ŞEHİR ve KÜLTÜR - 5. Sayı

Page 1



Biz’den… Şehirli ve Kültürlü İnsan Olmak ... Câhil anlamaz zevil-irfân olan anlar bizi, Vâkıf-ı esrâr olup hayrân olan anlar bizi. Anlamaz hayvân olan, hayrân olan anlar bizi, Halkın artık eksiğine keylimiz yoktur bizim. Kimseye tâ’netmeğe hiç dilimiz yoktur bizim, Lâ-mekândan gelmişiz bir ilimiz yoktur bizim, ... Hz.Niyazi Mısrî Şehrin dingin hali, şehrin karmaşık hali, şehrin telaş hali sakin hali. Şehrin soğuk hali sıcak hali. Şehrin ayazı lodosu, şehrin karanlığı aydınlığı, Şehrin toprağı havası suyu. Şehrin yer altı yer üstü, ağacı bitkisi, çiçeği. Şehrin yaşayanları, hamuşânı, şehrin manevi bekçileri, onları ziyaret edenleri. Şehrin seher vakti, öğlen sıcağı, gurup zamanı. Şehre düşen yağmur, kar ve çiğ. Şehrin kaldırımları, asfaltı, şehrin mahalleleri, sokakları caddeleri, bulvarları, meydanları, köprüleri, kavşakları. Şehrin ahşap evleri, yığma evleri, betonarme evleri, şehrin müstakil tek katlı iki katlı evleri, apartmanları, siteleri, gökdelenleri. Şehrin ibadethaneleri ; Selâtin camileri, camileri, mescidleri, minareleri, şadırvanları, musalla taşları, hazireleri, türbeleri, mezarlıkları mezar taşları, cemevleri, medreseleri, sıbyan mektebleri, sadaka taşları, çeşmeleri, hamal taşları. Şehrin Kiliseleri, havraları, ayazmaları, şapelleri, Şehrin Ormanları, bahçeleri, parkları, süs havuzları, havuzda balıkları. Şehrin kedileri, köpekleri, serçeleri,kumruları, güvercinleri, sığırcıkları, bıldırcınları, kargaları, çaylakları, kartalları, martıları, denizde balıkları. Şehrin durakları, garları, havaalanları, iskeleleri limanları. Şehrin kahveleri, çay ocakları, kıraatheneleri, çay bahçeleri. Şehrin Bozacıları, şıracıları, balıkçıları, meyhaneleri, aşçıları, lokantaları, kebapçıları, ciğercileri, köftecileri, kokoreççileri, çorbacıları. Şehrin simitçileri, çaycıları, poğçacıları, sahlepçileri. Şehrin gazetecileri, postacıları, kargocuları. Şehrin ilkokulları, ortaokulları, liseleri, üniversiteleri, fakülteleri, öğrenci yurtları, öğrenci evleri, kantinleri. Şehrin sağlık ocakları, hastaneleri, eczaneleri, akıl hastaneleri, cankurtaranları, hastabakıcıları, hemşireleri, doktorları, cerrahları. Şehrin

Pastaneleri, tatlıcıları, baklavacıları, muhallabicileri. Şehrin sokak lambaları, meydan lambaları, kandilleri, minarelerinde mahyaları.Şehrin Bakkalları, manavları, kasapları, marketleri, yoğurtçuları, sütçüleri, zerzevatçıları, sakaları, kavun karpuzcuları. Şehrin Terzileri, saraçları, sarrafları, kerestecileri, marangozları, mobilyacıları, nalburları, konfeksiyoncuları. Şehrin Kapalı çarşıları, açık çarşıları, alış veriş merkezleri. Şehrin spor salonları, spor sahaları, atış poligonları, hipodromları. Şehrin Trenleri, metroları, tünelleri, metrobüsleri, tramvayları, otobüsleri, minibüsleri, dolmuşları, vapurları, deniz otobüsleri, arabalı vapurları.Şehrin uçakları, taksileri, otomobilleri. Şehrin yol levhaları, tabelaları, meydan saatleri, dinlenme bankları. Şehrin Polisleri, bekçileri, güvenlikçileri, askerleri, idarecileri, belediyecileri, zabıtaları, kaptanları, şöförleri, vatmanları. Şehrin spor kulüpleri, vakıfları, dernekleri, kursları. Şehrin Kütüphaneleri, kitapları, matbaaları, sinemaları, tiyatroları, sanatçıları,kültür merkezleri. Bütün saydıklarımız; Bir insana hizmet içindir, onun hayatını kolaylaştırmak için tüm ”Şehir”dir. Emre âmâde olan bu liste, şehirli olan insandan “Kültürlü İnsan” olmayı bekler. Kültür; Tarihî yaşanmışlıktır, öğretidir, irfandır, hoşgörüdür, samimiyettir, komşuluktur,yardımlaşmadır, saygıdır, selâmdır. Şehirde kültürü var eden ve yaşatan sadece insandır. Şehir ve Kültür aslında -yumurta tavuk - sorgusudur. Şehir ve Kültür dergimiz bütün bu olguların aynasını sizlere tutmaktadır. Her seher gibi çabuk geçen ay; Nihayetinde emeğimizi sanatımızı ve kültürümüzü takdim etmenin zaman dilimidir. Şehir ve Kültür dergimizin yeni sayısında dikkatimizi dağıtmadan çalıştık. Emek verdik yürek verdik. Daim devam edecek bir selam ile tekrar karşınızdayız. Estetik bakışla kaygı ve duygularımızı dile getiriyoruz, getirmeye devam edeceğiz… Hz.Mevlana’nın deyişiyle:”Yazı yazanın elindeki kalem gibi Göz ve Gönül Allahın iki parmağı arasındadır” Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza. Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

TÜKETEN ŞEHİRLERDEN

ÜRETEN ŞEHİRLERE Ersin Nazif GÜRDOĞAN

SÖYLEŞİ

8 14

KORKUT TUNA

ŞEHİRLEŞMENİN ÂDÂBI Mahmut BIYIKLI

YAZI’DAN / KİTAB’A, BİR MEDENİYET HİKÂYESİ

26

Mehmet Kamil BERSE

MAX WEBER’E GÖRE ŞEHİR Mehmet KURTOĞLU

36

TRABZON: KADÎM BİR MEDENİYET ŞEHRİNDEN YORGUN BİR KENTE… Yahya DÜZENLİ

SÖYLEŞİ

46

“ORTAKÖY RESSAMI”

FETHi BABA Mahmut BIYIKLI

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

Uğur, Dr.Mustafa Avtepe

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari, Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik

Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: SoftG / Martı Ajans Ltd.Şti

Editör: Mahmut Bıyıklı Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş

sayı//5// aralık 2

32

OSMANLI ARŞİVLERİ DAİRE BAŞKANLIĞI Dr. Önder BAYIR

Fotoğraf: Kâzım Zaim, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz

Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı,


7 YÜZ YIL SONRA GASPIRALI; FİKİRLERİ İLE GÜNDEMDE Timuçin Mercanoğlu 18 TÜRKLER GELİRSE MUSUL MAMUR OLUR Ali Arslan CAN 21 DEVLETLERARASI KAFKASYA’DA GÖÇ KONGRESi / Timuçin Mercanoğlu 22 AKSARAY’DAKİ YUNUS EMRE/ Mustafa ÖZÇELİK 39 MAHALLE / Kâmil UĞURLU

52

ARAP CAMii

40 ŞARK’IN HÜZÜNLÜ ŞEHRİ: KUDÜS-i ŞERİF/ Doç. Dr. Süleyman DOĞAN

Nidayi SEVİM

56 BURSA AŞIĞI BİR GÖNÜL ADAMI KÂZIM BAYKAL/ Yunus Emre ALTUNTAŞ

44 TEFEKKÜR KÜLTÜRÜ/ Recep GARİP

62 ÜÇ HIZIR’IN ÜLKESİ; CEZAYİR/ Hulusi ÜSTÜN 66 KALENDERHÂNE TEKKESİ / Muharrem VAROL 70 BEYOĞLU’NDA BiR DÜKKÂN / Yard. Doç. Dr. Fatih ORDU 74 DERSAADET’İN EZANLARI / Sabri GÜLTEKİN

58

AHÎLİK’İN DOĞUŞU

Dr. Rahşan GÜREL

SÖYLEŞİ

76 Şehir Medeniyetini Kuran Kadınlardan HUNAT HATUN/ Vedat SAĞLAM 80 ŞEHRE RUH VEREN ŞiiR MEDENiYETi / Ekrem KAFTAN 86 ŞEHiRLERiN KiMi DiNGiN KiMi SALDIRGAN BEKÇiLERi: KÖPEKLER / Dr. Erkan ÇAV 88 ŞEHİRLERİN ŞİİRİ: MARAŞ/ Ali YURTGEZEN 92 ŞIKLIK VE PARLAKLIK/ NECİP BEY 1917/ Mehmet MAZAK 92 TÜRK EDEBİYATI VAKFI/ Mehmet Nuri YARDIM

82

HAYDAR ERGÜLEN

“KAMU ÂLEM BiRDiR BiZE…” Mehtap ALTAN

Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul100 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu

Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 5341511 / 0212 5341221 Fax: 0212 5341527 e-posta : info@şehirvekültür.com www.şehirvekültür.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 6242111

3


Ş ehir

TÜKETEN ŞEHİRLERDEN

ÜRETEN ŞEHİRLERE Herkesin harcamada yarıştığı, ihtiyaçları karşılamaktan daha çok, istekleri karşılamaya çalışan tüketim kültürünün akıncıları pazarlamacılardır. Onlar öteki dünyaya gittiklerinde, kendilerine ilk sorulacak soru, satışları ne kadar artırdıkları, olacakmış gibi, her sene satışları belirli bir oranda artırmak için, çırpınmaktadırlar. Pazarlamacılar tüketim kültürünün bütün dünyaya yaymak için, Sibirya’da yaşayan insanlara buzdolabı, Afrika’da yaşayanlara da, ısıtıcı satmakta hiçbir sakınca görmezler. Onların en başta gelen görevleri, insanlara hiç ihtiyaç duymayacakları ürünleri pazarlamaktır. Tüketim kültürü savurganlıktan beslenir. Pazarlamacıların işi, savurganlığı özendirmektir. Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN

TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

ki binli yılların ilk on yılında ortaya çıkan finansal krizlerle, bütün ülkelerin ekonomik yapılarıyla birlikte, kültürel dokuları da büyük ölçüde değişmektedir. Dünyada sınırların önemini yitirmesiyle, tarım, sanayi ve bilgi toplumları, birbirleriyle iletişim ve etkileşim içinde, her ülkede yeni bir ekonomik yapı oluşturmuşlardır. Kuzey ülkelerinin peşinden güney ülkeleri de, bilgi toplumundan değer toplumuna geçmenin sancılarını çekmektedirler. Amerika’dan bütün dünyaya dalga dalga yayılan finansal kriz, bunalımların üstesinden gelmede, bilgi toplumu olmanın gerekli, ancak yeterli olmadığını göstermiştir. Dünyanın her yerinde etkisini gösteren ekonomik ve kültürel krizler, bütün ülkeleri bilgi toplumu olma yanında değer toplumu da olmaya zorlamaktadır. Tarım, sanayi ve bilgi toplumlarının bir arada bulunduğu kuzey ülkelerinde, tüketim kültürü ve savurganlık, yıldan yıla yeni boyutlar kazanmaktadır. Tüketim kültürünün ürünleri, anavatanları olan Amerika’dan, bütün dünyaya pazarlanıyorlar. İster Kuzey’de isterse Güney’de olsun, tüketim kültürünün benimsendiği ülkelerde, ekonominin sürükleyici gücü, gösteriş tüketiminde, dünya ölçeğinde sürdürülen yarıştır. Tüketim kültürünün odak noktasında açgözlü insan vardır. İnsanların karnı doyurulur, gözleri doyurulmaz. İnsanların ihtiyaçları sınırlı, istekleri sınırsızdır. İnsanın bir evi olsa, ikincisini ister, iki evi olsa, üçüncüsünü ister. İnsan doğası gereği açgözlüdür. İnsanın gözünü dünyada hiçbir şeyin doyurması mümkün değildir. Bunun için, John Maynard Keynes ekonomik gelişme için, aç gözlülüğün baş tacı edilmesi gerektiğinin üzerinde önemle durmaktadır. Ekonomide her talebin, kendi arzını oluşturduğu gibi, tüketim kültüründe de, gerekli gereksiz her tüketilen ürünün bir üreticisi vardır. Tüketim ekonomilerinde insanlar ne kadar çok tüketirlerse, ülkelerinin ürün ve hizmet üretme güçleri de o kadar büyük olur. Bunun için, Amerika ikinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olan Almanya ve Japonya gibi, bir üretim ekonomisi olmaktan daha çok bir tüketim ekonomisidir. Pazarlama, Tüketici Davranışları, Reklamcılık ve Halkla İlişkiler gibi İşletme Yönetimi Bilimleri, büyük ölçüde Amerikan Üniversitelerinde geliştirilerek, Amerika’dan bütün dünyaya ihraç edilmiştir. Amerika’nın tüketim kültürü, dünya ölçeğinde yaygınlık kazanan tüketim ürünleriyle dünyayı, büyük bir süpermarkete dönüştürmüştür. SÜPERMARKETLERDE ÜRÜN DEĞİL HAYAL SATILIR Dayanıklı tüketim ürünlerinden, dayanıksız tüketim ürünlerine kadar yüz binlerce ürünle

sayı//5// aralık 4


beraber hayallerin de satıldığı süpermarketler, bütün dünyada seküler insanların mabetleri haline gelmişlerdir. İnsanlar en azından haftada bir kere, süpermarketlere uğramadıkları zaman huzursuz oluyorlar. Tüketim kültüründe insanlar ürettikleriyle değil, tükettikleriyle değerlendiriliyorlar. Erich Fromm’un vurguladığı gibi, tüketim kültüründe insanların ne olduklarına bakılmıyor, neye sahip olduklarına bakılıyor. Tüketim kültürünün her alana egemen olduğu toplumlarında, hiç kimse sahip olduğu ev ve arabalardan daha değerli kabul edilmemektedir. Dünyanın kaynakları Cennet’te olduğu gibi, sınırsız olsaydı, ihtiyaçlarla birlikte istekler de karşılanacağı için, dünyada hiçbir ürün ve hizmetin kıtlığı çekilmeyecekti. Ancak dünyanın kaynakları sonsuz olmadığı gibi, ekonomik büyüme de sınırsız değildir. Ekonomi bilimi de, sınırlı kaynaklarla sınırsız istekleri karşılamaya çalışan bir bilim olmaktan, sınırlı kaynaklarla sınırlı ihtiyaçların karşılandığı bir bilime dönüşmelidir. İşletme bilimleri de, insanların zorunlu ihtiyaçlarını en verimli bir biçimde karşılamaya çalışmalıdırlar. İnsanların ihtiyaçları değil, istekleri sınırsızdır. Dünyanın kaynakları, bütün insanların karınlarını doyurmaya her zaman yeter, gözlerini doyurmaya hiçbir zaman yetmez. Dünyanın bütün ülkeler için, yaşanır kılınmasında, insanların sınırsız isteklerinin karşılanmasından önce, sınırlı ihtiyaçlarının karşılanmasına öncelik verilmelidir. Ekonomi bilimi, sınırsız istekleri değil, sınırlı ihtiyaçları karşılama bilimidir. Ekonomi gibi, sosyal bilimlerin ilkeleri, fizik gibi, doğal bilimlerin ilkeleri kadar evrenseldir. Üretimde ve tüketimde, her girdi ve çıktının bir bedeli vardır, hiçbir kaynak bedelsiz değildir. Ancak tüketim kültüründe bütün tabiat bedelsiz ürünler dağıtan, büyük bir süpermarket olarak görülmektedir. Tüketim kültürünün dünya ölçeğinde yaygınlık kazanmasıyla, yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklar, sorumsuzca tüketilmektedir. Oysa doğal kaynakları, büyük bir savurganlıkla tüketenle, farkında olmadan, kendilerini besleyen kaynakları da kurumaktadırlar. TÜKETİM KÜLTÜRÜNÜN AKINCILARI Herkesin harcamada yarıştığı, ihtiyaçları karşılamaktan daha çok, istekleri karşılamaya çalışan tüketim kültürünün akıncıları pazarlamacılardır. Onlar öteki dünyaya gittiklerinde, kendilerine ilk sorulacak soru, satışları ne kadar artırdıkları, olacakmış gibi, her sene satışları belirli bir oranda artırmak için, çırpınmaktadırlar. Pazarlamacılar tüketim kültürünün bütün dünyaya yaymak için,

Sibirya’da yaşayan insanlara buzdolabı, Afrika’da yaşayanlara da, ısıtıcı satmakta hiçbir sakınca görmezler. Onların en başta gelen görevleri, insanlara hiç ihtiyaç duymayacakları ürünleri pazarlamaktır. Tüketim kültürü savurganlıktan beslenir. Pazarlamacıların işi, savurganlığı özendirmektir. Tüketim kültürünün pazarlamacıları, fabrikalarında televizyon üretirler, satış yerlerinde ise, gösteriş simgesi, pazarlarlar. Onlar pazarladıkları ürünlerin satışlarını artırabilmek için, aldatıcı ambalâjlardan, abartılı reklâmlara kadar, çok hızlı değişen ikna etme teknikleri uygularlar. Pazarlamada normal fiyatların indirimli fiyatlar olarak sunulması, çok sık başvurulan yolların başında gelmektedir. Bir arada pazarlanan iki üründen birinin fiyatının düşük tutulması sık başvurulan yöntemlerden biridir. Çoğu defa bir ürün alana ikincisi karşılıksız verilir. Pazarlamacıların değişmeyen amacı, satışları günden güne artırmaktır. Satışları artırmak için, dayanıklı tüketim ürünlerinin tasarımcıları, bilinçli bir biçimde ürettikleri ürünlerinin ömürlerini kısaltırlar. Bu yüzden, pek çok dayanıklı tüketim ürününü tamir etmek, yenisi almaktan daha pahalı olmaktadır. Gerçekte araba başta olmak üzere, pek çok dayanıklı tüketim ürünlerinin ömürleri yeteri kadar uzundur. Ancak tasarımcılar, mühendisler, iktisatçılar ve işletmeciler basit model ve moda değişiklikleriyle, hiçbir kusuru olmayan ürünlerin, ömürlerini akıl almaz yöntemlerle kısalmaktalar. Ana işlevleri değiştirilmeyen ürünler tekrar tekrar satılmak için, durmadan modelleri değiştirilmektedir. BİLGİ ARTIŞINDA YOK OLAN BİLGELİK Sanayi toplumu ürünlerin, bilgi toplumu da bilgilerin üretimini kitleselleştirerek, büyük ölçeklere taşımıştır. Sanayi toplumunu odak noktasında fabrika, bilgi toplumunun odak noktasında ise, bilgisayar var. Fabrikalarda ürünlerin, bilgisayarlarda da, bilgilerin üretimi makineleştirilmiştir. Artık arabadan ayakkabıya kadar her ürünün kitle halinde üretildiği gibi, bilgiler kitle halinde üretilmekte, dağıtılmakta ve depolanmaktadır. Artık insanlar yalnızca tüketim ürünleriyle değil, tüketime çağıran bilgilerle de dört bir yanından kuşatılıyorlar. İnsanlar alış veriş merkezlerinde, ihtiyaç duydukları ürünlerden daha çok pazarlama yöntemleriyle satın almaya çağrıldıkları ürünlerinin peşlerinden koşuyorlar. Onlar yöntemlerinin etkilerini artırmak için Sosyoloji’den Psikoloji’ye bütün bilimlerin verilerinden yararlanmaktadırlar. Pazarlama ve reklam uzmanlarının çağrı ve uyarılarıyla, dünya da üretilen bilginin hacmi yıldan yıla artarak 5


Ş ehir

sorun, tüketim sonsuzluğunun dizginlenmesidir. Bunun için, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatın odak noktasına seküler kültürün “açgözlü insan”ı yerine kutsal kültürün “tokgözlü insan”ının geçmelidir. Tüketim ekonomisinin açgözlü insanından önce üretim kültürünün tokgözlü insanını baş tacı edinmeden, ekonomik, siyasal ve kültürel krizlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Değişik alanlarda ortaya çıkacak krizleri önleyecek olanlar, kendileri için istediklerini, başkaları için de isteyenlerdir.

devam ediyor. Yapılan araştırmalara göre, dünyada üretilen bilginin hacmi, her on yılda, ikiye katlanmaktadır. Dünya ölçeğinde yapılan tüketim uyarılarıyla, insanların değerleri düşünmeleriyle değil, tükettikleriyle ölçülmektedir. Sahip olunan evler, arabalar birer değer göstergesidirler. Tüketim toplumunda insanların ne bildiklerine değil, nerede oturduklarına bakılmaktadır. Bu yüzden tüketim kültürü insanların dış dünyalarını zenginleştirirken, iç dünyalarını da yoksullaştırmaktadır. Büyük bilgi artışı içinde bilgelik kaybolmaktadır. Bilgelik kayboldukça, insanlar tüketim kültürünün çağrılarına açık hale gelmektedirler. Son elli yılda, büyük dinlerin ortaya çıktığı beş bin yıllık bilgiye, eşdeğerde bilgi üretilmiştir. Ancak bu bilgi insana bilgelik kazandırmamaktadır. İnsanın dünyadaki gidişin resmini bütün olarak görebilmesi için, üretilen ürünler gibi, üretilen bilgileri de anlaması ve anlamlandırması gerekmektedir. İnternette ulaşılamayacak bilgi yoktur. Artık bilgi tekeli de ortadan kalkmaktadır. Herkes bilgisayar ortamından bilgi elde edebilir. Ancak kimsenin bilgisayar ortamını denetleme gücü yoktur. Ana sorun bu bilgi denizinin derinliklerinden boğulmadan, incileri elde edebilmektedir. Bilgi denizinden anlam çıkarmak, bilgiden önce bilgelik istemektedir. AÇGÖZLÜLÜK TOKGÖZLÜLÜKLE YENİLİR Sınırların önemini yitirdiği, tüketim kültürünün bir bulaşıcı hastalık gibi, dünyaya yayıldığı bir dönemde, bütün insanlığın karşı karşıya olduğu sayı//5// aralık 6

Veren el olmasını bilen, bulduklarında dağıtanlar, bulamadıkların sabredenler, tokgözlü Anadolu insanının kültüründe vazgeçilmez bir yer tutarlar. Bu yüzden, Yunus’suz, Mevlâna’sız İbn Arabi’siz bir Türkiye düşünülmediği gibi, bir dünya da düşünülmez. Bütün dünyada açgözlülüğün egemenliğini yıkacak olanlar, tokgözlülüğün zirvelerine ulaşanlar olacaktır. Onlar dünyanın yalnızca haramlarından değil, yeri ve zamanı gelince, helallerinden de vazgeçmesini bilirler. Bu yüzden, onlar dünyanın peşinden koşmazlar, dünya onların peşinden koşar. Küresel ısınma konusunda olduğu gibi, dünyanın kaynaklarından ihtiyaçlarından daha fazlasını alanlar, kendileriyle birlikte bütün insanlığın sonunu hazırlamaktadırlar. TÜKETİM KÜLTÜRÜNE KARŞI TASARRUF KÜLTÜRÜ Toplumların üretim ve tüketim kalıplarının oluşmasında belirleyici olan, seküler kültürün değerleri değil, kutsal kültürün değerleridir. Kutsal kültürün ana değerlerinin başında, iyilikleri özendirmek, kötülükleri önlemek gelir. Kutsal kültürün ana değeri olan bu ilke, fizik ilkeleri kadar doğal ve evrenseldir. Çünkü iyilikte yarışma olmadan, hayatın hiçbir alanında gelişme olmaz. Bunun için, bir toplumda yaşı ve işi ne olursa olsun, herkesin, iyilikleri büyütmeyi, kötülükleri azaltmayı, vazgeçilmez bir görev olarak görmesi gerekmektedir. İyilikte yarışmada iki günü birbirine eşit olan toplumlar, ekonomik ve kültürel krizlerin üstesinden gelemezler. İyilikleri özendirmek, bir yanıyla üretimi büyütmek, kötülükleri önlemekte, bir yanıyla da tüketimi azaltmaktır. Tüketim toplumu olmaktan korunmak için, herkes hiç ölmeyecekmiş gibi veren el, hemen ölecekmiş gibi de alan el olmaya çalışmalıdır. Sağlıklı bir toplum olmak için, tüketim kültürüne karşı tasarruf kültürünün geliştirilmelidir. Tasarruf toplumlarında istekler değil, ihtiyaçlar karşılanır. Dünyanın her ülkesinde ihtiyaçlarından daha fazlasını tüketenler, kendileriyle birlikte bütün dünyayı büyük krizlere sürüklerler.


Mehmet Kamil Berse: “İsmail Gaspıralı’nın fikirleri bugün de geçerli” Haber:Timuçin Mercanoğlu

ersaadet Kültür Platformu ile İstanbul Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği “İsmail Bey Gaspıralı Kongresi”nde İsmail Gaspıralı’nın eğitim sistemine getirdiği yenilikler ve bunların etkileri, 35 yıl yayın hayatını sürdüren Tercüman gazetesinin etkileri, İsmail Gaspıralı’nın hayatı ve etkileri ele alındı. 17 Aralıkta İstanbul Üniversitesi Avrasya enstitüsü Salonu’nda gerçekleştirilen kongrede; Prof. Dr. Mehmet Saray, Prof. Dr. Ali Arslan, Mehmet Kamil Berse, Prof. Dr. Abdulvahap Kara, Prof. Dr. Halil Bal, Prof. Dr. Hamit Er, Doç. Dr. Bekir Günay, Doç. Dr. İsmail Türkoğlu, Doç. Dr. İlyas Topsakal, Doç. Dr. İbrahim Maraş ve Melek Gençboyacı konuşma yaptılar. “100 YIL ÖNCEKİ SORUNLARLA KARŞI KARŞIYAYIZ” Dersaadet Kültür Platformu Başkanı Mehmet Kamil Berse, “Gaspıralı’dan 100 yıl sonra yine aynı problemlerle karşı karşıyayız. Gaspıralı, teknik ve ulaşım imkanları yokken büyük işler başardı. Biz bu imkanlara sahip olmamıza rağmen onun yaptıklarını yapamıyoruz. Biz Gaspıralı’nın fikirlerinin bugün de güncel olduğunu ve önemini koruduğunu idrak ediyoruz, çalışmalarımızda bundan böyle kısalmış ve dar alanlarda değil vizyonu geniş bir çalışma performansıyla Türkiye merkezli bir dünya pergeli çizmek istiyoruz. 31 Aralık 2014 tarihinde bu çalışmalar bitmeyecektir. Her tarih ve ortamda hızlı bir tempoda bu konudaki çalışmalarımızı devam ettireceğiz.” GASPIRALI DÜNYA MESELELERİYLE İLGİLENDİ Prof. Dr. Ali Arslan, “Rusya’nın işgali altında yaşayanların tümü Türk değil. Çeçenlerde var. Ama çoğunluğu Müslüman. Rus Çarlığı’nı batıdan doğuya doğru Hıristiyan medeniyetinin yayıcısı olarak gördüğümüzde bir medeniyet çatışması var. İsmail Gaspıralı bu rotamda İslamcı bir kimliğe dönüşüyor. Birinci unsuru İslam medeniyeti. Gaspıralı sadece Rusya’da işgalde yaşayan

Müslümanları değil dünyadaki Müslümanları düşünüyor. Gaspıralı, Tercüman gazetesindeki yazı ve icraatlarına baktığımızda sadece Kırım ve Türkistan’daki problemlere değinmiyor. Dünyanın birçok bölgesindeki meselelere değiniyor. Gaspıralı, kalemiyle bütün dünyaya ulaşıyor.” “TÜRKÇE BİLİM DİLİ OLMALI” Doç. Dr. Bekir Günay, “İsmail Bey Gaspıralı’nın faaliyetleri, eserleri yumuşak güçtür. Artık hamasetten icraata geçmeliyiz. 100 yıldır geçemedik, taş üstüne taş koyamadık. Türkiye, kendi rotası için Gaspıralı’yı takip etmeli. 2023’e kadar tüm Türk cumhuriyetlerinin Latin alfabesine geçmesi hedefi konuldu. Türkçeyi her yerde kullanmalıyız, Türkçe bilim dili olmalı. Gaspıralı fikirleriyle bugün yaşıyor. Başkasının yardımını beklemeden, bahanelere sığınmadan, hamasetten eyleme geçilmeli.” “KIRIM’A DESTEK OLMALIYIZ” Prof. Dr. Mehmet Saray, “İsmail Bey Gaspıralı, Rusların tanıdığı hukuk çerçevesinde Türklerin haklarını koruyan bir kimsedir. Bizim kimseyle bir problemimiz yok. Kırım ve Doğu Türkistan’daki insanlarımız insanca yaşamalı. Kırım’daki kardeşlerimize destek olmalıyız. Bunları yapmazsak Gaspıralı’nın adını anmaya hakkımız yok. Kırım’ın yanındayız.” GASPIRALI FİKİRLERİNDEN TAVİZ VERMEDİ Doç. Dr. İsmail Türkoğlu, “Türkiye’de Gaspıralı bilinmeli. Her bir şehirde bir büyük caddeye veya parka, bir üniversiteye Gaspıralı adı verilmeli. Gaspıralı için fikri düşünmekle icra etmek arasında fark yoktur. Gaspıralı, Rus yönetimiyle çok uzlaşmacıdır. Çünkü 93 harbinden sonra Rusya Müslümanları Osmanlı’nın tekrar geri döneceğine ilişkin ümidini bitirmiştir. Tercüman’ın ömrü onun bu ihtiyatına bağlıdır.Gaspıralı, fikirlerinden taviz vermeden, diğer çağdaşlarından farklı olarak Rus devletine olan şikayetlerini satır aralarında veriyor. Tercüman’ın dili Osmanlıca’daki diğer gazetelerden daha kolay okunmaktadır, çünkü dili Türkçedir.”

ŞEHİR HABER

YÜZ YIL SONRA GASPIRALI; FİKİRLERİ İLE GÜNDEMDE

7


Ş ehir

ŞEHİRLEŞMENİN

ÂDÂBI

Şehir teorisyeni Korkut Tuna ile Şehirleşmenin sosyolojik yansımalarını, sorunları ve olması gerekenleri konuştuk. Söyleşi: Mahmut BIYIKLI

u salonlarda 50 yılım geçti dediniz. Bu 50 yılı kısaca sizden dinleyebilir miyiz? 1977 Ocak’ta bu koridorda göreve başladım. 30 küsur sene öğretim görevliliği asistanlık ve öğretim üyeliği sürdü. Bunun 10 senesi idari görevim oldu. 4 yıl dekan yardımcılığı, 6 yıl (iki dönem) Edebiyat Fakültesi’nin dekanlığını yaptım ve Dekan olarak emekli oldum. Neticede 50 sene hem İstanbul’daki hem de üniversitedeki hayatımı bu koridorlarda geçirdim. Şimdi İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Fen-Edebiyat Fakültesinde Sosyoloji Bölümü’nü kurduk. Bölüm Başkanı olarak görevime devam ediyorum. 50 yıl öncesi sizin öğrencilik yıllarınızdaki öğrencilerle günümüz yeni Türkiye’sindeki öğrenciler arasında ne tür farklar var? Bizim zamanımızdaki insanlar zihni olarak daha gelişmişti diyelim. Şimdiki gençlerin, zamanenin diyelim bilgisi daha çok görsel, görmeye dayalı, ellerindeki telefonlar bir kayıt cihazı gibi ya da anlık kısa bilgilere ulaşma aracı olarak kullanılıyor. Kitap okunmuyor, kitabı terk etmiş durumdayız. İstanbul Üniversitesi’nde doktora dersleri veriyorum. Çünkü öğrencilerde benim burada asistanlığım ve öğretim üyeliğim sırasında verdiğim derslerin karşılığında öğrencinin daha diri, daha anlayışlı, kapasitesinin geniş olduğunu ve bunun da nedeni olarak bugünkü eğitim sisteminin olduğunu anlıyorum. Bir an sanki karşımızda bakış ve iletişim kopukluğu çıkıyor ortaya; alıştığımız öğrenciler değiller. Basit şeyleri, anlık bilgileri çabuk buluyorlar telefonlarından. Mesela bir şey soruyorsunuz bilemiyorlar birkaç dakika sonra birisi geliyor “Hocam buymuş” diye. Ama anlık bilgi sistemli bilgi değil. Çok iyi, çok zeki çocuklar ama tırnak içinde söylüyorum doğru bir ifade olmayabilir “Sığ bilgileri” var yani anlık bilgiler. Onu alıyor kullanıyor. Ama benim kafama takılan soru; üniversite kendi varlığını bu kadrolarla nasıl devam ettirecek? Çünkü yeni nesil bizim nesille zor uyuşuyor. Şimdi Hocam müsaadenizle şehirlerle ilgili konuşmaya başlayalım. Şehirler nasıl ortaya çıkmıştır, tarihteki ilk şehirlerin özellikleri nasıldı? Şehir konusu benim biraz ilgi duyduğum bir konu... En büyük etken CHP’nin Ecevit ile birlikte oy oranını artırıp iktidar olma oranının altında şehir nüfusunun artması ve şehirlerdeki nüfusun Ecevit’e oy vermesi gibi bir analiz vardı CHP’li biri tarafından. Bu benim dikkatimi çekti yani Türkiye’de artık o yıllarda nüfusunun önemli bir kısmı şehirlerde yaşayan yeni bir dönüşüm ile karşılaştığımız bir ortamdı. Dolayısıyla şehir konusu dikkatimi çekti ama bu bir anda

sayı//5// aralık 8


günümüz şehri ve meselelerinden çok şehri nasıl bir sosyal olgu olduğunu anlamaya yönelmişti. Ve tabii bunun için biraz önce anlattığım gibi her konuda olduğu gibi tarihe başvururduk. Şehir her zaman var olan bir şey değil. İnsanın yerleşmesi, yeryüzünde bir dikili ağaca sahip olması bile bir değişme sürecinin sonucunda tarımın ortaya çıkışı, nüfusun artması belli bölgelerde ve zamanlarda oluyor. Dolayısıyla şehir otomatik bir biçimde kendiliğinden çıkmış gibi gözükse de öyle değil. O zaman şehrin nasıl ortaya çıktığına bakarsak M.Ö. 3000li yıllara geri gittik. Tabii benim bildiğimden değil, okuduğum kayıtlardan öğrendik. Mezopotamya’da oluşan tarımın, insanın başlangıcından başlayarak şehrin ortaya çıkışını anlatan günümüzde tırnak içinde “Biraz tartışmalı olan” bir konu. Çünkü bunlar kendi içinde gayet tutarlı bir şekilde gidiyordu ama birden bire “Göbekli Tepe” diye bir şey çıktı. Birden bire şehir M.Ö. 3000li yıllarda tarım yapılan Mezopotamya’dan 11 bin yıllık taşmaları olan toprağın yenilendiği bir yerde ortaya çıkmıştı. Benim iddiamı artı ürüne dayandırıyorum. Çünkü şehirde bir artı ürün yaratılıyor artı ürün, ürün fazlası değil. Onunla başka işler yapıyorsunuz. Bir şekilde yönetim, denetim elinize geçiyor. İşte bu tarihten itibaren şehirler inşa ediliyordu. Sonra yine emekliliğime yakın dönemlerde İstanbul Üniversitesi’nin Prehistoria Bölümü’nde yapılan çalışmalarda Anadolu’da Mezopotamya’dan biraz daha eski zamana tarihlendirilebilen şehirlerden bahsedildi. Belki bunlar benim deyişimle “Erken” şehirlerdi. Tam şehir değillerdi kasaba gibiydiler ama Mezopotamya’nın dışına çıkarılıyordu. Bazı mimari unsurlar diyebileceğimiz yapı malzemeleri de M.Ö. 7000’li yıllara kadar gidebiliyordu. Bu konuda daha sonra yapılan çalışmalar da dikkatimizi çekmeye başladı. Ama bilgimizi ona göre inşa etmiştik. Sonra Göbekli Tepe ortaya çıktı. 11 bin yıl önce bu adamlar ne yaptılar ki bu kadar büyük bir yapı sistemi ortaya koydular; bu henüz bilinmiyor ama söylediğimiz lafları çöpe atacağız artık. Yeni teoriler söz konusu. Ama ben tabii bu gelişmeler daha olmadan ilk Doğu şehirlerinden yola çıktık. Doğu-Batı ayrımı içinde ele alınıyordu konular. Ben bu lafları kısmen Tanyol’dan duydum. Sistemleştirilmiş olarak kullanılıp geliştirilmesi konusunda Baykan Sezer’i tanıyorum. Şimdi artık Doğu-Batı ayrımı kullanılmıyorsa da, ayrımın bölge farklılıklarını ele almak açısından hala geçerli olduğuna inanıyorum. İlk şehirlerin Doğu’da ortaya çıktığı gibi bir düşünce söz konusu. Ben de bu düşünce sistemi içerisinde şehirlerin ortaya çıkışının Doğu’dan olduğuna ve buradan yavaş yavaş yayıldığına inanıyorum

Batı şehrinin özgün yanı nedir? İslam şehirlerinden hangi özellikleriyle ayrılır? Batı şehirlerinin özgün yanı bana göre uzun zaman kavruk kalmış, fazla gelişememiş dışarıya bağımlı bir halde. Dışarıdan bir şey gelmezse ayakta kalamıyor. Kendi dışındaki alanlara bağlı. Ama doğu şehirleri Mezopotamya gibi Nil kenarında ortaya çıktığı için kendisini besleyen bir toprak var ve o toprağa mahkûm olmuş. Bırakıp giderse çöl var. Halbuki batı şehirleri belli sınırları aşamıyor. Mesela Roma şehri daha kuzeye gidemiyor. Mesela Amerika’nın keşfi, Batı’nın Amerika’ya ayak basması önemli bir nüfus aktarımını beraberinde getiriyor. Mesela New York gibi ufacık olarak başlamış ama şimdi devasa olan bir yerleşim. Başından beri kozmopolit bir yapı. Hollandalısı, İngiliz’i, Fransız’ı ile birbirleri etkisizleştirdikleri bir süreç içinde ortaya çıkıyor. Amerika ile birlikte ilişkilerin ekseni okyanusun iki kenarında

Oysa bence kentsel dönüşümün o şehre bir çeki düzen verme çabası olmalı. Şehir, barınma ihtiyacının karşılandığı binalardan ibaret değil; şehir olabilmesi için birçok şeyi daha ihtiva etmesi lazım.

9


Ş ehir

Şehir, insanın kendisinden çıkarabileceği birçok arzuya cevap verebilmeli. Hemen sadece bina dikmekle bir şehir kültürü değil bir şehir bile oluşmaz.

Sosyoloji tabii büyük ölçüde şehirlerde olup biteni ele alıyor. Tabii kır sosyolojisi, köy sosyolojisi gibi çalışmalar var ya da dünyanın belli yerlerinde izi kalmayan yavaş yavaş son demlerini yaşayan insan toplulukları var. Tabii bunları ele alan sosyoloji dalları da var ama sosyolojinin artık adını anmadan ele aldığı tüm konular şehirle ilgilidir. Hangi başlık altında olursa olsun şehirde geçen meseleleri ele alıyor. Ama zaman ve mekân ayrımını iyi yapmak lâzım.

toplanmaya başlıyor. Egemenlik meseleleri ve güç aktarımı neticesinde doğu şehirleri tabi duruma düşünce yeryüzündeki belli yetkinliklerini devretmiş oluyorlar. İstanbul’un durumu bunu gösteriyor. Burada Habitat toplantıları aklıma geliyor. Habitat toplantıları dünyaya nasıl yön verilirin denemesi gibiydi. Önemli toplantılardı. Çünkü kendilerinin denetimini alamadığı bir nüfusla karşı karşıya kaldı Batı dünyası. Mesela ben seneler önce TUSİAD’ın bir dergisinde gördüğüm iki haritayı hatırlıyorum. Biri bugünkü normal dünyayı coğrafi boyutlarını gösteren bir haritaydı. Diğeri dünyanın nüfusuna göre büyümesini gösteren deforme olmuş bir haritaydı. Alanlar nüfusla ölçüldüğü için mesela Avrupa küçülmüştü, Afrika ve Asya çok büyümüştü. Avrupa nüfusu artmadığı için eski ebadını kaybetmiş oluyor. Bunun 30 sene önce bir şekilde ortaya konmuş olması batının denetimi dışındaki nüfusun kontrol altına alınmasını gerektiriyordu. Bu insani nedenlerle de düşünülebilir. Diğer yandan büyüyen bir dünya yanında küçülen bir Batı’yı görüyoruz. Caddeler, bulvarlar, meydanlar yapmıyor, apartmanları küçültüp sağlamlaştırıyor. Bu bakımdan batı şehri yerinde saymaya başlıyor çünkü nüfus yerinde sayıyor. Muhakkak ki olabileceğin en iyisini yapmış durumdalar. Fakat kendileri açısından tehlikeli batı dışı bir nüfus da var etrafta. Bu manada şehir ve sosyoloji ilişkisi hakkında neler söylersiniz?

sayı//5// aralık 10

Kentsel dönüşüm çalışmalarında sosyologlara ne kadar yer veriliyor? Sosyologlar ne derece yardımcı olabilirler bilmiyorum. Çünkü kabul edilmiş bilgiler var onlar yapılacak. Belediyelerin kendi tabirleriyle emsaller var. Herkes kapalı kutular gibi her ilçe kendi sınırları içinde bunu yapıyor ama İstanbul tek başına büyük bir şehir. Belediye başkanlarına sorduğumuz zaman sizin belediyenizin sınırları içinden geçerek başka belediyelere giden büyük yol, İstanbul’un ulaşımını falan düşünüyor musunuz? Öyle bir şey düşünmediklerini söylüyorlar. Yani mevcut şehri depreme dayanıklı hale getirmek üzere binaları sağlamlaştırma ve bu arada da birazcık şehre, yollara, genişliklere, yüksekliklere, çeki düzen verme, belli bir standarda getirme çabası olarak görülüyor. Oysa bence kentsel dönüşümün o şehre bir çeki düzen verme çabası olmalı. Şehir, barınma ihtiyacının karşılandığı binalardan ibaret değil; şehir olabilmesi için birçok şeyi daha ihtiva etmesi lazım. Şehir, insanın kendisinden çıkarabileceği birçok arzuya cevap verebilmeli. Şehirlerin insanlık tarihiyle beraber ilerlediğini söylüyorsunuz. Günümüz şehirleri ile günümüz insanlığının ortak yanlarını anlatır mısınız? Şehirler insanlığın belli bir aşamasında ortaya çıkmışlar. Daha çok kırsal kesimde ortaya çıkan bir yerleşim biçimi olan köyle ve tarımdaki sorunların çözüldüğü bir yerde şehirle karşılaşıyoruz. Ondan sonra uygarlıklara bağlı olarak şehirler bütün insanlık tarihi boyunca hayatımızda yer alıyor. Şimdi bu bakımdan insanlıkla beraber tabii insanlığın aldığı biçimler, formlar, uygarlıkların, imparatorlukların aldığı biçimler ilişkilere bağlı olarak maddî veya manevî bir şekil aldığını görüyoruz şehirlerin ve tabii ki önemli bir yer tutuyor. Yani şehirlerde olup bitenler kır hayatına göre daha iz bırakıcı oluyor. Günümüz şehirleriyle günümüz insanları arasında da muhakkak ki bir ortak çizgi var. Günümüzün ilerleyen zamanı içinde ortaya çıkan teknik gelişmeler mesafelerin aşılması ve buna bağlı uygulamalar şehirler üzerinde kendini göstermeye başladı ve önemli bir değişiklikle karşılaştık günümüze gelince. Daha önce dünya üzerinde %10 veya %15’lik bir şehir nüfusuna sahipken


günümüze geldiğimiz zaman şehirde yaşayanların daha büyük bir nüfus yüzdesine sahip olduğunu görüyoruz. Bu Türkiye için de geçerli. Dolayısıyla artık şehirler sadece insanlığımızın ortak yanlarını taşıması açısından değil bunu bünyesinde barındırması açısından da değerlendirilmelidir. Çünkü insanlığın belli gidişatı kültür hayatıyla ilgili meseleler yeryüzü üzerinde büyük izler bırakmıştır. Bunların önemli bir kısmı şehirler üzerinde olmuştur. Ama adeta günümüzde artık şehirler insanlığın önemli bir kısmını bünyesinde barındırıyor. Türkiye’de bile nüfusun %70’i artık şehirde yaşıyor. SİTEDE ŞEHİR KÜLTÜRÜ OLUŞUR MU? “Şehir kültürü” kavramından ne anlamalıyız? Günümüz şehir hayatını ve yeni kurulan siteleri bu çerçevede değerlendirir misiniz? Sadece bina dikmekle şehir kültürü oluşur mu? Hemen sadece bina dikmekle bir şehir kültürü değil bir şehir bile oluşmaz. Şehir kültürü kavramından şunu anlamalıyız: Şehir kültürü bir şehrin bütünüyle maddî ve manevî yanlarıyla var olması, onun aynı zamanda bir kültür varlığı olarak mevcudiyetini de gösterir. Çünkü şehir sadece yaşayan insanların ve yaşam biçimlerinin ve bu yaşam biçimlerinin kültür dediğimiz tarzları açısından değil maddî açıdan da binalarıyla, eserleriyle insanların kullanımına açılmış ama belki de özel bir mimarî ürünü olarak karşımıza çıkan maddî yanıyla da mevcuttur. Bu bakımdan şehir kültüründen bahsediyoruz. İçinde yaşayan insanların şehrin eski zamanlarından, eski yaşayanlarından devrolan maddî ve manevî her şeyle bir arada yaşaması ve değişen zamanın icaplarına göre kendinin de bir şeyler katması şehir kültürü kavramı içerisinde değerlendirilebilir. Ama günümüzdeki şehir hayatına geldiğimiz zaman sadece kurulan siteler değil bir dönem daha büyük bir biçimde yaşadığımız ve hissettiğimiz gecekondulaşma büyük şehirlerde karşılaştığımız gecekondulaşma da bir şekilde şehir kültürünü barındırıyor mu, ihtiva ediyor mu? diye sorulabilir. Çünkü gecekondular da şehrin civarında kurulmuş yerleşim yerleri olarak insanların kendi başlarına yani şehirden herhangi bir şey almadan getirdikleriyle kurdukları yapılar olarak bazılarına göre de köyü bir nevi şehre taşıyarak mevcut oldular. Günümüze geldiğimiz zaman artan sermayenin ve yapı kooperatifleri gibi ortaklaşa bir güç oluşturmanın sonucunda site dediğimiz topluca konutların inşa edildiğini ve bunların bir yaşantı muhiti oluşturduğunu görüyoruz. Ama bunlar içinde TOKİ’nin de yaptığı binalar var. Bu siteler bir şekilde kendilerini mevcut şehrin yaşantısından koparmış, ona en az derecede katılan kendi hayatını kurmaya çalışan bir özellik gösteriyor. Bu bakımdan bunların şehir

kültürüne ne derecede katkıda bulunduğunu bilmek veya söylemek pek mümkün değil. Çünkü bunlar mevcut şehrin cevap veremediği bazı gelişmeleri göstermektedir. Mevcut şehrin içinde yer almayanların veya almak istemeyenlerin oluşturduğu yapıları göstermektedirler. Dolayısıyla binayla şehir kültürü arasında ancak o binaların bütün şehrin hizmetine açılmış olduğu binalar olduğu zaman bir kültürle bağlantısı olabilir. Büyük bir kütüphane, büyük bir cami, büyük bir kültür merkezi ancak belki alışveriş gibi kurulan bazı binaların hani kendilerine özgü bir yanları, bir alışveriş âdâbı oluşturmaları veya bir grup insanın alışveriş etmese bile kendi dışındaki bir ortamı orada bir nevi görmeleri, tavaf etmeleri gibi anlamak mümkün.

Şehir kültürü kavramından şunu anlamalıyız: Şehir kültürü bir şehrin bütünüyle maddî ve manevî yanlarıyla var olması, onun aynı zamanda bir kültür varlığı olarak mevcudiyetini de gösterir.

İSTANBUL BİR BÜTÜN OLAMIYOR Geleneksel İstanbul’un şehir, mimari ve hayat tarzı ile hızla kentsel dönüşüm yaşayan İstanbul’un şehir, mimarî ve insan yaşamı arasındaki farkları söyler misiniz? Şimdi tabii ki geleneksel İstanbul şehriyle, mimarisiyle ve hayat tarzıyla bugünkünden çok farklı. Ve zaman içinde değişmeye uğramış. İstanbul’un bu değişimi zaman içindeki ilişkilerden kaynaklanmış. Fakat İstanbul’un kendi içinde son zamanlara gelirken belki biraz Osmanlı’nın zayıflaması veya Ümit Burnu’nun dolaşılması ve Amerika’ya gidilmesiyle Akdeniz’in biraz ikinci plana düşmesi nedeniyle bir zafiyet içine girdiği görülebiliyor. Çünkü bazı

11


Ş ehir

İnsan tabakalaşmasını, insanın kültürel farklılığını, insanın iktisadi farklılığını, insanın daha birçok bünyesinden bile gelecek birçok farklılığı, çoluğu çocuğu, yaşlıyı şunu bunu düşünmeden sadece insanları iki ya da üç oda bir salona yerleştiren bir zihniyet hiçbir zaman şehir çözücüsü veya bir şehir kurucusu olamaz. Burada şehir kültürü yoktur, şehir yoktur sadece bina vardır. Bina şehir demek değildir Hemen sadece bina dikmekle bir şehir kültürü değil bir şehir bile oluşmaz.

sayı//5// aralık 12

gravürlerde biraz harap olan bir tarihî yarımada var. Bunun karşısında da daha modern sayılan, daha Avrupalı sayılan Pera’nın yani Tepebaşı’nın, Beyoğlu’nun geliştiğini görüyoruz. Bu o zaman bir ikilik, bir farklılık ortaya koymuş. Ama bugünkü karşılaştığımız kentsel dönüşme ise İstanbul’u bir bütün olarak görmemektedir. İstanbul parçalar halindedir, arsalar halindedir. Bu arsalara yapılacak her bina bir modernlik işareti olarak görülmektedir, bir ihtiyaca da cevap vermektedir, çünkü nüfus artmıştır, eski konutlar yetmemektedir zaten ellili yıllardan sonra hızlanan bir apartmanlaşma süreci vardır. Bu zaten tarihî yarımadayı ve tarihî İstanbul’un ahşap evlerden, konaklardan oluşan yapısını bozmaktadır. Bugün karşılaştığımız değişme ise, eskinin İstanbul’unu hiçbir şekilde göz önüne almamaktadır. Dolayısıyla yapılan bütün dönüşüm denilen, ki yenisi de başlayacak önümüzdeki süre içinde, ama her dönüşen parça parça, arsa arsa, pafta pafta yapılmıştır ve hepsi bütün olarak İstanbul kimliğinden, mimarîsinden, yükseltisinden ve yaşantısından uzaktır. Dolayısıyla insanlar bir yamalı bohça gibi çok değişik modernliğin de izlerini, modern binaları, yüksek binaları taşıyan bir İstanbul görmektedir. Ama bu İstanbul bina bina inşa edildiği için bir bütünlüğü olmayacaktır ve giderek çığırından çıkmış bir görünüm haline dönüşecektir.

KİBRİT KUTULARI KOYARAK ŞEHİR OLUŞTURULMAZ TOKİ en büyük konut üreticisi olarak yeni yerleşim alanları kuruyor. TOKİ, kurduğu şehirlerde neleri eksik bırakıyor? Şimdi TOKİ bir konut üreticisidir. Bir konut üretmeden bir şehir kurulmaz. Böyle kibrit kutuları koyarak yan yana bina dikerek, siteler oluşturarak, üç bin beş bin konutluk yerler yapılarak bir şehir kurulamaz. Şehir hayatı yok bir kere, buralarda şehir hayatı yok. Beş bin, on bin insanın kendi yaşadığı bir yerde bir şehir hayatı olacak unsurlar düşünülmelidir. Bu belli olması lazım. Yani burada sosyologlardan mı akıl almıyorlar, kadrodaki sosyologlar mı bunu görmüyor, şehir plancıları mı yok? Sadece bina, sokak, cadde mi yapıyorlar bunu bilmek çok zor. Burada insanın günlük yaşayışının gerektirdiği ihtiyaçları karşılayacak hiçbir unsur yok. Sadece yatakhane gibi binalar yapılıyor, gecenin bir saatinde bir aspirin bile lazım olsa bir eczaneye yer ayrılmamış, bir bakkala yer ayrılmamış, canın bir muhallebi yemek istiyor bir muhallebici dükkânı, iki arkadaş buluşacak bir kahvehane veya bir muhallebici diyelim yok, bir kitap almak istiyorum canım bir vitrinlere bakmak istedi yok. Yani şehrin hayatını oluşturan köy hayatından ayrı birçok özellik var, şehir kültürünü oluşturan her şey var ama bunların hiçbiri yok. İnsanın küçük zevk alacağı, kendine alabileceği üç beş liralık bir şey, gününü gün etmek için seçeceği, vaktinin bir kısmını ayıracağı hiçbir şey yok. Yürüyeceği, temaşa edeceği hiçbir şey yok. Sadece kibrit kutusu gibi yan yana gelerek binalardan oluşan bir yapı var. Konut üretmek şehir kurmak değildir. Konut sadece şehrin bir parçasını, bir sokağını, bir parselini, bir küçük mahallesini oluşturur. Bunları sadece yan yana koyduğunuz zaman bir şehir olmaz. Ve şimdi de TOKİ’nin yaptığı her yerde ihtiyaç karşısında gecekondu tarzında boşluklara bazı ihtiyaç gereği bakkal dükkânları falan açılıyor. Gecenin bir saatinde işinden gelen adam unuttuğu sütünü, ekmeğini nerden alacak? Alış veriş merkezini 24 saat tutsanız bile insanın alış veriş merkezi dışında da vakit geçireceği, bir iki şey arayacağı, vaktini geçireceği, vitrine bakacağı, birisiyle buluşacağı yerler olmalı. Bunların hiçbiri yok, dolayısıyla TOKİ’nin konut üretmesi bir harikadır. Bugün Türkiye’de hiçbir şeyin yapamadığı kadar büyük oranda konut üretilmiştir, konut sorununa büyük çözüm üretilmiştir ama her şeye, her sosyal probleme, her arayışa mesela yoksullara da TOKİ’den yer verildi vs. İnsan tabakalaşmasını, insanın kültürel farklılığını, insanın iktisadi farklılığını, insanın daha birçok bünyesinden gelecek birçok farklılığı, çoluğu çocuğu, yaşlıyı şunu bunu düşünmeden sadece insanları iki ya da üç oda bir


salona yerleştiren bir zihniyet hiçbir zaman şehir çözücüsü veya bir şehir kurucusu olamaz. Burada şehir kültürü yoktur, şehir yoktur sadece bina vardır. Bina şehir demek değildir. Türk şehrini diğer İslam şehirlerinden ayıran özellikleri neler? Türk Şehri’ni tanımlamak artık çok zor. Gecekondularla, mevcut apartmanlı sahaların yaygınlaşmasıyla Türk şehrinin özelliklerini bulmamız mümkün değil ama şunu söyleyebiliriz; Türk şehri külliye etrafında yani camisiyle hamamıyla ticaret alanlarıyla bir çekirdek etrafında gelişen, iç kale ve dış kale gibi koruma unsuruyla çevreleyen ama nüfus artışına karşı bu gelişmesini sürdüremeyen, zaman içinde binalarının taşıdığı yapı malzemesinin özelliği dolayısıyla çabuk biçimde ortadan kalkan bir şehir özelliği taşıyor. Dolayısıyla hele şu günlerde Türk şehrinin tanımını vermek çok zor. Mevcut yapı tekniği ve müteahhitlerimizin ufuklarının darlığı sebebiyle kasabalarımız, şehirlerimiz birbirine çok benziyor. Artık bir şehre gelirken o şehrin coğrafyası, etrafındaki ağaçları ve tepeleri ya da belli bir doğa özelliğinin izini görmek mümkün değil. Herkes kendi eline geçirdiği alanı kendi meşrebine göre biçimlendiriyor. Meşrep deyince de çok basit 3 oda 1 salonluk dairelerden öteye gidilmiyor. Bu bakımdan bir başka özellik de bir şehrin en can alıcı çarşıları, caddeleri, alışveriş merkezlerine girdiğinizde hep aynı markalarla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla o şehri diğer şehirlerden ayıran özellikler kayboluyor. Bu Türk şehrinin bugünkü özelliği artan nüfusu ve bu nüfusun karmaşık bir şekilde yerleşimidir.

planlayıp ona göre inşa etmeye başlamalıyız. Koca İslam şehri İstanbul’da kubbe yok. Ben Aşkabat’a gittim, koca koca apartmanları Fransızlara diktirmişler ama üzerlerine kubbeleri oturtmuşlar. Alçak binaları kubbeli yapmışlar. Sonradan da olsa bu mimari oturtulmuş. Onların belki geleneklerinde yok. Bizim de artık ne yapacağımızı bilmemiz, mimarlarımızın biraz doğu stillerinde çalışmaları lazım. Sadece batı stillerini taklit ettiler. Biz talebeyken bütün mimarlık ve mühendislik öğrencileri yabancı mimarlık dergilerini alır onlardan ilham alıp ödevlerini yaparlardı, projelerini çizerlerdi. Kendimizin şeklini, şemâlini korumamız lazım. Son zamanlarda eski yapılar restore edildi. Onları gerçeğine yakın görme imkânımız oldu, umarım bunlar da yeni nesle bir stil yaratma imkânı verir.

