Biz’den… Sevgiyle Yoğrulmuş Şehir ve Kültür “Sen çiçek oIup etrafa güIücükIer saçmaya söz ver. Toprak oIup seni başının üstünde taşıyan buIunur. Bakın! TopIumsaI bunaIımIarın, kavga ve dövüş ortamının tek ve en güçIü doğuş sebebi sevgi eksikIiğidir. Bunun en doğru tedavi yoIu ise sevgiyi aramak, yaşamak, uyguIamaktır. HoşgörüIü oIursanız seversiniz. SeviIirsiniz. Karar verirseniz ve de bu yoIda çaIışırsanız her şeye uIaşırsınız”. Hz.Mevlânâ. Şehirlerde yaşamanın ve kültürlü olmanın ahlakî sorumluluklarından biri de sevgi bağıdır. Sosyal hayatın içinde huzur içinde yaşamanın fedakârlıklar ve sorumluluklar ile gerçekleşeceğini, bunun da geleneksel şehir kültürümüz içinde var olduğunu bilmeliyiz. Başkalarının acısını içinde duymayan onların dertlerine yokmuş gibi davranan, bu histen yoksun insanları, toplum soysuz ve anormal saymaktadır. Tarih boyunca, kütüphaneleri mektepleri medreseleri yakılıp yıkılan, konutları yağmalanan şehirler, acıları ile bugünkü kültürümüzde eksik kalan azalarımızdır. İnsanın hayatı boyunca, gözünün önünden gitmeyen iki görüntü vardır; birincisi annesinin yüzü, ikincisi doğduğu yaşadığı şehrin yüzü. İnsan hafızasına kazınan şehir, eğer kültürünün hamuruyla yoğrulmuşsa, kişi hayatı boyunca kültürler harmanının içinde yer alır. Güzellikler ile büyüyen, gözünü gönlünü estetik şehir anlayışı ve mimarîye doyuran kişiler hayatları boyunca estetik duyarlılığı ruhundan söküp atamaz. O halde, şehirlerimizi kültürel temeller üzerine bina edelim ki bu şehirlerde doğanlar, okuyanlar, büyüyenler estetik güzellikle birlikte kültürel güzellikleri de severek isteyerek yaşatsınlar ve gelecek nesillere bu muhabbeti ulaştırsınlar. Rousseau bir şiirinde sevgi duygusunun toplumun kaynaşmasını sağlayacak en önemli öğe olduğunu ifade ediyor; “İnsanlarda tek güzel kanun Suyu ışık yapmaları Düşü gerçek yapmaları Düşmanı kardeş yapmalarıdır.” “Düşmanı kardeş yapmak varken, kardeşi düşman yapmak niye?” Şehirli ve kültürlü olmanın erdemini, ailemizden başlayarak eğitim kurumlarımızda
çocuklarımıza, sosyal hayattaki ilişkilerimizde, sevgi ile buluşturarak yaşatmalıyız. Dergimizin bu sayısında; Kudüs’e vurgu yapmak istedik, Kudüs’e gerçekleştirilen bir geziden yola çıkarak Kudüs’ün sahipliliğini şehir tarihini ve ruhaniyetini gözler önüne getirdik. Editörümüz Mahmut Bıyıklı ve Şehir- Kültür ekibimizle Mimar Sinan konusunda ülkemizin sayılı uzmanlarından Prof. Dr. Suphi Saatçi ‘ye FSMV üniversitesinde konuk olduk. Şehirlerin entellektüel sermayesini Prof. Dr. Nazif Gürdoğan’dan, Şehir’in Ruhu’nu Mustafa Yazgan’dan okuyacağız. “Rumeli Beylerbeyi” Ekrem Hakkı Ayverdi’yi Mehmet Nuri Yardım’ın söyleşisinde Mimar Dr. Aydın Yüksel beyefendi anlattı. Mehtap Altan bu sayıda da söyleşilerine devam ediyor; konuğu Leyla İpekçi. Ali Yakup Cenkçiler hocanın hatıralarını Mustafa Atalar kaleme aldı ve Balkanlarda Türk Olmak, dedi. Hulusi Üstün Tebriz’i, Ahmet Dur Mardin’i, Mehmet Sılay Halep’i, Nurdal Durmuş Makedonya’yı, İsimsiz Seyyah Venedik’i, Rahşan Gürel Özbekler Tekkesi’ni yazdı. Her sayımızda yazıları ile entelektüel birikimlerini okuyucu ile paylaşan Recep Garip, Mustafa Özçelik, Muhsin İlyas Subaşı bu sayımızda da sizlerle beraber. Nidayi Sevim Osmanlı Mezar taşları üzerine araştırmalarını paylaşıyor. Dursun Gürlek araştırmacı kimliği ile Üsküdarlı Ali efendi’yi yazdı. Tiyatro oyunu Kerbela’yı eleştirmen Yusuf Dinç’ten, Kore etkinliği haberi ile İsmail Yılmaz’dan, her sayımızda şehrin sosyal yapısındaki figürleri anlatan Erkan Çav’dan, Ruhsati’yi anlatan Sabri Gültekin’den, Sezai Karakoç’un şehirlerini anlatan Mehmet Kurdoğlu’ndan, Safiyüddin Efendi’nin Bursa konuşmasının haberini yazan Emre Coşkunsu’dan harika yazılar okuyacaksınız. Şehir ve Kültür dergimiz, üstlendiği sorumluğun bilinci ile yoluna devam ederken, şehirlerimizde ve okullarımızda da programlar hazırlamaktadır. Etkinliklerimizin haberlerini ve ayrıntıları sizlerle paylaşacağız. Saçımızı taradık, ceketimizi ilikledik, sevgi ile yoğrulmuş yepyeni bir sayı ile tekrar karşınızdayız. Hz. Mevlana’nın sözü ile başladık ilk söze, hitamı da Hz.pîr ile bitirelim; “Çirkinlikle güzelliği görünüşle değil, akılla ayırt edin. “ Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza… Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
Ş ehir
içindekiler
4
ENTELEKTÜEL SERMAYE ve GELECEĞİN iMARI Ersin Nazif GÜRDOĞAN
26
SEZAi KARAKOÇ’A GÖRE ŞEHiRLERiN RUHU VE ANLAMI Mehmet KURTOĞLU
SÖYLEŞİ SÖYLEŞİ
8 14 22
“MEDENiYETiN TARiHi, ŞEHİRLERiN TARiHiDiR.”
Mahmut BIYIKLI
KUDÜS OSMANLIDIR
Mehmet Kamil BERSE
AFYONKARAHİSARLI YUNUS EMRE Mustafa ÖZÇELİK
44
CEMİL MERİÇ’TE ŞİİR ŞEHİR VE KÜLTÜR Recep GARİP
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.
Uğur, Dr.Mustafa Avtepe
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari, Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik
Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: SoftG / Martı Ajans Ltd.Şti
Editör: Mahmut Bıyıklı Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş
sayı//4// kasım 2
30
“EKREM HAKKI AYVERDi, iSTANBUL MEDENiYETiNiN SON TEMSiLCiLERiNDENDi” Mehmet Nuri YARDIM
Fotoğraf: Kâzım Zaim, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz
Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı,
7 ŞEHİR’İN RUHU Mustafa YAZGAN 13 TİYATROMUZDA BİR DRAM;BİR YER DEĞİL BİR OLAY; KERBELA / Yusuf DİNÇ 21 ŞEN OLASI HALEP ŞEHRİ, YANIYOR/ Mehmet SILAY 38 YERALTI CAMİİ İMAMI ÜSKÜDARLI ALİ EFENDİ/ Dursun GÜRLEK
72
HAYAL ŞEHİR
VENEDiK
İsimsiz Seyyah VENiViDiViCi
48 BEŞ BİN YIL ÖNCENİN ŞEHRİNE KISA BİR YOLCULUK / Muhsin İlyas SUBAŞI 51 ŞEHRİN AŞİKÂR MELEKLERİ: KEDİLER/ Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV 52 NAKŞIN VE ŞİİRİN ŞEHRİ TEBRİZ/ Hulusi USTUN 58 İSTANBUL TUHAFİYESİ/ İbrahim Sadri EREN 60 ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’DAN ANILAR; BALKANLARDA TÜRK OLMAK / Mustafa ATALAR 64 BİR TEKKENİN HİKÂYESİ / Yrd. Doç .Dr Rahşan GÜREL
76
KÜLTÜRLERiN HARMAN OLDUĞU ŞEHiR:
MARDiN
Ahmet DUR
SÖYLEŞİ
68 MEMLEKET MAKEDONYA / Nurdal DURMUŞ 80 DÜŞLERİMİZİ SÜSLEYEN DERVİŞ; ÂŞIK RUHSATÎ/ Sabri GÜLTEKİN 83 GÜNEY KOREDE TÜRK FIRTINASI ESTİ / İsmail YILMAZ 84 ŞEHRİMİZ KİMLİĞİMİZDİR / Emre COŞKUNSU 90 OSMANLI MEZAR TAŞLARININ DİLİ/ Nidayi SEVİM 94 FETHİN SEMBOL KURULUŞU, İSTANBUL FETİH CEMİYETİ/ Mehmet Nuri YARDIM
86
LEYLA iPEKÇi iLE RUHUN TENHA SOKAKLARINDA
“ŞEHRiM AŞK” Mehtap ALTAN
Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul100 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu
Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 5341511 / 0212 5341221 Fax: 0212 5341527 e-posta : info@şehirvekültür.com www.şehirvekültür.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 6242111
3
Ş ehir
ENTELEKTÜEL SERMAYE ve
GELECEĞİN İMARI Toplumların gizli zenginliği entelektüel sermayedir. Bir ülkede entelektüel sermaye kıtlığı çekiliyorsa o ülke petrol denizi üzerinde olsa bile üretim güçsüzlüğünü gideremez. Yoksulluğun çelik çemberini kırmada entelektüel sermaye ile finansal sermayenin el ele vermesi gerekir. Çünkü genellikle her iki sermaye aynı ellerde toplanamaz. Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN
TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
yüzyılda ülkelerin gücü parasal sermayeden daha çok entelektüel sermayeden kaynaklanacak. Sanayi toplumunda ekonomik ve kültürel hayatın odak noktasında finansal sermaye vardı. Pek çok hammadde zengini ülkede olduğu gibi entelektüel sermayenin güçlü olmadığı ülkelerde, bol doğal kaynaklara sahip olmak üretim gücünü büyütmeye yetmez. Çünkü yeraltında zengin maden yatakları ya da değerlendirilmeyen finansal kaynaklara sahip olmakta, ülkelerin ürün ve hizmet değerlendirilmeyen finansal kaynaklara sahip olmakta, ülkelerin ürün ve hizmet üretme gücü, Japonya ya da Almanya’nın seviyesine yükselmiyor. Ülkelerin, kurum ve kuruluşlarının verimli bir biçimde kullanılmayan kaynakları ister parasal, isterse doğal olsun, güneşli havadaki buz gibi, eriyip yok olup gitmekten kurtulamaz. Türkiye entelektüel sermayesi yeterli olmadığı, için varlık içinde yokluk çekiyor. Petrol rezervleri zengin, ancak derinde olduğundan değerlendirilemiyor. Dünyanın zengin bor ve krom yataklarına sahip, gerekli entelektüel sermaye olmadığı için ulusal ve uluslararası sermayeden yararlanamıyor. Üç yanı denizlerle çevrili olmasına rağmen su taşımacılığı yetersiz. Önemli su kaynakları var, enerji üretiminde onlardan yararlanmada oldukça başarısız. Çünkü doğal kaynakları ürün ve hizmete dönüştürecek entelektüel sermayenin simyacıları girişimcilerdir. Türkiye girişimcilik ve girişim kültürü gelişmemiş bir ülkedir. ENTELEKTÜEL SERMAYENİN ÖNEMİ Toplumların gizli zenginliği entelektüel sermayedir. Bir ülkede entelektüel sermaye kıtlığı çekiliyorsa o ülke petrol denizi üzerinde olsa bile üretim güçsüzlüğünü gideremez. Yoksulluğun çelik çemberini kırmada entelektüel sermaye ile finansal sermayenin el ele vermesi gerekir. Çünkü genellikle her iki sermaye aynı ellerde toplanamaz. Çoğu defa entelektüel birikimi olanların finansal gücü, finansal gücü olanlarında entelektüel birikimi olmaz. Üretim gücünü büyütmek için, farklı birikimlere sahip olanların güçlerini birleştirmeleri gerekir. Sanayi toplumunda herkesin finansal sermaye sahibi olması mümkün değildir. Bilgi toplumunda ise, herkes entelektüel sermaye sahibi olabilir. Bu yüzden bilgi toplumu herkesin katılımına açık ve eşitlikçi ve daha demokratik bir toplumdur. Finansal sermayeden daha çok entelektüel sermayenin ağırlık kazandığı bilgi toplumunda öğrenmesini öğrenen insan ekonomik ve kültürel yapılanmanın sürükleyici
sayı//4// kasım 4
gücüdür. Çünkü görünen ve görülmeyen sermaye alanları içinde herkesin kolaylıkla ulaşabileceği kaynak entelektüel sermayedir. Bilgi toplumunda önemli olan gelir farkı değil, eğitimin farkıdır. Bilgi toplumunda zengini yoksuldan ayıran gelir farkı ne olursa olsun birikimli insan birikimsiz insandan ayıran entelektüel sermaye yokluğun kadar olmaz. Entelektüel sermayenin nasıl zenginleştireceğini kavrayamayan kurum ve kuruluşlar, rekabet güçlerini koruyamazlar. Birikim ve tecrübelerini sermayesini paylaşmasını bilmeyen kurum ve kuruluşlar, entelektüel sermayelerini zenginleştiremezler. Nasıl bir ateşe başka bir ateşin yakılması, birincisinin gücünü azaltmazsa, bir kurumun entelektüel birikimini başka bir kurumla paylaşması, onun gücünü zayıflatmaz. DUVARSIZ KAPISIZ ÜNİVERSİTELER Entelektüel sermayeyi güçlendirmek için, bütün kurum ve kuruluşların öğrenen örgütlere dönüşmesinin vazgeçilmez bir yeri ve önemi vardır. Bilgi toplumunda ekonomik, siyasal ve kültürel alanda öğrenilenlerin, öğrenilmesi gerekenler yanında daha az olması, bütün kuruluşlarda öğrenme ve öğretme çalışmalarının sürekli olmasını sorunlu kılıyor. İletişim alnındaki gelişmeler, bütün dünyanı duvarsız ve kapısız büyük bir üniversiteye dönüştürdü. Çünkü bilgisayar ortamında öğrenme için olduğu kadar öğretme için de sınırlar ortadan kalktı. İletişim imkânları dünyanın bütün üniversitelerini kurum ve kuruluşlarla birlikte evlerde taşıdı. Bunun sonucunda öğrenme ve öğretme çalışmaları zaman ve mekân sınırlamasıyla karşılaşmadan kesintisiz bir süreklilik kazandı. Beşikten mezara kadar devam eden öğrenme sürecinde gelen günü geçen günden daha verimli kullanılmasını başaramayan kurum ve kuruluşların uzun ömürlü olmaları mümkün değildir. Bu yüzden bir örgütte entelektüel sermayeye yapılan yatırım, örgütün geleceğine yapılan yatırımdır. Arire de Geus ‘Yaşayan Şirket’ isimli kitabında büyük kuruluşların ortalama ömürlerinin kırk ya da elli yılı aşamadığını vurgulayarak çoğunun öğrenme özürlü olduklarını söylüyor. Entelektüel sermayeye yatırım yapmayan kurum ve kuruluşların çoğu bir insan ömrü kadar bile yaşamadan yok olup gidiyor. Bunun için, kurum ve kuruluşların değişmeyen amaçlarla değişen araçlara egemen olması, öğrenen bir örgüt olmalarına bağlıdır. Öğrenmesini, öğrenme faaliyetleri hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bütün kurum ve kuruluşların ana sorunudur. Çünkü bütün örgütlerin yarınlardaki başarısı, bugünlerde entelektüel sermayeye yaptıkları yatırımlara dayanır.
PAYLAŞILMAYAN SERMAYE GÜÇLENEMEZ Entelektüel sermayeye yatırım yapmayan kuruluşlar kendileriyle birlikte toplumlarını da yoksullaştırırlar. Sınırlarla birlikte kıtalar arasındaki farkların önemini yitirdiği bir dünyada, ülkelerin entelektüel sermayesi ulusal olmaktan çıktı; uluslar arası bir boyut kazandı. Artık hiçbir ülkenin entelektüel sermayesinin dünyanın toplam entelektüel sermayesi kadar zengin olması mümkün değildir. Geleceğin başarılı kuruluşları, kendi entelektüel sermayesini oluşturmada dünyanın entelektüel sermayesinden yararlanmasını bilenler olacaktır. Entelektüel sermaye bütün ülkelerin yitirilmiş kaynağı gibi olmalıdır. Her ülke, onu bulduğu ülkeden almalıdır.
Amerika’nın demir-çelik sektörünün öncülerinden Andrew Carnegie’ye ‘ Elimizdeki bütün işletme ve kaynaklarınızı kaybetseniz, böylesine büyük ve görkemli tesisleri ne kadar zamanda kurabilirsiniz? ‘ diye sormuşlar. Entelektüel sermayenin gücünü gösterme bakımından Carnegie bu soruya çok çarpıcı cevap vermiş “Eğer elimizdeki tesis ve kaynaklardan kasıntınız fabrikalarımız fiziksel varlıklar ise, hepsi doğal bir afette yok olmuş, insan kaynaklarım sağ olarak elimde kalmışsa, o zaman üç yıla kalmaz, bugünkünden daha mükemmelini kurarım. Ancak bütün insan kaynaklarım elimden gitmişse, böyle bir sanayi yeniden kurmaya artık benim ömrüm yetmez.”
İster ürün, ister hizmet, isterse de bilgi üretsin her kurum ve kuruluş globalleşen dünyadaki gelişmelere ayak uydurabilmek için entelektüel sermayesini ülkesiyle birlikte diğer ülkelerle paylaşmasını bilmelidir. Çünkü ister entelektüel, isterse finansal olsun, elindeki kaynakları paylaşmasını bilmeyen kuruluşlar, kendi örgütlerinin rekabet güçlerini büyütemedikleri gibi, yok olup gitmekten de kurtulamazlar. Hem finansal, hem de entelektüel olsun, paylaşılmayan
5
Yeni dönemler, yeni kaynaklarla birlikte yeni örgütlenmeler de gerektirir. Dünyadaki gelişmelere ayak uydurabilmek için, sanayi toplumunun örgütlenme biçimi ve sorunlara çözüm arama stratejilerini büyük ölçüde yitirmiştir. Çünkü İbni Haldun’un dediği gibi: “Gelecek geçmişe suyun suya benzemesi kadar benzer”se de, geleceğin üstesinden gelebilmek için, yeni yöntemlere ihtiyaç vardır. Sanayi toplumunda üretim gücünün lokomotifi finansal sermaye idi, bilgi toplumunda ise, entelektüel sermaye olacak. Geçen yüzyılın kuruluşlarının simgesi “ford” olmuştu, yeni yüzyılda ise “microsoft” olacak. Biri görünen, diğerleri görünmeyen ürünler üretiyor. Birinin üretiminde finansal, diğerinde entelektüel sermaye önemlidir.
dağıtım kanalları ve tedarikçileriyle bir kuruluşun entelektüel sermayesini oluşturan kalemlerin önümüzdeki yıllarda bilançolarda vazgeçilmez bir yeri olacaktır. Amerika’nın demir-çelik sektörünün öncülerinden Andrew Carnegie’ye ‘ Elimizdeki bütün işletme ve kaynaklarınızı kaybetseniz, böylesine büyük ve görkemli tesisleri ne kadar zamanda kurabilirsiniz? ‘ diye sormuşlar. Entelektüel sermayenin gücünü gösterme bakımından Carnegie bu soruya çok çarpıcı cevap vermiş “Eğer elimizdeki tesis ve kaynaklardan kasıntınız fabrikalarımız fiziksel varlıklar ise, hepsi doğal bir afette yok olmuş, insan kaynaklarım sağ olarak elimde kalmışsa, o zaman üç yıla kalmaz, bugünkünden daha mükemmelini kurarım. Ancak bütün insan kaynaklarım elimden gitmişse, böyle bir sanayi yeniden kurmaya artık benim ömrüm yetmez.” İster fiziksel, isterse finansal olsun, üretim için sürükleyici olan, kaynaklar verimli bir biçimde değerlendirmesini bilen entelektüel sermayedir.
sermaye zenginleşmez ve güçlenmez. İster ürün, ister hizmet, isterse bilgi olsun, üremeyi bilenler, toplumun en erdemlileridir. Toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için ürün ve hizmet üretenlere cephelerde savaşanlar arasında fark yoktur. Bütün dünyada savaş alanlarının yerine pazarlar geçti. Pazarlarda alınan satılan ürün ve hizmet üretmesini bilmeyen toplumlar, savaş alanlarında kullanılacak silahları üretmede hiçbir zaman başarılı olmazlar. Entelektüel ve finansal kaynakların altın oranda birleştirmesini bilen kurum ve kuruluşlar, Pazar paylarıyla birlikte katma değerlerini uyum ve düzen içinde büyütmesini de başarırlar. Kuruluşların başarısının kaynağında finansal sermayeden daha çok entelektüel sermaye vardır. Belirleyici olan parasal sermaye değil, entelektüel sermayedir. Entelektüel sermayenin güçlü olmadığı kuruluşlarda, parasal sermaye etkin bir biçimde değerlendirilemez. Ancak işletmelerin bilançolarındaki aktiflerde entelektüel sermaye görülmez. Çünkü işletmelerin finansal tablolarında entelektüel sermayeye yer verilmez. Kurum ve kuruluşların ürün ve hizmetlerini pazarda aranır kılan marka değerleridir. Entelektüel sermaye gibi, marka değeri de bilançoların aktiflerinin dışında tutulur. Pek çok kurum ve kuruluş marka değeri gibi, entelektüel sermayesi de en az görünen fiziksel aktifleri kadar değerlidir. Çalışanları, müşterileri,
sayı//4// kasım 6
24 SAAT AÇIK GLOBAL ÇARŞI Her alanda mükemmeli aramada 21. yüzyılın sonu, finansal sermaye benzeri sanayi toplumunun değişmez kabul edilen değerlerinin sonu oldu. Değişik alanların uzmanlarının tekrar tekrar vurguladıkları gibi, iletişim teknolojisindeki gelişmeler, bilinen dünyanın sonunu getirdi.21. yüzyıl, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan 21. yüzyılın devamı olmayacak. Dünya ölçüsünde oluşan ekonomik ve kültürel ağlar ülkeler arasındaki merkez ve çevre farkını ortadan kaldırdı. Her ülkede kusursuz ürün, hizmet ve bilgi üretmesini başaran kurum ve kuruluş, 21. yüzyılın oluşmasına katkıda bulunabilir. Çünkü bilgi toplumunu, bütün dünyayı 24 saat üretim ve tüketim yapılabilen global bir çarşıya dönüştürdü. Yeni dönemler, yeni kaynaklarla birlikte yeni örgütlenmeler de gerektirir. Dünyadaki gelişmelere ayak uydurabilmek için, sanayi toplumunun örgütlenme biçimi ve sorunlara çözüm arama stratejilerini büyük ölçüde yitirmiştir. Çünkü İbni Haldun’un dediği gibi: “Gelecek geçmişe suyun suya benzemesi kadar benzer”se de, geleceğin üstesinden gelebilmek için, yeni yöntemlere ihtiyaç vardır. Sanayi toplumunda üretim gücünün lokomotifi finansal sermaye idi, bilgi toplumunda ise, entelektüel sermaye olacak. Geçen yüzyılın kuruluşlarının simgesi “ford” olmuştu, yeni yüzyılda ise “microsoft” olacak. Biri görünen, diğerleri görünmeyen ürünler üretiyor. Birinin üretiminde finansal, diğerinde entelektüel sermaye önemlidir. Yeni yüzyılda, görünmeyen ürün ve hizmetleri üretmede başarılı olmayan kurum ve kuruluşlar, kendilerinde görünenleri kusursuz bir biçimde üretme gücünü de bulmayacaklardır.
ŞEHİR’İN RUHU Mustafa YAZGAN
nsan (Hz.Adem ve Hz.Havva) cennet boyutundan, yeryüzü coğrafyası boyutuna ışınlandı. Hz.Adem (a.s.) Güneydoğu Hindistan’a deniz içinde jeolojik bir köprü ( Adam’s Bridge-Adem Köprüsü- Ana Britanica c.1 sh.91) ile bağlı “Sri Lanka = Seylan Adası” nın güney batısın da 2243 m.yükseklikteki “Âdem TepesiÂdem Doruğu- Samânalakanda”ya ışınlandı (Adam’s Peak -Âdem zirvesi- Ana Britanica c.1 Sh.90-Büyük Dünya Atlası-Utarid sh.84) Hz.Havva’da Arabistan Yarımadası’nın Batısı’nda Kızıldeniz sâhilinde “Cidde- aslı Cedde-: Büyük anne’nin annesi” ( Ferid Develioğlu-Osmanlıva Türkçe Ansiklopedik Lügat 1962.sh.158-) mekânına ışınlandı. Cennet insanın doğum yeridir. Arkadaşlığın, sevginin, kulluğun metafizik mekânıdır. Fakat aynı metafizik boyut, tecessüsün (merakın) , İblis’in aldatma , kin, intikam hırsının uygulandığı, Hz.Âdem (a.s.) ile Hz.Havva’nın mutluluklarını ebedileştirmek emeli ile, İblis’in tuzağına düştükleri (zelle) alanıdır.
Dünya, bir bedendir. Bu bedenin ruhu insandır. İnsan( Hz.Âdem ve Hz.Havva ), Dünya’ya ışınlandıkları an, “Müstakbel tüm şehirler”in ruhları, kader projesinde “diriliş canlılığı” na kavuşmuşlardır. Hz.Âdem(a.s.) ile Hz.Havva, uzun bir ayrılık , hasret, yakarış ve tevbe imtihanından sonra , meleklerin rehberliğinde “Arafat” ta tanışıp , “Müzdelife” de Cebrail’in gerçekleştirdiği “ilk nikâhla” evlendiler. Bu evlilikten doğan çocuklar yeryüzünde kentleşme oluşumunu, “Beşerî hayat” ın vazgeçilmez şartı olarak şekillendirdiler. Böylece,”Şehir”, insan ile “Ruh’a” ererken, İnsan tıpkı Hz.Âdem’(a.s.) ın , cennette kupkuru bir çamurdan (salsal) ve porselen gibi ses çıkaran (Fehhar ) halden “İlâhi nefhâ- Ruh “ ile diriliş’ine benzer bir canlılıkla “Şehir” leşti. İnsanlık ve medeniyet , “Şehir” canlılıkla “ Şehir” leşti. İnsanlık ve medeniyet, “Şehir” lerde bir kimlik özelliğine, bir karakter yapısına , bir farklı yüceliğe kavuştu. İnsan,” Şehir” iyle, “Şehir” insanı ile bütünleşti. Unutmayalım ki, insan dört farklı özelliğin kompozisyonu ile bir bütündür. 1-Beden- Vücut-Anatomik yapı. Görünen varlık 2-Rûh-İlâhi sır- Mutlak pozitif yaratılış.Görülmez. 3-Nefs-Benlik- Ego-negatif özellik. Görülmez. 4-Kalb-Gönül-Sonsuzluğa açılan çanak antengörülmez. İnsanların her biri, bu dört özellikleri ile bir araya gelip, maddi ve manevi varlıklarını birleştirerek bir Şehirde kolektif (İçtimaî- sosyolojik) hayat yaşamaya başlayınca, “Şehir” bir taş , toprak, bina, beton, mermer, ağaç, hayvanlar, sokaklar, meydanlar, çarşılar topluluğu. Bir Beyâbân- Kır, çöl- olmaktan çıkar. Kollektif “Rûh” Şehrin üstüne siner. O belde de ikamet edenlerin çoğunluğu, iyi’ye güzel’e doğru’ya yönelmiş asil, nezih, seviyeli, kaliteli, erdemli kişilerse “Şehir” , Medine olur. Medine-tül Fazılâ diye tanınır, Belde-i Tayyibe olarak söylenir. Mekke-i MÜkerreme diye anılır. Medine-i Münevvere adı geçtikçe, bir gül kokusu âfâkı doldurur. Bir nûr iner gül bahçelerine.. O beldeye “ Kûy-i Mahbubi Hûdâ “ derler. Yerler, gökler, “Şehir” in ruhuna imrenir. “Şehir” Endülüs bahçelerinden, Kurtuba’dan, Bursa’dan, Rûhâ’dan(Urfa’dan) , Gilân’dan, Semerkant’tan, Buhara’dan, Kudüs’ten, Zülfazıl köyünden, Konyadan esen tevhid, sevgi, aşk rüzgârlarını, dağlara, ovalara, yaylalara, taşır.. Bu beldelerde dereler, ırmaklar, şelâleler coşkun akarlar. Kültür pınar’ından, medeniyetler fışkırır… Ve aziz dostlar ! Âlem , bir başka âlem olur…
7
Ş ehir
PROF. DR. SUPHİ SAATÇİ İLE ŞEHİR VE MEDENİYET ÜZERİNE SÖYLEŞİ
“MEDENİYETİN TARİHİ,
ŞEHİRLERİN TARİHİDİR.” Medeniyet kentlerde oluşur, medeniyet kırsalda oluşmaz .Medeniyetin tarihi şehirlerin tarihidir. Bugün Osmanlı’nın tarihini yazmak için İstanbul’un tarihini yazmak gerekir. Mahmut BIYIKLI
stanbul’un güzel bir mekânında, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Sütlüce Yerleşkesinde Mimarlık Fakültesi’nin önünde bir başka çınar altında, uzun yıllar Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde görev yapmış Prof. Dr. Suphi Saatçi hocamızla Şehir ve Kültür dergisi ekibi olarak; Gen.Yayın yönetmeni Mehmet Kamil Berse, Editör Mahmut Bıyıklı, yazar Erkan Çav , tarihçi yazar Ercan Yılmaz ile Şehir ve Kültür üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Umarız nice hayırlı istifadelere vesile olur. Hocam merhaba bizi kabul ettiniz çok teşekkür ederiz. Biz sizin şehirle kültürle ve mimariyle olan ilginizi bu konuda önemli hassasiyetleriniz olduğ.. unu biliyoruz. Bunları içine alan bir söyleşi yapmayı planladık. Efendim, Kerkük asıllısınız. İsterseniz önce Kerkük’ten ve Kerkük evlerinden bahsederek konuya girelim? Hayhay öncelikle hoş geldiniz. Şeref verdiniz. Bütün arkadaşlarımızla burada yüz yüze görüşme fırsatı doğduğu için mutluyuz. Teveccüh-kar sözlerinize teşekkür ederim. Dediğiniz gibi Kerkük doğumluyum. Orada liseyi bitirene kadar kaldım, sonra Güzel Sanatlar Akademisinde mimarlık bölümünde okumak üzere İstanbul’a geldim. Okulu bitirince dönmek istedim. Orada maalesef Türkmenlere karşı baskı arttığı için ağabeyim burada biraz daha kalmamı söyledi. Ben de boş durmamak için doktora yaptım. Doktoramı da doğduğum ev üzerine yani Kerkük evleri üzerine yaptım. Hem doğduğum topraklara borcumu ödemek hem de yararlı bir çalışma yapmak açısından böyle bir konuyu seçtim. Kerkük benim çocukluğumun cenneti. O evlerde büyüdük. Sokaklarda oynadık. Sokaktaki arkadaşlarımın ismini bir bir hatırlarım. Dolayısıyla yaşadığı kenti insan nedense unutamıyor. Bir şair mi bir sosyolog mu demiş bilmiyorum; ‘İnsanoğlu iki yüzü unutamaz; biri doğduğu şehrin yüzü diğeri de annesinin yüzü’ Bu söz çok doğru; insan yıllar sonra Kerkük özlemiyle yaşaya yaşaya giderek daha fazla hasret çekiyor ve kentinin bir kimliğine bürünüyor. Ben şu anda Kerküklü kimliğimle Türkiye’de isim olmuşum. Beni herkes Kerküklü kimliğimle tanıyor. Ben de Kerkük’e karşı borcumu daha nasıl ödesem diye düşünüyorum. Neden Kerkük evleri? Bir kere mesleğim mimarlık benim dolayısıyla bu evin yaşama kültürünü, bu evin mimarisini, bu evde geçen günleri korumak, hem kültür varlıklarını hem de o kültür varlıkları içinde geçen anıları korumaktır. Annemin kokusuyla, geceleri yıldızları seyrederek damlarında yattığımız o güzelim evlerin hasretiyle kavrularak tezimi hazırladım. Zannediyorum güzel de bir çalışma oldu. Üç dört baskı yapıldı. Önceleri basılması
sayı//4// kasım 8
konusunda epey sıkıntı yaşamıştım. Bankalara git, bankalar böyle kitapları basar dediler, sonuç hep olumsuz oldu. Birisi bana dedi ki şimdi senin kitabının basılmama sebebi Kerkük’ün şu anda Türkiye sınırları dışında olmasıdır. Kerkük Türkiye sınırları içinde olsaydı, Kerkük’ün mecliste milletvekilleri olsaydı bunu basarlardı. Çok şükür bazı değerli hemşerilerimizin katkılarıyla kitap yine de gün yüzüne çıktı. İlk Bilim Sanat Vakfı sahip çıktı. Küre Yayınları bastı. Osmanlı şehirlerini anlatmak istediler ve ilk Kerkük anlatıldı. Kerkük evlerinin genel hususiyetleri nedir? Genel manada Türk evlerinden, Batı evlerinden ayrı, kendine has özgün yanarı nelerdir? Kerkük evlerinin kendine has özelliği kapalı bir odası, yan gözleri olmasıdır. Göz, oda manasında kullanılır. Galiba Doğu Anadolu’da kullanılıyor. Göz, sağda da olur solda da olur; ana mekânın içinde orası bizim yaşama mahallimizdir. Orada oturulur yemek yenir, tamamen işlevsel bir yapıya sahiptir. Zannediyorum bugün stüdyo daireler diyorlar; tek mekânda her şey var. Yıllarca önce atalarımız bu tasarımı bulmuşlar. Geleneksel Anadolu evlerinde de bir arada yaşama mahalli avludur. Avlu kadınların üstü açık cennetidir. tüm dünyaları avluda geçer. Avluda mevlitler, sünnet düğünleri ziyafetler olur. Eski İstanbul evlerinde de buna benzer şeyleri görürüz. Eski mahallelerde mahremiyeti korumak için dar bir yoldan çıkmaz sokaklara giriş olur. Kerkük mahalle yapısı nasıldır? Kerkük’de de mahalle yapıları bahsettiğiniz gibi Urfa’da ‘tertibe’ denilen kör, çıkmaz sokaklara açılır. Manilerde geçer: Garip bir kuştu gönlüm yar/Elimden uçtu gönlüm Saçının tellerine loy/Kapıldı düştü gönlüm Evleri tetirbeli/Derdinden oldum deli Sağ geldim mahlenize/Nasıl gidem yaralı Gelenekse dokular, doğaçlama oluşmuş bir dokudur; resimsel bir manzara arz eder. Cetvelle yapılmış şehirler modern şehirlerin yapılarıdır. Kerkük evlerinin mimari özellikleri dışında ayrı bir sözlüğü de vardır. Mesela tromp diyoruz. Batıdan alınmış bir şey. Bizde ise köşe kubbesi deniyor. Bu mekân terimlerini illa ki Batı’dan almak zorunda değiliz. Böyle mimari bir sözlük yapmalıyız. Dilimize de zenginlik katabilir bu terimler derlenirse. Atalarımız batılı terimleri bilmeden eserler yaptıklarına göre kendilerine özgü bir dilleri, bir sözlükleri vardı. Cafer Efendi’nin Risale-i Mimariyye’sinde gereç isimleri, terimleri var. Mimar Sinan o muhteşem eserlerini elinin
Tarihi Türkmen Evleri
altındaki 300-400’e yakın mimar nakkaş teknik usta orduyla yapmıştır. Damdan düşer gibi olmamıştır. Yüzyıllar içinde mimarlık mesleği gelişerek rasyonel çözümlere ulaşmıştır. Bilim de sanat da tarihi bir görgüye dayanır. Her yapılanmanın, her eserin içinden doğrusunu alıp yanlışları ayıklayabilir ve giderek daha rafine bir kimlik kazanabilirsiniz. Sinan, Kayseri doğumludur. Sasanileri, Bizans’ı görmüş, İstanbul’a gelmiş seferlere katılmış, Akdeniz’i Avrupa’yı görmüş kendi mimari mesleğinin, yolunun potasında eriterek ne Akdenizli olmuş ne Bizanslı olmuş ne Romalı olmuş… Müslüman Türk olarak Osmanlı olmuş! Onu büyük yapan da bu özgün tarafıdır. Bugün klasik eserlere baktığımızda hayranlık duyuyoruz. Geç dönem Batı tesirinde yapılan camiler ise bizi o kadar etkilemiyor, heyecan vermiyor. Süleymaniye’ye bakıldığı zaman sanki dün yapılmış gibi mükemmel malzeme kullanmış. Ondan 200 sene sonra yapılan camiler var taşları erimiş iyi malzeme seçimi olmadığı için. Aksaray Valide Sultan Camii mesela, çok güzel bir eserimiz ama barok mimaridir, rokokodur bizi etkilemiştir. Sadece yüzey süslemede etkilenmişiz. Ama ona da yine kimliğimizi katmışız. Ortaköy Camii, Nuriosmaniye Camii böyledir. Bu eserler de bu toprakların insanları tarafından
Mimar Sinan’ın sırrı, aklı başında, çok iyi bir gözlemci bir insan olmasıdır. Mimari zaten görgüye dayanan bir şeydir
9
Ş ehir
Cemal Süreyya, ‘Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de / Bir sen kaldın alçak mimar ey Sinan Usta’ diyerek ‘yüksek’ mimarlarla dalga geçmiştir. Sinan’ın en önemli yanlarından biri mühendislik tarafıdır. Çok büyük bir mühendistir. Mühendisliği mimarlığından önce gelir. Bugün yaptığı 400 eserinden belki bir kısmı günümüze gelmemiştir ama mühendislik yapılarının hepsi günümüze kadar gelmiştir ve hepsi çalışıyor yaşıyor. Yedi tane köprüsü var yedisi de yaşıyor, su kemerlerinin hepsi duruyor, su tesisleri çalışıyor. Bu mühendislik bilgisinden dolayı da kubbe mimarisinde büyük başarı göstermiştir. Mühendislik yönünüz yoksa çok büyük eserler ortaya koymanız mümkün değil. Sinan öyle güzel geliştirmiş ki kendisini, ne Hıristiyan ne Müslüman dünyasında Sinan’ın kubbe mimarisinde geldiği noktaya ulaşılmıştır. Selimiye benzeri kubbe dünya tarihinde yoktur. En mükemmel kubbedir. Sinan’ın kubbeleri daireseldir. Pergeli koyduğumuz zaman akar gider. Kırık değildir. Bizans kubbeleri, kemerleri kırıktır. Sen Pietro kırıktır. Kırık, statik açıdan kolaydır ama estetik açıdan güzel değildir. Akıcı olan dairesel kubbedir.
Bu tarihçilerin yaptığı haksız bir isnat. Çünkü Sedef-kar Mehmed Ağa Sinan’dan sonra mimarbaşı oluyor. Sedef-kar Mehmed Ağa Sinan’ın öğrencisidir. Taç Mahal’i yapanlar yine kendi öğrencileridir. Klasik dönem ekol olarak devam ediyor, Ezilmiyor.
sayı//4// kasım 10
yapılmıştır, dışlamak doğru değildir. Şimdi bu beğenmediğimiz camilerin restorasyonunu bile yapamıyoruz. Bu konularda haddini bilerek söz sarf etmek lazım. Mimar Sinan konusunda Türkiye’deki uzman isimlerden birisiniz. Mimar Sinan’ın sırrı neydi hocam? Mimar Sinan’ın sırrı, aklı başında, çok iyi bir gözlemci bir insan olmasıdır. Mimari zaten görgüye dayanan bir şeydir. Bir şaire soruyorlar ‘sizin ilham perileriniz nedir?’ diye. Şair diyor ki ‘benim ilham perilerim eski şiirlerdir’ Mimari de böyledir; her gördüğünüz şey sizi etkiler. Sinan, marangozluktan yetişmiş, taşçılık mesleğini iyi biliyor. Van seferinde üç tane kadırga yapmış karşı kıyıdaki düşmanların ahvalinden haber almak için; gayet güzel bir yaklaşım. Doğum tarihiyle ilgili hiçbir belge yok elimizde. En geç 22 yaşında devşirme yapılmış olması lazım ki 22 yaşından sonra devşirme yapılmaz; benim kanaatim 1500’li yıllarda doğmuş olduğu yönündedir. Yavuz Selim döneminde devşirilmiş. Vefat tarihi 1588’dir. Ancak 1586’da hac nasip olmuştur. Daha önce fırsat vermemişler. Son nefesine kadar kullanmışlardır Sinan Usta’nın ustalığını. Hocam Küçükçekmece köprüsü var, tarihi Mimar Sinan köprüsü diye de geçiyor. Sonra yakınına demir bir köprü daha yapılıyor. Bir sel felaketinde yeni köprü yıkılıyor, Sinan’ın köprüsü kalıyor…
Sinan ilk dikkat çeken eserlerinden Şehzade Camii’ni yaparken Kanuni bile hayran kalmış, oğluma böyle güzel bir eser yaptı acaba ben sipariş versem nasıl bir eser ortaya koyar demiş ve Süleymaniye Camii gündeme gelmiştir. Şehzade Camii çok güzel bir eseridir. Mutlak simetrisi olan bir kubbe o dönemde büyük bir şöhrette kazandırmıştır Sinan’a. Fakat Süleymaniye gündeme gelince meşhur rivayetlere konu olan bir husus vardır. Tezkiretü’l-bünyan’da anıları var Sinan’ın; Sai Mustafa Çelebi kaleme almış, nakkaştır. En orijinali Süleymaniye Kütüphanesi Mahmud Efendi bölümünde 4911 numaralı yazmadır. Bu nüshayı İş Bankası ve Ötüken Yayınları’ndan iki kere neşrettik. 1582 ila 1584 yılları arasında Sadrazam Siyavuş Paşa’ya ithaf edilmiş. Sai Mustafa Çelebi Sinan’dan 40-50 yaş küçüktür. Sinan, Şehzade Camii’ni yaparken 4-5 yaşlarındaydı. Kitapta onun bilmesi mümkün olmayan ek bilgiler var. Bu bizi, eserin Mimar Sinan’a ait olup Sai Mustafa Çelebi tarafından haşiyelerle genişletildiği fikrine götürüyor. Dolayısıyla Tezkiretü’l-bünyan çok önemli bir eserdir. Orada Süleymaniye Camii’nin yapımıyla ilgili bir hatıra naklediliyor. Kanuni bazı tezvirata kulak verip caminin geciktiğini düşünüyor. Sinan iki ay içinde teslim ederim diyor ve hakikaten iki ay sonra anahtarı teslim ediyor. Kanuni çok mutlu oluyor, bir Cuma namazında açılışı yapılıyor. Sultan, ‘Beri gel ey azizim inşa eylediğin camiyi açmak sana uygundur’ diyor ve anahtarı Sinan’a veriyor.
Yahya Efendi’nin bir kasidesi var Süleymaniye üzerine. On beyittir, on beyitte de ayrı ayrı tarih düşürmüştür. Böyle bir ecdadın torunlarıyız. Parantez dışında söyleyeyim; şimdi siyasilerimiz bir köfteci dükkânı açıyorlar, yanında 15 kişi makas alıyorlar hep beraber açıyorlar. Peki, bu kadar ihtişamdan sefalete dönüş nasıl olmuş? Sinan’ın anlaşılamamasının sebebi nedir? Şimdiki mimarlarda ne eksik? Bir de Mimar Sinan’a bir eleştiri var tarihçiler tarafından; kendinden sonra çırak yetiştirmemesi sebebiyle. Bunu da bu bağlamda değerlendirirseniz… Bu tarihçilerin yaptığı haksız bir isnat. Çünkü Sedef-kar Mehmed Ağa Sinan’dan sonra mimarbaşı oluyor. Sedef-kar Mehmed Ağa Sinan’ın öğrencisidir. Taç Mahal’i yapanlar yine kendi öğrencileridir. Klasik dönem ekol olarak devam ediyor. Ezilmiyor. Ama daha sonlara doğru Nuruosmaniye’de bir kırılma oluyor Batı etkisinde kalınıyor. Sinan’ın gelişi bir tesadüf değildir. Devletimizin karada ve denizde zirveye çıktığı en muhteşem yüzyılımıza Sinan da ilahi bir ihsan olarak yerleştirilmiştir sanki. Bu kadar büyük insanın etrafında büyük sanatkârların da oluşu bir tesadüf değildir. Medeniyet kentlerde oluşur, medeniyet kırsalda oluşmaz. Medeniyetin tarihi şehirlerin tarihidir. Bugün Osmanlı’nın tarihini yazmak için İstanbul’un tarihini yazmak gerekir. Şehir ve Kültür dergisi de ismiyle ve muhtevasıyla yeni nesillerin kavramadığı önemli bir gerçeğe işaret ediyor. Bu dokuları neden koruyoruz? Çünkü bir daha bunları yapamayacağız. O devir kapanmıştır. Biz ölsek de bu eserlerin yaşaması lazım. Onlar medeniyetin zirvesidir. Sinan Rönesans’ı Rönesans da Sinan’ı görmemiştir. Onlar daha çok etkilenirdi Sinan’ın yaptıklarını görselerdi. Batı niye tanımadı Sinan’ı? Çünkü sürekli savaştık Batı’yla. Savaştığı bir medeniyeti niye kabul etsin adamlar. Biz de kendi kültürümüzü bilmiyoruz. Bugün turizm gelirinin bunun büyük bir yüzdesi Selimiye, Ayasofya, Süleymaniye ve Topkapı’dandır. İnsanlar buraya İstinye parkını görmeye gelmiyor. Bu kentin tarihi yarımadasını görmeye geliyor. Hem Roma hem Bizans hem Osmanlı buradan dünyayı yönetmiş. Doğu’nun en batısında batının en doğusunda bulunuyor. Asya Afrika Avrupa kavşak noktası. Sarayburnu dünyanın merkezi. İstanbul eski dünyanın merkezidir. Japonya’yla Portekiz arasının ortasındır. Atalarımız büyük bakışları olduğu için buraları ele geçirmiştir. 1071 Malazgirt’ten 1453’e kadar 385 yıl bu millet ağır yürüyüşüyle medeniyetini döşeyerek gelmiştir buralara. Şimdi kalmışlar Sinan için devşirmeydi; Türk değildi, Rum’du Macar’dı Ermeni’ydi
diyorlar. Bir kere Rum olması mümkün değil çünkü Anadolu’dan devşirilmiş. Ermeni olması mümkün değil. Çünkü Ermenilerden devşirme yapılmıyor. Henüz Müslüman olmamış Türk olabilir. Ama Ermeni ya da Rum değildi. Her şey bir yana Ernest Kuhner diye bir Alman sanat tarihçisi vardır, diyor ki ‘Mimar Sinan’ın etnik kökenini araştırmak sizi nereye götürür ki?’ Eserlerine bakınız; o denli Müslüman, Türk Osmanlıdır. Sinan bana göre bir Osmanlı eğitim sisteminin bir mucizesidir. Bir çocuğu almış etnik kökenine bakmadan, yetiştirmiş dünya çapında bir Sinan yapmıştır. Bundan daha güzel bundan daha kucaklayıcı bundan daha önyargısız yönetim var mıdır Allah aşkına? Böyle bir adam bir daha gelmez. Komplekse kapılmamak lazımdır. Burada şunu da söylemek lazımdır; Osmanlı süper güçtü ama insanlara da değer vermiş herkesi kaderi kadar değerlendirmiştir, hiç kimseye zulmetmemiştir. Adil bir yönetim sergilemiştir. Bugün dünyanın süperini biliyoruz ama adil değildir, zalimdir onun için hiçbir yerde tutunamaz. Ama Osmanlı gittiği her yerde alkışlanmıştır. Barbaros’ u kazanmaları da böyledir. Barbaros bir korsandır, mafyadır şimdiki tabirle. Ama akıllı padişah olan Yavuz, bir kılıç gönderiyor ona. Dünya kendisine veriliyor sanki dünya padişahı 11
ona kılıç gönderdi diye. Kanuni daha da ileri gidiyor İstanbul’a davet ediyor. Seni kaptan-ı derya tayin ediyorum artık deniz kuvvetleri komutanımsın, diyor. Türk ve Müslüman’dır Barbaros. Beşiktaş’ı görünce hayran oluyor, öldüğüm zaman beni buraya gömün diye vasiyet ediyor. Avrupa, Barbaros’un kaptan-ı derya olduğunu duyunca ayağa kalkıyor. Avrupa’da zaten kayda değer donanma yok. Osmanlı donanmasıyla da tamamen bir numara oluyor. Kanuni tersaneyi emrine veriyor. Mükemmel bir denizcidir Barbaros. Osmanlı’nın bir medeniyet tasavvuru vardı. Yetiştirdiği devlet erkânı da bu konuda üst bir anlayışa sahipti. Sinan muhteşem eserlerini yaparken mesela İstanbul’u bir bütün olarak görüyor ve Süleymaniye’yi, Şehzadebaşı’nı oraya koyuyordu. Aradan 400 sene geçtikten sonra Şehzadebaşı’nı yaptığı yerde onun torunu bütün ahengi bozarak belediye binası yapıyor... Gerçekten de tarihte mimarlık alanındaki en büyük performansımız cami mimarisinde olmuştur. İslam’ı kabul etmiş Türklerin cami mimarisinde ortaya koydukları başarıları hiçbir İslam coğrafyası gösterememiştir. Kahire’de de yapılmış, Bağdat’ta da yapılmış, Kuzey Afrika’da da yapılmış Hindistan, Afganistan’a kadar cami yapılmış fakat Sinan camileri evrensel bir mesaj vermiş ve dünya çapında yankı uyandırmış mükemmel armonik alt mekânla bütünlük gösteren camilerdir. Bu tasarımlara bir daha kimsenin ulaşması mümkün değildir. Bu ölçü, şimdiki mimarlar içinde geçerlidir. Dediğiniz gibi bizim cami mimarisinde bir medeniyet tasavvurumuz vardı ve şehrin tamamını kucaklıyordu. Sonra büyük bir kırılma yaşadık. Mesela Koca Mustafa Paşa gibi bir doku sayı//4// kasım 12
oluşurken Türk toplumunun bir medeniyet tasavvuru vardı. Fikir ayrılıkları yoktu. Fakat şimdi diyelim şehrimizin prestijli bir mekânında cami yapmak isterken bir sürü insan başkaldırıyor. Niye istemiyorsunuz? Namaz kılıyor musunuz? Hayır, namaz kılmıyoruz ve cami yapılmasını da istemiyoruz. Cami ihtiyaç olan ve uygun olan her yere yapılır. İhtiyaç varsa Taksim’e de cami yapılabilir. Büyüklüğü, ihtiyaca binaen bilimsel bir araştırmayla tespit edilebilir. İsrafa gitmek doğru değildir. Çok büyük cami yapılıp içinin boş kalması Hazreti Allah’a da hoş gelmez. Cami mimarisini vatandaşa bırakmak da şehrimizi bu hale getirdi. Türkiye’de 86 bin cami var; Diyanet’in sitesinden aldım bu rakamı. Bunun 12 bini yani ata yadigârı tarihi eser, 74 bini cumhuriyet döneminde yapılmış camidir. Aşağı yukarı her yıl 800 le 1000 arası cami yapılıyor Türkiye’de. 1999 depreminde 1600 cami yıkılmış. 12 bin cami kullanılamaz hale gelmiştir. %60’dan fazlası ruhsatsız, %74 ü plansız ve betonarme projesi yok. Tabi yıkılıyor. Neden devlet camiye bütçe veremiyor? Bu önemli bir soru! Diyanet başkanlığı açıklama yaptı bizim görevimiz yapılan camiye imam ve müezzin vermektir, diye. Bence devlet nezareti gerekli. Hele İstanbul gibi dünyanın merkezindeki bir şehrin bu kadar başıboş bırakılması doğru bir şey değildir; yakışmaz da. Eskiden devlet camiyi de kendi yapmış, havrayı kiliseyi de kendi yapmış. Mimar Sinan eserleri üzerinden o günün toplumunu anlayabiliyorsak bugünkü şehirleşme üzerinden de güncel yaşam tarzını çözümleyebilir miyiz? Bugünkü neslin yaşadığı ne medeniyeti anlıyoruz ne hedefini anlıyoruz, ne yaşantılarına akıl sır erdirebiliyoruz. Kendi etrafımdan baktığım zaman birçok insanın değil medeniyet tasavvurundan dünyadan haberi yok. Bir de şu var; cami mimarisinde klasik forma bu kadar vurgu yapıyoruz da konut mimarisinde neden geleneksel Türk evleri gündeme gelmiyor? Neden eski dokuyu canlandırmayalım? Bugün mahalle kültürümüz yok ve bu önemli bir tartışma konusu. Yeryüzünde gökdelen yapmak için gökdelen yapan tek milletiz. Başka örneğimiz yok. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’den Suphi Saatçi hocamız değerli vakitlerini bize ayırdılar. Rabbim uzun ömürler versin; Bu incelikleri yeni nesillerle daha çok paylaşma imkânı doğsun inşallah… Şehir ve Kültür dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Kamil Berse, Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi Erkan Çav ve tarihçi yazar Ercan Yılmaz’la birlikte bu söyleşiyi gerçekleştirdik. Başka bir Şehir ve Kültür söyleşisinde buluşmak ümidiyle hoşça bakın zatınıza efendim.
BİR YER DEĞİL BİR OLAY;
KERBELA
Kerbela; Hz Hüseyin’in şehit edilişinin hazin öyküsü. Amatör tiyatroların ve anma etkinliklerinin en çok oynanan oyunu profesyonellerce sahnelere taşınmış. Rasulullah’ın (S.A.S) vefatından 70 yıl geçmeden bütün Ehl-i Beytinin katledilişinin vuku bulduğu yer; Kerbela. Yıkılası Küfe’nin neticesi; Kerbela. Artık bir yer adı olarak değil bir olay adı olarak anılan bir kuru ağacın dibi; Kerbela. Ehl-i Beyt’in diri diri gömülmeye çalışıldığı yer; Kerbela.
Yusuf DİNÇ
u diye kıvranan onlarca gence Yezid zulmünün diğer adı Kerbela. İslam dinindeki yozlaşmaların ve siyasi ayrışmaların dönüm noktası, tüm tarihin seyrini değiştiren bir olay; Kerbela… Oyun fevkalade. Dekor, tasarım harikası. Basit kumaş ve perdeler ile müthiş sahne tasarımı elde etmiş Cem Yılmazer. Perdeler kumaşlar oyuncuların elinde görsel bir şov kıvamında. Müzikler nefis. Orkestra, saz ve davul müziğe doymanızı sağlayacak. Nefis türkülerimizle dramın zirvesine ulaşmak mümkünken bu yöntem tercih edilmemiş. Semah figürlü danslar oyuna hareket kazandırmış. Kostümlerde Hale Eren çok
başarılı… Tesettür giyimde ilham verici detaylar var. Ayşe Emel Mesci’ nin yönetimi oyunun hakkını vermiş. Ali Berktay’ ın yazdığı oyun ilk perdede ayrışan görüşlerin bir tarafında yer alsa da ikinci perdede ağlamayacak yüreklere yazık. Oyun mezhepsel veya siyasi olarak tartışmaya açık. Ehl-i Sünnet görüşü ile çelişen hususları muhakkak gündeme gelecektir. Sanatsal değeri ise tartışmaya kapalı. Çünkü tüm ekip müthiş bir iş çıkarmış. Çok geniş bir kadroya sahip oyun Zülfükar’dan başka hiçbir sembol, siyasi mesaj veya metafor ile boğulmamış. Tarihi olayları Alevi tezinden olduğu gibi anlatmaya özen göstermiş Ali Berktay. Karakterler nefis oturmuş. Hasan’ın naifliği, Hüseyin’in karizması, Zeynep’in hanımefendiliği fevkalade işlenmiş. Yezidlerin yezidliği ise olağanüstü karakterlerle kendini bulmuş. Oyunda olayların işlenmeyen veya işlenemeyen kısımlarının sesli olarak anlatımı ise bütünlüğü sağlamada çok faydalı olmuş. Sahneler arası geçişler koro ve anlatıcı eşliğinde olaylar birbirine ilişkilendirilerek sağlanıyor. Böylelikle uzun bir zaman diliminin işlendiği oyunda kronolojik kopukluklar daha oluşmadan hızlı bir şekilde giderilerek izleyiciye kolaylık sağlanmış. 3 saati geçen oyunun uzun olmadığını söylemek Mesci’nin başarısının en önemli parçası. Aşure haftasında gösterime giren oyunun, tiyatro ve tarihi bir araya getirmesi tiyatronun tarihle, tarihin sanatla uyumu bakımından ilham verici. Tarih eğitiminin görselle bir araya gelmesi onlarca saatlik derse bedel. Ehl-i Beyt’e zulmün oyunu Kerbela İstanbul Şehir Tiyatrolarında.
