ŞEHİR ve KÜLTÜR - 7. Sayı

Page 1



Biz’den… Şehirli olmak, öncelikle “Selâm” vermektir. Mahallemizde, Senden başka ağaç olsaydı Seni bu kadar sevmezdim. Orhan Veli Şehirli olmak ve Kültürlü olmak nedir?; Zamanın çarkı içinde durmadan çalışmak, sıkıntılara dertlere olumsuzluklara rağmen hayatı dolu dolu üreterek yaşamaktır, Yirmidört saatine sığdırmaktır bir ömrü, sevgi ile dostlukla beceri ile, barışla. Gurbetten gelen bir dostu karşılar gibi Evreni kucaklamaktır. Dünyayı dolaşmaktır , ibretle bilgelikle gözlemlemek için. Sınır tanımaz öğrenme ve eğitim standardı yakalamaktır. Ülkemi tanımaktır, yapılacak çok şeyler olduğunu sıralamak için. Şehrimi duymaktır, İnsanımı, folklorumu, mimarîmi, tarihimi, kültürümü özümsemek için. Şehirde yaşamak şehri hissetmektir ; Her işi zamanında ve yerinde yapmaktır. Şehrin çarkına uymak nedir? Gün doğmadan kalkıp, hayatın girdabına dalmaktır. Muhabbetine, sevgisine ibadetine dostluğuna çalışmasına hasretle sarılmaktır. Şehirli olmak; Sesine aşina olmak,rengine kokusuna havasına hayran olmaktır. Şehirli olmak öncelikle Selâm vermektir, Merhaba demektir, nasılsınız? diye sormaktır. Elini öpmektir büyüklerin, bilginlerin , öğretmenlerin. Başını okşamaktır çocukların, yetimlerin. Sadakayı diğer elinden gizli vermektir fukaraya. Komşuyu rahatsız etmemektir sesinle dilinle, davranışınla, bakışlarınla. Şehirde yaşamak, ticaretin hakkı ile yapılmasına vesile olmaktır. Kazancına hile katmamaktır. Şehirli olmak evlerimizi şehrin rengine uydurmaktır. Ağaçların gölgesini çoğaltmaktır yollar boyu. Çiçekleri balkonlardan göstermektir cümle âleme. Şehirli ve Kültürlü olmak, bulunduğun mekânın eski sâkinlerini hayırla yâd etmektir, onları ziyaret

etmektir, baştaşlarını özenle muhafaza etmektir. Şehirli ve Kültürlü olmak; Beraber yaşadıklarımızın sadece mekân değiştirdiklerini, bizimde değiştireceğimizi kavrayabilmektir! Şehirli ve Kültürlü olmak,”Biz onları yıldızlarla donattık” ifadesinde yer alan estetik ruhun gökkubesi altında, yeryüzünü gökyüzüne ayna etmektir. Şehirli ve Kültürlü olmak, Eşyayı tabiata aykırı kullanmamaktır. Şehirli ve Kültürlü olmak, nefes aldığın sokakların mahallelerin nefes alan diğer sakinleri ile, havasını suyunu paylaşmaktır. Şehirli ve Kültürlü olmak; Efendimiz’in buyurduğu Üstâd’ın nazma döktüğü “Oturmayın kimsesiz harap yerlerde, Ha orada oturmak ha karanlık mezarda” ifadesinde yer alan derin manayı anlayabilmektir. Şehirli ve Kültürlü olmak; İyilikler yapmak, kötülüklerden kaçmaktır. Birlik ve beraberliği muhafaza edebilmektir. Cömert olmak, Hoşgörülü olmak, öğrenmek, öğretmek, paylaşmak, rıza göstermek, müsamahakâr olmaktır. Bizlerde Şehir Ve Kültür ailesi olarak düşüncemiz ve ilkemiz odur ki; Şehirli ve Kültürlü olmanın erdemini tüm dünyaya anlatalım, bilgiyi ve görgüyü paylaşalım. Temennimiz odur ki; Kimse bilgisiz ve görgüsüz olmasın. Mimarî’yi, Edebiyatı, Sanat’ı estetik ruh ile içimizde yaşatalım. Hummalı bir çalışmayı bitirdik, yedinci sayımız sizlerin elinizde. Her sayı bizim için bir istasyon gibi, bu sayımızı sizlerin yüksek takdirlerinize bıraktık, yeni sayılar için yolumuza devam ediyoruz. Her sayımızda, güzel görünmek gözlerinizi rahatsız etmemek için estetik kaygılarla üstümüzü düzeltip saçımızı tarıyoruz. Hz.Mevlânanın deyişi ile; “Göz iki, kulak iki, ağzımız tek tir. Çok görüp, çok dinleyip, az konuşmak gerekir.” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zâtınıza. Mehmet Kâmil Berse Genel Yayın Yönetmeni

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 12 14

ŞEHiRLERiN DEĞiŞiMi, KOMŞULUK KÜLTÜRÜ, ŞEHiR MiMARI

Ersin Nazif GÜRDOĞAN

ŞEHİRCiLiK TARiHiMiZiN DÖNEMEÇLERi

ŞEHiR MASALLARI

Kâmil UĞURLU - Mimar PhD

20 DERSAADET’E KAR YAĞIYOR

MÜSTESNA BiR ŞEHiR EFENDiSi ORD. PROF. DR.

AHMET SÜHEYL ÜNVER Yrd. Doç. Dr. Rahşan GÜREL

SÖYLEŞİ

Mehmet Kamil BERSE

YÜREĞi OLAN HER ZAMAN iŞ YAPAR Ali Arslan CAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari, Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editör: Mahmut Bıyıklı

34

ÜSKÜDAR’IN iZLERi BENDE ÇOK DERiNDiR Şakir KURTULMUŞ

Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: SoftG / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi,


7 ENSARÎ HEYETİ / Dr. Önder BAYIR 11 Azarlanmış Su Gîbî /Kâmil Uğurlu 18 KUDÜS’TE HABEŞ HIRİSTİYANLARI KİLİSESİ/ DR. Nizar Nabee ABUMUNSHAR “ HİRBAWİ “ Tercume: Mustafa HAMZAH 26 ÖLÜMSÜZ ŞEHİRLER / Olcay YAZICI

42

ŞEHRE ULU NAZARLA BAKMAK

Mehmet KURTOĞLU

50

30 İSLÂM UYGARLIĞI, SEMERKANT’TAN KURTUBA’YA BİR ŞEHİR UYGARLIĞIDIR! / Muhsin İlyas SUBAŞI 37 YER GÖK MEDENİYET Yazar:Nidayi SEVİM/ Fatma Koçak 38 SİYAH İNSANLARIN ÜLKESİ SUDAN’DAN İZLENİMLER/ Prof.Dr.Ahmet Turan ARSLAN 45 AYNA RESSAMLARI / Ahmet Dur 46 BURSA’DAKİ YÛNUS EMRE / Mustafa ÖZÇELİK 53 ÖMRÜM ANKARA / Samet Sururî 54 KÖPRÜLÜ ŞEHİR MOSTAR /Hüseyin YORULMAZ 58 KAPILARIMIZ / Prof. Dr. Ömer ÖZDEN 62 DEĞİŞİM SÜRECİNDE ÜSKÜP / H. Yıldırım AĞANOĞLU 68 DAĞLIK BUDA İLE OVALIK PEŞTE’NİN BİRLEŞTİĞİ BAŞKENT: BUDAPEŞTE/ Doç.Dr.Süleyman DOĞAN

iSTANBUL ŞAiRLERiNDEN

72 BATI ŞEHİRLERİ ÜZERİNE TESPİTLER/ Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV

Recep GARiP

76 X İŞARETLİ NOKTA VE DÜNYADA SİVAS DİYE BİR YER!/ Katharine BRANNING /Çeviri: Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU

“GARiP” ORHAN VELi

78 MERCAN YOKUŞU / Sabri GÜLTEKİN 80 TOKAT YOLLARI TAŞLI / Mustafa UÇURUM 82 BİZİM KÜLLİYE’NİN HİKÂYESİ / Nazım PAYAM 84 RUHSUZ SİNEMADA ÇANAKKALE RUHU’NU VAR ETMEK / Abdülhamid GÜLER

86

HİLMİ YAVUZ iLE YARA ŞiiRLERi’NE ŞEHiRLi CÜMLELER

Mehtap ALTAN

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul100 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74

90 ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ BİRLİK VAKFI/ Mehmet Nuri YARDIM 92 EYÜPSULTAN’DA BİR SİYASET BİLİMCİ: İDRİS-Î BİTLİSİ / Nidayi SEVİM Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@şehirvekültür.com www.şehirvekültür.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 624 21 11


ehirler ve İnsanlar tarih boyunca değişim içindedirler. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bütün Müslümanların özvatanı Mekke’dir. Soyları ne olursa olsun, inananlar Mekke’nin çevresinde halka halka büyüyen, kolları bütün dünyaya yayılmış, büyük bir ailedirler.

ŞEHİRLERİN DEĞİŞİMİ, KOMŞULUK KÜLTÜRÜ,

ŞEHİR MİMARI Avrupanın “Küçük Afrika”sı İspanya ve “Küçük Asya”sı Anadolu, geçmişte, Batı ve Doğu Roma’yı nasıl dönüştürmüşlerdi, bugünün Roma’sı olan AB’yi de dönüştüreceklerdir. Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN

Ailenin üyeleri her yıl Mekke’de buluşurlar. İnananların oluşturduğu büyük aile, günde beş vakit yüzlerini Kâbe’ye dönerek, onun çevresinde, onunla bağlarını yenilerler. Büyük ailenin gücü, Mekke’den beslenir. İnananların anası ve babası birdir. Onların ataları, yitirdikleri özvatanlarını Mekke’de bulmuşlardır. Mekke dünyanın, Kâbe Mekke’nin nirengi noktasıdır. İnananlar yüzlerini Kâbe’ye, şehirler yönlerini Mekke’ye dönerler. Kâbe mabetlerin, Mekke şehirlerin anasıdır. Kâbe’ye ilk şeklini insanlığın atası Hz. Âdem, son şeklini de peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed vermiştir. Mekke büyük peygamberlerin ana vatanıdır… Avrupanın “Küçük Afrika”sı İspanya ve “Küçük Asya”sı Anadolu, geçmişte, Batı ve Doğu Roma’yı nasıl dönüştürmüşlerdi, bugünün Roma’sı olan AB’yi de dönüştüreceklerdir. Tarık bin Ziyad İspanya’’nın, Alparslan Anadolu’’nun kapılarını, vatanlarını yanlarında taşıyanlara açtılar. Onlar gittikleri her ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel hayatına büyük bir canlılık kazandırdılar. Bu yüzden Araplar İspanya’da Türkler de Rumeli’de yüzyıllarca kaldılar.

TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

İnanan insan, Mekke’den Medine’ye hicret ettiği gibi, Medine’den Buhara’dan Kurtuba’ya kadar bütün dünyaya hicret etmiştir. Onların özvatanı yanlarında taşıdıkları Mekke’dir. Onlar Mekke gibi Kâbe’yi de yanlarında taşıdıkları için, ezan okunan her yeri vatan, ezan okunmayan yerde de ezan okumayı görev bilmişlerdir. Bu yüzden, Araplar Batı, Türkler de Doğu Roma’nın bütün topraklarını kendilerine vatan edinmişlerdir. Avrupa Afrika’dan Cebelitarık, Asya’dan da İstanbul Boğazı’yla ayrılır. İspanya, Afrika’nın, Rumeli de Asya’nın Avrupa’ya açılma kapısıdır. İspanya ve Türkiye, zengin tarihleri ve derin kültürleriyle Avrupa’nın geçmişinde olduğu gibi, geleceklerinde de vazgeçilmez bir yer tutacaklardır. Onlar, Avrupa kültürüne yalnızca doyumsuz bir tat değil, solmaz bir renk de kazandıracaklardır. İki ülke olmadan Avrupa kültürü çok yoksul kalır. Ziya Paşa’nın Batılı ve Doğulu kaynaklardan yararlanarak hazırladığı “Endülüs Tarihi” isimli

sayı//6// ocak

4


kitabında anlatığı gibi, Müslümanlar zengin bilim ve düşünce çalışmalarıyla, Orta Çağ’ın karanlıklarını aydınlatarak, Avrupa Rönesansı’nın temellerini atmışlardır. Endülüs, İspanya’yı, İspanya da Avrupa’yı dönüştürmüştür. Roma’nın bir parçası olan İspanya, Endülüs ile Avrupa’nın ana kaynaklarından biri olmuştur. Avrupa’nın giderek hız ve yoğunluk kazanan İslam korkusunu yenmesi için, bir arada yaşamanın iki eşsiz örneği olan, Endülüs ve Osmanlı’yı daha yakından tanımaya ihtiyacı vardır. Avrupa’nın Amerika ve Çin karşısında rekabet gücünü koruyabilmesi, Türkler ile birlikte Arapların da dostluklarını kazanmasına bağlıdır. Dünyayı vatanlarını yanlarında taşıyanlar dönüştürürler. İnananlar üstünlüklerini her coğrafyada korumuşlardır. İnancın temelinde korku değil, ümit vardır. KOMŞU, KOMŞUNUN HAKKININ TEMİNATI VE KORUYUCUSUDUR. Kültürel dünyada edebiyat nasıl bir işlev yükleniyorsa, ekonomik dünyada da ticaret aynı işlevi yüklenir. Nasıl edebiyatsız kültürler yoksullaşırlarsa, ticaretsiz ekonomiler de yoksullaşırlar. Bütün toplumlarda ticaret, ekonomik büyümenin odak noktasını oluşturur.

Ticarette hem satanlar, hem de satın alanlar kazanırlar. Ticaret yapılan yerde, savaş yapılmaz. Hayvancılıkla uğraşan Habil ve tarımcılıkla uğraşan Kabil’den bu yana, çarşı ve pazarlarda alınan ve satılan ürünler büyük ölçüde değişmiştir. Ancak üreticiler ile tüketiciler arasındaki ürün ve hizmetlerin akışının özü ve önemi değişmemiştir. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de ticaret ve ortaklık kültürü önemini koruyacaktır. Ticaretin gelişmediği toplumlarda, ekonomik ve kültürel hayat yeni boyutlar kazanmaz… Ticaret yapmasını bilenler, komşuluk yapmasını bildikleri gibi, ortaklık yapmasını da bilirler. Hem ticarette, hem de ortaklıkta, doğruluk ve iyilik birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bunun için, ortaklıkta olduğu kadar ticarette de en büyük sermaye doğruluktur. Doğrulukta yarışmayanlar, iyilikleri büyütemekte başarılı olamadıkları gibi, kötülükleri önlemekte de başarılı olamazlar. Komşuluk gibi, ticaret de paylaşmasını bilmektir. Birbirleriyle komşuluk ve ticaret yapanlar, paylaşmasını bilirlerse, yoksul düşmezler ve başkalarına el açmazlar.

Onlar Mekke gibi Kâbe’yi de yanlarında taşıdıkları için, ezan okunan her yeri vatan, ezan okunmayan yerde de ezan okumayı görev bilmişlerdir. *Avrupa’nın giderek hız ve yoğunluk kazanan İslam korkusunu yenmesi için, bir arada yaşamanın iki eşsiz örneği olan, Endülüs ve Osmanlı’yı daha yakından tanımaya ihtiyacı vardır.

Ticarette ve ortaklıkta her zaman, iki kere iki dörtten çok daha büyüktür. Çünkü iyilikleri özendirmek ve kötülükleri önlemek için, iki kişinin bir araya gelip ortaklık ve ticaret yapıtığı

5


Ş ehir

Komşuluk gibi, ticaret de paylaşmasını bilmektir. Birbirleriyle komşuluk ve ticaret yapanlar, paylaşmasını bilirlerse, yoksul düşmezler ve başkalarına el açmazlar.

birlikte insanın dışında değil, içindedir. İnsanlığın atalarının Cennet’ten sürülmelerinde olduğu gibi: “İnsan insanın kurdu” değil, “şeytan insanın kurdu”dur. İnsan içinde yaşadığı evin, merkezinde yaşadığı şehrin, bağrında varlığını sürdürdüğü tabiatın bilincinde olmazsa, dünya bir Cehennem’e dönüşür. Günün insanı içindeki her şeytanı, bir melekle denetemezse, kendisine bir emanet olarak verilen dünyayı güzelleştiremez. “İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir”

her yerde, mutlaka görünmeyen bir “ortak” vardır. Ticaretin ve ortaklığın gücü, görünmeyen o büyük “ortak”tan kaynaklanır. Onun için, ortaklıkta dürüst olmasını bilenler, dürüstlüğün simgesi olurlar. Hristiyan dünyasında ticarete olumlu gözle bakılmaz, ticaret olumsuzlukların kaynağı olarak görülür. İslam dünyasında ise, ticarete özendirilmesi gereken bir ekonomik ve kültürel alan gözüyle bakılır. Dünyanın neresinde olursa olsun, ticaretin doğru yapılması değil, doğru ticaretin yapılması önemlidir. Doğru ticarette “kazan ve kazandır” stratejisi geçerliliğini hiçbir zaman yitirmez. Dünyada özendirilmesi gereken, para ticareti değil, ürün ticaretidir. Hz. Hatice doğru ticaret yapanların eşsiz örneğidir. Ticarette paylaşan paylaşılmaz. Komşuluk paylaşmaktır. HER DEVRİN VE ŞEHRİN, CANSEVER GİBİ BİLGE MİMARI OLMALI Kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi, Âdemoğulları şeytanın kışkırtmasıyla, atalarının yasak meyvayı tatmalarının sonucu, yitirdikleri Cennet’i dünyada bulacaklar. İnsanlık ailesi, atalarının sürüldüğü Cennet’in güzelliklerini dünyaya yansıtarak, hayatı herkes için yaşanır kılmadıkça, şeytanın saldırılarından kurtulamaz. Melek ve şeytan, ikisi sayı//6// ocak

6

Türk toplumu, bütün ömrünü Anadolu’nun güzelliklerine güzellik katmaya adamış, insanın görev ve sorumluluklarının başında, dünyada “her şeyi kendi yerine koymak” gelir diyen, “Bilge Mimar”, Turgut Cansever’i yitirdi. Değerli Mimar Cansever, İslam Peygamberi’nin “insanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” sözünü, düşünce ve eylem dünyasının belirleyici ilkesi olarak gördü. O mimarlığı iman için bildi. Ben Cansever’i ilk defa seksenli yılların başında, Cidde’de Kral Abdülaziz Üniversitesi’nin Mimarlık Bölümü’nde verdiği bir konferansta tanımıştım. Cansever, Doğu ve Batı’nın mimarlık mirasında ev, şehir ve kültüre bakışlarındaki farklılıkları, Sinan ile Frank Lloyd Wright ve Le Corbusier’den yola çıkarak, çok yalın ve çarpıcı bir dille anlatmıştı. Cansever’e göre evleri, çarşıları, çeşmeleri, camileri, hanları, hamamları ve gezinti alanlarıyla “şehir, insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürünü, insan hayatını yönelten, çevreleyen yapıdır”, ve “her türlü üretimin yapılması, iktisadi, hukuki, idari ilişkilerin düzenlenmesi için gereken bilginin geliştirilmesi, genç nesillerin eğitimi de şehir ortamında gerçekleşir”. Türk toplumunun Anadolu’daki bin yıllık kültüründe şehir iki dünya arasındaki uyum ve düzenin sağlandığı varoluş alanıdır. Şehirler, bütün boyutlarıyla hayatı kuşatan yapılarıyla şehir, kültürler de, güzellikleri özendiren ve çirkinlikleri önleyen şehirleriyle kültür olurlar. Yapılar şehirlerin, şehirler de, kültürlerin vitrinleridir. Mimarlıkta, dünyasız öte dünya, öte dünyasız da dünya olmayacağı, en yakın ve en açık biçimde camilerle anlatılır. Yitirilen Cennet, Süleymaniye’de Allah’ın birliğinin simgesi olan, büyük kubbenin altındadır. Süleymaniye’ye Haliç’in karşı yakasından bakıldığında, yeryüzünde değil, gökyüzünde inşa edilmişcesine güzel görünür. Süleymaniye’ye bakan, atalarının imar ettiği Cennet’i görür.


ENSARÎ HEYETİ

Dr. Önder BAYIR*

T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanı

Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle birlikte Osmanlı Devleti oldukça sıkınktılı bir döneme girmiştir. En güçlü İslam devleti olan ve yaklaşık 6 asır yalnız kendi coğrafyasında değil, Osmanlılar bütün dünyada mazlumun yanında olmuş, her zaman hak ve adaletin mümessili olmuştur. Durum böyle olunca bu adil cihan devletinin durumu bütün İslam alemini de etkilemiş ve her millet kendince Osmanlı’nın yeniden toparlanabilmesi için destek olmaya çalışmıştır. Nitekim yine bu dönemde Osmanlı Devleti’nin Balkan muharebelerini yaşadığı sırada yardımcı olmak üzere Aralık 1912’de Hindistan’ın Delhi şehrinden Muhtar Ahmed Ensari riyasetinde bir tıbbi heyet gönderilmiştir. Bu heyette hekimlerin yanı sıra eczacılar, hastabakıcılar ve mütercimler yer aldığı gibi, yüz yataklık bir seyyar hastaneyi de yanlarında getirmişlerdir. Hekim heyeti şu isimlerden oluşmaktadır: Heyet erkanı Sertabîb Doktor Muhtar Ahmed Ensarî Bey, Sertabîb Muaâvini Ali Ezher Feyzi Bey, Tabîb Mehmed Naim Ensarî, Tabîb Seyyid Abdurrahman, Tabîb Seyyid Şemsü’l-Bârî, Tabîb Mahmudullah, Tabîb Mirza Rıza Han, Eczâcı[lar] Gulam Ahmed Han, Nurüşşems, Abdülvahid Han, Hamid Resul, Seyyid Tevenger Hüseyin ayrıca 12 hasta bakıcı ve 2 tercümân Bu heyetin ziyaretiyle ilgili belgeler başta Osmanlı Arşivi olmak üzere ayrıca Kızılay Arşivi’nde de yer almaktadır. Yazımızda bu ziyaretle ilgili belgelere yer verilmiştir.

Telgrafnâme, Hindistan’da Delhi’den, 2 Kânûn-ı evvel 1912 [3 Aralık 1912], Hilâl-i Ahmer Riyâseti’ne, Kânûn-ı evvelin on beşinde Muhtar Ahmed Ensarî taht-ı irâdesinde bir hey’et-i tıbbiyye-i Hindiyye gönderiliyor. Hey’et-i mezkûrenin ma’iyyetinde etibbâ, hastabakıcılar ve yüz yataklık bir seyyâr hastahâne bulunacakdır. İlerüde on bin İngiliz lirası derdest-i takdîmden [ve] hey’et-i mezkûrenin Dersa’âdet’de [İstanbul] hüsn-i kabûle mazhar ve taraf-ı Şâhâne’den nâ’il-i iltifât olacağımızı ümîd ederiz. Comrade Gazetesi Sâhibi

7


Ş ehir

ültür, bir çizgidir. Devam eder, sürer. İnişli-çıkışlı olsa da bu çizgi kopmaz.

ŞEHİRCİLİK TARİHİMİZİN DÖNEMEÇLERİ

ŞEHİR MASALLARI –EVVEL-

Cumhuriyet öncesi son elli yılda şehir merkezlerindeki mimariyi evler, hatta evlerin pencere sistemleri belirlemiştir dense yanlış olmaz. Elli yıl boyunca şehir evle¬rinde dikine ve bire-iki oranına sadık kalınarak açılan sıra pencereler, kalfaların elinde her türlü iddiadan uzak, belki biraz kişiliksiz bir çizgiyi sürdürmüştür. Bu durum hem iyidir, hem de kötü. İyidir ki, bu sayede mimarlık sanatı bir takım tutarsız teşebbüslerin ve özentilerin dışında kalmıştır. Kötülüğü ise şehir caddelerini tekdüze kılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden bu durum bir iki mimarın bir iki özentili yapı teşebbüsü dışında özelliğini korumuştur. Kâmil UĞURLU Mimar PhD

Tophanede Tophane Kışlası

sayı//6// ocak

8

Biraz sonra anlatacağımız masal, böyle bir çizgiyi izlemektedir. Her ne kadar masal denmişse de her satırı veya kelimesi doğru, yaşanmış, üstelik ülke olarak yaşanmış bir durumdur. Şehircilik kültürünün bizdeki gelişmesini ve geçmişteki durumunu bilmeden bugünün değerlendirilmesi yapılamaz diye düşünürüz. İşbu sebeple, kalın çizgilerle olsa bile geçmişi hatırlamakta fayda vardır. Cumhuriyet öncesinden başlayıp, konuyu derlitoplu olarak şöyle sunmak mümkündür: 19. yy’ın sonlarına doğru Osmanlı mimarisi sessiz bir arayış içindeydi. Barok, ampir gibi sadece şekilde kalan uygulamalar yerini eklektik bir takım araştırmalara bırakmıştı. Fakat yıllarca, teferruat dışında bir gelenek çizgisini devam ettiren bu sanat kolu, daha önceden esaslarını sağlam koyduğu için etkisini yüzyılın sonuna kadar devam ettirmiştir. Kültür alış-verişinin nispeten az olduğu taşra şehir ve kasabalarında bu mimarî gelenek, neredeyse hiç değişime uğramadan ve bozulmadan sürmüştür. Cumhuriyet öncesi son elli yılda şehir merkezlerindeki mimariyi evler, hatta evlerin pencere sistemleri belirlemiştir dense yanlış olmaz. Elli yıl boyunca şehir evle¬rinde dikine ve bire-iki oranına sadık kalınarak açılan sıra pencereler, kalfaların elinde her türlü iddiadan uzak, belki biraz kişiliksiz bir çizgiyi sürdürmüştür. Bu durum hem iyidir, hem de kötü. İyidir ki, bu sayede mimarlık sanatı bir takım tutarsız teşebbüslerin ve özentilerin dışında kalmıştır. Kötülüğü ise şehir caddelerini tekdüze kılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden bu durum bir iki mimarın bir iki özentili yapı teşebbüsü dışında özelliğini korumuştur. Balyan ailesinin faaliyette bulunduğu dönemin sonunda, bir kısım mimarlık tarihçilerinin “Neo-Ottoman” olarak adlandırdıkları tarz kendisini göstermiştir. 1900’lerin başında “Art Nouveau” üslubu birkaç binada denenmiş fakat etkili olmamıştır. Son Balyan’ın (Serkis Balyan) Türkiye’den ayrılmasıyla Balyan devri kapanmış, bunların yerini bir kısmı Türkiye’ye yerleşmiş yabancı mimarlar almıştır. Böylece gelenekten tamamen kopan mimarî, eklektik bir çizgiye oturmuştur. Hemen bu dönemin arkasından “Erenköy Tarzı” denen ve daha çok yazlık evlerde uygulanan bir üslup, batının Viktorian veya Colonial diye adlandırdığı tipler İstanbul’a taşınmıştır. (En çok Erenköy’de uygulandığı


için bu tarza daha sonraları “Erenköy Tarzı” denilmiştir.) Yine 1900’lerin sonlarında başlayan, Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden ve şehir dokularını etkileyen bir diğer oluşum da “Levanten” denilen ve gayrimüslim kalfalar eliyle Hıristiyan halk için yapılan binalardır. GrekoRomen biçimlerde, kısmen yerli ve doğal karakter taşıyan bu yapılar, daha çok büyük şehirlerde ve azınlıkların oturdukları yerlerde dokular oluşturmuştur. İstanbul’da Beyoğlu, Galata, Fener, Samatya, İzmir’de Kordonboyları, Selanik’te Yalı, Beyrut’ta şehir merkezi bu arada hatırlanabilir. Bir de bunların yazlıkları vardır. Moda, Kadıköy, Güzelyalı, Bornova Yalı Mahallesi gibi. İkinci Meşrutiyet ile yeni bir mimari akım “Birinci Ulusal Mimarlık” veya “İkinci Neo-Ottoman” dönemi başlamıştır. Bu dönem mimar Kemalettin ve Vedat Bey-lerin sahnede olduğu zamandır. Bu iki önemli mimarın da ilham kaynakları daha çok Osmanlı mimarlığı, özellikle cami, türbe ve kervansaraylardır. CUMHURİYET DÖNEMİ Cumhuriyetin hayatımıza girdiği o hareketli günlerde yapı çalışmalarıyla birlikte mimarlığımız da bir beklemenin içine girmiştir. Mimarlık eğitimi yapan tek okulumuz vardı o tarihte. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi. Ve orada da iki mimarî tarz öğretili¬yordu. Osmanlı mimarisi ve Rönesans mimarîsi. Mimar Vedat Bey Osmanlı tarzı mi¬marîyi öğretiyordu. Mongeri ise Rönesans mimarîsini. Daha sonra Mongeri de Osmanlı mimarîsi hocası olunca, sanki yeni bir tarz öğreti de devreye girmiş oldu. Osmanlı- Rönesans karışımı sofistike bir mimarî. Buna daha sonraları “Osmanlı Rönesansı” diyenler de oldu. Mimar Kemalettin ve Vedat Beyler “Klâsik Türk Tarzı”nda ısrar ettiler. Bu suretle “Birinci Ulusal Mimarlık” dönemi başlamış oldu. Mahallî ve Millî mimarlık öğeleri ısrarla arandı ve uygulandı. Fakat yapı uygulamaları, imkânların kısıtlı olması sebebiyle azdı. 1923 yılının 13 Ekim’inde Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olunca ya¬pı çalışmalarının, yani mimarlık uygulamalarının da merkezi durumuna geldi. Falih Rıfkı’nın “Çankaya”da anlattığı gibi 40.000 nüfuslu bir kasaba görünümünde olan o zamanların Ankara’sında soğuk kış günleri Yenişehir’e kurtlar inerdi. Yeni ve çok genç bir Cumhuriyet vardı ve ona yeni bir başkent yapılacaktı. Bütün dünyaya örnek olacak şekilde canlı, modern ve akılcı bir şehrin düşünü gören ve heyecanını yaşayan birinci kişi şüphesiz Atatürk’tü. Başkent olduktan sonra

İstanbul Karaköy

Ankara, yeni yönetimi ve yabancı diplomatik misyonu kendinde toplamaya başladı. Nüfusu doğal olarak hızla artmaya başladı. Tuğrul Akçura’ya göre 1935’te Ankara’nın nüfusu 122.700 oldu. Artan nüfus beraberinde yeni meseleler de getirdi. Bu meselelerin arasında yeni ve modem bir kent kurulması da vardı elbette. Atatürk’ün önderliğinde “plân” fikri ortaya çıktı. Milletlerarası bir müsabakada açılması fikri nihayet muvaffak olabildi. Gelen planları hakem heyeti ile bizzat Mustafa Kemal Atatürk tetkik etti. Müsabakayı Prof. Yansen kazanmıştı.” Yansen’in (Prof. Janzen) projesi çok eleştirildi. Eleştiriler giderek değiştirme¬lere, düzeltmelere döndü. “...Afyon milletvekili rahmetli Ali Bey (Ali Çetinkaya) Bayındırlık Bakanı olduğu vakit (1934) birinci işi “minaresiz kubbe kilise kubbesidir” diyerek yargıtay toplantı salonunun kubbesini yıktırmak olmuştur. Böylece binanın ses tekniği bozulmuştur. Rahmetlinin ikinci işi “bu kadar boş toprak bırakılır mı?” diyerek daireler semtinin (bugünkü Bakanlıklar) umumi âhengini bozarak, şuraya buraya dilediği üslûpta yapılar kondurmak olmuştur.” Bu arada, Cumhuriyet’ten hemen üç yıl sonra Vedat ve Kemalettin Beylere itirazlar başlamıştı. Ankara Palas Oteli Vedat Beyin gözden düşmesine

9


Ş ehir

sebep oldu. Mongeri yarı Osmanlı, yarı yabancı “Gazi Köşkü” projesini onaylatamadı. Yeni arayışlar başladı. Holzmeister, Oerley ve Egli’nin bizim mimarlık hayatımıza girişi bu esnadadır. Böylece “Osmanlı Rönesansı” denen tarz terkedilmiş oluyordu. Savaş sonrası sıkıntılarını yaşayan Avrupa’da yeni bir tarz (Kübik) mimari yayılmaya başlamıştı. Bu yeni akımın başım da Almanya’da W. Gropius, Mies Van Der Rhoe ve Bauhaus, Fransa’da Perret ve Le Corbusier çekiyorlardı. Ve bu yeni akımı kendi çizgilerinde götürmeye gayret ediyorlardı. Avusturya’da bu işi Olbrich, Hoffman ve Loos ekolleri yürütüyordu ve bunlara “Viyana Dekor Ekolü” deniliyordu. Ankara tercihini başta Holzmeister olmak üzere bu son grubun üzerine yaptı. Halbuki bu seçimde pek isabet yoktu. Çünkü Viyana Grubu, o zamanki mimarimize oranla belki daha çağdaş, daha moderndi ama çağın mimarisini yansıtacak bir ekol değildi. Osmanlı tarzına benzer hiçbir öğesi yoktu. Yapı tekniği farklıydı. Plan kompozisyonları farklıydı. Plânlar ve cepheler son derece sade olarak ele alınıyor, hiçbir süsleme elemanına yer verilmiyor, hatlar düz ve dekorsuz uzatılıyordu. Bu anlayışın sonucu olarak çatı, kiremit ve saçaklar da ortadan kalktı. Çatısız (veya teras çatı) modernliğin göstergesi oldu. Yerel malzeme kullanmak isteğiyle Ankara’nın koyu renkli mor taşı cephelerde sık sık yer aldı. Almanların sıvası burada yeniden keşfedildi. Caddeleri, sokakları boz, kurşuni, taraklı ve mucarta sıvalı binalar doldurmaya başladı. Pencerelerin sayısı, sırası, şekli, oranı değiştirildi. Bazen mizaha kaçan aşırılıklar yaşandı. Almanca’da “Bu nedir?” anlamına gelen “Vas ist das?” sözü bizde alttan veya üstten açılan pencerenin adı oldu çıktı. Eski Fransız ve Cermen tipi geçmeler, bindirmeler ve oranlar mimariye egemen kılındı. Ve bu tarz nerdeyse “resmî üslûp” olarak yerleşti.

Kübik mimarinin terk edilmesi uzun sürmedi. Yapılan binalar çabuk eskidi. Da¬ha doğrusu eskimeye vakit bulmadan sıvalarını döktüler. Bir yapı için kısa bir süre olan 10-12 yıl içinde damları aktı ve köhneleştiler. Kimileri akan damların üzerine yeniden kiremitli çatılar koydular, saçaklar yaptılar. Sıvaları yeni kaplama malzemeleriyle değiştirdiler. Büyük cam satıhları küçülttüler, ısıyı içerde tutmaya gayret ettiler. Bu arada Akademide uzunca bir zamandır devam eden “Millî Mimarî Seminerleri” meyve vermeye başlamış olmalı ki, Alman mimarîsinin Ankara’ya ikinci hamlesi etkili olmadı. Yeni ve “Millî” bir mimarinin ilk ışıklan kendini göstermeye başladı. Türk mimarîsi denilince hemen herkesin ilk aklına gelen kubbe ve kemer elemanları bir yana bırakılarak, gerçek Türk Mimarîsinin ne olduğu hissedilmeye başlandı. Modem mimarîye paralel çizgiler taşıyan Türk Evi’nin masaya yatırılması ve bu plân tipinin modem ustalar tarafından benzer uygulamalarının yapılması, devrin genç mimarlarını umutlandırdı. “İkinci Millî Mimarlık” döneminin başlaması böyle olmuştur.

Ankara’nın başı çektiği bu akım giderek taşrada da kendini göstermeye başladı. Eski, köklü ve renkli bir mimari mirasa sahip olan İstanbul, eşyanın tabiatı gereği, bu akıma bir süre direnen tek önemli merkez oldu. İstanbullu ustalar bir süre daha eski alışkanlıklarını devam ettirdiler. “Kaba, koyu renk sıvası, köşe pencereleri, andezit bordürleri, teras şeklindeki örtüsü ve birbirine girift zar şeklindeki hacimleri” ile bu kübik mimari İkinci Dünya Savaşı sonlarında kadar devam etti ve sonra kullanılmaz oldu. Bu arada, tarza birkaç tepki de olmadı değil. Bugün mimarlık tarihçilerinin Türkiye’nin gerçek anlamda ilk modem binası kabul ettikleri. Başbakanlık binası bu başkaldırı eserlerinden biridir. Bina ilk defa bu tarzın dışındadır. sayı//6// ocak

10

Dolmabahçe Sarayı saat kulesi


Azarlanmış Su Gîbî Akı-karasına karıştı gözlerimin seni andım da demin, Bulandım, durulamadım, gözlerine doğru aktım korkaraktan, sessiz ve serin, Azarlanmış su gibi.. Bir başka dünyada, ve tenhada açar karanfiller Buruşur yüzleri korkularından, kan oturur gözlerine, hareli, Kilim dokusu gibi..

Kar üstüne neden indi bu serçe, ve neden gözlerinin kıyıları sürmeli.. Bir uzaktan bir uzağa hasret taşır trenler, Ve kar kokusuna karışır çam kokuları, Burnumun direğini sızlatır, hey yavrum hey.. Evlât kokusu gibi...

Kâmil Uğurlu

11


Ş ehir

ultanahmet’e kar yağıyor, birliğin simgesi minarelerin külahları kar örtüsünü yırtıyor, âlemleri beyaz örtünün üzerine çıkıyor, arınmışcasına. Sultanahmet’e kar yağıyor, Dersaadet’e ferahlık iniyor, huzur içinde bir ferahlık örtüyor yeryüzünü.

DERSAADET’E KAR YAĞIYOR

Torunu olarak ceddimin sarayının topraklarında, bembeyaz zemine basarken mırıldandım; - Bilseydim, layık olmayacağımı, yürür müydüm beyaz çimenlerinde … Mehmet Kamil BERSE

Sultanahmet’e kar yağıyor, Ayasofya’nın kaderini tertemiz bir beyazlıkla perdeliyor. Sararmış bedenini temizliyor. Ayasofya, ezan’ının avazını yükselten nur taneleri, sessizliğin girdabında bu avazı tekrarlıyor. Sultanahmet’e kar yağıyor, Topkapı Sarayı’ndan yükselen Kuran sesine tertemiz bir zemin oluşuyor, bu sene ; Ezelden kardeşi olan Mescid-i Aksa’ya da aynı anda kar yağıyor … Gökyüzünden salat-u selam ile inen ve birbirine selam veren meleklerin sema’sı Dersaadet’i sarmalıyor. Sultanahmet’e kar yağıyor, Maviler mi Yeşiller mi kazandı, bilinmezcesine renkleri beyazlatan bir örtü kaplıyor insanlığın üstünü, asırlar öncesinden. Sultanahmet’e kar yağıyor, Dersaadet’in semalarında şehrin uhrevi havasında asırlardır tavaf eden Martılar, bugün coşkularını kar taneleriyle yarışarak paylaşıyorlar, kanatlarını daha çok çırpıyorlar kar yere düşmeden onları kucaklamak için, saflığı içlerine sokmak için, yedikleri balıkları hak etmek için. Martılar, kar ile raksediyorlar, şehrin kiri ile kirlenmiş renklerini asıl temizliğine döndürmek için. Şehrin gökyüzündeki efendileri Kumrular, alışkın değiller bu değişikliğe, onlar muhabbetlerini çift çift yaşarlarken aslında ruhları tertemiz ve berraktır. Birbirlerinden başka dünya onlar için yalandır. Bu temizlik minik ama dağ gibi kalplerindedir. Karlar düşerken bu beyaz örtü üstünde temiz kalmış rızıklarını ararlar yaşamak için. Serçeler bu havanın zavallılarıdır aslında. Minik tabiri kendine en çok yakışan bu kuş bile, kar için kendini çeşitlendirmiş, ismini kar ile bütünleştirmiş, kara kanatlı kar serçesi, kızıl boyunlu kar serçesi, beyaz bulutlu kar serçesi... Minik serçenin kar içinde kendine iyilikler de kötülükler de var elbette. En büyük düşmanları kedilerden korunurlar kar içinde. Üç beş tane buğday tanesi uğruna, hain avcıların elekleri altında kalırlar.

sayı//6// ocak

12


Güvercinler artık yaşamak için çırparlar kanatlarını, Dersaadet’in semalarında Kar taneleri ile beraber ısınmak için koşuştururlar kanatlarınca, beyazıyla grisiyle, taklasıyla, Mardin’i ile… Sultan Ahmet avlusunda,Yeni Cami avlusunda, diğer cami avlularında küçük teneke kutulardan serpilen buğday taneleri kar ile kaynaşırlar güvercinler için, sanki kar muhallebisi olurlar küçük yürekler için. Dersaadet’e kar yağıyor, çiçekler beyaz artık, güller beyaz, dikenler beyaz, çalılar beyaz, çimenler beyaz, akasyalar beyaz, manolyalar beyaz, karanfiller beyaz, çamlar ve çınarlar bile beyaz. Gülhane Parkı beyaz park olmuş, buradaki Ceviz ağacı bile beyaz, barışa özlem olsun diye. Belki de kimse görmesin, hakkında konuşmasın, şiir yazmasın diye… şarkıların sözü olmaktan temizlenmek için, yıllara meydan okumak için… Torunu olarak ceddimin sarayının topraklarında, bembeyaz zemine basarken mırıldandım; Bilseydim, layık olmayacağımı, yürür müydüm beyaz çimenlerinde … Sultanahmet’e kar yağıyor, Tertemiz bir dünya özlüyorum geleceğe dair; Özdemir Asaf geçmişten bahsediyor mısralarında; “Ne güzel insanlar vardı eskiden/ Çocukluğumuzu kaplamışlardı./ Büyük anneler, büyük babalar vardı…/ o zaman hepsi uzaktı ölümden…” Cahit Sıtkı’dan Cuma gününün maneviyatını hatırlıyorum tertemiz kar zeminli Dersaadet’te; Bugün Cuma, Büyükannemi hatırlıyorum, Dolayısıyla çocukluğumu “Uzun olaydı o günler…Yere düşen ekmek parçasını öpüp başıma götürdüğüm günler…Eşii gaip eyleyen bir kuş gibi kar / gibi kar / ” “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş / Geçenn ilkbahar günlerini arar…” Mısralarında Cenap Şehabettin’in dünyasını anlayabilirsek, Kar bizim dünyamıza neyi hatırlatır, çeşitlendirebiliriz kendimizce… Kar tanesini, kalbin en küçük hücresine benzetir, titrerken kalp atışlarında bulur kar tanesini. İlkbahar bitmiş, Kış’da yakalamış sevgiliyi…

havaları örtmüş de geleceğe temiz bir dünya bırakmak için. Hayat devam ediyor, yeni bir dünyanın temizliğine katkı için, huzur için, barış için Dersaadet’e kar yağıyor… Dersaadet’e kar yağıyor, sabah olmak üzere… Sabâ makamında ezanlar okunuyor Selatin Camilerinden, Her sabah taze bir başlangıç ifadesinde yer alan yeniden doğuşun canlı tanığı gibi… Dersaadet’e kar yağıyor, Asırlardır bizim mabedimiz Ayasofya’nın, kubbesi kar beyazı olmuş, Devlet-i Âl-i Osman’ın nişanesi dört minaresi karla kaplanmış. Ayasofya’nın dört minaresinden dört civan müezzin dört makamda dörtlü sabah ezanı okuyorlar ...Sabah namazı vaktidir, Müminler dört koldan Ayasofya’ya doğru yürüyorlar …Tertemiz yeryüzü, bembeyaz gökyüzü, melekler birbirine değmeden titreşerek yeryüzüne iniyorlar, tertemiz bir dünya için, Ayasofya’nın aramıza dönüşünü kutluyorlar sanki! Dersaadet’e kar yağıyor, eller semaya açık, yeniden doğan bu ruh için… “En sevdiğim! Donakalmış bakışlarımı, gökyüzüne çevir, Bana dünyadaki iyilikleri, gökyüzündeki yıldızları unutturma… Dünya çığırtkanlarından beni koru! Bana ve milletime mutlu, huzurlu bir yol göster! “.

Sultanahmet’e kar yağıyor, Bembeyaz bir örtü kefen gibi örtüyor ölmüş kötülükleri, temizlensin kefen altında… Arınsın beyazlıklar içinde... Yepyeni bir dünya için , lekesiz tertemiz bir dünya için kar yağıyor. Dersaadet’e kar yağıyor, bir musiki sesi geliyor uzaklardan, arada deniz var belli. Üsküdar’dan kâtibim geliyor titreye titreye kar gibi…Yağmur kar’a dönüşüyor seneler öncesinden…Kırım Harbi’nde, Üsküdar’daki yağmur Dersaadet’te kar’a dönüşüyor…Dersaadet’e kar yağıyor, geçmiş

Köprüden Eminönü Yenicami 13


Ş ehir

YÜREĞİ OLAN HER ZAMAN İŞ YAPAR… Ordu, İngilizlerden uzaklaşırken terhisler de başlamıştı. Bölüklerdeki kıdemli askerler tespit ediliyordu. Ali Arslan CAN

ngilizlerin girişinden sonra Musul şehrinde duyulan her haber insanların ufkunu gecenin zifiri kararlığından daha fazla karartıyordu. Etrafta bulunan Osmanlı askerlerinin varlığından dolayı bazen umutlananlar olsa bile hakikat öyle değildi. İngilizler savaşarak öldüremediği yiğitleri bu defa meşum, kötü Mondros Ateşkes Antlaşması ile ellerinden silahları alarak keyfince imha edecek belki de ruhen öldürecekti. Düşmanın kötü niyeti tavrından belli oluyordu. İngiliz, Osmanlı ordusunun külliyen teslimini istiyordu. Gözleri silahlarda, kesin bir hinlik peşindeler, insanlar hareket edebiliyor ama silahlara dokunan, depolara yaklaşanlar hemen haber alınıyor. Böyle bir vaka olduğunda, Ali İhsan Paşa ile hemen tartışmalar başlıyor. İngiliz komutan amirane bir şekilde, “Ateşkes Antlaşması’na uymalısınız yoksa istediğimiz yeri işgal etme hakkımız var” diyordu. Komutanların lafı bu kadar uzattıklarına ilk kez şahit oluyordu Emireri Ali. Düşman komutanları ile uzun uzun konuşuluyordu. Hele gündüzleri, kendi komutanlarının bu kadar mızmız olduklarını gördükçe şaşırıp kalıyordu. Karanlık basınca tartışmaları hemen bitiriveriyordu. Ancak bizim komutanlar uykuya değil, yeni işbaşı yapar gibi yoğun bir çalışmaya başlıyorlardı. Ordu yukarıya kuzeye doğru hareket ediyordu. Ordunun askerleri yavaş yavaş şimal yönünde hareket ederken, silahlar hele toplar, acele acele kuzeye doğru götürülüyordu. Komutanlar çekilirken çok mahirdi. Belki onlar için bu en kolay ricat hareketiydi. Ancak neden gizli gizli yapıldığını anlamıyordu Ali. Bütün hazırlıklar yeni bir cephe için olduğu kesindi. Bunu defalarca yapmışlardı. Fakat bu defa çekildikten sonra yeni bir hat yapmak ve siper kazmak yoktu, tuzak kurulmuyordu, sadece her şeyiyle ordu yukarıya Diyarbakır-Van’a doğru çekiliyordu. Bu ara komutanlar sabırda çok cömertti. Dikkatli ve sessiz olmakta kılı kırk yarıyorlardı. Musul civarındaki kuvvetler savaşmadan ve teslim olmadan emin bir şekilde ayrılıyordu. Komutanlar yeni bir şeyler planlıyordu. Ancak Ali on yıllık tecrübeleriyle bile bunu anlamıyordu. Ordu, İngilizlerden uzaklaşırken terhisler de başlamıştı. Bölüklerdeki kıdemli askerler tespit ediliyordu. 1880-1890 doğumlu askerlerin öncelikli olmak üzere, terhis için hazırlık yapmaları hakkındaki emri, Ali bizzat alay ve bölüklere ulaştırmıştı. Bu kıdemli askerlerin hemen hemen hepsi vatan savunması için ikinci defa askere gelenlerden oluşuyordu.

sayı//6// ocak

14


Hesaplar yapılanca askerlerin önemli bir kısmının, neredeyse komutanlarıyla aynı yaşta, hatta bazılarının daha büyük oldukları anlaşılmıştı. Zaten 1888 doğumlu olan kendisi ile İhsan Paşa arasındaki yaş farkı da çok değildi. Böyle giderse bazı bölükler takımlara dönüşecekti. Kimse bir türlü terhis olduklarına inanamıyordu. İngiliz, karşılarında, saldıracak gibi duruyordu. Fakat bölük bölük askerler terhis oluyordu. Ancak komutanlarda başka bir tür hazırlık vardı. Sanki kışlığa gidiyoruz, bahar-yaz mevsiminde yeniden görüşürüz gibi bir hava oluşuyordu. Terhisler gerçekleşirken emireri Ali bir şeyi fark etti. Kendisinin bölüğü yoktu. Paşa bir şey der gibi oluyor, sonra vazgeçiyordu. Kalacak mıydı? Gidecek miydi? Belli değildi. Kısa bir süre hariç on yıldır askerdi. Kendisini asker doğmuş gibi hissediyor ve hep asker kalacakmış gibi düşünüyordu. Belki de askerlik dışında bir şey düşünemiyordu. Hayatının üçte birini askerde geçirmişti. Sivil hayat nasıl bir şeydi? Unutmuştu. Ali İhsan Paşa, Ali’yi çağırdığında bu defa çok farklıydı. -Sen iyi bir askersin! -Bir hatam mı oldu Paşam. Fakat her zamanki bir komutan gibi değildi. Paşa, çok farklıydı bugün. Bir komutan değil bir baba gibiydi. Anlaşılan ayrılma vakti gelmişti. -Ali gitmeni istemezdim ama İngiliz, Fransız istiyor, artık memlekette onların sözü geçiyor... Sen yaman bir askersin. İyi harbettin. Mücadele için hep bir çare buldun. Elin de çabuk kafan da. İlk önce gözüm tutmamıştı seni. Yanıma gözü pek asker ararken seni tavsiye etti komutanların, baktım kısa boylu ufak-tefek bir adam. Fakat gözlerin oldukça farklıydı. Gözlerin arkasına gitmeye hem yol veriyor, hem de kapatıyordu. Aptal mısın, saf mısın yoksa çok mu zeki belli değildi. Sevdim seni Ali, vatana sadıksın, ketumsun, akıllısın ve de cesur. Her komutan senin gibi bir neferi hatta bir arkadaşı olmasını ister. İltifatlardan soluk benzi buz gibi olmuştu Ali’nin. Ne diyeceğini şaşırmıştı. Komutanın takdirine sevinecekti ama içine büyük bir acı çöktü. Kendisini çok aciz hissetmişti. Düşmanla boğaz boğaza savaşmak bile daha kolay geldi kendisine. Düşman girmiş vatanın böğrüne, savaşacaklarken terhis oluyorlardı. İhsan Paşa, Ali’nin hâlini anlamıştı. Onu iyi bilirdi. Vatanından başka aşkı olmayan askerlerden sadece biriydi. Eğitimi iyi olsa çok iyi bir komutan olurdu. Savaş iyi bitse, İngiliz zorlaması orduda kalması zaruri olan bir elemandı. Erdi ama ihtiyaç olsa ordu yönetirdi.

Bu millette lider çoktu, yeter ki fırsat verilsin. Her yer işgal altına giriyordu. Yeni bir dönem başlayacaktı. Dört yıllık eğitim alan bu gaziler görevlerini yine yapacaklar... Paşa, Ali’nin eğilen başını kaldırdı. Gözlerinin içine baktı. -Çaresizlik yok Ali! Çare sizsiniz. Sizler reissiniz. Sen reissin kardeşim. Ananın-babanın, Ordu’nun, Antakya’nın sana ihtiyacı var. Ali anlamaya çalışıyordu; Bu Paşa neler söylüyordu. Memleketten uzun süredir haber alamamıştı. “Bu kadar adam varken Ordu nahiyesini Antakya’yı ben mi kurtaracağım? Komutan beni eve mi yoksa başka cepheye mi gönderiyor?” diye düşünürken, İhsan Paşa tekrar başlamıştı konuşmaya: -Ne daldın Ali, terhis oluyorsun. Her askerin mektubu gelir anasından babasından, eşinden, yârinden, nişanlısından. Sahi Ali senin kimsen yok mu? -Var komutanım. İki kardeşim de cephede, nerelerdeler bilmiyorum. -Hepiniz birden mi Umumi Harp’tesiniz? -Evet Paşam, haber aldık, vatanın ihtiyacı var, hemen koştuk, herkes gibi.

Kimse bir türlü terhis olduklarına inanamıyordu. İngiliz, karşılarında, saldıracak gibi duruyordu. Fakat bölük bölük askerler terhis oluyordu. Ancak komutanlarda başka bir tür hazırlık vardı. Sanki kışlığa gidiyoruz, bahar-yaz mevsiminde yeniden görüşürüz gibi bir hava oluşuyordu.

