şehirlere sahip çıkmalarını istemişti. Kentlerin ilerlemişliğine yazarların, düşünce insanlarının fikirleriyle, programlarıyla yön vermeleri gerektiğini ifade etmişti. Bundan sonra belediyelerin tarihi kültürel varlıkların öne çıkartılması ve insanların hizmetine sunulması döneminin başladığından dem vurarak, yeni yapılacak yapılara kendi kimliklerimizi, Anadolu kültürünü vurmamızın bir elzem olduğu uyarısını yapmıştı. Sanırım geleceği görmek ve şekillendirmek bu olsa gerek. 37


Ş ehir

BATIDA BİR MEDENİYET BURCU:

ENDÜLÜS

Endülüs (Andalucia) ismi bugünkü İspanya'nın güneyindeki bir eyalet olarak yaşamaktadır. Bu eyalete bağlı Almaria, Granada, Jean (Ceyyan), Cordoba, Sevilla, Huelva (Velbe), Malaga ve Cadiz (Kâdis) vilayetleri bulunmaktadır. Bizim ise ilk hedefimiz Tuleytula (Toledo) şehriydi. 1,5 saatlik yolculuktan sonra gezimizin ilk Endülüs şehrine ulaştık. Ülkemizde nakış bilen kadınlarımız arasında bu kelime yabancı değildir. Belki Endülüs'ün şehri olduğunu bilmezler ama bir nakış çeşidine Toledo işi derler. Yıldırım AGANOĞLU

Bizim coğrafyamız! Orada bir coğrafya var. Biliyorum, gitmesem de görmesem de, parçalansa da, bizden koparılsa da, unutturulsa da, izleri silinse de, hissettiğim, hayal kurduğum coğrafya. Rüyalarımda havasını koklayıp suyunu içtiğim, kardeşlerimin besmeleyle ilk defa ayak bastığı, Tarık b. Ziyad'ın fethettiği coğrafya. Endülüs onun adı. Orası bizim coğrafyamız. Hala bizim diyorum, kaybetmemize rağmen. Bir İslam medeniyeti; sanatta kültürde, medeniyette bir zirve. Çöküş, acı, baskı, zulüm ve katliamda son nokta. Endülüs hayranlık, sevda, tutku, gizem duygularının yanında hüzün, nefret ve acı gerçek kavramlarını da birlikte yaşamanıza sebep olan bir ikilemdir aynı zamanda. Endülüs'e ulaşabilmek, yıllar önce kaybedilen bir çocuğu, anne-babayı bulmak, adeta sevdiğine kavuşmak gibi sevinçten deliye döndürüyor insanı. Benim için Endülüs seyahati yıllar süren bir hayalimin gerçekleşmesi demekti. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü'nde bir öğrenciyken ilk olarak tanıştığım bu medeniyet, araştırmaya başlayınca hayranlık uyandıran bir kıvılcım yakmıştı kalbimde. Sonrasında gördüğüm fotoğraflar, izlediğim belgeseller kalbimdeki ateşi alevlendirmişti. Nihayet 2014 Mayıs ayında, yıllar süren hayalimi gerçekleştirebildim. Başbakanlık Osmanlı Arşivi gezi grubu olarak Suriye, Ürdün, Makedonya, Kosova Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan ve Bosna Hersek turlarından sonra hedef olarak kendimize Endülüs'ü belirledik. BU BİR İSPANYA SEYAHATİ DEĞİL! Gezimize hiçbir zaman İspanya seyahati demedik. Çünkü İspanya'nın başkenti Madrid'e uçakla gidip dönmekten ve kısa bir tur yapmaktan başka İspanya'yı, İspanyol kültürünü, yemeklerini, boğa güreşlerini birincil hedef olarak seçmedik. Tabii ki gezdik, gördük ve gözlemlerimizi aktaracağız. Ancak biz Endülüs seyahati dedik, başka turistler İspanya turu desinler. Kurtuba'ya Cordoba, İşbiliyye'ye Sevilla, Gırnata'ya Granada demedik. Biz Endülüs'ün rüyalarını göreceğiz, onu okuyacağız, onu düşüneceğiz. Haritalar, yol tabelaları, broşür ve kitaplar başka türlü söylese de biz önce beynimizde, sonra gönlümüzde birincil adları, binüçyüz sene önce Müslüman kardeşlerimizin verdiği ve 711-1492 yılları arasında 781 yıllık Müslüman hakimiyetinde kullandıkları adları hatırlamaya ve size de hatırlatmaya çalıştık. İstanbul'da evden saat 7'de çıktım, uçağımız Sabiha Gökçen'den 10.30'da hareket etti ve 4 saatlik bir uçuşla öğleden sonra Madrid El Barnabas havalimanına indik. Hiç vakit kaybetmeden bizi bekleyen otobüsümüzde 45 kişilik grubumuzla yerimizi aldık. İstanbul Üniversitesi'nden Prof. Ali Ahmetbeyoğlu ve Doç.

sayı//3// ekim 38


Dr. İshak Keskin ile Medeniyet Üniversitesi'nden Doç. Dr. Recep Karacakaya ve bir öğretmen çift dışında grubumuzun tamamı içinde yazar ve araştırmacı arkadaşlarımızdan oluşan Osmanlı Arşivi personeli ve aileleriydi. Gerçekten üst düzey bir kalite, uyum ve tarihi bilinç taşıyan bu insanlar klasik bir turist grubundan farklıydı. Bizi karşılayan ve İspanya'da yaşayan Türk rehberimiz Selahaddin Kaçaran (Kendisinin "bana Selo diyebilirsiniz" hatırlatması üzerine bundan sonra Selo diye geçecektir) otobüse bindiğimiz andan, İstanbul'a uğurlayana kadar bizi bir bilgi bombardımanına tuttu. Selo Ankara'da İspanyol dili ve edebiyatı bölümünü bitirdikten sonra, 1990'lı yıllarda İspanya'ya gitmiş. İlk gün talihsiz bir şekilde soyulmuş parasının büyük bir kısmını kaptırmış. Birkaç gün sonra başına ikinci bir hırsızlık vakası gelmiş. Umutsuzluk içinde tam Türkiye'ye dönmek üzere iken, kendisine İspanyol bir kız yardımcı olmuş, ama kendi ifadesiyle üçüncü kez hırsızlık ile karşılaşmış. Fakat bu seferki bir gönül hırsızlığı imiş ve gönlünü çalmışlar. Selo evlenmiş, çoluk çocuğa karışarak İspanya'ya yerleşmiş. Başka işlerinin yanında tur rehberliği de yapıyor. İspanyolları Türkiye'ye götürüp, Türkleri İspanya'ya getiriyor. Böylece bir kültür elçiliği yapıyor, bir kültür köprüsü kuruyor. TULEYTULA (TOLEDO) YOLUNDA… Endülüs (Andalucia) ismi bugünkü İspanya'nın güneyindeki bir eyalet olarak yaşamaktadır. Bu eyalete bağlı Almaria, Granada, Jean (Ceyyan), Cordoba, Sevilla, Huelva (Velbe), Malaga ve Cadiz (Kâdis) vilayetleri bulunmaktadır. Bizim ise ilk hedefimiz Tuleytula (Toledo) şehriydi. 1,5 saatlik yolculuktan sonra gezimizin ilk Endülüs şehrine ulaştık. Ülkemizde nakış bilen kadınlarımız arasında bu kelime yabancı değildir. Belki Endülüs'ün şehri olduğunu bilmezler ama bir nakış çeşidine Toledo işi derler. Bu şehirde kısa bir yemek molası verdik. Dış ülkelere seyahat eden Müslümanların en büyük problemlerinden bir tanesi de helal yemek bulabilmektir. Bizim de bu seyahate çıkışımızdaki en büyük problemimiz buydu. Nispeten badiresiz bir şekilde atlatmaya çalıştık İspanya'ya yerleşmiş Faslı bir Arabın işlettiği bir lokantada sebze çorbası, tavuk ve sütlaç'tan oluşan ilk yemeğimizi yedik. Tuleytula 711 yılında Tarık b. Ziyad tarafından fethedilmişti. X. yüzyılda Tuleytula bölgesi müstakil bir Müslüman devlet hüviyetine bürünmüş, iktisadî kalkınma sağlanmış, şehir kültürel olarak gelişme kaydetmiş ve bayındırlık yönünden mamur hale gelmiştir. Kurtuba merkezli hilafet yönetimi zayıflayınca İspanyolların bölgeye müdahalesi gecikmedi. Leon ve Castilla Kralı VI. Alfonso fırsattan istifade ederek 1085'te şehri ele geçirerek Müslüman hâkimiyetine son 39


Ş ehir

verdi. Siyasî ve toplumsal açıdan Kastilya'nın en önemli merkezi haline gelen Toledo, XIII. yüzyılda, X. Alfonso döneminde kurulan tercüme kurumuyla Endülüs'teki kültürel ve bilimsel eserler tercüme edildi. Böylece İslamî dönemde ortaya çıkan bilimsel çalışmalarla bu çalışmaların bir kısmına bazı noktalarda kaynaklık eden Yunan felsefesinin Avrupa ilim âlemine tanıtılmasına katkıda bulunuldu. Kral II. Felipe 1560'ta Madrid'i başkent yaptıktan sonra Toledo'nun önemi daha da azaldı. Şehir günümüzde yüksek surları, tarihi yapıları korunmuş temiz, düzenli ve şirin 80 bin nüfuslu bir şehir. Müslüman medeniyetinden şehirde kalan bir mescit duvarı dışında şehirde hiçbir iz yok. Tamamı yok edilmiş. Zaten İspanyol Katolikleri tüm Endülüs'te bir elin parmakları kadar yapının dışında tüm camileri, minareleri, medreseleri ve de bütün nüfusu yok etmişler, adeta tarihten silmişler. Ancak Endülüs'te kalanlar bile o kadar güzel ki sırf bu yüzden bu coğrafyaya gelmek elzemdir. Vaktimiz kısıtlı olduğundan hızlı bir şehir turu yaparak Toledo'ya veda ettik. KURTUBA (CORDOBA) ŞEHRİ VE ULUCAMİ… Üç saat süren otobüs yolculuğundan sonra akşama doğru Kurtuba şehrine ulaştık ve otelimize yerleştik. Neredeyse 13 saat süren İstanbul trafiği, uçak seyahati ve İspanya içindeki otobüs yolculuğumuz bizi gerçekten yormuştu. Akşam yemeği balık ve salatadan oluşuyordu. Hızlıca yemeğimizi yedik. Bazı arkadaşlar yorgunluktan odalarına çekildiler. Endülüs Emevileri'nin en ihtişamlı döneminde başkentlik yapmış, 10. yy'da sayı//3// ekim 40

nüfusu 500 bin civarında olan Kurtuba dünyanın en büyük şehirlerindendi. Bu medeni şehirde 118 bin ev, 80 bin dükkân, 600 cami ve medrese bulunuyordu. O zamanlar Paris yaklaşık 38.000 İstanbul ise 400.000 nüfusa sahipti. Günümüz Cordoba'sında ise yaklaşık 300.000 kişi yaşıyor. Şehri gece görme fırsatı bir daha ele geçmez düşüncesiyle üniversite yıllarından ve sonrasında arşivden arkadaşlarım Nazmi ve Salih ile birlikte kendimizi caddelere attık. (Bu arada Nazmi Eroğlu'nun yazıp Bilge Kültür Sanat yayınevine teslim ettiği ve yakında basılacak "Kayıp Medeniyetin İzinde Endülüs Seyahatnamesi" adlı kitabını da mutlaka okumanızı tavsiye ederim) Hedefimiz şehrin merkezinde bulunan Kurtuba Camii idi. 45 dakikalık bir yürüyüşten sonra İspanyolların Guadalqivir, bizim ise Vadiülkebir dediğimiz nehre ulaştık. Işıklar içindeki Roma köprüsü ve hemen yanındaki Kurtuba Camii eşsiz bir güzellik halinde karşımızda duruyordu. Yürürken onu seyrede seyrede, yavaş yavaş gözlerimizi hiç ayırmadan ilerledik. Roma zamanında yapılmış köprüyü geçerek İslam mimarisinin bu muhteşem örneğinin yanına ulaştık. İspanyollar camiye Mesquito Katedral, yani Mescit Katedral diyorlar. Adeta tavaf edercesine cami ve bahçenin dış duvarlarını, hala üstünde Arapça hatların bulunduğu İslami motifli kapıları seyrederek birazcık sevinç ama daha çok hüzünlü bir şekilde dolaştık. Sabah erken kalkıp 8.00'de otelimizi terk ettik. Vadiülkebir nehrinin ne kadar büyük ve haşmetli olduğunu gündüz gözüyle görmek ve bir zamanlar buraya kadar denizden nehir yoluyla gemilerin geldiğini düşünmek insanı daha da şaşırtıyor. Ancak yüzyılların taşıdığı alüvyonlar yüzünden nehir gerekli derinliğini kaybettiğinden artık bu tarihi bir hatıra haline gelmiş. Köprüden sonra abidevi özelliği dikkat çeken camiye yaklaştık, henüz açılmadığından rehberimiz bizi çiçekler sokağına götürdü. Kimi yerde sadece bir metre genişliğindeki sokakların ardından, Akdeniz ikliminin verdiği bereketle duvarları rengârenk çiçekler ile dolu ortasında havuz olan küçük bir çıkmaz sokağa girdik. Devamında sıcak iklimde yaşamanın verdiği bir mecburiyet ile yapılan adeta güneşin giremediği daracık sokaklardan Kurtuba Camii'nin bahçesine ulaştık. İlk dikkatimizi çeken, dört köşe kule görünümlü minaresinin üstünün giydirilerek orijinal yapısının kaybettirilmesi ve en üst kısmına bir çan kulesi eklenmesiydi. Burası artık bir katedraldi. Bu acı gerçekle tanıştığımız bir andı ve kalbimize vurulan ilk hançerdi. Katedralde günümüzde ayinler yapılsa da binlerce turistin girdiği para basan bir müze haline gelmiş. Zaten günümüz İspanyollarının artık dinle çok alakası kalmamış. Rahip yetiştirecek genç


bulamıyorlarmış. Katolik mezhebi hiç kolay değil, mesela en basit birkaç kural: din adamı isen evlenmeyeceksin, normal halktan biri isen ve evlenirsen bir daha boşanamayacaksın. Kiliselerin çoğu Pazar günleri dahi boşmuş. Ancak bir evlilik töreni veya cenazede nispeten kalabalık oluyormuş. Caminin temelleri 786'da I. Abdurrahman tarafından atıldı. Şam'daki Emevi Camii örnek alınarak inşa edilen bu ilk bina I. Abdurrahman'ın oğlu Hişam tarafından tamamlandı. Ancak, 833 ve 848'de II. Abdurrahman zamanında camiye eklemeler yapılmış, 951 yılında III. Abdurrahman döneminde depremde yıkılan eskisinin yerine görkemli bir minare yapılmıştır. II. Hakem zamanında Kurtuba'nın (Cordoba) artan nüfusuna kâfi gelmeyen bina tekrar genişletilmiş ve 961 yılında yine ana plana sadık kalınarak on iki kemer bölmesinin eklenmesiyle kıble duvarı bugünkü yerine kaydırılmıştır. Bütün genişletmelere rağmen caminin ihtiyacı karşılamaması üzerine 987'de son eklemeler yapılmıştır. Eser günümüzdeki 180'e 150 metre ölçüleriyle ilk halinden farklı bir nitelik kazanmıştır. 1236'da Kurtuba'nın İspanyollar tarafından ele geçirilişinde cami maalesef katedrale çevrilmiş ve sonra 24 kapısından 20'si Hristiyanlar tarafından duvarla örülmüş. Bunun sebebi de bizim anlayışımızda camilerimizin aydınlık olmasına karşın, hristiyan itikadında mabedlerin karanlık olması ve Hz. İsa heykelinin bulunduğu yerin aydınlık olmasıymış. Bu cami 1400 civarında sütunun üstünde yükselen bir görkemli mabed iken Reconquista hedefiyle (İspanya'nın tekrar Hıristiyanlaştırılması) Kurtuba'nın düşmesi üzerine kiliseye çevrilirken 630 civarında sütun yıktırılmış. Camiye gelen kralın "Ne yapıyorsunuz" demesi üzerine diğer sütunlar bırakılmış, yanına yapılan gotik tarzdaki ek binalarla bina katedrale çevrilmiş. Bir kırmızı, bir beyaz taş sırasıyla inşa edilen ve adeta palmiye bahçelerini andıran çift kemerli sütun silsileleri halen seyretmeye doyulamayan eşsiz bir güzellik oluşturuyor. Mihrap altın yaldızlı mozaiklerle bezenmiş, kubbesi de doyumsuz bir güzelliğe sahip. İçinde birçok şapel inşa edilse de, halen cami kısmı çok büyük. Zamanında bu camide 40 bin insanın birlikte namaz kılabildiğini söylersek büyüklüğünü ancak anlatabiliriz. Hüzün içinde çıktığımız bu camiden sonra şehirdeki Yahudi Mahallesi olarak adlandırılan bölgeden geçiyoruz. Oysaki çevresindeki her yer İslam Mahallesi olmasına rağmen, onlardan tabelada bile bir iz yok. Rehberimizden öğrendiğimiz kadarıyla Yahudi Mahallesi dediğinizde tüm Avrupa şehirlerinde bölgeye yüzbinlerce turist akın ediyormuş. Tabii ki anlayacağınız üzere İslam Mahallesi deseydiniz kimse gelmezdi. Biz de oradan geçerek Endülüs

Evi diye müzeleştirilen ve zamanında büyük mütefekkir Roger Garaudy'nin bir müddet yaşadığı iki katlı evi ziyaret ediyor, İslami ögeleri içinde barındıran mimari ve kültürel objeleri, evin güzel bahçesini, odalarını, havuzlu avlusunu gezmeye doyamıyoruz. Roger Garaudy'e Fransa'da yapılan baskılar ve dışlanma modern tabirle ötekileştirme uygulandığı için İspanya'ya sığınmış ve mikro düzeyde de olsa İslam kokan bu topraklarda yaşamayı tercih etmiş. Gezide en büyük sorunlardan biri de çaysızlık. Neyse ki bir Faslı'nın işlettiği çayevine giderek, alışık olmadığımız demleme ve lezzette de olsa çayımızı içerek biraz ferahlıyoruz. Bu evde de Müslüman öğeleri içinde barındıran bir mimari sistemi gözlemliyoruz. Tarihi Kurtuba'nın dar sokakları, sıcak dolayısıyla mutlaka avlulu ve envai çeşitteki çiçekli evleri adeta ruhumuzu okşuyor. İspanya diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelerin aksine, günümüzde Müslümanlara karşı biraz daha anlayışlı. Kurtuba'da günümüzde 100 civarında burada yaşadığı ifade edilen Müslümanlar için küçük bir mescidin kullanılmasına izin verilmiş. Burada namazları eda ettikten sonra Kurtuba'ya doyamadan öğleden sonra İşbiliyye'ye doğru yola çıktık. İŞBİLİYYE (SEVİLLA) GECELERİ… Yaklaşık iki saatlik bir yol ve ikindiden sonra Endülüs Müslümanlarına başkentlik yapmış ikinci bir şehir olan İşbiliyye'ye (Günümüzde Sevilla/Okunuşu: Seviyya) vardık. Şehir Sevilla'nın nüfusu 1.500.000 idi. Atlas Okyanusu'na sadece 87 km. uzaklıkta olup ortasından akan nehirden denize bağlantısı vardı. Otelimizin ismi gezimizin

41


Ş ehir

mahiyetiyle birebir uyumlu olan Al-Andalus idi. Yemekten sonra gece vakti İspanya'nın bu modern ama aynı zamanda tarihi ve zengin şehrini gezmeye başladık. İlk dikkat çeken unsur 1700'lü yıllar sömürgeci döneminden kalan, envai çeşit renkte çiçek ve ağaçları barındıran bahçelere sahip saray yavrusu köşkler ve binalardı. Hele bu şehirde hayatımda ilk defa gördüğüm mor çiçekler açan koca ağaçları hiç unutmayacağım. Şehirde bu dönemden kalma zenginlik, planlı büyümesi ve tarihi mirasa sahip çıkılması bizde takdire şayan duygular uyandırdı. Şehir merkezine doğru yürürken İspanyolların milli bir bayramına rast geldiğimizi anladık. Şehrin ortasındaki bir parktan çıkan, hepsi bakımlı olan atlar ve üstündeki geleneksel giysileriyle erkek ve kadın İspanyollar ortama değişik bir hava katıyordu. Parktan çıkışta trafik durdu, kimi süvarilerin arkasında geleneksel uzun kıyafetleriyle İspanyol kızlar yanlamasına ata binmişti. Burada modernite ile geleneğin bir çatışmasına da şahit olduk. Çünkü arka tarafa, geleneksel kıyafetiyle, topuzlu saçında bir gül ile oturan İspanyol kız, elinde cep telefonu ile uğraşıyordu. Biraz ilerlediğimizde şehrin merkezindeki park adeta bir bayram yeri haline gelmiş. Öğrendiğimiz kadarıyla halk bu festivale çok önem veriyormuş. İspanyolların neredeyse tamamı (1 yaşında sayı//3// ekim 42

yeni yürüyen çocuklar dâhil) özel diktirdikleri rengârenk kıyafetleri ve danslarıyla festivale özel hazırlanan stantlarda eğleniyor yiyip içiyorlardı. Ünlü şairimiz Yahya Kemal'in Endülüs'te Raks şiirindeki "Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı…/ Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı " dizeleri boşuna değilmiş. Ertesi gün İşbiliyye hakkındaki tarihi bilgilerimizi tazeleyerek gezimize başladık. Muvahhidler döneminde şehir Merakeş'ten sonra ikinci hükümet merkezi durumuna geldi ve bayındırlık çalışmalarıyla şehir imar edildi. Şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere uzaktan su getirildi. 1171 yılında yaptırılan İşbiliye Ulucamii, şehir ele geçirildikten (23 Kasım 1248) sonra İspanyollar tarafından kiliseye çevrildi, minaresi çan kulesine dönüştürüldü ve Giralda adını aldı. Cami daha sonra yıktırılarak yerine Santa Maria Katedrali inşa edildi (1401-1506). Ancak, minare yıktırılmadığı için bugün Sevilla'nın sembolü durumuna gelmiştir. Şehrin kenarındaki geniş ve modern caddelerden birine yanaşarak tarihi Sevilla şehrine doğru surlardan içeri girdik. Şehrin bu kadar zengin olmasının ana sebebi, sömürgelere gidişin buradaki limandan başlaması ve Güney Amerika'dan gelen gemilerin paha biçilmez yüklerini burada indirmesidir. Ayrıca 1930'lu yıllardan itibaren İspanya'nın en büyük fuarı bu şehirde düzenlenerek, şehrin ekonomik yapısına bir güç katıyordu. Şehrin ortasında imparatorluk döneminden kalan dört ana kule ile simgelenen büyük havuzlu tarihi meydanı buranın önemli bir merkez olduğunun göstergesiydi. Burada İspanya'nın simgelerinden olan yelpaze satan Çingene satıcıların çokluğu dikkat çekmekteydi. Yine dar sokaklar ve güzel evler görerek devam ettik. İşte bu dar sokakları İspanyol direnişçiler uyguladıkları gerilla taktikleriyle, Napolyon döneminde Fransız askerlerine mezar etmişler. Nihayet şehrin meydanında 1171 yılında yaptırılan İşbiliyye Ulu Camii'nden kalan birkaç hatıraya ulaşabildik. Bunlar harika bir mimari estetikte inşa edilen 70 metre minaresi (günümüzde en üstüne bir ekleme yapılarak çan kulesine dönüştürülmüş kısımla birlikte 97 metre), müze giriş kapısı ve bahçesindeki devasa büyüklükteki cami bahçesinin ana girişinde bulunan demir kapıydı. Bu kapı o kadar büyük ki yaklaşık 6 metre boyunda ve üzeri işlemeli her kutucuğunda küfi hatlı Arapça ibareler bulunuyor. Hattat Ali Toy dostumuz tüm gezimizde bu hatlar ve mimari eserler ile hepimizden çok ilgilendi. Katedralin içinde Kristof Kolomb'un mezarı bulunuyor ve o zamanın İspanyası'nda hüküm süren 4 kral temsili tabutu taşıyordu. Bizden hiçbir iz taşımayan katedrali hızlıca gezdikten sonra minareye tırmanmaya başladık. Minare eğimli bir


şekilde katlar arasında yükselen bir yolu içinde barındırıyor. O kadar yüksek ki, zamanında yaşlı müezzinler yukarıya ancak bir eşeğin sırtında çıkıp ezan okurlarmış. Yukarı çıkınca tüm şehri seyretmek mümkün oldu. Ancak biz dayanamayıp arkadaşım Mustafa Küçük ile birlikte bir çifte ezan okuduk. Çünkü İçimizde hissettiğimiz hüznü başka şekilde bastırmak mümkün olmayacaktı. ALKAZAR SARAYI YA DA HRİSTİYAN İSPANYA'DA MÜSLÜMAN İZLERİ… Mesleki bir merakla, Katedralin hemen yanında bulunan Amerika Sömürgeleri Genel Arşivi'ni Archivo General De İndias'ı ziyaret ettik. Serbest zamandan sonra bir İspanyol işadamının ifa ettiği Fahri Türk Konsolosluğu'nda asılı bulan Türk bayrağımızın altında buluşmayı kararlaştırmıştık. Bir saatlik kısıtlı bir vaktimiz olmasına rağmen grubumuzdan sadece 6 kişi ile burada bulunan tarihi Alkazar Sarayı'nı hızlıca ziyaret etmeye karar verdik. Öncelikle Alkazar adının El-Kasr'dan geldiğini belirtelim. Neticede kelime aynı kalıyor, ancak İspanyolca oluyor. 10. yüzyılda ise burada, Kurtuba halifeliğinin hizmetinde bir kale bulunmaktaydı. Esasında dönemin İspanyol hükümdarı, Endülüs mimarisine hayran olduğu için burada Müslüman mimar ve ustalar çalıştırarak, sarayı yaptırmıştır. Bunu bilmeyenler, Alkazar'ın bütünüyle Müslümanlardan kalma bir eser olduğunu düşünmektedir. Bundan dolayı şark dünyasını konu alan bazı Hollywood filmleri hep burada çekilmiştir. Sarayın iç mekânlarında sütunlar, motif ve işlemeli kemerler ile duvarlarda ince işçilikle bütünleşen sanat anlayışı görülmektedir. Bununla beraber, Avrupa'da geçerli olan sanat akımlarının tesiri olduğu söylense de saraydaki mimari unsurlarda Endülüs izleri belirgindir. Saraydaki Endülüs etkisi, bu kültür ve medeniyet ikliminin İspanyollara ne şekilde tesir ettiğini ispatlamaktadır. Bu, adeta yenilen bir medeniyetin kültürel zaferidir. Sarayın bütün gün vakit geçirilebilecek arka bahçesinde, insan boyunda yüksek servi cinsi çalılarının duvar gibi perdelenmesiyle içinde kaybolunabilecek labirent yürüme yolları yapılmıştır. Bahçe içinde birçok köşk ve irili ufaklı fıskiyelerin bulunduğu havuzlar yer almaktadır. Şehrin içine doğru aynı seviyede yayılan bazı duvarları tamamen çiçeklerle örtülü saray bahçesinin ucu-bucağı görülmemektedir. İçindeki egzotik çiçek ve ağaç cinslerindeki çeşitlilik de sömürgelerden buraya getirildiğinin göstergesidir. Bu arada biz İstanbulluların hafızasında Beyoğlu'ndaki iki tarihi sinemanın Elhamra ve Alkazar olarak isimlendirilmesi de geziyle birlikte daha çok dikkatimizi çekti. Otobüsümüze binip Vadiülkebir nehrindeki köprüden geçerken

Endülüslülerin hazine dairesi olarak kullandığı Altın Kule'yi selamlayarak bu şehre de hüzünlü bir veda ettik. Endülüs'teki Son Kale: Gırnata (Granada) İki saatlik bir yolculuktan sonra, Endülüs döneminde Nasrîler (Benî Ahmer) Devleti'nin başkenti olan Gırnata'ya vardık. Şehir, Sierra Nevada dağının eteklerinde kurulmuştur. Deniz seviyesinden 689 metre yüksekliktedir. Bu şehir neden önemlidir? Birincisi, Gırnata tüm Endülüs'te İslam'ın en çok hüküm sürdüğü bir şehirdi. Endülüs'ün diğer şehirleri düştükten sonra iki buçuk asır daha dayanarak 1492'ye kadar varlığını sürdürmüştü. İkinci sebep de bu şehrin belki dünyanın en güzel saraylarından biri olan Elhamra'yı içinde barındırmasıdır. Nihayetinde Gırnata şehri Endülüs'ün son emirliği ve düşen son kalesiydi. 712'de küçük bir yerleşim yeri olan Gırnata'nın yönetimi tarih boyu birçok kez çeşitli Müslüman topluluklar arasında el değiştirdi. XV. yüzyılın ortalarına doğru, Sultan Ebü'l Hasan Ali bin Sa‘d döneminde (1465-1482) ülke oğlu ve kardeşiyle birlikte fiilen üçe bölünmüştü. İç kavgalarla zayıflayan Müslümanların yanı başlarındaki tehlikenin farkında olmamaları ve tedbirsiz davranmaları ilginç bir husustur. Zira, Kastilya Kraliçesi İzabella ile Aragon Kralı Ferdinand'ın evlenerek İspanyol birliğini kurması ve büyük bir güç toplaması ile Nasriler'in içinde bulunduğu istikrarsızlık ülkenin sonunu getirmeye yetmiştir. 6 aylık bir kuşatmadan sonra şehir 2 Ocak 1492'de teslim olmak zorunda kaldı. İspanya kralının söz ve taahhütlerine inanan ve ülkesini terk etmek istemeyen Müslümanlar için verilen sözler unutulunca kâbus dolu yıllar başlamış oldu. Devletlerin en kötü, en gayrı insani icraatından biri asimilasyon politikalarıdır. Zorla, baskı, tehdit, şantaj ve her şeyden önce can korkusu ile meydana gelen din değiştirme; bir kültürün, inanışın ve halkların ölümü demektir. 1499'dan sonra Müslümanlar için İspanya'da zor günler başladı. Şehre gelen Toledo Piskoposu, kralı ikna ederek ve desteğini alarak Müslümanları asimile etme projesini hayata geçirdi. Maddi vaatlere kanmayan Müslümanlara her türlü baskı ve şiddet uygulandı, tüm camiler kiliseye çevrildi. Müslümanların 12 Şubat 1502'de, ya dinlerinden vazgeçip Hıristiyanlığa girmeleri, ya da ülkelerini terk etmeleri emredildi. Ancak, böyle bir tercihle karşı karşıya kalan Müslüman ahalinin hayata tutunmak adına görünüşte Hıristiyanlığı seçmesi yine de onlar için bir kurtuluş olamıyordu. O kadar ki, 1492'den 1609'daki Morisko cemaatlerinin (zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslümanlar) ülke dışına sürgününe kadar yapılan icraatlar, verilen emirler İspanya tarihinde kara bir lekedir. 43


Ş ehir

Tüm yorgunlumuza rağmen bu şehri de gece görmemiz gerektiği kanaati gücümüzü toplamamıza yetmişti. İspanyolların genelde İngilizce bilmemesi, bilenlerin de çok kötü bir telaffuzla konuşmaları işimizi zorlaştırsa da, Akdeniz toplumu fertleri olarak rahatlıkla anlaşmıştık. Bindiğimiz taksiye Elhamra Sarayı'nı tepeden görmek istediğimizi anlatmamızla birkaç dakika içinde orada olduk. Bu arada İspanyol taksicilerin dünyada turistleri kandırmayan nadir taksicilerden oldukları da tecrübemizle sabittir. Işıklar içinde tüm şehir ayaklarımızın altındaydı. Ama en önemlisi Elhamra Sarayı bütün ihtişamıyla adeta 1001 gece masallarındaki havasıyla karşımızdaydı. Gezimizin fedakâr organizatörü değerli arkadaşım Ahmet Ergün ve grubu yürüyerek saray bahçelerini keşfetmiş, biz de Ayten Hanım ve Salih kardeşimle taksiyle, muhteşem manzarası ile sarayı karşıdan gören bir tepede çaylarımızı yudumlama zevkini tatmıştık. ELHAMRA SARAYI Ertesi gün kalplerimiz hızlıca çarpmaya başladı. Saraya girmek hiç de kolay değil. Özellikle turist grupları birkaç ay öncesinden rezervasyon yaptırıp kişi başı 40 Euro olan ücreti ödedikten ve giriş sırasını bekledikten sonra ancak tura başlayabiliyor. Saray bahçesinin girişinde devlet görevlilerinin ikametgâhları ve tarihi hamam yer alıyor. İdare merkezi, ve bürokrasi surların içinde; hanedan mensupları sarayda, halk ise sarayın karşısında bulunan tepede yaşıyormuş. Kuş cıvıltıları ve bahçe peyzajındaki başarılı uygulamalardan sonra Mahkeme olarak adlandırılan binadan saraya giriş yaptık. Elhamra adı "kızıl" anlamına gelmektedir. Sarayın bu adı alması, inşaatta kullanılan kil harcının saraya dış görünüşüyle verdiği renkten ötürüdür. Bize dağıtılan telsiz kulaklık alıcılarımız ile rahatça gezip rehberimizi de dinleyebiliyor, kısa vakitte fotoğraflarımızı da çekebiliyorduk. Sarayın tarihi 9. yy. sonlarına kadar gitmektedir. Bölgenin güvenliği için burada Medinetü'l-Hamra adıyla bir kale inşa edilmişti. 1238'de Gırnata'nın Nasriler Devleti'nin yönetim merkezi olarak seçilmesi ve hükümdarın buraya yerleşmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Sarayın en önemli kısımları olarak Kadı kulesi, Cariye Kulesi, Adalet Kapısı kitabesi vb. yerler I. Yusuf (13331354) zamanında yapılmıştı. Ancak bütün insanlığın hayranlığını çeken Arslanlı Avlu'yu ise oğlu V. Muhammed yaptırmıştır. Sarayın ilk hayranlıkla gezdiğimiz noktası Meşveret Salonu idi. Duvarlardaki alçı süslemeler, nakış ve desenler ziyaretçilerde tarifsiz bir hayranlık uyandırıyor. Buradan bir koridorla Saray Mescidi'ne geçtik. Pencereden karşı kasaba yeşillikler içinde çok güzel bir manzara meydana getiriyor. Ayrıca sayı//3// ekim 44

sadece mescitte değil bütün saray salonlarındaki üç kelime tarihten bugüne bize mesaj vermeye devam ediyor. "La Galibe İllallah/Allah'tan başka galip yoktur". İsterseniz hükümdar olun, isterseniz hizmetkâr, bu hüküm değişmiyor. Kibire kapılmadan yerimizi, haddimizi bilerek mesuliyetlerimizi en iyi şekilde yapmamızı gerektiğini ve neticenin ne olacağını kirlenmiş nefislerimize hatırlatıyor. Bir kelam-ı kadim burada aklımıza geliyor: "Görene, Köre ne!". Ancak Endülüs hükümdarları bundan ibret almamış olsalar gerektir ki, saltanat ve kardeş kavgaları içinde maalesef yok olup gitmişler, hem de ülkelerinde bir Müslüman kalmamacasına… Sonraki rotamız Divan odası'ydı. Gördüğümüz şaşkınlık ve hayranlık her yeni bölümde artarak devam ediyor. Havuzlu bir avludan Elçi Kabul Salonu'na geçiyoruz. Bu salon, 18 metre yüksekliğindeki sedir ağacından yapılmış tavanı, sedef kakma bal peteği şekli süslemeleriyle Sarayın ihtişamını yansıtan en güzel işlemeli kısımlarındandır. Yerden bir metre yüksekliğinde tüm salonu boydan boya çevreleyen, çiniler arabesk süslemelerin en güzel örneklerindendir. Ve değil sarayın, tüm Endülüs gezimizin zirve noktasındayız. Aslanlı Avlu'ya girdiğimiz anda bu sanat ve estetikte son nokta diyorsunuz. Adeta diliniz tutuluyor, Gözleriniz bakmaya doyamıyor, dikkatlice baktığınız her noktada başka bir güzellik keşfediyorsunuz. Dikdörtgen avlunun ortasında aynı ebatta yüzleri dışarı bakan 12 aslan heykeli bulunuyor. Üzerlerinde dairesel bir çanak bulunuyor ve üstünde su fıskiyesi var. Aynı zamanda aslanların ağzından akan sular, avlunun dört tarafına dağılarak güzel bir tını oluşturuyor. Buradaki kalem gibi ince narin mermer sütunlar bizleri büyülüyor. Alçı nakış-süslemelerin bir farklı özelliği de oymalı olduğundan iç odalara güneş ışığını geçirmesi dolayısıyla içeride tarifsiz ışık huzmelerinin meydana gelmesidir. Aslanlı Avlu sarayın Harem kısmıdır. Buranın etrafındaki ana odalardan birisinin geometrik işlemeli mukarnas süslemeli tavanını, yapmak için sadece mimari ve estetik bilgisinin yetmeyeceği, iyi bir matematik bilgisi gerektiğini öğreniyoruz. Saray'ın ana kısımları bittikten sonra envai çeşit güller, sünbüller içindeki bahçesinde kısa bir yürüyüşten sonra yan tarafındaki Yazlık Sarayı geziyoruz. Burası nisbeten daha sade bir mekân. Ancak buranın Cennetü'l-Arifin/Ariflerin Cenneti diye adlandırılan bahçeleri günümüzde bile çok güzel ki, o zaman ki güzelliğini hayal dahi edemiyoruz. Elhamra gezimizi sonlandırırken nefeslerimizi adeta yutkunarak aldık, hayranlıktan göz bebeklerimiz büyüdü, boğazımız kurudu. Bunlar hayranlık ve hüzün duygusunu bir arada yaşamaktan meydana gelen etkenlerdi. Saraydan çıkarken, Gırnata'nın teslim edilmesi


