ŞEHİR ve KÜLTÜR - 8. Sayı

Page 1



Biz’den… “Birlikte Yaşanılan Yeryüzü Ortak Mekânımızdır” Kahverengi dallardan Pembe çiçekler açtığına göre Ümitsizliğe, karamsarlığa gerek yok! Binlerce yıldır değişen şehirler, tarih boyunca devam ettiği gibi durmadan değişecek ve gelişecektir. Bu kaçınılmazdır. Bu durum, şehirler için tarihi topografyanın getirdiği bir yükümlülük ve hatta zorunluluktur. Kentleri kuranlar bunun farkındaydı, burada yaşamaya devam edenler, fethetmeyi başaranlar, şehirlere gelip tutunmaya çalışanlar,zamanla içinde yaşadıkları gelişim durumunun değişimini kavrayamadılar. Birlikte yaşanılan değişim kötüye de gitse iyiye de gitse hissetmediler farkı. Bugün, artık önemli olan nüfusun nicel çokluğu değildir. Niteliği ve diğer demografik değerlerdir. Bir toplumun kültürel bir çerçeveye uyumunun üç nesil civarında olduğunu hesaba katarsanız, özellikle büyük şehirlerdeki nüfus artışının sonucunda Şehir, şehirleşemeyen yeni sakinleri tarafından köyleştirilmektedir. Şehirler, sadece bugünleriyle yaşamamalı. Ama popüler kültürlerin vahşi kolları, büyük şehirleri günlük ve robot bir yaşayıştan ibaret yoz şehirler olmaya zorluyor. Bu şekli ile kültürel katmanlardan oluşan, medeniyet fayları üzerine kurulu şehirlerin yüzü, sahte yüzlerle sahte “günlük” olaylara zorlanıyor. Yılların, Mevsimlerin, geleneklerin, alışkanlıkların, manevi değerlerin veya benzeri genel, ortak alışkanlıkların sonucunda oluşan ve yaşayan kültürel birikim, hayatın zerafetleri, toplum hafızamızdan bir TIK la siliniyor. Bundan sonra yaşanılacak binlerce yılda eğer geçmişten gelen bağları unutmamak için, virüslerden kurtulmak için RESET lemez isek. Bu topraklarda yaşamış üç bin beş bin yıl önceki medeniyetlerin durumuna düşeceğiz. İstanbulda yaşıyorum diyen insan en azından, Eminönü’ yü, Süleymaniye’ yi, Ayasofya’ yı, Taksimi bilmiyor hakkında konuşamıyor ise bu şehir kültürü burada bitmiştir. Ankara’lı Hacıbayramı , Ulusu,Kızılayı bilmiyor oraları hakkında bilgiye sahip değilse ,vah benim Milletim,kültürüm,Tarihim,Edebiyatım,şiirim… Bursalı Ulucami’yi, Emir sultanı bilmiyor ise, Konyalı Mevlanayı, Şemsi tanımıyor ise, İzmirli Kadifekaleyi, Aydınlı Efes’i, Tüm Türkiyeli ve Çanakkaleli Şehitlerimizi bilmiyor,tanımıyor veya tanımazdan geliyor ise…Onlar zaten şehirli değildir, medenî değildir. Onları Medenî yapmak için sonuna kadar

çalışmalı ve mücadele etmeliyiz… Şehirlerimizi, şahsi, siyasi, maddi hırslarımıza meze yapmak için yarışırsak, vay bize vaylar bize… Dünya görüşünüz ne olursa olsun, hangi dine mensup olursanız olun, hangi mezhepten, hangi meşrebten hangi meslekten olursanız olunuz. Birlikte yaşanılan yeryüzü ortak mekanımızdır. Şehirler burada yaşayanların ortak hukukudur. Nasılki tapusu sizde olsa bile her istediğiniz büyüklükte binayı istediğiniz gibi yapamıyor iseniz, Sokakları caddeleri parkları bahçeleri ormanları kirletemez hoyratça emellerinize alet edemezsiniz. Kaldırım taşlarını vahşi emelleriniz için söküp kullanamazsınız, mezar taşlarını kırıp yok edemezsiniz, otobüsleri, otomobilleri yakamazsınız… Ağaçlar, çiçekler , hayvanlar, kuşlar ve böcekler birlikte yaşadığımız canlılar…Bunları yok etme hakkımız yoktur, onları yaşatma gibi bir sorumluluğumuz vardır. Zira İnsan olarak “yaradılmışların en şereflisi” ünvanı ile taltif edilmişiz. Bu ünvanı hak ediyor isek, çevremize zarar veremez, kimsenin canına malına kastedemeyiz. Yaşarken, insanî değerlerimizi yaşatan kişileri, arifleri tanımalıyız, öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Hikayelerini dinlemeli yazmalıyız. Örnek kişileri anmalı yadetmeliyiz… Şehir ve Kültür ailesi olarak bizler bu sorumluluklarımızın bilincindeyiz. Korkmadan, üşenmeden, yılmadan, cesaretle yazmaya, uyarmaya, örneklerle estetik düşünceleri ve fikirleri paylaşmaya devam edeceğiz. İnanıyoruz ki bir gün, ülkemin insanlarının çoğunluğu Şehirli ve Kültürlü olmayı öğrenecektir. Yükümüz ağır, “biz bir deviz!” Elbette yükümüz ağır. Kültürümüzü yaşatmaya Şehirlerimizi bu kültürümüzle kuşatmaya devam ediyoruz. Şehir ve Kültür dergimizin elinizde bulunan 8.sayısını, idrakinize hazır hale getirdik. Estetik bozukluğa meydan vermemek için, aynanın karşısında kendimize bakıyoruz, saçımızı tarıyoruz, bazen iğneyi kendimize batırıyoruz…yepyeni sayılar için çok çalışmalıyız… Hz.Mevlananın deyişi ile: “Dost bulmanın yolu, Dost olmaktan, Dost olmanın yolu, “İnsan” olmaktan geçer.” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zâtınıza. Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

ŞEHİR İÇİN MİLLİ MODELİMİZ:

MAHALLE KÜLTÜRÜ Ersin Nazif GÜRDOĞAN

6NEZAKET BİR ŞEHİRLİ HASLETİ:

Yusuf DURSUN

8 12

ŞEHİRCİLİK TARİHİMİZİN DÖNEMEÇLERİ

14

STRATEJİK AÇIDAN TÜRKİYE’NİN DOĞAL ALANI VE TABİÎ İMKÂN SAHALARI

Prof.Dr. Ali ARSLAN

SÖYLEŞİ

ŞEHiR MASALLARI Kâmil UĞURLU - Mimar PhD

FATİH/ SÜLEYMANİYE;

ULEMA SEMTLERi Mehmet Kamil BERSE

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editör: Mahmut Bıyıklı

20

Y. MİMAR AYSEL BAŞER:

RESTORASYONA İNSANDANBAŞLANMALI! Mahmut BIYIKLI

Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: SoftG / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi,


42

BAĞDAT’IN MANEVİ DİNAMİKLERİ Kâmil YEŞİL

48

ŞEHRE BAHAR GELİRKEN Ekrem KAFTAN

60BUHARA ZEREFŞAN IRMAĞININ SULADIĞI TARİHÎ ŞEHİR.

24 ERZURUM’DAKİ YÛNUS EMRE / Mustafa ÖZÇELİK 27 ŞEHRİN MERKEZİ /Mehmet BAŞ 28 DERİN BİR SEVDA: İSTANBUL / Yrd. Doç. Dr. Rahşan GÜREL 32 BATI ŞEHİRLERİ ÜZERİNE TESPİTLER ATİNA, SELANİK,KAVALA / Yrd. Doç. Dr. ERKAN ÇAV 38 İÇİMİZDE BÜYÜYEN ŞEHİR “KUDÜS”/ Recep GARİP 45 KÜTAHYA’DAN EVRENSELE UZANAN SANATÇI (ÖDÜLLÜ YÖNETMEN) AHMET ULUÇAY/ Abdulhamit GÜLER 46 NEVRUZ VE İNANCIMIZIN KADİM MEKÂNLARI / Sabri GÜLTEKiN 50 YÜZÜNCÜ YILINDA ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE FOTOĞRAFLARLA ÇANAKKALE ZAFERİ / Melek GENÇBOYACI 56 BAYRAĞIN VE TÜRK BAYRAĞININ ÖNEMİ / Mustafa ATALAR 64 2050 YILINDA ŞEHİRLER / Muhsin İlyas SUBAŞI 68 ŞEHİRLERİN VE PORTRELERİN DİLİNİ ÇÖZEN SEYYAH: FAHRİ TUNA /Söyleşi: Mehtap ALTAN 72 ELLİ YILLIK BİR DOST, MÜCADELE ADAMI; ABDURRAHMAN ŞEN / Mehmet Kâmil BERSE 74 YOLBAŞINI İNGİLİZ TUTMUŞ / Ali Arslan CAN 76 “İÇİNDE ŞAMRAN AKAR..” EDREMİT / Abdurrahman ADIYAN 79 ORALI OLMADIM / Kâmil UĞURLU 80 ŞEHRE VARMAK / Hasan EJDERHA 82 EVLİYA ÇELEBİNİN ŞEHİR TANIMLAMALARI / Mehmet KURTOĞLU 86 DEVLETLERARASI KIRIM’DAN GÖÇLER KONGRESİ- I (3-4 MART 2015) / İsmail GÜMÜŞ 89 DERSAADET KÜLTÜR PLATFORMU KÜLTÜR PROGRAMLARI / Timuçin MERCANOĞLU 90 TOPLU KONUT ORMANI ŞEHİRLER / Vedat SAĞLAM 92 ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ ESKADER/ Mehmet Nuri YARDIM 94 BOZKIRDA AÇAN GÜL: KIRŞEHİR / Ercan YILMAZ

Ali YURTGEZEN

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul100 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74

Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 624 21 11 Kapak Resmi: Emine Geçtan “ERGUVANİ DÜŞLER” Erguvan ve İstanbul Klasik Türk Sanatları Vakfı Yayını 2010


ahalleler semtleri, semtler şehirleri oluştururlar. Kurulan yeni mahallelerle, yıldan yıla büyüyen şehirler, toplumların ekonomik, siyasal ve kültürel yapısında kök dönüşümlere yol açtılar. Şehirlerin büyümesi, ekonomik yapıyla birlikte, kültürel dokuyu da büyük ölçüde değiştirdi.

ŞEHİR İÇİN MİLLİ MODELİMİZ:

MAHALLE KÜLTÜRÜ Yeni yüzyılda, bütün şehirlerde, sitelerin dışa kapalı ve bencil kültürlerine karşı, mahallelerin dışa açık ve yardımlaşmacı kültürlerine ağırlık verilmelidir. Site kültürünün odak noktasında istekler vardır. Prof.Dr.ErsinNazif GÜRDOĞAN*

Çok katlı yapılar şehirlerin, şehirler de ülkelerin çekim merkezleri oldular. Dünyada ülkelerden daha büyük şehirler ortaya çıktı. Şehirlerin büyümesiyle, ailelerin mahallelere, mahallelerin semtlere, semtlerin şehirlere etkileme ve yönlendirme güçleri yok oluyor. Çünkü, her mahalle ailelerin birbirlerini tanıdıkları, yan yana evler olmaktan çıkarak, kimsenin kimseyi tanımadığı çok katlı binalara ya da mahalleyle bağlarını koparmış siteler dönüşüyor. Çok katlı yapılar içinde, mahalle kültürünün yardımlaşma ve dayanışma boyutu yitiriliyor. Yeni yüzyıldaki gelişmeler, doğru okunmalı ve önüne geçilmesi mümkün olmayan dönüşümler, iyi değerlendirilmelidir. Başakşehir gibi, Anadolu’daki pek çok şehirden daha büyük olan şehirleri yaşanır kılmak için, her çok katlı binayı bir mahalle gibi düşünmek ve herkesin birbirini tanıdığı bir mahalleye dönüştürmek gerekir. Yeni kurulan şehirleri, tek katlı evlerden oluşan mahallelerle donatmak oldukça güçtür. Buna karşılık, çok katlı binalar, ortak eğitim ve kültür yatırımlarıyla, yeni yüzyılın mahallelerine dönüştürülebilirler. Yeni yüzyılda, bütün şehirlerde, sitelerin dışa kapalı ve bencil kültürlerine karşı, mahallelerin dışa açık ve yardımlaşmacı kültürlerine ağırlık verilmelidir. Site kültürünün odak noktasında istekler vardır.

İstanbul-Fener’de eski mahalle ve sokaklar

*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//8// mart 4

Mahalle kültüründe ise, isteklerin karşılanmasına değil, ihtiyaçların karşılanmasına önem verilir. Her şehir insanların sınırlı ihtiyaçlarını karşılar, hiçbir şehir sınırsız isteklerini karşılayamaz. Site kültürü harcamada yarışmayı özendirirken, mahalle kültürü tasarrufta yarışmayı özendirir. Site kültüründe, herkes sitenin en yüksek gelirlisi gibi, yaşamak ister. Mahalle kültürü ise, gelir seviyesi ne olursa olsun, mahallenin en düşük gelirlisi yaşamayı, herkese benimsetir. Sitelerde yaşayan aileler birbirleriyle tüketimde yarışırlarken, mahallelerde yaşayan aileler,


birbirleriyle üretimde yarışırlar. İnsanlarını güzelleştiremeyen toplumlar, şehirlerini hiç güzelleştiremezler. Şehirler binalarından önce insanlarıyla varolurlar. İnsan yaratılmışların en güçlüsü ve en erdemlisidir. ŞEHİRLERDEKİ KÜLTÜREL ZENGİNLİK Gündüzün geceyle, gecenin gündüzle iç içe olduğu gibi, kültür ekonomi ile, ekonomide kültürle iç içedir. Kültür ile ekonomi et ile tırnağa benzer. Nasıl tırnak etten ayrılmaz ise, ekonomide kültürden ayrılmaz. Kültür ve ekonomi hayatın iki yüzüdür. Her kültürel faaliyetin mutlaka bir ekonomik boyutu olduğu gibi, her ekonomik çalışmanın da kesinlikle bir kültürel yüzü vardır. Bunun için , hiç kimse ya kültür ya ekonomi diyemez. Herkes hem kültür hem de ekonomi demek zorundadır. Kültür değişmeyen amaçların, ekonomide değişen araçların kaynağıdır. Kültürel ve ekonomik hayatın canlılığı, değişmeyen amaçları gerçekleştirme yolunda, araçların sürekli değişmesine dayanır. Korunması gereken amaçlar ile durmadan yenilenmesi gereken araçlar, kültürel derinlik ile birlikte ekonomik zenginliğin de gvencesidir. Buluş ve yeniliklerle üretim gücünü büyütemeyen bir toplum kültürel derinlik ile ekonomik gelişmesini sürdürebilir kılamaz. Kültür ile ekonomi güçlerinin doruk noktasına şehirlerde ulaşır. Şehirler kültürün ekonomiyi, ekonominin de kültürü zenginleştirdiği büyük çekim merkezleridir.Tarihçi Henry Pirenne’in “Ortaçağ Kentleri” isimli kitabında vurguladığı gibi :”Hiçbir uygarlıkta kent hayatı ticaret ve sanayiden bağımsız olarak gelişmemiştir” Tarihin her döneminde, kültür ekonomiyi, ekonomi de şehirleri zenginleştirmiştir. Şehirler ya ticaret yollarında ya da göl, nehir ve deniz kıyılarında kurulup büyümüşlerdir.

bağlıdır. Hayatın zenginleştirilmesinde rüyaların vazgeçilmez bir yeri vardır. Uğruna varını ve yoğunu ortaya koyacağı rüyası olmayan bir toplum , hem kültürel hemde ekonomik alanda büyük bir boşluğa düşmekten kurtulamaz. Her rüya, girişimcilerin olduğu kadar toplumlarında ana ve değişmez amaçlarını oluşturur. Din ve dünyayı bir bütünlük içinde ele alan Gazali, kültürel v ekonomik hayatın zenginleştirilmesinde ihtiyaçları, zorunlu,kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olmak üzere, üç kademede ele alınır.

Sitelerde yaşayan aileler birbirleriyle tüketimde yarışırlarken, mahallelerde yaşayan aileler, birbirleriyle üretimde yarışırlar.

Kaynak oluşturma, dağıtma ve değerlendirmede ihtiyaçların sırasına özen gösterilmesi gerekir. İhtiyaçların hiyerarşisine önem verilmeyen bir ekonomide, somut ihtiyaçların yerini istekler alacağı için, hiçbir alanda kaynak israfının önüne geçmek mümkün değildir. Kültürel alanda nasıl pozitif değerler,normatif değerlerin yerine geçmişse , ekonomik yapıda da güzelleştirici ihtiyaçlar, zorunlu ihtiyaçların önüne geçemez. Pozitif değerlerin yerine normatif, gerçek ihtiyaçların yerine de yapay ihtiyaçlar geçerse, toplum kültürel derinlik ile ekonomik zenginliğini yitirir. Ekonomik alandaki başarının yol haritası kültürel alanda gizlidir. Ekonomi kültürle inşa edilir Şehirler, ticaretin ayak izlerinden doğmuşlardır.

Pirenne’in” şehirler ticaretin ayak izlerinden doğmuşlardır” yargısı, her çağda geçerli olmuştur. Bu bağlamda, Mekke , Medine ve Kudüs, kültür ve ekonominin olduğu kadar şehirlerinde anasıdır. Girişimcilerin kültürde ekonomiyi, ekonomide de kültürü gören rüyaları şehirlerde gerçekleşir. Büyük rüyalar büyük şehirlerde görülür. Her şehir, rüyalarının peşine düşen ve onların gerçekleşmesi için yapmasını bilen girişimcilerin başarılarıyla, kültürel ve ekonomik zenginlikliğine güç katar. KÜLTÜREL DERİNLİK Kültürel derinlik ve ekonomik zenginlik, doğal ahlak, hukuk ve ekonomi ilkeleri ışığında, hayatın bütün boyutları ile yaşanır kılınmasına 5


Ş ehir

nsanoğlunun yapısında, kaynağını sevgiden alan güzel duygularla kaynağı kin ve nefrete dayanan kötü duygular bir arada bulunmaktadır. Güzel duygular, insanın gönlünü yeşertirken kötü duygular nefsini azdırmaktan başka bir işe yaramaz.

BİR ŞEHİRLİ HASLETİ:

NEZAKET

Şirazlı Sâdi, hikâyelerinden birinde bir bal satıcısından bahseder. Bu zat sadece sırtındaki küfesinden değil, tatlı dilinden, güler yüzünden ve zarif tavırlarından herkese bal dağıtırmış. Herkes de onu sever, balından satın alırmış. Bir gün onu kıskanan bir komşusu da aynı işe soyunmuş. Soyunmuş soyunmasına ama kimse ondan bir gram bal satın almamış. Akşam evine döndüğünde, hanımı ona esaslı bir ders vermiş. Onun kabalığını ve asık suratlılığını kastedip şöyle demiş: “Küfende bal da olsa, suratın sirke satınca, dilin insanları sokunca kim seni ne yapsın?” Yusuf DURSUN

İnsanın gönlünü bir cennet bahçesine çeviren güzel duygular nelerdir? Tebessüm etmekten tutun da hayvanları sevmeye, selam vermekten tutun da doğayı korumaya, fakirlere yardım etmekten tutun da tatlın dilli olmaya kadar pek çok meziyet, güzel duygulardan sadece birkaçıdır. İnsanın yapısında bulunan kötü duyguları örneklemek yerine, “Yüreğini geniş tut, Kini nefreti unut, Gözlerindeki umut, Dikensiz gül olmalı. Boş geçirme zamanı, Kardeş bil cümle canı, Muhabbetin fermanı, Dikensiz gül olmalı.” diyerek onlardan kurtulmaya çalışmamız gerektiğini söylesek daha iyi olacaktır. İnsanı, gerçekten iyi insan yapan duygulardan biri de nezakettir. Sözlükte, nezaket: “Naziklik, zariflik, incelik; terbiye, edep” anlamlarına gelmektedir. NEZAKET SAHİBİ OLMAK NEYİ GEREKTİRİR? Nezaketi tacını takmış bir insan; Güzel ve zarif sözler kullanır, yanlış anlaşılabilecek, incitici ve imalı sözlerden kaçınır. Bunu yaparken Yunus Emre’nin “Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Bal ile yağ ede bir söz.” mısralarını unutmaz. Kişileri çekiştirmez, yalan söylemez, alay etmez, kaba davranmaz, küfretmez. İnsanlar arasında ayırım yapmaz, herkese eşit davranır. Mehmet Akif Ersoy’un, “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.” mısralarında anlatıldığı gibi davranır. Gururdan, kibirden kaçınır; kendini üstün görmez. Başka insanların da güzel fikirleri olabileceğini düşünür. Görüşlerine katılmadığı insanları bile sonuna kadar dinler. En yakınları dahi olsa kimsenin

sayı//8// mart 6


evine izinsiz girmez. Büyükleriyle konuşurken, kendi akranlarıyla konuşur gibi yapmaz; onlara “siz” diye hitap eder. Kendi anne- babasına her zaman hürmet eder. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in Lokman suresinde, “Ey insanoğlu! Ana baba, seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla güzel geçin; Bana yönelen kimsenin yoluna uy...” “İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme…” “Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini de kıs…” buyrulduğunu unutmaz. NEZAKET SAHİBİ OLAN NE KAZANIR? Olumlu olumsuz her türlü durum karşısında nezaketini koruyan insanların kazancı saymakla bitmez. Nazik insanlar, her şeyden önce “iyi bir insan”, “iyi bir dost” olurlar. Onların gönlü herkese açıktır. Böyle insanların her iki dünyada da huzur içinde olacağı konusunda, Sevgili Peygamberimizin şöyle bir hadisi vardır: “Mümin, başkasıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen kişidir. İnsanlarla güzel geçinmeyen ve kendisiyle güzel geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.” Şirazlı Sâdi, hikâyelerinden birinde bir bal satıcısından bahseder. Bu zat sadece sırtındaki küfesinden değil, tatlı dilinden, güler yüzünden ve zarif tavırlarından herkese bal dağıtırmış. Herkes de onu sever, balından satın alırmış. Bir gün onu kıskanan bir komşusu da aynı işe soyunmuş. Soyunmuş soyunmasına ama kimse ondan bir gram bal satın almamış. Akşam evine döndüğünde, hanımı ona esaslı bir ders vermiş. Onun kabalığını ve asık suratlılığını kastedip şöyle demiş: “Küfende bal da olsa, suratın sirke satınca, dilin insanları sokunca kim seni ne yapsın?”

Son yıllarda ülkemizde nezaket kurallarına uymayan insanların sayısında artış görünebilir; bunlar asla çoğunlukta değildir. Sadece topluma verdikleri zarar, herkesin tepkisini çekmektedir. Milletimizin büyük çoğunluğu, edebe ve güzel ahlâka son derece önem vermektedir. Yoksa “Nezaket”, “Zarif”, “Nazik” ve buna benzer kelimeler, milletimiz tarafından çocuklarına isim olarak verilmezdi. Klasik Edebiyatımızın güçlü kalemlerinden Nedim’in güzel bir gazeli vardır. Şair, bu gazeline, “Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana” mısraıyla başlar. Şair, bu mısrada sevdiğine, haddeden (kuyumcuların altını tel hâlinde incelttiği araçtan) geçen nezaket, senin boyunu posunu oluşturmuş, diye iltifat etmektedir. Biz de bir şiirimizde, öğrencilerin dilinden öğretmen sevgisini anlatırken şöyle demişizdir: “En zarif, en ince benim; Nezaket denince, benim. Buram buram Türkçe benim, Dilindeyim öğretmenim.” NEZAKET SAHİBİ OLMAYAN NE KAYBEDER? Nezaketten nasibini almayan bir insan, her şeyden önce kendine saygısını kaybeder. Dostu olmaz böyle insanların. Bunlar, tatlı bir sözün getireceği mutluluğu bilemez, aile huzurunun tadına varamazlar. Sadece kendilerini değil, çevresindekileri de mutsuz ederler. Toplumda suça karışmış insanlara bir bakın, bunların çocuğunda nezaketten eser göremezsiniz. İnsanoğlu var olduğu müddetçe hem kendi içindeki hem de toplumdaki “güzel-çirkin” çatışması devam edecektir. Sonuçta güzelin yanında yer alan kazanacak, çirkinden yana olan kaybedecektir.

Yapılan bir araştırmaya göre öğrenciler, öğretmenlerinden en çok şu üç kelimeyi duymak isterlermiş: Lütfen, teşekkür ederim, affedersin. Görüldüğü gibi bu üç kavram da nezaketle ilgilidir. Bir okulda öğrenciler bir deney yapar: İki kavanoza ıslak pamuk konur. İçlerine fasulye tohumu bırakılır. Kavanozlardan birinin dışına “tatlım”, “güzelim”, “şekerim”; diğerinin dışına ise “aptal”, “salak”, “geri zekâlı” gibi sözler yazılır. Öğrenciler her sabah kavanozdaki yazılarla hitap eder fasulyelere. Güzel sözleri işiten fasulyenin daha erken ve daha güzel geliştiği görülür. Hayvanlar da böyle değil midir? Bir köpek yavrusu bile güzel sözlerden hoşlanırken insanlar niçin hoşlanmasın? 7


Ş ehir

ŞEHİRCİLİK TARİHİMİZİN DÖNEMEÇLERİ

ŞEHİR MASALLARI –İKİNCİ-

Dönemin en önemli mimarı Sedat Hakkı Eldem’dir (1908-1988). Akademi’de öğrenimim esnasında uzun süre öğrencisi olma şansını yakaladığım Sedat hoca da Akademi’de okumuştu. Burayı bitirdikten sonra Avrupa’da, dünyanın mimarî çizgisine yön veren ustalarla çalışmış, yurda dönmüş ve Akademi’de hocalığa başlamıştır Kâmil UĞURLU Mimar PhD

Sirkeci’de Vedat TEK eseri Posta Telgraf nezareti binası. Bugünkü Büyük Postane

sayı//8// mart 8

ehrin yaşayan bir organizma olduğu, artık sokaktaki insanın bildiği ve kabullendiği olağan bir durum iken, bu canlının hayatını ve gidişatını yöneten unsurun salt mimarlar -şehirciler- olduğunu çoğu kişi kabul etmez. Halbuki böyledir. Belediyelerin rolü veya etkisi ikinci sıradadır. Çeşitli sebeplerle çeşitli yollarla zaman kaybeden bu kültürün milli çizgiye oturması “İkinci Millî Mimarî” cereyanı ile gerçekleşmiştir. İkinci Ulusal Mimarlık Döneminin gerçekten en önemli faydası, özellikle Türk Evi’nin yeniden keşfedilmesi olmuştur. Geleneksel, yerel ve anonim mimarlık tarzları, yapım teknikleri, malzeme, biçim bu dönemde enine-boyuna incelenmeye alınmıştır. Dönemin en önemli mimarı Sedat Hakkı Eldem’dir (1908-1988). Akademi’de öğrenimim esnasında uzun süre öğrencisi olma şansını yakaladığım Sedat hoca da Akademi’de okumuştu. Burayı bitirdikten sonra Avrupa’da, dünyanın mimarî çizgisine yön veren ustalarla çalışmış, yurda dönmüş ve Akademi’de hocalığa başlamıştır. Frank L. Wright’ın Amerika’da yaptığını o burada, aynı paralelde, Türk mimarisi için yapmıştır. Türk Evi Plân tipleri ile ilgili yaptığı çalışmalar, Türk mimarlığında bir dönemin başlangıcını teşkil eder. Sadece “millî” olacağım diye eskinin tekrarını yapma yanlışına düşmeyen mimar Sedad Hakkı Eldem, Türk mimarlığının evrensel olabileceğini ortaya çıkaran çalışmaları yanında, yetiştirdiği yüzlerce çırak ile de mimarlık tarihimizdeki seçkin yerini almıştır. Emin Onat (1908-1961) dönemin diğer önemli mimarıdır. O zamanın Yüksek Mühendis Mektebi, şimdiki İstanbul Teknik Üniversitesinde okurken, eğitiminin son bölümünü İsviçre’de tamamlamıştır. Mimar Otto Rudolf Salvisberg ile bir süre çalışma fırsatı bulan Onat da döndükten sonra, okuduğu okulda hoca olarak görev almıştır. İkinci Ulusal Mimarlık döneminin bir bölümünde de Alman Mimar Paul Bonatz etkilidir (18701956). Anıtkabir için seçici heyete çağrılan Bonatz (1942) bir yıl soma Türkiye’ye bir sergi sebebiyle tekrar geldi. İkinci Dünya Savaşı başlayınca ülkesine dönemedi ve Milli Eğitim Bakanlığı’na danışman oldu. Aynı zamanda İstanbul Teknik Üniversitesi’nde hocalığa başladı. Mimarîde “millî”likten yana olan ve çağının mimari¬sini eleştiren Bonatz’ın fikrine göre “her ülke kendi kültürel kökenlerini arayıp bulmak zorundadır”. Bu Alman ustanın Türk mimarlığına etkisi uzun süreli olmuştur. Ders vererek, öğrenci yetiştirerek, yazarak, hemen hemen her proje


Ankara Resim ve Heykel Müzesi -mimarı, Arif Hikmet Koyunoğlu 1926

yarışmasında seçici kurulda görev alarak, böylece kendi anlayışındaki proje ve kişileri destekleyerek etkisini uzatmıştır. Türk evi havasının hissedildiği (sadece cephelerde olsa bile) Saraçoğlu Mahallesi plânlaması onundur. Bu dönemde yapılan en önemli bina Anıtkabir’dir. 1941’de Anıtkabir’in projesini sağlamak için milletlerarası bir yarışma açılmıştır. Savaşın devam etmesine rağmen katılım çok olmuş ve çeşitli ülkelerden 49 proje Ankara’ya gönderilmiştir. Sonuçta bir¬birine denk üç proje uygulanabilir görülmüş, bunların içinden bir tanesinin tercihi zamanın yönetimine bırakılmıştır. Emin Onat ile Orhan Arda’nın tasarladıkları projeyi uygulamaya alan yöneticiler, 1944’te başlattıkları yapım işini 1953’te bitirmişlerdir. Ata’nın naaşı bir törenle getirilmiş ve Anıtkabir ziyarete açılmıştır. Anıtkabir, Cumhuriyet mimarlığımız içinde belki de en çok tenkit edilen yapıdır. Bir kısım mimarlar ve sanat tarihçileri yapının GrekoRomen bir hava taşıdığım, Türk Mimarlığı ile ilgili çizgi bulunmadığını, geleneksel öğelerden faydalanılmadığını ve bizim “anıtmezar” düşüncemizin dışında özenti bir yapı olduğunu kabul ederler. Bu düşüncenin karşıtları da vardır. Onlar da Anıtkabir mimarisini överler. Onun hem geleneksel, hem çağdaş çizgileri taşıdığını iddia ederler. Onlara göre Anıtkabir

Türk-İslâm sanatındaki türbe-kümbet anlayışıyla, batının mozole anlayışını çağdaş bir yorumla birleştirmiştir. Genel havasına egemen olan kitle etkisi bir yandan Osmanlı mimarisini hatırlatırken, diğer taraftan çağdaş uygulamaların havasını taşımaktadır. Ayrıca taş gibi ağır bir malzemenin kullanılmış olmasına rağmen hafifletme kemerleriyle bu etkinin kaybedildiği, kemer kilit taşı gibi, kalem işi gibi geleneksel motiflerin kullanıldığı, mi¬marlığımıza cumhuriyetten sonra giren yontu, kabartma gibi sanatlara yer verdiği, âbi¬devî bir yapı olmasına rağmen ayrıntıların iyi çözüldüğü, oranların abartısız olduğu ve geometrik bir yalınlığa sahip olduğu, Anıtkabir mimarisini beğenenlerin iddialarıdır.

Devrin ikinci önemli yapısı Hilton Otelidir. Bu otelin planlaması ile Türk mimarlığı Amerikan mimarlığı ile tanışmıştır. Bu dönemde modem mimari anlayış Amerika’da da yenidir.

Seçici kurulda Başkan Paul Bonatz, üyeler Muhlis Sertel, Muammer Çavuşoğlu, Arif Hikmet Holtay, Karoly Weichinger (Macar) ve İvar Justos Tengbom (İsveçli) vardı ve bu kurul ilk turlarda Selçuklu ve Osmanlı mimarlık biçimlerini tekrar eden yarışmacıları elemişlerdi. Türkiye’deki geçmiş eski uygarlıklardan da esinlenmiş bir proje ile bu uygarlıkların mimarlık diline sahip çıkmak isteyen kurul, uygulama esnasında biraz bu sebepten, biraz da depreme karşı daha dirençli olsun diye projede bazı değişiklikler yapmıştır. Devrin ikinci önemli yapısı Hilton Otelidir. Bu otelin planlaması ile Türk mimarlığı Amerikan

9


Ş ehir

Le Corbusier’in “brüt beton” tabir edilen, beton yüzeylerin sıvanmadan cephe elemanı olarak değerlendirilmesi olayının başında bulunması, ister istemez bu mimarı mimarlığımızın gündemine yeniden getirdi. Brüt betonun yapı sanatımıza girmesiyle mimarlığımızda bir hareketlilik yaşanmaya başlamıştır. Bütün dünyada geniş uygulama alanı bulan bu sisteme Türkiye direnmeden katılmış ve sistemin ustalarıyla, Aalto, Tange, Rudolf ve Kahn gibi mimarla tanışmıştır.

Unkapanı Zeyrek SGK Binaları

Emin Onat (1908-1961) dönemin diğer önemli mimarıdır. O zamanın Yüksek Mühendis Mektebi, şimdiki İstanbul Teknik Üniversitesinde okurken, eğitiminin son bölümünü İsviçre’de tamamlamıştır. Mimar Otto Rudolf Salvisberg ile bir süre çalışma fırsatı bulan Onat da döndükten sonra, okuduğu okulda hoca olarak görev almıştır.

mimarlığı ile tanışmıştır. Bu dönemde modem mimari anlayış Amerika’da da yenidir. 1950’de Corbusier’nin Rio’da yaptığı bir idare binası ve New York’taki Modem Sanatlar Müzesi dışında fazla önemli bir uygulama bulunmamakta¬dır. Fakat savaşın bitmesiyle Amerika, dünyadaki genç, yetenekli birçok mimarı ülkesine çağırdı, onlara imkân verdi ve dünya mimarlık hareketlerini kontrolüne aldı. İstanbul’daki Hilton Oteli’nin plânlaması, Amerikalı bir (grup Skidmoor-Owings-Merril grubu) ile mimar Sedad Hakkı Eldem’e verildi. Amerika’da uygulamaya konulan bazı yeni formüller İstanbul Hilton’da biraz daha değiştirilerek yapıldı. Meselâ beyaz beton denilen sistem o yıllarda Amerika’da bilinmiyordu, burada ilk defa uygulandı. Saçak ve çatı mimarimize Hilton Oteli’yle yeniden girdi. Beyaz beton yüzeyler, ince levha kapla-malar, alüminyum doğrama, büyük cam yüzeyler, asma akustik tavanlar, gömme aydınlatmalar, sessiz-sedasız mimarîmize girdi. O tarihlerde bu malzeme ve anlayış Avrupa’da henüz bilinmiyordu. Bir taraftan bu yeni hareketlerle yeni arayışlar sürerken diğer taraftan, teras çatı katı geometrik düzen, kutu biçimi binalar devam etti. Fakat uzun sürmedi, plan düzeni de dış görünüşleri kadar rahatsız edici bu sistem daha sonra yerini yeni bir dalgaya, yeni bir anlayışa bıraktı. 1960 ile 1970 arasında mimarlığımıza pitoresk, romantik ve lirik bir hava hâkim oldu. Bu arada dünyada hemen akla gelen birkaç önemli isim, nedense Türkiye’de fazla etkili olamadılar. Wright, Le Corbusier ve Gropius gibi isimler o dönemde Türkiye’de fazla itibar görmediler. Fakat

sayı//8// mart 10

Yeni mimari anlayışın ortaya attığı ve savunduğu nitelikler aşağı-yukarı şöyledir: Kitleler parçalanmaktadır. Plânlama serbest bir kompozisyon anlayışı ile yapılmak¬tadır. Bazı elemanlar plânlamanın içinde varlıklarını hissettirecek şekilde ayrı ele alın¬maktadır. Merdiven, asansör, balkon, giriş gibi. Yapının içinde kullanıcılara tamamen serbest, zaman zaman duygusal hareket imkânı tanınmaktadır. Abidevi görünüşler yoktur. Bu ilkeler aslında geleneksel ve Türk mimarlığının savunduğu ilkelerdir. Ne var ki uygulamalarda, malzeme olarak benimsenen brüt beton bazen gereğinden fazla ağır bir etki bırakmakta, bazı cepheler fazlaca ağır, hantal bir görünüş kazanmaktadır. Yani prensip ile uygulama farklı olmaktadır. Fakat mimarlar bu malzemeyi daha yakından tanıdıkça, herhalde bu sakıncalar ortadan kalkacaktır. Bugünkü mimarimizin şekilcilikten kurtarılabilmesi ve daha gerçekçi bir zemine oturtulabilmesi için yarışma şekillerinin ve ilkelerinin de belli bir düzene sokulması gerektiği son günlerde üzerinde durulan önemli bir konudur. CUMHURİYET VE ŞEHİRCİLİĞİMİZ Cumhuriyetin ilk yıllarında birçok şehrin bazı mahalleleri boşalmış ve bakımsız bir manzara sergilemektedir. Birçok nitelikli mahalle savaş sonunda yangınlarla kaybedilmiştir. Kayıp sadece maddî değildir. Bu yangınlarla birçok kültürel değer de yok olmuştur. Manisa örneği bunlardan biridir. Nüfus hareketleriyle el değiştiren birçok iyi nitelikli yapı, değeri bilinmediği için harap olmuştur. Bu arada, daha önce de değindiğimiz gibi, Ankara uygulaması başarısız olmuştur. Eski şehir ile yeni planlanan şehir birbirinden koparılamamıştır. Halbuki aynı dönemde benzer iki örnek ayaktaydı. Yeni Delhi ve Canberra. Bunlar dikkate alınmamıştır. Ankara’nın yeniden inşası esnasında politik görüşlerle mimarlık sanatı çatışmıştır. Politik baskının ağırlık kazanması ile bugünlere sarkan yanlışlıklar meydana gelmiş¬tir. Ankara için fırsat kaçmıştır. İzmir, yanan mahallelerini onarırken daha basit usuller denemiş, o devre göre aslında eskimiş sayılabilecek


sistem ve malzemelerle, fakat klasik çizgi içinde kalarak daha iyi sonuçlara ulaşmıştır. İstanbul ise bir türlü kalıcı bir şehir planı elde edememiştir. Sık değişen politikalar sebebiyle plan bir türlü bitirilememiş, fakat bu gecikmeler birçok yüksek nitelikli semti, Üsküdar’ı, Serencebey’i, Abbasağa’yı bitirmiştir. 1950’lerden itibaren, yeni birtakım imkânların ortaya çıkmasıyla şehirciliğimizde bir hareket yaşanmaya başlamıştır. Belirli bir nüfusun üstündeki yerleşimlere getirilen plân mecburiyeti bunda etkili olmuştur. Hız kazanan sanayileşme süreci, şehircilik hareketlerine ayrı bir ivme kazandırmıştır. Fakat bütün bu hareketlerin temelde bir politikadan yoksun oluşu, bu hareketliliği çoğu defa yanlış yönde etkilemiştir. Bugün yaşanılan sıkıntıların temelinde bu vardır. Her yeniliği sırlı bir hikmet gibi batıdan getirip memlekette uygulamaya koyan anlayış, her nedense batıda doğru uygulanan ve şehirciliğin en genel şartı olan birçok meseleyi görmezden gelmiştir. Modern anlayış, teşekkül etmiş olan eski yerleşim bölgelerine herhangi bir eklenti yapmadan altyapısı ve sosyal donanımı ile yeni gelişme alanlarında şehir geliştirirken bizde böyle olmamıştır. Sınırlı altyapının üstüne ve merkezlere olan yığılma, şehirleri düğümlemiştir. Şehir plânlarının herhangi bir politikaya dayalı olmaması veya bu politikaların hızlı değişmesi sebebiyle plânlı şehircilik kendini geliştirememiştir. Diğer taraftan başlayan yeni dönem “kentleşme” hızım artırmış, %6 gibi bir düzeye ulaşmıştır. Ülkenin kapital birikimi bu hızlı kentleşmenin gerektirdiği mekanları sağlayacak düzeyde olmadığı için, kentlerde artan bu nüfusun istihdamı da, istihdamı sağlayacak yatırımlar da mümkün olmamıştır. Bu durum “Gecekondu” olayının sebebidir. Bugün Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, İzmit, Adana gibi büyük şehirlerin çevresini saran bu mahalleler, zaman zaman ve gidip gelen iktidarlarla durumlarının bir şekilde kanuna uygun şekle sokulacağını bildiklerinden korkusuzca şehirleri kuşatmaya, bazen de sıkıştırmaya başlamıştır. Bu konuya özel yeni birtakım sosyal ve ekonomik kurumlar ortaya çıkmıştır. Hatta özel bir terminoloji gelişmiştir. Bu kurumların bilimsel açıdan tariflerinin yapılması ve sınırlarının belirlenmesi mümkün olmamaktadır. Şimdi başlayan “Dönüşüm” çalışmaları konunun tek çözümüdür. İyi niyetlerle ihdas edilen sistemin yozlaşmaması için mutlaka elden gelenin yapılması farzdır. Yoksa sonuç yıkıcı ve yakıcı olur, Allah korusun..

Hilton İstanbul Bosphorus

Maçka'da Prof.A.A. Evi, Mimarı: Sedat Hakkı Eldem

İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakütesi Binaları 11


Ş ehir

Başta Devlet, dilde himmet, elde fırsat var iken, Tut elinden düşmüşlerin, sana saadet yâr iken! Kimseye baki değildir milk-ü devlet, sîm-ü zer, Bir harab olmuş gönlü tamir etmektir hüner!

FATİH/

SÜLEYMANİYE;

ULEMA SEMTLERİ Takıyuddin efendi; Şamda doğmuş olmasına rağmen ilim tahsilini İstanbulda ikmal etmiş, II.Selim tarafından Saray Müneccimbaşısı ünvanını almıştır, Evi Süleymaniye semtindedir. Bilgi ve birikimleri onun laboratuar ve gözlemcilik ufkunu da geliştirmiştir. İstanbuldaki ilk gözlem evi rasathane; Sokullu Mehmet Paşa ve III.Murad’ın iradesi ile Takıyuddin Rasathanesi (Dar-ü’r Rasad-ül Cedid), 1575 yılında Osmanlı bilgini Takıyuddin tarafından İstanbul Tophane sırtlarında kurulan gözlemevidir. Mehmet Kamil BERSE

sayı//8// mart 12

Tekirdağlı Mustafa Fevzi Efendi stanbul’un kadîm kuruluş tarihinden itibaren her dönemde Osmanlı döneminde verilen adı ile Süleymaniye ve Fatih semtleri; Âlimlerin, şairlerin, bilim adamlarının, gezginlerin yetiştiği ve ikamet ettiği semtler olarak bilinir. Bu nedenle “Fatih ve Süleymaniye Ulema semtleridir” denmiştir. Doğu Roma ve Bizans döneminden kalan bölük pörçük yazılardan öğrenebildiklerimizde ,o dönem devletlerince de bu bölgelerde Romanın ve Bizans’ın ilim adamları, müneccimleri oturmuş ve dersler vermişler. Fatih ve Süleymaniye semtleri Bizans döneminde de en makbul ve en kalabalık mahallelerdir. Kıztaşı sütununun bulunduğu bölge ve bugünkü Fatih Camiinin bulunduğu yer devrin din ve ilim merkezleri idi , Fatih Camii nin yapıldığı yerde Havariyün kilisesi ve mektepleri vardı. Bizans Kayzerlerinin bu civarda gömüldüğü bilinir. Bu yapılar zamanla yıkılıp harabe haline gelmiş , Sultan Fatih bu alanda Fatih Camiinin ve meşhur sahn-ı seman medreselerinin yapımını emretmiştir. 1453 yılı 29 Mayıs tarihinden itibaren İstanbul Osmanlı Devleti tarafından Müslüman – Türk hakimiyeti altına girince, Yüce Hakan II.Mehmet’in İstanbul’un Dünya devletinin merkezi olması için öngördüğü , bu belde öncelikle bir ilim merkezi olmalı fikrinden yola çıkarak önce Bizans’tan kalan yapılarda Ayasofya medreselerini sonra Fatih medreselerini kurdu, Fatih medreseleri inşa halinde iken bugün Zeyrek semtinde bulunan Pantokrator manastırı ve kilisesi ve yanındaki binaları Fatih Medresesi’nin ilk eğitim binaları olarak tahsis etti ve başına o devrin önemli âlimlerinden Molla zeyrek’i tayin etti. Şehrin ilk tayini aslında şehremaneti ve Kadı olarak tayin ettiği Nasreddin hocanın torunlarından, önemli bir âlim olan Hızır Çelebidir. Bugün mezarı Süleymaniye ve Fatih semtlerinin sınırı sayılan Unkapanı yolunun üzerindedir. Fatih Medreselerine hoca olarak çağrılan Ali Kuşçu, Uluğbey rasathanesinden gelerek Fatih Medreselerinin başına getirilmiştir. Bugünkü ifadeyle ilk rektör olmuştur. Evi Fatih camiinin haliç tarafından iki arka sokağında idi. Ali Kuşçu devrin en meşhur matematik ve astronomi bilginlerindendi. Ömrünü Fatihte tamamlıyarak belki binlerce talebe yetiştirdi. 1453 ten itibaren kurulan bu medreselerde eğitim;


Dini ilimlerle birlikte Fen ilimleri idi. Ali Kuşçu ve sonrasında gelen önemli matematikçilerden ; Mîrim Çelebi (Ali Kuşçunun torunudur) çok önemli bir matematikçi, felsefeci ve astronomi bilginidir. Takıyuddin efendi; Şamda doğmuş olmasına rağmen ilim tahsilini İstanbulda ikmal etmiş,II. Selim tarafından Saray Müneccimbaşısı ünvanını almıştır, Evi Süleymaniye semtindedir. Bilgi ve birikimleri onun laboratuar ve gözlemcilik ufkunu da geliştirmiştir. İstanbuldaki ilk gözlem evi rasathane; Sokullu Mehmet Paşa ve III. Murad’ın iradesi ile Takıyuddin Rasathanesi (Dar-ü’r Rasad-ül Cedid), 1575 yılında Osmanlı bilgini Takıyuddin tarafından İstanbul Tophane sırtlarında kurulan gözlemevidir. Bu gözlemevi,Takıyuddin’in padişah III. Murad’a, ünlü astronom Uluğ bey’in Semerkantta hazırlattığì “Zic-i İlhani” adlı astronomi gözlem ve hesaplarının eskidiğini belirten raporunu sunmasından sonra kurulmuştur. 1580 yılında, Şeyhülislam Kadızade’nin onaylayan fetvası ve padişah III.Murad’ın emriyle rasathane denizden topa tutularak yıkılmıştır. Tamamlanmasının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra beliren bir kuyruklu yıldız nedeniyle Sultan , Takıyuddin’den kehanette bulunmasını talep etmiş, o da bu yıldızın bir mutluluk ve saadet devrinin habercisi olduğu tahmininde bulunmuştu. Gelgelelim, bunun tam aksine o devirde ortaya çıkan bir salgın hastalığın getirdiği felaket nedeniyle rasathanenin muhaliflerinin sayısında bir hayli artış olmuştu. Takıyuddin gözlemlerine bir iki yıl daha devam edebilmişti. Bazı kaynaklar ise bilime muhalif bir tarikatın yıkım kararının alınmasında etkili olduğu rivayet edilir. İlber Ortaylının bir yorumuna göre, İstanbul’daki bir depremden sonra halk ayaklanmış ve depremin rasathane yüzünden olduğunu söylemişlerdir. Sarayın önünde büyük gösteriler olmuş, bunun üzerine III. Murat, denizden top atışı ile rasathaneyi yıktırmak zorunda kalmıştır. Takıyuddin efendinin eserlerinde bazı kavramları matematik bilmine kazandırdığını görürüz. Sinus, kosinus, tanjant, kotanjant gibi kavramlar ilk kez onun eserlerinde okundu. Ekliptik-Ekvator arası mesafeyi döneminde en yakın ölçüde bulan odur. Bu ölçü 1 dak.40 saniye farkla Takıyuddin efendi tarafından tespit edilmiştir. Takıyuddin efendi 1585 yılında, Rasthanesini bırakamadı ama yetiştirdiği yüzlerce talebe bırakarak vefat etti. Fatih ve Süleymaniye ulemasından Matematikçilerle başladık, Ünlü matematikçilerle devam edelim. Hocası Ayaklı Kütüphane adı ile maruf Müftizade Mehmet

Efendi olan Manisanın Gelenbe köyünde doğduğu için(1730) kendine Gelenbevî denen ünlü matematikçimiz Gelenbevî İsmail efendi, Fatih camiinin Karadeniz medreselerinin arka taraflarında oturur idi. Tek odalı bir evde ömrünü talebe yetiştirmeye ve ilmini geliştirip kitap yazmaya vakfetmiş çok değerli bir âlim idi. Matematik ilminde sürekli yenilik peşinde koşar ve yeni kavramlar keşfederdi. Bir gün saray müneccimbaşısına Fransız bilim adamı geldi, einde bazı rakamların bulunduğu defteri getirdi ve matematik konusunda kimsenin bilmediği bir icadı olduğunu bunu saraya satmak istediğini söyledi. Saraydan bu konu ile ilgili Gelenbevi İsmail bey ile görüşmesi istendi. Fransız, Gelenbevi İsmail’in Fatihteki evine geldi yaşadığı tek odalı evi ve dökük halini gördü, kibirlenerek kendisine çözmesi için bir problem bıraktı, bir gün sonra geleceğini söyledi. Bir gün sonra geldiğinde Gelenbevi İsmail Efendi yastığının altından kendi yazdığı bir risaleyi çıkardı ve verdi – Bunu oku, probleminin çözümünü burada bulursun , dedi. Gelenbevi İsmail Efendinin verdiği risale Fransızın ancak dörtte birini tamamladığı Logaritma Cetveli idi. Fransız hayretler içinde kaldı, binbir özürle evinden ayrıldı ve saraya giderek Reis-ül küttab efendiye “Şu adam bizim memleketimizde olsaydı, ağırlığınca altın ederdi, siz kıymetini bilin” diyerek saraydan ayrıldı. 3.Selim zamanında Kağıthanede yapılan Humbara atışları gösterisinde atışların üçü de karavana olunca Sultan kızdı vezirlerine bunun derhal düzeltilmesini istedi Matematiksel hesapların hocası olan Gelenbevî İsmail efendiyi çağırdılar , hesaplarda yaptığı düzenleme ile atışların tamamı hedefi bulmaya başladı. Gelenbevî İsmail efendi 60 kuruş ile Mühendishane-i Bahr-ı Hümayûn’a Riyaziye öğretmeni tayin edildi.

