Biz’den… Kültürlü Olmanın Erdemi.. “Bu dünyaya gelip gitmemizin kazancı nerde? Ömrümüzün umut ipliği ne oldu, nerde? Bu feleğin çemberinde nice temiz canlar Yandı kül oldular, hani dumanları, nerde?’’ Ömer Hayyam Bir harf için ömür feda etmek, bir harf öğretenin kulu kölesi olmak… Bilgiyi ve öğretiyi yaşayış biçimine uygulamak… Öğrenmek ve öğretmek, bilgiyi paylaşmak, sosyal hayatın içinde kabulünü sağlamak… Bütün bu çalışma ve emeklerin, hayatın gerçekleri içinde olgunlaşması neticesidir “Kültür” Kültürlü olmakla hedeflenen; yer ile göğün arasını dumanla isle değil, bilgi ile, şiir edebiyat sanat ile, saygı ve sevgi ile yoğrulmuş estetik ruh ile doldurmaktır. Doğduğumuz yer kadar doyduğumuz yerde önemlidir, bu doyum hem fiziksel mânâda hem ruhen doymaktır. Öğrenmenin ve buna göre yaşamanın erdemi, en ideali bulmak ve aramaktır. Öğreteni bulmak, yol göstereni bulmak rabıtayı sağlamak için hicrette önemlidir. Bir öğretici, bir bilge izinde giderken de, duyulan bilinen mimari eser veya estetik anlayışla yapılmış şehirlere vardığımızda da, bedenen ve ruhen tazeleniriz. “Seyahat edin, sıhhat bulursunuz” ifadesinden anlamamız gereken budur. Tebdil-i mekânda ferahlık var sözü de bu anlamda belleklerimize yer etmiştir. Şehirleri ve eserleri kalıcı kılan estetik ruha büründüren sanatkârları tanımalı ve tanıtmalıyız. Şehirli olmanın şehirde yaşamanın güzelliklerini yaşayışlarıyla nesillere anlatan, örnek teşkil eden şahsiyetleri hem vefa olarak hem de genç nesillerin bu önderleri tanımasını sağlamalıyız. Ülkemizin ve dünyanın önem arz eden şehirlerini tarihi kimlikleri ile, sosyal dokuları ve mimarî duruşları ile hatıraları görselleri musikileri ile bilmemiz gerekenleri öğrenmeliyiz. Sanatı edebiyatı şehrin belleğinden ayırmadan şehirli ile birlikte yaşanması yaşatılması için çaba sarfetmeliyiz. Şehrin temelinde var olan kültür katmanlarının
ayırt edilmeden varlıklarını birlikte sürdürmesinin sağlanmasını benimsemeliyiz. Suyun da , havanın da , toprağında, ateşinde temelinde bir kültür algısı olduğunu hissetmek ve bu toprakların mayasında var olan unsurlara birleştirici manada sahip çıkmalıyız. Bu ülkenin insanları olarak, yaşanmış ve yaşanmakta olan medeniyetlerin havzasında var olan değerlerin savunuculuğunu yapmalıyız. Bütün bu hasletler; Şehirde yaşayan ve kültürlü olmayı özümsemiş her fert için sorumluluktur. Dünya takvimi ile kısacık bir insan ömründe yapılacak işlerin önemi ve kalitesi , hayırla anılmaya vesile olur, bizleri onurlandırır ve yüceltir. Şehir ve Kültür dergisi olarak çalışmalarımız böyle bir fazilete ulaşmak içindir. Ülkemizin bir ferdi olarak tüm değerlerimiz için sorumluluk taşıyoruz. Şehirlerimizi âbâd ederken kültürümüzü berbat etmemenin bir erdem olduğunu naif bir şekilde ifşâ etmeye çalışıyoruz. Biliyoruz ki! bu toprakların şimdilik üstünde olan bizler, toprağın altındakilerle bağımızı korumak ve emaneti çocuklarımıza temiz bırakmak zorundayız. Her sayımızda olduğu gibi; günleri gecelere ekledik, gözleri kapamadık ve kalpleri yumuşattık, elleri kenetledik, ifadelerimizi dilimizde, kalemimizde klavyemizde tasarımımızda, estetik bir anlayışla ‘nasıl anlatabiliriz’i tartıştık, yazıcılardan çıkanlara odaklandık. Kısaca çok çalıştık ama yorulmadık, sizin karşınıza çıkarken önce aynada saçımızı taradık ceketimizi ilikledik… Altıncı sayımız artık sizlerindir… Biz yeni sayıların ufkuna yelken açıyoruz… Hz. Mevlânâ’nın deyişi ile;” Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir” Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza.
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4
DÜNYA ve TÜRK ŞEHiRLERiNDE FAZiLET FARKI Ersin Nazif GÜRDOĞAN
8 16
ŞEHiRLERiN RUHU, MiMARLARIN UFKU Kâmil UĞURLU - Mimar PhD
DERSAADETİN NUMUNE SOKAĞI
“YEŞiLTEKKE SOKAK”
38
iSTANBUL’DA BiR DiYARBEKiRLi:
ALİ EMÎRÎ EFENDİ Melek GENÇBOYACI
Mehmet Kamil BERSE
SÖYLEŞİ
22
“ TEZYiNATTA RÖNESANS’IMIZI YAPMAK ZORUNDAYIZ.”
Mahmut BIYIKLI - Ercan YILMAZ
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari, Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editör: Mahmut Bıyıklı
46
TANIDIĞIM MAHiR iZ BEY
Prof.Dr.Mahmut KAYA
Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: SoftG / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal
12 MANİSA (KULA)’ DAKİ YUNUS EMRE/ Mustafa ÖZÇELİK 26 MERZİFON’DA ATILAN TAŞ PARİS’E ULAŞTI!/ Ali Arslan CAN 30 İBN-İ HALDUN’A GÖRE ŞEHİR/ Mehmet KURTOĞLU 36 OSMANLI ŞEHİRLERİNİN ‘MUHSİNLER’ TEKKESİ / Yard. Doç.Dr.RAHŞAN GÜREL
52MARDiN
48 NEVZUHUR BİR ŞEHİR ÖYKÜSÜ/ Hulusi ÜSTÜN
ŞiiR GiBi ŞEHiR:
51 MÜŞTERİ/ Kâmil UĞURLU
Fahri TUNA
54 İSTANBUL’UN YAŞAYAN EKONOMİSİ; HANLAR / Sabri GÜLTEKİN 56 (EVLÂD-I FATİHÂN ) ÜSKÜP/ Yıldırım AĞANOĞLU 64 ŞAİR HER ÇAĞDA DEVRİMCİ/ Nurettin DURMAN 68 NABLUS’TAKİ OSMANLI ESERİ; HAMİDİYE KULESİ/ Dr. Nizar Nabeel Abumunshar HIRBAWİ TERCÜME: Mustafa HAMZAH 74 ŞEHRİN KORUYUCU SAÇAKLARI: KUŞLAR/ Yard.Doç.Dr.ERKAN ÇAV
60
MEHMET AKiF iNAN’IN ŞEHiRLERi Recep GARİP
76 ÜNYE’DE SON AĞAÇLARA VEDA/ Yard.Doç.Dr. Fatih ORDU 78 ŞEHİRLERLE KAZANDIKLARIMIZ VE KAYBETTİKLERİMİZ/ Muhsin İlyas SUBAŞI 81 ESKİ DÜNYAYA SEYAHAT/ Fatma KOÇAK 82 DENİZ VE YEŞİLİN KUCAKLAŞTIĞI ŞEHİR: BATUM/ Doç. Dr. Süleyman DOĞAN 86 MARAŞ İÇİN, DÜŞE DALMAK/ Prof.Dr.MEHMET NARLI 88 KAR KOKULU ŞEHİR: MUŞ/ Mehtap ALTAN
70
AÇIK MEKÂN KÜLTÜRÜNÜN ZARiF ABiDELERi
NAMAZGÂHLAR Nidayi SEVİM
Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul100 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74
90 ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ: KUBBEALTI AKADEMİSİ KÜLTÜR VE SANAT VAKFI/ Mehmet Nuri YARDIM 94 KEŞİŞ DAĞI’NDAN ULUDAĞ’A BİR MADEN SUYUNUN ÖYKÜSÜ/ Mehmet MAZAK Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 5341511 / 0212 5341221 Fax: 0212 5341527 e-posta : info@şehirvekültür.com www.şehirvekültür.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 6242111
DÜNYA ve TÜRK
ŞEHİRLERİNDE FAZİLET FARKI Yirmi birinci yüzyılda hesaplaşma Doğulular ve Batılılar arasında değil, Kutsal- seküler kültür arasında olacaktır.
Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN
TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//6// ocak
4
smanlı Devleti, İslam dünyası ile Avrupa ülkeleri arasında uyum ve düzeni sağlayan, ekonomik, siyasal ve kültürel dengeleri koruyan güçtü. Türklerin Osmanlı coğrafyasında hem savaşta hem de barışta Avrupalılardan çok daha dürüst ve çok daha adil ekonomik ve siyasal yapılarıyla, Avrupa topraklarında sağladıkları üstünlük, ikinci Viyana seferine kadar sarsılmadan devam etmiştir. Türkler, Avrupa’ya doğru uzun süren yürüyüşlerinde olduğu gibi, yüzyıllar alan geri çekilişlerinde de, hiçbir zaman bir ırkı, bir kültürü, bütünüyle ortadan kaldırmayı düşünmemişlerdir. Yakın geçmişte, Osmanlı coğrafyasında gerçekleştirilen çok kültürlü yönetim, bütün dünyaya örnek olmalıdır. Müslüman ülkeler “yeni” Orta Doğu’yu değil, “Eski” Orta Doğu’yu arıyorlar. Eski Orta Doğu’da Avrupa yoktu, Amerika yoktu ve İsrail yoktu. Onlar olmadığı için de, kan yoktu, gözyaşı yoktu ve soykırım yoktu. Bütün dünya Avrupalı ve Amerikalıların değil, Osmanlıların Orta Doğu’sunu özlüyor. İslam dünyası yeni değil, eski Orta Doğu’yu istiyor. Eski Orta Doğu Osmanlı vizyonuyla geri gelir. Avrupa tarihinin geçmişinde İslam vardı, geleceğinde de İslam olacaktır. Akdeniz’’in iki yakası, birbirine hiç tanımıyormuş gibi bakarak, Yirmibirinci yüzyılda, Çin ve Hindistan karşısında ekonomik ve kültürel üstünlüklerini koruyamazlar. Bunun için, Akdeniz’’in dört yanında, çatışma stratejilerinden daha çok dayanışma stratejileri geliştirilmelidir. Yardımlaşma stratejisinin en güzel örneği Endülüs’’te verilmiştir. Doğu’ya gitmeden Batı anlaşılamaz. Batı Doğu’yu Doğu da Batı’yı içinde taşımaktadır. Mekke bütün şehirlerin ve kültürlerin beşiği durumundadır. Akdeniz’deki üstünlük zamanla Atlantik’e geçmiştir. İngiltere üzerinde büyük bir imparatorluk kurmuştur. Birinci Dünya Savaşı Osmanlı ile birlikte İngiltere’nin de sonu olmuştur. Bu gelişmelerden sonra Amerika’nın yıldızının yükseldiği yıllar gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla dünyada sınırlar büyük ölçüde önemini yitirmeye başlamıştır. Amerika, Avrupa ve Asya hızlı bir dönüşüm ile yeniden yapılanmaktadır. İslam İspanya’ya giderek, Rönesans öncesi Avrupa’yı baştan sona değiştirmiştir. İslam Hint, Çin ve Yunan kültürlerinin Batı’ya taşıyıcısı olmamış, aynı zamanda onları kendi kültürü içinde içselleştirerek, yeniden üretmiştir. İslam kutsal kültürün en sonda gelip, en başta olan temsilcisidir. Yeni yüzyılda yarışma ülkelerden şehirlere geçmiştir. Şehirlerin arasındaki yarış hız ve
yoğunluk kazandıkça, Doğu ve Batı New York’tan daha çok Kudüs’te buluşacaktır. Kudüs’süz New York olamaz. Teknolojinin büyüsüne kapılan Batılı, Aydınlanma Dönemi’nden sonra tabiatı ele geçirilmesi gereken bir düşman gözüyle bakmıştır. Bu bakışın doğal sonucu, tabiat bir hayat kaynağı olmaktan daha çok bir hammadde deposu olarak görülmüştür. Batılı kendi dünyası dışında dünya tanımamaktadır. Eskiden dünya Amerika’nın bir parçası gibiydi. Globalleşen dünyada artık Amerika dünyanın bir parçası olmuştur. Özal, “Türkiye Batı’dan yardım değil, ticarette ortaklık istiyor.” demiştir. Yahya Kemal’in “ordu millet”i, dünyadaki gelişmelere ayak uydurarak “girişimci millet”e dönüşmüştür. Makine Batı’nın tüketim gücünün simgesidir. Amerika, ekonomisini canlı tutmak için makinaları hayatın odak noktasına yerleştirmiştir. Amerika’da tüketimi arttırmayan hiçbir düşünce ve eyleme yer verilmemektedir. Bütün dünyada tüketim ekonomisinin başı Amerika’dır. İnsanlar Amerika’da tükettikçe mutlu olmaktadır. Amerika, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, dünyanın en büyük askeri gücü haline gelmiştir. Fukumaya, “Pazar ekonomisi” ve “Demokrasi”nin, Marks’ın ünlü toplum sınıflaması bağlamında, ideolojik gelişmenin son aşaması olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. İnsanlığın geleceğinde, büyük bir sosyal, siyasal ya da kültürel dönüşüm beklenmediğine göre, medeniyetler savaşında, Batı’nın karşısına çıkabilecek, İslam’dan başka bir güç yoktur. Toplumları koruyan seküler değerler değil, kutsal değerlerdir. İlk insandan bugünlere gelişte belirleyici olan güç, ekonomik unsurlardan daha çok kültürel unsurlardır. Batı toplumu savaşsız gelişme olmayacağına inanmaktadır. Onlara göre tarihin sürükleyici gücü savaştır. Batı her zaman sorunları şiddetle çözme yolunu seçmiştir. Amerika’nın bulunuşu Avrupa’nın kurtuluşu olmuştur. Avrupa’lılar Amerika’nın zengin kaynaklarına el koyabilmek için kendi işsizleriyle birlikte Afrikalıları da zincirlere vurarak yüzyıllarca Yeni Dünya’ya taşımışlardır. Türk toplulukları, Asya ve Avrupa arasında ürün ve bilgi akışının hem kaynağı, hem de güvencesi olmuşlardır. Ünlü “İpek Yolu” canlılığıyla birlikte güvenilirliği de büyük ölçüde Türklere borçludur. Avrupa’lıların Amerika’ya göç etmeye başladığı yıllarda Türkler Avrupa’dan geri çekilmeye başlamışlardır. Asya’dan Avrupa’ya gelmede gösterilen başarı, Avrupa’dan Amerika’ya gitmede gösterilememiştir. Birleşmiş Milletler gibi New York’ta da bütün diller konuşulmaktadır. Her ırk ve dinden insan
bulunmaktadır. Şirketleri, üniversiteleri, bankaları ve medya kuruluşlarıyla New York dünyada pek çok ülkeden daha büyük bir şehir devlettir. New York Dünyanın, Wall Street de Amerika’nın en büyük para merkezidir. Paranın alışveriş aracı olmaktan çıktığı bir ortamda, ekonomi yeni boyutlar kazanmaktdır. Her şey para ile ölçülmektedir. Çünkü para ekonomiden silahlı güce kadar her türe kolaylıkla dönüşebilmektedir. Bir tarafta ilk insanla başlayan ve kutsal kitaplara dayanan aşkın, öteki tarafta da Yunan ve Roma’ya dayanan seküler kültür bulunmaktadır. Amerika dünyanın Yeni Roma İmparatorluğu, New York’da Yeni Roma’sıdır. New York Amerika’yı, Amerika da dünyayı yönlendirmektedir. New York birinci, İstanbul ikinci Roma’nın mirasçısıdır. Biri aşkın kültürün, diğeri seküler kültürün yoğunlaştığı iki odaktır. Globalleşmeyle şehirler arasındaki zaman ve mekan farkı önemini yitirdiği için her New York’ta bir İstanbul, her İstanbul’da da bir New York vardır. New York’un simgesi göklere uzanan gökdelenler, İstanbul’un simgesi de göklerle uyum içinde olan kubbelerdir. New York’ta insanlar makinalarla, İstanbul’da makinalar insanlarla bütünleşmektedir. Birinin seküler kültürü insanları makinalaştırırken, diğerinin aşkın kültürü makinaları insanlaştırır. Makinaya hizmet edenler makinayı, insana hizmet edenler de insanı güçlendirir.
İnsanlar iç zenginliğini yitirdikçe, dış zenginlik New York’ta olduğu gibi, korku ve tedirginliği arttırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Kutsal değerlerin unutulduğu tüketim toplumunda, metafizik iz taşıyan her şey bir bir ekonomik, sosyal ve kültürel hayattan sökülüp atılmaktadır.
Tarihin her döneminde öğretim eğitim kurumları bütün toplumların ana sorunu olmuştur. Ekonomik, siyasal ve kültürel alanda öğrenilenlerin, öğrenilmesi gerekenlerin yanında çok az olması, eğitimi, hayat boyu devam eden bir sürece dönüştürmüştür. Amerika’nın büyük üretim gücünün kaynağında üniversiteleri vardır. Bütün dünyada yüksek öğrenim yapan öğrencilerin üçte birine yakını Amerikalılardan oluşmaktadır. Amerika’da her bin kişiden otuzu üniversite öğrencisidir. Amerika’da yirmi beş milyonun üzerinde siyah yaşamaktadır. Onlar burada Avrupa’nın ve Afrika’nın pek çok ülkesinden daha kalabalık bir nüfusa sahiplerdir. Siyahlar toplumda kendilerine farklı ve sağlam bir yer tutmak, kültür ve medeniyet açısından beyazlardan geri kalmamak için İslam’a döndüklerinin üzerinde önemle durmaktadırlar. Amerika’da gerçek Hristiyanlık yaşıyor olsaydı, yüzyıllar önce gemilerle Afrika’dan Amerika’ya taşınan siyahların acı dolu kölelik trajedisi de yaşanmamış olacaktı. İnsanlar iç zenginliğini yitirdikçe, dış zenginlik New York’ta olduğu gibi, korku ve tedirginliği arttırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Kutsal değerlerin unutulduğu tüketim toplumunda, 5
Ş ehir
Müslüman ülkeler “yeni” Orta Doğu’yu değil, “Eski” Orta Doğu’yu arıyorlar. Eski Orta Doğu’da Avrupa yoktu, Amerika yoktu ve İsrail yoktu. Onlar olmadığı için de, kan yoktu, gözyaşı yoktu ve soykırım yoktu. Bütün dünya Avrupalı ve Amerikalıların değil, Osmanlıların Orta Doğu’sunu özlüyor.
metafizik iz taşıyan her şey bir bir ekonomik, sosyal ve kültürel hayattan sökülüp atılmaktadır. New York’ta olduğu gibi İstanbul’da da kutsal geleneklerle seküler kültür, birbirine karışmadan, birbirini besleyip büyütmektedir. New York Amerika’nın ekonomi ve ticaret, Washington da yönetim ve siyaset merkezidir. Washington’un kalbinde New York’ta olduğu gibi büyük şirketlerin gökdelenleri değil, kamu kurum ve kuruluşlarının Beyaz Saray çevresinde yoğunlaşan yönetim binaları vardır. Bir tek Amerika yoktur. Protestan’ların, Katolik’lerin, Müslüman’ların ve Musevi’lerin Amerika’sı olduğu gibi, Beyazsaray’ın, Pentegon’un, dev şirketlerin, medyanın, sendikaların, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve aydınların da Amerika’sı vardır. Gerçek güç, bütün Amerika’ların gücünün kesiştiği ortak alanda ortaya çıkmaktadır. O da Yeni Roma’dır. Birinci Roma üç kıtanın merkezi olmuştur. Yeni Roma, ekonomisiyle, ordusuyla, üniversiteleriyle ve aydınlarıyla bütün dünyanın merkezi olduğunu iddia etmektedir. ilki yalnızca Akdeniz’i kendi denizi haline getirmiştir. Yeni Roma bütün okyanusları denetim altında tutabilecek bir askeri güce sahiptir. Dünyada ulaşamayacağı bir ülke, üzerine bomba yağdıramayacağı bir şehir yoktur. Amerikan ordusu onu aşan uçak gemileriyle, dünyanın en vurucu deniz gücüdür. Avrupa ülkelerinin toplam askeri gücü Amerikan ordusuna anca yakındır. Avrupa ekonomik açıdan bir dünya gücüdür. Ancak askeri gücü oldukça sınırlıdır. Tartışma ve sorgulamanın olmadığı yerde, gelişme ve değişme olmamaktadır. Bunun için dünyada ordu tipi örgütlenme, kurum ve kuruluşların ana örneği olmaktan çıkmıştır. Bilgi ve hizmet üretiminin ağırlık kazandığı kurum ve kuruluşlarda verimliliği arttırmak ve bilgiye ulaşmak için her şeyden önce düşünmesini öğrenmek gerekmektedir. Artık üniforma değil, forma giyen yöneticiler kazanmaktadır. Amerika dünyanın dört bir köşesinden eğitimli, eğitimsiz milyonlarca insanı kendine çekmektedir. Tarih içinde ne zaman farklı toplumlar, bir araya gelip çok kültürlü bir yapı oluşturmuşlarsa, orada büyük bir ekonomik ve sosyal canlılık ortaya çıkmıştır. Amerika’daki Müslüman aydınlar İslam ve Batı arasındaki asıl savaşın düşünce ve sanatta olduğunun bilincindedirler. Kültür ve sanat ile bilim ve teknolojinin kaynağının yalnızca Batı olmadığını göstermek için, İslam kültürünün bütün düşünce zenginliklerinin özellikle İngilizce’ye aktarılması gereklidir. Aydınların gücü zenginleştirdikleri düşüncenin derinliğiyle birlikte zenginliğinden kaynaklanmaktadır. Toplumda büyük bir çoğunluk, gizlilikten
sayı//6// ocak
6
hoşlanmamaktadır. Dünyanın neresinde, nasıl ve niçin olursa olsun, gizlilik insana ürküntü ve dehşet vermektedir. Çünkü gizliliğin olduğu yerde, mutlaka şiddet ve korku vardır. Gönüllü bir kuruluşta da olsa, bir örgütte gizlilik varsa, olası er ya da geç bir çıkar sağlama kurumuna dönüşür. Dünyada bütün çıkar örgütlerinin gücü gizliliklerinden gelmektedir. Örgütlerin uzun ömürlü olması, gizemli yemin törenleri ve verdikleri sözlerle ölümüne bağlanmalarından kaynaklanmaktadır. Los Angeles Amerika’nın “İktidar seçkinleri”nin merkezidir. Harvard, MIT, Yale, Colombia ve Pirinceton gibi Amerika’nın olduğu kadar dünyanın da önde gelen bilim ve teknoloji odağı üniversiteler bu bölgededir. Amerika’nın siyasi ve kültürel hayatına da Doğu yakası yön vermiştir. Amerika İngiltere’den bağımsızlığını 1776 yılında kazanmıştır. Amerika’nın özgürlük mücadelesi, dünyadaki diğer bağımsızlık hareketlerine önemli bir örnek olmuştur. Artık temel hak ve özgürlükleri ekonomik, siyasal ve kültürel hayatın odak noktasına yerleştiren Amerika, Yirminci yüzyılda bütün dünyanın çekim merkezi haline gelmiştir. Amerika dünyanın en güçlü ekonomisine sahip olduğu kadar, dünyanın en yetişmiş beyin gücüne de sahiptir. Üniversiteleri bilgi, şirketleri en yetişmiş beyin gücüne de sahiptir. Üniversiteleri bilgi, şirketleri yeni ürün geliştirmede bütün dünyada öncüdür. Ürün, hizmet ya da bilgi, üretim konusu ne olursa olsun, bütün dünyada standartların önemli bir bölümünü Amerika faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlar belirlemektedir. Amerika’nın ekonomik ve kültürel üretim gücü, Doğu’dan Batı’ya doğru kaymaktadır. Los Engeles’ dünyada Los Engeles yapan sinema dünyanın başkenti Hollywood’tur. Günümüzde film ve müzik stüdyoları, bulvarları, alışveriş merkezleri ve yıldızlarıyla Amerika’nın bütün dünyaya filmleriyle birlikte kültür ve yaşama biçimini pazarladığı merkezdir. Geçmişte orduların başaramadığını Hollywood ’un sinema endüstrisi başarmıştır. Hiçbir güç Amerikan hayat tarzını dünya ölçüsünde tanıtmada Hollywood kadar etkili olmamıştır. Çünkü Hollywood’un ürünlerinin dünyada girmediği ev yoktur. Dünya ölçeğinde yayın yapan televizyon kanallarıyla Batı’nın tüketim kültürü bütün dünyaya yayılmaktadır. Walt Disney’in öncülüğünü yaptığı müzik ve eğlence parkları, bütün dünyadan çektikleri ziyaretçilerle Amerika’nın tüketim ekonomisinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmişlerdir. Onlar Amerika’nın yaşama biçiminin olduğu kadar düşünce biçiminin de elle tutulur, gözle
görülür ve kulakla işitilir hale getiren kuruluşların başında gelirler. Parklar Hollywood’un bütün dünyayı büyüleyen filmlerinin somutlaştığı ayrı ve yeni dünyalardır. Disney’in amacı filmlerde anlatılan Amerikan rüyasını hayal olmaktan çıkararak, herkes tarafından görülebilir hale getirmektir. Yirminci yüzyılda Los Engeles’te ilk örneği verilen Disneyland’lar dünya ölçeğinde bir imparatorluktur. Onlar Amerika’nın tüketim ve eğlence kültürünü bütün dünyaya ihraç etmektedirler. Hamburgerleri, kolalı içecekleri, kot giyecekleri, sigaraları ve kahveleriyle Amerikan Rüyası ülkenin en büyük dış gelir kaynağıdır. Amerika’da araba kullanmasını bilmeyen genç yoktur. Günün yirmi dört saati arabalara hizmet veren kurum ve kuruluşlar bulunmaktadır. Amerikan şehirlerinde evler kadar park yerleri de önemlidir. Park alanı olmayan garajsız ev düşünülememektedir. Amerika’da araba bir araç olmaktan çıkmış bir amaç haline gelmiştir. Amerikan ekonomisinde arabaların çevresinde oluşan, karayolu ağıyla genişleyip, büyüyen ve petrol endüstrisine dayalı, her Amerikalı için hayati önem taşıyan oldukça ilginç bir ekosistem vardır. Ekosistemde petrol kaynakları, rafineriler, petrol ürünleri kullanan bütün karayolu taşıtları endüstrisi, onlara hammadde ve ara ürün sağlayan sanayiler, hemen hemen her yerleşim biriminde yer alan petrol dağıtım istasyonları, araba tamir ver bakım hizmetleri vazgeçilmez bir yer tutmaktadır. Amerikanın tek hedefi tüketimi artırmaktır. Amerika’da en büyük erdem kazanmaktır. Dış dünyaya ilgisiz olan Amerikalı, kendi toplumuna da büyük ölçüde kapalıdır. Bunun için Amerika’da yalnızlık bulaşıcı bir hastalık gibi bütün kentleri kuşatmıştır. Amerika’ya yardımlaşma ve dayanışma boyutu olmayan tek tek yaşayan bir sosyal hayat tarzı egemendir. İnsanlar yardıma ihtiyacı yokmuş ve yalnızlıktan hiç rahatsız değilmiş gibi davranmaktadırlar. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilen bir dünyada, ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir ülkenin, başka bir ülkeyi silah gücüyle işgal etmesi mümkün değildir. Pazar ekonomisinin “görünmeyen el”i yerine geçen planlı ekonominin “görünen eli”nin büyük bir başarısızlığa uğraması, Silikon Vadisi’nde olduğu gibi, girişimcilik ve girişim kültürüne yeni boyutlar kazandırmıştır. Değiştirici bir misyon yüklenen girişimciler, bütün dünyadaki ekonomik, siyasal ve kültürel gelişmeleri yönlendirmektedir. Üretim teknolojileri ve tüketim kalıpları açısından, ülkeler arasındaki farkların giderek azalması, bütün dünyayı düşünce ve eylem dergahlarının yarıştığı, büyük bir Silikon Vadisi’ne dönüştürmüştür. Önümüzdeki yıllarda Silikon Vadisi’nin öncülüğünü yaptığı gölge
dünya, gerçek dünyayı yönlendirecek kadar etkili olacaktır. Gölge dünyanın ağları haberleşmeden eğitime kadar her alanda öncülük yapacaklardır. Silikon Vadisi’nde faaliyet gösteren binlerce iletişim teknolojisi şirketi, Amerika’nın toplam ürün, hizmet ve bilgi üretiminde önemli paya sahiptir. Batı toplumunun ekonomik, siyasal ve kültürel yapısında önemli bir yer tutan orduların ve siyasi partilerin yerine, dünya ölçüsünde örgütlenen çok kültürlü şirketler geçmektedir. Bütün dünyada dönüşümün öncüleri, katı bir hiyerarşi içinde örgütlenen kurumlar değil, takım çalışmasın yatkın, ödül ve cezayı paylaşmasını bilen esnek yapılı kuruluşlardır. Sınırların büyük bir şeffaflık kazandığı dünyada zenginlerle yoksullar değil, dünyadaki gelişmelere ayak uyduranlarla uyduramayanlar savaşmaktadırlar. Sanayi toplumunda gelir farkı önemli olmuştur, bilgi toplumunda ise, eğitim farkı önemli olmaktadır. Eğitimin derinliği, doğal olarak, ekonomik, siyasal ve kültürel yapıya da yansımaktadır. Bu yüzden Silikon Vadisi’nde bina ve makinalardan önce insana yatırım yapılmaktadır.
Amerika’daki Müslüman aydınlar İslam ve Batı arasındaki asıl savaşın düşünce ve sanatta olduğunun bilincindedirler
Günümüzde de dünyanın başarılı ve uzun ömürlü kuruluşları, hiyerarşiyi ortadan kaldırarak, öğrenme ve öğretmeyi günlük hayatın vazgeçilmez bir parçası haline getirmeyi bilenlerdir. Silikon vadisi’nden bütün dünyaya yayılan yeni ekonomide ağırlık, endüstri mühendislerinden bilgisayar uzmanlarına geçmiştir. Yeni ekonominin odak noktasında fabrika değil, bilgisayar vardır. Bilgisayar ortamı ise fizik olmaktan daha çok sanaldır. Sanal dünyada fabrikadaki üretim ve yönetim teknikleri geçerli değildir. Bir uzman evinde ya da iş yerinde yirmi dört saat çalışabilmektedir, zaman ve mekan sınırlaması olmamaktadır. Türk toplumu uzun bir süre Avrupa Birliği’ne katılmaya çok sıcak bakmamıştır. Çünkü Osmanlı tarihi, aynı zamanda Avrupa’yla hesaplaşma tarihidir. Ancak yeni bin yılda ülkelerden daha çok kültürler hesaplaşacaktır. Kültürlerin en önemli silahı da ürün, hizmet ve bilgi üretim gücü olacaktır. Ürettikleri ürün, hizmet ve bilgiyle dünya pazarlarında yeri olmayan ülkelerin, dünyanın geleceğinde sözü ve ağırlığı olmayacaktır. Türkiye’nin dünya standartlarında ürün, hizmet ve bilgi üretebilmesi için Avrupa’da olduğu kadar Amerika’da da olması zorunludur. Medeniyetler savaşında üstün gelmek isteyen her ülke gibi Türkiye’de, kültürün Yunan ve Roma boyutunu değil, üç büyük dine dayanan kutsal boyutunu öne çıkarmalıdır. Yirmi birinci yüzyılda hesaplaşma Doğulular ve Batılılar arasında değil, Kutsal- seküler kültür arasında olacaktır. 7
Ş ehir
ŞEHİRLERİN RUHU,
MİMARLARIN UFKU Mimarlık bir varış noktasıdır, bir başlangıç değildir. Mimar ise, varış noktasının ötesini keşfetmek durumunda olan insandır. Zaman ile toplum arasındaki mesafeyi kapatmaya çalışandır.
Kâmil UĞURLU Mimar PhD
ütün Türkiye’nin görülebileceği yüksek bir tepeden şehirlerimizi seyreden bir kişi, mimarlarımızın, mimarlığımızın ve şehirlerimizin yaşadığı asra yakın serüveni, geçilen yolları, aşılan veya aşılamayan engelleri rahatça izleyebilir. Bunun için belirli bir kültür altyapısına ihtiyaç yoktur. Biz, çoğu zaman gözden kaçan veya kaçmasına izin verilen bir teferruat konudan giriş yapalım. Cami mimarlığından başlayalım. Küçük büyük demeden hemen her şehirde, kasabada ve köyde görülen cami yapıları elbette bir ihtiyacın karşılıklarıdır. Fakat mimarileri, nisbetleri ve malzemeleriyle genellikle temsil ettikleri misyonun aksine, gecekondu anlayışına uygun olarak mekânlaşmaktadırlar. Dini yapının mutlaka kubbeli ve uzun minareli yapılması şarttır gibi bir yanlışı ısrarla sürdüren bu garip yapılar, zaten bozuk olan şehir görünüşlerini iyice perişan etmektedirler. Belediyeler de dine karşı olmakla suçlanmaktan korkarak bu yapıların üstüne gidememektedirler. Kubbenin anlamı nedir, kubbe neden gereklidir, minarelerin şehir silüetiyle ve bulundukları bölgeyle nasıl bir uyum içinde olması gerekir, nerede birden fazla minare, nerede bir minarede birden fazla şerefe yapılabilir, cami ile birlikte bulunması şart olan öteki tesisler nedir, onlar olmadan neden cami inşa edilemez, Allah’ın evi kabul edilen bu kutsal mekânların yapılabileceği yerleri belirleyen, onları bir kurala bağlayan, ilâhi ve beşeri kıstaslar, kriterler nedir, bütün bunları bilmeden, her isteyenin, istediği her yere cami yapabilmesi sadece bizde mümkün olan bir garipliktir. İlk bakışta bu tip yapıların bir mimar eli görmediği izlenimi edinilebilir. Fakat bu camilerin çoğunluğu diplomalı mimarlar tarafından çizilmekte ve uygulanmaktadır. Bütün bu düzensizliklerin karşısında iyi niyetli bir insan önce bu ülkede mimar olmadığını veya kıt olduğunu düşünecektir. Halbuki durum böyle değildir. Mimarlık eğitimi, mimarlık çizgisindeki bütün iniş-çıkışları yaşamıştır. Çünkü bu eğitimi verenler nihayet bu piyasanın içinde olan kişilerdir. Giderek, kaliteden önce sayının önem kazanması meseleyi iyice şirâzeden çıkarmıştır. İlk kültürlerden bu yana daima birinci sınıf bir meslek olan mimarlık, şimdilerde sayının fazla, kalitenin düşük olması sebebiyle itibarını kaybetme sürecine girmiştir. Mimarlık bir varış noktasıdır, bir başlangıç değildir. Mimar ise, varış noktasının ötesini keşfetmek durumunda olan insandır. Zaman
sayı//6// ocak
8
Dini yapının mutlaka kubbeli ve uzun minareli yapılması şarttır gibi bir yanlışı ısrarla sürdüren bu garip yapılar, zaten bozuk olan şehir görünüşlerini iyice perişan etmektedirler.
Tarihi Bursa şehrinin ortasında mimari çelişkiler.
ile toplum arasındaki mesafeyi kapatmaya çalışandır. İnsana verilen o hârika özelliği, yaratma (creation) yeteneğini taşımak zorundadır. Ciddi bir kültür birikimine sahip olmaya mecburdur. Böyle bir altyapıya sahip olmayan kişinin hayat felsefesi de yoktur. Hayat felsefesi olmayanın da mimarlık iddiası olamaz. Luis Khan elbette haklıdır. “Düşünceler felsefeye, inançlar imâna dönüşmedikçe, akıl eser veremez.” Hz. İsa’dan beş yüz yıl önce yaşayan Kral Dareios’un (Pers) mimarları hiç yanından ayırmadığı, onlara birinci sınıf devlet adamı gibi davrandığı ve her konuda danıştığı bilinir. Cengiz Han gittiği yerlerde her şeyi tahrip ederken mimarlara daima ayrıcalıklı davranmış, onları üstün sınıf olarak değerlendirmiştir. Osmanlı’da mimar çok seçkin bir yere sahiptir. Mimarların başı (Sermimaran-ı hass) aynı zamanda vezir yetkilerine sahip kişidir ve şimdiki Bayındırlık Bakanının işlerini görmektedir. Divanlara katılmakta, her konuda görüş bildirmektedir. Ve ölünceye kadar da bu görevde tutulmaktadır. Bu durum bile bir doğrunun tesbitidir. Çünkü tecrübe değerlidir ve pahalıdır. Yine Osmanlı’nın kitâbe geleneği sadece, bir mimarın veya eserin yaptırıcısının reklâm veya övüncü değildir. Kitâbe, o yapının zaman içinde göstereceği başarı veya başarısızlığa bir sorumlu göstermek endişesinden kaynaklanmaktadır. Almanların hâlâ kullan¬makta oldukları ücret, yetki ve sorumluluk
yönetmeliğinin adı Honorar’dır ve “Şerefiye” demektir. Yani onlar mimarın yaptıklarının bir ücretle, maddi bir karşılıkla karşılanamayacağını, ona ancak şerefiye verilebileceğini anlatmak istemektedirler. Bütün bunlardan sonra bugün, inşaat sektöründe inşaat mühendisinin altında ve ona yardımcı olan bir meslek dalı gibi görülmesi, bizde mimarlığın geldiği yanlış noktayı gösterir. Cumhuriyetin 92. yılında, büyük şehirlerde bu kuralın dışında kalan ve sayıları fazla olmayan örnekler sayılmazsa, mimarlıktaki durumumuz aşağı yukarı böyledir. BATIYA BENZEME HASTALIĞI Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında, batılılaşma endişesiyle birlikte Osmanlı imajından kurtulma çabaları, halkın eski eserlere bakış açısını etkilemiştir. Sosyal hayatın modernleştirilmesi, fizik çevredeki kültürel sürekliliği sağlamak yerine “batıya en çok benzemek” şeklinde kendini gösterince, özellikle dinî kökenli birçok gelenek ve yapı terkedilmiş, buralar uzun süre boş kalmıştır. Boş kalan bu mekânlara bir fonksiyon kazandırılması çalışmaları, Eski Anadolu kültürüne sahip çıkma düşünceliyle birleştirilince “Türk Asâr-ı Atikası Müdürlüğü” kurulmasına ihtiyaç duyulmuştur. Hemen bunu takiben Atatürk’ün emriyle 1925’te Ankara Etnografya Müzesinin temeli atılmış, bir yıl soma da inşaat tamamlanmıştır. Bu hareketler “müzecilik” 9
Ş ehir
temeline oturtulan “koruma” çalışmalarıdır. Bütün bu iyi niyetli çalışmalara rağmen tarihimizin hiçbir döneminde, bu son doksan yıllık dönemdeki kadar eski eser tahrip ve yok edilmemiştir. Buna birtakım mazeretler bulmak mümkündür. Ekonomik şartların bunu zorunlu kıldığı, yeterli onarım tahsislerinin yapılmadığı, halkın ve yöneticilerin duyarsızlığı vb. Bunların hiçbirisi inandırıcı değildir. Gerçek şudur: Eski evler, getirisi büyüsün diye inanılmaz bir hızla yok edilmektedir. Rant kaygısı şimdi esastır. Mahalleler, sokaklar, caddeler, arsanın en yoğun şekilde değerlendirilmesi kaygısıyla her türlü incelikten uzak, belli bir karakteri olmayan, üslupsuz yapılarla dolmuştur. Bu arada çevre de bu kıyımdan hissesine düşeni almaktadır. Asırlık ağaçlar, nefes alınabilecek yeşil alanlar, korular, ağaçlıklar bu çağa uygun bir hızla kaybolmaktadırlar. Türkiye’de düne kadar yaygın olan kanaat şudur: Bu memleket eski eser bakımından gereğinden fazla zengindir. Avrupa’yı görenlerin bu kanaatte olmaları mümkün değildir. Hatta Türkiye eski eser bakımından yoksul bile sayılabilir. Daha önce tek merkezli koruma kuruluyla, kalan eserlerin sayı//6// ocak
10
tescil edilerek korunması yoluna gidiliyordu. Kararlar fevkalâde geç ve güç geliyordu. Buna daha pratik çözüm arayışı içinde olan mal sahibi, eseri ya “mail-i inhidam” gösteriyor, buna uygun yıkım raporu alıyor veya eseri “kazaen” yakıyordu. Sonra kurullar bölgelere dağıtıldı. Belki bu biraz rahatlık sağladı. Fakat kesin koruma sağlanamadı. Çünkü ortaya konulan ilkeler temelde yanlıştı. Kültür varlıkları ve mimarî mirasın korunması konusunda bütün dünyada gözle-nen bilinçlenme 1970’li yıllarda bize de yansıdı. Daha önceki yanlışlar kısmen düzeltil-meye çalışıldı. Kullanmaya kısıtlama getirilirken mülk sahiplerine maddî destek sağlandı. İlk uygulama olarak 1972’de çıkarılan bir kanunla eski eserlere vergi indirimi uygulandı. 1970-1980 yılları arasında yüze yakın “kentsel sit” kararı alındı. Antalya, Gaziantep, Safranbolu, Tekirdağ gibi bazı şehirler için ayrıntılı koruma imar planlan hazırlandı. Fakat 1983’te bir yumuşatma kanunu yine nitelikli birçok eserin yıkılmasına sebep oldu. Koruma alanları daraltıldı ve birçok eser tescil dışı bırakıldı. Bütün bunlara rağmen bugün ülkemizin geldiği çizgi “plânsız koruma olmaz” anlayışıdır ve önemlidir. Nitekim bu anlayışla ele alınan bazı
örnekler bugün hiç olmazsa bazı şehirlerin bir bölümünü kurtarmıştır. Antalya Kaleiçi, Kütahya, Safranbolu gibi. MİMARLIK BİR SANATTIR 19. yy’dan itibaren başlayan Avrupa’da sanayinin gelişmesi ve buna bağlı olarak değişen mimarlık ve şehircilik anlayışları İstanbul ve İzmir’den başlayarak Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Bu durum demiryolu ve karayollarının sayesinde geleneksel hayatı sürdüren iç kesimlerdeki küçük yerleşim merkezlerine de ulaşmıştır. Cumhuriyetin kurulması ve Ankara’nın başkent olarak seçilmesi, Anadolu’nun merkezinde yeni birtakım gelişmelerin başlamasına sebep olmuştur. Bu gelişmeler, zaman içinde diğer bölgelere de intikal etmiştir. 1950’de ülkenin genel politikasındaki değişiklik fiziki mekan organizasyonlarına da doğal olarak yansımıştır. Mimarlık alanındaki bütün olumlu ve olumsuz gelişmeler aynı zamanda şehir planlamalarına yansımıştır. 1950 öncesi daha çok tarıma ve kamu yatırımlarına ağırlık verilirken, bu tarihten sonra özel sektör ve sanayi yatırımları görülmeye başlanmıştır. Batıya paralellik gösteren bu oluşum önce kültür alışverişinin yoğun olduğu liman kentlerinden
başlayarak, buraları birer metropoliten kente dönüştürmüştür. Sanayi yatırımlarının artmasıyla bütün bu kentlerin çevresinde gecekondular meydana gelmiş, farklı kültürü, sosyolojisi ve şehir anlayışıyla bu bölgeler çözümü zor meselelerin merkezleri olmuştur. Gecekondulaşmaya çare olarak geliştirilen, ekonomik şartlarda ve yapılarda düzenli ve en çok aileyi barındırma düşüncesi “apartman” olayını gündeme getirmiştir. Fakat daha fazla rant kaygısıyla hızla şekil değiştiren bu yapı tarzı, şehirlerimizin ve yaşama mekânlarımızın kalitesini düşürmüş, evlerimizi ve şehirlerimizi batı kentlerinin kötü birer kopyası haline getirmiştir. Başını Sedad Hakkı Eldem’in çektiği bir grup mimar yeni bir araştırma başlatmış ve öze dönme durumunda birtakım pozitif sonuçlara ulaşılabileceğini isbat etmişlerdir. Mimarlığın bir sanat olduğunu ve sanatın özel bir eğitim gerektirdiğini Cumhuriyetimizin 90. yılında anlamış bulunuyoruz. Bu bile bir gelişmedir. Şimdi bu anlayışın yürürlüğe konulması için de tekrar bir 90 yıl bekler miyiz diye endişe ediyoruz. 11
Ş ehir
YUNUS’UN ŞEHİRLERİ
MANİSA (KULA)’ DAKİ
YUNUS EMRE
“Türkiye’deki genel trende uygun olarak her ne kadar turizm ve tanıtma gayesi ön plana çıksa da yine de bu anmalar, burada asırlardır süren Yunus geleneğinin ihyası anlamında önemlidir.” Mustafa ÖZÇELİK
ugün Eskişehir ve Karaman’dan sonra Yunus’u sahiplenme konusunda öne çıkan yer Manisa’nın Kula ilçesine bağlı Emre Sultan köyüdür. Emre Sultan köyü, Kula’ya 25 km., İzmir – Ankara karayoluna 10 km. mesafede olup günümüzden 700 yıl kadar önce Saruhan Oğulları Beyliğine bağlı olarak Batı Anadolu’da kurulan ilk Türk köylerindendir. Burada çok eski zamanlardan beri Yunus Emre ve şeyhi Tabduk Emre’ye ait bir türbenin yer aldığı halk rivayetlerinde söylenegelmiştir. Yazılı kültürde ise halk rivayetlerini esas alarak bahseden ilk kişi Bursalı Tahir Bey’dir. “Osmanlı Müellifleri” adlı eserinde buradan bahsederken şöyle demektedir: “Saruhan sancağının Kula ve Salihli kazaları arsında ‘Emre’ namındaki yetmiş hanelik bir karyede kargir bir türbede Tapduk Emre Hazretlerinin evlat ve ahfadıyla türbe derununda Âşık Yunus’un türbe kapısının eşiği önünde medfundur. Mezar taşlarının hiç birinde yazı yoktur. Yalnız Âşık Yunus’un seng-i mezarında ufak bir balta resmi mahkuktur.” Bu bilgiler daha geniş biçimde Yunus Emre ile ilgili ilk kaynak eserin sahibi olan M. Fuat Köprülü’de de yer alır. Bursalı Tahir Bey’in söylediklerini o da nakleder. Bu bilgileri değerlendirdikten sonra şu sonuca varır: “Bu medfenin hakikaten Yunus’un şeyhine ve Yunus’a ait olduğu hiçbir surette iddia edilemez.” Benzer şekilde düşünen başka isimler de vardır. Mesela Kamil Kepecioğlu bir makalesinde; Kula’da yatanın Yunus Emre değil, Ömer Emre olduğunu, Saruhanoğulları döneminde de Köyün aynı adı (Ömer Emre) adını taşıdığını belirtmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı ise, söz konusu türbenin Emreler topluluğundan Aliğim Emre’ye ait olduğunu, diğer tezlerin de mantık içermediğini vurgulamaktadır. Bu görüşler ne olursa olsun iddialar bitmez ve 1940 yılında Çağatay Uluçay, “Yunus Emre’nin Mezarı” kitabıyla “Kulalı Yunus Emre” tezini yeniden gündeme getirir. 1966 yılında Türk Yurdu’nun “Yunus Emre Özel Sayısı”nda yer alan İsmail Tosun ve Merdan Dinçtürk’e ait “Kuladaki Yunus Emre” yazısı da Kulalı Yunus Emre’nin yeniden gündeme gelmesine sebep olur. Bu yazıda da Yunus’un türbesinin burada olduğu, buraya Karaman’dan geldiği, gezici bir şair olduğu, türbesinin önce Selçuklu mimarisi tarzında inşa edildiği sonradan yapılan onarımlarla bugünkü şeklini aldığı şeklinde bilgilere yer verilir. Verilen bir önemli bir bilgi de burada bir tekkenin de bulunduğu şeklindeki bilgidir. Buna göre burası
sayı//6// ocak
12
Tapduk Emre’nin dergâhıdır. Daha sonra yıkılarak camiye çevrilmiştir TÜRBENİN ŞEKLİ Konu ile ilgili söylenenlerin tarihsel dayanağı ne olursa olsun bugün için Kula’nın Emre köyünde bir Yunus Emre makamının bulunduğu genel kabul gören görüşler arasındadır. Bu kabulü doğuran bir sebep de bölge halkının her yıl yapılan anma törenleriyle Yunus Emre ile aidiyetlerini sürekli gündemde tutmayı başarmalarıdır. Bunu söyledikten sonra şimdi de türbe hakkında malumat verelim: Yakın dönemde restore edilen türbe köydeki en eski tarihi eserdir. Araştırmalara göre 14. yüzyılda yapılmıştır ki bu tarihleme Tapduk ve Yunus Emre’nin yaşadığı dönemle de örtüşmektedir. Çok eski bir yapı olduğu anlaşılan türbe aslında Tabduk Emre’ye izafe edilmektedir. Zira yaygın inanış bu köyün Tabduk Emre tarafından kurulduğu şeklindedir. Rivayete göre henüz yedi yaşındayken bir savaşta babası şehit düşen Tapduk, bir “pir” tarafından götürülür. 40 yıl annesinden ayrı kalır. Aslında 40 yıl boyunca o eğitim – öğretim görmüş, zamanın bilimlerini tahsil etmiştir. Geri döndüğünde şimdi köyün bulunduğu yerde bir tekke kurar. O yıllarda köy, Saruhanoğulları Beyliği sınırları içerisindedir. Tapduk Emre, annesini dünürcü göndererek Saruhan Bey’in kızına talip olur ve onunla evlenir. Bu evlilikle Tapduk’un ünü her tarafa yayılır. Tapduk’un ünü yayıldıkça Yörük
olarak hayatlarını sürdüren Türk aşiretlerinden buraya yerleşenler çoğalır. Bu şekilde kurulan köy, kısa zamanda kasaba büyüklüğüne ulaşır, Tapduklular’ın merkezi olur ve Emre Sultan adını alır. Tabduk Emre de vefatından sonra da bu türbeye defnedilir. Türbede on mezar bulunmaktadır. Fakat bunların kimlere ait olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir. YUNUS’UN MEZARI Rivayete göre buraya gelen derviş adaylarından biri de Yunus Emre’dir. Şeyhi Tabduk Emre’nin dergâhında eğitim görmüş, vefatından sonra da buraya yani şeyhine ait türbenin kapısı önüne defnedilmiştir. Yunus’un mezarı türbenin içinde değil kapı eşiğindedir. Mezarın üzeri açıktır. Mezar taşında ise iki ağızlı balta resmedilmiştir. İşte halk muhayyilesinin bütün güzelliği de bu detayda gizlidir. Buna göre Yunus Emre şeyhini çok sevdiği için öldükten sonra kapı eşiğine gömülmeyi vasiyet eder. Amacı ise şeyhini ziyaret edeceklerin kendi mezarına basıp geçerek bu ziyareti yapmaları içindir. Başka bir ifadeyle Yunus, kendini şeyhinin yanında bir hiç olarak görmüş, fani âlemde de yine onun yanında, kapı eşiğinde olmayı kendisi için bir değer olarak kabul etmiştir. Sevenleri de bu vasiyete uyarak Yunus’u vefat ettiğinde bu şekilde defnetmişlerdir. Bu duruma ait Yunus’un bir beyti de olduğu söylenenler arasındadır:
13
Ş ehir
Ko beni yatayım şeyh eşiğinde Dönmezim şeyhimden ya ne döneyim Şu beyit de Yunus’un burada yattığının bir delili olarak gösterilmektedir: Hakk bir mürşit verdi bana Kapısında öl dediler Balta resmine gelince; bu resim yorum açısından hayli önem taşır. Köprülüye göre bu resim, Yunus’un meşhur odun menkıbesine ait bir timsal olarak anlamlıdır. Yani bu Yunus Emre’nin dergâha yıllarca odun taşıdığını sembolize etmektedir. HER ŞEY YUNUS’A ÇIKAR Kulalılar, Yunus’un kendi topraklarında olduğunu inandırıcı bir teze dönüştürmek için hemen her argümanı kullanmışlardır. Mesela türbenin 3, 3.5 km. uzağından geçen Gediz çayı Yunus’un burada oluşuna bir işaret olarak görülür. Zira Yunus şiirlerinde çokça dağ, ırmak ve su motifleri vardır. Yine Emre köyünün biraz ilerisi dağdır. Burada çokça meşe ve alıç ağaçları bulunmaktadır. İşte Yunus bu dağdan odun toplamıştır. Bu bağlamda Yunus’un kimi şiirleri de bunu destekler nitelikte yorumlanmaktadır. Mesela bunlardan biri şöyledir: sayı//6// ocak
14
Debrenmedim yerimden Ayrılmadım şeyhimden Aşktan bir kadeh aldım İçtim bir dağ içinde Yunus eydur gezerim Dost iledir bazarım Ol Allah’ın didarın Gördüm bir dağ içinde Bu, öylesine benimsenmiş bir inanıştır ki halk da buradan hareketle Yunus’un burada oluşunu şu tekerleme ile ifade etmektedir: Doğusu Kula batısı Hatıl kaşı Kuzeyinde Gediz çayı Güneyinde yanar dağlar Kapısı kıbleye karşı Eşiğinde Yunus yatar Aynı şekilde Yunus’un şiirlerinde geçen kimi kelimelerin de mahalli dil ve geleneklerle ilgili olduğu dolayısıyla bu durumun da onun bu bölgede yaşadığına delil olduğu söylenir. Bir örnek olarak şu beyti verelim: Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya Edeptir bana yermek bir Ula’dan sızarım
Biraz önce Yunus’la ilgili kitabından söz ettiğimiz İsmail Tosun, “Ula” kelimesinin mahalli bir söyleyiş olduğunu Kula’da “Beş Ulalı” diye anılan bir çeşmenin bulunduğunu dahası bu kelimenin sözlüklerde yer almadığını belirtir. Bunlara ayrıca Yunus’un başka şiirlerinde geçen “usul, mesel, mehel, arıt, zağla…” kelimelerini de örnek olarak verir. Son bir örnek olarak da şunu zikredelim: Ne pirler ölümün yoklar Ne hatunlar Usul bekler Ne kız ayal edep saklar Yiğitlerde cehalet var Bu dörtlükteki “Usul bekler” tabiri, Kulada evvelden beri bilinen bu gün yaşlılarca da anılan bir tabirdir. Vaktiyle, Kulada kadın ibadethaneleri varmış. Cuma günleri kadınlar sabah ezanından evvel dergâhlara gider, dua eder, tesbih çeker ve kadın hocanın vaazını dinlerlermiş. İşte bu duruma “Usul bekleme” denilirmiş. KULA’DAKİ YUNUS MENKIBELERİ Bir önemli husus da Yunus’a ait menkıbelerin bu bölgede çokça biliniyor olmasıdır. İsmail Tosun, “Yunus Emre ve Hocası Tapduk Emre’nin Yaşam Öyküsü” kitabında bunlardan bahsetmektedir. Bunların bir kısmı genel olarak her tarafta bilinip anlatılmakta ise de İsmail Tosun sadece buraya özgü olanlardan da söz etmektedir. Bahsettiği bir diğer husus da Emre köyü sakinlerinin Yunus’la ilgili anlattıkları rüya ve hikâyelerdir. Bunların çoğu sadece sözlü kültürde olmayıp yaşlı köylülere ait not ve hatıra defterlerinde de yer almıştır. Bu menkıbelerin birinde Emre köyünü sınırları içindeki bir yerin adının geçmesi ise Yunus’un burada gerçekten de içselleştirildiğinin bir göstergesi olarak görülebilir. Bu sebeple o menkıbeyi buraya alıyoruz. “Şeyhi bir gün Yunus’a ‘sana göstereceğim yüz kerametim vardı, bunun 99’u mahşere kaldı. Yalnız bir tanesini göstereceğim. Yarın sabah namaz vaktinde Diken Kuyu’ya git. Orada önüne düşen dikenleri takip et’ der. Yunus, şeyhinin dediğini yapar. Rüzgârla yuvarlanıp giden dikenleri takip eder. Gide gide bir de ne görsün? Bir çayırlığa gelmiş. Burada Kırklar toplanmışlar, ortalarında da hocası Tapduk Emre var. Yunus hayretten donakalır. Kırklar Yunus’u da aralarına alıp zikre devam ederler.” Bu menkıbe Yunus’un “Sordum Sarı Çiçeğe” şiirinden de söylendiği gibi Erenler meclisinde “Kırklar yâri” olarak bilindiğini de göstermektedir: Yine sordum çiçeğe Yunus’u bilir misin Çiçek der ki; ey derviş Yunus Kırklar yâridir
YUNUS GELENEKLERİ Kula’da da eskiden beri çocuklara Yunus adının verilmesi yaygın bir gelenek şeklindedir. Şimdilerde aynı oranda olmasa bile eskiden bu köyde bu adı taşıyanların sayıca fazlalılığı hep dikkat çekmiştir. Yine buradaki türbe, çocuğu olmayan ailelerin de çevre yerleşim yerlerinden burayı gelip türbeyi ziyaret etmeleridir. Anlatılanlara göre eğer dilekleri gerçekleşirse doğan erkek çocuklarına Yunus, kız çocuklarına da Sultan adı vermekte imişler. Çocuğu hasta olanlar da türbeyi ziyaret eder, çocuk iyileşirse adını Yunus’a çevirirlermiş. Ad vermeyle ilgili olan bu geleneğin günümüzde de devam ettiği köylüler tarafından söylenmektedir. Bir başka gelenek de şudur: Çok eskiden burayı ziyarete gelenler Emre köyüne belli bir uzaklıkta hayvanlarından iner, Yunus Emre’nin manevi nüfuzu altına girdiklerini söyleyerek türbeye kadar yayan giderlermiş. YUNUS EMRE ETKİNLİKLERİ Önceleri tamamen halkın ziyaret ettiği Yunus Emre türbesi son on-on beş yılda resmi çevrelerinde ilgilendikleri bir konuya dönüşmüş, burada her yıl Yunus Emre’yi anma etkinlikleri yapılmaya başlanmıştır. Bölge milletvekilleri, Manisa ve Kula Belediye Başkanlıkları da bu etkinliklerin içinde yer almıştır. Türkiye’deki genel trende uygun olarak her ne kadar turizm ve tanıtma gayesi ön plana çıksa da yine de bu anmalar, burada asırlardır süren Yunus geleneğinin ihyası anlamında önemlidir. Basında yer alan bilgilerden gerek bu törenlerin yapıldığı zamanlarda gerekse diğer zamanlarda buraya gelen ziyaretçi sayısı 50-60 bini bulduğu anlaşılmaktadır. Daha da önemlisi gelen ziyaretçilerin profilidir. Ziyaretçiler arasında hemen her bölgeden, her inanç grubundan insanlar bulunmaktadır.