üzerine son hükümdar Ebu Abdullah'ın ağladığı anlarda annesinin söylediği ibretlik sözleri aklımıza geliyor. Sultan, maiyetiyle muhteşem sarayından çıktıktan sonra sarayı gören son tepede, dönerek son bir kez şehrine bakmış ve hıçkıra hıçkıra ağlamış. Annesi Fatıma "Bir yiğit asker olarak savunamadığın şehrin için bir kadın gibi ne kadar ağlasan yeridir" demiş. Bu ayıp, bu hükümdarın ve bu halkın yüzünde bir tokat gibi patlamış. Ancak bu ibretlik sözler, sadece onlara değil, aynı zamanda günümüz Müslümanlarına da atılan bir tokattır. Artık sarsılarak kendimize gelmemiz ve tevhid kavramını bir kez daha yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu? Gırnata'dan sonra 6 saatlik bir yolculuktan sonra Madrid'e ulaştık. Şehrin Plaza Mayor ve Puerto De Sol meydanlarını, Kraliyet sarayını, Real Madrid Stadyumunu vb. yerleri gördük. Ancak Endülüs'ü anlattıktan sonra bunlar o kadar yavan ki, anlatmak Endülüs'ün büyüklüğüyle bağdaşmaz diye düşünüyorum. Şam ziyaretinde türbesini ziyaret ettiğim büyük mürşid Muhiddin İbn-i Arabi'nin doğum yeri olan Mursiye'yi görememek, Atlas Okyanusu'nu seyredememek gezinin nadir eksikliklerindendi. Ancak bir ülke bir seferde gezilmez ve keşfedilmez ki. Bu duygularla gezimize son veriyoruz. Ertesi gün havaalanından İstanbul'a doğru giderken kesinlikle şunu düşünüyoruz. Her ne kadar Endülüs medeniyetinden günümüze belki de yüzde beş iz kalsa bile, sırf bunlar bile İslam'ın ulaştığı muhteşem seviyeyi ve ne kadar zirvede olduğunu ispat etmeye yetiyor ve artıyor bile. Gezdiğim Almanya ve İsviçre gibi ülkelerin aksine İspanya, gönlümde halen çok farklı bir yer tutuyor. Çünkü günümüzde bile gezerken "Buralar hala biz kokuyor" duygusunu yaşadığım, dolaşırken kendimi yabancı biri olarak hissetmediğim bir ülke. Onun için diyorum ki, her Müslüman aydın, Endülüs'ü görmeli, Endülüs'ü yaşamalı ve Endülüs'ten ibret almalı… ANA HATLARIYLA ENDÜLÜS TARİHİ Endülüs isminin, İspanya'nın güneyinde Vandallar'ın hüküm sürmesinden "Vandalus" adından türetilmiş olması muhtemeldir. Müslümanlar, Fransa'nın güneyi dâhil fethettikleri bütün topraklar için Endülüs tabirini kullanmışlardır. İspanya'ya Müslümanların ayak basmasıyla ilgili genellikle kabul gören tarih 710'dur. Kuzey Afrika'nın ele geçirilmesinden sonra, bölge valisi Musa bin Nusayr, 500 kişilik bir askeri birliği bu tarihte İspanya'nın keşfi için görevlendirdi. Vali, bir yıl sonra (711) Berberi asıllı Tarık bin Ziyad'ın emrine 7.000 kişilik bir ordu vererek İspanya'nın fethi için görevlendirdi. Tarık bin Ziyad, Kral Rodrigo'nun yönettiği Vizigot

ordusu ile Rio Barbate (Vadiü'l-lekke) kıyısında zorlu bir savaş sonucunda büyük bir zafer kazanmasının akabinde kendisi ve komutanları Cordoba (Kurtuba), Toledo (Tuleytula) ve birçok şehri fethetti. Tarık bin Ziyad'ın fütuhatında "gemileri yakarak geri çekilme yolunu tıkadığına" dair anlatılanlar bu büyük hadisenin kısmen destanlaştığını göstermektedir. Böylesine bir teşebbüsün gerçeklerle bağdaşmayacağı açıktır. Bu tür kayıtlar, ancak komutanın kararlılığı, metanet, sabır ve cesaretini ortaya koymaktadır. Halife Velid bin Abdülmelik 714'te Vali Musa ve İspanya fatihi Tarık'ı Şam'a çağırdı.. Böylece, I. Abdurrahman'ın 756'da Endülüs Emevi Devleti'ni ilanına kadar devam edecek olan Valiler Dönemi (711-755) başladı. Bu süreçte -hilafet merkezindeEmeviler'e karşı Abbasiler'in başlattığı mücadele başarıya ulaşmış, hanedan mensuplarının büyük çoğunluğu kılıçtan geçirilmiştir. Halife Hişam bin Abdülmelik'in torunu Abdurrahman bin Muaviye bu amansız katliamdan canını zor kurtararak Kuzey Afrika'ya kaçmış, buradan 755'te Endülüs'e geçmiştir. 756'da Kurtuba'da bağımsız Endülüs Emevi Devleti'ni (756-1030) hayata geçirmiştir. I. Hişam (788-796) döneminde iç çekişmeler durulduğu için ülkenin kuzeyindeki Hıristiyan krallıklarla mücadele edildi ve yerli ahali arasında ihtida edip İslamiyet'i seçenlerin sayısı arttı. II. Abdurrahman döneminde (822-852) devlet, en parlak dönemlerinden birini yaşadı. Arapça ve İslamiyet'in yayılması daha da hız kazandı. Nitekim, bu dönemin sonlarına doğru Müslüman nüfusun çoğunluğunu İspanyol asıllı Müslümanların teşkil ettiği belirtilmektedir. Tuleytula, İşbiliye ve Kurtuba gibi İslam kültürünün en üst düzeyde yaşandığı şehirlerde

45


Ş ehir

Hıristiyanlar bile Arapça konuşmaktaydı. Dahi bir siyasetçi ve devlet adamı olan III. Abdurrahman kendini Halife ilan ettikten sonra Endülüs'te Halifelik dönemi (929-1031) başladı. İspanyol Leon ve Pamplona krallıklarını haraca bağladı. İçerideki mücadeleleri hilafetin prestijiyle ortadan kaldırarak tek ümmet bilincini pekiştirdi ve bunun alt yapısını eğitime önem vererek oluşturdu. Şii Hammüdiler, Emevilerin düştüğü kötü durumdan faydalanarak Kurtuba'yı ele geçirip tahta el koysalar da 1022'de Kurtuba'dan ayrılmak zorunda kaldılar. Kurtuba eşrafı ile halkın temsilcileri bir araya geldi ve halifeliği ilga ederek Emevi hanedan mensuplarını sürgüne gönderdi(1031). Endülüs Emevi Devleti fiilen yıkıldıktan sonra birçok şehirde nüfuzlu ailelerin etrafında küçük hanedanlık hükümetleri oluştu. Tarihte Mülkü't-Tavaif (1031-1090) olarak geçen bu dönemde, derebeylikler arasında meydana gelen savaşlar ve nüfuz mücadelesi Endülüs toplumlarını zayıflattı. Kurtuba'dan sonra Endülüs'ün o dönemde ikinci büyük şehri Tuleytula'nın kaybedilmesi reconquesta (İspanya'yı yeniden geri alma) tehlikesini somutlaştırmıştır. Bunun üzerine Kuzey Afrika'daki Murâbıtlar'dan yardım talep edildi ve tarihte Murabıtlar Dönemi (1090-1147) olarak adlandırıldı. Murabıtlar'ın hükümdarı Yusuf bin Taşfin, Endülüs'ü Murabıtlar Devleti'nin bir vilayeti durumuna getirdi. 60 yıl süren bu yeni dönemde Hıristiyanların hücumları bertaraf edildi ve içerde istikrar sağlandı. Bununla beraber, daha sonra Murabıtlar'ın yönetimindeki adaletsizlik ve ağır vergi yükleri sebebiyle halk isyan etti; karışıklıkların sonucunda istikrar bozuldu. Murabıtlar Devleti 1147'de yıkıldıktan sonra Endülüs'te siyasi birlik yeniden bozuldu.

sayı//3// ekim 46

Bu olumsuz gidişatı yine Kuzey Afrika'da hüküm süren Muvahhidler durdurdu. Böylece Endülüs tarihinde Muvahhidler Dönemi (1147-1229) başladı. İspanyol krallıklarının öncülüğünde gerçekleştirilen haçlı taarruzları sonucunda Endülüs'ün en önemli şehir ve kaleleri düştü. Endülüs, adeta 13. yy ortalarında fiili olarak tarihe karışmış oldu. Bu medeniyetin son temsilcisi olarak kalan Gırnata Emirliği'nin (1232-1492) iki buçuk asır daha hayatta kalabilmiş olması ilginçtir. Kastilya-Leon Kraliçesi İzabella ve Aragon Kralı II. Fernando'nun 1469'da evlenmesiyle İspanyolların birliği temin edildi. Güçlerini birleştiren İspanyollar, başkent Gırnata dışında bütün şehirleri zaptettiler. Kuşatma altına alınan Gırnata halkı ile askeri birlikleri savunmayı sürdürseler de, imkânsızlıklar içinde teslim olmak zorunda kaldı ve böylece 1492'de Endülüs'te Müslüman hâkimiyeti tamamen tarihe karıştı. Burada yaşayan ve göç edemeyen Müslümanların, bir asır içinde katliam, sürgün ve asimilasyona tabi tutularak varlıkları tamamen ortadan kaldırıldı. Bu süreçte Osmanlı Devleti, Endülüs Müslümanları ile ilgilenmeye çalışmışsa da sonucu değiştirebilecek yeterli araçlara sahip değildi. Endülüslü Müslümanların yardım talepleri, II. Bayezid'in bu dönemde Şehzade Cem meselesi ve Memluklular ile olan mücadeleleri sebebiyle akim kaldı. Bunun bir başka sebebi, Osmanlı donanmasının o tarihte İspanya kıyılarına başarılı bir müdahale kapasitesinin olmayışıdır. Bununla beraber, Padişah, Papaya ve II. Fernando'ya mektuplar yazarak Müslümanlara uygulanan baskıların kaldırılmasını talep etti. 1502'de baskı altında yaşayan Müslümanlar yine II. Bayezid'e bir elçi göndererek çaresizliklerini dile getirdiler. II. Bayezid, Kemal Reis kumandasında bir donanmayı görevlendirdi ve İspanya kıyıları vurularak bir grup Müslüman Kuzey Afrika ve İstanbul'a sevk edildi. Kanuni döneminde, burada büyük zulüm altında Endülüslü Müslümanlar, Cezayir Emiri Hızır Reis (Barbaros)'ten yardım istediler. 1530'lu yıllarda İspanya sahillerine yedi sefer düzenleyen Hızır Reis, 70.000 Müslüman'ı kurtararak Cezayir topraklarına yerleştirdi. Fakat İspanyollar, Endülüs'te kalan Müslümanları asimilasyona tabi tuttular. Bu baskılar sonucunda Müslümanlar tüm bölgelerde ayaklandı (1568) ve Osmanlılardan tekrar yardım talep etti. II. Selim, Cezayir Beylerbeyi Kılıç Ali Paşa'nın idaresindeki büyük bir donanmayı yardıma gönderdi ise de çıkan bir fırtınada Meriye sahillerinde donanma dağıldı veya tahrip oldu. 1570'te İnebahtı'da yakılan Osmanlı donanması yüzünden bir daha yardım gönderilemedi. Neticede İspanyollar tarafından Müslümanların tamamı Endülüs'ten sürüldü (1609-1614).


ŞEHİRDE EDEBİ İLE AÇAN ÇİÇEK ;

KARDELEN DERGİSİ

Kardelen dergisini hor görme zahit İçinde yayınlanmış nice mısralar var… Nurettin DURMAN aşar Kaplan’ın çıkardığı Aylık Dergi kapanmış, birçok sıkıntıdan sonra İstanbul’a taşınmış Üsküdar’da Bu Meydan dergisini çıkarmaya başlamıştı. Yaşar Kaplan iyi bir dergiciydi; yazarlarıyla ilgilenir, yazdıklarının iyi olması için önerilerde bulunur varsa yazıda, şiirde eksikleri, noksanları hiç çekinmeden söylerdi. Aylık Dergi kapanıncaya kadar orada yazdım. Bu Meydan dergisinin Üsküdar’da Selami Ali Efendi Caddesindeki dergi bürosuna uğrar olmuştum haliyle. Dergiye gidişlerimden birinde Müştehir Karakaya ile tanıştım, bir müddettir dergide çalışmaya başlamış. Bu minval üzere sohbetimiz koyulaşmış oldu. Aslında bende daha önceden Nidai Kuloğlu ile hazırladıkları “Kuşan Ey Yürek” adlı şiir antolojisi vasıtasıyla biliyordum Müştehir’i. Orada öyle birdenbire, ani bir dostluk peyda oldu aramızda. Oturduk konuştuk. Örnek mahallesinde oturuyormuş, orada Mürsel Sönmez diye bir arkadaşı varmış. Böylece geçmişten, zaman zaman da gelecekten söz eder olduk aramızda.. Bir defasında bir edebiyat dergisi çıkarmak istediğini, müthiş bir dergi açlığı çektiğini ifşa eder gibi ‘artık bıktım, bir dergi çıkarmam lazım’ gibi düşünlerini benimle paylaşmaya başladı. Aynı şeyleri meğer Örnek mahallesinde beyaz eşya mağazası olan arkadaşına da söylüyormuş. Bana bir ara ‘böyle bir dergi için var mısın’ diye sorunca ben de ‘evet’ cevabını vermiştim. Kardelen Dergisi, Müştehir Karakaya yönetiminde ve yayın kurulunda Mürsel Sönmez, Şefik Memiş, Fahri Çakı, Mesut Doğan, Arif Şehitcan, İbrahim Yıldırım, Nurettin Durman olan bir dergi olarak 1990 yılında yayın hayatına başladı. Kardelen Dergisi 1990 yılında Şubat ayında “Merhaba Yeryüzü” diyerek çıktı. Dergi geniş açılımlı ve atak olacak. İslami duyarlığı hep gündemde tutacak. Eleştiren, sorgulayan, edepli bir dergi olacak. Bu ilk sayı ilk heyecan oluyor. Temiz bir baskısı var derginin. Benim bir şiirim ve yazım var dergide. Yazının adı: Yaşasın şiir… Daha sonraları Süleyman Çelik, Arif Dülger, Hüseyin Akın derginin bünyesinde yer aldılar.

Kardelen Dergisinin ikinci döneminde Hüseyin Akın ile Bülent İhsan Karakaş çıkardıkları Özülke Dergisini de Kardelen Dergisine katarak böylece bir birliktelik oluşturulmuş oldu. Yani güçler birleşti. Edebiyat tarihi açısından özellikle Kardelen Dergisi incelenmeye değer bir dergidir. O kadar zor şartlar altında otuzaltı sayı çıkmış, dergicilik adına, sanat edebiyat adına elinden geleni yapmış ve öylece kendini kapatmıştır. 1990 yılı Şubat ayında ilk sayısını çıkarmış olduk büyük bir memnuniyet içinde. Sevinmiş olduk tabii. Bizim de artık bir dergimiz var diye daha bir istekle yazmaya, yayımlamaya başladık. 13 sayı böyle devam etti. Lakin birden aksilikler başladı ve dergiye ara vermek zorunda kaldık. Sonra baktık ki olmuyor vaziyetimiz iyi gitmiyor tekrar bir yıl aradan sonra 14. sayıdan başlayarak çıkarmaya başladık.Ocak 1994 te 36. sayı çıkmış oldu Kardelen dergimiz. Yıllar geçti. Kardelen kapandı. Geride yayınlanmış onbir adet kitap kaldı. Şiirlerimiz kitaplaştı. Dost olduk, arkadaş olduk. Dertleştik. O arada evlendi, askere gitti, çocuğu oldu. Onun İstanbul’da kalması bizim için de gerekliydi aslında. Bizim emekçimiz oydu. Velut bir şairdi. Hatta hepimizden çok daha şairdi. İçinde olanın, bünyesinde barındırdığının ancak onda birini dışa vuruyordu. Biraz kendini disipline etse harika şeyler yapacak bir yetenekti. O daima merkezde olmalıydı. O daima baş ağrılarını da yanına alıp kendini odalara atmalı, sokaklara çıkmalı, kalleşlikleri bize çaktırmadan sinesinde toplamalı, ama üzülmeli, ama kederlenmeli, ama zaman zaman da bir hayli hastalanmalıydı. Paltosunun yakasını kışın soğuğunda kaldırdığında ‘Şaire benzemişsin Müştehir’ demeli Yaşar Kaplan ona. Lâkin o her zamanki terbiyesiyle bana baktığında yüzü biraz kızarmalı ve Üsküdar’ın Uncular Çarşısı’nda yürümeye devam etmeliyiz. Çünkü biz arkadaşız. Çünkü biz dostuz. Çünkü biz şairiz... Sonra bana dönüp; ‘Geçen gün dergiye İbrahim Tenekeci adında bir genç şiirlerini getirdi. Kâğıthane’nin oralarda bir işte çalışıyormuş.’ demeli. ‘Ya!’ demeliyim bende. ‘Gençlere önem vermeliyiz’ diye de eklemeliyim! Beylerbeyi’nde Cami’nin yanındaki çay bahçesinde otururken bana gösterdiği şiirlerinin altını çizdiğimde yüzüme bakıp ‘niye çiziyorsun?’ demeli, bana tatlı sert bir biçimde kızmalı ve ‘bir daha sana şiirlerimi göstermeyeceğim’ tehdidini de eksik etmemeli ve benim yüzüm kızarmalı bu defa onun yüzüne bakarken. Önümüzde boğazın masmavi suları akmalı ve biz çaylarımızı Boğaziçi köprüsüne bakarak içmeliyiz. Bir de ‘Van’daki tanıdıklara, şairlere selam götür’ demeliyim, getirdiği selamlara karşılık... Gene yazılmamış şiirlerden, çıkmamış şiir kitaplarından, onun baskısı bitmiş romanlarından konuşmalıyız... 47


Ş ehir

RUMELİ’DE OSMANLI YÖNETİM ANLAYIŞI Rumeli’de fetih olunan bölgeler, mamur edilerek, İslam’ın medeniyet anlayışı bu coğrafyada hızla kendini göstermeye başlamıştır. Osmanlı’nın Rumeli’deki en büyük mührü, bir İslam geleneği olan Vakıf medeniyeti olmuş; hâkimiyet altına alınan her bölgede, muazzam Vakıf eserleri oluşturulmuştur. DR. Önder BAYIR

umeli’de Osmanlılar muazzam bir medeniyet kurmuşlar, bölgede yaşayan farklı din, dil ve ırka mensup insanları altı asra yakın bir zaman barış ve huzur içinde yaşatmayı başarmıştır. Bütün bunları yaparken emperyal (baskıcı-sömürücü) bir zihniyet içinde olmamış; yerel kültür ve inanışların varlığını devam ettirerek bu sükûnu sağlamıştır. Bu açıdan Osmanlı tecrübesi bütün dünya milletlerine örnek teşkil etmesi gereken önemli bir siyasi devlet tarihidir. Osmanlılar ilk kez Rumeli’ye 1352’de Gelibolu’daki Çimpe Kalesi’nin kendilerine üs olarak verilmesiyle geçmişler ve hızla Rumeli’nin uç bölgelerine akınlara başlamışlardır. Rumeli’ye geçiş, İstanbul’un fethinden önce olmuş ve Bizans, Osmanlı coğrafyasının ortasında kalınca fetih gerçekleşmiştir. Balkan topraklarında fetihler devam ediyor iken, diğer taraftan da istimalet politikasıyla ve Kolonizatör Türk Dervişlerinin çalışmalarıyla gönüller fethedilmeye; Türklük ve İslamiyet bölgeye tanıtılmaya çalışılıyordu. Rumeli’de fetih olunan bölgeler, mamur edilerek, İslam’ın medeniyet anlayışı bu coğrafyada hızla kendini göstermeye başlamıştır. Osmanlı’nın Rumeli’deki en büyük mührü, bir İslam geleneği olan Vakıf medeniyeti olmuş; hâkimiyet altına alınan her bölgede, muazzam Vakıf eserleri oluşturulmuştur. Şüphesiz Rumeli’de böyle bir medeniyetten bahsederken, başvurulacak en mühim kaynak, Osmanlı arşiv belgeleridir. FATİH SULTAN MEHMED'İN BOSNA RUHBANLARININ DİNÎ HAYATLARINI SERBESTÇE SÜRDÜREBİLMELERİ HAKKINDAKİ FERMANI. Bosna ruhbanlarına Sultan Mehmed Han'ın verdiği ahit-nâmenin suretidir: Ben ki Sultan Mehmed Han’ım, ihsan edip Bosna rahiplerine buyurdum ki; Kiliselerinizde korkusuzca ibadet ve memleketimizde korkusuzca ikamet edin. Ne vezirlerimden ne de halkımdan kimse bunları incitmesin ve rencide etmesin. Allah'a, Peygambere, Kur'ân’a ve kuşandığım kılıca yemin olsun ki canları, malları ve kiliseleri güvencem altındadır . ÜSKÜP FAKİRLERİNE KÖMÜR YARDIMI Üsküp'ün yerli ve muhacir halkından kimsesiz ve muhtaç olanlarına kömür yardımı yapılması ÜSKÜP HALKININ ASKERİYEYE YAPTIĞI YARDIMLAR Üsküp'teki Müslüman ve gayr-i Müslim halkın askeriyeye yaptıkları yük hayvanı ve un yardımının askerî gazetede yayınlandığı ve bundan duyulan memnuniyetin ilgililere bildirildiği

sayı//3// ekim 48


EFLAK VOYVODASI MİRÇO'NUN ÖLÜMÜYLE TAHTA GEÇEN OĞLU PETRİ'YE GÖNDERİLEN HÜKÜM: Devlet hizmetlerinde adalet, tam ve devamlı olarak uygulanacak; Halkın emniyeti eksiksiz sağlanacak, düşmanlar ve kötü niyetlilerin olabilecek zararları için tedbirler alınacaktır. EFLAK VOYVODASINA ERDEL CİVARINDAKİ GELİŞMELERİN TAKİP EDİLMESİ VE HALKIN HUZURUNUN KORUNMASI HAKKINDA GÖNDERİLEN HÜKÜM. Eflak voyvodasına hüküm ki: Erdel ve civarındaki gelişmeler hakkında gönderdiğin mektup ve elçimden aldığım bilgiler doğrultusunda buyurdum ki: Emrim size ulaştığında Erdel ve civarını sürekli olarak kontrol edin, boş bulunmayın. Oraları korumak için ne gerekiyorsa yapın. Boğdan voyvodası kulum ile birlik olup vilayetin emniyeti ve halkın huzuru için bir dakika bile boşa geçirmeyin. SEMENDİRE'DE KANUNA AYKIRI VERGİ TOPLANMASININ ENGELLENEREK HAKSIZLIKLARIN ÖNLENMESİ. KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’IN SEMENDİRE KADILARINA HÜKMÜ: Bundan önce halktan kanuna aykırı vergi alındığı bana arz olundu. “Bundan sonra halktan her kim olursa olsun, hangi makam sahibi olursa olsun, kanuna aykırı bir nesne dahi aldırtmayın” şeklinde hüküm gönderilmişti. Siz bu uygulamalara son vermediğiniz gibi, bu gibi olayları tarafıma bildirmediğinizi de duydum. Bu hükmüm size ulaştığında hemen sicil defterine kaydedin ve uygulamaya koyun. Şayet haksızlıkları önlemeye kadir olamazsanız, haksızlığı yapan sancak beyi dahi olsa bana bildirin. Bundan böyle sakın ola ki ben buna kadir olamadım demeyin, bilesiniz ki azlolunmakla kalmazsınız. Bu hükmü öyle ilan edin ki hiç bir kimse duymadık, bilmiyorduk, diyemesin. İŞKODRA ŞEHRİ KANUNNAMESİ: BOĞDAN VOYVODASINA VLADİKA, METROPOLİT VE PAPAZLARIN İBADETLERİNE KARIŞILMAMASI HAKKINDA YAZILAN HÜKÜM. Boğdan Voyvodasına hüküm ki: Boğdan'da bulunan vladika, metropolit ve sair papazlar kiliselerinde ayinlerini bu güne kadar yapagelmiş iken, şu an dışarıdan müdahale olduğunu bildirdiler. Bunlara zulmedilmesine rızam yoktur. Olageldiği üzere amel olunmasını emredip buyurdum ki: Bundan böyle vladika, metropolit ve sair papazların kiliselerinde icra ettikleri ayinlere ve kendi aralarındaki işlere hiç bir kimseye hatta Rum patriklerine bile müdahale ettirmeyesin.

ROMANYA HALKININ HER TÜRLÜ ZARARDAN KORUNMASI İÇİN HAZIRLANMIŞ VERGİ KANUNNAMESİ. -Devlet görevlilerinin vergileri kanun çerçevesinde toplaması -Kamu binalarının tamirinde kullanılıp halktan toplanan kereste ve işgücü bedelinin piyasa değerleri ile ödenmesi -Devlet için toplanan koyunların bedellerinin tam olarak verilmesi -Voyvodaların zevk ve eğlenceye dalarlarsa görevden alınmakla kalınmayarak cezalandırılması -Voyvodaların suçsuz olarak cezalandırılmamaları -Voyvodalık talebinde olanların dedikoduların önüne geçmek için fazla emlaklarını satmaları vb. hususlar yer almaktadır. Eflak İdarecilerinin Teşekkürleri Eflak metropolidi, papazları, boyarların ve halkın Eflak Voyvodası’nın yerli boyarlardan tayin edilmesi hakkındaki iradeye teşekkürlerini havi toplu arzuhalleri. SIRBİSTAN'DA HUZURUN BOZULMASINI ENGELLEMEK İÇİN GEREKEN TEDBİRLERİN ALINMASI. Sırp Milleti Başknezi Mihal Obranoviç'e hüküm ki: Sadık vatandaşlarımdan olan Sırp milleti refah ve huzur içinde kanunlara bağlı olarak yaşadıkları halde, bazı serserilerin bu huzurlu ortamı bozmak için cemiyetler kurup kanunlara aykırı davrandıklarını ve halk içinde dedikodu çıkardıklarını duydum. Eski defterdar Musa Safveti'yi bu husus için memur tayin ettim ve 49


Ş ehir

aracılığıyla inanç ve adetlerimiz üzerine tam bir serbestlik vermişlerdir. Padişahımıza Allah'ın uzun ömürler ihsan eylemesi için her zaman dua etmekteyiz. Bu uygulamaların ileriki zamanlarda da devam etmesini Sultan'ımızdan niyaz ve temenni ederiz. İzvornik Piskoposu Agasenfelos, İzvornik, Briçka, Kalesiya, Modriça ve Byelina isimli kasaba ahalileri. BOSNA HALKININ TEŞEKKÜR MEKUBU Bosna Hıristiyan halkının yeni kiliseler inşasına izin verilmesinden dolayı Sırpça teşekkür mektubu.

gerekli parayı kendisine verdim. Tanzimat kanunları doğrultusunda bu uygunsuzlukları iyice inceleyip bütün dedikodulara son verin ki asayiş sağlansın. Son derece dikkatli olun ve fermanımın aksine hareket etmekten sakının . ÜSKÜP BEDESTENİ'NDE PANAYIR KURULMASI Priştine Kazası'nda her yıl kurulmakta olan panayırın bitiminden sonra Üsküp Bedesteni içerisinde de bir panayır kurulmasına izin verildiği HIRİSTİYANLARIN KUTSAL İBADET GÜNÜNDE KURULAN YENİŞEHİR-İ FENER PAZARININ BİR BAŞKA GÜN KURULMASI. Divan-ı Hümayun Nişancısı Ali Raif Bey'e hüküm ki: Yenişehir-i Fener'de öteden beri her hafta Pazar, Çarşamba ve Cuma günleri kurulan pazarın; Pazar günleri halkın yortu gününe rastlaması sebebiyle sadece Çarşamba ve Cuma günleri kurulması ve Defterhane-i Âmire’deki kaydının da değiştirilmesi hususu emrim olmuştur. Gerekli yerlere bildiresin. TUZLA (BOSNA) ŞEHRİ HALKININ KENDİLERİNE VERİLEN DİNÎ SERBESTLİKTEN DOLAYI TEŞEKKÜR MEKTUPLARI Tuzla şehri ve bütün havalisi ile ilgili emirlerinizi uygulayan kullarınız olduğumuzu beyan ederiz. Burada uygulanan politikalar neticesinde uzun zamandır beklediğimiz refah ve huzurun artmasına sebep olan Sultan Abdülmecid Han efendimize sonsuz müteşekkir olduğumuzu bildiririz. Rumeli Müfettişi Kâmil Paşa ve Bosna Valisi Hurşid Paşalar da Padişahımızın emirlerine uygun olarak İzvornik metropolidi ve piskoposu sayı//3// ekim 50

SULTAN ABDÜLMECİD'İN SALTANATININ BAŞINDAN BU YANA RUM CEMAATİNE VERDİĞİ İMTİYAZLARIN YÜRÜRLÜKTE OLDUĞUNA DAİR FERMANINA PATRİKHANENİN TEŞEKKÜRÜ. Padişahımız ve veli-i nimetimiz efendimiz! Saltanatınızın başından bu yana Yüce devletiniz sınırları içinde bulunan kilise, manastır ve onlara bağlı arazi, emlak ve diğer ibadetgahlarımıza mahsus muafiyet ve imtiyazların her zaman yürürlükte olacağını Patrik kullarına hitaben fermanınızla bildirdiniz. Bu fermanınız Patrikhane'de, İstanbul'da bulunan bütün metropolit, dinî liderler ve esnaf temsilcilerinin huzurunda açıldı ve okundu. Sonsuz memnuniyet ve şükranlarımızı arz ediyoruz. (Patrik, metropolit ve piskoposların mühürleri) BERGOS'DAKİ RUM MİLLETİNİN İLERİ GELENLERİNİN KİLİSELERİNİN İNŞA EDİLMESİ İÇİN PADİŞAHTAN MADDİ YARDIM TALEBİ. Mutasarrıflık makamına arzuhalimizdir ki: Günlerimizi veli-i nimetimiz olan padişahımız efendimizin hatalardan korunması için dua etmekle geçirmekteyiz. O'nun sayesinde rahat ve korkusuz bir şekilde hayatımızı sürdürmekteyiz. Bergos'da bulunan kilisemiz iyice harap haldedir. İnşasının tamamlanmasına az bir süre kalmış iken yıldırım sebebiyle iyice yıkılmıştır. İçinde bir kerecik olsun ayin yapıp, Padişahımız efendimize hayır dualar edemedik. Yüce Padişahımızın ihsan ve yardımlarına muhtacız. Padişahımıza hayır dualar edebilmemiz için kilisemizin yeniden inşa edilmesini rica ve talep ediyoruz. Bergos'daki Rum milletinin ileri gelenleri. PİRLEPE'DE YENİ KİLİSE İNŞASI Pirlepe Kasabası'nın Papa Elikonom Mahallesi'ndeki mevcut kilisenin yetersiz kalması sebebiyle, "Hristos Kilisesi" olarak isimlendirilecek yeni bir kilisenin yapılmasına ruhsat verildiği. YENİPAZAR’DA KLİSE TAMİRİ Yenipazar sancağında bulunan Taşlıca kazasına


tabi Princan mevkiinde Hıristiyan ahali tarafından inşa olunan kilisenin, noksanlarının tamamlanması için devletçe yapılan yardımdan dolayı ahalinin Sırpça teşekkür mektubu. PRİZREN’DE OKUL Prizren kasabası Gortesil köyünde Hıristiyan ahalinin çocukları için okul yapılması hakkında irade / Okulun planı. KALKANDELEN'DE FAKİR ÖĞRENCİLER YARARINA TİYATRO TERTİBİ [Kalkandelen'in] Varoş-ı Atik Mahallesi Kız Okulu'ndaki fakir öğrenciler yararına "Anlaşılmaz" ve "Kumarcı" adında iki tiyatro oyununun sergilenmesi için kaymakamlıktan izin istendiği.

