ŞEHİR ve KÜLTÜR - 43. Sayı

Page 1



Biz’den…

Milli ve Yerli Ruhumuz Adına.. Mimarlık tarihçisi Doğan Kuban’a göre,” İstanbul’da Şehrin ruhunda var olan yapı ; 19.yüzyıla kadar toplumun bir yansıması olarak var oldu, tarih ve coğrafya ayırımına yer vermedi. İstanbul Şehri , tarih ve coğrafyanın içi içe geçtiği şehirlere bir örnektir. Bu şehir iki bin beş yüz yıl boyunca Karadeniz ve Doğu Akdeniz’in sularının ve Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları’nın karalarının sıkı sıkıya ördüğü tüm toplumsal, ekonomik, siyasi ve sembolik dokuların tamamıdır. Her devir bir öncekinin özelliklerini almış, yoğurmuş ve yeni biçim ve içerikler olarak sunmuştur. Şehrin topoğrafyası, anıt yapıları, yolları ve meydanları eski ve yeninin örgüsünün bir yansımasıdır. Osmanlı Devleti’nin farklı milletlerinin ve devletin idari yapısının içtimaî, siyasi ve kültürel pratikleri şehrin gerçek ve öyküsel karakterine yansımıştır ve çağlar boyunca yerleşik ve göçmen nüfusun yaşantılarını belirlemiştir. Kara ve denizin kesiştiği uzun kıyıları boyunca, İstanbul’un farklı mahalleleri, farklı kültürel gruplara basit ve içiçe ev dokularıyla barınak sunmuş, diğer yandan müşterek pazar ve üretim mekanları siyasi otoritenin sunduğu anıt yapılar içinde yer almıştır. Kapalı çarşılar ve hanlar gibi anıt yapılar, sembolik ve toplumsal alanın üretildiği cami ve medrese gibi anıt mekanların, kültür, eğitim ve hayır işleri için gelir sağlamaya yönelik vakfiyeleri olarak işlev görmüşlerdir.” Kuban’a gore , bütün özellikleri ile ele alındığında, İstanbul tekil bir kültüre, toplumsal gruba veya zamana ait değildir. Dünya çapında özelliği olan bir konuma sahiptir. İstanbul’un tarihi vakıf yapıları maalesef 20 y.y. başlarında ve özellikle 1950 ye kadar mülkiyetleri vakıf hukukuna aykırı olarak ve içtimai yapının ihtiyaç durumu hiç dikkate alınmadan(Yani cami veya iş hanı akar dükkanları,hamamlar gibi) devlet tarafından satılmış ve mülkiyet ve vakıf hukuku çiğnenmiştir. Bu yapılarla ilgili ne zaman bir araştırma yapsam mutlaka hukuk dışı bir işlemle karşılaşıyor ve sitrese giriyorum. Ancak hayıflanmak yerine düzeni tekrar tesis edip hukuku yerli yerine oturtmaya ve harap olan veya kayıp olan yapıları ihya ve restorasyonunu yapmaya mecburuz, Şehirlerimizi yeniden tarihi yapılarına kavuşturmalıyız, buna gayret etmek zorundayız..

O hukuksuz zaman diliminde, o günün idarecileri tarafından uygulanan hukuksuz ve ihanet ölçüsündeki kararlarla maalesef yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin ihtiyacı olan milli ve yerli üretim uçakların üretilmesi engellenmiş, ve özel teşebbüs Nuri Demirağ’ın girişimci ve milli ruhuna set çekilmiştir.. Bu izansız uygulama ve davranışlar olmasaydı o günün uçak fabrikalarının bugünkü gelişmiş durumunda savaş uçaklarımızı imal eder duruma gelecekti. Amerika ve Fransadan aldığımız ve milyarlarca dolar dövizimizi vermek durumunda kaldığımız yolcu uçaklarımızı kendi fabrikalarımızda Milli ve Yerli olarak imal edecek idik.. Devletimizin Bekası için, terörist çetelerin tehdidine karşı savaştığımız güney sınırlarımızda Mehmetçiğimizin kullandığı silah ve mühimmatın, son 10 yıldır girişimci ruhla, milli ve yerli üretimimizin yüzde yetmişlere ulaşması sevindirici bir durumdur..Bu sevinci kahramanlıklarıyla bize yaşatan Mehmetçiklerimize şükran, şehitlerimize rahmet diliyorum. Samimiyetle millî ve manevî değerlere sahip olduğumuzda, fitne ve fesattan uzak kaldığımızda, Şehirlerimizi yaşanır şehirler haline getiririz. Kültürlerimizi yaşatır ve yeniden neşvünema bulmasını sağlarız. Girişimci bir ruhla Yerli ve Milli sanayimizi geliştirir, ekonomimizi canlandırır dünya sıralamasında öne çıkarırız. Savunma sanayimizi geliştirir dosta sevinç düşmana korku yaşatırız.. Kısaca bir Dünya devleti olarak insanlığa hizmet etmenin erdemine kavuşuruz. Şehir ve Kültür dergisi olarak, Milli ve Yerli ruhumuzun yaşaması ve yaşatılması için fikirler serdeden yazılarımızla huzurunuzdayız.. Her ay bu çalışmalarımızı, kağıda mürekkebe kapağa büründürüp dergimizi takdim ediyoruz.. Hz. Mevlânâ diyor ki; “Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.” “Hoş bulduk efendim,Hoşça bakın zatınıza.” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 6 8 16

2018’E GiRERKEN YENi

DÜNYA DÜZENi ARAYIŞLARI

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

TARiH KÜLTÜRÜNÜ, ŞiiRLE GÖNLÜMÜZE TAŞIYAN DÜŞÜNÜR:

YAHYA KEMAL’DiR. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN

“TÜCCARLAR ŞEHRi”

TARAZ

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR

iSTANBUL’DA; ALTIMDA KUBBE,

ÜSTÜMDE GÖKKUBBE Mehmet Kâmil BERSE

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

28

BiR OSMANLI GENERALiNiN ANLATIMIYLA YÜZ YIL ÖNCE

KUTSAL BELDELER

Hüseyin YÜRÜK

32 46 52

MÜLK-i iRFÂN: ANADOLU’DA

iRFÂNIN iNŞÂSI Prof.Dr.BİLAL KEMİKLİ

KIRIM’DA 6 ASIRLIK TARiH, YOKEDiLMEYE ÇALIŞILIYOR..

Emine HALİL

VEFATININ SENE-i DEVRİYESi MÜNASEBETiYLE: ŞEYHÜLMUHARRiRiN,

AHMED KABAKLI Dursun GÜRLEK

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Şule İlgüğ / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


12 ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞIMIZA ÖNERİMİZDİR KENTSEL DÖNÜŞÜM ÜZERİNE -İKİNCİ MEKTUP- YANLIŞ YERE AKAN NEHİR/ Kâmil UĞURLU 22 TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIKLARININ KORUNMASINDA MÜLKİYET SORUNU, VE İSTANBUL'UN TARİHİ HANLARI / Cem ERİŞ

66 BiRECiK

TARiHiN YAŞLI ÇOCUĞU

Münir BALICA

26 UNUTULAN BİR MİMARİ GELENEĞİMİZ: ANADOLU’NUN KIRLANGIÇ ÖRTÜLERİ/ Dr. ŞİMŞEK DENİZ 30 BİR TATLI HUZUR KAHVESİ / İbrahim BAŞER 36 SAMSUN PANORAMA 1919 TARİH MÜZESİ VE MÜZECİLİKTE DİJİTAL DÖNÜŞÜM / Salih DOĞAN 40 SUYA ZAM YAPMAYIN! / Vehbi VAKKASOĞLU 42 OSMANLI’NIN TERK EDİLMİŞ ÇOCUĞU ÜLGÜN (ULCİNJ) / Mehmet MAZAK

72

KÜLTÜRÜ VE AŞKI,

ŞAiRLER KORUR

Nermin TAYLAN

45 KONYA’NIN DOST BEREKETİ / Mustafa UÇURUM 48 TÜRKİSTAN ŞEHRİ: YESEVÎ KITALARININ GÖNÜL BAŞKENTİ / Fahri TUNA 51 O YÂR UNUTTU BİZİ -şiir- / Kâmil UĞURLU 55 HAYVANA EZİYET EDENE, CEZA NASIL VERİLMELİ.. / Recep ARSLAN 56 “KAFKAESK” MEKÂNDA BİR İNSAN ‘GREGOR SAMSA’ / Ayşe ÇAPKULAÇ / Havva Alkan BALA 60 ERZURUM’DA HEREFENE GELENEĞİ / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN

74

YERLi UÇAĞIN BABAYIĞiDi,

64 “RUHUNDAN HASAR GÖRMÜŞ” ŞEHİRLER ÜZERİNE… / İsmail BİNGÖL

ÜLKESiNE SEVDALi GiRiŞiMCi:

69 DİL-ÂRÂ (Dil=Gönül-Ârâ=Süsleyen) / Mustafa YAZGAN

Sabri GÜLTEKiN

70 İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL “CUMHURİYET DEVRİNDE BİR OSMANLI İSTANBUL EFENDİSİ” / Ekrem KAFTAN

NURi DEMiRAĞ -İkinci-

78 ŞEHİR VE DAĞIN HİKÂYESi / Muhsin İlyas SUBAŞI 80 ŞEHİR OKUMALARI ŞEHİR SOHBETLERİ -beş-/ Ahmet NARİNOĞLU 82 ŞEHİRLERİ SÜSLEYEN ÇARŞILAR / Ali BAL 84 ŞEHRİSTAN’DAN NOTLAR / Metin ACIPAYAM

92

86 ŞEHİRLERE DAMGA VURAN KÜLTÜR ADAMLARI / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ “ÜSKÜDAR YÂRÂN”ININ DOST HALKASI;

MEMDUH CUMHUR Mehmet Nuri YARDIM

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

90 OSMANLI’NIN DUBROVNİK’İ / Davut NURİLER 96 HÜSEYİN HAMDİ EFENDİ HASBİHÂL HASBIHÂLÜ’S-SÂLİK Fİ AKVEMI’L-MESÂLİK NAKŞİBENDİLİĞE MAHSUS TÂBİRLER VE SEYR U SÜLÛK MENZİLLERİ -Hazırlayan: Fatih YILDIZ-/ Tanıtım: Fatma DERİN GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: (http://www.nuridemirag.com/fotograf.html


2018’E GİRERKEN

YENİ DÜNYA DÜZENİ ARAYIŞLARI Birinci dünya savaşının tatminsiz çocukları ikinci dünya savaşı ile yeniden birbirine girdikten sonra bunun böyle devam edemeyeceğini düşünerek yeni bölgesel işbirliği ve ittifaklar arayışına girmişlerdi. Bu yüzden büyük mücadeleler ile AB kurulmuş ve Avrupa’nın topyekûn dönüşümüne imkan vermişti. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

*FSMVÜ Tarih AnaBilim Dalı Başkanı

sayı//43// şubat 4

ski dünya düzeninin kurulduğu Birinci Dünya Savaşı’nın son yılının yüzüncü yıl dönümüne giriyoruz. Aradan geçen bir asırlık zamana o kadar çok şey sığdı ki. Tarihin nerede ise hiç bir asrına sığmayacak dönüşümler yaşandı son yüzyılda. Belki de milenyuma gireceği için iki bin yıllık birikimi bir asra sığdırdı ve insanoğlunun muhayyilesinin sınırlarını test etti bu yüzyıllık süre. Aslında 2017 yılı da asrın geleneğini aratmadı. Baş döndürücü olaylara sahne oldu. Bir çoğunu geçmişten devralsa da yaşananlar adeta yeni bir dünya düzeni arayışını ortaya koyuyordu. DÜNYADAKİ DEĞİŞİMLER

Birinci dünya savaşına seyirci kalan ama savaş sonunda patronluğa soyunarak “açık kapı” politikaları ile dünyanın gündemine giren ABD, dünya patronluğundan eskimiş dünyanın patronluğuna tenzil-i rütbe eyledi. Son yüzyılda kaderine mahkûm edilmiş olan Latin Amerika’da bile ciddi oluşumlar ve sadece Amerika kıtasının değil, dünyanın bir parçası olduklarını gösterir kıpırdanmalar oldu. Birinci dünya savaşının tatminsiz çocukları ikinci dünya savaşı ile yeniden birbirine girdikten sonra bunun böyle devam edemeyeceğini düşünerek yeni bölgesel işbirliği ve ittifaklar arayışına girmişlerdi. Bu yüzden büyük mücadeleler ile AB kurulmuş ve Avrupa’nın topyekûn dönüşümüne imkan vermişti. Ancak AB de dünya savaşının bitişinin yüzüncü yılına girerken çözülme aşamasına geldi. Sadece AB değil, İskoçya, Katalonya örneklerinde olduğu gibi Avrupa ülkeleri içerisinde de ayrılık ve bölünme çanları çalmaya başladı. 1917 yılında Bolşevik ihtilali ile Batı bloğundan ayrılarak dünyaya yeni bir imaj sunan Rusya (Eski SSCB) 99 yıl sonra adeta yeniden sahneye dönerek imaj tazelemesi yaptı. Putin, zorba ve çağdışı kalmış sosyalist bir sistemin liderliğinden, barışı kuran mertebesine yükseldi. Soğuk savaşın en büyük tarafı olan eski SSCB’nin varisi Rusya yeniden oyun kurucu olarak sahneye çıktı. Yüz yıl içinde genellikle dünyanın ötekisi olarak benimsenen Çin (hala böyle görenler var) Maoizmi unutturan, Konfuçyan bir kimlik ve sessizlikte ilerleyerek eski dünyaya alternatif olma eşiğine geldi. Üreterek dünyaya yayılan Çin hala siyasette sessizliğini korusa da bütün dünyada son yüzyılda çevrede kalmış olan ülkelerdeki projeleri ile alternatif arayışlar içinde olduğunu gösterdi. Portekizliler, Hollandalılar, Fransızlar


ve İngilizler hülasa bütün Avrupa’nın servetine göz dikip, sadece serveti değil kimliği de elinden alınan Hindistan yüzyıl boyunca kaderi ile baş başa kalırken, nereye varacağı konusunda kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde kendisini yeniledi. Nüfusu, beşeri, potansiyeli ve geleceğin en büyük rekabet alanı olan bilişimdeki birikimi ve uluslararası örgütlerdeki aktivizmi ile Hindistan önümüzdeki çeyrek asrın en önemli aktörü olmaya aday olduğunu gösteriyor. Sömürge asrından beri imajı hep “kara” gösterilerek sömürülmeye devam eden Afrika, yüzyılın sonunda büyük bir imaj değişikliğine uğradı. Sadece köle kaynağı, medeniyetin uğramadığı, kaynaklarının kolayca talan edilebildiği bir kıta olmadığını göstermeye başladı. Dünya bu coğrafyaya bir kıta olarak değil, 54 ülkeden meydana gelen bir coğrafya olarak bakmayı öğrendi. Gerek kölelik asrından kalan Afrikalılar ve gerekse post kolonyalist dönemde ABD ve Avrupa’nın kalkınmasında ciddi katkısı olan Afrika diasporası kendi kökenlerinin farkına vararak -çok yavaş da olsason yüz yılın hesabını yapmaya ve sorgulamaya başladı. Bu yüzden hemen herkes geleceğin kıtası olarak görmeye başladığı Afrika’ya yönelip ortak aramaya girişti. Ancak geçmişte sabıkası olanlar bu yarışın dışında kalacak, buna karşılık eşit ortaklıklar kurabilenler Afrika ile birlikte dünya yönetişiminde aktif olabilecektir. BM ve İİT’den sonra en büyük hükümetler arası organın Afrika Birliği olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. ORTADOĞU VE İSLAM DÜNYASI

Kalemimiz Ortadoğu ve İslam Dünyasına varmıyor. Zira görünüşte 100 yıllık problemleri aşabilmiş değil. Çünkü eski dünya düzeni kurulurken büyük ölçüde nesne olarak seçilmiş bu coğrafyada hâlâ hesaplaşmalar sürüyor. Mandacı/Kolonyal aklın belirlediği sınırlar, içeride bitmek tükenmek bitmeyen iktidar ihtirasları, sürekli parlak geçmişin mistisizmini aşamayıp kendini yeniden inşa edemeyen toplumsal yapılar, yüzyıldır devraldıkları problemler ile boğuşuyor. Ancak yüzyılın sonunda bu problemler ile dışardan gelen akılla değil, kendi başlarına veya kader birliği edecekleri ile beraber baş edileceğinin farkına da vardı Ortadoğu ve İslam Dünyası halkları. Bütün küresel, yerel rekabet ve bölgesel sorunlarına rağmen pek çok konuda işbirliğine doğru yol aldılar. Prematüre doğmuş bir bahar olan Arap baharı bile bütün halklara ve yöneticilere pek çok şey öğretti. Arap baharı bölgesel sorunlara bir

tedavi olmasa da son yüzyılda biriken cerahatın dışa atılmasını sağladı. Bu hareketlenme ve cerahatın boşaltılmasının bedelini bu ülkeler kendi bataklıklarında üreyen DAEŞ ile PYD/ YPG, Yemen’deki savaş, Libya’daki iktidar kavgaları, Mısır’da sosyal ve ekonomik sıkıntılar, Türkiye’de FETÖ darbe teşebbüsü gibi büyük problemler ile boğuşarak ödediler. Diğer taraftan da bu süreçte bu ülkelerin Birinci Dünya Savaşı sonrası bu coğrafyaya biçilen elbiseye sığmadıkları gerçeği ortaya çıktı. Belki de bunu ilk defa ve en gerçekçi bir biçimde Kudüs meselesinde anladılar ve İİT çatısı altında BM ve dünyayı etkileyecek kadar ciddi bir meselede bütünleşebildiler. Bütün bu tespitler yüzyıl önce kurulan düzenin artık işe yaramadığının göstergesidir. Eski küresel sistem ve hatta onun yarattığı bölgesel sistem veya güç merkezleri artık fonksiyonlarını kaybetmiştir. Dünya daha adil ve insani bir düzen arayışına girmiştir. Kuşkusuz bu süreç de sancısız geçmeyecektir. Başta eski egemenler, eski düzenden nemalanan bölgesel yapılar, beyinleri yeni düzen arayışlarına açık olmayanlar birleşerek düzenlerini sürdürme adına ‘yeni kaos’lar yaratacaklardır. Yine bu kaosların merkezi büyük ölçüde Ortadoğu ve İslam dünyası, kısmen Afrika, Çin ve Hindistan’ın nüfuz alanları olacaktır. Bu yüzden eski düzenin kuruluşunun yüzüncü yılı olan 2018 ve takip eden süreçte doğrudan barışı, huzuru, insanca yaşamayı öngören nizamları hemen görmek mümkün olmayacaktır. Buna karşılık bedbinliği, ataleti, bezginlik ve yılgınlığı üzerinden atmış, önce kendi gerçeği ile yüzleşebilen, kendisi kadar ötekine de imkan ve hayat hakkı sunan, sorgulayan, eleştiren ama yıkmayan, tüketimi üretmek için yapan, küresel esareti reddeden yeni anlayışlar ortaya çıkacaktır. Yeni Dünya Düzeni de bu anlayışlar üzerine bina edilecektir. 10. YILINDA ORDAF

ORDAF (Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği) 2018 yılında 10 yaşına basıyor. ORDAF 10 yıldır bağımsız bir duruş sergileyerek, Türkiye, bölge ve dünya için doğru bildiklerini imkan bulduğu platformlarda anlatarak, ORDAF okullarında ve ihtisas seminerlerinde bunları öğreterek, yayınlar yaparak son yüz yılın bütün gelişmelerini takip etmiştir. Bundan sonra Yeni Dünya Düzeni arayışlarında da aklı, bilimi, adaleti ve insanlığı esas alarak yoluna devam edecektir.

5


arihçi Arnold Toynbee’nin İstanbul’da, “Tarih Üzerine” yaptığı iki konuşmada vurguladığı gibi, her ülkede her kuşak ülkelerinin tarihini yeniden yazmak zorundadır. Tarihin olguları değişmez, ancak olguların yorumu kuşaktan kuşağa değişir. Her kuşağın dünyaya bakışı, değişik boyutlarıyla hayatı algılayışı değiştiği için, tarihin yorumlanışı da değişir. Tarihte yapılan hataların tekrarlanmasını önlemek için, tarihin sürekli yeniden yorumlanması gerekir.

TARİH KÜLTÜRÜNÜ, ŞİİRLE GÖNLÜMÜZE TAŞIYAN DÜŞÜNÜR:

YAHYA KEMAL’DİR.

Tarihi tekrar yazmasını ve yorumlamasını bilmeyenler, gelecek kuşaklara kalacak eserler bırakamazlar. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN*

Bütün insanlığın düşünce ve eylem birikimi tarihin havuzunda toplanır. Bu yüzden tarih, araştırma alanı ne olursa olsun, her bilimin atölyesidir. Bütün bilimler tarihin büyük havuzundan yararlanır. Tarihi tekrar yazmasını ve yorumlamasını bilmeyenler, gelecek kuşaklara kalacak eserler bırakamazlar. Geçmişim derinliklerinden bakmadan, gelecekte yaşanacakları tahmin etmek çok zordur. Yahya Kemal’in şiir ve düşünce dünyasında, sedeften bir ırmak gibi Asya’dan Avrupa’ya akan Türk tarihinin vazgeçilmez bir yeri vardır.Yahya Kemal’e göre, Anadolu’nun bin yıllık tarihi, Türk toplumunun kimliğiyle birlikte, kişiliğini de oluşturmuştur. Türkler’in düşünce eylem dünyaları, Anadolu’nun tarih ve coğrafyasıyla yoğrulmuştur. Tarih Anadolu insanının düşünce, coğrafya da eylem dünyasına yeni boyutlar kazandırmıştır. Anadolu’da tarih ve coğrafya, Türklerin,önceden okunmayan kaderleri olmuştur. Mehmet Akif,Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında,nasıl savaşları şiire, şiiri de savaşlara kazandırmışsa, Yahya Kemal de Türklerin tarihini şiire, şiiri tarihe kazandırmıştır. Onlar için Anadolu tarihi ve coğrafyasıyla, bitmez tükenmez bir hazine işlevi yüklenmiştir. Medeniyet ve edebiyat sevdalısı Sadettin Ökten, “ Yahya Kemal’ in Rüzgarıyla” kitabında,Yahya Kemal’in şiirlerinden yola çıkarak, Türklerin Balkanlarda, yüzyıllarca süren ilerleyişleriyle birlikte,çekilişlerini de ayrıntılı olarak ele almış, akıcı bir dille de anlatmıştır.

*TC.Maltepe Üniversitesi

sayı//43// şubat 6

Yahya Kemal şiir yazmamış, şiirle tarih yazmıştır. Yahya Kemal Tarihin peşinden koşmamış, tarih Yahya Kemal’in peşinden koşmuştur. Yahya Kemal tarihi aramaz, Tarih Yahya Kemal’i bulur. O büyük şair olduğu


kadar, yıkılışta yükselişi gören, büyük bir tarih felsefecisidir. Yahya Kemal Türklerin Balkanlardan,Kafkaslardan,Ortadoğudan Anadolu’ya çekildikleri bir dönemde, karamsarlığa,kötümserliğe,ümitsizliğe düşmemiştir. Yahya Kemal geçmiş yüzyılların görkemini, şiirleriyle,yazılarıyla,sohbetleriyle, Yirminci yüzyıla taşımasın bilmiştir.Onun şiirlerinde Türkler’in Anadolu’daki dokuz yüzyıllık tarihlerinin, ana dinamikleri bir büyük ressamın fırçasından çıkmış tablo gibi bütün görkemiyle gözler önüne serilir. O tabloda Türklerin üç kıta ve iki denizde var oluşlarının nirengi noktaları olan, Çaldıran, Mohaç, Kosova, Niğbolu, Belgrad, Budin,Mekke,Medie,Kudüs,Mısır, Tunus, Barboros ve Cezayir vardır. Yahya Kemal Doğu’dan Batı’ya gien Türkler’i felsefe yapan bir millet olarak değil, fetih yapan bir millet olarak görmüştür. Ancak söz konusu olan fetih, silahlarla yapılanbir fetih değil, Mesnevi ile yapılan bir fetihtir.Yahya Kemel'in sohbetlerinde sürekli vurguladığı gibi,Türkler İstanbul'dan üç kıta ve iki denize açlırken,güçlerini omuzlarında taşıdıkları silahlarından değil,hafızalarında tuttukları,hiç unutmadıkları Kur'an'dan ve gönüllerinde taşıdıkları Mesnevi'den almışlardır. Yahya Kemal’in düşünce ve eylem dünyasında, cihan vatandır,vatan cihandır. O cihanda,

İstanbul Mekke kapısı Üsküdar,Medine kapısı Eyüp, Kudüs Kapısı Kadıköy ile ayrı bir yer tutar.Yahya Kemal çok sevdiği Yavuz Selim gibi,dünyayı bir sultana,bir medeniyete az,iki sultana,iki medeniyete çok görür.Onlar bütün dünyayı bir mescit gibi görmüşler,ezan okunan coğrafyaları vatan bilmişlerdir.Onların vatanları bütün kıtalarıyla,bütün denizleriyle dünyadır. Yahya Kemal Paris’te aradığını İstanbul’da bulmuştur.İstanbul’u Topkapı’da Okunan Kur’an ve Ayasofya’da okunan ezan korumaktadır.Onlar okunmaya devam ettikce,Anadolu insanı,Viyana'da duran Avrupa'daki büyük ve uzun yürüyüşünü yeniden başlatacaktır.Artık Türkler yalnız Doğu Avrupa'da değil,Batı Avrupa'da da kendilerine geniş bir ekonomik ve kültürel alan açmışlardır. Büyük küçük Avrupa'nın her ülkesinde birer küçük İstanbul vardır. İstanbul yeniden medeniyetler başkenti olacaktır. 7


rta Asya’nın kuzey bölümünü teşkil eden geniş Kazakistan topraklarında gerek dünya gerekse Türk ve İslâm tarihi bakımından önemli olaylara sahne olmuş birçok yerleşim yeri vardır. Yine bu coğrafya, medeniyet yolculuğumuzda iz sahibi pek çok şahsiyetin doğduğu, yetiştiği topraklardır.

“TÜCCARLAR ŞEHRİ”

TARAZ Uzun tarihi boyunca, zaman zaman farklı isimler de almıştır. 19. yüzyılda Evliya-Ata olmuş, Sovyet döneminin başlangıcında ise komünist lider Mirzoyan’ın adı verilmiştir. Kısa bir süre sonra da bu kez Kazak şair ve ozan Cambul Cabayev’e ithafen Cambul olarak değiştirilmiştir.

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR*

Yaklaşık 2,5 milyon kilometre karelik yüz ölçümüyle dünyanın en geniş ülkelerinden biri olan Kazakistan, pek çok kadim medeniyete de beşiklik eden bir coğrafyadır. Bölgenin kültürü tarihinin başlangıcı binlerce yıl öncesine dayanır. Özellikle güneyi, İpek Yolu’nun kavşağında yer alan stratejik konumuyla ayrı bir yere sahiptir. Otrar, Yesi, Sayram (İspidcab), Çimkent, Suyab (Ordukent – Ak-Beşim), Balasagun gibi şehirler, ticaretin yanı sıra kültür ve bilginin de önde gelen merkezlerinden biri olmuştur. Adı zikredilen her bir şehir, ayrı dönemlere ait arkeolojik katmanlar üzerine kurulmuştur. Bölgeyi ziyaret edenler, çeşitli sit alanlarının yanında ortaçağ İslâm medeniyetinin emsalsiz eserlerini de büyük bir hayranlık içinde gezerler. Bölge, tarihi yönüyle olduğu kadar tabiat bakımından da olağanüstü güzellikler barındırır. Karlı dağların zirvesinden uçsuz bucaksız bozkırlara, kızgın çöllerden coşkun akan serin ırmaklara bin bir renkliliği aynı anda bir arada görmek mümkündür. İşte Taraz da böyle bir yerdir. Uzun tarihi boyunca, zaman zaman farklı isimler de almıştır. 19. yüzyılda Evliya-Ata olmuş, Sovyet döneminin başlangıcında ise komünist lider Mirzoyan’ın adı verilmiştir. Kısa bir süre sonra da bu kez Kazak şair ve ozan Cambul Cabayev’e ithafen Cambul olarak değiştirilmiştir. Şehrin tarihi adına yeniden kavuşması 1997’de gerçekleşecek, Kazakistan hükümeti aldığı bir kararla tarihi adı Taraz’ı iade edecektir.

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//43// şubat 8

Taraz, Talas Irmağı’nın kenarında kurulmuştur. Irmağın diğer yanında ise ırmağa adını veren Kırgızistan’ın Talas şehri uzanır. Bu anlamda Taraz ve Talas aynı ırmağın iki yakasında hep kader birliği yapagelmişlerdir. Bilindiği gibi, henüz İslamiyet’in Türkistan’da yaygınlaşmadığı bir dönemde, 751’de, Türkler, Müslüman Araplarla birleşerek Çinlileri Talas’ta ağır bir yenilgiye uğratmışlar ve o tarihten sonra İslâm


dini Türkler arasında sağlam bir zemin bulmuş ve ardından hemen hemen tüm Türklerin ortak dini olmuştur. Aynı şekilde, bu hadiseden sonra Türklerle Araplar arasında günümüze kadar devam edecek dostluğa dayanan kardeşçe bir ilişki kurulmuş ve bu durum dünya tarihini değiştirecek sürecin başlangıcı olmuştur. Taraz’a gittiğimizde günlerden Cuma idi ve namazı şehrin ulu camiinde kılmak nasip oldu. Cuma namazını kıldığımız cami, Hibatulla Tarazi adını taşıyor. Bu ad, Kazakistan coğrafyasında yetişen tanınmış fakihlerden Hibatulla et-Tarazi’den dolayı verilmiş. Döneminin önde gelen müderrislerinden biri olan et-Tarazi, Memlüklü devrinde Mısır’da bulunmuş ve Kahire’deki ünlü Baybars Medresesinin manevi kuruculuğunu da yapmıştır. Asıl adı Şuca’uddîn Hibetullah b. Ahmed elTarâzî (bazı kaynaklarda et-Türkistani) olan bu büyük âlim, Hanefî fıkhını Celâleddin Ömer el-Habbazî’den, hukuk usulünü de Ebû’lBerakât Abdullah b. Ahmed en-Nesefî’den öğrenmiş, ardından Kahire’ye giderek 1333 yılında ölümüne kadar Zahiriyye Medresesinde ders vermiştir. Et-Tarazi, söz konusu dönemde Memlüklü başkentinde ders veren az sayıdaki Orta Asyalı âlimden biriydi. Tarazi Camii, cemaat tarafından kısa zamanda dolduruluyor. Çok sayıda insan da dışarıda namaz kılmak zorunda kalıyor. Camiye gelenler arasında gençlerin çokluğu hemen dikkat çekiyor. Bu 1990’ların başlarına kadar düşünülemeyecek bir durumdu. Aslında şahit

olduğumuz manzara, 70 yıl süren Sovyet döneminin bölge insanlarının dini duygularını yok edemediğini göstermesi bakımından da oldukça çarpıcıydı.

Taraz, en görkemli dönemini Karahanlılar zamanında yaşamıştır

Caminin ön cephesi ve sarı renkli duvarları, Orta Asya’nın birçok yerinde rastlanan bir mimari üsluba sahip… Cami, dış görünümü ve minareleriyle bütün bölgeye yayılmış ortak bir mabet inşa anlayışını aksettiriyor. Hibatulla Tarazi Camii’nin hemen karşısında ise bir kilise bulunmakta. Sovyet döneminde, Orta Asya’nın birçok şehrine olduğu gibi, buraya da önemli bir Rus nüfus yerleştirilmiş. Şehrin

9


bir mimariyle inşa ediliyorlardı. Bu da Türklerin kadına verdikleri değerin tezahürü olsa gerek. Hibatulla Tarazi Camiinin yapılış öyküsü de oldukça ilginç… 2008 yılı başlarında Almatı Arkeoloji Enstitüsü uzmanları, bölgede kazı çalışmaları yaparken, benzersiz bir tarihi kalıntıyla karşılaşırlar. Bu kalıntı, Taraz kentinin merkezindeki Evliya Ata Türbesinin yakınlarında yer alan bir cami ve külliyesine aittir. Daha sonra ortaya çıkarılan temeller esasında cami ihya edilir ve et-Tarazi’nin adı verilir. ortasında bulunan bu Ortodoks Kilisesi de söz konusu iskân politikasının bir bakiyesi. Bugün ise Rus nüfus, şehri önemli ölçüde terk etmiş durumda. Taraz, en görkemli dönemini Karahanlılar zamanında yaşamıştır. Şehir, 12. yüzyıla kadar Karahanlı Devleti’nin önemli iktisadi, kültürel ve siyasi merkezlerinden biri konumundaydı ve “tüccarlar şehri” olarak tanınıyordu. Bugün şehirde ayakta kalan eserlerin çoğu söz konusu dönemin mirası... İlginçtir, Anadolu’da olduğu gibi burada da, günümüze gelebilen eserlerin büyük kısmı kadınlar adına yapılanlar. Babaca Hatun ve Ayşe Bibi Hatun türbeleri gibi… Belli ki daha sağlam ve aynı zamanda daha estetik sayı//43// şubat 10

Kalıntıları ortaya çıkarılan cami ve külliyenin kimler tarafından ve hangi tarihte yapıldığı henüz bilinemese de, ilk olarak 8. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilmektedir. Yani Talas Savaşı’nın yapıldığı dönemde. Bu oldukça önemlidir. Çünkü bu durum, Türklerin İslâm medeniyetine katkılarının hangi dönemden itibaren başladığı konusunda yapılan tartışmalara da farklı bir boyut getirecektir. Kazılar sırasında, caminin yanı başında bulunan kervansaray kalıntısının duvarlarında, şehrin iktisadi zenginliğini ortaya koyan çeşitli çizimler de ortaya çıkarılmıştır. Yine pek çok işlenmiş ev eşyası ve madeni para bulunmuştur. Bunların arasında 7 ve 10. yüzyıllara ait Çin paraları, -daha da önemlisi- 8. asırda hüküm sürmüş


Türgeş boyuna ait paralarla, 11. yüzyıldan önce tedavülde bulunan Karahanlı paraları da vardır. Bilindiği gibi Türgeşler, Talas Savaşı sırasında Müslümanlarla ittifak yapan en büyük Türk boylarından biriydi, sonraki dönemde de Karahanlı Devleti’nin kuruluşunda yer almışlardır. Taraz’ın görülmesi gereken yerler arasında Kali Yunus Hamamını da saymak gerekir. 19. yüzyıla tarihlenen yapıdan hali hazırda “Büyük İpek Yolu Üzerindeki Antik Şehirler Müzesi” adıyla tematik müze olarak yararlanılmaktadır. Orta Asya’nın hemen tüm önemli şehirlerinde rastladığımız renkli ve coşkulu pazar yeri ile Taraz’da da karşılaşıyoruz. Gencinden yaşlısına neredeyse bütün şehir buraya akmış durumda. Tabii ki pazarda da yok yok! Taraz, Kazakistan’ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra hızlı bir gelişme sürecine girmiş. 2013’te Evliya-Ata uluslararası havaalanının açılmasıyla dünyanın başlıca şehirlerinden doğrudan uçuşlar başlamış. 2015’te ise 2 milyar dolarlık bir yatırımla serbest ekonomik bölge kurulmuş ve böylece şehir, Kazakistan’ın sosyo-ekonomik gelişmesine önemli katkılar sağlamaya başlamış. Yani, kuruluşu milattan önceye uzanan ve tarihin her döneminde önemli yerleşim yerlerinden

biri ola gelen Taraz, hızla eski canlı ve görkemli günlerine dönüyor. Kadim izlerimizi tanımak için ve elbette Şah-ı Türkistan Ahmet Yesevi Hazretlerini ziyarete giderken muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri de Taraz’dır. Toprağın ruhunu hissetmek ancak ona kadem basmakla mümkün olur çünkü. Hibatulla Tarazi Camii ise şehrin on üç asırlık Müslüman kimliğinin bir simgesi olarak şehrin en görkemli yerinde karşılıyor bu kadim şehre ayak basan misafirleri… 11


ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞIMIZA ÖNERİMİZDİR

KENTSEL DÖNÜŞÜM ÜZERİNE -İKİNCİ MEKTUP-

YANLIŞ YERE AKAN NEHİR

İyi bir belediyecilik uzmanı ve dostumuz olan ilgili Bakanımız (Sn. Mehmet Özhaseki) Çevre Şûrâsı sonuç bildirgesine de birebir uyan bu durumu, umut ediyoruz, temenni ediyoruz, dua ediyoruz, niyâz ediyoruz ki, dikkate alır ve bu konuda biraz kendimize gelmiş oluruz. Çünkü hak, adalet, saygı, sevgi ve huzur böyle bir zeminde gelişebilir. Böylece, şehir faziletli insanı mutlu ve huzurlu kılan mensubiyeti şerefli kılan bir şehir olur.. Kâmil UĞURLU*

ir ucu kendisine dokumadığı sürece bizim insanımız munistir, anlayışlıdır, makuldür, islâmın ruhuna uygun tavır içindedir, hakkı gözetir, saygılıdır. Ama iş döner-dolaşır, hafif de olsa menfaatine ters yönde dokunursa bu hasletlerin çoğu, an içinde kaybolur. Kişi bambaşka biri olur, tanınmaz olur, kuzu iken canavar olur ve her şeyi unutur. Geçen ayın Şehir ve Kültür’ünde, şu anda uygulanmakta olan “Kentsel Dönüşüm” olayının gerçeklerini anlatmaya başlamıştık. Kentsel Dönüşüm Projesi, ülkenin önündeki büyük handikapı, büyük problemi çözmek adına ikâme edilmişti. Cesaretli, siyaseten riskli bir düşünceydi. Buna rağmen güne getirildi ve tezgâha kondu. Fakat yasal altyapı ve uygulamayı mümkün kılacak, kolaylaştıracak yönetmeliklerin aceleye getirilmesinden olacak, uygulama yerine oturmadı. Hatta ters yöne doğru kaydı. Konunun aykırı kültürü gelişmeye başladı. Devletin elinde ve disiplininde olması gereken insiyatif illegal yapıların, halkın söyleyişiyle eşkiyanın eline geçti. Ters yöne ve tehlikeli bir yola girdi. Engel tanımadan hızla ilerliyor. Tarafsız değerlendirmelere göre de ipin ucu kaçırılmıştır. Aslında konu denenmemiş bir iş değildi. Başarılı örnekleri vardı. Uygulama basitti, anlaşılabilir durumdaydı, kolaydı. Ama olmadı.

*Dr. Yüksek Mimar / TOKİ E. Başkanı Başbakanlık E. Müşaviri, / Karaman ili E. Belediye Başkanı

sayı//43// şubat 12

Cumhurbaşkanımızın ısrarla üzerinde durduğu “Yatay gelişme – Dikey gelişme” son derece önemli, ciddi ve insanî bir meseledir. Bizde tam olarak anlaşılamamıştır. Dikey gelişmeyi icat eden ve geliştiren, onu masum gösterecek mazeretler üreten batının “Konut-Kent” anlayışına aslında uygundur. İnsan ölçeğini dikkate almayan, insanı ezen, küçümseyen, hiçe sayan, halk üzerinde ekonominin tahakkümünü kuran, anormal ölçekli yapılar, meydanlar, mekânlar, pırıltılı cam ve çelik malzemeler dikey gelişmenin askerleridir. Bize terstir. Ortaya koyduğu mazeret gülünçtür: Bir dönümlük arazi üzerinde üç ailenin yaşaması bu anlayışa göre uygun değildir. Orada üç yüz aile depo edilebilir. İnsan tabiatı ve fıtratı için uygun olmayan bu garip mazerete biz inanmıyoruz ama yine de sarılıyoruz. Menfaatimize hitap ediyor çünkü. * * *


Şimdi meseleyi sükunetle ele alalım ve şöyle hülâsa edelim: Kentsel dönüşüm bizde iki ana eksende ele alınmalıydı: 1. Deprem riski altındaki alanlar 2. Islah edilmesi gereken kentsel bölgeler, yani gecekondular. Bizdeki mevcut uygulama şöyledir: • Mevcut sistemde (her iki durumda da) yapım isi. tek taraflı çalışan vahşi bir ranta dönüşmüştür. • Mimarlar ve mimarlık, uygulamada devreden çıkarılmıştır. • Teknik Müşavirlik kurumu görevini yapamamakladır. • Kullanılan inşaat malzemeleri ve sistemleri devamlı yanlış seçilmektedir. • Yer seçimleri isabetsizdir ve bilimsel kriterlere dayanmamaktadır. • Gelenekselin ihyâsı konusu yanlış anlaşılmakta, yanlış değerlendirilmekte ve kabul edilemez hatalar yapılmaktadır. Biz makalemizin birinci adımında “Kentsel Dönüşüm” konusunun nasıl anlaşılması gerektiğini, şu anda uygulanmakta olan sistemin aksayan ve ihmal edilen yönlerini sadece satırbaşları olarak sunmaya çalışacağız. İkinci adımda ise konuya çağdaş, kalıcı ve akılcı bîr çözüm önerisi sunacağız. Devlet bütçesine yük getirmeyen ve toplumla, toplumun beklentileriyle çatışmayan, aksine onlara! taleplerini karşılayan bu teklif projenin ipuçlarını yine başlıklar olarak arzedeceğiz. 1. KENTSEL DÖNÜŞÜM

Şehirler medeniyetlerin iniş ve çıkışlarına göre şekillenmekte veya dönüşebilmektedir. Fakat şehirleri şehir yapan özneler hiçbir zaman değişmemektedir. Bir şehirdeki mekân, mimari ve fiziki doku hiç şüphesiz insan dokusunu da yansıtmaktadır. İnsanların sadece ruhunu değil, yaşam biçimini, İnanç dünyasını ve geleceğini de burada görmek mümkündür. Farabi “İdeal Devlet” adlı eserinde mükemmel ve erdemli şehirleri anlatırken zıtlarını da söyler ve bu şehirleri “cahil, bozuk, karakteri değişmiş, doğru yolu bulamamış ve yanlışlık içinde olan şehirler” olarak tanımlar. Dolayısıyla şehirlerin mayasını oluşturan insan unsurunu

ve değerlerle yüklü zihin yapısını hızlıca öne çıkarmak gerekmektedir. Çünkü şehirler; sadece kalabalıkların barındığı yerler değil, insan fıtratına uygun kentsel mekânların üretildiği, insanın mânevî boyutunun da düşünüldüğü ve dikkate alındığı yerler olmalıdır. Bütün özellikleri ve renkleriyle kadim birikimleri muhafaza ederek modernitenin ve küreselleşmenin mekânsal zenginliğini de dikkate alarak bu süreci yürütmek zorundayız. Şehirlerimizde asırlar içinde birikmiş mirasları koruyarak ve onları rehabilite etmeye özen gösterip, şehirle gönül bağı kuracak yerleşim alanları oluşturmamız gerekiyor. Çünkü şehirler nesillerin gelecek tasavvurunu belirler. Bu sebeple çocuklara ve gelecek nesillere yaşanabilir, sağlıklı kentler ve konutlar bırakmak için daha büyük çabalar sarf edilmesi gerekir, şarttır. Yani kentsel dönüşümü salt fiziksel bir değişim olarak görmemeli, insani boyutu da projelerin içine bir veri ve değer olarak katılmalıdır. Hızlı kentleşme, çarpık ve kaçak yapılar, nüfus artışı, deprem riski, göçler ve gecekondulaşma şehirler için büyük problemlerdir. Günümüzde insanların yedide biri, yani bir milyarın üstünde insan gecekondu ve benzeri koşullarda yaşamaktadır. Bilindiği gibi Türkiye’de gecekondulaşma 1950’li yıllarda, sanayileşmenin başlaması ve şehirlere göçün artmasıyla gündeme gelmiştir. Özellikle büyük şehirlerin çevrelerinde oluşan ve çoğu kez kamu arazilerinin üzerinde yapılan kaçak yapılar, genellikle dönemin ekonomik ve sosyal şartlan ve yerel yönetimlerin göz yumması sonucunda oluşmuştur. 1980’lere gelindiğinde ülkemizdeki gecekonduların sayısı yaklaşık 2 milyonun üzerine çıkmıştı. Bu dönemde apartmanlar ve gecekondular şehirlerimizin büyük çoğunluğuna hâkim olmuştu. Buna yoğunluk ve yetersiz donatı alanları da eklenince çarpık kentleşme ile yüz yüze gelinmiştir.

