ŞEHİR ve KÜLTÜR - 45. Sayı

Page 1



Biz’den…

Şehirli Olmanın Şuuruna Varmalıyız Şehirleri anlatırken, fizikî yapısı ile ruhunu birlikte düşünüp yorumlamak gerekir. Doğduğumuz yer ile, ailemizin köklerinin olduğu yer bazen aynı olmayabilir. Bu durumda kendimizi arafta hissetmemeliyiz…O zaman yaşadığımız yerin kültürü ve ruhu devreye girer, cümlemize hükmeder, yol gösterir. Yaşadığımız mekanlar; Odalar ,evler, mahalleler, şehirler gözümüze göründükleri kadar ruhumuza etki yaparlar…Karmaşık bir evde yaşıyorsak psikolojik durumumuzu etkileyeceği muhakkaktır. Evimizin içi gibi dışıda davranışlarımıza etki yapan nedenlerden biridir. Boyası veya mermeri dökülmüş, mozaiği kırılmış dış cepheli evimiz bizi karamsar yapar…Evimizin salon penceresinden baktığımızda gecekonduları görüyorsak hayata bakış açımız farklı olur..Sokağımızın kaldırımları kırık dökük ise, geceleri aydınlatma ışığı bozuk ise günlük hayatımızı etkileyeceği muhakkaktır.. Yaşadığımız şehrin caddeleri, meydanları, durakları, parkları bahçeleri, normal binaları kadar kamu binalarıda estetikten yoksun ise yaşanılmaz bir mekândayız demektir.. Oysa Estetik yapıları , eşyaları, kent mobilyaları, aydınlık yolları, meydanları olan bir şehir bizi mutlu eder.. Edebiyatçıları daha güzel eserler , şiirler yazarlar.. Nedim’in İstanbulu tasvir ederken yaşadığı devri hayal edersek bu şehrin ruhunu hissederiz. ..Altında mıdır üstündemidir cennet-i âlâ Elhak bu ne hâlet,bu ne hoş ab-ü hâvâdır.. Şehirlerimizdeki evlerde, özelde İstanbul evlerinde, bundan 40-50 yıl öncesine kadar oturma odalarında, duvarlarda vazgeçilmezler vardı..Bez kılıflar içinde Kuran-ı Kerimler, Orijinal olmasada baskı hilye-i şerifler, Sedirler…Eşyalarda sedirden sandalyeye geçeli çok oldu.. Kuran kılıfları ve cüz keseleride duvardan raflara giriverdi.. Hemşerim memleket nere? Diyen şarkıcımızın sözlerine cevabımız ne olursa olsun, biz yaşadığımız şehirli olmalıyız..İstanbullu, Ankaralı, İzmirli, Bursalı…Yani şehirli olmalıyız. Biz bu şehrin dilini konuşmalıyız. Bu şehrin kültürünü yaşamalı ve yaşatmalıyız. Mademki biz Bu şehrin nimetlerinden istifade ediyoruz, bu şehre ve

kültürüne ihanet etmemeliyiz.. Pencerenizin kenarına yuva yapmaya bir çift kumru gelmişse, onu misafir kabul etmeliyiz, barındırmalıyız, kovalamadan hırpalamadan yaşatmalıyız bu şehrin kuşunu. Sokağımızdaki kediye tekme atanı ikaz etmeliyiz hatta şikayet etmeliyiz..Şehirli olmak bunu gerektirir.. Bahar geldi, açan bahar çiçeklerini, laleleri, sümbülleri, menekşeleri, toprakla başbaşa bırakmalıyız, onları koparmadan sevmenin bir şehir kültürü olduğunu bilmeliyiz.. Dilimiz ana babamızın geldiği şehrin şivesine dönmemeli konuşurken.. Bu şehrin şivesinde konuşmalıyız, konuşmasını öğrenmeliyiz, buna kendimizi zorlamalıyız.. Komşuyu rahatsız etmeyecek ses tonuyla konuşmalıyız, kimseyi rahatsız etmeden.. İyilikler birbirini tetikler.. Yapılan iyilikler örnek teşkil eder, başkalarınıda iyilik yapmaya sevkeder. Selam vermeliyiz herkese, tanıdık tanımadık herkese.. O zaman hayatın ne kadar güzel olduğunu anlarız, yaşamanın erdemini hissederiz.. Toplumun tüm ferdleri birbirlerine karşı sevgi ile ve saygı ile yaklaşıyorlarsa Şehrin içtimai yapısı normalleşmiş demektir..Huzur sağlanmıştır.. Ferdleri, sevgi ile saygı ile yoğrulmuş bir millet artık yekvücud olmuş, Güçlenmiştir...Güçlü bir millet güçlü bir ordu demektir.. Milleti ve ordusu sımsıkı birbirine bağlı olan toplumda barış ve huzur hakimdir… Ülkemizde, özlediğimiz tablo budur.. Biraz gayret eder ve fedakarlıklarda bulunursak, diyargamlık asıl hususiyetimiz olursa biz bunu başarırız ve başaracağız inşallah. Şehir ve Kültür dergisi olarak, dört yıldır Şehirlerimizi yazmaya ve kültürlerimizi tekrar tekrar hatırlatmaya devam ediyoruz..vazifemiz olanı yapıyoruz, yapmaya ve yazmaya devam edeceğiz, bıkmadan , usanmadan… Hz.Mevlâna diyor ki; “Kusur bulmak için bakma birine, bulmak için bakarsan bulursun, kusuru örtmeyi marifet edin kendine. İşte o zaman kusursuz olursun.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 7 12 14

KAHVERENGi TABELALAR: ZEUS SUNAĞI, ŞEYTAN SOFRASI VE BEHRAMKALE

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

KÜLTÜRLER ARASINDA SÜREKLİ İLETİŞİM KANALLARI AÇMAK Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN

ŞEHİR Mi MEDENIYETi, MEDENiYET Mİ ŞEHRi?

MESELA MARAŞ Kâmil UĞURLU

ALTIN ELBISELi ADAMIN BEŞiĞi

ALMATI Cem ERİŞ

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

18

ŞEHiR KÜLTÜRÜNE YABANCI BiR

KAVRAM YÜKSEK BİNALAR Dr. ŞimşeK DENiZ

32

GRANADA “iSLAM’IN ÖKSÜZ BELDESi”

Bilal TIRNAKÇI

46

FiLiBE

50

LALE iSTANBUL’U

DOKUZ TEPELİ ŞEHiR

Mehmet MAZAK

Bilal ARIOĞLU

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Şule İlgüğ / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


8 DERSAADETTE HANLARIN HİKÂYESİ / Mehmet Kâmil BERSE 22 “TARİHİ ESER BİR EV” SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER (2) / Cem ERİŞ 26 OSMANLI ARŞİV BELGELERİNDE SURİYE -1- / Dr. Önder BAYIR

60

KURTULUŞUN YÜZÜNCÜ YILINDA BiR ŞEHiR:

ERZURUM İsmail BİNGÖL

31 ŞEHİRLERİN KÜLTÜREL DİNAMİKLERİ / Muhsin İlyas SUBAŞI 34 AKHİSAR; İSALARIN, AHMETLERİN, ZARİFLERİN, SALİHLERİN ŞEHRİ / Fahri TUNA 36 ÜÇ SUBAYIN HATIRA KİTABINDA ERZURUM HATIRALARI / Hüseyin YÜRÜK 41 BOZOKLU OSMAN ŞAKİR’İN MUSAVVER İRAN SEFARETNÂMESİ VE FATİH’TEN 1914 KUŞAĞINA TÜRK RESİM SANATI -kitap tanıtım- / Tanıtım: Ahmet ŞAYIR 42 ŞEREFİYE SARNICI / Salih DOĞAN

70

44 ÇIKRIK / Recep GARİP MEHMED SPAHO’DAN ALiYA iZETBEGOViÇ’E

49 ŞEKERFÜRUŞAN / Recep ARSLAN

KİMLİK MÜCADELESİ

53 İÇİNDEN IRMAK GEÇEN ŞİİRLER / Mustafa UÇURUM

BOŞNAKLARIN Davut NURiLER

54 BENİM EVLERİM.. BENİM ŞEHİRLERİM.. TAŞRALI ÖĞRENCİLERİN ÖYKÜSÜ / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 57 DERSAÂDET’TE HER GECE / Kâmil UĞURLU 58 FATİH SULTAN MEHMED HAN’IN MİMARI; MİMAR AYAS AĞA VE YADİGÂRI/ Nidayi SEVİM

82

63 BİZ ... / Sabri GÜLTEKİN “ŞEHR-i AYINTABI CiHAN”

64 ŞEHİR SOHBETLERİ -altı- ŞEHRİ NASIL YÖNETMELİYİZ / Ahmet NARİNOĞLU

GAZiANTEP

67 KEŞF-İ İSTANBUL II - kitap tanıtım- / Tanıtım: Fatma DERİN

(DÜNYANIN GÖZBEBEĞİ ŞEHİR)

Münir BALICA

68 NE YAZDIYSAM SİLEYİM VE KENDİMİ BİLEYİM... / İbrahim BAŞER 72 SÖZ SULTANLARI / Muhsin DURAN 74 ÇEKİÇ İLE ÖRS ARASINDAKİ HÜKÜMDAR; SULTAN II. ABDÜLHAMÎD / Seyfullah ERKMEN 77 ANADOLU’DA BAHAR / Mehmet BAŞ 78 DİYARBAKIR KUYUMCULUK SANATI VE MİMARİ ETKİLERİ / Nuri DURUCU

92

MUHAFAZAKÂR KESiMDE SANAT;

AŞiL’iN TOPUĞUNDAKi

KURU NOKTA!

Yasin ÇETiN

84 ERZURUM’UN ERMENİ MEZALİMİNDEN KURTULALI YÜZ YIL OLDU.. / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 87 TUT ELİMİ KİLLİZE - kitap tanıtım- / Tanıtım: Ahmet ŞAYIR 88 BİLECİK / Mehmet KURTOĞLU 94 DESTANLARI YAŞATAN AYDIN: MEHMED NİYAZİ / Mehmet Nuri YARDIM

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: (http://www.nuridemirag.com/fotograf.html


KAHVERENGİ TABELALAR:

ZEUS SUNAĞI,

ŞEYTAN SOFRASI VE

BEHRAMKALE

Behramkale… Eskiçağdan günümüze Anadolu’yu özetleyen bir mekan. Taş binaları, devşirme mekanları, Roma döneminde binalarda belki tapınaklarda kullanılmış taşların 1359’da yapılan Murad Hüdavendigar cami inşasında kullanımı ile mesaj veren muhteşem bir yer. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

*FSMVÜ Tarih AnaBilim Dalı Başkanı

sayı//45// nisan 4

arayollarında sık sık karşımıza çıkan kahverengi levhalara karşı bir tutkum hatta saplantım var desem yeridir. İçten gelen bir arzu veya bir meslek hastalığı da denilebilir. Ama benim gibi daha niceleri var biliyorum. Biraz da insanın meçhulü merak etme dürtüsü herhalde, sürükler bu levhalar insanı bilinmez yerlere. Bazen bir dağın tepesine, bazen bir suyun başına, bir yatıra, bir katıra vs. Çok memnun olanlar gördük nihai menzilde, çok da asık suratlar. Kimi beklentisini bulmuş levhanın peşinde, kimi de umudunu yitirmiş. Bir de kaybolanlar var. Ülkemizde bunlardan çokça var maşallah. Aynı istikamette gitsem bile her seferinde acaba diyerek bir kere daha uğramak geliyor insanın içinden. Ama mesela bütün tutkuma rağmen çocukluğumdan beri, Araklı- Arsin arasında Santa harabelerini gösteren kahve renkli tabelanın izinden hâlâ gidememenin suçluluğunu duyuyorum. Gitsem ne bulacağım bilmem ki? Ama birgün mutlaka gitmek istiyorum. Günümüzde Balıkesir-Çanakkale üzerinden yolculuk yapanlar bilirler. Çanakkale il sınırı tabelası ile Küçükkuyu tabelası bir aradadır. Hemen bir iki kilometre sonra da sağa doğru kahverengi tabela çağırır sizi. Bayağı da büyük, yani dikkat çekici. Zeus Altarı 2 km. En az üç kere bu tabelanın peşinden gittim. Önce 2 km. gidiyorsunuz ve Kazdağları’na yaslanmış Adatepe köyünün sınırlarına ulaşıyorsunuz. Bir kır kahvesi var. Bazıları hedef burası diyerek hemen kahve-tütün molasına geçiyor. Ama öyle değil, orman içinde 720 m. daha tatlı bir yokuşu yürümelisiniz kahve renkli tabelanın işaret ettiği yere varmak için. Çam ağaçları arasında biraz da gölgeyi takip ederek yürürseniz mesele yok, zevkli bir yürüyüş de olur. Hele sizden öndekileri geçmek için uğraşmanız, ve yokuşu çıkarken “ahvah” diyenlerin iniltileri de insana bir başka güç veriyor. Sonra mı ne oluyor. Önce bir kaya ve oraya tırmanmaya çalışan insanları görüyorsunuz. Siz de tırmanacaksınız, taş merdivende sıranızı bekliyor ve kayanın üstüne çıktığınızda muhteşem bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Altınoluk-Küçükkuyu bir tarafta Burhaniye-Ayvalık karşı tarafta, önünüzde tasviri gayr-i kabil muhteşem bir görüntü. Etrafta bizim gibi bir kaç kere tabelayı


takip etmiş bilgiçler olmazsa niye ve kim için geldiğinizi unutursunuz bu güzellik karşısında. Koca koca adamlar, hanımefendiler, okuryazarlar, yanındakilere Zeus Altarı’nı anlatıyor. Ama ne hikayeler.. Bir kısmının yolda gelirken internetten aparıldığı belli, bir kısmı da 720 m. geride kalmış olan ve genellikle insanların dönüşte fark ettiği tabeladaki bilgilerin yarım saat içinde senaryolaştırılmış hali. Bu tabela ise resmi bir nitelik taşımıyor. Hilmi Yavuz’dan alınan ve “tekrar samanyolunu keşfettiği Adatepe”yi anlatan edebi bir alıntı ile başlayıp, “ünlü arkeolog” diye nitelenen, aslında bir hırsız olan Schlieman’ın iddiası ile buranın Yunan tanrılarının en büyüğü Zeus’a kurban sunulan bir sunak olduğu iddiası ile devam ediyor. Bir de her gelene bir nebzecik şerbet kabilinden Erdem Baba’ya ait bir ermişin de mezarı olabileceği rivayeti yazılmadan geçilmiyor. Bu konuda eskiçağ tarihçilerinin bir şey üretmedikleri belli veya ben bilmiyorum. Sadece güzel bir manzara diye pazarlansa daha iyi olmaz mı diye düşünürken, ben de üretmeden edemiyorum. Muhteşem manzarası bir tarafa, Çanakkale ve Marmara tarafından gelecek korsan gemilerinin en iyi gözetlenebileceği yer burası olmalıdır. Ve eskiler benden daha az akıllı olmadıklarına göre, muhtemelen bunun için de kullanmış olmalılar burayı. Peki manzarayı seyretmeye imkan sağlayan yüksek kayanın gerisinde kare yapılı “sunak” olduğu iddia edilen yer de neyin nesi? Yorum serbest ya. Ona da orman içinde başka su kaynağı olmadığına göre günlerce buradan

gözetleme yapacakların su sarnıcı/deposu gözü ile baksak nasıl olur acaba? O zaman kahverengi tabela ne olacak? Tabii bütün bunların bir doğru cevabı bulunur. İlerde orada yapılacak iyi bir saha araştırması, kazı yapılarak ve katmanlar incelenerek bize daha fazla bilgiler verecektir. Ama biz hala yakın dönemine ait belgeleri, sözlü kaynakları bile derlemedik sanırım? Adatepe Mübadeleye de konu olmuş. Vatandaş yememiş, içmemiş bir de köyün eşsiz güzeli Refika’nın hikayesini yaratmış. Bilmiyorum, hatta hiç kimse bilmiyor ama belki de doğrudur fakat kulağa hoş gelmiyor. Diğer taraftan bir ülkenin her taşı bir efsaneye konu olmadıkça gerçek ülke olamaz diye de düşünüyorum. Kültür ve Turizm Bakanlığı hangi birine yetişsin bu mekanların. Bir bilgi ve danışma merkezi koysun diyesim geliyor ama burada Bakanlığın işletmesi olan DÖSİM’in pek satış yapma şansı da yok. Dilimizi hemen sivriltip zülf-i yâre dokunmayalım şimdilik. Madem başladık bir başka tabelayı da hatırlatıp, tekrar bu güzergaha geleceğim. Balıkesir-İzmir güzergahından körfezin incisi Ayvalık tarafına girdiniz mi tabelalar sizi ısrarla Şeytan Sofrası’na yöneltir. Kim niye koydu bu ismi? Vardığınızda insani hayata, zevk u safaya, güzelliklere ve ihtişama cezbeden manzarası ile şeytanın iğvasına kapılma ihtimali ile mi söylenmiş bilinmez. Ama en az Zeus Altar’ı kadar muhteşem manzarası gerçekten görülmeye değer. İnsanlara bu güzelliği anlatmak için başka isim cazip gelir miydi bilinmez. Şu anda 5


orası -herhalde milli emlaktan- özel sektöre kiralanarak manzaranın ihtişamını yaşamak için güzel bir mekana dönüştürülmüş. Tabii özel teşebbüs aklı kayanın bir tarafına Path of Satan tabelası koymayı ihmal etmeyip, kaya oyuğu da kafesler içine alınıp kırmızı kurdeleler ile sarılarak içine dilek parası atılmasını sağlamış (Bu kırmızı kurdele eski gidişlerimde yoktu, anlaşılan bir pazarlama yöntemi). Burada yine lafı uzatmamak için yorum yapmayacağım, meydanda süslü-püslü siyah gözlüklü beyefendilerden, hanımlardan duyduklarımı da nakletmeyeceğim ama, şairlere ilham kaynağı manzarası bir tarafa, herhalde körfeze girecek korsan gemilerini gözetleme açısından yine buradan daha mükemmel bir yer olmadığını düşünüyorum. Biraz da zülf-i yâre dokunma zamanı. Bu iki yerde Kültür ve Turizm Bakanlığı yok ama Çanakkale sınırları içinde en önemli tarihi mekanlardan biri olan Behramkale’de var. Bu konuda çok yayın var. Kısaca Eskiçağdan günümüze Anadolu’yu özetleyen bir mekan. Taş binaları, devşirme mekanları, Roma döneminde binalarda belki tapınaklarda kullanılmış taşların 1359’da yapılan Murad Hüdavendigar cami inşasında kullanımı ile mesaj veren muhteşem bir yer. Artık iş manzara ile açıklanacak kadar basit değil. Burada Bakanlığın ören yeri (kale) için bilet satışı ve DÖSİM’in Türk tarihini ve kültürünü anlatan (!) su, meyve suyu satışı yapılan yeri de var. Aslında Bakanlığın bünyesinde üretilen eserleri pazarlamayı amaçlayan Dösim’in su vs. satması doğrusu yadırganacak bir durum. Orada ziyaretçilerin su ihtiyacını gidermek çok insani görülebilir, ama neticede meskun bir mahal sayı//45// nisan 6

ve onlarca yeme-içme yerinin olduğu yerde DÖSİM bu işi niye yapar? Üstelik büronun önüne konulmuş imtiyazlı masa ve sandalyeler ile de küçük bir kaçak kafe de oluşturularak. Ama etraf ile ilgilenen yok. Hele caminin restorasyonunu yapan her kimse, adeta bir mezbeleye çevirmiş ortalığı. Duvarlar Raspa yapılmış ben girdiğimde, ama içler acısı Bir de malzemelerin gelişigüzel yığılması insani hayrete düşürüyor billahi. Sanki işi yakındaki kahvehaneden günübirlik kiralanmış işçiler götürü almış intibaını veriyor. Ama her gittiğimde bir kere daha ıstırap duyduğum bir başka husus daha var. Yerli malı hediyelik eşya satanlar nerde ise bitmiş. Eskiden, yöreden toplanmış kullanılmış eşyalar veya eskitilmiş taklit eşyalar satanların yerlerinde, Çin malları boy gösteriyor. Vay halimize, çocuğumuza Çin malı tahta bir kılıç almak için Behramkale’ye gider olduk. Halbuki eskiden gittiğimizde ne güzel seyyar kahve kavurma tavaları, kulpu kırık ama amel-i hasan vs. yazılı fincanlar, süslü damgalı barutluklar, yöre ustalarının ata yadigârı şakülleri, el terazileri ile tamgalar, hakkaki belli olmayan ama süslü mühürler, hatta şanslı olduğum zaman Bursa malı en az yüz elli yıllık yatağanlar bulurduk. Bazen bir divit ve katta’, biraz karıştırdığında nicelerinin efkarını dağıtmış kehribar bir ağızlık veya defalarca iddiaya tutularak ateşe tutulmuş bir tespih. Hiç bir kalmadı. Kötü taklitleri bile.. Serbest piyasa ekonomisi neden hep müptezelden yana işletilir. Yerli hediyelik eşya ve ürünler aynı serbest piyasa ekonomisi ile neden yarışa sokulamaz?


Dünya geçmişte benzeri olmayan, bütün toplum kesimlerinde, büyük acılara yol açan, terör olaylarıyla sarsılıyor. Terör Yirmibirinci yüzyılın en büyük sorunu olacaktır.

KÜLTÜRLER ARASINDA

SÜREKLİ İLETİŞİM KANALLARI AÇMAK

Dünya Yirminci yüzyıl gibi, Yirmibirinci yüzyıla da savaşlarla girdi. Geçen yüzyılın iki dünya savaşında devletler savaşmıştı. Gelen yüzyılda ise devletlerden daha çok kültürler savaşıyor. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN*

ürklerin tarihinde ve hafızasında çok canlı ve çok güncel olan Ortadoğu, yüzyıl sonra yeniden dünya güçlerinin, hesaplaşma ve doğal kaynakları paylaşma coğrafyası olmuştur. Amerika Osmanlı insanının yüzyılların içinde inşa ettiği ve özenle koruduğu barış ortamını dinamitlemiştir. İsrail’in peşine takılarak, bütün bir Ortadoğu’yu Balkanlaştırmıştır. Ortadoğu ülkeleri, birbirlerinden nefret eden, birbirleriyle kanlı bıçaklı olan Balkan ülkeleri olmuşlardır. Dünyanın yeraltından kültür fışkıran coğrafyası, gökyüzünden ölüm yağan coğrafyaya dönüşmüştür. Dünya Yirminci yüzyıl gibi, Yirmibirinci yüzyıla da savaşlarla girdi. Geçen yüzyılın iki dünya savaşında devletler savaşmıştı. Gelen yüzyılda ise devletlerden daha çok kültürler savaşıyor. Kültürlerin savaşında, düzenli orduların yerine, hayatını yıkım ve şiddete adamış, intihar saldırılarının ağırlık kazandığı, ordusuz ordular geçti.

Her gün binlerce suçsuz insanın ölmesine yol açan intihar saldırıları, kitaplı dinlerin sonuncusu İslam ile birlikte Hristiyanlık, Yahudilik kültürünün dayandığı kaynakların, ayrıntılı olarak incelenmesini zorunlu kılıyor. Bir Allah’a ve farklı peygamberlere inanan kitaplı dinlerin, birbirlerinden ayrıldığı alanlardan daha çok, birbirleriyle birleştiği alanlarda yoğunlaşmadan, dünyadaki savaş fırtınalarını barış rüzgarlarına çevirmek mümkün değildir. Tarihin her döneminde insanlar bilmedikleri kültürlere düşman olmuşlardır. Avrupa ve Amerika eğitim kurumlarında olduğu gibi, Avustralya üniversitelerinde de İslam kültürünü ve kültürler arasındaki ortak alanları araştıran merkezlerin sayısı hızla artmaktadır. Kültürler arasındaki çatışmaların bir bulaşıcı hastalık gibi, bütün dünyaya yayılması,başta üniversiteler olmak üzere bütün kurum ve kuruluşları, ana kaynakları dinler olan kültürler arasındaki ortak alanları araştırmaya zorluyor. Çünkü bütün ülkelerin farklı kültürlerle, bir arada yaşamak zorunda olduğu bir dünyada barış, kültürler arasında sağlam köprüler kurularak sağlanır. Farklı kültürlerin yan yana bulunmadığı toplumlarda, hiçbir alanda zenginleşme ve derinleşme olmaz. Kültürler arasındaki farklılık, güzellikte yarışmaya hız ve yoğunluk kazandırır. Birbirleriyle daha güzel olmak için yarışanlar, toplumun bütün kesimlerinde gelişmeye yol açarlar. Farklılığın bütün dünyadaki evrensel simgesi ellerdir. Herkesin elinde beş parmak vardır. Ancak hepsinin boyutları birbirinden farklıdır. Elin iş yapma gücü ve yeteneği, bilekte birleşmesini bilen parmakların farklılıktaki birliğine dayanır. Parmaklar gibi kültürler de farklılıklarıyla birlikte güzellikte yarışarak, güzelliklerine yeni boyutlar kazandırırlar. Güzellikte yarışmasını bilmeyenler, her alanda çirkinliğin en büyük destekçisi olur. Seküler kültür kutlu kitaplara düşülmüş kısa bir dipnottur. Dipnotun sınırlarının dışına çıkmayı başaramayanlar, dünyayı güzelleştiremezler. Güzellikte yarışanlar, güçlerini seküler kültürden değil, kutsal kültürden alırlar. Kutsal kültürün kaynağı kutlu kitaplardır. Farklı ülkeler ve farklı kültürler arasında en sağlam köprüler,kutsal kültürün kutlu kitaplarla kurulur. İnsanlığın atalarının Yitirdiği Cennet’e giden yolun haritaları kutlu kitaplardadır. Kur'an kutlu kitapların en başta gelen sonuncusudur.

*T.C.Maltepe Üniversitesi

Mekke şehirlerin, Kur'an kitapların anasıdır. 7


DERSAADETTE

HANLARIN HİKÂYESİ

Turizm’in, Tarihî bir şehrin ekonomisinde atardamar olması mukadderdir..İstanbul’un Dersaadet bölgesi ise 8 bin yıllık bir birikimi dünyaya pazarlamak gibi bir mecburiyeti vardır.. Mehmet Kâmil BERSE

üzyıllarca ticaretin kalbinin attığı yer oldu Tahtakale,Mercan, Sultanhamam.. Bugün ise eski hanları birer birer otele dönüşüyor Sultanhamam’ın. Birçok ünlü işadamının yetiştiği ve “Sultanhamam Üniversitesi” olarak anılan Sultanhamam önümüzdeki yıllarda turizmin merkezi olmaya aday… Tahtakale ve Sultanhamam bölgesinde uzun zamandır bir ünsiyetimiz olduğundan, bu bölge hakkında her dönem planlandığı düşünülen şehir değişim projelerinden haberimiz olur..40 yıl kadar önce düşünülen projede yeni cami yanından beyazıta kadar ulaşacak turistik bir yoldan sözedildi yıllarca..Bu güzergahta genişçe bir cadde açılacak ve bazı binalar kamulaştırılacak, Eminönü bölgesi Beyazıtla buluşarak Turistik bir destinasyon sağlanacak denirdi…Bu proje söylentiden öteye gidemedi… Turizm’in, Tarihî bir şehrin ekonomisinde atardamar olması mukadderdir..İstanbul’un Dersaadet bölgesi ise 8 bin yıllık bir birikimi dünyaya pazarlamak gibi bir mecburiyeti vardır..Mevcut konaklama alanlarının yetersizliğinden sözedilmesi, irili ufaklı mevcut yapıların turistik otele dönüşmesi fikri kısmen doğru olsada, bu bölgenin tarihi içinde var olan şehir kültürünün parçaları; Zenaatkaları, tüccar sınıfının asırlara baliğ olan ticaret kollarının faaliyetleri…Beş yüz altmış beş yıllık Osmanlı , belki ondan önceside Doğu Roma döneminde beş asırdır bu bölgede faaliyet göstermektedirler… Zamanla işini büyütenler sanayi bölgelerinde fabrikalar kurdular, ancak satış yerlerini bu bölgeden götürmediler… Hanlarda ve mağazalarında geleneksel satış sistemlerini devam ettirdiler… Sultanhamam üniversitesinden yetişen ünlü işadamları bugün hem ülke ekonomisinde hem dünya ticaretinde söz sahibidirler.. Bazıları bu dünyadan göçselerde, ünleri ve firmaları hala devam etmektedir… Toprak Holding’in sahibi Halis Toprak, Nergis Holding’in sahibi Cavit Çağlar, Mithat Giyim’in sahibi Mithat Gürsoy, Akın Tekstil’in sahibi Rüştü Akın, Verdi Tülleri’nin sahibi Recep Tanrıverdi, Zorlu Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı ve Taç Perde’nin sahibi Ahmet Nazif Zorlu, Çalık Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Çalık, Baki Boyner ve kardeşleri, Sultanhamam Yeşildirek’te yetişen işadamlarımızdan. Sultanhamam’dan yetişen

sayı//45// nisan 8


bu isimlere Denizlili iplik tüccarı Ahmet Paralı, Kayseri’de iplik fabrikası ve Bursa’da tekstil tesisleri bulunan Halil Çetinkaya, Kayserili tekstilci Nuh Mehmet Küçükçalık, Havza’da iplik fabrikası ve Edirne’de dokuma fabrikası bulunan Hereke Halı’nın sahibi Kayserili Mehmet Kilimci…Binlercesinden bazıları.. SULTANHAMAM, İstanbul’da ticaretin kalbinin attığı yerdir. Eskiden öyleydi, bugün de durum böyle … 8 bin işyeri ve milyarlarca dolarlık iş hacmi ile bölgenin ekonomideki ağırlığını bugün de hissetmek mümkün. Kapalıçarşı, Tahtakale, Mahmutpaşa ve Sirkeci İskelesi arasında kalan bölgeden, bir zamanlar “Sultanhamam Üniversitesi” olarak bahsedilirdi. Kamuoyunun yakından tanıdığı birçok ünlü işadamı Sultanhamam’dan yetişti. Anadolulu tüccar ve esnafının alışveriş merkezi olan Sultanhamam ve Yeşildirek, kentin şehir planlarında değişime daha fazla direnemedi. Bölgedeki iş hanları el değiştirmeye ve otel olmaya hazırlanıyor. Bölge, ticaretin kalbinin attığı yerden, turizmin kalbinin attığı yerlerden birisi olmaya doğru gidiyor. Tarihin her döneminde Hanlar bölgesinde ülke ekonomisini ilgilendiren çok farklı olaylar yaşandı.. Büyük Valide hanın Kösem sultana ait odasından valideyi öldürdükten sonra çalınan 20 sandık altın florini gibi…

farklı yorumlar yapılmıştı basında..Bunlardan birinden Kemal Kaplan’ın yorumundan özet paylaşayım “Geçmişte fenomen olan ve mali kayıtların yok edilmesi anlamında kullanılan bir deyim vardı:

Sultanhamam bölgesinin hanlar tarihinde, çok karanlık bir dönem de yaşandı 1975 yılında…O günleri yaşayan biri olarak diyebilirim ki, Ülkemiz üzerinde oynanan kirli oyunların başka bir yüzünü görmüş ve yaşamıştık.. Kayıtlarda Gürün Han yangını olarak geçen bu elim hadise, yeni yeni toparlanmaya çalışan Türkiye ekonomisinin candamarına vurulan bir darbeydi.. Gürün Han yangını devam ederken Aksaray Yeraltı geçidi çarşısı ve dükkanları yangını başladı… O günlerde çok

Bodrum katında başlayan yangın bir süre sonra kontrolden çıkıyor ve Gürün Han'a sıçrıyor. Yangın Katırcıoğlu'nda başladıysa, neden GÜRÜN HAN yangını olarak tarihe geçiyor? Bu iki han ile beraber Diri, Kenderos, Sokullu ve Bahtiyar hanlarıyla dört hana daha yangın sıçrıyor. İstanbul itfaiyesi yetersiz kalınca İzmit'ten yardım geliyor, Eminönü'ne kadar borular uzatılıp denizden su bile alınıyor. Lakin 24 saat süren yangın söndürülemiyor. Altı han kül oluyor. Gürün Han'ın hiçbir yangın tertibatı

'GÜRÜN HAN YANGINI' Zamanında Türkiye'nin tekstil merkezi olan Yeşildirek'te 500 den fazla dükkanın bulunduğu en büyük işhanlarından biri olan Gürün Han, 1975 yılında yanarken akıbetine 5 hanı daha eklemiş, bir gün içinde Yeşildirek'te 6 han kül olmuştu. Türkiye ekonomisinin bel kemiği, Tahtakale-Doğubank-Sultanhamam lokasyonunda (hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bu bölge yıllardır, kaçak malların depolandığı ve satıldığı bir bölge.) bulunan Gürün Han'ın yanması Türk İktisat Tarihi'nde kayıt dışı ekonominin delillerinin yok edilmesi olarak algılanmıştır. Oysa gerçek farklı bir o kadar da basittir. Öncelikle yangın gününe dönüp olayın nasıl gerçekleştiği hakkında biraz bilgi verelim. Yangın 26 Aralık 1975'te saat 08.30'da Kayıtlara göre; Katırcıoğlu Han'ın kalorifer dairesindeki kofranın kontak yapması sonucu başlamıştır. Yangın itfaiyeye bildirilmiş, gelen ekipler yangına müdahale edilmesi için elektriklerin kesilmesi gerektiğini söylediğinde han esnafı buna karşı çıkmıştır.

9


olmadığı itfaiye raporlarında yer alıyor. Ayrıca esnafın söylediğine göre Gürün Han'da maliye iki gün önce teftiş başlatmış. Gürün Han yanarken Mercan'da bir han daha yanmaya başlıyor. Gürün Han'dan bir ekip o yangını söndürmeye gidiyor. Ayrıca Kasımpaşa'da üç ahşap ev yanmış, son olarak da Samatya'da Anadolu Bankası şubesinin arşivinde bir başka yangın çıkmış. Yangınlar devam ederken, itfaiye, emniyet ve gazetelere asılsız pek çok yangın ihbarı geliyor. İhbarlardan ikisi, Beyoğlu'nda büyük konfeksiyon mağazalarının ve Sağmalcılar Cezaevi'nin yakılacağı yönünde. "Tüm İstanbul'u yakacağız" diye bir postaneye de bir telefon geliyor. Tüm şehrin yangın korkusuna bürünmesi Gürün Han yangınının söndürülememesi için etkili bir yöntem gibi düşünülebilir. Diğer yangınlar da itfaiyenin gücünü bölmesine sebep olmuştur. Böylelikle Gürün Han ile birlikte beş hanın kül olması sağlanmıştır. 'Gürün Han Yangını' olarak anılmasının bilinçli veya bilinçsiz bir sebebi vardır. Kilit han Gürün'dür. Diğer hanların yanması, Gürün Han'ın kurtarılamamasının garantisidir. Hanın sahiplerinden Yusuf Gürün 1954 yılında yaptırılan hanın, 18 milyon liraya sigortalı olduğunu açıklıyor. İçerideki dükkanların da Ankara Sigorta tarafından toplam 41 milyon liraya sigortalandığını söylüyor. Yusuf Gürün bir noktaya daha dikkat çekiyor: "İkinci katta yangın olurken, dokuzuncu katta tüp patlıyor." Sivas-Gürün'lü Gürün ailesi hem Gürün Han'ın hem de aynı yangında yanan Katırcıoğlu Han'ın sahipleri. Yangından bir süre sonra sayı//45// nisan 10

hanın yeniden inşaası başlıyor. Kiracılar hanın yapılabilmesi için, kiraya karşılık kişi başı 2-3 milyon lira para veriyor. Hanın yapımı bittikten sonra ise, kira fiyatları 13 kat artıyor. Gürün ailesi ile kiracılar mahkemelik oluyor.” Bizans’tan bu yana ticari faaliyetlerin sürdüğü yer olan Sultanhamam, aslında bugünkü modern alışveriş merkezlerinin ilk örneklerinden. 80-100 yıl öncesine kadar kervanlarla Sultanhamam’a gelen tüccarlar, hanların alt katlarına hayvanları bağlar, üst katlarında da kendileri kalırdı. Bölgedeki çoğu yeni binanın isminin sonuna “Han” kelimesinin konması, eski tarihlerden kalma bir adet. Kumaşçısından iplikçisine, konfeksiyoncusundan düğmecisine kadar tekstil üzerine toptancıların faaliyet gösterdiği Sultanhamam ve Yeşildirek, İstanbul’daki fabrikaların mallarını Anadolu tüccarlarıyla buluşturan bir merkez olarak işlev gördü. Deniz,Marmaray, Avrasya, tren ve karayolu gibi her tür yolla bölgeye ulaşmak mümkün. Bölgedeki çok sayıdaki handa toptancılar hala faaliyet gösteriyor. bölge büyük bir değişim içinde. Sultanhamam ve Yeşildirek’te, iş hanlarının bazıları el değiştirmiş, bazıları ise boşaltılarak değişime hazırlanmak istemektedirler.. Bölgede yoğun bir tadilat gözleniyor. Sultanhamam ve Yeşildirek’te son zamanlarda bir çok hanın el değiştirdiğini biliyoruz…El değiştiren veya değiştirmek üzere olan hanların istikbaldeki sonları ise Turistik otel olmak…Otel adayı Hanlarımızı sıralarsak bu sayfa yetmeyecektir.. Sultanhamam Cemal Nadir Sokak’taki Keskin Han, Sultanhaman’dan başlayan ve Cağaloğlu Yokuşu’na bağlanan Cemal Nadir Sokak’ın sonundaki Nur Han , Cemal Nadir Sokak’ta Keskin Han’ın yanındaki Büyük Milas Han , Aşirefendi’deki Birlik Han,.


Sultanhamam’daki üç katlı Kısmet Han , Gürün Han…Demiray han..Hatem Han, Büyük Milas han ve daha bir çoğu.. Görünen o ki, Eminönü ve Sirkeci’de yer bulamayan yatırımcılar için Sultanhamam ve Yeşildirek’teki çok odalı hanların her biri potansiyel birer otel adayı. Sur içindeki bölgede son yıllarda ticaret merkezlerinin turizm merkezlerine dönüşmesi doğrultusunda dikkat çekici bir dönüşüm yaşanıyor. Bunun nedeni kuşkusuz İstanbul’a gelen turist sayısındaki artıştır, Ve konaklama tesislerinin yetersizliğidir.. Sultanhamam ve Mercan, Tahtakale bölgesindeki hanların sayısı… Bin 734 adet … İstanbul’un her taşı bir tarih olarak kabul ediyoruz ve bunlarıda bu şehrin kültürü ve sanatı olarak gözbebeğimiz gibi korumayı hedefliyoruz… HANLAR, HEM KÜLTÜR HEM SANATI BARINDIRIYOR..

İstanbul’un siluetinde önemli bir yere sahip olan tarihî hanları İstanbullu fotoğrafçı Timurtaş Onan’ın öğrencileriyle birlikte 8 Eylül 2016 yılında açtığı “İstanbul’da Hanlar: Geçmişin ışığında, geleceğe direnen İstanbul Hanları” adıyla sergiye konu oldu. Ve bu çalışma bugünün belgelerini geleceğe taşıma konusunda büyük bir hizmet çalışması oldu. Fotoğrafçı, çekeceği karede bir estetik arar; geriye belge bırakmak, kurduğu hayalleri fotoğrafa yansıtmak ister. Oysa İstanbul, eski İstanbul değil; güzel fotoğraflar çekmek gün geçtikçe daha zorlaşıyor. Fotoğrafçı Timurtaş Onan, “Şehrin siluetini bozan bir sürü ayrıntı var artık” diyor. Onan, şehir fotoğraflarıyla tanınan bir sanatçı. Son olarak, öğrencileriyle birlikte şehrin yok olmaya yüz tutan hanlarını fotoğraflayarak “İstanbul’da Hanlar: Geçmişin ışığında, geleceğe direnen İstanbul Hanları” adlı sergiyi açtı. Ekip olarak bunun için 2.5 yıl çalıştılar ve zanaatkârların son temsilcilerini de belgelemiş oldular. Bir sonraki projelerini de ustalara ayırmaya karar verdiler. Her biri tarihi belge niteliğindeki 54 fotoğraftan oluşan sergi: Timurtaş Onan’ın atölyesine katılan 27 fotoğraf tutkunu, 3-4 kişilik gruplar halinde her gün Eminönü, Sirkeci, Mahmutpaşa ve Perşembe Pazarı’nda fotoğraf keşfine çıkmış. İstanbul’un değişimine direnerek ayakta kalmayı başaran bu tarihi mekânların bazıları yorgun ve harap halde; çatısı akmış, duvarı çatlamış... Bazıları da zamana yenik düşerek

kabuk değiştirmiş, ya bir lokantaya dönüşmüş ya da dokusuna hiç de uygun olmayan bir mağazaya ev sahipliği etmeye başlamış. Bakımsız hanların durumları çok üzücü. Bu yüzden, Kapalıçarşı’dan Mısır Çarşısı’na uzanan yolda Çakmakçılar, Fincancılar ve Mahmutpaşa Yokuşu ve Karaköy Perşembe Pazarı bölgesinde geniş, serin avlularıyla dikkat çeken hanların nihayet toplu halde fotoğraflanmış olması çok güzel olmuş..

Bölgedeki iş hanları el değiştirmeye ve otel olmaya hazırlanıyor. Bölge, ticaretin kalbinin attığı yerden, turizmin kalbinin attığı yerlerden birisi olmaya doğru gidiyor.

Sergi açıldığında verdiği röpörtajda Sanatçı Timurtaş Onan, çok manidar sözlerle duygularımıza tercüman oluyor aslında.. “Eskiden çektiğim İstanbul fotoğrafları, artık birer belgesel niteliğinde. Mesela 10 yıl öncenin fotoğraflarında Beyoğlu, adeta Paris gibi görünüyor. Bugünse ne yazık ki bambaşka bir yapıya bürünmüş durumda, o eski güzellik fotoğraflarda kaldı. Bu hanların fotoğrafları da öyle olacak” diyor. Onan’a göre, Mercan, Çakmakçı Yokuşu’ndaki Valide Han ve Büyük Yeni Han fotografik açıdan mükemmel hanlar; insanı adeta fotoğraf çekmeye teşvik ediyor. Hele içlerindeki atölyelerde çalışan ustalarla birlikte... Hanlarda günün her saati fotoğraf çekilebiliyor çünkü güneş ışığı her saatte farklı bir yöne düşüyor. “Etkili ve akılda kalıcı şehir fotoğrafları çekmenin en önemli unsuru nedir?” diye sorduğumda Onan’ın yanıtı şu oluyor: “İyi gözlem yapmak şehir fotoğrafçılığında önemli bir ayrıntı. Fotoğraf meraklısı, gittiği yerde ne görürse çekiyor. Oysa önce bir durup bakmak, insanların ne yaptığını anlayıp sonra çekmek gerekir. Yıllardır Dolapdere, Sulukule, Kâğıthane gibi semtlerde çalışırım ve bazen kahvede oturmaya bile giderim. Orada bulunmaktan zevk almıyorsan, o hikâyeleri dinlemediysen, fotoğrafın etkili olmaz, çünkü bir şey hissedemezsin. İstanbul benim doğup büyüdüğüm yer ve zaman içerisinde değişimine şahit oldum. 80’lerden sonra göçle birlikte İstanbul’un bozulduğunu söylüyorlar ama bana göre bu değişimin getirdiği değerler de var.” Belli ki fotoğraf tutkunları İstanbul’u çekmeyi özellikle seviyor, çünkü şehirde sürekli bir değişim söz konusu. Bu yüzden ekip olarak şimdi “Mega-şehir” diye bir projeye başlamışlar. İstanbul’daki kentsel dönüşümü konu alan bu proje, önümüzdeki yıl görücüye çıkacak. Dersaadet’in Hanları ciltlerle kitap olacağa benzer.. Yüzlerce Fotoğraf sergisi açılmalı hakkında, Belgeselleri ve Filmleri yapılmalı.. Gelecek hayatlarında doğruyu bulmak için..Ne dersiniz? 11


ŞEHİR Mİ MEDENIYETİ, MEDENİYET Mİ ŞEHRİ?