FAKİR RUM VE ERMENİ AHİLİN GÖZETİLMESİ İstanbul ve civarında oturan Rum ve Ermeni ahaliden evlenecek olanlarından fazla vergi alınmaması; eskiden olduğu gibi fakir halkın korunması ve gözetilmesi hakkında ferman ÜSKÜP'TE MUHACİR MAHALLESİ KURULMASI Üsküp'ün Cedid Hıristiyan Mahallesi civarına iskân edilen muhacirlerin oluşturdukları yeni mahalleye "Teşvikiye" ismi verilmesi ÜSKÜP HALKININ PADİŞAHA BAĞLILIK TELGRAFI Üsküp halkının devlete ve padişaha bağlılıklarını bildirdikleri telgraf ve isim listesi

DEBRE’DE OKUL Debre Kasabasının Varoş mahallesinde bulunan kilise yakınına Bulgar çocukları için kargir bir okul yapılmasına izin verildiği. GOSTİVAR'IN TORÇAN-I KEBİR KÖYÜ HIRİSTİYAN ÇOCUKLARI İÇİN OKUL İNŞASI Gostivar'ın Torçan-ı Kebir köyünde Naumca oğlu Andon ile Boğdan kızı Have'nin arsaları üzerinde, İstanbul Rum Patrikhanesi'ne bağlı Hırıstiyanların çocuklarına ait yeni bir okul yapılmasına izin verildiği. ARNAVUTLUK’DA LATİN HARFLİ EĞİTİM Arnavutluk'ta tercihe bağlı olarak Latin harfleriyle öğretim yapılması hakkında bazı mütalaalar ile okul kurmakla görevli memurlar tarafından münasip yerlerde okullar inşa edilmesine dair Bakanlar Kurulu kararı. İŞKODRA VE DEBRE'DE YAPILACAK OKUL, HASTAHANE VE HAPİSHANELER İşkodra ve Debre'de yapılacak okul, hastahane ve hapishaneler için gereken paranın hazırlandığına dair Padişah'ın kâtibi ile İçişleri Bakanlığı Müsteşarı'nın yazıları. RUHBANLARA VERGİ MUAFİYETİ Bütün ruhbanların gümrük vergilerinden muaf olmaları hakkında ferman. OSMANLI’YA SIĞINAN SIRP PARLAMENTERLER Sırbistan Parlamentosundan ve Sırp ileri gelenlerinden Osmanlı’ya sığınan sekiz kişiye maaş bağlanmasına dair irade ve isim listesi PALANGA’DA PAZAR GÜNÜNÜN DEĞİŞTİRİLMESİ Palanga Kazası’nda Pazar günleri kurulmakta olan pazarın, Hristiyan ahali gelemediği için Cumartesi gününe alınması hakkında ferman 51


Ş ehir

ŞEHR-İ İSTANBUL’DA ZAMANI AYARLAYANLAR SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN İSTANBUL’A YADİGÂRI ALMAN SAATÇİLER: JOHANN MEYER-EMİL MEYERWOLFANG MEYER

Sultan Abdülhamit’e saat ustası olarak yollanan Johann Meyer, 18.11.1843 yılında Almanya’da doğar. İstanbul’a getirilerek saraya yerleştirilen Alman asıllı saat ustası padişah’ın isteğiyle başta Yıldız Sarayı’ndakiler olmak üzere İstanbul’daki saatleri tek tek elden geçirir, gerekli tamir ve bakımlarını yapar. Oldukça başarılı çalışmalarına karşılık II. Abdülhamit yaptığı iyi hizmetlerden ötürü Johann Meyer’i 14.12.1887 tarihinde iftihar madalyası ve berat ile ödüllendirir. Bu madalya daha sonra saatçilik sanatında yaptığı hizmetlerden ötürü Sanayi-i Nefise madalyasına yükseltilir. Mehmet MAZAK

876 yılında tahta çıkan II. Abdülhamit’le birlikte Osmanlı Devleti’nin dış politikasında bir değişikliğin yaşanacağının da belirtileri hissedilmeye başlanmıştır. Yeni Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit Alman İmparatoru II. Wilhelm’e bir name-i hümayun (mektup) yollar. Mektupta kendisine iyi bir saat ustası yolmasını ister. Osmanlı Devleti ile ilişkilerini güçlendirmek için her fırsatı değerlendiren Alman İmparator, Johann Meyer’i Sultan Abdülhamit’e yollar. Belki de bir saatçi ustasının yollanmasında gösterilen hassasiyet, Osmanlı Devleti ile Almanya arasında güçlü ilişkilerin başlaması için küçük ama sağlam bir adım olur. Diğer yandan ise Johann Meyer’in İstanbul’a gelmesiyle, bugün 130 yılı aşmış Meyer Saatin öyküsü de başlar. Sultan Abdülhamit’e saat ustası olarak yollanan Johann Meyer, 18.11.1843 yılında Almanya’da doğar. İstanbul’a getirilerek saraya yerleştirilen Alman asıllı saat ustası padişah’ın isteğiyle başta Yıldız Sarayı’ndakiler olmak üzere İstanbul’daki saatleri tek tek elden geçirir, gerekli tamir ve bakımlarını yapar. Oldukça başarılı çalışmalarına karşılık II. Abdülhamit yaptığı iyi hizmetlerden ötürü Johann Meyer’i 14.12.1887 tarihinde iftihar madalyası ve berat ile ödüllendirir. Bu madalya daha sonra saatçilik sanatında yaptığı hizmetlerden ötürü Sanayi-i Nefise madalyasına yükseltilir. Aynı zamanda Sultan tarafından Saray Saatçibaşısı payesiyle ödüllendirilir. Bu arada Mayıs 1878 yılında Saraydaki görevine devam etmek koşuluyla Galata’da bir saat tamir dükkanı açmasına Sultan II. Abdülhamit izin verir. “Alman Saatçi” adıyla kısa zamanda İstanbul’da ün yapar. Johann Meyer Almanya’ya saatçilik eğitimi almaya yolladığı oğlu Emil Meyer’i de tahsilini tamamlaması üzerine İstanbul’a getirir ve yanına alır. Padişahın saatleri ile ilgilenip gerekli bakım ve tamir işlerini yapan Meyer usta boş zamanlarında alaturka saat üzerinde çalışır. Dolmabahçe Sarayı Arşivi’nde MS.HHA-E.II/1501 numarada kayıtlı bulunan ve “Almanyalı Sâ’atçi Meyer” tarafından Sultan II. Abdülhamit’e sunulan tarihsiz bir takrir bulunmaktadır. Belgede günümüz Türkçesiyle ve özetle Meyer “Avrupa’daki saat fabrikatörleri, zamanı alaturka olarak göstermek için kendi kendine ayar edilir bir saat imalinin olanaksız olduğunu beyan etmişler iken, bendeniz sekiz sene bu husus hakkında düşünüp uğraştıktan sonra, haddim olmayarak sorunu çözüp her gün güneşin batışına bağlı olarak kendi kendine ayar edilir bir saat imaline muvaffak oldum. Kendi icadım olan işbu saatin başlıca bölümleri, yüksek makamınıza incelenmek üzere ilişikte arz ve takdim kılınan resimlerde gösterilmiştir.” demekte

sayı//3// ekim 52


ve saatin kullanımı hakkında teknik bilgiler vermektedir. Yaptığı bu çalışmalardan dolayı Sultan II. Abdülhamit tarafından 21.05.1896 tarihinde Johann Meyer’e 3. rütbeden Mecidî Nişanı ve beratı verilir. Saltanata iyi hizmet edenlere verilen Mecidî Nişanı’nın üzerinde Hamiyet, Gayret, Sadakat yazmaktadır. Boyuna asılan 3. rütbe bu nişanlar sahibinin ölümü üzerine, diğer Mecidî Nişanlar gibi hazineye teslim edilirdi. Johann Meyer’in 1883 yılında İstanbul’da doğan oğlu Emil, İstanbul Alman Lisesi’ni bitirir. Baba Meyer, bilinçli ve ileri görüşlü birisi olarak oğlu Emil’i saatçilik alanında yüksek tahsil için Almanya’ya yollar. Böylece kendinden sonra Meyer Saat’in daha da güçlenerek devem etmesini bir bakıma sağlamış olur. Almanya’da saatçilik eğitimini ve alandaki yeni gelişmeleri öğrenen Emil Meyer, 1908’den itibaren babasının yanında çalışmaya başlar. II. Abdülhamid’in saltanatının sona ermesiyle birlikte, Johann Meyer’in de Yıldız Sarayı’ndaki görevi de bitmiş gözükmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Johann Meyer ve oğlu Galata’daki saatçi dükkânında çalışmaya devam ederler. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı ve Alman İmparatorlukları yenilgiyle çıkmıştır. Bu kötü gelişmeler sırasında Emil Meyer İstanbul’dan ayrılmak ve Almanya’ya dönmek zorunda kalır. Emil Meyer 1919-1922 yılları arasında Münih’te Haber firmasını yönetir. Emil’in Almanya’da bulunduğu 1920 yılı 4 Ağustosu’nda Abdülhamit’in Saatçibaşısı baba Johann Meyer ölür ve İstanbul Feriköy’deki Protestan Mezarlığı’ndaki ebedi istirahatgahına defnedilir. İMPARATORLUKTAN CUMHURİYETE… 1922 yılında İstanbul’a dönen Emil Meyer, babasının ölümüyle kapanan dükkanı yeniden açar. Böylece babasının bıraktığı bayrağı devralan Emil çalışmaya başlar. Bu arada Osmanlı Devleti yıkılır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti ile birlikte sanayileşme hız kazanır, yeni fabrikalar açılmaya başlar. Bu fabrikaların güvenliğinden sorumlu olan bekçilerin kontrol edilmesi büyük önem arz etmektedir. Bu açığı tespit eden Emil Meyer, Almanya’da mevcut olan bu yeni gelişmeyi Türkiye’ye taşır. Böylece 1930 yılında bir ilke imza atan Meyer Saat, bekçi kontrol saatleriyle tanıştırır Türk fabrikalarını. Yeniklerin devamı gelir. 1935 yılına gelindiğinde ise yine bir ilk gerçekleştirilir Meyer Saat tarafından. Bu yenilik ise işçi kart basma saatleridir. Böylece işçilerin mesai saatleri daha iyi kontrol edilebilecektir. Emil Meyer ile yeniden hız kazanan Meyer Saat Cumhuriyet döneminde yaptığı bu girişimlerle 53


Ş ehir

İkinci Dünya Savaşı döneminde Meyer Saat için kötü bir olay yaşanır. Çok sayıda Almanla birlikte Emil Meyer’de ailesiyle birlikte 28.3.1944 ‘ten 22.12.1945 ‘e kadar Kırşehir’de zorunlu ikamete yollanır. 1945 yılında İstanbul’a dönen Emil Meyer, Karaköy’de Tünel karşısında şu an yıkılmış olan yerde saatçi dükkanını yeniden ihya eder. 1954 yılında ölümüne kadar saatçi dükkanını işletir. Emil’in ölümüyle yerine oğlu Wolfgang, Meyer Saati’in yönetimine geçer.

İkinci Dünya Savaşı döneminde Meyer Saat için kötü bir olay yaşanır. Çok sayıda Almanla birlikte Emil Meyer’de ailesiyle birlikte 28.3.1944 ‘ten 22.12.1945 ‘e kadar Kırşehir’de zorunlu ikamete yollanır. 1945 yılında İstanbul’a dönen Emil Meyer, Karaköy’de Tünel karşısında şu an yıkılmış olan yerde saatçi dükkanını yeniden ihya eder. 1954 yılında ölümüne kadar saatçi dükkanını işletir. Emil’in ölümüyle yerine oğlu Wolfgang, Meyer Saati’in yönetimine geçer. Wolfang Meyer de daha küçük yaştan itibaren babasının yanında çırak olarak başlar saatçilik mesleğine. Bir yandan İstanbul Alman Lisesine devam eden Wolfang, öbür yandan okuldan artan zamanlarını babası Emil Meyer’in dizinin dibinde saatçilik mesleğinin sırlarını öğrenmeye, tik tak sesindeki ahengi çözmeye çalışır. Emil Meyer de babasının izinden giderek oğlunun Almanya’da saatçilik mesleği üzerine eğitim almasını sağlar. Almanya’da eğitimini tamamlayan Wolfgang Meyer akabinde babasının yanında çalışmaya başlar. Babasıyla birlikte gittiği Kırşehir’de Anadolu Türk insanını yakından tanıma fırsatı bulur. Bu insanlarla birçok anısı olur Wolfang Meyer’in. Bu anılarından birisinde Wolfang Bey hastadır. Hasta olan Wolfang Meyer’i bir Türk köylüsü 10 kilometre sırtında taşıyarak doktora ulaştırır. Böyle bir hareketi Alman asıllı birinin kendi Alman soydaşına yapmayacağını belirterek Hıristiyan ve Alman olmama rağmen Müslüman bir Türk’ün kendisine böyle büyük bir iyilikte bulunduğunu her fırsatta dile getirmiş olan Wolfang Meyer bunu nasıl unutabilirim der

iyice ön plana çıkar. İşlerin büyümeye başlamıştır artık. Fakat Almanya ile yapılan ithalatta sorun çıkar. Bunun üzerine Bahçelievler’de şu an arazisi istimlâk edilmiş olan ilk saat fabrikalarını kurarlar. Abdülhamit’ten sonra Atatürk, İnönü ve Korutürk’ün de saat tamiratlarını yapar Meyer’ler. sayı//3// ekim 54

KIRŞEHİR’DE TÜRK HAYRANI BİR ALMAN… Kırşehir’e ailesiyle birlikte gitmiş olan Wolfang Meyer bir süre sonra şehrin saatçi ustası Neşet Usta’nın yanında ona yardımcı olmak üzere işe başlar. Böylece Neşet Usta ile dostluğa uzanacak bir arkadaşlık da başlar. Neşet ustanın yanında çalışırken başından geçen bir olay kendisin çok etkiler. Anadolu insanı için güven ve itimadın ne demek olduğunu, inançlar ve milliyetler farklı olsa da insanî değerlerin evrenselliğini gösteren bu olay gerçekten günümüz insanlarına da önemli dersler vermektedir. Nahzen Bey’in Wolfang Meyer’den aktardığı anı şöyledir: Neşet Usta bir gün iş icabı İstanbul’a gider. Dükkânı tabii ki yardımcısı Wolfang Meyer’e bırakır. Pazarın kurulduğu bir gün ihtiyar bir köylü elinde toprak bir çanak ile dükkâna girer. Neşet Usta’yı soran köylüye Wolfan Bey, Neşet Usta’nın İstanbul’a gittiğini söyler. Bunun üzerine köylü buraya emaneten bir şey bırakmak istediğini söyler. Wolfang, arkada bir karanlık odanın bulunduğunu emanetini oraya bırakabileceğini belirtir. Karanlık odaya giden köylü dükkândan çıkarken emaneti eşek semerinin altına koyduğunu söyler. Akşam olur


fakat ihtiyar köylüden ses soluk çıkmaz. Artık dükkânı kapatma vakti gelmiştir ama emanet sahibinin gelebileceği düşüncesiyle Wolfang dükkânı kapatmaz. Hava iyice kararmıştır ve köylü de gelmemiştir. Bunun üzerine Wolfang emanet yiyecek maddesiyse gece fareler bunu yer diye düşünür ve emaneti kontrol etme ihtiyacı duyar. Arka odaya gidip semeri kaldırdığında Wolfang Meyer çok şaşırır. Zira emanet bir kase dolusu altın paradır. Ne yapacağını şaşırır Bay Meyer. Zira paraya dokunamaz çünkü sahibi kendisine altınları sayarak emanet etmemiştir. Bırakınız saymayı ne bıraktığını dahi söylememiştir. Bu durum karşısında kaseye el süremez ve dükkanı da bırakıp gidemez. Çünkü dükkânın kepenkleri tahtadan olup rahatlıkla kırılıp açılabilecek mahiyettedir. Bu durum karşısında kendisine bırakılan emaneti koruma kaygısıyla, dükkânının önünden geçmekte olan bir Alman arkadaşına rica ederek evden yatağını getirtir ve saatçi dükkânında yatmaya başlar. Böylece aradan tam bir hafta geçer ve yeniden pazar kurulur. Öğle vakti emaneti bırakan ihtiyar köylü dükkâna gelir. Wolfang Bey’e şeker ikram ederek arka odaya geçer ve bıraktığı yerden altın dolu kâseyi alarak dükkândan ayrılmak ister. Wolfang Meyer adama dönerek: “Amca sen beni çok zor durumda bıraktın. Çanağın içersinde altın para olduğunu söylememiştin, şimdide de saymadan gidiyorsun. Sen hepsinin tamam olup olmadığını bilemezsen ben nasıl rahat ederim” der. Adam geriye döner siyah gözleriyle sakin sakin bakarak Meyer’e: “Oğlum bu ne telaş. Neşet Usta sana güvenip dükkânı emanet etmiş, ben bu çanak için mi güvenmeyeceğim” der ve dükkândan ayrılıp kalabalığın arasına karışır.

Bey yanında çalışan mesaî arkadaşlarına. Mesaî arkadaşlarına diyorum zira o hiçbir zaman patron gibi davranmaz etrafındakilere, misafirine kalkıp çayı kendi ikram edecek kadar mütevazıdır aynı zamanda. 1981 yılında ebedi yolculuğuna uğurlanır Wolfang Meyer. Ölümünden altı ay önce vasiyetini yazdırmıştır. Evladı gibi sevdiği Nahsen Bey’i yanına çağırır ve kendisine: “Oğlum ben 72 yaşına geldim. Benim sülalemde 72 yaşını aşan yok. Yakında ölürüm. Biliyorsun benim oğlum yok ve benim ölümümle birlikte bu dede mesleğimiz sona erme tehlikesiyle karşı karşıya. Bilirsin seni evladım gibi severim. Benim senden ricam bu dede mesleğimizi devam ettir ve Meyer isminin unutulup gitmesini engelle” der ve ilave eder “ölünce vasiyetim okunduğunda sakın şaşırma şirketin %20’lik hissesini sana bırakıyorum haberin olsun” der. Gerçekten de bu konuşmanın üzerinden ancak altı ay geçmiştir ki Wolfang Bey hayata gözlerini yumar. Wolfang Bey gerçekten bir hakkaniyet abidesi gibidir. Zira sadece Nahzen Bey’e değil muhasebecisine, sekreterine de önemli miktarda hisseler bırakır. Wolfang Bey’in ölümüyle çok ortaklı bir şirket olan Meyer, kanun gereği AŞ. ticari unvanı alır. Bu gün hala Meyer saat Türkiye’de hizmetlerine devam etmektedir.

Nahsen Bey rençber bir ailenin oğludur ve saatlere büyük ilgisi vardır. İstanbul’a gelir ve Wolfang Bey’in saatçi dükkânına gider ve kendisine yanında çalışmak istediğini belirtir. Yaşının küçük olduğu iddiasıyla reddeder Wolfang Bey bu teklifi. Fakat Nahzen Bey bırakmaz peşini Bay Meyer’in. Yeniden gelir bir süre sonra saatçi dükkânına Nahsen Bey. Genç Nahsen’in gözlerinde kararlılığı ve azmi görmüştür tecrübeli saat ustası ve “geç bakalım tezgâha görelim bu işi yapabilecek yeteneğin var mı.” der. Böylece başlar Nahsen Bey’in Meyer Saat’teki hikâyesi.

Babası Emil Meyer’den aldığı bayrağı 1981 yılına kadar taşır Wolfang Bey. Oğlu yoktur Wolfang Meyer’in fakat bu bayrağı kendisinden sonra taşıma görevini oğlu kadar çok sevdiği Nahsen Bey’e bırakmıştır. Nahsen Bey rençber bir ailenin oğludur ve saatlere büyük ilgisi vardır. İstanbul’a gelir ve Wolfang Bey’in saatçi dükkânına gider ve kendisine yanında çalışmak istediğini belirtir. Yaşının küçük olduğu iddiasıyla reddeder Wolfang Bey bu teklifi. Fakat Nahzen Bey bırakmaz peşini Bay Meyer’in. Yeniden gelir bir süre sonra saatçi dükkânına Nahsen Bey. Genç Nahsen’in gözlerinde kararlılığı ve azmi görmüştür tecrübeli saat ustası ve “geç bakalım tezgâha görelim bu işi yapabilecek yeteneğin var mı.” der. Böylece başlar Nahsen Bey’in Meyer Saat’teki hikâyesi. Nahsen Bey 1968 yılından itibaren Wolfang Bey’in yanından ayrılmaz ve tam 13 yıl boyunca saat tamir işinin inceliklerini öğrenir. Sadece saat tamir işini değil, iyi insan olmayı, dürüstlüğü, hakkaniyeti de öğretir Wolfang 55


Ş ehir

VE KUDÜS ŞEHRİ GÖKTE YAPILIP YERE İNDİRİLEN ŞEHİR Usta Yazar Ömer Lekesiz ile Kudüs üzerine konuştuk... Söyleşi: Mehtap ALTAN

ayın Lekesiz bir önceki söyleşimizde kendinizi bir “edebiyat işçisi” olarak adlandırmıştınız. Sanat, eleştiri, köşe yazarlığı ve birçok alanda kelimelerini terlete terlete hakikatin bahçesinde dolaşan bir insan olduğunuzu da biliyoruz… Bize bizim bilmediğimiz bir Ömer Lekesiz’den bahseder misiniz? Hakikatin bahçesinde dolaşmaya talip olabilmek için çok terlemek gerekiyor sanırım. Bu manada edebiyat daha genel bir söyleyişle yazı(n) hayatımı talip olmaya talip olmak şeklinde özetlemem ve henüz terlemenin gerektiğini anlamaya başladığımı söylemem daha doğru olur sanırım. Köşe yazarlığının okurla güncel teması kurabilme imkanından öte bir önemi yok benim için. Eleştiriden sanatın tümüyle ilgilenmeye gelince bu hem bir eksikliğin (bir süre, belki uzunca bir süre boşa kürek çekmiş olmanın) telafisini hem de sanat ilgisini doğru yere teksif etme çabasını beraberinde getirdi sanıyorum. Sanat yapmak kasdıyla edebiyatı tekil bir uğraşı olarak seçmenin (edebiyat sanatçısı olmanın) yeterli gelebileceğini ancak bu yapılanın anlaşılabilmesi için salt edebiyat bilgisinin yeterli olmadığını düşünüyorum. Sanat yapma derdinde olmaksızın sanat yapan Yunus Emre’yi örnek verecek olursam; o ilgisini şiirle sınırlandırmıştır ama bizim onun şiirini anlamamız için öncelikle tasavvufu bilmemiz zorunludur…Tasavvuf dediğimiz şey ise Din’in arkeolojisidir ki Kuran’ı, Hadisleri, hikmeti, hakikati, irfani bilgiyi içkindir. Buradan bakıldıkta biraz önce söylediğim terlemeye talip olmanın da bir terlemeyi beraberinde getireceği malumdur. Yine de büyük bir iddia olacaktır ama sayalım ki inşallah ben bu noktayımdır. Geçtiğimiz günlerde sizi elinde fotoğraf makinesi ile kalbi Kudüs’ün hiç kurumamış kirpiklerine akan bir seyyah olarak gördük. Bu Kudüs’e ikinci gidişiniz diye biliyorum. Kudüs kirpikleri hiç kurumayan bir şehir! Biliyoruz ki siz Kudüs’e her gidişinizde iç sesinize yüklediğiniz hüzünden bir dağ ile geri dönüyorsunuz. Kudüs gezinizde burnunuzun direğini sızlatan bir an oldu mu? Kudüs’e, her Kudüs dendiğinde burnumun direği sızladığı için gittiğimden deyim yerindeyse tanıklarıma sanki hazır gibiydim. Çünkü iki seyahatimde de turistik bir amaçla gitmedim; kaydi bilgiyi şehadetle pekiştirmek (ilm el-yakin olanı ayn el-yakin’e dönüştürmek) için gittim. Aynı durum Beytullah’ı ve Mescid-i Nebevi’yi ziyaretlerim için de geçerlidir. Bu iki mekanı konu alan ‘Sevgilinin Evi’ni 1995’te kitaplaştırmıştım. Oralara ilk gidişim ise 2011’dedir ve hani ‘elimle koymuş gibi buldum’ derler ya, bunu orada adeta yaşamıştım. Kudüs elbette daha farklı. Şöyle ki, Musevi ve İsevi inanışların derin

sayı//3// ekim 56


izlerini de taşıyor Kudüs ve bu yanıyla o izler büyük oranda İslam’ın izleriyle örtüşüyor. Ancak bu örtüşmeden bizler bir Musevi’nin ya da İsevi’nin etkilendiği gibi etkilenmiyoruz. İmparator Konstantin’in annesi St. Helena adına (yanlış hatırlamıyorsam 326’da) inşa ettirdiği kiliseyi gezerken avlu duvarına yaslanmış bir kadının hıçkırıklarla ağladığını görmüştüm. Bir kadının ağlaması beni her zaman germiştir ve ilginç olan bu ağlama da beni sadece bu yanıyla ilgilendirmiştir. Sonradan kadının ağlamasını mekanla ilişkilendirerek düşündüğümde onu kendi içinde değerli (bir yanıyla da zorunlu) kılan neler çıktı neler. Örneğin St. Helena, 130’larda Kudüs’ü yerle bir eden Hadrianus’un, İsa’nın güya çarmıha gerildiği yerin yakınına Venüs adına yaptırdığı tapınağı yıktırıp, güya İsa’nın gerildiği haçın bulunması için orada kazı yaptırmış. Kazı sonucunda üç haç bulunmuş ve ölüm döşeğinde yatan bir kadında test edildiklerinde onlardan birinin dokunmasıyla kadın iyileşiverince o haç gerçek haç olarak ilan edilmiş. St. Helena bununla da kalmamış, İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivilere de ulaşmış ve hatta onların manevi gücünden yararlanması için bir kısmını oğlunun başlığına ve atının dizginine koydurmuş. Şimdi bunlardan bakınca o kadın nelere ağlamış oluyor? Hz. İsa’ya reva görülen zulme, onun çarmıhtaki acısına, acıya neden olan çivilere, St. Helena’nın Hıristiyani gayretine… vs. vs. Ama benim için o sadece kilisede ağlayan bir kadından ibaret. İşte Kudüs böyle bir yer ve oradaki anılar inananların burunlarının direğini ancak kendi şeriatınca sızlatan bir özellik taşıyor. Dolayısıyla benim için Kudüs Peygamber Efendimizin miracına mekan olmakla sevinci, Hz. Ömer tarafından fethedilmiş olmakla övüncü, Selahaddin tarafından Haçlılara karşı savunulmakla gururu yüklenirken öte yandan İsrailoğulları tarafından işgal edilmesiyle, prangaya vurulmasıyla da bir hüznü, acıyı, içten içe bir suçluluğu ifade ediyor. Yani tıpkı dini manadaki karmakarışıklığı gibi bireysel duyguları da karmakarışık hale getiren bir yer Kudüs. O her yönüyle ağır bir hakikat, insana kendi varlığını unutturacak kadar ağır… “Kudüs'te Burak tutsaktı, Musa'nın asası, Davut'un yıldızı, Belkıs'ın tahtı, Selahattin-i Eyyübi'nin nişanı, Kanuni'nin surları, Haseki Sultan'ın çeşmeleri… Tutsaktı.“ demiştiniz bir yazınızda. Kudüs sokaklarında eminim ki çoluk çocuk demeden ellerindeki sopayla, sapanla inançlarını, topraklarını korumaya çalışan Filistinliler görmüşsünüzdür. Onlar

ile konuşma şansınız oldu mu? Ülkelerinin yazgısı ile ilgili neler söylüyorlar? Sahi! Kudüs, tutsaklığın zifiri kucaklayışından kurtulabilecek mi? Belirlemeleriniz gerçek. Belirttiğiniz eylemler de elbette bir gerçek ama maalesef geçmişte kalmış bir gerçek. Kudüs şimdi tamamen İsrailoğullarının kontrolünde. Havada kameralı balonlarla, yerde He-Man çizgi filmindeki İskeletor’u hatırlatan askerlerle kuşatılmış durumda. Korku İsrailoğullarını öylesine kuşatmış ki, Filistinli bir çocuğun elindeki oyuncak tabanca bile seferberlik ilan etmelerine neden olabiliyor. İşgalle bütünleşmiş bir korku İsrailoğullarını hayvanlaştırınca, muhataplarına reva gördükleri zulüm de sınırsızlaşıyor. Turistik gezi programı içinde bunun farkına varmak zor; bunun farkında olmak için Müslüman olmanız ve onun gerektirdiği bilince sahip olmanız gerekiyor. Bu bağlamda Siyon Dağı’nda Hz. Davud’u ziyaretinizde bir engel yok. Ancak vakit namazlarınızı, cuma namazını Kıble Mescidi’nde, Kubbetü’s-Sahra’da kılabilmeniz için İsrailoğullarının kurduğu barikatlardan geçmek zorundasınız. Bir slogan atılması ihtimaliyle bile sizi engelleyebilir ve siz sizin olan yere gidememenin ezikliğini iliklerinize kadar yaşarsınız. İşte o zaman belirttiğiniz sair tutsaklar tüm gerçekliğiyle zihninize saplanır. Gazze'de korkan, ölen, üşüyen, kimsesiz kalan onlarca çocuğun hıçkırığında yitiriyor insanoğlu kendi adını! Emziğine kan değmiş masumları gözlerini

57


Ş ehir

kırpmadan öldürüyor İsrail! Sayın Lekesiz, kendi topraklarında işgâl altında olan bir halkın soluğu değdi soluğunuza. Bize biraz toprağına kan düşmüş ülkenin bizim buralardan göremediğimiz, hissedemediğimiz acısından bahseder misiniz? İsrailoğulları Nazilerin zulmüyle kazandıkları deneyimleri şimdi Filistin’de hayata geçiriyorlar. Örneğin Filistinlileri Kudüs’ten ayırmak için bir utanç duvarı inşa ediyorlar. O utanç duvarının gerisinde kalan Müslüman Filistin’li üç kilometre uzağındaki el-Aksa’ya bizden daha uzak düşüyor böylece. İsrailoğullarının yayılmacılığıyla kendi topraklarındaki yerleşim alanları birer küçük adacığa dönüştürülen Filistinliler yıllardır beş on kilometrelik mesafedeki diğer bir adacıkta kıstırılmış akrabalarıyla görüşemiyorlar. Örneğin el-Halil Kudüs’ten bir koşu gidip gelebileceğiniz yer iken utanç duvarlarına çarpıp kalıveriyorsunuz olduğunuz yerde. İsrailoğulları izin verirse ancak gidebiliyorsunuz el-Halil’e. Filistin’e gidip de el-Halil’e gidememek, örneğin Erzurum’daki ailenizi ziyaret edip de aynı evin içindeki babanızı görmeden, onun elini öpmeden geri gelmek gibidir. Hz. İbrahim, Hz. Yakup, Hz. İshak ve kemikleri Mısır’dan taşınan Hz. Yusuf’ın mezarları oradadır ve siz Filistinli olarak onları gönlünüzce ziyaretten mahrumsunuz. Bu işin manevi ve duygusal boyutu. Bir de maddi boyutu var. Kazanç sağlayıcı bir iş yapamıyorsunuz. Çocuklarınız var okutamıyorsunuz, mesleğiniz var ama icra edemiyorsunuz, düşünceniz var ama söyleyemiyorsunuz. Dolayısıyla dondurulmuş bir hayatın içindesiniz; zaman ölüme ayarlı; imkanlar ise yokluğa. sayı//3// ekim 58

Sayın Lekesiz, Kudüs’teki ağıt ezgili ezan desem neler söylemek istersiniz? Ah o ezan… Akşamla yatsı vaktinin aralığında yol arkadaşım Atilla Bayramoğlu’yla el-Aksa’da fotoğraf çekerken okundu o ezan, hem de döneceğimiz günün akşamında. Bu vesileyle şunu söylemeliyim: Kudüs’e gitmek değil Kudüs’ten dönmek beni aşırı şekilde etkiliyor. Canım çekiliyor adeta, hayatımın en önemli şeylerini orada unutmuşum da gidiyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum; oradan ayrılma düşüncesi anısızlaşma, hatıralarını yitirme nedeniyle bir belleksizleşme, köksüzleşme korkusuna uğratıyor beni. İşte bu duyguların yakama sarılmaya başladığı bir anda geldi o ezan. Sonradan öğrendim ki, Amman’da ilahiyat okuduğu halde, mesleğinde çalışmak yerine el-Aksa’nın restorasyonunda vasıfsız işçi olarak çalışmayı tercih etmiş bir Filistinli okumuş o ezanı. Evet okuduğu ezandı ama bir ağıdın ezanı ya da bir ezanın ağıdı olarak okuyordu onu. Bir sürgünün feryadı vardı onda, bir mazlumun ahı, bir muzdaribin duası, çocuğunun naaşını kucağına almış bir annenin ağıdı, naçar bir ihtiyarın sızlanışı, zalime atılan bir taşın sesi, bir suyun akışı… Böyle bir ezandı işte o ezan; bendeki tam etkisini tanımlamam, anlatmam mümkün değil. Sayın Lekesiz, ‘Selâhadin-i Eyyûbi Kudüs’ü barış ile fethetmişti. Müslümanların kanına karşılık Hıristiyan kanı akıtmadı! O, Kudüs’ü insanlığın ortak mirası yapmıştı.’ Kudüs, Selâhaddin Eyyûbî'ye büyük bir özlem duymakta. Masum insanların kanı ile beslenenlere dur diyecek bir kurtarıcıyı beklemekte insanlar. İslâm sancağının Kudüs semalarında yeniden dalgalanması mümkün mü? Bu işgalin sonu nereye varacak? Selahaddin’in savaş estetiği konusunda bir hikaye anlatılır. 1191’deki Arsuf Savaşı’nda olsa gerek saldırı öncesindeki mutad güç gösterilerinin birinde, Richard alana çok kalın bir kütük diktirip, onu kılıcıyla bir vuruşta iki bölüyor. Selahaddin ise çok parıltılı ama incecik kılcını kınından çıkarıp, yakasındaki ipek eşarbı onun üzerine bırakıyor ve ipek eşarp daha kılca tam değmeden yere iki parça halinde düşüveriyor. Bu estetik Muhammedi savaş estetiğinin surete bürünüş halidir. Öldürürken bile insanın insan olduğunu unutmamak ve güzelliği tercih etmek… Sorunuzun içindeki ‘İslâm sancağının Kudüs semalarında yeniden dalgalanması mümkün mü?’ sorusu Kudüs’te iken ve halen kendime sıkça sorduğum sorulardan biri. Benim tanıklıklarım ve yakın zamanda İngiltere ile ABD destekli olarak Gazze’ye yöneltilen saldırıda çoğunluğu çocuk, kadın olmak üzere 2.000 kişinin katledilişi bu konuda hamaset yapmamı


engellediği gibi, umutsuzlanarak ilahi bir yasağı çiğnemektense bir umudu farklı bir mecrada yaşatmaya çalışma fikrini bana dayatıyor. Şöyle ki, İÖ 4.000’de kurulduğu ileri sürülen Kudüs tarihi kayıtlara göre 44 kez el değiştirmiş, 52 kez kuşatılmış, 23 kez işgal edilmiş ve 2 kez yerle bir olacak şekilde yıkılmış. Şimdi 24. işgalini yaşıyor ve elbette ki bu işgalin bizim tarafımızdan bitirildiğine tanık olarak ölmek benim en önemli dileklerimden biri. Ancak onunla ilgili tarihi tablonun bu şekilde suretlenmesi ve hali hazırda zulme uğrayanın din kardeşim olması nedeniyle buna ‘dur’ deme zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. ‘Dur’ demenin ise Kudüs’ün hiçbir dine değil, Allah’a ait bir yer olarak belirlenmesiyle mümkün olabileceğini sanıyorum. Bu doğrultuda Kudüs, hiçbir devlete bağlı olmayan ancak tüm dünya devletlerinin maddi desteğine açık özgür bir alana dönüştürülebilir ve idaresi de üç dinin mensuplarınca ortaklaşa gerçekleştirilebilir. Kudüs geziniz sırasında Tekbir dağındaki anlara gelmek istiyorum. Hz. Ömer’in (ra) ayak bastığı yerlere yüreğiniz, Bilal-i Habeşî’nin gözyaşının aktığı yere gözyaşınız yârenlik ediyordu. Soruların, bağlaçların, yüreği yoğuran manevi şefkatin verdiği bu coşkuyu yaşamak neye bağlı? Kudüs’ü sadece turistik amaçlı ziyaret edenlerin varlığı yadsınamaz. Lekesiz’in söylemek istediği sorumluluklar nelerdir? Kaynağını dolayısıyla sıhhat derecesini bilmiyorum ama gücü yetenlerin Kudüs’ü ziyaret etmesi, yetmeyenlerin de oranın mescidlerinde yakılmak üzere kandil yağı göndermesi mealinde bir Hadis rivayet ediliyor. Bu rivayetin ruhu Müslümanların Kudüs’le ilgili duygularıyla çelişmiyor bilakis onu vahyi bir formla güçlendirerek destekliyor. Ben bu manada 11. asırda tekrar İslam toprağı oluncaya kadar Kudüs’ün ziyaret edilmemesiyle ilgili verilen fetvanın içerik olarak geçerli kabul edilse de şartların değişmesi nedeniyle onun da değiştiğini düşünmenin daha makul olacağına inanıyorum. Avrupalı akın akın Kudüs’e giderken, zaten kıskaç altına alınmış olan Müslümanların din kardeşlerinden de uzaklaştırılmalarından yana değilim. Ebette bizim oraya gidişimiz onlara doğrudan bir fayda sağlamıyor ama en azından onlarla selamlaşmak için bile orada bulunuşumuz ümmet duygusunun yaşanmasına, yanlızlık duygusunun yenilmesine katkı sağlıyor. Bu edilgen yönelişin bile başlı başına bir sorumluluk olduğunu sanıyorum. Sayın Lekesiz yaşadığımız çağ, mezarsız ölüleri kucaklaması ile nam salacak belki de! Mezar taşlarının dili demek istiyorum. Kudüs’teki mezar taşlarının dili nasıl? Sahi! Orada mezar taşı var mı?!..