13


Bu geçen 50 yılı 50 ayda düzeltmek mümkün değildir. Çünkü bu yapıların ve alanların dönüştürülmesi ve iyileştirilmesi hem önemli bir süreci içermektedir hem de maliyeti yüksektir. Bugün hemen hemen bütün şehirlerimizin çeşitli bölgelerinde veya mahallelerinde Kentsel Yenilemeye ihtiyaç vardır. Tekrar ediyoruz ki, kentsel dönüşüm sadece fiziksel bir iyileştirme olarak görülmemelidir. Dönüşüm projeleri ile o yerleşim birimine ayni ve nakdi finansal kaynak aktarılmasının yanında, insan ve toplum sağlığının iyileştirilmesi, yeni iş alanlarının geliştirilmesi, yeni komşuluk birimlerinin kurulması, suç unsurlarının bertaraf edilmesi gibi birçok faydaları olacaktır. Türkiye’de yaklaşık 23 milyonun özerinde konut var ve bu konutların yine yaklaşık 8 milyonu 1990 öncesinde yapılmıştır. Yani, eski mevzuata göre inşa edilmiştir. Bu çerçevede 6 milyonun üzerinde konutun yenilenmesi gerektiği tahmin edilmektedir. Özellikle deprem riski yüksek şehirlerin bu konuda daha hızlı davranması gerektiğini bilmemiz gerekir. Kentsel Dönüşümde sorumluluk, genel olarak şu anda üç kurumsal yapının üzerinde gibi gözüküyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Yerel yönetimler ve TOKİ. sayı//43// şubat 14

Fakat işin boyutuna ve aciliyetine bakıldığında, dönüşümün sadece kamu eliyle yürütülmesinin zaman alacağı, özel sektörle derinlemesine işbirliği yapılmasının zorunlu olduğu görülmektedir. Mevcut uygulamalar izlendiğinde şu tesbitler yapılabilir: Birincisi; Kentsel Dönüşümde tüm bileşenler veya paydaşlar fedakârlık göstermelidir. Mal sahipleri bütün bölgelerde en az evi kadar, hatta daha büyük bir konut istemektedir. Müteahhitler para kazanmak istemekte, kamu birimleri de aynı şeyi düşünmektedir. Bu Kentsel dönüşümün mantığına aykırı bir durumdur. Herkesin kazandığı bir yerde kaybeden şehir olacaktır. Çünkü imar artışıyla kentsel dönüşümü sübvanse etmek kentleri yaşanmaz hale getirir. Şehir kaybederse kısa vadede kazandığım düşünenler de orta ve uzun vadede kaybettiklerini göreceklerdir. Bu açıdan kentsel dönüşümü bir zorunluluk ve fedakârlık içinde ele almak gerekir. Bütün paydaşlar ellerinden gelen azami gayreti ve fedakârlığı göstermelidir. İkincisi; Yerinde Dönüşüm Esas olmalıdır. Riskli ve rehabilitasyona ihtiyaç duyulan bölgelerde mevcut hak sahipleri genellikle az katlı konut alanlarında yaşamaktadır, önemli bölümü, sosyolojik açıdan “dezavantajlı” olarak tanımlanan toplum katmanından oluşmaktadır. Buralarda sosyal yaşam alanlarının kısıtlılığına


rağmen komşuluk ilişkileri güçlüdür. Bu nedenle projeleri geliştirirken, halkın günlük yaşamına ait sosyo-kültürel kabullerini, alışkanlıklarını doğru anlamak gerekir. Bu değer ve kabulleri; sosyal ve kültürel farkları bir toplumsal zenginlik olarak görüp kentsel tasarım ve mimari projelerle harmanladıktan sonra hak sahiplerine sunulmalıdır. Bu kapsamda gecekondu dönüşüm projelerinin en zor tarafi halkı proje konusunda ikna etmektir. Yani kolektif bir akıl, kolektif bir vicdan ve bilinç yapısı ile en uygun ve doğru seçimi bulup vatandaşla anlaşmak gerekiyor. Üçüncüsü; Dönüşüm Şehre Yük değil, değer katmalıdır. Kentsel dönüşüm sadece binaları yıkıp, yerlerine yenilerini inşa etmek değildir. Çevre düzenlemeleri ve donatıları ile insanların sosyal ihtiyaçlarına cevap verecek projeler tasarlanmalıdır. Okul öncesi çocuk grubundan üniversite gençliğine, kadınlardan erkeklere, tüm nüfus profillerine dönük ihtiyaç ve beklentiler düşünülerek projeler üretilmelidir. Gelecek nesillerin hukukunu gözeten bir bakış açısıyla; insan - şehir ilişkisi mutlaka kurulmalıdır. Dördüncüsü; Tasarımın Gücü Kullanılmalıdır. Yaşam ve gelişmişlik şartlarına bağlı olarak vatandaşlarımızın beklentileri değişmiş, gelişmiş ve daha üst bir seviyeye taşınmıştır. Bugünün beklentileri ve ihtiyaçları dünkünden farklı bir konuma gelmiştir, yarın ise daha farklı olacaktır. Bu sebeple dünün beklentilerine, dünün imkân ve kabiliyetleriyle çözüm üretirken bugünün imkân ve kabiliyetleriyle daha nitelikli, daha konforlu yaşam alanları üretebilme yeteneğine artık hamdolsun, sahibiz. Bu aşamada tasarım önemli bir rol oynamaktadır. Projelerde geleneksel şehir kültürümüzde olduğu gibi toplumun farklı kesimlerini kaynaştıracak sosyal bütünleşmeyi destekleyen ve şehrin bütün kullanıcılarının geniş yelpazedeki ihtiyaçlarına cevap veren mekânsal yerleşim dokusunu öne çıkarmaya çalışmak gerekir. Özellikle son yıllarda ülkemizde yüksek bina inşaatları vahşi bir gelişme içine

girmiştir. 10 yıl içinde İstanbul’da 100 metre üzerindeki yüksek bina sayısı 60’ı geçmiştir. Gökdelen yapımında ise Avrupa’da 1. sıradayız. Bir Üniversitemizin araştırmasına göre Türkiye genelinde 38 ilde 565’İ inşa halinde 1.593 adet 20 kat üzeri gökdelen inşa edildi ve ediliyor. Yüksek katlı modem binalar ve dev kuleler bugün büyük şehirlerin gerçeğidir. Fakat, ideal şehirlerin hedeflediği bir kentsel ortam değildir bu. Arsa, konut, sosyal donatı ve altyapı bütünlüğü içinde oluşturulan kentsel çevrelerle yetinmeyip, aynı zamanda kent bütünü içinde plansal, hukuki ve teknik olarak yeniden kazanılan alanların model teşkil etmesini sağlayacak önlemler mutlaka alınmalıdır. Beşincisi; Kentsel Dönüşümde profesyonelliği ve beceriyi önemsemeliyiz. Kentsel dönüşümde çeşitli değişkenleri bir araya getirmemiz şarttır. Bu normal bir konut yapımı sürecinin ötesinde bir dunundur. Tespit, analiz, planlama, araştırma, mülk sahipleriyle mutabakat, kamulaştırma, tasarım, uygulama, finansman ve sübvanse gibi ileri boyutlarda mühendislik, kent bilimi, profesyonellik ve beceri gerektiren bir süreçtir. Bizdeki kentsel dönüşüm ile diğer ülkelerdeki dönüşüm arasında çok önemli farklılıklar vardır. Mesela Türkiye’de gecekondulaşmış ve deprem riski yüksek alanların dönüştürülmesi öncelikli iken, gelişmiş ülkelerde bu durum, kentlerin cazibesini artırmak, onları markalaştırmak ve yeni silûetler kazandırmak biçiminde gelişmektedir. * * * Bitmedi. İzin verilirse, konuya önümüzdeki ay da devam edeceğiz. Bu tesbitler aynı zamanda bir rapor ve “durum tesbitidir.” 15


İSTANBUL’DA;

ALTIMDA KUBBE,

ÜSTÜMDE GÖKKUBBE

Mahmutpaşa’nın alt tarafındaki ticaret bölgesine Tahtakale denmesinin sebebi Kale altında olmasıdır..Bu bölgede bir kale var.. Mehmet Kâmil BERSE

ersaadet’in merkezinde, asırlardır devam eden nefes alan hayat var…Sesler var, ışık var, güç var, Yapılar var, enerji var.. Asırlara baliğ olan kültürler var, üstüste medeniyet katmanları var.. Dersaadetin merkezinde camiler var, çeşitli dinlere ait ibadet mekanları var, medreseler(Üniversiteler) Hanlar ,hamamlar, çarşılar, konaklar, mahalleler var.. Tahtakale civarındayız, Tarihle sarmaş dolaş hanlardan bahsedeceğim bu defa… İstanbul’un İslamla şereflendiği 1453 ten sonra yeniden yapılanmalarda ticaret merkezlerinin önemi büyüktür.. Ticaret’in yoğun olduğu bölge Kapalıçarşı ve çevresi ile Tahtakale civarıdır. Tahtakale adı birçok şehirde kullanılan semt ismidir..Adına aldanıp, tahtadan bir kale olarak algılamayalım. Tahtakale adı Kale altı veya kale çevresi demektir.Arapça bir kelime olan Tahtakalenin asıl okunuşu Taht-al Kal’a dır. Mahmutpaşa’nın alt tarafındaki ticaret bölgesine Tahtakale denmesinin sebebi Kale altında olmasıdır..Bu bölgede bir kale var, Doğu Roma’dan kalan bu yapıdan bugüne sadece Kale’nin gözetleme kulesi tabir edilen kısmı kalmış, tesadüfen tespit edebildiğim bu yapı Büyük Valide Han’ın mütemmim yapılarından Sagîr han’ın kuzeydoğu iç duvarına yakın bir yerde bulunuyor. Bazı tarihi kayıtlarda Eiren kulesi olarak adlandırılıyor..İhtimaldirki onun tamamlayıcı binalarıyla bir kale idi. Bu yapının alt kısmındaki bölgeyede bugün Tahtakale denmektedir.. Büyük Valide han’dan bahsedince; Hem bugünkü durumu ve hem tarihi hakkında bilgi sahibi olalım..Son yıllarda Kubbelerinde gençlerin ve turistlerin gezinerek İstanbulu farklı bir mekandan seyirleri ve akrobatik gösteriler yapmalarıyla gündeme taşınan bir yer Büyük Valide Han.. Komşum olan, Harun Reşit Göktaş kardeşimizin Kültürden kitaptan ve tarihi mekandan bahsederek beni davet ettiği Sağir Hanın ve Büyük Valide han’ın kubbelerine soğuk bir İstanbul gününde çıkınca bir anda binlerce yıllık şehrin 565 yıllık tarihinin yapılarına niye sahip olamadığımıza üzüldüm.. ve uzunca bir araştırma yaptım..Kubbelerin üstünde dolaşırken Gökkubbenin altındaydım ama tarihin kubbelerinin üstündeydim. Bir kaç yıl önce James Bond bu kubbelerin üstünde motorsiklet ile film çekimi yapmıştı..Platform

sayı//43// şubat 16


kurmuşlardı bu kubbelerin üstüne..kimden izin alınmıştı, filmcilerden ne kadar para alınmıştı, kimler almıştı ve o paralar bu hanın restorasyonu için niye harcanmadı..sadece TV de izlemiştik, ama şimdi o gösteriyide gözümün önüne getirdim. O filmi izlememiştim ama tahmin ediyorumki, film burada çekilirken maksatlı seçilmişti yerler ve ihtimaldir ki subliminal mesajlarda vardı filmde..

çapımızda düzelttik ve 100 ton kadar moloz taşıyarak tarihi duvarları gün yüzüne çıkarmış olduk." ifadelerini kullandı. Harun diyor ki; Yabancı turistler burayı çok iyi biliyor.. Bizim istediğimiz turistlerle beraber İstanbullular buraya gelsin. İnsanlarımız, İstanbul'u ciddi anlamda yaşasınlar istiyoruz. Belki burası Sultanahmet ve Galata kadar meşhur bir yer değil fakat çok güzel ve özel bir yer.

Harun Reşit kardeşimizin bu kubbelerin arasında bir mekânı var, sonradan yapılan birkaç odayı, bugün tarihin kokusunu vererek bir kültür mekanı yapmayı başarmış..En azından buraya çıkan turistleri ve gençleri kültürle buluşturuyorlar Harun Reşit bey ve mesai arkadaşı Hüseyin bey..adeta gönüllü kültür elçiliği ve bekçiliği yapıyorlar burada.. Sevimli ve samimi mekanlarında sıcak çaylarımızı içerken İstanbul’u bir tepeden seyrediyor gibi camdan bakıyor Haliç’i Sarayburnunu, Perayı ve Anadolu yakasını yudumluyordum, duvarlardaki kitaplar, tarihi kilim ve halılar ve turistik hediyelik objeler burayı bir müze havasına sokmuş.. dışarıda soğuk bir hava olmasına rağmen kubbelerin misafirleri çoktu..

aslında Büyük Valide han’ın filmlere konu olacak önemli hikayeleri var..Belki bu sayıda tamamını anlatamayabilirim , devam edeceğim diğer sayılarda.. Büyük Valide han’ın tarihini en iyi bilen kişiden okumak isteriz.. Semavi Eyice hocaya kulak verelim;

Tabiiki bu durumun bir çok olumsuz hikayeleride var.. İstanbul'u burada tüm içtenliğiyle, gerçekliğiyle, rüzgarıyla, kuşuyla, yağmuruyla, karıyla yaşadığını anlatıyor Harun Reşit.. Tarihin, yani binlerce yıllık duvarların sanki betonlarla gizlendiğini belirten Göktaş, "Burada üst üste sıva katları, boya katları atılmıştı. Buraya geldikten sonra yine aynı şekilde onları ellerimizle kazıdık, kendi

Büyük Valide Han 1651 yılında Kösem Mahpeyker Valide Sultan (IV Murat ve İbrahim’in anneleri) tarafından Üsküdar’daki Çinili Camii’nin vakfiyesi olarak inşa ettirilmiştir.

BÜYÜK VALİDE HAN VE SAGÎR HAN

Büyük Valide Han’ın yer aldığı Hanlar Bölgesi çoğu zaman Mercan Mahallesi olarak da adlandırılır. Bölgenin en çok bilinen yokuşlarından birisi Çakmakçılar Yokuşudur ve Babıali Caddesi, Divan Yolu, Direklerarası gibi şöhretli yollarından birisidir. Uzunçarşı Caddesi ve Mercan Caddesinin kavşak noktası ile Mahmutpaşa Yokuşunun alt başı arasında uzanır. Mercan Ağa Mahallesi ile Taya Hatun Mahallesi arasında sınır yoldur. Alt başından gelindiğinde Alacahamam Caddesi, Fincancılar Sokağı, Tarakçılar Caddesi ve Tığcılar ile kavşakları vardır. Parke döşeli, oldukça dar ve dik bir yokuştur. Hem araba hem de yaya trafiği bakımından son derece yoğundur. Büyük Valide Han, Büyük Han, Yeni Han, Sünbüllü Han, Muradyan Han, Çakmakçılar Hanı, Sabrı Safa Hanı, Nasır Hanı, Birlik Hanı bu cadde üzerindedir. 17


Büyük Valide Han 1651 yılında Kösem Mahpeyker Valide Sultan (IV Murat ve İbrahim’in anneleri) tarafından Üsküdar’daki Çinili Camii’nin vakfiyesi olarak inşa ettirilmiştir. Birici ve ikinci avlularda toplam 153, üçüncü avluda 57 odası ile, üç avlulu ilk handır. Üçüncü avlunun bir cephesine bakan taraf Küçük Han veya Sagir Han olarak da bilinir. Kuzeydoğu köşesinde 12x12 m. en ve boy, 27 m. yüksekliğinde bir kule vardır.. Orta Bizans devrinde yapılmış olduğu tahmin edilen kule hanla birleştirilirken Türk duvar tekniğine göre dışı kısmen yenilenmiş, katlar ihya edilirken içine de kubbeli bir oda yapılmıştır. Kule bugün Karaköy Köprüsü üstünden bakıldığında görülebilmektedir. Yakından incelendiğinde de taş ve tuğla dizileri halinde yapıldığı, bazı pencerelerinden başka top lumbarları gibi yuvarlak menfezleri olduğu tesbit edilmektedir..Bu durumda, burası bir Kale burcu gibi kabul edilebilir. Büyük Valide Han bir şehir hanıdır. İki katında mevcut odaları ve avluları ile kimi zaman mesken, iş yerleri, atölyeler ve ahırlar olarak kullanılmıştır. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ne göre, Sagir Han’ın önemli bir kısmı ilk olarak Ağustos 1909’da ve tekrar 21 Mart 1926’da yıkılmıştır. Belediye kullanımını yasaklamış olsa da, kullanıcıların kendi eklemeleri ve onarımları ile günümüze kadar gelmiştir. Büyük Valide Han 1951 yılından itibaren koruma kurullarının gözetimine alınmış ve

sayı//43// şubat 18

10 Nisan 1982’de tarihi miras olarak kabul edilmiştir. Tüm karşı çabalara rağmen, özellikle yirminci yüzyıl boyunca artan gereksinimlerle, iç ve dış mekanları bölünmüş, eklemelere tabi tutulmuş ve değişime uğramıştır. Bugüne kadar bir restorasyon görmemiştir. Kullanıcıların sayısı her gün gittikçe azalmakla beraber, tekstil ve metal olarak iki temel iş kolunca halen kullanılmaktadır. İstanbul’da XVII. yüzyılda yapılan şehrin en büyük ticaret hanıdır. Bir Kervansaray hüviyetindedir. Ana cephesi Sultanhamam’dan Beyazıt’a çıkan Çakmakçılar Yokuşu boyunca III. Sultan Mustafa Camii hizasından başlayıp yokuşun üst tarafına kadar devam ederek arka taraftan da Uzunçarşı’da İbrâhim Paşa Camii yanına kadar geniş bir alanı kaplar. Haliç’e hâkim bir sırt üzerinde bulunmaktadır. Ölçüleri bakımından İstanbul’un en büyük ticaret hanı olan Büyük Vâlide Hanı, Sultan IV. Murad’ın (1632-1640) saltanat yılları içinde padişahın annesi Vâlide Kösem Sultan tarafından başta Üsküdar’daki Çinili Cami olmak üzere çeşitli yerlerdeki hayratına gelir sağlamak gayesiyle yaptırılmıştır. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre hanın yerinde evvelce Cerrah Mehmed Paşa’nın sarayı bulunuyordu. Yıkılmış veya yanmış olan bu sarayın yerinde inşa edilen bu “şeddâdî” hanın bir tarafında da dört köşe bir cihannümâ kule yükseliyordu. (Bu yer anlattığım Kale’nin burcu gibidir.) Naîmâ’nın ifadesine göre Kösem Sultan’ın yirmi sandık florin altını olan şahsî serveti bu kulede saklanıyordu. Sultanın ölümünden sonra bu muazzam


hazine devlete kalmıştır. Büyük Vâlide Hanı’nın bir köşesinde gerçekten kare planlı bir kule bulunmaktadır. Schneider’in görüşüne göre bu kule Bizans çağından kalmıştır. İmparatorun saray muhafızının (Drungarios tes Biglas) makamı olan Vigla’nın da (Bigla) bu çevrede olması muhtemeldir. Bir ihtimale göre kule bu Vigla’ya aittir. Anlaşıldığına göre kule Büyük Vâlide Hanı’nın inşasından önce de vardı. Nitekim 1544-1555 yılları arasında İstanbul’da topografya ve arkeoloji incelemeleri yapan Fransız, Albi’li Pierre Gilles bu kuleyi Eirene Kulesi olarak adlandırır. 1553-1555 yıllarında İstanbul’da bulunan ve Galata sırtlarından şehrin büyük bir panorama manzarasını çizen Alman, Flensburglu Melchior Lorichs de (Lorck) bu büyük resimde Uzunçarşı’daki İbrâhim Paşa Camii’nin az berisinde bu kuleyi bütün heybetiyle göstermiştir. O sıralarda hayli yüksek olan kule sonraları alçalmıştır. XIX. yüzyıl sonlarına doğru Sebah-Joaillier fotoğrafhanesi tarafından Galata Kulesi’nden çekilen resimlerde kule kare şeklindeki kitlesiyle belli olmaktadır. Bugün ise artık çevredeki yüksek yapılaşma yüzünden daha az belirgindir. Büyük Vâlide Hanı’ndaki odalarda genellikle bekârlar yaşıyordu. Bunlardan bazıları sonradan Osmanlı tarihinin tanınmış kişileri olmuşlardır (Lârî Mehmed Efendi, Yeğen Mehmed Paşa gibi). Fakat handa büyük ölçüde İranlılar ve Şiî Âzerîler barınıyordu. Bunların arasında bazı Ermeni tüccarların da varlığı bilinmektedir. J. de Thévenot’dan öğrenildiğine göre İstanbul’a gelen bazı yabancılar da XVII. yüzyılda bu

handa kalıyorlardı. 1652 yılında, yani Vâlide Hanı’nın inşasından pek az sonra İstanbul’a gelen Fransız seyyahı, padişahın annesi tarafından yaptırılan bu hanın şehirdekilerin en güzeli olduğunu belirterek yabancı tüccarların burada daima barınacak ucuz bir oda ile mallarını koyacak bir ardiye bulduklarını yazar. Burada o yıllarda her yolcuya bir yatak, örtüler, halı ve yastıklar verilmekteydi.

Sevimli ve samimi mekanlarında sıcak çaylarımızı içerken İstanbul’u bir tepeden seyrediyor gibi camdan bakıyor Haliç’i Sarayburnunu, Perayı ve Anadolu yakasını yudumluyordum.

Ancak İranlı Şiîler Büyük Vâlide Hanı’nı bir merkez yapmışlar ve muharrem âyini bu hanın birinci avlusundaki Mescid-i İraniyan’ın etrafında cereyan eden büyük bir gösteri durumuna girmiştir. Hatta kanlı ve sert bir mahiyeti olan, bu sebeple bilhassa yabancıların görmeye gittikleri bu gösteri seyahatnâmelerde ve seyyah rehberlerinde önemle yer almıştır. Geçen yüzyılın sonlarında İstanbul’da yaşayan G. des Godins de Souhesmes, Büyük Vâlide Hanı’nda şahit olduğu böyle bir âyini anlatır. O gece burada toplam 8000 seyirci arasında oldukça çok sayıda Avrupalı sosyete kadınının bulunduğunu belirtir. Vâlide Hanı basın tarihi bakımından da önemli bir yerdir. R. Ekrem Koçu’nun Cevdet Paşa’dan naklen işaret ettiğine göre İranlılar ilk Kur’ân-ı Kerîm baskılarını kaçak olarak Büyük Vâlide Hanı’ndaki basımevlerinde yapmışlardır. Yine burada bulunan matbaalarında çok tutulan kitapların korsan baskıları gerçekleştirilmiş ve İstanbul’da ilk olarak resimli dinî kitap ve levhaları da burada basmışlardır. Hanın Çakmakçılar

19


Devletimizin bu konuyu çözmesi şarttır ve Muhterem Cumhurbaşkanımızın konuyu gündemine almasını arzu ederiz…

Yokuşu kenarında bulunan birkaç Ermeni kitapçı dükkânı ise Batı’dan özellikle Fransa’dan getirilen kitapları satıyorlardı. Bunlardan son ikisi 1950’li yıllara kadar mevcuttu. Büyük Vâlide Hanı’nın Çakmakçılar Yokuşu üzerindeki dükkânlı cephesi muntazam kesme taştan ve tuğladan yapılmıştır. Bu cephedeki kapısı üstünde her biri dört kademeli yedi konsol üzerine oturmuş bir köşkü andıran pencereli bir çıkması vardır. Esasında inşaatının çok temiz bir işçilikle yapıldığı görülen içerideki sivri revak kemerleri de taş pâyelere oturmaktadır. Aslında kubbelerin kurşun kaplanmış olduğu anlaşılıyor. Fakat son devirde bunlar harap olduğu için tamamen sökülmüştür. Büyük Vâlide Hanı eğimli bir arazi üstünde ve kurulmuş bir şehir dokusu içine yerleştirildiğinden planı muntazam değildir. Ana kapıdan üçgen biçiminde küçük bir avluya girilir. Bunu takip eden ikinci avlu ise hemen hemen kare biçimli olup 63 x 66 m. ölçüsündedir. Bu avlunun ortasında mescid bulunur. Avlunun bir köşesindeki dar bir dehlizden geçilen üçüncü avlu dikdörtgen biçimli olup bodrumunda arazi meylinden faydalanmak suretiyle ahırlar yapılmıştır. Birinci ve ikinci avluda 153, üçüncü avluda 57 olmak üzere toplam 210 odası olduğu ileri sürülmektedir. Alt kat odaları beşik tonozlu, üst kat odaları kubbeli, revakları ise tonozludur. İkinci ve üçüncü avlulara açılan geçit dehlizleri çapraz tonozludur. Her odanın hem dışarıya hem de revaklara açılan pencereleri olduktan başka içlerinde ocakları ve dolap nişleri vardır. Büyük Vâlide Hanı tarihî ve mimari değerinin

sayı//43// şubat 20

çok büyük olmasına rağmen son bir yüzyıl içinde bakımsızlık ve keyfî değişikliklere kurban edildiğinden bazı kısımları yıkıldığı gibi esas mimarisini bozan değişikliklere uğramış, bir taraftan da avluların içlerine yapılan çirkin ilâvelerle tahrip edilmiştir. Halbuki 1905’e doğru C. Gurlitt’in beraberindekiler tarafından çekilen fotoğraflarda, avlu revakları önlerine eklenen yapıların hanın güzel kâgir kemer düzenini bir dereceye kadar gizlemekle beraber çok çirkin olmadıkları, belirli ahşap ve kâgir bir estetiğe sahip bulundukları görülür. Büyük Vâlide Hanı’nın 1906 yılı yazında bir kısmının yıkıldığı ve bazı kısımlarının da tehlikeli görülerek boşaltıldığı bir gazete haberinden öğrenilmektedir. Fakat herhalde İstanbul’da büyük tahribat yapan 1894 zelzelesinin sonucu olarak bu bölümler önce çatlamış sonra da yıkılmış olmalıdır. Vâlide Hanı’nın Han-ı Sagır (küçük han) denilen arkadaki bölümünün 21 Mart 1926’da yıkılması üzerine şehremaneti (belediye) tarafından tehlikeli görülen bölümleri yıktırılmıştır. Bundan sonra tamamen bakımsız kalan Büyük Vâlide Hanı bir taraftan bir harabe haline gelirken diğer taraftan da aslî bünye ve mimarisini bozan inşaatlarla tarihî karakterine aykırı düşen bir biçime sokulmuştur. Hanın büyük avlusu ortasında bulunan ve Mescid-i Îrâniyân adıyla tanınan fevkanî ahşap mescid 1950’li yıllarda bir yangın sonunda tamamen harap olmuş, 1951’de İranlılar Yardım Derneği tarafından şimdiki uygun olmayan biçimiyle yeniden yaptırılmıştır. İkinci avludan üçüncüye geçit sağlayan tonozlu dehlizin sol duvarında 1320 (1902-1903) tarihli bir çeşme ayna taşı mevcuttur. Sokaktan birinci ve oradan ikinci avluya açılan kapıların


ağaç üzerine iri başlı dövme çivilerle çakılmış demir levha kaplı kanatları henüz durmaktadır. Dış kapı halen tatil günlerinde kapatılmakta ve üzerinde yer alan küçük kapı kullanılmaktadır. 1989 Ekiminde birinci avlu çok kötü durumda idi. İkinci avluda revak kemerleri önlerine yapılan yeni inşaatla kapatılmış, yalnız sol tarafta bazı kemerlerin sadece üstleri görülebilmekteydi. Üçüncü avlu ise içini dolduran yeni inşaatla kapatılmıştı. Hanın uç kısımlarında yıkık bölümler vardı.. İstanbul’u coğrafyası ve tarihi ile bir bağlantı sunarken, , Büyük Valide Han örneğinde olduğu gibi, belirli bir kimlik, aidiyat, varoluş ve güven veriyordu buraları paylaşan insanlara. Sınırlar ve duvarlar iç ve dış dünya arasındaki ayrımı simgelerler. İstanbul’un farklı kültürel gruplarının yaşamları sadece mahallelerin mahrem yaşantılarında değil, toplumsal ve ekonomik yaşantının ortaya çıkardığı kamusal yerlerde de bu amaçlara yönelik inşa edilmiş anıtsal mekanlarda yer alıyordu. Zaman içinde bu kamusallık kendi mekanlarında yurt dokusu edinmişlerdir. Kaleler örneği, Hanlar duvarları içinde, insanlara birlikte yaşadıkları ve çalıştıkları güvenlikli odalar, atölyeler, dükkan ve avlular sundular.. Büyük Valide Han’da farklı millet’lerden oluşan tüccarlar, ustalar ve çıraklar yakın, ancak gerektiğinde mesafeli, birlik ve dostluk içinde hayatlarını idame ettirdiler. İstanbul’a yolu düşen ve yerleşen İran’lıların kendi ritüellerini, kutlu günlerini İkinci Avlu’da bulunan mescitlerinde yıllar içinde günümüze kadar sürdürmüş olması bu olguya bir örnektir. Büyük Valide Han, Tarihten gelen hikayesi ile bu durumdadır..Farklı iktisadi, içtimai , siyasi ve istihbarî olayların yaşandığı bir yapıdır Büyük Valide Han, bugün dahi duvarlarına sinmiş bu izleri bizlere anlatmak ister gibi bir hali var.. Konuyla ilgili, mimari,teknik ve hukuki makaleyi ele alan değerli yazarımız Cem Eriş bey’in makalesini de bu yazıdan sonra okuyalım..ve gelecek sayıda çok önemli konuları ve çözüm önerilerimizi anlatacağız.. İstanbul’un Tam göbeğindeki bu yapının ancak güçlü bir iradenin emri ile çözülecek tarihi problemleri var..Devletimizin bu konuyu çözmesi şarttır ve Muhterem Cumhurbaşkanımızın konuyu gündemine almasını arzu ederiz…devam edeceğiz inşallah… 21


TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIKLARININ

KORUNMASINDA MÜLKİYET SORUNU,VE

İSTANBUL'UN

TARİHİ HANLARI "Taşınmaz kültür varlıklarımızın tahribatına sebep olan kötü kullanım ve fiziki sorunlar karşısında ihtiyaç duyulan koruma amaçlı müdahalenin yöntem ve niteliği ne kadar önemli olursa olsun kültür varlıklarımız için asıl önemli olan ve bu coğrafyadaki varlığımızı ve bekamızı tehdit eden şey; kültürümüze, medeniyetimize yapılan maddi-manevi saldırılar ve kurumsallaşmış vesayet anlayışıdır."

Cem ERİŞ*

undan yaklaşık bir ay önce telefonda dergimizin Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Kamil Beyefendi, İstanbul'un tarihi hanlarının perişanlığını gündeme getirip bu konuda neler yapabiliriz diye sorunca yukarıdaki başlık altında bu yazıyı yazmak, meseleye dikkat çekmek ve çözüm önerilerimizi siz değerli kültür dostlarımızla paylaşmak zarureti hasıl oldu. Bugüne kadar gerek katıldığımız toplantı ve panellerde, gerekse dilimiz döndüğünce sorunları ve çözüm önerilerini dile getirdiğimiz yazılarımızda ve özellikle Şehir Ve Kültür dergimizde yayımlanan makalelerimizde de belirttiğimiz gibi sorunun kaynağının ve dolayısıyla çözümün hep aynı noktada düğümlendiğini görüyoruz: "Taşınmaz kültür varlıklarımızın tahribatına sebep olan kötü kullanım ve fiziki sorunlar karşısında ihtiyaç duyulan koruma amaçlı müdahalenin yöntem ve niteliği ne kadar önemli olursa olsun kültür varlıklarımız için asıl önemli olan ve bu coğrafyadaki varlığımızı ve bekamızı tehdit eden şey; kültürümüze, medeniyetimize yapılan maddi-manevi saldırılar ve kurumsallaşmış vesayet anlayışıdır." Medeniyetimizin müşahhas ve mücerret tüm değerleri bu vesayet ve esaret altında muhtelif fiziki, yasal, cebri ve gayri ahlaki müdahalelerle ya tahrip edildi, ya da ortadan kaldırıldı. Sonunda da şehrin ve insanımızın hafızasından mermer Osmanlı tuğraları gibi adeta kazıttırılarak unutturuldu; daha doğrusu unutturulmaya çalışıldı. Sonuçta bu süreçten mütemadiyen pek çok şehrimiz ve değerlerimiz gibi tarihi hanlarımız da nasibini aldı ve geriye kalanlar da içinden çıkılmaz bir hale getirildi maalesef. İstanbul Büyükşehir Belediyesi-Tarihi Çevre Koruma Müdürü olarak görev yaptığımız dönemde (2007-2015) hazırladığımız "İstanbul’un Kaybolan Kültür Varlıkları-Suriçi (Fatih)Camileri ve Mescidleri" isimli yayının bu hazin süreci özetlediğimiz önsözünde şunları söylemiştik:

*Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı İstanbul 4 Numaralı Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//43// şubat 22

"İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’mızca yürütülen ve tamamı sit alanı olan Suriçi İstanbul’un (Fatih) koruma amaçlı imar planları yapım surecinde adeta bir arkeolojik kazı hassasiyetiyle sürdürülen araştırmalarla, şehrin


ve medeniyetimizin görünen, bilinen değerleri yanında bilinmeyen değerleri olan ve uzun yıllarca unutulmuş, ihmal edilmiş ve ortadan kalktığı için göz ardı edilmiş kayıp kültür varlıklarının envanteri, şehrin tarihinde ilk kez Başkanlığımızca bilimsel araştırmalarla koruma amaçlı imar planlarına konu edilerek hazin hikayeleri ile beraber gün yüzüne çıkarılmıştır. Böylece, bugün gördüğümüz cami, mescid, tekke, meşruta, medrese, han, hamam gibi vakıf anıt eserlerden çok daha fazlasının satılarak, imar hareketleri ile yol, park ve meydan açmak amacıyla yıkılarak aslında nasıl ortadan kalktığı ya da kaldırıldığı belgelenmiştir. Özellikle Suriçi İstanbul’da bulunan pek çok cami ve mescidin 1932 ve 1935 tarihli kararnamelerde oluşturulan çeşitli gerekçelerle tasnif dışı tutulup kadrosuz bıraktırılması ile başlatılan süreç, fetih döneminden o günlere ulaşmış kadim semtlerin ayrılmaz parçası ve nüvesi olan yüzlerce yıllık değerlerin bakımsızlıktan harabe haline gelmesi ve yıkılması, en sonunda da arsa ve harabelerinin gazete ilanları ile satılmasıyla neticelenmiştir. Bu sebeple Suriçi İstanbul’da satılarak özelleştirilmiş ve bugün yerinde işhanı, apartman olan pek çok cami ve mescid bulunmaktadır. Bir kısmının yerinde de yol, cadde, meydan ve parklar oluşturulmuştur. Meselenin umumi boyutunu bu şekilde özetlemek mümkün. Diğer tüm vakıf anıt eserlerimiz gibi hanlar da aynı süreçten etkilenmiş ve özellikle satılarak adeta parçalanmış, darmadağın edilmiştir. Oluşturulan yasal hukuksuzluk ise eserlerimizi korumada en büyük sorunumuz haline gelmiş, getirilmiştir. İşte tüm bu hususlar dikkate alınarak eldeki tüm kaynaklar ve belgelerden yararlanarak tespit edilen pek çok kayıp eser, ihyası amacıyla "Fatih 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı"na işlendi. Sırf bu sebeple planın hayata geçmemesi için bireysel, kurumsal ve akademik pek çok saldırıya maruz kalındı. Yetmedi, işin içine tarafı olduğumuz uluslararası kuruluşlar bile dahil edilmeye çalışıldı ve edildi. Hala devam eden bu süreci ve verilen mücadeleyi başka bir yazımıza bırakalım. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi yaşayan kültür mirasımızın tahribine sebebiyet veren temel etkileri genel olarak iki başlıkta ele alabiliriz: 1-Tabii sebeplerden kaynaklanan tahribat

(tabiat şartları,deprem,sel,yangın vb.) 2-İnsan eliyle meydana gelen tahribat (kasten zarar verme, yıkma, yakma, bozma, imar hareketleri ile ortadan kaldırma, yanlış kullanım, bilinçli- sistematik-yasal tahribat vb.) Burada özellikle üzerinde durmak istediğimiz ve ikinci maddede belirttiğimiz, diğer tüm taşınmaz kültür varlıklarımız gibi tarihi hanların da tahribine ve ortadan kalkmasına sebep olan, özellikle kadim vakıf hukuku ile tesis edilmiş vakıf eserlerimizin, bilinçli, sistemli yasal(!) bir şekilde talan edilmiş olduğudur. Burada kullanılan yegane "yasal(!)" yöntem: mezarlıklardan, çeşmelere; tekkelerden, hanlara; mescitlerden, hamamlara kadar hayrat ve akar cinsinden kadim vakıf eserlerimizin vakıf senetlerine aykırı olarak satılarak özelleştirilmeleri olmuştur. Bu yazıyı hazırlarken yararlanmayı ümit ettiğim vakıf eserler ve hanlar üzerine yapılmış tez çalışmalarına ilişkin yaptığım tez taramasında şaşırtıcı ve ilginç olan ise vakıfların satılmasına ilişkin doyurucu hiç bir akademik döküman veya teze rastlamayışım oldu. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün de bildiğimiz böyle bir çalışması yok. Onca yapılan güzel çalışmalara rağmen vakıf idaresi adeta bu satılan vakıf kökenli yapılar yokmuş gibi bir kurumsal tutum içerisinde. Bu konuda doyurucu ve kapsamlı başvuru kaynaklarından Dr. Nazif Öztürk'ün Türkiye Diyanet Vakfı yayınlarından çıkan "Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesi" ve "Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar" isimli iki eserini okumalarını gerçeğin izini sürmek isteyen kültür dostlarımıza tavsiye ediyoruz. Yukarıda da belirttiğim gibi akademik zeminde bu konu yokmuş gibi bir tutum var. Yüksek lisans ve doktora tezlerinin neredeyse tamamı envanter, tespit ve tasnife yönelmiş. Bazı tasniflerin çok azında vakıfların satılma sürecinden yüzeysel de olsa bahsedilmiş olmakla beraber, bunun toplumumuz, şehrimiz ve kültürümüz için ne anlama geldiğinin, sosyal-kültürel etkisinin ne olduğunun hiç değerlendirme konusu dahi edilmediğini görmek insanı üzüyor. İşte o zaman ortadan kaldırılan vakıf eserlerimizin ihyasını önceleyen Fatih'in Koruma Amaçlı İmar Planı'na yapılan saldırının sebeplerini daha iyi anlamaya başlıyorsunuz. Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü'nce hazırlattırılarak yayımlanan ve tamamen konuya ilişkin geniş kapsamlı bir tarama ile yazılı-görsel arşiv belgelerinin sunulduğu "İstanbul’un Kaybolan Kültür Varlıkları-Suriçi (Fatih)Camileri ve Mescidleri"

23


kitabımız, milli ve yerli kültürümüzün sahipleri tarafından heyecan ve ilgi ile karşılanmasına rağmen aynı ilgiyi maalesef akademik camiadan görememiştir. Tekrar asıl konumuza yani tarihi hanların sorunlarına dönersek, han restorasyonlarında karşılaşılan en temel sorununun çok parçalı mülkiyet yapısından ve hukukundan kaynaklandığı bugün konunun tüm taraflarınca kabul edilmektedir. Nitekim görev yaptığım Eminönü'nden sorumlu Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul 4 Numaralı Taşınmaz Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nda da hanlara ilişkin önümüze gelen şikayet, talep, proje, bakım onarım gibi hususlara ilişkin alınan kurul kararlarında, koruma ve restorasyonun önündeki en büyük engelin, yüzlerce parsele bölünmüş, binleri bulan hissedarlarla parça parça olmuş mülkiyetten kaynaklanan sahipsizlik ve muhatapsızlık ile bunun yanında kaçak yıkım, eklenti ve katların olduğu; hanların oda ada restorasyonunun hanın bütününe ait bir restitüsyon ve restorasyon projesi olmadan bilimsel ve doğru bir korumanın mümkün olamayacağı tespiti yapılmıştır. Söz konusu kurul kararlarında ayrıca, satılarak özelleştirilmiş vakıf kökenli bu hanların restorasyonunda, kendi kadim mülkiyeti bulunsun ya da bulunmasın vakıf idaresine 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'ndaki görev ve sorumlulukları da hatırlatılmıştır. Ancak bu vakıf hanların çoğunda satıla satıla neredeyse Vakıf mülkiyeti hiç kalmamıştır. Ancak yasada da belirtildiği gibi meselenin bütüncül ele alınıp sahiplenilmesi açısından sorumlu yegane kurum Vakıf idaresidir. Diğer kurumlar da belli bir koordinasyon içinde Vakıf idaresine yardımcı kılınmıştır. Şöyle ki 2863 sayılı yasada: "Tespit ve tescil: Madde 7 -.......Vakıflar Genel Müdürlüğünün idaresinde veya denetiminde bulunan mazbut ve mülhak vakıflara ait taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları, gerçek ve tüzelkişilerin mülkiyetinde bulunan cami, türbe, kervansaray, medrese han, hamam, mescit, zaviye, sebil, mevlevihane, çeşme ve benzeri korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının tespiti, envarterlenmesi Vakıflar Genel Müdürlüğünce yapılır. Hak ve sorumluluk: Madde 11-........ Malikler bu varlıkların üzerindeki mülkiyet haklarının tabii icabı sayı//43// şubat 24

olan ve bu Kanunun hükümlerine aykırı bulunmayan bütün yetkilerini kullanabilirler. Bu Kanunun belirlediği bakım onarım sorumluluklarını yerine getirmekte aczi olanların mülkleri, usulüne göre kamulaştırılır. Mazbut veya mülhak vakıf varlıkları bu hükme tabi değildir. Kültür ve Turizm Bakanlığının uygun görmesi ile, Vakıflar Genel Müdürlüğü, il özel idareleri, belediyeler ve diğer kamu kurum ve kuruluşları, yukarıda sözü geçen maliklere lüzum görülen hallerde, taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının koruma, bakım ve onarımlarına, teknik eleman ve ödenekleri ile yardımda bulunabilirler. Devir yasağı: Madde 13 -Hazineye ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına ait olup, usulüne göre tescil ve ilan olunan, her çeşit korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı ile bunlara ait korunma sınırları dahilindeki taşınmazlar, Kültür ve Turizm Bakanlığının izni olmadan, gerçek ve tüzelkişilere satılamaz, hibe edilemez. Kullanma: Madde 14 - Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının intifa haklarının, belirli sürelerle kamu hizmetlerinde kullanılmak üzere, Devlet dairelerine, kamu kurum ve kuruluşlarına, kamu menfaatine yararlı milli derneklere bırakılması veya gerçek ve tüzelkişilere kiraya verilmesi, Kültür ve Turizm Bakanlığının iznine tabidir. Anılan varlıklardan, Vakıflar Genel Müdürlüğünün yönetim ve denetiminde bulunan mazbut ve mülhak vakıflarla, 7044 sayılı Aslında Vakıf Olan Tarihi ve Mimari Kıymeti Haiz Eski Eserlerin Vakıflar Umum Müdürlüğüne Devrine Dair Kanunla yönetimi Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilen vakıf mallarının kamu hizmetlerinde kullanılmak üzere, Devlet dairelerine, kamu kurum ve kuruluşlarına ve kamu yararına çalışan milli derneklere, belirli sürelerle, intifa haklarının bırakılması veya gerçek ve tüzel kişilerce karakterine uygun kullanılmak şartı ile kiraya verilmesi, Vakıflar Genel Müdürlüğünün yetkisindedir. Yukarıda belirlenen korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarını kullananlar, bunların bakım, onarım ve restorasyon işlerini bu Kanunda belirlenen esaslara göre yapmak ve bunun için gerekli masrafları karşılamakla yükümlüdürler. Kamulaştırma: Madde 15 - Taşınmaz kültür varlıkları ve bunların korunma alanları, aşağıda belirlenen esaslara göre kamulaştırılır:


a) Kısmen veya tamamen gerçek ve tüzelkişilerle mülkiyetine geçmiş olan korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile korunma alanları Kültür ve Turizm Bakanlığınca hazırlanacak proğramlara uygun olarak kamulaştırılır. Bu maksat için, Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesine yeterli ödenek konur. Kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler, il özel idareleri ve mahallî idare birlikleri tescilli taşınmaz kültür varlıklarını, koruma bölge kurullarının belirlediği fonksiyonda kullanılmak kaydıyla kamulaştırabilirler

gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı ile bunlara ait korunma sınırları dahilindeki taşınmazlar, Kültür ve Turizm Bakanlığının izni olmadan, gerçek ve tüzelkişilere satılamaz, hibe edilemez; (gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetinde bulunan cami, türbe, kervansaray, medrese han, hamam, mescit, zaviye, sebil, mevlevihane, çeşme ve benzeri vakıf yoluyla tesis edilmiş korunması gerekli taşınmaz kültür varlıkları Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün görüşü ve Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izni olmadan satılamaz, hibe edilemez, kiraya verilemez.)"

b) Menşei vakıf olup da çeşitli sebeplerle kısmen veya tamamen gerçek ve tüzelkişilerin mülkiyetine geçen korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ve bunların korunma alanlarının kamulaştırılmaları, Vakıflar Genel Müdürlüğünce yapılır. Bu maksat için Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesine yeteri kadar ödenek konur." şeklindeki aslında geniş imkanlar sunmasına rağmen uygulamaya geçirilemeyen mevcut yasa maddelerinin, kurumların, mülk sahiplerinin keyif ve insafına bırakılmadan karşılaşılan sorunlar için kalıcı ve netice alıcı çözüm olacak şekilde yeniden düzenlenmeleri gerekmektedir.

Böylece yukarıda önerdiğimiz düzenleme ile Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün mülkiyete bakmaksızın vakıf kökenli han, hamam, tekke, cami, medrese, çeşme vb. taşınmaz kültür varlıklarımızın restorasyonunda etkin kılınması sağlanacak, mülk sahiplerinin keyfi davranışlarının önüne geçilmiş olunacaktır. Esasen inanç ve meşrebimize uygun olan, kadim hukukun gereği tüm özel mülkiyetteki vakıf taşınmazların kamulaştırılarak aslına rücu ettirilmesidir. Ancak geçmişte pek büyük bir kısmı vakıf arazisi olan şehirlerimizin, bugün hazine ve vakıf mülkü olanları dışındaki özel mülkiyete konu olanlarının kamulaştırma maliyetinin şehrin ve kurumların imkanlarının üzerinde olduğu bir gerçektir.Esas olan ise kararlı bir irade gösterebilmek ve adım atmaktır.

Aşağıda önerilerimiz, öncelikle 7. ve 13. maddede yapılan düzenlemeler şeklinde (.....) içinde belirtilmiştir. Buna göre önerimiz: "Tespit ve tescil: Madde 7 –.......Vakıflar Genel Müdürlüğünün idaresinde veya denetiminde bulunan mazbut ve mülhak vakıflara ait taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları(nın tespiti, envanterlenmesi, bakım-onarım ve restorasyonu Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yapılır); gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetinde bulunan cami, türbe, kervansaray, medrese han, hamam, mescit, zaviye, sebil, mevlevihane, çeşme ve benzeri korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının tespiti, envarterlenmesi,(kamulaştırılmaları) Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yapılır;(gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetindeki vakıf kökenli taşınmazların bakım-onarım ve restorasyonları mülk sahiplerince gerçekleştirilir. Ancak aksi hallerde her türlü restorasyon giderleri Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce karşılanır. İdare restorasyon bedeli kadar mülkiyete hissedar olur.Emlak değerini aşan giderler karşısında söz konusu taşınmaz kamulaştırılır.) Devir yasağı: Madde 13 – Hazineye ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına ait olup, usulüne göre tescil ve ilan olunan, her çeşit korunması

Son sözü Sultan II. Beyazıt'a bırakalım: "Allah'a ve Ahiret gününe inanan, güzel ve temiz olan Hazreti Peygamberi tasdik eden, Sultan, Emir, Bakan, küçük veya büyük herhangi bir kimseye, bu vakfı değiştirmek, bozmak, nakletmek, eksiltmek, başka bir hale getirmek, iptal etmek, işlemez hale getirmek, ihmal etmek ve tebdil etmek helal olmaz. Kim onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve değiştirilmesi için uğraşır, fesh edilmesine veya başka bir hale dönüştürülmesine kastederse, haramı üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri irtikap etmiş olur. Böylece günahkarlar alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Mâlik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerindedir. Kuşkusuz O, iyilik edenlerin ecrini zayi etmez..." (1495 tarihli vakıf senedi) 25


UNUTULAN BİR MİMARİ GELENEĞİMİZ:

ANADOLU’NUN

KIRLANGIÇ ÖRTÜLERİ Kırlangıç örtü, İslam öncesi Türk toplumlarında mikrokozmos alemde gök/ Yer/ Yeraltı olmak üzere üç ayrı düzlemi ifade eder. Timur türbesinde devletin birliğini ve koruma tılsımını ifade eder.. Dr. ŞİMŞEK DENİZ*

*S. Zaim Üniversitesi – Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi

sayı//43// şubat 26

arihsel süreç incelendiğinde bindirmeli, yukarı doğru daralan abidevi bir görünüm kazanan çatı örtülerinin çok eski tarihlerden itibaren Orta Asya, Çin, Kafkasya ve Anadolu’da inşa edildiğini ve kullanılageldiğini söylemek mümkündür. Kırlangıç/tüteklikli örtü İslam öncesi Türk toplumlarında mikrokozmos alemde gök/yer/yeraltı olmak üzere üç ayrı düzlemi ifade eder. Timur türbesinde devletin birliğini ve koruma tılsımını ifade ederken Hindistan’da ise bir gök sembolü olarak Budist ve Hindu tapınaklarında kullanılmıştır. Tekke ve zaviye yapılarında kırlangıç örtü evren ve gök tasavvufuna bir açılım ve tarikatlarda manevi yolculuğun kademelenmesini temsil eder. Anadolu’da kırlangıç/tüteklikli örtünün sık kullanıldığı tandır evleri aslında Türk çadır kültürünün sivil mimariye devşirilmiş halidir. Anadolu’nun değişik yörelerinde Türk yapı tipolojisini iklim, bölgesel yapı malzemeleri, yöre halkının yaşam biçimi, inanç ve gelenekleri yönlendirmiştir. Bölgesel mimaride yöresel şartlar gözetilerek farklı örtü şekilleri geliştirilmiş olup kırlangıç/tüteklikli örtü özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde tarihsel dönemler içinde gerek sivil mimaride ve gerekse dini mimaride kullanılmıştır. Kırlangıç örtü bindirme tekniği ile yapılan geniş mekan açıklığının kirişlerin çapraz ve duvara paralel olarak birbirinin üstüne yerleştirilmesiyle yükselen ve alanın kademeli olarak daraltılarak kapatılmasıyla oluşan bir örtüdür. Örtünün ortasında aydınlanma ve havalandırma amaçlı pencere açılır. Pencere yukarıdan makaraya bağlı bir iple aşağıdan açılıp kapanan bir düzeneğe sahiptir. Kırlangıç örtü daha çok Doğu Anadolu ve Kuzey Doğu Anadolu Bölgesi’nde Erzurum, Erzincan, Kars, Bayburt, Gümüşhane, Bitlis ve Artvin illerinde kullanılmıştır. Dini mimaride Erzurum Ulu Camii mihrap önü kubbesi, İspir Çarşı Camii, Gümüşhane Özbeyli Camii, Bayburt Konursu Ulu Camii’de, Orta Anadolu’da Tokat Kızılcaören Camii, Merzifon Hanife Hatun Camisi ve Zile Yeşilce Şeyh Eylik Türbesi’nde kullanılmıştır. Kırlangıç örtü özellikle Erzurum sivil mimarisinin kagir karakterli evlerinde ve tandır evinin üstünde sık olarak kullanılmıştır. Plan şemasında alt katta tandır evi, avlu, wc ve haremlik odaları, ahşap merdivenle ulaşılan üst katta ise sofa, eyvan, yatak odaları, banyo ve dama çıkan baca merdiveni bulunur. Erzurum evlerinin dış duvar kalınlığı 60 cm olup yonu


taştır. Ahşap hatıllar arada bağlayıcı olarak kullanılmıştır. KIRLANGIÇ ÖRTÜNÜN KURULUMU ve TEKNİĞİ

Kırlangıç örtünün kullanımında genellikle Sarıkamış bölgesinin sarıçamı kullanılmıştır. Bunun sebebi yüksek çıra oranına sahip olmasıdır. Ağaçlar atölyede biçildikten sonra ızgara sistemiyle istiflenir ve en az 6 ay kurumaya bırakılır. Önce kırlangıç tabanın oturacağı mekanın dış duvarları örülür sonrasında örtüyü taşıyacak olan 20x20 ahşap dikmeler beden duvarına bitişik olarak dikilir. Dikmelerin üzerine koçbaşı denilen yastık başlıklar yerleştirilir. Ahşap kirişler köşeler üzerine çapraz oturtularak kare planı sekizgene dönüştüren örtünün ilk sırası yerleştirilir. Sekizgenin dört köşesinde çift sıra, dört köşesinde de tek sıra ahşap kullanılarak alan kademeli olarak küçültülür. İmalatta çivi yerine ağaçlara oyulan ve kert adı verilen yuvalarla bağlantı sağlanır. Bindirme tekniğiyle tamamlanan örtünün dış köşeleri artan ağaçlar ve talaşlarla kapatılır, köşelere ağırlık taşları konur. Sonrasında 30-40 cm kalınlığında toprak ıslatılarak balçık haline getirilir ve kırlangıç örtünün etrafı bu çamurla sıvanarak loğ taşı ile sıkıştırılır. Kışın toprağın akmaması için içine kaya tuzu serpilir. Kırlangıç örtüler kubbe ve kare şeklinde uygulanmıştır. Kare çerçevede ikinci sıra ve sonraki kirişler 45 derece döndürülerek birbiri üzerine oturtulur ve örtü yükseltilip küçülerek son bulur.