15
Ş ehir
DERSAADETİN HUZUR SOKAĞI
“YEŞİLTEKKE SOKAK” Adını bir irfan ocağından alan, Dersaadet’in merkezinde tarihle iç içe bir sokaktır Yeşiltekke sokak… Mehmet Kamil BERSE
Kuyulu çıkmaz 1968
Kuyulu çıkmaz 2015
Ayağın yere değsin yeter Açılır kapısı cümle güzelliklerin Kaldırımları taş mıdır çimen midir bilinmez Bu şehirde sokaklar seni düşünür Bu sokaklarda evler seninle dolu Bu evlerde huzur bir şarkıdır söylediğin Ümit Yaşar Oğuzcan okaklarında dolaştığımda, fizik ve metafizik düşünceleri birbirine karıştırırım İstanbul’da... Şehirlerimizin kuruluşunda var olan çekirdek merkezler; hamamın çeşmenin çarşının caminin, varsa gayrımüslim ibadethanesinin okulun bulunduğu meydanlar, bunlara uzanan yollar, bu yollara bağlanan sokaklar ve sokakların evlerle bağlantısı olan çıkmaz sokaklar. Semtin, mahallenin, kasabanın, şehrin meydanını oluşturan bu unsurlar şehirleşmenin olmazsa olmaz şartlarıdır. Şehirleşmedeki bu temel unsurlar aslında modern şehircilikte de olması gereken yapılardır. İnsanın yaşaması için temel şartlar; barınma, ihtiyaçlarını giderme, yiyecek içecek ve diğer ihtiyaçları için alışveriş mekânları, temizlik için ihtiyaçlar çeşmeler, hamamlar ibadetlerini yapmak için ibadethaneler, çocukların eğitimi için ihtiyaçları karşılayacak okullar. Sosyal ilişkilerin gelişmesi şehirciliğin bu ana unsurlarının oluşması ile başlıyor. Bu şartlar yerine gelir, insanlar evlerde oturmaya, çarşılarında alışverişe okullarında okumaya, ibadethanelerinde ibadete başlayabilirler. Gene de eksiklik hissedilir bu şehirlerde, zamanla oluşabilecek bir şey… Noksan olan bir ruh eksikliğidir.
Süleyman Halife Sıbyan Mektebi
sayı//6// ocak
16
Bugün Anadolu’da veya Trakya’da bulunan şehirlerin hemen hemen hepsinin, birkaç bin yıllık tarihleri vardır. Şehirlere ruh veren, tarihsel kültür katmanlarının birbirine katılımıyla oluşan ‘Şehir Kültürü’dür. “Şerefü’l mekân bil mekîn” ibaresinde ifade edildiği gibi, mekânlar, içinde yaşamışlarla yaşayanlarla şereflenirler. Onun içindir ki İstanbul’un fethinden sonra şehre getirilen Müslüman Türk aileler belirli semtlere yerleştirilirdi. Orada hayır yapan varlıklı biri veya ilim irfan öğreten biri varsa semte onun adı verilir, bir hamam yapılmışsa sokağa ‘hamam’ külhan varsa ‘külhan sokağı’ adı verilirdi. Bir irfan ocağı kurulmuşsa, semte veya sokağa o irfan ocağının adı verilirdi. Bu isimlendirme tarihten geleceğe yazılan mektup adresleri gibi idi. Bugün eğer ismi değişmemişse, bir sokağın, bir mahallenin, bir semtin isminden tarihsel sürecinin izini sürebilir ve tarihini kolaylıkla öğrenme fırsatı bulabiliriz.
Yeşiltekke Kuyulu çıkmazda (1957)Mehmet Kamil Berse ve ağbisi Ahmet Berse
YEŞİLTEKKE SOKAK Adını bir irfan ocağından alan, Dersaadet’in merkezinde tarihle iç içe bir sokaktır Yeşiltekke sokak… ‘Tarihî Yarımada’ adı ile bilinen Nefs-i İstanbul’un mahallelerinden, adı yetkililerce kaldırılan “Sofular Mahallesi” nin sokaklarından biridir. Öncelikle Sofular Mahallesi’nin isminin nereden geldiğini bilmek gerekir, tıpkı adı kaldırılan komşu mahalle Baba Hasan Âlemî mahallesi gibi… İstanbul’un fethinde görev yapan ordunun sofilerinden bir gurubun Sultan’ın emri ile ikamet ettirildiği, bir cami, birkaç çeşme ve bir tekke ile bir hamamın aynı isimle yapılması ile şehirleşmenin şartlarının yerine getirildiği ve bu nedenle zamanın kadısı tarafından isminin semt olarak tescillendiği bir mahalle idi Sofular mahallesi... Sofular mahallesinin güneyden kuzeye doğru çıkan iki ana yolu vardır, biri Sofular Caddesi bu caddeye paralel diğerinin adı ise Horhor caddesidir. Sofular Caddesi çok şükür ismini koruyor, Horhor caddesine ise adını taşıdığı çeşmenin suyu sürekli ve çok gür aktığı için bu isim verilmiş. Burada da bir sızımız var, Horhor Çeşmesi’nin suyu belki yüzyıllardır
Yeşiltekke sokakta köşk ve sahibesi 2014
durmamacasına akıyordu, bundan 25 yıl önce ne hikmetledir bilinmez su ağzı çıkarıldı ve akan su kanalizasyona bağlandı. Hatta bu büyük ve geniş şehir çeşmesinin üstüne birileri daire yaptılar ve yıllarca konut olarak kullanıldı, 3-5 sene önce bu garipliğin farkına varıldı ve konut yıkılarak en azından çeşme yapısı bu çirkinlikten kurtulmuş oldu. Hâlâ “Horhor Çeşmesi”nin kanalizasyona bağlı gürül gürül akan suyunun çeşmeye bağlanmasını bekler dururuz…
Muallim Naci yedi yaşına kadar yaşadığı bu sokağı anlattığı kitabında ayrıntılar yer alıyor.
Yeşiltekke Sokak, Sofular Caddesini Horhor Caddesine bağlayan bir sokaktır. Adını taşıdığı irfan ocağı Yeşiltekke namı ile bilinen Tekke yapısı bugün yok. ‘Ne oldu bu yapıya?’ diye sorarsınız mutlaka; Yeşiltekke adı ile bilinen bu yapının harap ve yıkıntı haline yetiştim; çocukluğumda bu yapı harap ve yıkıntı halinde de olsa duruyordu, haziresinde mezar taşları sağa sola eğilmiş de olsa kara topraktan bu güne haykırıyorlardı; biz buradayız diye! KRAVATLI ADAMLAR TALİMAT VERİYOR Sokağa taşan mezar taşlarının kaybolmaması, çocukların mezarlık içinde oynamaması için rahmetli babamın hazirenin etrafını dikenli tel ile
17
Ş ehir
Bıçakçı Alaaddin Cami
Güzel İstanbul’umun bu numune sokağını anlatırken, her geçen yıl sanki ağzından bir diş sökülür gibi geçmişinden tarihinden, mimarisinden, her şeyden önemlisi sosyal yapısından, insan değerlerinden nasıl koparıldığından bahsetmemiz gerekiyor.
çevirip korumaya aldığını biliyorum. Yeşiltekke sokakta çocukluğumun oyunlarını oynarken, bir gün eski kamyonla inşaatçı amcalar geldi, ellerinde kazmalar kürekler, başlarında kravatlı ceketli adamlar vardı. Kravatlı adamlar talimat veriyor kazma kürekli amcalar mezar taşlarını kamyona yüklüyorlardı, sonra toprağı kazmaya başladılar, topraktan kemikler ve kafatasları çıkıyordu, yanlarında getirdikleri çuvallara kemikleri ve kafataslarını doldurdular. Kazdıkları toprağı, mezar taşları ile beraber bu kemik torbalarını da kamyonlara doldurdular ve götürdüler. Bu sokağın çocuğu olarak anlam veremediğim ama ruh dünyamı çok etkileyen bu olaya tanıklık etmiştim. Rahmetli babam bu hadise için ne kadar çırpınsa da engelleyemedi. Kısaca bu sokakta yüzlerce yıl yaşamış sokağa adını vermiş bir mekân ve bu mekânın hâmuşânı ruh verdikleri bu sokaktan sökülüp atılmışlardı. Nereye götürüldüler, mezar taşlarına ne oldu? İstanbul’un birçok semtinde yaşananlar gibi ortadan yok oldular; tıpkı Abbasağa Mezarlığı gibi, tıpkı Maçka Mezarlığı gibi, tıpkı Taksim Mezarlığı gibi… Yıllar geçtikçe İstanbul’daki benzer tarih katliamlarını öğrenmiştim. İstanbul’un Fethi’nden bu güne kadar ecdadımızın gayrı Müslimlere bile yapmadığı hadiselerin, son asırda Müslüman eserlere ve Müslüman izlerine karşı
sayı//6// ocak
18
Behruz Çinici Konağı
yapıldığını öğrendim. İstanbul’daki tarihî bütün eserler de 1453’ten sonra artık bizim eserimizdi. Kendi malımız ve tarihî eserimiz olarak sahip çıkmalıydık. “Yeşiltekke Sokaktaki bu tekke arazisine ve haziresine ne oldu?”derseniz; Bir süre sonra inşaat yapıldı, büyük bir yapı, Devlet binası dediler. İlk kullanıcıları İl Özel İdare Müdürlüğü, Özel İdare Vergi Dairesi, daha sonraları ise; Fatih Kaymakamlık binası, Fatih Nüfus Müdürlüğü, Sivil Savunma İl Müdürlüğü, AFAD İl Müdürlüğü, Fatih Tarım Müdürlüğü… Orada bir bayrak dalgalanıyor binada, ama ben hâlâ o binanın altında çıkan kemiklerin kafatasların sahiplerinin ruhlarının bulunduğuna inanıyorum. Çünkü ben onların ruh verdiği sokakta, Yeşiltekke sokakta doğup büyümüştüm. ÖMERİN ÇOCUKLUĞU DA YEŞİLTEKKE SOKAKTA GEÇMİŞ Muallim Naci, o tekkenin karşı çaprazında iki katlı bir taş evde çocukluğunu yaşamış, Ömer’in Çocukluğu kitabında anlattığı sokak, içinde doğup büyüdüğüm Yeşiltekke sokaktır. Muallim Naci yedi yaşına kadar yaşadığı bu sokağı anlattığı kitabında ayrıntılar yer alıyor; “Kıztaşı Dörtyol ağzından Sofulara doğru inerken…” diye başladığı çocukluk yıllarının ayrıntılarına giriyor.
Sokağın başında bulunan çeşmeden söz ediyor, bu çeşmeye ben yetiştim, akar halini gördüm. Çeşmenin arkasındaki anlattığım ahşap evin benzeri yapılırken çeşme de yok edildi. “Sokağa girince bu sokak Nureddin Dergahlarından birine gider...” diye Yeşiltekke’den bahsediyor, hani mezarları bile yok edilip yerine devlet binası yapılan tekke… Sokağın sağında ve solunda yer alan çıkmaz sokakların sayısı yedi tanedir sağdaki en sonuncusu ise Çelebi Sokağıdır; aslında Çelebi Hamam Sokağı… Sokağın sonunda sol köşede yer alan taş mektepten söz eder Muallim Naci. Bu yapı mahallenin Sıbyan Mektebidir, 1728 tarihli “Süleyman Halife Sıbyan Mektebi ve Çeşmesi“ çok hoş bir yapı olarak bugünde mevcudiyetini sürdürüyor. Sokağın tam karşısına gelen Horhor caddesindeki müthiş konak ise bugün İstanbul Üniversitesi’ne hizmet eden bir yapı olan 1854 tarihli Abdüllatif Suphi Paşa Konağı dır. Muallim Naci işte tam burada başına gelen bir olayı anlatır; ”Çok sevdiği hırkasını giymiş Saraçhane’den Horhor’a doğru inerken Yeşiltekke sokağa gelmeden peşinden bir köpek kovalar arkadan patilerini omzuna atar, korkudan ne yapacağını bilemez, yardım istemek için sesi bile çıkmaz, Mektebin karşısındaki konağın alt katından bir ağa çıkıp ‘hoşt!..’ dediğini ama köpeğin bu ilk ‘hoşt’tan etkilenmediğini, ikinciden sonra patilerinin sırtından aşağı indiğini ancak hırkasının arkadan yırtıldığını” anlatır… Yeşiktekke sokağın hatıraları Muallim Naci’de çok kalıcı etkiler yapmıştır. Kitap çok hoş bir anlatımla devam eder. Muallim Naci rahmetliden bu görevi devraldığıma inanıyorum; aradan uzunca bir zaman geçmiştir. Benim çocukluğum ile Muallim Naci’nin çocukluğu arasındaki süre 100 yılı aşkındır. Benzer bir köpek korkusunu çok küçük yaşta aynı sokakta ben de yaşamıştım. Hızla değişen dünya dediğimizde, bu cümlenin arkasından hep ‘gelişme’den söz edilir ama bu konuda aynı şeyleri söylemek çok zor. Geçmiş anlatılırken zorlukları ve meşakkatleri anlatılır, daha müreffeh bir toplum veya şehirden bahsedilir. Güzel İstanbul’umuzun bu numune sokağını anlatırken, her geçen yıl sanki ağzından bir diş sökülür gibi geçmişinden tarihinden, mimarisinden, her şeyden önemlisi sosyal yapısından, insan değerlerinden nasıl koparıldığından bahsetmemiz gerekiyor. İddia ediyorum ki bu mahalle ve sokak İstanbul’un bilinen tarihi kadar eskidir ve vardır. KARINCA EZMEZ ŞEVKİ BEY Bu sokakta bulunan 1453’ten önceki yapılarında varlığını, nasıl yok edildiğini gördüm. Dünya üzerinde üç imparatorluğa başkentlik yapmış, başka örneği olmayan Güzel İstanbul’umun son
asırda başına gelenler benim sokağımın da başına gelmiş elbette. Sofular caddesinden çıkarken sağa döndüğünüzde Yeşiltekke Sokak başlar, daha başlangıcında ahşap evler vardı. Şehircilik anlayışımızla birebir örtüşen mahallemizin numune sokağı idi. Sokağın başındaki ahşap evlerden biri yıkılarak yerine ahşap kaplama, ama aslıyla alakası olmayan bir yapı yapıldı. Yanındaki ahşap evlerin yüzleri OBS levhalarla kapatılıp hayatta iken mezara sokulmuş vaziyetteler. Bu köhne ahşap evlerin karşı sırasında avlulu bir ahşap konakta Karıncaezmez Şevki namı ile bilinen Galatasaray’ın amigolarından biri otururdu. Rahmetli, 1948 model Opel arabası ile İstanbul’da taksicilik yapardı. Aracının dışı sarı kırmızı boyalı, aracın içinde her nokta sarı kırmızı renkli ve Galatasaraylı futbolcuların fotoğrafları ile dolu idi. Her zaman sarı kırmızı bayraklarla donatılı idi. Kıyafeti ve çorapları da sarı kırmızı renklerden oluşurdu. Kibar bir İstanbul Beyefendisi idi. Sofular Mahallesinin en renkli siması Şevki Bey, adı gibi nazik, karıncayı ezmekten imtina edecek bir ruh yapısına sahipti; bu ahşap konakta sanırım kiracı olarak yıllarca yaşadı. Kocaman bir dünyası vardı. Sarı Kırmızı renklerle bütünleşen Galatasaray sevgisi ve tribün liderliğinden günümüz amigolarının ve taraftarlarının örnek alması gereken insandı. Mithatpaşa stadına girdiğinde büyük bir GS bayrağını sürekli sallar dalgalandırır, maç başlamadan önce rakip takımın özellikle Fenerli ve Beşiktaşlı taraftarların yanına gider onların ellerini sıkar ve başarılar diler, maç boyunca sözlü bir tezahüratta bulunmaz bayrak sallar ve Doksan dakika boyunca sağ yumruk havada dimdik ayakta durur. Mahalleye eğer korna çalarak ve onlarca sarı kırmızı bayrağı dalgalandırarak gelirse o gün Galatasaray’ın galip geldiğini anlardık. KARINCA EZMEZ GÖNÜL KIRMAZ 1919 İstanbul Fatih doğumlu olan Karıncaezmez Şevki gençliğinde İETT şoförüdür, o eski köhne İETT otobüslerini renklendiren, şoför koltuğunun kenarlarını canlı çiçeklerle donatan Şevki Bey ceketinin mendil cebinde içinde su bulunan küçük bir şişe ve içinde mis kokulu çiçeklerle eşine az rastlanır bir kişiliğe sahipti. Amiri bu durumu kabul etmez “Devlet memuru çiçek takamaz, otobüste çiçek bulunduramaz!” diye baskı yapınca istifa eder, geçimini 1948 model Opel aracı ile şoförlük yaparak temin eder. Aksaray-Taksim, Taksim-Kasımpaşa arasında dolmuşçuluk yapar. Maç günleri Mithatpaşa stadına ücretsiz taraftar taşır. Yazdığı şiirinde kendini şöyle tanıtır; Karıncaezmez gönül kırmaz/ Acele iş sevmez/30 km’den fazla gitmez/ 19
Ş ehir
acem asıllı Ali Haskatar’ın “Hürriyet Tuhafiyecisi” dükkânı belki de uzun yıllar bu sokağın tek tuhafiye dükkanı olarak faaliyet gösterdi. Orta boylu sakin görünüşlü müşteriye karşı hürmetkâr kibar bir İstanbul Beyefendisi idi. Çocukluğumda ilk naylon kumaştan, yanlış duymadınız, naylon kumaştan gömleği bu dükkândan almıştı babam. Acem asıllı ifadesinin o yıllarda sadece İran kökenliler için söylendiğini bilirdim. Daha sonra öğrendim ki Osmanlı’da Acem kelimesi İran dahil doğuya doğru giden bütün memleketlerin halklarına verilen sıfattı. Yeşiltekke sokağa batı yakasından girdiğimizde sağlı sollu evlerin neredeyse tamamı ahşap evlerden müteşekkildi. Bu evler ilerleyen yıllarda yanarak yakılarak değil ama birer birer yıkılarak imparatorluk şehrinin sokağının güzelliği bozuldu.
Karıncaezmez Şevki ve 1948 model Opel arabası
Karıncaezmez Şevki gençliğinde İETT şoförüydü; o eski köhne İETT otobüslerini renklendiren, şoför koltuğunun kenarlarını canlı çiçeklerle donatan Şevki Bey ceketinin mendil cebinde içinde su bulunan küçük bir şişe ve içinde mis kokulu çiçeklerle eşine az rastlanır bir kişiliğe sahipti.
Galatasaray’dan dönmez /Yakasında çiçek görmezse yaşayamaz/Şoför Şevki Güney Uzun süre yattığı Samatya Hastanesi’nde kimsesiz durumda olduğunu öğrenmiştik, daha sonra Galatasaraylı futbolcu Hagi kendisini hastanede bulmuş ve fotoğraflarını gazetelerle paylaşınca, Karıncaezmez’in hayatta ve hastanede olduğunu öğrenen Galatasaraylılar sık sık ziyaret etmeye başladılar. 2000 yılının mart ayında vefat etti, cenaze namazını Fatih Camii avlusunda kıldık. Cenazesine, Fenerbahçeli olarak katıldığımda bütün takımların taraftarlarının ve futbolcuların iştirak ettiğini gördüm. Farklı bir İstanbul Beyefendisi idi; nur içinde yatsın. Yeşiltekke Sokak, İmparatorluk merkezine yakışan bir demografik yapıya sahipti. Köhne ahşap evlerden birinin girişinde sanırım odadan bozma dükkânımsı bir yerde mahallemizin berber dükkânı vardı. Çocukluk yıllarımda tıraş olduğum ilk berber dükkânı burası idi. Kocaman berber koltuğunda oturabilmek için, koltuğun kolluklarının üstüne bir tahta koyarlar orada otururdum, alabrus veya üç numara traş modeli benim için ideal olanı olarak belirlenmişti büyüklerimce. Mahallemizin berberi ilerleyen yıllarda berberliği bıraktı, Laleli’de döviz ticaretine başladı. HÜRRİYET TUHAFİYECİSİ Yeşiltekke Sokağın bir diğer köşesinde çerçici gibi her çeşit tuhafiye ve giyim malzemelerinin satıldığı
sayı//6// ocak
20
İĞNECİ NEDİM BEY AMCA Sokağın sol tarafında kagir bir evde oturan Nedim Bey Amcamız vardı. Ailemizin ve mahallemizin iğnecisi idi çocukluğumda bile yaşlı idi, sanırım babamdan da büyüktü. Nedim Bey amcamız aslen Filistinli idi Gazze’den gelmişlerdi. O günlerdeki ifade ile sıhhiyeci idi, çok orijinal bir çantası vardı içinden iğne kutusunu çıkarır, bu kutuyu bazen bizim evde ocakta kaynatırdık ki içindeki iğneler mikroptan arınsın diye. Babam ile samimi dosttular. Bize geldiğinde anlattıklarından belleğimde kalanlar; Yahudilerin Filistin’e nasıl geldikleri, Arapların toprakları Yahudilere satmak için birbirleri ile rekabet ettiklerinden söz eder ve içi acır gözleri nemlenirdi anlatırken. Nedim Bey amcamız da 1960’lı yıllarda vefat etti. Sokağın sol tarafında bulunan 4 çıkmaz sokaktan üçü birbirine geçişlidir. Bu çıkmazların tam ortalarında kuyular vardı, bu nedenle bugün çıkmazlardan sadece birine Kuyulu Çıkmazı denmektedir. Sonra kuyular sanki recm edildi ve içine taşlar doldurulup kapatıldı, belki asırlar boyu halka su sağladıklarının bedeli olarak! AYIP ÖRTÜCÜ SULTAN GÜLÜ Üç çıkmaz sokağın bağlandığı yolda yapım tarihi belki iki bin yıllık bir tarihi yapı vardı. Bu yapı çocukluğumda içinde bir ailenin bile yaşadığı Mahsen dediğimiz taş bir yapı. Tek kapısı var ve üstü kubbeli olmasına rağmen toprak dolması nedeniyle teras şeklinde yükselen üst sokak evlerinin bahçesini teşkil ediyordu. Tamamen ağaç ve çiçeklerin oluşturduğu bir bahçe… yanında yine yüzlerce ağacın olduğu yüksek duvarlı bir bahçe… Mahsenin bir kısmı 1960’lı yıllarda Üst sokaktaki apartman sahibi tarafından yıkıldı ve yerine büyük bir apartman yapıldı. Kalan
kısmının akıbeti ise farklı oldu; önce yarısının üzerine kubbelerinin üstü kırıcılarla delinerek sütunlar dikildi ve üstüne dört katlı apartman yapıldı. Altta, apartmanların altında ezilen tarihi yapının tapusu dahi şahsın oldu. Tarihi taş yapının taşlarından tarihi olduğu anlaşılmasın diye, tarihi taş duvarların üstü Eskişehir taşları ile kaplandı. Bugün elinizde bulunan Şehir ve Kültür dergisinin merkezi işte bu garabet binaların yanındadır. Bundan 8 yıl önce bu hilkat garibesi yapıyı görmemek için duvar diplerine diktiğim “Sultan Gülü” 30 metreyi aşan boyu ile açıkça “ben ayıpları örtenim” diyordu gelip geçene, yüzlerce gül goncası ile. Ancak böyle bir yapıda oturan ve sahip olanların da güzellik, estetik, şehir duygularından yoksunlaştığına inanıyorum. Bizim olmadığımız bir vakitte 30 metreyi bulan muhteşem Sultan Gülümüzü ve Sarı Yasemen ağacımızı kökünden kesmek sureti ile yok ettiler. SARI LEMAN HANIM Yeşiltekke Sokağın ahşap konakları bahçeli ve bazıları müştemilatlı idi, bizim çıkmazın başında olan köşe konakta Sarı Leman Hanım diye bilinen Saraylı Hanım teyze otururdu. Çocukluğumuzda bayramlarda ve kandillerde elini öpmeye gittiğimizde davranış ve konuşmalarından çok şey öğrenirdik. Karşısında bulunan büyükçe bir ahşap evde ise Siirtli Arap kökenli bir aile otururdu. Sokağın solundaki dördüncü çıkmaz sokağın sonunda daha sonraları yazlık bir sinema bahçesi yapıldı. Yıllarca Türk filmleri gösterilen Park Sinema bahçesi, diğer kardeşleri gibi günü gelince kapanmak zorunda kaldı yanında bulunan eski ahşap konak ise bugün yenilendi ve sinema bahçesi de o evin bahçesi olarak düzenlendi ve son yıllarda yapılan, sokağın en hayırlı işi oldu. Bir diğer konak ise bugün hâlâ yaşamak için direnen, içinde yaşanılan bir konak; ön bahçesi bir dönüm, arka bahçesi ise 5 dönüm kadar ve emsalsiz çam, hurma ve palmiye, meyve ağaçları, çiçekler ve süs havuzu ile süslü bulunuyor. Bir gün eski şaşaalı günlerine dönmeyi bekliyor. Sokakta yaşayan bir başka ahşap yapı ise “Behruz Bey Konağı” Ünlü Mimar Behruz Çinici’nin (Acem asıllı) doğup büyüdüğü konak; bugün pansiyon olarak kullanılıyor. BIÇAKÇI ALAADDİN CAMİİ Sokağın sağındaki ilk çıkmazın sonunda kademeli inişle alt sokakla hemzemin Bıçakçı Alaaddin Camii’ ne giden yoldur. Cami Kırımlı Alaaddin Bey tarafından yaptırılmış, aynı zamanda bir tekkesi mevcut imiş; Yapı 1974’te ihya edildi. Caminin bahçesine bakan büyük bina tarihi kişiliklere ev sahipliği yapmış bir bina. Yetmişli
yıllarda yapılan bu binada ve Yeşiltekke sokakta; rahmetli Esad Coşan Hocaefendi, babası Necati Efendi, rahmetli Necmeddin Erbakan’ın kardeşi ve eniştesi Osman Çataklı -hâlâ burada oturuyorFehim Adak, Gönenli Sami Bey amcamız, rahmetli Turgut Özal ve annesi Hafize Özal Yusuf Bozkurt Özal, Korkut Özal, Kemal Unakıtan, sokakta bulunan Süleymaniye camii lojmanında kıymetli arkadaşım Hafız-ı Kurra rahmetli Mehmet Çiçek, rahmetli Abdurrahman Gürses hocaefendi ve daha ismini sayamadığım bir çok önemli şahsiyet kısa veya uzun dönemde olsa ikamet ettiler. Bıçakçı Alaaaddin Camii’nin bahçesinde hala gürül gürül sürekli akmakta olan su ise buraya hayat veriyor. Cami 1974’te ihya edilince su sadece tek göz olarak akıyordu. 1989 yılında Muhammet Ashram isimli Dubaili bir dostumuzun hayırları ile çok güzel bir şadırvan, bahçeye de 4 katlı bir öğrenci yurt binası yapıldı. Burada üniversite öğrencileri barınıyorlar yıllardır.
Rahmetli Esad Coşan Hocaefendi, Babası Necati Coşan Efendi, rahmetli Necmeddin Erbakan’ın kardeşi ve eniştesi Osman Çataklı (hâlâ burada oturuyor) Fehim Adak, Gönenli Sami Bey amcamız, rahmetli Turgut Özal ve annesi Hafize Özal Yusuf Bozkurt Özal, Korkut Özal, Kemal Unakıtan, kıymetli arkadaşım Hafız-ı Kurra Mehmet Çiçek hocamız, Abdurrahman Gürses Hocaefendi ve daha ismini sayamadığım bir çok önemli şahsiyet burada ikamet ettiler.
ARZU ETTİM YAZDIM Yeşiltekke sokağın diğer önemli sakinlerini de burada hatırlamamız lazım. 60 yıl boyunca yaşadığım bu sokağın bütün sakinleri, geniş bir ailenin fertleri idiler sanki; vefat edenlere Allah’tan rahmet diliyorum. Öncelikle Çok sevdiğim babam Hacı Ömer Efendiye, bana sevmeyi öğreten annem Nazmiye Hanımefendiye, kıymetli ağabeyim Abdullah Emin Berse’ye, Sami Bey Amca, Ayşe Hanım Teyze, Mümin Bey Amca, Ganime Hanım Teyze, Münire Hanım Teyze, Hacı Leman Hanım Teyze, Mustafa Doğan, Sultan Doğan kardeşlere , Cevat Pehlivan’a Ciltçi Mehmet ağabeyimize rahmet… Bilge ailesinden Mustafa Bilge beyefendi sokağın eskimeyen sakinlerinden, ağabeyim Ahmet Berse ve kardeşim Zehra, Eczacı Sezen ablam, sevgili Ümit ağabeyimiz de sokağı terk etmeyen eskilerden. Uzun süre buranın havasını soluyup başka semtlere gidenlerde oldu elbette; Mehmet Tayşî, Prof. Dr. Mahmut Kaya, Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, Ali Mazak, Cavit Akpınar, Prof. Dr.Adem Baştürk, Erdoğan Bayraktar, gibi daha nice insanlar, dostlar… Gelenleri ve gidenleri ile İstanbul’umun Fatih’inde huzur sokağıdır , Yeşiltekke Sokak… Bu fakir son söz olarak diyor ki; Bu hatıraları niçin yazdığımı sorsalar, belki de hiçbir cevap vermeye lüzum görmem. Arzu ettim, yazdım. Diyelim ki “Bu da bir çeşit çocukluktur.” Tıpkı Muallim Naci’nin son cümlesi gibi… Hz. Mevlana der ki; “ Eğri ayağın gölgesi de eğridir”
21
Ş ehir
“ TEZYİNATTA RÖNESANS’IMIZI YAPMAK ZORUNDAYIZ.” Mimar SEMİH İRTEŞ İle Mimari ve Tezhip Üzerine Söyleşi Mahmut BIYIKLI - Ercan YILMAZ
sayı//6// ocak
22
ilerseniz sizi kendi dilinizden dinleyerek başlayalım. İsterseniz içinde bulunduğumuz mekânla başlayayım. Şu an Nurbanu Valide Sultan Külliyesi’nin tekke binasının içindeyiz. 2006-2007 senelerinde Üsküdar Belediyesi Başkanı Mehmet Çakır Bey burayı geleneksel sanatlarla ilgili bir merkez haline getirmemizi rica etmiş, biz de elimizden geldiğince bunun için mücadele edeceğimizi söylemiştik. Buranın restorasyonunu da biz kendi imkânlarımızla yaptık. Tabi belediyenin de katkıları oldu. Belediye burayı vakıflardan alıp bize devretti. Halihazırda da Üsküdar Belediyesi ile müşterek faaliyetlerimiz var. Bundan öncesinde değerli müzehhip arkadaşım Mamure Öz ile Fatih’te Sema Nakışhanesi adında bir yer açmıştık. Onunla da yine burada birlikteliğimiz sürüyor. Burada onunla birlikte tezyinatın hem kitabî hem mimarî tarafını birlikte götürüyoruz. Tezhip sanatı aslında bir kitap süsleme sanatıdır ama günümüzde yerini yavaş yavaş levha süslemeye bırakmış durumda. Mimari kısımda da başta camiler ve benzeri yapıların kalem işlerini profesyonel biçimde burada devam ettiriyoruz. Bunlarla birlikte tezyin sanatları konusunda, tezhibin çeşitli dallarında eğitim de veriyoruz. Ve uzun zamandan beri, özellikle de Mamure Öz ile birlikte çalışmaya başladığımızdan bu yana tezyin sanatlarıyla ilgili arşiv çalışmalarım var. Bunların % 80’i 15 ve 16. yüzyıllardaki cami, saray ve benzeri yapıların iç tezyinatları, ağırlıkla kalem işi ve çini tasarımları eserleridir. Tabi burada ayakta kalabilmek için bizim var gücümüzle çalışmamız gerekiyor. Çünkü burası büyük bir mekân. 33 tane hücreden oluşuyor. Bu külliye 1570’li yıllarda kuruluyor. Dediğim gibi biz tekke binasındayız. Bizim medeniyetimizde külliyelerin başında her zaman camiler baş köşededir. Sonrasında medreseler, ilkokuldan başlayıp en yüksek dereceye kadar eğitim veren bölümler var. Ve külliyenin büyük parçası olan kervansaray, darüşşifa gibi yapılar topluluğunu içine alan külliyenin o büyük kısmı da şu anda restore ediliyor. Hatta orası da Fatih Sultan Vakıf Üniversitesi adı altında kısa bir zaman içerisinde geleneksel sanatlar bölümü olarak çalışmaya devam edecek. Bunun yanında biz burada bir vakıf kurduk. Tabi bir yerden bir gelirimiz yok. Bu tür işlerde genelde kendi başınızasınız. Sağolsunlar, vakıflarımız, devletimiz bize bu mekânı tahsis etti. Burada hem gelecek nesilleri bu konuda eğitmeye hem de elimizdeki birikimi bir arşiv ve kitap haline getirmeye çalışıyoruz. Tabi geleneksel sanatlarımızı bu mekânlar içerisinde icra etmemiz de gelen misafirlerimiz tarafından çok büyük bir beğeniyle karşılanıyor. Buradaki çalışmalarımız bu şekilde devam ediyor.
Sizin sanat hayatınız nasıl başladı Hocam? Ben nakkaş bir babanın oğluyum. Babam cami tezyinatı yapan bir nakkaştı. O’nun döneminde daha ziyade restorasyon ve onarım faaliyetleri vardı. Babam 1938-39 yıllarında Topkapı Sarayı’nda, Kubbealtı’nda çırak olarak başlıyor. Ben üç kardeşin en büyüğüyüm. Diğer iki kardeşim, Hayrettin ve Adnan da aile sanatını seçtiler. Şu anda üçüncü kuşak, bizim çocuklarımız da bu işi ciddi şekilde devam ettiriyorlar. Tabi bunlar babadan oğula geçip birikimlerin daha ciddi şekilde belli bir noktaya geldiği çalışmalardır. Ben çok küçük yaşlarda bu işlere intisap etmişim. Zaten ailenin içinde konuşulan konulardı. Benim ve kardeşlerimin de bu işe tam olarak başlamamız Topkapı Sarayı’nın 1960’lı yıllardaki ciddi şekilde onarım faaliyetlerinin yapıldığı yıllara rastlar. Bizim de çocukluk ve çıraklık yıllarımız Topkapı Sarayı ve özellikle Harem Dairesi’ndeki mekânlarda geçti. Tabi Topkapı Sarayı faaliyetleri o tarihten beri hep devam etmiştir. Ben bu arada mimarlık tahsili yaptım. Bunun en büyük sebebi de Hocam Nurhan Atasoy’un bana “Sen zaten tezyinatın, bu görgünün içindesin. Bir mimarlık disiplini alırsan sana çok büyük katkısı olur.” demesiydi. Yani ben mimarlık yapmak için okumadım. Çünkü yolumu o zamandan çizmiştim. 1973’te Süheyl Ünver Bey’in derslerini takip ediyordum. 1975’te bugün Yıldız Teknik Üniversitesi, o dönemdeki adıyla İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nde mimarlık tahsiline başladım. Mimarlık fakültesini bitirdikten sonra hakikaten Hocam Nurhan Atasoy Hanım’ın çok haklı olduğunu gördüm. Bu eğitim mimari disiplinle tezyin sanatlarını birleştirip tezyinat içinde tasarım yapma imkanını sağlamış oldu. Tabi Süheyl Ünver Bey’den, bunun dışında bugün Almanya’da yaşayan Azade Akar Hanımefendi’den, yine bugün İstanbul-Mühürdar’da oturan Cahide Keskiner Hanımefendi’den aldığım müthiş bilgiler vardı. Geleneksel sanatların kopyacılıkla başladığı ancak kopyacılıkla devam edemeyeceği malumdur. Kesinlikle böyle bir şey olmaz. Mutlaka tasarımı bilmeleri lazım… Bir iki yıl içinde kopyacılıkla bir şeyler yapıp da “ben oldum” demek doğru değil. Biz 40-45 senedir bu işin içindeyiz, halihazırda daha tezyinatımızı belli şekilde ortaya koymuş değiliz. Üsluplarıyla, geçmişte çeşitli coğrafyalarda yapılan tezyinatlarla bu işin çok farklı boyutları var. Günümüzde mesela birçok restorasyon felaketleriyle karşılaşıyoruz. Geçmiş medeniyetimizin izleri bir restorasyonla kaybolduğu zaman bunları geri getirmek mümkün değil. Bizde restore adı altında hep yenilemeler yapılıyor. Mesela 15 ya da 16. yüzyılda yapılan bir camiye 17 ya da 18.
yüzyılda tamir gerekmiş ve değişen zevklerden dolayı tezyinatı değiştirmişler. Yani o sıradaki hakim üslup neyse o tür çalışmalar yapılmış. Bu restorasyon faaliyetleri son on yıl içinde biraz daha ciddi şekilde ele alınmaya başlandı. Yani sistem doğru ama yapılanlar çok doğru değil. Bu konuda size danışıldığı oluyor mu peki? Zaman zaman danışılıyor ama benim sadece danışmanlıktan başımı kaşıyamayacak durumda olmam lazım. Maalesef öyle bir durum yok. Çünkü bu tür danışmanlıklar daha ziyade bir titr ile oluyor. Benim resmi bir titrim yok. Mesela bir bina restore edilecekse önce bir restorasyon projesi alınır. Bu projeyi hazırlayanlar belki mimari açıdan bu projeyi rahatlıkla çizebiliyorlar ama içindeki tezyinatı yeterli derecede hazırlayamıyorlar. Ve bu konuda her bölgede birtakım kurullar var. Anıtlar Yüksek Kurulu gibi. Bu kurullarda bu konularla ilgili sanat tarihçileri var, mimarlar var, mühendisler var hatta hukuk adamları var ama tezyinatla yüzyıllardaki üslupları tahlil edecek onlar hakkında bir şeyler söyleyebilecek kişiler yok. Hat konusunda da böyle. Yani bu kurullar içinde hat konusunda yetişmiş kişiler yok. Veyahut çok az kişi var ama onlar da yerinde değil. Dolayısıyla sanat tarihçileriyle ve mimarlarla bu kararlar alınıyor. Halbuki sanat tarihçileri sanatın tarihiyle ve belgelerle konuşan kişilerdir fakat bizim tezyinatımızla ilgili maalesef belge yok. Çünkü bu kültür yazı olarak devam etmemiş. Böyle olunca da bu kişiler yorumlarını söylüyorlar. Fakat bu yorumu yaparken o tezyinatla, o nakışla 23
Ş ehir
ilgili bilgiye sahip olmaları lazım. Tabi bu konuda iyi yetişmiş sanat tarihçileri de var ama hepsi de bunları bilmek zorunda değil. Biz bu işin çizgisiyle başladığımız ve birçok araştırmalar yaptığımız için daha çok hâkimiz konuya ama o titr meselesi engel oluyor. Yani restorasyon konusunda birçok eksiklikler var. Dediğim gibi restorasyonlar çoğunlukla yenileme şeklinde yapılıyor. Halbuki restorasyonun amacı eskiyi sağlamlaştırarak korumaktır. Mesela siz 15. yüzyıldan bir nakşı sıva altından bulup sağlamlaştırarak bırakabiliyorsanız bu yaptığınız restorasyonun doğruluğunu ortaya koyar. Ama siz oradan o nakşı kopya edip aynı renkler adı altında yenilerini yaparsanız onun özgünlüğünü bozmuş oluyorsunuz. Bugün bizde orijinal halini en çok koruyan yapılar hangileridir? Bizde değiştirilmemiş yapı yok. Bugün en orijinal diyebileceğimiz yapı benim şu sıralar üzerinde yazı yazdığım Edirne Muradiye Camii. 15. yüzyıl’da, sıvı ve taş üzerine yapılmış müthiş nakışlar var. Bunun dışında Edirne’deki Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami yine 15. yüzyılın müthiş eserleri. Bu yapılar bizim tezyinatımızla ilgili müthiş çalışmaların yapılabileceği yapılar idi. Buralarda 1993 yılında yapılan çalışmalarda sıvı altından çok orijinal nakışlar çıktı ve hepsini yeniden yaptılar. Yahu çıkanları saklayın kardeşim! Bir de yeni yapıyorlar, eskitiyorlar ve “bu alttan çıktı” diyorlar. Benim onarım öncesinde tespitlerim vardı. Onları çıkarmışsın, eksik olan yerlerini yeniden yap tamam, ama eskiyi sakla. Eskiyle yeni arasındaki uyumu sağlayamadıkları için hepsinin üzerinden geçiyorlar. Bugün başka bir olay daha var. Bizim tezyin sanatları açısından en önemli yerler Bursa, Edirne ve İstanbul’dur malum. İki üç yıl önce Bursa’da “Muradiye Türbeleri” adı altında 15. yüzyılın son dönemine rastlayan türbelerde yapılan çalışmalarda sıva altından müthiş nakışlar çıktı. Keşke o çıkan nakışlar o
sayı//6// ocak
24
şekilde sağlamlaştırılıp muhafaza edilebilseydi. Orada yoğun bir tezyinat var ve bunların üzerine kapatmayı yaparken sıva yapmışlar. Bilinçsiz ya da bilinçli şekilde sıvanın zeminde tutması için zemine “çentik” dediğimiz, keserin ucuyla vurularak delik açılıyor ve bu müthiş nakışların üzerinde sıva yapıyorlar. Ve bu sıvalar dökülüyor, alttan müthiş nakışlar çıkıyor. O sıva deliklerini alçı ve benzeri yapılarla kapatıyorlar ki zemin düz olsun. Yahu niye bırakıyorsun arkadaş? Bırak öyle kalsın. En azından çıkan sağlam kısım öyle kalsın. Hayır. Hepsini tek tek kapattılar. Sonra ne oldu? O alçı tabakaları boyaların içine de nüfuz etti. Sonra onları kapatmak için başladılar üstünde çalışma yapmaya. Tabi rengi tutturamayınca zeminin üzerinden geçtiler. Böyle yapınca haliyle orijinali bitti. Belki de ilk sormamız gereken soruyu soralım. Kendinizi nakkaş olarak ifade ediyorsunuz. Peki bir “nakkaş” tam olarak ne iş yapar? Bugün camideki kalem işleriyle uğraşanlar artık kendilerine bu unvanı veriyorlar. Aslında bunlar kalemkâr ustalarıdır. Nakkaşlık ise Osmanlı’da tezyinat işi ile uğraşıp tasarım yapabilen kişilere verilen bir unvandır. Ama 16. yüzyılda bir belgede cami nakşıyla uğraşan kişilerin de nakkaş olarak isimlendirildiğini görüyoruz. Ancak bunlar tasarımcı kişilerdir. Yani kompozisyonu kendileri yapmışlardır. Ama kalemkâr mevcut nakışları kopya eden kişidir. “Tezhip sanatı bir grubun yaptığı çalışmalar olduğu için isim koymaz bizim nakkaşlarımız” Geçmişten günümüze en meşhur nakkaşlar kimlerdir desek? Tezhip sanatı bir grubun yaptığı çalışmalar olduğu için isim koymaz bizim nakkaşlarımız. Hattatlar tek başlarına yaptıkları için isim koyarlar. Ama iki isim söyleyeceğim. Birincisi 16. yüzyılın deha nakkaşı Kara Memi. Nakkaşhanede uzun bir süre baş nakkaşlık yapmış. Aynı zamanda Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhibbi Divanı’nın nakkaşıdır. Orada “Müzehhip Kara Memi” diye imzası vardır. Kara Memi Süleymaniye, Hürrem Sultan, Rüstem Paşa, Selimiye gibi eserlerin hem kalem işi hem de çini tasarımlarını yapan kişidir ama bu yapılarda imzası yoktur. Bir de 15. yüzyılın çok önemli bir nakkaşı var. Nakkaş Ali bin İlyas. 1402’deki Ankara savaşından sonra Timur Bursa’ya geliyor ve buradaki bazı sanatçılarla birlikte Semerkant’a gidiyor. Bu sanatçıların içinde Ali bin İlyas da var. Ve orada uzun bir süre kalarak eğitimini tamamlıyor. Bu şahsiyetin Yeşil Camii’nin içinde caminin nakkaşı olarak imzası ve kitabesi var. Hem de hünkar mahfilinin üzerinde bu imza. Osmanlı’da hiçbir nakkaşta görülmemiş bir şeydir bu. Bunun
dışında tabi ismini sayamayacağımız kadar önemli müzehhiplerimiz var.
sanatlarda yenilikler yapmalı ve sivil mimariye bu sanatları dahil etmeliyiz.
Cami ve kitap süslemesi olarak iki ana eksenden bahsettiniz. Bu süslemeler bugün cami ve kitap kültürümüze ne gibi zenginlikler katıyor? Kitap süslemesi biraz önce dediğim gibi levha süslemesi olarak varlığını sürdürüyor. Çünkü artık bizde yazma kitap yok. Malum matbaa kitapları var. Onlar da kendi dekorasyonları içinde yapılıyor. Ancak Kuran-ı Kerim yapılırsa onun içine tezhipler yapılıp matbu biçime geçirilebiliyor. Bugün müzehhipler daha ziyade Kuran ayetlerinin, esmaül-hüsnaların, esmaülnebevilerin, hilye-i şeriflerin vs. tezhiplerini yapıyorlar. Yani bugün tezhip sanatı varlığını bu şekilde devam ettiriyor. Mimari süsleme ise dini mimari olarak devam ediyor. Camiler her ne kadar klasik üslupla yapılmış olsa da ona yeni tasarımlar eklemek lazım. Bu konuda da son 5-6 yıl içerisinde yeni ve iyi üsluplu camiler yapılıyor. Bu konuda Hüseyin Kutlu Bey ile uzun süredir birlikte çalışmalar yapıyoruz.
Aynı zamanda bir mimar olarak şehirlerin kimliklerinden uzaklaşmasıyla ilgili neler söylemek istersiniz? Tabi bunun en bariz örneği İstanbul’dur. Bu kimlik kaybını onlarca belgeyle örneklendirebiliriz. Bir şehrin kültürünü, medeniyetini ortaya koyan mimarîdir. Yani toplumun medeniyete gidişi mimarî ile başlar. Eğer doğru mimarîler varsa toplumda iyi bir medeniyete doğru gidiyordur. Bizdeki kültür ve medeniyet şehircilikle aynı paralelde bozulmuştur. Allah’tan, bugün bir turist akını var İstanbul’a. Çünkü bu turistlerin çoğu bizim ecdadımızın yaptığı belli mekânlara geliyorlar.