Kudüs demek mezar taşı demek biraz da. Zeytin Dağı’yla Siyon Dağı arasında İmran’ın Evi’nden başlayıp el-Aksa’nın eteklerinden aşağılara uzanan bir vadi var. İnanışlara göre Cennet, Cehennem ya da bu ikisinin de toplamı olarak Kıyamet Vadisi adıyla anılan ve her iki tarafı da mezarlarla örülü bulunan bir vadidir. Kubbetü’s Sahra’ tarafı Müslümanlara, Zeytin Dağı tarafı Yahudilere ait mezarlarla tıklım tıklım doludur. Yahudiler kıyamet günü oradan dirilecek olanların sorguya tabi olmadan cennete gideceklerine inandıklarından orada defnedilmek için milyon dolarlar verdikleri söyleniyor. Bizde de haşrin Kudüs’te olacağına, sıratın da Kıyamet Vadisi’nde kurulacağına dair sıhhati şüpheli kimi rivayetler ve hatta bunlara inananlar var. El-Aksa’da ‘Kubbetü’l-Ervah’ olarak isimlendirilen bir yer var ki, Hıristiyanlar ruhların burada toplandığına ve dirileceğine inandıklarından, oraya ayrı bir değer veriyorlarmış. Ayrıca o kubbenin tabanındaki yaklaşık 1,5 metre karelik taşın da kadim elAksa’dan Muallaka Taşı dışında geriye kalan tek taş olduğuna da inanıyorlarmış. Evet, mezar taşı açısından bakarsanız aslında Kudüs’ün kendisi adeta bir büyük mezar taşı gibidir; dünü, bugünü, yarını uhdesinde bulunduran, geçmiş, şimdi ve gelecek zamanları da içkin olan devasa bir mezar taşı! Tarihin en yakın tanıkları mezar taşları ve fotoğraflardır. Fotoğraf çekmek bazen anların sessizliğine lisan olmak, bazen acının toprağına objektifindeki acı ile hemhâl olabilmektir! Kudüs’te fotoğraf çekmek… Bize neler söylemek istersiniz var mı hikâyesi olan bir fotoğrafınız? İlk gidişimde adeta görme açlığıyla neyi görmüşsem çekmiştim. İkinci gidişimde ise nereleri çekeceğimi belirleyerek gittim ki, Kubbetü’s-Sahra bunlardan birisiydi. Oryantalist araştırmacalar örneğin bir Oleg Grabar, bir Robert Hillenbrand İslam sanatını cami ile, camiyi de Mecid-i Nebevi ve hemen ardından Kubbetü’Sahra ile başlatırlar. Çift koridorlu olarak sekizgen bir kasnak üzerine oturtulmuş bulunulan Kubbetü’s-Sahra gerek mimari ve gerekse tezyini planda kendisinden önce inşa edilmiş tüm tapınakların önemli özelliklerini kendisinde toplamış gibidir. Kubbetü’s-Sahra’nın Kıyamet Kilisesi’yle yarışmak üzere inşa edildiği, Hacer-i Muallaka’yı içkin olmasıyla kutsallıkta da ona fark attığını ileri sürenler çoktur. Bu değerlendirmelerin benim üzerimde fazla etkisinin olmadığını sanmakla birlikte ben de İslam sanatını Kubbetü’s-Sahra’dan başlatmanın doğru olacağını sanıyorum. Şöyle ki Emeviye’den 59


Ş ehir

Abdülmelik zamanında 687-691 yılları arasında inşa edilen bu binanın Müslüman mimarlar, zanaatkarlar, ustalar ve işçiler tarafından yapılması zor görünüyor. Çünkü Müslümanlar henüz fetih devrindeler ve bu tür işlerle uğraşmaları, uğraşsalar da öğrenmiş olmaları biraz uzak bir ihtimaldir. Oysaki Kubbetü’s-Sahra İslam zihniyet ve kültürüyle hem-hal olabilen, onu tartışılmaz bir şekilde temsil edebilen bir yapıdır. Bu zihniyet ve kültür Müslüman olmayan zanaatkarlar, işçiler eliyle nasıl gerçekleştirilmiştir? Bu soru benim için çok önemlidir çünkü İslam sanatı bu manada bir zihniyet ve kültürün yansımasıdır. Bu nedenle Kubbetü’s-Sahra dedim ve oradan ve daha çok içeriden yakın planlı çekimler yaptım. Hikayesi olan bir fotoğrafa gelince de aklıma orayı çekmemde yardımlarını benden esirgemeyen Filistinli kardeşim Muhammed’e, restorasyonu henüz bitmediği için yarıya yakını görülemeyen iç alanda Muallak Taşı’nı görmek istediğimi söyledim. O da beni ikinci kata çıkan merdivenlere yönlendirdi. İkinci kata geçmek mümkün değildi ama merdivenin son basamağından o taşı çekebildim. Biz mağara halindeki yere girerek taşı alt kısmıyla ve ancak yüzde otuzuyla görebiliyoruz. Dışardan ise devasa bir kütle olarak görünüyor; binlerce yılın rüzgarıyla, nefesiyle yıkanmış olan o taş değişendeki değişmeyenin, geçmişe şimdinin buluşmasının, eş-zamanlılığı tüm açıklığıyla yaşamanın bir örneği olarak orada, önümüzde duruyor. Savaş ve sanat! Bu iki kelimenin birleştiği bir an var sayı//3// ekim 60

mı? Savaşın içinde sanatın nerede durması gerektiği ya da durmaması gerektiğine dair bizlere neler söylemek istersiniz? Sanat, savaşın çelikten kalbini bükebilir mi? Sanatın savaşın çelikten kalbini bükmekle görevli olduğunu sanmıyorum ama sanatçının kendi vaktinin çocuğu olarak, zamanındaki savaşlara dolayısıyla zulme, insanların acısına, mağduriyetine tanıklık etmede zorunlu olduğunu düşünüyorum. Nitekim Kudüs bağlamında yerli edebiyatta Sezai Karakoç’un bunu layıkıyla gerçekleştirdiğini görüyoruz. Siz iyi bir şair de olmakla onun “Alınyazısı Saati”nin şu dizelerle başladığını benden daha öncelikli olarak bilirsiniz: “Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir. / Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri. / Altında bir krater saklayan şehir. / Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor simdi. / Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi / Hani Şam’dan bir şamdan getirecektin / Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine.” Savaş sanatın üç temel kaynağından biridir. Diğer ikisi olağanüstü olaylar ve cinselliktir. Dolayısıyla genel anlamıyla hayatımızın bir işleyiş tarzı olarak savaş ile toplumların ölümüne karşılaşmalarını ifade den özel savaş sanatçının istese de gözünü kapatabileceği bir olgu ve olay değildir. Burada önemli olan sanatçının nerede durduğudur. Zalimlerin, haksızların yanında mı yoksa mazlumların, haklıların yanında mı? Söyleşimiz esnasında savaşın, masumiyetinin duru anlamında öldürülen insanların, kirpikleri hep ıslak olan şehir Kudüs’ün hüznünü konuştuk. Bu ortamın rengine yüreğini yaslayacak bir şiirden birkaç dize desem. Bize hangi şiirden dizeler sunardınız? Kudüs’ gitmeden önce Cemal Şakar’ın önerisiyle okuduğum bir kitap var. Adı: Şairin Filistini. Çizer Naci el-Ali’nin de yakın arkadaşı olan şair Mourid Barghouti’nin imzasını taşıyor. A. Melis Hafez’in Türkçeye çevirdiği ve Edwar Said’in de önsözüyle katkıda bulunduğu bu kitap (Klasik Yayınları, İstanbul 2004) sürgün şairin tanıklıklarını nesirle anlattığı bir kitap olmakla birlikte manzume tanımını daha çok hakeden şiir yüklü bir içeriğe sahip. Anlatısında yer yer şiirlere de ayrıca başvurmuş şair. Onlardan bir ya da birkaçını okumak isterdim. Ama gelin en iyisi biz bu kitabı birlikte örnermiş olalım ve herkes oradan gönlünce okusun dilediğini. Sayın Lekesiz, Şehir ve Kültür Dergisi olarak sanatın, kültürün, tarihin, hayatın ve edebî adımların habercisi olacağız. Bize bu bağlamda verdiğiniz söyleşi için teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim. Zihninize, elinize, gayretinize sağlık.


Şakir Kurtulmuş

Küçükçekmece Belediyesi’nce yayınlanan ‘Büyük Doğu Kapaklarının Dili’ adlı kitap Prof. Fatih Andı ve Yrd. Doç. Bahtiyar Aslan tarafından hazırlanmış. Büyük Doğu Dergisi’nin ilk sayısının yayınlanmasının 70. Yıldönümü dolayısıyla Küçükçekmece Belediyesi’nce Muzaffer Doğan’ın çabalarıyla geçtiğimiz mayıs ayında gerçekleştirilen ‘Özü Yüzden Okumak: Büyük Doğu Kapakların Dili’ ismiyle yayınlanan kitap sempozyumunda sunulan bildirilerden oluşuyor. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nin katkılarıyla gerçekleşen sempozyumda 35 yıllık yayını süresince yerli düşünce ve sanatının gelişmesinde çok etkili olan önemli yayınlardan birisi olan Büyük Doğu Dergisi’nin kapaklarının ele alındığı bu sempozyum ile hem derginin hem de o derginin kurucusu ve sahibi olan Üstad Necip Fazıl’ın yeniden hatırlanmasına da katkı sağlanmıştır.

Aralarında Hasan Akay, M.Fatih Andı, Bahtiyar Aslan, Yılmaz Daşçıoğlu, Ali Haydar Haksal, Turan Koç, Ömer Lekesiz, Hüseyin Su gibi çeşitli akademisyen ve yazarların sunumlarının yer aldığı kitap, bir bakıma, Büyük Doğu ile kendilerinin yetişmesinde çok önemli katkılar sağlayan Üstad Necip Fazıl’a bir armağan olarak değerlendirilebilir. ‘Büyük Doğu Kapaklarının Dili’ başlıklı kitabın, Kültür dünyası ve edebiyatımız için önemli bir kaynak olarak gerek akademik gerekse kültürel çevrelerce ilgiyle karşılanacağını umuyoruz.

K İ TA P

BÜYÜK DOĞU KAPAKLARININ DİLİ

Sempozyuma sunulan bildirilerin yer aldığı kitabın önsözünde Büyük Doğu Dergisi’nin ilk çıkış tarihi ve gelişimine kısaca değinilerek derginin fonksiyonu ile ilgili şu cümleler önemlidir: ‘Ülkede Tek Parti iktidarı eliyle şiddetli ve katı bir Batıcılık hüküm sürmektedir. Derginin adının ‘Doğu’ kelimesi içermesi, üstelik bunu da ‘büyük’ sıfatıyla taçlandırması o devrin şartları altında son derece anlamlıdır. Bunun bir başkaldırı, bir meydan okuma anlamına geldiği açıktır. Üstelik Necip Fazıl Kısakürek, bu ilk sayıda iç kapakta bir de manifesto yayınlamıştır. Büyük Doğu başlığını taşıyan bu manifesto, bunun açık bir ifadesidir. Yazıda geçen şu cümleler Tek Parti Hükümeti’nin kültür ve medeniyet politikalarına taban tabana zıttır. ‘Doğudan gelmiş, Doğu’yu örnekleştirmiş, Batı’ya doğru yürümüş, sonra kalakalmış, Batı’nın saldırışları önünde, Doğu’yla beraber gerilemiş, geriledikçe gerilemiş, fakat uçuruma düşmemiş, bir şahlanışta kendisini mekan çerçevesinde kurtarabilmiş, her istikamette yeni örnekler aramaya çıkmış, amma zaman çerçevesinde bir türlü kurtarıcısını bulamamış bir millet olmak şuuruna sımsıkı bağlıyız’. Büyük Doğu’yu özel kılan şeylerden biri de bütün olumsuzluklara ve imkansızlıklara ve hatta yalnızlıklara rağmen böyle bir misyonu üstlenmesidir.’

61


Ş ehir

BİR PAYİTAHT ŞEHRİ:

BURSA

Çekirge bölgesine ve daha sonra da Sultan 2. Murat Han zamanında yapılmış Muradiye Külliyesine gidiyoruz. Bu külliyede Muradiye Camii (solda), Muradiye Medresesi (sağda), Şehzade Mustafa’nın ve Mihrimah Sultan’ın ve çocuklarının mezarları bulunuyor. Toplam 12 türbenin bulunduğu külliye şu sıra restorasyonda; bu yüzden tamamını gezemiyoruz. Bekçiden öğrendiğimiz kadarıyla son yıllarda televizyon dizileri sayesinde herkesin tanıdığı Şehzade Mustafa’nın seveni, ziyaretçisi artmış.

Mona İslam

Bursa Ulu Camii

sayı//3// ekim 62

Bazen uzaklara bakmaktan burnunun ucundaki bir yeri hiç görmez insan. Bu nefsin bir illetidir, uzaklar hep daha cazip gelir. Ancak bir imkân doğar, bir imtihan zuhur eder de yakınına dikkat eder insan, bakar, görür. Yakındaki de en az uzaklar kadar güzeldir. Bir iş vesilesiyle gittiğim Bursa’da tam da bunu hissettim. İstanbul’a bunca yakın, Kabataş feribotu ile 1,5 saatte Mudanya’da oradan da 20 dakika içinde Bursa Şehir Merkezinde olunabildiği halde, ben Bursa’ya daha önce niye hiç gitmedim. Yakın güzelliği görmeme illeti yüzünden. Bursa’ya sabah erkenden geldik, bir gece buradayız, otelimize eşyalarımızı bıraktık. İşimiz belli başlı yerleri görüp daha sonra gelecek çekim ekibine bir plan çıkarmak. Bu sebeple not defterimiz hazır ve tabi ki fotoğraf makinemiz. Bursa defterimize de kameramıza da çok malzeme verecek gibi… Şehirler gezilmeye önce Cami-i Kebirlerini ziyaretle başlamalı. Gayrimüslim bir memlekette de hep bunu yapmaya alışkınız. Şehrin merkez mabedi (cami, kilise vs.) ne ise dolaşmaya oradan başlamak. Eski şehirlerde mabed şehrin kalbi demek. Kalpten başlayıp damarlar gibi sokakları dolaşmak, kan gibi sıcak akan hayatı müşahede etmek ve notlar almak gerek. Biz de Ulucami’ye gidiyoruz. Önce namaz kılıyoruz, sonra bir hat müzesini andıran camiyi yavaş yavaş sindire sindire dolaşıyoruz. Üstümüzde 16 kubbe var. Bir kısım hattı okuyabiliyorum, “Allah Muhittir, Haydır…” yazıyor, bir kısmı ise hattın ziynetinden benim gibi acemilerin okuyamayacağı bir halde olduğundan onları sadece seyrediyorum. Bir tablo gibiler. Tabloları da her zaman aklınız anlamaz. Ama duygularınız ondan mutlaka istifade eder. YAZ YAĞMURUNDA ULUCAMİ Camiden çıkışımızda yağmur bastırıyor. Şadırvana sığınıyoruz. Ulucami’nin oluklarından sular fışkırıyor. Ulucami’de şadırvanın himayesinde yaz yağmurunu seyre dalmak ne güzel! Sani-i Hakim içeride insanlar elinden seyrettirdiği hatt tablolarına ek olarak bize bahçede bir kainat tablosu sergiliyor. Tablonun adı: Yaz Yağmurunda Ulucami… Sağanak duruyor, tekrar güneş açıyor ve biz Koza Han’ına doğru yürüyoruz. Burada envai çeşit eşarp dükkânları var. Malum; Bursa ipeği meşhur. İşimiz olmasa bu başörtülere bakmaya doyamam ama devam etmeliyiz. Bir kapalı çarşıya girdik şimdi, İstanbul’daki Kapalı Çarşının küçük kardeşi gibi. Yanda Belediye Binası var. Çok hoş tarihi bir bina ve hemen yanında Türk Hava Kurumu binası, o da çok estetik duruyor. Yazık ki eski şehrin mimari havasını şehrin yeni yerleşim yerlerini kurarken koruyamıyoruz.


Buradan Çekirge bölgesine ve daha sonra da Sultan 2. Murat Han zamanında yapılmış Muradiye Külliyesine gidiyoruz. Bu külliyede Muradiye Camii (solda), Muradiye Medresesi (sağda), Şehzade Mustafa’nın ve Mihrimah Sultan’ın ve çocuklarının mezarları bulunuyor. Toplam 12 türbenin bulunduğu külliye şu sıra restorasyonda; bu yüzden tamamını gezemiyoruz. Bekçiden öğrendiğimiz kadarıyla son yıllarda televizyon dizileri sayesinde herkesin tanıdığı Şehzade Mustafa’nın seveni, ziyaretçisi artmış. BİZ TEVAZU MEDENİYETİYİZ Külliyeden ‘siyaseten katl’lerden hüzünlü, ağzımızda acı bir tatla ayrılıyoruz. Sonraki durağımız Osman Gazi ve Orhangazi Türbeleri. Özellikle Osman Gazi Türbesi sedef işlemeleri ile bir sanat harikası. Koskoca bir İmparatorluğun kurucusu için az bile. Batılıların Kral mezarlarını hatırlayınca tevazuun bizim medeniyetimizin ayrılmaz bir parçası olduğunu bir kez daha anlıyorum. Dualarımızı ediyoruz. Ben bu semti çok sevdim doğrusu. Türbelerin dışında bir de İstiklal Harbinde Bursa’dan şehit olanlar anısına dikilen bir anıt bulunuyor.

Kozahan Köşkmescit

Bursa’ya gelip de Mevlid-i Şerif müellifi Süleyman Çelebi’nin kabrini ziyaret etmeden olmaz tabi; uğrayıp dua ediyoruz, Allah ziyaretine gelenleri şefaatine nail eder inşallah diye umuyoruz. Biraz ileride Karagöz ve Hacivat anıtı var, kabirlerinin burada olduğu söyleniyor. Onlara da yollayalım birer Fatiha… Yoldan geldik ve biraz yorulduk; rehberimiz bizi Bursa’nın Şelale’sine götürmeyi teklif ediyor. İcabet ediyoruz. Şelale Bursa’nın dışında Derekızık Köyü’nü biraz geçince. Bursa’da böyle sonu ‘kızık’la biten 7 köy varmış, bugün sadece 5’i ayakta, en meşhuru da bizim yarın sabah kahvaltıya gideceğimiz Cumalıkızık Köyü. Şelale’de gözleme ile çay pek güzel gidiyor. Biraz da dinlenmiş oluyoruz. Ancak üzücü olan Şelale epey cılızlaşmış gözüküyor, buraya gelirken yolda gördüğümüz taşlar da dere yatağıymış, hiç su yok, İstanbul’daki susuzluk Bursa’da da var demek. Dere kurumuş, taşlar suya hasret kızgın güneş altında bekliyorlar. İZNİK ÇİNİLİ CAMİ Sonraki durağımız İznik. İznik gölüne, oradaki Ayasofya Kilise/Cami (iki taraflı kullanılıyor) minaresi yeşil çinili Yeşil Cami’ye ve son yıllarda ortaya çıkmış İznik gölünde kalıntıları bulunan Basilika’yı görmeye gidiyoruz. Bugün göl epeyce dalgalı, bu yüzden normal zamanda göle girip yüzen tatilcilere rastlamıyoruz. Yol boyu zeytinlikler, küçük köyler görüyoruz. İznik,

Murat Hüdavengar Camii (muradiye Camii)

Osman Gazi Türbesi 63


Ş ehir

bulunuyormuş, bizim böyle bir imkânımız olmadığından göremedik, zaten göl çok dalgalıydı. Bir çay bahçesinde oturup İznik gölünde gün batımını izledik. Göl dingin bir güzellikten, ünsiyetli bir cemalden haber veriyor. CUMALIKIZIK KÖYÜ… Bursa’da gezilip görülecek yerler bir günde bitmiyor elbette. Gezimizin ikinci günü sabah kahvaltıya Cumalıkızık’a geldik. Taşlarından ayağımızı burkmadan yürümek için epey temkinli olsak da burası harikulade bir köy. Restorasyondan geçmiş renkli boyalı evleri, incirli, cevizli bahçeleri, sokakta köy ürünleri renk renk reçeller satan köy kadınları ile “Keşke burada yaşasam” dedirten bir mekân. Bir evin bahçesinin önünden geçiyoruz, ev sahibesi davet ediyor “Buyrun kahvaltımızdan deneyin” biz de buyuruyoruz. Köy kahvaltısı yerken durmak mümkün değil, tabi ki fazla yiyoruz… Bursa Cumalı Kızık Köyü

İznik Çinili Camii (Özbekler Camii)

göle bakan küçük bir kasaba, en güzel görüntü şu yamaca çıkarak alınabilir. Tam da şu bayrak diktikleri tepeye. İznik çinileri meşhur. Atölyelerin olduğu sokakları dolaşıyoruz, satış yapılan yerlere göz atıyoruz. Bunlar harikulade çalışmalar. Çinili cami de bu çinilerle inşa edilmiş. Tanıtımları iyi yapılmalı. Sözünü ettiğim Basilika’ya gelince, suların altında bir antik şehrin kalıntıları ortaya çıkmış ve ancak tepeden bakılınca görülebilen bir mabet sayı//3// ekim 64

Buradan sonra epey bir araba sürüşü ile Orhaneli’ne varıyoruz. Burası Karagöz’ün de köyüymüş, köy meydanında heykeli bulunuyor. Biraz daha ilerliyoruz, yolda Cumalıkızık gibi biraz bakım görse aynı güzelliğe bürünecek bir köy daha var. Sonunda Sadağı’na varıyoruz. Burada dağlara tırmanıyoruz, manzara nefes kesici, biraz ilerde çağıldayarak akan bir dere var, üstüne ahşap derme çatma köprüler kurulmuş, dengemizi koruyarak ilerliyoruz ve traking alanına varıyoruz. Durup fotoğraf çekiyoruz ve birkaç dakika dere kenarındaki taşlara oturup çağıltının müziğini dinliyoruz. O da ne; bir yerden sabunlu bir şey dereye karışmış, rehberimiz ilerideki bir fabrikanın atığı olabilir diyor, yazık ediyoruz böyle güzelliklere. Şelale’deki dere kurumuş, buradaki sabun köpüğü olmuş, hiç kıymet bilmiyoruz… BURSA KEBABINI TATMADAN OLMAZ! Bu akşam Mudanya üzerinden döneceğiz. Bursa’da Koza Han’ın arka tarafında eşimin bir arkadaşının dededen kalma Bursa Kebabı Lokantasına uğruyoruz. Israrla “İskender” değil “Bursa Kebabı” diyorlar. Hakikaten bunca doğa yürüyüşünden sonra nefis…Mihmandarımız sağ olsun, yemekten sonra bizi Mudanya iskelesine getirip bırakıyor. Feribota bir saat var, buralarda sahilde biraz yürüyüp çay bahçelerinde takılmak mümkün, akşam Mudanya sahili cıvıl cıvıl. Herkes ailece buraya gelmiş, mısırcılar, pamuk şekerciler, bisikletliler, patenliler. Seyre dalıyoruz. Budo’nun vakti geldi, bindikten sonra 1,5 saat içinde Kabataş’ta olmak harika. Bursa yakında, belki bir gece konaklama ve iyi bir planla çokça görülecek yerleriyle bizim ziyaretimizi bekleyen bir şehir. Bursa’ya benim kadar geciktirmeden gitmeli…


Kurtarın Bu Şehirleri! Her gece gözyaşlarıyla yıkanır bu sokaklar, Her sabah gökyüzünde güvercin ölüleri.

Umutları aldatanlar alkol tükürüp geçerler, Mağazalar utanır vitrine bakanlardan, Mahşerin telaşı taşadursun ufuklara, Ben yalnızım şehirlerde bu zaman,

Aman, kurtarın bu şehirleri, kurtarın aman!... Bir vakitler leylekler kanatlarıyla bahar getirirdi,

Yazlarımızı götürürdü soğuyan yuvaya bırakıp yüreğini, Şimdi ne leylek var çatılarda, ne bahar.

Çingene çocukları, iş için gelen taşralı gençler, Sokakların rengini boyarlar kaderlerine.

Hafızasını kaybetmiş modernleşme burada, İnsanlar kirle kendini boğuyor durmadan,

Aman, kurtarın bu şehirleri, kurtarın aman! Korkunun patronudur mafya kabadayıları,

Kadınlar modayla açarlar mahrem yerlerini, Çalınan müzik ne beni söyler, ne bana söyler, Rüyalarıma saplanır vitrinlerin ışıklarıyla. Meydanlar çaresizlik kokar, nefret kokar,

Belki de gözyaşlarıyla yıkamak için bu şehirleri, Bir şehit anasıdır mezarlıkta ağlayan;

Aman, kurtarın bu şehirleri, kurtarın aman!.. Muhsin İlyas Subaşı

65


Ş ehir

İSTANBULLU OLMAK İstanbul'u inşa ve imar eden, baştanbaşa kültür, medeniyet, zarafet, incelik, estetik ve sanattan ibaret hale getiren bir milletin çocukları nasıl oldu da bugünkü feci manzaraya büründü? Bu milletin evlatlarının üstünden nasıl bir silindir geçti de, Allah'ın lütfettiği bunca güzelliği kaybedip bugünkü kültürsüz, medeniyetsiz, çevre ve yeşillik katili, anlayışsız, tahammülsüz, sabırsız, metanetsiz, şuursuz ve ahlaksız hale geldi? Dünyayı cennete benzeten bir milletin evlatları, nasıl cehennemi dünyaya getirme gayretine düştü? Bu soruların cevabını bulmak ve yeniden eskimez güzelliklerimize ulaşmak, Şehir ve Kültür dergisinin varlık sebebi olsa gerektir. Ekrem KAFTAN

ergimizin adı Şehir ve Kültür... O kadar kuşatıcı iki kelimeyi yan yana getirmiş ki sevgili Kamil Berse, bu iki kelime üzerinde yaklaşık 30 yıldır kafa yoran biri olarak, meseleye hangi açıdan bakmamız gerektiğini uzun zaman düşündük. Meslek hayatını kültür sanat muhabirliğine ve bu alandaki güzel insanların yaptıklarını millete duyurmaya adamış biri olarak, şehrin kültüründen bahsetmenin zorluğunu bilenlerdeniz çok şükür. Şehir... Diğer adıyla Medine... Yani insana imanı, inceliği, zarafeti, ahlakı, diğergâmlığı, hayırlı bir kul olmayı, nefsi için yaşamamayı öğreten bir mekânın adı... Son yıllarda ısrarla "kent" diyenlerin, aslında "şehir" kelimesini ihtiva ettiği manadan uzaklaştırma gayreti güttüklerini düşünmeden edemiyoruz. Kent... Söylenişi gibi sert, muhtevasız, manasız, ruhsuz, içinde yaşayanların yalnız kendileri için yaşadıkları soysuz ve tarihsiz bir yerleşim yeri... İslam, Kâinatın Efendisi (SAV)'in hicret ettiği Yesrib'e Medine (şehir) diyerek, bütün şehirlerin aslında vahiyle süslendiğini insanlığa anlatmış oluyordu. Şehirler metafizikten beslendiği ölçüde şehir, metafizikten uzakta olduğu müddetçe kenttir. İSTANBUL BİR VAKIF ŞEHİRDİ İstanbul, ilk kuruluşundan Osmanlı'nın fethettiği 1453 ve sonrasındaki yaklaşık 5 asır boyunca şehir idi. Çünkü İstanbul, ilk kurulduğunda devrin Hak dini olan Hıristiyanlığın merkezi idi. Fethedildiği 1453 yılında da İslam'ın merkezi, Payitahtı, Dâr-ı Saadeti, Asitânesi olması niyetiyle fethedilmişti. Ayasofya'yı yapan Jüstinyen de bu eseri Allah’a adamıştı, camie tahvil ederek vakıf haline getiren 21 yaşındaki Fatih de Allah'a adamıştı. Şehir, içinde barındırdığı insanların yalnız karınlarını doyurmalarına vasıta değil, ruhlarını, akıllarını, gönüllerini, kalplerini doyurmaya da vesileydi. Çünkü şehrin bir uçtan diğer ucuna görünen ve gözlere, gönüllere sürur veren bütün eserleri Allah rızasını kazanmak için vücuda getirilmiş eserlerdi. Bilhassa Osmanlı'nın İstanbul'u fethetmesinin peşinden asırlar boyunca süren imar faaliyetleri, kahir ekseriyette Allah'ın dinini öğrenme, yaşama, yaşatma, yayma maksadına bağlı idi. İstanbul, bu yüzüyle bir vakıf şehir idi. Vücuda getirilen ve halen insanlığın ruhuna sürur veren eserlerin tamamı, bu şuur ve inancın ortaya koyduğu, Müslüman ruhunun mücessem halidir.

sayı//3// ekim 66


Yüzyıllar boyunca devam eden Allah'ın rızasını kazanma maksadının vücuda getirdiği eserlerin arasında yaşayan en cahil insanın bile bir kültürü, anlayışı, idraki, şuuru, imanı, ahlakı, feraseti, basireti ve vicdanı vardı. Zira şehirde yaşayan insanların büyük çoğunluğu aynı ortak inancın ve kültürün emzirdiği beslediği, büyüttüğü insanlardı.Böyle bir toplum içinde insan istese de çok kötü ve katlanılmaz olamazdı. Yıllardır kafa yorduğumuz bir husus var ki, nasıl izah edeceğimizi de tam bilemiyoruz. İstanbul'u inşa ve imar eden, baştanbaşa kültür, medeniyet, zarafet, incelik, estetik ve sanattan ibaret hale getiren bir milletin çocukları nasıl oldu da bugünkü feci manzaraya büründü? Bu milletin evlatlarının üstünden nasıl bir silindir geçti de, Allah'ın lütfettiği bunca güzelliği kaybedip bugünkü kültürsüz, medeniyetsiz, çevre ve yeşillik katili, anlayışsız, tahammülsüz, sabırsız, metanetsiz, şuursuz ve ahlaksız hale geldi? Dünyayı cennete benzeten bir milletin evlatları, nasıl cehennemi dünyaya getirme gayretine düştü? Bu soruların cevabını bulmak ve yeniden eskimez güzelliklerimize ulaşmak, Şehir ve Kültür dergisinin varlık sebebi olsa gerektir. Ruhları ve gönülleri inşa etmeden, şehirler inşa etmek mümkün olmuyor maalesef. Süleymaniye Külliyesi'nin dibine son derece çirkin binalar yapan, Allah'ın semasına uzatabildiği kadar uzun binalar diken, sokakta selam vermekten aciz, ağaçları katletmekten adeta zevk alan, ecdadın eserlerini de bir yolunu bulup ortadan kaldırsam da, otel, rezidans, villa, alışveriş merkezi yapıp daha fazla para kazansam diyen bir milletin kurduğu yere şehir denilebilir mi? Kitap yerine cep telefonu okuyan, deniz, çiçek, tabiat, dağ, gece, yıldız gibi ilahi kudretin eserleri yerine sürekli daha çok para kazanacağı görüntüler arayan bir milletten kültür beklenebilir mi? Bütün bunların bir de ‘bizden’ olan insanların ve yöneticilerin teşviki, göz yumması eliyle yapılıyor olmasına bilmem ki ne demeli?...

kuşlarımızın, diğer canlılarımızın kurtuluşuna vesile olabilir. Evlerimiz üç oda bir salon ve salonlarımızın en mutena köşesinde televizyon bulundukça Allah'ın istediği, Peygamber Efendimiz (SAV)'in yektâ numunesi olduğu "insan" haline gelmemiz mümkün olmayacaktır. Çok konuşmak yerine çok okusak, çok tefekkür etsek ve bir kerecik olsun, ayaklarımız şişinceye kadar Allah'ın huzuruna durup namaz kılsak, belki eski insanlarımızın nasıl güzel ve özlenen insanlar olmayı başardığını anlarız. Ecdadın, geceler boyu mum ışığında göz nuru dökerek, is mürekkebiyle yazdığı sayısız kitap okunmak ve fark edilip anlaşılmak, yorumlanmak ve bu kitaplardan yeni bilgiler üretilmek üzere kütüphanelerimizde bizleri bekliyor. Süleymaniye'ye kuru fasulye yemeye gittiğimiz kadar kütüphanesine gidip biz de azıcık göz nuru döksek şehir kültürüne ne kadar büyük katkıda bulunuruz; hiç düşündük mü? Senelerden beri içimizde biriktirdiğimiz kederin bir katresini sizlerle paylaşmak istedik efendim... Bu güzel dergimizin her sayısında sizlerle olmayı arzu ediyoruz... Gelin görün ki fani dünyanın telaşı bizi de hayal ettiğimiz güzelliklere ulaşmaktan alıkoyuyor. Her evinde başta Kuran-ı Kerim olmak üzere bol bol kitap okunan, aile efradıyla sohbet edilen, tefekkürün tekellümden fazla bulunduğu bir şehre ulaşmak dileğiyle efendim...