MESELA MARAŞ

Şehir üzerine kafa yoranlar “şehir mi medeniyeti yaratmıştır veya medeniyetler mi şehri yaratmıştır?” gibi bir meselenin içinden çıkamazlar. Kâmil UĞURLU

ehri teşkil eden unsurlar, insanlar, binalar, yollar, sokaklar, bahçeler, çeşmeler…birbirinden ayrı, bağımsız varlıklar değildirler. Hepsi birbirinin içinden geçerek, birlikte nefes alarak, üzülerek, bazan ezilerek, coşarak, zayıflayıp etlenerek tek bir organizma haline gelmişlerdir. Bu durum Maraş’ta elle tutulur vaziyette müşahhastır. Tarih bu şehirde tam bir fırtınadır, bir delipoyrazdır. Bütün bu unsurları en küçük zerrelerine kadar dağıtmış, un-ufak etmiş, sonra her birini kendi etrafında tekrar çevire çevire derleyip-toparlayıp, hayatiyetine son verememiştir. Ve bu fırtınanın dinmesinden sonra tarih teşekkül etmiştir. Şehir üzerine kafa yoranlar “şehir mi medeniyeti yaratmıştır veya medeniyetler mi şehri yaratmıştır?” gibi bir meselenin içinden çıkamazlar.

Aslında bu sorunun bir tek cevabı vardır, dememek lâzımdır. Meselâ Maraş.. Onun tarih içindeki gidişatını izleyenler, bazan on yıl içinde bile iki defa farklı medeniyet anlayışına zemin olmak durumunda kaldığını görürler. Şehir, canlı bir deri gibi bu gidip-gelmelere uyum göstermeye çalışmış ve bunu becermiştir. İlk zamanlar, bir tiyatro sahnesini seyreder gibi, olanları kenardan seyreden insanlar, kökten gelen kültürü yaşamaya devam etmişlerdir. Şehirliler Maraş’ta, her gün karşılaştıkları bazı binaları, yolları, ağaçları, hâttâ köprüleri, çayları, zihinlerinde canlı birer varlık olarak görürler ve onların hâliyle hallenirler. Meselâ Ulu Cami, şehrin tarihindeki canlı figürlerden birisidir. Ali Sezai Efendi kadar, âşık Mısdılı, Âşıklıoğlu Hüseyin Efendi kadar anahtar bir kişiliktir. Özgün kültürünü bu mertebede yoğun yaşayan şehir sayısı bizde çok değildir. Dolayısıyla bazan şehir medeniyeti, bazan medeniyet şehri yaratabilir. Maraş özelinde bunu çerçevelemek mümkündür. Burada şehir, medeniyetini, ısmarlama bir elbise gibi bedenine uydurmuştur. Ulu Cami ve şehirdeki diğer eski yapılar, şehir tarihinin her döneminde ve dönemecinde insanlarla birlikte hareket etmişler, rol üstlenmişlerdir. Kurtuluş Savaşı’nı anlatanlar, Evliya Hoca’yı anlatır gibi, onun mekân tuttuğu Ulu Cami’yi de hayranlık dolu kelimelerle anlatırlar. Âşıklıoğlu Hüseyin’in tarihi diyaloğunu naklederken Nakıp Camisini de hemen fona çekerler ve saygı çemberine orayı da dahil ederler. Ulu Cami’nin bizâtihi kendisi, derununda uzlet yaşayan, bazan, hiçbir şey yapamamanın tedirginliğiyle kıvranıp duran Ali Sezâi Efendi’nin, Evliyâ Hoca’nın, Arslan Bey’in, Vezir Fahı’nın tedirginliklerini yatıştıran, setreden bir ana olmuştur. Kurtuluştan sonra ise, derinliklerinde biriken bu tedirgin sesleri akordetmiş, önce hüznün, sonra şâdlığın bestelerini Maraş türkülerine aktarmıştır. Böyle kahraman bir annedir Ulu Cami. Maraş’tan uzak yaşayan Maraş’lılar en çok, sabahın Ulu Cami minaresinde uyanışını, onu baştan aşağıya önce sarıya, giderek rengârenk, alacalara boyayan güneşini anarlar.Taş Medrese’nin sivri külâhında akşamın gurbetini yaşarlar, onu ararlar. Ulu Cami’yi merkez alan ve Kale çevresinde engebeli arazideki oluşumlarla Kalealtı, Köprübaşı ve Çarşıbaşı alanlarındaki yerleşimler, topoğrafyayı doğru değerlendiren şehir parçalarıydı eskiden.. Coğrafyaya, iklime

sayı//45// nisan 12


ve dinin temellerine dayanan ve insanı ölçü, Ulu Cami’yi merkez alan bu bölge şehrin kalbiydi. Buradan başlayıp çevreye doğru açılan insanlar, bazan dar, bazan daha geniş, fakat, toprağı kendisine uydurmaya çalışmayan, kendisi toprağa uyan sokak teşekkülleriyle karışlaşırlardı. İnsanlar tabiatı zedelemeden ve zorlanmadan onu kendilerine hizmet eden bir elemana dönüştürmüşlerdi. Damlar düzdü. Çünkü düz dama ihtiyaç vardı. Bâzı duvarları yeniden inşa ederek hantal ve kullanışsız mekânlar oluşturmaktansa, birçok duvarı müşterek kullanmak daha uygundu. Öyle yaptılar. Evinin bahçesine her zaman kuyu kazmadı. Sokaktaki çeşme kapısına yakınsa ondan istifâde etti. Pınarbaşındaki suyu, Gazipaşa Mahallesi’ndeki dereyi aşan bir makseme ile kubbeli bir dağıtım deposuyla şehre dağıttı ve bunun için pişmiş kil künkler kullandı. Şehrin ihtiyacına tam cevap verebilecek noktalarını hissetti ve oralara kimlikli, kişilikli çeşmeler yaptı. Galip Paşa’nın, Küçükçavuşlu Camisi’nin ve Şeyhâdil’in çeşmeleri o sağlıklı tasarrufun izleridir. Maalesef, yeni altyapı çalışmaları esnasında bu şebeke tahribolmuştur. Eski dönemden kalma cami, mescit, türbe, medrese, han, hamam gibi bayındırlık eserlerinden bugüne kalanlar, var olanların çok azıdır. Bugüne kadar direnip gelebilenler, yine maalesef onarım (veya restorasyon) adı altında neredeyse “Yeniden yapımlara” ve kötü restitüsyonlara dönüştürülmüştür, kimlikleri kaybedilmiştir. Ulu Cami dahil, restore edilen birçok eserin, tarihe şahitlik ve mekânlık etmiş bölümleri eski sıcaklıklarını kaybetmiş gibidirler. Bizim gibi, uzun aralıklarla Maraş’ı yaşayanlar bunu daha açık hissetmektedir. Ulu Cami’nin çevresindekiler, onu çekirdek kabul etmişler, ışık kaynağından istifâde etmeye çalışan pervaneler gibi kıyısına diz çökmüş gibidirler. Cami, geniş bir avlunun güneyinde, enine gelişen dikdörtgen bir yapıdır. Enine gelişme uygulanan camilerin çoğu ulu cami özelliğindedir. Bu bir gelenektir. İlk sıranın sevabını paylaşanların sayısını çoğaltmak için uygulanır. Camiye birçok müdahaleler yapılmıştır. Ahşap kırma çatı ortada yükseltilmiş, buraya tepe pencereleri konmuş, harim kısmı aydınlatılmaya çalışılmıştır. Bu, yakın tarihlerde yapılmış bir müdahaleydi. Daha sonra bu yanlış düzeltildi ve eski durumuna getirildi. Kapının kemeri altına,

yâni kavsarasına mukarnas yapmak bir 13. yy geleneğidir. Mihrap da mukarnaslıdır. Bu da o dönemin âdetidir. Arifî Paşa’nın notlarında “Ulu Cami’nin minberi abanoz ağacındandır” diye bir not, bir kayıt vardır. Şimdi, muhtemelen gül ağacından sedef kakmalı harika bir minberi var Ulu Cami’nin. Muhsin Ali Usta onu 1899’da yapmıştır. Minberin tamiri yapılırken, kendi malzemesinden kalan parçalar değerlendirilmiştir. Avluda, mücehhez ve müzeyyen bir cengâver gibi Maraş’ı bekleyen minare, özel bir yapıya sahiptir. Tip olarak onu “köşk tipi minare” sınıfına dahil etmek yeterli değildir. Maraş’taki minârelerin çoğu bu şekildedir. Bölge, Memlûk yönetimindeyken halkın talebine uygun olarak tekrarlanan ve geliştirilen bir tarz olduğu düşünülebilir. İklim ve coğrafya da gerektirmiş olabilir Minârede, şerefenin altındaki küçük madalyonlara gömülmüş sıraltı mavi-beyaz tabaklar fevkâlade enteresandır. Bezemeler de öyle dengeli yapılmıştır ki, sanki oradaki bütün taş hareketleri ve süsler, minârenin bünyesi gereği mutlaka yapılması gereken unsurlar gibi görünmektedir. İğreti duran hiçbir ayrıntı yoktur. Tabaklardaki mavi ve beyaz, geçmiş asırların bahçelerinden toplanmış papatya çiçeklerinin nazlı edâsıyla, altından geçenlere geçmişten menkıbeler anlatmaktadır. Az sayıda olsalar bile bu eserlerin hiçbiri başka bir yerdeki yapıyı aynen kopya etmez. Ona “bu şehre has” bir husus ekler ve şehirliyle öyle bir ilgi kurar ki, mimarlık tarihini bilenler için bu kıymetli bir özelliktir. Sanki bu yapılar canlıdırlar ve komşudurlar. Öylesine bir münasebet gelişmiştir çevrelerinde. Meselâ, Ulu Cami’nin tuvaletleri yanında bulunan “çimecek”ler sadece Maraş kültürünün özelliğidir. Bir hâtırasını anlatan Maraş’lı, Tahir Hoca’nın kuşluk vakti (veya daha önce, sabah namazı öncesi) çimeceğe gelen falan şahsa, cami mücavirinde bulunan evinin penceresinden lâf attığını, ona takıldığını, onu düşünde gördüğünü…söyleyerek lâtifeler ettiğini, yarı gecenin bir ucunda karşılıklı kahkahalarla taş avluların çınladığını yine kahkahalarla nakleder. Çimecek, yakın tarihlere kadar mevcuttu. Altı ızgaralı ve tulumbalı bir odacıktı. Bilhassa yaz aylarında insanların, daha çok gusül abdesti almak için kullandıkları bir banyo odasıydı. Son onarımlarda onu kaldırıp yerine modern helâlar koydular. 13


vliyalar mekânı olan kutsal ve mübarek şehir –Almatı! Yükseklere uçmayı, ulaşamayana ulaşmak için çaba göstermeyi, gelişmelerden geri kalmayıp ilerlemek için bize verdiğin terbiye, aşıladığın görgü ve iyi bir örnek olman bize verdiğin tarihî emanettir!”

ALTIN ELBISELİ ADAMIN BEŞİĞİ

ALMATI Şehrin adı, elmadan gelmektedir. İkliminden dolayı eski zamanlardan beri elmalarıyla tanınan bir yer olagelmiştir. Bu özelliği, şehre verilen değerin göstergesi olan “ata” kelimesi ile birleştirilmiş ve Alma-Ata halini almış.

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//45// nisan 14

Kazakistan’ın kurucu cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, dünyaya geldiği şehir olan eski başkent Almatı’ya böyle sesleniyor “Ulu Bozkır Öğretileri” adlı uzun yazısının girişinde. Hakikaten Almatı’nın Kazakistan tarihinde özel ve önemli bir yeri bulunmaktadır. Almatı, Kırgızistan sınırı boyunca uzanan Alatau (Aladağ)’ın eteklerine kurulmuş bir şehir. Aslında zirveleri bulutlara ulaşan yüce dağlar şehrin alamet-i farikalarındandır ve onu üç taraftan kuşatır. Ancak en görkemli olanı, kuşkusuz, Tanrı Dağları’nın uzantısı olan Alatau’dır. Şehrin adı, elmadan gelmektedir. İkliminden dolayı eski zamanlardan beri elmalarıyla tanınan bir yer olagelmiştir. Bu özelliği, şehre verilen değerin göstergesi olan “ata” kelimesi ile birleştirilmiş ve Alma-Ata halini almış. Bir dönem Ruslar, şehrin adını “Verniy” olarak değiştirilmişlerse de halk bunu hiç kabul etmemiş. Bağımsızlıktan sonra alınan bir kararla da, Almatı olmuş. Zaten 13. yüzyılda yazılmış bir kitapta da adı “Almatu” olarak geçmektedir. Çevresinde keşfedilen yerleşimlerden tarihinin Bronz Çağı’na kadar uzandığı ortaya çıkmıştır. Ancak, şehrin tarihine damga vuran asıl keşifler İlk Çağ’a aittir. M.Ö. 700 civarlarında bölgeye hâkim olan Sakalar (İskitler) bugün bile hayranlık uyandıran ve tarihe bakış açımızı değiştirecek izler bırakmışlardır. Sakalar, bilinen en eski Türk topluluklarından biridir. Ortaya çıkışları M.Ö. 8. yüzyıl dolaylarıdır. M.Ö. 4. yüzyıla kadar siyasî varlıklarını devam ettirmişler, tarih sahnesinden tamamen çekilmeleri ise M.S. 200’lü yıllarda olmuştur. Bu uzun dönem içerisinde Orta Asya’dan Avrupa önlerine ve Kafkaslardan Anadolu’ya kadar çok geniş bir alanda etkili olmuşlardır. Sakalar hakkında ortaya çıkarılan önemli hususlardan biri de ahiret inancına sahip olmalarıdır. Abdulkadir İnan, atçılık ve demirciliğin, Türklerin gerçekleştirdiği büyük fütuhatların en önemli kaynaklarından ikisi olduğunu ifade eder. Tarihte atı ilk kez evcilleştiren ve koşumu kullanan ise


Sakalardır ve böylece atlı-göçebe uygarlığın bânisi olmuşlardır. Avrupa halklarına, İranlılara ata binmeyi, at üstünde savaşmayı ve etekleri çıkarıp pantolon giymeyi öğretenler de yine Sakalar yani İskitlerdir. Bilinen en büyük hükümdarları Alp Er Tunga, İran kaynaklarındaki adlandırmayla, Afrasyab’tır. Yine, tarihte bilinen ilk kadın hükümdarlardan olan Tomris Hatun da Alp Er Tunga’nın torunu yani bir İskit kadınıdır. Sakaların uygarlık tarihine bıraktıkları büyük miraslardan biri de maden işlemeciliğidir. Bu alanda, bugün için bile ileri sayılabilecek bir seviyeye ulaşmışlardı. Bunda odun kömürünü bulmaları ve madenlerin işlenmesinde yararlanmalarının büyük rolü olduğu söylenebilir. Bu yolla, özellikle altını olağanüstü bir sanatkârlıkla işlemişler ve eşsiz sanat ürünleri ortaya koymuşlardır. İşte, Kazakistan bölgesinde İskitlere ait bu ait göz kamaştırıcı sanat eserleri ilk olarak, 1969 yılında Almatı şehrinin 50 km kadar güneyinde yer alan Issık Göl yakınlarında rastlantı eseri olarak ortaya çıkarılmıştır. Bölgede yol yapımı sırasında bulunan bir kurganda çeşitli objelerin yanı sıra beş bin civarında altın parça bulundu ve “Esik Kurganı” adı verilen bu kurgan, Mısır’daki firavun mezarından sonra, içinde en çok altın bulunan ikinci yer unvanını aldı. Bulunan eserlerin her biri önemli tarihî buluntulardı, ancak, bunların içerisinde ikisi vardı ki, hem kadim Türklerin yüksek medeniyet ve kültür seviyelerini göstermesi hem de uygarlık tarihi bakımından büyük öneme sahiptiler. Bunlardan ilkine “Altın Elbiseli Adam” adı verildi. Çünkü mezara konulan kişiye, ayağındaki çizmeden başındaki miğfere, kemerinden kılıcına kadar büyük bir ustalıkla ilmek ilmek dokunmuş saf altın bir elbise giydirilmişti. Sadece bu haliyle bile, eşsiz bir nitelik taşıyan altın elbisenin üzeri koç, geyik, at gibi hayvan kabartmaları, ok ve tuğlar ile geometrik motiflerle süslenmişti. Bir “tegin”e yani şehzadeye ait olduğu düşünülen elbisenin sahibinin kimliği tespit edilemediğinden “Altın Elbiseli Adam” olarak adlandırılmış ve literatüre de böyle geçmiştir. Esik Kurganında ortaya çıkarılan ikinci çok önemli keşif ise bir altın tabağın kenarında bulunan bir satırlık kısa yazıydı. Bu çok önemliydi, çünkü yazılı Türk dilinin tarihini Orhun Kitabelerinden 1200 yıl daha eskiye taşıyor, M.Ö. 5. yüzyıla götürüyordu.

Türkolog Prof. Altay Sersenuli Amanjolov’un ifadesiyle, böylece “Eski çağlarda Kazakistan arazisinde yerleşmiş olan Saka kavimlerinin dilinin eski Türk dili olduğu somut olarak kanıtlanmakta(ydı). Dahası Kazakistan topraklarındaki ilk göçebelerin hiçbir yazı türüne sahip olmadıkları şeklindeki geleneksel görüşün temelsiz olduğunu da kanıt(lıyordu). Ayrıca 2500 yıl önce Türkçe konuşan kavimlerin alfabetik yazıyı bildiği ve yaygın şekilde kullandığı gerçeğini ortaya koy(uyordu).” (Amanjolov, Ataların Sözleri, s. 800). Sonuç olarak bu metin, bir satırlık olsa da, bizlerin bir hakikati anlamamıza ışık tutmaktadır. Türkçenin yazı dili, Prof. Amanjolov’un da belirttiği gibi, Orhun Abidelerinden çok daha geriye, milattan önce 5. yüzyıla gitmektedir. Tabiî, buna şimdilik demek gerekir aslında. Belki bir gün, uçsuz bucaksız bozkırlarda tesadüfen karşımıza çıkacak bir başka keşif bu tarihi daha da geriye götürecektir. Tıpkı Altın Elbiseli Adam, Orhun Kitabeleri ya da Divan-ı Lügati’t-Türk’ün tesadüfen bulunması gibi… Ancak, burada bir önemli hususun altını çizmeden de edemiyor insan. Böyle bir keşif, başka bir medeniyet havzasında ortaya çıkartılmış olsaydı, yer yerinden oynar, büyük heyecan meydana getirirdi. Ne var ki Esik Kurganı ve oradan çıkartılan olağanüstü medeniyet mirası, dar bir çevre dışında ilgi uyandırmadı. Sanırım, burada kendimize sormamız gereken temel sorulardan biri de “niçin”dir. 1997 yılına kadar başkent olan Almatı, merkezin, adı bir yıl sonra Astana’ya dönüştürülecek olan Akmola’ya taşınmasından sonra siyasî ağırlığını kaybetse de, hâlen sosyal, 15


metrekaresi gösteri ve sergi alanı olarak kullanılmakta. İçinde ise yaklaşık 300 bin parçadan oluşan bir koleksiyon bulunmaktadır. Sayısı yedi olan ana sergi salonunu dolaştığınızda, tarih öncesi devirlerden modern zamanlara, Kazakistan’ın tarihi ve kültürüyle tanışma fırsatı elde etmiş oluyorsunuz. Esik Kurganı’nda bulunan paha biçilmez buluntular da burada sergilenmektedir. Ancak, Altın Elbiseli Adam’ın aslı Kazakistan Merkez Bankası’nda muhafaza edildiğinden bire bir kopyasını görebiliyorsunuz. Bir diğer ilginç müze de Jeoloji Müzesidir. Sanki bir madene iniliyormuş gibi asansörle girilen müze, binanın bodrum katında yer alıyor. Burada ülkede çıkarılan maden parçaları sergileniyor. Bilindiği gibi Kazakistan zengin maden yataklarına sahip bir ülke.

Almatı, Kırgızistan sınırı boyunca uzanan Alatau (Aladağ)’ın eteklerine kurulmuş bir şehir. Aslında zirveleri bulutlara ulaşan yüce dağlar şehrin alamet-i farikalarındandır.

kültürel ve ekonomik bakımdan ülkenin en önemli şehridir. Bunu, daha ayağınızı basar basmaz anlıyorsunuz ve sahip olduğu atmosfer, insanı sarmalayarak içine çekiveriyor. Şehir merkezi, son derece planlı inşa edilmiş. Geniş caddelere, meydan ve parklara sahip. Yollar birbirine çok benzer şekilde yapılmış ve sanki cetvelle çizilmiş intibaı uyandırıyor. Şehirdeki çok sayıdaki parklar da insanın içinde ferahlık duygusu uyandırıyor ve her birinde hiç can sıkıntısı yaşamadan saatlerce vakit geçirmek mümkün. Almatı'nın gelişkin bir toplu taşıma ağı da var ve metro, Taşkent metrosundan sonra Orta Asya'nın ikinci metrosu olma özelliğine sahip. Almatı’da, aralarında farklı temalara sahip müzeler, sanat galerileri, tiyatrolar, tarihî ve mimarî anıtların olduğu yaklaşık 250 civarında kültür tesisi olduğunu da öğreniyoruz. Bunlardan biri olan Devlet Merkez Müzesi, bugünkü görkemli binasına 1985 yılında taşınmış. Yalnız Kazakistan’ın değil, tüm Orta Asya’nın en büyük müzesi olma özelliğine sahip bina, 20 bin metrekareden geniş bir alan üzerinde inşa edilmiş ve bunun 7 bin sayı//45// nisan 16

Tabiat Müzesi, adı “tabiat” olmasına karşın, bir antropoloji ve etnografya müzesi. İçerisi eski çağlardan kalma buluntular ve Kazak hayat tarzını yansıtan objelerle donatılmış. İpek Yolu üzerinde önemli bir şehir olması nedeniyle Orta Çağ’da büyük bir gelişme gösteren şehir, önemli bir tarım ve ticaret merkezi olmuş. Ancak, daha sonraki yüzyıllarda, İpek Yolu başka güzergâhlara kaydığı için, bir duraklama dönemine girmiş ve bu durum 19. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiş. Şehrin modern zamanlardaki tarihi, 19. yüzyılda ülkeyi işgal eden Rusların buraya bir askeri üs kurmalarıyla başlamış. Üssün etrafına Kazaklar, Ruslar, Ukraynalılar ve Tatar tüccarlar yerleşince şehir kalabalıklaşmış. 20. yüzyıldaki hızlı gelişmesinde ve büyümesinde ise TürkistanSibirya (Türk-Sib) Demiryolunun önemli katkısı olmuş. Respublika (Cumhuriyet) Meydanı, şehirdeki en büyük meydan. Tabiî olarak tüm önemli etkinlikler de burada düzenleniyor. Meydanın en karakteristik yapılarından biri 18 metrelik “Bağımsızlık Anıtı”. Anıtın üstüne, “Altın Elbiseli Adam” ile bir Saka sembolü olan Kanatlı Pars heykeli inşa edilmiş. Anıtın alt kısmında ise “Gök Baba”, “Toprak Ana” ve at üzerindeki çocuk heykeli gibi folklorik ve mitolojik figürler yer alıyor. Kaidesinde de “dilek kitabı” bulunuyor. Açılmış şekildeki kitabın bir sayfasında kadim Türkçe bir ibare, diğerinde ise Nazarbayev’in el izi yer alıyor. Panfilov Parkı ise, Almatı’nın en büyük parkı olma özelliğine sahip. “28 Muhafız Parkı” olarak da adlandırılmakta. Parkın çinde ilk dikkatleri çeken üç katlı Zenkov Katedrali oluyor. Rengârenk cephesi, kubbeleri ve


etkileyici vitraylarla süslü iç mekânıyla ahşap katedral, 1904-1907 yılları arasında tek çivi bile kullanılmadan inşa edilmiş. Parkın diğer yanında ise, Geleneksel Müzik Aletleri Müzesi bulunmakta. Geçmişten günümüze halk müziği enstrümanlarının görülebildiği müzede, ünlü ozanların heykelleri de sergileniyor. Bu yapı da bir ahşap mimarlık anıtı. Ünlü Kazak şair ve yazarı Abay Kunanbay’ın heykelinin yer aldığı Cumhuriyet Sarayı da şehrin karakteristik binalarından biri. Dış ve iç mimarisi ile etkileyici bir görünüme sahip olan bina, ülkenin en ünlü konser salonu olma özelliğine sahip. Almatı’da görülmesi gereken yerlerden biri de Milli Kütüphane’dir. 1911 yılında açılan kütüphane Kazak tarih, kültür ve medeniyetiyle ilgili önemli bir arşive sahip. Bünyesinde 7 milyon cilt kitap bulunan bu kütüphanede aynı anda 1500 kişinin kullanabileceği 14 okuma salonu bulunmaktadır. Kütüphaneye yılda ortalama 200 bin cilt kitap eklendiği ifade edilmektedir. İpek Yolu Caddesi de, araçlara kapalı, sağlı sollu dükkanların, kafelerin yer aldığı şehrin en canlı yerlerinden biri. Cadde boyunca sıralanmış seyyar satıcılar, ressamlar, geleneksel saz dombıra sanatçıları, hünerlerini sergilemek isteyen müzisyenler ise buraya ayrı bir renk katıyor. Almatı'da turistlere hitap eden yerlerin başında Kok Tobe (Gök Tepe) geliyor. Teleferikle ulaşılan tepe, şehre hâkim bir konumda ve panoramik bir manzaraya sahip. Bunun dışında,Şımbulak (Çimbulak) kayak tesisleri, Medeo Dağı gibi birçok önemli turistik ve tabiî gezi alanlarına sahiptir. Büyük Kanyon’dan sonra dünyanın ikinci büyük kanyonu olan Şarın Kanyonu da bunlardan biridir. Kanyon, 90 kilometre uzunluğunda olmasına karşın en ilginç kısmı Kaleler Vadisi

olarak adlandırılan bölgesidir. 3 kilometre uzunluğundaki vadi, isteğe göre araçla, at sırtında ya da yaya olarak gezilebilmektedir. Almatı’nın merkezine yaklaşık 30 km mesafede bulunan Büyük Almatı Gölü ise 2511 metre yükseklikte yer alıyor. Tanrı Dağları’nın uzantısı Alatau’ın zirveye yakın kısmında bulunan göl, yılın büyük bir bölümünde buzullarla kaplı kalıyor. Mayıs ayından itibaren de erimeye başlayarak yazları çok sıcak geçen şehre adeta hayat veriyor. Almatı, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinde en önemli kilometre taşlarından biri olan 1986 Aralık (Jeltoksan) olaylarına da beşiklik etmiş bir şehirdir. Gorbaçov’un Kazakistan’ın başına bir Rus atamasını protesto için başlayan olaylarda pek çok insan hayatını kaybetti. Ama Kazaklar, Sovyetler Birliği’ne karşı gelinemeyeceği mitini yıktılar ve bu ruh kısa zamanda tüm Sovyet halkları arasında yayılarak seksen yıllık totaliter rejimin alaşağı olmasını sağladı. Yine Türk dünyasının aksakalı Nazarbayev’in sözleriyle, “En önemlisi Almatı, millî şuur ve bilincin oluştuğu manevî bir merkez, millî değerlerin dünyaya geldiği atölye haline gelmiştir. Bu şehir, Kazak halkının sanatı ve kültüründeki geleneksel bozkır felsefesinin yaşatıldığı bir şehir konumunda kalmayıp, genel olarak milletin gelişme sürecindeki örnek teşkil eden rol model ve okula dönüşmüştür. Bunların hepsine de güzel şehir Almatı şâhit olmuştur.” Şehrin sembolü haline gelen Altın Elbiseli Adam anıtı Aralık Olayları’nın ilk başladığı yere dikilmiş. Saka (İskit)’lerden günümüze Kazak insanının özgürlük ruhunu temsil rolünü üstleniyor bir anlamda. Dolayısıyla Almatı’da ilk uğrak yeri Bağımsızlık Meydanı olmalı. Burada soluklandıktan sonra, tarih ve coğrafya içerisinde gezintiye çıkılmalı. 17


ŞEHİR KÜLTÜRÜNE YABANCI BİR KAVRAM

YÜKSEK BİNALAR

Gökdelen diye tanımlanan çok yüksek yapılara İngilizce'de 'skycraper', Fransızca'da 'gratte-ciel' denmiştir. Türkiye'ye gökdelen kavramı, Celal Esad Arseven'in 1944 yılı basımı Fransızca- Türkçe Sanat Lügati'nin çevirisiyle girmiştir. Türkiye'de çok yüksek yapılara önceleri gökdam, afaka ser çeken, gök tırmalayan denmiş, daha sonra gökdelen şeklinde yerleşmiştir. Dr. ŞimşeK DENİZ*

etonarme ve çeliğin yaygın kullanımı ve gelişen yapı teknolojisi ile birlikte, 20. yüzyılın başından itibaren kentlerin merkezi bölgelerinde yüksek irtifalı binalar oluşmaya başlamış, ancak bu durum uzun yıllar içinde oluşmuş tarihi kent silüetlerinde görüntü ve algı değişikliklerine yol açmıştır.. Tarihi silüete sahip şehirlerde; İstanbul örneğinde olduğu gibi yeni yapılan bazı yüksek binalar silüet uyumuna katkı oluşturmamakta, ve form olarak olumsuz bir etki bırakmaktadır. Şehrin silüetini etkileyen gökdelenlerin farklı parametrelerden irdelenmesi, getireceği fırsat ve tehditlerin ortaya konması ve tartışılması, yüksek yapıların proje ve uygulamalarında insan ve kamu yararına bazı pozitif çözümleri beraberinde getirebilecektir. Oluşan kamuoyu, imar plan kararlarını bu açıdan olumlu etkileyecek ve yetkili idareler nezdinde daha hassas ve katılımcı bir sürece zemin hazırlayacaktır. Yüksek yapı tanımlaması, kentlere ve ülkelere göre farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle, üst kategoride değerlendirilen gökdelenlerin silüetle ilişkisi, İstanbul Tarihi Yarımada ve Tarihi Surlar çevresi, Haliç ve Boğaziçi gibi etkilenme bölgeleri kapsamında ele alınmıştır. YÜKSEK BİNA KAVRAMI

Yüksek bina tanımı ve sınırlaması ülkeler arasında ve ilgili mevzuatlarında farklılıklar göstermektedir. Yüksek yapı 10- 110 kat arasında kategorize edilebilir. Örneğin ülkemizdeki mevzuata göre "yüksek yapılar; 10 kat veya daha yüksek katlı binalar" şeklinde tarif edilmektedir. Ancak özellikleri açısından bir tanımlama yapacak olursak Yüksek Yapılar: • Düşeyde gelişen • Taşıyıcı strüktür özelliği ve teknoloji gerektiren • Yoğun kullanıcı nüfusa sahip • Devletin veya sektör- şirketin prestijini ve büyüklüğünü ifade eden • Genel olarak uzak ve yakın çevresini fiziksel çevre, kent dokusu ve her türlü kentsel altyapı yönünden etkileyen yapılardır.

*S. Zaim Üniversitesi-Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi

sayı//45// nisan 18

Gökdelen diye tanımlanan çok yüksek yapılara ingilizce'de ' skycraper', fransızca'da 'gratte-ciel' denmiştir. Türkiye'ye gökdelen kavramı, Celal Esad Arseven'in 1944 yılı basımı FransızcaTürkçe Sanat Lügati'nin çevirisiyle girmiştir.


Türkiye'de çok yüksek yapılara önceleri gökdam, afaka ser çeken, gök tırmalayan denmiş, daha sonra gökdelen şeklinde yerleşmiştir. TARİHÇE

Babil zigguratları ve piramitler bu güne kadar gelebilmeyi başarabilmiş ilk yüksek yapı olmaları açısından önemlidir. Ortaçağda ,kilisenin gücünü ve otoritesini temsil amaçlı gotik tarzında ve yüksek katedraller inşa edilmiştir.15 ve 19. yüzyıllar arası ise yüksek yapılar açısından, Avrupa'daki rönesansın da etkisiyle daha durağan bir dönemi ifade etmektedir. Sanayi Devriminin gerçekleşmesiyle, öncelikle Batıda Amerika Birleşik Devletleri ve Uzakdoğuda gökdelenler dönemi başlamıştır. Kapitalizmin ve gücün sembolü olarak yapılan ilk gökdelenler aynı zamanda simgesel yapılardı. SİLÜET KAVRAMI

Terim anlamı karaltı ve gölge olarak tanımlanan "silüet" ,Fransızca 'silhouette' kelimesinden türeyen, birşeyin yalnız kenar çizgileriyle tek renk olarak beliren görüntüsü, gölgesi olarak ifade edilmektedir. Daha çok şehirlerin, dağların belli yükseklikleri olan coğrafi öğelerin panoromik görüntüsü için silüet ifadesi kullanılmaktadır. Kentlerde ise uzak bakışta gündoğumu yada günbatımında kontur çizgileriyle ortaya çıkan genellikle yüksek kagir yapıların oluşturduğu ve şehrin karakteristiğini oluşturan görüntü ve çizgiler şehir silüetini oluşturur ve şehirler silüetleriyle tanınır ve hatırlanırlar. Bir kentin

farklı yükseklikte ve farklı mimari yapılardan oluşan silüeti, o kentin ulusal ve uluslararası ölçekte kendine özgü bir özelliği ise hem bir kültür değeri olarak hemde Dünya Kültür Mirası kavramı açısından korunması gerekir. İSTANBUL ÖRNEĞİNDE İNCELEME

Dünya'da yüzyıllar içinde oluşmuş kendine özgü şehir silüetleri vardır. İstanbul'da farklı medeniyetlerin ve kültür katlarının oluşturduğu bir silüet söz konusudur. Bizans- Roma dönemi ve başta Ayasofya olmak üzere dini yapılar, Valens( Bozdoğan) Su Kemeri ve Cenevizli'lerin inşa ettiği Galata Kulesi'ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde yedi tepeye inşa edilen Selatin Camileri, Beyazıt Yangın Kulesi ve Ayasofya'ya yapılan minareler eklenmiştir. Böylece kollektif kültür ve medeniyetin oluşturduğu sentez bir silüet ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla böyle bir silüet çizgisine saygı göstermek medeniyetlere ve kültürlere olan saygının da gereğidir. 1985 yılında Tarihi Yarımadadaki 4 bölge: Süleymaniye, Zeyrek, Deniz- Kara surları ve Sultanahmet bölgesi UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası ilan edilmiştir. 1995 yılında Tarihi Yarımadanın tamamı Kültür Bakanlığı tarafından sit alanı ilan edilmiştir. İstanbul farklı açılardan silüet ve panoramik değerlere sahiptir.İstanbul'da mevzuatla getirilen yüksek yapı sınırı 60.50 mt'dir. Büyükdere ve Maslak aksındaki yüksek yapılanmalar Marmara- İstanbul silüetini etkilemiş, arka fonda yüksek ve karanlık gölgeler oluşmuştur. Sarayburnu'nu dönünce ortaya çıkan yakın silüet algısı ise korunmakla birlikte Haliç Metro Köprüsünün inşasının tamamlanmasıyla farklı 19


noktalardan panaromik ve net görüntülerin kesintiye uğrayacağı aşikardır. Örneğin Karaköy meydanından ve Azapkapı- Şişhane yönünden Suriçine bakışda silüet algısı olumsuz etkilenecektir. Üsküdar, Kadıköy ve İstanbul Boğazından Tarihi Yarımada'ya bakıldığında ise ve uluslararası ölçekte insanların aklına İstanbul silüeti gelmektedir. İstanbul silüetinin korunması ve sürdürülmesine ilişkin bazı önlem ve sonuçları. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, 1/100 bin ölçekli çevre düzeni planına istinaden 10 ilçedeki maksimum bina yüksekliklerini yeniden tanımlamış ve 13 Ekim 2011 tarihinde onaylamıştır. Bina irtifaları düşürülerek, Topkapı, Merter, Ataköy ve Cevizlibağ bölgelerinde önümüzdeki yıllarda oluşacak gökdelen yapılanmasının ve İstanbul silüetinin arkasındaki fon ve gölge perdelemesinin önüne geçilmesi yönünde önemli bir adım atılmıştır. 2017 yılında revize edilen Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliği ile Yüksek Yapı sınırı 30.50,Çok Yüksek Yapı 60.50 metre olmuştur. Ataköyden başlayıp,Yeşilyurta dek uzanan Marmara sahil aksındaki yüksek rezidans ve ofis yapıları ile,Küçükçekmece Gölünün hemen önünde yükselen site yapıları İstanbulun doğal klimasını tehdit etmektedir. Yoğun betonlaşma ve İstanbulun, Dünya 2.si trafiği şehirde ısı adaları oluşturmuş,bu durum kente yazın yüksek nem,kışın kar yağışının tutması ve hava kirliliği olarak geri dönmüştür. sayı//45// nisan 20

Marmara ve Küçükçekmece Gölü aksındaki yüksek yapılaşmalar,toplum hakkı ve helal kavramlarına dair soruları beraberinde getiriyor aslında..Kıyılar tüm şehir halkının kullanımına açık olmalı.Spekülatif kullanılmamalı.Ayrıca yüksek yapıların arkasında kalan yüzlerce binada oturan insanların manzarasının ve gün ışığının kesilmesi bir insan hakkı ihlali değilmidir.?Peygamberimizin(S.A.V.) evini yüksek yaparak komşusunun manzarasını ve güneşini kesen sahabe ile hatasını düzeltene kadar konuşmadığını ve tavır aldığını burada hatırlatmak isterim. Esenyurt ,son yıllarda başka bir yapılaşma garabeti olarak karşımıza çıkıyor.Parsel bazında ayrıcalıklı imar hakları ile 6-7 katlı binaların yanında 25-30 katlı yapılar hem insan hakkı ihlali ve hemde görsel kirlilikle yaşanmaz bir çevre oluşturuyor.Yüksek yapılaşmaya karşı durma noktasında ,son yıllarda oldukça artan bir farkındalık mevcuttur .Özellikle Sn.Cumhurbaşkanımızın uyarıları ve ufki yapılaşmayı desteklemesiyle birlikte imar mevzuatlarında ciddi adımlar atılmıştır. Arazi kotu hesaplamalarındaki fırsatçı yaklaşımların önü alınmış ve yatay yapılanma desteklenmiştir. Bir güç ve statü göstergesi olarak daha yüksek bina yapma talebi son yıllarda Türkiye'de olduğu gibi ABD, zengin petrol ülkeleri ve Uzakdoğu'da artarak devam etmekte ve yaşadığımız çağda güçlü bir reklam konsepti olarak da sunulmaktadır. Yapı malzemeleri, strüktür, rüzgar ve deprem mühendisliğindeki


gelişmeler, yüksek nitelikli beton ve çelik, korozyona ve yangına dayanıklı donatılar, kompozit sistemler günümüzde yapıların daha yükseğe çıkmasına olanak sağlamaktadır. İstanbul örneğinde olduğu gibi merkezi konuma ve yüksek nüfusa sahip bazı tarihi kentlerin silüetleri bu süreçten zarar görmüştür. Dünyanın belli başlı kentlerinin "Down Town" denilen bölgelerinde yer alan yüksek yapı ve gökdelenler kent silüetinin hakim ögeleri olmuşlardır. Türkiyede ve özellikle İstanbul'daki nazım imar planlarında yüksek yapılar ve gökdelenler için ayrılmış bir bölge olmadığı için gökdelen yapım süreci ayrıcalıklı mevzi imar planı yada parsel bazındaki plan tadilatları ile yapılagelmiştir. Bu durum imar planlarının bütünlüğünü bozduğu gibi, trafik yükü ve altyapı sorunlarını beraberinde getirmiş, gökdelenler şehrin 1. derece merkezlerinde ve eski kent dokusu etkilenme bölgelerinde olduğu için yüzyıllar içinde oluşmuş İstanbul silüetinde görsel algı ve bütünlüğün bozulmasına sebep olmuşlardır. Çağımızda yüksek yapı ve gökdelen yapılanmasının önüne geçmek mümkün gözükmemektedir. Engellemek yerine farklı alternatifler getirmek, imar planlarında tarihi kent silüeti etkilenme bölgelerine uzak alanlarda yer göstermek daha akılcı bir çözüm olacaktır. Bu konuda oluşturulacak bir "Bilim ve Estetik Kurulu" yapılacak yeni yüksek yapıların şehirdeki ulaşım alt yapısı, alt yapı çözümleri ve silüet etkileri açısından

incelenmesini ve kamuoyuna tatmin edici çözümlerin sunulmasına olanak sağlayabilir. Ayrıca oluşturulacak 3 boyutlu ve kentlerin her türlü bilgilerinin ve mevcut silüet eğrilerinin bulunduğu dijital haritalarla "Silüet Master Planı" çıkarılmalı ve yeni yüksek yapı talepleri bu sistem üzerinde değerlendirilmelidir. KAYNAKLAR:

1) 19.08.2008 tarihli Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliği, 2. bölüm, 25. madde 2) DOĞAN Hasol, Yüksek Yapı Tutkusu, Yapı Dergisi, Yapı Endüstri Merkezi, Ocak Sayısı, 2007, İstanbul 3) KUBAN Doğan, Mimarlık Kavramları, 2. baskı, Reyo Basımevi,İstanbul 1980, s.31 4) Büyük Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, tdkterim.gov.tr/bts 5) İstanbul İmar Yönetmeliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürlüğü, Yüksek Yapılar, 19. bölüm, Ağustos 2008 6)GÜLERYÜZ Merve, Neslihan Dostoğlu. "Yüksek Binalar ve Sürdürülebilir Mimarlık: Çelişkiler, Beklentiler", Yapı, Aylık Mimarlık Tasarım Kültür Sanat Dergisi, 368. sayı, İstanbul,2012. 7) ERKEKEL Aysun, Yüksek Bina Strüktürel ve Kabuk Alt sistemlerinin ilişkisi ve Gelişimi, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Şubat 2006 8)1/50.000 ölçekli İstanbul Metropolitan Alan Alt Bölge Nazım Plan Raporu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Şehir Planlama Müdürlüğü, İstanbul, Mart 1995

FOTOĞRAFLAR:

http://www.farklibirbakis.com/istanbulun-yenisilueti/ 21


“TARİHİ ESER BİR EV”

SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER (2) Maneviyattan yoksun bir ev ruhunu kaybetmiş bir beden gibi, bir ceset gibi hiç bir zaman ne bize ne de ailemize gerçek bir yuva olamayacaktır. Dolayısıyla ister eski eser olsun isterse olmasın evlerimiz bizi, çevremizi ve cemiyeti tüm maddi-manevi değerleriyle görünür kılan ve var eden birer medeniyet ve eğitim merkezleridir. Cem ERİŞ*

arihi eser bir ev sahibi olmak ve böyle bir evde yaşamak isteyen, kadim şehirlerimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün tarafı olan herkese, günlük hayatında her zaman karşılaşamayacağı ancak bu evlerin restorasyon sürecinde karşılaşabileceği muhtelif meselelerin çözümünde rehber niteliğinde olabilecek bir çalışmaya ihtiyaç olabileceğinden hareketle dergimizin geçen sayısında " TARİHİ ESER BİR EV SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER (1) " başlığı altında 1. bölümü ve alt başlıklarını yayımladığımız yazımızın bu bölümünde, tanımladığımız çerçevede tavsiyelerimize devam ediyoruz. İlk yazımızda verdiğim değerlendirme başlıklarını ve bölümlerini, hafızamızı tazelemek ve konuya yaklaşım bütünlüğünü vurgulamak amacıyla bir kez daha hatırlayalım: Sırasıyla bu bölümler: 1.BÖLÜM Başlarken 1.1.Neden tarihi bir ev? 1.2.Asgari seviyede bilmemiz gereken mevzuat, terimler, tanımlar 2.BÖLÜM

*Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı İstanbul 4 Numaralı Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//45// nisan 22

Tarihi Eser Bir Evde Yaşamak İsteyenler İçin Ev Seçimi 2.1. Aile bireylerinin iradesi ve rızası 2.2. Bütçe 2.3. Muhit- mahalle seçimi 2.4. Ev seçimi 2.4.1. Mevcut oturulan ve yaşayan evler 2.4.1.1. Fiziki olarak iyi durumda olup oturulan ve yaşayan evler 2.4.1.2. Basit bakım onarım gerektiren evler 2.4.1.3. Esaslı onarım gerektiren evler 2.4.2. Mevcut haliyle oturulamayacak seviyede harap olmuş ölü evler 2.4.3. Yıkılmış, sadece arsası kalan evler. 2.4.3.1. Yıkılmadan önce asgari rölövesi, tercihen restorasyon projesi koruma kurulunca onaylanmış evler 2.4.3.2. Yıkılmış, rölövesi/restorasyon projesi olmayan ancak arşivlerde eski fotoğrafları,vb. belgeleri bulunan evler 2.4.3.3. Yıkılmış, arşivlerde fotoğraf, rölöve gibi hiç bir belgesi olmayan evler. 2.4.4. Ayakta olsun ya da olmasın sahipleri koruma kanununa muhalefetten yasal işlem görmüş evler