Bu saatten sonra ne yapılabilir onu da bilmiyorum. Kentsel dönüşüm şöyle olabilir; bu yapılanların bir ömrü var. 75 yıl sonrasının İstanbul’unu şimdiden planlayıp ona göre inşa etmeye başlamalıyız.

Şehir ve Kültür dergisi adına çok teşekkür ediyoruz verdiğiniz bilgiler için efendim. Ben de teşekkür ederim. Önemli bir alana girmişsiniz; yayın hayatınızda başarılar dilerim.

Yerel yönetimlere şehrin korunması ya da yeni şehrin kurulması konusunda tavsiyeleriniz nelerdir? İnsanlara tavsiyem var. İnsan kaçınılmaz olarak ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde davranıyorsa yerel yönetimler de iyilik edercesine farkında olmadan büyük bir kötülüğe imza atıyorlar. Hepsini iyi niyetle yapıyorlar suistimallerin olup olmadığı ayrı konu... Ama hepsinin iyi niyetli olduğunu, etraftaki insanların öne sürdüğü gerekçelerin haklı olduğunu, oraya onun yapılmasının iyi olduğunu düşünebiliyorlar. Hiç olmazsa şuracıkta kalan birkaç camii ve dışarıdan bakılınca eskiden beri bilinen İstanbul’un bu kadarcık yerini Üsküdar’dan vapura bindiğimizde Kabataş’a mı Karaköy’e mi Eminönü’ne mi nereye gidiyorsak gördüğümüz şeyin muhafaza edilmesi gerekiyor. İstanbul artık benim gözümde orasıdır. Diğer yerler bir şehirdir. Ne yapılabilir? Bu saatten sonra ne yapılabilir onu da bilmiyorum. Kentsel dönüşüm şöyle olabilir; bu yapılanların bir ömrü var. 75 yıl sonrasının İstanbul’unu şimdiden 13


Ş ehir

lâk suresinin ilk ayetlerinde belirtildiği gibi, Allah’ın ilk emri oku olmuştur. Neyin okunacağına yol göstermiştir, kalemle yazmayı öğreten olduğuna göre, kitap yazmayı da Yaradan öğretmiştir ve emretmiştir. Hem yazmayı hem okumayı öğreten ve emreden rabbimizin istediği doğrultuda ilim ve bilgi sahibi olmak için bildiklerimizi yazarak paylaşmak, bilmediklerimizi de okuyarak öğrenmek mecburiyetindeyiz.

YAZI’DAN / KİTAB’A, BİR MEDENİYET HİKÂYESİ İnsanoğlunun medeniyet alanındaki gelişimini, kitabın gelişiminden çoğalmasından yaygınlaşmasından ayırmak zordur. Bugün medeniyetlerin ulaştığı seviye; yazının icadıyla başlayan önce tabletlerin sonra kâğıdın bulunması, kalemin mürekkebin ve matbaanın bulunmasıyla bu sürecin gelişiminin ulaştığı seviyeyle eşdeğerdir. Mehmet Kamil BERSE

İnsanoğlunun medeniyet alanındaki gelişimini, kitabın gelişiminden çoğalmasından yaygınlaşmasından ayırmak zordur. Bugün medeniyetlerin ulaştığı seviye; yazının icadıyla başlayan önce tabletlerin sonra kağıdın bulunması, kalemin mürekkebin ve matbaanın bulunmasıyla bu sürecin gelişiminin ulaştığı seviyeyle eşdeğerdir. Medeniyetin kitapla bu birlikteliği etin tırnaktan ayrılmadığı bir birlikteliktir, Allahın emrettiği gibi okumalıyız ki medeniyetlerin kurucu ve sahipleri olduğumuzu ispat edelim. James Hovel şöyle der “ Dünyayı yöneten, kalem, mürekkep ve kağıttır.” İnsanoğlunda beyin; bırakın geçmişi , kişinin kendi hayatında gördüğü yaptığı ve düşündüğü olayları bile saklamaya, korumaya yeterli değildir. Her yeni neslin geçmişini , geçmiş kültürleri, olayları iyi bilmesi gerekir. Mazî, her cephesiyle medeniyetin ve yaşayışın temel kaynağıdır. Bir çok şeyden yoksun yaşayan tarih öncesi insan bile kendi hal ve hareketlerini yaşayışını, yaşadıkları olayları, ağaçlara, taşlara, kemiklere, deri ve yapraklara kazıyarak kendinden sonra gelecek nesillere bir mesaj, kaynak bırakmışlardır. İngiliz bilgin Sir William Davenant güzel bir ifade kullanmış kitaplar için “Kitaplar, kaybolmuş kafaların anıtlarıdır.” Kitap konusunda çok önem verdiğim bir kitabın yazarının , kimin söylediğini bilmediğini ifade ettiği kaynağını bilmediğimiz şu satırları yazıyor ; “Bizlere görmediklerimizi gösterdiği, işitmediklerimizi duyurduğu, bizden önce gelmiş geçmiş milyonların, dönmemize imkanı olmayan dünyalara götürdüğü için Kitabı ; Çağlar arasında bir köprü, her derde deva bir muska, faniliğe varmayan bir ölümsüz sayıyorum. Medeniyet gökdeleni, kitap denilen tuğlalardan örülüp yükselmekte, kumu harflerden, suyu mürekkepten olmaktadır.” YAZININ BULUNUŞU Yedi bin yıl kadar önce yazının bulunmasıyla, kulaktan kulağa anlatılanlar yazıya dökülmeye başlamış oldu, Şehirlerin kurulmasını tetikleyen olaylardan biride yazıdır, taşlarda mağara duvarlarında görülen bu yazı örnekleri, o devir

sayı//5// aralık 14


insanının aradaki yedi bin yıllık zaman perdesini kaldırıp günümüz insanına net bir şekilde ulaştığı lisan-ı hal dir. Mısırlıların, Çinlilerin, Fenikeliler’in,yazılarının dünyaya yayılmasıyla birbirini tetikleyen yeni yazı türleri ortaya çıkmış oldu. Türkler, Müslümanlığı kabul etmeden önce Orhun yazısı denilen bir çivi yazısı kullanıyorlardı. İlginçtir Orhun kitabelerini Danimarkalı bilgin Wilhelm Thomson okumuştur. Bu yazının bulunduğu Orhun kitabesi, Göktürklerin dört hükümdarına vezirlik yapan Bilge Tonyukuk tarafından dikilmiştir. Kitabeyi Yulığ Tiğini isimli bir Türk prensi yazmıştır. Eski Türkler üç çeşit alfabe kullanmıştır; 1-Soğd alfabesi; İranın doğusunda, Buhara ve Semerkand yöresinde,MÖ 5.6. yy Orta asyada kullanılmıştır. 2-Göktürk Alfabesi.; Bu alfabede 38 harf vardır, 5 türlü K bulunmaktadır. Buna Runik alfabesi de denir. Eski germen alfabesine benzer.38 harfin 4 ü sesli,8 i birleşik ve 26 sessizdir. 3-Uygur Alfabesi.;Bu alfabenin merkezi Karabülgasundur. Türkler, Müslümanlığı kabul ettikten sonra kullandıkları Arap harfleri ve ilave harfler ile yazılan, bir çeşit Hiyeroğlift yazı çeşidini kullanmaya yaklaşık 1000 yıl önce başladılar. LİSAN-I OSMANÎ DEN OSMANLI TÜRKÇESİNE Günümüzde çokça polemik konusu olan, Osmanlı Türkçesi ya da Osmanlıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk anayasası olan Kanun-ı Esasî’de geçtiği hâliyle Türkçe; 13. - 20. yüzyıllar arasında Anadolu’da ve Osmanlı Devleti’nin yayıldığı bütün ülkelerde kullanılmış olan Arapça ve Farsçadan etkilenmiş Türk Dilidir . Alfabe olarak Arap alfabesinin Farsça ve Türkçe için uyarlanmış bir biçimi kullanılmıştır, bazen yanlış kullanım olarak bu dil dönemi için “Eski Türkçe” tabiri de kullanılmaktadır. Türk yazı dili ve ağızları konusunda, Türk dilinin ilk sözlüğü ve dil bilgisi kitabı Divânu Lügati’tTürk’te, Kutadgu Bilig te , Ali Şir Nevâi’nin Muhakemetü’l Lugateyn’inde, Harezm-Kıpçak, Anadolu ve Çağatay sahasında XIX. yüzyıla kadar bu dilin adı Türk Dili ve Türkçe olarak bilinmiştir. 19.yy.a kadar böyle kullanılmıştır. Özellikle XVI. yüzyıldan başlayarak klasik gelişimini sürdüren Türk dili, Doğu Türkçesi veya Çağatay Türkçesi ile Batı Türkçesi veya Osmanlı Türkçesi diye adlandırılan iki büyük yazı dili hâlinde asırlarca varlığını devam ettirdi. Bahsedildiği gibi, Osmanlı Türkçesinin “lisan-ı Osmani”, “Osmanlı lisanı” diye adlandırılmasına ünlü sözlükçü, yazar Şemseddin Sami karşı çıkmış ve tıpkı Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Ulug

Medeniyetin kitapla bu birlikteliği etin tırnaktan ayrılmadığı bir birlikteliktir, Allahın emrettiği gibi okumalıyız ki medeniyetlerin kurucu ve sahipleri olduğumuzu ispat edelim.

Has Hacib, Ali Şir Nevai gibi dilin adının “Türkçe” olduğunu ifade etmiştir. En hareketli dönemde “Osmanlı Türkçesi” ayrı bir dil olarak algılanmamış, üç dilden (elsine-i selase) oluşan bir karışım olarak görülmüştü. “Türkçe” ise, evde, sokakta ve köyde konuşulan basit dile verilen addı. Ancak 19. yüzyılda standart bir yazı dili ihtiyacının belirmesiyle birlikte Osmanlı dili tartışmaları yoğunlaştı. Bu dilin belkemiğini oluşturan Türkçenin güçlendirilmesi ve yazı dilinin Türkçe konuşma diline yaklaştırılmasına ilişkin talepler Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa gibi yazarlarca dile getirildi. Osmanlı Döneminden sonra Cumhuriyet döneminde ise “Osmanlı Türkçesi” deyimi genellikle olumsuz bir anlam kazandı. Dil Devrimi’ni izleyen kültürel ortamda, “Osmanlı Türkçesi”, Türkçeden ayrı ve yoz bir dil olarak görüldü. Türk Dil Kurumu’nda 1983’e dek bu görüş egemendi. Buna karşılık Osmanlı kültürüne yakınlık duyan muhafazakâr kesim, Osmanlı yazı dilinin de Türkçenin bir lehçesi olduğunu vurgulamak amacıyla Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş gibi dil akademisyenleri “Osmanlı Türkçesi” deyimini tercih etti . Osmanlıca Türkçesine; 15.yy – 16. Yy arası dönemine Eski Osmanlı Türkçesi, 16.yy – 19.yy yarısına kadar Klasik Osmanlı Türkçesi , 19.yy. yarısından sonra 20.yy a kadar Yeni Osmanlı Türkçesi dendi.

15


Ş ehir

gelen kitaplarımızı okuyup anlayabilecek nesiller zamanla kaybolup gitmekteler…Bizler, bu yanlışlığı kırmak ve medeniyetimize sahip çıkıp tutunabilmek için geçmişten gelen kültürümüzü bu eserlerden öğrenmek zorundayız bu nedenle 1928 öncesi alfabemizi öğrenmeli ve öğretmeliyiz Osmanlı Türkçesi dediğimiz alfabemizi bilmeyenler için Tarihçi Prof.Dr.İlber Ortaylı “ Osmanlıca bilmeyen Türk aydını hödüktür” demektedir.

1928 yılında yapılan Harf İnkılabı ile Arap harflerinden, Latin alfabesinden düzenlenen yeni alfabeye geçildi. Böylelikle yazımın başında belirttiğim yazı ve kitaplar medeniyetler arasında köprüdür, ifadesini dikkate aldığımızda yaklaşık bin yıllık bir medeniyet köprüsünün ayaklarını yıkmış olduk… Bin yıldan bu yana yazıla gelen kitaplarımızı okuyup anlayabilecek nesiller zamanla kaybolup gitmekteler…

sayı//5// aralık 16

1928 yılında yapılan Harf Devrimi’nin sonucunda Latin alfabesi kaynaklı yeni Türk harfleri kullanılmaya başlanmış, böylelikle Osmanlı Türkçesinin kullanımı son bulmuştur. Osmanlı Türkçesinin yazıldığı alfabe, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından kullanımdan kalkmışsa da, Türk tarihinin son bin yılına yakın bir dönem bu yazı ile yazılmış olduğu için araştırmacılar, edebiyatçılar ve tarihçiler tarafından birinci derecede önemli ve bilinmesi zorunlu bir alfabe ve dönem olarak nitelenir. Osmanlı yönetici sınıfının ve eğitimli seçkinlerin kullandığı bir yazışma ve edebiyat dili olan Osmanlı Türkçesinin en belirgin özelliği, Türkçe cümle altyapısı üzerinde, İslam dünyasının klasik kültür dilleri olan Arapça ve Farsçayı serbestçe kullanma olanağı tanımasıdır. Osmanlı yazı dili belirgin anlamda 15. yüzyıl ortalarında biçimlenmeye başladı ve 16. yüzyıl başlarında klasik biçimine kavuştu. 1928 yılında yapılan Harf İnkılabı ile Arap harflerinden, Latin alfabesinden düzenlenen yeni alfabeye geçildi. Böylelikle yazımın başında belirttiğim yazı ve kitaplar medeniyetler arasında köprüdür, ifadesini dikkate aldığımızda 1200 yıllık bir medeniyet köprüsünün ayaklarını yıkmış olduk…Bin ikiyüz yıldan bu yana yazıla

KALEM’in İCADI Müslümanlarda ve Osmanlılarda kalem; Müslümanlar kalem’i kutsal kabul ederler, Kuran-ı Kerimde “Nun ve Alak “ surelerinde kalem le ilgili ayeti kerimeler yer almaktadır. Peygamber efendimizin, Rabbimizin kalemi yarattığını ona yaz diye emir verdiğini, onunda titreyerek kıyamete kadar “Levh-i mahfuz” a yazdığını söylemiştir. Kaleme duyulan bu saygı ve hürmet çok ileri bir seviyede devam etmiş, kamış kalemin yongaları dahi kutsal sayılmış, ucu açarken dökülen yongaların ayak altında kalmasına engel olunmuştur, bununla ilgili Nefeszade İbrahim’in Gülzar-ı sevap adlı eserinde şöyle bir beyit vardır; Kalem yongasını ayaklar altında bırakma, Çünkü sonunda fakirlik vardır. Bizim geleneksel kültürümüzü özetleyen bir atasözümüzde şöyle söylenir; “İnsanın elinde olmazsa dilinde olmalı, dilinde olmazsa kaleminde olmalı…” EL YAZMASI KİTAPLAR Herhangi bir yazı malzemesi üzerine el ile yazılmış eserlere, tek örnek olmaları nedeniyle sanatsal bir değer verilir. 1450 de matbaanın bulunuşuna kadar el yazması dışında kitap yoktur, yıllarca yazılan belki yüzbinleri bulan kitaplar el emeği göz nuru el yazmalarıdır. Romada eski, yunanda ve orta çağda avrupada el yazma eserler, Rulolar, papirüsler ve kodexler üzerine yazılırdı. Eski Türklerde el yazması devri orta asya’da Uygur Türkleriyle başlar. Uygurlardaki yazma kitaplarda tomar ve kodex şeklindedir İlk yazmalarda kullanılan alfabe sogd alfabesidir. FWK Müller ve Albert von Lecogue bu ilk yazmalar üzerine çalışmışlardır. Müllerin hazırladığı eser Uygurıca adını taşıyor. Uygur yazmalarının çoğu Kara Hoço daki Turfan kazılarında bulunmuş ve avrupadaki çeşitli kütüphanelere götürülmüştür. Bugün ülkemizde Uygur harfleriyle yazılı çok az eser bulunmaktadır. Osmanlı döneminde bu alfabe kullanılmadığı için yabancı eser diye


satıldığını bu nedenle sayısının az kaldığını biliyoruz. Uygur harfleriyle yazılmış kitaplardan en önemlisi KUTADGU BİLİG dir. Türk İslam yazmalarında en eski eserler Kuran-ı Kerimlerdir. Kağıt üzerine yazılmış en eski İslamî kitap GARİB-ül HADİS adlı eserdir,bu eser Leyden kütüphanesinde bulunmakta 9. Yy .da yazıldığı tahmin edilmektedir. Türk İslam yazmalarında rulo durumundaki bazı hanedan tarikat aile ve ilim şecereleriyle takvimlerin dışındaki yazmalar kodeks şeklindedir. Yazma kitapların göze ve gönüle hitab etmesine çok önem verilirdi, bunun için ciddi bir düzen tespit edilmişti bu düzenlemede ; ciltten sonra arka kapak ondan sonra ise içindekiler kısmı gelir, içindekiler kısmı yoksa metnin başladığı yaprağın A yüzü iç kapak adını alır. Eğer bu sayfa süslü ise Zahriye denir. Zahriyeler aynı zamanda yazmanın hangi kütüphaneye ait olduğunu, yazar ve kitap adını gösteren ve batıda Exlibris diye adlandırılan bir çeşit işaretlerdir. Zahriyelerde ayrıca bazı doğum ve ölüm tarihleri, şiirler ve fevaid denilen küçük yararlı notlarda yer alır. Yazma kitapta asıl metin zahriyenin arka yüzünde başlar.Metnin baş kısmında süsleme varsa buna Serlevha denir. Metin besmeleyle başlar, bunu Allaha şükür manasına gelen Hamdele ile devam eder, bundan sonra Peygamberi, soyunu selamlayan ve hürmet dolu olan Salvele kısmı izler. Daha sonra günümüz kitaplarında yer alan Önsözün yerinde Dibace adı verilen bölüm yer alır, Bu bölümde yazar adı, kitap adı, yazmanın ne zaman, nerede kim için ve neden yazıldığı belirtilir. Ayrıca kitabın hangi kaynaklardan yazıldığı da gösterilir. Yazma eser Hatime adı verilen sonuç bölümüyle bitirilir. Hatimede bir dua kısmı ve sonunda istinsah kaydı yer alır. Hatime’ye güzel bir örneği burada göstermeliyiz ; Devrinin çok önemli hattatlarından Hattat Rakım efendi yazdığı bir kitabın Hatimesinde şöyle yazmış, “Yüce Osmanlı Devletinin ölmezliğine duacı hafız adıyla ünlü Rakım tarafından yazılmıştır. Yüce Allah yazanın, bu kitabı meydana getirenin ve okuyanların günahını bağışlasın. Yücelik, şeref ve saadet sahibinin hicretinden sonra 1230.” MATBAANIN BULUNUŞU Kitap basım alanındaki ilk örneklere uzakdoğuda rastlıyoruz. Kağıt üzerine ilk baskı yapan ülkenin Çin olduğunu görüyoruz. Bilinen ilk baskı Budizm’in Japonya’da yayılmasını sağlayan Shotoku (769) devrine aittir. Buda resimlerini ve Sutra metinlerinin çoğaltılmasının sevap olduğu inancıyla Japon pago dalarına koymak üzere bir milyon nüsha muska bastırmıştı.Bu muskalar <Sanskrit dilinde ve çin alfabesiyle basılmıştı. Uzakdoğu’da baskı materyalleri,yani

harf ve resim kalıpları ;tahta,kil,porselen ve bronzdan hazırlanırdı. Avrupa’da da ilk baskılar Uzakdoğu’dan alınan örneklerle klişe şeklinde idi, zamanla tek tek harf kalıpları hazırlanarak onların bir araya getirilmesiyle kelimeler oluşturuluyordu, bu teknik baskı işlerinde biraz kolaylık sağladı. Ancak bu harflerin imalinde kullanılan malzeme dayanıklı değildi ve kısa zamanda deforme oluyordu, Alman Johan Gutenberg(1400-1468) madeni harfleri kalıplayarak müteharrik harflerden oluşan dizgi tekniğiyle bugünkü matbaanın ilk temelini atmış oldu. Gütenberg 2 arkadaşıyla yeni bulduğu matbaa makinasında ilk olarak (1450-1455 ) 300 adet Latince Kitâb-ı Mukaddes’i bastı. Bugün bu ilk baskı kitaptan tespit edilen 45 nüsha vardır. Osmanlı devletinde ilk matbaa ise matbaanın icadından 25-30 yıl sonra kurulmuş, ancak bu matbaaları sadece gayrımüslimlerin kurmasına müsaade edilmiş ve sadece onların dilinde kitapların basılmasına izin verilmişti. Osmanlıca baskı yapan ilk matbaa ise III. Ahmed döneminde sadrazam Nevşehirli damat İbrahim paşanın dirayetiyle İbrahim Müteferrika ve 28 Mehmet Çelebizade Sait efendi ile beraber 17261727 yıllarında kurmuşlardır.

Bizler, bu yanlışlığı kırmak ve medeniyetimize sahip çıkıp tutunabilmek için geçmişten gelen kültürümüzü bu eserlerden öğrenmek zorundayız ,bu nedenle 1928 öncesi alfabemizi öğrenmeli ve öğretmeliyiz Osmanlı Türkçesi dediğimiz alfabemizi bilmeyenler için Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı “Osmanlıca bilmeyen Türk aydını hödüktür” demektedir.

KİTAPLAR YAŞADIKÇA GEÇMİŞ DİYE BİRŞEY OLMAYACAKTIR (Bulwer Lytton) Teknoloji çağının en önemli gelişmeleri, haberleşmede ve kâğıt, baskı, film gibi insanın medeniyet algısının değişmesini direk etkileyen konularda olmuştur. Bugün kâğıdın hayallerin ötesinde cins ve ebatlarla müthiş kalitede evsafa ulaşması baskı teknolojilerinin neredeyse evlerde bireysel hizmetlere ulaşması, arşivlerin dijital hale gelmesi, neredeyse 3 boyutlu kayıtlarla mücessem insanların görüntülendiği kayıtlardan, geçmişi içinde yaşanır hale getirmesi kitabın tahtının sallanıyor olmasını gündeme getirmektedir. Teknolojideki müthiş gelişme kitabın basımını ve yaygınlaşmasını pozitif yönde etkilemektedir. Buna rağmen TV seyretme oranı kitap okuma oranının çok üstündedir, istatistik rakamlara bakarsak; Ülkemizde dergi okuma oranı % 4 kitap okuma oranı % 5 Gazete okuma oranı % 20, Radyo dinleme oranı %25, TV izleme oranı ise % 94 dür. Toplam nüfusu 7-8 milyon olan Azerbeycan’da yeni bir kitap 100 bin basılırken Türkiye’de bu rakam 2-3 bin civarıdır. Gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen yıllık kitap harcaması ortalama 100 dolar civarında Türkiye’de ise 9 dolardır. Türkiye dünya kitap okuma oranları sıralamasında 86. sırada… Hz. Mevlana’nın bir sözüyle bitirelim; “Kitaplarda bulunmaz ne keder ne ıstırap, bir gönülden yazılır yüz ciltlik kitap…” 17


Ş ehir

TÜRKLER GELİRSE MUSUL MAMUR OLUR Ali, içeriye gelmesi emredilince koşarak girdi. Duyduğu tek cümle; “Ateşkes imzalanmış”. “Esir düşülmesin, silah kaptırılmasın” sözlü emri yerine ulaştırmak için hemen yola koyuldu. Bu defa da kendi kafası karıştı: “Ateşkes imzalanır mı? Kumandan ‘ateşi kes’ der kesersin. ‘Ateş’ der ateş edersin. Ateşkesle imza kelimesi yan yana geldiği bir cümleyi dört yıldır hatırlamıyorum. Düşman karşımızda iken ateş kesilir mi? Sadece ara verilir, fırsat beklenir ya da hazırlık yapılır. Ama ateşkes imzalanmaz. Başkumandanlık ne diyordu; ya yeneriz ya ölürüz, fakat yenilmek yok. Biz ölürüz ama savaş bitmez, ateş kesilmez. Ali Arslan CAN

eredeyse her gittiği cephede dört yıldır savaştığı İngilizlerin bu defa çok ısrarlı saldırmalarına çok şaşırmıştı Ali İhsan Paşa’nın emir eri Ali. Ateş üstünlüğü her zamanki gibi, 28-30 Ekim 1918’deki Dicle Muharebesi’nde de yine onların lehineydi. Çok şiddetli saldırıyorlar ve Osmanlı askerlerinin fırsat yakalamasına bile şans tanımıyorlardı. İngilizler, Harb-i Umumi’nin hemen başında, dört sene önce Basra’dan topraklarımıza girmişler, onca güçlerine rağmen ancak Musul önlerine gelebilmişlerdi. Büyük bir telaşları vardı. Çok şehidimiz yoktu. Ancak çok askerimizi esir aldılar. Paşa; “ölmeyin, silahlarınızı kaptırmayın!” diyor ve canhıraş bir şekilde belki de en zor komutanlığını yapıyordu. Kafası çok rahat değildi, birkaç gündür gelen telgraflar onun sadece canını sıkmıyor sanki içini deliyordu. Elinden gelse askerlere tek tek korumak, silahların hepsini avucunun içinde tutmak ister gibi bir hali vardı. Neydi ol telgrafta yazanlar… Paşa’nın çok güvendiği ve seyisliğini de yapan emireri Ali çıldıracak gibiydi. Paşa çok ketum, atının bile görmesini istemiyor. Paşa neşeli olsa, umurunda bile olmazdı kâğıt parçalarında ne yazdığı. Onun için kumandan güvende olmalı, sağlıklı olmalı ve huzurlu olmalıydı. Fakat Paşa’nın tek eksiği huzuruydu. Kaç defa bakmak istedi telgraflara, kendine çok kızdı. “O kâğıtlara sadece Paşa kumandan bakar, diğer kumandanlar bile dokunmuyor. Herkes işini yapsın, benim işim zaten çok...” diye geçirdi içinden. Neredeyse hiç uyumamışlardı iki gündür, Paşa Kumandan’ın diğer kumandanlara emirlerini yetiştirmekten iflahı kesilmişti. Atı çok yorulmuştu. Yedek olsa onu alacaktı. Ama nerede bulacaktı başka atı. Bazen kısa mesafelerde atı yormamak için binmiyordu ona. Zaten Paşa bile atını çok yormuyordu. Düşman bir an önce Musul’a girmek istiyor. İhsan Paşa, düşmanın her hareketini görme ve onları şehre sokmama kararı vermişti. Bütün asker aynı düşüncede idi. Sanki ayakta birer dakikalık sürelerle sıra ile uyuyorlar ama yıkılmıyorlardı. Bazılar yorgunluktan dinlemek için oturmak yerine ayakta siperde birbirine tüfenk çatılışı gibi duruyorlardı. Geri hatlardakiler uzanırlarsa kalkamazlar diye sırt sırta omuz omuza kestiriyorlardı ihtiyaç olduğunda yetişmek için. KURŞUN GİBİ GELEN ATEŞKES… 6. Ordu’nun en çok dolaşan askeri Ali yorgun ama görevini yapan askerlere bakmayı çok

sayı//5// aralık 18


seviyordu. Ne güzel bir saftı o düşmana karşı: Türk, Arap, Kürt, Kafkasyalısından Şebek Türkmen aşiretine kadar Osmanlıları yan yana; yardıma koşan Tatar, Azerbaycan ve Türkistan Türkleri, İranlı, Hind Müslümanı, Endonezyalı, Sudanlı… sanki mazlum milletler topluluğu. “Bu saf yıkılmazsa Musul düşmez” dedi Ali ve İngiliz’in geri çekilmediğini ancak durmak mecburiyetinde kaldığını İhsan Paşa’ya bildirmeliydi. Belki neşesi yerine gelirdi. Muharebe anında önündeki haritalara bakmayan gözler rastlamak pek nadirattandı komutanlar için. Dert dinlerken bile nazarları kayardı haritalara. Paşa müjdeli habere sevindi ama gözleri parlamadı. Bir terslik vardı. Bu telgraf telleri kötü haberler getiriyor anlaşılan. Paşa, Perşembe öğleye kadar çok sıkıntılı idi. Bütün dikkati düşmanın hareketi üzerinde değildi. Bilhassa askerlerin esir olamaması ve silahların düşmana kaptırılmaması için durmadan emirler veriyordu. İngilizler’in Musul’a giremeyecekleri ve saldırı yapamayacakları belli olmuştu. Ali bir türlü anlamıyordu; “Paşa bir şeyden mi korkuyordu? Ne yapmak istiyordu?” yüksek rütbeli komutanlar durmadan grup grup Paşa’nın yanına geliyorlardı. Seviniyorlar mı, üzülüyorlar mı; belli değildi. Ali, içeriye gelmesi emredilince koşarak girdi. Duyduğu tek cümle; “Ateşkes imzalanmış”. “Esir düşülmesin, silah kaptırılmasın” sözlü emri yerine ulaştırmak için hemen yola koyuldu. Bu defa da kendi kafası karıştı: “Ateşkes imzalanır mı? Kumandan ‘ateşi kes’ der kesersin. ‘Ateş’ der ateş edersin. Ateşkesle imza kelimesi yan yana geldiği bir cümleyi dört yıldır hatırlamıyorum. Düşman karşımızda iken ateş kesilir mi? Sadece ara verilir, fırsat beklenir ya da hazırlık yapılır. Ama ateşkes imzalanmaz. Başkumandanlık ne diyordu; ya yeneriz ya ölürüz, fakat yenilmek yok. Biz ölürüz ama savaş bitmez, ateş kesilmez. Düşman bu topraklarda rahat edemez, hele hele hiç yerleşemez. Kerkük işgal altında, Musul sarılmış, Halep’e girilmiş, acaba memleketim Antakya’ya ne olmuş? Yok yok ateşkes filan olmamalı, vatan kurtarılmalı. Ne oluyor bu İstanbul’da. Haberler iyi mi kötü mü? Beli değil. Büyük Paşa yurtdışına gitti. Sadrazam değişti. İhsan Paşa eski halinde değil. Savaş böyle bitmemeli, yoksa kaybederiz.” TÜRKLER GELİRSE MUSUL MAMUR OLUR Osmanlı askerleri çok huzurlu, bütün saldırılara rağmen Musul’a giremedi İngilizler. Herkes endişe ediyor ama şükretmeyi de unutmuyor. Perşembe günü bitiminde başlayan mübarek Cuma akşamı herkes duada, kimisi hal ile kimisi dil ile bütün kalplerde bir tek cümle deveran ediyordu; Düşme Musul oluruz mesul.

Ortalık sakin olduğunda Cuma namazlarını kışla yerine şehir merkezindeki bir camide kılmak çok güzel oluyordu. Musul çok eski bir yerleşim yeriydi. Hz. Ömer döneminde şehir hem feth edilmiş hem de ihya. Büyük Selçuklu Devleti ve Atabeyler döneminde şehir mamur hele gelmiş. Atabey İmadeddin Zengi’nin yaptırdığı Ulu Camii, Ali’ye Antakya’daki Habib-i Neccar Camii ile Ordu’daki Kasım Bey Camii’ni hatırlatıyordu. İmadeddin Zengi’nin tamir ettirdiği Emeviye Camii ve hele Dicle kenarındaki Mücahidî Külliye’si bir irfan ve ilim merkeziydi. Moğolların yıktığı şehirde Timur tarafından bayındırlık faaliyetine hız verilmiş, Yunus ve Circis Nebilerin külliyeleri tamir edilmişti. Musul, Akkoyunlu dönemindeki çatışmalarla bakımsız ve Safeviler döneminde atıl kalmış, Osmanlı Devleti döneminde mamur ve mesut günlerini yaşamıştı. Cuma hutbesi ile cemaat tam bir ahenk içindeydi. İmam birlik, ümmetin birliği ve zor günlerde yardımlaşmayı anlatıyordu. Ali, camideki saflara baktı, esasında cephedekinden farklı değildi. Bütün Osmanlılar ve dostları oradaydı. Bu defa ellerinde silahlar değil, Allah’a yakaran gönüllerin avuç içinden Hâkim-i Mutlak’a gönderilen dualar vardı. Namaz bitince avluya çıktı. Burası Ali’ye hiç de gurbet gibi gelmedi. Ulu Cami avlusundaki

Ali, çok acı günler görmüştü ama 3 Kasım 1918’de İngilizler’in Musul’a girmesi kadar ıstıraplı bir gün yaşamamış gibi geldi kendisine. Bir şehir değil bu cihan terk edilmişti. Teslim alma gününü kendi kutsal günleri Pazar’a rast getirmişlerdi. Zaten Ali İhsan Paşa’sının suçlandığı husus da Hıristiyanlara kötü davranmasıydı. Oysa kötülük yapmayan, düşmana yardım yapmayan Hıristiyanlar hala Musul’daydı

19


Ş ehir

“Ömer fethederse, Musul ihya olur. Türkler gelirse, Musul mamur olur. Cengiz şehri yıksa, gün gelir düzelir, Islah ile İlhan olur. Yeniden mamur eder Timur, Osmanlı ile Musul ferah bulur. İngiliz girerse Musul’a, müreffeh şehir harap, garip halk ya maktul, ya da zelil olur.”

cemaat askerlerle muhabbet ediyor, şehirleri ile ilgili bir şeyler anlatıyorlardı. Musullular şehirlerinin tarihlerini anlatmak için bir şair gibi konuşuyorlardı: “Ömer fethederse, Musul ihya olur. Türkler gelirse, Musul mamur olur. Cengiz şehri yıksa, gün gelir düzelir, Islah ile İlhan olur. Yeniden mamur eder Timur, Osmanlı ile Musul ferah bulur. İngiliz girerse Musul’a, müreffeh şehir harap, garip halk ya maktul, ya da zelil olur.” Musul halkı derinden bir endişe içinde oldukları içten sohbetlerinin her cümlesinde, hatta her kelimesinde ayan-beyan belli oluyordu. BİL EY MUSUL BİZ DEĞİL HÜKÜMET MESUL! Kışlaya dönüldüğünde komutanların huzursuzluğu belli olmuştu. Ateşkes Anlaşması 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Meğer İngilizlerin telaşı bu anlaşma imzalanmadan önce Musul’a girmek imiş. Hesapları tutmamış, ateşkes yürürlüğe girdiği vakit Musul’u işgal edememişlerdi. Pek de vazgeçtikleri yoktu anlaşılan. Ali İhsan Paşa “Musul’u vermem” diyor, İngilizler “boşaltın” diye amirane tavır takınıyorlardı. Savaş hattındaki komutanlar pür dikkat, sanki savaş vardı. Emir-eri Ali savaştan daha çok koşturuyordu. Diğer askerler toplanıyorlar, silahları ellerinde, ağır silahların yönünün düşmana doğru olduğu belli değil. Sanki bir ricat var. “Bu ateşkes anlaşması iyi bir şey değil, insan kurşun bile sıkamıyor” diye düşündü Ali. Böylesine rastlamamıştı. Hem yenememişlerdi hem de Musul’u istiyorlardı. Musul’u İngilizler’in savaşarak alacak güçleri yoktu veya çok büyük zayiat verirlerdi. “Savaşalım” diyen komutanlara verilen cevap Ali’yi hem sevindirmiş hem de üzmüştü. Almanlar önce terk etmişlerdi savaşı. Buna içten içe sevinmişti. Ancak yalnız Osmanlı nasıl karşı koyacaktı; İngiliz, Fransız, İtalyan ve sonra taze kuvvet olarak yardımlarına gelen Amerikalısına. Buna üzülmüştü. İstanbul’dan gelen haber kan ağlatmıştı herkese. Musul’dan 6. Ordu çekiliyordu. Silahlar ve asker düşman eline geçmemeliydi. Her şey şimale, kuzeye Anadolu’nun içine alınıyordu. İngilizler ise tam bir teslimat istiyordu. Silahından erine hatta atına eşeğine kadar. Ali, çok acı günler görmüştü ama 3 Kasım 1918’de İngilizler’in Musul’a girmesi kadar ıstıraplı bir gün

sayı//5// aralık 20

yaşamamış gibi geldi kendisine. Bir şehir değil bu cihan terk edilmişti. Teslim alma gününü kendi kutsal günleri Pazar’a rast getirmişlerdi. Zaten Ali İhsan Paşa’sının suçlandığı husus da Hıristiyanlara kötü davranmasıydı. Oysa kötülük yapmayan, düşmana yardım yapmayan Hıristiyanlar hala Musul’daydı. Ayrılırken Osmanlı askeri ve dost kuvvetler gözyaşlarını tutamıyordu. Sadece onlar değil Musul da ağlıyordu. Ayrılanlar yapabileceklerini yapmış, emir verilse savaşmaya hazır ama hepsi mahzundu. İçten yapılan dua, “Allah Musullulara yardım etsin”. Söylenecek tek bir cümle vardı. “Bil ey Musul biz değil hükümet mesul”. Belki o da mecburdu! Bu bir ateşkes değil, Osmanlı’nın iflahının kesilmesiydi.


Haber:Timuçin Mercanoğlu

ersaadet Kültür Platformu ile İstanbul Üniversitesi tarafından düzenlenen “Devletlerarası Kafkasya’dan Göç Kongresi”nin birincisi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kurul Salonu’nda gerçekleştirildi. Programın açılışında konuşan Dersaadet Kültür Platformu Başkanı Mehmet Kamil Berse, “Geçmişte savaş ve göçlerle kaynayan bir coğrafya olmuştur Kafkasya. Geçmişte böyle idi gelecekte de böyle olacaktır. Bu bölgenin kaderidir. 1000 yıldan fazladır bölgede yaşayan çoğunluğu Türk olan Kafkasya halkları, bulundukları bölgenin doğal bir koruma alanı olduğunun bilincindeydiler. Kuzey topraklarından güneye Kafkasya koridorundan geçileceğini biliyorlardı. Onun için bu stratejik toprakları yüzlerce yıl bırakmadılar. Rusların gözü, uzun yıllar bu topraklardaydı. Hint Okyanusu’na, Arap topraklarına inmek bu bölgeden mümkündü. Ruslar önce İran’ı daha sonra Osmanlı’yı dize getirerek Kafkaslara yüklendi. Şeyh Şamil 1857 yılında amansız bir mücadele sonunda teslim olunca Kafkasların kaderi çizilmiş oldu. 1860’larda Kafkasya’daki halklar göçe zorlandı. İşte Kafkas topraklarından göçün 150. yılı 1864 yılını baz aldığımızda tespit edilmiştir. Üst unsurlar Çerkesler, Dağıstanlılar ve bunlara bağlı alt unsurlar yaklaşık 36 farklı boy ve aşiretin yer aldığı ve 36 farklı dilin kullanıldığı Kafkasya’da, Osmanlı da uzun yıllar mücadele etti. Hem doğuda hem batıda mücadele edecek gücü kalmayınca önce Kafkaslar daha sonra

da Balkanlar elden çıktı. 93 harbinden bu yana yoğunlaşan Kafkas göçleri Anadolu topraklarına hüzün, keder ve acıyla birlikte bir birikimi de taşıdılar. Coşkun akan ırmakların taşıdığı alüvyonlar döküldükleri yerlerde zengin deltalar meydana getiriler işte bu halklar bu deltayı Anadolu’da oluşturdular. Anadolu’da hem Balkan’dan hem Kafkaslardan gelen halklar birbirleriyle akraba oldular, kaynaştılar ve bir mozaik teşkil ettiler. Bu hadiseleri her zaman tarihi süreçleriyle birlikte araştırmamız gerekir ki, tekrar aynı acıları yaşamayalım, aynı hataları yapmayalım dedi. 15 KONUŞMACI KAFKAS GÖÇLERİNİ ANLATTI Prof. Dr. Ali Arslan “Kafkasya’da Göçün Başlangıcı”, Prof. Dr. Halil Bal “Azerbaycan’dan Türkiye’ye Göçler”, Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Bozkurt “Beyaz Rusların İstanbul’a Göçü”, Yrd. Doç. Dr. Ramazan Erhan Güllü “Bologenya Nizamnamesinden Sonra Ermenilerin Kafkasya’dan Göçleri”, Hasan Kanbolat “Kuzey Kafkasyalıların Ortadoğu’ya Zorunlu Göçleri”, Afet Sadigli “Azerilerin Karabağ’dan Göçleri”, Garfy Ahmed “Kafkasya’dan Mısır’a Göçler”, Natalia Dvali “Gürcistan’dan Artvin ve Batum’a Göçler”, Timuçin Mercanoğlu “Rusya’nın İlhakından Sonra Kırım’dan Göçler, Yrd. Doç. Dr. Ayna Askeroğlu “Ahıskalılar ve Sürgün”, Yrd. Doç. Dr. Recep Çelik “Kafkas Göçlerinde Sosyal Hizmet Uygulamaları”, Dr. Ahmet Koçak “Romanlarda Kafkas Göçleri”, Enis Güney “Nogay Göçlerine Genel Bir Bakış, Seçil Özdemir “Kaberdeyler ve Göç” başlıklı sunumlarını yaptılar.

ŞEHİR HABER

DEVLETLERARASI KAFKASYA’DA GÖÇ KONGRESi

21


Ş ehir

YUNUS’UN ŞEHİRLERİ;

AKSARAY’DAKİ YUNUS EMRE

“Sarıkaraman köyünün kuzeyinde, 4 km mesafesinde halkın “Ziyaret Tepe” dediği mevki bulunmaktadır. Yunus Emre’nin türbesi, işte bu tepe üzerindedir. Halk, yüzyıllardır burada yatanı Yunus Emre bilir.” Mustafa ÖZÇELİK

unus Emre’nin hatırası Aksaray’da da yaşar ve burada ona ait olduğuna inanılan bir kabir/makam bulunmaktadır. Dolayısıyla nasıl Eskişehirli, Karamanlı, Afyonlu Yunus’tan bahsediyorsak aynı şekilde “Aksaraylı Yunus”tan da söz etmek gerekecektir. Yunus’un buradaki makamı ise bu ilin sınırları içinde bulunan “Ziyaret Tepe”dedir. Bu tepede Kırşehir Valiliği 1988 yılında bir anıt mezar yaptırmıştır. İşte o tarihten itibaren her yıl burada Yunus Emre bir törenle anılmaktadır. Burada bu anıt mezarın neden Kırşehir Valiliği tarafından yaptırıldığına da açıklık getirmeliyiz. Zira bu durum, Yunus’un Kırşehir’le nasıl bir münasebetinin olduğu sorusunu da akla getirecektir. Hemen söyleyelim: Bugün Aksaray Ziyaret Tepe’deki mezarın bulunduğu yer, çok önceleri Niğde’ye daha sonra Kırşehir’e bağlı Ulupınar (Eski adı Sulhanlı) köyü yakınında yer almaktadır. Dolayısıyla Aksaray öncesinde bir “Kırşehirli” hatta “Niğdeli” Yunus’tan söz etmek mümkündür. Daha sonraları ise Ziyaret Tepenin bulunduğu bu yer Aksaray’a bağlanmış, böylece “Kırşehirli Yunus Emre”, “Aksaraylı Yunus Emre”ye dönüşmüştür. KIRŞEHİRLİ YUNUS Bugün Yunus’un mezarının bulunduğu yer ise, Reşadiye Köyü adını taşımakta olup Sarıkaraman kasabasına, orası da Aksaray ilinin Ortaköy ilçesine bağlıdır. Bu yüzden yazının başlığında bu son durumu dikkate alarak “Kırşehirli Yunus Emre” yerine “Aksaraylı Yunus Emre” demeyi tercih ettik. Fakat bunu söylerken bu yerin her ne kadar Aksaray’a bağlı olduğunu söylesek de tam sınırda Yani Aksaray’la Kırşehir’i bağlayan bir noktada olduğunu da söylememiz gerekiyor. Dolayısıyla Yunus’tan önce “Kırşehirli” ardından “Aksaraylı” olarak bahsetmek uygun olacaktır. Konuyla ilgili ilk yayınlarda bu bölgedeki Yunus Emre, Kırşehirli olarak görülmektedir. Olayın gündeme gelmesi ise Filiz dergisinde 1949 yılında çıkan bir yazıyla olmuştur. Daha sonra Refik Hilmi Soykut 1976’da bu konuyu ilim âleminin gündemine taşımış ve 1982’de yayımlanan “Emrem Yunus” kitabında Yunus’un bir ahi büyüğü olması ihtimalinden söz edilerek kabrinin Kırşehir’e yakın bir yerde, Ziyaret Tepe mevkiinde, olduğunu ileri sürmüştür. Hilmi Soykut’a göre Vilâyetname’de anlatılan bilgiler sadece menkıbevi bilgiler olmayıp bir gerçeği ifade etmektedir. Zira; Yunus’un buğday istemek için dergahına gittiği Hacı Bektaş ve irtibatta olduğu Âşık Paşa ve Ahi Evran gibi isimler

sayı//5// aralık 22


Bugün Aksaray Ziyaret Tepe’deki mezarın bulunduğu yer, çok önceleri Niğde’ye daha sonra Kırşehir’e bağlı Ulupınar (Eski adı Sulhanlı) köyü yakınında yer almaktadır. Dolayısıyla Aksaray öncesinde bir “Kırşehirli” hatta “Niğdeli” Yunus’tan söz etmek mümkündür. Daha sonraları ise Ziyaret Tepenin bulunduğu bu yer Aksaray’a bağlanmış, böylece “Kırşehirli Yunus Emre”, “Aksaraylı Yunus Emre”ye dönüşmüştür.

bu bölgede yani Kırşehir bölgesindedir. Dahası Yunus’un şeyhi Tabduk Emre de bu bölgede yaşamıştır. Dolayısıyla bu bölgede Hacıbektaş Kasabası, Sarıkaraman veya Sarıköy ve Taptuk Köyü bir üçgen oluştururlar. İşte Yunus Emre, bu üçgenin içinde yaşamıştır. Soykut, bununla da yetinmeyerek Ziyaret Tepe’de bulunan Yunus Emre’ye ait mezardan alınan 12 adet kemiği 1982 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Antropoloji Kürsüsüne inceletmiş; 600 yıllık olan bu mezarın çok gezen yetişkin, 60-70 yaşlarında bir erkeğe ait olduğu raporlarla tespit ettirmiştir. Soykut, Yunus Emre’nin Kırşehirli oluşu görüşünü ileri sürerken bölgede çocuklara konan isimler arasında Yunus, Emre, Derviş, Eren, isimlerinin çok yaygın olmasını ve yöredeki alıç ağaçlarının çokluğunu da belirtir ve bu durumu dikkat çekici olarak görür. AKSARAYLI YUNUS Bu konuyu makale düzeyinde ilk defa ele alan ise Doğan Kaya olmuştur. Onun “Yunus Emre’nin Aksaray Ortaköydeki mezarı Üzerine Düşünceler” başlıklı makalesiyle Yunus’un Aksaraylı oluşu öne çıkar. Kaya, Yunus’un kabrinin Eskişehir(Sarıköy) ya da Karaman’da değil Aksaray Ortaköy’de olduğu inancındadır. Doğan Kaya’nın böyle düşünmesinin birden çok sebebi vardır. Sözlerine Sarıkaraman (eski adıyla Sarıköy) ve Aksaray’a bağlı Sivrihisar köyleriyle başlar. Bu tez, bir hayli ilginçtir. Zira Bektaşi Velâyetnamesinde de Yunus Sivrihisar ve Sarıköy’lü olarak gösterilir. Eskişehir rivayetini savunanlar bu iki yerin Eskişehir’e bağlı olduğunu söylerler. Yaygın kanaat de aslında böyledir. Kaya ise bu iki yer isminin aslında Aksaray’da olduğunu belirterek tartışılması gereken bir konuyu dikkati çeker. Kaya’nın tezini desteklemek için söylediği iki unsur daha vardır. Buna göre Tabduk Emre de bu bölgede medfundur. Aynı şekilde Yunus’un buğday istemek için gittiği hacı Bektaş dergâhı da bu bölgede bulunmaktadır. Dolayısıyla Yunus Emre Eskişehir’in Sarıköy’ünde değil Aksaray’ın şimdiki adı Sarıkaraman olan Sarıköyündendir. Köyün ilk adı “Sarı köy” olup “Karaman” ismi sonradan ilave edilmiştir. Sonuç olarak Yunus Emre, bugün Aksaray’ın Ortaköy ilçesine bağlı Sarıkaraman köyüne 4 km. mesafedeki Ziyarettepe’de yatmaktadır. Buradaki türbe, şu anda Ortaköy’ün Kırşehir sınırındaki son köyü olan Reşadiye arazisindedir. Yine Doğan’a göre makalesinde aktardığı bu bilgiler üstelik yeni de değildir. Halk asırlardır

burayı Yunus Emre türbesi olarak bilmektedir. Tabi türbe denilince akla kitabe gelir. Doğan, Soykut’un verdiği bilgilerden hareketle bu kitabenin 1944 yılına kadar mevcut olduğunu daha sonra ise buradan alınarak muhtemelen Konya’ya götürüldüğünü söyler. Yine Ziyaret Tepe’de sadece Yunus’un kabri yoktur. Onun çevresinde, burada daha önceleri evlerin ve zikir yerlerinin bulunduğunu gösteren duvar kalıntıları vardır. Böylece buranın daha önceleri bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır. Burada böyle bir bilginin Yunus’la ilgili ilk temel kitaplarda yer alıp almadığını da söylemek gerekir. Bu konuda müracaat edilecek ilk kaynak ise şüphesiz ki Fuat Köprülü’dür. O “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” isimli eserinde Yunus’un mezar/makamlarını sayarken konu ile ilgili rivayetler arasında Eskişehir’i, Karaman’ı, Isparta’yı, Erzurum’u, Bursa’yı sayar ama Kırşehir’den hiç söz etmez. Konuyla ilgili bir diğer önemli isim olan Abdülbaki Gölpınarlı’nın saydığı yerler arasında da Kırşehir ismine rastlanmaz. Kadim Osmanlı kaynaklarında da bu tür bir bilgi yer almaz. TÜRBEDE YAĞMUR DUASI Doğan, makalesinde buranın çok önceden bilindiğine dair bir dini ritüelden de bahseder. Buna göre burada senenin belirli günlerinde yağmur duasına çıkılmakta ve Yunus’tan

23


Ş ehir

Bunlardan en dikkat çekeni “Batın topu”dur. Buna göre “önemli bir olay olacağı vakit, Ziyaret Tepeden top sesleri geldiği söylenmektedir. Yine geceleri bu türbede ışık yandığı, türbedeki seccadenin hiçbir zaman tozlanmadığı şeklinde rivayetler bugün de anlatılmaktadır. TABDUK EMRE BURADA DA VAR Aksaray’da Ziyarettepe denilen yerde nasıl bir Yunus Emre türbesi varsa aynı şekilde yine Aksaray’a bağlı ve oraya 34 km. mesafede Tabduk adında bir köy ve burada da Tabduk Emre’nin mezarı bulunmaktadır. Köy bu ismini Tapduk Sultan’ın burada yatmasından ve vaktiyle onun tasarrufu altında olduğundan dolayı, bu ismi almıştır. Tabduk köyü ile Ziyaret Tepe arasındaki mesafe ise 25 km’dir. Yunus’un Aksaraylı yahut Kırşehirli oluşunu düşünenlere göre Tabduk Emre’nin de kabrinin bu bölgede olması Yunus’un bu bölgeden oluşunun başka bir delilidir.

Soykut, bununla da yetinmeyerek Ziyaret Tepe’de bulunan Yunus Emre’ye ait mezardan alınan 12 adet kemiği 1982 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Antropoloji Kürsüsüne inceletmiş; 600 yıllık olan bu mezarın çok gezen yetişkin, 60-70 yaşlarında bir erkeğe ait olduğu raporlarla tespit ettirmiştir. Soykut, Yunus Emre’nin Kırşehirli oluşu görüşünü ileri sürerken bölgede çocuklara konan isimler arasında Yunus, Emre, Derviş, Eren, isimlerinin çok yaygın olmasını ve yöredeki alıç ağaçlarının çokluğunu da belirtir ve bu durumu dikkat çekici olarak görür.

sayı//5// aralık 24

himmet istenmektedir. Ayrıca buraya çocuğu olmayanlar yahut olup da yaşamayanlar, yağmur ve bolluk bekleyenler, hayatta muvaffak olmak isteyenler hülasa her türlü dileği olanlar ziyarete gelmektedirler. Doğan erkek çocuklarına “Yunus”, “Dede Yunus”, “Emre” gibi isimler konulur. Gerçekten de Sarıkaraman halkının isimleri arasında sözünü ettiğimiz isimler belli bir yekun tutacak derecede fazladır. Yine burada yaşayan köylülerde Yunus’un zaman zaman kendilerine göründüğü şeklinde bir inanış da mevcut olup halk arasında bu tür hikâyeler de anlatılmaktadır. Bir bilgi vermesi açısından bunlardan birini Doğan’ın anlatımıyla nakledelim: “Ziyaret Tepe’den aşağı doğru, benim bulunduğum tarafa bir insan geliyor. Önce iyice baktım, tanıdığım bir kimse değildi. Sırtında kıldan dokuma bir şal vardı. Sarı benizli, elmacık kemikleri çıkık, sakalı beyaz, fakat kısa, yetmiş yaşlarında, elinde bir asası var. Şu taşın yanına kadar geldi. ‘Kızım korkma ben buradayım, işini bitir’, dedi ve taşın yanına durdu. ‘Baba kimsin, nereye gidiyorsun? Akşamleyin buyur bize gidelim, işimi bitirince’, dedim. ‘Sağol kızım. Ben bir yere gitmem, buradayım’ dedi ve devam etti. ‘Sen ne zaman gelirsen yavrum, ben buradayım.’ ‘Baba kimlerdensin, adın ne?’ diye sordum. ‘Ben Ziyaretliyim. Adım Yunus Emre’ dedi. İşim bitinceye kadar, o taşın yanında durdu.” Bu bölgedeki Yunus Emre türbesi etrafında oluşan başka inanışlar da bulunmaktadır. Refik Soykut’un kitabında bunlarda da söz edilmektedir.