ÜMİTSİZLİK BİZE GÖRE DEĞİL Sevgili dostlar... Ümitsizlik bize göre değil biliyorsunuz. Manzarayı ortaya dökelim ki, ecdadın emanetine sahip çıkan, ruhunu ve gönlünü terbiye eden, nefsini tezkiye eden bir millet haline gelmenin yollarını arayıp bulalım ve o yollarda yürümeye gayret edelim. Şehirde kaybettiğimiz gönül eğitimi kurumları olan dergâh, tekke, zaviye gibi asırlık güzelliklerin yeniden inşası ve insanlarımızın buralarda ruh terbiyesine tabi tutulması belki kurtuluşumuza, dünyamızın, şehirlerimizin, ağaçlarımızın, 67


Ş ehir

“BODİ BODİ” BELGESELİNİN YÖNETMENİ OĞUZHAN CEYLAN’LA SÖYLEŞİ

TÜRK SİNEMASI KENDİNE HAS BİR DİL OLUŞTURAMADI İslamiyet’i ve Türklüğü candan ve gönülden benimseyen Müslüman Boşnaklar, kalabalık, eğitimli ve kültürlü nüfusları, her vesileyle ve her zaman kanıtladıkları devlete bağlılıkları ve sadakatleri sayesinde Osmanlı bürokrasisinde ve Devlet’in çeşitli kademelerinde önemli görevler aldılar, defterdarlık, kaptan-ı deryalık ve sadrazamlık gibi çok görevlere kadar yükseldiler. Recep GARİP

ıymetli Oğuzhan Ceylan, Sinemanın, dili ve etkisi üzerine bir şeyler söyleme yerine neden sinemayı tercih ettiğinizi sormuş olayım? Bugüne kadar bizler sinema biletini satan değil de hep alan konumundaydık. İslami Camia çocuklarının gelecek planlamasını yaparken sanat ve sinema akıllarının ucundan dahi geçmiyor, geçtiği anda da “tövbe “ çekip çocuklarını bu alandan uzak tuttular. Her ne kadar bu zihniyet yüz yıl öncesinin zihniyeti olsa da , dünden bugüne bu anlamda değişen pek bir şey olmadı. Artık bizlerin bu konuda “ Yüzyıllık Yalnızlığı” oynamaması gerekiyor. Henüz İmamHatip lisesinde öğrenciyken sinemanın toplum üzerinde ki etkisini anlamıştım. Sinemanın sadece bizim kuşağın değil , bizden önce ki kuşağında üzerinde derin etkiler bıraktığını fark ettim. Bazen onların geçmişten bugüne hatırladıkları tek şeyin filmler olduğunu bile gördüm. Tarihsel süreçte bizim asıl rolümüzün etkilenen değil de etkileyen olduğunun farkındaydım. Bu farkındalık duygusu ile sinemanın ucundan tutmak istedim. Siz daha önceki kuşaklardan Milli Sinema savunucusu rahmetli Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan, İsmail Güneş, Ali Murat Güven ve İhsan Kabil bu sinema dilini önceden kavrayıp kullanmayı denediler. Siz aynı yolu sürdürmek için kolları sıvamış olduğunuz göze çarpıyor. Sinemayla ne yapmak istiyorsunuz? Saydığınız isimler yola çıkarken bana ilham veren isimlerdir. Eğer bahsettiğiniz yol İslami camianın da sanatta ben varım demesiyse evet ben de aynı yolu sürdürmek için kolları sıvadım. Yücel Çakmaklı’yı genç sinemacıların kesinlikle çok iyi analiz etmesi gerekiyor. Özellikle İslami cenahtan olan genç sinemacıların bunu yapması gerekiyor. Bugün İslamcı sinemacıların tamamının üzerinde Yücel Çakmaklı’nın emeği, hakkı vardır. Hakan Albayrak bir yazısında şunları söylediğini hatırlıyorum : “ Bizim cenahtan bir delikanlı veya genç kız iseniz ve Yücel Çakmaklı'nın hakkını teslim etmiyorsanız, hiç kusura bakmayın, cahilsiniz. “ Ali Murat Güven de çok değer verdiğim ve tecrübelerinden faydalandığım bir değerdir. Hatta Akdeniz Üniversitesi’nde kulüp başkanlığı yaptığım dönemde Ali Murat Güven ağabeyi yılın sinema eleştirmeni seçmiştik. Milli Sinema anlayışında Hollywood ve İran sineması dışında bir üslup belirlemek için Türkiye’de altyapı, sinema camiası, akademik camia sizce yeterli mi? Türk sinemasının en büyük sorunu bir kimliğe sahip olmamasıdır. Bir dönem Amerikan taklidi filmler başka bir dönem de ise Hint taklidi filmler çekmişiz. Türk Sineması kendine has bir dil oluşturamadığı sürece gelişmesi pek mümkün

sayı//3// ekim 68


olmayacaktır. Son yıllarda Türk Sineması’nda gözle görülür bir hareketlilik var ama nitelik olarak gelişme kaydedemediğini söylemek zorundayım. Türk Sineması’nın gelişmesi sadece sinemacılarla mümkün olmayacaktır. Devlette üzerine düşen görevi yapmalıdır. Devlet birçok projeye gerek senaryo aşamasında, gerekse çekim desteği olarak maddi imkân sağlamaktadır ama yetmez. Daha fazla film platoları, daha fazla film atölyeleri, daha fazla sinema salonları gerekiyor. Genç yönetmenler ve yönetmen adaylarına daha fazla maddi ve manevi destek sağlanmalıdır. Bu gençler arkasında devletin olduğunu hissetmelidir. Birkaç yıl önce dostumuz İsmail Güneş’in “Ateşin Düştüğü Yer”e olan tepki, jürinin görmezliğini, aymazlığını bildiğin halde neden bu yolu zorluyorsun? Sahiden de zorladığın bu yol kültür ve sanatın çıkış yollarından birisi midir? Öyle düşünmesem bu yola girmezdim. Aslına bakarsanız bu durum benim için bir nimet. İranlı Sosyolog ve düşünce adamı Ali Şeriati de sanatçının aslında en çok ihtiyacı olan şeyin bir dert sahibi olması gerektiğini söyler. Bu arada İsmail Güneş’e yapılanların çok ayıp ve kabul edilemez olduğunu belirtmeliyim. Yıllarını sinemaya vermiş ve kaliteli eserler ortaya koymuş birine tutup yüz üzerinden bir puan vermek sadece İsmail Güneş’e değil Türk Sinemasına yapılmış bir ayıptır. Mesele, kimsenin fark edip etmemesi midir yoksa yapmakla mükellef olduğuna inandığın istikamette yolu sürdürmek midir asıl olan? Aslolan tabi ki de yapmakla mükellef olduğuma inandığım istikamette yürüyebilmek; fakat bu yolu sürdürebilmenin elzem tarafı da insanların fark etmesini sağlamaktır. Özgün ve dinamik filimler çekmektir. Üzgünüm ama kültür ve sanatın dilini anlamayan aydınlar, tarafsız bir bakışla bakmayı başaramayan aydınlar topluma nasıl yol gösterebilir ki? Zaten sanatın amaçlarından biri de insanlara sanatın dilini kavratabilmek, hayatının bir parçası olmasını sağlamaktır. Toplum sanatın dilini kavradığı zaman, aydınlar da toplumu etkileyebilmek için fildişi kulelerden inmek zorunda kalacaktır. Bir kişiye “aydın” deniliyorsa o kişinin, olayları ve olguları tarihsel derinlik ve perspektif içerisinde değerlendirmesi gerekir. Ayrıca aydınlardan siyasetin ve siyasetçinin güdümüne girmemesi beklenir. Baktığımız zaman “aydın” olarak görülen birçok kişi, özellikle film festivallerinin açılış ve kapanış konuşmalarında, festivalleri siyasi bir arenaya dönüştürerek konukları adeta pimi çekilmiş bir el bombasına dönüştürdüğünü görmekteyiz. Aydının tarafı

olmalı mı? Evet, olmalı, hakkın ve hukukun tarafı olmalı, haksızlık karşısında susmamalıdır. Bugün aslında önemli olan meselelerden biri de sanatın ve sanatçının durduğu yeri değiştirebilmek. Yukarıdan aşağı bir hareket değil de bizatihi toplumun içinden gelen ve onu temsil eden sanat ve sanatçıyı oluşturabilmek. Şimdi senin filmlerinden bahsedelim; Filmlerinin içersinde “Bodi Bodi” isimli bir belgesel var. Bu belgeseli çekmende ki amaç neydi? Bodi Bodi dışında iki belgeselim daha var. Ama insanlara en ilginç gelen Bodi Bodi oldu. Kısaca filmin konusundan bahsedecek olursak; Bodi Bodi Orta Asya kökenli eski bir Türk yağmur duası geleneğidir. Bu dua da çocuklar ön plandadır. Büyüklerin yağmur duası sonrası yağmur yağmaz ise çocuklar duaya giderler. Bu dua tören şeklinde, şarkılar söylenerek yapılır. Öksüz bir çocuk en öne geçer ve diğer çocuklar da onu takip ederler. 69


Ş ehir

Bu duanın en ilginç yanı; çocukların masumiyeti, günahsız olmaları ve saflıkları kullanılarak yağmurun sahibinden yağmur istenilmesidir. Bu belgeseli çekerken haftalardır yağmur yağmayan köylere yağmur yağdığını da belirteyim. Gerçekten çok şaşırmıştık. Bir düşünün yağmur duası belgeseli çekiyorsunuz, çekim yaptığınız bölgeye haftalardır yağmur yağmıyor ve siz çekimlere başladıktan sonra bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor. Bu müthiş bir gerçekliğe işaret ediyordu. Bu belgeseli Adana’nın Karaisalı ilçesinde çektik. Çekmemde ki en büyük amaç, unutulan bir geleneği tekrar hatırlatmak ve yeni kuşaklara öğretmekti. Sanırım bunu örneklemiş olduk. Samimiyetin, ihtiyacın hissettirildiğinde nelere muktedir olunacağını çekimle birlikte yaşamış olduk. Hedefin nedir? Gelecek için yeni projelerin var mı? Kısaca kendinden de bahsetsen bu son soruda. Kendi köklerimizin ve geleneğimizin uzantılarından da uzaklaşmayarak, sinema kültürümüze katkıda bulunabilmeyi hedef belirlemiş durumdayım. Geleceğe dair elbette güzel projelerim var. Ekip arkadaşlarımla birlikte üzerinde çalışmalara devam ediyoruz. İnşa-Allah projelerimiz tamamlandığında da sizinle söyleşi yapma imkanım olur . Benim İslami Mahalleye birkaç önerim olacak. Çocuklarınıza sanatı sevdirin. İlmi-fenni sevdirin, teşvik edin. İlimsiz, sanatsız gelişebilmemiz mümkün olmayacaktır. İslam coğrafyasının bugün düştüğü durumun en büyük nedeni İlimden, sanattan, aklını kullanmaktan uzak olmasıdır. Başarılarla dolu bir ömürle yeni yeni alanlarda toplumun dili olmanı dileyerek verdiğin mücadelede sana destek vermeyi sürdüreceğimi ifade ederek söyleşi için teşekkür ediyorum. Bende bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Bu yolda yalnız olmadığımı bilmek beni ayrıca mutlu etti. sayı//3// ekim 70


Yunus Emre ALTUNTAŞ Mustafa Kutlu Dergâh Yayınları, 2014

Özellikle sözlü tarihin kayıt alınması bakımından bu tarz eserlerin genç nesil tarafından okunmasını önemli bulanlardanım. Kaybolan değerlerimize vurgu yapması, “nereye bu gidiş?” diyerek insanımızı sarsması bakımından Mustafa Kutlu’nun içinde kalan bir uhdeye cevap niteliği taşıyan bu eserini not etmekte fayda görüyoruz. Mustafa Kutlu son yirmi yılda gazetede yayınlanan denemelerini “Vatan Yahut İnternet” ismiyle kitaplaştırdı. Bir hikâye yazarı veya şair için gazete yazarlığı önemli bir risktir. Çünkü belirli aralıklarla kamuya açık bir sayfada yazmak zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk ister istemez yazarı kısıtlar veya tekrara düşürür. Kullanılan dil de bir hikâyedeki veya romandaki gibi planlı programlı olmaz çoğu zaman. O günün koşullarında yazar neyi önceliyorsa onu yazısına konu edinir. Bu bakımdan değerlendirildiğinde Mustafa Kutlu gibi nevi şahsına münhasır bir ismin hem deneme yazarlığı yapması ve dahi spor yazıları kaleme almış olması bir cesaret işidir. İsmet Özel de gazetede uzun süre yazdı ve sonrasında bu işi neden yaptığını izah ederek kendi mecrasına çekildi. Şimdi dönüp

baktığımızda gazetelerin en önemli işlevlerinden birinin böylesi yazarları bir şekilde yazmaya zorlaması, gündeme dair konuşmak zorunda bırakmasıdır diyebiliriz. İsmet Özel’in bir nevi istemeyerek girdiği gazete macerasından bizlere önemli bir külliyat kaldı. Bu yazılar da bir döneme şahitlik etmesi bakımından ciltler halinde yayınlanmaya devam ediyor. Keşke böylesi daha fazla isim gazetelerde yazsa ve biz kapalı kutu misali sadece romanlardan, hikâyelerden veya şiirlerden tanımaya çalıştığımız üstatlarımızı güncele dair yazılarından da okuyabilsek... MODERNE DİRENEN SIKI GELENEKÇİ “Vatan Yahut İnternet” kapağı ile içeriğini ve yazarının dünyasını haber veriyor aslında. Uçsuz bucaksız çayırlar arasında bir köylü çift bir merkep ile yol alıyor bu resimde. Mustafa Kutlu’yu yakından tanıyanlar bilir ki üstat zor biridir. Kolay beğenmez ve sıkı bir gelenekçidir. Özellikle modern olan her şeye karşı bir duruşu vardır ve bu konuda istikrarını asla bozmamıştır. Bu anlamda kendisini bir Anadolu Milliyetçisi veya sıkı bir Anadolucu olarak tanımlayabiliriz. Bu bir nevi Anadolu sevdasıdır aslında... Hareket ekolü içerisinde yer alışı da bunun etkenlerinden diğeri. Köyüyle, kasabasıyla, bayırıyla, buğdayıyla, başağıyla, insanıyla Anadolu’nun her şeyine vurgundur yazar. Özellikle çocukluğunun geçtiği Erzincan ve yine atalarının yaşadığı yerler içinde bir hasret olarak öbek öbek çoğalır ve taşar. Hikâyelerinde bu manzaraları görmeye alışkınızdır. Lakin gazete yazılarında da Kutlu bu hususları deneme mantığı ile dile getirmeye devam eder. Köyden şehre göç, tarımın önemi, kaybolan değerlerimiz, teknolojinin insanları başkalaştırması, modernleşen şehirler, mimari anlayışımız, talan edilen doğa, yok olan çiçek ve kuş nesli, mahalle kültürü ve geleneğe dair ne varsa Kutlu’nun bu denemelerinde coşkuyla yer alır. “Vatan Yahut İnternet” bu yönüyle Kutlu’nun üzerinde bir vazife gibi duran bu uyarılarının derlenip toplandığı ve bir nevi malumun ilanı gibi okuyucunun önüne sunulduğu bir kitap.

K İ TA P

VATAN YAHUT İNTERNET

71


Ş ehir

BALKANLARDA BIRAKTIKLARIMIZ Tuna boylarında sıra selviler, Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış! Tuna ağlıyormuş bazı geceler, Göğsünde kefensiz şehitler varmış!

M. Fuat Köprülü Mustafa ATALAR

cdadımızın dest-i takvâ ile (takvâ eliyle) fethettiği o canım Rumeli’de neler bıraktığımızdan acaba kaçımız farkındayız? Biz, asla terk etmememiz gereken o coğrafyada nice güzel ülkeler, şehirler, beldeler, nehirler, topraklar, vatanlar, yurtlar, diyarlar, şehidler, sayısız değerler ve güzellikler bıraktık. Bizim tarafımızdan oluşturulmuş Balkan kültürünü, Balkan Türklüğünü ve Müslümanlığını bıraktık. Balkanlarda bıraktıklarımızı değil tek tek, topluca ve gruplandırarak saymaya bile satırlar, sayfalar değil, kitaplar bile yetmez. İşin acı tarafı büyük bedeller ödeyerek vatan edindiğimiz o unutulmaz beldeleri, o güzelim vatan topraklarını çok acı bir şekilde ama çok kolay, çok ucuza, neredeyse bedavaya kaybettik. İşin daha da acısı çoğumuz neler bıraktığımızın farkında bile değiliz, çoktan ve çok çabuk unutup gitmişiz. Bu yazıyla bunları ana hatlarıyla birazcık olsun hatırlamaya, kısaca gözden geçirmeye ne dersiniz? MUHTEŞEM BİR KÜLTÜR VE MEDENİYET BIRAKTIK Kültür, doğası gereği değişken bir olgudur. Balkan kültürü de, coğrafi konumundan ve tarihsel bağlarından kaynaklanan kendine has özellikler taşımaktadır. Tarih boyunca çok yoğun göçlerin ve nüfus hareketlerinin yaşandığı Balkanlarda çok çeşitli kültür ögeleri arasındaki çatışmalar, karışıp kaynaşmalar ortaya yeni kültür birikimleri çıkmış, Balkan kültürünün oluşumunda bu göç ve nüfus hareketlerinin çok önemli rolü olmuştur. Balkan kültürünü ortaya çıkaran ana etmenlerden biri de Türk kültürüdür. Asırlar boyunca Türk dünyasında Balkanların ve Balkan coğrafyasının çok önemli bir yeri olduğu gibi, bugünkü Balkanları ve Balkan kültürünü Türk ve Osmanlı tarihini ve kültürünü bilmeden öğrenebilmek ve anlayabilmek mümkün değildir. Osmanlılardan önce Balkanlarda hiçbir alanda birlikten, beraberlikten, ortak değerlerden bahsedilemeyeceği gibi bir kültür birliğinden ve Balkan kültüründen de bahsetmek mümkün değildir. Türk-İslam kültürü Balkanlardaki yerli kültürleri de etkileyerek, Balkanların ve Balkan kültürünün biçimlenmesinde en önemli etkenlerden biri olmuştur. İslamiyetle tanıştıktan sonra yeniden şekillenen, çok yeni bir mahiyet kazanan, kıvamını ve kemalini bulan Türklük, gelişimini Anadoluda tamamladıktan sonra 14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Balkanlara ve Avrupa içlerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Türk-İslam kültürü, üstün ve hâkim bir kültür olarak iletişimin çok çok zor olduğu, dağınık ve karmaşık bir din, dil, kültür ve halklar mozayiğine sahip karşıtlıklar, zıtlıklar,

sayı//3// ekim 72


düşmanlıklar bölgesi dağlık Balkan coğrafyasına birleştirici bir unsur olarak girip yerleşirken yalnız İslamiyeti kabul edenleri değil, Müslüman olmayan yerli halkı ve bunların kültürünü de derinden etkilemiştir. Türk-İslam Kültürü yüzyıllar boyunca Balkanlarda hem Balkan kültürünü besleyen en önemli kaynaklardan biri, hem de Balkan Türklüğünü ve Müslümanlığını oluşturan en önemli alt yapı kurumu olmuştur. Balkanların, özellikle de Bosna-Hersek'in Müslüman halkı genellikle eğitim ve kültür seviyesi yüksek şehirlilerden, gayrimüslim halkı ise genelde köylülerden, kırsal kesimde ve dağlık yörelerde yaşayan, eğitimsiz, görgüsüz, kaba saba insanlardan oluştuğu için, Müslümanların o günden bugüne Hıristiyanlara, özellikle de Sırplara göre çok daha medeni oldukları bilinir ve kabul edilirdi. Başta Sırplar, Hırvatlar, Arnavutlar olmak üzere başka unsurlara mensup olmak daha yabani, dağlı, köylü, vahşi, barbar, cahil, eğitimsiz, kaba, sert bir karakteri, domuz çobanı, Türk ve Müslüman olmak ise daha medeni, şehirli ve insani bir kültüre mensubiyeti, eğitimli, edepli, terbiyeli, kültürlü, akıllı, erdemli, ahlaklı, güzel huylu velhasıl iyi ve güzel olan ne varsa hepsini temsil ediyordu. Osmanlı Devleti Balkanlar'daki yaklaşık 500 yıllık hâkimiyeti süresince imar çalışmalarına çok büyük önem vermiştir. Bu yüzden Osmanlı Türk şehir mimarisinin en güzel örneklerini Balkanlar’da görürüz. Osmanlılar Balkanların her yerinde cami, mescit, tekke, zaviye ve türbe gibi dini yapılar; han, bedesten, kervansaray, arasta ve çarşı gibi ticari yapılar; imaret, hamam, köprü, su kemeri, çeşme ve saat kulesi gibi sosyal yapılar; mektep, medrese ve kütüphane gibi eğitim kurumları; kale, kule, ocak, burç ve tabyalar gibi askeri yapılar başta olmak üzere Türk-İslam kültürünü yansıtan sayısız eserler bırakmışlardır. Onca tahribata rağmen bugün hala Balkan ülkelerini gezen her yabancı turist, hemen her adımında Osmanlılardan kalma Türk-İslam kültürünü temsil eden izlere, eserlere rastlar. Türk mimari tarihinin ünlü isimlerinden Ekrem Hakkı Ayverdi, uzun araştırmalar sonucunda yayınladığı Avrupa'da Osmanlı Mimarisi adlı eserinde, Osmanlı'nın sadece Balkanlar'da 15.787 adet mimari yapı inşa ettiğini ortaya koymuştur. Sadece Bulgaristan'daki mimari eserlerin sayısı 3399 adettir. Bunlar arasında 2356 cami ve mescit, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekkezaviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam-ılıcakaplıca, 27 türbe, 24 köprü, 16 kervansaray, 74 çeşme, saat kuleleri, hastaneler, bedestenler, kütüphaneler gibi çeşitli sanat eserleri vardır. Günümüzde bu eserlerin büyük bir kısmı yok

edilmiştir. Orijinal halini koruyan eser sayısı ise son derece azdır. Bölgenin imarından ve kültürel gelişmesinden gayrimüslim halklar da en geniş şekilde yararlanmışlardır. Ancak Osmanlı’nın bölgede bıraktığı kültür mirası, sadece mimari eserlerle de sınırlı değildir. Osmanlı yönetimi Balkanlar'da imar faaliyetlerinin yanı sıra bilim, kültür ve sanat alanındaki faaliyetlere de çok büyük önem vermiş, bu alanda da önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Özellikle bölgede inşa edilen medrese, mektep, tekke ve zaviyeler, Balkanlarda yeni bilim ve sanat insanlarının yetişmesine zemin hazırlamıştır. Çok geniş vakıf imkânlarına sahip olan eğitim ve kültür kurumları, bu kültür ortamının verimliliğine, kabiliyeti olanların kolay gelişip yetişmelerine zemin hazırlıyor, yardımcı oluyordu. Özellikle II. Beyazıt döneminden sonra Balkanlardan çok sayıda yazılı metinler üreten bilim adamları, şairler ve sanatçılar çıkmış, Balkanlar, Osmanlı Devleti’ne sanatçı, bilim ve devlet adamı yetiştiren çok verimli bir merkez haline gelmiştir. 16. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı edebiyat eserlerinin büyük bir kısmı Balkanlar'da üretilir olmuştur. Türk kültürünün, dilinin ve edebiyatının Balkanlar'da çok geniş ölçüde özümsendiğini

73


Ş ehir

kökenli kelimelerin sayısının 7000 dolayında olduğu yıllar önce tespit edilmiştir. Daha eski araştırmalarda 5000 dolayında olduğu öne sürülen Bulgarca'daki Türkçe kökenli kelime sayısının da 6500'ün üzerinde olduğu yeni araştırmalarla ortaya konmuştur. Ünlü Bulgar mizah yazarı Radoy Ralin, Bulgarca'da kullanılan Türkçe kökenli atasözleri sayısının da 500 olduğunu söylüyor. Sava Popov da Bulgarlar arasında bilinen Nasrettin Hoca fıkralarının 900, çeşitleriyle birlikte 2000 dolayında olduğunu yazıyor. Balkan topraklarına yerleşen Müslüman-Türk gruplar, beraberlerinde Türk halk ve tasavvuf edebiyatını, çeşitli sanat kollarını, yeme-içme kültürünü, daha doğrusu Müslüman-Türk medeniyetinin bütün unsurlarını da bu bölgeye taşımış, yaygınlaştırmış ve günümüze kadar yaşamasını sağlamışlardır. Balkanlar'da Türk edebiyatının tasavvuftan halk edebiyatına kadar her türünde önemli eserler verilmiş, bu edebi anlayış, bölgede kök salmış ve yerel halkların kültürüyle kaynaşmıştır.

gösteren sayısız örnekler, bu konuda yapılmış çok sayıda bilimsel araştırma mevcuttur. Yapılan araştırmalar, Slav ve Türk kültürünün kaynaşarak ortak ve zengin bir edebi kültür oluşturduğunu, Balkan kültüründeki Türk izlerinin bugün bile kolaylıkla takip edilebildiğini ortaya koymaktadır. Balkan ve Türk grupların arasındaki kültür alışverişi, ortak bir kültürün, yani Balkan kültürünün de temelini oluşturmuştur. Özellikle Türk yemek kültürü bugünün Balkanlar'ında da etkisini ve hâkimiyetini sürdürmektir. Pide, baklava, börek, kadayıf, helva, somun, gevrek, simit, kebap, dolma, sarma, boza, salep, şerbet, kahve, fincan, bardak, tas, cezve gibi Türk yemek kültürüne ait birçok unsur ve sayısız kavram Balkan kültüründe yaşamaya devam etmektedir. Bölgede konuşulan Slav ve Türk dilleri arasında yoğun bir alışveriş olmuş, sayısız Türkçe kelime, deyim, atasözü, fıkra Türkçe’den Balkan dillerine ve kültürüne geçmiştir. Sırpça-Hırvatça'da Türkçe sayı//3// ekim 74

Osmanlılarda saraydan başlayarak, taşradaki şehzade sancaklarına, vezirlere, beylere, beylere, paşalara kadar herkesin kendi konumuna uygun olarak sanatı ve sanatçıları himaye etmesi, maiyetlerinde sanatçılardan ve bilim adamlarından oluşan bir kadro bulundurmaları yöneticiliğin şanından ve şartlarından sayılıyordu. Osmanlı Rumelisi de özel konumu nedeniyle çok sayıda akıncı beylerinin ve ailelerinin yaşam alanlarıydı. Her zaman akına ve savaşa hazır, her zaman istim üstündeki akıncı beylerinin, yoldaşlarının, serdengeçtilerin de etraflarında en çok ihtiyaç duydukları kimseler, onları manevi bakımdan cesaretlendirecek dervişler, şairler ve ozanlardı. Dolayısıyla bunlar Rumeli’de yöneticiler tarafından da çok büyük rağbet, himaye ve destek görürlerdi. Ayrıca Balkanlar, doğal güzellikleri, yemyeşil dağları, yaylaları, buz gibi suları, bereketli ovaları, verimli toprağı, türlü sebze ve meyveleri, çeşitli üzümleri, dalbastı kirazları, kışları ılık yazları serin akan kaynak sularıyla her sanatçıya ilham veren bir bölgeydi. Bu yüzden de Rumeli Osmanlı’da adeta bir şairler ocağı haline gelmişti. Osmanlılar cami, hamam, medrese, tekke, türbe, çeşme, köprü, kervansaray gibi muhteşem eserlerle ve yeni kurdukları yaşanası şehirlerle Balkanları hızla imar edip değiştirirlerken, Balkan halklarının yaşam biçimleri, geleneleri, görenekleri, dilleri, kültürleri üzerinde de değiştirici etkilere neden olmuşlardır. Balkan kültürünü asırlarca etkileyen ve besleyen en önemli kaynak durumundaki Türk İslam kültürü, bütün Balkan halklarının, toplulklarının kültürel


ögelerine, dokularına ve günlük hayatlarına kadar her şeylerine derinlemesine nüfuz edebilmiştir. Türklerle, Müslümanlarla iç içe yaşayan Balkan halklarının Türk dilinden ve kültüründen ne kadar çok etkilendiklerini ortaya koyan pek çok bilimsel araştırma vardır. Fransız bilim adamı Georges Castellan, 14-18. yüzyıllar arasında Balkanlardaki yerli halktan ve onların kültürlerinden doğal olarak Türklerin de etkilendiğini, fakat yönetici bir kesim olarak Balkan halklarının dil ve dinleri üzerinde Türklerin etkilerinin çok daha fazla olduğunu, bunların dillerini ve dinlerini değiştirmeden Türk usulü yaşadıklarını belirttikten sonra şunları da ekler: ‘ O dönemin seyyahları Balkan kentlerinin, hatta Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bile yaşama biçiminin Türk karakterinde olduğunu belirtirler. Buna göre Selanik, Belgrad ve Sofya’da herkes çarşaf giyiyordu ve pek çok kilise kadın ve erkekleri ayıran tahta parmaklıklarla bölünmüştü. 19. yüzyıla kadar Belgradlı Sırp kadınlar çarşaf giyiyorlar, kocaları da sarık sarıp nargile içiyorlardı. 1829’da Vuk Karaciç de bunları doğrular ve özellikle şehirlerdeki Sırpların Türk adetlerine göre yaşadıklarını anlatır (Castellan, Georges, 1995, Balkanların Tarihi (Çev. Ayşegül Yaraman- Başbuğu), sayfa: 148, Milliyet Yayıncılık, İstanbul).

etkisiyle Balkanlarda bir yandan da İslama, Müslümanlara, Türklere, özellikle de sonradan Müslüman olan Balkan Müslümanlarına karşı Hıristiyan taassubundan kaynaklanan çok büyük bir kıskançlık, kin, nefret ve düşmanlık da hep olmuştur. Balkanlar'da Türklük ve Müslümanlık aynı anlama geliyordu. Yerli Hıristiyan halk kendileriyle aynı dinden, aynı etnik kökenden olup da İslamiyeti kabul edenleri artık Türkleşmiş sayıyorlar, bunları da Türk, hatta diğer Türklerden daha tehlikeli görüyorlardı. Boşnaklar, Arnavutlar, Torbeşler, Pomaklar gibi sonradan Türkleşmiş kabul edilenlere karşı gizliden gizliye Anadolu’dan gelen Türklere ve Müslümanlara duyulan kin, nefret ve düşmanlıktan daha büyük, bazı çevrelerce de sürekli körüklenen bir kin, nefret ve düşmanlık besleniyordu, Yüzyıllar boyunca bilinçaltında kalan bu kompleksler, düşmanlıklar, kin ve nefretler, Osmanlı ordularının 1683'teki Viyana bozgununundan sonra, özellikle Bosnalı Müslümanlara karşı her fırsatta kanlı eylemlere dönüştü. ‘Istraga Poturica’ (Türkleşmiş olanların imhası) adıyla 1702 yılında Karadağ'ın Başkent Çetine'de soykırım boyutunda akıtılmaya başlanan sivil Müslüman kanı günümüze kadar akıtılmaya devam etti.

