ŞEHİR ve KÜLTÜR - 9. Sayı

Page 1



Biz’den… Adaletli ve Kültürlü Nesiller Yetiştirelim... “Eğer maksûd eser’se mısra-ı berceste kâfidir” Koca Ragıp Paşa Zor bulunup kolay kaybedilen değerler insan ömründe sayılıdır. Elde ettiğiniz imkânları iyilik ve güzellikleri, yaşanılan kötü durumlardan sonra kazandığınızda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak rehavetine kapılmak doğru davranış değildir. Yaşadığınız şehrin geçmişinde; Yaşanmışlıklarını iyi veya kötü hatırlamak ve ona göre davranmak gerekir. İnsanoğlunun unutamadığı iki yüzden biri yaşayıp büyüdüğü şehridir. Bu unutamamazlık içinde zaman sürecinin iyiye gittiğini keşfedebiliyorsak bu durum bizi mutlu edecektir. Yaşarken birlikte olduğunuz aileniz arkadaşlarınız komşularınız akrabalarınız sizleri ya kendi düşünce ve hareket girdabının içine alacak yada siz onları kendi yelpazeniz altına alacaksınız. Düşünce ve davranışların toplum içinde etki ve tepki nedeniyle şekil değiştirmesi etkilenme çevresinden kaynaklanıyor. Günümüz sosyal yapısı içinde en küçük birlik aile, sonra mahalle köy , sonra bucak nahiye, ilçe kaza , il vilayet ve nihayetinde merkezi idare. Aile içinde yönetim , ataerkil bir toplum olduğumuzdan büyüklerimizin elindedir. Büyüklerimiz okumamış olsalar bile yaşlarına hürmeten bu görev kuşkusuz onlarındır. Bu idare demokratik midir?, hayır burada demokrasi işlemez. Ancak işin içine maddiyat girdiğinde, eğer inancınız ve tefekkürünüz sağlam değilse demokraside törede sökmez, Oğul babaya baba oğula davranış biçimleri değişir. Mahalleler ve Köylerde demokrasi çalışmaya başlar, ancak burada da senin adamın benim akrabam prensipleri çalışır. Merkezi yönetimin seçimlerinde her görevlendirme gibi Asıl olması gereken liyakattır. Burada senin adamın benim adamım değil, Liyakat ve millet menfaatleri gözetilir. Partiler kendi adaylarını belirlerken kaşına gözüne sesine değil elbette liyakatine bakacaktır ki seçmeninin ilgisini çeksin itibar görsün ve adayı seçilsin, nihayetinde millet kendi iradesini beyan eder ve hukuk çerçevesinde hak teslim edilir. Ülkemin dışından ülkemin idaresine parmak sokan yabancı istihbarattan yabancı medyadan, bize yabancılaşmış medyamızdan milletim her zaman

zarar gördü, artık herkes farkında ki bu durumu gören gözler görüyor, duyan kulaklar duyuyor işitiyor. Millet kendi iradesi ile hiçbir zaman kendi aleyhine bir durumu kabullenmez. Kimse haklarını savunan, ona hizmet için mücadele eden, en insani eğitim sağlık ve hizmet gibi haklarını teslim eden bir idareden vazgeçmez, bilir ki bu davranış kendisi için kötü sonuçlara, haksızlığa hukuksuzluğa ve kaosa giden bir intihardır. Şehirler; Dünya şartlarını yaşatan hizmetleri aksatmayan, yenilikleri yenileyen, bir günü bir güne eşit olmayarak daima müreffeh bir hayat tarzına doğru yürüyen yönetimlerle güzelleşirler. Şehirlerin ve ülkelerin medeni dünyadaki gelişimini mimari ve iktisadi alanda başarmak ciddi bir performans gerektirir. Bu da hakkı ve hukuku elden bırakmayan Adaletli yönetimler ve yöneticilerle olur. Hataları hata olarak görüp tedbir almak, sevapları sevap olarak bilip sayılarını artırmak her insanın görevidir. Şehirleri imar edersiniz, yollar, köprüler , parklar bahçeler, modern ulaşım araçları gibi her şeyi en mükemmel olarak yaparsınız. Ancak Kültürü imar edemezseniz sınıfta kalırsınız. Kültür’ü Şehirden, yönetimden, imardan, ayıramazsınız, iki gelişmeyi de birlikte gerçekleştirmek zorundasınız. Kültür, Medeniyetin birikimidir siz bu medeniyetleri şehirlerde kurup yaşatırsınız. Eğer yaşatamazsanız şehirler modern yapıları ile modern hapishanelere benzer. Kültürsüz Şehir, Şehirsiz Kültür olmaz. Dünyanın en stratejik noktasında bulunan ülkemin müreffeh bir geleceğe kültürlü insan yapısına, kültürünü kaybetmemek için çalışan kültürlü yöneticilerine ihtiyacı var, bunun için Adaletli , kültürlü bir nesil yetiştirelim. Demokrasi gereği seçimlerin hayırlara vesile olmasını dilimiz döndüğünce dile getirdik. Şehir ve Kültür Dergimizin bir sayısını daha dikkatle ve titizlikle hazırladık. Önümüzü ilikledik saçımızı taradık. Huzurunuzdayız Bir hadisi şerifte söylendiği gibi; “Neyseniz ona göre, Başınızda idare…” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zâtınıza. Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

AMERİKA ŞEHİRLERİNDE:

SÖYLEŞİ

Ersin Nazif GÜRDOĞAN

MEDENİYET PERSPEKTİFİNDEN ŞEHİR Prof.Dr. Sami ŞENER

28

YENİKAPI MEVLEVİHANESİ PROF.DR.AHMET TUTAN ARSLAN İLE SÖYLEŞİ

Söyleşi: Mahmut BIYIKLI

12

DERSAADET’TE “FATiH - SÜLEYMANiYE” ULEMÂ SEMTLERİ Mehmet Kamil BERSE

SÖYLEŞİ

18

Y. MİMAR AYSEL BAŞER:

RESTORASYONA İNSANDANBAŞLANMALI! Mahmut BIYIKLI

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editör: Mahmut Bıyıklı

32

HER YOL ROMA’ YA ÇIKAR MI? Yard.Doç.Dr.ERKAN ÇAV

Reklam ve Halkla İlişkiler: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: SoftG / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi,


7 TYB’DEN ŞEHİR VE KÜLTÜR DERGİSİ’NE ÖDÜL 11 KATOLİKLERİN PAPA’SININ “20. YÜZYILIN İLK SOYKIRIMI” İDDİASI NELERE SEBEP OLABİLİR? /Prof. Dr. Ali Arslan 24 ISPARTADAKİ YÛNUS EMRE /Mustafa ÖZÇELİK 38 EVDEN ŞEHRE BÜYÜTÜLEN DÜŞ / Recep GARİP 46 KÖPRÜBAŞINI KARA KİN TUTMUŞ / Ali Arslan CAN 49 İBRAHİM YASAK’IN ŞEHİR DEFTERİ /Mehmet ŞARKIŞLA

42

BAŞKENT Mehmet KURTOĞLU

SÖYLEŞİ

52

D. MEHMET DOĞAN iLE ANKARA HASBiHÂLi Söyleşi: Mehtap ALTAN

50 İSTANBULLUSU KALMAYAN İSTANBUL! / Mahmut BIYIKLI 56 BİR İSTANBUL BEYEFENDİSİ TATAR KEMÂL / Hulusi ÜSTÜN 58 İSTANBUL’UN PERİŞAN ÇEŞMELERİ VE AHMED KETHÜDA ÇEŞMESi / Salih ŞAHiN 62 ÜSKÜDAR ŞİİR FESTİVALİ’NİN ARDINDAN ŞAİRLER ÜSKÜDAR’A GELDİ / Şakir KURTULMUŞ 64 GİRİT MAHALLESİ VE ALAY KIRAATHANESİ Abdurrahman ADIYAN 68 RUMELİHİSARI FETHİN KAPISIDIR / Sabri GÜLTEKİN 74 İKİ ŞAİR, BİR ŞEHİR / Erbay KÜCET 77 ŞEHİRLER AĞLAMAZ MI SANIRSINIZ? / Muhsin İlyas SUBAŞI 78 EDİRNE; BİR GÜL ŞEHİR / Fahri TUNA 80BULUTLARIN ÜLKESİ RİZE / Ali YAĞCI 84 YÂR ELİNDEN ŞEHİR OLSA İÇİLİR / İbrahim BAŞER 87 YÜCE SESSİZLİK SARAYI / Kamil UĞURLU 88 YAŞAYAN BİR MÜZE: MASUMİYET MÜZESİ / Ayşegül ÜNAL

70

92 RESSAM FEHİM HUSKOVIĆ’İN SANATI ÜZERİNE / Katitsa KYULAVKOVA

KERVANSARAYLAR BİZE NE ANLATIR

94 ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ İSLÂMÎ EDEBİYAT VAKFI/ Mehmet Nuri YARDIM

Nidayi SEVİM

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul100 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74

Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 Sefaköy-K. çekmece / 0212 624 21 11 Kapak Resmi: Emine Geçtan “ERGUVANİ DÜŞLER” Erguvan ve İstanbul Klasik Türk Sanatları Vakfı Yayını 2010


AMERİKA

ŞEHİRLERİNDE: Avrupa’da Paris bir ‘ışık’ şehri olarak bilinir. Ancak Las Vegas’ın ‘ışık’larıyla, dünyada hiçbir kentin yarışması mümkün değil. Işık, kumar, cinsellik ve alkol iç içe girmiş biçimde devasa otellerden caddelere taşar. Amerika, rasyonel üretimle birlikte, irrasyonel tüketimde üstüne olmayan bir ülke. Kumar irrasyonel tüketmenin en yıkıcı yollarından biri.

Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

ztek, İnka ve Maya kültürlerinin sahibi Colomb öncesi Amerika’nın yüzyıllar öncesine dayanan çok zengin bir geçmişi var. Amerika’nın yerlileri olan Kızılderililerin atalarının Bering Boğaz’ndan geçen Moğol asıllı Asyalılar olduğu söylenir. Colomb’dan sonra başta İspanyollar ve Portekizliler olmak üzere, İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar Amerika’ya göç etmeye başlarlar. Müslüman Arapların İspanya’yı ele geçirerek, Fransa’nın içlerine kadar ilerlemesiyle, Avrupa, Hristiyanların Okyanus’ta sığındıkları adaların zenginliklerini anlatan efsanelerle dolup taşmaya başlar. Söz konusu efsanelerden en ünlüsü ‘Yedi Şehir Adası’dır. Efsanelerde Hristiyanların bu zengin adalara ulaşabilmeleri için, öncelikle Müslümanları İspanya’dan bütünüyle çıkarmaları üzerinde önemle durulur. Müslümanların İspanya’dan sürülmesiyle, Amerika’nın bulunmasının aynı yıla rastlamasında efsanelerin büyük etkisi olduğu söylenir. Colomb’un bugünkü Sevilla’da hazırlıklarını tamamlayarak, Okyanus’a açılması ve bütün Avrupalıların onu izlemesinin arka planında ‘Altın’ şehirlere ulaşma ideali yatıyor. Amerika Doğu’nun büyülü zenginlikleri peşinde koşan Avrupalılar için, gerçek bir ‘Altın Ülke’ ya da “El dorado” olmuştur. Avrupalılar Amerika’nın zenginliklerine el koyabilmek için, Afrikaları köle olarak, zincirlerle yüzyıllarca Yeni Dünya’ya taşımışlardır. Bugünkü çok kültürlü, çok dinli, çok ırklı, çok renkli Amerika’nın kurucuları, Asya, Avrupa ve Afrika’dan gelen ya da getirilen göçmenlerin torunlarıdır. Amerika bizim Anadolu gibi bir göçmenler ülkesidir. Amerika’yı Amerika yapanlar, dünyanın dört bir yanından gelmiş göçmenlerdir. Göçte güç vardır. Göçebeler arasında dayanışma ve yardımlaşma, yerleşik olanlardan daha fazladır. Bunun için İbn Haldun göçebelere hayrandır. Bizim kültürümüzde göç, çok önemli bir yer tutar. Biz Türkler Doğu’dan Batı’ya doğru, uzun bir yolculuğa çıkmış, büyük bir kervan gibiyiz. Anadolu insanı altmışlı yıllarda iş gücü olarak Avrupa’ya göçtü. Şimdi bütün Avrupa ülkelerinde küçük küçük Anadolular oluştu.

*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//9// nisan 4

Doksanlı yıllarda Anadolu insanı Amerika’ya göç ediyor. Önümüzdeki yıllarda Amerika’’nın belli


başlı şehirlerinde Küçük Anadolular oluşacak. Sermaye gibi, girişimci insan için de sınırlar ortadan kalkıyor. Avrupa’ya iş gücümüz göç etmişti. Amerika’ya ise yetişmiş insanımız göç ediyor. Zehra Çataltepe’den Betül Atalay’a kadar yüzlerce bilgisayar uzmanımız, Amerika’nın önde gelen ileri teknoloji firmalarında çalışıyorlar. Erdoğan Gürmen, Süleyman Kurter, Abdullah Tuğ gibi öncü girişimcilerimiz var. Bütün dünyada New York ve Los Angeles gibi şehirler, girişimciliğin olduğu kadar özgürlüğün de simgesi hâline geldiler. İnsanlar üretim gücü düşük ülkelerden üretim gücü daha büyük ülkelere doğru göç ederler. Sony Japonya’da ihtiyacı olan uzmanları bulamadığı için araştırma birimlerini Amerika’ya taşımış. Amerika yalnızca Avrupalılar ve Uzak Asyalılar için değil, Anadolu insanı için de bir ‘Altın’ ülkedir. İstanbul’a yerleşen bir girişimci Türkiye’yi, New York’a yerleşen ise dünyayı görür. GÜNAH ŞEHRİ LAS VEGAS Amerika’’da en kısa zamanda ve hemen zengin olmak isteyenler için, bütün yollar Las Vegas’’a çıkar. Las Vegas 1905’de Nevada’da çölün ortasına ‘kumar’ ya da ‘günah’ şehri olarak kurulmuş. Başarılı bilgisayar uzmanı Hülya Peker, ‘Las Vegas’ı görmeye gittiklerinde, babasının kumar için koskoca bir şehir kurulmasına bir türlü akıl erdiremediğini, anlatmıştı. Las Vegas’’ta ‘günah’ ya da ‘sevap’ yok, ‘yasal’ ya da ‘yasadışı’ var. Amerikalılar Nevada eyaletine yüzlerce otel, oyun salonu ve gösteri merkezleriyle, Eyfel kulesi gibi, dünya başkentlerinin simgesi anıtlardan oluşan yeni bir şehir inşa etmişler. Las Vegas, içki ve kumara karşı olan Mormonların merkezi South Lake City ile aynı eyalette kilise ve kumarhane Nevada’da birbirine karışmış. Kumar ve alkol, uyuşturucu ve sigaradan daha çok bağımlılık doğurduğu halde, Amerika’da ilk ikisinin bağımlıları yasal bir takibe uğramazken, diğer ikisini kullananlar ciddi yasal sınırlamalarla karşı karşıya gelirler. Kızım Selva’ya aldığımız arabayı denemek, hem de günah şehri Las Vegas’ı görmek için, Amerika’nın ünlü otoyollarına düştük. Los Angeles ile Las Vegas arasında San Fransisco ya da Chicago’da görülmeyecek büyüklükte ‘outlet’ler ve otel zincirleri var. Amerikan toplumunu derinlemesine inceleyen iktisatçıların başında gelen Thorstein Veblen, ‘insanlar kazanmaktan daha çok ne kadar

para kaybedebileceklerini göstermek için kumar oynarlar’ tespitini yapar. Las Vegas’a gelen kumar tutkunlarının büyük bir çoğunluğu, zenginlik sergilemekten daha çok, kısa yoldan zengin olmak derdindeler. Bu yüzden burada kumar oynamak için, yüzlerce oyun, yöntem ve teknik geliştirilmiş. Las Vegas’’ta her şey insanın evrensel olan kazanma tutkusunu kışkırtmak için tasarlanmış. Otelleri New York’’un otellerinden bile daha ucuz. Ünlü oteller yatak ücretlerini düşük tutarak, kumarhanelerinin gelirlerini artıracak müşterileri çekmeye çalışıyorlar. Avrupa’’da Paris bir ‘ışık şehri olarak bilinir. Ancak Las Vegas’ın ‘ışıklarıyla, dünyada hiçbir kentin yarışması mümkün değil. Işık, kumar, cinsellik ve alkol iç içe girmiş biçimde devasa otellerden caddelere taşar. Amerika, rasyonel üretimle birlikte, irrasyonel tüketimde üstüne olmayan bir ülke. Kumar irrasyonel tüketmenin en yıkıcı yollarından biri. Kumar bir toplumun üretici gücüne hiçbir katkıda bulunmaz. Çünkü kumar oyunlarında birinin kazancı, diğerinin kaybıdır. Kayıplar, kazançlara eşit olduğu için, birinin cebindeki para başka birinin cebine geçer. Bizim kültürümüzde, şans oyunlarının hiçbirine yer yoktur. Mutsuzluk üzerine mutluluk inşa edilmez.

5


Ş ehir

Kral Fahd İslam Kültür Merkezi, Kaliforniya

Amerika bizim Anadolu gibi bir göçmenler ülkesidir. Amerika’yı Amerika yapanlar, dünyanın dört bir yanından gelmiş göçmenlerdir. Göçte güç vardır. Göçebeler arasında dayanışma ve yardımlaşma, yerleşik olanlardan daha fazladır. Bunun için İbn Haldun göçebelere hayrandır.

LOS ANGELES’TE BİR CUMA Hollywood’un tepelerine kadar uzanan Washington Bulvarı üzerinde Kaliforniya’nın en yeni ve en büyük camiinin bulunduğu Kral Fahd İslam Kültür Merkezi ile karşılaşılır. Kaliforniya’nın dinamik ekonomisi, Latin Amerikalı ve Uzak Asyalılarla birlikte İslam dünyasını da çekiyor. Kaliforniya’da yaşayan Müslümanların sayısının bir milyonu bulduğu söyleniyor. Yalnızca Los Angeles civarına 60 cami yapılmış. Los Angeles’te Amerika’nın Avrupa kökenlilerinden daha çok Asya kökenli olanları yaşıyor. Bu şehirde dolaşırken, kendinizi zaman zaman Seul’de, Tahran’da ve Mexico’da sanabilirsiniz. Ermenilerin, İranlıların, Korelilerin ve Meksikalıların kendi mahalleri var. Şehirde konuşulan 80 dilden pek azı Avrupa dili. Söz konusu dillerin hepsi de konuşulan, öğretilen diller. Los Angeles’te Avrupalı beyazlar azınlık durumundalar. Ancak kavga ve çatışma yok. Herkes geleceğe güvenle bakabilmek için, büyük bir üretim yarışı içinde. Bu şehirde farklı ırklardan, farklı dinlerden, farklı kültürlerden yeni bir toplum doğuyor. Söz konusu kültür kimseyi başkası olmaya zorlamıyor. Herkes kendi dinine, kendi kültürüne, kendi geleneklerine bağlı olarak yaşayabilir. Herkes geçmişe değil, geleceğe bakıyor. İşte Pakistanlı üç gencin kurduğu ileri teknoloji şirketi, Silikon Vadisi’nin şirketlerine

sayı//9// nisan 6

fason üretim yapıyor. Pakistan’da kurdukları şirkette ellinin üzerinde uzman mühendis çalışıyormuş. Türk arkadaşlarını da şirket kurma yolunda teşvik ediyorlar. Cuma namazında bir araya gelenler, bütün İslam dünyasını temsil ediyorlar. Bosna ve Kosova’dan gelmiş göçmenlerden tutun, Fas’tan Malezya’ya bütün İslam dünyasından öğrenciler, işadamları ve diplomatlar var. Namazı üniversite öğrenimini Medine Üniversitesi’nde tamamlamış Ganalı Şuayip Tacudiddin kıldırdı. İmam Şuayip hutbede İslam kültürünün, ‘alan el’ değil, ‘veren el’ olmayı özendirdiğini, İslam tarihinden örneklerle anlattı. Murat Çizakça’nın ‘İş Ortaklıkları Tarihi’ isimli kitabında uzun uzun incelediği gibi, Silikon Vadisi’nde başarıyla uygulanan ‘Venture Capital’ şirketleri, aslında, İslam’ın ilk yıllarından bugüne kadar geniş uygulama alanı bulmuş ‘Mudarebe’ ortaklığının ithal edilmiş biçimidir. Medine’den Buhara, Saraybosna, Mahaçkale ve Kurtuba’ya kadar, Müslümanlar’ın kurdukları şehirlerin odak noktasında cami ve çarşı vardır. Çarşısız cami güçsüz olduğu gibi, camisiz çarşı da ilkesiz olur. Güçlü ekonomi, sağlam hukuka dayanır. Sağlam hukukun kaynağında ise, evrensel ahlak vardır. Evrensel ahlak kaynağını Îlahî dinlerden alır. Los Angeles’te Müslümanlar cami ile çarşıya dayanarak, oluşmakta olan dünyada kendilerine sağlam bir yer edinmeye çalışıyorlar.


TYB’DEN ŞEHİR VE KÜLTÜR DERGİSİ’NE ÖDÜL

Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şubesi tarafından her yıl verilen kültür sanat ödülleri sahiplerini buldu. Yılın Dergi olarak ödüle layık görülen Şehir ve Kültür’ün ödülünü dergimizin editörü Mahmut Bıyıklı Kayseri TYB Başkanı Vedat Sağlam’ın elinden aldı. Sağlam yaptığı konuşmada Şehir ve Kültür Dergisi’nin her sayısında Kayseri’ye yer verdiğini şehrin kültürel kimliğine katkıda bulunduğunu belirtti. Editörümüz Mahmut Bıyıklı da Kayseri TYB’ye teşekkür ederek bu ödülün kendilerini mutlu ettiğini belirterek Şehir ve Kültür Dergisi adına teşekkür etti. Bıyıklı konuşmasına şöyle devam etti: ‘’Müslümanın modern şehirle ilişkisi Allâhıyla ilişkisini yansıtıyor diye düşünüyorum. Müslüman, insanlıktan mes’ul insan demektir. Bu çarpık yapılanmanın teşekkülünden müslüman da sorumludur. Gerektiği gibi sağlam duramadığı, seher medeniyetleri kuramadığı için belki şu an modern müslümanın şehirle ilişkisi pek sağlıklı görünmüyor. Ancak düştüğümüz yerden ayağa kalkacağımıza yeni bir ruh aşısıyla bunu başaracağımıza inanıyorum’’

Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şubesi’nin Hunat Kültür Merkezi’nde yapılan 2014 Yılı Kültür, Sanat ve Edebiyat Ödülleri törenine ayrıca Büyükşehir Belediyesi Eski Başkanı ve AK Parti Milletvekili Adayı Mehmet Özhaseki’nin yanı sıra Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Çelik, Kocasinan Kaymakamı Ali Candan, Melikgazi Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç, AK Parti Milletvekili Adayı Ahmet Doğan, kültür-sanat adamları ve davetliler katıldı. TARİHİ ESERLERİ YOK ETMEK İÇİN YARIŞMIŞIZ Törende bir konuşma yapan Mehmet Özhaseki “2000’li yıllara kadar maalesef bilinçsizlik nedeniyle tarihi eserlerimizi yok etmek için yarışmışız. Bunu bilgisizlikten yapmışız. Yedi yıl boyunca Tarihi Kentler Birliği’nin Başkanlığını yaptım. Diğer illerdeki tablo da Kayserimizden farklı değildi. Anadolu açık hava müzesi olması gerekirken mahzun tarihi eserler kalmıştı. Kayseri’de yaptığımız çalışmalarla tarihi eserlerimizi ayağa kaldırdık. Kültür Yolu projesi üzerinde 30 kadar eser var. Bunlar açığa çıktığında yüz akımız olacak” dedi. Özhaseki, “Ödül törenine de katılan kültür sanat alanında çok önemli isimler var. Onları el üstünde tutmalıyız. Benim yaptığım yol 10 sene sonra eskir, ağaçlar 30 sene sonra çürüyebilir; ancak onların yazmış olduğu eserler yüzlerce yıl yaşar” diye konuştu. Törende ayrıca Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Oktay Durukan’a ‘Yılın Bürokratı’ ödülü verildi.

7


Ş ehir

MEDENİYET PERSPEKTİFİNDEN

ŞEHİR

Şehri, topraktan, yeşilden, çiçekten uzaklaştırarak bir beton yığını hâline getiren muhteris inşaat sektörü kadar, bu tür gelişmelere imkânı sağlayan kamu yönetimi de büyük hata ve yanlışlık içindedir. Halka ait alanları, halka sormadan ve halkın yaşama kolaylığını düşünmeden hoyratça imara ve yapılaşmaya açan belediye yönetimleri de, aynı şekilde ciddi bir duyarsızlığın içinde olarak toplumun geleceğini ipotek altına aldıklarını düşünememektedirler.

Prof.Dr. Sami ŞENER*

ehri, içinde yaşadığımız dönemin ve şartların bir ürünü olarak görmek; belki olayı, tarihî ve kültürel açıdan değerlendirememek olur. Çünkü bugünkü şehir, geçmişin şartları ile bugünün ihtiyaçlarının bir karışımı olarak karşımıza çıkmış, kimliği olmayan veya iki kimlikli bir yaşama alanıdır. Aslında kimliğin farklı boyutlara sahip olması, bir manada kimliğin yok olduğu anlamına da gelir. Çünkü, iki kimlik; hiçbir zaman belirli bir anlayış ve yaşayış özelliği demek değildir. Melez kültürler, bunun bir örneği olup, orada belirli bir gelenek veya sistemi yaşatabilmek çok zordur. Günümüz şehirlerinde, eğer tarihî bir eser veya bina varsa, biz o şehirde bir zamanlar farkı bir medeniyet olduğunu anlayabiliyoruz. Fakat, bu medeniyetin üzerine, modern denilen fakat bizden herhangi bir işaret ve özellik taşımayan yapı ve eserleri görünce, başka bir medeniyetin bu eski medeniyeti yaşama alanından kovduğunu da düşünebiliyoruz. Bazıları, ne yapalım hayatın bir gereği veya günümüzün kaçınılmaz gerçeği diyebilirler. Gerçekten de, şehrin standart bir apartman veya gökdelen örneği ile sembolleşmesi, hayatın gerçeği veya günümüzün karşı koyamayacağı bir özelliği midir? Yoksa, bu cümleler meseleyi tahlil etmekten uzak, basmakalıp ve üzerinde düşünülmeden söylenmiş sözler midir? Eğer bir insan veya toplum, kendi iradesi altında yürümesi gereken bazı işleri açıklayamıyor ve onları, kendi üzerinde bir güç tarafından yönetiliyormuş gibi kabul ediyorsa, o kişi veya toplumun şuur ve hafızasında bazı problemler var demektir!.. Çünkü, bu tür cümleler ile kendinizden ve sizi siz yapan değerlerden, farklı ve özel kılan niteliklerden bihaber bir hayat yaşadığınızı ifade etmiş oluyorsunuz. Veya bu tavır, çevrenizde meydana gelen olayları değiştirebilecek ve onları değerlendirecek bir gücün sizde kalmamış olduğunu göstermektedir.

*TC Medeniyet Üniversitesi-İSMAM Başkanı

sayı//9// nisan 8

Aslında bu tavır, sadece “şehir”deki değişiklikler ile başlayan bir hadise değildir. Daha çok, kendi düşünce ve inanç sistemine dayalı bir hayatı veya medeniyeti koruyamama ve yaşayamamanın gözlerden kaçırılmasıdır. Eğer bu tavır, şuurlu bir saptırmanın eseri değilse, kendinden habersiz bir vicdanın ve iradenin sonucu olduğunu söyleyebiliriz.


O hâlde, insan ve toplumun kendini belli bir inanç ve düşüncenin sahibi olarak kabul edilmesiyle başlayan şuur ve irade, normal olarak kişiye değerlerini korumasını ve yaşatmasını isteyecektir. Eğer böyle bir hareket yoksa, orada düşünce ve inancın insanı harekete geçirici rolünün kalmadığından bahsedebiliriz. Böylece şehir gibi fiziki, ekonomik ve sosyal bir sistemin öncelikle insan ve medeniyet merkezli bir düşünce ve felsefe etrafında şekillenmesi gerektiğini kabul etmek durumundayız. Bu yaklaşım, aynı zamanda bizim medeniyet anlayışımızla da uygunluk göstermektedir. Çünkü, bu medeniyet anlayışı vahdet (birlik) kavramı üzerinde yükselmektedir. Dolayısıyla her unsur, birbiriyle bağlantılı ve bir diğeriyle ahenk içinde varolmak durumundadır. Parçaların bütünden bağımsızlığı ve kopukluğu söz konusu değildir. Burada sosyal olan ile teknik olanın farklılığını da görmek durumundayız. Sosyal olan gerçek, birbiriyle kopmaz bağlantı içinde ve birbirini tamamlamak durumundadır. Ama teknik ve maddi dünyada aynı özelliği görmek mümkün değildir. Batı düşünce ve felsefesi, sosyal olanı da teknik ve maddi olan gibi idrak ettiğinden, bu alana ait çalışmaları farklı bir şekilde değerlendirmekte ve bizim medeniyet anlayışımızla bağdaşmayan bir dünya görüşü ortaya çıkmaktadır. İşte böyle bir düzlemde ekonomik ve fiziki faktörlerin de manevi ve sosyal değerler ile irtibatlandırılması ve özellikle belirleyici bir rol ve

fonksiyon üstlenmesi söz konusu olmaktadır. Bu durum, aslında Batı ve İslam medeniyetlerinin en ayırt edici yönü olmaktadır. Şehir olayı, günümüzde yeniden değerlendirilmesi gereken bir boyut taşımaktadır. Özellikle yoğun insan ilişkilerinin, sanayi ve medya çalışmaları ve karmaşık ulaşım imkânlarıyla insan varlığını dikkate almayan bir organizasyon ile karşı karşıyayız. Bora ve Bertrand Russeller, endüstri toplumuyla ilgili kitaplarında Batı medeniyetinde herşeyin endüstri için ve endüstriye göre dizayn edilen bir toplum tipini olduğunu açıklarlar. Burada dikkatimizi çeken husus, endüstrinin bir ideoloji ve gaye olarak belirlenmiş olmasıdır. Elbette şehir de, endüstrinin bir parçası ve endüstriyel sistemin tamamlayıcı bir unsuru olacaktır.

Bazıları, ne yapalım hayatın bir gereği veya günümüzün kaçınılmaz gerçeği diyebilirler. Gerçekten de, şehrin standart bir apartman veya gökdelen örneği ile sembolleşmesi, hayatın gerçeği veya günümüzün karşı koyamayacağı bir özelliği midir?

Batı medeniyetinin teknik ve bilim karışımı bir felsefe üzerine oturduğunu herkes biliyor. Şehir konseptinin de bu genel mantık ve çerçeve üzerinde yükselmesinden başka bir amacı gerçekleştirmesi düşünülemez. Fakat, Batı’da sanayi merkezli yaşama tarzının, şehirleri ve dolayısıyla insanları nasıl tabiattan kopardığı ve psikolojik bunalımlara yol açtığının anlaşılmasından sonra, Batı şehirlerinde olabildiğince yeşil, park ve dinlenme ile sosyal rekreasyon birimlerinin geliştiğine şahit oluyoruz. Yani Batı, kendi mekanik anlayışının zararlarını yaşayarak ve tecrübe öğrenmiş ve bu tutumunu önemli ölçüde değiştirerek, tabiatla uyumlu şehirler kurma çabası içine girmiştir.

9


Ş ehir

medeniyet anlayışı olmadan hayata aksettirilemez. Bunun yolu da düşüncelere ve inançlara dayalı bir yaşama pratiğinin gerçekleşmesiyle açılabilir. İçinde bulunduğumuz Batıcı sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi kural ve sistemler, bizim medeniyetimiz içinde vücut bulmuş yapılar değildir. Dolayısıyla, bizim olmayan ve ruh ve düşünce birikimimizden kaynaklanmayan sistemler ile medeniyetimize ve insan kimliğimize ulaşmak hayali bir beklentidir.

Bu yaklaşım, aynı zamanda bizim medeniyet anlayışımızla da uygunluk göstermektedir. Çünkü, bu medeniyet anlayışı vahdet (birlik) kavramı üzerinde yükselmektedir. Dolayısıyla her unsur, birbiriyle bağlantılı ve bir diğeriyle ahenk içinde varolmak durumundadır. Parçaların bütünden bağımsızlığı ve kopukluğu söz konusu değildir.

Peki ya şehir kavramını ilk defa ideal bir şekilde kuran ve hayatı daha nitelikli bir çevre ve mimari içerisinde sunan İslam beldeleri, hangi noktaya gelmiştir? Yazımın başında zikrettiğim, iki kimlikli şehir örneği, aslında kimlik ve kültürün melez bir hâle gelmesiyle başlamış ve bunun örneklerine, hayatın her safhasında kendisini göstermiştir. Körü körüne ve güdümlü Batı hayranlığı, bizi; kendimiz olmaksızın, başka medeniyet ve sistemleri benimsemeye götürmüş ve insan ve sistem bütünlüğü böyle bir taklitçi yapı içerisinde gerçekleşememiştir. Şehir, diğer toplumsal kurumlar gibi bir düşüncenin ve hayat anlayışının şekillendirdiği bir düzendir. Onu ne duygudan, ne düşünceden ve ne de inanç sisteminden ayrı düşünmek mümkündür. Çünkü son tahlilde şehir, insanın tüm maddi ve manevi varlığını ortaya koymaya çalıştığı bir yaşama tecrübesine örnek olmaktadır. Ama maalesef, günümüzde düşünce ve niyeti medeniyetimiz istikametinde olmakla birlikte, proje ve programı Batılı örnekleri sürdüren ve bu çabalara da manevi bir kıymet bahşeden anlayışlar ile yeni bir doğuş ve dirilişin imkânları bir türlü gerçekleşememektedir. Her mesele gibi, tarihî ve sosyolojik tecrübeyi bir ölçü olarak almadan, kendi sistemlerimizi oluşturmaya çalışmakta ve çözüm getirici noktaya ulaşamamaktayız. Farkında olmadan, öz ile metot arasındaki bağlantıyı kaçırmakta ve insan ve değerleri dikkate almadan, kurumlar inşa etmeye kalkışmaktayız. Bu konular, politikacılardan çok; ilim ve kültür adamlarının rehberliğinde gelişmek durumundadır. Davranışlar, düşünce ve niyetlerin istikametinde gelişir. Hiçbir fikir, belli bir inanç ve

sayı//9// nisan 10

Yeniden kültür ve medeniyet kodlarımızla, kendi insan ve şehir idrakimize ulaşmak ve bunun müsbet sonuçlarını devşirmek zorundayız. Sosyal bilimleri, kendi değer sistemlerimiz üzerinde yeniden kurarak işe başlamaktan başka bir metodumuz olabileceğini düşünemiyorum. Şehri ve onun içindeki insan ve toplum, birçok bakımdan sıkıntılar içinde bulunmaktadır. Şehrin mimarisi, kültür, ahlak ve geleneklerimize göre değil de, maddi kazanç ve rant beklentilerinin etkisine açık bırakılırsa, burada ne insan ve ne de kültürel bir yapılaşma gerçekleşecektir. Ayrıca, yüksek binalar ile modernlik arasında bağlantı kurmaya çalışan ve bu yapılaşmayı, çok ideal bir sunum içinde gerçekleştiren özel sektör, her nedense Batı’da bile bu tür yapılanmaların terkedildiğini görmezlikten geliyor. Maalesef, medeniyeti teoride savunan bürokrat ve müteşebbisler de, bu yanlış yola alternatifler bulma çabasından uzakta bulunuyorlar. Şehri, topraktan, yeşilden, çiçekten uzaklaştırarak bir beton yığını hâline getiren muhteris inşaat sektörü kadar, bu tür gelişmelere imkânı sağlayan kamu yönetimi de büyük hata ve yanlışlık içindedir. Halka ait alanları, halka sormadan ve halkın yaşama kolaylığını düşünmeden hoyratça imara ve yapılaşmaya açan belediye yönetimleri de, aynı şekilde ciddi bir duyarsızlığın içinde olarak toplumun geleceğini ipotek altına aldıklarını düşünememektedirler. Artık ilmin, medeni anlayışın, kültür ve insani duyarlılığın dinamikleri içinde, sadece siyasi veya maddi kazanç perspektifinden bakmayan bir anlayış ile şehre sahiplik ve şehir insanına hizmet anlayışının ön plana çıkması gerekiyor. Öyle sanıyorum ki bugünkü şehir, insanı rahatlatmak şöyle dursun, ruh ve zihin sağlığını ortadan kaldıran onlarca menfi etki ile modern bir çilehane olarak hergün hayatımızdan sağlıklı bir hücreyi ortadan kaldırmaktadır. Acil müdahale ancak, sosyal, ahlaki ve insani ilimler açısından bir operasyon ile gerçekleştirilebilir.


KATOLİKLERİN PAPA’SININ

“20. YÜZYILIN İLK SOYKIRIMI”

İDDİASI NELERE SEBEP OLABİLİR?

Prof. Dr. Ali Arslan*

*İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü

apa Franciscus tarafından yapılan ve Ermenileri sevindiren bir şekilde “20 yüzyılın ilk soykırımı” ifadesini kullanması Türkiye tarafından yeteri kadar ciddiye alınmadığı görülmektedir. Türkiye güçlü bir devlettir, bu yok hükmündedir, bir paçavradır tarzındaki ifadelerin hepsinin haklılığını savunulacak tarafları olabilir ve bunları iddia edecek taraftarları bulunabilir. Ancak bütün bunlar bu açıklamanın ciddiyetini ortadan kaldırmaz. Bazen resmî yani devlet adına yapılmayan açıklamalar daha etkili olabilir. Bu kanaat veya hüküm bildiren kişinin sıfat ve vasıfları ile alakalıdır. Franciscus Vatikan Devlet Başkanı sıfatıyla bu açıklamayı yapsaydı, sadece o devleti bağlardı. Ancak açıklama Franciscus bir milyardan fazla Katolik mezhebinin ruhani lideri yani Papa olarak yaptığı için çok daha önemli hâle gelmektedir. Zira Papa, Katolik mezhebi müntesipleri diğer bütün Hristiyan mezheplere göre ruhani liderlerine bağlı, bağışlanma dileyenler için daha yetkilidir. Ayrıca bu mezhep mensuplarının papalarının yanılmaz olduğuna kanaatleri kendi itikatları açısından neredeyse bağlayıcı bir hükümdür. Bundan dolayı dünyanın dört bir yanındaki Katolikler için Papa’nın yaptığı açıklamalar ister siyasi ister dinî olsun ciddiye alınmak zarureti vardır. Hele hele dindar bir Katolik ve kilise mensupları için bu bir emir niteliğindedir. Kilise mensuplarının liderlerinin görüşlerine uymak mecburiyeti kilisenin bir inanç ve bir kültürü hâline gelecektir. Bu şekilde hareket eden kiliselere giden bütün Hristiyanlar zamanla bu görüşleri benimseyecek ve buna göre hareket etmeye başlayacaklardır.

Bu nokta dikkate alındığında, Papa’nın yaptığı bu açıklama Vatikan Devleti tarafından yapılacak açıklamadan daha etkili olacaktır. Özellikle yapılan ayin sırasındaki metne dahil edilmesi Katolikler açısından bu ifadelere ayrı bir kutsiyet kazandırmıştır. Papa’nın bu açıklamaları her ne kadar resmi olarak bir bağlayıcılık taşımasa da, manevi olarak bir Katoliğin soykırım yoktur demesi çok zor olacaktır. Bu açıklamayla bütün Katoliklerin soykırım iddialarını kabul etmesi sağlanacaktır diyebiliriz. Soğuk Savaş dönemi biterken, Katolik, Protestan ve Gregoryen Ermeni kiliselerine bağlı dinî ve siyasi liderler Lozan şehrinde toplanarak Ankara merkezli Türkiye’nin Ermenilerin büyük çoğunluğunun beraber hareket ettikleri İtilaf Devletleri tarafından tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması’nı değiştirmek için harekete geçmişlerdi. Buradaki hedefleri, TanınmaTazminat-Toprak şeklinde formüle edilmiş ve bu işe ülke parlamentolarında soykırım iddialarının kabul edilmesini bir yol olarak benimsemişlerdi. Bu noktada oldukça başarılı olan Ermeniler hep birlikte hareket etmiş ve aralarındaki mezhep farklarını dikkate almamışlardı.

Ermenilerin faaliyet alanı sadece devletler ve resmî teşekküller olmadığı iyi anlaşılmalıdır. Ermeniler nüfuz sahibi her kuruluş lideri ve şahıslara bu tür açıklamaları yaptırarak istedikleri hedefe ulaşmak için bu yeni süreci hızlandırmaya çalışacaklardır. Ancak bu planlama ve stratejinin sadece Ermeni Diasporası tarafından yapılmasının imkânsız olduğunu da Türkiye’nin iyi bilmesi gerekir.

Katolik Papa’nın “20. yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı” açıklaması ile yeni bir yola gidildiği anlaşılmaktadır. Bu yol tüm Hristiyanları birlik hâline getirmek olarak okunmalıdır. Sonuç: Papa’nın ayin sırasında dinî metne dâhil ettiği bu açıklamalar bütün Katolikler üzerinde etki yapacağı gibi nüfus yoğunluğu Katolik olan ülkelerin Ermeniler lehine tavır alamaya başlayacakları hâle dönüşebilir. Bu süreç, ABD Parlamentosu’ndaki dengeleri değiştirme niteliğine sahip bir gelişmedir. Bugün yüz milyon civarında Katolik’in yaşadığı ABD’den Ermeniler lehine kararlar çıkması daha kolay olacaktır. Bu gelişme ABD başkanının konuşmasını bile etkileyebilir. Bütün Hristiyanların etkilenmesini hedef alan bu yeni çalışma biçimi dikkate alındığında, Türkiye’nin bundan sonra karşılaşacağı yeni bir vaka ise Protestan ve Ortodoks kiliseleri başta olmak dünyadaki bütün diğer Hristiyan kiliseler ve tarikatvari oluşumlar Katolik Papasını takip edeceklerdir. Ermenilerin faaliyet alanı sadece devletler ve resmî teşekküller olmadığı iyi anlaşılmalıdır. Ermeniler nüfuz sahibi her kuruluş lideri ve şahıslara bu tür açıklamaları yaptırarak istedikleri hedefe ulaşmak için bu yeni süreci hızlandırmaya çalışacaklardır. Ancak bu planlama ve stratejinin sadece Ermeni Diasporası tarafından yapılmasının imkânsız olduğunu da Türkiye’nin iyi bilmesi gerekir. 11


Ş ehir

DERSAADET’TE

“FATİH - SÜLEYMANİYE” ULEMÂ SEMTLERİ -İKİNCİ-

Süleymaniye Külliyesi, Osmanlı döneminin en büyük külliyesidir ve mimarlık tarihinin en büyük teknik organizasyonlarından biriyle gerçekleşmiştir. Payitaht olan şehrin âlimleri seçkindir ve yetiştirdikleri talebeleri payitahttan tüm ülkenin şehirlerine ilim ve irfan dağıtmaya giderler. İlim ve irfan merkezi Payitahttır. Mehmet Kamil BERSE

Süleymaniye’de Türkiyenin en büyük külliyesi ve okullar.

etihten sonra, yıllar boyunca İstanbul’un tamamı ilim ve irfan merkezleri ile doldu. Bu mekânların çokça bulunduğu yerler ise Süleymaniye ve Fatih semtleri… Bu nedenle Süleymaniye ve Fatih, ulema semtleri yıllarca ve bugün dahi saygı ile anılan ve gidilen yerler oldu. Buram buram ilim irfan kokan bu semtler bilindiği üzere bugünde İstanbul Üniversitesi’nin ana mekânlarını teşkil etmektedir. Bu semtlerde, onlarca okul ile ders verilen mekânlar hâlâ varlığını sürdürmektedir. Süleymaniye Camii ve külliyesi de bu mekânları mesken tutan ulemaların ve semtlerinin şah mekânıdır. Osmanlı Devleti’nin Estetik yüzünü çizen ve geleceğe miras bırakan Mimar Sinan bu külliyeyi yaparken, sadece bulunduğu çağın değil gelecek yüzyılların da estetik duygularına ve içtimai durumlarına hitap eden bir eser ortaya çıkararak Ulema Semtlerinin merkez noktasını belirledi. 1550’de başlıyan 1557’de biten bu muhteşem yapılar manzumesinde ilim merkezleri ve insan merkezli içtimai binalar yer aldı. Bu muhteşem külliye, cami yanında dört medrese, tıp medresesi, darûşşifa, darûlhadis medresesi, sübyan mektebi, darûlkurra, tabhane, darûzziyafe, kervansaray, dükkânlar, hamam ve türbelerden oluşuyor. Süleymaniye Külliyesi, Osmanlı döneminin en büyük külliyesidir ve mimarlık tarihinin en büyük teknik organizasyonlarından biriyle gerçekleşmiştir. Payitaht olan şehrin âlimleri seçkindir ve yetiştirdikleri talebeleri payitahttan tüm ülkenin şehirlerine ilim ve irfan dağıtmaya giderler.İlim ve irfan merkezi Payitaht’tır. Payitaht’ta ve seçkin şehirlerde muhteşem külliyelerin muhteşem âlimleri olur. Bu muhteşemlik çevreye sirayet eder, halka halka dağılır güzellikler ve güzel insanlar. Süleymaniye’den Fatih’e uzanan bu güzel mahallelerde sokaklarda caddelerde meydanlarda yedi asırdır güzel insanlar ilim irfan dağıttılar. İlimleri ile öğrettiler davranışlarıyla örnek oldular. Çalışmayı teşvik ettiler talebeleri züht sahibi yaptılar, yaşayışı ve davranışı öğrettiler takva sahibi insanlar yetiştirdiler… ŞEYH EBÛ-L VEFA Bu güzel insanlardan biri Ebû’l- Vefa hazretleri, Vefa semtine adını veren kişi… İsmi Mustafa bin Ahmed olan Muslihiddin lakaplı Ebû-l Vefa hazretleri Konya’da bilmediğimiz bir tarihte doğmuş, İstanbul’un meşhur velilerindendir. Şeyh Ebü’l-Vefâ diye bilinir. Konya‘da doğan hazretin doğum tarihi kesin olarak belli değil. İyi bir tahsil gördü, tahsilini tamamladıktan sonra,

sayı//9// nisan 12


Osmanlı Devleti’nin o dönemdeki payitahtı olan Edirne’ye gidip Debbağlar Camii’nin imamı Şeyh Muslihiddin Efendi’den maddi ve manevi ilimleri tahsil ederek dönemin önemli âlimlerinden biri oldu. Hac farizasından dönerken Hristiyan korsanlar tarafından esir edildiğini ve Rodos Adası’na götürüldüğünü biliyoruz. Ebû-l Vefa hazretleri, âlimliği ile her yerde duyulan biri olduğundan Karamanoğlu İbrahim Bey, hocanın esir durumunu öğrendiğinde fidyesini ödeyerek esaretten kurtardı. İstanbul Fethi’nden sonra, İstanbul’da yazımızın başlığı ile maruf bir semte yerleşti ve tabii ki ders verdikçe etrafındaki halka genişledi, dergâhı kalabalıklaştı, talebelerinin sayısı gittikçe artarak her yere ilim irfan öğretmek için ülkenin dört bir yanına dağılıyorlardı. Vefa hazretleri, devlet adamlarına ve dünya malına düşkünlere önem vermez, mümkün mertebe onlardan uzak durmaya çalışırdı. Rivayet odur ki; Fatih Sultan Mehmet Han, Vefa hazretleri ile görüşmek istedi ancak hazret bunu münasip bir lisan ile kabul etmedi. Bu duruma Sultan çok üzülmüştü ve hazretin de bu davranışından dolayı gözyaşı döktüğü söylenir. Talebeleri sorarlar ”Muhterem efendim, Yüce Hakanımızı niye kabul etmediniz? Siz de hakanımız da üzüldünüz.” Cevaben şöyle dedi; “Evet doğruyu söylersiniz, İnanıyorum ki benim ona olan muhabbetim ve onun bana olan sevgisi ve ihtiyacı bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz ve sohbetimiz bir çok vatandaşın işinin yarım kalmasına veya yerine getirilmemesine sebep olabilir. Sultanım sohbetimize katılırsa, sonunda padişahlığı bırakmak isteyeceğinden korkarım.” Bu ifadelerden aslında bu iki önemli şahsiyetin zahirde olmasa bile kalben görüştüklerinin bir ifadesidir. Onlar birbirleri ile uzakta da olsa görüşürlerdi. Bir başka anlatılan ise Sultan II. Bayezid hazretleri kızını evlendirirken nikâhını şeyhlerinin kıymasını istedi, nikâh kıyması için Vefa hazretlerine kırk bin akçe gönderdi. Şeyhefendi paraları kabul etmedi ve şu mesajı gönderdi “Muhyiddin Konevî Hocaefendi’ye gidin o zat fakirdir ve çevresinde çok fakir vardır, bu paraları ona verin hem hayır yerini sağlam bulur hem de kendisi bereketli bir kişidir. Ona götürünüz bu hayırlı işi o yerine getirsin “ . Böylece dünyevi bir teklife eğilmedi ve diğerkâmlık yaparak kibar bir şekilde reddetti. Ebû-l Vefa hazretleri, dinî ilimlerle birlikte

Süleymaniye külliyesi muhteşem kubbeleri

Astronomi ve Astroloji ilimlerine sahip idi. Yüzlerce talebe yetiştirdi. Ailesi ile ilgili anlatılan bir örnek hadisede; hazretin çocukluğunda çok zeki olduğu ve hareketli olduğu söylenir. Sokaklarda kırba ile su dağıtan sakaların kırbalarına arkadan yanaşır ve elinde taşıdığı sivri bir şişi kırbaya batırarak kırbadan suyun akmasını oyun kabul edermiş. Sakalar bir gün babasına şikâyet etmişler. Babası bu duruma ziyadesi ile üzülür ve hanımına konuyu açarak “Hatun, ben çocuğumuzun düştüğü bu durumun bizim hareketimizin ve kusurumuzun neticesi olduğuna inanıyorum kusuru kendimizde arayalım, senin aklına bir şey geliyor mu?” der. Hanımı “Efendi ben galiba sebebini buldum! Kusur bende, çocukta değil. Ne zamandı hatırlamıyorum ama ona hamile iken bir gün falan komşumuzu ziyarete gitmiştim, teleğin üstündeki limonlara gözüm ilişti, limonun suyunu canım çok çekmişti, bir ara evin hanımı dışarıya çıktığında, elimdeki çorap şişini limona batırıp birkaç damla limonun suyundan çekmiştim”. Bunun üzerine bey “Tamam şimdi anlaşıldı, oğlumuzun ayıbının sebebi” budur diyerek doğru komşusuna gitti hadiseyi anlatarak helalleşti. Bu durumdan sonra çocukları sakaların kırbalarını delmedi. Ebû-l Vefa hazretlerinin ailesinden gelen hak ve hukuk anlayışı da onun yetişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır.