Ömrünün sonuna doğru CEBİR kitabını yazdı. Hayatı boyunca bir çok eser yazdı, bu eserleri MatematikAstronomi, Felsefeâdâb, Kelâm-Tasavvuf ve bunun dışındaki konularda olmak üzere sınıflandırıldığında önemli kaynak kitapları yazdığını görürüz. 1791 de vefat ettiğinde Fatih ve Süleymaniye semtlerinin yetiştirdiği bir yıldız daha kaymıştı

Geçimi biraz rahatlamıştı. Ömrünün sonuna doğru CEBİR kitabını yazdı. Hayatı boyunca bir çok eser yazdı, bu eserleri Matematik-Astronomi, Felsefe-âdâb, Kelâm-Tasavvuf ve bunun dışındaki konularda olmak üzere sınıflandırıldığında önemli kaynak kitapları yazdığını görürüz. 1791 de vefat ettiğinde Fatih ve Süleymaniye semtlerinin yetiştirdiği bir yıldız daha kaymıştı. Fatih ve Süleymaniye’nin havasını solumuş âlimlerin ve âriflerin hikâyeleri, nereden nereye? Sorularımıza cevap niteliğinde olacaktır. Yazımın başında yer alan şiirin şairi; FatihSüleymaniye Ulemasından, Gümüşhanevi dergahının yüzyılın başındaki önemli şeyhi Tekirdağlı Mustafa Fevzi efendi ile talebelerinin ve halifelerinin hatıralarını bir sonraki yazıda anlatmak üzere. 13


Ş ehir

STRATEJİK AÇIDAN

TÜRKİYE’NİN DOĞAL ALANI VE TABİÎ İMKÂN SAHALARI

Türkler millet olarak Asya kökenli, din olarak Müslüman ve kendi yaşam alanlarında diğer din ve milletlerle tarihte ve bugün yaşama becerisini ortaya koymuş oldukları gibi Batı medeniyetinin merkezi olan Avrupalılarla ile uzun bir süre yakın temasta bulunmuşlardır. Günümüzde Batılı kurumlar içinde yer almaktan çekinmeyen ve batılıların çalışma şeklini iyi bilen tek ülke de Türkiye’dir. Prof.Dr. Ali ARSLAN

ünümüz şartlarında yaptığımız sınıflamalarda Türkiye güç bakımından işbirliği yapılmaya değer görülen bir konumda iken, kabiliyet ve etkinlik bakımından da taktiksel bir devlet olarak kabul etmek zaruretinde kalmaktayız. Ancak Türkiye, jeopolitik, tarihi misyon, millettaş ve dindaşları tarafından tasvip dolayısıyla bazen dikkate alınan devlet, bazı olaylarda stratejik bir güç veya zaman zaman süper bir güç gibi tavır ortaya koyabilmektedir. Bazı zamanlarda ise Türkiye en iptidai bir devletlerle aynı şekilde davranarak bir tepkisel devlet niteliğine dönüşmektedir. Bu çelişkili tavırlar sergilenmesinde Türkiye’yi yönetenlerin liderlik vasfı veya vukufiyetlerinin seviyesi etkin olmaktadır. Bunun sebebi daha çok tek bakış açısına sahip olunması veya tek pencereden bakılmasının etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı Türkiye’den stratejik bir devlet yaklaşımı beklemek belki de imkânsızdır. Bunun yerine Türkiye’yi tepkisel ve basit taktiksel tavırlardan uzaklaşmasını sağlayarak bütün imkânlarını aynı anda göreme becerisini ulaşmış bir yönetim ve kadroları ihtiyacı vardır. Türkiye’ye doğal olarak yetenek ve imkan veren dört genel ana başlığı; Milli İrtibat Sahası, Akraba Alanı, Dini Saha ve İnsani Saha olarak sıralayabiliriz. Birbiri ile çelişkili gibi görülen bu başlıklar esasında görünüşte bazı zıddiyetleri hatıra getirse de esasında iç içe girmiş/bir birine yaslanmış büyük kubbeyi sağlamlaştırmak için oluşturulan yarım kubbelerdir. MİLLİ İRTİBAT SAHASI Tarihi süreçte çeşitli stratejiler dolayısıyla her boy ayrı bir millet gibi takdim edilse de esasında Türk kökenlilerin tamamını Türk kabul edilmelidir. Milli saha olarak kastettiğimiz bir ırk ve milletin dünya üzerinde yaşama sahasıdır. Alan yerine daha genişliği ifade eden sahanın kullanılması bazı milletlerin bölge ve kıtaları aşması dolayısıyladır. Bir alan dışında büyük bir sahada yaşamaları bakımından belki en iyi örnek Türklerdir. Türk kökenli olup bugün BM’ye üye olan devletler; Türkiye, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan’dır. Çok az ülke tarafından tanınan KKTC’ni unutmamak gerekir. Bunlar dışında bulundukları ülkelerin anayasalarına göre özerk cumhuriyet ve bölgeler mevcut olup bunları şu şekilde sıralayabiliriz. Rusya Federasyonu içinde; Türk kökenli cumhuriyetler olarak bilinen Tataristan, Başkırdistan, Çuvaş, Saha-Yakutistan, Altay, Hakasya, Tuva, özerk cumhuriyetleri yanında Türklerin de yoğun olarak bulunduğu KaraçayÇerkes, Kabardey-Balkar Dağıstan, Kırım

sayı//8// mart 14


cumhuriyetleri mevcuttur. Bunun yanında Rusya Federasyonu’nun Doğu Avrupa ve Asya kesimlerinde doğrudan Moskova’ya bağlı olan özerk okrug, oblast ve kraylarda Türk kökenlilerin oranı ciddi bir kesafettedir. Çin Halk Cumhuriyeti içinde resmi adıyla Şincan-Uygur Cumhuriyet yani Doğu Türkistan ile Moldovya içinde Gaguz özerk bölgesini de anmak gerekir. Ülkelerin kanunlarına göre bir özerk yapıları olmasa da Türklerin yoğun olduğu devletler şunlardır. İran’ın nüfusunun en azından yarısı Türk kökenli Azeri, Türkmen ve Kaşgaylar oluşturmaktadır. Tacikistan ve Afganistan Türklerden ayrı düşünülemeyen bağımsız cumhuriyetlerdir. Bunlar dışında eski Osmanlı toprakları olan Irak, Suriye, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Bulgaristan, Romanya’da Türkler yaşamaya devam etmektedirler. Türklerin 1960 sonrasında yaşamaya başladıkları başta Almanya, Fransa, İngiltere ve sair Batılı ülkeler yanında Avustralya gibi ülkeler dahil bütün dünya ülkelerindeki Türkleri de unutmamak gerekir. Ana hatları ile Türk kökenlilerin yaşadıkları alanları yan yana koyduğumuzda Akdeniz’den Bering Boğazına kadar Doğu Avrupa ve Asya kıtasının yarısı Türk kökenlilerin yaşadıkları sahayı içermektedir. Dünyanın her yerine yayılmaya devam eden Türkleri de bunu kattığımızda dünyada en dağınık yaşayan milletin Türkler olduğunu söyleyebiliriz. Türklerle hısımlık ve kültürel akraba olan Moğol, Babür Devleti’nin varisleri olan Pakistan ve Hindistan’da yaşayan Müslümanlar ile Fin-Ugur kökenli milletleri de unutmamak gerekir. II. Dünya Savaşına kadar dünyada büyük bir sömürge hâkimiyeti kuran İngilizlerin dil ve kültür olarak büyük etki bırakmalarına rağmen bugün yayıldıkları alan esas itibariyle ABD ve Kanada’nın bir kısmı ile Avustralya ve Yeni Zelanda’dır. Fransa’nın Kanada’nın Kebek kısmı haricince ciddi bir Fransız nüfusu dünyada yoktur. İspanya ve Portekiz dilleri birçok ülkede konuşulsa bile bu dilleri konuşanlarla İspanyol ve Portekizlerin ırki bağları çok zayıftır. ABD’nin ırki özelliğini kullanması zaten mümkün değildir. Bunun için güç ve eski İngiliz hatta Batı Medeniyeti nüfuzunu kullanarak eksikliğini gidermeye çalışmaktadır. ABD’nin yaptığı esasında 16. Yüzyıldan beri Batıların kullandığı güç ve Hıristiyanlık rengi de verilmiş olan Batı Medeniyeti’nin dünyada bir hâkimiyet vasıtası olarak kullanılmasıdır. Rusların, Rusya Federasyonu içindeki yaşadıkları alan sınırlı olduğu gibi etrafındaki ülkelerden sadece Ukrayna ve Belarus’ta ciddi Rus nüfusu ve akrabalık ilişkisi

vardır. Türk kökenli devletler içinde nüfus, nüfuz ve stratejik olarak Türkiye en öne çıkmaktadır. Dünya’da ise Türkiye gibi millet sahasına sahib olan başka bir millet yoktur. Ayrıca Türkler kendi millet sahasında 250 milyon civarında nüfuslarıyla herkesin dikkate almakta olduğu veya alacağı bir potansiyeldir. AKRABA ALANI Burada akraba olarak adlandırdıklarımız köken itibariyle Türk olmayan, zamanla Türkler dışında değerlendirilen veya kendilerini öyle kabul edenlerin tamamını kast edilmektedir. Türkiye Türkleri, başka milletlerle akrabalık tesis etmiş nadir bir gruptur. Bunun oluşmasında İslam Medeniyeti’nin son temsilcisi konumunda olan Osmanlı Devleti’nin dışlayıcı ve ayrıştırıcı olmayan tavrının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Anadolu havzası ve civarında başı sıkışanların son sığınak yeri olarak buraya göç etmelerinin de bunda büyük rolü olmuştur.

Türkiye’ye doğal olarak yetenek ve imkan veren dört genel ana başlığı; Milli İrtibat Sahası, Akraba Alanı, Dini Saha ve İnsani Saha olarak sıralayabiliriz. Birbiri ile çelişkili gibi görülen bu başlıklar esasında görünüşte bazı zıddiyetleri hatıra getirse de esasında iç içe girmiş/ bir birine yaslanmış büyük kubbeyi sağlamlaştırmak için oluşturulan yarım kubbelerdir.

Akraba Alanı Anadolu’nun havzası veya birinci derecede etki alanı olarak ifade edilmesi de mümkündür. Anadolu havzası akrabalar yuvası demekte bir sakınca yoktur. Anadolu’nun içi ile çevresinin iç içe geçtiği kadar birbiriyle ilişkili başka bir coğrafya dünyada yoktur. Birkaç örnekle bununla ne kastettiğimizi izah edelim. 15


Ş ehir

sadece Türkler değil Boşnak ve Arnavutlar da Anadolu’yu doğru göçe zorlanmış veya kendi iradeleri ile buraya gelmişlerdi. Özelikle Boşnak ve Arnavutlarla Türkler asırlardan beri evlilik yoluyla akraba olmuşlardı. Balkanlarda kalan Türkler Boşnak ve Arnavutlar arasında yaşamaya başlamış önemli bir kısmı da Boşnaklaşmış veya Arnavutlaşmıştır. Bugün Türkiye’de yaşayan Boşnak ve Arnavutların da Türklerle önemli miktarda evlilik yaptıkları bilinen bir gerçektir. Kısacası bugün Bosna-Hersek, Sırbistan ve Karadağ’da yaşayan Boşnaklar ile Arnavutluk, Kosova, Karadağ, Makedonya ve Yunanistan’da yaşayan Arnavutların kendi milletleri dışındaki akrabaları Türklerdir. Irak ve Suriye’de yaşayan Türkler ile Araplar arasında evlilikler eskiden beri yapıla gelmektedir. Türkiye’de yaşayan Araplarla Türkler arasında da evlilikler oldukça yaygındır. Halep, Hama, Humus, Lâskîye hatta Şam’da yaşayan ciddi orandaki Türklerle Araplar arasında yakın zamana kadar ilişkiler çok iyi olmuş ve evlilikler yapılmıştı. Hatta Suriye’de sadece Arapça konuşan Türkler olduğu gibi Türkiye’de de Arapça bilmeyen Araplar mevcuttur.

Türkiye Türkleri, başka milletlerle akrabalık tesis etmiş nadir bir gruptur. Bunun oluşmasında İslam Medeniyeti’nin son temsilcisi konumunda olan Osmanlı Devleti’nin dışlayıcı ve ayrıştırıcı olmayan tavrının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Anadolu havzası ve civarında başı sıkışanların son sığınak yeri olarak buraya göç etmelerinin de bunda büyük rolü olmuştur.

sayı//8// mart 16

Kürtler tarihi olarak daha ziyade bugünkü Kuzey Irak civarında yaşarlarken, Safevi-Osmanlı rekabeti dönemde başlamak üzere Güneydoğu Anadolu istikametinde yukarıya doğru hareket ettikleri gibi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus ve Ermenilerin baskısı karşısında önemli miktardaki Kürt Van’dan başlamak üzere batı istikametinde can havliyle kaçmak zorunda kalmıştı. Bugün Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtlerle Türklerin yaptıkları evliliklerin oranı neredeyse yarıya ulaşmıştır. Yani Kürtlerin en fazla akraba olduğu millet Türklerdir. Bölgede yaşayan bazı Türklerin Kürtleştiği bazı Kürtlerin de Türkleştiği de dikkate alınması gereken bir husustur. Rusların güneye doğru ilerlerken ilk önce Nogay ve Tatar daha sonraları ise Kafkasya’daki Ermeniler hariç bütün milletlerin önemli bir kısmını Osmanlı Devleti topraklarına sürdüğü bilinen bir gerçektir. Bu gün Kafkasya’da yaşayan bütün milletlerin akrabaları Türkiye’de yaşamaktadır. Hatta bazılarının Türkiye’deki sayısı Kafkasya’dakinden fazladır. Çerkez, Kabardey, İnguş, Çeçen, Dağıstan halklar ve Gürcüler bugün Türkiye’de yaşamaktadır. Bu milletler geldikleri yerlerdeki millettaşları ile yakın ilişki içinde veya onlara özlem duydukları gibi, birçoğu da Türklerle evlilik yoluyla akraba olmuşlardır. Hunlardan itibaren Türklerin yaşadığı Balkanlar Osmanlı idaresi döneminde Türklerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi olmuştu. Osmanlı Devleti’nin idaresi sona erdiği yerlerden

Türkiye’de yaşayan farklı milletlerin birbirleri ile akrabalıkları dolayısıyla, Türkiye’de Türkler azınlıktadırlar şeklinde bazen kastı aşan vukufiyetsiz yorumlar bile yapılmaktadır. Türkiye’de yaşayan Türkler ile Türklerin akrabası diğer milletlerin Kafkas, Balkan ve Önasya’nın Türkiye’ye bitişik kısımlarında yaşayanlar milletler arasındaki akrabalık bağları dünyanın hiçbir yerinde mevcut değildir. Bu bölgelerdeki her türlü gelişme, ırk gözetmeden Türkiye yönetimini ister istemez ilgilendirmektedir. Böyle bir akrabalık ilişkisinin bulunduğu başka bir örnek dünyada yoktur. Bundan dolayı Türkiye’yi siyasi sınırlarla sınırlamak çok zor bir hadisedir. Bu akrabalık aynı zamanda ortak büyük bir kültür alanı da oluşturmaktadır. Kısacası Anadolu havzası siyasi sınırların kontrol edemeyeceği kadar birbirisiyle ilişkili, birbirine bağlı bir akrabalar yurdudur. DİNSEL SAHA Din insanların bireysel hayatları için önemli olduğu gibi, devletlerin ya kendi dahili sistemleri, sosyal yapıları için çok önemli ya da devletlerin ittifak, işbirliği veya nüfuz alanlarını belirlemede ciddi bir etkiye sahihiptir. Dünya’daki güçlü ve stratejik devletler dini sahayı hiçbir zaman ihmal etmezler. Müslümanlar İslamiyet’in getirdiği ilkeler doğrultusunda bir ortak yaşam alanı ve İslam Medeniyeti oluşturmuşlardı. Hatta bazı dönemlerde İslam Medeniyeti havzası siyasi olarak ta büyük birliktelikler, Emevi-Abbasi, Selçuklu,


Osmanlı gibi, kurmuşlardı. Bu büyük siyasi yapıların etrafında aynı siyasi alanla uyumlu nüfuz veya kader birliği yapan bölgeler veya siyasi yapılar da ortaya çıkmıştı. Türkler dini sahada da çok önemli tabii imkânlara sahiptir. Türklerin neredeyse tamamına yakını Müslüman olmaları ve son 1000 sene İslam dünyasında güçlü devletlerin büyük çoğunluğu Türkler tarafından kurulması dolayısıyla, Türklerle İslam Dünyası ile özellikle Osmanlı döneminde neredeyse özdeşleşmişti. Tarihi ve kültürel etki Önasya, Balkan, Kuzey Afrika, Kafkasya Türkistan ve Babürlerin hâkimiyetindeki Hind yarımadasında Türkler idari olarak öncü iken sadece Güney-doğu Asya’da idari varlıkları yoktu. Buralarda da sömürgecilerden nefret dolayısıyla Osmanlı’ya bir muhabbet oluşmuştu. 15. yüzyıldan itibaren emperyalist Batılı devletler sırasıyla Portekiz, İspanya, Fransa, Hollanda, İngiltere kademeli olarak İslam dünyasını işgal veya kontrol altına aldılar. Doğru olana en basit bir şekilde, Müslümanlar tahakkümü altına girdikleri İngiliz, Rus, Fransız, İtalyan gibi devletler tarafından parçaları ayrılmıştır. Siyasi ve beşeri parçalanmayı tamamlamak için I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Fransa’nın kendilerine bağlı birer Halifelik merkezi oluşturmak için ciddi caba harcadıkları da bilinmektedir. 20. Yüzyılda tekrar bağımsızlıklarını kazanmaya başlasalar da Müslümanlar Kapitalist Batı Medeniyeti ve ona mensup güçlü devletlerin doğrudan veya dolaylı olarak yönetim veya yönlendirmesi altında kalmaya devam etmektedirler. Bugün Sömürgecilerin elinden belli oranda kurtularak bağımsızlığını kazanan ve İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olan 58 ülke mevcuttur. Nüfusunun ciddi bir oranı Müslüman olan içlerinde Rusya Federasyonu dahil 5 ülke gözlemci statüsünde olup, 150 milyondan fazla Müslümanın yaşadığı Hindistan ise ret edilmiştir. Bugün çoğunluğu dünyanın en önemli stratejik bölgelerinde 1,5 milyarı aşkın Müslüman yaşamaktadır. Ancak bu Müslümanlar daha önce birlikte yaşadıkları ve İslam çerçevesinde oluşturdukları hayat ve birlikte hareket etmeyi bugün güçlü Batılı devletler yüzünden gerçekleştirmekte çok büyük sıkıntı çekmektedirler. Fakat birbirine ve eski günlere olan özlem, dini ve kültürel iştiyak, imkânların artması, birbirleri hakkında bilgi sahibi olmalar ile hepsinin benzer mağduriyetlerin bulunmasından dolayı büyük bir işbirliği imkânı ortaya çıkmaktadır. Geçmişte İslam Medeniyeti çerçevesinde oluşan ortak yaşam alanını kendilerine göre dizayn eden Batılı güçler tarafından kullanıldı. Fakat artık eskisi kadar rahat

hareket etmekte zorlanmaya başladılar. Bugün İslam Medeniyeti örtük olmasına rağmen kültürel canlılık, İslam’ın birleştirici vasfı dolayısıyla Müslümanlar işbirliğine müştaktır. Çünkü İslamiyet alanı aynı zamanda İslam Medeniyet alınıdır. Batılı kurumlarda ve Hristiyan ülkelerle birlikte faaliyet gösteren Türk asker-sivil herkese dünyanın her yerindeki Müslümanlar tarafından özel muamele edilmesi Türklerden beklentileri de izah etmektedir. Siyasi ve iktisadi gücü fazla olmasa bile bazen çok küçük gayretlerle ciddi oluşumlar meydana getirilebilmektedir. Buna en güzel örnek; tam bir başarı elde edilmese de; askeri, siyasi ve iktisadi bir güce dayanmadan oluşturulan D8’dir. Bu güce dayanmadan doğal bir şekilde kendi bölgesi dışında Endonezya, Nijerya gibi ülkeleri de bir iktisadi-siyasi alanda aynı örgüt çatısında birleştirmeye öncülük etmesi Türkiye’nin İslam Dünyası’ndaki nüfuzunu ve kendisinden beklentileri açıkça izah etmektedir.

Türkler kültürel ve medeniyet anlayışı olarak eşitlik konusunda en rahat olan millettir. İnsanların, milletlerin ve devletlerin eşitliği noktasından Batılılar gibi Çin de çok zayıftır. Bunların tamamı güç ve menfaat anlayışına dayalı bir kültür ve medeniyeti benimsemiş durumdalar.

İslam Dünyası’nda Afrika, Önasya, Kafkasya, Türkistan ve Rusya Federasyon, bütün Güneydoğu Asya ülkelerinin tamamında, özellikle halk nazarında en itibarlı veya kısa sürede itibar elde edebilecek tek ülke Türkiye’dir. Bu da zaten İslam Dünyası’nın demektir. Müslümanların ihtiyacı var, halklar işbirliğini kabule hazır ve cevap verebilecek olanlar çok az olduğundan İslam Dünyasında Türkiye doğal beklenen bir lidere olarak algılanmakta ve umulmaktadır. 17


Ş ehir

Türkiye Doğal Alanı ve Tabii İmkan Sahalarından dolayı oluşan nüfuzunu güce dönüştürmesi kolaydır. Ancak kendi imkanlarını başka güçlere kullandırmamalı, kendi imkan ve nüfuzunu imha edeceklerle beraber hareket etmemeli, başkalarının strateji ve siyasetlerinin oyuncağı veya tetikçisi olmamalıdır.

sayı//8// mart 18

İslam dünyasında başka bir ülke bu umuda muhatab değildir. En önemli diğer adaylar Mısır, İran, Özbekistan, Endonezya’dır. Arapların bile ümit kestiği Mısır, İslam dünyasında değil ancak Arapların yaşadığı bazı kısımlarda etkili olabilir. İran, adında İslam olmasını rağmen etnik ve mezhepsel niteliği dolayısıyla İslam Dünyası’nda lider olamaz. Basra Körfezi etrafında bir etkisi olabilir. Özbekistan, Türkistan bölgesinde etkin olma imkânına sahib olmakla beraber İslam Dünyası’nda bir nüfuzu yoktur. Endonezya da Güney-doğu Asya’da bölgesel etki imkânına sahib iken İslam dünyasında bir liderlik imkânına sahib değildir. İNSANİ SAHA 16. yüzyılda Avrupalı Devletlerin sömürgecilik faaliyetleri ile dünyada güç ile hareket eden bu devletler, insanın salt bir değer olduğunu kabul eden Doğu/İslam Medeniyeti’ni ve nüfuz alanını ortadan kaldırarak güçlü olanın haklı anlayışını dünyada hâkim kıldılar. Emperyalist anlayışın çeşitli evrelerini yaşayan dünyada insanlar arasındaki eşitlik gittikçe bozulmuş, hatta sadece renkleri siyah olduğu için Afrikalılar köle statüsüne indirgenerek Amerika kıtasında işgüçü olarak yüzyıllarca kullanılmışlardır. Diğer bölgelerdeki insanlar da değişik şekil ve tarzlarda ikinci hatta daha aşağı seviyelerde yaşamak mecburiyetinde

bırakılmışlardı. Bu problem tarihte kalmış bir husus olmayıp, ABD’deki zencilerin resmi olarak kölelikten kurtuluşları 1965 gibi çok yakın bir tarihtir. Fiili kölelik ise bugün Avrupa’da bile ciddi bir problem olduğu ve İngiltere gibi ülkelerde milyonlara ulaştığı basına bile intikal etmektedir. Kapitalist Batı Medeniyeti’nin bugün en büyük problemlerinden birisi insanlar arasındaki her alandaki eşitsizliktir. Bu eşitsizliği kendi milletleri için bile çözemeyen Batılı devletlerin diğer ülkelerin insanları gerçekten düşündüklerini söylemek çok gerçekçi olmaz. Dünyada hâkim olan Batılı devletlerin anlayış ve kültürel dokuları da bu eşitsizlikleri gidermek için yetersizdir. Türkler kültürel ve medeniyet anlayışı olarak eşitlik konusunda en rahat olan millettir. İnsanların, milletlerin ve devletlerin eşitliği noktasından Batılılar gibi Çin de çok zayıftır. Bunların tamamı güç ve menfaat anlayışına dayalı bir kültür ve medeniyeti benimsemiş durumdalar. Sömürgecilik döneminden itibaren dünyada ezilen, horlanan ve bugün de aşağı bir seviyede Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında yaşayan insanları en iyi anlayıp onlara ulaşabilecek olan da Türklerdir. Türkler millet olarak Asya kökenli, din olarak Müslüman ve kendi yaşam alanlarında diğer din ve milletlerle tarihte ve bugün yaşama becerisini


ortaya koymuş oldukları gibi Batı medeniyetinin merkezi olan Avrupalılarla ile uzun bir süre yakın temasta bulunmuşlardır. Günümüzde Batılı kurumlar içinde yer almaktan çekinmeyen ve batılıların çalışma şeklini iyi bilen tek ülke de Türkiye’dir. Batı Medeniyeti içinde özelikle Batılı ülkelerde Batı toplumunun problemlerini fark eden ve insaniyet damarı ve eşitlik ufku ile hareket edenlere ulaşacak, onlarla çalışma becerisini en iyi ortaya koyabilecek olanlar da Türklerdir. Kısacası kendi millettaş, akraba ve dindaşları dışındakilerle birlikte yaşama ve işbirliği becerisi en yüksek olan da Türklerdir. SONUÇ Netice olarak Türkiye Doğal Alanı ve Tabii İmkan Sahaları açılarından dünyada en şanslı ülkedir. Anadolu’nun sahib olduğu Doğal Hâkimiyet Alanı veya Türkiye’nin bugün sahib olduğu Doğal Alan, Türkiye ve etrafındaki birinci derece etki alanını içermektedir. Bu coğrafya beşeri olarak Türkler ve akrabalarından oluşmaktadır. Gerçekten de Türkiye’nin Akraba Alanı; Türkiye ve civarında yaşayan Türkler ile Türklerin akrabası diğer milletlerin Kafkas, Balkan ve Önasya’nın Türkiye’ye bitişik kısımlarında yaşayanlar milletler arasındaki akrabalık bağları dünyanın hiçbir yerinde mevcut değildir. Bu Türkiye’nin büyük sorumluluklar yüklemektedir. Türkiye Doğal Alanı dışında çok geniş coğrafyalarda şanslı bir ülke olup bir çok üç Tabii İmkan Sahasına sahibtir. Bunlardın Milli İrtibat Sahası ırk ve millet olarak Türklere dayanmaktadır. Şöyle ki ana hatları ile Türk kökenlilerin yaşadıkları alanları yan yana koyduğumuzda Akdeniz’den Bering Boğazına kadar Doğu Avrupa ve Asya kıtasının yarısı Türk kökenlilerin yaşadıkları sahayı içermektedir. Dünyanın her yerine yayılmaya devam eden Türkleri de bunu kattığımızda dünyada en dağınık yaşayan milletin Türkler olduğunu söyleyebiliriz. 250 milyonluk Türk Dünyasının en etkin ülkesi olma şansı Türkiye’dedir.

Türkiye’nin sahib olduğu Doğal Alan stratejik bir devlet gibi hazırlıklar yapılırsa Doğal Hâkimiyet Alanına dönüşebilir. Bunun gerçekleşmesi için Milli İrtibat Sahası, Dini Saha ve İnsani Saha faktörlerinin de gereken katkısını sağlamak şarttır. Türkiye’nin doğal alanına ve tabii imkân sahalarına muhalif olanların stratejilerinde Türkiye’ye yönelik ortak hedefleri; Türkiye içe kapanmalı, doğal alanı kuşatılmalı ve mümkünse parçalanmalıdır. Ayrıca dünyanın her yerinde ve her alanda Türkiye madara edilmeli ve elindeki dört imkânı heder edilmek için çalışılmalıdır. Zira onlar için,Türkiye küresel güç olma yeteneğine sahib ülke olmasından dolayı sınırlanması ve imkanlarını kullanamaması gereken bir devlettir. Dünyada hiçbir millet ve ülkenin sahıb olmadığı şekilde Türkiye Doğal Alana ve Tabii İmkan Sahalarına sahip iken güç ve istidat olarak yaptığımız sınıflamalarda çok yetersiz gruplar içinde yer almaktadır. Esasında Türkiye’ye bu sınıflandırmada üst gruplara geçişler yaparak yer değiştirebilme imkânına sahiptir. Kendi gücünün farkına varan bir Türkiye stratejik gerçek zemin üzerine kurabilirse, siyasi hamlelerini yerinde ve zamanında yapabilirse, taktiksel yeteneğini ortaya koyabilirse ve tepkilerini stratejisine göre yapmayı başarabilirse kısa süre içinde dikkate alınan ülkeler konumuna yani Yarı Küresel Güçler arasına dahil olabilir ve hatta tarihte bazı dönemlerde olduğu gibi Küresel bir devlet olma yolunda bile hızla ilerleyebilir. Türkiye Doğal Alanı ve Tabii İmkan Sahalarından dolayı oluşan nüfuzunu güce dönüştürmesi kolaydır. Ancak kendi imkanlarını başka güçlere kullandırmamalı, kendi imkan ve nüfuzunu imha edeceklerle beraber hareket etmemeli, başkalarının strateji ve siyasetlerinin oyuncağı veya tetikçisi olmamalıdır.

Tabii İmkan Sahası açısından ikinci önemli madde dinsel alandır. Kuzey Afrika, Arap Dünyası, Türk Dünyası ve Güneydoğu Asya Müslümanlarının hepsiyle iyi ilişkiler kurabilen tek etkin güç olabilecek Müslümanların yaşadığı ülke Türkiye’dir. Tabii İmkân Sahası noktasından Türkiye Türklerinin en şanslı oldukları alan İnsani Saha’dır. Bugün dünyada en problemli konu olan bu İnsani Saha’da kendi millettaş, akraba ve dindaşları dışındakilerle birlikte yaşama ve işbirliği becerisi en yüksek olan da Türklerdir. 19


Y.MİMAR AYSEL BAŞER* İLE SÖYLEŞİ

RESTORASYONA

İNSANDAN BAŞLANMALI! Ben Türkiye de insanların çağdaş bir seviyeye eğitimciler de dahil geldiğimizi düşünmüyorum. Çağdaş bir seviyeye gelmek demek, karşısındaki insana hoşgörüyle yaklaşmak , onu hangi şartta olursa olsun her görüşte kabul etmek gerek. Ama sınırları çok iyi tayin edip o sınırlar içerisinde insanların birbirine saygı göstermesi gerekiyor. Röportaj: Mahmut BIYIKLI

*TC.FSMVÜ Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi

sayı//8// mart 20

ocam, Kentsel dönüşüm meselesi ile başlayalım dilerseniz, Kentsel dönüşüm çalışmaları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Kentsel dönüşümde sade yapıları değil, oradaki yaşam tarzını da restore etmek gerekiyor, biz sadece mekânı restore etmiyoruz yaşam tarzını da restore ediyoruz. Ben vakıflarda çalışırken şahit olduğum şeyler vardı. Mezun olduktan sonra İstanbul’ a geldim. İstanbul’ un bir çok bölgesinde vakıf arazilerini tespit faaliyetlerinde çalıştım. Bu tespit çalışmalarında bulunurken Sulukule’yi de çalıştık. Sulukule de, bir babanın 12 yaşındaki kızına dönsözlük yaptırdığına kendi gözlerimle şahit oldum ve ben o gün çok ağlamıştım, bekardım evlenmemiştim. Nasıl bir baba kendi canından olan kızını bu durumlara düşürüyor ve ben onun için kentsel dönüşüme çok müspet bakanlardan biriydim. Ama kentsel dönüşümde Sulukule de yapılan proje çok güzel iken, daha sonra rant kavgasına dönüştü. Kentsel dönüşüm bir imkan iken bu imkan çok kötü kullanıldı bana göre… O imkanı çok iyi değerlendirebilirdik, hala da değerlendirebiliriz. Aktörleri çok iyi bir araya getirip, yani bir aktör yok orada yani bir mimar ya da bir devlet yok, orada mülkiyet problemleri var. Dolayısıyla mal sahibi, mimar, şehir planlamacıları hatta sosyologlar çünkü orada bir yaşam var, bir mefhum var. Bu mefhumların yok olmaması için bir çok aktörün bir araya gelerek alması gereken kararlar olması gerekir. Bunlar çalışıldı birçok noktada bir takım kararlar alındı ama biz teori ve uygulamayı birlikte aynı gemide yürütemiyoruz. Teori başka bir noktada rafa kaldırılıyor, gemi başka bir noktada… Eğer kaptan çok insaflı, kaliteli, estetik kaygısı olan, hak hukuk kaygısı olan biri ise helal ve haram noktasında da değerlendiriyorsa o zaman , nerede nasıl duracağını iyi biliyor. Peki hocam kentsel dönüşümde en büyük hata nerede? Türkiye’nin bu kentsel dönüşümlerle ilgili iyi düşünülmüş tartışılmış bir bakış açısı var mı ? Ben ODTÜ de bir hocamızla olan yorumdan önce Sibel hanımdı galiba , “Bir Ulusu İnşa Etmek” diye bir kitabı var ABD de yaşıyor şimdi Kadir Has üniversitesin de ya rektör ya da dekan olarak görev yapıyor. Ben hiç tanımam bu hocamızı ama bir ulusu inşa etmek cumhuriyetten sonra, yani biz cumhuriyeti kurarken sadece yapılarımızı “imar hareketi değil aslında insanı imar hareketi” olması gerekiyor diyor. Bir insanla ilgili, imar hareketi olduğu zaman siz isteseniz de istemeseniz de orada ki kentsel dönüşümü kaliteli yapmak durumundasınız. Şimdi Kadıköy de uygulanan projeyle, çeşitli isteklerle bir Kağıthane, Esenlerde


yapılan uygulama çok farklı çünkü dünya görüşü ne olursa olsun bizden ya da sizden öyle bir ayrım noktasına gitmiyorum ama bir algı farkındalığı varsa o algı farkındalığından dolayı istekleri üst düzeyde oluyor. Ona göre proje üretmek zorundasınız. Şimdi Ümraniye de üreteceğiniz proje ile Kadıköy de üreteceğiniz projeye verdiğiniz emek çok farklı. Bir kere Kadıköy de ki insanı ikna etmek durumundasınız Ümraniye deki insanı ikna etmeniz çok kolay oluyor. Çünkü algı yok bilgi yok tenzih ederim herkes için aynı şeyi konuşmak mümkün değil ama bir gece kondu semtini kentsel dönüşüme sokarken onun revizyonunu yaparken orada ki halkı ikna etmek hem çok kolay hem çok güç. Eğer bir müteahhit oraya daha önce bir çalışma yaptıysa ki genelde böyle yapılıyor. O çalışmalarla önce mülkler kendi üzerine toparlanıyor ve toparlandıktan sonra bu sefer istediği projeyi geçirme daha kolaylaşıyor. Dokuya sadık kalınamıyor değilmi? Tarlabaşı nın restorasyonunun kesinlikle yapılması gereken bir şey çünkü ben burada binalara yeniden fonksiyon verme dersi veriyorum orada biz bir binanın yeniden nasıl yaşaması gerektiğini, yaşama nasıl katılması gerektiğini işliyoruz. Alafranga ve alaturka wc leri, yaşam şekli açısından farkı oluyor. Şimdi dizlerinde rahatsızlığı olan bir insan oturamaz .Çok uç noktada bir örnek verdim ama bu bariz bir şey. Ama eski wc ler korunabilir restorasyon yapılarak… Kentsel dönüşüm de aynen böyle olmalı en ufağından, en küçük detaydan genele bunu getirebiliriz. Burada maalesef rant kavgası olduğu için, esas bizim kentlerimiz zarar görüyor. zannediyoruz ki orada ki gece kondu daha nezih daha güzel yerlerde yaşayacak, hayır keşke onlar yaşasa zaten mülk el değiştirmiş ve rant güden insanların eline geçmiş. Bunu nasıl yapabiliriz? Burada İstanbul metropolitan planlama da tarihi yarım adanın restorasyonuyla ilgili çok güzel bir ekip kurulmuş ben de o ekipte yer aldım . Orada çok güzel çalışmalar yapıldı. O çalışmalarda sadece Süleymaniye değil tarihi yarımadanın tamamı bir sur içerisinde , geçti o proje. O proje ilk olarak geçmedi daha sonra geçti . yani bizde öteki ya da beriki var. Ben Türkiye de insanların çağdaş bir seviyeye eğitimciler de dahil geldiğimizi düşünmüyorum. Çağdaş bir seviyeye gelmek demek, karşısındaki insana hoşgörüyle yaklaşmak , onu hangi şartta olursa olsun her görüşte kabul etmek gerek. Ama sınırları çok iyi tayin edip o sınırlar içerisinde insanların birbirine saygı göstermesi gerekiyor.

Tarihi ev restorasyonu.

Kentin önemli bir projesi, tarihi yarımadadaki proje heba oldu evet onaylandı ama makro ölçekte bir restorasyon başlamadı. Yani tarihi yarımadanın hepsine yönelik bir proje olmadı? Orada mülk sahipleri, muhtarlar geldi, Ümit hoca mesela sosyolog ekibinin başındaydı. Oraya mesela turistler geldiği zaman otel bölgesi neresi olsun, eğitim alanı neresi olsun bunların hepsi birçok aktör biraraya getirilerek tasarlandı. Şuan ne aşamada? Proje uygulandı, ama uygulama da ses yok. Kiptaş burada aktördü ama tık yok, bu göreve gelen insanlar ve kanunlarda bitiyor herşey. Size bir görev veriliyor ve o görevi siz nasıl uyguluyorsunuz ona bakmak lazım. Barındırma fikri ile yola çıktı, önemli işler yaptı, her şehrin ruhuna göre binalar yapılmalı idi, yanılıyormuyum? Evet yani gelecekte çok kötü anılacak bir birim Şehirler modernleşmeli, depreme dayanıklı olmalı. ancak şehrin estetiğini bozanlar sorgulanmalı, öyle değilmi? Çok yakın tarihte Şile tarafına gittik Ağva tarafından Ahmetli köyüne gidiyorum, girdiğimizde doku o kadar güzel ki. Eşime harika bir yer mutlaka buradan bir yer alalım…

21


Ş ehir

Yeşili korumuş bahçe içinde iki katlı evler… 500m gittik dağın yamacına gelmeden bir baktık ki Toki… Kırsal bir alan , o araziye 5, 6 katlı binayı dip dibe getirip yapmanın ne anlamı var. Çok ciddi bir katliam. Kentsel dönüşüm sürecini TOKİ bombalayan bir kurum oldu. 1999 depremi sonrası, arazilerin incelenmesi ekibinde bulundum. En tehlikeli yerler TOKİ ye ait yerler.Biz ne zaman yaptığımız işleri ne zaman kaliteli olduğuna inanarak yaparsak medenileşiyoruz. Mimarlar odasına bu yüzden kızıyorum, siyasallaştırmadan , herşeye itiraz etmeden alkış tutsa etkisi çok daha farklı olacak. Belediyelerde de keza ehil olan insanlara görev verilse, bu sadece bu yönetime has değil Kesinlikle ben çok takdir ediyorum , Bugünkü iktidar ve yerel yönetimleri çok güzel işler yaptı. Alkışladığım projelere imza attılar. Eğitim, Kültür , Şehir Eğitim noktasında çok ciddi bir yara var ben çok üzülüyorum o noktada bilfiil tarihi yarımadanın kentsel dönüşüm projesinde yer almanın, o kadar bilgiyi toparlamak o kadar bilginin rafa kaldırılması beni çok yaralıyor. Bilinçsizlik mi? Müdahale ettirilmiyor mu? Kasıtlı olabilir. Müdahele ettirilmemesi … hepsi olabilir… Aykırı durumda bir düşüncedeyseniz projeniz çok sürüncemede kalıyor. Ama eğer etik olmayan üslupları tercih ettiyseniz çabuk geçiyor. İnsan kalitesi her işte olduğu gibi burada da etkili. Kanunlar aslında çok iyi uygulama noktasında neden seçilen bölgeler bunlar? Peki hocam Tarihi yarımada ve mesela Eyüp Sultan, Eyüp sultan camiisinin etrafı, Ayvansaraydan başlayarak, Piyerlotti ye kadar bir Osmanlı mahallesi haline getirilmesi… Keşke, bunlara çok uzak değiliz, donanımımız var. Burada yerel yönetimlerin dikkatli hareket etmesi gerekiyor. Mimarların bunları sık gündeme getirmesi gerekiyor .Kısaca İlgili tarafların hangisi sorumluluğu taşımalı? Yerel yönetimin daha aktif olması gerekiyor. Yerel yönetime daha fazla imkan tanınmalıdır. Çünkü yerel yönetim nedir Eyüp Sultan’da nasıl bir insan kitlesi var. Muhafazakar insan kitlesi var. Yerel yönetimin katkısı STK’larda da dahil üniversite kesimindeki aktörleri de işin içine katarak yapması gerekiyor. Merkezi yönetiminde katkısı lazım. Devlet projesinin olması lazım Mimar Sinan nasıl Mimar Sinan oldu? Yani merkezi yönetimin bakış açısı bütün ülkeye sayı//8// mart 22

sirayet ediyor. Şuan bazı yerlerde kötü bir şehir ve yapı uygulamaları var. Algısı estetikten uzak. Mesela ben İstanbula 90 yılında geldim. İstanbul’u seyrederek gelmiştim. Şimdi Gebze’den başlayarak uyuyarak geliyorumki şehrin o kötü görüntüsünü görmeyeyeyim.. Bu noktada mimarlık fakültelerine verilen eğitim sorgulanabilir mi ? Kesinlikle sorgulanmalı. Çok mimar mezun ediyoruz. Mimarlık ve mühendisliği birleştirmek gerekiyor. Mezun olduktan sonrada her mimar ofis açmamalı ,o mimar bir zaman diliminde çok iyi bir mimarlık ofisinde eğitim görmeli. Benim oğlum 12 yaşında ve şu soruyu soruyor. “ Ben harf inkılabını anlamıyorum, bana lütfen anlatır mısın neden bu yapıldı?” anlatıyosun ve verdiği cevap şu: “E, japonlar ve Çinliler bizim alfabemizden çok daha karmaşık onlar hala 1500 yıllık kitaplarını okuyor, ben bir kuranı kerimi bile özel ders alarak ancak okuyorum kimin hakkı var?” Biz sadece harf inkılabı yaparak latin harflere geçmedik ikiside öğretilebilirdi, biz aslında harf inkılabı yaparak birçok mefhuma “bay bay” yaptık. “Bay bay” kelimesini özellikle kullanıyorum. O mefhumların bir tarafa atılması bir estetiğin bir medeniyetin atılması demek dolayısıyla, bunlar bir tarafa konulunca olmuyor. Peki siz bu işin dersini veren biri olarak yeni nesilden ümitli misiniz? Neyi veriyoruz, neyi veremiyoruz? Ümitli olduğum taraflar var, olmadığım taraflarda var bir kere şartlanmış değil yeni nesil ben bunu görünce çok mutlu oluyorum. Bir öğrenilmiş çaresizlikleri bazı noktalarda yok. Daha özgür düşünebiliyorlar ve her düşünceden insanı eğer aileleri belli bir görüşün üzerine empoze edip yetiştirmediyseler her görüşte ki insana ön kabul yapıyorlar. Bu benim çok hoşuma gidiyor. Tesettürlüsü de, bluejean giyeni de ,işte askılısı da oturup bir arada sohbet edebiliyorlar. Beni mutlu eden şey bu. Peki mesleki olarak, geleceğin şehirlerini kuracak bir bilinçte yetişiyor mu? Çok yol katetmeleri gerekiyor, gene aynı şekilde ailede ve eğitimde bitiyor. Benim kızım mesela bilinçli olarak mimarlığı tercih etti. Çünkü benim mimarlığa aşk derecesinde bağlı olmamdan ve hala eski eserlere olan ilgimden dolayı bir alt yapısı var. Bu onun özelinde bir şey. Yıldızdaki öğrencilerimde bilinçli olarak gelen öğrencilerim var ama ailenin prestijli okul bitirsin dediği öğrencilerde var. Sayıları oranladığımız zaman geleceği inşaa eden öğrenciler çok az ama ümitsiz değilim. Kesinlikle değilim. Bizde bitiyor bazı şeyler çünkü .


Eski eserlere olan ilginiz nasıl başladı? Eski eser benim için bir nefes almak gibi bunu birçok eski eserle uğraşan insan söylüyor ama gerçekten gece üçlere dörtlere kadar ayakta kalabiliyorsanız o sizin vazgeçilmeziniz oluyor. Eski eser konusunda eskiden çok ümitli değildim ama artık ümitliyim 2010 kültür başkenti İstanbul ilan edilmesinden sonra halkta çok bilinçlendi. Artık eski yapılarına çer çöp diye bakmıyorlar. Burada devlet politikası çok önemli restorasyon ve proje anlamında teşvikleri bu bilinci getirdi. Eski eseri benim hayatımın merkezine koyan Haluk Karaman’dır. Allah rahmet eylesin. Hakikaten insan restore eden insanlardan biriydi. Kimliğini bilmeyen birçok insanın ki eski eseri nasıl sevdirdiğini Necip Fazıl’ın eski arkadaşıdır kendileri, bizzat kendi hayatımdan biliyorum. Beraber Ahlat’ta çıkardığımız kazıda çiniler var. Orada birçok esere bizim elimiz dokunmuştur. Hamam,kervansaray,cami birçok çiniyi çıkardık ve restore ettik. Eski eserin içine girdiğimizde yaşanmışlığı görüyorsunuz . Zeyrek’te bir proje çizdik ben bu projeyı hazırlarken eşimde oradaki yaşanmışlıkla ılgili senaryo yazdı. Şehirler etrafında konuşmak gerekirse turist geldiğinde tarihi semtlerimizi ziyaret ediyor? Tarihi mekânlarımızı nasıl korumalı ve restore etmeliyiz?. Topkapı Sarayında bir proje yaptım enteresan profiller gördüm. Topkapı Sarayına Türklerden çok yurtdışından gelenleri gördüm. Bu mekan zenginliği korunmalı,kentsel doku açısından turizm korunmalı, tarihi yapıları angarya olarak gören bir zihniyet var. Hangi kurum olursa olsun bu restorasyonda bulunmalı. Tarihi yarım ada için hala yapacak çok şey var diyorsunuz? Tarihi yarımada için yapılacak çok şey var. Bunları gündeme getirecek kalemler,aydınlar, sivil toplum örgütleri hiç yok mu? STK’lar var tarihi yapıları koruma vakfı var TÜDEM KUDEP İyi korunmuş muhafaza edilmiş eserlere örnek verir misiniz? Tahtakale Hamamı’nın kötü bir restorasyonu var. Süleymaniye ye iyi bir restorasyon diyebiliriz fakat taş kullanımı yanlış bir seçim. Çeşitli medreseler var Beyazıt’ta bu medreseler iyi uygulama. En düzgün restorasyonu Kadir Hası görüyorum çıkan dokuyu korudular. Açık konuşmak gerekirse bugünkü idare, eski eserlere olan restorasyon anlamında koruma telaşı içinde ben üç beş yıla öncesine kadar

5000 i geçtiğini biliyorum bu bir devrim değil mi ? Doksanlarda seksenlerde çok sınırlı sayıdayken 100 e ulaşmamışken son onbeş yılda iyi bir çaba var restorasyon çalışmalrını nasıl buluyorsunuz? Tutarsızlıgın en önemli nedeni kuruldur. Kurul ne kadar düzgün proje getirsenizde onu sürüncemede bırakması problemdır. Vakıflar aracılığıyla restorasyon yapıldı. Takdir etmek lazım idareyi,eski esere bakışı değiştirdi. Yöntem olarak tartışılır. İlgili kurumların devrede olması hepsinin bir araya gelmesi problem olabiliyor. Son olarak gittiğiniz gördüğünüz şehirlerden, sizi etkileyen ruhunuza hitap eden şehirler hangileridir? Milas güzel henüz doku bozulmamış, Didim tamamiyle kaybedilmiş.Orası kentsel dönüşümle çok güzel dokunun yaşanmaz hala gelmiş örneği. Saraybosna etkilendiğim, Bursa vazgeçmediğim ama TOKİ binaları ile katledilen şehir. Şile de çok rahat ederim, Çanakkale henüz bozulmamış, Edirne de bozulmamış Selimiye bozulmadan restore edilebilmiş. Bu anlamlı sohbet için çok teşekkür ederiz hocam. Umarım bütün milletimizi ilgilendiren ve geleceğimizi belirleyecek olan bu çalışmalar, Estetik kaygılarla ve özümüze dönük çalışmalar olur Hassasiyetleriniz bizim de hassasiyetlerimizdir. 23


Y󰃖NUS’UN ŞEHİRLERİ

ERZURUM’DAKİ

YÛNUS EMRE

Âşık Yûnus’un kabrinin yanında bir de tarihî Yûnus Emre’ye hürmeten üzerinde Yunus Emre yazılı başka bir mezar taşının bulunması Bursa’yı da Yûnus Emre’nin şehirleri arasında saymamızı haklı kılan bir sebeptir. Ama belki bundan da önemlisi milletimizin Yûnuslar arasında bir ayrım yapmayıp hepsini tek bir Yûnus Emre olarak algılamasıdır. İşte böyle kabul edilen Yûnus kabirlerinden/makamlarından biri de Bursa’da bulunmaktadır. Dolayısıyla Bursa da bir Yûnus Emre şehridir. Mustafa ÖZÇELİK

uat Köprülü, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde Yunus’a ait olabileceği söylenen mezarların bulunduğu yerler arasında Erzurum’u da sayarak şöyle der: “Erzurum’a bir buçuk saat uzakta bulunan Palandöken dağları eteğinde şarktan Erzurum ovasına bakan Dutcu köyünde Tabduk Emre ile Yunus Emre’nin türbeleri vardır. Duvarla mahfuz ve kalın odun parmaklarlıklarıyla mücehhez olan bu türbenin bulunduğu bu köy ve çevresindeki yerler Ali Baba dergahına vakfedilmiştir. (…)Köprülü bu bilgilerin ardından ise “Lakin Yunus’un o yerlere gidip yerleştiğine dair elimizde hiçbir tarihi kayıt bulunmadığı gibi, Tabduk Emre’nin de Sakarya havalisinde münzevi olaark yaşadığını bildiğimiz için bu makamı da Yunus’un hakiki medfeni saymak mümkün değildir.” Der. Köprülü, kitabının ilgili yerinde şu bilgileri de aktarır: “Dutcu köyünde her namazdan sonra Yunus’un ruhuna Fatihalar ithaf ederler ve yazın Erzurum’dan bir çok adamlar onun ziyaretine gelerek, “Yemen İllerinde Veysel Karani” ilahisini okurlar. Erzurumlu ihtiyar bir sahaftan aldığım bilgiye göre bu türbede eski ve çok büyük bir Yunus divanı da mevcut imiş. Yunus’un eser ve menkıbeleri bütün o yerlerde pek tanınmış ve yaygın bulunurmuş.” MANEVİ KEŞİFLE BULUNAN MEZAR İşte bu detaylar, belge meselesini bir yana bırakacak olursak Yunus’un Erzurum’da en azından o yıllarda bir Yunus Emre kültürünün mevcudiyetini ortaya koyar. Peki bu nasıl olmuştur? Nasıl Ispartadaki Yunus Emre kabri Bursalı İsmail Hakkı’nın ifadelerine dayanıyorsa buradaki mezar da bir başka sufiye Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya ait bir keşfin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Buna göre rüyasında kabrin yerini görmüş, ertesi sabah da yerini işaret ederek buraya bir mezar yaptırmıştır. Bu durum Gölpınarlı tarafından da bu şekilde izah edilerek şöyle denir: “Bu mezarın ya bir tecellinin yahut bir rüyanın sonucu meydana getirildiğine hükmetmek gerekir.” Tarihçi Muzaffer Taşyürek de bu konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Sahabeden Abdurrahman Gazi Hazretleri’nin 4 yıl türbedarlığını yapan İbrahim Hakkı Hazretleri, gönül gözüyle Yunus Emre’nin ve hocası Taptuk Emre’nin mezarının Tuzcu köyünde olduğunu keşfediyor. Mezar taşlarının üzerinde Yunus ve Taptuk Emre’nin isimleri ile ölüm tarihleri yer alıyor. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde Yunus Emre’nin makamı bulunurken Tuzcu köyünde büyük tasavvuf şairimiz ve şeyhinin

sayı//8// mart 24


mezar-türbesi bulunmakta. Büyük tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı da bu konuda bilgi ve belgelere dayanarak Yunus Emre ile şeyhinin kabrinin Tuzcu köyünde bulunduğunu belirtmektedir. Yunus Emre ile aynı zaman dilimi içerisinde yaşamış Ahmet Yesevi dedeleri ve babalarına ait Erzurum’da çok sayıda kabir bulunduğunu da kaydeden Taşyürek, “Erzurum 12 ve 14. yüzyıllar arasında sofilerin merkezi konumundaydı. Çünkü bu asırlarda Erzurum manevi iklim olarak çok zengindi. Tuzcu köyü çevresinde de çok sayıda Ahmet Yesevi dedesine ait mezarlık var. Bu nedenle Yunus Emre ve Taptuk Emre’nin de Erzurum’a gelmiş olmaları yüksek bir ihtimal.” MEZARLA İLGİLİ RİVAYETLER İşte bir keşif neticesinde bulunan bu mezar, daha sonra türbeye dönüştürülmüştür. Dutcu köyünün mezarlığının orta yerinde kalın odun parmaklıklarla çevrili bu türbede aslında iki mezar mevcuttur. Bunlardan biri Yunus’a diğeri de şeyhi Tabduk Emre’ye aittir. Yunus’un mezar taşı Tabduk Emre tarafına doğru eğik vaziyettedir. Bu durum bir saygı nişanesi olarak değerlendirirlir. Dahası bu aidiyet mezar taşlarında yer alan bilgilerle de teyit edilmiştir. Nitekim bunlardan birinde “Kutbu’l-ârifin Tabduk Emre, diğerinde ise –Arif-i Billah Yunus Emre” bilgileri bulunmaktadır. İşin ilginç yanı ise ikisinin de vefat tarihinin “sene 797/1394 şeklinde yer alıyor olmasıdır. Bu durum o yöredeki halk inanışıyla şöyle açıklanır:

Anadolu’yu köşe köşe dolaşmış, Erzurum’da kuvvetli bir irşad müessesi kurmuş ve orada ölmüştür.”

Mezar taşlarıyla ilgili bir başka rivayet ise şöyledir: 93 harbinde Ruslar mezar taşlarını götürmek isterler. Fakat taşı sökmeye çalışan Rus’un elleri bükülür ve böylece taş yerinde kalır.

Fındıkoğlu, önceleri kesin bir dille söylediği bu bilgileri daha sonra bir ihtimal olarak belirtir. Ama bir ihtimal de olsa üzerinde durulması gerektiğini belirtir. Nitekim Türk Yurdu’nun Yunus Emre özel sayısında yer alan “Erzurumdaki Yunus Emre’ya dair” yazısında bu konuyu geniş biçimde ele alır. Burada Erzurum’da yaşamakta olan Yunus Emre kültüründen hareketle “Yunus Ermeye tahsis edilen kolektif bir eserde Eskişehir ve Karaman’ın Yunus’u paylaşma mücadelesine bir de üçüncü şehir olarak katılma fikrinde değilim” dedikten sonra “Yunus Emre’nin Erzurum çevresi ile gerçekten bir alakası var mı? Halk inanış ve görüşlerini biraz olsun tasdik edecek müspet deliller gösterilebilir mi?” sorularına cevap aradığını belirtir.