Kubbe şeklindeki kırlangıç örtüde 110 çam ağacı belirli açılarla birbiri üzerine bindirilerek oluşturulur. Kırlangıç örtülerde genellikle 7 bindirme olmakla birlikte 5, 9 ve 10 bindirmeli örnekler de mevcuttur. Bu örtü şeklinin soğuk iklim ve ağacın bol olduğu ormanlık alanlarla doğrudan bir ilişkisini irtibatlandırmak doğru olacaktır. Genellikle doğu Anadolu da ağacın bol olduğu, iklimin soğuk ve kışların uzun yaşandığı şehirlerde kırlangıç örtünün yaygın olduğunu söylemek mümkündür. Kırlangıç örtü olarak adlandırılan ve büyük açıklıkları geçmeye yarayan bu tavan örtüsü, dini mimaride, camilerin mihrap önü bölümü kubbesinde, sivil mimaride, tandır eve kubbesinde ve han odalarında karakteristik biçimde kullanılmıştır. Sert ve uzun geçen kış ayları tandır evinin çok fonksiyonlu bir mekan olarak tasarlanmasında en önemli etkendir. Özellikle ataerkil kalabalık ailelerin bir arada yaşadığı doğu Anadolu evlerinde tandır evi

aynı zamanda tüm ailenin soğuk havalarda toplandığı bir yerde ısınma probleminin çözümlendiği bir mekandır. Erzurum Gümrük Han örneğinde olduğu gibi ticari yapılarda da bu örtüye rastlamak mümkündür. Büyük ağaçların bulunmadığı yerlerde küçük ağaçlardan ve dal parçalarından yapılan yerel kırlangıç örtüler Bayburt ve İspir’de mevcuttur. Bayburt’ta bu örtülere kırman denilmektedir. Kırlangıç örtüyü Erzurum’da görme ve inceleme fırsatım oldu. 2014 yılında Erzurum’da Bat Pazarı’nda sokak sağlıklaştırması ve uygulaması yaptım. Yerel tv kanalı Kardelen TV’de kırlangıç örtü ustasıyla beraber bir Erzurum evini tanıttım. Bat Pazarı paralelindeki taş mağazalar caddesinde bir üst örtü projesi çizdim. Erzurum Büyükşehir Belediyesi bünyesinde KUDEB (Eski Eser Koruma Uygulama Denetim Bürosu) kurulmasına öncülük ettim. Sonuç olarak kırlangıç örtüde şu hususların ön plana çıktığını gözlemledim. • Bir yapı inşa etme geleneği olarak geçmişten günümüze aktarılması • Soğuk hava şartlarından korunma ve doğru bir teknik olması • Sosyal mekan ve buluşma yerleri olarak geniş ve yüksek mekan talebine cevap vermesi • Güven ve mahremiyet hissi Restorasyon ve onarım dışında kırlangıç örtünün günümüzde kullanılmamasını ya da stilize edilerek çağdaş bir yoruma dahi sahip olmamasını üzüntüyle karşılıyorum. Son olarak Erzurum Atatürk Üniversitesi içinde bir Erzurum evinde uygulandı. Her şehirde belediyelerde mimari estetik kurullar var yöresel mimari ve malzemeyi ön plana çıkarmak ve yöresel cephe tipolojileri geliştirmek mümkün. Bu durum şehirlerimizdeki mimari farkındalık ve kültürel zenginliği beraberinde getirecektir. Kaynakça

•Akın, G. (t.y) “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Geleneksel Mimarlığı’nda İki Tarihsel Ev Tipi: Bindirme Kubbeli ve Tüteklikli Evler”. Tarih’ten Günümüze Anadolu’da Konut ve Yerleşme, İstanbul. 253. • Akın, G. (1991). “Tüteklikli Örtü Geleneği Anadolu Cami ve Tarikat Yapılarında Tüteklikli Örtü”. Vakıflar Dergisi, S.XXII, Ankara. 323-354. • Karpuz, H. (1993). Erzurum Evleri, Ankara. • Karpuz, H. (1984). Erzurum Evleri, Ankara. • Köşklü, Z.-Tali Ş. (2007). “Geleneksel Erzurum Evlerinde Tandırevi (mutfak) ve Mimarisi”. Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi, S.11, Erzurum, 97-113. • Özkan, H.-Yurttaş, H. (2012) Ortaçağdan Günümüze Gümüşhane, İstanbul.92. • Özkan, H. (2008). “Bayburt konursu Ulu camii ve Çeşmesi”. Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Dergisi, S.13, Erzurum. 57-67. • Yurttaş, H.-Özkan, H. Köşklü, Z.-vd. (2008). Yolların Suların ve Sanatın Buluştuğu Şehir Erzurum. 27


BiR OSMANLI GENERALİNİN ANLATIMIYLA

YÜZ YIL ÖNCE

KUTSAL BELDELER

Bir dönem İstanbul’daki Kütüphanesinde tıpla ilgili 926 kitap bulunan Osmanlı Devleti'nin yönetimindeki Mekke'deki hastanenin mevcut durumu sağlık konusunda gelinen içler acısı hali bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Hüseyin YÜRÜK

brahim Rıfat Paşa'nın 'Bir Generalin Hac Notları'* isimli kitabı; efsaneler yerine daha iyi bir gelecek kurmak üzere gerçekleri tercih edenler için bulunmaz bir kaynak. Osmanlı hac seyahatnamelerinin en kıymetlilerinden biri Mir'atü'l Harameyn'de Osmanlı'nın Hadimü'l Haremeyn olduğu zamanlar bir Osmanlı generalinin gözüyle anlatılıyor.

sayı//43// şubat 28

Hadiselerin şahidi paşa, anlattıklarını çektiği yüzlerce fotoğrafla da süslemiş. Köklü sürre ve hac geleneğimizi evvela sürre muhafızları kumandanı ardından da hac emiri vasfı ile anlatan İbrahim Rifat Paşa, günümüzde artık sadece isimleri kalan yüzlerce mekânı da fotoğraflayarak bir anlamda tarihe not düşmüş. Yazarın Kâbe’nin içine girmesi, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) türbesinin içinde bulunması ve gördüklerini anlatması ise kitabın kıymetini daha da arttırmış. Birinci Dünya Harbi öncesi, en netameli bölgelerden biri olan Hicaz Bölgesini ve o zamanki idarecilerin ve Müslümanların hallerini yansıtması açısından pek çok mühim bilgi ve fotoğrafları da ihtiva eden eser, bir asır evvelindeki Haremeyn’e yolculuk etmemizi mümkün kılıyor âdeta. 1901 yılında yani bundan yaklaşık 100 yıl önce yazılanlardan, İslam Dünyası'nın kalbi olan mübarek beldelerin fiziki ve sosyal hallerinden o günkü vaziyetimiz çok net bir şekilde anlaşılıyor. Kalbimiz bir büyük hüzünle bunları paylaşmamızı engellemeye çalışsa da içine düştüğümüz derin uçurumun geri planını bilmemiz bakımından kitaptan bazı tesbitleri paylaşmak gerekiyor. Generalin verdiği bilgiye göre o yıllarda Kabe'yi Hacc için ziyaret edenlerin sayısı 150 bin kişi. İşte her yıl yaklaşık 150 bin Müslüman hacının ziyaret ve ikamet ettiği mübarek beldelerin hallerinden görüntüler: Mekke Guraba ve Fukara Hastanesi Bu hastane Mescid-i Haram'ın doğu tarafındadır. Üzerindeki kitabede bildirildiğine göre Gazi Sultan IV. Mehmed zamanında yapılmıştır. Bu hastaneyi 16 Nisan 1901 tarihinde ziyarette bulundum. İki doktoru vardı. Hastane yaklaşık 50 yataklıydı. Hastanenin kısımlarını dolaştım. Bilhassa bulaşıcı hastalıklar kısmında büyük bir ihmal gördüm. Elbiseler ve yataklar son derece kirliydi, bundan mütevellit pis kokular yayılıyordu. Bu eşyalar ancak yakılarak temizlenebilirdi. Beni gezdiren doktor da bunu itiraf etti. Zaten şiddetli koku sebebiyle benim bu kısma uğramamamı istemişti. Kendinden geçmiş birçok hasta gördüm. Hastalıkları o kadar şiddetliydi ki heykeller gibi birer kemikten heykel halini almışlardı. Bu durumdaki bir hastanın iyileşme umudu bulunmaz. Bırakın hastaların iyileşmesini, sağlıklı kişiler bile bu pis kokuları teneffüs etse hastalığa tutulur. Mendilimi burnuma koyup bastırmasaydım buralardan geçemeyecektim. Bana söylendiğine göre


buraya giren hastaların çok azı şifa buluyormuş. Eğer vaziyet buysa oranın kapatılması açık durmasından daha hayırlı olacak. (Shf. 134) Bir dönem İstanbul’daki Kütüphanesinde tıpla ilgili 926 kitap bulunan Osmanlı Devleti'nin yönetimindeki Mekke'deki hastanenin mevcut durumu sağlık konusunda gelinen içler acısı hali bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Geçelim diğer görüntülere… Medine'nin Binaları Çoğu, yakınındaki taş ocaklarından getirilmiş taşlardan yapılmıştır. Evleri dar ve düzensizdir. Çoğunun önünde boş alan yoktur. Yüksek binalı, iki, üç veya daha çok katlıdır. Tek katlı çok az bina bulabilirsin. Zemin katların çoğu ticari mallarla doldurulmuştur. Odaları dardır. Şekilleri bizim bodrumlarımıza benzer. Medine'nin ara yolları dardır. Birinin genişliği 2 m'yi geçmez. Anayollar ise 4 m'yi geçmez. (Shf. 324) Medine'de 17 mescit, 18 kütüphane, ilk ilimlerin okutulduğu 17 medrese, bir yüksek mektep, 12 sıbyan (çocuk) mektebi bulunmaktadır. Her mektebin bir fakihi (İslam hukuku bilen alim) bir de arif (irfan sahibi saygı gören bir kişisi) vardır. Mekteplerdeki öğrenci sayısı 320'dir. Yüksek mektebin 55 öğrencisi vardır. (Shf. 329) Yazarın naklettiğine göre o günlerde Medine'nin nüfusu yaklaşık 70 bin.. Medine'nin hali hem şehircilik açısından hem de eğitim müesseseleri açısından pek yeterli gözükmüyor. Anlatılanlardan anlaşıldığına göre yerel halk gelişmeyi ve modernleşmeyi kendi şahsi çıkarlarına aykırı gördükleri için bizzat şiddet kullanarak engelliyorlar: Şu bilgiler bunu destekliyor: 1325 senesinde haccettim ve Sultan Yolu'ndan Medine'ye geldim. Yolda Arap şeyhlerinin şöyle dediklerini dinledim: 'Şerif bize bildirdi ki Hicaz'a demir yolunun uzatılması Almanların bu beldelere gelmesini sağlayacak. Bu onların rızıklarına zarar verecek. Çünkü onlar artık hacıları ve eşyalarını taşıyamayacak. Halbuki bu onların geçim kaynaklarından biridir. Hem bu insanlar arasında hürriyetin yayılmasını sağlayacak. Artık bir efendi mahkemelerde kölesiyle yan yana oturacak, eşit iki kişiymiş gibi birbirine hitap edecek. Bir cariye evinde efendisiyle aynı seviyede olacak. Araplar kesinlikle bu gibi işlere çok kızarlar. Çünkü onların dış işlerini köleler, ev işlerini cariyeler görüyor. Onlar eşit olduklarında onların emirlerini nasıl dinlerler.' Bu ve benzeri şeylerden şerifin nasıl bir ahlaka sahip olduğu anlaşılıyor. Bunlar direkleri yakıp, telleri kesmeleri için Arapları teşvik ettiğine

dair kanaatimi haklı çıkartıyor. (Shf. 290) Görüldüğü gibi bölgede yaşayan Arap halkı bir çok bakımdan 1400 yıl önceki cahiliye adetlerine dönmüşler bile. Hicaz Tren yolunu ve iletişimi kolaylaştıracak posta hatlarını istemiyor ve bunlara karşı sabotajlar düzenliyorlar. Posta hatlarımızın işleme düzeninden daha o günlerde Avrupalıların ağına nasıl düştüğümüz anlaşılıyor. General bu çapraşık iletişimden şöyle bahsediyor: Medine'den Mekke'ye gönderilen telgrafın evvela Şam'a, sonra İngiliz 'Stern' şirketi vasıtasıyla Süveyş'e, oradan Cidde'ye en son Mekke'ye ulaştığını biliyorduk. (Shf. 321) Generalin notlarından bölgede can ve mal güvenliğinin dahi olmadığını büyük bir teessürle öğreniyoruz. Peygamber Efendimizin bir müjde olarak söylediği 'Yemen'den Hadramevt'e kadar bir kadın emin bir şekilde yolculuk yapabilecek' sözünün gerçekleşmesinden 1300 yıl sonra Araplar maalesef tekrar başa dönmüşler. General bu hüzün verici vaziyeti de şöyle anlatıyor: Medine'den Kuba'ya giden yol tehlikelidir. Çünkü yolun iki tarafında sık hurma ağaçları var. Yol arkadaşı edinmek ve silah taşımak şart. Zira orada Arap eşkıyalar var. Kafilesinden ayrı düşecek kimseleri bekliyorlar. Malını gasp edecek, belki de öldürecekler. Başımıza şöyle bir hadise geldi. Mahmil Alayı kafilesindekilerden biri, kendisini uğurlayan arkadaşıyla birlikte bir müddet yürüdükten sonra Medine'ye bir saatlik mesafe kadar uzaklaşmış. Dönüşte hırsızlar onu avlamış. Ense köküne, büyük ve topuz başlı 'dübse' dedikleri bir değnekle vurmuşlar. Parasını alıp bırakmışlar. Ayıldığında rengi kaçmış bir halde bize döndü. Eski haline gelebilmek için on gün tedavi gördü. (Shf. 316) Son dönemin önemli şahitlerinden devlet ve fikir adamı Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) da ‘Maruzat’ isimli eserinde Toroslar Bölgesinde Sürrei Humayun’un başına gelenleri şöyle anlatıyor: Gavurdağı eşkıyası Surrei Humayunu dahi gasbettiklerinden dolayı Sadrazam Fuat Paşa Üsküdar’dan Şam üzerinden Sürre göndermekten vazgeçip deniz üzerinden Beyrut’a sonra Şam’a gönderme adetini ittihaz etmişti. (Cevdet Paşa,1980:129) Anadolu ve Rumeli topraklarında gücünü yitiren Osmanlı Devletinin kutsal beldelerde de sosyolojik ömrünü tamamladığı bu anlatılanlardan anlaşılıyor. Nitekim aynı döneme ait diğer şahitlikler de bu anlatılanları maalesef doğruluyor. 29


anmak sırrını söyleyeyazan közdeki öz, üzerine yerleştirilen isli cezvede bir bûse olmayı tercih etti. O bûseyle kalbine cemre düşen cezve, kabındaki 3 yudum suya ve suyundaki 7 düvel dolaşmış kahveye o sırrın 40. dereceden mecazını fısıldadı; 3’ler, 7’ler, 40’lar aşkına… …ve kahve kabardı!

BİR TATLI HUZUR KAHVESİ Ocaktaki küle değen nefesle, kül (k)özünü ayan etti. ‘Kül’ olmakla ‘küll’ olmak arasındaki köz ışıladı. İbrahim BAŞER

Sırtına düşen yağmur damlası, pamuklu gömlek tarafından emilirken, bir yandan da tenine serin bir bûse kondurunca surlarla göz göze geldi Yolcu... Surların ıslanmaya başlayan yüzü, yağmurla tanışan bedenine sadece serin ve gri bir İstanbul sonbaharının sıkıntısını söyleyebildi. Otobüsten yeni inmişti Suriçi’ne… Muavinin haşin ses tonu, “-Son durak!” deyişi ve şehrin biriken akşamüzeri yorgunluğu birbirine karışıyordu. Otobüste uyuklamış olmalıydı ki sarsak bir-iki adım attı. Pamuklu gömlekteki serin yağmur bûseleri ıslak öpüşlere dönünce, karşıda yolcu indiren taksiye hamle edip, akmayan trafikteki araçların arasına daldı. Telaşlı kalabalık içinde bu hareket sanki pek hoş karşılamadı ki sert bir omuz yedi evvelâ… …ardından, hoyrat bir vücudun ağırlığını sağ ayağında hissetti. Islak kırmızı elmalardan küçük bir piramit taşıyan vurdumduymaz bir işporta üç tekerlisi yolunu kesince durakladı. Yağmur damlaları ıslak öpüşlerden şehvetli sarılışlara hamle ettiğinde taksiye ulaşmayı başardı ve can havliyle içeriye dar attı kendini, “-Eyüp!” dedi kapıyı çekerken. Avını elinden kaçıran bir kaplan öfkesiyle indi yağmur arabanın tavanına. Dışarıdaki curcuna görülecek şeydi doğrusu. Sağdaki boş sokağa doğru yönelen araba homurtuyla uzaklaşırken, Suriçi kendi karmaşasıyla geride kaldı. Ocaktaki köze bir nefes değdi… …ateşe fer geldi.

sayı//43// şubat 30


Ayvansaray’a doğru akan trafikte, kulak gerisinden inen gıdıklayıcı-gıcıklayıcı su damlasını sildi Yolcu. Zaten loş olan hava, yağmurun da etkisiyle neredeyse karanlığa dönmüştü. Şoför, ön camın buğusunu elinin tersiyle alırken sigarasının uzayan külü pantolonuna düştü. Homurdanarak, bacağındaki küle fiskeyle tokatlama arası darbeler indirdi. Kapı gözünü kurcaladığı elinde peydahlanan tornavidayla radyonun kırık ses düğmesine sokarak çevirdi. Yağmur şakırtısı, motor homurtusu, akşam trafiği curcunası, yakın-uzak çalan klakson sesleri ve çöken akşam karanlığına cızırtılı bir ses eşlik etmeye başladı: “-Bir tatlı huzur almaya…” …galiba Münir Nurettin’di. Yolcu, Topkapı’dan beri ilk defa tanıdık bir duygu söyleyen sesi, dudaklarına değen belli belirsiz tebessümle karşıladı… …yavaşça arkasına yaslandı. Müziğin getirdiği ürperti, ıslak gömleğin tenine değmesiyle gelen ürpertiye dokundu. Bu dokunuşla dışardaki karmaşa, müziğin çağrısı karşısında bir adım geri attı sanki. Küçük sarı cezveye düşen iki kaşık kahveye iki fincan su eklendi. Kahve köze gömüldü…

Geriden bir taksi geçti: “-Bir tatlı huzur almaya geldik…” Hava iyice karardı. …şakır…şakır…şakır… Evsahibi; kahve kabarmaya başlayınca cezveyi kordan uzaklaştırdı, köpüğün kıvamını beklerken eli radyoya gitti… “-…huzur almaya geldik…” Münir Nurettin yayıldı dalga dalga… Cezveyi yeniden köze gömdü Evsahibi... Minarelerden yayılan ses, Eyüp servilerinden süzülen yağmurla buluştu kabristan üzerinde, …yağmurun asabiyeti hafifler gibi mi oldu ne!... Döver gibi, hınç alırcasına değil; sever gibi, okşarcasına inmeye başladı artık. Taksi, ahşap binanın önünde durdu. Evsahibi; cezveye sığmayan kabarmış kahveyi fincanlara paylaştırırken, dışarıda yaklaşan araba sesi kapının önünde durdu. Sulu zemindeki ayak seslerine kapı tokmağı eşlik etti. …tak…tak…tak…

Eyüp.

Yolcu, içeriden gelen kahve kokulu sesi duydu: “-Gel üstadım, kapılarımız açık!”

Bardaktan boşanırcasına da ne, sanki göğün dibi delinmiş! Meydan bomboş…

İçeriye giren Yolcu, mangalın kenarında bekleyen Evsahibi’yle göz göze geldi: “-Kahveler sade mi üstadım?”

Koca mabedin kurşun kubbesinden, hatta biraz daha yukarıdan, aleminden ve minarelerinden, günlerin biriken kiri pası, tozu toprağı yağan yağmurla dalga dalga iniyor. …şakır…şakır…şakır…

Evsahibi, kollarını açan Yolcu’ya sarıldı ve kulağına fısıldadı: “-Muhabbetin tadına ortak olmaz demez misin? Elbette kahveler sade!”

Mabedin saçak altları ve kovuklarında “…gık… gık…gık…” bir itiş kakıştır gidiyor. Tek tük arabalar geçiyor. …şakır…şakır… Adamın biri (deli mi ne!), meydanı çaprazlamasına koşup (yok deli değil müezzin galiba!) minare tarafındaki kapıda kayboldu.

“…şıkır…şıkır…” yağan yağmur, müezzinin sesi süresince daha da sakinleşti ve nihayet birlikte sustular. Radyodaki “…bir tatlı huzur…” nağmeleri, içilecek sade kahveleri tatlandırmak üzere, halden hâle geçmenin hazzı oldular. Meydan sohbete kaldı. 31


MÜLK-İ İRFÂN: ANADOLU’DA İRFÂNIN İNŞÂSI

İslamlaşmayla birlikte içine girilen medeniyetin bir parçası olarak nasibine “yol” ve “mücadele” düşmüş olan bir milletin Asya’nın steplerinden alıp geldiği, Şiraz’ın inceliği ve Bağdat’ın ilmi kemaliyle buluşarak geldiği tecrübenin eseridir Anadolu irfânı. Prof.Dr.BİLAL KEMİKLİ*

*T.C.Uludağ Üniversitesi

sayı//43// şubat 32

eyh Galib, Hüsn ü Aşk’ta Mevlânâ’yı medih sadedinde tavsif ederken “mülk-i irfân” tabirini kullanır. Şaire göre Mevlânâ, “Sultân-ı serîr-i mülk-i irfân”; irfân ülkesinin tahtında sultânıdır. Kendisi de bir Mevlevî olan şâirin en önemli ilham ve referans kaynağı olan Mevlânâ’yı “irfân ülkesinin sultanı” olarak görmesi yadırganacak bir tutum değildir. Gâlib’in burada “irfân ülkesi” tabiriyle ihsas ettiği mâna, şiirin muhayyel ve mutasavver varlık alanı içinde gelenekte kullanıla gelen “söz mülkü” ifadesiyle benzerlik arzeder. Nitekim şair, Hüsn ü Aşk’ın referansları içinde Mevlânâ’nın Mesnevî’si mühim bir yer işgal ettiğini “esrârını Mesnevîden aldım” diyerek açıkça beyan eder. Mevlânâ, söz mülkünün olduğu gibi, gönül mülkünün de sultanıdır. O, kelâma tebdil eden sözleriyle insan toprağına tohum atmış, nice Hüsn ü Aşk’a ilham olmuştur. Şeyh Gâlib’in Mevlâna’yı tavsif sadedinde dile getirdiği “mülk-i irfân” tabirini, bendeniz Anadolu için de kullanıyorum. Anadolu, sadece coğrafi bilgi açısından yani Büyük Asya (Asia Major)’nın bir parçası, Küçük Asya olarak tanımlanmamalı. Tarihi süreç içinde Frigya, Lidya, Karya, Misya, Likya, Bitinya ve Kapadokya gibi isimlerle anılmış olan Anadolu, farklı medeniyetlere kucak açmış derin tarihi tecrübeye sahip, bereketli bir kültür coğrafyasının adıdır. Bu bereketli coğrafya, Alparslan Gâzi (Adudüddevle Ebû Şücâ Muhammed Alp Arslan bin Dâvud)’nin dokunuşuyla yenilenerek İslâm’ın tevhit potası içinde “taze can”a kavuşacaktır. “Taze can”, Asya’nın steplerinde İslam’la müşerref olup Avrupa ve Afrika’ya doğru uzun bir seyahate çıkan Türkmen boylarının yeni yurtlarına taşıdıkları candır. Türkmen’in büyük bilgesi Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’dan aldığı mânayı bu coğrafyaya taşıyan Alparslan, Anadolu kapılarının açıldığı dönemde genç bir âlim olan Yûsuf-ı Hemedânî’nin ve daha sonra onun öğrencisi olan Hoca Ahmet Yesevî’nin izinde yetişip gelecek olanlara bu toprağı hazırlamıştır. Kuşkusuz bu coğrafyayı Alparslan’a hazırlayan Hasan Harakânî gibi öncü dervişleri de hatırda tutmak lazım. Şu halde, askeri fetihten önce ârif ve bilge zevâtın gelip yerleştiği ve fetihle birlikte de Horasan erenleri, abdâl ve dervişler ile tezyin ettiği Anadolu toprağı, bağrında yetişen Mevlânâ gibi, daha fethin başlangıcından itibaren “mülk-i irfân” olmuştur.


Anadolu’nun yenilenme diğer bir ifadeyle Dâru’l-İslâm olma tarihi, büyük oranda göçler tarihidir. Fergana Vâdisinden, Türkistan’dan, Horasan’dan kopup gelen boyların yanında Bağdat’tan, Halep’ten, Kudüs’ten ve belki Kûfe’den gelenler de vardı. Bu gelişler, Selçuklu’nun iskân ve îmâr politikalarıyla Anadolu’yu adeta bir ana kucağına tebdil etti. Böylece Anadolu yahut Rumeli, milletimiz için aslî vatan ve ata yurdu oldu. Küçük Asya’da inşa edilen ata yurdu, I. Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın başlattığı fetihlerle Avrupa’ya doğru genişlemeye başladığında “Rumeli” tabiri Avrupa’daki bu yeni muhitleri ifade etmek için kullanılmıştır. Nitekim Osmanlı, devlet teşkilatlanmasını Rumeli Beyler Beyliği ve Anadolu Beyler Beyliği olarak iki guruba ayırarak resmî bir tanım getirmiştir. Bütün bu tarihsel süreçler içerisinde, fetihler, yenilgiler, kavgalar, gürültüler; Moğollar, Haçlılar ve diğerlerine rağmen Anadolu toprağının her zaman “yeniden varolma” çabası içinde olması takdire şayandır. Demem o ki, Anadolu, bir kısım mihrakların tarih boyunca yıkmaya ve yok etmeye çalıştığı “büyük bir ruh”tur. Bu “büyük ruh”, adeta kaknüs gibi, daima kendi toprağından yeniden neş’et ederek varlık mücadelesine kaldığı yerden devam etmektedir. İşte Anadolu irfânı bu ruhta mündemiçtir. Anadolu irfânı, toprağı vatan kılan ruh... Göçlerle kopup gelen boyları, soyları cem ederek milleti inşâ eden ruh. Milleti nizâm-ı âlem idealinde müstakim kılan, Anadolu toprağına tevhid tohumunu atarak vahdet (birlik ve dirlik) idealini mayalayan ruh. Şu halde bu ruhu bu toprağa taşıyan iki rüzgâr var; Alparslan’ın açtığı fetih rüzgârı ve göç kervanları… Dolayısıyla Anadolu irfânı, Hâcı Bayrâm-ı Velî’nin ifadesiyle “tâş u toprak arasında” inşa olan bir irfândır. Bir mimari yapının inşası gibi değildir toplumsal yapının inşası; daima yolda olma, daima yenilenme bilinciyle inkıtaya uğramadan devam eden bir inşa sürecinden söze etmekteyiz. İslamlaşmayla birlikte içine girilen medeniyetin bir parçası olarak nasibine “yol” ve “mücadele” düşmüş olan bir milletin Asya’nın steplerinden alıp geldiği, Şiraz’ın inceliği ve Bağdat’ın ilmi kemaliyle buluşarak geldiği tecrübenin eseridir Anadolu irfânı. Bu bakımdan, bu irfânı inşa eden geleneğin “düşünce üçgeni” Fıkıh-Kelam ve Tasavvuf üçlüsüyle bir mecrâya sahip olmuştur. Fıkıh, insan insan ilişkisini, insan tabiat ilişkisini, mükellefiyetleri, aile düzenini,

ticareti ve sosyal hayatı tanzim eden kanunlar bütünüdür. Bu idrakin mümessili, Anadolu irfânı için Bağdat’ta sırlanan İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe’dir. Hanefîlik, Anadolu irfânının hayatı anlamlandırmasında önemli fonksiyona sahiptir. Bu idrakin, atasözlerine varıncaya değin gündelik ilişkilere tesiri aşikârdır.

Anadolu’yu mayalayan bilgeler, “dört kapı kırk makam”dan geçerek ilimle irfânı buluşturup sözü kelâma tebdîl eden hâl adamlarıdır.

Düşünce üçgeninin ikinci ayağını teşkil eden Kelâmı, Semerkantlı bir âlim temsil eder; Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd el-Mâtürîdî… Her ne kadar kimi heretik ve bâtınî inançlara sahip olanların da bu irfânın inşasında harcı olduğu düşünülse de ana omurgayı Semerkantlı el-Mâturîdî’nin tanzim ettiği inanç ve değerler sistemi oluşturur. Bu inanç ve değerler sisteminin mahiyetini tartışacak değiliz; ancak düşünce üçgeninin bir ucunu tasavvufla Mâturîdîlik oluşturur. Anadolu irfânının Allah’ın zatı, sıfatları, peygamberlik, mebde’ (varoluş) ve mead (son buluş) gibi teolojik temellerini Mâturîdî Mektebi oluşturmuştur. İrfan, sadece tecrübe ve tefekkürle tahsis edilen bir bilgi alanı olmaktan ziyade düşünce üçgeninin hâsılası olarak fıkıhkelam ve tasavvuf üçlüsünün imtizacıyla oluşan bir “tefekkür” ve “tedebbür” âlemine telmih eder. Bu âlemin en mühim ucunu ise tasavvuf oluşturur. Tasavvuf, Anadolu irfânı açısından bakılınca, başlangıçta söylediği hikmetlerle Türkçeyi hakîkat dili haline getiren Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’yi hatırlamamız icabeder. Elbette yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, Ebû Saîd Ebu’l-Hayr gibi Farsça yazan ve Selçuk Beyin evlatlarına ufuk çizen bilgeleri de hatırda tutarak Pîr-i Türkistan’a işaret ediyorum. Zira bu kol, 33


Yunus Emre ile Anadolu Türkçesini beslediği gibi, Alperen, Horasan Erenleri, Abdâlân-ı Rum gibi isimlerle bu toprağı mayalayan muhkem bir yoldur. Bilahare Sultânu’l-Ulemâ Bahâüddîn Veled ile Necmeddîn Kübrâ’nın de bu topraklara tohum atması, atılan bu tohumla Mevlânâ gibi bir büyük ruhun yetişmesi, Tasavvufi düşünce kanalını beslemiştir. İlme ve irfâna değer veren Selçuklu hükümdarları ve Türkmen beyleri Anadolu’yu ilim ehli için bir güvenli merkez haline getirmişlerdir. Bu itibarla coğrafyamız, bilhassa Moğol istilasından kaçınan pek çok âlim için bir sığınak olmanın yanında, çeşitli Saiklerle Medine, Şam, Bağdat, Kudüs gibi ilim muhitlerinden kalkıp gelen irfân sahipleri için de yurt olmuştur. Keza Endülüs’ün ışığını Anadolu toprağına taşıyan İbnü’l-Arabî’nin ve talebesi Sadreddîn-i Konevî’nin deruhte ettiği hizmet pek mühimdir. Dolayısıyla düşünce üçgenimizin sol alt köşesini oluşturan Tasavvuf, Türk dili açısından Pîr-i Türkistan ve Yunus Emre çizgisiyle dilimizi bir mâna ile buluştururken, Asya, Afrika ve Avrupa’dan gelen âriflerle de tasavvufi düşünce harmanlanmıştır. Anadolu irfânı, zahirle bâtını bir bilen, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğinin farkında olan bir irfândır. Bu büyük oranda Yesevî’nin Fakr-nâme’sindeki Şeriat-Tarikat-Marifet ve Hakikat kavramlarıyla tavzih edilen dört aşamalı bir tekâmül seyrine işaret eden bir irfândır. Daha sonra Yunus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’sinde Hâcı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât’ında ayrıntılı bir şekilde işlene işlene günümüze değin gelen “dört kapı kırk makam” düstûru, ahlâkî kemâlin yolunu ve yordamını gösteren bir paradigma olmuştur. sayı//43// şubat 34

Bu paradigma, sadece tekke, zaviye ve dergâhın dört duvarı arasında sıkışıp kalmamış, Âhilik ve Fütüvvet teşkilatı gibi ticari hayatı ve gençliği de alakadar eden kurumlar vasıtasıyla çarşıya, sokağa ve hânelere kadar ulaşmıştır. Bu atmosfer içerisinde, Mevlid, Danişmend-nâme, Cehk-nâme, Muhammediyye, Envâru’l-âşıkîn, Müzekki’n-nufûs, Siyer-i Nebî ve Mızraklı İlmihal gibi eserler telif edilmiştir. Medreselerde, camilerde, konaklarda, köy odalarında ve kıraathanelerde belirli bir usul dairesi içerisinde okunan bu türden kitaplar, teşekkül eden irfânı geniş halk kitlelerine ulaştırmıştır. O bakımdan okuma ve yazma bilmeyen çiftçi, işçi, esnaf, sanatkâr ve ev kadını gibi kişiler de bu okuma meclislerinden, sohbetlerden ve dinlenen mûsikîden feyz alarak irfân dairesi içerisinde kendilerine bir yer bulmuşlardır. Anadolu’yu mayalayan bilgeler, “dört kapı kırk makam”dan geçerek ilimle irfânı buluşturup sözü kelâma tebdîl eden hâl adamlarıdır. Tevhîdi sadece isim ve sıfat bağlamında anlamak yerine, zâtî tevhidi idrak edecek bir fikir çilesi çekmişler, taklidi tahkîke ulaştırmışlardır. Dolayısıyla onların sözleri, sohbet meclisinde söylenen, satırlara yazılan, şiir olarak aktarılan, mûsikî bâbında ilahi, şarkı veya türküyle mânayı muhatabının sadrına nakşolmuştur. Böylece mütevekkil, merhametli, marifetin, hakkın ve hakîkatin peşinde olan insanlar yetişmiştir. Bu insanlar, ister mektep görsün ister görmesin, ama daima basîretli, ferâsetli, cesâretli ve hamiyetperver olabilmiş, hayatı bu “olma” hâliyle anlamlı hâle getirmişlerdir. Dolayısıyla Anadolu irfânı, sadece camide, medresede, tekkede değil, kervansarayda, çarşıda, konakta, kahvehanede


ve hatta meyhanede, kırda, bayırda, çeşme başında, tenhada ve meydanda kendini gösteren bir idrak halini tesmiye eder. O öyle bir haddedir ki, insan toprağını arındırarak onu bir mücevhere dönüştürmüştür. Anadolu irfânının tezahürlerini, atasözleri başta olmak üzere, deyimler, maniler, destanlar, halk hikâyeleri, dualar ve hatta yerinmelerde görebilirsiniz. Varlığa tevhîd nazarıyla bakmayı salık veren bu irfân, “mülkün Allah’a ait olduğu” ve “hakîkî fâilin Allah” olduğu bilinciyle hangi dili konuşursa konuşsun ve hangi dine mensup olursa olsun düşeni kaldırmaya, düşküne destek vermeye ve dertliye derman olmayı tembih eder. “Yetmiş iki milleti bir görme” ideali bu tembihin işaretidir. Yine yerinde konuşma ve yerinde susmayı telkin eden hikmetler de bu idrakin eseridir. Sabırlı, metin olmayı ve işi bazen zamâna bırakmayı, icabında “Eyvallah” demeyi, “Bu da geçer yâ Hû”, “Hoş gör yâ Hû”, “İllâ Hû”, “illâ edeb” ve “Hiç” gibi ifadelerle odaları tezyin eden hattat, bu irfânı tescil eder. Bu topraklarda teşekkül eden irfân, devlet millet buluşmasını İslâm ile perçinleştiren bir irfândır. İslâm barış dinidir. Müslüman toplumda barış, sadece ferdin, ailenin veya çarşının değil bütünüyle kamu düzenini tesis eden kurumların zihni arka planını tahkim eden fıkhın alanı çizdiği bir haldir. Bu hal irfânı beslemiş, dirlik ve düzeni korumaya matuf halk muhayyilesini temin etmiştir. Nitekim bu irfân, “Şeriatın kestiği parmak acımaz.” ilkesiyle hukuka saygılı, “Komşu komşunun külüne muhtaç.” düstûruyla da mahallede huzuru tesis etme çabasında ve “Devlete hıyanet olmaz, düşmandan nimet olmaz.” inancıyla

kamu düzenini koruma gayretinde olan şahsiyetler yetiştirmiştir. Dolayısıyla bu toprağın insanı, “Fitne katilden eşettir.” fehvasınca daima devletin ve milletin yanında olmuş, “iç harplerden kazanan olmaz” düsturuyla da anarşi ve kaosa pirim vermemiş, zâlime direnmeyi ve hayatı pahasına da olsa mazlûmun yanında olma idrakini böylece tahsil etmiştir. Netice itibariyle mâna ve mahiyetine ilişkin kısa bir değerlendirme yaptığımız Anadolu irfânı, günümüzde göç, şehirden kente, oradan da metropole evrilen genişleme –belki hantallaşma tabiri burada daha yerinde bir tabirdir- ve küreselleşme gibi baş döndürücü sosyo-ekonomik ve enformatik gelişmelerin gölgesinde kalmış olabilir. Dahası bu irfânın baskın kültürlerin etkisiyle taşrada temekkün ettiği veya uzlete çekildiği de söylenebilir. Lakin tarih labirentinde kaybolduğunu veya yok olduğunu kimse iddia edemez. Bu itibarla fert ve cemiyetin zor zamanlarında ortaya çıkma özelliğine sahip olan bu irfân, son dönemlerde daha çok ihtiyacımız olan birlikte yaşama, birlik dili inşa etme, dâhili ve harici kuşatmaları aşarak varolma mücadelesinde yolumuzu aydınlatacak iksire sahiptir. Zira Anadolu irfânı, Anadolu âriflerinin keşfettiği, tecrübe edip aktardığı irfândır.

Bir mimari yapının inşası gibi değildir toplumsal yapının inşası; daima yolda olma, daima yenilenme bilinciyle inkıtaya uğramadan devam eden bir inşa sürecinden söze etmekteyiz

Bunun için akademik çalışmaların, değerler eğitiminin, sanat ve estetik çalışmalarının sahip olduğumuz irfânî geleneği tetkik ederek ondan yararlanmasına azami gayret sarfetmeli, şehirlerde bu irfânı yeni nesillere aktaracak hukûkî çerçevesi sağlam muhitler inşa edilmelidir. 35


SAMSUN

PANORAMA 1919

TARİH MÜZESİ VE MÜZECİLİKTE

DİJİTAL DÖNÜŞÜM

Post Modern Müzecilik anlayışı giderek klasik koleksiyon sergilemelerinde devrim yaratan yeni anlayışların gelişmesine ve kullanılmasına yol açmaktadır. Salih DOĞAN*

eçmişin aydınlanmasına ev sahipliği yapan müzeler, 20 inci yüzyılın ilk yarısına kadar, eski eserlerin toplanmasına, muhafaza edilmesine ve sergilenmesine hizmet ederken, bu dönemden sonra yeni bir yaklaşımla ele alınmaya başlanmıştır. Topluma uzaktan bakan klasik müzeciliğin durağan mekan anlayışından, kültür ünitesi olarak kurgulanan yaşayan çağdaş müzecilik anlayışına doğru geçiş, müzeciliğin çehresini değiştirmiştir. Kültürel çeşitliliğin ve toplumsal belleğin izleyicisine daha iyi aktarabilmesine olanak sağlayan yeni sunum ve anlatım yöntemlerinin kullanılmasıyla müzelere olan ilgi de artmaya başlamıştır. Post Modern Müzecilik anlayışı giderek klasik koleksiyon sergilemelerinde devrim yaratan yeni anlayışların gelişmesine ve kullanılmasına yol açmaktadır. Müzeler milletlerin kültürel miras öğelerini depolayıp sergiledikleri gibi aynı zamanda “kimlik oluşumu” bakımından eğitici bir yönü de olmasından dolayı çağın getirdiği teknolojik iletişim biçimlerine ve araçlarına kendisini adapte etmek zorundadır. Bilgi teknolojileri ve dijital hıza ayak uydurarak sahip oldukları kültürel miras envanterini geniş kitlelere ulaştırmak, günümüz teknolojileriyle sergileme ve sunum tekniklerini kullanmak durumundadır. Bu durumda dijitalleşme getirdiği birçok avantajı ile birlikte ziyaretçiyi müzede sergilenen obje ile duygusal iletişimi de ortadan kaldıran bir tehlikemi? Bunun tartışılmasında yarar olduğunu sanıyorum. Başlangıçta müzeleri, değer verdiğimiz şeyleri saklamanın bir yöntemi olarak kurmaya başladık; bir tür depo gibi. Sonraları giderek eğitim platformlarına dönüştürdük Şimdiyse bu yapıları kendimizi sürdürmek, bugünle bağ kurmak için kullanıyoruz; önemli olan ziyaretçi deneyimi, ardındaki düşünce değil. Teknoloji de ziyaretçilerin aradığı o paylaşımlı deneyimin sağlanmasına yardımcı olan bir araç olma özelliğine sahip olmasıdır. Müzeler, yönetim yapılarına deneyim direktörü, dijital direktörü gibi yeni görevler de tanımlayarak yaşanan değişime her yönüyle yanıt vermektedirler. PANORAMA SAMSUN 1919 DİJİTAL GÖSTERİM MERKEZİ

*İBB Panorama 1453 Tarih Müzesi müdürü

sayı//43// şubat 36

19 Mayıs 2016’da açılışı yapılan Panorama Samsun 1919 Dijital Gösterim Merkezinde,


ziyaretçi, seyirci konumunda kalmıyor, kurgulanan özel film tekniği, ses efektleri ve görüntüleme yöntemiyle kendisini Milli Mücadelenin tam ortasında hissetmektedir. Panorama 1919 Müzesi;Dijital ve Diagromik olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır Türkiye’nin en büyük yağlı boya tablosu ve 44 projeksiyondan yararlanılarak yapılan Dijital Gösteri Merkezi’nde 1071 Malazgirt Zaferi'nden Türkiye Cumhuriyeti’ne giden süreçte kazanılan tarihi zaferler görsellerle anlatılmaktadır. Müzenin diagromik bölümde 300 m2 alanı kaplayan ve Azeri sanatçı tarafından 3 ayda yapılan Türkiye’nin en büyük yağlı boya tablosu bulunmaktadır. Bu tabloda Mustafa Kemal Atatürk’ün Dikmen sırtlarında Seymenler tarafından karşılanışı simgelenmekte olup tablonun önünde ve kenarlarında konuyu tamamlayan argümanlar bulunmaktadır. Müzenin diğer bölümünde ise 44 projeksiyondan yararlanılarak yapılan Dijital Gösteri Merkezi yer almaktadır. Burada Malazgirt Zaferi, Osmanlı’nın kuruluşu, İstanbul’un Fethi, Çanakkale Zaferi ve Kurtuluş Mücadelesi anlatılmaktadır. ESKİ SAMSUN YAŞAR DOĞU SPOR SALONU’NUN “PANORAMA SAMSUN “PROJESİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ ÇERÇEVESİNDE “KIZILCA GÜN DİAROMASI ” HİKAYE

Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının İstanbul’dan demir alıp 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varışları, 20. yüzyılın en önemli politik yolculuğudur. Samsun Milli Mücadele ateşinin yakıldığı yer olarak tarihe geçecek, örgütlenme Amasya, Sivas ve Erzurum’da sürdürülecek, Ankara ise karargâh olacaktır. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları soğuk kış şartlarında çetin bir yolculuktan sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya vardıklarında, günlerdir yaşadıkları sıkıntıları unutturacak, muazzam bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. Güzel sesli hafızların okuduğu selâlar gökkubbede yankılanırken tek yürek olmuş, vatana sevdalı kırk bin kişi toplanmış beklemektedir; Mevleviler, Bektaşiler, Bacı Erenler, Nakşibendi, Sadi, Rufai, Kadiri dergâhlarından dervişler, Hacı Bayram Veli müritleri, esnaf Ahileri ve civar köylerden Kızılbaşlar. Diorama, adına Kızılca Gün denilen O An’ı resmeder. Tarih boyu hiç devletsiz kalmamış bir milletin yeniden doğuşunu anlatan Kızılca Gün / 27

Aralık 1919 Diorama, ressam Senan Eynullayev tarafından yapılmıştır. Dioramayı oluşturan maket ve silikon heykeller de sanatçının eseridir. Diaroma’da Kullanılan Yapım Tekniği Üzerindeki her bir öğe özenle tasarlanan çok figürlü bir kompozisyon olan dioramanın çok uzun yıllar kalıcı olması hedeflendiği için üretiminde kullanılan bütün malzemeler özel yapımdır. RESİM

Dioramaya özel olarak hazırlanan tuval, 30.00 x 9.00 metre ölçülerindedir ve yerinde imal edilmiştir. Çelik konstrüksiyon cephe üzerine, paslanmaz vidalar vasıtasıyla aynı ölçülerde su kontratı vidalanarak sağlamlaştırılmıştır. Çelik ve akrilik macun ile astarlama yapılarak zımparalanmış ve oluşan alana resim tuvali gerilmiş, iki defa özel macunla yeniden boyanarak kullanıma hazır hale getirilmiştir. Dünyanın en iyi resim yağlı boya sıfatıyla tanınan ve doğal görünümünün yanı sıra dayanıklılığıyla da kabul gören Rus yapımı, dünya markası olan Master Class yağlı boya kullanılmıştır. MAKET

Resmin sağ tarafında, 9.00 x 7.00 metre ölçülerindeki maket, sırasıyla ahşap kapı, eski tip camlı pencere, balkon ve çatı modelleri, doğal ev görünümü verecek şekilde yerleştirmiştir. Orijinalinin kopyası olan ahşap, doğal bir ev ortaya çıkartılmıştır. Ev modelinin alt kısmına doğal taş görünümü veren kontratlar eklenerek vidalama yapılmıştır. Kullanılan ahşaplar tamamen el işi olup boya kullanılarak

37


eski ve doğal görünüme kavuşturulmuş ve döneminin özelliklerini yansıtması sağlanmıştır. Resmin sol tarafında dioramaya bütünlük kazandıran kaya modeli tasarlanmıştır. Birinci sınıf straforun yontularak şekil verilmesiyle oluşturulmuştur. Maksimum dayanıklılık ve uzun ömür için iki defa sıvı çimento ile boyanmıştır. Hedeflenen doğal taş görünümü, özel boyalar kullanılarak elde edilmiştir. Görsel gerçeklik doğal ve suni yosunlarla desteklenmiştir. ZEMİN

Eseri taşıyan 30.00 x 7.00 metre ölçülerdeki platform da aynı özenle hazırlanmıştır. Öncelikle, önce 1.50 metre yüksekliğinde çelik iskelet platform oluşturulmuştur. İskelet platformun üstü ise suya dayanıklı, polyester karışımlı, 3.00 cm kalınlığında, paslanmaz çelik vidalarla sağlamlaştırılan ahşap eko-panellerle kaplanmıştır. Platformun üzeri gerçek toprakla kaplanarak gerçeklik sağlanmıştır. Diorama resim ile zeminin bütünlüğü, toprağın üstüne konulan doğal taşlar ve kum ile sağlanmıştır. Yer yer kullanılan yapay çimlerle geçişler yumuşatılmış ve inandırıcılık artırılmıştır. Zeminin resimle bütünleşen bölümünde özel boyalarla derinlik efektleri oluşturulmuş ve üç boyuttan iki boyuta geçiş yumuşatılmıştır. DEKOR

Dönemin köy kültürünü aslına uygun olarak canlandırmak için 100 ila 120 yıl öncesine ait eşyalar dekorasyonda kullanılmıştır. İki at arabası, iki el arabası, çeşitli tarım aletleri ve 3 tane seramik küp bulunmaktadır. Köy meydanında kullanımı yaygın olan saman serilmiştir. Estetik kaliteyi artırmak ve sayı//43// şubat 38

inandırıcılığı pekiştirmek için gerçek ağaç ve dallar kullanılmıştır. SİLİKON HEYKELLER

Sekiz Seymen, iki köylü erkek ve iki köylü kadının canlandırıldığı on iki silikon heykel sergilenmektedir. Heykeller, türünün en iyisi olan ve Hollywood'da da kullanılan Amerikan yapımı Smooth-On marka silikon boya, kalıp silikonu, döküm silikonu, plastilin, aljinat ve doğal saç malzemeleri ile üretilmiştir. Heykellerin giysilerinin de aslının aynısı olmasına özen gösterilmiştir. Seymen kıyafetleri o dönemde kullanılan orijinal kumaşlarla dikilmiştir. Köylü kadın ve erkeklerin üzerindeki kostüm ve aksesuarlar da yapılan uzun araştırmalar ve o dönemden kalan görseller, arşivler vasıtasıyla orijinalinden esinlenerek hazırlanmıştır. Giysiler, silahlar, taşıtlar, dekorlar gibi resimde, maketlerde ve heykellerde kullanılan her şey aslının birebir aynısıdır. Kızılca Gün dioraması, tarihte hak ettiği değere layık kalitede ve özenle canlandırılmıştır. PANORAMA SAMSUN 1919 DİJİTAL GÖSTERİM MERKEZİ

Panorama Samsun 1919 Dijital Gösterim Merkezi, ulusumuzun kaderini değiştiren mücadeleyi özel tasarlanan dijital gösterim merkeziyle ziyaretçilere sunan, özgün projelerden biridir. Ziyaretçi, bu müzede seyirci konumunda kalmıyor, kurgulanan özel film tekniği, ses efektleri ve görüntüleme yöntemiyle kendisini Milli Mücadele’nin tam ortasında hissediyor. DİJİTAL GÖSTERİM SİSTEMİ Panorama Samsun 1919 Dijital Gösterim


Merkezi’nde birden fazla parçadan oluşan; düz, içbükey, dışbükey yada açılı yüzeylerden oluşabilen görüntü alanı üzerinde yüksek çözünürlükte bütünleşik video (sesli) ve resim gösterimi yapılmasına olanak veren 25 ekran kullanılmıştır. 25 projeksiyon cihazı donanım ve/veya yazılım bileşenlerinden oluşan, birden çok oynatım cihazını tek bir merkezi kontrol cihazı ile yönetebilen sistemle yönetidi. Projeksiyonlar büyük oranda zeminden ~7m yükseklikte yer alan profillere, askı aparatlarıyla monte edildi.