Rivayet odur ki; Fatih Sultan Mehmet Han, Vefa hazretleri ile görüşmek istedi ancak hazret bunu münasip bir lisan ile kabul etmedi. Bu duruma Sultan çok üzülmüştü ve hazretin de bu davranışından dolayı gözyaşı döktüğü söylenir.

Adı verilen “Vefa” semtinde irşat ile meşgul oldu. Astronomi ve Astroloji ilimlerine vâkıftı. Bir çok kitap yazdı. Birçok talebe yetiştirdi. 1490 yılında İstanbul’da vefat etti. 13


Ş ehir

İstanbul’umuzun bu güzide semtlerinde hizmet eden, Devlet-i Aliyye’nin sağlam karakterlerini yetiştiren önemli bir alim ve arif kişisi Ebû-l Vefa hazretleri, Hizmet ettiği, hayrın ve ilmin tohumlarını attığı semte de adını verdi, 1490’da vefat eden Vefa hazretlerinin, beş yüz elli yıldır türbesi, cami ve dergâhının kalan binaları yaşamaya devam ediyor. Bugün Vefa deyince adımıza, Boza markası gelir veya Vefa Lisesi gelir ancak bütün bu isimlerin kaynağı ve ithafı Şeyh Ebû-l Vefa hazretleridir. Ömründe hayır yapanların sadaka-i cariyesi gibi hayırla anılmaya devam etmektedir.

Şeyh Ebul Vefa Camii

Âlimlerin tesbih taneleri gibi dizildiği bu semtlerde sokakları dolaşırken her sokağa mutlaka girelim, sokak isimlerine dikkat edelim. Eğer değiştirilmedi ise bu isimler bizi geçmişle buluşturacak, tarihten levhaları gözümüzün önüne serecektir. Her köşede bir çeşmenin, yanında bir medresenin veya sıbyan mektebinin, Kütüphanenin, mescitlerin, camilerin bulunduğu mahalleler, kültürümüzü bugünlere taşıyan ilim adamlarının yollarında yürüdüğü sokaklar araştırma yapmaya bizleri zorlayacaktır. Öğrenmek için gayret edelim. Vefa semtinin Vefa hazretlerinin teşrikimesaide bulunduğu çok sayıda önemli âlimler komşuları idi, Molla Hüsrev gibi… KÂTİP ÇELEBİ Vefa’nın komşusu bir mekâna geçip Zeyrek semtinde doğup büyüyen birçok eserinin günümüze ulaşması ile bize kitabın kıymetini ve değerini hatırlatan değerli bir âlim olan Kâtip Çelebi bu semtlerin ulemaları arasında önemli bir yere sahiptir .

Şeyh Ebul Vefa Türbesi (üstte) ve Çilehanesi (altta)

1609’da doğup 1657’de genç denilecek yaşta vefat eden 17. yüzyılın Osmanlı Devleti’nde entelektüel birikimi ile hür düşünce ve müsbet ilimlerin sağlam temsilcisi idi Kâtip Çelebi. Fatihte bugün Zeyrek semti olarak bilinen mahallede doğmuş ve ömrünü burada geçirmiştir. Bugün doğduğu mahallede bulunan “Kâtip Çelebi İlkokulu” ile adını yaşatıyoruz. Adı, Hacı Halife olan Katip Çelebi, Şubat 1609’da İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mustafa, Doğu’da Hacı Halife, Batı’da ise Hacı Kalfa adıyla da tanınır. Babası Abdullah, Enderun’da yetişmiş, silahtarlık göreviyle saraydan ayrılmıştı. 14 yaşına kadar hususi eğitim gören Kâtip Çelebi, 1623’te Anadolu Muhasebesi Kalemi’ne girdi. IV. Murat döneminde gerçekleşen Doğu seferlerinde kâtip olarak katıldı. 1635’te İstanbul’a

sayı//9// nisan 14


dönerek kendisini tümüyle okuyup yazmaya verdi. Dönemin ünlü bilginlerinin derslerine katılarak medrese öğrenimindeki eksikliklerini giderdi. Tarih, coğrafya ve bibliyografya alanlarında önemli yapıtlar vermiş; İslam bilginlerinin eserlerinin yanı sıra, Batılı kaynaklara da müraacat ederek; çağını anlamaya çalışan bir entelektüel kişiliğe sahipti. Hilmi Ziya Ülken, Katip Çelebi için “XVII. asır fikir tarihimizde Garba çevrilmiş düşünceyi hazırlayan sağlam realist görüşe sahip bir fikir adamımızdır” der. Kâtip Çelebi Mîzânü\’l-Hakk fi ihtiyâri\’lAhakk adlı eserinde; Din bilginlerinin kendi aralarındaki şiddetli tartışmalarının temelsizliğini ve zararlarını vurgulamış; karşıt düşüncelere hoşgörüyle bakılmasını öğütlemiştir. Kâtip Çelebi, hem önemli yapıtlar vermiş hem de medresenin egemenliğindeki düşünce dünyasının dışında görüşleri de çekinmeden söylerdi. Batı kaynaklarının önemine dikkati çekmesi, Latince öğrenmeye çalışması, bu dilden yapıtlar çevirmesi, Doğu kaynaklarına eleştirel bir gözle bakması; dönemine göre çok ileri adımlardır. Tarihten tıbba, coğrafyadan astronomiye kadar geniş bir ilgi alanı olan Kâtib Çelebi’nin aynı zamanda zengin bir kitaplığı da vardı. 1645’te sırası geldiği hâlde yükselemediği için kalemdeki görevinden ayrıldı. Ancak 1648’de Takvimü’t-Tevarih adlı yapıtı dolayısıyla şeyhülislam Abdürrahim Efendi aracılığıyla kalemde ikinci halifeliğe getirildi. Bundan sonra da öğrenme ve öğretme yolundaki çabalarını sürdüren Kâtip Çelebi sürekli eserler vermeye başladı. Telif ve çeviri olarak yirmiyi aşkın kitap yazdı. En önemlileri tarih, coğrafya ve bibliyografya alanındadır. Tarih ile ilgili ilk eseri 1642 tarihli Arapça Fezleke (Fezleketi Akvalül-Ahyar fi ilmi’t-Tarih ve’l Ahbar) dört bölüm hâlinde yazdığı bu eser Tarih konusunda temel eserlerin bibliyografyasını ihtiva etmektedir. Dünyanın yaratılışından 1639’a kadar kurulan devletler ve olayları sıralamıştır. Türkçe fezlekesinde ise Osmanlı tarihini olayları kronlojik sıra ile yazmıştır. Takvimü’t-Tevarih adlı kitabı, Adem Peygamber’den 1648’e kadar geçen tarihsel olayların bir kronolojisidir. En tanınmış eserlerinden, Tuhfetü’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar’da kuruluş döneminden 1656’ya kadar Osmanlı denizciliğinin bir tarihçesi yanında Osmanlı donanmasının, tersane ve bahriye örgütünün işleyişini anlatır, kaptan-ı

deryaların yaşam öykülerini verir. Sonunda da son zamanlarda denizlerde uğranılan başarısızlıkları giderme yolundaki öğütlerini sıralar. Coğrafi yapıtların en önemlisi olan Cihannüma; Osmanlı coğrafyacılığında yeni bir çığır açmıştır. Kâtip Çelebi, Cihannüma’yı iki kez yazmıştır. 1648’de yazmaya başladığı ilki klasik İslam coğrafyası temelindeydi. Bu yapıtını henüz bitirmemişken eline geçen Gerardus Mercator’un Atlas’ını Mehmet İhlasî adlı bir Fransız dönmesinin yardımıyla Latinceden Türkçeye çevirterek yeni bilgiler edindi ve 1654’te Cihannüma’yı ikinci kez yazdı.

Son halvetinde talebelerinden Serezli Hasib Efendi, Kazanlı Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Bursalı Mehmed Zahid Efendi’ye hilafet vermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zatlar tarafından devam ettirilerek günümüze kadar intikal ettirildi.

Ardından yine Mercator’un Atlas Minor’unu elde etti. Bunların yanı sıra Batılı coğrafyacılardan Ortelius, Cluverius ve Lorenz’in eserlerinden istifade etti. Doğal olarak eski Arap, İran ve Osmanlı coğrafyacıların eserlerini de kullandı. İkinci Cihannüma, dünyanın yuvarlak olduğunu da kanıtlamaya çalışan fiziki coğrafya ağırlıklı bir giriş bölümünden sonra Kristof Kolomb ve Macellan’ın keşif gezilerinden bahsetmektedir. Ardından Japonya’dan başlayarak Asya ülkelerini tanıtır. Bunların tarihleri, yönetim biçimleri, ekonomileri, inançları konusunda bilgiler verir. Bu arada İslam coğrafyacılarının bilgi yanlışlarını gösterir, bunların harita kullanmamaktan ileri geldiğini açıklar. Bu ikinci Cihannüma’da anlatılan son yer Van’dır. Birinci Cihannüma’da ise Osmanlı Avrupa’sı ve Anadolu ile İspanya ve Kuzey Afrika’yı kapsamaktadır. Her iki biçimde de ek olarak birçok harita vardır. Cihannüma, özünde tüm İslam ve Hristiyan coğrafyacılığının da temeli olan Batlamyus (Ptolemaios) kuramına dayanmakla birlikte, o güne dek hemen hemen hiç yararlanılmayan Batı kaynaklarını Osmanlı coğrafyacılığına tanıtması bakımından büyük önem taşır. Kâtip Çelebi’nin Batı’da tanınan en önemli eseri; Keşfü’z-Zünun an Esamü’l-Kütübi ve’lFünun’dur. Arapça bir bibliyografya sözlüğü olan eserde 14.500 kitap ve risalenin adı ve yazarı bulunmaktadır. Bilim tasnifine göre ve alfabetik olarak düzenlenmiş olan eseri, yirmi yılda tamamlamıştır. Kâtip Çelebi’nin tarih felsefesi ve içtimai görünüşünü açıklaması bakımından önemli olan eseri Düsturü’l-Amel li-Islahi’l-Halel. Kısa kısa dört bölümden oluşan bu küçük risalede İbn Haldun’un etkisi açıkça görülür. Toplumların da canlılar gibi doğup, gelişerek, öldüğü görüşünü yineleyen Kâtip Çelebi, bu dönemlerin uzunluğunun ya da kısalığının toplumlara ve 15


Ş ehir

Vefa’nın komşusu bir mekâna geçip Zeyrek semtinde doğup büyüyen , birçok eserinin günümüze ulaşması ile bize kitabın kıymetini ve değerini hatırlatan değerli bir âlim olan Kâtip Çelebi bu semtlerin ulemaları arasında önemli bir yere sahiptir .

kişilere göre değiştiğini de ekler. Risalede Osmanlı toplumunun ömrünün uzaması için de reaya, asker ve hazine konularında alınması gerekli önlemler,öğütler yer almaktadır. Daha çok dinsel konuları tartıştığı yapıtlarının en önemlilerinden olan İlhamü’l-Mukaddes fi Feyzi’l-Akdes’de kuzey ülkelerinde namaz ve oruç zamanlarının belirlenmesi, dünyada güneşin hem doğduğu hem de battığı bir yerin var olup olmadığı ve her ne yana yönelirse Mekke’den başka kıble olabilecek bir yer olmadığını tartışır. Arapça olan bu yapıtında yanıtlamaya çalıştığı bu soruları daha önce şeyhülislama ve bilginlere sorduğunu, ama doyurucu bir karşılık alamadığını yazmaktadır. Son yapıtı olan Mizanü’l-Hakk fi İhtiyari’lAhakk’da da dönemin din bilgilerinin tartıştıkları çeşitli konular hakkında düşüncelerini açıklar. Karşıt düşüncelere hoşgörüyle bakılmasını öğütler. Din bilginlerinin kendi aralarındaki şiddetli tartışmalarının temelsizliğini ve zararlarını vurgular. Eserin sonunda kendi hayat hikâyesine yer verir. Dinî ilimlerden matematik ve coğrafyaya kadar geniş bir yelpazede söz sahibi olan Kâtip Çelebi, Mizânü’l-Hak adını verdiği bu Türkçe eserde; Osmanlı toplumunda tartışma konusu olan dînî ve sosyal konuları ele alıp incelemiştir.

Fatih Zeyrekte Katip Çelebinin doğup yaşadığı sokaklar ve adını taşıyan tarihi İlkokul binası

Tartışma usul ve adabına dikkat etmeden âdeta bir karalama ve kör döğüşüne döndürülen ve toplumu rahatsız eden bu gidişe, o, sağduyu ve tarafsızlığı ile karşı çıkmış; aşırı uçlarda ölçüsüz bir şekilde kavga edenlere orta yolu, itidal ve dengeyi göstermiştir. Bugün de ülkemizde tartışılan birçok dinî ve sosyal konuya da ışık tutan Mîzânu’l-Hak, dünün tartışmalarını aktarırken, yarını da aydınlatmaktadır. Katip Çelebi, 6 Ekim 1657’de İstanbul’da öldü. Ömrünü ilim öğrenmekle ve ilmî çalışmalarla geçiren Katip Çelebi, Fatih ve Süleymaniye’nin gölgesinde kitaplarla birlikte ve onları gelecek nesillere aktarmak için örnek bir mücadele sergilemiştir. Fatih2te adından övgüyle, saygıyla, şükranla bahsedilecek dünya çapında bir entellektüeldir. TEKİRDAĞLI MUSTAFA FEYZİ EFENDİ Süleymaniye ve Fatih’e adını altın harflerle yazdıranlardan Tekirdağlı Mustafa Fevzi Efendi, 1851’de Tekirdağ’ın Kılıçlar köyünde dünyaya geldiği için Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi olarak

sayı//9// nisan 16


anılır.Babası Emrullah Ağa köyünde çiftçilik yapardı. Mustafa Feyzi Efendi, İstanbulun Ulema semtleri Fatih ve Süleymaniye ile 18 yaşında buluştu. 1869 senesinde İstanbul’a geldi. Bayezid Camii dersiâmlarından olan ağabeyi Tekirdağlı Mehmet Tahir Efendi’nin ders halkasına katılır. Unkapanı civarında ikamet etti. 1882 senesinde 32 yaşlarında iken tahsilini tamamlayarak ulûm-ı aliyyeden icazetname aldı. Aynı yıl “rüûs” imtihanında ehliyet almıştır.. Artık Bu semtlerin Ulema sınıfında yerini alır. Bundan bir sene sonra ders vekili sıfatıyla Bayezid Camii’nde ders vermeye başlar. On beş sene sonra 1898’de de talebelerine ilk icazetini vermeye muvaffak olur. “İbtidâ-i hâric” rütbesi ile beraber İstanbul müderresliği vazifesine başlar. 1907 senesinde “Mûsıla-i Sahn” rütbesiyle Şehzadebaşı İsmail Paşa Medresesi müderrisliğine gelir. 4. Osmani ve 4. Mecidi nişanı alır.1910 senesinde Huzur dersleri muhataplığına getirilir. En son huzur dersinin yapıldığı 1919 senesine kadar bu vazifesine devam etmiştir. Mustafa Feyzi Efendi, Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisap ederek hazretin halifelerinden olmuştur. Dağıstanlı Ömer Ziyâüddîn Efendi’nin 1920 senesinde ahirete göçmesinden sonra Gümüşhaneli Dergâhı postnişîni olarak irşat vazifesine başladı, 1922 senesinde tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürdü. Yeni Cami’de Hadis dersleride okutan Mustafa Feyzi Efendi’nin ömründe 24 defa halvete girdiği halifelerinden Mehmed Zahid Kotku tarafından ifade edilmektedir. . Son halvetinde talebelerinden Serezli Hasip Efendi, Kazanlı Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Bursalı Mehmet Zahid Efendi’ye hilafet vermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zatlar tarafından devam ettirilerek günümüze kadar intikal ettirildi. Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi, zahiri ve batıni ilimlerde ileri derecede bilgiye sahip idi. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin:

Tekfurdâğî Mustafa Feyzi Gümüşhaneli’den almıştı feyzi, Postnişîn-i sâbık-ı Dergâhında İrciî hitâbı erişti nâ-gâh İcâbetine evvelce olmuştu âgâh Kabrini ziyaret eyleyen ihvân Ruhuna fâtiha kılsınlar ihsân. Mustafa Feyzi Efendi (Hz)’nin zikir halkası esnasında Hz. Niyâzî-i Mısrî’ye ait bir ilahiyi söyledikleri halifelerinden Mehmet Zahid Kotku Hz. tarafından bildirilmektedir, İlahinin ilk kıtası şöyledir. Ey derde derman isteyen! Yetmez mi derd dermân sana Ey râhat-ı cân isteyen! Kurban olandır cân sana. … Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendiye ait, her devirde yöneticilerin dikkatine atfedilen çok anlamlı şiir ile yazımızı tamamlayalım. Başta devlet, dilde himmet, elde fırsat var iken, Tut elinden düşmüşlerin, sana saadet yâr iken! Kimseye bâkî değildir milk ü devlet, sîm ü zer, Bir harab olmuş gönlü tamir etmektir hüner!

Süleymaniye Külliyesi’nden görüntüler

Tasavvuf; kimseye âr olmamaktır. Tasavvuf; gül olup hâr olmamaktır. Tasavvuf; yok olup vâr olmamaktır. Bunu her kim anlarsa bürhân ondadır. beyitlerini devamlı okuyan Mustafa Feyzi Efendi, 1 Ağustos 1926 tarihinde 75 yaşlarında iken vefat etti. Kabri Süleymaniye Camii haziresinde tekke arkadaşları ile birliktedir. Mezar taşında: 17


Ş ehir

YÜKSEK MİMAR AYSEL BAŞER* İLE SÖYLEŞİ

RESTORASYONA

İNSANDAN BAŞLANMALI! Eski eserin içine girdiğinizde sadece duvarlar ve harabe haline gelmiş viraneler görmezsiniz. Orada yaşanan hayatlara dokunur, zaman içinde yolculuğa çıkarsınız adeta. Zeyrek’te bir virane ahşap evin proje çizimlerinde bana refakat eden eşim o yalnız binadaki yüzyıllara temas eden kalabalıktan ilhamla “Yalnızlık Mitingi” adıyla bir senaryo kaleme aldı ve Kültür Bakanlığı o çalışmayı ödüllendirdi. İşte bu yüzden, eski eser dokunanın kalbine değen ve onu başka boyutlara taşıyan tılsımlı bir şey... Röportaj: Mahmut BIYIKLI

ski esere olan ilginiz nasıl başladı? Buradan başlayalım dilerseniz: Eski eseri benim hayatımın merkezine koyan kişi fakülteden hocam Prof. Dr. Haluk Karamağaralı’dır. Eşi Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı’dan da çok şey öğrendim. Her ikisine de rahmet; sevgili kızları, değerli arkadaşım Prof. Dr. Nakış Karamağaralı’ya da sağlıklı, verimli ve uzun bir ömür diliyorum. O kuşak efsane insanların kuşağıydı hakikaten; restorasyona insandan başlarlardı. Necip Fazıl, Ekrem Hakkı Ayverdi ve daha niceleri ... Kimliğinden habersiz, değerlerini tanımayan birçok öğrencisini önce değerleriyle hemhal edip akabinde eski eseri nasıl sevdirdiğini bizzat kendi hayatımdan biliyorum. Beraber Ahlat kazılarında bulunduk. Orada birçok esere elimiz dokunmuştur. Hamam, kervansaray, cami... Birçok eski eseri, çiniyi çıkardık ve restore ettik. Galiba eski eser aşkının tohumları o zaman düştü gönlümüze. Eski eser benim için bir nefes almak gibi. Mesleğini seven herkes gibi eski eserle uğraşan insanlar da bunu söyler. Gerçekten, gece üçlere dörtlere kadar ayakta kalıyorsanız ve bundan haz alıyorsanız; maddi beklenti ya da kariyer hedefinden öte, o sizin vazgeçilmeziniz oluyor. Eski eserin içine girdiğinizde sadece duvarlar ve harabe haline gelmiş viraneler görmezsiniz. Orada yaşanan hayatlara dokunur, zaman içinde yolculuğa çıkarsınız adeta. Zeyrek’te bir virane ahşap evin proje çizimlerinde bana refakat eden eşim o yalnız binadaki yüzyıllara temas eden kalabalıktan ilhamla “Yalnızlık Mitingi” adıyla bir senaryo kaleme aldı ve Kültür Bakanlığı o çalışmayı ödüllendirdi. İşte bu yüzden, eski eser dokunanın kalbine değen ve onu başka boyutlara taşıyan tılsımlı bir şey... Eski eser konusunda zaman zaman ümitsizliğe kapıldığım dönemler olduysa da İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmesiyle yapılan iletişim ve uygulamalarla bir fark ediş başladı. Zaman içinde halk da çok bilinçlendi. Artık eski yapılarına çer çöp diye bakmıyorlar. Burada şunu görüyoruz; devlet işin içinde olmazsa değerleriniz yoktur. Eski eserlere hem proje alanında hem de yapımında çok önemli restorasyon ve proje anlamında teşvikleri bu bilinci getirdi.

*Restorasyon uzmanı, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi

sayı//9// nisan 18

Hocam, Kentsel dönüşüm meselesi ile devam edelim dilerseniz, Kentsel dönüşüm çalışmaları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Kentsel dönüşümde sade yapıları değil, oradaki yaşam tarzını da restore etmek gerekiyor. Biz sadece mekânı restore etmiyoruz yaşam tarzını da restore ediyoruz.


Vakıflar’da çalışırken şahit olduğum şeyler oldu. İstanbul’ un bir çok bölgesinde vakıf arazilerini tespit faaliyetlerinde bulundum. Bu tespit çalışmalarında Sulukule’yi de çalıştık. Orada ahlâki çöküntünün ne kadar ilerlemiş olduğuna bizzat şahidim. Onun için kentsel dönüşüme müspet bakanlardan biriyim. Tabii sebep sonucu haklı çıkarmaz. Sonrasında, Sulukule’de kağıt üzerindeki başarılı bir projenin ranta kurban edilmesine şahit olduk maalesef. Aynı şey Tarlabaşı için de geçerli... Kentsel dönüşüm bir imkan iken bu imkan çok kötü kullanıldı bana göre… O imkanı çok iyi değerlendirebilirdik. Hâlâ da değerlendirebiliriz. Aktörleri bir araya getirip, süreci kamu menfaatini gözeterek yürütecek bir iradeye ihtiyaç var. Burada devlet iradesi önemli....Mal sahibi, mimar, şehir planlamacıları hatta sosyologlar... Medeniyet tasavvurumuza uygun prensipler üzerinde şekillenecek bir yol haritasından bahsediyorum yani... Bizi tarif eden mefhumların yok olmaması için bir çok aktörün bir araya gelerek alması gereken kararlar olması gerekir. Bunlar çalışıldı, birçok noktada bir takım kararlar alındı ama biz teori ve uygulamayı aynı gemide yürütemiyoruz. Teori bir noktada rafa kaldırılıyor, gemi başka bir rotaya yöneliyor… Eğer kaptan çok insaflı, kaliteli, estetik kaygısı olan, hak hukuk kaygısı olan biri ise helal ve haram noktasında da değerlendiriyorsa o zaman , nerede nasıl duracağını biliyor. Zülf-i yâre dokunmamak için mecaz kullanıyorum, bilmem anlatabildim mi? Peki hocam kentsel dönüşümde en büyük hata nerede? Merkezi yönetimde mi, yerel yönetimlerde mi? Türkiye’nin bu kentsel dönüşümlerle ilgili iyi düşünülmüş tartışılmış bir bakış açısı var mı ? Oldu bittiye mi geliyor? “Bir Ulusu İnşa Etmek” diye bir kitap okudum. Yazarıyla tanışmadık ama tesbitleri çok doğru. Bu kitaptan benim çıkarımım; “-Biz cumhuriyeti kurarken sadece yapılarımızla ilgili bir imar hareketi değil aslında insanımızı da içine alan bir imar hareketinin içinde olmalıydık”. Gerçekten de imar hareketi başladığı zaman isteseniz de istemeseniz de oradaki kentsel dönüşümü kaliteli; insan faktörünün dününü, bugününü ve yarınını da hesaba katarak yapmak durumundasınız. Aksi halde günü kurtardığını zanneden ufuksuz ellerde ufku kaybolmuş şehirlerde boğulursunuz. Bugün Kadıköy’de uygulanan projeyle, bir Kağıthane, bir Esenler’de yapılan uygulama çok farklı olmak durumunda çünkü insanı ve yaşantı biçimleri farklı. “Copy-paste” uygulamalar kaostan başka sonuç doğurmazlar maalesef.

Dünya görüşü ne olursa olsun; “bizden” ya da “sizden” öyle bir ayrım noktasına gitmiyorum. Bir algı farkındalığı varsa o algı farkındalığından dolayı istekleri o düzeyde oluyor. Ona göre proje üretmek zorundasınız. Şimdi Ümraniye’de üreteceğiniz proje ile Kadıköy’de üreteceğiniz projeye verdiğiniz emek aynı mı? Tabii ki çok farklı. Bir kere Kadıköy’deki insanı ikna etmek durumundasınız Ümraniye’deki insanı ikna etmeniz kolay oluyor. Çünkü algı yok, bilgi yok... Gece kondu da yaşayan insan ile haftada bir sinemasına tiyatrosuna giden insan algısı aynı mı? Aynı olamaz... Birinde arebesk müzik diğerinde daha farklı bir müzik dinlenmekte....Bunları özellikle seçerek söylüyorum....Nedeni de şu aygı ve sezişlerin farklı olduğunu vurgulamak için...Buradan sakın yanlış anlaşılmasın bir yaşam tarzının başka bir yaşam tarzına üstünlüğünden yada tercihimden bahsetmiyorum...Bundan imtina ederim. Ancak bir grup karnını doğurmakla yani hayatta kalmakla mücadele ederken başka bir grup ise böyle bir kaygı taşımamakta....Bunu vurgulamak istedim. Dolayısıyla herkes için aynı şeyi konuşmak mümkün değil ama bir gecekondu semtini kentsel dönüşüme sokarken onun revizyonunu yaparken oradaki halkı ikna etmek hem çok kolay hem çok güç. Eğer bir müteahhit

19


Ş ehir

orada daha önce bir çalışma yaptıysa, ki genelde böyle yapılıyor, o çalışmalarla önce mülkler kendi üzerine toparlanıyor ve toparlandıktan sonra bu sefer, istediği projeyi geçirmek daha kolaylaşıyor. Bu da kentsel dönüşümle gece kondu da yaşayan halkın yaşam kalitesini iyileştirmek söylemlerinin ne kadar gerçek dışı olduğunu göstermekte. Kentsel dönüşüm rant kavgasına dönmekte... Dokuya sadık kalınabiliyor mu? Burada maalesef rant kavgası olduğu için, esas olarak kentlerimiz zarar görüyor. Zannediyoruz ki oradaki gecekondu sakini daha nezih, daha güzel yerlerde yaşayacak. Hayır, keşke onlar yaşasa! Zaten mülk el değiştirmiş ve çoktan rant güden insanların eline geçmiş. Peki çözüm? Çözüm; merkezinde insan olan ve o insanı maddeten ve manen yükseltmeyi tavizsiz bir noktada tutacak iradede gizli. Dokuyu oluşturan insandır ve siz insansız kentler modelleyerek sadece hüsrana varırsınız. Bakınız az evvel de bahsi geçti: İMP bünyesinde modellenen Tarihi Yarımada, bu şehrin önemli bir projesiydi. Sonrası?... Tarihi yarımadadaki proje heba oldu! Evet onaylandı, ama makro ölçekte bir restorasyon başlamadı. Bahsettiğiniz proje hali hazırda ne aşamada? Proje kağıt üzerinde tamamlandı ama uygulamada ses yok... Pek çok aktör bir araya getirilerek özveriyle yapılan bir çalışmaydı. Sonrasında sayı//9// nisan 20

proje rafa kaldırıldı... Kiptaş burada sahadaki aktördü ama tık yok!.. Bu göreve gelen insanlar ve kanunlarda bitiyor her şey. Size bir görev veriliyor ve o görevi siz nasıl uyguluyorsunuz ona bakmak lazım. Mesela biraz TOKİ üzerinden gidelim, Devletin biraz daha insanlara konut edindirme, yoksulları barındırma fikriyle çıktı ama şehirleri katletti… Yani gelecekte şehirlerle ilgili bir vicdani mahkeme kurulacaksa bu binaları yapanlar ya da şehirleri katledenler de hesap vermek durumunda değil mi? Bakın taze bir anıyla girelim konuya. Yakın tarihte Şile tarafına gittik, Ağva tarafından Ahmetli Köyü... Doku o kadar güzel ki, eşimle; “-Harika bir yer, mutlaka buradan bir yer alalım” sohbetinde, yeşili korunmuş bahçe içinde iki katlı evler arasında ilerlerken o da ne!? Karşı tepenin yamacında duvar gibi yükselen altışar katlı bir yapı stoğu hançer gibi duruyor. Bir de marifet gibi tabela dikmişler TOKİ diye… Kırsal bir alan , o araziye 5, 6 katlı binayı dip dibe getirip yapmanın ne anlamı var? Katliam bu! TOKİ, kentsel dönüşüm sürecini bombalayan bir kurum oldu maalesef. 1999 depremi sonrası, arazilerin incelemesini yapan ekipte bulundum. Zemini en tehlikeli yerler TOKİ’ye ve Kiptaşa ait yerler. Biz devlet olarak ne vakit yaptığımız işleri başından sonuna doğru planlayıp uygulayabilirsek o vakit izlerimizi


takip eden bir toplumsal alışkanlık oluşacaktır. Doğru şeylerin altını çizip teşvik etme medeniyeti siyasal görüşten önce gelmeli. Mimarlar odası gibi meslek kuruluşları önce kamu menfaati refleksi kazanmalı. Her şeye itiraz yerine doğruyu-yanlışı ayırt eden bir tutum alsa etkisi çok daha farklı olacak. Keza belediyelerde de yandaşlıktan evvel ehliyetli insanlara görev verilse kazanan hepimiz olacağız emin olun... Türkiye’nin fotoğrafında yerel yönetimleri nasıl görüyorsunuz? Kesinlikle takdir ediyorum. Bugünkü iktidar ve yerel yönetimleri çok güzel işler yaptı. Alkışladığım projelere imza attılar. Yanlışları yok , eksikleri yok mu? Elbette var ama niyette bir probleminiz yoksa telafisi olan şeyler bunlar. Şehir, eğitim ve kültür üçlemesine bakışınız? Eğitim noktasında çok ciddi bir yara var. Bakın şirket sahibi bir işveren olarak işim başımdan aşkın olmasına rağmen haftanın kaç gününü insan yetiştirmek için üniversite anfilerinde geçiriyorum. Mesnevideki açlıktan ağlayan adamı hatırlayın: Sırtında ekmek çuvalı var ama o ağlıyor. Neden? Çünkü ağlamak kolay! Bakın herkes şikayet etse bir kişi yetişir mi? Bizleri yetiştirenler şikayetle mi yetiştirdi? Ben çok üzülüyorum ama üzüntümün tezahürü haftanın şu kadar gününü akademiye ayırmak şeklinde olursa yarından ümitvar olabilirim. Aksi gereksiz duygusallıktır. Gelelim şehir konusuna: O noktada bilfiil Tarihi Yarımada’nın kentsel dönüşüm projesinde yer alıp, o kadar bilgiyi ve emeği görüp sonrasında onca çalışmanın rafa kaldırılması yaralayıcı oluyor elbette... Peki hocam, Tarihi Yarımada ve mesela Eyüp Sultan, Eyüp Sultan Camii’nin etrafı, Ayvansaray’dan başlayarak, Piyerloti’ye kadar bir Osmanlı mahallesi haline getirilmesi… Mesela Eyüp Sultan’a park yapıyorlar, içine yapay çiçekler koyuyorlar. Belediye başkanı tarihi bir semte sinema getirmekle, yani herhangi bir semtin uygulayabileceği küçük bir şeyi yapmakla övünüyor. Tarihi dokuyu korumak, Osmanlı ruhunu vermek şeklinde hiçbir projeleri yok. Nereden kaynaklanıyor bu bakış açısı? Yerel yönetimlerin çöp toplayıp altyapı yatırımı yapmak dışında hayata ve kültüre dair hizmetler üretme iddiası güzel. Ama en basit bir yapı için kılı kırk yaran kontrol ve müşavirlik matrisleri kurarken kültürle ilgili konuların bu işin çilesini çeken ehil insanlardan en azından danışmanlık alıp ondan sonra adım atmaları çok daha iyi olur. Yoksa yaptığınız semt konaklarında boş koridorları bekleyen güvenlik görevlileriniz ve boş durmaktan sıkılan idarecileriniz olur. Halka temas etmeyen her yatırım kaynak israfıdır. Eyüp

Yüksek Mimar Aysel Başer

Sultan örneğinden gidelim: Nasıl bir insan kitlesi var karşınızda?: Muhafazakar. Yerel yönetimin tümdengelimci bir çalışma yapmadan, o sosyal dokuya form vermeye kalkışması reaksiyon oluşturur. Bu tip projelerde STK, üniversite, kanaat önderleri gibi konunun aktörlerini işin içine katarak yürünmesi gerekiyor. Merkezi yönetimin de üst otorite ve koordinasyon katkısı lazım. Bakınız bugün hepimizin iftihar ettiği Mimar Sinan aslında bir devlet projesidir. İnceleyin; nasıl Mimar Sinan olunuyormuş... Yani demem o ki; merkezi yönetimin bakış açısı bütün ülkeye sirayet eder. Peki sorunun tam yeri geldi: Merkezi yönetimin bir şehir politikası var mı? Mesela ben İstanbula 90 yılında geldim. İstanbul’u seyrederek gelmiştim. Şimdi Gebze’den başlayarak uyuyarak geliyorum ki şehrin o parçalanmışlığını, pejmürdeliğini görmeyeyim. Yeşile ve estetiğe dair neredeyse her şey yıkılmış. Bir karabasan bir hançer haline gelmiş. Bu noktada mimarlık fakültelerinde verilen eğitim sorgulanabilir mi ? Şuan bazı yerlerde kötü bir şehir ve yapı uygulamaları var. Algısı estetikten uzak. Sondan başlayarak cevap vereyim. Evet, kesinlikle sorgulanmalı. Sayıca çok mimar mezun ediyoruz. Diploma insanı mimar yapmaz, mimar adayı yapar. Mezun olduktan sonra parası olan her 21


Ş ehir

mimar ofis açmamalı, o mimar bir zaman iyi bir mimarlık ofisinde usta-çırak modelinde pişmeli. Eğitim aşamasındaki mimarlık ve mühendislik disiplinlerini birleştirmek de sorgulanması gereken bir eğitim modeli bence. Bir de atlanmaması gereken önemli husus şu ki medeniyet ve mimari miras toplamsal, moda tabirle “kümülatif” bir şey. Şunu demek istiyorum, sil baştan yaparak bir medeniyet insanı modelleyemezsiniz. Benim oğlum 12 yaşında ve şu soruyu soruyor: “-Ben harf inkılabını anlamıyorum, bana lütfen anlatır mısın neden bu yapıldı?” Anlatıyorsun bize öğretildiği biçimde ve verdiği cevap şu: “-E, japonlar ve Çinlilerin alfabesi bizim eski alfabemizden çok daha karmaşık onlar hala 1500 yıllık kitaplarını okuyor, ben bir Kur’an-ı Kerim’i bile özel ders alarak ancak okuyorum. Bana bunu yapmaya kimin hakkı var?” Biz harf inkılabı yaparak sadece Latin harflerine geçmedik, zihnimizi de sıfırladık. Bizi biz yapan temel mefhumlara “Allahaısmarladık” demedik; “Bye Bye” yaptık. Batılılaşmayı kendine yabancılaşma ve kendini aşağıda görmek olarak anladık. O mefhumların bir tarafa atılması bir estetiğin bir medeniyetin atılması demek. Dolayısıyla, bunlar bir tarafa konulunca olmuyor. Bu sadece dilde kalmıyor ki; mimaride, muamelatta, tefekkürde bir boşluk ve şaşkınlık süreci yaşıyorsunuz. Sonrası kaos! Bu günün özeti de budur: Kaos! Peki siz bu işin dersini veren biri olarak yeni nesilden ümitli misiniz? Neyi veriyoruz, neyi veremiyoruz? sayı//9// nisan 22

Ümitli olduğum taraflar olduğu gibi ümidimin kırıldığı taraflar da var açıkçası. Bir kere şartlanmış değil yeni nesil, ben bunu görünce çok mutlu oluyorum. Sosyal bilimcilerin kullandığı “öğrenilmiş çaresizlik”leri bazı noktalarda yok. Daha özgür düşünebiliyorlar ve her düşünceden insanı (eğer aileleri fanatiklik noktasında belli bir görüş üzerine empoze edip yetiştirmedilerse) her görüşteki insana ön kabul yapıyorlar. Bu çok hoşuma gidiyor. Tesettürlüsü de, bluejean giyeni de ,işte askılısı da oturup bir arada sohbet edebiliyorlar. Beni mutlu eden şey bu Peki mesleki olarak, geleceğin şehirlerini kuracak bir bilinçte yetişiyorlar mı? Çok yol kat etmeleri gerekiyor. İş gene aile ve eğitimde bitiyor. Mesela benim kızım bilinçli olarak mimarlığı tercih etti. Çünkü benim mimarlığa aşk derecesinde bağlı olmamdan ve hala eski eserlere olan ilgimden dolayı bir alt yapısı var. Bu onun özelinde bir şey. Ders verdiğim öğrencilerimden bilinçli olarak gelenler olduğu kadar, ailesinin prestijli bir okul bitirsin dediği öğrenciler de var. Oranladığımız zaman geleceği inşa edecek potansiyeldeki öğrenciler sayıca az olsa da ben bu işin kemiyet-keyfiyet denklemine inandığımdan ümitsiz değilim. Doğru tohumların verimli topraklara düşmesidir aslolan ve işin içinde hepimize düşen bir vazife var. Şehirler etrafında konuşmak gerekirse turist geldiğinde AVM’lerimize gitmiyor, tarihi semtlerimizi ziyaret


ediyor? Devlet patent olarak bile bu eserlere sahip çıkamıyor. Bir medeniyet bilincini bir şuuru kuvveden fiile geçiremiyor muyuz? Topkapı Sarayı’nda bir projeyi yürüttüğüm 6-7 aylık bir dönem yaşadım. O dönemdeki gözlemlerimden enteresandır, saraya Türklerden çok daha fazla yabancılar geliyordu. Dediğiniz doğru. Kendinizden pay biçin; yabancı bir ülkeye eğer alışveriş turuna gitmediyseniz oranın AVM’sinde ne işiniz olur Allahaşkına? Bu mekan zenginliği elbette korunmalı ve hayatın içinde fonksiyon kazandırılarak yaşamalı ki,kentsel dokuya, turizme katma değer oluşturabilsin. Tarihi yapıları angarya olarak gören bir zihniyet artık tedavülden kalkmalı ve hangi kurum olursa olsun bu restorasyon bilincine erişmeli. Kötü ve iyi restorasyon örnekleri verir misiniz? Tahtakale Hamamı’nın kötü bir restorasyonu var, fonksiyonunu yitirmeden yenilenmeliydi. Süleymaniye’ye iyi bir restorasyon diyebiliriz fakat taş kullanımı yanlış oldu. Çeşitli medreseler var Beyazıt’ta iyi uygulamaya örnek. En düzgün restorasyonlardan birini Kadir Has Üniversitesi yaptı, deforme etmeden çıkan dokuyu korudular. Açık konuşmak gerekirse bugünkü idare, eski eserlere olan restorasyon anlamında koruma telaşı içinde ben üç beş yıla öncesine kadar 5000’i geçtiğini biliyorum bu bir devrim değil mi? Doksanlarda seksenlerde çok sınırlı sayıdayken 100’e ulaşmamışken son onbeş yılda iyi bir çaba var fakat restorasyonlarda da tutarsızlıklar var. Ne dersiniz? Tutarsızlığın en önemli nedeni ilgili kurullardır. Kurula ne kadar düzgün proje getirseniz de sistem gereği, bazen keyfi sayılabilecek nedenlerle onu sürüncemede bırakabilir ki bu problemdir. Bunu birçok proje müellifi yaşamakta. Kurullarda şehir plancı restorasyon projesini incelemekte, bir hukukçu kurul başkanı olarak projelere uygundur veya değildir diyebilmekte....Her branş kendi alanında, uzmanlığında söz söylemelidir kanaatimce. Dolayısıyla eski eser mülk sahipleri de bu durumu bildikleri için merdiven altı hizmet almakta...Cahil cesaretiyle hareket eden bazı inşaat ustalarıyla eski eserleri onarma yolunu seçmekte... Burada mülk sahibini suçlamak yerine bu tür kurumlarda işinin ehli ve vicdan sahibi insanların görev almasını sağlamak gerek... Büyük oranda Vakıflar aracılığıyla restorasyonlar yapıldı. Yöntem olarak tartışmalı uygulamalar olsa da takdir etmek lazım idareyi, eski esere bakışı değiştirdi. Son olarak gittiğiniz gördüğünüz şehirlerden, sizi etkileyen ruhunuza hitap eden şehirler hangileridir? Milas güzel, henüz doku bozulmamış; Didim tamamıyla kaybedilmiş, orası çarpık kentleşmenin

tarihi ve doğal dokuyu nasıl yok ettiğinin son acı örneklerinden. Maalesef bu dönüşümde kaybeden yaşanmaz hale gelen kent ve orada yaşamaya çalışan insanlar oluyor. Saraybosna etkilendiğim, Bursa asla vazgeçmediğim ama TOKİ’yle yaralanmış bir şehir. Şile’de çok rahat ederim, Çanakkale henüz bozulmamış... Edirne de bozulmadan, Selimiye ölçeğinde restorasyonları hayata geçirebilmiş bir örnek. İstanbul’a gelince, büyük başın derdi de büyük oluyor. Ama rantın çılgınlık boyutuna vardığı bu şehrin çelik bir iradeyle kuşatılmadan şanslı şehirler arasında sayılması bu haliyle zor. İstanbul için dua ediyorum. Bu anlamlı sohbet için çok teşekkür ederiz hocam. Umarım bütün milletimizi ilgilendiren ve geleceğimizi belirleyecek olan bu çalışmalar, estetik kaygılarla ve özümüze dönük çalışmalar olur. Hassasiyetleriniz bizim de hassasiyetlerimizdir.

23


Ş ehir

Y󰃖NUS’UN ŞEHİRLERİ

ISPARTADAKİ YÛNUS EMRE Bugün Yunus Emre’ye izafe edilen makamlara en çok Isparta’nın ilçelerinde rastlanmaktadır. Buna göre Keçiborlu, Uluborlu, Gönen ve Gönen’e bağlı Güneykent beldesinde birer Yunus Emre makamı bulunmaktadır. Bunlara Şahabeddin Tekindağ’ın Yunus’un Eğirdir’de vefat ettiği şeklinde verdiği bilgi de eklenince burada bir mezar/makam bulunmasa bile Eğirdir’i de bu listeye eklediğimizde Yunus Emre’nin hatırası Isparta’da beş yerde karşımıza çıkar.

Mustafa ÖZÇELİK

ugün Yunus Emre’ye izafe edilen makamlara en çok Isparta’nın ilçelerinde rastlanmaktadır. Buna göre Keçiborlu, Uluborlu, Gönen ve Gönen’e bağlı Güneykent beldesinde birer Yunus Emre makamı bulunmaktadır. Bunlara Şahabeddin Tekindağ’ın Yunus’un Eğirdir’de vefat ettiği şeklinde verdiği bilgi de eklenince burada bir mezar/makam bulunmasa bile Eğirdir’i de bu listeye eklediğimizde Yunus Emre’nin hatırası Isparta’da beş yerde karşımıza çıkar. Yunus Emre’nin Isparta’daki bu mezar/makam çokluğu neyle açıklanabilir, doğrusu merak konusudur. Bizce bu durumun en önemli sebebi ünlü Celveti şeyhi, müfessir, şair Bursalı İsmail Hakkı’nın (ö. 1137/1725) Kitab’ün-Necat’ında Yunus Emre’nin: Yunus Emre’nün sözi hiç sözlere benzemez Câhillerün elinden örtdi ma’na yüzini beytini açıklarken söylediği “Yunus Emre, Anadolu’da Keçiborlu nam kasaba kurbünde olan gadir-i azamın canib-i şarkisinde olan peşt tarafında bir karyede neşv ü nema bulup mezarı dahi ol karyededir.” şeklindeki sözleridir. Metni bugünkü Türkçe ile söyleyecek olursak hazretin ne dediğini daha iyi anlamış olacağız: “Yunus Emre, Anadolu’da Keçiborlu isimli kasabanın doğu tarafında olan Puşti tarafından bir köyde doğup büyümüştür. Mezarı da oradadır.” Bu ifadeye göre Yunus Emre’nin kabrinin Keçiborlu’da olduğu çıkmaktadır. Fakat kabrin bulunduğu yerin Uluborlu, Gönen ve Güneykent olduğu görüşlerine ne denilmelidir? Önce şunu belirtelim. Bursalı İsmail Hakkı’ya ait bu rivayeti esas alanlar bu mezar/makamının öncelikle Keçiborlu’da olduğuna inanmaktadırlar. Rivayetteki Keçiborlu civarı ifadesi ise bu alanın içinde “Uluborlu”, “Gönen” ve “Güneykent”i da alacak şeklinde yorumlanmış ve zamanla buralarda da birer Yunus makamı ortaya çıkmıştır. Zira bu yerleşim yerleri arasındaki mesafe çok azdır. Merkezi Keçiborlu olarak alırsak Uluborlu buraya 27, Gönen 27, Güneykent ise 11 km. uzaklıktadır. KAYNAKLARIN SÖYLEDİĞİ Bu yerlerin bu sahiplenmeyi neye göre yaptıkları da elbette önemlidir. Ama buna geçmeden Yunus’un mezarıyla ilgili bilgi veren kaynakların ne söylediklerine de bakmak gerekir. Yunus’un mezar/makamlarından bahseden hemen her kaynakta bu durumdan bahsedilir. Fakat hiç biri bunu doğru bir bilgi olarak görmez. Buralardaki kabirlerin olsa olsa bir makam ya da başka bir

sayı//9// nisan 24


Yunus’a ait bir mezar olabileceği fikrini beyan ederler. Yunus hakkında ilk kaynak eser olan Köprülü’nün kitabında bu durumun hiçbir tarihi kaynakta yer almadığı ve bir rivayetten kaynaklandığı belirtilerek “Tarihi bakımdan bunu kuvvetlendirecek bir delile de malik değiliz” denir. Gölpınarlı da “Şüphe yok ki burası ya bir makamdır ya da Yunus adlı başka birine aittir” şeklindeki cümlesiyle bu kanaati teyit eder. H. Baki Kunter ise adı Keçivborlu olarak telaffuz eder ve Uluborlu’daki yerlerin ancak birer makam olabileceğini söyler. Gönen ve Güneykent’e ise hiç değinmez. KEÇİBORLU’DAKİ YUNUS EMRE Rivayetteki “Keçiburlu kasabası kurbünde ifadesi” Yunus’a ait bu mezar yahut makamın öncelikle burada aranmasını gerektiriyor. Ne var ki bu rivayet dışında özellikle de yazılı kaynaklarda konu ile ilgili bir bilgi yer almamaktadır. Dolayısıyla burada bulunan ve adı önceleri “Garip Tekke” olan bu türbenin Yunus’a ait olup olmadığı konusunda bir şey söylemek zorlaşıyor. Fakat 2001 yılında yapılan bir yüksek lisans tezinde de İsmail Hakkı’nın rivayetini destekleyen ifadeler, buradaki türbe Yunus’a ait olmasa bile Keçiborlu’da bir Yunus kültürünün varlığını ve kendisine bir makam ihdas edildiğini ortaya koyuyor.