3.BÖLÜM

Rölöve,Restitüsyon ve Restorasyon Projeleri Hazırlık ve Onay Süreci 3.1.Proje müellifi mimarın seçimi 3.2.Projelerin hazırlık sürecinde yapılması gereken işlemler 3.3.Projelerin koruma kuruluna teslimi ve onay sürecinin takibi 3.4.Onay sonrası yapılacak işlemler 4.BÖLÜM

Restorasyon Uygulama Süreci ve İskan Alınması: Mutlu Son 5.BÖLÜM

İskan Sonrası İkamet Sürecinde Yapılacaklar ve Yapılmayacaklar 6.BÖLÜM

Bitirirken

Şimdi kaldığımız yerden devam edelim. 2.BÖLÜM TARİHİ ESER BİR EVDE YAŞAMAK İSTEYENLER İÇİN EV SEÇİMİ

Ailemizle, sevdiklerimizle, akrabalarımızla ve dostlarımızla bir arada olduğumuz, yuva olarak hayatımızda, hatıralarımızda son derece önemi olan ve miras bırakılan hayat alanlarımız olan evlerimiz şüphesiz ticari bir meta değildir. Ticari, maddi kaygılarla ve hesaplarla satın aldığımız evler bizim için gerçek hayat alanı olamıyor maalesef. Bugün şehirlerimizde bu sosyolojik vakanın bütün etkilerini gayet açık bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Zira aile dediğimiz kurumsal varlık sadece madde

üzerine inşaa edilemez. Maneviyattan yoksun bir ev ruhunu kaybetmiş bir beden gibi, bir ceset gibi hiç bir zaman ne bize ne de ailemize gerçek bir yuva olamayacaktır. Dolayısıyla ister eski eser olsun isterse olmasın evlerimiz bizi, çevremizi ve cemiyeti tüm maddi-manevi değerleriyle görünür kılan ve var eden birer medeniyet ve eğitim merkezleridir. Bu hususun altını önemle çizdikten sonra kendimiz ve ailemiz için ev seçiminin hayati bir mesele olduğunu, aile-ev-komşu-sokak-mahalle-yerel kimlik gibi kavramların birbirleriyle ne kadar irtibatlı olduğunu, bu irtibat bir noktadan zaafa uğrayıp koptuğu takdirde meselenin artık vatanımızda bir beka meselesi haline gelebileceğini daha önceki yazılarımda da çeşitli örnekler vererek ifade ettiğimi hatırlatmak isterim. O zaman kadim ve yaşayan değerlerimizden hareketle yaşadığımız şehirde "nasıl ve nerede bir ev seçmeliyiz?" sorusunu aşağıdaki başlıklar altında değerlendirip cevaplamaya çalışalım.. 2.1.Aile bireylerinin iradesi ve rızası Ev seçimi öncelikle aile bireylerinin müşterek bir iradesi olarak ortaya çıkmalıdır. Aile kurumuna ilişkin yapılan son çalışmalarda geleneksel geniş aile tipinin yerini çekirdek aileye bıraktığı sosyolojik bir vaka ile karşı karşıyayız maalesef. Daha 50'li yılların başlarında şehir/kır arasındaki nispet yaklaşık % 30/70 iken hızlı ve düzensiz bir şehirleşme ile bugün bu nispet adeta tersine dönmüş ve % 70/30 civarına ulaşmıştır. Benzer değişimler ve nispetler geleneksel aile/ çekirdek aile 23


arasında da gözlenmektedir. Konuya ilişkin daha detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın raporlarını inceleyebilirler. Bizim burada savunduğumuz aile modeli, geleneğe saygılı anne-baba,büyükanne-büyükbaba,kardeşler ve hatta gelin-damat-torunlardan oluşan geniş aile için ev seçimidir. Bu kadim modelin bugün sosyal-kültürel-ekonomik olarak zorlukları olsa da en azından anne-baba ve çocuklar yanında muhakkak surette büyükannebüyükbabanın da yer aldığı aile tipinden taviz verilmemelidir. Bu aile tipinin ancak ve ancak hatıralarımızın, değerlerimizin ve medeniyetimizin sürdürülebilir kılınması için bir zaruret olduğunu ortaya koyan sosyolojik çalışmalar dikkate alınmayı ve bir devlet ve beka politikası olarak ilgi görmeyi bekliyor. Huzurevlerinin, yaşlı yaşam merkezlerinin arttığı bir toplumda sosyal-ruhsal problemler, çocuk-genç-yaşlı hiç birimizin ve ailelerimizin yakasını bırakmayacaktır. Bir Hadis-i Şerif'te buyrulduğu gibi " Mü’min aynı delikten iki defa ısırılmaz!" Sanayi devrimi öncesinde başlayan ve sonrasında kapitalist bir düzenle dünyayı sadece hasım ve köle gördükleri toplumlara değil kendilerine de zehir eden Batı'nın aile kurumunun hali bize hala ibret olamıyor mu? O halde müstakil ve eski eser bir evde yaşamayı tercih etmenin öncelikle bir aile kararı olmasının huzur ve mutluluğun tesisi için çok önemli olacağını göz önünde bulundurmalıyız. 2.2.Bütçe sayı//45// nisan 24

Eski eser bir evde yaşamaya ailece karar verdik veya böyle bir evimiz var ve bunu restore edip kullanmak istiyoruz. Şüphesiz müstakil ve eski eser bir evde yaşamanın söz konusu evi satın almak, ayakta tutmak, periyodik iç-dış bakımlarını yapmak ve yaptırmanın bize maliyetinin boyutu birinci önceliğimiz olmasa da hedefe ulaşmak açısından önemli bir belirleyicidir. Ancak imkanlarımızı zorlasa da her halükarda asıl belirleyici olan semt-sokak seçimi olacaktır. 2.3.Muhit- mahalle seçimi Esasen en önemli ve belirleyici olan, evimizi hangi muhitte arayacağımızdır. Zira fiziki koşulları ve maliyeti bütçemiz için çok uygun olan bir ev, sokak-mahalle olarak hiç de ailemize uygun olmayan bir semtte veya sokakta, fiziki ve sosyal bir çöküntü alanında kalmış olabilir. Böyle bir tercih sonuçta bizi hayal kırıklığına uğratacak ve belki de hayaller kurup masraf ettiğimiz evimizi satıp oradan uzaklaşmakla karşı karşıya bırakabilecektir. Böyle bir evin çevresinin orta ve uzun vadede sosyal olarak dönüşebileceğini düşünerek satın alsak bile özellikle İstanbul gibi yerel kimliğini büyük ölçüde kaybetmiş kozmopolit şehirlerde bunun garantisi de bulunmuyor. Bizzat bu strateji ile yola çıkarak satın aldığım bir evi 10 yıl elimde tutup sonunda istemeye istemeye satmak zorunda kalmıştım. Zira çocuklu bir ailenin sorunlu bir sosyal çevrede yaşamaya çalışması ailesi üzerine kumar oynamak gibi bir şey maalesef. İlginç olan ise bu gibi semtlerde ne zaman bir dönüşüm planlansa ve kamu kurumları tarafından bir adım atılsa emlak fiyatlarının çığırından çıkması! Bu sefer


Bu sebeple her zaman genel olarak geleneğe saygılı ve/ veya geleneksel ailenin yaşadığı, kümelendiği semtleri tercih etmek çok daha az risk barındıran bir sonuç verecektir.

de mali olarak imkanları aşan rakamlarla karşılaşabiliyorsunuz. Bu sebeple her zaman genel olarak geleneğe saygılı ve/veya geleneksel ailenin yaşadığı, kümelendiği semtleri tercih etmek çok daha az risk barındıran bir sonuç verecektir. Bu özellikte semtleri tespit ederken buralarda yaşayan veya yaşamış tanıyıp güvendiğimiz aile ve dostlarımızdan, resmi asayiş ve hırsızlık raporlarından, kurumlarca yayınlanmış sosyal veri ve anketlerden, eğitim-öğretim kurumlarının başarı istatistiklerinden, ortak alanların kentsel kalitesi ve muhafazasından tutun da gerektiğinde söz konusu muhitte bir ev kiralayıp orada yaşayıp edindiğimiz kanaatlerden yararlanmamız da mümkündür. 2.4.Ev seçimi Aile bireylerinin müşterek rızası oluştu; tüm imkanlarımızı göz önünde bulundurarak bütçemizi de belirledik; güvendiğimiz tüm kaynaklardan ve kişisel tecrübelerimizden yararlanarak satın alacağımız eski eser evimizin muhitini de belirledikten sonra sıra hedefimize ulaştıracak en önemli faaliyetimize geldi: "ev seçimi ve satın alınması" Şimdi mümkün mertebe karşılaşabileceğimiz tüm riskler ve koşulları dikkate alarak tercih etmemiz gereken öncelikli fiziki,mali ve hukuki kriterlere göre, sırasıyla ve başlıklar halinde konuyu değerlendirelim. 2.4.1.Mevcut oturulan ve yaşayan evler Benim size tavsiyem, tercihimizi mümkün mertebe iyi bir şekilde korunmuş ve ayakta olan, içinde yaşanılan, bir hatırası ve hikayesi

olan, özgün malzeme ve mimari özellikleri ile beraber eskilik değerini hala üzerinde barındıran, iç-dış görünüşü yanında ahşap veya kagir (yığma) yapının taşıyıcı sistemi statik olarak gerekli performansı temin eden mevcut eski eser evleri satın almayı değerlendirmenizdir. Bu mevcut ve oturulan evleri de restorasyon müdahale tekniği ve derinliği itibarıyla sırasıyla: fiziki olarak iyi durumda olup oturulan ve yaşayan evler; basit bakım onarım gerektiren evler ve esaslı onarım gerektiren evler olmak üzere 3 ana grupta inceleyeceğiz. 25


SMANLI ARŞİVİ’NİN ÖNEMİ

OSMANLI ARŞİV BELGELERİNDE

SURİYE

-1-

XVII. yüzyılın başlarında ise bölgenin Şam, Halep, Trablus isimli üç vilayetten oluştuğu görülmektedir. Daha sonra bunlara Sayda'nın (sonradan Akka olmuştur) eklenmesiyle vilayet sayısı dörde çıkmıştır. 1865 yılında yapılan yeni bir idari değişiklikle Şam ve Sayda vilayetleri birleştirilip Suriye Vilayeti olarak adlandırılmıştır. Dr. Önder BAYIR*

T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde yer alan Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, ihtiva ettiği belgelerin gerek sayısı gerekse bu belgelerin ilmî ve kültürel önemi itibariyle dünyanın en büyük önemli arşivlerinden biridir ve bu sebeple dünya arşivleri arasında oldukça mühim ve itibarlı bir konuma sahiptir. Osmanlı Arşivi’nde 95 milyon civarında belge 400 bin kadar da defter bulunmaktadır; ayrıca Osmanlı Devleti’nin irtibat halinde bulunduğu 40’a yakın Avrupa, Kuzey Afrika ve bir çok Asya ülkesinin tarihine ait bilgi ve belgeler de yine bu Arşivimizde yer almaktadır. Bütün bunların yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hemen her bürokratik kurumunun yakın dönem tarihine ışık tutacak belgeler de yine arşivlerimizde bulunmaktadır. Buna göre, Osmanlı Arşivi genel olarak bir Türk arşivi olmasının yanı sıra Balkan devletleri arşivi, Orta Asya ve Kafkas devletleri arşivi, Orta Doğu arşivi, Arap Yarımadası arşivi, Kuzey Afrika ülkeleri arşivi ve genelde bir İslam devletleri arşivi konumundadır. Dolayısıyla bu coğrafyalarda bulunan ülkelerin tarihçi ve araştırmacıları, bölge tarihlerini ortaya koymak amacıyla Osmanlı Arşivi’ne müracaat etmek durumundadırlar. Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan ve son dönemlerde büyük bir siyasî kaos içinde bulunan Suriye’nin de Osmanlı Arşivi’nde mühim bir yeri vardır. İlk fetih dönemlerinde Halep ve Şam vilayeti olarak teşkilatlandırılan Suriye, Osmanlı Devleti’nin diğer hakim olduğu bölgelerde de uyguladığı adalet ve insan haklarına dayalı yönetim anlayışının her veçhesiyle bir numunesi olmuştur. Osmanlı döneminde üç şehir için “şerif” yani “şerefli” tabiri kullanılmıştır. Bunlar bütün İslam aleminin dinî merkezi olan “Mekke-i şerif”, ilk kıblemiz ve bütün ilahi dinler için önemli olan “Kudüs-i şerif” ve Osmanlı yönetiminde Şam Vilayeti’nin, günümüzde Suriye’nin merkezi olan “Şam-ı şerif”. Bu isimlendirme dahi, Osmanlı için Suriye bölgesi ve hassaten Şam’ın ne kadar kıymetli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. SURİYE’NİN KISA TARİHİNE BAKIŞ

*T.C.Başbakanlık Osmanlı Arşivi –Daire Başkanı-

sayı//45// nisan 26

Kuzeyinde Türkiye, batısında Lübnan ve Akdeniz, doğusunda Irak, güneyinde Ürdün ve İsrail ile komşu olan Suriye; coğrafî, stratejik,


jeopolitik ve dini açıdan büyük öneme sahiptir. Suriye'de, M.Ö.3000'lerin ortalarından itibaren sırasıyla Akadlar, Amuriler, Hurriler, Hititler, Mısırlılar, Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar ve Bizanslıların hakimiyeti görülmektedir. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde İslam orduları tarafından fethedilerek İslam hakimiyetine giren Suriye’de, sırasıyla Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, İhşidiler ve Fatımilerin arkasından Büyük Selçuklu hakimiyeti yaşanmıştır. Suriye, 1171 yılında kurulan Eyyûbî Devleti hakimiyetine girer; Eyyubilerden sonra ise bölgede Memlûk Devleti'nin hakimiyeti başlamıştır. 1401'de Timur ordularının yol açtığı büyük yıkımla birlikte gerileme sürecine giren Memlûk Devleti, Osmanlı Devleti karşısında tutunamamıştır. 1516'da, Mercidabık Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim'in Memlûk ordusunu yenip Suriye'yi Osmanlı topraklarına katmasıyla, bölgede 1918 yılına kadar yaklaşık dört asır sürecek olan Osmanlı hakimiyeti başlamıştır. Osmanlı Devleti, bölgeye coğrafyanın hassasiyeti dolayısıyla ayrı bir önem vermiş ve idari yapılanmayı da bu doğrultuda belirlemiştir. Bölge, Osmanlılar tarafından fethinin akabinde Anadolu’nun doğu, güney ve güneydoğusundaki bir kısım sancaklar ile Suriye havalisini kapsayacak şekilde Arap vilâyeti olarak ifade edilmiştir. 1549 yılında yeni bir idari düzenleme daha yapılarak Halep ve Şam Eyaletleri kurulmuştur. Buna göre Halep Eyaleti; Halep, Adana, Hama, Humus, Birecik, Azaz-Kilis, Maarra, Banyas ve Selemiye ( 9 sancak) Şam Eyaleti; Şam, Kudüs-i Şerif, Gazze, Nablus, Safet, Trablus, Salt-Aclun maa Kerek- Şubek ve Ikta-i Vilayet-i Turaba-yı Arap (8 sancak) XVII. yüzyılın başlarında ise bölgenin Şam, Halep, Trablus isimli üç vilayetten oluştuğu görülmektedir. Daha sonra bunlara Sayda'nın (sonradan Akka olmuştur) eklenmesiyle vilayet sayısı dörde çıkmıştır. 1865 yılında yapılan yeni bir idari değişiklikle Şam ve Sayda vilayetleri birleştirilip Suriye Vilayeti olarak adlandırılmıştır. 19.yüzyılın sonlarında Suriye'nin baş limanı ve başlıca ticaret merkezi olan Beyrut müstakil bir vilayet durumuna getirilmiş, Halep ise müstakil bir vilayet olarak varlığını devam ettirmiştir. Osmanlı Devleti, Şam Vilâyeti'ni "kutsal toprakların kapısı" olarak gördüğünden buraya hem imar hem

de güvenlik açısından özel bir önem vermiştir. Ancak sonraki zamanlarda Osmanlı Devleti'nin gerilemesine paralel olarak yönetimde yaşanan bozukluk ve aksaklıklardan bölge vilayetleri de etkilenmiştir. XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren özellikle Avrupalıların ilgisi ve misyonerlerin faaliyetleri neticesinde Suriye coğrafyasının Osmanlı Devleti'nden ayrılma süreci başlamıştır. Şam ve Halep merkezlerinde XIX. yüzyıldan itibaren birbirini takip eden isyanlar meydana gelmiştir. Avrupalılar tarafından getirilen ateşli silahların bölgedeki aşiretler tarafından yaygın olarak kullanılmaya başlanması, Suriye coğrafyasında eşkıyalık hareketlerinin ciddi şekilde artmasına sebep olmuştur. Hac yolunun da buralardan geçmesi sebebiyle devlet yoğun güvenlik tedbirleri almak zorunda kalmıştır. Bununla beraber özellikle bu yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa'da ve Osmanlı Devleti'nin sair bölgelerinde görülen sanayi ve teknoloji alanındaki yatırımlar ile ziraatin ıslahı çalışmaları bölgede de birebir uygulanmıştır. Aydınlatmada elektrik kullanımı, tramvay ve demiryolu işletmeleri, dokuma tezgâhlarının ıslahı, tıp fakültesi ve yeni hastanelerin inşası, numune çiftlikleri tesisi, akarsulardan daha verimli istifade metotları Osmanlı Devleti'nin, bölge halkının daha müreffeh bir hayat sürmesine yönelik kalkınma hamleleridir. Suriye'nin muhtelif mıntıkaları, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti için önemli hadiselerin yaşandığı, terk edilmemesi için büyük kayıpların verildiği bir coğrafya olmuştur. Cihan Harbi'nin Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanmasına ve Suriye'nin elden çıkmasına yol açan son çarpışmalar da yine bu topraklarda yaşanmıştır. 19 Eylül 1918'de Nablus yakınında aniden saldırıya geçen üstün İngiliz kuvvetleri karşısında Türk orduları tutunamamıştır. 21 Eylül'de Nasıra, 1 Ekim tarihi itibarıyla da Şam, İngiliz denetimi altına girmiştir. 27 Ekim'de Halep şehri de İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Böylelikle Suriye'de 1516 yılından beri 402 yıl devam eden Osmanlı hakimiyeti sona ermiştir. TD 493 NUMARALI MUFASSAL TAHRİR DEFTERİNE GÖRE HALEB LİVASI

Haleb livası, 78.060 neferin bulunduğu 5 nefs (103 mahalle) 971 karye ve 1.758 mezraadan oluşmaktadır. Bu 78.060 neferin 17.920 neferi yerleşik olmayan Türkmanan-ı Haleb'dir. Bunlar, Beydili, Bayad, Beyliklü, Harbendelü, 27


İnallu, Gündüzlü Avşarı, Köpeklü Avşarı, Oyranlu ve Peçenek ve Şah Meliklü olmak üzere toplam 9 taifeden meydana gelmektedir. Neredeyse tamamı koyunculuk yapmaktadır. Bunlara ait toplam 2.022.644 koyun tespit edilmiştir.

DİNİ VE ETNİK YAPISI (CEMAATLER)

Defter nefs ve nahiye itibarıyla incelenmiş, mahalle, karye, mezraa ve neferleri ile livadaki Türkçe yer isimleri nahiyelerin altına yazılmıştır. Liva genelindeki 2.729 köy ve mezraanın 306'sının ismi Türkçedir. Aynı şekilde 5 nefste bulunan 110 mahallenin 31 tanesi Türkçe isimlidir.

Ekrad cemaatleri

476

%0.609

Arab cemaatleri

798

%1.022

Diğer müsliman cemaatler Çoğu Türkmen)

493

%0.631

Gebran ve Nasara

488

%0.625

Yahudi

288

%0.368

Türkmanan-ı Haleb

17.920 %22.956

Meskun Mahallerde Bulunan Diğer Müsliman Reaya (Türk, Arab veya 57.597 %73.789 Ekrad olup olmadıklarının tespiti yapılamamıştır) Toplam nefer adedi

78.060

İDARİ BİRİMLERE GÖRE TÜRKÇE YER İSİMLİ KÖY VE MEZRAA SAYISI

sayı//45// nisan 28

Idari Birim

Mahalle, köy ve mezraa sayısı

Türkçe mahalle, köy ve mezraa

Haleb nefs

68 mahalle

23 mahalle

Cebel-i Sim‘an

224 köy ve mezraa

Mutih

154 köy ve mezraa

Cebbul

224 köy ve mezraa

Bab

132 köy ve mezraa

Menbic

255 köy ve mezraa

79 köy ve mezraa

Ravendan

222 köy ve mezraa

70 köy ve mezraa

Sermin

6 mah., 189 köy ve mezraa

Cebel-i Sümmak

2 mah., 35 köy ve mezraa

Cebel-i Beni Alim

29 köy ve mezraa

Zaviye

43 köy ve mezraa

Ruc

125 köy ve mezraa

Harim

110 köy ve mezraa

Halaka

23 köy ve mezraa

Cebel-i A‘la

31 köy ve mezraa

Cebel-i Barişa

42 köy ve mezraa

1 köy ve mezraa

Amik

105 köy ve mezraa

8 köy ve mezraa

Antakiyye

22 mah., 127 köy ve mezraa

8 mah., 34 köy ve mezraa

Süveyde

69 köy ve mezraa

6 köy ve mezraa

Altunözü

100 köy ve mezraa

20 köy ve mezraa

Cebel-i Akra

154 köy ve mezraa

65 köy ve mezraa

Kusayr

214 köy ve mezraa

15 köy ve mezraa

Şugur

5 mah., 122 köy ve mezraa

6 köy ve mezraa

Toplam

110 mah, 2.729 köy ve mezraa

31 mah., 306 köy ve mezraa

_

1 köy ve mezraa


TD 493'TE TESPİT EDİLEN TAİFE VE CEMAATLER Türkmen Cemaatler Nahiye

Cemaat ve taife

Nefer

Menbic

Beydili taifesi, (s. 262, 267, 272, 280)

60

"

Avşar taifesi, (s. 263, 275, 282)

24

"

Borlu cemaati, (s. 264, 266)

14

"

Beydili ve Bayad taifesi, (s. 290)

19

Ravendan

Zülkadirlü, (s. 295, 298, 300, 303, 309, 311, 313, 314, 323, 324, 329,

141

"

Bahadırlu cemaati, (s. 300)

2

"

Haleb yörükanı, (s. 301, 317

29

"

İnallu taifesi, (s. 309, 328

8

"

Oruclu cemaati, tabi-i yörükan-ı Haleb, (s. 315)

89

"

Pir Esenlü cemaati, (s. 316, 323)

25

"

Usanlu ve Döngellü cemaati, tabi-i yörükan-ı Haleb, (s. 322)

31

"

Zülkadirlü ve Çatallu, (s. 326)

5

Amik

Kiçe Beylü taifesi, (s. 607)

9

Antakıyye

Satılmışlu taifesi, (s. 646)

23

"

Mehil Beylü cemaati, (s. 648)

14

Toplam

493

Ekrad Cemaatleri Nahiye

Cemaat ve taife

Nefer

Haleb nf.

Ekrad m, (s. 37)

77

Ravendan

Ekrad cemaati, (s. 295)

4

"

Okcu İzzüddinlü cemaati, (s. 297)

10

"

Şikaki Ekradı, (s. 301, 316)

17

"

Musa Beylü cemaati, (s. 303, 307, 310, 312, 313, 316, 317, 318, 319, 320, 321, 322, 323, 324, 325, 326, 327, 328)

245

"

Şeyh Ömerlü Ekradı, (s. 320)

11

"

Millü Ekradı, (s. 328)

2

Ruc

Dülhayri cemaati, (s. 505)

18

"

Ekrad taifesi, (s. 529)

22

Kusayr

Bahiri Ekrad taifesi, (s. 781)

5

Menbic

Dünbili taifesi, (s. 255, 259, 286, 292)

65

Toplam

476

Gebran Cemaatleri Nahiye

Cemaat ve taife

Nefer

Haleb nf.

Nasara cemaati, (s. 23, 94

255

"

Gebran cemaati, (s. 86, 88, 90, 92, 93)

233

Toplam

488

29


Tavaif-i Türkmanan-ı Vilayet-i Haleb Taife-i yörükan-ı Haleb

Nefer

Ağnam

Beydili

3.727

572.648

Bayad

4.868

612.426

Beyliklü

383

52.753

Harbendelü

1.543

128.342

İnallu

425

40.667

Gündüzlü Avşarı

297

44.826

Köpeklü

5.129

565.643

Oyranlu ve Osmanlu ve Kösecelü

583

0

Peçenek ve Şah Meliklü

965

5339

Toplam

17.920

2.022.644

Nahiye

Cemaat ve taife

Nefer

Cebel-i Siman

Darretül-Gurre k., 8 cemaaat, (s. 135-138)

370

Menbic

Ka'bin cemaati, (s. 249, 267)

9

Amik

Boban Arabı taifesi, (s. 614), 17 cemaat

419

Arab Cemaatleri

Toplam

798

Yahudi Cemaatleri Nahiye

Cemaat ve taife

Nefer

Halbe nf.

Yahudi cemaati, (s. 96)

288

Toplam

SURİYE İLE İLGİLİ ARŞİV BELGELERİNDEN ÖRNEKLER

zencefil vb. baharattan; mercan, bakır, civa, kalay gibi madenlerden; zeytin, zeytinyağı, peynir, bal, yoğurt, pekmez, keçiboynuzu gibi gıda maddelerinden; fındık, fıstık, ceviz, badem gibi kuruyemişlerden; çuka, atlas, kadife vb. ipekli, pamuklu ve yünlü kumaşlardan; billur eşya, iplik, kâğıt, kirpas vb. ticari mallardan; koyun, keçi, at, deve, sığır, camus gibi büyük ve küçükbaş hayvanlardan alınan vergilerin miktarı gösterilerek, kanun haricinde alınmakta olan vergilerin kaldırıldığı hükme bağlanmıştır.

1536 / TT.d. No: 1087, sh: 1-4

Arşiv belgeleri konuşmaya devam edecek tabiiki gelecek sayılarda….

1536 tarihli Halep Sancağı Kanunnamesi 1536 tarihi itibarıyla Halep sancağında yetişen zeytin, üzüm, çeltik ve pamuk gibi ziraat mahsullerinden, büyük ve küçükbaş hayvanlardan, işlenen suçlardan kanun gereğince alınan öşür, ağnam ve ceza vergileriyle Türkmenlerden alınan otlak ve kışlak vergisi, evlenme, çift ve kovan vergilerinin miktarını gösterir kanunname

1549 tarihli Şam Vilayeti Kanunnamesi Şam Vilayeti'nin 1549 tarihli vilayet kanunnamesinde; bölgede üretilen buğday, arpa,pirinç gibi tahıl ürünlerinden; soğan, patates, patlıcan, börülce fasulyesi gibi sebzelerden; üzüm, kavun, karpuz, kiraz, erik, kayısı, şeftali elma gibi meyvelerden; safran, sayı//45// nisan 30

288


ŞEHİRLERİN KÜLTÜREL DİNAMİKLERİ Türk kültür ve edebiyatına hizmet eden insanları, ‘Yedi Güzel Adam’ şablonuyla sınırlı tutmak haksızlıktır. Bu isimler kuşkusuz kaliteli edebiyat adamlarıdır. Ancak onlar kadar ülkenin kültür ve edebiyatına katkı sağlayan yığınla isim vardır. Muhsin İlyas SUBAŞI eçtiğimiz yıl bir gurup edebiyatçı dostlarımızla Kayseri’de beraberdik. Merhum Mehmet Akif İnan’ı yad etmek için toplanılmıştı. Türkiye Yazarlar Birliği’nden Onursal Başkan Mehmet Doğan, Genel Başkan İbrahim Ulvi Yavuz, Yönetim Kurulu’ndan Fatih Akdağ, Ferhat Koc, “Şehir ve Kültür” Dergisinin sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Kamil Berse, Tyb İst.Şube başkanı Mahmut Bıyıklı, “Ay Vakti” Dergisinin Sahibi Şeref Akbaba, “Star” Gazetesinin Kültür-Sanat Yönetmeni Bedir Acar, Serbest Gazeteci Bünyamin Yılmaz, Televizyon yapımcısı Abdülhamit Güler ve Merhum Akif İnan’ın kardeşi Dr. Ahmet İnan’la burada iki bereketli gün geçirdik. Önce bir ukdemi dillendirerek söze başlamak istiyorum: Türk kültür ve edebiyatına hizmet eden insanları, ‘Yedi Güzel Adam’ şablonuyla sınırlı tutmak haksızlıktır. Bu isimler kuşkusuz kaliteli edebiyat adamlarıdır. Ancak onlar kadar ülkenin kültür ve edebiyatına katkı sağlayan yığınla isim vardır. Bugün oturup bir çırpıda on yedi adam, yirmi yedi adam sayabilirsiniz. Böyle bir yaklaşım, hakları olsa bile, bu şablona alınanları memnun etmemeli ve onlara artı bir değer de getirmemelidir. Bu isimler, böyle bir çerçeve içerisinde, “Garipçiler” gibi, “İkinci Yeniciler” gibi yeni bir türü temsil ediyor dağillerdir. Edebiyat, kendisini besleyen, ayakta tutan ve ileriye taşıyan nirengi noktasını kaybettiği yer, slogana teslim olduğu yerdir. Çünkü slogan, yapısı gereği, içinde mübalağayı besler. Bu da çoğu zaman insanları doğru kanaate taşımaz! Böyle bir risk ortada iken, biraz da reklama dayanan böylesine suni imtiyazlı alanlar oluşturmak edebiyatımıza ne kazandıracaktır? Bu dikkat noktasını böyle bir soruyla kapattıktan sonra, asıl meselemize bakabiliriz: Evvela bu edebiyat toplantısına gelenlere bakalım: Dilci ve yazar Doğan, Ankara Çubuk ilçesindendir.

Romancı İbrahim Ulvi Yavuz Yavuz, Afyon’un Bolvadin ilçesindendir. Yazar Şeref Akbaba Erzurumludur. Yazar Ferhat Koç Ankaralıdır. Yayıncı Fatih Akdağ ve Yazar Mahmut Bıyıklı Kayserilidir. Yazar ve yayıncı Mehmet Kâmil Berse Kırımdan İstanbul’a göçen bir ailenin evladıdır. Dr. İnan, Şanlıurfalıdır. Biyografilerine ulaşamadığım gazeteci arkadaşlarımızın da köken olarak İstanbullu olduklarını düşünmüyorum. Bakın mesela, bu programa vesile olan ‘Yedi Güzel Adam’ın beşi Kahramanmaraşlı, birisi (Akif İnan) Şanlıurfalı, bir diğeri (Sezai Karakoç) de Diyarbakırlıdır. Bu programa Kayseri’den katılanların ise hemen tamamına yakını Kayserilidir, ya da halen Kayseri’de yaşamaktadır. Bunlardan ilk akla gelenler şu isimlerdir. Muhsin İlyas Subaşı, Turan Koç, Ali Çavuşoğlu, Celal Kırca, Mustafa Argunşah, Nevzat Özkan, Bayram Durbilmez, İsmail Görkem, Celaleddin Çelik, Dursun Çiçek Bekir Oğuzbaşaran, Halit Erkiletlioğlu, Vedat Ali Tok, Ahmet Sıvacı, Selim Tunçbilek, Emir Kalkan, İmdat Avşar, Ümit Fehmi Sorgunu, Adnan Büyükbaş, Abdullah Ayata, Serpil Vural, Güner Dinçaslan, Vedat Sağlam, Muammer Yılmaz, Kadir Keçebaş, Fazıl Ahmet Bahadır, İsmail Adil Şahin, Süleyman Kocabaş Süleyman Sağlam ve daha birçokları, eserleri önemli yayınevlerince basılan ve çoğununki ülkenin genel ve kültür adamlarıdır. Bu, neyi ifade eder? Bu, şunu ifade eder: Anadolu hasadını yapıyor, pazar olarak malını İstanbul’a taşıyor. Pazara sahip olanın paya da sahip olacağı için imtiyaz bu şehre çıkmış oluyor. Hadi çıksın, ama bu ülkenin kültür ve edebiyatından, bunların inşa edeceği medeniyetinden sorumlu olanlar, önlerine gelen pastaya nereden takdim edildiğine bakarak imtiyaz alanını bir merkeze vermemeliler. Edebiyat tarihimize bakın, büyük isimlerin çoğunluğu, İstanbullunun ‘taşra’ kabul ettiği Anadolu’dan çıkmışlardır. Çünkü Anadolu aydını hasbidir, hesabi davranmaz. Eserini üretirken; ‘bu kitabın getirisi nedir’ine bakmaz! Ondaki profesyonellik anlayışı, ülkede kabul sınırlarıyla tayin edilir. Burada ayrıntıya girmek istemiyorum: Sonuç olarak şunu söylemeliyim; edebiyatımızı besleyen, onu geliştirip ileri taşıyanlar nerede çıkarsa çıksın, onların keyfiyetine bakmak gerekir. Bir medeniyet inşa edeceksek, buna katkı sağlayan her insan değerlidir. Birini diğerinin önene almak, geriye itilenden çok, öne çıkarılana zarar verir. Çünkü biz, kayırma kültürüyle günü kurtarsak da geleceğe sahip olma şansımız yoktur. Geleceğin sahibi hayatımıza hâkim olan zamandır. En büyük hakem o olacaktır ve zamana dayanan varlığını sürdürebilecektir. O ayıklama yaparken hatıra gönle bakmaz, toplumun ortak duyarlılık alanlarına hitap güçlerini dikkate alır. Arkalarında herhangi bir koruma halkası bulunmayan Tıpkı Konya’dan ses veren Mevlana gibi, Tıpkı Eskişehir’den yankısını sunan Yunus gibi, Tıpkı Kerbela’dan bize ulaşan Fuzuli ve diğerleri gibi!.. 31


u taşların dili olsa da konuşsa, çocuk gülüşlerine karışan kuş seslerinin yüzyıllar boyunca bu topraklara nasıl huzur ve asalet getirdiğini. Yine yüzyıllar boyunca Avrupa’ya medeniyet, ilim ve irfan taşıyan bu ırmağın bugün nasıl kuruyup küle döndüğünü. Şu taşların dili olsa da konuşsa göz yaşımıza gök kuşağının bütün renklerinin şahitlik ettiğini.

GRANADA

“İSLAM’IN ÖKSÜZ BELDESİ” Dükkanların her biri minyatür birer El Hamra sarayı olarak dekore edilmiş. Bilinçli ya da bilinçsiz şekilde köşe bucakta arapça harflerle “La galibe illa Allah” yazıyor. Bilal TIRNAKÇI

Sevgi şefkat ve merhamet ülkesinin nasıl kan, gözyaşı ve zulüm ülkesi olduğunu. Bugün dünyaya servis etmeye çalıştıkları insan hakları, adalet ve avrupa medeniyeti kavramlarını kan ve gözyaşı üzerine kuranların aslında hiçte samimi olmadıklarını. Şu taşların dili olsa da içimde kaynayan ama dilime gelmeyen onca sözü bir çırpıda söylese… Granada’da eski Müslüman mahallesinde yağmur eşliğinde yürüyüş yapıyoruz. Burada Dar sokaklar, eski çarşılar yaşıyor hala. Gazi Antep, Şam, Urfa sokaklarında dolaşıyor gibi hissediyoruz. Bu küçük dükkanlarda çokça Müslüman esnaf var. Ama yüzlerinden Kuzey Afrikalı oldukları belli oluyor. Hafif esmer ama masum yüz ifadeleri ile insana güven telkin ediyorlar. Yüzyıllar önce dedelerinin zorla koparıldığı topraklara sanki bir mirası yaşatmak ister gibi geri dönmüşler hissi uyandırıyor. Çokça hediyelik eşya, el yapımı deri ürünleri, kadınlar için aksesuarlar satıyorlar. Dükkanların her biri minyatür birer El Hamra sarayı olarak dekore edilmiş. Bilinçli ya da bilinçsiz şekilde köşe bucakta arapça harflerle “La galibe illa Allah” yazıyor. Taşlar ve taşı işleyenler ile birlikte bugün okuyanlarda Allah’tan başka galip olmadığına şahitli ediyorlar. Herkes gitti, büyüklerde küçüklerde, zenginlerde fakirlerde, güçlülerde zayıflarda geride bir tek “O” kaldı… Sokaklar bizi tarihin derinliklerine doğru çekiyor. Birazdan köşeden İbn-i Haldun çıkacak, az ötede İbn-i Rüşd’e öğrencileriyle sohbet ederken rastlayacak gibiyiz. Bu eni boyu küçük ama insana büyük hissi veren dükkanlardan birisine giriyoruz. Dükkanın çalışanı bizi kapıda tanıdık kelimelerle karşılıyor. • OOO Türkiye diyor, • Selamün aleyküm diyoruz • Aleyküm Selam ve Rahmetullah diye karşılık veriyor.

sayı//45// nisan 32


O candan o samimi o bizden gülümseme ile göz göze geliyoruz. Nereli olduğunu soruyorum, HALEP diyor. HALEP’de son yıllarda Endülüs kelimesi gibi acı veriyor duyanlara. 2011 den beri yurdunu yuvasını terk eden onca insan. Çokça acı, kan ve gözyaşı. Nedenini kimseler bilmiyor. ABD, RUSYA, yedi düvel orada kiminle savaşıyor ve kime karşı savaşıyor o kadar ülke orada ne arıyor kimseler bilmiyor. Ölenler masum Müslüman halklar, öldürenlerin bir kısmı da öyle ama batılıların silahları, batılıların mermileri kan kardeş kanı… Kardeş deyip kucakladığımız insanlar evsiz yurtsuz, ekmeksiz. İşte onlardan birisi bu genç adam. İsmini soruyorum. Hüseyin diyor. Komşunun oğlu gibi, okulda sıra arkadaşım gibi, emmi oğlu gibi, karşı köyden biri gibi, sıcak samimi bir “Hüseyin”. Benim adımı soruyor BİLAL diyorum. OOO Bilal Habeş-i diyor ama o biraz esmerdi diye gülüşüyoruz. Yanımdaki arkadaşımın adını söylerken zorlanıyor. GÜLTEKİN diyor eğip bükerek. Halep’den savaştan üç yıl önce gelmiş. On yıldır buradayım diyor. Suriye deyince duruyoruz hep birlikte derin bir sessizlik oluyor. Rehberimiz El Hamra’nın girişindeki bir tabloyu bize özetlerken şunları söylüyor. 710 yılında Tarık Bin Ziyad ordusuyla İspanya sahillerine çıktığında onu kat be kat büyük bir ordu karşılıyor. Usta komutan, büyük mücahid bugün hala dilimizde olan “gemileri yakmak” deyimini o gün hediye ediyor bize. Ordusu karaya çıkınca arkada ki gemileri yakıyor ve askerlerine Arkanızda düşman gibi

deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzağı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır." Ve sayıca az ordusu, sayıca kendisinden kat be kat büyük orduları yenerek İspanya’yı islam topraklarına dahil etmiştir. Ama gelin görün ki bu 800 yıllık medeniyetin yıkılışı klasik bir doğu hikayesidir. Önce küçük parçalara ayrılırlar, sonra kardeş kavgaları ve sonunda yok olup giderler. Geriye onlardan kalan Avrupa’nın ortasında kitapları yakılmış bir Endülüs kütüphanesi, yok edilmiş 300 camii, ince zarif mimarileri kaba ruhsuz operasyonlarla kiliseye çevrilmiş yapılar kalmıştır.

Zaman farklı olsa da hikaye aynı aslında. Önce güçlü bağlar, güçlü ülkeler, sonra iç karışıklıklar, gücünü yitirmiş Müslüman ülkeler, sonrası hüsran.