Gün be gün gelişen dijital teknolojinin getirdiği yenilikler müzelerin bir şekilde bu trend ile eş zamanlı yenilenme yaklaşımı içersinde olması çağın gereğidir. Dijitalleşmenin de müzelerin hedef kitleleri üzerinde pozitif bir etkisi olduğu yapılan bazı alan araştırmalarıyla tesbit edilmiş durumdadır.

ekranlara taşınmıştır.Bu aynı zamanda panoramalarda çok rahat farklı temalar için içeriklerinde değişebileceği yaklaşımını getiriyor bunun yanında her 5 ile 8 yıl arasında yenilenen bu dijital teknolojiye yapılan yatırımlar müzecilikte gerek kaynak sorunu gerekse sürdürülebilirlik konularını daha da güncel kılacaktır diye düşünüyorum.. bu nedenle geçmişin “panorama bilgisini” ve günümüzün modern yaklaşımlarını bir arada sunan güzel yeni panoramalar yapmak konusunda Türkiyemiz çok buyuk bir bilgi ve birikime sahip gerek insan kaynağı gerekse teknoloji kullanımı noktasında bunun örneklerini İstanbul Panorama 1453’den başlayarak Çanakkale 1915,Samsun 1919,Bursa Panorama 1326, Gaziantep Savunması ,Maraş,Malazgirt,Afyon birçok panorama yapıyoruz,yapacağız.Ülkelerin tarihsel olaylarını anlatımında ve tanıtımında çok önemli,etkili bir sanatsal sergileme ,sunum biçimi olan ‘Panorama müzeleri ‘yapımında şuan bir çok ülkenin açık ara önündeyiz. Bugun sanatçılarımız dünyanın bir çok yerinden panorama yapım teklifleri almaktadır. Tarihimizin anlatımı tanıtımı ve Kültürel mirasımızın gelecek kuşaklara aktarılmasında taşıyıcı bir aks olarak Panoramalar önemli bir misyon üstelenmeye uzun yıllar devam edeceklerdir ..

Yelken bezlerine yapılan resimlerle başlayan Panoramalar serüveni günümüz dijital teknolojisi ile artık projeksiyonlar vasıtasıyla

Not: Bu makale 2017 İPC 26.Panorama Konferansında New York’da Tebliğ olarak sunulmuştur.

ÖZEL HAZIRLANAN FİLM

Film yapımında kullanılan görsel malzeme, öncelikle özel koleksiyonlardan ve devlet arşivlerindeki fotoğraflardan oluşturuldu aynı zamanda animasyon kurgularla zenginleştirildi. Dev ekranlarda net görüntü alınabilmesi için Progem Proje’nin animasyon ekibi hassas çözünürlük kurgularıyla özel görüntülere imza attı. Tek bir senaryo, paralel kurgu ile 25 ekrana yansıtılabilen filme dönüştürüldü. Görüntü, 25 ayrı ekranda ayrı projeksiyonla yansıtılarak ziyaretçileri içine çeken 360 derecelik bir film deneyimi yaşatıldı.

39


ayinim Almanya’ya çıkmıştı. İlk defa çıktığım bu gurbette, en sıkıldığım ve zahmet çektiğim şey, abdest namaz konusuydu. O zaman bir daha farkettim, Müslüman bir memlekette yaşamanın kolaylığını ve rahatını… Ve en içli dualar yükseldi yüreğimden: “Rabbim, bizi vatansız etme” diye…

SUYA ZAM YAPMAYIN!

O günden sonra, su-i zandan sakınmanın ne kadar gerekli, ama bir o kadar da zor olduğuna inandım. Vehbi VAKKASOĞLU*

Beş vakti kılabilmek için, uygun yer ve zamanı denk getirebilmek epey zor oluyordu. Bu zorluktan şikayet edince, dost yürekli bir kardeşim dedi ki: “Hocam, çok sıkışık anlarınızda bana gelin…Dükkanımın arka bölümünde, hem lavabo, hem de seccade var. Her zaman hazır. Kendisi de namazlı olan bu kardeşim sayesinde, epeyce rahatladım. Gide gele dost olduk, muhabbetler ettik. Derken, ailecek okuyucum oldular. Ev ziyaretlerimiz oldu. Artık benim ikinci adresim gibiydiler. Yine bir gün oraya doğru gidiyordum. Ama birden acayip bir manzarayla karşılaştım. Bana ibadetim için dükkanını açmış bu muhteşem yürekli kardeşimin eşi, mekana çok yakın bir parkta bir erkekle beraberdi. Gözlerime inanamadım.. Çünkü, iki namahrem gibi değil, aksine çok samimi bir vaziyette idiler. Geriye dönüp bir daha göz attım. Gördüğüm doğruydu. Hemen namaz kılacağım dükkana geldim. Yine muhabbetle karşılandım. Namazımı kıldım. Ama biraz önce gördüklerim içime öyle bir acıyla çöreklenmişti ki, bir türlü huzur bulamadım. Duamı yolda yapmak niyetiyle oradan hemen uzaklaşmak istedim. Ama benim can dostum olan beyefendi, “Olmaz” diye ısrar ediyordu. “Hiç olmazsa bir kahve” diye diretiyordu.

* Eğitimci Yazar

sayı//43// şubat 40

Ben de o sırada, düşündüm ve gördüğümü anlatmaya karar verdim. Çünkü, “Ben onun yerinde olsaydım, ne beklerdim?” dedim… Kendim için istediğimi, onun için de istemeliydim.. Ama bu çok zor bir karardı. Nasıl söylenirdi, bu çok incitici durum? Bir an bütün gücümü topladım, titrek bir sesle sordu: “Hanımefendi nasıllar?” “İyidir, elhamdülillah..” “Şimdi nerdeler?” “Şu an evde, yemek hazırlamakla meşgul. Çok uzaktan gelen misafirlerimiz için…”


“Beyefendi kardeşim, bunu size söylemek çok zor benim için, ama ben söylemek zorundayım..” “Neyi söylemek zor? Lütfen söyleyin, biz kardeşiz.” “Eşiniz şu an, ileriki parkta bir erkekle çok samimi tavırlarla sohbet ediyor.” Ben ikinci cümleyi kuramadım. Adamcağız başladı gülmeye…Ben de ,”Eğer verdiğim haber sizi güldürüyorsa, haydi bana müsaade!” dedim. Bu sözüme o daha çok güldü. Ben de hızla oradan çıktım. Ama o hala gülerek peşimden geliyor, elimi tutmaya çalışıyordu. Ben de içimden diyordum ki, “Eşinin bir yabancıyla fingirdemesine gülen bir kişi, nasıl benim dostum olabilir?” Sonunda yakaladı kolumdan ve “Ama Hocam, ben sizin niçin kızdığınızı anladım da siz beni anlamadınız?” “Kardeşim, benim anlayacak bir şeyim kalmadı. Müsaade edin gideyim” dedim…O çok ısrar edince de, “Buyurun, sizi dinliyorum” demek zorunda kaldım. Tabii ki dinledim ve hayatımın en mühim derslerinden birini aldım. “Hocam, size uzaklardan misafirim geldi dedim ya .İşte orada gördüğünüz erkek, o misafirlerden biri, bacanağım. Yanındaki kadın da baldızım. Baldız ,bizim hanımla ikizdir. Yan yanayken bile zor seçilirler. Yani bacanağımın samimice sohbet ettiği kadın, eşim deği, onun ikizi…”

Bu açıklama üzerine, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ben, hiç bu kadar derin yaşamadığım bir mahcubiyet çukuruna yuvarlanıverdim. Elim ayağım döküldü. Tabii ki özür beyanının bini bir para oldu. Kardeşim, gerçekten de dost gönüllü olduğunu ispatladı ve “Ben bu olayı şimdi hemen unutuyorum” diyerek beni kendime getirdi. O günden sonra, su-i zandan sakınmanın ne kadar gerekli, ama bir o kadar da zor olduğuna inandım. Rahmetli SANDAL HOCA’yı andım. Derdi ki bize, “Evladım, su-i zan cemiyetin zehiridir. Zinhar uzak durun. Onun adını bile ağzınıza almayın!” “Hocam, adını anmadan nasıl anlatacağız, insanları nasıl uyaracağız?” derdik.. “SUYA ZAM YAPMAYIN!” dersiniz Efendim… “SUYA ZAM YAPMAYIN!” 41


OSMANLI’NIN TERK EDİLMİŞ ÇOCUĞU

ÜLGÜN (ULCİNJ) Gümüzde Karadağ’da Ulcinj ismiyle varlığını sürüren bu şehir Arnavutça Ulqini; İtalyanca Dulcigno, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ülgün ismi ile bilinmektedir. Mehmet MAZAK*

için aynı duyguları hissettiğimiz insanlarla farklı coğrafyada ve ülkedeyiz? Bazı şehirler vardır güzelliği ile bizleri büyüler, bazı şehirde kültür ve medeniyetimizden izler taşıdığı için bizleri sıcacık kucaklar ve her daim ondan uzak olsak da gönlümüzde yer etmeye devam eder. 2015 yılı Şubat ayında bir grup gönüllü STK temsilcileri ile gönül coğrafyamız Balkanların şirin ülkesi Karadağ gezimiz olmuştu. Karadağ Ulcinj şehrini ziyaretimizde sahildeki TİKA tarafından aslına uygun tekrar yaptırılan Denizciler Camiinde öğle namazı sonrası bu şehirde yaşayan Arnavut bir rehberimizin o gün anlattıkları bana bu makaleyi yazmamdaki temel ilham kaymağım olmuştur. 1878 yılında Karadağ Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanınca Ulcinj şehri yaklaşık iki yıl Karadağ’a verilmemiş olup 1880 yılında Karadağ’a bazı özel anlaşmalar neticesinde tek edilmiştir. Ne demişti rehberimiz; 1880 yılında Ulcinj şehri Karadağ’a bıraklınca burada yaşayan Müslüman Arnavutlar Sultan II. Abdülhamid’e bir arzuhal dilekçesi hazırlayıp gönderirler. Özetle arzuhalde şöyle seslenirler “Padişahım padişahım Ulcinj (Ülgün)’ü bunlara bırakacağına İstanbul’u bıraksaksaydın ya…” Bu ne kadar doğrudur bilemem ama aradan geçen bir buçuk asra yakın bir süre sonra bile eğer yerel halk tarafından bu arzuhal nesilden nesile dilden dile bugüne kadar gelmiş ve bizlere anlatılıyor ise bu şehrin bırakılmasından sonra derin acılar ve üzüntüler yaşandığının bilenmesi gerekir. Osmanlı’nın terk edilmiş çocuğu Ulcinj (Ülgün) ile ilgili bu yazıyı bana kaleme aldırması bakımından benim hafızımdan çıkaramadığım bir anı olarak yer etmiştir ve sizlerle paylaşmak istedim.

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//43// şubat 42

Gümüzde Karadağ’da Ulcinj ismiyle varlığını sürüren bu şehir Arnavutça Ulqini; İtalyanca Dulcigno, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ülgün ismi ile bilinmektedir. Makalemizin bundan sonraki bölümünde bizde Ülgün olarak belirteceğiz bu şehri. Ülgün Adriyatik kenarında kartpostal gibi bir liman şehridir. Ülgün şehrininde %85 oranında Müslümanlar yaşamaktadır. Nufusu kışın 12.000 civarında olmasına rağmen yazın sayfiye yeri olduğu için çok kalabalıktır. Ülgün’e gittiğinizde sizleri camiler ve saat kulesi ile tarihi şehrin olduğu kale karşılar. Günümüzde Ülgün’de, 9 cami bulunduğu bilinmektedir. Ülgün’deki en


bilinen Denizciler Camii’dir. Şehir içindeki Ljamina Camii 1689, Pasina Camii 1719, Vrhpazar (Kryepazarit) Camii 1749, Bregut Camii 1783 tarihinde yapılmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Ülgün hakkında şunları yazmıştır: “Ülgün kalesi, İskenderiye Sancağı Beyi’nin hası olup hâlen Voyvodalıktır. Yüzelli akçelik kazadır. Venedik Körfezinde altıgen şeklinde bir kaledir. Hisar içinde Mehmed Han Camii, bütün nefer evleri, örtülü evciklerdir. Zahire ambarları, cephane hazinesi, su sarnıçları var. Gayet büyük balyemez topları vardır. Kale kapısı önünde Dizdar Ağa lonca yerinde oturup yediyüz adet Arnavut gazileri kale neferiyle muhafazadadırlar. Bu kale deniz kıyısında olmakla yirmi adet firkateleri kale limanında durur. Başka kasabalarda da Arnavut yiğitleri gelüp firkatelere girerek düşman tarafını yakıp yıkar. Hesapsız mal ve esir alarak Ölgüne gelirler ve öşür verirler ve mirlivâya öşür verirler. Hakîr, bu kaleyi seyrederken yedi adet firkate Pulye kâfiristanından ganimet malı ile gelüp…” diye devam eder. Ülgün’ün en güzel yeri kuşkusuz kalesidir Kale şehre hâkim bir burunda Adriyatik kenarında eski evleri ve sokakları ile hala tarihin derinliklerindeki gibi kendini muhafaza etmesini bilmiş bir yerdir. Adriyatik kıyısında, dağlık bölgeye kurulan kale ve içersindeki kent 2500 yıllık bir tarihe sahip. Ülgün kale kenti iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım kayalık yarımadanın en yüksek noktası, ikinci kısım ise kentsel yerleşim alanı olarak şehre doğru ilerler. Kale sokaklarına dolaşmaya başladığınızda eski bir gravür ve kartpostala bakıyor izlenimine kapılırsınız. Daracık sokaklar

ve Arnavut kaldırımları sizi asırlar öncesine götürür. Şehir halkı ve turistler gün batımını izlemek istediklerinde kaleyi tercih ederler tıpkı bizim gibi. Akşam gün batımı sonrası Kaleden şehre liman tarafına baktığınızda birden gravür ve kartpostal nostaljik görüntüsünden arınıp deryanın kenarındaki dünyanın en güzel butik şehirlerinden biri ile karşılaşırsınız. Akşam alacası bu şehre bambaşka bir kimlik kazandırır. Ülgün Kalesi Venedik yapısı olup, 1478’de Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir. Daha sonra Venedikliler tekrar geriye almış olsalar da 1571’de tekrar kesin olarak Osmanlı eline geçmiştir. Ta ki 1880 yılına kadar. Ülgün kalesi ve kale içi evlerinde Bizans, Venedik ve Osmanlı izlerini hala görebilirsiniz. Balkanlar’da Türklerle kavga etme veya savaşma üzerine kimlik oluşturan uluslardan biri olan Karadağ ve özellikle Ülgün halkı günümüzde cana yakın ve sevimli bir halk, yeşil serin dağlarla sıcak ve rutubetli bir kıyı kuşağının oluşturduğu bu şehirde kendinizi Ege kıyılarında bir koyda hissine kapılırsınız. Ülgün gezimiz sırasında 17. yüzyılda Osmanlı topraklarında, İzmir Agora'da doğan ve 22 yaşında Mesihlik iddiasında bulunan Osmanlı Yahudisi din adamı ve tarikat lideri Sabatay Sevi’nin Ülgün’e sürüldüğü sırada kaldığı zindanı görme fırsatımız olmuştu. Sabetay Sevi pek kesin olmasa da buraya sürülmüş ve Ülgün’de öldüğü anlatılmıştı. Kaleden şehre limana baktığınızda sahildeki manzara ve o manzaranın baş yapıtı Denizciler Camii karanlık bir gecede parlayan dolunay gibi sizi aydınlatır. Asırlardır Ülgün limanında şevkatli bir anne gibi açmış kollarını sizi sarmak kucaklamak için bekleyen Denizciler Camii bu şehrin rengi ve kimliğidir. Adriyatik sahilinde,

43


Ülgün’ü bugüne kadar birkaç imparatorluk yönetti, Roma, Bizans, yerli ve yabancı feodaller

deniz kıyısında bulunan bu cami eski adıyla Kumluk Camii olarak biliniyor. Bu cami Osmanlı döneminde sefer bekleyen denizcilerin ibadet etmesinden dolayı halk arasında Denizciler Camii olarak bilinir. Denizciler Camiinin bugünkü görünümü 1798 yılına uzanır. Her ne kadar Denizciler Camii'nin inşası hakkında günümüze kesin bilgiler ulaşmasa da yapının tarihinin İşkodra Paşası İbrahim Bey Buşati'nin katıldığı ve Osmanlı-Sırp krallığı arasında yapılan savaşlara kadar uzandığı biliniyor. Cenk sırasında kendi yaralanan, kardeşi de şehit olan İbrahim Bey'in şükür için mal varlığını satarak Ülgün'de bir cami ve külliye yaptırdığı ifade ediliyor. Osmanlı Devleti'nin Ülgün’den çakilmesi ve Sırp-Karadağ Krallığının bölgedeki hakimiyetini arttırmasıyla, 1931 yılında Denizciler Camii ve Külliyesi tamamen yıkılmıştır. Zamanla bu alana başka binalar yapılsada Karadağ İslam Birliği öncülüğünde arkeolojik kazılar sonucunda caminin temelleri ortaya çıkarılır ve mimari şekline sadık kalınarak 2008 yılında Denizciler Camii TİKA tarafından inşa edilerek hizmet vermeye başlamıştır. Şimdi burada sizlere Karadağ Ülgün’lü Ali Bardhi’nin Mayıs 2014 tarihinde Eskişehir’de düzenlenen “Türk Dünyası Sivil Toplum Zirvesi” sunmuş olduğu bildiren bir bölümünü paylaşmak istiyorum; “Ülgün şehri sahilde olup Karadağ ‘ın coğrafi olarak güneydoğusunda ve bugünkü Arnavutluk’un sınırında bulunmaktadır. Şehrimizin % 85’u Müslüman Arnavutlar ve az bir miktarda Katolik Arnavutlar, gerisi ise Müslüman Boşnaklar, Ortodoks Karadağlı ve Sırplar, vs. milletlerden oluşmaktadır. Ülgün’ü bugüne kadar birkaç imparatorluk yönetti, Roma, Bizans, yerli ve yabancı feodaller,

sayı//43// şubat 44

Venedik gibi ve sonunda Osmanlı Devleti ile müşerref kılınmıştır. Osmanlı Devleti’nin Ülgün’ü feth etmesiyle halkımız İslam dinini Kabul etmiştir. Ancak 1878-1880’da Berlin Kongresi’nin kararıyla memleketimizin haksız bir şekilde Osmanlı Devleti’nden koparılarak Karadağ’a teslim edilmiştir. Fakat şehir savaşsız ve antlaşmasıyla teslim edildiği için Karadağ’da ve diğer gayrı müslim devletlerdeki uygulamadan örnek oluşturarak Ülgün’de kalan Müslümanların yeni haklar kazanması sağlanmıştır. Savaşta gayrımüslim devletlerin eline düşen Müslüman memleketler ve şehirlerin ya Hıristiyanlaşması gerekirdi ya da kendi memleketini bırakmaları gerekirdi. Fakat Ülgün’ün savaşla değil, antlaşmasıyla teslim edildiğinden dolayı Karadağ’da ilk defa Müslümanların hakları korunmuştur. Böylece Ülgün’de Müftülük devam edecek Şeyhü’l-İslam tarafından tayin edilme hakkını kazanmıştır. Mahkem-i Şeriyye Kadı tarafından, medreseler Osmanlı ders müfredatına gore işletilecekler, Ülgün’lü Müslümanlar Osmanlı bayrağını kullanabilecekler, Müslümanların belli bir müddet zarfında Karadağ Devleti emrinde askere gitmeyecekler, kısaca Ülgün her ne kadar Karadağ’a bırakılsa da Osmanlı Develtinin Müslüman haklarının hakkına sahip olacaklardır. Fakat daha sonar Karadağ’ın kendi bağımsızlığını kaybetmesiyle 19181919’da ve Komünizmin gelmesiyle eski haklar kaybedilmiştir. 2006’da Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılmasıyla Müslümanlar eski haklarlarını yeniden kazanmaya başlamıştır.”* 1878 yılında Karadağ’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmasından iki yıl sonra 1880 yılında Ülgün istemeye istemeye Karadağ’a tek edilmek zorunda kalınmıştır. Sultan II. Abdülhamid Han yukarıda belirtmiş olduğumuz özel şartlar gereğince Ülgün’ü Karadağ’a bırakırken bile evladı olarak gördüğü Ülgün halkının haklarını korumaya gayret göstermiş olduğuna şahit oluyıruz. Sultan II. Abdülhamid’in vefatının 100.yılında Ulu Hakanı saygı ve rahmetle yad ederek günümüzde Ülgün’ün mirasına sahip çıkma yolunda emin adımlar atıldığını görmekten dolayı mutlu olduğumuzu belirtmek isterim. KAYNAKÇA

*Ali Bardhi, Ülgün (Ulcinj) şehrini kısa tarihçesi ve Bereket Derneğinin Faliyetleri –Hedefleri, 11-13 Mayıs 2014 tarihinde Eskişehir’de düzenlenen ‘Türk Dünyası Sivil Toplum Zirvesi’ nde bildirisi.


KONYA’NIN DOST

BEREKETİ

Aradan geçen uzun yıllara rağmen Konya’ya ait zihnimde yer eden önemli notlardan biri de Meram olarak kaldı. Mustafa UÇURUM

Konya’ya bir seyahat için hazırlıklıydım aslında. Bu hazırlığım birkaç senelik mesele değildi. Konya demek Mevlana demekti ve “Gez dünyayı gör Konya’yı.” gibi bir pâyeye sahipti Konya. Ayrıca şiirin bize sunduğu büyük bir ikram olan M. Ali Köseoğlu, Ahmet Aka, M. Akif Kuruçay gibi dostların da mekânı Konya’ydı. Bütün bunlar da bir şehrin sevilmesi için yeterliydi. Takvimler 1996 yılını gösteriyordu. O zamanlar tanışmak, daha maceralı ve gizemliydi. Şehri adımlarken, Anadolu’nun ortasında bir medeniyet şehrini de tanımış oluyorduk. Çünkü ilk etapta gördüğüm şehir manzaraları ve yerli yerlinde olduğu her halinden belli bu şehir hem tarihimizde hem de günümüzde ülkemiz için önemli bir yere sahip olduğunu ispatlıyordu. İlk kez gördüğüm Konya, beni kendine bağlamayı başarmıştı. Konya’yı gezdikçe bu şehri görmek için neden bu kadar geç kaldım diye kendi kendime hayıflanmıştım. Mevlana’yı ziyaretimiz, Alaaddin Tepesi’nin görkemli duruşu bu şehri benim için daha da sevilir kılmıştı. Şehrin her köşesi sanki bir tarih kitabından fırlamış gibi hâlâ capcanlı karşımızda duruyordu.

ezmek, yeni yerleri görmek arzusu içimde hiç dinmeyen tutkuların başında gelir. Biraz ferahlamak için biraz da tanımak, tanışmak için yolculuklara çıktığım ve “Tebdil-i mekânda ferahlıktır vardır.” sözüne hak vererek içimde tarifsiz mutluluklarla bir kale daha fethetmiş komutan edâsıyla döndüğüm çok olmuştu. Sivas’ta öğrenciydim ve o zamanlar öğrenci olmanın anlamı daha yoğundu. Dijital kuşatma henüz başlamamıştı ve kitaplar, dostlar, koyu muhabbet ortamları en büyük sığınağımızdı. Bir akşam; kitapların arasında, yarım bir şiirin başında, yalnızlığın ortasında dolanıp dururken değerli dostum çaldı kapıyı ve “Hazırlan gidiyoruz.” dedi. Nereye dememe fırsat kalmadan kendimi Konya otobüsünde buldum. Aslında böyle hazırlıksız yolculuklara alışık olduğumdan pek de şaşırmamıştım bu ani yolculuğa. Zamansız çıktığım her yolculuk biliyordum ki beni bir dostluğun gölgesine yaklaştırmıştı ve bu beni ziyadesiyle memnun ediyordu. Sabaha karşı Konya otogarına indiğimizde telefonla konuştuğumuz, mektupla yazıştığımız ama bir türlü yüz yüze tanışamadığımız M. Ali Köseoğlu ile maceralı bir şekilde buluşmuştuk. O zamanlar biz Martı dergisini çıkarıyorduk, M. Ali de Eylül dergisini.

Bize evinin kapılarını ve yüreğini açan dostum M. Ali, bize nerdeyse şehrin her karışını adım adım gezdirdikten sonra dönüşümüze bir gün kala; “Son bir yer var. Orayı da görelim.” diyerek bizi aldı ve yeşile doymuş bir doğa parçasının ortasına götürdü. Sağımız solumuz, dört bir yanımız yemyeşil olmuştu birden. “Burası Meram.” dedi. “Ne meramınız varsa dökün içinizi.” demeyi de ihmal etmedi. Çünkü ellerinde Yasin’lerle, Kuran’larla ablalar, teyzeler, neneler dillerindeki dualarla Meram’da dertlerine bir şifa arıyorlardı. Hafta sonu olması nedeniyle çok kalabalıktı Meram. Bir mesire yeri, piknik alanı, kutsal bir mekân olarak algıladığım Meram’da geçtiğimiz köprü ve insanların huşu içinde dilek tuttukları mekân zihnimde hâlâ capcanlı duruyor. Şimdi ne olduğunu unuttuğum bir dilek de ben tutmuştum orada. Dileğim gerçekleşti mi onu bile unutmuşum. Aradan geçen uzun yıllara rağmen Konya’ya ait zihnimde yer eden önemli notlardan biri de Meram olarak kaldı. Konya’ya yolu düşenlere, “Meram’a uğramadan gelmeyin.” diye sıkı tembihlerde bulunuyorum. “Orayı görmezseniz bir yanı eksik kalır geziniz.” diye de koyuyorum son noktayı . Yirmi yıldan fazla bir zaman olmuş Konya’ya ilk gidişimin üzerinden. Daha sonra defalarca gittim Konya’ya. “Yoksa ben Konyalı mıyım?” diyecek kadar Konyalı hissetmeye başladım kendimi. Her gün biraz daha artan, sayfalara sığmayacak kadar dost kazandırdı Konya bana. Eylül dergisinin M. Ali’si vardı. Şimdi onun yanına Mahalle Mektebi’nin Ömer Korkmaz’ı, Ulvi Kubilay Dündar’ı, Abdullah Kasay’ı, Abdullah Harmancı’sı da eklendi. Pîrahen ve Rammah yazarı Şener İşleyen geldi dost sıcaklığıyla. Konya’ya her gidişim ilk günkü heyecanını hiç yitirmedi. Buna da dostların ve Konya’nın kerameti diyerek düştüm yola. 45


TÜRKİYE’M, KIRIMDAKİ TARİHE’DE SAHİP ÇIKAR..

KIRIM’DA 6 ASIRLIK TARİH, YOKEDİLMEYE ÇALIŞILIYOR.. Bahçesaraydaki Hansaray’ın , restorasyon adı altında, işgal gücü Rusya tarafından tarihinden koparılmak istenmesine sessiz kalamayız…konuyla ilgili haber ve bilgileri yazmaya devam edeceğiz… Emine HALİL

sırlar boyunca, Kırım hanlarının sarayı olarak bilinen, Kırım’ın Bahçesaray şehrinin dağları arasında yerleşmiş olan Hansaray, Türk ve müslüman aleminin önemli tarihi yapılarından biridir. Kırım Hanı I. Mengli Giray Han tarafından 1503 senesinde inşa edilen Hansaray Anadolu, İran ve İtalyan ustalar tarafından yapıldığı biliniyor. Bu saray Kırım mimarisinin ihtişamlı örneklerinden olup, İstanbuldaki Topkapı sarayının küçük haline benzemektedir. Üç asır devamında saray hem Kırım hanlarının idari merkezi, hem de hanların aileleri ile yaşadığı yerdi. 1736’dan itibaren Hansaray tahriplere uğramaya başlamıştı. En çok zararı ise, saray 1783 senesi Rus Çarlığı Kırım’ı işgal ettiği zaman görmüştü. Onarım sebebi gösterilerek Hansarayın şekli ve ihtişamı ikinci Katerina tarafından ciddi bir şekilde tahrip edilmişti. 1854 – 1855 seneleri, Kırım harbi esnasında Hanların sarayı artık hastane olarak kullanılmıştı. Çoğu tarihi eserler o zaman büyük hasar görmüştü. 1917 yılında tarihçi Üsein Bodaninskiy Hansaray'da müze kurmuş, Kırım Türklerinin tarihi ve kıymetli eşyaları bu müzede toplamıştı. Ancak 1944'te Kırım Tatarlarının sürgün edildiklerinden sonra müze kapatılmış, bu sebepten çok sayıda kıymetli eserler kaybolmuş veya ciddi hasarlar görmüştü. 1955 yılından itibaren ise, Hansaray Tarih ve Arkeoloji müzesi olarak kullanılmaya başlamıştı. Sürgün edildikleri topraklardan vatanlarına geri dönen Kırım türkleri, bir yandan zorlu şartlar altında hayatlarını sıfırdan kurmaya çalışırken, öbür yandanda ecdatlarından kalan eserleri harabe halinden kurtarmaya çalıştılar. Ne yazık ki, o zamanları Ukrayna devleti bu konuda ciddi şekilde çalışma yapmadı. Bir takım bürokrasi sebeplerden dolayı Hansarayın UNESCO tarafından tarihi eser olarak korunmaya alınmasını bile sonuçlandırmadı. Türkiye Cumhuriyeti yardımları ile TİKA aracılığıyla Kırım’daki Zincirli Medrese ve Hacı Giray Han türbesi onarılmışken, Hansaray bakımsız kalmıştı. Belkide 2014 senesi gerçekleşen Kırım’ın Rusya tarafından işgali olmamış olsaydı, TİKA Hansarayında restorasyonunu gerçekleştirirdi. Ama olmadı. Günümüzde , temelinden çatısına kadar bu “restorasyonu” Rusya yapmaya kalkıştı.. Tıpkı 1783 te olan olaylarla bir çağrışım içerisindeyiz

sayı//43// şubat 46


şu anda. Restorasyon ve onarım terimleri altında günümüzde, yirmi birinci asırda, gözümüzün önünde Kırım Hanlarından kalan son nadide eserlerden birini yok ediyorlar. Sarayın restorasyonunu üstlenen şirket, mimarları ve ustaları hiç bir şekilde bu tür tarihi eserlerin onarımı üzerinde daha önce çalışmadıkları için, onarım sonrası ortaya çıkacak olan sonuçları tahmin etmek zor değil. En başından beri gizli saklı bir şekilde başlattıkları restorasyon alanına müzede çalışanların bile girmesine izin vermeden, ne fotoğraf, ne de video çekilmesine müsaade edilmedi ve hala edilmiyor. Yinede gizli saklı çekilen fotoğraflardan görülen şu ki, tarihi eser olan yapının restorasyonunda günümüzde sıradan inşaatlarda kullanılan makinalar ve vinçler kullanılmakta. Çatı için kullnılmış olan ağaçları, sözde böcek yediği için, vinçle kaldırırken sarayın duvarlarında bulunan 18 yüzyıla ait yazılar hasar gördü. Sarayın duvarlarını Karcher temizlik makinalarıyla yıkamaktalar. Bu tarihi eserlerin arasındaki çiviler bile aslında birer tane tarihi eser, ama kıymetini bilenler için tabi, ‘restorasyonu’ yapanlar için değil.. Hansarayın çatısında kullanılan eski kiremitleri gelişi güzel söküp, yerine modern ispanyol kiremit döşemeye planlayan hükümet, uluslararası tarihi yapıları koruyan vakıf ve kurumları Hansaraya yaklaştırmıyor bile. Yabancı mimarların ve uzmanların görüşlerine göre bu tür tarihi eserlerin onarımı esnasında uzman heyet bulunarak, tek tek onarımın her aşamasını kayda alarak, her çalışmadan sonra rapor vererek, uluslarası norm ve standartlara göre yapılması gerekiyor. Ancak, gördüğümüz tablo tam tersi olarak, beş asırdır var olan nadir varlıklarımızdan biri olan Hansarayını restorasyon yerine yok etmeye çalışmalarıdır. Osmanlı dönemine ait eserler ; Türkiye,Türk dünyası ve müslümanlar için ne kadar önem taşıyorsa, Kırım’da bulunan Hansarayda hem Türk dünyası için, hem de bilhassa şu anda işgal altında bulunan Kırım Türkleri için bir o kadar kıymetli ve önemlidir. Şahsım ve temsil ettiğim halkım adına, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Cumhurbaşkanımızın, tarihi eser olan Hansarayın yok olmaması için konuya müdahale etmesini umud ediyorum.. Tarih boyunca Türk ve İslam eserlerini yok etmek ve çalmak için uğraşan Batı devletlerinden Rusya, KIRIM da bu densizliği gösteriyor… 47


ir insan bir insandır, evet. Bazen bir insan bin insandır, biliriz, evet. Bazen bir insan bir milyon insandır, kabulümüz, evet. Çok seyrek de olsa bazen bir insan bir şehirdir bir ülkedir, buna da evet. Peki bir insan bir coğrafya olabilir mi; bir insan tek başına ülkeler coğrafyalar kıtalar olabilir mi? Olabilir: Biz buna şahit olduk. Ben oldum biz olduk, siz de oldunuz, itiraf edin.

TÜRKİSTAN ŞEHRİ: YESEVÎ KITALARININ

GÖNÜL BAŞKENTİ

Eksi dokuz derece soğukta yerler beş santim buz kesmişken bile bir şehri bir ülkeyi bir coğrafyayı ağustos sıcağı gibi ısıtan yeşerten neşelendiren bir Allah dostundan söz ediyorum, anladınız siz onu: Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinden. Fahri TUNA

Eksi dokuz derece soğukta yerler beş santim buz kesmişken bile bir şehri bir ülkeyi bir coğrafyayı ağustos sıcağı gibi ısıtan yeşerten neşelendiren bir Allah dostundan söz ediyorum, anladınız siz onu: Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinden. Biliyorduk, ‘bir damla muhabbetten yaratmıştı’ bizleri ulu Yaradan, eyvallah. Biliyorduk, Kazakların deyişleriyle ‘Baba Ahmet’ erenler, kalbi insanlık için atan her yaratılmışın da babasıydı, eyvallah. Biliyorduk, bu ‘köhne dünyayı güzellik kurtarabilirdi ancak’, eyvallah. Yıllar on yıllar yüz yıllar öncesine gidelim bir an. Ta binlere bin yüzlere. Sadece Orta Asya bozkırlarında at koşturduğumuz senelere. Bizden korkusuna Çinlilerin sekiz bin sekiz yüz elli kilometre meşhur savunma seddini inşa ettikleri yılların sonrasına. Bıçağımızın kılıcımızın mızrağımızın ‘önünün arkasının kestiği’ yıllara. Bu aziz milletin mertliğinin sertliğinin yiğitliğinin ‘dize dizgine getirilmesi’, ‘geminin azıya alınmasının’ gerektiği yıllara. Bu vahşi enerjinin ‘aziz amaca ram olacağı’ yıllara. İşte Hoca Ahmet Yesevî yani Yesili Ahmet Baba tam da bu dönemde Rabbimizin lütfu keremi olarak Orta Asya’yı ‘imar ve tımar etsin deyu’ gönderilmiş bir piri fanimizdir bizim. Sade Orta Asya’yı mı? ‘Horasan Erenleri’ marifetiyle ve dahi Urumeli’ni yani Diyar-ı Rum’u yani Anadolu’yu. Ve dahi Sarı Saltuk’lar, Demir Baba’lar marifetiyle Balkanlar’ı. Gönülleri kalpleri imar etsin, ehli iman etsin deyu bir asil hareketti bu. Bir tereddüdü gidermeliyiz öncelikle: ‘Türkistan bir ülke mi bir şehir mi?’ Çok haklısınız efendim bu soruyu sormada: Biz Türkler, daha doğrusu biz Türkiyeliler, Türkistan dendi mi, Orta Asya’da bir ülke düşünürüz ilkin. Kurnaz tilki komünist Ruslar, işgal altında tuttukları Orta Asya Türklüğünde kocaman bir coğrafyanın

sayı//43// şubat 48


adı olan Türkistan’ı gündemden çıkartmak için şeytani bir hile bulurlar: Orta Asya bozkırlarında asırlarca özgür yaşamaya alışmış milyonlarca Türk’ün çok sevdiği Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesinin bulunduğu, özetle Türklüğün manevi babasının şehrine Türkistan adını vermişler, dev bir ismi küçülte küçülte yirmi beş nüfuslu çorak bir kasabaya sıkıştırmışlar. ‘Peki bugün nedir Türkistan?’ dediğinizi duyar gibiyim. Anlatayım efendim: Aradan geçen zamanla Türkistan bugün yüz bin nüfuslu büyükçe bir kasaba. Bilecik Bolu yahut Düzce kadar bir şehir. Sembolik anlamda dört büyük kapıdan giriliyor şehre. Girildiği yok da giriliyormuş gibi inşa edilmiş. Dört kapılı şehir yani Türkistan. Belki dört halifeye gönderme, belki hak mezhebe gönderme, belki dört hak kitaba, bilinmez. Bir şehir düşünün; yüz bin nüfuslu olsun ama Ahmet Baba’dan ve Emir Timur’un yaptırttığı (bizi 1402’de Ankara Savaşı’nda yenen meşhur Topal Timur) Ahmet Baba Türbesi’nden gayrı neredeyse hiç bir şey olmasın. İşte bu şehrin adıdır Türkistan. Gerçi ‘Ahmet Yesevî Hazretleri tek başına yetmez mi bir şehre?’ derseniz, El-hak haklısınız, ‘artar bile’ deriz. Yesevi’den iki yüz yıl sonra gelen Timur, o coğrafyayı inanılmaz etkilemiş. Hazrete yaptırttığı devasa türbe onun gösteriş ve haşmet budalası olduğunu gösteriyor diyenler çoğunlukta görenler arasında. Biz kendisinden pek hazzetmediğimiz için abartıyor da olabiliriz biraz; itiraf edelim. Çocukların isimleri babalarının psikolojisini ortaya koyar aslında. İnançlarını hassasiyetlerini özlemlerini.

Bugünün Türkistan’ında neredeyse her beş erkekten birisini adı Ahmet, diğerinin Mustafa. Timurlenk de sık rastlanan isimlerden. Amir Timur şeklinde koyanlar da çokmuş. Bizim Mehmet Fatih gibi yaygın bir isimmiş. Olağan olmalı. En çok koyulan başkaca isimleri merak ediyorsanız, içinize su serpecek bilgiler verebilirim: En yaygın dördüncü isim Sabır. Yesevi’nin sabrı tavsiye etmesinden midir, yetmiş beş yıl insanlık tarihinin en zalim rejimi Komünizme sabırla dayandıklarından mıdır bilinmez. Sonra da en yaygın koyulan ismin Muhammed ve Ali olduğunun - yeri gelmişkenbilgisini verelim.

Kazak Türkçesi daha sert ve daha kalın seslerle dolu. Geceye keçe diyorlar. Yeniye çengi. Özbekler ise Yengi.

Bayanlarda ise en yaygın isim Fatıma. İkinci sırayı Khalime alıyormuş. Sonra Lezzet ismi çok yaygınmış Türkistan’da. Ardından da Emine ve Kerime isimleri. Bütün bu bilgiler de gösteriyor ki, Türkistan’ın şuuraltı çok sahih ve sağlam. Ümitvar olabiliriz gelecekten. Kazakça, Özbekçe, Tatarca, Türkmence, Kırgızca, Âzerice gibi saçmalıklara rastlayacaksınız gittiğinizde. Bunu dil sanıyor zavallılar. Öğrenilmiş zavallılık. Diyanet’in yaptığı Yesevi Camii önünde karşılaştığımız Tıp Fakültesi öğrencisi Özbek kökenli iki Kazak genciyle rahatlıkla konuşup anlaşıyoruz. ‘Biz nece konuşuyoruz şimdi?’ diye soruyorum, Aidana ile Fatıma aynı ağızdan cevap veriyorlar: ‘Özbekçe.’ Ben soruyorum yine: ‘Ben Özbekçe bilmiş mi oluyorum şimdi?’ ‘Evet’ diyorlar hep bir ağızdan yine. Bir yandan da gülüşüyoruz. Ekliyorum: ‘Gelin anlaşalım gençler: Hepimiz Müslümanız, hepimiz Türk’üz. Konuştuğumuz dil de özbeöz Türkçe. Siz Kazakistan Türkçesi veya Özbekistan Türkçesi ile konuşuyorsunuz, biz Türkiye Türkçesi. Farklılığımız bu kadar….’

49


cevabı kısa, öz: ‘Cahşi.” Yani yahşi, güzel. Kazak kardeşlerimiz teşekkür kelimesini pek bilmiyorlar. Her şiir bitiminde ‘teşekkür’ yerine ‘rahmet’ deyip iniyorlar kürsüden. Kazaklar soğuğa alışmışlar. Eksi dokuza ‘cahşi, cözel hava’ diyorlar. Soğuk demek eksi 15’ten sonrası demekmiş onların literatüründe. Ha bir de ‘okul’ kelimesini bilmiyorlar, ‘mektep’ diyorlar. ‘Kur’an’ı Medrese’de yöğrendgim’ diyor Hoca Ahmet Yesevi Türbesi’nde misafir gedikçe gün boyu Kur’an okuyan, dua eden Hoca.

Sembolik anlamda dört büyük kapıdan giriliyor şehre. Girildiği yok da giriliyormuş gibi inşa edilmiş.

Kazak Türkçesi daha sert ve daha kalın seslerle dolu. Geceye keçe diyorlar. Yeniye çengi. Özbekler ise Yengi. Nazal n bütün bir Anadolu’da yaygın olduğu kadar Orta Asya’da da çok aşina bir ses. Hoş geldiğiz diyen annem gibi konuşuyorlar, bu beni çok mutlu ediyor. Köye koy, abiye aga, babaya bıba, anaya aya, akşama keçe, geldime keldim, bayrama beyrem diyor Kazaklar. Gördüğünüz gibi Kazakça çok başka bir dil değil mi? Ruslar bu kadar aynı olan dilleri bile onlara ayrı dil diye öğretmişler. Ayrı ırk ayrı ulus ayrı dil. Sevsinler. Ne kadar aşağılık bir uygulama. Bulgaristan’da Romanya’da Moldova’da gözlemlediğim bir şey var: Rusya’dan ayrılan bütün ülkeler, kalkınmışlıkta Türkiye’ye göre otuz ile elli yıl arasında daha geri. Yollar binalar işyerleri. Otomobiller kamyonlar otobüsler. Kabalık estetiksizlik diz boyu. Vahşi Kapitalizm de Komünizm kadar zulüm ve haksızlık üzerine kurulu elbet. Tahterevallinin diğer ucunda o var elbette. Daha zalim daha acımasız daha sinsi. Estetik alanda ise Rusya hinterlantından bir gömlek daha iyice. Bunu bir kez daha Türkistan’da da gözlemleyebiliyoruz. Ortalama maaşların yüz ile yüz elli dolar arasında olduğunu söylersem biraz daha anlaşılabilir gelir durumu. Nadiren iki yüz dolar alıyormuş bir şoför veya işçi. Otobüsümüzün şoförü ile iki gün içerisinde iyi ahbap oluyoruz. Adı Sadır. Sadrettin’in Sadır’ı. Babasının adı Sabır’mış bizim Sadır’ın, annesinin Muhterem. Ablasının adı Nadra, küçük kardeşinin adı Sacide’ymiş.1990 doğumlu, lise mezunu Sadır. Otobüs kendisininmiş. Şoförü de varmış iki yüz dolar maaş veriyormuş ona. Cömert adammış bizimkisi. Yirmi yaşında evlenmiş. Evlendiğinde eşi de on yedisini yeni bitirmiş. ’Hatunumun ismi Dinara’ diyor bana Sadır. ‘Üç balam va: Müslüm, Emir, Temür.’ “Hayat nasıl Sadır, pahalı mı?” Diye soruyorum,

sayı//43// şubat 50

Gözleri biraz çekik olmasa Kırşehir Yozgat Sivas’tan Türkmenler sanırsınız onları. Karayağız, güneş yanığı tenli ortalama 1.651.70 boyunda erkekler, 1.55-1.60 boyunda gara gaşlı gara çekik gözlü kadınlar. Pazarlarını marketlerini de dolaştım: Türkiye’de kırk yıl önceki kasaba pazarlarına benziyor aynen. Yüzler izler sesler. Angara Lastiği dükkanları, Bit pazarları dâhil buna. Ortalıkta otlayan develer gördük ama atlar göremedik. Bir arkadaş ‘o kadar çok at eti yemişler ki kesecek at kalmamış’ diye espri yapıyor. Kımız hâlâ yaygın bir içecekmiş Kazak akrabalarımızda. Biz at eti de kımız da görmedik doğrusu. Ama bir şeyin de altını çizmeliyiz: Parayı bilmiyorlar. Doğal natürel yüzler davranışlara sahipler. Tamahkâr fırsatçı davranışlara hiç rastlamadım. Bunda Yesevi hazretlerinin ruhaniyetinin etkisi olabilir elbette. Bir rüya bir masal ülkesi Türkiye, Türkistan’dan bakıldığında. Gerçekten de öyle. Türkiye’den bakıldığında Türkistan şehri de bir masal diyarı; Kafdağı’nın ardında bir şehir, emin olunuz. Türkistan’da Somuncu Baba’nın, Hacı Bektaş’ın, Hacı Bayram’ın, Taptuk Emre’nin, Yunus Emre’nin, Akşemseddin’in, Şeyh İsa’nın, Şeyh Muslihiddin’in, Sarı Saltuk’un, Demir Baba’nın da sesini sözünü nefesini hissediyorsunuz, Yesevi Ahmet Baba’nın dizi dibine oturmuşlar. Yaşadıkları memleketlerden iz sürün, o sizi Türkistan’a çıkaracak zaten. Yeseviland Türkistan. Yeseviland bir şehir bir ülke değil. Yeseviland bir coğrafya da değil. Yeseviland bir kıtadan da büyük; Orta Asya, Anadolu, Trakya, Urumeli. Türkistan şehri, kıtalar aşan Yeseviland’ın güzel şirin sıcak başkenti. O bizim gönül başkentimiz. Edebin tevazuun muhabbetin başkenti. Bir’in, birliğin, dirliğin başkenti.


O Yâr Unuttu Bizi Kış geldi yine, hasret dizboyu Odun yok, ot yok hesabı Havada üç katar turna Ve dizlerimde sızı O yâr unuttu bizi

Dal üstünde kuruduk kaldık Umutlar serçeymiş, uçup gittiler Kapındaki sâdıklar kaçıp gittiler Ancak âşıklar çeker bu nazı O yâr unuttu bizi Yer gök sağır, duymaz bizi / aklımız kıt, gözler fersiz Mumsuz, çırasız, fenersiz Uzak fırtınalardayız Zaman almıştır aklımızı O yâr unuttu bizi Yol üstüne kurmuş idik pazarı Yakın olsun diye dağa, denize Uğrasaydı yeterdi bize Ayda yılda, bâzı bâzı O yâr unuttu bizi Eskiden haber salardı Kuşlarla, yağmurlarla Bir hatırımız vardı, sorardı Darda komazdı / tutardı elimizi O yâr unuttu bizi Koma bizi kendimize, Mevlâ aşkına Geçip gitme kıyımızdan / yolumuz diken Her şey sana âşikar iken Halk ne bilsin kalbimizi O yâr unuttu bizi Kâmil UĞURLU

51


VEFATININ SENE-İ DEVRİYESİ MÜNASEBETİYLE:

ŞEYHÜLMUHARRİRİN,

AHMED KABAKLI Ahmed Kabaklı, ne kadar vefalı bir insan olduğunu, üstad Necip Fazıl’a hayatının son yıllarında gösterdiği alakayla ispatlamış oldu. Üstadın vefatından kısa bir süre önce kendisiyle ilgili önemli bir toplantı düzenledi. Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen bu muhteşem törende Necip Fazıl’a “Sultan-ı Şuara – Şairlerin Sultanı” ünvanı verildi. Dursun GÜRLEK

ürk tarihine, Türk edebiyatına ölmez eserler kazandıran bir çok yazarımız, biliyor musunuz “Ahmed” ismini taşıyor. Mesela Ahmed Cevdet Paşa, on iki ciltlik “Tarih-i Cevdet”iyle, “Mârûzât”ıyla, “Tezakir”iyle, “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa”sıyla kendi semasında tek yıldız gibi parlıyor. Ahmed Rasim, kaleme aldığı çok sayıdaki eserle eski İstanbul hayatını, bu hayatın özelliklerini ve güzelliklerini nevi şahsına münhasır bir üslupla bugünkü nesillere tanıtıyor. “Tarihi Sevdiren Adam” diye tarihe geçen Ahmed Refik Altınay, yüzlerce kitabıyla ve şiirimsi üslubuyla altın ay gibi ışık saçıyor. “Amak-ı Hayal” isimli benzeri olmayan romanıyla okuyucularını hayal dünyasının derinliklerinde hakikatle buluşturmaya çalışan Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, muhalled eseri “İslam Tarihi”yle, Türklerin İslam tarihinde oynadıkları büyük rolü, çarpıcı tablolar halinde gözler önüne seriyor. Bu millete okuma zevkini aşılayan ve koca bir ömrü kitapların arasında geçiren “Hace-i Evvel” Ahmet Mithat Efendi ise, tam bir kalem efendisi, mükemmel bir yazı ustasıydı. Bazıları bin sayfayı geçen yüzlerce esere imza atan “Efendi Hazretleri”, Darüşşafaka’da yetimlerin arasında hayata veda edene kadar elinden kalemi bırakmadı. Adeta yazı makinesi diyebileceğimiz bu çalışkan ve mütecessis adamın diğer önemli bir özelliği de, kabiliyetleri keşfetmesi, istikbal vaad eden gençlerin ellerinden tutması onları kollayıp gözetmesiydi. Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi, Hüseyin Cahit Yalçın gibi edebiyatçıların hatıraları okunursa, Ahmed Mithat Efendi’nin onlara şefkatli bir baba gibi davrandığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinin sayfalarını kendilerine cömertçe açtığı, telif ücretlerini düzenli bir şekilde vermek suretiyle kalblerini kazandığı görülür. Bu vesileyle belirtmek isterim ki, kabiliyetli gençleri topluma kazandırmak için işte böyle önce kalbleri kazanmak gerekiyor. Ahmed Kabaklı, ne kadar vefalı bir insan olduğunu, üstad Necip Fazıl’a hayatının son yıllarında gösterdiği alakayla ispatlamış oldu. Üstadın vefatından kısa bir süre önce kendisiyle ilgili önemli bir toplantı düzenledi. Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen bu muhteşem törende Necip Fazıl’a “Sultan-ı Şuara – Şairlerin Sultanı” ünvanı verildi. Evvela o da Hace-i Evvel Ahmed Mithat Efendi gibi “

sayı//43// şubat 52


çok yazan”, “çok okunan” adamdı. Kısacası ikisi de şeyhülmuharririndi. İkisinin de elli yıldan fazla bir süredir ellerinden kalem düşmemişti. Ahmed Kabaklı Hoca da müşfik tavırlarıyla, kabiliyetlere arka çıkmasıyla gazetecilerin “Efendi Baba”sını andırıyordu. Mithat Efendi, sahibi olduğu “Tercüman-ı Hakikat” gazetesinin sayfalarını istidatlı kalemlere cömertçe açtığı gibi, Kabaklı Hoca da “Türk Edebiyatı” dergisini aynı maksatla kullandı. Yetmişli yılların sonuna doğru Tercüman gazetesi Topkapı’daki yeni yerine taşınmıştı. O sırada birkaç üniversiteli arkadaşla işte bu yeni binada kendisini ziyaret ettik. Bizi büyük bir ilgiyle karşıladı. Derhal çay söyleyip halimizi, hatırımızı sormaya başladı. Hoşumuza gidecek sözler söyledi. Bu arada bir de hatıra resmi çektirdik. Ziyaret sırasında yaptığım konuşma dikkatini çekmiş olmalı ki, daha sonra bendenizi arama lütfunda bulundu ve Türk Edebiyatı’na yazı yazmamı istedi. Bunu hem müjde hem emir kabul ettiğim için derhal kaleme sarıldım, bir şeyler yazıp dergiye gönderdim. Hocamız, yolladığım her yazıyı – belki de beni teşvik etmek için – yayımladı. Böylece hizmete talip bir talebenin talebi yerine gelmiş oldu. Büyük bir minnet duygusuyla itiraf etmem gerekir ki Ahmed Kabaklı hocamız bununla da yetinmedi; bana maddi açıdan da yardımcı oldu. Bir gün kendisini evinde ziyaret ettiğim sırada bir pusula yazarak Fethi Gemuhluoğlu Ağabeyimizin başında bulunduğu Petrol Vakfı’ndan burs almamı da sağladı. Aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra merhum hocamla yine bir araya geldik. O zaman Tercüman’dan ayrılmış, Türkiye gazetesinde yazmaya başlamıştı. Bu gazetenin Cağaloğlu’ndaki binasında buluştuk. Yanımda Mehmet Nuri Yardım da vardı. Bir ara Türk Edebiyatı dergisini nasıl bulduğumu sordu. Hocam, doğrusunu söylemek gerekirse dergi mevcud haliyle iyi bir görünüm arz etmiyor. Ahmed Kabaklı’nın sahipliğini yaptığı bir derginin daha kaliteli, daha eli yüzü düzgün olması gerekir dedim. Merhum, başını önüne eğip şöyle bir düşündükten sonra peki, gel sen yazı işleri müdürü ol, teklifinde bulundu. Hocam, teşekkür ederim ama böyle bir görev için ayrıca tam bir yetki vermenizi rica ederim dedim. Bu sefer, peki ben arkadaşlarla bir görüşeyim, icabına bakarız, cevabını vermekle

yetindi. Bizim yazı işleri müdürlüğü de suya düşmüş oldu. Söylemezsem içimde ukde olur, daha sonraki yıllarda dergide bir çok dostumuz (!) yazı işleri veya genel yayın müdürü olarak görev yaptığı halde – İsa Kocakaplan – hariç hiç biri yazı isteme nezaketini göstermedi. Geçelim…

Elli yıl elinden kalem düşmeyen Şeyhülmuharririn Ahmed Kabaklı, doğrusunu söylemek gerekirse tam bir İstanbul efendisiydi.