ERZURUMLU YUNUS’U İLİM ALEMİNE O TANITTI Erzurumlu Yunus Emre meselesinde adından söz edilmesi gereken bir diğer önemli isim ise isim ise alen Erzurumlu olan Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’dur. Erzurum lisesinde bir dönem öğretmenlik yapan Fındıkoğu olmuştur. “Erzurum şairleri” kitabında Yunus Emre’ye özel bir yer ayırarak onun hakkında şöyle der: “Garbi Anadolu’da Sakarya havalisinde doğan Yunus, zamanın mutasavvıflarından irşad almış,

Fındıkoğlu’nun konuyla ilgili verdiği ilk bilgiler Köprülü’nün de aktardığı Halk ritüelleridir. Buna göre halk burada Yunus Emre’ye ait bir türbe olduğu inanışı içindendir. Bu inançla “gerek bu köy gerekse köyün bağlı olduğu Erzurum çevreleri halkı her bahar bu kabri şaire (Yunus’a) ait olduğu inanışı ile ziyaret ederler. Burada büyük bir şölen tertiplenir. Pilav kazanları kurulur. O gün matemle karılık bir neşe içinde idrak edilir. Halk arasında Yunus anlatılırken “Yunus Amaram ahan şu dağdan Taptıh Amarama odun taşıdı.”, “Türbe

Palandöken ormanlarında şeyh Taptıh Baba’ya kırk gün odun taşıyan Yunus’un sırtı yara olur. Yunus, karşıda bulunan İğreli dağında bir mağarada gizlenir. Ertesi sabah iki derviş yanına gelir. Yunus da dervişlerde açtır. Hemen gökten bir sofra iner. Yunus, dağdan köye inip şeyh Taptık’ın evine gider. Taptıh onu görünce ‘Yunus nettinse kendine ettin diye itap eder. İkisi de o anda can verirler.

25


Ş ehir

Dereler yaslı sanki teselli yok bir yandan Gül solmuş bülbül susmuş aşkındaki hicrandan Ufku sönük asrımın kırılırken nefesi İçimde dalga dalga şiirin yüce sesi Kalbimde hasret yanar ayrılırken türbenden Şiirinden yetim yurdun selamını al benden Tuzcu 5 Temmuz 1925

seferberlikten önce mamur idi. Ben o zamanı iyi bilirim” , “Geçen sene ölen demden Yunus Amram’ın koşmalarını dinlemeli idin” şeklinde konuşmalara tanık olur. Bu durum, Erzurum’da bir Yunus Emre kültürünün somut bir tezahürü olarak değerlendirilir. YUNUS’A ADANMIŞ BİR ŞİİR Onun verdiği bir başka bilgi burayı ziyarete gelenlerden biri tarafından yazıldığını söylediği şu iki şiirdir. Yunus’a adanmış ilk şiirlerinden biri olması dolayısıyla önemli görülmesi gereken bu şiirler şöyledir: 1. YUNUS’UN MEZARINDA Karlı dağları muı aştın Derin ırmaklar mı geçtin Yârinden ayrı mı düştün Niçin ağlarsın bülbül hey!... YUNUS EMRE Karşımda yükselen dağların coşkun Gamlı göz yaşı ile çağlarken dere Gittikçe uzayan bir yolda yorgun Yürüdüm kalbimin döndüğü yere Rüzgârı tarihten sesler getiren Yemyeşil bir köye nihayet vardım Bir anda mazinin ufkuna eren Ruhumu yunusun sesine sardım -Zâir! Bu yeşil köy mezarlığında Böyle bitkin argın ne geziyorsun Kimsesiz türbemin yalnızlığında Esen rüzgârlardan ne seziyorsun 2. Şu’lesiz tarihimin ufkunda yıldız: Yunus Ey kararmış mazimin fecrinden bir iz: Yunus Yıllardır şiire bağlı dertli kalp sana bende Susamış bir zâirim hıçkırırım türbende sayı//8// mart 26

FINDIKOĞLU’NUN YUNUS EMRE YAZILARI Fındıkoğlu, Yunus’la ilgili çok sayıda yazı yazar. Bunlar 1925 yılında Meslek Gazetesinde “ Anadolu Edebiyatı Notları: Yunus Emre” başlığı altında tefrika edilir. Arşivlerde kalan bu yazılar 2014 yılında özgün bir araştırmacı olan Yusuf Turan Günaydın tarafından bir araya getirilir ve aynı adla bir kitap olarak yayımlanır. Bu yazılarda Yunus’un hayatından şiirine hemen her cephesine temas edilmiştir. Bunlardan çıkan sonuca göre Yunus gezgindir. Bu sebeple buraya da (Erzuurm’a) gelmiş ve burada ölmüş olabilir. Burası Yunus’u cezbedecek dini ve mistik bir çevredir. Yunus divanındaki dil, söyleyiş özellikleri Erzurum ağzını aksettirmektedir. Ona göre bir diğer ilginç durum da köylülerin Yunus’un dili şivesi ile konuşmaları ve Yunus’un hayatını teferruatıyla bilip anlatmalarıdır. TARİHÇİ MEHMET NUSRET EFENDİ’NİN SÖYLEDİKLERİ Erzurum’da bir Yunus Emre mezarı var mıdır? Bu konuda görüş bildirenlerden biri de tarihçi Mehmet Nusret Efendi’dir. “Tarihçe-i Erzurum” adlı eserinde Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın tümüyle yanılmış olmasının düşünülemeyeceğini belirterek şunları söyler: “ ancak burada yatan şeyh Yunus değil, onun buradaki bir süre ikametinden sonra ona mürid olanlardan birine ait olması muhtemeldir.” Bu sebeple buradaki kabir ister makam ister gerçek mezar olsun ya da Yunus’un bir dervişine ait bulunsun önemli değildir. Önemli olan yakın zamanlara kadar burada bu türbe vesilesiyle bir Yunus Emre kültürünün yaşıyor olmasıdır. Ne var ki bu durum artık geçmişte kalmış gibidir. Nitekim yakın yıllarda gazetelerde yer alan “Ramazan vesilesiyle ziyaret akınına uğrayan Allah dostlarının türbelerine nazaran, Erzurum’daki Yunus Emre türbesi ziyaretçi bulamıyor.” Şeklindeki haberler Erzurum’un, Erzurumluların bu önemli hatıraya ne yazık ki ilgisiz kaldıklarını göstermektedir.


ŞEHRİN

MERKEZİ Mehmet BAŞ

Şehirler insanlığın işbölümü ve organizasyon kavramıyla kurdukları maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderebildikleri yerlerdir. Her şehir kendi nev-i şahsına münhasır bir görünüm arz eder. Bu farklılıklar her şehrin kendi estetik algını ortaya koyar. YAZIK.. KENTLER Günümüzde ise küresel dinamikler şehirlerin kendilerine özgü yapısını bozarak tüm şehirleri uğursuz birer kente dönüştürmeye çalışmaktadır. Şehirleri kurtarmak insanlığı kurtarmaktır. Ruhu ölmüş sadece bedeni yaşayan bir insanın gerçekten yaşayıp yaşamadığı tartışılabilir. Şehirler insanlığın ve ruhun kurtuluşu için kurtarılması gereken en önemli noktalardır. Şehrin maddi ve manevi misyonu insanın varoluş sırrının ortaya konması için konumlandırılmadığı takdirde her türlü uçurum ve yıkımın ortaya çıkışını ibretle seyretmek zorunda olabiliriz.

izce şehrin merkezi neresidir. Bir geniş meydan mı, yoksa bir alışveriş merkezi mi, ya da bir fabrika mı? Bu soruya verdiğimiz cevap bizim şehre hangi cepheden baktığımızı gösterecektir. Her insan bu soruya kendi durduğu yerden cevap verecektir. Sekülerleşmiş bir akıl için şehrin merkezi maddi gücün yansıdığı merkezlerdir. Bir fabrikadır bir alışveriş merkezidir bir meydandır. Benim içinse şehrin merkezi şehrin en önemli manevi merkezinin olduğu yerdir. Mekke için Kabe, Konya için Mevlana, Şam için Emeviyye Camii, Niğde için Alaattin Camii benim şehirlerimin merkezidir diyebilirim. Ankara’yı Hacı Bayram, İstanbul’u Sultanahmet, Bursa’yı Ulucami merkezli görmek yerine başka bir bakış açısıyla bakarsak Ankara’yı Kızılay, İstanbul’u Taksim ve Bursa’yı Heykel merkezli görmek de mümkündür. Bu noktada meseleye nereden nasıl baktığımız çok önemlidir. Şehirler medeniyet kavramının tüm hatlarıyla hâkim olduğu alanlardır. Medine medeniyetin ortaya çıktığı yerdir. Medine’yi inşa etmeden bir medeniyeti inşa etmek mümkün değildir. Bu noktada medeniyet ve şehir birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki önemli unsurdur. Şehir insanlık tarihi boyunca cazibe merkezi olmuş ve yüksek hakikatler buralarda yayılmıştır. Bunun için dinlerin ve ortaya çıktığı ve yayıldığı yerler şehirlerdir.

Aynı zamanda bir şehir bedeviliğin bütün şubelerini içinde barındırıyorsa bu medeniyet değil bedeviyete doğru bir gidiş olur. Sanayileşmeyle birlikte modernite mabet merkezli şehir anlayışı yerine fabrika merkezli şehir anlayışını yerleştirmiştir. Batıda bu dönüşüm eski şehri yıkarak değil şehrin kenarına yeni şehirler inşa ederek olmuştur. Ne yazık ki bizde bu dönüşüm eski şehri yıkıp yerine yeni şehri inşa ederek olduğu için geçmişimize dair birçok iz silinmiş durumdadır. Ne yazık ki şehirlerimiz beton yığınları arasında estetikten yoksun binalarıyla birer birer kaybolmaktadır. Yıkılan her tarihi yapı şehrimizin merkezine yapılan bir saldırıdır. Bir çini parçasının bize açtığı ufku hiçbir alışveriş merkezi açamaz. Günümüz algı dünyasında şehirlerin içinde şehirler kurulmuş ve toplumu bütünleştirecek ortak algı alanları azalmıştır. Şehirlerin ruhu kaybolurken dünya küresel bir köye dönmüş insanlar yakınlık içinde uzaklığı yaşamanın kalabalıklar arasında yapayalnız kalmanın ıstırabını kuşanmıştır. Ne yazık ki istila edilmiş şehirlerin işgal edilmiş bir ruhun acısını kimse duymamaktadır. Kalbimizin merkezinden şehrimizin merkezine bir hat kurmanın ve bu hattı genişletip tüm insanlığı Hak ve hakikat noktasında birleştirmenin vakti gelip de geçmektedir. Bunun için herkes kendi şehrinin merkezine sahip çıkmalıdır…

27


Ş ehir

DERİN BİR SEVDA:

İSTANBUL İstanbul’da üç tane kutsal mekân vardı: Cami, çarşı, ev. İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla sokağa çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin dışarıya bakan pencereleri sınırlıydı. Pencereler ‘hayat’ adı verilen kapalı iç mekânlara açılırdı. Özellikle kadınların hayatı ‘hayat’ta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev kutsaldı. Yrd. Doç. Dr. Rahşan GÜREL

line kalem alan nice söz ehli hep birileriyle konuşmuş içini önce. Bazan nazlı bir peri-suret gelmiş yanlarına, bazen bir melek-sima. Olmadı gönülleriyle oturup hüzünlenmişler, dertleşmişler, yarenlik etmişler. Bazı birimiz de anneleriyle konuşur gibi yaşar hayatı önce. Annedir, ümmül kitabın ilk hatibi. Annedir, esaslarıyla esaslandığımız ilk üs. İlk hecenin muallimi anne. Önce anneme söylemeliyim ne diyeceğim varsa. Annem dinlemeli beni ilk sabırla. Bana bir masal anlat anne; içinde İstanbul olsun! demeliyim anneme. İstanbul, bir masal kadar yakın kalmalı bize… Şu anda uzak olduğumuz ne varsa, bize daha bir munis gelir, ilgimizi çeker. ‘Ne güzelmiş’ deriz; hayat o zaman ne de sade ne de nezihmiş… ‘Eski’nin içinde barındırdığı o sükûnet, o iç huzuru, o dinginlik bizi kendine çeker. Giden sevgililerin geri dönmeyecekleri o sessiz gemiyi uğurlamanın hüznü gibi bir duygu kaplar içimizi. Öylesine ulaşılmaz gelir; bugün ‘kendiyle barışıklık’ diye tarif edilen içini tam da dolduramadığımız o sade muvazene hali. Sokaklara bakarsınız, içimizdeki intizam yoksunluğunu sansürsüz yansıtan binalara; Artık ‘ev’ler yoktur kendine mahsus yapılarıyla. Çarşı yoktur; her yerin çarşı olduğu caddeler boyu süren kalabalıkta yol geçmez orta yerler yoktur... Ve camilerin anca minareleri size yardımcı olur yönünüzü tarif edebilmeniz için. O kadar; içine girmediğiniz, soluklanmadığınız, ruhunuzu tazelemediğiniz camiler… Her şehrin uzun çarşıları, aynalı köşkleri, asma köprüleri vardır illa. Ama İstanbul başka… Tarihiyle başka töresiyle başka sevgililer yaslı gönlüyle başka. İstanbul’un merhametini, samimi dost şehirliğini, mert nizamını yansıtan birkaç uzun cümle bana bunları yeniden düşündüren. Bu eskiye özlem değil, bu istikbal endişesi değil, andan kaçmak da değil. Sadece bugün, bozulan dengeler adına ne yapılabilir bitimsiz arayışının birkaç satır başı miktarı yeniden dillendirme ihtiyacı. Sadeliğe özlem kadar derin bir sevda İstanbul; İstanbul illa dava! AZİZ İSTANBUL’U DİNLEYELİM YAZARINDAN “İstanbul’da üç tane kutsal mekân vardı: Cami, çarşı, ev. İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla sokağa çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin dışarıya bakan pencereleri sınırlıydı. Pencereler ‘hayat’ adın

sayı//8// mart 28


verilen kapalı iç mekânlara açılırdı. Özellikle kadınların hayatı ‘hayat’ta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev kutsaldı. Bu yaşam tarzı içinde, sokaklar kutsal değildi, köpeklere terk edilmişti. İstanbul’a gelen Batılı gezginleri hayrete düşüren iki şey vardı: Birincisi, sokaklarda çok miktarda köpek bulunması, diğeri ise sokakta çok az insan görülmesi. İstanbullu merhametliydi. Büyük binaların dış yüzlerine taştan kuş yuvaları, kuş köşkleri yapılırdı. Sokak köpeklerine ise sadece yemek artıkları değil, özel olarak hazırlanmış paparalar verilirdi. Köpek mekruh kabul edilir eve sokulmazdı. Ama sokakta bakılırdı. Çünkü ev kutsaldı!” (İstanbul’da Gündelik Hayat / Ekrem Işın / Yapı Kredi Yayınları) OLMADI TENHADA BİR İŞRET ÇEMENDE YÂR İLE İstanbullu olmak, bir hayat tarzı bir bakış açısı, bir sanat. İstanbul’da yaşamak da… Yoğun ve yorgun hayatlarımızın içinde yaşarken ‘hayali cihan değer’ hayallere dalmak gerekir ara sıra. Gelenek ne kadar ‘değer’li ise, gelecek de o kadar önemlidir. Geleneğin duraklarından geçmeden, geleceğin menziline varılmaz zira. Şehirler de insanlar gibidir; geçmişinden koparılırsa şahsiyetini kaybeder. Ve insanlar da şehirlere benzer; geleneksiz insanlığın kemaline erip insanlık öğretemezler. ‘İstanbul ailesi’nin ayrı bir anlamı vardır insanlık literatüründe. Hanımı efendi, beyi efendi, evladı efendi oğludur. Hayatları tenkit değil, tembih üzerine kuruludur. Çok şeyi bilmeleri gerekmez; hadlerini bilmeleri ve gerektiğinde bildirmeyi bilmeleri yeterlidir. “Edeb bir tac imiş nur-ı Huda’dan/Giy onu emin ol her beladan” diyerek başına ‘edep’ sarığını saran bu faziletli millet, vefakâr bir nesil yetiştirmekte de çok zorlanmamıştır. O nesil ki cehennemin hacâlet narında yanmaktansa, nefsinin fitilini yakar, eritir ve edep dairesinin dışına asla çıkmazdı. “Olmadı tenhada bir işret çemende yâr ile Üstüme göz dikti nergisler nigeh-bân olup hep” Tenha bir bahçede sevdiğiyle yan yana olsa da İlahi nazarın bekçileri olan nergislerin onları gözlediğini bilerek hayâ peçesini kaldırıp da sevdiğiyle işret edemeyen edep taçlıların neslinden elbette edep fidanları yetişmiştir hep. ‘Ben’ yerine ‘bendeniz’ diyen, israf-ı kelam etmeyen, haber vermeden bir yere gitmeyen, gittiği kapıyı üç kereden fazla yoklamayan, insan hukukuna azami derecede saygılı olan insanın sıfatıdır ‘İstanbullu’ olmak. Selamını elini kalbine götürüp ‘hürmet elde muhabbet

yürekte’ diyerek alan, ‘kapıyı örten’ ‘ışığı uyandırıp dinlendiren’, ayağını yere fazla vursa toprağı incittiğini düşünen canlı cansız her varlığın hatırını eden, Peygamberinden fazla yaşamışsa yaşı sorulduğunda ‘haddi aştık’ diyen hanımı “cariyemiz hanımefendi” annesi ‘hanımannemiz’, bey babası, ‘efendi babamız’ olan insandır İstanbul’un beyefendisi… BİR AFİF AİLE SESSİZLİĞİ EVLERDE… “Gözlerinin içine başka hayal girmemiş İstanbul hanımefendisi ise, pencere kenarında kocasının yolunu bekler. Kapıyı güller açan yüzüyle açar, kocasının üzerindeki yorgunluk cübbesini gül kokulu elleriyle çıkarır. Mide ile kalp arasındaki gizli dehlizlerin yollarını erken yaş ferasetiyle çözer, sinirleri gevşeten sinileri sermekte gevşeklik göstermez. Kocasının baş işaretlerine göre oturur katlar, kocasından önce uzanıp yatmaz. Erkeğinden izinsiz evinin kalesinden dışarı çıkmaz. Bilir ki kocanın rızası, Allah’ın rızasının altında durur. Koca ne derse desin kadın ‘Allah’ der ise, yıllar ve yollar evlilik kalesinden bir tek taş bile düşüremez. Bilir ki Kabe’dir kocanın kalbi ve her gün yedi şavt tavafı gerekir. Kocanın ‘helal’ getirdiğini abdestli gönlüyle ‘tayyib’ eyleyen kadındır. Kadın evinin aşçısı, bekçisi, çocuklarının mürebbiyesidir. Onun için bir İstanbul

Şimdi, global dünyada glokalliği bile nimet sayarken hayatını ‘hayat’ta geçirmeye razı kadınlar olabilir miyiz; bulabilir miyiz böylesini temiz neslimizin ikamesi için hanımlığa getirmek üzere. Ya hayatını ‘hayat’ta geçirecek kadını dirayetiyle ricallik heybeti ve cazibesiyle hoşnut ve bahtiyar edecek beyefendileri şimdi hangi görünmez üniversiteler yetiştirebilir?

29


Ş ehir

İstanbul’un ev ve mahalle hayatının güzellikleri çarşısından, mezarlıklarına kadar her menzile sinmiştir. Eşyaya bile canlı nazarıyla bakan, hayvanata neredeyse insan muamelesi yapan ve insan evladını baş tacı edinen bu milletin şehirleriyle kültürlerini birbirinden ayırmak çoğu zaman mümkün olmaz. “Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada O kadar komşu ki dünyaya divar yok arada Geçer insan bir adım atsa birinden birine Kavuşur karşıda seyrettiği sevdiğine” İfadeleri, hayatı bir şiir tadında, “Hiç ölmeyecekmiş ve her an ölecekmiş” şuuruyla ‘efendi’ce yaşayan bir milletin, ölüme ve hayata bir gül yaprağı dokunuşunun zarafetinde narin bakışının insanlık diline bir tercümesi olmaktadır. HAYATINI ‘HAYAT’TA GEÇİRMEYE RAZI KADINLAR BİR HAYAL Mİ? Şimdi, global dünyada glokalliği bile nimet sayarken hayatını ‘hayat’ta geçirmeye razı kadınlar olabilir miyiz; bulabilir miyiz böylesini temiz neslimizin ikamesi için hanımlığa getirmek üzere. Ya hayatını ‘hayat’ta geçirecek kadını dirayetiyle ricallik heybeti ve cazibesiyle hoşnut ve bahtiyar edecek beyefendileri şimdi hangi görünmez üniversiteler yetiştirebilir? Abartmamaya alışabilir miyiz yeniden duyguları. Sahte merhametler, yavan cömertlikler, komik cesaretler hırkasını çıkarıp, sadece olması gereken kadarıyla yetinebilir miyiz hislenmelerin. Kifayet miktarı varoluş şuuru hangimize iyi gelmez ki? Duygu-sal müenneslikten ruhi racûliyete terfi edebilesi kabil olur mu dışarıdaki hırsızı davet eden içimizdeki kaygısız haramilerin? hanımefendisi, kocasından izinsiz harcamaz, satın almaz, küçük sadakalar dışında hayır hasenatta bile bulunmaz. Nikâh düşen yabancı bir erkeği evine asla almaz. Hatta kayınları için bile bu kural geçerlidir. İSTANBULLU NAZİK DEĞİL NAZENİNDİR… Şairin, “Kenarın dilberi nazik olsa da nazenin olmaz” dediğince ‘nazenin’lik farkı, ‘İstanbulluluk’ farkıdır aynı zamanda. “Serviliklerde sükûn yolda sükûn evde sükûn Bu taraf sanki bu halkıyla ezelden meskûn Bir afif aile sessizliği var evlerde Örtüyor fakrı asaletle çekilmiş perde” Mısraları ‘İstanbul ailesi’nin fevkalade zarifane çizilmiş bir tablosu gibidir.

sayı//8// mart 30

Doğru soruyu sormak doğru cevaptan daha önemliyse, elbet bir yol gösteren de çıkacaktır önümüze umulmadık bir köşe başında illa ki. Kadere yeni boyut eklemekle görevli hakikat terzileri, öyle biliyoruz ki uyumuyorlar… Hele Fatih’te hele Eyüp’te hele Üsküdar’da, bir kaylûle miktarından öte gözlerini kırpmıyorlar. Bazı birimiz de anneleriyle konuşur gibi yaşar hayatı önce. Annedir, ümmül kitabın ilk hatibi. Annedir, esaslarıyla esaslandığımız ilk üs. İlk hecenin muallimi anne. Önce anneme söylemeliyim ne diyeceğim varsa. Annem dinlemeli beni ilk sabırla: Hayatımız ‘hayat’ta geçmiyor ama İstanbul yine hayatın içinden geçiyor anne. Kendini adadığı gizli sakinleriyle, “Her kime gönül versem/ Yar başım Sana bağlı” diyen öteleri çağrıştıran sessiz şahitleriyle, İstanbul ne güzel anne.


İSTANBUL TÜRKİYE’DİR Fahri TUNA

İstanbul’u anlamaya, İstanbul’u anlatmaya bir ömür kâfi gelmez, gelemez. İstanbul’suz bir Türkiye “hasta”, İstanbul’suz bir Türkiye “fakir”, İstanbul’suz bir Türkiye “mutsuz”dur. İstanbul Türkiye’nin “kalbi”, İstanbul Türkiye’nin “beyni”, İstanbul Türkiye’nin “mide”sidir; İstanbul’la “yer”, İstanbul’la “düşünür”, İstanbul’la “yazar”ız; hatta Türkçemiz bile “İstanbul Türkçesi”dir. İstanbul “heves” İstanbul “hayat”, İstanbul “huzur”dur; İstanbul “gizem”, İstanbul “gamze”, İstanbul “görgü”dür. Her şey zıddıyla kâimdir de: İstanbul “gayyâ”dır, “garez”dir, “gaflet”tir de yerine göre.

itmeden, görmeden, bilmeden âşık olunacak – Mekke’den sonraki – dünyadaki ilk şehir İstanbul’dur. İstanbul bir “kitap”tır; her okunuşunda büyüsü ve gizemi artan, her okunuşunda başka başka yönleri fethedilen, bir “bin bir gece masalı”dır.

Türk futbol tarihi neredeyse tek başına “İstanbul”, İstanbul futbol tarihi de neredeyse tek başına “Galatasaray”dır; “Fenerbahçe” seyirci, “Beşiktaş” coşkudur. İstanbul dünyada “ne aranırsa bulunacak” tek şehirdir; ölüme çare hariç her aranan bulunur onda. Uçurumlar da ondadır, zirveler de; dramlar da ondadır, vuslatlar da; zira her şeyin zirvesi İstanbul’da mevcuttur.

İstanbul başlı başına bir “hayat”tır; bir insanın yirmi dört saatleri toplamıdır: Süleymaniye “bayram namazı”dır, Sultanahmet “cuma”, bütün camiler “beş vakit”tir, Eyüp “dua”. Beyoğlu “volta”dır, Ortaköy “seyir”. Üsküdar “misafir odası”dır, Piyerloti “kahve içimi.” Hayata şöyle bir “yukarıdan” bakmak isterseniz, buyurunuz Çamlıca’ya. Cerrahpaşa “tedavi”dir, Bakırköy “muvazene”, Fatih “tesettür”dür, Taksim “coşku”. Harbiye “üniforma”dır, Elmadağ “radyo”. Galata “banker”dir, Karaköy “sermaye”. Kasımpaşa “tersane”dir, Mahmutpaşa “ticaret”. Vefa “boza”dır, Kanlıca “yoğurt”. Adalar “tenezzüh”tür, Galata Kulesi “teneffüs”.

Lugatımızdaki bütün kelimelerin yaşadığı, yaşatıldığı, yaşanıldığı şehrin adıdır İstanbul. “Adalardan bir yar gelir”ken sizlere, sorardınız “kız sen İstanbul’un neresindesin?” diye, “sazlar çalınırken Çamlıca’nın bahçelerinde”, siz “Leyla”nızı da alır, “Heybeli’de mehtaba çıkar”dınız biliyoruz; tüm Türkiye, tüm Rumeli de biliyor bunu.

İstanbul’un her semti bir ayrı kitap, her semti bir ayrı roman, he semti bir ayrı şehir, her semti bir ayrı ansiklopedidir.

Aslında İstanbul, bir mutluluk fotoğrafının gerçek hikâyesidir.

İstanbul tek başına “ülke”, tek başına “dünya”, tek başına “devlet”tir.

Bütün bir Türk dünyası İstanbul’la “yatar”, İstanbul’la “kalkar”, İstanbul’la “ağlar”, İstanbul’la “güler”; zira İstanbul “sinema”dır, “tiyatro”dur, “televizyon”dur; İstanbul “kitap”tır, “gazete”dir, “iletişim”dir.

İstanbul Der-Saadet’tir, mutluluklar ülkesidir. Kısacası İstanbul “hayat”tır, hayatın ta kendisidir. İstanbul Türkiye’dir.

31


Ş ehir

BATI ŞEHİRLERİ ÜZERİNE TESPİTLER

ATİNA,SELANİK,KAVALA Bu yazı Nuri Pakdil’in, önce dergide makaleler olarak sonrasında kitap halinde yayınlanan, Paris odağından Batı’yı mercek altına alan Batı Notları’ndan 43 yıl sonra yazılıyor. Pakdil’in de bazısını vurguladığı şu tespitler doğrudur: -Batının zenginliğinin kökeninde sömürgecilikten gelen maddi kaynaklar yer alır. -Batı, maddeye verdiği önemi artırdıkça, maddenin yıkıntıları arasında kalmaya daha fazla mahkûm olmaktadır. -Batı’nın mermer ve ışıkla donatılmış ihtişamlı yapılarının dolduramadığı şey inançtır. Yrd. Doç. Dr. ERKAN ÇAV*

u yazı, bir gezi yazısı, bir şehirler tarihi, bir sosyoloji analizi değildir. Bu yazı, Atina, Roma, Paris ve Viyana şehirlerine, 2015’in Ocak ayında farklı zamanlarda yapılan birkaç günlük ziyaretlerde görülen, duyulan, öğrenilen ve deneyimlenen içsel ve dışsal yaşantının; kesitler, anlatım öbekleri, imgelemler yumağı halinde düşüncelerle birlikte aktarılmasıdır. Kimi zaman görülenler, kimi zaman gözlemler, kimi zaman düşünceler yazının katarı olur ve bunların birleşiminden eklektik fakat birbirine bağlı bir anlatılar mimarisi gelişir. Tarihe, sosyolojiye, felsefeye, güncel ve gelecek uzantılara bağlanan şehirler, şehrin yapıları, insanları, yaşantıları arasından yansımalar; tekil duygu ve düşünce mekanizmasından damlalar. Ne eski zaman gezginiyim ne de modern zaman; ne tarihçiyim ne de arkeolog, belki hepsinden biraz, belki hepsinden uzak: Hepsinden kalan tortulardır anlatılacak. Bu metnin ana gayesi şu olabilir: Gezilen, görülen ve yaşanılan her ne var ise herhangi bir yer ve herhangi bir zaman olarak, orada onu yaşayanların varlıklarıyla kesişerek somutlaşan anlatılmaya değer bir şeyler mutlaka vardır. Bu yazı Nuri Pakdil’in, önce dergide makaleler olarak sonrasında kitap halinde yayınlanan, Paris odağından Batı’yı mercek altına alan Batı Notları’ndan 43 yıl sonra yazılıyor. Pakdil’in de bazısını vurguladığı şu tespitler doğrudur: -Batının zenginliğinin kökeninde sömürgecilikten gelen maddi kaynaklar yer alır. -Batı, maddeye verdiği önemi artırdıkça, maddenin yıkıntıları arasında kalmaya daha fazla mahkûm olmaktadır. -Batı’nın mermer ve ışıkla donatılmış ihtişamlı yapılarının dolduramadığı şey inançtır. -Makinaya, teknolojiye, yeniye ve tüketime duyulan açlığın köklerinde başka bir şeyle doymayan bencil insanlar yatar. Temelde, Batı’nın durduğu bu yer konusunda ayrı olmamakla birlikte, aşağıdaki yazı, salt olumsuz veya reddedici değil, “Anlamak temelinde Batı’ya bakmak” üzerinden hareket eder.

Atina genel görünüm

*TC Maltepe Üniversitesi

sayı//8// mart 32

Batı’yı, hangi yönüyle reddedeceğimiz konusunda karar vermek ve onu aşabilmek için tanımak, anlamak, kavramak ve üzerine düşünerek eleştirmek gerekir. Batı bizim artık sadece kapı komşumuz olmaktan öte şehirlerimizde, evlerimizde, yaşantılarımızda yerleşikleşiyor. Eğer varoluşmuzu (şehirlerimizi, evlerimizi, yaşantılarımızı) kendi değerlerimizle dünya sistemi içinde kalıcılaştırmak istiyorsak, Batı’yı da incelemeli, anlamalı, tartıya vurmalıyız kendi ölçülerimizle. Burada şu hakikat de düşünceyi oluştururken temel ilke olarak kullanılmalıdır:


Batı, tezatlar coğrafyasıdır. İyi ile Kötü. Güzel ile Çirkin. Doğru ile Yanlış. Çok yüzlü Batı. “Batı’nın şehirlerinden hangi özellikleri kendi şehirlerimiz için benimseyebiliriz, model alabiliriz, dönüştürerek uygulayabiliriz?” Bu soru beynimin içinde dolanıp dururken, ben bu şehirlerden gökyüzüne ulaşmayı engelleyen camları islenmiş, kirlenmiş ve kararmış bir pasajdan geçer gibi geçiyor, bu sırada camlar arasından sızmaya çalışan güneşi ararken gökyüzüne açılan pencereler tasarlıyordum. ATİNA Antik dünyanın medeniyet coğrafyası. Antik felsefecilerin kaynağı. Şehir devleti: Site merkezi. Sokratesler diyarı. Vatandaş ve Köle. Agora ve Söylev. Halk ve İktidar. Demokrasinin çekirdeği Atina havalimanından ayrıca bilet alınan tren ile şehir merkezine metro aktarması yapılır veya doğrudan otobüslerle geçilir. Ege şehirlerinden geçiyormuşsunuz hissi verir dışarıya yapılan bakışlar. Eğer öğleden sonra olmuşsa ilk birkaç saatte şehir merkezine yapılan yürüyüşle çevre tanınır. Syntagma (Anayasa) Meydanı bunun için iyi bir başlangıçtır. Meydan karşısındaki Parlamento binasının önündeki asker değişimleri bir gösteriye dönüşmüş durumda. Bu durum Akropolis’teki Yunanistan bayrağını indiren askerler için de geçerli. Şehrin ilk merkezi Akropolis, genelde gezinin en ideal başlangıç yeri: M.Ö. 5. yüzyıldan kalma tapınaklar, Parthenon, Nike ve diğerleri. Şehrin diğer bölgelerindeki Zeus ve Apollo tapınakları, İmparator Hadrian Kemeri, Hadrian Kütüphanes’inin kalıntıları, Roma hamamları, modern olimpiyatlar için yeniden inşa edilen mermer Panathinaiko Stadyumu, Ulusal Arkeoloji Müzesi, Çağdaş Sanat Müzesi, ulusal bahçeler ve diğer müzeler, tarihi yapılar ve mekânlar. Kotiza, Omonia, Monastiraki ve diğer meydanlar, bölgeler. Çok meydan, çok gezinti, çok etkileşim.. Akropolis, şehrin her yerinden görülür ışıklandırması ile. Eğlence mekânları buna göre derecelenir. Atina’daki eğlence merkezlerinin yoğunluğu, sanki eski agoraların buralarda başka biçimde canlandırıldığı hissini verir. Çok gürültü, çok yoğunluk, çok dağınıklık. Geçmişteki agoraları işlevsel olarak karşılamasa bile söylemsel yerdeğiştirme açısından bir uzantı oluşur. Akropolis’in günümüzdeki sahipleri, başka türlü de olsa, ağır hasarlar, yer değiştirmeler, eklemelerle dahi olsa antik bir arzuyu yansıtır. Antik Yunan agorası ve Roma agorası, binlerce yıllık kalıntılar. Roma Forumu’nun hemen tamamının modern tekniklerle tasarımı yapılabilmiş. Mevcut bulgulardan hareketle

Atina Dizdar Mustafa Ağa Camii

geçmişe dair ayrıntılı bilgilere ulaşılmış. Yapılan modellemeler, anlatımlar ve örneklemeler; geçmişin birçok yönüne ulaşmayı ve anlamayı sağlamış. Bu anlamanın bugüne neler kazandırdığı şüpheli. Son iki katında, Akropolis’teki Parthenon tapınağına eşdeğer bir tasarım ile, yani ön yüzünde 8 yan yüzünde 17 sütunluk biçimiyle bu eski tapınağın birebir boyutları kopya edilerek inşa edilen Akropolis Müzesi, geçmişin müze formatında dahi olsa düşünsel yansımalarını bugüne aktarması sebebiyle, önemli bir yeniden üretim (re-production) girişimidir. Şehrin milattan öncesine uzanan binlerce yıllık tarihi günümüze değin arkeolojik bulgularla halka halka aktarılır. Akropolis’ten çıkan buluntular da bu müzede sergilenirken, 4000 yıllık zaman dilimi ayrıntılarıyla, tarihiyle, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yönleriyle, savaşlarıyla ve dönüşümleriyle adım adım ortaya konulur. Bu tarihin yeniden inşası, aynı zamanda bugünün de yeniden biçimlendirilmesine olanaklar sağlayarak günümüz toplumunun kimliklendirilme sürecinin girdilerinden biri olur. Atina’yı ve tarihini anlamak için bu müze gezilmeli.

“Batı’nın şehirlerinden hangi özellikleri kendi şehirlerimiz için benimseyebiliriz, model alabiliriz, dönüştürerek uygulayabiliriz?” Bu soru beynimin içinde dolanıp dururken, ben bu şehirlerden gökyüzüne ulaşmayı engelleyen camları islenmiş, kirlenmiş ve kararmış bir pasajdan geçer gibi geçiyor, bu sırada camlar arasından sızmaya çalışan güneşi ararken gökyüzüne açılan pencereler tasarlıyordum.

Şehir, gece ayrı bir hayat yaşıyor. Türk kahvesini

33


Ş ehir

her yerde içmeniz mümkün. Kahveye nereden bakıldığına bağlı olarak isimlendirme değişir. Ancak bir şey değişmez: Kahve. Yunanlıların genel hâl ve hareketlerinden, temas ettiklerimden ve çeşitli ortamları paylaştıklarımdan anladığım açık bir şey var: Birçok bakımdan birbirine benzeyen iki toplum, Türkler ve Yunanlılar. Dil, din, ırk yanında yaşama dair öncelikli konular, içerikler, tarzlar veya tercihler değişebilir, ama insani temel özelliklerin dışavurumu açısından çoklu kesişmeler var. Atina insan çeşitliliği açısından zengin ve bir o kadar da karmaşık bir şehir. Balkanların hemen her ülkesinden ve göçmen ülkelerinden insanlar barındırmakta. Bu durum, şehrin Yunan popülasyonuna bağlı genel yapısını değiştirir. Seyyar satıcılar, tezgahtarlar, temizlikçiler, taksiciler, garsonlar vd. Ne kadar ucuz işgücü isteyen iş varsa hemen hepsinde Yunanlılar kadar göçmenler de çalışıyor. Ekonomik krizin zamana yayılan etkisinden olsa gerek oldukça yoğun bir evsizler topluluğuna rastladım. Geceleri hemen her ana caddenin bir yerinde geceyi tulumların içinde veya karton-naylon yığınlarının arasında geçiren birilerini görmek mümkün. Atina Dizdar Mustafa Ağa Camii içi

Yunanistan’da güçlü bir duvar yazısı kültürü var. Yıllardır süregelen ve son aylarda zirve yapan ekonomik çalkantı, siyasi belirsizlik ve erken genel seçim süreci gündelik hayatın parçası olmuş.

Atina Meydan sayı//8// mart 34

Bu kişilerin bazıları bireysel, bazıları bir grubu etkileyen veya bazıları sadece sistemden gelen sebeplerle sokaklarda yatmak zorunda kalıyor olabilir. Bu sebeplerin hiçbiri sonucu değiştirmez: Onca ihtişamın ışıltısı, evsizleri ısıtmaya ve karınlarını doyurmaya yetmez. Aynı durum, istisnasız Roma için de, Paris için de geçerli. Değişen toplumsal dokuya karşı tepki de içerdiği düşünülebilecek, milliyetçi imgelerin kullanımı Atina’da yoğundur. Mesela diğer başkentlere göre daha fazla bayrak kullanımı var ve bu konuda hassasiyet gösterdikleri aşikar. Bulunduğum günlerde yoğunlaşan siyasi tartışmalar, bir türlü belirlenemeyen Cumhurbaşkanı, tartışmalarının siyasi tarafgirliği ve yaklaşan seçim havası, toplumsal muhalefeti sokaklara taşımış, isyan yazılarıyla her yeri boyanmış çeşitli protesto gösterilerinin yapıldığı yerlerin, özellikle Parlamento çevresinin, elçiliklerin bulunduğu caddenin ve diğer merkez meydanların polisler tarafından sıkı korunması söz konusu. Yunanistan’da güçlü bir duvar yazısı kültürü var. Yıllardır süregelen ve son aylarda zirve yapan ekonomik çalkantı, siyasi belirsizlik ve erken genel seçim süreci gündelik hayatın parçası olmuş. Ekonomik düşüşü protesto eden tepkiler vitrinlerine, duvarlara, camlara ve kaldırımlara, boş bulunan her yere grafitiler, duvar yazıları ve sloganlar halinde yazılmış, resimler ve karikatürler


çizilmiş. Protesto kültürünün bir yansıması. Bununla birlikte tarihi eserlerin ve eski yapıların yüzeylerine hasar verilmemiş. Dikkate değer bir durum. Marka dükkanlarının, bankaların ve tanınmış şirketlerin binaları özellikle hedef seçilmiş. Doğru yerde, ölçülü ve estetik olduğunda sanatsal bir zenginlik. Halk Kültürü Müzesi’ne dönüştürülen 1764 tarihli Dizdar Mustafa Ağa Camii’nin hâlâ camiye benzeyen içinin korunmuş olmasının güzelliği kadar, bir cami içinde olması asla kabul edilemeyecek şeylerin burada sergileniyor olması, tahammülü imkansız kılıyor. Yeme içmenin Atina’da pahalı olduğu söylenemez, böreklerin üzerine dökülen pudra şekerine kadar neredeyse aynı tat dokusuna sahibiz, baklavaları, tatlıları, simitleri, poğaçaları, ortak yemekleri saymaya bile gerek yok. Atina’da yemek yeme konusunda sıkıntı olmaz. Sokaklarda mısırcılar, kestaneciler, pamuk şekercileri, baloncular görmek de yabancılığı azaltıyor. Haftasonları açılan bit pazarında Atina’ya özellikle eski Sovyet ülkelerinden gelen inanılmaz bir eşya-nesne çeşitliliği var. Broşlardan paralara, rozetlerden oyuncaklara, saatten hediyelik eşyalara kadar geniş bir yelpaze. Nesne değişim merkezi. Para koleksiyoncularının Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerine ait hemen her parayı bulabileceği zengin bir pazar. Akropolis’in eteklerinde canlı bir hareket var. Bu hareketli alanda, onlarca insan, kadın ve erkek, kendi sanatsal zevklerini ortaya koyan bileklikler, kolyeler, küpeler, takılar, heykelcikler, tespihler, resimler, hediyelik eşyalar gibi çeşitli ürünleri bireysel emekleri ile üretip küçük el tezgahlarında sergiliyor ve satıyorlar. Bu ürünlerdeki ince zevk, şehrin binlerce yılı bulan sanatsal üretiminin günümüze yansıyan dalları gibi. Bunların yanında kullanılmış eşyaların ve nesnelerin de zengin bir dolaşımı var. Eski eşya meraklıları için bulunmaz bir yer. Bazı sokaklarda eski ve yeni müzik kompakt diskleri, plaklar, antika eşyalar, afişler, posterler ve fotoğraflar satan dükkânlar, grafiti çiziminin öğretildiği mekânlar bulunur. Buralarda her bütçeye ve her tarza uygun bir şeyler bulunabilir. Atina’nın başkent olması üniversite, kamu, otel, şirket ve apartman binalarına bir biçimde yansıyor. Özellikle merkezde eski ile yeni mimari uygulamalar bir arada. Bunula birlikte Atina’da minareli cami yok. Hanların bazı bölümlerinin, zemin katlarının, depoların veya başka kötü mekânların Pakistanlıların, Bangladeşlilerin veya

Selanik İshak Paşa Camii

diğer toplulukların himaye ettiği mescitler olarak kullanımı vardır. Şunu vurgulamak gerekir: Yunan yaşamının yeme içme kültüründen eşya tasarımına, mekânlarının dekorasyonundan mimari özelliklerine, kültürel ve sanatsal eserlerin sunumundan ışıklandırmalarına, bahçelerin düzenlenmesinden ağaçlarının bakımına değin her noktasında sanatsal bir incelik mutlaka vardır. Bu incelikler, yaşanılan mekâna derinlik verir. Bu yaklaşım, içeriği ve sanatsal uygulamaları değişse bile Türkiye’deki şehirlerde de olmalı. SELANİK Her gün Atina’dan kalkan düzenli trenlerden biri ile altı saatlik bir yolculuktan sonra Selanik’e ulaşıyorum. Kısa, fakat oldukça zengin bir gün geçiriyorum. Selanik’in Yunanlıların eline geçmesinden sonra “millileştirme uygulaması” olarak ismi “Beyaz Kule’ye çevrilen Selanik Kulesi, önce Roma yapısı sonra kilise sonra cami ve şimdi müze olan Rotunda, Roma İmparatoru Galerius’un yaptırdığı Zafer Takı, Roma döneminden kalma Aziz Dimitrius ve Aya Sofya kilisesi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev, belli başlı gezilebilecek yerler. Şehrin içinde karşınıza çıkıveren Roma ve Osmanlı önemine ait yapılar ve kalıntıları, Şehrin kalesinde yer alan 600 yıla yaklaşan tarihi ile Yedikule ve eski bir manastır da dikkate değer yerlerdendir. Şehrin eski merkezindeki, günümüzde de mimarisi değişmemiş kale çevresindeki Türk evleri harikadır. Şehrin merkezindeki tarihsel yapılar,

35


Ş ehir

Selanik İshak Paşa camiinden görüntüler

Halk Kültürü Müzesi’ne dönüştürülen 1764 tarihli Dizdar Mustafa Ağa Camii’nin hâlâ camiye benzeyen içinin korunmuş olmasının güzelliği kadar, bir cami içinde olması asla kabul edilemeyecek şeylerin burada sergileniyor olması, tahammülü imkansız kılıyor.

farklı dönemler ait arkeolojik buluntular fiziki korumaya alınmıştır. Koruma altında da olsalar bu buluntular beton yapılar arasında çürümeye bırakılmış gibidir, tarihi sembollerini yitirmişlerdir. Modern şehircilik anlayışı eskiyi burada kendine adapte edememiştir. Selanik kulesinin etrafındaki estetik surların yıkılması gibi. Selanik, sahil şehri özelliği gösterir. Aziz Dimitrus kilisesine 100 metre mesafede Fatih Sultan Mehmet dönemi sadrazamlarından olan İshak Paşa’nın Sultan İkinci Bayezid döneminde Selanik Sancak Beyi olarak görev yaptığı sırada 1484 yılında yaptırdığı Alaca İmaret Camii (İshak Paşa Camii) yer alır. Harap, yıkık dökük, yıkılmaya yüz tutmuş haldedir. Restorasyon yapıldığını söyleyen konsolosluk görevlilerinin aksine böyle bir faaliyet görülmemektedir. Tesadüfen içine girebildiğim caminin içler acısı hâli bu güzel caminin hak etmediği bir durumdur. 500 yıldır direnen caminin bu halinden kurtarılması zor bir karar olmamalı. Benzer durum; Atina’da arkeoloji deposu olarak kullanılan 17. yüzyıldan kalması kuvvetli muhtemel Fethiye Camii, Selanik’te sergi merkezi olarak kullanılan camiler ve harap halde bırakılan Yunanistan’daki bütün camiler için geçerlidir. Bir dönem, 1800’lerde ve 1900’lerin başında Osmanlı’nın entelektüel merkezlerinden biri olan

sayı//8// mart 36

Selanik’te Mutafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evin profesyonel müzecilik anlayışı ile düzenlenen içeriği ve amacını doğru aktaran sade tasarımı dikkate değerdir. Bu evin Yunan sahiplerinden alınıp Atatürk’ün döneminde Türkiye devletine hediye edilerek Türk-Yunan dostluğunun bir nişanesi olmasının değerli bağı, Balkan ve İstiklal savaşları ile mübadelenin derin travmalarının karşılıklı tamirinde önemli rol oynamaktadır. 1,5 milyonu Türkiye’den, 500 bini Yunanistan’dan olmak üzere zorunlu göçle yerinden edilen 2 milyon insanın acılarının kuşaklar boyunca aktarılması engellenemez. Bulunduğum süre içinde konuştuğum Yunanlılardan birkaçının ailesi mübadele ile gelmiş kişilerdi. Bu temaslarımdan mübadele travmasını atlatanların daha huzurlu olduklarını ve geçmişi geçmişte bırakmayı başardıklarını gördüm. Aksi, sonu gelmez dipsiz bir kuyu. Mübadele: Yırtılan tarih, koparılan kökler, ezilen kalpler, dinmeyen kanama. Konsolosluk ve Atatürk evinin önündeki polis değişim noktasının ilginç bir konumu var. Toplumsal gösterilerin ve protestoların bu caddede yoğun olması ve kimi protestoların elçiliğe yönelik olabilmesi bu uygulamayı başlatmış, ancak zamanla bu işlem rutin hale gelmiş. Şehrin genel olarak tarihsel kimliğini artık taşımadığını söylemek gerekir. Var olanlar da modern şehrin curcunası içinde yitip gitmektedir.


KAVALA Selanik’ten otobüsle iki saat süren yolculuk sonrasında vardığım küçük bir limana sahip şirin sahil şehri. Kavala’da geçirdiğim 6-7 saat, bu şehrin bazı güzelliklerine temas etmekte oldukça güzel bir olanak sağladı. Şehrin Roma döneminden gelen ve Osmanlı’da da kullanılan kalesine ulaşmak için dar yolları katederken Kavalalı Mehmet Paşa’nın yaptırdığı ve bugün otel ve restoran olarak kullanılan İmaret’in, dini yapılar kompleksinden oluşan külliyenin, ihtişamı sizi cezbeder. Bir Anadolu kasabasının evleri arasından geçer gibi kaleye doğru çıkarken karşınıza gelen 16. yüzyıldan kalma Halil Paşa Cami ve medresesi halen ayaktadır. Medrese kısmı çocuklar için eğitim birimi olarak kullanılmaktadır. Mehmet Ali Paşa’nın evi müze olmuştur. Hemen yanında bir at üstünde heykeli vardır Kavalalı’nın. Şehrin kuşkusuz en dikkat çekici tarihi yapısı halen güçlü biçimde ayakta duran, Roma döneminden kalan su yollarının tamiri esnasında şehre ve şehrin camilerine, imaretlerine, evlerine su getirsin diye Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaptırılan 24,5 metre genişliğinde ve 280 metre uzunluğundaki muhteşem kemerdir. Şehrin eski merkezinin bir Türk kasabasından farkı neredeyse yok. Burada şehir 300 yıl önce nasıl bir sokak ve şehir planına sahipse varlığını o şekilde devam ettiriyor. Kavala Belediyesi kalan tarihi eserlere ciddi bakım ve ilgi göstermiş, her yerde levhalarla yapılan bilgilendirmeler ve yönlendirmeler ile rahat bir şehir içi tarihsel gezi yapma imkanı sunmuş. Kavala’da da, Atina ve Selanik’te olduğu gibi Türkçe konuşan sıcakkanlı Yunanlılara rastlamak mümkündür. Kavala’dan bir Türk otobüs firmasının aracı ile İskeçe üzerinden hareketle İpsala Gümrük Kapısı’ndan giriş yaparak 7-8 saatlik bir yolculuk sonrasında İstanbul’a döndüm.

Atina Akropoli tezgahlar.

ATİNA’DAN AKILDA KALANLAR • Antik çağın sosyal, kültürel, siyasi, sanatsal, ekonomik ve entelektüel derinliği hakkında önemli fikirler oluşturan tarihin derinliğine doğru bir yolculuk yapmış olmak. • Yapıları, yolları, evleri, çeşmeleri, mezarlıkları ve diğer şehrin birimlerini oluşturan her parça taşın, tasarımın, uygulamanın belirli anlam yükleri taşıyabileceğine dair bir şehircilik vizyonu oluşturmanın mümkün olduğunu görmek. • Ekonomik ve sosyal yapının, antik dönemden yapılan perspektifler üzerinden şehrin varlığı ile nasıl halka halka, adım adım, katman katman inşa olduğu kavrayışı gelişir. Şehirlerin oluşumu ve işleyişi hakkında derinlikli bakışlar oluşur. • 400 yüzyıl Osmanlı egemenliğinde kalmış bir şehirden Türklerin ve Müslüman yaşam izlerinin itinayla silinmesinin pratikleri. • Sokakları kaplayan isyan dalgasının izleri. • Ekonomik krizin (ve Kapitalizmin) insanları yoksun ve yoksul bıraktığının göstergeleri: Evsizler. • Eğlencenin gündelik ve sıradan hâlde olması. • Sokaklarda, insanlar arasına karışan güvercinler. • Sıcak, samimi, dostça iletişim kuran insanlar. •Tiyatrolar, müzik etkinlikleri, sanatsal aktiviteler.