Diğer yandan ise gerek Tabduk’un gerekse Yunus’un kabirlerinin olduğu yerlerin Hacı Bektaş’a yakın olması da bu yüzden tesadüf değildir. YUNUS’UN DİLİ Doğan Kaya, Yunus’un bu bölgeden olduğunu ileri sürerken bir kanıt olarak Yunus’un dilinden de söz ederek şöyle demektedir: “Yunus’un şiirlerinde kullandığı dil, Âşık paşa ile Sultan Veled’in kullandığı dil ile aynıdır. Demek oluyor ki, meseleye dil açısından bakıldığında da Yunus bu bölgenin insanı olduğu ihtimali kuvvetlenmektedir. YUNUS’UN ÇİLEHANESİ (ÇİLE DAMI) Yunus’un bu bölgede oluşuna kanıt olarak söylenen hususlardan biri de Yunus’un makamının bulunduğu Ziyaret Tepe’nin eteğinde, 250 m. güneyinde bulunan tek odalı bir yapıdır. Burası halk arasında “Emrem Yunus’un Çile Damı” olarak bilinmektedir. Refik Soykut, halk arasındaki söylentilerden hareketle buranın çok eski bir yapı olduğundan söz etmektedir. Yunus’un burada zaman zaman inzivaya çekildiği şeklinde bir inanış bölgede anlatılmaktadır. Sonraki zamanlarda ise, dervişler burayı aynı amaçla kullanmışlar, toplanarak zikir etmişler ve riyazete çekilerek çile doldurmuşlardır. Bu durum, burada bir Yunus dergâhı olabileceğini de düşündürmektedir. ALIÇ AĞAÇLARI Geleneğe göre Yunus Hacı Bektaş dergâhına giderken eli boş gitmemek için dağdan alıç toplar. Bu yüzden alıç, Yunus’la özdeşleşmiş bir ağaçtır. Soykut, bu detayı da Yunus’un Kırşehir toprağında yaşadığına bir işaret olarak gösterir. Onun


köylülerden aktardığına göre Ziyaret Tepe ve çevresinde şimdilerde rastlanmasa bile çok sayıda alıç ağacı bulunmaktaymış. YUNUS’UN EVİ Kırşehir civarında Yunus’un doğduğu köyden evliliğine, oturduğu eve kadar bütün hayatını anlatan hikâyeler de mevcuttur. Buna göre Yunus, iki kez evlenmiştir. Bunlardan biri Sarıkaraman’a yakın Saraycık köyünden bir hanımdır. Yine bu bölgede Hıralı (Değirmen kaşı) köyünde Yunus’a ait olduğu söylenen bir ev kalıntısı vardır. Buna göre ikinci eşi de bu köyden olmalıdır. Anlatılanlara göre bu kalıntının üzerine bugüne kadar kimse ev yapamamış, yapmaya kalkanların başlarına olumsuz haller gelmiş. AHİ YUNUS Kırşehir ve civarının Ahilik açısından büyük önem taşıdığını biliyoruz. Bu teşkilatın kurucusu Ahi Evren Kayseri, Denizli ve Konya yıllarından sonra Kırşehir’e gelerek burada faaliyet yürütmüştür. İşte Yunus Emre de Kırşehirli yahut Aksaraylı olduğunu düşünenlere göre ahiliğin etkili olduğu bir coğrafyada yaşadığı için Yunus’un ahiliği diye bir tespitte bulunmak mümkündür. Yunus’un Divanı’nda da bunu destekleyen ifadelere rastlanır: Ma’şuk bizimledir bile, ayrı değil kıldan kıla Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk’ı buldum Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi. …….. Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı Bu canlara hükm’edenin, kim idiğim bildim ahi” Hilmi Soykut, bahsettiğimiz eserinde bunlara ve benzeri söyleyişlere dikkat çekerek, bu sebeplerden dolayı Yunus Emre’yi bir ahi kişi olarak tanıtmakta ve “ona rahatlıkla Ahi Yunus diyoruz.” tespitinde bulunmaktadır.

Aksaray’da Ziyarettepe denilen yerde nasıl bir Yunus Emre türbesi varsa aynı şekilde yine Aksaray’a bağlı ve oraya 34 km. mesafede Tabduk adında bir köy ve burada da Tabduk Emre’nin mezarı bulunmaktadır. Köy bu ismini Tapduk Sultan’ın burada yatmasından ve vaktiyle onun tasarrufu altında olduğundan dolayı, bu ismi almıştır. Tabduk köyü ile Ziyaret Tepe arasındaki mesafe ise 25 km’dir. Yunus’un Aksaraylı yahut Kırşehirli oluşunu düşünenlere göre Tabduk Emre’nin de kabrinin bu bölgede olması Yunus’un bu bölgeden oluşunun başka bir delilidir.

ANMALAR Ziyaret Tepe, yakın bir zamana kadar, civar halkın Yunus türbesi olarak ziyaret ettiği, Yağmur duasına çıktığı, dilekte bulundukları bir yer iken 1940’lı yıllardan sonra Türkiye genelinde de gündeme gelen bir yer olmuştur. Daha sonra Yunus konusuna resmi ve yerel yönetimlerin de ilgi göstermeleri üzerine Yunus Emre anmaları bir geleneğe dönüşmüştür. Ziyaret tepe’de de Yunus’un kabrinin her iki ilin sınırında olması dolayısıyla 1996’dan bu yana her yıl Eylül ayının 2. haftası, Kırşehir ve Aksaray Valiliklerince Yunus Emre’yi Anma Günü Etkinlikleri yapılmaktadır. 25


Ş ehir

MAX WEBER’E GÖRE ŞEHİR Weber, kitabın birinci bölümünde şehrin doğası üzerinde durarak, şehirlerin mabet, kale ve çarşı etrafında kurulduğunu belirtir. Ona göre şehrin birçok tanımı vardır ve bunlardan yalnızca ortak olan, şehrin; basit olarak bir veya daha fazla evler kümesinden oluştuğu ve görece olarak da kapalı bir yerleşim yeri olduğudur.

Weber, şehrin bir mahalle ve yoğun bir ev yerleşimine işaret ettiğini, bu yerleşimin büyük bir koloni oluşturduğu belirtir. Ayrıca sakinlerinin karşılıklı kişisel tanışıkları söz konusu olmadığını söyler Mehmet KURTOĞLU

ürkçe’de şar, Farsça’da şehr, Arapça’da medine ve belde kelimesinden meydana gelen şehirle ilgili birçok tanım yapılmıştır. Genel anlamda; “şehir; insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten, çerçeveleyen yapıdır. Bu yapıya biçim veren tercihleri ise insan ve toplumlar, inançlarından, dinlerinden hareket ederek belirlerler. Şehir, toplumsal hayata, insanlar arasındaki ilişkilere biçim veren, sosyal mesafelerin en aza indiği, bu ilişkilerin en büyük yoğunluk kazandığı yerdir.” Şehir konusu, özellikle sanayi devriminden sonra önem kazanmış bir olgu olarak üzerinde düşünülmeye başlanmıştır. Sosyolojinin kurucularından Max Weber, Türkçeye “Modern Kentin Oluşumu Şehir” adıyla çevrilen “The City” adlı eserinde, şehri bütün boyutlarıyla ele almış ve bir sosyolog olarak kavramsallaştırmıştır. Weber, şehri anlatırken Çin, Japonya, Hindistan, Almanya, İngiltere, İtalya gibi Batı ve Asya ülkeleri üzerinde durur. Batı ve Asya ülkelerinin sosyal yapısından hareketle şehirleri karşılaştırır ve tanımlar. Kadim dönemlerdeki Mısır ve Roma’da şehirlerin nasıl oluştuğunu ve modern şehrin nasıl doğduğunu anlatır. Weber, kitabın birinci bölümünde şehrin doğası üzerinde durarak, şehirlerin mabet, kale ve çarşı etrafında kurulduğunu belirtir. Ona göre şehrin birçok tanımı vardır ve bunlardan yalnızca ortak olan, şehrin; basit olarak bir veya daha fazla evler kümesinden oluştuğu ve görece olarak da kapalı bir yerleşim yeri olduğudur. Weber, şehrin bir mahalle ve yoğun bir ev yerleşimine işaret ettiğini, bu yerleşimin büyük bir koloni oluşturduğu belirtir. Ayrıca sakinlerinin karşılıklı kişisel tanışıkları söz konusu olmadığını söyler. Şehrin doğası bölümünde çarşı yani Pazar yeri etrafında kurulan şehirleri üretici ve tüketici diye kendi içinde ikiye ayırır. Üretici ve tüketici şehirlere Pekin ve Moskova’yı örnek verir. Ona göre Pekin memurlar şehridir, dolayısıyla tüketici, Moskova ise topraklarını kiraya veren üretici bir şehirdir. Weber, şehri pazar yeri olarak kabul eder. Kentli aristokratların elinde toplanan alış veriş şehirlerini ticaret şehri olarak tanımlar ve bu tür şehirlerin rantiyeye değil, ticarete dayandığını, kira bedellerinden kazanç elde edildiğini ve bu kazancında bir nevi haraç olduğunu anlatır. GARNİZON ŞEHİRLER… Weber, bir kale etrafında doğan şehirleri garnizon şehir diye tanımlar ve bunların ortaçağa mahsus

sayı//5// aralık 26


şehirler olduğunu söyler. Özellikle soyluluk ve aristokrasinin bir göstergesi olan kale şehirlerde lortlar, şövalyeler, krallar oturabilir ancak. Bu şehirler aynı zamanda savaş sırasında tahkim, sığınma işlevi görürler. Devamlı bir garnizon bulunur. Zira kale iktidarın gücünü belirleyen yegâne unsurdur. Weber “siyasi nitelikli kalenin garnizonu ile iktisadi nitelikli sivil nüfus arasındaki ilişki karmaşık, fakat şehrin kompozisyonu için her zaman son derece önemlidir” diye yazar. Ayrıca Weber, Yakın Doğu ve eski Mısır’da kale şehirler olduğunu, ancak bu kale şehirlerin kraliyetin Pazar ayrıcalığıyla desteklendiğini yazar. Daha doğrusu kale şehirlerin, büyük bir varoluş sergileyemediklerini, ancak çarşı/Pazar yeri ile desteklendiğinde bir anlam ifade ettiklerini belirtir. Bir tapınak etrafında kurulan şehirleri mabet şehirler olarak tanımlayan Weber, mabet etrafında kurulan şehirler üzerinde fazla durmaz, zira o şehre ticari bir açıdan bakar. Daha doğrusu şehre, sistematize ettiği “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm” açısından bakıp, ticari tanımlamalar yapar. Bu durum aynı zamanda modern şehirlerin dini olanı şehrin dışına itmesini beraberinde getirir ki şehirlerin gelişmişliğin işlenen suçlarla ölçülmesi bu yüzdendir. Don Martin Dale’nin Weber’in Şehir kitabına yazdığı önsözünde dediği gibi kilise, şehirlerin büyüklüğü ile kıyaslandığında küçülür. Zira şehir kendi yaşayanını yaratır, kendi yiyeceğini, giyeceğini, canisini, fahişesini, hastalığını... Bu tıpkı geçen yüzyılda Paris’in frengiyle, Amerika’nın cinayet, intiharve tecavüz suçlarıyla özdeşleşmesine benzer… Şehir ticaret ilişkisini değerlendiren Weber, “bugün hiçbir zaman olmadığı kadar, firmaların kazançlarının baskın bir kısmı, kazancın elde edildiği yerden ziyade, kendi mahalline akmaktadır” diye yazar. Weber şehri tamamen Batı şehirlerini kıstas alarak, özellikle de ortaçağ sonrası kapitalizmin yükselişe geçtiği şehirlere odaklanarak değerlendirir. İslam şehirlerini derinlemesine kavramadığı görülen Weber, Daryush Shayegan’ın “Batı-dışı felsefelerin bütünü derinlemesine etkilenmiş oldukları dinsel geleneklere sıkı sıkıya bağlıdır” dediği gerçeği göz ardı ederek anlatmıştır. Örneğin fakirliği, dilenciliği bir erdem sayıldığı Hindistan’da, Hinduların kapitalistleşip bu mantalite üzerine şehirler kurabilmesi için toplumun değişime uğraması ve dini anlayışından vazgeçmesi gerektiğini görememiştir. Weber’in tanımladığı şehir ilhamını Hıristiyanlıktan alan ve tamamıyla seküler bir temele oturan şehirlerdir. Şehirlerin tarımla olan ilişkisine değinen Weber, şehrin tarımla ilişkisinin

çok net olmadığını, bu anlamda bir yandan ticaret mekânı, diğer yandan kendi yiyecek ihtiyacını karşılayan şehirler olduğunu söyler. RUHSUZ VE SOMUT ŞEHİRLER… Weber, tarım, toprak, ekonomi ve siyaset çerçevesinde şehri ele alması, gerçekte onun şehirlere fiziki/somut bakmasına neden olmuş, şehirlerin metafizik yönünün olabileceğini göz ardı etmiştir. Bundan dolayı Weber’in tanımladığı şehir, Pazar yeri, daha açık ifadeyle ruhsuz ve somut şehirdir. Bu bakış açısı, onun şehirleri üretici, tüketici ve ticari diye üçe ayırmasına neden olmuştur. Weber, bu anlamda şehre hep batı zihniyeti çerçevesinde bakmış, ideal şehir tipinin ancak Batı’da var olacağını savunmuştur. Doğu ve Asya toplumlarının şehirlerini ve şehir tasavvurlarını görmezden gelmiştir. “Bu ideal şehir tasviri, Weber’in Batı kapitalizminin oluşumu ile ilgili teorisine bir eldiven gibi uymaktadır. Kapitalizmin niçin dünyanın başka bir bölgesinde değil de Batı Avrupa’da doğduğunu açıklamak için yola çıkan sosyologumuz, Ortaçağ şehirlerine doğru geriye gitmekte ve ilk kapitalist ilişki biçimlerini bu şehirlerde bulmakta, böylece kapitalizmin ruhu ile Ortaçağ şehirlerinin ruhunu birbirine bağlamış olmaktadır.” Roma döneminde İtalya ve Almanya arasındaki kale şehirlerin geçen zaman zarfında yıkıldığını, Ortaçağda ticaret şehirlerinin oluşmasıyla birlikte bu kale şehirlerin birer ticaret merkezi olarak yeniden dirildiğini belirtir.

Bir tapınak etrafında kurulan şehirleri mabet şehirler olarak tanımlayan Weber, mabet etrafında kurulan şehirler üzerinde fazla durmaz, zira o şehre ticari bir açıdan bakar. Daha doğrusu şehre, sistematize ettiği “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm” açısından bakıp, ticari tanımlamalar yapar. Bu durum aynı zamanda modern şehirlerin dini olanı şehrin dışına itmesini beraberinde getirir ki şehirlerin gelişmişliğin işlenen suçlarla ölçülmesi bu yüzdendir.

Şehir üzerine kafa yoran Weber, gerçekte bu konuda çokta bilinmeyen şeyler söylememiştir. Zira kendisinden önce şehir üzerinde duran Henry Pirenne’in vardır. Ayrıca Hegel ve Marx’ın Doğu Despotizmi, ATÜT fikirlerinden etkilenmiştir. Weber’in şehir üzerine ortaya koyduğu fikirler, var olan noktaları kendi düşüncesi doğrusunda yeniden tanımlamayı içerir. Onu orijinal ve özgün kılan şey getirmiş olduğu yeni yorumlardır. Weber, şehir fikrini Batı’dan özellikle de Ortaçağ şehirlerden hareketle açıklar. Oysa Henry Pirenn de aynı şekilde bütün gelişmeleri ortaçağdan başlatır ve “Batı’daki tüm gelişmelerin çıkış noktasında bulunan ortaçağ şehri, kendisini ayrıcalıklı bir birlik haline getiren bir hukuk, bir idare ve istisnai bir yargı sahibi, ticaret ve sanayi ile uğraşan, bir kale bedeni tarafından korunan canlı bir topluluk” diye yazar. Korkut Tuna, gerek Pirenne gerek Weber bağlamında şehre yaklaşırken; “Batı’nın ilk defa kendi cevheri ile baş başa kaldığı Ortaçağ’dan dünyaya yön veren büyük bir uygarlık çıkarması üzerinde durularak; bunun, orta çağ içinde filizlenen burjuvaların ve bunların kurduğu şehirlerin ve şehre bağlı müesseselerin eseri olduğu bir daha 27


Ş ehir

ŞEHRİN DOĞASI Weber, şehir üzerine ileri sürdüğü şartlar üzerinde tek tek durur ve geniş açıklamalarda bulunur. Şehrin Doğası bölümünde “Avrupa şehrinin birliği ve statüye dair özellikleri” alt başlığında, “Avrupa’nın Ortaçağ şehirleri yalnızca kısmen gerçek şehirler olarak nitelendirilebilir. On sekizinci yüzyılın şehirleri bile çok az ölçüde gerçek birer kentsel topluluktular. Yine bu kurala göre değerlendirildiğinde, mümkün olabilecek tek tük istisnalar dışında Asya şehirleri, hepsinin pazarları ve kaleleri olmasına rağmen, hiçbir şekilde kentsel topluluklar değildi. (….) Ancak, şehir sakinleri tarafından özerk bir şekilde seçilen hukuk mahkemelerine sahip olmak, Asya şehirlerinin bilmedikleri bir şeydi. Yalnızca, loncalar ve kastların (Hindistan) şehirlerde olmaları ölçüsünde mahkemeler ve özel bir hukuk geliştirebildiler. Bu birliklerin kentlerde konumlanması, hukuken tesadüfî idi. Özerk yönetim bilinmeyen bir şeydi yahut ancak başlangıç aşamasındaydı” diye yazar.

kuşku duyulmayacak bir biçimde açıklanmak istenmiştir” diye yazar. Weber, Batı’nın kendine özgü şartlarından Ortaçağ sonrası modern şehirleri yarattığını savunur. Oysa Weber, şehir ile ilgili ileriye sürdüğü fikirlere baktığımızda Doğu Batı ayrımı yapmadığını ve ileri sürdüğü şeylerin her şehir için geçerli olan şartlar olduğunu görürüz. Örneğin kale, çarşı ve mabet etrafında doğan şehirler Doğu’da da Batı’da da benzer özelliklerdir. Ama Weber, Batı şehri için, yolun community’den yani topluluk olmadan geçtiğini özellikle modern şehrin ekonomik temellere (kapitalizme) dayandığını belirtir. Asya toplumları gerçek anlamda bir community oluşturamadığından gerçek anlamda modern şehir değillerdir. Çünkü ona göre Asya şehirleri pazar yeri ve kaleleri olmasına rağmen, bir şehir topluluğu oluşturamamışlardır. Örneğin Çinliler bir arada bulunmalarına rağmen, köylüdür. Bu anlamda Batı şehrini şekillendiren ve modern şehri doğuran en önemli özellik kapitalizmdir.

sayı//5// aralık 28

Ardından Hindistan, Eski Mısır, Akdeniz kıyısı ve Fırat havzası ve Roma şehirlerini örnek gösterir. Kentsel topluluğun yalnızca Avrupa’da ortaya çıktığını söyledikten sonra sözü İslam’a getiren Weber, şöyle der: “Mekke gibi Arap şehirleri, Ortaçağ’da tipik olan ve günümüze kadar da bu özelliğini sürdüren klanların yerleşimleriydi. Snouck Hurgronje, Mekke şehrinin etrafında, Ali’nin soydaşlarından bir devis’in mülkiyetinde olan beldeler (bilad) bulunduğunu göstermiştir. Bilad, köylüler, yanaşmalar ve koruma altındaki bedeviler tarafından işgal ediliyordu. Beldeler çoğu kere birbirine karışmış durumdaydı. Bir devis, atalarından biri bir zamanlar şerif olmuş herhangi bir kişi idi. 1200 yılından beri şerifin kendisi de istisnasız hep Ali’nin ailesi Katede oğullarına dâhildi. Hukuken şerif, vali veya halife tarafından göreve getirilmeliydi. Şerif, sıklıkla hürriyeti olmayan biriydi ve bir keresinde (Harun Reşit döneminde) berberi bir köle idi. Ancak uygulamada şerif, ehil aileden, Mekke’de ikamet eden devis’in şefleri tarafından seçilirdi. Bu nedenle ve Mekke’de ikametin hacıların sağladığı fırsatlardan yararlanma imkânı vermesi sebebiyle, sınıfın başları (emirler) şehirde yaşardı. Aralarında da zaman zaman anlaşmalar yoluyla ittifaklar kurulur, bununla barışı koruma ve kazanç kapılarını paylaşmada kotalar koyma amaçlanırdı. Bu ittifaklar her an bozulabilirdi, bozulmasa da, şehir içinde ve dışında bir kan davasının başlangıcına işaret ederdi. Bu kan davalarında esir askerler kullanılır, mağlup edilen grup şehirden sürülürdü. Bununla beraber, mağlubiyete rağmen dışarıdakilere karşı düşman aileler


arasında topluluğun çıkarı için, aile üyelerinin ve sürgündekilerin yanaşmalarının malları ile canlarının birbirinden ayırma nezaketi gösterilirdi. Bu nezaket, bir ailenin kendi taraflarının genel bir isyan başlatma tehdidi durumunda da gösterilirdi. KADILAR HEP MEKKE’NİN ASİLLERİDİR Modern zamanlarda Mekke şehri, şu resmi görevlileri tanımıştır: 1- Kâğıt üzerinde Türklerin ihdas ettiği yüksek idari konsey (meclis), otorite olarak görünüyor; 2- gerçekte Türk vali, etkili otoriter ve (eski zamanlarda genellikle Mısır’ın yöneticisi gibi) muhafız konumundadır; 3-Otorite, onaylanmış haklara sahip dört kadı ile paylaşılmaktadır. Kadılar hep Mekke’nin asilleridir. En ünlüleri, yüzyıllardır bir aileden bir şerif tarafından aday gösterilir yahut muhafız tarafından önerilirdi; 4-Şerif, aynı zamanda, soyluların şehir birliğinin de başıdır; 5-loncalar, özellikle kılavuzlar ve ardından kasaplar mısır tacirleri ve diğerleri; 6- şehir semtleri, kendi ihtiyarları ile birlikte kısmen özerktir. Bu otoriteler, pek çok açıdan kesin yetkiler olmaksızın birbirleriyle rekabet ediyorlardı. Bir hukuk davasının tarafı, en fazla lehinde görünen ya da suçlanan kişiye göre gücünün çok fazla göründüğü otoriteyi seçiyordu. Vali dini hukuk meselelerinde kendisiyle rekabet eden kadıya müracaatları engelleyemiyordu. Şerif, yerlilerin gerçek otoritesi sayılıyordu, özellikle de bedevileri ve hacı kafilelerini ilgilendiren tüm meselelerde. Vali, şerifin işbirliği yapmada iyi niyetine bağımlıydı. Son olarak; diğer Arap bölgelerinde olduğu gibi burada da, özellikle şehirlerde, soylular arasındaki işbirliği otoritenin etkili olmasında belirleyici rol oynuyordu. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’daki koşullara benzer bir gelişme oldu. Tolon oğulları ve Caferilerin hicret etmesiyle birlikte Mekke’de en zengini loncalar olan kasaplar ve mısır tüccarları loncalarının konumları geç dengesini sağladı. Ancak, Hz. Muhammed zamanında yalnızca soylu Kureyş ailelerinin askeri ve siyasi açıdan önemli olduğunda hiç kuşku yoktu. Sonuçta bir loncalar yönetimi hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Meskûn şehirli ailelerin kar paylarıyla sürdürülen esirler topluluğu, sürekli olarak gücünü elde tutuyordu. Benzer şekilde Ortaçağ İtalyan şehirlerinde güç, hep askeri gücün kullanıcıları olarak aristokratik ailelerin ellerinde toplanıyordu. Şehri bir ortaklık şekline dönüştürecek bir birlik fikri Mekke’de yoktu. Bu Mekke’nin kadim Polis’ten ve erken dönem Ortaçağ İtalyan komününden karakteristik farkını oluşturmaktaydı. Tüm bunları söyledikten sonra, yine de Arabistan’daki bu durum (elbette spesifik İslami özellikleri atarak veya bunların yerine Hıristiyan muadillerini koyarak) kentsel topluluk birliğinin doğuşu öncesindeki dönemin

tipik örneği olarak alınabilir. Aynı zamanda, Avrupa’daki ticari deniz şehirleri için de tipiktir.” Weber’in İslam şehirlerine hâkimiyeti ile Batı tipi ve diğer antik dönem şehirlerine olan hâkimiyeti kıyaslandığında, İslam şehirleri konusunda güçlü bir bilgi birikime sahip olmadığını görülür. Onun bu eksikliği İslam’ı tamamıyla inceleyemeden ölmüş olmasından kaynaklanmış olabilir. İslam hakkında okumalar yapmış olmasına karşın, oryantalist bakıştan kurtulamamıştır. Bu anlamda Weber’i değerlendiren Brayan S. Turner; “İslam hakkındaki yorumlarını şimdiye kadar yapılmış olandan daha yakın bir incelemeyi gerektirmesi açısından yeterince ilginç olduğunu söyler ve ardından “bundan başka ve daha önemlisi, İslam’ın teorik olarak hayati önemini belirtebilmek için yapılabilecek güçlü bir vurgu vardır: diğer İbrahimi dinlerle güçlü bağlantılara sahip, peygamberi, dünyevi ve kurtuluşçu bir din olarak İslam, Weber’in din ve kapitalizm tezlerinin potansiyel bir deney örneğidir” diye yazar. WEBER’İN İSLAM ALGISI OBJEKTİF DEĞİLDİR Weber’in İslam şehirlerinin oluşumunu cahili dönem klan, kabile ve aşiretlere indirgemesi büyük bir yanlış olarak önümüze çıkmaktadır. Ayrıca, özellikle inanç üzerine kurulu İslam şehirlerini ticari ve askeri mantalite üzerine kurulan şehir anlayışıyla değerlendirmesi bizce doğru değildir. Çünkü İslam şehirleri, Mekke örneğinde olduğu gibi Kâbe etrafında şekillenmiştir inanç eksenli mabet şehirlerdir. Weber’in İslam algısı, Hıristiyan öncül bilgileriyle oluştuğundan objektif değildir. “Weber’in İslam’a ilişkin notları, “Protestan Ahlakı” çözümlemesine sosyolojik açıdan eşlik eder gibi görünür. Aslında Weber, birçok bakımdan, İslam’ı püritanizmin karşıt kutbu olarak ele alır. Weber’e göre İslam, özellikle kadınlar, lüksler ve mülkiyet konularında tamamen hazcı, (hedonist) bir ruhu kabul eder. Kuran’ın uyum sağlayıcı etiği göz önünde bulundurulduğunda, ahlaki emirler ile dünya arasında bir çatışma bulunmamaktadır ve bu, dünya efendiliğine dayalı çileci ahlakın İslam’da ortaya çıkamayacağı anlamına gelir. Böylece Weber’i, İslam’da çileciliğin olmayışının Müslüman kültürün hâkimiyetindeki toplumlarda rasyonel kapitalizmin bulunmayışını açıkladığını öne süren bir teze sahip olarak yorumlanabilir. Yine bu konumu, ancak Weber’in rasyonel kapitalizmin zorunlu koşullarını sabit tuttuğunu gösterebilirsek, benimseyebiliriz. Gerçekte Weber, rasyonel, biçimsel (formal) hukukun, özerk şehirlerin, bağımsız bir şehirli sınıfın ve politik istikrarın İslam’da bütünüyle eksik olduğunu gösterir. Peki, İslam’ın dünyevi 29


Ş ehir

Weber, hem şehre hem de sosyolojiye katkıda bulunmuştur. Bundan dolayı şehir üzerine düşünen herkesin, fikirlerine katılmasa da mutlaka Weber’i okuması ve onun yaptığı tanımlama ve tasnifler doğrultusunda şehri yeniden ele alması gerekir. Çünkü Weber bir sosyolog olarak şehre nasıl ve hangi pencerelerden bakmamız gerektiğini söylemektedir. Bu yüzden şehri Weber’le birlikte yeniden düşünmeliyiz…

hazla ilgili ahlakının, bazı açılardan hukukta rasyonelliğin yokluğuna ve özgür Pazar ile bağımsız şehir hayatının yokluğuna yol açmış olması mı söz konusuydu? Weber’in konumu kesinlikle bu değildir. Onun argümanı, bunun karşıtıdır. Weber, Abbasi, Memluklu ve Osmanlı hanedanlıklarının karakteristiği olan prebendel feodalizm ve patrimonyal bürokrasi nedeniyle, rasyonel kapitalizmin önkoşullarının oluşamadığını gösterir. İslam toplumunun askeri ve ekonomik koşulları kapitalizmin gelişmesine elverişli değildir. (…) İkinci olarak Weber’in İslam’ın savaşçı ahlakı ile ilgili argümanına yakından bakıldığında, görülecektir ki, bu argüman, kesinlikle tarihin herhangi bir idealist yorumuyla ilgili bir argüman değildir; fakat, aynı zamanda, seçmeci yakınlaşmanın çözümlemesi değildir. Muhammed’in Mekke’deki peygamberi tektanrıcılığı ile Arap savaşçılarının yaşam tarzı arasında, Weber’e göre doğal hiçbir bağ yoktu. Daha çok kabileci ve savaşçı bir toplumun, Muhammed’in mesajını devralarak kendi yaşam koşullarıyla kaynaştırmak üzere yeniden şekillendiren, toplumsal bir değer veya psikolojik bir tavır değil, bir statü grubu olarak savaşçıların gereksinimleriydi. (…) Weber, sanayileşme, bireylerin dini olarak İslam tarafından değil -Rusya Kafkasya’sındaki Tatarlar çoğunlukla çok modern girişimcilerdi- fakat İslam devletlerinin dinsel olarak belirlenmiş yapısı, onların kırtasiyecilikleri ve fıkıhları tarafından sekteye uğratılmıştır. DOĞU VE BATI FEODALİZMİ FARKLIDIR Weber, şehri Batı kavram ve mantalitesi üzerine inşa eder. Kullandığı kavramlar ve örneklere tamamen batılı kaynaklara ve argümanlara dayanır. Bu yüzden İslam şehirlerini doğru yorumlayamaz. Örneğin Osmanlı’nın Balkanları fethini Batılı oryantalistler barbar, göçebe ve köylü bir kavimin istilası olarak değerlendirmişlerdir. Oysa balkanların fethi başta olmak üzere diğer İslam şehirlerinin fethedilişine baktığımızda, bunların bir inanç gereği gaza ruhuyla fethedildiğini, sanıldığı gibi kılıçla şehirlerin kurulmadığını, savaştan önce oraya gönderilen dervişler aracılığıyla önce yüreklerin fethedildiği, daha sonra da orduların şehre girdiği görülür. Örneğin Balkan şehirleri, Ömer Lütfi Barkan’ın tanımıyla önce Kolonizatör Türk Dervişleri aracılığıyla fetih ve inşa edilmiş, daha sonra ordular girmiştir. Weber, Ortaçağ Batı -Doğu şehirlerindeki feodaliteden bahsederken, herhangi bir ayrıma girmediğini görüyoruz. Oysa Doğu feodalizmi ile Batı feodalizmi arasında derin bir uçurum vardır ve bu ayrımın farkında olmayan bir kişi, doğu ve batı toplumlarını/şehirlerini değerlendirirken yanılgıya düşebilir. Zira bu iki toplumdaki feodal işleyişin birbirine benzer

sayı//5// aralık 30

yönleri olduğu gibi, ikisini birbirinden ayıran derin farklılıklar da vardır. Bu farklılıkları göz ardı ederek yorum yapmak insanı yanlışa düşürebilir. Örneğin Batılılar, feodal düzenden, derebeylik kurtulabilmek için aç susuz kalarak, paralarını biriktirmiş, derebeylerine verdikleri para ve borç karşılığında özgürlüklerine alabilmişlerdir. Bu yüzden Batıda özgürlük birincil sırada yer alır. Oysa bu bağlamda Doğu feodal düzenine baktığımızda Batınınkine benzer toprak ağalı olduğu, ama buna karşın orada almak üzere olan sitemin, burada aldığı kadar olmasa da vermek üzerine bir işleyişin olduğu görülür. Ayrıca Batıda olduğu gibi ilk gece hakkı diye bir olgunun yaşanmadığı bilinen bir gerçektir. Köy veya kırsalda derebeyine bağımlı köylüler, alınıp satılan kölelerden bahsedilmektedir. Weber, batıdaki bu durumu şöyle tanımlar: “Her bir kölenin şehirde palazlanır palazlanmaz lordu tarafından tazminat ödemeye zorlanması(hiç değilse tehditle fidye istemesi) ihtimaline karşı şehirliler arasında çıkar dayanışması doğdu. Bu, on sekizinci yüzyılda Silezyalı soylular ile on dokuzuncu yüzyılda Ruslar tarafından durmadan uygulanan bir yöntemdi. Bu yüzden şehir halkı, lordun hukukunu çiğneme hakkını zorla elde ettiler. Bu ortaçağ Avrupa şehrinin tüm diğerlerinden farklı olarak büyük bir devrimci yeniliği idi. Orta ve Kuzey Avrupa şehirlerinde şu ilke ortaya çıkmıştı: “Şehrin havası insanı özgürleştirir. (…) Gerçekten çoğu kere şehirler, özgür olmayanları kabul etmeme taahhüdünde bulunmaya zorlanıyordu.” Görüldüğü gibi şehrin havasının insanı özgür kılması, sanıldığı gibi insanın kanun ve kural olmayan istediğini yapacağı bir mekân olarak değil, derebeyinden, lordundan, efendisinden özgürlüğünü alabilmiş insanların ancak şehirde yaşayabileceği fikrinin doğmasından kaynaklanmıştır. Özgürlüklerini parayla satın alanlar, soluklarını şehirlerde almışlardır. PROTESTAN AHLAKIYLA BAKIŞ… Armağan’ın deyişiyle; “Weber’in şehir hakkında incelemesi, Protestan ahlakı üzerine yazdığı meşhur kitabının mütemmim cüzü mahiyetindedir ve dikkati hep kapitalizmin nasıl doğduğu üzerine odaklanmış gibidir. Her zaman ve her yerde geçerli olacak bir şehir teorisi kurmak yerine, bu temel problematiğini çözmeye vakfetmiştir.” İslam şehri sivildir, çünkü bir cami veya bir vakıf külliyesi etrafında şekillenmiştir. Şehirde çarşı ve kale olması onun bu durumunda bir değişiklik yaratmaz. Buna karşı Batı kurumsaldır, akılcı ve maddeci bir anlayışa sahip olduğundan kale/garnizon, çarşı/ticaret şehirlerini bir anda modern ve kapitalist şehirlere


dönüştürmüştür. Batının bu hızlı dönüşümünü takdir eden ve bu yüzden Batı şehrini örnek olarak gösteren Weber, İslam ve Asya şehirlerini bu bağlamda yadsımaktadır. Oysa İslam şehirlerinde mezarlıkları herkes gömülebilir ve herhangi bir sınırlama konulmazken, Batı şehirlerinde mezarlıklar tapulu ev gibidir, başkası gömülemez. Maddeci bir anlayışa sahip olduğundan öte dünyayı dahi bu dünyada iken tapulamak yoluna gitmişlerdir. İslam şehirleri tarih boyunca sivil olmuştur, Weber’in anlayamadığı bu sivillik gerçekte İslam şehirlerini doğal yapmıştır. Weber dediği gibi şehrin müstakil bir hukuku yoktur ama toplumsal dayanışmanın getirdiği yazılı olmayan bir doğal hukuk vardır; evlerin mahremiyete göre yapılışı, komşuluk, cami ve çarşı gibi sosyal hayatın içindeki mekânların kendi içinde bir hiyerarşisi vardır. Bütün bunlar ilhamını kutsaldan alan ve kendiliğinden oluşan kurallardır. Batı şehirleri kurumsal oluşu onu zahiren düzenli gösterse de gerçekte insanı boğan bir yapıya sahiptir. Buna karşılık İslam şehirlerinin yazılı olmayan kuralı ve zahiren karmaşıklığı gerçekte ise kendi içinde bir ahengi ve akışı vardır. ŞEHRE VE SOSYOLOJİYE KATKIDA BULUNMUŞTUR Bu bağlamda Weber’n İslam şehirlerine bakışını eleştiren Brayan S. Turner; Weber’in Batı tarihini niteleyen kurumlar takımı (hukuk, şehir, iktidar, pazar, sınıf) çözümlemesi Hindistan, Çin, kadim Yahudilik ve Avrupa ile ilgili bir dizi incelemede işlenmiştir. Weber’in İslam’a ilişkin çözümlemesi hiçbir zaman tamamlanmamışsa da, İslam, esas itibariyle, Weber’in toplum çabası açısından önemlidir ve bu yüzden bazı ayrıntılarıyla incelemeye değerdir. Weber’in sosyolojisine yayılmış olan İslam hakkındaki yorumu, kabaca iki kısma ayrılır. Birincisi Weber’in iki yönünü vurguladığı İslami etiğin içeriğinin bir değerlendirmesi vardır. İslam tektanrıcı bir din olarak Hz. Muhammed’in peygamberlik gözetimi altında ortaya çıkmışsa da, başlıca toplumsal taşıyıcı savaşçı bir grup olduğundan, çileci dünyevi bir din olarak gelişememiştir. Dinsel mesajın içeriği, savaşçı bir tabakanın gündelik ihtiyaçlarıyla uyumlu bir değerler dizisine dönüştürülmüştür. İslam’ın kurtuluşsal öğesi seküler toprak fethine dönüşmüş, sonuç İslam’ın, bir dönüştürüm dini olmaktan bir uyum sağlama dinine evirilmiştir.

ayrıca Weber’in argümanının bu kısmının amacı İslam’ın rasyonel kapitalizmin doğuşuyla uyumlu bir ahlakı içermediğini öne sürmektir, der ve ardından “Weber tezinin bu yönü, olgusal açıdan hatalı olduğu veya en azından kabaca fazla basitleştirilmiş olduğu için eleştirilebilir. İslam, tüccarların ve devlet memurlarının bir kent diniydi ve böyle olmaya devam etti; birçok anahtar kavramı çöl ve savaşçı değerlerin aksine kentsel yaşamı ve ticari bir toplumu yansıtır. Weber tarafından tasvir edilen savaşçı ahlakı, yalnızca, Ortodoksların şüphe ve düşmanlıkla baktıkları bir bakış açısıdır. Ayrıca Weber’i, Hıristiyanlığın azizlerinin İslam’ın şeyhleriyle (ciddi yanlış kavramsallaştırmalar yapılmaksızın) kolayca karşılaştırılabileceğini varsaydığı için eleştirmeyi zorunlu buldum” diye yazar. Bu anlamda Weber’in şehre yaklaşımını tamamen Batı mantalitesinin belirlediğini, İslam şehirleri söz konusu olduğunda ise, doğru değerlendirmelerde bulunamadığını söyleyebiliriz. Onun şehri tanımlamak için yaptığı genel tanım ve tasnifler doğru, ancak Doğu veya İslam şehirleri söz konusu olduğunda ise Turnar’ın belirttiği gibi bir tutarsızlık bir bilgi eksikliği göze çarpmaktadır. Weber’in özellikle modern kentin oluşumu üzerine söyledikleri önemli ve üzerinde durulması gereken fikirleri içermektedir. Bu anlamda Weber, hem şehre hem de sosyolojiye katkıda bulunmuştur. Bundan dolayı şehir üzerine düşünen herkesin, fikirlerine katılmasa da mutlaka Weber’i okuması ve onun yaptığı tanımlama ve tasnifler doğrultusunda şehri yeniden ele alması gerekir. Çünkü Weber bir sosyolog olarak şehre nasıl ve hangi pencerelerden bakmamız gerektiğini söylemektedir. Bu yüzden şehri Weber’le birlikte yeniden düşünmeliyiz…

İkincisi Mekke tektanrıcı mesajın asli hüviyeti, kitlelerin duygusal ve sefahatle ilgili ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenen tasavvuf tarafından bozulmuştur. Sonuç, savaşçı tabakanın İslam’ı askeri bir ahlaka sürüklerken, sûfilerin İslam’ı, özellikle halk İslam’ını, mistik bir kaçış dinine yönlendirmesi olmuştur, diye yazar. Turner, 31


Ş ehir

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE, İMPARATORLUĞUN HAFIZASI;

OSMANLI ARŞİVLERİ DAİRE BAŞKANLIĞI Osmanlı Arşivi, dünya arşivleri arasında oldukça önemli bir yere sahiptir; çünkü, arşivlerimizde yalnız Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, Osmanlı Devleti’nin irtibat halinde bulunduğu Balkanlar, Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin tarihine ait bilgi ve belgeler de bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasi, sosyal ve bürokratik kurumlarının yakın dönem tarihine ışık tutacak belgeler de yine arşivlerimizde yer almaktadır. Dr. Önder BAYIR*

*T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanı

smanlı Devleti, kayıtların korunması bakımından güçlü bir geleneğe sahiptir. Arşiv malzemelerinin oluşturuldukları dönemlerde belli bir düzen içinde tutulup korunmaları, ve zaman zaman devrin arşivcilik anlayışına dayalı olarak düzenlemeye tabi tutulmaları bu güçlü geleneği ortaya koyan önemli etkenler arasındadır. Başlangıçta Osmanlı Devleti’nin nasıl bir kayıt geleneğine sahip olduğu bilinmemekle birlikte, Osmanlılardan çok önce uygulamaya konmuş olan defter sisteminin Osmanlıların bilinen ilk kayıt sistemlerinin oluşturulmasında kullanılması, bu sistemin Osmanlıların ilk dönemlerinde de uygulandığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Böylelikle düzenli bir kayıt tutma sistemi geliştirilerek bürokrasinin işlevini hızlı biçimde yerine getirmesi sağlanabilmiştir. Osmanlı Devleti’nde, başlangıçta, faaliyetlerle ilgili kesin hüküm içeren yazışmalar, ilgili fonksiyonları yürüten kalemlerde saklanan defterlere kaydedilmiştir. Çeşitli dairelerin kançılaryalarında alınan kararlar, defterlere kaydedilmiş ve bunlar, bürokrasinin alt kademelerine ait işlem görmüş evrak ve evrak müsveddeleri ile birlikte aylık olarak torbalara konmuş, bir yıllık evrak bu torbalarda üzerine ait olduğu daire adı ve içerdiği yılı belirten bir not düşülmüş ve çoğunlukla, deri kaplanmış sandıklarda saklanmıştır. Her sandığın üzerinde o sandık içinde bulunan evrakı gösteren etiketler yapıştırılmıştır. Defterler ise, senelere göre düzenlenmiş bir halde mahzenlerde kurum arşivinde saklanmıştır. Arşivlerin saklanıp korunduğu yerler de zamanına göre değişmiştir. Bursa başkent iken devlet kayıtlarının merkezi bir arşivde korunduğu bilinmektedir. Edirne’de Edirne Sarayı’ndaki divanhane ve ordu divanlarının toplandığı yerlerde korunmuştur. İstanbul’un fethinden sonra ise Yedikule civarında bir bina ve ardından Atmeydanı’nda ve Enderun-ı Humayun’da bu iş için arşiv depoları oluşturulmuştur. Topkapı Sarayı içindeki Kubbealtı yanındaki Hazine-i amire de arşiv deposu olarak kullanılan yerler arasındadır. Devletin merkez dairelerinde oluşan belgelerin saklanması ve korunmasındaki hassasiyet, taşra bürokrasisinde oluşan belgelerin saklanması ile korunmasında da gösterilmiştir. Taşra bürokrasisi görevlilerine, karar ve işlemlerini defterlere kaydetmeleri ve bu defterleri de muhafaza etmeleri emredilmiştir. Mahalli kadılar ve Beylerbeyiler, ellerinde olan bütün kayıtları kendilerinden sonraki görevliye teslim ederlerdi.

sayı//5// aralık 32


Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’a kadar, kalemlerde oluşan belgeler, tek konu tek belge ve defter sistemi ile üretilmiştir. Bir muamelenin aynı belge üzerinde düşülen ve derkenar denilen ek kayıtlarla tamamlanması bu dönemin temel özelliğidir. Evrak üzerinde 8-10 veya daha fazla kaydın düşülmesinin oldukça olağan olduğu bilinmektedir. Klasik dönemde bürokratik bir işlemin, geliştirilen hızlı muamele ilkeleri sayesinde uzun sürmesi, timar tevcih işlemleri hariç, pek rastlanan bir durum değildir. TANZİMAT SONRASI DÖNEMDE ARŞİVLER 28 Eylül 1846 (7 Şevval 1262) tarihide Mustafa Reşid Paşa’nın sadarete getirilmesi son dönem Osmanlı arşivciliğinde hareketli yılların başlamasında büyük rol oynamıştır. Öncelikle Babıali ve bürolarını içine alacak bir kurum arşiv binasının yapılması düşünülmüş ve mimar Fossati bunun için görevlendirilmiştir. Arşiv binasının yapımı başladığı sıralarda bu iş için uygun bir isim olarak Sadaret Mektupçusu Muhsin Efendi, Hazine-i evrak müdürü sıfatıyla göreve başlamıştır. Hazine-i evrak binası iki yılda tamamlanmıştır (1847). Hazine-i evrak ile başlayan Osmanlı arşivciliğinde ciddi adımlar, 12 Şaban 1267/12 Haziran 1851 tarihinde Babıali Evrak Odası’nın kurulması ile devam etmiştir. Hazine-i Evrak’ın arşiv çalışmalarını yürütecek bir birimin Babıali’de kurulması düşünülmüş ve 1851 yılında sadaret bünyesinde evrakla ilgilenmek üzere “Babıali Evrak Müdürlüğü” kurulmuştur. Evrak Odası, kuruluşundan itibaren iki ana bürodan oluşmuştur: Babıali Evrak Odası ve Dahiliye Kalemi. Babıali Evrak Odası, sadece merkezde bulunan nezaretler ve diğer daireler ile sadaret arasında yapılan yazışmaları yönetmemiş, aynı zamanda nezaret ve diğer dairelerden gelen yazıların sonuçlanmasını sağlamış ve odada kalan suretleri arşivlemiştir. Dahiliye Kalemi ise, taşra ile yapılacak muhaberatın kaydedilmesi, sonuçlandırılması ve müsveddelerin arşivlenmesi ile görevlendirilmiştir. Tanzimatla başlayan yenileşme hareketi, devlet genelinde bürokratik yeniden yapılanmayı beraberinde getirmiştir. Bu gelişmelere paralel olarak merkezi bürokrasisinde -Evkaf, Zabtiye, Ticaret ve Nafia, Sıhhiye ve Maarif Nezaretleri gibi bütün Nezaret ve kurumlarda - arşivlerin kurulması yoluna gidilmiştir. II. Meşrutiyet dönemi (1908-1922) Osmanlı arşivciliği bakımından bazı yeniliklerin yaşandığı bir dönemdir. Abdurrahman Şeref Bey’in Vakanüvis olması, Tarih-i Osmani- Encümeni (TOE)’nin kurulması ve buna bağlı bir derginin Tarih-i Osmani- Encümeni Mecmuası (TOEM)’nın yayın hayatına başlaması bu canlılığın nedenleridir. Hazine-i evraktaki tasnif 33


Ş ehir

düzenleme çalışması sırasında belgeleri 16 başlık altında toplamıştır. Ayrıca Kamil Kepeci de defterlerin tasnifinde çalışmış ve kalemlerine göre ayrılan defterleri 18 gruba ayırmıştır. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yapılan çalışmalardan biri de I. Dünya Savaşı sırasında Sadaret, Dahiliye, Hariciye, Nezaretlerinin ve Şura-yı Devlet arşivlerinin “Babıali Hazine-i Evrak Müdüriyet-i Umumiyesi” adı ile birleştirilmesi girişimidir. Bu, bir ölçüde arşivlerin bir kalemden yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bunun için bir komisyon oluşturulmuş ve bir nizamname hazırlanmıştır

işi Abdurrahman Şeref Bey’in başkanlığında (1909), Hazine-i Evrak Müdürü Refik Bey ile TOE azalarından Arif Bey’e havale olunmuştur. Dört yıl süren bu düzenleme çalışmasında düzenlenen evrak padişahların saltanat sürelerine göre ayrılmıştır. 1914-1920 yılları arasında ise bir başka komisyon düzenleme çalışması yürütmüştür. 15 Aralık 1920’de ise, komisyonun başına Ali Emiri Efendi getirilmiştir. Ali Emiri Efendi, kendisinden önce yapıldığı gibi, saltanat sürelerine göre ayrılan evrak ve defterlerin düzenlenmesi işini devam ettirmiştir. Üç buçuk yıl süren bu çalışma Nisan 1924’te sona ermiştir. Ali Emiri Efendi’nin görevinden ayrılmasından sonra bu göreve Başmemur unvanı ile İbnüleminMahmud Kemal (İnal) Bey getirilmiştir. Bu komisyonun çalışması ile birlikte evrak konu esaslı olarak düzenlenmiştir. Muallim Cevdet Bey ise, 1932-37 yılları arasında yürüttüğü sayı//5// aralık 34

CUMHURİYET DÖNEMİ VE OSMANLI ARŞİVİ DAİRE BAŞKANLIĞI’NIN KURULMASI Cumhuriyet dönemi arşiv çalışmaları Cumhuriyetin henüz ilk yıllarında başlamıştır. Osmanlı döneminden kalan Sadaret evrakının korunması amacıyla Başvekalet Kalem-i Mahsus Müdürlüğü’ne bağlı olarak Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği adı altında bir daire kurulmuştur. Bu daire, 1927 yılında, Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği şeklinde değiştirilerek, Başvekalet Müsteşarlığı’na ve 1929 yılında başvekalet teşkilatı içerisinde, Başmuamelat Müdürlüğü’ne bağlanmış, 20 Mayıs 1933 yılında 2187 sayılı Kanun ile de Ankara’daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul’daki Hazine-i Evrak Muavinliği, Başvekalet teşkilatı içerisinde Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü şeklinde birleştirilmiştir. Bu değişiklikler bunlarla sınırlı kalmayarak 19 Nisan 1937 tarih ve 3154 sayılı Kanun ile İstanbul’daki birim, Ankara’daki birimden ayrılarak, Başvekalet teşkilatı içinde Müsteşara bağlı, ancak bağımsız bir Arşiv Dairesi statüsüne kavuşturulmuştur. 29 Haziran 1943 tarih ve 4443 sayılı Kanun ile de Başvekalet Müsteşarlığı’na bağlı bir Başvekalet Arşiv Umum Müdürlüğü kurulmuştur. 27 Şubat 1982 tarih ve 8/4334 karar sayılı “Bakanlıkların Yeniden Düzenlenmesi ve Çalışma Esaslarının Yürürlüğe Konulması Hakkındaki Bakanlar Kurulu Kararı” ile, Başbakanlık Teşkilatı içerisinde Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı kurulmuş ve bu birim daha sonra Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesine alınmıştır. OSMANLI ARŞİVİ’NİN ÖNEMİ Osmanlı Arşivi, dünya arşivleri arasında oldukça önemli bir yere sahiptir; çünkü, arşivlerimizde yalnız Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, Osmanlı Devleti’nin irtibat halinde bulunduğu Balkanlar, Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin tarihine ait bilgi ve belgeler de bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasi, sosyal ve bürokratik kurumlarının yakın dönem tarihine ışık tutacak belgeler de yine arşivlerimizde yer almaktadır. Bundan dolayı


Osmanlı Arşivi yalnız milli arşiv değil, uluslar arası bir arşiv niteliğindedir. Osmanlı Arşivi’nde 95 milyon civarında belge ve 380 bin defter bulunmaktadır; ayrıca Osmanlı hinterlandındaki 40’a yakın bağımsız devletin tarihine ait bilgi ve belgeler de yine bu Arşivimizde yer almaktadır. Osmanlı Arşivi’nde bugüne kadar 95 değişik ülkeden 50 bin kişi araştırma yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Araştırıcılar kendi ülkelerinin milli tarihlerinin yanı sıra, Osmanlı Devleti’nin bürokratik, siyasi, sosyal ve iktisadi durumunu araştırmaktadırlar. Osmanlı Arşivi, bütün bunların yanı sıra tarihi kökenli pek çok hukuki meselenin ve kişi haklarının ispatı açısından başvuru mercii olduğu gibi, devletlerarası hukuku ilgilendiren ihtilaflı meselelerin de çözüm merkezidir ve bu bakımdan da uluslar arası camiada da çok itibarlı bir yere sahiptir. Modern arşivcilik teknikleri kullanılarak bilgisayar ortamında ilk katalog 1991 senesinde hazırlanmış, o günden bugüne kadar da bilgisayar ortamında katalog hazırlama çalışmaları sürdürülmektedir. 2002 senesinde arşivimizde kurulan otomasyon sistemi ile birlikte, kataloglar araştırma salonunda ve ayrıca internet üzerinden bilgisayar ortamında taranmaya başlanmıştır. Katalog hazırlama çalışmaları halen başarı ile sürdürülmektedir. Tasnifi tamamlanan evrakın en kısa zamanda katalogları hazırlanarak araştırıcıların ve ilim camiasının hizmetine sunulmaktadır. Araştırma salonumuz ve web sayfamızda, hal-i hazırda Cevdet Tasnifi Evrakı, İbnü’l-Emin Tasnifi Evrakı, Kamil Kepeci Tasnifi Evrakı, Hatt-ı Hümayunlar, Divan Defterleri (Mühimme Defterleri, Ahkam Defterleri, Şikayet Defterleri vb), Tapu-Tahrir Defterleri, Vakıf Defterleri, Sicill-i Ahval Defterleri, 1310 öncesi ve sonrası İradeler, Temettuat Defterleri, Maliyeden Müdevver Defterler gibi araştırıcıların çok ilgi gösterdikleri bir çok defter ve belge fonu araştırıcılarımızın hizmetine sunulmaktadır. Araştırıcılarımızın bu fonlarla ilgi belge ve kopya talepleri çok kısa bir sürede karşılanmaktadır.

arşiv ünitelerini bir arada toplamak ve modern arşivcilik ihtiyaçlarını tam olarak karşılayabilmek maksadıyla İstanbul İli Kağıthane İlçesi’nde “Arşiv Sitesi” inşa edilmiştir. Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı oldukça yoğun bir yerli ve yabancı araştırmacı potansiyele sahiptir. Mevcut arazi, ekseriya akademisyen olan bu araştırıcıların kolaylıkla ulaşabileceği bir mahalde bulunmaktadır. Arşivlerimizin en önemli ve öncelikli hizmetlerinden biri ceddimizden bize intikal eden bu son derece kıymetli evrakı, mukaddes bir vazife şiarıyla en doğru şekilde gelecek nesillere aktarmaktır. Bunun de en önemli yolu, arşiv materyalinin her türlü yıprandırıcı tesirden uzak modern depolama alanlarında muhafaza edilmesidir. Bu bakımdan Arşiv Sitesi depoları modern depolama şartlarının tamamını haizdir. Arşiv Sitesi’nde modern arşivcilik hizmetlerinin sunabileceği takriben aynı anda 350 kişinin hizmet alabileceği bir Araştırma Salonu bulunmaktadır. Araştırma Salonu, dünya arşivleri arasında en yoğun araştırıcı potansiyeline sahip araştırma merkezidir. Bu salon evrağın depolardan, Araştırma hizmetlerine çok kısa sürede ve yıpratılmadan ulaştırılabileceği bir şekilde dizayn edilmiştir. Ayrıca bir ihtisas kütüphanesi de yer almaktadır. Arşiv Sitemiz dünyanın en büyük ve prestijli arşiv komplekslerindendir ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de onur duyacağı kamu binalarından biridir.