Bu çalışmayı yapan “Yasin Erdenk”in verdiği bilgiler özetle şöyledir: “Garip Tekke” adıyla da anılan bu türbe Keçiborlu merkezinde Aşağı Mahallenin Değirmen Sokağında bulunmaktadır. Üstü çatı ile kapalı yola bakan bir penceresi ve kapısı vardır. Türbenin içinde büyük bir sanduka bulunmaktadır. Sanduka yeşil kadife örtü ile kaplıdır. Duvarları seccade ile örtülmüş olup buranın Yunus türbesi olduğu inancıyla Yunus’un sözleri ile kaplıdır.” Bu türbenin Yunus’a ait oluşu ise bir rüya olayı ile ilgilidir. Erdenk’in verdiği bilgiye göre Kükürt İşletmelerinde mühendis olan bir bayan, rüyasında Yunus Emre’yi görür ve ondan buranın onun türbesi olduğunu öğrenir. Bu bayan bu rüya üzerine türbeyi restore ettirir ve böylece “Garip Tekke”, “Yunus Emre” türbesine dönüşür. O zamandan beri de Yunus Emre türbesi olarak bilinmektedir. Erdenk, adı geçen çalışmasında buradaki inanışlarla ilgili bilgiler de veriyor. Buna göre türbeye okuyacak çocuklar için, çocuk olması için ve her türlü dilek için gelinip dua edilir ve adak adanırmış. Adak olarak da küçükbaş hayvan, para, mum yakma ile tekke aşı denen bir aş adanırmış. Tekke aşı çevredeki çocuklara ve yoldan geçenlere ikram edilirmiş. Bir ilginç husus 25


Ş ehir

da buranın temizliğine verilen önemin sebebidir. Bu konuda da şöyle bir rivayet aktarılmaktadır: Eskiden türbenin karşısında bir çeşme varmış. Bu çeşmeden mübarek gecelerde türbeden çıkan dede bir abdest alır ve türbeye girermiş. Bu çeşmenin yanına bir hayvan bağlandığında veya pislik atıldığında bunları yapanlar zarar görürmüş. Bu yüzden çevre halkı temizliğe önem verirmiş. ULUBORLU’DAKİ YUNUS EMRE Yunus Emre’nin Isparta’da olduğuna inanılan ikinci mezarı ise Uluborlu’dadır. 1965’li yıllarda yapılan bir araştırmada Uluborlu’da Büyük çeşme mahallesinde “Yunus Emre’nin kabri” olarak biline bir türbenin varlığından söz edilmektedir. Yine bu türbe etrafında Türkistan bölgesinden gelen başka derviş mezarlarının da bulunduğu, bir ziyaret yeri olduğu fakat Yunusunki de dâhil hepsinin zamanla yıkıldığı şeklinde bir bilgi yer almaktadır. Yine o yıllarda Yunus’un adını taşıyan bir mahalle ve caminin varlığı daha da önemlisi şimdi mevcut olmayan “Emre” köyü/mahallesi bulunduğu da verilen bilgiler arasındadır. Konu ile kayda değer bir bilgi ise “Ahmet Halaçoğlu”nun “Uluborlu Şeriyye Sicil Defteri ve bu Sicilin Uluborlu Kent Tarihindeki Yeri h.1311 – 1313 (1890 – 1892 )” adını taşıyan Yüksek Lisans tezinde yer almaktadır. Halaçoğlu, “Âhîlik ve Uluborlu’da Âhîler” başlığı altında Uluborlu’daki ahilik meselesini anlatırken bize şu

sayı//9// nisan 26

bilgileri vermektedir. “Âhilerin, Uluborlu’ya gelip yerleşmeleri de Kırşehir dolaylarında başlayan Babaî isyanından dolayıdır. Yunus Emre’nin hocası olan Taptuk Emre ve Âhi Evran da bu isyanlar sırasında öldürülmüşlerdir. Kendisi de bir Âhi olan Yunus Emre’de Uluborlu’ya gelmiş olabilir.” Yazar, Yunus’un burada medfun olacağını ihtimal kaydıyla belirti fakat ardından konu ile ilgili verdiği bilgiler bu ihtimalin haklı gerekçeleri olduğunu da göstermektedir. Buna göre “Bugünkü Emrem adıyla anılan mahalle Yunus Emre’ye izâfetendir. Yine bu adla bir cami ve bir de kemerli bir çeşme olduğu gibi, Kabal Mahallesi’nde Büyükçeşme yamacında kendisine ait olan bir türbe vardır. Bu türbe hükümetin vergi kaleminde ( Defter-i Esas-i Emlâk’inde) evkâfa ait binalar içinde “Yunus Emre zat Hazretleri” diye kayıtlıdır. Bugün bu türbe hayatta değildir.” Yunus Emre’nin buralı olabileceği fikrine destek olarak tarihi bazı hadiseler de dayanak olarak kullanılmaktadır. Buna göre Türklerin Anadolu’yu fetihleri sırasına buraya önemli bir Türkmen göçü olmuş ve pek çok Türkmen beyi ve obası buraya yerleşmiştir. Buranın bir Türkmen beldesi olması Anadolu’daki iç karışıklıkların olduğu zamanlarda da güvenli bir bölge olarak yeni göçler almıştır. Bu bölgeye en son olarak Kırşehir dolaylarında başlayan Babai isyanından kaçan Ahi’lerin bir kısmı Uluborlu’ya gelip yerleşmişlerdir. Bunlara ait türbeler ve Arpacık adıyla anılan bir çeşme


günümüze kadar gelmiştir. Yöresel inanışlara göre Yunus Emre’nin hocası olan Taptuk Emre ve Ahi Evran, Babai isyanlarında öldürülmüş, ayrıca Moğol baskıları sonucunda Ahiler güvenlikleri için Anadolu’nun batısına doğru gelmişlerdir. Bu göçler sırasında büyük sair Yunus Emre’nin de bölgeye gelmiş olması tahmin edilmektedir. Uluborlulu Yunus Emre konusunda “Yasin Erdenk “in hazırladığı “Isparta Yöresi Ziyaret Ve Adak Yerleri” adlı tezinde de bunu destekleyen bilgiler yer almaktadır “Bu mezar Uluborlu’da Kabal Mahallesi’nde bağlar ve bahçelere bakan bir yamaçta betondan dört köşeli bir tak şeklindedir.” “Sadi Demirdal” burasıyla ilgili şunları yazmıştır: “Buraya en çok Buhara, Semerkant taraflarından gelen uzun kollu, tüylü kalpaklı, hırkalı dervişler gelir, burada günlerce kalırlardı. Bina ve türbenin Uluborlu’da bulunması dikkatle üzerinde durulması gereken bir husustur. Çünkü Uluborlu’da Emre Mahallesi, Emrem Cami, Kemerli Emrem Çeşmesi bulunması bunların emlak kaydının maliyede bu adlarla yer alması türbenin içinde de bir kabir görünmesi Yunus Emre’nin Uluborlu’da metfun bulunduğunu göstermektedir. Fuat Köprülü’nün kanaatine göre Isparta civarında Keçiborlu’nun şarkında bir yerde olması Uluborlu ilçesini tarif etmektedir. Toprak damlı olan bu türbe ve tekke 1914 Savaşı sonuna kadar sağlamdı. Damının yuğrulup karının küründüğünü hepimiz gördük. Mahallenin adı, çeşmesi ve camisi bulunması Yunus Emre’nin Uluborlu’da metfûn olmasını kuvvetlendirir. Eski kayıt ve şerri ilanların tetkikinden anlaşılıyor ki Emrem kaydı hicri 900 senelerinden sonradır. Daha evvel ki kayıtlar Yunus Emre Hazretleri şeklindedir.” Bugün de Yunus Emre’nin mezarı her türlü sıkıntı için bir ziyaret kapısıdır.” “Abdullah Bakır” ise, “Ortaçağda Bir Türkiye Selçuklu Kenti Uluborlu” başlıklı makalesinde Yunus’un burada olduğu söylenen kabri ile ilgili başka bir yeri işaret etmektedir. Burası Eski Uluborlu’nun Emrem Mahallesi’nde eğimli bir arazi üzerinde yer alan ve halk arasında Taş Medrese olarak bilinen Kargılılala Medresesidir. Yazara göre Osmanların son dönemlerine kadar kullanılan bu yapı içerisinde bir de türbe bulunmaktaydı. Bu türbenin ise Yunus Emre’ye ait olma ihtimali çok yüksektir. Yazarı böyle düşündüren sebep ise Uluborlu’nun Selçuklular döneminde şehzadelerin eğitim gördüğü bir kültür merkezi hem de ahilik için önemli bir merkez olmasıdır. Bugün ise kimi kaynakların verdiği bu bilgilere rağmen Uluborlu halkında Yunus’un kabrinin

burada olduğuna dair yaygın ve canlı bir inanış yoktur. Yalnız bazıları Uluborlu’da Kabal Mahallesi’nde bağlar ve bahçelere bakan bir yamaçta betondan dört köşeli bir tak şeklinde olan mezarın Yunus’a ait olduğuna inanmaktadırlar. Tarihsel bilgi böyledir ama Uluborlu’yu ziyaretimizde ne yazık ki bu bilgilere sahip canlı tanıklar bulmakta zorlandık. Yunus’a atfedilen kabir konusunda ise net bilgilere ulaşmak mümkün olmadı. Fakat burada geçmişte Yunus Emre adını taşıyan bir makalenin bulunması ve tarihi kayıtlar, bir mezarın varlığını ispat için yeterli olmasa bile bir makamın varlığını açıkça ortaya koymaktadır. Bunun da ya Alaeddin Camii’nin eteklerindeki yamaçta ya da Taş Medrese içinde olduğu anlaşılmaktadır.

KAYNAKÇA

• Mehmet Altunmeral, Hızırnamede Eğirdirli Veliler, Celal Bayar Üniversitesi • Sosyal Bilimler Dergisi Yıl, 2013 Cilt, 11 Sayı, 2. Şeha bettin Tekindağ, “Yunus Emre hakkında araştırmalar”, TTK, Belleten, 117. • Yasin Erdenk, Isparta Yöresi Ziyaret ve Adak Yerleri, Yuksek Lisans Tezi, Isparta, 2001. • Abdullah Bakır, Ortaçağda Bir Türkiye Selçuklu Kenti Uluborlu SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Aralık 2013, Sayı, 30. • Halim Baki Kunter, Yunus Emre, Belgeler, Bilgiler, Eskişehir, 1990. 27


Ş ehir

YENİKAPI MEVLEVİHANESİ BUGÜN FSMVÜ İSLAMİ İLİMLER AKADEMİSİ

FSMVÜ BÖLÜM DEKANI PROF.DR.AHMET TUTAN ARSLAN İLE SÖYLEŞİ

Yenikapı Mevlevihanesi, tekke mimarisi içerinde ‘Asitane’ olarak isimlendiren gruba en iyi örneklerden biridir ve Mevlevi tarikatının İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’nden sonra faaliyete geçirdiği ikinci dergâhtır. Söyleşi: Mahmut BIYIKLI

ocam, önce bu dört asırlık bir tarihe şahitlik eden kutlu mekân hakkında bilgi edinebilir miyiz? Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nün yerleşke olarak kullandığı diğer enstitülerin bünyesinde lisans ve lisansüstü programlarının yürütüldüğü Yenikapı Mevlevihanesi, Yeniçeri Ocağı baş halifesi Malkoç Mehmet Efendi tarafından 1598 yılında kurulmuş ve zaman içersinde genişleyerek bir külliye hâlini almıştır. Yenikapı Mevlevihanesi, tekke mimarisi içerinde ‘Asitane’ olarak isimlendiren gruba en iyi örneklerden biridir ve Mevlevi tarikatının İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’nden sonra faaliyete geçirdiği ikinci dergâhtır. Yenikapı Mevlevihanesi’nin başlangıçta semahane, mescit, harem, sebil, türbe ve 18 derviş hücresinden meydana gelmiş olduğu ifade edilir. Evliya Çelebi’nin notlarında ise, Mevlevihane’nin bağlık bir arazi üzerinde kurulu semahane, imaret ve 70 kadar derviş hücresinden meydana gelen bir yapı olduğu anlatılmaktadır. Yenikapı Mevlevihanesi, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar 328 yıl Mevlevi tarikatına hizmet etmiştir. Bu vakitten sonra uzunca bir süre öğrenci yurdu olarak kullanılmış, 9 Eylül 1961’de çıkan bir yangın sonucu büyük oranda tahrip olmuştur. 7 Mayıs 1997’de çıkan yangında ise tamamen kullanılamaz hâle gelmiştir. 2005 yılında başlanan ve 2009 yılında biten restorasyon çalışmalarından sonra Mevlevihane özgün detaylarına uygun bir görünüm kazanmıştır. Buradan yetişmiş meşhur isimler var mı hocam? Tabii ki. Yenikapı Mevlevihanesi Osmanlı Dönemi Türk Edebiyatı’nın seçkin şahsiyetlerinden Şeyh Galip’in ve Türk tasavvuf musikisinin öncü isimlerinden İsmail Dede Efendi’nin ve Itri’nin yetiştiği yerleridir. Bu nedenle Mevlevihane, sadece tarikat ve tasavvuf tarihi açısından değil, kültür tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır. Bugün de Mevlevihane, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü bünyesinde sürdürülen çok yönlü faaliyetlerle bilim, sanat ve kültür hayatının nabzının attığı önemli bir akademi, bir kültür merkezi ve müze olmaya adaydır. O zaman burada sadece sema veya zikir yapılmıyor… Elbette… Mevlevihaneler veya diğer tekkeler sadece sema ve zikir yapılan yerler değil; aynı zamanda bir eğitim merkezi. Yaygın eğitimin yapıldığı yerler buraları. Halk buralarda eğitiliyor. Sadece Mesnevi de okutulmuyor; İslami eğitim veriliyor, Farsça öğretiliyor, tefsir hadis dersleri görülüyor. Bizim Mevlevi-hanenin odalarını

sayı//9// nisan 28


şimdi sınıf yaptık. Dervişhanın geceledikleri yerler ve alt katta da halvete girdikleri zikirlerini yaptıkları kendilerini inzivaya çektikleri yerler vardır. Orayı da kütüphane yaptık şimdi. Buralar halka açık yerlerdi. Fakir fukara geliyor istifade ediyor çay içiyor, çorba içiyor gelene açıktı kapılar. Etrafındaki insanların hem maddi açıdan karnı doyuyor, ihtiyacı varsa ihtiyacı görülüyor yoksa manen ihtiyacı var geliyor buradan semayı seyrediyor, sohbeti dinliyor ihtiyacı gidiyor. Bugünün nesli, maalesef mahrum kaldı doğru dürüst mesneviyi okutan yok. Birçok yer var mesneviyi okutuyor ama Farsça bilmiyor. Uşşaki dergâhı varmış Hırkai Şerif’in altında; oranın son postnişini Fatih’te Mesnevihanlık yaparmış Fatih Camii’nde mesnevi okuturmuş. Bulunduğumuz mahal Mevlevihane’nin hangi bölgesi oluyor hocam? Şimdi röportaj yaptığımız yer, dervişhanın kaldığı yermiş. Şu yanımızdaki oda da (biz protokol odası diyoruz); şeyh efendinin misafirlerini aldığı ağırladığı odaymış. O odanın yanında şeyh efendinin haremi var. Ailesi çoluk çocuğu orada kalıyor. Onun yanında semahaneye geçiş yeri var. Semahaneye geçiliyor. İlerde sol tarafta tekkenin mutfağı var. Orada yemek pişiyor. Şeyh efendi tekkenin içinde oturuyor değil mi? Evet. Şeyh efendinin harem dairesi vardır. Çünkü orada duracak ki hizmet görsün. Gece gündüz demeden halktan ihtiyacı olan geliyor, şeyhin evi uzakta olursa olmaz. Bizim ecdadımız daha idealist davranmışlar. Şeyh efendinin evi uzakta

olsa nasıl gidecek karda kışta eskiden daha zordu. Tabii yol ulaşım şartları; doğru bir yol tutarak şeyhin evini tekkenin yanına yapmışlar. Mevlevi Ayini hakkında biraz bilgi verebilir misiniz hocam? Sema, Türk tarihinin, ananesinin, inançlarının bir parçası olup Hz. Mevlânâ (1207-1273) ilhamıyla oluşmuş ve gelişmiştir. Kemale doğru manevi bir yolculuğu (Miracı), bir gidiş-gelişi, temsil eder. Sema 7 bölümdür. Her bölümün ayrı bir manası vardır. ‘Sema’yı ilmi yönden terk ettiğimizde, şunu görürüz; Var olmanın temel şartı dönmektir. Varlıklar arasındaki müşterek benzerlik, en ufak zerreden en uzak yıldızlara kadar her birinin bünyesini teşkil eden atomlarındaki elektron ve protonların dönmesidir. Her şeyin döndüğü gibi, insanoğlu da bünyesini teşkil eden atomlardaki mevcut dönmelerle, vücudundaki kanın dönmesiyle, topraktan gelip toprağa dönmesiyle, dünya ile beraber dönmesiyle tabii ve şuursuz olarak döner. Ancak insanı öbür varlıklardan farklı ve üstün kılan şey akıldır. İşte, dönen semazen, varlıkların müşterek hareketine, semaıyla beraber aklı da iştirak ettirir. Sema, kulun hakikate yönelip, akılla aşkla yücelip, nefsini terk ederek, Hak’ta yok oluşu ve olgunluğa ermiş, kâmil bir insan olarak tekrar kulluğuna dönüşüdür. Bütün varlığa, bütün yaratılanlara yeni bir ruhla, sevgi için, hizmet için dönüşüdür… Semazen hırkasını çıkarmakla, manen, ebedî âleme, hakikate doğar, orada yol alır. Başındaki sikkesi (nefsinin mezar taşı), üstündeki tennuresi 29


Ş ehir

Böyle şeyler yani edep kaideleri tekkelerde öğretilirdi. Oturmayı, şeyhi dinlemeyi aslında bir insanı dinlemeyi öğrenir. Tekke gibi eğitim okullarına ihtiyaç var; hoca bulunursa talebe de yetişir. Aslında bu tekke edebinin kaynağı Peygamber Efendimiz (sav) değil mi hocam? Elbette. Ta hadisi şeriflere gider bu edepler… hocayı, şeyhi sükûnetle dinleme edebi mesela; Peygamberin yanında sesinizi yükseltmeyin diyor. Ayet var bir defa. Hz. Ebubekir’den bir rivayet diyor ki “Biz Peygamber Aleyhisselamın yanında başına kuş konmuş uçar da dikkat dağılır endişesiyle oturan adam gibi otururduk”. İmam Birgivi’nin Tarikati Muhammediye’sinde yazar; mesela dinlemenin adabı nedir; o konuşmanın konsantrasyonunu bozacak işler yapmayacaksın. Tekkede edep erkan öğreniyor ve bunlar hayata siniyor. Tekke usulü böyledir. İnsana insan olmayı görerek yaşayarak öğretiyor. İnsanlık böyle öğreniliyor.

(nefsinin kefenidir). Kollarını çapraz bağlayarak, görünüşte BİR rakamını temsil eder, böylece Allah’ın birliğini tasdik eden semazen, semah ederken (dönerken), kolları açık, sağ eli dua edercesine göklere, Hak gözüyle baktığı sol eli yere dönüktür. Hak’tan aldığı ihsanı halka saçmasıdır. Sağdan sola kalbin etrafında dönerek, bütün insanları, bütün yaratılmışları, bütün kalbiyle sevgi ve aşkla kucaklayışıdır… Bugünün şartlarında hâlâ derviş meşrep insan yetişebilir mi? Çok güzel bir soru. Şöyle zannediyorlar, tekke deyince; bir hırka bir lokma oturmuş köşesinde hiç dünyadan haberi olmadan yaşamış sonra gömüş… Aslında tasavvufun özünü bilmeyenler böyle söylüyor. Veyahut da kötülemek isteyenler böyle söylüyor. Asıl derviş, en uyanık adam demektir. Dünyanın en uyanık adamı demektir. Dervişi, Arapça ifadesiyle sofiyi şöyle tarif ederler. “sofi ibnu’l-vakittir” (vaktin oğludur) derken “her vakit içinde, o vakitte işlenmesi en hayırlı olan şeyle meşgul olur, vakit içinde kendisinden isteneni yerine getirir.” anlamını kast ederler. Sofi bir kere dünyalık bilgileri bilecek ki boş konuşmasın. Her şeyi ölçülüdür. Ölçüyü öğreniyorlar. Ruh dünyasının organizasyonu lazım insana. Terbiye, eğitim budur. Biz bu edebi kaybettik. Mesela küçükler büyüklerin solunda yürür. Yeni nesil bunları bilmez, nerden bilsin?

sayı//9// nisan 30

Tekkenin esas fonksiyonları arasında “insan olmayı öğrenme” var diyebiliriz o zaman… Tabii ki. Bu terbiyeyi görmüş sofi en uyanık adamdır. Zamanının çocuğu demektir sofi. Zamanının çocuğu ne demek; zamanın şartlarını çok iyi bilen ve ona göre yaşayan insan demektir. Bu yüzden âlimler demişler ki zamanın durumlarını bilmeyen insan cahildir. Vaktiyle bir hocaefendi görmüştüm. 80 küsur yaşındaydı. O zaman televizyon yoktu. Yastığının arkasında küçük bir el radyosu vardı. Ajansı açar haberleri dinler ve dünyadan haberi olurdu. Mevlevihanede bu insanlar sadece nefis terbiyesiyle uğraşmıyorlar, musiki de var edebiyat da var… Arz ettiğim gibi temelinde medrese eğitimi görmüş olarak geliyorlar tekkeye. Gelen insanlar zaten belli bir seviyede yetişmiş oluyorlar. Mevlevihanelerde tabiatıyla ney eğitimi veriliyor. yani musiki eğitimi veriliyor, makamlar öğretiliyor. Çeşitli makamları da öğrenmiş oluyor. Herkesin sesi müsait değil, seçim yapılıyor. Sesi müsait olanlar alınıyor içinden. Kabiliyeti varsa edebiyata yöneliyor. Şiir yazıyor mesela ve büyük bir şair oluyor Şeyh Galip gibi. Şeyh Galip, Osmanlı edebiyatının divan edebiyatının vazgeçilmez şaheser bir temsilcisidir. Onu herkes zevkle okuyor. Peygamber sevgisini, ayetleri, öğütleri, hadisleri öyle özümsemiş ki âdeta hâle getirmiş. Bugün yeni nesil Fuzuli’nin şiirlerini bile bilmiyor. Anlamsız geliyor. Fuzuli mesela peygamber aşkını öyle bir anlatmış ki bu kadar muhteşem ifade eden kaç kişi var bu dünyada? Mekânın ruhundan söz edersek; mesela buraya gelen gençlik onun farkında mı? Bu ruh onlara yansıyor mu?


Mevlevihane kültür merkezi irfan merkeziymiş. Asılarca nur saçmış. Aydınlık insanlar münevver insanlar yetiştirmiştir. Böylelikle de nur saçmıştır. Elhamdülillah bu ruh, buraya ayak basan herkese illaki yansıyor. Şöyle söyleyeyim; insan her yerde her devirde insandır. Uyanık insanlar da vardır uyurgezerler de ve uyuyanlar da vardır malum. Talebelere, dikkat edin diyorum; 400 senedir zikrullahın yapıldığı ilim irfanın meşk edildiği bir yerde eğitim alıyorsunuz. Siz Allah’ın sevgili kullarısınız. Devletli insanlarsınız. Tarihe tanıklık eden yerdesiniz. Bizim mütevelli heyetimiz İslami İlimler Fakültesi’ni bizim buraya tahsis ettiler yani burada okusun dediler. Tabii burası dar bir mekân şeklini bozmak dahi yakışmıyor. Olduğu gibi koruyarak kullanmaya devam ediyoruz. Bir de Enstitü var sanırım bünyenizde… Evet. Bizden başka harem dairesinde irfan müessesemiz daha var, orası da Medeniyetler İttifakı Enstitüsü. Orada yüksek lisans doktora yapılıyor. Orası ilmî araştırma faaliyetleri gösteren bir bölüm. Medeniyetler İttifakı malum bizim o zaman ki başbakanımız Tayyip Bey’le o zamanki İspanya başbakanının eş başkanlarının yaptıkları bir müessese olmuş Birleşmiş Milletler’de. Oraya bağlı olarak açılmış bir müessese. Ama böyle bir yerin açılması bizim anayasamıza göre bir üniversiteye bağlanması gerekiyormuş. Bu sebepten bizim üniversite bünyesinde açıldı. Bunlarda da öyle faaliyetler var. Bizim burada da İslami İlimler okutuyoruz. İlahiyat adıyla anılırdı, adını değiştirebilirsiniz dediler; YÖK de kabul etti. Sonra İslami İlimler Akademisi adı diğer üniversiteler tarafından kabul edildi. Şimdi 20’yi geçen üniversite bu ismi benimsedi.

diye. Tabii bunlar kısıtlı imkânlarla oluyordu. Burada öğretimi Arapça yapma imkanı bulduk. Hocam biraz da buradaki öğretim sisteminden bahsetsek… İsterseniz size öğretim sistemimizi özetleyeyim. Bir sene 60 kişi aldık sonra her sene 100 kişi almaya başladık. 100 kişi yurt içinden alıyoruz 20 kişi de yurt dışından kim gelirse müracaat edenlerden seçip alıyoruz. Çok şükür öğretim dili Arapça başladı. Hoca bulamazsın diyorlardı; evet hoca bulmak kolay olmuyor hiçbir üniversitede. Türkçe için bile hoca bulamıyorlar ben yetecek miktarda buldum çok şükür. Yurt dışından Türkiye’ye gelmek isteyen çok kimse var. 30 saat Arapça öğretimi yapıyoruz hazırlık sınıfında. Bir sene hazırlık sınıfı okuyorlar. Ondan sonra birinci 2. 3. 4. sınıfta da Arapça görüyorlar. Hoca giriyor ve hep Arapça konuşuyor. Zaten çoğu hoca Türkçe bilmiyor bilenlerden de rica ediyoruz konuşmuyorlar. 476 öğrencimiz var lisansta. 60 da yüksek lisans öğrencimiz var; 500’ü geçti çok şükür. Bütün dersler Arapça olarak görülüyor sadece Türkçe olarak Türk Dili ve Edebiyatı dersi var; o derste Türkçe öğretiliyor konuşuluyor. Osmanlıca, Atatürk İlke ve İnkılapları derslerimiz zaten üniversitelerin mecburi dersleridir; bunlar da Türkçe görüyorlar. Yabancı öğrencilerin Türkçe öğrenmesi de kolay oluyor böylece.

Öncülük ettiniz… Biz burada Türkiye’de bir ilk daha gerçekleştirdik. Acizane ben Arap Dili ve Edebiyatı’nı öğretmekle vazifelendirildim önce Marmara Üniversitesi’nde sonra Uluslararası İslam Üniversitesi’nde Malezya’da çalıştım. Orada da Arapça okuttum senelerdir Türkiye’de Arapça öğretiyorum. Ama Arapça öğretimini diğer yabancı diller gibi görmemek lazım. Okullarda öğretilen İngilizce Fransızca da aynıdır. Okullarda yıllarca okutulur okutulur mezun olunur ne bir satır yazı yazabilir ne konuşabilir. Bütün yabancı dillerde böyledir. Şimdi bundan kurtulmamız lazım dedim. Malezya’da Ugandalı bir arkadaş gerekti Arapça konuştu, gerekti İngilizce konuştu. Biz niye senelerdir uğraşıyoruz çözümünü bulamadık diyerek bununla ilgili çalışmalar yaptım. Mesela ilk defa Marmara İlahiyat’ta duvar gazetesi çıkardım. Maksat çocuklar yazsın diyeydi. Talebeleri yurtdışına gönderiyordum konuşmalarını geliştirsinler diye, gazete veriyordum okusunlar 31


Ş ehir

HER YOL ROMA’ YA ÇIKAR MI? Birkaç saatlik yürüyüşle Aşk Çeşmesi, Pantheon, Kolezyum, Roma İmparatorluğu merkezi ve oradan hareketle gelişen diğer kamu birimleri, modern dönemin ihtişamlı yapıları, kısa sürede konumlandırılabiliyor. Yard.Doç.Dr.ERKAN ÇAV*

mparatorluk beşiği şehir. İktidar şehveti, dünya hâkimiyeti, egemenlik şenliği. Sezar’lar ve Brütüs’ler memleketi. “Her yol Roma’ya çıkar” repliği. Hukukun filizlenme evresi. Çiçero’nun evi. Fizik ve Metafizik. Renkli ve Büyüleyici. Antik ve Çağdaş. Fiumicino havaalanından şehir merkezine 40 dakikalık otobüs yolculuğu ile varılıyor. Sizi bu ilk temasta Kolezyum ve Roma Forumu bölgesi karşılıyor. Şehir haritasının binaları, sokakları, caddeleri birbirinden uzak gösteren yanılsatıcı gösterimi, şehir içinde yapılan yürüyüşlerle kısa sürede aşılıyor. Merkezdeki hemen her tarihi, kültürel, dini, mimari birime yürüyerek bir saat içinde ulaşmak mümkün. Gezerek yapılacak bir yürüyüşle, şehrin önemli mekânları, meydanları, caddeleri ve yerleri kısa sürede öğreniliyor. Özellikle zaman düzenlemesinin zor olduğu otobüs sisteminden ziyade metro üzerinden daha hızlı bir ulaşımla uzun mesafeler de kısa sürede gidilebiliyor. Birkaç saatlik yürüyüşle Aşk Çeşmesi, Pantheon, Kolezyum, Roma İmparatorluğu merkezi ve oradan hareketle gelişen diğer kamu birimleri, modern dönemin ihtişamlı yapıları, kısa sürede konumlandırılabiliyor. Meydanlardaki havuzlu çeşmeler, kalabalık kafeler, yoğun gündelik hayat hemen göze çarpar. Burada evler, sokaklar, caddeler ve insanlar iç içe bir yaşam sürer. Mesafeler mümkün olduğunca kısadır. Fiziki yakınlıklar duygusal yakınlıkları da getirir. Şehrin Katolik dünyasının merkezi olduğu havası her hâlinden hissedilir. Diğer şehirlerde görülebilen rahatsız edici tavır, tutum ve davranışlar, bu şehirde daha disipline olmuş ve kontrol altındadır. Şehrin, İslam ile farklı frekansta olmakla birlikte manevi, metafizik, ruhani bir havasının olduğu sezilebilir. Otelime en yakın dinî ve tarihî yapı Santa Maria Maggiore Kilisesi’nden yürümeye başladım. Bu kilise şehir tarihinde önemli bir yere sahip, süslemeleri, iç ve dış dekorları oldukça zengin. Buradan ayrılıp Cavour Caddesi’nden yürüyerek Kolezyum’a vardım. Buradan Roma İmparatorluğu merkezi kalıntılarının içinden geçerek şehrin binlerce yıllık tarihi görülebilir. Devamında nehir kıyısına inerken Santa Maria in Cosmedin Bazilikası’nın yanından Isola Adası’na vardım. Fiume Nehri’nin üzerinde şehir merkezinde başka ada yoktur.

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//9// nisan 32

Kısmen caddelerden kısmen nehir kenarından yürüyerek Sant Angelo Kalesi’ne ulaştım. İmparator Hadrian tarafından ailesi için mezar yeri olarak yapılan bu yapı sonradan Papa’nın kalesi


Şehrin kurucularından kabul edilen Romulus ve Romus’un efsaneye göre dişi kurt tarafından kurtarıldıkları yerdir Palantino

Vatikan’a giriş

ve hapishane olur. Yanından ilerleyerek Vatikan’ın ana giriş kapısına yöneldim, bu meydanın evsizler, yoksullar ve yoksunları barındıran gece hâlini gördüm. Geriye dönerek kalenin hemen biraz ilerisinde yer alan ve bugün Adalet Sarayı olarak kullanılan tarihî yapı Palazzo di Giustizia’ya ulaştım. Roma mimarisinin tarihî ve güncel özelliklerini bu yapılardan ve yürüyüş esnasında görülen binalardan az çok tanımak mümkün olur. Devamında yürüyerek Fontana di Trevi’ye (Aşk Çeşmesi) geldim. Restorasyonda olduğu için bir süre izleyip ayrıldım. Bu yürüyüşlerin şehrin havasına alışmada ve yaşantısına nüfuz etmeyi sağlamada katkıları olur. İkinci gün Roma kalıntılarının içinden, Roma forumundan geçerek MÖ 7-8. yüzyıllara dayandırılan şehrin ilk kuruluşunun olduğu Palantino bölgesine değin geçen binlerce yıllık tarihi 4-5 saat içinde ayrıntısıyla inceledim. Roma Forumu: Bir imparatorluk tarihinin resmigeçit töreni. Ayakta kalan yapıları, buluntuları; tapınakları, sunakları, agorası, kilisesi, haziresi, bahçeleri, sokakları, yolları ve yaşanılmış olanların taşlardaki ışıltıları. Hepsi derin bir sessizliğe gömülü, âdeta mezar taşlarına benzeyen sütunlarının altında. Sonsuza değin sessizlik. Taşların suskunluğu. Toprağın dönüştürücülüğü.

Ebedi olanın hâkimiyeti. Şehrin kurucularından kabul edilen Romulus ve Romus’un efsaneye göre dişi kurt tarafından kurtarıldıkları yerdir Palantino. Roma forumundan daha önce var olan bu yer. Derinlikli bir şehir oluşum ve inşa süreci modellemesinin aktarıldığı bu alanda, bu süreç diğer şehir tarihleri için de örnektir. Bu anlatım önemli bir tarihsel kavrayış olanağı sunuyor. Yapılar, bahçeler, oyun alanları, havuzlar, özel mimari düzenlemeler ve daha birçok incelikli tasarım. Her bir ayrıntı başka bir dikkat istiyor. Zaman ölçüsünde bunlarda derinleşilebilir. Burada, Roma İmparatorluğu’nun nüvelerini görmek başka önemli bir nokta. Veya bir sömürge düzeninin merkezinin nasıl oluştuğunu hayal etmek. Zihinde tasavvur edilebilecek önemli bir imgelem alanı sunuyor bu kalıntılar ve onların canlandırılan hikâyeleri. Dönemin ihtişamının ve yaşantısının günümüze nasıl aktarıldığını düşünmek, yine bir başka yön. Bugün olmayan ve oldurulamayacak olan ebedi olmayan ihtişamın yıkıntıları. Veya imparatorluk ihtişamının içinde ayak oyunları ile değişen ve değiştirilen imparatorların nasıl bir yaşam içinde olabileceğini düşünmek de. Her bir soru farklı

33


Ş ehir

Bir şehrin doğuşu, gelişmesi ve varlığını devretmesi. Palantino Müzesi’nde, maket ve görsel modellemeler ile çekirdekten itibaren tarihin şehirleşme üzerinden aktarımı incelikli olarak yansıtılmış. Belgesel gösterimler ve diğer arkeolojik buluntular, ortaya çıkarılan yapılar ve yeniden şekil verilen nesneler ile çok yönlü ve çok boyutlu bir tasarımla tarihsel dönüşüm somutlaştırılmış.

Roma Forum

boyutlarda düşünceye zenginlik katan durumlar. Roma Forumu: Roma İmparatorluğu’nun merkezi. Atina’daki Roma Agorası, Roma’daki gerçek agoranın bir ön-habercisiydi benim için. Atina-Roma tarihsel-siyasi ilişkisi içinde Roma Forumu’nu ve agorasını düşünmek. Kapsamlı bir tarihsel yolculuğun ard arda gelen yığıntısı arasından binlerce yıllık tarihi birkaç saat içinde görmenin yorgunluğu aşılırsa, bu dönemlerin yaşam dünyasına ve düşünce işleyişine bir dereceye değin nüfuz edilebilir. Bunun için mutlaka ama mutlaka bu şehirlere giderken okumak gerekir. Ön bilgilerle gitmek, o yerin tarihi, kültürel, sosyal, siyasi ve askerî süreçleri hakkında belirli bir kavrayışa sahip olmaktır. Aksi hâlde bu şehir gezintileri yüzeysel kalabilir. Bu, özellikle derinlikli sayı//9// nisan 34

ve ayrıntılı yönleri olan Roma Forumu gibi yerler için fazlasıyla ihtiyaçtır. Her şeyi bilmek mümkün değil, ama anlamaya çalışmak mümkündür. Bir şehrin doğuşu, gelişmesi ve varlığını devretmesi. Palantino Müzesi’nde, maket ve görsel modellemeler ile çekirdekten itibaren tarihin şehirleşme üzerinden aktarımı incelikli olarak yansıtılmış. Belgesel gösterimler ve diğer arkeolojik buluntular, ortaya çıkarılan yapılar ve yeniden şekil verilen nesneler ile çok yönlü ve çok boyutlu bir tasarımla tarihsel dönüşüm somutlaştırılmış. Çekirdek, inşa, zirve ve çöküş. Bu retrospektif, günümüzden geriye bakış, Roma’nın, bir şehrin, bir devletin, bir imparatorluğun adım adım inşasını gözler önüne sererken, bu inşa sürecinin düşüncesini, mantığını ve sistemini de kavramayı sağlıyor. Yerleşimin,


Roma Forum Sütunlar

yönetmenin, kültürün, toplumun, devletin varoluşunun dönüşümünü katman katman izlemek, arkeolojik bakışın en önemli katkısı. Bu açıdan tarihi, sosyolojiyi, düşünceyi anlamak için arkeolojik bakış zorunludur. Geçmiş toplumlara bakarak ibret alma olgusu Kerim kitapta da vurgulanır. İhtişamına rağmen her şeyin geçici, bazı değerlerin kalıcı olduğunu hatırlamak: Binalar, sütunlar, resimler, heykeller, süslemeler, bahçeler, havuzlar, binbir çeşit çiçekler ve ağaçlar, her şey ama her şey geçicidir varlığın sonsuz derinliği karşısında, tıpkı insanın sonluluğu gibi. Hemen bu tepenin yanında hâlâ çığlıkların yankılandığı yer: Kolezyum. MÖ 72’de başlayıp İmparator Titus zamanında MS 80’de bitirilen 50 bin kişi kapasiteli devasa yapı. Modern statların birçoğundan hâlâ daha ihtişamlı olan yer. İlk iki katı ziyarete açık. Buraları görmek de anlamaya kafi geliyor; kan kokan, ölüm kokan, öldürme kokan, eğlence için öldürmekten zevk alanların kirli ruhlarını gören yapıyı. Kan kokusunun hala silinmediği yer. Zevk için insanların birbirine öldürtüldüğü yer. Şehrin her yerinde çokça görülen kuşların arena bölgesinde yuva

yapmadığı, konmadığı, orayı kendileri için bir yaşam alanı yapmadığı, ölüm rüzgarının estiği yer. Görünüşte ve gösteride ihtişamlı, içerikte ve manada cüce yapı. İmparatorun su oyunları zevki için kurulan ve zamanla Roma halkının kanlı gösterileri izleyerek büyülendiği mekân. İmparatorluğun devamı için kurban edilen insanlar. Şehrin eğlencesi için kan içen arena. Öldürülenler ve öldürenlerin çığlıkları arasında dünyayı saran bir imparatorluk. Bu taşlar arasında hangi yakarmalar, hangi çaresizlikler, hangi zulümler, hangi vahşetler, hangi işkenceler yaşandı, kim bilir? Bugün bizzat dünyanın kendisi Kolezyum: İslam coğrafyasındaki, Afrika’daki, Ukrayna’daki ve diğer bölgelerdeki ölümler de bu arenada izlenen ölümler! Bu açıdan belki Romalıları, ne yaptıklarının açık ve seçik olması sebebiyle daha samimi, gerçek ve dürüst bulmak mümkündür, günümüzün barış çığırtkanlarının sahtelikleri karşısında. Son dört yılda, sadece Suriye’de ölen 350 bin insanın toplamı kadar insan öldürmüş müdür Romalılar Kolezyum’da?

Sağlıklı ve keyifli olunduğu sürece Roma’da yürümek heyecanlıdır. Dar ara sokaklardan geçişler, caddelerin birden tarihî meydanlara ve yapılara ulaşması, her köşesinde başka bir şaşırtıcı mimari ayrıntının olması, bu şehri ilgi çekici kılıyor

Birleşik İtalya Krallığı’nın ilk kralı Vittorio Emanuele II anısına için yapılan devasa anıt, bugün bayrak müzesiyle, meçhul asker anıtıyla ve 35


Ş ehir

Roma Colosseum

Son dört yılda, sadece Suriye’de ölen 350 bin insanın toplamı kadar insan öldürmüş müdür Romalılar Kolezyum’da?

askerî nitelikli güçlü bir sembol olması sebebiyle önemlidir. Önünde askerî nöbet tutulur ve polis teşkilatının da kullandığı bir tören merkezi olarak kullanılır. Mesela son Irak Savaşı’nda ölen İtalyan askerlerine burada tören düzenlenmiş. Hemen bitişiğinde eski bir kilise var. 1900’lerin başında yapılan ve Roma tarihinin ve mimarisinin farklı özelliklerini bünyesinden barındıran bu anıtın asansörle çıkılan çatısından bütün şehri 360 derece tepeden görmek ve buraya yerleştirilmiş iki savaş arabası figürüne yakından bakmak mümkündür. Şehrin mimarisini, caddelerini, sokaklarını, havasını anlamak için burası idealdir. Şehrin merkezine tepeden bakabilmek için Villa de Borges’de bir kahve içmek de çok başka bir seçenektir. Veya oradan yürüyerek İspanyol merdivenlerine ulaşmak da. 138 basamaklı olup açıldığı meydanda havuzlu çeşmesi bulunan İspanyol merdivenlerinin ve çevresinin ayrı

sayı//9// nisan 36

bir dokusu var. Havuzlu çeşmenin etrafında, merdivenlerde ve meydanda açık havada insanlar oturuyor, dinleniyor, sohbetlerini yapıyor. Burası, Romalıların ve turistlerin buluşma yeri. Meydanında çeşitli etkinlikler yapılıyor. Bu merdivenlerin en üstünde ressamlar kara kalem resimleri ile portrelerinizi çizmeye devam ediyorlar, emeklerinin karşılığını verdiğinizde. Buradan şehrin manzarası görülmeye değerdir. Meydana açılan sokaklarda, tarihî dükkânlar kadar günümüzdeki önemli markaların da dükkânlarını görmek mümkün. Bunlardan birinde on yıllardır makarna üreten ve bunların bir kısmını da pişirerek günde iki kez servis yapan küçük bir dükkanda iyi bir yerel tat bulunabilir. Diğer meydanlarda olduğu gibi her yerde küçüklü büyüklü alışveriş, yeme içme ve dinlenme mekânları mevcut. Popolo, Cumhuriyet (Santa Maria Şapeli bir yanını çevreler), Navona, Fiori meydanları şehrin tarihsel ve güncel yönlerini anlamak için ziyaret edilebilir. Bu meydanlara


ulaşan sokaklarda şehrin her türlü zevk-i sefa olanağını da görmek mümkündür! Gözler ve gönüller sarsılmasın! Küçük tezgâhları, sokak satıcıları, sanatçıları, büfeleri, anıtları, havuzlu ve heykelli çeşmeleri, çeşit çeşit süslemeleri ile bu meydanların her birinin kendisine özgü nitelikleri var. Ve ibadethanelerin ihtişamlı gösterisi: Pagan dönemden beri mabetlerin bulunduğu yere yapılan Pantheon. Son yapım tarihî Roma İmparatoru Hadrian döneminde MS 136. Pagan kültüründen beri gelen bu yapı günümüzde başka imgelemleri de içermesiyle yeni bir özellik kazanmış durumda. Buradaki Pantheon’un da ön yüzünde Atina Pantheon’u (Parthenon) gibi sekiz büyük sütun var, ancak diğer kısımları farklı. Bu yapının fiziksel büyüklüğü yapıldığı dönem için devasa niteliğini ortaya koyar. Daha sonra kilise olarak kullanılan yapı, bugün, Atina’daki öncülü gibi müzedir. Bu denli fiziken ihtişamlı binaların binlerce yıl önce yapılmasının hangi insani duygularla olduğu üzerine tefekkür etmek şu sonuca götürüyor: İnsanlar içindeki inanma ihtiyaçlarını bir şekilde somutlaştırmak, yaşamın içine aktarmak, onu simgeleştirmek istiyor. Hangi dinî temele veya yaklaşıma dayanırsa dayansın mabetlerin böyle bir gerçekliği var. Bu, her farklı mabette farkedilir. Roma, tarihî binalar, meydanlar, anıtlar, eski eserler açısından zengin bir yer. Kişilerin, zamanlarının olanaklarına göre bunların içlerini de gezmeleri mümkündür, bütün müzelere gitmeleri de. Ve Vatikan. Katolik dünyasının kalbi. Vatikan; Papa’nın konuşmalarını seslendirdiği St. Peter (San Pietro) meydanı, St. Peter (San Pietro) Katedrali, müze bölümleri ve halka açık olmayan bu küçük devletin diğer birimlerini kapsayan fiziksel boyutu ile asla kıyas kabul etmez dinî, ekonomik, siyasi, toplumsal ve askeri yönlendirme gücüyle mutlaka görülmesi gereken bir yer. Eğer bir pazar günü oradaysanız, haftalık konuşmasını dinleyebileceğiniz gibi, Papa’yı dinlemeye gelen binlerin de birer “inanan” olarak heyecanını ve coşkusunu yerinde görebilirsiniz, aynı coşkuya iştirak edemeseniz bile. Sağlıklı ve keyifli olunduğu sürece Roma’da yürümek heyecanlıdır. Dar ara sokaklardan geçişler, caddelerin birden tarihî meydanlara ve yapılara ulaşması, her köşesinde başka bir şaşırtıcı mimari ayrıntının olması, bu şehri ilgi çekici kılıyor. Roma, Avrupa şehirlerinin geleneksel ve modern yüzünü günümüze taşımış olmasıyla önemli bir şehirleşme örneği.

Vatikan Meydanı

ROMA’DAN AKILDA KALANLAR •İçeriği ve niteliği tartışılabilir olmakla birlikte ruhaniyetin, metafizik unsurların ve manevi boyutların olduğu, inananların yaşadığı şehir. Rahipler ve rahibeler, gündelik hayatın içindeler. •3000 yıllık tarihsel geri bakışa olanak veren arkeolojik derinlik. •Dondurma, kahve, pizza ve makarna. •Yerleşen göçmenler ve bütün göçmenler için yapılan yardım faaliyetleri. •Saygılı, içten, sıcak, yardımsever, eğlenceli insanlar. Renkli ve konuşkan gençler. Güçlü aile mefhumu. Yoğun insan ilişkileri. •Temiz sokaklar, etrafa saçılmayan çöpler, özen gösteren insanlar. •Şehrin sokak köpeklerinin ve arkeolojik buluntular arasına saklananlar dışında kedilerinin olmayışı. Martılarınsa insanlara dokunacak kadar yakınlaşması. •İnsanların, inanların insan seli hâlinde St. Peter Meydanı’na gidişi ve Papa’yı dinlemek için saatler öncesinden orayı doldurması. •Tarihî yıkıntılar, sütunlar, taşlar, kubbeler, anıtlar, anıt mezarlar, şehir silü etini oluşturan kilise kubbeleri. •Süs çeşmeleri dışında sürekli temiz içilebilir suyun aktığı çeşmeler. •Heykeller şehri. Her meydanda, binaların cephelerinde, tarihî eserlerin içinde, hemen her yer heykellerle donatılmış olması. Heykelleri, resimleri, süslemeleri ile bugünün İtalya’sının tasarım düşüncesinin kökenlerinin görülmesi. •Mimarinin gelişmişliği, sağlam binalar yapma ilkesi, estetik kaygılar önceliği, ışıklandırma sistemlerinin etkinliği. •Temel ulaşım araçlarından biri olarak motorlar.