Selanik Türk Evi 37


Ş ehir

İÇİMİZDE BÜYÜYEN ŞEHİR

“KUDÜS” “Yağmur yağıyor ateş ateş Gök terliyor kızıl kızıl Özgürlük adına veriliyor bu savaş Direnen Filistin oluyor” Recep GARİP

i r m i l y a r İ N S A N” “Filistin’e Ağıt” şiirimi yazdığımda seksenli yıllardı. O yıllardan bu yıllara Kudüs’te, Türkistan’da, Kafkaslarda, Orta Doğu’da, Afganistan’da, Afrika’da değişen bir şey olmadı. Aynı acı, aynı zulüm, aynı haksızlıklar, aynı özgürlük düşmanları, yeryüzünde, Batının, yani Amerika’nın, yani Avrupa’nın yani Sovyet Rusya’nın gözü önünde öldürmeyi, yıkımları, kıyımları, intiharları, iftiraları sürdürdüler. Fitne bir kıvılcımla, bir çınğıyla, bir tek sözle başlıyor. İnsanı öldürmekten daha şiddetli olduğu ifade ediliyor fitne için. Enfal suresi 39. Ayette şöyle emredilmektedir; “Fitnenin kökü kazınıp Allah’ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür.” Fitnenin kaynatıldığı, planlandığı, Lut kavminin helak edildiği yurtlarda şimdi İsrail kan içmeye, özgürlükleri yok etmeye, kadim dinlerden kalan emanetleri yok saymaya devam ediyor. Fetih ruhuyla hareket eden İslam toplulukları insanı öldürmekten ziyade yaşatma anlayışıyla, dirilişine sebep olma aşkıyla yeryüzüne yayılmışlardır. Maide suresinin 32. Ayeti aynen şöyledir; “Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, peygamberlerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.” Selahhadin Eyyubi güçlü bir kumandandır. İyi bir yönetici, iyi bir fetih ruhunu inşa eden asker ve liderdir. Kudüs’ün fethiyle Hıristiyan ve Yahudi coğrafyası asıl itibariyle Batı coğrafyası kılıçlarını kınlarına yerleştirseler de bir daha koymamak üzere hınçlanmışlar, kinlenmişlerdir. Batı dünyasının yüreğine onulmaz uçurumlar, yarlar ve yaralar açmıştır Kudüs’ün fethi denilebilir. Oysa Kudüs, “Gökte yapılıp yere indirilen şehirdir” Sezai Karakoç’a göre. Hazreti Süleyman Mescidi’nin, Davut Peygamber Mescidi’nin, Musa Peygamber Mescidi’nin ve dahi diğer mescitlerle Hazreti Ömer Mescidi’nin, ve Haceri Muallaka’nın bulunduğu bu mekân, bu coğrafya ümmetin ortak alanıdır. Ayrıca, İsa Peygamber’in doğduğu topraklar olması, Meryem Validemizin metfun bulunduğu, Yakup ve Yusuf Peygamberin diyarı olan bu topraklar kadim kültürlerin, insanlığın, ilahi dinlerinde ortak sesi, nefesi ve meselesidir. Ne Süleyman, Davut ve Musa Peygamberin tabileri, ne İsa Peygambere uyanlar, ne de Hazreti

sayı//8// mart 38


Ömer’le birlikte İslam’ın sancağıyla müşerref olan Kudüs mensupları, birbirinden rahatsızlık duymamışlardır. Hazreti Muhammet Mustafa’ya iman ve teslimiyette örnek olmuşlardır. İlahi din mensubiyetinin muvahhitlik anlayışı İsrail’in fitne kazanlarıyla kaynatılmış ve bozulmuştur artık. Bu nedenledir ki Kudüs mahzundur, Filistin mazlumdur ve Mescidi Haramdan Mescidi Aksaya gelen ve oradan da Sidretül müntehaya yolculuk yapan âlemler sevgilisi efendimizin bir emanetidir Kudüs ve Mescidi Aksa. “Orta Doğu” şiirimde yıllar önce şöyle söylemiştim; “Mescidi Aksa duruyor orda, ayakta hala Filistinli bir çocuk, bir dede ve birkaç kadın Duvar dibinde kıvrılmış ağlıyor Mescidi Aksa bugün Bugün miraç Bugün Mescidi Aksa Bugün savaş Mescidi haramdan Mescidi Aksaya gelen peygamber; Hazreti peygamberdi bugün. Bugün perişandı insanlık; İşte orada Bak, orada KUDÜSTE İyi bak ne çok Müslüman yatıyor orada; Orası bizimdi, ülkemizdi, doğduğumuz yerdi, tüten ocağımızdı K U D Ü S T Ü” Bu güne gelindiğinde Kudüs, insanlığın top yekûn halinde intiharını, suçluluğunu söylüyor bize. Bütün bir yeryüzü suçludur; çünkü arzın emanetlerinden olan Mescidi Aksa, yani Kudüs, yani Gazze, yani Mekke, yani Medine, yani Bağdat, yani Halep, yani Şam, yani İstanbul mahzundur, mazlumdur, yaralıdır. İnsanlığın ortak mirasında bir acı varsa eğer; bütün bir yeryüzü o acıdan sorumludur. Bilhassa İslam coğrafyası birinci dereceden sorumludur. “Büyük Doğu”nun kalbi çıkarılmak isteniyor. Doğu, hep doğudur, sürekli doğudur, her daim doğudur. Doğunun remzinde anlamlı hale gelen “Büyük Doğu” yani Orta Doğu kalbinden, can evinden vuruluyor. İsrail “Büyük Doğu”yu yok etmek için zulüm üstüne zulümler, cinayet üstüne cinayetler işliyor. Eğer kalp, gönül, sultan hastaysa, rahatsızsa bütün vücut, bütün ülke, bütün insanlık, rahatsızdır. Kudüs, insanlık için öylesine önemlidir ki Müslüman yürekleri inleten işkenceler bitmedikçe, yeryüzünden iniltiler, savaşlar, çarpılmışlıklar bitmez. İhanetler, fitne ve fesatlar, adaletsizlikler bitmez. Filistin topraklarında var olan Kudüs, insanlığın, ilahi dinlerin ortak merkezlerindendir. İsrail’in aklı başına gelir mi bilmem? Eğer bir gün aklı başına gelirse; yeryüzünde işledikleri cinayetlerden, öldürdükleri çocuklardan, mazlumlardan, mahzunlardan, genç kızlardan,

delikanlılardan yaşlılardan el hâsıl her insan evladından af dilese de binlerce, yüz binlerce şehit, gazi, insanlık haklarını helal eder mi, Allah affeder mi bilmem, bilemem? Lakin ben bir mümin olarak hakkımı asla helal etmem ve etmiyorum. Büyük Cihan Devleti Türkiye’nin bir vatandaşı olarak, Türk milletinin bir bireyi olarak hakkımı asla helal etmiyorum. Yine “Orta Doğu” şiirinden kısa bir bölüm devreye girsin; “Ey yiğit kardeşler: Hangi vakte ayarlısınız? Kalbinizde iman, ne diye duraklarsınız? Bir kelebek uçuyor göğe doğru Mermiler uçuyor onunla Kan damlıyor toprağa Bir avuç toprak al ve koynuna koy, Kudüs için aç ellerini kan çanağına dönsün gözlerin Mescidi Aksa için ne olur Rabbim, lütfunu gönder bize. Lütfunu göster bize âlemler sevgilisi Hazreti Muhammed için Ne olur rabbim, ne olur” Kudüs’te var olan savaş, yeryüzündeki savaşlarında bir bakıma sebebidir. Filistin’de bir ev yıkılıyorsa, bombalanıyorsa, bir çocuk, bir genç şehit ediliyorsa eğer; Afrika’da, Somali’de, Suriye’de, Irak’ta, İran’da, Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta, Cezayir’de, Kerkük’te, Doğu Türkistan’da, Afganistan’da, Eritre’de, Buhara’da, Endülüs’te, Semerkant’ta, Anadolu’da, Diyarbakır’da, Cizre’de, Hatay’da, Van’da cinayetler işleniyor, insanlar şehit ediliyor, evler, şehirler yıkılıyor, sönüyor demektir. Kudüs’te insanlar gülerse yeryüzü güler. Kudüs’te kan aktıkça yeryüzünün bütün mazlum topraklarında kan akmaya devam eder. Filistin’de savaş, yeryüzünde savaş demektir. Haçlılar, Batılılar, Avrupalılar, Amerikalılar, yeryüzündeki bütün İsrailliler, Rusyalılar, Doğulular, Orta Doğulular yani “Büyük Doğulu”lar barış istiyorlarsa, Filistin’de, Gazze’de, Kudüs’te barış sağlanmalıdır. İnsanlığın ortak ilahi din mescitlericamileri dolup taşsın, kardeşlik ve barış böylece hüküm sürsün. “Kudüs Çağrısı” şiirimi 2010 yılında yazdığımda henüz Kudüs’ün topraklarını görmemiş Mescidi Aksa kürsüsünde konuşmamıştım daha. Şair, yazar ve Sendikacı Mehmet Akif İnan, “Mescidi Aksa” şiirini yazdığında gitmediği, ömrünce hasret çekerek kaleme aldığı gibi. İşte şiirimden kısa bir bölüm; “Bir şehrin kaybolan haritasında çocuk ölmüştür Ölmüştür el ayak takımı, cümle şehirli Bitmeyecek bir savaşın ruhunda ateş yakılmıştır Hiç bitmeyen sevgilinin 39


Ş ehir

başkenti ise Kudüs’tür. Demokrasiler Kudüs boyutlarını yitirirlerse, Filistin’leşmekten kurtulamazlar.. Dünyanın her yerinde demokrasiler silahlı güçleriyle değil, silahsız güçleriyle demokrasi olurlar. Demokrasileri demokrasi yapan, demokrasilere renk ve tat kazandıran boyut, Kudüs’ten kaynaklanır. Kudüs’te savaşla güzellik olmaz.” Rahmetli Mehmet Akif İnan’ın “Mescidi Aksa” şiirinden üç dörtlük bize eşlik etsin; “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu Varıp eşiğine alnını koydum Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu Gözlerim yollarda bekler dururum Nerde kardeşlerim diyordu bir ses İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin Unuttu mu bunu acaba herkes Mescidi Aksa’yı gördüm düşümde Götür Müslüman’a selam diyordu Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslâm diyordu” Burak’tan kalan hatıraları armağandır insanlığa Bu şehir, bu memleket, bu toprak bizim Kör olası şeytan, kör olası mendebur ihanet Tuzaklarında şımaran, kuduran nefis Bil ki Tevrat’ın, incirin ve Zebur’un üstüne Kelamı Kadim’in, Habipi Kibriya’nın üstüne Bu coğrafya, bu tarih, bu uygarlık bizim Şimdi yeniden bir aşka tutulsaydım Genç atlarımla yeryüzüne dağılsaydım Mescidi Aksanın, Kudüs’ün başında taç olsaydım.” Bir tek söz yetiyor kimi zaman. Bir tek bakış yetiyor. Bir tek kıvılcım, bir tek kibrit çöpü yetiyor yangınların doğmasına. Bir tek tebessüm ruha dinginlik veriyor. İçimizde büyüttüğümüz aşklarımız var. Sürekli büyüyen aşktır Kudüs. Kudüs’e doğar gün, yürüyüşler Kudüs’e akar. İsrail’in devlet olma iştihası 1967 yılına dayanıyor. O günden bu güne doğru akan nehirler bulanık. İsrail, bütün İslam coğrafyasına, Hıristiyan dünyasına karşı taarruza geçmiş ve kendi pişirip kendi cadı kazanında kaynattığı politikalarını yutturduğunu zannetmektedir. İşgalci İsrail, çocuk katilidir. İşgalci İsrail, zalimdir. Bu zulme dur demek insanlığın ortak ödevidir. Öyle olmalıdır. Yalnızca Türkiye’nin direndiği bir dünya var. Yalnızca Türkiye, İsrail’in yaptıklarına karşı ses çıkarıyor. İsrail, bütün zorlamalarla yerli halkın yani Müslümanların, Hıristiyanların, Arapların pılını pırtısını toplayarak gidecekleri bir gün bekliyor. Bezdirme, yok etme, öldürme politikasının nedeni bu. Büyük İsrail devletini kurma özlemi. Prof. Dr. Nazif Gürdoğan bir yazısında şöyle söylüyor; “Her ülkenin silahlı güçlerinin bir başkenti vardır, silahsız güçlerin

sayı//8// mart 40

Mizan İnsan Hakları Merkezinden Dr. Kemal eş-Şerafi’den Türkçeye Mustafa Genç çevirmiş. Metinde ki bir bölümde şöyle söylüyor; “İsrail, Mescidi Aksa ve Kubbetü’s-Sahra’ya sahip bir Kudüs’ün, Arap ve İslam kimliğinden asla soyutlanamayacağının bilincindedir. Mescidi Aksanın altında yürütülen ve artık Aksa’nın temellerini tehdit etmeye başlayan kazı çalışmaları, işgalci İsrail’in Aksa’yı ve Kudüs’teki diğer Arap ve İslam mukaddesatını yıkma hedefine yöneldiğinin açık göstergesidir. Uzun işgal dönemleri boyunca yetkili birimler de, mübarek Mescidi Aksa’nın altında tüneller açma çalışmalarını yürüttüler. Bu çalışmalar, Aksa’nın temellerini sarsmaya ve tehlike sinyalleri vermeye başlamıştır. Nitekim Mescidi Aksa’nın yakınındaki el-Meğaribe Kapısı semtinde, BM Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Örgütü (UNRWA)’ne bağlı Kudüs İlköğretim Okulu’nun zemininin çökmesi, ileride Aksa’nın başına gelecek felaketlerin habercisi olmuştur.” Ağaç (1936 yılında yayınlandı) dergisinin 16. sayısında “İleri, Geri” giriş yazısında Necip Fazıl Kısakürek şöyle ifade ediyor; “Zamanın hakiki fatihleri istikbale o kadar susamışlardır ki gözlerindeki sonsuzluk adesesi önünde, bazen bin sene evvelki bir hadise bugüne yapışık ve bugüne ait bir hadise bazen bin sene evveline racidir. Geriye doğru görüldüğü halde ileriye ve ileriye doğru görüldüğü halde geriye doğru giden yollar vardır.” Kudüs meselesi de böyle bir meseledir. Sezai Karakoç’un “Alınyazısı Saati” nin 1.


bölümünü paylaşmakta yarar görüyorum. 197988 yılları arasında tamamlanabilmiş bir şiirdir. “Gün Doğmadan” bütün şiirleridir Karakoç’un. Konuyu hem aydınlatması hem de diğer bölümlerini okuyucuların dikkatlerine sunmak için işte şiire kısa giriş; “ Ve Kudüs Şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir. Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri. Altında bir krater saklayan şehir. Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi. Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi Hani Şam´dan bir şamdan getirecektin Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine Ruhları aydınlatan bir lâmba İfriti döndürecek insana: Söndürecek canavarın gözlerini İfriti döndürecek insana Ve Kudüs’ü terk ettiğin o ikindi Birinci Cihan Harbi günü vakti Kan sızdırıyor kaburga kemikleri Karlı dağlardan indirdiğin atların Bir evde perdeyi indiriyor bir kadın Mahşerin perdesini kıyametin perdesini Ağlıyor yere inen saçları Göğü yırtan kefen beyaz elleri” Üstat Ali Ulvi Kurucu “Hatıralar – III”de Said Şamil Bey’den nakiller yapıyor. “Büyük İslam kahramanı, Dağıstan mücahidi, meşhur Şeyh Şamil’in torunu Said Şamil Bey”dir kast edilen. 244.sayfasında “İsrail ve Ermenistan” başlıklı yazıda şöyle söylüyor; “Yüz sene sonra Yahudiler Filistin’de bir İsrail devleti kuracaklar” deseydim; bana gülerdiniz. Belki de aklımdan şüphe ederdiniz ve Yahu Said Bey, Filistin’e İngiltere İmparatorluğu, Rus çarlığı girememiş de üç buçuk Yahudi mi, Osmanlı’nın elinden alıp da Filistin’de devlet kuracak” derdiniz. “İşte Yahudi devleti Müslümanların ortasına bir çıban gibi kuruldu. Ortadoğu milletlerine gardiyanlık yapmakla vazifelidir. Koca Amerika, İsrail’in bir vilayeti gibi çalışır. Şimdi şu Ermenistan’a bakın. Bu da geleceğin İsrail’idir. Türkiye ile Müslüman Türk dünyası arasına, aradaki yolu kapatmak, alakayı kesmek için kuruldu, büyütülecek. Şimdi Hıristiyan dünyası Ermenistan’ı büyütüp kuvvetlendirecek ve onu Türkiye ile Azerbaycan ve diğer Türk dünyası arasına bir set gibi çekecek. Değil onlara yardım edebilmek, ziyaret etmek için bile Ermeni’lerden vize almak zorunda kalacaksınız.” İşte Sezai Karakoç şiiri, bundan dolayı önem arz ediyor; “Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.

Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri. Yeşile dönmüş türbelerin demiri Zamanın rüzgâr gibi esen zehriyle Ve yatırlar patır patır kaçıyor geceleri Boşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibi Kaçıyorlar Lût şehrinden kaçıyor gibi Tuz heykele dönüşmemek için Tanrı gazabıyla Susmuş minarelerin azabıyla Yıkılmış cami kubbelerinin ıstırabıyla Ve şehit kemiklerinin bakışı bir başka bakış Artık burada taş bile durmak istemez Ve ayı görmek istemez zeytin ağaçları Eğilerek selâmlamazlar hilâli hurmalar Artık ne Zekeriya ve ne İsa var Sararmış bir tomar mı mucizeler Ölülerin dirilişi şifa veren kelimeler Ve ne de Miraçtan bir iz Yerden yükselen kaya” Ali Ulvi Kurucu sözü 246.sayfada sürdürüyor; “Yahudi bir beladır. Onunla harbe girerseniz, arkasındaki büyük devletlerle savaşırsınız. Haydi, üç beş günde savaş bitti diyelim, fakat sulh müzakereleri üç sene, beş senede bitmez. Yetmiş bin tane yalan söyler. Her gün yeni bir şart koşar. Uzata uzata karşısındakini o hale getirir ki, “Allah belasını versin, ne olacaksa olsun da şu işten kurtulalım yahu” dedirtir. Müzakerelerin başında topunu birden reddettiğiniz şartları, kabul etmek zorunda kalırsınız. Müzakereden çekilemezsiniz, ama devam da edemezsiniz. Öyle bir beladır.” Bu türlü belalardan insanlığı kurtarmanın yolu; insanlığın ortak sesi ve soluğu olan Kudüs’ün özgürlüğü, barışı, insanlığın özgürlük ve barışı olduğunu kabul edenlerce gerçekleştirilecektir. İşte Karakoç şiirini böylece bize emanet eder; “Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri. Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız yüreklerin Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların Kurşundan çiçeklerin şehri Gülle kusuyor ana rahmi Bomba parçalıyor beynini bebeğin Tanklar saldırıyor evlere bir anda ev yok tank var Uçak var gök yok utanç var Ve kime karşı bütün bunlar Masum insanlara karşı Binlerce yıl oturdukları yurtta kalmak isteyenlere karşı Ve kim tarafından bütün bunlar Roma’nın, Babil’in, Asur’un ve Firavun’ların Ve nice milletlerin zulmünü görenler tarafından Zalime olan öcünü mazlumdan almak Zalim olmak ve en zalim olmak Ve artık ne İbrahim ne Yakup ve ne Musa var Tersinden okunan Tevrat hükümleri Karaya boyanmış mezmurlar” 41


Ş ehir

BAĞDAT’IN

MANEVİ DİNAMİKLERİ

Türkler, “yanlış hesabı Bağdat’tan döndürmüş”, herkese evlenme mecburiyeti getirerek evde yalnız yaşayan ve evlatlarından evlenme izni alamayan yaşı geçmiş kadınlara koca veren Bağdat Fatihi IV. Murat’ın namdar valisi için “Bağdat, Bağdat olalı şimdi buldu valisini” tekerlemesini çoktan yaygınlaştırıp, günümüze kadar getirmiştir ve “Bağ da bulur Bağdat da bulur; atımı topal eden nalbant da bulur.” sözü dillere çoktan pelesenk olmuştur. Kâmil YEŞİL

ir tarih profesörümüz yıllar önce bir televizyon programında: “Bugün Yemen’in, Bulgaristan’ın, Irak’ın, Şam’ın, Yugoslavya’dan kopan devletlerin kendi tarihlerini yazabilmeleri için öncelikle Osmanlıca denilen Türkçenin tarihî aşamasını; sonra da Osmanlı tarihini iyi bilmeleri gereklidir.” demişti. Eğer telefonla bağlanma imkânım olsaydı o profesöre şöyle diyecektim: “Doğru söylüyorsunuz; ama bunlar yeterli değil. Eğer o araştırmacılar, tarihçiler türkülerimize, ata sözlerimize, deyimlerimize, menkıbelerimize, destanlarımıza, tarikatlerimize bakmazlarsa gerçek tarihlerini gene yazamazlar.” Çünkü bu ve benzeri nice devlet(çik) yokken daha ortalarda; Türkler, “yanlış hesabı Bağdat’tan döndürmüş”, herkese evlenme mecburiyeti getirerek evde yalnız yaşayan ve evlatlarından evlenme izni alamayan yaşı geçmiş kadınlara koca veren Bağdat Fatihi IV. Murat’ın namdar valisi için “Bağdat, Bağdat olalı şimdi buldu valisini” tekerlemesini çoktan yaygınlaştırıp, günümüze kadar getirmiştir ve “Bağ da bulur Bağdat da bulur; atımı topal eden nalbant da bulur.” sözü dillere çoktan pelesenk olmuştur. Tarihçi profesör bu tespitini söylerken, konu, hatırladığım kadarıyla Sırpların Bosna’da yaptıkları Müslüman kıyımı idi. Bu tespitin yazımızı ilgilendiren tarafını düşünürken hiçbir kitap karıştırmadan, aklıma yukarıda birkaçını verdiğim bir sürü ata sözü, deyim, türkü, şiir ve kişilik geldi. Bir de anımı hatırladım: Bir sohbet esnasında, tasavvufun günlük hayatımızdaki yansımalarından bahsederken örnek vermek amacıyla ‘Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretleri’ der demez arkadaşım yutkundu; göz yaşlarını gizlemek istese de hepsini akıtamadı içine, birkaç damla da yanaklarından süzüldü. Bir sessizlik oldu sonra. “Şimdi devam et” dedi. Anlattığına göre ben ismi âniden söyleyince o birden yıllar önce Şam’da Hazret’in kabrine olan ziyaretini hatırlamıştı. Kimdir Mevlânâ Halid-i Bağdadî ki gözlerimizden akan yaşla ve dua ile hatırlatır bize kendini. Önce anılardan, talebelerinden, tezkirelerden ve de rüyalardan süzülerek gelen bir şemâil belirlemesi yapalım: BAĞDAT’IN ASIL FATİHİ HALİD-İ BAĞDADİ Uzun bir boy. O boya uygun bir cüsse. Büyük bir baş. Levni beyazla kırmızı alaşımı. Gözleri iri ve siyah. Burnunun ortası yüksekçe. Dişlerinin arası açık. Yüzü gökçek. Sakalı siyah ve uzun. Göğüsleri geniş, kolları uzun. Vakarı ve mehabeti meşhur. Gene rivayetle gelen bilgilere göre nesebi Hz.Osman’a dayanıyor. 1190 yılında o zamanlar bir vilayetimiz olan Musul’a bağlı Şehrzor’da doğan bu çocuğun künyesi Hüseyin oğlu Mevlânâ

sayı//8// mart 42


Halid Ziyaüddin’dir. Çocukluğundan itibaren ilme o kadar düşkündür ki Süleymaniye’de bütün âlimlerin ilim çeşmesine eğilir; akan feyzden doya doya içer. Ne ki âlet ilimleri deniz suyu gibidir; içtikçe kişinin susuzluğunu artırmaktan başka bir işe yaramazlar. Öyle bir ilim çeşmesine eğilmeli ki soğuk soğuk, berrak berrak içsin o sudan ve içenin karnını şişirmesin ve de acıktırmasın, kendisinden başkasına ihtiyaç hissettirmesin. O dönemde bu ledünni ilme ait suyun başında Şah Abdullah-ı Dehlevi vardır. Üstad Halid-i Bağdadî, atına biner, denklerini yükler, yanında arkadaşları ve bazı yakınları ile Dehla’ya, dergâha varır. Şah-ı Dehlevî haber salar: - Halid kalsın; arkadaşları eşyalarıyla birlikte atlarına binsinler, memleketlerine dönsünler! Eş dosttan; deveden, attan ve eşyadan ayrılmak hazmedilebilir cinsten emirlerdir; ama esas emir arkadan gelir: - Halid dergâhın abdesthanelerini temizlemeye başlasın! İtiraz yok. Elde süpürge ve su kovası, yüzde bir tebessümle işe koyulur Hazret. Gece gündüz süren bu hizmete karşılık Dehlevî Hazretleri daha yüzünü bile göstermemiştir bu yeni misafire. Derken içinden bir yorgunluk anında yükselir ses: “Ey Şam ve Bağdat diyarının büyük âlimi! Zenginlik ikliminin Mevlânâ’sı! Deli mi veli mi belirsiz bir kişinin bir tek sözü ile kalkmış; atın sırtında dağlar, beller, diyarlar aşmış gelmişsin; aradığını bulamadın gene de. Pislik temizlemekten başka bir iş gördüğün yok. Hani mürşid nerede?” Birden Halid’in ikinci ve esas yüzü devreye girer. “Ey nefis; daha fazla uzatma! Gerekirse sakalımla yaparım bu temizliği!” Tam o esnada gelir davet Üstad Dehlevi’den. -Evladım Halid, der; ilmin; şöhretin dört bir yanı kaplamıştı. Tek noksanın ilminden kaynaklanan gururun idi. Onu da şimdi yendiğine göre işin tamamdır. Halifemsin ve irşada mezunsun. Bu izinle 35 yaşında irşada başladı Şam’da. Şam’dan Bağdat’a geldiği için de ona ‘Bağdadî’ dendi. Artık o sadece âlet ilimlerinin değil mânâ ilimlerinin de üstadı idi. Celâleddin-i Rumî ile yaklaşık aynı dönemlerde Anadolu’nun da ‘Mevlânâ’sı idi. Rumi‘nin ‘Mesnevi’sine Halid’in önce yaydığı feyiz sonra da ‘Divan’ı eklenmişti. Hayatında olduğu gibi memâtında da Efendimize uyan Hazret; 63 yaşında idi. Takvimler 1242’nin 13 Zilkâde’sini (Cuma gününü) gösteriyordu. Akşam namazını kıldı, gelip yatağına uzandı ve ‘Ey itmi’nana ermiş ruh! Dön rabbine; sen Ondan razı, O senden razı olarak. Haydi gir kullarımın arasına ve cennetime dahil ol” âyetlerini okudu, ruhunu teslim etti. Mevlânâ Halid-i Bağdadî’den sonra Nakşi silsilesi “Halidiye” adını alır. Muhammed Fırakî adlı halifesi İstanbul’da Emin Nureddin Camii’nde; mahdumlarından Şahabeddin Efendi ise Urfa’da medfundur. Yolu başka bir silsileden

M.Es’ad Erbilî, Sami Efendi ve M. Zahid Efendi Hazretleri vasıtasıyla günümüze kadar gelir. Hazret’in Divan’ı bugün baskısı kalmasa da Sadreddin Yüksel Hoca tarafından yayımlanmış, şerhedilmiştir.1 O, bir mektubu vasıtasıyla şöyle seslenir yılları aşarak: “Bugünden sonra dünyanın tadını alma sevdasında olan, şehvetlerine esir olmuş tüccarları, ulema taslaklarını, ilmi halk arasında bir makam, mevki aracı yapan, dünyalık toplamak için maşa olarak kullanan kişileri, tembelikleri sebebiyle yüklerine halka yüklemek için kendilerine salih kimse yahut mürit süsü veren asalakları, kendilerine dünyalık bir makam göründüğü zaman aç bir kaplan gibi oraya atılan kimseleri; aynı yere namzet olmakta kendine eşit bir kimse bulununca ona olmadık düşmanlıkları geri koymayan adamları, insanlar arasında şöhret sağlamak için, dünyalık yığmak için gelen kimseleri tarikata sokmayınız.”

Mevlânâ Halid-i Bağdadî’den sonra Nakşi silsilesi “Halidiye” adını alır. Muhammed Fırakî adlı halifesi İstanbul’da Emin Nureddin Camii’nde; mahdumlarından Şahabeddin Efendi ise Urfa’da medfundur. Yolu başka bir silsileden M. Es’ad Erbilî, Sami Efendi ve M. Zahid Efendi Hazretleri vasıtasıyla günümüze kadar gelir.

Bu vasiyeti iledir ki onun iz sürdüğü yoldan atını sürenler günümüze kadar gelebilmiştir. Nefes almadan da atlarını ileriye doğru sürmektedirler. RAHVAN YÜRÜYÜŞÜN ATLISI: BAĞDATLI RÛHÎ Anadolu’da “Bağdatlı” oluşuyla isim yapan ve Mevlânâ Halid’e: “ Sanma hâce ki senden zer ü sim isterler ‘Yevme lâ yenfa’de kalb-i selim isterler “ gazeli ile ışık tutan, istikamet gösteren şahsiyetlerden birisi de Bağdatlı Rûhi’dir. Bursalı Mehmet Tahir’in “Osmanlı Müellifleri”nde (2) belirttiğine göre “Urefâ-yı Mevleviyye” (Mevlevi âriflerin)den olan Rûh-i Bağdadî edebiyatımıza ata sözleri, vecizeler, halk söyleyişleri ile zenginleştirdiği ve kendisi ata sözü haline gelen deyişleri ile ünlü bir şairimiz; bir sipahimizdir. Halkımızın ‘cin olmadan adam çarpmaya kalkma’ diye uyardığı, bugünün erken öten horozları, Rûhi Bağdadî döneminde irşat makamına geçmek, üstad olmak istemişler ve ondan aldıkları cevap şu imiş: “Gör zahidi kim sahib-i irşâd olayım der, Dün mektebe vardı, bugün üstad olayım der.” Ölümü Şam’da olsa ve “Hâlâ ki biz üftade-i huban-ı Dımeşkiz/Ser-halka-i rindan-ı melametkeş-i ışkız” (Biz hâlâ Şam güzellerinin âşığıyız/ Aşk yüzünden kınanan rintler halkasının başıyız) dese bile tıpkı kendisinden yıllar sonra gelecek olan Mevlânâ Halid-i Bağdadî gibi adını, sanını Bağdat’la bulan Rûhî’yi var eden eserleridir ve onlar da Türkçedir. Şam onun cesedini korurken 43


Ş ehir

Bağdat’ta, Osmanlı ordusunda savaşçı, sipahi olan sadece Bağdatlı Ruhi değildir. Genç Osman adlı kahraman da vardır IV. Murat’ın Bağdat Seferi’nde. Genç Osman’ın savaşta gösterdiği kahramanlıkla tarihe geçerken; Bağdat’ın başka bir atlısı Kayıkçı Kul Mustafa, savaşa kendisi de katılmasına rağmen savaşa olan katkısı ile değil başka bir atlının destanını yazarak geçer tarihe.

Türkler onun eserleriyle beslenmekte, terkibibendi ile irşat olmaktadır. Üstat anlatıyor:

uğruna feda olduğu Bağdat’ı anlatır ve IV. Murat’ın üstüne yürüdüğü Bağdat’ın destanını söyler:

“Bir sabah ibadet(namaz) için mescide gittim. Gördüm ki yolunu şaşırmış bir topluluk halka olup oturuyor mescitte. Kimisi, bir köşeye çekilmiş, eline de bir tespih almış Allah’la beraber; kimisi de kırk, elli..kırk, elli... diye tespih çeviriyor. (Bu sayıları duyunca) Dedim ki:’Ne alıp ne satıyorsunuz böyle? Dilinizde ne ‘Allah’ zikri ne peygambere salâvat var.’ İçlerinden birisi dedi ki: ‘Şehrimizin valisi her sabah mescide gelir, bize sadaka verir. Fakirlere bahşişi ya kırk altın liradır ya elli... Sabret sen de o bağıştan hisseni al; valimiz de gelmek üzredir. Mescide niçin geldiklerini böylece öğrenmiş oldum ve hepsinden yüz çevirerek dedim ki: ‘Ey cemaat! Bilin ki sizden “ırak” olan Allah’a yakın olur. Çünkü siz sapıtmışsınız’

Hazır olun ey gaziler Varalım Bağdat üstüne Ulu dağlar sarp kayalar Geçelim Bağdat üstüne

Sonra, içten gelen bir sesle “yuh” çeker onlara. Onun ‘yuh’una muhatap olanlar sadece sömürücüler değildir. Dünyanın dikenle birlikte gülüne, gül bahçesine, âşığın hem rakiplerine cefa eden sevgilisinedir onun ‘yuh’u. Neşesi şarapla olan yeme-içmeye; o yeme-içmeye neşe katacak olan şaraba da yuh şarap satıcısına da. Esrara varmak esrar içmekle mümkün olan dünyanın esrarına da yuh, onlara hayranlık duyanlara da. İtibarını para ile satın alan alçağa da yuh olsun satana da. “Yuh hârına dehrün gül ü gülzarına hem yuh Ağyârına yuh yâr-ı cefakârına hem yuh” Bağdat’ta, Osmanlı ordusunda savaşçı, sipahi olan sadece Bağdatlı Ruhi değildir. Genç Osman adlı kahraman da vardır IV. Murat’ın Bağdat Seferi’nde. Genç Osman’ın savaşta gösterdiği kahramanlıkla tarihe geçerken; Bağdat’ın başka bir atlısı Kayıkçı Kul Mustafa, savaşa kendisi de katılmasına rağmen savaşa olan katkısı ile değil başka bir atlının destanını yazarak geçer tarihe. Ben onun destanlaşmış hayatını, mehter marşı olmuş mücadelesini anlatmayacağım uzun uzun. Onu bir cephe arkadaşının ağzından çıkan sözlerle tanıtacağım:

Gördük ki bir tane Bağdat yoktur bu topraklarda çok Bağdat vardı. Aynada çoğalan, aslı bir; görüntüsü farklı olan bu Bağdat; Mevlânâ Halidi Bağdadi’si, Cüneyd-i Bağdadi’si, Abdülkadir Geylani’si; İmam-ı A’zam’ı ve Ruhî’nin aşağıda verdiğimiz beytinde olduğu gibi Necef’i, Kufe’si, Kerbela’sı ve Hz.Ali’si ile gâh fatiha okumaya çağırıyor bizi gâh Demircioğlu’nun ağzından yeniden fethe.Bağdatlı Ruhi’nin Bağdat’ı nasıldı diyenlere bir tadımlık olsun diye örnek verelim: “Bağdat sadeftir; güheri dürr-i Necef’tir Yanında ânın dürr ü güher seng ü hazeftir” (Bağdat bir sedef, incisi de Necef incisidir. İnci ve mücevher o Necef’in incisi Hz.Ali’nin yanında taş ve topraktan ibarettir.) Bir zamanlar Cüneyd-i Bağdadî’nin Bağdat’ı vardı. Devasa bir kitap olan ve Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan Fikih Usulü’nün yazarı Prof.Dr. Abdülkerim Zeydan’ın Bağdat’ı bir başka idi. Bu eseri Zeydan’dan hem okuyan hem tercüme eden; Bağdat’ta imamlık, çevirmenlik, Bağdat Radyosunda sunuculuk yapan merhûm Ruhi Özcan’ın ise bambaşka bir Bağdat’ı vardı. Bütün bu çeşitlilikten vazgeçtik. Şimdi o bir tane Bağdat’ı bulamıyoruz. Atalarımız ‘Sora sora Bağdat bulunur’ demiş. Ben ne zamandır önüme çıkan her okur-yazara soruyorum ama bir türlü cevap alamıyorum. İşte o soru: Bağdat neresi? KAYNAKÇA 1 - Sabah gazetesi Kültür Yayınları, no:6, İst-1977 2 - Bizim Büro Yayınları, Ankara-2000, s.182

VIZ GELIR TIRIS GIDER ATLI: GENÇ OSMAN İptida Bağdat’a sefer olanda Atladı hendeği geçti Genç Osman Vuruldu sancaktar, kaptı sancağı İletti bedene dikti Genç Osman Kul Mustafa karakolda gezerken Gülle kurşun yağmur gibi yağarken Yıkılası Bağdat seni döğerken Şehitlere serdar oldu Genç Osman Kayıkçı Kul Mustafa, Genç Osman’ın destanını yazarken; Demircioğlu da bu genç kahramanın sayı//8// mart 44

Alırlar elden komazlar Üstünde Han var demezler Ulu toplar, balyemezler Atılır Bağdat üstüne

Bağdat Şehri


KÜTAHYA’DAN EVRENSELE UZANAN SANATÇI (ÖDÜLLÜ YÖNETMEN)

AHMET ULUÇAY

Uluçay’ın yaptığı şey, hayalini perdeye yansıtmaktı. Yegâne malzemesi ise insan ve gelenekti. Geleneksel sanatları ustalıkla kullandı. Köyünü, ülkesini, toprağını, insanını kullandı. Daha doğrusu onlardan beslendi. Besin doğru olunca, hasat da bereketli oldu. Bir sinema delisi olarak Uluçay, akıllı insan tipolojisine meydan okudu.

Abdulhamit GÜLER

ayatın kolaylaştırılması üzerine bina edilmiş bir dünya düzeninin içinde kendini kaybeden zamane insanının anlaması zor. Öyle insanlar var ki, maksatlarına ulaşamasa çıldırır, başaramasa ölür... Ve öyle maksatlar var ki, insanı yaşatır. Geç bulup, çabuk kaybettiğimiz Ahmet Uluçay’ın hayatı tam olarak böyle. Daha sinema diye bir şeyden haberi yokken resme merak salar ve “şu resimler bi’ gımıldayıvese” der. Sonra bir gün, Kütahya’daki köyüne gezici sinema gelir. Şaşırır, sevinir. Zira “resimler gımıldıyo”dur. İşte o gün kendini bulur Uluçay. Veya kendini aramaya başlamasının miladı olur. Hangisi tam olarak doğru bilemiyorum. Çok da mühim değil. Her şeye cevap vermek zorunda hisseden zamane insanı gibi değil de soruyu önemseyen kadim geleneğe kulak verip burayı geçelim... SİNEMADAN BAŞKA BİR ŞEY YAPMAK İSTEMEDİM 2009’da kaybettiğimiz Ahmet Uluçay’ın hayatını kaleme almak, ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı yazmak demektir. Kendini anlattı. 11 kısa filmin üzerine sonunda hayalini gerçekleştirdi ve uzun metrajlı filmini tamamladı. Kimsenin beklemediği şekilde dünya çapında ses getirdi. Çünkü Uluçay, kendini anlatırken sinemanın doğuşunu ve varlığını da resmetti. Anadolu’nun ücra bir köyünde iki çocuğun, tahta parçalarından film gösterim cihazı yapıp film çekip gösterebileceğine inanmak çılgınlıktı.

Anadolu’nun ücra bir köyünde iki çocuğun, tahta parçalarından film gösterim cihazı yapıp film çekip gösterebileceğine inanmak çılgınlıktı. Sinema gibi. Ahmet Uluçay gibi. Ne diyordu Uluçay, “Sinemadan başka bir şey yapmak istemedim. Beceremeseydim intihar ederdim.” Varlık sebebiydi sinema. Varoluş sorgulamasının ana teması. Soruların birçoğu, cevabın da işaretçisi. Kısa filmi “Minyatür Cosmoda Rüya”, Lumiere Kardeşler’in ilk film gösterimine selam ederek ilginç bir sinema güzellemesi yapıyordu. ‘Karpuz kabuğu’na gelene kadar ‘yumurta kabuğu’nu da kullanmıştı. Geleneksel sanatları özümsemişti. “İnci Denizin Dibinde” filminde nakış ve gölge oyunlarını kullanmıştı. Kendini eriten mumların zamana meydan okuması, durduramaması ve isyan etmesini izah etmenin bir yöntemi olarak sinemayı kullandı (inci denizin dibinde filminde). Bütün kısa filmleri “Uzun Metraj Resim” çizdi. Ve sonunda uzun metrajına, ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ına kavuştu. MALZEMESİ İNSAN VE GELENEKTİ Uluçay’ın yaptığı şey, hayalini perdeye yansıtmaktı. Yegâne malzemesi ise insan ve gelenekti. Geleneksel sanatları ustalıkla kullandı. Köyünü, ülkesini, toprağını, insanını kullandı. Daha doğrusu onlardan beslendi. Besin doğru olunca, hasat da bereketli oldu. Bir sinema delisi olarak Uluçay, akıllı insan tipolojisine meydan okudu. Biz aman öldürmeye çalışırken kendimizi mi yaşatıyoruz, yoksa zaten ölüyüz de zamanı mı ayakta tutmanın derdindeyiz? Ahmet Uluçay’ın ölümünün hakikati ve eserleriyle yaşadığının gerçeği bu. “Derdi olmayan sinema yapamaz” derken, sinemanın insan için ne ifade ettiğini anlatıyordu. “Koltuk değneklerinden kanat yapmak” da “deniz kabuğu”nu filme almak da Uluçay’ın ‘delilik’ emaresiydi. “Sinemayı beceremeseydim intihar ederdim” diyordu. Neden? Çünkü sinema hayattı. Hayatı anlatmanın bir yöntemi olmaktan çok hayat kaynağıydı. Ne derler bilirsiniz; “Karpuz kabuğundan gemiye binersen çabuk inersin.” İşte Uluçay, bu genel kabule meydan okudu. Sadece filmleriyle değil, hayatıyla. Becerdiği şey azgın dalgalara karpuz kabuğundan yaptığı gemiyle direnmek değil, suyu hizaya getirmek, karpuzu yeniden tanımlamak ve istikametin ehemmiyetine dikkat çekmekti. İyi insanların güzel atlara binip gittiği bir dünyada, Ahmet Uluçay gibi nadide insanların film şeritlerine uzanıp aramızda kaldığına inanmak, geleceğe dair umutlarımı arttırıyor. Resimlerin gımıldaması hayalini bir dua gibi dilinde yaşatan, hayalini çağıran ve hayaline yol alan insanlar olduğu sürece sinema yaşayacak. Çok net ve kati suretle ifade etmek gerek ki, Ahmet Uluçay gibiler olduğu için sinema 130 yaşına varabildi. Öylesi delilerin omzunda yükselen ve akıllı insan işi olmayan, geçmişimizden beslenen ve geleceğimize yatırım olan/yapan en güçlü argümanlardan biri sinema. İyi ki sinema var. İyi ki o resimler gımıldıyo’. 45


Ş ehir

NEVRUZ

VE İNANCIMIZIN KADİM MEKÂNLARI

Tarihler 21 Mart’ı gösterdiğinde; İran’da, Afganistan’da Özbekistan’da, Azerbaycan’da, Kazakistan’da, Tacikistan’da, Gürcistan’da, Irak’ta, Türkmenistan’da, Kırgızistan’da, Kosova’da, Bosna Hersek’te, Hindistan’da, Çin’de, Pakistan’da, Türkiye’de Nevruz coşkusu yaşanıyor. Sabri GÜLTEKiN

ış mevsimi erimeye mahkum son rötuşlarını yaparken, bahar yavaş yavaş dokunuyor hasret kaldığı âleme. Farsiler, Anadolu Türkleri, Kürtler, Zazalar, Azeriler, Afganlar, Arnavutlar, Gürcüler, Türkmenler, Tacikler, Özbekler, Kırgızlar, Karakalpaklar, Kazaklar dünyanın dört bir yanında doğanın uyanışına eşlik ediyor. Yaktıkları ateşlerle dondurucu soğuğun ayazını çözüyor. Her millet kendise ait değerlerin gölgesinde cûş-u hurûşa geliyor. 3000 yıl önce Perslerle dünya literatüründeki yerini alan Nevruz; Zerdüşler, Bahailer ve Farisiler tarafından yılın ilk günü olarak kutsanırken, Türkler tarafından Göktürklerin Ergenekon’dan çıkışını, Kürtler içini ise Demirci Kawa Efsanesi’ni simgeliyor. Yüzyıllardır insanları coşturan bu geleneği; Birleşmiş Milletler önce Dünya Nevruz Bayramı olarak ilan ediyor, sonra da Dünya Manevi Kültür Mirası Listesi’ne dahil ediyor. Tarihler 21 Mart’ı gösterdiğinde; İran’da, Afganistan’da Özbekistan’da, Azerbaycan’da, Kazakistan’da, Tacikistan’da, Gürcistan’da, Irak’ta, Türkmenistan’da, Kırgızistan’da, Kosova’da, Bosna Hersek’te, Hindistan’da, Çin’de, Pakistan’da, Türkiye’de Nevruz coşkusu yaşanıyor. Örs üzerine konan demirler çekiçle dövülüp, yakılan ateşlerin üzerinden atlanıyor. Ankara’dan barış için uzanan kardeşlik eli Diyarbakır’da makes bulup, yeni bir bayramın müjdesini veriyor. Payitaht ise başka bir ritüelle kucaklaşıyor. Çünkü 21 Mart’ın bu belde için başka bir hikâyesi daha var. Haydi tarihin tekerrürden ibaret olduğunu ifşa eden bu âna tanıklık için birlikte İstanbul’u seyr-ü sefaya çıkalım. Mihrimâh Sultan(1522-1578); Cihan Padişahı Kânûnî Sultan Süleyman’ın Hürrem’e olan dillere destan aşkının meyvesi... Gece ile gündüzün birbirine eşitlendiği günün müjdesi...

Mihrimah Sultan Camii Üsküdar

Topkapı Sarayı’na doğan güneş ve ay parçası... Mihrimâh Sultan; 17’sinde, ismiyle müsemma... Gün geliyor, kader bu sefer de ağlarını Mihrimâh Sultan için örüyor. Kehle-i ikbal (ikbal biti) sayesinde, Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa’ya zevce oluyor. Hürrem’in entrikaları, Rüstem Paşa’nın saltanatı dilden dile dolaşıyor. Kalabalıklar içinde yalnızlık ızdırabı çeken Mihrimâh Sultan kendini hayırhahlığa vuruyor.

sayı//8// mart 46


Mihrimah Sultan Camii Fatih-Edirnekapı

Koca Sinan’ı huzura çağırtıp, payitahtın güzel bir yerine kendi adına külliye yapmasını istiyor. Sultan baba ferman çıkartıyor, kazmalar Üsküdar sahilinde aşkın sanata dönüşeceği bir şaheser için vuruluyor. Mihrimâh’ın temelleri yükselip, kubbe tamama erdiğinde; ortaya “eteklerini giyinmiş nazlı bir gelin” silueti çıkıyor. (1540-1548) Vakıf Medeniyeti’mizin altın çağlarını yaşadığı bir dönemde Mihrimâh Sultan, Harun Reşid’in hanımı Zübeyde’nin Arafat’a getirttiği su yollarının bozulduğunu duyuyor. Hacıların çektiği su sıkıntısını gidermek için, sahibi bulunduğu bütün mal varlığını bu uğurda vakfediyor. Bu işe memur edilen Mimar Sinan, “Ayn-ı Zübeyde”adıyla anılan su yollarını tamir ediyor, hacılar Arafat’a tekrar bol suya kavuşuyor. (Arafat’tan, Müzdelife’ye giderken göze çarpan bu su kanalları için hâlâ Mihrimah Sultan’a dualar ediliyor.) Aradan 14 yıl geçiyor... Koca Sinan yine huzura çağrılıyor; bir külliye daha yapması isteniyor. Sinan’ın ilahî aşka dönüşen sanatını resmedeceği şaheser, payitahtın en yüksek tepesinde yükselmeye başlıyor. “Aşk ferman dinlemezmiş” misali, ilk kez padişahın fermanı olmaksızın semaya doğru yivlenen eserde; kubbenin üzerindeki 161 pencereden sızan hâlelerle Mihrimâh Sultan’ın iç güzelliği, minarenin tekliğiyle yalnızlığı tasvir ediliyor. (1562-1565) Mimar Sinan, Üsküdar ve Edirnekapı Mihrimâh

Sultan Camii’lerini öyle sihirli bir tılsımla mühürlüyor ki, o gün bugündür hâlâ bu sır çözülemiyor. Koca Sinan’ın “Dünya Mimarlarının Reisi” olduğunu gözlerinizle görüp, ruhunuzla hissetmek istiyorsanız; 21 Mart günü Üsküdar ve Edirnekapı’daki bu iki camiyi aynı anda görebileceğiniz bir terasa atıverin kendinizi. Sonra Edirnekapı’daki caminin minaresinin üzerinden gurub eden güneşle, Üsküdar’daki caminin arkasındaki ayın doğuşunu seyr-ü sefa eyleyin. Gördüğünüz manzara size Mihrimâh Sultan’ın doğumunu (21 Mart), Mihrimâh (mihr= güneş, mâh= ay) isminin tezahürünü, akıllara zarar astronomi ve matematik hesaplarıyla zihinleri altüst eden Sinan’ın sanatını ilahi aşka dönüştürüşünü belgeler. Cihan Sultanı Muhibbî’nin “Ömrümün üç yerinden çok hazzetmişimdir; bunlardan biri de Bakî gibi bir şairi bulup, çıkarıp iltifat etmekliğimdir” dediği Divan şairi Sultanü’ş-şuara Bâkî ile arkadaşlık yapan Sinan gibi birinden başka ne beklenebilirdi ki zaten. Edirnekapı Mihrimâh Sultan Camii âdeta nirengi taşımdır benim. Hangi yöne gidersem gideyim, yolum hep ona çıkar. “Üç Mâbedin Gözyaşları”ndan bahsederken de, “Yedi Tepenin Kandilleri” arasında koşuştururken de... Kaleme her dem yaz dediğimde bu muhteşem abideleri; Sinan gibi kalbim ritimsiz çarpmaya başlar, ellerim titrer... İnancımın kadim mekânları sarsar beni, her şeyi yıkan bir deprem gibi...

47


ŞEHRE BAHAR GELİRKEN

İstanbul, malum lale ve erguvanlarıyla meşhur… Her bahar şehri süsleyen rengarenk laleler, zevk-iselim sahiplerini şiir dolu bir âleme götürür.

Ekrem KAFTAN

evgili Mehmet Kamil Berse büyüğümüz, bir gece ansızın emri vaki ile bizden yazı isteyince sabaha kadar hayal aleminde gezdik. Şehir ve Kültür dergisinin müstesna yazarları arasına bu fakiri dahil etme arzusu bize saadet bahşederken, bunca dünya işleri arasında, okuyucularımızın zevk alarak okuyacakları güzellikte bir yazıyı yazmanın zorluğunu düşündük. Şehir ve Kültür, kültürün payitahtı İstanbul merkezli olması hasebiyle, haddeden geçmiş bir nezaket dergisidir. Zarafet ve incelik,İstanbul beyefendisi ve İstanbul hanımefendisi insanların okuduğu bir dergidir. Böyle bir derginin sayfalarında elbette şiir güzelliğinde nesirler olmalıdır. İstanbul, şiir şehirdir… Bizleri yine bir bahara ulaştıran Rabbimize şükürler olsun. Yıllar önce kendisiyle bir radyo programı yaptığımız sevgili Mustafa Nadir Önay, insanın yaşının kaç olduğunun, kaç bahar gördüğüyle bilindiğini söylemişti. Şu halde, her bahar bir yaş daha yaşamak demektir. İstanbul’da eski baharların tasvirleri şairlerin kaleminden dökülürken, baharlar cennetlerin baharları mı diye hayal ederdik. Zira eski İstanbul’un tabiatla bir bütünlük içinde şehir olduğunu şairlerin mısralarından fışkıran güzelliklerde hisseder, adeta müşahhas halde görürdük. İstanbul, malum lale ve erguvanlarıyla meşhur… Her bahar şehri süsleyen rengarenk laleler, zevk-i selim sahiplerini şiir dolu bir âleme götürür. Ecdadımız, dünya hayatını da hazırlandıkları ahiret hayatının bir parçası gibi güzel yaşamaya çalışırlar ve Allah’ın yarattığı bütün güzellikleri, gözlerinden, gönüllerine doğru taşırlardı… Laleler, Avrupa’nın yüzyıllarca bizde görüp hayranlıkla kendi ülkesine taşımaya çalıştığı Türklere mahsus çiçeklerdi. Öyle zamanlar olmuştu ki, lale ile meşgul olmak devlet adamların en büyük zevklerinden biri haline gelmişti. Zira Lale, Hilal ve Allah, aynı harflerle yazılan üç kelimeydi ve hepsinin ebced değeri 66 idi. Lale’yi, Allah’ın remzi kabul eden ecdadımız, Allah’a bağlılıklarını lale sevgisiyle de gösterme gayreti içindeydiler ve İstanbul, lalenin de payitahtı idi.

sayı//8// mart 48


Aşılama yoluyla yeni renkler elde edildiği zaman, laleye yeni isimler bulmak da ecdadımızın hususi bir gayretiydi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi son yıllarda Emirgân Korusu’nu merkez ittihaz ederek, laleyi kültür hayatımıza yeniden kazandırdı. Her sene yüzbinlerce insan Emirgân Korusu’nda lale seyrine çıkıyor ve hatıra fotoğraflarıyla gelecek nesillere bugünün renklerini hediye ediyor. Bir de Erguvan var ki, tek rengiyle gönüllerde tahtını daima muhafaza ediyor. Erguvanın o âteşîn rengi karşısında ruhunun şairane duygularla galeyana geldiğini hissetmeyen ehl-i dil olmasa gerektir.

etmeyen ömrünü harcayıp gidenlere de Allah acısın efendim… Ha bir de; Karakoç’um gel uğraşma boşuna İstanbul’u tarif etmek zor şimdi Diyen merhum Abdürrahim Karakoç’un İstanbul’unu betona teslim edenler var ki, onlar şehri ve kültürü katlettiklerini bilmeden insanlığa bu kötülüğü yapmaya devam edenlerdir. Bunlara da Allah’tan basiret, feraset, irfan, kültür ve zarafet vermesini isteyelim…

Boğaziçi’nin bu nazlı çiçeği, nice şairlerin ve aşıkların derin hayallerle uhrevi hisler yaşamasına vesile olur. Erguvanlar sabırsız ve laleler mağrurdur Sümbüller mütebessim menekşeler yorgundur Gül her zaman taptaze ve daima vakurdur Gönüller yârden önce İstanbul’a vurgundur… Gelin bu bahar da güllerin, lalelerin, erguvanların, menekşelerin seyrine dalarak, Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu bir kere daha hissedelim ve daha çok şükredelim. Betonların arasında hala bir hayat emaresi olarak açmaya devam eden bu muhteşem güzelliklerin farkına varalım ve insan olduğumuzu unutmayalım. Belki dünyada akan Müslüman kanının durması için daha çok gayret etmemiz gerektiğini tekrar düşünmemize vesile olur bu güzellikler… İstanbul çiçeklerin saltanat diyarıdır Reva mıdır ki düşsün Boğaz’da kenâre gül Gül’ün, Lale’nin, Erguvan’ın, Menekşe’nin, Sümbül’ün farkında olanlar, ancak hayatın farkındadır. Bir nîm neş’e say bu cihanın baharını Bir sâgar- ı keşideye tut lâlezârını Diyen Nedim’in ruhuna da Fatihalar gönderelim bu vesileyle. Zira, bu cihanın baharı da yarım kalan bir saadettir. Dünya hayatının ne kadar kısa olduğunu unutmamak gerektiğini de bize hatırlatır büyük şair. Ne mutlu, baharın farkında olup Rabbi’ne şükredenlere. Zira öyle bir zamandayız ki, ne baharlar, ne hazanlar fark ediliyor. Dünyalık derdi olanların dünyalar kadar derdi var. İstanbul’u fark 49


YÜZÜNCÜ YILINDA ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE

FOTOĞRAFLARLA ÇANAKKALE ZAFERİ

Sonunda Türk Ordusunun Çanakkale’de kazandığı bu eşsiz zafer, İtalyanların Trablusgarp işgaline karşı koyan, tüm Balkan Devletlerinin ortak kuvvetleriyle Balkan Harbi’ni yapan ve Sarıkamış Harekâtı sırasında da önemli kayıplar da veren Türk ulusunun bu zor şartlarda ortaya koyduğu mücadele ve kahramanlıklar, Türklerin ulusal kimliğini tanımlamakta önemli bir gösterge olmuştur. *Melek GENÇBOYACI

*Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü

sayı//8// mart 50

anakkale Savaşı I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz ve Fransızların Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmeye ve İstanbul’u işgal etmeye yönelik ortak harekâtı sırasında yaşanmıştır. Sarıkamış Harekâtı da devam ederken 2 Ocak 1915 tarihinde Ruslar, müttefikleri olan İngiltere’den Kafkas Cephesi üzerindeki Osmanlı baskısını hafifletmek için yardım istemişlerdi. Sonunda Türk Ordusunun Çanakkale’de kazandığı bu eşsiz zafer, İtalyanların Trablusgarp işgaline karşı koyan, tüm Balkan Devletlerinin ortak kuvvetleriyle Balkan Harbi’ni yapan ve Sarıkamış Harekâtı sırasında da önemli kayıplar da veren Türk ulusunun bu zor şartlarda ortaya koyduğu mücadele ve kahramanlıklar, Türklerin ulusal kimliğini tanımlamakta önemli bir gösterge olmuştur. YÜZYIL ÖNCE YAŞANANLARA KISACA GÖZ ATACAK OLDUĞUMUZDA: İngiliz, Fransız, Avustralya, Yeni Zelanda ve Hint askerlerinin katıldığı düşman harekâtı 16 Şubat 1915 tarihinde savaş gemilerinin bombardımanı ile başlamış fakat karaya asker çıkarma istekleri sonuçsuz kalmıştı. Donanmanın en ağır zırhlılarının katıldığı 18 Mart 1915 tarihli harekât sırasında ise Türk topçularının ve mayın ekibinin savunması neticesinde düşmanın üç büyük savaş gemisi batırılıp üçü de tahrip edilmiştir. Donanmaların Çanakkale’yi geçemeyeceği anlaşılınca, Mısır’dan gelen yeni birlikler Limni adasında toplanıp 25 Nisan 1915 günü İngiliz Kara-Deniz Kuvvetleri Seddülbahir’e, Anzaklar (Avustralya ve Yeni Zelanda Kuvvetleri) Arıburnu’na saldırıp bir Fransız tugayı da Kumkale’ye çıkmış ancak Türk askerinin olağanüstü mücadelesi sonunda bu çabaları da başarısız olmuştur. “SEDDÜLBAHİR MUHAREBELERİ”NDE: 18 Mart’ta başlayan deniz harekâtının başarısız olmasıyla, Çanakkale Boğazı’nın donanma ile geçilmesinin mümkün olmadığını anlayan itilaf devletleri, Çanakkale’yi karadan geçmeye karar verirler. Kara taarruzları için hazırlıklarını tamamlayan itilaf devletleri bu çıkarma için Çanakkale Boğazının en dar yeri olan Seddülbahir bölgesini tercih etmişti. O sırada bölgede Türk kuvveti Albay Halil Sami komutasındaki 9. Tümen yer almaktadır. Kirte Köy Seddülbahir mıntıkasında ise 9. tümenin 26. alayı olup,26. Alayın 2. Taburu da geride ihtiyata bırakılmış, 1. Tabur Kumtepe-Zığındere bölgesine, 3. Tabur ise Tekekoyu-Ertuğrul Koyu arasına yerleştirilmişti. Düşman çıkarması 25 Nisan sabahı saat 05.30’da


Çanakkale Grubu karagahı Heyet-i Zabitan ( Subaylar Heyeti)

donanmanın büyük ateş desteği ile başlamış olup asıl amaçları 9.Tümenin savunduğu tepeleri işgal edip, Alçıtepe’ye ulaşmaktı. İtilaf Devletlerinin bu çıkarması bir saate yakın devam eden yoğun ve öldürücü bombardımandan sonra İngilizlerin ilk girişimi ile Ertuğrul Koyunda yaşanmış, Türk askeri imkânsızı mümkün kılarak çıkarmayı başarısız kılmıştır. Ertuğrul Koyu kıpkırmızı olmuş, bu inanılmaz olayı gerçekleştiren Ezineli Yahya Çavuş ve emrindeki sadece 67 askerdi. 27 Nisan günü saat 16.00’da tekrar taarruza geçen İngiliz kuvvetleri Türk Mevzilerinin 700–800 metre ilerisinde Zığındere- Eskihisarlık hattında durdurulmuştur. “ KUMKALE MUHAREBESİ”NDE: 25 Nisan 1915 günü saat 04.30’da Fransız filosu Kumkale önlerinde savaş düzeni almıştı. Kumkale ve Kumkale-Orhaniye arasını hedef alan şiddetli donanma ateşinin ardından Fransız birlikleri karaya çıkmış, Kumkale’deki Türk Takımı Fransız bombardımanlarına ve karaya çıkan iki Fransız bölüğüne karşı kahramanca dayandıysa da, sürekli takviye edilerek tabur seviyesine çıkan Fransızlar karşısında kaleyi bırakarak Kumkale köyüne çekilmek zorunda kalmıştı. Bu sadece yarım takımlık 6. Bölük’ün ihtiyatıyla takviye edilebilen takım, Kumkale sokaklarında Fransızlarla kısa süren sokak muharebelerine de girmiş, Fransızlar Kumkale’de kıyı başını tuttuysalar da ilerleyememişlerdir. Gelibolu Yarımadası’na

çıkarma yapan İngiliz kuvvetlerinin takviye edilmesi amacıyla, seferi kuvvetler başkomutanı General Hamilton’un emriyle, Fransız kuvvetleri 26/27 Nisan 1915 gecesi başarılı bir çekilme harekâtıyla geri alınmışlardır. “ARIBURNU MUHAREBELERİ”NDE 25 Nisan sabahı savaş gemilerinin, Türk mevzilerini sürekli vuran koruyucu ateşi altında, Anzak Kolordusu’nun 1. Tugayından 1500 kişilik ilk hücum dalgası, çıkarma botlarının kuvvetli akıntı nedeniyle kuzeye kayması sonucu, saat 04.30’da, Kabatepe bölgesi yerine Arıburnu kesimine çıkmak zorunda kalır. Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz. Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da, ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına rağmen girişimi ele alıp tüm sorumluluğu da yüklenerek, 57.Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür.