Sırp araştırmacı Milan Vasic de işin Hıristiyan çocuklara Türk ismi vermeğe kadar vardığını, iki kültürün birbirini etkilemesi sonucu tam bir ahengin yaratıldığını belirtiyor (Koloğlu, Orhan, 1999, “Mostar” 2004, sayfa: 7, Gazete Milliyet Pazar, 10 Ekim 1999, İstanbul). Romen tarihçi Beldiceanu Balkanlarda Türk kültürünün damgasının günümüzde de hala silinmediğini şöyle anlatıyor: ‘ Gelenekler ve Osmanlı söz hazinesi Balkan halklarının dillerinde yaşamağa devam ediyor. Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, Makedonyalılar, Boşnaklar, Sırplar ve Romenlerin miras aldıkları bu hazineye bir göz atılırsa Osmanlı uygarlığının ne derece kendini kabul ettirmeyi becerdiği ve Balkanlardaki yaşamın bazı yönlerini şekillendirdiği fark edilir. Bir evin mobilyası, oda eşyası, giyim, yiyecek ve kent çevresine ait en az iki yüz kelimenin Türkçe olması anlamlıdır. Doğu Avrupa halkları üzerine vurulan bu damga, Balkanlarda yeni bir kent uygarlığının ilk temellerini Türklerin attığını ve bu roldeki önemlerini iyi yansıtmaktadır (Hafız, Nimetullah, 1985, Kosova Halk Edebiyatı Metinleri, sayfa: 5-10, Priştine). Genel tablo bu olmakla beraber, Türk İslam kültürünün her zaman, Balkanların her yerinde ve herkes tarafından hüsnü kabul gördüğünü söylemek de mümkün değildir. Batılıların da 75


Ş ehir

EVRENSEL İYİLİĞİN SEMBOLÜ

SADAKA TAŞLARI

“(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” 2/273. Nidayi SEVİM

ütün insanlığın iyiliğini düşünülerek üretilen ortak değerlerin öncüsü olan Osmanlı; insanı son derece önemli sevgi ve saygı odağı haline getirmiş, bunun olumlu yansımaları olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine yeni usul, vasıta kurum ve kuruluşlar armağan etmiştir. Asırlar boyunca Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e kadar hâkim oldukları coğrafyalarda hangi dil, din, ırk ve meşrepten olursa olsun yönetimi altındaki insanlara bir arada, barış içinde, mutlu ve mesut günler yaşatmışlardır. Bugün yeni devletlerin oluştuğu eski Osmanlı ülkelerine gittiğimizde bu kapsayıcı, kucaklayıcı medeniyetin yüzlerce şahidini görmekteyiz. Osmanlı ülkesini ziyaret eden birçok insaf ehli yabancı gezgin buralarda insana verilen değeri ve hoşgörüyü ülkelerine döndükleri zaman övgü ile dile getirmişlerdir. Öyle ki İstanbul muhasarası sırasında Katolik ve Ortodoks Kiliselerinin birleştirilmesi dahi düşünülmüştü. Ancak, Ortodoks Kilisesi liderlerinden Gennadias ile Başvekil Notares, bu birleşmeye karşı idiler. Hatta iki lider şöyle diyorlardı: “ İstanbul’un içinde Latin Serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmek evladır.” Bırakın gündelik yaşamdaki ahenk ve coşkuyu, dedelerimiz sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini sergileyerek birbirinden anlamlı ve zarif eserlerle bir vakıf medeniyeti oluşturmuştur. Devlet-millet eliyle yapılan cami, çeşme, han, hamam, şifahane, darülaceze, imarethane gibi mücessem eserlerin yanında halk tarafından çeşitli vakıflar aracılığı ile insanların istifade edecekleri binek taşları, mola taşları ve kuş evleri gibi insanı hayrete düşüren ve düşündüren hayır eserleri de kazandırmışlardır. Osmanlı döneminde tespit edilebildiği kadarıyla yirmi altı binden fazla vakfın kurulmuş olması, ecdadımızın bu husustaki gayretini ve faziletini göstermesi bakımından oldukça manidardır. İşte bu vakıflardan birkaç örnek; Yoksul kızlara çeyiz almak için kurulmuş vakıf, İstanbul sokaklarında insanlar rahatsız olmasın diye yerlerdeki tükürüklerin üzerini kül ve benzer şeylerle örtmek için kurulan vakıf, bebeğinin süt ihtiyacını karşılayamayan annelere sütannesi bulunması için kurulan vakıf, insanların yatsı veya sabah namazlarına aydınlık içinde gidip gelmelerini sağlayan yol güzergâhını mum veya benzeri şeylerle aydınlatmak için inşa edilen vakıf, insanların hayvanlara rahatlıkla binmelerini kolaylaştıran binek taşları için kurulan vakıf, sırtlarında yük taşıyanların yorulduklarında dinlenmelerine imkân sağlayan konaklama (mola taşı) taşlarının tedariki için kurulan vakıf, ihtiyaç sahiplerinin gerektiğinde faydalandıkları,

sayı//3// ekim 76


sadakayı alanında, vereninde başkaları tarafından bilinmediği, şehrin muhtelif yerlerine dikilen evrensel iyilik abidesi sadaka taşlarının tedariki için kurulan vakıf... Mesela bu vakıflar içinde Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Şam da kurduğu vakıf oldukça dikkat çekicidir. Mezkûr vakıf, hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin ediyordu. Ecdadımız Osmanlı’da beraber yaşadığı toplumu düşünme olgunluk ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine “kırmızı bir çiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı. Osmanlı döneminde ceddimizin güzel ananelerinden biri olarak, hali vakti yerinde olan aileler ramazanda fakirleri evine davet eder, yedirir içirir, zekâtını, fitresini verir, yemekten sonra davet ettikleri misafirleri uğurlarken hem fakire dua eder, hem de ayrıca “diş kirası” adı altında bir miktar para veya kıymetli eşyayı hediye ettikleri nakledilmektedir. Ecdadımız Osmanlıların yaptıkları imaret, kervansaray ve misafirhanelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi, giderken de şayet ayakkabıları eski ise yenisi verilirdi. M. D’Ohsson’a göre 18. yüzyılda İstanbul imarethanelerinde her gün 30.000’den daha fazla kişi bedelsiz yemek yiyordu. Zenginler hapishaneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Yine varlıklı müminler, bilhassa ramazan-ı şerif’te bakkalları gezip borç defterinden (Zimem defteri) herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesabı öderdi. Sırf Allah rızası için harikulade bir din kardeşliği yaşanırdı. İşte bu kardeşlik şuurunun bir mahsulü olarak Osmanlı’da vakıf müesseseleri toplumu bir şefkat ağı halinde örmüştür. Osmanlı yüzyılları boyunca bütün gezginlerin ittifakla yazdıkları konulardan biri de ceddimizin çevreyi ve doğal hayatı koruma hassasiyetidir. Çünkü onlar, bırakınız bahçelerindeki bir ağacı kesmeyi, kamuya ait yerlerdeki ağaçlara da kimseyi dokundurtmazlarmış. Hayvanlara da sevgi vardı; Bizim medeniyetimizde kurdun kuşun hakkı gözetilmiştir. Rahmet Peygamberimiz, susuzluktan kavrulan bir köpeğe su verdiği için cenneti kazanmış olan faziletli bir kişiyi büyük bir mutlulukla ümmetine örnek göstermiştir. Bu sebeple ecdadımız, cami mimarisinde kuşları bile düşünmüş; sokakta kalmış hayvanlar, yaralı veya

hasta göçmen kuşların bakım ve tedavi hizmeti için vakıflar kurmuştur. Kuş evleri, milletimizin hayvanata, özellikle kuşlara verdikleri değer ve önemin simgesi olmuştur. Bir binanın güneş duvarında bir kuş evi varsa kimse buna şaşırmaz; çünkü dedelerimiz kuşları, köpekleri, kedileri pek severdi. Sokak hayvanlarına barınak, kuşlar için kuş evleri, bunların su içebilmeleri için sulaklar yapılırdı. Soğuk kış günlerinde dağda bayırda bulunan kuşların, yabani hayvanların dahi gıda ve su ihtiyaçlarının karşılanması için kurulan vakıflar bulunuyordu. Bu ne asil, bu ne yüce bir anlayış, kavrayış ve hayatı yorumlama biçimidir...

Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Şam da kurduğu vakıf oldukça dikkat çekicidir. Mezkûr vakıf, hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin ediyordu.

ASKIDA HURMA’DAN SADAKA TAŞLARINA… Yakın zamana kadar köylerde mahallenin fakir fukarasını o beldenin “ emin” leri bilirdi. Bazı bölgelerde bu “emin”’lere “kâhya” veya “şimbil” de denirdi. Kimin muhtaç, kimin ihtiyacı olduğunu o beldenin emini bilir, yapılan yardımlar, eminin vasıtası ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılırdı. “Emin” kime ne verdiğini ulu orta dillendirip söylemezdi. Ne alan kimden aldığını bilir, ne de veren kime verdiğini bilirdi. Günümüzde kapınızda bir sürü isteyiciler türedi. Modern isteyiciler. Bir sürü mazeret ile duygularınızı harekete geçirmek suretiyle sizden istediklerini alıp gidiyorlar. Gerçekten ihtiyacı olan hayâ sahibi insanlar ise yine yoksul, yine ihtiyaçları giderilmeden, çaresiz öylece kalıyorlar. Rabbimiz, Bakara suresi 273 ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurur: “(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” Gerçekten bu sıfatlar ilk Müslümanlar olan sahabe muhacirlerden bir topluluğa tıpa tıp uyuyordu. O mümin zatlar mallarını, ailelerini geride bırakmışlar, Medine-i Münevvere’ye yerleşmişler ve kendilerini ilim tahsiline adamışlardı. “Ehl-i Suffa” denilen bu sahabeler aynı zamanda Peygamber Efendimiz (s.a.v.)‘in evinin muhafızlığını da üstlenmişlerdi. Bu yüzden çarşıya-pazara gidip, alış-veriş yapıp kazanç sağlayacak imkân ve zamanları da yoktu. Bütün bunlarla birlikte yine de o mümin zatlar hiç kimseden bir şey istemiyorlardı. O kadar güzel hareket ediyorlardı ki, iffetlerinden ve hayâlarından dolayı ihtiyaçlarını hiç kimseye hissettirmediklerinden, onların bu durumlarını bilmeyenler onları zengin sanıyorlardı. Feraset ve hikmet sahibi müminlerden başka bilen yoktu bunların halini... Medine-i Münevvere de mukim Ensar-ı Kiram bu ihtiyaç sahibi, iffetli, hayâlı 77


Ş ehir

Sadaka taşları görülen lüzum ve ihtiyaca göre değişik yerlere dikilmiştir. Bununla beraber daha çok şu mekânlarda bulundukları tespit edilmiştir. Üç beş semtin birleştiği bir köşede; fakir, muhtaç, hasta insanların barındığı yapıların önünde; camilerin, tekkelerin, türbelerin, imarethanelerin, çeşmelerin, köprülerin ve mezarlıkların yakınında bulunmaktaydı.

muhacir kardeşlerinin durumlarını yukarıda açıklanan ayet-i kerimede ki tasvirden hemen anlamışlardı. Onları incitmeden yardım elini uzatacak bir formül geliştirmişlerdi. Ensar’dan bazı kimseler hurmaların toplanma zamanı geldiğinde henüz olgunlaşmamış, ham hurmaları toplayarak Mescid-i Nebevideki iki direğin arasında bir ipe asardı. Muhacir-i kiramın fakirleri gelir, bu hurmalardan yerlerdi. Böylece ihtiyaç sahibi, fakat iffetli, hayâlı ve ince ruhlu muhacir kardeşlerinin ihtiyaçlarını onları incitmeden yine aynı incelik ve zarafetle gidermiş oluyorlardı. İşte bu pratik formül ilerleyen zamanlarda bu örnek insanların takipçisi, İslam’ın yüzyıllar boyu bayraktarlığını yapma şerefine mazhar olan ceddimiz Osmanlının “alanın da verenin de birbirini tanımadığı bir sadaka metodu” geliştirmesinde ilham kaynağı oldu. Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.)’in: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir” iltifatına mazhar olan ilk Müslümanlar, gösterdikleri fazilet, erdem ve fedakârlık örnekleriyle insanlığın bir daha asla ulaşamayacağı bir medeniyetin ilk temsilcileriydi… Dedelerimiz bu faziletli ve ince ruhlu insanlardan aldığı ilham ile iffet ve utancından dolayı fakirliğini gizleyenler, onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için, eşine tarihte rastlanmayan, gayet zarif bir yardım yolu geliştirdi. Bunun adı “SADAKA TAŞLARI”’dır. Ceddimiz, iyilik yapmanın en zarif yöntemlerinden biri belki de ilki olan bu yardım şeklini, İstanbul başta olmak üzere, Osmanlının egemen olduğu bütün her yerde yaygınlaştırılarak bir dönem sadaka verecek fakir fukara bırakmayacak kadar müesseseleştirmiştir… SADAKA TAŞLARININ ÖZELLİKLERİ NASILDI? Sadaka taşları, İstanbul, Süleymaniye Camii ihata duvarında; Bursa da caminin duvarı içinde; Konya da Sahip Ata Külliyesi kapısının iki yanında açılmış oyuk şeklinde. Antakya sokaklarında yerden bir buçuk metre yükseklikte duvarda bir çıkıntı şeklinde. Üsküdar İmrahor Camii önünde Bizans döneminden kalan “antik porfir sütun”dan dönüştürülmüş örnekte olduğu gibi farklı ebat ve türde olmakla beraber iki model ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birinci tip çoğunlukla beyaz, farklı renkleri de bulunan, silindirik, çoğu Bizans döneminden kalma dönüştürülmüş antik mermer sütunlardır. Selâtin camilerin yakınında bulunanlar daha sanatlıdır. İkinci tip ise, dikdörtgen şeklinde mermer, granit veya küfeki taşı sütunlardan oluşan sadaka taşlarıdır. Sadaka taşları genellikle sade olmalarının yanında süslemeli olan tiplerine de rastlamak mümkündür. Kastamonu Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Vakfı giriş katında sergilenen geometrik şekillerle

sayı//3// ekim 78

oyma tekniğiyle süslenmiş sadaka taşı böyle bir örnektir. Sadaka taşlarının kesin olarak ne zaman uygulamaya koyulduğu hakkında bir bilgi bulunmamakla birlikte Selçuklular döneminde de farklı şekillerde uygulandığı bilinmektedir. BÖLGELERE GÖRE İSİMLERİ DE DEĞİŞİYOR… Sadaka taşları, Türkmenistan Aşgabat’ta “İhtiyaçgâh” olarak biliniyor. Konya Obruk Gölü’nün kıyısında bulunan Selçuklu Kervansarayı’nın yakınındaki caminin duvarında yer alan niş, halk tarafından “Hayrat deliği” olarak anılmaktadır. Kayseri, Şeyh Yahya Efendi Türbesi ile doğusundaki Ulu Camii’nin müşterek avlusunda bulunan sadaka taşına Yahyalılar “Hacet yeri” demektedirler. Bunların dışında Sadaka taşları, “zekât taşı”, “zekât kuyusu”, “ihsan kapısı” , “fukara taşı” gibi isimlerle de anılmaktadır. Genellikle yere, dikine gömülmüşlerdir. Çoğunlukla çeşme, cami, tekke gibi yerlerde yapıların bitişişinde olmakla beraber, yapılardan müstakil olarak bulunanları da vardır. Yerden yükseklikleri 100 ile 200 cm. arasında değişmektedir. Fakat çevrelerinde uzun yılların getirdiği zemin dolgusu ve aşınmalar sebebiyle bu yükseklikler değişmektedir. Genişlikleri ise 30 cm ile 70 cm arasında değişmektedir. Bu taşların tepesinde daire veya kare şeklinde 5 ile 20 cm arası oyuklar bulunur. Bazı taşların bazılarında zamanla oluşan tahribatlar sebebiyle sadaka konulan oyuklar tamamen yok olmuştur. Yardımlar bu oyuklara konulurdu. Gelenler bu oyuklara elini sokar bırakır, alanlar elini sokar alırdı. Kimin alıp kimin verdiği de belli olmazdı. Yüksek taşların önünde uzanabilmek için basamak taşları vardı. Genellikle el-ayak çekildiği saatlerde vereni, alanı bulunan bu sadaka taşlarının, günümüze pek azı ulaşabildiği için sayıları hakkında kesin rakam vermek şuan için mümkün değildir. Ancak bir zamanlar sadece İstanbul’da 160 adet sadaka taşının bulunduğu bilinmektedir. Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar insanlığın en kalabalık olduğu coğrafyada sadaka taşları bulunmaktadır. Tıpkı “Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları”; Osmanlı mezar taşları gibi... Belli ki, bu kültür belli bir bölgeye ait değil, itikadi bir iştiyaka ait… DAHA ÇOK NERELERDE BULUNURLARDI? Sadaka taşları görülen lüzum ve ihtiyaca göre değişik yerlere dikilmiştir. Bununla beraber daha çok şu mekânlarda bulundukları tespit edilmiştir. Üç beş semtin birleştiği bir köşede; fakir, muhtaç, hasta insanların barındığı yapıların önünde; camilerin, tekkelerin, türbelerin, imarethanelerin, çeşmelerin, köprülerin ve mezarlıkların yakınında bulunmaktaydı. Sadaka taşlarında yardım iki


türlü yapılıyordu. 1 Nakdî: Para yardımı özellikle uçup kaybolmaması için de kâğıt para yerine madeni paralar bırakılarak gerçekleştirilirdi. 2 Aynî: Giyim, kuşam eşyaları ve çeşitli gıda ürünleri bırakmak suretiyle yapılan yardımlardı. Yaşlıların anlattıklarına göre buradaki enteresanlık fakir ve muhtaçların taşta birikenlerden sadece ihtiyacı kadarını alarak, diğerlerini başka ihtiyaç sahiplerine bırakmaya özen göstermeleridir. Bu kanaat ve diğergamlık her türlü takdirin üzerindedir. SİSTEM NASIL İŞLİYORDU? Yardımda bulunabilmek için genellikle gece karanlığında veya kimselerin olmadığı dönemlerde, hali vakti yerinde olanlar ihtiyaç sahipleri için sadakalarını bu taşların tepesindeki çukurlara bırakırlardı. Burada bir hususu açıklamakta yarar var. Sadaka taşlarına zannedildiği gibi zenginler keseler dolusu altın bırakmıyordu. Orta halli bir mümin veya kendi yağıyla kavrulan fakir bir mümin kendisinden daha fakir kardeşleri için sadaka bırakıyordu. Mesele bol keseden dağıtmak değil; yarım ekmek bile olsa onu kardeşi ile paylaşma erdemi asaletidir... Bir insan sadaka vermekle hayır yapıyordu fakat kime iyilik yaptığını da bilmiyordu. Hangi din, dil, ırk ve meşrepten olursa olsun, sosyal konumu ne olursa olsun hiç fark etmezdi. Yardım karşısında ezilen iki büklüm olan insanlar olmuyordu. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oraya geliyor yine kimseye halini açmadan oradaki paranın ihtiyacı kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadar... 17.yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin, üzerinde para bulunan bir sadaka taşını tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır. Çünkü Osmanlı insanı biliyordu ki, kendisi gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu sadakayı verenin de meçhul olması sebebiyle kimsenin karşısında yüzsuyu dökme ve ezilme durumu da olmuyor ve duasını da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu. İşte evrensel iyilik budur...

saçarak yapan dedelerimizin iyilik düşüncesinin taşa işlenmiş fazilet abideleridir. Bir anlamda çağının işsizlik sigortası fonksiyonunu icra eden böylesine ulvî bir sistemi geliştirmek nazarını almaya değil, vermeye odaklayan yüce gönüllü, nitelikli insanlarla gerçekleştirilebilecek bir güzelliktir. SADAKA TAŞI RUHU HALA YAŞIYOR… Bir medeniyetin ihtişamı, derinliği ve fazileti göklere yükselen devasa binaları veya kişi başına düşen yüz binlerce dolarlık milli geliri ile ölçülemez. Bir yanda fakir halkın, diğer yanda trilyonları olanların bulunduğu millet, pek talihsiz bir millettir. Sadaka taşları olanca mütevazılığıyla büyük bir medeniyetin ihtişamını yansıtmaktadır... Sadaka taşlarının isimleri, şekilleri değişmiş olabilir fakat “Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” anlayışı hiçbir şekilde değişmemiştir. O ruh günümüzde de yaşamaktadır. Dün sadaka taşlarının yaptığını bugün yüzlerce vakıf ve dernek daha geniş bir şekilde yapmaktadır. Hatta bu dernekler ve vakıflar yurt içindeki insanımıza götürdükleri hizmetlerin yanı sıra dünyanın birçok yerinde mağdur, mazlum ve muhtaç durumda bulunan insanlara, hayatlarını bu hizmetlere adamış gönül erleri tarafından her türlü yardım bin bir güçlükle ulaştırılmaktadır. Adapazarı depreminde, Bosna savaşında, Irak’ın işgalinde, Endonezya depreminde, Haiti depreminde son olarak Gazze ablukasında, Arakan’da ve yanı başımızdaki Suriye sınırında bu dayanışmanın en güzel örneklerini müşahede ettik. Bugün ne işe yaradığı, kimler tarafından ne zaman dikildiği hususunda hiçbir bilgimiz bulunmayan ve önünden her gün kayıtsızca geçtiğimiz sadaka taşları, meğer “taş” değil, sıcak aş, ihtiyaçgâh, acil çıkış kapısı, can simidi gibiymiş... Ve onlar bize, lisan-ı hal ile adaleti, barışı, sevgiyi, paylaşımı, iffeti, onuru, fazileti kısacası “insan” olmayı hatırlatıyor. Hem de ciltler dolusu kitabın anlatamadığı, anlatamayacağı kadar…

Ecdadımız Osmanlı’da beraber yaşadığı toplumu düşünme olgunluk ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine “kırmızı bir çiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı.

Ceddimiz bu zarif yardım şeklini, bir dönem sadaka verecek fakir fukara bırakmayacak kadar yaygınlaştırmıştır. Sadaka taşları bütün Osmanlı coğrafyasında geçtiğimiz yüzyıla kadar bu asil ve onurlu görevlerini yerine getirmiş, bugün fonksiyonelliğini kaybetseler de günümüze kadar ulaşmayı başaranları milletimizin sevgi ve asalet taşları olarak hala dimdik ayaktalar. Bize erdemli insan olma yolunda ilham vererek ışık saçmaya devam ediyorlar. Sadaka taşları, ceddimiz Osmanlı’nın kaybolmaya yüz tutmuş şeref belgeleri, onur abideleridir. Yardımı sayarak değil, 79


Ş ehir

MARAŞ EKİBİ’NİN KESKİN KALEMİ:

CAHİT ZARİFOĞLU

1958 yılından, 1987 tarihine kadar Cahit Zarifoğlu’nun dergiler ile irtibatının çok yoğun olduğunu, yazı boyunca adını andığımız yayınların dışında Türk Dili, Soyut, Yeni Dergi gibi önemli yayınlarda göründüğünü ve hatta Açı’dan başlayarak bazı dergilerin çıkışında rol aldığını düşündüğümüzde karşımızda şair kişiliğinin dışında “dergici” olarak anabileceğimiz bir ismin bulunduğunu söylemek pekala mümkün. Hatta Enis Batur’un, şiiri için kurduğu cümleyi genişletip dergicilik açısından da yineleyebiliriz burada. Cahit Zarifoğlu, edebiyat dergiciliğimiz adına “keşfedilmeyi bekleyen bir ada”dır. Selçuk KÜPÇÜK

ylül gibi Haziran da, şiirin hüzünlü ayı... Aramızdan trajik ayrılışı ile içimize derin yaralar açan İlhami Çiçek’in Haziran ayında (14 Haziran 1983) gerçekleşen vefatı bu hüznü ağırlaştıran belki de en büyük boşluk. “Boşluk” kelimesini özellikle kullandım. Gidişleri ardından hepimizin duyduğu ve yıllar geçtikçe genişleyen acıyı sanırım boşluk kelimesi doldurabilir ancak. Şiirin bir evreni boş kalıyor nihayetinde. Sadece onların söyleyebileceği ve hayata dair özgün sözlerin yerinde oluşan boşluğun artık hiç doldurulamayacağını biliriz çünkü.. Enis Batur’un kendisi için “keşfedilmeyi bekleyen bir ada” dediği Cahit Zarifoğlu da İlhami Çiçek gibi, Haziran ayında (7 Haziran 1987) hepimize derin bir boşluk bırakıp sonsuzluk âlemine erdi. İlhami Çiçek ile Cahit Zarifoğlu arasında şöyle bir ilişki söz konusu… İkisi de Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi çevresinde isimlerini inşa etmiş şairler. Zarifoğlu, benim “Maraş Ekibi” biçiminde adlandırdığım Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan isimleri gibi Edebiyat dergisinin bizatihi kuruluşunda yer almış, ancak sonra buradan koparak Mavera dergisini çıkarmış ilk kuşağını temsil eder. İlhami Çiçek ise bu ekibin dergiden kopması sürecini takip eden zamanlarda Edebiyat çevresinde toplanan o dönemin genç kuşak şairi olarak ikinci kuşağını.. Haziran’da “göğ ekinin biçilmesi gibi” aramızdan ayrılan bu iki ismin şiirsel yürüyüşlerinin en anlamlı yerlerinde duruyor dolayısı ile Edebiyat dergisi. Adeta Zarifoğlu’nun orada bıraktığı kalemi İlhami Çiçek devralıyor gibi... DERGİCİ YÖNÜ İHMAL EDİLİYOR Cahit Zarifoğlu üzerine kuşkusuz son on yıl içerisinde çok önemli yazılar ve hatta tarihe geçecek etkinlikler yapıldı. Belgeseller çekildi. Şimdilerde ise, televizyonda modern şiirimizin ve öykümüzün en anlamlı yerinde duran bu Maraş Ekibinin yaşadıklarını merkez alan bir dizi dahi izleyebiliyoruz. Ancak Zarifoğlu’nun “dergici” yönü ve dergiler ile kurduğu irtibat üzerine bu zamana dek pek az metin okuduk. Halbukio, daha lise yıllarında iken(Maraş Lisesi) bir dönem Nuri Pakdil’in çıkarmış olduğu Hamle dergisini Rasim Beyler ile beraber 1958 yılında (ilk sayı Şubat 1958) yeniden yayınlamaya başlayarak ilk önemli tecrübesini ortaya koyan bir isim. 1950’leri düşünürsek, ortada Büyük Doğu ve Serdengeçti’nin dışında “yerli” çocukların çıkardığı dergi olarak pek bir şey bulmak mümkün değil. Onlar da düzenli çıkamamakta ve -bu ekip açısından- modern şiir ve öykünün karşılık

sayı//3// ekim 80


bulduğu yayınlar değillerdir. Daha çok geleneksel refleksleri temsil eden, yorgun dergiler biçiminde tanımlamak belki daha doğru olur. Oysa Cahit beyin de içerisinde bulunduğu bu Maraşlı ekip, “taşra”da yaşamalarına rağmen İkinci Yeni’nin ürünlerini yayınladığı Pazar Postası’nı takip etmektedir mesela. Buradaki bütün isimlerin şiirde neler yaptıklarının farkındadırlar. Bu, o yıllar için Maraş’ta okuyan bir grup lise öğrencisi adına çok ciddi seviyeyi işaret etmektedir her şeyden evvel. İLK KISA ŞİİR Zarifoğlu’nun Hamle’den evvel isminin geçtiği bir yayın daha söz konusu. O da 1958 yılında Durum Yayınevinin çıkarmış olduğu Fotoğraflı Şiir Antolojisi’dir. Cahit Beyin orada, “Değişme” adında çok kısa bir şiirini görüyoruz. 1950’ler ve 60’lar, bu tür, daha çok “amatör şairler” şeklinde anılan isimlerin bir araya toplandığı, şiirlerinin yanında fotoğraflarının da bulunduğu antolojilerin moda zamanlarıdır. Böyle sayısız antoloji ile karşılaşırız bahsettiğimiz yıllarda. Bu antolojide sadece genç Zarifoğlu yoktur. Kuşağı içerisinde anabileceğimiz ve daha çok sol edebi çevrelerde ürünlerini sonraki yıllarda gördüğümüz Bedrettin Cömert, Ruşen Hakkı, Abdulkadir Bulut gibi isimlerin de olduğunu bir antolojidir. ZOR YILLAR 1958 yılında ancak 3 sayı sürdürebildikleri Hamle dergisinin yanında, Zarifoğlu’nun içerisinde bulunduğu bu liseli gençler Kahramanmaraş’ta yayınlanan birçok yerel gazetenin sanat sayfasını ya düzenleyen ya da bu sayfalara ürünleri ile katkı sunan isimlerdir. O yıllarda Maraş’ta çıkan Hizmet, Gençlik, Engizekgazeteleri gibi mesela... Ancak bizatihi Cahit Zarifoğlu’nun çıkışında bulunduğu İnkılâp gazetesini burada özellikle anmak gerekli. 30 Ağustos 1960’dan, 2 Haziran 1961’e kadar toplam 213 sayı çıkardığı gazetenin,Cahit Beyin yayıncılık ile ilk önemli profesyonel tecrübesini yaşadığını söyleyebiliriz. Tabi bu tecrübenin pek olumlu neticelenmediğini, çok çeşitli zorluklar ile bu yayının çıkabildiğini gazetenin son sayısındaki “Bitti” isimli şu yazısından anlamak mümkün: “Gazete tek başıma bana kaldı. Tasalar arttı, destekler tükendi. Maddi yokluklar içinde çabaladık. Kağıt çoğu zaman bitti. Kağıt için gittik, onu bunu dolandırdık. Veresiye kağıt aldık. Üç gün sonra veririz dedik, aylarca veremedik. Mürettipler para alamadıklarında, gazeteyi, bizi yüzüstü bırakıp gittiler. Kolları sıvadık, bu işi biz yapalım, yaparız dedik, yaptık. Çoğu gün cebimizde sigara parası olmadı... Aldırmadık. Tek kelime ile, dayandık…”. AÇI DERGİSİNİN TIPKIBASIMI YAPILMALI! Maraş’taki yayıncılık serüveni sadece bu yerel

gazete(ler) ile olmaz Zarifoğlu’nun. İnkılâp’ın kapanışından yaklaşık bir yıl sonra tek sayı çıkartabildiği Açı isimli dergide görürüz bu sefer O’nu. Açı, sanat ve edebiyat dergisidir. 4 sayfa biçiminde tasarlanmıştır. Sahibi ve sorumlusu olarak künyede kendisinin ismini okuruz. O zamanın parası ile 50 kuruş bedel biçilen derginin yıllık abone karşılığı ise 6 lira olarak belirtilir. Yıllar sonra yine adı Maraş ile anılacak olan, günümüz şiirinin birçok önemli isminin ilk dönem ürünlerini yayınladıkları ve Andırın ilçesinde çıkan İkindiyazıları gibi kendinden kapaklı biçimde sunulan Açı dergisinde Zarifoğlu’nun dışında Rasim Ödenören, Mustafa Atatanır, Erdem Bayazıt, Şeref Turhan isimlerine rastlarız... Tek sayı yayınlanabilen bu derginin tıpkıbasımını mutlaka birileri yapmalı ve dolaşıma yeniden sokulmalı. Gerek Zarifoğlu üzerine çalışanlar ve gerekse edebiyat araştırmacıları için bu tür nadir dergilerin önemi kuşkusuz tartışma götürmez niteliktedir çünkü.

Enis Batur’un kendisi için “keşfedilmeyi bekleyen bir ada” dediği Cahit Zarifoğlu da İlhami Çiçek gibi, Haziran ayında (7 Haziran 1987) hepimize derin bir boşluk bırakıp sonsuzluk âlemine erdi. İlhami Çiçek ile Cahit Zarifoğlu arasında şöyle bir ilişki söz konusu… İkisi de Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi çevresinde isimlerini inşa etmiş şairler. Zarifoğlu, benim “Maraş Ekibi” biçiminde adlandırdığım Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan isimleri gibi Edebiyat dergisinin bizatihi kuruluşunda yer almış, ancak sonra buradan koparak Mavera dergisini çıkarmış ilk kuşağını temsil eder.

SEZAİ KARAKOÇ’LA TANIŞMA Maraş Lisesi’nden arkadaşlarının daha evvel üniversite okumak için gittikleri İstanbul’a sonradan intikal eden Zarifoğlu’nun bir edebiyat dergisi ile irtibatının belki de en önemli halkasını teşkil edecek süreç burada başlar. Çünkü Nuri Pakdil’in kendilerini askerden yazdıkları mektup 81


Ş ehir

ilk dönem ürünlerinden “Ağartı” isimli şiirini Cemal Süreya’nın Papirüs dergisinde yayınladığını görüyoruz. Ancak Papirüs ile bu ilişkisi bir ürün düzeyinde kalıyor ve Zarifoğlu sonraki yıllarda bütün ürünlerini Diriliş’te yayınlıyor. Tabi Cahit Bey’in Cemal Süreya’ya yönelik ilgisinin varlığından da burada söz açmak gerekli. Onunla diyalog kurmaya çalıştığını, hatta Süreya Paris’te iken kendisine mektup yazdığını biliyoruz. Cemal Süreya bu mektuptan, Hürriyet Gösteri dergisinde yayınlanan Günlükler’inde de bahsediyor.