37


Ş ehir

EVDEN ŞEHRE

BÜYÜTÜLEN DÜŞ

Âdem ile Havva’da var olan bu hisler, duygular, ayrımlar, fark edişler çevreye doğru yayılıyor. Çocukların hayatı zenginleştirmesiyle, evin büyüme oranı, tarlanın sürülme oranı ve doğal hayattan elde edilenlerin insan hayatını kolaylaştırma yolları da giderek anlamlar kazanıyor. Bir yanıyla doğal hayatın sundukları, diğer yandan insanın elinin dokunmasıyla oluşan yeni oluşumlarla bir beraberliği perçinliyor. Böylece bir taraftan aile olgusuyla diğer yandan ev, tarla, emek, iş ve üretmek gibi mecburiyetlerde kendiliğinden insanın vazgeçilmezleri oluyor. Recep GARİP

erleşik hale geldiğimizden bu yana, ev insanın barınağı olmuştur. Kuşku yok ki ilk insanın barınağı da onu koruyan, ihtiyaçlarını çözen özellikler taşıyordu. O kendine has özelliklerle, tabiat içinde varlığını sürdürebilme, karşı koyabilme, kabullendirebilme, sığınabilme, korunabilme ve koruyabilme özelliklerini de içinde bulunduruyordu. Öyle olmalıydı, çünkü insan; çevresinde olan bitene karşı bir duruş ve duyuş oluşturabilme yetisine sahiptir. İlk insanla var olan bu algı ve kavrayış, evin yapısını, çatısını, ihtiyaca yönelik odaların varlığını da bizlere tezekkür ettirmektedir. Muhtaç olma hali, ihtiyaca binaen duyulan, hissedilen bir durumdur. Muhtaç oldukça problemleri çözme içgüdüsü, çözüm arayışı, çevredeki malzemelerin varlığından da istifade edebilme becerisini ortaya koydurmuştur. Zamanı sorgulayan, gece ve gündüzün idrakinde olan insan, bir başınalıktan kurtulmanın yolunu da eş edinme ve eşine sahip çıkmayla, onunla birlikte inşa edeceği evin hususiyetlerini de ortaya koymuş oluyordu. Muhtaçlık, güne, zamana, mevsime ve çoğalmaya bağlı olarak gelişiyor ve malzemeler değer kazanıyordu. İnsan, böylece teklikten çokluğa doğru yol alırken; tarlaların, dağların, derelerin, ağaçların, kuşların ve yırtıcıların durumları da kendiliğinden belirginleşiyor onlara karşı koyuşun yollarını da buluyordu. Bir taraftan bu yolculuk insana düşünme, idrak etme, bilme, öğrenme, sahiplenme, gelişme ve geliştirme melekelerini de devreye koymuş oluyor ki böylece diğer varlıklara karşı kendisinin gücünü kavrama, yönetme, yönlendirme yollarıyla birlikte var olanlardan kendi ihtiyaçlarıyla birlikte çevresinde kurduğu, tanzim ettiği bir alanda durmayı, yetkin olmayı da artık kavramış oluyordu. MÜSLÜMANIN İLK EVİ BEYTULLAH’TIR Âdem ile Havva’da var olan bu hisler, duygular, ayrımlar, fark edişler çevreye doğru yayılıyor. Çocukların hayatı zenginleştirmesiyle, evin büyüme oranı, tarlanın sürülme oranı ve doğal hayattan elde edilenlerin insan hayatını kolaylaştırma yolları da giderek anlamlar kazanıyor. Bir yanıyla doğal hayatın sundukları, diğer yandan insanın elinin dokunmasıyla oluşan yeni oluşumlarla bir beraberliği perçinliyor. Böylece bir taraftan aile olgusuyla diğer yandan ev, tarla, emek, iş ve üretmek gibi mecburiyetlerde kendiliğinden insanın vazgeçilmezleri oluyor. Artık ev evlere, evler sokaklara, sokaklar çarşılara, çarşılar yani pazarlarda şehirlere yelken açmış oluyor. İlk insanın evine örnek olabilecek en görkemli yapı, bütün ana yapıların örneği

sayı//9// nisan 38


Kâbe’dir. İlk ibadethane unvanı da Kâbe’ye aittir. Çarşılar, pazarlar, panayırlar bir arada yaşamayı, birbirlerini bilmeyi, alış verişlerle ticaretin devreye girmesini, dolayısıyla yerleşik hale gelen insanın fıtri olanla arasındaki dostluğun sürmesini de mecbur kılıyor. Fıtrata uygun evler yapmak, fıtratı bozmadan yaşamak, insanca yaşamak anlamlarına geliyor. İnsan doğası gereği çevresiyle ilgilidir. Toprağıyla, toplumuyla ilgilidir. Fıtratı bozan hallerden kaçınmak, insanca yaşamaktır. Hakça davranmak, hakkına rıza göstermektir. Beyti Mamur– arşın altında modeli kurulmuş olan Kabe demektir-, Kabe’de Mekke’yi doğurur. Mekke’den de diğer şehirlerin var olduğu kabul edilir. İnsanlığın gelip geçtiği bu yeryüzü, Mekke’nin şehirleşme için merkez olduğunda ittifak eder. Demek oluyor ki yeryüzünde inşa hareketliliği böylece Kâbe merkezli bir oluşuma sahiptir. Kâbe, Mekke’nin ve insanlığın kalbidir. Ali İmran 96. ayeti kerime de şöyle ifade ediliyor; “Gerçek şu ki insanlar için kurulan ilk ev, Bekke (Mekke)’de o kutlu ve bütün insanlar için hidayet (yeri) olan (Kâbe)dir.” Kuran, bizlere bu müjdeyi verdiği dönemlerde henüz daha ilimler böylesine gelişmiş, kurumsallaşmış, şubelere ayrılmış durumda değildi. Dilbilimciler bile, Kuran’ın bize getirdiği muştuları yeterince kavrayabilmiş, çözebilmiş değillerdir. Medeniyetler inşa etmiş olan uygarlıkların bile sosyolojiyle, psikolojiyle, insan bilimleriyle, tarih felsefesiyle, sanat tarihiyle yakın zamanlara kadar çözümlemeleri yoktu. Son iki asırdır, ilimlerin inkişafında bu tür gelişmeler, geçmiş asırların bize bıraktığı emanetleri idrak etmede önemli roller oynadığı muhakkaktır. Dolayısıyla ilk insandan bu yana gelişmekte olan bilimlerin, eldeki ana kaynakları semavi dinlerdir ve o dinlere gönderilmiş olan vahiylerdir. Az önce bahsi geçen ayeti kerimeden anlıyoruz ki Kâbe ilk ev ve Mekke şehirlerin anasıdır. Kâbe’ye Beyt-i Atik denildiğini de Kuran’dan öğreniyoruz. Bunu bize müjdeleyen Hacc suresinde ki 27 ve 29. Ayetlerdir. Ayetlerin meali şöyle; “İnsanlar içinde Hacc’ı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Kendileri için bir takım yararlara şahit olsunlar ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu yedirin. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyt-i Atik (En Eski Ev)’i tavaf etsinler.” Bu bilgileri genişletmekten ziyade, Mekke’nin,Medine’nin, Kudüs’ün, Bağdat’ın, Halep’in, Şam’ın,Buhara’nın, Endülüs’ün, Semerkant’ın, İstanbul’un,Konya’nın, Bursa’nın, Edirne’nin, Diyarbakır’ın,Mardin’in, Kütahya’nın, Manisa’nın, Amasya’nın,Niğde’nin,

Erzurum’un, Adana’nın, Tarsus’un, Tokat’ın,Eskişehir’in, Kayseri’nin, Ankara’nın, Şanlıurfa’nın,Kahramanmaraş’ın dahası kadim şehirlere dikkat çekmektir. Sokaklarına dikkat çekerek, mahallelerinde, çarşı pazarlarında, camilerinde, külliyelerinde dolaşarak, şadırvanlarından zemzem niyetiyle sular içmek, abdestler almaktır. RUHU OLAN ŞEHİRLER Kırım’a gittiğimizde gördüm; orada yaşayan atalarımızın, toprağa, insana ve yaşanılır semtler haline getirdiği sokaklarına ve evlerine konuk olduk. Aynı coşkuyu Kazan’da görmenin mutluluğunu yaşadık. Yıllar önceydi Bosna savaşı sonrasında gidip gördüğüm Mostar ve tarihin dokusundaki izlerimiz bizim yeryüzündeki inşirahın esenlik ve huzurun içinde, insanı kıymetlendiren kadim kültürün tarihe düşen izlerini gördük. Bütün Anadolumuz bu izlerle doludur. Nereye bakarsanız bakınız, insani hasletlerle fetihler yapılmış, o topraklar yeniden anlam kazanmış, insana ve maddeye yeni manalar yüklenerek metafizik bir akım verilmiştir. İnsan, hayatı yaşarken anlamlı hale getirebilir ancak. Bu mana içerisinde derinliği tarihe, coğrafyaya, evlere, ocaklara ve semtlere sirayet eder. O nedenledir ki eski şehirlerin dokusunda ruh vardır. Mana vardır, estetik vardır, sanat, kültür, şiir ve farklı bir dokunuş vardır. Madde, insana seslenircesine anlam kazanır Mimar Sinan’da. Taşa anlam katan bakış, maddenin içinde var olan metafiziği görmüş, onun da, eşyanın da, nebatatında Allah’ı andığını idrak etmiştir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı tebaasının, insandan beslenerek madde elinde oyuncak olmamış iki dünyayı birlikte mamur hale getirmeye gayret etmişlerdir. İsmi geçen dönemlerin, yani yüzyılların biriktirdiği şuur, madde de kaybolmak değil, manada yol almak üzerine kurulmuştur. O nedenledir ki madde; mimari bir anlam kazanmış, hem evlerde, sofalarıyla, harem daireleriyle, hem de halkın, yabancıların misafir edileceği insani mekânlarıyla bir bütünlük arz etmiştir. Sofaların, bahçelerin tezyiniyle, cumbaların görkemli konumları, hanelere ayrı bir ahenk kazandırmıştır. Kapılarda bulunan her işlemenin, tokmağın birer zarafet abidesi olduğunu Bakü ziyaretimde bir kez daha görme şerefini yaşadım. Bakü’deki İçerişeher –suriçi-sokaklarıyla, tarihsel yaşanmışlıklarıyla birer şaheser olarak göze çarpıyor. Her kapı ayrı bir âlemdir. Bir kapı diğer kapıyla asla kıyaslanmaz. Kaç kapı varsa o kadar farklı üslup, sanat, dokuyla estetik bir işçilik kullanıldığı göze çarpıyor. Eskişehirlerin

Attila İlhan “Balkon” şiiri için; “Ölçülü, içten, efendice bir şiir olan “Balkon”u gerek şiir, gerek nesir yönünden kim anlamsız bulabilir?” diyor. Böyle dese de Karakoç’un şiirlerinde bir yenilik, yeni söyleyişle şiire yüklediği yeni ödevler söz konusudur. Efendice ifadesinden ziyade“dirilişçi”, “devrimci” ifadeleri daha da yerinde olurdu. Evleri balkonsuz yapan mimarların alnından öpmeye giden bir şair düşünün. Bu şair, yeni bir teklifte bulunuyor. Aynı zamanda hali hazırda olana muhalefet ediyor. Devrimci şiir, burada devreye girerken şiirin insan hayatındaki önemini de kavratıyor. Böylece daha estetik, duyuş, bakış, hissediş güçlenerek evlerin nasıl yapılması gerektiğine de dikkatlerimizi çekmiş oluyor.

39


Ş ehir

Kapalı Çarşılar, kadim kültürümüzün bir geleneğidir. Her şehirde, bütün coğrafyamızda bu çarşılardan, bedestenlerden bulunur. Geçmiş yüzyıllar, insanların barınmalarından, ticaretlerine, ihtiyaçlarını gördükleri her türlü ortamlarına varıncaya değin, şehirle bütünleşmiş olarak gözlemlenebiliyor. Bu günün çarşıları, pazarlarıysa toplumu bireyselleştirerek toplumsal hareketliliğe mani oluyor. Bireyin tekil düşüncesi, şehrin ana bulvarlarındaki yalnızlıkları çoğaltıyor. Kuşku yok ki dikine yükselen dikey yapıların göğe uzanma, kavuşma talepleri daha çok yalnızlaştırıyor insanları. Kalabalıklarda yalnızlaşan insanın bol bol fotoğrafları var ellerimizde.

tamamında bu tür estetik unsurlara her zaman rastlayabilirsiniz. Günümüze doğru gelindiğinde her şeyin değişimi gibi sokaklar da, çarşı pazarlar da, alış veriş merkezleri de değişmiştir. Şimdilerde şehirlerin görüntüsünü modern diye ifade edilen gökdelenlerin, çok katlı binaların, dikey yapıların sanattan, estetikten yoksun olduğunu, dört duvar arasına istif edilen bu yüz yıl insanının bunalımdan bunalıma, stresten strese, hastalıklardan hastalıklara koştuğu göz ardır edilemez. İnsanın bedeni hastalıkları ruhun felçli olmasından da ileri gelir. İnsan bu çağda mutlu ve huzurlu değildir. Yapılan yapılar asla fıtrata uygun yapılmamaktadır. Toprakla, toplumla, komşuyla insanın arası açılmış, duvarlar örülmüştür. Bunlar bu yüzyılın en vahim hastalıklarıdır. Evler ve evlerde yaşayan insanı bunaltan, sıkıntılara sevk eden, tedirgin ve biçare hissettiren unsurlar sanatkârlara, şairlere başka türlü etki etmektedir. Bakınız Behçet Necatiğil “Evler” şiirinde neler söylüyor; “İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. İrili ufaklı, birbirinden farklı, Ahşap evler, kâgir evler yaptılar. Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, Evlerin içi devir devir değişti Evlerin dışı pencere, duvar. Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde Kalbi kara insanlar oturdu. Gündelik korkuların çökerttiği evlerde O fukara insanlar oturdu.”

diyeceğiz. Hani, salaş yerler diye tanımlanıyor şimdilerde. Ya da şöyle söylemeli eskiye dair, 50 yıl- 100 yıl öncesinde kullanılan neler varsa her birisi şimdilerde antika niyetiyle süs eşyası olarak bahçeleri, evlerin girişlerini, uygun mekânları süslemede kullanılıyor. Bunlar oldukça sıkıntılı şeylerdir. İnsan toprakla tanış olmalıdır. Rahmetli Turgut Cansever hocanın ısrarla eski Türk evlerini, yani taş evleri, çamurdan yapılmış, kerpiçten evlerin sağlık ve huzur açısından daha anlamlı olduğu üzerinde bir ömür didinip durmuştu. Bu günün evleri, insanı birbirinden koparıyor. Kültürel yozlaşma dediğimiz şeyde bir ırmak gibi erozyona uğrayarak metruk hale dönüşüyor. İnsanda metruklaşıyor. Bireyselleştikçe toplumsal uzlaşma, kaynaşma, kardeşlik akdi bozuluyor. Giderek insan insandan kopuyor ne var ki. Sezai Karakoç’un “Balkon” şiiri dikkat çekicidir. Şiiri de, şairleri de, demek oluyor ki bu kopuşlar, sıkıntılar dertlere sevk ediyor ve şiir dile geliyor; “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon Ölümün cesur körfezidir evlerde Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların Anneler, anneler, elleri balkonların demirinde İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen Şezlongunuza uzanın ölü

Necatigil’in şiir uzun. Uzun uzadıya insanın evle olan irtibatını, dün bu gün çizgisinde kaleme almış. Mısralar yalın, kolay ve bir Necatigil şiiri. Toplumsal eleştiri şiire yerleşmiş. Alavere, dalavere işleri, vurgunlardan elde edilmiş binalarda huzurun kalmadığı, aydınlık yüzlerin yerine karanlık, kapkara yürekli, kapkara yüzlü insanların aldığından bahsediyor. Aynı şiirin bir bölümünde ise;

Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da

“Evlerin çoğunda dirlik düzen Kalan bir hatıra oldu geçmişte. Gönül almak, hatır saymak arama. Evlatlar aileye asi iste, Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden. Evlerde nice nice cinayetler işlendi, Ruhu bile duymadı insanların. Dört duvar arasında aile sırları, Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın Gözyaşlarıyla beslendi.”

Attila İlhan “Balkon” şiiri için; “Ölçülü, içten, efendice bir şiir olan “Balkon”u gerek şiir, gerek nesir yönünden kim anlamsız bulabilir?” diyor. Böyle dese de Karakoç’un şiirlerinde bir yenilik, yeni söyleyişle şiire yüklediği yeni ödevler söz konusudur. Efendice ifadesinden ziyade“dirilişçi”, “devrimci” ifadeleri daha da yerinde olurdu. Evleri balkonsuz yapan mimarların alnından öpmeye giden bir şair düşünün. Bu şair, yeni bir teklifte bulunuyor. Aynı zamanda hali hazırda olana muhalefet ediyor. Devrimci şiir, burada devreye girerken şiirin insan hayatındaki önemini de kavratıyor. Böylece daha estetik, duyuş, bakış, hissediş güçlenerek evlerin nasıl yapılması

Evlerin, ocakların söndüğü bir yüzyıldan geçiyoruz. Yeniden dirilmek için yürekleri onarmak gerekli. Aksi takdirde, sayı//9// nisan 40

“Evlerin çoğunda dirlik düzen Kalan bir hatıra oldu geçmişte”

Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların”


gerektiğine de dikkatlerimizi çekmiş oluyor. “Anneler, anneler elleri balkonların demirlerinde”duruyorsa eğer bir fırtınadan, bir acıdan, bir ölüm, deprem haberinden dolayıdır. Acı bir habere her an hazır olan anneler her gün binlerce kez ölür. Şair, buna karşı bir başkaldırı duruşu ortaya koyar.

Bu yeşil yeşil fistanlı... Geceleri de ayakta mı dururlar böyle? Ya bu pembezar gömlek? Onun da bir hikâyesi yok mu? Kapalı Çarşı diyip geçme; Kapalı Çarşı, Kapalı kutu”

ÖLÜLERİ BALKONLARA GÖMECEKLER Evler, huzurun kaynağıdır oysa. İnsan, en çok evinde rahat edebilir. Huzur bulabilir. Evde var olan davranışlar şahsiyetin oluşmasında, toplumun tanzim ve düzeninde önemli bir unsurdur. Bu nedenledir ki, şehrin atardamarı niteliğindeki sokak algısının, mahalle tanziminin ve şehre hükmeden kültürel zenginliğin sağlanabilmesi ve süreğenliği için köklü anlayışların, geleneksel kazanımların kaybedilmemesi ve bu hususiyetlerin artırılması gereğine inanmaktayız. Attila İlhan’ın “Balkon” şiiri çözümlemesine girecek değilim elbette. Kanımca Karakoç “Balkon”a vurgu yaparak devrimci bir tez önermiştir. Geçmişle bu gün ve yarına dair olumsuzlukları gören şair, eleştirel bir yaklaşımla sembolist bir betimle yaptığına kaniyim. Geleceğin, değerler sistemimizi allak bullak edeceğine dair sıkıntı çekmektedir. Ve bunu önden görerek haberdar etmiştir Sezai Karakoç. Ardından şöyle bir duyuru yapmaktadır; “Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler”

Kapalı Çarşılar, kadim kültürümüzün bir geleneğidir. Her şehirde, bütün coğrafyamızda bu çarşılardan, bedestenlerden bulunur. Geçmiş yüzyıllar, insanların barınmalarından, ticaretlerine, ihtiyaçlarını gördükleri her türlü ortamlarına varıncaya değin, şehirle bütünleşmiş olarak gözlemlenebiliyor. Bu günün çarşıları, pazarlarıysa toplumu bireyselleştirerek toplumsal hareketliliğe mani oluyor. Bireyin tekil düşüncesi, şehrin ana bulvarlarındaki yalnızlıkları çoğaltıyor. Kuşku yok ki dikine yükselen dikey yapıların göğe uzanma, kavuşma talepleri daha çok yalnızlaştırıyor insanları. Kalabalıklarda yalnızlaşan insanın bol bol fotoğrafları var ellerimizde. Büyük dev yapıların, şehirleri giderek boşaltan iş merkezlerinin (avm) dolup taşması, insanların kolektif bir ruha yöneldiklerini bize söylemiyor. Daha çok bireysel takılmalar, daha çok bireyin ihtiyaçları ve eğlenceleri ve yine bireyin yalnız başına mutluluğu ararken saplanıp kaldığı anamalcılarca ruhun köleleştirilmesi sürüyor. İşte şiir; buna karşı hareketini her daim canlı tutuyor. Orhan Veli gibi Sezai Karakoç’un da Kapalı Çarşı şiiri var ondan kısa bir bölüm buraya uygun düşecek;

Şehir, kültür, sanat ve medeniyet eksenindeki var oluşumuzu bilgelerin yol göstericiliğiyle, açtıkları yeni alanlarla, gösterdikleri yeni ufuklarla, Kapalı Çarşı’lara geliyoruz. Eski çağlarda var olan panayırlar bu gün kapalı çarşılardır. Şehrin en hareketli, en dinamik, en hassas ve en çok para ile insan arasında ki devridaim buralarda gerçekleşir. O nedenledir ki ekonominin kalbi eskiden beri Tahtakale’de, Mahmutpaşa’da atar. Kapalı Çarşı’ların merkezde olduğu ve çevresini de hareketlendirdiği aşikârdır. Dolayısıyla şehrin var oluş nedenleri; evlerden, sokaklara, caddelere, meydanlara ve oradan da şehrin kalbine doğru yürüyen insan dokusunun kuşku yok ki şiirle teması her daim süregelmiştir. Orhan Veli Kanık’ın mısraları da “Kapalı Çarşı”ya uğrar. “Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar bilirsin, Sandık odalarında; Senin de dükkânın öyle kokar işte. Ablamı tanımazsın, Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı; Bu teller onun telleri, Bu duvak onun duvağı işte. Ya bu çamurdaki kadınlar? Bu mavi mavi,

Benim aynamı küçültüp büyülten onlar Benim aynamı aynalıktan çıkaran Kapalı çarşılar içinde fikre ve gerçeğe Neler neler etti anlarsın onlar Şemsiyeler gibi Felaketlerin en şakacısına açılıveren onlar Kendi yastıklarına düşmesin Dostlarının kadınları üstündeki gölgesini onlara anlat Kapalı çarşılar içinde Aslanların ağaç kabuğuna yazdığı şiir Kapalı çarşı içerisinde Açık ve keskin yumuşak ve güzel Kur’an sesleri Kapalı çarşı içinde kapalı rüya çarşıları Kapalı çarşı içinde öfke ve af çarşıları Bütün meselemiz, insanın kendisiyle buluşmasıdır. Ne üretiliyorsa, neler hayata giriyorsa, neler hayatı kolaylaştırıyorsa, insan tarafından ve insana katkı olsun diye yapılıyor. Fıtrata uygun olmayan hiçbir tekniğin, inşanın ve şehrin ruhunun yaşaması mümkün değildir. Yaşayan sokakları, mahalleleri, meydanları, çarşıları, bedestenleri, kıraathaneleri bir gün mutlaka yeniden hayata geçirmeyi başaracaktır insanlık. 41


Ş ehir

BAŞKENT Bir şehrin başkent olması, ona verilen değerin göstergesidir. Şayet şehrin geçmişte herhangi bir önemi yoksa da başkent oluşuyla birlikte özel bir önem kazanır ve şehri şehir yapan özellikler zaman içerisinde kazanılır. Örneğin Mekke tarih boyunca içindeki kutsal Kâbe ile önemli özel bir şehir olmuştur. Medine ise özel ve önemli oluşunu Efendimiz’in oraya hicretiyle kazanmış, daha sonra Halife-i Râşidîn dönemi başkenti olarak konumunu devam ettirmiştir. Yine Hz. Ömer döneminde fethedilen Şam, ancak Emeviler’e başkent oluşuyla birlikte görkemli eserlere kavuşmuş, Bizans’ın büyük şehirleriyle yarışmıştır… Mehmet KURTOĞLU

anpınar, “bir başkent her zaman başkenttir, konuşur” diye yazar. Tanpınar’ın bununla bir şehrin geçmişte veyahut bugün başkent olmasının önemli ve özel olduğuna işaret eder. Gerçekten bir şehir önemli ve özel değilse, o şehrin başkent olması mümkün değildir. Dünya üzerindeki yaşayan veya ölü bütün başkentlere baktığımızda, bu şehirlerin bir takım özelliklere sahip olduğunu görürüz. Zira hâkim irade bir yeri baş şehir seçerken, o şehirde bir takım hasletler/özellikler arar. Bu özelliklerin başında o şehrin iktidarını sürdürecek, onu dış tehlikelerden koruyacak stratejik konuma sahip olması, toprağının verimli, suyu ve havasının güzel olması gerekir. Ortaçağ başkentlerinin tepe ve yamaçlara kurulmuş “kale şehir” olmaları anlamsız değildir. Zira savaş ve talanların başını alıp gittiği bu dönemde başkentler “saldırı” ve “savunma” endişesiyle inşa edilmişlerdir. Weber’in “Garnizon Şehir” diye tanımladığı bu tip şehirler daha çok Ortaçağ’a mahsustur. Bundan dolayı “kalesi olan şehirler önemli şehirlerdir” fikri oluşmuştur. Ve birçok kadim başşehir hep kalesi olan şehirlerdir. Çünkü iktidar şehri sahiplendiği gibi şehrin de iktidarı sahiplenmesi gerekir. Şehrin iktidarı sahiplenmesi demek, stratejik olarak önemli ve özel bir konuma sahip olması demektir. Çünkü bazı şehirler stratejik konumlarından dolayı yıkılmamış varlıklarını sürdürmüşlerdir… Bir şehrin başkent olabilmesi için birçok özelliğe sahip olması gerekir. Örneğin o şehrin tarihi, konumunu, büyüklüğü, havasının güzelliği, suyunun bol olması vs. birçok özellik sayılabilir. Bütün bunların yanında bir baş şehir sıfırdan inşa edilebilir ve kurulan bu şehir, bir devletin veya imparatorluğun başkenti olabilir. Geçmişte fethedilen önemli şehirlerin başkent yapıldığı gibi, St. Petersburg gibi sıfırdan inşa edilip, başkent yapılan şehirler de vardır. Bir şehrin başkent olması, ona verilen değerin göstergesidir. Şayet şehrin geçmişte herhangi bir önemi yoksa da başkent oluşuyla birlikte özel bir önem kazanır ve şehri şehir yapan özellikler zaman içerisinde kazanılır. Örneğin Mekke tarih boyunca içindeki kutsal Kâbe ile önemli özel bir şehir olmuştur. Medine ise özel ve önemli oluşunu Efendimiz’in oraya hicretiyle kazanmış, daha sonra Halife-i Râşidîn dönemi başkenti olarak konumunu devam ettirmiştir. Yine Hz. Ömer döneminde fethedilen Şam, ancak Emeviler’e başkent oluşuyla birlikte görkemli

sayı//9// nisan 42


eserlere kavuşmuş, Bizans’ın büyük şehirleriyle yarışmıştır… BAŞKENT ÂBÂD ŞEHİRDİR Bir şehrin başkent olması oranın hem maddi hem manevi olarak gelişmesi demektir. Zira başkent demek, iktidarın nimetiyle âbâd olan şehir demektir. Geçmişten günümüze bütün başkentler, zenginlik ve refahın, kültür ve medeniyetin merkezi olmuşlardır. Hatta devleti yönetenler, ikamet ettikleri başkentleri öylesine görkemli, öylesine bayındır ve âbâd yapmışlardır ki, şehir üzerinden konum ve güçlerini dünyaya gösterebilsinler. Hanlar, hamamlar, saraylar, abidevi eserlerin genellikle başkentlerde inşa edilmesi, yalnızca şehri güzelleştirmekle kalmaz, aynı zamanda iktidarın gücünü de pekiştirir. Bir başkentin büyüklüğü, güzelliği, zenginliği hâkim olan unsurun/devlet adamının ihtişamını ve iktidarını gösterir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış döneminde Dolmabahçe Sarayı’nı inşa etmesi bu ihtişam ve güç gösterisinden başka bir şey değildir! Bu yüzden başkentlik yapmış şehirler özeldirler. Hatta Tanpınar’ın dediği gibi “Bir başkent her zaman başkenttir konuşur.” BAŞKENTLER POLİTİKACIDIR Başkentler, kültür ve medeniyetin merkezi olduğu kadar, politikanın durmaksızın yapıldığı yerlerdir. Başkent demek siyasetin teorisinin ve pratiğinin yapıldığı yer demektir. Siyasi alandaki yaygın olarak kullanılan “Bizans Entrikaları” tabiri, Bizans devletinin değil, devlet yönetiminin yapıldığı başkent kastedilerek söylenmiş bir sözdür. Bizans’tan kasıt yönetim merkezi olan o dönemin Kostantinopolisidir. Bu tabir daha sonra Osmanlı için kullanılmıştır. Osmanlının başkenti de İstanbul’dur… Bugün “Bizans Entrikası” tabirini Ankara için kullanabiliriz. Zira neresi bir başkent ise orası mutlaka bir Bizanstır, yani entrikadır! Bilindiği gibi başkentler her zaman politiktir, entrikacıdır. En masumane duygularla kurulan başkentler dahi, bir müddet sonra iktidarı kaybetmemek için politikleşmek zorundadır. Çünkü başkentin kapısından içeri giren bir insan, ‘taht’tan pay almanın hesabını yapar. Bu yüzden başkentler cülus dağıtılan umut kapılarıdır. Bu yüzden beklentiler şehridir başkentler! Savaş ve işgallerde önce taşra şehirleri ele geçirilir, başkentler en sona kalır. Çünkü iktidarın nimetinden en çok faydalanan her zaman başkentlerdir, bu yüzden en çok başkentler direnir en çok başkentler teslim olur! Anadolu’nun en yoksul, en kötü olduğu bir dönemde bir kasabayı andıran Ankara da; fakir,

yoksul ve büyük yangınlar geçirmiş bir şehirdir. Ankara’nın başkent olmasıyla birlikte buraya büyük göçler olmuş. Özellikle aydın ve sanatçılar iktidardan nemalanmak için İstanbul gibi görkemli bir şehri bırakıp, toz toprak içindeki Ankara’ya göç etmişlerdir. Çünkü başkent demek güç, servet ve kültür demektir. Yıldızı parlayan Ankara, başkent oluşuyla birlikte adeta küllerinden doğan Anka gibidir… Bir şehrin başken oluşu, devleti yönetin kral veya hükümdarın idealizmiyle ilişkilidir. Bu yüzden başkentlere olan ilginin arkasında iki önemli etken vardır; birincisi idealistler ikincisi iktidardan nemalananlar! Başkentler, tarih boyunca bu iki unsurun gölgesinde varlıklarını sürdürürler. Başkentlerin entrikayla birlikte anılması bu yüzdendir…

Bir şehrin başken oluşu, devleti yönetin kral veya hükümdarın idealizmiyle ilişkilidir. Bu yüzden başkentlere olan ilginin arkasında iki önemli etken vardır; birincisi idealistler ikincisi iktidardan nemalananlar! Başkentler, tarih boyunca bu iki unsurun gölgesinde varlıklarını sürdürürler. Başkentlerin entrikayla birlikte anılması bu yüzdendir…

GÜZEL ANKARA EDEBİYATI Ankara, başkent olduğunda Mustafa Kemal’in Çankaya sofrasında oturup, onun gücünden ve iktidarından faydalanmayan tek bir aydın ve sanatçı görmek mümkün değildir. Dağıtılan cülusun büyüklüğüyle Ankara’ya ve Gazi’ye dizilen methiyelerin büyüklüğü orantılıdır. Ankara’nın başkent olmasıyla ihtişamlı İstanbul’u terk edip gelen zevatlar, Ankara’da otel odalarında, pansiyonlarda, bağ evlerinde ikamet ederken, İstanbul’un güzelliklerini düşleyip Ankara’ya methiyeler dizmişlerdir. Aslında o dönemde şehrin manevi yapılarını ve ruh mimarlarını dışarıda tutarak söylersek, Ankara’nın övgüye layık

43


Ş ehir

de galibiyetten doğar. Her iki durumda da kendine mahsus güçlü söylem geliştirir. Güçlü doğan gücünü ortaya koyar, mağlup doğan edebiyatını güçlendirir, çünkü mağlubun edebiyatı güçlü olur. Ve bir başkent yıkılırken yeni bir başkan doğar. Her yeni başkent eskiyi karalar. Çünkü yeni başkent tutunabilmek için eskiyi karalaması gerekir. Yoksa nasıl varlığını/ gücünü gösterebilir? Başkent Ankara olduktan sonra artık şiirlere, şarkılara, romanlara konu olan İstanbul kötülenmeye başlar. İktidardan nemalanan kalemler Ankara’yı tanımlarken mutlaka karşısına İstanbul’u koyar. Oysa Ankara’nın rakibi iktidardan düşen bir başkent değil, iktidarını sürdüren bir başkent olmalıdır. Örneğin Atina, Roma, Moskova gibi başkentler rakibi olmalıdır. Başkentliği kaybetmiş İstanbul değil! Ankara kendini İstanbul üzerinden tanımlamak istemesi aslında Ankara’nın değil, İstanbul’un gücünü gösterir. Ki, İstanbul tarih boyunca doğal başkent olmuştur, ama Ankara öyle değil! Bir başkentin başka bir başkenti rakip görmesini, Mustafa Armağan “kıskançlık” olarak değerlendirir. Gerçekten de Bursa, başkentliği İstanbul’a kaptırınca, İstanbul’u, kıskanmıştır. Ve eski başkentler ile yeni başkentler arasında hep bir çekişme süregelmiştir…

Ankara’nın başkent olmasıyla ihtişamlı İstanbul’u terk edip gelen zevatlar, Ankara’da otel odalarında, pansiyonlarda, bağ evlerinde ikamet ederken, İstanbul’un güzelliklerini düşleyip Ankara’ya methiyeler dizmişlerdir. Aslında o dönemde şehrin manevi yapılarını ve ruh mimarlarını dışarıda tutarak söylersek, Ankara’nın övgüye layık ihtişamlı bir eseri, şehircilik bağlamında görkemli bir peyzajı, görüntüsü yoktur. Buna rağmen şiir, roman, hikâyelerde Ankara yüceltilir ve bugün dönüp arkamıza baktığımızda olumlu veya olumsuz büyük bir Ankara edebiyatı yaratıldığını görürüz. sayı//9// nisan 44

ihtişamlı bir eseri, şehircilik bağlamında görkemli bir peyzajı, görüntüsü yoktur. Buna rağmen şiir, roman, hikâyelerde Ankara yüceltilir ve bugün dönüp arkamıza baktığımızda olumlu veya olumsuz büyük bir Ankara edebiyatı yaratıldığını görürüz. BAŞKENTTE VEFA OLMAZ Neresi bir başkent ise orası bir Bizans’tır; yani entrikadır demiştik. Bu bağlamda Ankara’ya baktığımızda kavga ve entrikanın olmadığı bir dönem yoktur. Tıpkı İstanbul saraylarında olan entrikalar gibi Ankara da entrikaların merkezi olmuştur. Paşaların kavgası, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 60,70, 80 ve 28 Şubat darbeleri vs. Bütün bunlar başkentlerin rahat olmadığını, siyasi manevraların içinde debelendiğini gösterir. Bir başkentin büyüklüğü orada yaşanan entrikanın büyüklüğüyle orantılıdır… Roma ve Bizans’ın büyüklüğüyle iç kavgaları ve savaşlarının büyüklüğü orantılıdır. Sezar’ı bıçaklayan en yakın arkadaşı Brütüs’tür. Sezar’ın ölürken söylediği o meşhur “Sen de mi Brütüs?” sözünün bir başkentte ve krallık sarayında söylenmiş olması anlamlıdır. “Siyasette vefa olmaz” sözünü “başkentte vefa olmaz” diye de çevirmek mümkündür… Bir başkent bazen mağlubiyetten, bazen

ÂH GÜZEL İSTANBUL! Cumhuriyetin başkenti Ankara’dan İstanbul’a bakan yazar ve sanatçılar, eserlerinde bu rekabeti canlı tutmayı kendilerine vazife addetmişlerdir. Örneğin dönemin yazarlarından Mahmut Esat Karakurt, “Allahaısmarladık” adlı romanında, kahramanın dilinden İstanbul’u tanımlarken; “1920 İstanbul’u, kırk türlü devletin kırk türlü bayrağıyla, eski bir sokak oropusu gibi yüzü boyalı duran köhne şehir, öyle hissiz ki bu gece” ifadelerini kullanır. Böylesine ağır ithamlarla yazar, İstanbul’u karalamaya çalışır. Oysa “kırk türlü bayrak” ve “kırk türlü devletin” işgalinde olan İstanbul’u “hain” olarak değil de “orospu” olarak nitelemesi oldukça manidardır. Çünkü hainlik “kahpelik” ile tanımlanabilir bir ifadedir ve kahpe sözcüğü; dişilik erkeklikten daha çok “kaypaklığı”, “ihaneti” anlatır. Karakurt, aslında güzelliğini inkâr edemeyeceği İstanbul için “orospu” sözcüğünü kullanması, kötüleme olduğu kadar, bilinçaltında sakladığı “hayranlığa” işarettir. Bilindiği gibi şehirlerin eril ve dişil özellikleri vardır ve Paris sanat ve edebiyatta “fahişe” olarak tanımlanır. Ve bu özelliğinden dolayı da Paris oldukça sevilir. Özellikle Baudelaire’in şiirlerinde şehrin bu yönü daha bariz bir şekilde görünür. Paris’e yakıştırılan “fahişelik” sıfatı, bu şehre hayran olunmasına gölge düşürmez, bilakis bu özelliğinden dolayı şehri daha da sevimli ve güzel kılar. Yazar, İstanbul’u


“orospu”ya benzetirken, aslında şehre dişilik ve cinsellik atfederek, ona karşı hissettiği hayranlığı da farkında olmayarak dışa vurmuş olur. “öyle hissiz ki bu gece” derken, kendisinin şehre değil, şehrin kendisine karşı “hissiz” tutumuna işaret etmiştir. Eğer şehir kendisine karşı hissi bir takım duygular göstermiş olsaydı o sözcüğü kullanmayacak, şehri belki sevmiş olacaktı. Oysa şehrin kendisinden esirgediği hissizliği kendisi yeni kurulan Ankara’da aramıştır ve Ankara ona imkânlar ve makamlar sunmuştur… ‘BAŞKENT MALI’ AYDIN VE SANATÇILAR Yazar’ın bu tutumunu, Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanındaki, Dimitri’nin yargılanma sahnesinin tasvir edildiği bölümde geçen bir diyalog çok güzel tanımlanır. Dimitri’nin yargılanma sahnesinde, başkentten gelen bir avukat vardır ve bu avukatı gören/ tanıyan kahramanlardan biri onu işaret ederek, “Buna dikkat ediniz, bu bir başkent malı” diye yanındakini uyarır. Dostoyevski’nin kahramanı aracılığıyla ifade ettiği “Başkent Malı” tanımı gerçekten önemli ve üzerinde durulması gereken bir tanımdır. Birinin “Başkent Malı” olması, onun aynı zamanda güvenilmez/kaypak olmasının da bir işareti gibidir.

getirirken, manevi olarak onu insani olandan uzaklaştırır. Bu bağlamda Farabi’nin, ideal bir devlet veya şehir nasıl olmalı sorusuna cevap verdiği “Medinet’ül Fâzıla” üzerinde yeniden düşünmek gerekir. Farabi, “Erdemli Şehir” den bahsetse de maalesef başkentler büyüdükçe ve politikleştikçe erdemden uzaklaşmakta, “entrika”yı kendilerine kılavuz edinmektedirler. Bu yüzden başkentler ihtişamlarını korumak için entrika zırhına bürünürler. Bu zırh onların ömürlerini uzatabilir ama güzelleştiremez. Bu yüzden Müslümanlar olarak “Başkent” olgusunu yeniden ele almalı, başkentlerimizi erdem ve irfanla yeniden şekillendirmeliyiz. Çünkü başkentler ne denli erdemli ve ne denli irfanlı olursa taşra şehirleri de o denli iz’anlı olur.

Yukarıda değindiğimiz gibi entrikaların merkezi olan başkentler, kendisine benzeyen karakterler yetiştirir ve bu yetişen karakterler, Dostoyevski’nin deyişiyle “Başkent Malı” olurlar. Cumhuriyet Ankara’sının Çankaya sofrasında oturan aydın ve sanatçılarına, bürokratlarına ve siyasetçilerine bakınız; hepsi Dostoyevski’nin “Başkent Malı” dediğimiz tiplerdir. Başkentler bu tiplerden geçilmez. Çünkü krallar ve liderler kendilerine yalakalık yapan bu tipleri severler. “Başkent Malı” bu tiplere geçmiş zamanlarda saraylarda “soytarı” veya “kapıkulu” olarak rastlamak mümkündür… Başkentler, entrikaların merkezi, kıskanç ve kendine benzeyen kaypak insanlar yetiştirir. Kapıkulu aydını dediğimiz tıynette yazar ve sanatçıların, makam bekleyen memurların umutla yatıp kalktığı mekânlardır. Zira başkent olmak bir şehre ayrıcalık sağladığı gibi, başkentte yaşamak da insanlara ayrı bir ayrıcalık sağlıyor. Yakup Kadri’nin “Ankara” romanında dediği gibi “Ankara’ya gidenlerin ehemmiyeti o kadar artıyor, o kadar artıyor, o kadar artıyor ki, adeta kutsallaşıyor.” Başkentler insanlarına itibar sağlar. Bu yüzden başkentte yaşamak önemlidir. Bundan dolayı Ankara için Halide Edip “mevki ve itibar membaı olan başşehrimiz” der. Sonuç olarak maddi anlamda bir şehrin başkent olması zenginlik ve güzelliği beraberinde

İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi - Ankara

45


Ş ehir

KÖPRÜBAŞINI

KARA KİN TUTMUŞ

Bu arada yüzüne çarpın hafif rüzgârın kokusu değişmeye başlamış gibiydi. Süveydiye’den esen rüzgâr denizin Bahr-i Sefid’in nemini buraya ulaştıramazdı. Bir de baktı, Amik ovasında kıvrılarak akan, kıvrıldıkça daha çok toprağı sulayan Asi nehrine ulaşmıştı. Çok sevdiği ve biraz da kendi fıtratına benzettiği Asi kenarına varınca bir hoş olmuştu. Bu nehri ta Lübnan’da doğdu yer olan Baalbek yakınındaki el–Bika’da dağlardan bir sel olarak yola çıkmasından tanırdı Ali. Bu seller birleşir Anadolu’ya Türk kardeşlerine ulaşmak isteyen, el sıkışmak isteyen Arapların duyguların şimale doğru getirirdi yüzyıllardır. Orontes deseler de ecnebiler, Asi Anadolu’ya varmak için inadına hareket ediyordu.

Ali Arslan CAN

elan-Kırıkhan-Antakya kavşağı İngiliz askeri ve yaltakçı işbirlikçileri tarafından yol ayrımı haline getirilmişti. Sanki beldeler, şehirler birleşmesin birbirinden ayrılsın. Kimse birbiriyle görüşmesin, kucaklaşmasın diye çalışanların merkezi olmuş bu kavşak. Hâlbuki burada ne dostluklar kurulmuş, ne akrabalıklara vesile olunmuştu. Bu düşman kesin çok inceden çalışıyor diye geçirdi içinden yorgun er Ali. Her zaman burada oynayan çocuklara anneleri “bir yere kaybolma” diye bağırırdı sadece. Şimdi ise çocuklar sinmiş annelerine sarılmış, ürkek gözlerle korkarak hiç görmediklere ama kötü olduklarını hissettikleri İngiliz askerlerine bakıyorlar, babalarının yanlarında olup olmadıklarını kontrol ediyorlardı. Demek vatan tehlikede olduğunu çocuklar bile anlıyordu. Anneler sarılıyor çocukların koruyamama endişesiyle, babalar aileyi bile koruyup siyanet edememe hüznüyle perişan bir halde, hem de kendi asli vatanlarında. Ali ufka baktı. Buralardaki dağların en yükseği Cobaraklı’yı gördü. Annesi ve babası nasıldı acaba? Oraya da bu habisler gitmişler miydi acaba? Birden bire telaşlandı. Anasını özlemişti. Babasına, kendime bakacağım, kolay yem olmayacağım düşmana diye verdiği sözü tuttuğunu söylemek için de sabırsızlanıyordu hani. Antakya’ya doğru Ali mi gidiyor yoksa Antakya mı Ali’yi çekiyor belli değil. İradesiz hareketi sevmezdi ama bu defa salıverdi kendini özlemler, dostluklar merkezi Antakya’ya doğru. Belki gerçek sevginin kaynağı anasına ve mekânı Ordu’ya ulaşmak istiyordu bir an önce. Bu halet-i ruhiye ile öyle hızlanmıştı ki ancak yorulunca ne kadar hızlı yürüdüğünü anladı. Ayakları isyan etmese nasıl yürüdüğünü bile hissetmeyecekti. Bu arada ne güzel hayaller kurmuştu, Antakya’ya varmış, herkesin geçiş noktası, buluşma mekânı belki umut geçişi Köprübaşı’ndan geçmiş, Ulu Cami avlusunda Asi’den esen rüzgâr serinleyip dinlenmiş, bir tepsi kebap üzeri ustasının elinden enfes bir sahan künefe yemiş, iyi bir temizlik için Meydan Hamamı’nda yunmuş-yıkanmış, Habib Neccar ve Havarilerin bulunduğu camiyi ziyaret etmiş ve en sonunda bildiği üç handan birisinde uyumayı tasavvur etmişti. Şirin Antakya’yı zihninde bir anda dolaşmış ve mutlu olmuştu. Bazen yarı aç yarı tok kaldıkları zamanlar sonrasında ilk defa gerçekten özlediği, damağına uygun bir yemek yiyecekti. Nasıl sevinmesin yıllar olmuştu çok sevdiği o sıcacık künefeyi tatmayalı. Gerçi anasının yaptığı künefe de harika olurdu ama Antakya’dan sonra anasını ulaşmaya bir günlük yolu vardı. Tabi hemen anasının elleriyle

sayı//9// nisan 46


yaptığı tandır ekmeğine tereyağı ve bal sürmeyi, tandırdan yeni çıkmış kıskın biberli ve kesnikli ekmekler de ne şahane olurdu. Dört yıllık savaş sonrasında tam bir ziyafeti arzu ediyordu. ASİ’YE BENZERDİ ALİ’NİN FITRATI Bu arada yüzüne çarpın hafif rüzgârın kokusu değişmeye başlamış gibiydi. Süveydiye’den esen rüzgâr denizin Bahr-i Sefid’in nemini buraya ulaştıramazdı. Bir de baktı, Amik ovasında kıvrılarak akan, kıvrıldıkça daha çok toprağı sulayan Asi nehrine ulaşmıştı. Çok sevdiği ve biraz da kendi fıtratına benzettiği Asi kenarına varınca bir hoş olmuştu. Bu nehri ta Lübnan’da doğdu yer olan Baalbek yakınındaki el–Bika’da dağlardan bir sel olarak yola çıkmasından tanırdı Ali. Bu seller birleşir Anadolu’ya Türk kardeşlerine ulaşmak isteyen, el sıkışmak isteyen Arapların duyguların şimale doğru getirirdi yüzyıllardır. Orontes deseler de ecnebiler, Asi Anadolu’ya varmak için inadına hareket ediyordu. Asi, Reyhaniye’de reyhanların kokusundan başı dönünce el sallayarak Fırat, Seyhan ve Ceyhan kardeşlerine şehirler sultanı Antakya’ya bir kemer olmak için boyun büküyordu. Gel hükmünü alınca Asi artık sakin bir nehre dönüşüyor Amik ovasına can veriyordu. Antakya’da tat alıp huzur buluyor, deniz denen sevgiliye ulaşmak için sakin nehir tekrar canlanıp Süveydiye’de Hıdır-İlyas divanında Leyla’sına kavuşurdu. Fakat Asi’nin suyunun da eski neşesi yok gibiydi. Umumi Harb sırasında son gördüğü vakit bir genç delikanlı gibi yerinde duramayan Asi, şimdi yorulmuş acelesi olmayan bir tembel, hatta yaşlanmış gibi sakin, ölmek için toprağa yalvaran ruhu ölmüş kocamış bir hırıf gibi kendi mezarını arıyor gibi Amik ovasında dolaşıyordu. Asi nehri kurumuş gibiydi. O da anlamıştı galiba kaynağının İtilaf Devletlerinin eline geçtiğini. Damarlarındaki son ab-ı hayatı dostlarına armağan olarak sunuyordu. Her nehrin aşkı olan denize kendi aşkı olan Akdeniz’e artık kavuşmak istemiyor, ruhu olan sularını bu bereketli topraklara bırakmayı arzu ediyordu. Asi’ye ne olmuştu. Çılgın beygir gibi dünyadaki kardeşlerine inat ters istikamette giden Asi, rahatlıkla ulaşacağı Leyla’sına gitmek istemiyordu. Hem de şehirlerin tadı, dostluk şehri, muhabbet merkezi, şehirlerin sultanı Antakya’ya varıp orada bir lahza kalarak geçmek istemiyordu. Ali, Antakya’ya varmak için can atarken, sevgilileri kavuşturan bu şehre ve kendisi için yapılmış köprüsüne Asi’nin gitmek için ayak diretmesini anlayamamıştı. Bir terslik olmalıydı. Yoksa Antakya artık ecnebilerin mi olmuştu? Köprü mü

yok edilmişti? Düşmanlar ne halt karıştırıyordu? Asi bile üzgünse hayatın tadı tuzu olmazdı. Antakya’nın tadı kaçarsa ülkenin tadı kaçardı. Kurduğu tatlı hayallerden, arzulardan hemen kurtuldu. Artık ne burnuna gelen o müphem kokudan ne de ağzında dolaşan o muhayyel tadan eser kalmıştı. ANTAKYA MUTLUYSA KÖPRÜBAŞI DA MUTLUDUR Kararını hemen verdi. Bu meselenin çözümü bir an önce Antakya’ya varmaktı. Köprübaşı, tam bir mihenk taşıydı. Hüzün de mutluluk da orada beli olur, sanki köprünün taşları bile şehrin duygularını ifade eder, iyi bakan bunu hemen anlardı. Bu köprü Antakya’nın mutluğuna göre renk değiştiren bir kehkehisi, bukalemunu idi. Son gördüğünde Antakya köprüsü gökyüzü gibi masmavi görünmüştü gözüne. Acaba şimdi rengi ne idi?

Artık gerçekle yüzleşmenin vaktine gelmiş gibiydi. Zihninden gidip köprüye derdini sormalıydı. Yaklaştığında ne olduğunu anlamıştı. Asi nehrinin Ak Deniz’e ulaşmak sevdasından neredeyse vazgeçip karalar bağlamasının sebebi anlamak için hızla koşup sola döndüğünde anlayacaktı. Köprüden geçince tam karşıda ise o kutsal mekân Ulu Cami, gelirken dikkat et, kendini toparla öyle gel bana der gibi gelirdi kendisine.