KÜLTÜR HABER
TİYATROMUZDA BİR DRAM;
13
Ş ehir
KUDÜS OSMANLIDIR “Kudüs, ilk kıblemizdir; Efendimiz (sav)’in emanetidir”
Mehmet Kamil BERSE
eryüzündeki şehirlerin; Kutsal Şehir ve Kültür’ünden bahsedeceğimiz üç şehirden birini, tarih boyunca gündemde kalan hikayeleri ile bugünkü hadiseleri harmanladığımız bir yazıyı okuyacaksınız burada… Vahye dayanan bütün dinlerde kutsal kabul edilen topraklardayım bu kez. Üç semavi dinin binlerce yıldan kalan izleri, maneviyatı buralarda yaşıyor. Herkes ancak kendisine verilen ilim nispetinde bu hayatı hissedebiliyor. Bu seyahatim, büyük ölçüde tarihe, teolojiye ve Allaha giden yolda İnsanoğlunun kronolojik hatalarının, günahlarının ve de sevaplarının izlerini bulabilmek, anlatabilmek niyetiyle gerçekleşti. Telefondaki ses, Hüseyin Kansu’ya aitti, hadi gidiyoruz diyordu, lakin beni buralara davet eden o değildi sanki. İnsanlığın kökleri, inançlarımız, iman ettiğimiz peygamberlerimiz, Efendimiz’in bu şehirdeki ruhaniyeti, Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi, bu toprakları dört yüz yıl adaletle idare eden atalarım davet ediyordu. Gözlerimi kapadım şükredip dualar ettim. Hangi havaalanından hangi uçakla, hangi havaalanına indiğim havaalanında filan devletin filan memurlarınca kaç saat bekletildiğim hiç mi hiç hatırımda kalmadı, çünkü bu topraklar benim atalarımdan miras kalmıştı, onlar ancak bana hizmetçi olabilirdi… MESCİD-İ AKSA İLE İLK KARŞILAŞMA Akşam ezanının okunduğu kutsal mekâna kısa bir yürüyüşün aslında tarihin derinliklerine başlayan bir yürüyüş olduğunu hissettim. Buralarda dört yüz yıl Hâdim olmuş atalarımızdan Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Kudüs Surları’nın Sa’d kapısından girip tarihi şehrin dar sokaklarında kısa bir süre yürüdükten sonra o muhteşem mekâna ulaştık, çok geniş ve açık bir alanda altın gibi kubbesiyle altındaki kutsallığın gizemini hem koruyan hem de dünyaya hissettiren Kubbetü’sSahra’yı karşımda görünce dona kaldım. Gözlerim gördüğü için bedenim buralara vardığı için şükrettim. Karanlık çökse bile aydınlığını hiç unutmayacağım bir görüntü idi, kendime geldiğimde Kubbe’nin kapısındaydım. Bugün o yaşadığım anları düşünüp orada yapılanları içime sindiremiyorum. Bu ümmet bu imtihanı da verecektir umut ediyorum… Kubbetü’s-Sahra’nın doğusunda yer alan Kıble mescidine vardığımızda bir başka dünyaya girdim. Her duvar, her sütun, tavanlar, müthiş ama mahzun ahşap minber! Salahaddin Eyyubi’ninki değil belki ama ona izafe edilerek yapılmış. Sağ ön sütunun önüne konmuş camekânda bulunan metal parçalar zalim İsrail’in saldırılarından
sayı//4// kasım 14
kanıt olarak duruyor (şarapnel ve mermi kovanları sergileniyor) Tarih hep tekerrür ediyor, bugünkü olayların izlerini ve ibret malzemelerini tahmin edebiliyorum. Duvar diplerinde yer alan metrelerce kütüphanede binlerce Kuran-ı Kerim… Mihrabın sade görünümlü ihtişamı, niş aralarında yer alan bölmelerin her birinin sanatsal tezyini farklı. Sonradan öğreniyorum; yaklaşık kırk yıl önce burası yakılmak istendiğinde büyük bir bölümü yanan tavanların orta bölümdeki kısmı hariç diğer bölümler, aslına benzemesin diye farklı yapılmış. Mihrabın hemen yanında yer alan ahşap kürsüde her daim vaaz veren bir Arap hoca efendiyi görebiliyoruz, Arapçanın en fasih konuşulduğu, belâgatın zirveye ulaştığı bir kürsü sanki burası. MÜBAREK BELDE “Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir” İsra Suresi 1. ayetinde böyle ifade ediliyor. Hulasatül Beyan adlı tefsirde; ”Ayette Mescid-i Aksadan murad, Beyt-i Mukaddes’tir. Mekke’ye uzak olduğundan aksa denilmiştir. (aksa uzak manasınadır) Mescid-i Aksa’nın etrafı bağlar bahçeler, her türlü nimetlerle dolu olup dünya nimetleri hususunda mübarek bulunduğu gibi din hususunda dahi mübarektir. Zira Beyt-i Mukaddes, makarr-ı enbiya ve mahalli vahy-i ilahi ve sulehanın mabedidir. Ekseri Peygamberlerin mucizeleri ve eserleri burada açığa çıktığı için Cenab-ı Hak mübarek olduğunu beyan etmiştir. Böylece maddi ve manevi mahalli mübarek denmeye şayandır.” denilmektedir. Tek Allah’a inanan bütün insanlık için en kutsal mekan Kabe’dir. İnsanlığın ilk mescidi olan Kabe’yi Hz. Adem inşa etmiştir. İkinci mescid ise Mescid-i Aksa’dır ki aralarında yaklaşık kırk yıllık bir zaman vardır. Bunun bizce kanıtı Hz. Muhammed as’ın bir hadisinde ifade ediliyor; Sahabeden Ebu Zer ra şöyle demiştir: “Resulullah’a yeryüzüne konulmuş ilk mescidin hangisi olduğunu sordum. ”Mescid-i Haram” diye cevap verdi. ”Sonra hangisi?”dedim. ”Mescid-i Aksa” diye buyurdu” Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Yolculuk ancak şu üç mescitten birine olur; Benim şu mescidime, (Mescid-i Nebevi) Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Aksa’ya” Bu mekânları görmeden önce bildiklerimizin birçoğunun eksik, bazısının da yanlış olduğunu Kudüs’e geldiğimizde öğrendim. Kıble mescidinin tek başına Mescid-i Aksa olarak ifade edilemeyeceğini, şu anda görebildiğimiz bu yapıların Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından genişletildiğini, Mescid-i Aksa ifadesinin
etrafı çepeçevre duvarla ve yapılarla kapalı olan 144 dönümlük bir alanın tamamına verilen isim olduğunu öğrendim. HER TAŞIN BİR SESİ VAR Burada her taşın bir sesi var her taşın bir kitabı var. Burası Hz. Âdem’in yaptığı, Hz Davut’un genişletme çalışmalarını Hz. Süleyman’ın bitirdiği büyük bir mimari yapılar bütünlüğü. Kuran-ı Kerim, sebe süresi 14. Ayetde”Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde, onun ölümünü, bastonunu yiyen ağaç kurdundan başka onlara gösteren olmadı. Böylece o yere yıkılınca, anlaşıldıki cinler eğer gaybı biliyor olsalardı aşağılayıcı azabın içinde kalmazlardı.” Buyuruluyor, tefsirine baktığımızda, Süleyman (a.s) Mescid-i Aksa’ nın inşasında cinlerden de yararlandı. Bu inşaat işinde insanların yapmaya güç yetiremeyecekleri zor işleri cinler yapıyorlardı. Ancak Süleyman (a.s.) bir gün mihrabında asasına dayanmış şekilde ibadet ederken vefat etti, asasına dayandığı için yere düşmedi, Cinler onun ibadet ettiğini sanarak işlerini yapmaya devam ettiler, ancak Hz.Süleymanın asasını içten yiyen güveler bir süre sonra asanın kırılmasına neden oldular, o zaman Hz.Süleyman yere düştü ve vefat ettiği anlaşıldı, bu arada mescid inşaatı tamamlanmıştı, 15
Ş ehir
hükümdar oldular. Bu dönemde Mescid-i Aksa ve Beytüllahim’in yöneticileri İsrailoğulları’ndan seçiliyordu. Her işgalci güç kendi dillerini hâkim kılmaya uğraşıyordu. Zekeriya peygamber de Hz. Musa’nın Tevrat ve Hz. Davut’un Zebur kitabının bozulmamış şekliyle duyurulmasına ve iman edilmesi için dinî törenlere başkanlık ediyor, sapkınlıkları ve mezhepsel ayrılıkları yok etmek, insanları birlik içinde yaşamaya meyletmek için vaazlar veriyor, Allah’ın emir ve yasaklarını uygulamaya çalışıyordu.
Mescid-i Aksa’da Muallak Taşının altı
bu inşaatta cinlerin çalışmış olabileceğine, gördüğümde kesin kanaat getirdim. Eski yapıdan kalma Kıble mescidinin altındaki mekânlarda duvarları oluşturan taş kayaların her birinin 30 tonun üzerinde ağırlığı olduğu ifade ediliyor. İşte bu büyük yapının adı Beytü’l Makdis. Mescid-i Aksa’nın 144 dönümlük arazisi üzerinden ayrılmak istemiyor insan. Sanki görünmez bir el o arazinin içine çekiyor insanı, sizi oraya sokmak istemeyen katil İsrailliler engelleseler bile… Santimetrekaresinde binlerce yılın hatıralarını hissetmek, o güne kadar okuduğunuz, hayalinizde yaşattığınız mekânda yaşamak gibi bir zarafet de var burada… Kur’an-ı Kerim’de örnek olarak gösterilen peygamberler, öylesine seçilerek anlatılmış ki, hepsinde ayrı ayrı ibret alınacak dersler var, zaten öyle de vurgulanıyor; “…ibret alasınız diye…” MescidAksa’da kıble mescidinin altında bulunan mekân, büyük taş blokların ve taş sütunların hâkimiyetinde olan devrine göre modern bir mağara görünümünde. Hz. Zekeriya’yı araştırdığımızda çok ağır sorumluluklar taşıyan bir peygamber olduğunu görüyoruz. İsrailoğulları isyankâr ve sapkın davranışların cezası olarak bu bölgede uzun süreli hükümdarlıklar kuramadı, Zekeriya peygamber döneminde Kudüs’te Keldaniler, Persler, Helenler ve Romalılar sayı//4// kasım 16
MUALLAK TAŞI Bu kutsal mekânların her noktasında oturup taşlara ve sütunlara bakıp maddeden manayı anlamaya çalışıyorum… Keşke o ilm-i ledünne sahip olsaydım da zaman ve mekân mefhumunu ortadan kaldırsaydım diye hayıflanıyorum. Yer altından yer üstüne çıktığımda her yerden görülmekte olan Kubbetü’s-Sahra’yla karşı karşıyayım… Kur’an-ı Kerim’in İsra suresinde anlatılan Miraç hadisesinin merkez noktası olan bu mekân bugünkü şekliyle Emevi halifesi Mervan zamanında inşa edilmiş, iç tezyinatında her türlü mimari sanat uygulanmış, içeride Bizans mozaikleri de İran süslemeleri de yer alıyor. Tabii ki Osmanlı döneminde bu mekânları hem güçlendirmek hem güzelleştirmek adına olağanüstü çaba sarf edilmiş. Kubbet’s-Sahra’nın dış duvarlarındaki çini ve mermerler Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış, şehrin dış surları çok düşük seviyede ve temel hizasındayken bugünkü muhkem surları inşa ettirmiş. Sultan Abdülhamit’in, yaptırdığı çini işlemeli hat sanatının ince örnekleri ise mekâna ayrı bir güzellik veriyor. Bu yapı aslında peygamber efendimizin Miraç’a çıktığı nokta olan muallak taşını koruyor.Muallak taşın birçok peygambere ait hatıraları var. Kubbe-tüs Sahra zaten kaya kubbesi demek, Mevcut altın renkli kubbenin tam altına isabet eden yerde bulunan muallaktaşı, halk arasında yaygın bir şekilde zikredildiği gibi havada durmuyor. Altında bulunan küçük mağara, Peygamber Efendimizin, bütün peygamberlere imamlık ederek namaz kıldırdığı yer. Bu kaya parçası havada durmuyor, mağaranın üzerini örten büyük bir kaya parçası. Bu kayanın hemen bitişiğinde II. Abdülhamid’in yaptırdığı bir mahfaza var. Burada bulunduğum sürede tanıştığım Kudüslü dostlardan dinlediğim, bir rivayete göre; Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yer, uzay yolculukları için dünyadaki en yakın ve güvenli nokta. Hatta gökyüzüne gönderilen füze ve uydular semada bu noktaya geliyor ve bu hizadan üst irtifalara çıkıyor dediler, ne kadar doğrudur bilemem. Mescid-i Aksa nın içinde vefat eden peygamberlerden olan Hz.Süleyman
(A.S.) için bunca bilgiyi aktarmamdan maksadım şudur ki, geçmişte kendilerini doğru yola davet eden hem kralları hem peygamberlerine yaptıkları kötülük ve iftiraları yapan bir kavmin bunca nankörlüğe rağmen bugün sanki geçmişlerine sahip çıkıyor görüntüsü vererek aynı fitne ve fesatla kötülüklere zulümlere başvurmaları dünya tarihinde zalimliğin uç temsilcisi İsrail’in, yakaladığı her fırsatta kendinden olmayan insanların canına malına inancına mabedine kutsallarına saldırmaları tarihin bir tekerrürden ibaret olduğunu göstermektedir. 2014 Kasım’ında gerçekleştirdikleri saldırılar ve bu mübarek mekanın işgali, sözde uygar dünya devletlerinin sessiz kalarak onaylaması demektir. Kısaca Barbarlık, Vandallık ve tarihin ilkel devirlerinde kalmış saldırganlık İsrail’in ve ona destek olan devletlerin hamurunda var. Peygamberler otağı olan bu kutsal topraklarda biraz kalıp gözünüze teslim olursanız, onlarla beraber yürür onlarla konuşabilir onlardan her taşın her ağacın hikayesini dinlersiniz. Hz.Süleymanın size anlatacağı çok şey vardır elbette. Müberek bedeni , Hz.Davut (a.s.) ın Kudüsteki kabri yanındadır.(Makam olarak ) HZ.ÖMER KUDÜS’TE Kudüsün MS 70 yılında bir saldırıda yıkıma uğratıldığı, Beyt-ül Makdisinde bu olayda yıkıldığı ifade edilmektedir. Yıkılmasına rağmen bu mekan gene bir mabed olarak biliniyor ve korunuyordu, bugün Yahudilerin ağlama duvarı, Müslümanların ise Burak duvarı(Hz.Muhammad_as- ın İsra da Mescidi haramdan mescidi aksaya geldiğine inanılan Burak adlı binitini önüne koyduğu duvar olduğu için) adını verdikleri duvar eski mabedin kalıntısı olarak inanılmaktadır. MS 638 Hz.Ömer döneminde Kudüs Müslümanlar tarafından fethedildikten sonra Beytül Makdisin yerine yeni bir mescid inşa etti,Hz.Ömerin burayı mabed olarak canlandırmasıda mekanın kutsiyetinden ileri geliyordu. Mescid-i Aksa daha sonra Emevi Hükümdarı Abdülmelik bin Mervan zamanında genişletildi, genişletilen ve bugünkü formunu alan mescid aslında Kıble Mescidi olarak adlandırılan, 144 dönümlük alana mescidi aksa denmesine rağmen Asıl Mescid-i Aksa camii olarak ifade edilen, altında yine Mervan tarafından restoresi yapılan mervan mescidinde Zekeriya (a.s) ın yaşadığı bir mekan daha var. Zekeriya ve Yahya peygamberlerin ibadet ettikleri ve yaşadıkları bu mekanda yeğeni olan Hz.Meryem’in kendisine emanet edilmesiyle onun da bu mekanda yaşadığı, bugün adına Zekeriya sofrası dediğimiz Müslüman Türk geleneğinde var olan, çeşitli nimetlerin ,yiyeceklerin burada Hz.Meryem’e
bahşedilmesini o taş duvarlar arasında yaşadım… özellikle Hz.Meryem’in bir süre mukim olduğu kısımda yüksekçe bir mekanda Zekeriya A.S.ın dizinin dibinde oturup, rahlesinde Kuran okudum, o günleri hayal ettim… Bu anlattıklarım hikaye ve efsane değil elbette bizatihi Kuran-ı Kerimden kaynaklarla teyit edilir;Meryem suresinin 11.ayetinde “Bunun üzerine(Zekeriya a.s.) mescidden kavminin karşısına çıkıp onlara;sabah ve akşam tesbih edin-diye işaret etti” burada kastedilen mescit Mescd-i Aksa dır,yani Beyt-i Makdis dir. Ali İmran suresi 37.ayetinde “ Rabbi onu(meryem’i) güzel bir kabulle kabul etti; güzel bir şekilde yetiştirip büyüttü ve onun bakımını Zekeriyya nın yükümlülüğüne verdi.Zekeriyya ne zaman onun bulunduğu mabede girse yanında yiyecek bulurdu- Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor ? derdi. O da; Allahın katındandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir, derdi” burada sözü edilende benim ziyaret ettiğim mekanında içinde bulunduğu Mescid-i Aksa dır. Yine aynı surenin 39. Ayetinde “Onun (zekeriyya a.s.) mihrabda namaz kılmakda olduğu sırada melekler kendisine- Allah sana , Allah katından olan kelimeyi doğrulayıcı, efendi, kendine hakimve salihlerden bir peygamber olarak Yahya yı müjdelemektedir- diye seslendiler” bu ayeti kerimede mihrabdan kasıt Mescid-i Aksa dır… Aynı mekanda yer alan şu anda üstü kapalı bir kuyunun aslında yağ kuyusu olduğunu, Mescid-i Aksa nın aydınlanması için kullanılan kandillerin yağlarının bu kuyuda toplandığını öğrendim, bu topraklar’a gelenlerle yağ gönderirmiş atalarımız sürekli aydınlık kalsın bizimde bir katkımız olsun diye. Hz.MUHAMMED (a.s) BUYURDU; “MESCİD-İ AKSA’YA GİDİN VE İÇİNDE NAMAZ KILIN” O kadar çok anlatımlar dinledim ve okudum ki bu mekanlarda keşke yaşıyor olsaydım diye düşündüm,ancak sorumluluğum en azından yaşanmışları ve yaşadıklarımı duyurmaktı, dalıp giderken her seferinde bir rüyadan uyanır gibi uyanıyordum, buradaki kuyunun da beni Peygamber efendimizin bir hadis-i şerifine götüreceğini hayal edemezdim,” Resulullah dan rivayetle ,Meymuna(ra) a ;Ey Allahın resulü! Bize Mescid-i Aksa hakkındaki hükmün ne olduğunu bildir, dedi Allah Resulü şöyle buyurdu;-Oraya (Mescid-i Aksaya) gidin ve içinde namaz kılın .” hadisi rivayet eden dediki” burası darul harbdir,yani Müslümanların değil kafirlerin elindedir” Allah resulü sözlerine şöyle devam etti;Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamaz iseniz, kandillerinde yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin” dediler. Bu hadisten şunu anlıyoruzki, evet Mescidi aksada namaz kılmanın 17
Ş ehir
görüyor, ancak bu yıllardır devam eden bir türlü bitirilemeyen bir restorasyon çalışması. Yapılan işlerin maddi karşılığını İsrail devleti vermese bile onlardan izinsiz bir taş dahi koyamıyorsunuz. Sahra’nın hemen dış sol
Mescid’in içi tavanı değişmeyen kısım
önemi Dinimiz açısından sıralamada üçüncü gelir, ancak oraya gidemesenizde elinizi ve gücünüzü, gözünüzü, kalbinizi oradan uzak tutmayın demektir. MESCİDLERDE YAPILAN İBADETLERİN FAZİLETİ Bir başka hadiste Hz.Peygamber, dünyadaki en faziletli mekanların camiler olduğunu ifade buyurmuşlar , Mescidi Haramda,Mescidi Nebevide, ve Mescidi Aksada, önem sırasına atfen ise bir insanın kendi evinde kıldığı namazdan başlayarak, sırasıyla oturduğu beldenin mescidi sonra Cuma kılınan mescit ve de bahsedilen üç mescidin sevap miktarlarını ifade etmiş , rakamlar elbette ki matematiksel bir ifade için değil, mana ve önemine atfen söylenilen ifadelerdir;Kendi evi için bir İle başladığımızda bunun sıralamayla 25500-50 bin-100 bin-500 bin katlarla ifade edilir. Buradaki bu hazzı aldım, eğer niyetiniz halisse gerçekten bunu hissedebiliyorsunuz. ALLAH’A ULAŞTIRAN BELDE Kudüs’ün İslam tasavvufunda çok önemli bir hususiyeti var. Büyük İslam mutasavvıfları Allah’la olan irtibatın en yüksek mertebesine ancak bu beldede ulaşılabileceğine inanmışlar, ömürlerinin bir bölümünde burada kalmışlardır. Kubbetü’sSahra’nın içinde muallak taşının bulunduğu orta bölüm, yani kubbenin altı bugün tamirat sayı//4// kasım 18
Yanında bu yapının sanki bir minyatürü var, ona “Silsile Kubbesi” deniliyor. Dış sağ giriş kapısının solunda kalan bir küçük kubbeli yapı daha var “Nebi kubbesi” Kıble mescidine inen merdivenlerin başında iki kubbeli küçük yapı daha var bunlara da “Kubbetül-Mizan ve Yusuf Kubbeleri” adı verilmiş. Her bir yapının isminin ayrı bir tarihî önemi olduğunu belirtmeme gerek yoktur sanırım. Kubbetü’s-Sahra’yı çevreleyen avlunun kenar kısımlarında açıkta olan dört kapılı kemerlerden altı tane var bunlar; Kuzey Kemeri-Kuzeybatı Kemeri-Batı Kemeri-Güneybatı Kemeri-Güney Kemeri- Güney- doğu KemeriDoğu Kemeri-Kuzeydoğu Kemeri. Avlunun batısında ve kuzeyinde Batı Revakı ve Kuzey Revakı diye adlandırılan revaklar var, Bu yapılar manzumesinin dört farklı tarafında dört minare var bunlar; Kıble mescidinin sağ tarafında Megaribe kapısı minaresi, Sahra avlusunun sağında Silsile kapısı minaresi, Kuzeybatıda Gavannime kapısı minaresi, Kuzeydoğuda Esbat kapısı minaresi. Minareler Emevi mimarisinin izlerini taşıyor. Sahra ve Kıble mescidinin çevresindeki açık alanlarda irili ufaklı birçok farklı yapıyla karşılaşıyorsunuz, bunların başında çeşmeler ve namazgâhlar var, açık alan mihrapları var, Selahaddin minberi var, bol miktarda kuyu ve kuyubaşı bilezikleri var. Bu alandaki medrese sayısı oniki, Riyat Aksa İslami Medreseleri, Aksa İslami Lisesi, Gadiriye Medresesi, Basitiye, Eminiye, Farisiye, Melekiye, Asardiye,Tenkeziye, Eşrefiye, Mencikiye ve Osmanlı medreseleri. Bu alandaki Cami ve mescitler ise; Kıble Camii, Eski Cami, Mervan Mescidi, Megaribe Mescidi, Nisa Mescidi. Bu mekânın bir de tarihî kapıları var, özellikle cuma günleri bu kapıların sadece bir veya ikisini açıyorlar, içeri girişlerde yaş sınırı var. Gençlerin Cuma günü Mescid-i Aksa’ya girmeleri yasak, işte tarihî on dört kapının isimleri; Esbat, Hıtta, Atem, Gavannime, Nâzır, Hadid, Katanin, Mathara, Silsile, Megaribe , dört tane kapı ise hiç açılmıyor, Rahmet, Cenaiz, Sülasi, Muzdaviç kapıları. Bu alan içinde bulunan her yapı, taş, ağaç, bitki, çiçek, kediler, kuşlar gözünüzde tarihten ve ceddimizden bir emanet olarak gözüküyor size. Bunları korumalı, kollamalıyım diye düşünüyorum… Bugüne kadar niye buraya gelmedim? Niye muhakeme yapmadım? Niye biradım atmadım? diye kendime hesap soruyorum.
KUDÜS TEHLİKEDEKİ DÜNYA MİRASI LİSTESİNDE Zeytindağı’ndan ayrılan son Osmanlı ordusunun hazin hikâyesini Falih Rıfkı Atayın aynı adlı kitabından defalarca okudum. Her ne kadar farklı görüşler ileri sürse de benim atalarımın dört yüz yıl burada yaptığı hizmeti dört asır süren kardeşliği nasıl tesis ettiğini araştırmamız lazım. 1860 yılına kadar Kudüs şehri sadece surların içinde olan bölgeymiş, bu eski şehirde dört mahalle var, Müslüman, Ermeni, Hıristiyan ve Yahudi mahalleleri, az miktarda Gürcü olduğu söyleniyor. Kudüs 1982’de Tehlikedeki Dünya Mirası listesine alınmış. Mescid-i Aksa’nın dışına çıktığınızda her dinin kutsal mekânlarını ve hikâyelerini görüp dinleyebiliyorsunuz. Yahudiler için büyük önem taşıyan Ağlama Duvarı, Kotel veya Batı Duvarı, Süleyman mabedinden geriye kalan tek parça olduğuna inanılıyor. Dindar Yahudiler bu duvarın önüne gelip dua ediyorlar. Mabet ikinci defa yıkıldığında Yahudiler dünyanın dört tarafına dağılmış, bunu da bu mabedin yıkılmasına bağlamışlar. Günümüzde bu duvar onlar için sürgün ve vatan hasretini ifade ediyor. Bu mabedi tekrar inşa etmek için uğraşmaktalar, duvar dibindeki taşların kenarına sıkıştırdıkları kâğıt parçalarında; “Gelecek sene Kudüs’te kutsal şehir Kudüs’ü ve mabedimizi inşa et, etmemiz için yardım et…” gibi ifadelere rastlanıyor. Müslümanlar için Kudüs’ün ne kadar önemli olduğunu ifade etmemize gerek yok. Hıristiyanlar için ise Kudüs; Hz. İsa’nın doğduğu, çarmıha gerildiği, naşının yıkandığı Golgotha taşının (her daim ıslak olan bir taş) bulunduğu şehirdir, Yeniden Diriliş kilisesi ya da Kıyame kilisesi (Holy Sepulcher) Kudüs’te bulunmaktadır. Hz. İsa’nın kabrinin de bu kilisenin içindeki bir bölümde olduğuna inanır ve ziyaret ederler. Kısaca Kudüs; Yahudiler için vatan hasretinin bitmesi ve Mesih’in geri dönüşü için yerine getirilmesi gereken üç şartı sağlamanın anahtarıdır. Hıristiyanlar için tarihin başladığı ve biteceği yerdir. Müslümanlar için ise ilk kıblenin bulunduğu, Peygamber Efendimizin Miraç’a yükseldiği, üçüncü kutsal şehrimiz ve mescidimizin bulunduğu mekândır. Bütün semavi dinlerce kutsallığı kabul edilen ve tarih boyunca paylaşılamayan yerdir. Kudüs’ün bir de Osmanlı Mahallesi var. Burada Hz. Davut’un ve Hz. Süleyman’ın mezarları bu mahallede. İsrail hükûmeti bu bölgeyi Müslümanlardan arındırmış, havralar ve kiliseler hepsi bir arada… ZEYTİN DALI SAVAŞ SEMBOLÜ OLMUŞ Kubbesinde horoz işareti olan bir kilisenin Yezidilere ait olduğunu öğrendim. Hz. Davut ve Hz. Süleyman makamlarının çevresinde Kudüs’ü temaşa edip görmediğim geçmişi hayal edip Hz.
Süleyman gibi uçmak istedim. Hani insan bazen rüyasında dev bir adım atar metrelerce veya şehirlerin mabetlerin üstünde çevresinde uçar, işte öyle bir hayal benimkisi ama hayal etmekte hayal değil elbette… İnsan hayal ettiği sürece yaşar diye iddialı bir sözün savunucusuyum, birkaç gün içinde gördüğüm Kudüs’ü, Hz. Süleyman (as)’dan aldığım uçuş brövesiyle uçarak dolaşıyorum. Bütün bu görkemli yapıları ve şehri hafızama kazımak istiyorum, çıkmamacasına, zalim ve katil İsrail’e burayı tek başıma savunurum düşüncesi ile kubbe, minare, çeşme, kapı, medrese, insanları, hayvanları, bitkileriyle zeytin ağaçlarıyla… Aklıma geldi zeytin dalı barış sembolü derler ama zeytin yetişen her yerde savaşlar hiç eksik olmamış, Kudüs’te ve biz de Ege’de. Gözümü açtım mis kokusuyla burnuma uzanmış bir zeytin dalı, sevgili Recep Garip uzatıyor… “Uyan uyan uçuyorsun” diyor, evet uçuyordum sevgili dostum, keşke hiç uyanmasam bu rüyadan… Ayağımın dibinde, zeytin ağacının gölgesinde güvercinler var. Birkaç değişik renkte belki farklı ırklardan, ancak birlikte topraktan yemleniyorlar, sesleri biraz tok çıkıyor. Bunlar olsa olsa Hz. Süleyman’ın ve babası Hz. Davut’un kuşlarıdır diye düşündüm, benimle de konuşurlar
Kamame kilisesi önü 19
Ş ehir
kendi inançları için ziyaretteydiler, pazar günü dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen en az beş bin Hıristiyan oradaydı kendi dinleri için… Kudüs’ü ziyaret etmeniz gerektiğini başka nasıl ifade edeyim!..
Kudüs Kubbetüs Sahra
mı? Heyecanlandım çünkü hiç korkmadan yan yan güvercin bakışlarıyla hep birden bana bakıyorlardı, bir an cesaret geldi Ferîdüddîn-i Attâr, Mantık-ut Tayr’ı yazarken buralara gelmiş olmasın? Bir taşın üstünde otururken Hz. Süleyman’ın kuşlarından biri geldi, elimdeki yarısını yemiş olduğum çörekten ısırdı, hem de izin istemeden, sormadan. Sevgili Recep’e döndüm “Üstat dedim zaman çok bozulmuş, benim bildiğim Hz. Süleyman’ın kuşları verileni alır teşekkür eder, sormadan izin almadan elindekine saldırmazdı…” Hz. Süleyman’ın kuşları bu seyahatimin belleğimde kalan önemli bir parçasıydı. DÜNYA TARİHİNİN BİR ÖZETİ Kudüs’ün hem doğu hem de batı bölgesinde yer alan önemli mekânlar var. Sahabeden Salman-i Farisi’nin türbesi, Kadın evliyalardan Rabia’tül Adeviyye nin türbesi, Ortodoks Rus kilisesi, Hz. Meryem’in Anne ve Babasının medfun olduğuna inanılan kilise, Ve tabii ki Zeytindağı; Mescid-i Aksa’ya ve eski Kudüs şehrine doğudan bakan yüksek bir tepeye verilen ad. Bu tepenin yamacında Yahudi mezarlığı var. Yahudiler bu mezarlığın bulunduğu yere “Cennet bahçesi” diyorlar, cennetten (!) yer almak için hatırı sayılır paralar veriyorlarmış. Yamacın alt ve karşı tarafına ise “Cehennem çukuru” diyor Yahudiler, burada Müslüman mezarları var. Kudüs ve çevresinde; din, dil, tarih, savaş, ibadet, mimari, sanat, velhasıl sanki dünya tarihinin bir özetini buldum… Dünya ne kadar karışıksa burası da o kadar karışık, madde ile manayı bu kadar iç içe hiçbir yerde bulamazsınız! Bunun için sizi Kudüs’ü ziyaret etmeye davet ediyorum, çünkü biz oradayken toplam 200 Türk ancak vardı ziyaret eden. Hem de Cuma günü… Cumartesi binlerce Yahudi
sayı//4// kasım 20
GÜNAHLARDAN ARINMA MAHALLİ Mescidi Haram ve Mescidi Nebevi’den sonra namaz kılmanın en sevaplı olduğu mekân yine Efendimiz sav’in işaretiyle Mescidi Aksa. Eğer niyetiniz halisse burada bu hazzı almamanız mümkün değil. Mescid-i Aksa konusunda tarih boyunca yazılanlar anlatılanlar, kütüphaneler dolduruyor elbette. Fakat hadis-i şerifler hepsini özetleyiveriyor gibi. Bir Hadis-i şerifte Efendimiz buyuruyor: “Süleyman (as) Mescid-i Aksa’yı yaparken Rabbinden üç şey istedi, Rabbi ona ikisini verdi Ben üçüncüsünü de vermiş olmasını ümit ediyorum; 1-Kendisine, kendi hükmüne denk gelecek hüküm vermesini istedi,Rabbi bu isteğini ona verdi. 2-Kendisinden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir saltanat vermesini istedi, Rabbi bu isteğini verdi. 3- Birde her kim, bu mescitte –yani Mescid-i Aksa da- namaz kılmak amacıyla evinden çıkarsa anasından doğmuş gibi günahlarından sıyrılsın istedi. Biz Allah’ın bu isteğini de ona vermiş olmasını ümit ediyoruz..” Anlatılacak nice ibretlik güzellik var buralarda. Ama bu hadis-i şerif başka söze hacet bırakmıyor. Kirli paslı gidip tertemiz dönebilenlere ne mutlu… Son sözüm; Gök kubbe altında birlikte yaşamanın sürdürülebilirliği adına, kinden, nefretten, vahşetten arınmış bir dünya için Kudüs’ün Osmanlı dönemi, dünyaya örnek olmalı ve ceddimizin mirası olarak buranın yönetimine talip olmalıyız... Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ağlıyordu Varıp eşiğine alnımı koydum, Sanki bir yer altı nehri çağlıyordu Gözlerim yollarda bekler dururum, Nerde kardeşlerim diyordu bir ses. İlk kıblesi benim Ulu Nebi’nin Unuttu mu bunu acaba herkes Burak dolanırdı yörelerinde Miraç’a yol veren hız üssü idim Bellidir, kutsallığım şehir ismimden Her yana nur saçan bir kürsü… diyor, şairimiz. Bugün, Kudüs’e ağıtlar mı yakmalıyız? …Kudüs’ü bir Osmanlı beldesi olarak görüp her daim ziyaret ederek ev sahibi olduğumuzu ispat etmeliyiz… Akıllı politikalar ve dualarla ata emaneti bu beldenin tekrar Hadimi olmak için mi çalışmalıyız? Kendimize sormamız gereken soru bu!
ŞEN OLASI HALEP ŞEHRİ, YANIYOR “Bana gençliğimde içinde Haleb’in ve Şam’ın olmadığı bir Türkiyeden bahsetselerdi sarsıntı geçirirdim!” Yahya Kemal Mehmet SILAY
elçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tam altı asır ‘kardeşimiz’ olan Halep, cumhuriyetle birlikte emperyalistlerin çizdiği sınır yüzünden ‘komşumuz’ oldu. Birinci Cihan Harbi’nde yenik düşen son İslam Birliği paradigmasının temsilcisi Osmanlıyı Haçlılar Ortadoğu ve Balkanlarla birlikte on iki devlete ayırdılar. Avrupalıların bizlere kurduğu Milliyetçilik tuzağına rağmen Halep ve Şam halkı İstanbul’dan kopmak istemediklerini bildirdiler ve bir süre direndiler. Bizim için de Halep, Misak-ı Milli kapsamı içindeydi. Yani vazgeçilemezdi. Ne kadar çok bölerlerse o kadar kolay sömürecek ve yöneteceklerini hesap eden İngiliz ve Fransızlar istedikleri sınırlar olmazsa kuracakları devletleri tanımayacakları ultimatomunu dayattılar. Naçar kalan Türkiye ne Halep, ne de Şam’a sahip çıkamadı. Gerçi Lozan bozgunuyla Batum, Kerkük-Süleymaniye, Batı Trakya ve Eğe adalarına da sahip çıkamadı. Tam yirmi yıl İskenderun sancağına da sahip çıkamadı… Osmanlı aydınlarından şair Yahya Kemal; “Bana gençliğimde içinde Haleb’in ve Şam’ın, olmadığı bir Türkiye’den bahsetselerdi sarsıntı geçirirdim!” diyor.Çukurova karpuzları ve Belen’de yetişen üzümler Halep çarşılarında satılırdı. Yörüklerin göçü mevsimlere göre Halep’le Yozgat ve Sivas Uzun-yayla arasındaydı. Ticaretin doğal akışıyla, Halep Anadolu’nun bir parçasıydı. Bir bakıma Avrupalıların çizdiği yapay sınır yüzünden Antep, Maraş, Kilis ve özellikle Antakyalıların rızkı kesildi. Yine Avrupalılar kendi aralarındaki sınırları kaldırırken bizim aramıza telleri gerdiler ve mayınları döşediler. Çok insanımız bu mayın tarlalarında öldü veya sakat kaldı. Yine de Halepli kardeşimize Türkiye’ye geçiş izni veriliyor, Suriye
halkı anavatanları Türkiye’yi görmeye geliyorlardı. Bugün yaşanan vahşet eseri mecburi hicret, insanı derin derin düşündürüyor. Bir zamanlar sun’i sınır yüzünden doğal iktisadi ve sosyal çevresinden koparılan Halep ve Halepliler şimdi rızıklarını yine anavatanlarında arıyorlar. DÜNYA KÜLTÜR MİRASI HALEP Halep tarihte savaşsız olarak İslam devletine katılmış mutedil mizaçlı bir bölge. Ve Osmanlı dönemi Haleb’in tartışmasız en parlak dönemi. Halep şehrinin ufkun sonuna kadar her tarafının temaşa edildiği ve ilk çağda Hitit tapınağı olan kaleye çıkıyoruz. Halep kalesine bugünkü halini Şarkın en sevgili Sultanı Selahaddin Eyyubi’nin oğlu El Melikul Adil Melik Zahir Gazi vermiştir. Derin bir hendekle çevrili olan kale sömürmek için Avrupa’dan gelen Haçlılara karşı alınan tavrın ve korunma dış güdüsünün tipik örneği durumunda. Bugün içler acısı fotoğraf karelerine sığan Halep, Dünya Kültür Mirası olarak koruma altına alınmıştı güya. Heyhat heyhat! Sultan Abdulhamid’in Babul Farac’da yaptırdığı saat kulesinin yanında Halep Mevlevihanesi bir zamanlar ne kadar da haşmetli, su sesi, kuş sesi ve müzikle hastaların tedavi gördüğü Bimaristan ne kadar ibretlikti. Avrupa’da sinir ve ruh hastalarının yakıldığı yıllarda yapılan Bimaristan, bugünün aklını güç illetiyle yitirmiş kuru vicdanlı insanına da deva sunabilecek mi; bilinmez? HÜSREVİYE KÜLLİYESİ Halep kalesinin eteklerinde bulunan Hüsreviye külliyesinde bugüne kadar bizim İlahiyat fakültelerine denk ancak icazet usulüne dayalı Osmanlı’dan kalan geleneksel din eğitimi verilmekte idi, ne yazıkki iç savaşta her şey yok oldu gitti ARZ-I MEV’UD CİNNETİ SON BULMALI! Siyonistlere göre, Irak işgal edildikten sonra sıra Suriye’deydi. İkibin yıldan beri Arz-ı Mevud yalanına iman eden siyonistler, Amerika vasıtasıyla Şam ve Haleb’i de dolaylı yollarla işgal etmiş bulunuyor. Cennet misali bu diyar bugün yara bere kan vahşet dehşet içinde. Türkiye, devletiyle-milletiyle sınırları da aşarak bu Arz-ı Mev’ud cinnetine karşı çıkmalıdır. Filistin’de Haleb’te-Suriye’de yaşanan vahşet karşısında, ortak düşmana karşı hem tarih hem de din kardeşliğimize yakışır bir rol bizi bekliyor. Hatay ne kadar bizimse, Halep ve Şam da o kadar Türkiye’nindir yani bizimdir. Bu vahdetin kıyamete kadar devamını diliyoruz.
21
Ş ehir
YUNUS’UN ŞEHİRLERİ;
AFYONKARAHİSARLI
YUNUS EMRE
Yunus benim hemşerim Sandıklı Çay köyünde Sakarya boyu derin Anarım beş öğünde” OSMAN ATiLLA
Mustafa ÖZÇELİK
unus Emre’nin izine Eskişehir’de, Kırşehir’de, Karaman’da rastlayabileceğiniz gibi Afyonkarahisar’da da rastlarsınız. Hem de iki yerde. Bunlardan birisi Sandıklı ilçesi, diğeri ise Afyon’un İhsaniye ilçesine bağlı Döğer kasabasının Emre Sultan köyüdür. SANDIKLIDAKi YUNUS Yunus Emre makamı, ilk önce Afyonkarahisar’ın Sandıklı ilçesinde karşınıza çıkar. Burası daha önceleri “Yeniçay” adında küçük bir köy iken 1985 yılında, Belediye hudutları içerisine alınır. Adı da "Yunus Emre Mahallesi" olarak değiştirilir. Bu mahallede "Çanlı" ve "Sel" adlı iki çay bulunmakta olup bu çayların birleştiği noktada bir mezarlık vardır. İşte Yunus Emre’nin makamı/ kabri bu mezarlığın içerisindedir. Önceleri üzerinde taş yığını olan bu mezar, bir hayırsever tarafından yeniden inşa ettirilerek bir türbeye dönüştürülür. KAYNAKLARIN DİLİ Konu Yunus Emre olunca “Afyonkarahisarlı Yunus Emre” için de ilk önemli kaynak olarak Fuat Köprülü’ye müracaat edilmesi gerekiyor. Fakat onun eserinde Sandıklılı Yunus Emre’den bahsedilmez. Bir sonraki önemli isim olan Abdülbaki Gölpınarlı ve Halim Baki Kunter de eski kaynaklarda buranın adının geçmediğini belirtirler. Sandıklılı Yunus Emre’den ilk bahseden isim ise S. Nüzhet Ergun’dur. Ne var ki onun da bu konuda bir yazı ya da kitabı yoktur. Konu ile ilgili verdiği bilgi şifahidir. Lami Çelebi’nin Nefahatü’l-Üns isimli eserinde Yunus Emre’nin türbesinin İki çayın birleştiği yerin kurbunda yatır” ifadesi de bu konuda bir delil olarak ileri sürülmektedir. Bu iki çay, biraz önce söz edildiği gibi "Çanlı" ve "Sel" çaylarıdır. Bize Sandıklılı Yunus Emre’den ilk olarak bahseden isim ise mahalli bilgilerden hareketle kaleme aldığı yazısında burada bir Yunus Emre zaviyesi olduğunu söyleyen Abdullah Özkaynak’tır. Onu böyle bir kanaate sevkeden sebep ise Sandıklı’nın “şairi (Yunus’u) cezp edecek dini ve mistik bir çevre” olmasıdır. Nitekim burada başta Hacı Bektaş halifelerinden Hacim Sultan olmak üzere çok sayıda evliya kabri bulunmaktadır. Bu görüş daha sonraları Fikri Yazıcıoğlu, Mustafa Özer gibi araştırmacılar tarafından da ileri sürülmüştür. Yunus Emre’nin Sandıklı ile dolayısıyla Afyon’la münasebetini o güne kadar yazılan yazılardan ve mahalli rivayetlerden de yararlanarak bir makale düzeyinde ele alan isim ise İrfan Ünver Nasrattınoğlu olmuştur. Onun 1990’larda yayımlanan “Afyonkarahisarlı Yunus Emre”
sayı//4// kasım 22
makalesi Sandıklılı Yunus Emre düşüncesini ilim âleminin gündemine taşımış olur. Gerçi yazar, bu konuda kesin yargılarda bulunmaktan kaçınır. Ancak Yeniçay köyünde Yunus isminin çokluğu, özellikle de Tabduk Emre’ye ait bir mezar/ makamın varlığı bu ihtimali güçlendiren hususlar olarak zikredilir. MOLLA KASIM DA AFYON’DA Yunus, Sandıklılıdır diyenlerin en büyük dayanaklarından biri de Yunus’un şiirlerinin birinde adı geçen Molla Kasım’ın burada mutasarrıflık yapmış olmasıdır. Buna göre asıl adı “Kasım Paşa” olan ve “Sofu Kasım” olarak da bilinen bu zat, Fatih zamanında burada mutasarrıflık yaparken Sandıklı’da Yunus Emre divanını bulur. Bir akarsu başına oturarak okumaya başlar. Bâtıni ilimlerden habersiz olduğu için bu şiirleri dine aykırı bularak bunlardan bir kısmını yakar, bir kısmını suya atar. Ardından da “Derviş Yunus bu sözü/Eğri büğrü söyleme/Seni sigaya çeken/Bir Molla Kasım gelir” dörtlüğüyle karşılaşır ve bunun bir keramet olduğunu anlayarak yaptığından pişman olur. İşte Yunus’un en meşhur menkıbelerinden birinin kahramanı olan bu zatla ilgili bu olay da Yunus’un Sandıklılı oluşunu güçlendiren bir tez olarak ileri sürülmektedir. BİR ŞAİRİN TANIKLIĞI Yunus’un kabrinin nerede olduğu sorusuna cevap aranırken şairlerin şiirlerinden de yararlanıldığı görülmektedir. Sandıklılı şair Şeyh Hamza’nın 1758’de yazdığı bir manzumede geçen “Çay köyüdür iki dere arası/Yunus Emre’dir anın aşinası/Ger sorarsan Tabduk Emre/Odur hocaların hocası” şeklindeki dörtlük de bunlardan biridir. Bu durum şunun için önemli görülür. Bu şiiri bundan 200-250 sene önceye ait olduğuna göre demek ki o zamanlarda Yunus Emre burada bilinen bir isim olmaktadır. Üstelik bu dörtlük tek değildir. Aynı şairin şöyle biri dörtlüğü daha vardır: Çay köyüdür evliyalar otağı Ne güzel yaratmış buraları Hüdası Velilerden biri canım Yunus’tur İkincisi Tabduk Emre Hocası Bu durum, oldukça kabul görmüş olacak ki Afyonkarahisarlı şair Osman Atilla(1922-1978) da “Yunus Emre” başlığını taşıyan ve “Yunus benim hemşerim/Sandıkloı Çay köyünde/Sakarya boyu derin/Anarım beş öğünde” dörtlüğüyle başlayan şiirinde aynı kanaatini dile getirir.
TABDUK EMRE DE BURADA Malum Tabduk Emre Yunus’u irşad eden şeyhtir. Sufi gelenekte dervişanın öldükten sonra şeyhlerinin yanında, yakınında ya da ayak ucunda defnedilmeleri gibi bir uygulama vardır. Sandıklı’da Yunus’un olduğu gibi şeyhi Tabduk Emre’ye izafe edilen bir mezar da bulunmaktadır. Bu mezar tam da Yunus Emre mezarının 150 metre kadar güneyindedir. İşte bu durum da Yunus’un Sandıklılı oluşuna güçlendiren bir görüş olarak ileri sürülmektedir. Bunu desteklemek için de Yunus’un “Ko benbi yatayım şeyh eşiğinde/Dönmezim şeyhimden ya ne döneyim” beyti bu tezi güçlendiren bir durum olarak ileri sürülmektedir. HALK İNANIŞINDA YUNUS EMRE Halkın bir yer veya yöre için “Yunus Emre buralıdır” demesi bir belge niteliği taşımasa bile önemli görülmelidir. Nitekim bu civarda yaşayan halk arasında Yunus hakkında söylenen menkıbeler, inanış ve ritüeller mevcuttur. Bunlar arasında çocuklara eskiden beri “Yunus” ve “Emre” adının çoklukla verilmesi, çocuğu olmayan kadınların Yunus’un kabrine gelip burada kurban kestikten sonra “Ya Rab bana bir oğlan ver, adını Yunus koyacağım” şeklinde dilekte bulunmaları, rüyalarında Yunus Emre’yi gördüklerine dair anlatımları, Yunus’un şiirlerinde adı geçen Barak Baba ve Saltuk Baba’ya atfedilen mezarların Sandıklı civarında olması gibi hususlar sayılabilir. İşte bütün bunlar da “Yunus Emre Sandıklı’da medfundur” diyenlerin dayandıkları delillerdir. RÜYA YOLUYLA BULUNAN MEZAR Söylentiye göre Sandıklı’daki Yunsu Emre’nin kabri zamanla kaybolmuştur. Bulunması ise tıpkı Bursalı Yunus’un kabrinin keşfi gibi manevi bir işaretle olmuştur. Sandıklı’da bu olay şöyle anlatılmaktadır: Sandıklı Şeyhi Emin Efendi'nin oğlu Ahmet Muhtar Efendi bir gün sabah namazını camide cemaatle kılıp evine gelip yatmış, rüyasında da Yunus Emre'nin başını görmüş. Efendi: — Sen hakiki Yunus Emre isen, sadece başını değil, boyunu göster, demiş. Bunun üzerine Yunus boyunu göstermiş. Tam o esnada sokak kapısı şiddetle çalınmış. Ahmet Muhtar Efendi koşup kapıyı açmış. Kapıda telaştan ne dediğini bilemeyecek halde, korkudan tir-tir titreyen bir köylü varmış. Köylü: —Hocam ben bu gece hiç uyuyamadım, Yunus Emre beni sabaha kadar hiç uyutmadı, demiş. Meğer, o köylünün tarlasının kenarında, Yunus 23
Ş ehir
Yunus Emre ve Tabduk Emre makamının olması Yunus sevgisinin bu bölgede de ne kadar köklü olduğunu gösteren bir husus olarak görülmelidir.
Emre'nin mezarı bulunuyormuş. Ahmet Muhtar Efendi, köylü ile birlikte Yeniçay Köyü'ne giderek mezarı bulmuş. İşte bugünkü Yunus Emre türbesinin bulunduğu yer burası imiş. BELGELERİN DİLİ Her şehir gibi Sandıklı’da haklılığını ispatlamak için konu ile ilgili belgelerden de yararlanma yoluna gider. Bunun için salnameler, vakıf kayıtları ve diğer resmi belgelerden bir sonuç çıkarılmaya çalışılır. Yunus Emre’nin Sandıklılı olduğunu düşünen yazar ve araştırmacılar da bu konuda yaptıkları çalışmalar neticesinde bazı bilgi ve belgelere ulaşmışlardır. Bunlardan en önemlisi ise Sandıklı'nın Çay Köyü'nde (şimdi Yunus Emre mahallesi), Yunus Emre'ye ait bir mezar bulunduğuna ilişkin bir kaydın yer aldığı Hüdavendigar Vilayeti Salnamesidir. Bu bilgi bu kaynağın 1885 (Hicri 1302) tarihli cildinde yer almaktadır. Sandıklılı Yunus Emre tezi uzunca bir süredir belgelerden hareketle desteklenmeye çalışılmaktadır. Mustafa Özer, Hüseyin Hüsrevoğlu ve Ali Özeksi’nin hazırladığı “Belgelerde Sandıklı ve Yunus Emre” kitabında ise daha pek çok belge yer almaktadır. Fakat buradaki bilgilerden Sandıklı’da bir Yunus Emre kabrinin değil ama bir zaviyesinin bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Durum, böyle de olsa Sandıklı’da bir sayı//4// kasım 24
AFYONKARAHİSARDAKİ KAYIP DİVAN Yunus Emre’nin Afyonkarahisarlı oluşu için ileri sürülen bir tez de Yunus Emre’nin kendi el yazması olduğu söylenen divanının bu şehirde olduğu şeklindeki bir görüştür. Bu konuda Güneyde Kültür Dergisinin Yunus Emre özel sayısında yer alan bir yazıda Süheyl Ünver’in Afyonkarahisar’a gelişlerinin birinde misafir olduğu bir evde Tabip Behçet Dede diye bilinen bir zatın evinde bulunan çoğu el yazması olan binlerce kitabı elden geçirirken bu divana rastlamış ve “bu Yunus Emre’nin kendi el yazısı ile yazdığı divanıdır. (…) Ben Yunus’un el yazısı hayli divanını gördüm. Bu hiç birine benzemiyor.” şeklindeki sözleri de bu teze bir kanıt olarak ileri sürülmektedir. Bu divan meselesini gündeme taşıyanlardan biri de Afyonkarahisarlı şair Osman Atilla’dır. Onun, “Yunus Emre ve Tapduk Emre’nin Mezarları ve Kaybolan Cönkler “isimli bildirisinde konuyla ilgili şunlar söylenmektedir.” 1965 Yılında Çay köye gittiğinde köy sakinleri ona; “Bundan 50 yıl kadar önce köye bir misafir geldiğini, gelenek görenek gereğince bu misafirin köy odasında ağırlanarak ikram gördüğünü, bu kişinin “ehli dil ve bir kişi olduğunu (Tahminimiz bu kişi edebiyat tarihçisi olacak) bu zatın köy odasındaki cönkleri bir hafta kadar okuyup incelediğini, hafta sonunda ise bu kişinin, sabahın erken saatlerinde, tan yeri ağarmak üzere iken misafir edildiği köy odasını ansızın terk ettiğini ve okuduğu cönkleri alıp gittiğini söylerler. Osman Atilla’ya göre “büyük bir olasılıkla bu cönkler Divan’ın tamamıdır.” DÖĞER-EMRE SULTAN KÖYÜ Yunus Eme’nin Afyonkarahisardaki bir diğer kabri/makamı ise İhsaniye İlçesi'ne bağlı Döğer Kasabası ile Leğen Köyü arasındaki Emre Köyünde bulunmaktadır. Burada Emre adını taşıyan bir göl ve Frig kaya anıtları da yer alır. Emre Gölü kenarındaki, Emre Sultan Köyü'ndeki Emre Sultan Türbesi ile ilgili somut bir belge, bugüne kadar ortaya konulamamıştır. Bunun en önemli sebebi de bu yer hakkında, esaslı bir araştırmanın yapılmamış olmasıdır. Bildiğimiz tek şey, Afyonkarahisarlı araştırmacı Muzaffer Görktan'ın "Emre Sultan isimli yatır, belki de hakikî Yunus olabilir" şeklindeki tespitidir. Diğer yandan buradaki kabir ya da makamın Yunus Emre değil “Emre Sultan” olarak bilinmesidir. Bizi “Döğerli Yunus Emre” fikrine götüren en önemli şey ise konu ile ilgili buradaki inanışlardır.
Görktan bir yazısında bunları şöyle belirtir: "Burada, beyazperdede gördüğümüz Liman Gölü'nü andıran şirin bir göl vardı. Minicik bir tepenin önündeki gölde vaktiyle kayıklar yüzer, sazlarından hasırlar örülür, su ördekleri ve envaî renkte kuşlar buraya bir cennet güzelliği verirdi. Yunus'un şiirlerini okuyan genç kızlar, göl kenarında otururlar, bazen sazlardan yaptıkları kayıklarla nişanlı kızlar tepeciğin en üstünde bulunan Emre Sultan'a mumlar dikerek yavuklularına bir an evvel kavuşmaları için Yunus'tan himmet dilerlermiş.” Yunus'un Emre Gölü kıyısındaki Emre Sultan Türbesi'nde yatmakta olduğuna yürekten inanan Muzaffer Görktan, bu inancını şu şiiriyle de dile getirmiştir: EMRE GÖLÜ'NE Bir zaman senin de sahillerinde Okullu çocuklar güler oynardı Gelinlik kızların, şen dillerinde Senin için coşkun, türküler vardı. Akşamla sürüler köye dönerken Nişanlılar düşer köye pek erken. "Sevgilim nerde ki? gelmedi" derken, Coşkun engininde kimi arardı? Kırmızı bir yazma örtmüş başına Henüz bu yıl girmiş, onbeş yaşına Felek zehir katmış, tatlı aşına, Yunus Emre'sine, adak adardı. Nerde şimdi onlar, gelinlik kızlar Kışa mı çevrildi, bahar da yazlar? İçti mi suyundan ördekler, kazlar, Ele yağan yağmur, sana da kar'dı. Kalemim yazmıyor, başım dönüyor, Sanki gözlerimin Nur'u sönüyor. Kalbim uyuşuyor, Güney soluyor, Emre Göl karardı, akşam oluyor...
SONUÇ YERİNE Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Afyonkarahisar bölgesinde de iki Yunus Emre makamı/kabri vardır. Bunların mesela neden başka şehirlerde değil de Kırşehir, Karaman, Bursa ve Afyon gibi şehirlerde olduğuna inanılması önemlidir. Akla gelen ilk ihtimal, bunların ya başka bir Yunus’a ait olması ya da onun burada bir zaviyesinin bulunmasından dolayı hatırasına hürmeten yapılmasıdır. Diğer yandan bu tür tezleri ileri süren şehirler, konu ile ilgili daha çok çalışma yapmak durumundadırlar. Zira bu tür yerlerde gerçekten böyle bir kabir bulunmasa bile bulunduğuna inanılarak oluşturulan Yunus Emre ikliminin var olması önemlidir. Bu iklimi canlı tutmak için tıpkı Karaman’da, Eskişehir’de ve Kula’da olduğu gibi Afyonkarahisar’da Yunus Emre’nin hem ilmi hem de popüler anlamda canlı tutulmalıdır. Kaynakça
Mustafa Özer, Hüseyin Hüsrevoğlu, Ali Özeksi, Belgelerde Sandıklı ve Yunus Emre, İstanbul, 2010. Yalçın Karataş, Sevgi Seli Yunus Emre, İstanbul, 2001. İrfan Ünver Nasrattınoğlu, Afyonkarahisarlı Yunus Emre, Uluslar arası Yunus Emre Bildirileri, Ankara, 1995. Halim Baki Kunter, Yunus Emre, Belgeler, Bilgiler, Eskişehir, 1991.