Zaman farklı olsa da hikaye aynı aslında. Önce güçlü bağlar, güçlü ülkeler, sonra iç karışıklıklar, gücünü yitirmiş Müslüman ülkeler, sonrası hüsran. Birleşen, sınırları kaldıran büyümeye çalışan GARP buna inat küçülen yok olan ŞİMAL. Bize düşen gözyaşı, hüsran ve acı. Ve Hüseyin’in gözlerinde hem Endülüs’ün hem Suriye’nin hikayesi. Hem alışveriş olsun, hem muhabbet olsun babından bir şeyler alıyoruz. Bir dost sıcaklığında uzayıp giden muhabbeti yine aynı samimiyetle sonlandırıp ayrılıyoruz. Sokaklar bir zamanlar İbn-i rüşdün, İbn-i arabinin adımladığı, minarelerinden ezan sesleri, pencerelerinden çocuk gülüşleri yayılan sokaklarda yürüyüp gidiyoruz. 33


AKHİSAR;

İSALARIN, AHMETLERİN, ZARİFLERİN,

SALİHLERİN ŞEHRİ Çalışkan mütevekkil kalbi şükreden insanlar diyarı zira Akhisar, gördüm bunu. Her giden gören de şahitlik eder buna. Fahri TUNA

k kalpli ak gönüllü ak yüzlü insanlar diyarı. Ak yüzlü ve ak sözlü. Alınları gibi sözleri ve yüzleri de ak bu şehrin insanlarının. İddia ediyorum: Herhangi bir Akhisar sokağında herhangi bir evin kapısını çalın: Size kapıyı ya güler yüzlü bir hanım, ya zarif bir bey açacaktır, şaşırmayın sakın. İkram izzet muhabbet dolusu bir sofra ile karşılayacaklardır sizi. ‘İki dünyayı aynı düzlemde birleştirmiş adam’ Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar’ın Akhisar’ı tanıdıktan sonra ‘büyülendim’ demesi bundandır. Arı duru tertemiz gönüllü insanlardır Akhisar ahalisi. Tebessümleri de zarafetleri de bundandır. Bundan, bunca, bunladır. Bir şehir çoğu kez bir isimden ibarettir aslında. Ankara Hacı Bayram-ı Veli’den ibarettir mesela, Eskişehir Yunus Emre. Kırşehir Âhi Evran’dır da Konya Mevlâna. Peki Akhisar kimdir?

sayı//45// nisan 34

Hemen söyleyelim. Şeyh İsa Hazretleridir. İçinizden bazıları ‘Bu Şeyh İsa da nereden çıktı arkadaş?’ diyebilirsiniz. Haklısınız. Akşemseddinle çağdaş, Akşemseddinle hâldaş, Akşemseddinle türdeş olduğu hâlde, birincisi ne kadar meşhur ve mâlum ise ikincisi o kadar bilinmezdir, evet. Büyüklerin şöhretleri beş asır sonra aynı olacak diye bir kural yok, değil mi ama. İşte Akhisar, diyar-ı Şeyh İsa’dır. Hacı Bayram’ı Veli’nin yoldaşı Şeyh İsa’dan bize armağandır, mirastır, emanettir Akhisar. Sonra kitaplı şehirdir Akhisar. Kitaplı kütüphaneli. İki yüz sekiz yıllık tarihî Zeynelzade Kütüphanesi başka hangi şehirde var Allah aşkına. Düşünen okuyan yazan şehirdir Akhisar. Alınlarının sözlerinin yüzlerinin aklığı en çok bundandır Akhisarlının. Akhisar, Manisa nam vilayete bağlı bir ilçe, evet. Hani şu şehzadeler şehri Manisa’ya. İzmir’in yoldaşı, arkadaşı, ayaktaşı Manisa’ya. Bağırsan duyulacak mesafedeki yakın komşusu hani İzmir’in. İzmir’in sırdaşı Manisa’ya. İşte Akhisar, Manisa’nın bir ilçesi. Ama… Aması var işte. Bir ilçe ki ilinden geri kalır yanı yok; hatta birçok alanda ileride bile. Bir ilçe düşününün, ülkesindeki yemeklik zeytinyağının yüzde 68’ini tek başına üretiyor olsun. Bir ilçe ki futbol takımı Süper Ligin tozunu attırsın ama il merkezinin takımı iki üç lig altlarda bulunsun. Bir ilçe ki nüfusu, tarihi, kültürü il merkeziyle yarışır olsun. Bir ‘merkez’, ‘taşra’sının bu başarı güç ve zenginliğini kabul edebilir mi sizce? Ettiğinin örneği yok. Etmez maalesef- kolay kolay. Etmemiş de zaten. Kısacası Akhisar bugün gönüllerde bir vilayettir. Tıpkı Manisa gibi Manisa kadar Manisa gücünce. Tıpkı Uşak, Kütahya, Çanakkale gibi. Yüz altmış altı bin Akhisarlı, seksen bir ilin en az ellisinden ‘daha bir vilayet’ olduğunun bilincindedir, şahidiz buna. Giden gören tanıyan herkes de şahittir zaten. Bir sosyolojik kanun daha size: Bir şehrin bir yerleşimin belediye başkanı, o şehrin ortalamasını yansıtır. Bu satırların yazarı beş yıl belediye yöneticiliği beş yıl da vali danışmanlığı yapmış, gitmediği şehir görmediği yönetici neredeyse kalmamış biridir: tecrübeyle ve gözlemle konuşmaktadır. Yaptığı hizmetleri anlatmayan, yaptığı eserleri misafirlerine göstermek için çaba sarf etmeyen, projelerinden hayallerinden bahsetmeyen tek bir belediye başkanı tanıdım ben ömrü hayatımda: Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı. Üstelik üst üste üçüncü dönemi olduğu hâlde. Ve yardımcıları Ömer, Latif, Ali Beyler de aynı


onun gibi: Saygılı edepli candan. Üç söyleyip on üç, yirmi üç dinleyen. Kırk düşünüp taşınıp bir hareket eden. Usulet ve suhuletle hareket eden bir yönetim tarzı onların ki. Bir yandan yeteneği olan gençlerin yarınlarda yazar sanatçı olabilmeleri için yazarlık atölyeleri, masal anlatıcılığı kursları düzenlerken diğer yandan kitap üzerine kitap hazırlatıyor yayımlıyorlar. Şeyh İsa Hazretlerinin Kayseri’den Ahkisar’a dönüşünü sembolize eden dört yüz seksen yedi yıllık geleneksel Çağlak Festivali’ni adım adım geliştirerek, her yerde görmekten bıktığımız beşinci sınıf bir kasaba şovundan çıkartıp bir kültür sanat şölenine, bir fikir ve tasavvuf softasına dönüştürmüş durumdalar. Türküler dedim de: Başkan Salih Hızlı’nın şehre gelen misafirlere armağan ettiği Akhisar Türküleri albümünü ben de dinledim elbet. Hüzün yumağı türkülerle karşılaştım. ‘Çalın davulları çaydan aşağı’ diyen bir Selanik, ‘Vardar Ovası Vardar Ovası / kazanamadım sıla parası’ diyen Üsküp türkülerini hatırlattı ezgiler bana. Nedenini sorup soruşturdum. Bugünkü Akhisar halkının büyük çoğunluğu, meğerse Selanik’ten göçen 1924 Mübadili Türklerin torunları yahut Makedonya’dan Anavatana göçmek zorunda kalan Evlad-ı Fatihanmış, şaşırmadım. Ovayı, göz alabildiğince uzanan zeytin bahçelerini, fabrikaları, Akhisar’daki bolluğu zenginliği bereketi görünce şaşırmadım. Çalışkan mütevekkil kalbi şükreden insanlar diyarı zira Akhisar, gördüm bunu. Kubbealtı camiasının temel direklerinden merhume İlhan Ayverdi Hanımefendi, başarılı romancımız ve popüler oyuncumuz, Sultan II. Abdülhamit’in yaveri Tahsin Paşa’yı canlandıran Bahadır Yenişehirlioğlu, müthiş sesi ve doğallığıyla gönüllerde taht kuran Kibariye, Akhisar’da doğma büyüme ulusal değerlerimiz bizim. Ha bu arada Akhisar’ın Teyo Emmisi Amerikan Ahmet’i de unutmayalım: Çağlak Festivali’nin en büyük zenginliklerinden ve renklerinden biriymiş Ahmet Amca. Yaptıkları kadar anlattıklarıyla da. Akhisar’da Amerikan Ahmet’in Uçurtması çok meşhur. Ahmet Emmi’nin anıları da Akhisar Zeytini kadar şifalı lezzetli huzur verici. Oturduğunda hemen etrafında on beş yirmi kişi toplanıveren, konuştuğunda kahkahanın bini bir para, hayal gücü zaman ve mekân ötesi bir yerli kahraman merhum Amerikan Ahmet. Taraklı yalazalarından ileri de geri değil.Bir örnek mi istediniz, anlatayım: Ahmet Amcamız, bir Çağlak Festivali’ne zamanın İstanbul Valisi

Fahrettim Kerim Gökay’ı davet etmiş. Vali Bey de ‘bir mani çıkmazsa gelirim, Ahmetçiğim’ demiş. Günler geçmiş, festival günü gelmiş, sabah öğle ikindi. Fahrettin Vali görünürde yok. Derken İstanbul’un üstünü kara bir bulut kaplamış. Ortalık kararmış birden. İstanbul güpegündüz karanlıkta kalmış. Herkes telaşlanmış, kıyamet mi kopuyor ne. Olağanüstü Hâl ilan edilmiş, afet merkezleri harekete geçmiş, millet camilere duaya koşmuş. Fahretttin Vali ‘n’oluyor’ diye bir bakmış, uzmanlara inceletmiş, ‘efendim İstanbul’un üzerinde dev bir uçurtma var, karanlığımız bu sebepten’ raporunu almış. Vali bey ‘Uçurmada bir mesaj, yazı yok mu dürbünle baktırın?’ demiş. Bakmışlar, ‘var efendim, ‘Bekliyoruz sayın valim, Ahmet’ yazıyor’ demişler. Vali Bey, ‘Eyvah, Akhisarlı Ahmet bu. Söz verdik Çağlak Festivali’ne gideceğiz diye, iş güç telaşeden gidemeyince Ahmet kardeşimizi kızdırdık. Çabuk bana Akhisarlı Amerikan Ahmet’i bağlayın’ demiş. Aramışlar taramışlar, Akhisar Kaymakamı devreye girmiş, Festival alanında bir çadırın içinde Amerikan Ahmet’in izini bulmuşlar. Ama Kaymakam Beyin ricasına rağmen Bizim Ahmet, Vali Beyle konuşmayı kabul etmiyor. Sitemli kırgın üzgün. Araya Belediye Başkanı, şehrin hatırı sayılır büyükleri girmiş, zar zor görüşmeye ikna etmişler Amerikan Ahmet’i. Fahrettin Kerim Vali ki aynı zamanda İstanbul Belediye Başkanıdır, bizim Amerikan Ahmet’ten bin bir özür dilemiş, “yoğun işlerim nedeniyle ihmal ettim, beni affet Ahmetçiğim, sana devlet sözü veriyorum. Seneye Çağlak Festivali’ne geleceğim, çek şu dev uçurtmanı İstanbul’un üzerinden, şehir zifiri karanlıkta, hayat durdu, lütfen, Allah aşkına senden rica ediyorum sevgili dostum’’ deyince ikna olmuş ve uçurtmasını geri çekmiş. İstanbul’da böylece kurtulmuş, hayat normale dönmüş. İşte Akhisar’ın yerel kahramanı Amerikan Ahmet’in böyle sekiz on hikâyesi var dillerde dolaşan. Biz dahi duyduk işittik, mutlu olduk. Şeyh İsa Mahallesi Muhtarı Zarif Amca ile hanımı Fikret Yengemizi tanıyın, bu hükümlerimiz için ‘az bile yazmışsınız’ diyeceksiniz, eminiz. Akhisar, akların, akyüzlülerin şehri. Akhisar İsaların, Ahmetlerin, Zariflerin şehri. Akhisar Salihlerin, Ömerlerin, Latiflerin, Alilerin şehri.Akhisar Umutların, Muratların, Barışların şehri. Akhisar İhsanların, İyilerin, İyiliklerin şehri. 35


ÜÇ SUBAYIN HATIRA KİTABINDA

ERZURUM HATIRALARI Akşam saat 8'de Erzurum'a vardık.Asker ve memurlar dışında Erzurum halkının da bizleri içtenlikle karşılamasına çok sevindik. Hüseyin YÜRÜK

u yazımızda Erzurum’da çeşitli tarihlerde yaşamış ya da subay olarak görev yapmış üç kişinin hatıra kitaplarından alıntılar yapacağız.Hatıralarından alıntı yapacağımız ilk şahıs, aslen Artvin’in Yusufeli ilçesinden olan Emekli Tuğgeneral Ziya Yergök*. Yergök, ailesinin Erzurum’a yerleşmesi münasebetiyle çocukluğunu ve gençliğini Erzurum’da geçirir.Askeri liseyi bitirinceye kadar Erzurum’da kalır.Daha sonra Harbiye münasebetiyle buradan ayrılan Yergök, yıllar sonra subay olduktan sonra yine Erzurum’da bulunur. Yergök’ün subay olarak Erzurum’da bulunduğu günler, 2.meşrutiyetin ilan edildiği günlerdir.Yergök Hatıralarında o günlerin havasını çok yalın bir şekilde anlatır. Erzurum’a varıp işe ilk başladıktan iki-üç gün sonra meşrutiyetin ilanının ikinci yıldönümü kutlanacaktı.Resmi ve özel daireler o zamana kadar hiç görülmedik şekilde donatılmıştı. Gece Hükümet konağının koridorunda 20 kişilik bir şölen verildi. Mülki ve askeri erkan Müslüman ve Hristiyan ileri gelenleri, yabancı konsoloslar eşleriyle birlikte çağrılmışlardı. En nefis yemekler ve içkiler yenilip içildi. Yemek iki saatten fazla sürdü. Bando sürekli olarak çalıyordu.Şampanya şişeleri patlıyor, herkes neşe içinde canlanıyordu.İki saat sonra nutuklar başladı. Meşrutiyet'in yararlarından Müslüman ve Hıristiyan hep aynı vatanın evladı olup kardeşçe yaşayacaklarından, vatanı birlikte savunacaklarından söz ettiler.(YergökÖnal,2006:228) Erzurum’un tarihi günlerine şahitlik yapan subaylardan biri de Binbaşı Hüsrev Gerede’dir. Mustafa Kemal Paşa ile Samsun’a çıkan kurmay heyette yer alan Binbaşı Hüsrev Gerede*,Erzurum Kongresi münasebetiyle Erzurum’a gelince yaşananlara birinci elden şahitlik eder. 3 Temmuz 1919: Akşam saat 8'de Erzurum'a vardık.Asker ve memurlar dışında Erzurum halkının da bizleri içtenlikle karşılamasına çok sevindik. Baba dostlarımdan Raif Efendi'yi Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı olarak nur yüzü ve beyaz sarığı ile halkının başında görmek beni çok mutlu etti. (Gerede-Önal-2003:47) ERZURUM KONGRESİ HAZIRLIKLARI ÇEŞİTLİ FAALİYETLERLE DEVAM EDER.

11 Temmuz 1919: Saat 4.00’te Trabzon Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Üyeleri geldiler. Erzurum halkı,Müdafai Hukuk-u Milliye sayı//45// nisan 36


Üyeleri, Tümen Komutanı Topçu Rüştü Bey, okul öğrencileri ve iki bando ile hepimiz karşılamaya gittik.Albayrak Gazetesi baş yazarı Necati Bey ‘Hoş Geldiniz’ konuşması yaptı. Üyeler arasındaki eski milletvekillerinden biri de bu konuşmaya cevap verdi. Ulusun kurtuluşu ve mutluluğu için dualar edildi. (GeredeÖnal-2003:53) VE TARİHİ KONGRE DUALARLA AÇILIR.

23 Temmuz 1919:Kongre başladı. Tümümüz toplandık. Şiran Müftüsü Mehmet Fahri Efendi adında bir hoca Arapça fakat yer ve zamana uygun güzel bir dua okudu. Kongre, uğurlu olması dilekleriyle açıldı. Mustafa Kemal Paşa Başkan seçildi. Rauf Bey, Erzurum delegesi oldu. Saat 3'ten sonra köşkte Erzurum Belediyesince düzenlenen eğlencelere katıldık. (Gerede-Önal-2003:60) Bu arada Kuvay-ı Milliye hareketini yakından takip eden ve yönlendirmeye çalışan çeşitli ülke görevlileri de Erzurum’da konuşlanmış vaziyettedirler. Esasen yakın tarih araştırmacıları için bir araştırma konusu teşkil eden bu şahıslardan bazıları ile görüşmeler yapılır. Görüşülen kişilerden ikisi Amerikalı subaylardır. 13 Eylül 1919: Amerikalı General Kurmay Başkanı Harbord’un, biri Ermeni asıllı olmak üzere iki subayı geldi. Heyetle görüştüler. Bunlar özel bir heyet olarak Doğu illerini ve Kars'ı gezeceklermiş. Robert Kolej öğretmenlerinden Hüseyin Bey, heyette çevirmen olarak bulunuyordu. Gelen iki Amerikalı subay heyete, Ermenistan’ın bağımsız olamayacağını, özerklik verilmesini, ancak Trabzon ve Erzurum’un Ermenistan’a verilmesi gerektiğini söylemişler.(Gerede-Önal-2003:80) Bir diğer yabancı görevli İngiliz bir yarbaydır. Erzurum’da bulunan Heyeti Temsiliye Üyeleri bu şahısla da görüşmeler yaparlar. 6 Ocak 1920: İngiliz Yarbay Rawlinson, Erzurum'a gelip Kazım Karabekir Paşa ile uzun bir görüşme yapmış. Heyet-i Temsiliye ile de görüşmek istiyormuş.Lord Curzon, "Karşımızda anlaşacak güçlü bir Hükümet göremiyoruz" demiş. İngilizler konuşulması gereken tek muhatabın Kuvayı Milliye olduğuna inanmışlar.(GeredeÖnal-2003:161) HATIRA NOTLARINDA DÖNEMİN ERZURUM’UNUN EKONOMİK DURUMUNU GÖSTEREN BAZI AYRINTILAR DA YER ALIR.

Ziya Yergök, Erzurum Askeri Lisesi’nden ayrılması sırasında yaşadıkları ekonomik sorunu şöyle anlatır.

Üçüncü sınıfın genel imtihanlarında da Hamdi ve Fahrettin Efendi ve ben sıralamayı bozmadan mezun olduk. Erzurum vilayeti maliyesinde para olmadığı için İstanbul'a zamanında gidemedik. Bir çok yazışmadan ve imtihanlardan ancak bir ay sonra, kişi başına 60 kuruş gibi az bir para vererek yola çıkardılar. (Yergök-Önal,2006:62) Harbiye öğrencisi olarak geldiği İstanbul’da Erzurumlular olarak bir başka ekonomik sorunla karşılaşırlar. Her askeri okulun birinci sınıfı öğrenciyi çok sıkar.Harbiye'ninki daha çok sıkıntılı ve üzüntülü idi.Bu üzüntüler arasında yatak sorunu en ağır olanıydı. Başka okullardan gelenler yatak buldukları halde, biz Erzurumlular okula geç katıldığımız için yatak bulamamıştık. Öğrenciler yat borusu ile yattıkları halde biz yataksızlar bazen yarım, bazen bir saat sıra bekler nerede boş yatak çıkarsa oraya yatardık.(Yergök-Önal,2006:70) Yukarıda da zikrettiğimiz gibi Yergök’ün çocukluğu Erzurum’da geçmiştir. Yergök o günlerde eğitim aldığı okulları ve hocaları hatıralarında anlatarak dönemin Erzurum’unun eğitim anlayışına ışık tutmaktadır. Çocukluğumuzda ders okumak için gittiğimiz Hocadan aferin alınmaz, güler yüz beklenmezdi. Yumuk gözü, asık çehresi ve ara sıra da attığı tokatlarla herkesi korku içinde bırakmıştı. Korku içindeki öğrenciler gülmez, konuşamaz, ancak derslerini okur, meşklerini yazarlardı. (Yergök-Önal,2006:16) Yergök’ün hatıralarında geçen ayrıntılar aynı zamanda o günlerin eğitim anlayış ve şartlarıyla ilgili önemli ipuçları vermektedir Molla Tufan'da okumak da benim için büyük şanssızlıktı. Bu hoca olur olmaz bahanelerle öğrencileri falakaya yatırıp döverdi. İki yıl kadar okuttuktan sonra sılaya gitti de biz de kurtulmuş olduk.Molla Tufan gittikten sonra babam bizi Molla Harun’a gönderdi. Molla Harun Kurşunlu Camii medreselerinin büyük hocası Süleyman Efendi'den ders okumuştu. Ayağı aksadığı için medreseden dışarı pek çıkmaz, itibarlı, oldukça bilgili bir hoca idi. Mollaların askerlik yapmamaları, Allah'ın sevgili kulu sayılmaları, imamlık yapanların halktan maddi destek görmeleri onlara çok itibar kazandırmış mollalığı önemli bir iş kolu haline getirmişti.Bu yüzden herkes molla olmaya çalışıyordu. (Yergök-Önal,2006:21) Erzurum’un eğitim hayatının şahitlerinden biri de çocukluğu Erzurum’da geçmiş Binbaşı Hüsrev Gerede’dir.Binbaşı Gerede, o günlere dair manidar bir olayı şöyle anlatır: 37


19 Ağustos 1919: 2600 metre yüksekliğindeki Dumlu Dağı’na çıktık.Yirmi yıl önce ögrenciyken de babamla çıkmıştım. Hatta Sansaryan Okulu öğrencileri de o gün Tabakat ul Arz (jeoloji) dersi öğretmenleri Haçaturyan ile birlikte oraya gelmişlerdi.Almanya'da yetişmiş olan Haçaturyan'ın öğrencilerini çevresine toplayarak iki göz biçiminde gözüken göller üzerine yaptığı açıklamaları görünce Mülki İdadi'nin yürekler acısı durumu ile öğretmenlerin bilimsel düzeyini, bu okul ve öğretmenleri ile karşılaştırmış ve büyük acı duymuştum (Gerede-Önal-2003:69) Osmanlı Devleti’nin bir izmihlal dönemi yaşadığı o günlerde tıpkı eğitim hayatı gibi sağlık sistemi de içler acısı bir vaziyettedir.Ziya Yergök, çocukluğunda başından geçen bir olayı anlatırken vaziyeti de gözler önüne sermiş olur. Bir gün öğle paydosunda Bakkal Gani Bey'e dolu yoğurt çanaklarını bırakmış, boş kaplar ve paralarla eve dönüyordum. Yolum Esat Paşa Mahallesindeki Küçük Hamam'ın köşesinden geçerken bir köpeğin saldırısına uğradım. Köpek, Erzurum abasından olan pantolonumu yırtarak sol baldırımda derin bir yara açtı. Eve gelerek yaramı anneme gösterdim. Annem yarayı önce ılık su ile yıkadı.Mum yağına batırılmış yanık bez parçasından oluşan ve yağlı kara adı verilen bir bez parçası ile yaramı sardı. Akşam babam eve gelince çok endişelendi. Ertesi gün İç Meydan'daki bir kahveciden getirdiği merhemi yarama sürerek baldırımı sargı ile kapattı. Merhemli pansumanın her gün tekrarlanması sonucu yaram bir ayda iyileşti. Tedavi sırasında komşular çok değişik önerilerde bulunmuşlardı. Bazıları ısıran köpeğin kıllarının yaraya bağlanmasını, bazıları ise köpek kudurmuşsa onu öldürüp iki parçaya ayırmayı ve ısırılan kişinin bu iki parça arasından geçirilmesini öğütlemişlerdi. (YergökÖnal,2006:25) Erzurum’da sağlık ile ilgili şartlar ve rakamlar içinde bulunulan vahameti de bütün açıklığı ile göstermektedir. Erzurum'da salgın hiç eksik olmazdı.1909 yılındaki tifo salgını bu hastalıkların en korkuncu oldu. Hastalık öylesine yayılmıştı ki kışlalar birer hastane halini almıştı. Hastalık, halk arasında da artmıştı. Doktorlara çok iş düşüyordu Erzurum'da topu topu üç sivil doktor vardı. Halk, sivil doktorlardan çok askeri doktorlara gidiyordu. Bizim doktorlar sabahleyin asker hastalara şöyle bir bakıyor, hemen eczanelere koşup sivil hastalara bakarak para kazanıyorlardı. Sanki Bunların görevi sivil sayı//45// nisan 38

hastalara bakmaktı.(Yergök-Önal,2006:229) Erzurum Kongresi münasebetiyle oraya giden ve burada bir süre kalan Binbaşı Hüsrev Gerede’nin Hatıralarında o günlerin Erzurum’unun güncel hayatına ait bazı ilginç ayrıntılar yer alır. 18 Temmuz 1919: Bu gün Cuma tatili.Cirit Meydanındaki spor eğlencelerine gittik.Eski Meydanı biraz düzeltmiş, daha uygar bir biçime sokmuşlar. Kâzım Karabekir meydanı çevirtmiş.Bir programa bağlı olarak cirit, güreş, koşu gibi çeşitli sporların çağdaş ölçüler içerisinde yapılmasını sağlamış.Kadınlara ve erkeklere oturma yerleri yaptırmış.Erzurum Erzurum olalı böyle eğlence görmemiş.(GeredeÖnal-2003:57) Erzurum’daki Büyük Çermik Kaplıcası da Binbaşı Gerede’nin uğradığı mekanlardan biridir. Büyük Çermik'te bir güzel yıkandık.Bizim çocukluk yıllarımızdaki, hatta Birinci Dünya Savaşı’ndaki durumundan çok farklı.Rus istila ordusu bir daha çıkmamak niyetiyle; buralardaki şoseleri yaptırmış, kaplıcaları onartmış. Kaplıcanın içine temiz girmek için çevresine duş tesisi yaptırmış. (Gerede-Önal-2003:64) Binbaşı Gerede bir grup arkadaşıyla Palandöken Dağı’na doğru günlük yürüyüşler yapmaktadır. 20 Temmuz 1919: Her gün öğleden sonra 10-12 kilometre kadar yürüyüş yapabiliyoruz. Kaptan Paşa'mız yani Rauf Bey, Albay Kâzım Bey, Doktor Refik Bey, bazen de Süreyya geliyor.İki saat içinde Palandöken'e giden yolda, Boğaz'ın başlangıcındaki değirmene kadar gidip geldik.(Gerede-Önal-2003:58) Binbaşı Gerede, bu yürüyüşleri sırasında Erzurum halkının ‘Hamidiye Kahramanı’ Rauf Bey’e ne kadar çok tanıdığına ve sevdiğine şahitlik eder. Erzurum’da genellikle Rauf Bey ve Mustafa Kemal Paşa ile dolaşırdım. Çevre köylerde ilişki kurduğumuz halk ile yaylalarda rastladığımız celep ve çobanlara kadar herkes Hamidiye Kahramanı Rauf Bey’in adını duymuştu.Fakat Mustafa Kemal Paşa popüler değildi.Rauf bey bu durumdan asla kendi adına yararlanma yönüne gitmemiş tersine sürekli olarak Mustafa Kemal Paşa’yı öne sürmüştü.(GeredeÖnal-2003:66) Erzurum’un içinde bulunduğu kötü şartların bir parçası da ulaşım ile ilgilidir. Yörenin ve Erzurum’un ulaşım şartları çok geri kalmış bir vaziyettedir. Yergök, bu acı gerçeği şöyle anlatır: O günlerde Artvin’den Erzurum’a yedi günde gidilebilirdi. (Yergök-Önal,2006:14)


Şartlar o kadar kötüdür ki Bingöl’ün Kığı ilçesinden yaklaşık 200 km uzaklıktaki Erzurum’a bir bölük asker, 24 günde ancak gidebilmiştir.Yemen seferberliğinde yoğunluk son dereceye varmıştı. Bütün haberleşme şifre ile oluyor, birliklerde her şey noksan olduğu için bunların tamamlanmasında çekilen sıkıntı ‘olur şey değil’ dedirtiyordu. Yemen'e gidecek taburlardan birinin bir bölüğü Kiğı’da bulunuyordu. Mevsim kış olduğu için bu bölüğün Erzurum’a gelmesi için 24 gün geçmişti.(Yergök-Önal,2006:233) Bir ülkenin yaşadığı sosyal ve siyasi şartların ilk yansıdığı alanlardan biri bayındırlık konusudur. Hatıralardan anlaşıldığına göre; o günlerin Erzurum’u tıpkı ülkenin diğer vilayetleri gibi mamur değildir. Yergök, yaklaşık 100 yıl öncesine ait bu fotoğrafı önümüze şöyle koyar:Erzurum’un içme suyu Palandöken Dağı'ndan geliyordu. Bu sular kaynağında iken çok temiz ancak şehir içinde böyle değildi.Şehir dışındaki toprak künkleri çobanlar, çiftçiler ve halk kırarak su alıyor, şehir içindeki ağaç künklerden de sızıntılar olduğundan sular kirleniyordu. (Yergök-Önal,2006:229) Ziya Yergök, görev münasebetiyle uğradığı Edirne’yi de Erzurum ile şöyle karşılaştırır: Edirne'de bayram ertesine kadar kaldım. Kasabayı Erzurum'dan daha harabe buldum. Kıraathaneler adi köy kahvelerinden pek farklı değildi. Erzurum'dan miri yapılar ve camiler bakımından farklı idi. Kışlalar şehir dışında ve güzeldi.Şehre en yakın tabyaya gittim.Burasını pek zayıf buldum. Erzurum istihkamları daha sağlam ve düzenliydi (Yergök-Önal,2006:111)

bulunmuyordu ve sadece tarlalar uzanıyordu. Çevrelerinde oturan bir tek subay evi de yoktu. Tanıdık ve dost hiç kimse de bulunmuyordu. Köylüler, karakış bastırınca ve yoğun kar yağdığında, kurtların bu tepeye kadar indiklerini söylüyordu. Zaten bu nedenle subaylar bu evi pek tutmak istemiyordu; ancak bizim gibi darda kalanlar tutuyordu. (Bölügiray, 2009:47) 1940’lı yılların Türkiye’sinde şehirlerin çoğunda dahi geceleri elektrikler kesiliyordu.Ülke çapında birçok evde elektrik ve su yoktur.

Yergök’ten yaklaşık 10 yıl sonra Erzurum’da bulunan Binbaşı Hüsrev Gerede, Erzurum Kalesi’nin haline dikkat çeker. Birinci Dünya Savaşı'nda Erzurum Kalesi, ne yazık ki kale özelliğini yitirmişti.Eski toprak ve siper tabyalarına 15’lik Krup topları yerleştirilmişti. Bu toplar pek bir şeye yaramıyordu. (GeredeÖnal-2003:58) Bu anlatımlardan yaklaşık 50 yıl geçmiş olmasına rağmen hatta Cumhuriyet idaresine geçilmiş olmasına rağmen Erzurum’un bu kaderinde görünür bir değişiklik olmamıştır.

Evde çeşme bulunmadığı için köylülerin yaptıkları gibi, hizmet erinin kova ve tenekeyle köy çeşmesinden getirdiği kısıtlı suyla; yemek pişiriliyor, bulaşık ve çamaşır yıkanıyor, ev temizliği, banyo yapılıyor ve artan su tuvalette kullanılıyordu. Tabi su kısıtlı olunca, bütün bu işlerde de suyu çok idareli kullanmak gerekiyordu. En zoru da bulaşıkların ve çamaşırların yıkanmasıydı. Ne çeşme, ne lavabo ne de pis suyun akıtılacağı bir yer vardı. Eşim Ayser, bu nedenle setin üzerinde sabunlu su koyduğu bir tasta yıkadığı bulaşıkları, başka bir tasa koyduğu temiz suda duruluyor, bulaşık bitince de tastaki suyu helaya döküyordu. Kuşkusuz çok zahmetli bir işti. (Bölügiray, 2009:49) Bölügiray’ın anlatımından Tek Parti Döneminin subaylarının ancak ahırdan bozma lojmanlarda kalabildiği anlaşılmaktadır.

Nitekim 1940’lı yıllarda teğmen olarak Erzurum’da bulunan Emekli Orgeneral Nevzat Bölügiray yaşadıklarını şöyle anlatıyor. Endişelenmekte pek de haksız sayılmazdım. Çünkü ev, köyün en kenarında ve bir tepenin yamacındaydı. Bu evden sonra hiç ev

Bir yıl sonra konut sırası gelince çok sevindik. Ancak taşınınca bu sevincimiz tam bir düş kırıklığına döndü. Konut dedikleri yer, eskiden kalma büyük bir ahırın yedi eşit parçaya birer duvarla bölünerek oluşturulmuş yedi parçadan biriydi. Burada da ne mutfak, 39


Hatırat sahipleri soldan sağa: Ziya Yergök, Hüsrev Gerede, Nevzat Bolugiray

ne banyo, ne elektrik, ne su ve ne de kanalizasyon bulunuyordu. Buradaki yaşam, köy evindekinden daha sefilaneydi. (Bölügiray, 2009:50) Anlatılanlardan Milli Şef İnönü Dönemindeki ülke çapındaki yoksulluktan Erzurum’un da nasibini aldığı gözükmektedir.O günkü Erzurum’un halini en çarpıcı bir şekilde anlatan ifadelerden biri Samet Ağaoğlu’na aittir. Sonraki günlerin Başbakan yardımcılarından biri olan Ağaoğlu, 1940’lı yıllarda geçmişi yüzyıllara dayanan tarihi bir şehir olan Erzurum’a kavuşmasını şöyle anlatır: Anadolu’da nasıl bir hayat yaşandığına gezilerimde şahit olmuştum. Bir tetkik seyahatinde bindiğim aracın şoförü ‘Erzurum’a geldik’ dediği zaman ‘Nerede?’ diye ister istemez sormuştum. Önümde sadece bir yangın yeri, toprak içine kazılmış dükkanlar, küçük kerpiç evler ve bir iki cami kubbe ve minaresi vardı. Kendimi tutamamış ve bağırarak sormuştum.‘Erzurum bu mudur?”(AğaoğluKoçak,1993:40) HATIRAT SAHİBİ ŞAHISLAR:

Ziya Yergök: (d. 1873, Artvin; ö. 1 Haziran 1949 İstanbul), Ziya Yergök, 1873'de Artvin Yusufeli'ne bağlı Aşağı Hod köyünde doğdu.6 yaşındayken ailesiyle Erzurum'a taşındı. Erzurum'da askeri idadiye geçti. İstanbul Harp Okulu'na girmeye hak kazandı. 1909'da kolağası rütbesine terfi etti ve Erzurum'daki 7. tümene tayin oldu. 1914 yılında 83. Alay Komutanlığı'na atandı. 1908'deki Dersim Harekâtı'na katıldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Köprüköy muharebeleri ve Sarıkamış Harekâtı'nda birliklerine komuta etti.Sarıkamış Harekâtı'nda önce yaralandı, sonrasında esir düştü.1920 yılında buradan kaçmayı başararak Doğu Türkistan ve Orta Asya şehirleri üzerinden 6 yıllık esaret sonrasında Türkiye'ye döndü.1942'de İstanbul 2 No'lu Sıkıyönetim sayı//45// nisan 40

Mahkemesi Başkanlığı'nda getirildi. 14 Temmuz 1943'te yaş haddinden ikinci kez emekli edildi. Hüsrev Gerede: (1884, Edirne - 20 Mart 1962, İstanbul), 1908 yılında Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 7. Fırka Kurmay Subaylığı, Atina Askerî Ataşeliği görevlerinde bulundu. I. Dünya Savaşı'nda Karargâh-ı Umumî'de 2. Haber Alma Şubesi Subaylığı, 1. Kafkas Kolordusu Kurmay Başkanlığı, 25. Kolordu Kurmay Başkanlığı görevlerini yürüttü.Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıktığı sırada yanındaki 18 kişiden biri olarak 19 Mayıs 1919'dan itibaren Mustafa Kemal Paşa'nın kurmay heyetinde istihbarat ve siyasi şube müdürlüğü yaptı. Havza Genelgesi, Amasya Genelgesi'nin yazımında görev aldı. Erzurum ve Sivas Kongresi sırasında Heyet-i Temsiliye Başkâtipliği görevini yürüttü. Savaştan sonra Büyükelçi ve milletvekili olarak görev yaptı. Nevzat Bölügiray: Teğmen olarak Erzurum’da,1948 yılında Edirne Sınır Taburu'nda üsteğmen rütbesi ile görev yaptı. 12 Eylül 1980 öncesinde Adana 6. Kolordu Komutanlığı görevini üstlendi. Emekli Korgeneral. 12 Eylül 1980 sonrası aynı bölgede sıkıyönetim komutanlığı yaptı. Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlığı görevine getirildi. 1983 yılında emekliye ayrıldı. KAYNAKLAR:

• Ağaoğlu Samet-Koçak Cemil,(1993) Siyasî Günlük, İstanbul: İletişim Yay • Bölügiray Nevzat,(2009)Geçmişten Geleceğe,İstanbul:Tekin Yayınevi • Gerede Hüsrev-Önal Sami,(2003) Hüsrev Gerede’nin Anıları,İstanbul:Literatür Yay • Yergök Ziya-Önal Sami, (2006),Harbiye’den Dersime, İstanbul:Remzi Kitapevi


SEFARETNÂMESİ VE

FATİH’TEN 1914 KUŞAĞINA

TÜRK RESİM SANATI

Yazar: Yakup ÖZTÜRK Büyüyen Ay Yayınları Tanıtım: Ahmet ŞAYIR

19 Ekim 1810 tarihinde İstanbul’dan Tahran’a yapılan yolculuğun anlatıldığı, konaklanan kasaba ve şehirlerin resmedildiği Sefaretnâme’de 31 adet resim yer almıştır. Bu suluboya resimler Osmanlı klasik resim çizgisinin son numuneleri olarak dikkati çekmektedir. Bozoklu eserini anlatırken verdiği malumatın gerçeğe aykırı düşmeyeceğini, eserin güzel bir yazı ve resimlerle desteklenerek yazıldığını ifade ettikten sonra, bu esere nazar edenlerin estetik bir haz duymalarını arzuladığını da dile getirir. Bu eser, artık klasik anlamda minyatür sanatının terkedildiği, akabinde batılı eğitim usulünü hayata geçirecek mektepler eliyle resmin Osmanlı gençleri arasında itibar göreceği, Avrupa şehirlerine gönderilen talebelerin çağdaş batılı ressamları tanıyacağı yılların hemen öncesinde kaleme alınmıştır. Medrese tahsili almış, dinî ve beşerî ilimlerde terbiye görmüş Bozoklu Osman Şakir’in resme dair bir hassasiyete sahip olduğu aşikâr ancak fırçasından çıkan resimler ne minyatürün çizgilerini külliyen muhafaza ediyor ne de batılı gerçekçi resme hizmet ediyor. Hem klasik Türk nakşını hem de yeni teknikleri bir arada gösteriyor. Bu eserde, Bozoklu’nun resimlerinin iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı resim geleneğinin ilk devirlerine ait yolculuğumuz Yakup Öztürk'ün incelemesiyle başlamakta, ardından da Bozoklu'nun metninin çeviriyazısı ve tıpkıbasımı yer almaktadır. Eserin inceleme kısmında Fatih’in, İtalyan ressam Bellini’ye portresini yaptırması milat kabul edilmiş, 1914 Kuşağı’na kadar bu süreç getirilmiştir.

ŞEHİR K İ TAP

BOZOKLU OSMAN

ŞAKİR’İN MUSAVVER İRAN

Mahmud dönemi Şeyhülislamlarından Yasincizade Abdülvehhab Efendi, İran’a sefir tayin edilip yola çıktığında maiyyetinde Bozoklu Osman Şakir nâm bir mütercim de vardı. Osman Şakir Efendi, sadece Farsça mütercimliği vazifesiyle kafileye dâhil olmamış aynı zamanda Üsküdar’dan hareket eden heyetin İran’a kadar olan güzergâhını da resimlemiştir.

41


ŞEREFİYE SARNICI Turistik destinasyon içerisinde kolayca ulaşılabilecek bir bellek mekan olan Şerefiye Sarnıcı’na Divan Yolu Caddesi’nden kolayca ulaşılabilmektedir. Sultanahmet Meydanı’na 700 m yürüme mesafesinde olan sarnıcın ana giriş ve çıkış yönü Dostluk Yurdu Sokak üzerinden olup, tali çıkış Piyer Loti Caddesi yönünden sağlanmaktadır. Salih DOĞAN*

u, Âb-ı Hayat bütün zamanların en kıymetlisi, tarihin her döneminde etkili olmuş, sahibine güç vermiş bir kaynak olma özelliğini sürdüre gelmiştir... İstanbul tarih boyunca her dönemde su sıkıntısı çekmiş, bundan ötürü şehir dışındaki kaynaklardan su takviyesi yapılmıştır. Doğu Roma döneminde en önemli su yapılarının inşa edilmesi özellikle Halkalı Suları tesisleri, Osmanlı döneminde Kırçeşme Suları tesisleri İstanbul’un su sorunlarına karşı tarih içerisinde yapılan en önemli çalışmalar olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda kentin bu sorunla birlikte yaşamak durumunda olmasından dolayı su yollarının yapımı, bakım onarımı, kapalı, açık sarnıçlar, bentlerle depolanması ve taksimatı kenti yönetenlerce her dönemde şehrin en büyük sorumluluğunu teşkil etmekteydi. İstanbul’da Su kültürüne dair yapılar, kent belleği içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Sarnıçlar başta olmak üzere İstanbul’un şehir silueti içerinde bulunan günümüzde asli fonksiyonlarını icra etmeseler bile kültürel miras eserleri olan kemerler, bentler ve sebiller kent mimarisi içinde bugün görkemli uygarlıkların su kültürüne dair geçmiş dönemlerin tanığı olan bellek mekanlar, anıtsal yapılar olarak varlıklarını sürdürmektedir. Şehir dışından getirilen suların bir kısmı açık sarnıçlarda (Bakırköy Fildamı, Fatih Çukurbostan, Fındıkzade Altımermer Çukurbostan Sarnıcı, Karagümrük Vefa Aetius) depolanıp taksimat yapılmıştır. Suyun önemli bir kısmı da kapalı sarnıçlarda, özellikle Tarihi Yarımada’da bulunan başta Basilica (Yerebatan ) Sarnıcı olmak üzere, Binbirdirek, Teodusius (Şerefiye), Pontokrator (Zeyrek) gibi günümüzde ziyarete açık sarnıçlarda da depolanmıştır. Turistik destinasyon içerisinde kolayca ulaşılabilecek bir bellek mekan olan Şerefiye Sarnıcı’na Divan Yolu Caddesi’nden kolayca ulaşılabilmektedir. Sultanahmet Meydanı’na 700 m yürüme mesafesinde olan sarnıcın ana giriş ve çıkış yönü Dostluk Yurdu Sokak üzerinden olup, tali çıkış Piyer Loti Caddesi yönünden sağlanmaktadır. ŞEREFİYE (THEODOSİUS) SARNICI

*İBB Panorama 1453 Müdürü

sayı//45// nisan 42

Yerebatan ve Binbirdirek sarnıçlarına oranla daha küçük olan, neredeyse Ayasofya ile yaşıt


Yerebatan Sarnıcı’ndan yüz yaş daha büyük olan Şerefiye Sarnıcı, 428 ve 443 tarihleri arasında Bizans İmparatoru II. Theodosius tarafından yaptırıldı. Bozdoğan Kemeri üzerinden gelen suyun depolandığı bir yapı olarak inşa edilen sarnıç, 45 x 25 m genişliğinde ve 9 m yüksekliğinde inşa edildi. 32 mermer sütun üzerinde duran Şerefiye Sarnıcı, Tarihi Yarımada üzerindeki önemli bir kaç sarnıçtan biridir Şerefiye Sarnıcı’nda kullanılan sütun başları, 5.yy’a ait dönemi sembolize eden Korent, İmpost İyonik, Kompozit Geç Antik dönem özelliklerini yansıtmaktadır. 21.yüzyıla kavuşmuş, tarihin önemli tanıklarından biri olan 5.yüzyıl Theodosius dönemine ait olan bu anıtsal yapının iç bölümü, tuğla, tonoz üst yapı ile sütunları ve kemerlerin özgün yapısıyla günümüze ulaştığı bilinen sarnıç, İstanbul’un sahip olduğu en önemli kültürel miraslardandır. “Sarnıçlar güzergahı” üzerindeki önemli duraklardan biri olan Şerefiye Sarnıcı, “Şerefiye Sarnıcı Restorasyon ve Çevre Düzenlemesi” çalışmaları kapsamında 2010 yılında yıkımına başlanan eski Eminönü Belediye Binası’nın bir bölümünü de oluşturan ve 1910 yılında inşa edilen Arif Paşa Konağı ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilmiştir. Sarnıç bir sergi mekanı olarak yeni kimliği ile yakın bir tarihte açılıyor. Şehir tarihine, su kültürüne dair ikinci sarnıç müze, sanat merkezi, anıt bir bellek mekan olarak yeniden İstanbulluları ağırlayacak… 43


ÇIKRIK Kirmanlarda eğirilen iplikler yumak haline dönüştürüldüğü gibi çıkrıkla da eğrilip daha hızlı iş üretme imkânlarını elde edebiliyorlardı. Recep GARİP

önüyor, dönüyor, sarıyor, sarıyor bir yumak halini alıyor sonra. Topaç gibi mi demeli yoksa döndürdükçe döndürmekten zevk aldığımız çember mi demeliyiz? İpek kozasını öylesine örüyor ki ördükçe zamanını tüketiyor ve kozasının içinde kalmayı yeğliyor. Kozanın içinde dönüşmeye başlıyor ki bu dönüşümün izleğimde pek bir yeri olmasa da bir kelebek olarak uçtuğunu biliyorum. Çıkrık başında küçük bir iskemle üzerine oturmuş, çevirmeyi sürdürüyor. Ç Dönüyor, dönüyor, sarıyor, sarıyor bir yumak halini alıyor sonra. Topaç gibi mi demeli yoksa döndürdükçe döndürmekten zevk aldığımız çember mi demeliyiz? İpek kozasını öylesine örüyor ki ördükçe zamanını tüketiyor ve kozasının içinde kalmayı yeğliyor. Kozanın içinde dönüşmeye başlıyor ki bu dönüşümün izleğimde pek bir yeri olmasa da bir kelebek olarak uçtuğunu biliyorum. Çıkrık başında küçük bir iskemle üzerine oturmuş, çevirmeyi sürdürüyor. Çıkrığın kolu çevrildikçe bir gıcırtı kendiliğinden gelişiyor, gelişiyor ve bir musikiye dönüşüyor. Bir yandan da çıkrık çevirenin dilinden türküler maniler dökülmeye başlıyor. ıkrığın kolu çevrildikçe bir gıcırtı kendiliğinden gelişiyor, gelişiyor ve bir musikiye dönüşüyor. Bir yandan da çıkrık çevirenin dilinden türküler maniler dökülmeye başlıyor. “Çemberimde gül oya, Gülmedim doya doya. Dertleri karıyorum, Günleri saya saya. Al beni kıyamam seni. Pembe gül idim soldum, Ak güle ibret oldum. Karşı karşı dururken, Yüzüne hasret kaldım.

Al beni kıyamam seni. Avlu dibi beklerim, Vay benim emeklerim. Dümbeleği çala çala, Yoruldu bileklerim. Al beni kıyamam seni.”