Ali’nin gözlerinden yaşlar akarken, ikinci askerliğinde Çanakkale’den Yemen’e kadar savaştığı yerler gözünün önünden geçmeye başladı. Kendisini toparlamaya çalıştı ama artık kendini tutamıyordu. Bu terhis kelimesi onun dengesini bozmuştu. Ali İhsan Paşa emirerini ilk defa zayıf ve hassas görmüştü. Teselli için bir şeyler söylemesi lazımdı. -Ordu nahiyesindensin. O zaman zaten sen askersin. Sizler Ordu’da doğmuşsunuz. Sadece kaçıncı orduda olduğunuz belli değil. İhsan Paşa, sevdiği neferin moralini düzletmek için, biraz da takılarak: -Hadi hadi yârine kavuşursun! Ali’nin yüzü kızardı. ‘Bu komutan da neler konuşuyor’ diye içinden geçindi. Yirmilik delikanlıya sorsan bunun bir cevabı bulunurdu. Gençliğinden beri askerî hayattan başka muhit görmeyen Ali’nin ne yâri olurdu. Mecburen cevap verdi: -Fırsat mı oldu Paşam. Balkan Harbi’nde tezkere aldım geldim Ordu’ya... Daha başımızı kaldırıp bakamadan tekrar koştuk cepheden cepheye. Eşim de yok yavuklum da. Ana-baba ve kardeşlerden de bihaberim. Yaşıyorlar mı? Şehit mi oldular bilmiyorum. Sanki sivil değil üniforma ile doğmuş gibi gelmişti Ali’ye. Zaman zaman anasını özlerdi. Gençti ilk askerliğinde. Ara tezkerede oldukça yıpranmıştı. “Acaba anası şimdi nasıldı?” diye dalarken, 15


Ş ehir

Paşa’nın tatlı ikazıyla kendine geldi. -Ali dalma. Yol uzun. Antakya uzak. Hazırlık yap. Ali utanarak yere doğru başını büktü. Komutan da onun gibi başını aşağıya eğince, emir erinin ayakkabılarına baktı. Ali, orta yaşına gelmiş, yorulmuş ama yorulduğunu unutmuştu... sadece ayakları değil ayakkabılar da yorulmuştu. İhsan Paşa üzülmüştü. Kendini toparlayarak hazır ol vaziyeti alan Ali, başını kaldırdığında komutanın ayakkabılarına baktığını fark etmişti. Telaşlanmıştı. Komutan ayağa bakmaz, gözünün içine bakardı. Elini saklayabiliyordu. Lakin ayaklar hazır ol da. Nasıl saklanır bilemiyordu. Paşa’nın başkasıyla konuşması onu kurtarmıştı. -Mehmet oğlum, Ali’ye sağlam bir ayakkabı versinler, yolu uzun. Ali, yeni emir erinin adını duyunca terhis olduğunu anlamıştı. Dayanamadı, Paşa’nın elinden öptü. Paşa kendisine çekti ve kucakladı evladına sarılır gibi. Ali şaşkındı. Acaba Paşa’ya sarılsa mı? Paşa’ya sarılınır mı? Bir arkadaş gibi. Paşa sıktı Ali’yi. Sanki “sarıl” emri verir gibi. Ali, “Demek savaş bitti, sarılmalı!” diye düşündü ve sarıldı. Babasını hatırladı. O da askere gönderirken sıkı sıkı sarılmıştı oğluna. Demek askere gönderirken baba, terhis olurken komutan sıkı sıkı sararmış askerini bir evlat gibi. Ali, bir hoş olmuş, ağlıyordu. Terhis olduğu için sevinçten mi yoksa Peygamber Ocağı ordudan ve komutanından ayrıldığı için üzüntüden mi ağlıyordu, kendisi de bilmiyordu. Komutan’ın sesiyle irkildi. Paşa, onu bu hâlden kurtarmak için bir hamle yapmıştı esasında. -Dur Ali, atı da ağlatacaksın. Ali hemen hazır ola geçti, eski bir asker gibi. Hakikaten en sevdiği at ağlıyor muydu seviniyor muydu? Belli değildi. Hemen atın yanına gitti. Başını okşadı. Onun da boynuna sarıldı. Zira bu at da bir askerdi, onunla da vedalaşmak lazımdı. Uzun süre evi olan ordudan ayrılırken bir boşluk içinde hissetmişti. Bir taraftan kavuşma ümidi dolayısıyla anne-babasını ne kadar özlediğini anlıyordu. Demek şimdiye kadar bu özlemi çok yaşamaması, kavuşma ümidinin imkânsızlığından kaynaklanmıştı. Antakya’ya doğru yola düştüğünden beri içindeki kavuşma heyecanı coşmuştu. Diğer taraftan bu komutanların yeni bir savaş olacak gibi hazırlıklar yapmalarını bir türlü kavrayamamıştı. Bu kafasını iyice karıştırıyordu. Terhis olanlara göre yaşlı, komutanlara göre kıdemli, onbeş-yirmilik askerlere göre tecrübeli ağabeylerin çoğu evine sayı//6// ocak

16

dönüyordu. Allahüâlem gençler silah altında hazır bekleyecek, kıdemliler kendi evlerini-barklarını koruyacaktı. Terhis olanlara, göreviniz bitmedi, denilirken bunu mu tembih ediyorlardı? Antakya’ya doğru ilerledikçe, geçtiği her şehir ve beldeyi gördükçe, savaşın sadece cephelerde yaşanmadığını anlıyordu. Harpten her yer etkilenmişti. Dört yıl önceye göre hemen hemen herkes fakirleşmişti. Ama vatanseverlerde hiç pişmanlık yoktu. Vatan için savaştık, vatan için fakirleştik, diyorlardı. En fazla sinir bozan, Ali’yi çılgına çeviren, yollardaki İngiliz subaylarıydı. Daha bir kaç ay önce kurşun sıktığı İngiliz subaylarının mütehakkim bir tarzda her şeyi teftiş eder, hesap sorar gibi davranışlarını gördükçe, baş parmağı tetik arıyordu. Doğru dürüst telaffuz edemediği Mondros Ateşkes Antlaşması olmasa da çekip vursam, diye içinden geçiriyordu. Ne çare, zaten silahı da yoktu. Ama istese en azından bunların birkaçını ortadan kaldırmanın yolunu bulur, bir şekilde halleder, olmazsa eliyle de öldürürdü. Ama kendisi de ölürdü. Silahının olmamasına üzüldü. Silahsız ne kadar dayanılırdı ki... Şimdi daha iyi anlıyordu Ali, anlaşılan yeniden savaş olacak. Ancak bu farklı bir harp usulü olacaktı. Şimdi ölmek değil sağ kalmak önemliydi. Öldüremiyorsun, ama ölmeyeceksin de. Zayiat yok, yaşayarak hazırlık yapmak var. Buydu yeni usul. Yeni vatanseverlik, bir sabır işiydi. Uzun süreceği şimdiden belliydi. Düşman içimizde, hainler onların hizmetinde. Türk’ün, Müslüman’ın eli bağlı, ama vatanı korumak onlara emanet. Buna yürek dayanmazdı. “Ölmek daha mı iyiydi acaba?” Sonra kendisi de bundan vazgeçti. “Yüreği olan her zaman iş yapar, silah olsa da olmasa da.” Şimdi buna bir de sabır eklenmişti. Vakit gelene kadar sabır... Musul’da savaşarak yenemedikleri ordunun kumandanı İhsan Paşa’yı, düşman karşısında etkisiz duruma düşüren Ateşkes Antlaşması’nın ne berbat bir şey olduğunu, her şehirde, İngiliz subaylarını ve askerlerini gördükçe daha iyi kavramıştı. Barış, sulh diye milleti kandırıyorlar, fakat vatanın her yerine yerleşiyorlardı. Tekmil anlamıştı, memleket işgal ediliyordu. Bunun bahanesi Mondros Ateşkes lanetiydi. Harbin bitmediğine karar vermişti. Dediği doğruydu. Büyük Komutan’ın; “Düşmanın düşmanlığı bitmez, sadece şekil değiştirir.” demesi ne kadar da doğruydu. Bunu, şimdi daha net anlıyordu. “Zamanında yenişemediğimiz düşman ile yeni şekilde savaşacağız.” dedi Ali. İkinci tezkereyi almasına almıştı ama daha Antakya’ya varmadan üçüncü kez vatan onu askere çağırmıştı.


Birden karamsarlığa düştü. O zamanlar ordu vardı, silah vardı, komutan emrederdi. İşler daha kolaydı. Birden eski savaş günleri hatırladı. Bazen ne komutan kalırdı başlarında ne de arkadaş, fakat yapacaklarını yine yaparlardı veya yapardı. Cephelerde kararlılıkla ve imanla kelle koltukta savaşan nice yiğitler görmüştü, rütbeli-rütbesiz, silahlı-silahsız. Başarılı olmada esas güç insanın aklıydı, inancıydı, yüreğindeydi. Ali’nin dilinden dökülen dizeler özetleyiverdi duygularını: Memleket için en güçlü adam, Düşmanlar için en korkunç olan, Senden başka aşkım yoktur vatan, Diyerek işe başlayan insan. Değil miydi? Düşmanların o kadar güçlü silahlarla nasıl saldırmaya korktuklarını çok görmüştü. Gerçi bizde de vardı cesur olmayanlar fakat o kadar da yüreksiz değillerdi hani. Ne yapacağına da hemen karar vermişti. Kararını aklına iyici yerleştirmek için hemen sıraladı mısraları; Madem düşman için kötü olan; Toprağı yar gibi seven insan. Bu güzel vatan aşkını bulan, Biz hemen başlıyoruz yeniden, İnadına be münafık düşman. Osmanlı yiğitlerinde vatanı yârdan fazla seven o kadar çok nefer vardı ki sayısı belirsiz. Yârini, yavuklusunu, karısını unutan da çoktu; cephede ölüp-ölmediği belirsiz olmasından dolayı vatan uğruna şehit oldu diye unutulan yiğitler de. Ali öyle bir rahatlamıştı ki kanatları olsa uçarak ulaşacaktı Amanos Dağları’nın yüksek yerindeki Ordu nahiyesindeki baba ocağına. Ancak yürümekten başka çaresi yoktu. Sağlam ayakkabının kıymetini daha iyi anlamıştı. İyi ki komutan bunu kendisine verdirmişti. Bir kere daha takdir etti, baba tavırlı komutanını. Bir an önce eve ulaşmak için durmadan yürüyordu. Karanlık basınca bir yer bulup uyuması icabediyordu. Hava da iyice soğumuştu. Bir evin kapısını çaldı. İçeriden ses gelmedi.

buradan çıkmalıyım” diye hükmetti. Demek yanlış eve, hainlere misafir olmuştu. Bu, vatanın yeni hâlini anlamasına tam yardımcı olmuştu. Artık memleket eski memleket değil, herkes dost değildi. Ali, tabana kuvvet hemen samanlığı terk etti. Evi uzak, gidilecek yol uzun, yapılacak iş çoktu. Soğuğa dayanmalı, hayatta kalmalıydı. Sağlam ayağa da sağlam ayakkabı lazımdı. Komutan haklıydı. Herkes kendisini, ailesini, köyünü, nahiyesini, şehrini, vatanını müteselsilen korumalıydı. Birini korumanın diğerini muhafaza etmekten aşağı bir değeri yoktu. Çok malumata sahib olan İhsan Paşa, memleketin vaziyetini çok iyi anlatmıştı. “Çare sizde, reis sizsiniz, sensin” demişti.

Paşa, Ali’nin eğilen başını kaldırdı. Gözlerinin içine baktı. -Çaresizlik yok Ali! Çare sizsiniz. Sizler reissiniz. Sen reissin kardeşim. Ananın-babanın, Ordu’nun, Antakya’nın sana ihtiyacı var.

Mağarayı andıran bir yerde dinlenen Ali, görmediği önüne, kavrayamadığı ufka baktı. Her yer karanlıktı. Sadece bazı hayvanların ve rüzgârın sesleri vardı. Bunların hiçbiri ona korku vermemişti. Lakin düşman ve hainlerle başlayacak yeni mücadeleyi görebiliyordu. Bu onu ürkütmüştü. Hele hele hainler.. Başparmağı tetiği özlemişti, daha doğrusu ihtiyaç hissetmişti. Ali, ıssız dağ başında karanlık içinde, “Demek terhis olmadık, sadece asker elbisemizi çıkardık. Komutan, evimize yani yeni mücadele yerimize ulaşalım, yolda kalmayalım diye sağlam ayakkabı giydirmişti” diye kati kanaatine vardı ve yeniden karanlıkta yola koyuldu....

Tanrı misafiriyim, hem de vatan için savaşmış askerim, neden beni kabul etmesinler, diye düşündü Ali. Nihayet biraz bekleyişten sonra kapı açıldı, adamı gözü tutmamıştı. Ama başka çaresi yoktu, donmamak için bir mekâna ihtiyacı vardı. İçeriye baktı, fakirlik diz değil omuz boyuna ulaşmıştı. Samanlıktan başka yer gösterilmedi. Samanlık soğuktu ama dışarıdan iyiydi. Nerelerde uyumamıştı ki, kızgın kumda da, buzların içinde de. Hatta samanlık bazısından daha iyiydi elbette. Uyku ile uyanık arası sesler duymaya başladı. Kulak kesildi, “Öldürelim mi? Ayakkabısı da sağlammış!” Ali dikkatlice dinledi, “Bunların niyeti bozuk, dar alanda bana zarar verebilirler, hemen 17


Ş ehir

KUDÜS’TE HABEŞ HIRİSTİYANLARI KİLİSESİ Osmanlı dönemi, bir dizi ayırt edici özellik ile öne çıkmaktadır. Bunların en önemlisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun, adıyla özdeşleşen dinî boyut ile iç içe olan siyasi boyuta dayalı bir ilişki biçimi formüle etmiş olmasıdır. Nitekim dış politika alanındaki siyasi davranışlarında, siyasi çıkar ve faydalar ile dinî ve akidevi boyut arasında eşleştirme yapmıştır. DR. Nizar Nabee ABUMUNSHAR “ HİRBAWİ “ Tercume: Mustafa HAMZAH

u tarihi belge 1886 yılında yayımlanmıştır. Bu belge, İstanbul’daki Osmanlı Arşiv kayıtlarında, (BOA, Y.A.HUS, 194/19) kayıt no ile bulunmuştur. Bu nadir tarihî belge, Sultan II. Abdulhamit olarak da tanınan Osmanlı Sultanı Abdulhamit Han dönemine dek uzanır. Bu belge, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Yayımlanmış Belgeler Dairesi tarafından yayımlanmıştır. Üzerinde belirtildiği gibi bu, dönemin o zamanki adıyla Sadrazam’ı ya da Başveziri tarafından Müslümanların Halifesi Abdulhamit Han’a yönelik hazırlanmış özel bir mektuptur. İçerdiği metne göre bu belge, Habeşistan Kralı Yuhanna’nın Filistin’de, tam olarak Kudüs’te kendilerine ait bir kilise kurmaları için verdiği izinden ötürü, Sultan II. Abdulhamit ve Osmanlı Devleti’ne, ülkesinin rahipleri ve Habeşistan halkı adına arz ettiği teşekkür ve övgü ile ilgilidir. Bu belge, imparatorluk bünyesinde yürütülen protokol işlemleri ve resmiî muameleleri yansıtmakta, vazife hiyerarşisinin, piramidin en üstüne kadar nasıl disiplinli olduğunu göstermektedir. Mektubun niteliği incelendiğinde, Habeş Kralı’nın Osmanlı Devleti’ne bir teşekkür ve minnettarlık mektubu gönderdiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu durumda Sadrazam, mektubun içeriğini inceleme hakkına sahiptir ve Sultan’a yeterli bir özet biçiminde sunmaktadır. O DÖNEMDE OSMANLI DİPLOMATİK İLİŞKİLERİ Osmanlı dönemi, bir dizi ayırt edici özellik ile öne çıkmaktadır. Bunların en önemlisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun, adıyla özdeşleşen dini boyut ile iç içe olan siyasi boyuta dayalı bir ilişki biçimi formüle etmiş olmasıdır. Nitekim dış politika alanındaki siyasi davranışlarında, siyasi çıkar ve faydalar ile dinî ve akidevi boyut arasında eşleştirme yapmıştır. Bu da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Ermeni, Yahudi ve farklı mezhepleriyle Hristiyanlar gibi bünyesinde yaşayan azınlıklara yönelik muamelesinde açıkça görülür. İşte Habeşistan Hristiyanlarına bağlı bir azınlığa yönelik bu muamelesi de, Osmanlı İmparatorluğu’nun Habeş halkına inanç ve ibadetlerini uygulama özgürlüğü vererek, aynı zamanda anavatanları olan Habeşistan ile yakın bir ilişki kurmaya çalıştığı yeni bir dinî-siyasi boyuttan uzak değildir. Bu da zaten fiilen gerçekleşmiş, Kudüs şehrinde yaşayan Habeşli rahip ve rahibelerin yanı sıra bizzat Habeşistan Kralı olan Kral Yuhanna

sayı//6// ocak

18


Osmanlı Devleti’ne teşekkür mektubu göndermiştir. VERİLEN İZNİN NİTELİĞİ VE YANSIMALARI Habeşli rahip ve rahibelere verilen izin, mukaddes şehrin surları dışında kendilerine ait bir ibadethane kurmaları için verilmiş özel bir izindir. Bu izin, bir yönüyle Hristiyanların ve zımmî statüsüne sahip olanların, İslam Devleti’nin sınırları içinde kendi inançlarına göre ibadetlerini özgürce yerine getirebilme haklarına ilişkin bir dinî boyut taşırken, başka bir yönüyle, hakkında bazı Kur’an-ı Kerim ayetlerinin bulunması itibarı ve her Müslüman için itikadi bir yapıya sahip olması vasfıyla Kudüs’ün geleceğini ve Kudüs halkının kimliğini korumayı amaçlamaktadır. Denge,iyi çalışılmış siyasi yaklaşımlar, hakların verilmesi ve kendini koruma ilkeleri sonucu, bir imparatorluk olarak Osmanlı Devleti, belirli bölgelerde ve iyi çalışılmış bir şekilde, şehrin demografik ve mimari boyutlarını kontrol ederek ve diğer dinlerin ibadethanelerini yayarak Kudüs’te bir iskan stratejisi tesis etmeyi başarmıştır.

onarımı, gayri-müslimlerin iskân edilmesi, yolların değiştirilmesi, ya da kamusal ve özel yaşamın herhangi bir alanında bir proje yürütülmesi yönünde verilen tüm izinler, yalnızca bizzat Sultan’ın ya da Hilafet’in başkenti İstanbul’daki ilgili dairelerden birinin emrine bağlı olmuştur. Hatta Müslümanlar için inşaat ruhsatları verilmesi, inşaat yapılabilecek alanların belirlenmesi ve şehri güzelleştirmeye yönelik yeşil alanların tahsis edilmesi bile böyle olagelmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kontrol ettiği coğrafya içerisindeki diğer din mensupları için dinî inançlarını özgürce yerine getirebilme ve ibadet hakkı tanımaya bir hayli özen gösterdiği doğrudur, ancak aynı zamanda İmparatorluğun dışarıdaki toprakları üzerinde yaşayan her bir din ve mezhebin doğal uzantılarının yapısı da tarihten ve siyasi anlayıştan soyutlanamaz.

Dolayısıyla bu izin, hem Müslümanlara ve öteki dinlere aynı şekilde ibadet özgürlüğü sağlandığına ilişkin olarak, Osmanlı devlet piramidinin en üst noktasından yapılmış resmî bir açıklamadır, hem de İslam dininin egemenliğinde ve hiç kimsenin baskısı olmaksızın, diğer din mensuplarının inanç ve ibadetlerini tam bir özgürlük içinde yerine getirebileceklerine ilişkin apaçık bir bildiridir. OSMANLI DEVLETİ VE FİLİSTİN’DEKİ DİĞER DİN MENSUPLARI Osmanlı Devleti’nin kontrol ettiği coğrafya içerisindeki diğer din mensupları için dinî inançlarını özgürce yerine getirebilme ve ibadet hakkı tanımaya bir hayli özen gösterdiği doğrudur, ancak aynı zamanda İmparatorluğun dışarıdaki toprakları üzerinde yaşayan her bir din ve mezhebin doğal uzantılarının yapısı da tarihten ve siyasi anlayıştan soyutlanamaz. Osmanlı döneminde ilk kez uygulanan siyasi deneyimlerden biri de Sultan II. Abdulhamit’in, Filistin’i Şam beldelerine (Bilâdu’ş Şâm) bağlı idari bölümlerden biri olmaktan çıkarıp doğrudan İmparatorluğun başkentine bağlı yalnız başına müstakil bir idari bölüm hâline getirmiş olmasıdır. Böylece Filistin’de süregelen yaşam, çalışmalar, gelişmeler, riskler ve tehditlere ilişkin küçükbüyük tüm detayların, Ümmetin vücudunu parçalamaya göz dikmiş Sömürgeci devletlerin odak noktalarından birinin Filistin olduğuna kesinlikle inanan Halife tarafından bizzat takip edilmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle, Filistin’de kiliseler, tapınaklar ve ibadethanelerin inşası, 19


Ş ehir

MÜSTESNA BİR ŞEHİR EFENDİSİ

ORD. PROF. DR. AHMET SÜHEYL ÜNVER İstanbul Üniversitesi’nde Tıp Tarihi Enstitüsü’nü kurması ve Türkiye’de tıp tarihçiliğinin gelişmesine öncülük etmesi de bu yıllara rastlar. Kâğıdı, kalemi suluboyasıyla diğer tabiplere pek de benzemeyen bu genç müdekkik, şimdi izi bile olmayan pek çok eserin günümüz mimarisine taşınmasına vesile olmuştur. Gezdiği her bölgede bir evin kapısını çalıp suluboyası için su isteyen ve bir merdiven kenarına ilişip kısa sürede kâğıda şaheser çizgiler bağışlayan seyyar ruhlu bir hakikat aşığı düşleyin; O, Ahmet Süheyl Ünver’dir işte! Yrd. Doç. Dr. Rahşan GÜREL

lmin ve sanatın iki kanat olduğu nadir insanlar kısacık hayatlara uzun insanlık öyküleri sığdırırlar. Ariflerin seyahat tarzları arasında tayy-i zaman olduğu gibi, onların hayatında da bast-ı zaman diye bir mefhum vardır. Bir tabip ama aynı zamanda bir tıp ve sanat tarihçisi olabilirler. Bir minyatür, bir tezhip ustası, ebruzen, ressam, muharrir olabilirler... Hezar-fen bir insanlık muallimi Ord. Prof. Süheyl Ünver gibi… 1315 Hicrî yılının 27. Kadir gecesine denk gelen 1898 yılı 17 Şubat’ında dünyaya gelen Ahmet Süheyl Ünver, İstanbul’da doğup İstanbul’un muhteşem medeniyetinden kalan mimarinin son demlerine yetişmişti. Osmanlının son dönemlerinde İstanbul’da “Son Osmanlı” gibi vakarla gezinmişti. Tıp okurken güzel sanatlarla ilgilenmiş, ebru, tezhip, minyatür, hat öğrenmiş, karakalem ve suluboya dersleri almıştı. Paris’ten döndüğünde ise o aynı zamanda bir “Dâhiliye mütehassısı” idi. Dönem değişmişti… Koyu bir geceden sabaha uyandığında Osmanlıdan kalan elyazmalarının haraç-mezat elden çıkarılmaya çalışıldığı, mimarinin korumasız bırakıldığı, herkesin elindeki ‘eski’lerden kurtulmaya çalıştığı bir İstanbul’a dönmüştü. İbnül Emin, Ali Emiri, Nuri Arlasez gibi birkaç korkusuz adamdan başka kimse nadide eserlere ‘nâ-dide’ muamelesi yapmıyordu artık. Bu birkaç yiğit adam, neredeyse bütün servetlerini harcıyor ve bu emsali görülmemiş paha biçilmez eserleri muhafaza çalışıyordu. El arabalarında kelepir fiyatına satılan bu ‘nadide’ eserler arasında gezinen genç tabip, yok edilen eserlerin en azından resimlerinin kayda geçirilmesi gereğini hatırlı dostlara ihtar ediyor, tahribatın bütün klasik Osmanlı sanatlarına sıçradığını görerek atölyeler kuruyor ve bir ve bir muallim gibi tek başına direniyordu. İstanbul Üniversitesi’nde Tıp Tarihi Enstitüsü’nü kurması ve Türkiye’de tıp tarihçiliğinin gelişmesine öncülük etmesi de bu yıllara rastlar. Kâğıdı, kalemi suluboyasıyla diğer tabiplere pek de benzemeyen bu genç müdekkik, şimdi izi bile olmayan pek çok eserin günümüz mimarisine taşınmasına vesile olmuştur. Gezdiği her bölgede bir evin kapısını çalıp suluboyası için su isteyen ve bir merdiven kenarına ilişip kısa sürede kâğıda şaheser çizgiler bağışlayan seyyar ruhlu bir hakikat aşığı düşleyin; O, Ahmet Süheyl Ünver’dir işte! 45 senelik meslek hayatında 2500 kitap, makale, broşüre imza koyan, ardında onlarca kitaplar, resimler bırakan, yazılarının büyük bir kısmı

sayı//6// ocak

20


Süleymaniye Kütüphanesi’nde saklı tutulan bu sanat ve hakikat aşığının gözünden seyredilmiş olmak İstanbul için de İstanbullu için de büyük bir talih olmaktadır. Kuleli Askeri Lisesi binası bile, depremden sonra Ünver’in suluboya resimlerine bakılarak tamir edilmiştir. HEPİMİZİN VÜCUDU BİRER MEKTEPTİR Süheyl Ünver ismi, ilim ile felsefeyi, felsefe ile sanatı, sanatla ahlakı sanatkârane birleştiren kâmil bir ruhun, üzerindeki hüsna esmaları en güzel şekilde yansıtmasıyla oluşan bir nadide tablonun altındaki mühürdür. Batı’yı görmüş, dünyayı bilmiş ama evrenselin sınırlarını ancak köklerine tutunarak zorlayabileceğini idrak etmiş ve geleneği geleceğin lisanını kullanarak bugüne taşımıştır. Onun içindir ki fikirlerinin ter ü tazeliği karşısında hayret parmağı şahadet getirmeden duramaz. “Ebedi olan ruh güzelliğidir. Bu dünyada hiçbir güzele aşık olmadım; bütün güzelliklere aşık oldum. Bu memleket fakir değildir. Bütün çektiği örnek adam fakirliğidir. Ruh güzelliğine sahip kişilerin azalmasındandır.” “Bir insan iyi ise mesuttur. Kötü adamın mesut olduğunu görmedim.” “Dikkatimiz, namusumuzdur… Dikkatsiz insan er geç namusundan olur.” “Heyecanlarımızı tanzim etmeliyiz. Yaratılışımızı iyi bilmeli kendimizi frenlemeyi öğrenmeliyiz. Hepimizin vücudu birer mekteptir... Kendimizi tanıyalım!” “Hiddet ömrü kısaltır.” “İlim, her şeyi bilmek değildir; neyi nerede bulacağını bilmektir.” MASUM DOĞDU MASUM YAŞADI MASUM ÖLDÜ… Anne ve baba tarafından ailesi ehl-i tarik olmasına rağmen annesi tarafından “Erkeklerin bulunduğu yerlere gir ama eğer bir tekkeye girersen seni evlatlıktan reddederim” diye tembih ve tekdir edilen bir çocuk, hüzünlerin ve acıların cenderesinden geçerek hayat meydanına inmiş demektir. Bu ana telkinine uyabilmiş midir; Hayır! O, Allah’a yaklaştıran bütün fenlerin ilimlerin sanatların ve tariklerin en asıl muhiplerinden biri olmuştur. Melami-meşrebi bu muhabbet damarının her yoldan her koldan bir sağlam ruh ile takviye edilmesine uygun bir kap olmuştur. Ahmed Âmiş Efendi ve Abdülaziz Mecdi Efendi’yi bu cevherin esaslı parlatıcıları arasında görebiliriz. Hoca’ya otuz yıl talebelik yapma talihine erenlerden Eczacı Uğur Derman Bey şu ilginç notu naklediyor:

Necmeddin Okyay, Süheyl Ünver

“1898 Şubat’ının on yedisi, Hicrî Takvim’e göre 1315 yılı Ramazan ayının 27’nci gününe rastlar. O gün İstanbul’da Kadir topları atılırken, Mustafa Enver Bey’le Safiye Hanım’ın Haseki’deki evlerinde bir evlâtları dünyaya gelmiştir. Doğum çok kolay olmuş, bu yüzden de yavruya “Ahmed Sehîl” ismi verilmiştir. Çocuk bu ismi ortaokula kadar taşıyacak; fakat, rüşdiye tahsili sırasında Fransızca hocası, isminin manasını öğrenip “Oo.. Monsieur Facile!” (Bay Kolay) deyince, kendisinin bundan sonra böyle çağrılacağı korkusuyla Sehîl, ismini “Süheyl”e çevirecektir...” Ve ekliyor: “…Hoca masum doğdu, masum yaşadı, masum öldü.. Başucunda, Hacı Kâmil Akdik hattıyla şu beyit asılı dururdu: Cihan bağında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin Ne sen bir kimseden incin, ne kimse senden incinsin.” İşte, hayatı bu anlayış üzere geçmiştir… “ Nezih Uzel’in dediği gibi, o, “Son İstanbullu”dur!.. Beşir Ayvazoğlu’nun ifadesiyle ise, “Hezarfen tâbiri, hiç kimseye, Süheyl Ünver’e yakıştığı kadar yakışmaz… İki ihtisasta tıp doktoru, tıp tarihçisi, ilimler tarihçisi, folklor araştırmacısı, etnograf, yazar, arşivci, ressam, şâir, hattat, ebrûzen, müzehhib…”

21


Ş ehir

“Evimizde her zaman bir sanat ortamı mevcuttu. Babam işten geldikten sonra sürekli tezyini sanatlarla meşgul olurdu. Hatta bir resmimiz vardır, ağabeyimle beraber. Babam işten gelmiş, üzerini değişmeden hemen oturmuş çalışma masasının başına. Biz de iki yanındayız…” “Babam neşrettiği kitapları bana imzalayıp verirdi. Kanuni Sultan Süleyman döneminde saray baş nakkaşı olan Karamemi’yi anlatan kitabını ‘Sevgili kızım Gülbün’e seve seve’ diye imzalamıştı.” “Renkli ve dopdolu geçen günlerinde çeşitli gailelerle onu vakit vakit üzen olayları sükûnetle karşılar, yüzündeki tebessümünü kaybetmemeye çalışırdı. “İçinizde öyle bir yer olsun ki, oraya hiçbir üzüntü, sıkıntı girmesin” sözü, bunaldığı zamanlarda ona huzur veren kendi sanat alemi içinde avunması demekti.”

GÜLBÜN MESARA BABASI VE HOCASI SÜHEYL ÜNVER’İ ANLATIYOR Babası ve hocası Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’i, kültür mirasının emanetçisi Gülbün Mesara Hanımefendiden sormamak bir nakisa olur. Liseyi bitirdikten sonra babasının geleneksel Türk sanatları seminerlerine katılarak uzun yıllar birlikte çalışmış, asistanlığını yapmış, babasının bir ekol haline gelen sanat çizgisini günümüze taşıyan bu değerli müzehhibe, bir söyleşisinde muhterem babasını ve çocukluk yıllarını şöyle anlatmış: “Babamın anne tarafından dedesi Mehmed Şevki Efendi, meşhur bir hattatmış. Baba tarafından dedesi Hacı Mehmed Efendi de Tırnova’da ressammış. Zabit olan amcası Vasıf Bey de hat sanatıyla meşgul olmuş. Süheyl Ünver, bir keresinde, sanatçı ruhunu nereden aldığı sorulduğunda, ailesindeki sanatçı kişileri sayarak, “İşte ben bu ruhların telâkkisinden doğunca bittabi sanata ırsi olarak girdim. Eğer bu saydıklarım hastalık da olsa idi onları da tevarüs edebilirdim.” diye cevap vermiş. “Annem, babamın baş destekçisiydi… Yaz tatillerimizi çoğunlukla evde geçirirdik. Boş zamanlarımızda babamızdan gördüğümüz şekilde, hatta hakiki altın kullanarak ufak desenler çalışır, bunları renklendirirdik” sayı//6// ocak

22

Mesara’nın, çok sonraları, 1980-85 yılları arasında çeşitli kütüphane ve müzelerde araştırmalar yapmak üzere gittiği Amerika’ya ilk ziyareti de 1958 yılında, babasıyla birlikte olmuş. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi mezunu olan Mesara, Colombia Üniversitesi’ne ziyaretçi profesör olarak davet edilen Ünver’in yanında, iyi derecedeki İngilizcesiyle onun tercümanı olarak yer almış. Gülbün Mesara, lise yıllarından sonra Süheyl hocanın Tıp Tarihi Enstitüsü’ndeki seminerlerine devam etmeye başlamış. “Orada öğrencilik yıllarım başlıyor.” diyen sanatçı, temel sanat eğitimini, burada daha sistemli bir şekilde öğrenmeye başladığını anlatıyor. CUMA GÜNLERİNİ İPLE ÇEKERDİK Süheyl Ünver’in tezyini sanatlarla ilgili talebe grubundan da bahsediyor Gülbün Mesara. Bugün artık sanat camiasında kabul görmüş, isim yapmış pek çok ustanın, Süheyl Ünver’in rahle-i tedrisinden geçmiş olduğunu öğreniyoruz. Azade Akar, Semih İrteş, Mamure Öz, Nusret Çolpan, Cahide Keskiner, Nimet Demirbağ Sanlıman, o isimlerden sadece birkaçı. Gülbün Mesara’nın anlattığına göre Azade Akar, hocanın en kıymetli asistanlarından biriydi. Şu anda Almanya’da yaşayan Akar’ın elinde halen, Süheyl hocanın gezi defterlerinden oluşan büyük bir koleksiyon mevcut… Mesara, Akar’ın, bu gezi defterlerini Ünver’in sanat arşiviyle birlikte vakfedilmek üzere ileride kendisine vereceğini belirtiyor. Hocanın talebe grubundaki herkesin tatlı bir rekabet içerisinde, kıskançlık ve çekişmeden uzak ama büyük bir heyecan içinde olduğunu anlatan Gülbün Mesara, “Cuma günlerini iple çekerdik hepimiz” diye anlatıyor... Süheyl hocanın talebe grubu arasında yer alan Gülbün Mesara’ya, hocanın derslerde kendisine


Uğur Derman,Necmeddin Okyay,Süheyl Ünver,Bekir Bekten,Rauf Tuncer

ayrıcalıklı davranıp davranmadığını sorulduğunda şöyle diyorlar: “Farklı bir davranışı yoktu atölyede. Ben de o talebelerden biriydim. Evde çok yakındık, ama bu yakınlığı derslere yansıtmazdık, derste hocaöğrenciydik. Zaten bütün öğrencilerine evladı gibi davranırdı. Onun için herkes büyük bir şevkle gelirdi derslere” Süheyl Hoca da, tezhibi hattan ayrı tutup motif güzelliklerini ortaya çıkarmak için çalışmalar yapmış. Hatta bu konuda, “Süslememizde Rönesans” adlı çok büyük bir klasörü olduğunu öğreniyoruz. Gülbün Mesara, hocanın “Süslememizde Rönesans” klasörü için, “Bir kitap olacak önemde bir toplamadır” diyor. SÜHEYL ÜNVER ARŞİVİ NE OLACAK? Geleneksel Türk süsleme sanatlarının hamisi, bugün bu sanatları icra eden pek çok sanatçının da hocalığını yapmış olan Süheyl Ünver, 1986 yılında 88 yaşındayken vefat ettiğinde, arkasında defter, belge, fotoğraflardan oluşan çok geniş arşiv kaldı. Türk sanatına büyük “hazine” bırakan Ünver, ölümünden önce arşivinin büyük bir kısmını Türk Tarih Kurumu’na, Süleymaniye

Kütüphanesi’ne ve Tıp Tarihi Enstitüsü’ne bıraktı. Gülbün Mesara, babasından miras kalan o çok kıymetli sanat arşivinde iki bin kadar defterin önemli bir yer tuttuğunu belirtiyor. Ünver’in defterlerinde fotoğraf, çizim, desen çalışmaları, araştırmaları sırasında çeşitli kaynaklarda rastladığı bilgiler, kütüphane notları yer alıyor. Usta müzehhibe, babası ve hocası Süheyl Ünver’in Konya, Süleymaniye, Bursa ve Edirne defterlerinin neşredildiğini, defter çalışmalarının bundan sonra da devam edeceğini dile getiriyor. Gülbün Mesara, babasının vasiyeti üzerine Ünver arşivini millete bağışlayacak ancak sanatçının muhafaza ettiği bir de kendi arşivi var. Mesara, kendi arşivini iki kızına emanet edeceğini belirtiyor. Not tutmak, bunları defterlemek, fişlemek ve arşivlemek, Ünver’in tarihi kültürümüze ait gözlemlediği belge noksanlığının sebebi olarak belirttiği “şifahilik hastalığı”na karşı sürdürdüğü amansız mücadelesi ve bu hususta duyduğu sorumluluğun güzel neticesi.

Süheyl Ünver ismi, ilim ile felsefeyi, felsefe ile sanatı, sanatla ahlakı sanatkârane birleştiren kâmil bir ruhun, üzerindeki hüsna esmaları en güzel şekilde yansıtmasıyla oluşan bir nadide tablonun altındaki mühürdür. Batı’yı görmüş, dünyayı bilmiş ama evrenselin sınırlarını ancak köklerine tutunarak zorlayabileceğini idrak etmiş ve geleneği geleceğin lisanını kullanarak bugüne taşımıştır. Onun içindir ki fikirlerinin ter ü tazeliği karşısında hayret parmağı şahadet getirmeden duramaz.

BENİ ÖLDÜ SANMAYIN! 1898 yılı 17 Şubat’ında başlayan bereketli bir ömür defteri, yine bir şubat vakti 14 Şubat 1986’da 88. sahifesini de bu âleme kapayarak

23


–kâr eki bulunan bütün esaslı kelimeler onu tarif için çok uygun düşer. Cemiyet adamıdır ama mahviyetkârdır, kanaatkârdır, fedakârdır, sanatkârdır, hakiki manasıyla muhafaza-kârdır. Tevazuu, hoş görüşü, örnek ahlakıyla o, beşeriyetinin üstüne çıkmış bir insan ve sonra âlim ve sanatkârdır. Hazer kıl! Kırma kalbin kimsenin cânını incitme! Esîr-i gurbet-i nâlân olan insanı incitme! Tarîk-i ışkda bîçâre-i hicrânı incitme! Sabır kıl her belâya, Hâne-yi Rahman’ı incitme! Felekde hâsılı insan isen bir cânı incitme! Günahkâr olma, Fahr-i Âlem-i zî-şânı incitme! mısraları, Sühey Ünver’i tarife elverişli sözlerdendir.

hoşça dürülmüş oldu. Bütün soylu ruhlar gibi bir vasiyet-namesi vardı elbet. “Beni sakın öldü sanmayın. Bütün hayatımın yaşanmış seneleri Süleymaniye Kütüphanesi’nde Türk Kültürü arşivimle binlerce not ve hatıra defterimin içinde. Mündericat ve resimlerim emrinize amade. Ben hayatımda Tanrı’nın lutfu, büyüklerim eş ve dostlarımın teveccüh ve dualarıyla cidden bahtiyar bir ömür sürdüm. Darısı dostlar başına. Benim için konuşmalar yapmaya lüzum yok. Ama Süleymaniye ve Ankara’da arşivimden programlı uğraşıların lüzumuna dair konuşun. Kabir ziyaretlerine lüzum yok. Benim yazdıklarımdan da bahsetmeyin. Seçtiğim konular üzerinde laf olsun diye konuşmayın. Onları şimdiye kadar akl edemeyerek üzerinde duramadığım ilginç konularımı bensiz olarak benimseyin. Boş vakit geçirmeyip benim gibi her şeyi değerlendirin. İnanın ki diğer insanları bıktıracak kadar çok yaşarsınız. Boş geçen her vakit sizleri ölüme götürür. Acıyın kendinize.” Vefa ehline vefa göstermek edep dersinin elifbası olsa gerek. Ehli vefanın vefası yollarını izlerini ilim irfan medeniyet gözüne sürme etmektir. Onu tarif edecek iki güzel kelime arasak, muhtemelen gayret ve istikamet kelimeleri önümüzde eğilir. Amel defteri ebeden açık kalacak talihli kullardan biridir Süheyl Ünver. Eserleri, evladı ve talebeleriyle o, fanilik zincirlerini kıran sadaka-i cariyeler sahibi bir kutlu zattır. Sonunda sayı//6// ocak

24

Bir şahadet de Hasan Âli Göksoy’dan olsun: “Süheyl Hoca kanâatkârlığı bizzat yaşardı. Öğle vakitleri, hepsi bir Çay fincanı tabağına sığacak mikdarda, ufak bir simidin yarısını, tavla zarı kadar kesilmiş kaşarpeynirlerini Çayla birlikte yer ve şükrederdi. Bu arada, “hakka rızâ göstermek”le “hakkını aramayı” da birbirinden ayırırdı. Derdi ki: - “Bilir misiniz?.. En sabırlı mahlûk örümcektir.. Ağını kurar ve kısmetini bekler. En sabırsız ve açgözlü mahlûk da sinektir. Her şeye saldırır, her yere konar.. Ne iştir ki; bu en açgözlü ve sabırsız mahlûk, en sabırlı mahlûka yem olur!..” - “Tâlip olmayınız, matlup olmaya bakınız...” “Kaybolmakta olan Türk sanatlarını bizatihi çalışarak, neşriyatıyla dirilten kişidir” Babası ve hocası Süheyl Ünver için Gülbün Mesara’nın bu şahitliği, millet olarak bu yed-i tûlâ sahibi kanaatkâr âlim-ârif-sanatkâra ne derece borçlu olduğumuzu da ifade ediyor. Rahmetle minnetle hürmetle anıyoruz… A. SÜHEYL ÜNVER’İN YAYINLANMIŞ ESERLERİNDEN BAZILARI: • Türk Tababeti Tarihi Simalarından İbni Sina (1931) • Fatih Darüşşifası (1932) • Kitabül Cerrahiye-i İlhaniye (1932) • Tarihte Eski Türk Hastahaneleri IX-XVII. Asır (1933) • Selçuk Tababeti (1933) • Uygurlarda Tababet (1936) • Tıb Tarihi (1943) • İlim Ve Sanat Bakımından Fatih Devri Notları (1947) • Tarihte 50 Türk Yemeği (1948) • Türkiye’de Çiçek Aşısı ve Tarihi (1948) • Ressam Ali Rıza, Hayatı ve Eserleri (1949) • Ressam Levni, Hayatı ve Eserleri (1949) • Ressam Nakşi (1949)


• Müzehhip Karamemi (1951) • İstanbul’da Sahabe Kabirleri (1953) • Müzehhip ve Çiçek Ressamı Üsküdarlı Ali (1954) • Anadolu Hisarında Amucazade Hüseyin Paşa Yalısı (1956) • Fatih Devri Saray Nakışhanesi ve Baba Nakkaş Çalışmaları (1958) • The Origins of the History of Medicine (1958) • Türk Farmakoloji Tarihi (1960) • 50 Türk Motifi • Sevakıb-ı Menakıb- Mevlânâdan Hatıralar (1973) • Türk İnce Oyma Sanatı - Kaatı (1980) • Yahya Kemal’in Dünyası (1980) Tüm yayınları için bakınız: “A. Süheyl Ünver Bibliyografisi” Gülbün Mesara, Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar, İşaret Yayınları, İstanbul 1998. ORD. PROF DR. AHMET SÜHEYL ÜNVER KİMDİR? Ahmed Süheyl Ünver, 17 Şubat 1898 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Posta ve Telgraf Nezareti İstanbul Muhaberat-ı Umumiye Müdürü Tırnovalı Mustafa Enver Bey, annesi Hattat Mehmed Şevki Efendi’nin kızı Safiye Rukiye Hanım’dı. Menbaül İrfan Rüşdiyesi ile Mercan İdadisi’ni bitirdikten sonra 1915 yılında Mekteb-i Tıbbiye’ye girdi. 1920 yılında tıp eğitimini tamamladı. 1921-26 yılları arasında Gureba ve Haseki Hastahaneleri’nde cildiye, dahiliye ve intaniye servislerindeki asistanlığından sonra 1927’de hekimlik ihtisasını tamamladı. 1927-29 yılları arasında iki yıl Paris’te Pitié Hastahanesi’nde Prof. Marcel Labbe’nin yanında ecnebi asistanı olarak çalıştı. 1930 yılında memlekete dönüşünde Istanbul Darülfünûn’u Tıp Fakültesi’nde hocası Prof. Dr. Akil Muhtar Özden’in Tedavi ve Farmakodinami kürsüsünde doçent olarak akademik hayata geçti. 1 Eylül 1932 tarihinde evlendi. 1933 yılında Atatürk Üniversite Reformu ertesinde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde Tıp Tarihi Enstitüsü’nün kurucusu ve direktörü olarak tıbbî deontoloji derslerine başladı. 1939 yılında profesör, 1954 yılında da Ordinaryüs profesör oldu. 1956 yılında serbest hekimliği bırakarak kendisini tümüyle fakülte mesaisine ve hocalığa hasretti.

Encümeni gibi kuruluşlarda üyelik görevi yaptı. Hekimlik, tıp tarihi, deontoloji, ilimler tarihi, kültür ve süsleme sanatları konularındaki yayınlarını 1920 yılından başlayarak kesintisiz olarak sürdüren Ünver’in kitap, monografi ve makale şeklinde 2000 dolayında yayını mevcuttur. Ünver, ayrıca eski yazıyla basılmış tıp kitaplarını derlemiş, binlerce fişten oluşan bir tıp tarihi arşivi geliştirmiştir. Bu çalışmalar yanında Orta Doğu’nun ilk ve en önemli Tıp Tarihi Enstitüsü’nü yönetirken yurtdışı yayınlarıyla sesini duyurmuş, iyi bir hoca olarak pek çok doktorun kültür konularıyla ilgilenmesini temin etmiştir. Bu yayınlar Türklerin Orta Şark tıp ve ilimler tarihinde bilinmeyen, kabul edilmeyen mevkiini ortaya koymaya yardımcı olmuş, böylelikle garp literatürüne geçmiş, bu suretle garp memleketleriyle temaslarımızı artırmış ve ilmi eserler mübadelesini de hızlandırmıştı. A.S. Ünver, 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin ikiye ayrılmasıyla Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geçerek bu fakültede ikinci bir Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü kurarak, buradaki derslerini emekli olduğu 1973 yılına kadar aralıksız sürdürdü. Emeklilik dönemini ilmî ve sanat çalışmaları, çeşitli araştırma seyahatleri, yayınlar, sohbet ve konferansları ile dolu dolu yaşayan Ünver, 14 Şubat 1986 tarihinde İstanbul’da Kalamış’taki evinde vefat etti.

Geleneksel Türk süsleme sanatlarının hamisi, bugün bu sanatları icra eden pek çok sanatçının da hocalığını yapmış olan Süheyl Ünver, 1986 yılında 88 yaşındayken vefat ettiğinde, arkasında defter, belge, fotoğraflardan oluşan çok geniş arşiv kaldı. Türk sanatına büyük “hazine” bırakan Ünver, ölümünden önce arşivinin büyük bir kısmını Türk Tarih Kurumu’na, Süleymaniye Kütüphanesi’ne ve Tıp Tarihi Enstitüsü’ne bıraktı. Gülbün Mesara, babasından miras kalan o çok kıymetli sanat arşivinde 2 bin kadar defterin önemli bir yer tuttuğunu belirtiyor.

Akademik hayatı süresince, Türk tıp tarihinin seçkin bir temsilcisi olarak yurtiçi ve yurtdışındaki sayısız kongre ve toplantıya katılarak bildiriler sundu ve bu sahada sayısız neşriyata imza attı. Bu meyanda Türk Tıp Tarihi Kurumu kuruculuğu ve azalığı, Türkiye Tıp Encümeni’nde, Türk Dil Kurumu’nda, Türk Tarih Kurumu’nda ve Milletlerarası Tıp Tarihi Cemiyeti’nde, Türkiye Tıp 25


Ş ehir

ehir, taş ve betondan ibaret, cansız bir varlık değildir.