üzerine bu genç Maraşlı ekip, o zamanlar Kadıköy Vergi Dairesinde çalışan Sezai Karakoç ile tanışmaya giderler. Bu tanışma sonrası Sezai Bey, 1960 yılında iki sayı çıkartıp yayınını durdurduğu Diriliş dergisini yeniden yayınlamaya karar verir. Muhtemelen bu gençlerin şiir ve edebiyat ile olan yüksek ilgisi kendisini Diriliş dergisine yeniden hayatiyet vermeye itmiş olmalı. Mart 1966 tarihinde ikinci yayın dönemine bu genç kadro ile başlayan Diriliş’te artık Zarifoğlu yeni dönem ürünlerini yayınlamakta ve şiirinin özgün formunu yavaş yavaş inşa etmeye doğru yönelmektedir. Tabi Diriliş dergisi etki gücü yüksek merkez bir dergidir. Böyle bir dergiden, Cahit Zarifoğlu’nun da aralarında bulunduğu Maraş ekibinin modern şiir ve öykülerini yayınlayabilecekleri ve kendilerini yabancı hissetmeyecekleri bir yayın olarak bahsetmek mümkün. O yıllar itibariyle ortada “yerli” zihinsel dünya açısından modern şiire ve öyküye kapı aralayabilecek çapta ciddi dergi(ler) bulunmadığını da hemen belirtelim..Dolayısı ile Diriliş bu açıdan da önemli.Zarifoğlu’nun Diriliş ile ürün yayını anlamında irtibatı 1970’lere kadar devam eder. Bu arada, yani Diriliş’in çıktığı döneme yakın bir tarihte (Ağustos 1966) Zarifoğlu’nun, yine sayı//3// ekim 82

HAMLE’DEN MAVERA’YA… 1970’lerin başı Cahit Zarifoğlu açısından, Nuri Pakdil ile Maraş Lisesi’nde Hamle dergisi üzerinden kurulan dergicilik ilişkisinin çok yıllar sonra Ankara’da farklı bir boylama ulaştığı tarihtir. Çünkü Pakdil, Ankara’ya taşınan bu ekip ile beraber Şubat 1969 tarihinde Edebiyat dergisini çıkarmaya başlar. Bu ilk sayıda Cahit Beyin “Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Bir Aile Oyunu” adlı bir şiirini okuruz. 1969 yılında Nuri Pakdil ile başlayan Maraş ekibinin bu birlikteliği derginin 5. Dönemi olarak adlandırabileceğimiz 1973 yılına kadar sürer. Bu tarihten sonra Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt ve Mehmet Akif İnan isimlerine dergide artık rastlayamayız. Bu isimlerden sadece Zarifoğlu birkaç sayı daha dergiye ürün vermiştir. Ancak O’nun da Edebiyat dergisinde son ürünü Şubat 1979 tarihini taşımakta. Bu ekip için artık Mavera dergisi süreci başlamıştır çünkü.. MAVERA BİR REDDİYE İLE ZUHUR ETTİ 1976 yılının Aralık ayında bu isimlerce çıkartılmaya başlanan Mavera dergisi Diriliş ilenüvelenip, Edebiyat ile devam eden ve “yerli” zihinsel kodlarla yapılanmış şair yazarların toplandıkları üçüncü önemli yayındır. Ve 1970’lerde ilk dönem ürünlerini okuduğumuz birçok genç kuşak şair ve yazarın kendilerine zemin bulmaları açısından önemli işlevler üstlenmiş bir dergi olarak dikkate alınmalıdır. Rasim Özdenören bir yazısında Mavera için şunları söyler: “Bazı kötü alışkanlıklar edinmiştik. Bazı acı tecrübelerden geçmiştik. O acı tecrübeler bize, Mavera dergisinin şahıslara bağlı bir dergi olması fikrini reddetmemize yol açtı. Ve Mavera dergisi aslında bu reddiye ile zuhur etti”.Dolayısı ile Zarifoğlu ve arkadaşlarının Edebiyat dergisi süreçlerinde, derginin yayın anlayışı açısından bazı farklı düşüncelerinin şekillendiğini anlıyoruz. Tabi Mavera deyince sadece Zarifoğlu’nun ürünlerini yayınladığı yeni bir dergi olarak bakmamak gerekli. Cahit Bey ile özdeşleşen “Okuyucularla” köşesini burada bilhassa anmak lazım. Çünkü 17.sayıdan, 60.sayıya kadar Zarifoğlu dergide bu başlık altında, gelen okuyucu mektuplarını


değerlendirmekte, ürün gönderen isimlere küçük önerilerde bulunmaktadır. Şimdilerde günümüz şiirinin önemli isimleri arasında yer alan çoğu şairin, yazarın mektuplarının ve Mavera’ya gönderdikleri ürünlerinin o yıllarda Zarifoğlu tarafından cevaplandığını okumak ilginç. Mesela bu isimler arasında Nurettin Durman, Adem Turan, Ümit Aktaş, Sadık Yalsızuçanlar, Mustafa Yürekli, Mustafa Çelik, Sıtkı Caney, Mustafa Armağan, Ali Ekecik, Rıdvan Canım, Kamil Doruk… isimlerine rastlamak mümkün… 163 sayı çıkarak 1990 yılında yayınını sonlandıran Mavera dışında da Cahit Zarifoğlu’nunismine zaman zaman başka dergilerde rastlarız. Bu dergilerin başında 1980 kuşağının ilk önemli toplanma merkezi olan ve sosyalist düşünce geleneği yanında İslamcı düşünce akımından isimlerin ürünlerine de yer veren Üç Çiçek dergisini anmak mümkün. Üç Çiçek’in Ocak 1984 yılında yayınlanan 3.sayısında(aynı zamanda derginin son sayısıdır) Zarifoğlu’nun “Kımıl” adlı bir şiiri vardır. Yine 80 Kuşağı’nın önemli dergilerinden Şiir Atı’nın Mart 1986 tarihli ilk sayısında da ürününü okuruz. VE YEDİ İKLİM… Ürünlerini kimi vakit Mavera dergisinde yayınlayan bazı isimler Mart 1987 tarihinde ise günümüzün önemli dergilerinden Yedi İklim’i çıkarmaya başlarlar. Bu isimler Ali Haydar Haksal, Osman Bayraktar, Alim Kahraman ve Mustafa Çelik’tir. Zarifoğlu derginin Nisan ayında yayınlanan ikinci sayısına “Efendim” isimli bir şiiri ile katkı sunar. Muhtemelen Yedi İklim’in ilerleyen sayılarında da şiirlerini okuyacak ve 80’lerin ikinci yarısında irtibat kurduğu bir dergi olarak Yedi İklim’e bol bol göndermede bulunacaktık. Ancak Cahit Bey “Efendim” şiirinin yazılışını takip eden Haziran ayında aramızdan ayrılır. Vefatının ardından kendisi ile ilgili dergicilik dünyamızda yapılan ilk önemli dosya sayısını Yedi İklim dergisi hazırlar hemen (Temmuz/Ağustos 1987. 5-6.sayı).

Maraş Lisesi’nden arkadaşlarının daha evvel üniversite okumak için gittikleri İstanbul’a sonradan intikal eden Zarifoğlu’nun bir edebiyat dergisi ile irtibatının belki de en önemli halkasını teşkil edecek süreç burada başlar. Çünkü Nuri Pakdil’in kendilerini askerden yazdıkları mektup üzerine bu genç Maraşlı ekip, o zamanlar Kadıköy Vergi Dairesinde çalışan Sezai Karakoç ile tanışmaya giderler. Bu tanışma sonrası Sezai Bey, 1960 yılında iki sayı çıkartıp yayınını durdurduğu Diriliş dergisini yeniden yayınlamaya karar verir.

1958 yılından, 1987 tarihine kadar Cahit Zarifoğlu’nun dergiler ile irtibatının çok yoğun olduğunu, yazı boyunca adını andığımız yayınların dışında Türk Dili, Soyut, Yeni Dergi gibi önemli yayınlarda göründüğünü ve hatta Açı’dan başlayarak bazı dergilerin çıkışında rol aldığını düşündüğümüzde karşımızda şair kişiliğinin dışında “dergici” olarak anabileceğimiz bir ismin bulunduğunu söylemek pekâla mümkün. Hatta Enis Batur’un, şiiri için kurduğu cümleyi genişletip dergicilik açısından da yineleyebiliriz burada. Cahit Zarifoğlu, edebiyat dergiciliğimiz adına “keşfedilmeyi bekleyen bir ada”dır. 83


Ş ehir

MARAŞ’IN CEZBELİ GÜLLERİ Hasan EJDERHA

acaslanın cezbelisi demeliyiz kesinlikle. Evet, bu tabir daha uygun olur değil mi? O mübarek ne soylu, ne onurlu, ne adil bir deliymiş. Geçmiş zaman kullanıyorum. Çünkü o şu anda yaşamıyor. Onun hakkında söyleyeceklerim, daha doğrusu yazacaklarım, o zamanın bilen onu tanıyan şahitlerinden dinlediklerim olacaktır. Mübareğin en önemli özelliklerinden birisi; etrafına daire şeklinde çizgi çizildiği zaman içinden bir türlü çıkamaması ve önüne çekilen çizgiyi atlayıp gidememesi… Etrafına çizgi ile bir daire çizildiği ve önüne bir çizgi çekildiği zaman gördüğüne yakarırmış beni çıkart diye. Muzip çocuklar hemen etrafını çizerek onu dairenin içinde koydukları zaman bir daha çıkamazmış. Çizgiyi çizen ve diğer bir çocuğun merhametine kalmıştır artık zavallının kurtuluşu. Ya da yanından geçmekte olan birisi olacak da Hacaslanın cezbelisini kurtaracak. Kurtaracak dedikse; sadece etrafında yere çizilmiş olan daire bir miktar silinecek o kadar. İri yarı bir vücut, kocaman bir kafa, kırmızı bir yüz ve kocaman elleri varmış. Üzerindeki fıstanı; fıstanının önünde kocaman iki cep ile heybetli mi heybetliymiş mübarek. O kocaman ceplerine, dükkânının önünden geçen her esnaf bir şeyler verirmiş ve cepleri dopdolu olurmuş. Ceplerinde ve omuzlarında asılı soğan ve sarımsak dolu olurmuş bazen. Özellikle sarımsağı çok severmiş mübarek. “Beni çıkarın” diye yalvarırken etrafındakilere. En sevdiği sarımsak topunu uzatır, daireden çıkarılması karşılığı sarımsak veya soğan vermeyi teklif edermiş. Onun çıkmasına yardım eden kişi çizgiyi bir miktar silermiş çıkması için. Mübarek dar bir yerden çıkıyormuş gibi çizginin silinen yerinden çıkmaya çalışırmış. Ama bir türlü sığamaz, biraz daha silmeleri için yeniden yalvarırmış. Sonra (kendine göre) etrafındaki daire şeklindeki çizgiyi sığacağı kadar sildikleri zaman çizginin silinen yerinden, çizgi uçlarına değmemeğe çalışarak yavaşça çıkar ve çıkmasıyla da esaretten kurtulmuşçasına sevinçle oradan ayrılırmış. Maraş belediyesi ilk defa bazı önemli caddelere sokak lambası takıyor o yıllarda. Ertesi gün bakıyorlar ki bütün sokak lambaları kırılmış. Bütün lambaları yeniden değiştiriyorlar. Ertesi gün bakıyorlar ki yine bütün lambalar yerde. Hemen bekçi koyuyorlar lamba takılan caddeye. Bekçiler gece bakıyorlar ki ne görsünler. Hacaslanın cezbelisi lambaları teker teker kırıyor. Alıp Belediye Başkanına götürüyorlar mübareği. Belediye Başkanı. “Bunu kömürlüğe hapsedin”

sayı//3// ekim 84


diyor. Alıp kömürlüğe hapsediyorlar bizimkini. Bir gün kömürlükte yattıktan sonra, ertesi gün bırakıyorlar. Tahliye olmuş gibi sevinerek ayrılıyor mübarek belediyeden. Fakat bir sonraki gün, bakıyorlar ki lambalar yine kırık, haber belediye başkanına tez ulaştırılıyor. Belediye Başkanı bu defa çok kızıyor. “Tutun getirin şunu” diyor. Zabıtalar dağılıyorlar şehre; ama ara ki bulasın Hacaslanın Cezbelisini; yer yarılıyor da yerin dibine giriyor. Ailesi de telaşlanıyor. Bütün mahalleli ve komşu mahallelerden Hacaslanın Cezbelisinin sevenleri; kısacası, tam anlamıyla bütün Şehr-i Maraş aramaya çıkıyor bizimkini. Yok. Bütün aramalar boşa çıkıyor. Sonra polise haber veriliyor, polis arıyor yok. Daha sonra şehir dışında aramalar için jandarmalar devreye giriyor ama ne çare, şehrin hiçbir yerinde, şehir çevresinde, bir yerlerde yok bizimkisi. Adeta umudu kesiyorlar. Çok acıklı tahminler yapılmaya başlanıyor. “Zavallıyı belediyenin kömürlüğüne hapsettiler; o da Maraş’ı terk etti” diyorlar. Bir başkası. “Yok, yok canına kıymıştır!” Bir diğeri: “Kolay mı? Hacaslanın delisi onurlu adamdı canım. Deli dediysek o kadar da değildi. Yüreğine inmiştir zavallının. Kömürlüğe hapsedilmeye dayanamamıştır.” Bazı yaşlılar ise: “Mübarek çekip gitmiştir Maraş’tan. Şu memleketi uğuru bereketiydi. Senin neyine zavallıyı kömürlüğe hapsetmek be gardaşım!” Daha neler neler… O kadar söylenen söz ve mevcut durum karşısında kimse belediye başkanının yerinde olmak istemezdi. Ertesi sabah, belediyenin hademeleri sobaları yakmak için kömürlüğe giriyorlar ki ne görsünler Hacaslanın cezbelisi kömürlükte. İlk lambaları kırdığında ceza olarak, kömürlüğe hapsetmişlerdi. Tekrar lambaları kırıp, bu kez kendi kendini aynı cezaya çarptırıyor. Ya Rabbim ne soylu bir zat!

Câmii tarafına doğru koşup gözden kaybolmuş. Birkaç gün sonra da Kıbrıs Barış Harekâtı başlamış. Her akşam şehrin bir hamamına gidermiş. O akşam hangi hamama varmışsa; yiğitse karşılamasın o hamamın tellakları ve işletenleri. Hamamı taşa tutar her şeyi yerle bir edermiş. Fakat böyle bir şeye gerek kalmadan o gün tercih ettiği hamamın çalışanları kapıda karşılarlar ve göbek taşına götürerek bir güzel yıkarlarmış.

Hacaslanın Cezbelisi

Derler ki: Ulu Câmiin aşağısındaki Eski Hal’in caddeye bakan yüzündeki Azim Kasap, mübareğe bir döner koltuk yaptırmış. Gelip koltuğa oturur döner dururmuş. Dönerken de sevinir, bu dönmeden çok zevk aldığı yüzünden okunurmuş. Mübareğin yaşadığı yıllarda ona hürmet eden esnafın işi açılır; yakından ilgilenenler, hizmetini görenler ise aniden zengin oluverirmiş. Ona hürmeti ve hizmeti ihmal edip de tekrar fakir düşen çok esnaf var derler. Bir gün Eski Hal’in başındaki bıçakçı dükkânının önünde oturuyormuş. Bir anda, iki elini birden sallamaya başlamış. Ellerinin bileklerinden aşağısı, kocaman ellerini tir tir titretiyormuş. Etrafında bulunanlar ve esnaf ne olduğunu anlamadan, bir anda yerinden kalkmış ve “Savaş! Savaş!” diye Ulu

Hortum 85


Ş ehir

HORTUM “Maraş’ın Cezbeli Gülleri” dediğimiz bu mübareklerin ilginç olmayanı yoktur. Ama bunların içinde, en ilginç olanı ve en sırlısı HORTUM’dur. Maraş halkı birçok kerametini anlatır. Merhum Şevket BULUT üstad Hortum’u en iyi anlatanlardandır. O söz ustası üstadın sözü üstüne söz söylemek haddimiz değildir. Ancak, bu zamana kadar yazılmamış olan ve zamanın şehitlerinden dinlediklerimizi, bu dinlediğimiz hikâyelerden de birkaç kişinin ittifak ettiklerini yazacağız.

Rahatsızlığı o kadar ileri derecedeymiş ki, Hortum’a tiksinti ile bir bakış fırlattıktan sonra Lütfü Efendi’ye hitaben devam ediyor sözlerine: “Sen Maraş’ın Münevverlerinden seçkin bir insansın. Seni anlayamıyorum. Bu pis deli ile kahve içiyor; nasıl bir arada olabiliyorsun. Misafirlerini ve müşterilerini hesaba kat kuzum. Bakalım rahatsız oluyorlar mı olmuyorlar mı?” Bu arada Lütfü Efendi. Her beş dakikada bir Hortum’un ağzının kenarından kontrolsüzce akan salyalarını silmekle meşguldür. Hortum “ıııı ıh ıh ııııı” diyerek sert sert adama bakar…

Derler ki: Bir evde bir erkek bebek doğduğu zaman Hortum o eve elinde bayrak gelirmiş. Kundaklı bebeği kucağına alır; bayrağı dalgalandırarak evin içinde koşar adım dolanırmış bayrağı dalgalandırarak.

Lütfü Efendi adama: “Kusura bakma dostum. Hortum benim hem arkadaşım, hem de ahbabım. Yanımda kıymeti büyüktür. Anlatmaya kalksam anlayabileceğini de sanmıyorum.” Diye güzel bir cevap verir.

Çoğu zaman kadınlar korkarmış. Hatta bazen bebeği vermek bile istemezlermiş. Kadınların içinde bu durumu bilen güngörmüş bir hanımın “Bir şey olmaz” ikazıyla bebeği Hortum’un kucağına bırakırlarmış ve Hortum’un evin içindeki koşusu başlarmış dalgalanan bayrağın altında. Sonraları hastalanıyor ve ayakları tutmaz oluyor. Birisi bir tahta el arabası yapıyor ve Hortum’u o el arabasıyla getirip götürmeye başlıyorlar çarşıya.

Ertesi gün bir astsubay elinde bir reçete ile eczaneye gelir ve bu reçete bir gün önce Hortum için Lütfü Efendi’ye bir sürü laf söyleyen subaya aittir. Subay yüz felci olmuştur; azı gözü bir yanda.

Derler ki: Bir kamyonun Nur dağından aşağıya inerken frenleri patlamış. Şoför: “Yarabbi sağlıcakla kurtulursam Hortum’a on lira vereceğim. Hortum’a sadaka, Yardım et yarabbi” diye dua etmiş. Ve kamyon bir vesile ile durmuş, kamyoncu ölümden dönmüş. Kamyonun şoförü sevinçle Maraş’a gelmiş ve Hortumu bulmuş. Hortum’a: “Al şu on lirayı!” demiş. Hortum adama bakmış, bakmış: “Bana beş lirasını ver; kalan beş lirayı da Adana’ya git; Küçük Saat’in oralarda bekle; Hacı Ali’yi görürsün. Hacı Ali’ye ver” demiş. Şoför: “Niye” diye sorunca, Hortum: “Ben kamyonunu tek başıma nasıl zapt edeydim. Ben önünden tutarken, Deli Hacı Ali de arkasından tuttu” demiş. Eczacı Lütfü Efendi çok severmiş Hortum’u. Ulu Câmiin tam karşısında eczanesi varmış. Her sabah Hortum’u kendi koltuğuna, masanın başına oturtur, kendisi de iskemle ile masanın bir kıyısına yanaşır, Hortumla beraber kahve içerlemiş. Bir gün, askeriyeden Lütfü Efendi’nin ahbabı olan bir üst rütbeli subay geliyor. Lütfü Efendiyle oturuyorlar ama adam rahatsız oluyor Hortum’dan. “Lütfü Efendi azizim” diyor yutkunarak. sayı//3// ekim 86

Bir sene doktor doktor dolaşır bizim üst rütbeli subay. Bir türlü bir çaresini bulamazlar dudaklarının sarkmasının. Ne ağzındaki tükürüğünü tutabilmekte ne dudaklarını kontrol edip de yemek yiyebilmektedir. Ne yapacağını bilemez. Lütfü Efendi üst rütbeli subay arkadaşının evine sık sık ziyarete gider. Ciddi manada ilgilenir adamla. Bir ziyaretinde Lütfü Efendi’ye anlatır. Eczanede otururken Hortum orada oturuyor diye Lütfü Efendi’ye rahatsızlığını aktardığı günün gecesinde rüyasında Hortumu görür ve hortum kızgın bir şekilde bakar adamın yüzüne. Ağzının etrafındaki salyayı eliyle sıyırarak şak diye subayın yüzüne atar. Subay uyanır ki ağzı gözü bir yanda. Lütfü Efendi şaşkınlıkla dinler subayın anlattıklarını; içinden “Ah be kardeşim. Sen ne karışırsın Allah’ın mübarek kullarının işine!” diyerek hayıflanır subaya. Subay bir yıl sonra, biraz etrafın baskısı, biraz da çaresizliğinden, Lütfü Efendi’nin sürekli: “Aziz dostum şu bizim Hortum ile seni bir araya getireyim de helallik dile, sana hakkını helal etsin; duasını isteyelim, belki faydası olur” ısrarına dayanamayarak “Tamam!” der. Bir sabah Lütfü Efendi, Hortum ile kahve içerken subayı eczaneye davet ederler. Subay içeri girer girmez Hortum’un yüzü asılır ve homurdanmaya başlar. Adamı hemen tanımıştır. Subaya hakkını helal etmesini isterler ama nafile. Adamdan tarafa yüzünü bile dönmez Hortum. Biraz Lütfü Efendi yalvarır Hortum’a, biraz


eczanedekiler. Hortum razı olmamaktadır bir türlü. Subayın her halinde ilk defa öyle bir şey yaptığı belli olur. Basit bir insandan yalvar yakar bir şeyler isteyişi görülmeye değer ibretlik bir manzara teşkil eder. Subay: “Hakkını helal et efendi, bana iyileşmem için dua et“ der. Hortum’a. Fakat hortum “Ih! Ih! Iııhhh!” demekte ve başka bir şey dememektedir. Subay durumun o kadar basit olmadığını anlar ama gene de sıkılmıştır ve emretme pozisyonuna geçerek ayağa kalkar. Hortum’a doğru bir adım attıktan sonra yakarır bir vaziyette: “Hakkını helal et efendi, bana iyileşmem için dua et. Bak dudaklarım bir türlü birleşmiyor, salyam akıyor“ der. İlk başlarda subayın ısrarlı yalvarmalarına rağmen Hortum hayır anlamında “ıııı ıııhhh ıııııhhhhh ıh” derse de. Lütfü Efendinin yalvarmalarını kıramaz ve başıyla evet manasında “ıh ıh ıh” der. Zor da olsa helallik alınmış olur böylece. Derler ki subay o sabah yatağından hiçbir şey olmamış gibi eli yüzü eskisi gibi kalkmış. Buradan tayini çıkana kadar da, Lütfü Efendinin eczanesinde sabah kahvesi üç kişi ile içilmiş. Ali Galip Dedeoğlu anlatıyor: Bir gün babası çağırmış. Eski babalar sert. Bir de ağa damarı varsa kurtar kendini kurtarabilirsen. Okulda dersler çok kötüymüş; sekiz tane zayıf… Babası: “Oğlum ne olacaksın sen? Okul desen kötü; bir meslek edinmedin” şeklinde vermiş kalayı. Cebindeki harçlığı ile Hortuma gidiyor Dedeoğlu ve harçlığını Hortum’un avuçlarına bırakıyor. “Emmi dersler zayıf. Sekiz dersten bütünlemeye kaldım” diyor. Hortum homurdanıyor. Bu dua demektir. Dedeoğlu ilk dersin bütünleme sınavına giriyor. Hocası: “Bak oğlum Dedeoğlu, seni geçireceğim akıllı ol tamam mı!” diyor. Arkasından diğer dersler ve derslerin tamamını vererek sınıfı geçiyor.

koşuşturmakta evimizin içinde?” diye kızıyor. Dedeoğlu’nun halası güngörmüş bir kadın; Hortumu ve bu durumu biliyor… “Kaygılanma bir şey olmaz” diyor eşine.“Bırakınız dalgalandırsın bayrağı ve istediğini yapsın” diye ekliyor. Hortum elinde bayrak evin bütün odalarını dolaştıktan kısa zaman sonra hayatlarında o kadar güzel değişiklikler oluyor ki; Ev alıyorlar, işleri yoluna giriyor ve ailenin hayatındaki önemli pürüzler bir anda yok oluveriyor. Yine derler ki: Ulu Camie cumaya gelenler, artık yürüyemez olduğu zamanlarda Hortum’a sadaka verir camie girerlermiş. Camide namaz anında bakarlarmış ki; Hortum ön saflarda bir yerde namazda… Sonra çıkınca dükkânlarda bekleyen çıraklara sorarlarmış “Hortum’u namaza girerken gördünüz mü?” diye. Çıraklar gülermiş. “Hortum sürekli buradaydı. O sakat gidemez ki namaza.” Dedem rahmetli bir gün Hortum’a yanaşıyor eğilerek: “Bir miktar param var nasıl değerlendireyim” diyor. Hortum: “Samana ver samana ver samana” diyor. Dedem şaşkın. Birazda kızgın oradan ayrılırken içinden de söyleniyor: “Deli mi divane mi adam? Hiç bu seneki kadar çok olduğu görülmüş mü; kim yüzüne bakar samanın? Yükü kaç kuruş ki be adam samanın? Bir de paranı samana ver paranı diyor. Asıl deli benim. Gidip de Hortum’a, Allah’ın delisine paramı neye yatırayım diye soruyorum.” Diyerek evine gider. Ama yine de kendi hayvanlarını beslemek için kışlık saman alırken, fazladan bir miktar saman alır dedem hayvanları için. O yıl öyle çok kış olmuş ki bizim köyde nisan sonuna kadar kar kalkmadı ve samanın yükü dört katına çıktı diye anlatırdı dedem.

Altmış ihtilalinde Dedeoğlu’nun silahlı kuvvetler mensubu eniştesi görevden alınıyor. Tahmin edileceği gibi aile perişan; Maraş’tan bir ev kiralanıyor, eş dost yardım edebilsin diye. Ancak normal bir hayat seviyesinden nerdeyse aciz duruma düşmüş ailenin hali düşman başına. Bir gün eve Hortum geliyor. Elinde bayrak koşuyor evin içinde oradan oraya. Eniştesi asker, sert adam… “Ne bu münasebetsizlik? Kim bu adam? Neden 87


Ş ehir

KERPİÇ EVLERDEKİ HUZUR

Bir kanaat, muhabbet, sabır ve tebessüm medeniyetimiz vardı. Bütün bunların yanında bir selâm ve dua kültürüne sahiptik. Selâm vermemek uygun değildi, tanıdık olsun olmasın, herkese selâm verilirdi. Ve o selâm ile gönül kapıları açılır, kalpler arasında iyilik köprüsü kurulurdu. Mehmet Nuri YARDIM

ani uzun zamandır görüşemediğiniz eski bir arkadaşınızla karşılaşınca nasıl sevinirsiniz değil mi? Nasıl bir heyecan dalgası sarar bütün benliğinizi. Eski fotoğraflar da öyledir aslında. Hele o fotoğraflar, doğup büyüdüğünüz şehri anlatıyorsa. Sizi yıllar öncesine alıp götürüyorsa, o neşve daha da katmerlenir. Benim de öyle oluyor zaman zaman. Bazı aziz dostlardan altın değerinde fotoğraflar gelir, o unutulmaz resimleri tutar sizinle paylaşırlar. Bu armağanlarla siz artık bir hayal dünyasında gezinir durursunuz. Çinko çatıların kapattığı tek katlı küçük dükkânlardan meydana gelen o arasta, o bakırcılar çarşısı sizin zihin dünyanızda yer etmişse şayet, dalar gidersiniz. O köylüler, bakraçlar, at ve katır üzerinde dolaştırılan yakılacak odunlar… Köyden getirilen yoğurt, peynir ve pekmezlerin bir bakır sürahi, bir kazanla değiştirilmesi… Sadece lokanta ve bakkaliye dükkânlarının adı değildi ‘kanaat’, koca bir dünyamızdı. Bir kanaat, muhabbet, sabır ve tebessüm medeniyetimiz vardı. Bütün bunların yanında bir selâm ve dua kültürüne sahiptik. Selâm vermemek uygun değildi, tanıdık olsun olmasın, herkese selâm verilirdi. Ve o selâm ile gönül kapıları açılır, kalpler arasında iyilik köprüsü kurulurdu. Bakırcılar Çarşısı’nın ahenkli tiktakları hiç durmaz, ritmik çekiş sesleri susmazdı. Bakırcıların ürettikleri ev eşyaları, düz bakırdan meydana gelmezdi elbet. Mutlaka nakış nakış işlenirdi. Bunun için bir örs ve çekiç habire hareket hâlinde olurdu. Bakırcılar, oturdukları sandalyenin başına geçirdikleri büyük örsün üzerine bakır eşyayı yerleştirir, onu nokta nokta işlerlerdi. O bir sabır ve terbiye işiydi. Zira işlem bittiğinde o kazan, tencere, sürahi veya tabak, eşya olmaktan çıkar âdeta süslü ve çok güzel bir hatıraya dönüşürdü. HER ESNAFIN ÇARŞISI AYRIYDI Şehrin çarşıları çoktu. Helvacılar, Bakırcılar, Kalaycılar, Yemeniciler, Kasaplar, Dabakçılar, Kuyumcular, Battaniyeciler ve diğer çarşılar… O çarşılar hangi isimle anılıyorsa daha ziyade o esnafın dükkânı bulunurdu. Meselâ Battaniyeciler Çarşısında kolay kolay kuyumcular dükkân açmazdı. Böyle bir nizam hâkimdi. Ama sonradan bu düzen bozuldu. Bakkalın yanında kuyumcu, kuyumcunun yanında manav açılır oldu. Dolayısıyla çarşılar, farklı ürünlerin satışa sunulduğu ortak alanlara dönüştü. Bu çarşılarda elbette insanlar dolaşırdı. Yoksul ama mütevekkil insanlar… Ceketlerinde, pantolonlarında yamalar görürdüm… Hele köylülerin yaması eksik olmazdı elbiselerinde. Erkeklerin mutlaka

sayı//3// ekim 88


kasketi vardı. Kasketsiz çıkılmazdı dışarıya, ayıp sayılırdı. Bazı yaşlı köylülerin de sarıkları olurdu. Kadınlar ise beyaz yemenilerini sararlardı başlarına. Üstlerinde fistan, yün hırka, şalvar… Ve umumiyetle lastik ayakkabılar… Şehre köyden gelenler arasında en çok sevdiğim ve acıdığım ise katır ve eşekler olurdu. Daha güçlü oldukları ve daha çok yük taşıdıkları için katırlar ziyadeydi. Köylü şehre gelirken katırına mutlaka bir şeyler yüklerdi. Yaz mevsimi ise kavun karpuz, kışsa elma, armut… Sonbahara doğru genelde ormanlardan kesilmiş odun taşırdı katırlar. Çünkü kış yaklaşmıştır ve insanlar sac sobalarında bu odunları kesip yakacaktır. Hele o uzun süren pazarlıklar unutulacak gibi değil. Ben çocuk hâlimle o pazarlıkların bir an önce sona ermesini ve hayvancağızların sırtlarındaki ağır yüklerin bir an önce dükkânın önüne indirilmesini isterdim. Böylece katırlar, rahat bir nefes alıp dinlenirler diye düşünürdüm. KERPİÇ EVLERDE OTURURDUK Annemle birlikte buğday öğütmeye gittiğimiz değirmenciyi unutabilir miyim? Koca değirmen taşı, mahallenin ortasındaki küçük meydandaydı. Adama taşıdığım buğdayı verirdim, o buğdayın una dönüşümünü seyrederdim. Bir dünya gibiydi değirmen, buğdayı öğütür dururdu. O koca yuvarlak taşı bir at döndürürdü. Gözleri kapatılmış iri ve heybetli bir at. Döner, döner, dönerdi. Bir gün anneme sormuştum. “Değirmen taşını döndüren atın gözleri niçin kapalı? Başı dönmez mi?” Ve mantıklı, merhamet yüklü bir cevap almıştım kendisinden: “Ata eziyet olmasın diye oğlum, at bir ovada yürüdüğünü sansın, başı dönmesin diye.” Ne ince bir medeniyetimiz vardı, ne derin bir bakışa ne hassas bir yapıya sahiptik. Köylüden aldığımız buğday una dönüşürken bu sefer de eve yollanırdık. Zira annem tandırda pişirmek üzere ekmek hamurunu yoğuracaktı. Çok sevdiğim çarşı ekmeği ise bayağı pahalıydı. Ayda yılda bir alırdık, özellikle misafirler geldiğinde… Bu yüzden mi misafirlerin sık sık gelmesini çok isterdim acaba? Kireçin bir türü olan cas, yani kerpiç evlerde otururduk. Biraz hâli vakti yerinde olanlar ise taş binalardan oluşan küçük konaklarda ikamet ederlerdi. Sonra betonarme evler çoğalmaya başladı şehirde. İnsanlar hangi evde oturursa otursun, nasıl bir sosyal sınıfa sahip bulunursa bulunsun dostluk, komşuluk, hemşehrilik ve din kardeşliği esastı. Camiler buluşma ve dayanışma yeriydi. Türbeler de… Vefatlarda da bir araya gelinirdi, düğünlerde de… Babam hiçbir cenaze evini kaçırmaz, dua okunacak eve akşam mutlaka giderdi. Bir vefa borcu muydu bilmiyorum ama yorgun olmasına rağmen hiç birini kaçırmak istemezdi. Düğünlere o kadar iltifat etmezdi ama.

“Düğüne herkes gider, önemli olan yakınlarını kaybetmiş olanlara gidip taziyede bulunmak, başsağlığı dilemektir.” derdi. O daracık loş sokaklar ne kadar iyilik kokar, o kerpiç evlerden nasıl da hep şükürler, dualar ve Kuran sesleri gelirdi. ÇOCUK OLMAYAN EVDE BEREKET OLMAZ Televizyonlarımız, bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız yoktu ama hakikaten mutluyduk. Dinî bayramlar da resmî bayramlar da bizim için unutulmaz neşe günleriydi. O salıncaklar, o bandolar, o faytonlar… Bir hayal dünyasında mı yaşadık, yoksa gerçekten biz o demleri yaşadık, o zamanlara eriştik mi? Küçük mutluluklarla yetinmesini bilen insanlardık belki de. Aşırı isteğimiz, hırsımız, tamahkârlığımız yoktu. Bir küçük armağan, helâlinden bir lokma ekmek, bir minik hediye bize yeter de artardı bile. Bayram günlerini unutamıyorum. İşte bir resmi bayramda okul öğrencileri ve eşek üstünde temsilî bir Nasreddin Hoca, yanı başında askerî bando… “Çocuk olmayan evde bereket olmaz” yazılı pankart. Demek ki bu fotoğraf, bir 23 Nisan Bayramı töreninde çekilmiş olmalı. Bütün bayramları severdim ama Çocuk Bayramı’nın hâli başkaydı gözümde ve gönlümde. Okullar daha mı fazla özenirdi nedir, ama bana daha çok sevimli görünürdü. Sonra büyüdükten sonra kafa kâğıdıma, yani nüfus cüzdanıma dönüp baktığımda bu bayramı neden bu kadar çok sahiplendiğimi öğrenecektim. Çünkü bu bayram, benim bayramımdı. Zira ben bir bayram çocuğuydum, bir 23 Nisan günü doğmuştum: 23 Nisan 1960. Sevilmez mi? Dönüp maziye baktığımda o eski siyah beyaz fotoğraflarda bütün bir hayat, coşku, heyecan ve yaşanmışlıkları görüyorum. İyi ki bu bereketli, mübarek memlekette Siirt’te, iyi ki bu iyi insanlar arasında doğup büyümüşüm. Rabbim sana şükürler olsun!

89


Ş ehir

KAŞGARLI MAHMUD’UN DİYARINDAN Yer üstü ve yer altı zenginlikleri cenneti olan Doğu Türkistan bölgesi, Çin’in büyümesinde besleyici bir ana karadır. Bugün, Çin’in petrol ve doğal gaz ihtiyacı % 50lileri geçmiştir. Orta Asya ve Hazar havzasına kadar köprü rolü üstlenen Doğu Türkistan, havasız susuz Çin’e enerji aktarılması için vazgeçilmez bir hazinedir. Her ne kadar onlar kabul etmese de Doğu Türkistan Çin’in ekonomik subapıdır.