Geleneksel üsluplar bugün tezhipte ne derece devam ettiriliyor? Başkaları için bir şey söyleyemem ama biz geleneksel ölçü ve tatta yeni tasarımlar yaparak tezyinat işini devam ettirmeye çalışıyoruz. Bilindiği gibi 16. yüzyıl bizde tezyin sanatlarının doruk noktasına ulaştığı yüzyıldır. Bu yüzyıldan sonra bir gerileme ve Batılılaşma görülmeye başlar. Ama hat sanatı öyle değildir. Hep yükseliştedir hat sanatı. Ülke en kötü durumdayken bile önemli sanatkarlarla varlığını devam ettirmiştir. Sizin çalışmalarınızı hangi camilerde görebiliriz? Bizim son yaptığımız çalışma Ataşehir’deki Mimar Sinan Camii. Bunun dışında Ankara’da Ahmet Hamdi Akseki, Yeşilköy’de hava alanının yanında minik bir cami var, Kırıkkale’de Nur Camii, Amerika’da klasik Osmanlı üslubunda yapılan ve Hilmi Şenalp Bey’in projesi olan bir cami var… Bu arada Hilmi Şenalp Bey de Osmanlı mimarisini en iyi bilen ve yaşatan değerli bir üstattır. Bunun dışında Moskova’da Diyanet’in yürüttüğü bir camii projesinin tezyini ile uğraşıyoruz. Biz tabi bir ekip olarak yapıyoruz bunları.
Klasik bir Türk evinin mimari açıdan hususiyetleri nelerdir? Türk evi her yönüyle yaşanabilir bir evdir. Mesela bir Türk evinde 60 metrekare alanlık biryerde rahatlıkla on kişiyi ağırlayabilirsiniz. Bir salon vardır evin içinde, yaşam genelde orada geçer. Şimdi ise apartmanlarda küçük bir odaya sıkışmış olarak yaşıyoruz. Misafir odası, yatak odası vs. şeklinde ayırdığımız mekânlar var. Ama Türk evinde yüklüklerden yataklar çıkarılır, sabahleyin tekrar yerine konur. Bunun yanında tezhibin de çok önemli yeri var bu evlerde. Özellikle hilye-i şerifler bu evlerin adeta bir sigortası olarak görülmüş. Tabi bizde klasik ev ve köşklerin kalmamasının sebeplerinden en önemlisi ahşap bir mimarî yapıya sahip olmamız. Mesela Mimar Sinan’ın yaptığı 32 saraydan bugün üç tanesi kalmış ayakta. Tabi Türk mimarisini benim kısa bir konuşmada anlatmam mümkün değil ama bu konuda yapılmış çok değerli araştırmalar var. Çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.
Batılıların geleneksel sanatlara olan ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Şu anda Batı insanı, Doğu medeniyetinin sanatlarına ve özellikle tezyin sanatlarına çok kıymet veriyor. Süheyl Ünver’in söylediği bir söz var: “Biz tezyinatta Rönesans’ımızı yapmak zorundayız.” Bu tabi yeni bir tezyin sanatı oluşturma anlamında değil; terkip anlamında bir Rönesans. Medeniyetten hız alarak klasik 25
MERZİFON’DA ATILAN TAŞ
PARİS’E ULAŞTI! Milletin hissiyatına tercüman olan bu taşın hedefi zaten ne bir İngiliz kumandanı ne de bir İngiliz otomobili olabilirdi. Çünkü bu taş; ülkeyi parçalamak üzere Paris’te toplantı halinde olan İngiltere, Fransa ve İtalya öncülüğündeki sömürge konferansındaki kalın kafalara atılmıştı. Ali Arslan CAN
eknik üstünlüğe karşı insan gücüne dayanılarak yapılan zorlu bir savaşta erkeklerden çok kayıp verilmişti. Kadınların zaten çok olan işi de bir hayli artmıştı. İki çocuğunun bakımı üzerinde olan Emine, sabah erken uyanmıştı. İçinde belirsiz bir sıkıntı vardı. Acaba benim adamın başına bir hâl mi geldi diye düşündü. Gerçi dört yıl olmuştu… Morali bozuk olduğunda hep böyle hissederdi. Kafasını yastıktan kaldırdı, çocuklara baktı. Uyuyorlardı. Yüzleri sararsa da onların karınları tok olunca mışıl mışıl uyurlardı. Pek de hatırlamadıkları baba hasretleri zaman zaman depreşse de, büyük bir olgunlukla bekleşiyorlardı. Bu o kadar da zor değildi. Çünkü her evde ya baba, ya amca, ya dayı yolu sıcak ekmekten daha fazla gözleniyordu. Yatakta şöyle bir döndü, yorganı biraz hırpaladı, kendini de hemen toparladı. “Sen işine bak Emine, dört yıldır düşmanın öldüremediği Mehmed’i Yaradan’a havale et.” diye içinden geçirdi. Sonra birden irkildi. “Ya yaradan onu mükâfat olarak cennete alırsa... Hakkıydı ama Mehmed’e de ihtiyacım var... Çocukların sorumluluğu gün geçtikçe ağırlaşıyor… Mehmed’e gazilik yeter.” diye düşüncelerini bağladı. Hani orta yolu da bulmuştu. Ellerini açtı. “Orduya emanet ettiğim senin Mehmed emanetini bana bağışla.” diye dua etti. Elinden başka ne gelirdi ki? Birden, Mehmed’i ne kadar da sahiplendiğini düşündü. Gülümsedi… Hiç böyle tembellik yapmazdı. Birden kalktı. Çocuklar uyanmadan bostandaki işleri bitirmek gerekirdi. O gün bütün işleri yoluna koymuş, gün de bir hayli ilerlemişti. Akşam yemeği yapma vakti de yaklaşıyordu. Ne yapayım diye düşündü. Sonra biraz da gülümseyek, “Kolay be Emine, yapacak yemek çeşidi çok olsa tercih edebirsin,” diye düşündü. Ne eker-biçerse ondan bir yemek yapıyordu. Ha bazen malzeme değiş tokuşunda farklı yemek yapma imkânı vardı. Gözüne su testisi ilişti. Ama işe güce öyle dalmıştı ki yanından geçip gitmişti. Bugün bir sıkıntı vardı üzerinde, su içmek bile aklına gelmiyordu. Birden susadığını hissetti. Sıcaklar yavaş yavaş artıyor, su içmenin zevki de bir başka güzel olmaya başlıyordu. Geri döndü ve testiye doğru ilerledi. İnşallah su vardır, diye aklından geçirdi. Testiyi salladı. Fakat testi boştu. Yemek yapmayı düşünmeden önce eve su lazımdı. Emine’nin ruh hali birden bozuldu. Çeşmeden gidip su getirmek hiç de hoşuna gitmiyordu. Uzak yerden sırtında ağır testiyi taşımak, hiç de kolay olmuyordu. Bu konuda kadınlara yardımcı olmadıkları için kocası Mehmed dâhil bütün erkeklere kızıyordu. İşleri ne kadar çok olsa da çeşmeden su taşımak
sayı//6// ocak
26
kadınlara aitti. Gerçi bunun faydaları da yok değildi. Çeşmebaşı kadınlar için bir açık kahve idi. Mahallenin bütün haberlerini burada öğreniyordu. Yok, yok, savaş başladı başlayalı çeşme başları sadece Merzifon’dan değil, Osmanlı Devleti’nin her tarafından, cephelerden hatta Avrupa’dan haber alınan bir merkez olmuştu. Su getirmeyi düşünen Emine’nin yüreği birden cız etti. Kocası Mehmed’in de bulunduğu Kars’ın İngilizlerce Ermenilere tesliminden başka 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılarca işgâl edildiği haberini çeşme başında öğrenmişti. Kocası Mehmed’in daha önceki bir mektubunda güzel diye bahsettiği İzmir’in işgâl haberi alındığı gün, çeşme başında kadınlar arasında âdet olan su sırası tartışması hiç yaşanmamıştı. Herkes ölüye saygı gösterir gibi birbirine saygı göstermişti. İkinci büyük üzüntü, mektuplarda yazılan ve hep cephenin karşı yani düşman tarafında olan ve Merzifon’dan çok uzakta bulunan İngilizlerden bir subayın Merzifon’a geldiği gün yaşanmıştı. Artık düşman evin ta içine girmişti. Bu yabancıların, mağrur bir şekilde bir de asker kıyafetiyle dolaşması herkesin asabını iyice bozmuştu. Esasında Emine’nin çeşme başında duyduğu bütün haberler kötü değildi. Kafkas cephesinde sevilen gözü kara Karabekir Paşa’nın Erzurum’a gittiğini bu çeşme başında öğrenmişti. Hele son günlerde duyduğu bir haber vardı ki, buna vatanperver herkes çok sevinmişti. Kemal Paşa diye bir kumandanın Havza’da millete “Davranın, harekete geçin, hiç olmazsa telgraf çekin!” diye tembihe başladığı haberi bütün çeşme başlarında birinci haber olmuştu. Yüreklere biraz su serpilmiş, kadınlar neşeden birbirlerine muhabbetle bakmaya başlamışlardı. Emine o vakte kadar İngilizler bile Merzifon’a geldiği hâlde, hâlâ dönmediği için kızdığı kocasının daha vatan için yapacakları olduğunu düşünmüş, vatan için yeni bir vaktin geldiğini hissetmişti. O günden beri biraz daha gayretle işlere koyulmuş, gelecek kışa daha hazırlıklı olmak gerektiğini düşünerek çalışmalara çok önceden başlamıştı. Zira Mehmed’den ona bu yaz da hayır yoktu. Su testisine bakıp bakıp iç geçiren Emine’nin yeni hayırlı bir haber duymak arzusu içinde belirdi. Çeşme başına gitmek için şiddetli bir istek duydu. Çünkü sabahtan beri içini kemiren sıkıntı bir türlü geçmemişti. Bir ümitle testiyi kaptığı gibi çeşmeye doğru hızlı bir tarzda yürümeye başladı. Sırtındaki boş testi bile ağır gelmeye başladığı sırada, ana yola çıkmış, yanından kağnılar geçmeye başlamıştı. Emine için kağnı büyük hayal olurdu. Ama keşke
bir merkebi olsa da su taşırken ona yardım etse. Buna çok memnun olacaktı. “Yokluğun çaresi sabır ve çalışmak,” diyen merhum babasını hatırlarken çeşmeye de yaklaşmıştı. Çeşme başı yine kalabalıktı. Kadınlar ikişer üçer sohbet ediyorlardı. Emine de muhabbetlerinden zevk aldığı arkadaşlarının grubuna katıldı. Hiçbir yeni haber yoktu. Mehmed’in gelipgelmediği soruları, belli etmese de üzüntüsünü daha da arttrmıştı. Onu en çok bekleyenin kendisi olduğunu bildikleri hâlde ikide bir bu soruyu sormalarına da kızıyordu. Mehmed, Havza’dan gelen yolda görünüverse ne kadar çok sevinecekti… Emine bunun hayaliyle bile mutlu oluyordu.
Esasında Emine’nin çeşme başında duyduğu bütün haberler kötü değildi. Kafkas cephesinde sevilen gözü kara Karabekir Paşa’nın Erzurum’a gittiğini bu çeşme başında öğrenmişti.
Günlerden 2 Haziran 1919, öğleden sonra 3.30 sularıydı. Doğal seslere alışık olan, en fazla kağnı gıcırtılarının duyulduğu Merzifon’da bir motorlu vasıtanın sesi duyulunca çeşme başındaki bütün kadınların dikkati sesin geldiği yöne kaymıştı. Issız Anadolu’da sesi yankılanan bu aracın bozuk toprak yolda çıkardığı toz da bir olağanüstülüğün varlığını haber veriyordu. Kadınlar birbirlerine bakıp bu vasıtadan haberi olanın olup olmadığını
27
Ş ehir
Arabanın geldiği tarafa yönelen kadınların pek çoğu ellerini alınlarına götürürek yaklaşanların kim olduğunu bir an önce öğrenmek istiyorlardı. Gözleri uzağı iyi göremeyenler ötekilere ‘kimmiş kimmiş’ diye soruyorlardı. Emine’nin gözleri keskindi. Yaklaşanları hayal-meyal seçince hemen bunların yabancı olduklarını anlamıştı. Çünkü duruşlarının bile pek bizimkilere benzemediğini hemen farketmişti. O zaman sabahtan beri içini kemiren sıkıntının sebebini de bulmuştu. Vasıta yaklaştıkça herkes gerçekle karşı karşıya kalmış, bütün kadınlar tabii bir refleksle geri çekilmişlerdi. Gelen Kemal Paşa değil Samsun’daki İngiliz irtibat subayı Captain Hurst’tü. Bölgede millî bir hareketin filizlendiği haberi kendisine ulaşan Hurst, bunun doğruluğunu öğrenmek için yola çıkmıştı. Millî hareketi teşvik ettiğinden kuşkulandığı Kemal Paşa’nın niyetini öğrenmek için 1 Haziran’da onun ile Havza’da görüştükten sonra Merzifon’a hareket etmişti. Bu İngilizlerle karşılaşmak çeşme başındakiler kadar yol boyunda meraklı gözlerle bekleşenlerin de boyunlarını büktürmüş, içlerdeki kor ateşi daha bir derinlere saplamıştı.
“Çare bulmak ne kadar zormuş” diye içinden geçirirken, yarım yamalak devam ettiği mahalle mektebindeki hocanın sık sk tekrarladığı bir düstur aklına geldi: “Bir hatayı düzeltebiliyorsan elinle düzelt, elinle düzeltemiyorsan dilinle yanlış olduğunu söyle, dilinle söylemekten de aciz isen hiç olmazsa o hataya taraftar olma.”
sayı//6// ocak
28
anlamaya çalıştılar. Kimsenin bir bilgisi yoktu. Bütün gözler tabii bir şekilde kenardaki ağacın gölgesinde sırasını bekleyen Ayşe Kadın’a çevrildi. Ayşe Kadın, mahalledeki düğünleri çekip-çeviren, kocası memleket meseleleri ile devamlı uğraşan güngörmüş bir kadındı. “Bilmem ki kızlar, Kemal Paşa’nın daha Havza’da kalacağından bahsediyordu amcanız.” dedi. O da merakla diğer kadınların yanına gelerek dikkatle yaklaşan otomobili izlemeye başladı. Merzifonlu erkeklerden bile uzak duran kadınların bazıları meraktan, bazıları umutlu bir haber almaktan, bazıları beklediğinin birden bire karşısına çıkma ihtimalinden ve yeni yetme kızlar da çocukluk hisleriyle bir arabayı yakından görmek telaşı ile arabaya doğru yönelmişlerdi. Emine de ümitlendi birden bire, acaba arabada Mehmet de var mı diye. Ancak bu imkânsızdı. Pek çok yere yürüyerek gittiklerini Mehmed’den öğrenmiş olan Emine’nin umudu kısa sürmüştü. Zaten yürüye yürüye gitmediği memleket bırakmayan Mehmet, ancak Merzifon’a da yürüyerek gelebilirdi. Düşman askerlerinin gelişlerinden en az kendisi kadar rahatsız olan ve o da kocasının yolunu bekleyen Emine’nin arkadaşı Zeynep, yüksek sesle “Bu Sarı Paşa denen Kemal Paşa olmasın?” dedi. Zeynep Hanım’ın bu sözleri zihinleri bölgedeki 3. Ordu’nun en yetkili kumandanını görme duygusuna bırakmıştı.
Herkes buruk bir vaziyette, huzursuzluk içinde kıvranıyor ama bir şeyler yapmak gerektiğini düşünüyordu. Ne yapılabilirdi? Barış olacak sabırlı olun diyenler ve mağrur mağrur dolaşan yabancı askerler bir tarafta; yerli hainlere bakarak tehikeli günlere hazırlıklı olmak gerektiğini söyleyenler öbür tarafta. Çareyi kısık sesle ‘direnmek lazım’ diye özetleyenler var ama bunun nasıl yapılması gerektiğini söyleyen yoktu henüz. Çaresizliğin acısını hisseden Emine geriye doğru çekilirken bir şeyler yapmak gerektiğini ta yürekten arzuladı. Erkeklerin bir çare arayıp tam olarak bulamadıkları bir sırada, kadın başına ne yapabilirdi? Mehmed’in dört senedir yenemediği düşmana karşı ne yapabirdi. Kalbi hızlı hızlı çarparken, kafasını çalıştırmaya, çeşitli çareleri beynin içinde evirip çevirmeye başlamıştı. “Çare bulmak ne kadar zormuş” diye içinden geçirirken, yarım yamalak devam ettiği mahalle mektebindeki hocanın sık sık tekrarladığı bir düstur aklına geldi: “Bir hatayı düzeltebiliyorsan elinle düzelt, elinle düzeltemiyorsan dilinle yanlış olduğunu söyle, dilinle söylemekten de aciz isen hiç olmazsa o hataya taraftar olma.” Kadın hâliyle bu İngilizleri memleketten atamazdı. Diliyle söylese zaten bir şeyler anlamıyorlardı. Bu düşmanlaırn yaptıklarına taraftar olmadığı açık seçik belli idi. Fakat birden aklına bir şey takıldı. İyi de bu düşüncelerinden İngilizlerin haberi var mıydı? Nereden olsun? Surat asmaktan başka ne yapmıştı ki? Çareyi bulmuştu. Fikir ve düşüncesini
Aniden aklına taşın kimlere atıldığı geldi. Bu memlekette taş ekili alanlara dadanan koyunlara, en fazla da köpeklere atılırdı. Bir de hacta şeytana atıldığı aklına geldi. Birden karşısındaki İngilizler hakkında karar verdi. “Bunlar aç kurtlar gibi ülkemize saldırdıkları için taş az gelir silah sıkmak lazım,” diye düşündü. Ama onun tek silahı zaten elindeki taş idi.
onlara bildirmeliydi. Çareyi bulmuş ama vasıtayı bulamamıştı. Kalbi gittikçe daralmıştı. Ellerini üzüntüden iyice sıkmıştı. Hani elleri de çalışa çalışa erkek elinden farksız hâle gelmişti. Bu eller erkeklerin yaptğı her şeyi yapıyordu. Bu düşmana karşı da bir şeyler yapabilirdi. Geri geri çekilirken ayağına takılan taşlar imdadına yetişmişti. Çareden sora vasıtayı da bulmuştu. Sıktığı ellerle çapa yapmış, yamaca bağlama örmüş, tarlanın taşlarını temizlemişti. Pek de işe yaramayan bu taşlar birden gözüne birer mermi gibi gözükmüştü. İçinden “Bu eller mermi gibi taş da atar,” dedi. İngilizlere yaptıklarını beğenmediğini ifade etmenin yolunu bulmuştu. Öyle bir rahatladı ki dağlardan getirilerek şerbetlerde kullanılan karın soğukluğunu içinde hissetmişti. Emine artık ne yapacağından emindi. Her zaman ayağına takıldığında çok kızdığı bu taşları birden çok sevdi. Eğilerek eline ilk geleni kaptı. Aniden aklına taşın kimlere atıldığı geldi. Bu memlekette taş ekili alanlara dadanan koyunlara, en fazla da köpeklere atılırdı. Bir de hacta şeytana atıldığı aklına geldi. Birden karşısındaki İngilizler hakkında karar verdi. “Bunlar aç kurtlar gibi ülkemize saldırdıkları için taş az gelir silah sıkmak lazım,” diye düşündü. Ama onun tek silahı zaten elindeki taş idi. Taşı yetiştirebilmek için kolunu iyice geriye doğru gerdi. Tam otomobilin üzerindeki en mağrur olanı hedefledi. Sonra bundan vazgeçti. “Belki hatalarını anlarlar, biz tepkimizi bildirelim,” diye düşündü. Hem onlar da insandı. Hedefini askerlerden otomobile yöneltti. Sonra ondan da vazgeçti. Onların yaptıklarını benimsemediğimizi öğrensinler ve üstlerine de bildirsinler yeter diye karar kıldı. Emine bu düşüncelerle boğuşurken İngilizler önlerinden geçmek üzereydiler. Taşı bütün hıncıyla fırlattı. Emine’nin attığı taş otomobildeki Hurst’ün bakışları arasında vınlayarak arabaya bile çarpmadan uzaklara doğru gitmişti. Millletin hissiyatına tercüman olan bu taşın hedefi zaten ne bir İngiliz kumandanı ne de bir İngiliz otomobili olabilirdi. Çünkü bu taş; ülkeyi parçalamak üzere Paris’te toplantı halinde olan İngiltere, Fransa ve İtalya öncülüğündeki sömürge konferansındaki kalın kafalara atılmıştı… Taş ilk atıldığında Hurst bunu pek önemsememişti. Ancak bölgede gezdikçe, bu olayın Anadolu’nun duygularını yansıttığını kavramıştı. Havza ve Merzifon’da yaptığı kontrol gezisini tamamlayan Captain Hurst, Samsun’a döndükten sonra hazırladığı istihbarat raporunu 12 Haziran 1919 tarihinde İstanbul’daki işgal güçlerinin başı İngiliz Yüksek Komiseri General A. Calthorpe’e göndermişti. Bu raporda; Merzifon’da
arabasına atılan taşa da yer vermişti. General A. Calthorpe da bu raporu, Kemal Paşa ve arkadaşları Amasya Tamimi’ni imzalamadan önce, 21 Haziran 1919 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı Earl Curzon’a göndermişti. Merzifon’da halk adına bir kadın tarafından atılan taş, cismanî olarak Osmanlı Devleti’ni keyiflerine göre parçalamaya çalışan Paris Konferans’na ve orada bizlere karşı düşmanlık politikasının savunucusu olan Curzon’a ulaşmamıştı. Ancak Anadolu’daki kadınların bile vatanlarını savunmak için savaşa hazır oldukları haberi İngiliz Dişişleri Bakanı Curzon’a ulaşmıştı. Esasında atılan taş, manen yerini ve hedefini bulmuştu. Fakat bunu anlamayacak kadar mağrur ve Anadolu’daki insanları insan yerine koymayacak kadar bencil ve dünyayı sömürmek için yapılan kanlı savaşın galibiyeti ile sarhoş olan Curzon atılan taşın manasını kavrayamamıştı. Emine’nin attığı taş hedefini bulmuştu. O üzerine düşen vazifeyi yapmış, atılacak taşların belki de ilkini fırlatmıştı. Atılan taşlar arttıkça, taşların neden atıldığının farkına varılmıştı. Atılan taşlar çığ gibi büyüyüp, ateşe dönüştüğünde ülke kurtuluşa erecekti. Barış güzeldi ama haddini bilmeyenlere haddini bildirmek için bazen taş atmak da lazımdı. 29
Ş ehir
İBN-İ HALDUN’A GÖRE
ŞEHİR
Bazen büyük adamlar, büyüklüğünün farkında olmazlar. Onların büyüklüğü başkaları veya toplum tarafından sonradan fark edilir. İbni Haldun kendi büyüklüğünün farkında olan bir insandır. Tarih kitabı yazmak için Mukaddimeye başlamıştır. Adını da kendisi koymuştur. “Benden önce böyle bir eser kimse yazmadı” diyerek nasıl bir eser yazdığının farkında olduğunu bildirmiştir. Tarihin ‘hikmet’ olduğu söyleyen İbni Haldun, gerçekte bununla tarih ‘felsefe’dir demek istemiştir. Çünkü hikmetin karşılığı felsefedir. Ki İbni Haldun, kuru bir tarih kitabı yazmamış, bilakis tarih felsefesi yapmıştır. Mehmet KURTOĞLU
unus’ta doğup, 1406 tarihinde Mısır’da vefat eden İbni Haldun, yetmiş dört yıl yaşamıştır. Tunus’ta doğmuş fakat Endülüs’ten gelmiştir. İbni Haldun onun atalarının adıdır. Siyasi geleneği olan bir ailede büyümüştür. Babası vezirlik, komutanlık ve siyasetle uğraşmıştır. Mısır’da yirmi dört yıl Maliki din adamlığı yapmıştır. İki yıl hapis yatmış, Timur ile 14 Şubat 1401 tarihinde yedi hafta süreyle görüşmüştür. Arnold Toynbee, onu “orta zamanların ve büyük zamanların en büyük beyni” olarak nitelemiştir. Cemil Meriç ise “Işık Doğudan Gelir” kitabında onu “çağdaş düşüncenin kutup yıldızlarından biri” olarak tanımlamış ve yazısının devamında; “Mukaddime yazarı dört asır Araf’ta bekler. Tunuslu tarihçinin Batı’ya ilk tanıtıcısı Silvestre de Sacy. Sacy’nin takdirkâr tahlilleri kalabalık bir okuyucu bulmaz. Mukaddime ilk defa 1858 yılında yayınlanır (Quartremere). Oysaki Baron de Slane daha önce İbni Haldun Tarihini Fransızcaya çevirmiş bulunuyordu. Fransa Arap düşüncesini değil mağribin mazisini tanımak istiyordu. (…) İbni Haldun’u tarih felsefesinin kurucusu olarak selamlayan, ona Vico’lardan, Montesguieu’lerden daha büyük bir değer veren ilk yazar Charles Rappoport’tur.” diye yazar. Cemil Meriç biz Aristo’yu Batı’ya tanıttık, Batı’da bize İbn Haldun’u tanıttı diyerek, İbni Haldun’un büyüklüğünü ilk keşfedenlerin Batılılar olduğunu söylemiştir. Gerçekten de İbn Haldun, tarihe getirdiği yeni yorumlarla öncesi olmayan fakat kendinden sonrasını fazlasıyla etkilen büyük bir tarihçi, düşünce adamı ve teorisyendir. “Yirmi yıldan fazla bir süre, İbni Haldun, tehlikeli siyasi oyunlar oynayıp gerektiğinde müttefiklerini değiştirerek bu devletlerin karmaşık politikalarına etkin bir şekilde katılmıştır. Yirmi bir yaşında Hafsi Sarayı’nda sultan kâtibi olarak çalışmış ancak 1354’de Tunus’taki geleceğinin kısa olacağına karar vererek o dönemde güçlü bir sultanlık olan merini sultanı Ebu İnan’ın filozof, kelamcı, müneccim, şair ve müşavir halkasına katılma davetini kabul etmiştir. 1354-1360’da Ebu İnan’ın halefi sultan Ebu Salim’in sır kâtibi olarak tayin edilir. Sultanın 1361’de ölümü üzerine sarayda bir elçi konumuna getirilir. Ancak 1365’te Doğu Cezayir’deki zengin Bicaye limanı kentine gelir ve hacip (Başvezir) olur. Ancak gözden düşüp dokuz yıl boyunca(1365-1374) ilkin sultan Ebu Hammu, Tilemsen emiri Abdülvedid ve sonra Fez’deki Meriniler için kabile desteğini pekiştirip düzenleyerek bağımsız bir siyasi uzman görevinde bulunmuştur. İbn-i Haldun, Tunus’tan Fez’e (1352-1354) yolculuğu esnasında bu bölgelerde geçirdiği iki yıl süresinde, kabile siyaseti ve
sayı//6// ocak
30
çalışmalarında birinci elden deneyim elde etmiştir.” SU SUYA GEÇMİŞ GELECEĞE BENZER Bazen büyük adamlar, büyüklüğünün farkında olmazlar. Onların büyüklüğü başkaları veya toplum tarafından sonradan fark edilir. İbni Haldun kendi büyüklüğünün farkında olan bir insandır. Tarih kitabı yazmak için Mukaddimeye başlamıştır. Adını da kendisi koymuştur. “Benden önce böyle bir eser kimse yazmadı” diyerek nasıl bir eser yazdığının farkında olduğunu bildirmiştir. Tarihin ‘hikmet’ olduğu söyleyen İbni Haldun, gerçekte bununla tarih ‘felsefe’dir demek istemiştir. Çünkü hikmetin karşılığı felsefedir. Ki İbni Haldun, kuru bir tarih kitabı yazmamış, bilakis tarih felsefesi yapmıştır. İbni Haldun, bununla kurduğu ilmin farkında olduğunu göstermiştir. “Suyun suya benzediği gibi geçmiş geleceğe benzer” derken de tarihi doğru anlarsanız, günümüzü de doğru anlarsınız demek istemiştir. İbni Haldun düşüncesini iki temel üzerine oturtmuştur. Birinci Bedevilik ikincisi Hadarilik’tir. Bedevilik bugünkü anlamda ilkellik veya köylülük, hadarilik ise medenilik/şehirlilik olarak tanımlanabilir. Özellikle bedeviliği insanın ilk hali olarak görmüştür. İbni Haldun’un en büyük özelliği özgür düşünceye sahip olması ve yorumlarında dini sınırlamalara takılmamasıdır. İbni Haldun’un büyüklüğü tarih ve sosyolojiye getirdiği yeni yorum veya mukaddeme değildir. Bunların ötesinde onun en büyük yönü İslam zihin dünyasını aşmış olmasıdır. Bugünkü İslam anlayışıyla İbni Haldun’a bakacak olsak, sanırım onu zındık olarak nitelemekten geri kalmazdık. İbni Haldun din ile bilgi arasında ayrım yapmış, inanç ile bilgi arasına kesin bir çizgi koymuştur. “Aklın dine, dinin akla karışmaması esastır” demiştir. Her şey Allah’tandır anlayışına karşı her kazanç ve sermaye birikimini insan sağlar diyerek bir takım eleştirilere kapı aralamıştır. Mesela bugün bizim gökteki yıldızlar gibi dediğimiz sahabeyi anlatırken, onları kutsamadan olduğu gibi tanımlama yoluna gitmiştir. Mesela İslam orduları İran’ı fethettiklerinde kendilerine kâğıt getirdiklerinde onu ekmek sanacak kadar bedevi olduklarını yazmaktan çekinmemiştir. “Senden önce gelen kaynakları eleştirmen gerekir” diyen İbni Haldun, sonra da “Kişisel manada zenginliğin kaynağı istismardır” demiştir. Kendisinden bilmem kaç yüz yıl sonra gelmiş olan Erzurumlu İbrahim Hakkı, fakirliğin nedeni olarak ayakta işemeyi ve kapı eşiğinde yatmayı gösterir. İbni Haldun, bilim alanında çalışanların dinden destek almasını ise eleştirir. Bu bağlamda İbni Haldun’un pozitivist bir düşünce adamı olduğunu söylemek mümkündür. İbni Haldun’un hem Yunan hem
İslam geleneğinin birleşiminden ortaya çıkmış bir düşünce adamıdır. Onda Aristotelesçi, Yeni Platoncu bir damar olduğunu söyleyen vardır. İbni Haldun aynı zamanda bir İslam felsefecisidir. Bu yüzden onu ‘karmaşık’ bir adam olarak görenler vardır. İbni Haldun’u tam olarak anlayabilmek için ortaçağ Afrika’sı ve Ortadoğu’sunu bilmek gerekir. Özellikle üzerinde durduğu asabiyeti anlamadan onu çözmek mümkün değildir. Bedevilik ve Hadarilik kavramlarından sonra İbni Haldun’un üzerinde durduğu bir diğer önemli kavram asabiyettir. Ona göre asabiyet olması gereken bir şeydir. Zira devletlerin kuruluşunda asabiyetin önemli bir yeri vardır. Tunus’un en büyük ailelerinden birine mensup olan, siyasi, edebi ve dini konularda oldukça büyük isimlerin yetiştiği bir aile çevresinde büyüyen İbni Haldun’un asabiyeti önemsemesi anlamlıdır. Peygamberimizin Araplarda güçlü olan asabiyeti yıkmak için uğraşmasına rağmen, İbn Haldun asabiyeti övmüş, devletlerin kuruluşunda onun
31
“Bina inşa etmek ve şehir kurmak, refah ve rahatın icrası olan hadari temayüllerdendir. Bu işe bedevilikten ve onun gösterdiği hususiyet ve temayüllerden sonra gelir. Ayrıca şehirlerde ve kasabalarda abideler, muazzam eserler ve büyük binalar mevcuttur. Bu gibi yapılar, özel kişilere değil, umuma mahsustur.
vazgeçilmez bir unsur olduğunu belirtmiştir. Kuzey Afrika’nın yıkılışından Arapları sorumlu tutan İbni Haldun, onları sık sık eleştirmekten kaçınmaz. “Araplar tarafından ele geçirilen tüm ülke kısa süre sonra yıkıntı haline geldi… Onların egemenliği altında yıkım her yeri kapladı. Arapların yüzyıllar önce ele geçirmiş oldukları ülkelere bakın: uygarlıkta buralarda yaşayan halklar da yok oldu; toprağın yapısı bile değişikliğe uğradı. Araplar bir imparatorluk kurabilecek insanlar değildir” diye yazmıştır. ŞEHİR KURMAK REFAHIN İŞARETİDİR İbni Haldun; “Hanedanlıklar ve devletler, şehirlerden ve kasabalardan öncedir. Şehir ve kasabalar, mülkün ikinci derecedeki mahsulü olarak vücuda gelir” dedikten sonra şöyle devam eder: “Bina inşa etmek ve şehir kurmak, refah ve rahatın icrası olan hadari temayüllerdendir. Bu işe bedevilikten ve onun gösterdiği hususiyet ve temayüllerden sonra gelir. Ayrıca şehirlerde ve kasabalarda abideler, muazzam eserler ve büyük binalar mevcuttur. Bu gibi yapılar, özel kişilere değil, umuma mahsustur. O halde bu çeşit binalar birçok elin bir araya gelmesine ve çok sayıda kişinin yekdiğerine yardımcı olmasına ihtiyaç gösterir.” ŞEHİRDEN ÖNCE ŞEHRİ KURAN İRADE İbni Haldun, şehirden önce şehri kuran iradeye önem verir. Çünkü İbni Haldun’a göre şehri
sayı//6// ocak
32
şekillendiren, ona ruh veren, hatta görkemli/ abidevi eserler inşa edebilen yegâne irade ancak güçlü hükümdarlıklardır. Şehirler ancak hükümdarlığın kudretine göre şekillenir ve büyür. İbni Haldun, aynı zamanda hanedanlıkların büyük abidevi eserler meydana getiremeyeceğini de belirtir. Zira ona göre büyük/abidevi eserleri bugünkü anlamda ancak büyük devletler veya imparatorlukların meydana getirebilir ancak. Gerçekten de gelmiş geçmiş devlet ve medeniyetlere baktığımızda ancak imparatorluk kurmuş olanların şaheserler inşa ettiğini görürüz. Roma, Bizans, Osmanlı büyük imparatorluklar olduğundan inşa ettikleri eserler günümüze kadar gelebilmiştir. İbni Haldun, ayrıca birkaç hanedanlığın bir araya gelmesiyle şehirler kurabileceğini ve büyük eserler yapabileceğini belirtir: “Şehirlerin kurulması, ancak işçilerin bir araya gelmesi, bunların çokluğu ve birbirine yardımcı olmalarıyla mümkün olur. İmdi hanedanlık muazzam ve illeri geniş olursa, ülkenin her tarafındaki işçiler bir araya yığılır, o şehirleri yapmak üzere bunların elleri, (emekleri ve kuvvetleri) bir araya gelir. Ekseriya bu hususta, fennî âletlerin (ve makinelerin) yardımına da baş¬vurulur. Zira bu çeşit teknik âletler inşaatla ilgili ağırlıkların kaldırılması (ve ağır malzemenin taşınması) için mevcut kuvvetleri ve kudretleri kat kat artırır. Beşerî kuvvetin aczi ve zaafı sebebiyle kaldırılamayan ve taşınamayan şeyler, bu suretle kaldırılmış ve taşınmış olur: Manivela (makara,
vinç) vesaire gibi… Muhtelif memleketleri dolaşanlar, inşaat yapma işini ve ağır malzemeleri nak¬letmek için kullanılan (zekâ ve teknik isteyen usulleri ve) hileleri (teknikleri), bu gi¬bi hususlara önem veren Arap olmayan hanedanlıklarda gözleriyle görürler. Gördükleri, görgüye dayanan sözlerimizin doğruluğuna şahitlik eder” diye yazar. Büyük bir teorisyen olan İbni Haldun, Mukaddime’de yalnızca tarih ve sosyolojinin teorisini değil, aynı zamanda şehir teorisini kendine mahsus bir bakışla ortaya koyar. Ona göre şehirler refah ve bolluğa ulaşmış, rahat ve huzurlu bir hayatı isteyen toplumların inşa sürekli yerleşim yerleridir. Belli bir konaklama yerinde yapılan mekânlardan şehirlerin doğmayacağını belirten İbni Haldun, şehirleşmeyi irade, mülk ve zenginlik etrafında değerlendirir. ŞEHİR PLANLAMASI Şehrin belli bir plan ve irade etrafında şekillendiğini belirten İbni Haldun, Mukaddime’de “şehirler planlanırken riayet edilmesi lazım gelen hususlar ve bunlara dikkat edilmemesi halinde ortaya çıkan durumlar” başlığı altında bu konu üzerinde durur ve şehirlerin kuruluş mantalitesi ile gerekli olan şartları sıralarken şöyle der: “Şehirler, refah ve onun vasıtalarından matlûp olan gayenin hâsıl olması durumunda, milletlerin karar kılmak için edinmiş oldukları ikamet yerleridir. Bu du-ruma gelen milletler rahatı ve sükûnu tercih eder ve yerleşmek için ev edinme cihetine yönelirler. Şehirleri inşa etmekten maksat, orada karar kılma ve barınma olunca, onlara yönetecek baskınların meydana getireceği zararı defetmek suretiyle orasını korumak, menfaat celbetmek ve onlar için faydalı olan her şeyin teminini kolaylaştırmak hususuna orada riayet etmek zaruri olmuştur.” Ayrıca Afrika’da şehir ve kasabaların azlığını bedeviliğe bağlayan İbni Haldun, şehirlerin ve binaların kurulmasının sanatla mümkün olabileceğini belirtir. Ona göre sanat olmadan abidevi binalar gerçekleşmez. İbni Haldun’un şehirlerin kuruluşunda öne sürdüğü fikirlere baktığımızda daha çok ortaçağ şehirleri üzerinden yorum yaptığını görürüz. Ona göre şehirler, refah, barınma ve dış tehditlerden korunmaya sağlayacak şekilde, surlarla çevrilmelidir. Yine şehirlerin yüksek ve sarp yerlerde kurulmasını, ulaşılmasının zor olması gerektiğini söyler. Zira ona göre şehirlerin yüksek yerlerde kurulmalıdır, çünkü yüksek yerler rüzgâr aldığından hastalıklar burada kalıcı olmaz, havası güzel ve sağlıklı olur. Doğal afetler açısından daha güvenlidir. Ayrıca düşman tarafından kuşatılması oldukça zordur. Akarsuyu olmayan, bataklıklar üzerine kurulu şehirlerin ise havadar olmadığından insanlarının hastalıklı
olacağını belirtir. İbni Haldun şehir kurulurken üzerinde durduğu noktalardan biri de su, otlak ve ekim dikim alanlarıdır. Özellikle Ortaçağ şehirleri üzerinden değerlendirme yapan İbni Haldun, gerçekten bir şehir için olması gereken olgular üzerinde titizlikle durur: “Şehir, bir nehrin üzerinde veya hizasında bol ve tatlı su kaynakları bulunan bir yerde kurulursa, bu husus temin edilmiş olur. Zira suyun şehre yakın bir yerde bulunması, orada oturanların, zaruri bir ihtiyaç olan suyu temin etmelerini kolaylaştırır. Suyun mevcut olması, oradaki halka büyük ve umumi faydalar sağlar.
Zira suyun şehre yakın bir yerde bulunması, orada oturanların, zaruri bir ihtiyaç olan suyu temin etmelerini kolaylaştırır. Suyun mevcut olması, oradaki halka büyük ve umumi faydalar sağlar
ŞEHİR BÜYÜDÜKÇE KİLİSE KÜÇÜLÜR İbni Haldun bedeviliğin büyük şehir ve medeniyet kuramadığını söylemesine karşın, şehirlilerin belli bir zaman sonra ahlaki düşkünlük içinde girerek hem kendilerine hem de mülke zarar verdiklerini belirtir. Bu anlamda İbni Haldun oldukça özgün ve nesneldir. Zira bedeviliğe eleştirel yaklaştığı kadar şehirliliğe de aynı oranda eleştirel yaklaşan İbni Haldun, şehirlileri; uyuşuk, ödlek, tembel, güçsüz,, alçak, namusuz, müsrif, zevk düşkünü, katı yürekli, arsız, ahlakı bozuk, edepsiz, zina düşkünü, oğlancı, rezil ve iğrenç diye niteledikten sonra “hadari ümranda ve gösteriş içinde yetişmiş insanlarda kötülük kişileşmiştir” der. Şehrin büyüklüğünün işlenen suç ile orantılı olduğunu söyleyen modern şehircilerden çok önceleri İbni
33
Örneğin İslam âlemindeki binaları değerlendirirken, “ender haller üstesna, Arapların yaptıkları binalar çabuk harap olur İslâm ümmetindeki binalar ve meskenler, kendi kudretlerine ve daha evvelki hanedanlıklara nispetle azdır”
Haldun, şehirlerin ahlaki düşkünlük/sefahat yaratacağını belirtmiş ve bunun yaygınlaşması sonucu olarak devlet ve hükümdarlıkların yıkılabileceğini söylemiştir. İbni Haldun, böylece ahlaki düşkünlüğün şehrin büyüklüğü/ zenginliğiyle (refah düzeyi) orantılı olduğunu belirtmiş ve bunun sonucunda dini inançların zayıflayacağını işaret etmiştir. İbni Haldun’dan ancak beş yüz yıl sonra gelen Max Weber, “şehir büyüdükçe kilise küçülür” diyebilmiştir. Onun önem verdiği belki de eserinin en kilit kavram asabiyettir. Zira soylu bir aileden gelen İbni Haldun, asabiyeti öylesine önemser ki, devlet ve medeniyetlerin kurucu gücü olarak görür. Bu anlamda ona baktığımızda asabiyeti aşamadığını söyleyebiliriz. Zira atalarının geldiği Kuzey Afrika’ya büyük bir sevgiyle yaklaşmış, örneğin “Kahire’ye vardığında, Berberiler’in Tarihi’ne bir bölüm eklemiş ve bu bölümde Berberi soyunun geçmişte olduğu kadar günümüzde de gösterdiği yetenekler ve onu bir ulus gücüne ve düzeyine ulaştıran soylu niteliklerinden söz etmiştir. İbni Haldun tarihini anlattığı hiçbir halkı böylesine övmemiştir.” BEDEVİ ŞEHİRDE YAŞAYAMAZ “Bedeviler ümranca gelişmiş şehirlerde yaşayamazlar” diyen İbni Haldun; bunun nedenini kır ile şehir arasındaki refah düzeyinin
sayı//6// ocak
34
farklılığına, bedevilerin kazançlarının az olmasına bağlar. Çünkü der, bedevilerin kırda zahmet isteyen ihtiyaçları azdır. Ayrıca onun için mal biriktirmek zorunda da değillerdir diye belirtir. İbni Haldun, şehir ve medeniyetlerin oluşumuna nesnel baktığından, yaptığı yorumlarda oldukça objektiftir. Onun belki de en büyük özelliği gözlemlediği ve yorumladığı konularda objektif olmasıdır. Bu yaklaşım onun bir takım kimseler tarafından eleştirilmesine neden olmuşsa da, o bu bağlamda ilmi ve objektif olmaya özen göstermiştir. Örneğin İslam âlemindeki binaları değerlendirirken, “ender haller müstesna, Arapların yaptıkları binalar çabuk harap olur İslâm ümmetindeki binalar ve meskenler, kendi kudretlerine ve daha evvelki hanedanlıklara nispetle azdır” diye yorum yapmaktan çekinmemiştir. İbni Haldun, yalnızca şehirlerin kuruluş mantalitesi/ planlanması üzerinde durmaz, ayrıca kurulan şehirlerin yıkılma nedenleri üzerine de düşünür. “Şehirlerin harap olmaya başlaması” alt başlığında; “Şehrin ümranı büyüyüp nüfusu kalabalıklaşınca, o vakit artan ameller (vasıflı iş gücü) sebebiyle (inşaat) malzemesi çoğalır, sanatkâr (vc ustalar) fazlalaşır. Evvelce de bahis konusu edilen durumda olduğu gibi, şehrin ümranı nihaî gayesine ulaşınca¬ya kadar artış
sürüp gider. Bir şehrin ümranı gerilemeye yüz tutar ve oradaki nüfus seyrekleşmeye başlarsa, bundan dolayı sanatlar da azalır…” diye yazar. Şehri yalnızca tarih, sosyoloji, kültür, medeniyet bağlamında bakmaz, ayrıca şehri iktisadi/ ekonomik olarak da ele alan İbni Haldun, “şehirdeki sermayedarların makama ve müdafaaya muhtaç” olduğunu belirtir. Bugün dahi bu geçerliliğini koruyan sermaye güvenli olmadığı ve küstürüldüğü yerlerden uzaklaşır, kendine yeni pazarlar arar. İbni Haldun, başlıca üzerinde durduğu hadari, bedevi, asabiyet, medeniyet ve şehir gibi konularda ileri sürdüğü fikirleri tarih, tarih felsefesi, sosyoloji, siyaset ve iktisat gibi birçok konuyu içine aldığını görürüz. Onun ele aldığı bu konulara bu açılardan bakıldığında, o hem bir tarihçi, hem bir sosyolog, hem bir iktisatçı ve de hem bir siyaset bilimcisi olarak tanımlanabilir. Çünkü onun yaşadığı dönemde bilim dalları bu denli birbirinden ayrılmamıştır. Onun bu geniş ufku, ilmi derinliği aynı zamanda büyüklüğünün bir göstergesidir. O müstakil bir şehir kitabı yazmamış ama Mukaddime ile bu işin teorisyenliğini yapmış, birçok alanda olduğu gibi bu alanda da felsefi düşünce ortaya koymuştur. Onun bu çok yönlü fikri derinliği, bazı konularda ileri sürdüğü kategorik görüşleri onun bütüncül olmaktan uzaklaştırmıştır. Zira “Mukaddime bir bütün olarak ele alındığında, her tanımın kendi açısından bir doğruyu içerme çabasıyla kullanıldığı, fakat her birinin, aynı zamanda, bütünü tam olarak yansıtmadığı, hatta bazı hallerde yanlış yansıttığı görülecektir” denilmektedir. Bu anlamda İbni Haldun’un fikirlerinin bazı hallerde bütün yanlış yansıttığı da belirtilmektedir. Şehir konusunda ise ileri sürdüğü fikirler ise daha çok Ortaçağ şehirleri üzerinden gidilerek ortaya konulmuştur. Onun şehir üzerine söyledikleri günümüz modern kent anlayışını bire bir karşılamasa da büyük oranda aynı temele dayanmaktadır. Özellikle günümüze kadar süregelen kadim şehirlerin doğuşu ve gelişmesi İbni Haldun’un ileri sürdüğü kıstaslar çerçevesinde gerçekleşmiştir.
ŞEHİR HALKININ LEHÇELERİ İbni Haldun, “şehir halkının lehçeleri” başlığı altında ise, hâkim olan kavmin dilinin şehrin dili olduğunu belirtir ve bu tezine örnek olarak da İslam’ın yayılmasıyla birlikte hâkim olan Arapçanın her yerde konuşulduğuna işaret eder. Ona göre halk kendisini idare eden hükümdara tabi olduğundan, onun dili ve dini gidişatı üzere bulunduğunu söyler. İbni Haldun, Peygamberimizin dilinin Arapça olduğundan dolayı İslam memleketlerinin Arap dilini kullanması gerektiğini belirtir ve başka dillerin konuşulmasını eleştirir. Hz. Ömer’in Arapları, Acemlerin kullandıkları deyim ve tabirleri kullanmayı men ettiğini ve “bunun bir kurnazlık, yani hile olduğunu” söylediğini belirterek fikrine dayanak gösterir.
“Mukaddime bir bütün olarak ele alındığında, her tanımın kendi açısından bir doğruyu içerme çabasıyla kullanıldığı, fakat her birinin, aynı zamanda, bütünü tam olarak yansıtmadığı, hatta bazı hallerde yanlış yansıttığı görülecektir”
İbni Haldun’un şehir konusunda ileri sürdüğü fikirleri bugün dahi geçerliliğini koruyan, uzun gözlemler ve derin tefekkür ile kaleme alınmış teorileri içerir. Onun bu konuda ileri sürdüğü fikirler asırların ötesinden günümüze kadar canlılığını koruyarak gelmiştir. O, şehrin künhüne varmış bir düşünür olarak, şehri fizik ve metafizik boyutuyla bir bütün olarak ele almış, kendisinden sonra gelecek olan düşünce ve fikir adamlarına yol göstermiştir. İbni Haldun’un şehir üzerine yazdıklarını okumadan ne şehri anlayabiliriz ne de şehre hükmedebiliriz. Şehri tefekkür ve idare edenlerin mutlaka okuması gereken Mukaddime, kadim şehirlerden modern şehirlere geçişte yol gösterici ve eşsiz bir kaynaktır…
Dini bağlamda İbni Haldun’un görüşlerini değerlendirdiğimizde İslam âleminde ihtişamın en yüksek olduğu dönemler dini hissiyatın en zayıf olduğu dönemlerdir. Şehirleşmenin insanı bozan yönlerini de çok iyi gözlemleyen İbni Haldun, şehirlerin gelişmişliğinde ortaya çıkan toplumsal ve bireysel değişimler üzerinde durmuştur. “Ona göre zenginlikle birlikte gelişen lüks yaşam ahlak bozucudur, insanı doğallıktan uzaklaştırır. Bu neden sonuç ilişkisi içerisinde şehir, ahlak bozucudur. 35
Ş ehir
ir devletin dünyaya bakışını ve dünyayı algılayışını şekillendiren, iç ve dış siyasetini yönlendiren idari ve kurumsal yapısını, teşkilatını, bilhassa toplumsal ve kültüre dokusunu biçimlendiren temel bir dünya görüşü varsa, resmi bir ideolojisi de var demektir.