Ayrıca “Albümlerdeki bu fotoğraflar” Tarihin en yoğun dönemine “ölümkalım günlerine” ışık tutuyor. Cephede fedakârlığı da kahramanlığı da çekilen sıkıntıların büyüklüğünü de söze gerek kalmadan bağımsızlığını, onurunu, vatanını ve bayrağını korumak için tek vücut haline gelmiş bir milletin neler yapabileceğini anlatıyor

51


Ş ehir

Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf ta mevzi alıp duraklar. Böylece 57. Alay Öncü Bölüğü’nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Çanakkale Savaşları Kara Harekâtı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57.Alay’a şu emri verir: “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”

Seddü’l Bahir’de ihraç (çıkarma) iskelesinde güllelerimizle tahrip edilmiş gemideki gülle yaraları

Ganaimden ( ele geçirilen eşyalardan) cephane arabaları

Mustafa Kemal’in emrine uyan başta 57. Alay’ın komutanları olmak üzere 628 kişilik mevcudun tamamı 25–28 Nisan 1915 tarihleri arasında şehit düşmüştür. I. KİRTE MUHAREBESİ: 28 Nisan 1915 sabahı saat 08.00’de donanmanın desteği ile başlayan İngiliz-Fransız birliklerinin taarruzu, akşama kadar sürmüştür. Hedef, Kirtelerin ele geçirilmesiydi. Ancak İngiliz ve Fransızlar yapılan Türk taarruzları nedeniyle geri çekilmek zorunda kalmışlardır. II. KİRTE MUHAREBESİ: General Hamilton; Türkler mevzilerini tahrip edip takviye almadan, Kirte bölgesini ele geçirmek istiyordu. Bu amaçla birer Avustralya ve Yeni Zelanda tugayı Seddülbahir’e getirilmiş ve 6 Mayıs 1915 günü saat 11.30’da taarruz başlamıştır. İngilizler, o gün akşama kadar süren inatçı taarruzlara karşı herhangi bir kazanç elde edememiş ve bu taarruzlar 7, 8 ve 9 Mayıs günlerine kadar sürmüştür. Neticesinde ise bu taarruz İngilizlere 6500–7000 cana mal olurken Türk tarafının da kaybı çok olmuştur. III. KİRTE MUHAREBESİ: 19 Mayıs 1915’te Arıburnu bölgesine yapılan Türk taarruzunun başarılı olmayışı ve ağır kayıplar verdirilmesinden cesaretlenen düşman, Kirte bölgesi’nde taarruz hazırlıklarına başlamış, 4 Haziran’da başlayan saldırıda düşman kuvvetleri merkezden saldırıya geçmiştir. Düşman kuvvetlerinin kaybı 7.500, Türklerin kaybı ise 9 bin olmuştu.

Onaltıncı fırka karargahının heyet-i umumiyesi (genel görünümü) sayı//8// mart 52

KEREVİZDERE MUHAREBELERİ: Fransızlar, 21–22 Haziran 1915 tarihlerinde yapılan Kerevizdere Muharebelerinde 83 rakımlı tepeyi ele geçirmek istemişlerdir. 21 Haziran günü, Türk mevzilerine 32.450 top mermisi kullanmışlar, O sırada cepheyi 2. Tümen savunup 12. Tümen de yedekte bulunuyordu. Ağustos


Teke Burnu’nda malzeme-i muhtelife (çeşitli malzemeler) yığını düşmündün iğtinam olunan (ele geçirilen)

ayında Anafartalar’a yapacağı çıkartmanın başarısını garantilemek isteyen düşman, Türk komutanlığının dikkatini güney bölgesine çekmek amacıyla 12 Temmuz’da çok şiddetli bir topçu hazırlığından sonra Kerevizdere’ye dalgalar halinde taarruza geçti. Türk tümenleri batıdan itibaren 11. 7. 1. ve 4. Tümenler bir cephede, 6. Tümen geride ihtiyatta bulunuyordu. İngiliz taarruzu 7. Tümen, Fransız taarruzu ise ihtiyattaki 6.Tümenin kullanılmasıyla durdurulmuş, 12–13 Temmuz’da düşman kuvvetleri 1,5 km’lik cephe boyunca saldırmışlar ve 400 metre kazanmışlardır. Düşmanın kaybı 4 bin, Türklerin kaybı ise 10 bin civarındaydı.

I. ANAFARTALAR MUHAREBESİ: 25 Ağustos 1915’ten Ağustos ayının sonuna kadar Müttefikler, hem Seddülbahir hem de Arıburnu’nda başarılı olamayınca Çanakkale Boğazı’nı geriden sarkarak ele geçirmek amacıyla harekete geçerler. Bu arada General Hamilton, Türk Ordusu’nun gerilerine sarkmak ve çember içine alıp yok etmek için, Büyük ve Küçük Kemikli Burunları arasından sahille çıkıp, Anafartalar’da üçüncü bir cephe açmaya karar verirler. Hedef, Cönkbayırı ve Koçaçimentepe bloğunu ele geçirerek buradan ilerleyip, Çanakkale Boğazı’na inerek hâkim olmaktı. Bu amaçla 9.İngiliz Kolordusu’nu, 6–7 Ağustos gecesi karanlıktan yararlanarak bölgeye çıkartmıştır.

ZIĞINDERE MUHAREBELERİ: Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı savaşı olarak kabul edilen savaş, 28 Haziran–5 Temmuz tarihleri arasında yaşanmıştır. Taarruzun ilk günü gemilerden yapılan topçu ateşiyle Türk birlikleri çok kayıp vermiş, hazırlık ateşleri 3 günden fazla sürmüştür. Zığındere’den geçen mevzilerimiz 1,5 kilometre boyunca çökmüş yerine Arıburnu’ndan bir tümen takviye güç geldiyse de çatışmaların sonunda kaybımız 10 bin civarında, düşmanın kaybı da bu sayıya yakındı. 8 Temmuz günü çürüyüp kokan ölülerin gömülmesi için kısa bir mütareke istenmiş fakat İngilizler gece harekâtından çekindikleri için kabul etmeyip daha sonra kokudan barınamadıkları için bölgeyi tahliye etmişlerdir.

Sabah gün ağarmadan Von Sanders, Saros Grup Komutanına ;“7. ve 12. Tümenlerle süratle Anafartalar kesimine gitmesini ve karaya çıkan İngiliz birliklerine 8 Ağustos sabahı erkenden taarruz edilmesi emrini verir”. Anafartalar Müfrezesi komutanı Yarbay Vilmer’e de, Saros’dan iki tümenin gelişine kadar, İngilizlerin ilerleyişine engel olunmasını emreder. Liman Von Sanders, bundan sonra, Kurmay Albay Mustafa Kemal’i, 8 Ağustos 1915 günü saat 21.45’de, Anafartalar Grup Komutanlığına atar. Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal, 9 Ağustos sabahı, 12. tümenle 9. İngiliz Kolordusuna. 7.Tümenle de Anzak Kolordusu ile işbirliği yapmasına engel olmak amacıyla,

Kısaca özetlemeye çalıştığım Çanakkale savaşlarının ardından yaşanan bu şanlı zaferle ilgili makalede gördüğünüz örnek fotoğraflar Millet Yazma Eser Kütüphanesi Ali Emîrî Efendi Müteferrik koleksiyonunda 7563-7568 numaralar arasında yer alan ve Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tarafından yayımlanmış Harb-i Umumi albümlerinden Çanakkale Cephesiyle ilgili fotoğraflardır

53


Ş ehir

Anafartalar’da düşmanın tel örgüleri

Damakçılık Bayırı yönünde saldırıya geçer. Her iki tümenin saldırıları da başarılı olur. Ancak İngiliz Birlikleri, beklemedikleri bu karşı Türk taarruzu ile şaşkına dönmüş, ağır kayıplar vermişlerdir. Diğer taraftan yeni çıkan birliklerle güçlendirilen 9. İngiliz Kolordusu, Anafartalar yönünde iki kanat harekâtı daha denediyse de başarılı olamamıştır. Fakat Türkler açısından bu bölgede durum, savunulması güç bir konum olduğu için tehlikeli sayılırdı. Bu tehlikeli durumu düzeltmek için Liman Von Sanders, Kuzey Grubundaki 8 Tümeni iki alayla takviye ederek, Anafartalar grup Komutanı Mustafa Kemal’in emrine verir. Tümen karargâhına 9–10 Ağustos gecesi gelen Grup Komutanı Mustafa Kemal, takviyeli 8. Tümeni 10 Ağustos sabahı karanlıkta sadece süngü kullanarak hücuma geçirir. İngilizlere çok ağır kayıplar verdirilerek harekât başarılı olur. Daha sonra, savunma yapılabilecek ek arazinin ele geçirilmesi üzerine, ulaşılan bu ileri çizgide de destek ve güçlendirmeler yapılarak savunmaya geçilir. Böylece, diğer bölgelerde olduğu gibi Anafartalar Bölgesinde de savaş, boşaltmaya kadar, siper ve mevzi savaşına dönüşmüş olur. Başka bir deyişle, General Hamilton’un ikinci planı da başarısız olmuş, hedefine ulaşamamıştır. KİREÇTEPE MUHAREBESİ: 9.İngiliz Kolordu Komutanı, Türklerin zapt ettikleri Kireç Tepelerini elde etmek istiyordu. Bu amaçla ancak bu şekilde ilerleyerek Yukarı

sayı//8// mart 54

Kapanca ve Kapaktepe’yi de alıp, 12.Türk Tümenini de Teke tepelerinin doğusuna çekilmeye zorlama planlanmıştı.15 Ağustos günü İngilizler Kireçtepe’nin bütün çevresini gemi toplarıyla dövüp, sonrasında ise Sivritepe’nin kuzeyindeki yamaçlardan taarruza geçtiler. İngilizler, Arslantepe’yi alarak Kanlıtepe’ye kadar ilerlemişlerdir. Mıntıkadaki Türk kuvvetleri ise 127. Alayın 2.Taburunun 2.Bölüğü ve 19. Alayın 2. Taburunun Kanlıtepe’ye sevkiyle güçlendirilmiş, Kanlıtepe’de siper olmadığı için Türk kuvvetleri çok kayıp vermiştir. 17.Alaydan ve 127. Alaydan I. Tabur kuvvet takviye edilip Arslantepe ve Kireçtepe’de daha önce jandarmalar tarafından terk edilmiş siperler de geri alınmıştır. Sonucunda Kireçtepe Muharebesinde düşmanın zayiatı 2000, Türk ordusunun zayiatı ise 1696 olarak tespit edilmiştir. İTİLAF KUVVETLERİNİN ÇEKİLİŞİ: 1915 yılının sonbahar aylarında, kanlı fakat sonuç alınamayan çarpışmalarla geçmiş, Türk Başkumandanlığı, 1. Orduyu Gelibolu’ya yollamış, başlangıçta üç gün içinde Çanakkale Boğazını geçeceklerini sanan ve giriştikleri savaşı bir an önce sonuçlandırmak isteyen İtilâf Devletleri kendilerine yeni kuvvetler sağlamağa çalıştılarsa da sonuç alamamışlardır. General Charles Monroe ‘nun verdiği Çanakkale’nin boşaltılması gerektiğini belirten bir rapor üzerine, 5 Aralık tarihinde iki İngiliz tümeni, Selanik’e gönderilmiştir. Kasım ayında başlayan yağmur ve kar fırtınası,


siperlerdeki birçok askerimizin boğulmasına neden olmuştur. Bu felâkette düşmanın kaybı da çoktu. Limanda birçok küçük gemide batmış ve neticede çıkarma sahaları, düşman tarafından boşaltılmıştır. Gizlice yapılan bu boşaltma harekâtı sonucu, Ocak 1916’da Gelibolu yarımadası tamamen bırakılmıştır. Ancak bu arada bazı çarpışmalar da halen devam etmekteydi. Anafartalar ve Arıburnu çekilmesi sırasında dikkati dağıtmak için, düşman, 19 Aralık günü Seddülbahir bölgesine saldırmış buraya döşenmiş olan mayınlar, Türklerin düşmanı takibine imkân vermemiştir… Kısaca özetlemeye çalıştığım Çanakkale savaşlarının ardından yaşanan bu şanlı zaferle ilgili makalede gördüğünüz örnek fotoğraflar Millet Yazma Eser Kütüphanesi Ali Emîrî Efendi Müteferrik koleksiyonunda 7563-7568 numaralar arasında yer alan ve Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tarafından yayımlanmış Harb-i Umumi albümlerinden Çanakkale Cephesiyle ilgili fotoğraflardır.Bu fotoğrafların büyük bir kısmı düşman kuvvetlerinin Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anlayarak cepheden çekildikten sonra alınmış görüntülerden oluşmakta ve Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale Cephesi hakkında çeşitli dönemlerde yayınlanan eserlere ışık tutması bakımından büyük önem arz etmektedir. Bu sayede dönem hakkında da bilgi sahibi olup, savaşın ne büyük fedakârlıklarla kazanıldığına şahitlik edebiliriz. Ayrıca “Albümlerdeki bu fotoğraflar” Tarihin en yoğun dönemine “ölüm-kalım günlerine” ışık tutuyor. Cephede fedakârlığı da kahramanlığı da çekilen sıkıntıların büyüklüğünü de söze gerek kalmadan bağımsızlığını, onurunu, vatanını ve bayrağını korumak için tek vücut haline gelmiş bir milletin neler yapabileceğini anlatıyor

Teke Burnu’nda mağruk (batırılmış) düşman sefaini (gemileri)

Teke Burnu’nun heyet-i umumiyesi (genel görünümü)

- Düşman kuvvetlerinin Çanakkale’ye verdikleri önemi, cepheye yaptıkları büyük yığınak ve lojistik ikmalin boyutlarını, nasıl bir bozguna uğradıklarının ve daha fazla can kaybı yaşamamak için büyük miktarda kıymetli savaş malzemesini de geride bırakmak zorunda kaldıklarının da bir kanıtıdır. -Ayrıca düşmanın cepheden çekilirken geride bıraktığı silah, teçhizat ve ikmal malzemesi de imkânları daha kısıtlı olan Türk ordusunun kazandığı zaferin özündeki Mehmetçiğin destanlaşan kahramanlıklarının büyüklüğünü göstermektedir.

Arıburnu sahili 55


Ş ehir

BAYRAĞIN VE TÜRK BAYRAĞININ ÖNEMİ Türk bayrağındaki beş köşeli yıldız, şeklini doğrudan doğruya “Muhammed” kelimesinin Arapça stilize yazılış tarzından almıştır. Arapça Muhammed yazısının “mim”i yıldızın birinci köşesini, “ha” harfinin dirseği ikinci köşesini, “mim” in kıvrımı üçüncü köşesini, “dal” harfinin alt ve üst kanatları da dördüncü ve beşinci köşelerini teşkil etmektedir. Bu beş köşeli yıldız, ayrıca İslam’ın beş şartına da işaret etmektedir. Mustafa ATALAR

ayrak ve sancak her millet ve toplum için çok önemli bir semboldür. Bayrağın ve sancağın İslam’da, özellikle Hazreti Peygamber döneminde de çok büyük bir yeri ve önemi olmuştur. Hz. Peygamber (S.A.V.), hicret yürüyüşü de dâhil, katıldığı bütün sa-vaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde hep bayrak ve sancak kullanmış¬tır (Buhârî, Cihâd, 119; Fedâü, 9). Kendi elleriyle ordu kumandanına bayrak veya sancak teslim etmeden düşman üzerine bayraksız ve sancaksız hiçbir ordu ve askeri birlik göndermemiştir. Müslümanlar da Resuller Resulünün kendilerine teslim ettiği, İslâm’ın izzetini, onurunu ve şerefini temsil eden o mübarek ve şanlı bayrağı, sancağı yere düşürmemek, hep yüksekte tutmak için gerektiğinde canları dahil her şeylerini feda etmekten geri durmamışlardır. Türklerin ve Müslümanların tarih boyunca Türk bayrağına çok büyük bir sevgileri, saygıları ve bağlılıkları olmuştur. Çünkü bizim ecdat yadigârı ay yıldızlı şanlı al bayrağımız basit bir bayrak, değersiz bir bez parçası değildir. Bayrağımızın renginden, üzerindeki şekillere kadar her bir detayı çok büyük anlamlar ve değerler ifade etmektedir. Bizim bayrağımız milli olduğu kadar, dini bir semboldür. Türk Milletinin varlığı, birliği, bütünlüğü, dini, imanı, idealleri, inançları, değerleri, tarihi tecrübeleri, yüklendiği tarihi misyon en güzel ve en anlamlı bir şekilde bizim şanlı bayrağımızda özetlenmiş, bayraklaştırılmış ve sembolleştirilmiştir. Türk Bayrağının renginden üzerindeki sembollere ve işaretlere kadar Türk Milletinin gönlünde çok farklı, çok güzel, çok ilginç ve çok önemli anlamları vardır. Türk bayrağının rengi herhangi bir kırmızı değildir. Türk Bayrağı, rengini Allah yolunda, İlâ-i Kelimetullah davası uğrunda seve seve kanlarını akıtmış, canlarını feda etmiş aziz şehitlerimizin al kanlarından alan al renkli bir bayraktır. Türk Milleti ‘kırmızı kan’ demediği, “al kan” dediği gibi, bayrağının rengi için de ‘kırmızı bayrak’ degil, ‘al bayrak’ der. Ay yıldızlı, al bayrağımızın doğuşu ile ilgili bazı menkıbeler, rivayetler anlatılır. Bunlar içerisinde en yaygın olanı da, Kosova Savaşında şehit düşen Mehmetçiklerimizin kanlarının gölleştiği bir alana gökteki ay ve yıldızın yansıması şeklindeki rivayettir. Rengini İlâ-i Kelimetullah (Allah kelimesini, davasını yüceltme) yolunda seve seve kanını akıtmış, canını feda etmiş, ölümsüzlüğü tatmış şehitlerimizin mübarek kanından alan şanlı bayrağımızın ilhamını da Kosova Meydan Savaşından sonraki gece bu ovada

sayı//8// mart 56


göllenmiş şehitlerimizin tertemiz kanları üzerine gökyüzünden yansıyan hilal ve koynundaki yıldızdan aldığına dair rivayette esas dikkat çekici olan husus, Türk Bayrağı’nın oluşumunda bile Balkanların yerinin bu kadar önemli ve değerli olmasıdır. Bizim bayrağımızdaki hilal ve yıldız bunların gökteki şekillerine pek benzemez. Dolayısıyla Türk Bayrağındaki hilal ve yıldız, gökteki şekillerden aynen kopya edilmemiştir. Eğer öyle olsaydı, ayın en zayıf ve en az ışık verdiği hali olan hilalin değil, en parlak ve gösterişli hali olan dolunayın sembol olarak alınması gerekirdi. Bu semboller ifade ettikleri başka derin anlamlar yüzünden tercih edilmişlerdir. İslam inancında en çok anılması, hatırlanması, hiç akıldan çıkarılmaması gereken varlık Allah’tır. Türkler, Allah İsm-i Celiline saygılarından, bazılarınca aşırı bulunabilecek dini hassasiyetlerinden dolayı, Allah İsm-i Celîlini ve Hazreti Peygamberin şerefli ismini milli bayraklarının üzerine harflerle yazmayı uygun görmemişlerdir. Bunun yerine Allah’ı ve Peygamberini hatırlatacak hilali ve yıldızı birer sembol, remz ve işaret olarak kullanmayı tercih etmişlerdir. Çiçeklerden gül, rengi, güzelliği ve kokusuyla Türklere Efendiler Efendisi Hazreti Muhammed’i, Allah kelimesiyle aynı harflerle yazılan lale de Allah’ı hatırlatmış, bunları birer remz ve sembol olarak kullanmayı benimsemişlerdir. Türkler, aynı şekilde hilali de Allah’ı hatırlatan, bir sembol olarak kabul etmişler ve kullanmışlardır. Çünkü Allah Lafza-i celalindeki harflerin (elif, lam, lam, he) aynısı lâlede ve hilalde de vardır. Ebced hesabına göre de her üç kelimenin toplamı da 66 sayısını vermektedir. Bu durum hilale ve laleye Türk İslam edebiyatında, sanatında, kültüründe, tasavvufunda, inanç ve düşünce sisteminde çok ayrı bir yer, anlam, değer ve hatta kutsiyet atfedilmesine neden olmuştur. Türk bayrağındaki beş köşeli yıldız, şeklini doğrudan doğruya “Muhammed” kelimesinin Arapça stilize yazılış tarzından almıştır. Arapça Muhammed yazısının “mim”i yıldızın birinci köşesini, “ha” harfinin dirseği ikinci köşesini, “mim” in kıvrımı üçüncü köşesini, “dal” harfinin alt ve üst kanatları da dördüncü ve beşinci köşelerini teşkil etmektedir. Bu beş köşeli yıldız, ayrıca İslam’ın beş şartına da işaret etmektedir. Kısacası, Türk Bayrağındaki hilâl Allah Lafza-i Celâlini, hilalin kucağındaki beş köşeli yıldız ise Muhammed ismi şerifini, her ikisi birden Allah ve Peygamber inancını, sevgisini, aşkını ve bağlılığını sembolize eder. Ay ve yıldız ikisi birden de Kelime-i Tevhid’in yani “LÂİLÂHE İLLALLAH, MUHAMMED’ÜR-RASÛLÜLLAH”ın sembolüdür,

remzidir. Allah inancı, amentüde ifadesini bulan imanın şartlarının temeli olduğundan bayrağımızdaki hilalle aslında iman esaslarının hepsi, beş köşeli yıldızla da İslam’ın beş şartı bir remz ve sembol olarak dile getirilir ki, bayraktaki bu iki sembolle, yani ay ve yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur. Türk Bayrağı, Türk Milletinin, dininin, inancının, Allah ve Peygamber sevgisinin, Îlâ-i Kelimetullah davasının, birlik ve beraberliğinin, bütünlüğünün, dirliğinin, düzenliğinin, gücünün, kuvvetinin, istiklalinin, bağımsızlığının, hürriyetinin, özgürlüğünün, özgünlüğünün, istikbalinin, kıyamete kadar hür ve bağımsız yaşama ve var olma iradesinin sembolü ve teminatıdır. Onun nazlı nazlı salınışı bize boş hayaller ve amaçlar uğruna anlamsız maceralar peşinde koşup sürüklenmekten vaz geçme, ona rengini veren şehitlerimizin tertemiz kanları üzerindeki ay yıldızın temsil ettiği anlamlar, değerler ve idealler uğruna daha önce batmış güneşlerimizi hatırlama ve onlara layık evlatlar olma çağrısıdır. Taşıdığı ve sembolize ettiği kutsal değerler ve anlamlar itibariyle Milletimiz her zaman şanlı bayrağına en yüce değeri ve önemi vermiş, onu her zaman canından daha aziz bilmiş, dini, imanı, namusu, onuru, şeref ve haysiyeti gibi üzerine titremiştir. Bayrağı kutsal bir değer olarak hep yükseklerde tutmak, yüksek yerlere dikmek, gönderlere, evlerin çatılarına, camilerin kubbelerine minarelerine asmak, evlerin en mutena köşelerinde, örneğin Kur’an-ı Kerim’in asılı olduğu yerin hemen altında göz önünde bulundurmak, onu hep temiz ve bakımlı halde tutmak, göğüslerde, kalbin üzerinde taşımak, belden aşağıda tutmamak, asla yere düşürmemek, eskimiş yırtılmış parçalarını bile yere, ayakaltına atmamak gibi milletimizin bayrağına karşı sayılamayacak kadar çok sevgi ve saygı davranışları vardır. Bayrağı sevmek, saymak ve bunu her vesileyle göstermek her Müslüman Türk’ün dini ve milli bir görevi, yükümlülüğü, namus ve şeref borcu kabul edilir. Türk Bayrağının taşıdığı kutsal semboller itibariyle her Müslüman Türk için, bayrağını sevmek ve saymak, Allah’ı, Peygamberi, dinini, devletini, milletini, vatanını, bağımsızlığını sevmekle ve saymakla aynı anlama gelir. Bayrağa saygısızlık ve hakaret her zaman için onu yapanın dinsizliğine, ahlaksızlığına, hainliğine, alçaklığına, onursuzluğuna ve şerefsizliğine, din, iman, Allah ve Peygamber düşmanı olduğuna yeterli delil sayılır.

Kısacası, Türk Bayrağındaki hilâl Allah Lafza-i Celâlini, hilalin kucağındaki beş köşeli yıldız ise Muhammed ismi şerifini, her ikisi birden Allah ve Peygamber inancını, sevgisini, aşkını ve bağlılığını sembolize eder.

Türklerde lale ve hilal sembollerin kullanım yerleri arasında da bir farklılığın olduğunu görüyoruz. Örneğin cami gibi, minare gibi, bayrak gibi 57


Ş ehir

İslama ve millete şiar olmuş yerlerde, minarelerde, kubbelerde, hilal kullanılırken, dini ve milli açıdan daha az önemli ve daha basit görülen yerlerde ve işlerde, saray, bina, kumaş, duvar süslemelerinde ise lale motifi kullanılması tercih edilmiştir. Bizim kültürümüzde taşıdıkları anlamlara daha fazla anlamlar katabilmek, çok daha farklı şeyler ifade edebilmek için lale ve hilal motifleri çok değişik yerlerde, değişik tarzlarda ve şekillerde de kullanılmıştır. Bunların en ilginçlerinden ve en meşhurlarından biri de Edirne Selimiye Camii’ndeki ters lâle motifidir. Lâlenin bizim mukaddesatımıza ve camilerimizin içlerine kadar bir ‘sembol’ olarak girdiğini belirten Cevat Rüştü, buradaki lalenin ‘Hilal’ (dolayısıyla Allah) lafzını daha iyi ifade edebilmek için ters olarak nakşedildiği görüşündedir. (POLAT, N. Hikmet, Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat Rüstü’den Bir Güldeste, İstanbul 2001, s. 91). Bazıları da sayı değeri 66 olan lale kelimesinin, ‘Hilal’ kelimesi ve ‘Allah’ lafzıyla aynı harflerle yazılmasından dolayı, buradaki lâlenin ters oluşunu, hem ‘Allah’ı terk ederseniz batarsınız!’, hem de “Hilâli (bayrağı) düşürürseniz batarsınız!” seklinde yorumlamışlardır (YAKIT, İsmail, Türk İslam Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düsürme, İstanbul 2003, s. 44.). Mimar Sinan’ın bu ters lale motifini bir başka yerdeki başka bir eserinde değil de, İstanbul’dan önce çok uzun yıllar Osmanlı Devletinin başkentliğini yapmış, fethedildiği 1361’den 1829 yılına kadar hiç işgal görmemiş, ancak o tarihten sonra iki defa Rus ve bir defa da Bulgar işgaliyle üç defa (1829, 1878, 1913) elimizden çıkmış, sayı//8// mart 58

tekrar güç bela geri alınabilmiş, şimdi artık serhat şehrimiz olmuş bir şehrimizdeki ‘Ustalık eserim!’ dediği en muhteşem eserinde kullanması çok anlamlı ve dikkat çekicidir. Tarih boyunca ‘Haç’ nasıl Hristiyanlığın, Hıristiyanlıktaki teslis inancının ve ehl-i salîbin sembolü olmuşsa; ‘Hilâl’ de İslâm’ın, İslam’daki Tevhid inancının ve Müslüman toplumlarının sembolü olmuştur. Bu yüzden Haçlı seferleri adıyla anılan savaşlar da bir Hilâl-Salîb (Haç), Tevhid-Teslis mücadelesidir. Balkan Türkleri ve Müslümanları tarih boyunca her zaman bu Hilâl-Salîb, Müslüman-Hıristiyan çatışmasının en ön safında bulundular, bu mücadeleyi en sıcak şekilde yaşadılar. Bu yüzünden de Balkan Müslümanlarının gözünde ay yıldızlı al bayrağın, Anadolu Türklerinden ve Müslümanlarından bile çok daha büyük anlamlar ifade etmesi anlaşılabilir bir durumdur. Hilalin, ay yıldızlı al bayrağın alternatifinin Hıristiyanların Tanrı’yı üçlemeyi temsil eden haçları ve haç sembolleriyle dolu bayrakları olduğunu çok iyi bilen, yaşadıkları acı tecrübelerle de bunu çok iyi öğrenen Balkan Müslümanları her zaman Türk Bayrağınının değerini çok daha iyi bilmişler, ona bu kadar çok önem ve değer vermişler, onun canlarından daha aziz bilmişler, onun ifade ettiği anlamları ruhlarının ve gönüllerinin derinliklerinde çok iyi hissetmişlerdir. Aynı bayrak sevgisini, aynı anlayışı, aynı duygu ve düşünceleri, kendisi de Balkan kökenli bir Müslüman olan İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’da da görürüz. Akif: Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?! Ve: Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal! derken, onun burada hitap ettiği gök yüzündeki hilal değildir. Kahraman ırktan kastı da şu veya bu ulus veya etnik grup değildir. Nitekim onun: Bir Hilâl uğruna Ya Rab, ne Güneşler batıyor! Mısraından da yolunda ve uğrunda ölünenin gerçekte hilal kelimesiyle sembolize edilen Allah olduğu çok net bir biçimde ve kolayca anlaşılabilmektedi. Akif’in burada yalvarıp yakardığı, tazarru ve niyazda bulunduğu, derin saygı ve sevgisinden ötürü Türk Milletinin ismini bayrağının üzerine yazıyla yazamadığı, onun yerine hilalle sembolize ettiği Yüceler Yücesi Allah’tır. Yani şair demek istemektedir ki: ‘Ey Yüce ismini hep gönlümüzde taşıdığımız ve bayrağımıza alem yaptığımız Yüce


Rabbimiz! Milyonlarca şehidimiz gibi hepimizin kanı, canı Senin yoluna feda olsun! Yine kendi hatalarımız, kusurlarımız, günahlarımız yüzünden başımıza gelen bunca acılardan felaketlerden, musibetlerden bizleri artık kurtar! Bize artık bundan böyle Celal sıfatınla değil, Cemal sıfatınla tecelli et! Bize acı, öfkenle, gazabınla değil, rahmetinle ve merhametinle muamele et! Bunca çilelerimizden, acılarımızdan, feryatlarımızdan, ağlamalarımızdan sonra artık yüzümüzü güldür! Bizi nimetlerine, lutuflarına, keremlerine layık hale getir!’ Nitekim aynı Akif’in: Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli! Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli! Mısraları da onun niyazının, duasının, dilek ve temennilerinin daha fazla açıklık getirmektedir. Müslüman Türk Milletinin hiçbir namâhrem elinin ve dilinin uzanmasına, en ufak bir saygısızlıkta bulunulmasına asla tahammül edemeyeceği ve razı olamayacağı şeylerin başında, Akif’in de belirttiği gibi yalnız Allah’a kulluk ettiği mabedleri, ezanı ve bayrağı gelir. Türk milleti dinine, diyanetine, bayrağına, ırz ve namusuna çok bağlı bir millettir. Bu Millet, bu kutsal değerlerine bağlılığı, sevgi ve saygıyı, onları yüceltip yükseltmeyi, Kelime-i Tevhidi sembolize eden şanlı bayrağını hep yücelerde, yükseklerde tutmayı, her zaman hür ve bağımsız olmayı, Allah’tan başkasına kul olmamayı, bunun için olağanüstü bir cehd ve gayretle çalışmayı, bunlar uğrunda mücadele ve mücahede etmeyi, gerektiğinde kanı canı pahasına savaşmayı varlık sebebi ve en büyük görevi bilmiştir. Akif’in ‘Kahraman ırkım!’, ‘Hakk’ka tapan millet!’ sözlerinde de bir ırk ve etnik köken vurgusu yoktur. Mehmet Akif gibi ırkçılık düşmanı olan, böyle bir şeyin İslamda yeri olmadığını her zaman her yerde açıkça savunan birinin ırkçı söylemleri olması düşünülemez. Burada vurgu yapılan şey de Türk Milletinin İslamla kemal bulduğu, İslamiyetin Türk Milleti için kan bağından daha ileri ve önemli bir bağ olduğu gerçeğine işaret etmektir. Türklük tarihsel gelişimi sonunda artık bütün Müslümanların iktisadi, siyasi, sosyal, hukuki, askeri birlikleri ve beraberlikleri anlamına geldiği için Mehmet Akif de kendisini ve bütün Müslümanları aynı ırktan yani Türk sayar. Çünkü onun anladığı anlamda Türklük bir kimsenin aynı anda hem Türk hem de Arnavut veya başka bir etnik kökenden veya ırktan olmasına engel değildir. Aslında Türklük tarih boyunca hiçbir zaman dar anlamda tek bir etnik kimliğin adı olmamış, kendisini o dairede hisseden ve görmek isteyen herkes için her zaman kapsayıcı ve kuşatıcı bir üst kimlik olmuştur.

Asırlardır milletimizin başındaki en büyük felaketlerinden biri olan ve bütün dert ve sıkıntılarımızın temel nedenini teşkil eden, aydın ve yöneticilerimizin milletine yabancılaşması sorunu, zaman zaman emarelerini şanlı bayrağımızın değerini, önemini, anlamın kavrayamama, takdir edememe, hatta onu bozup değiştirmeye kalkışma şeklinde de kendini göstermiştir. “Batıcılık” diye adlandırılan sonsuz Batı hayranlığının Tanzimat’tan sonraki ilk ve en tanınmış temsilcilerinden biri olan Mithat Paşa da, kendisi tarafından kalkışılan talihsiz Türk bayrağını bozmaya kalkışma faciâsını, sanki çok büyük, saygın ve takdire değer bir iş yapmış gibi bizzat kendi kaleminden öğüne öğüne anlatmaktan çekinmemiştir.

Tarih boyunca bu bayrağın yerine başka bayraklar arayanlar, ona bir bez parçası gözüyle bakanlar, haç ilave etmek isteyenler, tamamen ortadan kaldırmak isteyenler ne yazık ki çıkmıştır ama bu millet canı pahasına bunlara razı olmamış, nicelerini tarihe gömmüş, ona el uzatan nice müstevlileri de denize dökmüştür.

Bulgarları isyandan vaz geçirmek için çok geniş yetkilerle Tuna vilayetinin başına getirilen Midhat Paşa, Bulgarlara yaranmak ümidiyle bölgeye birçok hizmetler götürdü. Hatta Hıristiyanlara yaranmak için Ay-yıldızlı Türk bayrağına bir de Haç ilave etti. O dönemde Bosna-Hersek meselesi yüzünden Avusturya Dışişleri Bakanı Kont Andrassy, bir beyannâme neşretmiş ve bu beyannamede mecâzî bir ifadeyle hilâl ile sâlibin asla bir bayrakta birleşemeyeceğinden söz etmişti. Mithat Paşa da kalkmış, güya bu iddiayı çürütmek ve yalanlamak için hemen Türk bayrağına bir Haç ilâve edivermişti. Mithat Paşa, Rumi 1325’te “Tabsıra-i İbret” adıyla yayınlanan Hatırâtının I. cildinin 181. sayfasında, bu müthiş ve unutulmaz hatasını, kendisinden üçüncü şahıs gibi saygıyla ve takdirle bahsederek şöyle anlatıyor: “Mithat Paşa sırf bu davayı yalanlamış olmak ve uygulamasını göstermek için Hıristiyan bir tabur gönüllü asker oluşturarak ve sancaklarında Ayyıldız’ın yanına bir de Salîb ekleyerek sözü geçen taburu, İstanbul’da herkese gösterdikten sonra Niş askeri tümenine göndermiştir.” Bulgarlara çok güvenen Midhat Paşa’nın ısrarlı teklifleri üzerine Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş açtı (20 Nisan 1877). Fakat Mithat Paşa’nın çok güvendiği ve onları memnun etmek için Türk Bayrağına Haç ilave ettiği Bulgarlar hemen ilk fırsatta Rus ordusuna katıldılar, Türklere ve Müslümanlara karşı tedhiş hareketlerine giriştiler. Tarih boyunca bu bayrağın yerine başka bayraklar arayanlar, ona bir bez parçası gözüyle bakanlar, haç ilave etmek isteyenler, tamamen ortadan kaldırmak isteyenler ne yazık ki çıkmıştır ama bu millet canı pahasına bunlara razı olmamış, nicelerini tarihe gömmüş, ona el uzatan nice müstevlileri de denize dökmüştür. 59


Ş ehir

ZEREFŞAN IRMAĞININ SULADIĞI TARİHÎ ŞEHİR.

BUHARA Buhara, iç kalenin karşısında 1712’de yapılan Buhara hanlarının cuma mescidi Bolo-Havz Camii ile hemen yanına inşa edilen misafirhanenin tavanındaki ahşap işçiliğiyle gurur duyuyor. Bölgede taş olmadığı için ağaçlar yıllar süren işlemlerle önce taşlaştırılmış, sonra işlenmiş burada. Asırlardır dimdik ayakta duran ve üstündeki tonlarca ağırlığı yüksünmeden taşıyan birbirinden zarif binlerce ahşap sütun, istersek ne kadar mütehammil olabileceğimizi ispatlıyor bize. Ali YURTGEZEN

uhara… Adını derin bir nefes gibi söyleten şehir. Dün Kızılkum çölünü binbir meşakkatle aşan İpek Yolu tacirlerinin, Zerefşan ırmağının aşağı havzasındaki bu büyük vaha kentini görür görmez dudaklarından dökülen “Buhara!” sözcüğü, bir şehrin adından çok, bir rahatlama ünlemiydi şüphesiz. Tıpkı Emevî zulmünün yol açtığı fitne ve nifak ortamından Ceyhun’un kuzeyine kaçıp bu kente sığınan 8. asır Müslümanlarının “Buhara!” deyişi gibi. İki bin beş yüz yaşındaki bu bilge kent, bugün de sizi bağ-bahçelerinin yeşiliyle göğünün mavisinden derlediği turkuaz bir tebessümle karşılayarak rahatlatıp dinlendiriyor. Nûr-ı Buhara’daki tabiin mezarları ile Sâdât-ı Kirâm’ın Kasr-ı Arifan’daki, Gucdüvan’daki, Ramiten, Fağna yahut Semmâs’taki makam ve makbereleri sadece şehri değil sizi de manevî bir sur gibi kuşatıp maverâî duygular bahşediyor gönlünüze. Bu hâl ile Leb-i Havz’daki peykelerden birinde gök çayınızı yudumlarken gözlerinizi kapatıp eski zamanları çağırabiliyorsunuz. İmam Buharî kalın kalın kitaplar arasında, henüz derlediği bir hadis-i şerifi yazmadan önce, hep yaptığı gibi boy abdesti almış, iki rekat şükür

namazı için kıyam eyliyor. Buhara sokaklarında dikkatli nazarlarla etrafı inceleyen genç bir talebe, Farabî, Medinetü’l-Fâzıla’ya dair notlar alıyor hafızasına. İbn-i Sina, Samanilerin saray kütüphanesinde heyecanla bir kitabı arıyor. Ve Şâh-ı Nakşibend, çevre yanına halka olmuş sayı//8// mart 60


dervişlerin gönüllerine nakışlar işliyor ince ince. Sonra şöyle başınızı alıp şehrin köhne mahallelerini, civar köylerini gezmeye çıktığınızda, sokakları, pişmemiş topraktan tek katlı evleri, yün eğiren nineleri, tandır fırınları, bahçeleri, kayısısı, kirazı, üzümü, ayvası, narı ile Anadolu’nun buradan kotarıldığına şüpheniz kalmıyor; bir zamanlar Buhara’dan kopup gittiğiniz aklınıza geliyor. Köklü bir kültürün, soylu bir mazinin vârisi olduğunuzu fakat bu mirasın çok da peşine düşmediğinizi fark edip göğüs geçiriyorsunuz. Burukluğun, pişmanlığın, sevincin, gururun, güvenin renk verdiği tuhaf bir duyguyu dışa vurmak ihtiyacıyla “Buhara!” diye fısıldıyorsunuz kendi kendinize. Uzun zaman sonra ilk kez karşılaşılan akrabalar karşısında başlangıçtaki kısa süreli ürkekliği üzerinden atıp art arda sorular soran çocukların evecenliğiyle, hakkında duyup öğrendiklerinizi doğrulatmak istiyorsunuz bu yaşlı kente. Fakat Buhara çok eskileri hatırlayamıyor. Buharhudatlardan hiç iz yok. Emevi ve Abbasi dönemlerinden geriye kalan ise eski şehrin dışındaki sur kalıntıları sadece. Gerçi Buhara inatçı; defalarca yanmış yıkılmış ama aynı yerde, aynı plan üzere yeniden kurmuş kendini. Ark kalesinde Mah-ı Rûz çarşısında Mecusî mabedinin yerine Kuteybe b. Müslim’in yaptırdığı cami bugün yok ama yine de bir cami var burada. Üstelik bu defalarca yıkılmış, defalarca yeniden yapılmış eserlerinin değişmiş görüntüleriyle bile bir sürü şeyi anlatabiliyor Buhara. Diğer birçok mimari eser gibi, devasa bir yapı olan Ark kalesi yahut iç kalenin küçük küçük pişmiş tuğlalardan inşa edilmiş olması, insanı Buhara’nın sabrına, azmine, titizliğine, estetik yetkinliğine hayran bırakmakla kalmıyor, bir medeniyetin arka planındaki hasletlere de işaret ediyor. Şehirdeki en eski orijinal yapı İsmail Samanî Türbesi. 892’de Samanîlere başkent yaparak Buhara’nın bahtını ağartan İsmail b. Ahmed es-Sâmânî’nin, babası ve torunuyla yattığı kare planlı bu türbe hem mimarisindeki zarafeti, hem de sembolik öğeleriyle önem taşıyor. Süslemeleri ve kubbesi de dahil sadece pişmiş topraktan tuğlaların kullanıldığı bu yapının dört cephesi dört ana yönü yahut anasır-ı erbaayı temsil ediyor. Türbenin alınlığındaki “üçgen içine yerleştirilmiş daire” figürü Zerdüştlere özgü ve Samaniler kadar Buhara’nın da geçmişine göndermede bulunuyor sanki. Kalın duvarların dışardan bir dantela gibi zarif görünmesini ve yuvarlak kubbenin kare yapı üzerine doğrudan oturtulmasını sağlayan ustalık, hep yaşlıyken tanıdığınız yakınlarınızın gençlik devrine ait bir resim gibi şaşırtıyor sizi. Bundan sonrasını daha kolay hatırlıyor ve

yaşadıklarını, Şehristan’daki eski yapıları bir bir göstererek aktarıyor yaşlı kent. Karahanlılar, sanki yıktıklarını bir kalemde telafi etmek ister gibi 45 metreyi aşan bir minare yaptırmışlar. Pây-i Kolon diye biliniyor. Bu, Karahanlı Süleyman Arslan Han’ın 1127’de yaptırdığı cuma camiinin minaresi ama, uzunluğu sebebiyle camiin değil, minarenin adı anılır olmuş o gün bu gün. 1220’deki Moğol istilasında diğer birçok yapı gibi burası da yerle bir edilmiş. Şeybânîler döneminde 1514’te yeniden yaptırılan cami ve minarenin hemen karşısına 1536’da aynı hanedana mensup Ubeydullah Han bir de medrese eklemiş. Bazı Buhara hanlarının mezarları da burada. Bugün Pây-i Kolon denildiğinde muhteşem çinileriyle göz alan bütün bu külliye kastediliyor. Ubeydullah Han’ın yaptırdığı medrese Mir-i Arab Medresesi diye anılıyor. Mir-i Arab rivayete göre Abdullah isimli bir Yemen şehzadesi ve Hz. Peygamber’in on birinci kuşaktan torunu. Rüyasında Peygamberimizi görüyor ve O’nun işareti üzerine tacı tahtı bırakıp tasavvuf yoluna girmek üzere buralara geliyor. Mir-i Arab’a büyük hürmet gösteren Buhara emirleri onun adına ve arzusu üzerine bir mezbelelik olan bu yere medreseyi yaptırıyorlar. Medresenin banisi

61


Ş ehir

Ubeydullah Han külliye içindeki türbesinde Mir-i Arab’ın ayak ucunda yatıyor. Maveraünnehr’in tamamında görüldüğü gibi Buhara’daki türbelerde de hocaya hürmetin bir nişanesi olarak onun alt yanına gömülmek bir şeref addediliyor. Dünyayı titreten Timur da Semerkant’taki türbesinde hocasının ayak ucunda. Horasan valisinin kaprislerine alet olmayan İmam Buhari’nin sürgün tehdidi karşısında Buhara’dan ayrılıp Semerkant’a giderken Semerkant yakınlarında vefat etmesini ve oraya gömülmesini Buhara bir türlü hazmedememiş. Asırlar sonra kendi toprakları üzerine sembolik bir anıt mezar inşa ederek kederini hafifletmek istemiş. İşte bu anıt mezar da Buhari’nin Çeşme-i Eyyub Türbesinde medfun hocasının tam karşısında ve ayak ucuna isabet eden bir yerde. Bu hürmeti gösterenlerin kendi sahalarında zirve isimler olması dikkatimizi çekiyor. Buhara, Mir-i Arab Medresesini işaret ederken daha bir gülümsüyor. Çünkü bu medrese 150’yi aşkın talebesiyle faaliyetini sürdürmekte. Kur’an’daki sure sayısından mülhem 114 hücrede ders yapılıyor. Dört yıl süren yatılı eğitimiyle lise muadili bir medrese burası. Bütün Özbekistan’ın en büyük imamları Mir-i Arap kökenli. Az önce sözünü ettiğimiz Çeşme-i Eyyub Türbesi, sayı//8// mart 62

aslında Eyyub peygamberin makamı kabul edilen bir yer. Samani Türbesi yakınında sırasıyla Karahanlılar, Timurlular ve Şeybanîler döneminde inşa edilmiş bölümlerde bazı devlet ve ilim adamlarının mezarları var. Buradaki bir kuyudan çıkan suyu ziyaretçiler şifa niyetine içiyor; bu sebeple de “Çeşme-i Eyyub Türbesi” diye anılıyor. Buhara, iç kalenin karşısında 1712’de yapılan Buhara hanlarının cuma mescidi Bolo-Havz Camii ile hemen yanına inşa edilen misafirhanenin tavanındaki ahşap işçiliğiyle gurur duyuyor. Bölgede taş olmadığı için ağaçlar yıllar süren işlemlerle önce taşlaştırılmış, sonra işlenmiş burada. Asırlardır dimdik ayakta duran ve üstündeki tonlarca ağırlığı yüksünmeden taşıyan birbirinden zarif binlerce ahşap sütun, istersek ne kadar mütehammil olabileceğimizi ispatlıyor bize. “Eski kent”te tarihî yapılar arasında Buhara’nın şahit olmadığımız geçmişini öğrenmeye ve anlamaya çalışıyoruz. Şehrin en büyük külliyesinin yer aldığı Leb-i Havz bölgesinde asırlık çınarların yaydığı sükunete rağmen Buhara tedirgin gibi. Kocaman, yemyeşil bir parkın içinde eşeğine binmiş Nasrettin Hoca heykelinin yüzündeki muzip gülümseme de dağıtamıyor Buhara’nın belli belirsiz huzursuzluğunu. Çinilerle tezyin edilmiş Kökeldaş ve Nadir Divan Beğ Medreseleri, Nadir Divan Beğ Mescidi ve Konağı, Leb-i Havz külliyesinin en göz alıcı yapıları. Fakat medreseler geleneksel müzik konserleri ve mahalli kıyafetler defilesi eşliğinde yemek yenilen birer lokanta


şimdi. Cami ve Konak’ta ise turistik eşya satan dükkanlar bütün bir iç mekanı parsellemiş. Mogoki Attar Camiinin halı müzesi yapıldığı gibi, Eski Buhara çarşısındaki eserlerin çoğu bir şeylerin müzesi yapılmış ve kapıları kilitlenmiş. 1370’ten sonraki Timurlular döneminde 360 camii ve 113 medresesi olduğundan dem vuruyor şehir ve Batılıların o yıllarda kendisine “İslâm’ın Roma’sı”, Müslümanların ise “Buhara-yı Şerif” dediğini hatırlatıyor. Tarihi bir binanın alnına yapıştırılmış “cafe” yaftasını gördükten sonra halihazırı sormak içinizden gelmiyor; üstelik ihtiyarlar hatıraları ile yaşıyor her yerde. Artık Uluğ Beğ Medresesini, Çehâr-Menar (Dört Minare) Camii ve Medresesini, Namazgâh Camiini, Abdülaziz Han Medresesini eski fotoğraflar gibi seyredip geçiyorsunuz. Eski Buhara çarşısında bir zamanlar hanedan mensuplarına kumaş dokuyan Darü’t-Tıraz işliyor, İpek Yolu tacirlerinin kapıştıkları halılara ilmek atılan el tezgâhları çalışıyor, başka bir yerde koca koca kazanlar içinde kök boyalar kaynatılıyor çok şükür. Buralarda halâ bir şeylerin kendi ölçülerimizle üretiliyor, dokunuyor, inşa ediliyor olmasından, yeniden, eskisi gibi “yeni bir insan”ın inşa edilebileceği ümidiyle mutluluk duyuyorsunuz. Buhara şehir merkezinin dışında farklı farklı bölgelerde medfun Tasavvuf ulularının makam veya mezarlarında görülen manzara bu ümidi daha da artırıyor. Hâcegân silsilesinden Abdülhâlik Gucdüvânî, Muhammed Ârif-i Rîvegerî, Mahmud İncîrî Fağnevî, Ali Râmitenî, Muhammed Baba Semmâsî, Seyyid Emir Külâl, Şâh-ı Nakşîbend, Hâce Muhammed Parsâ, Hâce Muhammed Emkenekî, Mevlânâ Muhammed Zahid, Mevlânâ Derviş Muhammed, Seyfeddin Baharzî ve Kelabâzî’nin türbeleri etrafındaki onlarca dönümlük arazi, istimlâk edilerek âdeta bir çiçek okyanusuna döndürülmüş. Hemen hemen bütün türbe ve makamların yanında geleneksel mimariye uygun bir mescit inşa edilmiş. Mekanlar tertemiz ve düzenli. Ziyaretçileri hiç eksik olmuyor. Gruplar halinde uzaktan yakından ziyarete gelenleri türbenin bitişiğindeki bölmede karşılayan bir görevli Kur’ân okuyor, dua ediyor. Buraların bakımı ve temizliğiyle ilgilenenlere yardım etmek isteyenler için aynı bölmelere birer küçük sadaka sandığı konmuş. Asla bir şey istenmiyor; gönlünüzden kopuyorsa veriyorsunuz. Mübarek mekanların düzenlenmesinde açıkça görülen hürmet ve incelik ile ziyaretçi yoğunluğu, himmetin yola çıktığına dair ümitler ekiyor kalbinize. Sâdât-ı Kirâm’ı ziyaret için dolaşırken son Buhara hanlarının yazlık sarayına düşüyor yolunuz.