Tekrar askere dönmüş gibi hisseden Ali, savaşın en tehlikeli anlarında düşmandan önce menzile varmak, önlerini kesmek için seri hareket eder gibi öne atılmıştı. Ayaklarının dinlenmek isteğine devamlı ret cevabı veriyordu. Şehre yaklaştıkça insanların hüznünün arttığını fark etmeye başlamıştı. Kötü bir cevap almaktansa hiçbir şey sormamayı tercih ediyordu. Daha çok yüz gördükçe hüznü aşan bir kederin varlığı gizli bir sır gibi ifade ediliyordu mimiklerle. Şehir başlangıcında kangren gibi akan Asi nehrinden ufka doğru baktığında Antakya köprüsü görünmeye başlamıştı. Gözleri keskindi, uzağı iyi görürdü. Köprü sanki sararmış solmuş bir renk almıştı. Yakıştıramadı tabi ki bu rengi güzel şehrin Asi kemerinin incisine. Yok yok bir an önce gidip bu köprüyü yakından görmeli, elleriyle dokunmalıydı taşlarına. Tanırdı asırlardır üzerinde insanları da taşıyan bu güzel yaratığı. Daha da hızlandı. Artık kimseyi görmüyordu. Doğrusu yüzlerine bakmıyordu kendisini meşgul eden çıkar diye. Fakat köprünün rengi açılmıyor gittikçe koyulaşıyordu. Acaba gerçekten köprünün rengi mi karaydı? Yoksa kendisinin ruhu mu kararıyordu? Anne-babasının yanın giderken bu kadar ruhu kararmaması gerekti diye düşündü. Gözlerin tekrar tekar ovuşturdu. Yok! Antakya’da matem var. Hakikaten köprünün rengi kapkaraydı. Artık gerçekle yüzleşmenin vaktine gelmiş gibiydi. Zihninden gidip köprüye derdini sormalıydı. Yaklaştığında ne olduğunu anlamıştı. Asi nehrinin Ak Deniz’e ulaşmak sevdasından neredeyse vazgeçip karalar bağlamasının sebebi anlamak için hızla koşup sola döndüğünde anlayacaktı. Köprüden geçince tam karşıda ise o kutsal mekân 47


Ş ehir

Köşeyi döndüğünde, Antakya’nın köprübaşısına geldiğinde bir de ne görsün, Anadolu’dan aldığı selamı Arabistan Mısır, hatta Fas’a götürecek olan Asi’nin boğazına İngiliz askerleri basmışlar, ellerini bağlamış, ayaklarına bukağı vurmuşlardı. Bu manzarayı görmek ayakta ölmek gibiydi. Düşmanı görünce tetiği çeken parmağı hep gayri ihtiyari oynardı. O da ne, bu defa sadece işaret parmağı değil bütün vücudu titriyordu. Beyni zonkluyordu kafatasında, yol bulsa dışarı fırlayacaktı. Kalbi sanki kendini aklından önce terk edecek gibiydi. Kalbinin üzerine titrek ellerini bastırdı. Nafile kalp teskin olmuyor. Büyük Komutanın sözleri aklına geldi; “Aklınız kalbinize hâkim olsun. Başarı sabırda ve akletmektedir.”

doğrultulmuştu. Savaşta ölmeyi göze alıp yakılmayan Ali, İngilizlere hizmet eden bir Ermeni sözüyle yere seriliyordu. İngiliz işini biliyordu. Kendi kötü olacağına Ermeni kötü olsun. Savaşta vatanperver Osmanlı Ermeni subayı da görmüştü hain olanlarını da. Mecburen yere yatmıştı. Gerçekten köprüyü düşmanlar simsiyah yapmışlardı. Köprü bile yas tutmaya başlamıştı. Tabi İngiliz köprübaşına oturursa, köprüyü de kara kin bağlardı. Biri uzun diğeri kısa iki İngiliz iyice yanına yaklaşmışlardı. Tüfekleri doğrudan Ali’nin kafasını hedef almıştı. Karşısındakilerden sağındakine yerden yukarıya doğru baktı. Adam o kadar uzun gelmişti ki gözünü, Ulu Cami’nin zarif minaresini göremez olmuştu. Kafasını soldaki kısa boyluya çevirdi. Bu defa Habib Neccar Cami’sinin küçük ama asil minaresi göremez olmuştu. Birden düşünmeye başladı; Bu camilerin minaresi mi büyüktü İngiliz düşmanlarının askerleri mi? Demek düşman işgal ederse, camilerin minareleri bile küçülür, hainler ise büyütülürmüş. Böcekten bile aşağı gören bir tavırla, hiç beklemeden peş peş; - Kimsin? Nerelisin? Nereye gidiyorsun? diye sormuşlardı. - Sofilerden Künefe yemeye giden Ordulu Ali, Üç soruya tek satırla hızlıca cevap verince geçmesine müsaade etmişlerdi. Künefenin bu işte kullanılması, tuhaf ama hoş olmuştu. Ama işe yaramıştı.

Ulu Cami, gelirken dikkat et, kendini toparla öyle gel bana der gibi gelirdi kendisine. BOĞAZI İNGİLİZLER BASMIŞ Köşeyi döndüğünde, Antakya’nın köprübaşısına geldiğinde bir de ne görsün, Anadolu’dan aldığı selamı Arabistan Mısır, hatta Fas’a götürecek olan Asi’nin boğazına İngiliz askerleri basmışlar, ellerini bağlamış, ayaklarına bukağı vurmuşlardı. Bu manzarayı görmek ayakta ölmek gibiydi. Düşmanı görünce tetiği çeken parmağı hep gayri ihtiyari oynardı. O da ne, bu defa sadece işaret parmağı değil bütün vücudu titriyordu. Beyni zonkluyordu kafatasında, yol bulsa dışarı fırlayacaktı. Kalbi sanki kendini aklından önce terk edecek gibiydi. Kalbinin üzerine titrek ellerini bastırdı. Nafile kalp teskin olmuyor. Büyük Komutanın sözleri aklına geldi; “Aklınız kalbinize hâkim olsun. Başarı sabırda ve akletmektedir.” Bunları düşünürken birisi kendisine, “yere yat!” komutunu verirken silahlar üzerine sayı//9// nisan 48

Köprüyü süratle geçip Ulu Cami avlusuna ulaşmak, büyük bir arzuya dönüşmüştü. Hemen geçip bitiveren köprü çok uzun gelmişti Ali’ye. Cami avlusuna girdiğinde doğru şadırvana gitti. Yüzünü uzun uzun yıkıyordu. Erkek adam ağlamasını ancak böyle saklayabilirdi. Epeyi sonra caminin serin duvarına sırtını yasladı. Ama ne gözünden yaşlar azalıyor, ne taş duvar sırtını serinletiyor, ne de rüzgâr onu teskin ediyordu. Sonunda hüzün dilinde mısralaşmaya başlamıştı: Arzular bile olmuş toz duman, Rüzgâr bugün sert esse de garptan, Ulu Cami gibi dur be insan, Geçer gider dünyada devran. Lisan-ı hal yalan söylemez, Saflar ki dostu düşmanı bilmez, Yırtılan gönül elbisesini, Aliyyülala terzi dikemez. Ulu Cami’de yıkılmış adam, Kutsal mekân hakikaten bir dam, Senin dostun baki olan Yaran, Bırak isterse yıkılsın âlem.


İBRAHİM YASAK’IN

ŞEHİR DEFTERİ

Mehmet ŞARKIŞLA

ehrin kültür tarihine dair ciddi ve önemli araştırmalarıyla tanıdığımız Sayın İbrahim Yasak, tetebbuatını “Şehir Defteri” adlı kitap vasıtasıyla mecmu halde okuyucunun beğeni ve alakasına sundu. Takdim yazısını kaleme almaktan ayrıca onur duyduğum kitap, şüphesiz meraklılarını zenginleştirecek pek kıymetli bilgiler ihtiva ediyor. Yazarın ve eserin ehemmiyetini âcizane şu satırlarla anlatmaya çalıştım: “Doğduğu, yaşadığı ve öldürüldüğü memleketi Atina’nın ve dolayısıyla şehrin / medeniyetin ruhuna son nefesinde bile sahip çıkan Sokrates, ölüme giderken hemşehrilerine şöyle sesleniyordu: ‘Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeliğiyle en ünlü şehrinin hemşehrisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın?’ Sokrates’in meşhur savunmasındaki bu epigram aslında şehirli kimliğinin ve medeniyete mensubiyetin Atinalıların omuzlarına yüklediği sorumluluğu ağır bir sitemle dile getirmektedir.

Ben, yaşadığı şehre dair söz söyleyebilen herkesin haksız yere idam edilen Sokrates’in savunmasına haşiyeler yazdığına inanıyorum. Tıpkı bu kitabın müellifi gibi… İbrahim Yasak, şehrin kitabını yazıp adını “Şehir Defteri” koyarken dahi mütevazı tavrıyla bir şehirli zarafeti sergiliyor. Yazdıkları, yaşadığı şehrin kaybolan değerlerine boş perestişlerle sunulmuş methiyelerden veya içli mersiyelerden ibaret şeyler değil. “Şehrî” bir entelektüel olarak nazar-ı dikkatini ve mesaisini teksif ettiği kültür servetimizin yitik hazinelerini anlatıyor. “Şehir Defteri”nde, Farabî’nin “Medinetü’l-Fazıla”da nizamından ve ahenginden bahsettiği erdemli şehrin vasıflarının veya şehrin erdeminin Sivas’taki mevcudiyetini okuyup hatırlayacaksınız. Cemil Meriç, ‘Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla… Kamus bir milletin namusudur.’ derken tedavülden kaldırılan kelimelerle beraber o kelimelerin tedai ettirdiği değerlerin de çöpe atıldığını söylüyordu. Şehir kelimesi lügatimizden çıkıp yerine kent kelimesi gelince, medeni davranışlar manzumesinin en güzel ifadesi olan şehirlilik de arkaik bir sembol halinde müzeye kaldırıldı. ‘Şehir Defteri’nde müellifin aklının yettiği günlerden beri hafızasında kayda aldığı pek çok güzelliği bulacaksınız. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aforizması tam da sizin, bizim gibi hazinesini yitirenleri anlatıyor: ‘Bizler maziyi aramıyoruz, mazide var olup da kaybettiğimiz ve yerine koyamadığımızı arıyoruz.’ Kitaptan kısa alıntılar: “İmaret, sadece dedelerim gibi benim de doğup büyüdüğüm bir mahalle değil; aynı zamanda şahsiyetimin teşekkülüne katkısını tesirini her gün biraz daha hissettiğim bir mekân… Bundan kırk elli yıl öncesi Sivas’ının serhat mahallesi, iskân sınırlarının bittiği yerde ziraat alanları başlayan bir varoş. Garibi ve fakiri bol, okur-yazarı kıt, ahalisi tarım ve hayvancılıkla geçinen, komşuların birbirini aile efradı kadar yakinen tanıdığı kadim bir mahalleydi burası. …Her mahalle arasında ve her sokak başında bir çeşme bulunurdu eskiden. Adını sokağa, mahalleye veren çeşmelerdi onlar. Onlar, tarif edilecek bir mekânın adres noktalarıydı. Onlar mahallenin ortak alanıydı. Onlar sabah genç kızların, öğle üzeri orta yaşlıların, akşam sonrası da genç delikanlıların bir araya geldiği yerlerdi… Bugün çeşmelerimiz akmıyor artık… Toprak testilerle, ahşap damacanalarla, çinko sitillerle, bakır bakraçlarla ya da cam sürahilerle evlerimize su taşıdığımız mahalle çeşmelerimiz yok artı.” Bunlar tadımlık, doymak için satırların arasına dalmak okuyucuya kalmış bir tercihtir.

49


Ş ehir

İSTANBULLUSU KALMAYAN

İSTANBUL! Hayatları tenkit değil, tembih üzerine kuruludur. Tenkit libası son moda bir giyim tarzı olup ‘İstanbul ailesi’nin üzerinde görülmesi mümkün olmayan bir kıyafettir. Mahmut BIYIKLI

stanbullu olmak, bir hayat tarzı bir bakış açısı, bir sanattır. İstanbul’da yaşamak da… Yoğun ve yorgun hayatlarımızın içinde yaşarken ‘hayali cihan değer’ hayallere dalmak gerekir ara sıra. Gelenek ne kadar ‘değer’li ise, gelecek de o kadar önemlidir. Geleneğin duraklarından geçmeden, geleceğin menziline varılmaz zira. “Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz Gelmişiz dünyaya insanlık nedir öğretmişiz” avuntuları yetmez; ‘insanlık’ öğretmek isteyen, geleneğin ‘edep’ denilen ‘kurşun’ kalemini eline alıp yeniden ete kemiğe büründürmelidir insanlığın kaidelerini. Şehirler de insanlar gibidir; geçmişinden koparılırsa şahsiyetini kaybeder. Ve insanlar da şehirlere benzer; geleneksiz insanlığın kemaline erip insanlık öğretemezler. ‘İstanbul ailesi’nin ayrı bir anlamı vardır insanlık literatüründe. Hanımı efendi, beyi efendi, evladı efendi oğludur. Hayatları tenkit değil, tembih üzerine kuruludur. Tenkit libası son moda bir giyim tarzı olup ‘İstanbul ailesi’nin üzerinde görülmesi mümkün olmayan bir kıyafettir. Çok şeyi bilmeleri gerekmez; hadlerini bilmeleri ve gerektiğinde bildirmeyi bilmeleri yeterlidir. “Edeb bir tac imiş nur-ı Huda’dan/Giy onu emin ol her beladan” diyerek başına ‘edep’ sarığını saran bu faziletli millet, vefakar bir nesil yetiştirmekte de çok zorlanmamıştır. O nesil ki cehennemin hacâlet narında yanmaktansa, nefsinin fitilini yakar, eritir ve edep dairesinin dışına asla çıkmazdı. “Olmadı tenhada bir işret çemende yâr ile Üstüme göz dikti nergisler nigeh-bân olup hep” Tenha bir bahçede sevdiğiyle yan yana olsa da İlahi nazarın bekçileri olan nergislerin onları gözlediğini bilerek haya peçesini kaldırıp da sevdiğiyle işret edemeyen edep taçlıların neslinden elbette edep fidanları yetişmiştir hep. HÜRMET ELDE MUHABBET YÜREKTE ‘Ben’ yerine ‘bendeniz’ diyen, israf-ı kelam etmeyen, haber vermeden bir yere gitmeyen, gittiği kapıyı üç kereden fazla yoklamayan, insan hukukuna azami derecede saygılı olan insanın sıfatıdır ‘İstanbullu’ olmak. Selamını elini kalbine götürüp ‘hürmet elde muhabbet

sayı//9// nisan 50


yürekte’ diyerek alan, ‘kapıyı örten’ ‘ışığı uyandırıp dinlendiren’, ayağını yere fazla vursa toprağı incittiğini düşünen canlı cansız her varlığın hatırını eden, Peygamberinden fazla yaşamışsa yaşı sorulduğunda ‘haddi aştık’ diyen hanımı “cariyemiz hanımefendi” annesi ‘hanımannemiz’, bey babası, ‘efendi babamız’ olan insandır İstanbul’un beyefendisi… İstanbul hanımefendisi ise beyinden aşağı kalmaz; beyi ne kadar hem evinin hem mahallesinin direği ise, evi ev aileyi aile yapan da kadındır.

buyurunca, hanımefendi büyüğümüz de “Sizin İslam ailesine hürmetinizden dolayı bize de ‘Valide Sultan’ diyorlar” diye söylermiş. Yine Sami Efendi Hazretleri der ki: “Kardeşim yolda yengesini görse tanımaz!” Elbette ki kadınların kayınbiraderleri için, “onları eve almak, onlarla yalnız kalmak ölümdür” buyuran Sultanül üdeba sav Efendimizin sünnetlerine ittibaın mücessem halidir bu örnek. Hal budur ki İstanbul hanımefendilerinin edep gömleği bembeyazdır, leke kabul etmez.

Kadının açık alanı evidir. Kadın bütün çiçeklerini evinde erkeği için yetiştirir, erkek de hanımını kem gözlerden korumasını bilir.

Onlar nazenin bir çiçek gibi yetiştirilir, kem gözlerden sakınılır. Evleri mahremiyet cumbalarıyla, kalpleri edep nurlarıyla örtülüdür.

Onların ‘sokak kültür’ü yoktur. Aksine sokak, dikkat çekilmemesi gereken alandır. Üzerine ‘kem’ göz değmemiş bir hanımın dolandığı bir İstanbul evi, onun için huzur yuvası, neşe kaynağıdır.

Kadın, İslam aile telakkisindeki şerefli ve mümtaz yeri sebebiyle “Allah’ın izni, Peygamber’in kavliyle” hediyeler eşliğinde istenir ve nikâhtaki ‘keramet’i iki taraf da yaşayarak öğrenir.

BİR AFİF AİLE SESSİZLİĞİ EVLERDE… “Gözlerinin içine başka hayal girmemiş İstanbul hanımefendisi ise, pencere kenarında kocasının yolunu bekler. Kapıyı güller açan yüzüyle açar, kocasının üzerindeki yorgunluk cübbesini gül kokulu elleriyle çıkarır. Mide ile kalp arasındaki gizli dehlizlerin yollarını erken yaş ferasetiyle çözer, sinirleri gevşeten sinileri sermekte gevşeklik göstermez.

Şairin, “Kenarın dilberi nazik olsa da nazenin olmaz” dediğince ‘nazenin’lik farkı, ‘İstanbulluluk’ farkıdır aynı zamanda.

Kocasının baş işaretlerine göre oturur katlar, kocasından önce uzanıp yatmaz. Erkeğinden izinsiz evinin kalesinden dışarı çıkmaz. Bilir ki kocanın rızası, Allah’ın rızasının altında durur. Koca ne derse desin kadın ‘Allah’ der ise, yıllar ve yollar evlilik kalesinden bir tek taş bile düşüremez. Bilir ki Kabe’dir kocanın kalbi ve her gün yedi şavt tavafı gerekir. Kocanın ‘helal’ getirdiğini abdestli gönlüyle ‘tayyib’ eyleyen kadındır. Kadın evinin aşçısı, bekçisi, çocuklarının mürebbiyesidir. Onun için bir İstanbul hanımefendisi, kocasından izinsiz harcamaz, satın almaz, küçük sadakalar dışında hayır hasenatta bile bulunmaz. Nikah düşen yabancı bir erkeği evine asla almaz. Hatta kayınları için bile bu kural geçerlidir. SERVİLİKLERDE SÜKUN YOLDA SÜKUN EVDE SÜKUN Son devrin irfan burçlarından Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleriyle ilgili şöyle bir anektot nakledilir: Sami Efendi Hazretleri zevce-i tahiresine: “Sizin İslam tesettürüne riayetiniz sebebiyle bize ‘Sami Efendi’ diyorlar”

“Serviliklerde sükun yolda sükun evde sükun Bu taraf sanki bu halkıyla ezelden meskun Bir afif aile sessizliği var evlerde Örtüyor fakrı asaletle çekilmiş perde” mısraları ‘İstanbul ailesi’nin fevkalade zarifane çizilmiş bir tablosu gibidir. İstanbul’un ev ve mahalle hayatının güzellikleri çarşısından, mezarlıklarına kadar her menzile sinmiştir. Eşyaya bile canlı nazarıyla bakan, hayvanata neredeyse insan muamelesi yapan ve insan evladını baş tacı edinen bu milletin şehirleriyle kültürlerini birbirinden ayırmak çoğu zaman mümkün olmaz. “Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada O kadar komşu ki dünyaya divar yok arada Geçer insan bir adım atsa birinden birine Kavuşur karşıda seyrettiği sevdiğine” ifadeleri, hayatı bir şiir tadında, “Hiç ölmeyecekmiş ve her an ölecekmiş” şuuruyla ‘efendi’ce yaşayan bir milletin, ölüme ve hayata bir gül yaprağı dokunuşunun zarafetinde narin bakışının insanlık diline bir tercümesi olmaktadır. Velhasıl erkekleri izzetli ve gayretli, hanımları iffetli ve letafetli, küçükleri hürmetli, büyükleri şefkatli bir İstanbul ‘şehrin kaybolan efendileri’yle bir zamanlar daha bir güzeldi… 51


Ş ehir

ayın D. Mehmet Doğan, bazen bir insanı tanımak için onunla ilgili yüzlerce sayfalık kitap okumak değil, kendisi ile ilgili kurduğu bir cümleyi anlamak yeterlidir. Bize hiçbir yerde okuyamayacağımız sizinle ilgili bir cümle kurar mısınız? Sizi sizden duymak isteriz ilk olarak. Yazı işleri ile uğraşırım. İlk kitabım Batılılaşma İhaneti 1975’te yayımlandı. Son kitabım bir kaç ay önce çıkan Ömrüm Ankara.

D. MEHMET DOĞAN İLE

ANKARA HASBİHÂLİ Ankara Türkiye’nin en fazla haksızlığa uğrayan şehri... Çok övülüyor gibi yapılıp inkâr edilen, yok sayılan bir şehir Ankara! Bu haksızlığa itirazımı böyle bir kitapla ortaya koydum...” Söyleşi: Mehtap ALTAN

Yeni çıkan kitabınızda “Bir Ankara Şehrengizi Ömrüm Ankara” dediniz. “Şehrengiz” kelimesi ebemkuşağı renklerinin soluğunu harmanlayan bir tat bırakıyor ilk duyanın dimağında. Ki bu kelimenin Divan Edebiyatı’nda şehirleri anlatan eserlere verilen genel bir isim olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla şehir ve estetik demek istiyorum. Şehrin estetiğini ne sağlar? Ve estetik denildiğinde Ankara için aklınıza ilk gelen şey nedir? “Şehrengiz” aslında Divan Edebiyatı’nda “bir şehrin güzelliklerini mesnevî tarzında anlatan eser” demek. Son yıllarda şehir kitaplarının adlandırılmasında bu kelime yeniden kullanılmaya başlandı. Bir nevi şehir edebiyatı eseri olarak yorumluyoruz, şehrengizi. Köklü bir kültür kelimesi yüzyıllar sonra böylece yeniden hayat buldu. Şehrin estetiğini eskiden şehrin ahalisi, hemşehrilik hukuku ve kul hakkına riayet hissi ile oluştururdu. Şimdi belediye yönetimlerinin işi bu. Ölçüsüz kârların, menfaatlerin olduğu bir alanda ne kadar müşkül iş! “Estetik” denildiğinde bir Ankaralının aklına “tevazu” gelmelidir. Ankara’nın ulusu Hacı Bayram-ı Veli bu ölçüyü şehrin taşı ile toprağı ile yüzyıllar önce ifade etmiştir. Ansızın o şehre varmış, o şehri yapılır görmüş, kendisi dahi taş ve toprak arasında yapılmıştır! “Romalı” mermer kibir anıtı Augustus Tapınağı’nın bitişiğine kendi elleriyle yaptığı taştan ve kerpiçten mütevazı mescidi bu ölçüyü şehrin hafızasına nakşetmiştir. Büyüklüğü gizlemek, varını ilan etmemek, güzelliği tabiilik olarak ortaya koymak... “Güzelliği tabii olarak ortaya koymak.” dediniz, aslında estetiğin tevazu ile birleştiği an’ın asıl mânâya kavuşmasının tanımıydı bu belki de. Peki Sayın Doğan, “Ömrüm Ankara”da maneviyatının üzeri siyasetin gri tonu ile örtülen bir Ankara’dan bahsediyorsunuz. Hatta “İstanbul’un Fethi Ankara’da pişirilmiş, İstanbul’da kotarılmış bir yemektir. İstanbul’un Fethi’nde Akşemseddin’in oynadığı rol, Hacı Bayram-ı Veli tarafından verilmiştir.” diyerek

sayı//9// nisan 52


yazgının bize sunduğu aritmetiği de yansıtıyorsunuz. Bu kitabı çıkartırken ilk amacınız neydi? Bir vefa mı yoksa bir şehrin duyulmayan nabzına şerh düşmek miydi? Ankara Türkiye’nin en fazla haksızlığa uğrayan şehri... Çok övülüyor gibi yapılıp inkâr edilen, yok sayılan bir şehir Ankara! Bu haksızlığa itirazımı böyle bir kitapla ortaya koydum... Ankara’yı yazmak, görünen ve gösterilen bildik Ankara’nın ötesine geçerek şehrin binlerce yıllık özünü, ruhunu kavramak ve anlatmak... Anlayacağınız zor bir işe giriştim. Ankara ile ilgili bir hayli kitap var fakat hiçbirinde şehrin ruhuna, manasına nüfuza teşebbüs dahi edilmemiş. Cumhuriyetçiler onu yoktan var ettiklerini ilan ettiler, düpedüz yok saydılar; muarızları ise Cumhuriyetçilerin mabetsiz şehrine tepki olarak tahkiksiz Ankara düşmanı oldular. Ankara’nın tarihte ve bilhassa tarihimizdeki yeri; kültürü, iktisadı, mimarisi, musıkisi, insanı, yaşayışı üzerine seksenli yıllardan itibaren bir hayli yazım yayımlandı. Çoğu Ankara gazetelerinde çıkan yazılarımız o gazetelerin tozlar altındaki koleksiyonlarında kaldı. Ankara bahsi açıldığında söylediklerimiz, muhataplarımızda her defasında hayretle karşılandı. Ankara ile ilgili sözlerimizden hatırda kalan parça bölük fikirlerimiz zamanla ilgi uyandırdı, hatta bazı değişikliklere uğrayarak doğru yanlış sağda solda konuşulur oldu. Ankara yazılarını elden geçirip, bazı yeni ilavelerle bütünleştirip kitaplaştırmanın zamanının geldiğini düşündüm. Çeşitli sebeplerle, bilhassa da, şehri siyaset dışı anlatmak düşüncesiyle bu tasavvurumuzu birkaç defa erteledik. Son mahalli seçimler atlatıldıktan sonra, kanaatimiz pekişti. Bir yaz boyu kitaplar, yazılar, kesikler, notlar arasında Ankara ile haşır neşir olduk ve sonunda kitabı okuyucu ile buluşabilecek hâle getirdik. Ömrüm Ankara’nın Ankara’yı gerçekten tanımak, özünü kavramak, ideolojik peşin hükümlerin ötesinde bir şehir olarak bilmek isteyenlerin baş ucu kitabı olacağı kanaatindeyim. “Çok övülüyor gibi yapılıp inkâr edilen, yok sayılan bir şehir Ankara!” bu cümlenizdeki hüznü ve hakikati görmemek mümkün değil. Konu hüzünden açılmışken devam edelim o vakit hüzne. Eli kalem tutanların yüreği, kurşuni renklerin saltanatı ile nikâhlıdır. Belki de bu yüzden şair ve yazarların anayurdu hep hüzündür! Ki hüzün Anadolu’nun duvağını izinsiz öpen sadakattir de. “Ömrüm Ankara” diyen sizden Anadolu’nun ıslak bağrını birkaç dize ile kucaklamanızı istesek hangi şairin hangi dizelerini söylerdiniz?

İşte bir Ankara divanından iki mısra: Efendim yahu! Kul başına gelen âlemde hükmü kaderdir O hükmü kader bizlere miras-ı pederdir yahu! Sayın Doğan, Mehmet Âkif Ersoy’a hak ettiği değer verilmediği ve ilgi gösterilmediğine dair birçok röportaj ve yazıda bilgi paylaşılıyor, fikir yürütülüyor. Lakin siz bu kolaycı düşünce paylaşımlarına inatla, farklı bir bakış açısı ile fikrinizi beyan ediyorsunuz her yazınız ve sizinle yapılan röportajlarda. Bu konuda sizin gördüğünüz ve onların göremediği şey nedir desem? Mehmet Âkif Millî Mücadele’nin başlangıç safhasında Ankara’ya davet edilen ilk şair ve yazar. Davet sebebi onun o zamana kadar yapıp ettikleri. Millî Mücadele’nin manevi cephesinin tahkimi ona emanet edilecek. O yüzden “İslam şairi” sıfatıyla Ankara’ya çağrıldı ve o da daveti kabul etti, geldi vazifesini hakkıyla yaptı ve üç yıl sonra İstanbul’a döndü... Zafer kazanıldıktan sonra Mehmet Âkif vücuduna ihtiyaç kalmamış bir şahsiyet muamelesine tabi tutuldu. O da Mısır’a gitti, gönüllü bir sürgün olarak. Ömrünün geri kalan kısmını orada zor şartlarda geçirdi, ölümü yaklaşınca da, 53


Ş ehir

“Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” mısralarında ifade ettiği hasreti sona erdirmek için ülkesine döndü... Vefatından haberdar olan resmî makamlar herhangi bir tören yapılmamasını emrettiler, böylece unutulup gideceğini umdular, fakat öyle olmadı. İstiklal Marşı şairine üniversite gençliği sahip çıktı. Cumhuriyet tarihinde gençliğin şahsiyet ortaya koyduğu ilk çıkış budur: Millî şairi resmiyete rağmen şanına yakışır bir şekilde uğurlamak! Mehmet Âkif 27 Aralık 1936’da vefat etti, fakat 28 Aralıkta adeta yeniden doğdu ve milletimize hizmet etmeye devam etti! Mehmet Âkif’in vefatından sonra kısa süre içinde hakkında yazılanlar kocaman bir kitap teşkil eder. Onun ölümünden sonra, hatta daha etkili bir şahsiyet olarak hayatımıza karıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Konuşmanın yazmanın zor olduğu zamanlarda bizim adımıza hep Mehmet Âkif konuştu. Camide hoca onu konuşturdu, okulda öğretmen... Hatta köşe sahibi yazarlar da sözün zorunu Mehmet Âkif’e söylettiler. Hatta devleti yönetmek mevkiindeki şahsiyetler dahi onun şiirlerini okuyarak sisteme kafa tuttular... İstiklal şairimiz Mehmet Âkif’in, İstiklal Marşı’nı yazdığı Taceddin Dergâhı’nı bir zaman önce âdeta yıkım ekiplerinin elinden almıştınız. İstiklal Marşı sayı//9// nisan 54

Parkı projesini hazırlayıp, yaşama geçirilmesine de vesile oldunuz. İnsanlığın özüne yabancılaştığı bir dönemin şanssız şahitlerindeniz diye düşünüyorum. Suni kıvranışlardan suni duyarlıklıklar adı altında kendi nefsine hizmet edenlerin ordugâhı hüküm sürüyor sanki bu çağda. Metal yalnızlığın genzinde kalan bu çağın insanına nasıl bir reçete sunarsınız? Tababet sahasında değiliz; reçete yazma ehliyetimiz yok!.. Fakat birkaç kelam edebiliriz. Zamanın doğrularına teslim olmamak, hakkı, hakikatı her zaman üstün tutmak, doğru bildiğini her hâlükârda söylemek, yapabildiği kadarını yapmak... Uysallığı değil, başkaldırmayı seçmek... Sayın Doğan bilirsiniz, yaşanmışlıkların beşiğini sallayan öykülerin kıyısında uyur saklı manalar. O manaları keşfedenler, cümleleri zamanın göğsünden sağarken; hakikatin avuçlarına bırakılan ninniyi de duyan şanslı ruhlardır. Yazarlardan şairlerden bahsediyorum. Kültür ve medeniyetin neresindedir yazar ve şairler? Yazarlar ve şairler, bir toplumun zihnini, hissini, düşüncesini durağanlıktan kurtarıp hareket hâline getirmekle mükellef. Eğer bunu yapmıyor, yapamıyorlarsa, sorumluluklarını yerine getirmiyorlar demektir. Uzun süre Türkiye Yazalar Birliği’nin genel başkanlığını yürüttünüz. Hâlen Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı’nın başkanısınız. “Her yazan mutlaka


okumayı biliyor her okuyan da yazabilir!” gibi sığ bir düşünceye sahip birçok insan. Yaratıcı yazarlık kursları üzerine konuşmak istiyorum. Kursların mucize yaratmadığını elbette biliyoruz. Öğreticilerin elinde sihirli değnek olduğunu zannedenlerin de olduğunu düşünecek olursak, yazarlık öğretilebilir mi diye sormak isterim? Yazarlığın öğretilebilir tarafları var elbette. Biz “Yazar Okulu” uygulamasında bu öğretilebilir tarafla birlikte bir zihin ameliyesinin gerekli olduğu düşüncesiyle yazı tekniği derslerinden çok felsefe yoluyla düşünmek, din ve düşünce, toplum ve siyaset, edebiyat ve iletişim, semantik, sanat estetik ve eleştiri gibi dersleri öne çıkarıyorduk. “Yazarın donanımı ne olmalıdır?” sorusunu, “Nasıl yazar olunur?” sorusunun önüne geçiriyorduk. On haftalık yoğun bir program sonunda kimseye yazar olmak garantisi vermiyorduk, fakat düşünme, düşüncesini ifade ve yazma yönündeki temayülleri güçlendiriyorduk. Edebî eser meydana getirmeyi, yazarlık kavramından biraz farklı düşünmek lazım. Herkes fikrini ifade edecek kadar konuştuğu gibi yazabilir de. Ama herkes edebî eser ortaya koyamaz. Bunun öğretilebilirlikten öte kabiliyet işi olduğundan şüphe yok. Şu da önemli: Sadece yetenek kifayet etmez, onu besleyecek zemin, ortam ve irade gereklidir. Yine de kabiliyet yazarlığın onda biridir, onda dokuzu emek ve çalışmadır. Emek ve çalışmak hayatın her basamağında olması gereken alternatifi olmayan anahtarlar sizin de vurguladığınız gibi. Sayın Doğan siz ayrıca bir sözlük yazarısınız da. Dildeki hasarlardan bahsetmek gibi klasik bir soru sormayacağım size ki sizinle yapılan birçok söyleşi de bu konu üzerinde fikrinize çokça başvuruldu zaten. Ben sizden bir kelime istiyorum. Bir sözlük yazdıracak dağarcığına sahip olan sizin âşık olduğunuz bir kelime, yeri siz de ayrı olan bir kelime ve öyküsü var mı desem? İnsanın temel kelimesi “mana”dır. Anlam hayatın esasıdır. Anlam varsa varız, yoksa yokuz. Bütün hayatımız anlam arayışı ile geçer. İnsan hayatı boyunca iki şey yapar: Anlama ve anlatma. Konuşurken de anlamaya ve anlatmaya çalışırız, yazarken de. Hatta susmak bile yerine göre anlamak ve anlatmaktır!.. Peki o vakit gelelim temel kelimemiz “mana”nın otağından şehirlere. Şehirler, çeyiz sandığını açınca naftalin kokusunda düşlerini öpen gelin gibidir! Her şehir kendi hikâyesinin kanatlarında gücünü toplar. Şehir efsaneleri desek bize neler söylemek istersiniz? Bütün köklü şehirlerin gerçekliklerini besleyen hikâyeleri, masalları ve efsaneleri vardır. Bu geçmiş

asırlara mahsus edebiyatı sonraki dönemlerde şehirlerle ilgili edebî metinler, şiirler ve şehri anlatan eserler tamamlar. Eğer bir yazar şehirlerle ilgili eserini bütün bunları yeniden üreterek ortaya koymuşsa başarılı olmuş demektir. O zaman şehrin yeni ve etkili bir tanımı da yapılmış demektir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da Zaman şiirinden önce de Bursa her bakımdan önemli bir şehirdi. Fakat bu önemin en güçlü edebî ifadesi onun eseriyle hayat buldu. Bursa ile ilgili birçok araştırma inceleme kitabı, ilmî eser yazılmıştır, yazılmaktadır. Bunlar elbette bu şehrimizi anlamada, tanımada yardımcı olur. Fakat aklımıza hitap eden bu eserler yanında hissimize hitap eden eserlere de ihtiyaç var. İşte Tanpınar bunu yapmıştır. Harfler kelimeden şehirler kurarak cümleleri sonsuzluğun gerdanına dizer ki evren üşümesin! Bir harfin bile anlatacağı çok şey vardır. İsminizin başında bulunan “D” harfinin hikâyesini bilmeyenler vardır. Bir kez de buradan anlatmak ister misiniz? “D” bir harftir... Kafa kâğıdımızda yer almaz. Bizim yazarlık ismimizdir. D kâh Derviş’tir, kâh Durmuş’tur, kâh Dursun’dur, kâh Devran’dır kâh Devrim’dir... Sayın Doğan, şehirlerin kalbine sanatı bir kanaviçe gibi işleyen Şehir ve Kültür Dergisi adına gerçekleştirdiğimiz bu sohbet için teşekkür ediyorum. Ben teşekkür ederim!

55


Ş ehir

üz çizgileri zihnime kazınmış, sesi kulaklarımda çınlayan bir dost suretidir Tatar Kemal. Zaman geçtikçe özlediğim, bundan sonra bin yıl yaşasam emsaline rastlamayacağımı fark ettikçe hayıflandığım, kederlendiğim, hatırasının gölgesine uzanıp dinlendiğim bir çınardır Kemal Amca.

BİR İSTANBUL BEYEFENDİSİ

TATAR KEMÂL

Şehremini’de saray meydanına bakan küçük bir bakkal dükkânı işletirdi aslında. “Bu dükkân yüz yıllık tezgâhtır” derdi. İlerlemiş yaşına rağmen yorulmadan ticaretini yürütürdü. Ergen bir bakkal çırağı gibi keyifle iş görürdü, yaşından, halinden beklenmeyecek bir çeviklikle mısır unu tartardı, peynir keser, helva dilimlerdi. Kimi müşterileri çocukluk arkadaşı idi, kimisiyle delifişek gençliği paylaşmıştı.. Kimler gelmezdi ki o küçük dükkâna… cemiyet adamları, kalem erbabı, muktedir vakti geçmiş bürokratlar… Hepsi artık ömrü dolmuş, ‘Tilke ummetun kad halet’ ayetinin emri uyarınca gelip geçmiş bir kuşağın son temsilcileri idi. Hulusi ÜSTÜN

Şehremini’de saray meydanına bakan küçük bir bakkal dükkânı işletirdi aslında. “Bu dükkân yüz yıllık tezgahtır” derdi. İlerlemiş yaşına rağmen yorulmadan ticaretini yürütürdü. Ergen bir bakkal çırağı gibi keyifle iş görürdü, yaşından, halinden beklenmeyecek bir çeviklikle mısır unu tartardı, peynir keser, helva dilimlerdi. Kimi müşterileri çocukluk arkadaşı idi, kimisiyle delifişek gençliği paylaşmıştı.. Kimler gelmezdi ki o küçük dükkâna… cemiyet adamları, kalem erbabı, muktedir vakti geçmiş bürokratlar… Hepsi artık ömrü dolmuş, ‘Tilke ummetun kad halet’ ayetinin emri uyarınca gelip geçmiş bir kuşağın son temsilcileri idi. YATSIDAN SONRA ÇAY SOHBETLERİ Her Cuma akşamı dükkânı kapayınca iki apartman ilerdeki evine gitmez, Silivri’ye gelirdi. O vakitler Topkapı’dan kalkan Silivri otobüsleri ile şehir içine kadar gelir, iskele meydanına bakan balık lokantasının üst katında bir dairede yaz kış hafta sonlarını geçirirdi. Yaz günleri şafağı sahilde karşılardı, yatsı namazından sonra çay bahçelerinden birinde bizleri toplar ve çok geride kalmış devirlere dair gördüklerini, bildiklerini anlatırdı. “İdare-i maslahat yıktı bizi. Koca imparatorluğu kör bir ihtiras uğruna devirdik. Bir avuç çapulcunun basiretsizliği yüzünden Rumeli’ni yitirdik, daha ne olsun”, derdi. İSTANBUL KAYBOLMUŞTU GÖZLERİNİN ÖNÜNDE Darmadağın olmuş uçsuz bucaksız vatan coğrafyasının acısını içinde hissederek anlatırdı bütün bunları. Küskündü çoğunlukla. “Kaybettiğine yanan insan, illet sahibi olur” derdi. Hiç birimizle kıyaslanamaz kayıpları vardı onun. İstanbul kaybolmuştu gözlerinin önünde. Sur dibi bahçeleri, güzel komşuluk ilişkileri, cumbalı evleri, begonvilli köşkleri, ricaları, istirhamları, efendimleri yitmişti. Eski İstanbul’un Kırım Mahallesi olan Şehremini, güneş görmeyen sokakların arasında kaybolup gitmişti. İstisnasız her hafta sonu geldiği Silivri’de onun sohbetine müptela olmuş dostlarının arasında ben de vardım. Piri Paşa’nın avlusundaki koca çınar

sayı//9// nisan 56


şahittir sohbetlerimize. O anlattıkça ben üzerimize düşen gün ışığını yol yol süzüp gölgeleyen çınar dalları arasında olup biten her şeyin sorumlusu idare-i maslahat’ı arardım. KIZKULESİ KADAR İSTANBULLUYDU! Kırım Savaşından sonra önce Dobruca’ya sonra Şehremini’ne yerleşmiş bir Tatar ailesindendi Kemal Amca. 1930 doğumluydu. Mustafa Reşit Paşa ile bir yakınlığı vardı bir taraftan. Litros çiftliğine dair anlattığı hatıralardan kalmış aklımda… Şehremini’de doğmuş, Şehremini’de büyümüş, orada yaşlanmıştı. Babadan kalma dükkân tezgâhını ilerleyen yaşına rağmen bırakmamıştı. Kızkulesi kadar İstanbullu idi. Bu şehrin, dünya savaşının ardından yaşadığı yıkıma şahit olmuştu, payitahtlığı elinden alındıktan sonra kimsesiz bir dul gibi yaban ellere düşmesini görmüş, çehresinin bozuluşunu, eski görkeminin kayboluşunu izlemişti çekik gözleri ile. Vaktiyle Süleymaniye’de dükkânı olan dedesinin her sabah Şehremini’den Süleymaniye’ye yürüyerek gittiğini, Aksaray’da bostan içinde düşürdüğü çakısını aksam eve dönerken bulduğunu anlatırdı. Şehrin kapılarının kapandığı zamanları bilirdi. Sokak aralarındaki camilere doluşmuş Rumeli göçmenlerini hatırlardı. Fakültedeyken kimi zaman Şehremini’de Saray meydanına bakan küçük dükkânda ziyaret ederdim onu. Kırımlı gözleri ışıldardı beni görünce. Ziyaretine gelmiş kerli ferli kalem efendisi emeklilerine takdim ederdi beni. Bir yandan müşterilerle ilgilenir bir yandan anlatırlardı eski günleri. İSTANBULLU AÇTI AÇIKTI AMA MEDENİYDİ! “Merkezefendi’deki eski tekke ilkokulumuzdu. Küçük bir kızcağızı kendisini dinlemediği için azarlamıştı öğretmenimiz. Kızcağız ‘açım’ demişti, ‘açım öğretmenim’… Mebuslar caddeden geçecek olsa İstanbul ahalisine caddeye çıkmak yasaklanırdı. Ahalinin ayağında ayakkabısı yoktu çünkü. Açtı, çıplaktı ama medeniydi İstanbul halkı. Bir bardak sütü komsusuyla paylaşacak kadar medeni…”

hesabını değerlendirirdi. Senede bir Kırkpınar yağlı güreşlerini izlemek için Edirne’ye gitmek belki tek iptilasıydı. ‘Ecdat çağırıyor!’ derdi. Güreşlerin ardından Silivri’ye uğradığında uzun uzun anlatırdı Edirne’yi, güreşleri, Rumelili olmayı, Osmanlı’yı… SIRF PİRİNÇLE ZERDE OLMAZ… Zihnimde İstanbul’un yıkık bir sur görüntüsü ile özdeş resmi vardır. Bu şehre dair duyduğum her şey, okuduğum her yazı, dinlediğim her sohbet ve gördüğüm her manzara o sur görüntüsünden bir taş eksiltir yahut bir taş ekler… Eski güzelliklerin yok oluşuna üzülmemeyi öğreniyorum su günlerde. Değişip deviniyor hayat. Elden giden ve bir daha gelmeyecek olana üzülmek yerine yeni güzellikleri var etmeye çalışmak gerek. Yoksa yaşamak ıstırap olur bizim gibilere. Kemal Amca ilk gençlik çağımda tanıyıp sevdiğim, kendisinden çok şey öğrendiğim ve yerine hiç kimseyi koyamadığım dost yüzlerinden biri. Artık olmayan, artık olamayacak türden muhayyel bir İstanbullu. On yıl var belki Şehremini’de Saray meydanına bakan küçük dükkân kapanalı. Oraları hiç görmemiş bir yabancı gibi geçiyorum önünden. Kemal Giray, on yıl kadar önce öldü. Bu şehrin hiç değişmeyen tek yerine Merkezefendi Kabristanlığına gömüldü. Silivri’de yüzü iskele meydanına bakan apartmana da başkaları taşındı. Yıllardır yasadığım her şeyi, okuduklarımdan beni etkileyen pasajları, tanıdığım insanları yazdığım defterlerden birin karıştırırken rastladım onun hatırasına.

Darmadağın olmuş uçsuz bucaksız vatan coğrafyasının acısını içinde hissederek anlatırdı bütün bunları. Küskündü çoğunlukla. “Kaybettiğine yanan insan, illet sahibi olur” derdi. Hiç birimizle kıyaslanamaz kayıpları vardı onun. İstanbul kaybolmuştu gözlerinin önünde. Sur dibi bahçeleri, güzel komşuluk ilişkileri, cumbalı evleri, begonvilli köşkleri, ricaları, istirhamları, efendimleri yitmişti. Eski İstanbul’un Kırım Mahallesi olan Şehremini, güneş görmeyen sokakların arasında kaybolup gitmişti.

Şehreminili Tatar Kemal Amca, 1995 yılının Ekim ayında demiş ki bana, “Sırf pirinçle zerde olmaz, bal lazımdır kazana Baba malI tez biter, evlat ola kazana”

Onun anlattıklarını başını sallayarak tasdik ederdi dükkândaki İstanbul beyefendileri. Eksik kaldığı yerde devam eder, unutursa hatırlatırlardı. Ne çok iltifatlar ederlerdi bana. Ne çok şey ümit ederlerdi. Yirmisinde var yok bir hukuk talebesiydim, bunca ulu insanın lütufkâr sözleri karşısında şaşırırdım. İstanbul’un yok sayılan ruhunu yaşatmaya matuf her türlü hayır hareketinin, cemiyet çalışmasının içindeydi Kemal Amca. Malayani namına hiçbir şey yoktu hayatında. Her işin maddi manevi kâr 57


Ş ehir

ALİ EMİRİ EFENDİ’NİN

ÇEŞMELERLE İLGİLİ MAKALESİ IŞIĞINDA

İSTANBUL’UN PERİŞAN ÇEŞMELERİ VE

AHMED KETHÜDA ÇEŞMESİ

“Ehl-i hayr’ın nâmı âsârıyla dillerde kalûr Âdemi âsârıdır âlemde dâim andıran “ “Hayır ehlinin adı eserleriyle dillerde kalır, İnsanı bu dünyada dâima hatırlatan eserleridir” Salih ŞAHiN*

arihi şehirlerimizin en önemli özelliklerinden birisi de hemen hemen her semtinin, her bir mekân ve sokağının sosyal ve tarihi birçok olaylara şahitlik etmiş olması ve insana birçok sürpriz hazırlamasıdır. Çevrenizle az çok bir irtibatınız bulunuyorsa, hayatınızı sürdürdüğünüz ve yaşam alanı bulduğunuz mekânlarla çok az da olsa bir bağlantı kurabiliyorsanız, bu semtler, bu mekânlar ve bu sokaklar size kendilerini açar, sırlarını sizinle paylaşır ve sizlere her ân ve zaman bu sürprizleri yaşatabilir. Bu şehirde yirmi beş yıldır yaşadığım ve en azından ayda, haftada birkaç kez yolum düştüğü, önünden defalarca geçtiğim halde, Nuru Osmaniye Caddesi’nin hemen girişinde bulunan çeşmenin kitabesini okumayı bir türlü düşünememiş ve ne yazdığını da merak etmemişim. Fakat İstanbul’da birçok çeşme ve sebilin olduğu gibi bu çeşmenin de bir işportacının işgali altında olduğunu, sağına soluna incik boncuk türünden bir şeyler asıldığını görerek hayıflanıp geçtiğimi hatırlıyorum. Dostlarım Av. Beytullah Duymaz Bey’in merakı ve Ömer Veske’nin ‘’şu kitabeyi bir okur musun!’’ ikazı olmasaydı bu kez de yine bu tarihi çeşmenin önünden mutat bir geçiş daha yapmış olacaktım. Başımı kaldırıp kitabeyi okuduğumda, hem kitabenin ifade ettiği anlam ve dile getirdiği sözler karşısında şaşırdım, hem de Hâfız-ı kütüb ve kitapların efendisi Ali Emiri Efendi’nin Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nda yıllarca önce okuduğum bir yazısını hatırladım. Eve döndüğümde ilk işim kütüphanemdeki Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nın 20. cildinde bulunan 31 TE. 1335/31 Ekim 1919 tarihli yazısını arayıp bulmak oldu. Ali Emiri Efendi’nin bundan yaklaşık bir asır önce Vakıflar Nâzırı (bakanı)’na hitaben yazmış olduğu yazısını bu günlere ışık tutması amacıyla sizlerle paylaşmak istiyorum: “İstanbul’un yıkılmakta olan çeşmeleri ve akmayan Evkaf Suları hakkında hasbeten-li’llâh iki hafta mukaddem huzur-ı meâlî-nüşûr cenab-ı sadaret-penahiye takdim ettiğim vicdan-nâme-i çâkeranemin suretidir.

*Beyazıt Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü

sayı//9// nisan 58

Marûz-ı abdi memlükleri müstağni-i arz bulunduğu üzere Evkâf-ı Hümayûn selatin-i kadime-i Osmaniye’nin pek azametli bir müessese-i kadime-i İslamiyesidir. Pek müsib bir idare ile beraber bugünkü günde bir milyon liralık varidâta maliktir. “- Geçen gün Bâb-ı âlî’den Fatih civarına gelinceye kadar Divanyolu Caddesi’nde elli beş çeşme ve sebîl ta’dâd ettim(saydım). Bunların hiçbirisinde bir katre su yok. Bazısının o müzeyyen (süslü) kitabeleri bozulmuş bazısının


sanatlı yaldızlı yazıları tozlar topraklar içinde kalmıştır. Bunları gördükçe dîlhûn (içi kan ağlama) olmaksızın bir gün bile geçmek kâbil olamıyor. Numune olarak Bâb-ı âli Caddesi’nde İran Sefarethanesi’nin üst tarafında herkesin gözü önünde dört yol ortasında önüne zincir gerilmiş ve içi müzahrefât (pislik) ile dolmuş ve üzerindeki güzel yazı ve yaldızların mermerlerini etrafında biten ağaçlar ve otlar şakk (çatlatmış) ve yazıların birçok yerlerini setretmiş olan çeşmeyi gösterebilirim”. Yine Divanyolu’nda Evkaf Nezareti’ne pek civar olan o müzeyyen Sinan Paşa Sebili’nin üstünde: Ve ce’alnâ mine’l mâi külli şeyin hayy (Ve canlı her şeyi sudan yarattık) ve “ve sakâhum rabbuhum şaraben tahûrâ “(Rableri onlara tertemiz bir içecek sunmaktadır”) ayet-i kelimeleri ve “Kale en-nebiyyü sallallahû aleyhi ve sellem: “Men sakâ kafiren fe keennemâ sâme savme sene, ve men sakâ behîmeten fe keennemâ sâme işrîne sene ve men yeki şecerete fe keennemâ sâme erbaine sene ve men sakâ müminen fe keennemâ sâme sebîne sene… sadaka resulullah ve sadaka habîbullah” yazılıdır. Sebilde ise bir damla su yok. Bir mümine bir su vermek yetmiş sene oruç tutmağa muâdil olursa artık bu husus bir müslim için böyle mi çalışmak, yani İstanbul gibi bir payitahtın umûm hayrâtını kurutmak mı icab eder?