Elli yıl elinden kalem düşmeyen Şeyhülmuharririn Ahmed Kabaklı, doğrusunu söylemek gerekirse tam bir İstanbul efendisiydi. Dolayısıyla küçükle küçük, büyükle büyük olmayı gayet iyi biliyordu. Hocanın zarafeti, nezaketi, nezaheti, hassasiyeti, dikkati ve rikkati herkes tarafından biliniyordu. Kurucusu olduğu Türk Edebiyatı Vakfı’ndaki “Çarşamba Sohbetleri” – şükürler olsun ki- bugün de devam ediyor. Bizzat yaptığı konuşmalar, diğer sohbetlere ayrı bir çeşni katıyordu. Konuşmacılar programlarını bitirdikten sonra o, bir kez daha söz alıyor, hatibe teşekkür edip kısa bir konuşma yapıyor; böylece hem konuyu özetliyor, hem de yöneltilen soruları cevaplandırıyordu. Bu sırada söylediği sözler, yüzünden eksik olmayan tebessüm Hocaya olan ilgiyi ve muhabbeti daha da artırıyordu. Türkiye’nin meselelerine “Gün Işığında” çözüm arayan Kabaklı, köşe yazarlarının gözde isimlerindendi. Günümüzdeki meslektaşlarının aksine her gün siyaset yazmıyor, kültür ve sanat konularına da sık sık yer veriyordu. Şimdi bu yazılar, zamanın eskitemediği ve eskitemeyeceği kalem ürünleri olduğu için Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları tarafından bir biri peşi sıra kitaplaştırılıyor. Hocamız, bu eserleriyle de – inşallah – sevap defteri kapanmayan bahtiyarlar arasına katılmış olur. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; Ahmed Kabaklı, ne kadar vefalı bir insan olduğunu, üstad Necip Fazıl’a hayatının son yıllarında gösterdiği alakayla ispatlamış oldu. Üstadın vefatından kısa bir süre önce kendisiyle ilgili önemli bir toplantı düzenledi. Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen bu muhteşem törende Necip Fazıl’a “Sultan-ı Şuara – Şairlerin Sultanı” ünvanı verildi. Devrin Milli Eğitim Bakanı Orhan Cemal Fersoy’un da katıldığı bu güzel vefa toplantısı, olanca renkli çizgileriyle – aradan geçen bunca zamana rağmen – hâlâ gözümün önünden gitmiyor. Kabaklı Hoca’nın vefatından sonra “Türk Edebiyatı” dergisinin birkaç sayısı, Ahmed 53


Kabaklı Özel Sayısı olarak yayımlandı. Merhum hakkında birbirinden değerli yazıları, şiirleri ve resimleri ihtiva eden bu özel sayılar kitaplık çapta olup büyük önem arz etmektedir. Hem Necip Fazıl’ın hem Kabaklı Hoca’nın en yakın dostlarından olan merhum Prof. Dr. Ayhan Songar’ın, işte bu özel sayıların ilkinde yer alan bir yazısını – teberrüken – aşağıya iktibas ediyorum. 15 Aralık 1996 tarihli Türkiye Gazetesinde “Şeyhülmuharririn” başlığıyla yayımladığı yazısında Ayhan Songar Bey şunları söylüyor: “Geçtiğimiz cumartesi günü Aydınlar Ocağı üstad Ahmed Kabaklı’ya ‘yazarlar ulusu’ (Şeyhul- Muharririn) ünvanını verdi. Bu, bir nev’i ‘hakkın teslimi’ hadisesidir. Ona bu ünvanı Türk okuyucusu zaten çoktan vermişti. 1972’de kaybettiğim rahmetli babamın pijama ceketinin cebinden onun Tercüman’daki bir makalesi çıkmıştı. İşte bir yazarın okuyucusu tarafından nasıl sevildiğinin en tipik örneği… Kabaklı ile birkaç defa yurt gezileri yaptık. Onu halkımızın nasıl bağrına bastığını anlamak için Anadolu’nun herhangi bir kasabasında Kabaklı ile birlikte biraz yürümek, dolaşmak yeter. Bu itibar pek az insana nasip olmuştur. Bu, bir ömür boyu sarf edilen mesainin, gayretin mahsulü ve neticesi olduğu kadar, onun içindeki millet aşkının da bir nev’i yansıması, aksetmesidir. Dış alem bizim içimiz kadar iyi, bizim içimiz kadar kötüdür. Kimisi sade kahveyi sever, kimisi kahveyi bol şekerli ister. Halbuki tad, kahveye konan şekerde değil, bizim ağzımızdadır. Bu dünyada ne ekersen onu biçersin. İşte Kabaklı da geçtiğimiz cumartesi günü ektiğini biçti, yıllar yılı sarfettiği mesainin meyvesini topladı. Rahmetli Necip Fazıl ‘Sultanüş Şuara’ (Şairler Sultanı) ünvanının verildiği zaman yaptığı konuşmasında hazır bulunanlara şöyle hitap ediyordu: ‘İnsan beyninin bir kişniş tanesi kadar küçültülüp, onun hacmi, tenasuli bütün faaliyetlerinin urlar gibi büyütüldüğü günümüzde içinde hâlâ şiir ve edebiyat zevki taşıyan sizleri hürmetle selamlarım’ İnsan beyni günümüzde kişniş tanesi kadar küçültülmüş müdür? Belki henüz değil ama öyle olması istenmektedir ve işte bu ‘küçülmeye’ yiğitçe karşı koyan, bizlerin beynimizi bizim için ve bize rağmen yiğitçe savunan bir ‘sahib-i seyf ü kalem’dir Ahmed Kabaklı. Ben kendisini eriştiği bu mertebe için tebrik etmiyor, Türk milletine böyle bir yazara sahip olduğu için sayı//43// şubat 54

tebriklerimi burada takdim ediyorum. Onun bu güzel gününde beraber olmayı ne kadar isterdim. Hatta Aydınlar Ocağı’nın üç beş kurucusundan biri olmam sıfatıyla bu benim biraz da hakkımdı. Benden bu zevki esirgedi. Ocağın idarecileri, onlara üzüntülerimi bildirmek istiyorum. Onun merasimi yapılırken ben Almanya’da Dortmund şehrinde bulunuyorum. Altı ay önceden buradaki işçi kardeşlerime bir konferans için söz vermiştim. Ve ne onlar bunun gününü değiştirebilirlerdi ne de ben bu gurbetçilerimizin isteğini kırabilirdim. Kabaklı’nın merasimini bir gün önceye veya birkaç gün sonraya alsalardı ben de şu gününde onunla birlikte olma zevk ve şerefinden mahrum kalmazdım. Ne yapalım, kısmetten ilerisi olmuyor. Nasip, onun bu gününe gazetedeki sütunumdan katılmakmış. Kabaklı’nın çıkarttığı Türk Edebiyatı dergisinin Mayıs 1984 tarihli sayısındaki yazım ‘Ahmed Kabaklı Vasfındadır’ başlığını taşıyordu ve Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından Kabaklı’ya verilen Kültür Armağanı sebebiyle yazılmıştı. Nedim’e nazire yaparcasına, Kabaklı’nın evsafını mümkün mü beyan hiç Maksud hemen vakf-ı vefakarı senadır. Diye başlıyordum sözlerime. O makalemde yazar ve edebiyatçı Kabaklı’nın yanında avukat ve mizahçı Kabaklı’yı da anlatıyordum. Ve diyordum ki, ‘Şimdi sevgili okuyucularım bana sakın Kabaklı’yı kendi mecmuasında nasıl methedersin?’ demesinler. Ben onu methetmiyor, sadece tarif ve tavsif ediyorum. Bugün açıkça söyleyebilirim ki, artık Kabaklı basitçe bir tarif ve tavsifin de ötesine geçmiş, halka, millete ve tarihe mal olmuş bir şahsiyettir. Yunus’u anlatabilir misiniz? Ne söyleseniz, ne yazsanız onun bir mısraı yanında cılız kalır. Yahya Kemal’i, Necip Fazıl’ı tarif etmeniz mümkün mü? Bu iki üstadın da yakın çevresinde bulunmuş olmama rağmen zaman gelir, kendi kendime ‘Acaba yaşadığım o günler bir gerçek miydi, sakın rüya olmasın?’ derim. İşte Kabaklı da öyledir artık. Belki bizden sonra bu günlerin tarihini yazacak olanlar onu daha iyi anlatacaklardır. Ben, onun yükseldiği mertebe karşısında gerçekten çok çaresiz kalan birkaç kırık dökük cümle ile Kabaklı hakkındaki düşüncelerimi dile getirmek istedim. Allah’a, bana böyle bir dost kazandırdığı için hamd ve sena, Kabaklı’ya nice uzun hizmet yılları nasip etmesi için de dua ederim.” Mekanın cennet olsun aziz Hocam.


HAYVANA EZİYET EDENE, CEZA NASIL VERİLMELİ.. O adamı alıp karşınıza oturtun ve sorun. Neden böyle yaptığını anlatsın. Recep ARSLAN

elevizyonda bir görüntülü haber. Giresun’da bir adam, yol kenarında baygın yatan bir köpeği kuyruğundan tutup sürükledi ve yol ortasına bıraktı. Araçlar onun üstünden geçtiler. Hayvan öldü. Adam son durumu izlemedi. Köpeği yola bıraktıktan sonra yürüyüp gitti. Bu olaya hayvan severlik açısından bakmak adettendir. Ama olaya başka açıdan bakmayı denemek gerek. O adamı alıp karşınıza oturtun ve sorun. Neden böyle yaptığını anlatsın. Siz de hiç sözünü kesmeden dinleyiniz. Karşınıza ne çıkacak dersiniz?

Binlerce hikaye yazılabilir bu olayla ilgili olarak. Adam çocukluğunda da köpek ve kedi yavrusu öldürmüş olabilir. Anne-babasından ya da aile büyüklerinden, yada işyerinde usta ve kalfalarından şiddet görmüş olabilir. Geleneksel öğretinin hikayesini dinleyip ciddiye almış olabilir. İlk gecede damat, gelinin gözünü korkutmak için bir kediyi iki bacağından tutup ayırır ve leşi atar. Böyle hikeayelerle beslenmiş bir beyni olabilir. Gücünü deneyebildiği bir canlı olduğu için bunu kullanmış olabilir. Daha yüzlerce sebep sıralanabilir. Ama o adamı karşınıza oturtup hikayesini dinlemeden onun neden o baygın ve bitkin hayvani araçların seyrettiği yola attığını anlayamazsınız. Peki ne yapmak lazım? Hayvanseverler haberdar edilmeli, afişler hazırlanmalı, büyük bir gösteri tertiplenmeli. Hayvana şiddet kınanmalı. Bu zaten hemen her olaydan sonra yapılıyor ve kimseye caydırıcı olmuyor. O halde sonuca ulaşılamayan bu hareketi tekrarlamanın bir anlamı olamaz. Yasalarda hayvana yapılan işkencenin suç olduğu belirtilmeli ve caydırıcı cezalar tespit edilmeli. Basit bir kusur ve kabahat sayılmaktan çıkarılmalı, para cezasıyla kurtulmak yerine hapis cezası verilmeli. Bu da bir yol elbette. Asıl olan şudur. O adamı anlamak. Onu bir uzman ruh bilimci, davranış bilimcisi, ahlakçı, terbiyeci, eğitmen, tabip, din bilgini o adamı karşısına alıp oturtmalı. Önce sormalı. Bu hareketi niçin yaptın demeli ve onu sonuna kadar dinlemeli. Mazur görülecek bir tarafı olmadığı belli. Ama sebebi aramak, bu toplumsal yarayı tedavi etmek için çok gerekli. Tüm bu davranışla ilgili uzmanların oturumundan sonra o adam adliye, polis yerine tedaviye alınmalı. O kişiye verilecek en uygun karşılık şudur: Bir hayvan barınağında 10 gün, 15 gün, ne kadara karar verilirse, hayvanları beslemek ve temizlemek görevi verilmelidir. Çünki bu tür insanlara para cezası verilmesi, hapis cezası verilmesi olumlu sonuç veremez. En iyisi eziyet ettiği hayvana karşılık bir çok hayvana bir süre mecburi hizmet vermesi ona belki de havyaları sevdirecek ve yaptığından vicdani rahatsızlık duyarak cezasını çekmiş olacaktır. Adaletin olmadığı ülkelerde hapislerde çok sayıda insan barınır. Cezaevleri hükümlüleri topluma kazandırmayı başaramaz. Ama bir kere cezaevine giren suçlu içeride daha usta suçlulardan eğitim görerek ustalaşır ve hatta bireysel suçlu olmaktan çıkıp bir çetenin, bir örgütün üyesi haline gelir. Cezaevindeki kişi topluma kazandırılmak yerine, tercih ettiği hayatı daha rahat ve başarılı şekilde yaşamayı öğrenir. 55


ranz Kafka 1883 Prag’ında Yahudi asıllı bir ailede dünyaya gelmiştir. Tüccar despot bir baba ve küçük yaşta kaybettiği erkek kardeşleriyle, toplama kamplarında yitirdiği kız kardeşlerinin acısıyla yaşadığı çocukluk ve gençlik dönemi geçirmiştir(Wagenbach, 2008).

“KAFKAESK” MEKÂNDA BİR İNSAN

‘GREGOR SAMSA’ Kafka bu bozulmaları ifade ederken birçok mimari unsurdan istifade etmiştir. Kafka’nın yansıttığı bu unsurları kendi has kafkaesk diye de literatüre geçen bir üslupla ifade etmiştir. Ayşe ÇAPKULAÇ */ Havva Alkan BALA**

Babasıyla olan ilişkisi Kafka’nın tüm yaşamına yön vermiştir. Babasının isteği üzerine başladığı ve bitirdiği ilişkileri ve yine babasının isteği üzerine kimya öğrenimini yarıda bırakarak başladığı hukuk fakültesi vardır. İçinde bulunduğu kaotik ortamın nihayetinde hukuk fakültesinden doktora yaparak mezun olmuştur. Tüm bu başlangıçlar ve bitişler, ilişkiler ve kayıplar, aile yaşantısı, bulunduğu çevre, din, adalet ve dönemin siyaset anlayışı onu çevresine yabancılaştırmıştır. Yaşadığı çevreden kopup çevreye ilişkin yazılar yazarak edebiyata sığınan Kafka’nın bilinen en meşhur hikâyesidir ‘Dönüşüm’(Kafka, 2014a). Küçük ölçekte toplumsal düzenin ne denli bozulduğunu insanların birbirine ne denli yabancılaştıklarının sosyolojik tahlilleri Dönüşüm’de birçok metaforla beraber verilmektedir. Kafka bu bozulmaları ifade ederken birçok mimari unsurdan istifade etmiştir. Kafka’nın yansıttığı bu unsurları kendi has kafkaesk diye de literatüre geçen bir üslupla ifade etmiştir. Kafkaesk üslup Kafka’nın bir nevi dünyayı anlamlandırma biçimidir. Düş gücünün sınırsızlığını, düşün içinde gerçeği, gerçeğin içindeki düşü, nasıl yazılacağını, nasıl yazılmayacağını, yapıtların önünde silinmeyi bulunduğu dünyayı anlamlandırmayı temel alarak yazması yapıtlarına kendine özgü bir nitelik kazandırmaktadır. Yapıtların hiçbirinde (1900’lerin başları ve 1920’lerin ortalarına değin) ne I. Dünya Savaşından, ne içinde yaşadığı toplumdaki din ve siyasi oluşumlardan ne de Prag’daki Yahudi azınlıktan bahsetmemiştir. Yapıtlarında toplumların yarattığı korkular, yalnızlıklar ve yorumlamaya açık metaforlar hâkimdir.

*Selçuk Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık A.B.D., Yüksek Lisans Öğrencisi. ** Selçuk Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık A.B.D., Profesör Doktor.

sayı//43// şubat 56

Dönüşümde Kafka’ya dair pek çok şey bulmak mümkündür. Dönüşümün de başkahramanı Gregor Samsa’dır. Gregor, anne, baba ve kız kardeşi adının tek bildiğimiz aile bireyi ki Gregor’un sevgi bağı olduğu belki de ailedeki tek birey bu açıdan Kafka’nın kız kardeşi Otto’ya benzetilmektedir Grete Samsa ile


beraber yaşamaktadır. Hikâye Kafka’nın diğer tüm romanlarında olduğu gibi bir sabah Gregor Samsa’nın uyanmasıyla başlamaktadır. Ne var ki Gregor’un bu uyanışı öbür günlerden farklıdır. Gregor bir sabah böcek olarak uyanmıştır fakat bu alışılmadık durum karşısında onun tek düşüncesi bir an önce hazırlanıp işine gitmektir. Gregor bir böcektir kamburlaşan sırtı ve altı tane çırpı bacağıyla yatağında sırt üstü vaziyette uyanmış kalkmanın bindir zahmet teşkil etmekte olduğu bir böcektir. Gregor babasının işleri kötü gitmeye başladığında ailenin tüm sorumluluğunu üzerine almıştır. Kendinden bihaber her gün günün çok erken saatlerinde evine oldukça uzakta olan iş yerine gidip samimiyetsiz insan ilişkileri ve iş arkadaşları, işçi haklarından söz etmenin mümkün olmadığı bir işvereninin olduğu bir işte çalışmaya mecbur bir konuma düşürülmüştür. Bu bağlamda Gregor’un uyanışı bir farkındalıktır. Gregor bir sabah böcek olarak uyandığında aslında böcekçe bir yaşam sürdüğü ve patriarkal aile düzeninde babasının ayakları altında ne kadar küçüldüğünün farkına varmasının uyanışıdır. Bu bağlamda da Kafka yazarken kendi hayatına öykünmüştür. Samsa ailesinin mikro ölçekteki eprimesinin dönem Prag şartları çerçevesinde toplumsal düzenin bozulmalarına ilişkin yansımalarını anlatmaktadır. Gregor böcek olduğu günden beri ailenin Gregor’a bakış açısı değişmiş onun ne hale düştüğünden ya da bu böceklikten nasıl kurtulacağından çok kendi ekonomik

durumlarını nasıl düzeltebilecekleri ile ilgilenip her bir birey yapabilecekleri ölçüsünde bir işe girmiştir. Dönem Prag’ın hizmetçi maaşlarının çok düşük olmasından ötürü ailede de hizmetçi ve aşçı olmasına dönüşümden sonra son verilmiş ve hatta evin bir odası üç tane kiracı beye verilmiştir(Nabokov, 2014). Ailenin ekonomik durumu iyileşmeye başladığında ise Gregor’u artık bir yük olarak görmüşlerdir ve hatta ondan şimdiye kadar neden kurtulmadıklarını bile düşünmeye başlamıştırlar.

Kafka bu bozulmaları ifade ederken birçok mimari unsurdan istifade etmiştir. Kafka’nın yansıttığı bu unsurları kendi has kafkaesk diye de literatüre geçen bir üslupla ifade etmiştir.

Dönüşüm acımaz istençsiz bir durumdur dönüşmesini beklenen ve bekleyen toplum erkleri tarafından tahakküm edilmektedir. Dönüşümü bekleyenlerin menfi çıkarları doğrultusun da dönüşen birey kendi benliğinden ödün vererek çoğu zaman minnet, aile içi huzur gibi nedenlerden ötürü bu hastalıklı mutasyona izin vermektedir ve ekseriyetle dönüştüğünün farkına artık kurtulmak imkânsızken varmaktadır(Tanyeli, 2013). Gregor’un yaşadıkları bir larvanın kozasından çıkıp kelebeğe dönüştüğü krizalitten başka bir şey değildir. Buradaki krizalit insan olarak odasına giren Gregor ’un böcek olarak uyanması krizalitidir. Krizalit konuttur odadır dış dünyaya öylesine yabancı ve sağlam bir kabuk oluşturmuştur ki dönüşüme engel olmak ya da müdahale etmek olanaksızdır. Gregor Samsa yaşadığı toplum düzenine yabancıdır. Artık böcek olarak yaşamaya devam ettiği bu yeni hayatı bu yabancılaşmayı ve yalnızlaşmayı iyice perçinlemiştir. Gregor durumu kabullenmiş ve artık yalnızlığına çekilmiştir. Ne var ki Charlottenstrasse de bir 57


Kafka ‘dönüşüm’ de Prag ölçeğindeki bir apartman ve özelinde bir konutta toplumun en küçük bireyi olan ailedeki bozulmaları anlatmıştır ve kendi yaşamıyla da özdeşimler de bulunmuştur.

apartman dairesinde oturan Samsa ailesi de toplumdan izoledir. Evin bir odasını kiraya verdikleri kiracılar ve işe girip çıkan hizmetçiler dışında ne komşuluk ilişkileri ne de eş dost ve akrabaları vardır. Tek çekinceleri ise Gregor’un bu dönüşümün çevre tarafından fark edilmesidir. Bu da dış dünyayla sadece bin bir zahmetle pencere kenarından etrafı izleyen Gregor’un ilişkisini kesmiştir yine ailesini utandırmamak için camdan dışarı izlemeyi kesmiştir. Hikâyede dış mekâna dair tek unsur Samsa ailesinin cadde üzerinde gri renkli bir hastaneye bakan puslu bir havadaki apartmanda oturuyor olduklarıdır. Hikâye de geçen bir diğer metaforda sürekli açılıp kapanan kapılardır. Gregor Samsa’nın odası üç tane odanın kapısının açıldığı ortada bir mekândır. Sağ taraftaki oda da kız kardeşi Grete’in odası sol taraftaki oda da oturma odası ve ortada Gregor’un odası vardır. Odanın ortasında ise hole açılan ana kapı bulunmaktadır. Bu bakımdan bakıldığında da plandan da anlaşılacağı üzere hayatı ortada ve herkese açıktır. Gregor’un kendi sınırlarını oluşturan tek çizgi ise gece yatarken kilitlediği kapılardır. Gregor için odası artık evren olmuştur. Bu kapılar Gregor’un hem dış dünyaya açılmasını hem de kapanmasını sağlamaktadır. Gregor için odası dışındaki mekânlar dış dünyayı ifade eder konumdadır oda onun için evdir, yuvadır. Dönüşümde sonra odasının dışına üç kez çıkmıştır. Biri işe gidemediği gün iş yerinden gönderilen yetkili temsilcisi geldiğinde diğeri annesi ve kız kardeşi odasındaki eşyaları değiştirmek için odaya geldiklerinde bir diğeri de kız kardeşi Grete evdeki kiracılara keman çalarken üçünün de sonuçları hüsranla bitmiştir. Ailesi Gregor’dan fayda sağlayamamaktadır ve o artık kullanılmayan bir eşyaymışçasına

sayı//43// şubat 58

odasına kaldırılmıştır. Odasından çıkma sebebi bile ailede olağanüstü bir durummuşçasına gündem konusu olmuştur. Sevgi bağının olduğu ailedeki tek birey Grete bile Gregor’u bir ayak bağı olarak görmektedir. Önceden Gregor rahat salınım yapsın diye eşyaları odadan çıkaran kız kardeşi eve aldıkları yeni hizmetçinin kullanılmayan gereksiz eşyaları odaya kaldırmasına müdahale etmemektedir. Böylelikle Gregor’un odası ardiye olmuştur. Gregor durumu kanıksamış dış dünyayla ki dış dünyası diğer odalar olmuştur bağını koparıp dışarı çıkma girişimlerinde babasıyla yaşadığı arbedeler sonucu sırtına aldığı yaranın iyice kötüleşmesi, besinsiz kalması, rahat salınım yapamaması sonucunda iyice güçsüzleşen bacakları gibi pek çok nedenle beraber hem fiziksel hem de ruhsal yönden tam bir çöküntü içine girmiştir. Gregor artık dönüşümünün son safhasındadır ve kurtuluşu yoktur. Onun için her şey çok zordur sığınabileceği tek yer odasıdır ve artık hiçbir şeye takati de yoktur. Büyük bir kabullenişle odasında boş ve huzur verici düşüncelere dalmaktadır. Prag meydanında saat kulesi saat üçü vurana kadar bu garip düşüncelerle hemhal olmuştur. Gregor’un başı istemsizce yere düşer ve burun deliklerinden son nefesi güçsüzce çıkmıştır. Gregor’un ölümünden sonra aile bir yükten kurtulmuşçasına rahatlamıştır. Gregor’un cenazesi bir böcek gibi temizlikçi kadın tarafından temizlenmiştir. Anne, baba ve Grete ise o gün işe gitmeme kararı alıp aylardan beri ilk defa beraber şehrin dışındaki açıklıklara gitme kararı almışlardır. Bu dinlenmeyi ve gezintiyi kendilerine hak olarak görmüşlerdir. İçinde bulundukları daha da iyileştirme adına kararlara varırlarken Bay ve Bayan Samsa ilk defa kızlarının ne kadar güzelleştiği ve büyüdüğünün farkına varıp ona uygun bir eş bulmaları gerektiğini ne kadar iyi


niyetli bir davranış olduğuna kendilerine inandırmaktadırlar. Gregor’un ölmesiyle birlikte ailenin verdiği kararla dönüştürmeyi amaçladıkları kişi diğer çocukları Grete olmaktadır. Grete’in istekleri göz ardı ederek onun için en doğru kararın uygun bir eşle evlenmesi düşüncesi olmuştur(Kafka, 2014b). Kafka ‘dönüşüm’ de Prag ölçeğindeki bir apartman ve özelinde bir konutta toplumun en küçük bireyi olan ailedeki bozulmaları anlatmıştır ve kendi yaşamıyla da özdeşimler de bulunmuştur. Bu yabancılaşma ve yalnızlaşmayı anlatırken mikro ölçekten yola çıkarak evrensel tespitlere ulaşmıştır. Bu küçük ölçekte konut gelişimi bireylerin arasındaki iletişimsizliği ve yabancılaşmayı perçinlemiştir. Aile bireyleri birbirinden habersizdir, Gregor kendinden habersizdir eve gelen kiracılar bir oda da yaşamakta olup evin içinde yaşananlardan habersizdir. Bireylerin yabancılaşması ve yalnızlaşması göz ardı edilemeyecek kadar büyük boyutlara ulaşmıştır. Kişilerin şehrin içinde durup temaşa edebilecekleri yerlerin yokluğu, dönemin kapitalist anlayışı yabancılaşmayı ve yalnızlaşmayı destekleyen bir diğer unsurlar arasında sayılmaktadır. SONUÇ

Franz Kafka dönüşüm adlı eseriyle aile ölçeğinde toplumsal bozulmaları anlatmıştır. Hikaye tümüyle Prag da bir apartman dairesinde özelinde ise böceğe dönüşen Gregor Samsa’nın odasında gerçekleşmiştir. Birbirine yabancı halde yaşayan aile bireylerinin aynı ev içinde yalnızlaştıklarını ve her birey için adeta odalarının birer eve dönüştüğünün paylaşımlarının sürekli azaldığını göstermiştir. Öyle ki apartmanda yaşayan insanlar birbirlerinden bihaber olduğu gibi ailede birbirine yabancı olan bireylerde başka yabancılara evlerinin bir odasını kiraya bile verebilmektedir. Bu durumda yeni gelen kiracılarında evin diğer bireylerine yabancı olması son derece olağandır. Durumu başka bir biçimde ifade etmemiz gerekirse evdeki parçalanmayla ailedeki parçalanma doğru orantılı olmuştur. Yabancılaşma ve yalnızlaşmada mimarinin etkilerinin yanında dönemin adalet sistemi, siyasi düzeni, kapitalist anlayışının da büyük ölçüde katkısı olduğu tartışmasızdır. İnsanın her gün aynı işi eylemesinden insanca bir hayat sürmesi kendi benliğini unutması gibi gerçekleri de göz önüne sermiştir. Özellik

Kafka’nın Gustav Jonuch’la olan konuşmalarına bakıldığımda bunu açıkça ifade ettiği görülmektedir. Kafka’ya göre insan form ve kullanım talimatları olan bir makine değildir ve yine Kafka’ya göre böyle yaşamaya devam ederse insan güdülmekte olan bir sürüden farksız bir yaşam sürecektir(Cemal, 2014). Dönüşüm 1914’lü yılların Prag’ından günümüze son derece hızlı bir şekilde devam etmektedir. Kafka küçük ölçekteki yazısıyla büyük ölçekte bir bozulmaya ışık tutmuştur. Pek çok disiplini ilgilendiren ve önsezileriyle çağının ötesini gören bir yazar olan Kafka insanların birbirlerinden uzaklaştıkları giderek yalnızlaştıkları, yabancılaştıkları ve buna etkisi olan mimari, adalet, siyaset, kapitalist toplum düzeni gibi pek çok dalın etkilerini yansıtmıştır. Günümüzde teknolojinin ilerlemesiyle birlikte değişim kaçınılmazdır. Bu değişim insanları farklı bir forma sokmadıkça onları mutasyona uğratıp dönüştürmeden yapıldığında makbuldür. İnsan tabiatı itibariyle mekanik bir canlı değildir. İnsan aynı zamanda tinsel ögelerin bütünüdür. İnsanların bu yabancılaşmalarına ve yalnızlıklarını mimari açıdan bakıldığında onları stüdyo daireler birbirinde bihaber apartman komplekslerinde ve beton yığınları arası hapsederek çare bulamamaktayız. İnsan bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir uyum içinde olduğunda sağlıklı bir canlıdır bu tanımı sağlayan çözümler üretebilmek için insan merkeziyetli çözüm önerileri sunmak ve diğer disiplinlerle uyumlu çözümler üretmemiz gerekmektedir.

KAYNAKLAR

• Cemal, A., 2014, Dönüşüm ile İlgili Başlıca Yazışmalar, Günce Notları ve Konuşmalar, In: Dönüşüm, Kafka, F., Eds, İstanbul: Can Sanat Yayınları, p. 95-102. • Kafka, F., 2014a, Franz Kafka Dönüşüm, In: Kafka& Nabokov Dönüşüm Dersleriyle Birlikte, Eds, İstanbul: İtahki Yayınları, p. 9-77. • Kafka, F., 2014b, Dönüşüm, In, Eds, İstanbul: Can Sanat Yayınları, p. 19-84. • Nabokov, V., 2014, Vladimir Nabokov Dönüşüm, In: Kafka&Nabokov Dönüşüm Dersiyle Birlikte, Eds, İstanbul: İthaki Yayınevi, p. 81-132. • Tanyeli, U., 2013, Rüya, İnşa, İtiraz Mimari Eleştiri Metinleri, İstanbul, Boyut Yayıncılık, p. 141-145. • Wagenbach, K., 2008, Kafka Yaşamöyküsü, İstanbul, Cem Yayınevi, p. 184.

59


ERZURUM’DA

HEREFENE GELENEĞİ … Oturup neşeyle yer, tabaklarımızı evlerimize götürür ve oyunumuza kaldığımız yerden devam ederdik. Demek ki herefene, paylaşım esasına dayalı bir muhabbet aracı. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

illetler, gelenekleriyle, alışkanlıklarıyla, inançlarıyla kısacası kültürleriyle varlıklarını devam ettirebilirler. Ancak dünyadaki gelişmeler, ilerleyen teknoloji ve iletişim araçlarının etkili bir biçimde toplumları tesiri altına alması, beraberinde kültür değişmelerini de getirmektedir. Kültür değişmelerinden en fazla etkilenen toplumlar ise, iletişim alanındaki gelişmelerle teknolojideki ilerlemeleri uzaktan takip ederek tüketim çılgınlığına düşen toplumlardır. Maalesef bu toplumlardan biri de Türk toplumudur. Bugün evinde TV, bilgisayar ve internet bulunmayan bir aile göstermek, elinde cep telefonu bulunmayan bir fert bulmak pek mümkün gözükmüyor. Bu iletişim vasıtalarından her biri, teknolojinin etkili ürünleridir.

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//43// şubat 60

Bilgiyi üretip bilime kazandıran ülkeler, bilimi teknolojiye aktarıp yeni araçlar üretirlerken, kendi kültürlerini de bize transfer etmektedirler. Sözgelimi bilgisayarlar ve telefonlara yüklenen oyunların tamamı bu araçları üretenlerin kültürlerini yansıtan oyunlardır. Bunlarla sürekli haşır neşir olanlar, içinde yetiştikleri Türk toplumunun örf ve adetleri yerine, oynadıkları oyunlarda gördüklerini örf-adet, gelenek ve nihayet kültür olarak benimsemektedirler. Böyle olunca da bizi biz yapan değerlerin yerini yabancı olduğumuz anlayışlar almaktadır. Bütün bunlar da Türk toplumunu tedrici olarak kendi milletine, kendi kültürüne yabancılaştırmakta ve öz benliğinden uzaklaştırmaktadır. Biz eli kalem tutanlara düşen de iletişim vasıtalarını gönüllü olarak kullanarak uzaklaştığımız milli kültürümüzü unutturmamak, hatta yeniden canlandırmaya gayret etmektir. İşte unutulmaya yüz tutmuş, belki de yeni nesillerin hiç bilmediği geleneklerimizden biri de ‘Herefene’ geleneğidir. Ülkemizin bütün yörelerinde bilinip bilinmediği hakkında bilgim olmasa da Erzurum ve çevresindeki yerleşim alanlarında bilinen ve geçmişte çok canlı olarak uygulanan ‘herefene’ geleneğinden söz etmek istiyorum bu yazımda. Herefene, çocukluğumuzun en güzel anıları arasında yer alan ve hafızamdan sökemediğim hatıralarım arasında yer alır. Ne günlerdi o günler. Keşke gelmeseydi aklıma. Şimdilerde arayıp da bulamadığımız, kaybettiğimiz nice değerlerden biri; Herefene. Yitirdiğimiz her değer, adeta içimi titretiyor. Neler kaybetmedik neler. Geçmişe doğru bir hafıza seyahatine çıkınca büyüklerimize saygımızı, küçüklerimize sevgimizi, çocuk oyunlarımızı, seyirlik oyunlarımızı, geleneklerimizi, örfümüzü, adetlerimizi… daha neler yitirdiğimizi görmenin ıstırabı beni ve benim akranlarımı rahatsız ediyor. Rahatsız etmek ne kelime, adeta yiyip bitiriyor. Sahip olamayışımıza mı, çocuklarımıza öğretemeyişimize mi, gelecek nesillere bırakacak güzelliklerimizin kalmayışına mı hayıflansam, yoksa küçük şeylerden mutlu olmayı bilen bizlerin yerini her türlü maddi imkânları olmasına rağmen bir türlü mutlu olamayan çocuklarımızın almasına mı yansam bilemiyorum. Bizler, küçük şeylerden mutlu olmasını biliyorduk. Mahallemizin sokağında, yöremize has oyunlar oynar, acıkınca evlerimize koşup bir şeyler yiyerek karnımızı doyururduk.


Ama çoğu zaman bunu tek başımıza yapmak hoşumuza gitmezdi. Hemen, “arkadaşlar herefene yapalım” diye aramızda anlaşır ve evlerimize gider, biraz sonra da ellerimizde annelerimizin hazırladığı birer tabak içindeki azıklarımızla bir araya toplanır gâh bir bacada, gâh bahçenin bir köşesinde, gâh sokağın tenha bir yerinde getirdiklerimizi neşeyle paylaşıp yerdik. Kimimiz birkaç domates, kimimiz salatalık, kimimiz peynir-ekmek veya pasta, çörek yani evde ne varsa alıp getirirdik. Sen az getirdin, ben çok getirdim, diye bir yarışımız yoktu. Hatta kimi arkadaşlarımız hiçbir şey getirmezdi; ya evde hazır bir şey olmadığından, ya annesi misafirlikte olduğundan. “Sen bir şey getirmedin, herefeneye katılamazsın” diye bir düşünce hiçbirimizin aklının ucundan bile geçmezdi. Oturup neşeyle yer, tabaklarımızı evlerimize götürür ve oyunumuza kaldığımız yerden devam ederdik. Demek ki herefene, paylaşım esasına dayalı bir muhabbet aracı. Birden bire akla gelen, daha geniş zamanlarda belli bir planlamayı gerektiren bu durum, hem estetik hem de bilgece bir çözümdür aslında. Ne için ve nasıl bir çözüm? İsim nereden geliyor? Niçin böyle bir gelenek oluşturulmuş? Ya bir arada otururken herkes marifetlerini göstermek için, ya yokluk yıllarında elde olan gıdaları paylaşarak dayanışmayı artırmak için bilgece icat edilmiş toplumsal bir âdet herefene. Eskilerin buna ‘ârifane’ demiş olmaları kuvvetle muhtemel. Tıpkı eskilerin güçlü, kuvvetli anlamında ‘muhkem’ kelimesini kullanması gibi. Muhkem Erzurum ağzında küçük bir değişime uğrayarak nasıl mökkem olmuşsa, ârifane de muhtemelen yine küçük bir operasyonla herefene olmuş. Herefenenin nasıl oluştuğuna dair ikinci bir teori de şöyle geliştirilebilir: Herefene, başlangıçta büyük ihtimalle sadece erkekler arasında yapılırmış. Erzurumlu hanımlar, eşlerine genellikle ‘herif’ diye seslenirler; muhtemeldir ki hanımlar kendi aralarında konuşurlarken “bizimkiler bugün yine herif herife toplanıp eğleneceklermiş” ifadesini kullanmışlardır. İşte bu ‘herif herife’ ifadesi zaman içinde değişikliğe uğrayarak, önce ‘herif herifine’ şekline, ses benzeşmeleriyle önce kelimenin binicisinin düşmesiyle ‘herifine’ sonra da ses değişimi sonucunda ‘herfene’ye dönüşmüş olsa gerektir diye düşünüyorum. Bazen ‘herfene’ şeklinde kullanıldığı da olur. Kanaatimce, bu güzel ve doğru bir yorum olsa gerek. Bu terimi kullananların eğitim düzeylerine göre bazen herefene, bazen de

‘henefene’ şeklinde kullanıldığı olmuş. Biz, büyüklerimizden daha çok ‘herfene’ veya ‘herefene’ tabirini duyduk, öyle devam ettirdik. Lakin şimdilerde ne herfene kaldı ne de henefene. Önceleri sadece erkekler arasında yapılan bu herefene toplantıları, daha sonra kadınlar arasında da yaygınlaşmıştır. Herfene deyince canlanan hatıralarımı bir yana bırakıp, önce büyüklerimden duyduğum herfene toplantılarına, sonra da yine benim hatıramda kalanlara değinmeye çalışayım.

Erzurum’daki herefeneleri iyi hatırlıyorum. Herefene, özellikle hanımlar arasında yaygındı.

Babam Cevdet Özden Bey, Erzurum’un en büyük ve en meşhur köylerinden biri olan Cinislidir. Cinis, hem arazisinin büyüklüğü, hem Erzurum kültürünü en katıksız haliyle ve tam özüyle yaşatması, hem de tımar sahibi olan Beyleriyle ünlüdür. Arazisi oldukça geniş olup aynı zamanda verimlidir. Köye yakın yerlerdeki verimli araziye ‘ahpun’ denilir. Bu ahpunlarda, bir zamanlar baldan tatlı, kıpkırmızı karpuzlar yetiştirilirmiş. Babamın anlattığına göre; karpuzun suyu bir yere damlayınca biraz sonra o bölge yapış yapış olurmuş. Genetiği ile oynanmamış, şimdilerde organik diye satılan ürünlerin bile eline su dökemeyeceği lezzette karpuzlar. Köyümüzün ‘ahpun’ tarlası çok olduğundan, Livane/ Artvin ve Yusufeli’den gelen birçok bostancı yanlarına aldıkları kurutulmuş meyveleri tandır ekmeğiyle, buğdayla takas ederek geçimlerini sağlar, Cinis’in ahpunlarını kiralayıp bostancılık yaparmış. Bu bostanlarda lahanadan, bostan diye isimlendirilen salatalığa kadar, bugün artık yetiştirilmeyen birçok ürünün yetiştirildiğinden bahsediyor Bey Babam. Köye uzak sayılan tarlalarda da buğdaydan arpaya, şeker pancarından patatese pek çok endüstriyel ürünün yetiştirildiğini ben bile hatırlıyorum. Cinis, Beyleriyle ünlüdür demiştim. 18. asrın ortalarında, yaklaşık 1750’nin biraz öncesinde, ismini taşımaktan gurur duyduğum en büyük dedemiz, ailemizin kurucusu Hacı Ömer Bey, tımar sahibi olarak Cinis’te görevlendirilmiş. Uzun zaman bu sistem devam etmişse de yurdumuzun içine girdiği sıkıntılı durumlardan dolayı ailemiz, seferberlik sırasında Kayseri’nin Talas ilçesine gitmiş. Seferberlik, milletçe çok şey kaybetmemize neden olan acılı ve sancılı bir yaramız. Seferberlik dönüşünde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabında da anlattığı gibi, tarlalarında ortakçılarıyla birlikte Cinis Beyleri de çalışmaya başlamış. Yine eskisi gibi kazandıklarını hakça bölüşmüşler. Sıkıntılı

61


Yaz aylarındaki yiyecek listesi, yemek yerine hamur işleri, patates ve yumurta haşlaması, salata türleri ve meyvelerden oluşurdu.

günler geçip gitmiş. İşte bu bahçesi ve bostanı bol köyümüze, cumhuriyet kurulduktan sonra, ismiyle müsemma olan yeni bir isim vermişler: Ortabahçe. Cinis, yeni adıyla Ortabahçe, Erzurum’a çok yakın olması ve o dönemlerde yönetimle iç içe olmasından dolayı, köy kültürünün değil, şehir kültürünün yaşadığı bir yerleşim birimidir. İşte Erzurum kültürünün en önemli güzelliklerinden biri olan Herefene de Cinis’te çok canlı bir şekilde yaşatıla gelmiştir. Yine canım Babam’dan duyduğum şekliyle aktarmaya çalışayım: Seferberlik öncesi ve sonrasında, yaz aylarında Cinis’in sayfiye yeri, Germeşevi adı verilen, köyümüzün iki-üç km. kadar güneyinde bulunan bir dağ eteğidir. Bir çayırlık alan olan Germeşevi’nin en önemli özelliği; burada buz gibi soğuk ve lezzetli gözelerin bulunmasıdır. Karpuzlar, çeşitli kaplardaki süt ve yoğurtlar bu göze sularına konularak soğutulurmuş. Eskiden burada Cinis Beyleri’nin küçükbaş hayvanları sağılır, sütleri künkler aracılığıyla köye ulaştırılır ve burada işlenip hem gerektiğinde orduya katılan askerlerin aileleri hem de oldukça büyük ailemizin süt, peynir, yağ gibi ihtiyaçları karşılanırmış. Cinis’in ileri gelenlerinin, aileleriyle birlikte çadırlar kurarak birkaç gün, hatta bazen bir ay kadar kaldıkları ve her günü bir kır havasında, herefene yaparak geçirdikleri bu mesire yerinde, çeşitli eğlenceler de düzenlenir, davul-zurna eşliğinde Erzurum erkek barları oynanırmış. Germeşevi eski cazibesini kaybettikten sonra Cinis’in herefeneleri Değirmenbaşı denilen çok büyük bir bahçede devam etmiştir ki bu büyük mesire, halen bir kır alanı olarak çekiciliğini devam ettirmektedir. Kış aylarında ise, gençler ve orta yaşlılar, Erzurum ve çevresinde ‘Er Kişi Odası’ olarak isimlendirilen köy odalarında zaman zaman toplanır, sohbet ve eğlence düzenlermiş. Bu toplantılarda bir yemek listesi belirlenir, herkes kendi evinde o yemeği yaptırır, er kişi odasına getirirmiş. Diyelim ki o akşam için tavuklu pilav yapılacağı kararı alınmış. Herkes kendi kümesinden bir tavuk keser, pişirir ve suyuna da bol tereyağlı bulgur pilavı salar ‘er kişi odasına’ götürürmüş. Erzurum’da kışlar ve kış geceleri de uzun olduğundan herefeneler daha çok kışa özgü olurmuş. Yaz aylarında tarla bahçe işlerinin yoğun olmasından dolayı erkekler arasındaki herefeneler kışın yapılırmış. Yemekler yenildikten sonra çeşitli oyunlar

sayı//43// şubat 62

oynanır, güzel sohbetler yapılırmış. Bazen hikâyeler anlatılır, güzel sesli delikanlılar türküler söyler ve gece olunca da bir sonraki herefenede buluşmak ümidiyle dağılırmış topluluk. Kış gecelerindeki herefenelerin önemli bir özelliği de tel helvası çekilmesidir ki bu ayrı bir yazı konusu teşkil eder. Cinis’te, tıpkı Erzurum şehir merkezinde olduğu gibi hanımlar da herefene düzenlermiş. Bahar ve yaz aylarının ikindi vakitlerinde, bazen evlerin bahçelerinde, daha ziyade de eski bir yerleşim yeri olan Cinis Höyüğü’nün üstündeki geniş düzlükte toplanırmış hanımlar. Geçmişte oldukça yüksek olan bu tepe, günümüzde düzleşmiş, zemine oldukça yaklaşmıştır. Höyükteki bu herefene geleneğinden dolayı ‘tepenin üstü’ terimi köyümüzde yaygındır. Tepenin etrafındaki tarla ve evler için de ‘tepenin dibi’ tabiri kullanılmaktadır. Evlerinde hazırladıkları yemek veya hamur işi türünden gıdalarla tepenin üstüne gidip orada bol bol eğlenen Cinis Beylerinin hanımları ve genç kızlar, Erzurum kadın barlarını çok güzel oynarlarmış. Sonrasında da semaverlerde demledikleri çaylarını içer, tepenin üstünden köyü ve çevresini seyrettikten sonra evlerine giderlermiş. Bu anlattığım durumlar, aynı şekilde şehrimizde de uygulanırdı. Bir farkla ki şehirde er kişi odası yerine herefeneler evlerde veya Cinis’teki gibi mesirelerde yapılırdı. Köyde doğup büyümediğim için, oradaki durumu anlatılanlardan biliyorum, ama Erzurum’daki herefeneleri iyi hatırlıyorum. Herefene, özellikle hanımlar arasında yaygındı. Çocukluğumda annemle birlikte epeyce herefene toplantılarına katılmıştım. Kış aylarında düzenlenen herefeneler, genellikle yemekli olurdu. Bir ev, Erzurum davetlerinin baş yemeklerinden biri olan ekşili dolma, bir başka ev etli veya tavuklu pilav, bir başkası bamya, diğeri kuru fasulye, bir diğeri demir tatlısı, başka bir ev kadayıf dolması... yapar, herefene kimin evinde yapılacaksa payton (fayton) tutulup oraya gidilirdi. En şanslı olan da ev sahibi olurdu. Yemek taşımaksızın konuklarını beklemek her halde daha avantajlı olsa gerek. O da en azından çorbayı kaynatırdı. Bundan yaklaşık otuz beş kırk sene evvel Erzurum’da taksi sayısı oldukça azdı, hususi taksi ise neredeyse yok denecek kadardı. Daha yaygın bir ulaşım vasıtası olduğundan her yere paytonla gidilirdi. Yemekler bohçalanır ve yola düşülürdü. Yemek sofrası kurulur, enva-i


türden yemekler, salatalar, tatlılar, kompostolar, şuruplar güle eğlene yenilir-içilir, yemeklerin kritiği yapılırdı. Çaylar içildikten sonra yine çeşitli oyunlar oynanır, sohbetler yapılır ve bir sonraki herefenenin evi ve kimin ne pişireceği kararlaştırılır, akşamın ilerleyen saatlerinde herkes evine doğru yola koyulurdu. Hanımların yaz ayı herefeneleri ya bahçelerde ya köşkte ya da evlerin bacalarında gerçekleştirilirdi. Yaz aylarındaki yiyecek listesi, yemek yerine hamur işleri, patates ve yumurta haşlaması, salata türleri ve meyvelerden oluşurdu. Eski Erzurum evleri tek veya iki katlıydı, bacaları da toprak örtülüydü. Eve kar ve yağmur suyu damlamasın diye her sene güzden bir miktar toprak bacaya çekilir ve loğ taşı ile bastırılırdı. Baharla birlikte bacalarda otlar yeşermeye başlar, yaza doğru adeta bir bahçeyi andırırdı. Yerden yüksekte bulunan bu ‘baca bahçe’ler, hanımların ve onlardan fırsat bulabilirlerse çocukların herefene mekânıydı. Evin içerisinde bacaya çıkmayı sağlayan bir merdiven bulunduğu için rahatlıkla çıkılırdı. Hazırlanan yiyecekler ve bacada tüttürülen semaverin ayrı bir tadı olurdu. Yine Erzurum’daki bazı evlerin geniş bir bahçesi bulunurdu. Bahar aylarında farklı renklerde açan kuşburnu güllerinin kokusu, adeta mahalleyi sarardı. İşte o vakitlerde komşular, bahçeli evi olanlara, “bahçesi sizden, bohçası bizden” diyerek bahçede herefene yaparlardı. Erzurum’un önemli mesirelerinden biri olan ‘Köşk’ de herefene mekânları arasında yer alıyordu. Erkekler de benzer toplantıları akşamları yaparlardı. Bazen herefenenin şekli farklı da olabilirdi. Yapılacak yemek her ne ise onun malzemeleri ortaklaşa alınır, en güzel yemek yapılan eve götürülür, evin hanımı yemekleri pişirir, herefene nerede yapılacaksa yemekler oraya taşınırdı. Yakın akrabalar da ailece herefene görüşmeleri yaparlardı. Bu ailece yapılan herefenelerde özellikle kış gecelerinin vaz geçilmez eğlencesi, şehirdeki evlerde de tel helvası çekmekti. Herefene kültürü, yaz aylarında mahalle ölçeğine yükselir ve belli bir hafta sonu kıra gitmenin (piknik) planı yapılırdı. Kıra (şimdi piknik diye tabir edilen kavram, eskiden kır ya da seyir olarak isimlendirilirdi) gidecek olan evlerde hafta boyunca üst düzey bir heyecan yaşanır, et, tavuk ya da hamur işinden oluşan yemekler, börekler, köfteler, keteler, tatlı olarak da un helvası, lokma, hurma tatlısı vs. hazırlanırdı. Yumurtalar, patatesler haşlanırdı.