Müdhiş bir debdebe. Yirminci asrın başlarındaki şartlar ile bu lüks ve ihtişamı yan yana getirip maruz kalınan musibetleri daha iyi anlıyorsunuz. Fakat Batılı turistlerin Doğu’ya ilişkin marazî tecessüslerini tatmine yönelik münasebetsiz fantezilerin Buhara’daki Han Sarayı’na giydirilmesi sizi buradaki konfordan daha çok rahatsız ediyor. Bilge Buhara bizim gibi toy değil. Hayat böyle, der gibi gülümsüyor; her vakit güzelliklerle karşılaşmanız mümkün olmuyor, istemeseniz de nahoş şeyler gelebiliyor başınıza. Bu sırada yeni ve modern şehri işaret ediyor göz ucuyla. Sevimsiz, soğuk, gri bir beton kütlenin sizi asla tanımadığını belli eden anlamsız bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz. “Buhara!” yine bir ünlem gibi dökülüyor dudaklarınızdan.

63


Ş ehir

2050 YILINDA

ŞEHİRLER 13-15 Mart tarihleri arasında, Kayseri’de, Abdullah Gül Üniversitesi ile Büyük-şehir Belediyesi’nin ortaklaşa düzenledikleri “2050 Yılında Kayseri” adlı arama konferansı yapıldı. Doç. Dr. Oğuz Babüroğlu’nun moderatörlüğünde gerçekleş-tirilen konferans, kendi tabirleriyle, ‘Beyin Fırtınası’ dedikleri bir serbest teklif-lerle başladı. Yüze yakın bilim adamı, şehir uzmanı, kültür adamı ve alan çalışması yapan teknisyenlerin katıldığı bu fırtına’da geleceğin şehirlerinin adeta falına bakıldı. Muhsin İlyas SUBAŞI

3-15 Mart tarihleri arasında, Kayseri’de, Abdullah Gül Üniversitesi ile Büyükşehir Belediyesi’nin ortaklaşa düzenledikleri “2050 Yılında Kayseri” adlı arama konferansı yapıldı. Doç. Dr. Oğuz Babüroğlu’nun moderatörlüğünde gerçekleştirilen konferans, kendi tabirleriyle, ‘Beyin Fırtınası’ dedikleri bir serbest tekliflerle başladı. Yüze yakın bilim adamı, şehir uzmanı, kültür adamı ve alan çalışması yapan teknisyenlerin katıldığı bu fırtına’da geleceğin şehirlerinin adeta falına bakıldı. Burada anlatılanların tamamı ortak aklın ürünü şeyler değildi elbette. Kendi hayalini, daha doğrusu umut ettiklerini bir teklif olarak sunanından, gelişen sosyal dinamikleri dikkate alarak görüşlerini ortaya koyanına kadar çok farklı bir düşünce yelpazesinin ürünüydü söylenenler. Doğru ya da yanlış olarak da yorumlansa, günümüzün insanı kendi geleceğini böyle bir ifade yumağının içinde aradı. ‘Şehir Sosyolojisi’ açısından bu görüşlere bakıldığı zaman, kontrolsüz gelişmelerin şehirlere getireceği olumsuz çöküşlerin izlerini de burada görmek mümkündür. Anadolu’da ilk şehrin Çatahöyük’te, bundan 9 bin yıl önce neolitik ve kalkolitik çağlarda kurulduğu dikkate alınırsa, bu uzunca zaman dilimi içerisinde şehir evreleri, mekân nitelikleri bakımından fazla bir değişiklik göstermeden toplu yaşama içgüdüsüne bağlı olarak varlığını sürdürmüştür. 35 yıl sonrası için öngörülen ise çözülmüş bir şehir panayırını ortaya koymaktadır. Özellikle belirtelim ki, buradaki değerlendireler sadece Kayseri için değil, bütünüyle Türkiye, hatta dünya şehirlerini kucaklayan bir mantığa dayanmaktadır. Uçuk görüşlerden reel olanına kadar, sizlerin de bunlara ekleyecekleriniz elbette olacaktır. Bir tartışmayı kapalı bir mekândan, topluma açarken, konuya atfettiğimiz önem, bunu hayali olmaktan çıkarıp kolektif düşüncenin içerisine çekebilmek içindir. Bu metin üzerinden meselenin tartışması, ülkemiz ve dünya şehirciliği için sürdürülen arayışlara bir anlamda ışık tutacak mıdır, biz ona bakmak istiyoruz. 2023’DE TÜRKİYE YAŞLI ÜLKELER SINIFINA GİRECEK Şimdi bir arayışın ortaya koyduğu dikkat noktalarına bakalım isterseniz: 1. Fiziksel kampüsü olmayan sanal üniversiteler çıkacak. 2. Toplumsal sınıf farkı ortadan kalkacak. 3. Ulaşım imkânları ve mobilite artacak. 4. Sanayi ve teknolojinin önemi artacak. 5. Nüfus artacak ve alternatif ulaşım yöntemleri arayışı artacak. 6. Küresel ısınma artacak.

sayı//8// mart 64


7. 2023’de Türkiye yaşlı ülkeler sınıfına girecek. 8. Kültürel miras yönetimi risk yönetimi ile birlikte gelişecek. 9. Yeni enerji kaynakları bulunacak. 10. Vatandaşın sorumlu olduğu yönetim anlayışı gelecek. 11. Çok kültürlü şehirler gelecek. 12. Anlık oylama ile yönetim kararları alınacak. 13. Kültür ve yaratıcı endüstriler önem kazanacak. 14. Tarım artık kırsalda değil, kentin içinde olacak. 15. Organik tarım ve organik yaşam vazgeçilmez unsur olacak. 16. Gençler daha fazla sıkılacak. 17. Gençler daha yobaz olacak. 18. Gençlerin psikolojik durumu daha da kötüye gidecek. 19. Zorunlu sürdürülebilirlik artacak. 20. Sağlık hizmetleri mobile dönecek, dijitalleşecek. 21. Bilgiye erişim kolaylaşacak, tek bir harita olacak. Sınırlar kalkacak. 22. Bilgi teknolojilerinin gelişmesiyle şehirler markalaşacak. 23. Spesifik mekânlar yok olacak. 24. Her şey nesnelerin interneti ile birbirine

bağlanacak. 25. Robotik iş gücü artacak. 26. Artırılmış gerçeklik, fiziksel realite ve sanal gerçeklik birleşecek. 27. Sağlıkta eğitimde kişisel çözümler yaygınlaşacak. 28. Sahip olmak yerine kaynakların paylaşımı artacak. 29. Teknoloji obezleri artacak. 30. Birden fazla işte çalışmak mümkün olacak. 31. Şehirlerin güvenlik sorunları artacak. 32. Akıllı şehirlere ihtiyaç duyulacak. 33. Meskenler tarımsal olmayan yerlere geçecek. 34. Dijital para kullanımı başlayacak. 35. İnsan kendine ve topluma yabancılaşacak. 36. Yeşil alanlar ve doğal alanlar azalacak. 37. İnsan ömrü uzayacak. 38. Daha güzel bir dünya olacak. 39. Cinsiyet ayrımcılığı artacak. 40. İnsanlar arası duygusal iletişim azalacak. 41. Seri üretim azalacak üç boyutlu yazıcılarla kişisel üretim artacak. 42. Yabancı dil problemi kalmayacak. 43. AVM’ler kapanacak, sanal ticaret artacak. 44. Konfor yükselecek ama insanlar yalnızlaşacak. 45. Su en büyük sorun ve en büyük değer 65


Ş ehir

haline gelecek. 46. Kadın nüfusu artacak ve karar vericiler kadın olacak. 47. Dünya dışında yaşamak mümkün olacak. 48. Şirketler devletlerin yerini alacak. 49. Formal eğitim yaklaşımı kökten değişecek. 50. Okulsuz bir toplum olacağız. 51. Globalleşme ile birlikte kültürel farklılıklar ortadan kaldırılacak. 52. Deniz suyu kullanılacak. 53. Daha çok sorgulayan, otoriteye karşı olan ve daha az kontrol edilebilen gençler geliyor. 54. Akıllı araçlarla trafik sorunu çözülecek. 55. Okumayı unutup bakmayı öğreneceğiz. 56. Kablosuz enerji transferi gelecek. 57. İklim değişikliğinden kaynaklanan afetlerin boyutları ve sayıları artacak. 58. Uyurken öğreneceğiz. 59. Göç ülke içinde ve ülkeler arası hızlanarak devam edecek. 60. Beynimizdeki bilgiler depolanıp transfer edilebilecek. 61. Cinsel ve etnik kimlikler toplumsal statü belirlemeyecek. 62. Yeni hegemonyalar ortaya çıkacak ve sivil toplum da güçlenecek. 63. Beslenme kapsüllerle gerçekleşecek. 64. Meşruiyet ve yasal olma arasındaki mücadele giderek şiddetlenecek. 65. Toplumlar arası çatışma artacak. 66. Engellilerin topluma katkısı artacak. 67. İnsanları duyguları değil, kurallar yönetecek. 68. Kimsenin özeli kalmayacak. 69. Hizmet ve ürün takası ve paylaşımı artacak. 70. İnsanın DNA’sı düzelecek ve insan silah olarak kullanılacak. 71. Babalar çocuklarından korkacak. 72. Kapitaliz kendini sorgulayacak ve revizyona gitmek zorunda kalacak.

sayı//8// mart 66

73. Çekirdek aile 3 kişi olacak, hala-dayı-teyze ortadan kalkacak. 74. Elektrikli araçlar çoğalacak. 75. Üçüncü dünya savaşı bitmiş olacak. 76. Kent ve mülkiyet hala toprağa bağlı. Bu yüzden toplumu kaybetme tehlikesi artacak. 77. Öğrenciler sınav yarışçısı olmayacak. 78. Psikolojik danışmanlık en önemli meslek olacak. 79. Hastalıkların çoğu doğmadan anne karnında çözülecek. 80. Basılı yayın kalmayacak. 81. Artan nüfusu engellemek için başka uygulamalar ortaya çıkacak. 82. Nano teknoloji küresel sorunlara çözüm bulacak. 83. Pek çok alanda bor kullanılabilir olacak. 84. Yaşlı dostu kentler gündeme gelecek. 85. Doğa ve ekolojik kaygılar artacak. 86. İnsanlar sporu daha fazla hayatına sokacak ve kentler buna göre yapılanacak. 87. Toplam kalkınma değil girişimciler bazında kalkınma öne çıkacak. 88. Her şehirde organ tarlaları olacak. 89. Suni turizm kentleri ortaya çıkacak. 90. Stüdyo evlerin sayısı artacak. 91. Sanayi kentlerinin önemi azalacak. 92. Ofis ve ev ayrımı kalmayacak. 93. Sanayi kentlerinin önemi artacak. 94. Uzaktan turizm ve sanal ziyaretler artacak. 95. Enerji yerel politika haline gelecek. 96. Kara yolu ulaşımı önemini yitirecek. 97. Doğal olan her şeyin değeri daha da artacak. 98. Çevre sorunları nedeniyle yapı tipolojileri basitleşecek. 99. İnsansız sanayi kentleri olacak. 100. Şehirlerin sınırı kalmayacak. 101. Toprak ve su olmadan yiyecek ve gıda yetiştirilecek.


102. Tarım alanında OSB’lerin köylerde kurulması yaygınlaşacak. 103. Ulaşımda uçan taksiler kullanılacak. 104. Yenilenebilir enerji kullanımı zorunlu olacak. 105. Kadına şiddet diye bir kavram olmayacak. 106. Çok hızlı bina üretilebilecek. 107. Teknoloji ile ölüm oranları azalacak, dünya yaşanamayacak kadar kala-balıklaşacak. 108. Savaş günlük hayatın bir parçası olacak. 109. Bölgesel, daha büyük, kendini yöneten şehirler olacak. 110. Park problemi olmayan katlanabilir arabalar üretilecek. 111. Taşıma gerektirmeyen yerel üretim geliştirilecek. 112. Çok katlı mezarlar yapılacak. 113. Çok boyutlu, çok işlevli mekânlar ortaya çıkacak. 114. Kentler birbirine benzeyecek. Farklılıklarıyla öne çıkanlar ayrışabilecek ve marka olacak. 115. Duymadığımız hastalıklar ortaya çıkacak. 116. Memleket meselesi ve hemşerilik ortadan kalkacak. 117. Mega kentler yerine orta ölçekli kentlere ilgi artacak. 118. İnsansız hava ve kara araçları artacak. 119. Stres artacağı için şiddete eğilim artacak. 120. AGÜ’nin öğrenci sayısı bir milyon olacak. 121. Haşereler çok büyük sorun olacak. 122. Kök hücre teknolojisi ile engelli insan kalmayacak. 123. AVM’ler kapanacak, insansız kargo ortaya çıkacak. 124. Türkiye’de doğum hızı sıfırın altına düşecek ve kentler daha fazla büyümeye-cek. 125. Bilgi kaynağı çeşitlenecek, üniversiteye gerek kalmayacak. 126. Akıllı insanlar şehirlerde yaşamayacak. 127. Virüslerin ve bakterilerin direnci artacak. 128. Emeklilik yaşı çok yükselecek. 129. Bilgi çöplükleri oluşacak, doğru bilim yapmak zorlaşacak. 130. Gelecek kuşaklar bizden nefret edecekler. 131. Sosyal güvenlik anlayışı bitecek. 132. Kimse televizyon izlemeyecek. 133. Anahtar konsepti kalmayacak. 134. Tekil ulaşım araçları olacak. 135. Botanik şehirler önem kazanacak. 136. Spor elitlerin yaptığı bir faaliyet haline gelecek. 137. Her yer dijital olarak izleniyor olacak. 138. Bunama ve Alzheimer artacak. 139. Binalarda manzara konsepti kalmayacak, istediğin görüntüyü yaratabileceksin. 140. Erken ölümler artacak. Yaşama arzusu azalacak. 141. Türkiye endemik bitki potansiyelini fark ederek bütün dünyanın ilaç kaynağı olacak.

142. Büyük veri analizi ile şehir problemlerine anında müdahale imkânı olacak. 143. Gösteriş tüketimi azalacak, gönüllü sadelik trendi artacak. 144. Mobil evler gelecek, belediye emlak vergisi alamayacak. 145. Hologram teknojisi, dijital anıtlar gelecek. 146. Belediye nefes almaya bile vergi alacak. 147. İnsan rolünden çıkılacak ve belediye pasif hizmet verecek. 148. Kendi görüntümüzü hologram olarak başka yerlere taşıyabileceğiz. 149. Evsizlerin problemleri artacak. 150. Çöpler evlerde öğütülecek, belediyenin çöp toplama sorunu kalmayacak. 151. Kitlesel üretim yerine kişiselleştirilmiş üretim gelecek. 152. Kitaplar kalmayacak kütüphaneler işlevini yitirecek. 153. 50 metrekareden büyük ev olmayacak. 154. Muhafazakarlık bitecek. 155. Şehirlerde bina çöplükleri ortaya çıkacak. 156. Manyetik akımlardan korunmak için yer altında yaşama başlayacak. 157. Kentlerin veya bölgenin uydusu olacak. 158. Hiçbir şeyin hakikisini bilemeyeceğiz. 159. Gece ve gündüz kavramı ortadan kalkacak. 160. Makyaj erkekler arasında da yaygınlaşacak. 161. Yavaş şehirler kentlerde daha fazla artacak. 162. Evlenme teklifini kadınlar yapacak, evlendirme memuru olmayacak. 163. Toplantı hiç yapılmayacak. 164. Kentlerde yaşamak istemeyen insanlar için nostaljik yaşam yerleri olacak. 165. Şehir planlamasında kararları makineler verecek. 166. Sanat en büyük değer haline gelecek. 167. Eskiye dönüş başlayacak. 168. Koloni gibi yaşam alanları oluşacak. 169. Şirket patronları ile toplumsal liderler arasındaki gerilim artacak. 170. Kayak, rafting gibi doğa sporlarının olduğu şehirler önem kazanacak. 171. Biyolojik nedenlerle nüfus artmayacak. 172. Çiftler birbirinin duygularına güvenemeyecekler ve bilgisayar programlarının yardımcılığıyla ilişki yaşayacaklar. 173. Akıllı telefonlar kendini güneş enerjisi ile şarj edecek. 174. Ölçü birimleri küçülecek. 175. Deneyim turizmi artacak. 176. Her şey tek paket içerisinde olacak. 177. Eğitim ve sağlık sistemlerimiz yetersiz kalacak. 178. Hanımlar istediği gibi doğuracak. 179. Doğal afetler önceden tahmin edilecek. 67


Ş ehir

ŞEHİRLERİN VE PORTRELERİN

DİLİNİ ÇÖZEN SEYYAH:

FAHRİ TUNA

Tek bildiğim her Salı akşamı bir portre yazdığım; o gece evde kimseyi görmek istemediğim. Allah’tan ev üç katlı da, hane halkı bir yerlere dağılıyor… Gergin oluyorum yani. Önyargısız oturuyorum bilgisayarın başına. O kelimeler, cümleler bir yerlerden süzülüp süzülüp geliyor, kendisini yazdırıyor. Ben sadece deftere döküyorum. Yahut klavyeye… Onları gönderene,yazdırana selâm olsun, şükr’olsun, hamd’olsun. Söyleşi: Mehtap ALTAN

ahri Tuna kim mi? O bir tarafıyla realist bir mühendis, diğer tarafıyla dervişmeşrep bir seyyah. Bir tarafıyla analitik bir kültür sanat organizatörü, diğer tarafıyla kelimelerle zıp zıp oynayan bir portre yazarı… Bir tarafıyla tarihin en zor yüzyılına tanık olan bir hüzünbaz yürek, diğer tarafıyla bu topraklarda inkisara uğratılan bin yıllık bir medeniyetin ayağa kalkabilmesi için günde kırk sekiz saat çalışmak isteyen bir serdengeçti. Hilmi Yavuz’un ‘ Sana emrediyorum. Bir hafta evinde otur’ demek zorunda kaldığı ‘atom karınca’, Vali Hasan Duruer’e göre ‘Çağdaş Malkoçoğlu.’ Kısacası; bu toprakların kokusunu rengini hüznünü taşıyan bir hisli yürek… Hakkınızdaki bu tanımlamalara katılıyor musunuz? Bakıyorum da sizinle Türk edebiyatı bir portre yazarı daha kazanmış. Bir rakibimiz, bir rakibemiz daha var demek. Bu vasıflar bende var mı? Dostlarımız sağ olsunlar yakıştırmışlar. Bu güzel vasıflara lâyık olabilirsek; ne mutlu bu fakire… Söyleşimiz sizin bu mütevazı tavrınız ile zenginleşeceğe benziyor Sayın Tuna. O vakit yine hayatın boşluğunda ruhlarını kısırlaştıranlara inat sizin dolu dolu edebi meşguliyetlerinizin otağına bağdaş kurmak istiyorum sorularımla. Gazetecilik, köşe yazarlığı, portre yazarlığı, şiir akşamları, kültür müdürlüğü ve daire başkanlığı, danışmanlık, editörlük v.s. ve sanırım sırada “yazarlık/edebiyat atölyesi” projeniz var. Biliyorum ki sizin meşguliyetleriniz, hakikatin “vuslatı müjdeleyen” renginin kapınızı çalacağı güne kadar da bitmeyecek. Zira bazı insanların nabzı, meşguliyetleri ile yarışır. Tüm bu bereketli uğraşların çıktığı tek bir yol mutlaka var. Bize o yoldan bahseder misiniz? İnanıyorum ki O bizi, ‘dünyayı güzelleştirelim diye’ yarattı. Biz felsefesi, ruhu, gayesi ‘insan ve estetik’ olan bir medeniyetin çocuklarıyız. Çabamız, son nefesimize kadar, ‘insana estetik bir dünya’ sunma çabası, gayreti, mücadelesidir.

Fotoğraf: Servet Sezgin

Manevi gerçeğin estetik tanımını ne güzel yapmışsınız. Bir portre yazarı ile hasbihalin tadı olsa gerek bu. Evet, Türkiye’nin yaşayan az sayıdaki portre yazarından birisiniz. Portre yazmak; yazdığınız kişinin alnındaki en derin çizgiden, gözlerinin çukurundaki en görkemli ışığına, saç telindeki ucu kırık hikâyeden, bıyıklarının kıyısındaki sigaranın verdiği sarı yalnızlığa kadar dikkat edip; o ayrıntıların kıvrımında kişinin haritasını tarihe not düşmektir. Portre yazarlığının olmaz ise olmazı elbette araştırma sürecidir. Bize bir portre çalışmanız esnasında ya da araştırmanız esnasında unutamadığınız ve ilk defa burada okunacak olan bir anınızı anlatabilir misiniz? Memnuniyetle. 2014 yılının sonbaharıydı. Benim

sayı//8// mart 68


için yeryüzünün yaşayan en güzel insanlarından biri olan Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar’ın portresini yazıyordum. Aklına da kalbine de çok güvendiğim birisidir Ahmet Hoca’m. ‘Kün, çün ve küll sırrına vakıf biridir’ diye bir cümle yazdım onun için, ama gerek Türkçe bakımından, gerekse üç istiareli kavramı bir cümlede topladığımdan tereddüt geçiriyordum. Açtım ona telefonu. ‘Ağbi, birinin portresini yazıyorum, bu cümleyi kullanabilir miyim?’ dedim. Düşündü taşındı, ‘uygundur’ onayını verdi vermesine ama sormadan da edemedi: ‘Kim bu zat? Ben tanıyor muyum…’, ‘Evet ağbi, tanıyorsun!’, bir iki dakika düşündü, taşındı, ‘Kim bu kişi Fahri? Bulamadım bir türlü. İyi tanıyor muyum peki?’, ‘Evet hocam, hem de yakinen, çok uzun süredir arkadaşınız!’, ‘Allah Allah, bir türlü çıkaramıyorum? Kim bu zat, söyle artık!’, ‘Sensin ağbi!’; ‘Neeeeee, ben miyim’, kahkahayı patlattı. İtiraz etti tabii, ‘Ben bu cümleye lâyık değilim’ diye. İtiraz etmeyecek birine de zaten ben o cümleyi yazmazdım. ‘Portre, kelimelerle resim yapmaktır aslında.’ Sizin portre çalışmalarınız diğer yazarlarımızdan sanki daha farklı. Kısa cümlelerin istila ettiği, uzun bir soluğu var yazılarınızın. Billûrdan bir ırmak düşünün, akışı hep aynıdır ama o ırmağın içine nilüfer çiçeğinin gölgesi düştüğü zaman, sanki daha bir duru, daha bir samimi, daha bir biz gibi duyulur sesi. Fiziki portreden ziyade, ruhî portreleriniz daha çok dikkat çekiyor. Yazdığınız kişinin ruhunun, anılarının fotoğrafını çeker gibi yazıyorsunuz. Nedir bu işin sırrı? Portre insanlarınızı yazarken mi yaşıyorsunuz, yoksa yaşarken mi yazıyorsunuz? Bilmiyorum. Tek bildiğim her Salı akşamı bir portre yazdığım; o gece evde kimseyi görmek istemediğim. Allah’tan ev üç katlı da, hane halkı bir yerlere dağılıyor… Gergin oluyorum yani. Önyargısız oturuyorum bilgisayarın başına. O kelimeler, cümleler bir yerlerden süzülüp süzülüp geliyor, kendisini yazdırıyor. Ben sadece deftere döküyorum. Yahut klavyeye… Onları gönderene, yazdırana selâm olsun, şükr’olsun, hamd’olsun. Sayın Tuna, “Mizahtan yazar olunmaz, hele büyük yazar hiç olunmaz!” diyerek, üstadınız Selahaddin Şimşek ve sizi biyografi/portre yazarlığı yolculuğunuza başlatacak cümleyi kullandı. Her şeyin bir yazgısı olduğuna inananlardanım. Ne dersiniz? Bize biraz “Ş.” den ve sizdeki izinden bahseder misiniz? Özdeyiş yazarı merhum Ş. yani Selahaddin Şimşek, bir kitabı bir cümleyle özetleyebilen, hem İslam medeniyetini hem de Batı medeniyetini çok iyi bilen; Gazali kadar Dostoyevski’ye, Fuzulî kadar Balzac’a, Nazım kadar Rilke’ye, Prens Halim Paşa kadar Sartre’ye de vakıf bir düşünce

adamıydı. ‘Nice ışık saçanlar yangın çıkartmakla suçlanmışlardır’ da onundur meselâ. Benim şansım onunla aynı şehirde, aynı sokaklarda, aynı kıraathanelerde yaşamış, ondan feyz almış, onunla meşk etmiş olmaktır. Onun ‘ak sütün içinde ak kılı görebilen’ dikkat ve rikkatine şahit olmak, onun adeta yazarlar ve sanatçılar resmi geçidi olan her akşamki fikir sofrasının müdavimi olmaktı şansım. Tıpkı Cihat Zafer gibi, tıpkı Aybars Bora Kahyaoğlu gibi, tıpkı Sezgin Çevik gibi. Elbette üzerimde çok yazarın, düşünce adamının, hocanın hakkı var; teslim etmeliyim. Ama tartışmasız en büyük hak ve pay sahibi, 1994 baharında sevgilisine uğurladığımız Selahaddin Şimşek’tir. O hiçbir karşılık istemeden ve beklemeden bizimle öz kardeşlerinden daha fazla ilgilenmiştir; şimdi bizler de yetenekli gençlerle ilgilenerek borç ödemeye çalışıyoruz. Ve bugün Türk gençliğinden ümitliysek, bu, formel eğitimden daha çok, başta İstanbul olmak üzere, hemen her Anadolu ve Balkan şehrinde yaşadıklarına şahit olduğumuz ‘gönül ve akıl aydınlatıcıları’ sayesindedir.

Sekiz Balkan ülkesinden, yaşları 15 ile 25 aralığında yani eğitilebilir yaştaki gençlerimizden şiir, öykü, roman, deneme yazabilen, liderlik vasfı olan, iyi resim yapabilen, müzik kulağı bulunan, tiyatroya yetenekli veya sinemaya ilgili, yüz elli genci on gün süreyle Edirne’de kırk yazar / çizer sanatçı müzisyen tiyatrocu ve sinema oyuncusu/yönetmenleriyle buluşturduk

‘Gönül ve akıl aydınlatıcıları’nın mirasısınız siz ve sizin gibi sanatçılarımız. Bu anlamdaki Üstada sadakatli duruşunuz umarım örnek alınır! Zira şimdiki zamanın “ben” egosu biliyorsunuz ki derin bir uçurum açıyor insan ve sanat arasına. Yine mizah demek istiyorum. Mizah ile biyografiyi buluşturduğunuz bir çalışmanız var; “Yaşayan Nasreddin Hoca/Hafız Hasan Çolak” adlı biyografi kitabınız. Aslında sanki hem üstadınız Selahaddin Şimşek’in sözünü dinliyorsunuz hem de içinizdeki o size hep sadık kalan sesin sözünü. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Selahaddin Şimşek’in yönlendirmesiyle portreye yönelerek mizahtan vaz geçtim ama mizah benim yakamı hiç bırakmadı doğrusu. Bırakacak gibi de görünmüyor doğrusu. Başta portre yazılarım olmak üzere, hem her çalışmamda ironiye bol bol rastlandığını hemen her okurum söylemektedir. Hâfız Hasan Çolak’a gelince; -dediğiniz gibi- bir taşla üç kuş birden vurmak istedim o kitabımla: Bir gün bile resmi-formel eğitim almadığı hâlde hayatı üniversitelerde ders olarak okutulması gereken gerçek bir halk bilgesini gün yüzüne çıkartmak, din denilince korkunun akla geldiği bir ülkede nükteyi ve tebessümü camiye sokarak Allah’ı sevdirmeyi başaran ‘çağdaş bir Nasreddin Hoca’yı ödüllendirmek ve içimdeki mizah sevgisine olan borcumu ödemek. Ne kadar başarabildim, bilemem… Hemen her şehrimizde yaşamakta olan halk filozoflarını ülke gündemine getirebilmeyi bir vatan borcu sayanlardanım ben. Düşünün bir. Cemaatten birisi soruyor otuz altı yıllık müezzin Hâfız Hasan Çolak’a: ‘Hocam, imamla aran nasıl?’, ‘Açık’ diye cevap veriyor 69


Ş ehir

projeye imza attınız. Bu tür projelerin topluma ve edebiyata katkısı yadsınamaz ama ben başka açıdan bakıp sormak istiyorum; bu anlamdaki bir projenin başarısız olması ya da başarılı olması neye bağlıdır?

bizimki. Cemaat dedikoducu biri; ‘Haklısın hocam, zaten benim de gözüm tutmuyordu onu hiç’ deyince, bizim Yaşayan Nasreddin Hoca’ cevabı yapıştırıyor: ‘Açık dediysem, ben müezzin mahfilindeyim, imam mihrapta, aramızda cemaat var!’ Verdiğiniz bu cevap ile “mizah hayatın ve edebiyatın haylaz çocuğu” demek geldi içimden! Çağımızın hastalığı olan karamsarlığa inat; siz hem editörlüğünü yaptığınız, hem kendi hayatınızı yazdığınız “Kırkikindi” de hem de onlarca yazar portrelerinizde de dâhil olmak üzere, mizahı asla avuçlarınızdan düşürmediniz. Bilirsiniz insanın avuç içi dünyayı kucaklayacak kadar cesur ve güçlüdür! Dolayısıyla sormak isterim mizah sizi nelerden/kimlerden koruyor? Mizahın reçetesini sormak istiyorum? Cevabım çok kısa ve net: Reçeteyi bilmiyorum! Bende -ve mevcut olan herkeste- mizah bir Allah vergisi düşüncesindeyim. Çalışarak edinilebilecek bir özellik değil; doğuştan. Ülkemiz gerçek bir mizah cenneti gerçekten. Aramanıza hiç mi hiç gerek yok; üstünüze üstünüze geliyor zaten. Minik bir örnek: Şike davasında gazetelere yansıyan tapeleri birçoğumuz okuduk. Adam kulüp başkanına telefon ediyor: ‘Başkanım, tarlaları ektik, Pazar günü biçeceğiz!’, günler aylar geçiyor, iddianame mahkemeye taşınıyor; mahkeme başkanının adı soyadına dikkat ediniz lütfen: ‘Mehmet Ekinci.’ Mizah yahut nükte, hayatımızın olmazsa olmazı... Nüktesiz, tebessümsüz bir dünyanın güzel olamayacağına inananlardanım ben. Çoğu kez gümbür gümbür geliyoruz diyerek sesini duyuran bazı projelerin hayal kırıklığına uğrattığını; bunun tam aksi iyi hazırlanılmış ama sesi kısık çıkan bazı projelerin de verimli ve olumlu yansımalarını duyuyoruz. Sayın Tuna, edebiyat dünyasında birçok

sayı//8// mart 70

Hedef kitlesinin, ya da ‘alıcısının’ doğru seçilmesine evvelâ; bir ‘ihtiyacı’ yerine getirmesine, uzun vadeli olmasına. Doğru tarafların birbirleriyle buluşturulmalarına. Popülizm yapılmamasına. Bir örnek mi: Balkanlar’dan çekildiğimiz yüz yıl geçmiş. Bir yüz yıl daha, yüzlerce yıl daha nasıl kalabiliriz Rumeli’de? ‘Bir medeniyet dili olan Türkçeyi yaşatarak…’ Peki, onu nasıl başarabiliriz. Edirne Valisi Hasan Duruer’le birlikte oturduk, kafa yorduk: Sekiz Balkan ülkesinden, yaşları 15 ile 25 aralığında yani eğitilebilir yaştaki gençlerimizden şiir, öykü, roman, deneme yazabilen, liderlik vasfı olan, iyi resim yapabilen, müzik kulağı bulunan, tiyatroya yetenekli veya sinemaya ilgili, yüz elli genci on gün süreyle Edirne’de kırk yazar / çizer sanatçı müzisyen tiyatrocu ve sinema oyuncusu/yönetmenleriyle buluşturduk. Hem Türkiye’yi, hem sanatıedebiyatı, hem de birbirlerini tanıdılar, kaynaştılar. Ayrıca iki yıl süreyle onların ürünlerinin süslediği ‘Balkan Türküsü’ adında bir edebiyat dergisi yayımladık, hem de her yazıya elli euro telif ödeyerek. Balkan Türk Şairleri Buluşmalarından tutun da, her şehirde yirmişer genç bulup her ay onları üç yazarla buluşturmaya kadar… Onların yazacakları eserleriyle Türkçe asırlarca daha ayakta kalacak o coğrafyada inşallah. Bugün bu projeler devam ediyor mu diye soracak olursanız, Hasan Vali’nin merkeze alınması sonrasında bu himmet ve hizmetlerin de kesintiye uğradığını üzülerek öğreniyoruz. Kendi bahçesinde sadece kendi çiçekleri için yağmur biriktirenleri düşünecek olursak; sanata/insana dair kesintiye uğrayan hizmetlere karşı burukluğunuz düşündürücü... Sayın Tuna, “İnsan” kelimesi sizin çalışmalarınızda, hayata karşı duruşunuzda daha da zenginleşiyor. Zira “önce ben” değil “önce onlar” felsefesini güden nadirlerdensiniz! Kutuplaşmanın, sınıflaşmanın ve ayrımcılığın ayazı yok sizin lisanınızda. Ama bir şey var ki orada “dur” demişsiniz. “Adapazarlılar” ve “diğerleri” diyeyim, siz anlayın… Bu konu ile ilgili bize neler söylemek istersiniz? Ömrümün ilk kırk yılı Adapazarı’nda geçti; sonrasındaki on beş yılı İstanbul, Güneydoğu, Edirne, Balkanlar’da. Her insan doğup büyüdüğü şehirleri sever, sevmelidir. Bu eşyanın tabiatı gereği zaten… Ben Adapazarı’nı çok seviyorum, evet. Adapazarı küçük Türkiye’dir. Sosyolojik manada son Osmanlı başkentidir. Sokaklarında Türkçeden gayrı – hâlâ – on yedi lisan konuşulur; Boşnakça, Arnavutça, Makedonca, Pomakça, Romence,


Abazaca, Çerkezce, Lazca, Gürcüce, Kürtçe, Arapça… Ama ırk problemi olmayan bir huzur şehridir de Adapazarı. Osmanlı’nın son yarım asrında ve Cumhuriyet dönemindeki göçlerle oluşmuştur. Farklı renkleri hoşgörü ikliminde eriterek, örnek alınacak ‘model bir şehir’e dönüştürebilmiştir. Evet; ben Adapazarlıyım, İstanbul âşığıyım, Üsküp’e gömülmeyi vasiyet etmiş biriyim. Şehirler, soluk alıp veren tarih emanetlerdir. Siz de şehirleri olan yazarlarımızdansınız. Çalışmalarınızda gözlemlediğim en dikkat çekici olan ise; bazı şehirlerin saçlarını örüyor/tarıyor ona “ben buradayım” diyorsunuz. Bazı şehirlerin sizi özlediğini anlıyor ona mutlaka “geleceğim” diyor, gidiyorsunuz ve hatta yüreği sevgiden örülmüş dost ordugâhlarınız ile birlikte. Bazı şehirlere ise alın terinizin nemli bereketi ile gidiyor “tarihin, tarihimdir” diyorsunuz, şiir sağaltıyorsunuz yine yol arkadaşlarınız ile birlikte o şehrin kaldırımlarına. Şehirlerin dilini çözen bir seyyah olan size sormak isterim; şehirlerin kalbi var mıdır, varsa o kalbi ne besler ne öldürür? Elbette; şehirlerin kalpleri var ki, bizim kalbimize dokunabiliyorlar: Ruhu olan şehirlerin meftunuyum ben. Şehirler dinlemesini bilenlere çok şeyler anlatır: Hüzün hicran yüklü bazen de mutluluk dolu türküler söyler onlar; bazen hüzzam bazen rast bazen sultaniyegâh besteler terennüm ederler. ‘Şiir Şehir, Rüya Şehir, Masal Şehir: Mardin’i de çok seviyorum mesela, ‘Yedi Güzel Adam’ın (Nebi’nin) Şehri Urfa’yı da; ‘Griliğin Sultanı Diyarbakır’ı, ‘Hoşgörü Yürekli Şehir Konya’yı, ‘Orhan Gazi’nin Şehri Bursa’yı, ‘Güller Şehri Edirne’yi, ‘Yiğit Adamlar Şehri Kırcaali’yi, ‘Akıncısını Bekleyen Şehir Filibe’yi, ‘İlim İrfan Şehri Şumnu’yu, ‘Malkoçoğlu’sunu Özleyen Şehir Silistre’yi, ‘Hicran Yüzlü Şehir Gümülcine’yi, Anadolu Yüzlü Şehir Komrat’ı, ‘Seksen İkinci Vilayetimiz Gostivar’ı, ‘Sokakları Sofraları Gönülleri Gül Kokulu Şehir Prizren’i , ‘Gömülmeyi Vasiyet Ettiğim Şehir Üsküp’ü de çok seviyorum. Ama tek bir şehir söyle derseniz, âşık olduğun şehir hangisidir diye sorarsanız; hiç düşünmeden ‘Güzeller Güzeli İstanbul’um derim; semt olarak da, şairin ‘Her akşam camlarında yangın çıkan’ mısraında tasvir ettiği Üsküdar... Evet Sayın Tuna, gelelim sizi özetleyen kelimeye.“Diğergamlık” demek istiyorum. Modern hayatın tanımına göre hastalık olarak bilinen ama bizim kültürümüzde başköşede yer alan bir erdemlilik tanımıdır. Çağımız, kafası karışık kelimelerin, ruhumuzun ceplerini gereksiz doldurduğu anlar ile dolu. Bu karışıklıktan çıkan zararı ise hep çocuklar görüyor. Geçmişini tanımadan, geleceğine koşan çocuklar!

Modernizmin ırmağında, kültürümüzün “tozunu/ toprağını” yıkayalım derken neleri kaybediyoruz? - ki edebiyat ortamında bir diğergama rastlamış ve onu tanımışken böyle bir soruyu kaçırmamam gerektiğini de düşündüm.Evet; medeniyetimizin en güzel, en görkemli, en derin kavramlarından birisidir ‘diğergamlık’; yani ‘başkalarının derdi ile dertlenmek.’ Yani insan olmak; insanî olmak, insanca olmak, insanlaşmak… Hiçbir karşılık, teşekkür bile beklemeden, çoğu kez de haber bile vermeden yapmak bunu. Modernitenin ‘homo economicus/iktisadi-çıkarcı adam’ına karşılık ‘diğergam insan’; işte Doğu budur! Ve bu olduğu sürece medenî kalacaktır. Bu fakire gelince; gerçek diğergamların ayağının tozu olabilirsek ne mutlu bize.

Hiçbir karşılık, teşekkür bile beklemeden, çoğu kez de haber bile vermeden yapmak bunu. Modernitenin ‘homo economicus/iktisadiçıkarcı adam’ına karşılık ‘diğergam insan’; işte Doğu budur!

Bir endüstri mühendisi edebiyat dergisi çıkarıyor, bazı edebiyat dergilerine genel yayın yönetmenliği yapıyor, ödüller alıyor, ödüller veriyor. Anadolu’da yaşadığı halde İstanbul’un alnından öpmeyi her fırsatta değerlendiren kendi ile barışık bir adam Fahri Tuna. Peki, barışık olmadığı kavramlar nelerdir merak ettik? Tahammül sınırlarınızı zorlayan şeyleri sormak istiyorum? Zira sohbetimizin devamında okuyucularımızda görecek ki siz; sinirleri alınmış, gamzesinde tebessümler mayalayan ve son damla olmadan asla taşmayan bir insansınız… Âh keşke dediğiniz gibi, dediğiniz kadar, dediğinizce olabilsek. Yirmi senedir haber izlemiyorum, televizyonla yakınlığım çok az. Bu çağ ‘çok şeyden az ve yönlendirilmiş haber’ vererek zihinlerimizi ve gönüllerimizi felç ediyor zira. Gazete okumuyorum neredeyse. Kendi gündemim dışına çıkmamaya özen gösteriyorum. Üstadım ağabeyim Selahaddin Şimşek’in bir özdeyişinde dediği gibi; ‘Hayat ancak dosdoğru yaşamaya yetecek kadardır.’ Düşüncesi içinde yaşamaya çalışıyorum. Soluksuz bir söyleşiydi. Sanat, insan, mizah, diğergam birinin yüreğinden böyle yansıyormuş demek ki kelimelerin yaralı bağrına. Yaralı diyorum, zira çağımız cömertçe kullanılan erdemleri mumla aradığımız bir çağ! Sanat, kültür ve medeniyete şartsız hizmetlerinizin karşılığını biliyorum ki emeğinizin geçtiği kişi ve kurumların başarısını gördükçe alıyorsunuz. Bu anlamda parmakla sayılı insanlardan biri olarak sizinle söyleşmek güzeldi. Bize zaman ayırdığınız için Şehir ve Kültür Dergisi adına sonsuz teşekkürler… Cevaplarımdan on kat güzel bu enfes sorular için size, kültürel ve sanatsal kuraklık yaşadığımız şu dönemde her ay dünyamızı güzelleştirdiği ve zenginleştirdiği için de ‘Şehir ve Kültür’ dergisine gönülden teşekkürlerimi arz ediyorum efendim. 71


Ş ehir

atihte yetişen,havasını teneffüs eden kültür insanlarının hususiyetleri farklıdır. Öncelikle üç imparatorluğa payitaht olmuş bir beldenin kültür birikimini süzgeçten geçirirler, damıtılmış bir dünya kültürünü taşırlar.

ELLİ YILLIK BİR DOST, MÜCADELE ADAMI;

ABDURRAHMAN ŞEN Bir zamanlar, Muhafazakar basın tabiri ile vasıflandırılan gazetelerdeki ilk Kültür Sanat sayfalarını büyük bir özenle hazırlayan, okuyucularının kültürel gelişmesine, sanata bakışlarındaki pozitif değişime katkı sağlamış önemli bir kültür insanıdır. Mehmet Kâmil BERSE

İstanbul’un Fatihi, Sultan Mehmed’in ilminden irfanından manevi ruhaniyetinden istifade ederler. Bir dünya şehrinin sentezini oluştururlar. Fatihte yaşayıp Fatihte büyüyen Abdurrahman Şen, bütün bu hususiyetleri kendinde imtizac etmiş bir kültür insanıdır. Doğu kültürüne vakıf, doğunun sanatını şiirini bilen sinemasını tiyatrosunu yaşayarak ve yazarak anlatan kişiliği yanında, Batının modernleşme çağından bugüne sanatında, edebiyatındaki evreleri doğu sanatı ile mukayese edebilecek birikimi olan bir kültür insanıdır. Toplumumuzda, Kültür ve sanat insanlarına yıllarca pek gösterilmeyen saygıyı , yardımı, hürmeti onlardan esirgemeyen, vefa gösteren bir kültür insanıdır. Edebiyatta olduğu kadar, sanat dallarında özellikle sinemada ve tiyatroda eleştiri ve takdir yazıları ile bir boşluğu uzun yıllar dolduran bir kültür insanıdır. Bir zamanlar, Muhafazakar basın tabiri ile vasıflandırılan gazetelerdeki ilk Kültür Sanat sayfalarını büyük bir özenle hazırlayan, okuyucularının kültürel gelişmesine, sanata bakışlarındaki pozitif değişime katkı sağlamış önemli bir kültür insanıdır. Çocukluğundan itibaren aynı mekanlarda hava soluduğum değerli dostum ,arkadaşımla aynı ilkokulun taş duvarları arasında ” Fatih İlkokulunda” okuduk. Ortaokul yıllarından itibaren İstanbul İmam –Hatip okulunda aksiyoner talebelerin içinde bulduk kendimizi. Fatih Çarşamba semtindeki mekânımız ‘Kalem Kitabevi’ yıllarımızda kısa bir süre komşu kitabevini Abdurrahman Şen işletmeye başladı. Kitapçılar; İnsanların hayatında bir arama, buluşma noktası kaynaşma mekânlarıdır. Abdurrahman Şen, kitapçılık yaparken de hareketliliğini ve dinamizmini zinde tutan bir insandı. O yıllarda kültür dünyası ile olan ilişkilerini geliştiriyor yeni dostlarla yenilikler peşinde koşuyordu. Farklı müşterek dostlardan biri de Abdullah Topçu Fatih Kız Lisesinde Dindersi hocalığı yapıyordu. Samimi ve kadîm dostluğumuz bazen sempatik müsabakalara dönüşür, iki kitabevi olarak formalarımızı giyip Vefa Stadının toprak

sayı//8// mart 72


zemininde maça çıktığımızda olurdu. Yeni Devirle başlayan gazetecilik serüvenini Bulvar gazetesinde devam ettirdiğini öğrendiğimde Zaman’ın kültür sanat sayfalarını hazırlamaya başlamıştı bile…Köşe yazarlığındaki yazılarını Ortadoğuda ve Yeni Asyada uzun yıllar devam ettirmesinden mutlu oluyordum. Kültür ve Edebiyatla haşır neşir olanlar ve gazetecilik sevdası olanların gönlünde hep dergicilik yatar. Dergi çıkarmak, muhtevası ile tasarımı ile kültür insanlarının gönlünde yatan arslandır, dergiyi Kültür değişimi için cemre olarak görürler havayı değiştirmek için. Abdurrahman Şen de 1982 de İlk Cemre’yi havaya düşürmüştü, tabiat hadisesi gibi. İkincisini Suya 1991 de düşürdü… Cemre 3.atılımını yapamadı yani toprağa düşemedi, çünkü bu mücadelenin ve davanın adamları maddi yönden sıkıntılı idi, parası olanlarında böyle bir derdi yoktu.. Yıllar geçsede dergicilikte bu mücadeleler unutulmayacaktır değerli dostum. Aynı yıllarda benzer denemelerde bulunduğum için damdan düşenin halinden damdan düşen anlar... Beyoğlu belediyesinde Kadir Topbaş bey’in kültürden sorumlu danışmanı olduğunu öğrendiğimizde yıl 1995 ti.. Hem Kadir ağbi için hem Beyoğlu belediyesi için sevindirici bir görevlendirmeydi.. Abdurrahman Şen , İstanbul’da Sanatın ve kültürün yoğun merkezi konumundaki Beyoğlu’na çok şeyler katabilecek bir insandı ve nitekim öyle oldu… Beyoğlu kültür sanat hayatında bir çok önemli programların başlangıcına vesile oldu. Birlikte yaşamak programları, onun kültüre bakışının evrensel bir ürünüydü…

ederdik. Uzun süredir üzerinde çalıştığı Mehmet Akif Ersoy filmi için senaryo hazırlıyordu, tek düşüncesi vardı, her şeyi hazırlayabilirim ama sponsoru nereden bulacağız? diye dert yanardı. Abdurrahman Şen’in derdi aslında memleketimde bizim açımızdan kültür sanat adamlarının derdi idi.. Bir ara Kültür Bakanlığından ufak bir destek gelecek haberi bile onu ateşlemeye yetmişti.. gerisi gelmeyince, paranın sahiplerinin bütün derdi “bu dünyada mekân” anlayışında oldukları için bu film çekilemedi, oysa Mehmet Akif için her türlü hamasî nutukları atanlar bizdik, onu hasta yatağında yalnız bıraktığımız gibi yıllar sonra onun hayatını yıllarca aşkla şevkle çalışarak sinemaya aktarmaya çabalayan Abdurrahman şen de yalnız kalmıştı. Bunları dertleştiğimizde ne hikayelerin yaşandığını tahmin edemezsiniz. Bu çalışmalar sırasında Abdurrahman Şen, Mehmet Akif hakkında bir çok kitabın yayınlanmasına imza atmıştı. CD leri hazırlamıştı...

Abdurrahman Şen de 1982 de İlk Cemre’yi havaya düşürmüştü, tabiat hadisesi gibi. İkincisini Suya 1991 de düşürdü… Cemre 3.atılımını yapamadı yani toprağa düşemedi,

İnanıyorum ki, Mehmet Akif büyüğümüz, atamız dedemiz kendisi için yapılan çalışmalardan hoşnuttu ve Abdurrahman Şen’den razıydı. Biliyorum ki, bu çalışmaları nedeni ile; Dünya üzerinde daimi bir kültür başkenti olan İstanbul’da Kültür’ün sorumlu adamı olmuştu. Fanî ömrümüzde dualarımız; “Ülkemize, Milletimize Kültürümüze hizmet etmeyi nasip eyle, doğru yoldan ayırma!” Rabbim, bu dualarını kabul etti Abdurrahman Şen’in . Mehmet Akif’in dostluğu ve rızası ile beraber, Ülkemize milletimize kültürümüze Kültür İnsanları’na ve bu uğurda çalışanlara muhabbetle ,saygı ile canla başla hizmet etmeye devam ediyor…

Beyaz Sanat şirketi ve yeni dergi denemesinin de inkıtaya uğramasından sonra, Dergicilik virüsü Abdurrahman’ı yine bırakmadı, 2005 te Beyoğlunda gençlik tiyatrosu gençlerine de sahip çıkıp 21 ayda 10 sayı Sarmaşık Kültürü’nü çıkardı.Sarmaşık Kültürü dergisinde müşterek arkadaşımız rahmetli Mehmet Yavuz’u da burada anmalıyım. Sarmaşık Kültürü’nü 10.sayıda bırakmak zorunda kalırken yazdığı bir makalenin mahzun ve anlamlı bir başlığı vardı ;”Sarmaşık Kültürü sayı On, Soonnn.” Bir gün telefonla aradığımda’ yoldayım Kâmil ‘dedi, Sivas’a Hafik’e gidiyorum, -- -hayırdır kötü bir şey yok umarım? Yok dedi, kitaplarımı topladım memleketime götürüyorum. Hafikte bir kütüphane kuruyoruz, kitaplarım 3-4 bin kadar bu kütüphaneye götürüyorum. Tebrik ettim, sana yakışanı yapıyorsun dedim. Zaman zaman Fatih’teki ofisime gelir, dertleşir sohbet 73


Ş ehir

YOLBAŞINI

İNGİLİZ TUTMUŞ Eskiden düşman dışarıda, işbirlikçilerinin bir kısmı içeride gizli gizli çalışırdı. Şimdi düşmanın komutanı her şehirde volta atıyor, işbirlikçi hainler emirber nefer olmuş onun etraflarında tavaf ediyor.