Öteden beri her daireye bir nâzır tayin ederler de Evkafa gelince ya Bâb-ı Meşihata (Diyanet İşleri), ya Şûray-ı Devlet (Danıştay) riyasetine veyahut Maârif Nazırlarına (Milli eğitim Bakanı) tevdi’ ederler. Güya dünyada Evkaf-ı Hümayûn Nezareti’nden daha ehemmiyetsiz hiçbir nezaret yokmuş gibi. Veyahut nâzırlar tayin olunursa öyle adamlar tayin olunur ki icraâtı vesile ederek kendi adamlarını ve yahut hamîlerinin mensuplarını kayıra kayıra ihtimal ki bugün ki günde vâridatı masrafını idare etmiyor. Cevâmi’ perişan, ebniye-i hayriye perişan, kütüphaneler perişan, kitaplar perişan, her şey perişan ve şayân-ı te’essüf bir halde! Evkaf Nezareti için ne ecanib (yabancı) müdahalesi gibi bir mazeret ne Anadolu karışıklığı gibi bir mümaneat (engel) var. Evet, bilirim zât-ı destür-ı erhamileri (Evkaf Nazırı) muazzamat-ı umûr ile gece ve gündüz meşgul oldukları gibi Dâhiliye ve Hâriciye ve Harbiye nazır-ı meali müzahirleri de pek mühim işlerle meşguldürler. Bir evkaf nâzırı için cevami-i şerife ve mebani-i hayriyeyi ihyâ ve çeşmeleri hüsn-i icradan başka harici bir vazife var mıdır? Ecanib (yabancılar) Evkaf-ı İslamiye’ye müdahale edip yaptırmıyor mu? Geçen yıl Bayezit Cami-i şerifi’nin harimine girdim. Şadırvanın etrafına kayyımlar dizilmiş ellerinde birer sopa İslam Hristiyan su almağa

59


Ş ehir

Mehmet Çelebi Çeşmesi - Fatih / İstanbul

hücum ediyorlar. Kayyımlar su ancak namaz kılanlara yetişiyor vermeyiz diye sopalarla saldırıyorlar. Çocuklar kimisi ağlıyor kimisi boğaz boğaza su almak için kayyımlara müdahale ediyor. Ecnebi zabitanından birkaçı da ağlayan çocuklardan niçin dövüldüklerini istifsâr (soruşturuyor) ediyor. Ben işe karışmak istedim. Anladım ki fena halde dayak yiyeceğim. Hemen kemal-i teessüfle (büyük üzüntü)oradan savuştum. Hâlbuki şimdi o müdarebeye (kavga) de hacet kalmadı. 400 seneden beri kesilmeyen Bayezid-i Veli Cami Şerifi gibi bir mâbed-i azîmin (yüce mabed) dahi suyu kesildi. Re’y-i kâsiranemce (kendi görüşüm) Evkaf Nazırları o kadar mühim bir vazife ile mükelleftirler ki, hatta siyasi bazı hususâttan dolayı iki de bir de kabine tebeddülâtına (değişikliği) uğramamak ve bi-hakkın vazife-yi diniyye ve kutsiyyesine devam etmek için mümkünse heyet-i vükelâdan (bakanlar kurulu) dahi hariç bırakılmalıdır. Bir kere Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin Evkaf Nezareti’nde mevcut olan vakıfnâmesine olsun bakılsa acaba neler görülür. Yalnız bir şey arz edeyim kâfi; Fâtih-i zîşân efendimiz ber-muceb-i vakıfnâme (vakfiye gereği) yevmiye iki memur tayin etmişdir ki, be-hergün İstanbul sokaklarını dolaşacaklar tebeşir, kiremit boya gibi şeylerle bazı kendini bilmezler tarafından duvarlara çizilen çizgileri münasebetsiz yazı ve resimleri imhâ edip sokaklar menâzır-ı âmmeyi Pâyitaht-ı saltanat-ı seniyyeye lâyık bir halde daima muhafaza edilecek. Velinimet-i bî-minnetimiz Padişahımız efendimiz hazretlerinin ecdâd-ı izam-ı şahanelerinin pek sayı//9// nisan 60

büyük yadigâr-ı kıymettârı olan hayrât-ı celilenin (büyük hayır eserleri) bir taşının bile yerinden oynamamasına ve bir çeşmenin bile bir katre suyunun eksilmesine rızâ-yı hümayûnları olmadığı müsellem-i âlemdir (herkes tarafından bilinmektedir.) Evkafa hüsn-i hizmet edenler dünya ve ahirette kâm-yâb (bahtiyar) ve feyizyâb (feyizli) ve hüsn-i niyetten nükûl edenler (ayrılanlar) hasrü’d-dünya ve’l-âhire olmuşlardır. Hele bazı şeyler vardır ki hakikatte pek mühim olmakla beraber hüsn-i icrâsı pek kolaydır. Bir numûne arz edeyim. El-hâletü hâzihi (Bugünlerde) mesned-i celil-i meşihata revnâkefzâ bulunan Hayderîzâde İbrahim Efendi hazretlerinin evvelki meşihatlarında cevami-i şerife abdesthaneleri pek müteaffin bir hale geldiğini ve hatta Evkaf Nezareti’nin karşısında bulunan Atik Ali Paşa Camii’nin abdesthane ve bevl-hanesi girilmeyecek bir râddeyi bulup teaffünün etrafa da sirayet ettiğini arz etmiştim. Ayan reis-i fezaîlenîsi Mustafa Asım Efendi hazretleri de henüz a’yan olmadığı halde orada hazır idi. Seyhülislam Efendi hazretleri bendenize hak verdi. Mustafa Asım Efendi hazretleri de yerlerinden kalkıp Evkaf Nezareti’ne bizzat tebligat icra ettiydi. O günden o kabinenin tebeddül ettiği güne kadar umûm cevami-i şerife abdesthanelerini pek temiz gördüm. O kabine tebeddül (değişim) eder etmez yine eski hale avdet etti. Her vazifenin elbette bir memuru vardır. Hakk-ı nezret layıkıyla icra olunursa Evkaf’a ait pek çok mühim işler var ki kendiliğinden hâsıl olur. İş vazifesini ve sızıltısızca iş görmek usûl-i mehâsin-şumûlini bilir hamiyyetli nâzır tayinindedir. Zat-ı celil-i hidiv-i a’zamileri kabineyi yeni teşkil buyurmuş oldukları cihetle bu maruzatının zaman-ı adâlet nişan-ı fehamet-penâhilerine ta’allûk ve şumûlü


yoktur. Zât-ı meâli-semât-ı fehamet-penâhilerinin Yemen’den avdet buyurdukları sırada bu abd-i kemîneleri de heyet-i teftîşiye a’zalığına Yemen’e gitmiştim. Gerek zât-ı fehâmet-pehanîlerinin ve gerek ol vakit Yemen Valisi ve şimdi Maliye Nazırı bulunan Tevfik Beyefendi hazretlerinin haklarında şehâdet ederim ki, Yemen’de meşhûr olan reyyal ağaçlarından bir reyyal bile koparmağa tenezzül buyurmadınız. Yanya ve İşkodra vilayetleri maliye müfettişi bulunup Teselya’nın esna-yı fethinde yeni şehire vardığım sırada dahi fütûhât-ı celilenin yed-i yemîn muvaffakiyet ve muzafferiyeti idiniz. Ve kabine-i âlîlerinin umûm heyet-i kiramı de afif-i muktedir müstakim zatlardır. Buna ne ben ve ne de başka kimsenin diyeceği yoktur. Binaenaleyh Evkaf Nezaret-i Celilesine bir münasip nazır tayini ile gerek cevami-i şerife gerek çeşmelerin ve gerek sair umur-u muazzama-i vakfiyenin hâl-i perişanına saye-i muvaffakiyyet-vâye-i hazret-i padişahide zaman-ı fehîmanelerinde nihayet verilmesine bezl-i merhamet buyrulması müsterhamdir. Her hâlde emr-i fermân hazret-i veliyyi’l-emrindir. 18 Teşrin-i Evvel 1335/18 Ekim 1919 Ali Emiri Efendi’nin “numûne” olarak gösterdiği o çeşmeler dizisinden sadece biri olan Ahmet Kethüda Çeşmesi, şehirde sayısı 1500’ü aşan ve günümüzde ancak yarısından daha azı kalan çeşmelerden daha şanslı bir durumda bulunmaktadır. Fakat üzerinden bir asır geçmesine rağmen, yapılış amaç ve gayesinden koparılmış, asli görevini yapacak tâkat ve dermanı kalmamış, musluğundan bir damla su akmaz olmuş, kaderinde maalesef hiç bir değişiklik olmamış, yine üzerinde otlar bitmiş, yine susuzlara bir damla su vermekten mahrum bırakılmış idi. Evet her gün önünden binlerce hatta yüz binlerce, milyonlarca insanın geçtiği ve bir taş parçası olarak gördüğü çeşmenin ta’lik “kitabe taşı’’dile gelip, okuyan ve anlayana yüz yıllar öncesinden âdeta ders vermektedir: Bâni-i evvel ki Ahmed Kethüdâ bir ehl-i hayr Bu mahalde çeşme yapmıştı suyu cârî iken Hocapaşa yangınında muhterik olmuş idi. Çeşme-i nevle hayatın buldu bu câ-yı kühen Hazret-i Abdülhamid Han’ın ulüvv-i himmeti Her harabe-zârı kıldı sû be sû ma’mûr ü şen Cû-yi lütfûn akıdub yaptı yeni bu çeşmeyi Sa’yini meşkûr ide ânın Hüdâ-yı zü’l-mennân “Ehl-i hayr’ın nâmı âsârıyla dillerde kalûr Âdemi âsârıdır âlemde dâim andıran “ Söyledim ‘atşâna Sâib cevherin tarihini ‘Aynidir âb-ı hayâtın nûş kıl bu çeşmeden… 1297/M. 1879

Horhor Çeşmesi - Fatih / İstanbul

I. Mahmut Çeşmesi - Tophane / İstanbul

Kabataş Çeşmesi / İstanbul 61


Ş ehir

ÜSKÜDAR ŞİİR FESTİVALİ’NİN ARDINDAN

ŞAİRLER ÜSKÜDAR’A GELDİ 4-11 Nisan tarihleri arasında Üsküdar Belediyesi’nce düzenlenen Şiir Festivali dünya güzeli bir şehir olan Üsküdar’ı uluslar arası arenada yeniden konumlandırdı ve katılan yabancı şairlerin sunumlarıyla oldukça renkli günler yaşattı. Yerli yabancı toplam 39 şairin katıldığı festival Üsküdar’da bir ilk olarak oldukça başarılı bir etkinlik olarak gerçekleşti. Açılış gecesiyle başlayan yoğun ilgi, ilk kez olması ve 8 güne yayılmış etkinlikleriyle devam etti ve son gün de yoğun bir ilgiyle tamamlandı. Şakir KURTULMUŞ

-11 Nisan tarihleri arasında Üsküdar Belediyesi’nce düzenlenen Şiir Festivali dünya güzeli bir şehir olan Üsküdar’ı uluslar arası arenada yeniden konumlandırdı ve katılan yabancı şairlerin sunumlarıyla oldukça renkli günler yaşattı. Yerli yabancı toplam 39 şairin katıldığı festival Üsküdar’da bir ilk olarak oldukça başarılı bir etkinlik olarak gerçekleşti. Açılış gecesiyle başlayan yoğun ilgi, ilk kez olması ve 8 güne yayılmış etkinlikleriyle devam etti ve son gün de yoğun bir ilgiyle tamamlandı. İlk kez bir şiir festivali, baştan sona şairlerin organizasyonu ve tasarımlarıyla gerçekleşmiş oldu. Festival Başkanlığını Hüsrev Hatemi’nin yaptığı organizasyonda Koordinatörlüğü İsmail Kılıçarslan üstlenmiş ve danışma kurulu, düzenleme kurulu ile birlikte başarılı bir etkinlik ortaya kondu. Açılış günü ve kapanış programında şairler şiirlerini okudular. Festival süresince şiir-severler dolu dolu şiir programları izleme imkânı buldular. Her gün ekipler halinde çeşitli okullara giden şairler burada şiir okuyup öğrencilerle sohbet ettiler. Demlik Kafe’de bayan şairlerin katıldığı şiir etkinliği ikinci günün iz bırakan etkinliğiydi. Festivalin bu yıl ‘Konuk Ülke Somali’ teması ile başlaması önemliydi. ‘Somali Şiir Gecesi’nde katılan şairlerle Somali şiiri üzerine oldukça yararlı olduğunu düşündüğümüz bir söyleşi gerçekleşti. Somali şiiri hakkında çok iyi kaynaklara ulaşma imkânı yok maalesef. Yakın zamana kadar bu konudaki bilgilere bakıldığında Somali için ‘şiir ülkesi’ dendiği görülecektir. ‘Şiir gecesi’nde söz alan konuk Somalili şairler bu şiirin tarihi geçmişi, bugünü konusunda oldukça açıklayıcı bilgi sundular. Yine konuyla ilgili olarak Kenyalı olan aynı zamanda üniversite öğretim üyesi olan şair Muhammed Eno, Somali edebiyatının dünü ve bugünü konusunda geniş bilgi sundu. SOMALİ’DE HAYAT ŞİİR DEMEK! Somali şairlerinden Abdullah Botan da Somali şiirinin bugünü, günlük hayatın içindeki yeri konusunda önemli açıklamalarda bulundu. Ülkede kadınların şiire olan ilgisinin çok farklı bir boyutta olduğunu söyleyen Botan, en iyi şiirlerin de kadınlar tarafından yazıldığını ifade etti. Yine Somalili şair Ladan Osman uzun yıllardır ABD’de ikamet etmekte fakat Somali şiirini temsil yeteneğini de başarıyla sürdürmekte. Ladan da gecede yaptığı konuşmada yerli halkın sömürgecilik nedeniyle büyük sıkıntılar yaşadığını fakat, her şeye rağmen topraklarında göçmen olarak bulundukları ülkenin şiirini tarih boyunca inşa ettiklerini ve koruduklarını ifade etti. Somali’de şiir olmasaydı halkın yaşama gücünün

sayı//9// nisan 62


de olmayacağını ifade eden Osman da, Abdullah Botan gibi kadınların Somali şiirinde çok önemli etkisi ve sesi bulunduğunu belirtti. Yerken, içerken, eğlenirken, hatta yeni doğan bebeklerine isim koyarken bile şiir okuduklarını ifade etti. Yerli ve yabancı genç şairlerin katılımıyla gerçekleşen şiir atölyesinde şairler şiir öykülerini anlatarak günümüz şiirine nasıl baktıkları konusunda görüş beyan ettiler ve süre yeterli olmadığı için gelecek yıl yapılacak çalıştayda genç şairler atölyesinin zamana yayarak daha uzun gerçekleştirilebileceği konusu gündeme geldi. Festival başkanı olan Hüsrev Hatemi ile ilgili gecede ise konuşmacı olarak katılan şairler İbrahim Tenekeci, Suavi Kemal Yazgıç, Yakup Gelir Hatemi hocanın kişiliği, şiiri ve sanatı üzerine görüşlerini açıkladılar.

Uzun soluklu şiir etkinliği ise Bağlarbaşı Kongre ve Kültür merkezi avlusunda müzik eşliğinde İsmail Kılıçarslan, Furkan Çalışkan ve Mustafa Akar’ın katkılarıyla gerçekleşti. İlk kez düzenlenen ‘şiir festivali’nin sekiz gün boyunca Üsküdar’da şiirin sanatın merkezi diyebileceğimiz bir yerde sanatseverlerle, şiir okurlarıyla ve katılımcı şairleriyle renkli bir etkinlik gerçekleştirildi. Değişik coğrafyalardan gelen konuk şairler, yerli şairlerle birlikte Üsküdar’ın güzelliği altında bir araya geldiler. Uluslararası Şiir Festivali, zengin şehir kültürüne sahip Üsküdar’da şiir severlerle tüm katılımcı şairleri buluşturan bir etkinlik olarak anılmaya devam edecektir.

63


Ş ehir

GİRİT MAHALLESİ VE

ALAY KIRAATHANESİ “Montania’da Girit Mahallesi’nde Eski Rum evlerinin kapı kelçeklerinde Saklı bu şehrin kimliği” (Montania Mudanya, şiirinden)

Abdurrahman ADIYAN

udanya’nın tarihi milattan önce 7. yüzyıla dayanır. İlk adının Myrlea olduğu bilinmektedir. 12 İyon şehir devletinden olan Gemlik ve Erdek’in de kurucusu Kolofonlular tarafından kurulmuştur. Zaman zaman işgale uğrayan şehir, Makedonya Hükümdarı 5. Filip (Philippos) tarafından yıkılmış ve yerine, Apameia adı ile yeni bir şehir inşa edilmiştir. Bu şehir de işgale uğramış ve imar edilerek Montania adını almıştır. Mudanya adının buradan geldiği sanılmaktadır. “1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Mudanya’da yaşayan kişi sayısı: 16.683 kişi. Bunların büyük çoğunluğu (%71) Rumlardan oluşmaktadır (11.757 kişi) Mudanya’daki Türk nüfusu ise 4.891 kişi (%29). Rum nüfus 1924 mübadelesinden sonra Yunanistan’a göçmüş, Halkidiki Yarımadası’nda Nea Moudania (Yeni Mudanya) yerleşimini kurmuştur.” diye geçer, resmî kayıtlarda. Gelelim Girit Mahallesi’ne. İtalyan mühendis Piçiretu’nun planladığı mahalle, Rum Mahallesi olarak bilinirdi. Ta ki Girit’ten gelen mübadillere iskân edilinceye dek. Mudanya Osmanlı döneminde ciddi bir yangın atlatıyor. 1870 ila 1880 yılarında yapıldığı tahmin edilen mahallede evlerin altı kazıldığında toprakla beraber kül çıkması bundanmış. Yaklaşık 140 yıllık bir mahalle. Bu mahallenin en belirgin mimarîsi, bütün sokaklarının paralel oluşudur. Ayrıca her sokak dik olarak denize bakar ve nereden bakarsanız bakın, denizi görür, denizden esintiyi alırsınız. Estetik mimarisi göz kamaştırıcıdır. Bu evlerin ortak özelliği, ahşaptır; yapılar kâgir usulle yapılmıştır. Planı: İki katlı; girişte bir oda, arka tarafta mutfak, üst katta ise iki odası vardır, genellikle banyosu merdiven altına yerleştirilmiştir. Osmanlı sivil mimarisi olarak planlanıp yapılsa da, gayrimüslimlerin oturabileceği bir tarzdadır. Girit Mahallesi olarak bilinen, aslında Rum Mahallesi’dir. Mudanya Mütarekesi’nden sonra Rumlar Yunanistan’a yerleşince, Girit’ten gelen Türklerin 5-6 bin civarı da Mudanya merkeze, Dereköy, Aydınpınar, Kumyaka ve Trilye’ye yerleştirilmişler. O zamanlar, Eski Cami’nin doğusunda Türkler, batısında ise Rumlar otururmuş. Bundan mütevellit gönüllerde kabul gören adı: Girit Mahallesi olmuştur. Resmî kayıtlarda Halitpaşa Mahallesi olarak geçer. Günümüzde sit alanı ilan edilmiştir. Bugün Mudanya’da, Mudanya’nın yerlisinden çok Girit göçmeni var desek yeridir. GİRİTLİ MAHALLESİ Girit Mahallesi, Mütareke binasının bulunduğu meydandan başlar. Denize ve birbirine paralel

sayı//9// nisan 64


İtalyan mühendis Piçiretu’nun planladığı Girit Mahallesi, Rum Mahallesi olarak bilinirdi. Ta ki Girit’ten gelen mübadillere iskân edilinceye dek. Mudanya Osmanlı döneminde ciddi bir yangın atlatıyor. 1870 ila 1880 yılarında yapıldığı tahmin edilen mahallede evlerin altı kazıldığında toprakla beraber kül çıkması bundanmış. Yaklaşık 140 yıllık bir mahalle. Bu mahallenin en belirgin mimarîsi, bütün sokaklarının paralel oluşudur.

üç cadde ve bu caddeleri dik kesen sokaklardan oluşur. Kapıdan çıkıp başınızı denize doğru çevirseniz, denizi görürsünüz. Camdan kafanızı uzatıp baksanız da görürsünüz. Hem de esen poyrazı, içinize çekerek... Onca yaşına rağmen bu mahallenin sımsıcak dokusuna, sokaklarının düz ve paralelliğine, denizle iç içe geçmiş komşuluğuna, hayran kalmamak elde değil. Dilerseniz bu şirin mahallenin sokaklarında birlikte gezinelim, ne dersiniz? Mütareke binasından ilk sahil sokağına girdiğimizde, deniz sağımızda kalır, sol tarafımızda, tam köşede bir konak; Rum usulü yapılmış muhteşem bir ahşap evle karşılaşırız. İnsanı hayrete düşürecek denli özenle yapılmış ahşap mimariye örneklik teşkil eden; üç katlı, el oymacılığının zirve yaptığı muhteşem bir yapı! Bu kadar güzeli, eşi-benzeri var mıdır, bilemem! Fakat geçmişe ait kalmış, onarılmamış, el atılmayı bekleyen kadim bir yapı. Devam edelim, Şükrü Bey Yalısı tüm ihtişamıyla karşılayacaktır bizi. Mudanya’nın tarihî tek yalısı olduğunu hatırlatalım. 1895 yılında Osmanlı sivil mimarî örneğiyle inşa edilen yalının, 1987’de restorasyon geçirdiğini mini sarı pirinç tabelası söyler. Onun az ilerisine vardığımızda, “Papazın Evi” diye isimlendirilen son derece güzel bir mimarî ile karşılaşırız. Bembeyaz, kırmızı tuğla çatılı bu

yapı, bizi bir an Avrupa’nın herhangi bir kentinde geziniyormuşuz hissine kaptırır. Sokağın daha ilerisine gitmeyelim! Çünkü o muhteşem tarihî doku, maalesef beton binalarla tahrip edilmiş; âdeta “püfür püfür esen rüzgârın önüne / betondan setler konulmuştur.” Bir üst paralel sokaktan geri döndüğümüzde tekrar o tarihî atmosferi solumaya başlarız. Cumbalı evlerin, tek tük konakların yanı sıra küçücük evlerle bakışırız, bazen bir bakarsınız bir oda genişliğinde minicik bir ev, sıkışmış kalmış öylecene, sanki yüz yıllar öncesine yürüyormuşuz hissiyle anılara dalar, kapılırız. Bu sokaklarda dolaşmak geçmişle gelecek arasında, gelgitler yaşatır. Geçmiş, gizemiyle çeker insanı, derler. Doğrudur! Rumlardan kalma tarihî evlerin her ne kadar bir kısmı restore edilmiş, eski şatafatlı günlerine yeniden kavuşmuşsa da, ancak içlerinde oturanlar, ne yazık ki bir zamanlar bu evlerde yaşayan insanlar değil. Mübadele; insanları evinden, bağından bahçesinden, ocaktaki yemeğinden, geçmişinden geleceğinden, hatta ölüsünden bile ayıran, köklerini koparan bir zulümdür. Hem Türkiye’den giden Rumlar için, hem de Yunanistan’dan gelen Türkler için; bağsız, köksüz, iğreti bir yaşam olmuştur. Mübadele, kelimenin tam anlamıyla bir insanlık dramıdır. İnsanları köksüz kılmak, bağsız etmek, yaşamdan

65


Ş ehir

koparmak, dalı olsa da yaprağı olmayan ağaç misali kuru bırakmak, bir insanlık trajedisi değil de, nedir? Girit Mahallesi’nde yürürken, ister istemez gözlerimiz yukarılara yönelir. Şu daracık sokakların dili olsa da hatıralarını konuşsa! Aralarında yıkılmaya yüz tutanlar da var, perili köşkleri andıranlar da, esrik gözlerini denize çevirmiş sonunu bekleyenler de. Kışın sokaklarda rüzgâr bir kırbaç gibi şaklar yüzümüzde. Sessiz, sakin, ıssızdır; tek tük insanla karşılaşırız. Ölü kent gibidir, ama baharla birlikte canlanır, -kimi yazlıkçılar gelir- rengârenk kesilir, birbirinden güzel bu ahşap evler… Cumbalarındaki fesleğenleriyle, balkonlarından sarkan kırmızı sardunyalarıyla, karanfilleriyle, siklamenleriyle, hanımelileryle, küpeçiçekleriyle, elvan elvan çiçekleriyle ‘hoş geldin’ derler âdeta. Duvar diplerinden fışkıran sarmaşıklarıyla selamlar bizi. Bu sokakların, bu evlerin her biri sanki bir film setinden pasajlar sunar. Bir bakarsınız evler kadar yaşlı, evler kadar tarih kokulu yorgun insanlar, oturmuşlar iskemleye bakınırlar denize. Sanki dalgaların sahile her gelişi onlara uzak diyarlardan bir haber getirir gibi. Sanki dalgaların sahili hırçın vuruşu, onlardan eksilenlerin bir buruk esrimesi gibi… sayı//9// nisan 66

YENİ CAMİ LAZIM Restorasyon geçiren bir kısım özel mülkiyet işletmeye açılmış; butik otel, lokanta, kafe olarak hizmet vermekteler. Sahil bandına paralel veya yakın olanlar, hızla konaktan-işletmeye evriliyor. Elbette Girit Mahallesi’ndeki gezintimiz bu kadar değil. Anlatılması gereken onca yapı var, her birine tek tek değinmek, yazıyı uzatmaktan başka bir işe yaramayacak. Son zamanlarda Vakıflar tarihî dokuyu özenle koruyor, ama öncesinde azımsanmayacak kadar tahribat var. Örneğin Osmanlı’dan kalma Bizans dönemi kilisesinin sinemaya dönüştürülmesi 1953’te olmuş. Şimdilerde kültür merkezine çevrilmiş, aslını kaybettirmekle yetinilmemiş; ön cephesi kara sıva ile -ancak bu kadar kötü olur- tahrip edilmiş. Bu tarihî ve kültürel mirasın bir an evvel aslî kimliğine kavuşturulması, Kültür Bakanlığı’nın ivedilikle takip etmesi gerekenler arasında yerini almalı. Bir başka dokunulması gereken yapı ise 1958 yılında inşa edilen derme-çatma hiçbir mimarî estetikten nasibini almamış; Yeni Cami’dir. Yetkili mercilerin Girit Mahallesi’ndeki tarihî dokuya bir bütünlük kazandıracak Osmanlı veya Selçuklu mimarisiyle bir ‘yeni cami’ yapmaları elzemdir. Girit Mahallesi dışında olsa da son zamanlarda restorasyon geçiren “Tarihi Zeytin Hali Çarşısı”nı da eklemek gerekir fakat bir dipnot düşmek kaydıyla; maalesef


‘Zeytin Hali Çarşısı’nda bir tek zeytin veya zeytin yağı satan dükkân yok! İsmiyle ne kadar da tezat bir çarşı! Ne mi var? Bolca kahvehane, nargile kahvesi… Eğer can kulağı kesilirsek bu yorgun ve yaşlı mahallenin yapılarına; güneşte solmuş, yağmurda akmış boyaları, pencerelerinden hasret kuşlarının kanat tüyleriyle, söylenmeyi dinlenmeyi imleyen yüzlerle, gözlerle karşılaşırız. Belki bunların da gerisinde, tarihin solgun hâtırasında, o hiç görmediğimiz, tanıyamadığımız Rumların, eşyanın tabiatına sinmiş hâl diline hâl kesilir de, dinlersek, sökün ediverir o günlerin iniltisi; belki paslanmış bir kapı kilidi açılıverir dostluğun, kardeşliğin ihtişamlı çağına... Ne dersiniz? ALAY KIRAATHANESİ Tarihî “Alay Kıraathanesi” geçmişten günümüze tanıklığına devam ediyor. Dilerseniz öncelikle Alay Kıraathanesinin geçmişine değinelim. Tek katlı, ahşap, köşe bir bina, dış cephe doğramasının el işçiliği, ayrıca iç tavanı görülmeye değer. Kahvenin altında eskiden buzdolabı niyetine kullanılan üç soğutma kuyusu var. Osmanlı döneminde yapılmış bir iş yeri. İlkin taverna olarak kullanılmış, 1923 öncesinde. O dönemde Mudanya’da Müslümanlar da var, Hristiyanlar da. Tavernada içkili, sazlı sözlü gece eğlenceleri olduğundan Müslümanlar gelmezmiş; dolayısıyla burası Rum nüfusuna hizmet eden bir yermiş. Daha sonra Cumhuriyet’in ilk yıllarında bezzaz pazarı olmuş yani manifaturacı. Ondan sonra 30’lu yıllarda buranın mülkiyetini Kâzım Bozdağ alıp kıraathaneye çevirmiş. O gün için bu iş yerine herhangi bir isim koymamış, tabela asmamış; ama Yetmişinci Alay’a mensup erat, izin günleri buraya geldiğinden adı: “Alay Kıraathanesi” kalmış. İsim hikâyesi böyle oluşmuş. “Alay Kahvesi” de denir. Mehmet Akbaş; “Osmanlı zamanından kalma, ağabeyim Hüseyin Akbaş’a da kaynatasından kalmış.” diyor. Şu an kıraathaneyi Hüseyin Akbaş’ın oğlu Mustafa Akbaş işletiyor. Yolunuz Mudanya’ya düşerse, bu alçak gönüllü kahvenin loş ışıkları altında ya da mevsim yaz ise ağaç gölgesinde damağınızda tadı, anılarınızda hatırı kalacak bir kahve için derim. Alay Kıraathanesi’nde oturmuş Girit mübadilleri ve Girit Mahallesi üzerine sohbet ediyoruz. Kiminle mi? Girit mübadillerinden bir ailenin ferdi; Mehmet Akbaş’la. Onun ailesi de Yunanistan’ın Girit Adası’ndan gelmiş. Mehmet Akbaş, hoşsohbet, kültürüne vakıf biri... Mübadeleden gelen ailelerin o günkü zorluklarından bahsediyor, diyor ki; “Girit’ten gelen Müslüman Türklerin her birine Rum Mahallesi’nden bir ev ve beş dönüm

zeytinlik verilmiş. Yunanistan’da varlıklı olanlar, bunu resmî evrakla ispat ettiklerinde, oradaki yerleri, mülkleri oranında, burada da mülk sahibi olmuşlar. Ama Girit’ten gelen mübadiller arasında varlıklı olmayanlar ise düşünemeyeceğiniz kadar yoksulluk çekmiş.” Mehmet Akbaş, tarih öğretmeni, 1998’de emekli olmuş ama köklerine sıkı sıkıya bağlı biri. “Mudanya yöresinde yaşayan 330 civarında lakap tespit ettim.” diyor. Bunlardan birkaç örnek verelim: “Tabakaci (Akbaş), Kodalemaç (Araç), Sabuncina (Turan) soyadlarını aldılar. Birebir Girit doğumlulardan aldığım bilgilerden yola çıkarak 1030 isim tespit ettim” diye ekliyor. Şu an yaşayan Girit doğumlu Şerif Biricik’in, doksan yaşının üzerinde olduğunu Mehmet Bey’den öğreniyoruz. Tabiî ki mübadele başlı başına bir trajedi olmakla beraber gelenler ve gidenler için de zorluklarla dolu yıllar demekti. Yerleşik halk Girit’ten gelenlere ilkin soğuk davranmış, hatta Türkçe bilmedikleri için “gâvur” demişler. Diyor ki; “Yeni Cami’deki Sakal-ı Şerif, amcam İbrahim Akbaş’ın hanımı Nasip Yengenin Giritli annesinin hediyesidir. Müslüman olmasalar kendilerinde Sakal-ı Şerif ne arasın?” Mehmet Akbaş, gâvur demelerine üzülmüş; “Dedemin adı: Ali; babamın: Mustafa; annemin: Emine; amcamın: İbrahim; ağabeylerim: Hüseyin ve Remzi; kız kardeşimin adı; Meliha, peki nasıl ‘gâvur’ oluyorum anlayamadım?”

Rumlardan kalma tarihî evlerin her ne kadar bir kısmı restore edilmiş, eski şatafatlı günlerine yeniden kavuşmuşsa da, ancak içlerinde oturanlar, ne yazık ki bir zamanlar bu evlerde yaşayan insanlar değil. Mübadele; insanları evinden, bağından bahçesinden, ocaktaki yemeğinden, geçmişinden geleceğinden, hatta ölüsünden bile ayıran, köklerini koparan bir zulümdür. Hem Türkiye’den giden Rumlar için, hem de Yunanistan’dan gelen Türkler için; bağsız, köksüz, iğreti bir yaşam olmuştur.

Alay Kıraathanesi’nden çıkıp yavaş yavaş Girit Mahallesi’ne iniyoruz. Söz yine Mehmet Akbaş’ta, “Şurada aş evi vardı. Bu köşede falancalar otururdu. Yeni Cami’nin yeri boş arsaydı çelik çomak oynadığımı iyi hatırlarım.” Söz uzuyor, adımlarımız bir sokaktan diğerine varıyor, sokakları ince ayrıntısına varana dek anlatıyor, kimler gelip geçmiş, bir bir naklediyor. Bilgisini esirgemeden sunuyor. Yönümüzü Arnavutköy’e doğru verdiğimizde köşede bir derneğin tabelasını görüyoruz, kapısını aralayıp derneğin müdavimlerine selâm veriyoruz. Giritli ve Yanyalıların bu yıl kurdukları dayanışma derneğiymiş. Derneğin müdavimleriyle yaptığım sohbette, yazmakla bitiremeyeceğim kadar dokümanla doldum. Fakat yazının muhtevasını da aşmak istemiyorum. İyisi mi anlatmayı bir kenara bırakalım da sizleri Mudanya’ya bu tarihî ve kültürel dokuyu görmeye davet edelim. Mimarların, sanat tarihçilerinin, ressamların, fotoğraf sanatçılarının, şairlerin, yazarların velhasıl meraklısının görmesi gereken bir yer, deyip sözü Marcel Prust’a bırakalım: “Esas yolculuk, aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.” 67


Ş ehir

RUMELİHİSARI

FETHİN KAPISIDIR Hisarın kitabesi sırra kadem basmış kapısından adım atar atmaz “zamanın ruhu” benliğimizi terkedip, tekerrür eden tarihin kucağına bırakıyor... “Ya ben İstanbul’u alırım, yada İstanbul beni” diyen 20’lik delikanlı 2. Mehmed, İstanbul’u ne kadar çok istediğini Rumelihisarı’nı inşa ettirmesindeki dehasıyla ortaya koyuyor. İstanbul Boğazı’ndan geçişleri kontrol etmek ve fethi gerçekleştirmek için Anadolu Hisarı’nın karşısına dikilecek yeni bir hisarın planını çiziyordu. Sabri GÜLTEKİN

unus Emre’nin dizelerinde ölümsüzleşen “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin” ifadeleri, zaman ahde vefasızlık elbisesini giydikçe daha derinden hissettiriyor kendisini. Bu hissi her ne kadar 3 Mayıs 2013 günü Başbakan Ahmet Davutoğlu, Fatih’in 532 yıl önce ebediyete göçtüğü GebzeHünkar Çayırı’ndaki törende yaptığı konuşmada, “Fatih Sultan Mehmet Han’ı anlamak, bizim için ulu bir vazifedir, bir görevdir, sık sık, tekrar tekrar hatırlamamız gereken kaçınılmaz bir vecibedir. Çünkü o, bizim siyasetimizin, medeniyetimizin zirve şahsiyetidir” sözleriyle hafifletmeye çalışsa da hüznümüze derman olamadı. Sadece su serpti ölüm uykusundan uyanan toprağın üzerine. BOĞAZ’I DÜĞÜMLEYEN RAHMET TANELERI Bahar uykusundan uyanmaya çabalayan İstanbul’un Boğazı renkten renge giriyor. Biraz ötede ise Fatih’in ebedi istirahatgâhının çevresinde farklı bir iklim yaşanıyor. Fevzipaşa Caddesi her zamanki gibi akan insan selinde boğuluyor, araçlar gıdım gıdım Vezneciler, Taksim’e ve Eminönü’ne doğru ilerliyor. Bozdoğan Su Kemeri’nden tıkanmaya başlayan trafik, her Cumartesi ve Pazar gününde olduğu gibi Ragıp Gümüşpala Caddesi’nde kilitleniyordu. Menzile ulaşma gayretinde olan yolcuların kimisi “yâ sabır” çekerken, kimisi ağlayan bebesini susturmaya çalışıyor. Kimisi alnından akan sıkıntıdan mülhem teri silmekle meşgulken, kimisi Eminönü’nde yiyeceği “balık-ekmeğin” hayalini kuruyordu. Galata Köprüsü’nü herc -ü merc içerisinde geçenlerin bir çoğunu Kabataş’ta bir sürpriz bekliyor. Tayy-i mekân yapmışçasına birdenbire değişen havayla herkes sağanağın ortasında kalıyor. Biraz önce buram buram terleyenler, kutuplara gelmişçesine çantalarından çıkardıkları giyeceklerini alelacele üzerlerine geçiriyordu. Her zaman cömertçe maviliğini misafirlerine sunan Boğaz, üzerine çöken yağmur zerrelerinin içinde boğuluyor. Rumeli ve Anadolu yakaları birbirlerinden ayrılmış sevgili gibi amansız bir hasret karamsarlığına tutuluyor. Kabataş’tan başlayan yağmur Arnavutköy’de son buluyor. Bebek’te ise hava birden bire bahara dönüşüyordu. “GÖRÜNMEZ BIR MEZARLIKTIR ZAMAN” Erguvan ağaçlarının mor ve pembe çiçekleri, Çengelköy’den Anadolu Hisarı’na kadar göz alabildiğince misafirlerinin gözlerini şenlendiriyor. Ulu bir çınar gibi duran Rumelihisarı’nın gölgesindeki Aşiyan, yeşilin bütün tonlarıyla

sayı//9// nisan 68


“ölümden sonraki hayatı” hatırlatıyor. Yahya Kemal Caddesi’ndeki Aşiyan Kabristan’ında uyuyan Attila İlhan, “görünmez bir mezarlıktır zaman / şairler dolaşır saf saf / tenhalarında şiir söyleyerek / kim duysa / korkudan ölür // -tahrip gücü yüksek- / saatli bir bombadır patlar / an gelir /Attila ölür” dizeleri başucundaki beyaz mermerde yeniden cana geliyor. Dökülmeye yüz tutmuş erguvan tomurcukları “her nefis ölümü tadacaktır” gerçeğini hâlâ toprağın üzerinde nefes alıp verebilenlere fısıldıyordu. Heyhat!.. Sahilde kurulan çilingir sofralarında kadehlerini tokuşturanlar bu fısıltıları umursamıyor. Oltalara takılan balıklar can havliyle çırpınırken, genç kızların türbanları mini etekli hoppaların yanaklarına savruluyor. Gösteriş budalaları son model arabalarıyla hız denemesi yaparken, züppeler motosikletlerinin egzozunda çıkardıkları seslerle senfoni yapıyordu. “YA BEN İSTANBUL’U ALIRIM…” Hisarın kitabesi sırra kadem basmış kapısından adım atar atmaz “zamanın ruhu” benliğimizi terkedip, tekerrür eden tarihin kucağına bırakıyor... “Ya ben İstanbul’u alırım, yada İstanbul beni” diyen 20’lik delikanlı 2. Mehmed, İstanbul’u ne kadar çok istediğini Rumelihisarı’nı inşa ettirmesindeki dehasıyla ortaya koyuyor. İstanbul Boğazı’ndan geçişleri kontrol etmek ve fethi gerçekleştirmek için Anadolu Hisarı’nın karşısına dikilecek yeni bir hisarın planını çiziyordu. 1452’nin baharında mimar Muslihiddin’in kontrolünde başlanan 31.250 metrekarelik alanda 15 kule, 1 cami, 2 çeşme planı bulunan inşaat, 7 bin işçinin gece gündüz demeden çalışarak 4 ay 13 günde bitiriliyor. Bu süreçte deniz kenarındaki büyük kulenin inşaatı Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa, güneybatıdaki kulenin inşaatı Zağanos Paşa, kuzeydeki kulenin inşaatı ise Saruca Paşa işçileri teşvik için omuzlarında taş taşıyarak burçlara isimlerini kazıyorlardı. 400 muhafız ve topçuya komuta eden Firuz Ağa, Boğaz’ın en dar yerindeki bu dünyanın en özel ve azametli kalesinden düşmana geçit vermiyor. Fethin ilk adımı Rumelihisarı (Boğdoğan)’ndan atılıyor. İstanbul’u fethedecek güzel kumandan ve askerleri buradan müjdeli şehre yöneliyor. İstanbul bizim oluyordu. FETHİN MAHREMİNE DOKUNAN ZİHNİYET Yüzyıllar sonrasına döndüğümüzde ise hezimetler silsilesi burçların arasında fink atıyor. Manzara görmek, duymak istemediğiniz gerçeklerle başbaşa bırakıyor.

Doğal afetlerin yanında, diğer eserlerimizin başına gelenler maalesef Anadolu Hisarı’nın da başına geliyor. İçine gecekondular yapılıyor, bu da yetmezmiş gibi Fatih Sultan Muhammed Han tarafından yaptırılan Ebul Feth Camii’nin bulunduğu kısımda 1960 yılından itibaren Hisar Açık Hava Tiyatrosu oluşturuluyor. Bundan birkaç yıl öncesine kadar Rumeli Hisar Konserleri adı altında rezilliğin daniskası yaşanıyordu. Rumeli Hisarı şimdilerde sessiz, sadece sarnıçtaki su şırıltısı ve kuş sesleri hâkim duvarlarının arasında. Uyanan baharın her yere neşe saçtığı bağrında kulelerin kapıları kelepçelenmiş zindan kapısı gibi. Mahremine dokunan zihniyetlerle, dışarıdan içeriye sızan göz izlerinin verdiği tedirginlik her halinden belli oluyor. Boğaz’da yolunu şaşırıp kendisini ziyarete gelenleri anaç bir tavırla bağrına basıyor. Bütün umursamazlıklara rağmen, Rumelihisarı bütün heybetiyle “fethin ruhu”nu hâlâ haykırmaya devam ediyor. İstanbul’un fethinin anısına dikilmiş bir abide olarak Boğaz’ın kıyısında soylu bir sessizlikle yükseliyor. Burçlara dizilen taşlar Fatih’in İstanbul’una kol-kanat geriyor. Nerede olursanız olun, İstanbul’u hissedin. Ne yapın, ne edin bir gün mutlaka yolunuzu Rumelihisarı’na düşürün. Fethin temeline döşenen burçların arasında gezinirken çocuklarınıza “çağ kapatıp, çağ açan”ların hikâyelerini anlatın.

69


Ş ehir

KERVANSARAYLAR

BİZE NE ANLATIR Biz bu yazımızda pek ortalıkta görünmeyen abidelerimizden söz edeceğiz. Kervansaraylardan ve düşündürdüklerinden… Orta Çağ’da Doğu ile Batı’yı birleştiren dünya ticareti iki yolla yapılmaktaydı. İpek Yolu ve Baharat Yolu… İpek Yolu’nun önemli bir kolu Çin’in Şian kentinden başlar, altı ülkeden geçerek İran üzerinden Anadolu’muza kavuşurdu. Bu yol, Selçuklular döneminde ülkeyi doğu-batı, kuzeygüney yönünde müthiş bir ağ şeklinde örmüştür. Başkent Konya bu ağın merkezini oluşturuyordu. Anadolu, XII. yüzyılın sonlarında milletlerarası ticaretin merkezi olmuştu.