ARŞİV SİTESİ’NİN ÖNEMİ Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı sayı ve ilmi değer itibariyle bu kadar ehemmiyeti haiz olmasına rağmen, evrakın tek ve sağlıklı bir merkezde depolayacak; tasnif, restorasyon ve araştırma hizmetleri gibi birbiriyle ilişkili ve bu hizmetlere uygun inşa edilmiş arşiv mekanlarına sahip bulunmamaktaydı. İstanbul’un farklı mahallerinde yer alan arşiv üniteleriyle (Sultanahmet Merkez Bina, Sultanahmet Vilayet Bahçesi Tasnif ek binaları ve depo, Bağcılar depo) bütün arşivcilik hizmetleri aksamadan yürütülmeye çalışılmıştır. İstanbul’un ayrı alanlarında dağınık halde bulunan 35


Ş ehir

TRABZON

KADÎM BİR MEDENİYET ŞEHRİNDEN YORGUN BİR KENTE…

Fatih’in fethettiği, Yavuz’un 29 yıl yönettiği, Kanuni’nin doğduğu ve yetiştiği şehir olan Trabzon, dünyada “PaxOttomana: Osmanlı Barışı”nı gerçekleştirenlerin zihin kodlarının şekillendiği şehir idi. Yahya DÜZENLİ

rabzon…Bir zamanların rüya görebilen, gördüğü rüyaları tabir eden ve gerçeğe dönüştürebilen şehri… Dörtbin yıllık tarihsel derinliğe sahip, kadîm bir medeniyet şehrinin insanzaman-mekân ölçeğinde“yaşanmaya değer bir hayat”ın tecellisine zemin hazırlayan gerçekliğe dönüşmesi, onun zamanın ihtiyacı ve mekânın gereğini yerine getirmesiyle kaimdir, dersek Trabzon’u şehir kimliğiyle doğru bir yörüngeye oturtmuş olur muyuz? Şüphesiz, bütün medeniyet şehirleri için geçerli olan bu tespitimizi Trabzon kadîm kimlik ve ruhu ile fazlasıyla hakediyor… Dört bin yıllık yaşanmışlık… Gerçekliği tartışılmaz hale gelen ‘Trabzon’a ait bu dört bin yıllık geçmiş’ iddiasının sahibi 1827 yılında “Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi” isimli eserin sahibi Alman filolog J.P. Fallmerayer. Sözkonusu eserinin önsözünde bu iddiasını temellendirdikten sonra şunları söylüyor: “… Trabzon’un M.Ö. 2000 sene evvel kurulmuş olduğunu iddia edersek, hiçbir kimse bizi, hayali ve pek az tarihi imkanı olan bir iddiaya kalkıştık diye mes’ul edemez..” Peki, bu iddiaya göre insanlık tarihinin en kadîm şehirlerinden olan Trabzon, birkaçı hariç antik tarihçilerin niçin dikkatini çekmemiştir? Bu soruya Fallmerayer şu cevabı veriyor: “… Trabzon eski dünyanın pek az ziyaret edilen saklı bir cihetinde, dalgalı denizlerle sarp dağların arasında kurulmuştur. Eski zamanın büyük fatihlerinin eline geçmediğinden dolayı tarihçilerin de kalemine düşmemiştir…” Kadîm tarihsel gerçekliğiyle tüm zamanlar boyunca coğrafyacıların, seyyahların, antropologların, tarihçilerin, arkeologların, filologların, sosyologların, etnologların, etimologların, vs. dikkatini çekmiş, adeta laboratuvar niteliğinde bir tarihî şehir… TARİHÎ İPEK YOLUNUN ÖNEMLİ ŞEHİRLERİNDEN… İlk antik kaynaklarda Herodot’un üzerinde yaşadığı topluluklardan bahsettiği, Ksenephon’un, Strabon’un bizzat görüp “Trapezus” olarak yazdığı Trabzon… C. Texier’in, Chalcocondyles’in, Fallmerayer’in, Clavijo’nun, Miller’in, Finlay’in, Janssens’in, Kritovoulos’un, Mihailoviç’in, Bijikyan’ın, Bryer’ın, Lowry’nin, Michael E. Meeker’ın, Brendemoen ve daha birçok yabancı tarihçi, antropolog, seyyah,

sayı//5// aralık 36


filolog ve dilbilimcilerin eser ve anlatımlarına konu olmuştur. Anadolu’nun antik tarihi coğrafyasında jeo-stratejik bir konuma sahip.. Tarihî ipek yolunun önemli şehirlerinden… Pelasglar’ın, Roma’nın, Bizans’ın, Pers’lerin, Komnenosların, Selçuklu ve Osmanlı’nın taç şehri…

“Âb u hevasının letafetinden hazzedüb bu şehrin ismine Tarab-efzûn dediler.” “Kim yiğitliğiyle namdar ve yarar tüvânâ feta bahadırları vardır.” “Âl-i Osman’dan dörd padişaha bu Tarab-efzûn tahtgâh olmuş. Camî’î düvelde taht-ı kadîmTarabefzûn’dur.”

Doğuyu batıya, batıyı doğuya, kuzeyi güneye, güneyi kuzeye bağlayan yolların kesiştiği, sadece ticaret mallarının değil, kültürlerin, geleneklerin de mübadele edildiği bir köprü şehir… Malların mübadele edildiği, kültürlerin karşılaştığı, değişik toplulukların bir arada yaşadığı bir şehir…

MÜZEYYEN ŞEHİR “Tarihî aidiyet zorlayıcıdır” gerçeğinden hareketle, modern zamanların Trabzon’unda şehrin aidiyet damarlarının pıhtılaştığına, eklem ağrılarının arttığına şahit oluyoruz. Tanzimat’la başlayan, Meşrutiyet ve Cumhuriyetle devam eden “tarihi hatırlatan her şeyi ihmal ve imha etme” zihniyetinin musallat olduğu en önemli medeniyet taşıyıcısı şehirlerden birisi Trabzon’dur.

Bütün bu tarihî derinlik ve birikimi XV. yüzyılın Osmanlı medeniyet havzasında yeni bir muhteva ve forma kavuşturan, Fatih’in fethettiği, Yavuz’un 29 yıl yönettiği, Kanuni’nin doğduğu ve yetiştiği şehir olan Trabzon, dünyada “PaxOttomana: Osmanlı Barışı”nı gerçekleştirenlerin zihin kodlarının şekillendiği şehir idi. SANCAK MERKEZİ Osmanlı’nın klasik döneminde (XV-XVI. yy.) büyük bir stratejik vukûfiyete sahip Fatih Sultan Mehmed’in coğrafyanın kalbi sayılan İstanbul’u 1453’de, en doğudaki muhkem şehir Trabzon’u 1461’de, en batıdaki şehir Saraybosna’yı ise 1463’de fethetmesi bu üç şehrin “özel” konumlarına işaret etse gerek… Trabzon, bu konumuyla (Trabzon, Rize, Gümüşhane ve Giresun’un dahill olduğu) özel kanunnameleri bulunan sancak merkezi olmuştur. Trabzon’un fethi sırasında Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun’un Fatih’e gelip; “Hey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmetler çekmek nedir?” diye fetihten vazgeçirmek istemesine “Valide! Valide! Seyf-i İslâm benim elimdedir. Bu can o uğurda fedadır, meşakkatten nice korkarım?” cevabıyla Trabzon’un fethi ve imarı, düne verilmiş, bugüne uzanmış önemli bir mesaj olarak misyon adamlarını beklemektedir. Medeniyet coğrafyası seyyahı Evliya Çelebi, XVII. yüzyılda “m’amur-ı kadîm” dediği ve hayranlığını seyahatnamesinde “Evsâf-ı şehr-i azîm ve kal’a-i ma’mur-ı kadîm” başlığı altında anlattığı Trabzon’dan bahsederken öyle ifadeler kullanıyor ki, bugünkü Trabzon’a baktığımızda “Evliya Çelebi acaba rüyasında gördüğü bir hayâli şehirden mi bahsediyor?” demekten kendimizi alamıyoruz. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Trabzon’la ilgili şu bir kaç cümle bu açıdan dikkat çekicidir: “Bu şehr bağ-ı İrem’den nişan verir bir şehr-i müzeyyendir. “

Evliya Çelebi’nin müzeyyen şehir olarak tanımlamasından bugüne toplumsal tarih süreçleri bakımından çok uzun olmayan bir zaman dilimi geçmesine rağmen, bugünün Trabzon’una baktığımızda şehrin dünkü müzeyyenliğini bugüne taşıdığını ne yazık ki söyleyemiyoruz.

“Tarihî aidiyet zorlayıcıdır” gerçeğinden hareketle, modern zamanların Trabzon’unda şehrin aidiyet damarlarının pıhtılaştığına, eklem ağrılarının arttığına şahit oluyoruz. Tanzimat’la başlayan, Meşrutiyet ve Cumhuriyetle devam eden “tarihi hatırlatan her şeyi ihmal ve imha etme” zihniyetinin musallat olduğu en önemli medeniyet taşıyıcısı şehirlerden birisi Trabzon’dur

Şehre karşı estirilen bütün yabancılaştırıcı rüzgârlarla karşı ne kadar zorlanırsa zorlansın, şehrin köklerinden kaynaklanan “direnme gücü” bir yere kadar kendisini koruyabiliyor. Ancak üzerinde yaşayan insanın ‘tahrip gücü’ ve zamanın herşeyi silip süpürücü etkileri, yüzyılların medeniyet şehirlerini bile yokedebiliyor, onlardan hiçbir iz bırakmayabiliyor. Trabzon da bu tahribattan azamî derecede payını almış ve şehre musallat modern zaman virüsleriyle uğraşmaktadır. Büyük ölçüde kaybolmuş, sadece Osmanlı’dan tevarüs eden bazı mekânlarıyla son ruh çırpınışlarını yaşayan Trabzon, bugün mekân kimliğini de kentsel dönüşüm tahribatıyla kaybetmeye başlamıştır. BİR ZAMANLAR HALKI MAARİF EHLİYDİ Şehre ruh veren insan-şehir-mekân ilişkileri de deforme olmuş, bir zamanlar köylüleri için bile “halkı maarif ehlidir” denilen Trabzon’un “maarif ehli şehirli”si de ne yazık ki kalmamıştır! Oysa; Osmanlı dönemindeki ârif ve münevverleriyle, basiret sahibi Valileriyle (Sırrı Paşa, Süleyman Nazif, M. Ali Ayni, vs.), FikirEdebiyat-Sanat adamlarıyla (Halil Nihat, İsmail Safa, Osman Turan, vs.), ayrıca Trabzon’da bir süre de olsa yaşayan ve eserlerine konu edinen (Necip Fazıl, A.Hamdi Tanpınar, Ahmet Refik, İsmail Habip ve daha birçok) tarih, kültür, sanat 37


Ş ehir

siyasîleriyle, üniversitesi, sivil toplum örgütleri ve sair unsurlarıyla kendisini idrakten uzak bir trajediyi yaşamaktadır! “Yabancılar” onu anlamış ve anlamlandırmış, fakat “yerli görünümlü” sorumluları onu anlamak şöyle dursun, sadece müktesebatının kendisine sahip çıktığı çırpınışlara mahkûm etmişlerdir. “Kitapların takip ettiği”şehrin geldiği hazîn nokta; kitapları takip edemeyen şehir vakıasıdır.

Trabzon, tarihsel köklerinin nereye kadar uzandığıyla değil, o köklerin bugün hangi dallarda varlığını sürdürdüğünü esas alan bir ontolojik şehir gerçekliğine dönmek zorundadır. Tarihsel gerçeklik olarak mezarlıklarla veya ocaktaki küllerle varlık ifade etmek, yeni zamanlarda varlık gösterememiş, ortaya çıkamamış, kendini yeniden üretememiş şehirlerin kaçış gerekçesidir.

ve edebiyat adamlarınca ilgi çekmiş ve hakkında orijinal eserler vermişlerdir. Trabzon, en ıstıraplı günlerini ise “Harb-i Umumî” denilen 1. Dünya Savaşı yıllarında yaşamıştır. Savaşın şiddetli günlerinde Ruslar tarafından işgal edilmiş (1916-1918) ve şehir büyük ölçüde tahrip olmuştur. Müslüman halk açlık, çaresizlik, sefalet ve muhacerete mecbur bırakılmıştır. Yaklaşık yüz yıl sonra ise… Bu kez, özdeşleştiği futbol şehrin özgün kimliğini aşmış ve giderek Trabzon için bünyevî bir şehir enfeksiyonuna dönüşmüş, marka şehir kompleksinin sonucu AVM, gökdelen, iş kuleleri, rezidans ve güvenlikli sitelerle işgal ve ifsat edici bir dönüşüme kurban edilerek kimliksiz hale büründürülmüştür. Trabzon’un, bugün tarihî aidiyet ikliminden kopmamak için direnmekten artık ‘yorgun’ düştüğünü gözlemleyebiliyoruz. Bu yorgunluk onun modern şehir istilâlarıyla mücadele etmesini engelliyor. Belki de bu ‘yorgunluk’ yeniden başlamanın arefesidir, kim bilir? Yakın tarihten başlayacak olursak, kadîm geçmişi bir kenara bırakılıp beslenme damarları daraltılan ‘medeniyet şehirleri’nin ve tabii ki Trabzon’un iki yüz yıllık bir yabancılaşma rüzgârına karşı direnebilmesi, bu rüzgârdan korunabilmesi ve kendini ‘yeniden idrak, inşa ve ihya’ edebilmesi ne müthiş bir ölümkalım savaşıdır, düşünün. KİTAPLARIN TAKİP ETTİĞİ ŞEHİR Bugün dil ve diyalektiyle, kültür ve sanatıyla, ticarî potansiyeliyle, folklor ve mutfağıyla kendini yeniden üretebilecek potansiyele sahip bir şehir olarak Trabzon ne yazık ki yerel yöneticileriyle,

sayı//5// aralık 38

Kasvet ve karamsarlığın ağır bastığı bir ruh haliyle mi bunları söylüyoruz? Hayır! Geçirdiği istilâ, işgal ve yıkımlara rağmen ayakta kalabilmiş ama bugün şehir ruhunu giderek kaybeden, yeni zamanlarda farkındalık oluşturamamış, “kendi kalarak” yenilenememiş, dünkü ruh, şahsiyet ve kimliğini koruyarak bugüne taşıyıp, yarına aktaramamış bir şehrin aktüel gerçekliğine yalın bir biçimde vurgu yapıyoruz. Bugün zamandan kopmuş, kendisini “şehir” yapan mekânlarını ve ruhunu terk etmiş; ‘marka şehir, olimpiyat kenti, spor kenti’ gibi kompleks ve sanal söylemlerle malûl patolojik bir bünyeye bürünmüş bir şehrin gerçekliğinden bahsediyoruz. Trabzon’u “doğru” okumamız gerekiyorsa, panoramamızda ısrarla bu gerçekliği görmemiz gerekiyor. Bütün bunlara rağmen, Trabzon’u şemalara, şablonlara, barkotlara, hamasete ve kendisine ait olmayan bir vizyona hapsetmeden, gene de; bu şehrin “bir zamanlar kimliği, şahsiyeti vardı”, veya “bir zamanlar bizim de hayallerimiz, rüyalarımız vardı” bilinçaltı kompleksinden kurtularak yeniden rüya görebileceği, iddialarını güncelleyebileceği ses ve dilini hala korumuş olduğunu düşünmek, çok abartılı olmasa gerek. Trabzon, tarihsel köklerinin nereye kadar uzandığıyla değil, o köklerin bugün hangi dallarda varlığını sürdürdüğünü esas alan bir ontolojik şehir gerçekliğine dönmek zorundadır. Tarihsel gerçeklik olarak mezarlıklarla veya ocaktaki küllerle varlık ifade etmek, yeni zamanlarda varlık gösterememiş, ortaya çıkamamış, kendini yeniden üretememiş şehirlerin kaçış gerekçesidir. Hamasetten arınmış, bünye ifrazatlarını ve yabancı dokularını atmış, reel gerçekliğini tarihselliğiyle ilişkilendirmiş bir Trabzon, yeniden rüyaların şehri olmaya adaydır diye düşünüyoruz. Trabzon coğrafyası bugün yeni bir yaşayan tarih ve şehir bekliyor.


MAHALLE

Muhsin, Bahattin, ben ve Yaşar’dık, Bulutların üzerinde, yıldızlara yakın yerde yaşardık.

Güneş falan batmazdı üzerimizde bizim. Gün inmezdi üstünden mahallemizin.. Birinin babası bakkal, birinin imam, Halleri-vakitleri yerinde, Evleri erzak dolu. Muhsin pek kıymetli, evin tek oğlu, Tuzcu Arif Ağa’nın afacanı ben, Herşeyi bilir geçinen, biraz ukalâ, ve her zaman kulakları kirişte, Çocukluk İşte.. Gündüzün fethe çıkardık bahçeleri, Çağla kurşunlar kuşlar gibi uçuşurdu tepemizde Tutuşurduk, bana mısın demezdik. Çürük su çeşmesinde yüzen gemiler, ah o gemiler.. Kağıttandı, binemezdik... Haccaba’nın yıkığı ören bir ev, ve önünde avlusu.. Ne savaşlar, ne saraylar yapardık Tuz develerinin çöktüğü yere. Haccaba taşlardı bizi durmadan Kafamı yardı kaç kere...

Pazar günleri herkes hamama giderdi, Önde babamız, komutan, arkada biz, elimizde keselerimiz, üç neferdik.. - Karaman’ın alt yanı dere, -aman ben yandımAslında biz orada çimerdik.. Akşamlar tez olurdu da yatasımız gelmezdi. Yatsak uyuyasımız gelmezdi. Geceler ateş böceği Ve otların arasından usulca geçen yazdı. Hepimiz hakan olurduk, Halk olmaya kimse kalmazdı.. Hey gidi hey, dün bir, bugün iki, İlkin Yahya yelken açtı öte yakaya, Otuzundaydı, daha erkendi, Tanrı Muhsin’e bir ödül verdi: Yirmi yıldır hasta kızına bakıyor, Bahattin postu Konya’ya serdi, kumaş satıyor. Yaşar’ım derdi -aman- hepimizden ziyâde: oğlu hayırsız çıktı, kızı bir ipsize kaçtı, Hop oturup hop kalkıyor.. Bana gelince efendim, Nereye el attıysam elimde kaldı, Kendime münâsip iş bulamadım. Lâfın kısası -söylemesi ayıpKulunuz, bir baltaya sap olamadım.. Kâmil UĞURLU 39


Ş ehir

ŞARK’IN HÜZÜNLÜ ŞEHRİ:

KUDÜS-i ŞERİF Hz. Ömer (r.a) Kıyame Kilisesi’ni dolaşırken namaz vakti gelmişti. ‘Peşimden gelecek Müslümanlar Ömer burada namaz kıldı diye oraya mescit inşa ederler” diyerek kilisede namaz kılmadı. Biraz ileride kıldı namazını. Daha sonraki dönemde Müslümanlar onun namaz kıldığı yere mescit inşa ettiler. Bu mescit bugün de ayakta. Yerden bir metre altta bulunan bu mütevazı mescit, yazın şiddetli sıcağında bile çok serin. *Doç. Dr. Süleyman DOĞAN

* Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi

y Kudüs, ey hüzünler şehri Ey gözlerinden kocaman yaşlar akan Kim durduracak düşmanları Üzerine çullanan, ey dinlerin incisi Kim silecek kanları duvarlarından İncil’i kim kurtaracak Kim kurtaracak Kur’an’ı Kim kurtaracak Mesih’i kendisini öldürenlerden İnsanlığı kim kurtaracak Ey Kudüs, ey şehrim Ey Kudüs, ey sevgilim Yarın, yarın çiçek açacak limon Sevinecek yeşil sümbüller ve zeytin Gözler gülecek Geri dönecek göçmen güvercinler Tertemiz yuvasına Ve geri dönecek çocuklar oynamaya Buluşacak babalarla oğullar Ey memleketim Ey barış ve bereket şehri” Yukarda ki şiir Nizar Kabbani’nin “Kudüs” isimli şirinin son iki bölümü. Şiiri çeviren ise İlyas Altuner. Kudüs tarihteki en eski şehirlerden, kayıtlara göre Mescid-i Haram’dan 40 yıl sonra kurulmuş. Kudüs şehri kurulduğunda çölden ibaretti, ne vadi ne de dağlara rastlanıyordu. Milattan 3 bin yıl önce, Şehre ilk hicreti Arap Kenâniler yaptı. Bu göçler Arap yarımadasının kuzeyine gerçekleşmiştir. Kudüs şehri göçler sonucunda genişledi ve Akdeniz’e kadar uzandı. Bölgenin adını Kenan yeri (Nehirden Denize kadar olan bölgede) koydular. Kenan bölgesin de Kenâniler bir şehir kurup adını Urşelim koydular, şehir merkezi haline getirdiler, vatan ve toprak sahibi oldular, bundan dolayı şehrin adı Yebus oldu. Bu bölgeye saldırılarda bulunan Mısırlıların ve Sina çölündeki kaybolan İbrani kabilelerin saldırılarına karşı çıktılar ve o bölgeye sahip oldular. Kenâniler yıllar boyunca bu bölgeye olan saldırılara da karşı çıktılar. Müslümanlar’ın 636’daki Kudüs muhasarası şiddetlenince Patrik Sophronius, şehrin surlarından seslendi: “Şehri teslim etmek istiyoruz, ancak mü’minlerin emiri gelmeli.” Durumu haber alan Hz. Ömer, yanında bir binek ve bir hizmetçisi ile Kudüs’e doğru yola çıktı. Şehre vardığında patrikle birlikte Hıristiyan ahalinin, Şam kapısında kendisini karşıladıklarını gördü. Onu, hizmetçisi binekte kendisi de yuları tutar vaziyette gördüklerinde tanzim için önünde secdeye kapandılar. Bineğin üzerinden asasıyla onları dürten hizmetçi “Yazıklar olsun size! Başınızı kaldırın, Allah’tan başkasına secde edilemez” diye bağırdı. Başlarını

sayı//5// aralık 40


kaldırdılar, Patrik köşeye çekilip ağlamaya başladı. Gönlü müteessir olan Hz Ömer, “Üzülme, rahat ol. Dünya dönektir; gün vardır lehinedir, gün vardır aleyhinedir” sözleriyle teselli etmek istediğinde Patrik Sophronius cevap verdi: “Saltanatı kaybettiğim için değil; sizin hâkimiyetinizin sonsuza dek devam edeceğini anladığımdan ağladım. Zulmün hâkimiyeti bir andır; adaletin hâkimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir idare zannetmiştim.” Hz. Ömer (r.a) Kıyame Kilisesi’ni dolaşırken namaz vakti gelmişti. ‘Peşimden gelecek Müslümanlar Ömer burada namaz kıldı diye oraya mescit inşa ederler” diyerek kilisede namaz kılmadı. Biraz ileride kıldı namazını. Daha sonraki dönemde Müslümanlar onun namaz kıldığı yere mescit inşa ettiler. Bu mescit bugün de ayakta. Yerden bir metre altta bulunan bu mütevazı mescit, yazın şiddetli sıcağında bile çok serin. Daha sonra Mescid’i Aksa’nın çöplerle kaplı olduğunu gördü. Abasını yere serdi ve çöpleri toplayıp vadiye boşalttı. Müslümanların reisleri ve ordu komutanları da onun gibi yaparak mescidi tertemiz yaptılar. Sonra üzerine bir mescit bina edildi. KUDÜS’TE SELAHADDİN EYYUBİ DÖNEMİ Hz. Ömer (r.a) devrinden sonra Emeviler şehri kontrol altına aldılar ve çok önem verdiler. 661 ile 750 yılları arasında hüküm sürdüler. Abbasiler 750 ile 878 yılları arasında Kudüs şehrine hâkim oldular. Abbasiler, Fatimiler ve Karmatiler arasında olan askeri darbelerden dolayı şehirde istikrarsızlık yaşandı. 1071 tarihinde Selçuklular şehre hâkim oldu. Daha sonra Fatimilerle yaptıkları çatışmalardan dolayı haçlılar 88 yıl Kudüs’ü işgal ettiler. Toloni, İhsidi ve Fatimiler (Mısırlılar) zamanında Kudüs ve Filistin Mısıra tabi oldu. 1187 yılında Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü Hittin Savaşında haçlıların elinden geri almayı başardı. Kudüs halkına en iyi şekilde muamele yaptı. Kübbetü’s Sahra’nın üstündeki haç işaretini kaldırttı. Şehrin restore, mimari ve yenilenmesine çok önem verdi. Mübarek Mescid-i Aksa’ya Nureddin Zenki’nin hazırlamış olduğu minberi hediye etti. Bu minberin işlemesi İslam şaheserlerindendir. Selahattin Eyyübi’nin vefatından sonra Fransızlar kral Federik zamanında Kudüs’ü tekrar ele geçirdiler. İngilizlerin elinde 11 yıl boyunca kaldı. 1244 yılında Salih Kral Necmettin Eyyüp tarafından tekrar Müslümanlar tarafından geri alındı. 1243 ile 1244 yılları arasında Moğollar saldırıda bulundular ve şehri aldılar. Fakat Memluküler

1259 yılında Ayn Calut savaşında Seyfettin Kutz ve Zahir Bibars önderliğinde Moğolları yendiler. Ve 1517 yılına kadar Filistin Kudüs dâhil Mısır ve Şam’a hâkim olan Memluklerin hâkimiyetinde kaldı. OSMANLI KUDÜS’TE Osmanlılar 28 Aralık 1516’da Sinan Paşa önderliğinde, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinde Kudüs’e girdiler. Kudüs’ün Fethinden sonra Yavuz Sultan Selim Mukaddes Kudüs şehrini 31 Aralık 1516 tarihinde ziyaret etti ve şehrin ismini Kudüs-i Şerif olarak değiştirdi. Osmanlı Devleti için Kudüs, 400 yıl ve her zaman büyük önem taşımıştır. Kanuni Sultan Süleyman, Sultan 4. Murad, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve 2. Abdülhamid han Kudüs-i Şerif için pek çok hizmette bulunmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs’e 40 milyon akçe, bugünkü bedelle yaklaşık 1 trilyon 500 milyar lira vakfederek burayı bayındır kılmıştır. Yaptırdığı eserlerden sadece çeşmelerin sayısı 18. Sebil el-Silsile. Elvaad Kanuni Çeşmesi. Babel Nezir Çeşmesi. Kudüs Köprüsü üzerinde Sebil bil-Kadissultan. Kudüs Kalesi ve kalenin girişinde Kanuni Namazgâhı. Kale içinde bulunan Lala Mustafa Paşa Camii bulunmaktadır. Caminin minaresinin 19. yüzyıldan bu yana Davut kulesi adıyla anılmaktadır.

41


Ş ehir

HER TAŞINDA AYRI BİR HATIRA Eski Kudüs çevresi surlarla çevrili. Hazreti Ömer’in fetih sırasında girdiği Şam Kapısı’ndan girişte surun üstünde eli tetikte bekleyen İsrailli askerler karşınıza çıkıyor. Surların alt kısmında ise Müslüman kadınlar meyve ve sebze satıyorlar. İlerledikçe İstanbul’un ‘Mahmutpaşa’sını andıran manzaralarla karşılaşıyorsunuz. Biraz daha yol aldığınızda ise sanki ‘İstanbul Kapalıçarşı’ çıkıyor karşınıza. Bu bölgelerde esnafın hepsi Müslüman. Yolda ilerledikçe yer yer İsrail askerlerine rastlıyorsunuz.

OSMANLI SONRASI (İSRAİL VE İNGİLİZ İŞGALİ) 09 Aralık 1917 tarihinde Kudüs Şehri İngilizlerin eline geçti ve İngiliz mandası haline gelerek Filistin’in başkenti oldu.14 Mayıs 1948 tarihinde İngilizler Kudüs şehrinden çıkarak, bölgede İsrail işgalci devleti kurdular ve o tarihte Arap İsrail çatışmaları başladı. Filistin’in 5’te 4’ünü işgal ettiler. Kudüs şehri o tarihte ikiye ayrıldı, Batı Kudüs İsrail işgali altında kaldı, doğu Kudüs Ürdün kontrolünde Müslüman Arapların elinde kaldı. 1967 savaşının 7. Gününde İsrail Kudüs Eski şehrinin tamamını işgal etti. Bu işgal hala devam etmektedir. Bu süreç içinde şehir halkı işgale karşı direnişe devam ettiler. Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa İsrail tarafından yönetilmektedir. İsrail’in Kudüs’ü Yahudileştirmeye yönelik çalışmaları devam etmektedir. Müslüman Arapları şehirden çıkarmak için planlar kuruyorlar. Siyasi ve Demografiyi değiştirmeye çalışıyorlar. Kudüs Şehri Adaletin ve Hukukun var olduğu bir ortamı aramaktadır ve bu ortama kavuşmak için gelecek günü özlemle beklemektedir. 1967’den önce hacca giden dedelerimiz hep Mescid’i Aksa’yı anlatırlardı. 1967’deki İsrail ile beş Arap ülkesinin katıldığı savaş, İsrail’in daha fazla toprak işgaliyle sona erdi. Yani Arap ülkeleri mağlup olmuşlardı. Ardından Müslümanlar’a Kudüs yolu kapandı. Hacılarımız Kudüs’e gidemez oldu. Kutsal toprak resmen işgale uğradı.

sayı//5// aralık 42

Şam Kapısı’ndan bir kilometre kadar içeride, Aksa ile karşılaşıyorsunuz. Aksa Camii’nin bulunduğu külliyeye önceden yedi kapıdan girmek mümkünmüş. Şu anda ise sadece 4 kapıdan Aksa’ya giriliyor. Aksa’ya girmek için önce İsrailli asker ve polislerin, ardından Müslüman görevlilerin kontrolünden geçiyorsunuz. Aksa’da ayrı bir atmosfer karşılıyor sizi. Namazgahların, şadırvanların, medreselerin kimisi çok eski, kimisi Selahaddin Eyyubi’den kalma, kimisi de Osmanlı eseri. Her yapının ayrı bir mimari özelliği var. Kubbetü’s Sahra, altınla kaplamalı büyük kubbeli yer. İçine girdiğinizde ortada hemen Hacer’i Muallak (Asılı Taş) ile karşılaşıyorsunuz. Peygamber Efendimiz’in Mirac’a çıkarken uğrayıp namaz kıldığı ve geri dönerken O’nunla gelmek isteyen taş. Efendimiz’in ‘Sakin ol ve yerinde dur’ işaretiyle yerinde kalmış. Taşın hemen altında, Efendimiz’in, Hz. Zekeriya (a.s.) ve Hz. İbrahim (a.s.)’in makamları var. Buraları Müslümanlar ziyaret ederek iki rekat namaz kılıyorlar. Buralarda bulunup bu havayı teneffüs etmek fevkalade bir duygu. Kıble mescidinin altında Yahudiler’in ağlama duvarı ve Hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan çeşitli kiliseler var. Yahudiler özellikle günbatımı esnasında ağlama duvarına gelerek, kadın ve erkekler ayrı ayrı mekanlarda ayin yapıyorlar. Ağlama duvarı Aksa’nın kuzey tarafında, çukur bir yerde bulunuyor. Aksa etrafında ve hatta herhangi bir yerde Yahudiler’e yer satan Müslümanlar ihanetle suçlanıyor. Hatta Aksa’nın yakınındaki evini Yahudiler’e satan bir Müslüman’ın cenazesi Aksa’ya geldiğinde hiçbir imam namazını kıldırmamış. Buna rağmen Yahudiler yer almak için çok yüksek paralar veriyorlar. MESCİD’İ AKSA’DA CUMA NAMAZI Cuma saatinde gayrimüslimler Aksa’ya alınmadığından, camiye gelenler Filistinli iç güvenlik görevlileri tarafından kısa bir sorgulamadan geçiriliyor. Türk olduğumu söylediğimde, Müslüman olup olmadığımı sordular. Müslüman olduğumuzu ispatlamak


için herhangi bir sureden birkaç ayet okumamı istediler. Mescidin içinde ve bahçesinde 500 kişi görev yapıyor. Bunların maaşları Ürdün Krallığı tarafından ödeniyor. Mescitte sabah namazları bir saf bile olmuyor. Hâlbuki Aksa etrafında oturan bir hayli Müslüman var. Bu da Mescid için ayrı bir gariplik olsa gerek. Cuma günü mescide girer girmez bir atmosferle birlikte buruklukla karşılaşıyorsunuz. Ortalık ana baba günü. Tam bir bayram havası. Özellikle Filistinli çocuklar, Kudüs ve etrafından gelen Müslümanlarla Aksa, insan selinden geçilmiyor. Müslümanların yüzleri pırıl pırıl, içten, canlı fakat hüzünlü. Selam verdiğinizde hele bir de Türk olduğunuzu söylediğinizde olağanüstü bir ilgiyle karşılaşıyorsunuz. Hemen hemen herkes Osmanlı’yı ve hasseten Abdülhamid Han’ı yad etmeden geçmiyor. Eskiden İsrail ile yapılan anlaşmalardan dolayı Türkiye’ye biraz kırgınlar. Ancak şimdi İsrail ile Türkiye arasındaki uyuşmazlıktan dolayı Türkiye ve hassaten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a selam gönderiyorlar. Hele Abbas’tan söz açılınca içleri o kadar doluyor ki, gözyaşlarını tutamıyorlar. Filistinliler, “Abbas yeni devleti kurduğunda büyük ümit beslemiştik. Ancak şimdi Abbas’ın bölgesindeki Müslümanlar başka tarafa çıkamıyor. Bizler de Hamas’ın özerk bölgesine gidemiyoruz. Bu mu Filistin devleti?” diye soruyorlar. AKSA’YI YIKMAYA ÇALIŞIYORLAR İmam ateşli bir hutbe irad ediyor. Hutbede “Zalim işgalci İsrail devleti Aksa’yı yıkmak için alttan alta kazı yapmak bahanesiyle çukurlar açıyor. Bunların gayesi Aksa’yı yıkmak ve bizleri buradan çıkarmak. Bu zalimlere fırsat vermeyelim, uyanık olalım. Nerede İslam ülkeleri ve Müslümanlar? Allah’ın yeryüzünde değer verdiği üç mescidden biri olan Aksa’yı yıkmak için uzanan elleri kim kıracak? Aksa Müslümanların vakıf malıdır” diye açık açık beyan ediyor. Aksa’nın hemen altındaki Yahudi bölgesinde ise alt kazıların yapıldığı gözden kaçmıyor. İsrail resmi makamları her ne kadar böyle birşey yok diye açıklama yapsalar da, Aksa’nın altında kendilerince kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nı araştırma gayesiyle Aksa’nın desteklerini ortadan kaldırıyor. Buralarda ecdadımız Osmanlı’nın eserleri hâlâ ayakta. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın hayırları, vakıflar aracılığıyla halen ihtiyaç sahiplerine ulaşıyor. Kudüs, İslam dünyası için oldukça sıkıntılar yaşanan bir merkez. Kamuoyunun da yakından takip ettiği sıkıntıları yerinde görme ve ızdırabını yakından iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kudüs bizlere bir

sorumluluk yüklüyor. Ziyaret mekânları arasında en çok Kubbet-üs Sahra Camisi’nde yer alan, Hz. Muhammed (SAV)’in miraca yükseldiği yer olan Muallak Taşı’ndan etkilenmemek mümkün mü? Ey hüzünlü Şarkın sembol şehri Kudüs sen ne zaman özgür olacaksın diye insanın ayazı çıktığı kadar bağırası geliyor. Ancak duyan olur mu acaba?

Aksa’nın hemen altındaki Yahudi bölgesinde ise alt kazıların yapıldığı gözden kaçmıyor. İsrail resmi makamları her ne kadar böyle birşey yok diye açıklama yapsalar da, Aksa’nın altında kendilerince kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nı araştırma gayesiyle Aksa’nın desteklerini ortadan kaldırıyor. Buralarda ecdadımız Osmanlı’nın eserleri hâlâ ayakta. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın hayırları, vakıflar aracılığıyla halen ihtiyaç sahiplerine ulaşıyor. Kudüs, İslam dünyası için oldukça sıkıntılar yaşanan bir merkez. Kamuoyunun da yakından takip ettiği sıkıntıları yerinde görme ve ızdırabını yakından iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kudüs bizlere bir sorumluluk yüklüyor.

43


Ş ehir

TEFEKKÜR

KÜLTÜRÜ

Dakikaların ayar sahibine teslimiyet bir tefekkürdür. Aklı ve ruhu diri tutar. Aklın eşyayla bulanıklaşması, insanı Tanrı’dan uzaklaştırır. Emperyalist sinsilik devreye girer. Bir saat kelimesiz, bakışsız tefekkürün yetmiş yıllık ibadetten kıymetli oluşunu idrak elbette zordur. Tefekkür et. Aklet. İdrakin sınırlarını sonsuzun sırlarıyla beze. Recep GARİP

nsan ölümsüzlüğü özleyerek doğuyor olmalı. Öyle olmalı ki unutuveriyor ölümü. Ardında bırakıyor durmadan sancıları, dertleri, acıları. Unutulmayacak denli acılarla dolu olan ömrün her geçen anını unutuveriyor. Unutkanlığı da bir yapaylık, bir hastalık, bir kaçış. Kaçtığına bir gün mutlaka kavuşacağını bile bile kaçar. Ürkek bir ceylan gibi ya da bir tavşana benzeyen kaçışlarla seksek oynar. Ya umursamazdır ya da gaflet içindedir. Unutkanlık elbisesi, hiç birimizi kurtarmayacak oysa. Ben, sen, o, hiçbirimiz bu elbiseye sığınacak kadar uzun ömürlü de değiliz. Buna sebeptir ki unuturuz ölümü. Aklımızda türlü vesveselerle vaveylalar deprem çıkarsa da umursamaz insan. İnsan en çok iç sesine tıkanık. En çok gönül sesini duymaz. En çok kalbine gelen sesi reddederek diğerini tercih etmekle ölümü unutur ve öyle koşmaya, yaşamaya başlar. Yanılgı, kalbin ilk sesini duyamamaktır. Her defasında duyulan ve her defasında ikinci sese yönelen insan, ikinci sesi tercihle nefsin sesine, şeytanın fısıltısına yönelmiştir. Ya da İnsan ahmaktır dedi birileri. Birileri salak kelimesini tercih etti. Oysa Kuran diyor ya; “insan ne çok unutkandır, akletmez, düşünmez, tefekkür etmez” diye. Bir de nankörlüğünden bahseder. İkaz ayetleri bakın bizlere nasıl seslenmektedir; AKLEDELİM DİYE… Hud suresi 51. Ayette; “Ey kavmim, buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim yaratana aittir. Akıl etmez misiniz?” Nahl suresi 12. Ayette ise; “Geceyi gündüzü, Güneş’i, Ay’ı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da Onun emrine boyun eğmiştir. Bunlarda, akıl edenler için dersler vardır.” Kasas suresi 60. Ayette; “Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha iyi ve devamlıdır. Akıl etmez misiniz?” Kamer suresi 17. Ayeti kerimede; “Kuran’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mu?” Zuhruf suresi 2. 3. ayetlerde ise; “Akıl edesiniz diye Kuran’ı Arapça okunan bir Kitap kıldık.” Bakara suresi 242. Ayet bir kez daha “Akledesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklamaktadır.”diye ikaz ediyor. Bu ikazlar sürüp gidiyor. Bir gün olur ya uyanırız, ayıkırız, tutarız belki diye. Hayatın bütün alanlarında var olan bu tür uyarılar doğal haliyle bize ulaşır. İnsan içinde bulunduğu durumdan, halden, mekândan ve makamdan azıcık uzaklaşabilse ve dönüp kendisine aynadan bir bakabilse? Kuran ayetleri kuşkusuz Allah resulü tarafından da insanlığın anlayıp düşünmesine, idrak ile tefekkür kapılarının aranmasına yollar göstermiştir. AN GELİR, ÖLÜM GELİR An gelir, ölüm gelir. Gözleri kara olanın yüreği

sayı//5// aralık 44


karaysa eğer karalar basmıştır gök kubbeyi. Karalar bağlayan, yaslı duran, sinsice kana giren bir sürgünü de haberdar eder. Sinsilik karaya bulanmıştır. Kara gözlü ceylanın bakışındaki düş, alıp götüren sonsuz ırmakların, soylu çınarların, sonsuz bir hükümdarın ışığını, nurunu, neşvesini taşıyor olmasındandır. Neşvesi aşk olanın, gözlerindeki sürme de karadır lakin o karalıkta zemzemi bir bahar muştusu da içten içe sürgünleri ayağa kaldırır. Kara gözlü ceylan yalcın dağların doruklarında çok ince, çok zarif ve çok narin ama rikkat içerisinde yürüyüşünü, hayatını sürdürür. Kendisine bahşedilen hayatın dışına asla çıkmaz. Gördüğünü idrak, baktığını idrak, duyduğunu idrak edebilecek bir iç yolculuğa ihtiyacı var insanın. İçe dönmek biraz da yaratılışına dönmektir. İçe doğru derinlik dışa olan ilgiyi de, dağınıklığı da, dağılmayı da önler. İçle temasa geçen birey masivayla olan irtibatını kaybeder. Dahası masiva kendiliğinden çekip gider. Birey kendi dışında bir başkasını görmekten giderek uzaklaşır. Mesele kendimizi bulmak ve bilmektir. Böyle bir yakalayış aynıyla kendini bilen rabbini bilir hükmünü iltica eyler. Yol hali, düş haliyle özdeş. Buna sebeptir yola hazır olmak, her an hazır bir yolcu haliyle toprakla temas. Toprakla teması kesilince insan bir başka şeye dönüşüyor. Şeylerden bir şey; şeyin, şeyliğinde şeyleşerek şehrin suretinden uzak duran şey dökülen, kaybolan, bir viranedir. Yola düş, düşün düşüne düş. Düşlerini büyüt, büyüt ki gerçeğin kalbinde olasın. “Neye baksam aynı şey, neyi görsem aynı şey Olan sensin, hey gidi hakikat Sultanı hey” SUSUZ YOLA ÇIKAN SUSUZ KALIR Yol haline erzaksız çıkan adam yolda açlığı göze almış olmalıdır. Susuz yola çıkan susuz kalır. Yola düşünce, önceden aklın ve kalbin tanımlarına uyduğunda daha emin, daha sükûn ahalinde bir emniyetin, bir muhafazanın da seni takip ettiğini bilir, başına gelenlere de katlanırsın. Yolu düzen, yolsuzluğu düzen, insanı düzen, insanı, insanla düzen, insanı insana düzen bir düzmece kimliğini elinden alır. Kimliksiz kaldığında öldün demektir. Kimliğin sözündür, sözün özündür. Kimliğim şiirimdir. Şiirim kimliğimdir. Mutsuz adam, kimliği lekelenmiş adamdır. Asıl kimlik, insanın kalbidir. Kalbin neyle meşgulse yolda onunla karşılaşırsın. Cemiyetin, çağın, dönemlerin karanlıkları bir zamanlar ince hastalıklar diye ifade edilen veremin, vebanın, sarıhummanın, alaca ten hastalığının ve dahi sayısız hastalıkların unutulup gittiğini düşündüğümde sıtmadan, vebadan kaçar gibi kaçmaya çalışınca insan şaşkın ördekler gibi patırtılar çıkararak aklı karıştıran hastalıkların da kapılarını, bacalarını, pencerelerini açıverdiğinin bile farkına varmadı. Ne büyük kayıptı insan

eliyle bu kadar hastalıkların sökün ederek yerin altından, dağın dibinden insana ulaşıvermesi. Oysa insan aklını kullanınca erdemli oluyor. Aklın erdem, aklın tefekkür, aklın gönül diline bulanmamışsa geliyor beklenmeden kıyametin saati. HER SÖZ SAHİBİNİ YANSITIR Saatim işliyor kıyamete ayarlı. Dakikaların ayar sahibine teslimiyet bir tefekkürdür. Aklı ve ruhu diri tutar. Aklın eşyayla bulanıklaşması, insanı Tanrı’dan uzaklaştırır. Emperyalist sinsilik devreye girer. Bir saat kelimesiz, bakışsız tefekkürün yetmiş yıllık ibadetten kıymetli oluşunu idrak elbette zordur. Tefekkür et. Aklet. İdrakin sınırlarını sonsuzun sırlarıyla beze. Ruh, tefekkür ile sonsuzdan beslenir. Yeryüzünde insana verilmiş olan, gökyüzünde insana verilmiş olan, kâinatta insana lütfedilmiş olan nimetin adı; kimi zaman kiraz, kimi zaman elma, kimi zaman üzüm ve incir olsun. Her bir meyvede farklı bir nar coşkusu bulmak ve içinde sayısız inciler barındırdığını idrak ederek, onu kabullenerek hamd ve şükrün de bir tefekkür gerektirdiğini söylemeliyim. Nar ve incir arasında kurduğumuz ünsiyet, aklımızla kalbimiz arasında kurmamız gereken ünsiyetle aynıdır. Ruh, tezekkür ederek kendi varlık sebebinin inşasını vücudumuza izhar eder. O zaman dilin seçtiği kelimelerde emin olunan kelimelerden olmalıdır. Kelimeler tek tek, nefes gibi bize verilmiştir. Onları kullanırken cömertliğimizin bir bilinç dairesinde şiire dönüşmesi icap eder. Her kelime bir kimlik taşır. Her söz sahibini yansıtır. TOPRAK SECDE EDEN İNSANA HAKKINI HELAL EDER Annemin diktiği nar, kiraz, badem, dut ve ceviz ağaçları hala meyve vermeyi sürdürüyor. Asmalarda salkım salkım üzümlerin gözüme gözüken çekiciliği dünyayı daha doğru kavramamı söylüyor bana. Kirazlar topladım avuçlarımla. Her bir yaprağın arasına gizlenen elmalardan, armutlardan, narlardan, incirlerden bana ikram edilmiş olan yeryüzü emanetiyle kendi varlığım arasında bir ünsiyeti de toprakla olan temasımdan öğrendim. Toprak, secde eden insana hakkını helal eder. Bildim ki toprakla temas eden şefkatli ellerin yetiştirdiği her bir meyvenin de toprağa, güneşe, havaya ve suya olan tefekkür ve teşekkürleriyle parmak uçlarında oluşan nasırlı ellerinden öpmüş oluyordum cennetlik annemin. Toprak, insan, incir ve nar, bir insicam içinde ebede ses vermeyi sürdürmelidir. “Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten Affet Allah’ım, senden habersiz her nefesten”. 45


Ş ehir

“ORTAKÖY RESSAMI”

FETHİ BABA İLE

“İnsanın gönlü nereliyse kendi de oralıdır!”

İstanbul’un sanatçı bir beyefendisinden; Hatıraları ile eski İstanbulu, Fatihi, Yeni İstanbul’u, Ortaköy’ü konuştuk. Söyleşi: Mahmut BIYIKLI

ocukluğunuz Fatih’te geçmiş. Bize o yılları o yılların Fatih’ini anlatır mısınız? İstanbul denince akla gelen ilk şey sur içi yani Dersaadet. İstanbul demek sur içi demek... Fener, Balat Karagümrük, çocukluğumuz hep oralarda geçti. Annemle babam Cibali, yani o zamanki ismiyle Hisar sigara fabrikasında çalışıyorlardı orada geçti çocukluğum. Hayata on yaşında başladım. O zaman Eminönü köprüsünün altından ada vapurları kalkıyordu. Adaya giden vapurlarda kucağımda bir sepet mide bulantısına nane şekeri satıyordum. Oradan çıkıyordum, o iş bittikten sonra eve dönüp okula gidiyordum. Hafta sonları da galeta satıyordum. O fırın hala duruyor. Ferde galeta fırını… Önce Fener, sonra Cibali. Cibali’de, herkes onu bilmez İstanbullular bilir ancak şu andaki o yoncanın olduğu yerde Rami’deki gibi kuru baklagiller hali vardı o zaman. Baklagiller satılırdı, bir yerden girer diğer köşeden çıkardın, öyle bir yerdi barakadan yapılmış. Oraya bir girerdim elli tane galetayı orda bitirirdim, ondan sonra ilk hedef sebze meyve hali, o zaman hal oralardaydı. Halde de galetaları bitirirdim fakat sepet eve boş gelmezdi. Oradaki sırt hamalları domates götürüyorlar, patlıcan götürüyorlar, çarliston biber götürüyorlar yerlere düşürüyorlar, o düşenleri ezilmesin diye topluyordum onları sepete koyup eve getiriyordum. Çocukluğumuz hep böyle geçti. Daha sonra Fener’de mekânı cennet olsun bir ağabeyimiz vardı, gazete bayii idi. Sabahattin ağabey. Belki de bizim İstanbul’daki o dönem Küçük Mustafa Paşa’da, Fener’de Balat’ta köprübaşında yaşayan bütün çocuklar o abiden en az elli altmış gazete alıp sokakta satmışlardır. Hayatımız hep böyle geçti. Daha sonra ilkokulu Yavuz Selim İlkokulunda okudum. Sizin çocukluğunuzda olan Fatih’teki Balat’taki güzellikler, şu an olmayan güzellikler nelerdir? O kadar çok olmayan şey var ki. Mesela o 60 ihtilalinden sonra orada bulunan o mozaik doku mahvoldu. Niçin mahvoldu? Orada Rum arkadaşımız vardı, Ermeni arkadaşımız vardı Yahudi arkadaşımız vardı; bunlarla biz yıllarca abikardeş gibi yaşadık. Mesela bizlerde aşure günü olurdu aşure yollardık. Rahmetlik babam kurban kestiği zaman onlara et yollardı. Böyle sıcak bir ortam vardı. Ne oldu sonra kat mülkiyet kanunu çıktı, o köşkler evler yıkıldı 8-9 katlı binalar yapmaya başladılar kimse kimseyi tanımadı. Mahalle ortadan kalktı… Evet, mahalle ortadan kalktı. Bizi büyüten anneannemdi. Annemler dört kız kardeş dörder

sayı//5// aralık 46


tane çocuk var. Biz üç çocukluyuz bizi büyüten onlardı. Şimdi anneannemin mahallesinde Küçük Mustafa Paşa’da, size bir günlük olayı anlatacağım; Anneannem sabah kalkar mahalleye su döker çalı süpürgesiyle bütün sokak süpürülür ondan sonra evin önüne küçük bir kilim serilir beklenir. Mahallede evimizin hemen karşısında konserve fabrikası vardı, sağ tarafımızda zeytinyağı tesisleri vardı, marangozhane vardı. Haftanın bir ya da iki günü konserve fabrikasına çuval çuval sebzeler gelir. Şimdi siz bakarsınız bütün mahalle bezelye ayıklıyor fabrikaya, boş yok. O hafta biz bıkarız anneanne yine mi bezelye yaptın, diye. Sonra o biterdi bir at arabası gelirdi. Eski okunmuş günü geçmiş gazeteleri getirirdi bize. Biz de onları çoluk çocuk toplanırdık evde kese kâğıdı yapardık. Boş durmak yoktu… Bütün mahalle bir aile gibiydi. Herkes birbirini tanıyordu, seviyordu. Benim rahmetli dedem namı diğer Korsan Abdi kışın balık tutardı mekânı cennet olsun. Masmavi gözleri sapsarı saçları vardı. Balık çekmekten elleri yarık yarıktı. Yazın da buz satardı. O zaman böyle buzdolabı yok ki. Kocaman buzlar, samana sarılı testereyle onları keser bir de ip bağlardın alır onu eve götürür soğuk su yapardın. Fatih’te de öyleydi. Yavuz Selim’den Fatih PTT’ye doğru yürüdüğümüz zaman herkes birbirine merhaba derdi. Şimdi kimse kimseyi tanımıyor. Mahalleyi kaybettik, mahallenin ortaya çıkardığı sosyolojik manadaki dostluğu kaybettik; eski İstanbul’un doğasını, tarihi yapılarını, sosyal çevresini, kardeşliği, selamı, birçok şeyi kaybettik. Ama siz bir İstanbul aşığı olarak İstanbul’a sevdalısınız. Fatih’te ne kadar yıl yaşadıktan sonra Ortaköy’e geldiniz? Ortaköy’e 99 senesinde geldim ama Fatih’te evim hala duruyor. Evim duruyor orda, dağıtmadım. Çünkü çocukluk arkadaşlarımı özlüyorum arıyorum. Diyorum ki bakın arkadaşlar yarın sabah geliyorum bahçemde çayı demliyorum sizi bekliyorum. Onlar gelirler kiminin dişi düşmüş, kiminin saçı dökülmüş yok, ama muhabbetimiz baki. Mekânlar yıkıldığı zaman hatıralar da yıkılıyor. Dolayısıyla mekânların, sokakların caddelerin korunması oradaki hatıraların da korunması demek… Ama işte olacağı oydu zaten. 1960’lı senelerde kat mülkiyet kanunu çıkınca her şey bitti. Şimdi Fatih’te öyle tek tük kaldı evler. Biz arkadaşlarla bir site kurduk. Orada eski çocukluk anılarımızı yayınlıyoruz. Dün akşam yine bir foto geldi ağladım. O eski Fatih yok, özlüyoruz ama artık geri gelmez o günler.

Eski Fatih’le birlikte şehrin kendine has bir inceliği nezaketi zarafeti vardı. Nasıldı eski Fatihliler? İstanbullular? Bir gün babam anneme sitem etti. “Ben bugün Fatih’e çıkacağım, biliyorsun. Benim gömleğim niçin kolalanmadı, paltolunum niçin ütülenmedi?” O zaman Fatih demek bir kültürdü. Babam her hafta sonu fabrikadan izne çıktığında çok şık giyinirdi. Bir de gözlüğü vardı. Fötr şapkası vardı mekânı cennet olsun. Fatih buydu. Mahalleye çıkmada bile bir giyimine kuşamına dikkat vardı. Evet, maalesef birçok şeyle birlikte bu güzel âdetler de kayboldu. Mesela o eski Fatihlilerin çocuklara yaklaşımı nasıldı? Bir ağabeylik, bir beyefendilik, bir yoksulu gözetme dayanışma vardı… Her mahallenin bir bıçkın delikanlı ağabeyi vardı. Mesela sen yabancısın, o mahallenin bir kızına yan baktın. Yandın! Bütün mahalle sanki ondan 47


Ş ehir

sucuk yoğurt deftere yazsın haftaya vereceğiz. Şimdi yok ki. Giderdim defteri açardı yazardı. “Tamam oğlum yazdım, selam söyle” Çok sıkışırdık git derdi annem, Ayşe teyzeden 20 lira borç al haftaya vereceğiz. O da yok şimdi o da bitti. Bu arada gençlik yıllarımda Futbol oynadım, Kaleci idim. O yıllardan bu güne kadar futbolcu arkadaşlarımla sık sık görüşürüm. Peki, bu yıllarda siz resme nasıl başladınız? Kim vesile oldu, hangi aşkla? O çok önemli. Şimdi bir gün rahmetlik bir kardeşimiz var Sadık diye çok genç yaşta öldü. Bana geldi bir gün Fethi ağabey dedi, bir bankanın resim yarışması var, bana çizer misin göndereyim dedi. Çizerim dedim ne çizeyim. Ne çizersen çiz dedi. Şimdi bizim evimiz Sultan Selim’de, arka tarafta Haliç’i çok güzel görürdü. Ta Eyüp Sultan’a kadar. Oturdum, aldım tuvali ona Haliç’in resmini çizdim. Gönderdi çocuk. Aradan bir müddet geçti. Ben okuldan çıktım dönüyoruz baktım bankanın vitrininde benim çizdiğim resim. Çocuk birinci olmuş. O gün milat oldu. Çizmeye başladım. Karikatürle başladım. 1976’larda Karikatürcüler Derneğine müracaat ettim üyesi oldum. O gün bu gündür hem karikatür çiziyorum hem yağlı boya sulu boya çalışmaları yapıyorum. Hiçbir akademik kariyerim yok ama Allah’ın bana verdiği bir yetenek. Takdir-i ilahi. Bugüne kadar 250’den fazla yurt dışında sergi, 8 kitap, 31 uluslararası ödül, jüri üyeliği, özel okullarda Türkiye ve dünya üzerine sunumlar yapıyorum. Bildiklerimi insanlarla paylaşıyorum. Hanımla oturup konuşunca dedim ki: “Ben ölmeyeceğim çünkü dünyanın her yerinde eserlerim var.” Çin’de var Japonya’da var şimdi Ortaköy’de resim çiziyorum hafta sonları turistler geliyor Kanada’da resmim var. Birileri beni illa ki anacaktır.

sorulurdu. Böyle bir külhanbeyi havaları vardı. Onlar güzel insanlardı. Mahalle bir aile olunca o ailenin de bir abisi oluyor ve diğerleri de kardeş oluyor namusu ondan soruluyor o da ayrı bir kültür… Evet, ama şimdi yok artık. Bakkallarımız vardı. Mahalle bakkallarımız… Marketler açılınca bakkallar da bitti. Gaz satardı, her şey satarlardı. Şimdi maalesef AVM’ler açıldı, büyük marketler açıldı onlar da bitti. Onlar da bir mahallede bütünlüktü. Çünkü o zaman şunu çok iyi biliyorum babam maaş alan bir işçiydi. Her gün cebimizde para olmazdı ki. Git derdi, Ahmet amcana söyle, ne alacağım baba? Yarım kangal sayı//5// aralık 48

Kesinlikle Bir Dünya sanatçısı oldunuz. Sanat zaten evrensel bir araç... Peki, siz sanata devam ederken eski özlediğiniz İstanbul’u mu çizdiniz yeni İstanbul’u mu çizdiniz? Kimse eskiye rağbet etmiyor artık. Adam diyor ki ben şu anı görmek istiyorum. Peki diyorum, Ortaköy Camii, sokakları, Sultanahmet camii, Ayasofya Camii, Fatih’teki eski evleri daha çok Balat’taki evleri çiziyorum. O eski Rum evlerini. Bayağı büyük bir koleksiyonum oldu; 600-700’e yakın eser var şu anda. Gelecek yıl onları bir sergiyle sunacağım insanlara. Çünkü güzel bir şey yapıyoruz. İnsanlar da seviyorlar. Benimki ne resim ne karikatür. Özgün bir şey. Bir gün bir film seyrediyorum. Yönetmen arada bir kendi de görünüyor. Dedim ben niye bu resimlerde yokum; şimdi arada bir kendimi de çiziyorum.