TÜRBENİN YAKILMASI Anadolu’da pek çok türbenin başına gelen bir hadise buradaki “Emre Sultan” türbesinin de başına gelmiştir. Söylenenlere göre bu köyde bir miktar Alevi nüfus mevcutmuş. Bu insanlar, sakıncalı bulunarak Afyonkarahisar Mutasarrıfı Bekir Paşa'nın emriyle idam edilmişler. Bekir Paşa'nın bu zalimliğine karşı isyan eden Emre Sultan Köyü sakinleri, Emre Sultan Türbesi'nin içine kapatılarak ateşe verilmişler ve böylece büyük bir katliam gerçekleşmiştir. Olayın aslı ve ayrıntılarını tam olarak bilinmiyor. Bildiğimiz tek şey, “Afyonkarahisarlı Yunus’un bir makamının da burada yani Döğer’in Emre Sultan köyünde olduğu inanışıdır ve buradaki Yunus’un daha çok Alevi kimlikli bir Yunus olarak kabul görmesidir. 25
Ş ehir
SEZAİ KARAKOÇ'A GÖRE ŞEHİRLERİN RUHU VE ANLAMI Karakoç, şehirlerin metafiziğini daha çok öte ile kurdukları bağ ile değerlendirir. Bu bağ ilahi olanla kurulan bağdır. İslam medeniyetinin şehir anlayışı üzerinden gidersek, bu insanı bu dünyada mutlu eden ama öte dünyayı da unutmayan bir şehir tasavvuruna dayanır. Kasas süresindeki “bu dünyadan nasibini alırken, öbür dünyayı da unutma” diyen ayeti kerimenin açılımıdır. Büyük İmam Ebu Hanife’nin “bir yerin şehir olabilmesinin şartı orada Cuma mescidi olmasıdır” sözünde saklıdır. Bu bir anlamda şehrin, şehir olabilmesinin önceliğini bir kutsala/bir ruha bağlanması demektir. Mehmet KURTOĞLU
sayı//4// kasım 26
ehri medeniyet perspektifiyle değerlendiren Sezai Karakoç, “her medeniyet bir şehir getirir ve her medeniyetin kendine mahsus şehirleri vardır” diye yazar. Ona göre medeniyetlerin ortaya çıkardığı şehir, yalnız mimari üslup bakımından değil, hayat üslubu bakımından da göze çarpan farklıklar ortaya koyar. Ayrıca “şehir, Medine, site veya kent, hangi kelimeyle ifade edersek edelim, bir medeniyetin canlı ve toplu sergisi demek olan eser, her şeyden önce bir ruhun ifadesi olmaktadır. Medeniyet kurduğu ve yaşattığı şehirlerde kendini ifade etmekte ve ele vermektedir” diye yazar. Ona göre mimari ve hayat bağlamındaki üslup farkı Doğu (İslam) ve Batı (Hıristiyan) medeniyetlerini doğurmuştur. Bu iki medeniyetin ortaya çıkardığı Hıristiyan ve İslam şehirleri geçmişten bugüne varlıklarını sürdürmektedirler. Batı medeniyetinin ilham kaynağı olan Roma, Doğu medeniyetinin kaynağı ise İslam’dır. Şehri insan unsuruyla birlikte düşünen ve onda anlam arayan Karakoç, çağımızda şehirlerin anlamlarını yitirdiğini söyler. Ona göre “eski şehirler, bütün unsurlarının matematik bakımından, sayı ve hacim olarak büyümelerine karşın, nitelik yönünden, açık ve seçik bir şekilde, anlamlarını yitirmektedirler. Bir yandan geçmişte kazanmış oldukları anlamları yitirirken, öte yandan yeni bir anlam kazandıkları yolunda bir belirti de yoktur. Hele bu anlam yitirişin, yeni bir anlam kazanmadan ötürü olduğunu söylemeyi haklı çıkaracak tarihi-sosyolojik tablodan eser gözükmemektedir.” Karakoç’un matematiksel ve hacim olarak şehirlerin anlamını yitirdiği noktasında ileri sürdüğü fikri, Max Weber’de desteklemektedir. Weber, Şehir -modern kentin oluşumu- adlı kitabında “şehir büyüdükçe kiliseler küçülür” diye yazar. Çünkü modern hayat tanrıyı şehirden kovmakta onun yerine kapitali koymakta, insan şehir ilişkisi bağlamındaki ruhu/metafiziği reddetmektedir. Sezai Karakoç’un şehirde aradığı anlam, bir ideal, bir ruhtur. Zira “her şehrin bir ruhu vardır. Ve bunu, en çok, dış yapılar, sokaklar ve parklardan çok insan oluşturmaktadır. Büyük insanların, insanlığın gerçek, doğru, iyi ve güzel adına ortaya koyduklarından doğan kurumlar, şehrin ruhunu yansıtırlar. Papalık anlamını yitirdiği için, artık, Roma eski Roma değildir. Petersburg deyince akla Tolstoy, Dostoyevski gelir. Ve şehir onlardan uzaklaştığı ve koptuğu ölçüde ruhunu yitirir. Ve teknik, Rönesans’ın ilk yola çıkış ideallerini küçümsetecek, unutturacak derecede etkinleştikçe Venedik, Milano ve Roma, gömülmeye doğru gideceklerdir.”
METAFİZİĞİ OLMAYAN MİMAR OLAMAZ Bir şehri anlamlı ve önemli kılan olgu hiç kuşkusuz ruhudur. Geçmişten günümüze şehir canlı bir organizma olarak düşünülmüş, tıpkı bir insan gibi refleksi, davranışı olduğu söylenmiştir. Hatta Antik Yunan’da şehri fiziki olarak insan bedeninin geometrisi olarak tasarlamışlardır. Üç parçadan oluşan şehirde hükümet binası yani yönetim merkezi kafayı, tapınak inancı/ kalp bedeni ve diğer unsurlar ise el ve ayakları sembolize etmiştir. Bu anlamda şehirler beden ve ruhtan meydana gelirler. Karakoç’un;“kentlerin işi, ebedilikle uğraşmaktır ve bu yönde bir metafizik oluşturmaktır. Ya da doğmuş ve oluşmakta olan ebedilik metafiziğini yansıtmak. Bir metafizik ebediliği türetmek ve insana onu bir soluk alınır iklim ve mevsim yapmak. Uygarlığın bu açıdan prizması olmak. Dünya ötesine tutulmuş aynası, iç göz merceği, gönül gözbebeği olmak” dediği hakikat, şehri insanileştirme ve onda tıpkı insanda olduğu gibi ruh aramaktır. Karakoç’un şehirde aradığı anlam/ruh/metafiziği Bilge Mimar Turgut Cansever şehri kuran mimar ve mimaride arar ve “metafiziği olmayan mimar olamaz” diye yazar. Bugün İstanbul’a ruh veren en ihtişamlı eserler, metafiziği en güçlü olan eserlerdir. Örneğin Mimar Sinan’ın İstanbul’u süsleyen eserlerini İstanbul’dan söküp atsanız, geriye ruhaniyetli İstanbul değil, Roma ve Bizans’ın ölü ve gömüt şehirleri kalır. Çünkü şehir, ruhuyla yani metafiziğiyle şehirdir… Karakoç, şehirlerin metafiziğini daha çok öte ile kurdukları bağ ile değerlendirir. Bu bağ ilahi olanla kurulan bağdır. İslam medeniyetinin şehir anlayışı üzerinden gidersek, bu insanı bu dünyada mutlu eden ama öte dünyayı da unutmayan bir şehir tasavvuruna dayanır. Kasas süresindeki “bu dünyadan nasibini alırken, öbür dünyayı da unutma” diyen ayeti kerimenin açılımıdır. Büyük İmam Ebu Hanife’nin “bir yerin şehir olabilmesinin şartı orada Cuma mescidi olmasıdır” sözünde saklıdır. Bu bir anlamda şehrin, şehir olabilmesinin önceliğini bir kutsala/bir ruha bağlanması demektir. Yine bir mabet veya kutsal etrafında şekillenen kadim şehirlere baktığımızda yola bir ruh, bir metafizik, bir anlam ve bir idealle çıktığını görürüz. Şehir belli bir amaç üzerine kurulur çünkü. Karakoç’un ölü/gömüt/batık şehirler dediği, yalnızca geçmişteki Roma şehirleri değil, aynı zamanda ruhunu kaybetmiş, metafizikten yoksun bugünkü modern şehirlerdir de… Şehre ticari bir göz ve kapital bir ruhla bakan Weber, Ortaçağ şehirlerini anlatırken, her şehrin bir azizi vardır diye yazar. Bir şehrin kutsalı veya azizi varsa, o şehrin ruhu var demektir. Mekke
ruhunu Kâbe ve Âdem’den, Medine ruhunu Efendimizden, Kudüs ruhunu Süleyman tapınağı, Mescid-i Aksa ve Zeytin Dağı’ndan, Urfa ruhunu Hz. İbrahim’den, Halep ruhunu Zekeriya’dan alır. Anadolu’daki şehirlerimiz ise ruhunu türbe ve yatırlarındaki evliyalarından alır. Anadolu’da her şehrin bir türbesi, bir azizi, bir ermişi vardır. İslam şehirleri tıpkı bir Müslüman gibi hareket eder. Zaman namaz vakitlerine göre ayarlıdır. Ramazan’da şehir de Müslümanlar gibi oruç tutar, hatim indirir. Karakoç’un şehrin metafiziği dediği nokta, işte burada anlam kazanır. MODERN BATI UYGARLIĞI PROBLEMLİ ŞEHİRLER ORTAYA ÇIKARMIŞTIR Batı şehirlerinin zıddına İslam şehirleri hayatın içinde dirilişi temsil ederler. Batı medeniyetinin şehirleri ise ruhsuz ve anlamsızdır. Kapitalizme teslim olmak, insanı dünyevileştirmekten öteye götürmez. Kapitalizm ve modernizmin bütün cephesi dünyaya dönüktür. Bu yüzden Batı’nın varoluş felsefesinin en büyük iki düşünürden
Karakoç’un matematiksel ve hacim olarak şehirlerin anlamını yitirdiği noktasında ileri sürdüğü fikri, Max Weber’de desteklemektedir. Weber, Şehir -modern kentin oluşumu- adlı kitabında “şehir büyüdükçe kiliseler küçülür” diye yazar. Çünkü modern hayat tanrıyı şehirden kovmakta onun yerine kapitali koymakta, insan şehir ilişkisi bağlamındaki ruhu/ metafiziği reddetmektedir.
27
Ş ehir
Çünkü modern Batı uygarlığı problemli şehirler ortaya çıkarmıştır. Daha doğrusu ruhtan yani metafizikten yoksun olduğu için ölüdür. Batı’nın bu ruhsuzluğunun bir acı çekme olduğunu söyleyen Karakoç, “bununla birlikte yeraltından çıkarılan Grek ve Roma medeniyet eserlerine Avrupa’nın duyduğu hayranlık ve daha doğrusu ihtiyacın bir açıklaması vardır. Ama en garip olay, kendi medeniyet ve kültürünü eskimiş sayıp ta Batıya dönen doğu ülkelerinin yine batılıların etkisiyle yerin altından medeniyet eserlerini çıkarmalarıdır. (…) İslam, bir medeniyet olarak eski eserlerden yaşayanları kendine uydurmuş, organik bir ilgiyle yapısına kaynaştırmıştır. Yerin altından medeniyet çıkarmak ihtiyacını ise haklı olarak duymamıştır. Bugünse, İslam’ın yaşayan eserlerinden çok, eski Yunan ve Roma medeniyetinin eserlerini diriltmeye çalışmamız, içinde bulunduğumuz değişmenin, felsefi ve tarihi değeri bakımından, en karanlık hali dense yeridir” der.
Bugün İstanbul’a ruh veren en ihtişamlı eserler, metafiziği en güçlü olan eserlerdir. Örneğin Mimar Sinan’ın İstanbul’u süsleyen eserlerini İstanbul’dan söküp atsanız, geriye ruhaniyetli İstanbul değil, Roma ve Bizans’ın ölü ve gömüt şehirleri kalır. Çünkü şehir, ruhuyla yani metafiziğiyle şehirdir…
sayı//4// kasım 28
Camus, “dünya saçma” Sartre ise “insan beyhude” demek zorunda kalmıştır. Zira her fikrin arkasında bir medeniyet ve din algısı vardır. Bugünkü Batı uygarlığı insani anlamda yetersizliğinden dolayı tarihe gömülmüş olan Roma’yı ayağa kaldırmaya çalıştığını söyleyen Karakoç, “yaşayan medeniyetle şehir arasındaki ilişki, o şehirdeki eski eserlere karşı takınılan tavırlardan çıkarılabilir. Gerçi, araya medeniyetlerin toleranslılık derecesi de karışır bir taraftan da. Bununla birlikte, bu konuda verilecek hükmün ana çizgisi ve yönü değişmez. Yeni medeniyet, eski medeniyet önünde bir aşağılık duygusuna saplanmışsa, kendi getirdiği şehrin eski şehirden üstün olduğuna en önce kendini inandıramıyorsa, hep eski eserleri kurtarmak ve ortaya çıkarmak isteyecektir. Kendi getirdiğine güvenen medeniyet ve kültürlerin ise, eski eserleri yaşatıp yaşatmaması, koruyup korumaması bir zaruret, bir medeniyet zarureti olmaktan çok, bir tolerans meselesi olur. Kendine güvenen bir medeniyet her şeyden önce kendi eserini ortaya kor, sonra da eski eserleri kendine uydurur, adapte eder, yoksa yeraltından yeryüzüne medeniyet taşıma kaygısını pek duymaz. Çünkü zaten kendisi medeniyetleri aşmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Eskiden yani batmış medeniyetlerden yardım beklemek bu iddiayla çatışır. Geleneğe ve geçmişe dayanma, yaşayan bir medeniyet sürdürülmesinin konusudur, yoksa ölü medeniyetlere, yaşayan medeniyetlerden fazla hak tanımamın değil” diye yazar.
Karakoç, yukarıda belirttiğimiz gibi şehirleri medeniyet bağlamında ikiye ayırmakla kalmaz, onları canlı birer organizma olarak görür. Zira Batı büyük bir çıkmazda olduğundan, Roma gibi ölü bir medeniyetin gömüt şehirlerinden medet umar. Batı uygarlığı ortaya yeni bir şey koyamadığından Roma’nın gömüt şehirlerine sığınır, kendi dışındakilere dahi bunu dayatmak ister. Çünkü Karakoç’a göre Batı uygarlığı modern anlamda insanla barışık bir medeniyet perspektifi ortaya koymuş olsaydı, arkeoloji ve turizme bu denli sığınmaz, yıkılmış şehirlerin taşlarını anıt diyerek insanlığı bu noktada ölü seviciliğe teşvik etmezdi. Eğer modern Batı, insanlığı diriltecek manada bir medeniyet tasavvuru ortaya koymuş olsaydı, Roma’nın gömüt taşlarından değil, kendi yaşadığı çağın içinden bir medeniyet bir şehir tasavvuru çıkarırdı. Herkesin bildiği gibi Batı uygarlığı insanı anlamda çuvallamıştır. Karakoç, İslam dünyasının kendi dinamiklerinden/özünden değil de Batı medeniyetinden umut beklediğinden büyük bir medeniyet krizi yaşadığını belirterek, Müslümanların söz konusu medeniyet krizini aşması durumunda, bunun Batı için de bir kurtuluş olacağını söylemektedir. Çünkü ona göre insanlığın kurtuluşu İslam Medeniyeti’nin yeniden dirilişiyle mümkün olacaktır. Ayrıca Oryantalist Bernard Lewis’in “İslam’ın Krizi” olarak yaptığı yanlış değerlendirmeyi, Karakoç “Medeniyet Krizi” olarak ele alarak, bir yanlışı düzeltmiştir. İslam medeniyetin şehirleri gelenekle bağını kopardığından ve Batıya yüzünü döndüğünden dolayı bir türlü kendisi olamamaktadır. Bu durum Karakoç’un tespitiyle bir medeniyet krizidir ve şehirlerimiz de bundan nasibini almıştır.
ÖNCE DEVLET KURULUR SONRA ŞEHİRLER DOĞAR Karakoç, şehirlerin ruhundan ve anlamından bahsederken, merkeze Mekke, Medine, Kudüs ve İstanbul’u ve Anadolu’nun diğer kadim şehirleri Bursa, Konya, Urfa, Diyarbakır’ı koyar. Ona göre İstanbul, İslam medeniyetinin yaşayan başkentler başkentidir. Bayrak bu şehirde düşmüş, yine bu şehirden ayağa kalkacaktır. Tanpınar’ın “bir başkent her zaman başkenttir konuşur” dediği gerçekte olduğu gibi Karakoç’un gerek nesirlerinde gerek şiirlerinde konuşan başşehir hep İstanbul’dur. İstanbul, İslam medeniyetinin billurlaşmış en güzel şehridir. Zira tarihte uygarlıklar başkenti olmuş şehirler bunun tanığıdır. Bu bağlamda Karakoç;“kimi uygarlıklar bu dünyada ebediliği gerçekleştirmek istediler. Ve bunun mümkün olmadığını bir türlü anlamak istemezcesine. Kimi uygarlıklarda ebediliği asıl yerine oturtarak dünya ötesine dönük yüzlerle gülümsediler. Kimi de, karma bir tutum ve davranış ve durum alış içinde oldu. Onun için, kimi şehirler, yeryüzünde cennet olmak iddiasında idiler.
Karakoç’un ortaya koyduğu medeniyet ve şehir olgusunu anlamadan, sancılı şehirlerimizi içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtaramayız. Şehirlerimizin ruhlarını ve anlamlarını kaybettiği bu süreçte Karakoç’un bu konuda yazdıklarına ve söylediklerine kulak kesilmeliyiz. Yoksa biz de anlamlarını ve metafiziğini kaybeden şehirler gibi ölü ve gömüt şehirlere dönüşürüz…
Kimi şehirlerse, cennetin habercisi, gölgesi olmak niyetinde. Kimi hep cenneti arar gibiydi. Kiminin gözleri gökyüzündeydi hep. Kimi şehirler uçacak gibiydiler, Kimleri taşın, mermerin ve tuğlanın, kimi ahşabın, kimi altı ve gümüşün şehirleri idiler. Şimdi de çeliğin ve çimentonun. Kiminin gözü deniz diplerinde, kiminin yıldızlarda ve saman yolunda. Fakat herhalde en kalıcı olanları, metafiziği olanlar, öteye, ebediliğe, ciddi bir tarzda, var olmak ya da yok olmamak tarzında sarılanları olmuştur” diye yazmaktadır. Karakoç’un, ebediliğe sarılan ve yeryüzü cenneti inşa eden şehirden kastı Roma’dır. Bilindiği gibi Roma, kaynaklarda Ebedi Şehir olarak geçer. Metafizik şehirlerden kastı ise Mekke, Medine, İstanbul gibi İslam şehirlerinin başkentleridir. Daha doğrusu medeniyetimizin şehirleridir. Karakoç’un düşünsel dünyasında şehir algısı medeniyete dayanır. Güçlü medeniyetler ancak şehirler inşa edebilir. İbni Haldun’un “önce devlet kurulur ardından şehirler doğar” dediği hakikati Karakoç ta savunur. Çünkü medeniyet şehri kapsayan ve onu bizatihi vücuda getiren güçtür. Medeniyet algısı olmazsa şehir de olmaz. Şehirlerimizin bugünkü durumu, biz Müslümanların içinde bulunduğumuz durumun bir yansımasıdır. Bu yüzden Karakoç, İslam’ın dirilişiyle şehirlerin dirilişini, şehirlerin dirilişiyle medeniyetin dirilişini birbirinden ayırmaz. Bunlar çok güçlü bağlarla birbirine bağlıdırlar. Yalnız nesirlerinde değil, şiirlerinde dahi şehir ve medeniyet olgusunu göz ardı edemeyeceğimiz 29
Ş ehir
krem Hakkı Bey, kendisi ile ilk görüşen için herhalde otoriter ve karizmatik bir şahsiyet olarak tezahür eder kanaatimce. Sizin de belirttiğiniz gibi aynı zamanda nüktedan, bazen da bir çocuk gibi şakacı, çok çalışkan ve gayretli ve çok tertipli ve intizamlıydı. Aynı zamanda da her şeyin kendi etrafında döndüğünü ve merkez olduğunu hissettiren bir şahsiyetle karşılaşırdınız. Bu bir yaradılış tabii.
“EKREM HAKKI AYVERDİ, İSTANBUL MEDENİYETİNİN SON TEMSİLCİLERİNDENDİ” Mimar Dr.İ.Aydın Yüksel ile Ekrem Hakkı Ayverdi ve Şehir,Kültür üzerine yapılan söyleşi. Söyleşi: Mehmet Nuri YARDIM
O sırada altmış yaşlarındaydı. Fakat bana asıl tesir eden, bir müzeye benzeyen küçük misafir odasının duvarlarında her biri birer üstat elinden çıkmış levhalar, bir köşede duran iki eski müzeyyen yay ve içi yazı takımları ile dolu büyük bir vitrin ve asıl önemlisi musafaha edişi idi. Ekrem Hakkı Bey Osmanlı-Türk mimarisine ve sanatına hayrandı. Hatta onu dünyanın en büyük mimarisi ve sanatı olarak görürdü. Denebilir ki çalışmalarını yürütmesinde bu görüş en büyük muharrik kuvvet olmuştur Burada mevzumuz olan Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bu hususta söylediği bir sözü hatırlıyorum. Sanırım, yeniyi yapmayı beceremiyenler buna kabiliyet kazanıncaya kadar eskiyi taklit etmelidir, gibi bir yorumda bulunurdu Ekrem Hakkı Bey. Aydın Yüksel, hayatını ve Ekrem Hakkı Ayverdi’yi anlatırken aslında Türkiye’nin son yarım yüzyılının da bir bakıma panoramasını çizmiş bulunuyor. Bu mülâkatın ilim, fikir, kültür ve sanat dünyamıza katkıda bulunması en büyük temennim. Ekrem Hakkı Ayverdi’yi rahmetle anarken, Aydın Yüksel Beyefendi’ye de hizmetleri ve gayretleri için teşekkür ediyoruz Dr. İ. Aydın Yüksel çok yönlü, çok cepheli bir sanatkâr ve ilim adamıdır. Mimar, hattat, restoratör, dekoratör, sanat tarihçisi, desinatör, ressam, şair ve yazardır. Dr.İ.Aydın Yüksel’in herkesçe teslim edilmiş olan unvanı “Ekrem Hakkı Ayverdi’nin hayrü’l halefi” oluşudur. Türkiye’de İstanbul’un muhtelif semtlerinde, Azerbaycan Bakü’de, Balkanlar’da, Kafkaslar’da câmi ve çeşmeler yaptı. Zeytinburnu Seyyid Nizam Tekkesi yanındaki Seyyid Nizam Camii ve külliyesinin mimarıdır. Dr. Aydın Yüksel ile yaptığımız ve etraflı şekilde bazı meseleleri ele aldığımız mülâkatı sunuyoruz. Bu mülâkatta bir İstanbul Beyefendisi olan Aydın Yüksel’le hocalarını, muhitini, Ayverdi ailesi ve Ekrem Hakkı Ayverdi olmak üzere tanıdığı meşhur kültür sanat, ilim ve fikir insanlarını ve daha bir çok meseleyi konuştuk.
sayı//4// kasım 30
Öncelikle şunu sormak istiyorum. Doğup büyüdüğünüz yerlerden, yetişme çağınızdan bahseder misiniz?. Nasıl bir ortamda hayata başladınız. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarınız nasıl geçti? Erzurum’da doğdum. Ama asıl olarak Akseki’liyiz. Dedem Akseki müftüsü Ahmed Salim Efendi, babam hakim Hasan Selâmi Bey’dir. Bu yüzden şehir şehir dolaştık denebilir. Babam çok okuyan, tasavvuf bilgisi yüksek, sanata, edebiyata, tarihe ilgisi olan melâmi meşrep bir zattı. Ailemizde ticaretle iştigal yerine daha çok okuyan, memur kimseler yetişmiştir. Evimizde, milli ve dînî bahisler, memleket ve târih, san’at, şiir ve edebiyat gibi tamamen sosyal mes’eleler konuşulurdu. Babamın tasavvufla yakından ilgilenen bir çevresi vardı. Evimizde parayla ilgili şeyler hemen hiç konuşulmazdı, diyebilirim. Neredeyse, böyle şeylerin varlığından habersizdik. Ama bütün bunlar bizim karakterimizi oluşturacak ilk temel taşlar olmuştur. Daha sonraki tahsil yıllarınızı merak ediyoruz. Meselâ yakın dostlarınızdan akademiyi iki defa bitirdiğinizi öğrendik. Mimarî ve iç mimari bölümlerini okumuşsunuz. Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi’nin tahsilinize etkisi?. İlk tahsilimi kısmen Çankırı ve Ankara’da yaptım. 1960’da da o zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi’nde İç Mimari bölümüne girdim. Askerlikten sonra 1970’de tekrar aynı akademinin Mimarlık bölümüne girdim. Aynı zamanda evlendim. Aslında ta başındanberi mimarlığı düşünüyordum ve istiyordum, ama ilk elde olmadı. Fakat bu birinci tahsil bana önemli bir alt yapı hazırladı zannederim. Meselâ o sırada resim ve grafik sanatlarıyla çok uğraştığım gibi, büyük bir talih eseri -ki hakikaten şükredeceğim bir talih bu- o sırada Akademi hocalarından ve bence son devrin en büyük hattatı olan merhum Halim Efendi’nin (Halim Özyazıcı) talebesi oldum ve 1964’deki vefatına kadar ondan nesih, rık’a ve sülüs gibi üç ayrı çeşit yazı meşk ettim. Onun yazıyı tarifi, süratle yazışı unutulmaz. Büyük sanatkârdı. Rahmet olsun. Ancak ikinci olarak tekrar bir beş yıl daha -hele otuz yaşından sonra- mimarlık okumaya cesaret etmemde yine Ekrem Hakkı merhumun bir parça dahli vardır. Zira ikide bir bana “Ah bir mimar olsan” der dururdu. İmkân ve fırsatlar elverdi ve buna cesaret ettim. Yine bir talih diyeyim, aynı Akademinin, -bu sefer adı Mimar Sinan Üniversitesi oldu- yıllar sonra Mimarlık Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundum. Büyük sanatkâr Kemal Batanay’ın da talebesi oldunuz, ondan ud ve hat dersleri aldınız. Bu iki sanattan sizde en çok hangisi ağır bastı. Bu iki sanat ile
Mehmet Nuri Yardım ve Mimar Dr.Aydın Yüksel
ünsiyetiniz devam ediyor zannediyorum. Biraz Kemal Batanay’dan ve onunla tanışmanızdan bahseder misiniz? Evet, Halim Efendi Hocam’ın vefatından sonra birkaç ders Hamid Bey’e devam ettim, ancak fazla yürütemedim. Fakat yine Ekrem Bey’in delâletiyle 1965’de Tanbûrî-hattat Hafız Kemal Batanay’ın talebesi oldum. Aslında ben Halim Efendi’ye devam ederken birkaç defa yanında Hafız Kemal Bey’e de tesadüf etmiştim, ama tanımıyordum. Hafız Kemal Bey’den önce talik yazısı meşk ederken, bir müddet sonra bir arkadaşımın israrı ile aynı zamanda mûsıkî ile uğraşmaya ve –ud değil- tanbur dersi almaya başladım. Hatta Kemal Hoca arkadaşım merhum mimar Fahri Toğuç’la bana bir müddet usulle bir çok eser de geçti. Doğrusu o kadar çok şeyle meşgul idim ki, her biri ortaklık kabul etmeyen sanat kollarıydı bunlar. Ama talik hattını Kemal Bey’in 1981’deki vefatına kadar -bazı aralıklarla- bir hayli yazdım. Hâfız Kemal Bey, yine Ekrem Hakkı Bey’in ifadesiyle söyleyeyim, “hâlis insan”dı. Samimi, çok dindar, şen, çok duygulu, büyük bir mûsıkî üstâdı, bestekâr, tanbûrî ve hattattı. Onunla geçen dersler aynı zamanda eğlenceli de olurdu. Bilhassa kendisi gibi bir tanbur hocası ve ustası ve çok mütevâzî bir şahsiyet olan olan hanımı Naime Batanay’ın yemekleri unutulmaz. Bu derslerde hocanın çocukluğunu, ilk mûsıkî dersine başlayışını, Sadedin Kaynak’la olan 31
Ş ehir
Bir çok kitabı süsleyen resimleriniz ve desenleriniz çok seviliyor. Naif bir tarzınız var. Resim çalışmalarınız ile ülkemizdeki resim anlayışı örtüşüyor mu? Teşekkür ederim ama ben ressam değilim. Fakat çok küçük yaşlarımdan itibaren resimle derinden alâka kurduğumu hatırlıyorum. Bu ilgimi babam, etrafım ve okuldaki hocalarım çok destekledi... Bildiğiniz gibi -veya bilmediğiniz- çok küçük yaşlarımdan itibaren resimli romanlar, kitap kapakları, kitap resimleri veya bazen de tablolar yaptım. Hâlâ zaman zaman resimle meşguliyetim devam ediyor.
Ekrem Hakkı Ayverdi
arkadaşlığını, büyük üstad Rauf Yekta Bey’e sanırım on altı yıl her hafta devam edişini, Çanakkale’deki askerliğini, bu sırada Mustafa Kemal Paşa ile tanışmasını bir çok defalar kendisinden dinlemişimdir. Çok şükür ki bunları Muhiddin Serin Bey yazdı. Bir defasında Kemal Hoca’nın yanında meşhur Yeraltı Câmii imamı Hafız Ali Efendi’ye de rastladım ve ondan bir eser de dinledim. Onlar hoş insanlardı. Sanki bir başka iklimden, bir başka uzak dünyadan kopup gelmişlerdi ve sanki etraflarında imanlarından, rûhâniyetlerinden birer hâle vardı gibi geliyor. Hepsine rahmet diliyorum. Şiir de yazmışsınız. Hatta Bayrak Şairimiz Arif Nihad Asya’dan şiir dersleri, aruz dersleri almışsınız. Şiire devam ediyor musunuz? Şiir mâceranızı ve Ârif Nihad Hocayı anlatır mısınız? Onun şiir dünyanızdaki tesiri nedir, başka hangi şairleri sevdiniz ve okudunuz? Aman efendim, buna şiir yazmak denmez. Ancak lise talebesi bir çocuğun basit ve olağan bir hevesi denebilir. Hemen herkes az veya çok o devreden geçmiştir zannederim. Ama Arif Nihat Asya’nın talebesi olma talihine şükrediyorum ve kendisine rahmet diliyorum. O çok renkli bir sîma idi. Ancak öğrencisi olmadan önce tanımıyordum. Halbuki, hakkında çok hikâyeler anlatılan, talebesi olmakla öğünülen birisi olduğunu sonradan öğrendik… Her hafta Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde ve başka bazı yerlerde şiir günleri olurdu. Bizler, liseden çıkıp kendi isteğimizle şiir dinlemeye giderdik. Şimdi bunlar inanılır gibi değil. Şiir benim dünyama çok küçükken girmiştir diyebilirim. Ama her ânımı şiirle dolduracak kadar değil. Şâir de olmadım. Babamın zaman zaman Mehmed Akif’den, Fuzûlî’den kıt’alar, beyitler okuduğunu hatırlıyorum. sayı//4// kasım 32
İstanbul’da ikamet ederken çok sık ev değiştirdiğinizi öğrendik. Kaç evde ve hangi semtlerde oturdunuz. Bu sık ev değiştirme arzusu İstanbul’u bütün semtleriyle tanıma iştiyakından mı doğdu? Buna sadece tesadüf denir. Siz meseleyi romantikleştiriyorsunuz. Nerede ev bulursam orada oturdum. Tercih gibi bir lüksümüz yoktu. İstanbula gelince, sanki bir rüyada gibiydim. Cebimde Ahmed Hamdi Tanpınar’ın Beş Sehir’iyle dolaşırdım. Bu kitabı o zaman Samiha Anne’nin yakın çevresinde olan aziz dostum, ağabeyim Özcan Ergiydiren vermişti. İstanbul’u gezmiyor, sanki içiyordum. Bazen eski taş duvarlara elimi huşu ile sürerdim. Sanki geçmiş zamanda yaşıyordum. Bu gün artık kaybolan İstanbul’dan bir parça daha fazlası vardı o zamanlar. Ama yine de Eski İstanbul’u, hiç değilse 1950’den öncesini tanımak isterdim. Merhum Ekrem Hakkı Bey mimarî çalışmalarını Osmanlı’nun kuruluşundan başlatmış ve Fatih devrine kadar getirmişti. Siz de II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerini ele alan mühim eserler kaleme aldınız. Kanuni devrinde sadece İstanbul’daki mimarî eserler üstünde durdunuz. İstanbul dışındaki eserlerle alakalı çalışmalarınız devam ediyor değil mi? Evet sizin de belirttiğiniz gibi, Daha Ekrem Bey’le çalışırken ona Fâtih devrinden sonrasını ve hattâ Kanûnî devrini yazmayı düşünüp düşünmediğini sorduğumda, düşünmediğini, artık onu da başkalarının, belki de devletin yapması gerektiğini söylemişti. Bunun üzerine, benim yazıp yazamıyacağımı sormuş ve ruhsat almıştım… Tabii her müşkülde ve her mes’elede yanımda bir müracaat mercii olarak bulunması beni çok rahatlatıyordu. O zamana kadar çizmiş, fakat yazmamıştım. Ama çok okuyordum, bilhassa târih. Böylece 1983’de basılarak Ekrem Bey’in dört cild olarak hazırladığı eserin beşincisi vermek nasip oldu. Kendisini bu sebeple de rahmetle anıyorum. Bu çalışma aynı zamanda Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın idaresinde bir doktora çalışmasına dönüştü. Kendisine de uzun ömür diliyorum. Daha da sonra ise, 1987’de İş
Bankası’nın Sanat Tarihi dalında Toplum ve İnsan Bilimleri Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Gelelim sualinizin ikinci kısmına. Aslına bakarsanız bu kadar zaman sonra geriye baktığım zaman, bana Kanûnî devrini yazmaya cür’et etmek, delilik gibi geliyor. Ekrem Bey’in niçin buna tevessül etmediğini daha iyi anlıyorum. Kanûnî devrini yazmak aslında Bayezid ve Yavuz’u yazarken kararlaştırılmıştı. Daha doğrusu böylece Mimar Sinan yazılacaktı. Ama Mimar Sinan’ın tâ II.Selim’e kadar varan uzun ve bereketli hayatı işi o kadar büyüttü ki, buna cesaret edemedim ve çalışmayı Kanûnî’nin ölümü ile bitirmeye karar verdim. Ekrem Hakkı Ayverdi ile ne zaman, nerede ve nasıl tanıştınız, tanışmanıza kimler vesile oldu? İlk görüşmede sizde nasıl bir intiba bıraktı? Ekrem Hakkı Bey’i İstanbul’da 1961’de evinde ziyaret ettim. Aynı gün Samiha Ayverdi Hanımefendi ile de tanıştım. Galiba nisan ayı başları idi, tam tarihini hatırlayamıyorum. Her ikisini de, bilhassa Sâmiha Ayverdi Hanımefendiyi daha önce söylediğim gibi 1952-53 lerden itibaren gıyâbî olarak tanıyor ve eserlerini okuyordum .O kitapları bana babam vermişti Ekrem Hakkı Ayverdi ilk görüşmemizde, heybetli, kır saçlı, fakat dinamik hali ile dikkatimi çekti. O sırada altmış yaşlarındaydı. Fakat bana asıl tesir eden, bir müzeye benzeyen küçük misafir odasının duvarlarında her biri birer üstat elinden çıkmış levhalar, bir köşede duran iki eski müzeyyen yay ve içi yazı takımları ile dolu büyük bir vitrin ve asıl önemlisi musafaha edişi idi. Daha sonra Ekrem Bey’in evinin bitişiğindeki küçük evinde 1966’ya kadar, yani askere gidinceye kadar onun kiracısı oldum. Böylece dört sene kadar çok yakın temasta idik. Daha sonra, -yani askerden ve 1970’de evlendikten sonra ve kaderin garip bir cilvesi denebilir belki de- o küçük evin yerine yapılan apartmanda 1972’den itibaren tekrar kiracısı oldum. Ve böylece de beraberliğimiz, vefatı târihi olan 1984 yılına kadar devam etti. Bir yandan da İstanbul Fetih Cemiyeti’nde 1968’den itibaren beraberdik. O cemiyet başkanı ben de genel sekreterdim. Önceleri onun verdiği rölöve krokilerini çizmekle başladım ve daha sonraki yıllarda hemen bütün diğer kitap hazırlıklarında, seyahatlerinde, çalışmalarında onun yardımcısı oldum. Evlerimizin yan yana oluşu ve hatta neredeyse hayatımı onun hayatına göre tanzim edişim birlikte çalışmamızı ve bir şeyler yapmamızı kolaylaştırdı ve daha verimli yaptı. Ekrem Hakkı Bey’le uzun yıllar birlikte çalıştınız, Türkiye’nin muhtelif şehirlerini ve yurtdışındaki Türk
şehirlerini beraber gezdiniz. Bir insan olarak hangi hususiyetlere sahipti? Nüktedanlığı, çalışkanlığı, gayreti ve çalışma disiplini, yakınlarına davranışı hakkında bize neler anlatmak istersiniz? Bariz vasıfları nelerdi? YÜKSEL: Ekrem Hakkı Bey, kendisi ile ilk görüşen için herhalde otoriter ve karizmatik bir şahsiyet olarak tezahür eder kanaatimce. Sizin de belirttiğiniz gibi aynı zamanda nüktedan, bazen da bir çocuk gibi şakacı, çok çalışkan ve gayretli ve çok tertipli ve intizamlıydı. Aynı zamanda da her şeyin kendi etrafında döndüğünü ve merkez olduğunu hissettiren bir şahsiyetle karşılaşırdınız. Bu bir yaradılış tabii. Aynı zamanda cömert ve bir aristokrat havasına ve yaşayışına rağmen mütevazı idi de. Bir gün birisi hakkında bahsedilirken ona bir iyilik yapamadığını hayıflanarak söylemişti. Aynı zamanda da çok aceleci idi. Ondan “vallahi müsta’celdir” sözünü sık sık duyardınız. İstediğinin hemen yapılmasını bekler ve bunu çok iyi takip ederdi. Ekrem Hakkı Bey bence birçok tarafıyla artık izi hemen hiç kalmamış İstanbul medeniyetinin son temsilcilerindendi. Bizler bugün artık o dünyayı ancak el yordamıyla hissedebiliyoruz gibi geliyor. Ekrem Hakkı Bey’in Osmanlı Devri Türk mimarisinde çok büyük hizmetleri olmuştur. Osmanlı’nın başlangıcından Fatih dönemine kadar, Fatih dönemi de dahil olmak kaydıyla son derece mühim eserler vücuda getirmiştir. Bütün çalışmalarına bir bütün halinde ve hülasa olarak baktığınızda neler görüyorsunuz? Türk mimarisine kazandırdıkları? Ekrem Hakkı Bey Osmanlı-Türk mimarisine ve sanatına hayrandı. Hatta onu dünyanın en büyük mimarisi ve sanatı olarak görürdü. Denebilir ki çalışmalarını yürütmesinde bu görüş en büyük muharrik kuvvet olmuştur. Bu mimari
Ekrem Hakkı Ayverdi
33
Ş ehir
araştırmak lüzumunu hissetti ve böylece de 1966’da neşredilen “Osmanlı Mimari Çağının Menşei-Osmanlı Mimarisinin İlk Devrini” yazdı. Ancak, daha önce yazılan “Fatih Devri Mimarisi” ile arasındaki boşluğu henüz doldurmaya karar vermemişti. Bunu ben hatırlarım. Çok büyük bir heyecanla ve şevkle bu kararı verdiği zaman sanki yeniden canlanmış ve âdeta gençleşmişti. Böylece arada eksik kalan devreyi, yani, Fatih devrine kadar olan bölümü tamamladı. Daha da sonra bilindiği gibi 1976’dan itibaren Avrupa’daki Osmanlı-Türk eserlerinin tetkiki çalışmaları başladı ki, onlar da 1982’de bitirildi ve İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından dört cilt halinde yayınlandı.
Ekrem Hakkı Ayverdi
ve sanat hakkında böyle bir teşhise ve neticeye varması, onun bir çok eser üzerinde yaptığı çeşitli restorasyonlar ve bu suretle tanıştığı ve derinliğine nüfuz ettiği milli sanatımız sayesinde olmuştur denebilir. Böylece o, çeşitli onarımlarla yapının kendisini ve yapıda görülen her türlü detay ve malzemeleri ve süslemeleri ve çeşitli üslûpları çok iyi tanımıştı. Daha doğrusu, bu restorasyonlar ve eski eserlerimizle böylesine haşir neşir olmak, onu doğuran felsefeyi, ruh dünyasını tanımasına ve ona nüfuz etmesine sebep olmuştur diyebiliriz. Esasen 1899’da doğan bu zat Osmanlı-Türk kültürünün bugün artık erişilemez zenginliği içinde büyümüştü. Bu çok önemlidir. Bu öyle bir vasat ve öyle bir topraktır ki, bizim sonradan şöyleböyle öğrenebildiğimiz bir çok şey, Ekrem Bey gibilerde zaten bilkuvve var gibiydi. Vefatından sonra herhangi bir müşkülüm olduğu zaman artık soracak ve bilgi alabilecek bir kimsenin kalmamasını idrak edişim ne hazindir. Sonuç olarak kısaca söylersek, Osmanlı-Türk mimari araştırmalarında Ekrem Hakkı Bey bir merhaledir diyebiliriz ve Semavi Eyice’nin de belirttiği gibi bu saha ona çok şey borçludur. Zira o zamana kadar Osmanlı sanatının varlığı bölük-pörçük ve hattâ başka sanatlar içinde mütalâa edilirken, Ekrem Bey bu sanatın varlığını ve orijinalitesini kuvvetli delillerle ortaya koymuştur diyebiliriz.. Evet. sizin de temas ettiğiniz gibi Ekrem Hakkı Bey, önce 1953’de Fâtih devrinde yapılan mimari eserleri tetkik etmişti. Bu çalışma, İstanbul’un 500. Fetih yılı kutlamaları çerçevesinde kaleme alınmıştı. Daha sonra, sanırım takribi 1956’lardan itibaren Osmanlı mimarisinin menşeini sayı//4// kasım 34
Bu çalışmalar Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk ve o günkü Yugoslavya’yı içine alıyordu. Bu bence çok önemlidir. Zira bu sayede Avrupa’da kalan varlığımızın genişliği ve büyüklüğü ortaya çıkmış, oralarda sadece kılıçla değil, kültür ve medeniyetle var olduğumuz delilleriyle ortaya konularak bir nevi medeniyet muhasebesi yapılmıştır. Zira bıraktığımız binlerce eserden ne kadar azının bugüne intikal ettiğini görmek ve bunu dünyaya göstermek doğu ve batı her iki kültür dünyası için de çok önemlidir. Bu yayınlar bir öncü olmuş ve Osmanlı Türkü’nün varlığı yeniden bir başka açıdan fark edilmiştir. Buna dayanarak bir çok gezi ve araştırma ve programlar ve filmler yapılmış, Türk’ün Avrupa’daki kültür izlerinin gündeme getirilme yolunda adımlar atılmıştır. Ekrem Hakkı Ayverdi, ömrü boyunca çok çalışmış ve milletine borcunu ziyadesiyle ödemiştir. Yaşadığı yıllarda kültür sanat camiasından büyük hürmet görmüştür. Muharrem Ergin, “İstanbul’daki Son Osmanlı Abidesi” derken Tahsin Banguoğlu “Kâmil adam” diyerek tavsif etmiştir. Onu “Rumeli Beylerbeyi”, “Mimarimizin Uç Beyi” olarak mütalaa edenler de olmuştur. Kendilerine 18 eylül 1981’de İstanbul Teknik Üniversitesi Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü tarafından Üstün Hizmet Mükafatı verildi. O merasim sırasında bir konuşma yapan Kâzım Çeçen,”Bu zatın ilim sahasında yaptıkları ve meydana getirdiği eserleri ancak bir enstitü yapabilirdi.” demiştir. Ekrem Hakkı Beyi yakından ve en iyi tanıyanlardan biri olarak sizin kanaatlerinizi alabilir miyiz? O toplantıda maalesef ben bulunamadım. O zevatın Ekrem hakkı Ayverdi için söyledikleri ve yazdıklarına ben de zaman zaman şahit oldum. Ekrem Bey’in bu millete borcunu ziyadesiyle ödemiş olduğunu söylerken de doğru söylediniz. Fakat ne yazıktır ki Ekrem Bey hemen hep restorasyonlar ve başka eserlerin yapımı ile uğraştı. Mimar olarak ise, “yegâne eserim” dediği ve bu
gün Merkez Efendi Kabristanı’nda bulunan Hz. Ken’an Türbesi’ni yapabildi. Yakın zamanlarda bu türbe benim tarafımdan yeniden tamir edilmiştir. Ekrem Hakkı Bey’in 1957’de Bağdad’a yapılacak olan câmi projesi ise oradaki hükûmet darbesi dolayısı ile proje safhasında kaldı. Fakat bence onun bu amelî mimarlık ve inşaatın dışında asıl hizmeti, Türk milletinin kültürüne yaptığı hizmet olduğu şüphesizdir. Ekrem Hakkı Bey devir devir Osmanlı mimari sanatını tetkik ederken bir çok yeni bilgilere erişti ve ortaya çıkardı. O bilgiler bugünkü sanat ve mimari târihi üzerinde çalışanlar için bir el kitabı olarak bu sahada ilk müracaat edilenlerin başında gelmektedir. Şunu da ilâve etmek gerekir ki o aynı zamanda bir kültür adamıydı, birikimleriyle birçok sahada bir senteze varmıştı. Tabii ki bu kadar büyük bir çalışmanın tek başına yapılması mümkün değildir. Ancak belli bir târihden itibaren teknik destek olarak mimari eserlerin ölçüm ve çizimlerini Y.Mimar Yusuf Ömürlü ve ben yapardım. Bizler, yani Yusuf Bey ve bendeniz ona üzerinde çalışacağı malzeme getirirdik. Onunla bir çok seyahate çıkmakla beraber, bazı eserleri onun namına, meselâ Bursa, Edirne, Çanakkale, Bergama vs. gibi yerlere giderek rölöve yapar, resimler ve bu suretle çalışmasını sağlardık. Daha önceki çalışmalarda oğlu Mimar Aligül Bey ve Y.Mimar Fatin Uluengin’in çizimleri vardır. Bazen bazı mütahassıslardan vesikaların okunması gibi hususlarda yardım aldığı da olmuştur. Aklıma gelenlerden Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden Mehmed Duru ve İstanbul Üniversitesindan Enver Meriçli Bey’leri söyliyebilirim. Dediğim gibi, bunlar işin teknik taraflarıdır. Organizasyon, toplama, tahlil ve terkip ve hüküm ve te’lif kendisine aittir. Seyahatlara çoğu zaman bizzat çıkar, eserleri yerinde görmeye önem verir ve hatta fotoğraflarını da kendisi çekerdi. Meselâ 1976’daki ilk Avrupa seyahatimizde o da vardı, ama ertesi yıl yapılan Yugoslavya seyahatine iştirak edemedi. Zira yaşı 77’ye varmıştı. Fakat, dediğim gibi bütün bunlardan sonra son söz sahibi tabii ki o idi. O hayatı boyunca çevresine, milletine, devletine ve sanata çok şeyler verdi. Bir ‘vâkıf’, bir mefkure insanı, bir dâvâ adamı idi. Böyle değerli şahsiyetler niçin kolay yetişmiyor? Zannediyorum himmeti bol insanların, sanatkâr gücü ve birikimi yanında manevi telkinlerle de nasiplenmiş ve beslenmiş olması gerekiyor. Bu konuyla alakalı olarak fikirlerinizden istifade etmek isteriz. Çok doğru söylediniz. O hakikaten milletini çok severdi. Yahya Kemal’in “Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizdenim / Dünya ve ahirette vatandaşlarım benim” beytini sıkça tekrarlardı. Terbiyesi altında bulunduğu büyük zât’a çok
bağlıydı. Bilgiyle mücehhez olduğu kadar imanlı idi de. Dini vecibelerini titizlikle yerine getirirdi. Dediğim gibi artık ortalıkta pek örneği kalmayan İstanbul’un madde ve mânanın âhenkli bir terkibi olan o yüksek şehir medeniyetinin, son ve nâdir örneklerindendi, diyebiliriz. Yaşayışı, davranışı, hizmet anlayışında hep bu kadîm medeniyetin inbikten geçirip süzdüğü vasıfları müşâhede ederdiniz. O insanların bir başka toprakta bir başka âlemde yetiştiğini ve artık o dünyanın bugün olmadığını veya pek uzaklarda, sisler arkasında kaldığını hüzünle hissetmemek mümkün değil. Böyle değerli şahsiyetlerin niçin kolay yetişmediğine gelince, sualin cevabı kendi içindedir. Evet, zaten kolay yetişmeyen bir şeyin, bugünki çorak zeminde yetişmesini beklemek yanlış olur. Zira, artık şehirlerimiz yüksek seviyede kültür merkezleri olmaktan çıkıp, köy veya kasaba mesâbesine inmiştir. Bunun gibi üniversitelerimiz, kütüphanelerimiz velhasıl eğitimimiz ve medyamız gibi henüz kıvama gelmemiş bir çok menfi sebep sayabiliriz. Ekrem Hakkı Ayverdi mükemmel bir araştırmacı ve titiz bir ilim adamı olmasının yanısıra aynı zamanda iyi bir teşkilâtçı olarak dikkat çekiyor. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul Enstitüsü, Yahya Kemal Enstitüsü, Kubbealtı Cemiyeti, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı gibi hayırlı ve köklü müesseselerin harcını ilk karanlardan olduğu gibi Aydınlar Ocağı, Türk Edebiyatı Cemiyeti gibi müesseselere de destek olmuştur. Bereketlenmiş bir ömür sahibi olarak çok hizmetin içinde bulunmuştur. Ben Allah’a olan sağlam inancı, inanmış kişiliği ve milletine olan sevdasının tezahürü olarak görüyorum bu çabayı. Ekrem Hakkı Bey’in bu inanılmaz gayretinin temelinde ne yatıyor? Ekrem hakkı Bey’in bu inanılmaz gibi görünen gayretinin temelinde sizin de belirttiğiniz gibi “Allah’a olan sağlam inancı ve milletine olan sevgisi” yatmaktadır. Bütün gayretinin bence, muharrik kuvveti budur. 1950’de kuruluşunda bulunduğu İstanbul Fetih Cemiyeti’nin 1960’lardan itibaren vefatına kadar başkanlığını yaptı. Hatta bu yüzden ona bazıları tarafından “Büyük Reis” de denilir. Bu cemiyete bağlı İstanbul Enstitüsü, Yahya Kemal Enstitüsü ve Müzesi Nihad Sami Banarlı ile onun eseridir denebilir. Daha sonra önce Kubbealtı Cemiyeti, daha sonra vakfa dönüşen Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat vakfı’nın kurucularından olduğu gibi, hemen bütün mal varlığını, bütün bir ömür biriktirdiği koleksiyonlarını -hat, tezhip, cild ve kumaş gibi çeşitli sanat eserlerini- ve kütüphanesini bu vakfa bağışladı. Bu bir yönüyle, milletin eserlerini yine milletin istifâdesine sunmak, bezletmek demektir. Yahut vakfın 35
Ş ehir
yakınlarında Hedi Ana Türbesi, yine Çeçenistan’da Kurçalov Köyü Câmisi, son olarak da İstanbul’da Seyyid Nizam Câmisi ve külliyesi. Bugün yapılan camiler hakkında şikâyetleriniz her kesim halk tarafından dile getiriliyor. Bu sahada tam bir karmaşa hüküm sürmekte. Halkın alışkanlığı olan câmi tipini devam ettirmek gayreti ile bu gün alaylı olarak yetişen kalfalar tarafından mümkün olduğu kadar eskiyi taklit eden kubbeli yapılar yapılmakta. Gerekli bilgi ve donanım yok, malzeme ve teknik değişmiş. Dahası bunun geleneği zaten yok olmuş durumda.
Fatih Camii
tarifinde olduğu gibi, Allah’ın malını yine onun kullarına tahsis etmektir. Dediğiniz gibi bundan başka Türk Edebiyatı Cemiyeti ve Aydınlar Ocağı ve başka kültür kuruluşlarıyla da teması vardı ve onlara destek olmaktaydı. Bazı camileri mimarimize ve sanat dünyamıza armağan ettiniz. Bugüne kadar projesini çizdiğiniz ve imzanızı taşıyan camilerin isimlerini sizden öğrenebilir miyiz? Cami mimarisi deyince şuurlu ve hassas vatandaşlarımızı hicrana sürükleyen bir durum var. Yeni yapılan camilerin bir kısmının mimarisi çok kötü. Nispetsiz, zevksiz, mânâsız ve estetikten mahrum mabetler yapılıyor. Bu elbette Mimar Sinan’ı yetiştirmiş büyük bir milletin evlatlarına yakışmıyor. Bu konuda ne gibi tedbirler alınmalıdır. Devlete, kuruluşlara, Diyanet camiasına ve vatandaşlara ne gibi mesuliyetler düşüyor? Geriye dönüp baktığımda pek fazla mimarlık eseri veremediğim görülüyor. Burada saymamız güç olan bazı ev ve konak ve tatil köyü, çeşme, kabir yapılar ve bazı restorasyonların ve yapılamıyan bazı cami ve külliye projelerinin dışında câmi olarak ilk önce 1987’de İstanbul Sirkeci’de tren istasyonu yanındaki Kara Mustafa Paşa Câmisi’ni yaptım. Daha sonra aynı proje kütüphane ve sebili ile birlikte Bahçelievler’deki Şehit Yaşar Musaoğlu Câmisi olarak yapıldı. Daha sonra İzmit’te İgsaş Câmisi tâdilâtı, Bayramoğlu Gesi Bağları, Ankara Eryaman Câmisi proje tâdilâtı, İstanbul Bahçeşehir Câmi ve küliyesi, Azerbaycan Bakü’de Şehidlik Câmisi ve Çeşmesi, Türkmenistan’da bir câmi, Alanya Oba Köyü Câmisi tâdilâtı, İst. Davud Paşa’da Davud Paşa Câmisi, Çeçenistan’da Grozni sayı//4// kasım 36
Klasik mimariyi bilen bazı kıymetli birkaç mimar ise aynı geleneği tekrar etmeğe çabalıyor. Çünkü yeni ve güzel ve değişik bir şey yapmak çok zor. Yeni bir üslûbun ve karakterin oluşması eski tâbirle “tekevvün”ü gerekli. Diğerleri ise “modern ve çağdaş” kelimelerinin arkasına sığınarak eski olan her şey kötüdür kanaati ve kararı ile uçuk, köksüz ve bir gelenek (tradisyonel) çizgisine bağlanmayan şahsiyetsiz binalar yapmakta. Bunu yapanlar, eskiye bağlılığın taklit ve tekrar olduğunu iddia ediyorlar. Onların yaptıkları yeni şeyler de günümüzde yapılan ve çağdaş yorum denilen diğerlerinin taklidi değil mi, diye sormak lazım. Burada mevzumuz olan Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bu hususta söylediği bir sözü hatırlıyorum. Sanırım, yeniyi yapmayı beceremiyenler buna kabiliyet kazanıncaya kadar eskiyi taklit etmelidir, gibi bir yorumda bulunurdu Ekrem Hakkı Bey. İşin asıl hazin tarafı hiç bir üniversitemizin mimarlık fakültelerinde millî mimari, kısır restorasyon ve basit sanat tarihi dersleri dışında öğretilmiyor. Onlar da şöyle böyle. İnanabiliyor musunuz, her yıl yüzlerce câmi yapılan bu ülkenin hiçbir üniversitesinde, öğrenciye ders veya proje ödevi veya bitirme projesi olarak hiç bir zaman bir câmi veya herhangi bir mâbed konu olarak verilmemektedir. Ben bilmiyorum. Mimar olarak üniversiteden çıkan genç, kendi atalarının yaptıkları hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediği gibi diğer kültür eserlerini de lâyıkı ile bilmiyor. Hatta daha da ileri gidebilirim, bir çok mimarlık öğrencisi İstanbul gibi iki büyük medeniyetin eserlerinin harman olduğu bir yerde olduğu halde târihî binaları mimar gözüyle görmeden mezun oluyor. Bunu bilerek söylüyorum. Tabii ki daha sonra karşısına böyle bir fırsat çıkınca ne yapabilir. Böylece iş, iyi yetişmemiş değil tamamen cahil kalfalara ve bu işi hiç bilmeyen mimar ve mühendislere kalıyor ve gözlerimizi ve gönüllerimizi rahatsız eden bir sürü ucûbe ortaya çıkıyor.