ÖLÜMSÜZ

ŞEHİRLER…

Konu şehir ve insan, şehir ve şiir olunca; şehirciliğin tarihî, ilmî, mimarî ve sosyolojik tanımını, detayını bir kenara bırakarak, şehrin insan rûhu üzerindeki bediî ve hissî tesirine dikkat çekecek olursak…Şehirle insan arasında, şiirle insan arasında olduğu gibi gözle görünen ve görünmeyen bağlar, ilişkiler, ilintiler, ilhamlar ve kalbi şenlendiren iklimler söz konusudur. İnsanın olduğu gibi, şehrin de bir rûhu, bir kalbi, atardamarları, kılcalları vardır. Şehirle insan arasındaki bu göbek bağı, insanın var oluşu, çevreyi, eşyayı ve dış dünyayı idrak etmeye başlaması ile başlar ve ölünceye kadar katmerleşerek devam eder. Olcay YAZICI

Şehrin bir rûhu vardır ve bu sayede “ölümsüzlük” kazanır. Ruhsuz şehirler, kalbin mahpushanesi gibi soğuk ve sevimsizdir… Bende ilk şehir düşüncesi, gelişmiş, ileri derecede modern bir dekorla bezenmiş mekân anlamına geliyordu. Çocukluğumda ilk tanıştığım şehir, memleketim Trabzon’du. Şehirle ve ışıkla ilk defa burada karşılaştım. Trabzon’u 1963 yılında görme bahtiyarlığına ermiştim. Farkına vardığım, sevdiğim ve medeniyeti idrak ettiğim ilk belde, bu şehirdi. Benim şehrim…İleride, “Muhteşem” sıfatıyla anılacak olan küçük “Süleyman”a ve mânâ dünyasının sultanı “Yahya Efendi”ye kucak açan, sütannelik eden Sultan-şehir Trabzon!.. Sonra, çocukluk hatıralarıma kayıtlı ifadesiyle, ‘gündüz hayâlimde, gece rüyâmda’yaşayan Şehirler Sultanı İstanbul’la 1965’in kışında tanıştım. Tabiî ki şehrin taşrasıyla… Temaşa ettiğim ilk semtler, Ümraniye, Sağmalcılar ve eski ismi “Kondular” olan, Zeytinburnu idi. Köyde doğup büyümüş hassas ve bir o kadar da muzdarip bir çocuk için, büyük şehir, bir rüyâ, bir hayâl, bir masalülke gibiydi. Erişilmez bir diyardı. Kaf Dağının ardıydı… İSTANBUL ŞİİR-ŞEHİR! “İstanbul Şiir-Şehir!” benzetmesini ise yaklaşık çeyrek asır önce ilk kez yine ben yapmıştım. 80’li, 90’lı yıllarda çalıştığım Türkiye gazetesinin KültürSanat sayfasında bu tanımlamanın tarihi kayıtlıdır. Ondan sonra bu benzetmeyi birçokları kıyısını kenarını kırparak, kelimelere yer değiştirerek, fakat ana imaja sahip çıkarak kullandı. Aynı isim altında kitap bile çıkardılar. Yakın zamanda bir edebiyat programında konu başlığı bile yaptılar. Özgün ve özgür fikir/imaj üretme liyâkati, ehliyeti, bediî yeteneği olmayanlar bu“aşırma” işini öteden beri hep yapar. Daha sonra, güzideliğinin ve güzelliğinin erişilmezliğine işaretle ve kendisinin bizatihi yaşayan bir şiir, hatta şiir ötesi, hayâl ötesi oluşu gerçeğine işaretle, İstanbul için, “Şiiri Yazılamayan Şehir” şiirini yazdım. Bu zarurî girizgâhtan sonra, şehrin tanımı bahsine geçebiliriz… Konu şehir ve insan, şehir ve şiir olunca; şehirciliğin tarihî, ilmî, mimarî ve sosyolojik tanımını, detayını bir kenara bırakarak, şehrin insan rûhu üzerindeki bediî ve hissî tesirine dikkat çekecek olursak…

sayı//6// ocak

26


Şehirle insan arasında, şiirle insan arasında olduğu gibi gözle görünen ve görünmeyen bağlar, ilişkiler, ilintiler, ilhamlar ve kalbi şenlendiren iklimler söz konusudur. İnsanın olduğu gibi, şehrin de bir rûhu, bir kalbi, atardamarları, kılcalları vardır. Şehirle insan arasındaki bu göbek bağı, insanın var oluşu, çevreyi, eşyayı ve dış dünyayı idrak etmeye başlaması ile başlar ve ölünceye kadar katmerleşerek devam eder. Şehri bir ‘taş, mermer ve çelik yığını’ sanan maddeci görüş fena hâlde yanılmaktadır. Şehirden, hele ki, tarihî ve tabiî derinliği, mistik ve mitik arka planı olan şehirden, gül rayihası gibi, kekik kokusu gibi ulu ve ulvî bir ıtır yayılır çevreye. Tarihin, aynı duygu ve düşünce ilminde hemhâl oluşun sentez iklimidir bu. Cemiyetin özü, ruhanî mahiyeti, ana cevheri, yani terkibinin kimyasıdır. Bu şehir, mücerret bir eriyik gibi, yaratılış ve oluş cemresi ile kanımıza karışır; rûhumuza siner. İşte ancak o zaman, o şehri kendimize yakın bulur ve benimseriz. Madde ile mânânın, ruhla bedenin buluşmasıdır bu. Sinan’ın “taşın şiirini yazan adam” olmasını işte bu ilim, bu iklim, bu derunî cevher sağlamıştır. Böylece insan eşyanın ve mekânın künhüne varır, mekân insanın derununa sirayet eder. Hayat ve inanç düsturu, nizamı oluşur. Mayalanır, kaynaşır ve ebedî bir terkibe ulaşır mekânla-hayat, insanla şehir, duyguyla vatan. COĞRAFYADAN VATANA Ancak bu sayededir ki, Tanpınar’ın “Beş Şehir”deki o müthiş kaynaşma, bütünleşme ve bulunduğun toprağa ‘kök salma’/ruh kazanma hâdisesi gerçekleşir: “…Onlar, kartal süzülüşlü ordular arkasından girdikleri şehirlerin ortasında, renkli minareleriyle, endamlı kapılarıyla, dilimiz ve kılıcımız gibi ilk atalar yurdundan getirdiğimiz şekilleri, hususiyetleriyle yükseldikçe, etraflarındaki bütün hayat birden bire değişir, derinden kavrayan bir arslan pençesi gibi, toprak kendine yeni bir ruh, yeni bir nizam verildiğini duyar.” (Beş Şehir-Erzurum. s.51) Ünsiyet ve mensubiyet duygusu, aidiyet şuuru böylece oluşur. Ebedî olanla bediî olanın renkli gökkuşağı böyle teşekkül eder…O zaman siz, ben Ahmet’in oğluyum der gibi, ben Trabzonluyum dersiniz; bir başkası, Nene Hatun’un torunuyum der gibi, Erzurumluyum der. Ötekisi ben Fatih’in nesliyim der gibi, İstanbulluyum! der. Böylece, Remzi Oğuz Arık’ın veciz ifadesiyle, “coğrafyadan vatana” geçilmiş; çeliğe su, maddeye ruh verilmiş olur. Şehir bu aidiyet idrakini, mensubiyet duygusunu

o zaman ebedîyete taşır. İnsan yaşadığı mekânın huzur ve sükûnetini, mensubu bulunmakla gurur duyma hoşnutluğunu/gönencini, o zaman kalbinin derinliklerinde hisseder ve yaşadığı şehre gönülden bağlanır. ÖLÜMSÜZLEŞEN ŞEHİRLER Bir adım öteye varırsak, Farâbî’nin, “Faziletli Şehrine” (Medine-i Fazıla) ancak bu öz, bu terkip, bu mistik/mücerret mahiyet vasıtasıyla varabilir; yaşanabilir şehirler, emin beldeler, huzurlu cemiyetler ancak böyle inşa edilebilir. Ancak ruhu oluşmuş şehirlerdir ki, zahiren, fizikî olarak taş binalarını yıksanız bile, o mücerret atmosferi, o manevî var oluş iradesini, idrakini, ebed-müddet fikrini yıkamaz; gönüllerden, kâlplerden asla silemezsiniz…Çünkü, artık o şehir ölümsüzleşmiştir. İstanbul gibi, Bağdat gibi, Kurtuba ve Semerkant gibi…vs. Şair Nedim’in diliyle söylersek: “Kâlâ-yı maârif satılır sûklarında/ Bâzâr-ı hüner ma’den-i ilm ü ulemâdır.” Yani, “Bilgelik kumaşı satılır bu şehrin çarşılarında; hünerin pazarı kurulur. Baştan başa bir bilim ve bilginler ocağıdır vesselâm!” İşte öyle bir şehir düşünü kurmalıyız. Edebiyatımızda ve fikriyatımızda şehir üzerine yazılmış pek çok yazı/kitap var. Hele ki, son yıllarda bu, kemiyet olarak daha da artmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”i bu şehirkitapların (Şehrengiz) anası sayılır ve bırakınız aşılmayı, daha civarına yaklaşılabilmiş değil. Ama umulur ki, bir gün buradan, derin ve yoğun bir şehir atmosferine, insan-mekân analizine varmak nasip olur bir kelâm erbabına. 27


Ş ehir

Şehirlerin insan hayatındaki yeri ve önemi inkâr edilemez bir gerçek. Şehrin mânevî iklimi ve derin tesiri, o şehrin oluşma zihniyeti ve tarihî derinliği ile alâkalıdır. Çünkü insanla mekân arasındaki sevgi bağı zamanla oluşan, gelişen ve yaşayan mânevî bir atmosferdir. Ne kadar yeni ve modern olursa olsun, hiçbir yeni-şehir, eski şehrin yerini tutamaz ve insanı derinden kendine bağlayamaz. Siz eğer taşrada bir köy evinde doğmuşsanız, o köyün çamurlu yolları, taş duvarları sizin için, yeni ve ruhunuza yabancı şehirlerin somaki mermerden yapılma binalarından daha anlamlı, daha önemlidir. Demek ki, şehirle insan arasında ortak bir geçmiş, ortak bir tanışma/ kaynaşma süreci, ortak bir tarih, ortak bir hissiyat iklimi tesis edilmelidir…

sayı//6// ocak

28

Şehirlerin insan hayatındaki yeri ve önemi inkâr edilemez bir gerçek. Şehrin mânevî iklimi ve derin tesiri, o şehrin oluşma zihniyeti ve tarihî derinliği ile alâkalıdır. Çünkü insanla mekân arasındaki sevgi bağı zamanla oluşan, gelişen ve yaşayan mânevî bir atmosferdir. Ne kadar yeni ve modern olursa olsun, hiçbir yeni-şehir, eski şehrin yerini tutamaz ve insanı derinden kendine bağlayamaz. Siz eğer taşrada bir köy evinde doğmuşsanız, o köyün çamurlu yolları, taş duvarları sizin için, yeni ve ruhunuza yabancı şehirlerin somaki mermerden yapılma binalarından daha anlamlı, daha önemlidir. Demek ki, şehirle insan arasında ortak bir geçmiş, ortak bir tanışma/kaynaşma süreci, ortak bir tarih, ortak bir hissiyat iklimi tesis edilmelidir… Bunun içindir ki, modern zamanların devâsa şehirleri bir nevi, “ölü şehir” hükmündedir. Daha çocukluğumda, bir gazetenin bulmaca sayfasında rastlamıştım bu tabire. Bulmacadaki soru: “Ölüler şehri?” idi. O yıllarda henüz çocuktum..Bilgi birikimimle değil, ama nahif sezgimle doğru cevabı bulmuştum: Mezarlık!..Evet, ölüler şehri neresi olabilirdi, tabiî ki mezarlık! Kim bilir belki de bunun tesiriyle, kalbime ekilen fikir/ imaj tohumu, seneler sonra, (‘Bu ölü şehirlerde artık yeşermez güller!’) şeklinde bir mısraa dönüşmüştü… RUHU SIKAN ŞEHİRLER Ne yazık ki, mistik muhtevasından, tarihî derinliğinden koparılarak, bencilleştirilen; ulvî ikliminden uzaklaştırılarak sığlaştırılan modern şehirler, işte böyle ölü şehirlerdir. (Ve o zaman şair, ‘Çelik bir tabut gibi, sıkıyorsun rûhumu/

Ey şehir yıkıl artık, çekil denizlerimden!’ diye feryat etmeye başlar!) Ölü şehrin ırmakları çağıldamaz, kuşları ötmez; o şehrin saatleri güneşe ve sonsuzluğa ayarlı değildir; o şehirlerin aynaları, eşyanın ve insanın fizikötesini göstermez. Ölü şehirlerde insanla şehir arasında ne sevgi bağı vardır; ne mensubiyet duygusu… Hamam böceği mermerin üzerinde, mermerin mahiyetinden, kimyasından, molekül yapısından habersiz nasıl dolaşırsa; ruhunu besleyen mânevî ikliminden kopuk çağdaş insan da, bu maddî şehirlerde öyle yaşamaktadır…Sevinçsiz , muştusuz bir yaşama… Her ne kadar, isyankâr düşünür Nietzche, şehrin tarihî atmosferine/derinliğine bağlılığı, şehrin bugünden koparılması, bir anlamda yaşanılır olmaktan çıkarılması gibi değerlendirse de, tarihî geçmişi, erdemli mâzisi, medeniyet perspektifi olmayan şehirlerdeki yaşantı, sığ ve sıradan bir yaşantıdır. Soğuk ve sıkıcıdır… ŞEHİRLERİN ANASI Şehir, yoksa Batılı bir kavram mı? Doğu’da bu mânâda “Medine” kullanılmış ve ilk şehre‘Medine’ denilmiş. Şehirlerin anası… Medeniyet kavramı da buradan geliyor… Max Weber’in ‘şehir’ tanımı doğru mu değil mi, bizim için çok da önemli değil. Bizce, çağdaş anlamda şehir, biraz kargaşa, kaos ve karmaşa çağrışımlı. Mütefekkir/ sosyolog Ahmed Arvasi, “Kaos, birliğini kaybetmiş çokluktur!” diyordu. Kutsal olanla ilintisini koparan seküler (lâdinî) şehirlerdeki kaos işte buradan kaynaklanıyor. İdraki, eşyanın (nesnenin) sınırlarını aşamayan, kalbi fizikötesi sezgilere/


sırrî ürpertilere kapalı bir insandan daha zavallı ve acınası kim vardır yeryüzünde? Şark irfânında ise ‘Medine’ medeniyet ve ‘emniyet’ çağrışımlı bir mekândır. Medine belki maddî konfor bakımından muhteşem değildir; fakat bunun çok ötesinde, insanî bir ihtiyaç olan ‘eminliği, saadeti, sükûneti ve huzuru’ temsil eder… Kabul etmek gerekir ki, ilmî tanım ve tasniflerin ötesinde, şehrin insan hayatında önemli bir yeri var. Şair de bir insandır ve bir şehirde yaşar. Yaşantının her ânı ve karesi hayatında izler bırakır. Bunları zihninde ve yüreğinde biriktirir, cem eder ve arşivler. Sonra tıpkı bir film şeridini başa alıp seyreder gibi, yeniden seyreder; muhayyilesinde canlandırır. Yitik hayâllerin içinden bazı ‘elem çiçekleri’, kimi zaman da buruk sevinçler, yitik aşklar, kalbi burkan fotoğraflar, acı veren hatıralar devşirilir ve adına şiir denir. Çünkü şehir insan için, bir nevi hafıza ve hatıra defteridir. Ömür boyunca ona kayıtlar düşer. Hayatınızı etkileyen şehrin eski bir fotoğrafı, bir köşe başında rastlaştığınız bir sevgilinin cilveli bakışı, kurşun gibi, kılıç gibi saplanır yüreğinize. Bu çerçevede yaşantıma (aslında kanıma) giren şehirlerin, şiirimde/hikâyemde (‘Yaralı Küheylân’) derin, hüzünlü ve trajik izleri vardır: (“Çelik bir tabut gibi sıkıyorsun ruhumu/Ey şehir yıkıl artık, çekil denizlerimden!” veya “Ey kardelen kardelen, del bu mahpushaneyi/Bir gül kokusu gibi, kaçır beni dağlara!”) mısralarında olduğu gibi… ŞEHİR CANLI BİR VARLIKTIR Özetlersek, şehir ruhsuz bir yapı değildir; sadece bir taş yığını/istifi değil; insanla mekân arasında gözle görülmez hissî, kalbî bir yakınlık var. Şehir canlı bir organizmadır. Nefes alan, hissiyatı olan bir varlık. İnsanla neşelenir, insanla kederlenir. İnsanla güzelleşir, şenlenir. Şehir hem bir cevher, hem bir arazdır. Onu sadece bir ‘cansız yapı’ , ‘şuursuz kütle’ olarak görenler, mistik atmosferden soyutlayarak değerlendirenler fena hâlde yanılıyor. İnsanın doğup büyüdüğü, uzun zaman yaşadığı çevreye, köye, mahalleye, eve ve şehre karşı duygusal yakınlığı; ayrılırken yüreğinin sızlaması, ağlamaklı oluşu; ona kavuştuğunda mutluluk hissetmesi, neşesi, çocuksu coşkunluğu… başka nasıl izah edilebilir? Şehirle insan ve şair arasında kesif bir ilişki olduğu kesin. Ancak şu da bir gerçek ki, dışı süslü, içi çöl olan, modern şehirlerdeki insan pek huzurlu ve hoşnut değil. Aksine huzursuz ve tedirgindir. Necip Fazıl’ın, “Bir şey koptu benden, her şeyi tutan bir şey!”dediği o esrarlı bağ kopunca, zahiren lüks mekânlarda dolaşsa da, ruhen içinde hep bir

boşluğu, derin bir uçurumu yaşar insan..O, ‘her şeyi tutan bir şey’ şehrin cevheri, kalbi, özü ve ruhudur. Nasıl ki, ruhsuz beden cesetse; ruhsuz şehir de, soğuk ve ürkütücü morgdan farksızdır… Şehrin ruhu ve sırrrî/sûfî derinliği, insanı kuşatan ulvî ikliminden, efsunlu mazisinden gelir. Mânevî iklimden yoksun, köksüz şehirler, suyu çekilmiş, kuru nehirler gibidir. Böylesi şehirlerde insanın gönlü ve kalbi daralır. Canı sıkılır. Kalabalıklar içinde, ölümün derin sükûtunu andırır bir yalnızlık yaşar. Şehrin mânevî havasını muhafaza etmek, insana hayat alanı açmak, kalbini inşirah kılmak, ona nefes aldırmak demektir. Aksi ise, insanı hücre hayatına mahkûm etmekten farksızdır. MEDENİYET MİRAS DEĞİLDİR Şehir, şiirin ana teması. Mekânla insan arasında gözle görülmeyen, şeffaf-soyut bir bağ vardır; bu bağ koptu mu, şair yalnızlaşır; yaşadığı şehirden taşra çıkıp, başka diyâra hicret etmek ister. Biricik meselemiz, yaşanabilir, şahsiyetli, faziletli şehirler kurmak veya bu mahiyetteki şehirlerin evsafını özenle muhafaza etmektir. Çünkü, medeniyet bize ilelebet bahşedilmiş bir nimet değildir. İlhamı geçmişten alarak onu yeniden kurmak, ‘kökü mâzide olan âtiye’ ulaşmak gerekir. Bunun için, Will Durant, “Medeniyet bir miras değildir; her nesil onu yeniden inşa etmek zorundadır!” der. Bunun için, sadece ‘Âsâr-ı Atika’ ile övünmek yerine, ‘yeni eserler’, ‘kökü mâzide’, nev-şehirler vücuda getirmek gerekir… Eflâtun, “İlâhsız devlet olmaz!” der. Biz de, ‘ruhsuz şehir olmaz’ diyoruz…Ruhu köreltilmiş mekân, kutsî bir mekân değil. Şehrin üstünlüğü modern tekniğinden, görkemli dış yapısından ziyâde, maddî ihtişamı ile mânevî edâsının bediî ve ebedî uyumundan kaynaklanır. Daha doğrusu, şehrin ‘faziletli ve emin belde’ olup olmadığı, orada yaşayan insanların yüzündeki saadet ışıltısından anlaşılır. Çünkü insanın cemâli, cemiyetin aynasıdır. Eğer yüzler kederli ise, o şehir ‘emin bir belde’ değildir. İnsana huzur ve yaşama şevki, şâire ise ilham veren şehir, zahiri kusursuz olan değil, mânevî iklimi/aşkınlığı, mücerret mahiyeti olan şehirdir. Ön ve dahi son söz olarak şöyle söylemek lâzım: Ey insan, sükûnetin, saadetin ve ebedî huzurun peşinden koş.. Molla Câmî’nin dediği gibi, ‘dikkat et, sakın sûret seni oyalamasın!’

Not: Yazarın özgün imlası korunmuştur. 29


Ş ehir

İSLÂM UYGARLIĞI, SEMERKANT’TAN KURTUBA’YA BİR ŞEHİR UYGARLIĞIDIR! Dinin cemaatleşme anlayışının beslendiği mekânlar da şehirlerdedir. Bundan dolayıdır ki birçok İslam lideri yeni yeni şehirler kurmuşlar ve İslam’ın gelişip güçlenmesine katkıyı buralardan sağlamışlardır. Buna rağmen tebliğ görevi de yine durmamıştır. Yazar bu yayılmanın genişlemesi için, bu defa inanan yeni milletlerin devreye girdiğini söyler. Bir dünya dini için normal çözüm yolu da buydu. Sadece iş İslam’ın indiği Arap Yarımadası’ndaki insanların sorumluluğunda kalsaydı, İslam’ın Çin’e kadar, orayı da aşıp Endonezya’ya kadar ulaşması mümkün değildi. Muhsin İlyas SUBAŞI

yüzyılda yaşamış Fransız asıllı bir oryantalist olan Maurice Lombard, 19571960 yılları arasında, Ecole Normale Superieur ve Ecole Pratique des Hautes Etudes okulunun VI. seksiyonunda verdiği derslerde konu olarak “İslam’ın yayılması”nı seçmiştir. Bu derslerde İslam’ın ekonomik hedeflere bağlı olarak yayıldığını öne sürerken, bize ve özellikle Batı’ya önemli hatırlatmalarda da bulunmaktadır. Bu ders notlarını daha sonra, İlk Zafer Yıllarında İslam adıyla kitaplaştırdı. Yazarın bu kitabında öncelikle “İslam uygarlığının Semerkant’tan Kurtuba’ya kadar bir Şehir Uygarlığı”[1] tespiti oldukça önemlidir. Onun bu görüşünü destekleyen çok sayıda bilgin vardır: Marshall Hodgson da aynı ifadeleri kullanır: “İslam, uzun bir kent dini geleneğinin sonucudur ve bu geleneğin herhangi bir şekli kadar şehir kökenlidir.”[2] Bir kısım oryantalistin sübjektif görüşle, İslam’ın ilkel toplumlarda gelişme bulduğu iddialarına önemli cevap niteliği taşıyan bu görüşü besleyen tamamlayıcı bilgilerde yazar, önemli tarihî bilgiler aktarmaktadır. Lombard bu görüşü destekleyen şu açıklamaları da yapar: “Nihayet belirtelim ki kısaca tahlil etmeye çalıştığımız olay, İslamlaşma (din), Araplaşma (dil), Samileşme ve Doğululaşma (uygarlık) şeklinde ilk dönemde şehirlerde ortaya çıkmış ve gelişmişti. Şehir çevreleri bu faaliyetlere pek yatkın bir manzara gösteriyordu. Zira şehirlerde yerleşmiş bir düzen vardı. Buralarda yer tutan yenilikler yağ lekesi gibi çevredeki kırsal alana yayılıyordu. Dolayısıyla VIII. ve XI. yüzyıllarda İslam dünyası göz kamaştırıcı bir şehirleşme hareketinin merkez alanıydı. Şehir hayatının ileri olduğu bölgeler, yenilikten ilk önce ve en derin şekilde etkilenen ülkeler olmuşlardı.”[3] SEVGİ İNSANLIĞIN ORTAK ÜLKÜSÜ Yazar, İslam toplumunun gelişmesini maddi unsurlara dayarken, kendisinin çalışma ve ilgi alanıyla sınırlı kalarak bunları söylüyor olmaktadır. Ona göre, İslam hareketinin hızla yayılmasının altında mevcut yönetimlerin ağır baskılarından doğan toplumsal yorgunluk da vardır. Suriye ve Mısır’ı denetiminde tutan Helen kültürü, erimeye yüz tutmuş ve kilise kendi içinde bütünlüğünü kaybederek Hristiyanlıktaki mezhepler arası çatışma alanına dönüşmüştür. Halk güven duygusunu kaybedince iktidarlara sırtını döner. Bu, geçinmek ve yaşamaktan başka gayesi olmayan yığınlar için olağan bir taleptir. Yönetimler de ideallerinin gerisinde kalınca ister istemez, halk yeni vaatlere kapılarını açacaktır. İslam işte bu noktada doyurucu cevaplarla gelmektedir. Evvela, kimsenin inancına

sayı//6// ocak

30


karışmıyor. Sonra, adil davranıyor. Kimse haksızlığa uğramıyor. “Güçlünün zayıfı ezmesi” gibi, insan tabiatına aykırı zalimce uygulamalara izin vermiyor. Yazarın aşağıda anlattıklarını maddi temele dayandırmasının arka planındaki gerçek sebep budur. Buna rağmen Lombard’ın söyledikleri önemli şeylerdir: “Bu kadar küçük bir fatihler topluluğunun hareketlerinin bu derece kolay ve çabuk gelişmesinin sebepleri ne olabilirdi? Her şeyden önce Araplar, Suriye ve Mezopotamya Sami dünyası ve Mısır’ın yaşlı toplulukları tarafından ‘bir kurtarıcı’ gözüyle karşılanmak şansına sahip bulunuyorlardı. … Yeni İslam İmparatorluğu’nun kuruluşu, Batı için şaşırtıcı biçimde ekonomik gelişme kapılarını açmıştır. Cermen istilası Batı’nın çöküşünü hızlandırmışsa, Müslüman fetihleri de bu uygarlığın yeniden uyanmasına yol açmıştır.”[4] Müslüman fatihler için mesele yalnızca “vergi” midir? Sanmıyoruz. Fütuhata çıkan orduların ana amacı, ana idealleri olan İslam’ı daha geniş alanlara yaymak ve böylece dünyanın Müslümanlaşmasına katkı sağlamaktı. Arnold’un ifadesiyle, sadece “Kur’an’ın işareti üzerine, dinî tebliğ için yollardaydılar.”[5]Giden ordular, vardıkları bölge halkına önce diniîtebliğ ediyorlardı. Bu tebliğe olumlu cevap alınırsa, buraya sadece bir yönetici atayıp halkı yine kendi hâline bırakarak geri dönüyorlardı. Baskından, talandan, soygundan bıkmış halka güvenlik sağlıyorsanız, bunun bir bedeli vardır. Bu da yönetimin en doğal hakkıdır. Böyle yapmasa, alınan bölgedeki varlığını neyle ispat etmiş olacaktı? Burada önemli bir husus daha vardır: O da, İslam tebliğcilerinin geniş halk kitlelerine ulaşabilmeleri için dağ başındaki köy ve mezralar yerine şehirlere yönelmeleridir. Bu yöneliş, şehir medeniyetinin İslam’daki stratejisini belirlemesi bakımından önemlidir. Dinin cemaatleşme anlayışının beslendiği mekânlar da şehirlerdedir. Bundan dolayıdır ki birçok İslam lideri yeni yeni şehirler kurmuşlar ve İslam’ın gelişip güçlenmesine katkıyı buralardan sağlamışlardır. Buna rağmen tebliğ görevi de yine durmamıştır. Yazar bu yayılmanın genişlemesi için, bu defa inanan yeni milletlerin devreye girdiğini söyler. Bir dünya dini için normal çözüm yolu da buydu. Sadece iş İslam’ın indiği Arap Yarımadası’ndaki insanların sorumluluğunda kalsaydı, İslam’ın Çin’e kadar, orayı da aşıp Endonezya’ya kadar ulaşması mümkün değildi. Lombard buna da işaret eder: “İslam bir başka gezegenden yeryüzüne düşerek birdenbire ortaya çıkmış bir uygarlık değildir. Beşiğinin çevresini saran ve üzerinde az çok hâkimiyet kurduğu geniş bölgenin tarihiyle yakın

Semerkand Özbekistan

ilişkiler içinde gelişmiştir. Siyah dünya yönünde İslam’ın Sudan’dan başlayan ve Afrika’nın doğu kıyıları boyunca devam eden ileri hareketi, Modern Afrika’nın tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Hint Okyanusu yönünde ise İslam, Endonezya’ya kadar ulaşmıştır. Orta Asya’da Türk ve Çin dünyası aynı etkilere uğramıştır. Bu bölgede İslam’ın ilk ileri hamlesi Türklerin Müslümanlığa girmeleriyle sonuçlanmış ve onlar da günümüzde 30 milyon kadar oldukları tahmin edilen Çin Müslümanlarının (bunlar Doğu Türkistan Türkleridir)doğmasını sağlamışlardır. ORTA ASYA ÖNEMLİ BÖLGE Lombard, milletlerin kader haritasında İslm’ın yerini incelerken, milletlerin iç çatışmaları yanında, toplulukların birbiriyle mücadelelerine de geniş yer vermektedir. Biz burada bizimle ilgisi bakımından yalnızca Orta Asya’daki gelişmelere bakacağız. Yazarın ifadesiyle “Orta Asya önemli bir bölgedir; ancak İslam uygarlığına büyük bir katkıda bulunmaktan çok, bu uygarlığın ekonomik alanını genişletmiştir.”[7] Şimdi bu genişleme nasıl olmuştur, onu görelim: “Horasan ve Harezm’de yaşayan zengin tüccarlar genişletilmiş ilişkiler içinde faaliyet gösteriyor ve sogd (suğd) adı verilen ticari bir dil konuşuyorlardı. İslam egemenliğinin kurulduğu çağda bu tüccarların işleri daha da arttı. Belh,

Orta Asya’da Türk ve Çin dünyası aynı etkilere uğramıştır. Bu bölgede İslam’ın ilk ileri hamlesi Türklerin Müslümanlığa girmeleriyle sonuçlanmış ve onlar da günümüzde 30 milyon kadar oldukları tahmin edilen Çin Müslümanlarının (bunlar Doğu Türkistan Türkleridir) doğmasını sağlamışlardırr. Nihayet İslam, Bizans ve Hristiyan Batı’da Akdeniz’i Orta Avrupa’ya, hatta Baltık ülkelerine kadar ulaştıran yolların üzerinde yer almıştır…

31


Ş ehir

Sas, Fergana ve Kaşgar bölgelerine yerleştiler. XI. yüzyılda Mâveraunnehir’i ve daha sonra bütün Doğu İran’ı ellerine geçirdiler. Suriye ve Anadolu’ya doğru ilerleyerek Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdular. Bu cihangir Türkler, dinî yönden IX. yüzyıla kadar Şamanist yahut Mani dininde (Uygurlar) veya Nesturi idiler. Ancak X. yüzyıldan sonra Samanoğulları İslam’ı yaymaya başladılar. Talas Savaşı’ndan sonra İran ile Türk stepleri arasında kalan bölgede Çin tesiri İslam önünde gerilemeye başladı. Kalabalık ve önemli halklar hareket hâlinde idiler. Budist Tibetliler kuzeye doğru yer değiştiriyorlar, Türkler ise güneye iniyorlardı. X. yüzyılın sonlarına ve XI. yüzyılın başlarına doğru Siri Derya’nın kuzey kıyılarında yaşayan bir Gûz kabilesi olan (Türk boyu) İslam dinine girdi ve tarihte ilk defa bir Türk-İslam hanedanı kuruldu. Kabile “Karahanlılar” ismini almıştı. XI. yüzyılın sonunda ikinci bir kabile daha İslam dinine girdi ve Selçuk Sultanlığı’nı kurarak Samanoğullarının düşmesinden sonra Horasan’a hâkim oldu. Bir başka Türk kabilesi olan Kıpçaklar ise Güney Rusya’ya (1054) hâkim olarak Peçenekleri Balkanlar’a kadar sürdüler.”[8] Yazar, ilerleyen sayfalarda, dönemin Türk boylarından Gaznelilerin İran’da, Babürlülerin Hindistan’da, Memlukluların Irak’ta, Tulunoğullarının Mısır’da Türk-İslâm devletlerini kurduklarından söz etmektedir. Bu devletin tamamını da ekonomik arayışlara bağlama eğilimindedir.

El Hamra Sarayı Granada İspanya

Merv, Buhara, Semerkant ve Kaşgar’da (bu şehirlerin tamamı Türk şehridir) yeni ticaret kolonileri kuruldu. İnsan, mal, fikir ve teknik alışverişi hızlandı. Bu şehirler, aralıksız olarak Turan göçebe kavimlerinin tesiri altında idi. Steplerin İslamlaştırılması hareketi buralardan yola çıkacaktı. Fergana uzun zaman bölgeye kâğıdı ve tahta baskıcılığını getiren Çinli Tangların etkisinde ve egemenliği altında yaşamıştı, ancak 751’de Talas Savaşı, Çin hâkimiyet ve tesirinin sonu oldu. Türk kabileleri bu sırada ortaya çıktılar. Bu tarihten sonra üstünlüklerini kanıtlayacaklardı. Dil yoluyla gerçek ve gittikçe güçlenen Türkçülük daha o çağda başlamış bulunuyordu. Kısaca, o dönemde Asya’da üç tür itme gücü yer tutmuştu. Çin tekniği, İslam dini ve Türk dili… Türkler VIII. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar Talas,

sayı//6// ocak

32

BATI UYGARLIĞINI MÜSLÜMAN FETİHLERİ UYANDIRDI Bütün bunlara rağmen yazarın söylediklerindeki gerçeklik payı çok yüksektir. Biz meseleyi madalyonun bir yüzünü göstererek sadece o yüzü okumanın ve gerçeği yalnızca ondan ibaret sanmanın yanlış olacağını düşünüyoruz. Taşınan bayrak İslam bayrağıdır. İslam, barışı ve kardeşliği öğütlemektedir. Haksız yere öldürülecek bir insanın, “bütün insanlığı öldürmek” gibi olduğunu öğütler. Ayet açıktır: “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibidir. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.”[9] İslam’ın fütuhat anlayışı, ayetin ikinci talebine yöneliktir. “Çok uzun süren sömürü döneminde (bu, Bizans ve Roma dönemidir) kaynakları kurumuş eski uygar topraklarının karşısında Müslüman Batı’nın genç ülkeleri, yeni ekonomik imkânları henüz dokunulmamış büyük bir insan gücü potansiyeli


ve muazzam güç kaynakları getiriyordu. Bu yeni ülkeler Doğuluların gözlerini açmıştı. İspanya Emevi şefleri, Magrîb el-Aksa İdrisîleri, Magrib el-Evsat Rustemîleri, Ağlebîler ve Afrika Fatımileri şimdi bu uzak sömürge ülkelerine gelerek şanslarını deneyeceklerdi. Batı’nın yeni İslam ülkelerinde kendilerine sığınacak bir yer arayan bilgiler, Doğu’da olduğu gibi eski yerleşik bilgilik geleneklerinin bulunmadığı Kurtuba saraylarını dolduracaklardı. Böylece Doğu uygarlığının Batı’da öncüleri olacak ve bilgi’yi Doğu’dan Batı’ya aktaracaklardı…”[10]

Lombard, kitabının adına uygun olarak İslam’ı imparatorluklara dönüştüğü 8. asırdan alarak 11. asra kadarki o yükseliş dönemini incelemektedir. Aslında bu dönem, İslam’ın temelindeki dinamiklerin iyi değerlendirilişinin sonuçlarını sergilemektedir. Bir medeniyetin kendi kültürel değerleriyle örtüşerek gelişmesine hayranlık uyandıracak bir örnektir bu dönem. Az değil, tam dört asra yakın bir süre İslam devletleri kendi ihtişamlarını devam ettirdiler. Bu dönem içerisinde İslam ülkeleri kültür ve ekonomide, sanat ve bilimde bir laboratuvar özelliğine sahiptir.

ALLAH’IN KURALLARI ZAMANI AŞAR Yazarın bu görüşlerini besleyen, kitabının bölümündeki sözleri bence daha etkilidir… Kurtarıcı hamlesiyle dünyaya açılan İslam, kendinden isteneni vermeye her dönem hazır olmuş, ama alıcılar o gayreti çoğu zaman göstermemişlerdi. Eğer dini tanıma, anlama ve uygulama alanında insanlık istekli olsaydı ne savaş olurdu, ne de sosyal ve ekonomik çöküntü…

Geçmişten gelen bilgilerle yeniden geliştirilenler bir potada kaynaştırılıp yeni bir kültürel ve medeniyet değeri olarak insanlığa arz ediliyordu. Ancak bundan sonra da, yazarın duraklama ve hatta gerileme olarak gösterdiği Haçlı ve Moğol baskınlarıyla başlayan ıstıraplı dönemin büyük sıkıntılarına rağmen, İslam uyanış ve gelişmesi durmamıştır. Selçukluların bu bayrağı Anadolu içlerine kadar getirişi, Osmanlı’nın bunu yeni alanlara taşıyarak yüceltmesi, dikkate alınması gereken önemli paradigmalardır. Belki Haçlı Seferleri 270 yıl boyunca bu kadar acımasız saldırısını değişik seferler hâlinde sürdürmeseydi, dünyanın bugünkü şekli daha da başka olabilirdi. Buna rağmen, insanlığın İslam medeniyet ve kültürüne çok şeyler borçlu olduğunu yazar, kitabının son iki paragrafında âdeta bu eserinin özeti olarak sunmak suretiyle bu medeniyete hakkı olan önemi vermiş olmaktadır. Son söz onun olsun istiyoruz:

İnsanlar neyin peşinde koşarlarsa koşsunlar, kendi koydukları kurallarını bir nesil öteye götürememektedirler. Hatta bu kanun ve kural koyucular çoğu zaman yaptıklarının mevsimini aşmadığını da görmektedirler. Allah’ın kuralları ise adil ve zamanla sınırlı değildir. Zaten o sınır olsaydı, insanlığın felaketi o sınıra geldiği gün başlardı. Yazar açıkça bunu demiyor, ama söyledikleriyle bizleri doğal olarak o kapıya götürüyor: “Şunu belirtmek isteriz ki VIII. ve XI yüzyılların İslam dünyası, sadece uzun sürecek bir tarih döneminin başlangıcı değildir. İslam uygarlığı aynı zamanda, çok parlak devirler yaşamış ve uzun süre var olmuş daha eski bir tarih döneminin ulaştığı son noktadır. Bir dönem, bir zamanlar büyük İskender’in imparatorluğu içinde toplanmış ve insanlığı tanıdığı en eski uygarlıklardan artakalan antik Doğu’nun şehir uygarlığı dönemidir… Türk stepleri, Rus nehirleri bölgesi, Siyahlar ülkesi ve Hristiyan Batı gibi… Yol, şehirlerin etkilerini taşımaya yarıyordu. İslam dünyasının ekonomik temeli, sosyal ve kültürel bütünlüğü, ana merkezler ve bunların arasındaki bağlarla örülmüştü. VIII. ve XI. yüzyıllar arasında bu büyük yörüngenin nirengi noktaları şöyle sıralanıyordu: Bağdat, Şam, Kahire, Kayruvan, Fes, Palermo… Semerkant’tan Kurtuba’ya uzanan büyük yolun üzerindeki bu kuvvet merkezleri, çok üstün ve birleşimci bir uygarlığın ana hatları idi. Bu uygarlık alanı içinde insanlar, ticari mallar ve fikirler, kırsal yahut göçebe bir temel üzerinde serbestçe dolaşabiliyorlardı.”[11]

Lombard, kitabının adına uygun olarak İslam’ı imparatorluklara dönüştüğü 8. asırdan alarak 11. asra kadarki o yükseliş dönemini incelemektedir. Aslında bu dönem, İslam’ın temelindeki dinamiklerin iyi değerlendirilişinin sonuçlarını sergilemektedir. Bir medeniyetin kendi kültürel değerleriyle örtüşerek gelişmesine hayranlık uyandıracak bir örnektir bu dönem.

“İslam’ın dünyası ilmi, tıbbı ve felsefesi ile uzun yüzyıllar ışık saçmaya devam edecekti. Bu uygarlıklar özellikle tıp alanında sadece Rönesans döneminde önemli bir rol oynamakla kalmayacak, XIX. yüzyıla kadar değerini koruyacaktı. Aslında değerli kalmaya devam eden büyük eserlerin çoğu VIII. ve XI. yüzyılların malı idi… Çin, Hint, Bizans ve Orta Çağ barbarlığı arasında ve modern devirler şeklinde uyanan antik imparatorlukların İslam uygarlığı, ilk zafer yıllarında kronolojik ve coğrafi bir beşik, bir pota, çeşitli planlar arasında bir kesit, muazzam bir kaynaşma ve göz kamaştırıcı bir buluşma idi.”[12]

KAYNAKÇA

[1] Maurice Lombard, İlk Zafer Yılları’nda İslâm ( Çev. Nezih Uzel), Pınar Yayınları, İstanbul 1983, s. 22. [2] Marshall G. S. Hodgson, İslâm’ın Serüveni, c. 2, İz Yayınları, İstanbul 1993 s. 368. [3] İlk Zafer Yıllarında İslâm, s. 19. [4] age., s. 15 vd. [6-7-8-10-11-12] age., [5] Sir Thomas Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 26. (9) Mâide Suresi, ayet 32.

33


Ş ehir

li Haydar Haksal ile şehirleri ve Üsküdar’ın yazar üzerindeki tesirlerini konuştuk.

ÜSKÜDAR’IN İZLERİ

BENDE ÇOK DERİNDİR

Merhum dedem Üsküdar’ı köye taşımış. Annem, dedemin çok nazik biri olduğunu, konuşmasının zarif olduğunu, insanları çok etkilediğini söylerdi. Kendince onun bu yönünü iyi kavramış. Şakir KURTULMUŞ

Ali Haydar Haksal’ın yeni çıkan Hüzün isimli kitabı yayınlanan dördüncü romanı. Dedesi İsmail Hakkı Efendi çevresinde, ondan kalan en önemli hatıra olan “Cönk”ler ile birlikte sürüyor anlatım. Hüzün romanında asıl amacının dedesini yani ailesinin omurgasını ve ruhunu anlatmak olduğunu söylüyor Haksal. Uzun yıllar üzerinde çalıştığı roman “kendiliğinden uzayan bir zaman ve tamamlanamayan bir hüzün” olarak giderek büyüyor içinde. Kurgu, hazırlık süreci ve yazılışı ile yıllarını alan eser değişik zaman aralıklarında yazılmış. Kısa sürede tamamlanamayışının bir nedeni kahramanların anlatımının çoğalması, yeni kişiler ve bilgilere ulaşılması olarak görülüyor. Her an yeni anlatımlar ekleniyor, annesi hatırladıkça yeni şeyler anlatıyor, yeniden anlatıyor. Yeni tanık isimleri ortaya çıkınca hiç atlamadan sağlığı elverdikçe ulaşıp Efendi hazretleri hakkında yeni duyacağı bilgilerin izini sürüyor. Kitabın bölüm başlarına dedesinin önemli hatırası olan “Cönk” adlı eserden örnekler de almış. Son bölüme ise dedesinin memuriyeti ile ilgili olarak, ulaşabildiği kimi belgelerle, Efendi Hazretleri’nin kendi yazdığı Nat-ı Şerif’e de yer vermiş. Bir yaşam biçimini, kültürünü, dünyasını sunan “Cönk” yazarın daha önceleri çok da farkında olmadığı ‘bir labirentin bilinmezliklerindeki gizeme doğru’ merakını artırıyor, onu anlamada, çözmede zaman zaman güçlükler yaşıyor. Dedesi İsmail Hakkı Efendi, “şairdir, alimdir, güzel bir hattı vardır, nahif biridir.” Köylüleri onu şair ve hattat yönüyle değil de daha çok bir çok ilim sahibi olan alim bir zat olarak bilirler.”Ermiş biridir,gözleri görmez,ama kalp gözü açıktır.” Ali Haydar Haksal’ın dedesi İsmail Hakkı Efendi’nin hayatından çeşitli kesintileri anlattığı roman, yazarın kendi dünyasını da yansıtmaktadır. Anlatımda yer alan şehirler, köyler geleneğin izlerini taşıyan insanımızın yaşantısını anlatması bakımından önemlidir. Bu çerçevede Ali Haydar Haksal’la yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz. Hüzün’de roman örgüsü dedeniz İsmail Hakkı Efendi etrafında gelişiyor. Dedenizin yaşam öyküsü bir bakıma. Neden gerek duydunuz, nedir sizi bu romanı yazmaya iten düşünce? Dedemin trajik bir hayatı var, önce beni çeken konu budur. Daha dört beş yaşında iken Diyarbakır’daki bir medreseye bırakılması, oradan İstanbul’a Üsküdar Şemsi Paşa, daha sonra da Fatih Medresesi’ne geçmesi, İstanbul’u

sayı//6// ocak

34


bırakıp memleketi Kiğı’ya hizmet amacıyla dönmesi, Rüşdiye Mektebi Kurucu Müdürü olarak atanması, iki yıl kadar müdür olması, Kiğı Müftülüğü’nde bulunması, genç yaşta âmâ olması, bundan sonraki hayatının da böyle sürüp gitmesi benim en çok üzerinde durmam gerekenlerdi. Manevi yönden de derin bir bilgiye sahip olması, yaptıklarıyla hayırla anılması, onun manevi dünyasının hem bizi hem de çevreyi kuşatması en önemli etkenler. Buna daha birçok şey de eklenebilir. Bu özel dünya bizi de kuşattı ister istemez. Ailenin ve çevrenin üzerinde derin etkileri oldu. Dedemiz 1940 yılında vefat etmiş, kendisini göremedik. Fakat onun maneviliği bizi bir bütün olarak kuşattı. Çocukken biz daha nasıl davranırsak davranalım, çevredeki insanlar bizi âdeta bakışlarıyla uyarırdı; “Siz İsmail Hakkı Efendi’nin torunlarısınız” der gibiydiler. Diyorlardı da. Bir çocuk olarak yanlış yapma gibi bir durumumuz bile yoktu. Köy yerinde, onun özel odasında bin cilt civarında kitapları arasında büyüdük. Büyülü bir dünyaydı bu. Ne yana dönsek onun maneviliğiyle yüzleşiyor veya buluşuyorduk. Sanırım bunlar en belirleyici olanları. Elbette daha birçok nedeni de var. Burada ayrıntılara girmeyeyim. Cönk sizin için de çok önemli ve anlamlı. Dedenizin Cönk yazışı ve buna kattığı anlam için neler söylemek istersiniz? Dedemim kitaplarının arasında, özel bir yerde cönkü duruyordu. Babam, onu sürekli üzerinde taşırdı. Bir gün tarlayı sularken cebinden suya düşürüyor, çok az bir yeri ıslanıyor ama kurtarıyor, buna çok üzülüyor. Evde, sandıkta özel bir yerde tutuyordu. Bu cönkün dedemin kendi yazısı olduğunu bilirdik ama şair olduğunu bilmezdik. Talebelerinden Rüştü Efendi, bizim köye çok uzaktı köyleri, bir ara bir araya geldiğimizde makam ile bir kaside söyledi. “Bu hocamın kasidesidir” dedi. Ben o sıralarda imam hatip okulunda öğrenci idim ama cönkü okuyabilecek ve çözebilecek yetkinlikte değildim. Cönkteki yazıları okumaya başladığımda dedemin bu kasidesini buldum. “Lutf et gözet ahvalimi yarabbi ya rabbel azim/ Bu size-i zenbil azim hem gam kusarı hem nedim” beyti ile başlıyordu. Cönkü tarayarak bütün şiirlerini buldum, onları derledim, bir araya getirdim. Kırk Hadis’ten yola çıkarak kırk rubai yazmaya başlamış ancak yirmi yedisini yazabilmiş. Bir na’t-ı Şerif’i var ve o beni çok etkiledi. Cönkteki yazı stilindeki hat sanatının güzelliklerini orada görüyor ve hayran bakıyorduk. Cönk benim baş ucumda duruyordu sürekli. Nereye gitsem yanımda taşıyordum. Cönkün ruhundan yola çıkarak bu

eseri yazmaya karar verdim. Bu eserimi çok da rahat yazamadım. En zorlandığım bir çalışmam oldu. Çünkü, dedeme ilişkin bilgiler sadece şiirleriyle sınırlıydı. Kurguya fazla giremiyordum çünkü otobiyografikti. Arapça ve Farsça olan metinleri okuyamıyordum, okusam bile onları yeterince anlayamıyordum. Annem, evimize on üç yaşında gelin gelmiş, dedemin sağlığında çocukları olmamış, yaklaşık dört yıl sonra dedem vefat etmiş. Annemin çok kuvvetli bir belleği vardı. Dedeme ilişkin en çok bilgiyi ondan derledim. Babaannemin anneme anlattıkları da var. Bunlar ana merkezi oluşturdu. Dedemin yeğenlerinden Ali Amcam, Abdülhamit Amcam, Abdurrahman Amcam, dedemin kayınbiraderi Ahmet Kâtibi Efendi, diğer talebelerinin ve komşuların anlattıklarını belleğimde saklı tuttum uzun zaman. Annemi yakın zamanda ebediyete uğurladık, onunla birlikte Hüzün’ün finali geldi ister istemez. Sağlam bir bilinci ve kuvvetli bir belleği vardı annemin. Zaman zaman, dedemle ilgili ben sordukça anlatırdı. Akraba ve komşularımızla ve hatta onu tanıyanlarca karşılaştıkça anlattıkları oldu. Bu eseri yazmam zamana yayıldı, yaklaşık sekiz yılımı aldı. Çünkü sürekli yeni bir bilgi ile karşılaşıyordum, onları da eklemliyordum. Başlangıçta hayatta olanlar eserin ilerleyen bölümlerinde veya zamanın uzamasından ötürü onları da öte âleme uğurlamış olduk. Dolayısıyla toparlamada epey zorlandım. Annem ağır hastalanıp bilinci gidince eser tamamlanmış oldu. Bir de benim için çok trajik bir durum oldu. Kiracıydım, bir ev sahibi oldum, taşındığım sırada rahatsızdım, cönk çantamla birlikte hurdacıya gitmiş. Bulamadık. Bu artık benim için trajik bir final oldu. Eser de böylece tamamlanmış oldu. Şehir ruhuyla köy ruhunu buluşturuyorsunuz Hüzün’de. Siz de nasıl bir ruh hâli oluşturuyor bu durum? Merhum dedem Üsküdar’ı köye taşımış. Annem, dedemin çok nazik biri olduğunu, konuşmasının zarif olduğunu, insanları çok etkilediğini söylerdi. Kendince onun bu yönünü iyi kavramış. Babamız 1960 yılında henüz 43 yaşında iken vefat etti. Biz o andan itibaren birden olgunlaştık. Dedemin kitapları arasında ve ruh dünyasında. Örneğin kitapların arasında Tahsin Öz’e ait Topkapı Sarayı ve Müzesi kitabı vardı. Kutsal Emanetler fotoğrafları bizim için büyüleyiciydi. O fotoğraflara hayran hayran bakardık. Dedemin odası bağdadi idi. Bu Üsküdar evlerinden esinlenilerek bir Ermeni ustaya yaptırılmıştı. Civarda böyle bir ev de yoktu, kartal bakışlı öne doğru bakan bir ev. Bunlar ister istemez ruh dünyamızın oluşumunda etkiliydi. O sıralarda hayatta olan dedemin talebeleri bize gelirlerdi, sanki dedem yaşıyormuş gibi bir duygu içindeydiler. 35


Ş ehir

öykülerini okuduğumda adım adım seninle birlikte Üsküdar’ı yaşıyorum” demişti. İlk kitabım Evdeki Yabancı çıktığında Cemal Süreya, “Ali Haydar Haksal’ın kahramanları bir camiin avlusundan veya bir şadırvanın önünden geçmek zorunda mıdır?” diye bir soru sormuştu Milliyet Sanat dergisinde. Adam bilmiyordu ki ben Üsküdar ruhunu soluyorum.

Üsküdar da yaşayan mutlaka cami avlularından, ve şadırvanların önünden geçer, ezan seslerinden beslenir. Üsküdar’ın bendeki karşılığı budur elbette.

Roman Bingöl, Elazığ, İstanbul ekseni ve ilave olarak Üsküdar, Hasköy ve Erzurum’u da katarsak bu bölgeler ağırlıklı olarak işlenmiş. Üsküdar için ‘Ruh şehrim’ dediğinizi biliyoruz. Romanın geçtiği bu yerler ve şehirlerin düşünce ve kültür hayatımızdaki karşılığı nedir sizce? Babam eğitmendi, ben ilkokul 3. sınıfa kadar onun yanında okudum. Bizi okutmak için çok arzuluydu, ömrü vefa etmedi. Bizim çevre, dedemin İstanbul’da tahsil görmesinden olacak, İstanbul’a o yıllarda çok çabuk açılmışlar. Mekânları Üsküdar, Eski Toptaşı Caddesi’ndeki hanlarda ikamet ediyorlar. Çocukluğumda bir ara İstanbul’a geldiğimde, teyzemin beyi Mehmet Enişte bu hanlarda kalıyordu, birkaç gece onun yanında kalmıştım. Dedemin Şemsi Paşa Medresesinde kalışı tabii ki en önemli etkendi. Bizim köy sürekli İstanbul’a göç veriyordu. Gelenler ya Üsküdar’ı ya da Kadıköy Yeldeğirmeni’ni mesken tutuyorlardı. Ben de birkaç kez geldim o yıllarda. Gözlerimde rahatsızlık vardı, tedavi için geliyordum. 1975 yılında peyderpey İstanbul’a Üsküdar’a taşındık. 1980’de bütün aile tamamen yerleştik. Geldiğimiz günden beri de Üsküdar’ın dışına çıkmadık. Bilinçli çıkmadık. Üsküdar ruhunu hem biz hem de çocuklarımız yaşasın diye. Karacaahmet’e yakın oturduk hep. Şu an oturduğum evden Karacaahmet’e bakıyorum sürekli. Köyden ilk çıktığım, gördüğüm ve yaşadığım kent Elazığ oldu. İmam Hatip Okulu’nda okudum. Harput’a yakın. Orada da özellikle kimi yerlerde bağdadi evler vardı. Bu nedendir bilmem dikkatimi çekerdi. Üniversite’yi Erzurum’da okudum. Birkaç kez gezi veya programlarım dolayısıyla Diyarbakır’a gittim. Oralarda hep dedemin izini arar oldum. Öykülerime dikkatle bakılırsa Üsküdar’ın izleri bende çok derindir. Üniversitede birlikte okuduğumuz bir arkadaşım, Manisalıydı, Manisa’ya yerleşti, bana: “Senin

sayı//6// ocak

36

Üsküdar’da yaşayan mutlaka cami avlularından, ve şadırvanların önünden geçer, ezan seslerinden beslenir. Üsküdar’ın bendeki karşılığı budur elbette. Evlendiğimde Maltepe’de, iş yerime yakın bir yerde ev tuttum, iki ay sonra kısa dönem askerlik yapmak üzere gittim, dönüşte gelir gelmez Üsküdar’a taşındım. O gün bugündür buradayım. Bundan sonra sanırım bir başka yerde barınamam. İlimle göçerlik ailemizin bir kaderi’ diyorsunuz romanın bir yerinde. Köylerin zamanla boşaldığını, köylülerin evlerini bırakıp şehirlerin çekiciliğinden etkilenerek göç ettiklerini söylüyorsunuz. Sizin ailenin göç serüveninin nedeni başka olmalı.. Evet, ailemizin bir göçerlik kaderi var. Molla ailesiyiz. Şeceremize baktığımızda epeyce molla var. Ve tabii ailede çok da öne çıkarılmayan bir başka özellik daha bulunuyor. Şecerede ulaşabildiğimiz, Palu’da Parsiyan-ı Kebir’de metfun bulunan atamız Seyyid Cafer’in türbesi bulunuyor. Ona kadar gidebiliyorduk. Yakın zamanda daha ötelere kadar gidebildik, bilgilere ulaşabildik çok şükür. Ailenin amcalarımın anlattıklarına göre, Karamanoğulları zamanında oraya yerleştiklerini anlıyoruz. Ailenin seyyid ve molla olması, üzerlerinde bir sorumluluk olmalı ki gittikleri yerlerde medrese açmışlar camiler yapmışlar. Palu’dan Karakoçan’ın Gözerek köyüne oradan da Kiğı’nın Hasköy köyüne göçmüşler. Hasköy şimdi Yayladere ilçesinin bir mahallesi. Biz ise yukarıda anlattığım gibi şimdi İstanbul’a göçmüş bulunuyoruz, buraya yerleştik. Biz yetim kalınca, köyde kalacağımızı düşünüyorduk. Fakat çevremizin İstanbul’a sonra Almanya’ya açılması sonucu zamanla boşaldı. 1980 sonrasında ise artan terör olayları, köyümüze bir havan topunun düşmesi sonu sonucu, köy iyice dağıldı. Şimdi kışın sadece bir hane var. Yazın yirmi - yirmi beş haneyi buluyor. Biz de önce ağabeyim, sonra kardeşlerim peyderpey gelip Üsküdar’a yerleştik. Üsküdar’dan köye giden kitaplar şimdi Üsküdar’a geri döndü, merkezde Yedi İklim dergisi ve kütüphanesi olarak yerini almış bulunuyor. Bu da bizim ailenin güzel bir kaderi. Ne diyebiliriz ki başka. Ş.K- Şehir ve Kültür Dergisi adına çok teşekkür ederiz. A.H.Haksal -İlginiz için ben teşekkür ederim.