Mehmet SILAY

aşgar, başkent Urumçi’ye çok uzak. Türkistan’ın ilk İslam devleti burada kurulmuştu. Çoktan unuttuğumuz Gulca, Hotan, Yarkent, Turfan ve Kaşgar’ı, Türkçenin ilk sözlüğünü yazan Müslüman Uygur ilim adamı Kaşgarlı Mahmud’u yeniden hatırlama zamanı… Şairler, Türkistan’ı, “Büyük ve müebbed bir ülke yani Turan!” olarak tarif etmişler… Doğu Türkistan, 5 milyon km2 olan Uluğ Türkistan’ın bir parçasıdır. Uluğ Türkistan deyimi, Batı ve Doğu Türkistan’ı hatırlatır. Doğu Türkistan güneyinde Pakistan ve Hindistan, doğu ve kuzey doğusunda Çin ve Moğolistan, güneybatı ve batısında Afganistan ve Batı Türkistan, kuzeyinde ise Sibirya’yı misafir eder. O, dünya Türklerinin ilk anayurdudur. Almanya’dan dört, Pakistan’dan üç, Türkiye’den iki buçuk kat daha büyüktür. Çin toprağının ise beşte birini teşkil eder. Doğu Türkistan denilen rüya şehirde neler yoktur ki… ‘Dünya Medeniyetinin Altın Beşiği’ Taklamakan çölü, tabiat cenneti Altundağ Parkı, Avrasya Köprüsü sayılan İpek Yolu, dünyanın en yüksek göllerinden olan Tanrı ve Buğda gölleri ve daha dünyaya sırlarını açmamış nice medeniyet merkezleri Doğu Türkistan’ın güzel coğrafyasını süsler. Bugün Taşkent’ten Semerkant’a giderken Doğu Türkistan’ı diğer Türk Cumhuriyetlerinden Tanrı Dağları’nın ayırdığı görülür. Bir yanda Kaşgar bir yanda Semerkant vardır. Doğu Türkistan, zengin doğalgaz ve petrol yataklarıyla Çin’in değil bütün Asya’nın tabiri caizse ‘California’sıdır. ANADOLU DOĞU TÜRKİSTAN’DIR Dahası Doğu Türkistan Anadolu, Anadolu Doğu Türkistan’dır. Asya’nın Avrupa’ya yürüyüşü Doğu Türkistan’dan başlar. Çinlilerin on iki bin yıllık tarihine baktığımızda genellikle orta düzlük denilen alanda yaşadıklarını ve yüzyıllarca Moğollar, Türkler ve Tibetler tarafından ustaca yönetildiklerin görüyoruz. Çinlilerin kendi kendilerini yönetebilmeye başlamalarının tarihi ise 20. yüzyılın ilk çeyreğidir. Şubat 1945’te müttefik ülkelerin Yalta’da bir araya gelerek Doğu Türkistan’dan Japonya’nın kuzeyine Asya’nın sorunlu’ bölgelerini Sovyetlerin insafına bırakması sonucu, Milliyetçi Çin ile ‘sorunlu’ bölgeler sorunsuz şekilde paylaşılmış ve Çin sanki asırlardır bölgenin tek hâkimiymiş gibi zulmün belini kırarak derin siyasete soyunmuştur. Bugün Çin’de en büyük yasa, keyfi yasa ihlalıdır… BM’ye üye olan her devletin zorunlu olarak imzaladığı ‘İnsan Hakları Evrensel

sayı//3// ekim 90


Beyannamesi’nin 2. Madde 4. Fıkrasında ‘azınlık grubu içinde doğumların engellenmesine matuf önlemlerin alınması yasaktır’ denmesine rağmen, Çin yönetimi her nasılsa bu yasayı bilhassa Doğu Türkistan’da ihlal edebilmekte ve cezai işler tehdidi altında ‘mecburi kürtaj’ siyasetini pervasızca yürütebilmektedir. Görüldüğü kadarıyla BM yasaları Çin’de işlerliğini koruyamamaktadır. Zira aynı beyannamenin ‘Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonamaz ve sürgüne gönderilemez’ maddesi de keyfi tutuklamalarla her fırsatta ihlale devam edilmektedir. Daha acı olan şudur ki Doğu Türkistan davasını gerçekten destekleyen hiçbir devlet, güçlü bir uluslar arası teşkilat bulunmamaktadır.

Hele kimsesizler kimsesi Türkiye için… Orda bir Doğu Türkistan var uzakta… O Doğu Türkistan, yaramızdır, sevdamızdır, ülkümüzdür. Bütün esir İslam coğrafyaları gibi…

DOĞU TÜRKİSTAN’IN KARA KAŞI KARA GÖZÜ Yer üstü ve yer altı zenginlikleri cenneti olan Doğu Türkistan bölgesi, Çin’in büyümesinde besleyici bir ana karadır. Bugün, Çin’in petrol ve doğal gaz ihtiyacı % 50lileri geçmiştir. Orta Asya ve Hazar havzasına kadar köprü rolü üstlenen Doğu Türkistan, havasız susuz Çin’e enerji aktarılması için vazgeçilmez bir hazinedir. Her ne kadar onlar kabul etmese de Doğu Türkistan Çin’in ekonomik subapıdır. Bugün Kızıl Çin Dünya nüfusunun altıda birine sahip. Mevcut resmi ideolojinin nazarında ülkede en ucuz malzeme insan hayatı, insan emeği, gözyaşı. Şimdi Çin’in Kapitalist dünyaya açılması özgürleşme ve liberalleşme olarak algılanmak isteniyor. Halbuki ekonomide görülen liberal demokratikleşme basit bir propagandadan ibarettir. Çünkü siyasal planda ve sosyal hayatta, yerel ve merkezi yönetimlerde zalim ve baskıcı uygulama fasılasız devam etmektedir. İnsan hakları ihlalleri, zorunlu kürtajla nüfus planlaması, din ve anadilde eğitimin yasaklanmasıyla asimilasyon girişimleri hız kesmeden sürmektedir. Doğu Türkistan gibi Tibet ve Formoza da işgal altındadır. Bugün, bu kendi bildiğinden şaşmayan zalim sisteme karı koymak için devletler nezdinde kültür anlaşmalarından başka çare görünmüyor. Kardeş şehirler oluşturulmalı ve sivil toplum örgütleri en az Gazze kadar Doğu Türkistan’a da yönelmelidir. Diplomatik girişimler aralıksız sürmeli, Müslüman Uygur kardeşlerimizin çiğnenen temel insan hakları ve hürriyetleri konusu daima canlı ve sıcak tutulmalıdır. En rasyonel olanı da, Batı’dan Çin’e yapıldığı gibi, Türkiye’den, yerli Kaşgarlı Müslümanların güvenliğine zarar vermeden Doğu Türkistan şehirlerine kültür gezilerinin ve turların düzenlenmesidir. Doğu Türkistanlılar sorunu artık Çin’in iç işi olmaktan çıkmış gözükmekte ve uluslar arası bir sorun haline dönüşmektedir. 91


Ş ehir

KİTAPLARA DA SIĞAR ŞEHİRLER Şehri yaşamak kadar anlatmak da zordur. Bir şehre ayna tutmak ve o aynadan şehri izlemek ancak şehre kalp gözüyle bakmakla olur. Seyyahlığın tarihiyle şehrengiz yazarlığının tarihini bir tutmak gerekir. Şehirlere aşık bir seyyahın gözüyle gördüğünü kalbiyle dillendirmesi ayrı bir sanat olduğundan şehirlerin dilini, ruhunu ancak bir seyyah en içten şekilde anlatabilir. Şehir şehir gezmek, her şehrin havasını almak, suyunu tatmak, insanlarının arasına karışmak sonra da bunları cümle cümle yazmak ancak bir sevda işi olabilir. Mustafa UÇURUM

Şehri yaşamak kadar anlatmak da zordur. Bir şehre ayna tutmak ve o aynadan şehri izlemek ancak şehre kalp gözüyle bakmakla olur. Seyyahlığın tarihiyle şehrengiz yazarlığının tarihini bir tutmak gerekir. Şehirlere aşık bir seyyahın gözüyle gördüğünü kalbiyle dillendirmesi ayrı bir sanat olduğundan şehirlerin dilini, ruhunu ancak bir seyyah en içten şekilde anlatabilir. Şehir şehir gezmek, her şehrin havasını almak, suyunu tatmak, insanlarının arasına karışmak sonra da bunları cümle cümle yazmak ancak bir sevda işi olabilir. ŞEHİRLERE SEVDALI BİR DERVİŞ; EVLİYA ÇELEBİ Şehirler üzerine yapılmış en güzide çalışma Evliya Çelebi’nin Seyehatnamesi’dir. On ciltten oluşan ve dünya edebiyatında bir örmeği daha bulunmayan bu eserinde Evliya Çelebi, Anadolu’dan başlayıp dünyanın birçok ülkesine kadar uzanan geniş bir yelpazenin şehirlerini yazar. Onun anlatımında şehirler hayat bulur. Onun üslubuyla şehirler ayrı bir yüzle çıkar karşımıza. Yer yer abartılı anlatımı, bazen hayal âleminden süzülen bakışıyla şehirlerin en müstesna hallerini onun eserinde bulabiliriz. Erzurum’un soğuğu, İzmit’in ormanları, Tokat’ın şairleri onun seyahatnamesinde özgün bir dille anlatılır. Erzurum’un soğuğunu anlatırken; “Vallahi 11 ay, 29 gün Erzurum’da oldum. Halk hep yaz gelecek dedi. Ben göremedim.” demiştir. Tokat’ı anlatırken de; “Âlimler konağı, fazıllar yurdu, şairler yatağı Tokat.” der. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin ilk uçuşu da onun eserinde geniş yer tutar. Her ne kadar seyahatname geniş bir coğrafyayı anlatan bir eser olsa da İstanbul yeri ayrıdır. Saraylardan, paşalardan, düğünler ve şölenlerden uzun uzun bahseden Evliya Çelebi, bu anlatımıyla hem bir şehrengiz yazarı gibi davranmış hem de bir tarihçi gibi devrin olaylarını da anlatmıştır. Onun gözünde şehirler bir hayalin gerçekleştiği masal dünyalarıdır. Her şehir güzeldir aslında. Önemli olan bu güzelliği görebilmektir. Evliya Çelebi, gezi yapmayı kendine iş edinmiş bir seyyahtır. Onun için her şehir yeni bir dünyanın kapısı gibidir. Doğudan batıya uzanan çizgide değişen insan yaşamları, gelenek ve görenekler, insanların değer yargıları onun eserinde bazen mizahla bazen öğretici bir üslupla şekil alır. Evliya Çelebi, bir şehre hayat veren ne varsa onu anlatmıştır. Gördüklerinin yanında yorumlarıyla da anlatıma zenginlik kazandırmıştır. Onun eseri seyahatname türünün en önemli eseridir. Şehirlerin tarih sürecinde gösterdiği değişimi anlamak için onun dilinden şehirleri tekrar tekrar okumakta fayda vardır.

sayı//3// ekim 92


BEŞ ŞEHİR Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri, bir edebiyat adamının gözüyle şehirlere nazar eylediği için önemlidir. Tanpınar, ele aldığı şehirleri tarih süzgecinden geçirerek anlatır. Şehirlerin tarihteki yerlerinden, gelenek ve göreneklerinden, tarihi güzelliklerinden bahseder. Çok gezen biri olmasına rağmen Tanpınar hayatındaki beş şehri anlatmak istemiştir. Onun beş şehri; Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul’dur.

Altıncı şehir bir şehir kitabı olmasının yanında hayat kitabıdır da. Yazar, Sivas’la birlikte insan portrelerini de anlatmaktadır. Çünkü şehir ancak insanıyla var olmaktadır. Sivas’a değer katan her şeye değinmektedir yazar. Sivas adıyla anılması gerekenlere yer vererek şehrin değerini göstermek isteyen yazar, Çerkez’in Kahvesi’nden şehrin manevi dinamiklerine kadar her şey vardır bu kitapta. Sarhoş naralarıyla sarsılan geceler, taş plakların inlettiği kahveler, gökyüzünde süzülen güvercinler ve daha nice gizli saklı kalmış üstü kapalı tebessümler…

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu kitabı yazmak istemesinin asıl sebebi; “Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.” Güzellikler elimizden kayıp gitmekte ve biz bunlara karşı bir şey yapmadan öylece bakmaktayız. Şehirler bizimdir ve biz de şehirlerin. Her gün bir yanımızdan parça gibi şehirler gerçek yüzünü kaybetmekte. İşte Tanpınar’ın yapmak istediği de kaybolan değerlerle birlikte şehirlerin içimizdeki yerini sağlamlaştırmaktır. Her şehir bir dünyadır. Geçmişten geleceğe uzanan bir köprüdür. Her şehrin tarihe yaslanan bir yanı vardır. Tanpınar özellikle şehirlerin tarihle olan bağına dikkat çeker. İstanbul bir medeniyetin şehridir. Özellikle yapılarıyla bir tarihin yaşayan yüzünü temsil eder. Zaman geçtikçe eski güzelliğini ve özelliğini kaybeden bir İstanbul’u yaşamak zorun kalmak zor olsa da İstanbul’da yaşamak ve İstanbul’u yaşamak da önemlidir. Tanpınar’ın İstanbul’u hayalleri süsleyen bir gönül ustasıdır. Ankara’nın mahzunluğu, kenarda oluşu Tanpınar’a hüzün verir. Sanki bir gazi gibidir Ankara. Yorgundur hep. Konya, Mevlana’nın nefesiyle büyüyen bir bozkır çocuğudur. Selçuklu neyse Konya da odur. Erzurum, acıların şehridir. Savaşlardan aldığı yarayı saramayan bir mahzun şehirdir. Erzurum demek Tanpınar’a göre Milli Mücadele demektir. Ve Bursa. Tanpınar’ın adıyla özdeşleşen zamanın şehridir. Zaman her yerde işler ama Bursa’da geçen zaman ayrıdır. Bursa semtleriyle, mahalleleriyle, tarihten bir imbik gibi süzülen zamanı yaşar. Billur bir su gibidir Bursa. Şırıltılı sularıyla zamanın suda yansıyan yüzüdür. Bir şairin şehirleri anlatması şiir gibidir. Bir yazarın anlatması da romandan bir parçadır adeta. Tanpınar, iki özelliğiyle şehirlerin kalbine dokunarak beş şehrin kapısını bizler için aralamıştır. YEDİNCİ ŞEHİR OLMAZ MI? Altıncı Şehir’den sonra yedincisi de geldi. Özkan Yalçın’ın Amasya’yı anlattığı kitabı Yedinci Şehir, halkaya yakışan bir çalışmadır. Özkan Yalçın, Sivaslı bir yazar. Belki de Sivas üzerine bir kitap yazmak istemiştir ama altıncıyı Ahmet Turan

Alkan’a kaptırınca görev yaptığı il olan Amasya’yı Yedinci Şehir olarak tanıtmış olabilir. Amasya; tarihiyle, coğrafyasıyla, Ferhat’ıyla, Şirin’iyle gözde şehirlerimizden biridir. Tarihte, “Şehzadeler Şehri” olarak anılan Amasya, Kral Mezarları’yla, Ferhat’ın aşkı uğruna dağlara açtığı su kanallarıyla, Yeşilırmak’ın şehri ikiye bölen nazlı nazlı akışıyla ayrı bir güzelliği sahiptir. Özkan Yalçın kitabında bu güzellikleri şairane bir üslupla anlatır. Bütün bu birbirinden güzel mekânlara adeta ruh vererek, bu mekânların şehre kattığı anlamları da göz önünde bulundurarak canlı bir portre sunar okuyucuya. Özkan Yalçın, Yedinci Şehir kitabıyla ilgili kendisiyle yapılan bir söyleşide özellikle şehir ve insan üzerinde durur. Şehirlerin de bir canı olduğunu, önemli olan bu canlılığı göz ardı etmemek gerektiğini vurgulayan yazar, “Şehirler bir aynadır. İnsan nasıl yaşıyorsa şehirde, kendisini öyle görür.” demiştir. Özkan Yalçın’ın Amasya’sı tarihten bir sayfadır. Şehrin her köşesi tarihin canlı birer şahididir. Şehzadelerini Amasya’ya gönderen Osmanlı, aslında büyük bir anlam 93


Ş ehir

Mustafa Armağan, şehirlerin vakitlerini de iyi gözlemler. Ramazan ve şehir onun için bir şehrin yüz akıdır. Bir şehrin en bereketli vaktidir Ramazan. Bu, dünyanın neresi olursa olsun aynıdır. Şehri seven ve şehirli olmayı bilen biri olarak şehrin yüzü olmak, her şeyiyle şehri yansıtıyor olmak bir şehrin hakkını vermekten geçer. Şehirler eğreti bir sevgiyi istemez. Kalbin ucuyla sevenleri bağrıma basmaz. Şehir, yüzünü ayna yapan yerlilerin mekânıdır.

Günümüz yazarlarından Mustafa Armağan, şehirlerin nabzını yoklamakta ve şehirlerin yaşayan yüzünü göstermeye çalışmaktadır. Modern bir Evliya Çelebi’dir Armağan. Şehirleri gezerek, onların yüzleriyle yüzleşmeye çalışmakta ve izlenimlerini paylaşmaktadır. Onun şehirleri için de sınır yoktur. Bir dünya haritasının tam ortasında durmaktadır. Her şehir bir insan gibidir Armağan için. Bazen hüzünlü, bazen neşeli, çokça yalnız ve bir o kadar umutlu.

sayı//3// ekim 94

yüklemiştir Amasya’ya. Yavuz gibi bir padişahın haşmeti sinmiştir şehre. Beyazıt’ın ruhu sanki hâlâ şehirdedir. Ferhat’ın su kanallarından adeta bir sevda masalı akmaktadır. Bütün bunlar ve daha fazlası Özkan Yalçın’ın şair kaleminden şiir olup damlamaktadır. Bir şehre gitmeden önce okunması gereken kitaplar arasına Yedinci Şehri de alabilirsiniz. Bu kitap size sadece rehber olmayacak, aynı zamanda bir şehrin şiirini de sunacaktır. Bir gün yolunuz Amasya’ya düşerse, elinizde Yedinci Şehir, dilinizde Cafer Turaç’tan Amasya Mektupları olsun. Görün bakın o zaman, şehir size ne güzellikleri sunacaktır. MUSTAFA ARMAĞAN VE ŞEHİR Günümüz yazarlarından Mustafa Armağan, şehirlerin nabzını yoklamakta ve şehirlerin yaşayan yüzünü göstermeye çalışmaktadır. Modern bir Evliya Çelebi’dir Armağan. Şehirleri gezerek, onların yüzleriyle yüzleşmeye çalışmakta ve izlenimlerini paylaşmaktadır. Onun şehirleri için de sınır yoktur. Bir dünya haritasının tam ortasında durmaktadır. Her şehir bir insan gibidir Armağan için. Bazen hüzünlü, bazen neşeli, çokça yalnız ve bir o kadar umutlu. İnsan Yüzlü Şehirler’de her renkten bir portre karşılar okuyucuyu. Dil, din, ırk farklıdır ama şehirlerin insanlara verdikleri ruh aynıdır. İnsan yaşadığı yere benzer. İnsan yaşadığı şehir gibidir. İnsan ilk başta direnebilir bu değişime. Şehri kendine benzetmeye çalışır ama şehirlerin surları güçlüdür ve şehirler içindeki her şeyi kuşatır.

ŞEHRİN FOTOĞRAFINI ÇEKMEK Beşir Ayvazoğlu, Şehir Fotoğrafları kitabında okuyucuya şehirlerin pastoral fotoğraflarını sunan bir ressamdır adeta. Görsel bir anlatımın yoğun olduğu kitapta yazar İstanbul’un siluetinin resmini yapar. İstanbul’un edebiyata yansıyan yüzünü anlatır çokça. Divan Edebiyatı’nın İstanbul’undan, pazarcı seslerinin kaybolduğu İstanbul’a kadar karış karış dolaştırır okuyucuyu. Kendi bakış açısının yanında edebiyatçıların İstanbul’unu da anlatır. Ahmet Hamdi’nin, Mehmet Akif’in, Yahya Kemal’in, Refik Halit’in İstanbul’una dair izleri takip eder. İstanbul’un nasıl olup da cümbür cemaat bir hale geldiğine dair tespitlerde bulunur. Şehirler değişir. Bu kaçınılmazdır. Zaman geçer ve şehirlerin çehresi değişir. İstanbul’un çehresi de arabesk bir çığlıyla değişime uğrar. Çokça bizden çokça yabancı. İstanbul’un yanında Türkistan’dan esintiler de vardır bu kitapta. Türk’ün olduğu her yerin nefesini duyurmak istemiştir Ayvazoğlu. Mostarlı geceler, Taşkent’in gülleri, Orta Asya bozkırları, Semerkand’ın masalı. Bir insanın içine şehir sevdası düşmesin. Artık aradaki bütün sınırlar kalkar. Böyle bir sevdaya Misak-ı Milli dar gelir. Şehir ki düş gibidir. Uçsuz bucaksız bir aşktır. Beşir Ayvazoğlu, bir Sivaslı olarak Altıncı Şehir’e bir gönderme yaparak şehrinin de kulağını çınlatır. Gökmedrese’nin haşmetinden, şehrin kalbi olan güzelliklerinden bahseder ve bu şehirden ayrı kalmanın hüznünü içli bir dille anlatır. Her şehir güzeldir ama memleket gibi güzeli yoktur. BİR TUTAM ŞEHİR TOZU İnsanların içlerinde büyüttükleri pastoral bir firar vardır. Her fırsatta şehirden kaçmanın planlarını kurarlar. Bir dağ köyüne gitmek, şehirden uzak kalmak, çam ağaçlarının arasında kafayı dinlemek. Böyle isteklerin ardına düşmek şehir insanını umutlu eden, içini rahatlatan, kafasını dağıtan ama hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği bir düştür. Bir kişi şehrin tozunu bir kez yuttu mu onu başka bir hava kabul etmez. Şehir havası insanı çarpar mı bilmem ama insanı kendisine sımsıkı bağlar. Bunu iyi biliyorum işte. Şehre yakasını kaptıran bir daha kurtulamamıştır. Çam ağaçlarının gölgeliği de mutlu bir düş olmaya devam etmektedir.


OSMANLI KUDÜS’ÜNDEKÜLTÜR EROZYONU VE MİSYONERLER Nurettin DURMAN ısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Suriye yönetiminin Hıristiyan ve Yahudilere çok fazla özgürlük vermesi üzerine bundan yaralanan Hıristiyan ve Yahudilerin, Suriye ve Kudüs’te misyoner okulları, hastahaneler ve yetimhaneler açtığı. İngiltere ve Almanya’dan büyük destek gören Yahudilerin 1880 tarihinden itibaren Filistin meselesini dünya gündemine taşıdığı. Filistin’den toprak satın almak isteyen Yahudilere Sultan İkinci Abdülhamid’in büyük tepki gösterdiği ve Siyonizm’in ilk lideri Teodor Herzl’in bütün tekliflerini reddettiği. Fakat Filistin’den toprak satın alımının yasaklanmasına rağmen Yahudilerin toprak satın aldığı ve Kudüs’e göç ettiği. 1911 tarihinde Nablus’ta mutasarrıflık yapan Süleyman Fethi Bey hükümete Kudüs konusunda bir layiha göndermişti. Layihada, Müslüman nüfusun azaldığını, Yahudilerin toprak satın almaya ve yerleşmeye devam ettiğini, Osmanlıca ve Arapça bilenlerde azalma olduğunu hükümete bildirmiş, ayrıca hükümetten Kudüs’te Ezher Üniversitesi gibi bir üniversite kurulması ve eğitime önem verilmesi gibi talepleri olmuştur. Fethi Bey’in kaleme aldığı ve başta İngiltere ve Yahûdiler olmak üzere yabancıların Nablus ve özellikle Kudüs’te yaptıkları faaliyetler hakkındaki layiha, Beyrut Valiliği tarafından 22.05.1911 (9 Mayıs 1327) tarihinde Dersaadet Dahiliye Nezareti’ne gönderilmiştir. Layiha aşağıdaki gibidir: Nablus Mutasarrıflığından Beyrut Vilayeti Vekâlet-i Adliyesi'ne geçende mütenekkiren Nablus'a gelen Kudüs Rum Patriği Efendi ile cereyan eyleyen mükâlemeye ve bu babda bazı mütalaaya dair layihadır. Saadetli Efendim Hazretleri Geçende mütenekkiren Nablus'a vasıl olan Kudüs Rum Patriği efendinin suret-i hususiyede hane-i acizeye geldiğini 25 Nisan 1327 [9 Mayıs 1911] tarihli telgrafnamede arz eylemiş idim. Esna-yı mükâlemede Kudüs ahvali hakkında patrik-i mumaileyhten istizahatta(?) bulunmaklığım üzerine nefs-i Kudüs ile havalisinde hâl ve

mevkiin pek ziyade kesb-i ehemmiyet ve nezaket eylemiş olduğunu ve ahali-i asliye-i memleketin heman umumiyet itibariyle emlak ve arazilerini gaib ederek bunların ecnebilere ve Yahudilere intikal eylediğini ve lisan-ı Osmani'nin ma‘dum hakkında kalarak bu gidişle oralarda lisan-ı Arab'ın da ortadan kalkacağını beyan ve nüfus-ı İslamiye'nin pek ziyade tenezzül ettiğini ityan eyledi ve Rumların Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'nin tebaa-i sâdıkasından bulunmak hasebiyle hükümet-i meşrutanın bu havalide teali-i şan ve şevketi ve terakki-i nüfuz ve şerefi ehass-ı emelleri idüğünü dermeyan etti. Sahratullahü'l-müşerrefe hadisesinin gerek İslam ve gerek Hıristiyan ahali üzerinde amik bir tesir hasıl edip cihet-i mülkiye ve askeriyenin dürbünlüğü sayesinde maazallahu teala hükümetimiz için gaile-i azimeyi mucib olabilecek bir vaka-i elîmenin önü alınmış idüğünü de söyledi. Sahratullah meselesinin hakikat ve mahiyeti inşallah yakın vakitte tezahür eder ve herkes gider ve endişeden kurtulur. Ancak patrik-i mumaileyhin nukat-ı saire hakkındaki ifadatı cidden şayan-ı dikkat ve teemmüldür. Bu hakayıkı arz-ı Filistin ve umumiyet itibariyle Suriye'nin ahval-i siyasiye ve ictimaiye ve iktisadiyesi hakkında 3 Mayıs 1326 ve 93 ve 21 Mart 1327 ve 41 ve 7 Nisan 1327 ve 88 tarih ve numaralarla mütecasir takdimi olup mevadd mündereceleri vülat-ı kiram taraflarından ehemmiyetle telakki olunarak tevarih-i muhtelifeden aynen nezaret-i celile-i dahiliyeye irsal kılınmış olan raporlarımda aklımın ve fikrimin erdiği kadar tafsil ve izah eylemiş idim. Binaenaleyh bu babda tekrar bast ü tefhim-i mütalaatı lüzumsuz görürüm. Ancak şurasının arzını vecibeden addederim ki Patrik Efendi'ye bu sözleri söylemeye icbar eyleyen esbabın en mühimi de şu son zamanlarda bu havalide Protestan ve Katolik ve Latinlerin göstermekte oldukları gayret ve faaliyet ve Ortodoks kilisesine karşı temin edegelmekte oldukları muvaffakiyattır. Filhakika zahiren diyanet ve insaniyet namlarına tesis ve küşad olunmuş olan manastırlarda, mekteplerde ve eytam-hanelerde her tarafın bâtınen takip ve hizmet eylediği emel ve maksat büsbütün başka başka şeylerdir. Ve bu uğurda hükümetler ve birtakım cemiyetler taraflarından ibzal-i muavenat olunmaktadır. Hastahanelere müracaat eyleyen biçaregânın düçar-ı rehn ve halel olmuş kuvva-yı maneviye ve maddiyelerinden istifade fırsatları bile kaçırılmaktadır. Hatta mektepere dahil olan İslam çocuklarının köylerde nik ü bedi tefrikten aciz cühela-yı halkın fikir ve kalplerinin kazanılmasına sa’y ü gayrette kusur edilmemektedir. İşte şu meşhudat ve tetkikatıma binaendir ki bu başa gelinceye kadar pak ve saf kalmış olan ahlak ve vicdanımın ve vatanıma olan muhabbet ve 95


sadakatimin icabatı vecihle hiç olmazsa bu livayı muhafaza eylemek ve ahalisini tarik-i temeddün ve terakkiye sevk etmek ve hükümet-i meşrutamıza ısındırmak maksat ve niyet-i vatan-perveranesiyle Nablus Sancağı dahilinde geceli gündüzlü çalışarak ianat ve saire ile cem ve tedarikine muvaffak olduğum paralarla on beş mah zarfında evvelce başlanmış bir hastahaneye mükemmelen itmam ve küşad eylediğim ve müceddeden iki cesim ve tamiren ve tadilen bir küçük ki mevcuda ilaveten ceman zükura mahsus üç mektep ve herkesin inzarını celb eylemekte olan zarif bir umumi bahçe ve sair gibi asar-ı umran vücuda getirdiğim gibi evlad-ı inasın tahsil ve terbiyelerine ait esbabı da tamamen istikmal eyledim. Diğer cihetten emniyet ve itimat halkı celbe muvaffak olur. Bunun yardımıyla şimdiye kadar düçar-ı gasb ve garet olagelen hukuk hazine-i milletin meydana ihracı ve varidat-ı levada(?) rub' derecede bir fazla husule müyesser oldu. Bu icraat naçizanem esnasında neler çektiği ve ne gibi müşkülat ve mevani iftiham eylediği Cenab-ı Hak bilir. Binaberîn diğer meslektaşlarım da böylece cehd ü gayret ederler ise envai gavail ve ihtirasata maruz olan devletimizin bir tarik-i selamete sevkine muvaffakiyet elvereceği şüphesizdir. Her ne hâl ise asıl sadede rücu edelim: Tafsilat-ı mebsutadan malum olacağı üzere bu havalide diyanet ve insaniyet namları altında da birtakım mühim mühim siyasî cereyanların vücudu gayr-i kabil-i inkârdır. Ve bu cereyan ve teşebbüslerin bir taraftan elsine-i ecnebiyenin de gereği gibi intişarını temin eylemekte olmasına nazaran icabının takip eyledikleri şu tarik-i siyasetin aynen müdahale ve himaye ve tevsi‘ daire-i nüfuz politikalarının esaslarını teşkil eyleyeceği emr-i tabiidir. Lisan-ı resmi-i devletten bir kelime anlamaz fakat İngilizce ve Fransızcayı pekala tekellüm eyler. Yafa ve Kudüs ve Beyrut mekteplerinden neşet eylemiş birçok İslam gençlerine tesadüf eyledim. Ecnebisi birkaç kişiden ve nüfus-ı Hıristiyaniyesi ancak üç dört yüz neferden ibaret olan Nablus'un henüz mesturiyete riayet eyleyen Hıristiyan kadınlarıyla erkekleri meyanında İngilizceyi öğrenmiş bulunanlar da mevcuttur. Bu da küçük bir Protestan kilisesinin bir köşesine yerleştirilmiş ufak bir mektep sayesindedir. Askerle sükûn ve asayişini muhafazaya muktedir olabileceğimiz gerek ve havalisine Protestan ve Katolik misyonerleri şimdiden sokulmuşlardır. Bu meydan-ı sabıkada sessiz ve sadasızca fakat kemal-i azim ve metanetle kat-i merahil eyleyen İngilizlerdir. İngilizlerin gaye-i asılları ise Hindistan ve İran ve Basra ve Bağdat ve el-Cezire ve arz-ı Filistin tarikleriyle Bahrisefid sahiline ve Mısır'a kadar İngiliz nüfuzunu neşr ve tesis eylemekten ibarettir. Ve

hiç şüphe yok ki yakın zamanda Hindistan'dan bu tarikleri takiben Mısır'a kadar bir hatt-ı hadidi [hududu] vücut bulacaktır. Müterakki ve müteâlî bir devlet hâlinde bulundukça İngilizlerin sarf-ı siyasî ve iktisadî olan şu niyet ve teşebbüslerden havf ve endişeye ol kadar mahal görülemez. Fakat aksi takdirde Mısır'da başımıza gelen felakete maazallahu teala buralarda da tesadüf eylemekliğimiz hatıra gelmez şeylerden değildir. Hususa ki Aksa-yı Şark'ta Japonyalıların ve Çinlilerin uyanmalarıyla kendilerine ümit ettikleri kadar saha-i intişar bulamayan bazı Avrupa devletlerinin inzar-ı harîsanesi her türlü istidat ve kabiliyeti haiz ve merkez-i hükümetlerine yakın bulunan memaliğimize bu günler de daha ziyade müteveccih ve matuf bulunmaktadır. Şu hâlde bu ilim ve irfan ve iktisat ve siyaset ordularına mukabele eylemek ancak aynı silahlarla mücehhez bulunmaklığımızla mümkün olabilir. Başka türlü yaşamak ve idame-i mevcudiyet eylemek müstehildir. Artık kendimize gelelim. Birbirimizi ezmekten ise iktidara çalışalım. Garez ve nefsaniyete hizmet eylemeyip menafi-i şahsiyemizden ziyade menfaat-i umumiyeyi gözetelim ve her işi ehline tevdi ve emr-i idarede ameliyata, nazariyata tercih edelim. Esassız politikalar, gelişigüzel teşebbüsler bir devleti payidar edemez. Âtîmizi bir iki sene için değil yüzlerce seneler için düşünmek ve ona göre kendimize bir meslek, bir tarik-i siyaset yakîn eylemek icap eder. İşte bazı hakayıkı bu havali hakkında son mutalaat-ı naçizanemi muhtevi bulunan şu raporumla da hükümet-i meşrutamın inzar-ı hakayık-perveranesine vaz‘ eyler ve bu vesileden bâ-istifade siyasî ve içtimaî ve maddi ve manevi fevaid ve muhsinat azimesine binaen Mescid-i Aksa ile Sahratullahü'l-müşerrefe etrafında bir vakitler talebe-i ulûma mahsus olarak vücuda getirilmiş oldukları hâlde bugün maatteessüf oda ve dükkân hâlinde istimal olunmakta bulunan hücrelerin ihyası veyahut ayrıca bir üniversite tesisi suretiyle Mısır ve Hicaz ve Suriye kıtalarının bir nokta-i telakkisi olan ve nezaket ve ehemmiyet-i mevkiiyesi derkâr bulunan Kudüs-i Şerif'te lisân-ı Osmanî dahi tedris olunmak üzere Mısır'ın Camiü'l-Ezherine muadil bir medrese-i ulûm ve fünun vücuda getirimesini hükümetime taklif eylerim. Kudüs-i şerif evkafının ehemmiyet ve kesretine ve ötekinin berikinin eyadi-i igtisabına geçen bir kısım kilisenin de zahire ihracı tabii bulunmasına nazaran işbu Darülmuallimin masarıf-ı daimesinin evkaf-ı mezkûreden temini mümkün ve muvafık olur. Ol babda emir ve irade hazret-i men lehü'l-emrindir. 16 Cemaziyelevvel 1329 ve 2 Mayıs 1327 [15 Mayıs 1911] Nablus Mutasarrıfı Süleyman Fethi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.