Ben olunca hanım dedi ki kırk iki yıllık evliyiz ben niye yokum; şimdi arada onu da çiziyorum. Çocuklarda var mı sanata ilgi? Kızımda var oğlumda yok. Bizim sülalede de bir tek bende var. Ama benim dedem Sivas Ulu Camii imamı, rahmetli Hacı Mehmet Ali Bey hattatmış. Sanata yönelik ondan sonra bir tek bende var. Baka baka ben de yazarım çizerim. Size verilen asıl yetenek resim. Resim biliyorsunuz İslam sanatları arasında fazla gelişmemiş. Günümüzde resme olan ilgiyi, ressamları nasıl buluyorsunuz? Türkiye’de bunu anlamak çok zor. Ortada öyle paralar, milyon dolarlar dönüyor ki… Hiçbir anlam veremiyorum niçin böyle yapılıyor. O gün mesela tezgâhtayım, bir kız geldi. Ağabey bunları sen mi çiziyorsun dedi. Evet, ben çiziyorum dedim. Çokta zormuş. Ben de çiziyorum ama sizin gibi çizemiyorum. Ne iş yapıyorsun dedim. Ben akademisyenim dedi. Güzel sanatlar akademisinden mezun olmuş. Resim çiziyorum ama sizin gibi çizemiyorum. Dedim ki kendini bul. Sen daha önce daha güzel çiziyordun, okula gittin hocanın etkisinde kaldın onun gibi çizmeye başladın. Sen özüne dön dedim. Doğru söylüyorsun dedi.

var bana sorarsanız. Her defasında Sultanahmet camiini gezmek isterim, Karaköy’de yer altı camiini gezmek isterim. Güzel duygular doğuyor insanın içine. Sanatın mistisizme harmanlanması sanata ayrı bir ruh katıyor. Sizin sanatı mistisizm ile bulaştırmanız nasıl oldu? Çok güzel bir konuya geldiniz. Benim bir arkadaşım var kendisi Suudi Arabistanlı; Cidde’de yaşıyor ismi Ayman. Allah kısmet ediyor iki senede bir gidiyordum umreye. Bu sene de umredeydim. Ayman’ı aradım ben geldim gel beni al dedim. Geldi beni aldı Cidde’ye gittik beraber. Mürvet Hanım eşi, çok iyi bir ressam. Akşama kadar gezdik. Artık Cidde’den Mekke’ye döneceğiz. Dedim, çal bir şey dinleyeyim. Ne çaldı biliyor musunuz? Zeki Müren. Dedim herkes lebbeyk ile girer, biz Zeki Müren’le giriyoruz. Dedi ki ,ağabey insan bulunduğu yerde değil düşlediği yerde yaşar. O çaldığı Zeki Mürenle İstanbul’da

Özüne dön, özgün ol… Hocalara diyorum lütfen çocukları yönlendirmeyin. Bırakın o çocuk hayaliyle çizsin. Bugün bakıyorum mesela Picasso büyük bir ressam diyorlar. Bir insan çiziyor üçgen. Hiç üçgen kafa var mı? Ama adamın yorumu bu kardeşim. Bırakın çocukları özgün çalışsınlar. Aslında bu söylediğiniz çok önemli. Eğitim açısından da. Eğitimde de tek tip insan yetiştirmeye yönelik bir eğitim sistemimiz var. Sizin söylediğiniz şey, her alanda geçerli. Çocuğun fıtratına uygun davranmasını engelleyen bir sistem var. Evet… Ortaköy’le ilgili neler söylemek istersiniz? İstanbul’un fethinden itibaren var olan bir balıkçı köyü burası. Yetmiş seksenlik ağabeylerimiz var Eminönü’ne gittiği zaman İstanbul’a gittim bugün diyorlar hala. Ama güzel bir köy Evet, güzel tarihin, denizin, her şeyin bir arada olduğu bir güzellik... Peki, siz İstanbul’u dolaşmaya kalktığınızda nerelere gider ziyaret edersiniz gönlünüz nereleri çekiyor? En çok sevdiğim yer Eyüp Sultan Camii civarı. Bir de Fatih Çarşamba, Fatih Balık Pazarı. En çok sevdiğim yerler. Çocukluğum hep oralarda geçti çünkü. Ama Eyüp Sultan’ın ayrı bir mistik havası 49


Ş ehir

yaşamayı istiyordu. Şimdi benim de bedenim burada ama ruhum hep Mekke’de Medine’de. Hacca gidiş hikâyeniz var mı? Olmaz olur mu? Şimdi ben hacca niyetlendim ama o gün tezgâhtayım paramı saydım bir milyar açığım var düşünüyorum ne yapayım. Allah’ım nasip et dedim. Telefonum çaldı Anakara’dan arıyorlar, Kültür Bakanlığından bir bayan. Efendim dedi Kültür Bakanlığımızın tertip ettiği resim yarışmasında beş büyük ödülden biri sizin. Ankara’ya bekliyoruz sizi. Hanımı kaptığım gibi doğru Anakara’ya gittik, üç gün ağırladılar bizi. Plaketler verildi ve de bir milyon (bugünkü parayla bin TL) hemen o parayla hac yaptım. Allah’ın birinci lütfu. İkinci lütfu ise, benim yedi yaşımda dilim tutuldu. Ortaokulu bile altı senede bitirdim. Konuşamıyordum. Kabe’deyim 50 yaşındayım. Dedim ki Allah’ım Hz Musa’yı Firavun’a yollarken dilini çözdün, benim dilimi niye çözmüyorsun sayı//5// aralık 50

diye sevdiğime sitem ettim. Sonra İstanbul’a döndüm. Bazı şeyler vardır şer gibi görünür ama sonu hayırdır. Ve ben hastalandım iki ay hastanede yattım. Ve benim dilim açıldı. Şimdi de susmuyorum. Orada yapmış olduğunuz duanın bereketi… Bereketi tabi. Çünkü Rabbim bize diyor ki “And olsun insanı biz yarattık, onun kendi nefsine fısıldadığını da biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” Rabbim her şeyi biliyor. Allah diyor ki, Biz kendi yarattığımız kullarımıza zulmetmeyiz. Onlar kendi kendilerine zulmederler. Bir gün Allah resulü sahabelerle beraber Mescid-i Haram’a geliyorlar. Bakıyorlar ki kapısında bir anne. Kucağında bir çocuk, sırtında bir çocuk ve yanında bir çocuk. Dedi ki Allah resulü, şu anneye dikkat edin. Onun yanından bir ihtiyar geçerken kadın Allah rızası için bir sadaka deyince bir hurma verdi. Kadın hurmayı böldü. Yarısını elindeki oğluna, yarısını sırtındaki çocuğuna verdi. Kalan parçayı da çiğnedi ve


kucağındaki çocuğun ağzına verdi. Gördünüz mü annenin şefkatini. Gördük ya Allah’ın Resulü. İşte dedi Allah bizi o annenin evlatlarına gösterdiği sevgiden daha fazlasıyla seviyor. Çok güzel söylediniz. Benim bedenim Ortaköy’de ama ruhum Mekke’de Medine’de. İnsanın gönlünün doğduğu duyduğu yer Mekke Medine. Şimdi bana diyorlar, ya ağbi her sene her sene ne işin var. Onun yerine bir fakire ver. Tamam, kardeşim o da güzel vermediğimi nerden biliyorsun? Bunu söyleyenler bana, günde iki paket sigara içenler. Ben esnafım şurada resim çiziyorum. Her gün kenara 5 lira para koyuyorum. Ama aksatmıyorum. Ben iki senede o parayı biriktiriyorum kimseye zararım yok ki ne eşimin parasını alıyorum ne başkasının. Sigara içmem, içki içmem o para zaten benim hakkım. Allah nice yıllar gitmek nasip etsin inşallah. Mekke’nin Medine’nin yeri ayrı elbette ama dünyanın birçok yerine gittiniz gördünüz dünyanın şehirleri arasında sizi en çok etkileyen neresi oldu? Şehircilik manasında hepsi çok güzel. Maalesef Türkiye 1960’dan sonra dokuyu koruyamadı. Ama bizde de yavaş yavaş bir şeyler olmaya başladı. Ulaşım kolaylaşmaya başladı, metrolar yapıldı. İnşallah olacak bir şeyler, inşallah görürüz.

başarı önemli çalışma ama kendinize amatör diyorsunuz. Bir mütevazılık örneği… Efendim çok teşekkür ediyoruz Şehir ve Kültür dergimiz adına. İnşallah sanat dolu, edebiyat dolu, maneviyat dolu bir yaşam diliyoruz. Âmin teşekkür ederim. Ben de Şehir ve Kültür dergisine ve emeği geçenlere hayırlı mesailer dilerim. Efendim, bu ay, Ortaköy ressamı olarak bilinen, sanatı Ortaköy’den evrensele uzanan değerli bir sanatçımızı büyüğümüzü, değerli bir ağabeyimizi, eski bir İstanbulluyu, İstanbul’un tüm güzelliğiyle geçmişini bugününü görmüş bir değeri sizlere misafir ettik. Türkiye’nin neresinden gelmiş olursanız olun Ortaköy Camii yakınlarında herhangi bir esnafa “Fethi baba nerde?” dediğinizde adresi size verecektir. Ezanlar okunduğunda Ortaköy camiindeki saflarda görürsünüz. Onu hoşgörüsünden, mütevazılığından ve sanatından hemen tanıyabilirsiniz. Mutlaka tanışmanızı salık veriyor, bütün sanat dostlarına sağlıklı ömürler diliyoruz.

Bir ülkede sanattan edebiyattan çok siyaset konuşulursa o ülke geri kalmıştır. Peki ülkemizi sanat siyaset denklemi açısından nasıl görüyorsunuz, sanatınıza yeterli ilgili görüyor musunuz ? Türkiye’de sanatçı olmak çok zor. Birilerinin sponsor olması lazım. Bizim de öyle bir şansımız olmadığı için kendi yaptıklarımızla yetineceğiz. Fazlada zorlamamak lazım çünkü bizler amatör çalışan insanlarız. Amatör derken birazda mütevazı olduğumuzdan, benim yaptığım çalışmaları şimdi birçok akademisyen yapamaz. Siz amatör dediğiniz için okuyucularımıza eserlerinizi sayacağım müsaadenizle... “1953 yılında İstanbul’da doğdu. 1973 yılında ilk karikatürü AKBABA dergsinde yayımlandı. 1978 yılında bir yapıtı Dünya Karikatür Müzesi’ne (Tolentino / İtalya) alındı. 1979 yılında Amerikan Karikatürcüler Derneği (AAEC) tarafından son on yılın en iyi politik çizeri seçildi. Ulusal ve Uluslararası yarışma ve sergilere katıldı, 30 ödül kazandı. Sekiz kitabı yayımlandı. Karikatürcüler Derneği’nde yönetim kurulu ve denetleme kurulu üyeliği yaptı. 1986 yılında merkezi New York’ta bulunan Karikatürcüler ve Yazarlar Sendikası Daimi Üyesi oldu (2000 yılında da yine New York’ta bulunan Ulusal Karikatürcüler Derneği Daimi Üyeliği’ne kabul edildi… Ve daha birçok 51


Ş ehir

BEYOĞLU’NDA BİR HUZUR ABİDESİ

ARAP CAMii

Bizans döneminde “Karşı Yaka” anlamına gelen “Pera”nın sur içine köprülerle bağlanması, burada gayrimüslim ülkelerin elçiliklerinin çevresinde çeşitli finans kurumlarının, uluslararası şirketlerin ve buna bağlı olarak çeşitli eğlence yerlerinin yer alması ile yeni bir merkez olarak gelişmesi, prestij konut bölgelerinin oluşumuna yol açmıştır. Artık Pera, karşı yaka olmaktan çıkmıştır. İstanbul’un dört kadılığından birine sahip olan Beyoğlu’nun asıl önemi, Meşrutiyet dönemi de dâhil olmak üzere ülkemizdeki değişimin prototipi olarak gösterilmesindendir. Nidayi SEVİM

eyoğlu ve civarı, İstanbul’un fethinden önce Cenevizli zengin tüccarların beldesiydi. Bu sebeple, kadim kültür dokusunu devam ettirmek için yüzyıllar boyunca Osmanlı ile iyi geçinmiş, daha sonraki dönemlerde, hoşgörü medeniyetinin imkânlarından yararlanarak izlerini sürdürebilmiştir. Ülkemize gelen bütün Avrupalı/Batılı gezginlerin kendi izlerini, kültür köklerini aradıkları bir yerdir burası. 18. yüzyılda başlayan yenileşme hareketleri, bilimde, sanatta ilerleyen, sömürge-sanayileşme ile zenginleşen ve bunu bütün dünyada hissettiren batı etkisinin Osmanlı ülkesinde de yaşanmaya başlaması, İstanbul’un biçimlenmesini de önemli ölçüde etkilemiştir. Sarayın yönetim işlevinin sur dışında, Beşiktaş sırtlarında Yıldız’da ve sahilde yerleşmesi birçok işlev alanının yer seçiminde ve şehrin parçaları arasında kurulan ilişkiler sisteminde en önemli paya sahiptir. Bizans döneminde “Karşı Yaka” anlamına gelen “Pera”nın sur içine köprülerle bağlanması, burada gayrimüslim ülkelerin elçiliklerinin çevresinde çeşitli finans kurumlarının, uluslararası şirketlerin ve buna bağlı olarak çeşitli eğlence yerlerinin yer alması ile yeni bir merkez olarak gelişmesi, prestij konut bölgelerinin oluşumuna yol açmıştır. Artık Pera, karşı yaka olmaktan çıkmıştır. İstanbul’un dört kadılığından birine sahip olan Beyoğlu’nun asıl önemi, Meşrutiyet dönemi de dâhil olmak üzere ülkemizdeki değişimin prototipi olarak gösterilmesindendir. Bir zamanların payitahtı, Cumhuriyet döneminin ise kuşkusuz en büyük şehri olan İstanbul’un bu semtine gerek İstanbullunun, gerekse Anadolu’dan gelmiş pek çok insanımızın hayatında en az bir defa uğradığı bir gerçektir. Film dünyasının kalbi yıllar yılı Beyoğlu-Yeşilçam’da atmış, insanımız dünyayı beyaz perdede kendisine gösterildiği gibi tanımıştır. Yine insanımız Holywood’un zengin imkânlarıyla yapılmış filmleri ile ilk kez burada tanımış ve Batı medeniyetini biraz da bu pencereden, onların istediği normlarda izlemiştir. Her yenilik öncelikle burada meydana gelmiş, buradaki gibi yaşanılıp eğlenilmiş ve mutlak seçkin bir havali olduğuna inanılmıştır. Velhasıl özentilerin, modanın ve birçok ilkin ülkemizdeki menşei burasıdır diyebiliriz. FETHEDİLMEYEN İSTANBUL Ahmet Hamdi Tanpınar “Sahnenin Dışındakiler” isimli eserinde Beyoğlu için: “Burada hayat bir bakıma göre ancak müsaade edildiği nispette bizimdi.” der. Yine Yahya Kemal Beyatlı, yazılarında Beyoğlu’nu “Fethedilmeyen İstanbul” olarak nitelendirir. Ali Emiri Efendi’nin olumsuz

sayı//5// aralık 52


şöhreti sebebiyle hayatı boyunca Beyoğlu’na adım atmadığı söylenir. Bütün bu yaklaşımlarla beraber Beyoğlu, farklı dine, millete, kültürel, sosyal ve ekonomik konuma sahip insanların yaşadığı dünyanın ender semtlerinden biridir diyebiliriz. Yüzyıllar boyu farklılıkların çatışma unsuru olmadığı, bilakis zenginlik sebebi olarak görüldüğü müstesna bir yerdir Beyoğlu. Kadim zamandan beri bu özelliği ile dünyaya da örnek teşkil etmiştir. Her ne kadar Beyoğlu’nun hep modern-batıya dönük yüzü görülmek istense de sınırları içerisinde hatırı sayılır miktarda bize dair tarihi mekân barındırır. Mesela Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camii ve külliyesi, Nüshetiye Camii, Tophane Çeşmesi, Tophane-i Amire, Karaköy’de Yer altı Camii, Arap Camii, Tünel’de Galata Mevlevihanesi, Taksim’in alt kısımlarında Cihangir Camii, İstiklal Caddesinde Ağa Camii, Okmeydanı’nda Okçular Tekkesi, Sütlüce’de Elif Efendi Tekkesi ilk aklıma gelenler. Beyoğlu’nda bunların dışında da irili ufaklı pek çok cami çeşme ve tarihi yapı var elbette. Biz bu yazımızda Arap Camii hakkında birkaç kelam edeceğiz. İSTANBUL SEMALARINA İLK EZAN… Beyoğlu, Perşembe Pazarı’nda bitişik nizam betonarme binaların arasına gizlenmiş bir huzur vahasıdır Arap Camii… Hicri 95 Miladi 717 yılında yaptırılmıştır. Banisi, Emeviler döneminde İstanbul’u fethetmek için gelen sahabe evlatlarından müteşekkil İslam Orduları komutanı Mesleme Bin Abdülmelik Hazretleridir. Hazreti Peygamber Efendimizin müjdesine mazhar olabilmek için sefer düzenleyen ordu bu amacına ulaşamamış olsa da Bizans semalarında ilk Ezan-ı Muhammedi sesinin yükseldiği bir Camii yaptırmaya muvaffak olmuştur. İslam Ordularının Arabistan’dan gelmiş olmalarına nispetle cami ismi Arap Camii olarak anılmıştır. İspanya’daki Benî Ahmer-Benî Nasr İslâm Devleti’nin 1492’de sona ermesi üzerine, oradan göç eden Müslümanların bu cami çevresine iskân edilmeleri ve Suriye’deki ve bilhassa Şam’daki Emeviyye (Ümeyye) Camii minarelerine çok benzemesi de caminin bu adla anılmasının diğer sebepleri arasında gösteriliyor. Ayrıca Galata Muhitinin en büyük camii olduğu içinde “Büyük Cami” anlamında “Cami¬-i Ekber” namı ile de kayıtlara geçmiştir. ÖNCE CAMİ SONRA KİLİSE Hazreti Ebu Eyyûb el-Ensari’nin katıldığı kuşatmadan 50 yıl sonra üçüncü kuşatmayı İslam ordularının ünlü komutanı Mesleme bin Abdülmelik yaptı. Ordu, M. 717’de karadan ve denizden Bizans’ı kuşatmış, muhasara bir yıl kadar devam etmişti. Bizans alınamamıştı fakat Galata zapt edilmişti. Komutan Mesleme Bin Abdülmelik Hazretleri ve İmparator Leon arasında varılan bir

anlaşma sonucu buraya bir camii inşa edilmiş ve ibadete açılmıştır. 7 yıl kadar İstanbul’da kalmış olan İslam Orduları ibadetini burada yapmıştır. Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz Şam’daki isyanlar nedeniyle Mesleme bin Abdülmelik’i geri çağırınca, İstanbul kuşatması kaldırıldı. 800 yılına kadar cami olarak kalan bu tarihi yapıyı, Galata bölgesine yerleşen Cenevizliler kiliseye çevirdiler. Günümüzde minare olarak kullanılan kuleyi de ilave ettiler. Caminin kıble yönündeki birkaç küçük detay dönemin mimari izlerini yansıtmaktadır. Fetihten sonra bizzat Fâtih Sultan Mehmed vakfı olarak 1475’e doğru tekrar asli hüviyetine kavuşmuştur. Tarihi yapı Camiye çevrilerek öndeki mihrap ve minber ilave edilmiş Osmanlı kayıtlarında yine Arap Camii ismini almıştır. Cami III. Mehmed 1595–1603 zamanında tamir edilmiş ve XVII. yüzyıl sonlarında çevresini saran evler yıktırılmıştır. Azapkapı’da güzel bir sebilçeşme ile 1956’da yıktırılan bir sıbyan mektebi vakfeden II. Mustafa’nın zevcesi ve I. Mahmud’un annesi Sâliha Sultan Arap Camii’ni hem tamir ettirerek genişletmiş, hem de 1734-35’te Camii‘nin avlusunu çevirerek sokağa açılan cümle kapısını ve şadırvanı yaptırmıştır. Camiye hünkâr mahfili de ilave edilerek “Selâtin Cami” haline getirilmiştir. 1807’de bir yangın geçirmişse de hemen tamir edilmiştir. 1868 tarihindeki Camii tamiratında

Ahmet Hamdi Tanpınar “Sahnenin Dışındakiler” isimli eserinde Beyoğlu için: “Burada hayat bir bakıma göre ancak müsaade edildiği nispette bizimdi.” der. Yine Yahya Kemal Beyatlı, yazılarında Beyoğlu’nu “Fethedilmeyen İstanbul” olarak nitelendirir. Ali Emiri Efendi’nin olumsuz şöhreti sebebiyle hayatı boyunca Beyoğlu’na adım atmadığı söylenir. Bütün bu yaklaşımlarla beraber Beyoğlu, farklı dine, millete, kültürel, sosyal ve ekonomik konuma sahip insanların yaşadığı dünyanın ender semtlerinden biridir diyebiliriz. Yüzyıllar boyu farklılıkların çatışma unsuru olmadığı, bilakis zenginlik sebebi olarak görüldüğü müstesna bir yerdir Beyoğlu.

53


Ş ehir

XIV-XV. yüzyıllara ait yüzden fazla İtalyan mezar taşı Arkeoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır.

Beyoğlu, Perşembe Pazarı’nda bitişik nizam betonarme binaların arasına gizlenmiş bir huzur vahasıdır Arap Camii… Hicri 95 Miladi 717 yılında yaptırılmıştır. Banisi, Emeviler döneminde İstanbul’u fethetmek için gelen sahabe evlatlarından müteşekkil İslam Orduları komutanı Mesleme Bin Abdülmelik Hazretleridir. Hazreti Peygamber Efendimizin müjdesine mazhar olabilmek için sefer düzenleyen ordu bu amacına ulaşamamış olsa da Bizans semalarında ilk Ezan-ı Muhammedi sesinin yükseldiği bir Camii yaptırmaya muvaffak olmuştur. İslam Ordularının Arabistan’dan gelmiş olmalarına nispetle cami ismi Arap Camii olarak anılmıştır.

sayı//5// aralık 54

MESLEME BİN ABDÜLMELİK HAZRETLERİNİN ÇİLEHANESİ Mihrabın solundaki küçük oda Komutan Mesleme Bin Abdülmelik Hazretlerinin çilehanesidir. Bu küçük odacıkta eskiden Kutsal Emanetler saklanırmış. Fakat güvenlik gerekçesiyle artık bu küçük odada saklanamıyor. Avludaki mezar ise onun sadık rüyalarla tespit edilmiş makamıdır. Fatih Sultan Mehmet tarafından ihdas edilmiştir. Zira aynı zatın Şam’da bir türbesi bulunmaktadır. Camiyi üç kat halinde 70 pencere aydınlatır. Ahşap ve süslemeli tavan dört duvar ve 22 ağaç sütun üzerine oturtulmuştur. 8 mermer sütuna oturan barok usulünde bir mahfili vardır. Kürsü ise Azapkapı’daki Sokullu Mehmet paşa camiinden getirilmiştir. Mihrabı ve Minberi mermerden yapılmıştır. Cami’nin duvarları kesme taş ve tuğla karışımıdır. Ahşap çatısı kiremit örtülüdür. Cami dikdörtgen planlıdır. 102 merdivenle çıkılan, dikdörtgen şeklindeki minarenin altından cami avlusuna girilen tonoz halinde bir geçit vardır. Camiinin iç tarafında kıbleye göre sağ duvarına monte edilmiş mermer bir kitabe bulunmaktadır. Divan-ı Hümayun kâtiplerinden Hacı Emin Efendi tarafından 1807 de mermer taşa kazınıp duvara yerleştirilen bu manzum kitabe 36 beyitten ibarettir ve caminin tarihçesini içermektedir.

Sultan II. Mahmud’un kızı Âdile Sultan, kocası Mehmed Ali Paşa ile birlikte avlunun altına bir sarnıçla bugün görülen şadırvanı yaptırmıştır. 1913–1919 yıllarında Giritli Hasan Bey idaresinde büyük ölçüde tamirine girişilerek çatısı kaldırılmış, avlu tarafındaki duvarı indirilip daha ileri alınmış, yeni bir son cemaat yeri yapılmış, içerideki mahfiller ahşap direkler üzerine yeniden inşa edilmiştir. Bu arada döşemenin altında bulunan

Ayrıca avluda 1950’li yılardan beri hizmetine devam eden yatılı Kuran kursu tedrisatına devam ederek hafızlık müessesesini yaşatmaktadır. Mekân, hayırsever iş adamlarımızın katkısı ile garip gurebaya yönelik ikramları ile de ünlüdür. Diğer selâtin camilerimiz kadar çok bilinmemesine rağmen hatırı sayılır miktarda yerli ve yabancı ziyaretçisi vardır. Yoğun ticari faaliyetin yaşandığı bölgedeki bu emsalsiz tarihi yapı insanımıza hiç olmazsa vakit namazlarında derin bir nefes aldırıyor. Arap Camii, 2012 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından kapsamlı bir şekilde onarım gördü. Fakat ne yazık ki 2009 yılında caminin güney cephesinde tespit ettiğim 3 adet sadaka taşından bir tanesi bu onarımdan nasibini aldı ve beton altında kaldı. Koca Mustafa Paşa, Yokuşçeşme Sokak’ta bulunan 19. yüzyıla ait Elhac Ahmet Paşa Sıbyan Mektebi önünde; Karaköy, Kemankeş Kara Mustafa Paşa Cami önünde ve Süleymaniye Cami bahçesinde bulunan sadaka taşları da aynı akıbete uğradı. Maalesef tarihi yapıların restorasyonu esnasında gerekli hassasiyet gösterilmiyor. Sanırım yapıların restorasyonundan önce kültür, medeniyet ve zihin restorasyonuna ihtiyacımız var bizim…


Yunus Emre ALTUNTAŞ Mustafa Özçelik Büyüyenay Yayınları/İstanbul/2014

çalışmalar yapmışlar ve milletimizin geçen yüzyılında Yunus Emre’nin önemini ve eşsiz değerini ortaya koyan eserler yazmışlardır. Cumhuriyet neslinin bu ilk ilim adamlarını takip eden yıllarda yeni isimlerin artması beklenmişse de Cumhuriyet’in kültür politikalarının da etkisiyle yayınlanan eserlerin üzerine yeni ciddi çalışmaların eklenmesi gecikmiştir.

u milletin saklı hazineleri içinde Yunus Emre’nin ayrı bir yeri vardır. Aradan geçen sekiz asra rağmen ve dahi yazılı bir eser yazmak gibi bir çabası veya gayesi olmamasına rağmen bugün Yunus Emre’nin beyitlerinin girmediği bir sohbet ortamı göremezsiniz. Tüm dillerde, gönüllerde, sayfalarda, caddelerde, sokaklarda ve dahi kuytularda Yunus’a dair bir söz, bir akis veya bir izi görüverirsiniz. Çiçeği, eriği, suyu, namazı, semayı, duayı, anayı-babayı, evladı, buğdayı, başağı ve hiç tahmin edemeyeceğiniz kelimeleri Yunus eyleyip havsalamıza düşüren O’nun ilahi aşkının bizatihi kendisidir. İşin içinde hikmet aramadan bunun sırrını izah etmek olası değildir. Anadolu’da zamanla efsaneleşen, yaşamıyla, uzletiyle, bağlılığıyla, nefesiyle koca bir milleti mayalayan Yunus’un geçen bunca asırdan sonra “Bizim Yunus” haline gelmesi her millete nasip olmayacak bir hikâyedir de aynı zamanda. Türkçenin yeniden ihyası ve Anadolu’nun yurt yapılmasında, milletimizin bu topraklarda tutunmasında pek çok Anadolu Ereninin içinde Yunus Emre’nin yeri ve önemi yadsınamaz. Ülkemizde Yunus Emre üzerine ilk teşekküllü çalışmayı yapan ilim adamı Prof. Dr. Fuad Köprülü’dür. Velûd bir ilim adamı olarak ülkemizin Cumhuriyet Tarihinde pek çok ilim dalının kurulmasına öncülük ettiği gibi “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” isimli eseriyle de karanlığa terk edilmiş, görmezlikten gelinmiş pek çok Anadolu Erenini ilk kez ilmi bir dil ile ele almıştır. Bu eser halen alanındaki temel kaynaklardan birisi olarak kabul edilmektedir. Fuad Köprülü’nün açtığı yoldan devam eden Abdulbaki Gölpınarlı, Rıza Tevfik, Nezihe Araz, Mehmet Kaplan gibi isimler Yunus Emre üzerine

Bugün ise Yunus Emre’ye dair çalışmaların yoğunlaştığını sevinerek müşahede etmekteyiz. Özellikle Yunus Emre Enstitüsü ve Yunus Emre Vakfı’nın teşekkülü, Üniversitelerde kurulan kürsüler bunun somut işaretleridir. Müstakil çalışma alanı olarak kendisine Yunus Emre’yi seçen isimler de yok değil. Özellikle isimleri anıldığında hemen Yunus Emre’nin hatıra gelmesi bu ilim ve gönül adamlarının en büyük hediyesi olsa gerek. Araştırmacı, şair ve yazar Mustafa Özçelik, daha önce Yunus üzerine pek çok çalışması olan bir isim. Son olarak Büyüyen Ay Yayınları arasından çıkan son eseri de yine Yunus üzerine. “Yunus Emre’nin Dostları” ismini taşıyan bu eser özetle hayatında Yunus ile hemhal olmuş ve Yunus ile hayatının güzergâhı değişmiş olan isimleri ele almış. Yunus Emre ile tanıştıktan, onu okuduktan ve dünyasına girdikten sonra ruh dünyalarında oluşan değişimi inkâr edemeyen isimlerden oluşan bu liste belki daha da uzatılabilirdi. Fakat bu eserde kendilerine başlık açılan isimler Yunus denilince ilk akla gelenlerden oluşturulmuş. Daha önce farklı dergilerde yayınlanan bu makalelerin böylesi bir eserde bir araya getirilmiş olması Yunus’a dair farkındalık oluşturmak bakımından da önemli bir çalışmadır. Kitapta Yunus Emre ile ünsiyet kuran şu isimler yer alıyor; Mehmed Fuad Köprülü, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Burhan Toprak, Abdulbaki Gölpınarlı, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç, Nezihe Araz, Süheyl Ünver, Hüsrev Hatemi, Mehmet Kaplan, Arif Nihat Asya, Emine Işınsu, Annemaria Schimmel ve Mehmet Demirci. Yazarın bu eseri kitaplaştırırken Yunus’un dünyasına dokunan isimlerle gönül birlikteliğini mayalamak ve kitlelerin de bu duyguya ortak olmalarını teşvik etmek gibi bir gayreti olduğunu sezinliyoruz. Bu anlamda Mustafa Özçelik’in bu çalışmasını Yunus Emre okumaları yapan dostlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Ş E H İ R K İ TA P

YUNUS EMRE’NİN DOSTLARI

55


Ş ehir

BURSA AŞIĞI BİR GÖNÜL ADAMI

KÂZIM BAYKAL

Kazım Baykal Hocamızın içinde yeşeren bu sevda elbette ki biz Bursa’lılar için Allah’ın bir lütfudur. Bir merak ve hassasiyetin nişanesi olarak başlayan bu çalışmalar 1946 yılında Bursa Eski Eserleri Sevenler Derneği’nin kurulmasına ve yaşamının sonuna kadar başkanlığını yaptığı pek çok çalışmaya da vesile olur. Bu süre zarfında 156 adet kültür mirası dernek adına onarılır ve bu alanda pek çok usta yetişmesine vesile olunur. Yunus Emre ALTUNTAŞ

iç şüphesiz son yüzyılın Bursa için en değerli isimlerinin başında Kazım Baykal gelir. Bir insan düşününüz ki ömrünün neredeyse tamamını Bursa’nın tarihi ve kültürel mirasına adasın ve gelecek nesillere bu mirasın hakkıyla teslim edilmesi için gecesini gündüzünü harcasın. İlkin kendi halinde bir Lise Öğretmeni iken bir gün Bursa’nın tarihi eserlerini topluca tanımak sevdasına tutulan Kazım Baykal Hocamız eldeki kaynakların mevcut tarihi mirası tanıtmaktan çok uzak ve eksik olduğunu fark etmesi üzerine kendince bir çalışma yapmaya başlar. Nereden bilebilirdi ki bu hassasiyeti ve çalışma azmi günün birinde tüm Bursa’yı içine alacak şekilde genişlesin ve yüzlerce tarihi eserin ortaya çıkarılmasına vesile olsun. Kendi deyimiyle tarihi mirasa dair yayınlanmış eserler türlü hedefler güttükleri için Hocayı kandıramaz. Bu sebeple de anıtları bizzat gidip görmek, yerinde tespit etmek ihtiyacı duyar. Bu maksatla tüm şehri bir baştan diğer başa gezer eskiliği görünen ufak bir taşı bile gözden kaçırmadan inceler, kayıt altına alır, buldukları tarihi eserleri haritalandırarak numaralandırır. Bununla da yetinmeyerek buldukları tarihi eserlerin geçmişini 1455 yılından başlayarak şer’î mahkemelerin kayıtlarından da karşılaştırarak bir açıklama halinde bir araya getirir. Bu ilk çalışma ile 68 cami, 115 mescit, 44 tekke, 26 türbe, 37 medrese, 7 darul hadis, 4 darul kura ve pek çok eserin taslaklarını tarihleriyle birlikte ortaya çıkarır. Bunun yanı sıra Bursa’da bulunan tarihi çınarların da envanterini çıkararak korumaya alınmaları amacıyla bir kroki ile ilgili kurumlara iletir. Sadece Süleyman Çelebi’nin mezarını ortaya çıkararak şimdiki anıt mezarı projelendirerek o zor zamanda gerçekleştirmesi dahi Kazım Baykal’ın tarihe yaptığı büyük katkı adına yeterlidir. Kazım Baykal Hocamızın içinde yeşeren bu sevda elbette ki biz Bursa’lılar için Allah’ın bir lütfudur. Bir merak ve hassasiyetin nişanesi olarak başlayan bu çalışmalar 1946 yılında Bursa Eski Eserleri Sevenler Derneği’nin kurulmasına ve yaşamının sonuna kadar başkanlığını yaptığı pek çok çalışmaya da vesile olur. Bu süre zarfında 156 adet kültür mirası dernek adına onarılır ve bu alanda pek çok usta yetişmesine vesile olunur. Bu sebepledir ki Kazım Baykal sadece yaptığı çalışmalar ile değil tarihi mirasa sahip çıkan bu duruşuyla da bizlere önder olmuş, yolumuzu aydınlatmış, tarihi mirasın korunması ve gelecek nesillere aktarılması hususunda şuur sahibi olunması gerektiğini bizlere öğretmiştir. Kazım Baykal’ın başından sonuna kadar hayatı bizler için bir ders ve ilham kaynağıdır. Bu vesileyle tekrar dile getirmeliyiz ki; Bursa halkı

sayı//5// aralık 56


olarak Kazım Baykal’ın hakkını ödeyemeyiz. Elbette ki Kazım Baykal Hocamızın böyle bir beklentisi yoktu. O tüm çalışmalarını Bursa’ya ve kendisine duyduğu saygı ile halkına ve ecdadına duyduğu minnet duygusuyla yapmıştı. Kazım Baykal Araştırma Merkezi açılmalıdır, Kazım Baykal’ın ismi açılacak Anadolu Liselerinden birine verilmelidir, Kazım Baykal’ı konu edinen Belgesel çekimleri gibi çalışmalar yapılarak yeni nesillerin bu değerimizi tanımaları sağlanmalıdır. Her şehrin bir Kazım Baykal’ı olsa sanırım kültürel mirasımız daha huzurlu olurdu. Her an yakılma, kundaklanma korkusundan uzak geleceğe daha emin bakabilirdi. Belki bu olabilirdi. Lakin Kazım Baykal’ların sayısı gün geçtikçe azalıyor. Zamanla bu isimler çevrelerinde adeta meczup edasıyla anılmaya ve sürdürdükleri onurlu mücadelelerinden daha ziyade akıntıya kürek çeken biçareler olarak lanse ediliyor. Şimdilerde Bursa için koşturan Safiyüddin Erhan ve Ali Turan gibi iki yürekli isimden başka kim kaldı? GÜNÜMÜZDE BURSA Bursa hem Osmanlı Mirası sebebiyle hem de Bizans etkisi itibariyle İstanbul’un mikro ölçekli bir örneğidir adeta. İstanbul’dan önce Osmanlı Mimarisinin şekillendiği ve geliştiği en önemli şehirdir. Hem doğasıyla hem de kültürel mirasıyla İstanbul’u da geçen yönleri yok değil. Bir şehir düşünün ki hem dağı olsun, hem yeşili, hem denizi, hem sanayisi hem de tarımı… Böyle bir şehir daha var mıdır acaba ülkemizde? Dünyada dahi eşi benzeri olmayan bir zenginliğe sahip olan Bursa için gelecek çok da aydınlık görünmüyor. Şehrin artı değeri olarak görülen sanayi ve yoğun yapılaşma maalesef ki planlı şekilde yürütülmediği için şehri tehdit eder hale gelmiştir. Özellikle betonlaşma sebebiyle şehrin silüeti büyük oranda tarihi özelliğini yitirmiş, ulu mabetler betonların gölgesinde unutulmaya yüz tutmuştur. Oysa Batı’da Bursa benzeri bir kültür şehri pek çok bakımdan öncelikli koruma alanı ilan edilerek çivi dahi çakılmasına izin verilmeden tarihi dokusu korunmaya çalışılır. Bizde de Anıtlar Kurulu veya Koruma Kurulları var fakat her ne hikmetse bu kuruluşlar yıkımı yasallaştırmaktan/resmileştirmekten başka bir misyonu taşıyorlar mı merak ediyorum. En başta bu kurulların görevi olmasına rağmen Kazım Baykal gibi bir isim çıkıyor ve Bursa’nın tarihi ve kültürel yapı envanterini çıkarıyor, krokilerini çiziyor, tarihi mirası dert ediniyor.. Kazım Baykal’ın kaleme aldığı Bursa ve Anıtları isimli eser halen güncelliğini koruyan ve Bursa’nın tarihi resmini bundan yetmiş yıl önce büyük özveriyle çekmiş önemli bir çalışmadır. Bizler bu eser sayesindedir ki şimdiki bulvarların, caddelerin, AVM’lerin altında yatan tarihi eserlerden haberdar

olabiliyoruz. Özellikle Bursa’nın kalbine bir mızrak gibi saplanan 25 katlı TOKİ binalarının üzerine inşa edildiği tarihi kiremitçi mahallesinin ve Bursa silüetinin katlinin daha iyi anlaşılabilmesi bu tür eserlerle mümkün olacaktır. Bu içler acısı durumu en azından idrak edip geleceğe dair umutlarımızı diri tutabiliyoruz. Ya bu eser de olmasaydı şimdiki nesiller ne yapardı hiç düşünmek dahi istemiyorum. Keşke bu tür eserlerin yazımına devam edilse. Süheyl Ünver gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Yahya Kemal gibi şehir âşıklarının yazdıkları bugünü ne kadar aydınlatıyorsa inanıyorum ki şimdi ayakta kalan tarihi mirası kaleme almak, ölçeklendirmek, fotoğraflamak ve konumlandırmak da bir o kadar değerlidir. Sadece bu da değil; aynı zamanda tarihi mirası korumak için de diri bir mücadele ile onlardan devraldığımız bayrağı daha da ilerilere götürecek özveriyi göstermek durumundayız. Bunu en başta şehrimize, ecdadımıza ve tarihimize bir borç olarak görmeliyiz. Bu vesileyle Bursa’nın tarihi ve kültürel mirasının korunmasında büyük emekleri bulunan başta Kazım Baykal olmak üzere Cemşit Suvar, Mehmed Şemsettin Ulusoy ve nice şehir aşığını rahmetle anıyoruz. Safiyüddin Erhan, Esat Uluumay ve Ali Turan gibi bu bayrağı taşıyanlara da hayırlı uzun ömürler diliyoruz. KAZIM BAYKAL KİMDİR? “Şeref’ül mekân bil-mekîn” sözü, yürürken dünyanın peşinden geldiği insanlar için söylenmiş olmalı. Zira bulundukları yere letafet katan bu güzel insanlar, şehrin ruhunu hissederler. Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu eski başkanı merhum Kazım Baykal da bu şahsiyetlerdendi. Şehri dirilten adam olarak da anılan Baykal, 1905 senesinde Bursa’da doğar. Dedeleri Rumeli muhacirlerindendir. İlk ve orta öğretimini bu şehirde tamamlayan Baykal, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ile Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirir. 37 yıl boyunca memleketin çeşitli yerlerinde tarih, sosyoloji ve felsefe muallimliği yapar. Merhum, Bursa Erkek Lisesi’nde 20 yıl hocalık yaptıktan sonra emekli olur. Şehrin kaderi ve tarihinde çok çok önemli olan Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu’nu kurar. Vefat tarihi 1993’e kadar da başkanlığını sürdürür bu kurumun. Peki, bu dernek ne yapmıştır da bu kadar mühimdir? Cevabın birazını Mustafa Kara versin: “1946’da Eski Eserleri Sevenleri Koruma Derneği kurmak ateş ve barutla oynamak gibi bir şeydi. Dolayısıyla Baykal ve arkadaşları, dönemin şartlarına rağmen çok mühim işler yaptılar. Eski eserleri ihya ettiler, korudular ve tanıttılar. Yapılan hizmetler, Bursa için fevkalade önemlidir.” Bursa Anıtları /Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu, sf. 230. 57


Ş ehir

ŞEHİR MEDENİYETİNİN TEMEL DİREKLERİNDEN

AHÎLİK’İN DOĞUŞU “Yiğitlik heves etmek, ahîlik başlamak, şeyhlik tamam etmektir”

1920’lerde Fransız Türkolog Jean Deny, ‘ahî’ tabirinin Arapça ‘kardeşim’ hitabıyla değil, Türkçe ‘akı; cömert, eli açık’ sıfatıyla ilgili olduğunu ileri sürmüş, 1950’lerde Taeschner bu görüşü Claude Cahen’den de güç alarak reddetmiştir. Yine aynı tarihlerde Gölpınarlı, “… bu sözün Arapça’dan geldiği hakkındaki fikir ve mülahaza da reddedilemez” ihtiyari kaydıyla birlikte kelimeyi ahı suretinde kullanır. 1952’de N. Çağatay, kelimenin Orta Asya’dan geldiği tezini hem anlam hem de terimin sosyolojik çağrışımları sebebiyle yeniler. Dr. Rahşan GÜREL

900’lü yılların başından itibaren farklı sahaların mütehassısları tarafından ciddi bir tenkite tabi tutulan ‘fütüvvetin menşei’ meselesine dair görüş bildirmede Alman şarkiyatçı Franz Taeschner ilk sıralarda yer alır. Taeschner, Batılı bilim adamları arasında, 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren İslam dünyası ve özellikle Türkiye üzerine çalışmış önemli araştırmacılardan biridir. Ahî Teşkilatı ve Fütüvvet üzerindeki tetebbuatından başka, bilhassa Anadolu coğrafyası ve karayolu sistemi üzerine yapılmış çalışmaları bugün elimizde bulunan önemli belgelerdir. 1930’lu yıllarda İslam-Türk kültür ve medeniyet tarihi açısından bu çokanlamlı bahiste Taeschner yaptığı çalışmalara atıfla şöyle der: “… buradaki vazifem ne yazık ki bu soruyu yeniden ortaya koyup çözümü için bence mühim bazı hususları aydınlatmaya çalıştıktan sonra fütüvvet problemini yeniden formüle etmekten öteye gidemeyecektir. “ 2014’ü bitirirken Taeschner’in ‘yeniden formüle ettiği fütüvvet problemi’ üzerinde ilmen tam bir açılıma ulaşılmış olduğu söylenemez. Yakın aralıklarla Taeschner, Köprülü ve Gölpınarlı gibi âlimler İslam-Türk ahilik teşkilatını ‘Arap-İran fütüvvet anlayışı ve teşkilatının Anadolu’daki bir devamı’ sayarken, N. Çağatay, M. Bayram gibi yakın devir araştırmacıları, teşkilatı Moğol istilası sevkiyle birden bire ortalığa çıkmış olarak takdim ederler. TDV İA’da ‘Fütüvvet-Tarih’ maddesini kaleme alan değerli tarihçi Ahmet Yaşar Ocak ise, ikinci görüşün ilmen ispatının mümkün olmadığını söyleyerek iki mühim soru yöneltir araştırıcılara. Birincisi “ahiliğin neden daha önce değil de fütüvvet teşkilatının ardından ortaya çıktığı”dır. İkincisi ise, “Ahiliğin kurucusu olduğu iddia edilen Ahi Evren de dahil Anadolu’da mevcudiyetleri tarihen tespit edilebilen en eski ahilerin 13. yy.dan daha eski olmadıkları bilindiğine göre, İran’da 11. yy.da yaşayan mesela Ahi Ferec Zencani gibi ahilerin nasıl açıklanacağı”dır. AHÎ Mİ AHI MI? Teşkilat olarak ahiliğin menşei meselesinin yanında bizzat ‘ahî’ kelimesinin çözümlemesi üzerinde de bir ikilik söz konusudur. 1920’lerde Fransız Türkolog Jean Deny, ‘ahî’ tabirinin Arapça ‘kardeşim’ hitabıyla değil, Türkçe ‘akı; cömert, eli açık’ sıfatıyla ilgili olduğunu ileri sürmüş, 1950’lerde Taeschner bu görüşü Claude Cahen’den de güç alarak reddetmiştir. Yine aynı tarihlerde Gölpınarlı, “… bu sözün Arapça’dan geldiği hakkındaki fikir ve mülahaza da reddedilemez” ihtiyari kaydıyla birlikte kelimeyi ahı suretinde kullanır. 1952’de N. Çağatay, kelimenin Orta Asya’dan geldiği tezini hem anlam

sayı//5// aralık 58


hem de terimin sosyolojik çağrışımları sebebiyle yeniler. M. Bayram da “Akıların birbirine karşı kardeşçe muamelede bulunmalarından dolayı kelimenin zamanla yerini Arapça ahî/kardeşim kelimesine bırakmış olduğu anlaşılmaktadır.” diyerek Gölpınarlı ve Çağatay’ı anmaksızın ve aslında karşı görüş bildiren Taeschner ve Cahen’i dipnotta şahit tutarak aynı görüşü tekrarlar. Ahmet Yaşar Ocak, Jean Deny’nin açıklamasını, “yalnızca lengüistik nitelik taşımakta, meselenin tarihi cephesini ihmal etmekte ve fütüvvet kurumunun tarihi gelişimini ve uğradığı değişimi göz önüne almamaktadır.” diyerek, muahhar araştırmacıların fikirlerini de milliyetçilik hissine mağluben yanlı bularak reddeder. EDEBİ METİNLERDE AKI KELİMESİ Bizim burada dikkat çekeceğimiz husus, edebi metinler delaletiyle iki görüşü telif edebilecek açılımların bulunabileceğine işaret etmektir. Divanü lugâtit-Türk’te ‘akmak’ fiilinden ‘akı’ kelimesi için ‘eli açık, koçak’ karşılığı bulunurken metnin mütercimi –tartışmaya açık bir bahis olarak- kendi kanaatlerini de katarak “Her Türkçe kelimeyi Arapça köke bağlamak isteyenler Türkçe’nin akı kelimesini Arapça’nın ahi kelimesine bağlamışlardır” diye not düşmüştür. Yine bir 11. Asır metni olan Kutadgu Bilig’e baktığımızda 61 kere akı kelimesiyle karşılaşıyoruz. Metinde kelime, zikredilmekle kalmıyor, bir mefhum olarak da ele alınıp tarif ediliyor. Kişilik at kör iki neg-turur / İnsana adını iki şey verir Bağırsak biri bir akı neng birür / Merhametli akı mal verip adını alır Akı tip ayırlar kayu ol akı / Akı deyip dururlar kimdir ol akı Akı can yuluglap öter er akı / Andan geçip öder er hakkı Akılık ol ermez ülese kümüş / Akılık değildir gümüş dağıtmak Akı canı hakka kılur ol yuluş / Akın gümüşün halka bağışlar Akıtsa akı er budunka tavar / Akıtsa akı er halka malını Aka yıglu tirlür angar halk avar / Toplar etrafına koşturup halkı (605/6103,6105,6106,6107) Kutadgu Bilig alegorik bir eserdir, mecazlar üzerine kurulu siyasi bir nasihat-namedir. Metinde

bu sözler, ‘Akl’a ve ‘Töre’ye usul öğreten müdebbir Odgurmuş mecazen Akıbet’in dilinden söylenir. Akıl da nasihat alıp olgunlaştıktan sonra akı tarifini açacak sözler söyler: Akı bolgıl alçak tuz ekmek yetür / Akı ol, alçak ol, tuz ekmek yedir Kişi aybı açma sen örtüp yitür / Kişi aybın açma sen örtüp götür (604/6096) Tuzu etmeki kim akı bolsa ked / Akı olan tuz ekmeği bol gerek Kümüş birse altun er at tirse ked / Gümüş altınla er derse bol gerek(266/2532) Tiriglik uzunın tiler erse sen / Eğer ömrün uzun olsun dilersen Akı bol tuz etmek yetür usa sen / Akı ol tuz ekmek yetir özgeye sen (430/4279)

Divanü lugâtit-Türk’te ‘akmak’ fiilinden ‘akı’ kelimesi için ‘eli açık, koçak’ karşılığı bulunurken metnin mütercimi –tartışmaya açık bir bahis olarakkendi kanaatlerini de katarak “Her Türkçe kelimeyi Arapça köke bağlamak isteyenler Türkçe’nin akı kelimesini Arapça’nın ahi kelimesine bağlamışlardır” diye not düşmüştür.