Yazar:Nidayi SEVİM

Fatma KOÇAK

ani olan insanoğlu hayır ve sevap kapısının kendisi öldüğünden sonra da devam etmesini ister. Peygamber Efendimizin (SAV) “İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır ancak 3 kişinin amel defteri kapanmaz; sadaka-i cariye, faydalı ilim ve kendisini hayırla yâd ettirecek salih evlat bırakmak” şeklindeki hadisi şerifleri bizim medeniyetimizin güçlü bir vakıf medeniyeti olmasına yol açmıştır. Cami ve mescidler, mektep ve medreseler, yollar ve köprüler, çeşmeler ve sebiller, hanlar ve hamamlar, kervansaraylar, şifahaneler her çeşit hayır vakıfları bunun örneğidir. Bunları yapanların, yapımına vesile olanların, katkı sağlayanların amel defteri kapanmaz ve sevabı sürekli olur. İşte bu sebeplerden ötürü insanlığın zorunlu ihtiyaçlarının karşılanması için, atalarımız, sahip oldukları yüksek medeniyetin etkisiyle mimarlıkta yüksek kabiliyetler göstermiş ve eşsiz güzellikte eserleri meydana getirerek bize ve dünyaya miras bırakmışlardır. Estetik zevklerin, zarafet ve ahenktar üslûpların, sadece camilerimiz gibi büyük cemaatlerin toplandığı binalarda tatbik edildiği sanılmasın, çeşmelerden, mezar taşlarına kadar her yerde ulaşılan yüksek ihtişam,

Medeniyetimiz’in adeta tapusu olarak kendisini göstermiştir. Camilerimiz, medrese, mektep, kütüphanelerimiz, tekke ve dergâhlarımız, çeşmelerimiz, sebillerimiz, şifahanelerimiz, kervansaraylarımız, külliyelerimiz… Yer, Gök bizim Medeniyetimiz’in âbide eserleriyle doludur. Keza vakıf yoluyla eserler yapan atalarımız vakıflara gelirler temin etmek suretiyle, vakfiyelerin zenginliğini ve idari bağımsızlıklarını sağlamış bu sayede buralarda görev yapanlar her türlü idari ve mali sıkıntıdan uzak bir şekilde çalışmalarını uzun ömürlü ve verimli bir şekilde yürütmüşlerdir. Yer Gök Medeniyet, belki bu konuda küçük bir eksikliği doldurabilir ve bizim merakımızı celbeder de Taş Yığını’ndan fazlasını okuruz, Elinizdeki eser yaşadığımız bizim coğrafyamızın dünyaya ile kıyaslandığında zerre kadar kısmına denk düşen bir bölgesinde Nidayi Sevim’le kısa gezintilerdir Nidayi Sevim bize; her gün gördüğümüz ve aşinası olduğumuz ama “Kim?”, “Neden?”, “Ne zaman?”, “Kimin için?” hatta “İsmi ne?, “Bu isim nereden geliyor?” gibi soruları bile artık sormadığımız kısacası sürekli görmekten körleştiğimiz Ata yadigarı, güzelim şaheserlerden birkaç camii, birkaç tekke ve birkaç çeşmeden bahsederken kendi birikimlerini kendine has samimi uslübu ile bizlere Eyüp coğrafyasından, Beyoğlu coğrafyasından “Önemli Mekanları” aktarıyor. Yine bu bölgelerde yaşamış Ali Kuşçu, Bestekâr Zekai Dede Efendi, İdris-i Bitlisî, Fitnat Hanım, Makbûle Leman Hanım, Şekerpare Kadın, Zaro Ağa, Nurettin Hoca (Uzunoğlu), İhtifalci Mehmed Ziya Bey, Olcay Yazıcı gibi “Müstesna Simaları” hayırla yad etmekte ve çağımızın Yunus’u Bestami Yazgan’a ait şiirlerle ikinci bölüm tamamlanmaktadır. Kültür hayatına kazandırdığı Yer Gök Medeniyet için Nidayi Sevim’e teşekkür ediyor, medeniyetimiz okuryazarlığından kendisini uzak tutmamasını, yazmaya devam etmesini tavsiye etmek istiyoruz. Daha çok eser beklentisi içinde olduğumuzu tekrarlayarak kendisine ailesiyle beraber sağlıklı ve bereketli ömür diliyorum. Ayrıca bu eserin okuyucularımıza yararlı olmasını ve hepimizin medeniyetimiz okuryazarlığı mertebesine ulaşmamızı canı gönülden istiyorum.

Ş E H İ R K İ TA P

YER GÖK MEDENİYET

37


Ş ehir

SİYAH İNSANLARIN ÜLKESİ

SUDAN’DAN İZLENİMLER

Sûdân sözlükte “siyah” anlamına gelen Arapça sûd kelimesinin çoğuludur. Müslüman coğrafyacılar, VIII. yüzyıldan itibaren Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyısındaki Senegal ve Gambia’dan doğuda Habeşistan’ın batı sınırlarına kadar uzanan ve Büyük Sahra’nın güneyinde kalan İslam’ın nüfuz ettiği geniş bölgeye Bilâdüssûdân (Siyah insanların yaşadığı ülkeler) adını vermişlerdir. Bugünkü Sudan Cumhuriyeti’nin toprakları bu geniş bölgenin doğu kısmını teşkil etmektedir. Prof.Dr.Ahmet Turan ARSLAN

Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan, Prof. Dr.Musa Duman, Uluslararasi Afrika Üniversi Tesitemsilci

Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Sudan’da bağımsızlık hareketleri kendini göstermeye başladı. 1953’te İngiltere Mısır ile anlaşarak Sudan’a üç yıl içinde kendi geleceğini belirleme hakkı tanıdı ve parlamento için seçim yapılmasına karar verildi Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Musa Duman ve İslami İlimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan, Uluslararası Afrika Üniversitesi’nin daveti üzerine 7-14 Ocak 2015 tarihleri arasında Sudan’ın başşehri Hartum’a ziyaret gerçekleştirdiler. İstanbul’dan 7 Ocak Çarşamba günü saat 21.05’te kalkan uçağımız Hartum Havaalanı’na 8 Ocak Perşembe günü mahalli saatle 02.20’de indi. Uçaktan iner-inmez bizi havaalanında karşılayan ve VİP salonunda dinlenmeye alan dostlar doğrusu yolculuğun yorgunluğunu sevince dönüştürdüler. O dostları burada teşekkürlerimle anmak isterim: Büyükelçilik üçüncü sekreteri Muhammet Tan, Afrika Üniversitesi Dış İlişkiler Müdürü Dr. Abdulhamit Büşra, Kur’an-ı Kerim ve İslami İlimler Üniversitesi Türkçe Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ahmet Uhaymir, Yûnus Emre Enstitüsü Türkçe Öğretim Görevlisi Dr. Ali Cançelik, Hayrat Vakfı Sudan Şubesi Sorumlusu İsmail Kaya ve diğerleri. Uluslararası Afrika Üniversitesi tarafından çeşitli ülke temsilciliklerinden oluşan Mütevelli Heyeti’ne Türkiye Mümessili olarak seçilen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Musa Duman, 8-9 Ocak 2015 tarihlerinde diğer üyeler ile birlikte üniversitenin Yıllık Mütevelli Heyeti Toplantısına katıldı. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi heyeti, Uluslararası Afrika Üniversitesinin çeşitli birimlerince gerçekleştirilen etkinliklere de iştirak etmişlerdir. 12-14 Ocak 2015 tarihlerinde düzenlenen Sudan-Türk Üniversiteleri İş Birliği Toplantısı ve Eğitim Fuarı’na da katılan Türkiye’den gelen akademisyenler, iş birliği yapmak istedikleri üniversitelerle değerlendirme toplantısı da yaparak o üniversitelerle karşılıklı iş birliği protokolleri imzaladılar. F.S.M.V.Ü Dış İlişkiler Müdürlüğü’nde görev yapan Enis Mansur Anaş koordinatörlüğündeki standı ve diğer Türk üniversitesinin stantlarını ziyaret eden Sudanlılar, Eğitim Fuarı’na yoğun ilgi gösterdiler. 30 Sudan, 24 Türk Üniversitesinin katıldığı İşbirliği Forumu’nda öğretim elemanı ve öğrenci değişimini de içeren çeşitli konularda üniversiteler karşılıklı anlaşmalar yaptılar. Forum’un açılış oturumunda

sayı//6// ocak

38


Sudan Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Türkiye Cumhuriyeti Sudan Büyükelçimiz Cemalettin Aydın, Çankırı Karatekin Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali İbrahim Savaş, TİKA temsilcisi, Yûnus Emre Enstitüsü temsilcisi ve Türkiye’den bazı üniversitelerden temsilciler söz aldılar. Fuarda Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Musa Duman ise, International University of Africa, University of Khartoum, University of Kondofan, Center for Engineering and Technical Studies, Al-Butana University, West Kordofan University, The National Ribat University, University of Nyala, Sudan University of Science and Technology, Dalanj University ve Alneelain University ile iş birliği anlaşmaları imzaladı. Esasen 7-8 Temmuz 2013’ten itibaren Uluslararası Afrika Üniversitesi başta olmak üzere bazı Sudan üniversiteleriyle başlatılmış olan iş birliği anlaşmalarımız olumlu sonuçlar vermiş durumdadır. Gerçekleşen karşılıklı ziyaretler yanında geçen iki yaz tatilinde başarılı ve istekli öğrencilerimizi pratiklerini geliştirmek üzere Uluslararası Arapça Öğretim Enstitüsü’ne gönderdik. Bu hususta Enstitü’nün önceki Dekanı Prof. Dr. Abdurrahim Ali ile Uluslararası Afrika Üniversitesi Rektörü sayın Prof. Dr. Kemal Ubeyd’in ilgi ve desteklerini şükranla anmak isterim. SİYAH İNSANLARIN YAŞADIĞI ÜLKE Bu münasebetle Sudan’ın geçmişi ve bu ülkeyle tarihiî bağlarımız hakkında kısaca bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Sûdân sözlükte “siyah” anlamına gelen Arapça sûd kelimesinin çoğuludur. Müslüman coğrafyacılar, VIII. yüzyıldan itibaren Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyısındaki Senegal ve Gambia’dan doğuda Habeşistan’ın batı sınırlarına kadar uzanan ve Büyük Sahra’nın güneyinde kalan İslam’ın nüfuz ettiği geniş bölgeye Bilâdüssûdân (Siyah insanların yaşadığı ülkeler) adını vermişlerdir. Bugünkü Sudan Cumhuriyeti’nin toprakları bu geniş bölgenin doğu kısmını teşkil etmektedir. İslam’ın ilk döneminde bölgede Makarra (Makuria) ve Alve adlarını taşıyan iki Hristiyan devlet hüküm sürüyordu. Müslümanlar, Mısır’ın fethinden hemen sonra Nûbe topraklarına yöneldiler. Mısır Valisi Amr b. Âs tarafından gönderilen Ukbe b. Nâfi‘in Nûbe’ye kadar indiği, ancak ok atıcılığında mahir olan Nûbelilerin büyük direnciyle karşılaşınca bir anlaşma yaparak döndüğü kaydedilmektedir (20/641). Bundan yaklaşık on yıl sonra Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, Nûbe üzerine yürüyüp bugün Sudan topraklarındaki Dongola’ya kadar ilerledi ve Makarra Krallığı ile bir antlaşma imzalayıp bu devleti vergiye bağladı (Ramazan 31 / NisanMayıs 652). Daha ziyade ticarîi ilişkileri esas alan bu antlaşmanın bir maddesi, Dongola’da

FSMVÜ Rektörü Prof.Dr.Musa Duman Afrika Üniversiteleri ile işbirliği anlaşmaları imza töreninde.

inşa edilmiş olan mescidin korunması ve orada ibadet edenlere dokunulmamasıyla ilgilidir. Bu maddeden o sıralarda bölgede az sayıda Müslüman bulunduğu veya o sırada yerleştirildiği anlaşılmaktadır. Antlaşmada Müslüman tüccarlara Makarra ülkesinde ticaret serbestliği ve iki taraf vatandaşlarına sürekli kalmamak şartıyla karşılıklı gidiş geliş izni verilmesi; Müslümanlara bu ülkenin kapılarını açtı. Hişâm b. Abdülmelik döneminde benzeri bir antlaşma Nil ile Kızıldeniz arasında yaşayan Bece kabilesiyle yapıldı. Kaynaklarda Mısır fethinin ardından büyük Arap kabilelerine bağlı Arap insanların Bece ve Nûbe topraklarına doğru hicret etmeye başladıkları bildirilmektedir. Bu göç hareketi sayesinde Mısır’ın güneyindeki bölgede İslamlaşma süreci başladı. Birkaç asırda tamamlanan bu süreçte Arap kabilelerinin göçlerinin yanı sıra ticari münasebetler ve tasavvufi hareketlerin önemli rolü oldu. İSLAMİYET YAYILIYOR Sudan’da Mavi Nil ile Beyaz Nil arasındaki bölgede yaşayan göçebe bir topluluk olan Funcların reisi Amâre (Dûnkas), 1504 yılında daha önce Sudan’a göç etmiş bazı Arap kabilelerinin desteğini alarak Alve Krallığı’na karşı bağımsızlığını ilan etti. Bugünkü Hartum’un 273 km.güneyinde Sennâr şehrini kurup başşehir edindi. Amâre’nin İslamiyet’i kabul etmesinin ardından bölgede İslamiyet hızla yayıldı, Func Müslümanları İslam’ın Sudan’ın yanı sıra Habeşistan’da yayılmasında da büyük gayret gösterdiler. Hristiyan Alve Devleti’nin yerine Func Sultanlığı’nın kurulması Müslümanlığın geniş kitleler arasında yayılmasını sağladı. 39


Ş ehir

oluştuğu, yabancıların idaresine karşı direnişlerin başladığı dönemdir.Sudan’daki Türkiye dönemi Muhammedt Ahmet el-Mehdî’nin 1881’de başlattığı hareketle 1885 yılında tamamen yıkıldı.

FSMVÜ rektörü Prof.Dr.Musa Duman ve İslami İlimler Fakültesi Dekanı Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan Afrika Üniversiteler heyeti ile birlikte.

Bölgedeki ilk İslam devleti olan Func Sultanlığı XVI-XVII. yüzyıllar arasında bugünkü Sudan sınırları içinde büyük bir siyasîi güç hâline geldi. Bu dönem İslam’ın Sudan’ın iç bölgelerinde yayıldığı dönem oldu. Func Sultanlığı’nın kuruluşuna rastlayan yıllarda Osmanlılar, Mısır’ı ve Nûbe’nin bir kısmını ele geçirmişlerdi. Bu fetihlerin ardından İslamiyet’i tebliğ maksadıyla Sudan topraklarına birçok âlim gönderildi. Func sultanları bu âlimlere toprak tahsis edip çeşitli ihsanlarda bulundular; İslam’ın öğretilmesi için birçok medrese yaptırdılar. Mısır uleması ile çok iyi ilişkiler kurarak çok sayıda öğrencinin Ezher’e gitmesine zemin hazırladılar. Tahsil için Hicaz’a gidenler de oluyordu. Bu gelişmeler sonucunda Sennâr, Doğu ve Batı Sudan’ın ilim merkezi durumuna geldi, Hicazlı, Mısırlı ve Kuzey Afrikalı çok sayıda âlim ve mutasavvıfın İslam’ı tebliğ ve irşad için buraya yönelmesi Func bölgesinin İslamlaşma sürecini hızlandırdı. Böylece XVI. yüzyıldan itibaren Doğu Sudan’da Hristiyanlık nüfuz kaybederken İslamiyet hızla yayıldı. Bu süreçte mutasavvıfların büyük tesiri oldu. Onların gayretleriyle Sennâr’da birçok kişi Müslüman olarak Kâdiriyye ve Şâzeliyye tarikatlarına girdi. Çok sayıda zaviye kuruldu. Şeyh Havicelî Abdurrahman el-Muhassî, Şâzeliyye tarikatının bu bölgedeki öncüsü oldu. Osmanlılar zamanında Dongola’ya yerleşen bazı Arap kabileleri ve Boşnak askerleri yerli kadınlarla evlenerek bölge halkının İslamlaşmasında önemli rol oynadılar. Dongola halkının tamamı kısa süre sonra İslam’a girdi. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğulları, Osmanlı Devleti adına bugünkü Sudan’ın idaresini 1821-1882 yılları arasında kendilerine verilen en üst yetkilerle ele geçirdiler. Onların yönetimindeki bu döneme genel Sudan tarihi içinde “Türkiye” adı verilmektedir. Türkiye dönemi modern Sudan Devleti’nin şekillendiği, millî kimliğin sayı//6// ocak

40

MEHDÎ DEVLETİ YIKILDI Mehdî Devleti adıyla bilinen idare batıda Fransa, kuzeyde İngiltere, güneydoğuda İtalya ve güneybatıda Belçika gibi güçlü sömürge devletlerinin kontrolündeki bölgelerin arasında kaldı. Mehdî Devleti yaklaşık on beş yıl idareyi elinde tuttu. İngilizler, Hartum’un düşüşünü ve özellikle genel valileri Gordon Paşa’nın öldürülmesini Sudan’ın tamamının işgali için bir fırsat olarak değerlendirdiler. Sudan’ı Mehdî taraftarlarına bırakmaya niyetli olmayan İngilizler, Mısırlı ve Sudanlı askerlere kumanda eden Horatio Herbert Kitchner’i Abdullah et-Teâyişî’nin üzerine sevk ettiler. 2 Eylül 1898 tarihinde Kerkeri Savaşı’nda Teâyişî büyük bir yenilgiye uğradı ve Mehdî Devleti yıkıldı. Yeni dönemde iktidar, İngiltere tarafından belirlenen ve Mısır Hıdivi tarafından zorunlu olarak tayin edilen genel valilerin elinde kaldı. Toplam on İngiliz devlet adamının genel valilik yaptığı bu dönem 1956 yılına kadar sürdü. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Sudan’da bağımsızlık hareketleri kendini göstermeye başladı. 1953’te İngiltere Mısır ile anlaşarak Sudan’a üç yıl içinde kendi geleceğini belirleme hakkı tanıdı ve parlamento için seçim yapılmasına karar verildi. 25 Kasım 1953’teki seçimlerden Ali el-Mîrganî’nin Demokratik Birlik Partisi ile iş birliği yapan İsmâil el-Ezherî galip çıktı.1955 yılı sonunda yaşanan siyasi gelişmeler Sudan’ı bağımsızlığa çok yaklaştırdı ve 1 Ocak 1956’da yeni bir devlet olarak ortaya çıktı. Sudan’da ülkenin güneyi hariç büyük bir kısmında yaşayan nüfusun tamamına yakınını Müslümanlar oluşturur. Çok yakın bir geçmişte de, petrol yataklarına sahip olan Güney Sudan yabancı devletlerin de tesiriyle Sudan’dan ayrılmıştır. İslamiyet’in özellikle Mısır tesiriyle yayılması dolayısıyla burada bir taraftan dinî ilimleri öğreten ulemanın, diğer taraftan tasavvufi hayata ağırlık veren şeyhlerin etkisi yaygındır. Sudanlı Müslümanların çoğu Maliki mezhebine mensup olduğu hâlde özellikle Osmanlı-Mısır idaresinde resmî makamlarda Hanefi fıkhı esas alınmaktaydı. Maliki fıkhı ise daha ziyade “halve” denilen mahalle mekteplerinde öğretilmekteydi. İngiliz sömürgeciliğinde bu geleneksel eğitim kurumları toplumu aşırı derecede etkilediği için uzun süre engellendi ve sadece din eğitimi verilmesine müsaade edildi. Yedi-on beş yaşları arasındaki çocukların Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemeleri ve bir hoca nezaretinde dinî


ilimleri öğrenme süreci sekiz yıl sürmekteydi. Sömürgecilik öncesinde her köyde bir halve varken 1961 yılına gelindiğinde bütün Sudan’da bunların sayısı 250’ye, 1971’de 181’e kadar düştü. Halvelerde eğitimlerini tamamlayan gençler dört yıllık yüksek eğitime devam edebiliyorlardı. TARİKAT CENNETİ Sudan’daki tarikatların tamamına yakını ülke dışından gelen etkilerle yayılmıştır. Afrika kıtasında güçlü olan Kâdiriyye ve Şâzeliyye tarikatları Mısır ve Hicaz’dan gelen müntesipleri sayesinde Sudan’da çok erken dönemlerde etkili oldu. XIX. yüzyıl boyunca Sudan’da birçok yeni tarikat yaygınlaştı. Bunlar arasında Semmâniyye, Faslı mutasavvıf Ahmed b. İdrîs’e intisap edenlerin Sudan’da yaydıkları İdrîsiyye, Râşidiyye, Mîrganiyye, İsmâiliyye ve Meczûbiyye kolları ile Batı Afrika’dan gelenlerin yaydıkları Ticâniyye önemlidir. Sudan’ın meşhur mutasavvıfları arasında Şeyh Abdürrahîm el-Bürâî, Seyyid Muhammed Osman el-Mîrganî, Şeyh İsmâil el-Velî, Şeyh el-Ca‘lî, Şeyh Muhammed Abdülburhânî, Şeyh Hafyân ve Şeyh Fâtih Garîbullah sayılabilir. Sudan Müslüman toplumunun dinî önderleri olan fakihler ise zamanla önemli imtiyazlar elde ettiler. 1912’de Ezher gibi yüksek din eğitimi vermek üzere Hartum yakınlarında Ümmüdermân şehrinde bir enstitü açıldı. Dinî konularda fetva verilirken Hanefi mezhebi esas alındı, ancak şahsi konularda Maliki mezhebi uygulanıyordu. Günümüzde Afrika kıtasında İslam’ı yaymak amacıyla Sudan’da Munazzametü’d-Da‘veti’lİslâmiyye kurularak faaliyete geçirildi. Birçok bölgede medrese ve cami inşa ettirildiği gibi insani yardım faaliyetlerinde de bulunulmaktadır. Okuma yazma oranı ülkede 1990’lı yıllara gelindiğinde hâlâ % 20’ler seviyesindeydi. Birçok Afrika ülkesine göre eğitim faaliyetleri Sudan’da epeyce ileri durumdadır. Ülke genelinde otuza yakın devlet üniversitesi ve özel üniversiteler bulunmaktadır. Başta 1953 yılında açılan Hartum Üniversitesi olmak üzere Sudan Teknik Üniversitesi, Dârfûr Üniversitesi, Cezîre Üniversitesi ve Cûbâ Üniversitesi yanında bilhassa yüksek dinî tahsil için Kur’an-ı Kerîm ve İslami İlimler Üniversitesi önde gelen eğitim kurumlarıdır. Sudan’ı İslam dünyasında ve Afrika’da önemli kılan eğitim kurumlarının başında temeli 1960’lı yıllarda atılan, 1977’de Afrika İslam Merkezi’ne, 1992’de üniversiteye dönüştürülen Hartum’daki Uluslararası Afrika Üniversitesi gelir. Afrika’nın hemen her tarafından binlerce öğrenci buraya gelmektedir. Ayrıca birçok Afrika ülkesinde bu üniversitenin programını uygulayan ve diplomasını veren

şubeleri bulunmaktadır. Uluslararası Afrika Üniversitesi’nde gördüğüm ve özellikle Sudan için önemli olan ve dikkatimi çeken bir faaliyeti burada zikretmeden geçemeyeceğim. Üniversite Yönetimi Mütevelli Heyeti toplantısına katılanları üniversiteye ait olan ve Hartum’dan bir saat kadar uzakta yer alan Mezra’a’ya (çiftlik) götürdüler. Üniversite yönetimi fakir öğrencilerinin en azından gıda ihtiyaçlarını karşılamak için bu çiftliği kurmaya karar vermiş. Dış İlişkiler Müdürü Dr. Et-Ticânî’nin ifadesine göre 4 000 civarında muhtaç öğrencinin gıdası buradan karşılanıyor. Nil’den su getiriliyor; koyun-keçi, deve-sığır ve tavuk yetiştiriliyor. İyi yönetildiği ve sağlam kanuni düzenlemeler yapıldığı takdirde özellikle Anadolu ve Trakya’daki Üniversitelerden hiç değilse bazılarının deneyebilecekleri bir örnek çalışma alanı olarak görüyorum. Böylece Ziraat Fakültelerine hazır bir laboratuvar görevi görebileceği gibi; çevredeki insanlara örnek olmasının yanında şikâyet ettiğimiz hormonlu gıdalardan kurtuluşun da bir yolu olamaz mı? Hartum ziyaretimizde bizi evine çağırmak nezaketinde bulunan ve öğrencilerimize bir hâmî gibi davranan Türk dostu Dr. Fatih Ali Haseneyn beyi de zikretmeden geçmek vefasızlık olur ki, bize yakışmaz.

Sudan Müslüman toplumunun dinî önderleri olan fakihler ise zamanla önemli imtiyazlar elde ettiler. 1912’de Ezher gibi yüksek din eğitimi vermek üzere Hartum yakınlarında Ümmüdermân şehrinde bir enstitü açıldı. Dinî konularda fetva verilirken Hanefi mezhebi esas alındı, ancak şahsî konularda Mâlikî mezhebi uygulanıyordu. Günümüzde Afrika kıtasında İslam’ı yaymak amacıyla Sudan’da Munazzametü’d-Da‘veti’lİslamiyye kurularak faaliyete geçirildi. Birçok bölgede medrese ve cami inşa ettirildiği gibi insani yardım faaliyetlerinde de bulunulmaktadır.

“EY TÜRKLER! SİZ NEREDE KALDINIZ!” On sene kadar önce Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen bir toplantıya çeşitli Afrika ülkelerinin üst düzey diyanet temsilcileri ve akademisyenleri katılmıştı. Şimdi ismini ve ülkesini hatırlayamadığım Afrikalı bir temsilci çok açık ve samimi bir konuşma yapmıştı ve herkesin dikkatini çekmişti. Bu toplantı ve adı geçen konuşmacıyla ilgili haberler, o günlerin basın-yayın organlarında da yer almıştı. Doğrusu o konuşmaya Batılı sömürgecilerin baskısı altında ıstırap içinde kıvranan Afrika’nın çığlığı dense sezadır. O zatın yürek yakan ve hâlâ kulaklarımda çınlayan konuşmasından şu sözler gerçekten çok önemliydi ve bir hakikatin ifadesiydi: “Ey Türkler! Siz nerede kaldınız; bizi neden bu kadar yalnız bıraktınız! İmkânı olan çeşitli devletler geliyor, çeşitli şekilde izlerini bırakmaya çalışıyorlar. Siz de gelin, bir mahalle kurun, bir cami yaptırın da oraya Türk Mahallesi adını verelim!” Bu sebeple son yıllarda Devletimizin desteğiyle TİKA ve YÛnus Emre Enstitüsü’nün çeşitli ülkelerdeki faaliyetleri çok yerinde düşünülmüş etkinlikler gerçekleştirmektedirler. Bunların yanında Türkiye üniversitelerinin imzaladıkları bu son anlaşmalar da inşaallah faydalı sonuçlar verecektir. 41


ŞEHRE ULU NAZARLA BAKMAK Tanımak veya tanımlamak istediğiniz şehrin hangi medeniyet anlayışına sahip olduğunu bilmeniz gerekir. Örneğin bir Hristiyan şehri ile bir Müslüman şehrin kuruluş mantalitesi, ruhu ve dili aynı değildir. Hristiyanlar, devasa ve heybetli mimari yapıları, meydanları dolduran heykelleriyle görünür/somut olan tanrı anlayışlarını şehre yansıtırken, Müslümanlar mekândan münezzeh soyut/görünmeyen Tanrı anlayışını mekâna/şehre yansıtırlar. Mehmet KURTOĞLU

Dersaadetten Pera.

sayı//6// ocak

42

ehir kurmak bir medeniyet tasavvuruna dayandığı gibi şehri anlamak da bir medeniyet okumasına dayanır. Şehri tanımlamak ve anlamak için şehre bakmak/görmek gerekir. Şehre bakmak veya şehri okumak başlı başına bir olaydır. Her şehrin farklı bir dili, farklı bir ruhu vardır ve siz o ruhu, o dili bilmeden şehri okuyamazsınız. Şehri okumak için şehre nereden ve nasıl baktığınız, hangi dili kullandığınız önemlidir. Tanımak veya tanımlamak istediğiniz şehrin hangi medeniyet anlayışına sahip olduğunu bilmeniz gerekir. Örneğin bir Hristiyan şehri ile bir Müslüman şehrin kuruluş mantalitesi, ruhu ve dili aynı değildir. Hristiyanlar, devasa ve heybetli mimari yapıları, meydanları dolduran heykelleriyle görünür/somut olan Tanrı anlayışlarını şehre yansıtırken, Müslümanlar mekândan münezzeh soyut/görünmeyen tanrı anlayışını mekâna/ şehre yansıtırlar. Oysa Hristiyanlara göre Tanrı görünür olmalıdır şehirde. Bu yüzden şehrin neresinden bakarsanız bakın görünebilen devasa kilise ve katedraller yapmışlardır. Bunların en büyük özelliği aşırı yüksek olmalarıdır. Heybetiyle insanı küçümseyen binalar ve bu binaların dış cephelerine yerleştirdikleri İsa, Meryem ve mitolojik tanrı heykelleri somut tanrı anlayışının mimari ve şehre yansımasından başka bir şey değildir. Kiliselerin kubbelerinin yüksekliğinin her yerden görünür kılınması bu bağlamda anlamlıdır. Aşırıya varan mimari yükseklik, İsa’nın gökyüzüne yükselişini sembolize eder. Böylece hem içerden hem dışarıdan görünür kılınan yükseklik, İsa’nın gökyüzüne çekiliş öyküsünü hatırlatır. Hristiyanların şehre bakışı görünür üzerinden gerçekleştiğinden şehirlerinde somut olana ağırlık verirler. Batı mimari ve şehirciliğinde keskin çizgilerin ağırlıkta olması bu yüzdendir. MÜSLÜMAN ŞEHRİ ULU NAZARLA GÖRÜLÜR Hristiyan Batı, şehrin inşasında görünür olana ağırlık verdiğinden somut üzerinden okuma yapabilmek mümkün iken, İslam şehir ve mimari anlayışında ise görünmeyen/soyut olan üzerinden okuma yapmak mümkün olabilir. İslam şehirciliğini anlayabilmek için ancak şehre Batılıların baktığı gibi değil, ulu bir nazar ile bakmak gerekir. Bu bakış, aşkın/metafizik bir bakıştır. Nasıl ki Hristiyan şehirlerini anlayabilmek için güçlü bir Hristiyan teolojisine sahip olmak gerekiyorsa, İslam şehirlerini de anlamak için köklü diniî bilgi ve birikim yanında bir de hikemi/ irfanı bir bakışa sahip olmak gerekir. Bu hikemi/ irfanı bakış, şehrin size, sizin şehre ulu bir nazarla bakmanızı sağlar.


Şehre ulu bir nazarla bakmak nasıl olur? Şehre ulu nazarla bakmanın yolu, şehirle gönül bağı kurmaktan geçer. Bir defa şehri şehir yapan ruh mimarlarını, ulu mabetlerini, makamlarını ve ait olduğu medeniyetin kodlarını bilmek gerekir. Bu öncül bilgilerle şehre yaklaştığınızda şehir size yaklaşır, gönlünü açar, sizinle âdeta konuşur. Şehre “bakmak” veya şehri “görmek” sözcüklerini değil de “nazar” sözcüğünden yola çıkarak şehri tanımlamak oldukça önemlidir. Zira bir şeye bakmak onu görmek olmadığı gibi, bir şeye nazar etmek de bakmak ve görmekle aynı şey değildir. Bir defa nazar, canlı veya cansız bir varlığa bakıldığı anda, gözlerden çıkan şuaların/ışınların o varlığa hükmetmesi, etkisi altına almasıdır. Sözlükte bakmak, göz atmak, düşünmek, iltifat ve itibar etmek manalarına geldiği gibi kötü bakış anlamına da gelmektedir. Nazar, beğenerek, imrenerek, kıskanarak bakmaktır. Tasavvufta ise nazar, Allah dostlarının müritlerine bakışı demektir. Bu bakışla/nazarla onların ruhlarına tesir eder, kalplerini olgunlaştırır. Bizim şehre ulu nazarla bakmaktan kastımız, bir ermişin müridine bakışında olduğu gibidir. Şehre öylesine bakacaksın ki, şehir senin nazarınla anlam ve şekil kazansın… Şehirle en kolay bağ kurmanın yolu ona işte bu ulu nazarla bakmakla olur. Bugün İslam şehirleri bu bakıştan/nazardan yoksun olduğundan büyük bir kaos yaşamaktadır. Kuruluş mantalitesinden koparılan İslam şehirleri, ruhlarını kaybetmektedir. Şehirlerin aşkın boyutunu görmekten uzak ve aciz insanların yönettiği/ yaşadığı şehirler, bugün dilsiz ve ruhsuz derin bir sessizliğe gömülmüşlerdir. Şehre ulu bir nazarla bakamadıklarından, taşların nabzını tutan şairleri susmuş, kadim şehirleri konuşturan yazarların estetize ettiği mekânları tarumar olmuş, bir harabeye dönmüştür. ŞEHRE KÖR BAKMAK Pagan Roma, Yunan ve Hristiyan şehirlerini somut/fiziki özellikleri üzerinden okuyan ve bu okumasına “Gözün Vicdanı” adını koyan Amerikalı yazar Richard Sennett,”kentin açık olan dışsal yaşamı, içsel yaşamın bir yansıması değildir” diyerek şehre bakışın âdeta altını çizer. Onun bu bakış açısı, şehri dış özelliklerinden okuma biçimidir ve böyle olmasına karşın, yine de büyük bir derinliğe sahiptir. Oysa bizim mimar, mühendis ve akademisyenlere baktığımızda, içsel/deruni bir nazara sahip olamadıklarından bırakın içsel okumayı, Richard Sennett’in onda biri kadar dışsal bir okuma yapmaktan dahi acizdirler. Öyle ki şehre dış özelliklerinden dahi nasıl bakacaklarını bilmemektedirler Onların şehre bakışlarındaki bu körlük, mensubu oldukları

medeniyetin ruhundan ve dilinden habersiz olmalarından kaynaklanmaktadır. Fransız yazar Andre Gide’in dediği gibi “Önem bakışında olsun, baktığın şeyde değil.” gerçeğinden habersizdirler. Müslümanlar ne zaman şehre ulu bir nazarla bakmayı öğrenirlerse ancak o zaman içinde bulundukları medeniyet krizinden kurtulur, yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirebilirler… Hristiyan şehirlerinin görünür üzerinden yorumu ne denli gerçekçi ise İslam şehirlerinin soyut olan üzerinden yorumu o denli gerçekçidir. Batı’nın ete kemiğe bürünmüş tanrı ve tanrıçaları yerine İslam’da mekândan münezzeh bir Tanrı anlayışı vardır ve bu anlayış ulu mabetlerden şehirlere, mimariden edebiyat ve sanata kadar her şeyi içine almaktadır. Bu yüzden İslam şehirleri mekânsal boşluğa, Hristiyan şehirleri ise mekânın doldurulmasına önem verir.[1]

Şehre ulu nazarla bakmanın yolu, şehirle gönül bağı kurmaktan geçer. Bir defa şehri şehir yapan ruh mimarlarını, ulu mabetlerini, makamlarını ve ait olduğu medeniyetin kodlarını bilmek gerekir. Bu öncül bilgilerle şehre yaklaştığınızda şehir size yaklaşır, gönlünü açar, sizinle âdeta konuşur.

Örneğin “kilise binasının kütlesinin kocamanlığı, içi renkli ışıklarla, tütsüyle ve şarkılarla doldurulan devasa boşluğu bu idrak ettirme amacına yöneliktir. Yani bu katedraller sırf dışarıya karşı bir gösteriş olmaktan ziyade içinde olan bitenden ötürü büyüktürler. Duyguları kuşatılan sofular, Tanrı’yı Tokyo ya da Pekin’deki sade tapınaklarda olduğu gibi bir boşluk belirtisi olarak değil, çok güçlü bir varlık gibi hissetmeliydiler.”[2] The City of God (Tanrı Şehri) adlı kitabın yazarı Saint Augustinus,“Tanrı’ya en çok gereksinim duyanlar, yani inanmayanlar gözlerini

43


Ş ehir

Oysa İslam inancında Tanrı’yı bulmak için elbette kâinat kitabının okunması gerekir görülmesi değil. Bunu en güzel İbrahim suresinde görebiliriz. İbrahim Peygamber,Saint Augustinus’un tersine görünen Tanrı’nın değil, görünmeyen Tanrı’nın peşindedir. Aya, yıldızlara ve Güneş’e hükmeden fakat görünmeyen Tanrı’yı İbrahim peygamber aklıyla bulur. Nemrut’un devasa put hanelerinden yahut dev heykellerinden yola çıkarak Tanrıya ulaşmaz.

Pera

Müslümanlar ne zaman şehre ulu bir nazarla bakmayı öğrenirlerse ancak o zaman içinde bulundukları medeniyet krizinden kurtulur, yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirebilirler…

kullanarak Tanrı’yı bulabilirler” der. Sennett ise; “Augustinus’un kitabı, mimarisiyle ve kentsel biçimleriyle evlere huzursuz bir manevi hayatı dayatan teolojik temelini oluşturacaktır. Bunun nedeni Augustinus’un, ‘dinsel görme’nin sadece sözel bir mecaz değil, somut, idrakle ilgili bir eylem olduğuna inanmasıdır. ‘Dinsel görme’ sonunda, camla ve taşla biçimlenen bir içsel yaşama yol açacaktır. Bizim uygarlığımız onun zamanından beri, manevi ‘kökünden ayrılmışlığın’ sözlerle olduğu kadar gözlerle de üstesinden gelmeye çalışmak zorundadır”[3]diye yazar. Zira Augustinus’a göre “gölge, onu yaratan ışıktan daha çok belirginleştirilmiştir.” Hristiyan Batı’ya göre şehri inşa ederken mabetleri daha görünür, heykelleri daha ihtişamlı yapmak gerekir. Örneğin dilde vurgulama nasıl abartıya yönelikse, mimari bir eserde kesinti de dikkat çekmeye yöneliktir. Keskin ve dikine inşa edilen mimari eserler eril olarak tanımlanır ve oldukça dikkat çekicidirler. Hristiyan şehir anlayışında ve mimarisinde bu anlayış hâkimdir. Zira mekânın amacı Tanrı’yı görünür kılmaktır…

sayı//6// ocak

44

Şehre ulu nazarla bakmak, yukarıda görüldüğü batılı anlayışla gözün vicdanı olmak, İslam anlayışına göre de aşkın bir bakış veya nazar sahibi olmaktır. Doğu ve Batı mekân üzerinden tanrıyı tanımlarken, uzak doğu tanrıyı boşluk üzerinden tanımlar. İslam şehir ve mimarisi sonsuzluğun Hıristiyanlıkta ise Tanrı’yı sırf görünür kılmak için somutun peşindedir. İslam şehir ve mimarisinde evler ve camiler yatay şekilde bitişik düzendir. Yükseklikten mümkün olduğunda kaçınılır. Çünkü mekân yukarıya doğru yükseldikçe Tanrı’yla yarış düşüncesi doğabilir. Bu yüzden Arap dilindeki Allah anlamına gelen “ha” harfi ^ “kubbe” olarak mimariye yansımıştır. Hristiyanlık, yüksekliği Tanrı’nın varlığına işaret sayarken, İslam yüksekliği ilahlık iddiası olarak görmüştür. Hatta Peygamber Efendimiz bir hadisinde çok katlı evlerin kıyamet alameti olduğunu söylemiştir. Saint Augustinus’un Tanrı şehri, gökten yeryüzüne gönderilen Âdem’e inat, gökyüzüne çekilen İsa’ya işaret eder. Tanrı şehrini iki şehir olarak telakki eden Saint Augustinus, gölgenin ışıktan daha güçlü olduğunu düşüncesi doğrultusunda yeryüzünde cennetin gölgesi olan bir Tanrı şehri yaratma peşindedir. Bundan dolayı İslam şehirleri ile Hristiyan şehirleri birbirinden keskin çizgilerle ayrılır. Şehirlere bakarken, ulu bir nazarla bakmanın gereği işte bu noktada ortaya çıkar. Eğer derin bilginiz, irfanı/hikemi bir yönünüz yoksa şehre ulu nazarla bakamaz ve şehrin ne dediğini anlayamazsınız. Metafizikten yoksun mimarlar, irfan ve hikmetten habersiz sanatçılar, inşa ve idrakten yoksun idareciler yüzünden İslam şehirlerinin kuruluş mantalitesinden sapmışlardır. Şehirlerin insanlara benzediğini dillerinden düşürmeyen bu insanlar, nedense onların bizim gibi konuşup, güldüğünü, bir afet ve saldırıda ağladığını, hatta üzüldüğünü anlayamamaktadırlar.Modernizmin bizi kuşattığı bu çağda, kadim şehirlerin eskisinden daha çok konuşması gerekir. Çünkü yıkılan mekân ve makamların, savrulan insanların yeniden inşası ancak bu şehirlerin tanınması ve tanımlanmasıyla mümkündür. Bunu gerçekleştirmek ise şehre ulu nazarla bakanlara nasip olacaktır.


AYNA RESSAMLARI Ahmet Dur

ğitmen Hüseyin Arda 19 yıldır bu sanatla uğraşıyor. Tamamen deneme yanılma yöntemiyle ulaşmış başarıya. 8 yıldır da Bağcılar Halk Eğitim Merkezinde hocalık yapıyor.

BİZİM İŞİN SİLGİSİ YOK “Üzerinde çalıştığımız obje bir kağıt ya da kumaş değil. Yapılan bir hatanın tamirini yapamıyoruz. Yani bizim işin silgisi yok. Silip tekrar yapamıyoruz. Onu direk çöpe atmak durumunda kaldığımız için çok dikkatli ve hassas olmamız gerekiyor. Onun için öğrencilerimize önce kırmamayı sonra hata yapmamayı öğrettikten sonra asıl işin ince püf noktalarını öğretiyoruz.” diyor Hüseyin hoca. EN ANLAMLI HEDİYE İstenilen her türlü resim aynaya nakış gibi işlenebiliniyor. Yazı ise en kolayı bu işin. Sevdiğiniz birinin, öğretmeninizin, ailenizin aklınıza gelen her kesin fotoğrafını aynaya işletebilirsiniz. Aynı zamanda bir benzeri de yok piyasada. O hediye sadece size özel tasarlanmış oluyor. Bu sanatın bir özelliği de işini asla fotokopisi çekilemez bir en önemlisi de sahtesinin yapılması da mümkün değil.

Ayna ve cam çok hassas ve o kadar da tehlikeli objeler. Kırılır korkusuyla elimizi çarpmaya korktuğumuz aynaya, hoca ve öğrencileri ellerindeki kaleme benzeyen çiviye çekiçle vurarak kırmadan bir birinden güzel resimler yapıyorlar. Ahşap oyma sanatından esinlenmiş Önünüzde hiçbir örnek yokken nereden aklınıza geldi böyle bir işle uğraşmak dediğimizde ise, ahşap oyma ve yüzüklerin iç kısmındaki yazılardan ilham aldığını söyledi biraz da tebessüm ederek Hüseyin hoca. Önceleri camın her türlüsünü denemiş sonunda en iyi sonucun aynanın verdiğine kanaat getirince ayna üzerinde çalışmalara devam etmiş. İlk zamanlar kırılmış parçalanmış çöpe atılmak üzere olan aynalar üzerinde çalışmış. Sürekli deneme yanılma metodunu kullanarak geliştirmiş kendini. ÇEKİCİ VE KALEMİ ÖZEL TASARLAMIŞ Zaman içerisinde bu işte kullanılan çekiç ve ucunda elmas takılı olan kaleme benzeyen demir çubuğu özel tasarlamış hoca. Çekicin kazara düşüp aynayı kırmaması ve çatlatmaması için süngerle bağlayıp üzerini bantlamış. Öyle güzel mühendislik hesabı yapmış ki çekiç elden düşse bile düşüş şekli kıracak şekilde olmuyor. Her öğrencisine kendi elleriyle hazırlayıp veriyor malzemeleri.

45


Ş ehir

Y󰃖NUS’UN ŞEHİRLERİ BURSA’DAKİ

YÛNUS EMRE Âşık Yûnus’un kabrinin yanında bir de tarihî Yûnus Emre’ye hürmeten üzerinde Yunus Emre yazılı başka bir mezar taşının bulunması Bursa’yı da Yûnus Emre’nin şehirleri arasında saymamızı haklı kılan bir sebeptir. Ama belki bundan da önemlisi milletimizin Yûnuslar arasında bir ayrım yapmayıp hepsini tek bir Yûnus Emre olarak algılamasıdır. İşte böyle kabul edilen Yûnus kabirlerinden/makamlarından biri de Bursa’da bulunmaktadır. Dolayısıyla Bursa da bir Yûnus Emre şehridir. Mustafa ÖZÇELİK

smanlı’nın dibacesi” olan Bursa için söylenecek bir sıfat da “evliyalar şehri” olmasıdır. Üftade, İsmail Hakkı Bursevî, Eşrefoğlu Rumi, Emir Sultan, Süleyman Çelebi, Somuncu Baba gibi isimler Bursa’yı böyle bir şehir yapan maneviyat büyüklerinden sadece birkaçıdır. Bundan dolayı Bursa, hem şiir hem de sufilik kültürü açısından her zaman için çok önemli bir merkez olarak görülmüştür. Böylesi bir şehirde Yunus Emre’ye ait bir mezar ya da kabrin olmaması elbette düşünülemez. Dolayısıyla biz Yunus’un izini burada da bulabilmekteyiz. Evet, Bursa’nın da bir Yunus’u var. O da Âşık Yunus’tur. Şunu bugün için bilmekteyiz. Tarihsel olarak iki Yunus Emre’nin varlığından haberdarız. İlki “Bizim Yunus” olarak da bilinen Yunus Emre, diğeri ise mahlas olarak daha çok “Âşık Yunus”u kullanan, bazen de kendini “Yunus”, “Derviş Yunus” ve “Yunus Emrem” diye anan XV. yüzyılda yaşamış Âşık Yunus. İşte bu Yunus’un kabri, Bursa’da bulunmaktadır. Sözün burasında bu iki Yunus’tan başka Yunusların da bulunduğunu ve sayının daha da arttığını da söyleyelim. Bu bilgi, tarihsel gerçeklikle örtüşmese bile çok önemlidir. Zira başka Yunuslar meselesi Yunus’un Anadolu’nun her yerine ulaştığını, oralarda sevilip benimsendiğini, vefatından sonra da buralarda ona ait makamların inşa edilerek hatırasının yaşatıldığını göstermektedir. NASIL TANIDIK? Âşık Yunus, tasavvuf çevrelerinde bilinen, adı hürmetle anılan ve ilahileri dergâhlarda okunan bir isimdi elbette. Fakat mezarının bulunması ve bilinmesi bir sufiye mal edilen ilginç bir manevi keşif hadisesine dayanır. Bahsi geçen isim Yunus Emre’nin en önemli takipçisi kabul edilen, 1661-1692 yılları arasında Rodos ve Limni sürgünlerinin ve Edirne ve İstanbul’da bulunduğu yılların dışında Bursa’da yaşayan ve burada adına kurulmuş dergahta irşad görevinde bulunan, Halvetiyye’nin Ahmediye kolunun Mısrıyye şubesinin kurucusu ünlü sufi Niyazi Mısri (Malatya, 1617-Limni, 1694)’dir. İşte Bursadaki Yunus’un kabrinin keşfi onun sayesinde gerçekleşmiştir. Önce bu hadisenin hikâyesini aktaralım: Anlatılanlara göre Niyazi Mısri, Emirsultan’a giderken buradan her geçişinde başını Karamazak aralığına çevirerek “Yunus’un kokusunu alıyorum” dermiş. Bir cuma günü dervişleri bu kokunun nerden geldiğini göstermesini istemeleri üzerine, Abdürrezzak mezarının alt tarafını işaret etmiş. Burayı kazdıklarında iki mezar daha bulmuşlar.

sayı//6// ocak

46


Niyazi Mısri “Hâzâ kabr-i Yunus ve hâzâ kabr-i Yunus Emrem” şeklinde işaret ederek kabirlerin kimlere ait olduğunu söylemiştir. İşte Yunus’un kabri bu manevi keşif üzerine ortaya çıkarılmıştır. Bu durum bu kabirlerden birinin Âşık Yunus’un kabri, diğeri de tarihî Yunus’a ait bir makamın bulunduğu sonucunu doğurmaktadır Bu da göstermektedir ki bilhassa Bursa’daki Halveti çevresinde Âşık Yunus’la ilgili bir inanış ve telakki mevcuttur. Niyazi Mısri’nin Âşık Yunus’a verdiği önem, onun Yunus’un şiirlerini şerh etmesi, ona nazireler yazması, Yunus’un bestelenmiş ilahilerinin Mısrî dergâhında okunması Âşık Yunus’un bu çevrelerde bir hayli önemli görülmesini sağlamış, bu muhitteki Âşık Yunus’un kabrinin Bursa’da oluşu şeklindeki kabulü daha sonra halk kitlelerine de sirayet etmiş, bulunan kabirler üzerine buraya bir kitabe yapılarak etrafı çevrilip bir ziyaretgâh hâline getirilmiştir. Böylece Bursa’da zaten var olan Yunus Emre sevgisi bu olay üzerine daha da artmıştır. Buranın Âşık Yunus’a aitliği genel bir kabul görmüş olmalı ki meşrutiyetten birkaç yıl önce saraydan Cemile Hanım Sultan, bu türbeyi ziyaret etmiş ve on beş sarı lira sarfıyla tamir ettirmiştir. RIZA TEVFİK VE YUNUS Bursalı Yunus hakkında sözünü etmemiz gereken diğer bir isim ise filozof ve şair Rıza Tevfik’tir. Zira Yunus’un Bursa’daki kabrinin ilim ve edebiyat dünyasında gündeme gelmesi daha çok onun sayesinde olmuştur. Rıza Tevfik, Bursalı Âşık Yunus’u yazdığı iki makale ile ilim âlemine tanıtır. Onun “Büyük Duygu” mecmuasının Temmuz 1913 tarihli 10. sayısında “Yunus Emre Hakkında Biraz Daha Tafsilat” ve Temmuz 1914 tarihli Peyam dergisinin edebiyat ilavesinde yazdığı “Yunus Emre’yi Ziyaret” başlıklı yazıları sayesinde Yunus Emre konusu ilim ve edebiyat âlemine taşınmış olur. Rıza Tevfik’in “Yunus Emre’yi ziyaret yazısı“, “koca Türkmen şair-i sofisi” ve “mübarek âşık” dediği Yunus Emre’nin Bursa’da bulunan kabrini ziyaret için yaptığı yolculuğu anlatır. “Yunus Emre Hakkında Biraz Daha Tafsilat” yazısında ise Yunus Emre’nin sûfi telakkileri üzerinde durur. Onun işte bu iki yazısıyla Âşık Yunus etrafında ilim ve edebiyat çevrelerinde yazılar yazılmaya, tartışmalar yapılmaya başlandı. Dolayısıyla biz, Âşık Yunus’un daha geniş kitlelerce tanınmasını ona borçluyuz.

Osmanlıca Divan-ı-Aşık-Yunus-Emre

Burada Rıza Tevfik’in bu iki yazısının dışında Yunus’a adadığı “Yunus’a Armağan” adlı bir şiirinin de bulunduğunu belirtelim. Yüce dağlar ardından, Deniz aşıru geldim. Evliyalar yurdundan, Selam tapşıru geldim. Dörtlüğüyle başlayan bu şiir, çok samimi bir Yunus sevgisini dile getirmesi açısından bu tür metinler arasında özel bir yerde durur. DİĞER TANIKLAR Bursalı Âşık Yunus konusunda bize malumat veren tek isim sadece Rıza Tevfik değildir. Fuat Köprülü, Raif Yelkenci, Abdülbaki Gölpınarlı, F. Kadri Timurtaş gibi daha pek çok isim, bilinen tarihi Yunus Emre’den başka bir Yunus’un da bulunduğunu ve bunun da Bursalı Âşık Yunus olduğunu söylerler. Bir örnek olması açısından Köprülü’nün söylediklerine bakalım. O, bu konuda başka Yunusların da olduğundan bahisle şöyle demektedir: “Bunlardan ilki “Yunus Emre, yahut şiirlerinde ekseriya kullandığı gibi Kul Yunus, Âşık Yunus veya Yunus Emrem adını taşıyan ve XIII. Asrın son yarısı ile XIV. Asrın başlarında yaşayan derviş Yunus, diğer(ler)i Yunus mahlaslı şiirler yazan diğer Yunuslardır. Buna göre bunlardan Yunus Emre diye bilineni 13. asırda yaşayan Sarıköylü Yunus Emre diğeri de Bursalı Âşık Yunus’tur. (ö. 1438-9)” 47


ÂŞIK YUNUS’UN ŞİİRİ Bursalı Yunus da diğer tarihiî Yunus gibi coşkulu bir şairdir. Rıza Tevfik onu tanıtırken şu ifadeleri kullanır. “Açmış olduğu Türkçe şiir çığırında bütün Türk şuarâ-yı sûfîyesi bu koca Türkmen’in cazibesine tutulmuş ve izinden ayrılamamıştır. Türkçe nefes söyleyenler, gerek tavr-ı ifadeyi, gerek tarz-ı tefekkürü Yunus’tan öğrenmişlerdir.” Rıza Tevfik, söz konusu olan şiir olunca onun şiir dili ve Türkçesi hakkında da malumat verir: “Lisanına gelince, tamamen o zaman konuşulan Türkçenin düzgüncesidir. Yunus, söylemek istediği şeyleri ifade için bu dili kifayetsiz bulmamıştır; bilakis kaba saba görünen bu lisanın, ifade-i mecâzîyeye ne derece kabiliyeti olduğunu -hayret-bahş bir surette- ispat eylemiştir. Kinaye ile söz söylemek marifetinin anahtarı Yunus’un elindedir.”