Çocukluk yıllarımın öncesinde at arabaları, benim çocukluk yıllarım olan 1960’ların sonları ile 1970’li yılların ortalarına kadar ise tutulan bir otobüsle uzak bir piknik alanına gidilir ve herefene orada yapılırdı. Bu alan Boğaz, Teke Deresi, Akdağ köyü, Cinis’in Değirmenbaşı, Hasankale’nin bahçeleri veya yakın köyler olurdu. Sabahın erken saatlerinde uyanılır, akşamdan hazırlanan malzemeler gelen arabaya yüklenir, neşe içerisinde kır alanına ulaşılır, semaverler yakılarak sabah kahvaltısı yapılırdı. Herkes hazırlanan büyük sofralara ne hazırlık yapmışsa ondan getirir ve neşe ve sevinç içerisinde kahvaltı yapılır ve sonrasında çeşitli oyunlar oynanırdı.

gıdaları paylaşarak dayanışmayı artırmak için bilgece icat edilmiş toplumsal bir âdet herefene. Eskilerin buna ‘ârifane’ demiş olmaları kuvvetle muhtemel.

Öğlen yemeği vakti yaklaşınca yine bir telaş başlar ve her aile kendi evinde yaptığı yemekler ve zeytinyağlıları hazırlayıp sofralara getirir, aynı huzurla yenilirdi. İkindi vaktinde semaverler yeniden yakılır, bu sefer de keteler, çörekler, pastalar, kekler, kurabiyeler ortaya çıkardı. Bu toplantıların en güzel taraflarından biri, dedikodusuz oluşlarıydı. Yemeklerde hangi malzemenin kullanıldığı, örgülere konulan örnekler, nasıl bir kazak veya çorap örüleceği, çayın nasıl daha güzel demleneceği vs. konuları dedikoduyu önlerdi. Televizyonun olmayışı da sohbetlerin çeşitlenmesinde önemli bir faktördü. Bu kadar güzel etkinlikler arasında zaten onu bunu çekiştirmek ne kimsenin aklının ucundan geçer, ne de böyle bir şeye tenezzül edilirdi. Sadece bir yeme, içme ve eğlenme aracı olarak görülmemesi gereken herefene, aslında bir paylaşma ve dayanışma modeliydi. Yapılan sohbetler sırasında belli etmeden kimin ne derdi, ne sıkıntısı varsa öğrenilir ve o problemin giderilmesine çalışılırdı. Ama şimdilerde sohbet kültürü yok oldu. Dedikodu çoğaldı. Başkasının derdi kimseyi ilgilendirmez oldu. Aynı apartman içinde bile birbirini tanımayan insanların sayısı arttı. Mutsuz insanların sayısı tahmin bile edilemiyor. Evlilikler kadar boşanmalar da oluyor. Kimse yaşadığı hayattan memnun değil. Böyle bir ortamın oluşmasında kuşkusuz birçok etken rol alıyor. Ama kimsenin aklına gelmeyen bir şey daha var ki o da gülüp eğlenmenin, yiyip içmenin yanında herkesin birbirinin derdinden haberdar olduğu, dertlerin paylaşıldığı herefene kültürünün yok olmasıdır diye düşünüyorum. Herefene kültürünü yeniden canlandırmanın, eski dostlukları geri getirebileceğine inanıyorum.

63


nısı biz olalım bu sokakların / Ve hiç durmadan yağmur yağsın Biz gürültüsüz sözcükler bulalım / Sarmaşıklar fısıldaşsın yine

“RUHUNDAN HASAR GÖRMÜŞ”

ŞEHİRLER ÜZERİNE… Şehirler... Şimdilerde ateşler içinde... Kendine yapıp edilenler karşısında hayretle büyüyor gözleri. Sinesine otağ kurmuş barbarlar. İsmail BİNGÖL*

Gidersek birlikte gideriz / Yeni sevinçler buluruz hüzne benzeyen” diyen şair Ahmet Telli, sürüklendikçe şehirle birlikte hatıralara doğru, geçmişin ruhları sükûna erdiren dünyasında seyahatine devam ederken yaşananlar birer mısra olup canlanır zihninde… Ve buluşulan saçak altları, beklenilen otobüs durakları, yürüdükçe güzelleşen şehir, mazideki sevdalı vakitler, ayrılıklardan geriye kalan büyük hüzünler ve yeni sevinçlere benzeyen gürültüsüz sözcükler bir bir arzı endam eder gönül dünyasında… Aidiyetlerimizin ortaya çıkardığı kültür dünyamızda gün geçtikçe azalan güzellikler ve aramızdaki bağların zayıflaması, derûnumuzda taşıdığımız ve bin bir kargaşa ortamında yaşatmaya çalıştığımız değerlerin her an biraz daha fersudeleşmesine yol açıyor. Şehrin acılarına müptela olanlar onun ince damarlarına varıncaya kadar nüfuz etmek için gösterdikleri çabanın çoğu zaman karşılıksız kaldığı hissine kapılıp, bunun sonucunda ümitsizliğe düşseler de; yine de ellerinden geleni ifa etmek konusunda bir an bile geri durmayacaklardır. Ellerinden tutmak istedikleri varlıkların bir bir göçüp gitmeleri sebebiyle hayatın yalnızlaştırdıkları kişilerin kendi içlerine dönerek “yeni bir kavganın habercisi olan” şehirlerde yorgun düşüncelerle baş başa kalmaları yüzünden, mustariplerin sayısının her gün biraz daha artacağına şüphe yoktur. Onlar ki; damıtılmış bir ince manzaradan yeni bir heyecanlar çıkarmak ve geçmişten beri süregelen alışılmış olayların seyrini değiştirmek yolunda verdikleri mücadelenin akim kalmaması için gerekirse bu uğurda ömürlerini feda etmekten çekinmezler. Onlar ki; hayat ve ölüm karşısında aşkın ve sevginin etkisiyle gittikçe derinleşen, unutulmazlıklarıyla yüreğin her bir köşesinde kendine özgü yerler elde eden yaşanmışlıklarla yoğrulanlardır. Ve gün gelir bir iç döküş, bir ağlayış, bir sızlayış vasıtasıyla annelerini ve türküleri şahit tutarak seslenirler yüreklerinde büyüttükleri şehre:

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//43// şubat 64

“Anne Hüznüme şahit tuttuğum türküler Buldukları boşluklardan sızdıkça içerime


Ve çoğaldıkça ayrılığın gücü Büyük bir hasret bir büyük bağlanışla birlikte Bir deli gibi sokaklarına daldığım şehir Nice sessizlik ve nice sensizlik eşliğinde Her gün yeni bir ağırlıkla Her gün yeni bir korkuyla Her gün yeni bir sıkıntıyla Çöker aşkla dolu uçsuz bucaksız yüreğime” (“İsmail Bingöl, “Anne/Bir İç Döküş/Bir Ağlayış” şiirinden.) Şehirler... Şimdilerde ateşler içinde... Kendine yapıp edilenler karşısında hayretle büyüyor gözleri. Sinesine otağ kurmuş barbarlar; bir dağılış, bir savruluş eşliğinde hükmünü yürütmeye uğraştıkça şehirlerde, yüzyıllara meydan okuyan ata yadigârı emsalsiz eserler, karardıkça kararıyor, utançlarını kalın duvarlarının arkasına gizlemeye çalışıyorlar. Bu hoyratlığın, bu nâdânlığın esiri olan yürekleriyle şehirlerimize çılgınca dalış yapan kötülüğün erleri ise, yaptıklarının farkında olarak ya da olmayarak, çevreye ve şehirlerimize telafisi mümkün olmayan zararlar vermektedirler. Kavgalar, ölümler, zulümler ve acılar dört bir yandan kuşatmış şehirleri... Geleceğe bırakacağı miraslar için ne söylenebilir böylesi şehirlerin... Çünkü amacından tamamen saptırılmış ya da saptırılmak üzereler bu şehirler... Hani medeniyetin beşiğiydi şehirler... Hani medeni insanların yeriydi. Hani insanlar medenileştikçe şehirlere sığınıyordu ve medeniyetin savunucuları haline geliyordu. Eğer öyle olsaydı, şu söze ve bu sözün benzerlerine gerek kalır mıydı?

ve sürecek olan bir savaş hem de... Zira eldeki yıkıcı imkânları medeniyet düşmanları sonuna kadar kullanmaya çalışırken, medeniyet taraftarları, hem dünyayı korumak ve hem de yeni bir gelecek oluşturmak kaygısıyla karşı karşıya kalmaktalar belki de... Bu ise medeniyetin savunucularının işinin ne kadar zor olduğunun bir göstergesi... Oysa giderek büyüyen ve büyüdükçe ruhtaki yangını, derdi kederi artırdıkça artıran, her gün daha da ağırlaşan bu düşünce karşısında şairin sıkı bir vuruşu, insanı kendine getirmeye yetmese bile, gücünün sınırlarını, aklının durma noktasını belirliyor adeta: “Çaylak! Sen misin! Tamir edecek dülger Ruhundan hasar görmüş Bir şehrin hayatını? (Ali Ayçil) Evet; günümüz dünyasının şehirlerinin ruhlarından hasar gördüğünü ve bu hasarın günbegün şehri dolduran insanlara farklı şekillerde yansıdığını, her gün biraz daha kendilerinden ve çevrelerinden uzaklaştığını görmemek mümkün değil. Sevginin ve insanlığın gittikçe azalan bir çerçevede seyretmesi sonucunda şehirler adeta kendi ölümlerini hazırlamakta; büyüseler, gelişseler, çoğalsalar dahi bir yandan da varken yok olmanın, eksilmenin, azalmanın mahkûmu olmuş şekilde bir duruş sergilemekteler.

“Bugün insanların çoğu, büyük davaların, uğruna savaş verilecek büyük nedenlerin olmadığına inanıyor. Bu yanlış. Bugün çok daha büyük davaların dönemi: Yeryüzünü medenileştirmenin dönemi.(...) Buraya kadar iyi. Zor olan insanları bir araya getirmek, temel çıkarları ve ihtiyaçları farklı olan Avrupalının ve Afrikalının aynı amaç uğrunda birleşmesini sağlamak.” (Edgar Morin)

Şehir acılarla giriyor düşüme… Yeni bir hüsranla sarsılıyorum… Çözülüp gidiyor akşamın koynunda kendine yer bulmaya çalışan yeni ve karşılıksız acılar. Eski bir zamandan devşirilmiş, nice müzeyyen, nice huzursuz ve nice umutsuz sevdalar; kimi sükût halinde, kimi çığlıklarıyla semayı sarsan, kimi öfkeyle geçmişin bağrında yankılanan bir şekilde, dönüp duruyor etrafımda… Geçtikleri mesafelerde kendilerinden izler bırakan endişe yüklü kalplerin sahipleri, yüzlerinde uzayıp giden ve derinleşen çizgilerle, eski ve yorgun hikâyeyi resmetmekteler:

Belli dönemlerde ve belli zamanlarda belli devletler ya da milletler eliyle medeniyeti yakalayan insanoğlu, nefsine ve iktidar hırsına mağlup olma sonucunda yine medeniyetsizlik çukuruna yuvarlanıyor ve yeniden bir savaş başlıyor medeniyet savunucularıyla medeniyet düşmanları arasında. Ama sonucu hemen tayin edilemeyen bir savaş bu. Oldukça uzun süren

“Gördüm anne Bu kentin kan tüküren bulvarları Kuşkular emzirir çocuklarına Bir yemin kopacak kadar incelir Toy bakışlar boşalır korumasız evlerden Çağa vurgun oğullar kızlar gider Çağa kurban oğullar kızlar gelir” (Tacettin Şimşek, “Eylülce”den.)

65


engin bir medeniyetin varisi olan Birecik, Fırat nehrinin nazlı nazlı salındığı noktada kurulan bir su medeniyeti Mezopotamya’nın derin izlerini taşıyan bir incisidir. Her dinden ve dilden ve kültürden insanın suya koşması ile bu küçük şirin ilçe; Her bakımdan başka bir beldeye benzemeyen “nevi şahsına münhasır” güzelliği ile bir cazibe merkezidir. Birecik, Tarihin yaşlı çocuğudur.

TARİHİN YAŞLI ÇOCUĞU

BİRECİK

Birecik ve etrafındaki bölge, dünyada az görülen , iki önemli yaşam alanını barındırır. Yarı çöl ve ağaçlı bozkır alanlardır bunlar. Münir BALICA

Fotograflar: https://www.bizevdeyokuz.com/wp-content/uploads/gaziantep-gezilecek-yerler-savasan-koyu.jpg

sayı//43// şubat 66

Her kapının arkasında yaşanmış dünyaların bulunduğu 19.yy. sonlarında Urfa mutasarrıflığına bağlı kaza iken Birecik, günümüzde Şanlıurfa’nın ilçesi olmaya devam etmektedir. Fırat Nehri üzerindeki konumu ile yerleşilecek bir yer olarak tarih boyunca önemli bir merkez olmasına neden olmuş, özellikle Anadolu ve Mezopotamya arasında ticarette çok önemli bir ticaret noktası olmuştur. Denizden yüksekliği 340 metre olan Birecik, etrafı Fırat’a dayanan dağlar ile, yarım daire olarak çevrilmiş bir ovanın merkezidir. Bölgede yerleşimler, Taş çağından M.Ö. 500.000-10.000 başlamış. Fırat Nehri’nin dar ve sarp vadileri terk ettiği noktada bulunması Mezopotomya ile Anadolu arasında geçiş noktası bulunması ile Fırat nehri üzerinden ulaşımda iskele görevini görmüştür. Arkeolojik araştırmalarda bölgede Taş Devri, Cilalı Taş çağı devri, Bakır çağı devri, Tunç Çağı Devri dönemlerine ait önemli buluntular bir çok yerde bulunmaktadır. İlçe, Birecik adını alana kadar tarihte şu isimlerle anılmıştır; Apamea, Birthe, Birte, Birtha, Birsa, Bire, Bireh, Bira, Basrip, Balecik, Baracık ve diğerleri... Kimi kaynaklara göre, M.Ö. 2000’de Hititlerin egemenliğinde, beldenin olduğu adının Birthe (Birte) olduğu bilinmektedir. Bu günkü adının da buradan türediği sanılmaktadır. Bunun Süryani (Doğu Aram ) dilinde “ Saray” anlamına, Arap dilinde ise “Biria” / “Birsa” “Bire / Bireh” in Kale veya Hisar anlamına geldiğidir, Selçuklular, belirli bir zaman “Bire” kullandıktan sonra, “cik” i ekleyip, günümüzdeki ismine kavuşmuştur. Birecik, ilk İslam devletleri döneminde “Ardi Beyza “ veya” Kale’i Beyda “ Beyaz Kale” ismi ile anılmıştır. Bunun sebeplerinden biride, bu şehrin kalesinin beyaz kaya üzerine yapılmış olması ve kale duvarlarının beyaz Havara (kireç) taşlarından olmasıdır. Birecik’in isminin kökeninin konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Kökeni ne olursa olsun, genelde ismi çok az değişerek günümüze gelmiştir.


M.Ö. 9. yüzyılda Asurların eline geçen Birecik sırasıyla Pers, Makedonya, Helen, Roma, Bizans Arap, Selçuklu, Artuklu, Eyyübi, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevi ve Osmanlı dönemleri boyunca da Birecik ve çevresi birçok kültür ve uygarlığa ev sahipliği yaptı. M.S. 780’de Arap işgaline sonrası, çeşitli egemenlikler sonucunda 1517’de Osmanlı topraklarına katıldı. Birecik Kalesi; Kent surlarının çok az bir bölümü, günümüze kadar gelebilmiştir. Özgün haliyle, dış kale surlarının 12 burcu, 4 kapısı bulunmaktadır. Ne zaman yapıldığı bilinmeyen kitabelerde 1483 yılına ait Memlukların hüküm sürdüğü görülmektedir. Bazı kaynaklarda dış kalenin stratejik konumu nedeniyle, Seleukoslar zamanında yapıldığı (M.Ö. 298-236’da) yapıldığı, daha sonraları Romalılar, Franklar, ve üç kez de Memluklular tarafından onarıldığı belirtilmektedir. İşaret edilen 4 kapıdan, Urfa kapısın halen ayakta olmasına karşılık, Mercan Kapısının birkaç bölümü olmak üzere diğer kapılar tarihin derinliklerinde kaybolmuşlardır. Birecik ve etrafındaki bölge, dünyada az görülen, iki önemli yaşam alanını barındırır. Yarı çöl ve ağaçlı bozkır alanlardır bunlar. Her iki yaşam alanının buluştuğu ve iç içe girdiği bir noktadır bu. Bu sayede çok farklı canlı türleri birlikte barındırmaktadır. Bunların en başında, dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan Kelaynak, kuşları gelmektedir. Nesli tehlike altında bulunan bir kuş türüdür. Erişkinin başı tüysüz, gaga ve bacakları kırmızı ve eğri gagaları sayesinde, gagalarını toprağa çok güçlü ve kolay olarak sokabilirler. Kertenkele, solucan ve böceklerle beslenirler. Ortalama 25 yıl yaşarlar. Her seferinde 2-3 veya 4 yavruları olur. Minik kelaynaklar 28-29 günde yumurtadan çıkarlar.

Yavruların yuvada kalış süreleri 40-50 gün arasındadırlar. Eskiden Anadolu, Kuzey Afrika ve Arap yarım adasında olmak üzere çok geniş alanda yaşayan kelaynak kuşları Birecik’te Nehri kıyısında kaya ve oyuklara yuva yaparlardı. 1950 ‘ler de tarım ilaçlarının bilinçsizce kullanılması sonucu, sayıları yok denecek kadar azaldı.

Bu gün sahile dolgu yapıldığı için, Ulu caminin avlusundan girişi olan, tarihi tersane, değerli bir hazine olarak gün yüzüne çıkarılmayı beklemektedir.

2002 yılında, devlet olarak kendimize gelerek, Kelaynak üretme istasyonları kuruldu. Bu milli parkların çalışmaları sonucunda sayıları arttırılmaya başlandı. Halen bu çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmalara Gap Gezisi sayesinde şahit oldum. Bu gün koloniler halinde sadece Türkiye, Suriye ve Fas’ta yaşamaktadırlar. Kelaynak kuşları yarı evcil olarak, Birecik semalarında uçmaktadırlar. Birecik halkı için Kelaynak kuşları bolluk ve bereketin sembolü olarak çok sevilmektedirler. Birecik’te kum taneleri ile günümüze kadar gelmesini sağlayan varoluşların, dağlara başkaldıran azameti ile, güvercinlerin, Fırat üzerindeki uçuşlarını seyretmek, yıkılmış sarayların enkazlarına bakış, yaşadığımız dünyanın en güzel miraslarından biridir. Ulaşım maliyetinin en ucuz olduğu Nehir taşımacığında, İpek yolunun Fırat’la kesiştiği bu mevki, ülkeler arasında mücadelede en önemli lojistik desteğin sağladığı çok önemli bir kilit olmuştur. Kanuni Süleyman’ın fermanı ile, tersanelerde 300 gemi yapılması emrediliyor.Gemiler kısa sürede hizmete sunuluyor. İngiliz’ler her zamanki gibi şeytani fikirlerin uygulamaya geçiyorlar. Chesney isimli mühendisi, 1830’larda Fırat’ın uygunluğu için görevlendirilirken, ikinci planlarını devreye sokarak, ünlü Süveyş kanalını 1869’da açtılar...!

67


Bu gün sahile dolgu yapıldığı için, Ulu caminin avlusundan girişi olan, tarihi tersane, değerli bir hazine olarak gün yüzüne çıkarılmayı beklemektedir. Birecik’in eski tarihi kent dokusunun bulunduğu sokakları çok dardır. Araçların buralarda dolaşması çok zor, bazı yerlerde imkansızdır. Birecik mahalli dilinde “Dehliz” veya “Zabık” denilen çıkmaz sokakları çok yaygındır. Ulu cami; İlçe merkezinde, Yaşar Kemal caddesindedir. Fırat’ın Nehri kıyısının doldurulmasından önce Nehir kıyısında bulunuyordu. Bazı kaynaklara göre 12. yy. tarzında olduğu sanılmaktadır. Parçalanmış kitabesinde Memluk Sultanı Melik Eşref Şaban tarafından 1365 yaptırıldığı yazmaktadır. 19. yy. iki onarım geçiren camiye, günümüz şartlarına göre çeşitli eklemeler yapıldı. Minaresi şerefenin altında, bitkisel bezemeli çini tabaklarla süslüdür. Bunun dışında, 1370’te Ömer oğlu Muhammed tarafından yaptırılan Çarşı camisi, 1574’te Süleyman Han tarafından yaptırılan Tekke Camisi, 1573’te Mahmut Paşa tarafından yaptırılan Mahmut Paşa Camisi, yapıldığı tarih bilinmeyen, onarımı 1828’de Seferzade Ali Baba tarafından yapılan Abd-ı Ketüda (Cücük) Camisi, eskiden kilise olduğu söylenen 1964’ta minaresi ve onarımı yapılan Eski mağara Camisi, yapım tarihi yine bilinmeyen 1911’de Şeyh Mustafa tarafından onarılan Şeyh (Şıh) Sadettin Camisi, ile birlikte Sancak camisi, Kule (Urfa Kapısı Mescidi), Alaburç (Meydan Kapısı) Mescidi ile Şeyh Muhammed Zehravey Mescidi olmak üzere tarihin içersinden gelmiş Camii ve mescitlerdir. Sabunhane hanı. Belediye hanı ( eski arasta ) Yeni Arasta hanı. Davut Emmi hanı günümüzde ticaretin yapıldığı yerlerdir. Hassan Baba hamamı, Küçük hamam ve Mahmut Paşa hamamı, yakın tarihin hamamları hizmetlerine devam etmektedirler.. Birecik’te önemli türbeler, geçmişi günümüze getirmek için, ziyaretçilerin bizleri yoktan var eden, Allah’

sayı//43// şubat 68

a edilen dualarda, bizler gözyaşları içersinde yardım ettikleri kesindir. Deh Kubbe Türbesi; 1529’da Emir Muhammed bin el hac Hüseyin tarafından yaptırılmıştır. 1839’daki Osmanlı –Mısır savaşında, Selavet yokuşunda şehit düşen on kişinin buraya gömüldüğü sanılmaktadır. Şeyh Miftah Türbesi; Önceleri klise olan bu türbe, Şeyh Müftah’ın buraya gömülmesi ile türbe olarak anıldı. Asıl ismiyle, İmam Sekkaki Hz. Aslen Urfalı değildir. 1160’ta Harzem’de dünyaya gelmiştir.Ama ömrümün büyük bir bölümünü Birecik’te geçirmiş ve burada vefat etmiştir. 30 yaşına kadar demircilik yapar. Öyle ki, bir arpa ağırlığında bir demirden, üzerinde kilidi olan bir mürekkep hokkası yapmıştır. Bunu Padişaha sunduğunda, çok beğenir. O sırada Padişaha alim ve fazıl bir zat ziyarete geldiğinde Padişah bunu unutur. Boynu bükük bir şekilde kalmıştır. İlmin üstünlüğünü, sakalındaki beyazlara bakmadan idrak ederek, ilim tahsiline başlamıştır. Yazmış olduğu kitabı Miftahül- Ulum’den ötürü kendisini Birecik halkı Şeyh Miftah olarak tanımaktadırlar. Yazmış olduğu kitap” İlimlerin Anahtarı” anlamına gelen eseri Endülüs’ten Hint’e kadar medreselerde okutulur.. Şeyh Safi Türbesi; Yapım tarihi bilinmemektedir. Şeyh Safiyüddin Horasaninin adına yapılmıştır. Diğer ikinci mezar,Tütüncü Hacı Koca ağanın kızına aittir. Şeyh Hasan Baba Türbesi, Şeyh Abdullah Türbesi,Melik Tahir (Dahar) Türbesi, Şeyh Çarıklı Türbesi, Şeyh Meuhammed Ali Narıkey Türbesi, Şeyh Cesim Türbesi, Şeyh Hacı Fakı Baba Türbesi, Seyyid Ali Baba Türbesi, Şeyh Cemalettin Türbesidir.... Birecik’in, Höyükler ve Arkelojik alanları bu işlerle uğraşan bilim adamlarının devamlı olarak takibindedir.


DİL-ÂRÂ

(Dil=Gönül-Ârâ=Süsleyen)

Mentia in et audigniet dolor serepta veritio nestis doloreperio exeritiusa porem voleseria quia nulliquis core omnihicimodi quaectur am Mustafa YAZGAN

Dilârâdır tutan hurrem gözüm gönlüm cihânım Ve illâ nite bulaydı dilârâyı dil arayı Sevgilinin şeref verip gelmesiyle gözüm gönlüm aydınlanmıştır. Şayet o zahmete katlanıp gelmeseydi, ben o sevgiliyi(Dilarayı) marayı arayı nasıl bulurdum. Gelir derler dilârâmı gider derler dilârâmı Şu dem bulur dil ârâmı ki ben bulam dilârâyı Gönlümün rahat ve huzurunun zaman zaman gelip gittiğini söyler dururlar.Benim gönlüm ancak sevgilime kavuştuğu zaman huzura erer.Zira aşığın vuslata ermeden huzuru yakalaması mümkün değildir. Senin hüsnün hayâlinin çü düştü âleme aksi Sabâ nakkâşı reng-i âmiz edip yazdı hezârayı Senin güzelliğinin aksi bu âleme yansıyınca, seher yeli bir nakkaş gibi, her yeri türlü türlü türlü renge boyadı .Yâni bu cihanda görülen bütün güzellikler, senin güzelliğinin aksinden başka bir şey değildir.

ıl: 1955..15 yaşında idim. Çok ağır bir hastalığa giriftar (yakalanmak-tutulmak) oldum.Hasta yatağında bol bol kitap okuyordum. O yıllarda Varlık yayınlarının neşrettiği seri kitaplardan “Yazıcıoğlu Mehmet Efendi’yi okurken”Kaside-fi Medh’in Nebî” de bir beyit okudum.Şair diyordu ki; Eğer Rûm’un revânına revân edem Semerkand’i Buhara’yı Bu muhteşem musiki beni benden aldı.Hasta ve hüzünlü ruhuma,Resulullah’ın aşkı,yağmur bulutlarımdan inen sağanak gibi teselli oldu.Şiirin ruhaniyetinde eridim. Aradan 62 yıl geçti.Acının acısı,tatlının talısı hatıralar arasında kaybettiğim şiiri internette buldum. Muhterem hocamız Yaşar Kandemir beyin Altınoluk dergisindeki bu şiiri siz değerli dostlarla paylaşmak istedim.Şiiri sadeleşmiş manası ile birlikte sunuyorum: Eğer Rûm’un revânında görürsem ben dilârâ’yı Revanına revân edem Semerkand’i Buhârâ’yı Eğer ben o gönülleri süsleyen sevgiliyi, yani resul-i kibriyayı,Rum diyarı diye anılan bizim memlekete doğru yönelmiş görseydim.Güzelliği dillere destan olan Semerkant ve Buhara’yı ,onun bu yolu tutmasının şerefine bir şükran hediyesi olarak bağışlardım.

Kelâmı çeşme-i kevser eğerçi mest eder cânı Veli aşkın şarâbın ver gerekmez câm-ı hamrâyı Her ne kadar Resulullahın sözleri kevser çeşmesi gibi olup canları mest ederse de varsın etsin.Sen Bana Şarap kadehini değil.,yine de onun aşkının şarabını ver. Hemişe aşk odu cânı cihânı yaka gelmiştir. Yanar pervaneler şem’a ururlar câna yarâyı Öteden beri aşk ateşi cânı da cihânı da yaka gelmştir. Pervaneler sevgilinin uğruna kandilerini ateşe atar, yanıp giderler. Meğer ben cennet içinde gezerven kim bu âlemde Aceptir görmek isterven şehâ sen yüzü tuğrayı Meğer ben cennet içinde gezdiğimi zannederek senin eşsiz yüzünü bu dünyada görmek istemiştim.Ey gönlümün sultanı! Halbuki senin eşsiz yüzünü bu dünyada görmek olmayacak şeydir..Gezerven:Gezerim-İsterven: İsterim) … Çü gördü Yazıcıoğlu ki sensin âşık-u mâşuk Be-külli sende mahvoldu kodu tedbir ilee râyı Ey Allahın resulü! Yazıcıoğlu Mehmed senin hem âşık hemde mâşuk olduğunu görür görmez varlığıyla sana yöneldi,enine boyuna düşünmeyi ve akıl yürütmeyi bir yana attı. Muradı sensin ey dilber çü sensin âleme rehber Seni kılar gönül ezber, nider pes ağ – karâyı Ey Gönülleri çalan güzel, bu aczin maksadı,hedefi hep sensin. Çünkü bütün âleme yol gösteren kılavuz sadece sensin.İşte bu sebeple gönül, dünyanın nesi var nesi yoksa hepsini bir yana atıp sâdece sana bağlanır. 69


ŞEHİR K İ TA P İBNÜLEMİN MAHMUD

KEMAL İNAL “CUMHURİYET DEVRİNDE BİR OSMANLI İSTANBUL EFENDİSİ”

Dursun Gürlek tarafından hazırlanan Biyografi Kitabı, çıkar çıkmaz ödüllere gark oldu… Ekrem KAFTAN

smanlı Cihan Devleti’nin asırlar boyunca ürettiği kültür, ilim, sanat ve medeniyet zenginliği son döneminde bile ehemmiyetinden bir şey kaybetmemiştir. Osmanlı münevverlerinin ve devlet adamlarının temsil ettiği bu büyük medeniyetin akisleri, günümüze kadar gelmeye devam etmektedir. Osmanlı münevverleri arasında öyleleri vardır ki, kendi çağlarında devlet arşivi belgesi gibi kıymetli birer belgedir. Zira yaşadıkları hayat ve sahip oldukları bilgi, kültür, tarih ilmine vukûfiyet, tanıdıkları ve dostluklar kurdukları insanlar, bu münevverleri milletin içinde farklı bir şahikaya taşımıştır. Sevgili üstadım Dursun Gürlek’in 25 yıl devam eden araştırma, röportaj ve gayretlerinin neticesinde, “İbnülemin Mahmud Kemal İnal: Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Efendisi” adıyla ilk cildi okuyucusuna ulaşan eser, bize 1875’lerden 1957 yılına kadar geçen, yaklaşık 80 senenin Osmanlı ve Cumhuriyet devri hayatını anlatması bakımından son derece mühim bir eserdir. Öncelikle bu çapta ve evsafta bir eser hazırlamanın az çok zorluğunu bilen biri olarak, Dursun Gürlek’in fevkalade üstün gayretlerini takdir etmeden geçmemek gerekiyor. Hayatını, kültür ve medeniyetimizin derinlik ve inceliklerinin anlaşılmasına, bugünkü nesillere ulaşmasına ve ihyasına adayan bir fikir işçisi olan Dursun Hoca, İbnülemin’in titizliğini aynı hassasiyetle sürdüren bir kalemdir. Bir büyüğümüz olarak daima istifade etmekten şeref duyduğumuz Dursun Gürlek’in, birçok eser verirken aynı zamanda İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın hayatını yazmak için de zaman bulması, şaşılacak bir gayretin sahibi olduğunun delilidir. Günlük hayatında son derece munis, sakin ve mutedil bir insan olarak tanıdığımız Dursun Gürlek’in kültür ve medeniyetimizi araştırıp yazarken nasıl bu kadar çalışkan olduğunu anlamak hakikaten zordur. Şahsî sohbetlerimizde “Üstadım İbnülemin ne zaman çıkacak?” diye sorduğumuz her zaman,”İnşallah yakında” cevabını alır, zaman zaman da o yakın zamanın hiç gelmeyeceğinden içten içe endişe ederdik. Eserin yayınlandığını kendisinden öğrendiğimizde, hiçbir gayretin boşa gitmediğini, Allah’ın çalışan kullarının emeğini zayi etmediğini düşünmeden edemedik,

sayı//43// şubat 70


İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın hayatını en ince teferruatına kadar anlatma cehdiyle yaklaşık çeyrek asır süren çalışmanın meyvesini elimize alınca ne kadar sevindik, anlatamayız. Kubbealtı tarafından ilk cildi 736 sayfa olarak neşredilen eser, müellifi Dursun Gürlek’in “Takdim” yazısıyla başlıyor. Dursun Hoca, “Takdim” yazısında, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ı şu satırlarla anlatıyor: “Kitapları kütüphâneleri süsleyen, hayırlı hizmetleriyle gönüllerde taht kuran İbnülemin Mahmud Kemal İnal, son devrin büyük kitabiyat bilginlerinden ve biyografi yazarlarındandır. Eskilerin ifadesiyle velûd bir kalem sâhibi olduğu için üstad, hem sayı itibariyle hayli eser kaleme aldı, hem de gerekli titizliği ve itinâyı göstermekten geri kalmadı. İlk gençlik yıllarında roman ve hikâye türlerinde yazılara imza atan, yine bu dönemde çeşitli yayın organlarında dînî konulara dair yazılar da yayımlayan İbnülemin Mahmud Kemal İnal, bir müddet sonra asıl ihtisas sahasına yönelerek birbirinden kıymetli biyografiler hazırladı.” Dursun Gürlek, İbnülemin’in biyografi yazarlığının farkını şu cümlelerle anlatıyor: “…Üstadın biyografilerini benzeri olan diğer eserlerden farklı kılan asıl unsur, zengin tarihi mâlûmâtıyla beraber kendine mahsus işte bu renkli üslûbudur. İbnülemin, bir sadrıâzamın, bir şâirin, bir hattatın hayat hikâyesini anlatırken sadece kuru bilgiler vermekle, rakamları sıralamakla yetinmez, usta bir ressam gibi portresini çizdiği şahsiyetin ahlâk ve karakterini de gözler önüne serer” Eser, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın babası Seyyid Mehmed Emin Paşa’nın, 1870 yılında Beyazıt’taki konakta dünyaya gelen oğlunun adını “Mahmud” koymasının sebebiyle başlıyor. İbnülemin’in aldığı aile terbiyesi ve dînî terbiye üzerinde durulan eserde, devrin bütün hayat tarzı, gelenekleri, bütün teferruatıyla takip edilebiliyor. Osmanlı cemiyet hayatının güzelliği ve cemiyet fertlerinin birbirleriyle münasebetlerindeki İslâmî hassasiyet ve ahlak anlayışı, eserin ayrı bir zevkle okunmasına vesile oluyor. Dursun Gürlek’in, hitabetine de hakim olan akıcı ve tatlı üslubunu eser boyunca görmek, eserin adeta akıcı bir roman gibi okunmasına kapı açıyor. İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın çocukluk hayatında tesiri olan bütün zamanın şahısları ve büyükleri, din adamları, devlet ricali eserde adeta hayat buluyor. İbnülemin’in hocaları arasında yer alan, İstiklal Marşı’nın şairi Mehmed Akif’in

babası Temiz Tahir Efendi’nin. İbnülemin üzerindeki tesiri, yazarın kendi kaleminden şu satırlarla anlatılıyor: “Pederimin üstatlarından ve rical-i ilmiyeden Kırşehirli Hoca Mahmud Efendi merhum, en faziletli mezunlarından Tahir Efendi’yi eyyâm-ı sabâvetimizde (çocukluk günlerimizde) muallimliğimize intihab etmiştir. Benimle berâber birâderim Ahmed Tevfik Bey merhumu, amcamızın çocuklarını, diğer müteallikâtımızı (yakınlarımızı) kışın İstanbul’daki hânemizde, okuturdu. Yazın âilesiyle birlikte Yakacık’taki sayfiyemizin (yazlığımızın) bir dairesinde ikâmetle bizleri müstefid ederdi.” Eserde İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Osmanlı ve Cumhuriyet devirlerinde deruhte ettiği vazifelere de geniş yer veriliyor. Bunlardan belki en mühimi, Sultan 2. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilip Selanik’e sürgüne gönderilmesinin ardından, Yıldız Sarayı’nda arşivin tasnif işinin İbnülemin’e verilmesi olarak takdim ediliyor. İbnülemin’in gerek tahsil hayatında gerekse devlet hizmetinde bulunduğu seneler boyunca münasebet kurduğu, tanıdığı, sohbet ettiği sayısız insan hakkındaki kanaatleri de eserde geniş yer buluyor. Eserde yer yer İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın muhtelif vesilelerle kaleme aldığı şiirler de büyük bir alaka çekiyor. Eser ana hatlarıyla üç bölümden meydana geliyor. 1- İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Kısa Hayat Hikayesi 2- İlim Âlemine Yâdigâr Ettiği Eserler 3- Vefatından Basın Çıkan Yazılar Dursun Gürlek, 25 senelik çalışması sürecinde İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ı yakından tanıyanlar, sohbetinde bulunanlar ve kendisi hakkında malumat sahibi olanlarla yaptığı mülakatları da eserin ikinci cildinde yayınlayacağını söylüyor. Uzun sözün kısası, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın hayatını anlatan bu dev eseri okumak, birkaç gün içinde bir derya dolusu şifalı su içmek kadar faydalı olacaktır. Kubbealtı’nı, bu dev eseri neşrettiği için kutlarken, Dursun Gürlek üstadıma, bitip tükenmek bilmeyen azim ve gayretinin semeresi olan bu eseri Türk Milleti’ne yâdigâr olarak takdim ettiği için acizane teşekkür ediyoruz.

71


Ehl-i dilsin sevdiğim şiirim dilindendir Benim sana hasretim bu güzel hâlindendir Ne çıkar hiç görmesem gül yüzünü âlemde Gönül sazımın sesi zülfünün telindendir Ekrem Kaftan (Kâfi)

KÜLTÜRÜ VE AŞKI,

ŞAİRLER KORUR Medeniyet yalnızca eserde ortaya çıkan değil, gönülde, kalbte, ruhta ortaya çıkan, orada şekillenen, oradan söze yansıyan eserlerdir. Nermin TAYLAN

arihi hakikattir; Hiçbir medeniyet kılıçla, tankla, tüfekle yok edilemez. Hiçbir medeniyet yakmakla yıkılmaz, izi silinmez. Camiler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, bir medeniyetin yalnızca görünen eserleridir. Medeniyet yalnızca eserde ortaya çıkan değil, gönülde, kalbte, ruhta ortaya çıkan, orada şekillenen, oradan söze yansıyan eserlerdir. Unutmamak gerekir ki; medeniyetleri ne bürokratlar inşa edebilir ne de teknokratlar. Onların oluşturdukları zeminde yürüyen milletler, o milletlerin içindeki âlimler, gönül insanları, yazarlar, şairler ve sanatçılar “medeniyetlerin asıl mimarlarıdırlar”. Buradan yola çıkarak şöyle bir geriye dönüp düşündüğümüzde, tahayyül edip Orta Asya steplerinde terennüm ettiğimizde ve belki de kalbî mânâda Selçuklu’dan Osmanlı’ya seyahat edebildiğimizde günümüze kadar ulaşmış olan en eski kültürümüz hangisidir diye edilen bir sual karşısında verebileceğimiz en net, en doğru ve en hakkaniyetli cevap şeksiz-şüphesiz “söz” olacaktır. Asırlara kök salmış varlığımızdan pek çok motif, şekil, gelenek, yapı, mâbed gibi kültür hazinemiz diyebileceğimiz değerler elbette ki günümüze ulaşmayı başarmıştır lakin Türk’ün Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan tarihi yolculuğunda dillerden dillere söylenen, nağme nağme gönüllere işleyen en büyük mirasımız “söz”dür diyebiliriz. Destanlar, mâniler, ninniler, marşlar, nağmeler ve şiirler varoluşumuzu, özümüzü, ruhumuzu, öz benliğimizi sene be sene anlatmış, asırları aşan medeniyetimizi inşa etmişlerdir. Öyle ki; belâğât’ın en zirvesini gönüllere nakş eyleyen hakanlar, Dâvûdî edâ ile fetihten fethe koşan hükümdârlar, sözün en güzeli Kur’ân-ı Kerim ile söze başlayıp Hak yolunda cihâd eden sultanlar; tertîb ettikleri dîvânları ile kalblerine ineni dillerine nakşetmiş, söze işledikleri motiflerle kulak ve gözlerimize -tabir yerinde ise şayet- âb-ı hayât içirmişlerdir. Demem o ki; özümüz olan “söz” kalbe inmiş ve kalpten çıkan kelam, ecdâdımızın bağrında

sayı//43// şubat 72


şiire dönüşmüştür.Asırlar boyunca bir dünya devleti olarak çok geniş bir coğrafyada adaletle hükmeden ve insanlığa tarihi zamanın bir ilkbahar mevsimini yaşatan Osmanlı Devleti’nin mümtaz hükümdarları, söze adeta can vermiş ve 36 padişahın 33’ü şâir olarak nitelendirilmiştir. Dünya üzerinde hiçbir devletin ardı ardına iki hükümdarının dahî şair olduğu, edebiyata düşkünlüğü vâki değilken bizde ardı ardına gelen 16 padişahın kesintisiz şair olduğu gün gibi bedihi olmakla birlikte, tertîb ettikleri, divanları dünya edebiyatçılarını hayran bırakacak niteliktedir. Salifüzikr; Söz kalbe inmiş, yaşananlar câna değmiş, din ile harmanlanıp neşv ü nemâ bulmuş aşkı bilenlerin yüreğinde… Şiir öyle olmuş ki; bazen tarihi bir vak’ayı, bazen derin bir aşkı, bazen Kızılelma’yı, bazen illet bir sevdayı, bazen manevi dünyayı ama en önemlisi gök kubeden âsumâna ulaşan çığlıkları anlatmış, duymasını bilene… Kâh anlaşılmış aşklar mısralarda, kâh asırlarca düşündürmüş beyitler cinaslı kelamlarla. Söz can bulmuş, ömre düşmüş, hayat denilen muammada hakikat olmuş. Avnîler, Muhibbîler, Bahtîler, Şair Bakîler, Şeyh Gâlibler, Nedîmler, Ahmet Kuddûsîler, Mehmet Akif’ler, Yahya Kemaller, Necip Fazıllar gibi değerleri çıkarmış bu topraklar ve şimdi o büyük şairlerin biçare mirasçıları olarak bizler gelmişiz dünyaya. Tarihimizle övünüp, ceddin büyüklüğü ile gururlanmışız ve bir de edebiyatımızın bu mümtaz şâirlerini her dem konuşup, şiirlerini tahlil eder olmuşuz. Ve ne yazık ki öyle bir zamana ulaşmışız ki okuduğumuzu anlayamaz, kelimenin ihtiva ettiği mânâya erişemez, derinden bir mânâ ile hissedemez olmuşuz şiirdeki kelimeleri. Yabancılaşmışız özümüze, uzak kalmışız öz sözümüze ve “bir şiir türü uydurmuşuz serbest diye kendi iç hezeyanlarımızı şiir diye yutturmaya çalışmışız”. Şiir serbesttir elbet, olmalıdır da lakin bir mânâ ihtiva etmeyen, kârîyi bir diyardan başka bir diyara götüremeyen, kalbi titretmeyen, vicdanı sızlatmayan, aşka coşku vermeyen, sevdayı şahlatmayan kelimeler, birbiri ardına dizilse, kafiye içerse; yahut alt alta gelse buna şiir denir mi, ya da dense şiire hakaret olmaz mı?

Hakikat böylesine acı olsa da, iki kelam edemeyen birileri kendini şair diye sunsa da, böylesi bir cihân devletinin yegâne mirasçıları olarak, şâir kıtlığı yaşansa da çok şükür şiirleri okunduğunda kelimeleri kalbimize dokunan şairlerimiz hâlâ var. Tam bittik tükendik dediğimiz anda öyle değerler çıkıyor ki; bir “YAĞMUR” diyor ve yeniden şiirin bereketi yağıyor ömürlerimize.

Ve ne yazık ki öyle bir zamana ulaşmışız ki okuduğumuzu anlayamaz, kelimenin ihtiva ettiği mânâya erişemez, derinden bir mânâ ile hissedemez olmuşuz şiirdeki kelimeleri.