Bunun farkında olan bazı devlet kuruluşları bilhassa Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir çare aramakta olduğunu ve bu yolda sempozyumlar düzenlediğini ve hatta tip projeler yaptırdığını biliyoruz. Ortaya iyi projeler çıksa da bu sefer ortaya iki faktör daha ilâve oluyor: Biri uygulama, diğeri de para. Neticede karşımıza eski ile yeniyi mezcetmiş ve bir senteze varmış kültür ve bilgi, iyi yetişmiş uygulayıcı bir kalfa ve mimar kadrosu ve gerekli finansman ihtiyaç olarak çıkıyor. Ben bu hususta bilhassa eski klasik mimariyi, klasik inşaatı ve onun ortaya koymuş olduğu çözümleri iyi bilmenin yeni bir şeyler yapmanın anahtarı olduğu kanaatini taşıyorum. Bu hususta daha çok şey söylenebilir, ancak bu kadarla iktifa edelim. Şehrimiz ve mimarimiz ve Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi ile ilgili aydınlatıcı fikirlerinizi okuyucularımızla paylaştığınız için çok teşekkür ederim efendim. MİMARİMİZE ADANMIŞ BİR HAYAT Mimar Dr. İ.Aydın Yüksel1939’da Erzurum Oltu’da doğdu. 1966’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Süsleme Sanatı Yüksek Kısmı, İç Mimarlık Bölümünü’nden mezun oldu. 1975’de Yüksek Mimarlık bölümünü tamamladı.1979-1983 seneleri arasında İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümünde Prof. Dr. Oktay Aslanapa yönetiminde “II Bayezit-Yavuz Selim Devri Mimari Eserleri ve Türk Mimarisinin Gelişmesi” isimli tez çalışmasını tamamlayarak, Doktor unvanını aldı. 1961-1966 ve 1968-1974 seneleri arasında Ekrem Hakkı Ayverdi ile birlikte başlangıcından itibaren Fatih devri sonuna kadar Türk Mimarisinin araştırılmasında rölöve çalışmaları ve çizimleri, telifi ve neşredilmesi projesinde çalıştı. Daha sonra, 1975-1983 yılları arasında yine Ekrem Hakkı Ayverdi ile beraber Avrupa’da bulunan Osmanlı Mimari eserlerini tetkik, telif ve neşretti. 1966’dan itibaren yurt içi ve yurt dışında proje, kontrollük ve uygulamalarda bulundu. Mimar Sinan üniversitesi Mimarlık Fakültesi Yapı Bilgisi Ana Sanat Dalında emekli öğretim görevlisidir. İngilizce bilen Aydın Yüksel, Marmara üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Semahat Yüksel ile evli olup, iki çocuk babasıdır. ESERLERİ 1980’den itibaren çeşitli dergi, kitap ve ansiklopedilerde çok sayıda makale, araştırma ve madde telif etti. Uzun yıllar hizmet ettiği ve Başkanlığını yaptığı İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları arasında 2012 yılında neşredilen İ. Aydın Yüksel’e Armağan’da bir çok kıymetli makale bulunuyor. 37
YERALTI CAMİİ İMAMI
ÜSKÜDARLI ALİ EFENDİ
Merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın mesela Konya, Niğde, Karaman, Erzurum hakkında kaleme aldığı tuğla gibi şehir kitapları, birer bilgi ve belge hazinesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu hacimli eserler sayesinde biz o şehirlerin camileri, çeşmeleri, medreseleri, tekkeleri, dergâhları, kiliseleri, havraları, sarnıçları ve daha başka tarihi ve mimari eserleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Dursun GÜRLEK
aşta Ayvansaraylı Hüseyin Efendi’nin Hadikatü’l-Cevami isimli kıymetli kitabı olmak üzere daha birçok eserin İstanbul camileri hakkında bilgiler verdiğini biliyoruz. Bazı selatin camileri hakkında hazırlanan geniş kapsamlı araştırma eserlerinin dışında, diğer kaynaklarda verilen bilgilerden ibaret olduğunu görüyoruz. İstanbul camileri hakkında eser hazırlayan zat eğer mimarsa ve mesleğinde de iddia sahibiyse, verdiği bilgilerle elbette ki faydalı oluyor. Ama itiraf edelim ki bu bilgiler, o mabedin sadece sanat tarihini ilgilendiren yönüne münhasır kalıyor, mabetle ilgili diğer hususlar eksik bir şekilde karşımıza çıkıyor. Durum böyle olunca, eserleri de dar bir kesimin dışında başka kimsenin dikkatini çekmiyor. İstanbul camilerini bütün özellikleriyle ve olanca güzellikleriyle anlatmak elbette ki öyle kolay bir iş değil. Böyle her manasıyla renkli eserler kaleme alabilmek için tarih bilgisi, mimarlık bilgisi, kültürel zenginlik, şehir terbiyesi ve tabii ki büyük bir aşk ve şevk gerekiyor. Bunlar benzeri ve daha bir takım özellikler olmadan yazılan kitaplardan, yayımlanan makalelerden ve broşürlerden de –elbette- bilgiler elde edebilirsiniz. Ama unutmayalım ki, bu tarz kitapların vereceği bilgiler, yarı tok, yarı aç bir adamın rast gele hazırlanmış bir yemeği yerken alacağı lezzete benzer. Bilmem ki buna “lezzet” demek mümkün olur mu? Sayıları az da olsa böyle mükemmel eserler hazırlayan, ruh dünyalarındaki güzellikleri yazdıkları kitaplara yansıtan kalem erbabının varlığı öteden beri biliniyor. Zaten biz, yazar, müellif, mimar, bestekâr deyince böyle dört başı mamur eser veren şahsiyetleri kastediyoruz. Tufeyliler hakkında görüş beyan etmeyi gereksiz görüyoruz. Sözün burasında, lafı uzatıp durma, birkaç örnek ver dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eyvallah! Hemen iki isim söyleyebilirim. İbrahim Hakkı Konyalı ve Ekrem Hakkı Ayverdi. İsterseniz önce birincisinden başlayalım: SÜTUNLARDAKİ YAZILAR Merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın mesela Konya, Niğde, Karaman, Erzurum hakkında kaleme aldığı tuğla gibi şehir kitapları, birer bilgi ve belge hazinesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu hacimli eserler sayesinde biz o şehirlerin camileri, çeşmeleri, medreseleri, tekkeleri, dergâhları, kiliseleri, havraları, sarnıçları ve daha başka tarihi ve mimari eserleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Mesela merhumun iki ciltlik Üsküdar Tarihi tam bir hazine olarak karşımıza çıkıyor. Müellifimiz, diğer bir ifadeyle müverrihimiz bu eserinde sadece
sayı//4// kasım 38
kuru bilgiler vermekle yetinmiyor, Üsküdar’daki dini ve mimari eserleri en ince ayrıntılarına varıncaya kadar tanıtıyor. Mesela Mihrimah Sultan Camii’yle ilgili bölümü okurken hem Mihrimah Sultan, hem Rüstem Paşa, hem de son cemaat mahallindeki zarif kabrinde yatan oğlu Osman Bey hakkında malumat sahibi oluyorsunuz. Ayrıca başka hiçbir kaynakta göremeyeceğiniz bilgilere burada rastlıyorsunuz. Mesela üstat, iç avludaki sütunlar hakkında bilgi verirken, bunlardan bazılarında not kabilinden bazı yazıların bulunduğunu belirtiyor, diyor ki: “Son cemaat yerinin solundaki sütunun tunç bileziğine güzel bir nesih ile şöyle bir beyit yazılmıştır: ‘Maişet (rızık) için gönlü yaralı olma! Rızık ancak kerim olan Allah’ındır?” “Yine soldaki sütunların birisinin üzerine şunlar kazılmıştır. ‘Elçiler Şah’a giderler, Muharrem’in ikisinde 1070’ Sultan Dördüncü Mehmet zamanında, 1070 Muharreminin ikinci günü İran şahına elçiler gönderildiğini gösteren bu kayıt tarihini kaynaklar doğrulamaktadır. Evliya Çelebi, Evkaf tarafından mühim olayları, cami, türbe, gibi önemli abidelerin tunç bileziklerine kazımaya memur edilmiş adamlar bulunduğunu yazar. Süleymaniye’nin, Şehzadebaşı Camii’nin, ve daha başka camilerin tunç bileziklerine yangınlar, şehzade ve sultanların evlenmeleri, sultanların ölümleri gibi mühim olayların kazıldıklarını tesbit ettik.” Şurasını da belirtmek isterim ki, İbrahim Hakkı Konyalı, başta camiler olmak üzere, tarihi eserlere ait kitabeleri en doğru okuyan tarihçi olarak da biliniyor. YAHYA KEMAL BEYATLI - EKREM HAKKI AYVERDİ DOSTLUĞU Ekrem Hakkı Ayverdi’ye gelince, yukarıda da belirttiğim gibi bu büyük mimarımız da mesleğinin ehli olarak biliniyor. Merhum, Osmanlı selatin camilerinden birini tanıtırken sadece kuru bilgiler vermekle yetinmez, mabedin maddi portresinin yanı sıra manevi portresini de çizerdi. Özellikle Fatih Camii hakkında yaptığı ciddi araştırma ve bu konuda verdiği orijinal bilgiler onun hem ihtisasının, hem ihatasının ne kadar geniş olduğunu bize gösteriyor. Fatih Devri Mimarisi bu sahada kaleme alınan eserlerin en önemlilerinden biridir, hatta birincisidir dersek, bir gerçeği dile getirmiş oluruz. Sayın Özcan Ergiydiren Bey’in anlattığına göre, Ekrem Hakkı Bey, bir gün Emirgan’daki ünlü Çınaraltı isimli çay bahçesinde büyük şairimiz Yahya Kemal ile karşılaşıyor. Yahya Kemal,
dikkatli ve rikkatli bir gözle etrafı temaşa eden Ekrem Hakkı Bey’i göstererek, “Bu karşı sahilleri içercesine seyreden adam kim?” diye soruyor. “Mimardır, daha çok eski eserleri tamir eder.” cevabını alıyor, fakat şair bu cevabı pek önemsemiyor. Çünkü Yahya Kemal, tamir esnasında yapılan tahrifleri ve “kör kazma”nın tarihi eserlerimize verdiği zararları çok iyi bilmektedir. Ancak, Kendi Gök Kubbemiz’in altındaki “Aziz İstanbul”a olan hayranlığıyla bilinen ve tanınan Yahya Kemal Bey’e yanında bulunanlar, efendim Ekrem Hakkı Bey öyle sıradan bir mimar değildir, o kadar ki eski eserleri tamir ederken, onları öpercesine, okşarcasına tamir eder. Eski eserleri, eskimeyen bir sevgiyle kucaklamasını biliyor. Onlara ecdat yadigârları gözüyle bakar. İşte o günden itibaren Yahya Kemal Beyatlı-Ekrem Hakkı Ayverdi dostluğu başlar. Ve bu dostluğun neticesi olarak “İstanbul Enstitüsü”nün bünyesinde bir de Yahya Kemal müzesi kurulur. CAMİLER ANSİKLOPEDİSİ Efendim bu mukaddimeyi, Karaköy’deki Yeraltı Camii’ne getirmek için yaptım. Sizin de bildiğiniz gibi bu cami de, diğer Osmanlı mabetleri gibi birçok tarihi özelliğe sahip bulunuyor. En başta, içindeki üç sahabe türbesi, adı geçen camiyi önemli bir ziyaretgâh haline getiriyor. Makam
39
Ş ehir
külliyata imza atarsa, kendimiz yapmış gibi sevinir ve büyük bir mutluluk duyarız.
Yeraltı Camii içi
olarak da kabul edilen bu sahabî türbeleri, bir kere daha belirtelim ki, Yeraltı Camii’ni ayrı bir cazibe haline getiriyor. Yine erbabının bildiği gibi Yeraltı Camii’nin asıl adı Kurşunlu Mahzen’di. İstanbul’un fethi için gelen İslam orduları, kış mevsimiyle birlikte memleketlerine dönecekleri zaman, orduya ait mühimmat ve techizatı, içine yerleştirip kapısına da kurşun döktükleri için bu ismi almıştı. Bu mabedi ilgi odağı haline getiren sebeplerden biri de Üsküdarlı Ali Efendi’dir. Uzun yıllar bu camide görev yapan Üsküdari Ali Efendi, Osmanlıdan cumhuriyete intikal eden nev’i şahsına mahsus bir imamdı. Adı, Yeraltı Camisi ile özdeş hale gelmişti. Zaten nerede oturuyorsunuz diye soranlara, “Yeraltında ikamet ediyorum!” diye espriyle cevap verirdi. İşte yazının başında da ifade etiğim gibi, İstanbul camileri, anlı-şanlı imamlarıyla, müezzinleriyle, hatipleriyle anlatılırsa, hazirelerinde yatan önemli şahsiyetler hakkında bilgiler verilirse, işte o zaman, konuyla ilgili dört başı mamur eserler kaleme alınmış olur. Yoksa turist rehberi mahiyetinde kaleme alınan derme çatma kitapçıklar, bizim idealimizdeki eserler değildir. Zamanım olsaydı ve bu hususta yeterli bilgiye sahip olduğuma kanaat getirseydim –kaba çizgilerle de olsa planını çizdiğim- böyle efradını cami, ağyarını mani bir “Camiler Ansiklopedisi” hazırlamak isterdim. İnşallah hem ilim, hem irfan, hem de himmet sahibi bir kimse böyle bir sayı//4// kasım 40
NECİP FAZIL HASSASİYETİ Müsaadenizle sözü yine Yeraltı Camii imamı Üsküdarlı Ali Efendi’ye getirmek istiyorum. 9 Ağustos 2013 yılına ait Ramazan bayramının ikinci günü, birkaç arkadaşla üstat Sezai Karakoç’u ziyaret ettik. Abdullah Işıklar Bey ve diğer bazı dostlar da oradaydı. Aksaray’daki mekânında gerçekleştirdiğimiz bu ziyaret sırasında bir takım yeni bilgiler de öğrendik. Sezai Bey, sohbet esnasında bir ara sözü Necip Fazıl ile işte bu Yeraltı Camii imamı Üsküdarlı Ali Efendi’ye getirdi. Biz, Necip Fazıl Bey’le, 1960’lı yılların başında, Cuma namazları için devamlı Yeraltı Camii’ne giderdik. Necip Fazıl Bey, Erenköy’deki evinden kalkar, Cuma namazını özellikle bu camide kılmak için gelirdi. Çünkü Ali Efendi’ye, imamlık görevini bizzat Sultan İkinci Abdülhamit Han vermişti. Üstat, işte böyle bir inceliğe dikkat ediyordu, dedi. Ne yalan söyleyeyim bunu ben de bilmiyordum ve o gün Sezai Bey’den öğrenince hem Necip Fazıl’a, hem Ali Efendi’ye olan muhabbetim daha da ziyadeleşti. Bu muhabbete biraz daha katkıda bulunmak için ben de merhum Nezih Uzel Bey’in “Batan Güneşler Yeraltı Camii İmamı Hafız Ali Efendi” başlığıyla yayınladığı ilgi çekici ve bilgi verici bir yazıyı –teberrüken- sizlere naklediyorum: Sahabe kabirlerinin nurlandırdığı mabet Nezih Bey diyor ki: “Osmanlı-Türk kültürü içinde yetişmiş bir büyük insanı daha kaybettik. Dünyamızdan bir direk daha yıkıldı gitti. Ali Hoca göçtü. Fani âleme veda etti. En son demlere kadar hayat dolu, canlı ve her an tecellilere mazhar olur gibi bakan gözleri kapandı, söndü. İstanbul’un Galata semtinde, eski Kurşunlu Mahzen’e yolları düşenler yahut Sahabe-i Kiram’dan Amr İbnü’l-As, İbn-i Huşeyre ve Süfyan bin Uyeyne hazretlerini nurlu kabirlerinde ziyaret etmek isteyenler, şimdi Yeraltı Camii olarak kullanılan yapıya beş altı basamak merdivenden inerek dâhil olurlar. Necatibey Caddesi tarafından girildiğinde ilk ziyaret sağ taraftadır. İkincisi biraz ileride sağa sola doğru açılan bir hacet penceresinin arkasındadır. Cami, eski bir Bizans mahzeni olduğu için tavanı basık tonozludur. Kalın istinat direkleri arasından her taraf rahatlıkla görülmez. Ziyaretleri tamamlayan Müslüman kişi, minbere doğru ilerlediğinde derinden derine tatlı bir Kur’an sesi ile karşılaşacaktır. Bu ses, tam 67 yıldan beri bu camide yankılarla yükselen, coşan, taşan Ali Hoca’nın sesidir. Ali Hoca’nın yarım yüzyılı aşan hizmeti şimdi artık sona
ermiştir. Yıllardan beri kulaklarımızda çınlayan o ilahi ses, gönlümüzü dolduran huşu, yerini bir başka kaynağa terk ederek ebediyete aktı gitti. Hak kelamını Ali Hoca’nın ağzından dinledik. Kur’an’ımızı en ulvi şekliyle ondan duyduk, ondan hissettik. Gözlerimizde yaş, içimizde heyecan oldu. Bize kitabımızı en güzel sunuşla sundu, Ali Hoca… Hafız Osman hattı ne ise, Rakım’ın kalemi ne ise, Ali Hoca’nın Kur’an okuyuşu da o idi. Hiç şüphesiz Ali Hoca birbirine kan kardeş olan cümle Osmanlı-Türk sanat ve ruh dünyasının bir rüknü, bir parçasıydı. Dünyamızdan bir direk daha yıkıldı derken gerçeklere aykırı konuşmuyoruz.
şehrinde bir cami yaptırmıştı. Caminin açılışı için İstanbul’dan hocalar istedi. Bu iş için hey’et-i vekile (bakanlar kurulu) toplantıda, Ali Hoca gitsin dediler. Evkaf Nazırı Hayri Efendi, kararın ilgili zevata bildirilmesine memur edilmişti. Ali Hoca razı oldu, yanına birkaç kişi daha alarak harekete hazırlandığı sırada, “Halife namına hutbe okuyacağım, hani benim vekaletnamem’ dedi. Saraya telefon edip başmabeyinciye haber verdiler. Sultan Reşad’dan vekalatname alındı. Hoca Efendi bunları anlatırken harcırahını almak için sadarete (başbakanlığa) gittiği gün Mahmut Şevket Paşa’nın vurulduğunu söylerdi.
ÜSKÜDAR AĞZI Hafız Ali Efendi son yıllarda ‘Reisü’l-Kurra (hafızlar reisi)’ unvanını fiilen iktisap etmişti. Ülkemizde isim yapmış pek çok hafız onun rahle-i tedrisinden geçmiş, Hoca Efendi’den feyz almışlardı. Artık kimsenin bilmediği eski bir tarz olan Üsküdar ağzı ile Kur’an okuyordu. Bugün bu konuyu duymuş olan dahi yoktur. Ali Efendi bir ömür boyu hafızasında taşıdığı Kitabullah’ın azametini her an yüreğinde duyan ve o mesuliyetle uykuları kaçan bir kişiydi. Vakarlı, fakat kibirli değildi. Dehrin çirkinliklerine karşı alaycı, fakat yıkıcı değildi. Her şeye tecelli gözüyle bakıyordu. Koskoca bir ruh ve iman dünyasının gözleri önünde yıkılıp gittiğini görmüş, ‘Allah’ın emri’ demişti. Boynunu bükmüş, kendi dünyasında kendi kendisiyle halleşerek yaşamaya karar vermişti. Hayattan şikâyeti yoktu. Bunu edep dışı sayardı. Fakat bütün eski arkadaşlarının bir bir fani âleme veda edip çekilmeleri ona pek ağır geliyordu. Belki tek ve teselli kabul etmez derdi buydu. Konuşacak kimsesi kalmamıştı. Ali Hoca’nın… Camide ikide bir yaşını sorarlardı. ‘Söylemem, bereketi kaçar’ diye gülerek cevap verir, fakat içten içe kızardı. ‘Hala yaşıyor bu adam’ diye mırıldandıklarını duyar gibi oluyorum” derdi. Yaradan Ali Efendi’ye gerçekten uzun bir ömür lütfetmişti, üstelik hiçbir düşkünlüğe uğratmadan… Efendi 1301 doğumluydu. Yeraltı Camii’ne otuz yaşlarında gelmiş olmalıydı. Eskileri anlattıkça insanın tüyleri diken diken oluyordu. Her şeyi sanki dün gibi söylemeye başlar, sözünü bitirdiği zaman hayretten ağzınız bir karış açık kalırdı. ‘Üsküdar’a indim, deniz buzla kaplıydı. Mahmut Şevket Paşa’nın çatanası iskeleye yanaşmış kımıldayamıyordu’ diye söze başlamıştı bir gün, bu söylediği tam altmış yıl öncesine dayanıyordu. Ali Hoca, zamana tasarruf ediyor, adeta onu durduruyordu.
Ali Hoca’ya Romanya’da fevkalade hürmet gösterilmiş, caminin açılışında kral ve kraliçe hazır bulunmuşlar, hatta kraliçe Ali Efendi’ye bizzat yol göstererek kendi makamına oturtmuş. Namaz kılındıktan sonra kral ve kraliçe, yer gösterildiği halde oturmayarak ayakta durmuşlar, ellerini kavuşturup merasimin bitmesini beklemişler, sonra başta Ali Efendi olmak üzere hoca efendileri alıp saraya götürmüşler. Büyük salonun ortasında sadece bir kadife koltuk görünmekte imiş. Hocayı oraya buyur etmişler. Hoca Efendi kralın, Kur’an okumasını arzu ettiğini hissetmiş, bir sayfa kadar okumuş. Duayı yapıp Fatiha’yı çekince bir altın tepsi içinde murassa bir nişan getirerek Hoca’nın boynuna takmışlar.
KIRALIN VE KIRALİÇENİN SAYGI DUYDUĞU HOCA EFENDİ Romanya’da kırallık rejiminin bulunduğu sıralarda, Romanya Kıralı Karol, Köstence
Hoca Efendi’ye bütün bunları zar zor anlattırabilmişizdir. Hiçbir zaman öğünmeyi sevmezdi. Kral Karol’un verdiği nişanı başkalarından öğrenip Hoca’ya öyle sorduk.
Yeraltı Camii içinde Sahabe sandukaları
41
Ş ehir
Yeraltı Camii’nde Sahabe sandukaları
Kaç defasında bizi atlattı, sonunda dayanamayıp anlatmak zorunda kaldı. Romanya’da kendisine gösterilen hürmeti ve hüsn-i kabulü yine de tam olarak anlatmış olduğu kanaatinde değilim. DOĞMA BÜYÜME İSTANBULLU Ali Efendi Üsküdarlıydı, zaten aynı soyadını taşıyordu. Doğma büyüme bir İstanbulluydu. Tahsilini devrinde “Ravza-i Terakki” adı ile anılan Üsküdar rüşdiyesinde tamamlamış, bu sırada hıfzını ikmal etmişti. Ravza-i Terakki mektebinin o sıralarda pek ünlü olduğunu, ekabir ve eşraftan kimselerin çocuklarının bu mektepte okuduklarını anlatırdı. Muharrir Burhan Felek’le burada beraber okumuşlardı. Ancak Hoca Efendi, Burhan Felek’in vefasızlığından yakınır, kendisini aramadığını söylerdi. Ali Hoca Kur’an okurken aşırı musiki hevesine kapılarak ince nağmeler aramanın aleyhindeydi. Kur’an’ın mutlaka sakin okunmasını isterdi. ‘Kur’an tabii olarak okunmalıdır, şuradan şuraya geçeyim, şu nağmeyi yapayım, şu makamda karar kılayım dediniz mi Kur’an’ın güzelliği bozulur’ derdi. Bir gün Duhanizade’den bahsederken bu konunun üzerinde fazlasıyla durmuş, zamanımızda Kur’an okurken fazla nağme yapan, makam arayan hafızlara şiddetle hücum etmişti. Duhanizade’nin okuduğu Kur’an’ı tabii olarak süslediğini anlatıyordu. Makam aramadığını, makamların kendiliğinden gelerek hafızın ağzından inci taneleri gibi döküldüğünü söylüyordu. Bir arkadaşımız sordu: - Hoca Efendi, şimdi böyle okuyan yok mu? Ali efendi’nin cevabı kesin ve acımasızdı: - Hayır yok. GERÇEK MUSİKİ-GECEKONDU MUSİKİSİ Bir büyük devrin, gösterişsiz ve muhteşem bir çağın insanı ancak böyle konuşabilirdi. Ali Efendi’nin yetiştiği çağlarda eski İslam sanatları
sayı//4// kasım 42
henüz asaletini koruyordu, bozulmamışlardı, musiki de bunların arasındaydı. O devrin insanları musikiyi bir ilahi nağmeler demeti olarak görür, öylece dinlerlerdi. Eğlence müziği de yok değildi. Fakat onun yanında insanı tefekküre götüren, içinde yüksek duygular uyandıran, yücelten musiki vardı. Şimdi bu musiki unutulmuş, geriye sadece eğlence musikisi kalmıştır. Bize klasik müzik diye dinlettikleri, o muazzam sanat ve ruh mirasından arta kalan birkaç kırıntıdır. Onu da bölük pörçük hale getiriyorlar, en az yirmi dakika sürecek dört mısralık bir besteyi beş dakikaya sığdırarak tek mısra ile işi kapatıyorlar. Ali Hoca, bu işi de bilirdi. Merak etmiş, künhüne vakıf olmuştu. Eski üstatlardan söz açarken şöyle diyordu. ‘Bunlar musikiyi yutmuş adamlardı, tatlı okuyuşları vardı, okumasından istifade edilecek kimselerdi. Bunlar rast gele bağırmazlardı. Sözleri anlaşılır, nağmeleri zevk verirdi.’ Burada dikkat buyurulsun: Efendi ‘İstifade edilecek’ tabirini kullanıyor. Demek ki musiki kendisinden istifade edilmesi gereken bir şeymiş. Bugün bu atmosfer içinde hangimiz musikiyi böylece düşünüyor, ondan istifade etmeye kalkıyoruz?.. Hiç birimiz… Devrimiz insanı için musiki sadece bir gönül eğlencesi, hatta bazıları için rakı mezesidir. İşin aslı herhalde bu değildir. Musiki bunun için icat edilmemiştir. Böyle olmadığını üstatlarımızdan öğrenmiş bulunuyoruz. Ali Efendi, ‘o canım besteleri okumazlar da, şimdiki şakırtılı, saçma sapan havaları okurlar…’ diyordu. Gerçekten bugünün gecekondu musikisi Efendi’ye ‘saçma’ geliyordu. Ama ne çare, halkın musiki zevkini yükseltmek için elli yıldan beri hiçbir şey yapılmamıştı. Bu kendisine söylendiği zaman olgun bir eda ile başını sallar, ‘Doğru!’ derdi. Geçmiş devirlerde en yüksek noktasına kadar ulaştırılmış bu sanat dalından bugün de faydalanmak mümkündür, ama bu nasıl olacak? Zevk, anlayış, kültür yönünden geçmiş musikimizin canlı bir örneği olan Ali Hoca’dan ne kadar istifade edebildik ki? Zaman geçiyor, ara açılıyor ve biz kendi milletimizin tecrübelerinden faydalanamıyoruz. Ne yazık!.. SEÇKİN DİNLEYİCİLER TOPLULUĞU Hoca Efendi, ‘Eskiden okuyanlar, korka korka okurlardı’ diyor. Bunun sebebi olarak dinleyiciler arasında âlim, fazıl, musiki ilmine aşina kimselerin bulunduğunu ileri sürüyordu. Bir sene gazeteler ilan etmiş, Şehzadebaşı’nda eski Sokrat Eczahanesi’nin bulunduğu sokakta eski bir paşa konağında musiki icra edilecek diye… Aylardan Ramazan; fasıl yatsı namazından sonra başlayacak, sahura kadar sürecekmiş. Devrin tanınmış hanende ve sazendeleri fasla iştirak edeceklermiş. Kemani Memduh, Karakaş, Kanuni
Şemsi, Kanuni Ama Ali Bey, Udi İbrahim v.s. Ali Hoca da faslı anlatırken Kanuni Ama Ali Bey’in üzerinde fazla durur, hayatında ondan başka kanuni dinelemediğini, öyle bir zevk görmediğini, duymadığını, ilave ederdi. Eski paşa konağından fasıl pek parlak olmuş, lakin dinleyiciler gerçekten seçme imişler; Şura-yı Devlet azaları, müsteşarlar, devlet büyükleri, musikiden anlayan paşalar, ekabir, eazım hep toplanmışlar. Bu yüzden sazende ve hanendeler de bir başka türlü çalıp söylemişler, o gece. Konak’taki musiki faslının dedikodusu günlerce İstanbul içinde çınlamış durmuş. Böyle bir dinleyici kitlesini bugün bulmak zordur. Musikiyi bu şekilde anlayıp böylece istifade etmeyi düşünecek kimseler artık toplumumuzda yer almıyor. Musikiyi cemiyetin diğer faaliyetleri ile birlikte düşünecek olursak, ortada görülen eksikliğe hayret etmemek gerekecektir. Musiki bir ruh meselesidir, ruhun en tabii ihtiyacı ve tezahürüdür. Şimdi hangi ruhu ele alalım ki, onun tezahürü aradığımız musiki olsun. Ali Efendi gerçekten bir ölçüydü. Onun dinlediği şeyleri dinler, onun aradığı manevi havaya kulak verirdiniz. O zaman insanın içinde yeni yeni kapılar açılıyordu. Yepyeni ve aradığımız bir dünyanın insanı oluveriyorduk. Ruh ve beden münasebetleri belki böylece en ulvi noktaya erişiyor, bize lütfedilmiş şu beden varlığını en iyi, en yüksek, en sadık şekilde kendi istifademize sunuyorduk. Ruhumuz da, canlıydı, bedenimiz de. Dünyamızı da biliyor, ukbamızı da anlamaya başlıyorduk. SEN NASIL HESAP VERECEKSİN? Yeraltı Camii imamı Hafız Ali Efendi, sık sık Üsküdar’da Sultantepesi’nde Özbekler Tekkesi’ne gelirdi. Şeyh Necmettin Efendi ile pek sevişirlerdi. Arada yaş farkı olmasına rağmen Ali Efendi, şeyhe makamından dolayı saygı gösterir, hatırını kırmazdı. Tekkeye mutlaka yaya çıkardı. Arabaya binmezdi. ‘Tekkeye gelirken zahmet çekmeli’ derdi. Şeyhin pişirdiği yorgunluk kahvesine uzanırken bir gün, ‘Şeyhim, sen kimyasın!’ demişti. Bu sözü o zaman anlayamamıştım. Kimyanın hayat, yahut hayatın kimya olduğunu öğreninceye kadar cahilliğim devam etti. Efendiden her an yeni bir şey öğreniyorduk. Her kelimesinde ilim ve hikmet vardı. Hadiselerin hikmetli yanlarını bulur, kimsenin farkına varmadığı noktaları yakalar çıkarırdı. Fevkalade ileri bir zekası, en az onun kadar güçlü bir hafızası vardı. Mizah duygusu keskindi. Latifeyi zamanında yapar, yerine oturturdu. Şimdi halkın “espri” adını taktığı Anglo-Sakson-Latin mizah zevki ile hiç bağdaşmayan, derin şark tefekkürüne dayalı nükteleri anında bulup çıkarmada üstattı.
Bir lokantada birlikte yemek yemiştik. Ayağa kalkacağım sırada seslendi: - Nereye? - Hesap vereceğim. - Ah evladım, sen nasıl hesap vereceksin ki? Doğru, acaba günahlarımızın hesabını nasıl verebilecektik? Lokanta hesabından büyük Hesap Günü’nün tedaisi, ince bir şark latifesi halinde bana öylesine büyük ve öylesine gerçek yüzü ile görünmüştü ki, titremiştim. Hoca Efendi hem latife yapıyor, hem insanı irşad ediyordu. Yazları cumadan sonra Emirgan’a çay içmeye gider, vapurla dönerdik. Boğaz’ın yeşil yamaçlarına dalar, sularda oynaşan beyaz köpükleri seyrederdi. Yaradan’a bağlı olduğu kadar, yaratıklara da hayranlık besliyordu. Ahiretini ve dünyasını birlikte mamur etmeye çalışıyordu. Hoca Efendi zevkli insandı, deryadil insandı, rind insandı, ruh neşesi taşıyan insandı. Bütün bildiklerini, öğrendiklerini, bu vasıflarından dolayı kazanmıştı. Güzel olan, yüce olan, ulvi olan her şeye yakındı. Küçüklükten, basitlikten hoşlanmazdı. Hayata gözlerini kapayıncaya kadar 67 yıl hizmet gördüğü Allah evinden ayrılmadı. Gördüğü zaman insana tekrar tekrar maşallah dedirtecek kadar dinç ve canlıydı. Yine öyle kafamızdaki Ali Hoca silinir mi hiç? Hak, garîk-i rahmet eylesin Ali Efendi’yi”
Üsküdar Özbekler Tekkesi
43
Ş ehir
debiyat, medeniyetten beslenir. Medeniyetten beslenmeyen edebiyat ise kalıcı olamaz. İbni Haldun”Suyun suya benzediği kadar geçmiş geleceğe benzer” diyor ya geçmişin zengin sofrasından beslenen kuşaklar, gelecek için daha hazırlıklı, daha tedbirli oldukları söylenebilir.
CEMİL MERİÇ’TE
ŞİİR ŞEHİR VE KÜLTÜR
Doğu ile batıyı birbirinden ayıran en belirgin özelliği Cemil Meriç Mağaradakiler eserinde şu ifadeyi kullanır; “Avrupa’da kültürün aracı akıl, Asya’da coşkudur. Aklın dili söz, coşkunun musiki. Avrupa’da söz musikiden kopmuştur. Asya’da ise musikinin kendisidir. Avrupa zekânın vatanı, Asya gönlün. Zekanın dili Nesir, gönlün şiirdir. Avrupa’da şiir düşüncenin emrindedir, bizde düşünce şiirin emrinde, şiirin yani musikinin.” Recep GARİP
Medeniyeti güncel olan edebiyat yaşar. Çağdaş dünya ile yarışmadığı düşünülen felsefenin babası Aristo’nun ülkesi Yunanistan, Hindistan ve İslam medeniyetleri yer altı çağlayanları gibi toplumları etkilemeyi sürdürüyor. Denilebilir ki İslam medeniyeti doğu ve batı kültür ve edebiyatını, sanatını hala etkilemeyi sürdürmektedir. Endülüs’ün oluşturduğu kültür, sanat, edebiyat ve medeniyet birikimi bu gün batının üzerinde oturduğu kültür ve sanattın kendisidir. Batı medeniyetinden bahsedilebilecekse bunu Endülüs’e borçludur. Büyük Cihan Devleti Osmanlı’nın bize bıraktığı coğrafyaya İrfan coğrafyası denilebilir. İrfan her zaman bize ait bir kelimedir. İrfan kültürünün geleneksel dokusunda Kıyas ve saz âşıklığı öne çıkar. Birisi ilmiyye sınıfının yani medresenin diğeri halkın sözcüsünün dilidir. Bu nedenledir ki doğu ile batıyı birbirinden ayıran en belirgin özelliği Cemil Meriç Mağaradakiler eserinde şu ifadeyi kullanır; “Avrupa’da kültürün aracı akıl, Asya’da coşkudur. Aklın dili söz, coşkunun musiki. Avrupa’da söz musikiden kopmuştur. Asya’da ise musikinin kendisidir. Avrupa zekânın vatanı, Asya gönlün. Zekanın dili Nesir, gönlün şiirdir. Avrupa’da şiir düşüncenin emrindedir, bizde düşünce şiirin emrinde, şiirin yani musikinin.” SORGULAYAN DÜŞÜNÜR Cemil Meriç, insanı sorgulayan ve sorgulamayı öğreten bir düşünürdür. Gençlik yıllarında şiir yazsa da sonraları deneme ve düşünce yazıları ağırlık kazanmıştır. Şiirle musikiyi asla birbirinden ayrı düşünmez Cemil Meriç. Edebiyatımızın, sanatımızın insanla örtüştüğünü ve bir medeniyet oluşturduğunu söyler. Din medeniyetten, din insandan ve din sanat, edebiyat ve şiirden asla ayrılmaz. Düşünce, fikir, felsefe toplumun atan nabzıdır. Bu nedenledir ki medeniyetimizin sözcülüğünü edebiyatçılar yapmıştır. Tanzimat’la başlayan hareketliliği, fikir akımlarını edebiyatçılarımızın topraklarımıza, coğrafyamıza ve insanımıza taşıdığını göz ardı edemeyiz. Tanzimat ayrışmayı getirmiştir. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık varsa, tartışılmış ve tartışılıyorsa bunun edebiyatçılarla şekillendiğini
sayı//4// kasım 44
de ifade etmeliyiz. Bu ayrışma yalnızca bize has bir ayrışma değil bütün ülkelerde şöyle ya da böyle var olan bir ayrışmayı, çözülmeyi getirmiştir. Yeni akımlar, söylemler ortaya konulmuştur. DOĞU VARLIKTAN BATI YOKLUKTAN İLHAM ALIR Kültürden İrfana’da şöyle yazar; “Sartre, bütün inkâr ve isyanına rağmen Hıristiyanlık anlayışından kendini kurtaramaz, Camus, hayat üzerine kafa yorarken, kısır döngü içinde gördüğü dünyayı intiharla aşmaya çabalarken Antik Yunan mitolojisinden faydalanır. Örneğin Sisyphos efsanesinden hareketle Veba’yı yazmıştır. Dostoyevski, inanabileceği bir tanrı aramıştır her zaman ama bulamadığından insanı yüceltmiş, tanrıyı icat etme yoluna gitmiştir. Tolstoy bir ömür ruhunu dindirmek için din düşüncesi içinde bocalarken, Hıristiyanlıktan kopamamıştır... Batı insanının/medeniyetinin dünyayı ayağa kaldıran çığlığıdır Nietzsche... Goethe’nin Faust’taki arayışı sorgulayan zihniyetini temsil ederken Doğu-Batı Divanı’yla ancak dingin ruha sahip olabilmiştir. Shakespeare, olmak ya da olmamak arasında Hamlet’in şahsında Batı insanını ortaya koyar; “Danimarka çürümüştür!” diye başlar oyununa... Batı’da edebiyat ilhamını boşluk ve yokluktan, Doğu’da ise varlıktan alır... “Kültürden çok irfanla uğraşmak istiyorum. İrfan, Batı intelijansiyanın ‘Gnoz’ (gnose) adını verdiği ‘ilm-i Ledün’dü. Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek. Yarı ilham, yarı seziş. Cedlerimiz, ilâhi esrarın heybeti karşısında, ‘Sübhane ma arefnâke hakka marifetik, ya Maruf’ diye çırpınıyorlardı.” Mağaradakiler’de şiirle ilgili şu ifadeleri kullanır; “Şiirle musiki bir elmanın iki yarısı. Musiki müphem, daha dalgalı, şiir daha aydınlık, daha düşünce. Musiki saf, şiir karışık. Mananın ahenkle izdivacı. Şiir de mukaddesin emrindedir, musiki gibi. Avrupa’da şiir düşüncenin emrindedir, biz de düşünce şiirin emrinde yani musikinin.” …“Divan şiiri bahtiyar çağların sesiydi” diye yazar. Ümit Meriç, “Babam Cemil Meriç”, eserinin 75. sayfasında “Bütün peygamberler Doğu’dan gelmiştir. Güneşin Doğu’dan doğduğu hakikati kadar, insanlığı fikren ve ruhen aydınlatan ışığın da ilahî menşee dayalı olarak Doğu’dan geldiği âşikardır. Ancak, günümüz İslâm dünyası modernizmin ve maddeten terakki etmiş Batı’nın tahakkümü altındadır. Bu durum karşısında İslâm aydını, Abbasiler döneminde Yunan ve İran düşüncesini İslâmî özelliklerle kaynaştırarak benimsemesi olayı gibi bugün de kültürel bir devrim arzusu yerine, kendi irfanını Batı’nın bilim ve tekniği ile kaynaştırmasını bilmeli, Doğu’da ve Batı’da hiçbir kötülük ihtiva etmeyen gerçek medeniyeti ihya etmelidir. “ Cemil Meriç, “Işık
Doğudan Gelir” eserinde “İslâm medeniyeti de yekpâre bir bütün, İslâm dünyası, Hicret’ten bu yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış, fakat aslî cevherini büyük bir titizlikle korumuştur. Bu medeniyetin dayandığı mukaddes kitaplar, milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm’ın “Muhitü’l Maarif”i Kur’an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir.” ŞİİR BİR İMAN SANATIDIR Cemil Meriç eleştiriyi “sanat” olarak değerlendirdiği için kendi kuşağının hemen hemen bütün şairlerini yok sayacak düzeyde eleştirir. Bir tek Nazım Hikmet için “..şiirin kapısını düşünceye açan adamdır” der. Aynı yerde devamla “sosyalizm batıda görülen, doğuda gerçekleşen veya gerçekleştiği vehmedilen bir rüya” olduğunu söyleyerek “hem şiirde hem düşüncede müceddit. Fikret’in Osmanlıcası, Osmanlıcanın Kemali. Yahya Kemal kuğunun son şarkısı” diye belirtir. Aslında Cemil Meriç’e göre şiir bitmiştir. Son şair Nazım Hikmet’tir. Bu kadar şiire ve şairlere yüklense de “Şiir, bir iman sanatıdır” diye söylemekten de geri kalmaz. Kültürden İrfan’a 235. sayfada; “Hamid’in şiiri, üç kıtaya ferman dinleten bir imparatorluğun sesidir. Büyük ırmaklar gibi coşkun ve bulanık.” Aynı eserin 229. sayfasında ise; “Düşünce tarihimizin faciası, birbirini anlamak, birbirini tamamlamak için yaratılmış aydınların bütün güçlerini birbirini yıkmaya harcamaları olmuştur. Muallim Naci ile Recaizade’yi kanlı bıçaklı düşman yapan bir fikir ihtilâfı mı idi? Hayır, mânâsız bir
Ümit Meriç, “Babam Cemil Meriç”, eserinin 75. sayfasında “Bütün peygamberler Doğu’dan gelmiştir. Güneşin Doğu’dan doğduğu hakikati kadar, insanlığı fikren ve ruhen aydınlatan ışığın da ilahî menşee dayalı olarak Doğu’dan geldiği âşikardır. Ancak, günümüz İslâm dünyası modernizmin ve maddeten terakki etmiş Batı’nın tahakkümü altındadır.
45
Ş ehir
yaşanmış veya yaşanmamış hatıraların halelediği azametli bir ülke”dir. Genel itibariyle şairlere acıyarak onlar için ciddi eleştiri cümleleri kullanır; Jurnal’in 2. kitabının sayfalarında şairleri yerden yere vurur. Orhan Veli’yi “zavallı” bulur onun dışında ele alınacak şair de bulamaz. Salah Birsel ‘i “yumuşak, hazımkar, renksiz, kokusuz bir şair taslağı”,Behçet Necatiğil ile Oktay Rıfat için ise; “Necatigil’i hiçbir zaman ciddiye alamam. Oktay, hep kendisi kaldı belki de bütün o cavalacozlar içinde en donuk, en cansız, en karanlık muhallebi çocuğu” diye ifade etmektedir.
gurur sürtüşmesi... Fikret’le Akif’in anlaşmazlığı ise; “Fikret, fildişi kulesine mahpus, yüzde yüz ferdiyetçi bir sağ, Akif, damarlarında tarihin nabzı atan bir halk çocuğu, Batı’nın anladığı manada tam bir sol”dur. Talihsizliğe bakın ki, Fikret solun, Akif de sağın bayrağı yapılmıştır.” Aslında Tevfik Fikret’le Mehmet Akif Ersoy’dan asla vaz geçmeyen Meriç iki düşman kardeş diye niteleyerek Kültürden İrfan’a 225. Sayfada; “Her iki şair de ülkemizin barındırdığı milyonlarca “ecsad” arasında ihtişamla parlayan temiz birer nasiyedir” diyerek onlara iltifat ve itibar eder ki onları önemser ve sever. Tevfik Fikret’i “küçük burjuva, anarşist”, Mehmet Akif’i “sömürgeciliğe bütün gönlü ile düşman, ilerici ve samimi, insaf ve vicdan sahibi “tam bir asrısaadet Müslüman’ı” dese de az kalsın sosyalist bir düşünce adamı demek üzeredir. Yahya Kemal eskinin, yani Osmanlı’nın muhteşemliğini ifade ettiği için “kuğunun son şarkısı” olduğunu söylemektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da görmezlikten gelmez lakin Necip Fazıl’ı kıyasladığı bütün şairlerde bir gölge remzi düşürür. “Necip Fazıl Mütefekkir değildir. Necip Fazıl şairdir ve şiir tarafı büyüktür. Yani bir Yahya Kemal’le bir Mehmet Akif’le kıyas edilebilir. 1946 yılında yayınladığı “Şiir ve Rüya” yazısında “Rüya, şuur altında dalgalanan amellerin ördüğü fani bir füsun kaşanesi... Şiir, esrarlı iştiyakların
sayı//4// kasım 46
Cemil Meriç, gençlik yılları dışında yalnızca şiir çevirileri yapmıştır. Ya Türk şiirinin içinde bulunduğu durumu en yüksek perdeden eleştirerek onun üstünde, ötesinde şiir yazmayı denemediği içindir ya da ustaca kitaplarının arasına serpiştirdiği şiirlerin zamanı geldiğinde birileri tarafından aranıp bulunması ve ortaya konulması içindir. Bir üçüncüsü de eleştirdiklerinin üstünde şiir yazmadığındandır. Kendi ifadesiyle “şiir bir iman sanatıdır”, “şiir bir hümâdır”. Yine de Namık Kemal, Abdulhak Hamit, Muallim Naci, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Yahya kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet ayrıcalıklıdır, idealleri, yönelişleri ve toplumsal tavırları vardır. Bu Ülke de şöyle bir metin vardır. Metin dikkatlice okunduğunda şiir olduğu kuşkusuzdur. Şiirin adını “Kelime” diyebiliriz; Kelime Senin yıldızların kelimeler Söyle raks etsinler Alev saçlarıyla Sonsuz bahçesinde hayallerinin Kelime, ormanda uyuyan dilber Şair, uzaklardan gelen şehzade Öyle seveceksin ki kelimeleri Sana yetecekler Yıldız Tanrıya yetmez mi? Kelimeler, benim suda ki gölgem Okşayamam onları Öpemem Güzel kelime Dualarda muhterem Gönülden gönüle köprü Asırdan asıra merdiven Kelime kendimi seyrettiğim dere Kelime sonsuz Kelime adem. Bir başka şiirinde ise şöyle seslenir;
“Acı, hassasiyetini kabuklaştırıyor insanın Ölmek galiba bu Ayrılığa alışmış gibiyim Tevekkül, teslimiyet Ve heyecanların gün geçtikçe kararan pırıltısı... Alışkanlıkların insanı pestile çeviren çarkı Artık yanarak değil, tüterek yaşıyorum. Nemli bir tomar gibi Kanatlarım her gün bir parça daha ağırlaşıyor Galiba ihtiyarlıyorum...” Ayaklı kütüphane, irfan sahibi bir entelektüel olan Cemil Merici, “İç gözü görsün diye Allah’ın dış gözünü kapattığı adam” diye tanımlıyordu Necip Fazıl. “Tanrı beşerin en büyük keşfi. Mağarasında meçhul kuvvetlere yalvaran uzak ceddimiz, feza çağının zındığından daha mı az bahtiyardı? Hangi ilmi hakikat bir kabile dininin nass’larından daha sıcak, daha doyurucu? İnanmayanların, inananlara sataşmaları kıskançlıklarındandır. Mü’minlerin saadetini gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalı”dır diyordu. Mağaradakiler 190. sayfada; “Avrupa aydınları, aydaki nehirlerin derinliğini ölçebilir de Meriç’i tanımazlar” diyerek hem Meriç ırmağını hem de kendisini kastetmiş olmalıdır. Büyük Cihan Devleti diye ifade ettiği Osmanlı kültürüne, irfanına, anlayışına, bıraktıklarına sonuna kadar bağlı kalan Meriç; “Batıda insan ezeli bir kavga içindedir. Ferdin fertle, ferdin toplumla ve Tabiatla kavgası... Kelimeler ideolojilerin emrinde birer dinamit. Rahip, toprak kölelerini kelimelerle zincirler.” Peygamberi efendimiz kölesi Zeyd’e Ey oğulcuğum, besmele çek ve önünden ye diye hitap eder. Kuran’sa “Ya büneyye” diye başlatır ayeti. İbrahim peygamber oğlu İsmail’e ey oğulcuğum diye hitap etmeyi öğretir.
görülüyor. Meleklerin secdesinden bahseden ayetlerde “beşer” kelimesi yerine “adem” kelimesi kullanılmıştır. “Beşer” kelimesi, insanın dış yönüne, bedenine işaret eder.”Adem” ise, iç, öz, ruh anlamlarına gelir. Düşünce de ruhun fonksiyonlarından birisidir. İnsan, ruhunu önemsediği zaman düşünceye ulaşacaktır. Descartes’in dediği gibi “düşünen insan vardır, düşünmeyen insan var da sayılmaz.” “ Harflerini değiştirenler, düşüncelerinin hücrelerini değiştirmişlerdir” diye ekler. Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi şairler uysallaştırmıştır. Bu Ülke’nin bir sayfasından şöyle seslenir; “Bu günkü düz yazı’nın (nesirnazım) ne edebiyatla münasebeti var, ne haysiyetle; bed, cıvık, yüzsüz. Kelimeler, ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastaları gibi konuşuyor.” Yine “Bu Ülke” de ; “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, haysiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.” İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekayı zirvelere kanatlandıran, beşeriyi ilahi ile kutsileştiren, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi. İslam insanı parçalamaz. İrfan, kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim. Batının kültüründe bu zenginlik, bu ihtişam, bu hayata istikamet veriş yok.
Cemil Meriç, bilgi ve hakikate susamış, hayatını hakikate adamış, bütün nefesini doğru bilgiye ulaşmak için harcamış bir entelektüeldi. Bu duygularını, hislerini şöyle ifade ediyordu; “Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin. İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek. Türk insanını, Türk insanından ayıran tüm duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak bir köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü..”
Büyük Cihan Devleti Osmanlı ve devamı olan ülkemizin ruh köklerinde var olan İlim ve İrfanla edebiyatımız, şiirimiz hayatı anlamlı kılmaya İslam’ın pörsümez yeniliğiyle aydınlanmaya ve aydınlatmaya devam edecek. Cemil Meriç’i bu duygularla bize açtığı İrfan sofrasından rahmetle ve şükranla selamlıyorum.
DİLİ ŞAİRLER UYSALLAŞTIRIR Cemil Meriç, bilgi ve hakikate susamış, hayatını hakikate adamış, bütün nefesini doğru bilgiye ulaşmak için harcamış bir entelektüeldi. Bu duygularını, hislerini şöyle ifade ediyordu; “Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin. İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek. Türk insanını, Türk insanından ayıran tüm duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak bir köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü...” Ömrünce Batı kültürünün “ajan”lığını yapan aydınlarla savaşmıştır. Hazreti Adem’in yaratılışıyla ilgili ayetler incelendiğinde meleklerin Hz. Adem’deki “ruh”a secde ettikleri 47
Ş ehir
BEŞ BİN YIL ÖNCENİN ŞEHRİNE KISA BİR YOLCULUK On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren başlatılan ve halen devam ettirilen kazılar neticesinde bölgede eski dünyanın önemli ticaret merkezlerinden ‘Kaniş-Karum’ diye bilinen şehir ortaya çıkarıldı. Günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce Kuzey Mezopotamyalı Asurlu tüccarların, Anadolu’da kurdukları, aşağı yukarı yüz elli sene süren ticari münasebetler döneminde, Anadolu’da yaşayan insanlar Mezopotamya’nın uygarlığına açılmış, onlardan yazıyı öğrenmiş, kültür seviyelerini yükseltmişlerdir. Anadolu’nun en eski, yazılı belgeleri olan ve Kültepe’de ortaya çıkarılan tabletler, Kaniş, Karum’un Anadolu’daki bu ticaret sisteminin başşehri ve aynı zamanda Kaniş Krallığının da merkezi olduğunu ortaya koymaktadır. Muhsin İlyas SUBAŞI
sayı//4// kasım 48
eş bin yıl önceyi, hatta altı bin yıl, belki de yedi bin yıl önceyi yaşamak mümkün mü? Zor belki, ama imkânsız değil. İşte misali. Bir vesileyle, Kayseri’de medeniyetin ilk ayak izlerinin bulunduğu ve “Kültepe” denilen bölgedeki tarihi adıyla “Kaniş-Karum”u, yani belki de insanlığın ilk şehir devletlerinden birisinin merkezini bir grup arkadaşla ziyaret ettik. “Kültepe Kayseri’nin 20 km doğusunda bulunan, ‘Karaev’ olarak da bilinen ‘Karahöyük’ köyünün yakınındaki eski bir yerleşim yeri. Kültepe, yerlilerin oturduğu ve ‘Kaniş’ olarak bilinen höyükten, diğeri aşağı şehir veya Asurlu tüccarların yerleştiği ‘Karum’ alanından meydana gelmiştir. Höyüğün çapı 500 m. ova seviyesinden yüksekliği 20 metredir. Tepeyi dört yanından aşağı şehir, Karum çevirmiştir. Karum üç yönünde düz ova şeklinde görülmekle beraber doğu yönü ova seviyesinden 1.5-2 metrelik bir yüksekliğe sahiptir. Karum, Eski Assur dilinde ‘liman’ demekti. MÖ 3000’den beri Mezopotamya kentlerinin nehir kenarında -özellikle Fırat- büyük birer limanı vardı ve tüm ticari faaliyetler, değiş-tokuşlar, satışlar burada yapılırdı. Zamanla ‘Karum’ kelimesi; ‘yoğun ticaret faaliyetlerinin yapıldığı bölge’, ‘pazaryeri’ anlamına gelmeye başladı. İşte bu isim Kayseri’deki Kaniş’in bitişiğinde oluşturulan ticaret merkezine de böylece ad oldu. Çapı 2 kilometreyi bulan Kaniş ise kuvvetli bir sur ile çevrilidir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren başlatılan ve halen devam ettirilen kazılar neticesinde bölgede eski dünyanın önemli ticaret merkezlerinden ‘Kaniş-Karum’ diye bilinen şehir ortaya çıkarıldı. Günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce Kuzey Mezopotamyalı Asurlu tüccarların, Anadolu’da kurdukları, aşağı yukarı yüz elli sene süren ticari münasebetler döneminde, Anadolu’da yaşayan insanlar Mezopotamya’nın uygarlığına açılmış, onlardan yazıyı öğrenmiş, kültür seviyelerini yükseltmişlerdir. Ortaya çıkanlar eski Asur dilinde yazılmış çivi yazılı tabletler, Anadolu ile Asurlular arasındaki ticari faaliyetler hakkında bilgi vermektedir. Anadolu’nun en eski, yazılı belgeleri olan ve Kültepe’de ortaya çıkarılan tabletler, Kaniş, Karum’un Anadolu’daki bu ticaret sisteminin başşehri ve aynı zamanda Kaniş Krallığının da merkezi olduğunu ortaya koymaktadır. Kaniş-Karum’un birbirinden taş döşeli sokaklarla ayrılan küçük mahalleleri tam planlarıyla ortaya çıkarılmıştır. Yapılan çalışmalar neticesinde eski dünyanın ayrı dilleri konuşan iki ülkesinin temsilcilerinin bu şehirlerde yan yana yaşadıkları, onların tam planlarıyla korunmuş evleri, arşivleri,
atölyeleri, depoları, dükkânları ortaya çıkarıldı. Geniş teşkilatlı evlerin çoğunda ofis, oturma odaları, arşiv ve depolar birbirinden ayrılmıştır. Her iki şehir de yangınla tahrip edilmiş, bu felaketten sonra insanlar ancak canlarını kurtarabilmişler, yangına dayanıklı bütün eşyaları zamanımıza terk etmişlerdir. KÜLTEPE’DE İLK SİSTEMLİ KAZILAR Hitit ve Roma dönemlerinde de önemli bir merkez olma özelliğini koruyan Kaniş-Karum civarında yapılan kazılarda çok sayıda çanak çömlek kalıntıları, taşınabilir banyo küvetleri, taş sanduka mezarlarda değerli taş ve metallerden yapılmış takılar, mızrak ucu, balta gibi tunç silahlar, terazi ağırlıkları da çıkarılmıştır. Taş kalıplara dökülerek yapılmış kurşun tanrı figürleri ve üç boyutlu oturan kadın figürleri, kabartma figürlerle bezeli ortostat parçaları ve Helenistik dönemden önemli bir buluntu çıkmayan Kültepe’de, Roma dönemine ait çanak çömleğin yanı sıra ithal kaplar da bulunmuştur. Kültepe’yi 1881’de ilk kez ziyaret eden Th. G. Pinches, ilk kazıyı (1893-1894) yürüten ise Ernest Chantre’dir. Onu 1906’da H. Winckler ve H. Grothe’nin yine Tepe’de yürüttükleri kısa süreli kazılar izlemiştir. B. Hrozny 1925’de önce Tepe, sonra ilk defa, Karum’da kazmıştır. Karum’da açığa çıkardığı 1000 tablet bu yazılı belgelerin esas kaynağının Tepe’de değil, aşağı şehirde yani Karum’da olduğunu göstermiştir. (Kayseri Taşınmaz Kültür Varlıkları Envanteri, c. 1,s. 1. Kayseri Büyükşehir Belediyesi Yayını, Ankara 2006) Kültepe’de ilk sistemli kazılar Prof. Dr. Tahsin Özgüç tarafından 1948 yılında, Türk Tarih Kurumu adına başlatılmış olup, kendisinin 2005 yılındaki vefatına kadar sürdürülmüştür. Onun ölümünden sonra burasının sorumluluğunu öğrencisi Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu üstlenmiştir. Prof. Dr. Tahsin Özgüç, yaptığı kazı sonuçlarını hemen yaptığı yayınlarla bilim âlemine sunarak Türk arkeolojisine çok önemli katkılarda bulunmuştur. O’nun yaptığı yayınlar, sadece Anadolu tarihini değil, ama aynı zamanda Ön Asya tarihinin aydınlatılmasını sağlamıştır. Kültepe’de Aşağı Şehir/Karum alanında yapılan kazılar her yıl sürekli olarak gerçekleştirilirken, 1955’de başlanan sitadel/ Kaniş/Tepe kazıları ise aralıklı olarak 1983 yılına kadar sürdürülmüş, bir süre ara verildikten sonra günümüzde tekrar bu tepeye dönülerek çalışmalar devam ettirilmektedir. Kaniş/Tepe’de sürdürülen kazılarda, beş ayrı
kültür çağına ait 18 yapı katı belirlenmiş olup, en erken yerleşim Eski Tunç Çağı I.’e tarihlenmektedir. Kültepe’de hem Kaniş hem de Karum alanında tespit edilen en geç dönem kalıntıları ve buluntuları Selçuklu dönemine aittir. Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev sikkesi (H. 639) Karum’da satıh toprağının altında bulunmuştur Ancak, Kültepe/Kaniş, varlığını ve adını, günümüzden yaklaşık beş asır öncesine kadar korumuştur.” Böylesine zengin bir tarihi okuya sahip alana girdiğiniz andan itibaren, Kanişli insanların yüzlerce yıllık maceralarını adeta okumaya başlıyorsunuz. Burada zaman, geriye doğru size, sizin meraklı bakışlarınıza, hayretli tecessüslerinize sarılarak akıp gidiyor… TARİHİN İLK SÖZLEŞMELERİ Üst üste birçok medeniyetin kalıntılarının katmanlarını gezerken, bazı yerde umutların geniş ufkunda beş bin yıl önceki insanın duygularıyla yıkanıyorsunuz: Sıcak bir el, evinin köşesindeki küpten ağzı açık hayvan figürüyle yapılmış toprak bir bardakla size şarap sunmak istiyor. Bir yere varıyorsunuz, taştan yapılmış bir kral hanımının heykeli saygıyla elindeki elmayı uzatıyor size. Bir odanın köşesinde buğdayı una çevirmek için taştan yapılmış el değirmeninde yaşlı bir kadının teri damlıyor yüreğinize… Bir köşede bütün hatları en ince detaylarına kadar işlenmiş bir boğa heykeli, bölgenin uğur getiren sembolü olarak bakıyor gözünüzün içine… Kerpiç’i Anadolu’nun değişmez alınyazısının anıtı olarak burada
Asurlu kral ve kraliçelerin kabartma figürleriyle zenginleştirilmiş toprak zarflar içerisindeki bir tableti alıyorsunuz, tarihin ilk sözleşmelerini anlatıyor size. Bir başkası kiradan bahsediyor, öbürü yapılan evliliklerin anlaşmasından, bir kenarda sessizce duran kırık bir tablet, bir gelinin kaynanasından çektiklerini kocasına anlattığı dramı fısıldıyor size.