Yine bu bahiste bu mezarlarla ilgili pek çok vakıf senedinin ve belgenin bulunduğunu dolaysıyla Bursadaki Yunus meselesinin bir rivayet ve efsaneden öte anlamlar taşıdığını da burada belirtmek gerekir. KABRİ NEREDE? Âşık Yunus’un hangi şehirde yaşadığı ve vefat ettiği ve kabri ile alakalı malumatımız yazılı ve sözlü kaynaklarda yer alan bilgilere dayanmaktadır. Buna göre; Âşık Yunus’un kabri bugünkü hâliyle, Emirsultan’a giden yol üzerinde, Şible Karamazak Sokaağı no: 12 ve 14 apartmanların arasında bulunmaktadır. Bursa Mısri dergâhının şeyhi Mehmet Şemseddin Efendi (1867-1936)’ye ait bir kayda göre, burası eskiden Abdürrezzak isimli bir zat tarafından yaptırılan Sadi tekkesidir. Sadiye tarikatına bağlı “YunusEmrem” yahut “Yunus Efendi Türbesi”, “Karamazak tekkesi”(Karamazak Kara Abdürrezzak’ın muhaffefidir) adıyla da bilinen bu dergah zamanla harap olmuş, daha sonra onarılarak mescit hâline getirilmiş, caminin batı tarafında ahşap bir türbe içinde üç kabire birer taş dikilmiştir. Buradaki kitabeden anlaşıldığına göre bunlardan biri Âşık Yunus’a, öbürü Yunus Emre’ye, üçüncüsü ise burayı yaptıran ve türbedarlığını yapan ve bu mahalledeki caminin banisi olan Kara Abdürrezzak’a aittir. Burada bir de taşı olmayan bir mezar bulunmaktadır. Bu mezar da Karamazak dergâhı kurucusu Sadi şeyhi Esad Efendi’ye aittir. sayı//6// ocak

48

Âşık Yunus, Yunus Emre takipçisi bir şairdir. Timurtaş’a göre Âşık Yunus, mahlas olarak daha çok Âşık Yunus’u kullanan, bazen de kendisini Yunus, Derviş Yunus ve Yunus Emrem diye anmaktadır. Şiirlerini dörtlüklerle ve genellikle 7+7; 6+5 vezinleriyle yazmıştır. Fakat iki Yunus’un şiirleri üslup bakımından benzerlikler gösterir. Aralarındaki en önemli fark, Âşık Yunus’un şiirlerinin daha sade ve daha zahidane olmasıdır. Zaman içinde iki Yunus’un şiirleri birbirine karışmıştır. Fakat, Yunus’la Âşık Yunus’a ait şiirleri ayrı başlıklar altında toplayan şiir mecmualarından anlaşılacağı üzere bugün çok şöhret bulmuş ve bestelenerek icra edilen “Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed”, “Sordum Sarı Çiçeğe”, “Ağlatırsa Mevlam Yine Güldürür”, “Dervişlik Baştadır Taçta değildir”, “Garip Garip Ötme Bülbül” , “Allah Emrin Tutalım”, “Şol Cennetin Irmakları”, “Göçtü Kervan Kaldık Dağlar Başında”, “Yemen İllerinde Veysel Karani” gibi şiirler işte bu Yunus’a aittir. Âşık Yunus şiirlerinin en önemli kaynağı ise XV. yüzyılda istinsah edilen Bursa mecmuasıdır. Bu eserde her iki Yunus’un şiirleri ayrı başlıklar altında toplanmıştır. Bu da Âşık Yunus’un diğer Yunus’un takipçisi yahut halifesi bir şair olduğunu göstermektedir. Nitekim Turan Alptekin bulduğu bir yazma nüshada Yunus Emre ile Âşık Yunus isminin ayrı ayrı zikredildiğini söyler. Bahsini ettiği yazmada “İlâhiyat-ı Yunus Emre maa Âşık Yunus” (Yunus Emre ve Âşık Yunus ilahileri) bilgisi yer almaktadır. Aynı şekilde Risale-i Nushiyye adıyla anılan mesnevinin yer aldığı bir başka yazmada da yer almaktadır. Yine Karamazak türbesindeki mezar taşında yer alan “Evvelki Yunus Emre Âşık Yunus ikinci” ifadesini de Yunusları ayrımlayan bir ifade olarak aktarmaktadır.


TARİKATI Âşık Yunus’un varlığına inanan araştırmacılardan Timurtaş’a göre o, Emir Sultan’a (Buhara, 1368Bursa,1430) mensup bir Kübrevi dervişidir. Müntesibi olduğu Emir Sultan’ı öven şiirleri mevcuttur. Emir Sultan dervişleri Tesbih ü sena işleri Dizilmiş hüma kuşları Emir Sultan türbesinde Yahut;

KAYNAKÇA

• Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre, Risalet’ün-Nushiy ye ve Divan, İstanbul, 1965 • Kenan Erdoğan, Niyazi-i Mısri, Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divanı Ankara, 2008 • Mecmua-i Eşar, Bursa İl Halk Kütüphanesi Nu. 882 • Mehmed Şemseddin(Ulusoy), Bursa Dergâhları-Yâdi gâr-ı Şemsi, (Haz. M. Kara, K. Atlansoy), Bursa, 1977 • Mustafa Kara, Niyazi Mısri, Ankara, 1994 • M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıf lar, Ankara, 1976 • Mustafa Özçelik, Bursa’nın Yunus’u Âşık Yunus, Bursa, 2013 • Turan Alptekin, Bir Ene’l-Hak Şairi Olarak Yunus Emre-Âşık Yunus ve Yunus’lar, İstanbul, 2007

Aşkın fırtınası aşdı başımdan Yeşil donlu Emir Sultan Merhaba Gündüz hayalimde gece düşümde Yeşil donlu Emir Sultan Merhaba Şeklindeki bu söyleyişler, Âşık Yunus ile Emir Sultan arasında var olan münasebetini de bir göstergesidir. SONUÇ YERİNE Buraya kadar yapılan izahattan Bursa’daki Yunus’un başka bir Yunus olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu Yunus, hemen bütün araştırmacılar tarafından Âşık Yunus olarak isimlendirilmektedir. Fakat, Âşık Yunus’un kabrinin yanında bir de tarihi Yunus Emre’ye hürmeten üzerinde Yunus Emre yazılı başka bir mezar taşının bulunması Bursa’yı da Yunus Emre’nin şehirleri arasında saymamızı haklı kılan bir sebeptir. Ama belki bundan da önemlisi milletimizin Yunuslar arasında bir ayrım yapmayıp hepsini tek bir Yunus Emre olarak algılamasıdır. İşte böyle kabul edilen Yunus kabirlerinden/ makamlarından biri de Bursa’da bulunmaktadır. Dolayısıyla Bursa da bir Yunus Emre şehridir. Fakat bu noktada söylenecek bir sözümüz daha var. O da şudur: Yunus Emre’nin mezar veya makamına sahip olan Eskişehir, Karaman, Kırşehir, Manisa (Kula) gibi şehirlerde hemen her yıl Yunus Emre adına anma törenleri yapılmakta ve Yunus kültürü yaşatılmaktadır. Bunu ne yazık ki Bursa’da göremiyoruz. Hazretin türbesi, apartmanlar arasında sıkışmış ve nerdeyse harap denilecek bir hâldedir. Dahası Yunus’u anmak adına hiçbir etkinlik yapılmamaktadır. Şunu anlayabiliriz: Bursa bu tür isimler konusunda çok zengin bir şehrimizidir. Bundan dolayı belki herbiri ayrı ayrı anmalara konu olamayabilir. Fakat, mesela “Bursa’nın gönül Sultanları” gibi bir üst başlık altında içinde yapılacak etkinliklerde Yunus’a da bir bahis açılabilir. Bursa’dan en azından bunu beklemekteyiz.

Bursa’da Sa’di Tekkesi’ndeki mezar taşları; Sol Taraftaki taş Yunus Emre’ye, ortadaki Aşık Yunus’a en sondaki ise Abdulrezzak’ a ait.

49


elin gülle başlayalım atalara uyarak Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine” Sezai Karakoç böyle söyler . Önce Orhan Veli’den, sonra kendimden bir şiirle başlarsam sanırım hem şiirle hem de şairlerle buluşmuş oluruz. Orhan Veli, “Garip”akımını kurmuş olsa da bendenizde Allah’ın garibi “Recep Garip”olarak Orhan Veli den sözetmeliyim..

İSTANBUL ŞAİRLERİNDEN

“GARİP” ORHAN VELİ Orhan Veli, İstanbul’da yer İsimlerini en çok kullanan şairlerden birisidir. En meşhur şiiri dillere destan gibi kazınan “İstanbul’u Dinliyorum, Galata Köprüsü, Kapalı Çarşı”şiirleri de yer isimleri açısından önem arz eder. Recep GARİP

İşte bir Orhan Veli şiiri “Gün Doğuyor”; Dili çözülüyor gecelerin.. Gölgeler kaçışıyor derine Alıp sihrini bilmecelerin: Gün doğuyor şehrin üzerine …. Sallıyarak dallarını kavak Yükseliyor her günkü yerine, Gün doğuyor şehrin üzerine Mavi bir ışıkla ağararak …. Orhan Veli , seksen yıl öncesinden bana renklerden yol göstermiş, Mavi rengi şiirimle buluşturmuşum…. “Mavi”şiirim de şöyle mırıldanmışım. Mavi yazmalı yazınca Beyaz bir güvercin uçmalı Sonsuz yağmur damlasından Hüznün yüreğini okşayarak …. Hürriyet bütün insanlara Bir dua, bin arınma Tepeden tırnağa Sonsuza tutunmak yalnızca mavi. Orhan Veli Kanık, Nisan 1914’te İstanbul’da doğmuştur. İlk şiirleri, arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday ile birlikte “Varlık” dergisinde yayınlandığını görüyoruz. Bazı şiirlerindeMehmet Ali Sel takma adını kullandığı da biliniyor. Üç arkadaş, “Varlık” dergisinin 15 Eylül 1937 tarihli sayısında, Türk Edebiyatında yeni bir akım açacak olan “Garip” şiirlerinden örnekler vermeye başlamışlardır. “Garip” akımı, kendisinden önceki şiir anlayışlarına tepki olarak geleneği reddeder niteliktedir. Orhan Veli Kanık’ın şiirlerinde daha çok gündelik hayat öne çıkar. Örneğin II. Dünya savaşı yıllarındaki gündelik hayatı, bütün çıplaklığıyla anlatmayı yeğlemiştir. Şiirlerinde hafif bir ironi sezilse de şiirlerinin çoğunda, gerçek yaşamdaki olaylarla gizlice eğlenmekte, onları hicvetmektedir. Hayatı alaya alan bir tarzı şiirlerinin özüne inildiğinde daha da belirginleşir. Kendi yoksulluğu; şiirini, zenginleştiren adamdır.

sayı//6// ocak

50


Yoksulluk yılları şiiri de yoksullaştırır mı? Asıl itibariyle sanat, şiir yoksul zamanlarda daha da anlamlı hale dönüşerek hayata müdahale etmeyi dener. Bu açıdan bakıldığında şiirdeki radikal duruş her zaman mevcuttur. Şiirin devrimci yönü buradan nükseder. Toplumların, cemiyetlerin, devletlerin ve uygarlıkların birbirinden faydalandığına inanır Orhan Veli. “Bir toplum, başka bir toplumla ilişki kurmadan yaşayamaz. Bir dilde başka dillerden etkilenmeden yaşayamayacağı” tezini savunur. Şiirleri üzerinde yapılan incelemeler, araştırmalar ve doktora çalışmaları şunu göstermektedir; “Orhan Veli’nin şiirlerinde “5865 ad kullandığı ve bunların %74’nün Türkçe olduğu dikkat çekmektedir. Yani 4363 kelime isim olarak Türkçedir. 1930-50 yılları arasında 20 yıl içinde verdiği ürünler bu merkezlidir.” Mademki Türkçe ve halk için yazılıyordu şiir, basit ve sıradan kelimelerle yazılmalıydı. Aslında Orhan Veli’nin sıradan kelimelere yönelişi ilk kez kendisinde görülmüyor ondan önce Nazım Hikmet’in hayatında, şiirinde bunu pekâlâ kullandığını söyleyebiliriz. Nazım Hikmet’te kuralsızlığı, sıradanlığı, şairaneliği bir yana bırakmıştır kimi dönemlerde. Divan şiirine tamamıyla muhalif bir tarzda şiirler yazmıştır. Örneklik teşkil eden “Bedava” şiiri önemlidir. “Bedava yaşıyoruz, bedava Hava bedava, Bulut bedava; Dere tepe bedava Yağmur çamur, bedava Otomobillerin dışı, Sinemaların kapısı, Camekânlar bedava Peynir ekmek değil ama Acı su bedava Kelle fiyatına hürriyet Esirlik bedava; Bedava yaşıyoruz, bedava.” demektedir. Orhan Veli, İstanbul’da yer İsimlerini en çok kullanan şairlerden birisidir. En meşhur şiiri dillere destan gibi kazınan “İstanbul’u Dinliyorum, Galata Köprüsü, Kapalı Çarşı”şiirleri de yer isimleri açısından önem arz eder. Bu şiirlerde İstanbul’da semt isimlerinin birçoğunu mısralara yerleştirmeyi bilmiş olan bir şairdir. Şairler İstanbul’a meftundur. Âşıktır bir bakıma. Geçmiş yüzyıllarda nasıl sevdalar yakılmışsa bu azalmadan artarak sürmektedir. Şair Nedim gibi, Yahya Kemal Beyatlı gibi, Necip Fazıl Kısakürek gibi, Ümit Yaşar gibi Sezai Karakoç gibi bu şehre âşıktır Orhan Veli’de.

Bir şehir düşünün ki asırları içinde saklamış, değerleri içinde barındırmış, uygarlıkları, medeniyetleri bağrında beslemiş olsun. Bütün bu birikimler gelenekleriyle, yapılarıyla, ilim ve irfan meclisleriyle de insanlara her dönemde yol gösterici olmuştur. Burası İstanbul. Böyle bir İstanbul insanı besler, büyütür, geliştirir, değiştirir, dönüştürürde. İstanbul’u seyrederken bir kıyıdan, Çamlıcatepesinden, Kanlıca’dan, Emirgan’dan, Sarıyer’den, Kız kulesinden, Üsküdar’dan Galata’dan, Sarayburnu’ndan, Beykoz’dan, Yuşa Tepesinden, Kadıköy’den, Moda’dan hep Orhan Veli’nin şiiri size eşlik eder. “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” Üsküdar’dan vapura binersiniz istikametiniz Eminönü, Beşiktaş, Kabataş, Karaköy, Haliç ve Eyüp sultan olsun. Sizi İstanbul asla bırakmaz. Gelip giden vapurlardan, insan manzaralarına, gemilerden, sandallara, balıkçılardan balık tutanlara değin her şey sizi beslemeyi sürdürür. Buna sebeptir ki İstanbul’da oturmak demek Sur İçi’nde oturmak demektir. Fatih’te, Beyoğlu’nda, Kâğıthane’de, Kasımpaşa’da oturmak demektir. Deniz değişen renkleriyle her türlü mavinin tonlarıyla şiirini söylerken martıların çığlıklarıyla

51


Ş ehir

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” Eminönü’nden Karaköy’e doğru yürüdüğünüz köprü sizi eski devirlere, götürür. Kim bilir ki, kaç bin yıl önce burada falanlar, filanlar yaşamışlardı ve onların da çolukları, çocuklarının çocukları vardı. Onlarda bu şehri sahiplenmişlerdi diyerek bir efkârlık hava üzerinize siner. “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.”

kimi zaman kırlangıçların ziyarete gelişleri de Sultanahmet’e, Ayasofya’ya, Topkapı Sarayı’na götürür insanı. “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” Eminönü’ne ayağımız değdiğinde Yeni Camiyle kucaklaştığımızı da anlarız. Yeni Cami önce güvercinleriyle selamlar sizi. Şadırvanlarında yüzyıllardır abdestler aldırıp, sebil sular ikram eyler. Önce kendisini izletir. Mısırcıların, kestanecilerin, simitçilerin ve kalabalık insan selinin içinde siz yalnızca Yeni Camiye tutunursunuz. Yeni Cami sizi kucaklar kucaklamaz Mısır Çarşısına dalıverdiğinizi idrak ettiğinizde Tahtakale çığlıklarıyla Mahmut paşa yokuşuna doğru tırmanınca “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” ezanıyla Yahya Kemal ellerinizden tutuverir. İrkilirsiniz sanki uykudan uyanır gibi bir hal ile tepeden bakarsınız bu kez Üsküdar’a, Fethi paşa’ya, Karaköy’e, Galata’ya, Kasımpaşa’ya, Eyüp’e. “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmut paşa Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları; sayı//6// ocak

52

Birdenbire İstiklal Caddesinde yürüdüğünüzü düşünürsünüz Orhan Veli’yle. Çarşılar, renk renk insanlar, her türden dükkânlar, mağazalar, galeriler, sinemaların ününden geçerek, eski kitapçılardan otuzüçlük bir tespihin üç yüzyıllık öyküsünü anlatan bir adamın mahmur, mahzun ve muammalı bakışı eşliğinde yürürsünüz. İstiklal caddesinin arka sokaklarını iyi bilirsiniz. Farklı insan manzaralarında bir arka mahalle hüviyetiyle eciş bücüş haller eşliğinde bir müzisyenin notasına, bir ressamın fırçasına eşlik edersiniz. Bir zamanlar Orhan Veli, ta taksimden Sarıyer’e kadar parasızlıktan yürüdüğünü düşünerek cadde boyu yürüyüşünüz bir “garip” hal içinde şiirin mısralarını tekrar eder; “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” Tam sırası şimdi, bir kıyıda oturmanın, şehri alabildiğine izlemenin, rüzgârın diline, şiirine vakıf olmanın. Gece ayla kucaklaşıyor. Bu şehirde gündüz de gecede kendine özgü hallerle şehri selamlıyorlar. Hilali başka türlü doğuyor. Sultanahmet’ten Sirkeciye doğru inerken uğradınız Gülhane’ye selam diyorsunuz demesine de sol yanınızda Babıâli kapısından içeriye Faytonuyla ihtişamlı gidişler ve dönüşler hissediyorsunuz. Tepeden tırnağa vücudunuza bir elektrik akıyor. Söz Orhan Veli’ye düşüyor; “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum.”


ANKARA BİR ANKARA ŞEHRENGİZİ “Ömrüm Ankara” Kitap kritiği: Samet Sururî

Es­ki An­ka­ra­’dan Ye­ni An­ka­ra­’ya ge­çiş­te tarihten kül­tü­re, eko­no­mi­den sos­yo­lo­ji­ye ge­niş bir alanda ya­şa­nan sav­ru­luş ve dö­nü­şüm­le­ri irdeleyen eser, da­ha şim­di­den An­ka­ra­’ya da­ir önem­li bir baş­vu­ru kay­na­ğı ni­te­li­ği ka­zan­mış du­rum­da. Ha­cı Bay­ram-ı Ve­li gi­bi şeh­rin ma­ne­vi önderlerinin ta­nı­tı­mı­nın ih­mal edil­me­di­ği Doğan’­ın kitabın­da Ev­li­ya Çe­le­bi baş­ta ol­mak üze­re önem­li sey­yah­la­rın ve ede­bi­yat­çı­la­rın ese­le­rin­den An­ka­ra­’ya da­ir bö­lüm­le­re de ge­niş­çe yer ve­rilmiş. An­ka­ra Kül­tü­rü­’nün oluş­ma­sın­ da mi­henk ta­şı ni­te­li­ğin­de­ki Ahi­lik ku­ru­mu­ nun şehir­de­ki yansı­ma­la­rı Do­ğa­n’­ın ele al­dı­ğı konular ara­sın­da ön pla­na çı­kan­lar­da­n… Ay­rı­ca şeh­rin es­te­tik mi­ra­sı­na da çok boyutlu öz­gün bir ba­kış ge­ti­ren Do­ğan, An­kara ye­rel idare­si­nin ‘yan­lı­ş’ ola­rak gör­dü­ğü uygulamalarına da ki­ta­bın­da ya­pı­cı eleş­ti­ri­ler­de bu­lun­muş. Gün­lük ga­ze­te ya­zı­la­rın­dan önem­li bir seçkiyi de ‘Öm­rüm An­ka­ra­’nın say­fa­la­rı­na ta­şı­yan Doğan, şe­hir kül­tü­rü ve ede­bi mi­ras konularında da ka­le­mi­ni ko­nuş­tur­muş. ‘An­kara Ha­va­sı­’ ola­rak su­nu­lan ‘An­ka­ra­’nın bağ­ları­’ tarzın­da­ki ba­zı ha­va­la­rın An­ka­ra mü­zi­ği­ni tem­sil ede­me­yece­ği tes­pi­tin­de bu­lu­nan Doğan, kitabında öz­gün tür­kü ör­nek­le­ri­ne de yer vermiş. ‘Şeh­ren­gi­z’ Di­van ede­bi­ya­tın­da şe­hir­le­rin ele alın­dı­ğı eser­le­re ve­ri­len ge­nel bir isi­m… D. Meh­met Do­ğa­n’­ın ki­ta­bı, ede­bi­ya­tı­mız­da unu­tu­lan bu tü­rü ye­ni­den gün­de­me ge­tir­me­si ba­kı­mın­dan da önem­li­

Ş E H İ R K İ TA P

ÖMRÜM

ürkiye Yazarlar Birliği onursal Başkanı D. Meh­met Do­ğa­n’­ın ‘Bir An­ka­ra Şeh­ren­gi­zi - Öm­rüm An­ka­ ra­’ is­mi­ni ver­di­ği son ese­ri ki­tap­çı­ larda­ki ye­ri­ni al­dı. Ha­ya­tı­nın bü­yük kıs­mı­nı An­ka­ra­’da ge­çir­di­ği bi­li­nen ya­za­rın An­ka­ra’ya ve­fa bor­cu­nu öde­me­si şek­lin­de de de­ğerlendirilen eser, şe­hir ta­ri­hi­nin önem­li­ce bir dö­ne­mi­ne ışık tu­tu­yor.

53


Ş ehir

KÖPRÜLÜ ŞEHİR

MOSTAR

Neretva’nın sınır teşkil ettiği şehrin bir yanı cami ve medreseleriyle, kaldırımlarıyla, saat kulesiyle, evleriyle, harabe yapılarıyla, havası ve suyuyla Osmanlı yani biz; bir yanı da kiliseleriyle, tehdit unsuru gibi duran kocaman haçıyla, yüksek yüksek binalarıyla ve abus çehresiyle zamane kentlerinden bir kent, global bir köy. Sadece Bosna’da değil, tüm Balkanlar’daki Osmanlı izlerini kayda geçiren büyük sanat tarihçimiz Ekrem Hakkı Ayverdi, 1977 yılında ziyaret ettiği Mostar’ı o zamanki ülkenin “altın yumurtlayan tavuğu” olarak tanımlarken bu yönü üzerinde durur Hüseyin YORULMAZ*

*Sakarya İl Kültür ve Turizm Müdürü

eretva nehrinin oldukça yüksek iki yamaçlı dar bir boğaz teşkil ettiği mahalde bulunan Mostar, Podvelez ve Hum dağlarının çevrelediği bir vadinin eteklerinde kurulmuş bir şehirdir. BosnaHersek’in Hersek bölgesinin merkezi ve ülkenin dördüncü büyük kenti olup, bir ırmağın iki yakasını birbirine bağlayan ve her yönüyle bizim tarihimizden özellikler taşıyan bir yerleşim merkezi. Saraybosna nasıl Türklerin kurduğu bir yer ise, Mostar da biraz gecikmeli olarak Hersek’in Osmanlılar tarafından alınmasından sonra kuruluşunda yer aldığımız bir serhat şehridir. Hersek fethedildiğinde uzun yıllar bölgenin sancakbeyi Foça’da otururken, 1522 yılından itibaren merkez stratejik bakımdan daha önemli bir yerde bulunan Mostar’a taşınmıştır. Bugün Boşnakları ve Hırvatları ikiye bölen köprü ile özdeş olan Mostar, adını “stari most”tan (eski köprü) alır. Aynı zamanda bir üzüm memleketi olan bölgede, üzüm sıkan anlamında “mastar”dan geldiğini söyleyenler de vardır. 1664-65 yıllarında Bosna’yı ziyaret eden Evliya Çelebi ilk defa gördüğü bu yeri şöyle anlatır: “Most, Boşnakça ve Sırpça’da köprü demek olduğundan, ismini zincire asılı bir geçitten almaktaymış. Kalesi köprünün başlarındaki iki küçük kuleden ibaret olup, Sultan Süleyman binasıdır. Dirsekli burçlarla ayrıca tahkim edilmiştir. Kaleler üstündeki kasırda şehirliler toplanıp sohbet ederlermiş. Şehnişinli, kameriyeli, maksureli 3040 evi, 350 dükkânı, 45 adet cami ve mescidi olan şehrin mamur kısmı çarşı yakasındadır.” Mostar’ın doğu yakasının bizim için ayrı bir önemi vardır. Neretva’nın sınır teşkil ettiği şehrin bir yanı cami ve medreseleriyle, kaldırımlarıyla, saat kulesiyle, evleriyle, harabe yapılarıyla, havası ve suyuyla Osmanlı yani biz; bir yanı da kiliseleriyle, tehdit unsuru gibi duran kocaman haçıyla, yüksek yüksek binalarıyla ve abus çehresiyle zamane kentlerinden bir kent, global bir köy. Sadece Bosna’da değil, tüm Balkanlar’daki Osmanlı izlerini kayda geçiren büyük sanat tarihçimiz Ekrem Hakkı Ayverdi, 1977 yılında ziyaret ettiği Mostar’ı o zamanki ülkenin “altın yumurtlayan tavuğu” olarak tanımlarken bu yönü üzerinde durur: Köpüre köpüre ve kayaları döve döve akan nehrin vahşi güzellikleri sayesinde bütün nazarları üzerine çeken bu şehre eğer o güzel camiler ve muhteşem köprü yapılmamış olsaydı, Mostar bugünkü Mostar ve Yugoslavya devletinin altın yumurtlayan tavuğu olabilir miydi? Asla! Bir zamanların Yugoslavya’sının “altın yumurtlayan tavuğu” ve Bosna-Hersek’in kültürel

sayı//6// ocak

54


çeşitliliğinin bir sembolü olan Mostar köprüsü ne yazık ki Hırvat fanatikleri tarafından 9 Kasım 1993 tarihinde havaya uçurulur. Bu psikolojik üstünlüğün sonucunda, savaşın başlarında Boşnaklarla birlikte hareket eden Hırvatların kurduğu birçok kampta Müslümanlara işkence ettiği görülür. Savaştan sonra şehir iki parçaya bölünerek nehrin doğu yakasında Müslümanlar, batı yakasında da Hırvatlar yaşamaya başlar. Mostar’ın Konuşan Bülbülü Biz Mostar’ın güzelliklerini bugününden ziyade dününde buluyoruz. Gazihüsrevbey Kütüphanesi’de mevcut bir tezkirede, bu şehrin yetiştirdiği bir şair olan Derviş Paşa’nın uzunca bir şehrengizi vardır. Sözkonusu şehrengizde şair, Mostar’ın güzellerini ve güzelliklerini, kimi vasıflarıyla öne çıkmış insanlarını, bu insanların tipik özelliklerini anlatır. Şiirin serlevhası şöyledir: “Mostarî merhum Derviş Efendi’nin şehrengizidir. Dibâcesinin evveli zâyi olmağla buradan tahrîr-i şurû olundu. Allahu Teâlâ itmâmını müyesser eyleye.” serlevhası ile kayıtlıdır. Derviş Paşa, Mostar şehrengizine: Yürü Mostar’a şehrengiz eyle Zebânın tîğini ser-tîz eyle beytiyle başlar. Doğup büyüdüğü şehrin şiirini yazmak için “dilinin kılıcını” keskinleştirir. Ve bunun kendisine hüsnü şehadet edeceğini, gelecekte hayırla yâd edileceğine inanır: Duâ-yı hayra bâ’is oluserdir Kalan âlemde bir bâkî eserdir Böyle bir niyetle işe soyunur Derviş Efendi. Hem ele aldığı kimselerin hem de kendisinin gelecek nesiller tarafından hatırlanmasını arzular. “Bu şehrin bî-nihâyetdir civânı” diyen Mostarlılar, sanatkâr yaradılışlı hemşehrilerini sıkıştırarak şöyle sorar: “Niçün dilberleri medh eylemezsin?” Artık gönül alan dostlarını (dilber) kayıtlara geçirmek, onları Mostar’ın ölümsüzlük levhasına asmak Derviş Efendi için bir görevdir. Bunca iltifata karşı bir marifet göstermesi gerekir. Ve bulunduğu noktadan yaşadığı yüzyıla ayna tutmaya mecbur hisseder kendini: Sarây-ı dilde mahremdir bana aşk Dilim mecrûh merhemdir ana aşk Bana uşşâk-ı Mostar’ın hitâbı Edüp kıldılar ol demde itâbı Doludur güller ile bâğ-ı Mostar Ne var onlara bülbül olsan ey yâr Derviş Paşa, 16. yüzyılda yaşamış Boşnak şairlerinin önde gelenlerinden biridir. II. Selim

devrinde Enderun’a kabul edilerek yetiştirilmiş, Doğancıbaşı görevine getirilmiş bir devlet adamı. III. Murad’ın ölümüne kadar İstanbul’da kaldı. Sonra Bosna valisi oldu. 1603’te Budin’in kuşatmasına katıldı ve orada şehit düştü. Devlet adamlığının yanında Derviş Paşa’nın bugün daha çok şiirleri ile yaşadığını görüyoruz. Diğer şiirlerinin yanında onu asıl meşhur eden, okuduğumuz bu şehrengizidir.

Kaleler üstündeki kasırda şehirliler toplanıp sohbet ederlermiş. Şehnişinli, kameriyeli, maksureli 3040 evi, 350 dükkânı, 45 adet cami ve mescidi olan şehrin mamur kısmı çarşı yakasındadır.”

Derviş Paşa, Mostar’daki türlü türlü güllerin bülbülü olmak ister. Çünkü bu şehrin bağı bahçesi sıra sıra çiçek tarhlarıyla doludur. Şairimizin şu dizelerindeki âşık ve maşûkla ilgili söyledikleri özgün ve kendine özgü nitelemelerdir: Nazar kılsa eger toprağa âşık Hemân toprak olur altuna lâyık Muhabbet bir derûn içre bulunmaz İki cânibden olmayınca olmaz Olur aşk ile âşık gerçi meşhûr Olur ma’şûkun aşkı lîk mestûr … Eski edebiyatımız biraz da “âşık ve maşûk” edebiyatıdır. Sevgili, âşıkına ne kadar cefâ ederse o kadar makbule geçer. Çünkü pişip olgunlaşması için bu elzemdir. Onun kendisi için acı çektiğini görür fakat görmezden gelir. Yani maşûkun cevr ettiği oranda aşkları kavileşir. Öyle ucuz aşk değildir onlarınki. Derviş Paşa birçok örnek verir şehrengizinde. Biz bunlardan birini ele almakla yetinelim. Adı “Muhammed” olan Bâli-zâde isminde birini şöyle anlatır: Kaşı âyât-ı hüsne besmeledir Hatı tefsîri bir hoş resm iledir Odur server güzeller arasında O merhemdür gönüller yarasında Anı ser-defter-i hûbân yazdım Ki gayrı levh-i dilden cümle kazdım Resûl-i Ekrem’in hem-nâmı oldu Dil-i uşşâkın ol ârâmı oldu Bu mısralarda da görüldüğü gibi şair, Mostar’da temâyüz etmiş, bazı vasıfları ile öne çıkmış insanları, çağrışımları zengin mazmun ve kavramlarla anlatıyor. Onların bir kısmı “tâlib-i ilm ile dilâver”, bir kısmı “edeb fennini ezberler”. Kimi “şahin” bakışlı, kimi “şehlâ”. Bazılarını “mülk-i hüsne sancak” gösterir, bazılarına da “padişah ile gazaya gidip evine sağ u server” dönmesi için dua eder. Onlar arasında bir müezzin var ki, “ezan okudukça ortalık Allah Allah sadâsıyla” inler. Bir yeniçeri oğlu Ali Kaya var ki, “ayağının tozu kimyadır ve tüfenginden hazer etmek” gerekir. Onların adı Muslihiddin, Benefşe-zâde Mustafa, 55


Ş ehir

Biz Mostar’ın güzelliklerini bugününden ziyade dününde buluyoruz. Gazihüsrevbey Kütüphanesi’de mevcut bir tezkirede, bu şehrin yetiştirdiği bir şair olan Derviş Paşa’nın uzunca bir şehrengizi vardır.

Haydar, Selim, Ali, Osman vs.’dir. Herbirinin ayrı ayrı meziyetleri ve güzellikleri vardır. Derviş Paşa’nın Mostar betimlemesi, Bosnalı diğer şairlerin Saraybosna tasvirinden geri kalmaz. Mostar cennet gibi, ancak bu şehirde yaşayanlar bunun farkında değildir: Behişt-âsâ olup Mostar el’an İçinde dilberân hûr ile gılmân Bütün dünyâda yokdur hiç nazîri İnanmazsan biraz söylet bu pîri Acısın görmişem şîrîni hem Tutanlar bal yalar barmağını hem Bahâr eyyâmı cennetden nişandır Sabâ esdükçe sîm ü zer feşândır Gül-i eyyâmı vasfa gelmez anun Safâsın sürmeyenler bilmez anun Derviş Paşa memleketinden sadece yazdığı şehrengizinde bahsetmez, gazel tarzında yazdığı meşhur başka bir şiirinde de, aynı güzelliği mübalağalı bir şekilde dile getirir: Beyân-ı vasfa gelmez hüsn-i bî-hemtâsı Mostar’ın Aceb mi olsun ey dil âşık-ı şeydâsı Mostar’ın Hele olmaz bu dünyâda meger Firdevs-i âlâda Hevâ-yı dilkeş-i âb-ı hayât-efzâsı Mostar’ın dizeleriyle başlayan şair, özelliklerini anlatmaya gerek duymadığı şehre delicesine âşık olur. Bunda şaşılacak bir şey görmez. Onun insana hayat bahşeden güzellikteki havasını ve suyunu cennette bile bulamayacağını söyler. Devam ediyor Mostar’ın bülbülü:

sayı//6// ocak

56

Temâşâ eyleyen kesb-i hayât-ı nev kılur her dem Müferrahtır dili her kûşe-i zîbâsı Mostar’ın Miyâhiyle fevâkih kesretiyle Şâm-ı sânîdir Behişt âsârıdır her ravza-i ra’nâsı Mostar’ın …. Kendi deyişiyle, Mostar’ın “bülbül-i gûyâsı” (konuşan bülbülü) olan Derviş Paşa’nın söylediklerini günümüz diliyle şöylece özetleyebiliriz: Her tarafı güzelliklerle süslü şehri seyredenler her dem yeni bir hayat kazanır ve gönlüne ferahlık gelir. Suyuyla ve lezzetli meyvelerinin çokluğuyla bir cennet bahçesini andıran Mostar, dünyada adeta ikinci bir Şam şehri gibidir. İki kulesiyle şehrin müstesna eserlerinden biri olan köprü şanının yüceliğiyle o muhteşem kulelerin tâkına benzer. Aslında sütunsuz olarak ayakta duran gökyüzünün iki çift olmağa takati yoktur. Ancak buna rağmen gökyüzü iki sütunlu bu köprü ile ayakta durmaktadır. Ayrıca, Cihânı arasan halkı gibi kâbil bulunmaz hîç Kavâbil kânıdır şehr-i cihân-ârâsı Mostar’ın Yanında tûtiyân-ı hindî olur hâmûş u dem-beste Bugün Derviş sensin bülbül-i gûyâsı Mostar’ın mısralarında ise şair, dünyayı süsleyen Mostar’ın aynı zamanda soylu ailelerin yaşadığı bir şehir olduğunu iddia eder. Ve cihanı arasan onlar gibi görgülü ve temiz bir aile bulamazsın, der ve ey Derviş, konuş konuşabildiğin kadar, çünkü bugün Mostar’ın konuşan bülbülü sensin, diye bitirir gazelini. Bu şiirde de görüldüğü gibi, Derviş Paşa’nın diğer şehirlerden esirgediği kıskançlığı bir


buçuk asır sonra Nedim (ö. 1730) İstanbul adına sürdürür. Bütün bir Acem ülkesini İstanbul’un tek bir taşına bile feda etmeyen Lâle Devri şairi ünlü şiirinde: Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ Elhak bu ne hâlet bu ne hoş âb u hevâdır diyerek, havası ve suyunun güzelliğiyle meşhur İstanbul’u cennetle bile kıyas etmekte kıskanç davranır. Ve “nısf-ı cihân” (dünyanın yarısı) kabul ettiği bu şehrin gül bahçelerini cennete benzetmenin bile hata olduğunu söyler. Böylece Nedim’in İstanbul için söylediği bu sitayişkâr sözlerle Derviş Paşa’nın “Firdevs-i âlâ” (yüce cennet) ve “behişt-âsâr” (cennetteki eserler) benzetmesi paralellik gösterir. Osmanlı’nın bu serhat şehri, Devlet-i Aliyye’nin Avrupa’ya en yakın batı ucunda yer alan, Adriyatik yamaçlarında bizim karakolhanemiz mesabesinde bir yerdir. Derviş Paşa’yı, İstolçalı Ali Paşa’yı, Boşnak Mehmed Paşa’yı yetiştiren iklim. Hersekli Arif Hikmet’in, Bülbülî Efendi’nin, Hasan Ziyaî’nin, Şeyh Fevzî’nin memleketi. Halvetî dervişlerinin ve Sarı Saltık’ın hikmetli manevî atmosferi Blagay’dan yayılıyor tüm Bosna’ya ve oradan da Balkanlar’a. Yahya Kemal’in özlemle bahsettiği Üsküfî Efendilerin, Hasan Kaimî Babaların yurdu. Tâ Macaristan’dan Gül Baba’nın esintisi geliyor. POÇİTELİ: BİBLO BİR ŞEHİR Mostar’a 20 dakikalık bir mesafede bulunan ve “müze kent” diye anılan Poçiteli isimli bir belde var ki, oradaki Osmanlı eserlerinin benzeri bir başka yerde daha yoktur. Daha doğrusu, bir yamacın yüzüne taştan oyulmuş gibi duran özet bir şehir. Neretva nehrinin en durgun ve derunî aktığı bir noktada suyun hemen kıyısında kurulmuş. Nehrin o durgunluğunu tepeden seyreden ve önü Adriyatik sahillerine açık bir yamaçta Osmanlının en haşmetli devrinde öpüp bıraktığı o biblo gibi güzelim yapılar: Bölgeye tarassut eden muhteşem bir kale, kubbeli camiler, kesme taşlardan yapılmış ve olduğu yerde dondurulmuş gibi duran medrese ve evler, yine kesme taşlarla örülmüş duvarlar ve döşenmiş yollar... Ve önünde âsûde bir şekilde akan Neretva nehri. Bu müze kasabaya aşağıdan bakıldığında müthiş bir mimari güzellik göze çarpıyor. Hiçbir yapı birbirini engellemeyecek ve diğerinin önüne geçmeyecek biçimde düşünülmüş. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin o nefis fırça darbeleriyle şöyle tasvir edebiliriz Poçiteli’yi: Bu şehirde ilk göze çarpan hallaç pamuğu gibi atılmış, sert, haşin, kararmış

boyalardan mürekkep iki tepe ve aralarındaki sel yatağıdır. Fakat bu derelerin doruğuna veya dibine yaklaşıp bakarsanız ilk manzaraya tezat teşkil eden yemyeşil suların bağrında süzüldüğü nefis Neretva vadisini bütün güzelliğiyle görürsünüz. Osmanlı milleti kollarını sıvayıp o şirin, munis vadiye bakan haşin sel yatağını, zebercetten oyulmuş bir bileziğe takılı nefis bir gül demeti haline sokuvermiştir. İşte Osmanlı mimarisi!.. Cenab-ı Hak ona tabiatla konuşmayı öğretmiştir, dillerini belletmiş ve toprakla mimari arasında nasıl bir vahdet kurulacağını, ruhuna adeta üflemiş, o da çifte burcunu eda etmekte kusur etmemiş, Poçiteli yapmış, amma tam yapmış. Poçiteli’ye dışarıdan bakıldığında ilk göze çarpan yapılardan biri de Şişman İbrahim Paşa’nın yaptırdığına inanılan camidir. İlginç bir öyküsü var caminin: İbrahim bu civarda oturan fakir bir köylü çocuğuymuş. Caminin bulunduğu yerde koyun otlatıyormuş. İstikbâl vadeden çocuklardan biriymiş ve İstanbul’a okuması için gönderilmiş. Gel zaman, git zaman büyük adam olarak paşalığa kadar yükselmiş. Küçük yaşından itibaren kafasına koyduğu tek fikri koyun otlattığı yere bir cami yaptırmakmış. Biriktirdiği çil çil altınları bir karpuz içine koyup annesine yollarmış. Annesi de bir köşede topladığı bu paralarla Poçiteli’nin yamacına bu güzelim camiyi yaptırmış. Altan Araslı, Poçiteli’de bir de paşa konağı olan Çardak’tan bahseder. Son yaşanan savaş zamanında askerî karargâh olarak kullanılmış, ama içi yağmalanarak boşaltılmış bir yer. Harpten önce Çardak’ta her ülkeden şairler, yazarlar, ressamlar, heykeltıraşlar davet edilip ağırlanırmış. Bu sanatçılar, bizzat buradan ilham alarak ortaya koydukları yapıtlarını da hediye olarak bırakıp öyle dönerlermiş memleketlerine. Böyle böyle muazzam bir eser koleksiyonu oluşmuş. Şimdi mi? Çoğunun yerinde yeller esiyor.

57


Ş ehir

KAPILARIMIZ

Hayatımızda önemli yeri olan kapı, evin içini dışından ayırarak bize özgü bir alan oluştururken, aynı zamanda eve estetik bir zenginlik de katar. Çünkü yapılarda ilk göze çarpan ve dışarıdan gelenlerin ilk karşılaştıkları muhataptır kapı. Her şeyden önce kapı, bir yapı unsurudur ve ekonomik durumla eş değerdedir. Toplumun ekonomik durumu, dış yapıya, dolayısıyla kapıya da yansır ve kendini ilk önce burada gösterir. İktisadi durumu iyi olanların konutlarının kapısı da pahalı ve gösterişli, buna mukabil aksi durumda olanlarınki de ucuz ve gösterişsizdir. Bazı kapılar çok şanslıdır, sarayları, köşkleri koruma altına alırlar. Bazıları da tam aksine fakir ve garip evleri beklerler. Prof. Dr. Ömer ÖZDEN*

* TC Atatürk Üniversitesi

sayı//6// ocak

58

enüz okula gitmediğim zamanlardan hafızamda yer etmiş acı hatıralarımdan biri, evimizin sokak kapısındaki kol demirinin kafamı kırmasıdır. Kış aylarında ev oyunları ile oyalanırdık. Çocuk dünyamda kendimce keşfettiğim bir oyunum vardı. Dış kapının bir kanadının açılmasını önleyip sabitleştiren kol demirinden ellerimle asılıp kendimi yukarı çekerek oyun oynar, eğlenirdim. Bir gün komşumuzun oğluyla oynarken ona yeni oyunumu göstermek istedim ve benden sonra o da denerken kol demiri yerinden çıktı ve hızla kafama düştü. Şakağımdan aşağı inen sıcaklığı hayal meyal de olsa hâlâ hatırlıyorum. Kafamı kıran kapının kol demiri olunca ve bu acı veren hatıra hafızamda canlanınca, “Kapının kolu olur mu?” dedim, kendime. Şöyle bir düşününce kapının sadece kolu değil kanadının da olduğunu hatırladım. Eski evlerin kapıları, bugünkü kadar sağlam kilit sistemlerine sahip olmadığından açılmasını önlemek için arkalarından kalın ve uzun bir demirle desteklenirdi. Buna kol demiri denirdi ve bu demir, duvara yerleştirilmiş sabit bir halkaya takılı olurdu. Bir başka sabit halka da kapının arkasında bulunur ve demirin serbest olan ucundaki çengel, kapıya sabitlenmiş olan bu halkaya takılarak kapının ve kanadının dışarıdan açılabilmesini imkânsız hâle getirirdi. Kapı, hem bizi dışarıdan soyutlayan, kendi kendimizle baş başa bırakıp ve kendimizle yüzleştiren; hem de açıp dışarı çıktığımızda bizi toplumun bir ferdi yapan ve başkalarıyla yüz yüze getiren nesne. Korktuğumuz, kaçtığımız anlarda en emniyetli sığınağımız olan evimizi örten kapı, bize ‘“artık korkma, seni ben korurum’” diyen güvencemizdir. Gecenin karanlığından, sokağın ıssızlığından, insanların ikiyüzlülüğünden, çok yüzlülüğünden hatta yüzsüzlüğünden uzaklaşmak istediğimizde kapımızın arkasına sineriz. Ama bazen de sessiz ve kimsesiz bir evdeki yalnızlığımızın üstüne örtülen kapı bizi yeni korkuların, endişelerin içine atar. Nereden geldiğini bilmediğimiz ya da zihnimizde ürettiğimiz sesler, bizi havanın aydınlanmasına kadar ürkütür. Sanki odaların kapıları açılıp da her kapıdan bir hortlak, her kapıdan bir cin çıkacak diye ödümüz patlar. Her kapı gıcırtısı, bizi kendimizden bile ürkütür hâle getirir. Daralan ruhumuzu rahatlatmak için, kendimizi bir an önce kapının dışına, sokağa atmak isteriz. Fakat dışarıda bilmediğimiz yeni tehlikelerle karşılaşmak endişesiyle, evimizdeki korkuya alışmaya çalışırız. Evimizden her çıkışta ardımızdan kapanan kapı, bizi yeni bir güne uğurlarken, bazen


ümitsizliklerin içine atar, bazen de yeni ümitlere doğru uğurlar. KAPI TALİHLERİN TALİHSİZLİKLERİN İFADESİDİR Kapı, sadece açılıp kapanan somut bir varlığı ifade etmez; bazen talih veya talihsizliklerin ifadesidir. Ümitlerimiz gerçekleştiğinde, şansımız yaver gittiğinde “bütün kapıların ardına kadar açıldığından”, işler kötü gittiğinde ise “bütün kapıların yüzümüze kapandığından” söz ederiz. Kapı bazen “kapılardan sığmamak” deyimiyle gücün ve dayanıklılığın simgesi olurken, her türlü sıkıntıya rağmen yılmamak, ayakta kalmak ve güvenmek, “kapı gibi adam” deyimiyle anlatılır. İltifat görmemeyi, bir işe yaramamayı, “dış kapının mandalı”, tehlikeli bir durumun çok yakın olduğunu anlatmak için “kapıya dayanmak”, çaresizlik içinde kalıp da herkesten medet ummayı “kapı kapı dolaşmak”, evlerimizin çok yakın olduğunu ve ilişkilerimizin düzeyini anlatabilmek için de “kapı komşusu” deyimlerimizle anlatırız. Hayatımızda önemli yeri olan kapı, evin içini dışından ayırarak bize özgü bir alan oluştururken, aynı zamanda eve estetik bir zenginlik de katar. Çünkü yapılarda ilk göze çarpan ve dışarıdan gelenlerin ilk karşılaştıkları muhataptır kapı. Her şeyden önce kapı, bir yapı unsurudur ve ekonomik durumla eş değerdedir. Toplumun ekonomik durumu, dış yapıya, dolayısıyla kapıya da yansır ve kendini ilk önce burada gösterir. İktisadi durumu iyi olanların konutlarının kapısı da pahalı ve gösterişli, buna mukabil aksi durumda olanlarınki de ucuz ve gösterişsizdir. Bazı kapılar çok şanslıdır, sarayları, köşkleri koruma altına alırlar. Bazıları da tam aksine fakir ve garip evleri beklerler. KAPILAR VARDIR KANAT KANAT Güvenin ifadesi olduğundan olsa gerek, yapılarda kapının sağlam olmasına dikkat edilir. Aynı zamanda kapı, yapının mimari özellikleriyle de ilintilidir. Ev, tek katlı ve küçük ise kapı küçük, ev çok katlı ve büyükse kapı da büyük ve gösterişli olur. Açılıp kapanmalarının hatırlatmasından olsa gerek, tek değil de iki veya daha fazla kapının yan yana gelmesinden oluşmuş bir kapılar manzumesinde her bir kapıyı kanat olarak adlandırırız. İki, üç veya dört kanatlı kapısı olan evler yahut konaklar görmüşlüğüm vardır. Çocukluğumda oturduğumuz sokağın adı Kadıoğlu Sokağı ve bu sokağa adını veren Kadızade’nin oturduğu evlerin içinde bulunduğu büyük bahçenin taş duvarlarını birbirine bağlayan kapı, üç kanatlıydı. Bundan dolayı oraya “kanat”’ denilirdi. Yani falanlara gidiyorum yerine kanada gidiyorum denir ve bundan herkes nereye gidildiğini anlardı.

Kapılar ekonomik boyutla olduğu gibi, zevk ve estetikle de ilgilidir. Çünkü mimaride ekonomik düzeyle estetik yan yanadır. Estetik zevk ne kadar yüksek olursa olsun maddi durumu müsait değilse yapıya ve doğal olarak da kapıya bu zevk yansıtılamaz. Sözgelimi bundan 50 yıl öncesine kadar evlerin kapıları daha çok ahşaptan yapılırdı. Maddi durumu zayıf olanlar kapılarını, en fazla boyanmış bir tahta kapı olarak yaptırırken, durumu iyi olanlar, bu ahşap kapıları teneke sac ile kaplatıp, demir kabaralarla kapının üzerini süsleterek kapıya estetik bir görünüm kazandırırlardı. Kabaralarla işlenen motifler arasında en çok dikkati çeken, kapının üst tarafına gelecek şekilde yapılan, şanlı bayrağımızın ay yıldızıydı. Bunun dışında çiçek ve geometri motiflerine de sıkça rastlanırdı. TIRHIÇLI KAPILAR… Apartman hayatına geçilmeden önce evlerimizin bahçeli olanları bulunduğu gibi bahçesizleri de vardı. Bahçeli evlerde dış kapı, biri bahçe, diğeri de ev kapısı olmak üzere iki taneydi. Zengin evlerinde bahçe kapısı da özenle yapılırdı. Anadolu’da bazı şehirlerde özellikle bahçesiz evlerde kapının hemen dış sövesine takılmış bir de tırhıç bulunurdu ki bu, dışarıdan içeriyi göstermeyen ama içeriden bakıldığında dışarının görüldüğü irili ufaklı boşluklardan meydana gelen estetik bir unsurdu. Erzurum’da çok yaygın olan bu estetik unsur için, şimdilerde çoğu kişinin bilmediği “iri gözler ufak gözler; beni gizler seni gözler” tekerleme bilmecesi bile oluşturulmuştu. İnce çıtalardan yapılan ve yine çeşitli motifler işlenen tırhıça, maalesef artık çok az rastlıyoruz, çünkü evlerimiz artık müstakil değil, apartman içlerinde. Müstakil evler, iletişim kurmakta çok daha iyiydi. Mahalle sistemi içerisinde sabahın erken saatlerinde kapılarını besmeleyle açanlar, birbirleriyle selamlaşıp gün boyu komşuluk yaparlar, eksikliklerini birbirlerinden tamamlarlardı. Bu da komşular arasında bir dostluk ve muhabbet oluştururdu. Oysa apartman sisteminde komşuluk ilişkileri oldukça zayıf, kapılar sürekli kapalı. Aynı apartmanda karşılıklı dairelerde oturanlar bile neredeyse birbirlerini tanımıyorlar ve ne hastalıklarından ne de ölümlerinden haberdar olabiliyorlar. Hatta müşahedelerime göre, birbirleriyle karşılaşıp da yüz yüze gelmemek istemediklerinden midir, merhaba dememek için midir, yoksa birbirlerini görmenin günah olduğunu düşündüklerinden midir bilmem ama biri kapısını açtığında önceden açılmış olan kapı, sahibince hemen örtülüyor. Eskiden insanların birbirine güvenleri tam olduğu için, özellikle köylerde kapılar arkadan kilitlenmezdi. Güven azalınca önce şehirlerdeki evlerin kapıları, arkadan kol demiriyle 59


Ş ehir

hapishane gibi muhkem binaların kapıları, ev kapılarına göre çok daha sağlam yapılmıştır. Bu yapılar, çok eski zamanlarda da demir parçalarla desteklenerek güçlendirilmiştir. Çok önemli yapıların kapılarının ise demirden olduğu anlaşılmaktadır. Demir kapılarda görülen paslanma ve çürümeden dolayı bunların yerini son zamanlarda alüminyum ve çelik alaşımlı kapıların aldığı görülmektedir. Kapılar, bazen üstüne örtüldükleri yere göre adlandırılırlar. Saray kapısı, cami kapısı, mapushane kapısı, banka kapısı, bahçe kapısı, han kapısı ahır kapısı gibi. Ama bazı kapılar var ki, açıldığı yere göre isimlendirilmiştir. Ahiret kapısı, cennet kapısı, göklerin kapıları gibi maneviyatı olan ve dualarla açılanlar, böyle kapılardır. Dualarla açılan kapıların, efsanevi ve manevi olanları da vardır; hâcet kapısı gibi. Mübarek gecelerde yapılan dualardan sonra gökyüzünde görüldüğüne inanılan bu kapı, isteklerin kabul edildiğine yorumlanır. desteklenmeye başlandı. Evin güvenliği öyle sağlanır oldu. Şimdilerde ise ahşap kapıların yerini çelik kapılar aldı ve daha güvenlikli bir ortam oluşturulmaya çalışıldı. Tanıdık olmayan kişilere kapı açılmasın diye üst kısmına tırhıçı çağrıştıran bir de gözetleyici dürbün konuldu. Ama kapılardaki eski zarafet ve estetik kalmadı. Artık eve gelenler kapıya tokmakla veya elcekle vurmuyor, zil sesiyle geldiklerini haber veriyorlar. Zil sesi ise tokmağın verdiği zevki vermiyor. Eskiden evlerde bulunan tokmaklar, eve kimin geldiğine dair bir ipucu verirdi. Şöyle ki; kapıda biri büyük ve ağır, diğeri daha zarif ve hafif olan iki değişik tokmak olurdu. İri olanı erkekler, hafif ve zarif olanı da hanımlar vururdu. Böylece, çıkardığı sesten eve gelenin erkek mi kadın mı olduğu anlaşılırdı. Bu, ince bir estetik anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmış bir durumdu. Kapıda tek tokmak varsa bunun da ayırt edici özelliği vuruş tekniğinde gizliydi. Sözgelimi erkekler daha güçlü vurarak, hanımlar da daha zayıf vurarak kapıyı çalarlardı. Eve gelenin kim olduğunu anlamak için de kapının ardına gelip “Kim o?” diye seslenilirdi. Bütün bunlar hep ince bir zevkin hayatımıza yansımalarıydı. Bu estetik, Türk kültüründe kapıların yapılış tekniğine de aksetmişti. En estetik kapılar, kündekâri diye isimlendirilen ahşabın birbirine geçirilmesiyle yapılan kapılardı. Çok çeşitli desenlerin işlendiği bu tür kapılarda en fazla öne çıkan desen, Selçuklunun sekiz köşeli yıldızıydı. Kündekâriden başka sedef kakmalı, demir işlemeli ve kabaralı kapılardan söz edilebilir. Cami, medrese, bedesten, kale, han, saray, sayı//6// ocak

60

Çocukluğumda annemden işitmiştim: Annem, bir mübarek gecede Allah’a kalpten dua etmiş ve bir süre sonra bahçeye çıkıp da gayriihtiyari gökyüzüne baktığında ışıl ışıl parlayan bir kapının açıldığını görmüş. Çok sevinmiş, büyüklerine sormuş, “Gördüğün hâcet kapısıdır, sadece gönülden dua edenlere görünür.” demişler. Bir süre sonra da iş hayatındaki sıkıntılı günleri geride bırakan rahmetli dedem bir ev yaptırmaya ve kiradan kurtulmaya karar vermiş. Meğer annemin duası da müstakil bir evlerinin olmasıymış. Yine dualarımızda kapanmasını istediğimiz kapılar da vardır; cehennem kapısı gibi. Bu kapının kendimize, anamıza-babamıza, çoluk çocuğumuza ve tüm sevdiklerimize kapanması için dualar ettiğimiz gibi, yaptığımız işleri, ahlakımızı, düşünce ve inançlarımızı hep bu kapıyı kapattıracak şekilde yapmaya gayret ederiz. KAPILAR BAZEN MECAZA AÇILIR Kapı kelimesi bazen somut bir örtüyü değil, rıza kapısı, rızık kapısı, kazanç kapısı, dünya kapısı, ekmek kapısı ifadelerinde olduğu gibi soyut bir mecazîliği anlatır. Hele bir kapı var ki anlatmaya kelimeler yetersiz kalır. Bu kapı gönül kapısıdır. Tokmağı da, kilidi de, kanadı da, anahtarı da sevgidir. Açılması da, kapanması da sevgiye bağlıdır. Sevgiyle açılan bu kapı, sevgisizlik yüzünden kapanır. Tekrar açılması da sevginin yeniden yeşermesiyle olur. Nitekim Türk Sanat Müziği’nin ölümsüz eserlerinden biri olan ve Ayhan İlter’in sözlerini yazıp, İrfan Özbakır’ın hüzzam makamında bestelediği şarkı, sevgisizlikten dolayı kapanmış bir gönül kapısının tekrar nasıl açılacağını anlamlı bir şekilde tasvir etmektedir.