Burada müellifin ifadelerinden ‘akılık’ın ferdî bir meziyet olmaktan çok umuma yaygın iyi hasletlerin bütününü içine alan bir tavır olarak takdim edildiğini görüyoruz. Ayrıca ‘tuz-ekmek yedirmek’, fütüvvet erkânından olduğu gibi ana kahraman, adeta müridine yol öğreten bir yol atası gibi konuşmakta ve Apang bulsa men bir cefalıg akı er / Eğer cefakeş akı bir er bulaydım Eginke yüdeyi közümde urayı /Sırtımda taşıyaydım, gözüme süreydim (648/6569) diyerek ona ne kadar itibar ettiğini göstermektedir. Birkaç misal de yaklaşık iki asır sonrasından Edip Ahmed Yükneki’den getirelim: Bu budun takısı akı er turur / Akılık şeref câh kemâl arturur (257-258) Akılık kamu ayb kirini ayur (230) Eğilmez könglini akı er eger / Teğilmez muradka akı er teger (233-234) Edip Ahmed’in ifadeleriyle akı, halkın en itibarlısıdır, akılık makamların en güzeli ve şereflisidir ve akı maddi manevi murat kapılarının anahtarına sahip kişidir... Kutadgu Bilig ile arasındaki kısa zaman farkına rağmen Atabetül Hakayık’ta Arapça ve Farsça kelimelerin nispetinde büyük bir artışın gözlenmektedir. Eserde anılan tevazu, hilm, kibir, hırs kanaat, hasâset… gibi müsbet menfi hasletlerin büyük kısmı Arapça kelimelerle ifade edilmiştir. Fakat eli açık kişi manasına sahi, cömert, civanmert denmemiş ve ‘akı’ kelimesi korunmuştur. Bu durum, akı teriminin -velev 59


Ş ehir

Mikail Bayram, “Arap kültüründe ideal kahraman, sehavet ve şecaat timsali olan Fütüvvet erinin adı “Feta”, İran kültüründe “Cevanmerd”, Türk kültüründe “Akı”dır. Türk Akılığı, İslamiyetle Arap Fütüvvet şiarından etkilenmiştir. Akılar birbilerine karşı kardeşçe tutumundan dolayı Akı kelimesi yerini Ahi kelimesine bırakmış ve Abbasi Devleti’nin sona ermesiyle Fütüvvet yerini Ahiliğe bırakmıştır.” demektedir.

isimleri üzerindeki kasdi, gayrı kasdi tahrifat başlı başına bir araştırma konusu olabilecek mahiyettedir. Batılı kaynakların Arşebül ismiyle anarak kimliksizleştirdiği cebir ilminin babası El-Cabir Horasani burada tipik bir numune olarak hatırlanabilir.

ki sadece cömert manasına olsun-12. yy.da da müstamel olduğunun açık delilidir. BİR TÜRK KURUMU OLARAK AHİLİK’İN DOĞUŞU… Kutadgu Bilig müellifi Yusuf Has Hâcib ile (Öl. 465/1072) Ahi unvanıyla anıldığını bildiğimiz Unsur el-meali Keykâvus b. İskender’in Kabusname’sinde geçen fütüvvet ulularından Ebul Ferec ez-Zencani (Öl. 457/1064) hatta aynı on yıl içinde vefat edecek şekilde devir olarak birbirine yakındır. Meselenin görüş ayrılığına yol açan merkez noktası, ‘Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik’in doğuş tarihinin 13. yy. başları ve doğum yerinin Anadolu olarak gösterilmesidir. Fütüvvet kavramı veya hareketinin sufi hareketlenmelerle de paralel olarak 11.yy.dan itibaren teşkilatlandığını ve Bağdat Halifesi Nasır’ın 590/1194 veya 601/1204’lerde bizzat kendi de dâhil olduktan sonra devletin resmi bir müessesesi halini aldığını biliyoruz. O halde fütüvvet teşkilatının tesisinden neredeyse bir asır evvel ‘Akı/Ahı’ unvanına tesadüf ediliyor olmasına binaen Anadolu’ya gelinceye kadar başka coğrafyalar üzerinde bu künye mensuplarının yer aldığı bir teşekkülün varlığı da söz konusu edilebilir. Osman Turan’ın eserlerinde ortaya koyduğu gibi Doğulu ve Batılı medeniyet tarihlerinin ‘fon ırkı, dekor motifi’ olarak Türkistan menşeli nice ilim ve yol erbabının

sayı//5// aralık 60

AHİ MUHİBBİN ÜSTÜ ŞEYHİN ALTINDAKİ RÜTBEDİR Ahi kelimesi, ‘kardeşim’ manasına tevazu ve dengeyi işaret eden bir hitap tarzından genişlemiştir. Ahı kelimesi de edebi metinlerde adeta mesleki ve ahlaki bir unvan olarak ısrarla vurgulanmaktadır. Fütüvvet-namelerde ‘yol kardaşı’ ve ‘yol atası’ gibi iki tabir vardır. Birincisi akran, ikincisi ise üsttür. Yol kardaşı edinilen salikin/yolcu adı önce ‘muhibb’dir. Eğer muhibb salik yola muhabbet duymaktan, yola girmeye geçerse adı mübtedi salik olur. Yolu tamamlayan müntehi dervişe ise ahi/yol atası/halife denir. Yani Ahi, gerek teşkilatta gerekse manevi cephesi olan tarikatte muhibbin üstündeki ve şeyhin altındaki rütbedir. Başka bir ifadeyle bütün teşkilat mensupları birbirine Ahi/kardeşim diye hitap edemez. Mesela Türkistan’daki hilafet almış Yesevi dervişleri Seyyid Ata, Hakim Ata, Bedr Ata, Sadr Ata gibi ‘Ata’ rütbesiyle anılırlar. Yahyâ b. Halîl b. Çoban el-Burgazî Fütüvvetnamesi’nde, bir yol erinin manevi seyahat/olgunluk macerasını şu şekilde ifade eder: “Yiğitlik heves etmek, ahılık/ahilik/ başlamak, şeyhlik tamam etmektir.” Manevi literatürde aslını aramak üzere dünyaya (esfeli safilin) indirilen insan, yitik cennetini bulup razı olmuş ve olunmuş olarak yeniden cennete/ cemale (ala-yı illiyyin) dönmekle mükelleftir. Aslını arayan insanın yiğitlik yani gençlik dönemi ‘hakikat’ kokusunu taşıyan şeylere ‘heves’ etmekle geçer. Ahilik/orta yaş veya hallilik dönemi kokudan tada geçmeye başlangıç dönemidir. Şeyhlik/olgunluk dönemi ise işitilen, tadılan ilmin hazım dönemidir. AHI EDATIYLA KARIŞMASI… Bu eş sesli kelimeler arasındaki karışıklık sadece isim formunda kalmamıştır. Yunus Emre Divanında 18 beyitlik iki gazelde redif olarak geçen ‘aha, işte’ manasına ‘ahı’ edatını Gölpınarlı, fütüvvet ehli olarak anlamlandırmıştır. Divanın sonraki neşrinde de bu hatalı isimlendirme devam etmiş ve bu iki gazelin türüne fütüvvet-name denilmiştir. Birkaç beyit örnek vermek gerekirse, Ey yarenler ey kardaşlar görün beni nitdüm ahı Ere irdüm eri buldum er eteğin dutdum ahı


… Giderdüm gönlümden kini kin dutanın yokdur dini Ey yaranlar ben bu sözi uludan işitdüm ahı (391/1,5) AHILIKTAN AHİLİĞE… Ahı unvanı muhtemeldir ki farklı zemin ve şartlarda Ahi hitabıyla karışmıştır. İslami manada denkliği tevazuu ve hilmi ifade eden bu hitap şekli nazari olarak tasavvufi umdelere atıfta bulunan bir teşkilatın temel prensiplerine de çok uygun düşmüştür. Ahmet Yaşar Ocak, İbni Batuta’nın Seyahat-name’sinde ‘Ahılık’a ayırdığı bölümü ‘Zikrül ahiyyetil-fityan’ şeklinde adlandırmasını “adeta iki kurum arasındaki ilişkiye işaret” olarak görür. Anadolu’ya geldiğinde daha önce Şiraz ve Isfahan halkında gördüğünü söylediği fakat yolcuya şefkat ve iltifatta onlara faik bulduğu bu zümreden bahsederken şöyle demektedir: “Ahiler, Anadolu’da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her vilayette her şehirde ve her köyde bulunmaktadır… Ahi, evlenmemiş ve sanat sahibi gençlerle diğerlerinin bir cemiyet kurarak kendi içlerinden seçtikleri kimseye denir. Bu cemiyete de fütüvve/gençlik adı verilir... Bunlara fityan, reislerine de ahi adı verilir.” İbni Batuta geç tarihli bir kaynak olmakla birlikte buradan da teşkilatın Anadolu’daki vechesi hakkında bilgi edinebiliyoruz.

geçmemektedir. Gucdevanlı Hoca Abdülhalık, Rivegerli Hoca Arif, Encirfagneli Hoca Mahmud, Ramitenli Hoca Ali, Suharalı Seyyid Emir Külal, en ciddi ansiklopedilerin bile maddeleri arasına girmeyi başaramamıştır. Bu bölgede bir asırdan fazla ilim ve manevi eğitim faaliyetleriyle meşgul olan bu zatların teşkil ettiği yapılanmalardan haberdar değiliz. Mesela doğum tarihi 1150’ler olan Hoca Mahmud Encirfagnevi dülgerlik, Hoca Ali, Ramiten ve Harezm bölgesinde nessaclık, Seyyid Emir Külal çömlekçilik yaparak halkı irşat etmiştir. Bu bilgiler bize Anadolu’ya gelmeden önce de arif zatlar nezaretinde mesleki yapılanmaların bulunabileceğini göstermektedir. Şah-ı Nakşibendi ve halifelerinden bilhassa Ubeydullah Ahrar ve halifelerinden sonra bu zümre hakkında bilgi ve belgelerimiz artmakla birlikte henüz ilmi literatüre akseden tasniflere ulaştığımız söylenemez. Bugüne kadar gerçekleştirilmiş büyük emek mahsulü bütün ilmi faaliyetlerin hakkını teslim ettikten sonra yedi kıta üzerinde söz sahibi olmuş İslam-Türklerin, yaşadıkları coğrafyalar üzerindeki fikri ve sosyolojik yapılanmaların, -tıpkı diğer milletler için olması gerektiği gibikavmi hassasiyetler ötesinde ilmi bir esneklik/çokcephelilik ve süreklilikle yeniden terkip edilmesi gereği, pek çok cevapsız soru/n/un çözümüne yardımcı olacaktır umudunu taşıyoruz.

Mikail Bayram, “Arap kültüründe ideal kahraman, sehavet ve şecaat timsali olan Fütüvvet erinin adı “Feta”, İran kültüründe “Cevanmerd”, Türk kültüründe “Akı”dır. Türk Akılığı, İslamiyetle Arap Fütüvvet şiarından etkilenmiştir. Akılar birbilerine karşı kardeşçe tutumundan dolayı Akı kelimesi yerini Ahi kelimesine bırakmış ve Abbasi Devleti’nin sona ermesiyle Fütüvvet yerini Ahiliğe bırakmıştır.” demektedir. Biz kendi sınırımız olan dil cephesinde kalarak ‘Ahi Türk’ veya ‘Ahi Baba’ isimlendirmelerindeki ‘Ahi’ kelimesinin ‘kardeşim’ anlamıyla yapı bütünlüğü göstermediğine işaret ederek hulasaten şunu söyleyebiliriz ki Ahılık/Ahilik, Orta Asya’dan 24 boy halinde çıktıktan sonra dünya coğrafyası üzerinde binlerce nüfusuyla çeşitli şekil ve mahiyetlerde görünen İslam-Türklerin topluluk olarak maddi manevi bünyelerine mahsus bütün güzel hasletlerin anahtarı olan eli/ gönlü açıklıklarını ifade eden ve kuruluş alanı Anadolu topraklarıyla sınırlı olmayan bir birlik şeklinin adı olmalıdır. Bugün mesela Buhara civarındaki pek çok büyük ulema hakkındaki bilgilerimiz birkaç sayfayı 61


Ş ehir

ÜÇ HIZIR’IN ÜLKESİ;

CEZAYİR

Bizim adına Cezayir dediğimiz ülkenin başkenti Cezayir. Adını limanın önündeki küçücük bir adadan alıyor. Malum ‘Cezire’ Arapça ‘ada’ anlamına geliyor. Biz olsak ‘Hayırsız Ada’ derdik buraya. Kıyının hemen karşısında çıplak bir taşlıktan ibaret bu adanın üzerinde İspanyol yapısı eski bir bina var. Bizim Kızkulemiz gibi… İşte Cezayir’in tüm kaderi bu binanın öyküsünde saklı. Hulusi ÜSTÜN

aşlangıçta Hızırlardan sadece birisini tanıyorduk. Midilli adası fethedildiğinde adaya yerleştirilen Vardar Yeniceli Yakup Aga’nın dört oğlundan birisi olan Hızır’ı… İlyas, Oruç ve İshak adlı kardeşlerin dördüncüsü olan Hızır, bundan beş asır önce Akdeniz’in dört bir yanında kıyı köylerini, kasabaları, şehirleri yağmalayan bir korsandı. Gemilerin kalyonların takaların eceli olan bu kızıl sakallı adama ‘Barbaros’ diyorlardı. Kader onu Cezayir diyarına Beylerbeyi yaptı. Hatırasının bir kısmı İstanbul’da, diğer kısmı denizin ötesinde bir şehirde kaldı. Onun izini sürmek üzere çıktık yola. Üç saatlik bir uçak yolculuğundan sonra bizim Bodrum’umuzun, Antalya’mızın havasını andıran bir rüzgârla selamladı bizi onun ülkesi. Mihmandarlarımız önümüze düşüp bizi tek estetiği kemerli pencerelerden ibaret çoğu sarı cepheli çirkin binaların önünden geçirdi. Artık kimselerin Cezayir demediği Alceyr’in sokaklarına girdik. Zamanın gerisine savurdu bizi bu yolculuk. Yirmi yıl öncesinin Türkiye’sindeyiz. Bize bu duyguyu yaşatan eksikliğin adını koyamıyoruz. Eksiklik mi fazlalık mı? Sokaklardaki arabalar mı desem, her köşe başını tutmuş seyyar satıcılar mı desem. Bilmem neden yirmi yıl öncesine gitmiştik işte. SOKAKLARI MERMER TAŞLI CEZAYİR Belki beş yüz yıl öncesine ait hatıralardan dolayı tanıdık geliyor bize sokaklar. Öyle ya; ‘Sokakları mermer taşlı Cezayir, güzelleri hilal kaşlı Cezayir’ diye türkülerimiz var bizim. Acısı acımız olmuş yüzlerce yıldır. Ağıt yapıp ağlamışız, düğünümüzde bayramımızda Cezayir’i anmışız. ‘Cezayir’i bir ikindi bastılar, Camilere çifte çanlar astılar. Yiğitleri kurban diye kestiler…’ Sahi ne geniş coğrafyalar için türkü söylemişiz biz. Ne yabancı diyarlarda bırakmışız yüreğimizin yarısını. Ailemin yaşlılarının bahsettiği hatıralarda adı ‘Cezayir’ olan biri vardır hem. Onlarla birlikte hatıraları da kaybolmuş bir adamcağız… Niye Cezayir koyar ki insan evladının adını… Dahası var… İbni Haldun Mukaddimesi’ni bu şehirde bu yamaçlardan Akdeniz’i seyrederek yazmış. Piri Reis, Oruç Reis bu kıyıları dolaşmış. Onların hatırına bu ülkede hala Türklere Hayrunnas (İnsanların hayırlısı) diyenler var. … Bizim adına Cezayir dediğimiz ülkenin başkenti Cezayir. Adını limanın önündeki küçücük bir adadan alıyor. Malum ‘Cezire’ Arapça ‘ada’

sayı//5// aralık 62


anlamına geliyor. Biz olsak ‘Hayırsız Ada’ derdik buraya. Kıyının hemen karşısında çıplak bir taşlıktan ibaret bu adanın üzerinde İspanyol yapısı eski bir bina var. Bizim Kızkulemiz gibi… İşte Cezayir’in tüm kaderi bu binanın öyküsünde saklı. Kahverengi kaplı eski tarih kitapları bu küçük adanın şehre isim verdiğini, şehrin de Türkiye’nin üç katı büyüklüğündeki bu kocaman ülkenin ismini belirlediğini yazıyor. Bu koca kıta bu küçük adanın adıyla anılıyor, bu küçük adaya hâkim olan, uçsuz bucaksız bir coğrafyayı da elinde tutuyor. O nedenle anlatacağımız öykü biraz da bu küçük adanın öyküsü aslında. Ada Kartacalılardan beri önemli bir kara parçası. Geniş bir koy bu ada sayesinde kontrol edilebiliyor. Gemiler bu adayı kerteriz alıp limana yaklaşıyor, limandan ayrılanlar en son bu adayı selamlıyor. Bilinen o ki adanın üzerindeki binayı İspanyollar yapmış. On dört yıl boyunca bu adaya hâkimiyetleri sayesinde denizleri haraca kesen İspanyolların elinden bu binayı Hızır Reis almış ve ada ile kıyının arasını doldurmuş. Bu küçük kara parçasının fethi, bir ülkenin fethi anlamına geliyor aynı zamanda. Bu tarihten itibaren adanın civarında bir Türk şehri kurulmuş. Adına da Cezayir denmiş bu şehrin. Ardından Rumeli ve Anadolu’dan toplanan gençlerle hızlı bir şekilde çoğalan Türkler şehrin yüksekçe bir yerinde kasabalarını kurmuşlar. Bu bölge bugün de Kasba adıyla bilinen ve farklı dokusuyla Türk döneminin hatırasını koruyan bir yerleşim yeri. KAHİRE’YE KÖLELER HÜKMETMİŞ CEZAYİR’E KORSANLAR Cezayir’in kaderi Kuzey Afrika’nın kaderinden ayrı değil. Burası da siyah kıtanın tüm Akdeniz kıyıları gibi tarih boyunca başka halkların idare ettiği bir yer olmuş. Kahire’ye köleler hükmetmiş, Cezayir’e korsanlar. Nelerin değişip nelerin değişmediği tartışmaya açık. Üç asır boyunca sürekli Anadolu’dan kabına sığmaz serdengeçti gençlerin akınına uğrayan Cezayir’de bu dönemin izleri hala çok belirgin. Nüfusu kırk milyona dayanmış bulunan Cezayir’de bir milyona yakın insan kendisini Türk kökenli daha doğrusu Osmanlı kökenli olarak tanımlıyor. İddialarını ispatlamak için pek fazla delilleri yok aslında. Fiziki özellikleri, dilleri, adetleri Cezayir’deki diğer insanlardan farklı değil. Kimisi İstanbuli, Türki, Akbaşi, Busnaki, Kalayci, Kazanci gibi soyadları taşıyor, fakat ayrıntılı bir şecere bilgisinden de mahrumlar. Sorduğunuz zaman bir tek Türkçe kelime bilmediğini söyleyen

insanlar, günlük yaşamlarında farkında olmadan birçok Türkçe kelime kullanıyorlar. En meşhur yemekleri ‘çevirme’, tatlıları kadayıf, postanenin bulunduğu semtin adı Sirkeci, mahalle adları Şeraga, (Şer Ağa) Deli İbrahim, Pir Recep, Bayır, Kasaba… Çeşitli tavırları Osmanlılık olarak adlandırıyorlar. Onlara göre centilmen bir erkek ‘Osmanlı gibi’, şahsiyetli bir kadını tanımlarken ‘Osmanlı kadını’ diyorlar, eyvallahsız delikanlılığın adı da ‘Osmanlı çocuğu’… Türklerin gidip dillerini yitirdiği Cezayir’e iki asır önce göz diken Fransızlar 1830’lardan 1962’ye dek süren yüz yıllık bir uğraşın ardından ülkenin yerlilerine Fransızca öğretmişler. Cezayir’de Fransızca bilmeyene ümmi gözüyle bakıyorlar. Sadece dil değil, matbuat Fransız, mimari Fransız, mantık Fransız, nezaket Fransız… Bu kültür transferi kolay olmamış tabii. Önce Osmanlı izlerini yok etmişler. Kasırlar, saraylar, mezartaşları… Ormanları kesmişler. Oruç Reis’in mezarını tarumar etmişler. Katletmişler, kesmişler, yok etmişler. Medeniyet adına yapılmış bütün bunlar. Aslınızı unutursanız medeni olursunuz demişler. Sonra kendileri gitmiş. Bir takım adlar

63


Ş ehir

kalmış onlardan geriye Enrico Macias, Zidane, Jack Derrida, Saint Laurent, Albert Camus gibi. İKİNCİ HIZIR’IN ÖYKÜSÜ… Şimdi ikinci Hızır öykümüze girmeli. Yerel söyleyişe göre Idir… Bizi havaalanında karşılayan mihmandarlardan birisi o. Kızıl saçları, kızıl çehresiyle herhangi bir korsan filminde tayfalardan herhangi birini oynamaya uygun bir fiziğe sahip. Karşılaştığımız tüm Cezayirliler gibi Fransızca konuşmayı tercih eden, bununla birlikte İngilizce, kitabi Arapça ve tamamen farklı bir dil sayılabilecek Mağrip Arapçası’nın yanında Berberi diline de vakıf bir genç Idir. Ancak bir korsan torunu onun kadar çeşitli etnisitelerle akraba olabilir. Idir Berberileşmiş bir Osmanlı ailesine mensup. Beş asır önce Akdeniz’i haraca kesen Türk korsanlardan birinin torunu o. Türk, Arap ve Berberi kanı taşıyor. Anneannesi Alman, annesinin babası ise Çek. Onun hem fiziğinde hem de tavırlarında bu farklılıkların tümünü görmek mümkün. ‘Ben Cezayir’im!’ diyor Idir. ‘Eski dünyanın her tarafıyla akrabayım. Bir yanım korsan, bir yanım forsa. Hem denizin hem çölün çocuğuyum. Bizden sürekli alan fakat hiçbir şey vermeyen iki yüz yıllık sömürgeciliğin ve onun uzantısı sayılabilecek iç savaşın yıprattığı ülkemin geleceğinden sorumluyum.’ sayı//5// aralık 64

Idir önümüze düşüp Kasba sokaklarında dolaştırıyor bizi. Bitti dediğimiz yerde başka sokaklara eklemlenen dar yollarda yürüyoruz. Küçük pencerelerden başını uzatan çocuklara gülümseyerek, yüzlerce merdiven inerek, yüzlerce merdiven çıkarak… ‘Sokakları mermer taşlı, güzelleri hilal kaşlı Cezayir’i’ geziyoruz, geziyoruz. Durup dinlendiğimiz her yerde içine taze nane dalı konmuş yeşil çay içiyoruz. Zarif çaydanlıkların lülesinden köpürtülerek dökülen yeşil çay birkaç bardaktan sonra iptilamız oluyor… Mutfağı bize yabancı değil bu diyarların. Tavuğu yakma derecesinde pişirmeseler, çorbayı o kadar kıvamlı sunmasalar, Soslarını saklasalar, kuskusu sade sunsalar hiç yabancılık çekmeyeceğiz. Bizden daha fazla deniz ürünü tüketiyorlar tabii. İçi midyeyle, karidesle dolu börekler, kaşık daldırıldığında içinden kalamar çıkan çorbalar var. Fransızlar, Müslüman Cezayir’de salyangoz satmış ve onları salyangoza alıştırmış. Kabuğuyla birlikte fırınlanmış salyangoz bizdeki mantar gibi sıcak meze olarak tüketiliyor. Yine Fransız mutfağından girmiş soslar adeta her yemeği yenilmez kılan yabancı tatlar. Hepsi bu. ... ÖFKE ŞİDDETE DÖNÜŞMÜŞ… Kökü Fransız İşgali dönemine dayanan terör, Cezayir’e Türkiye’den görüldüğünden daha çok zarar vermiş. 1990 yılında sandıktan halkın tercihi olarak çıkan FIS karşısında güya demokrasinin kendisini savunma mekanizmasını kullanması her aileden bir cana mal olmuş. Faili meçhul cinayetlerin acısıyla dolu her yer. Salt iktidar mücadelesi yaşanmamış bu dönemde, taraflar birikmiş bütün öfkeyi şiddete dönüştürmüş. Kimin kimi öldürdüğü hala muamma… Bu kirli savaşın acıları insanların hafızasında henüz taze ama Cezayir’in eskimeyen, kabuk bağlamayan, küllenmeyen ıstırabı çok… Kimi otuz, kimi elli, kimi yüz yıl öncesine ait acılar bunlar. Soykırım, işkence, baskı, yağma, tecavüz… Cezayir bunların hepsini yaşamış. Şimdilerde tüm Cezayir, farklılıkların bir arada barış içinde yaşadığı Türkiye’yi örnek alıyor. Başkentteki Makameşşehid adlı anıt ve anıtın altında bulunan Savaş Müzesi bu acıların hatıralarının sergilendiği kan dondurucu bir mekân. Gezip gördüğümüz yerler içinde Cezayir Türk ve Türkiye sevgisi ile bambaşka bir yakınımız. İnancın her çeşidi, rengin her türlüsü Cezayir’de yan yana. Fakat yine de insanların birbirine karşı çekinceleri olduğu belli oluyor.


BÜYÜK DİRENİŞÇİ EMİR ABDÜLKADİR 1830 yılının Temmuz’unda Cezayir Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve bu tarihten itibaren hemen hemen kendi kaderiyle baş başa bırakılmış. Fransızlar kısa süre içinde adanın karşısındaki kıyı boyunca yalılar halinde uzanan Türk evlerini yıkıp yerine Fransız stili binalar yapmışlar. Asıl Türk yerleşimi olan Kasba’nın ele geçirilmesi ise yıllar sürmüş. Birbirine bitişik evlerden oluşan bu mahalleyi ele geçirmek Fransızlar için bir kaleyi ele geçirmekten daha zor olmuş. Tüm şehir ahalisi bir binadan diğerine geçerek sömürgecilerle mücadele etmişler. Sömürgeciler Kasba’yı oda oda, hane hane ele geçirmiş. La Battaglia Di Algeri (Cezayir Bağımsızlık Savaşı) adlı 1966 yapımı filmi hatırlamalı. Kasba’nın şerefli direnişi anlatılır o filmde. Bir yanda kahramanlar ve onurlular, diğer yanda hainlerle işgalciler… Bütün memleketlerin kurtuluş savaşları benzer öyküler içerir. Keşke öykü olsaydı gerçekte her şey… Emir Abdülkadir bu işgale karşı direnişi örgütleyen isim. Cezayir’in en merkezi yerinde bu büyük direnişçinin heykeli var. Sufi gelenekten gelen Emir Abdülkadir babasıyla birlikte Hac görevini yerine getirmek üzere gittiği Mekke’de aynı dönemde Rus işgaline karşı koyan Kafkasya’nın direniş önderi Dargo’lu Şamil’le karşılaşır ve dünyanın bilinen ilk gerilla savaşının önderliğini iki farklı coğrafyada üstlenirler. Emir Abdülkadir kendi adamlarından seçme bir grubu Şamil’in emrine verir. Şamil de aynı şekilde mukabele eder Cezayirli’ye. Bugün Çeçenya’da Arboy adı verilen ailelerin Emir Abdülkadir’in askerlerinin çocukları olduğunu biliyoruz. Acep Şamil’in fedaileri ne oldu Cezayir çöllerinde. Kim bilir? Emir Abdülkadir, Cezayir için işgalcilere direnen bir komutan olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. Cezayir onun döneminde milli kimliğini bulmaya başlıyor. O güne değin birbiriyle mücadele halindeki Berberi kabileleri, Araplar ve Osmanlı kalıntısı aileler arasında Cezayirlilik kimliğiyle ilk bir araya geliş bu döneme rastlıyor. Bu dönemde para basılıyor, düzenli ordu kuruluyor ve dış dünyayla diplomatik ilişkiye geçiliyor. Bu büyük direnişçinin kaderi, dava arkadaşı Şamil’in kaderiyle pek örtüşüyor. 1847 yılında çaresiz kalıp Fransızlara teslim oluşu, Fransızlar tarafından onurlu bir rakip olarak karşılanışı, Osmanlı ülkesine yerleşmesine izin verilişi Şamil’in serencamını andıran hatıralar. Bu iki büyük insan Hac’da bu kez yenilgiye uğramış iki ulusun önderleri sıfatıyla karşılaşıyorlar. Emir Abdülkadir’in onurlu hayatı 1883 yılında Şam’da sona eriyor. Şam yakınlarındaki Demr köyündeki

kabri Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasının ardından anayurduna naklediliyor. İKİ FARKLI DÜNYA Kıyıya paralel dağların Akdeniz’e bakan yamaçları ile güneyi arasında iki farklı dünya var aslında. Ülke nüfusunun büyük kısmı denizle Atlas Dağlarının arasındaki kıyı bölgesinde yaşıyor. Cezayir, Oran, Konstantin gibi önemli yerleşim yerleri burada. Bu iki bölgedeki etnik yapı da birbirinden oldukça farklı. Kıyı Endülüslülerin torunları, Araplar, Türkler ve diğer Akdeniz halklarının karışımından oluşurken dağlar ve dağların güneyindeki uçsuz bucaksız sahra çölü Berberilerin ve Tuaregler’in yaşam alanı. Cezayir halkının ulus algısı büyük ölçüde Fransızların etkisiyle şekillenmiş. Kendilerini Arap ulusuna mensup görmedikleri gibi Araplığı bir ulusal aidiyet olarak da değerlendirmiyorlar. Birlikte yaşama iradesini temel alan bir ulus anlayışları var. Kendilerini Cezayirli olarak kabul ediyorlar. Uluslarının adı da başkentin önündeki küçük kayalık adanın adıyla aynı. Bunun yanında Berberiler özgürlüğe düşkünlükleri, her türlü otoriteyi reddedişleriyle tanınıyorlar. Düzensiz olan her şey Berberilik olarak adlandırılıyor. Başkente ve önündeki küçük adaya hâkim olan kim olursa olsun Berberiler, çölde dedelerinden gördükleri tarzda bildiklerince yaşamaya devam ediyor. Hele daha iç bölgelerde yaşayan Tuareg adlı halk için kanlı savaşların ardından belirlenen sınırlar hiçbir anlam ifade etmiyor. Onlar kâh Cezayir, kâh Moritanya, kâh Mali arasında dolaşan kontrolsüz bir halk. Nüfusları kesin olarak bilinmiyor. VE ÜÇÜNCÜ HIZIR… Kabiller, Cezayir’deki en farklı Berberi topluluklarından biri. En önemli Kabil yerleşim yeri olan Tzi Ouzu, iki meyhanenin arasında ancak bir başka meyhanenin olduğu şehir olarak adlandırılıyor. Kabiller ticari kabiliyetleriyle Cezayir’de önemli bir yer edinmişler. Onların adını dünyaya duyuran ise bir başka Idir... Endülüs’ten Türkiye’ye kadar Akdeniz’in tüm ezgilerini Arap ahengiyle harmanlayan, gözlerinizi kapadığınızda sizi karanlık çöllere götüren büyülü bir müziğin icracısı Idir. Sadece Cezayir’e değil, tüm dünyaya çöl ezgileriyle seslenen Idir’in müziğinde çölün tüm geçmişi, Cezayir’in tüm renkleri saklı. Idir’i dinlemek Afrika’yı dinlemek, Idir’i dinlemek Hanibal’i, Barbaros’u, Emir Abdülkadir’i dinlemektir. 65


Ş ehir

ŞEHRE HİZMET EDEN ÖZBEK TEKKELERİNİN EYÜPTEKİ KOLU

KALENDERHÂNE TEKKESİ Lalîzâde Abdülbaki Efendi, Nakşibendî-Müceddidî geleneğinin İstanbul’daki en mühim simalarından biri olan Şeyh Murad Buhârî’ye intisap etmiş ve bu tekkeyi Nakşî tarikatına mensup bekâr Özbek dervişlerine vakfetmiştir. Bu anlamda, tekkenin kuruluş yıllarında Melâmetî ve Nakşî ekollerin birlikteliğinden bahsetmek mümkündür. Muharrem VAROL*

*İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

ürkistan ve Anadolu coğrafyası arasında etkileşim ve temasın en önemli aracılarından biri de tarikatlardır. Bilhassa Türkistanlı hacılar, seyyahlar ve tüccarlar için belli başlı güzergâhlarda tesis edilmiş bulunan Özbek tekkeleri, diğer adıyla kalender-hanelerin en temel fonksiyonu misafirhane ihtiyacını karşılamalarıdır. Bu yönüyle İstanbul, Bursa, Kütahya, Adana, Şam, Kudüs ve Haremeyn bölgelerinde zaman içerisinde ve ihtiyaçlar nispetinde bu belirgin yapılar vücuda getirilmiştir. İstanbul’da bu anlamda XVII. yüzyıldan itibaren günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış Özbek tekkeleri sadece doğu ve batı Türkistan bölgelerinden gelen misafirleri karşılamakla kalmamış İstanbul’un kendine özgü dini, ilmi, kültürel, siyasi ve ekonomik hayatında kalıcı izler bırakmıştır. Bunlar arasında dikkati çeken tekkelerden birisi de Eyüp’teki Kalender-hane’dir. 1743 yılında Lalîzâde Abdülbaki Efendi isminde meşhur bir ilmiye mensubu tarafından kurulan bu tekke “La‘lîzâde Abdülbâki Efendi Tekkesi”, “ÖzbeklerTekkesi” ya da daha geç dönemlerde “Âkil Efendi Tekkesi” diye anılır. Lalîzâde Abdülbaki Efendi aslında Osmanlı tasavvuf tarihinde çok önemli bir akım olan II. Devre Melâmetîliği ile ilgili bir şahsiyet olmasına rağmen Nakşibendî-Müceddidî geleneğinin İstanbul’daki en mühim simalarından biri olan Şeyh Murad Buhârî’ye intisap etmiş ve bu tekkeyi Nakşî tarikatına mensup bekâr Özbek dervişlerine vakfetmiştir. Bu anlamda, tekkenin kuruluş yıllarında Melâmetî ve Nakşî ekollerin birlikteliğinden bahsetmek mümkündür. Bu tekkenin Kalender-hane şeklinde isimlendirilmesi doğrudan doğruya Kalenderîlik denilen mistik oluşumdan kaynaklanmaz. Tarihsel süreç içerisinde XIII. ve XVI. yüzyıllar arasında etkinliği bilinen bu tarikatın ibadetler hususunda gevşek bir tutum takındığı, dervişlerinin ise seyahat ve dilencilik gibi faaliyetlerin yanı sıra bilhassa bekâr yaşamayı şiar edindikleri bilinmektedir . Nakşibendîliğin yayılım bölgesi içerisinde bulunan Kalenderîlik tarikatının zaman içerisinde karşılıklı bir etkiye açık olduğunu söylemek mümkündür. Bu cümleden olarak Nakşibendî tarikatında önemli bir kol olarak kabul edilen Kâsânîlik içerisinde bir takım Kalenderîler’in eridiği ve bağdaştırmacı bir eğilimin ortaya çıktığı kabul edilir . Bu makalenin sınırlarını aşan böylesi bir konuya burada girmek zait olacağı için sadece Kalenderhanelerde mevcut bulunan Nakşî dervişlerin mücerretlik (bekârlık), pasif dilencilik ve seyahat hususlarında bir çeşit benzerlik göstermelerinden

sayı//5// aralık 66


olsa gerek bu tekkelere kalender-hane denildiği düşünülebilir . HACILARIN HİZMETLERİ GÖRÜLÜRDÜ Eyüp’te bugün hâlâ bir mescit-tevhit-hanesi ayakta bulunan bu yapının söz konusu semtte inşa edilmiş olması son derece anlamlıdır. Zira İstanbul; İslam Halifesi bulunan Osmanlı Sultanlarının payitahtıdır. Dolayısıyla, hacca gidecek bütün dünya Müslümanları için İstanbul bu yönden bir cazibe merkezidir. Bilhassa, Türkistanlı Müslümanlar nezdinde halifeye selam verilmeden yapılan bir haccın eksik kalacağına inanıldığı için bu bölgeden gelenler muhakkak İstanbul’da bir müddet misafir kalır ve buradan hac kafilesine iştirak ederlerdi. Bu sebeple Üsküdar ve Eyüp gibi semtlerde kurulan Özbek zaviyelerinin hemşehrilerini ağırladıkları görülür. Eyüp Kalender-hanesi’nin de bu manada gerek hac gerekse başka sebeplerle İstanbul’a gelmiş bulunan Türkistanlıların temel ihtiyaçlarını karşılayan, devlet ile ilgili işlerinin çözümünde aracı bir kurum olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin Türkistan asıllı bazı kimselerin yapacakları seyahat doğrultusunda Konya ve Kayseri müşirlerine gösterilmek üzere Sadaret kanalından bu kişilere referans mektubu hazırlanmasında 1839 tarihinde şeyh olan Abdülgafur Efendi’nin yardımı olmuştu . Keza, Hac ziyareti için gelmiş bulunan Buhara beyzâdelerinden biri ve yedi kişilik ailesinin yol üzerinde güvenli ve rahat bir biçimde seyahatlerinin temin edilmesi noktasında tekke şeyhinin çabası görülmektedir . Bu gibi hususlarda tekke şeyhlerinin birer maslahatgüzâr mesabesinde olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Böylesi bir işlevinin yanında, tekkenin aslimisyonlarından biri de elbette manevi anlamdaydı. Bu sebeple, haftanın belirli günlerinde zikir meclisleri toplanmaktaydı. Nakşibendîliğin Müceddidî koluna bağlı olduğu söylenen bu tekkede değişik zaman dilimlerinde Perşembe veya Cuma günleri hatm-i hâcegân ve zikr-i erre gibi Yesevîlik tarikatından geldiği söylenen muhtelif ayinlerin olduğu bilinmektedir . Tekkede kalan misafirlerin bazen uzun süren konuklukları süresince, İstanbul çarşılarında bileyicilik ve sigara ağızlıkları yapıp sattıkları ifade edilmiştir. İşte hem misafirler hem de dervişler akşamları tekkede bir araya gelir, zikir yapar, ilahiler ve gazeller söyleyerek bilhassa kamerî ayların on birinci günlerinde meşhur Özbek pilavı pişirirlerdi . Böylece hem tekkede zikir yapılıyor hem de Türkistan’ın kültürel ve dini âdetleri burada yaşatılıyordu. Tekkenin hitap ettiği kitle göz önünde tutulduğunda sürekli kalabalık bir

nüfusun orada ikamet ettiğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu vesile ile yoğun bir gündemi olan tekkenin gerek bakım ve onarımı gerekse iaşe ve ibatesi hususunda Osmanlı Devleti’nin yardımlarının olduğu görülür. TEKKE ONARILIYOR Tekkenin tamiri hususunda birkaç örnek göstermek yeterli olacaktır. III. Selim döneminde Valide Sultan kethüdası Yusuf Ağa’nın tekkeyi onarttığı ve buraya bir hamam yaptığı bilinmektedir . Asıl esaslı tamirat ise Sultan Abdülmecid zamanında yani 1845’de yapılmıştır . Bir takım doğal afetler sonucu tekkede zaman zaman tahribat meydana gelmiştir. Bunlardan bir tanesi 1866 yılında meydana gelen bir sel olayından ötürü tekkeye ait eski mefruşat değiştirilmiştir . Tekkenin yemek masraflarının da devlet tarafından karşılandığını söylemek mümkündür. Ancak, burada tekkenin yeterli miktarda akaratı olan bir vakfa sahip olduğunu belirtmek gerekir. Fakat bu vakfın çeşitli sebeplerden ötürü nitelikli bir şekilde yönetilmediği görülmektedir . Bununla beraber, devletin değişik açılardan tekkeyi desteklediği görülür. Örneğin, 1857-1864 yılları arasında aylık 25 kuruşun tekkenin şeyhi tarafından düzenli bir surette tahsil edildiği anlaşılmaktadır . Tekkenin gelen ve giden açısından sahip olduğu yoğunluk bilhassa Sultan Abdülaziz’in müşfike ve mütedeyyin annesi Pertevniyal Valide

Tekkenin tamiri hususunda birkaç örnek göstermek yeterli olacaktır. III. Selim döneminde Valide Sultan kethüdası Yusuf Ağa’nın tekkeyi onarttığı ve buraya bir hamam yaptığı bilinmektedir. Asıl esaslı tamirat ise Sultan Abdülmecid zamanında yani 1845’de yapılmıştır. Bir takım doğal afetler sonucu tekkede zaman zaman tahribat meydana gelmiştir. Bunlardan bir tanesi 1866 yılında meydana gelen bir sel olayından ötürü tekkeye ait eski mefruşat değiştirilmiştir.

67


Ş ehir

yıl mevlid okunması şartıyla 100’er kuruşun mevlidhân ve aşirhân efendilere verilmesini, 400 kuruşla şerbet ikramını,öd ve gül suyu alınıp dağıtılmasını istemiştir. Ayrıca, Kalender-hane şeyhi için de aylık on beş lira ayırmıştır .Kalenderhane ile paşa arasındaki daha sıkı münasebet ise tasavvuf tarihine dair sahip olduğu zengin arşivi ile iştihar etmiş Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun tutmuş olduğu notlarda görülebilir. Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’nın tekkenin önemli şeyhlerinden biri olan Âkil Efendi gözetiminde “seyr usülûk” ettiğini, ayrıca haftanın iki gecesinde dervişlerin, paşanın Kuruçeşme’deki konağına giderek “âyin-i ruhâni” icra ettiklerini belirtir . Bu vesile ile Kalender-hane’nin hem saray hem de bürokrasi bağlantılarının sağlam olduğu sonucu çıkarılabilir.

XVIII. yüzyılın ilk yarısı içerisinde kurulan bir Özbek tekkesinin İstanbul’un sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik yaşantısına çok değişik açılardan katkısının bulunduğunu söylemek gerekir. Bununla beraber, tasavvuf tarihi bakımından Türkistan bölgesiyle kurulan ilişki bağlamında Nakşibendîlik üzerinden nasıl bir etkileşimin ortaya konulduğunun anlaşılması için Kalenderhane tekkesinin müstakil bir surette ele alınması şarttır.

sayı//5// aralık 68

Sultan’ın dikkatini çekmişe benzemektedir. Zira, kethüdasına yazdığı mektuplar arasında tekkenin ismini özellikle zikrediyor oluşu ve Ramazan ayı gibi mübarek zaman dilimlerinde sehavet hissiyle tekkeye düzenli erzak ve para yardımı yapmış olduğu kayıtlardan takip edilebilir. 1864 yılına ait bir belgeden hareketle tekkeye Ramazan erzakı olarak 12,8 kg zeytinyağı, 76,8 kg pirinç, 12,8 kg şeker, 11,5 kg reçel, 6,4 kg pastırma, 12,8 kg kaşar ve 12,8 kg mum gibi yiyecek ve ihtiyaç maddeleri gönderilmiştir . Bu gibi iftariyelik yardımlarının yanında her Razaman ayında ayrıca nakit para yardımının da gayet külli bir yekün teşkil ettiğini söylemek gerekir . Keza, yardımların bunlarla sınırlı olmadığı 1874 yılında Mevlid Kandili münasebetiyle okunan mevlidin karşılığında bu mümine kadın tekkeye 500 kuruş göndermiştir . SARAY BÜROKRASİSİ İLE İRTİBAT Mevlid Kandili münasebetiyle tekke ile yakın ilişkide bulunan bir başka devlet ricalinden daha bahsetmek gerekir. Bu kişi Sultan II. Abdülhamid döneminde donanmayı çürüttüğü ithamlarına muhatap olan Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’dan başkası değildir. Hasan Hüsnü Paşa’nın kendi adına yaptırdığı aynı semtte bulunan ve kütüphanesiyle de meşhur olan tekkesinin vakfiyesinde Kalender-hane’nin yer bulması paşanın tekkeyle olan ilişkisinin somut delillerinden biri olarak kabul edilebilir. Her

Nitekim tekkenin siyasi tarih bağlamında her dönem olmasa da bilhassa Sultan Abdülaziz döneminde mühim bir görev eda ettiği görülmektedir. Vakıa, bundan çok önce yine önemli bir olaya tekkenin adının karışmış olduğu anlaşılıyor. II. Mahmud’un saltanatının başlangıç yıllarında cereyan etmiş olan Alemdar Mustafa Paşa vakasında tekkeye tebdil-i kıyafetle sığınan Kadı Abdurrahman Paşa’nın buradan Anadolu’ya kaçabilmiştir. Bu münasebetle gözetim altına alınan tekke şeyhinin olaydan habersiz olduğu ve bu yüzden suçsuz kabul edildiği kayıtlarda mevcuttur . Sultan Abdülaziz döneminde tekkenin ifa ettiği mühim vazifeye gelince, Kaşgar Emirliğine yapılan silah, para ve tekniker yardımında, dönemin Kalender-hane şeyhinin son derece aktif bir misyon eda ettiği görülmektedir. Kaşgar elçisi Seyyid Yakup Han’ın Sultan Abdülaziz’in huzuruna çıkarıldığı sırada tekke şeyhi el-Hac Mehmed Efendi de heyette bulunmuş ve elçinin teşyi edilmesinde Süveyş Kanalı’na kadar ona eşlik etmiştir . Çin’e karşı başarılı mücadeleler sergileyen Kaşgar Emirliğinin Rusya ile olan münasebetlerinde de Osmanlı Devleti tarafından bu anlamda değişik açılardan desteklendiğini söylemek mümkündür . İşte, bu destek politikasının oluşumunda adı geçen şeyhin önemli bir rol oynadığı sabittir. Bu açıdan bakıldığı zaman, tekke şeyhinin yarı resmi bir surette diplomat gibi davrandığını kabul etmek gerekir. Ayrıca, Kaşgar Hanlığı’nın İstanbul’daki resmi maslahatgüzarlığının bu tekke şeyhi tarafından yapıldığı da çok açıktır. Yani, bu tekke sadece zikir yapılan ya da misafir ağırlanan bir mekân değil aynı zamanda devletin dış siyasetinin pratiğe intikalini sağlayan aracı kurumlardan biridir. CİFİR VE ASTROLOJİ BİLEN ŞEYH Son olarak tekkenin bazı şeyhlerinden bahsetmek faydalı olacaktır. Hiç şüphe yok ki tekkenin kuruluşundan itibaren şeyhlik makamına


getirilmiş olan kişiler hakkında daha uzun boylu ve sistematik bir şekilde durmak mümkündür. Ancak, kısa bir makalenin bize verdiği sınırlılık içerisinde tekkede görev yapan son iki şeyh hakkında Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun bazı notlarını aktarmak gerekir. Böylece tekkenin İstanbul sosyo-kültürel hayatına ne surette tesir ettiği anlaşılmış olacaktır. Sondan bir önceki şeyh, ismi yukarıda çeşitli vesileler ile geçmiş bulunan ve tekkeye de ismini veren Şeyh Âkil Efendi’dir. Buharalı Özbek Hoca Şeyh Âkil Masûm Efendi tekkenin meşihatine 1901 tarihinde atanmıştır. 1 Mart 1916’da doksan beş yaşında vefat ettiği tarihe kadar da tekkede bilfiil şeyhlik yapmıştır.

gündelik yaşantısı hakkında Revnakoğlu’nun tutmuş olduğu notlar son derece önemlidir; “Çamaşırlarını gündüz yıkardı, yemeğini kendi pişirirdi. …. Şeyh Mehmed Behlül Efendi uzun boylu, uzun aksakallı, iri kemikli, muhterem, mübarek bir zattır. 95 yaşında olduğu halde yaz kış Eyüp Câmi-i kebirinde vakit namazında cemaati terk etmezdi. Hayli dinç idi. Günde birkaç ekmek (yer) ve ziyadece çay içerdi. Hemen hiç uyumaz, daima zikrullah ile meşgul olurdu.” .Mehmed Behlül Efendi’nin döneminin bazı bürokratları ile yakın ilişkide bulunduğu kayıtlı olmakla beraber, tekkenin son şeyhi olarak 1933’de vefat ettiği bilinmektedir.

Revnakoğlu’nun arşivine göre, Şeyh Âkil Efendi Buhara’nın Bâzar-ı Hoca denilen bölgesinden İstanbul’a gelmiştir. PederiMehmed Kelam Efendi, Buhara kadısıdır. Şeyh Âkil Efendi’nin cifir, astroloji ve simyada mahareti bulunduğu, Arap ve İran edebiyatına ise ciddi anlamda ıttılaı olduğu belirtilir. Nureddin Cerrahî Tekkesi Şeyhi Muhyiddin Efendi kendisinden Farsça dersi almıştır. Bu İstanbul’daki farklı tarikat tekkeleri arasındaki münasebetin görülmesi adına çok önemli bir örnektir. Revnakoğlu’nun 2 Mart 1916 tarihli İkdam Gazetesi’nden iktibas ettiği vefat haberi, onun ilginç özelliklerini göstermektedir. Buna göre; Şeyh Âkil EfendiBelhlî olup Buhara, Mançurya, Çin ve Japonya’yı dolaşmış; 1866 yılında İstanbul’a gelmiş ve Eyüp’teki Buhara Dergâhı’nda postnişin olduktan sonra,“rahle-i tedrisinden birçok talebe geçmiştir” . Görüldüğü üzere, Âkil Efendi hem mücerret olması hem de pek çok yeri gezip dolaşmasıyla tam bir seyyah derviş tipolojisine sahiptir.

Sonuç olarak, XVIII. yüzyılın ilk yarısı içerisinde kurulan bir Özbek tekkesinin İstanbul’un sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik yaşantısına çok değişik açılardan katkısının bulunduğunu söylemek gerekir. Bununla beraber, tasavvuf tarihi bakımından Türkistan bölgesiyle kurulan ilişki bağlamında Nakşibendîlik üzerinden nasıl bir etkileşimin ortaya konulduğunun anlaşılması için Kalender-hane tekkesinin müstakil bir surette ele alınması şarttır. Sadece Eyüp’teki bu tekke değil Üsküdar ve Sultanahmet’teki hem cinsleriyle olan münasebetlerinin ve işlevlerinin bu bağlamda ortaya çıkarılmasıyla Osmanlı payitahtında kurulmuş bu özel tekkelerin ne derece önem arz ettiği daha yakından anlaşılacaktır.

Sadece Eyüp’teki bu tekke değil Üsküdar ve Sultanahmet’teki hem cinsleriyle olan münasebetlerinin ve işlevlerinin bu bağlamda ortaya çıkarılmasıyla Osmanlı payitahtında kurulmuş bu özel tekkelerin ne derece önem arz ettiği daha yakından anlaşılacaktır.

“Şeyh Âkil Masum Efendi zamanında her akşam üç büyük kazan yemek pişerdi. Gelene gidene sofra kurulur, semtin fukarasına devamlı olarak yemek verilirdi. Mahallenin kedileri için kazandan yemek ayrılır ve onlara mahsus küçük sahanlar içinde o hayvanların karnı doyurulurdu. Arta kalanlar da tepsi ile fukaraya dağıtılırdı. Bu hayrata civarın zenginleri de katılır, günde üç beş kurban gönderildiği olurdu.” Yukarıdaki notlar bir tarikat müessesesinin sosyal ve ekonomik anlamda toplumda eda ettiği işlevin anlaşılması adına fevkalade değerlidir. Bu anlamda bir tekkenin sadece fakir fukaraya değil aynı zamanda çevresindeki hayvanlara varıncaya değin faydalı olduğu sonucunu çıkarmak pek tabi mümkündür. Tekkenin son şeyhi Mehmed Behlül Efendi hakkında da benzer yorumların yapıldığı görülür. Bilhassa, bekâr dervişlerin içtima ettiği böylesi bir dergâhta yine hiç evlenmemiş bulunan bir şeyhin 69


Ş ehir

ŞEHRİN TARİHİNİ YAŞAYAN;

BEYOĞLU’NDA BiR DÜKKÂN Bendeniz Beyoğlu’nu yedi sekiz yaşlarında iken Aynalı Çarşı’ya kadar bilirdim. Ben yaşta olan ve lala yahut peder ve birader ile gezmeğe çıkan öteki çocukların dahi Beyoğlu’nu oradan ibaret bildiklerinde şüphem yoktur. Bu cihetle orası seyahatin sonu ve başka bir tabirle dönüşün başladığı yer idi. Yard. Doç. Dr. Fatih ORDU*

hmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’de, Manavkadı Camii’nin bahçesinden sarkan bir erguvanla apansız karşılaşmasını ve şehrin kendi zamanı içinde uyanışını anlatır. İstanbul gezginlerinin, Tanpınar’ın bu erguvanla karşılaşmasını ve başkalaşan ruh halini iyi anladıklarını düşünüyorum. Çünkü İstanbul, görmek isteyen göze, her an yeni bir sürprizini, evet bazen hiç beklemezken, açan şehirlerdendir. Benzer bir hali eski metinleri karıştırırken de yaşadığımı söylemeliyim. Eski metinlerin de tıpkı İstanbul gibi, hiç beklemezken pek çok şeyler fısıldayan köşeleri vardır. Bu köşelerden birine Mecmua-i Ebüzziya’nın sayfaları arasında rastladım. Bir Dükkânın Tarih-i Ahvali başlıklı yazı kulağıma beklediğimden çok daha fazla şeyler fısıldadığını söylemeliyim. Ebüzziya Tevfik bu yazıyı 1880’de kaleme almış. Beyoğlu’nda bir dükkân çerçevesinde kurgulanan yazıda dönemin sorunlarını, semtin değişen görünümünü ve insanımızın hadiselere yaklaşım biçimini görebiliyoruz. Bütün bunların yanında sokak adlarının değiştirilmesinin ne büyük kayıplar olduğunu, Ebüzziya Tevfik’in bu kayıpları değerlendirmesine de şahit oluyoruz. Kısmen günümüz Türkçesine çevirerek sizlere aktarmayı uygun bulduğum yazıda bahsi geçen Timoni Sokağı, bugün Gönül Sokak olarak biliniyor. Muhtemel ki o dükkân, Suriye Pasajı’nın yerinde idi. Belki de hemen yanında yahut karşısında bir köşede hâlâ hayatiyetini devam ettiriyordur. Kim bilir? Bir Dükkânın Tarih-i Ahvâli -Yahut Sefahatin Marifete KazancıRusya Konsolosluğu’nun karşısında bir sokak vardır ki köşesindeki levhada Timoni Sokağı adı yazılıdır.

*Murat Hüdavendigâr ÜniversitesiTürk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi

(Osmanlı sultanlarının başkentinin bir mahallesinde sokakların böyle Timoni ve Galavani gibi ecnebi isimlerine nispet edilmesindeki münasebetsizliklere dair olan düşüncemizi başka bir vakte erteleyip bahsetmek istediğimiz maksada gelelim.) Bu Timoni Sokağı’na büyük caddeden sapıldığı hâlde sağ tarafta ikinci bir kapı gelir ki yarısına kadarı camlıdır. O kapı bugün dahi Yani’nin Birahanesinin girişidir. Bu dükkân dört köşe 6 metre genişliğinde bir yerin, yaklaşık iki buçuk metre yüksekliğinde bir

sayı//5// aralık 70


tavan altında oluşturduğu bodrumdan ibarettir; çünkü içinde gündüzleri en aydınlık havalarda bile sürekli gaz yanar. Ekseriya birahaneler için bu şeklide basık ve dükkân görünümünden çok bodrum görünümünde yerler seçilmesinin sebebi biranın her mevsimde serin yere ihtiyacı olmasındandır, diyorlar. İhtimâl ki böyledir. Fakat bendenizin şahsi kanaatime kalır ise ekseriyet üzere biraya müptela olanlar Almanlar olduğundan, böyle karanlık ve kasvetli yerlerin içecek yeri kabul edilmesi onların mizaç ve tabiatıyla mütenasip düştüğü içindir; zira bu kavim şen şakraklıktan ziyade sakin yaratılıştadır. İşte bu birahanenin yerinde tahminen yirmi sene evvel (ismini hatırlayamadığım) bir Fransız mücellidi bulunur idi. Bendeniz ise o tarihte on üç, on dört yaşlarında idim. Kitap okumaktan ziyade kurduğum ufacık bir kütüphanede süslü ciltli kitaplara sahiptim. O tarihte ise gençler şimdiki gibi her canları istediği anda soluğu Beyoğlu’nda almazlar idi. Beyoğlu o tarihte Müslümanlar nazarında bir Avrupa şehri modeli ve (meşhur bir zatın tabiri üzere) “İstanbul’un bir çarşu-yı bî-bedeli” hükmünde idi. Hâlâ dahi öyle olsa gerektir. Bu sebeple cumaları, hususen kış günlerine denk gelen cumaları gençlerimiz, akran ve yâranıyla bir araya gelerek, Beyoğlu’na giderlerdi. O zamanlar Beyoğlu’na çıkılmak için yegâne ve kestirme bir yol ise (basamakların 102 adetten ibaret bulunduğu çocukluk hatırası olmak üzere hâlâ hatırımda bulunan) Yüksek Kaldırım yolu idi. Beyoğlu seyahatini mutat edinenlerce birinci merhale “Kule Kapısı Mevlevihane’si olup, çünkü o tarihte Belavista yahut Perenci denilen ve müdavimlerinin hepsinde –her kimin hatırı kalırsa kalsın- süfehâ-yı millet adlandırmasından başka bir vasıf bulmakta zorluk çekilen rezalethanelerdeki adi şarkılara kulakları alışmamış olan vatan evladı, bizim millî mûsikîmizi dinlemek üzere Mevlevihanelere giderlerdi. Mevlevihaneden çıkıldıktan sonra zariflerin bir takımı için birinci uğranacak dükkân (Mekteb-i Harbiyemizden yetişmiş zabitanımızca bilindiği gibi) Perşeron’un gayet karanlık olan mağazası idi. Çünkü resim ve tasvir alanlarına mahsus eşya ve edevatı bu dükkândan başka yerde bulmak mümkün değildi. Bu cihetle gerek askerî, gerek mülkî mekteplere devam edenler resimle alakalı malzemeyi oradan tedarik ederlerdi. İşte Beyoğlu seyahatini alışkanlık edinenlerden bir takımın bu dükkâna uğramalarının sebebi budur. Ondan sonra dikkate değer bir yer kalırdı ki o da Aynalı

Çarşı idi. Perşeron’un tarihteki dükkânı önündeki kapısından girip, sola sapmak ve hayran hayran aynaya bakıp, ortasındaki sütundaki çatlak hakkında evvelce görenlerin ilk defa görenlere bilgi vermesi adettendi. Vaktiyle bize de böyle malumat verildiği gibi biz de ilk gören dostlarımıza aldığımız gibi satmakta kusur etmezdik. Sonra iki taraftaki dükkânların camekânlarında teşhir eyledikleri tuhaf ve enfes eşyayı seyretmek ve her iki pencerenin arasındaki arayı örten eden aynalara (güya kimseye sezdirmemek üzere) bir yarım bakışla fesimizi, boyun bağımızı (pardon! O tarihte ne boyun bağı takmak ne de pardon lafzını kullanmak yerleşmişti) düzelterek cadde yönündeki kapısından çıkardık. Bendeniz Beyoğlu’nu yedi sekiz yaşlarında iken Aynalı Çarşı’ya kadar bilirdim. Ben yaşta olan ve lala yahut peder ve birader ile gezmeğe çıkan öteki çocukların dahi Beyoğlu’nu oradan ibaret bildiklerinde şüphem yoktur. Bu cihetle orası seyahatin sonu ve başka bir tabirle dönüşün başladığı yer idi.

İşte şu hikâye ettiğim hâl ispat ediyor ki, memleketimiz henüz sanat ve marifeti değil sefahat ve sefalet vasıtalarını beslemekte ve onu beslediği nispette bir berikileri yokluğa sürüp götürmektedir.