Ve birileri çıkıyor Ekrem Kaftan gibi divan edebiyatından bir rüzgâr estiriyor ahir ömrümüze. Kelimelerindeki derin mânâ, kelamındaki mîzân, sözündeki asalet, geçmiş ve gelecek tahayyülü alıp götürüyor bazen asr-ı saadete bazen de yeniden cihân devleti olacağımız günlere. “Aşkı Şairler Korur” derken ömrünüzün tamamını titretiyor, “Uzak Aşk’a” diyerek ettiği Derd ü gamın şiddeti ve hüznün sohbetidir Âşıkın gönlündeki sayısız merâm sükût Sözün cânân gönlüne ulaşma hasretidir Beklenip de gelmeyen bir kutlu selâm sükût -bu kelamla gönlünüzdeki aşkı şaha kaldırıyor. Demem o ki; söz kalbe inmeli, kalbe indikten sonra dile gelmeli. Tıpkı (Kâfî) mahlasıyla şiirlerini gelecek nesillere bırakma cehdindeki Ekrem Kaftan’ın şiirlerinde olduğu gibi. Ne diyelim kalem hikmete, söz aşka râm olsun.. Dua, hürmet ve şiirle.. 73


İLK YERLİ YOLCU UÇAĞIMIZ “NU.D.36” ÜRETİLİYOR

YERLİ UÇAĞIN BABAYIĞİDİ,

ÜLKESİNE SEVDALİ GİRİŞİMCİ:

NURİ DEMİRAĞ -İkinci-

Nitekim gelişmeleri yakından takip eden Türk Hava Kurumu 10 adet eğitim uçağı ve 65 adet de planör siparişi verir. Demirağ ve ekibi, bir yandan bu siparişleri yapmak için tüm gayretlerini sarf ederken, diğer yandan da yepyeni bir model geliştirmenin çalışmalarını yürütür. Sabri GÜLTEKİN

17 Eylül 1936 tarihinde de havacılık sanayiinin ilk temellerini atmak için fiilen teşebbüse geçer. Bir Çekoslovak firması ile anlaşarak Beşiktaş’taki Hayrettin İskelesi’nde, bugün Deniz Müzesi olarak kullanılan, o zamana göre modern bir bina yaptırır. Burayı ARGE atölyesi olarak kullanırken, asıl büyük fabrikayı memleketi Sivas-Divriği’ye kurmayı planlar. Selahattin Reşit Alan’ın çalışmaları sonucu ilk yerli yolcu uçağı “Nu.D.36”, Beşiktaş Demirağ Uçak Fabrikası’nda (Almanya’dan ithal edilen motorla) imal edilir. Demirağ, büyük yatırımlar yaparak kurduğu uçak fabrikasının üretimi için uçağa ihtiyacı olan kurum ve kuruluşların sipariş vermesini beklemeye başlar. Nitekim gelişmeleri yakından takip eden Türk Hava Kurumu 10 adet eğitim uçağı ve 65 adet de planör siparişi verir. Demirağ ve ekibi, bir yandan bu siparişleri yapmak için tüm gayretlerini sarf ederken, diğer yandan da yepyeni bir model geliştirmenin çalışmalarını yürütür. Bu model tamamlandığında “Nu.D.38” ismi verilecek olan altı kişilik, çift motorlu, gövdesi alüminyum kaplama yolcu uçağıdır. İNGİLİZ, ALMAN VE AMERİKALILAR ENDİŞELENİYOR

Nuri Demirağ’ın Beşiktaş’taki fabrikada yapılan ve başarılı uçuşlarına devam eden uçakları, Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da büyük yankılar uyandırır. Bu olumlu gelişmeler belli başlı uçak fabrikalarını endişelendirmeye başlar. İngilizler, Almanlar ve özellikle de Amerikalıların endişesi büyüdükçe büyür. Pazar kaybetme korkusuna kapılan Amerikan Uçak İmalatçıları Birliği, başkanını Türkiye’ye tetkiklerde bulunmak üzere gönderir. Her geçen gün iş büyür, faaliyetlerin sınırları genişlemeye başlar. Atölyede yapılan uçakların testleri için bir piste ihtiyaç vardır. Demirağ, bu yüzden Yeşilköy’de, şu anda Atatürk Hava Limanı olarak kullanılan Elmas Paşa Çiftliği’ni satın alır. Orada 1559 dönümlük geniş arazi üzerinde, 1000x1300 metre ölçülerinde bir uçuş sahası yaptırır. Bu sahanın üzerine ayrıca, Nuri Demirağ Gök Okulu, uçak tamir atölyesi ve hangarlar inşa ettirir. GÖK OKULU’NUN EĞİTİMİ İNÖNÜ’LERE AĞIR GELDİ!

Demirağ, “Türkün yaptığı uçakları elbette Türkiye’de yetişen pilotlar uçuracaktır” düşüncesiyle hareket eder. Bu yüzden havacılık üzerine eğitim verecek 150 yataklı bir yurdu da sayı//43// şubat 74


bulunan “Gök Okulu”na, üniversitede okuyan veya mezun olmuş öğrenciler alınır. Burada uçuş eğitiminin yanı sıra uçağın teknik yapısıyla ilgili eğitimler de verilerek pilot yetiştirilir. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğulları Ömer ve Erdal İnönü de Nuri Demirağ’ın Yeşilköy’deki Gök Okulu’na kaydolur, fakat bir süre öğrenim gördükten sonra okulu bırakır. Çünkü “çökertme operasyonu”nun kokusu alınmıştır. Gök Okulu, kurulduğundan kısa bir süre sonra Nuri Demirağ’ın oğlu Galip Demirağ’ın da aralarında bulunduğu 9 kişiyi pilot olarak mezun eder. Bunları ise daha sonra yüzlerce genç pilot izler ve “Nuri Demirağ Gök Okulu” tam anlamıyla bir pilot okulu niteliğini kazanır. Yeşilköy'deki okuldan önce, doğduğu yer olan Divriği’de de bir “Gök Ortaokulu” açan Demirağ, Türk gençlerine havacılığın zevkini aşılar. Bu ilgiyi velinimet bilerek boşa çıkarmayan öğrencilerin birçoğu pilot olur. Ahlâk ve maneviyata büyük önem veren Demirağ, Gök Okulu öğrencilerine 6 şeyden sakınmalarını nasihat ederdi: “İÇKİ, KUMAR, İFFETSİZLİK, EĞRİLİK, TEMBELLİK ve ZULÜMKARLIK.” 12 UÇAKLIK FİLO BÜYÜK HEYECAN UYANDIRIYOR

Bir taraftan İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde Uçak Mühendisliği bölümünün açılmasına öncülük eden Demirağ, diğer taraftan ise Türkiye’nin ilk yerli paraşüt üretimini gerçekleştirir. Demirağ, kendi fabrikalarında üretilen yolcu uçağı ile ilk uçuşunu pilot olarak yetiştirdiği oğlu Galip Demirağ’la yapar. İlk yerli Türk uçağı, Nuri Demirağ’ın doğduğu yer olan Divriği’ye uçarak gidip gelir. Halkı da heyecanlandıran

gösterilerin yararlı olduğunu düşünen Demirağ, 12 uçaklık bir filoyu, Bursa, Kütahya, Eskişehir, Ankara, Konya, Adana, Elazığ ve Malatya rotasında uçurarak halka kendi tayyarelerimizle göklerimizi kendimizin koruyabileceğini gösterir. TÜRK HAVA KURUMU VERDİĞİ SİPARİŞLERİ İPTAL EDİYOR

Bu arada alınan uçak siparişleri ile ilgili çalışmalar büyük bir heyecanla devam etmektedir. Türk Hava Kurumu yetkilileri, uçakların “tecrübe uçuşları”nın Eskişehir’de yapılmasını ister. 13 Temmuz 1938’de Eskişehir’de yapılacak tanıtım inişi esnasında pilot Selahattin Reşit Alan, çevredeki hayvanların havaalanına girmemesi için kazılan hendekleri fark edemediği için pistten önce iniş yaparak kaza geçirir ve şehit olur. Bu olay üzerine Türk Hava Kurumu 1 Mart 1939 tarihinde, “Şartlara uygun değil” diyerek verdiği uçak siparişlerini iptal eder. Demirağ’ın “pilotaj hatasıdır” ısrarları Türk Hava Kurumu’nun kararını değiştirmez. Demirağ bu karara itiraz ederek mahkemeye başvurur. Fakat mahkeme Demirağ’ın aleyhine karar verir. Ne gariptir ki, THK’nın almadığı bu uçaklar 16 bin uçuş yapar, senelerce uçar ve bir tek kaza dahi yapmaz.

Ahlâk ve maneviyata büyük önem veren Demirağ, Gök Okulu öğrencilerine 6 şeyden sakınmalarını nasihat ederdi: “İÇKİ, KUMAR, İFFETSİZLİK, EĞRİLİK, TEMBELLİK ve ZULÜMKARLIK.”

İDEALİNDEN VAZGEÇMEYEN DEMİRAĞ “NU.D-38’İ ÜRETİYOR

Atatürk’ün ölümüyle birlikte, büyük fedakârlıklarla elde edilen savunma sanayi imkân ve kabiliyetleri kaybedilmeye başlanır. Yurtiçi siparişleri azalır, tüm bunlardan dolayı askeri fabrikalar ve sivil teşebbüsler zaafa uğrar. Üst üste yaşanan bu olumsuzluklara rağmen Demirağ idealinden asla vazgeçmez. Uçak imalatına yönelik iddiası devam ettirir ve Salahattin Reşit Alan’ın vefatı üzerine yarım 75


müsaade etmez. Uçaklar uzun yıllar Yeşilköy hangarında bekletilir. Yeşilköy’deki Nuri Demirağ’a ait tesislerinin havaalanı yapılmak üzere kamulaştırılması, uçak üretim serüveni iflasa götürür. Divriği’de yapılması planlanan Gök Üniversitesi, 100.000 kişilik Sanayi Kenti, Örnek Köy Projeleri kağıt üstünde kalır. TOMTAŞ (Kayseri Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi) ve Vecihi Hürkuş’un başına gelen olaylar silsilesi bu kez de milletini göklere çıkartan Nuri Demirağ’ı yerle yeksan eder.

Artık bıçak kemiğe dayanmıştır; Nuri Demirağ’ın, Tek Parti diktasının projelerini çöpe atmasına tahammülü kalmaz.

kalan “Nu.D-38”in imalatını 1944 yılında tamamlar. Türk mühendisler tarafından çizilen, motorlar hariç tüm aksam Türk teknisyen ve işçiler tarafından üretilen “Nu.D-38”; barışta yolcu, savaşta bombardıman uçağına dönüşmesiyle, çift kumandasıyla, 2200 devirli 2 adet 160 beygir gücünde motoruyla, saatte 325 kilometre hızıyla, 5500 metre irtifaya ulaşmasıyla, tam depo yakıtla 1000 kilometre menzile ulaşabilmesiyle, 3,5 saat havada kalma özellikleriyle dünya uçak sanayicilerinin dikkatini tekrar Türkiye’ye ve Demirağ’ın uçak fabrikasının üzerine çeker. “Nu.D.38”, dünya havacılığı yolcu uçakları A sınıfına alınır. 26 Mayıs 1944 tarihinde İstanbul-Ankara seferine başlar. “UÇAKLARI YAKARIZ AMA YİNE DE SATTIRMAYIZ”

Tarihler 3 Temmuz 1944’ü gösterdiğinde Demirağ ailesi beklenmedik bir acı ile sarsılır. Ankara Gazi Çiftliği’nde at binerken geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Abdurrahman Naci Bey, baba Ömer Bey’le benzer kaderi paylaşır. Uzun yıllar ağabeyi Nuri Bey’in en büyük destekçisi olan Abdurrahman Naci ismini sık zikretmesek de, o “rol model” ağabeyin arkasındaki gizli kahramandır. Yüksek Mühendis olan Abdurrahman Naci Bey, TBMM’de 6. ve 7. dönem Sivas Milletvekilliği yapmıştır. Kardeşi Abdurrahman Naci Bey’in vefatı ile sarsılan Nuri Demirağ, iş hayatındaki sıkıntılara çözüm yolları arar. Bütün övgülere rağmen kurum ve kuruluşlardan sipariş gelmemesi üzerine zora giren Demirağ, yaklaşık 1,5 milyon lira harcayarak ortaya koyduğu millî eserlerin heder olmaması için dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye defalarca mektup yazar. Fakat nafile, Demirağ’ın idam fermanı çoktan imzalanmıştır!.. İran ve Irak uçaklara talip olur, fakat devrin muktedir güçleri “yakarız ama yine de sattırmayız” diyerek satışa sayı//43// şubat 76

İLK YERLİ ARABA “DEVRİM”İN DE KADERİ AYNI OLDU!..

Nuri Demirağ, 2. Dünya Savaşı sonlarına doğru, bütün desteklerden yoksun bir şekilde itibarsızlaştırılarak yüzüstü bırakılır. Ondan devralınan fabrika-arşiv ve uzman ekip potansiyeli, 1944’te yarı-resmî bir kuruluş olan Türk Hava Kurumu’na devredilir. Ankara’da, hem lisansa bağlı, hem de yerli dizayn uçak ve yerli motor imal etmeye başlanır. Tarihler 1952’yi gösterdiğinde “Marshall Yardım”na jest(!) olarak teslim bayrağını çeken THK’nın bütün tesisleri kapatılır. 14 bin metrekare kapalı alanı dahil, yapılan uçaklar, bunların imal edildiği makinalar ve tezgahlar, hatta arşiv gizli bir el tarafından yok edilir!.. Türk Uçak Sanayi, 1954 yılında Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’na (MKEK) devredilir. Ve Türk Uçak Sanayi, 1964 yılında resmen devlet eliyle batırılır!.. Demirağ ve ekibinin gecesini gündüzüne katarak, binbir zorlukla oluşturduğu millî uçak sanayimiz ve birbirinden tecrübeli elamanları dağılıp gider. Bu süreçte aslında Demirağ’a değil, Türkiye’nin millî sanayi ve egemenliğine pranga vurulur. Türkiye ile birlikte millet kaybeder. Sıkıysa bir daha “istikbali göklerde” aramayı deneyin!.. Cuntacılar, darbeciler, ihtilalciler, mıhtıracılar her daim nöbette!.. Kimin adına?.. Tabii ki, en baba müttefikimiz adına!.. CUMHURBAŞKANI CEMAL GÜRSEL’İN TARİHE GEÇEN SÖZLERİ

Kaderin cilvesine bakın ki, Eskişehir’de “yerli uçak” üretimine ket vuranlar yıllar sonra bu sefer de “yerli araba” üretimini engellemek için devreye girer. Ve “Çılgın Türkler” aynı delikten bir kez daha ısırtılır. Memleketine sevdalı bir grup “babayiğit” ölüm uykusuna yatan “Ağır Sanayi Hamlesi”ni hayata geçirmek için tekrar harekete geçer. 1960 yılında Eskişehir Cer Atölyesi’nde Türk mühendisler ilk Türk otomobili “Devrim”i üretir. 29 Ekim


Cumhuriyet töreninde büyük bir heyecanla görücüye çıkartılan Devrim otomobili; Türkiye'nin kalkınmasını istemeyen mihrakların sabotesine maruz kalarak, tıpkı Nuri Demirağ’ın uçakları gibi seri üretimi yapılamadan kaderine terk edilir. Bu başarısızlığı(!) dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarihe geçen şu ifadeyle özetler: “Garp kafasıyla araba yaptık, şark kafasıyla deposuna benzin koymayı unuttuk.” “YÜZ BİN MOTOR, YÜZ BİN TANK ÜRETECEĞİZ”

Nuri Demirağ’ın mücadelesine kaldığımız yerden devam edelim. Artık bıçak kemiğe dayanmıştır; Nuri Demirağ’ın, Tek Parti diktasının projelerini çöpe atmasına tahammülü kalmaz. Ve siyasetle mücadele yolunu seçer. Bu mücadele yöntemi daha sonraki yıllarda başkalarına da örneklik teşkil edecektir. * (1965 yılında profesör olan Necmeddin Erbakan, 1966’da Odalar Birliği Sanayii Dairesi Başkanı, daha sonra Genel Sekreter ve 1968 yılında ise Odalar Birliği Başkanı olur. İşte bu süreçte, hiçbir kanunî dayanak bulunmamasına rağmen, Süleyman Demirel ve eyyamcıları tarafından polis zoruyla Odalar Birliği Başkanlığı görevden uzaklaştırılan Erbakan, artık mücadelenin siyasi irade ile mümkün olacağına kanaat getirir. Odalar Birliği dönemi kapanmış, siyasi mücadele başlamıştır artık... Millî Görüş davasını tek kişilik ordu gibi yüklenen Prof. Dr. Necmeddin Erbakan, 1969 Genel Seçimleri’nde Konya’dan bağımsız milletvekili seçilerek Meclis’in kapılarını aralar. Ve ardından kısa bir süre sonra Millî Görüş davasının ilk partisi olan Millî Nizam Partisi’ni 24 Ocak 1970’de kurar.) Erbakan, fikri ve manevi olarak Eşref Edip Fergan ve Mehmed Zahid Koktu’yu örnek alırken, siyasi mücadele olarak ise Nuri Demirağ’ınkine benzer bir yol izlemiştir. Tek Parti tarafından akamete uğratılan ağır sanayi hamlesini “yüz bin motor, yüz bin tank üreteceğiz” diyerek tekrar yeşertmeye başlamıştır.) DEMİRAĞ, TÜRKİYE’NİN İLK MUHALEFET PARTİSİNİ KURDU

Nuri Demirağ, giriştiği bütün iktisadi işlerde engel olarak önüne çıkan Tek Parti diktasının ceberrut davranışlarıyla mücadele etmek için siyaset kanalına başvurur. 6 Temmuz 1945’te “Türkiye Tek Parti ile yönetilemez; ARTIK YETER” sloganı ile yola çıkar. Millî Kalkınma

Partisi’ni (MKP) kurarak, girdiği seçimde ülkenin ilk muhalefet partisi olur. Demirağ, Tek Parti rejimine meydan okuyan öncü lider olarak siyaset tarihine adını yazdırır. Fakat Tek Parti yanlısı basının hücumuna uğrayarak, halka verdiği kuzu davetleri sebebiyle halkın gözünde “Kuzu Partisi” manşetleriyle itibarsızlaştırılır. 1946 yılında Cumhuriyet Halk Partisi ile girdiği ilk seçimlerde oy sandıklarının çalınması ve yakılması sonucu bir varlık gösteremez. Bunun üzerine Demirağ, 1954 seçimlerinde Demokrat Parti'den müstakil aday gösterilir ve 10. Dönem Sivas Mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne girer. DP’de Sivas Mebusu olarak siyaset yaptığı dönemde bir çok önemli konuyu gündeme taşır. AVRUPA BİRLİĞİ’NDEN BİZE YÂR OLMAZ!..

Siyaset sahnesinde yerine alan Nuri Demirağ, Türkiye’nin ancak İslâm dünyası ile birleşebileceği tezini savunarak, Avrupa Birliği’nin bizim din, anane, kültür ve hatta tarihimizle bağdaşmasının mümkün olmadığını ifade eder. Demirağ’ı haklı çıkaracak davranışları sergileyen AB, Türkiye’yi 54 yıldır kapısında bekletiyor. Devletçiliğin terkedilip, liberal ekonominin benimsenmesini haykırır. Serbest teşebbüsün Türkiye’yi kurtaracak tek çare olduğunu ve bunun da mevcut Tek Parti rejimiyle mümkün olmayacağını her fırsatta dile getirir. Türkiye liberalizmle ancak 1980’lı yıllarda tanışarak, “enflasyon canavarı”na karşı etkin mücadele vermeye başlar. Her şehirde bir havalimanının da olduğu ilk şehir ve köy planlarını hazırlarken, Sivas’ın elektriğini karşılamak için Keban Barajı Projesi çizdirir ve TBMM’ye teklif verir. Bu teklif ancak 1966 yılında Meclis gündemine alınır. Demirağ, madencilikte, değerli madeni çıkartmaktan çok o madenin işlenmesinin esasen Türk ekonomisine katkı sağlayacağını “bir memleketi ziraatı aç, sanayi çıplak bırakmaz; ancak ve ancak madenleri zengin eder” ifadesiyle gündeme taşır. Bizzat yaptırdığı araştırmalarda 19 muhtelif madenin varlığını fiilen ispat ederek ilgili makamları haberdar eder. Bunları işletmek isteği; “devletçilik”e aykırı diye reddedilir. Günümüzde bazı olumlu gelişmelerin yaşanmasına rağmen Türkiye hâlâ kendi madenlerini işlemekten çok “hammallık” yaparak madenleri çıkartıp, üçüncü ülkelere satarak orada işlenmesini sağlıyor. 77


ŞEHİR VE

DAĞIN HİKÂYESi

Muhsin İlyas SUBAŞI

Bir dağ anıtıdır Allahuekber, Donmuş Mehmetçiğin ruhunu taşır. Hâlâ siperdedir o doksan bin er Duaları her gün bize ulaşır. Kar dondursa, rüzgâr yaksa ne çıkar? İstiklal ırmağı yurdumdan akar! Bir kan denizi ki ruhumu yıkar, Çocuklarım bu aşk için yarışır. Bedenimiz bu gün tutacaksa buz, Rabbimin emrine teslim bir kuluz. Biz dersi cephede veren okuluz, Bizimle dağlarda sevda dolaşır! Sarıkamış Türk’ün ak otağıdır, Tarihi geçmişin altın çağıdır, Miğferler burada iman dağıdır, Burada sevgiler kinle barışır. Allahuekber’de bir beyaz atım, Yelesinde Hakka uçar beratım, Şehitlik bahtımda tek saltanatım, Düşmanlar bu şansa karşı savaşır!

sayı//43// şubat 78

ocuktum; daha 10-11 yaşlarındaydım, ilkokulda öğrenciydim. Okulumdan başka bir yeri görmemiştim. Anamdan babamdan, kardeşlerimden, komşularımdan başka kimseyi de pek tanımazdım. 5 Mart 1953 günü belki şuurlu olarak değil, ama ısrarlı bir şekilde, bir grup arkadaşımla; “Stalin öldü, yaşasın Türkiye!” diye sloganlar atarak okul binasının etrafında dakikalarca döndüm. Stalin kimdi, neydi, niye bu adamın ölümüne sevinecek bir sosyal refleksin içinde yer almıştım? Bunu da pek bilmiyordum. O gün, okul dönüşü babama bunu sordum: “Baba, kimdir bu Stalin?” diye. Babam durdu, yüzüme baktı, gözlerinin etrafında halkalanan yaşları elleriyle sildi ve beni karşısına alarak anlatmaya başladı: “Oğul, tarihte “93 Harbi” dedikleri bir savaş vardır. 1877-78 yıllarında, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında cereyan etmiş bir harptir. Bu Savaşta Osmanlı yenildi. Bizim Doğu’daki topraklarımızın önemli bir kısmı elinden çıktı. Dedemiz, Ahıska’da Subaşı idi, büyük kahramanlıklar göstermesine rağmen, savaşta kaybeden tarafın kumandanı olduğu için ailemiz, topluca Anadolu’ya geçmiş. Bu geçiş varlıktan yokluğa sürüklenişin acı hikâyeleriyle doludur. Yüzlerce dönüm arazisinde, bir yığın insan çalışırmış. Gelirinin önemli bir bölümünü çevrenin fakirlerine ve özellikle de okuyanlara dağıtırmış. Bizim unvanımız o dönemde ‘Hocaoğulları’dır. Niye Hoca oğlu, çünkü medresede eğitim görmüş ve onunla da yetinmemiş, insanların okutulması için çaba göstermiş. Böyle bir ailenin evlatları olarak, toprağımızı kaybettikse de onurumuzu ve hürriyetimizi kaybetmedik. Bu da bedelsiz olmuyor tabii. Çok büyük acılar çektik. Düşünebiliyor musun, 1. Dünya Harbinde Rusların Doğu’yu işgal etmeleri üzerine, buradan da içeriye çekilmeye başladık. Ben henüz 11 yaşında çocuğum, anam 35 yaşlarında, yolda hastalandı ve göçen insanların hepsi kendi can derdine düşmüştü, yaşlılar, “Bu geline ‘Emr-i Hak’ vaki olacak, bunu indirelim yükümüz hafiflesin”, diyerek bizi bir dağ başında yapayalnız bıraktılar, anam gece dizimde ruhunu teslim etti. Sabaha kadar üzerine kapanıp ağladım. Sabahleyin onu olduğu yere uzattım, ellerimle üzerine toprak taşıyıp oraya defnettim ve yaya olarak yola düşüp günlerce aç-susuz yürüyüp Sivas’a ulaşabildim.” Artık anlamıştım, savaş sadece cephede kaybedilmiyor. Osmanlı


Devleti’nin çözülme döneminde yaşamış bir neslin çocuğuydum. Bu siyasi yıkımın enkazı altında kalmıştık. Dolayısıyla, onun derin izlerini, ruhsal travmasını yaşayan bir toplumun parçasıydım. Yaşım ilerleyecek ve ben neden Stalin’in ölümüne sloganlı gösteriyle destek verdiğimi anlayacaktım: Stalin, Ahıska bölgesinde kalan Türkleri, Rusya’nın en uzak, en soğuk bölgelerine süren zalim bir diktatördü. Orada, Çar’ın propagandasına kanmak suretiyle yurtlarından yuvalarından kopmak istemeyen insanları hayvanların taşındığı vagonlara doldurarak nakleden bu zalimin ölümü elbette bizim için bayram günüydü. Ne var ki, kaybedilen topraklar geri dönmüyordu. Günü gelecek Stalin’in heykellerinin de yerlerde parçalanarak sürüklendiğini görecektim, ama o da benim ruhumdaki fırtınaları dindirmeyecekti. Batı’da kaybettiğimiz topraklar kadar ıstırap vermişti bana Doğu’daki topraklarımızın ellerimizden çıkması. Üstelik bu zalim diktatör Gürcü asıllı olduğu için bizim bu topraklarımızı Rusya’ya katmamış, Gürcistan’a vermişti. Daha sonra ben büyüyecek o entelektüel ailenin sürüklendiği acılar yumağının arasından okuyan, yüksek öğrenim gören tek insanı olacaktım. Bu defa babamdan ömrünün sonuna doğru yaşadıklarının kaydını alacaktım. Anlattıkları, kadere teslimiyet duygularını da aşarak hıçkırıklara boğacaktı beni: “Rusların Doğu Anadolu’yu işgali, Ermenilerin dayanılmaz tecavüzlerine kapı açtı. Ermeni çeteleri, köyleri basıyor, masum halkı katlediyor, kadın ve kızlara tecavüzde bulunuyorlardı. Birçok aile yetişkin kızlarının ve genç gelinlerinin başına gelecek felaketten korktuğu için evlatlarını onlara teslim etmeden öldürüp dağlara çekildiler. Bize en büyük ıstırabı veren bu olaylardı. Biz ikinci bir sürgünü de böyle yaşadık. Anadolu içlerine gelirken geride her şeyimizi bırakmıştık. Kapısında onlarca hizmetçi çalışan bir ailenin çocukları şimdi onun bunun yanında karın tokluğuna çalışmaya mahkûm edilmişti.” Son sözü adeta duygularımı isyan duvarına çivilemişti: “Yavrum, biz harbi bir defa yaşamadık. Dedem, Ahıska’da, babam Doğu Anadolu’da ben ise Anadolu’da düşman namlusunun ucunda hayata tutunmaya çalıştık. Sizler yoksulluğun çocuklarısınız, ama altın gibi bir servetiniz var; bunun kıymetini bilin: Artık istiklaline ve hürriyetine kavuşmuş bir ülkeyi sizlere emanet ediyoruz. Neslimizin refahı ve güveni bizim acılarımızın örtüsü olacaktır.

Bunu sakın unutmayın; yurdun, bağımsızlığın ve vatanın kıymetini bilin! Bundan yıllarca önce Stalin’in öldüğünü radyodan öğrenince doğruca okula koşarak sizin ellerinize bayrakları tutuşturup, sevinçle bağırtan bizlerdik.” Unutmamalıyız ki; tarih zalimleri affetmez! Hitler Avrupa’da, Stalin Rusya’da, Mao Çin’de kendi zalimliklerine bedel ödettikleri masum insanların kanında boğuldular. Üstelik yerleştirmek istedikleri ideolojileriyle birlikte tarihin nefret labirentlerine hapsedildiler. Biz ise, akıttığımız kendi kanımızın yeşerttiği bu topraklarda geleceğin Türkiye’sini inşa etmek için ayaktayız. Bugün kendi ayakları üzerinde duran kendi ülkemizde yaşıyoruz. Yalnız, taklit hummasına yakalanarak ruhunu kaybetme tehlikesine sürüklenen bir neslin trajedisinden korkuyorum. Bu korkuyu yenebilirsek başaramayacağımız hiçbir şey yok gibidir. Tarihten ders almayı başarırsak, bu defa göçümüz yoksulluğa değil, onurlu bir geleceğin servetine olacaktır. O servet, hürriyettir! Şimdi yukarıya aldığım şiire dönebilirim: Bu şiiri, ziyaret ettiğim Allahuekber dağındaki şehitlerimizin benim duygularımı kuşatan ruhaniyeti altında yazdım. Çünkü bu savaş şehitleri, 93 Harbinde kaybedilen toprakları almak için sefere çıkmışlardı: Başarabilselerdi, o yıllarda sadece Batum’la Revanla sınırlı kalmayan; Sarıkamış, Ardahan, Kars ve Artvin’i de içinde alan kaybedilen topraklarımızın, yeniden vatanın parçalanan bu tarafını tamir etmek için sınırlarımıza katılması hedeflenmişti. Gerçi zamanla Sarıkamış, Ardahan, Kars ve Artvin’i yeniden topraklarımıza kattık ancak benim atalarımın toprakları bir daha vatanım asli parçası olamadı. Bu yüksek ideal için çıkan askerlerimizin kardan anıtları, o tarihten buyana ruhumuzu sürekli üşütmektedir. Üstelik o şehitler arasında benim sülalemden insanlar da vardı. Onlar vatan için koşmuşlardı buraya. Onlar, benim kanımdan, canımdan daha kutsal bir tutkuyla yürümüşlerdi Moskof üstüne. 11 yaşındaki oğlunun dizlerine başını koyup ruhunu teslim ettiği o daracık yollarda babaannemin mezarını aradım. Belki de o, şehitler mahşerinde, en önde beyaz duvağıyla yürüyordu önümde. Bir sıcak el, pamuk gibi bir el yüreğime uzandı, kalbimi okşadı, alnımdaki teri sildi, gözlerimdeki yaşı avuçlarında topladı ve çekildi aramızdan. Hıçkıramadım, diz çöktüm, kıbleye döndüm önce Yasin-i Şerif’i okudum sonra bu satırları yazdım. Onlara şükran duyuyorum, onlara rahmet diliyorum… 79


ŞEHİR OKUMALARI ŞEHİR SOHBETLERİ -beş-

Şehri okumak seyyahlığa benzer. Bilinmez bir coğrafyada sora sora yol alırız. Tanıdıkça çeker, çektikçe devam ederiz. Peşine düşeriz. Şehir okumaları da böyle. Ahmet NARİNOĞLU

ani derler ya kâinat bir kitaptır. İnsan kâinat kitabını okudukça bilinenlerin yanında bilinmeyenleri çoğalır ya şehir okumaları da kâinat okumalarına benzer. Okudukça şehri ne kadar az tanıdığımızı anlarız. Daha çok daha çok diye azmimiz artar. Şehir okumaları kitap okumaya benzer. Okudukça derinlere dalarız. Bilinmeyen dünyanın yolculuğuna takılırız. Onun gibi şehri okudukça derinlere dalma tutkumuz artar. Şehri okumak seyyahlığa benzer. Bilinmez bir coğrafyada sora sora yol alırız. Tanıdıkça çeker, çektikçe devam ederiz. Peşine düşeriz. Şehir okumaları da böyle. Sordukça, tanımak, tanıdıkça az tanışlığa tanık olmak, merakın peşinde yol almak. Öyleyse şehri nasıl okumalıyız? Şehir okumaları neye benzer? Yolu ve usulü var mı? Var elbette. Baştan söyleyelim. Şehir insan benzer. İçinde insanoğlunun var olduğu canlı bir hayat. İnsan gibi okudukça/bildikçe, bilinmez yönleri bilinmeye davet eder. Şehri okuyamayan ben şehirliyim dese de dağarcığı boş dervişe benzer. İnsan şehri okudukça onunla özleşir/bütünleşir. İnsan şehri okudukça onunla hemhal olmaya başlar. Şehir üniversiteye benzer. Bunu İstanbul için çok söylerler. Derler ki; İstanbul da talebe iki üniversite birden okur. Biri akademik üniversite, ikincisi İstanbul’un kendisi. İstanbul gence hayatı öğretir, hayata hazırlar. Hatta derler ki; İstanbul da yaşayanın beyni/fikri/ algısı büyür. Öteki şehirlerimiz de böyledir. Şehrin neyini, nesini okumalı? Şehrin hangi yönleri okunmalı? Şehirde yaşıyoruz, her şeyini biliyoruz daha okunacak neyi var? Sorular bizi meraka, merakta okumalara götürür. Cevabı da kolay. Alıcı gözle yani okuyucu gözle baksanız şehirler öylesine zengin, öylesine dolu ki. Her köşesi yaşanmışlıklar dolu. Basılan yer anılar/izler taşır. Gördüğünüz her şeyin hikâyesi/tarihi var. Şehirler birike birike bu hale geldiler. Okumaya ömür bile yetmez. Şehir okuması için göze çarpanlar bile yeter. Mesela;Tarihî, Mimarî, Sanat,Zanaat,Kaybolan meslekler,Edebiyat ,Musiki, Eğlenme/dinlenme,Çarşı/Pazar,Cadde/ sokaklar, İbadet mekânları, Mezarlıklar, Doğal alanlar, Kıyı/sahiller, Yazılı/görsel eserler, Hayvanlar, Canlılar , İnsan hayatlar,Olaylar .. Şehir okumaları ile şehrin dününe bugününe bakarız. Derinliğine, genişliğine ele alırız, tespitler yaparız. Elimiz kalem tutuyorsa notlar alır, yazar/çizeriz. Mutlaka derlemeler yapmalı, arşiv oluşturmalıyız. Düşünün 100 yıl öncesine

sayı//43// şubat 80


ait elimizde/evimizde ne var? Ne biriktirdik/ biriktiriyoruz. Şehir okumaları bize bunu sağlar. Şehir okumaları, şehirde tutunmanın, kalıcı olmanın yollarını açar. Peki, şehir okumalarının faydaları neler? • Şehir okumaları hem insana hem şehre değer katar • Şehrin yaşam/hayat kalitesini arttırır • İnsanı efendileştirir, mülayimleştirir, medenileştirir • Zihni, fikri açık olmayı sağlar • Bilinçli yaşamayı destekler • Şehirle daha kolay dostluklar kurar • Şehre bağlanır uyumlu kılar • Şehirde yaşanmışlıkları anıları çoğaltır • Şehrin hafızasını geliştirir • Şehre dair mesuliyet yükler • Şehrin imajını güçlendirir Şehir okumaları şehir üzerine kitap okumadan öte. Şehir üzerine inceleme ve araştırma yapmakta şehir okuması sayılmaz. Okumayı yazı yazmaktan öte anlamalıyız. Şehir okumalarında bakışlar karşımıza çıkar. Dört bakışla şehri okuruz; • Ezberci • Eleştirici • Redci • Kabulcü Dört bakış dört ayaklı masa gibi şehri muhkemleştirir. Yerli yerine oturtur. Yani hakkını verir. Tıpkı insan gibi. Yanı var, yönü var. Hâsılı kelam şehri tek gözlük takarak okuyamayız. Kent/şehir okumalarını bakmak, görmek, kavramak, anlamak diye tarif edenlerde var. Haksızda değiller. Okumak direnmeyi öğretir. Şehri okumak şehre direnmeyi değil, tutunmayı öğretir. Bir söz var.”her dem yeni doğarız/bizden kim usanası”. Nasıl dünya her sabah yenidünya ise, şehirlerde öyle. Sabahın ilk ışıkları vurup da uyanınca şehir yeni şehirdir. Her şey yerli yerinde duruyor olsa da canlı gibi, hücrelerine kadar yenilenir. Göze gelmese de akıl idrak eder, kavrar. Bu yüzden şehir okumaları da canlı, diri, dingin olmalıdır. Kendini yenileyen bir okuma. Şehir okumaları yapmadan yaşamaya sürdürürsek, dedikodu/magazin/günübirlik tuzaklara düşeriz. Kıt bilgiler/bilmeler ile yanılırız. Şehir okudukça severiz, tanırız, hazlanırız, keyif alırız. O zaman soralım. Şehir okumanın yolları, usulleri ne olmalı?

• Gezmek en basit, kolay şehri okuma yolu gezmek, görmektir. Atasözümüz “ çok okuyan değil çok gezen bilir” der • Gözlem yapmak. Gezmek, dolaşmak yetmez. Gördüklerini anlamak, tespitler yapmak gerek • Sormak. Şehir okumalarında “sormak” anahtar gibi. Okumasını bilmiyorsak, yani kent okuryazarı değilsek bir şehir bilenine soralım. Atalarımız der ya! “Sora sora Bağdat bulunur”. İnanın sormak, kestirmeden bir kent okuma yoludur. • Kitap okumak. Kent üzerine yazılan yazılı/ görsel/sosyal âlem okumak faydalı. Yazılı metinler, belgeseller kalıcı olur, zihinde iz yapar. • İnceleme-araştırma yapmak. Daha da ileriye gidersek şehre eğilmek, kafa yormak, konular üzerinde teferruatlı çalışmak diyebiliriz. Bunu yapanlara şehri bilenler derler. • Sohbet. Sohbet gibisi var mı? Şehir üzerine sohbet dinlenmek kitap okuma mesabesinde okumaya bedel. Şehirde sohbet ehli insanlar var. Onları arayıp bulmalı, sohbet etmeli. Bazı şehirlerde sohbet grupları var. Çoğalmalı ve şehre yoğunlaşmalı • Anılar dinleme. Şehirde anılar okunur gibi okunmalı. Anılar şehre tanıklık eder. Silinmeyen izlerdir. Tektir, tekildir. Ne ezber, ne kopya. Kendi nevi şahsına mahsustur. Anı dinlemek insanı şehre yolculuğa davet eder. • Konuşmak. Şehirde konuşamıyoruz artık. Bildiğimiz 300-500 kelime ile çok az cümle kurarak gün bitiyor. Konuşmadan alışverişler/ iş yapmalar. Sosyal âlemde oyalanmalar, televizyon karşısında saatlerce sessiz teslim oluşlar. Atalar der ya; “insan konuşa konuşa”. Şehirde konuşmalı insan. Dilin güzelliği, gönlün güzelliği şehre soluk olmalı. Her şehir kendi nevi şahsına münhasır okumalara davet eder. Şehrin sakinleri bunu anlamalı, yolunu çizmeli. Hâsılı; şehir hayattır. Tanınası, anlanası, ama ezberlenesi değil. Gelin Yunus’a kulak verelim “Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimine kalmaz” Çağlar ötesinden şehirlere hayat veren soluk bu! Şehri okudukça tanış olacağız/şehri kolay kılacağız/ seveceğiz/sevileceğiz. Yaşanası şehirlerimiz olacak. Özlemimiz bu değil mi?

81


arşılar, şehirlerin süslü yüzü. Çarşılar, yıllardır içinde beslediği umudunu arayan gelinlik kızların kalbini açtığı ve hayallerine dokunduğu mekânlar.

ŞEHİRLERİ SÜSLEYEN

ÇARŞILAR Çarşılar, yerleşim yerlerinin şehirleştiğini gösteren ve şehre şahitlik eden asırlık ruhların kaynaştığı ve yaşadığı nadide mekânlar. Ali BAL

Çarşılar, tertemiz hayallerin giysisi olan ömürlük ve ölümlük bembeyaz gelinliklerin ve duvakların ışıl ışıl vitrinleri süslediği hayal ile hakikat arası provaların yapıldığı mekânlar. Çarşılarımız, bir kadının genç kızlık dönemlerine ait hatıratı içinde kaybolmaya yüz tutarken, ruhunu teslim etmek durumunda kalan mahzun mekânlarımız. Çarşılar, ister şehrin en lüks yerinde yaşa, ister kenar mahallede hemen herkesin uğradığı ve aradığını bulabildiği mekânlar. Çarşılar, yerleşim yerlerinin şehirleştiğini gösteren ve şehre şahitlik eden asırlık ruhların kaynaştığı ve yaşadığı nadide mekânlar. Envai çeşit meslek mensubunun el emeği göz nuru eserlerinin geçmişi gözümüzün önüne serdiği yerlerdi çarşılar. Gönlümüz bir, kökümüz birdi çarşılarda. Aynı telden çalan esnafın aynı sofrada buluşabildiği çarşıları kaybetmek üzereyiz. Modern şehirler ruhumuzun üzerine yükseliyor. Kentsel dönüşüm, ne yazık ki kendimize dönüş olmuyor. Kentsel dönüşüm ile her yerde yükselen büyük ve yüksek binaların betonu hatıralarımızın üzerine dökülüyor, kullanılan yüzlerce tonluk demirler ise ruhumuza battıkça batıyor, ruhumuzu kanattıkça kanatıyor. Elbette bu yenişleşme, canlı kültürümüzü, yaşamımızı, dükkânımızı, sergilerimizi, el sanatlarımızı, dünden bugüne taşıdığımız ne varsa her şeyi, her hatırayı unutturuyor. Çarşılarımızı birer birer ortadan kaldıran ve kapitalist sisteme ev sahipliği yapan AVM’ler, çoğaldıkça çoğalıyor ve çarşılarımızı daralttıkça daraltıyor. Sadece maddî çıkar sağlamak ve tüketim toplumu oluşturmak için açılan bu yerlerde ne esnaflık ne de komşuluk var. Oysaki çarşılarımızda seher vaktiyle ve besmele ile açılan her dükkândan bir dua yükselirdi göğe. Sonra dualar çoğalır, her dükkân sahibi siftah için bekler, şayet siftah yapmışsa komşusunun siftahı için dua ederdi. Çarşılarda dükkân önlerini süsleyen sergiler, özenle hazırlanmış ve ağzı açık bırakılmış bakliyat çuvalları, rayihası tüm çarşıyı sarmış ve anbean dövülen kuru kahveler, kuru yemişler, acılı baharatlar, tatlılar, kuru meyveler, turşular, ithal olsa bile kutsal

sayı//43// şubat 82


toprakların kokusunu getiren hurmalar… Tüm yaşamı ve asırlardır süregelen tecrübelerin sergilendiği çarşılar, bizim gerçek hikâyemizdi. Romanımıza, şiirimize açılan çarşılarımız… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Beyazıt ve bilhassa Kapalı Çarşı’da gezen Mümtaz, burada bütün bir tarihi, şehrin kozmopolit yapısını bulur: “Burada hayatın, taklidi güç olan, tenimize yapışmadan ve içimize yerleşmeden yanaşmayan iki ucu birleşirdi. Gerçek fukaralıkla gerçek debdebe veya artığı... Adım başında modası geçmiş zevk kırıntılarına, nerede ve nasıl devam ettiği bilinmeyen büyük ve eski ananelerin son parçalarına beraberce rastlanırdı. Eski İstanbul, gizli Anadolu, hatta mirasının son döküntüleriyle imparatorluk, bu dar, iç içe dükkânların birinde en umulmadık şekilde ve birden parlardı. (s.46) Bir çarşı esnafı olan Edip Cansever, hayatının en önemli olayının 1954 yılında çıkan büyük Kapalıçarşı yangını olduğunu söyler. Bu yangında dükkânı tamamen yanan ve sigortadan aldığı para ile yeni bir işyeri açamayacak durumda kaldığı için kendine bir ortak bulur. Birkaç ay sonra ortağı Jak, ona asma kattaki odasında istediği kadar çalışabileceğini söyler. Edip Cansever dokuz kitabını Kapalıçarşı’da, bu küçük dükkânın asma katında yazmıştı. “Çarşılarda bir şey Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı.” diyordu ilk kitabının da adı “Kapalı Çarşı” olan Behçet Necatigil. Evet, çocukların neşesiydi çarşılar. Bir hayal kurup kurduğumuzun hayalin gerçekleşmesine vesile olan çarşılarımız çocukluğumuzda mı kaldı? Bizler kentler gibi büyürken çarşılar şehirlerde kaldı, öylece ve çocukça, temiz, arınmış ve masumca. Ne kapitalizm ne sömürü! Çarşılarımızda biz vardık, bizi büyütüyorduk. Şimdi ise bizi küçültürken kapitalizmi büyütüyoruz alışveriş merkezlerinde. Heyhat! Bir dağ başı köyünün kerpiç evinde düğün hazırlığını yapan genç kızımız, şehre, yani çarşıya gideceği günün öncesinde heyecandan uyuyamazdı. Düğün için ne gerekiyorsa her şey çarşıdan temin edilirdi. Çarşılar, özellikle hasattan sonra düğün hazırlığı yapan ailelerce dolup taşardı. Bu aileler, çarşı esnafınca karşılanır, ağırlanırdı. Arada sadece ticarî bir bağ yoktu, dostluk da kurulurdu böylece. Ödemeler ailenin ödeme durumu ve zamanına

göre planlanırdı. Güven vardı. Veresiye diye bir defter tutulurdu. Şimdi pos cihazı ve kredi kartına yenik düşen “veresiye defteri” meğerse dostluk defteri imiş. Veresiye defterine düşülen notlar bile samimi idi. Harman sonu, tütün zamanı, pancar zamanı… Bir şiir gibiydi çarşılarımız. Çarşıların kaldırımlarına sorsak, en tenha sokaklarından geçsek kim bilir hangi sırları fısıldar bizlere. Çünkü ilk hediyelere çarşılar şahittir. Sevdiğine ilk yüzük alan gencimizin mahcubiyeti de sevdiğinin isteğini gücü yetmediği için alamayan gencimizin mağlubiyeti de bu çarşılarda gizlidir. Çarşılar böyle yangın yerleridir, küllenen sevdaları, geçen yılları saklar bağrında. Hayali yarım kalan kız kardeşinin hâlini anlatan Orhan Veli’nin “Kapalı Çarşı” şiiriyle çarşımızı süsleyelim: “... Ablamı tanımazsın/ Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı/ Bu teller onun telleri/ Bu duvak onun duvağı işte.” Ablası da bir çarşıda bırakmıştır hayalini, şiir hüzün yüklüdür aslında. Çarşının her karesinde bir hatıra vardır. Ve devam eder şiir: “Ya bu çamurdaki kadınlar? Bu mavi mavi Bu yeşil yeşil fistanlı... Geceleri de ayakta mı dururlar böyle? Ya bu pembezar gömlek? Onun da bir hikâyesi yok mu? Kapalı Çarşı diyip geçme; Kapalı Çarşı Kapalı kutu” Çarşı, kapalı veya açık… Hüznümüz, hayalimiz, aşkımız, yalnızlığımız, bir bedestenin kesme taşlarına sinen soğuk yalnızlığımız, çarşılarımızda sırlanan hikâyemiz sürecek. 83


ehristan Mehmet Kurtoğlu’nun ‘şehircilik’ üzerine kafa patlatıp düşünmesinden doğan ‘şaheser’ niteliğinde bir kitap… Sanat’ın varoluş sebebi tahayyül. Her sanatçı düşünür hayal edebildiği kadar ilerler ve üretir, aklın hududu vardır, hayalin sınırı yoktur. Mehmet Kurtoğlu’nu yâkinen tanıyanlar bilir ki, sınırsız bir ‘hayal’ ikliminde düşünen üreten ve sürekli okuyup fikreden… Eser üstüne eser, yoğun çalışma ve derin tefekkür mahsulü…

ŞEHRİSTAN’DAN NOTLAR Şehircilik meselesi fikirden bağımsız ele alındığı zaman ‘kaba’ ‘estetikten uzak’ yapıların çıkması gibi bir sonuç beklemekte bizleri. Bugün, İslâm âlemi olarak ‘şehircilik tahayyülünden’ uzak kalışımız sebebiyle şehir kurmaktan yoksunuz, şehir kuramayan ülke, ülke kuramayan medeniyet kuramaz… Metin ACIPAYAM

Kurtoğlu’nun Şehristan’ı da diğer çalışmaları gibi nitelik ve muhteva zenginliğinden ödün ver-meyen bir çalışma… Şehircilik meselesi fikirden bağımsız ele alındığı zaman ‘kaba’ ‘estetikten uzak’ yapıların çıkması gibi bir sonuç beklemekte bizleri. Bugün, İslâm âlemi olarak ‘şehircilik tahayyülünden’ uzak kalışımız sebebiyle şehir kurmaktan yoksunuz, şehir kuramayan ülke, ülke kuramayan medeniyet kuramaz… Bu fasit dairede dönüşümüzün tek sebebi, şehircilikten tutunda diğer meselelere kadar birçok hadisede fikirsiz oluşumuz… Mehmet Kurtoğlu şehircilik düşüncesinin yanına ‘inanç’ faktörünü de ekleyerek ‘Şehir İnançtan Doğar’ demektedir. Şu satırlara dikkat: “Şehir ve inanç birbirini var eden şekil ve ruh gibidir. Şekil olmadan ruh, ruh olmadan şekil olmaz. Şekil ancak ruhla anlam kazanır, varlığını ortaya koyar. Şehirlere bakarken, onları var eden sebeplerin başında inancın geldiğini unutmamak gerekir. Çünkü şehirler inançtan do-ğar.” Eflatun’a göre “şehir kurmak en büyük erdemdir.” Zira şehri medeni insanlar kurar, yönetir ve ‘şehir’ olarak kalmasını sağlar. Bu bağlamda ‘şehir ve medeniyet’ konusu birbiriyle birleşik ve iç içedir. Bu gerçeği şöyle açıklar Kurtoğlu; “Şehir kurmak bir medeniyet tasavvuruna dayan-dığı gibi şehri anlamak da bir medeniyet okumasına dayanır. Şehri tanımlamak ve anlamak için şehre bakmak/görmek gerekir. Şehre bakmak veya şehri okumak başlı başına bir olaydır. Her şehrin farklı bir dili, farklı bir ruhu vardır ve siz o ruhu, o dili bilmeden şehri okuyamazsınız. Şehri okumak için şehre nereden ve nasıl

sayı//43// şubat 84


baktığınız, hangi dili kullandığınız önemlidir.” Medeniyet tezinden uzak eşya ve hadiseyi ‘külli’ bir bakışla değerlendiremeyen her insan ‘parça fikir serkeşliğine’ düşer ki, bu halde insanın savrulması demektir. Şehre ulu bakanlardan Mehmet Kurtoğlu. Sorar bir an kendine, şehre ulu bir nazarla bakmak nasıl olur? “Şehre ulu bir nazarla bakmanın yolu, şehirle gönül bağı kurmaktan geçer. Bir defa şehri şehir yapan ruh mimarlarını, ulu mabetlerini, makamlarını ve ait olduğu medeniyetin kodlarını bilmek gerekir… Şehirle en kolay bağ kurmanın yolu, ona böyle ulu nazarla bakmakla olur. Bugün İslam şehirleri bu bakıştan / nazardan yoksun olduğundan büyük bir kaos yaşan-maktadır. “Şehir ve İnsan” arasında derin bir bağ vardır, bu bağ içinde şehir; insan için bir hânedir, ha-yatını ikâme yolunda bir zarurettir. “Şehir ile insan arasında görünmez, güçlü ve derin bir bağ vardır. Bu bağ insanın şehri, şehrin de insanı inşa etmesinde kendini gösterir. Hemşerilik de-diğimiz olgu, şehrin insanı, insanın şehri inşa etmesinden doğmuştur. Bilindiği gibi insanoğlu şehirler inşa etmiş, daha sonra da şehirler insanoğlunu belli bir davranış ve kalıba sokmuştur. Bu yüzden şehir ile insan arasında güçlü bağlar vardır. Bu bağlar insanlarda hemşerilik, şehir sevgisi, yerlilik gibi aidiyet duygusu oluşturur.” Mehmet Kurtoğlu ‘estetik’ bahsini görmezden gelmez ve şehrin estetik ilişkisine de irdeler. Tarih boyunca medeniyet kurmuş milletler için estetik, yani güzelin ilmi (bediiyât) olmazsa olmazlardandır. “Estetiğin güzelle olan ilişkisini gözden kaçırarak şehre yaklaşmak mümkün değildir. İslam kültür ve medeniyetinde dahi güzellik ulaşılması gereken bir imgedir, tanrıyı sembolize eder. Bütün bir İslam tasavvufu ve İslam sanatı o güzelin / ilahî olanın peşindedir.”