49
Ş ehir
Hitit güneş kursu
Her tablette, beş ya da altı bin yıl önceki bu Anadolu ve Hitit insanının alınyazısını alıp kendi kaderinizle karşılaştırabilirsiniz. O dönemde de, manevi sığınma alanı olarak yaratıcı vardı. Belki ona “Allah” dememişlerdi ama “Tanrı” kavramı etkindi. Çünkü saraylardan daha geniş alanları mabet olarak inşa etmişlerdi. Hititler “Teşup” adını verdikleri fırtına tanrısını baş tanrı ve onun eşi, güneş tanrıçası “Arinna”yı yardımcısı olarak tanımalarına rağmen, sayısı bine ulaşan bir tanrılar zinciriyle kendilerini manevi bir kuşatma altında tutmuşlardı. Kral, ülkesini bu tanrı adına yönetmektedir. “Taş kalıplara dökülerek yapılmış kurşun tanrı figürleri”, belki de yeniden tapınanı olur diye bir köşede öyle sessiz ve sakin bir şekilde uzatılacak eli bekliyor…
sayı//4// kasım 50
görmeniz şaşırtmıyor sizi: Bazı yerde dün yapılmış gibi taptaze üst üste sıralanmış halde gülerek karşılıyor, bazı yerlerde geçirdiği baskında çıkan yangınlarla yanıp taşlaşmış haliyle… Güvenliğini yaslandığı komşu evin duvarının sıcaklığında arayan birbirine girmiş odalar içinde bazen bir sevincin kahkahalarını, bazen bir korkunun ürkekliğini, bazen dayanılmaz bir acının gözyaşını, bazen bir kavuşmanın heyecanını yaşayarak her adımda ayrı bir duygu atmosferine giriyorsunuz… Asurlu kral ve kraliçelerin kabartma figürleriyle zenginleştirilmiş toprak zarflar içerisindeki bir tableti alıyorsunuz, tarihin ilk sözleşmelerini anlatıyor size. Bir başkası kiradan bahsediyor, öbürü yapılan evliliklerin anlaşmasından, bir kenarda sessizce duran kırık bir tablet, bir gelinin kaynanasından çektiklerini kocasına anlattığı dramı fısıldıyor size. Kaç eşek, at, katır ya da deve katarıyla taşındı bilmiyoruz ama bir başka tablet tam 27 bin kilo yünün hesaplarını getiriyor önünüze… Anadolu’dan çıkarılan altın, gümüş, bakır ve kalayın önemini dillendiriyor. Kumaş getirip, maden götürenler, baharat getirip yiyecek götürenler, ültimatom getirip mesaj götürenler başlarında külahları, uzayan sakalları, nasırlı elleri, ayaklarındaki yemeni ve çarıklarıyla sefere çıkan bir ordunun düzeni içerisinde kafileler halinde geçiyor hayal dünyanızın labirentlerinde. Kısacası, bir insan yüreğini olumlu ya da olumsuz kıpırdatan her olayın izini buradaki tabletlerde okumanız mümkün oluyor… Toprak yığını halindeki Kaniş şehrini çevreleyen iki km. uzunluğundaki surların kalınlığı yer yer iki metre ile beş metreye kadar genişliyor. Zeminden yüksekliği yirmi metreye yaklaşan böyle bir alan doğal olarak korunabilmek için inşa edilmiş. Zaten krallık bir güvenlik kordonu olmasa burada var olabilir miydi? Peki ya, bu kervanların Mezopotamya’dan gelip tekrar oraya dönesiye kadar yol güvenlikleri nasıldı? Tabletler onları da
anlatıyor size: kanişli krallar düzenli ordularıyla kervanların yol güvenliğini sağladığı için vergi alıyorlardı. Gelirleri de buydu onların. TABLET MAHŞERİ 50 bine ulaşan bir tablet mahşeriyle karşı karşıyasınız. Bugünün insanın ihtirasları, teslimiyeti, acısı, sevinci, kaygısı, korkusu, umudu, heyecanı neyse, dünkü insanınki de aynı. Devletin iç hukuku, adliye teşkilatı, ticari sözleşmeler, evlilik anlaşmaları, noter işlemleri, kişisel mektuplar, kralların birbirlerine gönderdiği özel mektuplar, savaşların tahribatı, barış anlaşmaları. Karşılıklı şikâyetler, yargılamalar ve hükümler. Her tablette, beş ya da altı bin yıl önceki bu Anadolu ve Hitit insanının alınyazısını alıp kendi kaderinizle karşılaştırabilirsiniz. O dönemde de, manevi sığınma alanı olarak yaratıcı vardı. Belki ona “Allah” dememişlerdi ama “Tanrı” kavramı etkindi. Çünkü saraylardan daha geniş alanları mabet olarak inşa etmişlerdi. Hititler “Teşup” adını verdikleri fırtına tanrısını baş tanrı ve onun eşi, güneş tanrıçası “Arinna”yı yardımcısı olarak tanımalarına rağmen, sayısı bine ulaşan bir tanrılar zinciriyle kendilerini manevi bir kuşatma altında tutmuşlardı. Kral, ülkesini bu tanrı adına yönetmektedir. “Taş kalıplara dökülerek yapılmış kurşun tanrı figürleri”, belki de yeniden tapınanı olur diye bir köşede öyle sessiz ve sakin bir şekilde uzatılacak eli bekliyor… Tanrı ve Tanrıca heykellerine bakarken kendi kendime sormadan edemedim: ‘İnsanoğlu ne tuhaf bir yaratık, eliyle yaptığı putuna tanrı diye tapıyor. Halbuki bu put tanrılar, düşman istilasından bırakın onları yapanları, kendilerini bile kurtaramadılar. Bugüne ise antik bir değer olarak görülmeselerdi gelebilirler miydi acaba? Geçmiş zamanın tortusuna kundaklanan bu harabeler kimbilir gelecekteki insanlara daha neleri sunacaktır…’ Bir bereketli günü geride bırakırken, batmakta olan güneşe baktım. Bu güneş beş bin yıl önce de, ufuk çizgisine doğru eğilirken, geride bıraktığı günde aynı aydınlık ve aynı sıcaklığı ile insanlara yaşama umudu vermiş miydi bilemiyoruz?.. Bizim onlardan farkımız ve belki de şansımız, “Arinna” adında bir güneş tanrıçamızın olmaması ve şimdi güneşin geleceğimize de umut vermesi. Bizi herhangi bir savaş korkusu içinde bırakmadan, ancak kendi kalabalığımız ve açmazlarımızla boğuşma kaygısından da uzaklaştırmadan başımızdan aydınlığını çekmesidir… Dün güneş batarken, karanlığa gömdüğü bölge insanını ve bir şehir medeniyetini baskına uğrama korkusuna terk ediyordu. Bugün ise şehirlerin pırıl pırıl aydınlığına…
ŞEHRİN AŞİKÂR MELEKLERİ:
KEDİLER Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV
uhunu yitirmekten korkan sokakların canlı mühürleri. Yerde yatar, yolda yatar, bahçede yatar. Ağaç diplerinde, kaldırımlarda, kapı eşiklerinde, dükkan avlularında, sandalyelerde, sedirlerde yatar, her gönle yatmaz ışıltılar saçar. Belirsizliği yırtan belirsiz şaşkınlıklar. Birbirine yaslanan, ısınan, dokunan yavrular. Kuyrukları salınan, yüzleri yıkanan, tüyleri dağılan, sesleri dalgalanan, ayakları doğrulan, incelikli salınışlar. Bizi gözleyen ay ışığı bakışlar. Sokağa girenlerden geçen bakışlar. Çocukları bağlayan bakışlar. Susuyormuş gibi, susmuyormuş gibi, susupta konuşurmuş gibi bakan suratlar. Renr renk, desen desen, ölçek ölçek, huy huy, tavır tavır, duruş duruş, dokunuş dokunuş, sırnaşış sırnaşış, tırmalayış tırmalayış, çekingen çekingen, sessiz sessiz, adım adım, derin derin, narin narin, susam susam, koşan koşan, uyuyan uyuan, durulan durulan, tutulamayan canlılar. Her sıfatı avuçlarından açan canlılar. Dosta dost, düşmana düşman, çocuğa çocuk, anneye çocuk, yavrusuna çocuk, çocukluklar içinden geçen boncuk. Tüylerinden saçılan yıldızlar.
Gözlerinde derin hüzünler. Bazen öfkeli, bazen dingin, her daim bilge. Yaşama susatan sevgi yumakları. Kedi, kedi olmaktan, kedi olmamaya, kedi olamamaya, yedi canı kavramaya. Sıcak, yumuşak ve pazarlıksız yüzlerini koymaya. Doğanın aşikâr melekleri. Bekler, bekler, bekler hâlinin canlı şahitleri. Aşkınlığın tarifsiz sükûnetleri, sualsiz elleri, soluksuz dilleri, dingin gözleri. Salonu bekler, camı bekler, çiçekleri bekler, balkonu bekler, kapıları bekler, mutfağı bekler, yatakları bekler, koltukları bekler, sessizliği bekler, camileri, türbeleri, mezarlıkları bekler, sokağı bekler, mahalleyi bekler, şehri bekler, insanı bekler, beklenilmeyeni bekler, kozmosun gizli geçitlerini bekler. Süt bekler, su bekler, ciğer bekler. Bir avuç şefkat bekler. Bir gözden bir kalbe giden, bir elden bir çiçeğe geçen, bir arıdan bir yaprağa düşen, havadan toprağa çoğalan, insandan insana yankılanan seferiler. Belirsiz, sessiz, izsiz ilişmeler. Sefer taslarına sığmayan özlemler. Sarayda, camide, türbede, mezarlıkta, evde, sokakta, parkta, bahçede, yolda belde, her yerde mağrur, mahzun, sessiz, tedirgin, şaşkın hâller içinde. Huzur, rahatlık, sadelik, uyum ve zindelik ritminde. İnsan sarrafı gözler, burunlar, diller. Camilerin kubbe canlıları. Mezar taşlarının içten yolcuları. Doğanın karnaval yaratıkları. Suskunluğu ayrı, sesi ayrı, bakışı ayrı güzel. Gezinmesi ayrı, temizlenmesi ayrı, uykusu ayrı güzel. Şarkıların, şiirlerin, hikayelerin eşsiz kahramanı. Suskun duyguların içli çağrısı. Kadim sezgilerin yanağı. Bazen haşin, bazen sevimli, her zaman özgür. Uykuda cömert, kedini beğenmekte cömert, huzurlu coşkularda cömert. Şehrin pi hâli, çoğalan hâli, sevgi hâli. Şehre giren insanın, yorulan ruhunun iyilik merhemi. Huzurun ince tüyleri, sıcak tüyleri, saran tüyleri. Gözlerimizin aradığı şehrin davetsiz yerlileri. Şehrin şuura dalan yüzleri. Şiirin şehre inen dizeleri. Estetiğin şehir süsleri. 51
Ş ehir
NAKŞIN VE ŞİİRİN ŞEHRİ
TEBRİZ
Evliya Çelebi’ye göre Tebriz adı Farsça ‘ateş’ anlamına gelen ‘Teb’ ve ‘dökmek’ anlamına gelen ‘riz’ kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor. Halife Harun Reşid’in eşi Zübeyde’nin, yakalandığı ateşli hastalıktan Tebriz kaplıcaları sayesinde kurtulduğu ve bu sebeple şehre ‘sıtma döken’ anlamına gelen Tebriz dendiği rivayet edilse de şehrin sakinleri bu etimolojik açıklamayı kabul etmiyor. Şehrin adının daha eski çağlarda Taurus, Taaras, Tivris olarak telaffuz edildiği ve ‘dağ arası’ gibi bir anlamı olması gerektiği söyleniyor. Hulusi USTUN
ğer doğuya ise yolculuğunuz, hem mekândır değişen, hem zaman… Sihirli bir halının üzerinde uçarsınız, Kaf Dağı’nı geçersiniz. Bir var olur her şey, bir de yok… Neticesi murada ermek olan, gökten düşen üç elmayla kutlanan bir masalın içine düşmektir Doğuya yolculuk… Bu kez İran’a gitmeye karar verdik. İsa havarilerinin, Marko Polo’nun aklına uyup Mevlana gibi düştük Şems’in izine, bir buçuk saatlik bir yolculukla bir masalın içinde bulduk kendimizi Şehriyar’ın sustuğu yerde Behrengi girdi söze. Zaman başka bir hal aldı, biz çocukluğumuzun şehirlerinde yolumuzu kaybettik. Masalın burasında Şahzaman, ipek çarşaflı yatağının içinde uyuyakaldı… Burası Tebriz… Tıpkı Anadolu bozkırının ortasında ansızın karşımıza çıkan yeşili az, dağları çıplak şehirler gibi… Uzaktan görünüşü aşina, sokakları aşina, dağları aşina… İpek yolunun en önemli duraklarından, Aynalı Dağlarının eteğine kurulmuş, ortasından Acıçay Suyu geçen, geçmişin içinde soluk alıp veren bir şehir burası. İki milyonun üzerindeki nüfusuyla ülkenin en kalabalık şehri değilse de tarih boyunca Ortadoğu’nun en önemli yerleşimlerinden biri olması, İran’da yaşanan her türlü sosyal gelişmenin öncülüğünü etmesi dolayısıyla Tebriz, dünü saklayan, bugünü yaşayan, yarını kurgulayan bir şehir. Evliya Çelebi’ye göre Tebriz adı Farsça ‘ateş’ anlamına gelen ‘Teb’ ve ‘dökmek’ anlamına gelen ‘riz’ kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor. Halife Harun Reşid’in eşi Zübeyde’nin, yakalandığı ateşli hastalıktan Tebriz kaplıcaları sayesinde kurtulduğu ve bu sebeple şehre ‘sıtma döken’ anlamına gelen Tebriz dendiği rivayet edilse de şehrin sakinleri bu etimolojik açıklamayı kabul etmiyor. Şehrin adının daha eski çağlarda Taurus, Taaras, Tivris olarak telaffuz edildiği ve ‘dağ arası’ gibi bir anlamı olması gerektiği söyleniyor. Evliya’nın bu şehre ilişkin tuttuğu notları yolculuğun öncesinde okumamış olmak ne büyük eksiklik olurdu. Onun gözleri değdi şu dağa, onun dudakları şu pınarı öptü, alnı şuracıkta secdeye geldi. İşte şu bahçede ‘rakının bir katresini ağzına değdirmediğine’ yemin billah etti. Sadece Evliya değil Tebriz’de izine rastladığımız. Mevlana’yı derd-i firkat ile ney-i şikest eden Şems’in gölgesinde uzandığı kubbe de Tebriz’de, topal Timur’un atını bağladığı ağaç da. Burası Tebriz… Her ülkenin batısı ile doğusu arasında var olan fark İran’da da bariz bir şekilde görünüyor. ‘İran başka, Tebriz başka!’ diyorlar. İran ki hani hüznün üstüne hüzün kokan
sayı//4// kasım 52
ülke… Neşesi kederle karışık, matemin, yasın, vakarın ülkesi İran. Tebriz ise, Anadolu ile İran’ın ortak çocuğu. Doğudan gelen dalgaların kırılıp damlalara dönüştüğü, canının yarısı Aras’ın kuzeyinde, yarısı Aras’ın güneyinde kalmış Azerbaycan’ın güneydeki başkenti. Bu sebeple Bakü’nün kardeşi daha çok. Gence’nin, Ağdam’ın, Karabağ’ın kardeşi… Bayburt’un, Erzurum’un, Kars’ın kuzeni. Tebriz’de yüzler tanıdık, sesler tanıdık. Öyle ki şehrin tamamında Türkçe dışında bir dil kullanma gereksinimi duymadan gezebilirsiniz. Günlük hayatta, sokakta, ticarette, takside Türkçe’den başka bir dil yok. İnsanlar Türkçe müzik dinliyor, gençler Türkçe şarkılar söylüyorlar. Atilla İlhan’ın, Nazım’ın, Necip Fazıl’ın şiirlerini ezbere okuyorlar. Türk dizileri sayesinde Türkiye Türkçesiyle konuşabilen Tebrizli sayısı da az değil. İstanbul Türkçesinin en fazla nezaket cümlesi içeren dil olduğunu söyleyip duranlar Tebriz’i görmemiş olmalı. Tebrizliler birbirlerini öyle ince anlamlı sözlerle selamlıyorlar ki... Bir ticarethaneye giren kişi ‘Yorulmayınız!’ diyor, tacir müşterisini ‘Yaşayasınız’ diye karşılıyor. Alışveriş yaptığınızda ücret almamak için nezaketen direniyorlar. ‘Mihmanım olunuz! Konuğumsunuz’ diyerek bedelsiz bir şekilde vermeyi teklif ediyorlar. Ayrılırken ‘Elleriniz ağrımasın’ dileğinde bulunanlar, ‘Sağolun!’ cevabını alıyorlar. Teşekkür ederseniz ‘Bağışlayınız!’ şeklinde karşılık veriyorlar. Tanıştığınız kişiler ‘Hoş baht oldum!’ ifadesi ile gönüllüyorlar sizi. TEBRİZ SOKAKLARI ÇOCUK SESİNDEN MAHRUM Tanıyıp ‘Hoş baht’ olduğumuz Tebrizlilerden birisi fotoğraf sanatçısı Aydın Kenani. Kusursuz bir İstanbul Türkçesiyle konuşan, Tebriz’i, İran’ı, filolojiyi, antropolojiyi, arkeolojiyi anlatan bu adam, karşılaştığı çocukların yanına oturup onlarla oynuyor, yaşlıların gönlünü hoş ediyor, sıkıcı tanıdıklara sabrediyor, tar sesiyle, şiir dizesiyle gözleri doluyor. Sonra ‘bende bir sanatçının ruhu yok’ diye yalan söylüyor. Onun hızlı adımlarına uyuyor adımlarım. Nereden çıktı İran’da herkesin sandalet giydiğine dair önyargım. İlk yarım saatlik yürüyüşten sonra sızlıyor ayaklarım, ayaklarım… Kenani, batılı bir turisti gezdirir gibi gezdirmiyor beni Tebriz sokaklarında. Çocukken terk ettiğim diyarı hatırlatır gibi dolaştırıyor. İkimiz de Tebriz türküleri söylüyoruz yol boyunca. ‘Bu dağda ceylan gezer… Tellerin tarar gezer… Men yara neylemişem, yar menden kenar gezer… Tebriz’in dağlarında Ceylan geziyor mu sormayı unuttum, ama Tebriz sokaklarından gelip geçen kadınlar en çok ceylana benziyor. Gördüğümüz
Tebriz’de Kapalıçarşı
kadınların hiç biri çiçeğe, güle, güvercine, sülüne benzemiyor. Hepsi ceylan bakışlı, hepsi ceylan tavırlı, hepsi ceylan endamlı… Ürkek, kurumlu ceylanlar gibi geçiyorlar dar yollardan. Bir ceylan gibi çeviriyorlar başlarını. Hani birine aşık oluverse insan, sevdası içine sığmasa, türkü yapsa yüreğinin yangınını ancak ‘Ceylan’ım!’ diye dile getirebilir... Bu sebepten olsa gerek Azerbaycan Türkülerinde sevgiliye sürekli ceylan denmesi. Günlerce yürüdüğümüz sokaklarda bir tek bakımsız, iddiasız, özensiz kadınla karşılaşmıyoruz. Hepsi Farah Diba tavırlı, hepsi mağrur, hepsi zarif… Sadece gençler değil yaşlı kadınlar bile hafif makyajları, incecik kaşları ve zarafetlerini arttıran siyah kıyafetleri ile kadınlığa tutunuyorlar. Tebriz sokaklarında yüzü kapalı, peçeli, burkalı kadınlarla karşılaşmıyorsunuz, bilakis çoğunun saçları görünüyor, örtü zarif bir aksesuar olarak kullanılıyor.
Tebriz’de yüzler tanıdık, sesler tanıdık. Öyle ki şehrin tamamında Türkçe dışında bir dil kullanma gereksinimi duymadan gezebilirsiniz. Günlük hayatta, sokakta, ticarette, takside Türkçe’den başka bir dil yok. İnsanlar Türkçe müzik dinliyor, gençler Türkçe şarkılar söylüyorlar. Atilla İlhan’ın, Nazım’ın, Necip Fazıl’ın şiirlerini ezbere okuyorlar. Türk dizileri sayesinde Türkiye Türkçesiyle konuşabilen Tebrizli sayısı da az değil.
Zihnimizde taştan bir heykel gibi duran İran imajının en çürük tarafı İranlı kadına ait kanaatlerimiz olmalı. Evet, İstanbul’dan saçları, kolları açık bir şekilde Tebriz uçağına binen İranlı kadın, uçaktan inerken başına örtüsünü 53
Ş ehir
alıyor, kollarını kapıyor. Bu durum, tesettürün İran kadınının bir kısmının özgür seçimi olmadığını ortaya koyuyor. Fakat İranlı kadınlar bu tercihlerini gayet estetik bir şekilde ifade ediyorlar. Örtü, Tebriz sokaklarında gördüğümüz kimi kadınların başında iğreti duruveren, şık bir aksesuar, kimi kadınların başında ve yüzünde dinin olmazsa olmazı. Bu yönüyle örtü İran’da, hem özgürlük aşkının hem de dini teslimiyetin simgesi. İranlılar kadınlara son derece saygı duyuyorlar. Bir bankta oturan emekliler, yanlarındaki banka oturmak isteyen kadınlar için ayağa kalkarak hürmetlerini bildiriyorlar. Kadınlar kendilerine gösterilen saygıdan dolayı teşekkür ediyorlar. Kapı önlerinde ve asansörlerde kadınlar son derece zarif reveranslarla selamlanıyor. İranlı kadın bu ayrıcalıklı tavrın farkında olmalı ki bütün Tebriz şehrinde bir tek iddiasız, bakımsız kadınla karşılaşmıyoruz. Estetik cerrahi operasyonların yaygın olduğunu öğrenmek İran kadınının güzelliğine ilişkin saygımızı azaltmıyor. Eskiden olduğu gibi günümüzde de İran kadını güzelliği ve zarafeti ile dikkat çekiyor. İran’ın geneline göre Batı etkisine daha açık olduğunu gözlemlediğimiz Tebriz’de birden fazla kadınla evlilik son derece istisna. Tanıdığımız herkes tek eşli. Çocuk sayısı da son derece az. Aileler tek ya da iki çocuk sahibi. Şehirli kitle içinde sayı//4// kasım 54
hiç evlenmemiş olanların sayısı dikkat çekecek ölçüde çok. Belki bu sebeple Tebriz sokakları çocuk sesinden, çocuk gürültüsünden mahrum… Şehirde gezip dolaşırken çocuk parklarının eksikliğini fark etmemek mümkün değil. DOĞUDAYSAN SORGULAMAYACAKSIN! Tebriz denince akla ilk gelen ziyaret yeri şüphesiz Kapalıçarşı. İstanbul’daki benzerinden daha büyük, farklı dönemlerde yapılan eklemelerle genişletilmiş kompleks bir yapı. UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış olan çarşı, altın bedesteni, Muzafferiyye adlı Halı bedesteni, ayakkabı çarşısı başta olmak üzere birçok bölümden oluşuyor. Seyyah Marko Polo’nun Çin yolculuğunda uğradığı Kapalıçarşı, seyyahın anlattığı çağlardan izler taşıyan efsunlu bir atmosfere sahip. Kırmızı tuğlalarla nakış nakış işlenmiş çarşının doğu kentlerine has baharat kokulu sokakları görülesi, gezilesi, yaşanası manzaralar saklıyor. Birbirine benzeyen kubbeli labirentler içinde defalarca dolaşıyor ve defalarca selam veriyoruz esnafa. ‘Elleriniz ağrımasın!’ Yüzlerce yıllık dar sokakların arasından geçip bir çayevine sığınıyoruz Kenani ile. Sağımız solumuz fotografçılarla dolu. Herbirinin elinde fotoğraf makineleri, ellerinde nargile marpucu, önlerinde çay bardağı… ‘Çay demlemeyi bilmiyorsunuz,’ diyorlar bize. ‘Tıpkı pilav yapmayı bilmediğiniz gibi…’ İçtiğimiz çay rayihalı bir çay değil, bizim çaylarımıza göre daha buruk ama tadının ahım şahım bir özelliği yok. Pilav konusundaki düşüncelerine katılmadığımı da söylemedim dostlarıma. Oysa biz pilavı demliyoruz, onlar pirinci haşlıyorlar. Son derece mütevazı çay ocağının duvarları fevkalade sanatsal çizimlerle dolu. Karşı duvarda yüzünün kırışıklarında şarkın çileli geçmişiyle tereddüdünün tarihi okunan bir yaşlı adam portresi resmedilmiş. Baktıkça ürperiyorum, baktıkça göğsümü yumruklamak geliyor içimden. Huzur akan bir yaşlı yüzü değil bu. Elimize tutuşturulan nargileler duman çıkarmayan, ağır rayihalı bir tütünle içiliyor. Onlarca nargile içilmesine rağmen çay ocağının içinde duman yok. Birkaç nefesten sonra insanı alıp uçuran bir nargile bu… Şark gezginlerinin İran’da rastladığı esrarkeşler geliyor aklıma nefes verdikçe. İskenderiye’de bir duvarın dibine çöküp komutla nargile çeken dervişler geliyor. Doğudaysan sorgulamayacaksın. Doğudaysan uyutacaksın ruhunun isyanını. Doğu teslimiyetin yeri... Doğu, Tanpınar’ın deyimiyle ‘oturup beklemenin yeri’ Bir garip âdem giriyor içeriye… İran’dan başka hiçbir yerde karşılaşılamayacak bir garip âdem ki kollarını açacak olsa incecik vücudunun gölgesine
bütün dünya sığacak. Yüzünde mutlu olmuş insan yüzüne ait çizgiler yok, ancak düşünmekten oluşmuş yol yol kırıklarla adeta süslenmiş bir yüz. Elbisesi toprak rengi, yüzü toprak rengi… Bakınca kalbine bakıyor insanın sanki. Bu muydu yoksa Mevlana’nın Şems’i… -İran’ın ünlü heykeltıraşlarından biri, diye takdim ediyorlar beni. Yaşlı yüzünü çeviriyor bana. Ellerimi ellerine alıyor. Diyor ki; -Taş konuşur insan ile, kuş konuşur. Dal konuşur, ağaç konuşur, toprak konuşur. Ey menim Mihriban dostum! Ne olardı men onların dilini anlayıp muazzep olmayayıdım… Kuru elleri ateş oluyor ellerimin içinde. Kara gözleri kor oluyor. Yüzünün her bir çizgisi bir başka lisan ile haykırıyor yüreğime. Susuyoruz, susup konuşuyoruz… ... İran bu… diyorlar ki ‘İran’ın ruhu yoktur. Herşey zahirden ibarettir burada.’ Din zahir, kültür zahir, yas zahir, dil zahir… Biz tam tersini düşünürüz nedense. İran mananın ülkesi… İran ruhun ülkesi biliriz. Eğer zahirden ibaretse bu ülkede her şey nasıl olup da anlar bir âdemoğlu kuşun dilini, taşın dilini, dalın yaprağın, toprağın dilini. Dönmeli Tebriz sokaklarına… Burası nakşın şehri… Taş nakış nakış… kumaş nakış nakış, ses nakış nakış… Kapalıçarşı’nın her bir dükkânında başka nakışlar var. Geçmişte Tebrizli sanatçılar tarafından çizilen minyatürler bugün ipek halılar üzerine işleniyor. Kimi doğunun görkemli çağlarını, kimi Ortaçağ Avrupa’sını konu eden minyatürler küçük dükkânlar içinde yığılmış durumda alıcı bekliyor. Benzerine başka bir diyarda rastlamanın zor olduğu güzellikteki el işi muhteşem halılar Tebriz’in en önemli ticaret malzemesi. Halıdan anladığını zanneden biri olarak fiyatları çok da ucuz bulmadığımı belirtmek isterim. Sadece halı değil, satın almak istediğiniz el işi ürünler çoğunlukla Türkiye’deki fiyatıyla pazarlanıyor. Yiyecek içecek konusundaki ucuzluk menkul mallar söz konusu olduğunda fark edilmiyor. Nakış sadece halıda değil, kimi Safevi, kimi İlhanlı, kimi Akkoyunlular zamanından kalma mimari yapılarda da dünyaca ünlü Acem sanatının ustalığını görmek mümkün. Vaktiyle dünyanın en büyük tuğla yapılarından biri olan Ark-ı Tebriz ki Seyyah Evliya’mız çevresinin altı bin adım olduğunu, üç yüz kule ve üç yüz bedenden oluştuğunu naklediyor, böylesi bir mimari şaheser. Ark-ı Tebriz’den günümüze kalan kale kapısı, vaktiyle yapının sahip olduğu görkem hakkında fikir vermeye yetmektedir. Yakınlarda yanıbaşına inşa edilmiş olan Cuma Camisi’nin yeniliği ile Ark-ı Tebriz’in görmüş geçirmiş hali, yan yana oturmuş bilge bir yaşlı ile taze ve uçarı torununu anımsatıyor.
TEBRİZ CAMİLERİ BOMBOŞ Tebriz’in bir diğer ünlü mimari eseri Gök Mescid, 550 yıllık bir yapıdır ve çinileri ile ünlüdür. Bahçesinde Tebrizli emeklilerin, gençlerin, öğrencilerin, sanat ve fikir adamlarının toplandığı Gök Mescid laciverd çinileri, yaldızlı işlemeleri ile saygı uyandıran bir sanat eseri. Bahçesinde gözlemlediğimiz insanların sohbetleri, tavırları İranlıların, özelde de Tebrizlilerin sosyal yapısı hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor. İnsan tipleri Türkiyelilerden farklı değil. Kılık kıyafetler genel olarak özenli ve temiz. Gençlerin arasında elleri tespihli, yüzleri hafif sakallı, gömleğini sarkıtmış tipler daha çok öğrenciler. Kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında oturuyorlar. Yirmi yıl öncesinin İstanbul’u gibi seyyar satıcı bolluğundan geçilmiyor. İran devriminde önemli bir rol üstlenmiş olan Kızıllı Camii, Altmış Sütunlu Camii, Cuma Cami gibi yapılar Tebriz’in sayısız sanatsal yapısından bazıları. Camii demişken belirtmeli ki Tebriz camileri İstanbul camilerine göre bomboş. Namaz kılan insan sayısı çok az. Oysa Caferi mezhebine göre namaz kılmak çok daha kolay. Abdest alırken ayak yıkamak yok, çıplak ayak mesh ediliyor. Dolayısıyla şadırvanlar ayak yıkamaya uygun değil. Namaz da beş vakit değil, üç vakit kılınıyor. Sünnet namazların kılındığı da yok. Kerbela toprağından yapıldığına inandıkları bir küçük taş secde yerine konuluyor. Kıyamda eller bağlanmıyor. Bunun dışında Sünnilerin kıldığı namaz ile Caferilerin kıldığı namaz arasında fark yok. Kadınlar da erkekler kadar vakit namazlarına rağbet ediyor. Namaz kılındıktan sonra camii içinde çay servisi yapılıyor.
Tebriz denince akla ilk gelen ziyaret yeri şüphesiz Kapalıçarşı. İstanbul’daki benzerinden daha büyük, farklı dönemlerde yapılan eklemelerle genişletilmiş kompleks bir yapı. UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış olan çarşı, altın bedesteni, Muzafferiyye adlı Halı bedesteni, ayakkabı çarşısı başta olmak üzere birçok bölümden oluşuyor.
SURET YASAĞI YOK Camilerde dikkat çeken bir başka husus da suret yasağının olmaması… Camii duvarları hepsi birbirine benzeyen sakallı, siyah kıyafetli, gözlüklü yaşlılardan oluşan ahundların, imamların, mollaların resimleri ile dolu. Secde edilen halılar üzerinde kuş motifleri, aslan motifleri… Hatta bazı camilerin içinde Şii din adamlarının kabirleri ve portreleri var. Başımızı çevirdiğimiz her yerde Hazreti Ali ve Hüseyin resimleri sürmeli gözleri ile mahzun mahzun bakıyor yüzümüze. Sadece camiler değil, sokaklarda da resimli ilanlar görüyoruz. Tebriz’de her ölüm vakası sokaklara asılan, duvarlara yapıştırılan ilanlarla duyuruluyor. ... Günümüzde kafe olarak hizmet veren yüz elli yıllık Nobar Hamamı, çini minyatürleriyle, otantik süslemeleriyle ziyaretçilerini geçmiş zamana götüren bir başka ziyaret mekânı. Burada bir araya gelen genç grupları ellerindeki tablet bilgisayarlarla dünyayı seyrediyor. Bu arada İran’da bazı sosyal 55
Ş ehir
onu tek başına dünya çapında bir kent kılmaya yetecek kadar anlamlı bir anıt olan Makberetüş şuara, dört yüzün üzerinde İranlı şairin gömülü olduğu bir anıt mezar aslında. Modern bir anıt yapı niteliğindeki mezarın çevresi İranlı şairlerin resim ve şiirleri ile süslenmiş. Birine dikkat kesilip okuyorum, ‘Ne bilir yar sesini, işitmeyen tar sesini, tar sesi yar sesidir, tardan işit yar sesini.’ Böylesine açık, böylesine vurucu, böylesine sade bir mısra ile karşılaşmak şaşırtıyor beni. Makber’in içine girdiğimde şaşkınlığım daha da artıyor. Dışarının sıcağına inat üşütücü bir soğuğa rağmen mabetlere has büyüleyici bir atmosferin içine düşüyorum. Bir tar sesi inliyor bir yandan, diğer yandan bir yaşlı adam sesi anlaşılır, anlaşıldıkça acıtır sözlerle şiir okuyor. -Kim bu? diyorum Kenani’ye. -Şehriyar, diyor. Demek sensin Şehriyar… Demek sensin Haydar Babanın gölgesinde büyüyüp kocalık vakti turnalarla kekliklerle dertleşen. Demek sensin Anadolu, Azerbaycan, İran yürekli büyük şair. Demek sensin sözüyle çiçekleri açtıran, evleri toprak damlı köylere baharı getiren, bulaklardan ığıl ığıl su akıtan, yazılara çisil çisil yağmur yağdıran sen… Kimsin Şehriyar? Resimdeki yorgun yüzlü, gözlerinin ışığı sönmüş yaşlı adam sen misin? içerikli internet sitesi yasaklı… Kimsenin yasağı umursadığı yok. Malum net dedikleri şeyin namütenahi kapısı var. Zamane gençleri yasak masak tanımıyor. Yasağa rağmen İran devlet görevlilerinin de facebook profilleri var. Nobar Hamamında rastladığımız iki İspanyol Ortadoğu’yu gezip gördüklerini anlatıyorlar. ‘Sınırlar neden var? Hepiniz aynısınız?’ diyor genç olan… ‘Doğu böyle… kimini dili, kimini mezhebi, kimini matemi ayırıyor birbirinden. Zaman sizi birbirinize yaklaştırıyor, bizi birbirimizden uzaklaştırıyor’, diyorum. ... Şehrin mimari dokusundan farklı bir yapı olan Tebriz belediye binası, saat kulesiyle, itfaiye müzesiyle, sergi salonlarıyla ziyaretçisi eksik olmayan bir yer. Tebriz’in binlerce yıllık birikimini görmek isteyenlerin Tebriz Şehir Müzesine gitmesi gerekiyor. Vaktiyle Kacar hanedanına mensup veliahtların sarayı olan Kacar Evi ve Meşrutiyet müzesi de görülüp gezilmesi gereken diğer mekânlardan. Bu arada Tebrizlilerin müzelere olan yoğun ilgisini belirtmeden geçmemeli. MENİM DE BİR ADIM GELSİN DİLİZE… Kenani ile saatlerce süren yürüyüşümüzün en ilginç duraklarından birisi Makberetü’ş Şuara… İran’ın sanat ve kültür duyarlılığının en önemli simgesi burası… Tebriz’in hiçbir şeyi olmasaydı, sayı//4// kasım 56
‘Haydar Baba ıldırımlar çakanda, Seller sular şakırdayıp akanda Kızlar ona saf bağlayıp bakanda Selam olsun şevketize, elize, Menim de bir adım gelsin dilize… Sana da selam Şehriyar… Sana da esenlik, sana da rahmet… Bir hoş seda değil senden geriye kalan… Haydar Baba kaldı, Tersa balası kaldı senden geriye. Hani desek ki ölümsüzsün seza mıdır bilmem. Ancak böyle bir makber senin adına yakışırdı. Sana ait ölümlü olan ne varsa bu merkadın içinde, sana ait ölümsüz olan ne varsa bu gök kubbenin altında. ... Varlığıyla dünyamızı seksen sekiz yıl onurlandıran Şehriyar’ın mezarı Makberetü’ş Şuara’da. 1906– 1988 yılları arasında yaşayan Şehriyar, nakış nakış sözlerle şiirini dokuyan, Azeri lehçesini bir umman haline getiren, şair gibi yaşayan, şair gibi hisseden ve şair gibi ölen bir aziz. Kendisi gibi birçok şairin ebedi istirahatgahı olan Makberet üş Şuara’da onun sesinden ‘Haydar Baba’ şiiri okunuyor. Azerbaycan şiir olup akıyor gönlümüze, vatan sevgisi, çocukluk özlemi, ölüm karşısındaki acizlik, ana baba sevgisi, ilk gençlik aşkı, hepsi kulağımızdan gönlümüze doluyor, ışık olup sarıyor varlığımızı.
‘Haydar Baba, dünya yalan dünyadı, Süleyman’dan, Nuh’tan kalan dünyadı, Oğul doğan, derde salan dünyadı Her kimseye her ne verip alıptı, Eflatun’dan bir kuru ad kalıptı!’ ... Varlığından geriye bir kuru ad bırakmayan, yadigarı şiir olan, mirası şiir olan bu yüce adamın hatırası Tebriz’de büyük bir özenle yaşatılıyor. Evi müze haline getirilmiş, eşyaları, yatağı, kalemi, lambası korunmuş. İranlılar minnetle anıyorlar onun adını, şiirlerini okurken gözleri doluyor, bir mabedi ziyaret eder gibi saygıyla giriyorlar evine. Şehriyar Tebrizlinin zihninde cap canlı yaşıyor. ... Adı bize tanıdık bir başka Tebrizli de Şems’tir ki Mevlana’nın gönlündeki aşk çerağını yakan kişi olarak tanırız Şems’i. Tebrizliler Şems’i tanıyor ve mezarının Tebriz’de olduğunu iddia ediyorlar. Bu büyük gönül adamının yurduna Mevlana’dan selam getirdikten sonra Mevlana’nın onu aradığı sokakları bırakıp şehrin dışına doğru yola çıkıyoruz. ... İRAN MUTFAĞI Tebriz’e altmış kilometre uzaklıkta bir köy olan Kendovan, Tebriz’e gelenlerin ziyaret etmesi gereken bir başka mekan. Tıpkı bizim Kapadokyamıza benzeyen Kendovan’da insanlar kayalara oyulmuş evlerde yaşıyorlar. İki ihtişamlı dağın arasına kurulu bu köyde yaklaşık bin kişi yaşıyor. Kendovan yakınlarındaki Hilever Köyü bir başka ilginç mekan. Yüzün üzerinde yeraltı evinden oluşan bu köy tamamı hâlâ keşfedilememiş heyecan verici bir yer. Kendovan’da kayalara oyulmuş otel görülmesi gereken bir yer. Dışarısı ne kadar sıcak olursa olsun kayaların içi bahar serinliğinde. Odalar gayet zevkli bir şekilde döşenmiş. Şirin koltuklar, perdelerle serinliğe rağmen sıcak bir mekan burası. Otelin restoranı İran’da yediğimiz en güzel yemekleri servis ediyor. Aslında İran mutfağı ile Türk mutfağı arasındaki fark Tebriz’de azalıyor. Pilav Türk mutfağında olduğu şekliyle değil, haşlama usulü ile yapılıyor, tereyağı ile birlikte servis ediliyor. Türk mutfağında Acem Pilavı olarak tanınan çeşnili pilava İstanbul Pilavı adı verilmesi ilginç… Kebap ve şişlik etler Türk mutfağından farklı değil. İran mutfağı denince akla gelen Abguşt, etli nohut yemeğinden başka bir şey değil. Suyuna ekmek parçaları batırılarak çorba yerine tüketiliyor. Nohut, et ve patatesten oluşan yemek ise bir çeşit havanda ezilip yeniliyor. Köfte-i Tebrizi, pirinç, et ve kırık nohutla hazırlanan bir nevi ekşili köfte. Hazar Denizi’nde avlanan Şir-i Mai (Deniz aslanı) adlı balık tadılması gereken lezzetlerden. Ayrıca
Kızılala adı verilen tatlı su balığı lokantalarda servis edilebiliyor. Hazar’ın meşhur havyarı tadına bakılması gereken bir başka lezzet. İran mutfağında ‘sup’ olarak adlandırılan çorba çeşitleri fazla değil. Erişte çorbası, Hamai adı verilen süt, tavuk suyu ve arpadan oluşan çorba Türk damak zevkine yakın tatlar içeriyor. Başlıca tatlı çeşitleri, Tebriz tatlısı, acı badem kurabiyesi, bir nevi sert lokum olan noga ve baklava. Falude adı verilen ve nişastadan yapılan bir tür tatlı ise gülsuyu ve dondurma ile birlikte ikram ediliyor. Sıcağın etkisini kırmak için içilen Şuveran otlu şerbet ise gerçekten içten içe ferahlık etkisi veren ilginç bir lezzet. DOĞU GÖRKEMİ HAYAL OLMUŞ Tebriz’de son gecemiz Elgölü Pars Otel’de geçti. Otel, göl kıyısında modern bir mekan. ‘Lutfedip birkaç dakika bekler misiniz?’ diyen resepsiyon görevlisi hanımla göle nasıl ineceğimizi sorduğumuzda bize elini sallayıp gidin başımdan diyen erkek görevli arasındaki tezat unutulmaz… Elgölü şah zamanından kalma yapay bir göl. Evliya Çelebi muhtemelen bu gölün kıyısında misafir edildi. Göl çevresi özellikle tatil günü olan Cuma günleri geç saatlere kadar cıvıl cıvıl… Civarı çay bahçeleri ve restoranlarla çevrili. Göl kıyısında gezen insan tipleri İran’ı daha anlaşılır kılıyor bizlere. Kolları döğmeli, delikanlılar, abartılı makyaj yapmış, İran’a göre dekolteli kızlar, Türkiye’deki akrabalarından bahseden esrarkeşler, Şah zamanında Ark-ı Tebriz’de dinlediği Emel Sayın konserini anlatan yaşlı hanımlar, tar çalan aşıklar, akordeon çalan revaçtan düşmüş sanatçılar, gitarist delikanlılar… Hepsi sırayla gelip geçiyor önümden…
Elimize tutuşturulan nargileler duman çıkarmayan, ağır rayihalı bir tütünle içiliyor. Onlarca nargile içilmesine rağmen çay ocağının içinde duman yok. Birkaç nefesten sonra insanı alıp uçuran bir nargile bu… Şark gezginlerinin İran’da rastladığı esrarkeşler geliyor aklıma nefes verdikçe. İskenderiye’de bir duvarın dibine çöküp komutla nargile çeken dervişler geliyor. Doğudaysan sorgulamayacaksın. Doğudaysan uyutacaksın ruhunun isyanını. Doğu teslimiyetin yeri... Doğu, Tanpınar’ın deyimiyle ‘oturup beklemenin yeri’
Sabah kalkacak uçağı beklerken bu şehirdeki konukluğumun muhasebesini yapıyorum. Şimdiye kadar çıktığım en isteksiz yolculuk oldu bu. Adeta zoraki gelip gördüğüm Tebriz doğudaki son noktam… daha doğuya gitmeye takatim olmadığını hissediyorum. Yola çıksam biraz daha doğuya doğru… Kum’u görsem… Tahran’a gitsem… Deşt-i Kebir’i geçsem… Hayber’de dinlensem. Tibet dağlarında üşüsem… ‘Yok… Bundan sonrası İskender’in düştüğü hayal kırıklığı kuyusu… Bundan sonrası cehalet, savaş… Bundan sonrası kitabın, kalemin olmadığı diyar, bundan sonrası inkıraz… Doğu bir yanılsama bizim için galiba… Doğu görkemi harabe olmuş, geçmişi talan, ışığı yalan bir coğrafya. Doğuyu kutsayıp yanıltmışız kendimizi’ diyorum kendi kendime. Sabah güneşin doğuşunu izlerken, henüz kapısına gelip öteye geçmeye cesaret edemediğim doğunun görkemine arkamı dönüyorum. Arkamı döner dönmez doğuyu özlüyorum… 57
Ş ehir
İSTANBUL TUHAFİYESİ Sonbahar… Hatıraları gezmeye çıkarmanın en çok yakıştığı aylardayız... Ve elbette hatıraları gezdirmenin başkenti şüphesiz İstanbul'dur… Hatıralarınızın elinden tutup Emirgan'da ihtiyar ve sanatkâr çınar ağacının dibinde bir bardak çayla başlayabilirsiniz mesela... Alibeyköy'ün yokuş yukarı sokaklarında seyyar bir mısırcının peşinde koşabilirsiniz ya da… Kaynamış mısırı Alibeyköy'de, "yerinde" yiyebilmenin umudu ile... İbrahim Sadri EREN
ski bir çinekop masalında; uzun kış gecelerinin leblebili ve tarçınlı bozacı çığlıkları ile ısıtıldığı anlatılıyor İstanbul’un… Sadri Alışık ve Ayla Algan'ın Ah Güzel İstanbul’u eşliğinde hem de... Üşüyünce, Ayasofya mozaiklerine sırtlarını yaslayıp ısınan kağıt toplayıcıları, tinerciler ve telefon kulübeleri çocuklarını tefrika eden Son Havadis gazetesi; parmak kadar çocuğun "yazıyoor!.. yazıyoor!.. "larıyla ulaşıyor şehir ahalisine... Rüya sinemasının kapısında "koltuk balkon iyi yerden"lerini ayazda kalmış nodüllü sesiyle işmar eden tehlikesiz film bileti karaborsacıları, 18.45 seanslarının torik lakerdaları olarak Pera hatıralarının başköşesinde yerlerini alıyorlar… Dünya yansa içinde yorganı yoklar, Dolapdere arkalarında enlemesine yanlamasına şiş atmayı öğrenirken, biraz yukarıda Şazeli Tekkesi’nin hatme nefeslerine Mısır Çarşısı önü güvercinlerinin de gelip guk guk etmeleriyle eşlikleri, bu şehri bitimsiz güzel ve bereketli kılıyor... Altmışların, yetmişlerin İstanbul şehrinden cesur ve muhterem hatıralar yıkılıyor bugünün sabrını yitirmiş bulvarlarına... İmpalalı, açıkmavi ipek eşarplı, sade gazozlu, midye dolmalı, duble paçalı, turan emeksizli bir yığın şey işte… Bir yığın kendiliğinden birikmişlik, hatır sayılmışlık, umurunda olunmuşluk... “Güzel günlerdi değil mi”nin cevabını “güzel bir filimdi İstanbul” hayalperestliğinde söyleyebilmenin noktürnü bu. Sözü olmayan ama herkesin eşlik edebildiği bir şarkı gibi... Bir yığın şey… Defter-i Kebir’in dünkü ve bugünkü sahifelerinden kolkola girmiş anlar, simalar, semtler, karamboller, aşklar, anılar, şarkılar, desturlar, afişler, son turfandalar... Bana değdiği dokunduğu gibi size de çıkabilirlerin ihtimaline binaen: bir yığın şey!.... Her şeye yeniden başlamak için hazırız... Yeniden bir daha denemeye hazırız... Daha güzel olanın kolumuza girip, bizi; ipek, saf pamuklu, patiska kokan bedestanlara götürmesi için bekliyoruz... Öylece bekliyoruz mefruşatın öngörülemez ve kıyaslanamaz sürprizlerine açık bir yürekle. Yazmacıların, fescilerin, örücülerin, kapalıçarşıların büyülü sakinlerinin huzur veren sabrı ile loş
sayı//4// kasım 58
imalathanelerine inmeye hazırız işte kumaş kök boyacılarının... Parıldayan ve geç kararan madenleri altına çevirmek için ilmin, sihrin ve hırsın peşinde telef olup gitmiş simyacıların gölgelerinin, pişmanlıklarının ve ter kalıntılarının gezindiği yığma taş duvarlı tünellerden geçerek birdenbire bir deniz kıyısına çıkabilmenin hayaliyle her şeye yeniden başlamaya hazırız, evet... Tarihin arka sokaklarında merhametin ve adaletin değerli hikâyelerini anlatmak için... Üstelik bu değerli hikâyelerin Kopenhag, Adis Ababa, La Paz, Nürnberg ya da Atlanta’ya değil de İstanbul şehrine ne kadar çok yakıştığını biliyoruz... Yakışık alan bir anlatı bu yani... Bir yığın mefruşat, sarnıçlar, sırlanmış kapılar, efsunlu elyazması kitaplar, buhurdan tüllenmişliğinde kesintisiz, bilindik aktüelliğiyle non-stop(!) bir tarih yüzleşmesi... “Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar”ın sebeb-i hikmetini biraz sonraya bırakarak dilediğimiz bir meserret sokağından yürüyüşe başlayabiliriz demek ki... Hoyrat, patavatsız, densiz, kaba-saba gündelik hayat dizgelerinin monarşisi altında kıvranıp dururken; şiir ve şarkının bize en azından merhametimizi hatırlatabileceğinin keşfindeyiz... Karanlık sularında debelenip dururken büyük ve kocaman kentlerin; aşka ve sevmeye bir şans daha verebilmenin yolu da şiir ve şarkılardan geçiyor olabilir mi? Yerde kıvranan bir garibanın yanından sanki farketmemiş gibi son model araçlarının gaz pedallarına asılarak hızla uzaklaşan şehirli ve korkak senyor ve senyoritaların yeniden aramıza dönebilmeleri için bir şiir ya da şarkı gerekmektedir belki de... Belki de güvercinlerin, belki de eski zaman kumrularının, belki de pencere önü hanımellerinin, belki de komşunun bir tas çorbasının, belki de veresiye defteri barındıran mahalle bakkalımızın, belki de kandil geceleri dinginliğinin yeniden neş'et ederek, köşebaşlarını ele geçirmesi içindir şiirler ve şarkılar...
Olmadı Mısır Çarşısı’nın baharatçılarının önünden geçip o gizemli kokular içe çekilebilir... En iyisi elbette vapur küpeştesidir... Dünyanın en güzel simidini dünyanın en lezzetli çayıyla birlikte bir martıyla paylaşmanın keyfini çıkarın hatıralarınızla birlikte... Hatıralarınızı havalandırmak isterseniz şayet, Çamlıca Tepesi emrinize amadedir... Gece, melek ve bizim çocukları tanımak isterseniz ve biraz da cesaretiniz varsa, Tarlabaşı’nın Beyoğluna çıkan ara sokakları sizi beklemektedir... Midyatlı midye dolmacıların nöbet tuttuğu İstiklal Caddesi köşe başlarında bir mola verirsiniz belki de... Yıldızlar iyice bir yerleşince İstanbul'un semalarına, bir mahalle mescidinin şadırvanında niye o saatte abdest aldığına anlam veremediğiniz kırçıl sakallı bir meçhul kişiye Özbekler Tekkesi’ni sorun mesela...
Yıldızlar iyice bir yerleşince İstanbul'un semalarına, bir mahalle mescidinin şadırvanında niye o saatte abdest aldığına anlam veremediğiniz kırçıl sakallı bir meçhul kişiye Özbekler Tekkesi’ni sorun mesela... Hatırlarınızı gezmeye çıkarmanın mevsimi geçmeden davranın bakalım... Unutmayın, aslolan "ben bu sokaktan daha önce de geçmiştim" duygusudur...
Hatırlarınızı gezmeye çıkarmanın mevsimi geçmeden davranın bakalım... Unutmayın, aslolan "ben bu sokaktan daha önce de geçmiştim" duygusudur... Vapurların, martının, gevrek simidin, balık ekmeğin, Kızkulesinin, Tahtakale esnafının, Şazeli tekkesinin, düğün salonlarının, bağcılar meydanının, her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar'ın, Nazmi abinin ve un kurabiyesinin hepimize selamı var... Hava serin... Ufak ufak yağmur da atıştırmaya başladı... Sonbaharı, geçmiş güzel günleri, hatıraları, bugünü, gelecek için büyük umutlarımızı, vapur kenarlarını, lodosu, hacı leylekleri, sabah çorbalarını, akraba ziyaretlerini, dostlar için duayı, akşam simidini, sarı yağmurlukları, aşkı, vefayı ve daha birçok şeyi paylaşmaya devam etmek için yağmur başladı...