Bir Yandan yününü-pamuğunu-kılını eğirirken diğer yandan da etkileyici ve dokunaklı bir hüzünle bu türküyü söylemeye başlayınca belli belirsiz gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı bile. Hem türküyü söylüyor hem de ip haline dönüştürmek için ustalıkla elindeki malzemeyi evirip çeviriyordu. Çıkrık döndükçe dönüyor komşuların Elif ile Dürdane de gelmiş oturmuşlar oradan buradan, konu komşulardan, aştan, ekmekten bahsediyorlardı. Çıkrık döndükçe, eşyalarında döndüğünü düşünmüşümdür hep. Nedendir bilinmez lakin dünya döndüğüne göre, dünyada bulunan her eşya da, maddede, manada bir şekilde dönmeyi sürdürüyordu. Dönüşün sağdan sola doğru olduğu muhakkaktı. Tıpkı saatin zembereğinin sağdan sola doğru mütemadiyen dönmeyi sürdürmesi gibi bir şeydi bu. Ay dönüyordu, yıldızlar, güneş, dünya dönüyordu. Dönüşlerde mütemadiyenlikler söz konusudur. Dönüşler mütemadiyen öteler… Pervaneler dönüyor. Değirmenler dönüyor. Saatler dönüyor. Kuşlar dönüyor. Giden yolcular dönüyor. Askere giden oğul dönüyor. Gurbete giden sılasına dönüyor. İşe giden işçi, memur, işveren dönüyor. Çıkrığı döndürdükçe zannederdim ki ömrümü ileriye geriye sarıyor annem. Kimi zaman hep ileriye doğru sarılsın da bir an evvel büyüyeyim isterdim. Kimi zamanda çocuk olmak ayrıcalıklı bir işti. Kimseye karşı sorumluluğu olmayan bir yaşın ifadesiydi. Çoğunlukla büyüyüp bize kızanlardan hesap sormak gelirdi içimden. Bir de döndükçe başı dönenler vardır. Başı dönmek doğal bir eylem olsa bile mecaz anlamıyla başı dönen adamlardan pek hayır gelmez topluma. Baş dönme sebeplerine iyi bakmak, tahliller yapmak, tedaviler uygulamak gereklidir. Geçici baş dönmeleriyse izafidir. Yapılmaması asıldır. Aklı ziyan etmeye yarar. Eylemlerimizin yanlış anlaşılmasına, aklı doğru kullanmamıza engel olmasından dolayıdır. Ayık olmak, her zaman avantajlıdır. Çıkrık başı sohbetinde annem bir yandan keçi kıllarını eğirirken, yumak haline getirirken komşuların kızları, gelinleri teyzemler, ninemlerde bir araya gelme fırsatları bulurlar. Yaz döneminin yorgunluğunu çıkarırlardı. Çıkrık eğirme işleri daha çok sonbahara girdikten sonra başlardı. İşlerin hafiflediği mevsim artık ipler eğirilecek ki ardından da çufallıklar doğru yol bulunup dokumalar elde edilecek. Kirmanlarda eğirilen iplikler yumak haline

sayı//45// nisan 44


dönüştürüldüğü gibi çıkrıkla da eğrilip daha hızlı iş üretme imkânlarını elde edebiliyorlardı. O vakitler bütün giysilerimizi annelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız, ablalarımız dokuyarak elde ederlerdi. Boya doğaldı, dokuma doğaldı, emek doğaldı, ip üretimi doğaldı. Mesele doğallıktan çıktıkça insanın mutsuzluğunun artıyor olmasıdır. Toprakla, doğayla meşgul olan insan aslında kendisiyle meşgul oluyor. Böyle olunca barışın, kardeşliğin, üretimin, paylaşımın, emeğin kutsal çizgisi asla göz ardı edilemiyor. Ürettiklerimizle kendimizi de bir bakıma geliştiriyor bir kültürel miras oluşturmuş oluyoruz. Bizden evvelkilerin bize bıraktığı emaneti elden ele, gönülden gönüle, dilden dile destanlarla, geleneklerle dokumuş ve biriktirmiş oluyoruz. İnsan hayatının bütün evrelerinde var olan kelimeler topluluğu bizim ihtiyacımızı görüyor. Ürettiklerimize eş değer olarak kelimelerimizi de geliştiriyoruz dolayısıyla dilimizde bizimle birlikte canlılığını, gelişmesini gösteriyor. Şöyle dönüp de geride kalanlara baktığımızda gördüğümüz öylesine tabii, öylesine doğal ve öylesine bizim birer parçamız gibi duran kıymetlerin bir bir terkedilirken teknolojinin, bilimin istila ettiğini bunun da vaz geçilmez bir değişime, dönüşüme doğru ilerlediğini pekâlâ söyleyebiliriz. Her şey akıyor, dönüyor ve değişiyor. Aslında bilim ve teknolojiyi tabi bir hayat algısıyla kavrayabilseydik, doğal hayatın bir gelişimi olarak görebilseydik insan ruhu bu kadar pörsümezdi. İnsan ürettikleriyle hızla kendisini eskitiyor, tüketiyor. Oysa tazecik, ilk günkü tazeliğiyle doğanın varlığını gördükçe bu değişimin insan için eğreti durduğunu, maddenin istilasına uğradığımızı, maddenin hükmetme gücünden ürktüğümüzü ifade etsek abartmış olmayız. “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” mısraı tam da yerinde bir ikazda bulunsa da icatlar devam edip gidecektir. Mucitler görevlerini yerine getirmek mecburiyetindedirler. Tıpkı sanat erbabının sanatını üretme mecburiyeti gibi. İnsan durağan bir varlık değildir. Dolayısıyla hareket halindeyken süreklilik arz eden üretimleriyle göz kamaştırıcı inşa işi, bu defa üreten insanın başında rüzgârlar estirmektedir. Esen rüzgârlar kimi zaman fırtınalara, kim zaman hortumlara kimi zaman dev dalgalarla boğuşarak inşa edilenlerin yerle bir edilme serüvenleriyle de dersler vermektedir. Elbette ki çıkrık dönmeyi sürdürüyor ve gıcırtıları bir musikiyi andırırcasına asırlardan bu yana

iplikleri eğirtiyor ve insan kendi emeğinin lezzetini bir şekilde idrak edebiliyor. Toprağın derinliklerinde bulunan temiz ve içme sularının insan hayatı için çok vazgeçilmez oluşuyla çıkrıkların suyun çıkarılmasında bile görev yaptığı düşünüldüğünde çözümlemelerin ne kadar da elzem olduğunu görebiliyoruz. Sonraları fabrikalarda silindirlerin işlevini çıkrıklardan yola çıkarak üretebildiğimize ulaşmış oluruz. Eski zamanlarda yün eğirmekte kullanılan bu tezgâhların giderek insan hayatını daha da kolaylaştırdığı görülmektedir. Tekstil üretiminde fabrikanın kalbi haline geldiğini söylersek basit bir ihtiyaç görme aygıtının zamanla nereden nereye doğru dönüştüğünü de kavramış oluruz. Çıkrıklar M.S. 500-1000’li yıllarda Hindistan bölgesinde ilk kez kullanıldığını, orta Asya’dan Avrupa’ya doğru gittiğini de belirtmekte yarar vardır. Dokumacılıkta, balıkçılıkta, kuyumculukta, musiki aletlerinde-alanında kullanıldığını söyleyebiliriz. Ham ipeği kullanılır, dokunulabilir hale getiren çıkrıkla, musikide bize ses ve nefes olan hatta çile çıkrığı diye ifade edebileceğimiz gönlün, aklın ve yüreğin olgunlaşmasında, nefsin teskinin de kullanılan bu kıymetli aygıtın giderek kaybolduğunu, sıradanlaştığını biliyor olmak insana hüzün veriyor. Dertli dolabın döndükçe incelen, eğrilen, suyunu boşaltan helkelerin bizlere uzaklardan neler söylediğini sanırım oturup izlemedikçe, seyretmedikçe pek de farkına varamamış olacağız ve arkada kalanlar kaybolup gitmeyi sürdürecekler. İşte dertli dolap şiirinde Aşık Yunus şöyle ses olur şiirimizde; “Benim adım dertli dolap Suyum akar yalap yalap Böyle emreylemiş çalap Derdim vardır inilerim Ben bir dağın ağacıyım Ne tatlıyam ne acıyım Ben mevlâya duacıyım Derdim vardır inilerim Dağda kestiler hezenim Bozuldu türlü düzenim Ben usanmaz bir ozanım Derdim vardır inilerim Yunus bunda gelen gülmez Kişi muradına ermez Bu fânide kimse kalmaz Derdim vardır inilerim.” 45


FİLİBE DOKUZ TEPELİ ŞEHİR

Filibe Osmanlı hakimiyetine 1361’de Lala Şâhin Paşa fethiyle geçiyor. Şehre daha sonra İzmir, Aydın, Manisa, Konya ve Karaman yörelerinden Yörük Türkmenlerinin yerleştirildiği tarihten bilmekteyiz. Bu bölgede Türk ve Pomak nüfusu halen varlığını koruyor. Osmanlı yönetiminde 500 yıldan fazla kalan Filibe, dönemin zengin ve en güzel Türk şehirlerinden biri haline getirmiş dedelerimiz. Mehmet MAZAK*

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//45// nisan 46

alkanlarda kalan yitik miraslarımızdan biri olan, buram buram Osmanlı izini bağrına remz etmiş olan Filibe şehrini hep merak etmişimdir. Filibe denince aklıma hemencecik köfte gelir. Malum İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda Sirkeci’de Cağaloğlu yokuşunun hemen başında solda küçük bir dükkan vardı Filibe Köftecisi diye, bu yüzden Filibe bende köfte çağrıştırır. Kültür Sanat hayatının içine girip yol aldıkça Filibe şehri bende Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Efendi sayesinde sanat algısı oluşmasına vesile olmuş bir Balkan şehri olarak karşıma çıkmıştır. Filibeli Ahmet Hilmi Efendinin Amak-ı Hayal eseri ile bu şehir benim belleğimde tasavvufu, kültürü ve medeniyetimizi hatırlatmaya başlamıştır. Hatta bir tiyatro yazarı arkadaşımın sahnelediği Amak-ı Hayat tiyatrosunu sırf bu şehre olan özlemim neticesinde kültür yöneticisi olarak görev yapmış olduğum İstanbul’da ilk sahneleyenlerden biri olmuştum. Osmanlı’nın Balkanları terk edişinde buraları tek eden ecdadın Ah Filibe vah Filibe nidalarını gönlümün derinliklerinde duymaya başladığımı hatırlarım hep. Bu şehri Filibe’yi görmek arzusu bende 2014 senesi sonrası dayanılmaz bir arzu oluşturmaya başlamıştı. Filibe şehrini Osmanlı kokusunu hissetmek için ziyaret etmeliydim ama ne zaman? 2010 yılından bu yana her fırsatta Balkan ülkelerine seyahat edip Osmanlı izlerinin peşine düşmüştüm, lakin bir türlü Filibe’ye yolum düşmemişti. Hiç programlamış olmama rağmen 2017 mayıs ayında hiç unutamam bir Cuma günü yakın arkadaşlarıma Filibe’ye gitmek istediğimi kendime yoldaş aradığımı söylediğimi hatırlıyorum. Fakat Bulgaristan Avrupa birliği ülkesi olduğu için schengen vizesi gerekli olduğu için arkadaşlarımın şartlarının elvermediğini de hatırlıyorum. Aynı işyerinde birlikte çalıştığımız bir kardeşimin yeşil pasaportu olduğu için hafta sonu işin yoksa bana takıl seni Osmanlı kukulu bir şehre götüreceğim dediğimi de hatırlıyorum bu satırları yazarken. İstanbul’dan Sofya’ya uçmuş oradan araçla Filibe şehrini görmeye gitmiştik. Ne güzel bir şehir bu Filibe Ya Rabbim. Filibe şehrine vardığımızda ilk işimiz şehrin en işlek caddesi olan Knyaz Alaxander’da baştan başa bir yürüyüş yaparak şehri soluduğumuzu hatırlarım. Cadde üzerindeki Filibe Belediye binasının karşısındaki Cafede otorup çay ve kahfelerimizi içerken bir


zamanlar dedelerimizin buraları yönettiğini, bu şehrin insanlarının İstanbul’a yönünün dönük olduğunu düşünmüştüm. Knyaz Alaxander caddesinde geldiğimiz yönü tekrar geri dönerek caddenin başındaki Cuma Camiine ulaşmış burada caminin altındaki Türk Kıraathanesinin önünde oturmuş orada bu cami hakkında detaylı malumat sahibi olmuştuk. Halk arasında Cuma Camii dense de bu Cami Hüdavendigar Camii, Filibe’nin fethinden sonra 1364 yılında Sultan I. Murat tarafından yaptırılmıştır. Bu caminin şadırvanında alınan abdest ve içerisinde kılmış olduğumuz namaz sonrası caminin duvarlarına sinmiş ve işlemiş olan sesler kulaklarıma gelmiş sanki biz Anadolu insanına yakarmaktadır. Ey Anadolu insanı, İstanbul ve ecdat dostu Türkler bizi burada niçin mahsun bıraktınız?, Niçin yalnız bıraktınız? der gibi içimi ürpertmişti. Hüdavendigar (Cuma) Camiinin taş duvarlarından gelen bu sesleri işitmeye ve dinlemeye daha fazla cesaretim olmadığı için uhuletle adımlarımın beni dışarı taşıdığını görmüştüm. Sonra Filibe’de asıl görmek istediğimiz eski şehrin daracık sokaklarında adımlarımızı atıp dolaşmaya ve tepeye yavaş yavaş tırmanmaya başladığımızda yüreğimin bir yerlerinde çok derinlerde bir sızı hissetmiştim. Aman Allah’ım ne nadide evler, ne özel konak ve köşkler bu gördüklerim dediğimi hatırlarım. Eski Osmanlı izlerini taşıyan Filibe’nin bu Arnavut kaldırımlı daracık sokakları ve çevresine dizilmiş adeta bizi selamlayan Fausto Zonaro veya Amadeo Preziosi fırçasından çıkmış birer tablo gibi duran bu sanat eseri yapılar ve evler işte tam o anda benim ruhumu

esir aldıklarına şahit olmuştum. Ülkemizin bir çok eski tarihi evleri olan Saframbolu, Beypazarı, Mudurnu, Göynük, Odunpazarı, Taraklı vb. yerlerini adım adım arşınlamış biri olarak burada Filibe’de görmüş olduğum manzara karşısında şaşkınlığımı alamamıştım. Çok yer gördüm çok şehir gezdim, eski evleri ve konakları içime nefes olarak çektim amma Filibe’de beni meftun eden, ruhumu ve gönlümü esir alan bu her biri dünyanın en nadide tablosu gibi karşımda duran bu yapılar karşısında ziyası sönük kalır diye düşünüyorum. Eski Filibe sokaklarını adımlayarak tepeye çıktığımızda bizleri Amfitiyatro karşılıyor… Amfitiyatronun bulunduğu yerden şehri temaşa etmek ayrı bir güzellik. Amfitiyatro binasını seyr edip fotoğraf çektirirken 15-20 kişilik bir öğrenci grubunun başlarında hocaları ile tiyatro binasını gezdiklerini gördük. Hocaları ile Bulgarca konuşurken bir baktım kendi aralarında bu grup Türkçe konuşmaya başladı. Gayri ihtiyari yanımdaki arkadaşıma bunlar Türkçe konuşuyor dediğimde , bugün hala beyninde yankılanmasını devam ettiren o sözü duymuştum. İçlerinden biri 15-16 yaşlarında kınalı saçlı, mavi gözlü bir yavrucak; “Biz Türküz bee yaa, ne şaşırıyorsun” demişti. İşte Filibe böyle bir Türk şehri. Filibe Osmanlı hakimiyetine 1361’de Lala Şâhin Paşa fethiyle geçiyor. Şehre daha sonra İzmir, Aydın, Manisa, Konya ve Karaman yörelerinden Yörük Türkmenlerinin yerleştirildiği tarihten bilmekteyiz. Bu bölgede Türk ve Pomak nüfusu halen varlığını koruyor. Osmanlı yönetiminde 47


Kule görmeye değer" sözleri ile anlatıyor. Roma döneminde gözetleme noktası olarak kullanılan Nöbet tepesi, su dağıtımının yapıldığı Taksim tepesi, şenliklerde sert kayalar üzerinde cambazların gösteri yaptığı Canbaz tepesi, şehri simgeleyen tepeler. Tepeler üzerinde yükselen Filibe'de tarihi bugüne taşıyan yer ise Eski Şehir olarak bilinen benim yukarıda anlattığım ruhumu esir alan yerler. Evliya Çelebi, Filibe nüfusu arasında temayüz etmiş birçok âlim, şeyh, imam, fakih ve şair olduğunu, tarikatlardan Halvetiyye, Celvetiyye, Kadiriyye ve Gülşeniyye mensuplarının bulunduğunu yazar. 9 tepenin isimlerini ise Osmanlılar şöyle koymuşlardı: Canlı Tepe, Boz Tepe, Cambaz Tepesi, Saray Tepesi, Nöbet Tepesi, Saat Tepesi, Pınarcık Tepesi, Gözcü Tepesi, Valeli Tepesi. 500 yıldan fazla kalan Filibe, dönemin zengin ve en güzel Türk şehirlerinden biri haline getirmiş dedelerimiz. Bulgaristan'ın ikinci büyük şehri olan Filibe, Osmanlı'dan kalan yapıları ile Roma ve Bizans kalıntılarıyla ülkenin kültür sanat başkenti. Filibe Osmanlı evleri, Bizans yapıları, yeşil dokusuyla tarih kokan bir şehir. 17. yüzyılda Filibe'yi gezen Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde Filibe ile ilgili detaylı bilgiler vererek; şehrin dokuz adet, yamru yumru boz kayalık tepeler üzerine, dereler arasına kurulmuş , şehirde 53 cami, 70 mektep,birkaç medrese, 7 darül-kurra, 11 tekke, 8 hamam, 9 han ve 880 dükkan bulunduğunu söyler. Evliya Çelebi; "Şehrin içinde bir tepe var, bu tepenin adı saat tepe. Minare gibi yüksek kulesinde bir saat bulunmakta. Bu saat öğlede iki kere çalıyor. sayı//45// nisan 48

Bu dokuz tepeli şehri Filibe’yi Büyük İskender’in babası Kral II.Filip kuruyor. Bu şehre Filipopolis diyorlar, Osmanlı bu şehre Filibe, günümüzde Bulgarlar Plovdiv diyorlar. Benim Yeditepeli şehre olan sevdamı herkes bilir, kalbimin yarı derim İstanbul’a dokuz tepeli şehri de sevdim… Filibe, gidip gördüğüm gezip teneffüs ettiğim bir Osmanlı şehri olarak kalacak hatıralarımda… En önemlisi de ruhumu ve gönlümü esir alan şehir olarak anacağım ben bu şehri daima.. Tansul Baykal’ın şiirindeki ifadesi ile; “Bir duygunun esiri aklım, Özgürlüğün pençesinde kıvranırken, düşüncelerimde hep sen varsın” diyor ya, Filibe benim ruhumu esir aldığı gibi, aklımı da esir aldı. Bir gün tekrar ruhumun ve aklımın özgürleşmeni bekleyeceğim Filibe….


ŞEKERFÜRUŞAN

Osmanlı Mısır, Suriye ve Kıbrıs’ı fethettiğinde şeker kamışından imal edilen şekeri tatmış ve beğenmişti. Mısır Çarşısında Evliya Çelebi’nin anlattığına göre şeker borsası var. Yüzlerce Müslim ve gayrı Müslim şekerci bir esnaf odası teşekkül ettirmiş adına da şekerfüruşan demişler. Recep ARSLAN

enellikle günlük siyaset yazı alanım değildir. Kavramlar ve fikirler üzerinde düşünce üretmeyi insanlığın geleceği açısından daha yararlı buluyorum. Bu defa bir istisna ederek günlük siyasetten bir malzeme alıyorum. Ama yine günlük siyaset endazesiyle değil, genel kavrami düşüneceğim. Ülkemizde ana muhalefetin kadim partisi ,muhalefet partisinin sayın Genel Başkanı bir gaf yaptı. İşin garibi kimse o gafı fark edecek kadar ayık değil. Şeker Fabrikalarının özelleştirilip, sonra da kapanacak olması üzerine, Osmanlı’da şeker üretilmiyordu, şeker fabrikaları Cumhuriyetin kazanımlarıdır. Cumhuriyetle hesaplaşanlar o yüzden şeker fabrikalarını mevtalaştırıp, gömecekler dedi. Şeker pancarının ilk yetiştiği yer Hindistan’dır ve İsa peygamberden 300 sene önce insanlar ondan yararlanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda Şeker Üretim ve Tüketimi (1500-1700) Zafer Karademir çalışmasını sayın Muhalefet liderinin okumasını tavsiye ederim. Osmanlı Mısır, Suriye ve Kıbrıs’ı fethettiğinde şeker kamışından imal edilen şekeri tatmış ve beğenmişti. Mısır Çarşısında Evliya Çelebi’nin anlattığına göre şeker borsası var. Yüzlerce Müslim ve gayrı Müslim şekerci bir esnaf odası teşekkül ettirmiş adına da şekerfüruşan demişler. Zafer Karademir çalışmasından

Dünya tarihinde şeker kamışından şeker yapımı ilk kez milattan önce 4. yüzyılda Hindistan’da başlamış, bu teknik oradan Mısır’a ve 11. yüzyılla birlikte Kıbrıs’a ulaşmıştır. Ada, şekerin Batı’ya doğru yayılmasında bir santral gibi görev yapmış, bu tatlı

gıda daha sonra Sicilya Adası kanalıyla önce kıta Avrupa’sına buradan da Kanarya Adaları yolunu izleyerek Amerika kıtasına ulaşmıştır. 16. yüzyılda şeker artık uluslararası ticarete konu olan bir meta haline gelmiş, Hindistan’dan Kıbrıs’a, Portekiz’den Brezilya’ya eski ve yeni dünyada şeker kamışından elde edilen şekerler üretilir ve tüketilir olmuştur. Özellikle Akdeniz coğrafyası ve buradaki adalar üretim açısından oldukça uygun coğrafi şartlara sahip olduğundan4 uluslararası ticaretin en yoğun trafiği buralarda yaşanmıştır. Nitekim bu ürünün hammaddesi olan şekerkamışı güneşli ve bol sulu iklimlerde ve sıcak havalarda yetişmeye uygundur. Özellikle tatlandırıcılığı yanında kalorisi için de tüketilen şeker, besin değeri bakımından yağın yerine de tercih edilebiliyordu. Ayrıca yeniçağda şeker, çeşitli bitkisel ilaçların vazgeçilmez hammaddesi olarak aktarların tezgâhlarında yer alıyordu. Dünyada giderek yayılan ve sevilen bu besinin Osmanlılarca da erken tarihlerden itibaren tüketildiği anlaşılmaktadır. Şekerin İşlenmesi Süreci ve Şekerhaneler şekerin kamış halinden besine dönüştürülmesi sürecinde şekerhâneler en önemli merkezlerdi. Ham olarak getirilen kamışlar buralarda işleniyordu. Devletin ve reayanın ayrı ayrı işletmeleri vardı. Devlet miri şekerhanelerin mukataa usulü ile işletmesi taraftarı olup bu yolu daha güvenilir buluyordu. Böylece muteber mültezimlerin sermayesi ile çalıştırılan yarı resmi oluşumlar sayesinde önemli bir metanın üretim ve dağıtım süreci denetimden çıkmamış oluyordu1 Ayrıca şeker kamışı yetiştirilen bahçelerin bulunduğu köylerde iltizama alınıyor ve ihalelerde en iyi fiyatı verenler mültezim olarak tercih ediliyordu. Şekerci Esnafı Osmanlı iktisadi hayatının her alanında olduğu gibi şeker üretimi ve satışında da esnaf öbeği kendi arasında örgütlenmişti. Örgütlü olarak faaliyetlerini sürdüren bu tacirler (şekerfürûşan), esnaf alayları arasında yer almaktaydı. Şekerci hirfeti de denilen bu grup başkent başta olmak üzere üretim ve fiyat ayarlanmasında söz sahibi idiler. Başkentte Mısır Çarşısı adeta şeker piyasasının borsası gibiydi. Erhan Afyoncu da aynı konuda şunları söylemiş ve o da ,’Uşak Şeker Fabrikası'ndan önce Osmanlı bir kilo bile şeker üretemiyordu iddiaları ortaya atıldı. Osmanlı döneminde değil bir kilo tonlarca şeker üretildiği gibi şeker ihraç da edilirdi. Mısır'da üretilen şeker Bursa'daki İranlı tüccarlar tarafından alınarak ülkelerine götürülürdü. Mısır ve Kıbrıs'ta üretilen şeker ise Ankara üzerinden Rusya'ya ihraç edilirdi.’ Dedikten sonra Zafer Karademir’in çalışmasına yönlendiriyor. Pancar ise insan hayatına ve şeker sanayiine 18. Yüzyılda girebilmiş. İlk olarak, Alman kimyacı Andreas Sigismund Marggraf pancarı tahlil ederken bu ürünün kıristalleşen ve son derece tatlı bir madde içerdiğini 1747 yılında fark etti. Marggraff, pancarda bulduğu maddenin şekere benzemekle kalmayıp kamıştan elde edilen şekerle aynı olduğunu, şekerin pancardan da kamıştan olduğu gibi kazanabileceğini ispat etti. Bu tarih şeker pancarının ilk kez şeker kaynağı olarak tanımlandığı tarihtir. Marggraf’ın bu çalışmasını Fransız öğrencisi Carl Achard daha da geliştirdi ve dünyanın ilk pancar şekeri fabrikasını 1802 yılında Aşağı Silezya’da kurmayı başardı. 49


LALE İSTANBUL’U İstanbul’da ıslah edilmiş lâleyi ilk olarak yetiştiren, Tabib Mehmed Aşkî Efendi’nin Takvîmü’l-kibâr ve Mi’yârü’l-ezhâr adlı eserine göre, Kanûnî’nin şeyhülislamı Ebussuud Efendi’dir. Bilal ARIOĞLU*

içbir çiçek onun kadar İstanbul’la bütünleşmemiştir. İstanbul onunla anlamını bulmuştur. Lale sadece bahçe ve parklardaki görüntüsü ile değil, Çinide, Tezhipte, Ebruda, Taşta, Şiirde ve Musikide de karşımıza çıkar, bu hali ile de ölümsüzleşir, her daim açan bir çiçek olur. Bir medeniyetin simgesi haline gelir. Bazen bir semt olur, Laleli gibi karşılar sizi. Savaşlarla geçen bir İmparatorluğun tarihinde sükunetle geçen bir döneme adını verir. Ancak bu dönem bir ayaklanma ile sonlanır. Çıkan İsyan, dönemin Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın da hayatına mal olur. Adeta ana vatanı Orta Asya olan Lale’nin Anadolu’ya doğal yollardan yayılmaya başladığı Nevşehir bölgesine nazire yaparcasına. Belki de isyanıdır hemşerisine bu kadar meta haline getirilmesinin. Çünkü bu dönemde bazı çeşitlerinin fiyatı bin altını bulmuştur. Lale devrini dönemin meşhur şairi Nedim “Lalenin tohumunu eksen dolu peymane gelir” sözü ne güzel özetliyor. İstanbul’da ıslah edilmiş lâleyi ilk olarak yetiştiren, Tabib Mehmed Aşkî Efendi’nin Takvîmü’l-kibâr ve Mi’yârü’l-ezhâr adlı eserine göre, Kanûnî’nin şeyhülislamı Ebussuud Efendi’dir. Mehmet Aşkı Efendi birçok lale türünü resimleyerek üzerine söylenen beyitleri de toparlayarak Lale kültürünün günümüze ulaşmasında önemli bir görev görmüştür. Biz onun kitabından Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın bahçesinde 130 çeşit lale türü yetiştirdiğini ve Sultan 2.Mahmut’un bizzat 28 lale türünü isimlendirdiğini öğreniyoruz. (1) Hatta bazı lale soğanlarının açması için yıllarca beklendiğini. Mehmet Aşkı Efendi için Cevat Rüştü “Lale devrinde binlerce nevilere ayrılan Lalelerin çeşitlerini ve görünüşlerini birer birer araştırıp inceleyen bir zat varsa o da Tabip Mehmet Aşki Efendi idi. Her Laleye karşı olan tahassüsatı (duyguları) anlamak için zamanın hissen Lalelerle alakadar olan şuarasına (şairlerine) müracaat ederek her nev’e karşı söylenen eş’ar (güzel sözleri) ve edebiyatı toplamış ve hatta bazılarını bu şairlerin kendi hatt-ı destleriyle yazdırarak imza ettirmiş ve bu suretle “Miyrarü’l – Ezher’ını vücuda getirmişti” (2) demektedir.

*Yapımcı Yönetmen

sayı//45// nisan 50

Lâle 16.yüzyılda İstanbul’daki şöhretine ilave olarak, Avrupa’da da şöhret kazanmıştır. 1549 yılında B. Belon adlı bir Fransız hekimi


çıktığı yakın doğu gezisi sırasında İstanbul’a da uğramış ve hatıratında kırmızı zambak adıyla zikrettiği lâle çiçeğinin soğanlarından edinmek için birçok yabancının gemilerle İstanbul’a geldiğinden söz etmiştir.(3) Ortaya koydukları eserlerle bu gün bile hatırlarda olan Osmanlı Şeyhülislamları içerisinde de Laleler özel bir yer edinmiştir. Islah edilmiş ilk lâle çeşidini elde eden Şeyhülislam Ebussuud Efendidir. Kanuni Sultan Süleyman şeyhülislamı Ebussuud Efendinin ürettiği laleye “Nur-u Adn” (Cennnet Nuru) adını veriyor. İstanbul’da at yarışlarının yapıldığı Veliefendi Hipodromu da aslında gerçek bir lale sever olan şeyhülislam Veliyyüddin Efendinin Vakfiyesi üzerine kuruludur. İyi bir hattat da olan Veliyyüddin Efendi özel olarak onbeşten fazla Lale çeşidi üretmiştir. Ürettiği lalelere özel edebi isimler koyan Veliyyüddin Efendinin “Nihal-i işve” adını koyduğu herkesin çok sevdiği bir lalesi vardı ki şair Halim Giray Sultan şu beyiti ile övmüştür: Sahn-ı gülşende ol gül ederse cilve Paymal olur elbette “Nihal-i işve” Lale sadece mevki makam sahiplerinin değil halkın da özel ilgisini çekmiştir. Cumhuriyet dönemi Türk çiçek kültürünün önemli üstatlarından olan Cevat Rüştü’nin “meşahir-i lale-perveranı (lale üstadı) olarak isimlendirdiği asıl işi deri tabaklamak olan Debbağ Ataullah Efendi bunlardan biridir. Onlarca lale türü yetiştirmiştir. Dönemin şairleri Ataullah Efendi’nin lalelerine beyitler yazmışlardır. Hatif Efendi onun “Feyz-i nesim” adını verdiği lalesi için: Görmedim bu lelezarı dedi Rıdvan-ı naim Can atar elbet temaşa etmeye “Feyz-i nesim” (4) Bir söz vardır boyu posu endamı yerinde olanlar

için kullanılır. “İki dirhem bir çekirdek” Lale bu tanımı en fazla hak eden çiçektir. Onda bir eksiklik veya fazlalık göremezsiniz. İki dirhem bir çekirdek deyimi biraz da altını çağrıştırır. Bir altın liranın ağırlığıdır. Dışı bazen kan kırmızısı bazen de her çeşit renkte de açabilen lalenin göbeği ise kömür karasıdır. Bir sevda çiçeği olan Lalenin bu halini aşk ateşine benzetenler de vardır. Tasavvuf ta da çok kullanılan şu beyit bunu ne güzel açıklamaktadır: “Ey Gönül! cânına üflenen nefhayla yan da kavrul! Amma lâle gibi ol ki, hâlinden sadece "yâr" haberdâr olsun.” Şair Nabi de aynı konu üzerinde eğilerek: “Bergler şu’le-i şevk olduğunu hep biliriz Saklasın ister ise, dağ-ı derunun lale.” (Lale içindeki yanık yarasını istediği kadar saklasın, onun yapraklarının gönüllerde şevk alevleri tutuşturduğunu biliriz demektedir.) Şair Bâkî ise, sevgiliye seslenerek lütuf bulutunun suyunu susamış gönüllerden eksik etme, bu çölün bağrı yanmış lalesiyiz demektedir: Sehab-ı lütfun âbın teşne dillerden diriğ etme Bu deştin bağrı yanmış Lâle-i Nu'manıyız cânâ Lale basit görüntüsüne rağmen estetik duruşu ile birçok sanatkâra ilham kaynağı olmuştur. Türk edebiyatında gülle beraber en çok işlenen çiçek olma özelliğine sahiptir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde de en çok işlenen duvar motiflerinden biri olmuştur. Ebru sanatına başlayan bir kimse ancak lale yapabildiğinde sanatını öğrenmeye başlamış olur. Çiniler, üzerlerinde onun deseni ile renklenir ve hayat bulurlar. Tezhip ustaları onu hayal edip çizebildikleri ölçüde sanatlarının zirvesine çıkabilirler. 51


Baki’nin lâle redifli gazelinde tâcına jâlelerden mücevher takarak çemenliğin sultanı olur: Jâlelerden takınur tâcına gevher lâle Şâh olupdur çemen iklîmine benzer lâle Lale, tasavvufta Allah’ın birliğini temsil eder. Onun için de dokunduğu gönülleri Lalezar eder. “lâle” kelimesi “Allah” lafzında bulunan harflerle yazılmaktadır. Lâle tersinden “hilal” olarak okunmaktadır. Hilâl ise İslâm'ın sembolüdür. Bunun içindir ki binlercesinin işlendiği çinileri ile Sultan Ahmet Camii de bir lale bahçesine döner… İşte bunun içindir ki, Tabib Mehmed Aşkî Efendi, bir beytinde onun bu imtiyazlı halini şöyle dile getirmektedir:

Güftesi Nedim’e, bestesi Arif Sami Toker’e ait Nihavend makamındaki “Erişti nev-bahar eyyamı açıldı gül-ü gülşen” şarkısı Türk sanat müziğinin baharı en güzel şekilde anlatan eserlerinden biridir: Erişti nev-bahar eyyamı açıldı gül ü gülşen Çerağan vakti geldi lâlezarın didesi rûşen Çemenler döndü rûy-i yâre reng-i lâle ve gülden Çerağan vakti geldi lâlezarın didesi rûşen Yine Yahya Kemal Beyatlı’nın, Münir Nurettin Selçuk bestesi olan “Dönülmez akşamım ufkundayız” eseri de en fazla bilinenlerdendir. Özellikle son beyti çok etkileyicidir : Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül. Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.

Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa hakkâ lâle Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle Son yıllarda lale İstanbul’da yeniden doğuyor. Yol kenarlarında, Parklarda ve Korularda aşığın maşuk ile buluşması gibi İstanbul ile yeniden bütünleşmesini yaşıyor. Çünkü o bir dönem burada 1400 den fazla çeşidi ile bir saltanat kurdu. Lale türkülerimizde de sıkça kullanılan bir çiçek olmuştur. O aynı zamanda baharın da gelişini müjdeler. Şu Muş türküsünde olduğu gibi: Açıldı laleler güller Uzar gider Muş Ovası Güzeller kolkola vermiş Akıp gider Muş Ovası… Şu Elazığ türküsü de çok bilinenlerdendir: Evlerinin önü lale bağıdır vay Eser bad-ı saba zülfün dağıdır Sevilecek koculacak çağıdır… sayı//45// nisan 52

KAYNAKÇA

(1) S. Atilla Sağlamçubukçu ve İlyas Özdemir, Tabib Mehmed Aşki Efendi'nin "Takvîmü'l Kibâr min Mi'yari'l Ezhâr" ve Ali Çelebi'nin Şukûfenâme adlı eserlerini günümüz Türkçesine aktarıp "Lâlezâr" isimli bir kitapta topladı. Kitap Marmara Belediyeler Birliği Tarafından 2012 yılında yayınlandı. (2) Türk Çiçek Kültürü Üzerine Cevat Rüştü’den Bir Güldeste H. Nazım H. Polat Ötüken 2001 sh: 111 (3) Sevda Önal, Klasik Türk Edebiyatında Lale ve Edebi Bir Tür Olarak Lale Şiirleri 2009. Ataürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, TDE Bölümü. (4) Türk Çiçek Kültürü Üzerine Cevat Rüştü’den Bir Güldeste H. Nazım H. Polat Ötüken 2001 sh: 298 (5) Beşir Ayvazoğlu, Ateş Çiçek Lale, İBB Kültür A.Ş Yayınları 2003


İÇİNDEN IRMAK

GEÇEN ŞİİRLER

İlk ezberlediğim şiirlerden biri olan Sakarya Türküsü, içinden ırmak geçen en güzel şiirdir Mustafa UÇURUM airlerin ırmaklarla arası çok iyidir. Irmağın akışındaki şırıltı sanki bir şiirin ritmi gibidir. Irmak nasıl coşkuyla akarsa şiirler de öyle iner kalplere dize dize.

İçimden ne zaman şiir yazmak geçse hemen bir ırmağın kıyısını hayal ederim. Suyun akışı bana yepyeni dizeler sunar. Ayrılıklar, kavuşmalar, ayakta kalmalar, yenilmeler, çocuk kalbine dokunmalar hep bende karşılığını ırmaklarda bulur. İlk ezberlediğim şiirlerden biri olan Sakarya Türküsü, içinden ırmak geçen en güzel şiirdir ama bunun dışında da ırmaklardan bereket almış şiirlerim vardır benim. Dicle’nin Fırat’ın en güzel şiirlerini Sezai Karakoç’tan okumuşumdur mesela. Oraların havasını soluyarak hayata atılan Sezai Karakoç’un Dicle gibi Fırat gibi bir kalbi olduğunu onu daha iyi tanıkça öğrenmiştim. “Yazdı arabayla geçtik Bir yılda iki kere Dicle’yi Köpek boşluğa uludu uludu Ve teslim oldu uslu suya Ve köpekle Dicle bir süre Birbirinde eriyerek aktılar” Sadece Dicle mi, elbette değil. Sezai Karakoç ayrılmaz iki kardeş gibi gördüğü Dicle ile Fırat’ı şiirinde de ayırmaz. Memleketinin çok önemli iki değeri olarak görür ırmakları. “Dicle’yle Fırat arasında İpekten sedirlerinde Kur’an okunan Açık pencerelerinden gül dolan Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış Bir şehir bir eski kanatlar ülkesi” İnsanlar memleketlerini sever. Ne kadar uzak, yoksul, hüzünlü topraklar olsa da insanın memleketi bir başkadır. Sezai Karakoç için de bu böyledir. Onun memleketi medeniyetin de başkentidir. Bunun farkında olan ve her fırsatta bunu dillendiren bir şairdir Karakoç.

“Gündüzde bile /Bir toz var yaz yarasalarından/Bir akrep kabartması surlardan Asur’dan /Güneşi bir taş gibi fırlatan /Dicle’nin köpüklü dudaklarından /Dicle saralarından” Kızılırmak, Neşet Ertaş’ın memleketi Kırşehir’den de geçer. Elbette Usta’ya da ilham olur ırmak. Neşet Ertaş “Kızılırmak” adlı türküsünde bir acıdan bahseder ve Kızılırmak’a seslenir, onu güzel görmek istediğini söyler: “Kızılırmak can incitme sen bugün/Mübarek günlerde sel bayram eder/Kitabın kavlince dağlar al geymiş/ Karışmış çiçeğe çöl bayram eder.” Cahit Külebi, doğup büyüdüğü şehirleri unutmayan şairlerimizden. En güzel şiirlerini memleketi Tokat için yazmış Külebi. Elbette ırmaklar da bu şiirlerde başköşedeki yerlerini almış. Tokat için ırmak o kadar değerlidir ki Yeşilırmak demek hayatla eş anlamlıdır. Cahit Külebi, Tokat’a Doğru şiirinde bir ırmağın akışına kaptırır kendini. “Çamlıbel’den Tokat’a doğru/ Tozlu yolların aktığı ırmak!/ Ben seni çoktan unuttum/ Sen de unuttun mu, dön geri bak.” İçli bir türkü dinlemiştim Ruhi Su’dan. Tok sesiyle bir ağıt gibi türküsünü söylüyordu. Irmaklar şiirlerde bereketin ve huzurun simgesi iken türkülerde genelde bir hüznün hikâyesini anlatıyordu. Tıpkı Ruhi Su gibi. “Bunca analar ağlayıp durur da/Akıp gider gelinciklerden/Kör müdür sağır mıdır bu ırmak/ Ölen ben, öldüren benden/ Her yerde böyle olmuş bu/Önce dağa, taşa, ağaca söyletmiş halk/Sonunda sabahın bir yerinden/Uyanıp kalmış ayağa ırmak/Ölen ben, öldüren benden” Irmak kıyıları insanın içini aydınlatır ve ferahlatır. Dört bir yanını güneşle donatacak kadar aydınlanır insanın içi. Su, hayatın başköşesinde olacak ki hayatımız anlam kazansın. İnsan aç kalabilir ama susuzluk bir yere kadar. Su varsa hayat daha renkli ve yaşanır olur. Irmaklar bizi nereye götürürse oraya gideceğiz, hem de hiç yorulmadan. Irmak hayat demektir. Irmaklar hayatımızı renklendirir. İsmet Özel de yüzünü ırmaklara döner. Bir ışık aradığında ve hayatını daha da renklendirmek istediğinde ırmaklarda aramaktadır ferahı. “vay beni leylâk kokusundan çoban çevgenine/ arastadan ırmaklara çark ettiren dargınlık!” Irmaklarla her şey güzel. Yollar, şehirler, çiçekler, çocuklar güzel. Bir bardak çay ırmağın kıyısında daha da lezzetli. Bir lokma nimet, ırmak kıyısında sanki saray lezzetine eş. Bu yüzden ırmak kıyıları hiç boş kalmaz. Şehrin gürültüsünden kaçan soluğu bir su kenarında alır. Su akar, insanlar ağır ağır günün yorgunluğundan kurtulur. Su akar ve medeniyetin çarkı döner bir şiirin dizelerinde. 53


BENİM EVLERİM.. BENİM ŞEHİRLERİM..