Bundan yirmi beş sene evvel bugün kadınlarımıza kadar herkesin malumu olan Bon Marche o zaman halkın yüzde doksan dokuzu tarafından bilinmezdi. Merhum Terzi Mayer hayatta idi. Fakat şıklık bu derecelerde yaygınlaşmadığından, Tarakçılar’daki terzilerden Gülmezoğulları, Cozepeler, Yemandiler nerdeyse Mayer kadar alış veriş ederlerdi. 71


Ş ehir

Bir de bir zaman oldu ki üç ay kadar Beyoğlu’na gitmeye vakit bulamamış idim. Bir gün kitaplar hatırıma geldiğinden kalkıp gittim. Fakat dükkânın içinde başka bir tarzda buldum. Kitap sıkıştırmağa ve matbu kâğıtları (satine) düzeltme makinalarının yerine köhne bir demir karyola konmuş ve bizim Fransız mücellidin yerine de (Botorek) isminde Macarlı bir mücellit yerleşmiş idi.

Bilmem! Daha ne vakte dek bu tenperest gevşeklik ve bu sefih cehalete alışık vaziyette yaşayıp duracağız?

Madam Tereza ve Madam dö Miloyel gibi modestralar o tarihte de var idi; fakat şık lafzının Türkçemizde iki (elif-lam) ziyadesiyle ifade ettiği mananın karşılığı olan hanımlar o tarihte ender olduklarından, dediğim modestralara -bir iki bilinen aile müstesna olarak- hiçbir İslâm ailesi elbise kestirmeğe gitmez idi. Naum’un tiyatrosu, Pale dö Kristal açılmış idi. Lâkin o günlerde Alkazarlara Konkordiyalara olduğu kadar devam edilmez ve bu iki tiyatroda yüzde bir fesli görülmez idi. Her ne ise... Bendeniz başlangıçta haber verdiğim cihetle cildi süslü kitap merakına Beyoğlu’nun Aynalı Çarşı ile sınırlı olmayıp, Taksim’e kadar iki kat daha mesafeye sahip olduğunu öğrendikten sonra düşmüştüm. Bu sebeple nerede ne satılır; hangi sanatın maharetli sahibi nerede bulunur bilirdim. İşte şimdi Yani’nin Birahanesi bulunan yerdeki mücellidi dahi o tarihte en üstat mücellidi olarak haber aldığımdan bir cuma günü dükkânına gitmiştim. Dükkân şimdikinden daha loş idi. Duvarlarında gaz falan da yok idi. İçeri girip de karanlığa göz alıştırıncaya kadar mücellidin gösterdiği örnekleri seçmede hayli zahmet çektim. Nihâyet bir cilt seçerek kitapları anlaşma sonrasında mücellide teslim eyledik. Ondan sonra ara sıra gider ve her gidişte bir iki kitap götürüp bir iki kitap alırdım. Cilt malzemeleri o kadar mükemmel ve o derecelerde nefis ve çeşitli idi ki hâlâ Beyoğlu’nda o kadar mükemmel eşya toplamış bir mücellit yoktur.

sayı//5// aralık 72

Kendisini sorduğumda “Fransa’ya gitti” cevabını aldım; onun üzerine şöyle konuştuk. - Yine gelecek mi? - Hayır! - Ee, biz kitapları kimden alacağız? - Kendisinde kitaplar mı vardı? - Evet! - Kaç cilt idi? - İki. - İsminizle kitapların ismini haber verir misiniz? - İsmim Tevfik, kitaplardan biri Hadikatü’s-Süedâ biri de Hamse-i Nergisî. - Evet efendim! Sizi bana tarif etti; kitapları da cilt parasını alıp, bana bıraktı. Kaç kuruş vereceklerini de biliyorsunuz ya? - Evet! İkisini bir mecidiyeye pazarlık etmiş idik. Kendisinde bir hesaptan on kuruşum kalmış olduğundan on kuruş daha verecek idim. - Evet, böyledir; o da benden on kuruş almıştır. - Ee! Niçin gitti. - Kesatlık efendi! Bu memlekette mücellittik para etmez, bir mücellit bir kunduracı kadar da yaşayamaz - Aletlerini de mi götürdü. Çünkü birçok şeyleri göremiyorum. - Evet efendim! Buradan gitmeden mezat yaptı. Birazını Rum mücellitler aldı. Meşinler ile bezlerini de ben aldım. Biz kitaplarımızı aldık, götürdüklerimizi de tarif ederek bırakıp gittik. Filhakika ertesi hafta gittiğimde bu Macarlıyı sanatında iyi bilinen Fransızlardan üstün buldum; çünkü Laypzig matbaalarının cilt fabrikalarında yetişmiş bir sanat sahibi idi. Nasıl cilt istersem arzumun üstünde şeyler yapardı. Ne fayda ki biçare Botorek dahi bu dükkânda maişetini temin edemediğinden 3 sene sonra cilt malzemelerini Müfit’e satarak otelciliğe başladı. İşte haber verdiğim birahanenin –bildiğim zamandan itibaren- hikâyesi budur. Ondan sonra birkaç senelerde kapalı kalmıştı. Bir de bundan sekiz sene evvel bir gün o sokaktan geçerken dükkânın yüzüne beyaz bir badana vurulmuş olduğunu gördüm. İçerisine doğru baktığımda birkaç masa konmuş; her birinde birkaç müşteri yer tutmuş; önlerinde bira


kadehleri duruyor ve yaklaşık 25 yaşında bir delikanlı da tezgâh başında bulunuyordu. Kendi kendime dedim ki – Beyoğlu gibi ekserisi ilim ve fazilet sahibi olan ecnebiye merkez olmuş bir mahalde iki mücellitten birini memleketine kaçıran ve diğerini meslek değiştirmeye mecbur eden şu uğursuz bodrum yine Beyoğlu gibi o kadar lâtif ve müzeyyen sefahathaneleri barındıran bir mahalde birahane tutulur da acaba sahibini geçindirir mi? Ondan sonra her ne vakit bu sokaktan geçersem merakımdan bu birahaneye bakardım; hep ilk gördüğüm hâlde bulur ve sonrasında değerlendirmemi nefsime hitaben tekrarlardım. Ondan sonra üç buçuk sene kadar (hasbelkader) İstanbul’dan ayrılmıştık. Vatana döndüğümde bir gün yine o sokaktan geçerken dükkânın uğursuzluğunu örten o beyaz badananın bir sarı yağlıboyaya dönüştürülmüş ve pencereleri küçük, zikzaklı camları kuşatan çerçevelerle süslenmiş olduğunu görünce içeriye girdim. Üzerleri mermerli 9 masa konmuş. Her masanın başında dört beş kişi oturmuş. Duvarlarda masalarla aynı hizada gazlar yanmış. Tavanla duvarlarda kâğıt yapıştırılmış biri alafranga diğeri alaturka vakti gösteren iki saatle dört beş resim levhası asılmış. Dükkân sahibinin bulunduğu tezgâhın üzeri havyar, tereyağı, yumurta, çeşitli peynirler ve birçok içki şişeleri ile süslenmiş; Avrupa’nın çeşitli resimli matbaalarından dört beş lisan üzere yirmiden fazla gazete yerleştirilmiş; dört kişin mevcut müşterilere, bira ve birahanelere mahsus olduğu üzere muttasıl Gravyera peyniri ile havyar mezesi taşıyor. Bu hâli görünce önceki değerlendirmemdeki yanlışlığa kendi kendime mahcup ve daha doğrusu eseflenmiş olarak, yine kendi kendime –Yazık bize! Bu memleket ilim ve marifeti öldürmeyle maddî ve manevi harap oluşumuzun ‘işretini besliyor!

olmasına hasetten vuku bulmuştu. Nihayet hakikatini öğrenmeye muvaffak olduk: Yani Çelebi, Yunan palikaryalardan olup benzeri serseri hemşerileri gibi İstanbul’a gelmiş; Perşembe Pazarı’nda bir birahanede birkaç sene uşaklık ettikten sonra çelebisinin himmetiyle bu dükkânı açmış. Satıldıkça parasını ödemiş ve dolusunu almak üzere bir fıçı biralıkta kredi yani itibar sahibi olmuş. Beyoğlu’nda birçok Alman bulunduğu ve aksine birahane bulunmadığı cihetle Almanlar buraya dadanmış. Fakat haysiyet sahiplerini dâhil olabileceği bir derecede olmamasından Yani’ye biraz tertip düzen tavsiyesinde bulunulmuş. Yani dahi, sermaye yokluğundan bahisle yardımlarına başvurmuş. Kendisine kırk, elli lira borç vermişler, etmişler. O da tertip düzen sahibi –her haysiyet sahibini memnun edecek ve girmekle bir tarza engel görmeyecek derecelerdetamamlamış. Şimdiki hâlde üç dört bin lira sahibi olmuş hatta geçen sene sıla vesilesiyle bir süreliğine memleketine gittiğinde 1500 liraya bir de çiftlik almış. Gariptir ki bu birahanede müdavimlerin üçte ikisi Müslüman olduğu hâlde bundan altı ay evvele gelinceye kadar 20’den fazla ecnebi lisanda gazete mevcut iken Çelebi Yani bir tane Türkçe gazete bulundurmağa ehemmiyet vermemişti. Onu da bendenizin ihtarım üzerine tedarik eyledi. İşte şu hikâye ettiğim hâl ispat ediyor ki, memleketimiz henüz sanat ve marifeti değil sefahat ve sefalet vasıtalarını beslemekte ve onu beslediği nispette bir berikileri yokluğa sürüp götürmektedir. Bilmem! Daha ne vakte dek bu tenperest gevşeklik ve bu sefih cehalete alışık vaziyette yaşayıp duracağız?

-Burada vaktiyle adamın insaniyetini gösteren ilmî eserleri ve cilt sanatını öğrenmiş iki adam barınamamış iken bugün insanın hayvaniyetini bile öldürmeye sebep olan ‘işreti satmakla tanınmış bir adam gittikçe mesleğinde terakki ediyor- demiştim. Ondan sonra ara sıra yolum düşüp de canım kahve altı kabilinden biraz şey yemek istedikçe biz de bu birahaneye girmeye başladık. Merak bu ya! Sâhibinin dükkânı açtığı zamanki sermayesiyle şimdiki kazancını öğrenmek arzusuna düştük. Maksat ise hep marifetle sefahati mukayeseden ibaret idi. Yoksa ne çelebi Yani’nin bir pula muhtaç kalmasını arzudan ne de milyonlar kazanmış 73


Ş ehir

rihna yâ Bilâl, erihna!..”(rahatlat bizi yâ Bilâl, rahatlat) denildiğinde müezzinlerin pîrine; ruhları coşturan, kalpleri dirilten nefesiyle sokaklara dökmüş ensar ve muhacirini. Ve o “çağrı” Medine sokaklarından dünyaya yayıldıkça, Rahmet Peygamberi’nin

DERSAADET’İN

EZANLARI

Emirül Müminin ve Sahibül Ezân’ın rüyalarını aynı anda süsleyen bir akitleşmenin şifresidir; Ezan. Bu manifesto; küçük sonsuzların büyük sonsuza açılan “iltica kapısı” olmuş, siyahî bir kölenin bembeyaz dişleri arasından dudaklarına döküldüğü günden beri. Sabri GÜLTEKİN

“Erihna ya Bilâl, erihna!..” terennümü mâkes bulmuş asırlarca. Onun için Medine’de bir başka okunur ezanlar; Bilâlce. Yakan... Kölelikten özgürlüğe kapı açan... Efendisinin vuslata ermesiyle Şam’a sığınan... Ve yıllar sonra görülen bir rüyâdaki; “Bunca ayrılık yetmedi mi, yâ Bilâl? Hâlâ kabrimi, ziyâret etmeyecek misin?..” ilhamınca Medine’ye koşan... Hasan ve Hüseyin’e kıyamayıp “Allahu Ekber...” sadalarıyla Medine’yi tekrar sokaklara döken... Başlanan, fakat bitirilemeyen ezan. Mescid’in Babüs Selam Kapısı‘ndan girip, Rahmet Peygamberiyle ayetlerin tilavetini titreyerek dinleyip, Cibril Kapısı’ndan çıktığınızda yeni bir çağrı, yeni bir inkılâp bekler her vakit sizi; Bilâl’in ezanları. Efendimiz, müezzini Bilâl’i çağırır, beş vakit“coşaradım“ geldiğinde. Hiç eskimeyen şu terennüm dökülür tane tane; “Erihna ya Bilâl, erihna!..” Ve Medine’nin Bilâlleri, dünyanın hiçbir yerinde tadamayacağınız senfoniyle bir ziyafet vermeye başlar. Yeryüzü mescidleri, iftar sofraları gibi şenlenir. Daha önce defalarca tattığınız “iltica kapısı”nın şükür şemsiyeleri, ruhu hazan mevsiminden alıp haz mevsimine seyahat ettirir. Kevser damlacıkları, meleklerin seremonisiyle ruhunuza damlayıverir. EZAN-I MUHAMMEDİYE... Kurtuluşu muştulayan, risaleti haykıran, akti beş vakit tazeleyen, güneşi peşine takarak âlemleri şûlesine hayran bırakan, elle tutulan ve tutulmayanı BİR huzurunda cemleyendir; EZAN. Ve sonrasında; “Allah’ım!..Ey bu davetin ve kılınacak namazın Rabbi, MUHAMMED’e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver. Onu, kendisine vaat ettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır” duasıyla şefaate kapı aralayandır; EZAN. Ezanların başkaca okunduğu bir belde daha vardır; kandillerinden nûr damlayan yedi tepeli İstanbul.

sayı//5// aralık 74


Ezan-ı Muhammedî, makamdan makama geçerek bir başka cüş-i huruş eyler bu beldenin semalarında. Bilâllerin yanık sesinde, Abese’yle müjdeli âmâ Abdullah İbn-i Mektûmların nefesinde. Sabâ, Dilkeşhâveran, Rast, Hicaz, Hicaz, Segah, Uşşak, Bayatî, Nevâ makamları birbiriyle raks eder, payitahtın üzerinde. Müslimi hayran, gayrimüslümi hayran... “Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster...” diyen Nâzım hayran... “Şu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli...” diyen Âkif hayran... Bu ilahi tınıya kulağı olan herkes hayran. Bu şehirde camiler, Fetih ve Fatih’ten beri ezanları Bilâl’in dilinden bir başka konuşur. Öyle bir muhabbet ki, minareden minareye gidip gelirken Marmara’da medcezirler oluşturur.

Bir düşünsenize... Ezan olmasa; kulaklara ne üflenecekti? Ezan olmasa; mü’minler mi’raca nasıl yükselecekti? Ezan olmasa; nasıl tutulacaktı oruç, bırakılacaktı tutulduğu gibi... Bir düşünsenize... Ezanda kulağı olmayanın; nelerden mahrum kaldığını... Hamiş: Çoğumuzun farkında olmadan dinlediği “çifte ezan” geleneği Fatih Sultan Mehmed’in bir vasiyeti olup, selâtin camilerinde hâlâ okunmaya devam ediyor.

Ve önce semaya yükselir... Sonrasında sokaklara düşer; efsunkâr tınısıyla meşk edecek ruhlar arar... Gönülleri yakar-yıkar; fakat târûmar etmez asla. Hiç eskimeyen haberler verirler medeniyetler ötesinden. Çift minareli selâtin camilerinde, çifte ezanlar okunur şerefelerden. Sultanahmet‘ten rast makamında yükselen sese, tek kubbeli ve sol minareli Firuz Ağa Camii karşılık verir. Caddelerde yürüyenler, ara sokaklarda demlenenler ve dahi ecnebiler vurgun yemişcesine gibi dakikalar süren bu ilahi düeti dinler. Heyhat ki dinleyenler arasında sadece Ayasofya mahzun. Uşşak makamında çağrıya başlayan Nuruosmaniye‘ye, önce Gazi Atikali Paşa Camii, daha sonra ise Mahmutpaşa Camii katılır. Bu üçlünün sunduğu ilahi senfoniye melekler bile gıpta eder. İstanbul fethedilmezden önce fethedilen ensar ruhlu Üsküdar; Marmara Boğazı’nı aşıp payitahta ulaştırıverir, Valide Camiive Mihrimah Sultan‘ın arasındaki cezbeyi. Ne tuhaf… Bu geleneği başlatan “müjdeli komutan”ın mabedi yalnızdır, onca kalabalıklar arasında. Sitem edecek, sesine ses verecek bir kimsesi yoktur yanında, yakınında. O da başlar kendi minareleri ve şerefeleri arasında rast ve uşşak makamında hasbihâle. Bir minare ezanca konuşur diğeri susar, diğeri Bilâlce üfler ruhunu semaya, nûrdan bir şûle olup Fatih‘in üzerine düşer. Hû hûlara belenir ezanlar; sarı taşlı mabedlerce, beyaz benizli Bilâllerce sabahtan öğleye, ikindiden akşama, yatsıdan fecre kadar... Secdeye kapanıp, uzanır mesafesizce; mahyalarından nûr hâleleri damlayan Ramazanlara, yetimlerin başlarının okşandığı Bayramlara, Kubbet’ul Hadra’nın altında yatanlara, Gül’ün izinden mi’raca kadar... 75


Ş ehir

Şehir Medeniyetini Kuran Kadınlardan

HUNAT HATUN Şehirler vardır, modern yapılarıyla öne çıkarlar. Şehirler vardır, mimarisiyle, “ben de varım” derler. Şehirler vardır, hayırsever insanlarıyla tanınırlar. Şehirler vardır, kültür insanlarıyla bilinirler. Ve şehirler vardır, ekonomik ve ticari gelişmişliğini sanatıyla, kültürüyle, mimarisiyle hem hal ederek geleceğe yürürler.

Vedat SAĞLAM

ehirler vardır, modern yapılarıyla öne çıkarlar. Şehirler vardır, mimarisiyle, “ben de varım” derler. Şehirler vardır, hayırsever insanlarıyla tanınırlar. Şehirler vardır, kültür insanlarıyla bilinirler. Ve şehirler vardır, ekonomik ve ticari gelişmişliğini sanatıyla, kültürüyle, mimarisiyle hem hal ederek geleceğe yürürler. Anadolu, bu manada pek bereketlidir, pek üretkendir. Bağrında birçok şehir barındırır. Çünkü Anadolu bir Selçuklu coğrafyasıdır. Ve biline ki, Anadolu’nun asıl sahibi de, Selçukludur. Ülkemizin değişik bölgelerinde, kentlerinde, kırsalında, pek çok Selçuklu eseri görmek mümkün. Hemen hemen her şehirde mutlaka en az bir tane medrese, cami, han, hamam,

külliye mevcuttur Selçukludan kalan. Bu tarihi bir zenginliktir. Son yıllarda ekonomik kalkınmışlığını tamamlayan, alt yapı hizmetlerini bitiren, çevre düzenlemelerinde belli standartları yakalayan, tabiri caizse öncelikli ihtiyaçlarını gideren Anadolu kentleri, artık kültürle uğraşmaya, şehirlerini estetize etmeye, tarihi mîraslarını

sayı//5// aralık 76


ortaya çıkartmaya başlamışlardır. Anadolu bu manada hareketli ve bir o kadar da bereketli bir coğrafyadır. Sevinilecek haber şudur ki, gelecekte ülkemizi kültür hareketliliği konusunda daha güzel günler bekliyor. İslam’la tanışmış Selçuklu Sultanları ve eşleri geleceğe eser bırakma konusunda hem birbirleriyle, hem de kendilerinden öncekilerle yarış içinde olmuşlardır. Bunlardan biri de Hunat Hatun’dur. 1.Alâeddin Keykubat, 1220 yılında, Alanya’yı (Kolonoros), Anadolu’da Müslüman Türk birliğini sağlamak amacıyla kış mevsiminde iki ay boyunca kuşatmasına rağmen, bir türlü fethedemez. Tam kuşatmayı kaldırmayı düşündüğü vakit rüyasında biri, “Alanya Kalesi’ne karadan ve

denizden yetişilemez. Ancak Allah’ın yardımı ile sana fetih müyesser olacaktır.” müjdesini verir. Rüyadan aldığı cesaretle kaleye yeniden hücum eden Alâeddin Keykubat, bu sefer almayı başarır. Kalenin Rum Kralı Kir Fard, adâlet ve hoşgörüsüne hayranlık duyduğu 1. Alâeddin Keykubat’a barış teklif eder. “Eğer şahsıma

sığınma ve kalan ömrümü geçirecek bir yer tahsis ederseniz, benim için büyük lütuf olacaktır.” deyince, 1. Alâeddin Keykubad da Kir Fard’ın bu teklifini bir şartla kabul eder. “Sadakatini ispat için âile fertlerinden birini akrabalığımıza arz ederseniz, hakkınızdaki güvenimiz artmış olur.” Bu şartın üzerine Kir Fard kızını (Prenses Destina) 1. Alâeddin Keykubad’a 1221 yılında eş olur. PRENSES DESTİNA HUNAT HATUN OLUYOR Prenses, İslâm’ı hiçbir zorlama olmadan kendi isteğiyle seçer, öğrenir, yaşamaya gayret eder. Fıtraten zeki, çalışkan, dindar, kültürlü, cömert ve hayırsever bir kişidir. Bu özelliklerinden dolayı kendisine, bilge, büyük mânâsına gelen Hunad (Hunat), eğitim, öğretime yaptığı katkılardan dolayı ay parçası, etrafına nur ve güzellik saçan mânâsında da Mahperi isimleri verilir. “Sultan

Zamanla Hunat Hatun kendini iyice hayır işlerine vermiş bir Anadolu kadınıdır artık. Peygamberimiz’in (sav) şu hadisinden çok etkilenmiştir; insanoğlu öldüğü zaman amel defteri kapanır. Üç şey amel defterinin açık kalmasını sağlar buyurur; sadaka-i cârîye, (hayrı devam eden iyilikler) faydalanılan ilim, kendisine dua eden hayırlı evlât.

Hanım” payesini vermek için de, Hunat ismine Hatun eklenir. Kitabelerde geçen unvanı ise Saffetü’d-dünya ve’d-Din’dir. (Din ve dünyanın yüz akı). 1. Alâeddin Keykubat âlimleri korurdu. Mevlâna, Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled, Hocası

77


Ş ehir

1. Alâeddin Keykubat, eğitim ve kültür hayatıyla iç içe olan sarayında, hanımların da ilme, bilgiye, âlimlere özen göstermesini isterdi. Hunat Hatun, eşinin eğitime, bilgiye olan desteğini görünce etkilenmiş, kendisi de bizzat işin içine girmiştir. Zamanla Hunat Hatun kendini iyice hayır işlerine vermiş bir Anadolu kadınıdır artık. Peygamberimiz’in (sav) şu hadisinden çok etkilenmiştir; insanoğlu öldüğü zaman amel defteri kapanır. Üç şey amel defterinin açık kalmasını sağlar buyurur; sadaka-i cârîye, (hayrı devam eden iyilikler) faydalanılan ilim, kendisine dua eden hayırlı evlât. Bir başka ilham kaynağı da, kayınpederi 1. Gıyâseddin Keyhüsrev’in genç yaşta vefat eden kız kardeşi Gevher Nesibe Hatun’un vasiyetiyle 1206 yılında Kayseri’de inşa olunan ilk tıp okulu ve hastanesi, Şifâiyye idi. (Gevher Nesibe ve Gıyasiyye Şifaiyyesi). TEMİZLİK HİZMETİN ÖNÜNDEDİR Hunat Hatun, 1238’de Kayseri’de kendi ismiyle anılan bir külliye inşa ettirmiştir. Kesme taştan inşa edilen cami, medrese, hamam ve türbe bölümlerinden oluşmaktadır külliye. İnşasıyla ilgili olarak Hunat Hatun’un, “Temizlik hizmetin önündedir. Camiden önce hamamı yapınız. Ustalarım, işçilerim her sabah burada yıkanıp işe başlasınlar, akşamleyin yıkanıp evlerine temiz gitsinler.” dediği rivayet edilir. Hunat Hatun Külliyesi’nin merkezî yapısı camidir. Giriş kapısının hemen üzerinde, mukarnas (prizmatik unsurların yan yana ve üst üste geldiği süsleme sanatı) altında, Tevbe Sûresi’nin 18. âyeti yazılıdır: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’ı ve ahireti tasdik eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden çekinmeyen müminler bina edip şenlendirir. İşte onlar cennet’e ve bütün muratlarına kavuşmayı umabilirler.”

Seyyid Burhaneddin, Ebû Hafsa Ömer el Bekrî bin Abdullah Suhreverdi ve Muhyiddin-i Arabî ile özel dostluklar kurmuş, birçoğunun meclisinde bulunmuş, sohbetlerini dinlemiş, devlet imkânlarıyla iyi hizmet yapmalarını sağlamıştır. “İlmin olmadığı yere taassup hakim olur. İlim adamları bizim mânevî dinamiklerimizdir.” diyerek, bu alandaki samimiyetini, gayretiyle birleştirmeyi bilmiştir. Yazları Kayseri’de kalmasından ötürü bu şehre çok sayıda ilim adamı yerleşmiş ve kent bu tarihte medreseler bakımından Selçukluların en zengin vilâyetlerinden biri olmuştur. sayı//5// aralık 78

Batı ve doğu kapılarının üst kısmında yer alan mermer kitâbelerin Türkçesi şöyledir. “Bu mübarek caminin inşasını Keykubad oğlu yüce sultân, din ve dünyanın koruyucusu, fetihler sahibi Keyhüsrev devrinde, Şevval 635 (Haziran 1238) yılında, büyük, âlim, kanaatkâr, dünya ve dinin yüz akı hayırlar fâtihi Melike (Mahperi Hatun) oğluna emretti. Allah onun yüce varlığını devamlı kılsın, gücünü artırsın.” Hunat Hatun bu medresenin haricinde, Tokat, Çekerek (Yozgat) arasına, yol emniyetini sağlamak ve tüccarları ücretsiz olarak konaklatmak için, altı büyük kervansaray daha yaptırmıştır. Bunlardan Tokat’ın Pazar ilçesinde olanı hâlen ayaktadır.


Nevşehir’in Ürgüp ilçesi Hunat Hatun’a tahsis edilmişti. Oğlunun saltanatı zamanında bu çevrede eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdüren ve kendisinin de takdirini kazanan mutasavvıf Şeyh Turesan Velî Hazretleri için, İncesu-Ürgüp arasında kuş uçmaz, kervan geçmez Tekke dağında, tekke inşa ettirmiş ve buraya geniş vakıflar bağlamıştır. O zamanki imkânlarla buraya gerekli malzemeyi taşıyıp bu eğitim yuvası binayı yaptırmak, Hunat Hatun’un Allah yolundaki eğitim cehdini ortaya koyması açısından ilginçtir. EL-MELİKETÜN-NİSA FİL-ÂLEM Hunat Hatun’un karakterini, kabrinin üzerindeki sandukada yer alan şu ifadeler göstermektedir: “Bu kabir, seyyide (hanımefendi), setire (örtülü), saide (mutlu, mesut olarak dünyaya gözlerini yuman), şehide (gerçek âlemi görmüş, rahmetli), zahide (geçici dünya zevklerine boş verip kalıcı şeyler yapmış), abide (kulluk yapan, ibadet eden), murabıta (İslâm’ın sınırlarını gözeten), mücahide (canıyla, malıyla İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak için çalışan kadın), masume (büyük günahlar işlemekten korunmuş), sahibe (hanım sahib yani hanım yönetici), adîle (adaleti gözeten), el-meliketün-nisa fil-âlem (dünya kadınlarının kraliçesi), afife (namuslu, şerefli), nazife (madden ve mânen temiz), çağının Meryem’i, zamanın Hatice’si, marufun sahibesi (sahibu’l hayrat gibi, iyilikler yapan kadın), el-mutasaddikatü bi’l-mali uluf (binlerce parasını hayır yoluna harcayan veya devlet bütçesinden hayırlı eserler yaptıran, kamu yararına harcayan) binlerce malın musaddıgası (binlerce malını sadaka vermiş), dünya ve dinin safveti (Din ve dünyanın yüz akı), dünya ve dinin yardım ve emanı şehid, merhum Keykubatın oğlu Keyhüsrev’in annesi Mahperi Hatun’un kabridir. Allah cümlesine rahmet eylesin!”

Hunad Hatun, İslâm’ın kadına verdiği değeri döneminde temsil etmiş, çağının Meryem’i ve Hatice’si olmuştur. Hunat Hatun, Kayseri ve çevresinde kendisinden sonra gelen Bacıyan-ı Rûm’un kurucusu Evhaduddîn Kirmanî’nin kızı Fatma Bacı, Gülük Camii’ni yaptıran Atsuz Hatun, Köşk Medresesi’ni yaptıran Emir Eretna’nın eşi Melike Hanım gibi birçok kişiye hayır konusunda da öncülük etmiş bir şahsiyettir.

Hunad Hatun, İslâm’ın kadına verdiği değeri döneminde temsil etmiş, çağının Meryem’i ve Hatice’si olmuştur. Hunat Hatun, Kayseri ve çevresinde kendisinden sonra gelen Bacıyan-ı Rûm’un kurucusu Evhaduddîn Kirmanî’nin kızı Fatma Bacı, Gülük Camii’ni yaptıran Atsuz Hatun, Köşk Medresesi’ni yaptıran Emir Eretna’nın eşi Melike Hanım gibi birçok kişiye hayır konusunda da öncülük etmiş bir şahsiyettir. Vefatından sonra, kendi adıyla anılan cami ile medrese arasındaki türbesine defnedilen Hunat Hatun’un ismi ve eserleri, bugün eğitime destek veren kadın-erkek hayırsever insanlarımıza ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Bir başka deyişle Hunat Hatun, günümüzdeki hayırsever hanımlara, Anadolu Selçukluları döneminde Müslüman hanımın toplumda en muallâ mevkii temsil etmesi ve geride bıraktığı eserleriyle eğitime verdiği destek yönünden, güzel bir örnektir. 79


Ş ehir

smanlı cemiyetinin şiir sevgisi ve şiirle ünsiyeti muhakkak modern Türk toplumunun şiire ilgisinden kat kat fazlaydı.

ŞEHRE RUH VEREN

ŞiiR MEDENiYETi Taş; Türkçemizde sertliğin teşbih edildiği en önemli kelimedir. Taş kalpli, dediğimiz zaman merhametsiz, şefkatsiz insanı anlatmış oluruz. Amma velâkin, Osmanlı taşa öyle bir ruh, incelik ve estetik katmıştır ki, taş sanki Osmanlı’nın elinde canlı bir varlığa dönmüştür. Süleymaniye, Sultanahmet, Yeni Cami ve daha nicelerinin aslında taştan ibaret olduğunu, bu güzel mabetleri seyrederken hiç aklımıza getirmeyiz. Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir/Bulur mu deli rüzgâr o sadâyı; Allah Bir…mısralarını yazan Necip Fazıl, mermerlerin canlı birer varlık olduğunu haykırmıştır. Ekrem KAFTAN

Belki bu yüzden Osmanlı bir medeniyet kurarken, şiir kadar güzel eserler vücuda getirdi ve şiir kadar güzel bir hayat yaşadı. Yıllardan beri İstanbul’daki hemen bütün ayakta kalmış Osmanlı eserlerini incelemekten büyük zevk alırım. Her taşın muhakkak bir emek eseri olduğu, tabiattan toplanmış herhangi bir taş olmadığı görenlere malumdur. Taş; Türkçemizde sertliğin teşbih edildiği en önemli kelimedir. Taş kalpli, dediğimiz zaman merhametsiz, şefkatsiz insanı anlatmış oluruz. Amma velâkin, Osmanlı taşa öyle bir ruh, incelik ve estetik katmıştır ki, taş sanki Osmanlı’nın elinde canlı bir varlığa dönmüştür. Süleymaniye, Sultanahmet, Yeni Cami ve daha nicelerinin aslında taştan ibaret olduğunu, bu güzel mabetleri seyrederken hiç aklımıza getirmeyiz. Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir Bulur mu deli rüzgâr o sadâyı; Allah Bir… mısralarını yazan Necip Fazıl, mermerlerin canlı birer varlık olduğunu haykırmıştır. Osmanlıca’nın okullarda okutulması meselesinin gündemde olduğu şu günlerde en çok konuşulan taşlardan biri de mezar taşları… Mezar taşlarının binlercesi özellikle Karacaahmet’te artık kayıp ve nerede olduklarına dair elinde bilgi bulunan bir devlet kurumu var mı onu da bilmiyoruz… Mezar taşlarının üzerine yazılan sülüs, celi sülüs ve özellikle ta’lik yazılarla, taşa işlenen kavuklar, sarıklar, fesler, çiçekler, üzümler, farklı geometrik motifler, taşların canlı birer varlık olduğunu haykırır bize… Mezar taşları, şiir medeniyetinin kurucularının dünyayı terk ettiklerinde bile kendi medeniyetlerinin gölgesinde kıyameti beklediklerinin delilidir. Her mezartaşının alnında önce “HüvelBaki” veya “HüvelHallâkulBâki” ifadeleri baki ve tek olan Allah’ın ebedi ve sonsuz gücünü haykırır. TAŞLAR KELİMELER GİBİDİR Taşlar, hattatın veya taş işçisinin elinin altında hamurlaşmış ve yazı ve/veya süsleme yazılıp/ yapılıp tamamlanınca tekrar taş haline dönmüştür

sayı//5// aralık 80


sanki. Bir ebedi mesajı, fani kullara kıyamete kadar iletmektir taşın vazifesi. Bu sebeple taşa yazılan yazı, medeniyetler yok olsa bile yeniden kurmaya da vesile olur. Taşlar, şiir kadar güzel bir medeniyetin vücut bulma vasıtasıdır. Sertliklerinin sebebi belki de taş kalplilerin kalbini yumuşatmak içindir. Taşlar, kelimeler gibidir ve kelimeler medeniyetin taşıyıcısıdır. Taşlar da geçmişten geleceğe medeniyeti taşıyan en önemli vasıtalar değil midir? Şiir medeniyeti, sözün kıymetini bilenlerin nesiller boyunca yeni güzellikler ekleye ekleye kurdukları, ruhlara sükûn, huzur, saadet ve mutluluk veren bir medeniyettir. Gidin İstanbul’un bütün tarihi eserlerini defalarca ziyaret edin, tarihi mezarlıklarında dolaşın… Kalbinizde iman ve estetik duygusu varsa, bu medeniyet eserleri size asla yorucu gelmez… Şiir için ilham verir. Hakk’a bağlılığınızı arttırır ve fani dünyada sizin de ez azından bir mezar taşınız kalsın istersiniz…

yeniden ihya ve inşa etmemiz mümkün değildir. Taşla şiiri buluşturan bir ecdadın torunları, betondan taşa yükselmedikçe, şairlerinin en basit şiirlerine kadar okuyup anlamadıkça, meselesiz, gerçeksiz, iddiasız, adaletsiz ve kan akan bir coğrafyada kimliksiz yaşamaya mahkûmdur. Şehir, şiirin merkezi, şiir şehrin eseridir…

Taşlar, hattatın veya taş işçisinin elinin altında hamurlaşmış ve yazı ve/veya süsleme yazılıp/yapılıp tamamlanınca tekrar taş haline dönmüştür sanki. Bir ebedi mesajı, fani kullara kıyamete kadar iletmektir taşın vazifesi. Bu sebeple taşa yazılan yazı, medeniyetler yok olsa bile yeniden kurmaya da vesile olur.

Osmanlı medeniyetinin her eseri, hatta insan eliyle hamurlaşıp işlenmiş ve tekrar sertleşmiş taşı bir şiirdir… Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı isimli muhteşem eser mi daha güzeldir, Süleymaniye Camii’nin kendisi mi sorusunu sormak her şiir ve estetikten anlayanın kaçınamadığı bir gerçektir. “Süleyman mı muhteşem, eseri mi bilinmez Süleyman unutulur arzda mührü silinmez” diyen şairin de taşta gördüğü bu şiir medeniyetidir. Taşların şiiri veya şiir haline gelmiş taşlar, medeniyetimizin mühürleridir. Ve medeniyetimizin mührünü biz şiirle vurmuşuzdur. ŞEHİR ŞİİRİN MERKEZİ ŞİİR ŞEHRİN ESERİDİR… Bu medeniyeti anlamanın ve bu medeniyete mensup olmanın hazzını yaşamanın yolu, şiiri bilmekten, anlamaktan ve yaşamaktan geçer. Bugünkü muhafazakâr, Osmanlı torunu olduğunu iddia eden insanların büyük çoğunluğu ne yazık ki ne taşların dilinden anlamaktadır, ne de şiirden… Yeni nesilleri şiirimiz ve medeniyetimizle barıştırmadıkça, dünyada millet olarak yeniden iddia sahibi haline gelmemiz mümkün değildir. Yunus’tan, Mevlana’dan, Fuzuli’den, Baki’den, Nedim’den, Mehmet Akif’ten, Necip Fazıl’dan birkaç beylik beyit okumakla medeniyetimizi 81


Ş ehir

“KAMU ÂLEM BiRDiR BiZE…” ŞAiR HAYDAR ERGÜLEN iLE SANATI VE ŞEHRi SEVMEK

Ben benzemenin iyi olduğu şehirlerden/ yani benzediğim ne varsa eskiden/ yavaş akan bir şehir, sakin kitaplar,/ su aziz ve biz büyüdükçe yeşil/ bir nehir, kuşları bile dalında yerli/ bir şehirden birden kanatsız uçtum/...

Söyleşi: Mehtap ALTAN

ayın Haydar Ergülen, söyleşiler okur ile sanatçı arasındaki sosyal ve akademik köprülerdir. Ve okurun ilk merak ettiği şey, sanatçının herkesin bildiği yönünü değil o söyleşiye has kurduğu kendini takdimidir. Birkaç cümle ile bize sizden bahseder misiniz? Galiba en zor soruyu baştan sordunuz. Üniversitelerde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çeşitli dersler veriyorum, bunlardan biri de yazı üzerine. Orada öğrenci arkadaşlara ‘kendinizle söyleşin, söyleşi yapın’ diye bir ödev veriyorum, nasıl yapacaklarını da anlatıyorum. Fakat yine de gözlerindeki çaresizliği görüyorum. Şimdi kendimi de onların yerine koyduğumu söylemeliyim. Oto tamircisi, kaportacı Kel Hasan usta ile ev kadını ve altı çocuk annesi Nazlıgül hanımın evladı olmaktan ve kızım Nar’ın babası olmaktan dolayı ziyadesiyle bahtiyarım. Geçenlerde genç bir okurum bana bir zarf uzattı, üzerinde adım ve altında “Nar’ın gölgesi” yazıyordu, elhak öyledir, yerindedir, güzeldir. İnsan zamanla tanımsızlığa doğru gidiyor. Arif Sağ’ın çok sevdiğim bir deyişi vardır, “özde ben bir insan olmaya geldim” der. İşte ben de yolculuğun sonunda dünyadan bir ‘insan’ olarak ayrılmış olmayı diliyorum. Bir insan evladı olarak… Sayın Ergülen son kitabınızda “Vefa, bazen unutmaktır” dediniz ve aklımızın paslı kıyısına defnettiğimiz bir yüzleşmeyi yeniden hatırlattınız! Bu bağlamda bize neler söylemek istersiniz? Unutmanın gerdanına dizilince daha mı güvende olur vefa? Aşınma, aşındırma diyoruz ya, aslında tam da bunlarla ifade edilebilecek bir meram bu. Haklısınız. Şu aforizmalar çağında ben de bir aforizma söylemiş oldum “vefa, bazen unutmaktır” diyerek. Ama inanın bunu aforizma niyetiyle söylemedim, öyle olmuş olabileceğini yazınca, kitabın adı olunca fark ettim. Yazmasam da, kitabın adı olmasa da söylerdim bunu, zira uzun zamandır yer etmişti bende. İnsanlarla birlikte kavramlar, değerler de, ne yazık ki, yaşayacağına, daha da kıymetleneceğine, bir değer yitimine uğruyor, boş sözler haline geliyor, çoğu zaman da yeni hayatta ve yeni dilde karşılığı olmayan, anlamı bilinmeyen ölü ya da yaşlı sözcükler olarak terkediliyor, çürümeye bırakılıyor. Bu çok acı verici fakat aynı zamanda da önlenemez bir durum. Ama hiç olmazsa yavaşlatılabilir, daha az yıpranması söz konusu olabilir. O yüzden de bazen kavramları bildiğimiz, alışık olduğumuz halleri, kullanımlarıyla değil de, ters karşılanabilecek, olumsuz ya da karşıt anlamlara yorulabilecek biçimde kullanmayı teklif ediyorum. Bunu niye yaptığıma gelince, insanın çocukluğunun aslında hiç geçmediğini

sayı//5// aralık 82


düşünüyorum. Tümden çocuk olmak kabil değil, mümkün de değil, hem galiba gerekli de değil, ama o dünyayı, o duyguyu, o saflığı, kısacası o rüyayı diyelim zaman zaman görmek, bizi büyüklük hastalığından da bir parça olsun koruyabilir. İnsanların o çocuk yanlarına rast gelsin ve onlar da tersini düşünsünler, tersini yapsınlar istiyorum. Çocuk, yapma dediğin şeyi yapar, yap dediğin şeyi yapmaz ya. Öyleyse vefanın da unutmak olduğunu söylersek, bunu bir kitabın adı yaparsak, belki o zaman unuttuğu aklına gelir ve hatırlamaya, vefaya yönelir ümidiyle yazdım bunu biraz da. Şair kimliğinizin ön planda olmasına rağmen denemeleriniz, yazılarınız ve deneysel metinleriniz de hep ilgi gördü. Yazmak; kandırıkçı seslerin genzinden, sahici ağrıları çıkartıp ter ile yoğurmanın adıdır. Ve siz, imgenin de cümlenin de işçisi olarak bize şiir ve yazı arasındaki farkları söylemek ister misiniz? Nedir aradaki o ince çizgi? Hayatta da yazıda da türcülük anlamına gelebilecek her türlü tutumdan, tavırdan sakınmaya çalışırım. Çünkü inancım da dünyaya bakışım da türcülük, hiyerarşi, iktidar gibi şeylerden beni korur diye düşünürüm. Yunus’un “Kamu âlem birdir bize” dediği düşünceyi kim benimsemez ki hem? O yüzden şiir de benim nazarımda yazıdan üstün değildir, ne var ki yine de üstün olmakla farklı olmak ayrı şeylerdir. Tıpkı insanlara da baktığım gibi, üstün insan yoktur ama farklı insanlar vardır diye düşündüğüm gibi, şiirle yazının da birbirlerinden farklı olduğunu düşünürüm. Galiba şimdilik şuraya geldim. Ben ‘ruh’u ya da ‘can’ı ‘nefes’ gibi düşünürüm. Ruh dediğimiz şeyin uçuculuğuyla da bazen alıp başını bizden uzaklaşması, sonra geri dönmesi, yolculuğa çıkması, eve dönmesiyle, ‘özerk’ bir yapısı olduğunu düşünürüm. Hem bize bağlı, hem bizden bağımsız. Bu iyi bir şey mi? Bence iyi. Bizimle birlikte paslanmaz hiç olmazsa, çürümeye uğramaz, ekşimez, bencilleşmez, duyarsızlaşmaz. Ruhumuz yoksa bir hiçiz aslında. İşte şiire de nefesimiz, ruhumuz diye bakıyorum. Şiir için düşüncem tastamam budur. O nedenle yazmak da gerekmiyor, aslolan bunu sezmek, şiiri sezmek. Yazmayalım, sezelim demiyorum elbette, kimi yazar kimi sezer, kimi okur kimi bakar, kimi söyler kimi dinler, tıpkı yol gibi, seyir gibi, sefer gibi, ruhun yolculuğu gibi.Yazıya gelince, yazı bir imkândır, güzel bir olanak. İnsanın bu dünyada karşılaşabileceği mucizelerden biri. İnsan olma yolunda bir adım. Terbiye. Dağılma ve toplanma, Hemhal olma. Anlama. Dinleme. Başkası olma arzusu. Öteki fikrini ötekileştirme: Öteki yoktur,

sevme hali... Daha bunlar gibi söylenebilecek ve herkesin kendi bakışını ekleyerek çoğaltabileceği bir iyilik biçimi. Yazmak merhamet göstermektir diye düşünüyorum. Her şeye, herkese. Sizin, trenler üzerine yazdığınız “Trenler de Ahşaptır” adlı bir deneme kitabınız var. “Hem aslında tren ne doğuya, ne batıya gider, tren içimizdeki yolculuktur.” diyorsunuz kitabın bir bölümünde. Hayat yolculuğunda, dışımızdaki sorgular konvoyunda kördüğüm olmamızın tek nedeni belki de içimizdeki haritaya bakmamamızdandır. O vakit, cevap içimizde mi? İçimizin raylarını kesen dış dünya telaşında mı? Şiire dair söylemeye çalıştıklarımı siz çok güzel ifade etmişsiniz. Şiirin yolculuğu böyle bir şey olmalı. İçimizden çıkıp yine içimize dönen. Hepimizin içine dokunan, değen. İçten içe. İçli. Galiba şiir için tek sözcükle söyleyebileceğim bir şey de bu olurdu: İçli. Öyle olunca kederli de olabilir sevinçli de, ama her ikisinde de ‘içli’ olarak. İçeri bakmak, içine bakmak ve ruh istasyonundan yola çıkmak. Belki yeterince içimize bakmadığımız içindir bunca bencil ve hoyrat oluşumuz. Dilimiz bizden de kaba ve keskin. Bir çocuğun ne şekilde katledilmiş olursa olsun, ölümüne acımayanların, onun üzerinden siyaset yapanların yadırganmadığı, hatta haklı bulunduğu bir çağda yaşamak ne acı! Bunu hiçbir inanç, hiçbir dünya görüşü ve hiçbir mağduriyet adına hoş göremezsiniz! Aksine tüm inançların, görüşlerin ve mağdurların, mazlumların ruhunu kanatması gereken şey tam da bu değil midir?

“Bana kalırsa sanatı sevmek de, şehri sevmekle başlar. Eh zaten şehriyle, tarihiyle ilgilenen insan da, bu sürekliliği gözeten insandır.”

İşte şiir de burada başka bir siyasettir, ruh siyasetidir, vicdan siyasetidir, başka bir ruhun, başka bir vicdanın ve başka bir siyasetin mümkün olduğunu gösteren, göstermesi gereken şeydir şiir: “İnsanın insana gözü değmiyorsa, şiir niye?” diye biter “Sis” başlıklı şiirim. Hem öyle, hem de “insanın insana ruhu değmiyorsa” diye de

83


Ş ehir

gönül açıklığı ondan gelir. Gözümüzü gönlümüze kapatmayalım!

sürebilir. Bazen içimize dönmek için, dışımızda hayli kalmamız, hayli yolculuk etmemiz, hayli düşünmemiz, eylememiz gerekebilir. Şimdi şiirin içine dönmesi, eve dönmesi için, sokakta bir zaman kalması, gördüklerini hiç unutmaması ve bunları vicdanın, merhametin, iyiliğin defterine yazmak için çalışması, yorulması gerekiyor. Nar imgesinin sizde özel bir yeri olduğunu biliyoruz. Kızınız ve bir kitabınızın ismi de nar. Neden “nar” demek istiyorum? Şiir insanı öncesine çağırır. Gücü, soluğu, nefesi yeterse de oraya götürmeye çalışır. Şiir insanı ait olduğu yere ulaştırma çabasıdır, yoludur, yolculuğudur. İnsanın öncesi çocukluğudur. Ve aynı zamanda da yitirmeye başladığımız yerdir çocukluk. Onu yitirince ‘büyük düşünme’ye başlarsınız işte. Şimdi ‘büyük adam’ların hepimizi ‘büyük düşünme’ye davet etmesi, ‘büyük’ bir ülkeye, adeta imparatorluğa davet etmesi ve insanların da genç yaşlı, kadın erkek demeden çılgınca bunun peşinden koşmaları, o çocuklara, o çocukluğa daha çok ihtiyacımız olduğunu gösterir. Çocuk bahçedir, ağaçtır, yeşildir, tazedir, çocukluğun mavi göğünü evlerle, apartmanlarla, işhanları, alışveriş merkezleriyle kapatmak ezadır, zulümdür ve çocuklar üzerinde büyük büyük kararlar vermek de bana kalırsa günahların en büyüğüdür. Şimdi her şey, çocukları ve çocukluğu ele geçirmek, onu kendi mezhebimiz, meşrebimizce şekillendirmek üzerine kurulu ne yazık ki. Yeni bir rejim inşa eder gibi yeni bir çocuk ve çocukluk inşa ediliyor. Bu ne inanca sığar ne akla, ne vicdana sığar ne hayale. Çocukları özgür bırakın, özgür düşünmeye bırakın, kendi kararlarını verecekleri bir ortam yaratın yeter. Bence çocuklar için yapılacak en hayırlı iş budur. O yüzden bir şiir siyasetine, şiir gibi siyasete, siyasete ruh verecek bir şeye, yani çocukluğa ihtiyacımız var. Bir rüyaya ihtiyacımız var ki biz bu rüyayı öncemizde görmüştük. Kalp açıklığı, sayı//5// aralık 84

Sayın Ergülen, bir şiirinizde “Bak eski mektuplar deyince gençliğim açılıyor/ve zavallı şiir nasıl biteceğini şaşırıyor!” demişsiniz. Şiir bitmeyen yanının ona kattığı zenginlikle savurur kokusunu, insanlığın aynasına. Sahi! Siz de şiir ne zaman biter ne zaman başlar? Şiirin bende başladığını henüz hissetmediğim için, ne zaman biteceğine dair bir şey de söyleyemem. Gerçekten de böyle düşünüyorum, galiba şiir yazan pek çok insanda da var bu düşünce, daha iyisini ya da mükemmele yakın bir şiiri yazmak değil derdim, öyle de olabilirdi, bazı şairler böyle düşünüyor olabilir, benimki daha çok söyleyişe, şiirin içine ilişkin bir dert. Derdimi, meramımı anlatmıyor ya da ben başka bir şey söylemek istiyorum, şiir başka bir şey söylüyor. Bunun gibi bir şey işte. Belki de bu nedenle hep derdimizi, meramımızı dile getiren, onu söyleyen bir şiiri arıyoruz, araştırıyoruz, kimi zaman buna yaklaştığımız da oluyordur kuşkusuz ama olmuyor işte. Asıl şiir, asıl yazmak istediğimiz şiirle bir türlü buluşamıyoruz, ben buluşamıyorum. Peki, durum böyle diye çok dertlenip de çok mu üzülüyorum? Hayır. Çünkü şiir bende başlayıp bende bitmediği için, ne mutlu ki bunu çok iyi bildiğim ve benimsediğim için, üzülmek şöyle dursun, okuduğum kimi şairler ve şiirlere bakıp, işte benim de yazmak istediğim şiirler, benim derdimi ne güzel dile getirmişler diye seviniyorum. Öyle ya, bir başkasının yazdığı şiir de bizi yansıtabilir, bizim içimizden kopmuş, çıkmış, gelmiş gibi dokunabilir, öyleyse şiire bir anlamda öncemiz, ait olduğumuz kolektif ruhun bir parçası diye de baktığım için seviniyorum. Ola ki bir gün ben de özendiğim şiirler gibi bir şiir yazabilirim diye de yazmaya devam ediyorum. Şiir ve gelenek ilişkisinde de düşündüğüm gibi tıpkı, şiir bir devamdır, devamlılıktır. Sonunda her şey tek bir şiire varmak içindir. Yetmişli yılların sonunda yazmaya başladınız ve ilk şiir kitabınız “Karşılığını Bulamamış Sorular” seksenlerde basıldı. Bazı kaynaklarda yetmişli yılların şairi, bazı kaynaklarda seksenli yılların şairi olarak anılıyorsunuz. Siz geleceği sağ cebine, bugünü sol cebine alıp; ruhunu eskinin o erdemli duruşunda besleyen çok yönlü bir kalemsiniz. Sayın Ergülen siz kendinizi hangi dönemin şairi olarak görüyorsunuz? Resmi Gazete’ye göre, 80 Kuşağı şairiyim! Resmi Gazete’de böyle şeyler yazmaz tabii, ama ben kendimi ‘müfredat şairi’ olarak görüyorum, lise edebiyat kitaplarında da 80 Kuşağının temsilcileri arasında sayılıyorum. Bu beni rahatsız ediyor mu, hayır. Daha doğrusu ilgilendirmiyor. Evet,


ilk şiirlerimi 1978-79 yıllarında yayımladım, ilk kitabım da 1981’de yayımlanan Karşılığını Bulamamış Sorular. Kendimi bütün kuşaklara dâhil addedebilirim, eskiden yeniye. Çünkü yazdığım şiirlerin tüm kuşakların bir devamı gibi olduğunu da düşünüyorum, o kuşaklardaki şairlerden bazılarından daha çok etkilenmiş şiirler olarak da görüyorum. 80 Kuşağı derseniz de kabul ederim, ediyorum, çünkü bu kuşağın iktidarla malul olmadığını, hiyerarşiye karşı olduğunu, efendisiz bir kuşak olduğunu, daha da değerlisi arkadaşlık, yoldaşlık ve vefa kuşağı olduğunu düşünüyorum ki, bütün bu değerlerle de varsın ilerde şiir tarihinde bir ‘kayıp kuşak’ olarak anılsın, bahsi geçsin, hatta bahse değer bulunmasın!.. Öğretmek; öksüren insanlığın soluğuna, şifa işlemeli mendiller armağan etmektir… Sayın Ergülen medeniyet bize ne öğretir? Medeniyet bize sadeliği öğretir, yalınlığı, diğerkâm olmayı, yetinmeyi, yalnız bırakmamayı, dayanışmayı, iyiliği, alçakgönüllülüğü, yardımlaşmayı, paylaşmayı... Ve bu nev’iden değerleri öğretir öğretmesine de biz medeniyeti yükseltmeyi başka türlü anlarız. Mal anlarız, mülk anlarız, zenginlik anlarız. Oysa medeniyet başka türlü bir zenginlikten söz etmektedir, insan insana zenginleşmekten, dil zenginliğinden, anlayış zenginliğinden... Şimdi hiçbir şey öğrenmemiş olduğumuz belli değil mi ya da yanlış öğrendiğimizi her olayla birlikte bir kez daha görüp yaşamıyor muyuz? Bir görgüsüzlük, kibir, kendini beğenmişlik, büyüklenme her alanda egemen değil mi? Medeniyet, ideolojik bir tasavvura dönüştürüldü ve taraflardan biri olarak konumlandırıldı ne yazık ki. Bir tür ötekileştirme aracı ve vesilesi gibi görülüyor ve yorumlanıyor. Medeniyet bize her şeyden önce de insanın kutsal olduğunu öğretir. Peki, biz bunu öğrendik mi? Peki, efendim gelelim insan ve şehirlere. Tarihsel yapılarına, sanatkârlarına ve sanat eserlerine sahip çıkanlar, bulundukları şehirlerin kalbine soluk olup o şehri geleceğe taşıyan insanlardır. Bu anlamdaki sahiplenme tam tersi bir ilgisizlikle hemhâl olduğunda asıl zararı şehir mi, insan mı, yoksa sanat mı görür? Hangisini ve nasıl ayırabiliriz ki? İnsan, şehir ve sanat… Medeniyet nasıl oluşur, kültür nasıl devam eder? Şehir, Medine’den, yani medeniyetten geliyor, öyleyse her şey zarar görür bundan. Biz şehre sahip çıkmıyoruz ki sanata sahip çıkalım! Biz şehrimizi bir turist kadar bile sevmiyoruz. Hatta bir teklifim var, bence şehrimizi, şehirlerimizi, İstanbul’u elbette sahibi ya da sakini ya da yerlisi, buralısı gibi sevmeyelim, yabancısı gibi, geçicisi, konuğu, kısacası turist gibi sevelim. Şehir o zaman razı olur bizden. Ona baktığımızı, merak ettiğimizi, sevdiğimizi

düşünür. Bana kalırsa sanatı sevmek de, şehri sevmekle başlar. Eh zaten şehriyle, tarihiyle ilgilenen insan da, bu sürekliliği gözeten insandır. Şehirlerin içinde gizli bir ninni saklıdır! Bu ninni aslında şehirleri, uyutan değil uyanık kalmasını sağlayan bir ninnidir. Şairlerin, şehirlerin ninnisini duyduğu, hatta eşlik ettiği söylenir. Sizin bir şehriniz var mı kültürüne, tarihine, toprağına sevdalı olduğunuz? Ki varsa o şehri sizde özel kılan nedir? Ne güzel bir soru daha. Soru sormamışsınız da adeta uzun ve güzel bir şiiri dize dize yazmışsınız. Bunlara yanıt ancak şiirle olur, yeni bir şiir istiyor sizin sorularınız. Böyle şehirler var, başta Eskişehir var. Sadeliğin, iyiliğin, esenliğin, yumuşaklığın, anlayışın şehri diye sevdiğim güzel şehrim benim. Ne yazık ki çok uzun yıllardır gurbetindeyim onun. Biraz çocukluğumu yaşadım onda, bir kaç yıl da gençliğimi. Sonrası hep özlemekle geçti, yaşlandıkça ve yaşarken kavuşma, onda yaşama umudu azaldıkça da daha çok özler oldum. Annem gibi bir şehirdir benim için Eskişehir. İki şehir daha var, biri Saraybosna, diğeri Granada. Saraybosna’yı zarafetiyle, sessizliğiyle ve görgüsüyle sevdim. Granada’yı ise nardan, Lorca’dan, Endülüs’ten doğru sevdim. Üçü de içinden nehir geçen şehirler. Galiba suyun hikmeti biraz da. Çocukluğuma dair bir şiirde şu dizeleri yazdığım aklıma geldi bunu söyleyince: “Ben benzemenin iyi olduğu şehirlerden/ yani benzediğim ne varsa eskiden/yavaş akan bir şehir, sakin kitaplar,/ su aziz ve biz büyüdükçe yeşil/ bir nehir, kuşları bile dalında yerli/ bir şehirden birden kanatsız uçtum/...” Demek ki ‘yavaş akan şehir’leri sevmişim hep. Avlusunda acı görmeyenin, kanatlarında sabır olmaz! Sabrın kanaviçesini en iyi şairler işler. İşlerken elinize acısının ya da anısının battığı, kanattığı bir şiiriniz var mı? Ali Ekber Çiçek’in çok sevdiğim türküsünü hatırlattınız bana, sağolun, “derdim çoktur hangisine yanayım” der Aşık. Benim de şiirlerimin çoğunda vardır bu. Sözgelimi, Eskişehir, Saraybosna ve Granada’dan söz ederken kimi dizelerini alıntıladığım “Yağmur ve Fransızca” böyle bir şiirdir. Yitik çocukluğa ve o çocuklardan biri olan, benim en yakın arkadaşım, liseyi bitirdiği yıl bir tren kazasına kurban giden Şahin’e dairdir. Sabrınız, mütevazı yanınız ve nar kokusuna banmış derin duruşunuz iyi ki sanat var iyi ki şiir var dedirtecek cinstendi. Eşliğiniz için Şehir ve Kültür Dergisi adına gönülden teşekkür ediyorum Sayın Haydar Ergülen… 85


Ş ehir

essiz zamanların belirsiz yüzleri. Sokakların, bahçelerin, evlerin, yapıların, mahallelerin, şehirlerin olağan sakinleri, özgür yerlileri, çoklu şekilleri, gönüllü bileşenleri. Gece bekçisi, gündüz treni, sabah çağrısı, sokakların katarı. Sahipsiz yapıların, mekânların, yolların kapı aralığı.