Sonbahar... Hatıraları gezmeye çıkarmanın en çok yakıştığı aylardayız... Ve elbette hatıraları gezdirmenin başkenti şüphesiz İstanbul'dur... Hatıralarınızın elinden tutup Emirgan'da ihtiyar ve sanatkâr çınar ağacının dibinde bir bardak çayla başlayabilirsiniz mesela... Alibeyköy'ün yokuş yukarı sokaklarında seyyar bir mısırcının peşinde koşabilirsiniz ya da... Kaynamış mısırı Alibeyköy'de, "yerinde" yiyebilmenin umudu ile... 59
Ş ehir
ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’DAN ANILAR;
BALKANLARDA
TÜRK OLMAK İnsan sonradan Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan olamaz ama sonradan Türk olabilir! İslam nimeti sayesinde bu, Allah’ın Türk milletine has kıldığı bir lütuftur. Mesela ben, aslen Arnavut olduğum halde, sonradan Türk olanlardanım. Ama ben kendimi herkesten daha çok Türk görürüm. Çünkü benim gözümde Türklükle Müslümanlık aynı şeydir. Biz böyle gördük, böyle öğrendik. Bizim oralarda Müslümanlar ve farklı etnik kökenlerden gayri Müslimler bir arada yaşarlardı. Hangi etnik kökenden olursa olsun, bir gayri Müslim hidayete erip Müslüman olunca, ona “Türk oldu!” denirdi. Mustafa ATALAR
erçek Balkan Türklerinin ve Müslümanların en temel ilkelerinden biri dünyada başka hiç Türk ve Müslüman kalmasa yine Türk ve Müslüman olma azminde, kararlılığında ve gayretinde olmaktır. Zaten onların dünyanın en güzel beldelerinden biri olan Balkanları terk etmelerinin, kendilerine yeni vatan aramalarının tek sebebi de budur. Ben bunun en güzel örneğini, yine bir Balkan göçmeni olan son devirde yetiştirdiğimiz, daha doğrusu kendi kendisini yetiştirmiş Ali Yakub Cenkçiler Hocamda görmüşümdür. Aşağıda anlatacağım olay da bunun en bariz delilidir. İstanbul’un eski mahallelerini en ara en sapa sokaklarına kadar gezip dolaşmayı çok seven Ali Yakup Hoca, günlerden bir gün, karışık, dolaşık, daracık sokaklı eski bir İstanbul mahallesinde dolaşırken, boylu, boslu, açık kumral, Avrupai görünümlü, mini etekli, oldukça serbest kılık kıyafetli iki genç kızla karşılaşır. Sıkıntılı, tereddütlü, telaşlı hallerinden mahallenin yabancısı oldukları anlaşılan kızlar, biraz mahcup, fakat son derece nazik, saygılı ve ölçülü bir tavırla Hoca’ya yaklaşırlar. İçlerinden daha cesur görünen yeşil gözlüsü hemen özür dileyerek söze girer: - Af edersiniz amca, sizi rahatsız ediyoruz! Ama biz buranın yabancısıyız. Otobüs durağına gideceğiz ama yolumuzu kaybettik. Epey zamandır aynı yerde dolanıp duruyoruz, bir türlü ana yola çıkamadık. Bize en yakın otobüs durağını gösterebilir misiniz? Hoca: - Estağfirullah, ne rahatsızlığı kızım! Ben de o tarafa doğru gidiyorum. İsterseniz durağa kadar birlikte yürüyebiliriz, deyince kızlar yaşlı adamın bu teklifini memnuniyetle kabul ederler. Oldukça konuşkan olan kızlar, kendilerine yol arkadaşlığı yapan Hoca’ya, bir çırpıda Sağmalcılar taraflarında oturduklarını, bir yakınlarının arabasıyla bu civarda oturan bir akrabalarını ziyarete geldiklerini, dönüşte kendi başlarına otobüs durağını bulabileceklerini zannettiklerini ama bu karışık sokaklarda yollarını kaybettiklerini, epeyce dolandıkları, bir iki kişiye de sordukları halde, bir türlü otobüs durağını bulamadıklarını, ona rastlamalarının kendileri için büyük bir şans olduğunu anlatıverirler. Kızların sözü bitince, sıkıcı bir yol arkadaşı olmamak için, Hoca da onlara birkaç kelam etme gereğini hisseder. Önce isimlerini, sonra da biraz da Balkan göçmeni olduklarını tahmin ettiği için, memleketlerini sorar. Kızlar isimlerini söyledikten sonra, birisi biraz çekingen bir tavırla: -Amca biz muhaciriz. Ailemiz biz küçükken
sayı//4// kasım 60
Yugoslavya’dan İstanbul’a göçmüşler! Tahmininde yanılmadığını anlayan Hoca’nın gözleri ışıldar ve onlara: -Yaa, öyle mi kızım? Desenize hemşehriymişiz. Biliyor musunuz, ben de muhacirim?! Hem de Kosovalıyım, yani sizin gibi Yugoslav göçmeniyim. Peki sizinkiler Yugoslavya’nın neresinden gelmişler? -Amca benim ailem Saraybosna’dan gelmiş. -Bizimkiler de Makedonya’dan, Üsküp’ten gelmişler. -Ne güzel! Ben, Üsküp’ü de Saraybosna’yı da çok iyi bilirim. Gençlik yıllarımda her ikisinde de medresede okudum. Her ikisi de çok güzel yerler. Peki, siz oraları hatırlar, bilir misiniz? Kızlardan biri: -Yok amca, nereden bilip, hatırlayacağız?! Ailelerimiz, zaten daha biz doğmadan buralara göçmüşler. Şimdiye kadar bizim hiç gidip gelme imkânımız ve fırsatımız olmadı. Sadece arada sırada büyüklerimizin anlattığı kadarıyla bazı şeyler biliyoruz, hepsi o kadar. -Ne anlatıyor, nasıl anlatıyor, büyükleriniz? -Ne anlatacaklar amca! Oraların çok güzel yerler olduğunu, ama bırakıp gelmek zorunda kaldıklarını, muhacirliğin çok zor olduğunu, dayanılmaz acılar, çileler, sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar çektiklerini… İşte bunun gibi bir sürü şeyler anlatıyorlar! -Büyükleriniz doğru söylemişler kızım! Muhacirlik gerçekten de çok zor derttir. Başına gelmeyen, çekmeyen bilmez. Benim ömrüm de hep gurbetlerde, muhaceretlerde geçti. Hele Kosova gibi, Balkanlar gibi bana göre dünyanın en güzel, en verimli, iklimi en mutedil, en yaşanmaya değer, her şeyin bol olduğu, cennet gibi yerleri bırakıp da başka yurtlar aramaya mecbur kalmak, kolay katlanılabilecek dert değildir. Ben de Kosova’yı görmeyeli, göremeyeli çok uzun yıllar oldu. Ama inanır mısınız, ben hala kendimi rüyalarımda hep oralarda, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerlerde görürüm?! Peki kızım, o zaman sizinkiler ne diye o kadar güzel yerleri bırakıp da muhacir olmuşlar. Orada çok mu fakirmişler? Buralarda daha rahat, daha iyi bir hayat mı arıyorlarmış? -Yok amca, olur mu öyle şey? Aksine bizimkiler Yugoslavya’da çok zengin, çok varlıklıymışlar! Her şeyleri varmış! - Bizimkiler de öyle! Makedonya’da çiftçilikle, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Çok geniş arazileri, tarlaları, çiftlikleri, hayvanları varmış! Hepsini bırakıp gelmek zorunda kalmışlar. - Bizimkiler de çok geniş bir aileymiş. Saraybosna’da kimi ticaretle, kimi sanayiyle uğraşırmış. Fabrikaları, atölyeleri, iş yerleri, dükkânları varmış. Oraların en zenginlerindenmişler.
- İyi ama kızım, bunca mala mülkü ne yapmışlar? İnsan durup dururken onca serveti, zenginliği, malı mülkü, refahı bırakır da her şeyini terk eder yeni maceralar peşine düşer mi? Başına nelerin gelebileceğini, neler yaşayacağını bilemediği başka bir yere göçer mi? - Durup dururken olur mu amca? Oralar gâvur eline geçmiş. Gâvurlar tutmuşlar, bizimkilere de ya bizim gibi Hıristiyan olacaksınız, ya da buraları terk edeceksiniz demişler. - Eee, sizinkiler ne demiş? - Ne desinler amca? Elbette, biz ölürüz, her şeyimizden vazgeçeriz de dinimizden vazgeçmeyiz demişler. -Sonra ne olmuş? -Ne olacak, bizimkiler de her şeylerini orada bırakıp Türkiye’ye göçmeye razı olmuşlar. Türkiye’ye geldiklerinde yıllarca barınak gibi küçücük evlerde, birkaç aile bir arada, üst üste yaşamak zorunda kalmışlar. Bu onların o zamana kadar hiç tanımadıkları, alışmadıkları çok zor bir hayatmış. - Peki ama, madem Yugoslavya’da o kadar varlıklı ve zenginmişler, Türkiye’de niçin bu kadar fakir bir duruma düşmüşler. Mesela, mallarını, mülklerini, servetlerini, paralarını, pullarını alıp niye Türkiye’ye getirmemişler? Oradaki varlıklarını, mallarını, mülklerini satsalar, burada daha rahat bir hayat sürdüremezler miydi? Böylece bu kadar çok çile, fakirlik ve yoksulluk da çekmezlerdi. Öyle değil mi? - Nasıl getirsinler amca, getirememişler ki! Gavur bırakmamış! Türkiye’ye göçmek isteyenlerin oradaki her şeylerine, bütün mallarına, mülklerine, varlıklarına el koymuşlar. - Nasıl yani? - Amca siz de hem Yugoslav göçmeni olduğunuzu söylüyorsunuz, hem de nasıl olduğunu, orada olup bitenleri hiç bilmiyormuşsunuz gibi bize soruyorsunuz. - Haklısın kızım! Bilmez miyim, elbette ben de biliyorum ama hem sohbet olsun diye, hem de sizinkilerin yaşadıklarını da sizin ağzınızdan duymak için soruyorum. Ben Kosovalıyım, sizler Saraybosnalı ve Makedonyalıymışsınız. Belki sizin oralarda bizde yaşananlardan farklı şeyler yaşanmış olabilir! Ayrıca olup bitenlerden, yaşanan acı ve sıkıntılardan bu kadar haberdar, her şeyin bu kadar farkında ve bilincinde olmanız da beni çok memnun etti. Onun için soruyorum, kusuruma bakmayın! - Estağfirullah amca! Sanki olanları hiç bilmiyormuşsunuz gibi sormanız garibimize gitti de onun için biraz şaşırdık. - Olabilir kızım! Ailelerinizin oradaki malının, mülkünün gavurlar tarafından ellerinden nasıl alındığını anlatıyordunuz. İsterseniz yarım kalmasın? 61
Ş ehir
- Evet amca! Hıristiyan olmak istemeyen, oradaki baskı ve zulümlere de dayanamayan diğer Müslümanlar gibi bizimkiler de çareyi Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç etmekte görmüşler. Ama gavurlar, bütün mallarından, mülklerinden, servetlerinden, arazilerinden, topraklarından, tarlalarından, dükkanlarından, iş yerlerinden, fabrikalarından, evlerinden, bağlarından, bahçelerinden, yani neleri varsa hepsinden vazgeçmedikçe, hepsini orada bırakıp gitmeye razı olmadıkça onların Türkiye’ye göçmelerine izin vermiyormuşlar. Hatta sonradan kalkıp da hak iddia edemesinler diye hepsinin elinden ‘Yugoslavya’da benim hiçbir malım, mülküm yoktur’ diye yazılı, imzalı kağıtlar, belgeler de alıyorlarmış. - Sizinkilerin hepsi bunu yapmışlar, o belgeleri imzalamışlar mı? -Tabii amca, başka ne yapabilirler ki? Eğer yapmasalar, imzalamasalar Türkiye’ye göçmelerine izin verilmiyormuş. - Yaaa! Ama bu gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Bu fedakârlığı acaba niçin yapmışlar? - Niçin olacak amca siz niçin yapmışsanız onlar da onun için yapmışlardır. - Ben sadece ve sadece dinim, Türklüğüm ve Müslümanlığım için yapmıştım. - Bizimkiler de öyle amca! Başka niçin olabilir ki? - Haklısınız kızım! Ama kızım, çok eskiden ben Kosova’yı terk etmeden önce Sırp çeteleri, çetnikler vardı. Köyleri, kasabaları, şehirleri basarlar, insanları kadın erkek, çoluk çocuk demeden vahşice öldürürler, mallarını, mülklerini, arazilerini yağmalarlar, onları öz vatanlarından göçe zorlarlardı. E benden sonra, Yugoslavya’ya komünist rejim geldi. Komünizmin daha insancıl olduğu, din farkı gözetmediği söylenir. Sizinkiler hiç olmazsa komünizm döneminde rahat ve huzur yüzü görememişler mi? - Nerede rahat yüzü görecekler amca! İdeolojisi, ekonomik, siyasi veya sosyal sistemi, rejimi değişse de gavur yine aynı gavurmuş. Hıristiyanların Müslümanlara karşı tavrı ve düşmanlığı komünist dönemde de değişmemiş, hiç azalmamış. Hatta gavurlar rejim değişikliğinden sonra, Müslümanlara zarar vermek için bu sefer de komünizmi araç olarak kullanmaya başlamışlar. Kısa ve uydurma bir yargılamadan sonra, mahkemeye çıkarılan hali vakti yerinde Müslümanların hem mallarına el konuluyormuş, hem de bunlar idam sehpalarında can veriyorlarmış. Bizim yakınlarımızdan pek çok kimse de böyle idam sehpalarında can vermişler, mallarına mülklerine el konulmuş. - Peki bu Sırpların, gavurların dertleri neymiş? Ne istiyorlarmış bu zavallı insanlardan? - Ne olacak amca, tek dertleri bizimkilerin sayı//4// kasım 62
Müslüman, kendilerinin Hıristiyan olmalarıymış. Buna bir türlü tahammül edemiyorlarmış. Bizimkilerden de illa kendileri gibi Hıristiyan olmalarını istiyorlarmış. Yoksa her şeylerine el koyuyorlar, onları ölümlerden ölüm beğenmeye mecbur ediyorlarmış. - Demek ki, sizinkiler de benim gibi her şeylerini tek bir şey için, yani sırf Müslümanlıkları için feda etmişler. Müslümanlıkları için, hiç tereddütsüz vatanlarını da, ülkelerini de, yuvalarını da, yuvalarını da, mallarını da, mülklerini de, hatta bazıları canlarını da feda etmekten çekinmemişler. Sırf dinlerini kurtarabilmek ve özgürce yaşayabilmek için buralara can atmışlar, hicret etmişler, muhacir olmuşlar. Gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Öyle değil mi, kızım? - Evet öyle amca, haklısın! BİZİ TÜRK VE MÜSLÜMAN SAYMIYORLAR Kızlardan biraz daha uzun boylu olanı, yarasına tuz basılmış gibi acı dolu ve titrek bir ses tonuyla Hoca’nın sözlerine bazı eklemelerde bulunma ihtiyacı duyar: - Öyle ama amca, göçmekle, muhacirlikle de her şey bitmiş, her iş düzelmiş, yoluna girmiş olmuyor ki! İnsan muhacirlikte maddi sıkıntılardan başka pek çok manevi sıkıntılarla, psikolojik baskılarla da karşılaşıyor. Bence katlanılması en zor olan da bu! - Onlar ne gibi sıkıntılar, yavrum? - Ne bileyim, bunlar saymakla bitmez ki! Ama muhacirlikte bence insana ağır ve en acı gelen şey, sonradan geldiğiniz yerde bazılarının sizi yabancılaması, el görmesi, dışlamaya kalkması! Bu sözler karşısında şaşıran ve duraklayan Hoca, kızcağıza dönerek: - Ne o, sizi buralarda dışlayan, yabancı ve el görenler de mi var? diye sordu. - Var tabii amca, olmaz olur mu? Hem de ne kadar! Bizi Türk kabul etmeyenler mi dersiniz, Çoğu insanların bizi Türk ve Müslüman sayası gelmiyor. TÜRK DEMEK MÜSLÜMAN DEMEKTİR - Daha da neler! Öyle söyleyenler ve düşünenler halt etmişler! Ah bana böyle bir şey söyleyecekler veya ihsas ettirecekler ki, onların ağızlarının payını bir güzel vereyim. Bir kere burası bizim anavatanımız. Biz Balkan Müslümanları, her zaman Türkiye’yi ana vatanımız olarak gördük. Mesela ben yıllarca Mısır’da yaşadım, orası da Müslüman bir ülke, ama ben orasını hiçbir zaman kendi vatanım olarak benimseyemedim. Türkiye’ye geldiğimde ise, kendimi öz yurduma, anavatanıma gelmiş gibi hissettim. İçimde, sanki ben aslen buralıymışım, burada doğmuşum da başka yerde gurbet hayatı yaşıyormuşum gibi bir his vardı. Yaşım kırkı aştığı halde, Mısır’da
evlenmedim bile! Çünkü aklım, fikrim hep Türkiye’ye gelmekte, Türkiye’ye yerleşmekteydi. Türkiye’ye gelince de hiçbir yabancılık çekmedim, kendimi hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. Bir eziklik, muhacirlik duygusu yaşamadım. Bu konuda gerekirse kendisini en saf kan Türk sayanlarla bile yarışmaktan, tartışmaktan çekinmem. Aslında sizi yabancı ve el görmeye, dışlamaya kalkanların, öyle aptalca ve cahilce düşünceler taşıyanların Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe etmek lazım! Türklük ve Müslümanlığın mührü, Balkanlara Anadolu’daki pek çok yerden daha önce vuruldu. Sizin gibi aslen Anadolu Türkü olup da, Balkanlara hicret eden, oraları asırlar boyunca vatan edinen, daha sonra o topraklar elimizden çıkınca tekrar muhacir olarak Anadolu’ya göçmek zorunda kalan evlad-ı fatihanınki de, benim gibi oraların esas yerlisi iken sonradan Türk ve Müslüman kimliğini kazanan, o kazanımları kaybetmemek için öz vatanlarını terk edenlerinki de denenmiş, sınanmış, ispat edilmiş gerçek ve sağlam bir Türklük ve Müslümanlıktır. Ya o sizin Türklüğünüze ve Müslümanlığınıza laf söyleme cüretinde bulunan densizlerin, ahmakların, aptallarınki nasıl bir şey acaba? Hiç denenmiş, sınanmış mı? Aynı musibet onların başına gelseydi, kim bilir sonları ne olurdu? Türklük de, Müslümanlık da sadece boş birer iddiadan ibaret değildir. Irk ve kan bağıyla babadan evlada geçen başka miraslara da benzemezler. Eğer öyle olsaydı, Türk asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olmazlardı. Mesela Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları söylenir, ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu Avrupa milletlerinde bile rastlanmaz. - Kusura bakmayın, Amca! Lafınızı kesiyorum ama ben bu sonradan Türk olma sözünü pek anlayamadım. İnsan nasıl sonradan Türk olabilir? İnsan doğuştan bir millete mensup değilse, sonradan olabilir mi? - Şaşırmakta haklısın kızım! İnsan sonradan Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan olamaz ama sonradan Türk olabilir! İslam nimeti sayesinde bu, Allah’ın Türk milletine has kıldığı bir lütuftur. Mesela ben, aslen Arnavut olduğum halde, sonradan Türk olanlardanım. Ama ben kendimi herkesten daha çok Türk görürüm. Çünkü benim gözümde Türklükle Müslümanlık aynı şeydir. Biz böyle gördük, böyle öğrendik. Bizim oralarda Müslümanlar ve farklı etnik kökenlerden gayri Müslimler bir arada yaşarlardı. Hangi etnik kökenden olursa olsun, bir gayri Müslim hidayete erip Müslüman olunca, ona “Türk oldu!” denirdi. Artık bir daha onun eski etnik kökenine bakılmazdı. Herkes, Elhamdülillah Türk’üz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü
nasip etti diye şükrederdi. Sıbyan mektebinde biz, İslam’ın şartlarını sayarken, “Türklüğün şartı beş!” diye sayardık. Bugün bile pek çok Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılamayan kavramlardır. Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelir, başka bir millet gelmez. Allah, bu milleti sanki Müslümanlık için, yani İslam’a hizmet için yaratmıştır. Allah, Türklerin İslam’a hizmet edenlerini hep yükseltmiş, İslam’dan yüz çevirenlerini ise silip süpürmüştür. Tarih boyunca Türkler, varlıklarını ancak ve ancak İslamiyet’le beraber koruyup, devam ettirebilmişlerdir. Hoca, söylemeyi boynuna borç bildiği şeyleri, bu kısa ayaküstü sokak muhabbetinde kısaca özetledikten sonra, tekrar kızlarla beraber durağa doğru yollandılar. Çok geçmeden otobüs durağı da göründü. Ama genç kızlar bu hoşsohbet ve sevimli ihtiyarın şimdiye kadar bir benzerini hiç kimseden duyamadıkları sözüne, sohbetine ve muhabbetine doyamamışlardı. Yolun daha da uzun olmasını, sohbetin böyle sürüp gitmesini çok istedikleri her hallerinden belliydi. Durağa vardıklarında da otobüse binmekte acele etmediler, ardı ardına durağa girip çıkan otobüslerin nereden gelip nereye gittiğine bile bakmıyorlardı. Gidecekleri yöne doğru daha çok otobüs gelip geçebileceğini, ama böyle bir sohbeti her zaman bulamayacaklarını düşünüyorlardı. Akıllarına takılan başka konularda da ona birkaç soru sordular ve hepsine de gönüllerini yatıştıracak güzel cevaplar aldılar. Hoca’nın anlattıklarından çok etkilenen kızlar, kılık kıyafet üstüne hiç konuşulmadığı halde, kıyafetlerinin aşırı serbestliğinden ve etek boylarının kısalığından rahatsızlık duymaya da başlamışlardı. Bir yandan can kulağıyla onu dinlerken, diğer yandan da ona çaktırmadan eteklerini çekiştirerek olabildiğince uzatmaya, kıyafetlerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. Kendileri henüz farkında olmasa da bu mahcubiyet onlara pek yakışmıştı…
63
Ş ehir
BİR TEKKENİN HİKÂYESİ Özbekler Tekkesi, uzun asırlar, İslâm şeraitine ait adap ve erkânın, tezkiye ve tasfiyeye dayalı bir iç eğitimi esas alan tasavvuf anlayışının esasa bağlanmasında mühim rolü bulunan Ahmet Yesevi Hazretleri'nin manevi feyiz ve bereketini günümüze taşıyan önemli bir irfan mektebi olarak kabul edilebilir. Yrd. Doç .Dr Rahşan GÜREL
nsanoğlu kimi zaman umut coşkunu bir hurma ağacı gibi yemişle yüklü, kimi zaman da susuzluktan kurumuş ve çatlamış bir kaya gibi kısır, yoksul bir mahrumluk anıtıdır. Bir vakit ufkunun eserlerle donandığını görmek mutluluğuna erer, bir vakit de umutsuzluktan her imkânın tükendiği duygusuna kapılır. Böylesine kabarmış, katmerleşmiş küf ve nasır bağlamış bir umutsuzluk çizgisinde bir ak benek belirir kimi zaman. Bir ışık zerreciğidir bu. Çoğu kez insanlar onu görmez ya da görmezlikten gelir. O aklık, o parlaklık gittikçe büyür. Bu gelen Allah'ın lutfudur. Bir Allâh armağanıdır. Ruhun gözlediği vaktin mucizesidir. Rahmetinden umut kesilmeyen Allah’ın insanlığa yeni bir fırsat tanımasıdır. Şeytana karşı kazanılmış bir raunttur. Alelade ve alelade altı günler tükenmekte, serim çağı şafağı sökmekte demektir… Her insanın ve her çağın umutsuzluk ufkunda bir destan titreyişi olacak ve diriliş erleri ellerinde hayata yeni düzeni getiren tomarlar, gelecek zamanın bağrına doğru yürüyecektir." Böyle anlatıyor Sezai Karakoç insan denen sırlı ve derin varlığın tükeniş ve diriliş arasındaki bitmek bilmez yolculuğunu... Diriliş erleri! İlimle amelin bir arada bulunduğu ihlâs hil'atini kuşanmış, "gelecek zamanın bağrına doğru yürüyen" nur abideleri... Diriliş eri deyince Anadolu'yu yurtlaştıran, şeffaflaştıran, hassaslaştıran, insanlaştıran Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hazretleri geliyor önce akla... Yesevi Hazretleri, Müslüman Türk irfanının tesis ve teşekkülünde altın bir isim. Menakıbına göre, Peygamber Efendimiz sav’in yakın sohbet halkasından, ashâb-ı güzininden "Aslan Baba" lakaplı bir zât tarafından 400 sene damağında damıtarak korunan "ilim hurması"nı tevarüsen emanet alıyor. Bunun sosyal psikoloji açısından izahı, sünnet-i seniyyenin ifrat ve tefrit ile aşındırılmadan Yeseviyye tariki vasıtasıyla Anadolu insanına ulaştığı şeklinde değerlendirilebilir, İstanbul'un manevi fatihi Akşemseddin Hazretleri'nin de bu kol üzerinden icra-yı faaliyet gösterdiğini biliyoruz.
Fotoğraf: Savaş Uğur- Nuri Öztel
sayı//4// kasım 64
ÜSKÜDAR BİR ULU RÜYAYI GÖRENLER ŞEHRİ "Bir ulu rüyayı görenler şehri" olarak Üsküdar, tarihin pek çok sahnesine şahitlik etmiş bir belde. Geçmişi Atinalılar dönemine M.Ö. 5. yüzyıla dayanıyor. Tarih ona "Altın Şehir" kaydını düşmüş. Orhan Gazi tarafından yaklaşık olarak 1384 yılında fethedildikten sonra Türklerin eline geçmiş ve Sultan I. Murat döneminde nüfusun önemli bir kısmı Türklerden oluşmaya başlamış. Ancak Türklerin tam olarak buraya yerleşmeleri
İstanbul'un fethinden sonra gerçekleşmiş. Osmanlı'nın gözdesi olan Üsküdar'da bu sebeple çok sayıda Osmanlı eseri mevcut. Kayıtlar, 91 cami veya mescit, 51 tekke, 12 hamam, 11 kervansaray, 2 imaret, 7 medrese, 260 çeşme, 5 büyük iskele, 2 darüşşifa, 2 menzilhane, kütüphane darülhadis, sebil ve posta teşkilatı ile birçok padişah, sultan, paşa ve devlet adamının sarayları, yalı ve köşklerinden bahsediyor. Sultan Fatih Devri'nde, Üsküdar'ın adeta yeniden kurulduğunu görüyoruz. Salacak'ta Fatih, kendi adıyla anılan bir mescit yaptırmış ve Üsküdar'ın ilk mahallesi burada yeşermiştir. Anadolu'dan getirilen Türk nüfusunu buralara yerleştirmiş, şimdiki iskele Meydanı'ndaki bedesten ile ticaretin gelişmesini sağlamıştır. VE ÖZBEKLER TEKKESİ… Özbekler Tekkesi, Üsküdar deyince akla gelen önemli mekânlardan biri. Hacı Hoca Tekkesi olarak da bilinen Tekke, Sultan Tepesi’nde, Bülbül Deresi'ne hakim yüksek bir tepe üzerinde kurulmuş, minaresiz ve minbersiz, mahviyet içinde ahşap bir yapı.. Özbekler Tekkesi, uzun asırlar, İslâm şeraitine ait adap ve erkânın, tezkiye ve tasfiyeye dayalı bir iç eğitimi esas alan tasavvuf anlayışının esasa bağlanmasında mühim rolü bulunan Ahmet Yesevî Hazretleri'nin manevi feyiz ve bereketini günümüze taşıyan önemli bir irfan mektebi olarak kabul edilebilir. Tekkenin kuruluş hikâyesi, Yavuz Sultan Selim Han'ın "Halife-i rûy-ı zemin" olmasından sonraya dayanıyor. Hac farizasını yerine getirmek için yola çıkan hacı adaylarının, Halife'den"destur" almak için İstanbul'u ziyaret etmeleri bir gelenek hâline geliyor. Bu izin, ziyaretçilerin manevi yolculukları adına bir destek anlamı taşıdığı gibi, Efendimiz sav tarafından fethi müjdelenecek kadar değer atfedilen bu aziz beldenin tenezzühü için de bir güzel vesile teşkil ediyor. Özbek Türkleri, diğer hacı adaylarıyla beraber İstanbul'u ziyarete geldiklerinde kendilerine mahsus, has kıldan ve ipekten renkli çadırlarını Üsküdar sırtlarında Sultan Tepesi'nde kurarlarmış. Tekkenin yapılış tarihi ise daha sonraki asırlara rastlıyor. ÖZBEK TÜRKLERİNE TEŞEKKÜR NİŞANESİ… Rivayete göre Sultan III. Mustafa, bir Çamlıca gezisi sırasında kendisini can u gönülden ağırlayan Özbek Türklerine şükranının nişanesi olmak üzere burada bir tekke yaptırmayı vaat ediyor ve sözünde duruyor. Bir müddet sonra Sultan Tepesi'ne bir vakıf kuruluyor ve kafileye nezaret eden Nakşi Şeyhi, hac dönüşü vakfın başına
geçiriliyor. İlk kuruluşunda küçük ve sade bir yapı olan tekke, daha sonra yapılan eklemelerle tam teşekküllü bir tarikat tesisi haline gelmiştir. Tekke, derviş hücreleri, kadınlar kısmı, erkekler kısmı, mutfak, mescid-tevhidhane, bahçe ve mezarlıktan oluşmaktadır. Vakıflar Başmüdürlüğündeki kayda göre tekkenin kuruluş tarihi 1757-1774 yılları arasına Sultan III. Mustafa zamanına denk geliyor. Sultan Tepe'de Hacı Hüsna Hatun Mahallesi, Servili Köşk Sokağı üzerinde bulunan Tekke, Hadîkatü'l-Cevami'ye göre, 1752-53 tarihinde Abdullah Paşa tarafından yaptırılmıştır. Maraş valisi olan Abdullah Paşa bu tekkeyi 1752 tarihinde Sultan III. Mustafa zamanında imar ve ihya ederek Semerkandlı Özbek Şeyh Abdullah el-Ekber'e vermiştir. Tekke bu şeyhin unvanına nisbetle Özbekiyye ve BuharaTekkesi olarak meşhur olmuştur. Hadîkatü'l-Cevami yazarı ise Tekkenin kuruluşuna dair şu bilgiyi vermektedir: "Banisi, darphane emini ve 1167 senesi Zilhiccesinde / Eylül 175A sadrazam kethüdalığından mir-i miranlık / beylerbeyilik ile Maraş valisi olan Abdullah Paşa'dır. 1168/ 175A55 senesinde orada vefat etmiştir. Bu tekkeyi, Nakşibendiye tarikatından Hacı Hoca denmekle maruf eş-şeyh esseyyid Abdullah Efendi'ye mülkü ile beraber vermiştir. 1171 / 1757-58 tarihinde Caprastlı Hasan Ağa masrafını üzerine almış, Şeyh Abdullah Efendi de tekkeyi Nakşibendiye tarikatına vakfetmiş ve minber koymuştur, imamet ve hitâbeti de kendi üzerine almıştır. Zamanla bazı ilâvelerle genişleyerek büyük bir zaviye olmuştur." Hadîka yazarının bu ifadesine karşılık Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki, Zilkade 1199/Eylül 1785 tarihli bir resmi kadı mektubuna / mü'rasele göre "Üsküdar'da Sultan Tepesi'nde Nakşibendî şeyhlerinden Hacı Hoca denmekle maruf Abdülkerim Efendi'nin vefatıyla metruk kalan cami ile fukarayı iskân ve eytamlarına mahsus 65
Ş ehir
mesken ve sairenin ve Şeyh Abdülkerim Efendi'nin ıyâlini ittifak suretiyle şeyhin evlâd-ı manevîsi halifesine tevcihi" istenmektedir. Bu mektubun üzerinde "mucibince" işaretiyle Şeyhülislâm Dürrizâde Mehmet Ârif Efendi'nin yazısı vardır.
1
2 1: Divan odası, 2: Matbah’ın 2 asırlık malzemeleri. 3: İç mekanda kitabe
3 sayı//4// kasım 66
ÇAĞININ KÜLTÜR-SANAT MERKEZİ Kuruluş amacı, hacı adayları için menzil olarak düşünülmesine rağmen dergâh, kısa sürede birçok sanat ve zanaatın öğretildiği bir kültür-sanat merkezi hâline geliyor. Tekkenin kuruluşundan sonraki altıncı şeyhi olan Mehmed Sadık Efendi, zamanının önemli ebrucularından idi ve çok sayıda öğrenci yetiştirmişti. Sadık Efendi'nin büyük oğlu ve tekkenin daha sonraki ve en meşhur şeyhi Hezârfen İbrahim Edhem Efendi'nin hayat tarzına kısaca göz atmak da, dergâhın faaliyet alanını ve işleyiş yapısını yansıtmak açısından bir ayna vazifesi görebilir… Edhem Efendi, önce bir ebrû ustası, günümüz ustalarının hocalarının hocası... Hakikaten hezâr fenne sahip bir insan. Hattatlık, marangozluk, tahta oymacılığı, doğramacılık, tornacılık, dökmecilik, matbaacılık, dokumacılık hepsi ihtisas alanı içinde. Günümüz insanının tek bir fenni bile liyakatle yerine getirmeyi unutmuş hafzalası için, öncesinde ve sonrasında ve her noktada birçok benzeri olan yed-i tûlâ sahibi bu insan tipini tasavvur etmek bile kolay değil. Bu çok fenlilik, çok renklilik, "Mihneti kendüye zevk etmedir âlemde hüner" diyerek hayatı, bir hobi, bir eğlence tadında yaşayan, iç bütünlüğünü yakalamış mutmain insanın eşyaya yansıyan sırrı olsa gerek. Edhem Efendi’nin "el-Alîm" sırrının eşyadaki tezahürünün ifşasına izin verilmişlerden olduğu aşikâr. Mucit bir akl-ı selîm hayata nasıl yansır, Edhem Efendi'nin macerası buna zarif bir örnek… Tekkenin kuyusundan su çekmek icap etmiş; $eyh Efendi hemen bir makine keşfedivermiş, benzetme tarikiyle... Ebru işçiliği için küçük bir litografya cihazı, 3 beygir gücünde bir buharlı makine ve ihtiyaçlara binaen doğmuş büyüklü küçüklü, çok amaçlı pek çok cihazın, ellerinin küçük işaretleriyle hayata kavuşturulmasına izin verilmiş. Bir yanda zarif dokumaları ve ebrularıyla Sultan Abdülaziz'i adeta büyüleyen Şeyh Efendi’nin mahir elleri diğer yanda Tophane Askeri Okulu'nun kurulması için didiniyor ve Osmanlı da ilk kurşun boruyu da o döküyor. 1867'de Paris'teki uluslararası fuara kendi icadı olan bir buhar makinesi ile katılan İbrahim Edhem Efendi madalya kazanmış, Dolmabahçe ve Yıldız sarayları için kumaşlar dokumuş ama bir ara Sultan Abdülhamid tarafından birkaç aylığına İstanbul'dan uzaklaştırılmıştı. Geçici sürgünün
sebebi, İbrahim Edhem Efendi hakkındaki bir ihbar idi. İcatlarda bulunmaya ve makineler yapmaya meraklı olan İbrahim Edhem Efendi'nin "Özbekler Tekkesi'nde birkaç adet top döktüğü ve bu toplarla Yıldız Sarayı'nı havaya uçuracağı" iddia edilmiş ve bunun üzerine tedbiren Sultan, şeyhi "Kâbe'nin tamiri" vazifesiyle Mekke'ye gönderip İstanbul'dan uzaklaştırıyor. Tekkede 1855 ile 1904 seneleri arasında, yani tam 49 sene boyunca şeyhlik yapan İbrahim Edhem Efendi, Özbekler Tekkesi'ni bir ilim ve sanat merkezi haline getiriyor. O devrin önde gelen ilim adamları ve sanatçılar, tekkenin müdavimi oluyor. Özbekler Dergâhı'nın tekkelerin 1925'te kapatılmasından önceki son şeyhi Atâ Efendi idi ve mekân onun şeyhliği sırasında, özellikle de Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan işgal günlerinde İstanbul'un önemli siyasî merkezlerinden biri oldu. Şeyh Atâ Efendi, işgal kuvvetleri ile mücadele için kurulmuş gizli bir teşkilât olan Karakol Cemiyeti'ne mensuptu. Kuvâyı Milliye'ye katılmak isteyen ve aralarında meşhur isimlerinden de bulunduğu çok sayıda kişi, Anadolu'ya Atâ Efendi'nin yardımıyla ve Özbekler Tekkesi üzerinden geçtiler. Atâ Efendi'nin 1936'da vefatından sonra, tekkenin başına kardeşi Necmeddin Özbekkangay geçti ama "Özbekler Şeyhi" diye bilinen Necmeddin Efendi'nin şeyhliği sembolikti, zira tekkeler artık kapatılmıştı. Necmeddin Efendi, tekkenin ikametgâh olarak kullandığı selâmlık kısmını bir kültür, özellikle de musiki merkezi haline getirdi. Özbekler Şeyhi'nin 1971'deki vefatına kadar Türk Müziği'nin önde gelen mensuplarının devam ettiği ve hem dinî, hem de dindışı müziğin en kalitelisinin yapıldığı yerlerden biri olan Özbekler Tekkesi'nde bugün de eskisi kadar sık olmamakla beraber bazı musiki toplantıları düzenleniyor. NAKŞİ-HALİDİ KOLUN TEMSİLCİSİ Edhem Efendilerin ve şakirtlerinin esas sanatı, ezmeden, üzmeden insanın tamiri ve ihyası aslında. Zamanın meşhur sanat, bilim ve düşünce erbabının isimlerini tekkenin müdavimleri arasında görüyoruz. Resmi okullarımızın Cemil Meriç'in ifadesiyle "müstagrib" değil de "müsteşrik" yetiştirdiği bir devirde, Salih Zeki Bey, Halide Edib'in babası Edip Bey, Harbiye Nazırı Galip Paşa, Rıza Tevfik gibi isimler için dergâh, bir irfan mektebi olduğu gibi, Orta Asya Türk tasavvuf kültürünün bilhassa Yeseviyye âdâb ve erkânının yaşatıldığı bir ocak vazifesi de görmüş. Özbekler Tekkesi Nakşibendi tarikatine bağlı ve sesli zikri benimseyen bir tekke olmuş, son döneminde aynı tarikatın Halidî kolunu temsil
etmiştir. Yüzlerce yıl Orta Asya'dan İstanbul'a gelen seyyah dervişlere barınak görevi gören tekke Kurtuluş Savaşı'nda da önemli bir rol oynamıştır. Tekkenin son şeyhi hukukçu Ata Efendi Kuvayı Milliye hareketine destek vermiş. Karakol Cemiyeti'ne üye olarak İstanbul'dan Anadolu'ya silah kaçırılmasında, gönüllülerin Anadolu'ya çıkmasında tekke bir merkez rolü üstlenmiştir. Bir gayrı resmi askeri üs ve tedavi merkezi olarak içinde Mehmed Âkif ve Halide Edib'in de yer aldığı Kuva-yı Milliye mensuplarına sığınak olarak hizmet vermiş tekkenin bu hüviyetinden, Halide Edip, "Türk'ün Ateşle imtihanı" eserinde tafsilat ile bahsetmektedir. ÖZBEKLER TEKKESİ İSTANBUL’UN DÖRT DİREĞİNDEN BİRİ Tekkenin son zamanlarda adı Ertegün ve Taran aileleriyle de gündeme gelmiştir. Türkiye'nin Washington Büyükelçiliği'ni yapan Münir Ertegün ve oğlu Ahmet Ertegün, İbrahim Edhem Efendi'nin kabirleri yanına defnedilen torunu ve torunun oğlu. Diğer kızından olan torunları ise Taran ailesi tarafından temsil ediliyor. 1994 yılında yenilenen tekke faal değildir. "Tarih Araştırma Vakfı", tekke binası içinde hizmet vermektedir. Muzaffer Özak Efendi'nin "tasavvuf eğitimi mutfaktan başlar" dediği üzere Özbekler Tekkesi'nden bahis açıldığında zikr-i hayrı mutlaka yapılması gereken bir mühim bahis de "Özbek Pilavı'dır.Bayram günlerinin ve kandil gecelerinin özel şifa ve feyiz kaynağı bu leziz taamın alâmet-i farikası, havuç, et ve ince kıyılmış portakal kabuğu... Salavat ve dualar eşliğinde yapılan sakal-ı şerif ziyaretine ve "destur" nidalarıyla kaynatılan bu özel yemeğin ikramına ait geleneğin bugün de Kandil gecelerinde ve bilhassa Kadir leyle-i şerifinde yaşatılmaya çalışıldığını söyleniyor. Son söz olarak yakın devrimizin "hamiyet evliyası" olarak anılan A. Mahir iz Hoca'nın Özbekler Tekkesi hakkındaki bir kanaatini zikredelim: Hoca, Tekkeyi, Eyüp Sultan, Yahya Efendi ve Telli Baba Türbeleriyle beraber İstanbul'u ayakta tutan dört direkten biri olarak sohbetlerinde tekraren anar ve bu direkler durduğu müddetçe İstanbul payidar olacaktır, dermiş. Eskiler, göz bakar; gönül rahatsız olur; hafıza zayıflar, derlermiş. Nazar ber-kadem olmayı unutup nazar ber-taraf olalı beri nisyan ile ma'lul ve maşeri vicdanımızın sesini duymaz olduğumuz bir çağda, gönlü huzura kavuşturmak, Allâh'ın "gör" dediği yerden bakmak için mütevazin bir nazargâh olan Özbekler Tekkesi, "gönül yapma" vazifesini sessiz duruşuyla derinden derine ifa ediyor gibi görünmekte... 67
Ş ehir
MEMLEKET MAKEDONYA
Bir şehre gitmekle geçmişinize gitmek, aynada kendinize bakmak, kaybolduğunuzda yolunuzu her zaman bulmak duygusunu hissettiren ender ülkelerden biridir Makedonya. Yıldırım Bayezid’in 1392’de fethettiği ve 522 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan ülkeye 6 asır sonra misafir olup ecdadımızın ayak izlerini sürmek, neler kaybettiğinizi görmek, nasıl yeniden kazanırız sorularını en çok kendinize sormak için Makedonya’dayız. Nurdal DURMUŞ
azı şehirler vardır aynaya baktığınızı düşündürür. Bazıları duvara, bazıları içinize, bazıları geçmişinize ve geleceğinize, bazıları hayallerinize, hayal kırıklıklarınıza baktığınızı düşündürür. Bir şehre gitmekle geçmişinize gitmek, aynada kendinize bakmak, kaybolduğunuzda yolunuzu her zaman bulmak duygusunu hissettiren ender ülkelerden biridir Makedonya. Yıldırım Bayezid’in 1392’de fethettiği ve 522 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan ülkeye 6 asır sonra misafir olup ecdadımızın ayak izlerini sürmek, neler kaybettiğinizi görmek, nasıl yeniden kazanırız sorularını en çok kendinize sormak için Makedonya’dayız. Ülkenin Büyük İskender havaalanının eski kasvetli duruşundan kurtulup başkent Üsküp’e doğru yol almak, unuttuğunuz geçmişinize yeniden dönmek gibi… Başkent Üsküp girişinde sizi karşılayan soğuk beton binalar, duvarlara yazılmış sloganlar, yüzlerine hüzün çökmüş insanlar, alışveriş merkezlerinin karmaşıklığı, Türkiye’nin 90’lı yıllarını hatırlatıyor. Brutalizm’in doruklarındaki mimari yapılar bugünün kasvetini, Osmanlı mimarisi o kasveti yumuşatmak için asaleti temsil ediyor. Şehrin yetmişlerden çıkıp gelen hayalet silueti, o siluete huzur katan Osmanlı mimarisi arasında yol alarak ulaşıyoruz Üsküp’e. Başkente adım atar atmaz DuskoGoykovich’in “TheNights of Skopje” şarkısını dinlemek keyifli olsa da ben ezan seslerine teslim oluyorum. Uzaktan kulağınıza değen ezan seslerinin huzuru her şeyi unutturacak kadar kuşatıcı. Bu yüzden Üsküp’ün bir başka ülkeye değil de Anadolu’nun herhangi bir kasabasına gitmişsiniz hissi uyandıran kuşatıcılığı var. Üsküp insana doğup büyüdüğü memleket gibi tanıdık geliyor. Sokaklarında yerlisi gibi dolaşacağınız, yabancılık çekmeden sizi kalbine alacak anneniz gibi… Tanıdık bir dostla 6 asır sonra kavuşma hissi… Sıkıca sarılma. Sonra derin bir sessizlik, sessizlik… BAŞKENT ÜSKÜP SOKAKLARINDAYIZ… Bugün hemen hemen bütün Balkan şehirlerinde olduğu gibi Üsküp’te de iki farklı şehir yapısı karşılıyor bizleri. Biri Osmanlı’dan günümüze emanet kalan klasik “eski şehir”, diğeri ait olduğu ülkenin modern yapılarıyla çağdaş kentler. Vardar Nehri’nin sol tarafında kalan Osmanlı’nın Üsküp’ü dramatik bir terk ediliş hüznü yaşarken, sağ tarafta Vodno Dağı’na kadar uzanan ve Yugoslavya’nın kucağında filizlenmiş zamane Üsküp’ü… Hıristiyan çoğunluğu nedeniyle daha çok güney tarafı gelişmiş olun Üsküp’ün mahzun kuzey tarafı 19. yüzyıl Osmanlı şehirlerini andırıyor. İşin doğrusu Osmanlı zamanındaki halinden sanki bir farklılığı da yok gibi. Üsküp: “İroni nedir?” sorusunun cevabını bünyesinde taşıyan
sayı//4// kasım 68
bir şehir. Birçok Balkan şehri gibi ortasından nehir akıyor. Vardar Nehri şehri ikiye bölmüş. Üsküp şehir merkezini eski ve yeni şehir olarak da ikiye ayırabiliriz. Hristiyan Makedonların olduğu bölgede (yeni şehir) yoğun bir heykelleştirme çalışması var. Hemen her yerde heykel görmek mümkün. İnşaatlar da aynı hızla ilerliyor. Şehrin ortasında sahte bir tarih, heykellerle dolu meydanda yükseliyor. Yeni şehrin Avrupa şehirlerinden pek farkı yok. Müslüman Arnavutların yaşadığı diğer tarafta da bir Osmanlı çarşısı, çarşı çıkışında da bir pazar var. İkisi de oldukça yıpranmış ve neredeyse yıkılmak üzere. Çarşıyı gezerken Türkçe konuşan insanlara rastlıyoruz. Türkiye’deki gündemi konuşuyorlar. Müslüman nüfusun içinde Türkler de var. Şehrin nüfusu nispeten dengelenmiş, ancak Hıristiyan nüfus biraz daha fazla imiş. Arnavutların yaşadığı bölge, genellikle tek katlı evlerden oluşuyor. Sokakları bakımsız. Sultan Murat Camii’nin avlusunda bulunan ‘Saat Kulesi’ şehrin sembollerinden biri olmasına rağmen yetim bırakılmış; yolu oldukça bozuk. Cami de çarşı ve pazar gibi bakımsız. Avlunun demirlerinden şehre baktığımızda elli yıl önceki İstanbul’u görüyoruz. Maalesef insana üzücü geliyor ama Üsküp’e sanki ruhunu kaybettirmişler. Hıristiyan fanatizmine kurban edilmiş bir kent havasına sokmuşlar. “Üsküp, Makedon şehridir!” mesajını veren bir mühür vasfıyla dağına taşına kiliseler, haçlar inşa etmişler. Üsküp, içinde barındırdığı mimari eserlerle, hâlâ bir Osmanlı şehri görünümünde olsa da şehrin belirgin Müslüman kimliği, bazı milliyetçi Makedonları rahatsız etmekte. Makedonya’nın Vodno Dağına 2001 yılında, Üsküp’ün o güzelim siluetini bozma pahasına, çoğu Makedon’un kentteki etnik kutuplaşmayı arttıracağından dolayı karşı çıkmasına rağmen dikilen yaklaşık 70 metre yüksekliğinde haç dikmesi, rahatsızlığın en belirgin kanıtıdır.Kale yolunda, eskiden medrese olarak kullanılan bir kilise var. Küçük odalar, ortasında havuz bulunan geniş avlu, yuvarlak sütunlar, mumlar, papaz mezarları… Kapıda sıraya dizilmiş çocuklar dikkatimizi çekiyor. Başlarında öğretmenleri, ellerinde mumlarıyla kilise ziyaretine gelmiş anaokulu çocukları bunlar. ÇOCUK: DÜNYANIN EN GÜZEL ŞARKISI Öğretmenlerini takip ederek muhtelif Hristiyan ritüellerini uyguluyorlar. Bakışıp gülüşüyoruz, fakat öğretmenler bu bakışmadan pek memnun olmuyor. Bize göre medrese, onlara göre kilise olan mekândan ayrılıp kaleye çıkmak istiyoruz. Kalede de şehrin her yerine sinen gerginlik havası mevcut. Kale içine kilise
inşa edilmek istendiğinden, sorunu kapıya kilit vurarak çözmeye çalışmışlar. Burçlara girilmiyor. Arnavutlar siyasi anlamda oldukça zayıf. Makedonlar, Avrupa Birliği’nden aldıkları fonlarla Üsküp’ü Hristiyan şehrine çevirmek için yoğun bir uğraş içindeler. Aziz Bakire Meryem Kilisesi’nin bulunduğu cadde, turistlerin uğrak yeri. Her türlü yeme-içme ve dinlenme mekânları burada bulunuyor. Şehirdeki tüm ibadethaneler devlet kontrolünde olmasına rağmen kiliselerdeki temizlik, bakım ve güvenlik dikkat çekiyor. Camiler için aynı durum söz konusu değil. Üsküp’ün basık bir havası var. Makedonya’daki Arnavutlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri büyük acılar yaşamış. Tito döneminde de gördükleri baskı yüzünden bugün hâlâ sesleri çıkamıyor. O günlere dönmemek adına çok şeyden taviz vermişler. Açıkçası, halk diken üstünde. Makedonya bir kıvılcımla cehenneme dönecek hafızaya sahip ve bu kıvılcımın çıkması için uygun ortam hızla hazırlanıyor. Öğleden sonra Tetova şehrine gitmek için yola çıktığımızda bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlar nitelikte manzaralarla karşılaşıyoruz. Dağlara dikilmiş haçlar, yerleşim olmayan bölgelerdeki kiliseler, ormanlık alanlardaki çan kuleleri, hiçbir şekilde ulaşımı olmayan tepelere koyulmuş dev mumluklar, Müslüman köylerindeki kilise inşaatları din savaşı adı altında yeni bir harita çizmek için kurgulanmış gibi. İnsanoğlu ne zaman bu taraf ve öbür taraf diye herhangi bir tanımlama yapmışsa; bu ayrışmanın, ideolojik kamplaşmaların, vicdan kavramının devre dışı bırakılmasının kara bir habercisi olmuştur. Makedonya’nın her iki yakasında halklar birbirine karışmış, iç içe yaşasa da maalesef “bu taraf” ve “öbür taraflar” Taşköprü tarafından ikiye ayrılmış, inanç ve ideolojik kamplaşmalar kendini belirgin bir şekilde hissettirmekte… Bir tarafta camiler, tekkeler, ezanlar ve elifba öğrenmek için cami bahçesinde bekleşen çocuklar… Öbür tarafta geniş sokaklar, geniş meydanlar ve lüks barlar… Bir tarafta kahvehanelerde ince belli bardakları ile çay içen, umut büyüten, Osmanlı mirasını korumak ve yaşatmak için çabalayan Türkçe konuşan bir grup; diğer tarafta Osmanlı’nın ayak izlerini silmek için sembollerden hayat inşa etmeye çalışan bir grup. Bir taraf varoş diğer taraf metropol. Bir tarafta aniden karşınıza çıkan Türkçe kelimeler, çocuklar, Arnavut kaldırımları, diğer tarafta alev ve beton. Bir tarafta eski Osmanlı çarşısı Eminönü’nün yukarısındaki Tahtakale-Mercan tarafları ile neredeyse birebir benzeşen pazarlar; diğer tarafta modernite, tüketim toplumun her 69
Ş ehir
türlü ihtiyacına cevap veren markalar, gösterişli alışveriş merkezleri heykeller… 500 bini aşan nüfusuyla Üsküp’ün bir tarafında ötekileştirilmeye çalışılan Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Çingeneler diğer tarafta Makedonlar, Sırplar ve Hıristiyan etnik unsurlar… Oysa ne anlamı vardı şehirleri ortadan ikiye bölmenin. Herkesten önce buraya Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar, Cermenler, Gotlar, Slav kavimleri ve Avarlar gelmemiş miydi? Sonrasında Hunlar, Oğuzlar, Peçenekler ve Osmanlı bu topraklara gelip yüzyıllık miras bırakmamış mıydı? Kimi gelmiş, şehirlerin göklerinde nöbet tutan minareler; kimi garibi, yolcuyu Tanrı misafiridir diye ağırlayan kervansaraylar yaptırmamış mıydı? İlim irfan öğretmek için mektepler, medreseler kurmamış mıydı? Çarşılar, bedestenler, hanlar, dükkânlar kurup vakfetmemiş miydi? Bölüşülemeyen koca bir miras bütün insanlığın hizmetine sunulmamış mıydı? Şimdi nereden çıktı inanç ve ideoloji kamplaşmalarla Üsküp’ün ruhunu elinden almak. Nereden çıktı insanlığın varlığından beri süregelen ötekileştirme duygusunun içimizde bir şehirde, kalbimizin orta yerinde Üsküp’te gözlemlemek… İnsanların ırkı, dili, rengi ne olursa olsun birbirlerini o taraf olarak görmeleri ne büyük bir çelişkidir. Şehirler iyidir fakat bu insanlara şehrin de bir ruhu olduğunu hatırlatmalı, bu anlamsız kamplaşmalardan uzak yeni bir hayat inşa etmeli diye aklımdan geçiriyorum. Sonuçta bir şehri fethetmek o şehrin surlarını, kapılarını, şehirlerini topla tüfekle yıkmakla değil; o şehirde yaşayan insanların gönlünü fethetmekle mümkün olduğunu düşünerek önyargılarımı Vardar nehrinin sularına bırakıyorum. Ecdadımızın binlerce eser bırakıp toplumların yaşam haklarına saygı göstererek inşa ettikleri medeniyeti bu topraklarda insan onararak, ayrımcılık yapmadan kalpleri fethederek kazanmaya azimli birkaç insanla kucaklaşarak Üsküp’e veda ediyoruz. GEZİ REHBERİ “Üsküp tarihi bir kent olmasının yanı sıra 500 bini aşan nüfusuyla ülkenin en büyük kenti olma özelliğini de taşıyor. Üsküp’e yolu düşenlere Old Bazaar’a diğer ismiyle Türk Çarşısına uğramalarını öneririm. Mustafa Paşa Camii, Kurşunlu Han, Sulu Han, Davut Paşa Hamamı, 15. yüzyılda inşa edilen Taş Köprü ve Üsküp Kalesi, Üsküp ve Makedonya ile ilgili tarihi ve kültürel ipuçlarını bulabileceğiniz eski tren istasyonu, St. Clementin Katedrali, Üsküp Saat Kulesi, SvetiSpas Manastırı, Hünkâr, Yahya Paşa, Murat Paşa camilerini ziyaret etmeden dönmeyin. “ Üsküp’ten ayrılıp Makedonya’nın önemli büyük şehirlerini gezmeye başlıyoruz. Lakin yol boyunca gördüğüm tabelalar, alfabe ve demografik yapısı sayı//4// kasım 70
farklıda olsa da Makedonya’da bir şehrinden diğerine geçerken yol boyu gördüğüm köyler, minareler, yeşillikler, çiçek açmış erik ağaçları, mezarlıklar ve manzara hep tanıdık geliyor. Sanki İstanbul’dan Karadeniz’in herhangi bir şehrine gitmekle başkent Üsküp’ten turizm merkezi Ohri’ye giden yol ve yol üstünde gördüğünüz her şey aynı gibi. Makedonya sınırları boyunca uzanan Şar Dağları’nı izlemekle Uludağ’a bakmak arasında bir fark yok. Karadeniz bölgesinin coğrafi yapısıyla birebir örtüşen Makedonya dağ yamaçlarına kurulan köyleri, uzaktan size kendinizi hatırlatan minareleri ve doğasıyla yabancılık hissettirmeyen misafirperver bir vatan gibi kucaklıyor insanı. MATKA KANYONU Üsküp’e yaklaşık 20 km uzaklıktaki Matka Kanyonu yaklaşık 5 bin hektarlık bir alanı kapsıyor. Kanyon mağaraları, yürüyüş patikaları ve berrak akarsularıyla adeta Makedonya’nın yeşilliğinin keşfedildiği bir yer. 100mt’den fazla uzunluktaki karst mağaraları nedeniyle Speleoloji bilimine (mağarabilimi) ilgi duyanların uğrak yerlerinden biri. Treska Nehri kenarında Tanrının Kutsal Annesi adıyla da bilinen Matka Manastırında 15. yüzyıldan kalma freskler bulunuyor.Kanyonda 1300’lü yıllardan kalma olduğu sanılan St. Andrew Manastırı gibi çok sayıda başka manastır ve kilise de mevcut.Matka kanyonu aynı zamanda flora ve fauna açısından son derece zengin bir bölge.Bölgede yerel güve ve kelebek çeşitlerinin yanı sıra ender görülen akbaba ve kartallar ve böcekbilimcilerin büyük kısmının bilmediği gece yaratıkları da görülebiliyor. HARABATİ BABA TEKKESİ: Kalkandelen (Tetova) şehrinde yer alan önemli bir eserde Harabati Baba Tekkesi. 1389’da Osmanlının yayılma politikaları sonucunda İpekyolu üzerine kurulan 500 tekkeden biri. Şehrin bir kenarında konumlanan külliyenin içinde birçok yapı, bahçe bulunuyor. Duvarlarla çevrili tekkenin giriş kapısı üzerinde yüksekçe bir de kule var. Tekke 1538 yılında kurulmuş. Tekke için 1799 yılında Recep Paşa’nın kuruculuğunda bir vakıf oluşturulmuş. Tekkenin kurucusu olan Ali Baba’nın Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden olduğu belirtilir. Harabati Baba’dan itibaren “Harabati Baba Tekkesi” olarak anılmaya başlamış ve günümüze bu şekilde gelmiştir. Günümüzde içerisinde Alevi-Bektaşi cemaate mensup bir cem evi ve Müslüman cemaatin kullandığı bir de cami bulunmaktadır. OHRİ MAKEDONYA Tetova’dan ayrılıp Makedonya’nın turizm merkezi Ohri’ye doğru yol alıyoruz. Ohri sakin, tertemiz bir göl ve orman manzarasıyla karşılıyor bizi.