TAŞRALI ÖĞRENCİLERİN ÖYKÜSÜ

Önce İstanbul Gayrettepe’deki Site Koleji’ne yatılı kaydoldum. Sağımız solumuz hep dut ağacıyla dikkat çekerdi. Bir de taş ocakları. Bugün aynı mekanda Sürmeli Oteli yükseliyor. Okul etrafı tümüyle bahçeydi, ağaçlar ve çiçekler vardı. Hele bir bahar gelince çayır çimenler dolardı. Öncelik okuldan kıranlarındı. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

ahsilimin devamı için artık İstanbul’a gidiyorum(1963). Kilis’te bırakıyorum çoğu şeyi; yüreğim buruk, ancak içime muştular da akmıyor değil. Bir sinema şeridi gibi taşra hayatı gözümün önünden akıp gidiyor; şehre üç günde bir verilen elektriklerden dolayı önce idare, sonra lamba, en sonunda lüks lambası ile aydınlanmamız, testilerle cami ve kastellerden içme suyu taşımak veya evin önünde eşeğiyle gelecek, Saka Hafız Mustafa amcayı beklemek, babaannemin duvar tandırında yaptığı küncülü ekmekleri, kurban bayramında köylü kadınların evlerimize gelip yufka-lavaş ekmek hazırlamaları; tıkma, uzun eşek, muraharal, çelik-çomak oyunlarının yanında sokaklarda keyifle ayı oynatanları izlemek, acılı ve mutlu günlerde halk ozanlarının yazdığı destanları okuyarak sokak sokak dolaşmaları, düğünlerde oturtma yapmak, damadı ilahilerle camiye götürüpgetirmek, bayramlarda artık ters yüz edilmiş değil yepyeni terzide dikilmiş elbiseleri, pırıl pırıl ayakkabıları giymemiz, mekteplerde her gün evimizin bahçesinden güller kopararak öğretmenimize götürmemiz, Görücke marka bisikletim artık hep mazide kaldı. MARYA ŞAİİRİ BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ÖĞRENCİSİ OLMAK

Çorlu’dan sonra yeni okulumu görmek için gidiyorduk. Barbaros Bulvarından Mecidiyeköy’ çıkarken bir banka soygunu olduğunu duyduk. Trafik kesilmişti. Polis çatışıyor ve silah sesleri geliyordu. İkinci gün gazeteler Konya’da evinden kaçarak gelen Türkiye’nin ilk gangsteri Necdet Elmas’ın yakalanarak tutuklandığını yazdı. Daha sonra da filmleri çekildi Necdet Elmas’ın. O yıllarda polis romanları Cingöz Recai, Mayk Hammer, Nat Pinkerton çok meşhurdu. Böylece İstanbul’un bir başka yüzünü öğrendim. Önce İstanbul Gayrettepe’deki Site Koleji’ne yatılı kaydoldum. Sağımız solumuz hep dut ağacıyla dikkat çekerdi. Bir de taş ocakları. Bugün aynı mekanda Sürmeli Oteli yükseliyor. Okul etrafı tümüyle bahçeydi, ağaçlar ve çiçekler vardı. Hele bir bahar gelince çayır çimenler dolardı. Öncelik okuldan kıranlarındı. Okulumuz iki bloktu. Bir tarafta dört katlı eğitimin yapıldığı yer, karşısında iki katlı diğer binada idare, yatakhane ve banyomuz vardı. 14 öğrenciydik yatakhanede. Kocaeli, Sakarya, Gaziantep ve Urfa’dan öğrenciler sayı//45// nisan 54


vardı. Güneydoğulu öğrencilerin yorganları Kilis el işi, mor, mavi, sarı , şekil şekil, renk renkti. Dolaplarda uzun ömürlü mahalli yiyecekler vardı yasak olmasına rağmen. Bizden yaşlı öğrenciler de yok değildi. Bazılarının hususi arabası vardı. Okulumuzun hemen ilerisinde açılmış bir salaş meyhaneye giderlerdi zaman zaman. Meyhaneye okul yolunun hemen girişindeki Amerikan Tuslog binasının çalışanları da gelirdi. NATO üyesi ülkelerde bulunan Tuslog’da çok sayıda ABD ajanlarının bulunduğunu duyardık. Edebiyat Öğretmenimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’dı. Hancı, Marya, Kışla’da Bahar şiirlerinin şairiydi. Tam bir Anadolu delikanlısıydı Bekir Sıtkı Bey. Dersi kaynatmak isteyenler hocamızdan şiirler rica ederlerdi ama bu dizeler de birer ders gibiydi duygularımızı ve yüreğimizi alıp götürürdü. DERS DIŞI PROGRAMLAR ÇOK DAHA FAZLA KALICI VE ÖĞRTECİ

Ben edebiyat kolu başkanıydım. İstanbul Liselerarası Kültür ve Edebiyat Kolları Başkanlarının her ay bir başka okulda yapılan etkinliğine giderdim. Çengelköy Kuleli Askeri Lisesi’ndeki toplantı en faydalısı oldu. Böylesi tarihi bir yapının içindeki etkinlik, bir de Boğaziçi’nin güzelliğiyle birleşince sadece dinlemek ve izlemek bile yeterliydi. Aynı resmi bir de Kabataş Lisesinde Beşiktaş’ta yaşamıştım. Okulumuzda her çarşamba ders dışı bir değişik program vardı. Aşık Veysel’i burada tanıdım. İstanbul İtfaiyesi Müdürü’nün bir başka toplantıda anlattıkları hala hafızamda. Yangın nasıl haber alınır, nasıl söndürülür, sorumlular ortaya nasıl çıkar öğrendim. İstanbul Emniyeti’nden bir müdür kriminoloji dersi verdi. O cinayetlerin, o uyuşturucuların, o katillerin arka planını öğrenmiştim. Bazı arkadaşlarımız kaçardı bu dersten, ben bütün yıl keyifle izledim, soru sordum. TALEBELERİNİN ÇANAKKALE SAVAŞINA KATILDIĞI LİSE

Vefa Lisesine geçmem beni tarih ile yeniden buluşturdu. Çimento yığını bir binadan her yanıyla tarihi dokusu olan, talebelerinin Çanakkale Savaşına katıldığı, Mehmet Akif Ersoy’un muallimlik yaptığı bir okuldu Vefa. Okulumuzun en önemli sosyal etkinliği spordu. Vefa Spor Kulübü’nün maçlarına giderdik. Hilmi Kiremitçiyi bol bol alkışlardık. Arkadaşımız Mehmet Ay atletizmde birinci oldu. Vefa Lisesi öğretmenlerinin hepsinin ders kitabı olarak okutulan yayınlanmış

eserleri vardı. Mesela ciddi bir felç geçirdiğini öğrendiğimiz ve “salla” lakabıyla tanınan İhsan Irk Hoca büyük bir matematik alimiydi. Bana matematiği sevdirmek için “Sen Çiftçigüzeli değil, matematikgüzelisin” diyerek moral verirdi. Diğer hocalarımız da öyleydi. Sanat Tarihi hocamız bir gün Vefa Lisesinin hemen bitişiğindeki Şehzade Camii’nin kaç minaresi olduğunu sordu. Bilene 10 verecekti. Her gün önünden geçtiğimiz bu muhteşem mabetle alakalı herkes değişik rakamlar söyledi. Hoca böyle bir soru sorduğuna göre demek caminin en az dört, en fazla 6 veya 8 minaresi olması gerekiyordu! Bütün sınıf buna şartlanmıştı. En sonunda öğretmenimiz sınıf mümessilini bir arkadaşımızla birlikte Şehzade Camii’nin kaç minaresi olduğunu öğrenmek üzere mabede gönderdi. İki talebe döndüklerinde başları yere eğik vaziyette öğretmenimizin “Kaç minaresi varmış?” sorusuna utanarak “İki” diye cevap verdiler. Demek ki İstanbul’u tanımak, komşuyu bilmek gözle değil akıl ve yürekle oluyormuş. Artık İstanbul’a bir başka açıdan bakıyordum. TAŞLARI BİLE TARİH OLAN İSTANBUL

Vefa Lisesi’nde okurken Çapa Köprülü Mehmet Paşa Sokakta 5 arkadaşımla birlikte ev tuttuk. Giriş katındaki dairenin kirası 400 liraydı. Normalde 150-200 olması gereken eve, bekar veya talebe tutunca fiyat fırlıyordu. Ayrıca ev bulmak da zordu, kimse vermiyordu. Dilim yandığı için tedbirliydim. Kimdi sokağımıza adını veren Köprülü Mehmet Paşa(Roşnik 1575-Edirne 1661) denilen zat? Öğrendikçe keyif aldım. Osmanlı Cihan Devletinin Sadrazamı olarak 35 yıl ülkenin en kargaşalı, kavgalı döneminde yönetimiyle Babıali’ye itibar kazandırmış, Ege Adalarının çoğunu almış bir devlet adamı. 7 yaşında tahta çıkan Padişah IV Mehmet zamanında Valide Kösem Sultan(1589 Tinos Yunanistan/ 1651 İstanbul) ve Valide Turhan Sultan(1627 Sloboda Ukrayna/ 1683 Edirne) ülke yönetiminde etkiliydiler. Ülkede bir kargaşa yaşanıyordu. Osmanlıyı böylesi sorunlardan Köprülü Mehmet Paşa Kurtarmıştı. Daha sonra da oğlu Fazıl Ahmet Paşa da göreve gelmişti. Böyle bir sokakta oturuyordum. Yaşasın İstanbul. Sokakları bile tarih olan İstanbul. DİKKAT HIRSIZ VAR

Dairemizin bir odasında Muhtar Kocakerim(Prof. Dr.), bir odasında ben ve Abdullah Sadakaoğlu (Dr), bir odasında ise 55


İsmail Hilmi Kıdeyş kalıyordu. Salonu ortak kullanıyorduk. Arka bahçemiz küçük bir orman gibiydi. Ancak hepimiz memleketimizde yıllarca toprak ile meşgul olduğumuzdan bu bahçeye pek yüz vermedik!. Beyliğe, efendiliğe mi hazırlanıyorduk ne?! Evimiz merkezi bir yerde olduğundan ziyaretçimiz eksik olmazdı. Mutfağımız küçüktü ama yerel yemekler için müsaitti. Mehmet Candemir( İTÜ-İnşaat mühendisi) Kilis Mutfak Kültürü konusunda mahirdi. Örnek bir dayanışmamız vardı. Muhtar Kocakerim bir sabah erkenden odalarımıza gelerek cüzdanını istedi. “Cüzdan kalsın pasoyu verin” dedi. Ne cüzdanıydı?! Ne Pasosuydu? Böyle şaka yapmazdı kimse. O sırada zil çaldı. Kapıyı açtık. Bitişiğimizdeki Şehremini Lisesi öğrencilerinden biriydi. “Abiler bu cüzdanı okulumuz bahçesinde bulduk!” dedi. Muhtar hemen cüzdanı aldı, çocuğa teşekkür etti; pasosu duruyordu ama parası yoktu. Bunun üzerine hepimiz odalarımızı gözden geçirdik. Ben önce transistörlü küçük radyoma baktım. Yerinde duruyordu. Sevindim. Hırsız bahçeye bakan mutfak penceresinden içeri girerek sadece Muhtar arkadaşımızın ceket, palto ve cüzdanını alarak dairemizi terk etmiş. Polislere durum aktarılsa da arkası gelmedi, giden gitti. Muhtar o gün imtihana girdi ve başarı ile çıktı. İSTANBUL’U YAŞAMAK

Radyomun çalınmamasına sadece ben değil hepimiz sevinmiştik. Çünkü tek haber ve müzik kaynağımızdı. O yıllarda moda olan “reklamlar” hep dikkatimizi çekerdi. Çünkü müzik vardı. Pirelli Lastikleri reklam programına Zeki Müren çıkar, nefis bir Türk ile “sevgili şoförler gözünüz yolda, kulağınız bende olsun” diye başlar bir veya birkaç şarkı söylerdi. Fay, puro, Arçelik, sayı//45// nisan 56

gripin en fazla reklam ve program yaptıran kuruluşlardı. Nesrin Sipahi’nin programları da öyleydi. “iki solist söylüyor” ve “arkası yarın” programlarını kaçırmamaya çalışırdık. Çapa’dan Yenikapı’ya kadar yürüyüş yapardık. Mevsimine göre çağala, erik, mısır, kestane, salatalık satardı seyyar arabalarda satıcılar, yahut taze fındıklar. Aksaray kebap ve lahmacun kokardı Şar Lokantası, Ünlü Ahmet ile Mine ve Görgülü Pastanelerine inat. İstanbul’da okuyan arkadaşlarımızdan ev ile fakülte arasında başka yeri tanımayanlar olduğu gibi, ben ve bazı arkadaşlarımız Fındıkzade Bulvar, Fatih, Tepebaşı, İstanbul, Karaca, Dormen tiyatrolarının oyunlarının çoğunu izlemiştik. Sinemada öyle. Fatih Renk, Beyazıt Marmara, Beyoğlu Yeni Melek, Emek ve Atlas, Şişli Site sinemalarına kuyruğa girerek bilet alabilirdik. Şehzadebaşı Kulüp sineması Mavi Kelebekler ile Cumartesi program yapardı, fiyatlar katlanırdı. Sultanahmet semtinin her zaman manevi bir yanı vardı, hazzı çoktu. Ruhumuz sıkıldığı anları öyle giderirdik. Ezanlar içinize işlerdi. Taşradaki hemşerilerimiz ise İstanbul’a geldiklerinde illa da Eyüp Sultan’ı tercih ederlerdi. Yanlarında da ailelerimizin bizlere vermek üzere bol miktarda mutfak malzemesi yiyecekler getirirlerdi. İSTANBUL’UN İSTANBUL OLDUĞU YILLAR

İmtihanlar yaklaşınca öğrenciler genelde saçlarını ya usturaya vurdurur ya da sıfır makinayla aldırırlardı. Gerekçesi de ders çalışmaktı. Öğrenciler için İETT Otobüsleri ve boynuzlu dediğimiz troleybüsler 60 kuruştu. Sinemalar yarı yarıya iskontoluydu. Dolmabahçe Mithatpaşa Stadyumunda oynanırdı bütün lig maçları. İstanbul tatlarını Küçükçekmece Beyti, Sirkeci Konyalı, Beyoğlu Hacı Salih ve Hacı Abdullah ile Kadıköy Beyaz Fırın’da yaşamak mümkündü. Pahalı mıydı? Ucuz değildi. Beyoğlu ve Vakko’nun mevsim sonu satışlarını talebeler için cazipti. Trafik akardı, İstiklal Caddesi bile araçlara açıktı. Belediye otobüsleri salkım saçak değildi. Dolmuşlar medeniydi. İstanbul’da İstanbullular belli olurdu. Kadıköy ve Haydarpaşa Vapuru yolcuları öyleydi. Muhafazakar Fatih’in, modern Beyoğlu’nun insanları da örnek İstanbulluydu. Taşralılar onlara benzemek ister, İstanbul Türkçesi kullanmaya özen gösterirlerdi. İstanbul da İstanbul gibiydi. İmtihanlar bitti yaz tatili girdi. Talebeler memleketine döndü. Tatilde üç beş ay boş daireye kira vermemek için evlerini değiştirirlerdi. Biz de öyle yaptık.


Dersaâdet’te Her Gece Marmara’dan bize doğru Usul usul çıkar gelir bir gece önce yur-yıkar beni yukarı çıkar beni Gözünü sevdiğim gece..

Kuşluk olur, Galata’ya gün vurur gençliği gelir şu fakirin gönlüne âşıklar mahzun olur Hâtıralar dolu-dizgin, sökün edip gelince..

Sarayburnu sahilinde şehzâdeler gezinir garipler Gülhâne’de vapurlar geçer gider Arkasında bir çizgi, inceden ince..

Ayın aydınlığında Üsküdar’a gider iken yoruldum yoruldum da yokuşuna kuruldum ben o yârin kurşunuyla vuruldum Hakkım helâl cân toprağa değince..

Gözümüzün önünden akar gider bir nehir bir aziz nehir bin kere bin senedir balıkçılar istavritin derdinde Kızkulesi seyreyler, bakar durur öylece.. Üstüme kanat vuruşu martıların kanımda deniz aktığındandır an erişir, Akdeniz’e karışır yüreğim üşür Kandilli’den bir karayel esince..

Üsküdar’dan bize doğru Usul usul çıkar gelir bir gece Gözünü sevdiğim gece… Kâmil UĞURLU

57


FATİH SULTAN MEHMED HAN’IN MİMARI;

MİMAR AYAS AĞA VE YADİGÂRI Afyon’daki camisinin ne zaman yıkılıp yok olduğu bilinmiyor. İstanbul’da bulunan Mimar Ayas Mescidi (Saraçhanebaşı Mescidi) ile Mimar Ayas Mektebi olarak tanınan yapı ise ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır. Nidayi SEVİM Nidayi SEVİM

umhuriyetin ilk yıllarında kimi vakıf eserlerinin keyfi olarak bazı işgüzarlar tarafından yok edildiği bilinen bir gerçek. Ardından 1950’li yıllarda cadde, bulvar açma ve yol genişletme çalışmaları sebebiyle ortadan kaldırılan, yangın yerleri olduğu için yok edilen onlarca, belki yüzlerce tarihi eser… İstanbul’da Vatan ve Millet caddeleri, Divanyolu, Aksaray’dan Unkapanı’na uzanan Atatürk Bulvarı, Karaköy’den Beşiktaş’a uzanan Meclis-i Mebusan Caddesi kıyımdan nasibini alan güzergâhlardan bazılarıdır. Son olarak 1980’li yıllarda Eminönü’nden Eyüp Sultan’a uzanan sahil şeridinin yeniden düzenlenmesi esnasında ortadan kaybolan tarihi eserler var. Yapılan bu tahribatlara uzun yıllar sessiz kalındı. Nihayet 1990’lı yıllardan sonra sivil toplum kuruluşlarının da desteği ile bir ihya hamlesi başladı. Onlarca tekke, medrese, çeşme, hamam, cami ve mescid gibi yapılar yeniden hayat buldu. Bulmaya da devam ediyor. Millet Caddesi’nde Fındıkzade Camii, Çapa'da Kazasker Abdurrahman Efendi Camii, Aksaray'da Baklalı Kemaleddin Efendi Camii, Beyoğlu'nda Bereketzade Ali Efendi Camii, Ekmekçibaşı Camii ve Ebul Fadıl Mehmed Efendi Camii ihya edilen camilerden aklımıza ilk düşenler. MEZARLIK MEZARLIĞINA DÖNEN EYÜP SULTAN

Vaktiyle bahsekonu alanlardaki tarihi yapılar ortadan kaldırılırken çevresinde bulunan hazireler de tarumar edilmiş, mezar taşlarının bir kısmı yok edilirken diğer bir kısmı da farklı mezarlık alanlarına nakledilmiştir. Nakillerin yapıldığı bölgelerden biri de Eyüp Sultan mezarlıklarıdır. Zaten öteden beri bir “mezarlık şehri” olarak bilinen mekân, yapılan bu nakillerle adeta bir “mezarlık mezarlığına” dönüşmüştür. Mihrişah Valide Sultan Külliyesi karşısında bulunan geniş hazire ile Kızıl Mescid karşısındaki yamaçlarda bulunan mezarlık, nakillerin yoğun olarak yapıldığı alanlardan bazılarıdır. Eyüp Sultan mezarlıklarında görenleri büyük üzüntüye gark eden manzaranın bir sebebi ilgili kurumların buraların korunması ve bakımına yönelik kayıtsızlığı ise diğer sebebi de hiç bir alt yapısı bulunmayan, plansız ve programsız yapılan işte bu nakillerdir. Anlayacağınız ortada yılların birikmiş ihmali var. Bunların da bilinmesinde yarar görüyoruz. Zira bu mezar taşlarının bir kısmı gelişigüzel dikilirken bazıları oraya sayı//45// nisan 58


buraya adeta bir moloz yığını gibi devşirilmiş, kaderine terk edilmiştir. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen bu alanlarda bir iyileşme de gerçekleşmemiştir. İşte bu Kızıl Mescid’in karşısında bulunan hazireye nakledilen mezarlardan birinin Fatih Camii’nin (14631471) ilk mimarlarından Mimar Ayas Ağa’ya ait olduğunu Mehmet Nermi Haskan’ın “Eyüp Sultan Tarihi” isimli eserinden öğreniyoruz. (cilt. 2, s.622) Ayas Ağa’nın mezarı, bahse konu mezarlığı ikiye ayıran yolun solunda ve en son taraflarındadır. Ayak taşının yarıdan yukarısı kırıktır. Arka yüzleri tamamen ön yüzleri ise kısmen rûmî'lidir. Bu yönüyle alandaki diğer mezar taşlarından farklılık gösterir. Kitabesi Arapçadır. İKİ CAMİ VE BİR MEKTEP YAPTIRMIŞTI

Doğum yeri ve tarihi belli olmayan Ayas Ağa’nın, dönemin meşhur mimarlarından Atik (Azatlı) Sinan ile birlikte çalıştığı tahmin edilmektedir. II. Bayezid dönemi başlarında hayatta olan Ayas Ağa’nın hangi yapılarda doğrudan görev aldığı bilinmemekle beraber 892 (1487) tarihli mezar taşı kitabesindeki “Mimar-ı Üstad” unvanıyla anılmasından dolayı mesleğinde önde gelen bir şahsiyet olduğu kabul edilir. Zeki Sönmez, Ayas Ağa’nın kendi adına biri Afyon’da olmak üzere iki cami ve bir mektep yaptırdığını ve mallarını bu hayratlarına bağışladığını zikreder. (TDVİA, cilt: 04; s.201) Afyon’daki camisinin ne zaman yıkılıp yok olduğu bilinmiyor. İstanbul’da bulunan Mimar Ayas Mescidi (Saraçhanebaşı Mescidi) ile Mimar Ayas Mektebi olarak tanınan yapı ise ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır. İ. Hakkı Konyalı gibi münevverlerimiz o yıllarda caminin yıkılmasını engellemek gayesiyle yazılar kaleme almış ve çeşitli mecralarda bu yazılarını yayımlamışlardır. (İ.H. Konyalı, Fâtih’in Mimarı Ayas’ın Mezarını ve Mescidini Yıktırmayacağız, Tarih Hazinesi, sayı. 2, İstanbul 1950, s. 93-95) Alman Mavileri haritasında izine rastladığımız mescid ve mektep, Fatih-Saraçhanebaşı’nda, Horhor Caddesi üzerinde ve Saraçhane Arkeoloji Parkı yakınında yer alır. BÜYÜK TARİHİ VE MANEVİ KIYMET TAŞIMAKTA İDİ

Ekrem Hakkı Ayverdi, “Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri” isimli eserinde Mimar Ayas Ağa Mescidi hakkında şu bilgileri verir: “Cami, 1310 (1894) zelzelesinde yıkılmış, kubbeli olarak tamamı moloz taşıyla yeniden yapılmıştı; yalnız minaresinin kaidesi ilk yapıdandı. Duvarlar

lüzumundan fazla yüksek tutulmuş, kubbe sağır bırakılmıştı. Caminin önünde iki katlı bir son cemaat yeri eklenmişti. Cami zevksiz bir şekilde ihya edilmekle beraber, Fatih Sultan Mehmed’in dolayısıyla Fatih Camii’nin mimarının bıraktığı bir yadigâr olması ve mimarının kabrini ihtiva etmesi dolayısıyla, büyük tarihi ve manevi kıymet taşımakta idi…” (Cilt, III. s. 455-7) Ayverdi, adı geçen eserinde caminin vakfiyesi, yıkılmadan önceki vaziyeti ve haziresi ile ilgili bilgileri de etraflıca verir. Bani mezarının 1957 senesine kadar cami haziresinde olduğunu, ihata duvarında iki kitabenin yer aldığını, bunların birinde “Ebu’l Feth Sultan Mehmed Han Gazi Hazretlerinin Mimarı Üstazı Ayas” yazdığını ve caminin avlu kapısı üzerinde Sami Efendi’ye ait fevkalade bir yazının varlığını da yine Ayverdi’den öğreniyoruz. 1957 senesinde cami yıktırıldığı zaman bunların hepsi ortadan kaybolmuştur. Akıbetleri hakkında hiçbir bilgi yok. Bereket versin ki çeşitli badirelerden sonra mezar taşı günümüze ulaşmış. Tek teselli kaynağımız bu. CAMİLER İHYA EDİLİRKEN HAZİRELERİ DE ASLÎ YERLERİNE TAŞINSIN

1475 yılına tarihlenen Mimar Ayas Ağa Mescidi, girişimler neticesinde 2013 yılı itibarıyla İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından tescil edilmiştir. İhya projesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanmaktadır. Vaktiyle cami haziresinde bulunan ve 1957 yılında Eyüp Sultan’a nakledilen mezar taşının projeye dâhil edilerek tekrar cami bünyesine alınması gayet manidar olacaktır. Bu yapılmadığı takdirde proje eksik kalacaktır. Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi ve İ. Hakkı Konyalı gibi büyüklerimiz hayatta olsa idi zannediyorum aynı talepte bulunurlardı. Benzer kaderi paylaşan pek çok yapı vardır. Bunlardan birisi de Tophane’de yer alan ve uzun yıllar metruk halde kaldıktan sonra yeniden ihya edilen Ebul Fadıl Camii’dir. Cami banisi, İdris-i Bitlisi’nin evladı, Ebul Fazl Mehmed Efendi’ye ait mezar taşının hâlâ Kılıç Ali Paşa Camii haziresinde bulunduğunu daha evvel bir yazımızda dile getirmiştik. Yeniden ihya projelerinde bu gibi inceliklere önem verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu vesileyle Mimar Ayas Ağa Mescidi’nin yeniden ihya çalışmalarında emeği geçen, katkı sağlayan herkese teşekkür ediyoruz. 59


“Ana sütü gibi emdim türkülerini İlk sende sevdim Dünya görüşümün harcı karıldı Sözüme öz kattın "yarenlikler" de. Tabyaların, kalelerin, kümbetlerin.. Kervan kokulu söylencelerin. Bir başka şehirde yok Sahabe kıskandıran ramazanların.”

KURTULUŞUN YÜZÜNCÜ

YILINDA BİR ŞEHİR:

ERZURUM

İşte bu şehrin böyle bir yanı var; kolay kolay unutulmayan ve kolay kolay anlatılmayan ve belki de bir türlü anlatılamayan... Anlatmaya güç yetirilemeyen… İsmail BİNGÖL

mrünün belki de en güzel zamanlarını bu şehirde geçirmiş birinin, yazar ve şair Cazim Gürbüz’ün yıllar önce yayınladığı “Saman O Yana, Buğday Bu Yana / 1993“ adlı kitabında yeralan “Erzurum“ şiirinden bir bölüm yukarıdaki mısralar... Bu şehre ait en önemli noktalara vurgu yaparak, türkülerden girip, peşine yarenlikleri ekleyen, asırlara meydan okuyan tabyalarından, kalelerinden, kümbetlerinden, kervanlarından ve hiç bir şehirde eşi olmayan ramazanlarından sözeden, şimdilerde batıda bir yerde yaşamayı ve yazmayı sürdüren şair gibi daha niceleri, geçmişte burada geçirdikleri günleri, insanlarının, mekânlarının, çarşılarının, sokaklarının kendilerinde bıraktığı izleri, zihin defterlerinin en güzel sayfalarında tutmaya ve yeri geldikçe anlatmaya devam ediyorlar. Erzurumlu yazarlardan Feridun Andaç; “Gönül Gurbetinde Erzurum” adlı yazısının bir bölümünde doğup büyüdüğü, tahsilinin belli bir bölümünü yaptığı ve sonra gurbetin yolunu tuttuğu şehre olan hayranlığını şöyle anlatır: “Türküler bir kenti ancak bu kadar anlatabilirdi. Erzurum'da yaşamayan, bu duygunun ne anlama gelebildiğini pek anlayamaz. Ömrümün topu topu on altı yılına sığan bu kent benim vazgeçilmezimdir. Bar tuttum sokaklarında düğünlerde. Sinema önlerinin düş satıcısıydım... Gecenin dili, seherin kuşbazıydım. Kar sesine tutkun kar çocuğuydum o kentte bir zamanlar.” Ve sözüne devamla: “Evet, Erzurum öyledir, saklısında tutar her şeyi. Siz ona giderseniz gösterir ruhunun derinliklerindekileri. Bakışlarınızdaki anlamın zenginleşmesini ister, içinizde avazlanan sese yanıt ararsanız yolunuzu bu kente düşürmenizi salık veririm...” Ve yine bu şehre olan aşinalığından dolayı Erzurumlu diyebileceğimiz, yazının girişinde mısralarına yer verdiğimiz Cazim Gürbüz’ün, ülkemizin gökyüzüne en yakın yere kurulmuş, dağlarında başka bir eda, ovasında başka bir seda olan bu gök şehrine olan sevgisini ve tutkusunu anlatan

sayı//45// nisan 60


şu sözüne atıfta bulunur: "Erzurumlu yazarlar için Erzurum bir tükenmez hazine." İşte bu hazineden niceleri, ne güzellikler, ne incelikler, ne mücevherler devşirip, ondan yeni şeyler, yepyeni eserler ürettiler. Ortaya koydukları her eser, geçmişten devralınan büyük mirasa eklene eklene günümüze kadar geldiler. Bunlardan biri de, en verimli çağında, yazı ve şiirle derin bir yoldaşlık içerisindeyken sonsuzluğa uğurladığımız hemşehrimiz, şair, güzel insan Nazir Akalın‘dır. Kaleme aldığı şiirlerle bu vadide kendince bir ses yakalamış olan ve bu toprakların, göz alabildiğine uzayıp giden şehit kanlarıyla sulanmış, şehit mezarlarıyla süslü bu coğrafyanın sevdalısı olan şair; “Erzurum Kasidesi” başlıklı şiirinin bir bölümünde bakın nasıl haykırıyor kendine yâr olmayan, ama yine de çok sevdiği bu şehre ve onun dağına, ovasına, kışına, karına: “Bir mahmûr sarsıntıyla seslendim dağlarına Yere diz vurmak için geldim kutlu kapına Karanfiller kokuna yeni şerhler düşerken Kanımdan renkler serptim dağlarının başına Nerede kar kışının göğsüme vuran sesi Sevda olup sıkıştım serçe yuvalarına Omuzlarım karanlık devranlara çarparak Başımı taşıyor bak Palandöken dağına O kardelen yankını dur bir daha duyayım Bulutlar çılgın çığlın düşmeden ilkyazına” Kaç yer değiştirilirse değiştirilsin, zamanın pergeli burada geçirilen günlerde daha çok sabitleniyor, hatıraların çizgisi gün geçtikçe unutulacağına daha da kalınlaşıyor, ruhlarda bıraktığı izin anbean derinleşmesiyle birlikte tesirini, yankısını, etkisini artırarak daha uzun müddet devam ettiriyor ve anlamlı kılıyor. Karın beyazlığının yüreklerde oluşturduğu aklık ve kar sonsuzluğunda uzayıp giden enginlik sirayet ettikçe şehre; burada yaşayanlarda bu güzellikten kendilerince paylarını elbette alıyorlar. Bir şehir sevdalısının, yazar ve hikâyeci Emir Kalkan’ın (Ötüken Neşriyat, Kanatsız Kuşlar Şehri) bir yazısının bir bölümünde ifade ettiği gibi; “Şehirler insanlara benziyorlar. Ya güzel oluyorlar ya çirkin. Ya suskun ya cıvıl cıvıl. Ya gizemli ya aşüfte. İçinde yaşayanların ruhu siniyor şehirlere. Sevdalı insanların şehri, kendileri gibi güzel oluyor. Şehri çevreleyen yüksek tepelere kurulmuş bağ evlerinin toprak damlarında, geceleri yıldız cümbüşlerini

seyrederek uyuyan çocuklar, yaz günlerinin ılık sabahlarına hep aynı sesle uyanırlar. Yeşil ceviz ağaçlarının, birbirine karışmış gür meyve dallarının arasından süzülüp gelen kırgın, yorgun, ezgin... Buruk bir sevda türküsüdür bu… Gayrı dayanacak özüm kalmadı. Mektuba yazacak sözüm kalmadı...” Yazarın dediği gibi; mektuba yazacak söz kalmasa da, yürek yerinde duramaz ve mensubu olduğu şehre aşkla bağlı olmanın bambaşka bir şekilde dolup taşmasının delirtici etkisiyle içindekileri bir bir demeye, şehre her gün farklı bir köşesinden içindekileri fısıldamaya devam eder. Bazen düşünür söyler, bazen düşünmeden söyler. Bazen efkâr söyletir şehre bağlanmanın aşkıyla yaralanmış kişiyi, bazen inceltilmiş bir düşünceden beynine sızanların ağırlığı… Bazen gündüzdür şehre seslenişinin, ona olan aşkını dile getirişinin zamanı, bazen gece… Bazen yağmur ıslatmaktadır şehri uzaktan seyreden bedenini, bazen gökten bir ahenk içerisinde dökülen kar üşütmektedir. Gökyüzü bazen top top bulutlarla kaplıdır ve kendini bırakacağı yere doğru seyahat halindedir. Bazen ise masmavi bir gök altındadır ve yıllardır içinde taşıdığı, kimseyle paylaşmaya cesaret edemediği ve dahi paylaşmaya kıyamadığı sırrını, şehre sırtını dönerek; ovasına, vadisine, ırmağına anlatır. Aşk bir tecellidir ve ömrünü gömdüğü, geçmişini birer hatıralar şeridinde seyrettiği şehre dair hissettikleri gün gün değişmektedir. Sevgisinden dolayı ayrılamayacağını sandığı şehre, bazen sitemler, bazen kırgınlıklar, bazen küskünlükler içindedir. Ancak bir şey vardır ki o da şudur: Bu aşk hiçbir zaman bitmeyecektir. Çünkü nereye giderse gitsin; bu coğrafya, doğup büyüdüğü, yıllarını geçirdiği bu şehir; nereye giderse gitsin hep peşinden gelecektir. Ve o “Aşk; göğün yücelerinde pervaz vuran bir Hüma'dır. O yere inici, dala konucu, tuzağa tutulucu değildir. O nüfuz ve iktidar, gevher ve mücevher... Ve velâyet ve servet ve güçle elde edilebilir değildir. Onun huzurunda kul ve köle, bey ve sultan fark etmedi... Onun peşine düşenler yarlarda, uçurumlarda başları kesik ölü bulundular. O murad almamış kızların göklere ulaşmış ruhudur. O göklerin kuşudur. Onu Tanrı korur.” (Emir Kalkan) Öyle ki; bulunduğu yer ve gösterdiği gayret sebebiyle hâkim olanlar nezdinde farklı muamele gören bu şehir, çok şey yaşamış, çok büyük olaylara, kavgalara sahne olmuştur. Anadolu’da Türk’ün hâkimiyetinin başlamasından ve Yavuz Sultan 61


Selim tarafından kesinkes Osmanlı topraklarına katılmasından bu yana, Gazi şehrin başına gelmeyen kalmamış nerdeyse... Geçmişine bakarsanız; her acıya, her çileye rastlarsınız orada... İşgal mi dersiniz, katliam mı? Esaret mi dersiniz, zulüm mü? Huzurlu yaşadığı da olmuştur, zalimlerin şerrine uğradığı da... Kaç kere işgale uğramış, kaç kere işgalden kurtarmış kendini. Bütün bunların hepsini tarihin sayfaları arasında görmeniz mümkün... Bu yıl ki 12 Mart (2018) ise; düşmandan kurtuluşun yüzüncü yılına tekabül ettiği için çok daha önemliydi. Düşman çizmesinin bu topraklardan ebediyen uzaklaştırıldığına olan inancımızın her kurtuluş bayramında biraz daha kuvvetlendiğine inandığımızı belirtelim ve her alanda yeni kurtuluşlara vesile olmasını yürekten dileyelim. Yaylada, “tey yücelerde” olan, “Karlı dağlara sırtını, gönlünü bir garip sevdaya” veren, “rüzgârları hudutsuz” esip, “kuşları hürriyet hürriyet” diye uçan şehir, bu 12 Mart’ta, bir yandan geçmişin kargaşayla, ihanetle, kötülükle yüklü dünyasında zalimlerden kurtuluşunun sevinciyle coşarken, bir yandan da, yine vatanın dirliğinin, birliğinin, bütünlüğünün sembollerinden biri olarak, şairin dediği gibi: “Süt mavi gecelerde, Bembeyaz sabrına bürünüp ovaların, Dağlarınca heybetli, yıldızlarca umutlu, Bir eli tüfeğinde, bir eli kaşında,” (Sırrı Akatay) durarak seslendi dört bir yana. Ve yine geçmişte olduğu gibi bugün de, dıştaki hainlere ve onların içteki uzantılarına karşı hudut beklemeye, hatta hudutlarımız dışında da mücadelesine devam ediyor. Çünkü bu hainlik, bu gaflet, bu kendini ve haddini bilmezlik o raddeye ulaşmıştır ki; bırakın toprağından pay istemeyi, asırlık türkülerine bile göz dikmiştir gözü çıkasıcalar… Adına ekin ekin manilerin yakıldığı, “Sen ağlama demiş canikom “Kirpiklerin ıslanır” / “Ben ağlım ki deli gönül uslanır.” denilerek, “çarşısına, pazarına” türkülerin koşulduğu, kapılarından kervanların oluk oluk aktığı, “yiğidiyle toprağının kaderinin bile yazıldığı” bu şehir ve bu vatan için bir yerlerde yeni tuzaklar kurulmakta, boyuna yeni kefenler biçilmektedir. Ne var ki; dost düşman hiç kimse unutmamalıdır ki; onun tarihinde göze çarpan en önemli nokta kahramanlığıdır. Yaşadığı bin bir acı içerisinde bile kahramanlığı elden bırakmamış, doğruluğundan, dürüstlüğünden taviz vermemiş, hiçbir vakit zulme, zalime ve onun oyuncak ettiklerine sayı//45// nisan 62

boyun eğmemiştir. Hamurunda olan mertlik ve yiğitlik izin vermemiştir buna... Doğruluğu ve imanı karşısında çökmüştür bütün güçlükler... Gün gelmiş, nüfusu yüz binlerden on binlere düşmüştür belki... Fakat yine de, kahramanlık timsâli olan Erzurumlu, kara sevdalısı olduğu hürriyeti ve varlığının en önemli nişanesi olan toprakları, hiçbir şey karşılığında feda etmemiştir. Çok zor şartlarda dahi bir çıkar yol bulmasını bilmiş, kanı pahasına da olsa, uğrundan dönmemiştir. Her zaman şunun bilincinde olmuştur ki: Vatan olmayınca, ne malın kıymeti vardır, ne de canın... Hepsinin varlığı, üzerinde yaşadığı, şehit mezarlarıyla süslü şu mübarek toprağa bağlıdır ve onun da kendisini bu kadar candan, bu kadar yürekten, bu kadar içten sevenden başkasına yâr olmaya niyeti yoktur. Bu gazi şehrin damarlarına nüfuz etmiş, adeta ayrılmaz bir parçası haline gelmiş kahramanlığını, kaç kere düşman istilâsı görmüş bu yayla şehrini, İsmail Habib SEVÜK “Yurttan Yazılar” adlı eserinde bakın nasıl övüyor: Vatan borcu ödenmez bir hakikattir amma Vatan borçlu kalmıştır Erzurum'a daima! "Bir cümbüş yerinde değil bir serhad beldesindeyiz, şark tarafından ne vakit bir harp patlarsa devlet hemen bağırırdı : "Aman kahraman Erzurum! " Amana zamana lüzum yok; madem ki kahramandır, balını yapan arı gibi o da kahramanlığını yapacak. Kahraman, her harpte yapacağını yaptı ve devlet her harp bitince kahramanı unuttu. Kan akıtmak, Erzurum en önde; imar etmek, Erzurum çok uzakta. Vatana olan borcun hiç bir vakit sonu olmaz; fakat bu serhad beldesi vatana borcundan ziyade vatandan alacaklıdır." (Kültür Bakanlığı Yayınları: 799; Sevinç Matbaası; Ankara; 1987; s. 343.) Erzurum’un düşmandan temizlendiği, İstiklal Marşımızın Büyük Millet Meclisinde kabul edildiği, tarihimizin yapraklarında ve milletimizin kalbinde yer alan en güzel günlerden biridir 12 Mart… Ve Erzurumlu bu 12 Mart’ta, KURTULUŞUNUN YÜZÜNCÜ YILINI kutlamıştır. Yüreklerin sevinçle vurduğu ve Erzurumlunun, Dadaşların; “Zulmün kara güllesiyle, topu önünde, / İmandan fukara olan eğilir. / Bir karış toprağın öz kıymetini / Toprağa kanını dökenler bilir” diyerek haykırdığı gündür 12 Mart... Ama yine de; “Yüzyıl öncesinde... Zamanın sargısı altında kalan bir 12 Mart... Hatırladıkça kanar ve bir yara sızlatır içimizi...” Kutlu olsun…


BİZ ... Velhasıl, çağlar ötesinden seslenen Şeyh Edebali'nin “Ey oğul!..” muştusuyla yine ve yeniden, diriliş ruhunu kuşanmışlarız. Sabri GÜLTEKİN

Biz Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî, Tabduk Emre, Yunus Emre, Şeyh Edebali, Akşemseddin, Emir Sultan, Aziz Mahmut Hüdayi, “Diriyiz daim, ölmeyiz” diyen Şeyh Hamid-i Veliyiz… Biz Fuzûlî, Bâki, Nef'i, Nedim, Ahmed-i Hani, “Sen Ahmed-ü Mahmûd-u Muhammed'sin efendim / Hak'dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim” diyen Şeyh Galibiz… Biz Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rumi, Köroğlu, Karacaoğlan, Erzurumlu Emrah, Dadaloğlu, Âşık Veysel, Neşet Ertaş, “Hanım kabristandır, malım bir top bez / Daha duymadıysan duy deli gönül” ihtarıyla nefeslenen Âşık Ruhsatîyiz… Biz Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, İsmet Özel, Nurullah Genç, “Biz, kısık sesleriz... minareleri, Sen, ezansız bırakma Allahım!..” duasına âminlerle eşlik eden Arif Nihat Asyayız… Biz haksızca darağacında sallandırılan Menderes, zehirlenerek katledilen Özal, üşüyerek sonsuzluğa yürüyen Yazıcoğlu, bütün zorluklara rağmen “iman varsa imkân vardır” düsturuyla yaşayan Erbakanlarız…

er şeyden önce İnsanız... Biz Bedir'de “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” tevekkülü ile küffar ordusuna galebe çalıp, Uhud'da ganimet sarhoşluğuyla mağlup olanlarız… Biz Ebu Bekir, Ömer bin Hattab, Osman bin Affan, ilmin kapısı Ali bin Ebû Tâlibiz... Biz zehirlenen Hasan, Kerbelâ'da canı cananıyla katledilen Hüseyinleriz… Biz Selçuklu, Osmanlı, bir yanı mağribe diğer yanı maşrıka kök salmış medeniyetlerin beşiği Türkiyeyiz…Biz Ümmetiz… Biz Anadolu Fatihi Sultan Alparslan, Kudüs'ün şanlı komutanı Selâhaddin Eyyûbî, Söğüt'te ulu bir çınar gibi kök salan Osmancık, çağ kapatıp çağ açan Sultan Fatih, kutsal beldelerin hizmetkârı Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn Yavuz Sultan Selim, batının Muhteşemi doğunun Kanunisi Süleyman, Cennet Mekân Sultan Abdülhamidiz… Biz Eyyûb sabırlı, Yusuf simalı, koç yiğitler yatağı, cihangirler otağı, âşıklar diyarı, erenler ocağı Anadoluyuz…

Biz 15 Temmuz'da destan yazan Şehit Ömer Halis Demir, Gazi Sabri Ünal, tek başına darbecilere meydan okuyan Safiye Bayatız… Biz Kafkas, Irak, Filistin ve Sina, Yemen ve Hicaz, İran, Galiçya, Balkan ve Çanakkale Cephelerinde 7 düvele karşı Bedr'in aslanları gibi cihad edenlerin torunlarıyız… Biz üstünlüğü takvada arayan Arab, Kürd, Zaza, Laz, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Arnavut, Tatar, Anadolu'nun bağrında yeşeren mazlumların hamisi Türkleriz… Biz şehirlerin anası Mekke-i Mükerreme, medeniyetin merkezi Medine-i Münevvere, insanlığın ortak mirası Kudüs-ü Şerif, müjdeli belde İstanbul, Mezopotamya'nın ruhu Ebu Bekr'den mülhem Diyâr-ı Bekr, Evlâd-ı Fâtihân beldesi Saraybosna, Bilal Habeşi, Yahya Peygamber, Selahattin Eyyubi'nin kemiklerinin sızladığı yerle yeksan olmuş Şamız… Biz Filistin, Suriye, Irak, Arakan, yoksulluk ve açlığın pençesinde can veren kara kıta Afrikayız… Biz “Leküm dîniküm veliyedîn” emri gereği tebasının emniyette olduğu rahmet Peygamberinin Ümmetiyiz… Biz sevince, Allah için severiz… Velhasıl, çağlar ötesinden seslenen Şeyh Edebali'nin “Ey oğul!..” muştusuyla yine ve yeniden, diriliş ruhunu kuşanmışlarız. 63


ŞEHİR SOHBETLERİ -altı-

ŞEHRİ NASIL

YÖNETMELİYİZ

Şehirde evvela kendi kendimizi yönetmeliyiz. Kent toplu yaşam yerleri olduğu için ödev ve sorumluklarımız var. Evvela kent hukukuna, hakkına uymalıyız. Kendimizi yönetme yolları bulmalıyız. Ahmet NARİNOĞLU

ir “şehir ve adam” dizisi vardı. 1977’lerin siyah beyaz tek kanallı televizyon döneminde. Anthony Quinn (Tom Alkala) belediye başkanı rolü oynardı. İnsana dokunduğu için, halden anladığı için alakamızı çekerdi. Her dizi günü köyden traktöre biner kazaya bir kahvede seyre gelirdik. Bir şehri yönetmenin unutulmaz yanları olmalı ki, bugün hala hatırımızda. Şehri yönetirken iz bırakmak. Kalıcı olan bu. Şehir nasıl idare edilmeli? Sorusu yanlış, şehri nasıl yönetmeliyiz? Sorusu doğrudur. İçinde insanı yaşattıkça şehir yaşaya gelir. Yani insana rağmen yönetilemez. Demem o ki, yaşayarak öğreneceğiz, öğrenerek yaşayacağız. Her emekte şehre değer katacağız/ katmalıyız. Şehir yönetimi her devirde mesele olmuştur. Gerçekten karmaşık bir iştir. Her toplum kendine özgü şehir yönetme yolu bulur gider. Şehir yönetimi deyince ekseriyetin aklına belediye, kurumlar gelir. Doğrudur. Kente hizmet sunan pek çok kurum var. Hepsinin bir arada ahenkli çalışabilmesi sistem ve liderlik ister. Kent liderliği yeni kavramdır ve işlenmesi gerekir. Yanlış anlaşılmasın kente bir kurtarıcı beklemiyoruz. Şehirde her yaşayan kendi halince liderdir, yönetendir ve aydındır. Kentin kurtarıcıları yok. Kentli her kişi bir Simurg (Zümrüdü Anka kuşu). Kaf dağını aşma kudretine sahip. Yeter ki istesin, yeter ki katılsın. 1974’lerde şehircilik dersi hocası şehri “anlayış”lar yönetir demişti. Kastedilen sakinlerin oranın gelişmesine ne kadar yol açtıkları, ne kadar engel oldukları olmalı. Şehrin yönetim kapasitesi, sakinlerin anlayışları, sevgi ve saygıları olduğunu kabul ediyoruz. O yıllarda anlayamadığımız bu fikrin geleceğe dair keskin bir tespit olduğunu modern kentlerde yaşayınca anlıyoruz. Bakıyoruz da şehre en münasip idare şekli “öğrenen şehir” usulüdür. Esasen bizim şehirlerimiz böyle idare olunurdu. Şehirde oturanlar hem öğrenir, hem de yaşarlardı. Her şehir birer mektepti. Öğretirdi. İlmiyle amel etmek gibi. Geldik modern şehirlere. Artık şehirli (kentli) yiz. Şehirlerde yeni idare usulleri bulmalıyız. Mecburuz da. Yönetim biliminde “yöneticinizi yönetin” kuralı var. Bunun aslı bizde. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz düsturu”. Yönetenler seçildikleri topluma benzer. Öyleyse, kendimizi yönetecekleri seçmek kendi elimizde. Aslında şehir nasılsa öyle yönetilir desek de bu hiçte kolay değil. Birkaç tespit yapalım.