ŞEHiRLERiN KiMi DiNGiN KiMi SALDIRGAN BEKÇiLERi:

KÖPEKLER

Köpekler… Aidiyet duymanın, ait olmanın, aidiyet gösterme vasfının dört ayaklı halleri. Bütün halinde, dayanışma halinde, birlikte ve beraber olmanın, bağlılığın ve yakınlığın gösterenleri. Yaşama dair incelikli yansımalar pınarı… Yard.Doç.Dr. Erkan ÇAV*

Dağ köpekleri, köy köpekleri, ev köpekleri, çoban köpekleri, av köpekleri, iz köpekleri, rehber köpekler, dost köpekler, sırdaş köpekler. Çobanların gece gözleri, hayvan sürülerinin düşünenleri, kurtların domuzların düşmanları. Ayrı ayrı görevler. Sokak köpekleri, fabrika köpekleri, bahçe köpekleri, okul, hastane, cezaevi köpekleri, her yerin kendine has koruyucu kalkanları. Çeşit çeşit köpek, çeşit çeşit özellik. Sakin, derin, mahzun ve sadakatli; hırçın, öfkeli, saldırgan ve şiddetli. Akıllı, bilge ve anlayışlı; kontrolsüz, aceleci ve söz dinlemez. Büyüklü küçüklü, tek renkli karışık renkli, benekli beneksiz, tüylü tüysüz, heybetli minyon, uzun bacaklı kısa bacaklı, düz kuyruklu kıvırcık kuyruklu, küçük kulaklı büyük kulaklı, kısa ömürlü uzun ömürlü, sıcak soğuk, miskin hareketli, uysal vahşi, dingin kavgacı,uyuz saldırgan, toy bilge, tanıdık yabancı. Farklı farklı fıtratlar, mizaçlar, oluşlar deryası. SAHİPSİZ VE KEDERLİ İNSANLARIN OMUZLARI Sokak yoldaşı, bahçe yoldaşı, dağların yoldaşı. Gece yoldaşı, gündüz yoldaşı, yalnızlık yoldaşı. Evin barkın, sokağın yolun, ovanın dağın; göz, kulak ve burun haritası.

* Maltepe Üniversitesi

Kuyruklarıyla konuşan, gözleriyle anlaşan, mimikleriyle ayna olan. Suskunlukları değişik, havlamaları başka, kulakları ayrı, burunları şaşırtıcı. Âmânın, sağırın, dilsizin gündelik yaşam bastonu. Sahipsiz ve kederli insanların omuzları. Çocukların sevinci, korkanların kabusu, yolcuların dayanağı. İnsanların, kimi zaman sevgi kimi zaman korku dolu izleyicileri.

sayı//5// aralık 86


Kapıların yumuşak kenarları, gecelerin suskun kelimeleri, dostluğun sadık işçileri. Sevildikçe sevdirir, sevdirdikçe sevilir. Yorgun, üzgün ve hasta ruhların neşe armağanı. Tüylerine dokunan ellerin mutluluk dalgası. Eğlenceli dakikaların sevimli ortakları. SOKAKTAKİLERİN ÖZGÜR ARKADAŞI Sokakların gönüllü bekçileri. Sokaktakilerin özgür arkadaşı. Sadık olmanın tabelası. Parkların, bahçelerin, yaşantıların gündelik tanıkları. Sokakların konuşan duyguları. Korkuyu alanlar, korkuyu tadanlar, korkuyu bilenler. Şehrin bazen kötücül yanları. Bulaşıcı hastalıklar, tehlikeli sokaklar, karanlık yollar. Sahibinden başkasını tanımayan, bebek, çocuk, kadın, yaşlı ne olursa saldıran, ısıran, yaralayan, parçalayan köpek ötesi canlılar. Bazıları canavarlaşmış yaratıklar. İyi-kötü arasında salınan durumlar. Sıkışık zamanların tekinsiz sirenleri.

Güçlü olmalı, yaşamak için vicdansız dünyada, bacakları, dişleri ve bedenleri. ÖLÜMDEN KORKMAYAN CANLILAR Bir okşamaya kuyrukları salınan, sokak başlarına değin eşlik eden, gözleriyle, kulaklarıyla, mimikleriyle paylaşan, sınırsız sevgiye sınırsız cevaplar bulan coşkular. Bulunduğu yeri, mekânı, alanı ölümü pahasına koruyan, kendilerini cansiperane savunan, ölümden korkmayan canlılar. Gözlerimizin, ellerimizin, varlığımızın kimi zaman güveni, kimi zaman korkusu, kimi zaman heyecanı. Binlerce yıldır birlikte yaşamaya alışılan, yüzlerce yıldır şehirlerin sokaklarında insanlara eşlik eden, bu yolculuktanbir memnun bir mutsuz yaratıklar. Aidiyet duymanın, ait olmanın, aidiyet gösterme vasfının dört ayaklı halleri. Bütün halinde, dayanışma halinde, birlikte ve beraber olmanın, bağlılığın ve yakınlığın gösterenleri. Yaşama dair incelikli yansımalar pınarı.

SOKAKLARIN GİZLİ EFENDİLERİ İnsanları korkutan köpekler. İnsanları seven köpekler. Sahibini korumak uğruna ölenler, kendisini korumak üzere öldürenler, görmeyen, duymayan, yürüyemeyen sahibini engellerden koruyan, rehberlik eden, yol gösteren köpekler. Nasıl büyürse, eğitilirse, bakılırsa, yaşatılırsa öyle var olan köpekler. İnsanların çeşidi kadar sokaklar, sokakların çeşidi kadar köpekler. Sokakların gizli efendileri. Evlerin koruyucu siperleri. Şehrin ezeli sakinleri, tedirginlikleri, mutlulukları. Bazıları evlerde, bazıları kucaklarda, bazıları bahçelerde, bazıları tarlalarda, bazıları dağlarda, bazıları ıssız sokaklarda yaşar. Hızlı nefesler, hızlı hareketler, hızlı kararlar. Kimisi yalnız, kimisi sürüler halinde yaşar. Gözleri, burunları, kulakları ve dilleri keskin, vücutları çevik, hâlleri ani. Kemiklerin ve sessizliğin rakipsiz sahipleri. 87


Ş ehir

ŞEHİRLERİN ŞİİRİ:

MARAŞ

Maraş, Osmanlı döneminde Anadolu’daki önemli kültür merkezlerinden biri değil. Konya, Bursa, Erzurum, Sivas, hatta Elazığ’daki derinlik ve zemin burada yok. Bunda, Dulkadırlı’nın Osmanlı’ya da Safevîlere de tam tâbi’ olmadan ama iki tarafı da idare ederek küçük bir beylik halinde yaşama politikasının büyük payı var. Ali YURTGEZEN

edîm, meşhur Kasidesi’nde İstanbul’u medhederken “Kâlâyı maârif satulur sûklarında / Bâzâr-ı hüner, ma’den-i ilm ü ulemâdır” diyordu. Bugünkü dille, “sokaklarında ilim irfan kumaşlarının, yani kitapların alınıp satıldığı İstanbul, âdeta bir hüner pazarı, ilmin ve âlimlerin mâdeni yahut menbaıdır” diyor şâir. Maraş’ta Nedîm’in kastettiği manâda “kâlâ-yı maarif” pek alıcı bulmasa da bu beytin son çeyreğini “ma’den-i şi’r ü şuarâ” yani “şiirin ve şairlerin yatağı” şekline çevirip Maraş’ı anlatmak için kullanabiliriz. Bu bir övünme veya mübalağa olmaz. Zira Maraş dışındaki edebiyat çevrelerinin en çok sorduğu suallerden biri “Maraş’tan neden bu kadar şair-yazar çıktığı”dır ki sualin kendisi bu maden ocağının tescili demektir. Bugün sadece Türkiye’nin değil, bazılarını bütün Türk dünyasının yakından tanıdığı kalem ehli onlarca Maraşlı yazar elan icra-yı sanat eyliyor. Hakikaten bu işin sırrı nedir? Bu bereketin hususi bir takım sebepleri olması lâzım değil midir? Meseleyi Maraş’ın havasına suyuna bağlamaktan daha ciddi izahlarla vuzuha kavuşturmak mümkün müdür; deneyip bakalım. GÖÇ ALIP GÖÇ VERMEYEN KAPALI ŞEHİR Evvela şunu itiraf etmek gerekiyor. Maraş, Osmanlı döneminde Anadolu’daki önemli kültür merkezlerinden biri değil. Konya, Bursa, Erzurum, Sivas, hatta Elazığ’daki derinlik ve zemin burada yok. Bunda, Dulkadırlı’nın Osmanlı’ya da Safevîlere de tam tâbi’ olmadan ama iki tarafı da idare ederek küçük bir beylik halinde yaşama politikasının büyük payı var. Kaldı ki vilayet hudutları içindeki nüfusun büyük kısmı son iki asırda iskân edilmiş göçebe aşiretlerdir. Nihayet Cumhuriyet sonrasında çevre illerin güzergâhından taşra düşmesi, Maraş’ı ekonomik ve sosyal sahada uzun müddet yerinde saydırmış; göç vermeyen ama göç de almayan kapalı bir şehir haline getirmiştir. Maraş’ta bugün bile hâlâ şikâyet konusu yapılan ufuksuzluğun, teşebbüs korkaklığının, kabile psikoljisinin büyük ölçüde bu arka planın tezahürü olduğunu söylemek mümkün. İyi de, böyle bir vasat şair ve yazarların neşv ü nemâ bulmasına da müsait değildir; halbuki biz Maraş’tan neden bu kadar çok şair yazar çıkıyor sualine cevap arıyorduk. Tenakuz gibi görünen ve galiba öyle de olan bu durumu Necip Fazıl fenomeniyle izahtan başka çare kalmıyor. NECİP FAZIL FENOMENİ Necip Fazıl, Cumhuriyet döneminin en fazla ses getiren, kitlelere en fazla tesir edebilen

sayı//5// aralık 88


öncü bir fikir, aksiyon ve mücadele adamıdır. İstanbul’da doğmuş, orada yaşamış olmakla beraber Maraşlılığını yüksek sesle söyleyen, bunu iftihar vesilesi yapan çok önemli bir şairdir de. Kabuğunu kıramayan, hızla çevre illerin gerisine düşen Maraşlının itilmişliğini, kâle alınmamasını, işe yaramazlık duygusunu izale edecek, varlığını duyuracak tek faktör Necip Fazıl’ın hemşehrilik rantıdır. Gerekçe ne olursa olsun Necip Fazıl gibi birini genelden daha farklı ve yakın bir sahiplenmeyle gündeminize almanız demek, kaçınılmaz olarak yazıyla, kâğıtla, kalemle, matbuatla, şiirle ünsiyet peyda etmeniz demektir; öyle de olmuştur. Bugün ülke çapında tanınan Maraşlı birçok yazar Necip Fazıl’ın tilmizidir. O yıllarda farklı sebeplerle İstanbul’a giden Maraşlı gençlerin ilk işi Necip Fazıl’la tanışmak ve onun sohbet yahut hizmet halkasında yer almaktır. Çokluğu merak edilen Maraşlı yazarların daha ziyade 70’li yıllardan itibaren kalem oynatan ve Büyük Doğu fikriyatından beslenen isimler olması Necip Fazıl faktörünü bir kere daha ön plana çıkarmaktadır. EDEBİYAT DERGİSİ ÇİZGİSİ Edebî faaliyetlerdeki yoğunluğun, hususen de edebî cereyanların, edebiyatla uğraşan bir arkadaş grubuyla alâkası tarihî bir vakıadır. Servet-i Fünûncuların büyük ölçüde Mekteb-i Sultânî’den sınıf arkadaşı ve Recaizâde’nin talebesi oldukları bilinmektedir. 60’lı yıllarda Maraş’ta Maraş Lisesi’nde böyle bir arkadaş grubu vardır. Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Özdenören kardeşler, hatta Urfalı olmasına rağmen rahmetli M. Akif İnan bu hevesli grubun sürgünleridir. Necip Fazıl tesiri ve kılavuzluğu mahfuz olmakla birlikte bu ekiptekiler daha sonra bulundukları metropollerde çıkardıkları dergilerle, sanat anlayışlarıyla “ağabey”lik statüsüne ulaşmışlardır. Yüksek tahsil için gelen sonraki kuşaklara hemşehrilik sorumluluğuyla sahip çıkarken bile bu ağabeylerin “edebiyatçı” kimlikleri kendiliğinden yönlendirici bir rol oynamıştır. Nitekim “Edebiyat Dergisi Çizgisi” diyebileceğimiz bir damar hâlâ sürmektedir. Bu ve benzer sebeplerden Maraş dışındaki Maraşlı yüksek tahsil gençliğinin matbuatla ünsiyetini aslında çok fazla örneklemeye gerek yok. Başka şehirlerin talebelerinde pek görülmeyen “Edik” gibi dergileri çıkarma sorumluluğu yahut arzusu bile Maraşlılara özgü bir çığıra yeterince işaret ediyor. Yahut meselâ Maraş’taki Teknik Elemanlar Derneği’nin en fazla edebiyat sahasında kültürel faaliyetlerle adını duyurması Maraş’ın bu hususiyetini anlatmaya kâfidir. Hepsi bu değil elbette. Edebiyat dile müstenit

bir sanat ve Maraş’taki verimlilik, tabiatıyla dilin burada iyi öğrenildiği manasına geliyor. Bu çerçevede Türkiye’deki ilk İmam-Hatip okullarından birinin Maraş’a açılmış olmasını zikretmek lâzım. Açıldığı ilk yıllarda yedi yıl boyunca Arapça ve Farsça öğretimi vermesi, bu okullardaki talebelere Türkçeyi daha iyi öğrenip kullanmak, çok zengin bir kelime dağarcığına sahip olmak gibi bir imtiyaz kazandırdı. Nitekim birçok Maraşlı şair ve yazar İmam-Hatip’in ilk dönemlerindeki kuşaklardandır. Şüphesiz bu Maraş’a mahsus bir avantaj değildir. Bu okulların açıldığı diğer birkaç il de Türkçesi kavi talebeler yetiştirmiştir; dili iyi kullanan mahdut sayıdaki yazarlarımızın çoğu da bunlar arasından çıkmıştır. HANIM OKUR KİTLESİ Dil imtiyazımızın bir diğer ve derin sebebi Maraş’ın üç dört kuşak öncesine kadar müşahede edebildiğimiz “hanım okur” kitlesidir. Başka yerlerde nasıldır bilmiyorum ama altmışlı yılların sonuna kadar Maraş’ta dedelerimizin berduşluğuyla tezat teşkil eder tarzda ninelerimiz son derece mütedeyyindi ve hemen hepsi mütevazı de olsa bir kitaplığa sahipti. Bu sebeple olmalı Maraş’ta “ohuma” denilen eski

Vilayet hudutları içindeki nüfusun büyük kısmı son iki asırda iskân edilmiş göçebe aşiretlerdir. Nihayet Cumhuriyet sonrasında çevre illerin güzergâhından taşra düşmesi, Maraş’ı ekonomik ve sosyal sahada uzun müddet yerinde saydırmış; göç vermeyen ama göç de almayan kapalı bir şehir haline getirmiştir.

89


Ş ehir

şiirleri dercedilmiş belki yüzlerce mahallî şair var. Bunlar arasında hem “hanım” hem “hoca” olan Hafize Hoca gibilerine dahi rastlamak mümkün. Abdurrahim Karakoç, bu çizginin bugün de örnek alınan çok güçlü bir temsilcisi. Ekinözü’nde küçük bir memurken mahallî imkânlarla bastırdığı “Hasan’a Mektuplar”ının o günün şartlarında dahi Erzurum’a ulaştığını, elden ele dolaşarak ezberlendiğini anlatmışlardı bana. Abdurrahim Karakoç’la hemşehri olup da şiirden anlamadığınızı yahut onun şiirlerinden birini olsun ezbere bilmediğinizi söylerseniz dışarıda ayıplarlardı sizi. ŞİİRİN “BEYAZ KARTAL”I BAHATTİN KARAKOÇ Nihayet Karacoğlan çizgisinden evrensel ufuklara havalanan ve rastladığı bütün kabiliyetli şair adaylarını kanatları üstünde zirvelere taşımaya çalışan şiirin “beyaz kartal”ı Bahattin Karakoç. Bahattin Karakoç ne Maraş’la ne de Türkiye’yle kendini sınırlayan bir şair değil ama Maraş’ta yaşıyor. Varlığı dahi bulunduğu yeri bir şiir iklimine çevirecekken o bununla yetinmedi, Maraş’ı şiirin merkezi yapmaya gayret etti. Dolunay Dergisi, Dolunay Şiir Şölenleri, Dolunay Yayınları, bigâneler farkında olmasa da Maraş’ı yıllarca Türkiye’deki edebiyat gündeminin başına taşıdı durdu. Bugün eli kalem tutan Maraşlı şair ve yazarların bir kısmı da Dolunay bakiyesi yahut Karakoç armağanı.

Abdurrahim Karakoç

Maraş’ta bugün bile hâlâ şikâyet konusu yapılan ufuksuzluğun, teşebbüs korkaklığının, kabile psikoljisinin büyük ölçüde bu arka planın tezahürü olduğunu söylemek mümkün. İyi de, böyle bir vasat şair ve yazarların neşv ü nemâ bulmasına da müsait değildir; halbuki biz Maraş’tan neden bu kadar çok şair yazar çıkıyor sualine cevap arıyorduk. Tenakuz gibi görünen ve galiba öyle de olan bu durumu Necip Fazıl fenomeniyle izahtan başka çare kalmıyor. sayı//5// aralık 90

mahalle mekteplerinin büyük kısmı “kadın hoca”ların eviydi. Nineler, Ahmediyye’den Muhammediyye’ye, Envârü’l Âşıkîn’den Tûtînâme’ye, Kısas-ı Enbiyâ’dan Müntehâ’ya, Tezkiretü’l-Evliyâ’dan Yusuf ile Zeliha’ya, muhtelif divanlara kadar Osmanlı elifbâsıyla yazılmış onlarca kitabı hemen her gün torunlarına okurdu. Bugün bir çoğu mahallî zannedilen kelimelerle kısmen yaşayan bu kitaplardaki bin yıllık Türkçe, kırk yıl öncesine kadar Maraşlının “ana dili”ydi. Bugünkü edebiyat zenginliğinin arkasında duran bu dili hesaba katmamak haksızlık olur. Maraş’taki şiir ve şair madeninin ikinci ve önemli bir damarı ise Karacoğlandan yahut âşıklık geleneğinden kopup gelmektedir. Yukarıda nüfusun önemli bir kısmının sonradan iskan edilmiş göçer topluluklar olduğunu söylemiştik. Bu göçerlerin hemen hepsinde Karacoğlan tarzı bir gelenektir. Zaten Karacoğlan da bu coğrafyanın göçerlerindendir. Bu yüzden Maraş’taki cönklere

Şimdi gelelim içi bizi, dışı eli yakar faslına. Taşralarda Maraş’taki yazar-şair bereketine gıpta eden, bunu bizim adımıza tefahür vesilesi yapan yabancılar karşısında koltuklarımız kabarıyor, sayılan her isme sahip çıkıyoruz da içerde pek oralı olmuyoruz. Uzaktan uzağa hayran olmak daha “hesaplı” geliyor. Üniversitemiz yabancı bir ülke gibi, Belediye “kültürel faaliyet”i hâlâ kıytırık şarkıcıların it göçtü havalarıyla icraya çalışıyor. Rahmetli Saim Emirmahmutoğlu’nun arşivine Üniversite veya Belediye sahip çıkmayacaksa kim yapacak bu işi? Üniversite’nin Sosyal Bilimler Enstitüsü, Allah uzun ömür ve sıhhat versin, Maraş’ın Bilge Tonyukuk’u Mehmet Yusuf Özbaş’tan istifade etmeyecek de daha verimli başka hangi kaynaktan faydalanacak? “Protokolumuz”, Bahattin Karakoç’un Kırgızistan’da Türk dünyasının en büyük şiir ödülü olan “Abay Ödülü”nü aldığından habersiz. “Edik” gibi mahallî dergilerin bile -ki bu dergilerde Maraş’la alâkalı son derece önemli ve kıymetli yazılar da yayınlanmaktadır- eski sayılarına meselâ bir araştırmacı hangi kurumun delâletiyle ulaşabilecek? En iyisi siz yine Maraş’ı çıkıp dışarılardan seyran edin.


ŞEHİRDE SEHER MEDENİYETİ KURAN ADAM:

ERDEM BEYAZIT Fatma KOÇAK

işinin söyleyecek sözü olmasıdır mesele. Bizim, söze sarsılmaz bir inancımız vardır. Sıkı direnişler için namluya sürülü sıkı sözlere ihtiyaç vardır. İnanç da şiir de gücünü sözden kuşanır. Sözle eylemi bileyenlerdir gerçek direnişçiler. “Bir savaşçıdır kalbim” diyenlerdir. “Her eylem yeniden diriltir beni” diyenler. “Çıkacağız yola/hesap günü gelince/yağmur yüzümüze değince/ Güneş bir mızrak boyu yükselince” diyenlerdir asıl direnişçiler. Kalemini savaşa çıkmak için yontanlar dev birer savaş eridir takdirin ordusunda. Emri yüklenenler ve yüce yüklerinin altında dirilenler erdirler. Erdirilendirler. Mısralar harp düzeni almadan inanç-adamlar da koşup gelemez şehrin bir yerlerinden. Tıknaz tıknefes kelimeler çıkamaz şiir burçlarına onların. Çürümüş devrimleri ortadan kaldıranlar da onlardır. Nur topu gürbüz devrimler onların yüklü bağrından doğar. Kendine ayıran bütün hakları ve bütün zulümleri bize saklayanlara, bir bombadır onların sözü. Eğri kirli kanlı mülkiyetle kirlenmiş vicdanları, başkalarının da vicdanı olabilen insanlar ağartır ancak. Onlar, fikir zengini, dost zengini, ruh zengini, kanaat ve

huzur sermayedarıdırlar. Vazgeçtikçe kazanan adamlar geçmezse bir milletin alın çizgilerinden, İlk kurtarması gereken yurdun içimiz olduğunu anlamadan söner ışıklar sinelerde. Göklerin konvoyu züht bütün gemilerimizi yaktığında ancak, gelir bizi karşılamaya. Bir orman gibi büyür içinde sevgileri. Allah elçilerinden sonra en büyük insanları ayırmadan bir bir severler. Elleri inanmışlar çağına kök salmış, beton duvarlar arasında açmış çiçekleri koklamaya kıyamazlar onlar. Çelik dişliler arasında direnen insanlık kahramanlarına gönülden tutkundurlar. ‘Müslüman yürekler bilirim; Kızdı mı cehennem kesilir, sevdi mi cennet!’’ Cümlesi en yakışanıdır onları anlatmaya. Sevgilerine doyamazsınız. Erdem Beyazıt, gök gibi, açık deniz gibi, pas tutmaz yeryüzü gibi, toprak gibi bereketli gönlüyle nice taze başaklar bitirdi bu topraklarda. Şahsı gibi şiiri de asildi. Sesi gürdü. Bir kıyam sadeliğinde yaşadı hayatı. Mabetleri tüketen şehirde bir seher medeniyeti kurdu. Aşkı koydu destek noktasına; inanca ve umuda dayandı. Acıyı ektiği gönül toprağından yediveren güller çoğalttı gökyüzüne. Yokluğa ve karanlığa usta bir isyandı o. Avuç içleriyle emzirdi suda semekleri, gökte melekleri. O hep yağmuru aradı aradı ve buldu. Ölümü bir güvercin beyazlığında sağ omzunda taşırdı Giderken de şerh düşmeyi ihmal etmedi ölüme diri nefesiyle. Onun şiirine her dokunuşumuzda denizin koynuna dalan yağmur dualarını duyuyoruz. Nuri Pakdil ustaya ithaf ettiği ve kendi gibi bütün aydınlık çağ muştucularını kuşatan ‘Birazdan Gün Doğacak’ şiiriyle bağlayalım sözü: ‘’Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında direnen insanlığın Saçlarınız ıstırap denizinde bir tutam başak Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana O inanmışlar çağının’’ “Beyaz haberlerim oluşuyor kardeşlerim” diyordu Cahit Zarifoğlu. Güzel şeyler olsun diye ve biz gökyüzüne dönebilelim için bir kez daha yedi güzel adam, şiiri kuşanarak bizleri bekliyor. Onların hangisini ansak, bir diğerini hatırlıyoruz. “Bu insanlar dev midir Yatak görmemiş gövde midir?” demekten kendimizi alamıyoruz. Rahmetle, minnetle ve gıptayla anıyoruz. Öncü ruhları şad olsun, Allah onların ‘durma bana türkü söyle Anadolu olsun’ diyen seslerini kulaklarımızdan, sevgilerini gönlümüzden, eksik etmesin.

91


Ş ehir

TÜRKİYE’NİN ASIRLIK FİRMALARI ; ŞIKLIK VE PARLAKLIK/

NECİP BEY 1917 Kozmetiğin başlı başına bir sektör olmaya başladığı dönemde bu yarışta Necip Bey de bir Türk markası olarak yerini almıştır. Necip Bey, 1917 yılında Bahçekapı’daki eczanesinde briyantin, pudra ve krem üreterek kozmetik dünyasına adını duyurur. 1926 yılına kadar Necip Bey’in eczanesinde ürettiği ürünler kalitesi ve doğallığı ile haklı bir üne kavuşur. Necip Bey artık kozmetik sektöründe aranan ürünlerini ve ismini tescil ettirmek ister ve gerekli girişimlerde bulunur. Sonuçta Necip Bey, 1926 (17 Teşrinievvel 1926) yılında “alâmet-i farikanın kayıd ilm ü haberi”ni yani marka isim hakkını tescil ettirir. Mehmet MAZAK

ozmetik kullanımının geçmişi çok eskilere dayanıyor. Hemen bütün toplumlarda ve kültürlerde ilkel manada da olsa kozmetik kullanımı mevcuttu. Örneğin Eski Mısır’da kadınların göz kapaklarını boyamak için rastık kullandıklarını, Kleopatra’nın cildini beyazlatmak ve yumuşatmak için sütle yıkandığını biliyoruz. Günümüzden 3000 yıl önce, Eski Yunan kadınları kurşun karbonatla boyanarak yüzlerini soldurmaya çalışıyorlardı. Hindu kadınlar ise saç, tırnak ve vücutlarını renklendiriyorlar, yüz ve kollar safran tozu ile sarartılırken, ayak tabanları da kına ile kızıllaştırılıyordu. Tüm bu uğraşın temelinde yatan gerekçe ise tabii ki güzellik duygusu idi. Güzelliğin tanımı ve ifade ediş şekli kültürlere göre farklılık gösterse de, geçmişten günümüze insanlar için güzel görünmek ve karşı cinse kendini beğendirmek karşı konulamaz bir davranış olmuştur. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde ise kozmetik, insanların güzellik ihtiyacına cevap veren başlı başına dev bir sektör haline gelmiştir. KOZMETİK SEKTÖRÜNDE YERLİ BİR FİRMA… NECİBBEY Kozmetiğin başlı başına bir sektör olmaya başladığı dönemde bu yarışta Necip Bey de bir Türk markası olarak yerini almıştır. Necip Bey, 1917 yılında Bahçekapı’daki eczanesinde briyantin, pudra ve krem üreterek kozmetik dünyasına adını duyurur. 1926 yılına kadar Necip Bey’in eczanesinde ürettiği ürünler kalitesi ve doğallığı ile haklı bir üne kavuşur. Necip Bey artık kozmetik sektöründe aranan ürünlerini ve ismini tescil ettirmek ister ve gerekli girişimlerde bulunur. Sonuçta Necip Bey, 1926 (17 Teşrinievvel 1926) yılında “alâmet-i farikanın kayıd ilm ü haberi”ni yani marka isim hakkını tescil ettirir. Bu tescil işlemindeki kayıtta tecili yapılan ürün çeşitleri on adet olmak üzere, diş macunu, kremi, kolonyaları, pudraları, sabunları şeklindedir. Bu tescil on beş sene geçerli olmak koşuluyla İstanbul Bahçekapı’da 47 numarada Eczacı Necip Bey adına yapılmıştır. 1934 yılına gelindiğinde Necip Bey markasının tescil işlemi yenilenmiştir. HEM UCUZ HEM FEVKALADE Necip Bey ismim tescil işini yaptıktan sonra daha profesyonel olarak kozmetik sektöründe çalışmalara başlamıştır. Reklamın önemini ve tüketiciye ulaşmadaki etkin aracı rolünün farkında olan Necip Bey ürünleri tanıtma adına gazetelere verdiği reklamlara artık daha da ağırlık verir. Ürünleri ile her insana seslenebilen Necip Bey markasının 1930’lu yıllarda gazetelere verdiği ilanlara göz atmakta yarar var. Bu ilanlar hem toplumun kozmetik ürünlere verdiği önemi hem

sayı//5// aralık 92


de Necip Bey markasının çalışma tarzını ortaya koyması açısından önem arz etmektedir. Sabun ile ilgili ilanında “Kokulu Necip Bey tuvalet sabunu: Bademyağı, gliserinden imal edilmiş Avrupa sabunlarına müreccahtır. Çocukların banyolarında hem ucuz hem fevkalade sabundur.” denirken, cilt kremi reklamında ise kremin özelliğinden ve Avrupa’daki gelişmelerin yakından takip edildiğine vurgu vardır. İlan şöyledir: “ Cilt Kremi: Kış soğuğunun tesirat-ı fizyolojisinden müteessir cilt bozulur. Fransa kadınları güzellik etıbbasının en son tetkikatı neticesi olarak kremlerin formülüne yeni bir madde-i müessire ilave etmek suretiyle cilde fevkalade tabii güzellik, yumuşaklık, beyazlık verici maddeyi yalnız büyük fedakârlıklar neticesi olarak Necip Bey ıtriyat fabrikası elde etmiştir. Cildini hüsnü muhafaza eden hanımefendiler Necip Bey kremini behemehal kullanmalıdır”. Bir yandan imal ettiği ürünlerin özelliklerini ve kalitesini reklamlarla duyururken diğer yandan Necip Bey ürünlerini kullanmanın bir ayrıcalık olduğu ifade edilerek ismini bir marka haline getirmeye çalışmaktadır. Örneğin şu ilan buna güzel bir örnektir: “NECİP BEY ITRİYAT FABRİKASI Mamulâtı memleketimizin en kibar ailelerinin mazharı takdiri olmuştur. Kolonyalar, kremler, pudralar, rujlar, sabunlar, briyantinler, sürmeler, diş macun, esansları, kirpik tuvaleti, tırnak cilâsı, vesair yerli ve Avrupa mamulâtı toptan ve perakende satış mağazası: Eminönü No.47 Necip Bey Itriyat Fabrikası, o yıllarda krem, pudra, briyantin, sabun üretmekle kalmamış, “sinirli ve asabi olanlar” için kolonya da üretmişti. Yine o yılların gazetelerindeki bir ilanında: “Sinirli ve asabi olanlara, hastalara 90 derecelik limon ve portakal çeşitleri istihsal edilmiştir” denilmiştir. Necip Bey’in diğer kolonya çeşitlerinin isimleri de ilginçtir: Menekşe, Yasemin, Fulya, Bir Zerre-i Aşk ve Çamlıkta Hatıra. Dönem dönem yağsız krem, diş macunu, göz sürmesi ve esans da üreten Necip Bey firması ürünleri Hasan Ecza Deposu aracılığıyla köy bakkallarına kadar ulaştırılır. Necip Bey, markasının yerleşmesinde hiç kuşkusuz kalitesi kadar gazetelere verilen ilanların ve radyo reklamlarının da büyük payı vardır. Aslen Bursa kökenli olan Necip Bey 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca Özgönül soyadını alır. Yıllarca Rumelihisarı’nda oturan Necip Özgönül, kendi adını taşıyan bir bağ ile hayvanat bahçesi kurar. Necip Bey 1954 yılında ölünce firmanın başına yeğeni Necip Süer geçer. Firmayı 1970’li yılların başına dek yürüten Süer, daha sonra hisselerini devrederek ABD’ye yerleşir ve 1997 yılında ölür. DAĞILMADAN DURAN SAÇLAR… 1960’lı yıllar halkın sinemayla tanıştığı dönemdir.

Bu durum doğal olarak 60’lı yılların gençliğinde film oyuncularına özentiyi de kamçılamaktaydı. O zamanlar saç köpükleri, jöleler, kremli kremsiz şampuanlar henüz yoktu. Mahallenin çocukları henüz jöleyle tanışmamıştı. Kızlara ‘hava atmak’ için ya saçlara limon suyu sürülürdü ya da briyantin. Ergenlik çağındaki delikanlıların hepsi Türk filmlerinden fırlamış gibiydiler. Sokaklardan, ütülü pantolonlar, kolalı gömlekler ve mutlaka arkaya taradıkları saçlarıyla geçerlerdi. Saçları pırıl pırıl parlardı. Mahallenin bıçkın delikanlılarının yürüyüşü kadar saçları da ilgi çekerdi. Özenle arkaya taranmış saçlara bakanlar, bunun sırrını çözmeye çalışır ve “Nasıl dağılmadan duruyor” diye sorarlardı. Bütün bu hazırlık ve caka birkaç saniye de olsa pencereden sevdiğini görmek içindi. Marka mı? Tabii ki Necip Bey briyantinleri... MARKASI NECİP BEY... Bir dönem gençliğin hafızasına kazınmış bir markadır Necip Bey Briyantin. Şimdilerde yaşı 40 aşmış nesil için Necip Bey Briyantini’ni görmek onları bir anda, gençliğe ilk adım attıkları deli dolu dönemleri hatırlarına yolculuğa çıkarmaya yeter de artar bile… Pek çoğunun şu hatıraya benzer bir hatırası vardır Necip Bey Briyantini ile ilgili olarak. Şöyle ki; Birol ağabeyin saçları arkaya yatıktı ve pırıl pırıl parlıyordu. Mahallemizin yakışıklı (kızlar öyle diyordu) ağabeyi Birol’un bıçkın yürüyüşü ne kadar ilgi çekiyorsa saçları da o kadar ilgi çekiyordu. Birol ağabey daha çok babalarımızın arkadaşıydı ama ara sıra bizlerle beraber olmaya da özen gösterirdi. Aramıza katıldığında özenle arkaya taranmış saçlarına bakar imrenir “Nasıl dağılmadan duruyor” diye sorardık kendi kendimize. Saçlarımızın sırrını hayatımızın ilk on yılını devirdikten sonra anladık. Ve briyantini keşfettik. Bizim de saçlarımız artık tıpkı Birol ağabey’in saçları gibi arkaya yatıyordu. Briyantini sürdük mü, Birol ağabey gibi bıçkın bıçkın yürümesek bile, saçlarımızla biraz olsun ona benzemeye çalışırdık. Briyantinle beraber bir şeyi daha keşfettik. Markasını... Saçlarımıza Necip Bey Briyantini sürdüğümüz çocukluk ve ilk gençlik günleri bir anı olarak kaldı. Ama Necip Bey firması hâlâ var. Kozmetik alanında ilk yerli kuruluşlardan biri olan Necip Bey markası bir asra yakın zamandır kremden briyantine, jöleden şampuana kadar geniş bir alanda üretim yapıyor. Bir dönem Çağdaş Pazarlama Kolektif Şirketi bünyesinde üretimi gerçekleştirilen Necip Bey ürünleri günümüzde Hayat Laboratuarı Kozmetik Sanayi bünyesinde üretiliyor. Çeşitlerine çeşit katan firma, briyantinden saç jölesine, şampuandan saç kremine, kolonyadan nemlendiricilere, el sabunlarına kadar geniş bir ürün yelpazesinde tüketicilere ulaşıyor.

1960’lı yıllar halkın sinemayla tanıştığı dönemdir. Bu durum doğal olarak 60’lı yılların gençliğinde film oyuncularına özentiyi de kamçılamaktaydı. O zamanlar saç köpükleri, jöleler, kremli kremsiz şampuanlar henüz yoktu. Mahallenin çocukları henüz jöleyle tanışmamıştı. Kızlara ‘hava atmak’ için ya saçlara limon suyu sürülürdü ya da briyantin. Ergenlik çağındaki delikanlıların hepsi Türk filmlerinden fırlamış gibiydiler.

93


Ş ehir

MİLLÎ EDEBİYATIN SÖNMEYEN OCAĞI:

TÜRK EDEBİYATI VAKFI

O zaman Türk edebiyatı Vakfı, Sultanahmet’teki şimdiki yerinde değildi, Cevri Kalfa Sibyan Mektebi’ne henüz taşınmamıştı. Cağaloğlu’nun merkezinde bulunan Yeşilay İş Hanı’nın üçüncü katında hizmet veriyordu. Orada kimleri görmedik, kimleri dinlemedik ki… Osman Yüksel Serdengeçti, Münevver Ayaşlı, Cemil Meriç, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Emine Işınsu, Tahsin Banguoğlu, İbrahim Kafesoğlu ve daha bir çok aydın, âlim ve yazar… “Çarşamba Sohbetleri”ne yüksek katılım olurdu. Mehmet Nuri YARDIM

ugün Türkiye’de bereketlenen kültür sanat ortamını besleyen köklü müesseseler vardır. 1950 ile 1970 yılları arasında kurulan bu dernek ve vakıflar, mahfillere dönüşmüş, ilim, sanat, edebiyat, tarih ve kültür hizmetlerinde merkez ve mihrak olmuş, üstün medeniyetimizin yeniden keşfinde ve ihyasında başrolü oynamışlardır. İşte bu müesseselerden biri de merhum Şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı Hoca ve arkadaşları tarafından kurulan Türk Edebiyatı Vakfı’dır. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne öğrenci olarak başladığımda, çok değerli ilim adamlarımız vardı. Ve biz talihli bir nesil olarak bu aziz hocalardan dersler aldık. Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Abdülkadir Karahan, Sadettin Buluç, Ali Alparslan, Kemal Eraslan, Mehmed Çavuşoğlu, İnci Enginün, Zeynep Kerman bu hocalardan sadece bir kısmıydı. İsimlerini başta zikrettiğim büyük hocaların daha ilk derslerde biz talebelerine biricik tavsiyeleri şuydu: “Çocuklar, edebiyat fakültemize gelmeniz iyi, sevindirici. Ama sadece fakültedeki dersler ile yetinmeyin, bazı müesseselerin faaliyetlerine gidip katılın, toplantılarına iştirak edin. Bilhassa Türk Edebiyatı Vakfı ve Kubbealtı Vakfı’nı sık sık ziyaret edin.” Bu ziyaretleri yapar, Kabaklı Hoca’nın yanına gider, elini öperdik. O müşfik fikir ve sanat adamı bizi muhatap alır, biz genç edebiyatçılara, “Çocuklar, vakfımıza sık sık gelin. Biz size belki maddi olarak diploma veremiyoruz, ama bu irfan sohbetlerinden, dergimizden, vakfımızdan inşallah çok istifade edeceksiniz.” diyordu. Hakikaten de öyle oldu. Bu aydınlık mektebin en sıkı müdavimlerinden biri olan fakir, bu vakıfta bir çok kıymetli şahsiyeti yakından tanımış, onlarla sohbet etme şansına erişmiş ve heybesini nasibi miktarınca doldurmaya gayret etmiştir. Aziz hocalarımızın bu mühim tavsiyelerine biz 80 kişilik koca sınıfta beş altı öğrenci uyardık, bilhassa Çarşamba günleri Edebiyat Vakfı’nın sohbetlerini kaçırmamaya çalışırdık. O zaman Türk edebiyatı Vakfı, Sultanahmet’teki şimdiki yerinde değildi, Cevri Kalfa Sibyan Mektebi’ne henüz taşınmamıştı. Cağaloğlu’nun merkezinde bulunan Yeşilay İş Hanı’nın üçüncü katında hizmet veriyordu. Orada kimleri görmedik, kimleri dinlemedik ki… Osman Yüksel Serdengeçti, Münevver Ayaşlı, Cemil Meriç, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Emine Işınsu, Tahsin Banguoğlu, İbrahim Kafesoğlu ve daha bir çok aydın, âlim ve yazar… “Çarşamba Sohbetleri”ne yüksek katılım olurdu. L salonu şeklinde olan vakfın zaten küçük

sayı//5// aralık 94


olan merkezi hemen dolup taşar, biz gençler daha ziyade arka sıralarda ayakta, merdiven aralığında konuşmalara kulak kabartırdık. O zaman “kulak mollası” tabirini de henüz duymamıştık. Rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu vakfın müdürlüğünü yapıyordu. Daha sonra Destan Şairimizle aynı handa, İslâm Ansiklopedisi’nde birlikte çalışmak nasip oldu. Vakfın değişmez Başkanı ise şüphesiz Ahmet Kabaklı Hocamızdı. Ama idare müdürleri ve derginin müdürleri zaman zaman değişiyordu. Hatırladığım kadarıyla Sevinç Çokum, Ahmet Taşgetiren, Mehmet Taşdiken, Abuzer Doker, Ömer Lütfi Mete, İsa Kocakaplan, Vahap Elbir, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Olcay Yazıcı, Cemal Aydın, Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Ayla Agabegüm, Muhterem Yüceyılmaz, Gazi Altun vakıfta veya dergide idarecilik yapanlar arasındaydı. Şimdi merhum hocamızın yeğeni Servet Kabaklı vakfın Başkanı, Cemal Aydın Müdürü, Beşir Ayvazoğlu ise bünyede yayımlanan Türk Edebiyatı dergisinin Genel Yayın Yönetmeni’dir. Vakfın biraz da tarihçesine bakmakta fayda var. Üyeleri arasında Prof. Dr. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Prof. Dr. Nevzat Atlığ, Ahmet Aydın Bolak, Ali Naili Erdem, Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, Prof. Dr. Sabahattin Zaim gibi ülkemizin değerli şahsiyetlerinin yer aldığı Türk Edebiyatı Vakfı, gazeteci yazar, edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı Hocanın teşebbüsüyle 1978 yılında kuruldu. Aslında vakıf 1970’li yıllarda cemiyet adıyla tesis edilmişti. İlk kurucuları arasında da Nihad Sâmi Banarlı ve Osman Akkuşak gibi şahsiyetler bulunuyordu. MİLLÎ EDEBİYATIN GÜR SESİ: TÜRK EDEBİYATI Bu müessese bünyesinde 1972’de Ahmet Kabaklı tarafından çıkarılmaya başlanan ve o günden bu yana her ay muntazaman yayımlanan Türk Edebiyatı dergisi, hem akademisyen ve edebiyat çevrelerinin kümelendiği, hem de genç kalemlerin sığındığı bir ocak hüviyetini hep korudu. Bugün edebiyatımızda isim yapmış bir çok şair, romancı, fikir ve bilim adamı ilk olarak Türk Edebiyatı dergisi bünyesinde çalışmalarını yayımladı ve geniş çevreler tarafından tanındı. Dergide sadece edebiyat konuları değil, sinema, tiyatro, müzik, klâsik sanatlar, mimârî gibi alanlarda da yetkin yazılar yer aldı. Başta Birol Emil ve Cemal Aydın olmak üzere bir çok mütercim de birikimlerini Türk Edebiyatı’na kattılar. Dış Türklerin edebiyatı da derginin sayfalarında yer buldu. Azerbaycan, Türkmenistan, Doğu Türkistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kıbrıs, Kerkük ve Kırım Türklerinin vücuda getirdiği edebî mahsuller

Ahmet Kabaklı

zaman zaman dergiyi süsleyen metinler oldu. Şehriyar, Cengiz Dağcı, Osman Türkay, Cengiz Aytmatov, Bahtiyar Vahapzade ve Anar gibi Türk dünyasının bir çok simâsının şiir, deneme, hikâye ve yazıları Türk Edebiyatı’ndan takip edildi. Derginin 300. sayısı dolayısıyla 1998 yılında Ahmet Kabaklı Hoca ile bir röportaj yapmış ve bu mülâkatı önce Türkiye gazetesinde, ardından Dersimiz Edebiyat kitabımda yayınlamıştım. Kabaklı Hoca o konuşmada esnasında yönelttiğim sorulara cevap verirken derginin çıkış hikâyesini ve serencâmını uzun uzun anlatıyordu. Hakemli dergi Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları ise, üniversitelerin ve araştırmacıların en çok makalelerini gönderdikleri bir yayın organı hüviyetini koruyor.

Ahmet Kabaklı Hocanın öncülüğünü yaptığı vakfın görünmeyen, bilinmeyen bir çok hizmeti vardır. Bunlardan biri, Cumhuriyet devri Türk edebiyatının yüz akı isimlerinden merhum şair ve yazar, mütefekkir üstat Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultanü’ş Şuara” isminin verilmesidir. Vefalı insanlar Kabaklı Hocanın bu hizmetini unutmamış ve yıllar sonra Aydınlar Ocağı’nın başını çektiği sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek Kabaklı Hoca’ya “Şeyhülmuharririn” unvanını takdim etmişlerdir.

TADINA DOYULMAYAN SOHBETLER Her vakfın öne çıkan faaliyetleri, bariz hizmetleri vardır. Türk Edebiyatı Vakfı da daha ziyade Çarşamba günleri saat 17.00’de başlayan meşhur “Çarşamba Sohbetleri” ile temayüz etti. 1978’den aralıksız devam eden bu faaliyetler yaz ayları hariç aksamadan devam etti. Aralarında bugün bir kısmı aramızda bulunmayan İsa Yusuf Alptekin, Cemal Kutay, Tahsin Banguoğlu, İbrahim Kafesoğlu, Ayhan Songar, Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Ahmet Kabaklı, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Ergun Göze, Turan Yazgan, Rasim Cinisli, Metin Eriş, Altan Deliorman, Gürbüz Azak ve daha bir çok aydının, âlimin ve sanatkârın iştirak ettiği bu sohbetler her hafta büyük bir merak, heyecan ve dikkatle takip ediliyor. Bu önemli sohbetlerin büyük bir kısmı vakıf yayınları arasında kitaplaşmış bulunuyor. 95


Ş ehir

Türk Edebiyatı Vakfı, bir ayağı İstanbul’da, öbür ayağı Türk ve İslâm dünyasında olan, ışığı tükenmeyen bir irfan ocağıdır. Nesiller arasındaki kültür köprüsünü inşa etmeye devam ediyor. Bir çok hayırlı hizmetin başlatıcısı ve yürütücüsü olan merhum Ahmet Kabaklı Hoca, Eyüp Sultan Mezarlığı’nın tepesinde ebedî istirahat-gâhında iken, Servet Kabaklı, Esat Kabaklı, Beşir Ayvazoğlu ve Cemal Aydın gibi değerli kültür adamları bu ulu ilim ve sanat mahfilinin çerağını daha da canlandırmak için geceli gündüzlü çalışmaktadırlar.

kitabevinde başta Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları olmak üzere bir çok önemli yayınevinin neşriyatı bulunuyor. Ötüken, Dergâh, Kubbealtı, Timaş ve Çağrı başta olmak üzere kültür yayıncılığı yapan yayınevlerinin bütün eserleri burada kitapseverlere sunuluyor.

Osman Yüksel Serdengeçti ve Ahmet Kabaklı

Yapılan bu irfan sohbetlerinin sonunda dinleyicilerin de soru sormasına imkân tanındı. Böylece zaman zaman toplantı salonunda beyin fırtınası esti, seviyeli ilmî tartışmalar gerçekleşti. Aynı verimli ve şevkli hava, bugün de esiyor. VAKIF YAYINLARI Geçmişte Ahmet Kabaklı Hoca’nın (30 Mayıs 1924- 8 şubat 2001) başlattığı yayıncılık faaliyeti bugün artarak ve hızlanarak devam etmektedir. Başta Ahmet Kabaklı Hocanın eserleri (Türk Edebiyatı, Temellerin Duruşması, Gazi ve Atatürkçüler, Müslüman Türkiye, Mâbet ve Millet, Mehmed Âkif, Yunus Emre, Mevlâna, Şairler Sultanı Necip Fazıl, Şiir İncelemeleri, Fatih ve İstanbul, Sanat ve Edebiyat, İrfan ve İnsan, Bu Dünyadan Kimler Geçti, Ejderha Taşı) olmak üzere yakın çevresinde bulunmuş, vakıf hizmetlerinde yer almış bir çok yazar ve şairin eserlerini de neşretmiştir. Eserleri bu çatı altında okuyucuya ulaşan yazar ve şairlerin bir kısmının isimleri şöyle: Osman Yüksel Serdengeçti, İlhan Bardakçı, Necmettin Hacıeminoğlu, İsa Kocakaplan, Cemal Aydın, Yağmur Atsız, Hayri Ataş, Orhan Okay, Fırat Kızıltuğ, Olcay Yazıcı. VE KİTABEVİ HİZMETİ… Türk Edebiyatı Vakfı’nda geçmiş yıllardan beri tezhip, hat, minyatür, güzel konuşma, Osmanlı Türkçesi, gelenekli tiyatro, Türk Mûsıkîsi, halk müziği gibi dersler ve seminerler verildi. Bu faaliyetler zaman zaman tekrarlanıyor. Çarşamba Sohbetleri’nin dışında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bazı seminerleri de cumartesi günleri vakfın Sultanahmet’teki merkezinde devam ediyor. Bugün vakfın bulunduğu tarihî binaya girdiğinizde sizi ilk olarak Halit Baykal kardeşimiz karşılıyor. Sorumlusu olduğu

sayı//5// aralık 96

AHMET KABAKLI KÜTÜPHANESİ Vakfın kurucu başkanı merhum Ahmet Kabaklı’nın kitaplarından oluşan büyük kütüphanedeki kitapların bir kısmı Fatih’teki Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde oluşturulan özel bölümde açıldı ve adı “Ahmet Kabaklı Kütüphanesi” oldu. Bugün bilhassa Fatih ilçemizde ikamet eden yüzlerce, binlerce öğrencimiz, gencimiz ve yetişkin kitapseverler bu kütüphaneden istifade etmekte, mevcut kitaplarından yararlanmaktadır. Bu arada Ömer Seyfeddin Hikâye Yarışması da uzun yıllar Gönen Belediyesi ile birlikte bu çatı altında gerçekleşti. Aralarında Muhterem Yüceyılmaz, İsmail Bilgin ve Zafer Altınkozaoğlu gibi yazarlar bu yarışmalarda elde ettikleri yüksek derecelerle edebiyat dünyasına ilk adımlarını attılar, sanat çevresine kendilerini tanıtıp adlarını duyurdular. SULTANÜ’ŞŞUARA VE ŞEYHÜLMUHARRİRİN Tabii Ahmet Kabaklı Hocanın öncülüğünü yaptığı vakfın görünmeyen, bilinmeyen bir çok hizmeti vardır. Bunlardan biri, Cumhuriyet devri Türk edebiyatının yüz akı isimlerinden merhum şair ve yazar, mütefekkir üstat Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultanü’ş Şuara” isminin verilmesidir. Bu tören muhteşem olmuş ve artık Necip Fazıl’ın adının önüne ‘üstat’lığının yanı sıra bu unvan da eklenir olmuştur. Vefalı insanlar Kabaklı Hocanın bu hizmetini unutmamış ve yıllar sonra Aydınlar Ocağı’nın başını çektiği sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek Kabaklı Hoca’ya “Şeyhül-muharririn” unvanını takdim etmişlerdir. Türk basınında köşe yazarı olarak en fazla yazı yazanlardan biri olan Kabaklı Hoca, bu unvana ziyadesiyle lâyıktı. Zira Tercüman ve Türkiye gibi gazetelerde uzun yıllar eskilerin tabiriyle fıkra muharrirliği yapmıştı. Türk Edebiyatı Vakfı, bir ayağı İstanbul’da, öbür ayağı Türk ve İslâm dünyasında olan, ışığı tükenmeyen bir irfan ocağıdır. Nesiller arasındaki kültür köprüsünü inşa etmeye devam ediyor. Bir çok hayırlı hizmetin başlatıcısı ve yürütücüsü olan merhum Ahmet Kabaklı Hoca, Eyüp Sultan Mezarlığı’nın tepesinde ebedî istirahatgâhında iken, Servet Kabaklı, Esat Kabaklı, Beşir Ayvazoğlu ve Cemal Aydın gibi değerli kültür adamları bu ulu ilim ve sanat mahfilinin çerağını daha da canlandırmak için geceli gündüzlü çalışmaktadırlar. Emekleri zayi olmasın, hizmetleri, gayretleri ve himmetleri daim olsun.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.