Pişman olur da bir gün, dönersen bana geri Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri Sana sevgiler sonsuz, henüz geçmedi zaman Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri. Mecazi anlamdaki kapılardan biri de coğrafyadaki kapılardır. Bu kapılar, vatan tutmak için zorlanır ve açılır. Dünyada vatan, her şeyden önemlidir. Vatan kapılarının açılması kolay değildir. Orta Asya’dan çıkıp uzun yıllar süren yeni vatan sahibi olma maceramız, Anadolu’nun kapılarının açılmasıyla, nihayet bulmuştur. Büyük Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Sultan Alparslan, 1071’de Anadolu’nun kapılarını ardına kadar açmış ve bizlere ebedi bir vatan armağan etmiştir. Ama bu ebedi vatanımız öyle kolay kazanılmamıştır. Sayısız şehit vermiş, bu vatan toprağını, kanlarımızla sulayarak kazanmışız. Yeni vatanımız olan Anadolu, milletimizi bağrına basmış ve Sultan Alparslan’ın yaptığını bu kez Fatih Sultan Mehmet Han, 1453’te dünyanın gözbebeği İstanbul’un kapılarını açarak İstanbul’u bir Türk şehri hâline getirmiştir. Ebedi Yurdumuz ve Vatanımız olan Anadolu, nasıl Evimiz olmuş ve bu Ev’in Batı’daki kilidi Çanakkale olmuşsa, Doğu’da da Erzurum onun kapısı ve Alvarlı Efe’nin “Erzurum kilidi Mülk-i İslam’ın” mısrasında belirttiği gibi, kilidi olmuştur. Bin yıldır bu kilidi açmak ve Evimiz olan Cennet Vatanımızı, Türkiye’mizi elimizden almak için uğraşanlar çok oldu. Çanakkale’de nasıl canla, kanla bir destan yazdık ve Çanakkale geçilmez! dediysek, Erzurum’da da aynı destanı Doksanüç Harbi’nde Aziziye Zaferi’ni kazanarak yazdık. Tabyalarda, erkeğiyle kadınıyla, genciyle ihtiyarıyla, sayısız şehitle Vatanımızı koruduk ve ebedi Vatan yaptık. En büyük zaferimizi Millî Mücadele’de kazanıp Türk vatanının kapılarının düşmanlara sonsuza dek kapalı olduğunu, kimseye verecek bir karış bile toprağımızın bulunmadığını bütün dünyaya gösterdik. Çünkü her karış toprağımızın bedelini, kınalı kuzularımız Mehmetçiklerimizin mübarek al kanlarıyla ödedik. Eski zamanlarda sadece binaların değil, aynı zamanda şehirlerin de kapıları vardı. Etrafını çevreleyen surlarındaki çok sayıda kapısıyla güzel İstanbul’a giriş ve çıkışları sağlayan Topkapı, Edirnekapı, Ahırkapı, Eğrikapı Kumkapı, Belgradkapı, Balıkhane kapısı, Hasırcılar kapısı... sayılabilir. En son ve en yenisi ise belki de Yenikapı’dır ki, bu kapının nasıl oluştuğuna dair kimilerince 4. Murat zamanına, kimilerince de 3.

Mustafa dönemine ait olduğu iddia edilen ve farklı biçimlerde anlatılan bir de öyküsü bulunmaktadır. Eskiden şehirlerimizden her birinin kapıları vardı. Bu konuda Erzurum da İstanbul’dan geri kalır değildir. Erzurum’un da her biri farklı ufuklara doğru açılan nice kapıları vardır. İstanbulkapı, Kavakkapı, Gürcükapı, Tebrizkapı, Harputkapı, Karskapı, Erzincankapı ve nihayet Erzurum’un Yenikapı’sı. Kapıların tüm bu özelliklerini değerli şair, sevgili dostum İsmail Bingöl’ün, kelimelere ses kazandıran kaleminden şiirsel olarak dinleyelim: KAPILAR… KAPILAR… Düştükçe Hümâ’nın gölgesi üstümüze Düştükçe gecenin bağrını Hicran yarası gibi delen sözler yüreğimize Zalimler eliyle hayatı sükût ettirilenlerin kederiyle Biz nice kapılardan geçtik Gelirken Orta Asya’dan Nice hücumlar söndü göğüs kafesimizde Nice haksızlıklar eridi ateşten nefesimizde Nice kavgalardan galip çıktık Doğruluğun büyüttüğü nefsimizle Nice hüsranlar devşiren mazlumların Eli ayağı kılıcı sesi olduk geçtiğimiz her yerde Aştıkça mesafeleri adaletin ipine sarılmış Bir büyük milletle beraber Aşkın ve inancın tembihiyle gül bıraktık sinelerine ... Kapılar… kapılar… Bazen sonsuzluğa bazen dünyaya Bazen hüzünlere bazen sevince Bazen Leyla’ya bazen Mecnun’a Bazen çirkinliğe açılan kapılar… ... Artık diğer kültürel unsurlarımız gibi kapı kültürümüz de hızla değişiyor. Kulpsuz, menteşesiz, tokmaksız kapılar var. Tutmadan açılan kapıların sayısı giderek artıyor. Masallarda ‘açıl susam açıl’ denilerek açılan kapıları, masalı anlatanlardan hayretle dinlerdik. Şimdi kapı kulpu tutmadan, masaldaki gibi ‘açıl susam açıl’ demeden, kamera veya uzaktan kumanda sistemleriyle açılan sürgülü ya da dönen kapılarımız var ve hiç de hayret etmiyoruz. İlerde daha ne tür kapılar göreceğimizi ise şimdiden kestirebilmek çok zor. Kapıları çok bir dünyada yaşıyoruz. Hangi kapıların açılıp hangilerinin kapanacağını da bilemiyoruz. Kapıların, iyiliklere ve iyilere, kötülüklere ve kötülere de kapanması dileğimdir. 61


Ş ehir

DEĞİŞİM SÜRECİNDE

ÜSKÜP

Üsküp’te temmuz ayında mübarek Ramazan ayını da yaşamıştım. O sıcakta tuttuğum orucu hiç unutmuyorum. Akşamları da teravih namazlarına giderdik. Hangi camiydi hatırlamıyorum ama Türkiye’den gönderilen bir hocaefendi namaz öncesi Türkçe vaaz ediyordu. Üsküplüler büyük bir iştiyakla onu dinlemeye gelmişlerdi. Üsküp’te Cuma namazlarını kılmak ta bir başka zevkti. Halen Muratpaşa camiinde hutbe Türkçe okunur. H. Yıldırım AĞANOĞLU*

sküp le ilgili ilk yazımda,12 Eylül İhtilalinden Sonra Yurtdışına Çıkabilmek, Taneyle Satılan Bamya, Üsküp Evlerinin Özellikleri, Bakkallar Şehrinden Süpermarketler Şehrine başlıklarında şehri tanımaya çalışmıştık. Annem Leman Ağanoğlu’nün Üsküp hatıralarından giriş yaparak 1981 yılında beraberce yaptığımız seyahatin ilk gözlemlerini paylaşmıştık. Sosyalist Yugoslavya’nın sona erip Makedonya Cumhuriyeti’nin 1991’de bağımsızlığını ilanıyla kuruluş sürecinde hatıralarımıza devam edeceğiz. Üsküp’ün başkent olması, kimlik değiştirmesine değinirken günümüz Üsküp’ünde Osmanlı izlerini takip edeceğim. SOSYALİST YUGOSLAVYA REKLAMI VE DEĞİŞEN GERÇEKLER 1981’de Türkiye’de sadece yerli muz vardı ve çok pahalıydı. Benim yaşıtlarımla birlikte muzu çok nadir görür ve yerdik. Muz zengin meyvesiydi. Üsküp’e gittiğimde ise çikita muzu görünce çok şaşırmıştım. Bana ilk verdiklerinde “Hepsini ben mi yiyeceğim?” diye sormuştum. Şimdi düşünüyorum da benim çocuklarımın en sevmediği meyve artık muz! Nesil farkı bu olsa gerek. Aynı durum çikolata için de geçerliydi. Çikolata da pahalıydı ve mesela babam bana ayda yılda bir alabilirdi. Üsküp’te ise çikolata her gittiğim evde vardı ve çocuk olduğumdan her akraba bana eski Yugoslavya’da ünlü bir marka olan “KRA” çikolatalarından alıyordu. Bazı akrabalarımızla Üsküp’te muhabbet ederken, Yugoslavya’nın o zamanki ekonomik vaziyeti görece olarak Türkiye’den daha iyi durumda olduğundan dolayı, Türkiye hakkında pek iyi konuşmadıklarını görüyordum. Ne de olsa hemen herkesin küçük te olsa bir evi ve arabası vardı. Çarşı pazar mal doluydu. Çalışıyorlar ve mutlaka ya Adriyatik Denizi’nde ya Yunanistan’da ya da Türkiye sahillerinde tatile geliyorlardı.

*TC Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü.

Büyük marketlerini bize göstererek “Burası Avrupa, Türkiye gibi geri kalmış bir ülke değil” diyorlardı. Ben çocuk gözüyle Türkiye’yi savunmaya kalkınca, beni alt etmeleri kolay oluyordu. “Renkli televizyonunuz var mı? Sizde süpermarket var mı?” vs. vs. Bu sorulara tabii ki cevap veremiyordum ve kızıyordum. Rahmetli annem ise yalnız kaldığımızda, “More oğlum ne üzülüyorsun, biz özgürüz, onlar ise komonist bir ülke, bırak onların söylediklerini” diyerek beni teselli ediyordu. Gün geldi Türkiye hızlı bir kalkınma hamlesine

sayı//6// ocak

62


girdi, üretim arttı. Yokluk her geçen gün yerini varlığa bıraktı. Artık çikita muz gelince bizim yerli muzun fiyatı da ucuzladı ve herkes daha çok tüketmeye başladı. Evimize telefon girdi. Telefon zenginlik göstergesi olmaktan çıktı. Çocuklarımız daha çok çikolata yiyebiliyorlar. Bu örnekleri çoğaltmak fazlasıyla mümkündür. Devir tersine döndü. Yugoslavya’da işler kötü gitmeye başladı ve ülke parçalandı. 1981’de Yugoslavya’nın ortalama büyüklükteki bir şehri olan Üsküp şehri, 8 Eylül 1991’de artık başka bir ülke olan Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti idi. Ekonomik sıkıntı had safhadaydı. Makedonya’da benzin yoktu. Her şey pahalanmış, temel ihtiyaç maddeleri büyük zamlar görmüştü. Sahneye, benim akrabalarımca geri kalmış nitelemesi yapılan Türkiye çıktı. Türkiye, Makedonya’yı ilk tanıyan ülkelerin başında geldi. Türkiye’den giden benzin tankerleri bir ordu gibi Üsküp’ün imdadına yetişip, benzincilerdeki kuyrukları sona erdirdi. Benim akrabalarım artık birçok malı Türkiye’den alıyorlar. Birçok başarılı Türk şirketi bayileri aracılığıyla Makedonya’nın birçok şehrinde satış imkânına sahiptir. Günümüzde Makedonya’nın en büyük marketini bir Türk şirketi inşa etti. Çikolata mı? Artık Üsküp’teki çikolata, bisküvi vs. pazarının büyük çoğunluğuna Türk markaları hâkimdir. Artık Üsküp’te, Türkiye’yi geri kaldı diye kötüleyen Sosyalizm reklamı yapan hiçbir kimse yok! Üsküp’te annem 27 yıldır görmediği akrabalarını, arkadaşlarını görmeye ev gezmelerine giderken benim canım sıkılmaya, baba hasreti, vatan hasreti çekmeye başlamıştım. Her kaldığımız akrabamızda yaşıtım birilerini bulmak mümkün olmuyordu. Bu durumda bende Üsküp’ü gezmeye başladım. 13 yaşında bir çocuktum, ancak cesaretliydim. Şimdi düşünüyorum da fazla cesurmuşum. Dil bilmem, yabancı bir ülkedeyim, kaybolsam ne yaparım? O zaman gözüme çok uzak geliyordu ama tepedeki güzel manzarasıyla Mustafa Paşa Camii’ni ziyaret etmek sonlara doğru nasip olmuştu. Camiye gittiğimde ikindi vaktiydi. Orada bulunan bir görevli buranın müze olduğunu ve sadece cuma ve teravih namazlarında caminin açık olduğunu, diğer zamanlarda ise ibadete kapalı olduğunu belirtti. Ancak artık vakit geldiğinden camiyi kapatacağını ve istersem birlikte ikindi namazını kılabileceğimizi belirtti. Şadırvanda abdest aldıktan sonra birlikte namazımızı eda ettik. Bu namazı hiç unutmuyorum. Kapalı olan Mustafa Paşa camiindeki kapıları açan yüce kudrete şükürler olsun.

SOSYALİST DÖNEMDE ÜSKÜP’TE EZAN Üsküp Murad Paşa Camii’nde öğle ve ikindi vakit namazlarını edaya hazırlanırken, hoparlör kullanmak yasak olduğundan ezanı Cavit Ağabey cami içinde okurdu. O zamanın şartları öyleydi, ne de olsa Sosyalist bir ülkedeydik. Böyle bir namazı çok garipsemiştim. Bunu görünce vatanımın, istiklalin ve

Üsküp’ü ayrıntılarıyla anlatan en önemli kaynaklardan biri de Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’dir. Buna göre şehirde 70 mahalle 10.060 ev, 45’i Cuma namazı kılınan büyük cami olmak üzere 120 cami ve mescid, ismini verdiği iki medrese, 9 darülkurra, 70 mektep, 20 tekke, 110 çeşme, 7 kervansaray, 2.150 dükkânlık bir çarşı, 1 bedesten ve 14 gözlü Taşköprü olmak üzere şehrin özelliklerini ayrıntılarıyla anlatmaktadır. 2. Bölümde ayrıntılı olarak verdiğimiz 1314 (1896) Kosova Salnamesi’nde ise şehirde 49 cami, 8 medrese, 17 mektep, 44 han, 4 hamam, 19 türbe, 32 çeşme ve 1 saat kulesi bulunduğu belirtilmektedir.

“…Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, Ebediyen benim yurdumun üstünde inlemeli…” dizelerinin değerini daha iyi anladım. Üsküp’te temmuz ayında mübarek Ramazan ayını da yaşamıştım. O sıcakta tuttuğum orucu hiç unutmuyorum. Akşamları da teravih namazlarına giderdik. Hangi camiydi hatırlamıyorum ama Türkiye’den gönderilen bir hocaefendi namaz öncesi Türkçe vaaz ediyordu. Üsküplüler büyük bir iştiyakla onu dinlemeye gelmişlerdi. Üsküp’te Cuma namazlarını kılmak ta bir başka zevkti. Halen Muratpaşa camiinde hutbe Türkçe okunur. 1996 yılında İstanbul’da bir antika salonunda bir müzehhep ferman (aslında bir görev beratıdır. Ancak tuğralı olduğundan yanlış olarak beratlar da toplumda ferman olarak addedilir) açık arttırmayla satışa sunulacaktı. 1720 tarihli olan bu berat, Üsküp’teki Mustafa Paşa Camii’nde bir görevlendirmeden bahsediyordu. Beratın bire bir boyutta fotoblok baskısını yaptırdık ve hediye

63


Ş ehir

Biz de Yavuz Bülent Bakiler ve tüm Rumeli sevdalılarına söz veriyoruz ki, ömrümüz oldukça; ne Üsküp’ü, ne Kosova’yı, ne Bosna’yı, ne Filibe’yi, ne Gümülcine’yi, ne Köstence’yi, ne de adını burada saymakla bitiremeyeceğimiz Rumeli şehirlerini unutmayacağız; Rumeli’deki bu şehirlerden asla ayıramayacağımız ne Bağdat’ı, ne Kahire’yi, ne Buhara, Merv ve Türkistan’ı, ne Şam’ı, ne Açe’yi, ne Mekke’yi ve ne de Medine’yi unutmayacağız, unutturmayacağız!

ettik. Camii mütevelli heyeti bu hediyeden o kadar memnun olmuştu ki duygularını ifadede kelimeler yetersiz kalıyordu. Ne de olsa neredeyse yüz yıldır İstanbul’dan hiç ferman gelmez olmuştu. Kopya da olsa, bir fermanın tekrar İstanbul’dan gelmesi onları duygulandırmıştı. KAYBETTİĞİMİZ ÖRF-ADETLERİMİZİ ÜSKÜP’TE HATIRLAMAK Ben Üsküp’te çok şey öğrendim. En azından yaşayan Osmanlı’yı idrak ettim, bir tarih bilincine ve sevgisine eriştim. Türk çarşısını, camileri, hamamları, köprüleri gördüm. İstanbul’da büyük şehrin keşmekeşinde kaybettiğimiz örf adet ve ananelerimizi hatırladım. Misafire yapılan saygının fevkaladeliğini yaşadım. Mesela, misafir su istediğinde su verilirken tazim gösterilerek eğilinir ve buyurun denerek, birkaç adım geriye çekilinir. Yani su içenin başında, hadi çabuk iç de bardağı alalım der gibi beklenilmez. Misafirin ayakkabısı mutlaka giyeceği yönde çevrilir ve hatta yatılı misafir ise daha önceden ayakkabısı boyanır, kirli çamaşırları yıkanır. Misafir evin en rahat döşeğinde, hiçbir otelde göremeyeceğiniz patiska çarşaflarda yatırılır. Üzerine atlas yorganlar örtülür. Misafir bahçe ve avlu geçilerek mutlaka sokak kapısına kadar ve mutlaka güler yüzle uğurlanır. Hatta bu işi abartıp

sayı//6// ocak

64

sokağın sonuna kadar götürenler de oluyordu. Bu tabii ki sevgi ve saygıdan kaynaklanıyordu. ÜSKÜP VE GÖÇLER Üsküp’e ilk gelişimden 15 sene sonra 1996’da başka bir bilinçle gezmeye ve keşfetmeye çalıştım. 1981’de 13 yaşında bir çocuk iken Üsküp’ü ilk defa görmüştüm. 1996’da ise artık İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirmiş bir tarihçi ve 1988 yılında girdiğim Başbakanlık Osmanlı Arşivi personeli bir arşivci gözüyle Osmanlılardan kalan tüm izleri takip etmeye çalıştım. Şehri bu bilinçle gezdiğim 1996 yılını, esas itibarıyla Üsküp’ü idrak ettiğim zaman olarak nitelendirebilirim. Üsküp bana bir şeyler öğretmeye, beni eğitmeye hep devam etti. Çünkü bu ikinci seyahatte artık yüksek lisansa başlamış ve Rumeli’den göçleri çalışmaya karar vermiştim . Bu yıllarda tanıştığım Fahri Kaya, Yugoslavya döneminde Kültür Bakanlığı yapmış değerli bir edebiyatçımızdır. Ancak bu özelliğiyle tanıtılmasından bile hoşlanmaz. Kendisinin şair-yazar ya da edebiyatçı diye tanıtılmasından hoşlanır. Ben kendisine Fahri Ağabey diye hitap ederim. İstanbul’a geldiği zaman kardeşlerini, çocuklarını ziyaret etmenin yanında mutlaka Rumeli ile ilgili bir kitap ya da makale peşindedir. Bu vesileyle de olsa onu görmek, onunla


konuşmak güzeldir. Özlem çeken biri olarak, memleket havasını teneffüs etmemi sağlar. Kardeşleri Türkiye’ye göç etmesine rağmen Fahri Kaya, Üsküp’ü bırakmayan bir insandır. Hatta bu yüzden göç edenlere kızar. Kendisi de Üsküp’ten göç etmek zorunda kalan Yazar Suat Engüllü’nün, 11 Mayıs 2007’de Fahri Kaya ile yaptığı röportajda göç ile ilgili bir sorusuna cevap olarak: “…Göç başımızın belâsı, bu topraklarda yaşayan her Türkün kanayan yarası, bizi doğduğumuz ülkede kiracı olarak yaşamaya zorlayan kaderimizdir. Balkan Türkleri göçü istemediler. Baba ocağından ayrılmayı kim ister? Bu gönüllü değil, zoraki bir göçtür. Balkanlar’da, iki Balkan Savaşı, iki Dünya Savaşı ve birkaç iç savaş oldu. Bu savaşlarda gelen de, giden de Türk’e saldırdı. Her biri Rumeli Türkünden, Osmanlı’nın faturasını ödetmek istedi. Psikolojik savaş zaman zaman kaba kuvvetten daha ağırdı. Halkımızın çoğu buna dayanamadı. Artı, göçü Türkiye de istedi… 1953 yılında başlayan göç Makedonya’daki ailelerin parçalanmasına da neden oldu. Türkiye’ye göç edenler birbirlerinden uzak kaldı, Rumeli Türk ailesinin birlik ve beraberlik yapısı değişti. Burada kalmamı kimse kınamadı. Sadece

tanıdıklardan bazıları, ‘İyi ki orada varsın’ diyor. Ben de: ‘Hadi siz de dönün’ diyorum. Cevap yok. Yakınlarım ayrılığa üzülüyor ve zaman zaman ‘Hadi gel artık.’ diyorlar…” Üsküp tarihi açısından 1963 depremi çok büyük önem arz etmektedir. Bu felaketin unutulmaması için yarısı depremde yıkılan İstasyon binası tam olarak tamir edilmemiştir. Annemin de göç ettiği 1955 ve sonrasındaki yıllarda anavatan Türkiye’ye yönelik göçlerde acı dolu ayrılıkların bir başlangıç noktasıdır istasyon binası. Göç denilen aynı zamanda içinde acıyı ve umutları bir arada barındıran o ikilem dolu kelimenin en iyi hatırlanacağı bir binadır burası. 1953–1967 yılları arasında 200.000 civarında Yugoslavya Türkü hiç arkası kesilmeden göç ettiler Türkiye’ye. Türkiye’ye gerçekleşen göçlerin neredeyse tamamı trenle olmuştur. O açıdan bakıldığında Türkiye’nin giriş kapısı hudutlarımızdan değil, sanki Üsküp İstasyonu’ndan başlamaktadır. Akrabalarından ayrılan, hüzünle bir daha geri gelmeyeceği bilinen insanların arkasından el sallanan gözyaşları dolu hatıraların yaşandığı ibretlik bir binadır bu eski Üsküp İstasyonu. Sevenlerin sevilenlerin bir daha yıllarca kavuşamayacak ve hatta birbirini hayatı boyunca bir daha göremeyecek insanların

65


Ş ehir

yaparlar, milyonlarca avro harcamalarına da diyecek sözümüz yok. Onların iç politikasıdır. Benim üzüntüm yapacak başka bir yer kalmamış gibi heykellerin ve adeta perde gibi tarihi Üsküp siluetini kapatan 4 binanın yapılmasınadır. Çünkü bunların Taşköprü’nün ve Üsküp’ün Osmanlı kimliğinin yok edilmek maksadıyla inşa ettirildiğine hiç şüphemiz yoktur. ÜSKÜP’TE OSMANLI İZLERİ Üsküp’ü ayrıntılarıyla anlatan en önemli kaynaklardan biri de Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’dir. Buna göre şehirde 70 mahalle 10.060 ev, 45’i Cuma namazı kılınan büyük cami olmak üzere 120 cami ve mescit, ismini verdiği iki medrese, 9 darülkurra, 70 mektep, 20 tekke, 110 çeşme, 7 kervansaray, 2.150 dükkânlık bir çarşı, 1 bedesten ve 14 gözlü Taşköprü olmak üzere şehrin özelliklerini ayrıntılarıyla anlatmaktadır. 2. Bölümde ayrıntılı olarak verdiğimiz 1314 (1896) Kosova Salnamesi’nde ise şehirde 49 cami, 8 medrese, 17 mektep, 44 han, 4 hamam, 19 türbe, 32 çeşme ve 1 saat kulesi bulunduğu belirtilmektedir.

acı çektiği bir yerdir bu mekân. Bu binaya her ziyaretimde bir an gözlerimi kaparım ve göç eden hemşerilerimin ağlama seslerini duyarım, duvarların arasındaki boşluklardan. Sıkılırım ve açarım büyüyen gözlerimi ağlamamak için. Tam sevinmişken, Taşköprü’nün üstünde yine hüzünlenirim. Vardar’ın her iki yakasına adeta yer bırakılmayıp her noktaya dikilen heykelleri görürüm. Hızlıca geçerim köprüden… Ve Mutlu son: Bütün yapılanlara rağmen hala ayakta olan o minareleri gördüğüm an rahatlarım ve unuturum acıları. Çünkü Üsküp’ün bu yakasında, tüm zorluklara rağmen, hayat halen devam ediyor. Hayat devam ediyor ama 2015’te artık köprüden geçmek istemiyorum. Çünkü Üsküp’ün her tarafı abartılı bir şekilde Büyük İskender, babası Filip ve 1903 isyanındaki Makedon önderlerin muhtelif heykelleriyle donatılmış. Adeta şehrin Osmanlı kimliğini yok etmeye Makedon ulusunun inşasına temel oluşturmaya çalışıyorlar. Vardar kenarındaki inşa ettikleri VMRO müzesi de öyle. Makedonya’da yaşayan Müslüman Türkler ve Arnavutlar bu müzede yok, adeta bu ülkede de yoklar denirmişçesine. Kendi kültürleridir sayı//6// ocak

66

Vardar nehri Üsküp’ü tam ortadan ikiye ayırmaktadır. Akış istikametine doğru sol taraf Osmanlı eserlerinin bulunduğu eski Üsküp, sağ taraf ise bakanlıkların, devlet binalarının çoğunun bulunduğu şimdiki Başkent Üsküp’tür. Eski Üsküp’e geldiğinizde Osmanlı izlerini görmekte ve sonra da bulmakta hiç zorluk çekmeyeceksiniz. İlk olarak kendinize Taşköprü’yü seçin. Taşköprü’den eski Üsküp’e geçtikten ve biraz ilerledikten sonra Sultan Murad Camii ve Saat Kulesi sizi karşılayacaktır. Bu kısıtlı sayfalarımızda sizlere Osmanlı eserlerinden çok azına dair birkaç cümle ile iktifa edeceğiz. Üsküp’ün en eski camilerinden biri olan Sultan Murad Camii aynı zamanda Hünkâr Camii olarak da anılır. Sultan II. Murad tarafından 1436–37 tarihinde inşa ettirilmiştir ve şehrin en büyük camisidir. Üsküplüler şehrin en büyük camisi olması dolayısıyla, özellikle bayram ve Cuma namazlarını bu camide kılmak için azami gayret gösterirler. Üsküp Fatihi Paşa Yiğit Bey’in oğlu İshak Bey tarafından 1438–39 yıllarında Bitpazarı yakınlarında yaptırılmış olan cami halk arasında Alaca Camii olarak adlandırılmıştır. Üsküp’ün en eski camilerindendir ve İstanbul’un fethinden bile önce yapılmıştır. İsa Bey Camii, İshak Beyoğlu İsa Bey tarafından 1475 tarihinde yaptırılmıştır. İnşaat malzemesi olarak düzgün kesme taş ve tuğla kullanılmıştır. Vasiyeti üzerine cami, Fatih Sultan Mehmed’in


emriyle tamamlanmıştır. Yine bahçede bulunan tarihi abidevî çınar çok heybetlidir. Camiyi ziyaret ettikten sonra birkaç dakika çınar altında soluklanın ve gözlerinizi kapayın. Belki İsa Bey hayalinize gelir, arkasında akıncı Osmanlı atlılarıyla ve hasbihal eder sizinle: “Niye bırakıp gittiniz bu size teslim ettiğimiz emanetleri.” Belki kızgınlıkla haykırır, “Ben bu kadar eser bıraktım. Kimseye yük olmayayım diye, bunların gelirlerini vakfettim. Onlar şimdi nerede, niye bu camilerimiz gerektiği gibi bakımlı değil?” Mustafa Paşa Camii Üsküp Kalesi’nin doğu tarafında ve şehre hâkim konumda bulunan bir tepenin üstünde 1492 yılında inşa edilmiştir. Eser ilk yapıldığı yıllarda medrese, imaret, mektep ve türbeden oluşan bir külliyenin ana unsuruydu. Maalesef bu külliyeden günümüze türbe ve cami kalmıştır. Üsküp’ün en eski ve abidevî camilerindendir. Yahya Paşa Camii 1503 yılında Yahya Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Mihrap ve minberi mermerden yapılmıştır. Caminin revak kısmı beş kemerlidir. Minaresi 45,5 metre (külah dahil edildiğinde 55 metre) uzunluğuyla Üsküp’ün hatta Balkanlar’ın en uzun minaresi olduğu söylenmektedir. Vardar nehrindeki en önemli Osmanlı eserine Üsküplüler “Taşköprü” derler. Köprüyü, bir iki kaynakta II. Murad’ın yaptırdığı yazıyor ise de genel kabul ve kanaat, köprünün 15. yüzyılda Fatih tarafından yaptırıldığıdır. Eserin bir Roma devri yapısı veya Sırp Kralı Duşan tarafından yaptırıldığı rivayetleri varsa da, tarafsız uzmanların yaptıkları incelemeler bu görüşü reddetmektedir. Bu incelemeler neticesi, köprüdeki mimari özelliklerin kesinlikle Türk mimarisinin klasik köprü özelliklerini taşıdığı, herhangi bir Roma veya Sırp mimarisine özgü bir unsura sahip olmadığı belirtilmektedir. 1565 tarihli bir belgede sel baskını dolayısıyla zarar gören köprünün 18 kemerli (gözlü) olduğu ve tamir edilmesi için gereken paranın merkeze bildirilmesi belirtilmekteydi. Evliya Çelebi ise köprünün 14 kemerden oluştuğunu anlatır. Zaman içinde yapılan tamiratlar esnasında göz sayısının değiştiği çeşitli kaynaklarda kayıtlıdır. Ancak günümüzde köprünün 10 kemeri görülebilmektedir. Köprünün uzunluğu 210, genişliği ise 5.80 metredir. Sultan Murad Camii’nin avlusunda yer alan Saat Kulesi de 16. Asırda yapılmış olup, altı cepheli ve minare yüksekliğinde kırmızı Selanik tuğlasıyla inşa edilmiş bir yapıdır. Yine başka bir kaynakta Saat Kulesi’nin 1576–1582 yılları arasında

yapıldığı belirtilmektedir. Taş ve tuğlanın yanı sıra ahşabın da inşa malzemesi olarak kullanıldığı Saat Kulesi yaklaşık 40 metre yüksekliğindedir. ÜSKÜP UNUTULUR MU? Yavuz Bülent Bakiler Üsküp’ten Kosova’ya adlı eserini okumayanlara mutlaka tavsiye ederiz. Falih Rıfkı Atay’ın Gezerek Gördüklerim adlı eserinde Rumeli’ye dair anlattıkları, Bakiler’in yüreğini sızlatmaktadır. Hele Atay’ın “Rumeli’yi Unutalım” demesini Yavuz Bülent bir türlü kabullenemez ve duygularını şöyle ifade eder: “…En az elli yıldan beri bize dinletilen bir büyük plakta, gramofon iğnesi, hep aynı cızırtılı noktaya takılarak beynimizi törpüleyen emrini tekrarlıyor. Rumeli’yi unutalım… Rumeli’yi nasıl unutabiliriz? Tarihimizin beşyüz yıllık aydınlık bir dönemini hangi el silebilir? Kanımıza iliğimize işleyen Rumeli Türkülerini hangi dil susturabilir? Anadolu’nun bağrından kopararak Rumeli topraklarına yerleştirdiğimiz, sonra bütün gönül kapılarımızı yüzlerine kapadığımız milyonlarca Balkan Türkü’nün öksüzlüğüne, hangi idrak, hangi insaf kayıtsız kalabilir? Rumeli Türkleri’nin mezar taşlarında bile, Bayrağımızın ay-yıldızı, papatya papatya açılırken, gözlerimizi ondan nasıl kaçırabiliriz? O güzelim Rumeli Türkülerini söyleye söyleye Rumeli’yi nasıl unutabiliriz? Nur yüzlü kadınların seccadelerine düşen gözyaşlarından, padişah türbelerinde Allah’a açılan avuçlardan, Evlad-ı Fatihan neslinin haklı sitemlerinden rahatımız bozulmasın, diye mi Edirne’den ötesine kalın bir perde çekeceğiz? Rumeli’yi unutmak kendimizi inkâra çalışmaktır. Bu, yeni aydın tipimizin uçurumu lafla doldurma gayretidir. …Anadolu’da hür ve müstakil yaşamak için Rumeli’yi unutamayız! Rumeli’yi unutamayız…” İçin rahat olsun Bakiler, artık Üsküp’te camiler restore edilerek açılıyor birer birer. İşte Köse Kadı Camii, İşte Dükkâncık Camii, İşte İştip’te açılan Hamidiye Medresesi ve daha niceleri. Artık Yahya Kemal, Üsküp’te doğduğu yerde anılıyor. “Sultan Murad”, Bosna’da, Kosova’da görev yapan Türk askerinin kışlasına isim oluyor. Üsküp’te Türk üniversiteleri açılıyor. Gün doğdu, gecenin karanlığı aydınlanmaya başladı. Ömrümüz oldukça; Üsküp’ü, Kosova’yı, Bosna’yı, Filibe’yi, Gümülcine’yi, Köstence’yi, ve adını burada saymakla bitiremeyeceğimiz Rumeli şehirlerini ve Osmanlı şehirlerini unutmayacağız; Rumeli’deki bu şehirlerden asla ayıramayacağımız Bağdat’ı, Kahire’yi, Buhara, Merv ve Türkistan’ı, Kırım’ı Bahçesaray’ı, Şam’ı, Açe’yi, Mekke’yi Medine’yi unutmayacağız, unutturmayacağız! 67


Ş ehir

DAĞLIK BUDA İLE OVALIK

PEŞTE’NİN BİRLEŞTİĞİ BAŞKENT:

BUDAPEŞTE

Budapeşte, Macaristan’ın başkenti. Aslında Tuna nehrinin iki yakasındaki Budin (Buda) ve Peşte’nin birleşmesiyle oluşmuş şehirdir. Macaristan’ın politik, kültürel, ticari, endüstri ve ihracat merkezidir. Berlin’den sonra Orta Avrupa’nın en büyük ikinci şehri olup, Macaristan nüfusunun beşte biri, yani iki milyon civarında insan başkent Budapeşte’de yaşamlarını sürdürmektedir. Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*

*YTÜ, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü

udapeşte, Macaristan’ın başkenti. Aslında Tuna nehrinin iki yakasındaki Budin (Buda) ve Peşte’nin birleşmesiyle oluşmuş şehirdir. Macaristan’ın politik, kültürel, ticari, endüstri ve ihracat merkezidir. Berlin’den sonra Orta Avrupa’nın en büyük ikinci şehri olup, Macaristan nüfusunun beşte biri, yani iki milyon civarında insan başkent Budapeşte’de yaşamlarını sürdürmektedir. Almanya’dan kara yoluyla ablam Menşur, yeğenim Canfidan, Ayşe ve eşi Resul otomobil ile Buda’ye girdiğimizde güneş üç mızrak boyu yükselmişti. Ardından Peşte’ye vasıl olduk. Budapeşte’de iki gün mola vererek bir apartman dairesi kiralayıp kaldık. Hem daha hesaplı, hem temiz, hem de adeta bir ev gibi huzurlu oluyor. Gidenlere şehir merkezinde, tarihi, devası ve otantik apartman dairelerini tavsiye ederim. Şehir Batı vakası bir dağlık ve tepelik olan kısım Buda, Peşte Doğu kısımda ovalık ve daha yeni yerleşim yerlerinin olduğu alan. Tuna’nın batı kıyısında Buda kalesinin çevresindeki görece engebeli bölgede tarihî semtler uzanıyor. Şehrin iş merkezi ve kalabalık semtleri ise Tuna’nın doğusundaki ovaya açılan düzlüktedir. Metrosu, tramvayı, otobüs işletmesi şehir taşımacılığı rahat olduğundan çok fazla trafik sorunu yaşamıyorsunuz. Zaten geniş yolları, bulvarları, alt ve üst geçitleri ve alabildiğine yeşil alanları ile çok rahat bir şehir görüntüsü veriyor. Budapeşte gezinize, ilk olarak Tuna Nehri’nde yapacağınız bir gemi turuyla başlayabilirsiniz. Biz öyle yaptık. Otobüs turuyla da şehri gezerek tanımaya çalıştık. Bu turlar sayesinde, Buda ve Peşte’nin muazzam görüntüsünü seyretme imkânı bulduk. Tuna Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlayan 8 köprüden en güzeli olan “Arslanlı Köprü” gözümüzü kamaştırdı. Diğer yandan Büyük İskender Sarayı, Budin (Buda) kalesi ve Peşte’deki Parlamento binası görülmeye değer yerlerden bazıları. Elizabeth Köprüsü; Budapeşte’nin ikinci en yeni ve en zarif köprüsü. Tuna nehrinin en dar kısmı üzerinde Buda ve Peşte’yi birleştiren köprü ismini, trajik şekilde suikaste kurban giden Avusturya-Macaristan kraliçesi Elizabeth’ten alıyor. Köprünün Buda tarafındaki küçük bir bahçenin ortasında kraliçenin heykeli bulunuyor. Bir başka görülmeye değer yer ise; uygulamalı sanatlar müzesi Macaristan mimarisinin en tipik örneklerinden biri. Otantik Macar seramikleri kullanılmış olmasının yanı sıra, İslam ve Hint motiflerinden de izler taşıyor. KANUNİ DÖNEMİ! Kanuni Sultan Süleyman tarafından ilk olarak

sayı//6// ocak

68


1526’da fethedilen Budin ve Peşte, bir buçuk asırlık bir Türk hâkimiyetinden sonra 1686’da elden çıkmış. Macaristan 1526’daki Mohaç Savaşı’yla Osmanlı hakimiyetine girmiş. Yaklaşık 150 yıllık bir süreden sonra, Avusturya İmparatorluğu ve Hıristiyan devletlerden oluşan Kutsal İttifak yardımıyla Osmanlı’ya karşı savaşarak, 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşma’sıyla Türkler’in hakimiyetinden çıkmışlar. Bu 150 yıllık süre boyunca, Budapeşte, camileri, hamamları, çeşmeleri ve köprüleriyle tamamen bir Türk şehri haline gelmiş ve şehirde yaşayan Hristiyan aile sayısı 70’e kadar düşmüş. Ancak Türkler şehirden ayrıldıktan sonra, birkaç hamam dışında neredeyse bütün eserleri maalesef yok etmişler. 1662 yılında burayı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Budin ve Peşte’nin etraflı şöyle tasvir etmektedir: Buda’da 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 2 hamam, 8 kaplıca, 9 han, 1 saat kulesi ve 1 bedesten vardır. Şimdi ise hepsinin yerinde yerler esiyor. Sadece birkaç Türk hamamı ve Gül Baba türbesi yer alıyor. Bu arada Türk, mescit, Atatürk, Atilla caddeleri yer alıyor. Gül Baba’nın bulunduğu sokağa ise “Gül Baba” sokağı adı verilmiş. Buraları her Macar biliyor ve tanıyor. Türk dediğinizde insanlar size iyi ve sıcak davranarak ilgi gösteriyorlar. Aslında Macarlar bize çok benziyor. Zaten aynı dil gurubu içindeyiz. Macarlar Ural-Altay dil ailesinin, Ural koluna bağlı olan Macarca’yı konuşuyorlar ve Orta Asya’dan bugünkü Macaristan topraklarına geldikleri 9. yüzyıl sonundan beri dillerini ve kültürlerini korumayı başarmışlar. GÜL BABA TÜRBESİ Gül Baba türbesini ziyaret ettik. Türbenin hemen girişinde heykeli bulunuyor. Gül Baba Türbesinin giriş kapısındaki plakette, Gül Baba hakkında şunlar yazılı: “Gül Baba 15.yüzyıl sonlarıyla 16.yüzyıl başlarında yaşamış şair bir Bektaşi dervişidir. Asıl adı Cafer’dir. Külahında daima bir gül taşıdığı için “Gül Baba, Gül Dede” lakabıyla tanınmıştır. 1531 yılında Kanuni Sultan Süleyman’in daveti üzerine Budin’e gönderilmiş, bir tekke kurmuş, İslamın hoşgörüsü ile kısa zamanda Buda (Budin) halkının sevgilisi haline gelmiştir. 1541 yılında 1 Eylül günü Budin savaşında şehit düşmüştür. 2 Eylül 1541 günü Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin kıldırdığı cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman da katılmış, Budapeşte’de bugün türbesinin bulunduğu yere gömülmüştür. 2.Dünya Savaşı’nda ağır hasara uğrayan türbe 1963’te Macar Hükümeti tarafından eski durumuna getirilmiştir. 1997 yılında Türk-

Budapeştede GÜLBABA Türbesi

Macar Hükümetlerinin işbirliğiyle ilk yapıldığı güzellikte inşa edilmiştir. Türkler kadar Macarlar tarafından da ziyaret edilen türbe, Orta Avrupa’da fonksiyonunu yitirmeden türbe olarak kalan önemli bir Türk eseridir. TÜRK YANLISI JOBBİK PARTİSİ Macaristan’da son seçimlerde yüzde 17 oy alarak ülkenin 3. büyük partisi olan sağcı Jobbik’in lideri Gabor Vona, “Türkiye ile yakınlaşmalıyız” deyince Avrupa’daki ırkçıların hedefi oldu. Macar lider, kendisini eleştirenlere şu cevabı verdi: “Türkiye ile yakınlaşmanın Avrupa’nın yararınadır. Diğer partilerin Türk ve İslam karşıtı politikalarına katılmıyoruz. Türkiye bize yeni fırsatlar sunuyor. Türklerle Macarların kökeni birdir. Hunlar’dır. Türkler gibi biz de Atilla’nın torunlarıyız. Biz Türklere karşı çıkarsak kendi kökenimize de karşı çıkmış oluruz. Türkler bizim kardeşimiz.” Jobbik, İsrail karşıtı görüşleriyle de dikkat çekiyor. Jobbik partisinin milletvekilleri Macar meclisinde “Mavi Marmara” baskınının hemen ardından İsrail’i kınayan bir bildiri okudu ve İsrail’in bu “insanlık dışı” baskın nedeniyle cezalandırılması gerektiğini belirtti. DÜNYA SAVAŞLARI VE MACARLAR 19. yüzyılda Macaristan’ın bağımsızlık mücadelesi ve modernleşmesi dönemin karakterini 69


Ş ehir

oluşturmuştur. 1848’de Habsburglara karşı başkentte ayaklanma başlamış ve bir yıl sonra bastırılmıştır. Budapeşte 1867 AvusturyaMacaristan Antlaşması ile doğan AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun iki başkentinden birisi oldu. Bu uzlaşma Budapeşte’nin 1. Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan ikinci büyük kalkınma dönemini başlattı. 1851’de Macarlar Budapeşte nüfusunun yüzde 35.6’sını oluştururken bu oran 1910 itibariyle yüzde 85.9’a çıkmıştır. Buna bağlı olarak Budapeşte’de en çok kullanılan dil artık Almanca değil Macarca oldu. Diğer yandan 1900’de şehrin nüfusunun yüzde 23.6’sı Yahudiydi. Budapeşte’deki büyük Yahudi topluluğundan dolayı 20. yüzyılın başında Budapeşte sıkça “Yahudilerin Mekkesi” ya da “Yudapeşte” şeklinde anılır olmuştu. 1. Dünya Savaşı’nın sonunda AvusturyaMacaristan İmparatorluğu yıkıldı ve Macaristan Cumhuriyeti ilan edildi. 1920’de imzalanan Triyanon Antlaşması ise ülkenin bölünmesine ve Macaristan’ın nüfusunun ve topraklarının üçte ikisini kaybetmesine yol açmıştır. 1944 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Budapeşte kısmen İngiliz ve Amerikan hava saldırıları tarafından tahrip edildi. 24 Aralık 1944’ten 13 Şubat 1945’e kadar şehir Budapeşte Muharebesi’nde kuşatıldı. Budapeşte’ye saldıran Sovyet ve Romen askerleri, Alman ve Macar askerlerine karşı şehri savunmak büyük zarara

sayı//6// ocak

70

yol açtılar. Bütün köprüler Almanlar tarafından tahrip edilmiştir. Ancak Zincirli Köprü’deki aslan heykelleri savaşın yıkımından kurtulmuşlardır. 38 binden fazla sivil çatışma sırasında hayatını kaybetti. 20. yüzyılın sonlarında ise 1989 Devrimleriyle sivil hayattaki değişim Budapeşte sokaklarına da yansımıştır. Diktatörlük döneminden kalan anıtlar kamusal alanlardan kaldırılmış ve Hatıra Parkı’na taşınmıştır. Eskiden ekonominin merkezi Buda iken 19. yüzyıldan sonra ticaret etkinlikleri Peşte’ye kaymıştır. Büyük bankalar, ülkedeki yabancı şirketlerin çoğu ve en güzel mağazalar Peşte’nin Belvaros semtindedir. Budapeşte temel sanayi (termik santral, çelik ve boru fabrikaları, petrokimya, yapı sanayileri) ve tüketim sanayisi (un fabrikaları, hazır giyim, kereste, kâğıt, matbaacılık, ilaç, kozmetik sanayileri) merkezidir. Ayrıca Comecon çerçevesi içinde, makinalar ve elektrikli makinalar (takım tezgahları, kamyonlar, demiryolu gereçleri, telefon santralleri, elektronik cihazlar) yapımı da önemli seviyelere ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşında Budapeşte büyük bir hasar görmüştü. Fabrikaların ve meskenlerin neredeyse tamamı ya yıkıldı ya da hasar gördü. Bütün köprüler yıkıldığı için ulaşım da durmuştu. 1945’te Sovyet orduları Budapeşte’ye girdiğinde nüfus dörtte biri kadar azalmıştı. Şehrin inşası


yıllar sürdü. 1950’de çevredeki köy ve ilçelerin katılmasıyla genişletildi. Sanayileşme tekrar başladı ancak çevre il ve ilçelere yayılması için de tedbirler alındı. Şehrin Tuna üzerinde her zaman önemli bir kavşak noktası olması, sanayileşme öncesinde yapılan merkezî demiryolları ve Macaristan’a dağılan yolların merkezinde bulunması Budapeşte’nin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. 1970’lerde şehiriçi trafiğinin rahatlatılmasında önemli rol oynayan metro sistemi kuruldu. Temizliği, hızlı ve ucuz olmasıyla Budapeşte metrosu şehrin özelliklerindendir. Macaristan’ın en iyi okulları, Macar Bilimler Akademisi, Orta Avrupa Üniversitesi (Central European University) ve araştırma enstitüleri Budapeşte’dedir. Gellért Tepesi’nden Budapeşte’nin panoramik görünümü. Soldan sağa: Matthias Kilisesi, Buda Kalesi, Széchenyi Zincir Köprüsü ve Macaristan Parlamento Binası

sorduğunuzda ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorlar. Esmer Macar olduğu gibi bir çoğu da sarışın. Macar kızları da gayet bakımlı ve modern giyimi tercih ediyorlar. Şehirde bir de genel olarak, Slovakya ya da Bulgaristan olduğu kadar olmasa da eski bir komünist ülke havası hala var. Özellikle yaşlı bir çok insan, 80’lerden kalma kıyafetlerle, kürklerle ve bana nedense o dönemi hatırlatan kalpaklarla geziniyorlar. Komünist dönemde halkın 3 yılda bir sadece komünist komşu ülkelerine gitmelerine izin veriliyormuş, hem de aile başına harcamaları için sadece 50 Dolar veriliyormuş. Halk o dönemi pek iyi hatırlamıyor. Ancak o zamanlar işsizlik yokmuş ve herkesin karnı doyuyormuş. Devlet her aileye televizyon, buzdolabı gibi ürünleri ücretsiz veriyormuş. O yüzden çok az da olsa o dönemi özleyenler de var.

KOMÜNİST DÖNEM! 1949 yılında, Macaristan Komünist Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Yeni komunist devlet Budin Kalesi’ni eski rejimin sembolü olarak görmüş ve 1950’lerde kale ciddi şekilde tahrip edilmiştir. 23 Ekim 1956’da Budapeşte’de demokratik değişiklikler talep eden barışçıl gösteriler başladı. Göstericiler Budapeşte radyo istasyonuna giderek taleplerinin yayınlanmasını istediler. Yönetimse göstericilerin vurulması emrini verdi. Macar askerlerse silahlarını göstericilere vererek binanın ele geçirilmesini sağladılar. Böylece Macar Devrimi başlamış oldu. Göstericiler Imre Nagy’nin başbakan olmasını talep ettiler ve aynı günün akşamında Macaristan İşçi Partisi Merkez Komitesi bu talebi kabul etti. Kalkışmanın en önemli karakteristiği ise Sovyet karşıtı olmasıdır. Nagy başbakan olduktan sonra Varşova Paktı’ndan ayrılacaklarını ve tarafsız olacaklarını ilan ettikten sonra Sovyet tankları isyanı bastırmak için Budapeşte’ye girdi. Çatışmalar 3 binden fazla ölü bırakarak, Kasım ayının başına kadar devam etti. 2006’da devrimin 50. yılına istinaden Şehir Parkı’na yapılan anıt açıldı.

Komünist dönemde sahibi olabilmek için insanların 2-3 yıl ve hatta daha fazla beklediği, 1957 ile 1991 yılları arasında geri dönüşebilir malzemelerden imal edilen, kaportası Sovyetler Birliği’nden gelen pamuk atıkları ile Doğu Almanya’nın boya endüstrisinin atıklarından elde edilen duroplast malzemesinden üretilen, komünist rejimlerin bir nevi statü simgesi olan Doğu Almanya yapımı, şirin, kutu şeklindeki Trabant marka otomobillerden birisi. Budapeşte sokaklarında benzerlerini hala sık sık görebilirsiniz.