Nidayi SEVİM

mrünü Osmanlı mezarlıklarını araştırmaya vakfetmiş “deli”lerden olan Fâzıl İsmail Ayanoğlu, “Ortada mevcut yüksek san’at âbidelerimiz -faraza- olmasaydı bile, mezarlıklarımızda bulunan nihayetsiz eserler, bu milleti medeniyet göklerine çıkarmaya kâfi gelirdi.” diyordu. Mezar taşlarının önemini anlatan bu veciz ifadeyi zaman zaman dile getiririm. Peki, neydi ortadaki yüksek sanat abidelerimiz? Camiler, köprüler, şifahaneler, imaretler, medreseler, kümbetler, çeşme ve sebiller... Liste uzayıp gidiyor. Biz bu yazımızda pek ortalıkta görünmeyen abidelerimizden söz edeceğiz. Kervansaraylardan ve düşündürdüklerinden… Orta Çağ’da Doğu ile Batı’yı birleştiren dünya ticareti iki yolla yapılmaktaydı. İpek Yolu ve Baharat Yolu… İpek Yolu’nun önemli bir kolu Çin’in Şian kentinden başlar, altı ülkeden geçerek İran üzerinden Anadolu’muza kavuşurdu. Bu yol Selçuklular döneminde ülkeyi doğu-batı, kuzey-güney yönünde müthiş bir ağ şeklinde örmüştür. Başkent Konya bu ağın merkezini oluşturuyordu. Anadolu, XII. yüzyılın sonlarında milletlerarası ticaretin merkezi olmuştu. Ekonomi politikalarını ve fetihlerini milletlerarası ticaretin konumuna göre düzenleyen Selçuklu sultanları, Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna, ana ticaret yollarından ara yollara kadar her alanda kervansaray yaptırmıştı. Sultanların ve devletin ileri gelenleri tarafından bir vakıf eseri olarak yaptırılan kervansaraylar, özünü yardımlaşma ve insani duygulardan almıştı. Batı, Orta Çağ’ın karanlık günlerinde bocalayıp dururken, İslam medeniyeti göz kamaştırıyordu. Selçuklular Önasya’da müreffeh bir toplum meydana getirmişti. Anadolumuz ve havzası yüzlerce yıl bu bereketten nasibini aldı. 9 SAATLİK MESAFEDE ARALIKLARLA İNŞA EDİLİRLERDİ… Anadolumuzun tarihî yolları üzerinde kurulan ve kamu yararı adına hizmet veren bu yapılar kesme taştan yapılmış, kale gibi sağlam olup anıtsal niteliktedir. Dönemin mimari özelliklerini taşıyan ve çeşitli süsleme motifleriyle bezeli bu kervansaraylar o zamanın birer ticaret, sosyal yardım ve kültürel müesseseleri idi. Kitabelerinde, kaynaklarda han ve ribat olarak da isimlendirilmiştir. Han diye isimlendirilenler daha ziyade tali yollar üzerinde inşa edilen daha küçük ölçekli yapılar için kullanılıyordu. Şebnem Akalın, kervansaraylarla ilgili makalesinde ribatlar için şu bilgileri veriyor: “Ribatlar, sınır boylarında ve stratejik yerlerde ordu birlikleriyle binek

sayı//9// nisan 70


Anadolumuzun tarihi yolları üzerinde kurulan ve kamu yararı adına hizmet veren bu yapılar kesme taştan yapılmış, kale gibi sağlam olup anıtsal niteliktedir. Dönemin mimari özelliklerini taşıyan ve çeşitli süsleme motifleriyle bezeli bu kervansaraylar, o zamanın birer ticaret, sosyal yardım ve kültürel müesseseleri idi. Kitabelerinde, kaynaklarda han ve ribat olarak da isimlendirilmiştir. Han diye isimlendirilenler daha ziyade tali yollar üzerinde inşa edilen daha küçük ölçekli yapılar için kullanılıyordu.

hayvanlarının konakladığı, ileri harekâtlar için askerî amaçlı yapılardır. IX. yüzyılın sonlarına doğru Müslümanlığın yayılmasıyla sınır boyunca yapılan ribatların işlevi değişerek hankaha ve özellikle ticaret yolu üzerinde olanlar kervansaraya dönüşmüştür.” Kervansaraylar deve yürüyüşüyle yaklaşık 9 saatlik (40 kilometrelik) mesafede aralıklarla inşa edilirdi. İçerisinde kervanların her türlü ihtiyacını karşılayacak miktarda malzeme ve donanım mevcut idi. Kervansaraya gelen kervanlar hava kararmadan içeri girmek, aydınlanmadan da dışarı çıkmak zorundaydı. Dışarı çıkmadan önce ortaya çıkan tellal, kervanların eksik ve yitiklerinin olup olmadığını sorar, eğer bir eksiklik varsa kapılar bu eksiklik giderilmeden açılmazdı. Buralarda her milletten insan konaklayabiliyordu. Kervansarayın büyüklüğüne göre insanlar ve kervanlardan buralarda üç ile yedi gün hiç ücret alınmazdı. İstisna olarak bazı çok fonksiyonlu, sultanların ve devlet ileri gelenlerinin konakladığı kervansaraylarda ücret alınıyordu. Kale görünümünde ve kalitesindeki bu yapılar barış zamanında ticaret, savaş durumlarında ise askerî amaçlar için kullanılabiliyordu. Ayrıca bu mekânların günün koşullarına göre haberleşme

yani posta hizmetlerini de üstlenmiş olduğunu belirtmeliyiz. ANADOLU’DAKİ BAZI ÖNEMLİ HANLAR… Kervansaraylar yalnız kapalı, yalnız açık ve hem açık hem de kapalı olmak üzere üç gruba ayrılırdı. Büyük çoğunluğu ve en önemlileri kapalı ve açık iki bölüme sahip olanları teşkil ederdi. Bunların avlusunda köşk mescidi bulunan en büyüklerine “Sultan Hanı” denilmekte idi. Kervansarayların yolcu, hayvan ve yükleri soğuk ve sıcaktan korumak için kullanılan kısımları “develik” diye isimlendirilirdi. Develiklerin içindeki yüksek sekilere yükler konulmakta, bazen kervan görevlileri burada kalabilmekte, hayvanlar için yemlik ve bağlama elemanları bulunmaktaydı. Avluları çevreleyen sıra hücreler semerci, urgancı, nalbant, demirci atölyeleri, mutfak, hamam, tıbbi yardım, çayhane veya kahvehane, yatak bölümü ve görevli odaları gibi çeşitli hizmet birimi elemanları için ayrılırdı. Bir kervansarayın temel işleyişini sağlayan yasal ve parasal mekanizma, döneme ilişkin vakfiyelerde tanımlanırdı. Buna göre kervansaray çalışanları, çalışanlar başında yer alan nazır, kontrolleri yapan bir müsrif, bir mütevelli, bir hancı, bir muzif

71


Ş ehir

Kervansaraya gelen kervanlar hava kararmadan içeri girmek, aydınlanmadan da dışarı çıkmak zorundaydı. Dışarı çıkmadan önce ortaya çıkan tellal, kervanların eksik ve yitiklerinin olup olmadığını sorar, eğer bir eksiklik varsa kapılar bu eksiklik giderilmeden açılmazdı. Buralarda her milletten insan konaklayabiliyordu. Kervansarayın büyüklüğüne göre insanlar ve kervanlardan buralarda üç ile yedi gün hiç ücret alınmazdı. İstisna olarak bazı çok fonksiyonlu, sultanların ve devlet ileri gelenlerinin konakladığı kervansaraylarda ücret alınıyordu

(sorumlu müdür), emir havayıcı (gerekli erzak ve malzemeyi sağlayan), aşhanede bir aşçı, bir baytar, atlı bir hizmet adamı, mescit için bir imam ve müezzin olarak kaydedilmiştir. Bu mekânların en önem verilen ve gösterişli bölümleri kuşkusuz mescitleridir. Özenle işlenen, süslenen mescitler alt ve üst katta bir hücrede olabildiği gibi avlunun ortasında müstakil vaziyette de olabiliyordu. Bu tiplere “köşk mescidi” deniyordu. Bu tarz kervansaraylara “sultan hanı” denirdi. Anadolu’muzdaki önemli kervansaraylardan bazıları ve inşa tarihleri şöyle: Mama Hatun Kervansarayı, Erzincan’ın Tercan ilçesinde… Anadolu’da kurulan, ilk Türk beyliklerinden olan, merkezi Erzurum’da bulunan Saltukoğulları Hükümdarı II. İzzettin Saltuk’un kızı olan Mama Hatun, 1191 yılında Saltukoğulları Beyliği’nin hükümdarıdır. Kızılören Hanı, 1206-7, KonyaBeyşehir karayolu üzerinde. Sultan Han, 1229, Aksaray-Konya karayolu üzerinde. Alara Han, 1229-30, Antalya-Alanya karayolundan 8 kilometre içeride. Ağzıkara Han, 1231-36, Aksaray Nevşehir karayolu üzerinde. Ertokuş Hanı, 1233, Beyşehir-Eğirdir karayolu üzerinde. Zazadin Han, 1235-36, Konya’ya 22 kilometre uzaklıkta. Susuz sayı//9// nisan 72

Han, 1237-46, Burdur-Antalya karayolunun 2 kilometre içerisinde. Sarıhan, (Saruhan) 1238, Avanos-Ürgüp kara yolu üzerinde. Kırkgöz Han, 1326-46, Burdur-Antalya karayolundan yaklaşık bir kilometre içerde. Koza Han, 1491 Bursa… Ali Kılcı ve Gökçe Günel tarafından Türk Ocakları Genel Merkezi için hazırlanmış ve Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 2013 yılında yayımlanmış “Anadolu’da İpek Yolu, XI-XIV. Yüzyıllarda Yollar ve Kervansaraylar” isimli çalışmada kervansaraylarla ilgili önemli bilgiler bulunuyor. Selçuklular döneminden günümüze 270 civarında kervansarayın ulaştığını, bunların bir kısmının tamir edildiğini, diğer kısmının ise üzerinde çalışmaların devam ettiğini bu çalışmadan öğreniyoruz. Çalışmada Kayseri-Konya çevresinden 28 kervansarayın son durumuna ait bilgilere ve fotoğraflarına da yer verilmiş. 44 kervansaray ile ilgili de kısa notlar düşülmüş. Ayrıca kervan yollarına ait güzergâhlar detaylı bir şekilde anlatılmış. Restorasyonu yapılan kervansarayların tarihleri incelendiğinde 195060, 1983-91, 2003-13 yıllarında gözle görülür bir faaliyet fark ediliyor. Bununla birlikte harabe hâlinde bulunan kervansaraylarımız önemli bir


yekûn tutuyor. Ayrıca restorasyonu yapılan bazı kervansarayların amacı dışında işgal edildiği ve tarihî konumuna uygun düşmeyen maksatlar için kullanıldığını da zikretmeliyiz. KERVANSARAYLAR BUGÜNE NELER SÖYLÜYOR? Osmanlı mimarisinde de askerî amaçla yapılmış, aynı zamanda büyük külliyelerin parçası olan kervansaraylar ayrı bir yer tutmaktadır. Anadolu’da milletlerarası ticaretin azalması ve ticaret yollarının güzergâhının değişmesiyle İpek yolu zaman içerisinde önemini ve canlılığını yitirdi. Kervansaraylar da artık işlevsiz hâle geldi. Bazıları (Kayseri Karatay Hanı gibi) zâviyeye dönüştürüldü. Bugün kervansaraylar dünkü amaçlarına göre hizmet vermese de varlıklarıyla hâlâ bize bir şeyler fısıldıyor. Kervansarayları incelediğimizde ulaşım, yol güvenliği, barınma-konaklama ve lojistik hizmetlerinin yüksek seviyede sağlandığını görüyoruz. Bu müesseselerin devletin bekası için hayati önemi haiz olan canlı ve dinamik bir ticari hayatın alt yapısını oluşturduğu şüphesiz. Diğer yandan böyle düzenli bir hizmet ağının varlığı kuşkusuz devletin topraklarında idareyi güçlü bir şekilde sağlamasına da olanak verir. Osmanlı’nın çöküşüne, gerilemesine sebep olarak genellikle Avrupa’nın bilimsel-teknolojik üstünlüğünü ileri süreriz. Fakat bu teknolojik üstünlüğün nasıl yakalandığını pek sorgulamayız. Biraz incelediğimizde bu sermaye birikimi ve teknolojinin arkasında keşifler sonucu oluşturulan yeni ticaret yollarının, alternatif ulaşım-iletişim ağlarının olduğunu görürüz. Sonrası malum. Fakir halkların yer altı ve yer üstü kaynaklarının sömürülmesi. Bu hırsızlar bütün kaynaklarımızı çaldığı gibi kültürümüzü tarihimizi de çaldılar. İslam toplumunun yiğit gençleri artık Batı’nın egemen toplumsal paradigma yalanlarını yutmuyor. Kendileri de bu kâğıttan kaplanın yok olmak üzere olduğunu anladı. Jack Goody, Tarih Hırsızlığı isimli eserinde bu hırsızları şöyle tarif ediyor: “Avrupa merkezli tarih anlayışının iddia ettiği gibi, Avrupa ile Asya arasında keskin bir ayrım yoktur, bir süreklilik söz konusudur. Avrupa merkezli tarih yazıcılığı Asya’yı veya Avrupa dışındaki bir coğrafyayı dünya tarihinin dışarısında tutmuştur. Bu nedenle, dünyanın diğer kıtaları ve bölgeleri de dünya tarihinin içerisine dâhil edilmelidir. Batı; zaman, mekân, uygarlık ve aşk hırsızlığı yapmaktadır.” Bugün geldiğimiz noktada yeni İpek Yolu hamlelerine şahit oluyoruz. Dünya ölçeğinde hava alanları inşası, enerji koridorlarının açılması, farklı alanlarda ortaklık arayışları bu cümleden sayılabilir. Bize biçilen deli gömleğini üzerimizden çıkarmak için küçük de olsa

bir çaba, kıpırdama var. Fakat beşli çete ve şürekâsı sürekli tepemizde… Bütün dünya bu diriliş kıpırdanmalarının karşısında… Tabii biliyorlar ki bu dev bir uyanırsa pir uyanır. Biz vazgeçmeyeceğiz. Yeniden medeniyetin yollarını inşa edeceğiz. En azından bunun hayallerini kuruyoruz. Hayallerimize de gem vuramazlar ya! Bu minvalde şunu da belirtmemiz gerekir ki dünün kervansarayları bugünün otelleri, lokantaları, alışveriş merkezleri, terminalleri, garları, tramvayları ve metrolarıdır. Karaköy’den Eminönü’ne gidecek bir turisti korsan taksi ile çevre yoluna çıkarıp İkitelli’den dolaştırarak Sultanahmet’ten Eminönü’ne getirirsek bir medeniyet inşa edemeyiz. Mağazamıza gelen bir yabancı müşteriyi yolunacak kaz gibi görürsek, adres sorandan ücret talep edersek bu yolda mesafe kat edemeyiz. Bol bol din düşmanı inşa ederiz. Kendimizin de kötü sonunu hazırlamış oluruz. Kervansaraylar işte bunları fısıldıyor bize…

73


Ş ehir

İKİ ŞAİR, BİR ŞEHİR İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Erbay KÜCET

ağlar boyunca meydana getirdiği kültürel atmosferi sayesinde şairlerin ve sanatçıların dikkatini çeken İstanbul şiirlere konu olmuştur. İstanbul, tüm edebiyatçıların gözdesi olmuştur. Edebiyatımızda İstanbul’u konu edinmiş çok sanatçımız mevcuttur. Nedim’in şiirlerinde “İstanbul”u bulup, dönemin sosyal hayatını şiirlerle duyumsarız. Şairler gördüklerinin arka planını sanatsal kaygılarla mısralarına taşırken, gönüllerindeki duygu yoğunluğunu da şiirlerine yansıtırlar. Gördüklerini iç dünyalarıyla harmanlayarak düşüncelerini dışa vuran şairler için bir şehir, bir toplum, bir mimari yapı, dağlar, gökyüzü ve bulutlar olsun fark etmez. Zira şair dış dünyadaki gözlemlerini kağıda dökerken, duygusunun esiridir. İşte İstanbul denildiğinde birlikte anılan iki ünlü isimden söz etmek istiyorum: Yahya Kemal Beyatlı ve Orhan Veli Kanık. Aynı dönemde yaşamalarına karşın, sanat anlayışları, dünya görüşleri ayrı olan bu iki ünlü ismin yazdıkları şiirler de farklı bakış açılarının izlerini görmemiz doğaldır. Yahya Kemal, 1884-1958 yılları arasında yaşamış, Türkiye tarihinin dil ve sanat hatıralarını, kültür mirasını duygu ve düşüncesiyle birleştirerek millî bir söyleyiş kazandıran şahsiyet. Orhan Veli ise 1914-1950 yılları arasında yaşamış, duygudan çok akıla hitabeden, alaycı üslupla sıradan insanların gündelik yaşantısından bahseden, konuşma dilini şiire aktaran şahsiyet. Çocukluğu Üsküp’te geçen Yahya Kemal Arapça ve Farsça bilmektedir.1902’de İstanbul’a gelmiştir.18 yaşında Paris’e giden şair daima ufuklar ötesini istemiştir. Destan şairi Yahya Kemal aynı zamanda vatan şairi olarak da ünlenmiştir. O, bütün Türk vatanında en çok İstanbul’u sevdiğini ve şiirlerinde de bir vatan beldesi olarak, en çok İstanbul’u terennüm ettiğini açıklıkla belirtir. İstanbul’u bütün Türkiye’nin açıklanıp anlatıldığı bir şehir olarak görüp, seven Yahya Kemal, Avrupa’da hayli üzgün olduğu ve vatana derin özlem duyduğu bir gün, “Bedri’ye Mısralar” adıyla dile getirdiği bir şiirde bütün bir vatan sevgisi anlamına Gelmek’çün ikinci bir hayata, Bir gün dönüş olsa ahiretten: Her ruh açılıp da kâinata, Keyfince semada tutsa mesken; Talih bana dönse, zaikane, Bir yıldızı verse malikâne; Bigâne kalır o iltifata, İstanbul’a dönmek isterim ben. diyerek İstanbul sevgisini dile getirmektedir.

sayı//9// nisan 74


İstanbul’dan hiçbir zaman ayrılmayan Orhan Veli’nin İstanbul sevgisi Yahya Kemal’in sevgisiyle örtüşmez. Yani “O deryalar ki derya içinde deryanın kıymetini bilmezler” manasını üzerinde taşıyan bir şahsiyettir Orhan Veli. İstanbul’da yaşadığından dışarıdan bakılan bir İstanbul’u görememektedir. Bu da gayet normaldir. Orhan Veli İstanbul’un tarihî, kültürel ve manevî dokusunu değil, çağının insanlarını gözlemleyerek somut İstanbul’u anlatmaktadır. İskeleyi, balıkçıları, kahvehaneleri, sokakları, gemileri resmederken günlük yaşantıdan bahseder. Derinlik ve arka planı yoktur. Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve Cahit Sıtkı’nın izleri bulunan şairin dili akıcı ve sadedir. Sıradan insanların gündelik hayatından bahsederken, şiirde bütün edebi sanatları atar, yerine yalın ve bir miktar hiciv taşıyan bir söyleyiş getirir. Orhan Veli “Galata Köprüsü” şiirinde Dikilir Köprü üzerine, Keyifle seyrederim hepinizi, Kiminiz kürek çeker sıya sıya; Kiminiz midye çıkarır dubalardan; Kiminiz dümen tutar mavnalarda; Kiminiz çımacıdır halat başında; Kiminiz kuştur, uçar, şairane; Kiminiz balıktır, pırıl pırıl, Kiminiz vapur, kiminiz şamandra; Kiminiz bulut, havalarda; Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı, Şıp diye geçer Köprü’nün altından; Kiminiz düdüktür, öter; Kiminiz dumandır, tüter; Ama hepiniz, hepiniz... Hepiniz geçim derdinde; Bir ben miyim keyif ehli, içinizde? Bakmayın, gün olur, ben de Bir şiir söylerim belki sizlere dair; Elime üç beş kuruş geçer; Karnım doyar benim de. mısralarıyla Galata Köprüsü’nde gördüklerini resmeder. Görüldüğü gibi şiir cümlesinden çok, yalın, sade ve nesire dönük bir anlatımdır. Öte yandan seçtiği konu da Yahya Kemal’in İstanbul’una hiç benzememektedir. Yahya Kemal “Hayal Şehir” şiirinde; Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak! Bir zaman kendini karşındakini rüyaya bırak! Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan; Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan; İlah isteyip eğlence hayalhanesine, Çevirir camları birden peri kaşanesine. Som ateşten bu saraylarla bütün karşıyaka Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka

Mestolup içtiği altın şarabın zevkinden. Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nice yüzbin senedir şarkın ışık mimarı Böyle mamur eder ettikçe hayal Üsküdar’ı. O ilahın bütün ilhamı fakat anidir; Bu ateşten yaratılmış yapılar fânidir; Kaybolur hepsi de bir anda kararmakla batı. Az sürer gerçi fakir Üsküdar’ın saltanatı; Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına; Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına, Ezeli mağfiretin böyle bir ikliminde Altının göz boyamaz kalpı kadar halisi de. Halkının hilkati her semtini bir cennet eden Karşı sahilde, karanlıkta kalan her tepeden, Gece, birçok fıkara evlerinin lambaları En sahih aynadan aksettiriyor Üsküdar’ı mısralarında ahenk ve dil musikisi ön plandadır. Görüldüğü gibi Yahya Kemal şiirlerini mırıldanarak kendine en uygun kelimeyi arayarak söylemiştir. Zaten ona göre şiir, “Öz şiir odur ki dilde gezer mesel gibi mısra” dır. Yahya Kemal’in İstanbul’unu düşünürsek, çok süzülmüş bir İstanbul’a her kuşağın bakışı da, şehrin değişimiyle değişmektedir. Garip kuşağı İstanbul’a başka türlü bakmaktadır. Bu iki bakış arasındaki fark insan farkından kaynaklanmaktadır. Gözlemleri farklı iki insanın, sanat anlayışları farklı iki insanın farkıdır. Mesela Yahya Kemal, Koca Mustafapaşa’yı Osmanlı kültürünün devamı içinde anlatırken, Orhan Veli tarihi perspektifi terk ederek bir başka anlatmaktadır. Yahya Kemal, Balkan şehirleri ile kaybolan çocukluk mutluluğunu Osmanlı ile ve onun en güzel ve muhteşem tecellisi saydığı İstanbul’da aramıştır. Şiirleri ifade bakımından yeni, ruh bakımından eski olan Yahya Kemal, kendisini milletinin tarih, kültür, ilim ve sanat dekoru içerisinde hissetmekten hoşlanırken Orhan Veli’nin şiirlerinde duygudan çok akla hitap edilerek geleneği inkârla birlikte, şiirden imgeyi, ölçüyü, kafiyeyi ve bütün edebi sanatları atmak, yerine basit, yalın bir miktar hiciv taşıyan şaşırtıcı bir söyleyişe rastlarız. Orhan Veli’de tabiat sevgisi, toplumsal eğilimler, yaşama ve insan sevgisi ön plandadır. Kısa ömründe Türk şiirini etkileyerek bir dönem açan Orhan Veli için Mehmet Kaplan “Cumhuriyet devri Türk şiiri” eserinde; “... Orhan Veli ve 75


Ş ehir

arkadaşlarının getirmiş olduğu yenilik, çağın felsefesine hakim olan “fenomonolojik idrak” ile de yakından ilgilidir.... “fenomonolojik üslup” diye adlandırabileceğimiz bu tasvir tarzında, varlık, araya hiçbir düşünce, hatıra, çağrışım, benzetme vb. girmeden doğrudan doğruya veriliyor. Bu üslup veya idrak tarzı, dil ve düşüncede büyük tasfiyeyi veya soyunmayı icap ettirir ki, Orhan Veli neslinin yaptığı da budur” değerlendirmesini yapmaktadır. Orhan Veli, şiiri konuşma dilinin yapısı içinde ararken, eski şiirin belli bir azınlığa seslendiğini öne sürerek, yeni şiirin yaşama hakkını savunan insanların beğenilerine sunduğunu belirtmektedir. Orhan Veli’nin şiire başladığı yıllarda, Türk şiirinde, özellikle toplumsal sorunların dile getirilmesi gündemdeydi. İlk şiirlerinde Millî Edebiyat anlayışının evrimleşmesiyle oluşan, “Beş Hececiler” ile yaygınlaşan şiir anlayışından ayrılmayan Orhan Veli, yer yer gündelik hayatın gerçeklerini, toplumsallığını işlemiştir. O, savaş yıllarında bile “İstanbul’u dinliyorum” şiiriyle duygusallığını bırakmayarak; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı; Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa; Güvercin dolu avlular. Çekiç sesleri geliyor doklardan, Güzelim bahar rüzgârında, ter kokuları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başında eski âlemlerin sarhoşluğu, Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; sayı//9// nisan 76

Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Bir şey düşürüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı, değil mi, bilmiyorum; Dudakların ıslak mı değil mi biliyorum Beyaz bir ay doğuyor, fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum. mısralarıyla konuşma dilini yakalamaktadır. Orhan Veli, Garipçilerle başladığı bu yolculuktan sonra kendisi de olumsuzluklardan şikâyetçi olmaya başlar ve Garip’in ikinci baskısında “Şiirimiz bu hâle gelmesinde galiba bizim neslin büyük payı var” itirafında bulunarak bu akımdan vazgeçmiştir. Şiirlerinde Süleyman Efendi’den Montör Sabri’ye; nasırdan, kevgire bütün bir orta sınıf insanının gündelik hayatından motifler veren Orhan Veli, şiirde toplumsal yapıyı ön plana çıkarırken Yahya Kemal derinlemesine tarih, kültür, medeniyet ve sorumluluğu ön plana çıkartır. Yahya Kemal, camileri, kubbeleri, hanları, köprüleri ve onların halk içindeki işlevsellikleri şiirlerinde konu edinerek geçmişten yola çıkıp, günümüze yolculuk yapmaktadır. Bütün şiirlerini aruz vezniyle yazan Yahya Kemal, İstanbul’u Osmanlı medeniyetinin bir aynası olarak telakki ederek, İstanbul’un semt ve manzaralarını duygu ve düşüncelerine çerçeve yapan şiirler de yazmıştır. Konuşma diliyle yazdığı şiirler arasında “Süleymaniye’de bayram sabahı” onun tarih, din ve millet görüşünü yansıtır. Edebiyatımızın iki ünlü simasının İstanbul’la ilgili şiirleri çerçevesinde sanat, kültür ve inançlarıyla ilgili ipuçlarını yakalamaya çalıştım. İki şairinde İstanbul’u sevdiğini görmekle beraber dünya görüşlerinin ve düşüncelerinin farklılığından olsa gerek iki ayrı İstanbul’un anlatıldığını da gözlemlemiş oldum. Türk edebiyatında yapı taşları olan Yahya Kemal ve Orhan Veli’yi daha iyi tanımamıza vesile olması ümidiyle. KAYNAKLAR

1. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, İstanbul 1977 2. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihad Sâmi Banalı, MEB Yayını İstanbul 1976 3. Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Tercüman Yayınları, İstanbul 1985 4. Gelişim Hachette, Sabah Yayınları, İstanbul 1993 5. Edebiyat Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, İstanbul 1991.


ŞEHİRLER AĞLAMAZ MI SANIRSINIZ? Uludağ’a yaslanan Bursa, Erciyes’e yaslanan Kayseri, Ağrı’ya yaslanan Ağrı, Nemrut’a yaslanan Adıyaman, Aladağlar’a yaslanan Niğde bize dağın haşmetiyle gururlanan şehirlerin tabiatın koynunda nasıl bir rüzgârın ninnisine teslim olduğunu anlatmaz mı? Bazen sessiz sakin, bazen deli coşkun akan nehirler şehirlere sürekli ninni söyler diye düşünürüm.

Muhsin İlyas SUBAŞI

ehirler benim gözümde insan gibidir. Onun da sevinçli günü vardır, hüzünlü günü vardır, gözyaşı döktüğü günü vardır. Bazen heyecanlanır türkü söyler, bazen oturur ağıt yakar. Bazen kendi başına hayal kurar yaslandığı dağın ya da etrafında konakladığı suyun cazibesine kapılır. Bazen çocuklar gibi hoplayıp zıplar, bazen yaşlılar gibi bastona dayanarak sendeleyip gider. Şehirler de yaşlandıkça hatıralarının büyüleyici içine gömülür. Etrafınıza bakın bu sahneleri sizler de gözlemlersiniz. Bayram günlerinde şehirler gülen yüzüyle caddelerini açmaz mı bize; bir koşuşturmadır, bir bayramlaşma telaşıdır alır getirir sokakları gönlümüze. Bir büyüğünü kaybettiği günü o sakaklar yas yumağına dönüşür. Bir şehit cenazesinde bizimle oturup gözyaşı döker. Bir savaşa gidiş halini düşünün; mehteran bölüğünün renkliliğiyle, kahramanlık türküleriyle, davulla zurnayla, bizi coşkulu bir heyecana götürmez mi? Uludağ’a yaslanan Bursa, Erciyes’e yaslanan Kayseri, Ağrı’ya yaslanan Ağrı, Nemrut’a yaslanan Adıyaman, Aladağlar’a yaslanan Niğde bize dağın haşmetiyle gururlanan şehirlerin tabiatın koynunda nasıl bir rüzgârın ninnisine teslim olduğunu anlatmaz mı? Bazen sessiz sakin, bazen deli coşkun akan nehirler şehirlere sürekli ninni söyler diye düşünürüm. Bunun içindir ki, Kızılırmak’ı topraklarımıza sunan Sivas, Eskişehir’i Porsuk’suz düşünebilir misiniz, ya da Adana’yı Seyhansız? Yeşilırmak olmasa Amasya yarım

kalmaz mı? Ya da, Asi Nehrini hesaba katmadan Antakya’yı anlamak mümkün mü? Eğer Çoruh nehrini unutursanız o kalbinden ikiye bölünen Bayburt bize gücenmez mi? İÇİNDEN ACILAR GEÇEN ŞEHİRLER Şimdi siz, Konya, Kayseri, Sivas ve Erzurum’un Moğol vahşetinin acılarından sıyrıldığını düşünebilir misiniz? İzmir’in Yunan İşgaliyle kahrolduğu günleri, İstanbul’un İngiliz despotluğuna karşı duruşunu, Sütçü İmam’ın Kahramanmaraş’ta, Şahin Bey’in Gaziantep’te, Nene Hatun’un Erzurum’da halkı ayaklandıran heyecanını, Seyit Onbaşı’nın Çanakkale’de iman gücüyle kırdığı müstevli gururunu göz ardı etmek mümkün mü? Şehirler içinden ve dışından böylesine renkli bir kuşatma altındayken düne kadar hatıralarının diliyle konuşurdu bize. Şimdi giderek bundan uzaklaştırılıyor mu acaba? Yüksek yüksek binalar yapıp içerisine bin bir hayal çeşnisine sahip insanları doldurarak onları adam ettiğimizi mi düşünüyoruz acaba? Şehirler bugün işgal altında gibi görünüyor; yağmalanıyor, yozlaştırılıyor, içten çürütülüyor!.. Unutmayalım; onların geçmişiyle beslenen gururu rencide edilmemelidir. Eğer bunu dikkate almaz da onların bu hafızasını parçalarsak, şehit evladına ağlayan ananın ıstırabından daha çok gözyaşı döker! OTOMOBİL İŞGALİ ALTINDA ŞEHİRLER Altlarından kanalizasyon ırmağı akıttığımız, üstünden enerji tellerinin kuşatmasına terk ettiğimiz, cadde ve sokaklarını otomobil işgaline bıraktığımız şehirler, modernleşmenin sancısıyla kavranıp durmaktadır. Geçmişi ve bugünüyle geleceğini, ufkunu, umudunu kaybetmek istemediğimiz şehirler için çok ciddi projelere ihtiyacımız vardır. Geçmişiyle, tabiatıyla, örfüyle bütünleşmiş şehirlerin çözülüşe sürüklenmeye tahammülleri yoktur! Türkiye, şehir kültürünü felsefi bir disiplin olarak henüz içine sindirmiş değildir. Bunda politikacısından ilim adamına, şehircilik uzmanından şehirlerin yöneticilerine kadar herkesin sorumluluk payı vardır. Şehirler böylesine ağır bir duyarsızlığın vebaline mahkûm edilmektedir. Şehir sosyolojisi üniversitelerimizde hâlâ ihmal edilmiş bir ilim alanıdır. Arkeoloji ile uğraşanların hiç olmazsa bir kısmı dönse de bu şehirlerin geleceği için kafa yorsalar, belki şehirlerin bu yozlaşmadan, bu çözülüş tehdidinden kurtarılması için bir çıkış kapısı bulunabilir. Unutmayalım; şehirler ağlarsa, geçmişlerine değil gelecekte karşılaşacakları tehditlere ağlarlar. Bu gözyaşları ise, o tehditlerin bizi ezip gecen bir heyelana dönüşmesin diyedir. 77


Ş ehir

EDİRNE;

BİR GÜL ŞEHİR Bugün kadim şehir Edirne’de kadim bir kültürün olmaması, işgaller ve hicretlerin ürünü sayılmalıdır.

Fahri TUNA

iir, şehir, gül; Edirne. Edirne’ye en yakışan çiçek nedir derseniz, hiç düşünmeden gül derim; parkları, bahçeleri, nehir kıyıları, yolların ortaları ve kenarları hep gül. Edirne aslında bir gül’dür, gülzar’dır, gülşen’dir; Hasan Sezaiyi Gülşenî hazretleri de her dem bülbüllere seslenmektedir bin bir nasihatle. Şiir ve şehir; ikisinin de arka planında zengin bir birikim, güçlü bir medeniyet, üst düzey bir mimari, derunî bir uyum ve huzur yatmaktadır. Büyük mimarlar eserleriyle şehirlerin şiirini yazarlar, büyük şairler de mısralarıyla şiirin şehrâyinini. Şiir ve şehir kavramlarının birbirine denk, birbirine akraba, birbiriyle iç içe olduğu Edirne misali, çok az şehir vardır Türkiye’de. Edirne; biliyorum ki sen aslında Adrianus’un şehrisin: o kurdu seni biliyorum; ama Balkanları da sen kurdun, İstanbul’u da sen şehrettin, gönüllerimizi sen fethettin! Yerin altının üstünden derin ve zengin olduğu gül şehir Edirne’nin, Meriç ve Tunca’yla muhteşem vuslatına başka ne isim verilebilirdi: Elbette ki Bülbül Adası. Üç devlet Rusya (1829), Bulgar (1913) ve Yunan (1921) işgali görmüş Edirne; işgaller neticesinde Müslüman halkı -çaresizlikten- İstanbul’a, Bursa’ya, Bilecik’e (geldikleri yerlere) sığınmış; 1924 yılı ise bir nevi ba’sü bağde-l mevt (yeniden diriliş) olmuş Edirne’ye; mübadele anlaşmasıyla Selanik Sancağı’ndan binlerce Müslüman Türkler iskân ediliyor metrûk, mahzûn, meyûs Edirne’nin kalbine. Beş asırlık evlerinden barklarından en çok da hatıralarını bırakarak canını zor kurtarıp Adrianus’un kadim şehrine, Hz. Muhammed’in işaret ettiği yere inşa edilen yeryüzü harikası ve şahikası Selimiye’ye sığınışlar…

Selimiye Camii

Bugün kadim şehir Edirne’de kadim bir kültürün olmaması, işgaller ve hicretlerin ürünü sayılmalıdır. Gerçek bir yeryüzü harikasıdır Selimiye, matematiğin, hendesenin, mimarin, estetiğin, veznin, uyumun, güzelliğin zirve eseridir o. Edirne’nin bercestesidir; sadece Edirne’nin mi, neredeyse tüm İslâm Âleminin. Medeniyetimizin bercestesi Selimiye en güzel noktadan görülsün diye yapılmıştır Muradiye sanki. Selimiye’den yola çıkarak bütün bir insanlığa, ins’in ve cinn’in sahibine sema edilsin diye yapılmıştır Muradiye sanki. Meriç’in, Tunca’nın üzerine birer gerdanlık gibi

sayı//9// nisan 78


serpiştirilmiş taş köprüler, sanki karşıya geçmek için değil de Selimiye’ye, Eski Camii’ye, Üç Şerefeli’ye kanatlanmak için inşa edilmişlerdir. Prizren’deki Sinan Paşa, Üsküp’teki Yahya Paşa, Kalkandelen’deki Alaca Camii, Filibe’deki Cumayata, Şumnu’daki Tombul Camii, farklı şehirlerin ve ülkelerin eserleri olmaktan çok, aynı gazelin mısraları, Edirne nakaratlı güftelerin farklı makamlardaki besteleridir adeta. Akdere ile Tunca kardeş, Dragor ile Meriç aynı yolun yolcularıdırlar. ‘Manastır’ın ortasındaki çeşme’ ile Selimiye’nin ardındaki gözü yaşlı çeşme, aynı ağıtın türküsünü söylerler, işiten kulaklara. Edirne sadece İstanbul’u değil, Filibe’yi de Köstence’yi de, Plevne’yi de, Belgrad’ı da Üsküp’ü de, Prizren’i de, Manastır’ı da Sarayevo’yu da fetheden; fethetmekle kalmayıp adeta yeniden inşa eden şehirler şehridir. Sinanpaşa Muradiye’nin küçük kardeşi, Mustafapaşa II. Bayezıd Külliyesi’nin ortanca kardeşi, Cumayata Üç Şerefeli’nin amcaoğludur. Mostar’ın ağıtı gün olur Dar’ül Hadis’in minarelerinde salâ olur okunur, Drama Köprüsü gün gelir türkü olur Meriç Köprüsü’nden söylenir.

Fatih (Bönce) Köprüsü

Bütün bu şehirlerin atası Edirne, banisi Sultan Mıurad Hüdavendigâr’dır; Balkanlarda bir ‘şiir şehir’ gösterin ki Sinan’ın eliyle Itrî’nin bestesi değmemiş olsun. Estetikle şiirin doyumsuz vuslatıdır Edirne, dünle yarının. Birer gerdanlık hükmündeki Edirne köprüleri, aslında Selimiye’ye, oradan da Mekke’ye, Kudüs’e, Bağdat’a, Urfa’ya, Konya’ya, Bursa’ya gönül köprüleri kurar. Her biri Anadolu şehrine serpiştirilse, o şehrin ulu camii olabilecek ruh, estetik ve cesametteki Edirne camileri, vakar, tevazu ve izzet duygularıyla karşılar gelenleri. Edirne’yi sevmek bir kültürü, bir tarihi, bir medeniyeti sevmektir. Edirne gönüllerde bir yanık sevda, bir tatlı huzur, bir derin tebessümdür. Edirne; bütün Rumeli’de hâkim olan, gitmekle kalmanın, sevmekle ayrılığın, hasretle vuslatın bıçak sırtı beraberliğidir. Edirne için sözlerin en güzelini, sözlerin en manalısını, sözlerin en derunî olanını üstadımız Süheyl Ünver Beyefendi söylemiştir zaten, başka söze ne hacet: ‘Her şey biter, Edirne bitmez!’ 79


Ş ehir

ize ilinin adıyla ilgili birçok farklı görüş söylenir. Yunancada “pirinç” anlamına gelen “Rhisos”, Rumcada “Rıza” olarak “dağ eteği” anlamında kullanılmıştır. Osmanlı Türkçesinde ise Rize, “ufak kırıntı” anlamındadır.

BULUTLARIN ÜLKESİ

RİZE Rize ilinin adıyla ilgili birçok farklı görüş söylenir. Yunancada “pirinç” anlamına gelen “Rhisos”, Rumcada “Rıza” olarak “dağ eteği” anlamında kullanılmıştır. Osmanlı Türkçesinde ise Rize, “ufak kırıntı” anlamındadır Ali YAĞCI

Rize Merkez

sayı//9// nisan 80

Rize, şehir tarihlerinin genel olarak kolonistlerle başlatılmasının aksine bölge, tarihin en eski çağlarından itibaren birçok kavim tarafından iskân edilmiştir. Ancak, bölgenin coğrafi yapısı nedeniyle arkeolojik çalışmaların yapılması neredeyse imkânsızdır. Bundan dolayı kesin yargılarda bulunamamaktayız. Bölgede 90 farklı etnik grubun hüküm sürdüğünden bahsedilir. Tarih boyunca Rize’de; Byzerler, Ekekheirienler, Bechireler, Moskhiler, Heptakomentler, İskitler, Hunlar, Avarlar, Hazarlar, Sabirler, Bulgar Türkleri, Karluklar, Çikler, Macarlar, Uzlar, Peçenekler, Kumanlar, Kıpçaklar, Kolonist Helenler, Gürcüler, Lazlar ve Purnaklar yaşamış. Rize’de hüküm süren ve yaşayan bütün bu kavimler, Rize kültürünü şekillendirmişlerdir. Bizans döneminde bölge ortak bir değerde birleştirilmek için Hristiyanlaştırılmaya başlanmış. Bunun neticesinde kilise dili olan Yunanca öğrenilmiş ve bölgede kullanılan diller ile karışmıştır. Hristiyanlığı benimseyen birçok kavim kendi dillerini unutmuşlar. Sadece Lazlar kendi dillerini günümüze kadar muhafaza etmişler. Rize’deki Osmanlı hâkimiyeti, Fatih Sultan Mehmet döneminde başlamış, Yavuz Sultan Selim döneminde tamamlanmıştır. Rize’de iskân faaliyetleri Osmanlı Devleti hâkimiyeti zamanında da devam etmiş bölgeye, Karamanoğlu Beyliği, Dulkadiroğlu Beyliği ve Akkoyunlu boylarından aileler iskân edilmiştir. Osmanlı-Rus Savaşları sırasında, bölgeden kitlesel göçler yaşanmış ve bir kısmı İzmit Sancağına yerleştirilmiştir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rizeli gönüllüler Ruslara karşı savaşmış. Rize, Birinci Dünya Savaşı’nda 9 Mart 1916 tarihinde Rus işgaline uğramış, 2 Mart 1918 yılında Rus işgalinden kurtulmuştur. Milli Mücadele yıllarında milis kuvvetler işgalcilere karşı savaşmış ve Anadolu’ya silah kaçırmışlardır. Rize, 20 Nisan 1924 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin vilayeti olmuştur. ŞEHİR VE KÜLTÜR Bulutların hüküm sürdüğü bu nadide şehrin; bütün heybetine rağmen başından dumanların eksik olmadığı Kaçkar Dağları, dağların ardından yüksek irtifada ansızın karşımıza çıkan gölleri, her mevsim başka güzel olan pornakları, Kaçkar Dağları’nın zirvelerinden kopup gelen coşkun akan dereleri ve onların gerdanlığı gibi olan


Rize’deki Osmanlı hâkimiyeti, Fatih Sultan Mehmet döneminde başlamış, Yavuz Sultan Selim döneminde tamamlanmıştır. Rize’de iskân faaliyetleri Osmanlı Devleti hâkimiyeti zamanında da devam etmiş bölgeye, Karamanoğlu Beyliği, Dulkadiroğlu Beyliği ve Akkoyunlu boylarından aileler iskân edilmiştir. Osmanlı-Rus Savaşları sırasında, bölgeden kitlesel göçler yaşanmış ve bir kısmı İzmit Sancağına yerleştirilmiştir.

Rize Zil Kale

taş kemer köprüleri, ilk gözümüze çarpan güzellikleridir. Rize, coğrafi şartları sayesinde doğanın bütün güzelliklerinin birleştiği, mavinin yeşile en çok yakıştığı yerdir. Bölgedeki iklim ve verimli toprak yapısı birçok endemik bitki türünün ve farklı tarım ürünlerinin yetişmesine olanak sağlamaktadır. Rize, gün boyunca tadı damağımızdan eksik olmayan çayın ülkemizdeki başkentidir. Bölge halkı Osmanlı-Rus Savaşları esnasında çay tarımı ile tanışmış ve 1937 yılındaki etkili çalışmalarla hızlı bir şekilde çay tarlaları kurulmaya başlanmıştır. Çay, her haliyle Rize için çok farklıdır. Rize’de çayı demlemek hayatı demlemektir. Çay sabırdır, emektir. Çayın her deminde ayrı bir keyif demlenir Rize’de. Dik yamaçlarda, Çay’ın en kalitesi üretilir bu memlekette. Dünyada üzerine kar yağan tek çay Rize’de yetiştirilmektedir. Yediden yetmişe herkesin emek sarf ettiği “Çay Zamanı” (hasat zamanı) bölge için düğün tarihlerinin belirlendiği, gurbetçilerin memleketlerine döndüğü, emeğin eğlence ve muhabbetle buluştuğu efsanevi zamanlardandır. Elbette Rize halkının yegâne uğraşı çay tarımı değildir. Turunçgil yetiştiriciliğinin yanı sıra son dönemlerde “kivi” üretimine başlanmış, kivi ve çay tarlaları iç içe geçip doğa yeni bir renk senfonisi sunmaya başlamıştır.

Yöre halkı zorlu coğrafyanın etkisiyle doğayla mücadele etmeyi değil, arkadaşlık etmeyi öğrenmiştir. Doğal olan her şeyi içinde barındıran bu topraklarda her ailenin tarlasında kendine yetecek kadar ekini ve ahırında da sevgileriyle yetiştirdikleri hayvanları vardır. Kaçkar Dağları’nın eteklerinde kar kalktığında yaylacılık başlar. Yaylaya hep birlikte eğlenceyle çıkılır. Yayla zamanı herkes sahip olduğu boğasını güreştirir ve doğanın gereği olan bu liderlik kavgasını kazanan boğa, sürünün lideri olur. Bütün boğalar yayla yerleşiminden uzak “Öküz Pornağı” adı verilen bölgeye götürülür ve yaylacılık mevsimi boyunca orada doğayla baş başa bırakılırlar. Son dönemlerde bu kültür şenlik halini almış, her yıl Çamlıhemşin ilçesi, Ayder Yaylası’nda düzenlenmeye başlanmıştır. Rizeliler doğaya ait olan her şeye sevdalıdırlar, gökte uçan atmacadan, Karadeniz’in dibindeki hamsiye varana kadar. Mevsimi geldiğinde takalarıyla Karadeniz’in bereketine ağlarını bırakırlar. Kışın sofralarından eksik etmezler hamsilerini. Balıkçılığın her türlüsüyle ilgilenen Rizeliler, 1970’lere kadar çakmaklı tüfek ile Yunus balığı dahi avlamışlardır. Son dönemlerde Kaçkar’ın başından kopup gelen akarsularında, tatlı su balıkçılığı yapmaya başlanmış ve 40 tane Alabalık tesisi bölge ekonomisi ve turizmine kazandırılmıştır. Rize insanının elinde atmacası, belinde 14’lüsü eksik olmaz. Atmacacılık, Rizeliler 81


Ş ehir

Rize Çamlıhemşin

için bir sevdadır. Her yaştan meraklısı olan bu spor, Danaburnu adı verilen böceğin yakalanması ve Kızıl Sırtlı Örümcek Kuşunun avlanmasıyla devam eder. Bu kuş tuzak olarak kullanılır ve “Neperi” adı verilen ağ ile atmaca yakalanır. Bundan sonra atmaca eğitilir ve bıldırcın avı ile amaç sonlanır. Silahı çok seven Rizeliler, silah sanayisinde söz sahibidir. Milli mücadele yıllarında da evlerin kiler kısımları silah atölyesi halini almış ve ferdi olarak silah üretimi yapılmıştır. Ardeşen ilçesinde ASİLSAN adıyla 1992 yılında silah fabrikası kurulmuştur. Rize’de istihdamın ve doğal zenginliğin arttırılması için “Bal Ormanı” projesi çalışmaları yürütülmektedir. Arıcılık, “Kara Kovan” adı verilen kovanlarla yüksek irtifada ağaç ve kayalıkların tepesinde kurulan iskelelerde yapılmakla beraber, fenni kovanlarla da arıcılık yürütülmektedir. Bitkisel çeşitlilik açısından zengin olan Rize’de marka niteliği taşıyan ballar mevcuttur. Özellikle Anzer Balı dünya çapında meşhurdur. Bunun yanında Fırtına ve Maselevat gibi vadilerde doğal bal üretimi yapılmakta ve bu vadilerin balları marka değeri kazanmaya başlamaktadır. Doğaya bu kadar sevdalı olan insanlar, birbirlerini de severler elbette. Rizeliler sevdalıklarını Tulum sayı//9// nisan 82

ve Kemençeyle anlatır, yine bu sazlarla eğlenirler. Rize’de, ezgi, şarkı kelimelerinin yerine “kayde” kelimesi kullanılır. Geniş Horon halkalarında eğlenen bu insanlar, çalıya tutunarak bile horon oynayabilirler. Çamlıhemşin, Ardeşen, Pazar, Hemşin, Fındıklı ve Çayeli ilçesinin bir kısmı Tulum ile horon oynanırken, Rize’nin batı bölgesinde kalan ilçelerinde ise Kemençe ile horon oynanır. Rizeli, horon oynarken bu koca halkalarda sevdasına seslenir. Düğünlerde, Tulumcular değişmeli olarak sabaha kadar Tulum çalarlardı ve kendi sanatlarını, sanatçılıklarını sergilerlerdi. Günümüzdeki Tulumcular aslında bir nevi, kültür bekçileridir. Çaldıkları kaydelerin birçoğu 100 yıldan daha eski bir geçmişe sahiptir. Çamlıhemşinli Bülent BEKAR, 2009 yılında Kültür Bakanlığı Arşivine 46 adet Horon Havası ve 12 adet Yol Havası kazandırmıştır. Ardeşenli Temel SARAÇ, gençlere horon eğitimi vererek, onları horon halkalarının bir parçası yaparak, kültürün yaşatılması konusunda üzerine düşeni yapmaktadır. Rizeliler doğalarını, ahşap ve taştan yaptıkları eserlerle taçlandırmışlardır. Karadeniz’e ulaşmak için can atan derelerde 50 adet taş kemer


köprü bulunmaktadır. Yine bu coşkun akan derelerin üzerine değirmenler kurulmuştur. Eski çağlarda, Rize’deki ticareti denetlemek ve güvenliği sağlamak amacıyla yapılan; Rize Kalesi, Bozuk Kale, Ciha Kale, Pazar Kız Kalesi, Kale-i Bâlâ ve Fırtına Vadisi’nin ortasında, Rize’nin en dikkate değer olan Zil Kale vardır. Yamaçlardaki çamlıkların arasından sizi selamlayan, Rize’nin konakları inşa edildikleri yer ve inşa ediliş biçimleriyle, bölge mimarisinin en güzel örneklerini teşkil etmektedirler. Rize’de tescilli 150 adet konak bulunmaktadır. Serender adını verdikleri yerden yüksek ambarlar, konakların ve manzaranın süsü görevini üstlenmektedir. Kayın ve Kestane ağaçlarının, kesme taş ile buluşması, bölgenin sunduğu eşsiz manzarayı daha çekici hale getirmektedir. Kaçkar Dağları’nın eteklerinde kurulan yaylalar ve sevimli evleri, yaz aylarında gidilebilecek en güzel ve en huzur dolu yerlerdir. Yayla bakımından zengin olan Rize’de; Ayder Yaylası, Anzer Yaylası, Elevit Yaylası, Petran Yaylası, Samistal Yaylası, Sırt Yayla ve Didi Ngola, farklı güzellikler taşıyan güzide yaylalardandır. Yayla turizminin dört mevsim sürdüğü Rize’de Heliski, Rafting, Jeep Safari, Yamaç Paraşütü, Doğa Yürüyüşü ve Zirve Tırmanışı gibi aktivitelerle bölge güzelliklerinin tadı çıkartılabilir. Bu sporların ardından, Muhlama, Hamsili Pilav, Turşu Kavurma, Kara Lahana Sarması ve birçok doğal lezzetin sunulduğu sofrada yemek yedikten sonra şifa kaynağı olan Ayder ve Andon Kaplıcalarında yorgunluğunuzu atmanız kendinize verebileceğiniz en güzel hediyedir.