Öyle ya! İslam estetiği ‘Allah güzeldir, güzeli sever’ ölçüsü etrafında gelişmiş, tarih boyunca Müslümanlar ‘güzel’ in hâkimiyeti için mücadele etmişlerdir. “Şehir ve Çocuk” başlıklı yazıda çocuğun şehrin içinde işlevi incelenmekte ve şöyle denmektedir; “Çocuklar için şehir aynı zamanda bir oyun alanıdır. Çocuklar, şehri kendilerine oyun imkânı sunduğu oranda severler. Özellikle Ortaçağ şehirlerine mahsus, bir tepe üzerine kurul-muş kalesi, devasa surları ve daracık labirent gibi sokakları olan şehirlerde yaşayan çocuklar için, bir sokaktan diğerine gitmek, oyun oynamak gibidir.” Özellikle ‘Çocuk Edebiyatı’ çalış-maları yürütenler, bu sahada eser verenlerin başvuracağı bir yazısı ‘Şehir ve Çocuk’ başlıklı deneme. Mehmet Kurtoğlu’nun kâdim kokan şiirleri vardır, bu yönüyle O; bir şairdir. Şair, sözü efsunlu hale getiren bir ses mimarı değil midir? ‘Şehir ve Şair’ başlıklı yazıda şairlerin şehir tasavvurları ve hayalleri tetkik edilmektedir. Şu enfes satırlara bakar mısınız: “Şairlerin şehirleri olduğu gibi, şehirlerin de şairleri vardır. Şehirler ve şairler birbirine öylesine anlam katarlar ki, kimin kimden etkilendiğini ayırt etmek zorlaşır. İstanbul Yahya Kemal ile anlam bulur; Süleymaniye dile gelir, camiler, çeşmeler, sebiller, tepeler ve deniz estetik bir fotoğraf oluşturur, şehir gö-zümüzde azizleşir, İstanbul’u herkes görmüştür ama hiç kimsenin onu azizleştirmek gibi bir derdi olmamıştır. Sezai Karakoç’un Kudüs haykırışı, Ahmet Kudsi Tecer’in ‘Urfa’ şiiri ve daha niceleri… “Her şairin bir şehri, her şehrin bir şairi vardır.” tezini doğrulamaktadır. Şehristan bir kültür birikimi, derin fikri müktesebat mahsulü… Şahsım en az üç defa okudu, altını çizdi, notlar aldı… Meraklılara hararetle tavsiye ederim… 85


debiyat, Sanat, Kültür Araştırmaları Derneği ESKADER’in Babıali Sohbetlerine İstanbul’daki yerel yönetimlerin 37 kültür müdürü davet edilmişti; sanatın, edebiyatın, kültürün, medeniyet hareketinin sorunlarını tartışmak ve çözüm bulmak için. Ancak 5 İlçenin kültür müdürü gelmişti! Tam bir tükeniş öyküsü benim için. Mazeret de beyan edilmemişti.

ŞEHİRLERE DAMGA VURAN

KÜLTÜR ADAMLARI

Memduh Cumhur Balkan göçmeni Boşnak bir aile çocuğu. Bursa İnegöl’de doğmuş. Liseyi ise İstanbul Haydarpaşa ve Bursa’da tamamlamış. İstanbul Eczacılık Fakültesinden mezun olmuş. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Bu içinde hep ukde olarak kaldı. İstanbul’a yeniden avdet ettiğim(2008) yılda hem oturduğum, hem komşu ilçelerdeki yerel yönetimlerin kültür müdürleriyle tanışmak için gittim. Böyle bir sorumluluk alan kültür müdürlerinin bölgelerindeki kültür adamlarıyla birebir temas etmesi gerekiyordu! Ancak böyle bir endişe taşımadıkları gibi müdürlükten, başkan yardımcılığına nasıl fırlayacaklarının hesabını yapıyordu bir çoğu. Bunu gerçekleştirenlerin sayısı da az değil. Yeter ki belediye başkanının ya bir yakını, ya referansı muhkem diplomalı ama okuması yazması olmayan biri, ya da yağ sektöründe birinciliği kimseye kaptırmayan birisi olması yeterdi! Bazı nezih insanları tenzih ederim. İNSAN KAYNAGI ZENGİN BİR MİLLETİZ

Bir kültür müdürüne sordum, “Acaba sizin ilçenizde kaç tane kültür adamı, akademisyen, yazar, edebiyatçı, sanatçı, sinema ve tiyatrocu oturuyor?” Cevabı “Ne bileyim!” oldu. Sonra da devam etti “Sen biliyorsan söyle!” Bu kamu görevlileri maalesef kültür hayatımızı biçimlendirmeye çalışan sorumlu görünen sorumsuzlardı. Bizim semtteki bilbortlarda aylardır belediye başkanımızın kocaman bir resmi var, yanına da “Yeni sezonda kültür ve sanat hayatını bizden izleyin” yazıyor. Yeni sezon dediğinde de 10 yıldır ilahi söyleyen aynı, konser veren aynı, tasavvuf sohbeti yapan aynı, konferans veren aynı, etkinlik düzenleyen aynı kişi ve kuruluşlar. İnsan ve aydın kaynağımız bu kadar fukara mı Allah aşkına. Zihinlerimizde de kalan hiç bir programları yok. Açılan kültür merkezlerine bakıyorum, verilen isimlerin inan olsun kemikleri sızlıyordur. Üstelik tekraren her ilçe aynı isimle bir kültür merkezi açılıyor. İyi ki Necip Fazıl var, Cemil Meriç var, Erdem Beyazıt var, Cahit Zarifoğlu var da isim sıkıntısı çekilmiyor! Ama kültür merkezlerinin yetkililerinin hiç biri de bu söz konusu ismi tanımıyor, bir eserini falan okumamış. sayı//43// şubat 86


Seçimleri kıl payı kurtararak yeniden kazanmış bir belediye başkanını kutlamak için bir heyet olarak zar zor randevu alıp gittik. Epeyi süre bekledik. Sonra kabul edildik. Daha bizi görür görmez “Siz müteahhit misiniz?” diye sordu. Demek ki adamcağız kendini öylece şartlandırmış. “Estağfurullah Sayın Başkan biz hepimiz fikir emekçileriyiz. Size bir nezaket ziyareti yaparak hayırlı olsun dileklerimizi sunmak istedik.” Kültür ve sanattan bahsettik, taze başkan hipermarket mağazaları zinciri sahibiymiş, konuya belli ki yakın değil “Benim Kültür Danışmanın Adapazarı Üniversitesi’nde doçent biri. Adreslerinizi bırakın sizi arasın. Ancak haftada bir gün gelebiliyor.” Dedi. Teşekkür edip ayrıldık. Vah benim köse sakalım, derdimizi kime anlatacağız bilemiyorum. Bazı kültür müdürlüklerinde genç kültür adamlarımıza rastlıyorum. Bu iyi bir gelişme. Dilerim ilerde sorumluluk alırlar da kültür ve eğitim hayatımızın dibe vurduğu bir çilekeş günleri geride bırakırız. NAİFLER SOFRASI

Şair Arif Ay Ankara’da yaşar ama başkentte bir sokağa ismi verilmemiş, İstanbul Ümraniye Şerifali’de tabelası asılmıştır!?. Bazı isimler vardır ki yaşadığı semtle anılırlar. Tarihimizde de böyleydi, günümüzde de. Bu isimler her geçen gün azalıyor. Size sorsam birkaç nesil önceki belediye başkanları, kaymakamları kimlerdir Üsküdar’ın? Veya Fatih’in yahut Beyoğlu’nun? Hodri meydan, bilen varsa beri gelsin. Yok. Çünkü kalıcı bir şeyler bırakanlar o kadar az ki. Ancak sanatkarlar, fikir emekçileri yerel yöneticiler gibi değil. Unutulmayan isimler arasına yazılmıştır defterlerde.

Bu isimlerden biri de geçtiğimiz günlerde hakka yürüyen eczacı, şair ve Türk Musikisi sanatkarı Memduh Cumhur’dur. Semtte Üsküdar ismiyle örtüşen çok sanatçımız vardır. Üsküdar’da oturmuş, yaşamış, eserler vermiş ve sonra da veda etmiş onlarca müellif, mütercim, ressam, hattat, mimar vs. var. Onlardan biri olan Memduh Cumhur ile gerek Salmanı Pak Caddesi üzerindeki eczanesinde, gerek dostlarını konuk ettiği Abbara’da veya diğer kıraathanelerde, lokantalarda bir yandan kahvenizi, diğer yandan da Üsküdar’ı yudumlarsınız. Aynı Ahmet Yüksel Özemre’nin “Üsküdar’da Bir Aktar Dükkanı” gibi. Bu rüyanın bitmek istemesini kesinlikle istemezsiniz. Manevi dünyanızda Aziz Mahmut Hüdai gelir yanınıza oturur. Necmettin Okyay, Mustafa Düzgüman, Üsküdar’ın Üç Sırlısı’ndan Eşref Ede sohpetinize katılır. Hafız Muhittin Tanık, Üsküdar Çarşamba Rifai Dergahı Şeyhi Hayrullah Tacettin Yalım, Rifai Asitanesi Şeyhi Hüsnü Sarıer sohbetin diğer halkaları olurlar. Ezan ve ilahi okunuşunda yeni bir musiki icra edilir. Tasavvufi neşve donatır bünyenizi. Güfteler ve besteler birbiri ardından geliverir. Sonra incelik, naiflik, zerafet yaşanır ve yumuşak bir hava teneffüs edilir. Uğur Derman’ın da sesini duymayan kalmaz bittabi. Benim aziz dostum Memduh Cumhur (25 Ocak 1947-12 Ocak 2017) bir kalp krizi geçirmiş. Haydarpaşa Dr. Siyami Ersek Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılmış. Sosyal medyadan haber hemen duyulmuş. Yayınlandı. Benim gibi bütün dostları panik atak. Memduh Cumhur Bey sağlıklı biriydi, üstelik titizdi bu konuda. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” demekten başka elimizden başka bir şey gelmiyordu. Ne diyordu alemlerin Rabbi “Her can ölümü

87


tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksin. Ankebut-57” Bir başka ayette de “ Allahtan geldik, yine O’na döneceğiz. Bakara-156) denmiyor muydu? KARACAAHMET ŞAKİRİN CAMİİNDE SON BULUŞMA

Memduh Cumhur Bey de bu hatırlatmayı yaşadı. Kendisini Karacahmet’te son yolculuğuna uğurladık. Çağdaş bir mimari tarzında inşa edilen Şakirin Camii pazar günü olmasına rağmen miting alanı gibiydi. Cuma namazlarındaki gibi cemaat dışarı taşmıştı. Yurtdışından ve taşradan gelen yakınları, dostları ve arkadaşları da vardı. Ön sıradaki tabutuna yaklaşmak zordu ama becerdim. Cenaze namazının ardından Karacahmet’te yeni açılan bölümdeki mezarlıkta da defnettik kültür şairi, şehirli aydınımız Memduh Cumhur Bey’i. Akşam Memduh Cumhur Bey’in her zaman sohbetlerini yaptığı, şiirlerini okuduğu Üsküdar sahildeki Balaban Tekkesi’nde ruhuna Kur’an ve ilahiler okundu, dualar edildi. İstanbul’un önemli bestekarlarından musikişinas Amir Ateş Başkanlığındaki heyette ünlü hafızlarımız Yunus Balcıoğlu, Fehmi Atay, Mustafa Başkan, İsmail Çimen ve Kerim Öztürk yer aldı. İndirilen üç hatim için de Yaradan yakardık. Bir Üsküdar geleneği yaşadık. Bir İstanbul örfünü tekrarladık. Memduh Cumhur Balkan göçmeni Boşnak bir aile çocuğu. Bursa İnegöl’de doğmuş. Liseyi ise İstanbul Haydarpaşa ve Bursa’da tamamlamış. sayı//43// şubat 88

İstanbul Eczacılık Fakültesinden mezun olmuş. Daha talebe iken şiirle meşgul olmuş, musikimizin meşk meclislerine katılmış. TRT’ye girmiş. 10 yıl çalışmış. Şiir ve yazılarını Hareket, Müzik ve Nota, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Türk Edebiyatı Dergisinde yayınlamış. Birinci baskısı tükenen Tuna’yla Hasbıhal(2012) adlı bir çalışmasını Kubbealtı Akademisi yayınlamış. AYDINLAR EVİ OLAN ECZANE

Her Üsküdar’a gittiğimde mutlaka uğrar birlikte olurduk. En son Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Arslan ve bir hafta önce de Dr. Şakir Diclehan ile ziyaret etmiş, derin muhabbetlere girmiştik. Aruzu ustalıkla kullanırdı. Şi’r-i kadim meşalesini taşıyan belki de son örnekti. Rubai üstadıydı ama konjonktürle alakalı aykırı görüşleri, kara mizah dizeleri daha da düşündürücüydü. Heccavlığına diyecek yoktu. Hep tam not almıştır. Bir İstanbul Efendisi olana Memduh Cumhur Bey Üsküdar’ın da bütün sırlarını üzerinde toplamıştı. Eczane bir aydınlanma evi gibiydi. Sultan Beşinci Murat’ın Torunu Ali Vasıp Efendi’nin oğlu Şehzade Osman Osmanoğlu’nu burada tanıdım. Şehzade Beylerbeyi’nde İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un bir müddet ikamet ettiği evde oturuyordu. Orayı da ziyaret ettik. Daha sonra hep birlikte İstanbul’un yaşayan önemli yerel aş evi Kanaat Lokantası’da İstanbul Mutfağının yeniden lezzetine vardık. Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’mızın Kahire Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği sempozyumun konser programına Memduh Cumhur Bey katkı vermiş, birkaç enstrümanı çalabilen ve solist olarak da musiki icra eden bir İzmirli


sanatçıyla tanıştırmıştı. Ancak bu sanatçının iki defa İstanbul-Kahire bileti aldırmasına rağmen yeni bir mazeret göstererek gelmemesine çok üzülmüş, hatta kızmıştı. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın Yürüyüş Yolu Kitabını hazırlarken bir sohbetimiz esnasında anlattıkları da ilginçti. “Murat ve Mehmet Yalçıntaş’ın sünnet düğününde biz de TRT sanatçıları olarak mini bir konser vermiştik. ” Üsküdar Fatih Mahkemesi’ndeki bir konuşmamda aruzun son temsilcilerinden Kilisli Şair Hafız Kamil Kıdeyş’i anlatmıştım, büyük bir alaka ile dinlemişti. Üzerinde tartışmıştık. İSTANBUL’UN EFENDİSİ, ÜSKÜDAR’IN ÇELEBİSİ

Memduh Cumhur bir gönül dostu, musikimizin aydın sanatçısı bir şairimizdi. Nüktedanlığını, mizah ustalığının yanında zarif ve naif bir insandı. Kara mizah dörtlüklerinin bazılarını sosyal medyada yayınladığında büyük bir alaka görüyordu. Haklı olarak belden aşağı vurmalarına eşinin karşı çıktığını söyleyerek, kendini frenlemiş, cazip kelimelerin yerine daha dikkat çekicileri yerleştirmişti. Bu haliyle rubai ve hiciv sanatçısı olarak aynı zamanda hikmet sahibiydi. Bir bakıma Neyzen Tevfik, Şair Eşref ve Rıza Tevfik Bölükbaşını hatırlatıyordu bana. Bir örnek vermek istiyorum; Kürsüde raks eder görürüz hokkabazları, Beyhude zannedip almadık mezarda biz, İslam’ı mal sanır, bugünün biz yobazları; Yanmaz kefen satanları gördük pazarda biz!. 39. Evlilik yıldönümünü kutlamıştı. Tebrik edince teşekkürle geri dönmüştü. 2017 yılı içinde hem Almanya ve hem de Baltık ülkelerine gezi yapmıştı. Yakından takip ettim. Meğer Dresten’de aynı dönemde olmuşuz. Baltık ülkelerine gitmek istediğimi söyleyince ilkbahar sonu, yaz başlangıcının en iyi mevsim olarak belirtmişti. Yeni tanıştığı herkese yaş grubuna bakmadan “Arkadaşım hoş geldin” derdi. Bilge bir şairdi. Alicenap ve mükrim bir insandı. Çelebiydi özetle. Ses tonu sizi etkilemeye yeterdi. Temsil özelliği çok fazlaydı. Her zaman şık giyinirdi. Ehl-i dildi. Gezdiği galerileri, okuduğu kitapları, dolaştığı mekanları tavsiye ederdi. Bir Azeri sanatçının Ümraniye Kültür Merkezi’nde açtığı tezhip, minyatür ve kabartma sanatını tavsiye etmişti. Ancak sergininin açılışı bir fiyasko olmuş. Buna çok üzülmüştü. Gerçekten gidip gördüm, muhteşem bir sergiydi. Ancak yöneticilerin

böyle bir endişesi olmaması böyle neticeler veriyordu. Rahmetli az kızardı bu olay da bunlardan biriydi. SEVGİLİNİN LÜTFUNA MUHTAÇ OLMAK

Osmanlıdan günümüze kadar tarih, edebiyat, dil, musiki, tasavvuf, sanat ve medeniyet hareketi içinde kültür donanımlı olan Memduh Cumhur bir dörtlüğünde şöyle diyordu bu günlerini görerekten; Yadelleri silmekten ibaretmiş ömür, Can sırrını bilmekten ibaretmiş ömür; Canana giden yolda nefesler sayılı, Sevmek ve sevilmekten ibaretmiş ömür!. “Huve’l Hallak’ul Baki” Makamı ali, mekanı cennet olsun. Nurlar içinde yatsın aziz dostum, değerli gönül adamı. Bir dörtlüğünde de bam telimize vuruyor; Daldıkça bu âlemde derinden derine, Söz mülkünü seçdim nice mülkün yerine, Kalbim ve lisânımla ulastır Rabbim, Ecdâdımızın vecîz rubâîlerine Merhum Ahmet Yüksel Özemre’ye ithafında da şöyle diyor; Her lâhza seven sevdiğinin lutfuna muhtaç, Tevhîdi bilen der ki tevekkülden ibâret, Gül sevgisi Hak sevgisinin remzidir ancak; Alemdeki tek varlığımız gülden ibâret!. 89


OSMANLI’NIN DUBROVNİK’İ

Osmanlı idaresinden önce şehir, Venedik’in bir parçası durumundaydı. Bir müddet Sırp devletine de vergi veren Ragusa’lıların kaderi, Osmanlı ile tanıştıktan sonra tamamen değişti. Davut NURİLER

kdeniz’in Adriyatik sahilinde 1600 mil2 lik bir alanda yer alan tarihi Dubrovnik Cumhuriyeti şehir devleti, işgal ettiği alanın küçüklüğü ile ters orantılı, büyük bir şöhrete sahiptir. Asırlarca, İpek yolunun Avrupa’daki en önemli durağı idi. UNESCO Dünya kültür mirası listesinde yer alan Dubrovnik, korumayı başardığı bin yıllık geçmişe dayanan mimarisi ile, tam bir açık hava müzesidir. Günümüze ulaşmayı başaran milyonlarca belgeye sahip arşivi ise, Avrupa’daki en değerli birkaç arşivden biridir. Şehre ilk gittiğinizde kendinizi zaman tüneline girmiş hissedersiniz. Hırvatistan’a gelen her 4 turistten biri bu şehri görmeye gelir. 40 bin civarında bir nüfusa sahip olan şehir, her yıl nüfusunun on misli kadar turisti ağırlar. Osmanlı idaresinden önce şehir, Venedik’in bir parçası durumundaydı. Bir müddet Sırp devletine de vergi veren Ragusa’lıların kaderi, Osmanlı ile tanıştıktan sonra tamamen değişti. Osmanlı, Venedik’le sürekli bir çatışma içinde idi. Ragusa’lılar Venedik’in aksine çatışma yerine ticarete ağırlık vermeye başlayınca, Osmanlı’nın gözünde Venedik bölgesi, iyi Venedik ve hasım Venedik olarak birbirinden farklı iki yer gibi algılanmaya başlandı. Slav kökenli dillerde Dobro Venedik İyi Venedik manasına geldiği için şehrin adı zamanla Ragusa’dan, Dobra Venedik’e sonra da, Dubrovnik’e dönüştü. Ancak İtalyan ve Osmanlı arşiv kayıtlarında uzun yıllar şehir, RAGUSA CUMHURİYETİ ismi ile anılmaya devam edilmiştir. 1. Kosova savaşından önce, Osmanlı ile ilk ticari ilişkiler tesis edilmiş, İstanbul’un fethinden sonra ise Venedik’ten bağımsızlığını alan eden şehir, güçlü Osmanlı himayesi sayesinde, dünya çapında bir ticaret merkezine dönüşmüştür. Dubrovnik şehri, 1807 yılındaki Napolyon işgaline kadar, 4 asırdan fazla bir süre, devamlı savaşan iki süper dünya gücünün ( Hıristiyan Avrupa ve Müslüman Osmanlı) sınırında, Osmanlı’nın en mümtaz vilayetlerinden biri olarak varlığını devam ettirmiştir. Katolik Hıristiyan olan Dubrovnik’lilerin, Müslüman Osmanlı devleti içindeki bu başarılı entegrasyonu, müstesna bir örnektir. Osmanlı’nın farklı din ve milletleri barış içinde idare konusundaki başarısı, bu entegrasyona imkan sağlamıştır. Fanatik haçlılar gibi çatışmacı anlayış yerine, dünya ile ticareti seçen Ragusa’lılar, bu tercihle Osmanlı milletler ailesi içinde kendilerine sağlam bir yer edinmişlerdir. 1807 deki Napolyon

sayı//43// şubat 90


işgalinden sonra, 1815 yılında Dubrovnik, Viyana Kongresi ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetimine geçti. O zamana kadar şehir, bilinçli bir şekilde Osmanlı devletinin bir parçası olarak kalmıştır. Gerek ticareti, gerek yönetimi ile eşi benzeri olmayan bir şehir devleti olan Dubrovnik, 4 asırdan fazla varlığını sürdürebilen bir model geliştirmiştir. İstanbul, İzmir, Beyrut, İskenderiye gibi önemli Akdeniz limanlarında konsolosluk büroları bulundurarak, dünyayla güçlü ticaret bağları oluşturdu. Ayrıca balkanların tüm büyük şehirlerinde mal ve hizmet üreten ticari koloniler geliştirdi. Dubrovnik arşivlerinde balkanlardaki şehirlerin tarihleri ve bu ortaklıkların işleyişi ile alakalı çok sayıda belgeye rastlamak mümkündür. Balkanlardaki şehirlerin tarihi, Dubrovnik arşiv belgeleri olmadan eksik kalır, yazılamaz. Osmanlı, Dubrovnik şehir devletinin yönetimine ve iç işlerine hiç karışmamıştır. Sahip olduğu güçlü ticaret filosu sayesinde, hem Osmanlı hem de komşu Avrupalı devletlerle ticarete kesintisiz devam etmesi onun sadık bir Osmanlı teb’ası olmasına engel olmamıştır. Bilakis ticaretin yanında her iki güç, birbirlerini Dubrovnik üzerinden gözetlemişlerdir. Bu yönüyle Dubrovnik tüccarlar şehri olduğu kadar casusların da faaliyet gösterdiği bir yerdi. Dubrovnik, Osmanlı arşiv kayıtlarında defalarca tekrar edildiği gibi asırlar boyu vergisini sadakatle ödeyen güvenilir bir ticaret ortağı olarak da anılmaktadır. İstanbul’da gerçekleşen her padişah değişiminde, tahta yeni padişaha bağlılıklarını ifade etmek için zengin hediyeler taşıyan heyetler göndermeyi ihmal etmemişlerdir. Hırıstiyan Avrupa ile Müslüman Osmanlı’nın sürekli savaş ettiği bu asırlarda, Hırıstiyan Dubrovnik ile Osmanlı arasında kurulan bu barışçı ilişkinin incelemeye değer olduğunu düşünüyorum. Haçlı Avrupa medeniyeti, Osmanlı’yla bıkmadan savaş ederken, aynı dine mensup olmasına rağmen Ragusa, Osmanlı ile ilişkilerinde, haçlı Avrupa’nın aksine, savaş yerine ticareti tercih etmiştir. Tüccarların ağırlıkta olduğu bir senato tarafından yönetilen bu şehir devletine, Osmanlı da barışla karşılık vermiş, en krizli dönemlerde bile işgal amacıyla hiçbir zaman asker göndermemiştir. Yeniçeri askerleri, kale muhafızı olarak ve şehirdeki yönetimin talebi ile saldırı vaki olduğunda, şehrin savunulması amacıyla gelmiştir. Dubrovnik’in sadakatinin sebeplerinden birisi de alternatif oluşturabilecek başka limanların ortaya çıkmasına, Osmanlı’nın

izin vermemesidir. Osmanlı arşivlerinde Dubrovnik’e rakip olarak çıkan limanların faaliyetine izin asla verilmediğini yazan belgelerin sayısı az değildir. Dubrovnik şehir devletinin düzenli bir ordusu yoktu. Osmanlı ile kurduğu karşılıklı güvene dayalı ilişki sayesinde, Osmanlı ordusu, Dubrovnik’in ordusu gibi işlev görmüştür. Osmanlı gibi süper bir gücün koruması altında varlığını garantiye alan Dubrovnik , komşusu büyük güçlerle çatışmamayı esas alan bir politikayı bilinçli bir şekilde izlemiştir. Güçlü bir deniz filosu ile ticarette söz sahip olmak, Ragusa cumhuriyetinin her zaman öncelik verdiği stratejik bir hedef olmuştur. DUBROVNİK ARŞİVİ VE TARİHİMİZ

Dubrovnik arşivi Avrupa’nın en önemli arşivlerinden biridir. Viyana’dan İstanbul’a bölgede bütün şehir ve ülkelerin tarihi yazılırken bu arşivden belgeler kullanılmaktadır. Arşivdeki belgelerin dili çoğunlukla Latince ve İtalyancadır. Bu dilleri sırasıyla Latin ve Kiril alfabesi ile yazılmış Hırvatça-Sırpça dilindeki belgeler takip eder. Bu arşivde uzun yıllar müdürlük yapan Dr. Vinko Foretiç’in yazdığı kitap ve makalelerden arşiv hakkında bilgi almak mümkündür. Osmanlı tarihi ile ilgili en eski belge Hicri 15. Muharrem. 863, Miladi 7.12. 1458 tarihli Fatih Sultan Mehmed’e ait fermandır. Bu fermanla Dubrovnik’in Osmanlı’ya ödeyeceği yıllık verginin miktarı , 1.500 Düka altını olarak geçmektedir. 1458 ile 1807 yılları arasında yazılmış 15.560 adet belge ACTA TURCARUM başlığı altında 8 ana kutuda muhafaza edilmektedir. Bu tasnifler 1933-1941 yılları arasında Boşnak Osmanlı tarihçisi Prof. dr. Fehim Bajraktareviç ve arşivci Jovica Peroviç tarafından yapılmıştır. 2. Dünya savaşının başlaması ile durmak zorunda olan tasnif işleminin devamı için, Türkiye’nin desteği ve Türk araştırmacılar bekleniyor. Prof. Bajraktareviç, 1925 yılında Belgrad Üniversitesi bünyesinde açılan, balkanların ilk Türkoloji bölümünün kurucusu idi. Bu arşivdeki belgelerin dilleri ve alfabeleri de birbirinden oldukça farklıdır. Arap alfabeli Türkçe-Arapça, Latin alfabeli Latince Hırvatça, Kiril alfabeli Sırpça, Yunanca, İbranice, ve Ermenice dillerinde yazılmış belgelerin tamamı, birebir Osmanlı ile ilgilidir. Bu belgeler arasında padişah mührü taşıyan, paha biçilemez sanat harikası fermanlar da vardır. Osmanlı tarihi üzerine akademisyenlerimizi zengin tarihimizin bilinmeyen bir çok yönünün açığa çıkarılabileceğini düşünüyorum. 91


“ÜSKÜDAR YÂRÂN”ININ DOST HALKASI;

MEMDUH CUMHUR Memduh bey, Aslında herkese ve hepimize dünyanın faniliğini, hayatın asıl maksadını, ömrün gelip geçiciliğini anlattı; varlığıyla olduğu gibi gidişiyle de cümlemize ders verdi. Mehmet Nuri YARDIM

sküdar özge bir beldedir. ‘Kâbe toprağıdır’ ve “Fatih” gibi “Eyüp Sultan” gibi İstanbul’un maneviyatı zengin ilçelerimizdendir. İstanbul’un ilmi, irfanı ve sanatı bu semtimizde her zaman dikkat çekmiştir. Udebası, uleması, şuarası ziyadecedir. “Üsküdar Yârân”ı muhabbetli bir dost halkası, lâkin bugün o altın zincirin bazı halkaları kopmuş vaziyettedir. Ahmed Yüksel Özemre’den sonra semtin sembolleşen ikinci siması Memduh Cumhur da ahiret yurduna doğru yola çıktı. Üsküdar’ın hiç sönmeyen “dost ışığı” zuhurata tâbi olarak bir anda ailesini, dostlarını, yakınlarını, şiirseverleri, komşularını, okuyucularını ve bütün edebiyat camiasını hüzünlere garkederek öte âlemlere gitti. Aslında herkese ve hepimize dünyanın faniliğini, hayatın asıl maksadını, ömrün gelip geçiciliğini anlattı; varlığıyla olduğu gibi gidişiyle de cümlemize ders verdi. Vefat haberini ilk olarak Fırat Kızıltuğ’dan öğrenmiştim. İnternetin yaygın olduğu günümüzde artık ölüm haberleri de hızla yayılıyor, ani vefatlar hemen duyuluyor. Ve her müminin ardından söylenen sözü söyledik: “İnna lillah ve inna ileyhi râciun.” (Ondan geldik, O’na döneceğiz.) Sonra da aruzu çok iyi kullanan iyi şairimizin bir rubâîsi ile teselli bulduk: “Cânandan uzak kimseyi cân eylemedik. / Serden geçerek sırrı ayân eylemedik. / Her ân yeni bir şevk ile sevdâya düşüp; / Âşık yaşadık, ömrü ziyân eylemedik.” Memduh Cumhur, 25 Ocak 1947 tarihinde Bursa İnegöl’de Bosna Hersek göçmeni bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk ve Orta eğitimini İnegöl’de, lise tahsilini İstanbul Haydarpaşa ve Bursa Erkek Lisesi’nde tamamladı. 1965’de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde okurken bir yıl sonra İstanbul Radyosu’nda ses sanatkârı olarak çalışmaya başladı. 1976’da TRT’den istifa ettikden sonra serbest eczacı olarak hayatını devam ettiriyordu. Vefatının ardından hislerini dile getiren Bekir Oğuzbaşaran, merhumun ilk şiirini 1973 yılında arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları Yeni Sanat dergisinde yayımladıklarını belirtiyordu. Araştırma yazıları Hareket ile Musıki ve Nota dergilerinde çıkmıştı. 15 yıl boyunca Yazıişleri Müdürlüğü’nü yaptığım Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda da şiir ve rubailerine yer veriyorduk. Şiirleri ayrıca Türk Edebiyatı

sayı//43// şubat 92


ve Yüzakı dergilerinde neşredildi. Şiirlerinden meydana gelen Tuna’yla Hasbıhal isimli eser ise İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları arasında 2012’de neşredildi. Kısa zamanda tükenen kitabın yeni baskısı yapıldı. ARUZU EN İYİ BİLEN ŞAİRLERİMİZDENDİ

Bir İstanbul Beyefendisi olan Memduh Bey çok iyi bir şairdi ve aruzu mükemmel kullanıyordu. Şiirlerinden meydana gelen Tuna’yla Hasbıhal kitabının İstanbul Fetih Cemiyeti’nde yayımlanması için hasbelkader yardımcı olmuştum. Kapağını Aydın Yüksel’in süslediği eser, 2012 yılında kültür hayatımıza kazandırılmıştı. Cemiyetin Yahya Kemal’in şiirlerinden sonra neşrettiği şiir kitabı olmuştu. Buna çok sevinmişti, ben de bahtiyar olmuştum. Üsküdar’a geçmişsem mutlaka bir fırsat bulur, Selmanı Pâk Caddesi’ndeki ‘Selman Eczanesi’ne uğrayıp kendisini ziyaret ederdim. Acil bir işim yoksa bırakmaz, kısa süreli sohbet ederdik. O sınırlı sohbette bile bilgiyle donatır, bilgisayardan o günün hatırasına yeni yazdığı hususi bir şiirinin çıktısını alıp bana verirdi. O keskin ve pervasız hicviyelerden kaç adedi hatıra diye aldığımı hatırlamıyorum. Ama mücevher değerindeki eserleri gözüm gibi saklıyorum. Toplantılarda onu dinlemek ayrı bir zevkti, zira hoşsohbet bir insandı, kendisini dinletmeyi bilirdi. Yaklaşık on civarında toplantıya davet ettiğimi hatırlıyorum. Bâbıâli Sohbetleri’nde, Kubbealtı Sohbetleri’nde, Beyazıt Sohbetleri’nde dinledik. Altunizade Kültür Merkezi’nde, Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde, Balaban Tekkesi’nde ve Fatih Mahkeme Binası’nda

sözlerine kulak verdik, anlattıklarından ders çıkardık, ibret aldık. Hatıralarını anlatırdı. Kültür sanat dünyasında yakından tanıdığı, dostluk kurduğu ve yarenlik ettiği isimler arasında Cemil Meriç, Münevver Ayaşlı, Ahmed Yüksel Özemre, Cinuçen Tanrıkorur ve Niyazi Sayın da vardı. Tanrıkorur, Memduh Cumhur’un bazı şiirlerini bestelemişti. Ama bunların dışında tanıdığı bir çok musikişinas, şair, yazar, mütefekkir, mutasavvıf ve gönül insanından da bahsederdi. Son olarak Balaban Tekkesi Kültür Evi’ndeki sohbete davet etmiştim. Kırmamış, kalkıp gelmişti. Hakikaten unutulmaz bir akşam yaşamıştık. O gece katıldığımız, bir geniş ufuk turu, bir yürek yolculuğu, bir ruh seyahatiydi âdeta. Ben sormuş, o anlatmıştı. Değerlerimizi, unutulmayan âbide şahsiyetleri, Üsküdar yârânını, nice kalem erbabını, pek çok kelâm sultanını... Kadim dostu Neyzen Fikret Bertuğ da eşlik etmişti o sohbete. Katılanlar çok memkun kalmış ve istifade etmişlerdi. Vedalaşırken hepimiz kendisine gönülden teşekkür etmiştik. Kültür sanat dünyamızın incelikli, zarif ve hikmetli yönlerini bulup keşfediyor, sonra onları çevresindekilerle paylaşıyordu. Son olarak görüştüğümüzde Bâbıâli Enderun Sohbetleri’ne kendisini davet etmiştim. İşleri toparladıktan sonra geleceğini söylemişti. Bir çok mahfile gider, sohbetlerde bulunurdu. Esasen onun eczanesi de bir bakıma edebiyat, fikir, kültür ve sanat mekânıydı.

Toplantılarda onu dinlemek ayrı bir zevkti, zira hoşsohbet bir insandı, kendisini dinletmeyi bilirdi.

MUHTEŞEM TARİHİMİZİ MISRALARA AKTARDI

Onu sanırım Yahya Kemal’e ilk benzeten kişi benim. Sadece dış görünüşüyle değil mizacıyla,

93


şiirleriyle, itiyatlarıyla, hâl ve hareketleriyle, nüktedanlığıyla velhasıl bir çok cephesiyle hakikaten günümüzün Yahya Kemal’iydi. Ve kaderin garip bir tecellisi şu ki, Yahya Kemal’in bütün eserlerini neşreden İstanbul Fetih Cemiyeti, Memduh Cumhur’un şiir kitabını da yayımlamıştı. Evet çehresinde Yahya Kemal’i görüyordum. Hakikaten şiirindeki eda, üslup, ahenk ve tema bir çok yönden Aziz İstanbul şairini andırıyordu. Zaten ikisi de “Evlad-ı Fatihan”dı. Rumeli Türkleri, Balkan Müslümanlarıydı. Memduh Cumhur da, üstadı Yahya Kemal gibi tarihten besleniyor, muhteşem mazimizin güzelliklerini şiirlerine yansıtıyordu. Tuna’yla Hasbıhal baştan sona maziye hasret şiirleriyle doludur. Şiirlerinde “Ak tolgalı beylerbeyi”ni rüyasında görüyor, mısralarında Belgrat, Budin, Uvyar'ı anlatıyor, eski fetih çağlarından, ecdadımızdan bahsediyordu. Memduh Bey daha hece ölçüsünün bile doğru dürüst kullanılamadığı bir devirde aruz vezni ile birbirinden güzel rubailer, gazeller yazıyordu. Uzun yıllar şiir kitabı yayımlamadığı için geniş çevreler onu pek tanımazdı. Ama şiirden anlayanlar, edebiyat zevki irtifa kazanmış olanlar onu ve dükkânını bilir, yollarını bir şekilde Üsküdar’a düşürürlerdi. O küçük dükkân, hakikaten bir akademi gibiydi. Edebiyatçılar, tarihçiler, profesörler, meşhur yazarlar buraya akın akın geliyor, Memduh Beyle edebiyat, sanat ve tarih sohbetinde bulunuyor, birikiminden istifade ediyorlardı. Vefatından yaklaşık iki hafta önce eczanenin önünden geçerken dükkâna bakmıştım. Yoktu, eşi Selman Hanımefendiye “hayırlı akşamlar” demiş ve şairimize selam yollamıştım. Dost meclislerinde şiirlerini ezbere okur, yazılış hikâyelerini dile getirirdi. Bir sohbet esnasında konu ölümden açılmıştı. Çok sevdiği annesinin vefatını anlattıktan sonra yazdığı şu kıtayı okumuştu: “Her şey dönermiş aslına âlemde neyleyim, / Hak sırrı her nefesdeki yâ Hak'da gizlidir. / Artık cihanda rahmet olan anne şefkati; / Bir servi gölgesindeki toprakda gizlidir.” Altunizade Kültür Merkezi’nde ESKADER olarak hakkında düzenlediğimiz toplantıya dostları da katılmıştı. Orada konuşmacıların ortak kanaati, “Memduh Beyin gizli bir hazine olduğu” şeklindeydi. MİZAH DÜNYASINDA BİR KAÇ NÜKTE

Büyük bir heccav olan Memduh Cumhur, yakıcı hicivleriyle olduğu kadar kanaatimce zekâ

sayı//43// şubat 94

eseri olan nükteleriyle de unutulmayacaklar kervanına şimdiden katıldı bile. Bir kısmını Mizahın İzahı kitabıma aldığım bu nüktelerden bir kaçını rahmete vesile olsun diye burada paylaşmak isterim: Memduh Cumhur Üsküdar’da Fatih Mahkeme binasında bir dost meclisinde anlatmıştı. 2010 yılının soğuk bir Ocak günüydü. Zemheri soğuğunu hatırlatan o mekânı, şu nüktesiyle ısıtmıştı: “Tanburi Cemil’in talebesi olan Abdülbaki Baykara, bir toplantıda bulunuyormuş. Orada daha çok üniversite hocaları varmış. Bir ara söz tekkelere gelince hocalar, tekkelerin bozulduğunu ve kapatılmasının uygun olduğunu söylerler. Bu mahfillerin asırlarca nasıl önemli bir fonksiyon icra ettiğini bilen ve bu bilgisizliğe dayanamayan Abdülbaki Baykara, onlara dönüp şöyle demiş: ‘Bizim tekkelerde Dede Efendi, Itrî ve Şeyh Galip yetişti. Sizin üniversitelerde acaba kimler yetişti?” İkincisi nükteyi 11 Nisan 2010 tarihinde yine Üsküdar’da kendisinden dinlemiştim. Divan edebiyatına vukufiyetiyle tanınan Memduh Bey, bir ara şair Yenişehirli Avnî’nin derbeder hayatından ve şiirlerinden bahsetmişti. Anlattığı şu hoş nükte, dinleyiciler arasında tebessümlere, hatta gülüşmelere yol açmıştı: “Erol Sayan’ın kayınpederi mezarlıkta dolaşırken bir çocuğu görmüş. Bir Mevlevî şeyhinin mezar taşını kırıyormuş. Kayınpeder çocuğa demiş ki: ‘O mezartaşına ilişme çocuk! Mevlevî şeyhinin mezartaşıdır. Adamı çarpar. İlle de mezartaşı kıracaksan onun yanındaki Melâmî mezartaşına git. Onlar bir şey yapmazlar.” Ve hoş bir hatıra daha. Eczanede kendisini ziyaret ettiğim bir gün anlatmıştı: Cemil Meriç ile kendi aralarında sözleşmişler, her biri diğerini başka biriyle tanıştıracakmış. Memduh Cumhur Cemil Meriç’i Halil Can’la, Cemil Meriç de Memduh Cumhur’u Kemal Tahir’le tanıştıracakmış. Bu sözleşmeden bir hafta geçmeden hem Halil Can hem de Kemal Tahir vefat etmişler. Bunun üzerine Cemil Meriç, Memduh Cumhur’a şöyle demiş: “Bundan sonra hiç kimseyi birbirimizle tanıştıralım. Baksana onlardan bahsettikten sonra hemen ölüyorlar.” SERHAT DUASI’NDAKİ FATİHANE EDA

Memduh Cumhur Bey, “Üsküdar yârânı”ndandı, Üsküdar’ın hiç sönmeyen “dost ışığı”ydı. “Serhat Duası” şiiri şöyledir:


Yetim şehirlerimiz Sofya Bosna nazlı Budin Zafer sevinci yaşar her taşında kaç yiğidin. Ağırlaşan sisin ardında eski günlerimiz Akıncı cedleri şenlendiren düğünlerimiz Meriç'de Tunca'da sevdâlı türküler akmış; Bizim iken Tuna bir başka türlü berrakmış. Şerefli hatıramız hür yaşardı Niğbolu'da Bizimle hürdü,esen yel de hür,yağan dolu da Bir uhrevî sesin âhengi ufku dolduruyor, Mohaç'da can veren erler niyaz edip duruyor, Şehidlerin ebedî uykusunda son emeli, Bütün ufuklar ezan sesleriyle inlemeli. Murâdımız bu ezanlardan âşikâr olsun Bu beldeler yine Yârab bizim diyâr olsun. EVLİLİK YILDÖNÜMÜNÜ YAZMIŞTI

Vefatından iki gün önce, facebook’taki sayfasında eşi Fatma Selman Hanımefendiyle birlikte çekilmiş fotoğrafın altında şu satırları yazmıştı: “Evliliğimizin 39. senesi. Kırkıncı seneye girerken huzurlarında olduğumuz üç aziz şahsiyeti rahmet ve hasretle anıyorum. Muzaffer Özak Safer Dal ve Nuri Karahöyüklü önünde dînî nikâh akdimiz. Memduh Cumhur. 12.1.2018” Kendisini kutlamış, ‘hayırlı, sağlıklı, huzurlu ve bereketli’ bir ömür dilemiştim. Mümtaz şairimiz az ve öz yazıyor, aruz vezniyle irfanımıza ve edebiyatımıza mükemmel eserler kazandırıyordu. Dostu Sermet Sâmi Uysal’a ithaf ettiği bir ‘Rubâî’sini okuyalım: “Sevdâ yolunun geçtiği yerden geçeriz, / Mecnun gibi neşveden, kederden geçeriz. / Aşk nağmesinin şevkıne düştükçe gönül; / Tâ haşre dek âlemde nelerden geçeriz.” Kadir kıymet bilir, yapılan hizmetleri takdir ederdi. Yaşayan sanatkârımız bestekâr, şair Dr. Cahit Öney de özlediği simâlardandı. Bir gün beni telefonla aramış ve şu ricada bulunmuştu: “Mehmet Beyciğim, Cahit Bey sanırım Fatih’te oturuyor, size yakın olmalı. Bir randevu alsanız da birlikte ziyaret etsek...” Hemen Cahit Beyi aramış ve randevu almıştım. Memduh Beyle buluşmuş, sonra birlikte Cahit Hocayı Vatan Caddesi Emniyet Müdürlüğü binasının yakınındaki evinde ziyaret etmiştik. İkisi de çok memnun kalmışlardı. Musıkî ve şiirle dolu, uzun, derin, hatıralarla örülü, unutulmaz bir sohbetimiz olmuştu o gün. 12 Ocak 2018 Cuma akşamı saat 19.00’da Hakka yürüyen şairimiz iki gün sonra bir Pazar günü Üsküdar’da ebedî âleme uğurlandı. Şâkirin Camii’nde öğleden sonra kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Hava çok soğuk olmasına rağmen

kalabalık bir cemaat vardı. Pek çok meşhur isim gelmişti uğurlamaya. Prof. Dr. Ali Birinci Ankara’dan kalkıp gelmiş, cenaze namazına ve defin işlemine iştirak etmişti. Cami avlusu ve mezarlık, üzüntüleri yüzlerinden belli edebiyatçılarla, tarihçilerle, kültür ve sanat insanlarıyla dolup taşmıştı. Hepsi onu “iyi biliyordu” ve hepsi ona “haklarını helâl etti.” Merhumu buradan bir kıt’asıyla uğurlayalım: “Aslında bir bakışdan ibâretmiş ömrümüz, / Ardında yaşlı gözlere seyran olan sızı. / Sevgiyle başlayan yola düşmekle rûhumuz, / Toprakla söyleşir ebedî mâcerâmızı…” Mezarı Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin yakınında, Ömer Faruk Akün Hocamızın civarında, Safiye Erol’un ve Urfalı Şair Nabi’nin az ilerisindedir. Nabî’yi şu beytiyle hatırlıyoruz: “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz / Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz” Memduh Cumhur da nice demler sürdü, nice devirler yaşadı, sonunda büyük davete icabet etti. Şimdi o, iyi komşularla birlikte ezelî ve ebedî sefere çıkmış bulunuyor. Biliyorum ölüm hak, davete icabet mecburidir. Dünya fanidir ve bir bekleme salonudur. Ama biz insanlar, bu iftiraka, bu hicrana hemen alışamıyoruz ne hikmetse. Üsküdar sevdiğim bir semt. Yolum o beldeye düştükçe, Memduh Bey’in eczanesini arayacak gözlerim. Kim bilir belki de o tonton ve gözlüğünün üstünden bakan sevecen haliyle yine mülaki olup bir nebze sohbet etmek isteyecek ama bunun bir hayal olduğunu anlayacak ve merhum şairimizin mısralarına sığınacağım. Şairimiz, güzel, manidar, renkli ve hayırlı bir ömür sürdü. Akranıyla barışık, gençlerle muhabbetliydi. Hoş bir sada bıraktı ardından. Üsküdar Yârânı’ndan Ahmed Yüksel Özemre’ye komşu olmasını dilediğim Memduh Cumhur’a Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad, kabri nur, mekânı cennet, makamı âli, menzili mübarek olsun. Ailesi efradına, yakınlarına, sevenlerine ve kültür sanat dünyamıza başsağlığı, sabır diliyorum. Biz de Yahya Kemal gibi diyelim: “Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler!” 95


ŞEHİR K İ TAP

HÜSEYİN HAMDİ EFENDİ

HASBİHÂL

HASBIHÂLÜ’S-SÂLİK Fİ AKVEMI’LMESÂLİK NAKŞİBENDİLİĞE MAHSUS TÂBİRLER VE SEYR U SÜLÛK MENZİLLERİ

Hazırlayan: Fatih YILDIZ Büyüyen Ay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN

üseyin Hamdî Efendi (v. 1257/1842), Hasbihâlü’s-Sâlik fî Akvemi’l-Mesâlik ismini verdiği kitabını, adından da anlaşılacağı üzere “en doğru yolu, bu yolun taliplilerine en samimi şekilde anlatmak” için kaleme almıştır. Eserin tamamına bakıldığında asıl gayenin Nakşibendî-Hâlidî seyr u sülûk mertebelerini tecrübe etmiş birinden yani, salahiyetli bir elden en anlaşılır şekliyle anlatmak olduğu söylenebilir. Hakikat erinin arınması ve halis bir vasıf kazanma süreci diğer tarikatlerden farklı olarak Nakşibendîlik geleneğinde rûhun mertebeleri üzere tasfiyeyi esas almaktadır. Ruhun mertebelerine ilişkin açıklama ve uygulamalar bizi birçok yeni kavramın iyi anlaşılabilmesi için izah edilmesi ihtiyacıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu kavramlar genel olarak tasavvuf ıstılahları içinde zikredilmekle birlikte Nakşibendî geleneğinde husûsî anlamlar da içermektedir. Tamamında kırktan fazla kavrama yer verilen eserde, bu kavramların Nakşibedîliğe özgü tarafları ayrıntılı bir şekilde açıklanmaktadır. Hasbihâl’in ana omurgasını oluşturan seyr u sülûkta takip edilecek usul, yukarıda geçen kavramlarla birlikte amelî ve nazarî yönleriyle de ele alınmıştır.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.