Altmışlardan seksenlerin sonuna kadar Budapeşte Doğu Bloku’nun en mutlu “kışlası” olarak anılırdı ve şehir bu dönemde 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımı sonunda atlatabilmiştir. Yıkılan köprülerden Erzebet Köprüsü ancak 1964’te tekrar inşa edilebilmiştir. 1970’lerde ayrıca M2 ve M3 metro hatları açıldı. 1987 yılında, Tuna kıyısındaki Buda Kalesi Dünya Mirası UNESCO listesine dahil edilmiştir. Andrassy Bulvarı (Milenyum Yeraltı, Hosok tere ve Városliget dahil) 2002 yılında UNESCO listesine eklendi. Macarlar genel olarak mütebessim insanlar. Birşey

TÜRKLER’İN FARKLI BOYU Macarlar’ın 4’ü Türk 9 farklı boyun bir araya gelmesiyle oluşan bir ulus olduğu biliniyor. Macarcada Türkçe ile ortak (Balta, arpa, tarla, sakal...) birçok kelime bulunuyor. Günümüzde Osmanlı’dan kalan çok fazla eser yok ancak şimdi de başta döner ve kebap olmak üzere Türk lokantaları sayesinde Budapeşte’yi fethetmişiz. Neredeyse her köşe başında, üzerinde “Török Etterem” (Türk Restoranı) yazan bir dönerci var. Budapeşte’de Türk lokantaları ve diğer iş adamlarının yaptığı hizmetlerle Türk-Macar ilişkileri günden güne daha fazla güçlendiği gözden kaçmıyor. Ben Budapeşte’yi sevdim ve beğendim. Huzur şehir Budapeşte’yi gidip görmenizi tavsiye ederim. Hafta sonu iki günlük bir seyahatte öğreneceğiniz çok şey olabilir. Tuna Nehri’nin kenarında akşam vakti yürümesi bir başka güzellikte insan keyif veriyor. Türkiye ile Macaristan arasındaki ilişkiler gayet iyi. in Bu da iki ülke arasındaki gelecek açısından son derece sevindirici bir gelişmedir. Bu duygu ve düşüncelerle Macaristan’dan ayrılıyoruz. 71


Ş ehir

PARİS-ROMA-VİYANA-ATİNA

GÖZLEMLERİM SONUNDA

BATI ŞEHİRLERİ

ÜZERİNE TESPİTLER

Düzenin esası ilkelere uymak, ilkelere uymak ise kurallar içinde yaşamayı, kurallara uygun bir yaşam düzeni ise modern şehir hayatının temelidir. Bu şehirlerin genelinde bunlara uyulurken, şehir düzeninin devamlılığını sağlamak kolaylaşıyor. Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV*

*TC Maltepe Üniversitesi

sayı//6// ocak

72

ehirler, binalardan oluşmaz ve binalarına bakılarak anlaşılmaz. O binaların içinde yaşayan, sokaklarında gezen, dükkanlarını işleten, dinamizmini oluşturan insanlarla temas etmek, orada yaşayanlara dokunmak gerekir. O zaman bazı şeylerin derinliği görülebilir. Bu dört şehrin gezdiğim caddelerinin, sokaklarının, meydanlarının her bakımdan Türkiye’nin caddelerinden, sokaklarından, meydanlarından daha iyi olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir şey istisna: Şehri temiz kullanmak ve tutmak konusunda özellikle bazı bölgelerinde ciddi anlamda bir bilinç farkı ve özen var. Bunun bir şehirde yaşayan toplumların genel entelektüel sermayesi ile ilişkili olduğunu düşünüyorum. Aynı olgu trafik kurallarına uyum için de geçerlidir. Düzenin esası ilkelere uymak, ilkelere uymak ise kurallar içinde yaşamayı, kurallara uygun bir yaşam düzeni ise modern şehir hayatının temelidir. Bu şehirlerin genelinde bunlara uyulurken, şehir düzeninin devamlılığını sağlamak kolaylaşıyor, şehirde yaşamanın nimetleri artıyor, herkes işini tam yapabiliyor, zamanını iyi değerlendirerek yaşantısından en yüksek faydayı dönüştürebiliyor. Zamanında gelen toplu ulaşım araçları zamanında işinde olmayı, temiz tutulan şehriler oradan zevk almayı ve kurallarına uyulan trafik psikolojik olumsuzlukları engellemeyi sağlıyor, ilkelere uyum bir arada yaşama disiplinini kurarak kalabalık şehirleri yaşanılır kılıyor. ŞEHİRLEŞME HASSASİYETİ Şehirler; mimarilerini oluşturan binaların tasarımıyla, sokaklarının ve caddelerinin düzeniyle, bahçelerinin ve parklarının biçimleriyle, insanlarının fiziki mekân ile gündelik yaşam içinde kurdukları bağlar ile anlaşılır. Bu şehirler tarihlerine sahip çıkmak konusunda özenli ve entelektüel bir çaba gösteriyor. Şehir merkezlerine yapılan yeni binalar, mutlaka eski binaların mimari özellikleri ile belirli bir uyumu gözeterek yapılıyor. Yeni binalarının dış cephelerinin eski yapıların dış cepheleriyle uyumlu olması sağlanmakta, bina yüksekliklerinin de birbiriyle dengeli olması konusunda disiplin korunmakta: Kalıcı şehir estetiği. Bu bilinçli uygulama, şehrin doğal dokusunun yenilemelerle birlikte korunarak güncellenmesini ve ileriye taşınmasını sağlıyor. Dört şehrin mimarisinin ortak özelliği; köşeli yapılar, esnek ve dairesel vurgular yerine keskin ve kübik hatlar. Yuvarlak hatlar kubbelerde ve kimi binaların çatı uygulamalarında yer alırken, yapıların dış yüzeylerinin ağırlıklı biçimlerini köşegen geometrik formlar oluşturuyor. Disiplini ve düzeni temsil eden keskin sokaklar, caddeler ve


Atina, Antik Yunan’dan günümüze tarihinin katmanlarına sahip çıkar, varlığını 2500 yıl öncesinden bugüne birbirine eklemlenen biçimde inşa eder, Osmanlı dönemini travmatik bir süreç görüp kendini geçmişiyle tedavi ederek yeniden kurar.

bağlantılar şehir planına hakim. Yapılar, özgün ve nitelikli olarak tasarlanarak, işlevlendirilerek ve kullanılarak güçlü bir anlam dünyası ile yaşamın içinde yer alırken, şehre temel bir değer katıyorlar. Bu anlam derinliği, şehirleri yüceltiyor, orada yaşayanların şehre aidiyetini, maddi ve manevi sermayesini artırıyor. Şehirlerde yeşil alanlara gösterilen özen benzer bir düşünce içeriyor. Yaşanan gösterilerden dolayı Atina’daki sokakların dağınıklığını saymazsak, bu şehirlerde sokakların temiz tutulması, çevreye özen gösterilmesi ve yaşamın geçirildiği dini, tarihi, kültürel eserlerle çevirili yerlere saygı gösterilmesi konusunda belirli bir dikkatin olduğunu tespit etmek gerekir. TARİHİ VE ARKEOLOJİK GEÇMİŞİ BENİMSEMEK, KORUMAK VE YAŞATMAK BİLİNCİ Tarihi ve arkeolojik dokuyu koruma hassasiyeti öne çıkar. Viyana, Roma, Paris ve Atina şehirleri eski kalıntıları korumak ve bunların anlam dünyasını açığa çıkartmak konusunda derinlikli uygulamalar yapıyor. Bu süreç yaşadıkları coğrafyanın binlerce yıllık tarihi ve varlığı ile eklemlenme sürecini derinleştirerek toplumların çağdaş kimliklenme pratiğinin geçmişle bağlarını arttırıyor, güçlendiriyor, kalıcılaştırıyor. GELENEKSEL KURUMLARININ SÜREKLİLİK İÇİNDE ÇAĞDAŞLAŞTIRILMASI Bu dört şehir şunu açık olarak ortaya koyar: Batı’nın yüzyıllara dayanan toplumsal ve kurumsal yapılarını koruduğu, dini, kültürel, sosyal ve askeri ve devlet yönetimi kurumlarını işlemez hale gelecek ölçüde yitirmeden ve yeniden işler hale gelmelerine engel olacak bir kesintiye uğratmadan çağdaşlaştırma konusunda başarılı olduklarıdır. Atina, Antik Yunan’dan günümüze tarihinin katmanlarına sahip çıkar, varlığını 2500 yıl öncesinden bugüne birbirine eklemlenen biçimde inşa eder, Osmanlı dönemini travmatik bir süreç görüp kendini geçmişiyle tedavi ederek yeniden kurar. Roma, Antik Roma’dan itibaren Vatikan ve Papalık ile oluşan geçmişini bir arada tanımlamayı, ilişkilendirmeyi ve süreklilendirmeyi günümüze taşıyarak kimliğini çağdaşlaştırır. Paris, Fransız devrimine de Napolyon Bonapart’a da sahip çıkar, Fransa Napolyon’suz düşünülmez, devrim öncesi Fransa’sının tarihsel birikimi günümüze aktarılır, tarih bir bütün olarak birbirine eklemlenerek okunur, tarihe düşmanlık yapılmaz. Viyana, tarihsel katmanlarından günümüze farklı kanallar açarak kendini çağdaş olana dönüştürür, Habsburg hanedanlığının varlığı inkar edilmez, aksine onun üzerinden bir tarih okuması ile bugünün hafızası oluşturulur. Bu ülkeler ve toplumları geçmişle, tarihsel

Avusturya Viyana

Avusturya Viyana 73


Ş ehir

dokusuna göre bu yapıların gündelik yoğunlukları değişiyor. Ama bir özellik her yerde benzer: Bu yapıların, iş merkezlerinin ve yüksek binaların arasında din dışı yoğun gündelik yaşamın içinde usul usul yitip gitmeleri.

Yunanistan Atina

İbadethaneler yaşam alanının ana merkezlerinden biri. Dört şehirde de kiliseler, bazilikalar, katedraller şehrin merkezi konumlarını oluşturuyor

kökleriyle bağlarını koparmadan tarihsel bilinçlerini güçlendirir, kimliklerini oluşturur, özgüvenlerini besler, ağacın köklerini koparmadan, ona aşılanarak ve eklemlenerek kendilerini yeniden inşa eder. Böylece, bu dört devlet, Yunanistan, İtalya, Fransa ve Avusturya, karakterlerini ve kimliklerini güçlü biçimde kendi toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik ve askeri gelişimleri içinde geleneksel köklerinden beslenen varoluşsal akış içinde kurabilmişlerdir. Bunun için hem eskide kalmış askeri kostümler, mitler, ritüeller kullanıldığı gibi (Yunanistan Parlamento binasındaki askerler, Roma Vittorio Emanuele II anıtı, Paris Napolyon Zafer Takı, Michelangelo’nun 16. yüzyılda tasarladığı formaları halen giyen Vatikan askerleri gibi), hem de eski semboller, imajlar, göstergeler (İmparatorluk amblemleri, bayraklar, flamalar, armalar) kullanılır, tarihi yapılar bu anlayış gözetilerek restore edilir, yeni binalar da bu çerçevede güncellenerek tasarlanır ve işlevlendirilir. Geleneksel, toplumsal ve tarihsel birikimi, bağları ve yapıları reddederek güçlü bir toplum ve devlet inşa etmek mümkün değildir. GEÇMİŞ VE İBADETHANELER İbadethaneler yaşam alanının ana merkezlerinden biri. Dört şehirde de kiliseler, bazilikalar, katedraller şehrin merkezi konumlarını oluşturuyor. Şehirlerde yaşayan insanların inanç

sayı//6// ocak

74

Tarihin/Arkeolojik Buluntuların Göçmenliği Müzeler, başka coğrafyaların arkeolojik buluntuları ile sergilerini yapıyorlar. Bu eserler kendi ülkelerinde mi, yoksa buralarda mı daha anlamlıdırlar? Örneğin Türkiye’nin önemli çini örneklerini Louvre’da görmek mutlu mu etmeli, öfkelendirmeli mi, yoksa onları geri almak için mi uğraşmalıyız? Bu konuda iki noktayı vurgulamak gerekir. Birincisi, birçok tarihi eserin Osmanlı döneminde götürülmesine Sultan Abdülhamit’in demiryolu projeleri kapsamında izin verilmiş. Berlin’deki Bergama (Pergamon) müzesi yine benzer bir şekilde bugün Türkiye’de değildir. İzin verilmeden götürülenler, hırsızlar yoluyla çalınıp satılanlar da bulunuyor. Bu açıdan, son dönemde Türkiye’ye geri getirilen eserler gibi Anadolu coğrafyasından çıkarılmış bütün eserler üzerinde hak iddiası mümkün değil. Bununla birlikte bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yoğun çalışmaları var. İkincisi, acaba bu eserler Batı müzelerine aktarılmasaydı (Londra, Berlin, Paris, New York ve diğerlerine) bulundukları coğrafyalarda günümüze kadar varlıklarını koruyabilirler miydi? Bu konuda dürüstçe cevap vermek gerekirse birçoğu için söylenecek şudur: Hayır! Dolayısıyla bu müzelerde biriktirilen bazı eserlerin, sadece bu kapsamda bakıldığında, korunmuş olduğunu da düşünmek mümkündür. YOKSUNLAR VE YOKSULLAR Yoksulluk, ışıltılı vitrinlerden anlaşılmaz. Seyyar satıcıların nasırlı ellerinde, çatlayan dudaklarında, üşüyen bedenlerinde, evsizlerin kir içindeki giysilerinde, kartonlar ve naylonlar arasında sıkışan hayatlarında, utançlarımızın abidesi kokularında kendini gösterir yoksunluk, yoksulluk, çaresizlik. İbadethaneler ve çevreleri, Vatikan çevresi gibi, muhtaçların, evsizlerin, yoksulların, çaresizlerin, düşkülerin mekânları olmuş. Parayı putlaştıran şehirlerin karanlık yüzü. Zenginlik/varsıllık ile yoksulluk/yoksunluk arasında ezilen insanın her türlü çaresizliği burada: Aşırılığın, savurganlığın, azgınlığın ve kibrin altında kalanlar ile yoksulluğun, muhtaçlığın, çaresizliğin ve sistemin dişlileri arasında kalanlar. Şehirlerin çürüyen kenarları. İsraf ve yoksunluk, zirve ve çukur. Değişmez ilke: Kapitalizm, yoksullar olmadan ayakta duramaz. Bu gerçek, bu şehirlerin meydanlarında, caddelerinde, sokaklarında ve parklarında kendini tekrarlayan kötücül bir söylev gibidir: Yoksullar, yoksullar, yoksullar; sefiller, en sefiller, hep sefiller.


GÖÇMENLER Göçmenler, Batı’nın yerleşikleridir. Bu gerçeği, Almanya’daki gibi 50 yıl da sürse, Batı artık kabul etmek zorunda. Batı devletleri ister kendi sömürge coğrafyalarından gelsin, isterse hiçbir zaman sömürge ilişkisi kurmadıkları coğrafyalardan, göçmenlerin kendi toplumlarına entegrasyonu meselesini çözümlemek zorunda. Aksi, toplumsal sorunları büyütecek, buna paralel ekonomik ve siyasi sorunları beraberinde getirecektir, getirmektedir. Sokakların dili bunu söylüyor. Bu şehirler, toplumlar ve ülkeler göçmen olgusunu; oturma izni, barınma, çalışma, oy kullanma ve diğer temel vatandaşlık haklarını vererek sağlamadıkları sürece sorunlar kaçınılmazdır. İslamafobia, Zenofobi (yabancı düşmanlığı), ırkçılık bunun bazı yüzleridir. Esas altta yatan derin akıntı, ekonomik daralma baskısının getirdiği sıkışmanın tetiklediği patlamalardır. Ekonomi, göçmen sorununun biçimlenmesinde başat belirleyicidir. Ekonomik paylaşımın adaleti, birlikte yaşamanın olanaklarını belirliyor. Bu süreç; yabancı (göçmen/öteki) düşmanlığı, buna kılıf olan din düşmanlığı ve nihayetinde bu ülkelerin kendi toplumları içindeki farklı toplum katmanları arasındaki ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel çatışmaların derinleşmesidir. Batının üretim gücünün emeğini karşılayan göçmen kökenli toplulukla içina nasıl çözümler üreteceği, bu toplulukların şehrin dokusuna eklemlenme süreçlerini belirler. Örneğin Yunanistan’da 50 bin Bangladeşlinin, 80 bin Pakistanlının olabileceğini ve bunların önemli bir kısmının da herhangi bir belgeye sahip olmadan kaçak olarak bu ülkede kalabildiğini öğrenmek, Batı’daki göçmen sorununa dair çarpıcı bir gerçeği ortaya koyar. Roma’da da Bangladeş, Tayland, Malezya gibi ülkelerden gelen uzak Asyalıların yoğunluğu var. Göçmenler şehrin her yerinde: Temizlik işleri, tezgahtarlık, tamircilik, manavlarda, bakkallarda ve işyerlerinde yardımcılık, konfeksiyonculuk, garsonluk, seyyar satıcılık e diğerleri. Her nerede kalifiye eleman istemeyen alt tabaka iş varsa orası göçmenlerin iş alanıdır. Her nerede ucuz işgücüne ihtiyaç varsa göçmenler oradadır. Belgesiz, sigortasız, vergisiz hayatların adresleri. Şehirlerin dinamik ve dinamit unsurları. Avrupa şehirlerinin kaotik çaresizliği. Yoksulluk ve yoksunluk binlerce kilometreye galip geliyor. Avrupa başkentleri, göçmenlerin memleketlerine, ailelere gönderilen paraların kazanıldığı yerler. Bir zamanlar Türkiye’nin para kaynaklarından olan “Almancılar” gibi, bugün bu hikaye başka ülkeler, toplumlar ve göçmenler için devam eden bir deneyimidir. Yoksulluğun ve yoksunluğun dili, dini, ırkı yok. Bu şehirlerin

zihinlere kazıdığı en güçlü olgulardan bir tanesi budur. Bu ülkelerin göçmen politikalarının onların kaderlerini belirleyeceği, şehirlerinin gelecek vizyonlarını kuracağı ortadadır. Bugünden ne kadar güçlü sosyal politikalar kurulursa gelecek için o denli iyimser olunabilir. Ancak yaşlanan Avrupa nüfusu kendi kıtası dışından gelen bu göçmenlerin ülkelerine nasıl entegre olacağı konusunda yeterince etkili uygulamalar yapamamaktadır. Charlie Hebdo saldırısı, birçok başka sebepler ve sonuçlar ilişkisine rağmen, bu olguyu tekrar gün yüzüne çıkarmıştır. Eski veya yeni, fark etmez, göçmenlerin kendileriyle getirdikleri yüklerin geldikleri toplumda sosyal, ekonomik, kültürel ve eğitim kanalları içinde yeniden dağıtımı başarılamadığı sürece, ne entegrasyonun gerçekleşmesi ne de sorunların ortadan kalkması mümkün. Bunun göstergelerini şehirlerin sokaklarından, caddelerinden, yapılarından, kuytu köşe başlarındaki yorgun yüzlerden toplamak mümkündür. Bu tespitleri adı geçen şehirlerde yaptığım gezi gözlemlerimden sonra yazdım. Gelecek Sayılarda bu şehirlerin ayrıntılarını ve özel tespitlerimi okuyabilirsiniz.

Yoksulluk ve yoksunluk binlerce kilometreye galip geliyor. Avrupa başkentleri, göçmenlerin memleketlerine, ailelere gönderilen paraların kazanıldığı yerler. Bir zamanlar Türkiye’nin para kaynaklarından olan “Almancılar” gibi,

İtalya Roma

75


Ş ehir

X İŞARETLİ NOKTA VE DÜNYADA

SİVAS DİYE BİR YER!

“Katharine Branning, Son otuz yılını Türkiye’ye seyahatine hasreden Amerikalı bir Bilim Kadınıdır. New York’ta Fransa’ya ait bir Üniversite’de kütüphane müdürü olarak görev yapmaktadır. Branning’i, Türkiye’ye sevdalı hale getiren hikâyesini İngiliz Lady Mary Montegu’ya hitaben yazdığı “Türkiye Mektupları”nda anlatmaktadır. Yazar’ın Türkiye Sevdası’nın Sivas’la başladığını anlatan bu mektubu yayınlıyoruz:” Katharine BRANNING Çeviri: Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU

evgili Lady Mary, Ah sevgili Leydim! Mektuplarında hiç dikenli bir sorunla uğraşmak zorunda olmadın. Yalnızca ziyaret ettiğin bu ülkeye dair izlenimlerini paylaşmayı görev edindin ve bu işi de mükemmel yapmış olduğunu söylemeliyim. Niçin orada olduğunu ispat etmek zorunda olmadın ve inan bana, bunu yapmak öyle kolay bir mesele değil. Türkiye’ye “postalandın”, yani kocayın peşinden gittin ve bu konuda doğrusu bir seçme şansın yoktu. Belki bir İngiliz şehri civarında büyük bir evde oturacaktın, fakat senin gibi her şeyi öğrenmek isteyen bir insanın seçimi bu olmayacaktı. Ancak benim için durum biraz farklıydı. Ben Türkiye’ye bir sabit fikri ortadan kaldırmak için gittim. Sürekli olarak sorulan “Neden Türkiye?” sorusuna gerçek bir neden söylemek beni her zaman rahatsız etmiştir. Bazen biraz kem küm ettikten sonra Türk dostlarım olduğunu veya herkesin duymak istediği cevap olan sevgilim olduğu veya önemli diller üzerinde çalışmaktan hoşlandığım eski halı kilim topladığım ya da Türkiye’de işim olduğu şeklinde bir cevap en kolayıdır. Fakat hayır, hiçbiri değil; Türkiye’ye ilk defa gelmemin nedeni bir tarihî eseri görmek içindi. Evet, bir tarihî eser; bir Amerikalının, varlığını tasavvur edebileceğinden ya da bizim ülkemizde görebileceğinden de daha eski, 13. yy.’a ait bir bina. Amerikalı olmayanların, genç ülkemizde tarihin bizim için tuttuğu büyüleyici gücünü anlamaları çok zordur. Üniversitede “İslam Sanat Tarihine Giriş” dersinde bir slayt gösterisinde bu bina ile ilk kez karşılaştığımda zihnime bir tohum düşmüş, zamanla filizlenmiş, nihayet bütün hayal bahçemi istila etmişti. Fransa’da bir üniversiteye gitmek üzere evinden ayrılmış, Ohio’nun orta batısından, 19 yaşında bir kız idim. Bu karşılaşma Paris’te kışın olmuştu. Paris kışları hep olduğu gibi gri ve yağmurluydu; iliklerime kadar üşüten nemli bir hava vardı. Büyük bir üniversite amfisinde Paris’teki ilk aylarımda karanlıkta otururken içime bir yalnızlık hissi çöktü; bu yalnızlık içinde kaybolmuştum. Kaybolmuştum, çünkü henüz dostlarım yoktu; sinirliydim, çünkü Fransızcam her şeyi tamamıyla anlayacak kadar mükemmel değildi; cesaretim yoktu, çünkü Fransızca “Course Magistral” (amfi dersleri) şekli bana sevimli görünmüyordu. Bu büyük sınıflar, benim alışık olduğum Amerikan eğitim sistemindeki küçük katılımcı sınıflara göre bireyi ortadan kaldıran sınıflardı. Amerikan okullarındaki nezaketi, şamatayı, öğrenci

sayı//6// ocak

76


öğretmen arasındaki şiddetli rekabeti özlemiştim. Hatta uygun bir çalışma alanı seçtiğim konusunda bile şüphe duymaya başlamıştım, çünkü okula başladıktan itibaren benim beklentilerimi karşılamaktan çok uzak bir şekilde hemen her şey sanatla hayat arasındaki herhangi bir gerçeklikten son derece kopuk gözüküyordu. Sanat tarihi sınıfında aylarca tılsımlı rulolardaki sayısız imajla, tamamıyla yok olmuş, şaşırtıcı kültürlerden geriye kalan heykel parçacıklarıyla dolu derslerin yanı sıra Eski Mezopotamya’daki meşhur Fransız arkeolojik kazılarını çalışmıştım. Hepsi benim için ilgi çekici olmaktan çok uzak, amaçsız ve sıkıcı geliyordu. Fakat o gri kış günü, İslam Sanat Tarihine Giriş dersinin tam ortasında beni adeta bütün sıkıntılarımdan kurtaran bir mucize oldu. Perdeye bir ön bilgi olmaksızın, beni kötümser bezginliğimden adeta sarsarak çıkaran bir slayt düşürülmüştü. Bu, altın taşlarla yapılmış gibi görünen bir binanın resmiydi. Havanın kapalı olduğu o günün öğle üzeri sanki bir büyü olmuş gibi aniden güneş çıktı ve kasvetli odayı aydınlatmak için perdeden odaya altın renkli güneş ışıkları akmaya başladı. O anda kendimi sanki bir ilkbahar gününde binanın duvarlarını süslemiş olan seramik Çinîler gibi masmavi olan bir gökyüzünün altında buldum. Bu altın taşlara, şerit süslemelerle çerçevelenmiş, hareket hâlinde hayvanlar, ağaçlar, yıldızlar, bitkiler, ağaçlar, hat yazıları, kuşlar hakkedilmişti. Fransa’daki çok beğendiğim Roma devri manastırlarındaki heykeller gibi güzel ve büyüleyici bir etkiye sahiplerdi. Profesör, “Et maintenant nous voyons ici le Gök Medrese de Sivas” diyordu. Daha önce “medrese”, “gök”, “Sivas” sözcüklerini hiç duymamıştım ve neresi olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu; aceleyle hemen defterime kaydettim. Bu sözcüklerin benim için yeni bir dilin ilk sözleri olacağını biliyordum. Bu binada benim hayalimi o denli zaptetmiş olan şey neydi? Sonraki bir mektupta bundan sana söz edeceğim, fakat senin mektuplarının çoğu gördüğün binaların tasvirleriyle dolu; dolayısıyla bu safhada beni anlayabileceğinden eminim. Evleneceğin erkeğin gözlerine ilk kez baktığın gibi olduğunu söylemek sanırım yetişir. Bildiğin tek şey onun gerçek olduğudur. Evet, taşlar sıcaklığı ve hayatı nakledebilir. Mimari, en gizli duyguları dokunulur kılabilir; evet şimdi bundan emindim. Dersten sonra bu sözcükleri heceleyebilecek ve anlamlarını bana söyleyebilecek bir kitap bulmak

için doğru kütüphaneye koştum. Dünyada Sivas diye bir yerin Türkiye’nin tam ortasında yerleşmiş olduğu alanı gösteren haritayla birlikte bir kitap buldum. Haritadaki bu nokta benim için gizli altın çömleklerinin yerini gösteren define haritasında işaretlenmiş “X” işareti gibi bir menzil olmuştu. İlk fırsatta böyle bir binayı diken ülkeyi görmeye gitmem gerektiğini düşündüm. Hayal bahçemi sürüngenler gibi istila eden, gece gündüz sürekli düşüncelerime sokuluveren bu resim, her yerde benimleydi. Bahçemi ya otlar saracak ya da onu ıslah edecektim. Böylece Sivas diye bir yere ulaşmaya ve söz konusu binayı bulmak için Türkiye’ye gitmeye karar verdim. Göreceksin, onu senin için bulacağım; çünkü gömülü bir hazine değildi; herkesin görmesi için öylece orada duruyordu. Onun önünde duracak, sıcak taşlarına dokunacaktım. Taşların benimle konuşacaklarından emindim; karanlık günlerimi aydınlatmaya devam edecek güce sahip olduklarından da emindim. Beni Türkiye’ye getiren bu hadise üzerinde şimdi tekrar düşününce gençlik hayallerinin dolduruşu ve biraz da saçma gibi geliyor, her şeye rağmen İncil’deki en sevdiğim hikâye Paul’un Şam yolundaki dramatik konuşmalarıdır. Bu nedenle şaşırtıcı olayların olabileceğini, garip şeylerin sonsuza kadar hayatınızı değiştirebileceğini inkâr eden biri asla olmayacağım. Türkiye’de bu abidenin önünde dururken Sivas caddelerinde altın çömleğimi bulduğumu düşündüm. Hayal kırıklığıyla sonuçlanan vahşi ördek avı değildi bu, hatta bu çömlekten daha değerli, ganimet dolu bir hazine sandığı bulmuştum. Sanatsal arzuların günlük hayata nasıl aktarılabildiğinin mükemmel bir örneğiydi bu. Bu yapının ve taşların dilleri vardı. O günden sonra yeryüzünde Türkiye adındaki bu ülke ile dost olmak için kendimle bir anlaşma yaptım. Böyle bir yapının nasıl inşa edilebildiği ve ne tür insanlar tarafından inşa edilebildiğini anlamak istedim. Yıllarca süren ziyaretlerim, araştırmalarım, bulgularım ve pek çok taştan hareketle Türkiye’yi daha iyi tanıdıkça taşlar kadar sıcak, kalp ehli insanlarla dolu bu mükemmel ülkeye sonsuza kadar bağlı kalmayacağıma dair zihnimde en ufak bir şüphe kalmadı. Saygılarımla

Katharine Branning 77


Ş ehir

MERCAN YOKUŞU

Tarihî Şark Han’ın yer tarifini alıp, hanın arka kapısına yöneldiğimizde, büyük bir meydan ve ortasındaki mescitle karşılaşıyoruz. Öğle ezanı henüz okunduğundan Valide Han İranlılar Mescidi’ne giriyoruz. Hemen namaza durmuş olan imama tabi oluyoruz. Fakat kendimizi bildik bileli her vakitte tekrarladığımız ibadetin ritüellerini yerine getirmekte zorlanıyoruz. Az sayıdaki cemaate hafif terlemiş vaziyette “Allah kabul etsin” deyip, bilahare namazımızı iade ediyoruz. Sonra hanın arka kapısından çıkıp, ıssız ve labirent gibi sokaklardan Tarihî Şark Han’a ulaşıyoruz. Sabri GÜLTEKİN

Tahtakale Hanlar

eçen ayki sayıda bahsine girdiğimiz “hanlar” konusu öyle bir çırpıda bitirilecek mesele değil. Hanlarla ilgili yolculuğa kaldığımız yerden devam edelim isterseniz. İslam Medeniyeti’nin muştularının pejmürde yapılara hâlâ istibdat eylediği mahallerden geçerken, önce Şehzadebaşı’ndaki mihenk taşları, sonra kaderine terkedilmiş ahşap Süleymaniye evleri ilişiyor gözlerimize. Vezneciler’den Süleymaniye’ye sarkıp bedestenleriyle ünlü Kapalıçarşı’ya paralel Mercan Yokuşu’ndan aşağı doğru inerken çocuklar gibi bırakıyoruz kendimizi. İstanbul Üniversitesi’nin alt kapısından ilerleyerek ulaştığımız ilk durak Caferiye Han. Ortalık o kadar sessiz ki, hanın ortasındaki havuzun fıskiyesinden damlayan su zerreciklerinden çıkan sesler bile duyulabiliyor. Handaki tokacı, gömlekçi, şapkacı, aksesuarcı esnaf işlerin durgunluğundan sinek avlıyor!.. BONCUKÇU HAN Handan sokağa çıkar çıkmaz, vitrinler göz kırpıyor davetkârca; “av malzemelerim, güvenlik elbiselerim, çantalarım, düğmelerim, şapkalarım, hac malzemelerim, tesbihlerim, rengarenk ipliklerim, eşantiyon olarak da armalarım var” diye bağırıyor!.. Arabaların klakson seslerinden bunalıp, bu defa da Boncukçu Han’ın kapısından içeriye atıyoruz kendimizi; mini minnacık, boncuk gibi ufacık. Fakat çok ilginç, buradaki esnafların arasında bir tane dahi boncukçu gözükmüyor. Sebebini esnaflara soruyoruz, “İsme göre han arıyorsanız, Mısır Çarşısı’na kadar soruştursanız bulamazsınız. Çünkü artık ‘el emeği, göz nuru ürünler’ değil, fabrikasyon ürünler rağbet görüyor. Ayakta kalmak için başka çare yok!..” diyorlar. Aldığımız cevapla, “Boncukçu Han”ın nostaljik bir isim olduğunu öğreniyoruz. Handaki şapkacılar, boneciler, tekstilciler; eskiyen han duvarlarının yanında ne kadar yeni olduklarının farkında zaten. Tekrar yola koyulup, iyice daralan Mercan Yokuşu’ndan aşağıya doğru inerken zorlanıyoruz. Fakat omuzladıkları yükü aşağıdan yukarıya taşımakta olan dili ağzından dışarıya fırlamış hammalları görünce “zorlanma” fikrinden vazgeçiyoruz. Zorun da zoru varmış meğer. Biz yokuş aşağı ve bir gün; hammallar ise hem aşağı, hem yukarı sırtladıkları onlarca kilo yükle her gün bu çileyi çekiyor... Bu düşüncelerle vitrinleri süsleyen rengârenk atkıların, berelerin, şalların, eşarpların seremonisi eşliğinde ilerlerken Büyük Valide Han’ı buluyoruz önümüzde. Hanın kapısından içeriye şöyle bir göz atıp, tam dönmeye meylettiğimizde küçük

sayı//6// ocak

78


bir meydan “gelgel”e tutuyor bizim gibi gelirgeçerleri. Etrafı 360 derece kestiğimizde; iş elbiseleri, montlar, kabanlar, gömlekler, şapkalar ve promosyon ürünleri sessiz film kareleri gibi belleğimizdeki yerini alıyor. TARİHÎ ŞARK HANI Tarihî Şark Han’ın yer tarifini alıp, hanın arka kapısına yöneldiğimizde, büyük bir meydan ve ortasındaki mescitle karşılaşıyoruz. Öğle ezanı henüz okunduğundan Valide Han İranlılar Mescidi’ne giriyoruz. Hemen namaza durmuş olan imama tabi oluyoruz. Fakat kendimizi bildik bileli her vakitte tekrarladığımız ibadetin ritüellerini yerine getirmekte zorlanıyoruz. Az sayıdaki cemaate hafif terlemiş vaziyette “Allah kabul etsin” deyip, bilahare namazımızı iade ediyoruz. Sonra hanın arka kapısından çıkıp, ıssız ve labirent gibi sokaklardan Tarihi Şark Han’a ulaşıyoruz. Tarihîliği kalmamış, fakat şu ana kadar ziyaret ettiğimiz hanların en zengin ve hareketlisi bu han. Enva-i çeşit hediyelikler, bijuteriler, tokalar, mutfak aksesuarları, nikâh şekerleri, yazmalar, iplik yumaklarının gökkuşağına dönüştüğü renk cümbüşü, hanı arı kovanına çevirenleri cezbediyor; alışverişe gelenlerin iştahlarını kabartıyor. Konuşan kapı zilleri, cezveler, kahve değirmenleri, çantalar, bakırcılığın sanata dönüştüğü kap kacaklar, tahta ve plastik eşyalar, tespihçiler, tokacılar, terlikçiler, sandalyeciler, süpürgeciler, askıcılar ve Çin işi tüylü oyuncak hayvanların silüetleri arasından tekrar Mercan Yokuşu’na revan olup, kaldığımız noktadan ilerlerken3. Sultan Mustafa Camii’nin (1760) ayakta kalma mücadelesine şahit oluyoruz. Ulu mabet dökülüyor, tıpkı yol boyunca diğer gördüğümüz bedestenler gibi. Ve beş-on adım sonra iç acıtan bir manzara daha... Büyük Yeni Hanıssızlığın ve sahipsizliğin sembolü gibi duruyor karşımızda. İçeriye girdiğimize pişman oluyoruz, bu kötü manzarayı gördüğümüzde; kimsesizler mezarlığı gibi. Bu muazzam “vakfiye” hâlâ “tek parti zihniyeti”nin silinmeyen esaret izlerini taşıyor. Anlayacağınız Büyük Yeni Han’ın hikâyesi; hem uzun, hem de hüzün. Yokuşun meylinin azaldığı dar sokakta hareketlilik kendini iyice hissettirmeye başlamışken Mustafa Paşa Han’ın tabelaları karşılıyor bizleri. Hanın girişindeki hamal semerleri, burasının bölgenin vesaiti konumundaki hamalların durağı olduğunu gösteriyor. Burada nikah şekerlerine, takım elbiselere, paltolara, ayakkabılara şöyle bir göz attıktan sonra; yorgunluğumuzu hisseden tezgahtardan Mercan Yokuşu’nun sonuna geldiğimizin müjdesini alıyoruz.

Birlik Han, yokuşun son durağı. Bu noktadan sonra Fincancılar Yokuşu’nu adımlayacağız. Ferahlayacağımızı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü bölgenin en kalabalık caddesine çıkıyor yolumuz. İnsan seline karışıp akıyoruz sokaklardan. Bir anda kendimizi Kurukahveci Mehmet Efendi ve Mahdumları’nın sokağında buluyoruz. Herkesin nefesi birbirinin ensesinde. Bereket versin, kahve kokusu bütün kokuları bastırıyor da kendimizi sağ selamet atıyoruz Yeni Cami Meydanı’na. KEHLESİ DAHİ MAHALLİNDE ANIN İŞE YARAR Oradan sola çark edip Damat Rüstem Paşa Camii’ne uğruyoruz... Gözlerimiz külliyenin sokaklarına “bit pazarı” kuran işportacılara takılıyor. Ve orada Kehle-i İkbal (ikbal biti) Rüstem Paşa’ya şu beyti fısıldıyoruz: “Olacak bir kimsenin bahtı kavi, talihi yâr / Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar.” (Bir kimsenin bahtı açık, şansı da yaver olursa; onun biti bile yerinde, zamanında işe yarar, yükselmesine yardım eder.) Neden böyle bir bahse girdik, derseniz meselenin özünü kısaca şöyle ifade edelim. Rivayet olunur ki, Kanuni’nin hanımı Hürrem Sultan, kızları Mihrimah Sultan’ı Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa’ya (1500-1561) vermek istemektedir. Rüstem Paşa’nın saraya damat olacağını duyan entrikacılar, hemen harekete geçer ve paşanın “cüzzamlı”olduğu dedikodusunu etrafa yayarlar. Konu sarayın hekimbaşısına sorulur. Hekimbaşı da cüzzamlı kişilerde bit bulunmayacağını, dolayısıyla paşanın elbiselerine gizlice kontrol edilmesini önerir. Bu kontrol sonucunda Rüstem Paşa’nın çamaşırlarında bir bite rastlanır. Paşanın cüzzamlı olmadığı anlaşılır ve ondan sonra da tarihin akışı değişir. Damat Rüstem Paşa; Mihrimah Sultan’ın beyi olur, sadrazamlığa yükselir. Öyle bir saltanat ki, “cuntacı paşalara”layık!.. Ve daha neler, neler...

Tahtakale Mercan Hanları ve Rızapaşa Yokuşbaşı

79


Ş ehir

TOKAT YOLLARI TAŞLI Tokat, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, hepsinden eşsiz eserler barındıran bir şehir. Sadece şehir merkezi olarak değil, ilçeleriyle de tarihin yaşayan yüzü Tokat’ta hâlen kendini hissettirmekte. Danişmendliler’in başkenti Niksar, insanlık tarihinin ilk kurulan şehirlerinden Sulusaray, Zile’deki MÖ 3000 yıllarına ait Maşat Höyük, İpek Yolu’nun en canlı tanığı Pazar ilçesindeki Mahperi Hatun Kervansarayı bu tanıklardan sadece birkaçı.

Mustafa UÇURUM

ehirler insanların aynası gibidir. Adım adım gezerken şehri insan, şehirde kendinden bir şeyler görmek ister. Geçmişten geleceğe uzanan o kadîm çizgide aranan, aslında insanın kendi yaşadığıdır. Modern hayat hızla ilerlese de insanlar geçmişle bağlarını kuvvetlendiren her türlü bağdan güç alarak ayakta dururlar. Geçmiş, bir şehrin yaşayan yüzüdür. Modern yapılar ve yaşamlar hayatımızı hızla kuşatsa da insan ve şehir için yaşayan damar, geçmiştir. Sadece kulaktan dolma bilgilerle tanınan bazı şehirler vardır. Ne yaparsanız yapın bazı önyargıları kırmanız zordur. Tokat şehri, birçok yönden bu talihsizliği yaşayan bir şehir. Karadeniz Bölgesi’nde olması bile şehri tanımayanları şaşırtan bilgiler arasındadır. İç Anadolu’ya daha çok yakıştırılan şehrin konumu bir geçiş güzergâhı olmasından dolayı tarihin her döneminde ilgi çeken bir merkez olmayı başarmıştır. Çevresi Sivas, Amasya, Yozgat, Ordu gibi birbirinden farklı bölgeden şehirle çevrili olan Tokat, bu özelliğiyle de özel bir konuma sahiptir. Yeşilırmak’tan bereketlenen şehir; Danişmendliler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı dönemine ait eserleriyle o dönemlere ev sahipliği yaptığını tescillerken ilçelerdeki birçok eser daha önceki medeniyetlerin de Tokat’ı yerleşim alanı olarak seçtiklerini göstermiştir. Ayrıca bunların yanında şehrin İpek Yolu üzerinde yer alıyor olması da şehre karşı olan ilginin artmasını sağlamıştır. Bu ilgiyi tarihin izlerinden, Mevlânâ’nın şehre verdiği değerden ve Osmanlının görkemli eserlerinden anlamak mümkündür. 1071 yılında Anadolu’nun kapıları Türklere açılınca Anadolu’nun dört bir yanında Türk İslam etkisi hissedilmeye başlar. 1073 yılında Tokat’ı fetheden Danişmend Ahmet Gazi 1080–1090 yılları arasında Tokat Garipler Camii’ni yaptırır. Bu cami Anadolu’da yapılan ilk camidir. Bu özelliğiyle tarihteki yerini alan cami hâlen, ibadete açıktır ve yüzyıllar süren hizmetini aynı safiyetiyle sürdürmektedir.

Tokat eski evler, ve eski sokaklar.

sayı//6// ocak

80

İNSANLIK TARİHİNİN İLK ŞEHRİ Tokat, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, hepsinden eşsiz eserler barındıran bir şehir. Sadece şehir merkezi olarak değil, ilçeleriyle de tarihin yaşayan yüzü Tokat’ta halen kendini hissettirmekte. Danişmendliler’in başkenti Niksar, insanlık tarihinin ilk kurulan şehirlerinden Sulusaray, Zile’deki MÖ 3000 yıllarına ait Maşat Höyük, İpek Yolu’nun en canlı tanığı Pazar ilçesindeki Mahperi Hatun Kervansarayı bu


tanıklardan sadece birkaçı. Mevlânânın “Tokat’a gitmek gerek. İklimi ve insanları mutedildir.” dediği bir içtenliğe sahip Tokat. Evliya Çelebi’nin tabiriyle; “âlimler konağı, fazıllar yurdu, şairler yatağı” Tokat. “Tokat’ta dokuz yüz adımda dokuz yüz yıl” sözünü yaşanır kılmak için şehrin tarihini canlı tutmak için her köşebaşı âdeta canlanıyor. Yoldan geçenlere yoldaşlık etmek için camiler, hanlar, hamamlar, serin çeşme başları birbiriyle yarışıyor. Selçuklu’nun, Osmanlı’nın canlı ve içten nezaketiyle buyur ediyor yolcuları her bir köşe. Şehrin merkezinde bulunan Taşhan, bir Osmanlı eseri. Görkemli yapısıyla, ferah görüntüsüyle hâlen şehrin en gözde mekânı. Giriş kapısından başlayan ferahlık, Taşhan’ın ortasında bulunan havuzun şırıltısıyla aynı zamanda ruha dinginlik de katıyor. Zamana direnen birçok el sanatına ev sahipliği yapan Taşhan, yazmacılarla ve bakır ustalarıyla ayrı bir güzelliğin tabloya dönüşmüş hâli gibidir. Şehrin en hâkim noktasındaki kale, 5. ya da 6. yüzyıldan bu yana şehri temaşa eylemekte. Şehrin neresinde olunursa olunsun kale daima görünür. Âdeta şehrin gözü kulağı gibidir kale.

Şehirler tarihe tutunarak ayakta kalır. Kurulan her modern şehir, bizi biraz daha köklerimizden koparmakta. Yükselen her gökdelen, toprakla aramıza mesafeler koymakta. Tokat, geleceğe uzanmak için tarihle olan bağlarını her gün biraz daha güçlendiren bir şehir. Tarihin her anı, Tokat’ta can buluyor. Nefes alan bir şehir olma yolundaki Tokat, serinliğini Yeşilırmak’tan, köklerini tarihin gür sedasından almaya devam ediyor. Bir türkü eşliğinde: “Hey onbeşli onbeşli Tokat yolları taşlı Onbeşliler gidiyor Kızların gözü yaşlı”

ŞAİRLER YATAĞI TOKAT Evliya Çelebi’nin “Şairler Yatağı” sözünün her dönem hakkını vermiş Tokat. Bağ evlerinin serin havuz kenarı sohbetlerinden süzülen şiirler asırlar boyunca Tokat’ın yeşiline ve sevincine ortak olmuş. Şiirin esenliği hiç dinmeden devam etmiş ve Cahit Külebi’nin memleket sevdasına Arif Nihat Asya’nın dalgalanan bayrağı yâr olmuş. Mehmet Akif Ersoy, bu topraklardan almış köklerini. Yeşilırmak gibi coşkulu ve yürekten çağlayan ses hiç eksik olmamış yemyeşil dağların eteklerinden. Şehrin merkez camisi, bir Osmanlı eseri; Alipaşa Camii. Şanlı geçmişine ve yaşayan konumuna yakışır ilgi Alipaşa Camisi’nde hâlen devam ediyor. Her vakit, cami avlusuna kadar taşan cemaat, asırlık çınarların altında dualar gönderiyor güzel günler devam etsin diyerek. Sulusokak’ta tarihî Tokat evleri, neredeyse şehir merkezindeki her mahallede bulunan tarihiî camileri ve yapıları günümüzde de canlılığını korumakta. Mevlânâ, Tokat gitmek gerek demiş. İklimi ve insanları mutedildir, sözünden hareketle Mevlânâ’nın Tokat’a gitmiş olma ihtimali üzerinde duran birçok araştırmacı var. Mevlânâ’nın bu sözünün etkisiyle Tokat’ta yapılan Mevlevihane, 17. yüzyıldan itibaren Mevleviliğin Anadolu’da canlı tutulması için çalışan önemli merkezlerden olmuştur.

Tokat kalesi ve tarihi Tokat evleri

81


Ş ehir

BİZİM KÜLLİYE’NİN HİKÂYESİ

“Dergiciliğin esas niteliği mevcut istekliye “yarının kalem sahibi” hissini vermek! Bu, başarıldığı an sürekliliği sağlayıcı unsurlar bütün duyularıyla harekete geçiyor.”