sayı//45// nisan 64


• Önce şehri tanımalıyız. Ne var, ne yok bilmeliyiz. Nereye gidiyor anlamalıyız • Şehirler bir kültür ve medeniyet merkezleridir. Davamıza göre şekil alırlar • Şehir ekonomidir. Üretim, tüketim, dolaşım, pazarlama çarkı döner • Şehir toplu yaşama yerleridir. Daha da toplulaşacaktır Peki, yeni ve modern dediğimiz şehirlerde ne oluyor? Şehirlerdeki eğilimlerin (gidişatın) farkına varıyor muyuz? İsterseniz derin analize dalmadan hemen göze çarpanlara göz atalım. • Şehirler alabildiğine yayılıyor, genişliyor • Şehir alabildiğine dikey büyüyor • Caddeler, sokaklar değişiyor yenileniyor. Kimse bu hale on sene önceki hal diyemiyor • Oturma, eğlence, tüketim, dinlenme gibi toplu/yoğun yerler değişiyor, dönüşüyor • Hep eskiler bozuluyor, yıkılıyor üzerine yeniler yapılıyor • Tarihi doku, tarihi mekânlar kalmıyor • Alışveriş yerleri adı altında apayrı toplu yaşam/ tüketim yerleri oluşuyor. Günlük hayat buralara kayıyor • Güvenlik bahanesiyle mahallelere inat siteleşmeler artıyor • Bir köyü/mahalleyi içine alacak nüfusu barındıran yüksek bina yaşamları başlıyor • Şehirlerde mahalle kültürü, hayatı kalkıyor • Etrafı surlarla çevrili, dünyadan kopuk toplu yerleşim alanları çoğalıyor Hani bir söz var ya! “bu ahval ve şartlar altında” diye başlar. İşte halden hale dönen şehirleri idare etmekten bahsediyoruz. Zoru ve karmaşıklığı ortada değil mi? O zaman soruyu yeniden soralım. Şehri nasıl yönetmeliyiz? Kendimi yönetmeliyim Şehirde evvela kendi kendimizi yönetmeliyiz. Kent toplu yaşam yerleri olduğu için ödev ve sorumluklarımız var. Evvela kent hukukuna, hakkına uymalıyız. Kendimizi yönetme yolları bulmalıyız. • Sağlıklı yaşamalıyız • Kente sahip çıkmalıyız • Kent bilinci taşımalıyız • İş ve meslek sahibi olmalıyız • Hobilerimiz olmalı • Sanat, edebiyat, musiki gibi zevkimiz olmalı • Türkçeyi iyi kullanmalıyız (İstanbul şivesi en güzel misal) • Medeni, muaşeret usullerini bilmeliyiz, temiz düzgün, edepli giyinmeliyiz

• Değerlerimizi yaşamalıyız • İnsan, canlılar, çevre hukukuna uymalıyız • Planlı programlı hayat sürmeliyiz • Aile hayatı sürmeliyiz AİLEMİ YÖNETMELİYİM

Bir ailede yaşıyoruz. Hepimizin ailesi var. Aile varlık/varoluş/yaşayış sebebimiz. Aile gücümüz, kuvvetimiz, arkamız, dayanağımız. Aileyi anne baba çocuk kalıbına soktular. Hâlbuki kültürümüzde aile aidiyet hissettiğimiz daha geniş kan bağı çevresidir. Aslında aile bir iklimdir. İnsan o iklimde yaşar. Demek ki varlığımız ailelerin varlığına bağlı. Kural şu kendini yönetemeyen ailesini yönetemez, ailesini yönetemeyen kendini yönetemez. Aile yönetimi ağır mesuliyet ister. • Evrensel kural aile bir bütündür, parçalanamaz. Zira aile insanın ta kendisidir. Bu ruhu kaybetmemeliyiz • Aile sılayı rahim olduğuna göre ailemizi aramalı, sormalı, hemhal olmalıyız • Aile sıcak bir yuvadır. Aile ocağını muhabbetle tüttürmeliyiz MAHALLEMİ YÖNETMELİYİM

Ah o eski mahalleler. O tadı unutan var mı? Biz de şehir demek mahalle demekti. Unutmayalım şehirliyiz ama mahalleliyiz. Bu devirde siteler mahalle büyüklüğünde insan barındırıyor. Siteleri mahallelere çevirmeliyiz. Bir mahallede oturuyoruz, ödev ve mesuliyetlerimiz var. • Mahalle kimliği taşımalıyız • Mahalle aidiyetimiz olmalı • Mahallede hatıralarımız/anılarımız olmalı • Mahallemizi zorlanmadıkça terk etmemeliyiz • Ayrıldığımız mahallelerle bağlarımızı kesmemeliyiz • Mahalle gelenek ve göreneklerini yaşamaya çalışmalıyız • Mahallede selamlaşmalı, hal hatır sormalıyız • Mahallelilerle azda olsa muhabbetimiz, sohbetimiz olmalı • Mahalle mekânlarını yaşamaya çalışmalıyız • Mahallenin acı, tatlı günlerini paylaşmalıyız • Mahallenin ortak mekanlarına uğramalı, insanlarla haşır neşir olmalıyız • Mahalle büyüklerine saygı, sevgi içinde davranmalıyız • Mahalle insanlarını konumu ne olursa olsun yanında olmalıyız • Mahallede veren el olmalıyız SİVİL TOPLUMU YÖNETMELİYİM

Şehir hayatı sivil toplum hayatıdır. Yani şehirde 65


sivil yaşarız. Sivilliğin temelinde özgürlük var. Özgürlüğün temelinde de hak ve hukuk vardır. Sivilleşme yerine itaat kültürüne daha yakınız. Bizde sivil toplumdan ürkmüşüz, kaçmışız. Batılılar çok sivil toplum örgütüne üye olmakla övünürler. Demokrasilerde sivil toplum üyeliğine “insanların yüzü” derler. Kaç sivil topluma üye iseniz o kadar yüzünüz oluyor. Sivil toplumun demokrasilerin temeli ve teminatı olduğunu herkes kabul ediyor. Kabul edelim ki sivil toplum şehirlerin de teminatıdır. Sivil toplumsuz yaşayanlar modern şehirde tutunamıyorlar. Gelecekte bunu gösteriyor. • Sivil toplumlara katılmalıyız • En azından bir spor kulübü, bir kültür, bir sosyal hizmet/yardımlaşma sivil toplum oluşumuna katılmalıyız • Şehirlerde tutunmak için hem şehri dernekleri rağbet görüyor. Hem şehri derneklerinde yer almalıyız • Değerlerimizi, yaşam biçimimizi besleyen sivil toplumlar ile alakadar olmalıyız • Sivil toplumlar insan yetiştiren, lider çıkaran okullar gibidir. Buralar insanı işler. Kabiliyetimize göre sivil toplumlar içinde olmalıyız • Sivil toplumlar şehirlerin nabzını tutar. Şehre karşı görevlerimizi yerine getirecek müsait ortamlara katılmalıyız • Bir yandan şehir, bir yandan sivil toplum kimliğimizi/kişiliğimizi destekler. Bu iki güce sarılmalıyız ÇEVREMİ YÖNETMELİYİM

Eskiden şehirde oturmak ayrı taşrada/kırsalda oturmak ayrıydı. Hatta kültür farkı bile vardı. Şehirde oturanları çevre, doğal hayat fazla ilgilendirmezdi. Ancak dinlenmek gezmek amaçlı tanınır, bilinirdi. Gökyüzünden geçen bulutlar şehirlileri ilgilendirmezdi. Şimdi öyle mi? İklim, mevsimler, yağışlar, sular kırsalda yaşayandan çok şehirlileri ilgilendiriyor. Şehir tamamen doğal hayata bağlı. Sadece doğal hayat olsa, şehir içindekine ne demeli? Şehirlerimiz doğal hayatın içinde var oldukları için böyle bir ihtiyaç yoktu. Sözün özü şehirde, doğal hayatta, şehir içindeki doğal yaşamlarda bileşik kap gibiler. Biri olmadan öteki asla. Demek ki şehirde huzurlu ve mutlu yaşamak için doğaya çevreye karşı ödevlerimiz var. • Kentin temizliğine riayet edeceğim • Kentin yeşil alanlarını ve kent mobilyalarını koruyacağım • Çevre, görüntü ve gürültü kirliliği yapmayacağım sayı//45// nisan 66

• Çevre kirliliği konusunda gördüğüm yanlışların düzeltilmesi için çaba göstereceğim • Kentteki doğal hayatı koruyacağım • Kentteki hiçbir canlıya (karıncada olsa) zarar vermeyeceğim • Kentte her canlının yaşam alanı olduğunu düşünerek yaşam alanlarını bozmayacağım • Canlıların (başta kedi ve köpeklerin) su, yiyecek ve gıda gibi ihtiyaçlarını karşılayacağım • Ağaç dallarını, çiçekleri kırmayacağım • Doğal yer ve toprakları betonla kaplamayacağım • Temiz havayı kirletmeyeceğim Kentimi yönetmeliyim Ben ve bizler veya hepimiz kentte yaşıyoruz. Mademki kentte yaşıyoruz. Kent velinimetimiz. Öyleyse oturalım velinimetimiz ile sözleşme yapalım. Ne dersiniz? Kendimize saygımız kentimize saygımızdır. Kendimi kent ailesinin onurlu bir üyesi olarak görüyorum. Büyük kent aileme karşı ödev, görev ve mesuliyetlerim var. Bunları yerine getirmem oranında kentten isteme hakkım olacaktır. Bu bilinçle aşağıdaki ödev/görevleri yerine getirmeyi boyun borcu biliyorum. • Kentin güvenliğini ve huzurunu bozmayacağım • Kentin ulaşım düzenine uyacağım • Kentimin ve komşularımın haklarına riayet edeceğim • Kentin imar düzenine uyacağım • İnsanlara, kurumlara karşı gerçeğe aykırı beyanda bulunmayacağım • Kente karşı ekonomik, sosyal ve hukuki yükümlülüklerimi yerine getireceğim • Toplum sağlığının korunması için yapılan çalışmalara katkı sağlayacağım • Kentimin doğal zenginliklerini koruyacağım • Kentimin daha yaşanabilir olması için çalışmalara katkı sağlayacağım • Kentimin doğal zenginliklerini koruyacağım • Kentsel sorunların barışçı bir ortamda çözülmesini destekleyeceğim • Bireysel özgürlük sınırımın, bir başkasının özgürlük sınırının başladığı yerde bittiği kuralını benimseyeceğim • İncinmeyeceğim, incitmeyeceğim • Kentin enerjisini boşa harcamayacağım Sizler içinde yaşadığınız şehri ne güzel yönetirsiniz. Hatta yönetmedesiniz. Yine de çorbada tuzumuz olsun diye bir hatırlatma istedik. Eskiler kendilerini başkalarına “fakir” diye tanıtırlarmış. Buna tevazuunun arkasına sığınmak denir. Bizde öyle görülmek istedik. Bağışlayın.


İSTANBUL II

Yazar: Nidayi SEVİM Akıl Fikir Yayınları

Tanıtım: Fatma DERİN

Bu çalışmamızda Eyüp Sultan’dan sonra İstanbul’un en önemli ziyaretgâhları olarak kabul edilen Yahya Efendi, Sün¬bül Efendi ve Aziz Mahmûd Hüdâyî Efendi külliyelerini banileri ile birlikte inceledik. Bu önemli ziyaretgâhlar hakkındaki yazıların büyük bir kısmı hikâye/ menkıbe ağırlıklıdır. Diğer kısmı ise akademik üslupla ele alınan makalelerden oluşmaktadır. Biz çok fazla detaya girmeden bu mekânlar ve burada hizmet veren büyüklerimizi bütün yönleriyle ele almaya çalıştık. Eyüp Sultan’a defnedilen ve türbesi harabe halinde olan Osmanlı’nın 7. Şeyhülislamı Alâeddin Arabî Efendi, haziresinde beş şeyhülislam barındıran Saçlı Ab¬dülkadir Efendi, Yahya Efendi’nin torunu Şaire Hubbî Hatun, 23 yıl bahriye nazırlığı yapan Hasan Hüsnü Paşa, Hafız-ı kütüb İsmail Saib Sencer Efendi ve İdris-i Bitlisi’nin evladı Defterdar Ebulfazl Mehmed Efendi üzerinde durduğumuz önemli simalardan bazılarıdır. İstanbul halkının pek fazla bilgi sahibi olmadığı mekânlar da çalışmada yer almaktadır. İstanbul’un fethinden hemen sonra inşaa edilen Murat Paşa Camii ve Bayrampaşa sınırları içinde yer alan Maltepe Askeri Hastanesi bunlardan bir kısmıdır.

ŞEHİR K İ TAP

KEŞF-İ

ezi-mekân yazılarımızın dördüncü istasyonundayız. Yer Gök Medeniyet, Şehir ve Şuur ile Keşf-i İstanbul’un birinci bölü¬münde kadim medeniyetimizin inceliklerini, pek fazla bilin¬meyen değerlerini incelemeye çalışmıştık. Kâşif keşfe doymaz imiş. Bu dördüncü istasyonumuzda da “İstanbul kazan biz kepçe” misali kültürel ve tarihi mirasımızı keşfetmeye devam ediyoruz.

67


ers çevrilip kumunu eksiltmeye duran bir kum saatidir her doğumla başlayan… … ve her yeni başlangıç sona doğru yolculuğun, adım adım bitişin adıdır.

NE YAZDIYSAM SİLEYİM

VE KENDİMİ BİLEYİM...

“SANAT ve SİLECEK İLİŞKİSİ ÜZERİNE” Herkes bilir ki; yazmanın veya çizmenin ilk şartı temiz bir yüzey oluşturmaktır. Böylece yazmanın anlamı oluşur, böylece çizgiler anlamlı şekillere dönüşebilir ve böylece gelişmenin, ilerlemenin, olgunlaşmanın yolu açılmış olur.

İbrahim BAŞER

Bunun tersi de, yani her bitişin yeni bir başlangıç olduğu bilgisi de yanlış sayılmaz, ki zaten olgun insan, her bitişin yeni bir başlangıç olduğunu görebilen kişidir. O yüzden halk ozanı Yunus Emre gibi, “ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinir”; o yüzden tasavvuf geleneğinin anıt isimlerinden Mevlânâ gibi, hayatın tükeniş noktasını üzüntü imgeleriyle değil “düğün gecesi” benzetmesiyle bir tür şenlik gibi yorumlar… SİLMEK, BAZEN SABAHIN IŞIMASI GECEYİ MAĞLUP EDEREK, BAZEN KARANLIĞIN ÇÖKMESİ IŞIĞI SÜPÜREREK… Gerçekle gerçek ötesi, doğruyla yanlış, başlangıçla bitiş ve nihayet ‘varlık’la ‘yokluk’; bir bütünün iki parçası, bir kuşun iki kanadıdır. Olgun insandan dış âleme yansıyan; iç dünyasındaki tüm fazlalıklarını silmiş, her türlü basit kişisel hırs ve sahip olma ihtirasından arınmış, duru ve yalın ama bir o kadar da etkileyici bir ‘manevi anıt’tır. SİLGECİN YAPTIĞI, SİLİP GEÇMEK… SİLGECİN YAPTIĞI, SUYLA SEVİŞİRKEN HAYATI DÖLLEMEK. SİLGECİN YAPTIĞI, SUYUN PEŞİ SIRA ”… HAMDIM… PİŞTİM… YANDIM …” ZİKRİ. Herkes bilir ki; yazmanın veya çizmenin ilk şartı temiz bir yüzey oluşturmaktır. Böylece yazmanın anlamı oluşur, böylece çizgiler anlamlı şekillere dönüşebilir ve böylece gelişmenin, ilerlemenin, olgunlaşmanın yolu açılmış olur. Hayatın gerçeğini öğrenme macerasında insan önce kendi iç dünyasında bazı kritik noktaları aşar, sonra çevresine söylemeye başlar ki: “-Bu dünya, gördüğümüz tek boyutun ötesinde yeni ve farklı pek çok boyuta da sahiptir. İnsan olmanın erdemi de bulunduğun noktada kalmayıp ilerlemekte gizlidir, güzelleşip güzelleştirmekte gizlidir”.

sayı//45// nisan 68


Aslında insanla insan dışındaki canlıları ayıran en önemli fark da kendini gündelik bazı sıkıntılara sokmak pahasına, basit menfaat beklentilerine girmeden, çevresine faydalı işler yapmak ve insanlığa ışık olacak eserler oluşturmaktan geçer. Günümüz uygarlığı; güzel sanatlardan astronomiye, fen bilimlerinden edebiyata, sinemaya kadar değişik disiplinlerde eser veren bu tip insanlar ve onların yarattığı değerlerin toplamından ibarettir demek yanlış olmayacaktır. SU; YEŞERTEN VE YAŞATAN. SU; SİLEN VE TEMİZLEYEN. SU; İNSANA CAN, SİLGECE DERMAN. SU; ATEŞLE BOĞUŞAN, TOPRAKLA DİDİŞEN, İNSANLA BİLİŞEN, SİLGEÇLE SEVİŞEN… Hayatın gerçeğini kavramış kişi, hem düşünen ve hem de düşündüğünü öncelikle kendi iç dünyasında yaşayan önder insandır. Amacı, kendi iç yükseliş macerasındayken bir yandan da hayatı güzelleştirmektir. YAŞAMAK İÇİN SUYU HAZMETMELİ, YAŞADIĞINI BİLMEK İÇİN İNSANOĞLU ÖNCE KENDİNİ HATMETMELİ… … VE ANLADIĞINA CAN VERMEK İÇİN SİLİP GEÇMELİ, MESAFE KAT ETMELİ. Bütün disiplinlerin birbiriyle sıkı bir etkileşim yaşadığı günümüz toplumlarında, sevgi ve güzellik anlayışının bayrağını artık sanat insanları da taşıyor. Günlük üretilip günlük tüketilen, medyatik ürünlerin sanat değeri taşıyıp taşımadığı konusuna girmeden; salt güzellik, yalınlık ve saf etki oluşturma adına emek koyan, eser koyan kişileri “sanat insanı” olarak tanımlarsak, bu kişilere verilecek en güzel pâye ‘Çağdaş Sûfî’ benzetmesi olacaktır. Gerçekten de, eserini adeta bir doğum süreci geçirerek oluşturan sanatçı, her bitirdiği eseriyle, içinde yaşadığı topluma borcunun bir taksitini daha ödemiş insandır. Zaten sanatçının fonksiyonu, herkesin gördüğünü görüp, herkesin hissettiğini tekrarlamanın çok ötesinde olsa gerektir. “HA” DEMEDEN “HAYY” OLMA MACERASI SÜREGELDİ, SÜRE GİDECEK…

Sanatçı; güzeli, ayrıca süsleyip bezeme ihtiyacı hissetmeden tüm yalınlığı ve saflığıyla ortaya koyan kişidir. Bu uğurda görevi; çirkinde bile var olan güzelliği çıkararak bunu, diğer insanların anlayabileceği bir şekilde yorumlamaktan ibarettir. Bu noktada belirtilmesi gereken bir konu; “silecek” temasını işleme ihtiyacıdır. Görsel sanat deyince akla ilk gelen, dış dünyayı kendince bir stil oluşturup yansıtma içgüdüsünden sıyrılmak ve oluşan tüm bu dogmaları silip, kendi içinden, sanatseverin içine bir ayna tutmak en temel kaygıdır. SİLGECİN YAPTIĞI, SİLİP GEÇMEK… İNSANA DÜŞEN, GERÇEĞİ SEÇMEK. Silgeç teması öncelikle günlük hayattaki yaygın kullanımı dolayısıyla oldukça deşifre bir malzeme gibi görünmekle birlikte, buradan hareketle; zaman kavramı, bireyin iç dünyası, toplumların sosyal dönüşümü, teoloji, tarih, kutsallık, sevgi, iç yükseliş gibi konulardaki “silinme” temasıyla etkileyici yorumlarda bulunmak ve insanları kendileriyle yüzleşmeye çağırmak mümkündür. İNSANLAR DOĞACAK, YAPRAKLAR SOLACAK… …DEVRAN DÖNECEK… “Silecek”, hayatın tüm dominant unsurlarına bağlantı kurarak: “Hayatın gerçeğini kavramak için baktığınız noktada ne gördüğünüzden çok; o nesne ya da kavramın üzerindeki fazlalıkları sildikten sonra iç dünyanızda oluşan yansımadır önemli olan. Ve aslında, bu yansımaların toplamından hayatın gerçeğini yakalamak mümkündür” diyen sanatçı, çalışmasıyla herkesi kendi iç dünyasındaki sildikleri ve sil-e-medikleri kadar, içinde yer aldığımız toplum ve katılaşmış değer yargılarıyla da hesaplaşmaya davet edendir. VE HER ŞEY SİL BAŞTAN SİL GEÇ ! 69


MEHMED SPAHO’DAN ALİYA İZETBEGOVİÇ’E

BOŞNAKLARIN KİMLİK MÜCADELESİ İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar Boşnaklar, devletin asimilasyoncu politikalarına direnmişler, İslami değerlerini başarı ile korumuşlardır. YMO lideri Dr. Mehmed Spaho’nun kaybı ile Boşnaklar başsız ve dağınık bir kalabalığa dönüşmüşlerdir..

Davut NURİLER

Mehmed Spaho

sayı//45// nisan 70

Aliya İzetbegoviç

irinci Dünya Savaşı sonunda hükümranlıkları asırlar boyunca devam etmiş olan çok uluslu iki imparatorluk dağıldı. Bu dağılma sebebiyle Doğu Avrupa ve Balkanlarda ortaya çıkmış otorite boşluğu hâlâ tümüyle giderilebilmiş değil. Balkanlarda, Yunanistan ve Sırbistan’la başlayan ulus devletlerin kurulma süreci Bulgaristan, Karadağ ve Arnavutluk’un bağımsızlıklarını ilanıyla devam etti. Ancak ulus devletler eliyle Balkanlara istikrar gelmeyeceğinin farkında olan dönemin süper güçleri, Sırp-HırvatSloven Krallığı gibi, içinde birden fazla ulusu barındıran, başında Sırp bir kral bulunan, Yugoslavya’yı kurdurdular. Kısa zamanda Sırp milletinin hegemonyasına dönüşen bu krallık da, Balkanlara istikrar getirmedi. Sırp olmayan milletlerin siyasal ve demokratik hak ve taleplerine cevap vermeyen bu monarşi, İslam dinine mensup Türkler, Boşnaklar ve Arnavutlar için ise çok daha kötü hayat şartları getirmişti. Osmanlı dönemini, işgal yılları olarak kabul eden, Osmanlı-Türk düşmanı bir yönetim anlayışı, Müslüman milletleri dost olmayan unsurlar olarak görüyor ve ona göre muamele yapıyordu. 1923 yılında Yunanistan ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti arasında imza edilen mübadele anlaşmasından örnek alan Yugoslavya hükümetleri, başta Türkler olmak üzere Müslüman milletleri tek taraflı olarak Türkiye’ye sürme planları hazırlayıp yürürlüğe koydular. Yeni Sırp-Hırvat-Sloven devletiyle gelen bu baskı ve sıkıntılara rağmen Müslümanlar, kısa zamanda teşkilatlarını kurdular. Önce Üsküp’te “İslam Milletleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” kuruldu. 20’li yılların başında ise Saraybosna merkezli Yugoslavenska Müslimanska Organizacija (YMO) adı altında geniş hedefleri olan oluşum teşekkül ettirildi. Zamanla tamamen siyasi partiye dönüşecek olan bu teşkilatın başkanlığına Saraybosna Sanayi ve Ticaret Odası Sekreteri Dr. Mehmed SPAHO getirildi. Spaho, Viyana’da hukuk ve doktora tahsili yapmış Avrupa siyasetine vakıf, aynı zamanda Boşnak milletinin değerlerine bağlı aydın bir kişiliğe sahipti. Sancak dahil, Boşnak dünyasının siyasi birliğini sağlamayı başardı. 1939 yılında Belgrad’da otel odasında ölmüş halde bulununcaya kadar, YMO’nun başkanlığını yaptı. Yugoslavya Krallığı’nda uygulanan devlet politikaları, Boşnakları Osmanlı mirasından gelen milli kimliklerinden


koparmaya yönelikti. Boşnaklarla, komşuları Sırp ve Hırvatlar arasında başta dünya görüşü olmak üzere, her alanda ciddi farklılık vardı. Günlük hayattan, giyim kuşama, müziğe kadar kimin hangi dinden olduğu açıkça fark edilebilirdi. Müslüman erkekler, başlarında fesle gezer, kadınlar ise peçe takardı. Hatta şehirler, Boşnak, Sırp ve Hırvat mahalleleri şeklinde düzenlenmişti. Başşehir Saraybosna’da Yahudiler önemli bir nüfusa sahipti. Müslümanların, ağır cezalık olmayan aile ve miras gibi hukuki davalarına şer’i mahkemeler bakıyordu. Osmanlı döneminden kalma vakıf ve onlara bağlı okulların Osmanlı mirası müfredatı, geleneksel İslami yapısı korunuyordu. Saraybosna merkezli dini riyaset kurumu Ezher Üniversitesi’ne öğrenci göndermeye, İstanbul ve diğer Müslüman toplumlarla irtibatı devam ettirmeye çalışıyordu. Hatta 1928 yılında, Saraybosna’da İslam dünyasının farklı ülkelerinden gelen ilim adamlarının katılımı ile, İslam dünyasının içinde yaşadığı problemlerin tartışıldığı İslam Alimleri Danışma Toplantısı bile organize edilmişti. O günlerin en çok tartışılan konusu Müslüman kadınların yüzlerini örtmeden evlerinden dışarı çıkmalarının dini hükmü üzerineydi. Yukarıda sayılan ve Müslüman Boşnakları Sırp ve Hırvatlardan ayıran bu kadar özelliğe rağmen Belgrad rejimi, Boşnakları ve diğer Müslüman milletleri, Hırvat ve Slovenler gibi bir millet olarak tanımamakta ısrar etmiş ve devlet kademelerinde hiç yer vermemiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar Boşnaklar, devletin asimilasyoncu politikalarına direnmişler, İslami değerlerini başarı ile korumuşlardır. YMO lideri Dr. Mehmed Spaho’nun kaybı ile Boşnaklar başsız ve dağınık bir kalabalığa dönüşmüşlerdir. İkinci Dünya Savaşı’nı da bu belirsizlik içinde karşılamışlardır. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI İLE GELEN DARBE

İkinci Dünya Savaşı boyunca devam eden çatışmalarda Boşnaklar saldırgan ırkçı iki güce (Hırvat Ustaşa ve Sırp Çetnik) karşı mücadele vermiştir. Savaşın son iki yılında anti-faşist cephede komünist partizanlarla birlikte işgalci Nazilere ve işbirlikçilerine karşı Bosna’da mücadele veren Boşnaklar, işgalcilerin mağlup edilerek Yugoslavya’nın bağımsızlığa kavuşmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ancak savaşın bitiminden hemen sonra yeni devletin yapısı oluşturulurken, 6 federal devlet, 5 millet rezaleti ile Boşnaklara ezici bir darbe vuruldu. Nüfusları, Boşnakların altıda biri olan Karadağlılar ve Makedonlar

millet statüsü kazanırken, Boşnaklar Sırp veya Hırvat olmayı kabul etmek gibi inanılması zor bir tercihe mecbur edildi. Dini bir cemaat kabul edildiler. Her fırsatta milletlerin eşitliği lafını dilinden düşürmeyen Tito ihanet olarak da nitelenebilecek bu ihlalin bir numaralı sorumlusudur. 1948 yılındaki nüfus sayımı bu rezaletin kayıtlarını ihtiva eder. Siyaseten organize olamayan Boşnak milleti bu skandal karara karşı haklarına sahip çıkamadı, direnemedi. Kabullenmek zorunda kaldı. On yıl sonra aynı Tito, Boşnak milletini Müslüman adı altında bir millet olarak tanıma mecburiyetinde kaldı. Yıllar geçti, çok partili siyasi düzenin kurulmasından sonra 90’lı yılların başında Yugoslavya dağıldı. Çoğunluk nüfusunu Boşnakların oluşturduğu Bosna–Hersek devleti bağımsızlığını ilan eder etmez içerden dışarıdan, havadan karadan, silahlı saldırıya uğradı. Irkçı faşist fikirlerden bir türlü kurtulamayan iki komşu, Bosna’nın bağımsızlığını ve Boşnakların özgür yaşamasını kabullenemedi; hâlâ da aynı yanlışta ısrar ediyorlar. Boşnak milleti bu şerefli hürriyet mücadelesini Aliya İzetbegoviç liderliğinde başarı ile yürüttü. 1920’li yıllardan bu tarafa Boşnak milletinin insan haklarını gasp eden, “Siz Ortodoks dininden sapmış Sırplarsınız,” diyerek kimlik dayatmaya çalışan Belgrad rejimi, bu onurlu direniş karşısında şaşırdı. Boşnakları esir kamplarına doldurdu, kitlesel soykırımlarla sindirmeye, diz çöktürmeye çalıştı. Ama Aliya izetbegoviç’in Birleşmiş Milletler’de tüm dünyaya haykırdığı gibi oldu. “Kurtuluş mücadelesi veren milletler kaybetmez,” dedi ve öyle de oldu. Boşnaklar cephede kaybetmedi. Dikkatle incelendiğinde Boşnaklar millet olmak için gerekli tüm şartlara fazlasıyla sahiptir. Nüfus, dil, tarih, Sevdalinka müziği ve Osmanlı gibi evrensel zengin bir medeniyetin mirasçıları olmaları, onları millet saymak için fazlası ile yeterliydi. İstiklal mücadelesinin zor zamanı, 1993 yılında toplanan tarihî ilk Büyük Boşnak Kurultayı’nda alınan karara dikkat çekerek yazımı bitirmek istiyorum. 1993 yılını 27-28 Eylül günlerinde kuşatma altındaki Saraybosna’da toplanan kurultayda milletin BOŞNAK adı ile anılması kararı ittifakla alındı. Osmanlı’nın gönderilmesinden bu tarafa devam eden asırlık kimlik mücadelesi böyle tarihi ve mutlu bir kararla noktalanmış oldu. Boşnak Kurultayı’ndan sonra Dayton Barış Anlaşması ve diğer gelişmelere gelecek sayıdaki yazımızda devam edelim. 71


SÖZ SULTANLARI Eski kültürümüzde güzel konuşan, düzgün söz söyleyen kimseye ‘sühan-ârâ’; edebi değeri olan, fasih konuşan kimseye ‘sühanver’; şiirsel akıcılıkta söz söyleyen aynı zamanda ateşîn hatiplere ‘sühan-perdâz’ söz sahibi denilir.

Muhsin DURAN

ahvaltısını yapmakta olan Harzem Şah’ı, şâire olan eşine “Vezirimle yapılmakta olan külliyemi ziyarete gideceğim. Bakar mısın hava nasıl?” dedi. Eşi, pencereden etrafa şöyle bir göz atarak “Mevsim-i şita şahımın atının ayakları altına gümüşten halısını sermiş” diye cevap verdi. Şah, eşinin bu şiirsel sözlerinden dışarıya kar yağdığını anladı, mütebessim bir edayla başını salladı. Güzel, edibane sözler insanda olumlu, hoşa giden mutluluk izleri bırakır. Muhatabının psikolojisini düzeltir. Tıpkı kaba ve çirkin ifadelerin insanı incitip moralini bozduğu gibi. Eski kültürümüzde güzel konuşan, düzgün söz söyleyen kimseye ‘sühan-ârâ’; edebi değeri olan, fasih konuşan kimseye ‘sühanver’; şiirsel akıcılıkta söz söyleyen aynı zamanda ateşîn hatiplere ‘sühan-perdâz’ söz sahibi denilir. Yine edebiyatımızda bir manzumenin zorlanmaksızın hatıra geliveren en güzel beytine ‘berceste’ denilmekte. Bir kasidenin sonlarında onu nazmedenin isminin bulunduğu beyte de ‘taç beyit’ denir. Belli ki bu beyit kasidenin ölçülüp değerlendirildiği beyittir. Çünkü bir sanat eseri biraz da onu yapan ustaya göre değer kazanır. Şairine nispet edilerek değeri tartılır. Dolayısıyla her manzume, beyitte adı geçen şairin olgunlaşmış meyvesidir. Su Kasidesi Uzun yıllar sonra Su Kasidesi’ni hazzına vararak bir daha okudum. Taç beyit şöyle: ‘Yüm-ni na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü-i şehvâre su’ Fuzûli’nin sözleri Nisan bulutlarından dökülen iri damlalar misali şahların giysilerine taktığı iri iri inciler haline dönüşmüştür. İnanışa göre her yıl Nisan ayında istiridyeler denizden karaya çıkarak ağızlarını açarlar ve bir yağmur tanesi yutarak denize geri dönerlermiş. İşte o güzelim inci bir Nisan yağmuru damlasından oluşurmuş. Şair bu olaya telmih yapıyor. Fuzûlî anılınca âşıkların gözlerinden yaş eksik olmaz. Akıllarına hemen Su Kasidesi gelir. Efendimiz için yazmış olduğu kaside olanca ihtişamıyla ona âşık olan kimselerin hayallerinde canlanır. Âşıklar kendi gözyaşları gibi yeryüzündeki bütün nehirlerin de Efendimize kavuşmak arzusuyla asırlar boyunca başlarını taştan taşa vurarak aktığını ya okyanuslarda önünün kesildiğini ya da uçsuz bucaksız çöllerde yutulup kaybolduğunu ve O’na kavuşamayıp kendileri gibi hasretlerinin devam ettiğini bu manzumeden öğrenirler. Bu iman hali Efendimizin âşıklarına bir ömür boyu taze hayat

sayı//45// nisan 72


sevinci sunarak yaşamalarını sağlar. İnsanlığın hasret duyduğu O’nun mütevazı ama ihtişamlı hayatı olanca haşmetiyle gözlerinin önünde bir ömür boyunca tablolaşır, hiç kaybolmaz. O’na kavuşamayan, O’nu göremeyenlerin bitmeyen hasreti gönüllerde bir ukde olarak kalır. Kalır ama dünyalarındaki bu hasretin kavuşmaktan daha etkili olduğunu, kendilerini olgunlaştırdığını artık bu hasretle yaşamaya gönülden razı olduklarını da böylece anlamış olurlar. Fuzûlî’den yüzyıllar önce bu vadide nice sözler söylenmişti. Bunlardan birisi de, Efendimizin “Dişlerin dökülmesin” diye dua ettiği ve “Cebrâil (a.s.)’la takviye edildi” buyurduğu Şâir Hassan bin Sabit(r.a.) idi. “Ben sözlerimle Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i övmedim, övemem ama O’ndan bahsederek sözlerimi methettim, kıymetlendirdim.” demişti. Benzer bir ifadeyi Mevlânâ Câmî’den de duymuştuk. Belâgat ustalarından söz sultanı, Mevlânâ Câmî’nin bir başka olan şu sözleri de edebiyat harikası olarak asırların dillerinde dolaşıp durmuştur. İsterseniz Osmanlı Türkçesi’nin kulağımızı ziynetlendiren musikili kelimeleriyle nakledelim. “Mahsûdu iblis-i pür telebbüs olan Adem’i, ervâh-ı mukaddeseye karşı lütfu mahsûsun ile mükerrem kıldın. Yoksa makam-ı v’âpesîn-i zerre-i hâk-i huveyliddir.” (Allah’ım! Çok tuzaklarla (silahlarla) donanımlı şeytanın ifsadına maruz kalan Adem’i, diğer mukaddes ruhlardan farklı olarak özel lütfunla (korudun) ikramlandırdın. Lütfun olmasaydı Adem oğlunun) makamı herkesçe bilinen (ilk yaratıldığı) toprak olurdu.(Alçalırdı) “Tarîk-ı aşkın rehzi nâni bî bâk ile hatarnâkdır. Yâver-i bedraka-i inâyetin olmaksızın menzil-i maksûda duhûl nasıl mümkün olabilir?” (Allah’ım! Senin aşkına düşen kimsenin yolu her an tehlikeli eşkiyaların kesebileceği bir yoldur. Yaver-i ekremînin (büyük komutan) Efendimizin (s.a.v.) kılavuzluğu olmaksızın gitmek istediğimiz yere ulaşmak nasıl mümkün olabilir?) “Çarh-ı berîn her sabah senin mihrinle câme-i nilgûnunu çâk eder. Gül ve lâle gibi, hâr ve hâşak dahî senin perverde-i iber-i rahmetin, ihsan dîde-i Rububiyetindir.” ( En yüksek gök her sabah senin güneşinle lâcivert elbisesini yırtar, aydınlanır. Senin beslediğin bulutlarla sulanan gül ve lâleler gibi, diken, çörçöp dahi temizlenmek için yine senin ihtiyaç sahiplerini gören ve gözeten Rubûbiyetine, rahmet damlalarına muhtaçtır.) Beşer içerisinde söz sultanlarından birisi var ki onun sözleri

edebiyatın zirvesine oturmuş. Yeryüzünde hiçbir insanın sözü O’nun sözlerinden daha fazla kitaplara geçmemiş. Bir ömür boyunca söylediği sözler yere düşmemiş. ‘Kütüb-ü sitte’ (altı takım kitap) de ancak toplanarak kayda geçmiş bir söz sultanı… Gerçi kendisi beşerdi ama “O boş söz söylemez” idi. “Ne söylemişse vahiy”di. diye sözleri teyit edilmiştir. O’nun sözleri hem mu’ciz nümâ (mucizeli) hem de i’caznümâ (edebiyatın inceliliklerini içeren fasih) sözlerdi. O, Seyyidel evveline vel âhirin... Öncekilerin ve sonrakilerin efendisi… Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizdi. Bir keresinde ashabının meclisinde tenezzül buyurarak ayağa kalkmış, su getiren arkadaşlarının elinden su kırbasını almış, onlara su dağıtıyordu. Meclise yabancı ülkeden gelen bir sefir girdi, selam vererek topluluğa seslendi “Bu kavmin efendisi (reisi) kimdir?” Herkes susmuş bakışlarını O’na yöneltmişlerdi. O ise sırası gelen ashabının kabına su doldurmuş ve göğsünü sesin geldiği yöne tam olarak çevirmişti. Yabancı sese “Kavmin efendisi kavmine hizmet edendir” hitabıyla hem kendisini tanıttırmış, hem de kıyamete kadar gelecek insanların içerisinde milletine karşılıksız hizmet eden (idareciler de dahil) bahtiyarları, efendileri, beyefendileri fasih, beliğ üslupla bize tanıtmıştı. Bütün bu beşeri güzel sözlerin yanında bir söz daha var ki o da ‘kelâmullah’ olarak bilinen Allah’ın sözü… “Eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içindeyseniz, hadi onun benzerinden bir sûre meydana getirin! Allah’ın dışındaki destekçilerinizi de çağırın. Eğer doğru sözlü kişilerseniz.” diye beşer sözlerine meydan okuyan bir söz. Sözün muhatapları bir benzerini getirseydiler kolayca mücâdeyi kazanmış olacaklardı. Ancak bu kolay (!) işi yapamadılar. Zoru tercih ettiler. Şâir Lebid ve yine şâire olan kızı Ukaz panayırında bir şiir yarışmasında çadırda bulunuyorlardı. Dışarıdan bir ses işitildi. Lebid çadırın kapısına yaklaştı. Bu Allah kelâmı Kur’an dan bir ayetti “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” Lebid hemen secdeye kapandı. Kızı telaşlandı “Baba yoksa Müslüman mı oldun? Şâir cevap verdi “Hayır kızım bu sözün belâğatine, edebî üstünlüğüne secde ettim” dedi. Ne garip değil mi? İnsanın edebiyat, şiir, sanat adına Doğu ve Batı klasiklerinin tamamını okuyup da bir kez dahi olsa edebin ve edebiyatın kaynağı Kur’an-ı Kerim’i okumaması? Dosta yaraşan 73


ÇEKİÇ İLE ÖRS ARASINDAKİ HÜKÜMDAR;

SULTAN II.