OSMANLI ŞEHİRLERİNİN
‘MUHSİNLER’ TEKKESİ “Osmanlı sosyal tarihini derinlemesine kavramaya çalışan her faaliyetin yolu bir şekilde tarikatlar tarihiyle kesişmek zorunda kalır. Hele siyasi tarihle ilgilenenlerin tekkelere uğramadan hakikat şehrine varmaları mümkün olmaz.” Yard.Doç.Dr.RAHŞAN GÜREL
Osmanlı Devletinin de resmi bir ideolojisi olmuştur. Osmanlı resmi ideolojisinin esasını ‘inanç’ oluşturur. Osmanlı Devletinin altı asırlık uzun tarihinin hemen her saha ve safhasının sergilendiği bir ‘inanç devleti’dir. Bu sebeple devlet de en az din/İslam kadar inanç konusudur. Tarihte hiç bir İslam devletinde olmadığı kadar devletle din özdeşleşmiştir. Osmanlı resmi ideolojisi demek, devlet ve dinin yahut siyaset ve İslam’ın ayrışmaz biçimde birbiri içine girdiği bir zihniyet demektir. Osmanlı tarikatlar tarihine dair yorumlar, Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, Gölpınarlı’nın dolaylı değinmeleri, Osman Turan’ın Türk devlet anlayışına dair vukuf kesp ettirecek ufuk açıcı yaklaşımları ve daha yakın tarihli olarak Süleyman Uludağ ve Ahmet Yaşar Ocak’ın tasavvuf neşveli hareketlenmeler üzerindeki geniş açılı telif ve tercüme çalışmaları ile bir yön kazandığı halde, kritik değeriyle mütenakız şekilde bütün el değmemişliğiyle sırlı cazibesini korumaktadır. Bu yazının gayesi, sayıları çok da olmayan kavrayıcı ve birleştirici değerlendirmeler dairesinde erişebildiğimiz kadarıyla Osmanlı tarikatlar tarihçesinin devlet bünyesini kuvvetlendirici ‘his’ yapısına işaret etmektir. MEŞREPLERE HÜRMETLİ DEVLET YAPISI Selçuklu bakiyesi Osmanlı Devlet yapısı, merkeziyetçi yapıda kadir-i mutlak bir devlet değildir; bunu tercih etmemiştir. Bu yapıya yakından baktığımızda yetmiş iki milleti, yüzlerce cemaati, loncayı, tarikatı, sosyal ve askeri kurumu bir çeşitlilik sayarak desteklemesi yanında meşrebi renkliliklerin sosyal temsilinden güç tazeleyen bir devlet yapısıyla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Devlet, üstüne düşen güvenlik ve asayiş gibi görevlerini yerine getirdikten sonra bunun dışındaki sosyal hizmetleri bilhassa eğitimin mühim bir bölümünü cemaatlerin yed-i eminine bırakıyordu. Vakıflar, tarikatlar, tekkeler, bir devlet politikası olarak teşvik edilmiş böylece toplumdaki değişik kesimler arasındaki akışkanlık ve hareketliliğin tesisi yoluna gidilmiştir. Sultan Fatih sonrası medreselerin, yani ilmi eğitimin devlet denetimine alındığı gerçektir. Fakat bu zaten kısmi bir eğitim alanıdır. Buradan yetişmesi hedeflenen özel bir zümre vardır. Bunlar örgün bir eğitim görür ve akli ve ilimlerde güvenirlik edinirlerdi.
sayı//6// ocak
36
Tekkeler ise yaygın eğitim kurumları olarak en üstten en alt katmana kadar toplumun bütün kesimlerine açık bulunmaktaydı. Birbirinden ayrı statüdeki toplum kademelerini birleştirmede ve renksizleştirmede tekkeler kadar muvaffak olmuş ikinci bir alternatif yapı daha mevcut değildir. ‘Gönüllü’ yapılanmaların özünde bulunan hasbilikle tarikatlar, bakırın dövülerek değil, ancak üzerine dökülecek ‘güzel ahlak’ iksiriyle altına dönüşeceğini söylüyor ve bu iddiasını müşahhas şekilde ispatlıyordu. Bu yönüyle tarikatlar, sivil birer insiyatif vazifesi görüyorlardı. Medresede okumamış, askeri eğitim de almamış bir kişi, intisaplı bulunduğu tarikatta aldığı payelerle toplumsal statüsünü devlet erkânıyla eşitleyebiliyordu. Dünya sınırlarının önünde dürüldüğü sınır ötesi Sultan Yavuz, bu sınırsızlaştırıcı yaygın eğitimin boyut atlatıcı güvenli ellerine kendini bırakarak şöyle söyleyebiliyordu mesela: “Padişah-ı âlem olmak Bir kuru gavga imiş Bir veliye bende olmak Cümleden evla imiş” Geleneksel edebi literatür bu kabil şahitliklerle doludur. Bu öyle bir kültür aktarım vasıtasıdır ki her kişi kendi kabı miktarınca bu kaynak suyuyla bütün mazi köklerini suladığı gibi hal fidelerini de boylandırmaktaydı. Osmanlı tekkelerine ‘miskinler tekkesi’ diyebilmek için köklü bir geleneksel mirası reddetmek gerekir. Sadece Nakşî yapılanmaların bile Orta Asya köklerinden süzülüp Orta Doğu ve Anadolu’yu İslam-Türk vatanı haline getiren faaliyetlerine dikkat hasretmek bile nasıl ‘muharrik’ bir yapıdan bahsettiğimizi idrake kâfi gelecektir. Osmanlı tekkeleri ‘miskinler’ değil; haza ‘muhsinler’ tekkesiydi. PADİŞAH’A YOL AÇANLAR… Anadolu’nun Yesevî dervişlerinden önceki gerçek fatihi Ebul Hasan Harakanî Hazretleri’ne, “Senin işin ne?” diye sorduklarında şu ince ve inceltici cevabı veriyor. “Benim işim, bütün gün oturup ‘Yol açın Padişah geliyor’ demektir!” Tarikatlar, padişaha da teb’asına da aynı hakiki padişahın asli mahiyetini yaşatarak bildirmekle, başka hiçbir eğitim müessesesine nasip olmamış bir iç bilgilendirme ağı kurmuş ve bu damarı ‘tarih’in bütün tahribatına rağmen kesintisiz sürdürmeyi başarmıştır. Buradan sosyal dayanışmanın ve fertlerin toplumdan kopmasına mani olan manevi dinamiklerin bel kemiğine dair işaretler de bulabilmekteyiz. Bu yaygın eğitim anlayışının kuşatıcılığına küçük bir örnek
olmak üzere Buharalı Nakşî meşayıh silsilesinin önemli halkalarından Seyyid Emir Külâl Hazretlerinin manevi bir eğitimci nazarıyla insanın kemal macerasına dair bir misâllendirmesini nakledebiliriz: “Dünya sevgisi ve bağlarının neminden kurtulmadığı sürece vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği pişirmek için sağlam olarak fırına sokarlar. Tasarruf fırınına giren çömleklerden bazıları sağlam, bazıları ise kırık olarak çıkar. Bu durum ezeli iradeden dolayıdır. Biz kırık çıkan çömlekler hakkında da ümit-var oluruz. Çünkü onları hemen toz yapıp başka bir çamurla birleştirir çömlek yapar ve tekrar fırına verirler. Sağlam çıkana kadar böyle yaparlar.” Şimdi yukarıda tarif edilen üst boyut eğitim anlayışının temsilcisi bu zatlar ‘miskin’ ise, yeryüzünde faal insan zümresi bulunmasa gerekir. Osmanlı devlet geleneği çerçevesinde tarikatlar, pasif olmadığı gibi, ‘yabancı’ kültür unsurlarını içimize aktaran ‘gizli ajan teşkilatları’ da değildir. Bilakis tarikatlar, bu unsurları dönüştüren ve sosyal bünyemize uygun hale getirerek yerlileştiren bir nevi filtre işlemi görmüştür. Öyle ki bu süzgecin devre dışı kalmasının tarihi, dış etkilere karşı hazırlıksız ve korumasız yakalanan tercüme gıdalı zihinlerin denge kaybına uğramasının da tarihidir aynı zamanda. Cezayir ve Kafkasya işgallerinde Şâzeli ve Nakşî yapılanmaların oynadığı yapıcı rolü açıkça görebilmekteyiz.
Tekkeler ise yaygın eğitim kurumları olarak en üstten en alt katmana kadar toplumun bütün kesimlerine açık bulunmaktaydı. Birbirinden ayrı statüdeki toplum kademelerini birleştirmede ve renksizleştirmede tekkeler kadar muvaffak olmuş ikinci bir alternatif yapı daha mevcut değildir.
Özbekler tekkesinin İstiklal harbi esnasındaki işlevi de keza çarpıcı bir örnektir. Şunu ifade etmek gerekir ki tarihin, sosyal siyasi hadiselerden örülü cephesini değerlendirirken sadece ‘ilim’ mumu yeterli olmamaktadır. İrfan kandilini yakmadan tarikatların his tarihi her devirde cazibedar sırlılığını korumaya devam edecektir. Bugün, yaygın eğitimin örgün yöntem ve yaklaşımlarla desteklenmeyen yolları ne yazık ki ‘Padişah’ın geçmesine müsait bir esnekliğe sahip değildir. KAYNAKLAR
•Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Boğaziçi Yayınları, İst. 1998. •Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Devletinde Zındıklar ve Mülhidler, TVYY, 1998/72-73. •Ekrem Işın, İstanbul Dergisi 1998/2/58-63. (Röp: Mustafa Armağan) •Mustafa Armağan, Osmanlı İnsanlığın Son Adası, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2005. •Thierry Zarcone, Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak, İletişim Yayınları, İst. 2000. (Çev: Maide Selen) •Hace Muhammed Parsa, Risaletül Kudsiyye, Erkam Yayınları, İst. 1998/36. (Çev. Necdet Tosun)
37
Ş ehir
mrünü kitaplara, kitaplarını da milletine armağan eden Ali Emîrî Efendi’nin adı Diyarbakır da bir okula, İstanbul da bir sokağa, Vatan caddesinde bir Kültür merkezine verilmiş nev’i şahsına münhasır bir kişidir.
İSTANBUL’DA BİR DİYARBEKİRLİ:
ALİ EMÎRÎ EFENDİ Bazen büyük adamlar, büyüklüğünün farkında olmazlar. Onların büyüklüğü başkaları veya toplum tarafından sonradan fark edilir. İbni Haldun kendi büyüklüğünün farkında olan bir insandır. Tarih kitabı yazmak için Mukaddimeye başlamıştır. Adını da kendisi koymuştur. “Benden önce böyle bir eser kimse yazmadı” diyerek nasıl bir eser yazdığının farkında olduğunu bildirmiştir. Tarihin ‘hikmet’ olduğu söyleyen İbni Haldun, gerçekte bununla tarih ‘felsefe’dir demek istemiştir. Çünkü hikmetin karşılığı felsefedir. Ki İbni Haldun, kuru bir tarih kitabı yazmamış, bilakis tarih felsefesi yapmıştır. Melek GENÇBOYACI*
Ömründe hiç fotoğraf çektirmemiş olan Emîrî’nin günümüze gelen, onu anlatan karakalem tasvir, Ord Prof.Dr. Süheyl Ünver tarafından İstanbul’da çizilmiş tek resimdir. İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve arkadaşları, O’nu sivri dilli veya huysuz bir adam olarak yorumlar. Ali Emîrî’nin baş muhaliflerinden olan İbnülemin, kıskançlığından hayatını bütün samimiyetiyle yaşayan bu sıra dışı insanı kendi üslubuyla yazıp çizerek onu âdeta İstanbul’un değişik tiplerinden bir meczup gibi göstermiştir. Millet Kütüphanesi’nin kuruluş serüveninde de özellikle Fuad Köprülü’nün yazdıkları dikkat çekicidir. Ali Emîrî’ye hayranlık duyan ve O’nu her zaman yücelten, O’nun için unutulmaz şiirler yazan Yahya Kemal’i ayrı tutarsak, genelde Ali Emîrî hakkında yazılanlar “tuhaf bir kişilik” portresi çizmektedir. Ali Emîrî Efendi, klâsik anlamda bir kitap koleksiyoncusu sayılmaz. O’nu günümüzün ifadesiyle “kitapsever” saymak da hiç doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de sıkça rastladığımız kütüphane kurucularından ise çok farklı bir kişiliktir. Doğum yeri “Sultan-ı nazmım Şehr-i Âmid taht-gâhımdır “ beyitiyle ifade ettiği Diyarbakır’dır. Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid adlı eserinde doğum tarihini sadece yıl olarak “Velâdet-i âcizânem 1274 sene-i hicriyyesindedir” Diyarbakır’ın ünlü şâirlerinden Saim Mehmet Emîrî Çelebi’nin torunlarından Seyyid Mehmet Şerif Efendi’nin oğludur. İyi bir öğrenim görmesinde ve yetişmesinde ailesinin büyük rolü olmuştur. İlköğrenimini Sülûkiyye Medresesi’nde almış,1864-1869 yılları arasındaki dönemde “hafıza” ve “taklit”e dayalı klasik “Şark” eğitimi de alarak geçirir. Başta Fethullah Feyzi Efendi olmak üzere büyük amcası Mehmed Şaban Kâmi Efendi’den belâgat, dayısı Şirvan Kaymakamı Abdülfettah Fethi Efendi’den Farsça ve Şirvan Nâibi Nevinli Mehmed Emin Efendi’den Arapça öğrenir. Kısa zamanda Arapça ve Farsça’sını ilerletip, şiirler kaleme almaya başlar.
* Millet Yazma Eser Kütüphanesi müdîresi
sayı//6// ocak
38
Babası Seyyid Mehmed Şerîf ise Diyarbakır– Bağdat arasında kervan işleten bir tüccardır. Emîrî’nin Ailesinde, kültür ortamını yansıtan farklı mesleklerde aile üyeleri de vardı. Küçük
yaşta edindiği şiir ve hat merakını miras olarak devraldığını düşündüğümüz. “Dîvân” sahibi tanınmış bir şair olan büyük dedesi Seyyid Mehmed Emîrî Çelebi, Müderris, şâir ve hattat kimlikleri de olan ilmîye ve kalemîye mensubu diğer aile fertleri. Kitaba olan merakı; daha dokuz yaşında iken kitaba meraklı olduğunu, da kendi ifadesiyle “Diyarbakır’da bundan beş altı yüz sene evvel tamam ‘1.040.000’ (bir milyon kırk bin) cildi havi bir kütübhâne bulunduğunu pederim ve akrabalarım bana hikâye ederlerdi” diye anlatması Ali Emîrî Efendi’nin “Bir milyon kırk bin cilt kitap” küçük bir çocuğun dünyasında öyle bir yer etmiştir ki, daha sonra yazdığı yazılarında ve kurduğu kütüphanede zihninde yer eden bu kütüphanenin izlerini görmek mümkündür. Gençliğinde ise hat sanatıyla meşgul olmuş, güçlü bir hafızaya sahipti. Allah vergisi denebilecek bu üstünlük, doğru ve sağlam bir dil bilgisiyle beraber çocukluk ve gençlik döneminde kazanılmıştır. Ali Emîrî’nin çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği ortam, Diyarbakır’da şehir merkezinin yakınında olan Sülûkiye Mahallesi’dir. Adını Behram Paşa Camii’nin batısındaki mescidden alan bu mahalle, Diyarbakır’ın farklı, etnik unsurlarını da barındıran ve bu özelliği sebebiyle şehrin genelindeki klasik mahalle tipinden ayıran bir özellik taşımaktadır. Mahallenin etrafını kuşatan ticaret bölgesinin içinde, Ali Emîrî Efendi için güçlü bir cazibe merkezi sayılabilecek Kitapçılar Çarşısı da yer alır. Bu alışkanlığı yıllar sonrada İstanbul sahaflar çarşısında da devam edecektir. Doğu şehirlerinin yerleşim düzenini belirleyen çarşı etrafında şekillenmiş kozmopolit yaşam alanına güzel bir örnek oluşturan Sülûkiye Mahallesi, hıristiyan ve müslüman unsurların bir arada yaşadıkları, kültür alışverişinde bulundukları yaratıcı bir toplumsal kozayı temsil eder. 20. yüzyıl başlarında kapanan Sülûkiye Sıbyan Mektebi, Ali Emîrî’nin çocukluk yıllarında eski usul eğitim veren bir kurum kimliğini taşır. Maddî kazancın sağladığı itibarı her zaman gölgede bırakan, servetin geçiciliği ve güvensizliğini her zaman vurgulayan klasik ahlâkın emredici kalıpları, Emîrî Efendi’nin meslek tercihini ve buna bağlı olarak sürdürdüğü hayat tarzını belirlemiştir. Yaşlılık döneminde yazdığı hatıralarında, bu tercihinin ne kadar isabetli olduğunun ısrarla belirtmiştir. Ali Emîrî Efendi’nin Tüccar olan babasının aksine çalışma hayatı olarak memuriyeti seçmiştir Bu seçimini, o yıllarda aynı yerde Mutasarrıf olan Diyarbakırlı Saîd Paşa tarafından keşfedilmesine
borçludur. 13 Mart 1877’de Mardin Sancağı Tahrîrat Kalemi’nde göreve başlamış ve daha sonra başarılarla dolu memuriyet hayatı devam etmiş ve bu sürede de ilmî ve edebî faaliyetlerini ara vermeden sürdürmüştür. Ali Emîrî’nin, Osmanlı bürokrasi geleneğine kolay adapte olmasında ve meslekî kariyerinin zirvesine çıkmasında, ailesinden gelen kültürel birikimin önemi büyüktür. Klasik Doğu dillerinde gösterdiği hızlı ilerleme ona Gülistân’ın, Kasîde-i Bürde’nin temsil ettiği eski dünyanın kapılarını açar 1866’da 4.000 beyitlik Nevâdirü’l-Âsâr’ı ezberlemiş, hat sanatıyla ilgilenmeye başlamıştır. Âşık Ömer ve Sünbülzâde Vehbî’yi okuması Şirvan’da geçirdiği bu döneme rastlar. 1869’da kısa bir süre için ayrıldığı Diyarbakır’a tekrar döner ve Büyük amcası Mehmed Şaban Kâmi Efendi’nin Avâmil, İzhâr, İsagocî, Muhtasar-ı Ma’ânî gibi klasik Arapça metinlerindenden oluşan derslerine altı yıl daha devam eder. Dönemin; Ali Emîrî üzerindeki diğer bir etkisi, Tanzimat modernleşmesinin taşra hayatına getirdiği yeniklikleri de kapsar. Reformcuların, İmparatorluk merkezi ile taşra arasındaki haberleşmeyi en kısa yoldan etkin biçimde
39
Ş ehir
sağlamayı amaçlayan başta telsiz-telgraf olmak üzere diğer teknik konulara öncelik verdikleri bir dönemde, Genç Emîrî ‘nin dikkatini toplumsal değişimin ruhu üzerinde yoğunlaştırmış ve bu gelişmelere kayıtsız kalması düşünülemezdi. Diyarbakır’da kurulan telgrafhaneye devam edenlerden birisi de Ali Emîrî’idi. Altı ay kadar aldığı teknik eğitimin ardından, 19. yüzyıl aydınlarının pek çoğunu ortak bir noktada birleştiren pozitif bilim teknolojisine yönelik hayranlığın Emîrî Efendi’de de ortaya çıkması, doğu’nun ince dünyası içinde yükselen bu yeni hayat ufkunun taşra insanını etkileyen ve cezbeden varlığını vurgular. Bu ilginç tecrübenin Ali Emîrî üzerindeki etkisini çoktur. Bu tecrübenin izleri daha sonra kendisi tarafından kaleme alınan 12 beyitlik “Telgraf” hakkındaki şiirinde görülür. 1876-1878 yıllarını kapsayan kısa dönem, Ali Emîrî’nin hayatının dönüm noktasıdır. Çünkü bu yıllarda Said Paşa ve Âbidin Paşa’nın dikkatini çekmiş, bu iki devlet adamının desteğiyle memurluk kariyeri başlamıştır. Burada üzerinde durulması gereken en önemli nokta, Sâid ve Âbidin Paşa’nın Ali Emîrî’de gördükleri yetenektir. I.Meşrutiyet’in ilânını hazırlayan düşünce tartışmalarının Osmanlı eliti tarafından anayasa ve meşrutî yönetim konusu sayı//6// ocak
40
etrafında sürdürüldüğü İstanbul’un siyasî ortamında, taşralı bir gencin Sultan V. Murad’ın cülûsu nedeniyle yazdığı geleneksel kasidenin kültürel açıdan hiçbir önemi yok gibi görünebilir. Ali Emîrî’nin başarısı yalnızca 93 beyitlik bir kaside kaleme alıp, Diyarbakır Vilâyet Gazetesi’nde yayınlatması da değildir. Ali Emîrî Efendi’yi değerlendiren bütün çağdaşları, aralarında muhalif olanlar bile, tek bir noktada görüş birliği içindedirler: “ O, geleneksel kültürü şaşırtıcı biçimde kaydeden bir hafıza ve geçmişi tekrar ederek yaşanan zamana aktaran bir taklit ustasıdır” Hafızasında aldığı binlerce şiir, biyografi bilgisi ve ayrıntıyla meydana getirdiği kültürel birikim, modernleşmenin yıkıcı etkisi altında unutulmaya terk edilmiş imparatorluk mirasının yeniden derlenip toparlanması anlamına da gelmektedir. “Şark” dünyasında toplumsal kültürün aktarımı, “hafıza”nın bir metot olarak kullanımıyla gerçekleşmiştir. Hafızasına kaydettiği geleneksel kültür birikimiyle çevresindeki insanlardan ayrılan, bir bakıma seçkinleşen insan tipi, bürokratik hiyerarşide de yükselmeye adaydır. Ali Emîrî’nin Mardin’de dahil olduğu kültür çevresi içinde Saîd Paşa başta olmak üzere ûlemadan Adanalı Abdü’n-nâfî, Maden İlçesi Mutasarrıfı Muhiddin Rumî Paşa ile kendi ailesinden Abdülfettâh Fethi Efendi ve
Abdülkerim Abdî Efendi de vardır. Bütün zamanını kitap okumak, divan şiirinin seçkin örneklerine “nazîre” yazmak ve sohbetle geçiren Ali Emîrî, bu hayli mütevazı taşralı çevreyi oluşturan mülkî erkânın dikkatlerini kendi üzerine çekmesini bilmiştir. Geleneksel kalıplar içinde “Şark” kültürünün kullanarak sergilediği, hafızasına dayanarak inşa ettiği bu dünya, onu kısa sürede üyesi olduğu taşralı kültür grubunun cazibe merkezi haline getirmiştir. Ali Emîrî’nin Tezkîre-i Şu’arâ-i Âmid ve Mir’at-i Fevâ’id’i yazarken Diyarbakır mezarlıklarını dolaşarak biyografik bilgi toplayarak, kitâbelerini kaydetmiş ve yaşlı insanların geçmişe ait sözlü tanıklıklarına müracaat etmiştir. Artık, onyedi yaşında yazdığı Mir’at-i Fevâ’id’den itibaren biyografi yazarlığıyla da tanınacaktır. Bu eserini üç yıllık bir çalışmayla büyük bir esere dönüştürmüştür. Ali Emîrî Efendi’nin bu eseri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığımız tarafından latinize ettirilerek tıpkıbasımı ile birlikte yayıma hazır hale gelmiştir. Sâid Paşa’nın Ali Emîrî Efendi’de keşfettiği bir diğer yetenek ise, onun “Nazîre” geleneğine olan hâkimiyetidir. Birkaç yüzyıl öncesinde yaşayan şâirleri taklit etme kabiliyeti ona aynı zamanda katı kurallara bağlı Osmanlı bürokratik yazışma geleneğinde bir üstünlük sağlamıştır. Tanzimat sonrası temelleri atılan modern Osmanlı edebiyat anlayışıyla çatışan bu geleneğin başlıca eleştiricilerinden biride Fuad Köprülü ‘dür. Bu sebeple Ali Emîrî Efendi ile sürekli polemiğe girip, bu özelliğinden dolayı oldukça çekişmişlerdir. Emîrî Efendi’nin hayatına yön veren adeta ona sahip çıkan ve güvenen ikinci önemli kişi, Sâid Paşa vasıtasıyla tanıştığı Mesnevî şârihi olarak da tanınan Âbidin Paşa’dır. Görev Bölgesi olan Diyarbakır, Elâzığ ve Sivas vilâyetlerini kapsayan Hey’et-i Islâhiyye başkanı sıfatıyla 1878’de Diyarbakır’a gelen Âbidin Paşa, Sâid Paşa’nın tavsiyesi üzerine Ali Emîrî’yi kendi yakın çevresine alır ve bundan sonra bu genç Ali Emîrî için Osmanlı coğrafyasında bitip tükenmek bilmeyen seyahatlerle geçecek memuriyet hayatı başlar. 1879-1880’e kadar Diyarbakır Heyet-i Teftişiye Kalemi müsevvidliğinde memurluk yapan Ali Emîrî Efendi, bu tarihten sonra Âbidin Paşa’nın maiyetinde imparatorluğun uzak vilâyetlerini gezmeye başlar. Samsun’dan vapurla İstanbul’a gelir. İmparatorluk merkezine yaptığı bu ilk kısa ziyaretinde, kendisinden bekleneni yerine getirir: Âbidin Paşa’nın isteği üzerine II. Abdülhamid’e bir kaside sunar ve Fuzulî’nin bir gazeline iki ayrı nazire yazar.
Şiirler Hoca Tahsin Efendi’nin beğenisini kazanmış ve bizzat kendisi tarafından Maarif Nazırı Münif Paşa’ya, “Size zamanın Fuzulî’sini getirdim” diyerek, övgüyle takdim edilmiş ve Hoca Tahsin Efendi’nin de iltifat dolu sözler duymuştur. İstanbul’da 10 gün kadar kalan Ali Emîrî Efendi, daha sonra Âbidin Paşa’yla birlikte Selânik’e gitmiş, Balkan coğrafyasının karmaşık etnik ve kültürel yüzüyle karşılaşmıştır. 1880’den sonraki hayatı, geniş Osmanlı coğrafyasında bir uçtan diğerine memuriyet nedeniyle dolaşmış ve her gittiği yerde bölgenin toplumsal kültürü hakkında bilgi ve kitap toplamıştır. İşkodra Vilâyeti Osmanlı Şairleri, Teselya Osmanlı Şairleri (kayıptır), Tunus Tarihi ve Yemen Hatıratı gibi eserleri bu seyyah dönemin ürünleridir. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra 1908 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrılan Ali Emîrî Efendi, hayatının son dönemini, 1916’da kurduğu Millet Kütüphanesi’ndeki çalışmalarıyla geçirir. Bu dönem zarfında Millî Tetebbûlar Encümeni ve Tarih-i Osmanî Encümeni üyeliği ile Tasnif-i Vesâik-i Tarihiye Encümeni Başkanlığını yapar. Hazine-i Evrak Tasnif Komisyonu’nundaki çalışmaları ise bugün “Ali Emîrî Tasnifi” olarak bilinmektedir. Ali Emîrî’nin dünyası, merkezinde siyasî otoriteye derin bir saygının yer aldığı ahlakî evrenin kendisinden ibarettir. 19. yüzyılda ilmiye sınıfının geçmiş özlemini ve klasik dönemin ideal toplum düzenine duyulan hasreti paylaşan bu ahlâk anlayışını, II. Abdülhamid’in kişiliğinde somutlaştırdığı Levamiü’l-Hamidiye adlı eserinden izleyebiliriz. Bu eseri ile Ali Emîrîye Hamiyet-i Vataniyye Madalyası verilmiştir. II. Abdülhamid dönemi taşra bürokratları, bütün imparatorluk coğrafyasını gezen, kısa süreli görevlerle pek çok farklı bölgeyi inceleme şansına sahip, ama buna rağmen düzenli bir aile hayatından mahrum insanlardır ve bunun en önemliği örneği de kendisidir. Emîri, Osmanlı Devletinin farklı coğrafyalarında çeşitli vesilelerle bulunduğunu Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nda şu şekilde dile getirir: “Rumeli, Anadolu ve Arabistan kıtalarında on beş vilayette vali ve mutasarrıf vekâletleri, çeşitli şehirlerde defterdarlık, Rumeli Maliye Müfettişliği, Muhasebecilik gibi memuriyetlerde birçok tecrübeler geçirdim… Her vilâyet ahalisi: ‘Bu adam tarafsız ve çalışkandır. Ahalinin hakkını korur’ diyerek otuz bir yıllık memuriyet hayatımda hakkımda hiçbir şikâyette bulunmadılar. Aksine daima saygı gösterip iltifat ettiler. Ben de onlara kardeşçe davrandım, yardımlarda bulundum.” der. 30 yıl çalıştıktan sonra 1908 yılında çok sevdiği kitaplarla daha çok meşgul olabilmek için 41
Ş ehir
emekli olup İstanbul’a gelmiştir. Bu eserleri 1916 yılında bir araya toplayarak kendisine tahsis edilen Feyzullah Efendi Medresesinde bir kütüphane kurmuş ve bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi ismini değil de “Ben bu kitapları Milletim için topladım, Milletime armağan ediyorum, Onun için kütüphanemin ismi Ali Emîrî değil, Millet Kütüphanesi olacak “ diyecek kadar Milletini çok seven bir kişidir. Emîrî”,Millet” isimli şiirinde de duygularını şöyle dile getirir. Hünerverler yetişsün san‘at îcâd eylesün millet Hamiyyetle çalışsun mülki âbâd eylesün millet. Çıkar seyret ne İbn(i) Rüşdlerle İbn(i) Sînâlar Hele bir kerre azm-i râh-ı ecdâd eylesün millet. Süleymâne teşebbüs Fâtihâne i‘tinâlarla Bekâda Hâlid ü Fârûkı dilşâd eylesün millet. Olur elbet ne Hayreddînler Turgutçalar peydâ Yine bahr-ı hünerde sa’y-i müzdâd eylesün millet.
Umûmî bir uhuvvet hâsıl itsün nûr-ı ismetle Bütün birbirine şefkatle imdâd eylesün millet. Bu gafletle geçerse ey EMÎRÎ vakt-i hâzırda Mezâristân içinde nazmımı yâd eylesün millet
Şair, usta bir münekkit olan Ali Emîrî Efendi’nin asıl büyük yanı, hayatı boyunca toplamış olduğu
Vatan evlâdıyız hep dahli yokdur bunda edyânın Çalışsun ittihâd-ârâ ile ad eylesün millet.
42
Ancak bu teklif hayata geçirilmemiş sadece yazıda kalmıştı. Bu nedenledir ki Ali Emîrî Efendi kurduğu kütüphaneye Millet Kütüphanesi adını verirken bir kenarda unutulmuş olan bu eski lâyihayı da hatırlamış ve bu fikri gerçekleştirmek istemiştir. Ali Emîrî Efendi’nin kurduğu bu eşsiz kütüphanesinde başta Türk Dilinin ve Kültürünün temel kitaplarından birisi olan Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu lugâti’t-türk adlı eseri olmak üzere; Türk-İslâm Dünyasının dil, edebiyat, tarih, coğrafya, tıp, sanat ve pozitif ilimlerle ilgili el yazması eserler, ferman, berat, hat koleksiyonu, tezhipli-minyatürlü tek nüsha nadir eserler ile cumhuriyet öncesi gazete ve mecmû’a koleksiyonu da bulunmaktadır.
Kerîm ol hizmet-i milletde cândan öyle sa’y et kim Hamiyyet-i saff-ı bâlâsında ta‘dâd eylesün millet.
sayı//6// ocak
Ali Emîrî Efendi’nin kütüphane kurmasının Milletine karşı duyduğu büyük saygı ve sevgi, bir diğer sebebi ise eski bir lâyihada yer alan güzel bir teklifin onda bıraktığı tesirdir. Söz konusu lâyiha Hicrî 1287’de (M.1871) Tahir Münif Paşa tarafından Maarif Meclisi Başkanlığında bulunduğu sırada, yani paşa unvanını almadan kaleme alınmıştır. Lâyihada, İstanbul’da devrin ihtiyaçlarını karşılayacak, Doğu ve Batı kitaplarını da ihtiva eden bir “Millet Kütüphanesi” kurulması lüzumu belirtiliyor ve bu maksatla Çemberlitaş’taki Yanık Elçiler Hanı arsasına büyük bir bina inşa edilmesi teklif olunuyordu.
paha biçilmez değerde kitaplardan oluşan kütüphanesini, İstanbul Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesi’nde 17 Nisan 1916 yılında kurduğu Millet Kütüphanesi’ne bağışlamasıdır Avnî (Fatih Sultân Mehmed) divânını da kendi el yazısı ile iki defa kopya etmiş ve ilîm âlemine yine kendisi tanıtmış, tahmisler yazmıştır. Ali Emîrî Efendi, görüldüğü gibi kitapları bir koleksiyoncu gibi değil, dünyada kaybolan bilgi ve kültürel değerlerden uzak kalmamak, onlardan haberdar olmak ve her birinin içindeki hazine değerindeki bilgilerle beraber kitapları sahiplenmeye çalışmıştır. Küçük yaştan itibaren kitap toplamayı değil, kitap okumayı düstur edindiğini ısrarla belirtmesi bundandır. Dikkatlerden kaçan bir başka nokta onu klasik koleksiyoncu tipinden ayırır. Kâtip ve defterdar olarak çalıştığı Diyarbakır, Selanik, Adana, Leskovik, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen vb. gibi Osmanlı coğrafyasında çalıştığı her bölgeden kitap toplamış, parasının yetmediği veya sahibi satmadığı için alamadığı kitapları istinsah etmiş bir bir kitap uğruna diyar diyar dolaşmış, birçok zorluğa göğüs gererek bir kitaba ulaşmak için tayinini bile çıkartarak o kitaba ulaşmış bir kişiliğe sahipti. Bu sebeple bir defa işine son verilerek bir müddet sonra tekrar görevine iade edildiği de vakidir. Kitaplar onun için bir koleksiyon malzemesi değil, geçmişi keşfetmenin birer aracıydı. Bu açıdan Emîrî Efendi’nin kitaplara olan aşkı; toplamaktan çok, okumak üzerinde odaklanır. Çeşitli nedenlerle sahip olamadığı kitapları bizzat kendisi kopya ederek kütüphanesine kazandırmıştır. 700’den fazla nadir kitabı bu suretle istinsah edip , çoğaltan Ali Emîrî Efendi’nin bu davranışı, kitaba estetik değer biçen bir koleksiyoncunun geleneksel tavrından çok farklıdır. KÜTÜPHANESİ Emîrî, Feyzullah Efendi Medresesini seçer. Dârü’lhadîs ve Feyziyye Medresesi adlarıyla da bilinen medrese II. Mustafa (1074/1664-1115/1703) ve III. Ahmed’e (1084/1673-1149/1736) hocalık yapmış olan Şeyhülîslâm Feyzullah Efendi (1048/1639-1115/1703) tarafından 1112/17001701 yılında yaptırılmıştır. Zamanın Evkaf Nazırı Hayri Bey bu konuyu ele alarak medreseyi tamir ettirmiş, kalem işlerini yenileterek Ali Emîrî Efendi’nin kitaplarını buraya getirtmiştir. “Bu bina Osmanlı mimarisinin klasik döneminin sonuna ait değerli bir anıttır. 1109/1697 yılından başlamak üzere mimarbaşı olarak çalışan Kayserili Mehmed Ağa tarafından tasarlandığı düşünülmektedir.” Medresenin kütüphaneye
dönüştürülmesi sırasında mekânın nasıl kullanılacağına karar verilir. Nadir eserler, hat ve levhalar için ayrı bir mekân düşünülür. Önemli kişiler ve araştırmacılar için ayrı bir okuma salonu tasarlanır. Medresenin hücreleri, kitap deposu olacaktır. Bunlardan beşi Ali Emîrî Efendi’nin kitaplarına, ikisi, geçici olarak Carullah Efendi ve Amcazade Hüseyin Paşa kitaplarına, ikisi Feyzullah Efendi kitaplarına ayrılmıştır. Kalan yerlerin de daha sonra kütüphaneye vakfedilecek kitaplar için kullanılması düşünülmüştür. Ali Emîrî Efendi, “umuma mahsus bir mütalaahâne” diye adlandırdığı bir okuma salonu ile hafız-ı kütübler için odalar da planlamıştır. Yahya Kemal in güzel bir söyleyişiyle Yekpâre nûr olan bu kütübhâne-i nefîs Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin Zengin koleksiyonu ve barındırdığı tek nüsha eserlerle haklı bir üne sahip olan Millet Kütüphanesine daha sonra Fransızlar otuz bin İngiliz lirası teklif ederler. İlave olarak da Paris’te kendi adına bir kütüphane kurulacağını, yaşadığı müddetçe yüksek bir maaşla kitaplarının başında “hafız-ı kütüb” olarak duracağını, emrine Bolulu bir aşçı ile Müslüman hizmetkârlar tahsis edileceğini söylerler. Fakat bütün bu cazip tekliflere karşı Emirî Efendi’nin verdiği cevap; “Efendiler ben bu kütüphaneyi devletimin bana verdiği maaşlarla yaptım. Öldüğüm zaman milletime kalması için. Bir daha böyle bir teklifle 43
Ş ehir
mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emîrî Efendi bunun tespitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu. Sonunda belli olmuştu “eser tamdı”. Kilisli Rıfat Efendi karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Ali Emîrî Efendi bu hizmeti karşılığında, Kilisli Rıfat Efendi’ye bir evinin bir odasını hediye etmek istediyse de kabul ettiremedi. Kilisli Rıfat’da , illa kendisine bir mükâfat verecekse, kitabı yayınlamasının yeterli olacağını söyledi.
gelirseniz sizi buradan kovarım!”der. Ali Emîrî ismini, eserlerini ve bizlere bıraktığı kültür mirasını korumak ve yaşatmak için şimdiye kadar yurt içi ve yurt dışında eserlerinden çeşitli sergiler sempozyumlarda ve yazdığım yazılarla ve çeşitli programlarda benden önceki müdürler gibi onun adını yaşatmaya çalıştım. Ömrü boyunca hiç evlenmemiş olan Ali Emîrî Efendi “nev’i şahsına münhasır” kişilerdendi. Orta seviyede bir şair, usta bir münekkit olan Ali Emîrî Efendi’nin mezarı Fâtih Camii hazîresindedir Kitâbu Dîvânü lugâti’t-türk Büyük dil bilgini Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü lugâti’t-türk isimli bu eser, 1915 yılına kadar adı bilinen, fakat kendisi meçhul bir eserdi. Ali Emîrî Efendi böyle bir esere sahip olduğu için tarif edilemez bir mutluluk içindeydi. Çünkü bu kitap Osmanlı ulemasının asırlardır peşinde koştuğu “ Dîvânü lugâti’t-türk “ün ta kendisiydi. Dünyada bir başka nüshası yoktu. Ali Emîrî Efendi kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum... Bu kitabı, sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.”der. Büyük bir coşku içinde olan Ali Emîrî Efendi kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emîrî Efendi’nin Dîvânü lugâti’t-türk bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emîrî Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı; Kitabı ilk olarak sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye göstermişti. Ali Emîrî Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik
sayı//6// ocak
44
Kısaca anlatacak olursak bu Türk dünyasının en önemli eserlerinden biri olan Dîvânü lugâti’t-türk XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından kaleme alınmıştır. Adından da anlaşılacağı gibi Türk Dillerini bir araya toplayan bir lügattir. Kaşgarlı Mahmud’un eserin sonunda esere başlama tarihini, 1 Cumade’l-ula 464 [25 Ocak 1072] ve bitirme tarihini de 12 Cumade’l-âhır 466 [10 Şubat 1074] olarak verdiği ve Abbasi Halifesi Ebü’l-Kâsım Abdullah bin Muhammed el-Muktedî Biemrillâh’a takdim ettiği müellif nüshası kayıptır. Günümüzde de halen nerede olduğu bilinmemektedir. Elimizdeki tek nüsha Ali Emîrî Efendi tarafından 1915 yılında bir tesadüf sonucu sahaflardan satın alınıp Milletine armağan ettiği nüshadır.Savalı, sonra da Şamlı Muhammed bin Ebî-Bekr bin Ebi’l-Feth’in müellif nüshasından hicrî 27 Şevval 664 Pazar günü (01.08.1266) istinsah ettiği tek nüshadır. A.E.Arabî 4189 numarada bulunmaktadır. Bütün Türk dünyasınca tanınan bulunduğu yıldan bu yana üzerinde pek çok çalışma yapılan eser, aslında Türkçeden Arapçaya olan bir sözlüktür. Araplara Türkçeyi, Türk dillerini, kültürlerini ve edebiyatlarını tanıtmak gayesi ile yazılmıştır. 319 yapraktan oluşmaktadır. Türk dilinin önemini ortaya çıkarmak ve Araplara Türkçe öğretmek amacıyla yazılan eser aynı zamanda içinde taşıdığı örneklerle ve bilgilerle lügat olma boyutunu aşmış Türklerin çeşitli boyları, yerleşim yerleri, inançları ve ananeleriyle ilgili bilgilerle Türklerin hayat felsefesini de ortaya koymuştur. Dîvânü lugâti’t-Türk’te hemen her konuda Türk edebiyatının özgün örnekleri bulunmaktadır. Toplum hayatı ve devlet politikası, savaşlar, destanlar, ağıtlar, baharı karşılama, Kış ile Yaz münazarası, av eğlenceleri, aşk, aşkla ilgili şiirler, tabiat, hamasi ve hikemi şiir örnekleri ile Türklerin o dönem yaşam biçimlerini ve buna uygun olarak hayat anlayışlarını içeren pek çok kanıt bulunmaktadır. Bu kanıtlar dörtlükler halinde 7’li heceli (4+3) vezniyle yazılmış şiirlerdir. Eserde önemli bir de harita bulunmaktadır. Bu
harita bir Türkün çizdiği ilk dünya haritasıdır. Türklerin yerleşim bölgelerindeki dağlar, göller, nehirler… Ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Kaşgarlı haritada Japonya ya da yer vermiştir. ESERLERİNDEN 1.Divanları ( 3 divan) /2.Durûb-ı Emsâl / 3.Esâmî-i şu’arâ-yı Âmid / 4. Mir’at-i Fevâ’id Mukaddimesi / 5. Mir’at-i Fevâ’id fî Terâcim-i Şuarâ-yı Âmid / 6.Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid / 7- Mecmua ve Makaleleri En Müzec Tercümesi: Millet Kütüphanesi, Ali Emîrî Müteferrik 9774, 13 yk, Rik’a Türk asıllı bir ilim adamı olan Zemahşerî’nin eseridir. El-Mufassal isimli kitabın özetlenerek yeniden ele alınmış şeklidir. İstanbul ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde pek çok yazma nüshası bulunmaktadır. Bu eser Ali Emîrî tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir ancak bu tercümeden şimdiye kadar kimsenin haberi bulunmamakta idi Ömrü boyunca hiç evlenmemiş, hiç fotoğraf çektirmemiş “nev’i şahsına münhasır” kişilerden olan Ali Emîrî Efendi adeta âşık olduğu kitapların satırları arasında dolaşmaktan bîtâb düşer. Bu yoğun çalışmalarını Divanında şu ifadeleri ile özetler: “ Lamba kenarında kitap mütalâa ederken, sabah olmak defaatla vaki’ oldu. Uyusam kimse yanıma yatamazdı. Okuduğum kitapları sûret-i alenî ile tekrar edermişim” Sözleri bize onun kitaplara olan düşkünlüğünü ve de belki niye evlenmediğini de anlatmak ister. Diyarbakır’dan İstanbul’a kadar gelen hayat serüveninde Meşrutiyetin son yıllarında yaşamış, Cumhuriyetin kuruluşuna şahit olmuş ölümüne kadar yani 1924 yılına kadar kütüphanesinin müdürlüğünü yapmıştır. Mezarı Fatih Camii Haziresindedir. Ali Emîrî Efendi,’nin ölümü üzerine birçok meşhur edebiyatçı ve şair yazı yazmıştır. Ancak O’ nu en iyi anlatan, ebedileştiren şiir, şüphesiz. Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin. Diyen Yahya Kemal’in yazdığı gazeldir. Emîrî Efendi ise yıllar önce, yapılacak olan bu çalışmaları hissetmiş gibi divanında kendine kendine şöyle seslenir: Emîrî âlemin her kûşesinde söylenir nâmın Zaman-ı evvelinden hayli a’lâ oldu encâmın
KAYNAKÇA
• Ali Emirî Efendi”, Ana Britanica, 1986, 7/385–386. • Ali Emirî Efendi”,İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul, 1983, s. 646–648. • Ali Emirî”, TDV 1993. • Aksakal, Ali (1984), “Ölümünün 60. Yılında Kitap Dostu Ali Emirî Efendi”, TKY, XXII, 250 (Şubat 1984), 105–108. • Altınay, Ahmet Refik (1924): Türk Tarih Encümeni Mecmuası, (1 Kânunusani 1340/Ocak 1924), Sene 14, Sayı 1/78, s. 47–51. • Babinger, Franz (1982), Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, (Çev. Coşkun Üçok), Ankara 1982, s. 437–439. • Bilge, Rıfat (1945), “Bildiklerim (Divanü Lügati’t-Türk ve Emirî Efendi)”, Yeni Sabah • Esen, Muzaffer (1959), “Ali Emirî Efendi”, İstanbul Ansiklopedisi (Reşat Ekrem Koçu), İstanbul 1959, C. II, s. 659–662. • Gençboyacı, Melek: “Ali Emîrî Efendi ve Divanu Lugati’t-Türk”, 2. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Bilgi Şöleni Bildirileri: Kaşgarlı Mahmud ve Dönemi (28-30 Mayıs 2008), Ankara 2009, s. 251260. • Gençboyacı, Melek: “Cumhuriyetten Günümüze Millet Kütüphanesi”, Millet Yazma Eser Kütüphanesi’nden bir seçme Ali Emîrî Efendi ve Dünyası: fermanlar, Beratlar, Hatlar, Kitaplar, HYPERLINK “http://2.bs/”2. bs, İstanbul: Pera Müzesi Yayınları, 2010, s: 45-53. • Gençboyacı, Melek: “Osmanlı’dan Günümüze kadar gelen İhtisas Kütüphaneleri ve Millet Yazma Eser Kütüphanesi”, KAYHAM Kent Hafıza Merkezleri: Kent İhtisas Kütüphaneleri, Kent Arşivleri ve Kent Müzeleri Sempozyumu (26-27 Mart 2010 Erciyes Üniversitesi) Bildiriler ve Tartışmalar Kitabı, Ankara: Detay Yayıncılık, 2010, s: 196-221. • Gençboyacı, Melek: “Millet Yazma Eser Kütüphanesinde Bulunan Ali Emîrî’nin Telif ve İstinsah Ettiği Tezkirelerden Örnekler”, Prof. Dr. Mustafa İSEN Adına Uluslar arası Klasik Türk edebiyatında Biyografi Sempozyum Bildireleri (Nevşehir, 6-8 Mayıs 2010), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını, 2011, s. 303-314. • İbnülemin Mahmud Kemal (1999): “Emirî Efendi”, Son Asır Türk Sairleri • İsen, Mustafa (1992), “Şehir Mersiyeleri ve Endülüs Mersiyeleri”, Yedi Kasım 1992, 71–72. • İsen, Mustafa vd.: Şair Tezkireleri. Grafiker Yay. Ankara 2003. • Karateke, Hakan T. (1995): İskodra Şairleri ve Ali Emîrî’ nin Diğer Eserleri,. • Taysi, Serhan (1989): “Ali Emirî Efendi”, İslam Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul 1989, 390-391. • Timurtas, Faruk Kadri (1974), “Millet Kütüphanesinin Kurucusu Ali Emirî Efendi”, Tevfikoğlu, Muhtar: Ali Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara 1989. Yılmaztürk, Hasan: Esâmi-i Şu‘arâ-yı Âmid’in Tenkitli Metni (Tez Danışmanı: Ali Fuat Bilkan). Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul 1999.