Ali Arslan CAN

ört yıl yetiştiği belki de piştiği bazen kavrulduğu ama kemale erdiği Peygamber ocağı diye vasfedilen ordudan ayrıldıktan beri bir türlü sivil hayata alışamadığını anlamıştı Ali. İngiliz askerlerini her köşe başında gördükçe daha iyi anlıyordu; yeni bir dönem başlıyor, elbiseli asker değil sivil asker lazım artık memlekete. Demek asker ocağı artık kışlalar, alaylar, taburlar, bölükler değil vatanın tamamı olmuştu. Herkesin mücadeleye, niyeti has olanların mücahedeye katılması belki güzel de olur, ancak çoğu zaman komutansız, rehbersiz olan bu insanlar nasıl sürekli o kutsal ocaktaki gibi disiplin içinde kalacaklardı? Eskiden düşman dışarıda, işbirlikçilerinin bir kısmı içeride gizli gizli çalışırdı. Şimdi düşmanın komutanı her şehirde volta atıyor, işbirlikçi hainler emirber nefer olmuş onun etraflarında tavaf ediyor. Zaten hep kurşun sıktığı elbisenin içindeki adamlar şimdi gelmiş memleketin yollarında, hükümet konağında, bağında bahçesinde karşısına çıkıyordu. Başparmağı savaşın en kızgın olduğu zamanda bile bu kadar tetiğe gitme ihtiyacı hissetmemişti. Gayri ihtiyari her gördüğü İngiliz üniforması ve onun etrafında fır dönenleri cehenneme göndermek için işaret parmağı devamlı seğirip duruyordu. İyi ki silahı yoktu. Sabır ve hazırlık lazım uzun çatışma için. Halk topyekun hazırlanmalı. Her aklı yatan bir reis olmalıydı. Düşündükçe aklına yeni fikirler geliyordu. Elleri ayakları durmuş sanki kafası çalışıyordu sadece. Dört yıl ne güzeldi emri al, yerine getir, rahat rahat uyu. Uyumazsan azıcık bile olsa ölürdün dikkatsizlikten. Antakya’ya yaklaştıkça sorumluluğu artıyordu. Sanki bütün ülkenin Başkomutanı, Enver’i kendisi olmuştu. Hele şu Antep çıkışında köprübaşında mağrur İngiliz komutanı gördükten sonra iyice dellenmişti. İngilizlerin yanında duran müstehzi müstehzi kendisine bakan Fransız’ın burnunu kıramadığına kaç saattir ah vah ediyordu. Ali, nerede olduğunu bilmediği memleketlerden gelen bu adamların afra tafra yapmasını, hele hele halkı aşağılamalarını bir türlü hazmedemiyordu. Azıcık kendilerine yaklaşanlara karşı hemen silahlarına sarılıyorlardı. Çok korkuyorlardı anlaşılan silahsız, baldırı çıplak insanlardan bile. Hem enaniyetli, hem korkak, hem de vicdansızlardı. Millet te hiç korkmuyordu onlardan. O zayıf insanların, garibanların gözlerinde öyle bir kin vardı ki Ali’ye büyük haz ve mutluluk vermişti.

sayı//8// mart 74


Bir tarafta bu ümit diğer tarafta bu düşman yani safi dert Ali’yi şair yapmıştı. Başka şekilde teselli de bulamıyordu. Satırları sıralamaya başladı. Hem düşüncelerini iyice belliyor hem de teselli oluyordu. Bir ömür kayda geçer, Belki de hemen biter, Benlikle gönül ezer, Eğer vicdanı olmazsa, Vahşetle insan biçer. Kılıç kınına girer, Kitab doğru söyler, Hakk bir nasib ederse, Kalbte açar güller, Kelam asra hükmeder. Düşse Hakk yola beşer, Kalbe sığmaz o eser, Kelamın hakikisi, Sözü keskin eder. “Kılıç değil el keser”, Yürek onu besler, Kader takdir ettiyse, Baş da aşağı düşer. İstiklal isterse bizler, Milletin sözü geçer, Elinde olsa mavzer, Yüreği olan Ali, Seni bıçakla keser, Eliyle bile boğar. Bazen bıçak büyük bir silahtı Ali için. Harb-i Umumi’de daha birkaç ay önce nelerle savaşmamıştı ki. Bazen de silahsız. Her şeylerini kaybettikleri ve İngiliz-Fransız düşmanının elinde silah olduğu halde onlarla nasıl boğuşup sağ salim kurtulduklarını hatırladı Filistin’de. Ne dövüştü o ama. Bir yanında Tatar Kamil, Kürt Ahmet, Arap Macit öbür yanında Zenci Muhammed, Özbek Bekir, Çerkez Hasan ve Gürcü İsmail. O kum denizindeki çatışmada, tek silahları parmakları olduğu halde kazanmışlardı mücadeleyi. O zaman öğrenmişti, silah yoksa parmakların bile silah olduğunu, yüreği olanın silahı olanı yeneceğini. Yalnız yol da çekilmiyordu. Yanında kimse yoktu. Ama bütün arkadaşlarını hatırlıyordu. Hatta onlarla konuşuyordu. Amik ovasının düzlüğüne vardığında içi burkuldu birden. Bütün gördüğü çöller aklına geldi. Sonbaharda burası da uzaktan ilk bakışta dümdüz bir çöle benziyordu. Ama buranın havası bir başka idi. Memleketine yaklaştığını iyice hissetti. Hele Asi nehrinin durgun akan suyunu görünce iyice inanmıştı annesine yaklaştığına.

Askere giderken Asi nehri daha gür akıyordu. Dört yıl içinde bu nehir de savaşmış yorulmuş gibi yavaş yavaş akıyordu. Ali dayanamadı, içini hüzün kapladı, kalbi sıkıştı, gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Hadi görül gürül ak be Asi” dedi. Herkes bir damla gözyaşı salsa Asi nehrine canlanırdı belki. “Neler düşünüyorum ben” dedi Ali. Yılların katı kalpli Alisi gitmiş şimdi gözü yaşlı bir gelmişti sanki dünyaya. Belki normalleşiyordu. Üniformalı asker ağlamaz ama sivil asker ağlayabilirdi. Dostlarına, vatanseverlere sevgi dolu; düşmana, haine kin dolu olma zamanıydı. Gün ışıyordu Kırıkhan-Belen–Antakya kavşağına geldiğinde. Burayı çok severdi Ali. Bir hilal gibi kıvrılan Amik ovası, yüksek Belen dağından inen yol çatı hem iyi bir dinlenme, hem de nereye gideceğine karar verme yeri idi. İstersen dağı aş; İskenderun, Adana ve ötesine git. İstersen Antakya ve güneyine, o da olmazsa Antep-Maraş yönüne ve ilerisine. Zaten buranın bir adı da Maraş Boğazı. Arzu edersen daha uzaklara Kafkasya’ya Türkistan’a git. O da ne. Burada hiç görmediği bir sahne. İngiliz komutan arabasında, askerleri etrafında üç yönü de tutmuşlar. “Her yer bizim kontrolümüzde” diyorlardı lisan-ı halleriyle. Ali, arkasındaki Kırıkhan’a baktı, yanındayım sesini işitti. Belen dağına baktı, sapasağlam yerimdeyim, seninleyim, diyordu. Antakya’ya doğru baktı, şehir seni bekliyorum diye sesleniyordu. Uzaktan görünen Ordu nahiyesinin dayandığı Cebel-i Akra/Cobaraklı korkma, dimdik ayaktayız diye el sallıyordu.

Ali, nerede olduğunu bilmediği memleketlerden gelen bu adamların afra tafra yapmasını, hele hele halkı aşağılamalarını bir türlü hazmedemiyordu. Azıcık kendilerine yaklaşanlara karşı hemen silahlarına sarılıyorlardı. Çok korkuyorlardı anlaşılan silahsız, baldırı çıplak insanlardan bile.

İngiliz ve yandaşları yol çatını tutmuş ama memleketin dağı, taşı, toprağı bile onları istemiyordu. Kendini beğenmişler güç ile her şey olur zannediyorlar ama yürekleri güçlü olan bu millet onlara haddini bildirecekti. Ali, kendini çağıran Antakya’ya doğru yürüdü. Sanki kendisi duruyor ona dost olan toprak Ali’yi taşıyordu.

75


Ş ehir

“İÇİNDE ŞAMRAN AKAR..”

EDREMİT

Edremit, ilçe olmadan önce Belde idi. Önceleri ismi “Gümüşdere”, sonra “Sarmansuyu” ve daha sonrasında “Edremit” olarak isim değiştire değiştire günümüze dek gelmiş; bu güzel ilçe... Edremit’in kırsal bölgelerinde yaşayan insanlar buraya “Artamit” derler. Aslında bu ismin Urartular döneminde (M.Ö.900-600) “Artemit” olduğunu söyler tarih. Günümüzde buranın yerlileri, biraz daha farklı olarak “Erdemit” diyorlar. Üç-dört bin nüfuslu sakin, sahile nâzır küçük ilçe. Edremit halkıyla beraber bu coğrafyada Van’a bağımlı yaşamı göğüsleyen otantik yerdendir.

Abdurrahman ADIYAN

evsim kıştı. İçimde kışın coşkusunu dirhem dirhem tatma isteğim vardı. Hava güneşliydi fakat biraz sertti. Şehrin binalarla örülü dolambaçları ruhumu sıkıyordu. Duramazdım buralarda, bu beton yığınları arasında daha fazla. Kendimi bir ân evvel Edremit sahillerine atmayı geçiriyordum kafamdan. Yalnızdım. Her ne kadar yalnızım diyorsam da, aslında düşüncelerim hayli kalabalık, hayli karışıktı. “Beni ancak deniz anlar” dedim, Edremit’e attım bedenimle ruhumu. Edremit yer yer kaldırım düzenlemeleri, oturma bankları olan şiir tadında, zarif, otantik bir ilçedir. Yaz aylarında müdavimleri pek çoktur. Ağaçlar yapraklarını rüzgârlara verince, kış bütün bedenlerini sarınca, o yüksek tepelerde, bağların içerisinde bulunan evlerini, bacalarından tüten dumanlarını, solmuş yalnızlıklarını görmek için kâhin olmak gerekmiyor. Edremit’in tepeleri saçları dökülmüş bir başı anımsatıyor âdeta. Oysa tarih buraların kadrini daha iyi bilmiş. Urartu Kralı Menua’nın kızı Semiramis için yaptırdığı sanılan köşk, daha doğrusu yazlık mesire yeri tam da bu tepede. Kız Kalesi’nin kalıntıları ise duruyor hâlâ! Güneşin batışını burada izlemenin tarifsiz hazzı var; benden söylemesi. Burada birkaç çayevi var; halk arasında “kahveler” diye adlandırılır bu mekânlar. Market ve lokantalardan oluşan minik bir de çarşısı. Hemen karşısında ise Ahlat Taşından yapılmış, tesis ve çay bahçesi. Önce oturmak istedim, ince belli bardakta çay içeyim, içim ısınsın, dinleneyim; fakat mümkünü yokmuş bu vasat isteğimin. Kulağı tırmalayan müzik sesi vardı, benim ise sükûta ihtiyacım vardı. Göçüp gittim. ARTEMİT EDREMİT OLMUŞ Edremit, ilçe olmadan önce Belde idi. Önceleri ismi “Gümüşdere”, sonra “Sarmansuyu” ve daha sonrasında “Edremit” olarak isim değiştire değiştire günümüze dek gelmiş; bu güzel ilçe... Edremit’in kırsal bölgelerinde yaşayan insanlar buraya “Artamit” derler. Aslında bu ismin Urartular döneminde (M.Ö.900-600) “Artemit” olduğunu söyler tarih. Günümüzde buranın yerlileri, biraz daha farklı olarak “Erdemit” diyorlar. Üç-dört bin nüfuslu sakin, sahile nâzır küçük ilçe. Edremit halkıyla beraber bu coğrafyada Van’a bağımlı yaşamı göğüsleyen otantik yerdendir. Vanlılar yaz aylarında mesire yeri olarak hiç yalnız bırakmazlar. Kış aylarında sorarlar mı, sormazlar mı? O’nu da bana sorun. Bir de, bu şirin, bu güzel ilçenin hafızalara iz bırakmış bir türküsü var; Edremit Van’a bakar, / İçinde Şamran akar. / Öyle bir yar sevmişem, / Her gelen ona bakar.

sayı//8// mart 76


Coğrafi bilgiler, “Van Gölü” dese de, atlasta “Göl” gözükse de, Vanlılar, “deniz” der, bu koca deryaya… Bankta oturdum, denizi izledim; deniz yalnız, ağaçlar yalnız, banklar yalnızdı. Bir iki otomobil durdu sadece, o da yazdan -benim gibi- artakalanlar, durup seyri sefa eylediler. Sonra rüzgâr estikçe onlar da arabalarına binip gittiler. Kalkıp yola revan oldum. Kuşların sesini ağaçlardan alamıyordum. Gözümü alışageldiğim Edremit yeşilliği bürümüyordu. Ne bağlarda ne sahil banklarında mangal dumanı rüzgâra karşı direnmiyordu. Edremit sahilleri ıssızlık libası giyinmişti âdeta. Aklıma Can Yücel’in, “Issızlığa teslim olmazdı sahiller, kendi belirsiz sahillerinde / amaçsız gezintilerle avunmaya / kalkmamış olsaydın eğer” mısraları geldi. YALNIZLIK EDREMİTİ CAN EVİNDEN VURMUŞ Biraz daha yürüdüm, biraz daha. Bir taşın üzerinde oturup denizi seyrettim. Seyrim ufuklar ötesine olsaydı keşke diyerek geçiriverdim içimden. Elimdeki gazeteye göz attım. Tek tük gelip geçen otoların dışında kulağa gelen ses yoktu. Yalnızlık bu olsa gerek diye düşündüm. Birileri istediklerinde sizi böylesi acımasız yalnızlığa itebiliyor, sunî olarak ve yine istediklerinde sizin yalnızlık isteğinize aldırmadan pervasızca kalabalık curcunaya da çekebiliyor diye düşündüm, durdum. Az ileride balıkçı teknesi vardı, “inci kefali” balıkları duruyordu kasada. Birkaç adam balıklarla, paraları takas ediyordu. Ötede, masada balık yiyen üç-dört kişi üşüyordu. Çilingir sofralarını kurmuştular, soğanları da vardı, ağızlarından buhar çıkıyordu, ama havayı ısıtamıyordular. Yanlarından savuşup gittim, beni fark bile etmediler. Ben yürüdükçe Edremit büyüyordu içimde. Yalnızlık, yalnızca beni değil Edremit’i de, can evinden vurmuşa benziyordu. Ben ve Edremit ne de güzel örtüşüyoruz. Frekanslarımız tutuyor, radyonun ibresi gibi tam noktasında duruyoruz, hayatın. Hiç parazit yok, ben ve Edremit birbirimizi tamamlıyoruz. Taşlarla, dalgalarla konuştum. Dudaklarımın oynadığını gören olmadı. İçten içe çok söyleştim onlarla. Dedim ya ben yalnızdım, fakat düşüncelerim hayli kalabalıktı. Ritmi başkaydı dalgaların, sahile koşmaları aşklaydı. Sıra sıra dalgalar nizam ve ahenk yüklüydüler. Arada bir sesleri çığlık, çığlığaydı. Onlara; “Ey dalgalar! Sizin de mi, Leylâ’nız var? Sahilde mi bekleniyorsunuz? Siz neden dalgaları birbiri ardına ekliyorsunuz, coşmuşsunuz köpükten gövdenizle, gören de Leyla’sı var bunların diyecek.” Onlara yığınca sözler söyledim. Cevapları mı; bende saklı kalsın.

Van gölünde Edremit kıyıları

Narin adımlarla toprağı incitmeden, yaprağı ürkütmeden, varlığımdan börtü böceği rahatsız etmeden yürüdüm durdum. Hatta rüzgârın bile farkıma varmamasını yeğleyerek. Ben yürüdükçe, içimdeki düşünceler ardım sıra dökülüyordu. Bense ileriye, hep ileriye, bensiz olan havaya, suya, toprağa, bana bulaşmayanlara bakmakla bakınıyordum etrafıma. Bankta oturmuş, kitap okumaya koyulmuştum. İki lüks araba durdu, içlerinden üç erkek, iki kız indi. Bir kızla bir erkek, koyu sohbet eşliğinde yan yana yürüyüşe koyuldular, birkaç kez yanımdan gelip geçtiler. Sahil ve onlar, pek yakışıyordu. Diğer iki erkek ise apayrı havadaydılar. Kızın biri yalnız kaldı, etraftan çalı çırpı, kâğıt, ne bulduysa yaktı. Yüreğindeki bir şeyleri mi yakıyordu acaba? Ateşe uzak bir mesafeden ısınmaya çalıştı. Belki kıyafeti his kokmasın istiyordu, ama neler ‘his’settiğini bilemiyorum. Bu arada bir otomobil daha yanaştı, -spor ve canlıydı rengi- içinde iki bayan vardı. Arabadan inmeden öylesine camların ardından denizi seyre başladılar. Oysa evlerinde oturup TV’den seyretseydiler, ne fark ederdi onlar için manzara? Rüzgârın sesini duymuyordular, denizle aralarına kumdan, çakıldan yapılmış metalin ardına gizlenmiştiler, gördüğüm fotoğraf karelerinde samimi değillerdi, mutsuzlukları yansıyordu âdeta mimiklerinden. AZİZİM EVİN SAHİLDE OLACAK Kadembas’a doğru etrafıma bakına bakına yürüdüm. Yaklaşık on onbeş yıl öncesiydi, denize 77


Ş ehir

KIŞIN ÖLEN KENT Süzülürcesine önümde park etti otomobil. Direksiyondan inen kişi, hemen kabanını çıkardı, hızlı adımlara denize doğru yürüdü, üzerinde sadece kazağı kaldı. Arabanın içerisinde kabanla oturan adam inince neden kazak katına kaldı ki üstelik hava çok soğuktu. Buraya kış ayları için -ölü kent- diyorum. Aşağı yukarı birkaç saattir yürüyorum, rutin bir manzara hâkim Edremit’in yalnızlığına. Yalın bir yalnızlık da çörekleniyor içime, yalnızlığı, yalnızlığımı katmerleştiriyor Edremit’in. Geri dönüyordum ki, sertinden çırılçıplak deniz soğuğu vurdu yüzüme. Kim bilir? Hangi martının cesedinin soğuğudur diye düşündüm kendi kendime. Üzerime bir kimlik gibi ilişik bu hayatın, onulmaz yükünü böylesi yalın, böylesi çıplak yanını denizden gayrı kimse taşıyamaz diye söyleştim durdun onunla. “Tamara” mutlak beni duymuştur. Cevap hakkı mı; bir kez daha bende saklı kalsın.

Edremit sahilleri

nâzır yer almayı, içerisine ev yaptırmayı, etrafını ağaçlarla, çiçeklerle donatmayı düşlemiştim. Fikrime ilk karşı çıkan ailem olmuştu. Bir ara yer beğenip pazarlık yapmama rağmen bunu gerçekleştirememiştim. O zamanlar karşı çıkılan fikirlerimin, daha sonraları en elit tabakalarca icraata koyulduğunu görüyorum şimdi ve öylesine özlemle bakıyorum Edremit’e. Sahili olan kentte yaşamamıza rağmen köy kültürüyle yaşıyoruz. Köy kültürü olsa yine ne âlâ diyeceğim. O beton yığınlarının arasında hislerimizi donduruyoruz. -Azizim evin sahilde olacak; yeşillikler, çiçekler, rengârenk böcekler, masmavi deniz ve gök... Aman Allah’ım, yaprakların vecdini, böceklerin mûsikîsini, tabiat ananın türlü türlü cilvesini seyredip küllî şeye kadir olan Kadir-î Mutlak Allah’a şükredecek, tefekkürünün hoşnutluğunu yaşayacaksın bir bahar ayında. Eğer mevsim kış olursa, o da bir başka güzellik... Şöyle soğuk yüzüne çarpıp çarpıp geri dönecek. Uçsuz bucaksız ufuklara ve deryaya bakıp ufkunun alabildiğine, tabiatın o öldüğü kış mevsiminin, hazin tablosunu tasavvur edeceksin. Doğanın, yenilenen coğrafyanın o bitmez tükenmez azminden hoşnut olacaksın. Sonra fırsatını bulursan, odunun sobada ateşle dansını ve çatırtılarını dinleyeceksin. Yanmanın ve çatlamanın, yaşamanın ve ölmenin hâk olduğunu bir kez de doğadan alacaksın. Bir de çay demleyip yudum yudum içeceksin; zamanı eritmeden. sayı//8// mart 78

Van Gölü sahillerinin 405 km olduğunu belirtmeliyim. Osmanlı döneminde kıyı yerleşim yerlerinin ulaşımını genelde buraların kadim halklarından biri olan, Ermenilerin yedi iskele üzerinden yaptıklarını atalarımdan ve tarihî belgelerden biliyorum. Demek ki; o zamanlar, daha çok sahil kentiymişiz. Van Gölü’nün bağrında barındırdığı, dört adasını, yaşanmışlığı kadar güncel “Ah Tamara” efsanesini, yaz-kış durmadan çığlıklarıyla bizlere söyleyip duruyor, martılar. Aslında turizm kentiyiz, fakat bu ivmeyi henüz kazanamamışız. Kentin beton yığınları arasında sıkışıp kalmışız, kabuğumuzu çatlatamadık hâlâ. Geri dönüşümde hava biraz daha ısınmıştı. Sahil birkaç balık tavasına, mangal dumanına ev sahipliği yapıyordu. Zaman alkole teslim olmuştu âdeta. Vali Konağı’ndan aşağı indiğimde hayli yorulmuştum, kahvelere varıp sıcak çay içmek, yorgunluğumu bir kenara bırakıp deniz kokulu balıkçılardan avlanma hikâyeleri dinlemek, bu güzel günü daha anlamlı kılmaktı düşüm, ama hangi kahvenin kapısını araladıysam, duman ve okey taşları beni dışarı savurdu. Ailem bu yüzden buralara yerleşmemi, geleceğim adına tedirgin karşılamış uygun görmemişti. Şimdi, pek de haksız olmadıklarını, ben de onaylıyorum. Yine de mükemmel bir gündü. Siz, hâlâ beton yığınları arasında mısınız? Allah aşkına, ne duruyorsunuz? Haydi, vefanızı gösterin, koşun; yalnız bırakmayın şu kış ayında Edremit sahillerini. Gerçi Özdemir Asaf; “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsaydı yalnızlık olmazdı.” diyor ama…


Oralı Olmadım Sevdiğini görmedim, ama güzeldi, Yalnızlığını da görmedim aslında, ama yalnızdı, biliyordum, Yalnızlık görülebilmezdi.. Gittiğini de görmedim, ama gitti, Adımı bile unuttum, dondum kaldım, Ben kapıyı araladım, o gözlerini, oralı olmadım. Gideceğini ummadım, karanlıktan korkardı aslında, Karanlık görülebilmezdi.. Kal dememden korkuyordu, demedim. Yalnızlık öğretilebilmezdi. Çorapları ıslaktı, ayaklarına baktı, oralı olmadım, Sarıl desem sarılacaktı, biliyordum, Ben de istiyordum, ama nasıl istiyordum olsa bu kadar olur, Diyebilmedim.. Vakit dardı, - geceydi, sahildi, sıcaktıHorozlar ötmese ürkütmese, birazdan sabah olacaktı, Öttüler, ürküttüler, sabah olabilmedi..

Kış gelende, töresidir Hasan Dağı’nın, bizden tarafına kar yağacaktı, bademler ağaracaktı, yarı çiçek, yarı kar, Kış geldi kar yağmadı, oralı olmadım, Baharmış gibi yaptım, çiçek falan açtım, İnandıramadım.. Dediğim gibiydi, sevdiğini görmedim, ama biliyordum, Vakit dardı, belki fırsat bulamadı, Yürüdü gitti bir başka yalnızlığa O, sevdiğinin farkında değildi canım, biliyordum, Güldüm, oralı olmadım..

Kâmil Uğurlu

79


Ş ehir

ŞEHRE VARMAK

Köyden şehre varanlar kısa zamanda bütünleşiverirlerdi şehirle. Kahramanmaraş bu manada şehirdir mesela… Kayseri şehir, İstanbul şehir, Ankara kent, Bursa şehir, İzmir’in kent, Erzurum’un şehir olduğu gibi… Şehre gelenlerin şehirle bütünleşmesinin yanında, kente gelenler gecekondu oluşturmak zorundadırlar. Bu manada köyden şehre gelenler, kısa bir zaman sonra kendilerini şehrin kültür hayatı içinde buluverirlerdi. Oysa kentlere gelenler gecekondulara kendi şehirlerinin, köylerinin, kasabalarının kültürünü taşırlar... Hasan EJDERHA

Haydarpaşa Gar Binası

lk amele kamyonuyla gelmiştim şehre. Şehre gelmek dedimse, köy garajının önüne duran amele kamyonunun, orada alışveriş için birkaç saat eğleşmesiydi. Bizim şehri görmüşlüğümüzse, babamın, seyyar dondurmacıdan aldığı, daha yalamadan eriyen, küçücük bir külah dondurmadan ibaretti. Esas köyden şehre varmam, ilkokuldan sonra okumak için şehre geldiğim zaman olmuştu… Bizim köy ile Şehr-i Maraş’ın arası otuz kilometre civarında olsa da; ortaokulu okumam için ilk şehre geleceğimin akşamı; bir kat yatak, bir torba bulgur, bir torba mercimek, döğme ve domates biber salçası; biraz tere yağ ve bir bidon sade yağ ile birlikte denklerim hazır edilmiş; amcamlardan, halamlara kadar herkes bizim evde toplanmıştı da nasihatler edilmişti bana. Annem: “Kızlarla konuşma!” Babam : “Sinemaya ve kahveye gitme!” demişti. Ben kötü bir çocuktum herhalde ki, ikisinin de nasihatini de yerine getirememiştim. Anacığımın kastettiği manada kızlarla konuşmamıştım belki ama sinemaya da kahveye de gitmişliğim çok olmuştu. KAHVEYE GİTMEK BİR RACON İŞİ Kahveye gitmek tam bir racon işiydi o zamanlar. Ayrıca herkes her kahveye de gidemezdi. Ülkücülerin gittikleri kahveler ayrı, solcuların gittikleri kahveler ayrıydı. Mesela Ülkücülerin gittikleri kahveler bile kendi aralarında derecelere ayrılırdı. Öyle bir miktar kırık ayak işlerine bulaşmış, cebinde kaması falan olan ülkücülerin takıldıkları kahveye herkes gidemezdi. “FUL” vardı ki; oraya ağır abiler takılırlardı. Marmara Kıraathanesi sonra… Bir de plak çalınan kahveler vardı: Hatırı sayılı ağabeyler koydurabilirdi istediği plağı… Öyle her isteyen her plağın çalınmasını talep edemezdi. Sonra çay bahçeleri: Hala mevcut olan Batıpark, Pınarbaşı ve şimdi kapanan Çocuk Bahçesi ve Akgül. Ve bizim neslin ulaşamadığı, kahvecilerin adıyla alınan kahvehaneler… Fakat kahvehanelerin çoğu ve en önemlileri, babamın “oğlum kahveye gitme” diye tembihlediği manada; kumar oynanan, pis işlerin döndüğü kahveler değildi. Birer kültür ocaklarıydı adeta. Birinde yetişip, diğerine gidebilme hususunda terfi edilen dereceli yerlerdi. Sonra bu günün sivil toplum örgütlerine denk ve hâlâ tesiri süren ve çoğu bu gün, güncel isimleri ile devam eden güzelim kuruluşlar vardı: Milli Türk Talebe Birliği, Ülkücü Gençlik Derneği, Akıncı Gençlik Derneği, İmam Hatipliler Derneği gibi… SİNEMA… AH O YILLARIN SİNEMALARI… Babamın “Sinemaya gitme!” nasihatine, tembihine rağmen gittiğim sinemalar... Aile filmlerine, Yılmaz

sayı//8// mart 80


Güney’in, Cüneyt’in, Orhan Abi’nin filmlerine giderdik en çok. Eee… Ferdi Tayfur’un filmlerine de gitmişliğimiz vardır elbette. Fakat Ferdi’nin filmlerinde, sinema kantininde satılan biralardan alarak içip, sonra da “ah ulan aahhh!” diyerek bira şişesini perdeye fırlatanlar olduğu için pek tercih etmezdik bu tür filmleri. Daha doğrusu bizim âlemde “kız filmi” diye adlandırılırdı aşk meşk filmleri. Sinemalarda bizim de değişmez içeceklerimiz vardı: Ahırdağ Gazozu ve yanında Maraş’a has çörek. Yazlık sinemalarda, (o zamanın tabiriyle) aile filmleri, Renk sinemasında vurdulu kırdılı film. (Dövüş filmi) Başka bir tabirle Çin Filmi ya da Burucelli… Bingöl ve Çiçek Sineması’nda ciddi filmler… Necip Fazıl üstadın konferanslarını verdiği Atlas Sineması’nda yine ciddi filmler ve Ceylan, Şan gibi sinemalarda vurdulu kırdılı filmler ve diğer her türlü filmler oynatılırdı. O yılların, yani seksen öncesindeki küçücük Maraş Şehri’nin ne kadar da çok sineması varmış meğerse.O yıllarda, Maraş’ta sinema çok önemliydi. Ya hafta içinde bir çocuk gönderilerek oynayacak filmlerle ilgili “GARTELE”lere (Afiş) baktırılır. Ya da bizzat mahalleden birkaç kişi giderek, o hafta vizyona girecek filmlerle ilgili bilgi getirirdi mahallenin çayhanesine. Zaten çayhanede birisi duydu mu, mahallede hemen herkesin haberi olurdu o hafta oynayacak önemli filmden. BAKMASI BEŞ OKUMASI ON KURUŞ… Cumartesi günü çalışmayanlar, çalışmayanlar diyorum: Zira her okula giden çocuk aynı zamanda da bir dükkânın çırağıydı çünkü. Sinemaya gitmek için biraz erken çıkılırdı mahalleden. Film öğleden sonra iki de oynayacaksa, on ikide inilirdi çarşıya; TEKSAS, TOMMİKS, ZAGOR okurduk bir miktar. Bakması beş kuruş, okuması on kuruştu; çoğumuz bakma parası verir, resimlerine bakıyormuş gibi yaparak hızlıca okurduk. Cumartesi ve Pazar günkü filmlere gidenlerin içindeki öğrencilerin çoğu köyden gelen çocuklar olurdu. Şehirli çocukları daha çok aileleriyle, aile filmlerine giderler ve bu kesimler genellikle yazlık sinemaları tercih ederlerdi. Kış günleri, günler kısa olduğu için, bir de herkes işinde gücünde olduğu için herhalde; şehrin yerli ahalisi aileleriyle birlikte çok sık sinemaya gitmezlerdi kış aylarında. O yıllardan biraz daha önceki yıllarda ise sinemaya gitmeyi çok iyi saymazlardı. Babamın bana “sinemaya gitme!” nasihati de o zamanların bakışından kaynaklanıyordu herhalde. Filmlere yaklaşımlar hususunda anlatırlar ya hani: filmde adam kızı terkisine alıp kaçırırken, izleyenlerden birisi belindeki tabancasını çekerek perdeye boşaltmış. Yanındaki arkadaşları: “Ne yapıyorsun sen?” deyince Adam: “Dayanamadım arkadaş, kızın kimsesi yoktu!” demiş ya! O kadar değilse bile,

daha o yılların heyecanı sürüyordu benim çocukluğumda; salonda bulunanları çoğunluğu, filimde olanların hepsinin gerçek olduğuna inanır ve öyle tepkiler gösterirlerdi.Köyden şehre varanlar kısa zamanda bütünleşiverirlerdi şehirle. Kahramanmaraş bu manada şehirdir mesela… Kayseri şehir, İstanbul şehir, Ankara kent, Bursa şehir, İzmir’in kent, Erzurum’un şehir olduğu gibi… Şehre gelenlerin şehirle bütünleşmesinin yanında, kente gelenler gecekondu oluşturmak zorundadırlar. Bu manada köyden şehre gelenler, kısa bir zaman sonra kendilerini şehrin kültür hayatı içinde buluverirlerdi. Oysa kentlere gelenler gecekondulara kendi şehirlerinin, köylerinin, kasabalarının kültürünü taşırlar... BİR DE ARTİSTLER GELİRDİ YAZLIK SİNEMALARA… Bizler her zaman olduğu gibi bilet parası bulamazdık ve yazlık sinemanın duvarına tırmanıp, gelen artistleri canlı canlı görmenin mücadelesini verirdik. Mesela; Kale Yazlık Sineması’nda böyle bir programda duvara tırmanmıştım da perdeye yakın bir yerden, Yılmaz KÖKSAL, elimden tutarak beni yazlık sinemanın içine almıştı da aklımdan olmakla karşı karşıya kalmıştım. Sonra bakkallar vardı ve diğer dükkânlar… Elindeki torbanı, sepetini o dükkânlardan birine bırakıverir de gidip çarşının başka bir yerindeki işini görürdün. Köy garajları çevresine sıralanmış bu dükkânların en önemli misyonu da o dükkân eliyle posta adresleriydi. Köyde, dedemden kalma evimizin yıkıldıktan sonra bir köşeye atılan kapısının, tahta aralarına, soğuk gelmemesi için yapıştırılan, babamın askerlik mektubunu ve mektup zarfını kapıya hamurla yapıştırılmış bulunca, ustalıkla çıkardık oradan; eski kitaplar tamir usulü ile. Zarfın üzerinde: “Sokak başında bakkal Ahmet Çavuş eliyle Karadere/Harmancık Köyü-Kahramanmaraş” yazıyordu. Bizim çocukluğumuzda bu dükkânlar hâlâ misyonlarını devam ettiriyorlardı. Bazı mektuplar; Andırın Garajı civarında bakkal Çoban Fakı eliyle Karadere/Harmancık Köyü Kahramanmaraş, Bazısında ise; Sokakbaşı’nda buğday arasası sahibi Balbaba eliyle Karadere/ Harmancık Köyü-Kahramanmaraş yazıyordu.

Şimdi oralara o sepetleri, çuvalları, torbaları koysan çalınır mı; bir dükkânın eliyle mektup göndersen posta ulaşmayan yere sorumluluk alarak gönderilir mi bilinmez ama iyi esnaflardı o zamanları esnafları ve birçok işlevleri vardı. Şimdi bir tuvalet kâğıdı almak için kasa önünde sıraya girilen AVM’ler için ne düşünürdü acaba o zamanın esnafları diye söze başlarsak bitiremeyiz. En iyisi bitirelim; özledik şehirlerimizin eski samimi havasını vesselam.

Şimdi oralara o sepetleri, çuvalları, torbaları koysan çalınır mı; bir dükkânın eliyle mektup göndersen posta ulaşmayan yere sorumluluk alarak gönderilir mi bilinmez ama iyi esnaflardı o zamanları esnafları ve birçok işlevleri vardı. Şimdi bir tuvalet kâğıdı almak için kasa önünde sıraya girilen AVM’ler için ne düşünürdü acaba o zamanın esnafları diye söze başlarsak bitiremeyiz. En iyisi bitirelim; özledik şehirlerimizin eski samimi havasını vesselam. 81


Ş ehir

EVLİYA ÇELEBİNİN

ŞEHİR TANIMLAMALARI Seyahatname, Osmanlı Devleti’nin adeta fiziki yapısının yazıya dökülmüş bir maketini ortaya koymak için kaleme alınmış bir eserdir. Bu sebeple Evliya, yüzlerce şehir ve kasaba, binlerce köy gezmiştir. Türbe ziyaretleri de onun seyahat amaçlarından biridir. Anadolu’da ve Arap topraklarında pek çok türbe görmüş, eserinin sonunda anlamlı biçimde Mekke ziyaretine yer vermiştir. Mehmet KURTOĞLU

ehir tarihi ve kültürü üzerine çalışanların başucu kitabı Evliya Çelebi Seyahatnamesi çok yönlü okumalara açık bir eser olarak güncelliğini korumaktadır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ni önemli ve özel kılan en büyük özellik, mitolojiden dine, sanat tarihinden mimariye, folklordan sosyal tarihe, şehir kültüründen geziye kadar birçok konuyu içermesidir. Son yıllarda onun seyahatnamesi üzerine yerli ve yabancı birçok yazar ve akademisyen çalışmakta, ondan ilhamla farklı eserler yayınlamaktadırlar. Buna rağmen Evliya’nın seyahatnamesi üzerine yazılanlar daha çok akademik alanla sınırlı kalmıştır. Oysa onun seyahatnamesinden hareketle sanatsal ve kurgusal birçok eser yazılabilir. Batıda bu tür kaynak eserlerden hareketle birçok kurgusal metinler ortaya çıkmış; roman, tiyatro, sinema ve felsefe geliştirilmiştir. Örneğin Marko Polo’nun seyahatnamesi üzerinden sayısız kurgusal-edebi metin yaratılmış, sinema filmleri ve romanlar kaleme alınmıştır. İtali Calvino’nun “Görünmez Kentler” kitabı Marco Polo’nun seyahati üzerinden kurgulanmış, şehir konusunda müthiş bir eserdir. Calvino’nun, özellikle Marco Polo ile Kubilay Han‘ın diyaloglarıyla oluşturduğu metinler, şehre farklı bakmak gerektiğini gösterdiği gibi, ‘bir seyahat kitabından kurgulanabilir bir edebifelsefi eser nasıl çıkarılabilir?’i de gösterir. Bu bağlamda Evliya’nın seyahatnamesini hakkıyla değerlendirdiğimizi söyleyemeyiz. Zira bu mümbit eserden bir tek roman, bir tek sinema, bir tek sanatsal bir eser yaratılabilmiş değiliz. Oysa Evliya’nın güzelim maceralı seyahatnamesi bu bağlamda müthiş bir hazineyi içerisinde saklamaktadır. Evliya’nın seyahatnamesi bunların dışında şehir kültürü açısından önemli bir yere sahiptir. Evliya’nın seyahati okunmadan imparatorluğun hükmettiği üç kıtadaki şehirleri anlamak/ tanımlamak mümkün değildir. Evliya’nın en büyük özelliği gezip gördüğü şehirleri çeşitli yönleriyle anlatması değil, aynı zamanda bu şehirlere verdiği/ yakıştırdığı sıfatlardır da… Onun gezip gördüğü şehirler konusunda öncül bilgilere sahip olduğu, ayrıca gezip gördüğü şehirleri halktan duyduğu hikâye ve efsanelerle yoğurarak yeniden ürettiği ve her girdiği şehre yeni bir sıfat yakıştırdığını görürüz. Kısa bir süre kaldığınız bir şehri tanıyıp tanımlamak kolay değildir. Bir şehre bir sıfat yahut bir isim takmak ancak o şehri içselleştirmekle mümkündür. Evliya, her şehre farklı bir sıfat yakıştırdığı gibi tarihi mekânları da tarif ederken müthiş benzetmeler yapmıştır.

sayı//8// mart 82


Onun tarih, folklor, din ve kültür üzerinden anlattığı şehirlerle bir seyahatname kitabı yazmamış, aynı zamanda birçok konuyu içine alan kurgusal bir edebi metin yazmıştır. Onun seyahatnamesini önemli, özel ve eğlenceli kılan işte bu zenginliktir… ŞEHRİ KUŞBAKIŞI SEYREDEN SEYYAH “Seyahatname, Osmanlı Devleti’nin adeta fiziki yapısının yazıya dökülmüş bir maketini ortaya koymak için kaleme alınmış bir eserdir. Bu sebeple Evliya, yüzlerce şehir ve kasaba, binlerce köy gezmiştir. Türbe ziyaretleri de onun seyahat amaçlarından biridir. Anadolu’da ve Arap topraklarında pek çok türbe görmüş, eserinin sonunda anlamlı biçimde Mekke ziyaretine yer vermiştir. Gittiği şehirler anlatımının ana mekânlarıdır; bu şehirlere ulaşmak için geçtiği ya da yol üstünde konakladığı köy ve kasabalar ise ikinci derecede kalır. Her şehir ve yerleşim yeri Osmanlı yönetimindeki önemi ve o dönemdeki kapasitesi oranında yer alır. Bu bilgiler ‘evsaf’ adı altında sistematik bir şema içinde verilir. Bu şema genellikle şehrin ya da yerleşim merkezinin idari durumu ile başlar. Kalesi ve İslam öncesi kısa tarihçesi, Osmanlılar tarafından alınışı, konumu ve genel görünümü, şehrin mahalleleri ve adının kaynağı (genellikle halk entomolojisine dayalı olarak), önem sırasına göre camileri, mescitleri, çeşmeleri, medreseleri ve diğer eğitim kurumları, halkın eğitim düzeyi (âlimler, şairler, hekimler) hanları, tekkeleri mesireleri ve hamamları, çarşı pazar hayatı (bedesten, dükkânlar ve zanaat türleri) kahvehaneler ve sosyal yaşam, kadın erkek adları, giyim tarzları, yiyecek ve içecekler, halkın geçim kaynakları, üretim malları, iklimi ve türbeleri şeklinde bir sıra izler. Kale ile başlayıp türbelerin ziyaretiyle sona eren bu genel çizgide her şehrin kendine özgü özelliklerinin yer aldığı başka bölümler bulunabildiği gibi bu sıralamada değişikler de olabilmektedir. Evliya, nüfus yanında kale, mahalle bina gibi yapıların sayısal bilgilerine mutlaka yer vermeye çalışır. Genellikle kendi tespiti olan, kaynaklardan alınan ya da halktan edindiği bu tür sayısal bilgiler, zaman zaman abartılı olmakla birlikte çok defa gerçek rakamlarla örtüşür. Özellikle adım ölçülerinde çoğunlukla tutarlıdır; o sırada tespit edemediği sayısal verileri sonradan doldurmak üzere boş bırakmıştır. Bu durum bazı yer ve kişi adları için de geçerlidir.” Evliya Çelebi’nin şehirlere bakışını anlamak için, onun şehre nasıl yaklaştığını bilmek gerekir. Evliya gezip gördüğü şehirler hakkında öncül bilgiler edinir, daha sonra bu bilgiler çerçevesinde şehri dolaşır. Özellikle her kadim şehrin kalesine çıkarak, şehri kuşbakışı seyreder. Onun kaleden

şehre bakışı, şehri bütüncül olarak algılamasına yardımcı olur. Bilindiği gibi kaleler, şehirlerin nirengi noktasıdır. Bir nevi şehrin kuruluş mantalitesi kalede saklıdır. Evliya kalelerden şehre baktığında, yalnızca şehri kuşbakışı olarak görmez, aynı zamanda içinde bulunduğu kaleyi de adım adım ölçer, mevcut durumuna yer verir, muhkem olup olmadığını özellikle belirtir. Kalenin geçirmiş olduğu tarihi süreçten hareketle Evliya, şehir hakkında medeniyet ve tarih okuması yapar. Kalenin varoluş tarihi bir nevi şehrin varoluş tarihidir. Bu yüzden Evliya kaleleri oldukça önemser, onlara, tıpkı şehirlere yakıştırdığı sıfatlar gibi sıfatlar yakıştırır, benzetmeler yapar. Bazı kaleleri hendekleri dolayısıyla “cehennem çukuruna” bazılarını Ankara kalesinde olduğu gibi sarp ve sivri kayalara kurulduğundan dolayı “gemi mavnası”na benzetir. MISIR: ÜMMÜ DÜNYA Evliya, yalnızca gezip gördüğü şehirleri değil, aynı zamanda yanından geçtiği ve hakkında bilgiler aldığı şehirleri de anlatır. Bu ‘duyuma’ dayalı anlatımı ‘kurmaca’ olarak değerlendirenler de vardır. Evliya, yaşadığı İstanbul’dan dışarı ilk seyahati Bursa’yadır. Seyahatine Osmanlı’nın kuruluş merkezi Bursa’dan başlayarak imparatorluğun üç kıtadaki şehirlerini teferruatlı bir şekilde yer verir. En geniş yer verdiği şehirlerin başında gençliğinin geçtiği İstanbul ve ömrünün son on yılını geçirdiği Mısır/kahire gelir. İstanbul doğup yaşadığı Başkent’tir ve onun gençliğinin canlılığını görürüz satırlarında. Kahire ise ömrünün son on yılını geçirdiği yerdir; yaşlılığın vermiş olduğu kemal ile yaklaşır şehre… Mısır’ı “Ümmü Dünya” diye niteler. Evliya’nın Mısır’a bu sıfatı yakıştırması anlamsız değildir. Zira medeniyetin çıkış noktalarından biri olan Mısır, birçok kültür ve uygarlığa annelik etmiştir. Bu yüzden “Ümmü Dünya” yani “dünyanın annesi” sıfatını fazlasıyla hak eden bir şehirdir. Kendi döneminde “insan deryası” olarak tanımladığı Kahire’de, insanların yürürken omuz omuza çarptığını, izdiham yaşandığını söyler. Evliya’dan bu yana Kahire’de değişen bir şey olmamıştır sanki. Bugün dahi bu şehirde on beş milyon insan yaşamaktadır. Konut sıkıntısı çekildiğinden insanlar mezar tabir edilen evlerde yatıp kalkmaktadır… BURSA: SU ŞEHRİ Bir rüyadan hareketle başladığı seyahatinde imparatorluk coğrafyasının şehirlerini ayrıntılı bir şekilde tasvir eder ve büyülü bir şekilde anlatır. Evliya’nın şehirleri tanımlarken yakıştırdığı sıfatlar oldukça önemlidir. Alışılagelmiş bir yakıştırmanın ötesinde bu sıfatlar, şehri içselleştirmiş birinin bakışından doğmuştur. Evliya’nın şehirlere 83


Ş ehir

yakıştırdığı sıfatlar, mekânları tanımlar, yaptığı benzetmelerle bir seyyahın izlenimlerinden daha çok, bir düşünce adamının, bir edebiyatçının bakışını ortaya koyar. Onun seyahatnamesini “eğlenceli edebi metin” diye tanımlayanlar, bu bağlamda oldukça isabet etmişlerdir. Örneğin Bursa’yı dini, tarihi, coğrafi özellikleriyle ele almış, tarihi geçmişine istinaden “Devletlerin Başşehri”, ipekçilikten dolayı “İpek Diyarı”, dini hayatından dolayı “Allah’ın Nazargahı” sıfatlarını kullanmıştır. Bursa gibi birçok özelliği olan şehirleri, tek bir sıfata sığdıramayan Evliya, başka yakıştırmalarda da bulunmuştur. Özellikle yeşil ve sulak olan Bursa’nın su kaynaklarının zenginliğinden dolayı “el hâsıl Bursa sudan ibarettir” ifadesiyle Bursa’nın “Su Şehri” olduğunun altını çizmiştir. Evliya ve ermişlerinin çokluğu dolayısıyla da “Ruhaniyetli Şehir” sıfatını kullanmıştır. Evliya, altı defa gittiği Bursa’yı yalnızca bu seyahatleri dolayısıyla anlatmaz. Aynı zamanda gezip gördüğü başka şehirleri tanımlarken de Bursa’ya gönderme (benzetme) yapar. Örneğin “Kurkas, Bursa turpu gibi siyah bir nimettir” , “Tire’nin çarşı ve pazarlarının çoğu Bursa çarşıları gibi kâgir kemer ve tonozlu kubbeler ile yapılmıştır”, “Kütahya’nın Tennur kebabı ve kirdesi (pide) ancak Bursa’da olur” gibi. Evliya şehir adları ve sıfatları konusunda ilginç bilgiler verir. Birçok şehir adını halkdan duyduğu efsanelerden hareketle anlatır. Örneğin Maraş’ın, Mar yani yılan/ ejderha sözcüğünden türediğini anlatırken, halk arasında yaygın olan efsaneden yola çıkar. Şehri tanımlarken de “”Maraş-ı Kadim Şehr-i Azim” diye yazar. Diyarbakır’ı anlatırken “Diyar-ı Bikr” yani “Kız Şehri” tanımlaması yapar. Tabi Evliya bu tanımla da yetinmez ardından başka rivayetleri sıralar ve Rum tarihçilerin, şehrin bütün duvar ve kapılarının sert kara taştan olduğu için “Kara Amid” ismini verdiklerini belirtir. Şehre bu adların yanında “Belde-i Müzeyyen” sıfatını yakıştırır. Bazen de şehrin adındaki sözcükler üzerinde oynayarak kendine göre yeni tanımlamalar yapar. URFA: İBRAHİM’İN NAZARGAHI Evliya Urfa’yı anlatırken şehirle bütünleşen İbrahim Peygamber’den yola çıkarak şehri

sayı//8// mart 84

tanımlar. Fırat’ı geçerken onun “Ab-ı Zülal” diye adlandırıldığını ve parlak su anlamına geldiğini yazar. Sonra Urfa’da Balıklıgöl ve etrafındaki makamları anlatırken Hz. İbrahim ve Nemrut kıssasına yer verir ve şehrin İbrahim Peygamber ile özdeşleşen özelliğinden dolayı “İbrahim’in Nazargahı” sıfatını yakıştırır. Tarih boyunca Urfa birçok isim ve sıfat almıştır ama Evliya’nın kendisine yakıştırdığı kadar güzel ikinci bir sıfat olmamıştır. Evliya şehrin ruhunun İbrahim’den mülhem olduğunun farkındadır çünkü. Urfa’dan sonra Halep’i tanımlarken bu defa bu şehre “Peygamberler Nazargahı” adını verir. Oysa bu sıfat şu anda Urfa için kullanılmaktadır. Evliya’nın, Halep’e “Peygamberler Nazargahı” demesi anlamsız değildir. Zira bu şehir birçok peygambere mekân olmuştur. Urfa ile ilişkili peygamber kıssaları Hz. İbrahim hariç tümü efsaneye dayanırken, Halep’in peygamberler ile olan ilişkisi hakikate dayanmaktadır. Evliya bu yüzden şehirlere yakıştırdığı sıfatları bilerek seçer. Örneğin Halep’in bir diğer adının Haleb-i Şehba olduğunu ve bu ismi de Hz. İbrahim’in bol süt veren beyaz ineğinden aldığını yazar. Evliya, Şam’ı tanımlarken “Cennet Kokulu” ve “Selam Yurdu” diye bir sıfat kullanır. Onun şehre yakıştırdığı bu tanım, şehirde yatan efendimizin eşleri, çocukları ve sahabelerinin bulunmasından dolayıdır. Efendimizin mübarek eşi, kızı ve sahabelerinin yattığı bu şehir cennetten bir koku saçmayacakta ne olacak? Evliya her şehirde olduğu gibi Şam’da da bu dinamiklerini görerek tanımlamasını yapmıştır. COĞRAFYA KADERDİR Bolu şehrini tanımlarken “Türkistan” ifadesini kullanan Evliya, halkını da “Oğuz adamları vardır” diye tasvir eder. Gerede halkı için “gayet zinde, iri yapılı ve cesur Türk taifesidir” der. Evliya, bu tanımlamalarıyla Bolu’daki Türk varlığını, zinde, iri yapılı ve cesur sıfatıyla tanımlar, halkın sağlıklı ve güçlü olduğunu belirtir. Onun bu tanımlaması aynı zamanda coğrafya-insan ilişkisine nasıl baktığını gösterir. Zira Evliya’da tıpkı İbn-i Haldun gibi “sıcak iklimlerin insanlarının tembel ve pısırık, soğuk iklimlerin insanlarının ise çalışkan ve cesur olduklarını” söylemek ister. O birçok şehri anlatırken, bilinçli bir şekilde insan coğrafya ilişkisine gönderme yapar ve. “coğrafya kaderdir” gerçeğinin altını çizer. Evliya, şehirleri tanımlamakla kalmaz, mekânları da tanımlar, tasvir eder. Bunu yaparken seyahatnameyi okuyan insanın zihninde belli bir resim oluşmasına dikkat eder. Metnin daha güçlü ve anlaşılır olması için teşbihe başvurur. Örneğin Ankara Kalesi’ni direklerini dikmiş, başını süslemiş bir mavna gemisine benzetir, ayrıca “birbiri üzerine yükselen inci gibi, beyaz kuğu


gibi kat kat” diye tasvir ettikten sonra “Akkale” olarak adlandırır. Ankara kalesinin Osmanlı devletinde en gösterişli kale olduğunu ve onunla yarışabilecek tek kalenin Budin Kalesi olabileceğini belirtir. Manisa’daki Şehzade Sarayını ise Hünkâr Bahçesine benzetir. Evliya’nın seyahatnamesinde en güzel tabirleri seçerek ve en güzel teşbihte bulunduğu tarihi mekân hiç kuşkusuz Mostar Köprüsü’dür. Evliya, bu köprüyü tasvir ederken öylesine ağdalı bir dil kullanmış, öylesine güzel benzetmeler yapmıştır ki, benim diyen edebiyatçı onun bu tanımlamaları karşısında aciz kalır. Görülmeye değer köprüyü Sultan Süleyman fermanıyla Koca Mimar Sinan inşa etmiştir. Kavs-ı kuzah (Gökkuşağı) gibi Kehkeşan-âsâ (samanyolu) gibi semaya kad- keşan olup (göğe boy çekip) bir kayadan bir kayaya tak etmiştir. Sanki cennet yapılı Bağdat şehrindeki Kisrâ’nın yaptırdığı kemerdir” diye tasvir etmiştir. Urfa kalesini tanımladıktan sonra etrafındaki hendeği ise cehennem çukuruna benzetir. Bu benzetmeyi daha başka şehirleri anlatırken de kullanır. Bu örnekler daha da çoğaltıla bilinir. Evliya’nın şehir ve mekân tanımları konusunda daha birçok örnek gösterilebilir. Onun şehir ve mekânları tanımlamada kullandığı dil üzerine yapılacak bir çalışma, bir makaleye sığması mümkün değildir. Ancak böyle bir çalışma kitaplık hacminde olabilir. SOSYAL TARİH HAZİNESİ Evliya’nın şehirlere yaklaşımı, tanımlaması ve yaptığı benzetmeler başlı başına bir araştırma gerektirir. Döneminin zor şartları içinde at sırtında bir şehirden diğerine gitmek, bilgiler toplamak, atasözleri, deyimler derlemek, efsaneler anlatmak ve bütün bunları yaparken başından sonuna kadar bütünlüğü korumak… Evliya’nın seyahatnamesinin bir benzeri var mıdır bilemiyorum. Gerek Evliya’nın yaşadığı çağda gerek sonrasında yazılan seyahatnameler, seyahat edenin bilgi birikim ve derinliğiyle sınırlıdır. Öyle ki, seyahatlerin birçoğu ancak belli alanlarda (tarih, coğrafya, kültür vs.) kaynak sayılabilecek özellikler taşırlar. Oysa Evliya’nın seyahatnamesi öylesine zengin konular içerir ki, hemen hemen el atmadığı değinmediği konu kalmamıştır. Onun seyahatnamesinden bir sosyal tarih çıkarmak mümkün olduğu gibi; din, dil, ırk ve kimlik bilgisi de çıkarmak mümkündür. Örneğin şehirlerde yaşamış peygamberleri anlattığı bölümleri derleyerek bir kısası Enbiya, Efsaneleri derleyerek bir mitoloji kitabı, konum ve tasvirlerini yaptığı şehirlerinden hareketle bir coğrafya kitabı, farklı dillerde üzerine yazdıklarından bir filoloji ve şehirler anlattığı metinlerden ise bir şehir tarihi kitabı çıkarmak mümkündür. Yine onun anlatımıyla şehirlere yakıştırdığı sıfatlardan hareketle hangi şehrin

eril, hangisinin dişil olduğunu tanımlamak mümkündür. Evliya’nın seyahatnamesine hâkim olan egemen ‘eril bakış’a burada değinmeden geçmek mümkün değildir. Özellikle gezip gördüğü şehirlerdeki kadın ve kızların güzellikleri üzerinde durması, gözlerinin güzelliğine varıncaya kadar ince detaylara inmesi oldukça anlamlıdır. Seyahatnameyi bakıldığında bu ‘eril dili’ Evliya’nın özellikle seçmiş olduğu görülür. Bunun yanında savaşla alınan şehirler, kaleler, esir edilen Hıristiyanlar Osmanlı İmparatorluğunun üç kıtadaki gücü aynı zamanda bu ‘eril bakış’ın bir göstergesidir. Tarih boyunca kendini Doğu üzerinden tanımlayan Batı’ya karşı egemen/eril bir dil kullanılarak yazılmış müstesna bir seyahat kitabıdır. Yalnız sosyolojik çıkarsamalar değil aynı zamanda siyasi ve felsefi çıkarsamalara da imkân vermektedir. Böylesine zengin ve eğlenceli bir seyahat kitabının ikinci bir örneği yoktur. Şehirlerin markalaşması gerektiği üzerinde duranlar, Evliya’nın yıllar önce şehirlere yakıştırdığı sıfatlarla, gerçekte o şehirleri belli özellikleriyle markalaştırdığını görememişlerdir. Evliya şehirlerin tarihi, kültürel, sosyal değerleri üzerinden ilhamla onlara öylesine güzel sıfatlar yakıştırmıştır ki, o sıfatları bugün o şehirler kullanarak markalaşabilir. Kültürel ve sosyal değerlerini yeniden dönüştürerek ilgi ve cazibe oluşturabilirler. Evliya’nın seyahatnamesi yalnızca geçmişi bilmek için değil, bugünü dönüştürebilmek için de okunabilecek bir eserdir. Zira şehir tanımlamaları halen canlılığını korumaktadır… Kaynakça