Daracık taş sokakları, balkonlarından çiçekler sarkan evleri, sayısız kilise ve minareleriyle… Makedonların en sevdiği yerlerden biri olan ve övünerek bahsettikleri Ohrid’i (Ohri) kenti ve gölü Üsküp’e yaklaşık 150 kilometre uzaklıkta. Çevresinde 365 tane kilise bulunan ve Avrupa’nın en derin gölü Ohri adeta denizi andırıyor. Kent aynı zamanda Ağustos 2001’de imzalanan ve altı ay süren etnik çatışmalar son verilerek Arnavutlara insani haklarının iade edildiği anlaşmaya ev sahipliği yapan yerleşim bölgesi olması nedeniyle de önem arz ediyor. 1385–1912 arası Osmanlı hâkimiyetinde kalmış, Ortaçağ’dan ve Osmanlı döneminden birçok izler taşıyan, aynı zamanda Slav ulusların kullandığı Kiril alfabesinin doğduğu yer olarak kabul edilen şehir incisiyle ünlü… Ohrid Gölüne özel Ohrid alabalığı lezzetli. Şopska salatası kesinlikle denenmeli. Özellikle Ohrid gölü kenarında bulunan Aziz Kliment ve Panteleimon Kiliseleri, Samoil Kalesi çok ilgi çekici. Bodrum’u andıran sokakları ve doğasıyla Ohri görülmeye değer turizm şehri. Bu şehir aynı zamanda İttihad ve Terakki’nin kurulduğu yer olarak da biliniyor. STRUGA Bu bölge içinde yer alan bir başka turistik şehir de Struga. Ohri gölünden doğan Kara Drin Nehri boyunca yer alan şehir sakin yapısı ve güzel doğasıyla Avrupalı turistlerin tercih ettiği yerlerden. Ohri gölünde tekne turu yapıp korsan şapkasıyla fotoğraf çektirmeyi unutmayın. ÜSKÜP SAAT KULESİ / SULTAN MURAT CAMİİ Saat Kulesi, 1556/1573 yılları arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan ilk saat kulesi olma özelliğini taşıyor. Tarihi Sultan Murat camiinin yanında bulunan ve Üsküp’ün simgelerinden olan saat kulesi yüksekçe bir tepede bulunuyor. Avusturyalı General Pikolomini tarafından 1689 yılında ateşe verilen kule 1963 yılındaki depremde de büyük zarar görmüş. 2009 yılında restorasyonu yapılarak eski görünümüne kavuşturulmuş. Balkanların en eski ve en yüksek saat kulelerinden biri olan kule bahçesinde bulunan Sultan Murat Camii Üsküp’te Osmanlı döneminde inşa edilen ilk camilerden biri. Cami 1436 yılında Sultan Murad tarafından inşa edildi. Cami, Hünkâr Camii, Cami-i Atik ve en son olarak da Saat kulesine olan yakınlığından dolayı halk arasında Saat Camii olarak da biliniyor. TAŞKÖPRÜ, FATİH SULTAN MEHMET KÖPRÜSÜ ÜSKÜP Vardar Nehri üzerinde ve Üsküp şehir merkezinde bulunan tarihi Osmanlı köprüsü. Kimi kaynaklara göre Mimar Sinan tarafından yapıldığı belirtilmektedir. 13 kemer gözü bulunan köprünün kemer açıklıkları ise merkeze doğru
genişlemekte ve yükselmektedir. Köprünün toplam uzunluğu 220 metredir. Kemer açıklıkları açısından en küçük açıklık 4 metre, en büyük açıklık ise 13.48 metredir. Üsküp bölgesinde Fatih Sultan Mehmet köprüsü olarak da bilinmektedir. YAHYA PAŞA CAMİİ Yahya Paşa Camii, uzun ve adeta göklere kadar uzanan zarif ve kibar minaresiyle Üsküp’ün kuzeyinde bulunuyor. Caminin girişinde bulunan kitabeye göre, cami XVI yüzyılın başlarında Yahya Paşa tarafından imar edilmiş. Yahya Paşa Bosna ve Rumeli beylerbeyliğinde de bulunmuştur. Evliya Çelebi’nin Seyahatname ’sinde caminin güzelliğinden ve minarenin uzunluğundan bahsediliyor. 1963 yılındaki Üsküp depreminde ciddi hasar alan cami depremin ardından tekrar onarılarak hizmete açılmıştır. VEDA Artık toparlanma vakti. Gezildi, görüldü, anlamaya ve anlaşılmaya çalışıldı, notlar alındı, geçmişe dönüldü, geleceğe gidilemedi ve zaman ayaklarımızın altından Vardar Nehri gibi hızlıca aktı. Her şeyden önce gitmeden az çok fikir sahibi olsam da üç günlük bir seyahatin bu toprakları bilmeye, anlamaya yetmeyeceğini belirtmek isterim. Ama biliyorum ki bir şiirin, öykünün, şarkının ya da bir dostun elimizden tutarak götürdüğü; sevdiğimiz insanların çağırdığı, kendine âşık ettiği şehirlerden biridir Üsküp. Bu yüzden anlamak yetmese de sevmek için tek sefer bile yeterlidir. Saat kulesi meydanında Murat Paşa Camii avlusunda elifba okuyan çocuklara rastlamak, gülen gözlerine bakmak, umutlarını, sevgilerini hissetmek aynı dili konuşmak bile bu toprakları sevmek için yeterlidir. Bu yüzden Makedonya’dan özellikle Üsküp’ten dönmek insana gurbete ilk kez giden birisinin burukluğunu hissettirir. Not defterime “Bir yerden gitmekle, bir yerden geri dönmek arasında derin farklar vardır. Ben Üsküp’ten hiçbir yere gitmiyorum, sadece evime dönüyorum.” diye not düşüyorum. Yanıma 6 asırlık çınar ağaçlarını, minareleri, ecdadın ayak izlerini, gülümseyen çocukları, Şar Dağları’nı, Vardar Nehri’ni kalbime alarak İstanbul’a dönüyorum. Geride kalanlar ‘misafirlikte unutulan çocuklar’ gibi mahzun bakıyorlar arkamızdan. Kendimce tam beş asır süren uzaklığa misafir olmuş, eti tırnaktan ayıran acıya son vermiştim. Gördüğüm güzel bir rüya değilse yaşamaya değerdi. Hoşça kal güzel Üsküp, hoşça kal sevgilim! Vardar’ın mahzun güzeli! Hoşça kal! Merhaba İstanbul, merhaba Üsküp’ün nazlı kardeşi! 71
Ş ehir
HAYAL ŞEHİR
VENEDİK Venedik’te alışveriş denilince aklıma rengârenk maskeler gelirdi fakat bu maskelerin hikâyesinin bu kadar hüzünlü olduğunu bilmezdim. Rivayete göre Avrupa’yı saran veba salgını nüfusun neredeyse yarısının ölmesine neden olmuş. Bundan ötürü giyim tarzında köklü değişiklilikler yaşanmış. İnsanların birçoğu hastalıklı görüntülerini ve ciltlerindeki yaraları gizlemek için pelerinler, uzun eldivenler ve maskeler kullanmışlar. Bu yüzdendir ki maskelerdeki hüzünlü ifade bu dönemi sembolize etmek için kullanılmış. İsimsiz Seyyah VENİVİDİVİCİ
endimi bildim bileli çevremdeki insanlar tarafından hayalperest olarak nitelendirilmişimdir. Hayal etmenin dünyadaki en masrafsız olgu olduğunu düşündüğümden gün gelirde belki gerçekleşir umuduyla hayalimdeki gezi turuna ülkeleri ve şehirleri ekledim de ekledim. Hani derler ya insanı güzel yapan ve yaşatan şeyler kurdukları ufacık hayallerdir diye bende bu söz üzerine yaşam felsefemi kurdum. Gerçi hayallerimin bazen fazla abartılı olduğunu düşünsem de hayaller ve güzellik arasındaki doğru orantıyı kurarak bu düşünceden sıyrıldım. İlk durağım görünce insana adeta tabloya bakıyormuş hissini veren Venedik oldu. Romantik şehre ulaşmak için önce ‘vaporetti’ yani vapura binmek şart ama bu durumun insana tüm şehri görme fırsatı vermesi de bir gerçek. Denizin ortasına kurulmuş bu güzel şehir gerçekten hayalimde canlandırdığımın ötesindeymiş. Adriyatik kıyılarındaki vapur turundan sonra Venedik’e ayak bastığımda şehrin güvercinleri misafirlerini ağırlarcasına meydanda bekliyorlardı. VENEDİK’İN KALBİNİN SAN MARCO’DA ATAR Venedik’in kalbinin San Marco’da attığını söylesem pek de haksız sayılmam. Bu meydan turistler, yerel halk ve güvercinler için adeta bir buluşma noktası. Gezimize ilk olarak buradan başlamaya karar verdik. Meydandaki mağazaların göz alıcı parlaklığına hayır desek de kahve kokusuna hayır demek imkânsızdı. Buradaki kafelerin işletim sistemi alışagelenden farklı. Eğer masaya oturup garsonun sipariş almasını beklerseniz kahvenizin fiyatı neredeyse 3 katına çıkıyor bu sebepten kahvelerimizi kendimiz alıp ayakta içmeyi tercih ettik. Bu kahve molası süresince San Marco’da görülmesi gerekenlerden; Dükler Sarayı, San Marco Bazilikası, saat kulesi ve baktıkça insana bir masalın içindeymiş hissini veren yapıları inceledik. AHLAR KÖPRÜSÜ Dükler Sarayı hükümet binası olarak kullanılmasının yanı sıra arkasında bulunan hapishane ile geçiş bağlantısı olduğundan ayrı bir öneme sahipmiş. Ayrıca sarayın içinden ceza mahkemelerine ve zindana giderken meşhur ‘Ahlar Köprüsü’den de geçiliyor. Bu köprüye böyle denmesinin sebebi o zamanlardaki mahkûmların hapishaneye girerken bu köprüden son kez Venedik manzarasına bakıp ah çekmelerinden kaynaklanıyormuş. Yine bir rivayete göre meşhur Kazanova bu hapishaneden bu köprüyü kullanarak kaçmış ve bu olaydan sonra burası
sayı//4// kasım 72
hapishane olarak kullanılmamış. Dükler Sarayından sonra Bazilikaya girmeye karar verdik. San Marco Bazilikası diğer adıyla Altın Bazilika Bizans’ın önemli yapıtlarından biri. Bazilikanın girişinde bulunan mahşerin dört atlısını simgeleyen ‘Quadriga’ ve altın süslemeleriyle göze çarpan motifler Osmanlı figürlerini içermesinden midir nedir insanı hayran bırakmaya yetiyor. Her ne kadar bizler orijinal dörtlüyü göremesek de Bizans döneminde haçlı ordusu tarafından İstanbul’dan getirilen mahşerin dörtlüsünün bir kopyasını görmek bile bize yetti. Bazilikanın sadece alt kısmını gezmekle yetindik çünkü müze kısmına giremedik. Bazilika çıkışında ise meşhur saat kulesi ‘Campanile’ bizleri 99 metrelik boyuyla karşıladı. Bu kuleye çıkıp şehrin manzarasını görmeyi çok istedik ama ne yazık ki kule önündeki uzun kuyruk buna izin vermedi. Daha gezilecek başka güzellikler var diyerekten haritalarımıza odaklandık. Masalsı şehirde otomobil, otobüs, motosiklet ve hatta bisiklet kullanımı bile yasak. Başlangıçta elimizdeki haritaya göre hareket etmeye çalışsak da şehirdeki sayısı abartılacak fazlalıktaki sokaklar bizi ayaklarımızın götürdüğü yere sürükledi. Venedik’te gezmenin aslında o daracık sokaklarında kaybolmak olduğunu tecrübe ettik ve doğru yönü bulmak için konulmuş tabelaları izlediğimizde birkaç defa kendimizi San Marco’da bulduk. Venedik oldukça pahalı bir şehir ve bu pahalılık San Marco meydanında daha çok göze çarptığından alışverişlerimizi şehrin içindeki küçük dükkânlara sakladık. VEBA İLE GELEN PELERİN MODASI Venedik’te alışveriş denilince aklıma rengârenk maskeler gelirdi fakat bu maskelerin hikâyesinin bu kadar hüzünlü olduğunu bilmezdim. Rivayete göre Avrupa’yı saran veba salgını nüfusun neredeyse yarısının ölmesine neden olmuş. Bundan ötürü giyim tarzında köklü değişiklilikler yaşanmış. İnsanların birçoğu hastalıklı görüntülerini ve ciltlerindeki yaraları gizlemek için pelerinler, uzun eldivenler ve maskeler kullanmışlar. Bu yüzdendir ki maskelerdeki hüzünlü ifade bu dönemi sembolize etmek için kullanılmış. Venedik denince akla gelen bir diğer şey kuşkusuz cam işçiliğidir. Camdan yapılmış gondollar ve diğer tüm biblolar adeta kişiye alması için şirinlik yapıyor diyebilirim. Nerede kalmıştık; yolumuzu birkaç defa kaybetmiş olsak da en sonunda bir tabela yardımıyla Rialto Köprüsüne ulaşabildik. Köprüden görünen manzara tüm kayboluşlarımıza ve uğraşlarımıza değecek güzellikteydi. Rialto en yüksek kemer yüksekliğine sahip binlerce kazığın üzerine kurulmuş en büyük köprü. Gerek köprü 73
Ş ehir
hiç kuşkusuz Roma’dır. ‘Roma’yı gör, sonra öl’ sözünü fazla abartılı bulsam da, Roma’yı özetleyici nitelikte olması kesinlikle bir gerçek. Gezilecek yer çok ama zamanımız yine kısıtlı olduğundan hiç vakit kaybetmeden ‘Roma Pass’ kartını alarak iki günlük Roma turumuza başlamış olduk. Roma benim fikrime göre tekrar tekrar gidilecek her sokağından tarih, sanat ve kültür fışkıran bir şehir. Roma gezimizi iki güne sığdırmakla büyük bir suç işlemiş sayılsak da gezdiğimiz yerlerin ihtişamından bu durumu çok sonraları idrak edebildik. Hiç şüphesiz Roma’ya gider gitmez yapılacak ilk iş koşarak Kolezyum’a gitmektir ve nitekim bizde bu düşünceyle kendimizi Roma sokaklarına attık. Venedik’te kazandığımız tecrübe ile haritalarımızdan bağımsız hareket etmeye karar verdik fakat bunun yanlış bir fikir olduğunu kendimizi Kolezyum yerine Vatikan’da bulduğumuzda fark ettik. Sonuçta gezimize bir yerden başlamamız gerekiyordu ve bu yerde Katolik Hıristiyan âlemi için büyük önem arz eden San Pietro Bazilikası oldu.
Dükler Sarayından sonra Bazilikaya girmeye karar verdik. San Marco Bazilikası diğer adıyla Altın Bazilika Bizans’ın önemli yapıtlarından biri. Bazilikanın girişinde bulunan mahşerin dört atlısını simgeleyen ‘Quadriga’ ve altın süslemeleriyle göze çarpan motifler Osmanlı figürlerini içermesinden midir nedir insanı hayran bırakmaya yetiyor.
üzerindeki insanlar ve gerekse köprünün altından geçenler sayesinde Rialto’da bir karnaval havası var diyebilirim. Her ne kadar burada güneşin batışını izlemeyi istesem de kalan zamanım buna izin vermedi çünkü daha yapılacak en birincil görev yani gondol turu için bir saatten az sürem vardı. Gondola binmek yerel halk için sıradan olsa da bir an için onları kıskanmadım değil. Düşünsenize herhangi bir yere giderken, bu komşuya bile olabilir her durumda masalsı taşıtları kullanmak zorundalar. Üstelik bizler sadece yarım saat bu keyfi yaşarken onlar bunu her gün yaşamakta. Venedik’te geçirdiğim son birkaç dakikamın kaldığını bildiğimden midir beynimi bu düşünceler kemirdi. Fakat gezdiğimiz kanalların güzelliği sayesinde bu düşüncelerden sıyrılmayı başarabildim. Ve ne yazık ki yarım saatlik turumuz sonlandığında Venedik’ten ayrılma gerçeğiyle yüzleşmek çok acı vericiydi. Venedik’in her yerini yürüyerek gezmek mümkün olsa da sahip olduğum süre buna izin vermedi. Artık bir dahaki sefere desem de tadı damağımda kalan bu masalsı şehre veda etmek hiçte kolay olmadı. Dualarıma bir kez daha gezip görmeyi ekleyerek sıradaki gezi noktamız için yola koyuldum. ROMA’YI GÖR, SONRA ÖL! İtalya’nın başkenti olmakla kalmayıp Dünya başkenti unvanını kendine yakıştıran harika şehir
sayı//4// kasım 74
Vatikan Roma içerisinde bağımsız bir devlet bunun sebebi ise tüm dünya için Hıristiyanlığa merkez sayılmasından kaynaklanıyor. Bu küçük devletin 1000 kişiye yakın nüfusu, helikopter alanı, radyosu, 80 kişilik özel ordusu ve benim için en önemlisi postanesi bile var. Birde unutmadan söylemeliyim ki Vatikan’a açık ve mini giysiler ile girmek yasak. MEGA KİLİSE: SAN PİETRO San Pietro dünyanın en büyük kilisesi sayılan ve meydanı da oldukça ilginç bir mimariye sahip. Meydanı çevreleyen sütunlar insan kollarını andırıyor ve böylelikle meydanı kucaklıyormuşçasına bir görünüm sergiliyor. Meydana en dıştan bakıldığında çok geniş bir alan olduğunu anlamak mümkün fakat meydandaki özel bir noktadan bakıldığında bu genişlikten eser kalmıyor. Ayrıca sağ tarafta bulunan sütunların rengi soldakilerden daha koyu, bunun sebebi ise güneş doğarken sağdaki heykellerin gölgeleriyle sütunlar aynı renkte olması. Öğlen vaktinde ise yine güneşin hilesiyle sol taraftaki heykeller sanki uçuyormuş gibi görünüyor. Bazilikadan bahsedecek olursak, gerçekten dışarıdan göründüğünden daha büyük. İçeriye girer girmez hemen sağ taraftaki Michelangelo’nun Hz. İsa çarmıha gerildikten sonra Hz. Meryem’in kollarında cansız olarak tasvir edildiği Pieta’yı görmeyi tercih ettik. Bazilika keşfi sırasında içeride bulunan özel bir girişi fark ettik. Bu sayede papaların mezarlarını görme fırsatından da yararlandık. Roma Pass’ın Vatikan Müzesinde
geçerli olmaması bizi üzse de, dünyanın birinci sayılan kilisesini görmek de bize yetti. Vatikan sonrası rotamızı Kolezyuma çevirdik. Colesseo yani Kolezyum hem yapısal hem önünde uzanan uzun kuyruk sayesinde çok heybetli bir görünüme sahip. Uzun giriş kuyruğunun heybeti gözümüzü korkutmaya başlarken Roma kartımızın bize verdiği ayrıcalıkla sıra beklemeden içeri girdik. Zamanında, özellikle üst tabakadan insanların zevk almaları için kölelerin ölümüne savaştırıldığı ve insanların bu durumu gayet normal bir şekilde izlediği bu mekân bizi oldukça etkiledi. Ortamın atmosferi çok farklı olsa da yapının sadece insanları dövüştürmek adına yapılmış olması bizi üzdü. Dünyanın yedi harikasından birinin tamamını gezmek yaklaşık 2 saatimizi aldı. Kolezyum çıkışı Constantine Kemerini görmeyi tabiî ki ihmal etmedik. Forum Romano ve Palatino’yu zamanımızın kısıtlı olmasından dolayı çok kısa gezebildik ama bu çevredeki gezilebilecek yerleri neredeyse bitirdik. Kolezyum çevresini turladıktan sonra hazır havada kararmaya başlamışken Trevi çeşmesini akşam gözüyle görelim dedik. Vittorio Emanual II anıtını arkamıza alıp haritalarımız rehberliğinde dümdüz gidip ikici aradan sağa, üçüncü aradan sola dönerken yolumuzu yine kaybettik. Kendi yöntemlerimiz ile Treviyi bulmanın zor olacağını anlayınca yardımsever bir İtalya’ndan yol tarifi aldık. Bu arada İtalyanların çok yardımsever, sıcakkanlı ve yakışıklı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
içindeki kalabalık akşam saatlerinde iki katına çıkıyor diyebilirim. Her ne kadar kalabalıktan şikâyetçi olsak da Treviyi akşam gözüyle görmek de doğrusu bir başkaydı. Buradan ayrılmadan evvel bir efsaneyi yerine getirip getirmek konusunda kararsız kaldık. Rivayete göre eğer kişi çeşmeye arkasını dönüp bozuk para atarsa Roma’ya ikinci defa gelebiliyor ve yine arkası dönük omuzu üzerinden bir kez daha para atarsa hayatının aşkını buluyor. Her ne kadar eğlenceli olarak görünse de batıl diyerek paralarımıza kıyamadık. PİAZZA DE SPAGNA Trevi’den sonra gezimize Piazza de Spagna ile devam ettik. İspanyol merdivenleri dünyanın dört bir yanından gelen gençler için adete bir buluşma noktası. Burada tüm basamakları çıkınca bizleri Mısır kökenli bir dikili taş ve en önemlisi muhteşem manzarasıyla Via Condetti karşılamaktaydı. Condetti caddesi Roma’nın en ünlü alışveriş caddelerinden biri ve buradaki markaların pahalılığı en az cadde kadar büyük bir üne sahip. Bizler alışverişten çok fotoğraf çekmenin daha hesaplı olduğunu düşündüğümüzden merdivenlerde dinlenip fotoğraf çekmeyi tercih ettik. Ve nihayet dinlenmemiz sırasında karnımızın aç olduğu gerçeğiyle
Bizlerin de Türk hamamları var diyerek Trevi çeşmesine doğru yürümeye devam ettik. Az gittik uz gittik sonunda Trevi yani nam-ı değer aşk çeşmesine ulaştık. Aşk çeşmesi sadece biz Türkler tarafından bu isimle anılıyor. Üç yolun kavşağında bulunduğundan orijinalinde üçyol çeşmesi anlamına geliyor. Efsanesi ise su arayan askerlere bir kızın gösterdiği suyun asıl kaynak yeri. Çeşme içerisinde kullanılan heykellerde deniz ifadesi ve mitolojik deniz tanrısı göze çarpmakta.
TREVİ YANİ NAM-I DİĞER AŞK ÇEŞMESİ Her neyse aldığımız tarif doğrultusunda dümdüz ilerlerken yolumuzun üzerindeki Panteon Kilisesini fark ettik. Panteon eski zamanlarda pagan tapınağı olsa da şimdilerde Hıristiyan kilisesi olarak kullanılmakta. Görünüşü kasvetli olan bu yapı değişik bir mimariye sahip. Kubbesi açık olsa da kilise içerisinde bırakılan balon hiçbir şekilde dışarıya çıkmıyor, ayrıca kubbedeki bu boşluk hiçbir şekilde ısı kaybına da sebep olmuyor. Bizlerin de Türk hamamları var diyerek Trevi çeşmesine doğru yürümeye devam ettik. Az gittik uz gittik sonunda Trevi yani nam-ı değer aşk çeşmesine ulaştık. Aşk çeşmesi sadece biz Türkler tarafından bu isimle anılıyor. Üç yolun kavşağında bulunduğundan orijinalinde üçyol çeşmesi anlamına geliyor. Efsanesi ise su arayan askerlere bir kızın gösterdiği suyun asıl kaynak yeri. Çeşme içerisinde kullanılan heykellerde deniz ifadesi ve mitolojik deniz tanrısı göze çarpmakta. Gün 75
Ş ehir
KÜLTÜRLERİN HARMAN OLDUĞU ŞEHİR:
MARDİN
Uçsuz bucaksız Mezopotamya ovasına tepeden bakan Mardin, çok sayıda kültüre tanıklık eden ender şehirlerin başında gelmektedir. Ahmet DUR
çsuz bucaksız Mezopotamya ovasına tepeden bakan Mardin, çok sayıda kültürlere tanıklık eden ve bu bakışını hala sürdüren ender şehirlerden biridir. Bu yönü Mardin’i Kudüs’e benzer kılmaktadır. Birbirinden farklı etnik din ve kültürlerin kaynaşma noktası olan bu topraklarda yaklaşık 7 bin yıllık tarih ve kültür yatıyor. Buna rağmen veya bunun için hoşgörü ve sevgi şehrin her yerinde kendini hissettiriyor. Camileri, kiliseleri, medrese ve manastırlarıyla, doğası, gelenekleri, kendine has mimarisiyle gezip gören herkesi kendine hayran bıraktığı gibi büyülüyor da adeta. Öğrencilik yıllarımda Mardin’i daha çok filmlerden ve dizilerden tanıyordum. Gerçekten özellikle dizilerin bir bölgenin ve şehrin tanıtımında rolü tartışılamayacak kadar büyüktür. Mardin de kültürel zenginliği etnik kimliğiyle bu ışıltılı dünyanın vazgeçilmez şehirlerinin başında gelmektedir. Mardin’i ilk kez Türkiye Yazalar Birliği’nin Kültür Kervanı etkinliği vesilesiyle görmüştüm. İkinci hatta üçüncü kez de TRT 1 için çektiğimiz Yoldaki Haber programı için gittiğimde gördüm. Her gidişimde yeni şeyler öğrendim. Tarihiyle, mimari yapısıyla, dar sokaklarıyla çok bu gizemli masal şehri, her an bir köşeden çıkıverecek birileri sizi bilmediğiniz bir zamana götürecekmiş hissi uyandırıyor insanda. CAMİ-İ KEBİR Unesco tarafından dünya mirası listesine alınmış tek şehir Mardin, eski ve yeni olmak üzere iki kısma ayrılmış. Eski Mardin tarihi olan kısmı, yeni Mardin ise modern kısmı oluşturuyor. Mardin’e gelenlerin genellikle mecburi ilk
Mardin takla güvercinleri
sayı//4// kasım 76
durağı tarihi Kız Meslek Lisesi olur çünkü burası dolmuşların son durağıdır. Taş işçiliği ve mimari yapısıyla Mardin’in gereken görülmesi ilk yeri de zaten bu lisedir. Terasından güzel bir Mardin manzarası izleyebilir ve heybetli Ulu Cami’yi selamlayabilirsiniz. Mardin’in tepesinde bir kartal yuvası misali duran Mardin Kalesi şu anda restorasyon çalışmaları sebebiyle kapalı. Eskisinden daha heybetli şekilde bu kaleyi yeniden gezmek mümkün olsun diyorum. Ulu Cami (Cami-i Kebir) Mardin’deki camilerin en eskisi. Altı paye üzerine oturan kubbe bütün mekâna hâkim. Minaresi, Artuklu Hükümdarı Kudbeddin İlgazi zamanında inşa edilmiş. (1176). Artuklu hükümdarlarından Melik Salih bir kısım malını bu camiye vakfetmiştir. Taş işçiliği ve nefes kesen heybetiyle Mardin’in en önemli ibadet merkezlerinden biri olan Ulu Cami, devasa yapısıyla tarihin ihtişamını günümüze taşımakta. ZİNCİRİYE MEDRESESİ Zinciriye Medresesi Kale ile Ulu Camii arasında kalın muhteşem bir yapı. 1385 yılında Melik Necmeddin İsa tarafından yaptırılmış. “Sultan İsa Medresesi” adı ile de tanınıyor. Timur ve ordusuyla mücadele etmiş olan Melik İsa bir süre bu medresede hapsedilmiş. Medresenin hikâyesini mutlaka peşinize takılan küçük çocuklardan dinlemeniz gerekir. Sevimli yüzleri ve doğallıkları ile b küçük âlimler anlatılanlara daha çok dikkat kesilmenizi sağlar. Girişindeki taş işlemeler ve dilimli kubbeleriyle dikkat çeken medrese iki avlulu ve iki katlı olup avluların dışında kalan mekânlar iyice yayılmış. Medresede Sultan İsa Türbesi ve birçok eski kitabe mevcut. Medrese aynı zamanda rasathane olarak kullanılması dolayısıyla yüksekte kurulmuş.
Unesco tarafından dünya mirası listesine alınmış tek şehir Mardin, eski ve yeni olmak üzere iki kısma ayrılmış. Eski Mardin tarihi olan kısmı, yeni Mardin ise modern kısmı oluşturuyor.
TAŞLARI DOĞAL KLİMA Medresenin en ilginç tarafı taşların doğal klima görevi görmesi. Mardin sıcağını ki yaz aylarındaki sıcağı tahmin edersiniz; içeriye adımınızı attığınızda serin bir hava karşılıyor sizi. Eski Mardin’in tam ortasından geçen Cumhuriyet Caddesi oranın tek caddesidir. Hemen caddenin alt tarafında da olmazsa olmaz gezi parkuru olan Kayseriyye (Bedestanı) Çarşısı yer almaktadır. Çarşı daracık sokaklar ve koridorlardan oluşmakta. Çarşının büyük bir bölümü yıkılmış. Dıştaki dükkânların kimileri günümüzde de kullanılmakta. 1487-1502 yılları arasında yapıldığı sanılmakta. Bu çarşıda aklınıza gelen her şeyi alabilirsiniz, sabunlar el yapımı, gümüş işlemeler, hediyelik eşyalar, baharat çeşitleri, elbiseler, yöresel kıyafetler… Gezerken keyif alacağınız bu çarşı tam bir tarih ve kültür, dokusu sunuyor misafirlerine.
77
Ş ehir
TARİH KOKAN SOKAKLAR Mardin’in tarih kokulu sokakları araçların gezinmesine müsaade etmeyecek kadar çok dar. Çöpler bile bu dar sokaklardan eşekler ile toplanıyor. Burada eşeğe binip yoluna giden kişilerle karşılaşıldığında şaşırmamak gerekir. Ne de olsa âdetleri en çok da ihtiyaçlar belirler. Caddelere gelince ışıl ışıl bir dünyaya daldığınızı hissediyorsunuz. Ara sokaklara nazaran ahat ve güvenliler. Mardin’in gecesi de gündüzü kadar güzel. Işıklandırılmış tarihi binalar ve minarelerin zarafeti doyumsuz bir seyir ziyafeti sunuyor gözünüze gönlünüze. TAKLA ATAN GÜVERCİNLER Mardin’in seyir harikalarından biri de Mardin Müzesi… Müze, Mezopotamya tarihinin en nadide parçalarıyla süslü yapısıyla tarihsel dokusunu itinayla korumuş. Müzenin bahçesinde dünyaca ünlü Mardin Güvercinleri için bir güvercinlik kurulmuş. Koruma altına alınmış türler, narin ve vakarlı duruşlarıyla şehrin mahzun ve mağrur yapısına şahitlik etmeye devam ediyor bu vesileyle. Bunun için Mardin mimarisinin tamamlayıcı unsurlarından biri güvercin motifleri. Dünyada 100 km hızla 15 saat boyunca uçabilen ve takla atabilen tek güvercin cinsi Mardin’de bulunuyor. Her evde bir güvercinlik var neredeyse. Müzenin üst katı ise klasik Mardin yerel yaşantısından örnekler vermekte. LATİFİYE CAMİİ Mardin’de beni en çok etkileyen yerlerden birisi de kuşkusuz Abdüllatif (Latifiye) Camii oldu. Taçkapı yazıtından 1371’de Artuklu sultanlarından Melik Salih ve Melik Muzaffer zamanında görev almış Abdüllatif bin Abdullah tarafından, minaresi Mısır Valisi Muhammed Ziya Tayyar Paşa tarafından inşa ettirilen bu cami, Mardin ‘deki son Artuklu eserlerinden biri. KASIMIYE MEDRESESİ Kasımıye Medresesi, şehrin güney batısında tepenin altında yer alıyor. Mezopotamya’nın ortasında tek başına duruyor izlenimi veren iki kat üzerine inşa edilmiş olan medrese, cami türbe ve külliyesiyle şehrin yapılarının en büyüklerinden biri.
Ulu Cami avlusu ve minaresi sayı//4// kasım 78
Mardin, pek çok tarihi ibadethaneye ev sahipliği yapıyor. Anadolu’da yüzyıllardan bu yana dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşadığı bu şehirde gezerken bir camiinin hemen ilerisinde bir kiliseye rastlayabiliyorsunuz. Mardin, Anadolu’daki en önemli Hıristiyanlık merkezlerinden biri aynı zamanda. Yüzyıllar boyunca Müslümanlar ile Hıristiyanlar aynı mahallelerde yaşamışlar ve yaşamaya devam etmekteler. Şeyh Çabuk
Camii, Pamuk Camii, Reyhaniye Camii, Melik Mahmut Camii, Kızıltepe Ulu Camii, Muzafferiye Medresesi, Şah Sultan Medresesi, Melik Mansur Medresesi derken Savur Kapı Kilisesi, Mor (Aziz) Mihail Kilisesi, İzozoel Kilisesi, Mor Yusuf Kilisesi, Mor Evgin Manastırı, Mor Dimet Manastırı sizi ayrı renklerdeki kuşatıcılıklarıyla kendine çekiyor. DARA ANTİK KENTİ MEZOPOTAMYA’NIN EFES’İ Ve Dara… Mardin’e 30 km uzaklıkta olan bu tarihi kent Mezopotamya’nın Efes’i olarak biliniyor. Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan antik kent içinde yerleşik olarak bir köy bulunmakta. Köyde yaşayanlar buranın tarihiyle bütünleşmişler. Yapılan kazılara rağmen antik şehir kalıntılarının ancak % 30’u çıkarılabilmiş. Dara Antik Kentinin ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Bulunan yazılı kaynaklarda M.Ö. 530-570 yılları arasında kurulduğundan bahsediliyor. Bulgulara göre dünya’nın ilk su barajının Dara’da olduğu tahmin ediliyor.
Dünyada 100 km hızla 15 saat boyunca uçabilen ve takla atabilen tek güvercin cinsi Mardin de bulunuyor, binlerce yıldır bu topraklarda besleniyor. Mardin mimarisinin tamamlayıcı unsurlarından biri güvercin motifleri. Her evde bir güvercinlik var neredeyse. Müzenin üst katı ise klasik Mardin yerel yaşantısından örnekler vermekte.
SÜSLÜ KONAKLAR DİYARI MİDYAT Mardin’e kadar gidip de Midyat’ı görmemek olmaz. Gerçekten Midyat insanı büyülüyor. Sokaklarında kaybolasınız geliyor. Midyat’ın sokaklarında çocuklar peşinize takılmadan gezmek zor; poz vermek konusunda da oldukça cömertler. Ara sokaklar şahane konaklarla dolu, bazıları çok bakımlı, bazılarının içinde ise konağın görkeminin aksine son derece fakir hayatlar yaşanıyor, açık kapılardan görebiliyoruz. Midyat’ta mutlaka görmeniz gereken yer Konukevi. Midyat’ta zaten süssüz bir konak pek yok ama bu konağın her detayı gerçekten şahane, hele terasından Midyat manzarasına doyum olmuyor. Mardin’in el yapımı sabunları da bahse değer bir konu. Bu kadar çeşit sabunu bir arada başka bir yerde görmek mümkün olur mu; bilmem? Caddeyi buram buram misk ü anber kokutacak kadar keskin ve tesirli bu koku, ruhunuzu uhrevi manaların engin semalarına yükseltmekte gecikmiyor. Her yerde el yapımı gümüş bilezikler var. Baharatları, badem şekerleri, meşhur melengiç kahveleri, özellikle karışımlı olanları bir harika. Mardin, güvenli, misafirperver, dürüst ve iyi niyetli insanların şehri. Yemekleri güzel, sohbetleri tatlı. Mardin ve Midyat, sokakları, konakları ve rengârenk şen çocukları ile size Güneydoğu’nun çok-renkliliğini yaşatıyor. Kültürlerin ve dinlerin kesişme noktasında hayata yeni bir gözle bakmak isteyenlerin mutlaka görmesi gereken bir şehir Mardin! 79
Ş ehir
DÜŞLERİMİZİ SÜSLEYEN DERVİŞ;
ÂŞIK RUHSATÎ Safiye ve Mehmet’ten doğma Ruhsatî, 1835 yılında Sivas’ın Kangal ilçesi, Deliktaş bucağında dünyaya gelir. Asıl adı Mustafa’dır. Ailesi çok yoksul olduğu için çocukluk yılları çobanlık yaparak geçer. Bu dönemde babası bütün sıkıntılara rağmen, Ruhsatî’yi okula göndererek onun okuma-yazma öğrenmesini sağlar. Sabri GÜLTEKİN
ir söz söyleyecek olursun söyleyemezsin, o da içinde dert olur. Bir düş görürsün uyanıkken; ve tekrar tekrar uyanıp, sana ait olmayan düşteki ruhun sahibini ararsın. Kim bilebilir, o düş belki de bir dervişin düşüdür, gerçekliğin tâ kendisinde... Çocukluğumuzda hiçbir şairi, hiçbir edebiyatçıyı ve hiçbir ozanı tanımazdan evvel ninelerimizindedelerimizin bizlere mırıldandığı dizeler vardı. Geçen onca yıla inat; bir belgesel netliğiyle, benliğimizdeki tazeliğini ve gizemliliğini hâlâ korumakta, nefes gibi. Bu dizeler, bazen yoksulluğun hüznüne, bazen haksızlığa isyan eden haykırışa, bazen ümmiliğin bilgelikte nefeslenip Hakka yakınlaşma sedalarına dönüşerek, çocukluk ruhumuzdaki düşlerimizi nasıl da ırgalardı, bir bilseniz... ENTELEKTÜELLER GÖRMEZDEN GELDİ Dedelerimiz-ninelerimiz Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu da, bizler iki türlü yetim kalmıştık. Hem onlar yoktu aramızda, hem de bizleri düşle gerçek arasında med-cezirler gibi yoğuran dizeler... Onlarsız geçmiş ne kadar da hiçleşmişti. Rüzgârın uğultusu bile yavandı. Aradan yıllar geçmiş, düşünde düş kurduğumuz dervişi hiç kimse anlatmamış, hiç kimse yazmamış, hiçbir entelektüel kayıp defterine not düşmemişti... “Gün olur, devran döner mi?” soruları o kadar çok sorulmaya başlanmıştı ki... Ve bu sorular soruldukça cevaplar da muammaya dönüşüyordu, her sorunun arkasından... Mâziyi hatırlama arzularımız ne kadar da cılızlaştı diye düşünürken, boş ve sessiz odaların müdavimi antika radyodan; “Daha senden gayrı aşık mı yoktur, Nedir bu telaşın vay deli gönül, Hele düşün devr-i Adem’den beri, Neler gelmiş geçmiş say deli gönül...” dizelerinin dalga dalga yayılarak, sessizliğin prangalarını kırarak, pervasızlığa meydan okuyuşuna şahit oluyorduk. Düşlerimizi süsleyen derviş birden bire çıkagelmişti. Bu derviş; taşlamalarıyla, içli ve duyarlı şiirleriyle dikkat çeken, bıraktığı mirasına hakkıyla sahip çıkamadığımız, hatta “mirasyedi”liğini bile beceremediğimiz Ruhsatî’den başkası değildi. Evet, o birçoğunuzun “O da kim?” dediği, kültürel mozayiğimizin derinliklerinde hayat bulan ve günümüzde kaybolmaya yüz tutturulan irfan köprülerimizden sadece bir tanesi, yani Âşık Ruhsatî. Bir köşede unutulan, hak ettiği ilgiyi görmeyen bu dervişin, gönlümüzde fırtınalar koparacak yol hikâyesinden anektodlarla devam etmeye ne dersiniz... ACILARLA YOĞRULDU Safiye ve Mehmet’ten doğma Ruhsatî, 1835 yılında
sayı//4// kasım 80
Erken yaşlarda annebabasını kaybeden Ruhsatî’nin yakasını bahtsızlık bir türlü bırakmaz. Acıları küllenmeden her defasında yeni bir acıyı hisseder benliğinde. Hanımlarının genç yaşta birbiri arkasına ölümü ona dört defa evlilik yaptırır. Bu evliliklerden 23 çocuğu olur. Önce anne-baba, sonra hanım ve çocuklarının kendisi hayattayken vefatları (özellikle kendisi gibi âşık olan oğlu Âşık Minhacı) Ruhsatî’yi derinden etkiler, onda onulmaz yaralar açar.
Sivas’ın Kangal ilçesi, Deliktaş bucağında dünyaya gelir. Asıl adı Mustafa’dır. Ailesi çok yoksul olduğu için çocukluk yılları çobanlık yaparak geçer. Bu dönemde babası bütün sıkıntılara rağmen, Ruhsatî’yi okula göndererek onun okuma-yazma öğrenmesini sağlar. Önce annesini, 12 yaşlarında da babasını kaybeder. Babasını kaybettikten sonra okuyamadığını; “Ledünnî ilmi verildi okumadım hece ben, On altı yaşından sonra görmemişim hoca ben” dizelerine her ne kadar not düşmüşse de; kısmen Arapça, kelâm, hadis ve ebced ilmine vakıf olduğu, yazdığı diğer şiirlerinde kendini hissettirmektedir. Erken yaşlarda anne-babasını kaybeden Ruhsatî’nin yakasını bahtsızlık bir türlü bırakmaz. Acıları küllenmeden her defasında yeni bir acıyı hisseder benliğinde. Hanımlarının genç yaşta birbiri arkasına ölümü ona dört defa evlilik yaptırır. Bu evliliklerden 23 çocuğu olur. Önce anne-baba, sonra hanım ve çocuklarının kendisi hayattayken vefatları (özellikle kendisi gibi âşık olan oğlu Âşık Minhacı) Ruhsatî’yi derinden etkiler, onda onulmaz yaralar açar. HACİVAT’LA KARAGÖZ MİSALİ... Yoksulluğun çarnaçar bıraktığı Ruhsatî, bir süre Deliktaşlı Ali Ağa’nın yanında hizmetçilik yapar, daha sonra ise rençberlik, çobanlık, değirmencilik ve duvar ustalığı gibi işlerle hayatını kazanmaya gayret eder. Ruhsatî’nin başından duvar ustalarının yanında amelelik yaptığı dönemde, Hacivat’la Karagöz’ünküne benzerliğiyle dikkat çeken şöyle bir olay geçer: 40. Hamidiye Alayı Suvari Kumandanı Mihrali Bey, Ulaş’ın Acıyurt köyüne bağlı bir mezrada konak yaptırmaktadır. Konağın yapımında Ruhsatî de amele olarak çalışmaktadır. Ustalar; şiir söyleyip işçileri avere ediyor diye, Mihrali Bey’e şikayet ederler Ruhsatî’yi. Bunun üzerine irticalen: “Adana’da duydum sıtmasıyla derdi var, Akdağ’a gittim tilkisi var, kurdu var, Avşar’a gittim Çerkezi var, Kürdü var, Burada beyim müzevirin dördü var.” diyerek durumu Mihrali Bey’e izah etmeye çalışsa da, kelleyi kurtarır fakat işine son verilmesine mani olamaz.Bâdeyi içti, kendinden geçti Anadolu’nun bir çok beldesini gezen, “İcadî” ve “Cehdî” mahlasıyla şiirler yazan Ruhsatî, isyancı bir kişiliği olmamasına rağmen, devlet büyüklerine yazdığı taşlama şiirlerinden dolayı, bir süre hapis dahi yatar. “İcadî” ve “Cehdî” mahlasıyla yazdığı bir çok eseri olmasına karşın, şair asıl çıkışını ve değerini “Ruhsatî” mahlasıyla yakalar. Ruhsatî mahlasının kendisine veriliş hadisesi ise hayli ilginçtir.
Rivayete göre Ruhsatî, Kertme köyü civarlarında uykuya dalar. Uyku esnasında kendisine içmek üzere “bâde” sunulur. Badeyi içer, fakat peşinden gideceği, intisap edeceği “ulu” kendisine gösterilmez. Bunun üzerine arayışa giren Ruhsatî, Sivas’ta ikamet eden Şeyh Şakir’e giderek kendisine himmet etmesini ister. O da: “Bugün bekle, yarın benim yanıma bir zât gelecek, o belki sana himmet eder” der... Ertesi gün Şeyh Şakir Efendi, kendisini ziyarete gelen Törnüklü İbrahim Efendi’ye durumu izah eder. İbrahim Efendi Hazretleri: “Mustafa istihareye yat. Sabah olunca da bana gördüklerini anlat” der. O da, o gece rüyasında; “Mustafa sana Ruhsat verildi” sesini işitir. Sabah olunca rüyasında gördüklerini heyecanla İbrahim Efendi Hazretleri’ne anlatınca: “Oğlum sana ruhsat verildi, adın bundan sonra ‘RUHSATÎ’ olsun” der. Kendisine Ruhsatî mahlasının verilişini daha sonra şu dörtlükle dile getirir: “Nakşibendi tarikatına girdiren Acaib haller gördüren Bana Ruhsatî mahlasını verdiren Bir (âyın), birde (şın), birside (kaf) (aşk)” Ömrünün son dönemlerini köyünde imamlık yaparak geçiren Ruhsatî, 1911 yılında vefat eder. Doğduğu yer olan Deliktaş köyünde medfûndur. 81
Ş ehir
“Er kalkan âşıklar menzile yetti”, “Seher yeli dost köyüne”, “Olmayınca”, “Münaacat etsem Allah’a”, “Kibirliye yakın olma”, “Ayrıldım Kâbe’den ağlayayım mı”, “Bakmaz mısın garip bülbül”, “Bilhamdilillah Gafur ismi”, “Bir Allah de, bir de Muhammed”, “İnşaallah eylemez imana muhtaç”, “Gönül âzâd oldu”, “Açlığı seversen sana üç oruç”, “Beş vakit farzını kıl ferah ferah”... BU ÇAĞRIYA KULAK VERİN Bu denli yoğunluğa sahip mümtaz bir şahsiyetin günümüz edebiyat çevrelerinden ve Kültür Bakanlığı’ndan yeterli ilgiyi görmemesi çok manidârdır. Gönül ister ki, Kültür Bakanlığı “Ölülerine kıymet vermeyenler, dirilerine sahip çıkamazlar...” anlayışından yola çıkarak kültürümüzün önemli değerlerinden olan Ruhsatî’yi gelecek nesillere tanıtmak adına yeniden keşfedip; kalıcı projelerle tanıtsın, dilden dile, gönülden gönüle aktarsın.
Ruhsatî, gizemcilikle ilgili öğretici şiirlerin yanı sıra, özellikle biçimsel yalınlık, söyleşi ustalığı, geleneksel halk şiiri geleneğini koruyarak söylediği koşmalarla büyük beğeni toplamıştır. Toplumsal olaylar karşısında; taşlamacı, iğneleyici dizeleriye dikkat çekmiştir. Şiir geleneğini bozmadan, çileli yaşamına karşın toplumsal taşlamacılığını da bırakmayan, hem çağının, hem de halk şiirimizin en önde gelen ustalarındandır.
sayı//4// kasım 82
ŞİİRİN GÜCÜNÜ HİSSETTİRDİ Ruhsatî, gizemcilikle ilgili öğretici şiirlerin yanı sıra, özellikle biçimsel yalınlık, söyleşi ustalığı, geleneksel halk şiiri geleneğini koruyarak söylediği koşmalarla büyük beğeni toplamıştır. Toplumsal olaylar karşısında; taşlamacı, iğneleyici dizeleriye dikkat çekmiştir. Şiir geleneğini bozmadan, çileli yaşamına karşın toplumsal taşlamacılığını da bırakmayan, hem çağının, hem de halk şiirimizin en önde gelen ustalarındandır. Taşlama ve güzellemeleriyle halk aşıkları içinde şiirin gücü, kendine özgü kişiliği ve tavrıyla öne çıkar. Şiirlerinde, Anadolu insanının sorunlarını, dünyasını bütün çıplaklığıyla yansıtması en önemli özellik olarak nitelendirilebilir. Ruhsatî’nin Türk Edebiyat dünyasına kazandırılmasında, Eflatun Cem Güney’in büyük katkıları olmuştur. Yüzlerce dizeye imza atan Ruhsatî’nin günümüze ulaşan önemli eserlerinden bazıları şunlardır: “Vay deli gönül”, “Efendim”, “Rufailer tekkesinde”,
MODERNİZM TRAVMASI... Acı hem de çok acı. Çünkü günümüzün acıları ecdatlarımızın acısından oldukça farklı. Onlarla aynı şeyleri hissedemiyor, aynı acıyı duyamıyoruz. Aklımızı, düşünce biçimimizi değiştirdiğimiz için, acılarımızı da farklılaştırdık. Kültürel tarihimiz başkalaşınca acılarımız da başkalaştı, hislerimiz de. Şimdilerde duygularımız yorgun, tarihsel bakış açımız yorgun, devlet yorgun ve dahi millet yorgun. Modernizm travması kendi kültürümüze olan duygularımızı bastırmış, habire de bastırmakta. Kendi tarihinin, kendi coğrafyasının, kendi insanının duygularına yabancılaşan, kendi dinine yabancılaşan, kendi değerlerinden kopuk ve habersiz bir anlayışın çığlıkları kulakları sağır ediyor, ama duyan yok. SONSUZLUĞA PERVAZLANAN DİZELER Ruhsatî’de dillendirmeye çalıştığımız haykırış; bütün kaybolmuşlukların, umursamazlıkların adıdır. İşte kaybolmaya yüz tutan millî değerlerimizin simgelerinden olan Ruhsatî; popüler tutkuların hengamesinde; şiiri, kederi, sevgiyi, mazlumiyeti, masumiyeti yeni nesillere aktarmak için bu kulvarda direnmenin adıdır. Kaybolmamak için bütün değerlerimizi topyekün tarih sayfalarına not düşmekten başka çaremiz yok. Kafamıza ve gönlümüze iyice kazıyalım; geçmiş asla geçmez. Geçmişe el uzatalım, sahibine dokunamasak da... Sararmış yapraklar arasından fırlayan ve sonsuza pervazlanan şu dizelerle karşılaştığımızda da asla şaşırmayalım: “Er kalkan âşıklar menzile yetti, Sen de tedarikin gör yavaş yavaş, Geçti nevbaharım hazan erişti, Yağar dört yanıma kar yavaş yavaş.”