Ayder Yaylası

Ayder Yaylası

Eğer bir kere Rize’ye gelmişseniz, Rize bir daha gelmeniz için sizden söz almıştır. Tulum sesini duyduğunuz sürece, geçmişin ve doğanın armonisi yeniden gelmeniz için sizi ikna etmiştir bile. “Bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider.” Bir gün elinizde bir bardak çayınızla Fırtına Vadisi’ne doğru duran ahşap bir evin penceresinden dünyaya bakabilmenizi temenni ederim…

Anzer Yaylası 83


Ş ehir

öprüye… “her şey” silinmemiş olandır ve “hiçbir şey” silinenden kalandır. Tek tük atıştıran yağmur, ön camın üzerinde minik merceklere dönüşerek, akşam karanlığını ve gitmeyen trafiği ve yüzlerce kırmızı stop lambasını içeriye yakut bir nehir olup akıtıyordu: Kırmızı, ıslak ve ışıltılı…

YÂR ELİNDEN

ŞEHİR OLSA İÇİLİR Yağmurlu bir İstanbul kışında sıkışan trafikte, cama düşen damlalarla oynaşan sileceklere teşekkürle… İbrahim BAŞER

Yorgun gözkapaklarıyla mücadele halinde gelip yerleşen o tatlı rehavetteyken, yarım metre ilerledi önündeki sarı taksi. O da hafif kaldırdı frenden ayağını, ilerledi, yeniden frene dokundu, durdu. Bir buçuk saattir böyleydi, her zaman böyleydi ve yağmur birkaç damla atıştırsa daha çok böyleydi, dayanılmaz böyleydi. Önünde uzayıp giden araba nehrinin ucu Boğaz Köprüsü üzerinden Altunizade’ye doğru devam ediyordu. Önünü görmekte iyice zorlanınca dokundu silecek koluna: Damlaları süpüren lastik çubuklar yeni damlalara yer açtı. Çıplak gerçek trafikti; sinirdi, kornaydı, homur homur işleyen binlerce motorun uğultusu, sanki masallar diyarının bin bir başlı deviydi. “-Mahşer mübarek, mahşer!” diye söylenen sese çevirdi başını. Yanında ilerleyen steyşın arabanın açılan camından üflenen sigara dumanıyla havaya uçan kelimelerin peşinde, dün geceyi hatırladı… *** Gecenin yarısı, 2. nöroloji, Haydarpaşa Numune. Fasılasız zırıldayan bir floresan lamba, koridordan gelen başı sonu belirsiz diyalog kırıntıları, hemşire kıkırtıları, hademe takırtıları, vesaireler, vesaireler… Hastane! Neşenin yakışmadığı ve hüznün hiç yatışmadığı yer. Hasta hane… Ucu açık parantezlerin ve ucu kapanmaya yüz tutmuş hayatların hesaplaşma arenası… Hastahane; acının ticaretinin yapıldığı, hastanın ve hastalığın flörtünün âşikâr olduğu mekân. … hastalığın hastaya yakıştırılmadığı ve ‘güya’ yaklaştırılmadığı bölge, her zaman (…)mı(?), yer yer (…) mi? Yer yer… Yersen! Babası karşısında, içi fıkır fıkır, “Karmakarışığım” diyecek, tam öyle de değil… Belki, şartlarına

sayı//9// nisan 84


hâkim olma gayreti ve (…) kuyruğu dik tutma kavgası… Her şeye rağmen! Hasta için de… …onun için de öyle. …onun içi de öyle. …onun içinde öyle, dışında öyle ama hep öyle, hep! Derdi var anlatamaz, meramı var söyleyemez. Ve sabah… Sabahın sekizi. Günün cumartesi olanı. Havanın gri, puslu, yağışlı olanı. Mevsimin kış olanı, hem de adamakıllı üşüteni. Güneşin doğacağı yerde, ışıklı bir hal alan gökyüzünü seyrettiği, üzerine yağmur damlaları vuran pencerenin önünde, yani tam da karşısındaki hasta yatağında yatan; varlık sebebi, atası, babası… Kollarında, göğsünde, burnunda (…), hortumlar, torbalar, serumlar… Arada bir yarım yamalak açılan fersiz gözlerde bir şeyleri anlatma isteği, anlatamama çaresizliği, ıstırabı. En basit –dediğimiz- şeylerin bile imkân sınırları dışında olmasını fark ediş ve şaşkınlık. Bu halin yansımasının adı ‘üzüntü’ mü evvel emirde? Hayır! Sinir var belki biraz, sebebini açıkça seslendirmese de ‘rıza’ya itiraz makamında. Biraz hüzün ve çokça bilinçaltı fotoğraflar var, silsileye uymadan bir batan, bir çıkan hafıza denizinde… Hayatın ne olduğunu sordu yüksek sesle, içinden(…) ve bel büken, boyun eğdiren hastalığa döndü yüzünü sonra: “-Nasıl bir taşeronsun ki kılın kıpırdamıyor!” diye haykırdı fısıltıyla. Hayat ve hastalık ve ölüm! Çok farklı ve çok aynıydılar. Ürkütücü, korkutucuydular. Çünkü meçhulleri malumlarından çoktu. Veren, tattıran ve koparıp alandılar. Sevdiren, alıştıran ve ayırandılar. Onlardan korkmamak hakikaten mümkün değildi. Onlardan korkmamak ve hayattan kopmamak! Gidenle yaşanmış… …ve gelenle yaşanacaklar hatırına. Yaşanmışlar… Yaşananlar… Yaşanacaklar… Yaşamak neyse! Ve sabah: Sabahın sekizi… Köprü…

Geçmişe ölmek ve geleceğe doğmaktır silecek. “-Silgecin yaptığı, suyu suya değdirmek. Bir yanı ‘hayat’, öbür yanı ‘ölüm’ olan suya…” diye düşünürken “-Daaat!” tonundan haşin bir uyarı geldi arkadan, önünde açılan boşluğa ilerledi. Trafik biraz daha kıpırdamış, köprü üstüne çıkmayı başarmıştı. Sarayburnu’na dokundu göz ucuyla. Bu tiryakilik yapan şehri platonikçe seven, kim bilir kaçıncı ümitsiz âşıktı ama gözlerinin ucuyla da olsa ona dokunmaktan alıkoyamıyordu kendini… Yanındaki koltukta duran, kâğıda yarım-yamalak sarılı, birkaç kez ısırılmış, hamburgere değdi bakışları. İçindeki kazıntıyı hissetti, dayanamadı bir koca lokma daha aşırdı, kuru kuruya ağzında döndürmeye çalıştı, yutamadı; içecek arandı, bulamadı, boynunu ileri uzatıp derin bir nefesle bir daha yutkundu, hafif sulanan gözlerini silerken söylendi: “-Deveyi yardan uçuran bir tutam ot!”… Duraklayınca yeniden hamburgere baktı, alırken etrafa şaklabanlık yapan palyaço geldi gözünün önüne… *** Kocaman kırmızı pabuçlar, beyaza boyalı yüze yerleşmiş kırmızı, balon burun, ağzı kulaklarında bir gülme makyajı gerisinden hüzünle bakan bir çift göz, rengârenk yamalı bir kostüm: Komik Adam! “-Şurada bir şeyler yesek” dedi, Lacivert Gözlü kız. “-Tamam” dedi, uzun saçlı Sarışın. Biri sağından, diğeri solundan geçtiler Komik Adam’ın ve oracıktaki kasada sıraya girdiler. “-Bu palyaçoları çok anlamsız buluyorum, gülmeye değil yemeğe ihtiyacım var. Açım abicim yaa!” dedi, sesini Komik Adam’a duyurmamaya çalışarak Lacivert Gözlü. Sarışın kıkırdadı ve Komik Adam’ı süzerek: “-Bir kahkaha bir pirzola, yersen!” derken, yılışık boyalı ağzın gerisindeki hüzünle bakan gözlere temas etti bakışları. Gözlerini kaçırmak isteğiyle dönerken, dirseği arkasından geçen gencin tepsisine çarptı, telaşla geri atınca kendini Komik Adam’ın dev pabucuna takıldı, tökezledi, dengesini kaybetti… Ve düşerken… …düşerken bir şey oldu. Dışarıdan baksan “an”dı ama içindekiler için basbayağı “geniş zaman”dı süre. Duvardaki saat izafiyet teorisi okumamıştı amma o bile tiktak tiktak telaşını daha sakin, daha sindirilebilir tik.. tak, tik..tak usulünde yaşayacağını söyledi adeta… 85


Ş ehir

Sırtüstü devrilen Sarışın’ın savrulan saçları havada dalga dalga yayılırken, her yer sarıya, her yer Sarışın’a kesti… …Sarı saç dalgası Komik Adam’a ulaştığında, sürekli yılışan boyanın nüfuz edemediği hüzünlü gözlerde pembe bir ışık yandı! Pembe ışık, sarışın dalgalarda yakamozlanırken… Sarışın, havada kalakaldı. Düşerken… Düşemedi! Komik Adam’ın sağ eline yatan Sarışın, dışarıdan Latin bir dans figürüne öykünüyor görünse de durum komikti. ‘Fast Food’ tezgâhında filizlenen Komik AdamSarışın Kız sevdası fotoğrafına konulacak alt yazı “Büyük seçim ister misiniz?” de olabilirdi belki… Ama “Sıfır şeker, maksimum tat!” en doğrusuydu galiba. Damakları kandıran, dimağlarda izi olmayacak, afili birkaç fotoğraf karesiydi yaşanan. Köprüden… Sileceğin fasılası kadarmış ömür; sildiğini zannederken, silinir insan! OGS cihazının ‘bip’ sesiyle karşı yakaya teker basalı 6-7 saat kadar olmuştu. Arabayı park edip, akşam yemeğini yiyeli 5 saat, televizyon karşısında pineklerken uyuyakalalı 3 saat kadar vardı. Perdenin aralığından ıssız Üsküdar Meydanı ve ıslak boş yollar görünüyordu. *** Aç bir martı çığlığıyla çınladı gece. Yaklaşan bir arabanın motor gürültüsü, kapanan kapısı ve selam tonundaki ‘bi-bip’ini müteakip, şuh bir kadın kahkahası fon oldu, aç martının sesine… Puslu havada, aydınlığı ancak kendine yeten bir elektrik lambası, martının kanatlarına ışık verdi ve aç martının beyazlığı, karanlık gökyüzünde kaybolurken; kadın teni ışıldadı vapur iskelesi önündeki büfe tezgâhında.

Sigara rafına uzanırken, gecenin bu saatinde büfesine gelen güzelliğin çevresindeki muhtemel ikinci hatta üçüncü şahısları arandı göz ucuyla… Çöpü karıştıran kedi, durakta uyuyan taksici, uzaktan çığlıkları gelen birkaç martıdan başka bir canlı olmadığına kanaat getirince, bakışlarındaki ürkek ifade, ‘beyaz ten’ açlığıyla kıvılcımlandı: “-Elemin uzunu bu saatte çekilmez, isterseniz kısaltalım(!) mı?” Kadının cevabı, tezgâha bir banknot bırakmak oldu. Çakırkeyif yüzüne bir bulutlanma geldi, gitmedi. Cevabını; büfecinin tıraşsız yüzü, yağlı saçları, lekeli önlüğü üzerinde bakışlarını gezdirerek verdi. Büfeci huzursuz oldu. Beyaz tenli, çakırkeyif güzel kadın; sigara paketini tezgâhın üzerinden aldı, sırtını dönüp bir iki adım attı… “-Bayan, paranızın üstü kaldı!” Saçlarını savurarak, omzunun üzerinden bir bakış fırlattı kadın: “-Elemini kısaltır diye bıraktım, kalsın!” dedi ve yürüdü karanlığa doğru. Martıların büfenin tepesindeki bağırtıları, öylece kalakalan bitirim büfeciye alaysı kahkahalar gibi geldi. *** Perde aralığından meydanı gören evin karşısındaki mozaik kaplı apartmanın önünde durdu beyaz tenli kadın ve çakırkeyif yalpalamasına rağmen anahtarını bir çırpıda buldu çantasından; kapının kilidini filan da aramadı sarhoşlar gibi, açıverdi kolayca. Apartman taşlığında yanan otomatik ve çakırkeyif kadının şımarık ıslığı üzerine kapanan demir kapı ile gece, martı çığlıklarına kaldı.

“-Bir paket uzun El-Em verir misiniz?”

Asırları gün gün biriktiren şehir; ertesi gün, sakinlerine sunacağı yeni kokteyllerin hazırlığı için sildi her şeyi karanlıkla…

İşine dalmış büfeci; gecenin bu ileri saatinde

Martılar şahit!

Çöpü karıştıran kedi miyavladı.

sayı//9// nisan 86

tezgâhına inen mehtabı, çölde serap gören Bedevi iştiyakı ile seyre koyulacakken çabuk toparlandı: Salçalı su, ketçap, mayonez, hardal izleriyle dolu önlüğüne, sabunlu sular sızan kıllı ellerini sildi.


Yüce Sessizlik Sarayı Yüce Sessizlik Sarayında, Karakurum’da, Bin çaldır uyunan uyku. Ne garip bir yazgıdır bu. Bozkıra gelin gelen Çin güzelleri, ceviz kadar ayakları, parmak kadar elleri, ve karıncadan ince belleriyle, Bin yıldır uyumaktalar.. Önce gök yaratılmış Bilig Han’ın adına, bin yıl önce Karakurum’da, yağız yer daha sonra. Değişmemiş, hiçbirşey değişmemiş Kültigin’den buyana Ey Gök tanrı ipek yine yumuşak sahlep çiçeği gözleriyle kızlar alabildiğine güzel ve doyunca açlığı unutuyor insanlar.. Kuzgun kuşları başım üstünde, İnsana yiyecek gibi bakar.. Akşam duasında mümin budistler, başları tıraşlı, bin yıldır Karakurum’da, gönüllerinde Tibet.

Böyle olacak elbet, Burhan böyle dediyse, Keçesini üstüne çekmiş, çömelmiş, Cengiz’in cengâverleri gibi çadırlar Gözleri iki çizgi ufukta, Ve ufuk sonsuzluk kadar Çölün çok ötelerinde bir yerde, bin yıl uzak bir yerde, Karakurum ‘da, Mezar taşlarımızı bekliyor Çîn’li prensesler, Çin işi bulutlarını çekmişler üstlerine, Ve ipekleri ve halayıklarıyla, bin yıl daha uyuyacaklar.. Belleri karıncadan ince, Ayakları ceviz kadar.

Kamil UĞURLU

87


Ş ehir

YAŞAYAN BİR MÜZE:

MASUMİYET MÜZESİ “Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca”. Ayşegül ÜNAL

Nisan’da açılan Masumiyet Müzesi ile ilgili, on beş yıl boyunca romanı ve müzeyi birlikte düşündüğünü belirten Orhan Pamuk, ziyaretçilerin romanı okumamış olsalar bile müzeden zevk alacaklarını ve müzenin kendi başına bir hikâye anlattığını söylemişti. Ben de bu yüzden kitabı okumayı epey erteleyip, önce müzeyi ziyaret ettim. Tabi öncesinde müze ve kitapla ilgili bilgim olduğu için hiç kitabı okumamış biriyle kıyaslanamasa da, yaklaşık olarak müzenin kitaptan bağımsız nasıl gezileceğini burada anlatacağım. Hafta içi bir gün, saat 11:00 sularında Çukurcuma Caddesi üzerinde 1897 yapımı kırmızı boyalı bu tarihi binayı görünce bir heyecan aldı beni. Daracık giriş kapısının tokmağını çevirip içeri girdiğimdeyse heyecanım bir hayli artmıştı. Giriş katı oldukça genişti. Yerdeki sarmal desen zaman kavramını anlatıyormuş. Zaten müzenin simgesi kelebek figüründe de bu deseni görebiliyoruz ki müzenin 2. katında ki duvarda zamanla ilgili bir yazıyla da karşılaşacağız. Müze görevlisi de müzenin nasıl gezileceği konusunda bizi bilgilendiriyor. Aldığımız önerilere uyarak, giriş katı en son gezmek üzere öncelikle birinci kata çıkıyoruz. Çıkarken solumuza denk gelen duvarda müze binasını anlatan bir yazı göze çarpıyor. “Keskin’lerin 1975 yılları ile 1999 yılları arasında yaşadığı bu bina 1999 ile 2012 yılları arasında müzeye çevrildi. Kemal’e sevgilisi Füsun’u hatırlatan eşyalar, sergileme kutu ve vitrinlerine Orhan Pamuk’un romanındaki bölümlere göre yerleştirildi.” (Keskinler Füsun’un soyadı) Duvarlardaki bu siyah renkli yazılar müze de ve müzenin hikayesinde ziyaretçilere yön bulmalarında yardımcı oluyor. Mimari açıdan da duvarların bir defter gibi kullanılması benim çok hoşuma gitti. Zaten binanın her noktasından faydalanılıp, müze kendi kendini anlatır hale getirilmiş. 1. kat sol duvarda tekrar bir yazıyla karşılaşıyoruz. “Bir adam rüyasında Cennete gitse ve ruhunun gerçekten Cennete gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra adam uyandığında bir de baksa ki çiçek elinde -Ee? Peki ya sonra?” ( Samuel Taylor Coleridge, Defterlerden) “Onlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı.” (Celal Salik, Defterlerden) Müzedeki eşyalar yan yana dizilmiş, iki bölmeli ahşap vitrinlerde sergileniyor. Vitrinlerin içinde kompozisyon oluşturulmuş. Birinci vitrinde beyaz bir tülün üzerine takılmış kelebek figürlü

sayı//9// nisan 88


bir küpe sergileniyor. Vitrinin üzerinde de vitrindeki kompozisyonu açıklayan yazılar var. 1. vitrinde “Hayatımın en mutlu anı” yazıyor. Kitapta da Kemal hikayesini anlatmaya “Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum” diyerek başlıyor. 1. katta 51 adet vitrin mevcut. Vitrinleri izlerken bu tanıdık eski eşyalar içimizde bir yerde hatıralarımızı canlandırıyor. Kitabı okumamış bir müze ziyaretçisini vitrinlere özenle yerleştirilmiş eşyalar ve ince ipliklerle vitrinin ortasında köşesinde asılı duran fotoğraflar, aynalar, oyuncaklar oldukça etkiliyor. Masumiyet müzesinin müze standartlarını aşan başka özellikleri de var ki, müzeyi yaşayan bir müze haline getiren unsurlar bunlar. Vitrinlerin içinde küçük video görüntüleri, eski filmlerden bölümler var. Vitrinin önüne geldiğinizde Füsun’la Kemal’in yaşadığı zamana ait eşyaların bir kenarında bu videoları izliyorsunuz. Aynı anda vitrinden ve duvarlara yansıtılmış barkovizyonlardan gelen seslerle ayrı bir atmosfer oluşturulmuş. Vitrinlerin, duvarların bu kadar verimli kullanılmış olması ayrıca özgün bir çalışma. Duvardaki barkovizyonda batan bir geminin görüntüsü, dalga sesleri, vapur düdükleri, martı sesleri, İstanbul trafiğini yansıtan korna sesleri, birbirini tamamlarken, bir vitrine yan yana bir sürü İstanbul ve deniz temalı resimler

yerleştirilmiş. Bunlardan bir tanesi tv haline getirilmiş, o noktaya gözünüz iliştiğinde birden sırt üstü yüzen bir adama rastlıyor ve denizden gelen şılap seslerini duyuyorsunuz. Tek tek vitrinlerde bu şekilde tamamlayıcı objeler varken, müzenin iç duvarlarındaki barkovizyonlardan gelen sesler de vitrindekilere karışarak binayı yaşayan bir müze haline getiriyor. Böylece sürekli bir olayın, odanın, evin, başka birinin hayatının içindeymiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ve her an arkadan bir elin omzunuza dokunacağı gibi bir his doğuyor içinize. Yada vitrindeki eşyalar ve fotoğraflar canlanıverecekmiş gibi hissediyorsunuz. Bu anlamda düşünürsek kitabı okumadan da bu müze insana Füsun ile Kemal’in hikayesini yaşatıyor. Kitap Füsun’la Kemal’in öyküsünün yazılı haliyken, müzede öykü yavaş hareketlerle canlanıveriyor. Vitrin başlarındaki, kitapta da bölüm başlığı olan yazılar oldukça etkileyici. Vitrinlerdeki canllık, doğallık da görülmeye değer. Bir lavabo, üzerinde sırrı dökülmüş eski ayna, bardakta diş firçaları, lavabonun sağ üstünde plastik bir sabunluk, kullanılıp küçülmüş bir sabun ve açık bırakılmış musluktan lavaboya akan su sesleri birleşince insanda biraz önce bu lavaboyu birinin kullandığına dair güçlü bir his uyandırıyor. Kitabı okuduğunuzda o lavabonun Füsunlar’ın evindeki

89


Ş ehir

Oysa, hayatı Aristo’nun Zaman’ı gibi bir çizgi olarak değil de, tek tek eşyaların hatırlattığı yoğun anların her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında sekiz yıl beklemek bize alay edilebilecek bir tuhaflık, bir saplantı gibi değil Füsun’ların sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu gece gibi gözükür.

lavobo olduğunu ve Kemal’in aynanın önüne bıraktığı Füsun’un kelebek figürlü küpesinin tekini hemen gözünüzde canlandırıyorsunuz.

sayı//9// nisan 90

Füsun’un dokunduğu ve koleksiyonumu oluşturan irili ufaklı eşyaları, bu mutlu anları hatırlamak için sakladım ve tarihlendirdim.” Müzenin orta kısmı boş bırakılmış. Aşağıdan bakınca çatı katındaki Kemal’i anlatan yazı okunabiliyor. Yukarıdan da giriş katın zeminindeki zamanı simgeleyen desen görünüyor. 1. ve 2. kattaki boşluğu çevreleyen bel hizasında camdan bir büfe var. İpliklere asılı anahtarlar, eski saatler, saat kadranları, Füsun’un bileklikleri, tokaları bu büfede. “Füsun’un çocukluk terlikleri gibi, başka pek çok eşyada Füsun’un ölümünden yedi yıl sonra 1991 de annesi Nesibe Hanım tarafından masumiyet müzesine hediye edilmiştir.” şeklinde büfenin üzerinde ve büfenin yanındaki ağaç korkuluğa yazılmış bir not var. Kemal’in büfedeki diğer eşyaları aldığı tarihleri de tek tek belirtmişler. Müzenin her tarafında bir takım notlarla karşılaşmak mümkün. Her ayrıntıya eğilip akılda tutmak için epeyce kafa ve vücut yorgunluğu çekmeniz gerekiyor. Gezerken bu kadar yorulduğunuzu hissetmeseniz de müzeden çıkınca kas ağrılarınız size bunu fark ettiriyor.

Hayranlıkla karışık duygular içinde 2. Kata çıkarken solda 51. Vitrin etkileyici bir biçimde görüş alanınıza giriyor. Vitrinin üstünde “Mutluluk insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca” yazıyor. Füsun’un ısırdığı dondurma külahından, annesinin dolapta bulup ağladığı Kemal’in babasının ayakkabısına, Füsun’un uzun süre elinde tuttuğu tuzluk da vitrine özenle yerleştirilmiş. Kitabı okumamış olsanızda Kemal’le Füsun arasındaki duygu yoğunluğunu algılayabiliyorsunuz. 2. katta kitabın 52. bölümünden, 79.u bölümlere ait vitrinler mevcut. Sol taraftaki boş duvarda Kemal’in Füsun’la ilgili

2. katta karşınıza Füsun’un elbisesi çıkıyor. 73. vitrinde sergilenen elbise Füsun’a ait olmasa da, ona birebir benzetilerek dikilmiş bir elbise. Yan tarafında da Füsun’un sürücü ehliyeti var. Orada Füsun’un 12.04.1957 doğumlu olduğunu ve ikinci isminin Masume olduğunu görüyoruz. Masumiyet müzesine ismini de, öyküsünü de veren karakterin Füsun olduğunu burada biraz hüzünlenerek anlıyoruz. Çünkü hikaye bir trafik kazasıyla ve Füsun’un ölümüyle sonuçlanıyor. 73. vitrinde Füsunla Kemal’in kaza yaptığı araçtan kalan gösterge parçaları da sergileniyor. Arka planda ise aralarında Orhan Pamuk’un ailesine ait olanların da olduğu söylenen eski aile fotoğrafları var.

ZAMAN “Aristo, fizikinde “şimdi” dediği tek tek anlar ile zaman arasında ayırım yapar. Tek tek anlar, tıpkı Aristo’nun atomları gibi bölünmez, parçalanmaz şeylerdir. Zaman ise bu bölünmez anları birleştiren çizgidir. Yaşadığım hayat, Zamanı, yani Aristo’nun şimdi dediği anları birleştiren çizgiyi hatırlamanın çoğumuz için pek acı verici olduğunu bana öğretmişti.

Müzenin çatı katında Kemal’in son yıllarında yaşadığı yatak odası var. Tek kişilik bir karyola, çizgili bir pijama, Füsun ve Kemal’in çocukluğunda bindiği 3 tekerlekli bisiklet, Orhan Pamuk’un oturup Kemal’in anlattıklarını dinlediği sandalye var. İki küçük pencere, tozlu tülleriyle odaya açılan birer kapı gibi. İlginçtir odada sanki hala yaşayan varmış gibi oda insan kokuyor. Kemal’in yatağının karşısında kitabın son cümlesi yazıyor.“Herkes bilsin çok mutlu


bir hayat yaşadım.” bu yazının yan tarafında “Kemal basmacı 2000-2007 yılları arasında bu odada yaşadı ve sandalyede oturup kendisini dinleyen Orhan Pamuk’a hikayesini anlattı. Kemal Basmacı 12 Nisan 2007 tarihinde vefat etmiştir. “ açıklaması var. Çatı katında sol duvarı kaplayan 3 ayrı camekan oluşturulmuş. Birincisinde Orhan Pamuk’un kitabı Masumiyet Müzesi’nin türkçe ve birçok dile çevrilmiş baskısı sergileniyor. 2. kısımda Orhan Pamuk müzedeki vitrinler hakkında düşüncelerini yazdığı, nesneleri vitrine nasıl yerleştireceğini çizmiş olduğu defterleri sergilemiş. 3. Bölümde Orhan Pamuk’un 2002-2008 yılları arsında kaleme aldığı romanın el yaması var. Yazarken Pamuk bir taraftan da sayfanın kenarına köşesine resimler çizmiş ki, bu resimlerden Pamuk’un yazarlıkta olduğu kadar resim konusunda da gayet usta olduğunu anlayabiliyoruz. Romanı yazarken kullandığı boşalmış mürekkep kalemi tüplerini de defterlerin altında sergilemiş. Bu bölüm romanın ve müzenin ne kadar yoğun bir çalışmanın, ne büyük bir çabanın eseri olduğunu da gösteriyor. Müzenin tüm katlarını büyük bir ciddiyetle ve yoğun duygularla gezdim. Hatta birçok kez bir aşağı bir yukarı tekrar tekrar çıkarak, gözden kaçırmış olabileceğim şeyler vardır diye etrafa gözgezdirdim. Bu esnada 2. katta tavana asılmış boş bir kafesi de farkederek, kitabı okuduktan sonra bu kafesin Füsun’un kuşu Limon’a ait olabileceğini düşündüm. Çıkmak üzere en alt kata ilerlerken müze görevlisinin en son burayı incelersiniz diye başta beni yönlendirdiği Füsun’un içtiği 4213 sigara izmaritinin sergilendiği tüm duvarı kaplayan büfeye yöneldim. 1976 dan 1984 e kadar sutunlara ayrılmış büfenin solundaki duvarda çerçevelenmiş 9 adet küçük ekranın her birinde sigara içen bir el sürekli hareket ediyor. İnsana özgü bu el hareketleriyle, kitapta Füsun’un sigara içerken yaptığı kendine özgü el hareketlerine atıf yapıldığını düşünüyorum. Duvarda bir de Orhan Pamuk’un bu izmaritler hakkındaki notu var. “Kemal Füsun’un 4213 izmaritini bazen bana gururla gösterir, onlar hakkında hikayeler anlatırdı. Sigaraların her birini dikkatle tarihlendirmiş, yer yer notlandırmıştı. Romanda da bazılarını kullandığım bu notları, Kemal’in benden istediği gibi, izmaritlerin altına kendi el yazımla tek tek yazdım.” Ben de birkaç izmarit notunu buradan aktarayım. 25 Nisan 1984 tarihli izmaritlerde “hayatı kaçırdığımızı söylemek istedim ama…”, 21 Mayıs 1984 tarihli izmaritlerin altında ise “beni görmediğin zaman aşk kalmıyor mu?”

yazıyordu. Bu izmaritlerin karşısında çok uzun süre beklediğimi hatırlıyorum şimdi. Her yazıyı okumaya çalışmış ama yukardakilere boyum yetişmemişti. Sanırım bu esnada boynum tutuldu. Müzenin giriş katında bir de alışveriş bölümü var. Orhan Pamuk kitaplarını buradan temin edebilirsiniz. Müze vitrinlerinin tek tek görüntüleri de kartpostal olarak hazırlanıp satışa sunulmuş. Aynı vitrin görüntülerinin magnet halinde hazırlananları da var. Bir de Füsun’un kelebek figürlü gümüş küpesi satışa sunulmuş. Almak isterseniz 45 tl yi yanınızda bulundurun. Müze ziyaretimi bitirip kapıdan çıkarken çok sevdiğim bir akrabamdan ayrılıyormuş gibi hissettim. Arkamı dönüp tekrar tekrar bakındım bu kırmızı sıcak yapıya. O sırada bir zerzevatçı müzenin sokağına girip kapının önünde durdurdu kamyonetini. Sokak sakinleri toplandı etrafına. Müzenin yanındaki evin penceresinden bir kadın bana bir kilo erik tart diye bağırdı. Zerzevatçı erikleri kadının yolladığı küçük çocuğa uzattı. Müzenin karşısındaki apartmandan sarkıtılan sepete de birer kilo sebze koyup yolladı. Bu gündelik olay bana müzenin içinde hissettiğim samimiyet ve masumiyet kadar, Kemal ile Füsun’un zamanındaki İstanbul’un havasını yaşattı. 91


Ş ehir

RESSAM FEHİM HUSKOVIĆ’İN

SANATI ÜZERİNE Acculpa si audias eat volo que explam verae possinimpore ius dit harum aliquatem aliberchil incilla borectur am reperibus eumeturiae. Itatis aut fugiti dolut quia dolorum dolorum ea apitati coreptat. Katitsa KYULAVKOVA

essamların yeteneklerinin, ilham gücü ile orantılı olup, yaratıcılıklarını tuvallere aktarmayı başarabildiklerini düşünüyorum. Tablolar, ilham ve becerinin gücüne dayanarak doğar. Bunlar grafik, linolyum kesim, litografi, yağlı boya, akrilik ya da başka resim türü veya tekniği ile olabilir. Makedonya akademisyeni, ressam ve grafik sanatçısı olan Prof. Dr. Fehim Huskovic’ te bu yetenek doğuştan bulunmaktadır. Prof. Dr. Fehim Huskovic’ in, resim sanatının belirli bir anı ve gelişimi kesintisiz olarak izlenirse, kendisinde bitmez tükenmez ilham kaynağının olduğunu görürüz. Yaratıcılık, sanatçıyı resim ve sanata karşı serbest düşünceye sevk eder ve hayal kırıklığından arındırır. O’nun tuvallerinde resim zevki, sevinci ve coşkusu vardır. Bu nedenle Huskovic’ in sanatında sıcak, insancıl, açık hermetizm, asilleşmiş, entel ve naturalizm çılgınlık bulunur. Eserlerde görsel olduğu kadar da meta-görsel (manevi) izlenimler görülmektedir. Onun soyut eserlerine, şekli, morfolojiyi ve fizikselliği veren unsur nedir? Huskoviç’ in resimlerini mesafe açısından ulaşılabilen, birçok anlamda okunaklı hale getiren o sanatsal eros nedir? Huskoviç’ in resimleri dünya sanatının (görsel olarak), etkileyici ve yalın örneklerinden beslenerek, kendi estetik duruşuyla birlikte mükemmelleşmektedir. Gerçekçilikten uzaklaşmıyor ama eserlerinde gerçekçilik ön plana da çıkmıyor. Aksine, sanki gerçekle barışık olan estetik dozlar eserlerinde yer buluyor. Manzaranın hassas görünüşü, doğal, insancıl ve kutsal mekanlar, Huskoviç’ in eserlerinde kendine özgü bir yer bularak sık sık soyutlanmaktadır. Doğuştan yetenekli manzara ustasının sanatı, açık ve kapalı manzaralar arasında gidip geliyor. Bu manzaralarda insan figürüne yer yok. İnsan figürü yoğun bir şekilde insancıl ortamıyla tamamlanmaktadır. Aslında paradigmatik ifadeyle evrene, doğanın sıcak ve aydınlık taraflarına samimi bir misafirperverlik söz konusudur. Fehim Huskoviç, çağdaş Makedon, Balkan ve Avrupa resim sanatına, sanatın zaman ve mekanı açısından, dikkat çekici bir kişi olarak imza atmıştır. Huskoviç’ in imzası, istediği yere istediği zaman giriş yapabilen bir vize gibidir. Saflık, Huskoviç ’in eserlerini çekici kılandır. Bu yüzden Fehim Huskoviç’in sanatında manzara hakimdir. Manzara, sadece doğa değil, hem şiirsel manzaralar, hafıza manzaraları, bilinçsiz görüşler, dış dünya görünüşleri, çocuksu bakışlar, estetik görünüşler, güzelliğin güzelliğe bakışı anlamına gelmektedir.

sayı//9// nisan 92


Fehim Huskoviç’ in sanat eserleri gerçeğin gizemini, orada var olan en güzeli, görsel güzelliği, rengin ve şeklin erosunu, insanın ruhsal ve metafizik durumuyla doğadaki manzarayı bir araya getiriyor. Bu gerçekçilik gizemi, sanat eserinin varlığını ve gerçekçiliğinin var olduğunu göstermektedir. Böylece eser rahatça nefes alabilir, alanda sınırsız, kendi ara boşluğunda ve izleyicinin psihomental çerçevesinde hareket eder. Eserdeki görüntü yanılsama yaratıp, tekrarı olmayan, eşsiz bir parfüm vaat ederken garip bir şekilde insanın var olduğu iddiasındadır. Huskoviç’ in eserleri karşısında aslında anlamın eşiğinde olduğumuza dair hisse kapılıyor, tuvallerinin yumuşak kokusunda tutuklu kalıyoruz. Huskoviç’ in tuvallerinin minyatür veya büyük olması önemli değil, hepsi aynı derecede mest ediyor. Huskoviç’ in görsel dili hayal gücümüz dahil olmak üzere bütün duyguları harekete geçiriyor. Bu nedenle seyirci, Huskoviç’ in eserleri önünde kendini hem güçlü hem memnun hissediyor. Onun eserlerinde sert, kandırıcı soyutlama yok, agresif karakteri olan karanlık duvarlar yok; sadece asil, büyüleyici sıcak renklerin varlığı, hareketli şekillerin oluşturduğu form, ‘resimde dünya’ çağrışımları, ruhi duygularla birlikte, varlığımızın doğrudan farkındalığı var.

Fehim Huskoviç’ in sanatsal kimliği, orijinal estetiğin ve görselliğin, bedensel, ruhsal, fiziksel ve metafiziksel resmin şiiri olarak tanımlanabilir. Bu yüzden onun eserleri şiirsel işaretlerle, imalarla, hatıralarla ve kelime oyunlarıyla diyalog kurulmaktadır. Fehim’in eserlerindeki şiirsel unsurlar, eserin samimi dünyası olarak algılanmaktadır. Bu samimi dünyanın tadına, sadece esere doğrudan doğruya bakarak değil, tuvallerdeki formları zaman zaman hatırlayarak varılabilir. Huskoviç’ in eserleri, hafızalarda, hassas ve uzun süre hatırlanacak şeylerin içinde yer almaktadır. Tatmin duygusu nedeniyle asileştiren ve rahatlatan bir meditasyonu hatırlatmaktadır.

93


ŞEHİRLERİN İRFAN MERKEZLERİ

İSLÂMÎ EDEBİYAT VAKFI Ali Nar, “İslâmî Edebiyat” kavramını Türkiye’nin gündemine taşıyan, bu mefhumun tartışma ortamına girmesini sağlayan, bu yolda uzun zamandan beri İslâmî Edebiyat adlı dergiyi büyük bir gayret, ceht ve azimle yayımlayan bir fikir, sanat ve ideal adamıdır. Dünyanın değişik bölgelerindeki İslâm ülkelerinde oturan edebiyatçılarla temaslar kurarak Müslüman aydınlar arasında sıkı bir münasebet, ciddi bir temas kurmak için ömrü boyunca mücadele veren bir ilim âşığı, fikir adamı ve edebiyat ustasıdır. Mehmet Nuri YARDIM

debiyat dünyamızda farklı gruplar, kendilerini değişik isimlerle ifade etmiştir. Edebiyat-ı Cedide’ciler (Yeni edebiyatçılar) Servet-i Fünûn dergisinde yazdıkları için Servet-i Fünûncular olarak da adlandırılır. Millî Edebiyatçılar, Fecr-i Aticiler, Beş Hececiler, Garipçiler (Birinci Yeniler), İkinci Yeniler, Hisarcılar, Bağımsız Edebiyatçılar, İslamî Edebiyatçılar, Milliyetçi Edebiyatçılar... vs. Daha aranılırsa pek çok edebî grup bulunabilir. Bu arada grup hareketi olmasa da kurucusunun veya teorisyeninin de adıyla anılan bazı edebî ekoller de mevcut. Meselâ Necip Fazıl Büyük Doğu mektebiyle, Sezai Karakoç Diriliş hareketiyle, Nurettin Topçu Anadoluculuk fikriyâtıyla, Nuri Pakdil Edebiyat dergisiyle, Ali Nar aynı isimde bir derginin de çıktığı İslamî Edebîyat anlayışıyla hatırlanıyorlar. Ali Nar, “İslâmî Edebiyat” kavramını Türkiye’nin gündemine taşıyan, bu mefhumun tartışma ortamına girmesini sağlayan, bu yolda uzun zamandan beri İslâmî Edebiyat adlı dergiyi büyük bir gayret, ceht ve azimle yayımlayan bir fikir, sanat ve ideal adamıdır. Dünyanın değişik bölgelerindeki İslâm ülkelerinde oturan edebiyatçılarla temaslar kurarak Müslüman aydınlar arasında sıkı bir münasebet, ciddi bir temas kurmak için ömrü boyunca mücadele veren bir ilim âşığı, fikir adamı ve edebiyat ustasıdır. Kendisinden kısaca bahsettiğim Fatih’in bu kıdemli sakininin kısa hayat hikâyesine bakalım. 1941 yılında Erzurum’un Hasankale ilçesi İssisu köyünde (şimdi Sarıkamış’a bağlı) doğdu. Babasının adı Molla Şehri, annesi Güllü Hanım’dır. Köyde büyüyen Ali Nar, 1949’da, ailece Yozgat’ın Karahallı köyüne hicret edip orada yetişti. Yedi çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelen Ali Nar, çileli bir hayatın ardından kendisinden iki yaş büyük ağabeyi Mehmet ile Kayseri’deki bir okulda okudu. Daha sonra Erzurum İmam-Hatip Okulu’na naklini aldı ve oradan ağabeyi ile birlikte başarıyla mezun oldu. Aynı yıl İstanbul’da açılan Yüksek İslâm Enstitüsü imtihanını kazandı. İstanbul’da yatılı olarak dört yıl okuyan, Osmanlı ulemasının halefleri olan bazı hocalardan feyz alan yazarımız, Arapça’yı Kayseri’de “Kavgacı Osman Efendi” unvanıyla tanınan değerli bir âlimden öğrendi. MAHİR İZ’İN TALEBESİ Ali Nar, edebiyat zevkini de son devrin büyük âlimlerinden kabul edilen ve ‘ayaklı kütüphane’lerden sayılan Mahir İz Hoca’dan aldı. Ömer Nasuhi Bilmen ve Ahmed Davudoğlu da feyz aldığı âlimler arasında bulunuyor.

sayı//9// nisan 94


Yazarımız, İstanbul’da devrin şair yazar ve âlimlerini yakından tanıdı. Ama üzerinde en büyük etkiyi büyük şair Necip Fazıl gösterecektir. Yüksek okulu bitirdiği gün, Necip Fazıl’la bir tren yolculuğunda tanışır. Bu tanışma Ali Nar’ın dünyasını allak bullak eder, ufkunu değiştirir ve edebiyat / sanat anlayışına yeni bir şekil kazandırır. 1964 sonbaharında Diyarbakır İmam Hatip Okulu’nda öğretmenliğe başlayan Ali Nar, İstanbul’da başlayıp farklı gazete ve dergilerde yayımlattığı şiir ve makalelerini Güneydoğu’nun bu büyükşehrinde çıkan Yeni Şark Postası gazetesinde devam ettirdi. Şair Ömer Faruk Turgut’la tanıştıktan sonra onun şiirlerini Tablo adıyla kitaplaştırmasına yardım eder. Ömer Faruk Turgut da onu Sezai Karakoç’la tanıştırır. Bu tanışma, Ali Nar’ın yazı hayatında yeni bir mecraya yönelmesine vesile olur. Serbest şiir ve deneme türüne ağırlık vermeye başlar. Zamanla kendi üslûbunu bulan yazarımız, bu dönemde Sezai Karakoç’un güçlü etkisi altındadır. Üç yıl kaldığı Diyarbakır’da çeşitli edebî ve kültürel faaliyetler sergileyen yazar, aynı zamanda İstanbul ve Ankara’da çıkan edebiyat dergileri ve günlük gazetelere gönderdiği çalışmalarıyla adını duyurur. Diyarbakır’da çeşitli fikrî tartışmalara adı karışınca Afyon’a sürgün edilir. Bu şehrimizde iken vatanî görevini yapmak üzere askere alınır. İki yıl sonra Erzincan İmam Hatip Lisesi’ne tayin edilen, orada dört yıl boyunca dernekler kuran ve çeşitli faaliyetlerin merkezinde olan Ali Nar, kaleme aldığı piyesleri sahneye koyarak gençliğe olumlu mesajlar vermek ister. Erzincan’da kültür ve edebiyatın âdeta biricik temsilcisidir. Öğretmenlik mesleğini 1973 yılında İzmit (Kocaeli) İmam Hatip Lisesi’nde devam eden yazar, Erzurum İlahiyat Fakültesi’nde kelâm asistanlığını kazanır ancak siyasî sebepler yüzünden tayini yapılmaz. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde tez yapmak ister bu sefer. Bir gölge gibi kendisini takip eden bazı güçler, buna da izin vermez, imtihana girmesine mani olurlar. KALEME KUVVET Dört bir taraftan kuşatılan Ali Nar, yılmaz ve tek sığınak olarak gördüğü yazı hayatına atılır. Kitaplara sarılır ve kalemine var gücüyle asılır. Erzincan’da çıkardığı Erdem okul gazetesine benzeyen Dönüş adlı gazeteyi yayınlarken İstanbul’un bazı gazetelerinde de sürekli yazmaya devam etmektedir. Bu arada kitap çalışmalarına da hız veren Ali Nar’ın basılmış ilk eseri Fetih isimli piyesidir. Ardından Koro gelir. Üçüncü tiyatro eseri Milli Türk Talebe Birliği’nin açtığı tiyatro yarışmasında birincilik alan Muhtar Kafası adlı oyunudur. Son

oyun, Türkiye’nin değişik bölgelerinde yüzden fazla il ve ilçede sahnelenir. 1975 yılında eğitim ve araştırma yapmak maksadıyla burslu olarak Irak’a giden Ali Nar, bu seyahatini Musul, Bağdat, Kerbelâ, Necef, Halep, Şam, Beyrut, Amman, Mekke, Medine, Hayber ve Cidde’ye kadar uzatır. Böylece İslâm’ın kalbi sayılan Ortadoğu’yu âdeta karış karış gezer. Gezip gördüklerini ve Hac sırasında tanıyıp dinlediklerini, İslâm beldelerinden topladığı intibaları, Ortadoğu Günlüğü adıyla bir seyahatnâme-günlük tarzında yazıp kitaplaştırır. Bu kitabın ardından roman, hikâye, şiir, tiyatro ve dini eserler ile tercümeler tâkip eder. İSLÂM DÜNYASINA AÇILAN PENCERE Ali Nar’ı, İslâm dünyasına açılan ve oradan tatlı esintiler getiren bir ışıklı elçi olarak görmek lâzım. Necip Kiylanî’den Cakartalı Kız, Kuzey Kahramanları, Kara Gölge, İlahi Nur, Yahudi’nin Kanlı Böreği; Ali Ahmet Bâkesir’den Cihada Çağrı; Tevfik El-Hakim’den Mahmud Müflih; Necip Mahfuz’dan roman ve hikâyeleri Türkçeye tercüme eden edebiyatçımız, adı anılan yazarların Türkiye’de tanınmasını, okunmasını ve sevilmesini sağlar. İslâm’ın ‘mezhepsizlik’le çarpıtılmak istenmesi üzerine bu hususta eleştirel kitaplar yazdı. Sağlam akidelere sahip olunması için fıkıh kitapları ve Peygamber Efendimizin hayat hikâyesini anlatan siyer-i nebiler kaleme aldı. Öğretmenliği 1977’de İstanbul’a nakledilince kitaplarını yayınlatma imkânı buldu. Milli Gazete ve Yeni Devir’de yazdığı yazılarla Türkiye çapında yankılar uyandıran Ali Nar, şiir, yazı, tercüme ve araştırmalarını Büyük Doğu, Pınar, Mavera, Yeni Sanat, Sedir, Çınar, Tohum, Hilâl, İslâm, Milli Gençlik, Düşünce ve Hakses dergilerinde yayınlattı. 1986’da Dünya İslâmi Edebiyat Birliği ile temas kuran ve bu birliğin başkanı olan Hasan En Nedvî ile tanışan Ali Nar, kendisini ve diğer Türk yazarlarını da İslâm âlemine duyurdu. 1975’lerde tanıştığı Prof. Dr. Muhammed Harp ile dostluğunu bugüne kadar devam ettirdi. 1989, 1991, 1994 ve 1996’larda İstanbul’da Dünya İslâmî Edebiyat Konferanslarını düzenledi. 1997’de bu birliğin İstanbul şubesini kurdu. Yazar, 1986’dan itibaren İslâmî Edebiyat mecmuasını yayımlıyor. Dergi düzenli olarak yayımlanamasa da hep okuyucuya ulaştı. Maddî sıkıntılar yüzünden bazen altı aylık veya üç aylık çıkabildi. 1990’da resmi görevinden emekli olan Ali Nar, o tarihten bu yana bütün mesaisini kitaplarına, Fatih’te yeni bir bina satın alarak merkezini oluşturduğu İslami Edebiyat Vakfı çalışmalarına hasrediyor. Millet Kütüphanesi’ne çok yakın olan binada, her zaman Türkiye’nin ve İslâm âleminin tanınmış 95


Ş ehir

Bazı vakıflar kurucularıyla anılır ve onlarla hatırlanırlar. İslâmî Edebiyat Vakfı da Ali Nar ile özdeşleşen hayırlı bir kuruluş. Ali Nar, vakfın içinde davasına ve kalemine yaslanan bir ulu çınar…

Kur’an Dersleri, Ceb İlmihali, Tasavvuf Gerçeği ve Üç Şahidi, Dinde Yenilikçiler ve Birleşme Noktaları, Edebiyatın İslamcası. TERCÜMELER- Edebî eserler: İslâmî Edebiyata Giriş, Cakartalı Kız, Kuzey Kahramanları, Yahudinin Kanlı Böreği, Kara Gölge, İlahi Nur, Kutsal Direniş; İnceleme eserler: Fıkhussiyre, Akaid Risaleleri, İman Yolu, Medine Tarihçesi, Müslüman Kadının Kimliği, Tevhidin Esasları; Tartışmaları Konular: İçtihad, Müctehidler ve Mezhepsizlik Tehlikesi, Mezhepsizler ve Şâkirtleri, Nusayrilik ve Suriye’de Nusayri Zulmü, Oğluma Kızıma Nasihat, Hicrette Adımlar, Zihin Özürlü İslâmcılar ve Cimar Mezhebi, Nusayrilik, Cemaleddin Efgani’nin Gerçek Yüzü.

şair, hikâyeci, yazar ve münekkitleri ağırlanıyor ve uzman oldukları konularda konuşturuluyor. Vakfın merkezi âdeta bir edebiyat, sanat ve kültür mahfili görevini görüyor. Cahit Öney, merhum Osman Öztürk gibi birçok şair, yazar ve sanatkâr bu mekânda buluşup hasret gideriyor. İslâmî Edebiyat dergisinde görünen yazar ve şairler arasında Prof. Dr. Hasan Akay, Yasin Hatipoğlu, Nevzat Yüksel, Mustafa Suna, Hızır İrfan Önder, Dr. Mehmet Mutlu ve Şakir Diclehan da bulunuyor. Tabii başta Arapça’dan olmak üzere birçok dünya dilinden yapılan tercümeler de yer alıyor dergide. Haklı bir inat ve anlamlı bir ısrarla yayımına devam ediyor dergi. Mütevazı, kararlı ve inançlı… KÜTÜPHANELİK ESERLER Ali Nar’ın bütün eserlerini bir çırpıda saymak elbette mümkün değil. Bir kütüphaneyi oluşturabilecek kadar fazla olan eserleri, ayrıntılı olarak ele almak çok zor. Bu kıymetli kitapları hiç olmazsa isimlerine göre sıralayalım: TELİFLER- Edebî Eserleri: Fetih, Koro, Muhtar Kafası, Porselen Dişli Bürokrat, Hortlaklar, Nasreddin Hoca’dan Öğütler, S. bin Müseyyeb’in Hayır Dediği Gün, Ezan Donanması, İki Sonsuzda Gerilim, Kan Denizi, Muhtar Nâme, Bir Demet Yasemin, Ortadoğu Günlüğü, Anadolu Günlüğü, Mizah Edebiyatı, Arılar Ülkesi, Uzay Çiftçileri; İlmî eserler: Müslüman’ın Gökkuşağı, Kırk Hadisle Müslüman Kimliği, Hicret, İlm-i Kelâm Dersleri,

sayı//9// nisan 96

Eserleri, fikirleri ve mücadeleleriyle bir nesli yetiştiren, birçok kişiye ‘ağabey’ veya ‘hoca’ olan Ali Nar Beyefendi, bir dava, ideal, mefkûre, inanç ve gaye adamıdır. Ömrünü fikriyatının yücelmesine ve yayılmasına adamış bir gönül insanıdır. Edebiyatı, İslâm dünyasının daha fazla kenetlenmesi ve Müslümanların birbirlerini daha çok sevmesi için araç kabul etmiş bir mütefekkirdir. Bir mizah üstadıdır, nüktedandır. Çocukluğunda ve gençliğinde kurduğu hayallerin bir bir gerçekleştiğini gördükçe mutlu oluyor, azmi, iradesi, kuvveti artıyor. Evi de, kurduğu vakıf da Fatih’in merkezinde Ali Nar’ın. Bütün himmeti, dünya ile boy ölçüşebilecek inançlı ve sağlam bir gençliğin yetişmesine yönelik. Bunun için karınca kadarınca, ama bıkmadan usanmadan çalışıyor, çabalıyor, uğraşıyor. Rahatsızlıklarına rağmen hâlâ her ay Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde, hayatı boyunca uğraştığı temel meseleleri dinleyicileriyle paylaşıyor. Türkiye’nin ve İslâm âleminin problemlerine çözümler üretiyor. Bu hâliyle, azmi ve duruşuyla o örnek bir şahsiyet... Yoksul Anadolu’nun bağrından çıkan bu sızılı yürek, bu çelikten bilek, bu müstesna aksakallı genç, bugün bile Türkiye’nin daha aydınlık yollara, daha nurlu ufuklara doğru yol alması için var gücüyle koşuyor, çırpınıyor. 50 civarındaki eseriyle memleket sathını bir mektep yapmayı hedefliyor. Bu soylu gayrete saygı duymamak, bu asil çabayı alkışlamamak mümkün mü? Eğer mukaddes çilesine, hürmete şayan mücadelesine yardımcı olamıyorsak en azından kendisine hürmet etmek, onu sevgiyle selâmlamak ve her zaman kendisine dua etmemiz gerekiyor. Bir de bu mefkûre sahibi aziz hocamızdan dua almayı ihmal etmemeliyiz. Ali Nar hocam! Faziletli hayatın, erdemli ömrün bereketli, ak bahtın hep açık, istikametli yolun her daim aydınlık ve ferahlık olsun... Her zaman iyilikle, güzellikle, hayırla ve sağlıcakla kal inşallah!




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.