• Ejder Okumuş, Evliya Çelebi’nin Gözüyle Gezdi Gördü Yazdı, Lotus yay. Ankara, 2012 • H.Basri Öcalan, Seyahatnameye Göre Ruhaniyetli Şehir Bursa, Bursa İl Özel İdare yay. Ankara,2009 • Hayati Develi, Evliya Çelebi’nin İzinde, Medam Yay. İstanbul,2013 • Mehmet Kurtoğlu, Evliya Çelebinin İzinde İbrahimin Nazargahı Urfa, Bengü Yay. Ankara, 2011 • Mehmet Kurtoğlu, Eski Dünyaya Seyahat, Çizgi Yay. Konya, 2014 • Mehmet Süme, Evliya Çelebinin İzinde Bolu, Bengü Yay. Ankara, 2011 • Nuran Tezcan,Semih Tezcan, Evliya Çelebi, T.C. kültür ve Turizm bakanlığı Yay. Ankara, 2011 • Nuran Tezcan Çağının Sıradışı yazarı Evliya Çelebi, YKY, İstanbul,2009 • Robert Dankoff, Seyyah-ı Alem Evliya Çelebinin Dün yaya Bakışı, YKY, İstanbul, 2010

85


Ş ehir

DERSAADET KÜLTÜR PLATFORMU KÜLTÜREL PROGRAMLARI GERÇEKLEŞTİRMEYE DEVAM EDİYOR;

DEVLETLERARASI

KIRIM’DAN

GÖÇLER KONGRESİ- I (3-4 MART 2015)

Kongre eş başkanı, Dersaadet Kültür Platformu Genel Başkanı Mehmet Kamil BERSE, Kırım göçleri sırasında yaşanan dramatik hayat şartları ve göçler nedeniyle ortaya çıkan sorunlardan bahsederek Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde her bölgeye yerleştiklerini ve Anadolunun şehirlerinde kültürlerini devam ettirdiklerini ifade ederek Kırımdan göç edenlerin Kırım vatan toprağının halen öz sahibi olduklarını vurguladı. İsmail GÜMÜŞ

ERSAADET Kültür Platformu, İstanbul Üniversitesi, Dünya Kırım Türkleri Kültür ve İktisadi İşbirliği Derneği, İ.Ü. Avrasya Enstitüsü, tarafından düzenlenen; Kadim Stratejiler Encümeni Merkezi (KASEM) ve TESAM tarafından desteklenen “Devletlerarası Kırım’dan Göçler Kongresi I” başlıklı kongre 3-4 Mart 2015 tarihlerinde İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü Konferans Salonu’nda Müzisyen Özgür SANLI’ nın Kırım yöresine ait söylediği türkülerle başladı. Daha sonra açılış konuşmalarında ilk olarak söz alan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalı Başkanı ve aynı zamanda Kongre Yürütme Kurulu Eş başkanı Prof. Dr. Ali ARSLAN, Kırım’dan göçlerin neden ve sebepleri üzerinde durdu. Yaptığı konuşmada Prof. Dr. Ali ARSLAN, Kırım’dan göçlerin Türk Tarihindeki yeri ve önemi üzerinde durdu. İkinci olarak söz alan İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü Müdürü ve aynı zamanda Kongre Yürütme Kurulu Eş başkanı Doç. Dr. Bekir GÜNAY, yaptığı konuşmada Kırım’ın Avrasya açısında stratejik önemi ve Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya’nın Kırım’a yönelik politikaları üzerinde durdu. Açılış Konuşmaları bölümünde son olarak söz alan Kongre eş başkanı, Dersaadet Kültür Platformu Genel Başkanı Mehmet Kamil BERSE, Kırım göçleri sırasında yaşanan dramatik hayat şartları ve göçler nedeniyle ortaya çıkan sorunlardan bahsederek Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde her bölgeye yerleştiklerini ve Anadolunun şehirlerinde kültürlerini devam ettirdiklerini ifade ederek Kırımdan göç edenlerin Kırım vatan toprağının halen öz sahibi olduklarını vurguladı. Konuşmasının son bölümünde ise “Kırım bizimdir, biz birlikte barış içinde yaşamak istiyoruz” diyerek Kırım’ın Türkiye açısından önemine değinmiştir. Açılış konuşmalarının ardından Kongre’nin ilk oturumu Dersaadet Kültür Platformu Genel Başkanı Mehmet Kamil BERSE’nin oturum başkanlığı ile başladı. Kongre’nin ilk oturumunda ilk olarak söz olana Kazan Sosyal Eğitim Akademisi’nden Prof. Dr. Rail Fahrutdunov, “ XVIII. - XIX. Yüzyıllarda Kırım Tatarları ve Rusya” başlıklı bir tebliğini sundu. İkinci olarak söz alan Tataristan Bilimler Akademisi’nden Doç. Dr. Eldar Seydametov, Kırım Tatarlarının göçlerinin nedenleri üzerinde durdu. Üçüncü olarak söz alan Ukrayna Milli Bilimler Akademisi’nden Dr. Nariman Seyityahya, günümüze kadar Kırım Tatarlarının göçlerinin devam ettiğinden ve bu göçlerin nedenlerinden bahsettiği tebliğini sundu. Kongre’nin ilk oturumunda son konuşmacı olarak

sayı//8// mart 86


Kırımdan Göçler kongresi değerlendirme oturumu: Doç.Dr.Bekir Günay,Prof.Dr.Ali Arslan, Doç.Dr.Dilorom Homroyeva, Mehmet Kamil Berse

söz alan İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nden Doç. Dr. Fehmi YILMAZ ise 1778 yılı örneği olarak Kırım Tatarlarının nüfus hareketlerinden bahsederek Kırımla ilgili bir arşiv belgesinden yola çıkarak o dönemdeki Kırım’ın nüfusu üzerine tahmin belirtti. Devletlerarası Kırım’dan Göçler I Kongresi’nin ilk gününde, verilen öğle yemeği arasının ardından ikinci oturum Doç. Dr. Cavid QASIMOV’un oturum başkanlığında saat 14:00’da başlamıştır. Kongre’nin ilk gününde ikinci oturumun ilk konuşmacısı olarak Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Derya DERİN PAŞAOĞLU söz aldı. Paşaoğlu, sunduğu tebliğinde XIX. Yüzyılda Türkiye’ye göç eden Nogay Muhacirlerinin yaşadığı problemler üzerinde durdu. Daha sonra söz alan Yalova Üniversitesi öğretim üyesi ve aynı zamanda Kongre Yürütme Kurulu üyesi Yard. Doç. Dr. Recep ÇELİK, 1857-16 yılları arasında Kırım göçlerinde sosyal hizmet uygulamalarını anlattı. İkinci oturumda son olarak söz alan Avukat İsmail KÜÇÜKKILINÇ ise Kırım Nogay göçlerinin Türk milletinin Anadoludaki nüfusunun lehte gelişimine katkısını anlattı. Kongre’ye verilen aranın ardından üçüncü oturum saat 15:15 ‘de Prof. Dr. Halil BAL’ın oturum başkanlığında başlamıştır. Üçüncü oturumda ilk olarak Özbekistan Bilimler Akademisi’nden Doç. Dr. Dilorom Hamroyeva söz alarak, I. ve II. Dünya Savaşı dönemlerinde Kırım halklarının Orta Asya’ya sürgün politikaları üzerinde durdu. İkinci olarak Karabük Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Cemile ŞAHİN, Rusya’nın Kırım’a yönelik nüfus politikalarını anlattı. Kongre’nin ilk gününde son oturum ise Prof. Dr. Mualla UYDU YÜCEL’in oturum başkanlığında 16:15’te başlamıştır. Dördüncü oturumda ilk olarak Azerbaycan Bilimler Akademisi’nden Doç.

Dr. Cavid QASIMOV söz almış ve Stalin dönemi Türk halkının sürgünü üzerine önemli bilgiler vermiştir. İkinci olarak ise Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nuri KAVAK, Kırım Tatar Diasporasının “Kırım İçin Ortak Akıl Çalıştayı”nın “Sonuç Bildirgesi” üzerine önemli değerlendirmeler yapmıştır. Bu konuşmanın ardından 17:30 ‘daki akşam yemeği ile birlikte Devletlerarası Kırım’dan Göçler Kongresi’nin ilk günü sona ermiştir. Kongre’nin ikinci gününde ilk oturum Prof. Dr. Jülide AKYÜZ ORAT’ın oturum başkanlığında saat 10:00’da başlattı. İlk olarak söz alan Kemal KURULKAN, Osmanlı arşiv belgelerine dayanarak tebliğinde Kırım Tatar Muhacereti’ni anlattı. İkinci olarak Marmara Üniversitesi Yüksek Lisans öğrencisi Mehmet Ali AÇIKGÖZ söz almış ve iki dünya savaşı arasındaki zaman diliminde Kırım Türklerinin durumunu anlattı. Beşinci oturumda son olarak söz alan Kafkas Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Jülide AKYÜZ ORAT, Paşa Dağı Nogay Muhacirleri Nüfus Defterini anlattı. Kongre’nin altıncı oturumu yine Prof. Dr. Jülide AKYÜZ ORAT’ın oturum başkanlığında saat 11:15’te başladı. Altıncı oturumda ilk olarak Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi Kırım Tatar ve Türk Edebiyatı Bölüm Başkanı Doç. Dr. Lenııara DZHELILOVA söz almış ve Kırım Tatar şiirlerinde “vatan” ve “göç” olgusu üzerine durdu. İkinci olarak söz alan Zaporog Milli Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahtem CELİLOV, Kırım Tatar Türkülerinde “göç” ve “gurbetlik” konularına değindi. Son olarak söz alan Kırım Federal Üniversitesi’nden Reşat ALİYEV, 18601870 yılları arasında Osmanlı Devleti’nden Kırım’a geri göç eden Kırım Tatarlarını anlattı. Kongreye verilen öğle yemeğinin ardından yedinci oturum Doç. Dr. Dilorom Hamroyeva’nın oturum başkanlığında saat 14:00’da başlamıştır.

87


Ş ehir

Kırım'dan Göçler kongresi kapanışında katılımcılarla toplu fotoğraf.

sayı//8// mart 88

Yedinci oturumda ilk olarak söz alan Celal Bayar Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Ferhat BERBER, Kırım’dan Türkiye’ye yapılan göçlerin Manisa’daki izlerini anlattı. Daha sonra ikinci olarak söz alan Dicle Üniversitesi’nden Araştırma Görevlisi Hakan ASAN, Kırım Tatar göçlerinin Diyarbakır’a etkisinden bahsetti. Bu oturumda son olarak söz alan İzmir Torbalı’dan Araştırmacı Necat ÇETİN, 1905-1940 yılları arasında Torbalı’ya göçen Kırım Tatarlarının Kayıtlarını, Nüfus Esas Defterlerine göre anlattı. Kongre’nin son oturumu olan sekizinci oturum Doç. Dr. Cavid QASIMOV’un oturum başkanlığında saat 15:00’de başladı. Son oturumda ilk olarak Rusya Yabancı Diller Kütüphanesi’nden Dr. İlya Zaytsev söz almış ve Pazarcık Kazası Kuvayı Askeriye Defterini anlattı. Son oturumun ikinci konuşmacısı Araştırmacı Şemsettin SEYHAN oldu. Seyhan, Kırım Tatar Göçlerinin Bursa’ya yansımalarını anlattı. Kongre’nin son oturumunda son konuşmacı ise Balıkesir Üniversitesi Doktora öğrencisi Zuhal KOÇ oldu. Koç, XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Karesi Sancağına iskân olunan Kırım Muhacirleri anlattı. Sekizinci oturum ile birlikte Devletlerarası Kırım’dan Göçler I Kongresi’nde oturumlar sona erdi. Devletlerarası Kırım’dan Göçler I Kongresi’nin Kapanış ve Değerlendirme oturumu ise Prof. Dr. Ali ARSLAN başkanlığında saat 16:15’te başladı. Kapanış ve Değerlendirme oturumunda Doç. Dr. Bekir GÜNAY, Yard. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ, Doç. Dr. Dilorom Hamroyeva ve Dersaadet Kültür Platformu Genel Başkanı Mehmet Kamil BERSE kongre değerlendirmelerinde bulundular. İlk olarak söz alan Doç. Dr. Bekir GÜNAY, gerek akademik camiada gerekse de sosyal medyada göçün ve beraberinde getirdiği sorunların ihtisaslaştırılması gerektiğinin önemini

vurguladı. Bunların yanı sıra bu kongrenin akademik anlamda Kırım’dan göç konusunda çalışma yapan güzide bir topluluğu bir araya getirdiği için ayrıca önemli olduğuna değindi. İkinci olarak söz alan Beykent Üniversitesi öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ, “iki günden beri devam eden Kongre’nin başarılı olduğunu ifade ederek” sözlerine başladı. Daha sonra Ürekli; Kırım’ın Rusların eline geçinceye kadar göç aldığını, Rusların eline geçtikten sonra ise devamlı olarak dışarıya göç verdiğini belgelerle anlattı. Üçüncü olarak söz alan Özbekistanlı öğretim üyesi Doç. Dr. Dilorom Hamroyeva, bu Kongre ile birlikte çok önemli temellerin atıldığını ve sürecin devamı olarak Kongre’nin yeni güzel gelişmelere vesile olacağı yönündeki kanaatlerini bilmiştir. Son olarak Devletlerarası Kırım’dan Göçler I Kongresi’nin düzenlenmesinde en büyük emeğe sahip aynı zamanda kendiside Kırım kökenli olan Dersaadet Kültür Platformu Genel Başkanı Mehmet Kamil BERSE söz aldı. Berse; iki gün boyunca devam eden Kongre’ye katılımda bulunan katılımcılara teşekkür ederek sözlerine başladı. Daha sonra Kırım davası konusunda kendilerine sürekli destek olan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’na ayrıca müteşekkir olduğunu ifade ederek diğer bütün destekleyen kurumlara teşekkür etti. Berse, konuşmasının son bölümünde “Dünyanın her tarafına göç etmiş Kırım Türklerinin olduğunu ve her nerede olursa olsun göç etmiş her Kırım Türkü kardeşimizdir ve muhakkak Vatan Kırım duygusu paylaşılmalıdır “ diyerek, bu noktada Kırım Türkleri arasındaki kardeşlik bağlarının ne kadar güçlü olduğunu ifade etti. Kırım ile ilgili her konuda kültürel ve akademik çalışmalara bundan böylede devam edeceklerini söyleyerek kongrenin son sözlerini söyledi.


DERSAADET KÜLTÜR PLATFORMU KÜLTÜR PROGRAMLARI Timuçin MERCANOĞLU

yıl önce İstanbul da Entelektüel yapıda 52 kişinin bir araya gelmesi ile kurulan Dersaadet Kültür Platformu, Yaklaşık 1 yıldır aylık olarak yayınladığı Şehir ve Kültür dergisi ile ülkemizin her noktasına ulaşmaktadır. Kültür, tarih,edebiyat hassasiyeti olan vatandaşlarımızın övgü ve tebriklerine mazhar olmaktadır. Büyük bir titizlikle ve bilinçle hazırlanan Şehir ve Kültür dergisi, kendi kulvarında benzeri olmayan bir dergi olmasının önemini okuyucularına hissettirmektedir. Şehir ve Kültür dergisi; Tasarımı, Görsel kalitesi ve her sayısında otuz kadar makale, söyleşi, şehir yazısı, seyahat yazısı, Edebiyatın şehirle medeniyetle buluştuğu yazılar ve özellikle ŞehirKültür yazıları ile muhteva zenginliğini uzun yıllar devam ettirme kararlılığında olduğunu göstermektedir.

2014 yılı Kasım ayında İstanbul Üniversitesi Kurul Salonunda “150.yılında Kafkas Göçleri Kongresi “ses getiren bir programdı, Aralık ayında “Kırım ve İsmail Bey Gaspıralı kongresi” ise Dersaadet’in üstlendiği “Kırım” sorumluluğu çerçevesinde gerçekleştirilen uluslar arası program olarak Avrasya Enstitüsü salonunda yapıldı. 2014 yılının Unesco tarafından Gaspıralı Yılı ilan edilmesi ile Dersaadet olarak yurt içinde bir çok şehirde İsmail Bey Gaspıralı konferansları, Panelleri gerçekleştirildi, bir çok sempozyum ve panelde ve TV lerde Dersaadet Başkanı Mehmet Kamil Berse konuşmacı olarak katıldı bu programların sayısı 60 ın üzerindedir. 2015 yılının ilk aylarında gerçekleştirilen “Kırımdan Göçler kongresi-I-” de konusunda gerçekleştirilen önemli bir kongre oldu. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı ile müştereken programladığımız “ALİ EMÎRÎ / DERSAADET SOHBETLERİ”Millet Yazma Eserler Kütüphanesi salonunda her ay iki önemli konferans olarak büyük bir ilgiye mazhar olmaktadır. 2015 yılındaki önemli programlarımız; 23 Ocakta Ali Emîrî Efendiyi anma proğramı TDK başkanımız Prof.Dr.Mustafa Kaçalin’in de iştirakleri ile Cuma namazını müteakiben Fatih Camii Haziresindeki Kabri başında Kuran tilaveti ve dualarla anılarak başladı, ardından Kütüphane salonumuzda Yard.Doç.Dr.Bedri Mermutlu’nun” Ali Emîrî” başlıklı konferansı ile devam etti. 11 Şubat ta ise Konu “Sultan II.Abdülhamid Han” konuşmacımız ise Doç.Dr.Ali Satan idi. 11 Mart programı “100.Yılında Çanakkale Zaferi”nde konuşmacımız Prof.Dr.Yusuf Oğuzoğlu muhteşem bir sunum yaptı. Aynı zamanda Çanakkale Zaferinden Fotoğraflar sergisi de aynı gün açıldı. ALİ EMÎRÎ/ DERSAADET sohbetleri haziran ayına kadar ayda 2 program olarak devam edecek.

Dersaadet Kültür Platformu yayıncılığının yanı sıra Yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda Kültür programının organizatörlüğünü yapmaktadır. Dersaadet Kültür Platformu tarafından 2014 yılında, Eskişehirde ve Tataristan’ın başkenti Kazan da gerçekleştirilen “Kazanlı Yenilikçi Alimler Kongresi”nin bildiri kitapları 3 cilt olarak yayınlandı.

89


Ş ehir

TOPLU KONUT ORMANI

ŞEHİRLER Şehir sakinlerini, mekânlarını, ağaçlarını, sularını, o kendine bir hüviyet veren mimarisini, dokusunu, hatta topoğrafyasını kaybetmişti. Ah modern kentler yapma hastalığına tutuşmuş ruhsuz yöneticiler, ah estetik yoksunu ölü kalpler, size söylüyorum, size, geleceğe, çocuklarımıza, bu şehri mi bırakacaksınız? Siz bu kenti böyle mi almıştınız büyüklerden? Emanete böyle mi sahip çıkacaktınız? Hepsi de bir diğerini aratmayan, birbirinin tıpkıbasımı olan çok katlı binalarını mı uygun gördünüz çocuklarımıza? Vedat SAĞLAM

erde o çocukluğumuzun geçtiği yeşile boğulmuş kentler. Yıllar var ki uğramamıştım büyüdüğüm, çocukluğumun geçtiği bu kente. İş, güç, meşakkat, ha bugün, ha yarın giderim düşüncesi, bu güne kadar ertelemişti ziyaretimi. Heyecanlıydım. İçimi, lügatte olmayan duygular basıyordu. Sanki gizli bir el göğsümden içeri girmiş de kalbimi parmakları arasında sıkıyormuş gibi, daralıyordu yüreğim. Otobüste, çocukluğumla ilgili anılar bir bir gözlerimin önünden geçerken, hayal âleminde geziniyordum sanki mütemadiyen. “Büyüdü, sanayileşti, çokça göç aldı. Ne şehri tanıyabilirsin, ne de çocukluğunun geçtiği o yerleri bulabilirsin şimdi” diye uyarmışlardı uyarmaya ama gönül işte, durmuyordu. İnsan çocukluğunda yaşadığı o saf, duru, temiz duyguları, anıları yaşamak, mutlu günlerinin geçtiği sokakları, voltaladığı caddeleri bir kez daha görmek istiyor. Engel olamıyor nefsine. Daha şehre girerken anlamıştım söylenilen sözlerin ne anlam ifade ettiğini. Kentin girişinde birbirine yaslanmış, üzerime üzerime gelen devasa binalar, iş hanları, oteller, apartmanlar karşılayınca beni, yüreğimi elinde tutan parmaklar sanki daha da sıkmıştı kalbimi. Otobüsün içinde nefes alamaz olmuş, ciğerlerimin havasızlığını gidermek için parmaklarım havalandırma butonuna gitmişti alelacele. Aman Allah’ım! Bu da neydi böyle?! Nerden çıkmıştı bu çok katlı yüksek binalar? Ne zaman yapılmıştı bu devasa iş hanları, oteller?! Ne için yapılmıştı!? Binaların arasında bir ahenk, düzen, estetik de yoktu. Evet, renkli renkliydi ama bir o kadar da ürkütücüyü doğrusu. Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği bu şehir, yüksek katlı binaların arasında kimliğini kaybetmiş, varlığının nedenini arayan bir meczup gibi duruyordu şimdi karşımda. Halbuki kente iki yanı ulu ağaçlarla çevrili gölgeli bir yoldan girilir, bağların, bahçelerin envai renkteki çeşitliliği, kuş cıvıltıları içinde de çıkılırdı. “Şehir, misafirini karşılarken kimliğini ele verirmiş” derlerdi, anlaşılan yıllar önce terk ettiğim şehrin yeni kimliği, beton yığınlı ölü bir kentti. Bir denemesinde okumuştum; Mustafa Kutlu son zamanlarda Anadolu şehirlerini de bürüyen, geleneksel Osmanlı mimarisinden uzaklaşılıp beton yapılara teslim edilen bu tür kentlere, toplu konut ormanları demişti, ne kadar da çok haklıymış meğer. Şehirlerin girişlerine, o çıplak, kel tepelere, çam fidanları dikmek, çeşitli çap

sayı//8// mart 90


ve ebatta orman tabelaları asmak, şehrin yeşile olan hasretliğini giderecek miydi acaba? Oysa törenlerle dikilen o fidanların hayatta kalmasının, gölge salacak hale gelmesinin, on yılları alacağını şehri yönetenlerin bilmeleri gerekmiyor mu? Sonra, bir karışlık boylarıyla çam ağaçların tam gölge salacağı, şehrin pis havasını temizleyeceği vakit, yuvarlanarak büyüyen kartopu gibi, toplu konutun yeniden oraları da işgal edeceğini de mi hesaplamadılar? ŞEHİRLERİN ACINAKLI YENİ VİZYONU İlerliyoruz otobüsün içinde. Şehrin merkezine yaklaşırken binaların aralarına serpiştirilmiş, güya ortak kullanım alanı için ayrılmış, sadece gözleri okşayan, ruhu tarumar eden suni yeşillikler karşılıyor bizi. Belediye hizmetlerini gösteren çocuk parklarının içinde modern yaşantının göstergesi, şişmanlığın düşmanı beden eğitimi aletleri, susuzluktan kurumuş havuzlar, ölgün akasyalar, sanki üzgün gözlerle bizim geçişimizi seyrediyordu. Tebessüm etmek isteyip de, gülmeyi unutmuş bir akıl hastası gibiydi bize bakışları; anlamsız, sanal, komik. Sanki onlar da yeşilin, çimenin, otun, çayırın yerini almaktan utanır gibiydi, griydi bakışları. Bu muydu modern kentlerin yeni vizyonu? Bu görüntüler, nereden bakılırsa bakılsın bir sıkıntı hali değil miydi? Üstelik sıkıntı, sadece görünenle sınırlı da değildi. Modern mimarinin ufuksuzluğuna teslim olmuş yöneticilerin bakış açılarındaki kısırlığı göstermesi açısından da acınaklıydı.

kalan ömrünce, “ah!” edebilirdi. Şehir sakinlerini, mekânlarını, ağaçlarını, sularını, o kendine bir hüviyet veren mimarisini, dokusunu, hatta topoğrafyasını kaybetmişti. Ah modern kentler yapma hastalığına tutuşmuş ruhsuz yöneticiler, ah estetik yoksunu ölü kalpler, size söylüyorum, size, geleceğe, çocuklarımıza, bu şehri mi bırakacaksınız? Siz bu kenti böyle mi almıştınız büyüklerden? Emanete böyle mi sahip çıkacaktınız? Hepsi de bir diğerini aratmayan, birbirinin tıpkıbasımı olan çok katlı binalarını mı uygun gördünüz çocuklarımıza? Siz şehri yöneten estetik yoksun ruhsuz kalpler, iyi ki artık tatlı bir anı olarak kalan çocukluluğumuza, gençliğimize söz geçiremiyorsunuz. Yoksa anılarımıza da çok katlı devasa binalar dikmek için hiç beklemezsiniz.

Sonra, mahalleme, sokağıma geldim. Heyecanım, yürek sıkıntım, baş dönmem daha çok arttı. O da ne? Tanıyamadım. Ramazan akşamları iftardan sahura kadar top koşturduğumuz o geniş alandan eser yoktu; kocaman, allı sarılı, bize tepeden bakan bir bina dikilmişti yerine. Saklambaç oynarken ardına saklandığımız çınar ağacına ne olmuştu peki? İşte sevinilecek görüntü; kökü hala görünen çınar, kolları, çiçekleri, yeşillikleri olmasa da zamana, yeni yapılara, modern mimariye meydan okurcasına yerindeydi; buradayım, ölmedim daha diyordu. İçinden kafatası, kol, ayak, bacak kemiği topladığımız şehir mezarlığının üzerine kocaman bir okul yapılmıştı. Üzerinde oturan talebeler, orada kimlerin, ne mübareklerin, dedelerinin, ebelerinin yattığını biliyorlar mı? Gözlerim donuksadı, zihnim dumûra uğradı. İki katlı, bahçeli, Hollanda tipi evlerden de eser yoktu artık. Hepsi de müteahhit kurbanı olmuş, zamana yenik düşmüşlerdi. Daha fazla dayanamazdım. İlk otobüsle hemen gerisin geri döndüm gözü matem, yüreği ezik halde. Yoksa, henüz şehrin bir kısmını görmüş bu gözler, tüm tarumara şahitlik edecek olsa, geri 91


Ş ehir

ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ

ESKADER

Dergimizin “Şehirlerin İrfan Merkezleri” isimli bu bölümünde İstanbul’daki köklü müesseselerin hizmetlerinden, faaliyetlerinden bahsediyoruz. Bir de yeni kurulduğu halde çalışmalarıyla temayüz eden kuruluşlar vardır. Onlardan biri de Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’dir. Mehmet Nuri YARDIM

SKADER, 4 Mart 2008 tarihinde İstanbul Cağaloğlu’nda bir avuç idealist kültür sanat insanıyla kuruldu. Türk edebiyatını, dilini, sanatını, kültürünü araştırmak, bu konuda yapılacak çalışmaları teşvik etmek ve köklü medeniyetimizi geleceğe taşımak amacıyla kurulan derneğin merkezi hâlâ Bâbıâli’dedir. Derneğin kurucuları arasında Şerif Aydemir, Muhterem Yüceyılmaz, Bestami Yazgan, Yusuf Dursun, Nidayi Sevim, Nur Hilâl Ünlü ve Mehmet Nuri Yardım da bulunuyor. ESKADER’in şu anki yönetim kurulu ise Şerif Aydemir (Başkan), Fatma Ersem Yargıcı (Başkan Yardımcısı) Elif Sönmezışık, Ahmet Yüter, Muhsin Duran, Serdar Üstündağ, İlyas Dirin, Cengizhan Orakçı ve Elif Tokkal’dan oluşuyor. Üyeleri arasında Türkiye’nin seçkin simâlarından Hasan Çelebi, Uğur Derman, Mehmed Niyazi, Yavuz Bülent Bâkiler’in de bulunduğu dernek hizmet halkasını her geçen gün artırıyor. Daha önce Prof. Dr. Ümit Meriç, Yavuz Bülent Bâkiler, Haluk İmamoğlu, Şaban Kurt ve Dursun Gürlek, derneğin çeşitli birimlerinde yönetici olarak bulundular. YÜZLERCE BÜYÜK FAALİYET Bugüne kadar başta İstanbul olmak üzere Marmara bölgesinde yüzlerce faaliyete imza atan ESKADER’in bazı kurum ve kuruluşlarla birlikte gerçekleştirdiği anma ve saygı toplantıları ile yaklaşık yedi yıldır Cağaloğlu’nda devam edegelen “Bâbıâli Sohbetleri” büyük ilgi görüyor. Efsanevî kültür mahfillerinden Marmara Kıraathanesi’nin sohbet geleneğini yaşatmak amacıyla başlatılan bu toplantılara her hafta Timaş Kitapkahve’de (Alayköşkü Caddesi, No. 5 Cağaloğlu) devam ediliyor. Türkiye’nin seçkin ilim, kültür, sanat ve edebiyat ustalarının dâvet edildiği bu toplantılara geniş bir katılım gözleniyor. Bu sohbetlerde bazen vefat etmiş âbide şahsiyetler yâd edilirken, arada tematik konular da ele alınıyor. Kısacası, dinleyicilerin de konuya iştirak edebildiği bu meclislerde her hafta bir beyin fırtınası esiyor. ESKADER’in en çok takdir gören bir hizmeti de her yıl Beyazıt Kitap Fuarı bünyesinde düzenlenen “Beyazıt Ramazan Sohbetleri”dir. Beyazıt Kütüphanesi’nde Ramazan ayı boyunca her akşam dikkatle takip edilen bu sohbetleri her yıl binlerce kültür, kitap ve sanat meraklısı titizlikle takip ediyor. Bu sohbetlerde de, yine hizmetleriyle, eserleriyle temayüz etmiş irfan ehli kişiler konuşuyor. Aralarında Abdurrahim Balcıoğlu, Bekir Sıtkı Erdoğan, Cahit Öney, Fahri Ersavaş, İlhan Ayverdi, İsmet Bozdağ, Kâzım Yedekçioğlu, Mehmet Turan Yarar, Mehmet Türker Acaroğlu,

sayı//8// mart 92


Mehmet Zeki Akdağ, Müjgan Cunbur, Nazik Erik, Orhan Bayrak, İlhan Ayverdi, Orhan Okay, Rıza Beşer, Sedat Umran, Sermet Sami Uysal, Şükrü Elçin ve Vehip Sinan gibi bir kısmı vefat etmiş olan şeref üyelerinin bulunduğu ESKADER’in şu anda 700’ü aşkın üyesi bulunuyor. SİTELER VE TOPLANTILAR ESKADER’in resmi sitesi, yeniden düzenlenen www.eskader.net. Türkiye’nin en çok ziyaret edilen günlük kültür sanat sitesi www.sanatalemi. net ve www.medeniyetimiz.com siteleri de dernek bünyesinde hizmet veriyor. Ayrıca gençler için de www.bizimsemaver.com sitesi kurulmuş bulunuyor. ESKADER yöneticileri, bazı il ve ilçelere zaman zaman kültür gezileri düzenliyor. Üyesi olan yazarları Türkiye’nin dört bir yanına konuşmacı olarak gönderiyor. Üsküdar Altunizade Kültür Merkezi’nde bir yıl boyunca “Şairler Saygı Geceleri” düzenleyen ESKADER’in anma toplantıları, yaşayanlara saygı toplantıları sanatseverler tarafından büyük alaka çekiyor. Derneğin gerçekleştirdiği faaliyetler arasında Yazı, Şiir, Senaryo atölyeleri ile Dil-Türkçe, Karikatür ve Fotoğraf kursları da bulunuyor.

farklı bir türde gerçekleşen yarışmanın sonucunda, dereceye girenlere ödülleri törenle veriliyor. KÜLTÜR GEZİLERİ Dernek yönetici ve üyeleri, zaman zaman Türkiye’nin muhtelif bölgelerine kültür gezileri düzenliyor.Bu geziler esnasında muhtelif paneller tertip ediliyor, konferanslar veriliyor. Bugüne kadar Bursa, Edirne, Elazığ Ağın, Kocaeli, Kaynaşlı, Sakarya, Çatalca İnceğiz gezilen bu bölgeler arasında. Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde “ESKADER 2008 Ödül Töreni”ni 18 Nisan Cumartesi günü gerçekleştirecek olan dernek yönetici ve mensupları, her yıl çok konuşulan, kültür ve sanat dünyasının nabzının attığı bu törene yoğun şekilde hazırlanmaya devam ediyorlar. ESKADER’in Cağaloğlu’ndaki merkezinde Başkan Şerif Aydemir her gün ziyaretçi dostlarla buluşuyor ve gönül sohbetleri ediyor. Meraklı okuyucularımız için Adres: Çatalçeşme Sokağı, No: 4-8 İmamoğlu İşhanı. Tel.: 0 (212) 5112323-5112324

Yeni bir mekân arayışı içinde olan ESKADER’in, haklarında anma ve saygı toplantıları düzenlediği şahsiyetler arasında Ali Fuad Başgil, Fethi Gemuhluoğlu, İlhan Ayverdi, Mehmet Âkif Ersoy, Mehmet Çınarlı, Münevver Ayaşlı, Ömer Lütfi Mete, Rüştü Eriç, Yahya Kemal Beyatlı, Yücel Çakmaklı, Sâmiha Ayverdi, Gürbüz Azak, Hüsrev Hatemi, Ömer Öztürkmen, Üstün İnanç, Ömer Faruk Akün, Semavi Eyici, Oktay Aslanapa, Yusuf Ömürlü, Yavuz Bülent Bâkiler, Bekir Sıtkı Erdoğan, Hilmi Yavuz, Bahattin Karakoç ve Sedat Umran da bulunuyor. MEVLİD VE YARIŞMA Her sene derneğin kuruluş yıldönümünde, 4 Mart tarihinde bir “Eskader Mevlidi” düzenleniyor. Dernek üyelerinden, sitelerin yazarlarından, haklarında toplantı yapılan veya bu toplantılarda konuşmacı olanlardan vefat edenlerin ruhlarına ithaf edilmek üzere bir Mevlid-i Şerif tertip ediliyor. Bu sene 110 şahsiyet hakkında Cağaloğlu’nda Molla Fenari Camii’nde düzenlenen Mevlide yine ilgi oldu. Derneğin bir hizmeti de 10 Ağustos 2006 tarihinde kurulan Sanatalemi.net sitesinde köşe yazısı yazmış olan, vefat etmiş sekiz yazar adına (Ahmet Yüksel Özemre, Ergun Göze, Abdurrahim Balcıoğlu, Altan Deliorman, Olcay Yazıcı, Hamit Can, Ümit Fehmi Sorgunlu ve Vahap Akbaş) düzenlenen edebiyat yarışması da gençler tarafından büyük ilgi görüyor. Her yıl 93


Ş ehir

BOZKIRDA AÇAN GÜL:

KIRŞEHİR

Şehirde ayrıca çok önemli tarihi eserler mevcuttur. Mengüceklilerden kaldığı tahmin edilen Melik Gazi Kümbeti, İlhanlılar döneminde darphane olarak kullanılan Lale Cami, bugün faal olarak hizmet vermektedir. Ercan YILMAZ

rta Anadolu’nun ortasında tarih boyunca önemli bir kültür ve medeniyet merkezi olan Kırşehir’in geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Hitit, Frig, Pers, Makedonya, Kapadokya krallıkları, Romalılar ve Bizanslılar’ın idaresi altında yaşayan Kırşehir’in ne zaman ortaya çıktığı ve daha sonra Türkler’in hakimiyetine ne zaman geçtiğine dair kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Selçuklu ve Osmanlı zamanında coğrafi ve bitkisel özelliklerinden ötürü Türkçe “Kırşehri” olarak anılan bölge, “Gülşehri” olarak da bilinir. Elvan Çelebi, Menakıbü ‘1-Kudsiyye adlı eserinde ilim ve tasavvuf erbabı babası Aşık Paşa’nın şehre gelip yerleşmesiyle burasının adeta bir gül bahçesine döndüğüne ve dolayısıyla Gülşehri adının verilmesinde bu özelliğin rol oynadığına işaret eder. Kırşehir’in ön plana çıkması ve önemli bir merkez olması Anadolu Selçuklu zamanında olmuştur. Ahiliğin merkezi olması ve Anadolu’nun ortasında yer alması münasebetiyle diğer bölgelere makas vazifesi gören Kırşehir’in yıldızı bu dönemde iyice parlamıştır. Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyasseddin Keyhüsrev tarafından 1251 yılında yaptırılan Türk mimarisinin estetik eserlerinden olan Kızılırmak üzerindeki Kesikköprü ve hemen yanıbaşındaki kervansaray, Anadolu’nun ticari ve kültürel hayatı için önemli kazanımlar sağlamıştır. 13 kemerli köprü 50 metre eninde ve 220 metre uzunluğundadır. Dönemin başkenti Konya’ya geçişi sağlayan Kesikköprü, Kırşehir’in önemli bir merkez olmasında hatırı sayılır katkılar sağlamış ve birçok meslek erbabını da buraya çekmeyi başarmıştır. AHİLİĞİN MERKEZİ KIRŞEHİR Anadolu’da Ahi teşkilatının kurucusu İran’ın Hoy şehrinde doğan Şeyh Nasurüddin Mahmud’dur. Sonraları Ahi Evran ismiyle anılmıştır. Bu teşkilatın kurulmasında ve gelişmesinde Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat’ın büyük himmet ve desteği olmuştur. Ahi, Arapça “kardeş” manasına gelir. Bu teşkilatın iki önemli hususiyeti vardır: İlk olarak, tasavvufi cihetidir ki, bu sayede Anadolu’nun birçok ücra tekke ve zaviyesine kadar ulaşabilmiş ve halkı irşad vazifesini yürütmüştür. Binaenaleyh, çok kısa sürede Ahiler Anadolu’da büyük bir nüfuza sahip olmuştur. İkincisi ise Anadolu’daki iktisadi ve ticari hayatı düzenlemesi; usta, çırak, kalfa sistemini belli bir silsile ve çalışma prensibi çerçevesinde mutad olarak gözetlemesi, ayrıca dükkanların mal ve kalite denetimini titizlikle ve adilane yapması. Hazreti Peygamberin “ Ne aldanan olun, ne de aldatan.” Hadisi şerifi adeta ahi teşkilatını anlatır gibidir. Ahi teşkilatı yalnızca iktisadi hayata tesir etmemiş, halkın yaşantısı ve inanışları üzerinde

sayı//8// mart 94


ahlaki ve manevi anlamda önemli izler bırakmıştır. İktisadi hayatın temellerini atan dini ve ictimai açıdan sürekli kendini yenileyen bu sistem sayesinde Kırşehir’den başlayarak tüm Anadolu’da huzur ve güven tesis edilmiş devlet ve millet arasındaki rabıta da bu şekilde güçlendirilmişti. Mamaafih, daha sonra Osmanlı’da tesis edilecek olan Lonca teşkilatının temelleri de bu şekilde atılmıştır. Ahi teşkilatının bugünkü sendikacılık, bankacılık ve toplam kalite yönteminin temellerini attığı ileri sürülmektedir. Çok yönlü bir yapı olan Ahi teşkilatının Moğol saldırıları karşısında gösterdiği cesaret ve mücadele de takdir edilmesi gereken bir durumdur. Anadolu’yu Moğollara karşı savunmaları, Ahilerin sadece ticari yönlerinin olmadığını da açık bir şekilde göstermektedir. Ahilik, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da başat rol oynamıştır. Aşıkpaşazade, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında faal rol oynayan dört zümre arasında ahileri de zikreder. İlk Osmanlı padişahlarının ve vezirlerinin çoğunun ahi teşkilatına mensup şeyhler olduğu, I. Murad’ın şed kuşandığı ve teşkilattan fetihlerde askeri bir güç olarak faydalanıldığı bilinmektedir. XIV. yüzyıl ortalarında Orhan Gazi döneminde Anadolu’yu gezen ünlü seyyah İbn Batuta, ahi birliklerinin şehir ve köylerde teşkilatlanan zenaat ve ziraat ehli zümreler olduğunu belirtir ve tasavvufi hayatla olan yakınlıklarına temas edip misafir olduğu ahi zaviyelerinin isimlerini verir. Ahiliğin yaslandığı en büyük kaynak İslam’dır. İlk maddesi de ahlaktır. Ahlaki olmayan hiçbir umde ahilikle bağdaşamaz. Ahiliğin kurucusu Ahi Evran adına yaptırılan bir külliye ve caminin bahçesinde Kırşehir’de medfundur. TÜRKÇE’NİN BABALARI: AŞIK PAŞA VE YUNUS EMRE Farsça’nın zirvede olduğu ve edebi eserlerin büyük çoğunluğunun Farsça yazıldığı bir dönemde yaşayan Türkçe’nin önemini haykıran ve edebiyatımıza önemli eserler kazandıran Aşık Paşa, Kırşehir’in yetiştirdiği müstesna şahsiyetlerden biridir. “Türk diline kimseler bakmaz idi, Türkler’e hergiz gönül akmaz idi, Türk dahi bilmez idi bu dilleri, İnce yolu ol ulu menzilleri…” Dizeleriyle de bu kırgınlığını ifade eder. Meşhur Garibname’yi ve birçok eserini Türkçe yazar. Attar’ın meşhur eseri Mantıku’t Tayr’ı Türkçe’ye tercüme eder. Türkçe’nin Anadolu’da edebi bir dil olmasında büyük katkıları vardır. Bazı

kaynaklarda Anadolu Türk edebiyatının kurucusu kabul edilir.1332’de vefat eden büyük şair ve mutasavvıfın türbesi Kırşehir’dedir. Anadolu’da çok sevilen ve bu sevginin bir tezahürü olarak Anadolu’nun birçok yerinde türbesi olan Yunus Emre’nin makamlarından biri de Kırşehir’dedir. Kırşehir’in Sulhanlı Kasabası’nın ilerisindeki Ziyarettepe’de yer alan Yunus Emre türbesinin yanında bir de cami vardır. Ziyaretçilerin çok sık uğrak yerlerinden biri olan türbe, Anadolu’daki Yunus Emre sevgisinin göstergelerinden biridir. Hacıbektaş’a yakın olması, Aksaray Ekecik Dağları eteğindeki Ziyaret Köyü’nde dergahı ve türbesi olan Yunus’un hocası Taptuk Baba’nın aynı yol güzergahında ve Aksaray’la sınırdaş olması; Yunus, Hacı Bektaşı Veli ve Taptuk Baba’nın bir üçgen çizerek aynı coğrafyanın farklı uçlarında yer alması Yunus Emre’nin gerçek türbesi burada mı sorusunu akıllara getirmektedir? Kırşehir’in önemli şahsiyetlerinden biri de Nureddin Caca Bey’dir. Moğol saldırıları sırasında Kırşehir Emiri olarak görev yapan Caca Bey adına yaptırılan medrese, şehrin merkezinde olup Selçuklu mimarisinin tipik örneklerindendir. Hacı Bektaşi Veli’nin hizmetinde de bulunmuş olan Caca Bey’in türbesi medresenin içinde yer alır. Tipik bir Selçuklu eseri olan Caca Bey Medresesi’nde astronomi alanında önemli çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Şehir merkezinin çekirdeği konumundaki Caca Bey Medresesi’nden şehir, çevreye doğru yayılmıştır. Yanıbaşındaki meydan ve etrafındaki hareketlilik şehir ruhunun burada yaşandığının en genel göstergesidir. Şehirde ayrıca çok önemli tarihi eserler mevcuttur. Mengüceklilerden kaldığı tahmin edilen Melik Gazi Kümbeti, İlhanlılar döneminde darphane olarak kullanılan Lale Cami, bugün faal olarak hizmet vermektedir. Ayrıca şehrin sembol isimlerinden Şeyh Süleyman Türkmani’ye ait bir türbe vardır. Kale olarak bilinen höyük üzerinde de Selçuklu Sultanı ll. Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılan ve 1894’de yeniden inşa ettirilen Alaeddin Camii yer alır. Karakurt Kaplıcası’nın yanında ise Kalender Baba Türbesi vardır. Şehrin doğusundaki Mucur’da yer alan yer altı şehri ve Seyfe Kuş Gölü Cenneti, Kayseri yolu üzerindeki tabi Obruk Gölü de mutlaka görülmesi gereken tarihi duraklardır. Anadolu’nun erken dönemine ait olduğu düşünülen Dulkadirli İnli Murat Kasabası yakınlarında ki mağaralar da tarihi açıdan önemlidir.Kayseri-Kırşehir yolu üzerindeki Gölhisar Höyüğü, Karakurt kaplıcasına giden yolda Sevdiğin Höyüğü, Seyfe Gölü’nün doğusundaki düzlükte bulunan Sulucakara 95


Ş ehir

Yakın zamanda ebediyete uğurladığımız Abdal geleneğinin son temsilcilerinden, halk ozanı Neşet Ertaş, Kırşehir’in önemli sembollerinden biridir. Gönül insanı Neşet Ertaş, düğünlerde başladığı müzisyenlik hayatına 16 yaşında çıkarttığı ilk 45’lik olan “ Garip garip ötme bülbül” ile profesyonel anlamda adım atmış ve büyük kitlelerin beğenisini kazanmıştı.

Höyüğü, üzerinde Öküz Taşı bulunan Savcılı Dokuz Höyüğü ve Garipli Höyüğüşehrin belli başlı höyükleridir. Osmanlı’dan kaldığı bilinen ama yapılış tarihi kesin olarak bilinmeyen Kapucu Camii şehrin merkezinde olup faal olarak kullanılmaktadır. GÖNÜL İNSANI NEŞET ERTAŞ Yakın zamanda ebediyete uğurladığımız Abdal geleneğinin son temsilcilerinden, halk ozanı Neşet Ertaş, Kırşehir’in önemli sembollerinden biridir. Gönül insanı Neşet Ertaş, düğünlerde başladığı müzisyenlik hayatına 16 yaşında çıkarttığı ilk 45’lik olan “ Garip garip ötme bülbül” ile profesyonel anlamda adım atmış ve büyük kitlelerin beğenisini kazanmıştı. Alçakgönüllüydü. Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde kendisine verilmek istenen “devlet adamlığı” madalyasını “ Ben zaten halkın gönlüne girmişim, halk adamıyım. Bırakın orada kalayım.” Diyerek kibarca reddetmişti. Türküleri, dilden dile dolaşan Neşet Ertaş’ın eserlerinde derin bir tasavvufi mana ve aşıklık geleneğinin izlerini yakalamak zor olmayacaktır. Türkülerinde gönül kelimesini yoğun bir şekilde kullanan Büyük Usta’nın dünya malına değer vermeyişi, tevazuu, bunca başarısına rağmen kendini ön plana çıkarmayışı, Anadolu insanının özünde olan saflığı ve samimiyeti temsil etmesine ve hemen hemen her kesimin takdirini kazanmasına neden olmuştur. Neşet Ertaş ile ilgili bir anısını anlatan Bayram Bilge Tokel, beraber gittikleri bir konser sonrası dönüş yolunda birçok yere uğradıklarını ve Büyük Usta’nın konserden aldığı tüm parayı gariplere dağıttığını söyleyecektir. Yine Şoray Uzun, Kanal 7’de program yaptığı bir akşam Neşet Ertaş’tan bahsederken Büyük Usta’nın güzel bir sürpriz yaparak Almanya’dan telefonla canlı yayına bağlandığını ve ertesi gün kendisini programa davet ettiğinde uçak biletini dahi kendisi karşılayarak programına geldiğini gözyaşları içinde anlatacaktır. Bu iki küçük misal gibi yüzlerce örnek vardır. Sazıyla adeta bütünleşen Neşet Ertaş’ın ilk etkilendiği kişi de kendisi gibi müzisyen olan babası Muharrem Ertaş’tır. “Kendisiyle aynı ruhun insanıyız.” Dediği babası, Büyük Usta’nın ruh dünyasında derin izler bırakmıştır. Küçük yaşlarda annesinin vefatıyla yetim kalmış ve babasına daha da çok bağlanarak onunla dost olmuştu. Düğünlerde Anadolu tabiriyle “çalgıcılık” yapmak için babasıyla beraber Anadolu’nun birçok yerini köşe bucak gezmek zorunda kalmıştı. Bir dönem felç geçiren ve Almanya’ya gitmek zorunda kalan Neşet Ertaş, vatan hasretini daha fazla dayanamayıp İzmir’e yerleşti. Günül Dağı, Acem Kızı, Ahirim Sensin, Zahidem, Seher Vakti, Zülüf Dökülmüş Yüze gibi yüzlerce eserin sahibi Neşet

sayı//8// mart 96

Ertaş’ın da kabri Kırşehir’de olup en önemli ziyaret noktalarından birisidir. Ayrıca Çekiç Ali, Aşık Sait, Dadaloğlu, Şemsi Yastıman ve Aşık Hasan gibi önemli isimler de Kırşehirlidir. İFLAH OLMAZ MUHALİF: OSMAN BÖLÜKBAŞI Kırşehir denince akla ilk gelen isimlerden biri de hiç şüphesiz Osman Bölükbaşı’dır. Türk siyasetinin en renkli ve en iyi hatiplerinden biri olan Bölükbaşı, 1913 yılında Kırşehir’in Hasanlar Köyü’nde doğmuştur. Farklı üslubu, güzel Türkçesi ve siyasette her biri darbı mesel olmuş nüktedan ve iğneleyici sözleriyle Türk siyasetinin farklı bir rengidir. O kadar güçlü muhalefet yapmıştır ki adı “Anadolu Fırtınası” na çıkmıştır. 1950 seçimlerinde Kırşehir Mebusu olarak meclise giren Bölükbaşı, milletvekilliği yeminini ezberden okumuş ve farklı bir siyasetçi portresi çizeceğini meclise adım atar atmaz belli etmiştir.”Sanatçılardan Hamiyet Yüceses, Bakanlardan Adnan Menderes, Bölükbaşı geliyor, sesini kes!”sözü Kırşehirlilerin çok sık kullandığı sloganlardan biriydi. Vecizeleriyle, nükteleriyle ve esprileriyle çok sevilen Bölükbaşı, İktidarın gadrine uğramış ve 1954 seçimlerinden sonra Kırşehir, Nevşehir’e bağlanarak ilçe haline getirilmiştir. Bölükbaşı’nın yaptığı etkili muhalefetin cezasını Kırşehir çekmiştir. Bölükbaşı’nın seçim meydanında kesintisiz 9 saat konuştuğu söylenir. “Zengini hayırsız evlat, memuru süslü avrat, siyasetçiyi kuru inat batırır” “Ey, sapı uzun, danesi kıt Kayserililer! Meydanda veriminiz bol... Burada aşka gelip beni alkışlıyorsunuz, sandık başına gidince şeytana sarılıyorsunuz” “Bu millet Bölükbaşı’nı alkışladı; İnönü’yü karşıladı; oylarını Menderes’e verdi” gibi hafızalara kazınan sözleriyle renkli bir kişilik olduğunu gösterdi. Osman Bölükbaşı 6 Şubat 2002’de, 89 yaşında vefat etti. PARLAYAN YILDIZ KIRŞEHİR Anadolu’nun merkezinde medeniyet ve kültür şehri Kırşehir, coğrafi yakınlık nedeniyle her ne kadar Ankara ve Kayseri’nin gölgesinde kalmış olsa da günümüzde tarihi mirasının omuzlarına yüklediği manevi sorumluluk nedeniyle silkinmekte ve toprağında yatan manevi büyüklerin himmetiyle kendini bulmaya başlamaktadır. Her yıl geleneksel Ahilik törenleri, devletin üst düzey katılımıyla ve desteğiyle Kırşehir’de yapılmaktadır. Ahi Evran Külliyesi UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine alınmıştır. Okuma ve kültür birikimi bakımından Türkiye’nin en önde gelen şehirlerinden Kırşehir, küllerinden yeniden doğarak geleceğe daha güçlü ve emin adımlarla yürümektedir.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.