45
Ş ehir
TANIDIĞIM
MAHİR İZ BEY Bore nemperume quis explat arum re nus adicia dolessint eum harum re di ut voluptataquo omnis magnam ut vident quis exceatis porero to molo omni qui ommosse occuptur mo berrumquas adia volorep udaeriatus, omnis am, odioreped quodisc imperovid utendia sitiatendam qui tem volore nis consequias exere, iniscipsam expelendi Prof.Dr.Mahmut KAYA
stün bir yaratılışa sahip olduğu halde çoğunlukla insanoğlu dünyaya geliş ve gidişinin sırrını ve hikmetini araştırmadan, sorgulamadan hayatını gelişi güzel yaşayıp arkasında hiçbir iz ve eser bırakmadan ömür defterini kapatıp gider. Bazı kimseler ise hayatın anlam ve amacı üzerine düşünür, yaşamaya değer en üstün hayatın ne olduğunu araştırır ve bunun mutluluk olduğu sonucuna varır. Ancak, mutluluğun sadece maddi hazlarla elde edileceğini düşüncesiyle ömrünü bu yolsa harcar; fakat beklediği o mutluluğa hiçbir zaman ulaşamaz. Çünkü bu tür hazlar güç elde edilir ve çabucak sona erer. Yeme-içme ve cinsellikle ilgili hazlar böyledir. Biriktirme, servet sahibi olma, makam-mevki, şan-şöhret türünden bütün hazlar geçişi olduğu gibi arkasından yorgunluk, bıkkınlık bazen pişmanlık ve vicdan azabıma yol açar ki, bunlar sahte mutluluğun kaçınılmaz sonuçlarındandır. Kimi vicdâna dokundu, kimi cism-ü cânâ Zevk nâmıyla ne yaptımsa peşîman oldum diyen Namık Kemal Bey ne kadar haklıdır. Böyle bir hayat anlayışına sahip olanlar her dönemde varsa da çağımız insanına hâkim olan –ne yazık ki- bu hazcı dünya görüşüdür. Bencillik ve bireyselliğin yaşama biçimi haline geldiği toplumlarda feragat, fedakârlık, adanmışlık ve özveri gibi yüksek insanî ve ahlakî değerlere sahip olan örnek şahsiyetlere pek fazla rastlanılmaz. Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin Bülbül hâmuş, havz tehi, gülistan harap diye sızlanan İzzet Molla da yaşadığı dönemde aynı halden müştekidir. Bir başka sınıf insan daha vardır ki, onlar dünyaya geliş ve gidişin ciddin bir muhasebesini yaptıkları için, sarsılmaz ve değişmez ilkeler çerçevesinde hayatlarını dolu dolu yaşarlar. Bulundukları her yerde iyilik meleği gibi herkesin imdadına koşmak, çevrelerini aydınlatmak, her ortamda, kimseyi incitmeden, hakkın, haklının ve doğrusunun sözcülüğünü yapmak onların başlıca şiarıdır. Bu tür peygamberî ahlaka sahip örnek şahsiyetlerin varlığı bir millet için büyük bir şans sayılır. Böyle müstesna şahsiyetlerden bazısını tanıma ve istifade etme imkânını bana lütfettiği için Cenabı-ı Hakk’a ne kadar hamd etsem azdır. Tanıdığım bu muhterem şahsiyetlerden biri Mahir İz Bey’dir. Kendisiyle karşılaşmamız bir hüsn-i tesadüfle gerçekleşmişti. Şöyle ki, 1961
sayı//6// ocak
46
yılı güz mevsimiydi; Ben Şehzadebaşı Camii’nin hünkâr mahfili altında talebe arkadaşlara fıkha dair Merâkîl-felâh adlı eseri okutuyordum. Dersin sonlarına yakın bir zat yakınımızda öğle namazını eda ettikten sonra bağdaş kurup dersimizi dinlemeye başladı. O sırada biz ders işlemeyi bitirmiş olduk. Oturduğu yerden gür bir sesle: “Evladım, rica etsem, benim için dersi tekrar eder misin?” dedi. Konuşma tarzından, eda ve üslubundan, kendisinin bir İstanbul beyefendisi olduğunu anladım ve “Zât-ı âlinizin huzurunda teeddüp ederim efendim” dedim. Kendileri, “Mâziyi yâd etmek istiyorum evladım” dedi. Ben de “el-Emrü fevka’l-edeb” dedim ve kısaca o dersi takrir ettim. Bunun üzerine kalkıp yanımıza geldi ve büyük bir heyecanla: “Evladım, sen kimsin, menşein, mahrecin nedir, kimlerden okudun?” dedi. Bende kimlerden olduğumu anlatınca “Peki, ne olacaksınız?” dedi. Ben ise “İslâmî ilimleri tahsil ediyoruz, başka bir düşüncemiz yok” deyince, “Olamaz! Bu milletin size ihtiyacı var; muhakkak bir vazife almalısınız” dedi ve sordu, “Diplomanız var mı?” Öğrenmek istediği ilkokul diplomasıydı. Ben “Bir kısmımızın varsa da arkadaşların çoğunun diploması yoktur” dedim. “Olmaz evladım, şimdi diploması olmayanlara hiçbir sahada vazife vermiyorlar. Evladım, benim adım Mahir İz, İstanbul İmam-Hatip müdürüyüm. Senden, bu arkadaşlarınızın isim listesini hazırlayıp bana getirmeni rica ediyorum. Ben İlim Yayma Cemiyeti’yle görüşeceğim; sizlerin diploma almanız için bir kurs açmamız lazım” dedi. Ben kırk beş kişilik listeyi ertesi gün kendilerine takdim ettim. Kısa bir müddet sonra İlim Yayma Cemiyeti, bugün Vefa’daki talebe yurdunun yerinde bulunan eski İmam-Hatip binasında Tekâmül Kursu adıyla bir kurs açtı. Dışarda Arapça ve İslâmî ilimler tahsil eden birçok arkadaş, bu kursa devam ederek orta ve lise imtihanına okul dışından girerek diploma aldılar. Çok verimli olan bu kurs sayesinde, çoğu Diyanet İşleri’nde olmak üzere, avukat, hâkim, öğretmen, öğretim üyesi ve parlamenter olan arkadaşlarımızın sayısı hayli yüksektir. Şayet Mahir Bey’le karşılaşmamış olsaydık ve o muhterem insan bize kılavuzluk yapmamış olsaydı bu kadar insanın başarısından söz edilmez ve ben Mahmut Kaya olarak İslam felsefesi alanında profesör olamazdım. Demek ki Cenâb-ı Hak kulu kula sebep yapıyor, her halde cennet de böyle kazanılıyor. Sonraki yıllarda Mahir Bey’i yakından tanıma imkânım oldu ve sekiz yıl sohbetlerine katıldım. On beş günde bir yapılan sohbet toplantıları, kışın bazen Erenköy Galip Paşa Camii müştemilatında, bazen de İstasyon Camii
yanındaki Kur’an Kursu’nda; yazın ise bazen Emirgan’da Arnavutköy akıntı burnundaki II. Mahmut tarafından yaptırılan caminin önünde, bazen Yahya Efendi Dergâhı müştemilatında düzenlenirdi. Bilindiği üzere sohbet toplantılarının belli bir konusu olmaz. Ancak, söze başlayınca zuhurat kabilinden çeşitli meseleler gündeme gelir, soru soranlar olur; artık üstadımız açıldıkça açılır. Doğrusu ben öteden beri şiire ve edebiyata olan merakım dolayısıyla bu toplantılara katılmaya başladımsa da sonradan işin rengi değişti. Çünkü Mahir Bey’in babası ulemadan bir zat olup Medine-i Münevvere kadılığı yapmış, çevresi çok geniş muhterem bir âlim. Bu vesile ile Mahir Bey devrin Osmanlı ulemasını, meşâyıhını, edip ve şairlerini yakından tanımış; ayrıca siyaset adamlarını, birçoğunun özelliklerini, saray çevresinde olup bitenler hakkında müşahede ve malumat sahibi idi. Dahası merhum Mehmet Akif’in talebesi ve dostu olduğundan, yakın siyasi tarihimizdeki gelişmeleri günbegün yaşamış ve koca bir imparatorluğun çöküşüne beraber ağlamışlardı. Ayrıca Ankara’da Birinci Meclis’te zabit kâtipliği yaptığı için o hengâmedeki ayak oyunları hakkında ilk elden bilgi sahibiydi. Uzun yıllar ortaokul ve liselerde muallimlik ve müdürlük yaptığından yeni kurulan devletin uyguladığı eğitim politikalarının tahlilini ondan dinlemek başlıca zevkti. Mahir hocamızın başlıca hususiyetlerini şöyle ifade edebilirim: • Her şeyden önce kâmil bir üstat, çok iyi bir muallimdi. Mezar taşına sadece “Muallim Mahir İz” yazılmasını vasiyet etmişti. • Şairdi ve Servet-i Funûn edebiyatı vâdisinde şiirler yazmış ve sonrasın şiiri bırakmıştı. Fakat şiir okuyuşu coşkun ve olağanüstüydü. • Düşmanı yoktu ama düşmanının arkasından bile konuşmazdı. Ağzından kimseyi incitecek bir söz çıktığına ben şahit olmadım. • Arapça ve Farsça’yı iyi bilir, bu dillerde şiir yazan büyük şairlerin divanlarını tanımış ve özümsemişti. • Bir öğrencide birazcık kabiliyet görse, onun elinden tutar, yönlendirir ve takip ederdi. • Eleştiriye açıktı ve bundan gocunmaz, aksine zevkle dinler ve teşekkür ederdi. • Her ay aldığı maaşın %10’nu zekât ve sadaka niyetiyle ayırır, bizlere de bunu tavsiye ederdi • 1974’te vefat ettiğinde cenazesine giderken arabadan şu beyti mırıldandım: Âh, bezm-i irfanı matem bürüdü Dediler Mahir Bey Hakk’a yürüdü Ruhu şad olsun. 47
Ş ehir
NEVZUHUR
BİR ŞEHİR ÖYKÜSÜ
“İstanbul’un yeni ilçelerinden olan Beylikdüzü adeta yeni keşfedilmiş bir kıta gibi öyküsüne yabancı olduğumuz bir yer. Çünkü öykünün kahramanları topyekün terk etmiştir buraları. Başkaları gelmiş, başkaları başka manalar yüklemiş, sonra zamanın eli değip değiştirmiştir…” Hulusi ÜSTÜN
ekiz bin yıllık geçmişinden haberdar olduğumuz İstanbul, sadece tarihi yarım adası ile değil, genişleyip geliştikçe içine aldığı köyleri, vadileri ve tepeleriyle de birbirine bağlı öykülerin mekânıdır aslında. İki kıtanın birbirine el uzattığı yere kurulu bu şehrin coğrafyası gibi tarihinde var olan şiirsellik şehrin çevresine kurulu her köy ve kasabada hissedilir. İstanbul’un yeni ilçelerinden olan Beylikdüzü adeta yeni keşfedilmiş bir kıta gibi öyküsüne yabancı olduğumuz bir yer. Çünkü öykünün kahramanları topyekün terk etmiştir buraları. Başkaları gelmiş, başkaları başka manalar yüklemiş, sonra zamanın eli değip değiştirmiştir. Oysa Büyük ve Küçük Çekmece gölleri arasında kalan bu coğrafyanın öyküsü, savunmaya elverişli konumu, denize çıkışı sağlayan gizli limanları ve bereketli topraklarından ötürü muhtemelen İstanbul ile başlar. Bu coğrafyayı ilk şenlendirenler İstanbul’un ilk sakinleri sayılan Yarımburgaz Mağarası’ndakilerin akrabaları olmalıdır. İlk kez taşı üst üste koyan, ilk kez köy oluşturan da onlar. Bilinen o ki Balkanların doğu ucuna adını vermiş ve yaşadıkları bölgelerde ciddi tarihi izler bırakmış olan Trak kabilelerinin yerleşim alanlarından biridir Beylikdüzü. Bölgedeki en eski yerleşim yerlerinden birisinin adı seksen yıl öncesine kadar Trakatya’dır ki bu ad bölgenin ilk sakinlerine de işaret etmektedir. Yine şüphesiz Trakatya ve Trakya sözcükleri aynı etimolojik kökten gelmektedir. Bölgenin doğası son derece güzel, korunaklı, bereketlidir. Çatalca içlerine yağan yağmur suyunu denize taşıyan bir dereye ve zengin su kaynaklarına sahiptir. Bölgede karın en fazla yağdığı, kuzey rüzgârlarının en fazla hissedildiği, rakımın en yüksek olduğu yerdir. Bununla birlikte ciddi bir tektonik zemine sahip olduğundan yerleşim yerleri büyüyememiş, köyler kasabaya, kasabalar şehre dönüşememiştir. Tarihi yarımada ile kıyaslandığında en büyük şanssızlığı budur Beylikdüzü’nün. Bu nedenle bölgede kadim çağlardan beri var olan Anarkha (1) Trakatya ve Gardan adlı yerleşim yerleri mütevazı balıkçı köyleri olarak kalmıştır. Roma’nın altın çağlarında bile bölgedeki köylere ilişkin ayrıntılı tarihi kayıtlara rastlanamaz çünkü İstanbul’un batıya açılan kapılarından Balkan içlerine uzanan yollar Çekmece Göllerinin kuzeyinden geçmekte idi ve bu bölge yüksek konumu, derin vadileri ve sık ormanları yüzünden güvenlikli değildi. Adeta kıyıda unutulmuş üç balıkçı köyü vardı sadece. Kendi kendine yeten, sakin fakat İstanbul’a en yakın liman noktalarını barındıran kanunsuz üç köy…
sayı//6// ocak
48
Bölgenin Türklerle ilk karşılaşması Sultan Orhan zamanına denk gelir. Orhan ile İmparator Kantakuzen’in kızı ile Selimbria’da (Silivri) nişanlanır. Bunun öncesinde Osmanlılar otuz altı gemi ve tekneden oluşan filo ile Selimbria İstanbul arasındaki balıkçı köylerini vurur. Athira ( Büyükçekmece), Epivates ( Selimpaşa) ve Anarkha ( Gürpınar) bu baskınlar sırasında ciddi zarar görürse de yerli halk baskıncılara direnir. Osmanlılar ancak üç gemi kurtararak dönerler karşı kıyıya. İstanbul’u kuşatmak üzere Edirne üzerinden yola çıkan Osmanlı ordusu da Çekmece göllerinin kuzeyinden geçtiği için Fethin olduğu günlerde bu bölgede nelerin yaşandığına dair ayrıntılı bilgi yoktur. İstanbul’un Türklerin eline geçmesi, Bizans’ın tarihe karışması bile bu üç balıkçı köyünü ciddi bir şekilde etkilemez. Onlar yine bildikleri gibi yaşarlar. Anarkha’ya Trakya’da Gacal adı verilen Türkmenler yerleşirse de nüfus büyük ölçüde yerli halktan oluşur. XVII. Yüzyılda Trakatia köyünün arazileri Babüssaade Ağası Yakup Ağa (2) tarafından vakfedilip Yakup Ağa’nın adına bir camii inşa edilir. Bu imar çalışmasına rağmen köy içinde Müslim yerleşimi sembolik sayıda kalır. Ancak civar çiftliklerde çalışan ve çoğu Arnavut olan Müslümanlar tarafından şenlendirilir bu camii. Gardan adlı köy ise tamamen homojen bir Rum yerleşimi olarak varlığını sürdürür. Osmanlı döneminde bölge, Saray’a yakınlığı ve verimli toprakları sebebiyle Osmanlı Aristokrasisinin sayfiye yerleri olarak kullanılır. Özellikle havadar konumu sebebiyle kır ve av
köşkleri inşa edilir. Birçok devlet adamları bölgede çiftlikler edinirler. Gayrimüslim nüfusun yaşadığı her yerde olduğu gibi bu bölgede tarım arazileri çeşitli vakıflara tahsis edilir. Bununla birlikte yine de kanunsuzların barınmasına engel olunamaz. Mimar Sinan tarafından Kanuni döneminde hem Büyükçekmece’de hem de Haramidere’de inşa edilen köprülerle İstanbul Edirne yolunun bu güzergâhtan işlemesi sağlanmaya çalışılmışsa da bu yol uzun süre tercih edilmemiştir. Orman içlerinde ve vadilerde mesken tutan küçük çeteler İstanbul’a giden yolcuları, posta tatarlarını hatta İstanbul’a doğru yola çıkmış gemileri çevirip yağmalarlar. Bu çete ve korsanlardan İstanbul’a yolu düşen Avrupalı seyyahların anılarında bahsedilmektedir. Bundan dolayı bölgedeki tek akarsuyun geçtiği vadi Haramidere olarak anılır.
Bölgenin Türklerle ilk karşılaşması Sultan Orhan zamanına denk gelir. Orhan ile İmparator Kantakuzen’in kızı ile Selimbria’da (Silivri) nişanlanır.
Osmanlı dönemi boyunca Trakatya, Gardan ve Anarkha iskelelerinin İstanbul’un gümrüksüz limanları olduğu ve kaçak ticaretin buralardan döndüğüne dair arşiv kayıtları mevcuttur. Özellikle Osmanlı’da tütün ticaretinin gümrüğe bağlandığı dönemden itibaren bölge kaçak tütün ticaretinin merkezi olur. Bugünkü İhlas Marmara 1’i içine alan ve kum iskelesine kadar uzanan Angurya adlı bölge Osmanlı Sadrazamlarından Reşit Paşa Çiftliğidir. Bunun dışında irili ufaklı çiftliklerin olduğu bölge tamamen tarım arazisidir. Ne Osmanlı Rus Savaşında, ne Bulgar Ordusunun Çatalca içlerine dayandığı Balkan Harbinde bu bölgede yaşanılanlardan haberdar değiliz. Eldeki arşiv bilgileri, çocuk hastalıkları salgınlarına, kilise tamirine, kaçakçılık haberlerine ilişkin küçük notlardan ibaret…
49
Ş ehir
göçmenler arasında ne Rumca, ne Pomakça iletişim dili olarak kullanılmaz. 1950’lı yılların sonunda Gürpınar 350, Yakuplu 80, Kavaklı 50 hanelik yerleşim yerleridir. Göçmenler ağırlıkla sebze tarımı yapmakta ve ürünlerini İstanbul’da satmaktadır. Demokrat parti Milletvekillerinden Enver Adakan’ın siyasetten ayrıldıktan sonra Modern tarım ve üretim tekniklerini geliştirme projesi çerçevesinde bölgede kurduğu 450.000 ağaçtan oluşan orman üç küçük tarım köyünün geleceğini etkileyen bir proje olur. Bölgedeki çiftlik arazilerinin satılması ile 1980’li yılların sonundan itibaren toplu konutlar inşa edilmeye başlanır ve yirmi yıl gibi kısa bir sürede bölgenin nüfusu yüzlerce kat artar.
1924’te yaşanan Mübadele bölgenin kaderini topyekûn değiştirir. İstanbul şehir merkezi dışında yaşayan tüm Rumlar gibi Anarkha, Trakatya ve Gardan köylerinde yaşayan Rumlar da üç bin yıllık köylerini, balıkçı iskelelerini, derme çatma evlerini bırakıp Yunanistan’a giderler. Sınırın öte tarafında da aynı acıyı yaşayan, yüz yıldır eksile eksile var olma mücadelesi veren Türkler camilerini, mezarlıklarını, evlerini bırakıp Selanik limanından Türkiye’ye doğru yola çıkarlar. O zamanki adı Kalikratya olan Mimarsinan Limanı, Mübadillerin önemli duraklarındandır. Rumlar bu limandan ayrılır, Müslümanlar bu limandan toprağa ayak basar. Anarkha, Gardan ve Trakatya, mübadillerin iskânı esnasında bile ciddi bir şekilde hesaba katılmaz. Düzenli bir yerleşim sağlanamaz. Orta Yunanistan’daki Nasliç ve Grebne şehirlerine bağlı dağ köylerinde de yaşayan ve daha çok ormancılıkla geçinen Patriyotlar, (3) Yunanistan ile Bulgaristan arasında kalan dağlık bölgede hayvancılık yaparak geçimini sağlayan Pomaklar, Balkan şehirlerinin varoşlarında oturan Müslüman Romanlarla birlikte bu üç kıyı köyüne silkeleniverir. Patriyotlar iletişim dili olarak Rumca konuşmaktadır, Pomaklar kendilerine mahsus bir Slav diyalekti olan Pomakça ile anlaşmaktadır. Bu iki grup arasında Türkçe bilmeyenler mevcuttur. Romanlar ise Türkçe bilmekle birlikte Romanca kullanmaktadır. Bu üç göçmen grubu, geride bıraktıkları vatanlarından daha güzel bir coğrafyaya yerleşmiş olmanın gayreti ile kısa sürede yeni hayatlarını kurarlar. Rumlardan kalan evler göçmenler arasında dağıtılır, kiliseler camiye çevrilir. Anarkha adı önce Anarşa, sonra Gürpınar’a evrilir. Gardan Kavaklı, Trakatya ise Yakuplu olur. Yeni gelen göçmenler Balkanlarda kalan yurtlarına ilişkin hatıraları adeta yeni kuşaklardan saklayarak onların bölgeye entegre olmalarını sağlarlar. Öyle ki ikinci nesilden sonra
sayı//6// ocak
50
Mart 2008 seçimlerinin ardından Yakuplu ve Gürpınar beldelerinin ilhak edilmesi sureti ile ilçe statüsüne kavuşan Beylikdüzü şimdilerde dev iş merkezleri ve görkemli siteleri ile uydu kent görünümünde. Tarım yapılan arazi kalmadığından sanayi ve ticaret temelli bir hayatın geliştiği ilçe, İstanbul’un birçok yerine kıyasla yeşili bol, havası temiz, sakin ve rahat bir ilçe olarak tanınıyor. Bölgenin eski halini az çok bilen bizler için ise Beylikdüzü, canı sıkılmış bir büyücünün gadrine uğrayıp şekil değiştiren bir cennet köşesi olarak şaşkınlık uyandırıyor Anarkha ya da Anarşa: Osmanlı kayıtlarında iki şekli ile de var olan bu ismin yazılışındaki farklılık Rumca’da var olan H sesinin Türk dilinde Ş’ye dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Yakup Ağa: Osmanlı sicillerinde Babüssaade ağası ünvanıyla kayıtlı olan ve Yakup Ağa olarak tanınan birden fazla kişi vardır. Trakatya’da vakıf sahibi olan Yakup Ağa, aynı zamanda Haramidere’de bulunan Kapuağası köprünün de banisidir. O halde anılan kişinin Mimar Sinan’ın çağdaşı olması gerekir. Bu mantıktan yola çıktığımızda Yakup adını taşıyan iki Babüssaade ağasına ulaşıyoruz. İkisi de Eski Sarayda yetişmiş olan Ağalardan biri 1566 yılında vefat etmiştir, kabrinin nerede olduğu bilinmemektedir. Diğeri Eyüp Otakçılarda medfun bulunan ve 1547 tarihinde vefat eylemiş olan Kınık Yakup Ağa’dır. Eski Saraydaki ağa Mescidi, Samatya ve Tophane’de bulunan Ağa Hamamları bu şahsın hayratındandır. Patriyotlar: Orta Yunanistan’da yer alan Manastır Sancağına bağlı Nasliç, Grebne ve Kozana illerine bağlı yüz elli kadar dağ köyünde yaşayan Müslim topluluğun bölgedeki diğer Müslümanlardan kendilerini ayırmak için kullandıkları ad. Bu topluluk hem kendi aralarında iletişim dili olarak Rumca kullanmaları, hem de İslam’ın Bektaşi ekolüne bağlı olmaları yönüyle bölgede yaşayan Arnavut, Goralı, Yörük, Torbeş, Pomak, Tatar ve Türkmen gruplardan ayrılırlar.
Müşteri Alibey’in köyüne daha varmadan, Ters-düz edilmiş ceketler gibi Eyüp, Bütün düğmeleri sola geçmiş, dirsekleri eprimiş, utanmış, önüne bakar.
Beride tespihçiler, fesçiler, vitrin bakıcıları, koku satıcıları, Kaflar, nun’lar, açık-kapalı hatunlar
Önünde Haliç, yamacında kayınpederim yatar.
Hepsi bir şeyle meşgul, akıl-sır ermez, Başlarından aşkın işleri, Hâsılı bir pazar kurulmuş orta bir yere,
Kabir taşları yorgun ve ihtiyar, Önlerinde çimen yeşili seccadeleri, Gecenin hüznünü kurutuyorlar. Kiminin gidişi üç-beş yaşındayken, yani çok erken, Onların acelesi neydi bilinmez, Daha adını bile bilmezken.
Herkes kendi pazarında kendisine müşteri…
Kâmil UĞURLU 51
Ş ehir
ŞİİR GİBİ ŞEHİR:
MARDİN
Mardin için söylenen meşhur bir söz vardır: “Gündüzü seyranlık gecesi gerdanlık” diye; el-hak doğrudur. El-hak bir başka doğru daha vardır: Mardin seksen bir ilin gerdanlığıdır.
Fahri TUNA Fotoğraflar: Servet SEZGİN
asal şehir. Yok hayır rüyâ şehir. Daha doğrusu: Masallardaki rüyâ, rüyâlardaki masal şehir. Zümrüd-ü Ankâ örneği, yirmi dört medeniyette, her seferinde yeni bir ruh ve güzellikle “yeniden dirilen” şehir. Şehir Medine’dir evet; İstanbul’dur evet; -unutmayın- bir de Mardin’dir. Ve, “dünya başkenti İstanbul”la yarışabilecek, “İstanbul’la boy ölçüşebilecek”, “İstanbul’dan geri kalmayacak” bir şehir varsa bu ülkede, -biliniz ki- o şehrin adı tartışmasız Mardin’dir; Ulucami Süleymaniye’dir, Şeyh Çabuk Eyüp, Şehidiye Sultanahmet’tir, Latifiye Yenicami, Sultanmelik Fatih’tir Tuğmaner Beyazıt, Deyrul-Zaferan Manastırı da Ayasofya’dır. HUZUR VE SÜKÛN YURDU “İyi ama boğazı yok Mardin’in” dediğinizi duyar gibiyim; var vallahi; seksen üç bin dört yüz Mardinli de biliyor ve görüyor ki Mardin’de deniz vardır, hatta boğaz hatta hatta Boğaz Köprüsü vardır; -Mardin’i bir vesile ile ziyaret eden her Allah’ın kulu da bunu görmüştür, bilmiştir ve itiraf eder ki – Mardinliler bahar ve yaz gecelerinde damdaki “tahtlarına kurulur” denizi ve boğazı seyrederler; “bin yıldızlı palaslarda uyumak” da dahildir buna; ama o ne saadettir, o ne sultanlıktır, o ne huzur ve sükundur ya Rabbi!.. MARDİN’DE DENİZ VAR MI? Rivayet bu ya: Günün birinde İstanbul kızı Zeynep âşık olur bizim Mardinli Şeyhmus’a, Şeyhmus da ona. Zeyno’nun bir şartı vardır yalnız: “- Şeyhmus der, ben İstanbul kızıyım, denizsiz, boğazsız, köprüsüz yaşayamam! İstanbul’da yaşayalım biz.” Bizim Şeyhmus aşağıya kalır mı? “Merak etme sen Zeyno’m; bizim Mardin’de denizin de boğazın da köprünün de âlâsı vardır”; kız işletildiğini düşünerek inanmaz önceleri, oğlan “yemin billah” edince yumuşar Zeyno, ama bir şartı vardır: “Görürsem denizi, basarsın nikâhı!” Yola çıkılır… Akşam saatlerinde Kaşiyari Dağları yamacına yaslanmış Mardin’e ulaşılır. Şeyhmus gösterir Zeynep’e: “İşte boğaz, işte Marmara, işte Büyükada, işte Burgazadası, işte Kınalıada. Bak şu ışıklar da boğazda gezinen vapurlar. Şu gördüğün de Boğaz Köprümüz. İnandın mı şimdi bana güzeller güzeli Zeyno’m?” Kız gözleriyle görmüştür artık, kalbi mutmaindir: “- Evet, inandım iman ettim, meğer Mardin’de deniz varmış” der. Nikâh, zifaf, gerdek derken sabah olur. Aaaaa o da ne; Zeynep bir uyanır ki
sayı//6// ocak
52
“deniz”in yerinde yeller esmektedir, karşısında yemyeşil bir ova vardır; öfkeyle bağırır: “Şeyhmusssss, nerede benim denizim?” Şeyhmus sakin sakin cevaplar: “Gözümün nuru, akşam sen kendi gözlerinle görmedin mi denizi? Sabah sular çekilmişse ben ne yapabilirim?” Masalımızın finâlini merak ettiniz değil mi: Zeynep öyle bir dua eder ki, o gün bugün deniz, boğazı ve köprüsünü de yanına alıp her akşam Mardin’i, Mardinlileri ziyarete gelir olmuş, gün aydınlanıncaya dek oyalanarak üstelik. Hiç abartmadan söylüyorum; Ortaçağ şatolarını andıran nefis mimarisi, gizemli abbaralı-tünelli sokakları, insanın içini çocukluğunun bayram sevinçlerine benzer duygularla donatan iklimi ile ‘Bin bir Gece Masalları’nın hâlâ her gece yaşandığı, yaşanıldığı, yaşatıldığı şehrin adıdır Mardin. HOŞGÖRÜ ŞEHRİ Lugattaki “hoşgörü” kelimesi sanki Mardin’i tanımlamak için yazılmıştır: Yezidi’si, Süryani’si, Ermeni’si, Müslüman’ı, Arap’ı, Kürt’ü, Türk’ü; omuz omuza, gönül gönüle; aynı sokakta aynı okulda aynı kurumda yaşar giderler. Pers/Fars imparatoru Daryus’un iki bin beş yüz yıllık muhteşem şehri Dara, büyük oranda ayaktadır bugün. Agorasıyla, surlarıyla, köprüleriyle ülkemize bin bir güzellik katmaktadır. Zinciriye / Kasımiye Medresesi, Deyr’ul-Zaferan / Kırklar Kilisesi “hepsinin”dir, “hepsine”dir, “hepsi”dir artık. Mâ’kili yazı tek başına Artuklu’dur; Artuklu tek başına Mardin’dir; Mardin tek başına Ulucami’dir. ‘’MARDİN KAPI ŞEN OLUR’’ “Mardin kapı şen olur” bir Diyarbakır türküsüdür elbet; ama şu iyi bilinmelidir: Mardin bütün gönül kapılarını şen eden bir şehrin adıdır. Muhabbeti de doyumsuzdur Mardin’in; kaburga dolması, sembuseki, ıroku, zindanı eşliğinde. Tıpkı Mardin’in abbaralı gecelerine doyulamadığı gibi. Mardin için söylenen meşhur bir söz vardır: “Gündüzü seyranlık gecesi gerdanlık” diye; el-hak doğrudur. El-hak bir başka doğru daha vardır: Mardin seksen bir ilin gerdanlığıdır. Taşın dile geldiği; taşın söz olduğu, şiir olduğu, hayat olduğu şehirdir Mardin. Mardin; şiir gibi şehir. Hatta şiir şehir. 53
Ş ehir
ısır’ı nasıl Nil’siz düşünmek mümkün değilse, İstanbul’u da Haliç’siz düşünmek mümkün değildir. 8000 yıllık tarihi boyunca üç büyük (Roma, Bizans ve Osmanlı) imparatorluğa payitahtlık yapan İstanbul, özellikle yarımadasındaki kadîm ticaret merkezleri ni, dünyanın dört bir yanından gelenlere sergilemeye devam ediyor.
İSTANBUL’UN YAŞAYAN EKONOMİSİ;
HANLAR Hanlar; vakfiyeleri ayakta tutan en önemli unsurlar olmanın yanında, mimarî özellikleri, içindeki tacirleri, sarrafları, ticaret erbabları ve meslekleri ile hayatın merkezine giden en kalabalık uğrak yerleri olmuş. Sabri GÜLTEKİN
Gecekondular, alışveriş merkezleri, plazalar ve rezidansların; tarihi eserleri ve buralarda yaşayan kültürü yok etme kavgası her gün biraz daha kızışıyor. Bu yaşanan olumsuzlukların ana sebebi tabii ki, yeni ev sahiplerinin savruk fikirlere teslim olmalarından kaynaklanıyor. Fakat bu şehir biliyor ki, her şey aslına rücû edecek ve kendini hak edecek sahipleri tekrar gelecek. Doğu ve batıya dair en güçlü medeniyetlerin izlerini kendisinde toplayan İstanbul, bu özelliğiyle dinî, tarihî, mimarî, ticarî ve kültürel motifleri anaç bir şehir olarak tozlanmayan raflarında barındırıyor. İnsanların, bu şehri ağzı açık izlemelerindeki en önemli faktör, beldenin “açık hava müzesi”nde barındırdığı eşsiz zenginliklerinden kaynaklanıyor. Özellikle yarımadadaki; saraylar, cami ve külliyeler, kiliseler, çeşmeler, hamamlar ve hanlar. Evet hanlar bile... Dilerseniz diğer zenginliklerimizi bir kenara bırakıp, sadece İstanbul’un “hanlar tarihi”ni ele alalım. Osmanlı’nın mimarî anlayışına uygun olarak 18. ve 19. yüzyılda inşa edilen hanların büyük bir bölümü, asliyetinden uzak ve virane bir şekilde günümüze ulaşmayı başarmış. Ve bu hanların çoğu “tarihî yarımada”yı gerdanlıktaki inciler gibi süslemekte. Evet, İstanbul’un modern semtlerinde yükselmeye devam eden plazalara, rezidanslara, alışveriş merkezlerine rağmen hâlâ onlar İstanbul’un süsü... Ticaretin atardamarları... Bunu iyi anlayabilmek için bu atardamarları arşınlayıp Kapalıçarşı’dan Mahmutpaşa’ya, Perşembe Pazarı’ndan Karaköy’e doğru biraz yürümek gerekir. Sultan Fatih döneminden itibaren yapılmaya başlanan hanların bugün dahi aktif durumunu devam ettirmesi ekonominin can damarlarını teşkil etmelerindendir. Hanlar; vakfiyeleri ayakta tutan en önemli unsurlar olmanın yanında, mimarî özellikleri, içindeki tacirleri, sarrafları, ticaret erbapları ve meslekleri ile hayatın merkezine giden en kalabalık uğrak yerleri olmuş. Her gün sokaklarından geçtiğimiz, isimlerinden bîhaber olduğumuz yüzlerce tarihî han; Belki meslek gurupları değişmiş, belki sanatkârlar yerini makinalaşmaya bırakmış, bu hanların cefakar kişileri ise hamalları ve
sayı//6// ocak
54
hamal gurupları…han odalarındaki küçük pencerelerinden giren loş ışıklar…Öyle gizemli bir dünya ki... Âşık Veysel bir şiirinde: “Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece İki kapılı handayım, Gidiyorum gündüz gece...” diyerek, ana rahmi ve dünyayı hana benzetmiş. Hanların bu anlamda hem insanlığın hem de “medeniyetlerin hafızası” olduğu bir gerçek olarak gözümüzün önünde durmakta. İşte bugün fark edemeden yanından geçip gittiğimiz bu hanların bir çoğunun yapımı İstanbul’un fethinden başlayıp, 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiş. Bugün bu hanların bazıları Turizme hizmet etmek için Otel olmaya başladı, Sirkecideki Vakıf han gibi.
yazmaya devam etmiş. Burada terle yoğrulan emek; Almanya’ya, Rusya’ya, Fransa’ya ulaşmış. Ticaretin zirve yaptığı bu dönemde İstanbul’un hanları altın yıllarını yaşamış. 19. yüzyıla gelindiğinde, her alanda olduğu gibi İstanbul hanları da duraklama devrine girmiş. Bu yüzyılın sonuna doğru ticaret hanları birer birer işyeri merkezlerine dönüşmüş. Bu dönüşümle birlikte ticaret hanları; yeni ev sahipleri olan esnaf ve zenaatkâr kesimin ismini almış. Çuhacı Han, Pastırmacı Han, Astarcı Han, İplikçi Han, Sabuncu Han bunlara en önemli örneklerdir. Yüzyıllardır ticaretin merkezi olan İstanbul ticari hareketliliğini muhafaza ederken, Hanlar kendi bölgelerinde meslek değişikliğine uğradı veya Turizm amaçlı kullanılmaya başlandı.
14. yüzyılın başlarında İstanbul’u ziyaret eden Faslı seyyah İbn-i Battuta tarihe şu kayıtları düşmüş: “Kapalıçarşı’nın olduğu bölgede her zenaat erbabının kendilerine mahsus yerleri var. Çarşının kapıları geceleri kapatılıyor. Türkler tarafından inşa edilen mekânlarla bu bölge; Haliç kıyılarına kadar yayılmış ve “Hanlar Bölgesi”ni oluşturmuş...” 16. yüzyılda Rüstem Paşa Külliyesi bünyesindeki hanlar ve bunların tam karşı kıyısındaki Kurşunlu Han; Haliç’in her iki kıyısındaki ticaret yoğunluğunu arttırmış. II. Beyazıt döneminde İstanbul büyük bir ticari şehir niteliğini kazanırken, şehrin ticaret bölgesi UnkapanıSirkeci arasında gelişmiş. 17. yüzyılda özellikle Eminönü-Beyazıt arasında inşa edilen hanlar, hem üretime yönelikmiş, hem de bekarlara barınakmış. Kanuni Sultan Süleyman devrinden günümüze Süleymaniye, Rüstem Paşa, Burmalı ve Küçük Çukur Han gibi külliye ve Leblebici, Büyük Çorapçı, Büyük Şişeci, Balkapanı ve Kurşunlu Han gibi ticaret hanları ulaşabilmiş. Kapalıçarşı ve çevresindeki hanların bugünkü görüntüsü 17. yüzyılın sonlarına doğru oluşmaya başlamış. Bu dönemden günümüze ancak Büyük Valide Han, Vezir Han ve Yelkenciler Hanı gelebilmiştir. 18. yüzyıl, ticaret hanlarının en önemli örneklerinin inşa edildiği ve han mimarisinin gelişimini tamamladığı dönemdir. Üç katlı hanlar bu devre aittir. Doğurganlığından asla vazgeçmeyen İstanbul; yarımadada durulurken, Galata’da hanlar tarihini 55
Ş ehir
sküp, atalarımın ve de özellikle rahmetli annemin vatanı, adı anıldığında beni heyecanlandıran sevgili şehir. 1981 yılında tanıştığım, kapıkule dışındaki ilk sevgili şehrim…
(EVLÂD-I FATİHÂN )
ÜSKÜP
“Üsküp! Beni zor durumda bırakıyorsun. “Ya ben, Ya İstanbul” sorusunu sakın sorma bana. O soruyu sorup, kalbimin derinliklerindeki gizemli hisleri bozma. Senden uzakta olsam da, inan ki kalbimin bir köşesi daima sana ait.”
Yıldırım AĞANOĞLU
Çok değil, Üsküp 1912’de elimizden çıktıktan 22 sene sonra, annem Leman Ağanoğlu 1934’te Üsküp’te dünyaya gelmiş. Yani dedelerim ve anneannem Osmanlı vatandaşı olarak yaşamış. Annemi çok severdim her çocuk gibi. Ancak aramızda başka bir bağlılık daha vardı. Bana çok güvenirdi, okumamı, büyük adam olmamı isterdi. Rahmetli babamın kendisine yaşatma imkânı bulamadığı bazı şeyleri benden beklerdi. Genç yaşta 1999 da kaybettim annemi, çok fazla görüşemedik bence, daha birlikte yapacak çok şeyimiz vardı. Annevatan Üsküp’ten, anavatan Türkiye’ye geliş sürecinde bana Üsküp’ü hatırlatacak birinci derece yakınım yok artık. Ancak Üsküp’ü unuttum mu? Hiç unutabilir miyim? Asla, hiç aklımdan çıkmıyor desem, abartmış olmam. Üsküp’ü gören, orada yaşayan, orada soluklanan bir kişinin; her noktasıyla bizden izler taşıyan bu şehri unutması mümkün değildir. 2008 yılında yayınlanan Üsküp Kitabı’na başlarken adeta bir sevgiliye mektup yazıyormuşçasına, ona karşı olan hislerimi, hakkındaki düşüncelerimi aktarmak, sevgiliye hitap etmek gibi bir duygu seli yaşamıştım. Kolay mı sevdalanmak, sevdiğine kendini ifade edebilmek? Benim sevgili şehrim Üsküp’ün, İstanbul’dan 61 yıl önce fethedildiğini, orada inşa edilen birçok cami ve eserin İstanbul’un en eski camilerinden bile daha eski olduğunu biliyor musunuz? Üsküp 520, İstanbul ise 469 sene Osmanlı Devleti’nin idaresinde kalmıştır. İstanbul şehrinin Fetihten sonra Türkleştirilmesi için Anadoludan ve Balkanlardan getirilen ahali guruplarından Üsküplüler Unkapanı ile Cibali arasına yerleştirilmişlerdir. Biz gene Üsküp’e dönelim. Şu an özel bir uçak var Üsküp’e, pasaportunu kap gel deseler; İstanbul’un her zaman süre gelen o trafik sıkışıklığında bile, neredeyse kanatlanıp, uçarak giderim havalimanına. Ne de olsa bir sevgiliye kavuşmanın verdiği heyecanı yaşatır, Üsküp’e ulaşabilmek. Ah Üsküp, ah Üsküp! Hasretini çekmek kolay değil. Sana kavuşunca da, senden ayrılmak çok zor. Sen anne vatanımsın, İstanbul da benim doğduğum vatanım. Yahya Kemal’in o güzel “Kaybolan Şehir” şiirinde dediği gibi; “Çok sürse ayrılık aradan geçse çok sene Biz sende olmasak bile sen bizdesin gene!”
sayı//6// ocak
56
ÜÇ LİSAN BİLEN, DOKUZ YAŞINDA BÖREK YAPAN KIZ ÇOCUĞU Annem Leman Ağanoğlu, Üsküp şehrinin Dükkâncık Camii yakınlarında, Serova dereciğinin geçtiği mahallede bir evde dünyaya gelmiş. 1930’ların Üsküp’ünde hâkim kültür, hâlâ Osmanlı’dan kaldığı şekliyle devam etmekteydi. Türkçe çarşıdaki ana lisandı. Çarşıda dükkânı olan ya da alışverişe gelen Makedon ve Arnavutların çoğunluğu Türkçe’yi bilmek zorundaydı. İşte bu yüzden, Üsküp’e köylerden göç eden Arnavut aileler evlerinde genellikle Türkçe konuşmaya gayret ediyormuş. Çünkü bu sayede Türk unsurundan gelmeyen bir aileden yetişecek çocuklar bile Üsküp’ün ticari hayatına rahatça atılabiliyorlardı. Türklerle Arnavutlar arasında din birlikteliği dolayısıyla yüzyıllardır oluşan kardeşlik hukuku sebebiyle yapılan evlilikler, günümüzde bile halen çok fazladır. Bundan dolayı birçok evde Türkçe-Arnavutça birlikte konuşulmaktadır. Bir de annem sokağa çıkıp arkadaşlarıyla oynamaya başlayınca Makedonca lisanını da ilave olarak öğrenmişti. Böylece zamanının Üsküp’ünde küçük bir çocuğun en az üç lisan bildiği ortaya çıkıyor. İmrenmemek elde değil! Annemin zamanında çocukların şimdi olduğu gibi oyuncakları pek yoktu. Annem de bu yüzden ya dışarıda arkadaşlarıyla oynuyor, ya da evdeki vaktini annesi ve yengelerinin yanında mutfakta geçiriyormuş. Daha küçük bir çocukken mutfağa giren annem, tuttuğu hamurdan oklava ile açtığı ilk böreğini dokuz yaşındayken yapmış. Küçük Leman, oyun gibi görse de erken yaşta başlayan tecrübe ileriki yıllarda en yüksek konumuna ulaşmıştı. Çünkü evimize gelen akrabalar annemin börek yapması için adeta yalvarır, yemek için ise yarışırlardı. HAFIZ İDRİS EFENDİ’NİN MEKTEBİ Anneme okula gidip gitmediğini sorduğumda “Yok be evladım, biz ancak camide kuran öğrenmeye gitmiştik” diyordu. Aslında demek istediği modern manadaki bir okula gitmediğiydi. Çünkü ben üniversiteyi bitirdikten ve Tarih bölümünde Osmanlıca öğrendikten sonra, Dayımın evinden çıkan annemin Osmanlıca kitaplarını görünce şaşkınlık içinde kalmıştım. Annemin elifba cüzlerinin yanında birtakım Osmanlıca kitapları da vardı ve demek ki bunları ders olarak görmüştü. Benim fakültede gördüğüm Osmanlıca ders fotokopilerini anneme gösterdiğimde, kısa bir alışma devri sonrasında matbu Osmanlıca bir metni rahatlıkla okuyabiliyordu. Annem yedi yaşına gelince kısa bir süre Hafız Ali’nin mektebine devam etmişti. Yerini sorduğumda Büyük Serova’yı geçince bir
caminin yanındaydı, Üst katta erkekler, alt katta kızlar okurmuş. Bu hocaefendinin yanında üç sene kadar okumuşlar. Bu tarih yaklaşık 194445’lere geliyor. Bundan sonra, Tito devletin başına geçince biz okula gidemedik diyordu annem ve Hasbiye Yengem. Bu mektepte Kuran-ı Kerim, Din Dersleri, İlmihal, Tecvid gibi dini içerikli derslerin yanında İdare-i Beytiyye (Ev İdaresi), Eşya Dersleri gibi dünyevi konuların işlendiği dersler de vardı. Kız çocuklarına yazı vermeyip bu Ev idaresi ve Hayat Bilgisi sayılabilecek dersler programa dâhil ediliyordu. Erkek çocuklar ise Ev İdaresi dersi yerine yazı yazmayı öğreniyorlardı. Mektepte Kuran-ı Kerim hatmedildiği zaman ikili sıra öğrenciler başlarında hocaefendi olmak üzere, hatmi bitiren talebenin evine gelirlermiş. Tabii ev halkının daha önceden haberi olduğundan ikram için baklavalar, börekler hazırlanırmış. Hoca talebesine ezberden Fatiha ve Amenerrasulu’yu okuturmuş. Ne kadar güzel bir merasim, ne kadar içten… Bir çocuk için en heyecanlı, kendisini en önemli hissettiği an olsa gerek. Bu hatıradan ortaya çıkan bir başka netice de, Osmanlı yıkıldıktan 20 sene sonra bile Üsküp’te Osmanlı’nın ruhunun çok canlı bir şekilde yaşamasıdır. Yıllar sonra 1986’da annemin Osmanlıca kitaplarına rastlamış olmam 18 yaşında bir genç olan benim için heyecan vericiydi. Osmanlı emanetleri olan annemin kitapları, dayımın evinden, evimize benim aracılığım ile taşındı. Osmanlı kendi yok olsa da, ruhuyla, emanetleriyle, mimari eserleriyle, bizim kulaklarımıza hâlâ bir şeyler fısıldamaya devam ediyordu. Bu sesleri, bir Tarih bölümü öğrencisi olarak en çok da ben duyuyordum. Kader yolumuzu çizmiş; annem Osmanlıca biliyor, oğlu tarih bölümünü kazanıyor, yetmiyor tarih bölümünü bitiren genç; Osmanlı Arşivi’nde çalışmaya başlıyor ve Rumeli Araştırmaları Grup Başkanlığı yapıyor. Bundan sonra neler olacak bilinmez, ama neneden toruna bir gelenek sürüyor, oğlum sanat tarihi okuyor, Osmanlıca öğreniyor ve Üsküp’e seyahat edip çok beğendiğini söylüyor. Bana intikal eden annemin kitaplarının isimlerini, yazarlarını, basıldığı yer, matbaa ve basım tarihini kitabımda ayrıntılarıyla anlattım. Bu kitaplar meraklısına, Krallık Yugoslavyası, II. Dünya Savaşı’ndaki kaos yılları, önce Almanya sonra Bulgaristan’ın Üsküp’ü işgal etmesi ve Sosyalist Yugoslavya dönemi bir şehrin, Osmanlı usulü öğrenim gören son çocuklarının ilkokul eğitimi hakkında bir fikir verecektir. Üsküp’e dair ilk aklımda kalanlar, oradan gelen ve farklı bir Türkçe konuşan akrabalarımdır. Kısaca 57
Ş ehir
anlamıştım ki, Üsküp çok uzaktı ve farklıydı. Gelen insanlar bizim gibi konuşmuyorlardı. İlk duyduğumda çocuk bile olsanız farklılığı hissediyorsunuz. Börek’e bürek, köprü’ye küprü, yapıyor musun yerine yapay mısın vb. kelimeler kullanılıyordu. Bu insanlar konuşma arasında bol miktarda açan, more, mori, pusto, bre gibi kelimeleri de sıklıkla kullanırlardı. YUGOSLAVYA’DAN GELENLER TÜRKÇE BİLEN TURİSTLER MİYDİ? Peki, Yugoslavya’nın bir şehri olan Üsküp’ten gelenler kimlerdi? Yabancı bir ülke, Kril alfabeli bir pasaport taşıyan, ama Türkçe konuşan ve bizim evimizde misafir ettiğimiz insanlar. Bunu anlamam hiç kolay olmadı. Üstelik sınır kapılarında, lokantalarda, dükkânlarda ve cahil halk kesimi arasında bu insanlar hâlâ Türkçe bilen turist zannediliyor. Üsküp’te Makedonlar açısından öteki kabul edilmek, Türkiye’de ise turist zannedilmek! İşte Üsküplülere en ağır gelen, bu cahillik ve bilgisizliktir. Anneme arkası gelmeyen sorular sormaya, aldığım cevapları yavaş yavaş anlamlandırmaya başladım. Meğersem biz muhacir imişiz. Annemler ve babamlar Yugoslavya’dan göç etmek zorunda kalmışlar. Yugoslavya’da Türkler ve diğer Müslümanlar da yaşarmış. Meğer onlar Osmanlı Devleti denen büyük bir mirasın orada bıraktığımız tarihi hatıralarıymış. Eskiden Osmanlı, kalkmış Viyana’ya kadar gitmiş. Gittiği yerleri fethetmiş ve Anadolu’nun değişik yerlerinden insanları Rumeli’nin değişik yerlerine yerleştirmiş. Sonra Osmanlı Devleti yıkılmış, araya sınırlar çekilmiş bizim ailemiz de Üsküp’te kalmış. Dedemler Üsküp’te komünizmin baskı ve zulüm politikaları sebebiyle İstanbul’a göç etmiş. Üstelik bir tanıdığın düzenlediği garanti kâğıdıyla ve serbest göçmen olarak… Yani devletten bir kuruş yardım almadan. Annem geldiğinde 21 yaşındaymış. İşte İstanbul’a; annevatan’dan anavatana göç, muhacirlik ve Üsküp şehrini ilk duyuşumun, Üsküplü akrabalarım ile tanışmamın kısa hikâyesi budur. 12 EYLÜL İHTİLALİNDEN SONRA YURT DIŞINA ÇIKABİLMEK 1981 yılında annemin 27 senelik vatan hasreti bizleri Üsküp’e ulaştırdı. Hazırlıklara devam ettik. Aksaray’da bulunan bir otobüs firmasından biletler alındı. O zamanlar Üsküp otobüsleri Aksaray’dan hareket ederdi. Üsküp’e girmemizle beraber, yüksek minareli camilerle dolu bir şehri görmek benim için çok şaşırtıcı olmuştu. İlk gözlemim, Üsküp’ün Bursa’ya neredeyse birebir benzediğiydi. Akrabalarımızdan Enver Ağabey bizi sayı//6// ocak
58
karşılamıştı. Enver Ağabeyin annesi Mürvet Hala, annemle kardeş çocuklarıydı. Hasret ve gözyaşları dolu kavuşma sahneleri Üsküp’te her akrabaya gittiğimizde aynen yaşanıyordu. Annemi hem bu kadar sevinçli hem de bu kadar fazla ağlarken hiç görmemiştim. 13 yaşında bir çocuk olarak renkli televizyonu ilk defa Üsküp’te görmüştüm. Öncelikli olarak kaldığımız yer bir toplu konut evi idi. Bahçeli ve ağaçlar içindeki binaların garajı vardı, evler asansörlüydü, ancak metrekare olarak fazla büyük değillerdi. Evde Üsküplülerin ifadesiyle “kavuş” yani çekyatı ilk defa görüyordum. 1981 yılında bizde olmayan çekyatın açılıp, içinden katlanabilir yatak çıkması da beni şaşırtan bir başka kolaylıktı. Yine banyoda elektrikli termosifonların bulunması, İstanbul’da yaşamama rağmen, bizim için çok lükstü. Bizler 80’li yıllarda banyoda soba yakarak, kazanında su ısıtarak yıkanırdık. Gittiğimiz ülke Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ydi. Bu yapıda içişlerinde bağımsız olan Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ, Bosna-Hersek ve Makedonya cumhuriyetleri bulunuyordu. Ayrıca Kosova ve Voyvodina bölgeleri de özerk bölgelerdi. Benim gittiğim şehir ise Yugoslavya SFC’ye bağlı içişlerinde özerk bir cumhuriyet olan Makedonya’nın merkezi Üsküp şehriydi. Üsküp nüfus açısından farklı unsurları barındıran bir şehirdi. Vardar nehri, şehri tam ortadan ikiye ayırmaktaydı. Akış istikametine doğru nehrin sol tarafında çoğunlukla Müslümanlar (Türkler, Arnavutlar, Torbeşler vs.) sağ yakasında ise Ortodoks Hristiyan olan Makedonlar yaşamaktaydı. Bu karışık yapı yüzünden, Müslüman halkın kadınlarının birçoğu Üsküp’te sokağa çıkmadan önce manto giyerler ve bir başörtüsü takarlardı. TANEYLE SATILAN BAMYA Annevatanda ilk alışverişe “Bitpazar”a çıktık. Daimi bir pazaryeriydi. Haftanın iki günü büyük pazar kurulurdu. Ancak diğer günlerde de meyve sebze ihtiyacını karşılamak için daha küçük pazarlar alışverişe açıktı. Bu pazarda bana değişik gelen şey bazı sebze isimlerinin Türkiye Türkçesi’nden farklılığıydı. Mesela Üsküplüler domates’e patlıcan; patlıcan’a da kara patlıcan diyorlardı. Yine sofralık zeytin çok kullanılan bir şey değildi. Zeytinyağı’nın Üsküp’teki ismi “zeytin”di. Zeytin’in ismi ise “Zeytin tanesi” idi. Pazarda gördüğüm başka bir tuhaflık İstanbul’da kiloyla satılan bir sebze olan bamyanın beşli-onlu gruplar halinde taneyle satılmasıydı. 1981’de Üsküp’te pahalı olduğundan bamya yemeği tek başına yapılmaz, ancak türlü yemeği içine konulan bir malzeme olarak satın alınırdı.
1981’de Bitpazar’da ve Üsküp Çarşısı’nda Türkçe hâlâ sıklıkla konuşulan bir dildi. Çarşıdaki Makedon esnaf bile Türkçe’yi rahatlıkla anlar ve konuşurdu. Arnavutlar ise zaten Türkler ile kız alıp verdiklerinden dolayı Türkçe’yi bilir ve evlerinde dahi kullanırlardı. Arnavutlar ve Türkler arasındaki bu akrabalık ve tarihten kaynaklanan dostluk ilişkileri 1981’de daha taze ve daha samimiydi. Yani Osmanlı’nın ruhu 1981’de hâlâ canlıydı ve hatırasına büyük bir hürmet vardı. Üsküp Arnavutları, Arnavutluk ve Kosova’da yaşayanlara nazaran en dindar grubu oluşturuyorlardı. ÜSKÜP EVLERİNİN ÖZELLİKLERİ Severek kaldığım akrabalarımdan biri Şükriye Teyze’nin eviydi. Annemle kardeş çocukları olan Şükriye Teyze’nin eşi Hacı Reşat Enişte benim için çok özel biriydi. Namazını hiç aksatmadan kılan dindar bir Müslümandı. Evleri ise Üsküp’te halen çok severek kaldığım bir evdir. Yüksek duvarlı sokak kapısından sonra uzun bir bahçe avlusu, eve varmadan bir tuvalet ve envai çeşit çiçeklerle dolu bir bahçeden sonra eve varıyorsunuz. Ev, Üsküp’teki birçok Türk ve Arnavut evi gibi ihtiyaçlara göre yeni eklenen odalarla büyütülmüş bir evdir. En sevdiğim kısmı ise üstü kapalı etrafı açık çardağıdır. Çardağın altında evin kileri bulunur. Bahar ve yaz aylarında oturulan çardakta, içi otlarla doldurulmuş sert yastıklar ve minderler vardır. Burada yenilen yemeğin, içilen çayların lezzeti gerçekten bir başkadır.