Nazım PAYAM

izim Külliye, kültür-sanat dergileri kervanına 1999’un Nisanında katıldı. Hamisi İzzetpaşa Vakfı’dır. İlginçtir, Elazığlı olmama rağmen o tarihe kadarbu vakfın varlık ve hizmetlerinden habersizdim. Hele, bu küçücük şehrimizde bir cami vakfı, edebiyat dergisinin mesulü olacak, ona bütçesinden pay ayıracak ve içeriğini tamamıyla edebiyatçıların önceliğine bırakacak! Görülmüş şey mi ki aklıma gelsin! Bir kış gecesi müdavimi olduğumuz Kamu Çalışanları Vakfı’nda üç arkadaş, şehrimizin sanatından, şair, şiir akşamlarından, mahallî basınından sözü açmış konuşuyoruz. Meğer yan masaların birinde sohbetimize kulak kabartan biri varmış. Ses tonu dostluğa eğimli, müdahale ediyor: “Yahu saatlerdir konuşuyorsunuz, fakat bir eksiği hatırlayanınız yok!” Beni işaret parmağıyla göstererek “Herkes seni şair biliyor, çıkarsana bir kültür-sanat dergisi.” Tepkiye karşı susuyoruz!.. Edebiyat gönüllüsü arkadaşlarla başka zaman ve mekânlarda o konuyu defaten irdelemiş, maddi yetersizliklerden sonuçsuz bırakmıştık. İletişim Fakültesinden Mustafa Yağbasan, onaylıyor dergi çıkarma fikrini. “Omuzla bu işi!” diyor. Biliyorum ihtiyaç. Doldurulmayan boşluk gitgide büyüyor. “İyi de” diyorum, “peki, neyle, nasıl çıkaracağız?” Gecenin geç saati. Biz hâlâ derginin nasıl çıkarılacağını, maliyetini konuşuyoruz… Dışarıdayız. Lapa lapa kar yağıyor. Karar verildi. Birbirimize hayırlı gecelerdilemeden evvel, üçüncü arkadaşımız Çevre Mühendisliği Fakültesinden Erdal Öbek, Emniyet Basın Bürosu ve Vergi Dairesi’ne uğramamızı salık veriyor. Ertesi gün Vergi Dairesi’nden somurtarak çıkıyoruz. Daha ilk teşebbüste umut suya düşüyor. Dergi çıkarma fikrinden vazgeçmemize ramak kala; M. Naci Onur Bey’le karşılaşıyoruz. Ayaküstü hâl hatır suali… Eski Türk Edebiyatçısı Onur Bey, Vergi Dairesi’nden geldiğimizi ve sebebini öğrenince heyecanlanıyor. Mümkünleri perçinliyor. “Yayımlayacağınız derginin masraflarını İzzet Paşa Vakfı üstlenebilir.” diyor. Vakıf Başkanıyla görüşmemizi tavsiye ediyor. Randevu alıyor, Başkanla görüşüyoruz. Detaylara varan yığınca soru. Başkanımız, çıkarmayı düşündüğümüz dergi hakkında bilgi ediniyor. Teklifimizi yönetim kurulu üyelerine sunacağını belirtiyor. Ancak, bugün iyi niyetlerinden asla şüphe etmediğimiz Nihat Eriş Bey, ilk anda duygularını pek yansıtmadığından bizde tereddüt uyandırıyor. Araştırıyoruz: “Yönetimde kimler var?” Tanıdıklardan Dr. Ali Öztürk, Süleyman

sayı//6// ocak

82


Selmanoğlu ve bir de Onur Bey’i öğrenince bu iş oldu, diyoruz. İzzetpaşa Vakfı çıkarılacak kültür-sanat dergisinin hamiliğini üstleniyor. Artık bize düşen kadroyu oluşturmak, ön hazırlıkları tamamlamak! Sanatla, edebiyatla uğraşanlara, yatkınlara, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerine kültür-sanat dergisi çıkaracağımızı duyuruyoruz.Kâh evlerde Vakıf’ta kâh öğretmenevi konferans salonunda toplantılar düzenliyoruz.Genişletilmiş toplantımıza altmışınüzerinde kişi katılıyor. Ayrıca başka illerde dergi çıkaran şair, yazar ve editör arkadaşlara telefon açıyoruz. Onların da görüşlerini alıyorum: Bilgilendiriyorlar. Ama katılımcı sayısını öğrendiklerinde son cümleleri hep, “İyi, iyi… Herhâlde üç kişi kalırsınız!” oluyor. İSMİ BİZİM KÜLLİYE Eylemlerimiz kıvamında. Dergimizin hedefi, tasarısı, görev dağılımı ve ismi üzerine tartışıyoruz. Sahibi ve yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni, tashih, röportaj, dizgi-tasarım sorumlusu, danışma kurulu, hukuk danışmanı belirleniyor. Hamimiz; camisi, kütüphanesi, aşhanesi, dükkânları, garajı, sıhhi banyosu, gasil hanesi olan İzzetpaşa Vakfı… Onur Bey’in teklifiyle dergimizin ismine “Külliye” diyoruz. Sonraları Emniyet Basın Bürosundan bir vakitler bu isimle bir derginin çıktığı haberi gelince Külliye’nin başına Mahmut Bahar’ın önerisiyle “Bizim” zamirini ekliyoruz. Elbette yayın politikamız, ölçülerimiz, amacımız ilk sayımızda belirlenecek. Onu da gönül rızası ve oy birliğiyle kararlaştırıyoruz. Yeni Türk edebiyatı profesörü bir arkadaşımız “Çıkarken” başlığıyla yazacak. Ve ilk sayımız için kolları sıvıyoruz. 60 sayfalık dergimizde yazılar, şiirler tamam, dizgitasarım bitmiş durumda. Yola çıkış sebebimizi, sanata dair görüşlerimizi belirtecek “Çıkarken” yok. Telefon açıyoruz, adam gönderiyoruz, “Çıkarken” yazısı gelmiyor. Bugün, yarın derken epeyce oyalanıyoruz. Onur Bey, “Anlaşıldı, ben yazayım, yarın getiririm.” diyor. Getiriyor da. Bizlerden hiç mi hiç ilgisini esirgemeyen Pamukkale Üniversitesi’nden öğretim üyesi İsmail Çetişli, “Türk Kültürü ve Edebiyatına katkılarıyla Bizim Külliye” incelemesinde bu tökezlemeyede değinmiş. “Çıkarken” başlıklı ilk takdim yazısında mahalliliği öncelediğimizi “Kendi ekmeğimizi, kendi sacımızda, kendimiz pişirmek” arzusunu öne aldığımızı”söylüyor. Ve ekliyor: “Ancak Bizim Külliye, ilk üç beş sayı sonra kendisini mahalliliğin dar alanına hapsetmekten

kurtarmış; ulusal bir dergi kimliği kazanarak bütün Türkiye’ye, hatta bütün Türk dünyasına hitap edebilecek bir yazar zenginliği ile muhteva ve üslup seviyesine ulaşmıştır.” BU ŞEHİRDE BİR EDEBİYAT DERGİSİ HER AY ÇIKMAZ Kapağı, yazıları aydıngere çekip matbaaya götürüyoruz. Matbaacı, beni uyarıyor. “Bak Hocam,” diyor, “bu şehirde bir edebiyat dergisi her ay çıkmaz.” Karşılaşacağımız sorunları madde madde anlatıyor. Dönüyoruz dergi bürosuna kapağa ve bazı sayfalara küçük bir not düşüyoruz: “Üç aylık kültür sanat dergisi.” Tekrar aydıngere çekiyoruz. Böylece ilk sayımız çıkıyor. Çıkıyor çıkmasına ya kopmalar da başlıyor. Yazısı veya şiiri yayımlanmayan ateş püskürüyor bize. Yazı istemeyi unuttuğumuz bir öğretim üyesi ise “Çıkarken” yazısının serencamını duymuş, burnundan soluyarak bu bahaneyle vuruyor. “Arkadaş, dergi çıkarıyorsan, niçin dergi çıkardığınızı da başyazısını da sen yazacaksın, yetmez eksiği de tamamlayacaksın. Kimseden bir şey bekleme! ” Kızgınlıklar, kırılmalar, cephe almalar… Daha ilk sayıda dersimizi aldık. Ya çıkarmayacağız ya da kimseye minnet etmeyeceğiz. Lakin kültür-sanat dergiciliği minnetsiz olmuyor. Bizim Külliye, teknolojinin küçülttüğü dünyayı sanatla, edebiyatla mahallinde büyütmeye namzettir. Bizim için Türkçe sevgisi, vatan sevgisi kadar muazzezdir, yücedir. Türkçe veya yabancı söz tercihlerinde, tercihimiz hep sevdiğimiz bildiğimiz “Türkçe” den yana oldu, öyle de kalacaktır. YAYIN HAYATIMIZIN 16. YILI. 2006’da dergimizi daha nitelikli ve hacimli hâle getirmek için emekliye ayrıldım. “Nitelikli sanat” anlayışımızdan ödün vermeksizin sayfa sayımızı önce 76’ya sonraları 96’ya çıkardık. 2007’de Türkiye Yazarlar Birliği’nce, 2008’de Balkan Aydınlar ve Yazarlar Birliği’nce yılın dergisi seçildik. 2015’te ise TÜRKSAV, düzenlediği 19. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri’ne Bizim Külliye’yi de kattı. Bizi destekleyen kurum ve kuruluşlara müteşekkiriz. Bütün bunlar okurumuzun teşvikleriyle gerçekleşti. Gerçek okur, hayatın oluşturduğu engebelere, yokluğa direnen edebiyatçısını cesaretlendiriyor. Yol uzun. Bitecek gibi değil…

83


Ş ehir

RUHSUZ SİNEMADA

ÇANAKKALE RUHU’NU VAR ETMEK Tarihi anlatmak genel manada elbette tarih biliminin işidir. Medeniyetimiz açısından baktığımızda ‘tarih’i ‘ilim’ olarak da nitelemek mümkün olsa gerek. Bu çerçeveden sinemaya geçiş yapınca elimizde ciddi sorular ve sorunlar kalacağı aşikâr. Hele bir de bütün bu soru havuzuna ‘Çanakkale Harbi’ni de eklersek, 100. Yıl dönümünde kadim endişelerimizle kâğıda dökebileceğimiz, güncel sorularla zenginleştirebileceğimiz mevzumuz kendini gösterir. Abdülhamid GÜLER

Çanakkale Harbi ne ifade eder ve sinemamız için Çanakkale ne ifade ediyor?” Kalp, zihin ve ruh üçlüsüyle bakan, hayatı ve meseleleri böyle değerlendiren insanın varacağı nokta kallavi sorular olacaktır. Lakin burada sorun edecek bir şey yoktur. Çünkü soru, en kıymetli mirastır. Arayışın ömrünü uzatır. Yani hayatın, yani varlığın, yani bizim… İşte sinemamız açısından Çanakkale’nin ne manaya geldiğine bu pencereden bakmaya çalışacağız. Bunun için önce sinemamızda yer alan Çanakkale filmlerine bakalım… Yeni bin yıl sinemamıza da Çanakkale algısına da iyi geldi. 2000’li yıllarla birlikte Çanakkale artık hakiki ruh hali ile ele alınmaya, farklı pencerelerden de değerlendirilmeye başlandı. Bunun ne faydası olacağı meselesi nüansımız olmalı. Zira genel sanatın özelde ise sinemanın fert ve toplum üzerindeki misyonu ile işlevine dair güzel bir örnek teşkil ediyor. Şöyle ki, sinema, bugünü kullanarak yarını yaşamanın bir yöntemi... Yarına bırakılacak olan şeyler, esasında yarının kendisi olurken, bugünden taşları döşenen yol da yarın demek oluyor. İşte bu yolu döşeyen araçlardan biri sinema... Savaş filmlerinin ve tarihi dönüm noktalarının filme alınmasında sinemamızın miladı “Fetih 1453’tür”. Gişe rekoru kırmasıyla birlikte yapımcılar cesaretlendi ve Çanakkale’ye de yol açılmış oldu. 2012’de Yeşim Sezgin’in yönettiği “Çanakkale 1915”in vizyona girmesi bunun getirisiydi. Her ne kadar Ulusalcı kimliğiyle bilinen Turgut Özakman’ın elinde senaryo yine resmi ideolojiye yaslanmış olsa da cemaatle namaz kılma sahnesi psikolojik bir eşiğin aşıldığının resmiydi. Yine 2012’de ekrana gelen “Çanakkale’nin Çocukları” ise Sinan Çetin’in elinde mevzua en farklı bakışı getiriyordu. Senaryosunda da parmağı olan yönetmen Sinan Çetin, her iki cepheden de bakıp, savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu izah etmeye çalışmıştı. Haliyle, ‘Çanakkale Ruhu’ dediğimiz manevi zeminden uzaktı. Lakin, oyuncu kadrosu ve işleyiş tarzı ile yine Çanakkale’yi gündemimizde tutmuştu. Savaşın 100. yılında vizyona çok sayıda Çanakkale filmi girdi/giriyor. 2014’ün sonlarına doğru önce Russell Crowe çıktı sahneye. Avustralyalı olması hasebiyle meseleye dair alakasının yüksek olduğunu söyledi. Hatta filmin tanıtım çalışmaları süresince “Atalarımın neden buraya geldiğini anlayamıyorum”, “Bu kadar çok Türk öldürüldüğünü bilmiyordum” tarzında özeleştiri içeren ve esasında daha çok PR’a yönelik açıklamalarını duyduk Crowe’un. Filmde Yılmaz

sayı//6// ocak

84


Erdoğan ce Cem Yılmaz’ın rol alması da gündem açısından cezbedici idi. Öyle de oldu. Sinema eliyle Çanakkale Savaşı uzun süre gündemimizde kaldı. Önümüzdeki günlerde ise ‘Son Mektup’ vizyona giriyor. “120” filminden tanıdığımız Özhan Eren yine yapımcı, senarist ve yönetmen koltuğunda. Prodüksiyonu dolu, bütçesi yüksek ve işçiliği akranlarına göre umut vaat eden film, Çanakkale’de 100 yıl önce yaşananların, 1453’te dünyayı değiştiren vukuatın devamı olduğunun altını çiziyor. Çanakkale Savaşı’na en yenilikçi bakış belki de bu olacak. Şimdiye kadar resmi tarihin tezleriyle Osmanlı’yı yok sayan, Batı’dan yenen tokatlara rağmen Batı’ya yaranma derdindeki eserlerin yerini, kendine güvenen ve esasa dokunan bakış getiriliyor. Son dönem Çanakkale filmlerinin bazılarında gördüğümüz bu unsur önümüzdeki süreçte de devam edecek. Peki, neden devam edecek? Neden sürekli Çanakkale filmleri çekiliyor ve çekilecek? İşte asıl mesele bu. Zira Çanakkale, sadece Çanakkale değildir. Çanakkale’nin anlattığı şeyi 1453’ten de öncesine götürebiliriz.

destekleyiciler de bu sebeple yükselen bütçelere burun kıvırmayacak. Ve genel olarak Çanakkale filmleri ile alakalı aşılması gereken mani ise zihniyet/bakış… Bir konuyu nasıl ele alırsanız, işleme şekliniz, dolayısıyla da ortaya çıkardığınız işe doğrudan etki eder. Kompleksten arınmış, ruh taşıyan, taşın altına elini sokmaktan çekinmeyen yaklaşımla çıkılan yolun sonunda elde kalacak olan samimiyet ve yani başarılı sinema eseridir.

Bu kaynaktan beslenirken sinemamızın ve sinemacılarımızın dikkat etmesi gereken ise ‘hakkını verebilmek’ olmalı. Zira Çanakkale filmlerinin çoğunda gözümüze çarpan şey ‘yetersizlik’. Birçok bakımdan yetersizliğe dikkat çekebiliriz. En başta hikâyeler. Genel resmi anlatmaktan öteye geçemeyen Çanakkale filmlerinin, beyaz perdede tekrara düşmekten kurtulamayacağı çok açık. Bu manzarada yapılması gereken, ‘Çanakkale ruhu’nu izahta doğrudan zihne, kalbe ve ruha dokunacak ‘küçük’ hikâyeleri ele almak olmalı. Bu küçük hikâyelerin ne kadar büyük yer kapladığını, ancak fiiliyatta görebiliriz. Çünkü insan, insana yakın olan senaryonun, insanca işlenmiş haliyle filmden ‘ruh’ alabilir. Çanakkale’de yaşananların hissettirilmesi noktasında sinemamızın en ciddi eksikliği ‘teknik yoksunluk’. Dönem işlerinin vazgeçilmezi olan animasyon, -maalesef- ülkemizde olgunlaşamadı. Televizyondaki birkaç vasat uygulama dışında, sinemada açık vermeden ortaya konan teknik eser mevcut değil. Bu işin bir yanı elbette maddiyata dayanıyor. Zira, ‘olmayanı resmetme’ diye niteleyebileceğimiz animasyonda uygulama meşakkatli, zor ve incelik isteyen bir halde. Teknoloji ile doğrudan bağlantılı olan bu aşamada sinemamızın yol almasında destekleyici ve yapımcılara çok iş düşüyor. Yapımcılar animasyon noktasında zaman ve zeminden kaçmayacak, 85


Ş ehir

HİLMİ YAVUZ İLE YARA ŞİİRLERİ’NE ŞEHİRLİ CÜMLELER “Tahsil hayatım [eğitim ve öğretim bir arada!] farkında olunmadan Türkiye’nin zihin tarihine gönderme yapan neyse ona, yani hem geleneksel hem de modern olanı birlikte edinmeme olanak verdi. Babamın medresesi, annemin dergâhı, Cumhuriyet’in okulları ve ‘UniversityCollege! ’Daha ne isterdim ki?” Hazırlayan: Mehtap ALTAN

ilmi Yavuz kimdir demeyeceğim zira biliyorum ki bu söyleşiyi okuyan ve okuyacak olanlar Hilmi Yavuz’un şiir ve akademik kimliğinden haberdardır. Ben sizden sizi anlatan tek bir cümle istiyorum. Öyle bir cümle ki hem oğul, hem eş, hem şair, hem Hoca ve hem de kul olan yanınızı özetleyen. Bize sizdeki Hilmi Yavuzu anlatır mısınız? Hilmi Yavuz’un çoklu kimliğine atıfta bulunuyorsunuz, tümünü birden kuşatacak bir Hilmi Yavuz tanımı istiyorsunuz. Her varlık aynasında kendimi “başka” gören biriyim ben! Şiir yazmak için şairin ruhu hep öğrenci kalmalıdır. Öğrenmenin kutsal ırmağında yüreğini hep ıslak tutmalı, kirpiklerindeki nemi bilginin ateşinde her daim yakıp, acının kıyısında olgunlaşmalıdır. Kirpiğine dokunulmamış şair, bana göre şiirin göğsünden o gizli müziği içmemiştir. Ki bilirsiniz şiirin özü, duyguya ritmini bağışlamasındadır. Sayın Hilmi Yavuz, siz hem şair hem hocasınız. Hem öğrenci hem hoca olmanın mutlaka farklı bir yanı, tamamlayan ve pekiştiren bir yanı vardır. Bize biraz bunlardan bahseder misiniz? Hem hoca hem öğrenci olmanın ortak paydası, haz duymaktır. Şiir benim için bir yaşama hazzıdır. Üstelik şiirde öğrenciliğin de, hocalığın da sonu yoktur. Yahya Kemal’i, Ahmet Haşim’i, Asaf Halet Çelebi’yi, Behçet Necatigil’i okurken öğrencisinizdir, ama onları anlatırken öğretmen… Son çıkardığınız “Yara Şiirleri” adlı şiir kitabınız ile karşıt düşüncelerin birbiriyle düellosunu görüyoruz. Şükretmenin vadisinden, hayıflanmanın uçurumuna; çocukluk fidanına su döken sadık kelimelerden, yaşlanmışlığın köklerine yorgun kelimeler eken duygulara; kayboluşun kekre tadından, vuslatın huzur göverten manasına kadar birçok karşıt duygunun birbiriyle matematiksel akışına şahitlik ettik. Kitabın başından sonuna kadar karamsarlık, hüzün ve umutsuzluk metaforu hakim. Yara Şiirleri, belki de yaralayarak iyileştirmenin haritasını veriyor okuyucuya ne dersiniz Sayın Hilmi Yavuz? “Yara”, bildiğiniz gibi, bir metafor. “Ayna Şiirleri”nin “Ben İçin Sonnet”sinden [hatta, daha geriye gidersek, “Söylen Şiirleri”ndeki “Orpheus’a Şiirler”den ] beri, birey ve toplum olarak yaşadığımızı düşündüğüm vahim ve önüne geçilemez gibi görünen çöküş ve yıkılışı, bir bedenin onulmaz hastalıklarla boğuşmasıyla ilişkilendirmeye çalışıyorum. “Orpheus’a Şiirler”, “Herşey kanser/ sayrılı ve çorak kentten/ Hüzünler bile kurtaramaz olduk/ Çok gördüler!’ diye başlar. “Ben İçin Sonnet”de şu dizeler: “Ur mu, ben mi, çıban mı? Kötücül, irinli, pis…/Bıçak, bisturi,

sayı//6// ocak

86


makas! Beni deşin ve yarın/ çıkarın ne vardıysa….” Yaralar, insan ruhunu boşluğun genzinden kurtaran sızılar taburudur. Ne kadar çok acıtırsa o kadar çok gerçeğin hırkasını giydirir insana! “her şey kabuk bağladı ve ben / yara içinde yara…” diyen dizeleriniz bir dervişin hû sesine gizlenmiş derin hesaplaşması gibi. İnsanın kendi kanayan yarası ile hemhâl olması, kendi varoluş sıkıntısı ile hesaplaşması; insan ruhunu kördüğüm ederek şifresini bulduran gerçeğin yansıması değil midir? Bize biraz, bile bile kaybettiğimiz gerçeklerimizden ve onlarla nasıl hesaplaşmamız gerektiğinden bahseder misiniz? “Yara Şiirleri” bir hesaplaşmadan çok, iyileşmeyeceğini bildiğiniz bir yarayı umutsuzca sağaltma çabası, bir Sisyphos çabasıdır. Camus bu çabayı “saçma” olarak okumuştur. Oysa bir büyü deneyimidir bu: İstenen sonuca ulaşılması olanaksız olsa bile, yeniden aynı şeyleri denemek! Büyücüler de öyle yapmazlar mı? Büyü tutmasa da, deneyi tekrarlarlar yöntemlerini değiştirmeden! Haklısınız, hesaplaşma bir klasik döngüye işaret ederken; iyileşmeyeceğini bile bile bir yaranın gözlerinden öpmek! Büyülü bir cevaptı üzerinde düşündüren. Peki Sayın Yavuz, “Yara Şiirleri”nde giderek büyüyen yaralarımız dediğimiz; terör şehitleri, trafik kazaları ve faili meçhul birçok cinayette kaybettiklerimize de yer yer değindiğiniz dizeler var. Memleketinin yarasını yarası kabul eden bir şairin şiirleri de dertlidir. Şiire başladığınız andan itibaren, ebemkuşağı renkli şiirler yazıp, her şeyin yolunda olduğuna inanan pembe gözlüklü şairlerden olmayı hiç denediğiniz oldu mu? Yoksa “acının mukaddes şerbetini şeddeleyen aynalar”dan mı olmayı seçtiniz? Yaşama iyimserliği de yaşama kötümserliği de vardır şiirlerimde. Örneğin, yaz ayları! Temmuz, ağustos benim için bir yaşama hazzıdır;- şiirle yaz kardeştir. Gül imgesi şiirlerinizde sıkça yer alıyor. Hatta bir kitabınızın adı “Gülün Ustası Yoktur” idi. Gül metaforu ile birçok şiirinizde umudun, sadakatin ve teslimiyetin merkezine inen siz; Yara Şiirleri’nde “hiçbir şey özlenmiyor, gül öldü” diyerek kendini bilmez umutlara bir neşter atıyorsunuz sanki! Hatta bir başka dizenizde gülün “çiçek bozuğu” olduğuna dair vurgu yapıyorsunuz. Sahi! Ülkenin, şehrin, insanın, dağın, taşın yarasını sırtında taşıyan gül mü suçlu artık? Ya da … Gül’ün benim şiirimde ayrıcalıklı bir konumu olduğunu sanmak yanlıştır. Nitekim, “Ayna Şiirleri”nde gül, “kuduz ve salyalı”dır; Yara Şiirleri”nde de öyle: Sizin de belirttiğiniz gibi, bir “çiçekbozuğu”dur [yine bir hastalığa, polio’ya

gönderme!].İlk şiirlerimde ise “gül”ün, daha saygın bir konumda olduğunu söyleyebilirim. Ne değişti, diyeceksiniz: Değişen ben’im, gül değil! “Hilmi Yavuz’un hayatını besleyen üç önemli damar vardır: Tasavvufla alakasını belirleyen annesi, klasik şiirle alakasını belirleyen babası ve hayatını biçimlendiren Batılı ve laik okullar.” Sayın Yavuz, sanki kutsal bir mozaiğin sınanmış cümlesi gibisiniz. Anneden, babadan ve okuduğunuz okullardan aldığınız o ayrı ama tek bir bütünü oluşturan renkler, şiirdeki yerinizi işaret eden önemli işaretler. Bize biraz bu kültür zenginliğindeki olumlu olumsuz yanların bütüne varış öyküsünden bahseder misiniz? Doğrudur: Ben talihli biriyim. Tahsil hayatım [eğitim ve öğretim bir arada!] farkında olunmadan Türkiye’nin zihin tarihine gönderme yapan neyse ona, yani hem geleneksel hem de modern olanı birlikte edinmeme olanak verdi. Babamın medresesi, annemin dergâhı, Cumhuriyet’in okulları ve “UniversityCollege!” Daha ne isterdim ki? Hilmi Yavuz şiiri soyut bir şiirdir. İmgelerle ilerler. Türk şiirinde poetika sahibi birçok şair “şiirin somuttan soyuta gittiğini” söyler. Cahit Sıtkı gibi bir iki isim istisnadır, bunun tam tersini söyler. Sayın Hilmi Yavuz, sizce şiir bir tür soyutlama mıdır? Necip Fazıl poetikası, şiirin “teşhisten tecride” [somuttan somuta], bilimin ise, “tecridden teşhise” [soyuttan somuta] doğru gittiğini bildirir. Bana bu, mistik şiirin metodu gibi gelmiştir;

87


Ş ehir

Marksist şiir ise, tıpkı Necip Fazıl’ın bilim için söylediğini, yani, “tecridden teşhise” gidişi, metot olarak edinir.[Kemal Özer’in “Kavganın Yüreği” kitabının arka kapağındaki “sunuş” yazısına bakınız]. Ben şiirin bir metodolojisi olmadığını düşünüyorum. Şiir, gönlün duvağını aklın duvarı ile açan ve en çok da hüznün otağında soluk alan/aldıran bir vatandır! Şiir çağırdığı müddetçe şair o topraklarda nefes alır diye düşünüyorum. Belli bir yaştan sonra şiir yazılamayacağını söyleyenlere katılıyor musunuz? Ya da şöyle soralım: Hâlâ şiir yazıyor musunuz ya da yapıyor musunuz? Elbette şiir yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim:”Ölüm, bizi ayırana kadar!” Bâki, Yûnus, Nedim, Şeyh Gâlib, Hâşim ve Yahya Kemal’in sizin ustalarınız olduğunu biliyoruz ki sayı//6// ocak

88

şiir usta - çırak ilişkisine dayanan sürekli devinim hâlindeki bir yolculuktur. Geçmişin tecrübeleri geleceğin şiirine ne katar? Şiirin ruhunu besleyen unsurları sizden birkaç cümle ile alabilir miyiz? Genç şairlerimiz çırak olmadan usta olmanın felsefesini içmeye çalışıyor! Onlara bu anlamda neler söylemek istersiniz? Benim “Genç Şaire Mektup” yazımı okusunlar, derim… (Aşağıdaki bölüm “Genç Şaire Mektup” yazısından bir bölümdür…) “…Ahmet Hamdi Tanpınar, bir mektubunda, gençlik yıllarında bir gün Ahmet Muhip Dıranas’la birlikte rastladıkları Yahya Kemal’in, kendilerine “Ne yapıyorsunuz bu sıralar?’ gibisinden bir soru sorup da onlardan şiir yazdıklarını öğrenince, “Nafile! Boşuna uğraşmayın çocuklar, o iş benimle bitti!” dediğini anlatır. Bu mektubu okuduğumda şunu düşünmüştüm: Yaşlı şairler


“Kalbimdir, arzulara tercüman; Yara yok, görünmüyor, Ama kan akıyor, hâlâ akıyor, Tenimi kavura kavura.”

şiirin kendileriyle bittiğini zannederler; -genç şairler ise, kendileriyle başladığını! “Ama ben” diye düşünmüştüm, “Ne şiirin benimle başladığını iddia edecek kadar yaşlıyım, ne de şiirin benimle başladığını iddia edecek kadar genç…” Bunu, bundan 30 yıl kadar önce, kırklı yaşlarımdayken düşündüğümü söylemeliyim: Gülten Akın gibi söyleyeyim: “İşte şimdi yaşlandım!” Dolayısıyla şiirin benimle bittiğini mi iddia etmeliyim? Hayır! Şiir hiç kimseyle bitmez. Bitse Yûnus’la, olmadı Shakespeare’le biterdi! Ama siz siz olun, genç şair olarak şiirin sizinle başladığını iddia etmeyin! Biliyorum, gençlik öyledir: Her şey sanki sizin çevrenizde döner gibidir! Şiir sabır ister oysaki. Bir zenaat işidir aynı zamanda;- bir kuyumcu gibidir şair! Söz diziminin yapısı ayrıdır şiirde; şiirde lirizmi üreten, söz dizimidir. Hangi iki kelimeyi yan yana getireceksiniz- bunu bilmek ustalık ister; şiir bilgisi ister! Sizden öncekiler neler yazmışlar, bilmelisiniz. Dolayısıyla şiirin, hem Türk şiirinin hem de dünya

şiirinin tarihini bileceksiniz…” Sayın Yavuz, son olarak “şehirler” demek istiyorum. Şehirlerin de bir ruhu, bir hafızası bir kalbi vardır. Kaldırımındaki sancıyı, sokak lambasının ışığında büyüten; metruk bir binanın duvarlarında kanayan sesleri, bir ağacın kovuğunda emziren şehirler! Bunu belki de sadece şairler bilir! Peki Sayın Yavuz, şair yaşadığı şehirden etkilenir mi şiir yazarken? Ben Kavafis değilim: Nereye gitsem İstanbul’un beni takip ettiğine tanık olmadım. İstanbul’u severim, ama Bodrum’u da! Yarası öpülen her kuş gökyüzüne küs olan kanatlarını değdirir toprağa ki yarası olan diğer kuşların kanatlarına kadar ulaşsın umutla hemhal olan yanları. Sayın Hilmi Yavuz, yara üzerine kurulu şiirce soluklanma fırsatı bulduk sizinle. Değerli vaktinizi ayırdığınız için Şehir ve Kültür Dergisi adına çok teşekkür ederim… 89


Ş ehir

ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ

BİRLİK VAKFI

Vakfın kurucuları arasında; Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Abdülkadir Aksu, Ahmet Ergun Bedük, M. Bahaeddin Cebeci, Cemil Çiçek, Prof. Dr. Ömer Dinçer, Zeki Ergezen, Prof. Dr. İrfan Gündüz, İsmail Kahraman, Feyzullah Kıyıklık, Prof. Dr. Erman Tuncer, M. Fatih Uğurlu da bulunuyor. Mehmet Nuri YARDIM

ana “İstanbul’un alamet-i farikası olan binaları, müesseseleri hangileridir?” diye sorarsanız elbette başta Dersaadet’in remzi olan camileri sayarım. Saraylar, türbeler, çeşmeler, medreseler, sahaflar çarşısını anarak devam ederim. Ama hemen bunların yanına koymamız gereken irfan mekteplerimiz vardır. Yani vakıflarımız. Hakikaten buralar, ‘şehirlerin irfan merkezi’ olan mübarek muhitlerdir. Onlardan biri de Çemberlitaş’ta Atikali Paşa Medresesi’nde uzun yıllardan beri hizmet veren Birlik Vakfı’dır.. Restorasyon dolayısıyla Sultanahmet’e taşınan vakıf, yakında yine Çemberlitaş’taki o güzel yerinde, yenilenmiş binasında faaliyetlerine aynı heyecan, aşk ve şevk içinde devam edecek. Önce binanın tarihçesine bakalım. Bilindiği gibi şehirlerin her dönemde önemini koruyan kültür merkezleri vardır. Bu, özellikle İstanbul için geçerlidir. İşte bugün Çemberlitaş olarak bilinen Sedefçiler bölgesi de bunlardan biridir. Şehrin kurucularından İmparator Konstantin, yeniden imar hareketlerine başladığı zaman (MS 330) Mese Caddesi (Divanyolu) üzerinde “Forum Konstantini” olarak anılan ve büyük bir âbide ile süslenen bir meydan yaptırmıştı. İşte bu alan Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra, bir kültür merkezi olmaya başladı. Ayasofya önünden Fatih’e kadar uzanan caddenin sağ ve sol taraflarında çeşitli külliyeler yükseldi. Bu anlayış bugün de devam ediyor. Divanyolu üzerinde kurulan bir çok vakıf ve dernek hizmetlerini sürdürüyor. Birlik Vakfı Genel Merkezi’nin bulunduğu medrese ise, bu imar hareketlerinin bir parçası olarak 2. Bâyezid’in (1481-1512) sadrazamlarından, Şahkulu Vakası’nda, harp meydanında şehit düşen ilk sadrazam Atik Ali Paşa (vefatı 1511) tarafından bu meydan çevresinde yaptırıldı. Külliye medreseden başka, cami, imaret, tekke, türbe, sıbyan mektebi ve elçi hanından oluşuyordu. Kesin inşa tarihi bilinmeyen ancak, Hadikatü’l Cevami adlı eserde belirtildiğine göre karşısındaki caminin yapımı 1496-1497 olduğu için, buna yakın bir tarihte inşa edildiği tahmin edilen medrese, 16 oda ve 1 mescit-dershaneden meydana geliyor. Fakat tramvay yolu için caddenin genişletilmesi çalışmaları sırasında, öndeki dört hücre kesilmiş ve geridekilerin üzerine eklenmiştir. Medrese, caddeden mimarisiyle bağdaşmayan kapı ve duvarlarla ayrılmıştır. Bu belediyecilik hareketinden aynı hat üzerinde bulunan Kemankeş Mustafa Paşa

sayı//6// ocak

90


Medresesi ile Köprülü Medresesi de paylarını almış ve ön kısımlarını kaybetmişlerdir. Açılan yollar için tarihî binaların kesilip biçilmesi ayrı bir hicran yarasıdır, ama şimdi mevzuumuz o değil. Osmanlı medrese mimarisine uygun olarak bir şadırvan avlusunu çeviren kubbeli revaklardan oluşan medresenin hücreleri de ocaklı ve kubbelidir. Tam ortada ise büyük kubbesiyle dershane-mescit bulunmaktadır. Revak sütunları inşa esnasında rastlanan harap Bizans binalarından devşirilmiştir. Bu sebepten sütunların ölçüleri birbirini tutmaz. Kılıç Ali Paşa vakfiyesine göre külliye, Filipe’den Kavak’a kadar çeşitli yerlerdeki köy, mezra ve dükkân gelirlerini ayırmıştır. Ayrıca medreseye 6 cilt Kur’an-ı Kerim, 11 cilt tefsir, 20 cilt hadis, 35 cilt füru, 9 cilt usul, 11 cilt merani, 7 cilt kelâm, 3 cilt tasavvuf, 9 cilt felsefe, 7 cilt lügat ve 1 cilt mantık kitabı vakfetmiştir. Yine vakfiyeye göre müderrise günlük 40 akçe, talebelere ise 30 akçe veriliyordu. O zamana göre bu, iyi para kabul edilebilir. KURULUŞ 29 MAYIS 1985 Medrese binası, Birlik Vakfı’nı kuranlar tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden hizmet amacıyla alındı ve restore edilerek çalışmalara başlandı. Birlik Vakfı, 29 Mayıs 1985’te açıldı. Açılışın İstanbul’un fetih gününe rastlaması da ayrı bir güzellik ve hoşluktur. “Geleceğin teminatı olan insanımızın inançlı, vatansever, kültürlü ilmi seviyesi yüksek, çağdaş bilimsel ve teknolojik bilgilere sahip birer şahsiyet olmalarını sağlamak ve milletimizin birlik ve huzur içinde kalkınma ve gelişmesine katkıda bulunmak” amacıyla kurulan, ilme, irfana ve kültüre odaklanan Birlik Vakfı, faaliyetlerini bu gaye doğrultusunda gerçekleştirmektedir. Birlik Vakfı’nın kurucular kurulunda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Abdülkadir Aksu, Ahmet Ergun Bedük, M. Bahaeddin Cebeci, Cemil Çiçek, Prof. Dr. Ömer Dinçer, Zeki Ergezen, Prof. Dr. İrfan Gündüz, İsmail Kahraman, Feyzullah Kıyıklık, Prof. Dr. Erman Tuncer, M. Fatih Uğurlu da bulunuyor. Şu anda vakıf hizmetini yürüten Mütevelli Heyeti’nin Başkanı Av. Mehmet Alacacı’dır. Üyeler ise Hüseyin Avşaroğlu, Nevzat Sudaş, Bekir Çalkan, Sadi Kaya, Mehmet Fatih Kurtulmuş, Hasan Hüseyin Nakiboğlu ve Mehmet Zeki Akıncı’dan oluşuyor. Birlik Vakfı’nın beş ayrı komisyonu vardır. Bunlar, Burs, Dış İlişkiler, Kültür, Eğitim ve Hanımlar komisyonlarıdır. Ayrıca vakıf bünyesinde hizmet veren kulüpler de çalışmalarına aralıksız

devam ediyor. Bu kulüplerin isimleri ise şöyle: Öğretmenler, Yerel Yönetimler, Doktorlar, Hukukçular, Gençlik, Mühendis ve Mimarlar, Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler, Öğretim Üyeleri, Eczacılar, Veterinerler ve Hekimler. Daha önce Muallimler Birliği ve Milliyetçiler Derneği gibi fikir hayatımızda önemli ve seçkin yeri bulunan kuruluşların hizmet verdiği medreseyi merkez olarak seçen Birlik Vakfı, Türkiye’nin 23 ilinde şube, Boyabat ilçesinde de temsilcilik açmıştır. Bu iller alfabetik olarak şöyle: Adana, Ağrı, Aksaray, Ankara, Antalya, Balıkesir, Batman, Bursa, Elazığ, Erzurum, Eskişehir, Gümüşhane, Isparta, İzmir, Kars, Kütahya, Malatya, Osmaniye, Sivas, Şanlıurfa, Tekirdağ, Trabzon, Van. Dileğim, vakıf yöneticilerinin, ülkemizin bütün şehirlerinde birer şube açması, hizmetlerini Anadolu’nun her köşesine taşımasıdır. EN FAAL VAKIFLARIMIZDAN Birlik Vakfı, Türkiye’nin en faal, en çalışkan vakıflarındandır. Kuruluşta başlatılan sohbetler, 30 yıldır her cumartesi günü saat 13.00’te heyecanla bekleniyor. Bu sohbet toplantılarına Türkiye’nin tanınmış ilim, fikir, sanat ve siyaset adamları çağrılmakta, konuşmaları kalabalık bir kitle tarafından takip edilmekte, yöneltilen sorular ve verilen cevaplarla salonda âdeta beyin fırtınası estirilmektedir. Gençlik Komisyonu, son derece cevval olup birbirinden güzel faaliyetleri omuzlamıştır. Vakfın düzenlediği kurslar arasında Arapça, Farsça, İngilizce, Osmanlı Türkçesi, Resim, Çinicilik, Ebru, Yazı ve Editörlük de bulunuyor. Geleceğin sanatçıları, yazarları, aydınları burada yetişiyor. Bu kurslar arasında bilhassa Yazı ve Editörlük Kursu’na geniş bir katılım gözlenmektedir. Üçer aylık dönemler hâlinde devam eden kurs, 10’ncu kez kapılarını gençlere açmış bulunuyor. Bu kurstan yetişen ve belge alan öğrenciler arasında, yayınevlerinde editörlük yapanlar, gazetelerde köşe yazısı yazanlar, dergi çıkaranlar ve kitap sahibi olan gençler var. Ramazan aylarında bir ay boyunca her akşam vatandaşlara ve öğrencilere iftar veriliyor. Pilav günleri ve dost meclislerinde çay eşliğinde sıcak sohbetlerin edildiği vakıf, bilhassa kültüre ve sanata meraklı olan vatandaşlarımızın ve gençlerimizin en sık uğradığı ve istifade ettiği mekânlar arasında bulunuyor. Çemberlitaş’a yolu düşenler, bu tarihî binada aziz milletimize hizmet veren vakfa uğramalı, mütebessim çehresiyle herkesin sevgi ve saygısını kazanmış olan gönül insanı Osman Okur Beyefendi’ye selam vermelidirler. İnanıyorum ki, kısa bir tanışmanın ve sohbetin ardından vakıf binasından huzurla ayrılacaklardır. 91


Ş ehir

elki hiçbirinde, belki hepsinde bir şehir Urfa.

URFA:

GÜZEL İNSANLARIN ŞEHRİ

Urfa, Urha, Ruha, El-Ruha… Ruha lezzet veren, ruha huzur veren, ruha surur veren şehirdir Urfa. Yeryüzünde mi gökyüzünde mi, bu dünyada mı öbür dünyada mı, Türkiye’de mi Arabistan’da mı... Portre: Fahri TUNA Fotoğraflar: Servet SEZGİN

Mekke’nin mahallesi, Medine’nin yoldaşı, Halep’in arkadaşı, Şam’ın akrabası, Bağdat’ın çiledaşı, Kahire’nin sırdaşı Urfa. Cömertlikleri “İbrahim”den, yavaşlıkları “Eyüp”ten miras olsa gerektir; “El-Yasa”yla hemşeri, “Nemrut”la -uzaktan- akraba olurlar. Mazlum şehir, mağdur şehir, mahbup şehir; yine de mesrur ve mağrur şehirdir Urfa. Türk’ün, Arap’ın, Kürt’ün iç içe, omuz omuza, gönül günüle yaşadığı,yaşatıldığı, yaşanıldığı şehrin adıdır Urfa. Urfalı bir ahbabımın diliyle; “Annem Arap, babam Kürt, anneannem Amasya Türkü; şimdi ben neyim? Beni enine mi boyuna mı üçe böleceksiniz? Urfa’nın, Urfalının ırk derdi yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır; derdimiz iyi insan olabilmektir”; işte size- tam maktaından (orta yerinden) bir Urfalı kesiti... Kadim dostum Mehmet Talat Akay’a takılıyorum; “Yedi peygamber çıkartmış ne güzel bir şehriniz var”; Akay benimle aynı görüşte değil: “Bu pek de övünülecek bir şey değil Fahri Ağbi, ne kadar azgın olduğumuzu da göstermiyormu bu durum?” Sözlerini de şöyle tamamlıyor: “Tek tesellimiz, Hz. Muhammed’in son peygamber oluşu...” Türkiye’nin dinî merkezi Urfa, Urfa’nın dinî merkezi “Ayn’el-Zeliha” yani Halil’ür-Rahman Gölü yani Balıklıgöl’dür; Balıklıgöl ise “su”, Rızvaniye, mağara ve Dergâh Camii demektir. Dergâh’ta her sabah namazından sonra her şarta ve şeye rağmen asırlardır - kesintisiz “zikir”e devam edilmektedir; Dergâh, Said-i Nursi’nin de ilk defnedildiği mekândır üstelik. Dünyanın milattan önce on bir bin beş yüz yıl önceki ilk yaşanılan mekânı”Göbekli Tepe” orada; dünyanın ilk üniversitesi “Harran” onlardadır. “İyilerin” ateşten uzak, “iyiliğin” ateşten beri, “iyinin” ateşten korunduğu şehirdir Urfa; nitekim “Nemrud”un ateşi “İbrahim”i değil kendisini yakmış, yıkmış, yok etmiştir; bir kez daha iyi kötüye galip gelmiştir. Çarşıları da esnafları da - iklimi gibi- muhteris değil mülayimdir; “Lebenisi, Patlıcan kebabı, Bostanası, Şıllık tatlısı” doyumsuz lezzetlerindendir. “Pul biber” diye bildiğimiz “isot”, Urfalı nezdinde; çevre illerin “ey Urfalılar, davranın Fransızlar şehrinizi işgal etti, ses yok, ey Urfalılar

sayı//6// ocak

92


Fransızlar evlerinizi barklarınızı yağmalıyor, ses yok, ey Urfalılar Fransızlar isot tarlalarınıza girdi, Allah Allah nidalarıyla koşup Fransızları şehirden kovdular” diye dalga geçecek kadar mübarek, muazzez ve mülezzezdir. Urfa’da her beş erkekten birinin adı İbrahim, birinin Eyyüp, birinin Mahmud, birinin de İbrahim Halil’dir; beşincisi ise farklı faklı olabilir. Urfa İbrahim’dir; Urfa İbrahimî’dir, Urfa İbrahim’cedir. Urfa adamları ve Edımları “Adem”, hevaları ve Evaları “Havva”laştıran ruh ve mânâ ikliminin adıdır. Fırat ve murad ondadır; ondandır, onadır. Urfa başlangıçtır ve bitiştir. “Güzel son” (hüsn-ü hatime) derdinde olanların sığınağı ve barınağıdır Urfa. Türküsü de onu demiyor mu zaten: “Urfalıyam ezelden, göğnüm geçmez güzelden.” Güzel şehir. Güzeller, güzellikler şehri. Yedi peygamberin şehri. “Yedi Güzel Adam”ın şehri.

93


Ş ehir

EYÜPSULTAN’DA BİR SİYASET BİLİMCİ:

İDRİS-Î BİTLİSİ İdris-i Bitlisî, tam adı Hakimeddin İdris Bin Hüsameddin Ali ElBitlisî’dir. Osmanlı tarihçisi, siyaset bilimci ve devlet adamıdır. Bitlis doğumludur. İlk sekiz Osmanlı padişahını konu alan ve Heşt Bihişt adlı eseriyle ün yapmıştır. Şeyh Ömer Yesir tarikatına bağlı, Hüsamettin Ali’nin oğluydu. Hüsamettin Ali, âlim ve faziletli bir şeyhti. Bitlisî, ilim tahsilinin ilk ve önemli bir kısmını babasının yanında yaptı. Daha sonra çeşitli âlimlerden de farklı branşlarda ilim tahsil etti. Önce Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın divanında uzun yıllar nişancılık yaptı. Daha sonra 1490 senesine kadar Uzun Hasan’ın oğlu Yakup Bey’in divanında bulundu. II Bayezid’in 1485’te kazandığı bir zafer üzerine tebrikname yazınca padişahın dikkatini çekti. 1501’de Şah İsmail, Safevi Devleti’ni kurunca II. Bayezid Han tarafından İstanbul’a davet edilerek kendisine önemli görevler tevdi edildi. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim Han ile birlikte Çaldıran Savaşı’na katıldı. Nidayi SEVİM

yüpsultan, tarihî mezarlıkları ve tabii ki birbirinden sanatlı mezar taşlarıyla da ünlü bir semtimizdir. Peygamber efendimizi yedi ay evinde misafir edebilme bahtiyarlığına erişmiş, yine onun müjdesine nail olabilmek arzusuyla geldiği İstanbul’da şehit düşmüş Halid Bin Zeyd Ebu Eyyub El-Ensari Hazretlerinin burada medfun olması Eyüp’ün ömenini artırmıştır. Zira onun sayesinde burası asırlardır Müslümanların Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere ve Mescid-i Aksa’dan sonra dördüncü kutsal mekânı olarak kabul görmüş. Günümüzde de durum değişmemiştir. Dünyanın birçok bölgesinden bu uhrevi mekâna akın akın ziyaretçi gelmektedir. Kadim zamandan beri bu mübarek insana daha yakın olmak arzusu birçok insanımızda tutku hâline gelmiştir. Eyüp Sultan Camisi civarı, tekkelerin hazireleri, 280 bin metre karelik Eyüpsultan mezarlıkları devrin önemli âlimleri, komutanları, devlet adamları ve muhtelif sanat ehlinin kabirleriyle doludur. Eyüpsultan’daki uhrevi havanın oluşmasında birbirinden sanatlı, görkemli mezar taşlarının katkısı inkâr edilemez. Bu mezarlarda; Uzay bilimci Ali Kuşçu, Bestekâr Zekai Dede Efendi, Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Hoca Sadeddin Efendi, Sokullu Mehmed Paşa, Şaire Fitnat Hanım ilk aklıma gelenler. Fakat ne hazindir ki tarihî Eyüpsultan mezarlıklarında her gün bir iki tarihî kabir, mezarlık simsarları ve defineciler tarafından yok ediliyor. Maalesef ecdadıyla övünen bir millet olarak biz bu durumu çaresizlik içinde seyrediyoruz.. İdris-i Bitlisî, Yavuz Sultan Selim Han döneminde yaşamış ve Eyüpsultan’da metfun önemli devlet adamlarımızdandır, tam adı Hakimeddin İdris Bin Hüsameddin Ali El-Bitlisî’dir. Osmanlı tarihçisi, siyaset bilimci ve devlet adamıdır. Bitlis doğumludur. İlk sekiz Osmanlı padişahını konu alan ve Heşt Bihişt adlı eseriyle ün yapmıştır. Şeyh Ömer Yesir tarikatına bağlı, Hüsameddin Ali’nin oğluydu. Hüsamettin Ali, âlim ve faziletli bir şeyhti. Bitlisî, ilim tahsilinin ilk ve önemli bir kısmını babasının yanında yaptı. Daha sonra çeşitli âlimlerden de farklı branşlarda ilim tahsil etti. Önce Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın divanında uzun yıllar nişancılık yaptı. Daha sonra 1490 senesine kadar Uzun Hasan’ın oğlu Yakup Bey’in divanında bulundu. II Bayezid’in 1485’te kazandığı bir zafer üzerine tebrikname yazınca padişahın dikkatini çekti. 1501’de Şah İsmail, Safevi Devleti’ni kurunca II. Bayezid Han tarafından İstanbul’a davet edilerek kendisine önemli görevler tevdi edildi. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim Han ile birlikte Çaldıran Savaşı’na katıldı.

sayı//6// ocak

94


YAVUZ SULTAN SELİM’İN MÜSTEŞARIYDI… Yavuz Sultan Selim Han’ın bir nevi müsteşarlığını yapan İdris-i Bitlisî büyük bir tarihçi, önemli bir din âlimi ve aynı zamanda yetenekli bir siyaset bilimciydi. Bitlisli olması sebebiyle bölge halkı hakkında oldukça geniş bilgiye sahipti. Ayrıca bölge insanının yapısını da gayet iyi biliyordu. Yavuz Sultan Selim Han, Doğu ve Güney Doğu’da muhtelif aşiretlerin reislerine, Şah İsmail’in itaatinden çıkmaları için, Amasya’daki otağından İdris-i Bitlisî’yi defalarca adı geçen bölgeye gönderdi. Bitlisî’nin, Yavuz Sultan Selim Han’ın emriyle bölgedeki çalışmaları tam bir başarıyla sonuçlandı. İdris-i Bitlisi; Mardin, Urfa, Bitlis, Diyarbakir, Sason, Hizan, İmadiyye gibi birçok bölgeyi dolaşarak, o yer beylerinin Osmanlıya itaatlerini sağladı. Hasankeyf ve Siirt Eyyubî sülalesinden II. Halil, Bitlis Emiri Şeref Han, Hizan Emiri Davut Bey, İmadiye Hâkimi Emir Seyfeddin gibi önemli şahsiyetler dahil olmak üzere yirmi beş emir bir toplantı yaparak Osmanlı tebaiyetini kabul etti. Bitlisî’nin Kürt beyleriyle anlaşarak onları Osmanlıların yanına çekmesi, böylece bu yörelerin savaş yapılmadan Osmanlı egemenliğine girmesi onun ne kadar sevilen sayılan bir şahsiyet olduğunun ve siyasi dehasının apaçık göstergesidir. 80 BİN BEYİTLE OSMANLI TARİHİ… 1517 yılında Mısır’ın fethine de katılan Bitlisî, 1520’de yazdığı ve Yavuz Sultan Selim Han’ı övdüğü bir kasidesinde memleketin iç işlerini tanzim eden esaslar hakkında görüşlerini belirtir. 1502–4 yılları arasında II. Bayezid’in isteği üzerine yazdığı Heşt Bihişt, 80 bin beyitten oluşan manzum bir tarih kitabıdır. Osmanlı hanedanının soyağacının verildiği, Selçuklularla bağlarının ve yaptıkları ilk savaşların ele alındığı bir girişle başlar. Osmanlı padişahlarının ilk sekizinin saltanat dönemlerini anlatır ve 1506’da Firuz Bey’in Bosna valisi olmasıyla sona erer. Süslü üslubundan dolayı daha sonraki kuşaklarca pek de iyi anlaşılamayan eser, II. Mahmut’un emri ile Abdülbaki Sadi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bitlisi’nin ayrıca II Bayezid’e sunduğu Münazara-i Savm-ü İd adlı temsili bir öyküsü ile ölümünden sonra bazı parçaları ele geçen ve oğlu Ebu’l-Fazl tarafından yeniden düzenlenen Farsça bir Selimname’si vardır. Bunların yanında İdris-i Bitlisî’nin Türkçe, Farsça, Arapça şiirleriyle edebiyat, hadis ve siyaset bilimi üzerine yazılmış eserleri de vardır. ÜMMETİN BİRLİĞİ İÇİN… Bitlisî’nin bu hizmetlerini, günümüzde bazı çevreler maalesef görmemezlikten geliyorlar. Mefkûre genişliğini idrak edemiyorlar veya onu kasıtlı olarak anlamak istemiyorlar. Elbette onun

gibi âlim, fazıl, ümmet-i Muhammed’in ittihadını düşünmekten başka fikri olmayan güzide insanı anlamak için önce kapasite sonra da basiret lazım. Bitlisî’yi siyasi tercihinden dolayı veya Yavuz Sultan Selim Han’a yazdığı Selimname yüzünden eleştirenler yüzlerce yıllık büyük medeniyeti maalesef içlerine sindirememiş, küçük hesaplar peşinde bocalayıp durmaktadırlar. Bunları neye dayanarak söylüyoruz? İsterseniz Bitlisî’nin dava arkadaşının hayatından bir pasaj sunalım da kiminle niçin beraber olmuş, neden onun için methiyeler yazmış, iyice anlayıp öğrenelim. MEKKE-İ MÜKERREME VE MEDİNE-İ MÜNEVVERE’NİN HİZMETKÂRIYIZ… Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ı fethedip, hilafeti esaretten kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de “Hakimu’l- Haremeyn-i Şerifeyn” diyen hatibi susturup; “Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana “Hadimu’l-Haremyni Şerifeyn” (Kutsal yerlerin-Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) deyin”, buyurmuştur. Suudi Kralları bu veciz ifadeyi günümüzde de bir unvan olarak kullanmaktadırlar. Sultan Selim Han, o günden sonra bu önemli anın unutulmaması için başındaki sarığa “sorguç” denen temsili bir süpürge yerleştirmiş, diğer padişahlar da bu geleneği sürdürmüşlerdir. Bu nüktenin anlamı “Biz kutsal mekânları başımızın tacı yaparız ve o mekânların hizmetkârıyız” şeklindedir.

95


Ş ehir

VASİYETİMDİR… Sekiz ay süren Mısır seferi sona ermiş, dönüş yolculuğu başlamıştır. Yavuz Sultan Selim’in yanında hocası Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal de bulunmaktadır. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir. Bu arada hiç beklenmedik bir hadise meydana gelir ve İbn-i Kemal’in atının ayağı sürçer. Yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanına yapışır. Büyük âlim İbn-i Kemal ise istemeyerek sebep olduğu bu durum karşısında utancından başını önüne eğmiş beklemektedir. Selim Han, hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler: “Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir şereftir, ziynettir.” Ve kaftanını çıkarıp vezirine uzatırken: “Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de vefat ettiğinde ulu hakanın vasiyeti yerine getirilmiş ve sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir. İdris-i Bitlisî İşte böyle değerli, böyle faziletli bir komutanın, devlet adamının yanında olmuştur. Yani “Hadimu’lHaremyni Şerifeyn”’in şerefli bir nedimi olmuştur. İSİMLER DEĞİL KAFALAR DEĞİŞMELİ… Eski Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, 2007 yılında Eyüp Camii arka tarafından mezarlıkların bitiş noktası arasına kurulan teleferik hattının tepe ayağını oluşturan istasyonuna “İdrisi Bitlisi Tepesi” adını vermek istemişti. Bu durum kamuoyunda yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermiş biraz da medyanın kasıtlı yönlendirmesiyle tepedeki “Pierre Loti” tesislerinin adı değiştiriliyor mesajı verilmişti. Geniş yankılar uyandırarak tartışmalara yol açan bu girişim sonuçsuz kalmıştı. Hadiseden epey sonra 2012 yılında Bitlis Milletvekili Vahit Kiler sayı//6// ocak

96

benzer bir teklifle gündeme geldi. Vahit Kiler, tepenin adının “Pierre Loti” yerine bir zamanlar olduğu gibi “İdrisi Bitlisi Tepesi” olmasını talep ediyordu. Tabii ki bu girişim tartışmadan öteye geçemedi. DEĞERLERİMİZE SIRT ÇEVİRMEYİ BIRAKMALIYIZ… Pierre Loti bir gecede oraya gelmiş konmuş, tepenin tabelasını değiştirmiş korsan biri değildir. Yaklaşık iki asırlık bir süreçten bahsediyoruz. Bizzat bizim “denize düşen yılana sarılır” misali zor bir zamanımızda kendisinden medet umduğumuz birçok figürden sadece biridir. O günün koşullarında bu kompleksli ruh durumunu anlamak mümkün. Gerçekten de bu tarihî tepe de 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar İdrisi Bitlisi’nin damgası bariz olarak görünüyor. Her ne kadar da günümüzde 300-500 metre karelik bir alanın adı değişmiş olsa da belki 20 katı büyüklüğü alanda İdrisi Bitlisi’nin hâlâ varlığı devam ediyor. Şöyle ki Pierre Loti Tesisleri’ ne uzanan caddenin adı İdris Köşkü Caddesi’dir. Bu caddenin paralelinde, bulunan devasa parkın adı İdrisi Bitlisi Parkı’dır. Cadde üzerinde Bitlisi’nin 16. yüzyılda yaptırdığı çeşme ve Sıbyan Mektebi varlığını günümüzde dahi korumaktadır. Caddenin alt kısmında Bitlisi’nin muhterem zevceleri Zeynep Hatun’un vakfederek yaptırdığı mescit yer almaktadır. Rivayetlere göre Zeynep Hatun, vakfettiği bu mescidi bizzat kendi el emeğigöz nuru ile eğirip, ördüğü çorap ve benzeri el işlerini satarak, biriktirdiği para ile yaptırmıştır. Gümüşsuyu Caddesi’nin bitiminde yer alan park bir zamanlar Zeynep Hatun’un yaptırdığı çeşmeli namazgâh imiş. Bugün dahi çeşmenin kalıntıları meydandadır. Buradaki namazgâhlı çeşmeyi ihya ederek geçmişimize vefa adına küçük de olsa bir adım atabiliriz. Birilerinin zannettiği gibi İdrisi Bitlisi sonradan uydurulmuş, hayal mahsulü bir zat değil tam tersine yaptığı hizmetlerle, hayır eserleriyle çağımızı da aşmış müstesna bir şahsiyettir… İDRİSİ BİTLİSÎ’LERE İHTİYACIMIZ VAR… Yaşadığı asrın ileri gelen âlimlerinden olan Bitlisî’nin sohbetlerine padişahlar, devlet ileri gelenleri büyük bir ilgi gösterirlerdi. Bir müddet Yavuz Sultan Selim Han’ın ile sohbet arkadaşlığı da yapan İdris-i Bitlisî, 12 Kasım 1520 tarihinde, Yavuz Sultan Selim Han’ın öldüğü sene İstanbul, Eyüpsultan’da vefat etti. Mezarı Eyüp, İdrisköşkü Caddesi ile Gümüşsuyu Caddesi arasında bulunan Zeynep Hatun Camii’nin karşısında, Kerimağa Sokağı girişindedir. İdris-i Bitlisî’nin sütun mezar taşındaki kitabede:“Kutbü’l arifin, (Ariflerin kutbu) merhum ve mağfur İdris Efendi ruhu içün elfatiha” yazmaktadır.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.