GÜNEY KOREDE TÜRK FIRTINASI ESTİ “Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, Şehirler arasında kurulan Kültür ve sanat köprüsü “ İsmail YILMAZ
er şey 1950 yılında, BM çatısı altında ülkemizden 21 bin kilometre uzaklıktaki Güney Kore’ye yaklaşık 15 bin askerimizi göndermekle başladı. O insanlar bu nedenle bizleri unutamadılar.1005 vatan evladımızı orada Busan şehri topraklarına emanet bıraktık. Gazi olanlar, geri döndüler ve Anadolu ya yayılıp Koreli sıfatını, isimlerinin önüne şerefle koydular. Böyle muhteşem bir kültür programının gerçekleşmesine vesile olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Kadir Topbaş’a ,Kültür Daire başkanımız sayın Abdurrahman Şen‘e, Kültür Müdürümüz sayın Şevket Demirkaya ya, Kültür işleri müdür yardımcımız İsmet Gülen kardeşime çok teşekkür ederiz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire başkanlıgının ve Güney Kore, Istanbul-Gyongıu dünya kültür expo 2013 kültürel etkinliğinin ardından bu senede expo 2014 İstanbul Korede adlı etkinlik düzenlendi. Koreliler ; “Bizim için kan kardeşi diyorlar, diğer bir ifadede ise varlığımızın sebebi sizsiniz “ diyorlar.fakat Korede yapmış olduğumuz edebiyat sempozyumundan sonrada meğer biz Türkmüşüz diyorlar . Üniversite profösörleri özellikle bunu söylüyorlar, hatta 70 yaşında bir amca ayağa kalktı ve dediki ben meğer Tükmüşüm bundan sonra Türkçe öğreneceğim dedi. Özellikle bizim Dede Korkut masallarından çok etkilendiler. 1000 seneden once yazılmış destan olduğunu görünce,ne kadar gelenekçi bir millet olduğumuza hayret ettiler…geçmişimize ne kadar sahip çıktığımıza hayran kaldılar… Bu arada Güney Kore devlet başkanı tarafından,
İstanbul Büyükşehir Belediye başkanımıza devlet nişanı verildi. Gidişimiz ile gelişimiz arasında 20 gün ama etkinlikte 11 gün program yapıldı.. bu arada 1 gün Busan,1 gün Seul ve 11 gün Gyeongju şehrinde programlar yapıldı.348 kişi bu programa katıldı. 300.000 nüfuslu Gyeongju şehrinde 11 günlük programlar sırasında 780.000 girişli gezi sabit olarak tesbit edildi. Gyongi de kurulan standlarımızda ve alanlarda, kent orkestramız Türk Sanat müziği,Türk Halk müziği, batı müziği gurubumuz ve Mehterimiz de her gün konserler Verdi. Çok güzel konserler gerçekleşti, .İki konser yerinde çok kalabalık bir topluluğa müziğimizi tanıtmanın zevkini yaşadık, bu arada belediyemizin İsmek kuruluşu her sanat alanında çeşitli sergiler(ipek işi İstanbul tabloları,eski Istanbul fotoğrafları,dört mevsim Istanbul fotoğraf ) bunun yanında ebru sanatı,hat sanatı, minyatür, tezhib sanatı,cam işçiliği,gravür,karakalem portre,sedef kakma,gümüş hasır örme,el nakışı,kırk yama,bez bebek,değerli taşlar,kadın koordinasyon merkezi el sanatları standları açıldı, onun dışında biz yiyeceklerimizi götürdük oraya…mesela biz onlara Türk simidini ikram ettik,Türk kahvesi ikram ettik,Osmanlı şerbeti ikram ettik.bunları ücretsiz olarak yaptık. Simit ikramlarımız program sonuna kadar devam etti. hafta içi 5000,hafta sonu 10.000 planlamıştık ama bunun çok çok üzerine çıktığımızı biliyorum... Güney ve Kuzey Kore savaş halinde hala…sadece şu anda ateşkes var..savaş bitmiş değil,sadece ateşkes devam ediyor. İstanbul’da edebiyat ve sinema sempozyumu yapılacak. Türk sinemasını fazla bilmiyorlar o sebeble buna ağırlık verdik. Tabii edebiyatımız en üst derecede programları yapılan alan oldu. Gyonjeu Belediye başkanı bize şöyle bir ifade de bulundu -Biz İstanbula gediğimizde Korenin Gyongjeu diye bir şehri olduğu öğrenildi ama siz buraya geldiğinizde artık şehrimizin bir dünya kenti olduğu öğrenildi ve bu sizin sayenizde oldu dedi. Busandaki Türk Şehitliği’nde yapmış olduğumuz tören hepimizi çok etkiledi... Edebiyat sempozyumunda kendi değerlerimizi anlattık …Dede Korkut ,Hz.Mevlana, Hacı Bektaş-I Velî, Yunus Emre gibi büyüklerimizi anlattık bizim devlet geleneğimizde ne kadar etkili olduklarını anlattık, Koreliler hayran kaldılar … Bu arada edebiyatımızdaki güzelliği anlatmamızda titiz bir çalışma sergileyen kültür işleri daire başkanımız sayın Abdurrahman Şen’e teşekkür borçluyuz. Güney Kore ile Şehirlerimiz (İstanbul-Gyongeu) arasında kurulan Kültür ve Sanat köprüsü sonsuza değin çalışmaya devam edecek. 83
Ş ehir
ŞEHRİMİZ KİMLİĞİMİZDİR
Genç Memur Sen Bursa, şair ve eğitimci Yunus Emre Altuntaş başkanlığında güzel işlere imza atıyor. Bu güzel işlerden biri de, ekim ayı içinde gerçekleştirilen Safiyüddin Erhan konferansıydı. Safiyüddin Erhan, 25.10.2014 tarihinde Bursa Genç Memur Sen İl Başkanlığının organize ettiği konferansta “Şehrimiz/ Mimarimiz/Şahsiyetimiz”e dair düşüncelerini anlattı. Şehir Haber: Emre COŞKUNSU
afiyüddin Erhan, Osmanlının bir inanç medeniyeti olduğunu söyleyerek başladı sözlerine. Sözleriyle ve sözlerini söyleyişindeki içtenliğiyle, dinleyicileri Osmanlı iklimine alıverdi hemen. O anlatırken biz birer Osmanlı olup kah sevindik kah üzüldük. İBRET ALINACAK MEKANLARI GEZMEK GEREK Safiyüddin Erhan, müzeleri sık sık dolaşarak onlardan hem tarihi öğrendiğini hem de ibret aldığını söyleyerek şöyle devam etti sözlerine: “Sık sık müzeleri ziyaret ediyorum. Müzelerde sadece tarih ve sanat değil, ibret de var. Hatta bu konuda “Sizden önceki kavimlerin başına neler geldiğini görüp anlamınız için gezip dolaşınız.” anlamına gelecek bir ayet de var bilindiği gibi. Bu yüzden bile olsa müzeler gezilmelidir. Unutulmamalı ki müzeler, medeniyetlerin izlerinin sürüldüğü yerlerdir. Bursa’da da Bursa Müzesi var ama yazık ki yetersiz bu müze. Hem yetersiz hem de yıllarca kapalı kaldı. Ama biz de müzemize ilgisiz kaldık. Müzemize ilgi göstermeliyiz ki müzemiz canlansın. Biz de oradan tarihin izini sürelim. Müzeleri gezerken bir şahsiyet kazandığımızı da unutmayalım.” İNŞA EDEN, İNŞA EDİLENİ ANLAR Tam burada Safiyüddin Erhan, medeniyeti simgeleyen eserlerin, sanat eserlerinin kıymet görmemesinin sebebini açıklamaya başladı. Bu açıklama, anne babaların çocuk yetiştirirken neye dikkat etmeleri gerektiğini de öğütlüyordu aynı zamanda. Safiyüddin Erhan, eserlerin kıymetini, eser yapanların anlayabileceğini şu sözlerle anlattı: “İnsan bir eser vücuda getirdiğinde eserlerin kıymetini bilir hale gelir. Çünkü eser vermek zor iştir. İnsan eser verirken yorulur, terler, ona canından parça katar. Sadece kendi eserinin değil, başka eserlerin de böyle ortaya çıktığını anlar sonra. Bu da onu eserlerin kıymetini bilmeye götürür. Bu şekilde hepimiz bir eser vermeli, çocuklarımızı da eser verecek şekilde eğitmeliyiz.” HER ŞEHRİN KİMLİĞİ VARDIR Safiyüddin Erhan, kişiler için giysi neyse, şehirler için de eserlerin öyle olduğunu söyleyerek bu benzetmeyi niçin yaptığını şöyle açıkladı: “Bir kimsenin giyimine bakarak onun memleketi ve şahsiyeti hakkında fikir sahibi oluruz. Osmanlı zamanında her giysinin bir anlamı vardı. Giysiler, bir kişiyi tanımak için yeterli olurdu. Gerçi günümüzde giysiler de benzeşti. İnsan nasıl giysileriyle tanınırsa, şehirler de eserleriyle tanınır. Şahsiyetli eserlere sahip şehirler, diğer ülkelere ve diğer şehirlere karşı eserleriyle tanıtırlar kendilerini. Mesela İzmir’de sokaklar, 1405. Sokak
sayı//4// kasım 84
şeklindedir. Bunun nedeni, orada kadim bir tarih olmayışıdır. Oysa Bursa’da Muradiye Mahallesi vardır Osmanlıyı anlatan, Yıldırım vardır… Biz, tarih kokan bir şehrin evlatlarıyız. Ama bu tarih, aynı zamanda bir sorumluluk yüklemektedir bize. Bize de, o sorumluluğun hakkını vermek düşer.” RESTORASYONLAR ASLA UYGUN MU? Safiyüddin Erhan Bey’in üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri de, restorasyon konusudur. Bu etkinlikte de o konuya değindi. Öncelikle restorasyonun neresi için gerekli olup olmadığının belirlenmesinde bir sıkıntı olduğunu ifade etti. Ülkemizde ve Bursa’da restorasyon adı altında rant amaçlı bir yıkım yapıldığını söyleyen Safiyüddin Erhan Bey, yapılan restorasyonların da ehil kişilerce yapılmadığını, kendisi gibi konunun uzmanı olan kişilerin uyarılarının da ciddiye alınmadığını üzüntüyle dile getirdi. DOĞAN BEY’E SAYGISIZLIK Bursa’yı tanıyan, bilen herkesin “Bunlar, Bursa’nın kalbine saplanmış bir hançer!” dediği TOKİ Doğanbey Konutlarına da değindi Safiyüddin Erhan Bey ve bu konuyu iki erdemle açıkladı: Estetik ve edep. Bu konuyla ilgili sözleri şöyleydi Safiyüddin Erhan’ın: “Şehirlerimizin merkezlerinde hep camiler olmuştur. Camiler de şehirlerimizin en yüksek yerlerine kurulmuş, minarelerimiz en uzun yapılar olmuştur. Her zaman için uzaktan bakıldığında minareler rahatça seçilebilmeli.” Safiyüddin Bey’in bu sözleri, işin estetik kısmıyla ilgiliydi elbette. Bu sözlerden sonra konuşmasını Doğan Bey’e şu sözlerle getirdi: “Semtin ve konutların adı Doğan Bey. İnsan onun hakkında bir şey bilmese bile, semte adının verilmesinden ötürü onun önemli bir şahsiyet olduğunu anlar ve onun hatırasına saygı duyar. Bir düşünmek lazım, acaba o, böyle bir yapı olsun ister miydi? Onların kurduğu mimariye baktığımızda, istemeyeceğini anlayabiliyoruz.” TOKİ Doğanbey Konutlarıyla ilgili olarak, bu projenin belki yıllar önce yapıldığını ama değerlerimize saygılı olduğunu söyleyen şimdiki iktidarın da bu konuda hiçbir şey yapmamasının dikkat çekici olduğunu ifade etti Safiyüddin Erhan Bey. KİME ŞEHİRLİ DERLER Safiyüddin Erhan, kimlerin şehrin sakinleri sayılması gerektiği, kimlerinse şehre üvey kaldıklarına da değindi sohbetinde. Bir şehre gelip yerleşmenin, bir insanı o şehirli kılmaya yetmeyeceğini şu sözlerle anlattı Safiyüddin Erhan: “Bir şehre gidip o şehre yerleşmek, kişiyi o şehirli yapmaz. Misafir nasıl ki ev sahibinin kurallarına uyuyor, ona saygı duyuyorsa, kişi de yaşadığı şehrin yazılı olmayan kurallarına uymalı, o şehre
saygı duymalıdır. Yaşadığı şehrin kurallarına saygı duyan kişi, artık o şehirlidir. Bazen şu durumla karşılaşıyoruz: Şehrin sakinleri, şehre saygılarından dolayı rant getireceklerini bildikleri bir yere dokunmuyorlar, orasını koruyorlar. Bu, onların o şehirli olmalarından kaynaklanıyor. Ama gün geliyor bir fırsatçı, bir şekilde şehri sakinlerinin korudukları o yere sahip çıkıp oradan rant elde ediyor. Bu şekilde de şehrin çehresi bozuluyor, dokusu tahrip oluyor.” FOMARA MEYDANI MI? MEYDAN NE Kİ? Safiyüddin Erhan Bey, konuşmalarının arasında İslam şehir mimarisinin nasıl olması gerektiğini de anlatıyordu aslında. Mesela Fomara isminden yola çıkarak yapılara isim koyma konusuna ve ‘İslam şehrinde meydan olur mu?’ sorununa da değindi satır arasında. Safiyüddin Erhan Bey, şimdi Fomara Meydanı olarak anılan meydana girişte bir zamanlar “Fomara” adlı bir bina bulunduğunu ve bu binanın adının da zamanla o meydana verildiğini söyledi. Özellikle vurguladığı iki şey vardı Safiyüddin Erhan’ın: “Bizim zihin dünyamızda hiçbir karşılığı olmayan bu kelime neden ve nasıl oraya verilmiş? Aslında ben o kelimenin oradan kaldırılması için çaba gösteren hamiyetperverlerin olduğunu biliyorum ama şehre, şehirde oturanlar topyekun sahip çıkmadıkça sonuç almak zor. Bugüne kadar da bir sonuç alınamadı zaten bu isim konusunda.” Konu Fomara Meydanından açılmışken meydan konusuna da değindi birkaç kelimeyle Safiyüddin Erhan Bey. İslam şehirlerinde meydan diye bir şey olmadığı gibi, meydana da ihtiyaç duyulmadığını söyledi altını kalınca çizerek. RUHANİYETLİ ŞEHİRLER Kısa zamana kadar Anadolu şehirleri gezildiğinde, tüm şehirlerin ‘Mabetler şehri’ görünümünde olduğunu söyleyen Safiyüddin Erhan, çok katlı binalarla şehirlerin bu görünümünün değiştiğini söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Şehirlerde mabetlerin görünmemesi sadece şehrin siluetini değil, şehrin karakterini de etkiler. Karakteri zedelenen şehirlerin sakinleri de bundan etkilenir. Şehri tahrip etmek, karakterleri tahrip etmektir aynı zamanda. Ama bizler de şehre sahip çıkmalıyız. Unutulmamalı ki şehirler yasalarla değil, şehrin sakinlerince korunur. Şehirli olmak demek, o şehrin kültürüne sahip çıkmak demektir.” Sohbetini eski Bursa sokaklarından görüntülerle sürdüren Safiyüddin Erhan, hem sohbetiyle hem de şahsiyetiyle şehirli insanın nasıl olacağının canlı bir örneği olarak bitirdi sohbetini. 85
Ş ehir
LEYLA İPEKÇİ İLE RUHUN TENHA SOKAKLARINDA
“ŞEHRİM AŞK” “İman bir felsefe meselesi değil. Neyi biliyorsak onunla amel ediyoruz ve vücudumuzda, hayatımızda bu amellerin canlanması gerek. Düşünsel boyutta kalmamalı. Bu anlamda Hac farzı insana büyük bir ikram sunuyor.“ Söyleşi: Mehtap ALTAN
ayın Leyla İpekçi bilirsiniz, kelimeler yoksul yanımıza mânâsını veren sadık yol arkadaşlarıdır. Değer verdiğimiz ve tanımak istediğimiz insanları kelimelerin duygu ile harmanlanmış tadında tanırız. Sizden sizi birkaç kelime ile tanımak isteriz. Mümkün mü? Telaşlı, heyecanlı, mütereddit, içerilerde yaşayan, yalnızlığı ve tenhayı seven… Her kitap bir sırrın meşakkatinde doğar. Sırrı olmayan kitaplar ezberin sunî metaforunda savrulacak geçici soluklardır. Bir kitap terletmeli, öğretmeli ya da okuyanın özüne özüne akmalı ki sayfalarındaki hakikat sağılsın ruhun eteklerine. Sayın İpekçi, Şehrim Aşk’ın sırrı neydi? Teslimiyet arzusu, gözyaşı… Mekke, Medine ve Kudüs… Zikrin kundağında bir ninni gibi işlemişsiniz o üç kutsal şehrin kalbinizi emziren manasını. Şehrim Aşk, bir romandan ziyade hakikatin yolculuğuna çıkmış bir kalbin seyahat güncesi gibi. Otuz beş yazıdan oluşması ise yolun yarısı ironisine eş düşmüş sanki! O otuz beş yazının içinden bir tanesi biliyorum ki Şehrim Aşk’ın kalbi. Bize Şehrim Aşk’ın kalbi olan yazıyı ve nedenini söyler misiniz? Tek nefes. ‘Ol’ nefesi. İçindeyiz onun elbet, kâinatın kitabını okumak için, insanın kendi harflerini tanıma, alfabesini öğrenme yolculuğunda âcizane attığım bir adım benim için yazmak. Böyle diyerek biraz dolambaçlı bir yola sapayım. Yazarken açılıyor ancak anlam. Kendi adıma insanın içine ve dışarıya devam eden bir yolculuk... Sadede geleyim: Benim kitabın kalbi diyeceğim o yazı başlangıcı ve sonu iki ucundan birleştiren ve iki ayrı yazı gibi görünse de bir olan o yazı. Artık okura daha fazla müdahale etmeyeyim. Herkesin kalbi kendi sonsuzluğunda atsın. Her okurun nefesi biricik bir kalpten çıkar ne de olsa. Modern zamanlar; gri bir şefkatin rüzgârı olmayan vadisi gibidir. İnsana soluk aldıran ama ruhunu her geçen gün müphem bir sancı ile hapseden! Şehrim Aşk’ın girişinde sağlık sorunlarınız ve akabinde yaşadığınız sıkıntılardan bahsediyorsunuz. Modern zaman ağrısına teslim olmayan yanınızı neydi cesaretlendiren? Bilmediğine teslim olmak, bildiğinle amel etmek samimi niyetle... Aslında hepsi nasip… Cevabım bu kadar. Fakat belki kitaptan bir örnek verebilirim. Aynı yıl içinde üç kez Kutsal Topraklara gitmek nasip olduğu için Mekke’den Medine’ye üç kez çölü geçtim. Daha önce başka çölleri geçmişliğim vardır. Fakat Medine yolunda insanlığın bir ‘ruh medeniyeti’ kurabilmesi için ille nefsinden ruhuna hicret etmesi gerektiğini
sayı//4// kasım 86
düşündüm her seferinde. Meşakkat ve alınteri düşüyor payımıza. Hicret esnasında Efendimiz’in yatağına düşmanları şaşırtmak için uzanan Hazreti Ali’yi düşündüm. Bu onun da nefsinden hicretiydi bir bakıma. Çünkü öldürülmeyi, kendini kurban etmeyi göze almıştı. Tıpkı Hazreti İsmail’in babası tarafından kesilmeye razı gelmesi gibi. Hac’da kurban ettiğimiz koyunlar da bu teslimiyet duygusunun bir tür metaforu. Çöle dönecek olursak. Kendi kuraklığımızı, çoraklığımızı aşamadan serin hurma ağaçlarının gölgeliğinde, latif bir insanlık şehri, bir Medine kuramıyoruz kendimize. ‘Cennet bahçelerinden bir bahçenin toprağına alnımızı değdirdiğimizde Efendimiz’in huzurunda, içimizin tohumlarını yeşertecek hayat suyunu kaynağından çekmiş miyiz, tefekkür etmemiz gerekiyor şüphesiz. Şehrim Aşk, kargaşanın kıyısında huzurun kanadına kanayan bir masalı anlatır gibi. Kanamak bazen iyileşmek için soluk soluğa kalmanın çitlerini çizer hayat bahçesine. Öyle bir kanayış sanki! Peki, kendi içimizdeki yolculukta kaybolma riski de var Sayın İpekçi. İnsan neyi göze almalı kendi iç sesi ile kan kardeş olurken? Önceki dediğimden devam edeyim. Nefsini kurban edebilmeyi göze almalı diyordum. Neyi akıttığımızı bilmek gerekiyor. Güzel ahlakın tamamlanması tabiri caizse benliğin güzel yokluğuyla mümkün. Ama bu çok meşakkatli bir yolculuktur Canında canan bulmak... Maşukunun gönlünde doğabilmek gerekiyor. Kısacası aşk. Fıtri yolculuğumuz bu. Kurban olabildiğimiz oranda... Hac ve Umre ziyaretlerinizde gördüğümüz kadarıyla maneviyat bilgi ile birleşince katmerli bir ortam oluşuyor. Ve yolculuğun adı, hakikatin topraklarında kana kana var oluş oluyor! Şehrim Aşk’ta geçen dört yer ve tek bir mesaj var, o da hakikat. Sanat, hakikate giden yolda bir elçi olabilir mi? Ya da?.. Sanat elbet elçi olabilir. Ama en güzel sanat, insanda bu hakikatin zuhur etmesidir. Vücudunda mevcut olması, can bulmasıdır güzelliğin. Bu anlamda ‘en güzel suret’ üzere yaratılan insan Hazreti İnsan’dır. Onun yeri ve gökleri kuşatan nuru hakikatin tecellisi. Kalpte bir kandil yandığında ufku da kaplıyor nur. Yani Allah'ın en güzel sanatı kâmil insan… Ki zirvesi Resulullah (sav) Sanat da buralardan, nur-ı Muhammedî'den sudur ettikçe hakikate elçi olabiliyor kuşkusuz. Bizler âcizane bu yolda yeniyetme yolcularız. Sayın İpekçi, Şehrim Aşk’ta, Kâbe-i Muazzama ve Mesci-i Aksa’nın kokusu da rüzgârı da cümlelerinizin refakatinde okuyanlara Kevser ırmağının elçiliğinde
Ayasofya içi
geliyor sanki. Ama kitabınızı daha alıp okuyamayan okurlarınız için bize kutsal topraklarda tavaf ederken ki ruh halinizi, kirpikleri hep ıslak olan şehir Kudüs’ün sizdeki mânâsını ve o şehrin kaderini biraz bizlerle paylaşır mısınız? Kâbe varoluşun merkezi, âlemlerin kalbi, kâmil insanda canlanan bir temsilidir hakikatin. Beytullah. Sahibi hiçbirimiz değiliz. Onu tavaf ederken tüm sınırların, kimliklerin, aidiyetlerin ortadan kalkmasına şahitlik ediyorsunuz. Artık onu kalbinizden tarafa alarak dönmeye başladığınızda yönsüzlüğe dönüyorsunuz. Bütün farklı dilleri duyuyor, hepsini anlamaya başlıyorsunuz. Tüm insanları kendi farklılıklarıyla içinize alıyor, her farklılığı kuşatmaya başlıyorsunuz. Ve döndükçe kâinatın ritmine dâhil oluyorsunuz. Bir süre sonra bütün diller dil, bütün insanlar insan, bütün yollar nokta oluyor. Kalbinizin süveydası. Kara noktası. Yani Kâbe’deki Hacer-ül Esvet. Kara nur deniliyor ona. İnsanlar dokundukça kirlendiği için. Ama kalbin sevda noktası aynı zamanda... Yerlere göklere sığmayan nasıl kâmil insanın kalbine sığıyormuş, tefekkür etmeye başlıyorsunuz. Kudüs gözyaşı şehri… Onu ele geçirmek için o kadar kan dökülmüşse de, kimseye ait değil. Ait olmamış. Yani sahiden kutsal ne demek orada anlıyor insan. Tarihin başından beri hiç dinmeyen 87
Ş ehir
gelecek yok. An var. Kâbe üzerinden açayım. Bir zerresiniz şu varoluşta ama olmasanız kâinatta gedik açılırdı, yani bir o kadar da gereklisiniz. Biz onu tavaf etmesek, Kâbe’nin de hakikati eksik kalır. Sadece bizim dönüşlerimizle biçimlenen hem somut hem soyut bir alanı var Kâbe’nin. Kalbimiz hakikati tavaf edebilirse herhalde ne geçmiş kalacak ne gelecek, ne hatıralar, vesveseler, ne sebep sonuç ilişkileri, ne ideolojiler vesaire. Kalbin kimliği yoktur. Şu andadır sanırım kalp. Nefesin içinde. Kesrette vahdeti, vahdette kesreti algılamaya bir ilk adım. Ayetin buyurduğu gibi; O her an bir şen’dedir. Rabbim an sırrına girmeyi nasip etsin bizlere.
şiddet, zulüm, günah barındırsa da gözyaşıyla yakıyor adeta insanlığın günahlarını. Kuddus isminin tecellilerini buluyorsunuz onda. Kudüs insanlığın düştüğü ve yükseldiği yer; ibret yeri. Hakikatin tamamlandığı, miraçların anlamına kavuştuğu, makamların tamam olduğu yer. Ayetlerin canlı tefsirini yapmaya başladığınız yer. Yıllar önce “Harflerin İlmi” adlı kitabın belki de her cümlesinin altını çize çize okudunuz. Sizdeki büyük değişimin ilk kıpırtılarıydı kitabın içindeki manaların soluğu. “Varlık bir harftir, sen onun anlamısın” Yaşadığınız bu devinimden sonra hakikati tavaf eden yüreğiniz, geçmiş ile gelecek arasında nasıl bir durum yaşadı? Harflerin İlmi ve sonrasında İlahi Aşk... İkisi de İbn Arabi’nin Fütuhat’ında yer alan bölümler. O vakitler müstakil kitap şeklinde yayınlanmıştı. Sahiden de gönlümü ilk açan bu okumalar oldu. İman bir felsefe meselesi değil. Neyi biliyorsak onunla amel ediyoruz ve vücudumuzda, hayatımızda bu amellerin canlanması gerek. Düşünsel boyutta kalmamalı. Bu anlamda Hac farzı insana büyük bir ikram sunuyor. Geçmiş ile geleceğin insanda cem olduğunu ve ‘bir’ olduğunu Hac’da çok hissetmiştim. Değişimlerimiz sonsuz. Bu anlamda hangisini diğerinin öncesi veya sonrası olarak sabitleyebiliriz ki! Sabitleyene dek o da dönüşüyor. Geçmiş ve sayı//4// kasım 88
“Değişmek istiyorum. ‘Allah’ım beni hiçleştir’ diyorum yüksek sesle.” Sayın İpekçi, hiç dediniz. Sizi orada zenginleştiren hiçliğin kuyusuna her şeyinizi bırakıp sadece teslimiyetin hırkasını giydiniz ve koydunuz yüreğinizi ortaya. Size “h i ç” desem neler söylemek istersiniz? Keşke dil şahitliği yetseydi ama maalesef bunu yaşamadan konuşmak, hele söz söylemek doğru gelmiyor. Kitabın kendi kurgusunda bir dua olarak var daha ziyade. İnsan olma serüvenimizin bir sınırı yok. Hiçleşebildiğimiz oranda insanlığın ruhuyla bağ kuracağız inşallah. Tevazu ile yükseleceğiz. Sayın İpekçi, hüznün dergâhına bağdaş kurabilenler, iç dünyalarındaki asıl teslimiyete daha çabuk varabilenlerdir. Hüznün çekirdeğinde sorgular, sorguların kabuğunda aslolanı keşfediş, keşfedişin tadında ise duanın membaında göveren vuslat vardır. Bizimle gerçek anlamda sizi ilk hüzünlendiren ve kendinizi sorgulatan an’ı paylaşabilir misiniz? Size bu netlikte bir ilk anlatmam çok zor. Ama şöyle bir şey söyleyebilirim. Kâbe’yi ilk gördüğüm anda sanki kendi nefsimden bir suret görmüş gibi olmuştum. Çok ağladım, etrafımdaki herkes, her şey gözyaşı döküyordu. Herkes kendini görüyordu sanki Kâbe’de. İşte böylesine bir kavuşmanın ilk anında edeceğim duayı unuttum. Oysa çok düşünmüştüm gelirken, Kâbe’yi ilk gördüğünüzde edeceğiniz dua mutlaka kabul olunur denmişti bize. Kapsayıcı bir dua hazırlamıştım. O anda dudaklarımdan ‘bu yıl eşimle birlikte bize Hac nasip et yarabbi’ duası çıkıverdi. Daha yeni başvurmuştuk. İlk yılımızdı. Ve umreden döndükten bir süre sonra sahiden de bu gerçekleşti! Vedaların da bir kavuşma olduğunu, bu yüzden bizi hüzünlendirdiğini veda tavafında fark ettim. Arafat’a çıkarken Kâbe’ye sırtınızı verip uzaklaşıyorsunuz. Kendini bilme merhalelerinde gündüz ibadetinin yapıldığı Arafat ile gece ibadetinin yapıldığı Müzdelife’den ve Mina’dan
geçiyorsunuz. Sonra yeniden geliyorsunuz Kâbe’ye. Ona veda etmek diye bir şey yok. Çünkü ayrılık diye bir şey yok. Bizim hasret, gurbet dediğimiz dünyadaki zamana bağlı bir kavram. Oysa vuslat var, her anın içinde. Vuslat; sonsuz an. Belki bu yüzden kavuşmalar da bir o kadar ağlatıyor insanı. Kalbimiz ve ruhumuzun üzerine ateşten bir örtüyü örtüp; günahı, yasağı ve haramı ateşten bir ırmağın sesiyle çoğaltandır nefsimiz!. Nefsin tek katili ise aşktır… Yeri ve göğü yaratan biliyorum ki aşkı yaratılışın sırrındaki anahtar olarak vermiş. Attığımız ve atacağımız her adım aşk ile oldukça, bütün anahtarlar ruhumuzun iman ile teyellenmiş ceplerinde olacaktır. Sayın İpekçi iman ve aşkı, sizin kalbinize perçinleyen tam olarak neydi? Bilmiyorum. Bunlar o kadar iç içe geçmiş, o kadar kıvrımlı ve katmanlı süreçler ki, denklemini çözmek, analiz sentez yapmak kolay değil. Dediğiniz gibi aşk yaratılış sırrının anahtarı. Her birimizin gönlünde bu sır kendine has biricik bir aşkı barındırıyor. Biraz da sırlı kalsın o halde bize kendimize ait keşifler. Hayret ve hayranlıklarımız diri kalsın bu müphemlik içinde. İman insanın kalbinde bir nurdur. İnsana ait hiçbir şeyin net tarifini yapamıyoruz, hep nispî tanımların tuzağına düşüyoruz. Çünkü kastettiğimiz anlamlar başka başka. Doğrusunu Allah bilir diyelim. Son dönemde daha da kanayan bir Kudüs tablosu var. Sapanları ile kendi topraklarını korumaya çalışan çocuklardan, mübarek günlerde ateş yağmurları ile parçalanan masum insanlara kadar! Ve yazık ki din kardeşleri tek tek katledilirken “görmedim, duymadım, bilmiyorum” gözlüğü takan İslam ülkeleri! İslam ülkelerindeki bu sessizlik “birlik” kelimesinin katlini de vermiyor mu? Nedir kardeşi kardeşe susturan sorun desem? Devletler evet böyle ama tek tek insanlar, yani halklar için aynı şeyi söylemek haksızlık olur. Hac bu anlamda engin bir tecrübedir. Beş milyon insan bir aradasınız. İnsan çeşitliliğinin insan biricikliğine armağanı! Hiç tanışmazsanız bile yan yana secdeye vardığınızda bir ahiret kardeşliği kuruluyor aranızda. Üstelik sabrınızı çok zorlayacak yığınla ilişkiye de giriyorsunuz. Buna rağmen oluyor işte! O gönül ittifakından kaynaklanan ezeli bir duygu var sanırım. Ve bunca katliama bunca zulme rağmen kesintisiz bir dua gibi devam ediyor.
dediği gibi, ruhun Allah’ın emrinden olması insanlığımızı gerçekleştirme yükümlülüğü veriyor bize. Dökülen kan senin kanın, başkası yok aslında. Can senin canındır. Bu tevhidî hakikati anlayabildiğimiz oranda katledilen her masum ile birlikte vücudumuzda bir uzuv daha kanamaya başlar. Şimdi söyleyince kolay da vücudda canlanması bizler için kolay değil bu tevhid şuurunun. Sayın İpekçi, kan kaybeden bir insanlığın sesi yankılanıyor zamanın nabzında! Yeryüzünün her bir köşesinde çocuk hıçkırıkları ve ölümleri sanki gökyüzünün alnına bir utanç yaması oluyor. Sahi! İnsanoğlu neyi yitirmeye başladı ki dünyanın her bir köşesinde önce çocuklar katlediliyor? Neydi sahip çıkamadığımız şey? Kardeşinden nefret eden herkes kalbiyle katil oluyor. Dünyanın egemenlik sistemi tahakküm işgal suiistimal üzerine kuruldukça kin nefret intikam kıskançlık, tamah gibi nefsin en ilkel zaaflara yenik düşüyoruz. Nefsin rızasına boyun eğdikçe taşlamamız gereken şeytanlarımız çoğalıyor. Önceki cevabımda dediğim gibi tevhid içinde nefes almaya başlarsak adaletin ne olduğunu yeniden kavrayacağız. Adalet şeylerin yerli yerine konması demek. Yani kavuşmak. Kavuşma varsa aşk var. Aşk varsa hiçbir şey tesadüf değil. O masum çocukların dökülen kanının sırrı tevhidi anladıkça açılacaktır bize inşallah. Sayın İpekçi, Şehir ve Kültür Dergisi olarak sanatın, kültürün, tarihin, hayatın ve edebî adımların habercisi olacağız. Bize bu bağlamda verdiğiniz söyleşi için teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim.
Tabii kardeşi kardeşe katil eden hırs, haset, kin gibi özelliklerimiz ilk cinayetten beri bu birlik duygusunu sabote etmek için devam ediyor. Hep de edecek. İnsan bir kan dökücü yeryüzünde. Kanda ezeliyet sırrı var. O yüzden nefsini ruh kılma niyetinin gerçekleşmesi ve ayetin 89
Ş ehir
OSMANLI MEZAR TAŞLARININ DİLİ “HiÇ BIR ŞiiR BiR MEZAR TAŞI KADAR MiLLi OLAMAZ. ÇÜNKÜ ONDA EL EMEĞi, GÖZ NURU, SANAT VARDIR VE ONLAR BiZE BiZi ANLATIR.” YAHYA KEMAL BEYATLI
Nidayi SEVİM
slami geleneklere göre heykelcilik hoş karşılanmaz. Dedelerimiz bu alandaki maharetlerini adeta mezar taşlarında göstermiş. Gelenekli sanatımızın birçok nadide örneği asırlardır açık hava müzesi niteliğindeki tarihi mezarlıklarımızda sergidedir. Bin yıllık bir medeniyetin birikimini, hissiyatını bütün ihtişamıyla mezar taşlarında gözlemlemek mümkün. Mezar taşlarımız üzerine ehli tarafından çok veciz, çok tesirli sözler söylenmiş. Mesela Üstad Yahya Kemal Beyatlı:“Hiç bir şiir bir mezar taşı kadar milli olamaz. Çünkü onda el emeği, göz nuru, sanat vardır ve onlar bize bizi anlatır.” der. Yine ünlü edebiyatçılarımızdan rahmetli Nihad Sami Banarlı bu gerçeği şöyle ifade eder:“Eğer bir medeniyetin ihtişamını hâlâ görmek istiyorsanız, Eyüp Sultan mezarlıklarına ve mezar taşlarına bir göz atınız.” Fazıl İsmail Ayanoğlu hocamız ise “Faraza mevcut görkemli sanat şaheserlerimiz olmasa bile, yani camiler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar olmasa bile, mezar taşlarımız bu milleti medeniyet göklerine çıkarmaya kâfidir.” diyerek bu tarihi değerlerimize göz çevirmemizin önemine işaret buyurmuşlardır. Gerçektende tarihi araştırmaların temelini oluşturan tarihi mezarlıklarımız ve mezar taşları; kültürel, sosyal, siyasi, askeri-stratejik ve daha birçok açıdan bize hayati öneme haiz veriler sunar. Aklıselim birçok tarihçi “mezar taşları okunmadan yazılan tarihin eksik kalacağı” hususunda fikir birliği içindedir. Türk dili ve edebiyatının önemli kaynaklarından birini oluşturan mezar taşı kitabeleri, nazım ve nesir ifadeleri ile edebiyat tarihimizin ulaşılamamış hazinesi durumundadır. Bu gerçeği kabul etmeyen edebiyatçı hemen hemen yok gibidir. Çünkü mezar taşı kitabeleri döneminin dil ve ifade özelliklerini özgün bir şekilde yansıttığından edebiyat tarihini doğru tespit etmemize yardımcı olurlar. Şehirlerin yapılanması, değişim süreçleri, afetler, salgın hastalıklar, bazı coğrafi isimler, toplumların sosyolojik yapısı, meslek, sanat ve zanaatlarımız ile bunları icra eden, âlimler, şairler, devlet ricali için bazen sadece mezar taşlarını örnek gösterebiliyoruz. Sosyoloji, antropoloji, tıp ve tasavvuf tarihi alanlarında da istifade edilen mezar taşlarında etnografya ve müzeciliğin önemli bir konusu olan tarihi kıyafetler gerçekçi bir biçimde temsil edilmiştir. Biz bu yazımızda mezar taşlarındaki başlıklar, semboller, şekiller ve motiflere değineceğiz. Esasen mezar taşlarının dilini çözmek için uzman, sanat tarihçisi, sosyolog veya edebiyat tarihçisi olmaya gerek yok. Biraz yakından
sayı//4// kasım 90
bakıldığında onlar zaten kendilerini fark ettiriyor. Ecdadımız başımıza gelecekleri ön görmüş olmalı ki mezar taşlarında yazılardan olduğu kadar görsel öğelerden de mümkün olduğunca yararlanma yoluna gitmişler. TAŞLARIN DİLİ Mezar taşları sade olduğu gibi çok süslü ve görkemli de olabilmektedir. Mezarda yatan kişinin sosyal hayattaki konumu, ekonomik durumu mezar taşına yansımaktadır. Ölen kişinin ekonomik ve sosyal durumu iyi ise; mezar taşı kitabeleri devrin en meşhur şairlerine sipariş edilir, yazısı meşhur hattatlara yazdırılıp usta hakkaklara işletilir ve ortaya çıkan mezar taşları da birer sanat harikası olurdu. Mezarların biçimleri, taşlar üzerinde bulunan yazılar, sembol ve işaretler bize mezarda yatan kişi hakkında çeşitli bilgiler vermektedir. Mezar taşlarında yazı hiç okunmasa bile kabirde yatan kişinin kadın, erkek, asker, tarikat mensubu yahut çocuk mezarı olduğu kolayca anlaşılabilir. Osmanlı mezar taşları üzerinde kişinin kimliğini belirten sembolik ifadeler çokça kullanılmıştır. Çocuk mezarlarının boyları küçüktür. “Hanım mezar taşları” ise bir kadının incelik ve letafetini en güzel şekilde ortaya koyan şeyler, yani çiçekler, buketler, bahar dalları, gerdanlık, küpe ve broşlarla süslüdür. Osmanlı Hanımları günlük hayatlarında saçlarına hotoz taktıkları için hotoz başlı mezar taşları da görmek mümkündür. Günümüzde bir bayan, evlenmeden önce öldüğünde nasıl tabutunun üzerine duvak konuluyorsa Osmanlı’da da genç yaşta ölen bayanların mezar taşları duvak şeklinde yapılmakta, hatta bu mezarların ayak taşına da kırılmış bir gül goncası işlenmekteydi. Yine gelinlik çağında ölen genç kızların mezar taşlarına “Ters Lale” yahut ‘Ağlayan gelin” çiçeği de işlenirdi. Erkek mezar taşları hanımlara göre daha çeşitlidir. Bir mezar taşının başında başlık varsa bu mezar muhakkak bir erkeğe aittir ve tamamen Osmanlıya hastır. Osmanlı Mezarlıklarını gezdiğimizde gördüğümüz mezar taşı başlıklarını kendi içlerinde en sade şekliyle; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dörde ayırabiliriz. Osmanlı erken dönem mezar taşlarında, sarık sarılan başlık hemen hiç görülmezdi. Bu tarz serpuşlara “Burma sarıklı başlık” diyoruz. Bunların en erken örneklerinden olan kalın ve yukarıdan aşağıya dilimli sarıklarda, içerideki başlığın sivri tepesi az da olsa görülürdü. Daha çok paşa, defterdar gibi üst düzey devlet adamlarının tercih ettiği ve 16. yüzyıl’da kullanılan bu sarık çeşidini, Eyüp Sultan, semtinde Sokullu Mehmet Paşa türbesi civarındaki birçok mezar taşında görmek mümkündür. 16. Yüzyıldan sonra görmeye başladığımız başlıklar
artık kişilerin kimlikleri hakkında önemli bilgi vermekteydi. Çeşitli kademede devlet adamlarının, tasavvuf erbabının, askeri kurum mensuplarının, esnafın, sanatkârın, ilim adamlarının başlıkları birbirinden farklıdır. Mevlevi, Selimi, Yusufi, Celali, Mücevveze, Edhemi, Ahmedi, Cüneydi, Kallavi, Örfi, Serdengeçti, Düzkaş, Kalafat, Dardağan, Mollayı, Paşayi, Zaimi, Kâtibi, Kafesı, Perişani, Çatal, Horasani ve Silahşor gibi isimler alan bu serpuşlar, devleti oluşturan sosyal sınıflar tarafından giyilirdi. Hayattayken giyilen serpuşlar, mezar taşlarında da kullanılmıştı. “Örfi destarlı kavuk I.” Belli bir sınıfa ait olduğu hemen fark edilen bu kavuk düzgün bir oval şeklinde olup, alt tarafının üçte ikilik bölümüne yassı bir sarık sarılmıştır. Başlığın tepe bölümündeki dikişlerin farklılığıyla birbirinden ayrılan değişik derviş kavuklarının temel biçimini de oluşturan bu kavuğu, derviş kavuklarından ayırmak her zaman mümkün değildir. Bu kavuğu takanların büyük bölümü küçük dereceli ulema, küçük ve orta kademeden kadılar, müftüler, imamlar ve vakıflarda çalışanlar ile derviş ve şeyhlerdir. 1829’da yapılan kıyafet değişikliğinden sonra bu tür kavukları yalnızca dervişlerde görmek mümkündür. Ulemada bu başlığın yerini sarıklı fes almıştır. “Örfi destarlı kavuk II.” Birinci tip kavuklar nasıl alt dereceden ulemaya aitse, II. 91
Ş ehir
fesli mezar taşları görülmeye başlanmıştır. Bu taşlar kendi aralarında dört çeşit olarak ele alınabilir. Fesli mezar taşlarının en büyük ve görkemlileri fesin Osmanlı toplumunda kullanılmaya başlandığı II. Mahmud döneminde kullanılan feslerdir. En yaygın olarak kullanıldığı bu döneminden dolayı “Mahmudi Fes” denmektedir. Bu feslerin üst kısımları alt kısımlarından daha geniştir. Sultan Abdülaziz döneminde, üst kısmı gayet dar ve basık, daha kısa fesler ortaya çıktı. Bizzat padişahta bu tarz fesi kullanınca halkta bu fes tarzını tercih etti. Bu şekildeki feslere “Azizi fes” denmektedir. Sultan II. Abdülhamid ise yine toplum içinde uzun yıllardır kullanılan, üst kısmı alt kısmından daha dar, fakat Azizi fese göre bir hayli yüksek olan bir diğer fes çeşidini kullanmış ve bu tür, “Hamidi Fes” adını almıştır. Feslerin son bir çeşidi ise üzerlerine yine sarık kumaşı sarılan ve daha çok camii hocalarının tercih ettiği tarzdır. Bugün de camilerimizdeki imamlar ibadet esnasında bu tarz başlıklar giymektedirler. Fesli başlıklar kişinin mesleği hakkında tam bir bilgi vermez. Sadece hangi dönemde yaşadıklarını anlarız. Taş üzerinde sikke veya tacı şerif varsa bu sadece tasavvufi meşrebini açıklar. Kesin bilgi için metnin tamamını okumak gereklidir. Tip kavuklarda üst dereceden ulemaya aittir. 18. yüzyıldan sonra ilmiyyenin üst kademelerinde tören kavuğu olarak kullanılan örfi, dikine oval biçiminde olup, üzerine tamamen sarık sarılmıştır. Bu tür kavuklar, Şeyhülislamlar, kazaskerler, üst dereceden kadılar, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de hizmette bulunan Hoca efendiler ve selâtin camilerle dini kurumlarda görevli olanlar tarafından kullanılmıştır. “Kallavi kavuk”lar, Osmanlı yönetiminde Sadrazam, Kubbealtı vezirleri ve Kaptan-ı deryalar tarafından kullanılırdı. Bu kavuklar yalnızca orduyla birlikte sefere çıkıldığında ve arefe günlerinde giyilmekteydi. En görkemli kavuk türü olan bu kavuk, büyük boyutlu ve aşağıdan yukarıya doğru daralmaktadır. “Kâtibi kavuk”lar, İstanbul mezarlıklarında en sık rastladığımız başlıklardandır. Baş kapı kethüdaları, kapıkulu görevlileri ve üst düzey yeniçeriler tarafından kullanılmıştır. Bu kavuğun benzeri fakat biraz daha görkemlisi olan “Kafesli Destarlı Başlık” ise Divan-ı Hümayun mensupları tarafından kullanılırdı. Bugünkü Bakanlar Kurulu üyeleri gibi. Osmanlı mezar taşlarında en çok görülen başlık türü de şüphesiz festir. Kuzey Afrika’da hayli yaygın olan fes, II. Mahmud döneminde Osmanlı halkı ve ordusu tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönem sonrasında mezarlıklarda
sayı//4// kasım 92
“Yeniçeri mezar taşları”, üzerlerindeki simge ve başlıklarla, Osmanlı mezar taşları içerisinde ayrı bir yere sahiptir. 101 Yeniçeri ortasıyla 61 Yeniçeri bölüğünün damgaları birer simge olarak taşlar üzerine işlenmiştir. Yeniçeriler’in Sultan II. Mahmud devrinde ortadan kaldırılmasıyla birlikte izleri mezarlıklardan da büyük ölçüde silinmiştir. Halk arasında Yeniçerilerin “Börklü” başlıkları meşhurdur. Bu başlık çeşidini günümüz mehter takımlarında da görürüz. Bunun dışında “Çatal Lalafat”, “Serden Geçti”, “Dardağan” türü başlıklarına da zaman zaman rastlamak mümkün. Mesela Dardağan başlıklı mezar taşlarını “Beşe”ler kullanırdı. Beşe, Baş ağa’nın kısaltılmışıdır ve rütbe olarak on başı veya çavuş derecesindedir. Bazıları bunu paşa olarak okuyabilmektedir. Bu sebeple yazıların okunmasıyla birlikte başlıkların tanınması da önem arz etmektedir. Mezar taşları üzerinde kişinin mesleği ve uğraştığı işlere ait sembollere de rastlamak mümkündür. Ressamın “paleti”, askerin “Ok ve Yayı”, “Kılıcı”, “Topu”, “madalyası”, denizcinin “çapası”, mezar taşına işlenirdi. Mesleği ile birlikte tasavvufi ekolü de taş üzerinde yerini alırdı. Tarikat mensuplarına ait taşların başlıklarında mistik sembolizm oldukça barizdir. Hayattayken giyilen başlık, mezar taşının üst kısmında yer alırdı. Mesela, Mevlevi mezar taşlarının başlık kısmı tarikatın sembolü sayılan “sikke” formu şeklindedir. Mevlevi sikkesi: “Ben mezar taşımı başımda taşıyorum, dünya
muhabbetlerinin safında değilim, mezarım kendi başımda.” Anlayışını sembolize eder. Bu ulema-i kiramın sarığı gibidir. Ulema’nın sarığı da bir kefenlik bezden yapılır. Fesin üzerine bir kefenlik bez sarılır. Bunun sebebi şudur: “Benim kefenim başında, başımı da kesseniz hakikati söylemekten çekinmem.” Diğer tarikat kıyafetlerinin de hepsinin birer manası vardır. Özellikle “tac-ı şerif” tabir olunan diğer tarikat şeyhlerinin giydikleri başlıklarda da genellikle rumuz halinde kelime-i tevhid, beş vakit namaz, dört büyük kitap gibi rumuzlar. “Başımızda taşırız.” Manasına gelir. Mevlevi taşlarında kişinin tarikat içindeki statüsü çok belirgin şekilde ifade edilir. Tarikata intisap edip derviş olanların taşlarında “Destarsız dal sikke” vardır. Şeyhlerin taşları “Destarlı sikke” şeklinde olup birkaç çeşide ayrılırlar Tarikata intisap edip yalnız “muhib” derecesinde kalanların mezar taşlarında ise başlık olarak sikke yoktur. Bunun yerine sikke bir sembol şeklinde taşın gövdesine işlenmiştir. Bu uygulama diğer tarikatlarda da mevcuttur. “Bektaşi” şeyhlerinin mezar taşlarında çoğunlukla 12 terkli yani dilimli “Hüseyni” ve 4 terkli “Edhemi” başlık kullanılmıştır. Bektaşilere ait mezar taşlarında ayrıca 12 köşeli “Teslim taşı” ile “Teber” ve “Keşkül” gibi tarikat eşyalarına da rastlamak mümkündür Kadiri ve Nakşî tarikatlarına ait mezar taşı başlıkları ise “Müjganlı”dır. Ayrıca Kadiri mezar taşlarında “18 köşeli yıldız” ile “8 yapraklı gül” motifli kabartmalar vardır. Diğer tarikatlara ait mezar taşları ise başlarındaki “Terk” sayısına göre ayırt edilirler. “Bayramiler”’de 6, “Sadiyye”’lerde 7, “Rufailer”’de 12, “Halvetiler”’de 13 terkli başlık bulunur. Sünbülî yolunun kurucusu Sünbül Sinan Efendiden dolayı bu yola intisap edenler de mezar taşlarına “sünbül motifi” işletmektedirler. Tarikat taşları arasında en ilginç mezar taşları “Melami Hamzavi”lere ait olanlardır. Bu tarikat, özel derviş kıyafet ve taçlarını reddettiği için mezar taşlarında başlık bulunmaz. Melamiler bütünüyle gizlilik esasına uydukları için ancak ölümlerinden sonra başsız-ayaksız anlamına gelen “Bi-ser ü bi-pa” denilen değişik taş formuyla rahatlıkla ayırt edilebilirler. Taşların üzerinde kişinin tarikatla ilişkisine ait bir bilgi yoktur. Yalnız isim ve mesleğinden bahsedilir. Birde başlıksız, yazısız hiçbir özelliği bulunmayan bir mezar taşı çeşidi var. Bunlar “cellât mezar taşları”dır. 40–50 cm eninde, 160–170 cm boyunda dikdörtgen şeklinde olan bu taşlar kefeki’den yapılmıştır. O dönemde yaptıkları iş her ne kadar resmi de olsa Osmanlı insanı ölülerini bile istememiş bunların yakınlarında. Cellâtlar bu sebeple İstanbul’un en ücra köşelerine, normal mezarlıkların dışına
gömülmüşlerdir. Reşat Ekrem Koçu, cellât mezarlarının toplumdan ayrı bir yerde olmasını din ve ahlâk anlayışımızın en güzel örneklerinden olduğunu dile getirmiştir. Hatta cana kıyan cellâdın ölüsünü halkın mezarlıklarına kabul etmeyişini son derece takdire şayan bulmuştur. Osmanlı mezar taşları hiçbir zaman, ölen kişinin sadece kimlik bilgilerini aktaran bir taş parçası olmamış, aksine her bir mezar taşı üzerindeki süslü ve sanatlı motifler, figürler ile derin mânâlar ifade eden bezemeler, kişilere ölümün güzel yüzünü hissettirmeye çalışmaktadır. Gerçektende ölüm bir yok oluş değil de tam aksine ebedi âlemde diriliş değil midir? Mezar taşlarında en yaygın kullanılan ağaç sembollerinden biri bolluk ve bereketin simgesi “Hayat ağacı” motifidir. “Meyveli ağaç” ise insan-ı kâmili temsil eder. Ölüm ve faniliğin sembolü olarak kullanılan “Servi ağacı” da mezar taşlarında en çok rastlanan motiflerdendir. Kendine has bir kokusu olan ve yaz-kış yeşil kalan “Servi Ağacı” vahdeti yani Allah’ı (c.c.) birlemeği, sembolize eder. Allah lafzının ilk harfi olan Elif’e de benzetilen Servinin sallanırken yapraklarından çıkan “Hu” sesiyle Allah’ı (c.c.) zikrettiğine inanılır. Dalları kolay sarsılmaz, bu haliyle sabrın ve temkinin sembolüdür, dik duruşu ile doğruluğu ve dürüstlüğü temsil eder. Servinin üst dallarının eğri durması yaradanın karşısında boynu bükük kalmayı yani acziyeti ifade eder. “Hüve’l-Bâki”
93
Ş ehir
ŞEHİRLERE VE KÜLTÜRÜMÜZE HİZMETİ GÖREV BİLEN KURUMLAR:
FETHİN SEMBOL KURULUŞU, İSTANBUL FETİH CEMİYETİ Mehmet Nuri YARDIM
sayı//4// kasım 94
ürkiye’de devlet himayesinde olmayan sivil toplum kuruluşları arasında kültür ve sanatla ilgili olan derneklerden ilki, diyebiliriz ki İstanbul Fetih Cemiyeti’dir. Bugün sayıları çoğalan kültür sanat derneklerinin ve vakıflarının öncü kuruluşu, bu yıl vefatının 30’ncu yılında rahmetle andığımız Ekrem Hakkı Ayverdi’nin gayretiyle kurulmuş ve bugüne kadar bir çok hizmeti lâyıkı şekilde yerine getirerek faaliyetlerine devam etmiştir. İstanbul Fetih Cemiyeti, 28 Temmuz 1950 tarih ve 3/11614 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile “Kamu yararına çalışan” bir dernek olarak kuruldu. Kurulduğu sırada derneğin fahri başkanı İstanbul Vali ve Belediye Reisi’ydi. Cemiyetin kurucuları arasında o tarihteki sanat, ilim, kültür, basın, bürokrasi ve iş dünyasından yüz otuz kadar önemli isim vardır. Kuruluş sırasındaki adı İstanbul’un 500. ve Müteakip Fetih Yıllarını Kutlama Derneği’dir. İsmi daha sonraları İstanbul Fethi Derneği ve daha da sonra İstanbul Fetih Cemiyeti olarak değiştirildi. İstanbul Fetih Cemiyeti’nin kuruluş gayesi, önce her yıl 29 Mayıs’ta yapılan İstanbul’un Fetih Kutlamalarına katılmak, eski eser ve âbidelerimizin korunması ve restorasyonu, tarihimiz ve coğrafyamız ve tercihan İstanbul, İstanbul kültürü, Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul’un fethiyle ilgili araştırmalar yapmak, yapılanlara destek olmak, bunların sonuçlarını yayınlamak ve bu hususta yurt içi ve yurt dışında bulunan kuruluşlarla işbirliği yapmaktır. Bunların yanı sıra müsamereler, konferans ve ilmi toplantılar da çalışma sahası içindedir. Çalışmalar, bu çatı altında çeşitli ilmî komiteler oluşturularak yıllar boyunca gerçekleştirdi. Dernek kuruluşundan itibaren Balıkpazarı’nda Akosman Hanı ve Büyük Postahane Caddesinde Garanti Hanı ve Fatih Başkurşunlu Medreseleri gibi çeşitli binalarda ikamet ettikten sonra 1961’de bugün de içinde bulunduğu Bayezid, Çarşıkapı’daki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi’ne taşındı. Kuruluşundan sonra 1953 yılına kadar cemiyetin başkanlığını meşhur tarihçilerimizden İsmail Hâmi Danişmend yaptı. Daha sonra Abdülhak Kemal Yörük iki yıl bu görevi yerine getirmiştir. Cemiyette en uzun ömürlü başkanlık yapan ise “Büyük Reis” lâkabıyla anılan, “Rumeli Beylerbeyi” mahlası takılan mimar Ekrem Hakkı Ayverdi olmuştur. Merhum Ayverdi, cemiyetin hizmetlerini 1955 yılından 1984’e kadar büyük bir gayretle yürüttı. Vefatından sonra Uğur Derman dört yıl boyunca bu görevi üstlendi, ardından Ekrem Hakkı Ayverdi’nin eşi İlhan Ayverdi iki yıl kadar bu hizmeti başarıyla yürüttü.
İlhan Ayverdi’den sonra nöbeti devralan Prof. Dr. Mehmet Karpuzcu dört yıl başkanlık yaptı, bugün de aynı görevinin başındadır. Ekrem Hakkı Ayverdi’den sonra en uzun başkanlık dönemi Dr. İ. Aydın Yüksel’e nasip oldu. Sanat camiasında “Ekrem Hakkı Ayverdi’nin hayrü’l halefi” olarak kabul edilen ve mimaride büyük hizmetleri olan Aydın Yüksel, halen cemiyetteki odasında çalışmalarına aralıksız devam ediyor. FETHİN 500’NCÜ YILINDA ÖNEMLİ FAALİYETLER İstanbul Fetih Cemiyeti çatısı altında gerçekleştirilen faaliyetler çoktur., 29 Mayıs 1953 tarihindeki 500. Fetih yılı kutlamalarını, daha sonrada 2012 yılına kadarki programları İstanbul Valiliği ile birlikte, Devlet ve hükümet çapında organize etti. İstanbul Fetih Cemiyeti, şehrin fethedilişinin 500. yıl dönümünün birer hâtırası olarak 12 yere mermer kitâbe ve sütun hazırlattırılarak dikilmiştir. Bu kitabeler şunlardır: 1. Edirnekapı kitâbesi: Bilindiği gibi İstanbul’un fethinde Fâtih’in orduları bu kapıdan girmişti. Buraya “İnnâ fetahnâ leke fethan mübinâ” (Biz sana bir feth-i mübin açtık) âyeti kitâbe olarak asılmıştır. 2. Topkapı kitâbesi: Buraya da meşhur hadîs-i şerîf yazılmıştır. “İstanbul her hâlde fethedilecektir. Onu fethedecek emir ne mutlu emir ve o asker ne mutlu askerdir.” Bu kapı da Türk ordusunun girdiği diğer bir kapıdır. 3. Büyükada Sütunu: Meydanlığa dikilmiştir. Büyükada kalesi İstanbul’un fethinden önce Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey tarafından fethedilmişti. 4. Galata kitâbesi: Galata kulesi duvarına konmuştur. Fetihten iki gün sonra 1 Haziran’da Cenevizliler Galata’nın anahtarlarını Fâtih Sultan Mehmed’e teslim etmişlerdi. 5. Kasımpaşa Deresi sütunu: Kasımpaşa İskele meydanında dört yol ağzına dikilmiştir. Burası Fâtih’in karadan geçirdiği gemileri denize indirdiği yerdir. 6. Eyüp’te Akşemseddin kitâbesi: Eyüp Câmii’nin şadırvan avlusu duvarının dış yüzüne konmuştur. Bilindiği gibi Akşemseddin’in İstanbul’un fethinde büyük payı vardır ve Hz. Eyyübe’l-Ensari’nin kabrini o bulmuş; bu hâdisenin ordu üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. 7. Cibâli kitâbesi: Cibâli surları üzerine konulmuştur. Burası Bursa subaşısı Cebe Ali Bey’in girdiği yerdir. 8. Bayezıt kitâbesi: Fâtih’in İstanbul’da yaptırdığı ilk sarayın yeri olan İstanbul Üniversitesi bahçesine dikilmiştir. 9. - 10. Halıcıoğlu ve Balat Kitâbeleri: Haliç
köprüsünün iki yanına, ki biri Halıcıoğlu’nda Handanağa Camii önüne, diğeri Balat’ta surun bir kulesine dikilen kitabeler. Fâtih seferî köprüyü burada kurdurmuştu. 11. Ayasofya kitâbesi. Yapıldığından beri Cemiyet binasında korunmakta olan bu kitabe ancak 2010 yılında yerine konulabilmiştir. 12. Uluabad kitâbesi: İstanbul’un fethinde sancağı surlara ilk diken şehid Uluabad’lı Hasan adına Uluabad köyünde dikilen kitâbe. Neşriyata son derece önem veren dernek yöneticileri, kuruluşundan beri Fatih, fetih, İstanbul, Türk tarihi/ sanatı, mimarisi, edebiyat ve hâtıra alanında yüzün üzerinde birçoğu kaynak niteliğinde çok önemli eserleri kültür ve medeniyet dünyamıza armağan etmiştir. YAN KURULUŞLAR Bereketli bir ocağa dönüşen İstanbul Fetih Cemiyeti bünyesinde bazı enstitüler de kurulmuştur. İSTANBUL ENSTİTÜSÜ İstanbul Fetih Cemiyeti’nin alt bünyesinde faaliyet gösteren dört enstitüden birincisidir. İstanbul Fethi Derneği İdare Heyeti 1952’de enstitüyü kurmaya karar verdi. Bu kararda, 500. yıldönümü hazırlıklarının etkili olduğunu belirtmek lâzım. 1953 yazında Enstitünün nizamnamesi hazırlanır. “Edebiyat ve Şarkiyat, Tarih, Müsbet İlimler, Moral İlimler, Şehircilik ve Mimarî, Güzel Sanatlar olmak üzere yedi şubeden müteşekkil Enstitünün maksat
95
Ş ehir
içerisindeki günlük hayatına dair olan kitaplarını İstanbul Enstitüsü’nün yayını olarak neşretti. YAHYA KEMAL ENSTİTÜSÜ VE MÜZESİ İstanbul şâiri olarak bilinen Yahya Kemal Beyatlı’nın sağlığında kitap hâlinde hiçbir eseri yayımlanmamıştı. Şâirimizin 1 Kasım 1958 tarihinde vefat etmesi üzerine, İstanbul Fetih Cemiyeti’nin 7 Kasım 1959 günkü toplantısında Nihad Sâmi Banarlı’nın teklifiyle bir Yahya Kemal Enstitüsü kurulmasına karar verildi. Enstitü, alınan kararla Yahya Kemal’in hayatı, şahsiyeti, fikirleri, sanatı, eser ve tesirleri üzerinde çalışmalar yapacak, bir Yahya Kemal monoğrafisi hazırlayacak, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası neşredecektir. Hattâ bazı yazı ve şiirleri, el yazısı notlar halindeydi. Şairimizin süreli yayınlarda neşredilmiş bulunan şiirleri ve nesir yazıları, notları toplanacak, kitaplaştırılacak ve el yazıları ile özel eşyaları toplanarak bir Yahya Kemal Müzesi kurulacaktır. Yahya Kemal Enstitüsü bu düşündüklerini gerçekleştirdi ve kıymetli şâirimizin şiir, yazı ve notlarını 12 kitap hâlinde kültür hayatımıza kazandırdı. TARİHÎ OKÇULUK ENSTİTÜSÜ İstanbul Fetih Cemiyeti bünyesinde kurulan bir yeni kuruluş da Tarihi Okçuluk Enstitüsü’dür. 2010 yılında tesis edilen bu müesseseden esas gaye, kaybolmakta olan bu harp sanatımızın okyay ve ona bağlı malzemelerin yazılı kaynaklarda araştırılması ve yayınlanması ve yapılabilirse ihyâsıdır. TÜRK MÛSIKİSİ ENSTİSÜ İhtiyaç olarak görülen bir çalışma da Türk Mûsıkisi Ensitütüsü idi. 2009 yılında cemiyet bünyesinde hayata geçirilen bu enstitüden gâye, daha çok bu sahada eski ve yeni kaynakların yayınlayıp müzik dünyamıza armağan edilmesiydi. Bu yolda ciddî faaliyete geçildi ve çalışmalara başlandı. ve gayesi şöyle özetlenebilir: “İstanbul’u tarih, ilim ve sanat bakımından tetkik etmek, araştırma ve çalışmalarının neticelerini muhtelif vasıtalarla neşretmek, bu hususta çalışan diğer ilim ve sanat müesseseleri ve teşekkülleriyle iş birliği yapmak, bu mevzularda hazırlanacak eserler için talimatnamesi gereğince mükâfatlar tesis etmek şeklinde tespit olunmuştur. “ Bu seçkin Enstitü müdürlüğünü derneğin de başkanı olan Ekrem Hakkı Ayverdi yaptı. Enstitü, İstanbul Enstitüsü Mecmuası ve Fatih ve İstanbul adlı iki de dergi çıkardı. Ayrıca dernek İstanbul’a, İstanbul’un fethine, fethin yerli ve yabancı şahitlerinin eserlerine, İstanbul’un asırlar sayı//4// kasım 96
İstanbul Fetih Cemiyeti, Türkiye’de bir çok bürokratın, aydının, akademisyenin, edebiyatçının ve sanatçının yetiştiği bir ocaktır. İstanbul Fetih Cemiyeti, toplantılarıyla, konserleriyle, yayınlarıyla, enstitüleriyle ve diğer hizmetleriyle büyük medeniyetimizin tesisinde en fazla katkı sunmuş olan kurumlardan biridir. Başta Ekrem Hakkı Ayverdi olmak üzere bu hayırlı müesseseyi kuranları rahmetle anarken, cemiyetin bugünkü idarecilerini de olağanüstü gayretlerinden dolayı kutlamak görevimizdir. Himmetleri bol, sa’yleri meşkur, yolları açık olsun. İstanbul Fetih Cemiyeti: Yeniçeriler Cad. Kara Mustafa Paşa Medresesi No: 43 Bayezit -