Biz bisikleti harçlıklarımızla ancak birkaç tur atmak için kiralardık. Üsküp’te şaşırdığım bir şey de bisiklet yolları olmuştu. Yaya, bisiklet ve araçlara ayrı yollar tahsis edilmişti. Bahçeli evlerin arasındaki dar ya da geniş yollarda bisiklet sürmek benim için ayrı bir zevkti. BAKKALLAR ŞEHRİNDEN SÜPERMARKETLER ŞEHRİNE Büyük süpermarketleri ilk defa Üsküp’te görüyordum. Bu süpermarketlerde neredeyse her şey vardı. Şimdi düşündüğümde sosyalist idarenin izin verdiği ölçüde vardı demek daha doğru geliyor bana. Hatta oyuncaklar bile vardı. Yani Üsküp’e geldiğimde orta 2’yi bitiren biri olsam da henüz çocuk sayılırdım. Bize büyük deniyordu ama gözümüz hâlâ oyuncaklardaydı. Dolayısıyla kendime, İstanbul’daki birkaç akraba çocuklarına, yanımdaki kardeşime oyuncak almak bana çok eğlenceli geliyordu. İstanbul 1981’de henüz bakkallar şehriydi. Her şeyin satıldığı market anlayışı o zamanlar da bize tersti. Sebze-meyveyi pazardan (manavdan bile çok nadir alırdık), ekmeği, makarnayı, pirinci, unu vs. bakkaldan. Sütü, yoğurdu mahallemizdeki yoğurtçudan, oyuncağı oyuncakçıdan, ayakkabıyı ayakkabıcıdan, giyecek eşyayı da giysi dükkânlarından temin ederdik. Nereden Nereye…
Evlerin diğer bir özelliği de, neredeyse her odada bir “hamamcık” denen küçük bir banyo bulunmasıydı. Günümüz dairelerinde, modern bir uygulama olarak tanıtılan ebeveyn banyosu, Üsküp evlerinin her odasında vardı. Kimi evlerde burası bir dolap kapağı ile gizlenmiş göze batmayacak bir şekilde duruyor. Yine Üsküp’te İstanbul’da göremeyeceğim bir hayat biçimi de evlerin bahçelerindeki “kapıcık” uygulamasıydı. Bahçelerin duvarlarının ve bazen evin cephesinin bir kısmında küçük bir kapı yan komşuya açılmaktadır. Bu kapıcıklar sayesinde komşuluk ilişkileri Üsküp’te hâlâ çok samimi bir şekilde devam ediyor. Eskiden kadınların sokağa, çarşıya mecbur olmadıkça çıkmaları hoş karşılanmadığından, bu kapıcıklar kadınlar için dış dünyaya açılan, nefes alabilecekleri birer pencere hükmündeydiler. İki tekerlekli bisiklet sürmeyi Üsküp’te öğrendim. Evet, İstanbul’da doğmuş, büyümüş biriydim; ancak benim, akrabalarımın çoğunda da bisiklet yoktu. Maddi imkânsızlıklar çocukların çoğunun bisiklet sahibi olmasını engelleyen ana unsurdu. 59
Ş ehir
MEHMET AKİF İNAN’IN ŞEHİRLERİ “Şair Akif İnan’ın hayata bakışında şehirli olmanın önemi, büyüktür. Şehirli olmak, medeni olmakla aynı anlamlar yüklese de şehirlerde oturanların çoğu henüz şehirli, yani medeni, yani Medineli olamamıştır.” Recep GARİP
air, yazar, eğitimci ve sendikacı olan Mehmet Akif İnan; Bu coğrafyanın bağrı yanık, yüreği yanık, şiiri yanık, türküsü yanık, rengi yanık çocuğudur. Vahyin aydınlığıyla yüreğini arındırmış, toprağı vahiyle buluşmuş, asırlardır vahyin ışığından ilham almış toplumların, toplulukların, Şair Nabi’nin bir bakıma süreğeni, sürgünü, doğuşu, ışığı, ilhamı, ikramıdır. Şanlıurfa’nın “Balıklı Göl” kıyısında bir evde mukim olan çocukluğu mistik havanın, ruhani meclislerin, musikişinasların, gazelhanların merkezi ve menşei olması itibariyle geçmişin ilhamını buradan almıştır. Ona, “Hicret” şairi denildiği kadar “Mescidi Aksa” ya da “Kudüs” şairi de denilmektedir. “Mescidi Aksa” bir bölgenin, bir mekânın adı olmakla birlikte bir koca dünyanın ilk kıblesi olarak önem arz eder ki buradaki yerleşim yerlerinde var olan mücadeleler ve gelip kavimleriyle, ümmetleriyle yaşayan Peygamberler diyarı olarak da önem arz eder. Şehir yapısı, ara sokakları Şanlıurfa’yı andırır mı diye düşünmeden edemiyorum. Şair Akif İnan’ın hayata bakışında şehirli olmanın önemi, büyüktür. Şehirli olmak, medeni olmakla aynı anlamlar yüklese de şehirlerde oturanların çoğu henüz şehirli, yani medeni, yani Medineli olamamıştır. Eski, Akif İnan’da eskimezlik algısına oturur. Öz medeniyetimizin menşeine doğru yolculuk yaptırır ki asla bu yolculukta pörsüme söz konusu değildir. Akif İnan, ömrü boyuca çeşitli şehirlerde yaşamak, bulunmak durumunda kalmıştır. Kısa ya da uzun. Bu nedenledir ki şehirlerin şairimizin- şairlerin, ediplerin- hayatında etkileri büyüktür. En çok sevdiği şehir belki de doğduğu ve metfun bulunduğu Şanlıurfa’dır. Liseyi Kahraman Maraş’ta okuduğu için ömürlük arkadaşlıklar edinmiş istikametlerini, şiirlerini burada demlendirmişlerdir. Coğrafya ülküsü, bir şuurun ifadesidir. Toprakla tanış olmanın, barış içinde olmanın, toprağa dost olmanın da bir ifadesidir coğrafya. Doğunun sert rüzgârlarıyla beslenen yüzler, toprağı andırır. Rengini topraktan almışçasına esmerdir doğu çocuğu. Doğunun çocuğu, vahye yüreğini, aklını, ruhunu açmış, vermiş olanların diyarıdır. Hüznü de, çabası da, sevinci de, emeği de, alın teri de, özgürlüğü de, karşı duruşu da bütünüyle vahye dayanır. Bu açıdan doğu, “Büyük Doğudur”, vahyin geldiği, Peygamberlerin yaşadığı diyarların adıdır. Şair, yazar, eğitimce ve sendikacı olan Mehmet Akif İnan; böyle bir coğrafyanın bağrı yanık, yüreği yanık, şiiri yanık, türküsü yanık, rengi yanık çocuğudur. Vahyin aydınlığıyla yüreğini arındırmış, toprağı vahiyle
sayı//6// ocak
60
buluşmuş, asırlardır vahyin ışığından ilham almış toplumların, toplulukların, Şair Nabi’nin bir bakıma süreğeni, sürgünü, doğuşu, ışığı, ilhamı, ikramıdır. Şanlıurfa’nın “Balıklı Göl” kıyısında bir evde mukim olan çocukluğu mistik havanın, ruhani meclislerin, musikişinasların, gazelhanların merkezi ve menşei olması itibariyle geçmişin ilhamını buradan almıştır. Şehrin kalbi olan, bu yapıların bir yanıyla Hazreti İbrahim makamı oluşuyla da, mancınıklar ve ateşin güle dönüşündeki öykünün, şehri tılsımlayışını da ifade ettiğini söyleyebiliriz. Akif İnan’ın şehri biraz da şairin kendisinde yaşar. Yemekleri, adetleri, uhuvvetleri, dostlukları, şiirle musikinin meşki ve sıra geceleriyle Akif İnan, şehrin kültürel mirasının diğer şehirlere yayılışını da sağlayan bir edebiyatçı kimliğini verir. Böyle bir ödevi her zaman ve her yerde taşır. ŞEHİR GAZELİ Akif İnan’ın “Şehir Gazeli” üzerinde durulması gereken önemli şiirlerinden bir tanesidir. Aslında “Mescidi Aksa”nın duvarında Türkçe ve Arapça asılı olan aynı isimdeki şiirinin de üzerinde durmak icap eder. Şair, yaşadığı coğrafyaya, şehre, mekâna o kadar çok bağlıdır ki bütün ömrü, bütün gayreti ve bütün çabası mekânın diriltici iksirinden beslendiğini anlatarak diğer insanlarında aynı mecradan, havadan, sudan, iklimden beslenmesinin önemini vurgular. Her eylem yeniden diriltir beni Nehirler düşlerim göl kenarında Göl kenarında geçen çocukluk ve ilk gençlik yılları sabah ezanındaki lahuti duygunun, göksel muştunun, zikrin, fikrin ve tefekkürün yürekte uyandırdığı ahenk ile çağrısını sürdürerek ruhunda, yüreğinde ve kalbinde oluşan dirilişin şiirde sürgün verdiği görülür. Yapılan her eylem yenidir ve heyecan gerektirir. Her eylemin yenileyici hissiyle hayatı algılamak, hayata tutunmak icap eder. Buradaki “eylem” insana dair eylemlerin tümü olarak algılanmalıdır. Toprakta yürüyüşün diri olması gerektiğine ulaşırız. Göl kıyısında geçen çocukluk aklına öyle nehirler gelip yerleşmiştir ki sanki tarihteki soylu ırmakların, nehirlerin gelip şairin ruhunu beslediğini de anlarız. Dicle’nin, Fırat’ın, Asi’nin, Seyhan’ın, Nil’in, Tuna’nın gelip aktığı nehirler ve o nehirlerde beslenen şehirlerin, kalabalıkların varlığı hissedilir gibidir. Göl kıyısı, balıkların sürü halinde gezdikleri kıyıdır. DOĞAYI BOZARSANIZ DOĞA DA SİZİ BOZAR Ey deprem, gel yetiş bu şehirlerin Doğayı çarptıran konumlarına Kadim kültürler, kadim anlayışlar bırakır. Kadim
anlayışların yaşandığı, oluştuğu toplumlar çevreyle irtibatlarında adımlarını, eylemlerini dikkatle atarlar ki çevre denilen doğanın konumu değişmesin. Doğa bozulmasın ve doğanın aklı, yaratılışına, fıtratına uygun olsun diye bir gayret gereklidir. Doğayı bozarsanız doğa da sizi bozar. Doğaya yapılan her müdahale bir gün olur doğanında insana müdahalesi vuku bulur denilmektedir sanki. Bu algı, anlayış ve talep aslında doğa üzerinde yetki sahibi olan insanın haddini aşmaması talebidir. Daha dikkatli kullanma, daha fıtrata uygun yaşama ve tanzim hudutların da sınırlarını korumanın, geçmişten bu güne doğru yapılan, inşa eylemlerinin bünyeye uygunluğunun talebidir. Bu talep, giderek yozlaşmaya, kapitalistleşmeye doğru yol aldıkça çarpık bir yapının, doğaya ve insana müdahalenin şiire yansıyışını burada görmekteyiz. Şair duramaz ve “deprem”i bir bakıma çağırarak doğaya yapılan taarruzun son bulmasını ister. Şehrin, insanın arınmasını arzular. Dahası anılara müdahale eden dünyayı reddederek, çocukluk düşlerinin varlığı olan şehirler olduğu gibi, geçmişi yansıtsın, insan yaşamına müdahale etmesin demektedir. Yeni yapılan devasa binaların varlığından haberdardır ve onlara karşı bir eylem halindedir
61
Ş ehir
ve hayata müdahale etmelerini gözlemler. Beklediği nesil, Asım’dır, Mehmet’tir, güneş yüzlü çocuklarıdır şairin. Sonra şiirde final diyebileceğimiz beyte ulaşırız; Kurtuluş haberi olsun dünyaya Ayırma üstümden bir an gölgeni Şiirin başından itibaren her beytinde cemiyetin bir problemini ele alan ve son beyitle artık bir muştu haberini ulaştırmak ister okuyucuya, insanlığa. Bir kurtuluş haberi uçurur dünyaya. Çağırdığı, savunduğu, aktardığı kurtuluş haberi bireysel manada her kuyucuyu kucaklar. Rahmet ve merhametin Rabbi olan Allah’ın yedi kudretinin bir gölge gibi insanı sarıp sarmaladığını bildiğindendir ki bir an olsun gölgesinden uzak kalmak istemez. Her okuyucuyu da bu muştu yüreğinden yakalar. Şiirde ana tema olarak verilen tezahür, insan merkezinde varlık mücadelesi veren ve yaşadığı cemiyeti, doğayı ve şehri onarırken doğal güzelliği yaşatarak sürdürmeyi öğütler. Ona, “Hicret” şairi denildiği kadar “Mescidi Aksa” ya da “Kudüs” şairi de denilmektedir. “Mescidi Aksa” bir bölgenin, bir mekânın adı olmakla birlikte bir koca dünyanın ilk kıblesi olarak önem arz eder. Şehir yapısı, ara sokakları Şanlıurfa’yı andırır mı diye düşünmeden edemiyorum. Yer yer andırdığını ifade edebilirim.
şair. Gökdelenlerin insan ömrüne ve hayatına bir müdahale olduğunu bilerek haykırır ve insana aklını başına almasını telkin etmektedir. Doğ ey güneş erit taştan adamı Ve kurut taşları diken elleri İbrahim’i, Muhammed’i bir kıyam, bir ses, bir duruş ve haykırış hissedilir burada. İnsanı var eden Allah, doğayı da kullanma izni vermiştir elbette. Her yaratılışın sırları kendi için vardır. Doğan her yeni gün ve güneş bütün eşyayı, tabiatı, dağları, ovaları aydınlatır, ısıtır, yeşertir güç ve kuvvet verir ve hayata gereken katkıları ve müdahaleleri yapar. Bu kuvveti var edene olan ihtiram nedeniyle insana, topluma, hafızaya, anlayışa, inanca yapılan müdahaleye karşı güneşe seslenerek güneş yüzlü toplulukların, aydınlık bir dünyanın, inançlı, imanlı insanlarına ruhlarını putlardan arındırmalarını isteyerek “taştan adamın” eritilmesini ister. Eritmek demek yok etmek, yok edilebilenin faydasızlığını gündeme taşır ve insanın yaratıcısıyla olan irtibatını yok eden her davranışın, her tavrın karşısında durarak “heykel diken taş adam”ın ellerinin kurutulmasını güneşten ister. Güneş yüzlü çocukların güçlenmesi sayı//6// ocak
62
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu Varıp eşiğine alnımı koydum Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu. Yarım asırı geçen Kudüs’ün ağıtı, ümmetin de ağıtıdır. İslam coğrafyasının birliğine ihtiyacı vardır Kudüs’ün. Mescidi Aksa, vahyin önemli bir unsurudur. Hazreti Muhammed (as)’ın Burak’la yaptığı yolculuk bizi sorumlu tutar. Mescid-i Aksa şiiri aslında Kutsal bir şehrin simge anahtarıdır onun için ve onun şiirinde. Kudüs’e ömrünce özlem duyan, gidemeyen şair, düşünde görür, düşlerinde gider ancak. İsrail’in zalimce işlediği cinayetler gözler önündedir. Buna binaen Kudüs kâfirlerin ayaklarından, istilasından kurtarılmayı bekler. Yer altından duyduğu nehirler çağlamaktadır. Bu nehirler cennetin ırmaklarından başka nedir ki? Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Götür Müslüman’a selam diyordu Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslâm diyordu Mescidi Aksa mahzundur, mazlumdur, mahfuzdur. Gördüğü düşlerle selamlar getirir şairimiz. Müslüman coğrafyanın Kudüs’le imtihanı sürüyor. Bu nedenledir ki Müslüman’a selam
diyen bir Mescidi Aksa’nın varlığı asla utulmaması gerekir. Süleyman Peygamberin, Davut (as)’ın, Musa Peygamberin, Lut kavminin helak olduğu diyarlardan bize seslenen Lut peygamberin bir emaneti de sayabileceğimiz bu mescit, bütün Müslüman coğrafyanın da ödevidir. Ayrılık bitmeli ki muhabbet yeryüzünde tamamlanmış olsun diye bakar Kudüs’e, Mescidi Aksa’ya şair. Selam getirir ki İslamsız olmayacağını, olamayacağını selamdan bilsinler, anlasınlar diyedir. Tanış oldukları kelimelerin açılış sırrı, selam iledir. Bu nedenledir ki selam getirir. Selam ne güzel kelamdır öyle. Selamı yaymak, kardeşliği yaymaktır, enerjiye dönüştürmektir. ÖNEMLİ OLAN ALLAH’I RAZI ETMEKTİR Şair Akif İnan’ın hayata bakışında şehirli olmanın önemi, büyüktür. Şehirli olmak, medeni olmakla aynı anlamlar yüklese de şehirlerde oturanların çoğu henüz şehirli, yani medeni, yani Medineli olamamıştır. Eski, Akif İnan’da eskimezlik algısına oturur. Öz medeniyetimizin menşeine doğru yolculuk yaptırır ki asla bu yolculukta pörsüme söz konusu değildir. Akif İnan, ömrü boyuca çeşitli şehirlerde yaşamak, bulunmak durumunda kalmıştır. Kısa ya da uzun. Bu nedenledir ki şehirlerin şairimizinşairlerin, ediplerin- hayatında etkileri büyüktür. “Şehir Gazeli” belki de böyle gezgin bir adamda, doğup büyüdüğü şehre yaslanma ve oralı kalma duygusunu daha çok kamçılayarak kaleme alınmıştır.
bir bakıma. Şehir ve kültür öylesine iç içe geçen bir bünyedir ki bundan kaynaklı olarak “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine” ile “Din ve Uygarlık” eserlerini bu merkezden ele alarak okumak icap eder. Anadolu’da verdiği sayısız konferansların nedeni de şehirlerin sahiplerinin idrakini zorlayarak kültürü, sanatı ve şiiri gündemde tutarak inancın ve imanın etle kemik gibi güçlenmesine (ete kemiğe bürünmesine) katkıda bulunmak istemesindedir. 1992 yılında Eğitim-Bir Sen’i kurar. 1995 yılında da Memur-Sen Konfederasyonu oluşturarak Genel Başkanlığını yürütür. Bütün bu çalışmalara bakıldığında şehirde yaşamak demek, şehrin sorumlusu olmak demektir. Haksızlık karşısında susmamak demektir. Adaletin sağlanması için mücadele etmek demektir. Gasp edilen hakların ne pahasına olursa olsun insanı irtibatlarla alınması demektir. “Hicret”in “Ölüm” şiirinde; “Günleri bir secde hızıyla geçip “Erişsem mahşere bir iftar gibi” diyerek ebedi âleme yola çıkmıştır. Nur içinde yatsın.
En çok sevdiği şehir belki de doğduğu ve metfun bulunduğu Şanlıurfa’dır. Liseyi Kahraman Maraş’ta okuduğu için ömürlük arkadaşlıklar edinmiş istikametlerini, şiirlerini burada demlendirmişlerdir. Üniversiteyi Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdiği ve orada memuriyetin, ömrünün çoğunluğu geçtiği için önem arz eder. Üç yıl Uşak’ta öğretmenlik, İzmir Bornova’da kısa süren askerlik –ki askerlik anıları utulmazbu şehirlerdeki anıları da kurduğu bağlantı ve dostlukları da önemlidir. İstanbul, Büyük Doğu ve Necip Fazıl Kısakürek’ten kaynaklı, asıl itibariyle peygamberin müjdelediği şehrin Sultanı Yuşa (as) ve Eyüp Sultan Hazretleri, Fatih Sultan Muhammet Han Hazretleri, Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri, Yahya Efendi Hazretleri ve dahi birçok isim onun bu şehre olan bağlılığını artırmaktadır. ERİŞSEM MAHŞERE BİR İFTAR GİBİ “Zaman” şiirinde “Gözlerin ne kadar İstanbul öyle” demektedir. Mekke ve Medine’ye Hac görevi nedeniyle giden Akif İnan, Kudüs’ü görmeden yazdığı “Mescidi Aksa” şiiri onu Kudüslü yapmıştır 63
Ş ehir
ŞAİR HER ÇAĞDA
DEVRİMCİ Bir kışkırtıcı olarak şairin varlığı inkâr edilemez bir gerçeklik olarak kendini afişe ediyor zaten. Şiiri kuşatacak olan asli ve sahici bir bakışın evrensel olanın hamurunda var olması elbette elzem. Lâkin tahakkümcü unsur orada da kendini ele veriyor. Kendini daimi; hep kalıcı bir fenomen; değiştirici, bozucu, baştan çıkarıcı, iğdiş edici olarak görüyor. Asli olana karşı inkârcı tavrını hiç gizlemiyor. Kültürel varoluşun varyantlarını neredeyse yadsımayı öngörüyor. Nurettin DURMAN
ayat o acımasız dolambaçlar şehri; çizginin önü ve arkası. Macerası dar kapılardan oluşan, karanlıkları içinde barındıran mağara… Çile ve ıstırap yumağı. Bir tarafı da aydınlık olan rengârenk bir gülistan... Hayat işte. Muğlak ya da mütevekkil… Sabır veya isyan halindeki organizma… Dahası mutlak sınav yeri... İnsanoğlunun bir müddet konakladığı mekân… Rüyası bol bir âlem… Arzusu bol bir âlem… Nef’i’nin deyişiyle; “Bahar erse yine seyri gülistan olduğun görsem”. Ne gam! Şair Nef’i’yi boğdurtan şiir; meşakkatli, zor, mesuliyetli bir şahitliğin adıdır. Şiir inşa etmek her kulun üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Anlayış ve kavrayışları yüksek, içlerinde ateşli hassas bölgeler barındıran, söz söyleme yetisine sahip kişilerin harcıdır şiir söylemek: “Ben, ma’na âleminin cihan bezeyen padişahlar padişahıyım / Sözlerim de sözlerin mutlu padişahıdır.” Şiir böyledir diyebiliriz pekâlâ… Şair ise mevcudiyetinin, varlık sebebinin alt yapısında neler var, üst kategoride neler muhafaza edilmekte, meçhul bir geminin meçhul bir denize açılması gibi meçhul mü? İdrak mekanizmaları atıl bir vaziyette, tek ötüşlü borazanın sesi çınlatmakta mı ortalığı? Kendini bir türlü kendi kılamamış zoraki, dayatmacı, üstelik yapay bir çelişkinin içinde bocalayıp durmakla hemhal iken; sessizken, kabullenmişken, muti olmuşken bu hayhuya. Kendi olmak başlı başına bir çile, bir idrak, bir şahsiyet sorunu. Bir ayağa kalkma eylemi. Kendi olmak birçok şeyi ifade kolaylığı içinde bu çetin yolda olgunluğa ulaşmak… ŞİİRİN CAZİBESİ DÜZEN BOZAR Bir kışkırtıcı olarak şairin varlığı inkâr edilemez bir gerçeklik olarak kendini afişe ediyor zaten. Şiiri kuşatacak olan asli ve sahici bir bakışın evrensel olanın hamurunda var olması elbette elzem. Lâkin tahakkümcü unsur orada da kendini ele veriyor. Kendini daimi; hep kalıcı bir fenomen; değiştirici, bozucu, baştan çıkarıcı, iğdiş edici olarak görüyor. Asli olana karşı inkârcı tavrını hiç gizlemiyor. Kültürel varoluşun varyantlarını neredeyse yadsımayı öngörüyor. Bu kadar baskıya, yok saymaya, görmezliğe rağmen gene de varılan nokta tabii seyrini icra ediyor hayatın içinde. Bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında yapıp edilenlerin sonunda nasıl bir boşluğa düşüldüğünü görmekte mümkün oluyor. Şiirin cazibesi ortalığı karıştırıyor. Düzeni bozuyor. Elbet otoriteyi sarsmak önemli bir avantaj... Üzerini örtmek, kapamak, gizlemek artık bir
sayı//6// ocak
64
şey ifade ediyor mu? İfade edenin ise ifadenin rahatça bir kapı aralaması bir yol bulması kendine. Öyleyse nasıl yapmalı, nasıl etmeli de şiirin hasını, şiirin şiir olanını söylemeli. Geçmişin o harikulade söyleyişlerini, o rahatlığı, o güzelliği sindirebilmeli; içimize, doğamıza taşıyarak, yenileyerek, şiirin o has bahçesinde mutena güzellikler içerisinde beyanı aşk ile yürüyüşlere başlamak. Yeni baştan idrak etmek! Şair, şuur, şiir! Bir fetret havası… Belki de bir aramak. Şair: O uslanmaz varlık! Şair: O vadilerde başıboş dolaşan! O şaşkın! O kelime hırsızı! Gerek renkli reklam çağrışımlı olsun, gerekse diğer teknik aygıtların cazibesi eşliğinde kendini afişe etmek olsun, birer şaşırtmaca unsurlardır bunlar. Şairin umarı tekil kişiliktir. Ben merkezli, tek olmak... En başta olmak… Şairin egosu azgın bir nehir gibi! İlginç değil mi? Kendini herkeslerden başka görmek! Daima merkezde olmak Bu toz duman arasında, haksızlıklar, zorbalıklar arasında nasıl bir duruşu deruhte etmektedir şair? Nasıl davranmakta nasıl durmakta hayatın içeresinde? Şiirin hasını mı sunmakta, estetik ve içkin bir şiirle mi buluşturmakta kimseleri kimselerle? ŞAİR HER ÇAĞDA DEVRİMCİ Peki, şair ne yapmalı? Şairin boy aynası nasıl olmalı? Hayatın içinde olmanın ötesinde hayata hükmetme psikozu. Değişmeyen bir şeyin, varlık şuurunun derin baskısı altında mecz olunan imgenin fenalıklara karşı duruşunun ifadesi. Başka ne olabilir? Karşısında olunmakta beis görülmeyen, bünyesinde insana zararlı, insanı küçülten, insanı sömüren, insanı köleleştiren zihin egzersizlerinin amansız düşmanı şair… Ayrıca kötülük unsurunun içeresinde de bulunabilen şair. İyilik unsurunun da içeresinde bulunabilen şair… Hem öyle hem de böyle. Yani temelde insan… Sonrasında şair. Evrensel temel meselenin baş koyucusu... Yani serapa bir özgürlüğün, aşkın olanın baş koyucusu… O şair. O her çağda militan. O her çağda devrimci. O putperest… O kâfir. Sapkınların önderi. Şeytanların, bozguncuların, yoldan çıkmışların, anarşistlerin önderi… Hayatın içinde hep var olan uz dilli. Yani baş çekici… Baştan çıkarıcı. O şair! İyinin, güzelin, haklının, adaletin, muhabbetin arayıcısı... O muharip. O mecnun. O muttaki. O Müslim. O mümin. O şair! Aşk olsun şair işte! Şiirin açtığı yaralardan memnun… Avcının peşinde olduğu ceylan velhasıl Bilmezler ormanında yitirilmiş bir rüya
Öyle olsun bakalım göz ile işmar olsun Şu yapraklar göz bakması şurada rüzgâr. Bir açmazı başka bir açmazla çözümlemek olmaz. Yapılanın karşılığı olacak elbet. Sözü gene şaire getirmekte yarar var. Etkisi ve eylemi olarak hayatın neresinde duruyor. Eskiye bakacak olursak Cahiliye döneminin etkin siması şair. Hayatı disipline etmek kaygısı mı taşıyor acaba şair? Yoksa bir kaos betimleyicisi midir? Bu kişiliğini, yani insani teamül vasfını ortaya koyan, bilincini kendine payda yaparken, seçmeciliğini varoluşuyla dorukta tutarak kendince hayata yönelik saptayabildiği şeylerin ışığında bulacağını kabullenen bir arayış içinde görülebilen şair. ŞİİR MASUM ŞAİR SUÇLU İnsan merkezli dünyanın, yolları Kuran’da açıkça belirlenmiş yaşadığı zaman dilimi içinde, kendine doğru ve yanlış taraflardan birini seçmesi durumunda olan; akıl ve irade bağışlanan mahlûk. Yolunu seçerken de serapa özgürdür. Değişik yapılanmalarda ve etkinliklerde ki katılımını onun öncülüğünü ve zihinsel atılganlığını bir doğaçlama huy içinde saymak, daha doğru bir yaklaşım olarak görünüyor bana. İyilik ve kötülük dolambaçlarında gezinmesi onun algılama yetisini kendi egosu içinde varlık ve bütünlük sorunu olarak almak da mümkün. Yolun seçilmesinden sonra kalan ise şairin kendine özgü söylemini yakalaması ve büyük şiire yürümesidir.
Haddizatında şairin ister şeytani düşünüş imgesini ortaya koyması olsun, ister Rahmani düşünüş imgesini yakalamış olsun şiir vadisindeki yolculuğu zor bir yolculuk olacaktır. Her şairin arzusu olan büyük şiir, ulaşılması zor olan şiirdir. Hikmete taalluk eder, şairin gönlünde mutena bir yeri vardır…
Haddizatında şairin ister şeytani düşünüş imgesini ortaya koyması olsun, ister Rahmani düşünüş imgesini yakalamış olsun şiir vadisindeki yolculuğu zor bir yolculuk olacaktır. Her şairin arzusu olan büyük şiir, ulaşılması zor olan şiirdir. Hikmete taalluk eder, şairin gönlünde mutena bir yeri vardır. Şiir doğaldır ki bir dinin bir ideolojinin bir davanın yazılı ve bütüncül metni değildir. Şair öyle değildir. Şair ya Rahman’ın yolunda olacaktır ya da Şeytan’ın yolunda. Yolların içinden bir yolun yolcusudur şair. Kutsalı da göz önüne aldığımızda daha net görülecektir ki Kur’an-ı Kerim şairleri ciddi bir şekilde anmaktadır. Şuara Suresinin son ayetleri şairlerle ilgilidir. “Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin? Ancak, inanıp yararlı iş işleyenler, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır. Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır.” (2/224-227) (Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Şuara Suresi, Diyanet İşleri başkanlığı Yayınları, 1983-Ankara) 65
Ş ehir
GÜZELLER GÜZELİ, MÜSLÜMAN ŞEHİRLER NEHRİ:
TUNA Ne zaman Tuna adını duysak, gönlümüzde, hafızamızda binlerce hatıra tazelenir, bin bir aşk ve sevgi çiçekleri tomurcuklanır, büyük bir muhabbetin sıcaklığı vücudumuzun her yanına yayılır. Belki de bu yüzden ülkemizde Tuna adı ve soyadı bu kadar çok tutulur, tercih edilir. Mustafa ATALAR
alkanlarda bizi hiçbir zaman unutmayacak olan, bizim de hiçbir zaman unutamayacağımız sevgililerimizden, hasretlilerimizden biri de Tuna Nehri’dir. Tuna Nehri’yle bizim ilişkimiz, daha doğrusu Tuna Nehri’nin Türklük ve Müslümanlıkla ilişkisi öyle basit, gelgeç bir ilişki değildir. Asırlar boyunca aramızda kopmaz bağların, unutulmaz hatıraların oluştuğu, akıncılarımızın suyuyla abdest aldığı, atlarını suladığı, Evliya Çelebi’nin ‘Nehr-i Türki’ ‘Türk Nehri’ diye adlandırdığı Tuna’yı kendini unutmamış hiçbir Müslüman Türk unutamayacağı gibi, Tuna da ezelden sevdalısı olduğu Müslüman Türk’ü asla unutamaz. Peygamber Efendimiz: ‘Uhud, bizim dağımızdır; o bizi sever, biz de onu severiz! (Buhari, Meğazî 27, Müslim, Hac 503-507) mübarek sözleriyle dağlar içinde Uhud’un Müslümanlar için önemine vurgu yapması ve onu övmesi gibi Tuna’yla Müslüman Türk’ün ilişkileri de buna benzer bir ilişkiydi. Biz Tuna’yı sevdik, severiz, Tuna da bizi sevdi ve sever! Hatta sevgi ne kelime, bazı yazarlarımız, Tuna Nehri’nin bizim için sadece toprağın koynunda akıp giden bir nehir olmadığını, o koca nehrin bir kan gibi, can gibi, sevda gibi gazilerimizin kalbinin, gönlünün derinliklerinde de akıp gittiğini, onunla bizi birbirimize bağlayıp kenetleyen kopmaz bağlar bulunduğunu, Tuna’nın bizim ezeli sevdalımız, olduğunu, onunla aramızdaki ebediyyen feshedilemeyecek nikâhın bizi birbirimizin içinde eriyip yekvücut hale getirdiğini söylerler. Yahya Kemal’in “Bir Türk’ün gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır”; Samiha Ayverdi’nin ise “Adına Osmanlı dediğimiz aslan yapılı cihangirin, Rumeli’nin ana damarlarından olan Tuna ile tam beş asır evvel kıyılmış nikâhı vardır. Birbirlerine aşkla kenetli Tuna ile Türk, o âşıkane muhabbeti, bütün dış müdahalelere rağmen, hiç değilse, kaçamak da olsa, devam ettirmeyi başarmışlardır.” sözlerinde hiç bir yanlışlık veya şairane abartı yoktur. Adı anıldığında Müslüman Türk Milletini onun kadar hüzünlendiren, heyecanlandıran, neşelendiren, onu alıp başka âlemlere ve dünyalara götüren, içini hasretle, vuslat ateşiyle dolduran, eski hatıralarıyla, yaşanmış hikâyeleriyle avutan başka bir nehir yoktur. Ne zaman Tuna adını duysak, gönlümüzde, hafızamızda binlerce hatıra tazelenir, bin bir aşk ve sevgi çiçekleri tomurcuklanır, büyük bir muhabbetin sıcaklığı vücudumuzun her yanına yayılır. Belki de bu yüzden ülkemizde Tuna adı ve soyadı bu kadar çok tutulur, tercih edilir. Tuna’yla ilk tanıştığımız,
sayı//6// ocak
66
karşılaştığımız, hatta belki de birbirimizin varlığından haberdar olduğumuz andan itibaren Allah Tuna Nehri’yle bizim aramızda çok büyük bir aşk ve muhabbet yaratmıştır. O andan itibaren Tuna artık bizim için nehirlerden bir nehir değildir: Alaman Dağı’dır Tuna’nın başı Eksik olmaz serhatların savaşı Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı Serhatları çalkar seli Tuna’nın... Tuna Nehri ve Tuna boylarındaki güzel şehirlerimiz her zaman şiirlerimizin, marşlarımızın, türkülerimizin en vazgeçilmez ve başta gelen konuları arasında yer almıştır. Misal-i cennettir evvelbahârı Açılır kırmızı gülü Tuna’nın Öter bülbülleri leyl ü nehârı Eser bâd-ı sabâ yeli Tuna’nın ... Kemirir gönlümü bir sinsi firak! Gönül yar peşinde, yar ondan ırak! Akma! Tuna akma! Ben bir dertliyim! Yar peşinde koşar kara bahtlıyım! 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında Gazi Osman Paşa’nın Plevne Savunması üzerine yazılan: Tuna Nehri akmam diyor. Etrafımı yıkmam diyor. Şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor! sözleriyle başlayan Plevne Marşı’nın her Türkün gönlünde, ruhunda, dilinde, kulağında ayrı bir yeri vardır. Almanya’nın güneyindeki dağlık Kara Ormanlar bölgesinden doğan Tuna Nehri, Doğu’ya doğru ilerledikçe hep daha görkemli ve çoşkulu bir hal alarak Avrupa içlerinde Batıdan Doğuya 2840 km yol aldıktan sonra gelir Karadeniz’e karışır ve oradan da İstanbul’a ulaşır. Bundan yola çıkarak bizim ediplerimiz, şairlerimiz Tuna’yı; kâfir zindanlarında kendisine vurulan zincirleri prangaları gönlündeki iman aşkı, sevdası, tutkusu ve şevkiyle söküp koparmış, böylece küfür zindanlarından kaçıp kurtulmuş iman ve İslam aşığı dünyanın en güzel ve en nazenin dilberine, onun Batı’dan Doğu’ya doğru bu zorlu ve zahmetli akışını da yüzünü kıbleye çevirerek Müslümanların başkenti İstanbul’a doğru zincirlerini sürüye sürüye gelmesine ve nihayet Boğaziçinde ehl-i imana kavuşmasına, karışıp kaynaşmasına benzetirlerdi:
Kişver-i kâfirden (kafir ülkesinden) îmân ehline akıp gelür, Kıbleye tutmuş yüzünü bir Müselmândır Tuna! Habs-i kâfirden boşanmış gibi zincirin sürür, Şâh-ı İslâma (Müslümanların başkentine) gelür bir ehl-i îmândır Tuna! Viyana’dan itibaren, Karadeniz’e döküldüğü Romanya’daki deltasına kadar geçtiği her yerde Tuna Nehri’nin Türk’ün ve Osmanlı’nın izini, anısını, zaferini, yenilgisini, sevincini, coşkusunu, heyecanını, acısını, kederini, üzüntüsünü beraberinde taşımadığı hiçbir noktası yoktur. Viyana, Yanıkale (Gyor), Komaron, Estergon, Budin (bugünkü Budapeşte), Belgrad, Vidin, Niğbolu (Nikopol), Plevne, Ruscuk (Ruse), Silistre gibi Tuna boyu şehirlerinde asırlar içinde nice acı tatlı hatıralar bıkaktık. Kâfirlerin gözüne bir derya, bir umman gibi korkunç ve geçilmez görünen Tuna, cihad kastıyla ve niyetiyle kenarına gelen akıncı yiğitlerimizi, alp erenlerimizi görünce tüm azgınlığını bırakırdı. Onlara karşı öyle munisleşir, öyle güzelleşir, öyle sevinir, öyle hoşnut ve razı olurdu ki engin suları duruldukça durulur, “Gaziler tazilerinin (atlarının) topuğuna çıkmaz” olurdu. Onları ve atlarını kenarlarında dinlendirir, nefeslendirir, ferahlatır, soluklatır, yüreklerinin ateşini söndürür, sular, serinletir, temizler, arındırır, abdestlerini aldırır yeni cihadlara ve yeni fetihlere uğurlar veya alır götürürdü. Tuna Nehri ayrıca bizim Balkanlarda ve Avrupa’daki en önemli savunma hattımızdı. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında şanlı Plevne direnişimize rağmen Tuna Nehri’ni geçmeyi başaran Ruslar’ı Yeşilköy’e kadar bir daha durdurabilmek mümkün olamamış, Tuna’dan İstanbul kapılarına kadar bütün mamur beldelerimiz alt üst olmuş, tahrip edilmiş, bir milyondan fazla Müslüman ahali öldürülmüş, topraklarından sürülmüş, aç, çıplak, sefil ve perişan bir halde İstanbul’a can atmışlardı. İşte biz Balkanlarda pek çok güzellikler, eşsiz değerler yanında o ezeli ve ebedi İman ve İslam aşığı, sevdalısı, ebedi nikâhlımız, o güzeller güzeli Türk ve Müslüman Tuna’yı da bıraktık. Ozanlarımızın, aşıklarımızın, şairlerimizin söyleşip dertleştiği Sevgili Tuna’yla şimdi aramızda ülkeler, sınırlar, kilometrelerce mesafeler var. Fakat ne olursa olsun bu maddi uzaklıklar aramızdaki manevi bağları, yakınlıkları, sevgiyi silememeli, ortadan kaldıramamalıdır. Türk ve Müslüman olmak demek biraz da bu demektir. Nitekim Tuna Nehri, marşlarımızla, şiirlerimizle, nesirlerimizle ruhlarımızın derinliklerinde olanca hüznüyle ve coşkusuyla akmaya devam ediyor, kıyamete kadar da devam 67
Ş ehir
smanlı arşiv kayıtlarında korunan bu belge ( BOA, y.MTV,206/127 ) altında sınıflandırılır ( ). Bu belge Osmanlı arşivindeki resmi kayıtlarda bulunan, Filistin ile bağlantılı defterler, sultan yazışmaları vb.den oluşan milyonlarca belgeden sadece birisidir.
NABLUS’TAKİ OSMANLI ESERİ;
HAMİDİYE KULESİ “Osmanlı Sultani Abdülhamit Han’ın bu projeye önem vermesinin en büyük nedeni, Filistin bölgesinin coğrafi acıdan önemli bir yerde bulunmasıdır. Ve aynı zamanda Abdülhamit Han boş coğrafya bırakmamak stratejisiyle bu bölgede İslami bir iz bırakmak istemiştir.” Dr. Nizar Nabeel Abumunshar HIRBAWİ TERCÜME: Mustafa HAMZAH
Eşsiz bir mühendislik planı niteliği taşıyan bu belgede; saat kulesinin “Hamidiye Kulesi” ismiyle bilindiği ve işgal edilmiş kuzey Filistin’in Nablus kentinde inşa edildiği görülür. Mühendisler tarafından planlanan çalışma miladi 1900 yılında dönemin Osmanlı sultanı İkinci Abdülhamit Han’ın emriyle tamamlandığından bu kule “Hamidiye Kulesi” ismiyle de anılır. BELGENİN BÖLÜMLERİ Belge iki ana bölüme ayrılmıştır: İlk bölümde; kulenin dört yüzünden birinin Filistin’in Nablus kentinde inşa edileceğinin planlandığı görülür. Bu bölüm binanın uzunluğu, sütunların şekli, pencereleri, balkonları, estetik yazıları vb. özelliklerinin bilgilerini içerir. İkinci bölümde ise kulenin merdivenleri, dev saat bölümü, balkon dağılımları, içinin planı ve kulenin yatay bölümünün yapım haritasını içeren ayrıntılı bir açıklama vardır. Kulenin oranı ve yaklaşık boyutlarıyla ilgili özel standartların tespitinin olduğu bu belgede yer almaktadır. Ve bu belge kulenin uzunluğu, mesafeleri, genişliği, teknik özellikleri ve standartlarıyla bağlantı kuran, mühendisliğinde, inşa alanında ve ilminde uzmanlık olduğunun açıkça bir göstergesidir. Ayrıca belgede yapılan inşalarda sultanın mührünün olduğu vardır ve bu mühürler kulenin hangi dönemde yapılmış olduğuna işarettir. Bu kulede Filistin’in Nablus kentinde Sultan İkinci Abdülhamit Han tarafından yaptırılmıştır. KULENİN MÜHENDİSLİK ŞEKLİ VE BOYUTLARI Bu mühendislik projesi kulenin genel planını ve temellerini göstermektedir. Ve bu kule; sekli ve boyutları bakımından özel ve önemli bir projenin ürünüdür. Yapı çok güçlü ve sağlam bir temel üzerine oturtulmuştur. Ve katlar çıkıldıkça binanın sekil bakımından hacmi daralmaktadır. Bu kulenin yapısındaki en önemli özellik dış cephesindeki küçük detaylara büyük önemler verilmesidir. Balkonlar, pencereler, sütunların,
sayı//6// ocak
68
resimlere, taş oymalar, etrafı saran surlar ve kulenin girişi -tüm bunlar- mühendislerin kuleyi inşa ederken ne kadar büyük bir özen ve çabayla çalıştıklarını ve Sultan İkinci Abdülhamit Han’ın bu bölgeye nasıl bir değer verdiğini gösterir ( ). Mühendisler kuleyi yaparken özellikle uzunluğuna çok dikkat etmişlerdir. O zamanki evlerin bir ya da iki kat olduğu düşünüldüğünde bu kule, Nablus kentinin her yerinden görülebilmektedir. Ve bu kulenin inşasıyla Nablus halkına, her yerde zamanı takip etme fırsatı verilmiştir. Bu mühendislik harikasının tepesinde hilal ve yıldızın bulunduğu bir Osmanlı bayrağı vardır. Bu bayrak oranın bir İslam devleti olduğunun göstergesidir. SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİT HAN DÖNEMİ Osmanlı Sultanı Abdülhamit Han sadece Anadolu’ya değil tüm Osmanlı topraklarına hizmet etmiş bir sultandır. Ve onun dönemi yaptığı stratejik planlar ve uygulamalarla Osmanlı açsından en parlak dönemlerden biri olmuştur. O tarihlerde Avrupa’nın dörtte üçünün ışıksız yaşamasına rağmen onun döneminde Şam kenti ışıklandırılmıştır (1903). Ve aynı yılda Şam kentine tramvay gelmiştir.
imparatorluk açısından büyük bir önemi olduğunu göstermektedir. Ve bu belgeler, dünyada böyle projelere imza atan ilk devletin Osmanlı devleti olduğunu gösterir. 1900’lu yıllara bakıldığında böyle devasa bir projenin hayata geçmesinin nedenini araştırdığımızda; İkinci Abdülhamit Han döneminde Filistinli halk için medeniyet inşa etmeye ne kadar önem verildiğini görüyoruz ( ). KAYNAKÇA
•Gökkubbe Altında Birlikte Yaşamak / Living Together Under The Same Sky / T.C. - Başbakanlık - Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü / İlk Baskı. •Osmanlı Belgelerinde Filistin (Palestine in Ottoman Documents / T.C. Republic of Turkey - general directorate of state archives / Yayın no: 102 / İstanbul / 2009. •Filistin … Resimli Tarih - Tarihi başlangıçtan itibaren tüm zamanlara kadar inebilen tarihi bir araştırma zinciri/ 4 baski.
Onun döneminde Hicaz demir yolunun Zarka ve Amman kentlerine kadar uzatılması tamamlanmıştır. Hicaz demir yolu Osmanlı tarihi açısından en büyük stratejik plan olması yönüyle çok önemlidir. Yapımı 1902-1903 yılları arasında sürmüştür. Bu dönemde sadece Şam ve Hicaz demir yolu değil, binlerce altyapı ve hizmet projesi hayata geçirilmiştir. Mısır’dan Hicaz’a kadar birçok yerde posta hane, eğitim merkezleri, çarsılar, değişik yapılar vb. projeler yapılmıştır. PROJENİN ÖNEMİ VE İŞARETLERİ Bu proje tarih, zaman, mekân ve bilgi açısından çok önemlidir. Osmanlı Sultani Abdülhamit Han’ın bu projeye önem vermesinin en büyük nedeni, Filistin bölgesinin coğrafi acıdan önemli bir yerde bulunmasıdır. Ve aynı zamanda Abdülhamit Han boş coğrafya bırakmamak stratejisiyle bu bölgede İslami bir iz bırakmak istemiştir. Bu tarihi belgede Osmanlı İmparatorluğunun Asya’dan Afrika’ya, Balkanlar’dan Anadolu’ya kadar üç kıtada dengeli ve çok büyük izleri olduğunu görülmektedir. Bu konu hakkında Osmanlı arşivlerinde birçok belge bulunmaktadır. Kulenin saat kulesi olması sebebiyle, bu kule aslında Osmanlı devletinde zaman kavramının 69
Ş ehir
ski mimarimize bir göz attığımızda çeşme, cami, medrese, türbe, tekke, şifahane, imarethane, kütüphane, çarşı ve benzeri yapıların uygun bir yerinde, işleviyle ilgili kitabelere rastlarız. Bu kitabelerde bazen bir ayet-i kerime, bazen bir hadis-i şerif bazen de hikmetli bir söz olabiliyordu. Bir nevi açık hava kütüphanesi vazifesi görüyor bu kitabeler.
AÇIK MEKÂN KÜLTÜRÜNÜN ZARİF ABİDELERİ
NAMAZGÂHLAR Ordugâh namazgâhları olarak da adlandırılabilecek, büyük kitlelerin namaz kılmasına imkân sağlayan mihraplı ve minberli namazgâhların dışında bayram, cuma, teravih ve cenaze namazları için inşa edilen namazgâhlar da vardır. Kültür tarihinde önemli bir konuma sahip bulunan namazgâhlar bugün işlevsel niteliklerini kaybetmekle birlikte birçoğu ayakta kalmayı başarmıştır. Nidayi SEVİM
Namazgâh denince akla ilk olarak açık havada namaz kılmaya mahsus yer gelir. Fakat bu namazgâhlar nerelerde olurdu, böyle açık hava ibadetgâhı yapmanın sebebi neydi, hangi özelliklere sahipti, mimarî unsur taşıyorlar mıydı? İstedik ki hem namazgâhlarla ilgili kısa bir bilgi verelim hem de geçmişte var olan ve günümüze ulaşan, en azından yeri belli olan namazgâhları sizlerle paylaşalım. Halk arasında namazgâhlara mescit, cami, açık mescit veya açık cami de denilmektedir. Bunun yanı sıra “Musalla Camii”, “Namazgâh Camii” gibi isimlerle anılan eserler mevcuttur. Bazı araştırmacılar bu yapılar için “üstü açık camiler” veya “açık hava camileri”, “açık hava mescitleri”, “namazgâh sofası” isimlerini de uygun görmüştür. Nebi Bozkurt, “Namazgâh” isimli makalesinde namazgâhlar için şu bilgileri veriyor: ”Farsça namazgâh ve Arapça karşılığı olan musallâ kelimeleri genelde namaz kılınan her yeri ifade eder. Fıkıh terimi olarak yerleşim merkezlerinin dışında bayram, yağmur duası ve cenaze namazlarının kılındığı belirli yerler için kullanılır. Türkçede namazgâh, bayram gibi belli zamanlarda namaz kılınan musallâlar yanında yol kenarlarında yolcular için yapılan üstü açık mescitler için kullanılmıştır. İslâm tarihindeki ilk mescitlerin çoğu bu tarzda inşa edilmiştir. Hz. Peygamber’in Kubâ’da yaptığı ilk mescit ve cuma namazı kılınan Rânûnâ vadisindeki Benî Sâlim Mescidi de böyleydi. Resûlullah uzun bir sefere çıktığında dinlendiği yerlerde tespit edilen uygun bir alan temizlenir, etrafına taşlar dizilerek sınırları belirlenir ve burası namazgâh edinilirdi. Resûl-i Ekrem’in Tebük Seferi esnasında on beş kadar yerde böyle açık mescitler yapılmıştır Hz. Peygamber, Mekke yolunda da çeşitli yerlerde namazgâhlar edinmiştir. Bu gelenek daha sonraki dönemlerde de devam etmiş, namazgâhlar zaman zaman ordunun konakladığı yerler olmuştur.” İlerleyen zamanlarda mescitler ve camilerin yanında bu açık hava ibadetgâhı olan namazgâhlar Arabistan çöllerinden Kuzey Afrika’ya, Asya’dan Anadolu’ya ve nihayet Avrupa’ya kadar bütün
sayı//6// ocak
70
Kadırga da Namazgah “Esma Sultan Namazgahı”
İslam coğrafyalarında yakın zamana kadar varlıklarını ve işlevlerini sürdürmüştür. Selçuklular döneminde de bazı örneklerine rastladığımız birer açık hava camisi durumundaki namazgâhlar şehirlerarası yollarda, genellikle abdest almak için bir çeşme veya kuyu ile birlikte yapılırdı. Seyahat esnasında yolcuların dinlenme ve ibadet ihtiyaçlarını karşılamak için menzillerde inşa edilen namazgâhlar, asıl zeminden bir ya da birkaç basamak seki ile çıkılır, bu alan bazen sütre görevi yapan bir duvar veya benzeri bir yardımcıyla çevrelenir, kıble yönüne de bir mihrap taşı ilâve edilirdi. Çoğunlukla mihrap taşı üzerine cami mihraplarının üzerinde de rastladığımız, “Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyye’l-mihrâb” yahut “el-mihrâb”, bazen de “Sâhibü’l-hayrât ... rûhu için Fâtiha” ibaresi yazılır, bazen de vakfiye yazısı eklenirdi. Hem kıbleyi gösteren hem de açık arazide sütre görevi yapan bu mihrap taşları antik sütunlardan dönüştürülmüş silindir şeklinde olabildiği gibi mezar taşlarını çağrıştıran bir formda da olabiliyordu.. Bu tarz mihrap taşlarına “namazgâh taşı ve kıble taşı” deniyor. Edirnekapı Savaklar’da, Emin Baba Tekkesi önündeki namazgâh taşı bu türler için iyi bir örnektir. Bir çeşmenin arka yüzüne mihrap ilâvesiyle namazgâha dönüştürülmüş, zemini taş döşeli, bazen etrafı yüksek olmayan bir duvarla çevrili
örneklere menzillerde sıkça rastlanmaktadır. Anadolu’muzun pek çok yerinde bu tipte yapılan namazgâh bulunmaktadır. Mesela Sivrihisar’da 1270’li yıllarda Emineddin Mikail tarafından yaptırıldığı bilinen namazgâhta günümüzde hâlâ teravih namazları kılınmaktadır. Yine Bursa’nın Yıldırım ilçesi Namazgâh semtinde bulunan namazgâhta da geçtiğimiz yıllarda teravih namazı kılınmıştı. Bu örnekler elbette çoğaltılabilir. Genellikle kervan yollarında ve mesire yerlerinde görülen bu namazgâhlar birkaç kişinin namaz kılmasına imkân veriyordu. Ordugâh namazgâhları olarak da adlandırılabilecek, büyük kitlelerin namaz kılmasına imkân sağlayan mihraplı ve minberli namazgâhların dışında bayram, cuma, teravih ve cenaze namazları için inşa edilen namazgâhlar da vardır. Kültür tarihinde önemli bir konuma sahip bulunan namazgâhlar bugün işlevsel niteliklerini kaybetmekle birlikte birçoğu ayakta kalmayı başarmıştır. Bulundukları çevrenin geleneklerine göre taş, ahşap, kerpiç gibi farklı materyallerden yapılan ve farklı özellikleri bulunan Türkiye’deki namazgâhları dört grupta değerlendirmek mümkündür. Yavuz Tiryaki, namazgâhların mimarî özelliklerini anlatan “Namazgâh” isimli 71
Ş ehir
Rumeli Hisarı Toplarönü Namazgahı
sayı//6// ocak
72
Eminbaba Tekkesi önü Kuyubaşı Namazgahı kıble taşı
makalesinde bu dört gurubun özelliklerine geniş bir şekilde yer vermiş. Bu bilgiler ışığında namazgâhları şöyle tasnif edebiliriz:
Kışlası arasında yer alan Öküz Mehmed Paşa Namazgâhı’dır. 1027-1618 tarihleri arasında yapılmıştır.
1. Mihraplı-minberli namazgâhlar: Genellikle şehir surlarının veya yerleşimin hemen dışına ya da büyük meydanlara, çok defa da yüksekçe bir tepeye inşa edilmişlerdir. Bunlar bayram, cuma ve teravih namazlarının kılınabileceği ordugâh tipinde büyük ölçekli namazgâhlardır. Bu tip namazgâhlar, sadece namaz kılmak için değil aynı zamanda halkın bir araya gelmesiyle çeşitli kararların tartışıldığı, toplantıların yapıldığı bir nevi konferans alanı vazifesi de görüyormuş. Sur dışında yüksekçe bir tepe üzerindeki namazgâhlar yağmur duası için kullanıldığı gibi hacca giden grupların uğurlandığı ya da karşılandığı, bazen şenliklerin düzenlendiği, misafirlerin ağırlandığı alanlar olurmuş. XVII. yüzyıl’da yapılan İstanbul Okmeydanı Namazgâhı ve İstanbul Rumelihisarı Toplarönü Namazgâhı bunlara örnek gösterilebilir.
b) Fevkanî Namazgâhlar: Genellikle meydan çeşmeleri şeklinde düzenlenmiştir. Çeşmenin su haznesinin üzerine ya da yanına taş bir merdivenle çıkılır. Kıble yönünü belirten bir namazgâh taşı ve çeşmenin etrafını saran kısa bir sütreden ibarettir. Birkaç kişinin namaz kılabileceği büyüklükte inşa edilenleri olduğu gibi otuz kırk kişinin bir arada bulunacağı ölçekte olanları da vardır. Namazgâhlı meydan çeşmelerinin en güzel örneklerinden biri de Kadırga’dadır. Kadırga Meydan Parkı (Cinci Meydanı)’na 1779-80 yıllarında Sultan III. Ahmed’in kızı ve Sultan 1. Abdülhamit’in kız kardeşi olan Esma Sultan tarafından kocası Muhsinzade Mehmed Paşa’nın ruhunu şâd etmek maksadıyla yaptırılmıştır. Bu çeşmeli namazgâh, o döneme hâkim olan barok üslûbunda inşa edilmiş ve süslenmiştir.
2. Çeşmeli namazgâhlar a) Bir Yüzü Mihraplı Namazgâh Çeşmeleri: Bir yüzü mihraplı, bir yüzü çeşmeli örnekler bilhassa menzillerde görülür. Mihraplı yüzün önünde bir ya da birkaç kişinin namaz kılabileceği yükseltilmiş bir seki olur. Bazen çok belirgin olmayan bir sütre ile de çevrelenir. Asıl hüviyeti çeşme değil de namazgâh olan bu tipin en güzel örneği İstanbul Edirnekapı ile Rami
3. Bir çeşme yanına inşa edilen namazgâh alanları ve kıble (mihrap) taşları: Çeşmenin hemen yanına bir kıble taşı ilâvesiyle namazgâh alanı oluşturulur. Bu alan bir veya birkaç kişinin namaz kılabileceği kadar genişliktedir. Kıble yönünü belirten namazgâh taşının üstüne bazen bir kandil motifinin işlendiği de görülür. Kadıköy, Rıhtım Caddesi ve İskele Sokağı’nın kesiştiği köşede bulunan, 1793 yılında III. Selim’in Çuhadar Ağası
Ladikli Ahmet tarafından yaptırılmıştır. Çeşmesi ve namazgâhı bu çeşitlere örnektir. 4. Musalla taşlı namazgâhlar: Musalla taşının hemen yanında bir mihrap taşından ibarettir. Cenaze namazlarının kılındığı alanlarda bazen dinî bir yapı, bir hazîre girişi ya da mezarlık girişinde yer alır. Edirnekapı’daki Zülâli Namazgâhı bu türlere örnek verilebilir. Mustafa Özdamar, “Namazgâhlar” isimli makalesinde hayrat-ı şerif uzmanlarının bir zamanlar İstanbul’da 153 adet Namazgâh’ı tespit ettiklerini bildiriyor. Bu çalışmada vaktiyle hizmet gören ve günümüze ulaşan namazgâhlar hakkında tafsilatlı bilgiler yer alıyor. Günümüzde varlığına dair bir emare bulunmayan namazgâhların ise birçoğunun ada-parsel numarası verilmiş. Bugün bir kısmı hâlâ ayakta olan bir kısmı tamamen yok olan namazgâhların 6’sı Fatih, 9’u Eyüp, 11’i Zeytinburnu, 1’i Bakırköy, 5’i Eminönü, 5’i Şişli, 7’si Beşiktaş, 10’u Beyoğlu, 3’ü Sarıyer, 1’i Kartal, 28’i Kadıköy, 49’u Üsküdar, 18’i ise Beykoz’da bulunmaktadır. Mustafa Özdamar’a da atıfta bulunan Mehmet Nermi Haskan, Eyüpsultan Tarihi isimli eserinin ön sözünde Eyüp’te bir zamanlar 13 namazgâhın varlığından söz ediyor. Fakat çalışmasının “Namazgâhlar” başlığında 10 namazgâhı incelemiş. Bunlardan bazıları o zamanda tespit edilememiş. Biz Mehmet Nermi Haskan’ın çalışmasından yola çıkarak bu on Namazgâh’tan altısına ulaştık. Bunlar Öküz Mehmet Paşa Namazgâhı, Servi Mahallesi Namazgâhı, Zülâli Namazgâhı, Zevki Kadın Namazgâhı, Gümüşsuyu Namazgâhı ve Kuyubaşı Namazgâhıdır. Savaklar Caddesi üzerinde ve Emin Baba Tekkesi önünde bulunan Kuyubaşı Namazgâhı’nın kıble taşı, mescit ayeti ve kandil motifiyle namazgâhlar için son derece özgün bir örnek teşkil ediyor. Benzer bir kıble taşı da Üsküdar Kısıklı’da Nafiz Paşa Konağı’nın önünde yer almaktadır. Geçtiğimiz yıllarda altı, defineciler tarafından oyulmuştu. Eyüpsultan’da tespit ettiğimiz son namazgâh Gümüşsuyu yolu ile Bülbülderesi’nin kesiştiği noktada bulunan Gümüşsuyu Namazgâhı, incelediğimiz namazgâhların içerisinde en kötü durumda olan namazgâhtır. Mustafa Özdamar buradaki namazgâh için yetmişli yıllarda şöyle bir talepte bulunmuş: “Üçşehidler Mahallesi Gümüşsüyü Sokağı’ndaki 63 pafta, 319 ada, 5 parsel sayılı namazgâhın Eyüp Belediyesi tarafından namazgâh kültürünü yaşatacak biçimde düzenlenmesi bekleniyor.” Eğer bir hükmü varsa, aynı talebi 40 yıl sonra biz de yineliyoruz. Türkiye’mizin tarihî ve kültürel mirasında namazgâhların önemli bir yeri vardır. İnşa
edildikleri dönemin sosyal, ekonomik, tarihî ve kültürel kimliğinin ortaya konmasında katkısı bulunan namazgâhların, diğer tarihî eserlerimiz gibi zamana yenik düşmesi üzüntü vericidir. Teknolojinin gelişmesi, rant mekanizmasının hızla ilerlemesi tarihî eserlere bakış açısını epeyce değiştirmiştir. Son zamanlarda vatandaşlarımızın önemli meydanlarda, mesire yerlerinde, yaylalarda namazgâhları ihya ederek buralarda tekrar ibadet yapılmasına vesile olması, tüm olumsuzluklara rağmen geleneklerin sürdürüldüğünü göstermesi bakımından gayet manidardır. Resmî kurumların özellikle belediyelerin çevre tasarımında namazgâhların işlevini ve önemini hesaba katarak uygulamaları buna göre yapması hayatî önem arz etmektedir. Büyük çoğunluğu yok olan namazgâhların geride kalanları restore edilerek harap görünümlerinden kurtarılması, günümüz şartlarına göre işlevlendirilmeleri, çevre düzenlemelerinin yapılması; geçmişten devralınan mirasın gelecek nesillere kazandırılmasını sağlayacaktır. Resul-i Ekrem Efendimiz’in “Bana yeryüzü, sebeb-i taharet ve mescit kılındı.” hadis-i şerifini sürekli hatırımızda tutmamıza vesile olan namazgâhlarla ilgili söylenecekler elbette bu kadarla sınırlı değil. Biz şimdilik yazımızı yine Mustafa Özdamar’ın adı geçen makalesindeki şu ifadesiyle bitirelim: “En kısa ve en öz ifade ile namazgâhlar, parıltıları hâlâ sönmeyen yüksek bir medeniyetin zengin duyarlılığı içinde fizikle metafiziği kucaklaştıran peyzaj mimarîmizin, açık mekân kültürü ve yaşanılır çevre düzeni anlayışımızın dünümüzden günümüze yansıyan açık anıt ve kanıtlarıdır. Bundan özge yorum yok!”
Çanakkale boğazı girişinde, Gelibolu Bayraklı Baba Namazgahı
73
Ş ehir
ehrin dinmeyen şarkıları. Sabah kuşları. Öğle kuşları. Akşam kuşları. Gece kuşları. Gökyüzünü boyayan fırçalar. Ruhu dalgalandıran rüzgârların notaları. İçimize sokulan doğanın yaprakları. Kuşlar, her yerden her yere bağlanan dualar. Sıkıntıları çözen gizli kapılar. Kulakları anahtar yapan cıvıltılar. Gönüllere açılan duraklar.
ŞEHRİN KORUYUCU SAÇAKLARI:
KUŞLAR
Kuşlar; şehrin Mantıku-t Tayr hâli, düşünme hâli, bilmeye yaklaşma hâli, bilince erme hâli, kendini bulma hâli, insanların hâller bohçasındaki hâli. Yard.Doç.Dr.ERKAN ÇAV*
İz veren, yol veren, ovalar seren. Yolculukları yaşamlarından fazla, kanatları bulutlar denginde, çeşitleri saymakla bitmeyen. Mevsimlerin öyküleri, günün zaman çeteleleri, güneşin izleyenleri. Görünmez güçlerin timsali: Anka kuşu, Simurg kuşu, Kaf Dağının kuşu. İnsan çeşitlerinin yolculuklardan geçen suretleri. Derinlikli bakışların gündelik geçişleri. Sürüler tepsisinde senkronizasyon, bütünlük, birlik ve koordinasyon gösterisi. Sürülerin yek bedenleri. Sığırcık, kırlangıç, saka, kanarya, papağan. Göçlerin ve yerleşmelerin ustası. Gizli suların, dingin göllerin, dalgalı denizlerin sırdaşı. Çatıların düdükleri, balkonların ortağı, minarelerin yanağı. Ağaçların takı, dalların diz kapakları, yaprakların atkısı. Doğanın vakit habercileri, yükseltilerin çelenkleri, nehirlerin gölgeleri, ovaların dilleri, dağların kalkanları. Vahşi, saldırgan, et yiyen, ot yiyen, az doğuran, çok doğuran, yumurtalar içinden çıkan.
*TC.Maltepe Üniversitesi
Yuvasını sabırla yapan, göçen ve konaklayan, çeşit çeşit incelikler defteri. Dans etmenin, kur yapmanın, yavru bakmanın rehberi. Sabrın, sebatın ve inadın tasvirleri. Karmaşık seslerin birlik esintileri. Bataklıkların gülleri, sığ suların işçileri, yorgun doğanın şiirleri. Avcılıkta usta, yuva büyütmekte usta, dünyayı gözlemekte usta. Kimisi uçamaz yürür, kimisi uçar yürüyemez. Müziğin, ritmin, sessizliğin efendileri.
sayı//6// ocak
74
Çiftleşme dansları büyüleme seansı. Şehrin süslenme hâli. Yapıların yerli sahipleri: camilerin, cami merdivenlerinin, minarelerin, meydanların, çatıların, ağaçların, boşlukların. Resimlerin, tabloların, fotoğrafların, nakışların, tezhiplerin, süslemelerin, işlemelerin, desenlerin bakışları. Şehrin sessiz fonu. Işıltılı boyası. Ses titreşimlerinin derinlikleri. Ses kemerlerinin tuğlası. Denizlerin emekçisi, koyların bereketi, gökyüzünün bilgesi, vapurların gülleri, yolcuların neşesi. Kuşbakışı, kuşkonmaz, kuş çatısı, kuş oturakları, kuş düşüşü, kuş ötüşü, kuş uçuşu, kuşluk vakti, kuşlar ülkesi, kuş sürüsü, Kabe’yi ve peygamberi koruyanların nesli. Türlü türlü şeyleri yek seste söylemeler becerisi. Ötüşleri farklı farklı kelimeler, anlamlar, etkiler meyvesi. Çiçeklerin polenlerini taşır, çalıları çırpıları toplar, çatıları süsler, kumlarda, sularda, bulutlarda yüzer, yaz sıcağında gölgeyi nöbetler. Farklı sessizlikler, sesler, dokular, renkler, tatlar diyarı. Kuşlar, kuşlar, kuşlar. Uçan, yürüyen, ötüşen, yuva yapan, dans eden, çiçeklerle böceklerle bitişen, yaşamın taze kokuları. Keskin gözleri, güçlü bacakları, sıcak bedenleri; tek başına ve özgür, kararlı ve azimli, şaşmaz ve derin oluşlar birikintisi. Yavrularına anne, düşmanlarına korku pençeler. Martılar, sığırcıklar, güvercinler, papağanlar, kırlangıçlar, sakalar, bülbüller. Şehrin ziyaretçileri leylekler, şahinler, albatroslar. Şehirlerin başka başka duaları. Duygu taşır, heyecan taşır, sevda taşır. Bir yerden bir yere gitme arzusunu taşır. Düşünce taşır, özlem taşır, yitirilmiş şiirler taşır. Her saatinde bir günün bir kuş obasının zamanı şahlanır. Kimi sabahları, kimi öğlenleri, kimi akşamları. Doğanın varoluş bekçileri. Zamanını, sırasını, yerini parlatır. Kuşlar; şehrin Mantıku-t Tayr hâli, düşünme hâli,
bilmeye yaklaşma hâli, bilince erme hâli, kendini bulma hâli, insanların hâller bohçasındaki hâli. Bazıları gazel, bazıları beyit, bazıları dize, bazıları şarkı, bazıları türkü, bazıları özlü bir söz, bazıları bir “ah” olur uçar gökyüzünden kalplerin şerefelerine. Bir şerefeden bir şerefeye. Ötmeleri şehre bir rüya şalı örter. Her düşte bir kuş çırpınır hayallerde gizlenen. Dinlendirir, düşündürür, duygulandırır. Yaşatır, yaşama katar, yaşamla yoğurur. Süzülürken göklerden, gönüllerden geçer kanatlarının uçları. Ruhları okşar tüylerinin aynası. Anlatılamayan özlemlerin, duyguların, sevdaların postacısı. Hatıraların yapıştırıcısı. Harf bulunmayan kelimelerin motifi. Resimlerin değil, yaşamın vazgeçilmezi. Ölümün değil, yaşamın sinesi. Hayatın fon müzikleri. Mahzun, kederli, üzgün; melankolik, neşeli, eğlenceli. Saklı, suskun, yalnız; aşikar, konuşan, topluluk. Her türlü duruma bir kuşluk hâl var. Buralardan geçen ince bir tüy var. Bir mahya, bir hat, bir tezhip, bir nakış var. Neyin içinde bir buğu var. Nakış olur, oya olur, dantel olur şehrin kubbelerinde. Ses olur, iz olur, simge olur göz bebeklerinde. Şehrin beton binaları arasında uçmak, parklarında, bahçelerinde, ağaçlarında yuvalar kurmak, yokluk içinden bir yaşam çıkarmak: Kuşça yaşamak, kuş olmadan yaşamak. Umudun çatısı. Barışın imgesi. Özgürlüğün. Sevginin. Adaletin. İnsana umut en yakın kuşlardan geçer. Bir kuş sesi varsa şehirde, o şehirde hâlâ güneş vardır. Umut varsa bir şehirde, güzel kuşlar hâlâ o şehrin arkadaşıdır. Kuşlarını kaybetmeye görsün bir şehir, umutlarını kaybeder, ruhunu kaybeder, kendini kaybeder. Şehir, aydınlığını kaybeder. 75
Ş ehir
ÜNYE’DE SON AĞAÇLARA VEDA Şehirlerde hasbelkader bir kenarda rast geldiğim bir dut, bir erik, bir tozlu akasya yüreğimi günden güne daha da hüzünlendirir oldu. Onları, her an kökünde duyacağı bir balta darbesinin geliverecek ölümün tedirginliğinde duyar oldum. Yard.Doç.Dr. Fatih ORDU*
nye’nin methini taa İzmir’den lise yıllarında duymuş idim. Allah nasip etti, bu güzel şehirde bir zaman muallimlik etme talihini de yaşadım. Ünye için, Karadeniz’in incisi, denirdi. Ünye’de anladım; bu sözün belki eksiği vardı da fazlası yok idi. Bu güzel şehirde bir zaman Yüzüncü Yıl Mahallesinde; Çakırtepe’nin hemen altında penceresi ahirete bakan bir evde kalmıştım. Sonra az daha ileride, Anafartalar Okulu’nun hemen üstündeki küçük tepede konaklamak nasip oldu. Hikâye de böyle başladı; hikâyeden ziyade ‘yangın’. O küçük ve mesut tepede birkaç sene evveline kadar bütün bir mahalleyi, okulu ve manzarayı kendinde toplayan büyük ağaçlar var idi. İnsana bir sığınma hissi verirlerdi. Yalnız insana mı? Ağaçlar mahalleye yolu düşen bütün kuş âleminin de konağı idi. O telaşlı serçeleri, bin bir sesli kına kuşlarını, apartmanların mutfak pencerelerini dikizleyen arsız kargaları içten bir bahtiyarlıkla buyur ederlerdi. Ah o kargalar ki yer yer bütün ağaçları istila ederlerdi de, site sakinlerinin gedikli hanımları balkonlarda, teraslarda ne varsa gözden nihan, kapma mesafesinden uzak tutardı. Gündüz böyle. O ağaçlar gece boyu da kocaman karanlık siluetleri ile mahallenin en güzel tarafıydılar. Ahmet Haşim bir görmeli, derdim. Çünkü Haşim’e göre, geceyle beraber ağaç da başka bir şey olurdu. Haşim’in ilhamıyla ben de bu ağaçları bambaşka bir şey olarak telakki ederdim. Karşıda Çakırtepe’de kalan son emsallerine, şehrin bu tarafından baharları muştular, yazları birlikte yaprak açıp palazlanırlar, güzleri karşılıklı sararıp dökülerek ‘hırka-i tecride girerlerdi.’Bu son ağaçlar hiç değilse benim zamanım için, şehrin iki güzide yadigârı ve şehrin son güzel tarafıydı. Denizin aynasında, güneşin ve ayın ışıkları içinde dingin ve mağrur usul usul çalkanır dururlardı.
* Murad Hüdavendigâr Üniversitesi
Sonra birden denizin aynası kızardı. Şehri son yadigârı iki tepe, o tepedeki mesut ağaçlar üç beş sene içinde iki müstesna ahşap konak gibi kızıl kıyamet bir yangına tutuldu. Bir modern çağ yangınının içinde kör kazmaların, motorlu testerelerin dişleri arasında, iç sızlatan iniltilerle göçüp gittiler. Çok geçmedi sarı kollu, çelik tırnaklı kepçeler yıkılmış ağaçların altındaki zümrüt deriyi hoyratça yırttı yırttı ve yırtılan yerlerden bir ur, bir apse misali kimliksiz beton yığınları yükseldi. Bilmem, yanıp kül olan değerlerin ardınca, her gün biraz daha azalarak yaşamaya bu kadar mecbur muyuz? Oysa Tanpınar’ın da ifadesiyle,
sayı//6// ocak
76
bir ağacın ölümü, bir mimari eserin yıkımı gibi değil miydi? Bütün bir mazi ve elbette şehir kültürümüzün en has numunesi olan servilerden erguvanlara, kestanelerden çınarlara bütün bir mahalleyi, sokakları, meydanları kendinde toplayan ve onlara kendi nizamını veren ağaçlara bu kıyım reva mıydı? Oysa kendine mahsus işlerde derin bir mahrem anlayışı içinde olan kadim insanımız; şehirlerini, evlerini, sokaklarını da öylece mahrem saymaz mıydı, mahrem sayıp da koca ağaçlarla kem gözlerden nihan etmez miydi? Ederdi elbet ve biraz da bu yüzden, zarif köşklerin, alımlı sebillerin o mücella mermerlerinin kadife çınar yapraklarıyla örtülü hali; yeşil ipek yaşmaklar içinde bir evvel zaman güzelinin yüzü gibi görünürdü. Bu keyfiyet; taşa, mermere tabiatını terk ettiren, sertliğini yumuşatan ve ona munis bir insan çehresi kazandıran iç aydınlığıydı. Eski insanımızın zevkinde; şehir, çeşme, ağaç o derunî ruh potasında erir, yeni bir nizam kazanır ve ötelere açılan birer maneviyat bahçesi olurdu. Şehirlerin içinde bahçeler yoktu. Bahçelerin içinde şehirler vardı ve insanlar bu bahçe şehirlerde yaşardı. Biraz da bu sebeple batılı seyyahlar; hiçbir memlekette ağacın bu denli güzel halinin bulunmadığını, çiçek kokularına alışmamış burunların Edirne’den İstanbul’a, oradan Anadolu’ya geçemeyeceğinden bahsederlerdi. Bugün ne o seyyahların anlattığı çiçekler - evet biraz abartı da olsa - ne Evliya Çelebi’nin bahsettiği Erzurum’dan İstanbul’a kadar ağaçtan inmeden gidecek maymunlar ve ne de o maymunların ağaçları kaldı. Daha düne kadar o tepede şehrin en aziz iki misafiri gibi duran ağaçlar gibi.
Öğrencilerden biri atılıyor: “Hocam, beş yıllık, on yıllık şehir planları çizdiriyoruz. Bu iş için şehir mimarlarımız var.” Hazret anlaşılmamaktan müteessir: “İyi ya evladım” diyor. “Ben de o şehir planlarınızı kastediyorum ya. Bugün masalarınızın gözünde duran bu planlar bir gün olur da icraata geçerse. Vay o zaman bu şehirlerin haline!” Öyle olmasaydı, meydanın en mühim unsuru olarak duran, Saray Camii ve çınarın yanı başına tek tük kalabilmiş tarihi dokunun önüne dikilmiş Kaymakamlık ve Öğretmenevi cinsinden bir ‘ucubeyi’ hangi ülkede bulabilirdiniz? Geçenlerde Ünye’ye bir daha gittim. Anlattığım ağaçlıklar, altındaki fındık bahçeleri, onun yanı başındaki mısır, fasulye, lahana tarlaları hepsi gitmiş. Kırık bostan kapıları, tarlaları ayıran kürler, çalılıklar, böğürtlenler hepsi gitmiş. Her birinin yerinde bir apartman… Sonra kuşlar tabi ki. Onlar da çoktan vedalarını çekmişler. Ne o şen serçeler, ne alımlı kınalılar ne de cingöz kargalar.. Eskiden tek bir emare kalmamış. Şehrin meydanında dolaşırken ortadaki koca çınarın yarısının yıkılmış olduğunu gördük. Koca bir dal kopmuş yerinden. Ağaç, felçli gibi kırılmış, bükülmüş. Yanımdaki dostum, niye ki diye sordu? -Kahrındandır, dedim, başka ne ola!
Kestik ve artık mutluyuz. Her tarafımız beton. Beton demek bu memlekette sanayi demek, şehir demek, terakki demek azizim. Şehirlerde hasbelkader bir kenarda rast geldiğim bir dut, bir erik, bir tozlu akasya yüreğimi günden güne daha da hüzünlendirir oldu. Onları, her an kökünde duyacağı bir balta darbesinin geliverecek ölümün tedirginliğinde duyar oldum. Korunamazlar mıydı? Neyle? Zaten yok, olanları masa başları kesip biçmelerine emanet şehir planları ve planlayıcılarıyla mı? Kendimize gülecek yeni şeyler aramalıyız. Yahya Kemal anlatır: İstanbul henüz İstanbul iken, Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki Meşhur Macar mimarın bir hikâyesi var: Kürsüde iki büklüm, İstanbul’a yazık olacak, diyor hazret!.. Şehir ve hayat değişirken bir planınız yok. 77
Ş ehir
ŞEHİRLERLE
KAZANDIKLARIMIZ VE
KAYBETTİKLERİMİZ Hayatı konfora taşıyan şehir, bu konfor içinde kendi kültürünü ve değerlerini kaybettiriyorsa, şehirleşme çok ciddi bir bunalımı da beraberinde getiriyor emektir. Hayatın kolay tarafına talip olanlar için bunlar önemli görülmeyebilir. Ancak, bu ayrıntıların ileride başımıza ne gibi sıkıntılar çıkaracağını düşünenler açısından şehirleşmeyi endüstrileşmenin acımasız dişlileri arasından kurtarmamız gerekir. Muhsin İlyas SUBAŞI
ürkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini istemeyen Avrupalılar arasında genellikle Türkiye’nin yalnızca biri Batılı olan iki yüzü olduğu görüşü sık sık dile getiriliyor. İstanbul’un kozmopolit görünümü ile daha az gelişmiş, yoksul ve değerleri açısından “Avrupalı” olmadığı düşünülen Türkiye’nin geniş iç bölgeleri arasındaki tezat ön plana çıkarılıyor.” Bursa’da işgale uğradığı sırada Yunan Generalinin Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyerek, “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik”, sözlerinin arkasından denize gömülürken bu şehrin üzerinde yankılanarak dönüp dolaşıp nasıl boğazına bir ıstırap halkası gibi geçtiğini bir ilahi lütuf ve hatta intikam olarak anlayan bir neslin dikkatini görebilir misiniz? Kırşehir’de Ahi Evren ve Âşık Paşa’nın kabirlerinin bu topraklara manen bekçilik yaptıklarının izlerini size hissettirecek mevcut nesilden hafızanızda kalmış neler vardır? Adana’da Fransız işgalinin yaşattığı ıstırapların izini göreceğiniz bir köşe yoktur. Hâlbuki Viyana’da adamlar, Osmanlı’nın attığı gülleleri şehirlerinin sokaklarında düştüğü yerde üzerine bir not düşerek hala muhafaza etmektedirler. Bu hareket, Avusturya nesline, nereden nereye gittiklerini hatırlatması için yapılan bir ciddi uyarı olarak ortada iken Adana’daki bizim kayıtsızlığımızı nasıl anlatacaksınız? Aydın olmak, ülkesine karşı sorumluğun altında ezilmek midir, bilemiyorum? Nedense hep bu duyguyu şahsiyetimizin bir şuuraltı realitesi olarak gördüm. Aslında “ezilmek” ona karşı sorumluluğu yerine getirememenin vicdan azabını duymak olmalıdır. Böyle bir yüke niçin talibiz? Sanırım şehrin ışıklı sokaklarından çok, arka sokaklarında gizlenen gerçek hayatımızın hikâyelerinden hemen her gün birini yaşadığımız için olmalıdır. Dikkatle bakarsanız, şehrin bir yüzünde aydınlık Türkiye’yi, kalkınmış, muasır medeniyet seviyesine ulaşmada hayli mesafe almış bir ülkenin fotoğrafını görürsünüz; öbür yüzünde ise, yoksulluğun her türlü kötülüğe bulaştırmaya müsait varoş toplumunun yürek burkan garipliğini. Türkiye’yi adeta bir mobese kamerası gibi dikkatle takip eden Batılıların “European Stability İntiative” adlı kuruluşunun “İslami Kalvinistler Orta Anadolu’da Değişim ve Muhafazakârlık” konulu raporundaki yer alan hakkımızdaki hükmüne bakınız: “Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini istemeyen Avrupalılar arasında genellikle Türkiye’nin
sayı//6// ocak
78
yalnızca biri Batılı olan iki yüzü olduğu görüşü sık sık dile getiriliyor. İstanbul’un kozmopolit görünümü ile daha az gelişmiş, yoksul ve değerleri açısından “Avrupalı” olmadığı düşünülen Türkiye’nin geniş iç bölgeleri arasındaki tezat ön plana çıkarılıyor.”(1) Aslında yanlış değerlendirme değil. Aynı kaygıyı biz de duymuyor muyuz? En yoksulumuzun en az orta seviyede bir devlet memurunun gelirine sahip olmaması bile bu ülkede kalkınmışlık fotoğrafının tebessüm eden yüzünü ortaya koymayacağına göre, adamlara ne diyebiliriz?.. Biz yıllardır, Yahya Kemal’in, İstanbul’u öven şiirleriyle bu şehri algılayıp kabullenmeye çalıştık: “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” “Sade bir semtini sevme”nin bir ömre değer olduğu İstanbul bugün acaba öyle mi? O İstanbul bugün yok!.. İstanbul’un yerlisi yeni semtler oluşturdu ve şehirden çekildi. Azınlıklar kendi semtlerinde kilitlenip kaldı. Sanayi kuruluşlarıyla modern yerleşim alanlarının evliliğinden nasıl bir şehir doğar meraka değer doğrusu. Politikanın oy iştahıyla desteklediği göçlerle kirletilen bu şehri eleyecek kalbur bulmak mümkün mü? Ben sanmıyorum; Türkiye’nin iki yüzünden söz eden Batılı, gelişmiş yüzünün karşısına dikkat ettinizse, “İstanbul’un kozmopolit görünümü ile daha yoksul Anadolu yüzünü” birlikte değerlendiriyorlar. Bugün Yahya Kemal hayatta olsaydı, acaba yukarıdaki mısraları tekrar yazar mıydı? Aslında İstanbul için şiir yazanlardan biri de benim... Bir Anadolu gencinin tahassüsüyle bu şehre ilk defa 1968’de, yani kırk yıl önce gitmiştim OSMANLI ASALETİNDEN UZAK İSTANBUL… İstanbul’a ayak bastığımda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Beş Şehir”de İstanbul’u anlatırken, bir yaşlı Arap kadının İstanbul’un semtlerini sayarken, hasta yatağında canlanıp adeta şifa bulmuş gibi gözlerinin güldüğünü düşündüm. İtiraf edeyim, İstanbul hayallerimde bende de böyle bir ürperti olurdu. Sanki İstanbul’a kavuşmak gurbetten vatanına dönen bir aşığın heyecanı gibi gelmişti bana. Üstelik Yahya Kemal’in şiirinin bende yankılanan heyecanıyla şehri dikkatli bir şekilde gezmeye özen gösterdim. Osmanlı bütün ihtişamıyla bu şehrin sokaklarında bir hayal gibi yaşıyordu sanki. O muhteşem tabiat dekorunu var eden Yüce Yaratıcı’nın ilahi gücüyle o dekora bir iman arması gibi işlenen ceddimin
estetik duyarlılığı beni hep etkilemiştir. Bütün tarihi binalar, boğazdaki yalılar, ister istemez geçmişteki ihtişamınızın ayak izlerini getiriyor gözlerinizin önüne. Ne var ki, birçok semtin insanı da o Osmanlı asaletinden çok çok uzaklardaydı: Her türlü güzel işin yanında bir yığın çirkin iş de bu şehirde üretilip ülkeye bir kâbus gibi sunuluyor bugün! Sanki Tanpınar’ın, 50 yıl önce söylediği sözler bir şehrin dramının fotoğrafıydı: “Her büyük şehir nesilden nesile değişir. Fakat İstanbul başka türlü değişti. 1908 ile 1923 arasındaki on beş yılda o eski hüviyetinden tamamıyla çıktı. Meşrutiyet İnkılâbı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne bir yığın küçük, büyük yangın, mali buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüz yıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923’te olduğu gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamıyla giderdi.” (3) Bütün bunları, bu şehrin bir tarih şehri hüviyetini ve şehircilik estetiğini kaybedip yerine Endüstri şehri haline gelmesine bağlayalım ve gelecekte yapılacak gökdelenlerin, hiç olmazsa, geçmiş zamanın ruhumuza sinen ulviyetiyle o ışık, boğaz ve camiler mahşerini kaybetmemesini dileyerek biz başka şehirlerimize bakalım: Fırsat buldukça ülkemin bütün şehirlerine gitmeye gayret gösterdim. Sivas’ta doğdum, Gözlemlemek için ülke haritamızın hemen her tarafından insanlarla, şehirlerin sokaklarıyla halleştim. Gördüğüm odur ki, biz şehirleri bina yapmakla şehirleştireceğimizi sanmışız. Yüksek binalar var, ama çoğunda şehirli olmanın ruhu ve asaleti yok!.. ANKARA MABETSİZ ŞEHİR İstanbul’un ahvalini yukarıda resmettik. Ankara’yı “Mabetsiz Şehir” olarak dizayn edenlerin ulaştıkları emellerinin o kahredici acısını hissetmeden bu şehirde gezebilir misiniz? Müslüman bir ülkenin başkentinde, İslâm’ın Hacı Bayram camii çevresine hapsedilmesi, bu ülkenin yüz akı bir inanç tablosu olarak görülebilir mi? İzmir’de, düşmanı denize dökmenin heyecanını yansıtacak bir duyarlıktan söz edebilir misiniz? Bu ülkeyi parçalamak ve yok etmek için Yunanlıları kullananlar, önce bu şehrimizi işgal ettirmemiş miydi? İlk tahribatı, kıyım ve yıkımı burada yaptırmamış mıydı? Şehri yakıp yıkarak ilerlemeye kalkmamışlar mıydı? Zaferin son adımını da bu müstevliyi burada denize gömerek göstermedik mi? Peki, bu şehirde bu heyecanı her gün yaşatmak gerekmez mi? Meraklısı olanlar gitsin gezsinler, benim duyduğum acıdan daha azını mı görecekler?.. 79
Ş ehir
YUNAN GENERALİN HAYÂSIZLIĞI… Bursa’da işgale uğradığı sırada Yunan Generalinin Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyerek, “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik”, (4) sözlerinin arkasından denize gömülürken bu şehrin üzerinde yankılanarak dönüp dolaşıp nasıl boğazına bir ıstırap halkası gibi geçtiğini bir ilahi lütuf ve hatta intikam olarak anlayan bir neslin dikkatini görebilir misiniz? Konya’da Mevlana’yı turistik meta haline getiren anlayışın temsilcisi olmanın o dayanılmaz acısıyla ıstırap duymamanız mümkün mü? Sema’nın ritmindeki vecdini boşaltıp onu bir gösteri stiline dönüştürenler için söylenecek söz var mı acaba? Eskişehir’de, Yunus’un ruhaniyetinin sindiği kaç cadde ve sokak bulabilirsiniz?.. Bu şehre birkaç defa gittim, her gidişimde şehrin ana caddelerinde olsun, arka sokaklarında olsun, Anadolu’daki ve hatta Türkiye’nin bütünündeki gönül dilimiz Yunus’a, o büyük Veli’ye, kabul ve saygıyı burada aynı tonda görememenin şaşkınlığı ve hüznüyle ayrıldım. Nevşehir’de Hacıbektaş’ın teslimiyet ve vecdini sizin ruhunuza nakşedecek bir dirilişi görebilir misiniz? Hatta Hacı Bektaş-ı Veli’nin ayrımcı bir ideolojiye alet edilmek istenmesini anlamak mümkün mü? Bu mübarek Veli’nin, dikkatle uyardığı alkol konusundaki bir kısım Bektaşilerin kayıtsızlığı ve alkolü günlük hayatın bir parçası haline getirmelerini nasıl izah edeceksiniz? DÜŞMANA GEREK KALMADI… Kırşehir’de Ahi Evren ve Âşık Paşa’nın kabirlerinin bu topraklara manen bekçilik yaptıklarının izlerini size hissettirecek mevcut nesilden hafızanızda kalmış neler vardır? Adana’da Fransız işgalinin yaşattığı ıstırapların izini göreceğiniz bir köşe yoktur. Hâlbuki Viyana’da sayı//6// ocak
80
adamlar, Osmanlı’nın attığı gülleleri şehirlerinin sokaklarında düştüğü yerde üzerine bir not düşerek hala muhafaza etmektedirler. Bu hareket, Avusturya nesline, nereden nereye gittiklerini hatırlatması için yapılan bir ciddi uyarı olarak ortada iken Adana’daki bizim kayıtsızlığımızı nasıl anlatacaksınız? Kahramanmaraş’ta Fransızların şehri işgal günlerinde milli mücadeleyi; “Bayrağı dalgalanmayan bir ülkede cuma namazı kılınmaz, önce bayrağımızı göndere dikelim sonra gelip camiye namazı kılma hakkımızı kullanalım”, diyen Sütçü İmam’ın heykelinin gölgesindeki üniversitede, kızlarımızın başörtülerine el uzatan zihniyeti hangi anlayışa yerleştireceksiniz? Kahramanmaraş meydanındaki heykelde ‘Fransız askeri bir kadınımızın başörtüsüne el uzatıyor, bizim askerimiz de ona kurşun sıkıyor. ŞEHİRLEŞME VE MİLLİLEŞME BİRBİRİNE TERS KAVRAMLAR DEĞİLDİR Aslında şehirleşme ile millileşme birbirine ters kavramlar değildir. Ne var ki, şehirleşme milli hassasiyetlerimizde de erozyona sebep olma hususunda çok ciddi tehditler oluşturmaktadır. Bunlar kaybettiklerimiz açısında önemle üzerinde durulması gereken hususlardır. Hayatı konfora taşıyan şehir, bu konfor içinde kendi kültürünü ve değerlerini kaybettiriyorsa, şehirleşme çok ciddi bir bunalımı da beraberinde getiriyor emektir. İngiliz düşünür Arnold Toynbee, “Türkiye İslâm ülkeleri için bir siyasi laboratuvardır”, (5) diyor. Bu, bir gizli oyunun en kısa şekliyle ifadesiyse ki bize göre öyledir; bu laboratuvarın bütün denemeleri şehirlerimizde gerçekleştirilmektedir. Yani bir anlamda şehirlerimiz laboratuvar fonksiyonuna dönüştürülmüş demektir. Bizce modernleşme, Batılılarca kendilerine benzetilme uygulamasının artısı eksisi buralarda uygulamaya konulup ayıklanmakta ve yeni muhtevalara doğru paketlenmektedir. Bunun ne anlama geldiği ve ileride nasıl bir insan tipini ortaya koyacağını bu ülkenin sorumlu insanları dikkatle hesaba katmak durumundadır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girecekse, bu kimliğini pekiştirmeden adım atarsa, ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağılıp gideriz. Zaten üzerimizde bir yığın oyun var, bir de buna modernizme açlık duyan insanların körkütük atladığı şehirleştirilme tehdidi eklenmemelidir!.. KAYNAKÇA
1 www.esiveb.org. 2 bk. Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gökkubbemiz, Yahya Kemal Enstitüsü Yayını, İstanbul 3 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Kültür Bakanlığı Yayını, İstanbul 1969; s. 145. 4 Yavuz Bahadıroğlu, Vakit Gazetesi, 13.10.2008 5 Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor (Çev. Ufuk Uyan), s. 199 vd. Yeryüzü Yayınları, İstanbul-1980.
Fatma Koçak
TYB 2014 “GEZİ KİTABI” ÖDÜLÜ
Ve Ürdün izlenimlerini aktarıyor bizlere. Diğer seyahat kitaplarının aksine gezdiği yerlerde büyük bir medeniyet değerlendirmesinde bulunuyor yazar. Efendimizin ‘’Seyahat ediniz sıhhat bulunuz’’ hadisinin aydınlığında sınırları aşma aşkına eren Kurtoğlu yoğun ve yorucu yolculuklara rağmen başka kültürlerle tanışmanın heyecanı içinde gezdiği her yerle ilgili notlar almayı ihmal etmiyor. Bilenler bilir gezi esnasında not almak kolay iş değildir. Ama not alınmazsa gezilen yerlerdeki ayrıntıların zihinden tez zamanda uçup gideceğini de yine ehli bilir. Yazarımız bu konuda titizlikle bir gayret göstererek notlar almayı ihmal etmez. Ve bu notların bir araya getirilmesiyle bugün müthiş bir eseri kazandırır irfan hayatımıza. Batıya gitmektense Doğuya gitmeyi tercih eden Kurtoğlu kitabında Suriye Mısır ve Ürdün ile ilgili kültürel akrabalık noktalarımızdan yola çıkarak geleceğe yönelik de kıymetli tesitlerde bulunuyor. Gezdiği yerlerle aramızda bir ruh akrabalığı olduğunu okuyucuya açık bir mesajla iletiyor. Doğup büyüdüğü şehirle geziye çıktığı ülkelerin benzerliklerini gören yazar doğunun kucaklayıcı kültürüne kendisini bırakırken okuyucuyu da bu atmosfere sıcak bir üslupla çekmekte.
ehmet Kurtoğlu, şehirler üzerine düşünen, şehirler üzerine yazan velûd bir kalem. Kendisini ilk olarak Urfa üzerine yayınladığı derinlikli kitaplarla tanıdık. Urfa’nın dününü bugününü Onun gözüyle okuduk ve tanıdık. Bir dönem Urfa Kültürüne ağırlık veren yazar artık kalemini yeryüzüne çevirmiş durumda. Bu vesileyle Mehmet Kurtoğlu ismi sadece Urfa ile anılan bir yazar olmaktan çıkmış bütün şehirleri kuşatan ulusal çapta anılmayı hakeden bir kalem olmuştur. Çeşitli dergilerde yazdığı yazılarda ilgi alanının genişliği ne kadar artarsa artsın şehirler üzerine yazmaktan büyük keyif aldığı gibi bir izlenim bırakmakta okuyucuda. Şehir ve Kültür Dergisi’nden de yazılarını beğeniyle takip ettiğimiz Kurtoğlu yakın zamanda yine önemli bir eserle selamladı okuyucularını. Eski Dünyaya Seyahat kitabıyla kültür dünyamıza büyük bir katkı sağlayan yazar bu eserinde Suriye Mısır
Adward Said Oryantalizm isimli eserinde doğuluların batıya giderken şartlanmış bir şekilde hayranlık içinde gittiklerini ve batıyı gördüklerinde ağızlarının bir karış açık kaldığını yazar. Aynı şekilde batılıların da doğuya şartlanmış olarak geldiklerini ve onları aşağılayıcı gördüklerini hatta son iki yüz yıl içinde bu konuda 60.000 eser kaleme alındığını yazar. Bu bağlamda Batı, doğuyu en çok emperyalist duyguları dolayısıyla merak etmiştir. Tanzimat’tan bu yana batıya açılan aydın ve sanatçılarımız ise, Adward Said’in belirttiği gibi “hayranlık” duygusu ve “aşağılanmışlık komplesiyle” yaklaşmışlardır. Yazar bu bilinçle gezdiği yerleri gördüğü güzellikleri dışarıdan bir göz ile değil içeriden bir kalp ile kaleme alır. Çizgi Yayınları aracılığıyla okuyucuyla buluşan ‘’Eski Dünyaya Seyahat’’ Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2014 Seyahat kitaplarının en iyisi seçildi. Biz de bu vesileyle değerli yazarımızı tebrik ediyor, siz değerli okuyucularımıza da keyifli okumalar diliyoruz...
Ş E H İ R K İ TA P
“ESKİ DÜNYAYA SEYAHAT’’
81
Ş ehir
DENİZ VE YEŞİLİN KUCAKLAŞTIĞI ŞEHİR:
BATUM
Nasıl insan vaktin çocuğu ise aynı zamanda insan şehrin de çocuğudur. İnsan şehri şekillendirir. Ancak bir süre sonra şehir de döner insanı şekillendirir. O nedenle şehirlerimize sahip çıkalım. Gürcüler şehirlerine sahip çıkmışlar. Doğal yapısını bozmamışlar. Doç. Dr. Süleyman DOĞAN
atum’a gökyüzünden bakılınca yemyeşil bir halı üzerine serilmiş ve yanında hemen yemek için suyu olan bir sofrayı andırıyor. Yere indiğinizde Karadeniz’den esen yel el sallıyor. Bir tarafta deniz diğer tarafta dağ ve ortasında güzel ve şirin şehir Batum sizi selamlıyor. Deniz ile yeşilin buluştuğu güzel ve şirin bir kompozisyonla karşılaşıyorsunuz. İşte burası Batum. Aslında bir Osmanlı şehri olan Batum, bugün “Batum Havalimanı” ile Türkiye’ye bağlanır. Batum, Mahincauri istasyonundan başlayan demiryoluyla da Tiflis’e bağlanır. Sarp Sınır Kapısı’ndan Gürcistan’a açılan karayolu Batum kentinden geçer. Batum’a uçakla gidip oradan Hopa’ya ve Artvin’e gittim. Böylesi daha kolay oluyor. Ertesi günü sevgili arkadaşım Mustafa Kemal Gümüş’ün özel aracıyla Artvin’den Batum’a hareket ettik. Önce Hopa sonra Sarp sınır kapısına geldik. Mustafa, Hasan Eryılmaz hocamızla ve bendeniz üçlü heyet Gürcistan’a nüfus cüzdanıyla giriş yaptık. Gürcistan’a nüfus cüzdanı ile giriş yapabiliyorsunuz. Komşu bir ülkeye kimlik kartı ile giriş yapmanın da zevkini böylece tatmış oluyorsunuz. Güzel ve harika bir duygu… Gürcistan tarafı Türk tarafına göre daha gelişmiş görünüyor. Farklı mimaride altı katlı gösterişli bir gümrük binası yapmışlar Gürcüler. Gürcistan tarafındaki gümrük görevlileri daha hızlı iş yapıyorlar. Gümrükteki insanlar, kalabalık bir şekilde panayırı andırıyor. Böylesine hareketlilik her iki taraf içinde faydalı ve yöre halkı bundan yararlanıyor. Gürcistan’a bugün günübirlik girmek hem çok kolay hem de çok rahat. İki tarafta da ciddi bir ticari, sosyal ve beşeri hareketlilik var. Yolun solunda Karadeniz sağında yemyeşil bir tabiat göz kamaştırıyor. Mavinin bütün tonlarının buluştuğu ve ucunu göremeyeceğiniz kadar uzun bir sahil. Sınırı geçtiğiniz andan itibaren tertemiz bir ülkeye adım atıyorsunuz. DÜNYACA ÜNLÜ BOTANİK BAHÇESİ Dünya’nın en büyük 2. botanik Bahçesi olan Batum Botanik Garden, şehrin on kilometre kadar kuzeyinde yer alıyor. Karadeniz’in kıyısında Mtsvane Kontskhi bölgesinde yer alan bahçe, yüz yıldan fazla geçmişe sahip. Beş binden fazla bitki türü barındıran bahçe tam bir oksijen deposu. Kuş ve kurbağa seslerinin eşlik edeceği uzun yürüyüşler yapmak için daha iyi bir yer olamaz. Batum şehrinin gururu, asırlık Botanik Bahçesi. Yedi iklimin yeşili en iddialı botanik bahçelerinden
sayı//6// ocak
82
yüz küsur yıl önce Batum’da kurulmuş. ‘Yeşil Burun’ üzerindeki 111 hektarlık bahçe, 2000’in üstündeki ağaç çeşidi, sadece Kafkaslar ‘da yetişen 104 bitkiyle özel bir öneme sahip. Dünyanın en büyük botanik parkları arasında yer alan botanik bahçesini gezmek en az üç saatinizi alıyor. Botanik Parka girdiğiniz anda kendinizi bir masal diyarında hissediyorsunuz. Sizi önce okaliptus ağaçları karşılıyor ve yol boyunca eşlik ediyor. Muhteşem güzelliğe sahip olan Botanik Park insanı rahatlatıyor ve huzur veriyor. Bahçede gezerken hayvanlar âlemine de kısa bir yolculuk yapıyorsunuz. Çiçeğin her çeşidi burada mevcut. Ama bu çiçeklerden satın almak veya herhangi bir çiçek koparıp hediye götürmek Batum’da ayıp sayılıyor. Çünkü Gürcistan’da çiçekler sadece yas ve üzüntüyü ifade ediyor. Sadece cenazelere çiçek götürebiliyorsunuz. Simsiyah giyimli bir kadın gördüğünüzde onun bir yakınını kaybettiğini anlıyorsunuz ve bu yas aylarca sürebiliyor. Batum’u kuşbakışı izlemenin en iyi yolu teleferiğe binmekten geçiyor. Teleferiğe bindim. Şehrin hâkim iki tepe arasına kurulmuş hat üzerinize süzülen kabininizden muhteşem manzaraları temaşa ederek hâkim ve seyirlik bir tepeye çıktık. Varış noktasında harika bir esinti ile birlikte doyasıya günbatımını seyrettik. Batum’un nüfusu yazın 400 bini buluyor. Normal zamanda 200 bin nüfuslu kentte, Müslüman ve Hıristiyanlar neredeyse yarı yarıya. Sovyetler Birliği döneminde, Rusya’nın Antalya’sı olan kent, turizme yelken açmış. Şu anda, 21 tane, beş yıldızlı otel projesi yürütülüyor. Bazıları bitmiş ve ne yazık ki kumarbazlara hizmet veriyor. Batum, Transkafkasya Demiryolu’nun ve Bakü petrol boru hattının son bulduğu önemli liman ve ticaret merkezi olma özelliğine sahip. Subtropikal iklimin olduğu bu bölgede bol meyve ve çay yetişiyor. OSMANLI’DAN SOVYETLER’E BATUM Batum (Gürcüce-Lazca:Batumi), Gürcistan‘ın Karadeniz kıyısında, Acara Özerk Cumhuriyeti‘nin yönetim merkezi olan liman kenti. Batum’un eski Yunan kolonisi olarak Batis adıyla kurulduğu rivayet edilir. Kent, ortaçağa değin Gürcü krallıklarının ve prensliklerinin yönetimlerinde kaldı. İlkçağ’da Pers İmparatorluğu’nun egemenlik sınırı içinde “Bathys” diye anılan kent, önce Pontos Krallığı’nın daha sonra ise Romalıların eline geçti, ortaçağda Gürcistan’a bağlandı. XIII.yy’da Moğol egemenliğine girdi. 1564’te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar tarafından fethedildi. Lazistan Sancağı‘nın merkezi oldu.
314 senelik Osmanlı egemenliğinden sonra, 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı‘nda Rusya‘nın işgaline uğradı. Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması ile şehir Rusya’ya bırakıldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın bölgeden çekilmesiyle şehir Brest-Litovsk Antlaşması uyarınca tekrar Osmanlı Devleti’ne geri verildi ve bağımsız bir sancak merkezi oldu. Mondros Mütarekesi uyarınca önce İngilizlere, sonra Gürcistan‘a bırakıldı. 1918 yılında kurulan Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı. Misak-ı Milli sınırları içerisinde sayıldığı için, Akif Sümer, Ahmet Fevzi Erdem, Ali Rıza Acara, İmamzade Edip Dinç ve Hahutzade Ahmet Nuri Efendi, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi‘ne Batum milletvekilleri olarak katıldılar. Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Artvin ve Ardahan geri alınırken, 7 Mart 1921’de Batum da alındı, Fakat 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması gereğince Bolşevik ordularının ele geçirdiği Gürcistan‘a bırakıldı. Ancak cepheye antlaşma ile ilgili haber ulaşmadığı için 20 Mart’ta 11. Kızıl Ordu‘ya bağlı süvari alayı, TBMM Ordusu birliklerine saldırdı ve bir kısmını esir aldı. Kent, 16 Temmuz 1921’de kurulan Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti‘nin yönetim merkezi oldu. Moskova Antlaşması’nın teyidini sağlayan Kars Antlaşması sonucunda Sovyet Gürcistanı’na bırakılması onandı. Yapılan antlaşmaya göre
83
Ş ehir
dikkat çekiyor. Orta Camii 1880 yıllarında diğer 2 cami arasında yapıldığından Orta Camii olarak adlandırılmış. Cami; motif, renk ve süslemeleriyle güzel bir mimari özelliği taşıyor. Camii cemaatiyle görüştük. Müminler rahat bir şekilde ibadetlerini yaptıkları için sevinçlerini dile getirdiler. Kendi aralarındaki dayanışma ve muhabbetleri bizleri sevindirdi. Batum’da görülecek başka önemli yerler ise; Acara Devlet Müzesi, Hz.İsa’nın 12 havarisinden Aziz Matthias’ın anıt mezarını barındıran Roma döneminden kalma Apsaros Kalesi, Eski Postane Binası, Batum Devlet Parkı, Akvaryum, Batum Bulvarı, Pizza Meydanı, Tiyatro Meydanı, Avrupa Meydanı ve Medea Heykeli zikredebiliriz. Manolya ağaçlarının eşlik ettiği geniş bulvarları, heykellerin süslediği parkları, tertemiz sahilleri, Roma, Bizans, Pontus, Osmanlı ve Sovyet izlerini taşıyan tarihi dokusunun özenle korunduğu ilginç yerler. Batum sahil şeridinde, Karadeniz kıyısı boyunca uzanan Batum Bulvarı, dünyanın en uzun bulvarlarından birisi. Dağ ve deniz arasında kurulmuş şehirlerin cazibesini taşıyan Batum’u yaşamın en iyi yollarından biri de, bu bulvarda uzun yürüyüşler yapmaktır.
Acaristan özerk cumhuriyetinin özerkliği Türkiye devletinin garantörlüğü altındadır. Batum (Acaristan) Rusya’ya verilirken bazı kurallara uyma zorunluluğu ile bırakıldı. Bunlardan en önemli maddesi: Batum (Acaristan) sınırları içindeki halkın etnik kimliğine, dini kimliğine kesinlikle müdahale edilmeyecektir. Bu kurallara uyulmaması halinde ise Türkiye Cumhuriyeti Devletinin müdahale hakkı vardır. Gürcistan’ın 1991’de bağımsızlığını ilan etmesinden sonra Acara özerk cumhuriyeti yönetiminin başına Aslan Abaşidze geldi. Mayıs 2004’te Abaşidze iktidarı, merkezi yönetimin desteğindeki halk hareketiyle son buldu. OSMANLI’DAN YADİGÂR ORTA CAMİİ Batum dört asır Osmanlı hâkimiyetinde kalmış. Ancak ondan geriye kalan bugün sadece Orta Cami (Çarşı Camii) yer alıyor. Batum’un sembollerinden Khimshiashvili (Hamşioğlu) Aslan Bey’in iki Laz ustaya yaptırdığı camii Batum Orta Camiyi ziyaret ettik. Batum’un günümüzdeki tek faal camisi. Cami cemaatinin geneli yaşlılardan oluşuyor. Caminin bakımı, temizliği ve intizamı
sayı//6// ocak
84
DENİZ PARKI ve ALFABE KULESİ Geçmişi 1881 yılına kadar dayanan, başlangıçta bir buçuk kilometre olan bulvarın uzunluğu şimdilerde 7 kilometreyi geçiyor. Tamamı bittiğinde, şehir merkezinden havalimanına kadar uzaması ve toplam uzunluğunun 15 kilometreyi aşması bekleniyor. Bir zamanlar şehrin çöplüğü olarak kullanılan yer, sihirli ellerin dokunmasıyla bir cennete dönüşmüş. Palmiye ağaçları gölgesinde uzayan bulvar boyunca, ışık ve müzikle dans eden çeşmelere, etkileyici heykellere, ilginç mimariye sahip yapılara rastlamak mümkün. Bisiklet yolu ise bulvara ayrı bir renk katıyor. Bulvarda yer alan, İtalya’daki Pisa kulesini andıran kule restoran; ters şekilde inşa edilmiş ve 24 saat boyunca Laz yemekleri ağırlıklı menüsü ile hizmet veren Beyaz Restoran; nefis bir aydınlatma ile geceleri dev bir şamdana dönüşen Adalet Sarayı başta olmak üzere pek çok anıt ve yapı şehrin siluetini değiştirmiş. Alfabe Kulesi; Gürcüce, 2000 yıllık alfabesiyle yaşayan en eski dillerden birisi. Dünyada halen kullanılan 14 alfabeden biri olan Gürcü Alfabesine ithafen, üzerinde Gürcü alfabesinin 33 harfinin yazılı olduğu, yüz otuz metre yüksekliğindeki Alfabe Kulesi, kubbeli yapısı ve modern tasarımı ile dikkat çekiyor. Tiyatro Meydanı ise; Batum için bir heykeller şehridir denebilir. Bu Meydanı’nda yer alan deniz tanrısı Poseidon Heykeli ise şehrin en görkemli heykellerinden birisi. Neptün olarak da anılan, altın rengindeki heykel, etkileyici bir çeşmenin üzerine kurulmuş. Tiyatro Meydanı’nda
yer alan 625 sandalyeli, 125 yıllık geçmişe sahip opera binasını da görmeden geçmeyin. ALİ VE NİNO HEYKELİ Ali ve Nino Heykeli; Amerika’da yaşayan heykeltıraş Tamara Kvesitadze’nin, Azeri yazar Kurban Said’in, Azerbaycanlı genç ile Gürcü kız arasındaki aşkı anlattığı “Ali ve Nino” öyküsünden esinlenerek yaptığı heykel, Aşk Heykeli olarak da adlandırılıyor. Müzik eşliğinde dönerek pozisyon değiştiren bir kadın ve bir erkekten oluşan, yedi metre yüksekliğindeki metal heykeller, birbirlerine doğru hareket ederek her 10 dakikada birleşiyor. Birbirine kavuşan sevgililerin bir bütün olduğu anlatan heykel gece ışıklandırması yapılmış. Sputnik Tepesi ise; bir şehri izlemenin en güzel yerlerinden birisi ona yukarıdan bakmaktır. Merkezden 10 dakika araç sürüşü uzaklıkta yer alan tepe, gün batımı izlemek için de ideal bir yer. Işık ve Su Dansı Gösterileri; Batum geceleri bambaşka bir kimliğe bürünüyor. Binalar, parklar ve havuzlar şahane bir ışıklandırmaya sahip. Batum Bulvarı boyunca yer alan bazı yerlerde, akşam saatlerinde müzik eşliğinde su ve ışık gösterileri sunuluyor. Gece dokuz civarında Adalet Sarayı yakınlarındaki gölet üzerinde ise daha görkemli sunumlar yapılıyor. Akşam yürüyüşlerini renklendirmek için ideal. BATUM’DA HAÇAPURİ YENİLİR Et ve hamur ürünlerinin sıkça tercih edildiği Batum mutfağında, Karadeniz pidesine benzeyen bol hamurlu ve peynirli üzerinde az pişmiş yumurta olan haçapuri, yumurta büyüklüğünde etli ve sebzeli yapılan kocaman mantı hınkal, içerisinde kuşbaşı et olan pirinçli şehriye çorbasına benzer harço çorbası, inek sütünden yapılan tuzsuz sulguni peyniri tadılması gereken şeylerin başında geliyor. Batum’a gidip ünlü Gürcü yemekleri tadılmadan gelinmez. Çok leziz haçapuri’den tatmadan Batum’dan çıkmadım. Bunlardan başka badricani ise; ince dilimlenip kızartılmış patlıcan, cevizli ve hafif çemenli harçla ara katları doldurulup, bohça haline getiriliyor. Masasın temel mezeleri arasında yer alıyor. Bir başka yiyecek elarci; bu bir peynirli mısır unu aslında, ustalar bunu hazırlarken, peyniri öyle bir zamanlamayla ekleyip harmanlıyorlar ki kıvamı mükemmel. Yanında da harço denilen hafif sulu bir et çorbası ile birlikte servis ediliyor. Silor; Rulo şeklinde hazırlanıp dilimlenmiş yufka salçalı suyla pişirilip, sıcak servis edilen bir yemek. Üzerine sarmısaklı yoğurt ve kırmızıbiberli tereyağı gezdirilir. Borjomi (Gürcistan sodası); Kafkasya, özellikle de dağlarından gelen sağlıklı sularıyla meşhur. Batumlu’ların baharatlı ve armutlu gazozları içtiklerini görürseniz şaşırmayın. 85
Ş ehir
araş’ın peteklerinde sıkıştırılmış olarak duran hafızayı imleyecek bir kitaba, düş evine girer gibi girerdim.
MARAŞ İÇİN, DÜŞE DALMAK Evet, insanlar şehirleri kurarlar ve ruhlarını mekâna üflerler ve fakat yapıp etmelerimizde, görüp gözetmelerimizde de mekânın, zamanlaşarak ruhumuza üflediği devamlılık vardır. Bu gün şehre, sadece eski mimari ve manzaralar şeklinde bir kimlik kazandırılması isteği, modern sömürge ekonomisinin mekân algısının kültürel ve turistik olmasının sonucudur. Görüntü çağının başlamasından sonra ise mekân algımız neredeyse tüketebileceğimiz malları sergileyen simgesel binalarda kilitlenip kaldı. Televizyonun evlerimize girmesinden sonra penceresiz monadlara dönüştük. Prof.Dr.MEHMET NARLI*
*TC Balıkesir Üniversitesi
sayı//6// ocak
86
J.Joyce, “Dublin’in görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi Ulysses’e bakarak yeniden eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum” der. Galiba Yahya Kemal, Tanpınar Hisar da bunun peşindeydi. Aziz İstanbul ve Beş Şehir’i, nostaljik bir içe çekiliş olarak görenler elbette yanılıyorlar. Tam tersi bu kitapların her satırı yaşadığımız ve yaşayacağımız zaman- mekân ilişkilerinde, olan ve olacak olan kayıpların işaretleriyle doludur. Tanpınar, “Biz mukavemet fikrini kaybettik; ne yeniye, ne eskiye, hiçbir şeye mukavemet edemiyoruz. Şehrin sahibi değiliz, sadece içinde oturuyoruz; devletin ve belediyenin misafiri gibi” derken, hayatiyetlerimizdeki kopukluğun, kimliksizliğin, bu “mukavemetsizlik” ten kaynaklandığını söyler. Evet, insanlar şehirleri kurarlar ve ruhlarını mekana üflerler ve fakat yapıp etmelerimizde, görüp gözetmelerimizde de mekanın, zamanlaşarak ruhumuza üflediği devamlılık vardır. Bu gün şehre, sadece eski mimari ve manzaralar şeklinde bir kimlik kazandırılması isteği, modern sömürge ekonomisinin mekan algısının kültürel ve turistik olmasının sonucudur. Görüntü çağının başlamasından sonra ise mekan algımız neredeyse tüketebileceğimiz malları sergileyen simgesel binalarda kilitlenip kaldı. Televizyonun evlerimize girmesinden sonra penceresiz monadlara dönüştük. Mükemmel gerçeksi kurgu ve görüntülerle dolup boşalan belleklerimiz, odalarımızın, evlerimizin, caddelerimizin ve şehirlerimizin bellekleriyle ne olgusal ne de simgesel halleşmeleri yaşamıyorlar. Sanki şairlerimiz ve öykücülerimiz de artık bir mekanın ve insanın içinde değil de sadece yazdıklarının içinde yalıtılmış durumdadırlar. Oktay’ın dediği gibi, post modern şiir, dev bir imge koleksiyonu gibi, her şeyi ve hiçbir şeyi bir arada barındırmaktadır. HER ÇİÇEK KENDİ ÇEKİRDEĞİNDE GİZLİDİR Oysa orijinalin ve sonsuz yenilenenin ne olduğu mekânların hafızasında durmaktadır. Bu hafızanın, Maraş’ın peteklerinde sıkıştırılmış olarak bulunduğunu imleyecek bir otobiyografi, bir roman, bir şiir, bir şehir kitabı beklemeye devam ediyorum. Herhalde böyle bir kitaba, düş kurmanın eşiğinden girer gibi girerdim. Girer ve şöyle Uzunoluk’ta boylu boyunca yatar ve üstüme, hemen çeşmeden yüz metre kadar aşağıdaki yorgancıdan bir yorgan ister, üstüme
örterdim. Düşümde bu yorganın şehrin çatısı olduğunu; yorganın her kıvrımının, Maraş’ın bir sokağı olduğunu görürdüm. Her sokakta önüme çıkan bulutsu insanlardan düşen çiğleri, rutubet sandığımı anlar, can havliyle af makamına geçer, çiğlere gözyaşlarımı karıştırırdım. “Her çiçek kendi çekirdeğinde gizlidir” şeklinde duyduğum sesin hangi taraftan geldiğini anlamak için başımı çevirdiğimde, anamı görürdüm. Düşümün içinde anamın düş gördüğünü anlardım. Anam “Sana Dulkadır İzzettin’in kızını istedik, bundan böyle evimizin çatısı akmayacak” derdi. Sevincimden Ulucami’nin minaresine çıkar, kaleye bakardım. Kalede Zeytin toplayan adamlar da kim dediğimde, anam, “korkma onlar, burunlarında tek delik olan karabasanlardır” derdi. BİR MARAŞ KİTABINDA DÜŞE DALMAK Maraş’ın peteklerinde sıkıştırılmış olarak duran hafızayı imleyecek bir kitaba, düş evine girer gibi girerdim. Atımı bir delikli taşa bağlar, Ahırdağı’nda salep toplar, ovaya doğru bir keçi gibi seke seke inerdim. Birden, bir gün, çocukluğumuzun namazlarından birine yetişmek için dağdan aşağı inerken düşüp yaraladığım dizimi görürdüm. Kan revan içindeki dizimden duyduğum acının yüksek ateşlerle beraber günlerce devam ettiğini hatırlardım. Anam ne tavuklar kesmezdi ne şerbetler içirmezdi ki! Hele o gül şerbetleri. Anam, en şifalı güllerin, Sezai efendinin konağının haremlik girişinde olduğunu söyler, oradan alır getirirdi. Düşümde, saraçhanenin oralarda anamı kaybederdim. Çarşafına tutunduğum kadının anam olmadığını anladığımda, bezirgânlardan birinin ağlamamam için bana şalvar kumaşı ölçtüğünü görürdüm. Sonradan babamdan öğrenirdim ki bu bezirgan, müşterilerinin kendisinden iki parçadan fazla eşya almasına müsaade etmeyen, üçüncü parça için müşterilerini komşu allefe gönderen Hacı Muzaffer efendiymiş. Hemen aklıma gelirdi ki bu efendi, kışları konağının avlusunda, yazları bağ evinin meyve bahçesinde toplaşıp uzun eşek, birdirbir, oynadığımız; bu güzel yüzlü ihtiyar bize bir kere bakıp “kerratalar” desin diye sıraya girdiğimiz adamdır.
bu gün de elhamdülillah kazasız belasız kapatıp geldiğini, eline Mushaf’ı almasından anlardım. Öyle sükun ve tevekkül içinde olurdu ki, onun, çocukluğunda da Kanlı Köprüden korkmadığına hükmederdim. “Ben niçin bu köprüden korkuyorum” diye düşündüğümde aklıma, çocuk bahçesinin duvarları üzerinde oturup okuduğumuz Tommiks Teksaslar gelirdi. Evet, ben de bir Maraş kitabında düşe dalmak için bekleyenler arasındayım.
Maraş’ın peteklerinde sıkıştırılmış hafızayı imleyecek bir kitaba, düş çölüne düşer gibi düşerdim. Düşerdim de kervanlarını düşlerimin ortasına salan mal bulmuş maraşîlerin fincanlarını kırardım. Sonra divanhanede sabıkasız hokkaların kokusu altında, gurbetin boynunu vurarak sohbet ganimeti devşiren Maraşlı Şeyhoğlu İlbeyali’nin hikâyelerini dinlerken uykuya dalardım.
Maraş’ın peteklerinde sıkıştırılmış hafızayı imleyecek bir kitaba, düş çölüne düşer gibi düşerdim. Düşerdim de kervanlarını düşlerimin ortasına salan mal bulmuş maraşîlerin fincanlarını kırardım. Sonra divanhanede sabıkasız hokkaların kokusu altında, gurbetin boynunu vurarak sohbet ganimeti devşiren Maraşlı Şeyhoğlu İlbeyali’nin hikâyelerini dinlerken uykuya dalardım. Rüyamda alçacıktan uçan bir can hüması gibi olan dedemi görürdüm. Dedemin, saraçhane camisi bitişiğindeki ticarethanesini, 87
Ş ehir
KAR KOKULU ŞEHİR:
MUŞ
”Kar kokusunu bilir misiniz? Kar kokusunda evrensel bir ağrının kıvranışını duyarım hep. Çünkü insanlar ancak üşüdükleri zaman, o renk bu renk ayırt etmeden ruhlarının birbirine sarılmasına izin verirler. Hep bu yüzden değil midir önce kavga edip sonra asıl dostu bulmamız?” Mehtap ALTAN
ehirler, topraklarında göveren insanların kokusunu taşır. Ve o şehre ilk gelenlerin çehresine mutlaka bir hoş geldin rüzgârı ile dokunur ki iklimi ayrı yürekler birbirine hemen kaynaşsın. İklimler midir insanı ayıran yoksa iliklerine birliğin imgesini süremeyenler midir bilinmez? Bildiğim ilk şey; yaşayarak öğrendiklerimizin, kilitli sandıklarımızda sakladığımız ve sonsuza götüreceğimiz asıl çeyizler olduğudur! Çünkü çeyizler, insanı hakikate kavuşurken koruyan emanetlerdir… Muş Alparslan Üniversitesi Türkçe Eğitim Bölümü’nün daveti ile ülkem topraklarındaki bir şehrin daha alnından öpmek nasip oldu. Muş… İlkleri yaşayacağım şehirde beni ilk karşılayan dağlarındaki kar idi. Yaşadığım şehir İzmir, lapa lapa yağan kara hasret bıraktığı için olsa gerek, gözlerimi tepelerden alamıyordum. Şehre şimdilik yağmayan kar, tepelere duvak gibi örtmüştü kendini. Kar kokusunu bilir misiniz? Kar kokusunda evrensel bir ağrının kıvranışını duyarım hep. Çünkü insanlar ancak üşüdükleri zaman, o renk bu renk ayırt etmeden ruhlarının birbirine sarılmasına izin verirler. Hep bu yüzden değil midir önce kavga edip sonra asıl dostu bulmamız? Hep bu yüzden değil midir önce çok üşüyüp asıl olanın rotasına yüreğimizi çevirmemiz? Kar kokusu, hakikatin duvağını açamayan yüreklerin kıyısına kuyular açan anahtardır aslında. Yıllar sonra bu şehrin tepelerinden de olsa bana kar sadakati ile göz kırpması, avuç içlerime sinen hüzünden masalları biraz da olsa unutturacak gibiydi. Şerafettin Dağları ve Muş Güney Dağları’nın kucakladığı şehri, bahar aylarında on beş günlüğüne de olsa Muş laleleri süslermiş. Bunu, “Edebiyat Buluşmaları” kapsamında gerçekleşecek olan konferansa dair hazırlık amaçlı minik bir toplantı esnasında Alparslan Üniversitesi Dekan Yardımcısı Nurullah Ulutaş’tan öğrendim. Gözlerim, lalelerin açtığı yol kenarlarına takıldı kim bilir belki bir iz bırakmışlardır diye. Baharı bekleyemezdim ki onları görmek için! Ah şiir… İnsanı önce içindeki türküden sonra da dışındaki hüzünden vuran kurşunî şefkat! Sabahı sabırsızlıkla bekleyen yanım, oturduğumuz çay ocağındaki bir köşeye takıldı kaldı. Batının en gözde mekânlarında bile görmeye alışık olmadığım bir köşeydi o köşe. “Bile” derken asla küçümsemek amaçlı değil bu tepkim. Tam aksine
sayı//6// ocak
88
minicik bir ayrıntının beni Muş’a kenetleyen yansımasıydı o köşe. Onlarca masa vardı çay ocağında. Bazıları oyun oynuyor, bazıları çayını ve kahvesini içiyordu. Ama ara ara o köşeye gidip enerji alıyor, belki günlük hayattan zehirlenen belki de geçmişten zehirlenen dimağlarını tazeliyorlardı. Evet, mini bir kütüphaneden bahsediyorum. Aradığınız birçok kitabı orada bulabilirdiniz tek tek inceledim. Bu müthiş bir duygu… “Kitap okunmuyor, kitap okuma alışkanlığı nasıl sağlanır?” seminerleri, programları ve konferansları geldi aklıma!.. Sonra da haylaz bir tebessümün gölgesine sığınıp “Hâlâ umudum var ülkemde kitap aşkı adına” dedim.
Hasan, Şinda, Hınar, Yasemin, Aysun, Vedat, Rihan, Yasin, Umut, Baran ve diğer gençlerin gamzelerimin çukuruna sinen kokularını da alıp ayrılıyordum Muş’tan. Sanırım herkesten çok, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimize teşekkür etmem gerekiyordu. Onların her birinin avuçlarında samimiyetin ve vefanın gülleri kokuyordu. Ve zamanı gelince onların, ülkem topraklarının farklı farklı şehirlerinde yeni açacak güllere can suyu olacaklarını bilmek; kendimi, Muş ovasına izlerini bırakan o doru tayların yelesindeki rüzgâr gibi hissetmeme vesile oluyordu. Umudum alabildiğine koşuyor koşuyordu…
Sabahın ilk ışıkları heyecanımın gözlerinden öpüyordu. Şehrin sakin sokakları içimdeki kalabalığa göz kırpıyor hadi huzura diyordu sanki. Konferansın olduğu salona gelişimi, üniversitenin gençleri ile şiir ve edebiyatın düğünün yapan o coşkulu anları ayrıntıları ile anlatarak olayı klasik bir “ben” manifestosuna getirmek istemiyorum! Zira bana Muş’taki canlar “biz” türküsünü söyleterek, yılın son günlerinde sanki yüreğimin yıkık duvarlarına, harcı umuttan olan vefa yaması yapmışlardı. Dolayısıyla ılgıt ılgıt şiir ve edebiyat kokan o anları o salonda bulunanların yüreği, zamanı geldikçe çoğaltacak çoğaltacaktı zaten.
Muş iline gelmeme vesile olan Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Sayın Nurullah Ulutaş ve bana mihmandarlık yapan Yrd. Doç. Dr. Sayın İskender Dölek ve bütün bu güzelliklerin oluşması için onay veren Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sayın Nihat İnanç’a sonsuz teşekkürlerimle…
Günün gecesinde Murat Nehri’nin kıyılarında bir mekânda misafirlerine edebî bir sofra kurup branşı şiir ve edebiyat olmayan hocaların da tek tek şiir ile aramızda kurduğu köprüye ise ne demeliydi bilmiyorum… Ülkem coğrafyasının her şehrinden, kültüründen, şairinden şiirler okunuyor; gecenin karanlık duvağına imgeli mumlar mütevazı ışığını yansıtıyordu sanki. Yok! Ben bir kez daha sesimi yükseltiyor ve diyorum ki; şiir, gözleri kan çanağı olmuş hayata ışıklı türküler söyleyen, esvabı umuttan örülmüş anne soluğu ve baba gölgesidir!.. Gecenin noktası ise efsunkâr bir hikâyenin aklımda iz bırakan tadı ile şenleniyordu. Muş’un göğünü kaplayan sis, ilk etapta insanın içini ürpertse de Nurullah Hocanın bu sis hakkında “Murat nehrinde yıkanmak için çıplak bir şekilde Murat Nehri’nin sularına giren bir tanrıçanın, kendisini kimsenin çıplak görmemesini istememesinden dolayı etrafı sisle kapladığından bahsederler ermeni hikâyelerinde” açıklaması geceye öyle yakışmıştı ki… Sanki bir adım daha ilerlesem sis dağılacak ve bu eski ermeni hikâyesinin kahramanı ıslak saçlarını, gecenin şiir kokan toprağına değdirecekti. Evet, şehirlerin soluğunu belki de hikâyelerinin nabzında aramak gerekiyordu. 89
Ş ehir
ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ:
KUBBEALTI AKADEMİSİ KÜLTÜR VE SANAT VAKFI “Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı gibi, millî irfan ve sanata hizmeti gaye edinmiş bir müessesenin gelişme ve devâmı için maddî fedakârlığa duyulan ihtiyaç, aşağıda bildirilen mal ve mülkümüzü Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’na devretmeyi bizler için vicdan borcu kılmıştır.” Mehmet Nuri YARDIM
azı müesseseler vardır ki, onlar sadece isim, cisim ve resimden ibaret değildir. Arkalarında hizmetle geçen uzun yıllar vardır. Vakıf ve dernekler arasında Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, işte o müstesna kuruluşlardan biridir. Ben vakfı 1980 yılında Edebiyat Fakültesi’ne girdiğim zaman keşfettim. O zamanki merkezi, şimdi İstanbul Fetih Cemiyeti’nin hizmet verdiği Çarşıkapı’daki Karamustafapaşa Medresesi’nde idi. Daha ilk sınıfta iken Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin ve Faruk Kadri Timurtaş başta olmak üzere hocalarımızın tavsiye ile Edebiyat Cemiyeti ve Kubbealtı Cemiyeti’ne -o zamanki isimleri böyleydi- gidip gelmeye başladık. 80 kişilik sınıfta meraklı birkaç kişiydik zaten. Dönüp o yıllara baktığımda Mustafa Armağan’ı, Erol Ülgen’i, Rahim Tarım’ı, Hülya Argunşah’ı hatırlıyorum. Şimdi biri tanınmış bir tarihçi, diğer üçü ise kıymetli birer akademisyen olarak üniversitelerde hizmet veriyor. Kubbealtı hakikaten bir mektep, bir akademi, bir üniversite oldu bizim için. Sohbetleri dinlemek ve mecmua almak için giderdik. O iklimi yaşamak, o havayı koklamak için devam ederdik. Çok beğenilen ve hâlen kullanılan logosunu değerli mimar Dr. Aydın Yüksel Bey yaptı. Kubbealtı Cemiyeti 1986 yılının Aralık ayında Çemberlitaş’taki Köprülü Medresesi’ne yerleşir. Daha önce harabe olan bu medrese, restore edilir ve kullanılmaya başlanır. O günden bu yana Köprülü Medresesi, Kubbealtı hizmetlerinin merkezi olarak hizmet vermeye devam ediyor. Tarihî Divanyolu üzerindeki binanın yapılışı şöyledir: Köprülü Medresesi 1661 yılında Sadrâzam Köprülü Mehmed Paşa tarafından yaptırıldı. Revaklı bir avlunun etrâfında L şeklinde sıralanan yapıda bugün dokuzu tam, biri yarım olmak üzere on oda bulunuyor. Avlunun ortasında şadırvan, yola bakan yerde ise Köprülü ailesinin yattığı hazire dikkat çekiyor. 1984 yılında Kubbealtı’na tahsis edilen medrese, eski harap vaziyetinden kurtarıldı ve bugünkü bakımlı hâline getirildi. Medresedeki odalarda birer ocak var. İstanbul’un ortasındaki binada şimdi kültürümüzün ve sanatımızın nabzı atıyor. Burada geçmişle geleceği bütünleştiren sağlam köprüler inşa ediliyor. Bu nezih mekânda kültür hazinelerimiz tek tek ortaya çıkarılıyor. Kubbealtı, 1970’te mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi, mimar Ekrem Hakkı Ayverdi, edebiyat tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı ve edebiyatçı İlhan Ayverdi tarafından kurulan bir kültür ve sanat müessesesidir. Diğer kurucuları Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Bayram Yüksel, Prof. Hc.
sayı//6// ocak
90
Uğur Derman, Ergun Göze, Kemalettin Nomer ve Prof. Necati Tahralı’dır. 1970’ten bu yana mûsıkî, dil, edebiyat, klâsik sanatlar alanında mühim çalışmalara imza atılan bu mekân, o gün bugün âdeta açık bir üniversite gibi çalışıyor. Klâsik sanatlarımızın ihyasında bir çok hocamız burada görev aldı. Vefat edenlerden Ekrem Hakkı Ayverdi, Süheyl Ünver, Kemal Batanay, Rikkat Kunt, Muhsin Demironat, Münir Nureddin Selçuk gibi sanatkârların yanı sıra yaşayanlardan Yusuf Ömürlü, Muhittin Serin ve Aydın Yüksel gibi sanatkârlar bu bünyede mühim hizmetler üstlendi, değerli çalışmalara imza attı. Bu hayırlı hizmetlerin insanlara ulaşmasında vâkıfların büyük katkısı, maddi ve manevi desteği oldu. Vefat eden vâkıfları rahmetle analım: Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi Nihad Sâmi Banarlı, Ali Fuad Başgil, Safiye Erol, Fevziye Abdullah Tansel, Ahmed Yüksel Özemre, Ergun Göze, Ahmet Refik Sağkol, Nuriye Hayırlı, Azize Temel, Fatma Aközsoy, Nuriye Sezer, Safiye Diren, Suzan Bektaş. Hayatta olanlar ise, Müşerref Büyükaksoy, Cenan Rahşan Germiyanoğlu, Esma Nigâr Güneri, Şerif Tekerin, Nâdide Uluant, Câhite Yoğanak. VAKFIN KURULUŞ AMACI Vakıf yetkilileri, vakfın kuruluş amacını şu ifadelerle dile getiriyor: “Vakfın gayesi ilim, fikir ve sanatta Türk milletine has tarihten gelen değerleri esas tutarak, nesilleri, millî bir düşünce ve sanat merkezi etrafında toplamaktır. Vakfımız bu gayeye erişmek için ilim ve fikirde, sanatta, dilde, sosyal sahada ve neşriyatta muhtelif çalışmalar yapmaktadır.” Vakıf Vasiyetnâmesi’nde ise şu satırları okuyoruz: “Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı gibi, millî irfan ve sanata hizmeti gaye edinmiş bir müessesenin gelişme ve devâmı için maddî fedakârlığa duyulan ihtiyaç, aşağıda bildirilen mal ve mülkümüzü Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’na devretmeyi bizler için vicdan borcu kılmıştır. Öyle ki, gençliği bağrında toplamakta bulunan bu ocağın mensuplarının zihnî ve rûhî bir düzen içinde yetişmelerine gayretin, ibâdet gibi temiz, mukaddes bir millî vazîfe ve vicdan borcu olduğuna inanmış bulunuyoruz. Hareket noktamız bu olmakla berâber, her müslümânın fikir ve gönül dağarcığında bulunması gereken bir Hak kelâmı, hayâtımız boyunca bizi, çevremize maddî mânevî imkânlarımızı açık tutmaya sevk eylemiştir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde: “Ve mâ leküm illâ tünfiku fî sebîlillâhi mîrasü’ssemâvâti ve’l-arz...” (Ne oluyor size ki iman ettikten sonra da Allah yolunda harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin bütün mîrâsı Allah’ındır) dediğine göre, O’nun vermiş olduğu
mal ve mülkü, gene O’nun kullarının istifadesine arz eylemek, insanoğluna gurur değil, ancak şükür vermelidir vesselâm…” SANAT KURSLARI Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın en önemli gayesi ve kuruluş amacı Türk kültürünü korumak, medeniyetimizi gün yüzüne çıkararak yaşatmaktır. Vakıf, bu amaç etrafında 1970’ten bugüne kadar birçok kurs faaliyeti gerçekleştirdi. Tezhip ve hat kursları vakfın öncü olduğu kurslar arasında sayılır. Tezhip dersleri, 1970 yılında Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver ve yardımcıları tarafından başlatıldı. Daha sonra Prof. Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt’un katılımları ile devam etti. Bu ilk hocaların vefatlarından sonra onların talebeleri olan Dr. İnci Ayan Birol ve Prof. Dr. Çiçek Derman görevi devraldı. Şimdi de Dr. Gülnur Duran, Nur N. Azemimnezahat ve Esrâ Karaduman hocalık yapmaktadır. Bugüne kadar Kubbealtı tezhip kurslarından Prof. Dr. Ayşe Üstün, öğretim görevlisi Arzu Ercanoğlu gibi birçok kıymetli sanatkâr yetişmiştir. Öte yandan Prof. Dr. Muhittin Serin’in başlattığı Hat kursları Sadri Sayıoğulları ve Mehmet Memiş tarafından devam ettirildi. Dersler, hâlen Tevfik Kalp tarafından veriliyor. Bu kurslar hat ve tezhip sanatlarına yeniden hayat vermiştir. Mûsıkî kursları ise Münir Nurettin Selçuk, Kemal Batanay ve Yusuf Ömürlü tarafından başlatıldı. Cahit Gözkan da sonradan bu kervana katıldı. Selçuk, Batanay ve Gözkan’ın vefatlarından sonra uzun yıllar Yusuf Ömürlü bu dersleri verdi, koroyu yönetti ve nota kitaplarını neşretti. Şimdi kızı Elif Ömürlü Uyar bu hizmetin başında. Ney derslerini Hüseyin Özkılıç, Ud derslerini ise İbrâhim Kararoğlu veriyor. Osmanlı Türkçesi’ni uzun yıllar Nermin Suner Pekin öğretmişti. Bu dersleri, 2002’den sonra Dursun Gürlek devam ettirdi. Şimdi İpek Dağlı ve Orhan Sakin de bu kurslarda hocalık yapıyor. Türkçeyi Doğru ve Güzel Konuşma (Diksiyon) sanatının 91
Ş ehir
hayatımıza kazandırıldı. Kubbealtı kitapları beğeniliyor ve okunuyor. Son yıllarda kitapları ardarda yeni baskı yapan kuruluşlar arasında Kubbealtı Neşriyatı da var. Şüphesiz her kitabın insanoğlu gibi bir kaderi vardır. Düşünülmesi, yazılması, neşredilmesi ve okuyucuya ulaşması belli bir program dahilinde olmaktadır. Teklif edilen dosyalar yetkililer tarafından okunduktan ve kabul edildikten sonra titizlikle hazırlanıp, kültür hayatımıza kazandırılıyor. Kitapların tanıtımı, dağıtılması yapılıyor. Fuarlara iştirak ediliyor, imza günleri düzenleniyor. Bazı kitaplar yabancı dillere çevriliyor. Yayınevinin bir markası olan Hülbe Yayınları’nda da kıymetli eserler neşretmeye başladı.
hocası ise Galip Çakır. Bütün bu çalışmalara iştirak edenler, yerli ve millî sanatı kavramış ve hayata geçirmişlerdir. Kurslara bugün de büyük alaka gösterilmekte, toplumun her kesiminden ve her yaştan kişi, hocalarımızdan istifade etmektedir. KUBBEALTI SOHBETLERİ Şüphesiz Kubbealtı deyince akla öncelikle kültür, sanat ve medeniyet sohbetleri geliyor. Zira kültür sanat sohbetlerini Türkiye’de ilk başlatan sivil toplum kuruluşlarından biri de Kubbealtı’dır. Geçmiş yıllarda Salı ve Cuma akşamları gerçekleşen bu sohbetler uzun yılardan beri cumartesi günleri yapılıyor. Bugüne kadar bir çok akademisyen, yazar, sanatçı ve idareci bu sohbetlere konuşmacı olarak katıldı ve dinleyicilere hitap etti. Bu sohbet toplantılarının konuşmacıları arasında başlıca şunları sayabiliriz: Mahir İz, Cemil Meriç, Tahsin Banguoğlu, Mehmet Kaplan, Ömer Faruk Akün, Sadettin Ökten, Alaeddin Yavaşça, Selim İleri, Zeynep Kerman, Alâeddin Yavaşça, Hicran Göze, Uğur Derman, Ergun Göze, Mehmed Şevket Eygi, Metin Eriş, Beşir Ayvazoğlu, Kâzım Yetiş, Orhan Okay, Kemal Eraslan, Birol Emil, Şeyma Güngör, Yavuz Bülent Bakiler, Birol Emil, Dursun Gürlek, Abdullah Uçman, Rûhi Ayangil. Sohbetlerin yanı sıra aralarında Cinuçen Tanrıkorur, Ahmet Özhan ve Münip Utandı’nın da solist olduğu konserler tertip edildi. KUBBEALTI NEŞRİYATI Kubbealtı Neşriyatı’nda Sâmiha Ayverdi, Nihad Sâmi Banarlı, Ali Fuad Başgil, Safiye Erol, Ahmed Yüksel Özemre ve Dursun Gürlek’in külliyatları bulunuyor. Sâmiha Ayverdi’nin 45’inci eseri de yayımlandı. Ayrıca sanat kitapları kültür sayı//6// ocak
92
Kubbealtı Neşriyatı arasında sadece kurucuların ve vâkıfların kitapları yayımlanmıyor. Kemal Y. Aren, Beşir Ayvazoğlu, Cemil Altınbilek, Ergun Balcı, Mes’ud Cemil, Altan Deliorman, H. Necâti Demirtaş, Çiçek Derman, Gülnur Duran, Özcan Ergiydiren, Metin Eriş, Mustafa Fayda, Hicran Göze, Dursun Gürlek, Fırat Kızıltuğ, GülbünMesâra, M. Orhan Okay, Yılmaz Öztuna, Fevzi Samuk, Ahmet Güner Sayar, Muhittin Serin, Abdullah Uçman, Zeynep Uluant, Hüseyin Vassaf, İ. Aydın Yüksel ve Aysel Yüksel gibi yazarların kitapları da bu bünye içinde kültür hayatımıza kazandırılmıştır. YARIM YÜZYILLIK MECMUA Kubbealtı Akademi Mecmuası vakfın kuruluşundan iki yıl sonra yayıma başlamıştır. Türkiye’de dergilerin, hele edebiyat mecmualarının ömürleri çok uzun olmaz. Kısa bir denemeden sonra kapanan çok dergi bulunuyor. Ama Kubbealtı Akademi Mecmuası bu sahada bir rekoru elinde tutuyor. 44 yıldır aralıksız çıkıyor. Varlık’tan sonra denilebilir ki en uzun ömürlü dergidir. Mecmuanın 1 Ocak 1972 tarihli ilk sayısında, Nihad Sâmi Banarlı’nın kaleme aldığı “Beyannâme”de şöyle deniliyor. “İnsanlığın, insanca ve efendice yaşamaya şiddetle susadığı bir devirde bulunuyoruz. Bu zamanda, sanat ve edebiyatın; nizamsızlığı, seviyesizliği, türlü adilikleri, basit, başıboş ve insanlıktan uzaklaşmış bir hayatı körüklercesine tersine çalışması, dünya ölçüsünde büyük talihsizliktir.” 2015 yılının başında kapak ve mizanpajda yenilik yapılan derginin yazarları arasında, Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, Ömer Faruk Akün, Yavuz Bülent Bakiler, M. Orhan Okay, Mustafa Tahralı, Mustafa Fayda, Metin Eriş, Dursun Gürlek, Ergun Göze, Gürbüz Azak, Bekir Sıtkı Erdoğan, Memduh Cumhur ve Fırat Kızıltuğ da bulunuyor. Yazıişleri Müdürlüğü’nü 14 yıldan beri yaptığım mecmua, uzun yıllar Merhaba isimli gençlik dergisini de okuyucularına hediye etti. Merhaba
şimdi, internet ortamında devam ediyor. TÜRKÇE HASSASİYETİ VE LUGAT Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın hassas olduğu alanlardan biri de dildir. Ülkemizin en seçkin dil ve edebiyat âlimlerinden oluşan Kubbealtı Dil Akademisi, 1 Haziran 1971 tarihinde kurulmuştu. Sâmiha Ayverdi, Nihad Sâmi Banarlı, Tahsin Banguoğlu, Kaya Bilgegil, Faruk Nafiz Çamlıbel, Abdülkadir İnan, Orhan Seyfi Orhon, Fevziye Abdullah Tansel, Faruk Kadri Timurtaş ve İlhan Ayverdi’den oluşan bu akademiye Ekrem Hakkı Ayverdi, Nermin Pekin ve Prof. Dr. Kemâl Eraslan, üç üyenin vefatı üzerine dahil edildiler. Dil bahsinde Faruk Kadri Timurtaş başkanlığında kurulan komisyonda Misalli Büyük Türk Lûgatı hazırlanması karara bağlanır ve 1976’dan itibaren de bu karar doğrultusunda çalışmalar başlatılır. 35 yıllık zaman zarfında hazırlanan, bir çok ilim adamının da katkıda bulunduğu, rahmetli İlhan Ayverdi’nin bir ömür harcadıktan sonra telif ettiği Misalli Büyük Türkçe Sözlük (Kubbealtı Lugatı), neşredildiği 2005 yılından bu yana ilim, edebiyat ve basın dünyasında büyük ilgi görmüş ve hakkında pek çok yazı yazılmıştır. Türkçenin zengin kelime hazinesinin gösterildiği eserde 100 binden fazla kelime ve deyim bulunuyor. Sözlüğün Önsöz’ünde geçen şu ifadeler eserin büyüklüğünü gözler önüne seriyor: “XIII. yüzyıldan XXI. yüzyıla kadar farklı devirlerdeki yazılı ve sözlü dil örneklerini kapsayan üç ciltlik bu temel başvuru eseri, Türk dilinin bir dökümü, bir nevi envanteridir. Bu sözlük, sadece yaşayan Türkçemizi değil, târihî seyri içinde Türk dilinin kazanmış olduğu zenginlikleri de gözler önüne sermek, Türk çocuklarına geçmişleriyle bağ kurmalarında ve milletlerin tarihlerinde daha dün demek olan 100150 senelik metinleri okuyup anlayabilmelerinde yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. Bu sözlükte, devirlerini tamamlayıp unutulmakta olan ve büyük bir gayretle dilimizden atılmak istenen kelimelere, yaşayan Türkçe kelimelere, yeni türetilenlere yer verilmiştir. 400’ü eser sahibi toplam 1000 kişiden 100,000 misal 200’ü aşkın yazarın 350’ye yakın eseri tarandı. Çeşitli sözlüklerde ve kaynaklarda geçen yaklaşık 250 eserden misaller alındı. 800’ü aşkın yazar ve şairden alıntılar yapıldı. 96,000 açıklamalı, kelime madde başı ve ara madde olarak 61,000 kelimeye yer verildi. Bu kelimelerle oluşturulan yaklaşık 35,000 deyim ve kelime açıklandı.” KAZANILAN DEĞERLER Kubbealtı’nın 2001 yılından itibaren Safiye Erol’un bütün kitaplarını yayımlamaya başlaması edebiyat dünyasında heyecana vesile oldu.
Sâmiha Ayverdi’nin de yakın arkadaşı olan Safiye Erol, dört romanı, bir hikâye kitabı, bir etüdü, makalelerinden meydana gelen kitabı ile edebiyat camiamızın ve fikir dünyasının dikkatini çekti. 1 Ekim 1964 tarihinde vefat ettikten sonra uzun süre unutulan ve eserleri yayınlanmayan Safiye Erol’un bu neşriyatla yeniden keşfedilmesi, aydınları büyük bir mutluluğa sevk etti. Bilhassa Ciğerdelen romanı ve Makaleler kitabı büyük takdir gördü. Hakkında pek çok sempozyum ve panel düzenlendi, konferanslar verildi. Üniversitelerde tezler yapıldı. Sinan Uluant (Başkan), M. Selim Derman, Dr. İ. Aydın Yüksel, Vâhit Erdem ve Dr. Şeref Naci Engin’den meydana gelen Mütevelli Heyeti, Kubbealtı’nda her ay muntazaman bir araya geliyor. Ayverdi Enstitüsü çalışmalarına aralıksız devam ediyor. Vakfın sosyal faaliyetleri arasında yurtiçi ve yurtdışı geziler ve sosyal yardımlar da bulunuyor. Lisans ve lisansüstü öğrencilere burs veriliyor, konser, gezi, kermes, tez sunumları ve yemekli toplantılar tertip ediliyor. Merkezi Fatih’te bulunan vakfın bitişiğindeki kitabevinde kültür kitapları okuyuculara sunuluyor. İnternet sitesi ise meraklıların alakasıyla karşılaşıyor. Kubbealtı bütün bu faaliyetleri ve hizmetleriyle bir ‘irfan ocağı’ ve ‘medeniyet kalesi’ olarak kabul edildi. 45 yıldan beri ilim ve edebiyat âşıkları, sanata meraklı nesiller bu kültür ve sanat hizmetlerinden istifade ediyor ve feyz alıyor. Türk Tarih Kurumu, TYB ve ESKADER gibi bir çok kuruluşun ödüller verdiği Kubbealtı’na, Kültür ve Turizm Bakanlığı da üstün hizmetlerinden dolayı, “Büyük Kültür Sanat Ödülü”nü lâyık görmüştür. Vakıf mensupları, şevk ile çalışmalarına devam ediyor. 93
Ş ehir
KEŞİŞ DAĞI’NDAN ULUDAĞ’A BİR MADEN SUYUNUN ÖYKÜSÜ
Türk Tıp Tarihi Kurumu’nun da kurucularından olan Şevki Bey Keşiş Dağı’nın ululuğu karşısında büyülenerek “Ne ulu dağ!” demekten kendini alamamış ve Ankara’ya döndüğünde bir rapor hazırlayarak dağın adının “Uludağ” olarak değiştirilmesini teklif etmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bu öneriyi uygun görmüş, bundan böyle haritalara dağın “Uludağ” adıyla geçmesini sağlamıştır. Mehmet MAZAK
u gün elimizde olan bazı kaynak kitaplardan Padişah Sultan II. Abdülhamid Han dönemine ait, 1877 yılı baskılı iki adet kitapta, Keşiş Dağı Kaplıca ve Maden sularının o dönemdeki mevcudiyetini doğrulamaktadır. 1870’li yıllarda saraya mensup ailelerden Beylerbeyli İbrahim Talat Paşa, İbrahim Talat Paşa’nın kayınbiraderi Mehmet Fuat Bey, Mehmet Fuat Bey’in eniştesi Girit’li Sıtkı Bey (Ulusu) ve ismi bilinmeyen Fransız bir yatırımcı ortak olarak Keşiş Dağı Maden Suyu işletmesini kurmuşlardır. Padişah II. Abdülhamit Han döneminde, 1890’lı yıllara gelindiğinde, Mehmet Fuat Bey vefat eder. Onun vefatı sonucu hisseleri ise Sıtkı Bey ve İbrahim Talat Paşa’ya intikal eder. Bu kişiler tarafından Keşiş Dağı’ndaki Maden Suyu işletmeciliği devam etmiştir. Bugün elimizde bulunan bir arşiv belgesinden, 1912 yılına gelindiğinde dönemin Padişahı Sultan Mehmed Reşad Han tarafından Osmanlı İmparatorluğu döneminin ilk maden suyu işletme imtiyazı Keşiş Dağı Madensuyu’na verildiğini anlıyoruz. 1920’li yıllara gelindiğinde, işletmenin hissedarlarından İbrahim Talat Paşa vefat eder. İbrahim Talat Paşa’nın vefatı sonucu hisseleri, eşi Şerife Hanife Güzide Hanımefendi’ye devrolunur. Daha sonra ise tarihi net olarak tespit edilememiş olsa da 1920’li yıllarda bu hisseler İtalyan yatırımcı Guido Parodi’ye devredilir. Yine aynı yıllarda Fransız hissedarı da işletmeye ait hisselerini diğer ortaklara devreder.
Keşiş Dağı’ndan Uludağ’a… Bursa’da bir grup öğretmen tarafından özellikle coğrafya alanında faaliyet yürüten bir özel encümen kurulur. Bu özel encümen, 1925 yılında kurulan Coğrafya Encümeni’nin de ilk şubesi olarak kabul edilmiştir. Bursa’da faaliyet yürüten bu ilk şubenin düzenlediği Keşiş Dağı tırmanış gezisine katılan heyette Dr. Osman Şevki Bey’de bulunur. Aynı zamandan Türk Tıp Tarihi Kurumu’nun da kurucularından olan Şevki Bey Keşiş Dağı’nın ululuğu karşısında büyülenerek “Ne ulu dağ!” demekten kendini alamamış ve Ankara’ya döndüğünde bir rapor hazırlayarak dağın adının “Uludağ” olarak değiştirilmesini teklif etmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bu öneriyi uygun görmüş, bundan böyle haritalara dağın “Uludağ” adıyla geçmesini sağlamış ve bu ad günümüze sayı//6// ocak
94
kadar aynı şekilde ulaşmıştır. Soyadı kanununun çıkması sonrasında ise Dr. Osman Şevki Bey, “Bursalı” olan lakabını bırakarak “Uludağ” soyadını almıştır. 1926 yılında bu değişikliğe istinaden Keşiş Dağı Maden Suyu’nun adının Uludağ Maden Suyu olarak değiştirilmesi hususunda başvuruda bulunulmuş ve kabul edilmiştir. Mayıs 1930 yılına gelindiğinde ise Mehmet Hakkı Erbak Bey Nilüfer Gazoz Fabrikasını kurarak Nilüfer markası ile meşrubat üretmeye başlamıştır. 1931 yılı yazında, Mehmet Hakkı Bey’in oğlu Nuri Erbak tarafından Uludağ Gazoz ismiyle üretilecek olan yeni bir içecek hazırlamayı başarır. Bu yeni içecek Uludağ markası ile pazara sunulmuştur. 6 Eylül 1931 tarihine gelindiğinde ise dönemin Reis-i Cumhuru Gazi Mustafa Kemal tarafından Uludağ Maden Suları şirketine Uludağ maden sularını işletme imtiyazı ve şirketin unvanında “Türk” ibaresini kullanma hakkı verilmiştir. Böylece şirketin ismi Uludağ Maden Suları Türk Ltd. Şti. olur. 13 Aralık 1931 tarihinde ise Nilüfer Gazoz Fabrikası’nın sahibi ve Bursalı sigortacı Mehmet Hakkı Bey, Bursa 1. Noterinde yapılan mukavele ile Uludağ Maden Suları Türk Ltd. Şti’nin, Bursa şehr-i vilayeti, Yalova kasabası ve kaplıcalarının başbayiliğini almıştır. 19 Kasım 1933 tarihine gelindiğinde ise Nilüfer Gazoz Fabrikası’nın sahibi, Bursalı sigortacı Mehmet Hakkı Bey mültezim sıfatı ile Uludağ Maden Suları Türk Ltd. Şti’nin işletme haklarını devralmıştır. 22 Ekim 1953 yılında ise İbrahim Talat Paşa’nın eşi Şerife Hanife Güzide Hanımefendi tarafından 1920’li yıllarda İtalyan yatırımcı Guido Parodi’ye devredilmiş olan hisseleri Guido Parodi, Nuri Erbak’ın zevcesi Neriman Erbak Hanımefendi’ye devreder. Gazoz Fabrikası ile maden suları aynı çatı altında… İbrahim Talat Paşa’nın kayınbiraderi Mehmet Fuat Bey’in eniştesi Girit’li Sıtkı Ulusu Bey 06 Ocak 1958 tarihinde vefat eder. Sıtkı Bey’in 20 Eylül 1954 tarihinde hazırlamış olduğu vasiyetnamesine uygun olarak onun ölümüyle birlikte Uludağ Maden Suları Türk Ltd.Şti.’ne ait tüm hisseleri 1958 yılında Nuri Erbak’a intikal etmiştir.
95
Ş ehir
1958 yılından itibaren Uludağ Maden Suları Türk Ltd.Şti.’ne ait tüm hisseler Erbak ailesinde toplanmıştır. Böylece şirkette büyük bir atılım başlamıştır. Nilüfer Gazozlarının ve Uludağ Maden Suları’nın tek elde toplanmış olması yeni yatırımları gerekli kılmıştır. Bu maksatla 1966 yılında İtalyan Prot marka 6000 şişe/saat kapasiteli dolum makinesinin ithal edilerek Nilüfer Gazozlarının orijinal Uludağ şişelerinde ilk kez üretimi gerçekleştirilmiştir. Önemli bir atılım yapan şirket 1974 yılında Bursa Yalova yolu üzerinde 37.000 m2 arazide konumlandırılmış merkez fabrikaya taşır. 1975 yılına gelindiğinde ise yapılan büyük yatırımlar meyvelerini vermeye başlar ve Uludağ firmasının ürünleri franchising sistemi ile Hollanda’da ve Almanya’da üretilerek tüm Avrupa’ya pazarlanmaya başlanır. 1978 yılında ise Türkiye’de bir ilk gerçekleştirilir. “Aile Boyu” diye tabir edilen 1 litre cam şişe gazozun “Vidalı Kapak” ile üretimine başlanır. 1981 yılına gelindiğinde ise yine bir ilke imza atan Uludağ Gazoz Türkiye’de ilk kez 1 litrelik pet şişe gazoz pazara sunulmuştur. Yine aynı yıl içersinde dünyada ilk kez 1 litrelik pet şişede doğal gazlı maden suyu üretimi gerçekleştirilmiştir. Sektöründe ilklere imza atan Uludağ Gazoz 1985 yılında yine Türkiye’de ilk kez diet gazoz, diet portakal ve diet kola üretimini gerçekleştirir. Aynı yıl içerisinde, Kıbrıs’tan patenti alınan Bixi Cola markalı kolanın franchising sistemi ile Türkiye’de üretilmesini de gerçekleştirir Uludağ Gazoz. 1999 yılında ise Uludağ özel tasarım 250
sayı//6// ocak
96
mililitrelik cam şişe ile Dünya Ambalaj Örgütü’nün (World Packaging Organization) organize ettiği yarışmada Uludağ Gazoz, Dünya Ambalaj Yıldızı ödülünü kazanmayı başarır. 2002 tarihinde ise Uludağ Doğal Maden Suyu ile üretilen Meyve Aromalı Frutti markası pazara sunulur. 2003 yılına gelindiğinde ise Uludağ Gazoz ilkler hanesine bir yenisini daha ekler ve Türkiye’de ilk kez 250 mililitrelik ince kutu (Slim Can) üretimini gerçekleştirir. Yine aynı yıl içersinde Uludağ Gazoz ailesine yeni eklenen ürün Uludağ Ice Tea pazara sürülür. 2000’li yılların başında Uludağ Gazoz büyük bir yatırım yapar. Bursa İnegöl Yenice’deki 22.000 m2’si kapalı olmak üzere toplam 55.000 m2 alan üzerine kurulan Meşrubat Dolum Tesisleri 2006 Nisan ayında işletmeye açılır ve burası merkez fabrika olarak kullanılmaya başlanır. Yine 2006 yılında Bursa Çaybaşı’nda bulunan Maden Suyu Dolum Tesisleri’nin 7000 m2’si kapalı olan olmak üzere toplam 45.000 m2 alan üzerinde restorasyonu yapılır. 2007 yılının Haziran ayında Türkiye’nin ilk ambalajlı limonatası olan Uludağ Limonata’nın piyasaya süren Uludağ Gazoz ürün yelpazesini her geçen gün biraz daha genişletmektedir. Şu an dünyanın en modern tesisleri arasında bulunmakta olan Yenice ve Çaybaşı tesislerinde Uludağ Gazoz ve Maden Suları yoğun bir şekilde faaliyetlerine devam etmektedir.