ABDÜLHAMÎD Sultan Abdülhamid’den sonra olanlar onun tabutunu dahi saltanat makamına layık gördürecek kabilindendi. Seyfullah ERKMEN

ultan Abdulhamid Han diyoruz. Hele ki bugün, yani yarım asırdan ziyade Filistin topraklarının gasıbı olan İsrail’in yaptıkları görüldükçe aklımızda o muhteşem insanın mücadelesi gelmektedir. Sultan Hamid’i tek bir yere bakarak anlamak mümkin mi diyorum bazen, evet aslında bir yere bakarak büyük bir intiba ediniyor insan. Dr. Atıf Bey’in günlüğü. Yahu insan sormaz mı “Doktor Bey hiç insan ilk defa ünsiyet kurduğu bir insana onu muayene ettikten sonra kendisine iltifat etmesinden dolayı “Bugün yine murailik (iki yüzlülük) gösterdi” diye not düşer mi defterine? Oysa doktor insan bir hastalığı tam bilmezse onun için reçete bile yazamaz, hadi belki aciliyetten umumi bir ilaç yazmış olsun, sen de şüpheyle yaklaşıp bir acaba deyiverseydin notlarınla. O zaman tarih sana demez mi ki bundan önce ne tür bir ünsiyetin vardı da şimdi sana iyi davranmasıyla o davranışları birbirine zıt görmektesin? İşte tahttan indirildikten sonra mahlu’ Sultanın ilk defa doktorluğuna tahsis edilmiş biri henüz onu tanımadan geldiği dolduruşları nasıl da satırlaştırmışsa çoğu insanımızın hali Atıf Bey’in yaklaşımında tezahür etmiştir. Tabi Sultan Hamid’in Dr. Atıf’ın kardeşini sürgün etmesinden doğan şahsi kini de unutmamalı. Sultanın bir nevi şahsi menfaat ve kinlerle mücadele ettiğini de böylesi hadiseler ortaya koymaktadır. Onun milletiyle bir sorununun olup olmadığını işte tarih gün geçtikçe hakkını eda etmekle ortaya koymaktadır. Her ne ise tahtı Sultan Abdulhamid’den edenlerin, evet yanlış değil Sultan Abdulhamid’i tahtından edenlerin değil tahtı Sultan Abdulhamid’den edenlerin denmesi daha doğru olacaktır. Çünkü tahtın ona muhtaç olduğunu devleti ondan devralanların, devraldıktan sonra lisan-ı hal ile hatta bazısının lisan-ı zahir ile “İşte bakın bin türlü bahaneler ve iftiralarla tahttan indirmeye muvaffak olduğumuz Sultan’dan aldığımız mirası ne hale getirdik” demişlerdi. Bir iki satır evvel tahtı sultandan etmek tabirini kullanmış idik ki bunu en güzel tasvir edecek kelimeler belki de Ahmet Rasim’in şu mısralarıdır; Sen değil naşın hükümdar olsa elyaktır bize Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus. Sultan Abdulhamid’den sonra olanlar onun tabutunu dahi saltanat makamına layık gördürecek kabilindendi. Bu şiir ayarında Sultan Abdulhamid’e yazılan gerek övgü gerekse de pişmanlık ifade eden şiirlerin çokluğu cümlenin

sayı//45// nisan 74


malumudur. Bunları zikretmektense hemen çoğu kimsenin bildiği Fethi Okyar’ın Sultan Abdulhamid karşısındaki vaziyetini az da olsa farklı bir açıdan göz önüne alalım. Bundan önce bir anti-parantez kabilinden söylemek gerekir ki “Sultan Abdulhamid evhamlı değil tedbirli bir padişahtı” sözünün doğruluğunu kendisini tanıdıkca anlamaktayız. Bunun en etkili yolu onun devrindeki hadiseleri, onun devrine uygun olarak değerlendirmekten geçmektedir. Zira Abdülhamid’in saltanatı vaktinde hortlamış olan siyonizm davası, kendisinden önce başlayıp kendi devrinde vahamet kespeden Mısır Meselesi, Sudan Meselesi, kaynayan Balkanlar, Girit Meselesi, Ermeni komitelerinin azılı faaliyetleri daha başka irili ufaklı meseleler derken Sultan Abdülhamid’in sadece evhamlı olması belki de büyük bir itidal idi. Bugünkü İsrail’in o gün temellerini atmaya çalışan Theodor Herzl’e hatıratında “… sonra Sultan Abdülhamid’i düşündüm, belki o tam tahayyül ettiğim gibi bir patrondur” (Siyonizm ve Türkiye, Doç.Dr. Yaşar Kutluay, Bilge Karınca Yay. 2013, s.2015) diye not düşürecek kadar bu Siyonist’e avucunu yalatan bir hükümdar elbette ki kendisini anlamayanlara ister istemez “Abdulhamid’de her şeyi ben yaparım, her şeyi ben bilirim tavrı vardı” dedirtecekti. Bu kaçınılmaz idi. Esefle söylemek gerekir ki kaderin Sultan Abdülhamid’e biçtiği kaftan, onun da Sultan Vahidüddin gibi çekiç ile örs arasında kalmaktan ibaretti. Tedbirleri ve hareketleri onun kopacak bir Dünya savaşının farkında olduğuna delalet etmektedir. Bizde tarih kimilerinin zannettiği gibi “geveze bir ihtiyar” olarak kalamaz, kalmamalı. Bugün Sultan Abdülhamid’in “kan ile alınan topraklar kan ile verilir” sözü ondan ders alınması lazım gelirken Sultan’ı haksız yere baskıcı bir hükümdar olarak tanıtmaya devam eden güruhun da kulaklarında çınlamasına karşın İsrail ikinci Başbakanı Şaret’in Arap savaşına müteakip işgal ettiği topraklardan çıkılması söylenince “… Ancak İsrail harple kazandığı toprakları harpten başka bir şeyle terk etmez” (Akis, 19 Kasım 1955, Dünyanın Barut Fıçısı; Ortadoğu başlıklı yazı, s.20) sözüyle vaktiyle kendilerine verilen cevaptan nasıl ders aldıklarını açıklar gibi bu sözü sarf etmekteydi. Ve yine Sultan Abdülhamid idi ki birçok Avrupalı yazara parmak ısırttığı gibi Alman yazar Dagobert Von Mikush’a şu satırları yazdırmakta idi; “… Bu halde de Avrupa’nın

en mahir diplomatları seviyesinde tutunmaya devam ediyor; onların hile ve dolapları izalesi mümkün çocukça oyunlar türünden idi” (Bir Milletin Dirilişi – Hüseyin Kazım Kadri, Pınar Yay. Sad: Ömer H. Özalp, Mehmed Nizameddin Özalp, 2008, s.50 ) İşte bu satırlar idi ki ateşli bir ittihatçı olarak vasıflandırılan ve İttihat-ı Terakki komitesinin meşrutiyetin ilk beyannamesini onun kalemine havale edecek kadar kendisine güvendikleri Ali Fethi Okyar Sultan Abdülhamid’i şu satırlarla vasıflandıracaktı; “Otuz iki yıllık saltanatı süresince her biri bir tahtı devirmeye yetecek badireleri başarı ile atlatmış hakan. . .” Az yukarıda bahsine temas ettiğimiz Fethi Okyar’ın ahvaline temas etmek Sultan Abdülhamid’i anlamamıza yardımcı olacaktır. O gençlik saikasının kendisini coşturan talebelik yıllarında bir an heyecana gelecek ve parmağıyla Yıldız Saray’ını işaret ederek “Hep onun başının altından çıkıyor bunlar, sarayı başına yıkılmadıkça rahat yok. Elime fırsat geçerse altına bomba koyardım” demekteydi. (Çankaya – Falih Rıfkı Atay, İstanbul, 1969, s.127) Demekteydi lakin sarayın yıkılması tabiriyle eğer ki Sultan Abdülhamid’in düşüşü kastedildiyse o saray Osmanlı’nın temelleriymiş de yıkılınca devlet de ittihatçıların üzerlerine yıkılıvermişti. Ancak kaderin hazin cilvesidir ki Fethi Okyar Sultan Abdülhamid’i bir padişah olarak değil bir vatandaş olarak daha sade ve samimi olarak Yıldız Sarayı’ndan alacak ve onu mahpus olarak bir vakit kalacağı Selanik Alatini köşküne götürüp 113 gün gibi neredeyse 4 aya yakın bir süre muhafızlığında bulunacaktı. Bu süre zarfında değil o eski nefretten eser kalması ona sevginin de fevkinde bir muhabbet besleyecekti. 75


Sevginin fevkinde demekle neyi kastettiğimizi ve Sultan Abdülhamid’in kendisinde nasıl bir hayranlık uyandırdığını buyurun Fethi Bey’den dinleyelim; “Sultan Abdülhamid kadar nazik, terbiyeli buna rağmen karşısındaki ile mesafesini muhafaza eden şahsiyet görmediğimi söyleyebilirim” diyor ve o “altına bomba koyardım” diyen gencin kendisi değilmiş gibi bir adım daha ileri atarak “Benim şahsımdan çok temsil ettiğim ordunun manevi varlığı için olduğu kadar kendisine hürmet etmek çabamın samimiyetinin de mükafatı olarak diyebilirim ki beni “Beyefendi oğlum iltifatkâr hitabına layık görüyordu” (Üç Devirde Bir Adam, Fethi Okyar, Tercüman yayınları, İstanbul, 1980, s.58-59) Görülüyor ki Fethi Bey Sultan’ın “Beyefendi oğlum” iltifatını da göğsünde nerede ise bir hakan-ı sabıkın hamidiye nişanı olarak görmektedir. Sultan Abdülhamid aslında bir pişmanlıklar denizi ve onda boğulmayanlar yani onun devrini müşahede edip onu manevi bir kardeş yahut atadan yakınlıkta neredeyse amcası derecesinde görüp ona evvelinde muhalif olmayıp sonrasında pişman olanlar kervanına katılmayanlar parmakla gösterilecek kadar azdır. Nitekim bir insanı gerçek manada anlamak, hele ki Sultan Abdülhamid gibi bir padişahı anlamak “onun sahip olduğu fikri ve manevi itikata sahip olmaktan” geçmekteydi. Bu devri az da olsa okuyanlar Sultan Abdülhamid’e herkesin kendince başka sebeplerden dolayı sayı//45// nisan 76

muhalif olduklarına rastlanmaktadır. Hatta bazen öyle oluyor ki padişahın düşmanlarına düşmanlık duyanların bazısının padişaha da muhalif olduklarını gören okuyucuların bu ne yaman çelişkidir diyesi gelir. Nitekim buna misal vermek gerekirse aklımıza ilk perdeden Ermeni komitelerinin faaliyetlerini arttırdıkları dönemin Zaptiye Nazırı Hüseyin Nazım Paşa gelmektedir. Hüseyin Nazım Paşa Ermenilerin Bab-ı Ali baskını teşebbüsleri gibi büyük faciaları önlemiş bir devlet ileri geleni olarak Sultan Abdülhamid’i Ermeni komitecilerin ayaklandırdığı milliyetçilere karşı yumuşak ve pederane bir üslup takınıp bu müfsit komitecilere karşı sert tedbirler almak için kendisine Jandarma ve Polis kuvvetlerinin haricinde askeri kuvvetten de takviye vermemesinden yakınmaktadır. Ermeni komiteci milliyetçilerin katliam yapmakla iftira attıkları Sultan Abdülhamid’e, aynı meselede yumuşak davranmakla kabahat bulan Zaptiye Nazırı arasında yani çekiç ile örs arasındaki bir hükümdardan bahsediyoruz; Sultan Abdülhamid. Ve diyordu ki Hüseyin Nazım Paşa “Ermeni vukuatına karşı gelmek gayesiyle tarafımdan gösterilen kati lüzum üzerine muaveneti askeriyeye müsaade edildiği zamanlarda bile mecburiyet bile olsa askerin silah isti’maline (kullanmasına) imkan bırakmayacak kayd-ü şartlar vazedilmişti (konmuştu); binaen aleyh Abdülhamid’in Ermenileri katliam ettirdiği tamamen yalan ve iftiradır.” (Hüseyin Nazım Paşa, Hatıralarım, Selis Kitaplar, İstanbul, 3.Baskı, 2007, s.49) Hasılı o buhranlı devri anlamaya çalışırken aklımıza Hertbert Adam Gibbon’s’un Osman Gazi Hakkında söylediği şu sözlerin bir benzerini Sultan Abdülhamid için sarf etmek gelmektedir. Gibbon’s der ki ; "Mutaassıp tabiri; dini gayretle müthiç olmak ve dinini hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa, Osman Gazi mutaassıptı. Fakat ne kendisinin ne de doğrudan doğruya haleflerinin tesamuhkarlığına (müsamahakar davranmasına) söz yoktur" ( Ragıp Hulusi Tercemesi, 1929, s.38) Bizim de zihnimizde oluşuyor ki “Eğer kendi devlet ve milletinin menfaatini bir güruhun milliyetçi veya dış mihrakların saikiyle çağlayan isteklerinin üzerinde görüp bu doğrultuda mücadele etmek istibdat ise; evet Sultan Abdülhamid müstebit idi.” -Bu makaleyi teferruata girmeksizin ana hatlarıyla yazdım. Hürmetlerimle...


ANADOLU’DA BAHAR Şimdi Siverek’ten Diyarbakır’a doğru uzayan yoldayız. Etrafımızda sarı papatyalar, kırmızı gelincikler, Karacadağ bir bulut gibi kaynıyor uzaklardan. Mehmet BAŞ

Yollar bir kitap gibi açılırken önümüzde biz en güzel sayfaları not etmeye devam ediyoruz. Diyarbakır beline taştan bir kemer sarmış vakur ve gururlu bir şekilde öylece bekliyor. Urfa kapıdan içeriye bir kuş gibi süzülüyoruz. Kırklar dağından bir kuş havalanıyor Ulu camiinde bir ezan okunuyor, Gazi Köşkünde zamanı bir bardak çayın içinde yavaş yavaş eritiyoruz. “Diyarbakır şad akar, Urfa Mardin’e bakar, Diyarbakır kızları, kibritsiz kandil yakar” türküsü dilimizden bir nehir gibi akıyor akıyor. Dicle’nin suları geçilmesi imkânsız yerlere doğal bir yol açmış. Ferhat’ın dağları delmesi gibi Dicle’de serin suların sihirli dokunuşu ile kayaları parça parça etmiş. Urfa Fırat’ın Diyarbakır Dicle’nin mektubunu gönderiyor Bağdat’a. Bu mektubun birleştiği yerde İslam medeniyetinin en güzel eserleri yazılmış. Aslında bizim medeniyetimiz her mevsimi bahar olan ve destanı sularla yazılan bir nehir medeniyetidir diyebiliriz. Yolumuz karlı dağları gözlüyor şimdi. Bingöl yaylalarında kuzuların sesine karışıyor türkülerin sesi. Bingöl dört dağ içinde bir gül gibi açılıyor. Dağlar bir aslan gibi kükrüyor düşlerin mahşerinde. Peri suyundan bir avuç su içiyoruz. Şerafettin dağlarından baharın ayak sesleri geliyor. Bingöl’e bahar çok yakışıyor.

imdi Siverek’ten Diyarbakır’a doğru uzayan yoldayız. Etrafımızda sarı papatyalar, kırmızı gelincikler, Karacadağ bir bulut gibi kaynıyor uzaklardan. Urfa’dan Harran’a giden bir araçtayız. Harran ovası bir büyük denizi andırıyor. Baktığımız her köşede baharın çıldırtan sesini duyuyoruz. Urfa dağlarında gezen ceylanlara, Tek Tek dağlarında açan peygamber çiçeklerine selam ediyoruz. Bahar, Harran’ın bereketli topraklarda peygamberlerin teriyle açılan bir gül gibi yansıyor hayal aynamıza. Urfa güzellik ülkesinin başkentinden bize seslenmeye devam ediyor. Şimdi Siverek’ten Diyarbakır’a doğru uzayan yoldayız. Etrafımızda sarı papatyalar, kırmızı gelincikler, Karacadağ bir bulut gibi kaynıyor uzaklardan. Yol boyunca tatlı bir rüyayı yaşıyor gibiyiz. Taşlı kırların yüzünde sulardan küçük birer ada. Kayalar parça parça olmuş ve yüzlerce kilometrelik bir alana tek tek dağılmış. Burası derin bir ovadan Anadolu yaylasına doğru yükselişin başladığı yer. Burası Anadolu kıtasının derin bir aşkla ve karşılıksız sevgiyle dolarak seller gibi çağladığı yer.

Karlıova’dan geçiyoruz Erzurum dağlarına doğru yolumuz çiçeklerle doluyor. Dilimizde Erzurum dağları kar ile boran türküsü, Palandöken üstünde kuşlar uçuyor. Şu yüksekten uçan kuş sakın Hüma kuşu olmasın. Erzurum taşın desen desen işlendiği başı dik vakur bir destanı andırıyor. Ay yıldızlı bayrağımız bir mühür gibi vurulmuş Palandöken üstüne. Cumhuriyet caddesinden Taşhan’a doğru ilerlerken zamanı bir Oltu tesbihinde yavaş yavaş damıtıyoruz. “Hani yaylam hani senin ezelin” türküsünü söylüyor Erzurum güzelleri. Şimdi Muş’un lalelerle dolu ovasından geçiyoruz. Yanımızda yeleleri rüzgârı süzen bir beyaz at geçiyor. Muş ovası bir deniz kadar açık bir deniz kadar gizemli. Murat nehrinin sularında köpüren bembeyaz bir düşe dönüyor saatler. Dilimizde “Karası akar boyunca, Murat suyu gider ince, dolaşır gider boyunca, şen olasın Muş Ovası” türküsü hiç durmadan söyleyip gidiyoruz. Anadolu yeşilin farklı tonlarına karışan renkleri ile açan çiçekleri ve akan sularıyla çılgın bir baharın koynundadır artık. Patlayan çiçeklerin dilinde gökyüzü maviliğin burcundadır. Van gölüne doğru esen rüzgârlar bir rüyayı andıran gemilerle sürüklenir durmadan. Güvertesinde baharın umudu, nevruz çiçekleri ve aşk vardır. 77


DİYARBAKIR KUYUMCULUK SANATI VE

MİMARİ ETKİLERİ Selçuklu devrinde önemli madeni eşya üretim merkezleri arasında Diyarbakır’ın adı geçmektedir. Örnek vermek gerekirse; 1122 de Diyarbakır’ın ilçeleri olan Ergani ve Zülkarneyn kaleleri civarında bakır madeni bulunur ve işletmeye açılır. Böylece bugünkü Maden ilçesi kurulmuş olur.

Nuri DURUCU

lde edilen bulgulara göre Çayönü halkının süslenmeye oldukça düşkün olduğu bilinmektedir. Ergani Ovası’nın toprağının özelliğinden ve organik maddelerin kolay kaybolur niteliğinden dolayı günümüze kalan taş, kemik, kavkı, diş, malahit ve bakır gibi maddelerden üretilmiş bulguların dışında, birçok eser toprağa karışmıştır. Köyün ilk sakinleri hemen yakınlarındaki tatlı su kaynaklarından topladıkları salyangozlardan ve çevreden topladıkları genellikle yumuşak taşlardan halka, damla şeklinde biçimlendirdikleri boncukları takmışlardır. Selçuklu devrinde önemli madeni eşya üretim merkezleri arasında Diyarbakır’ın adı geçmektedir. Örnek vermek gerekirse; 1122 de Diyarbakır’ın ilçeleri olan Ergani ve Zülkarneyn kaleleri civarında bakır madeni bulunur ve işletmeye açılır. Böylece bugünkü Maden ilçesi kurulmuş olur. Ayrıca ilim adamlarından ‘Kurşunluzade’ Mustafa’nın lakabı da yöredeki maden zenginliğinden kök almaktadır. Şimdiki adı Silvan olan Meyyafarikin ilçesinden bir aileye mensup olan 1274-1348 yıllarında yaşayan meşhur hadis alimi Zehebi’nin (zeheb Arapça altın manasında) babası Şihabüddin Ahmed ticaretle uğraşmış, daha sonraları künyelerinde yer alacak olan ‘kuyumculuk’ mesleğini yapmıştır. Konya’daki Mevlana Türbesi’ni ziyaret edenleri birinci kapıdan sonra ikinci bir kapı karşılar. Kuyumculuk sanatının tüm hünerlerinin kullanıldığı kapının üzerinde de şöyle bir kitabe dikkat çeker: “Sadrıazam Muhammed’in halefi Vüzera serveri Hasan Paşa Asitanına babi muallanın Etti elf u semande ihda” Kitabede adı geçen, 16’ncı yüzyılda Diyarbakır Valiliği’ne tayin edilen Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın oğlu olan Vezir Hasan Paşa’dır. Ali Emiri, Hasan Paşa’nın Mevlana’nın Türbesi’ne yakışır bu kapıyı Amid’li kuyumcu Ahmet Çelebi’ye veya onun yetiştirdiği ustalardan birine yaptırtıp türbeye hediye ettiğini yazar. Konya’da Hz. Mevlana türbesinin ikinci kapısı Diyarbakır kuyumculuğu Osmanlı İmparatorluğu zamanında çok büyük bir üne kavuşmuştu. Öyle ki, padişahlar bizzat Diyarbakır kuyumculuğunu övüyorlardı.

sayı//45// nisan 78


Diyarbakır kuyumculuğunun özellikle 16’ncı yüzyıldaki yaygın şöhretinde 1539–1601 yıllarında yaşayan kuyumculuk sanatının piri Ahmet Çelebi’nin büyük rolü vardı. Anadolu kuyumculuk sanatının piri Ahmet Çelebi’nin altın ve gümüşü kullanarak yaptığı işler Kanuni Sultan Süleyman’ı etkilemiş, hitabesinde onun sanatını övmüştü. Şehzade iken (hicri 966, miladi 1558-9) şehre gelen 2. Selim’de Diyarbakır valisi İskender Paşa ile görüşmüş, Ahmet Çelebi’den birçok çalışma alıp saraya götürmüştür. Ali Emiri’nin yazdıklarından anlaşılıyor ki; Ahmet Çelebi’nin babası da kuyumcu idi. Babasının yanında yetişirken kâğıda bir çizik çizse mükemmel bir hat meydana gelir. Duvara bir daire çizse pergel ile ölçüldüğünde ustasının takdir ve hayretini toplar. Eline geçirdiği tel parçalarını eğip bükerek güzel bir şekil meydana gelir ve bulduğu teneke parçalarını bir birine lehimleyerek sanatlı gümüş çekmece taklidi meydana getirir. Babası bu harika yeteneği görünce memnun olur ve bu hassas sanatta bu zeki çocuk kendisini öyle geliştirir ki 25 yaşında iken babasının vefatında mükemmel bir usta olmuştur. Öyle ki elmasları yan yana mıhlayarak nefis bir eser ortaya koyar. Çeşitli yerlerden gelen mücevherciler yanlarında ham kıymetli taş getirir, Diyarbakır’da bunların kesim işlemini (kıymetli taşların kesimi içinde elmasta büyük ihtimal mevcuttur) yaptırır ve bölgeye ait mücevher çeşitlerini memleketlerine götürürlerdi. Kuyumcu Ahmet Çelebi’nin hurda elmaslarla büyük boyutlu olarak yaptığı Ay ve Gün çalışmaları güneşle etkileşime girdiğinde, meydana gelen ışık kümeleri ile güneşin parlaklığını son derece etkileyici bir şekilde yeniden üretir, izleyenleri büyülerdi. Olgunluk döneminde Ahmet Çelebi tüm öğrencilerini yanına alarak on yıl sürecek iki eşsiz düzenleme gerçekleştirecekti. Bu bahçe betimlemelerinde yaprakların damarlarına, yemişlerin kabuklarına ve içlerine çok güçlü bir ifadeyle değerli taşlar yerleştirmişti. Bir yıl sonra Bağdat’a götürülen bu çalışma görenleri hayrete düşürmüştü.

hırsızlığa karşı korunması için emniyetli bir binaya ihtiyaç olduğu ifadesi yapılan üretim miktarı ve kalitesini göstermektedir. Diyarbakır kuyumculuğunun padişahların bile dikkatini çekecek kadar ileri bir düzeyde olması, yöneticileri bu sanatı desteklemeye yöneltiyordu. Diyarbakır’da 1567 yılında valiliğe tayin edilen Hasan Paşa, kuyumcular için bir kapalı çarşı ve han inşa edilmesi emriyle bu desteği hayata geçirmiş, hatta Kuyumcular Çarşısı’nı Ulu Cami’ye doğru uzatarak, Ketenciler Çarşısı’nı da ilave ettirmişti. Hasan Paşa ayrıca bu çarşının kuzey tarafına kendi adıyla anılan bir de han yaptırmıştı. Mücevhercilerin yerleştirildiği Ketenciler Çarşısı ile Kuyumcular Çarşısı’nın arasına iki kapı koydurmuştu. Çarşı ve han inşaatını Hasan Paşa’dan sonra valilik görevini devralan Özdemiroğlu Osman Paşa tamamladı. Dünyanın dört bir tarafından gelen cevahir ustaları, tüccarları bu handa misafir oldular.

Çeşitli medeniyetler döneminde gelişen Diyarbakır kuyumculuğu Ahmet Çelebi’nin kabiliyetinden gelen çalışmaları sonucunda Osmanlı kuyumculuğundaki gelişmelere bağlı olarak zirveye ulaşır. Ali Emiri’nin dükkânlarda ‘harman’ gibi yığılan çeşitli mücevherlerin

1555’de şehri gören D’Armon, ‘’El sanatları ürünleri zengin eşyaların satıldığı’’ çarşısından takdirle bahseder. Bu ustalarla dolu Diyarbakır’daki Kuyumcular Çarşısı ve Hasan Paşa Hanı’nı gezen Polonyalı Simeon 1612 yılında şunları anlatmaktaydı: “…Kente

Ali Emiri’nin yazdıklarından anlaşılıyor ki; Ahmet Çelebi’nin babası da kuyumcu idi. Babasının yanında yetişirken kâğıda bir çizik çizse mükemmel bir hat meydana gelir.

79


Sıra

Meslek

Müslüman

Gayrimüslim

1568'de Toplam

1691'de Toplam

83

Gümüşcü(Nukracı)

-

3

3

-

88

Hakkak

2

-

2

-

151

Kuyumcu

-

-

-

1

181

Nakkaş

7

1

8

3

207

Sarraf

2

6

8

2

251

Zerger

10

60

70

71

252

Zerkari

1

1

2

-

girdikten sonra Hasan Paşa Hanı’na indik. Çok büyük bir bina olan bu hanın 500 at barındırabilen iki büyük ahırı, renkli bir demir parmaklıkla çevrilmiş çok güzel bir havuzu, üç kat üzerinde birçok odaları vardı. Hana bitişik olup, Bursa’daki Gelincik ve Edirne’deki Ali Paşa Hanları gibi kemerli, güzel Kuyumcu Hanı’nda benzeri yalnız İstanbul’da bulunan çok usta kuyumcular, kakmacılar, bıçakçılar, pabuççular, çizmeciler ve diğer zanaatçılar çalışırlardı.” Evliya Çelebi ise 17.yüzyılda ‘Kale misal Hasan Paşa hanı gayet metin ve müstahkem’ diye yazar. Yavuz Sultan Selim zamanında kurulan Diyarbakır darphanesi Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1540’ta kapatılır fakat 1575’te yeniden açılır. Burası Sultan İbrahim (1640-48) dönemine kadar faaliyetine devam etse de en son ne zaman kapandığı bilinmemektedir. 16.yüzyılda çarşıyı zergeranda (kuyumcular çarşısı) 26 dükkân bulunup 13 368 akçe geliri, çarşıyı sarrafan ve attaranda ise 7 dükkânın 6180 akçe geliri bulunur. Mehmet Salih Erpolat’ın Osmanlı Döneminde Diyarbakır’daki Esnaf Grupları ve Meslekler adlı bildirisinde 1568 ve 1691 seneleri araştırılır. Her iki yılda da kuyumcular en yaygın meslekler arasındadır. 17. yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre Diyarbakır’da testicilikten kuyumculuğa, bakırcılıktan ipekçiliğe dek tüm sanatları iç içe görmek mümkündür. Fakat kuyumculardan çok fazla esnaf olmadığını belirtir. Kadınların “hepsi beyaz çarşafa bürünüp yüzlerinde kıl örtü, başlarında sivri altun ve gümüş takke giyip ayaklarına da elbette çizme giyerler. Burası bakire diyarı olduğundan, temiz bakireleri de çarşaf giyip altun ve süse boğulmuşlardır.” sayı//45// nisan 80

Naima Tarihi”nde Padişah IV. Murat’ın Bağdat’ı aldığında “emakin-i mübareke” (kutsal yerler) süslemelerini Diyarbakır’a ısmarladığı belirtiliyor. “Naima Tarihi”nde bu olay şöyle anlatılıyor: “Padişah Hazretleri, kış olduğundan 71 gün Diyarbakır’da kaldılar. Hazret-i İmam-ı Azam Türbesi’ne gümüşten kapı ve parmaklık, bazı avizeler ve ikili kandiller o yerin ünlü usta kuyumcularına yaptırılıp, yerlerine konulmak üzere yerlerine gönderildi.” Şemsemdin Sami Kamus-ül Alam adlı ansiklopedisinde Diyarbakır kuyumculuğunun ileri bir meslek olduğunu belirtir. Mahalle isimleri arasında Sarraf Muhammed ve Sarraf İskender adlarına rastlarız. Yine tevzii defterlerinde kuyumcu esnaf grubunun iktisadi gücü görülür. 2. Abdülhamid döneminde ise Diyarbakır ziraat ve sanat sergisinde ilk defa kuyumculuk standı kurulur. Diyarbakır Kuyumculuğunun yer adlarında da izleri bulunur: -16. Yüzyıl Ortalarında Diyarbekir Beylerbeyliği’ndeki Vakıflar kitabındaki Mardin mescitleri arasında Artuklu veziri ‘Altunboğa’nın yaptırdığı tahmin edilen ve bu adla anılan 14.yüzyıl mescidi; ayrıca 1523 tahririnde adı geçen ‘Bağa’(organik kıymetli taş; tepsi, fincan tepsisi) mescidi vardır. -İç kale kapılarından birinin adı ‘küpeli’ kapıdır. -Çınar ilçesinin Altunakar, Ergani’nin Güran bucağının Hançerli, Hazro ilçesinin Halhal adında köyleri vardır. -Maden Dağı adlı türkü ile ün bulan İzzet Altınmeşe soyadı ile kuyumculuğu çağrıştıran mahalli bir ses sanatçısıdır. Tarihsel gelişimi içinde Diyarbakır, yerel


kültürel özelliklerini bugüne taşıyan illerimizden biri oldu. Mezopotamya’nın kuzeyinde yer alan Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş, Siirt, Mardin, Urfa, Batman ve Adıyaman illeriyle çevrelenen Diyarbakır kültürü, bölgenin tüm özelliklerini taşır. Doğal olarak bu etkileşim kuyumculuğuna da yansır. Diyarbakır kuyumculuğunda da yerel özelliklerin korunduğu göze çarpar. Dünden izler taşıyan kent kuyumculuğu, eski ününü sürdürüyor. Diğer yörelerde olduğu gibi, Diyarbakır kuyumcularının da önemli bir bölümü uzun yıllar önce göç ederek İstanbul’a yerleşir. Onlardan geri kalan objeler ailelerin en büyük hazineleri olarak saklanır. Diyarbakır’da, eski töreleri sürdüren ailelerde işlenmiş ayna, gülabdan, nalın ve ziynet takımlarını korumak için “peştahtah” adı verilen gümüş işlemeli sandıklar bulunur. Artık, peştahtah da gülabdan da, nalın da geçmişteki yerini alır; bu objeler günlük kullanımdaki yerini terk edeli epey zaman olur. Günümüzde Diyarbakır kuyumcularının yapmış olduğu hasır bilezikler, kişniş ve hablı gerdanlıklar ise ilgi görmeye devam eder. Balıkçılarbaşı semtinde, Hasanpaşa Hanı’nın bitişiğinde, restore edilen Kuyumcular Çarşısı ile bu Kapalıçarşı’nın bitişiğindeki eski Kuyumcular Çarşısı’ndaki ustalar yine de Diyarbakır kuyumculuğunun eski günlerini arar ve özler. Buradaki dükkânların üstünün hep atölye olduğu şimdi ise depo olarak kullanıldığını, bir zamanlar burasının kuyumculukta ne kadar önde olduğunu anlatır.

Ülkemizin dünya altın ihracatında İtalya’dan sonra ikinci sırada olduğu az bilinen bir gerçektir. Diyarbakır tarihte adını bilmediğimiz nice kuyumcu sanatkârları yetiştirmiştir. Bölge üniversitelerinde açılacak kuyumculuk programı 16. Yüzyılda yaşamış Ahmet Çelebi gibi yetenekli genç mücevher sanatkârlarını ortaya çıkaracaktır. Böylece Diyarbakır kuyumculuğu da yeni mücevher tasarımlarıyla ekonomik ve kültürel anlamda hak ettiği yerini alacaktır. 81


“ŞEHR-İ AYINTABI CİHAN” (DÜNYANIN GÖZBEBEĞİ ŞEHİR)

GAZİANTEP Ayıntab, kelimesi incelendiğinde “ilk çıkış yeri” Hantab’tır. “Han” kelimesi hükümdar, “Tab” sözü ise Hitit dilinde topraktır. Kısacası “Han” toprağı demektir.. Başka söylentiye göre, “Aynı” isimli bir kadından aldığıdır.. Münir BALICA

ayısız güzelliklerin bulunduğu yurdumuzu aslında gezmeye, incelemeye ve sevmeye bir ömür yetmez. Her kentimiz, beldemizde penceremizi açıp gördüğümüz güzellikler için gözyaşlarımızdan şükür damlalarının, damlaması gerekir....! Gaziantep’in 10-12 km. kuzeyinde bulunan “Dülük” M.Ö. 600 bin yılları arasında kurulduğu düşünülse de Arkeolojik kazılarda çıkan kalıntılardan çok daha ötelerde, taş devrine gitmektedir..! Dülük, Antik kent ve kutsal alan olarak ikiye ayrılmaktadır. Antik kent, Dülük, köyünün kuzey bitişiğinde Keber tepesi ve çevresi halen toprak altındadır.. Bu tepenin karşı sırtları antik yerleşimin nekrobal (Mezarlık) alanıdır. Burada çok sayıda kayaya oyulmuş, mağara ve oda mevcutları ile mezarların içersinde dini ve mitrolojik konulu kabartmalar bulunan lahitler bulunmaktadır..! Aynı dönemlerden kalan barınma için kullanılan “Şarklı Mağarayı” unutmamak gerekir..! Dülük, yerleşim alanı olarak, ilgisini Hititlerden beri gelen kutsal kent konumunu Başpiskoposlukla devam ettirdi.

sayı//45// nisan 82

İslam akınları ile oldukça tahrip olduktan sonra 7. yüzyılda Başpiskoposluğun Zeugma’ya taşınmasıyla önemini kaybetti..! Bu bakından Gaziantep adının çok eski çağlarda kullanılan iki adı vardı. Dülük ve Ayıntap...! Urfa’lı , Mateosus’un M.Ö. 952-1136 ve Grigor’un 1136-1162 yıllarına ilişkin “Vekayi- Name” ile “Zeylinde” Ayıntab ismi geçmektedir...! Ayıntab, kelimesi incelendiğinde “ilk çıkış yeri” Hantab’tır. “Han” kelimesi hükümdar, “Tab” sözü ise Hitit dilinde topraktır. Kısacası “Han” toprağı demektir.. Başka söylentiye göre, “Aynı” isimli bir kadından aldığıdır.. Tarihçi Bedrüddin ifadesi ile bu ilimizin tarihten gelen bir başka adı da, “Kala-i Füsus” yüzük kalesi anlamına gelmektedir. Bu şehrin çok kötü bir hakimi varmış, yaptıklarından pişman olduğunda, bundan ötürü tövbe anlamına da gelen “Ayıntab” isminin buradan geldiği de iddia edilmektedir… Gaziantep’in tarihi kaynakları bizleri M.Ö. 5600 yıllarına kadar götürmektedir. Bu yönüyle dünyanın en eski kentlerinden sayılmaktadır.. Tarihi dönemleri açısından Kalkolik, Palekolik, Neolitik devirlerden geçerek, Tunç Çağı’ndan sonra sıcak bağrında Mezopatomya, Hitit, Mitarni, Asur, Med, Pers, Büyük İskender, Yunan, Selevkos, Roma, Bizans, İslam Arap,Türk İslam uygarlıklarını barındıran çok köklü ve zengin tarihe sahip olduğu görülmektedir..! İslam döneminde, Hz. Ömer zamanında, Ganemoğlu İlyas kumandasındaki İslam orduları 638 yılında Hatay ve Gaziantep’i Bizanslılardan aldılar. Bu iki kentimiz Müslümanlar tarafından fethedilen ve Anadolu’da İslam haklarının yerleştiği bölgeler oldu..! İlk uygarlıkların doğduğu Mezopotamya ile Akdeniz toprakları arasında bulunması tarih öncelerine dayanan insanların buralara yerleşmesi ile ünlü İpek yolunun buradan yer alması, bu kenti her bakımdan gündemde tutmuş ticari , kültürel ve sanatsal alanlarda olmak üzere popülaritesini tarihin her kesiminde devam ettirmiştir...! 1914’te Birinci Dünya savaşı başladığında bu kentimiz 83 bin nüfuslu bir sancak yerleşim merkeziydi. 1 yıl boyunca İngilizlerin işgali sonrasında 5 Kasım 1919’da Gaziantep asıl işgal güçleri olan Fransızlara bırakıldı. Ermenilerin kışkırtmaları ile, halka eziyet ve ölümlere varan insanlık dışı hareketlere dur demek için vatanseverler, çete adını verdikleri küçük yapılanmalar ile birlikte 30 Ocak 1920’den başlamak üzere düşman kuvvetleri ile kıyasıya bir çatışma içersine


girdiler...! 1899’da yüreği alev alev bir şekilde vatan aşkı ile yanan Mehmet Sait, er olarak gittiği peygamber ocağında, Trablusgarp, Balkan savaşları, Birinci Dünya savaşları, Çanakkale, Romanya, Filistin ve Sina cephelerinde savaştı...! Buralarda gösterdiği insan üstü kahramanlıkları ile Teğmen rütbesine yükseldi. Gaziantep’te görevlendirildi. Gaziantep savunmasının sembollerinden Mehmet Sait, daha sonra kendisine verilen isim ile Şahin bey, Elmalı mevkiinde Fransız ve onun uşakları Ermenilerin süngü darbeleri altında 28 Mart 1920 tarihinde şehadete erdi...! 16 yaşında babası Ermeni çeteciler tarafından katledilen küçük Mehmet, genç yaşında silah ve savaş ile tanıştı. Birinci Dünya savaşında Rus cephesinde savaşırken ayağından yaralandı. Çok büyük kahramanlıkları ve düşmana yılan gibi sessizce girdiğinden Karayılan ismi ile anılmaya başladı. Çavuş rütbesi ile köyüne döndü. Burada Kuva-i Milliye saflarına katıldı. Düşman ile birlikte olan , her tarafa korku çalan Bozan ağayı bizzat kendi vurdu. Çetesini dağıttı. Fransız’ların çemberini Dülük köyünden sızarak yardı. Kendisine verilen Şahin dağındaki Sarımsak tepe) Fransızları püskürtme emrini getirmeye çalışırken 24 Mayıs 1924’te şehadete erdi..! Fransızların işgalinin ilk günleri olan 21 0cak 1920 Cuma günü 14 yaşında, daha bıyıkları yeni terlemek için gün saydığı Mehmet Kamil, annesi ile Fransızların Fırın olarak kullandığı binanın önden geçerlerken, birkaç Fransız askeri önlerini kesip, annesini peçesini kaldırmak istedi. Annesi ile Mehmet Kamil, hem kendilerini korumaya, hem de yardım bağrışmaları ortalığı inletiyordu..! Mehmet Kamil, bulabildiği taşlarla Fransız askerlerine tek başına mücadele ediyordu.. Fransız askerlerin cevabı, tek başına bu yiğit Türk çocuğunu süngüleri ile katlederek şehit etmekle oldu...! Mehmet Kamil, Gaziantep mücadelesinin ilk şehidi olarak, bu meşalenin ilk kıvılcımıydı...! Mehmet Kamil, Şahin Bey, Karayılan Mehmet, olmak üzere 10 ay, dokuz gün süren Gaziantep savunmasında 6317 şehit verme pahasına tarihe geçecek kahramanca örnek mücadeleleri Fransızların kuşattığı kente, bebelerin, kadınların ve yaşlıların açlık karşısındaki çaresizlikleri sonucu bitirmek zorunda kaldılar...! İşgal kuvvetlerinin mağlubiyetlerinin sonlanan İstiklal savaşımızın neticesinde 25 Aralık 1921 yılında Fransızlar şehri terk etmek zorunda kaldılar...! Belkis/ Zeguma antik kenti, Nizip ilçesinin 10 km.

doğusunda tepeler üzerinde kurulmuş antik bir kenttir. Kent M.Ö. 31’ den itibaren Roma’ya bağlanarak, adı geçit-köy anlamına gelen “Zeugma” olarak anılmaya başladı..Roma dönemlerde bu kent altın çağını yaşadı.. M.S. 256 yılında Sasani Kralı 1. Şapur , Zeguma’yı ele geçirdikten sonra yerle bir etti. Bu yıkım sonrası kent bir daha kendine gelemedi..! Zeguma’da kazılar sırasında çıkan buluntularda, bu alanda dünya rekoru olan “Mühür Baskı” Belkis / Zeguma’yı eşsiz kılan özelliğidir..! Gaziantep’in kendi kadar ünlü olan dünyanın en önde gelen “ Zeugma Mozaik Müzesinde” Roma ve geç Antik döneme ait 2.748 m2 mozaik / 140 m2 duvar resmi / 4 Roma dönem çeşmesi / 20 sütun / 4 kireç taşından yapılmış heykel / Tunç Mars heykeli / mezar stelleri / lahitler, ilgililerin titiz çalışmaları ile gözler önüne serilmektedir... Bu buluntuların devamı veya parçası olan bir çok kayıp mozaik parçalarının Amerika’da Bowling Green State bulunduğu tespit edilmiştir.. Zeguma Mozaik Müzesinde, dünyanın en ünlü ve değerli mozaiği olan “Çingene Kızı Mozaiği” burada mükemmel bir koruma içersinde bulunmaktadır...! Bu mozaiğin gözleri hüzünlü bir şekilde boşluğa bakmaktadır..Alnında ikiye ayrılan dağınık saçını, şeffaf bir başlıkla örtmektedir. Gözleri 360 derece etrafına bakmaktadır. Kimi arkeologlar tarafından “Büyük İskender” olarak tanımlamakta, diğer bazı arkeologlar ise “ Toprak ana “Gaia” demektedirler.. Çok daha doğru düşünce, başındaki asma filizleri nedeniyle, Dianysos’un müridesi “ Maidat” olduğu iddia edilmektedir... Hüzün dolu gözleri, masumiyeti ile Çingene kızı, Zeguma’nın simgesidir. Bu muhteşem mozaik, 1998 yılında Belkis/ Zeguma’da yapılan kurtarma kazılarında, Çingene kızı evinde yapılan kazılarda meydana çıkarılmıştır.. Bu evin M.S.2 yüzyılda imar edildiği, yapılan kazı buluntularından anlaşılmaktadır... Poseidon Oceanus ve Tethys Moziği / Okeanos ve Tethys Mozaiği / Akhilleus Skyros’ta Moziği / Kahvaltı Sofrasındakiler Mozaiği / Daidal Mozaiği / Zeguma Freskleri Mars ( Ares ) Heykeli mozaikleri Gaziantep ilinin eşsiz tarihi buluntularıdır...! Gaziantep dendiğinde kesinlikle karşımıza çeşitli damak tatları çıkmaktadır. Bu kentimizin mutfağını yazmaya sayfalar yetmez... Hele ki Baklavası bir dünya masalıdır....! 83


ERZURUM’UN

ERMENİ MEZALİMİNDEN KURTULALI YÜZ YIL OLDU.. 16. asrın ilk çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi altına giren Erzurum, 19. yüzyılın yine ilk çeyreğine kadar huzurlu bir dönem geçirmişse de bu huzur, 1828-29 OsmanlıRus harbinde bozulmuş ve Ruslar tarafından kısa süreliğine de olsa işgal edilmiştir. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//45// nisan 84

rzurum, bulunduğu coğrafya itibariyle çok önemli bir jeopolitik konuma sahiptir. Bundan dolayı tarih boyunca her milletin dikkatini çekmiş, Doğu’dan gelen tüm devletler, Anadolu’ya sahip olabilmek için önce Erzurum’u kuşatmışlardır. Dolayısıyla da Erzurum tarih boyunca sık sık el değiştiren bir şehir olmuştur. Birçok devletin yönetimi altında bulunan Erzurum, nihayet 1048 yılından itibaren Büyük Selçuklu Devleti’nin eline geçmiş, 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Saltuk Bey tarafından Selçuklu yönetimine bağlanarak bir Türk şehri haline gelmiş, bu tarihten sonra ise çeşitli Türk devletlerinin idaresi altında yönetilmiştir. 16. asrın ilk çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi altına giren Erzurum, 19. yüzyılın yine ilk çeyreğine kadar huzurlu bir dönem geçirmişse de bu huzur, 1828-29 Osmanlı-Rus harbinde bozulmuş ve Ruslar tarafından kısa süreliğine de olsa işgal edilmiştir. 1829 Edirne Antlaşması sonrası tekrar Osmanlı Devleti’ne iade edilen Erzurum, Doksan üç Harbi olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nde ikinci kez işgalle yüz yüze gelmiştir. 8-9 Kasım 1877 gecesinde işgal edilen Aziziye Tabyaları, aynı gecenin sabahında şahlanan Erzurumlular tarafından yazılan kahramanlık destanıyla bir zafere dönüştü ve Ruslar emelleri kursaklarında kalarak geri püskürtüldü. Fakat kazandığımız Aziziye Zaferi, Erzurum’un işgaline mani olamadı. Ertesi yıl yapılan Ayastefanos antlaşmasıyla Erzurum, Ruslara verilmiş oldu ve ikinci işgal böyle başladı. 1878 Mart ayında başlayan işgal, Temmuz 1878’deki Berlin antlaşmasıyla sona erdi. Ruslar Erzurum’dan çekildiler ama hemen Erzurum’un yanı başındaki Kars ve Ardahan Ruslara bırakıldığı için Erzurum bir serhat şehri haline geldi. Rusların Erzurum hayali bir türlü bitmediği için 1916 Şubat’ında tekrar Erzurum’u işgal ettiler. Ancak bu son işgalin diğerlerinden farklı bir tarafı vardı; Rus ordusunda Ermeni askerler ve komutanlar da bulunuyordu. Ruslar, Akdeniz’e inebilmek için Doğu Anadolu’yu kendileri için isterken, Ermeniler de büyük Ermenistan hayaliyle kendileri için istiyorlardı. Ermeniler, gerçekleşmesi imkânsız olan bu hayallerinin tek yolu olarak Türk nüfusunu yok etmeyi düşünüyorlardı. Bunu yapabilmek için de şehirlerin etrafında, dağlarda fırsat bekleyen çetelere güveniyorlardı.


İşgali devam ederken Rusya’da Bolşeviklerin yaptığı ihtilal sonucunda yeni yönetim Doğu Anadolu’daki Rus ordusunu geri çağrınca Ruslar, Erzurum, Bitlis, Van gibi şehirleri Ermeni askerlere bırakarak çekilmişler ve Ermenilerin beklediği fırsat doğmuştur. Dağlarda ve çevrede dolaşan Ermeni çeteleri derhal şehirlere girerek yerleşmiş ve Türkleri rahatsız etmeye, birbirinden adi, insanlıktan nasip almamış uygulamalar yapmaya başlamışlardır. Burada Erzurum’da yapılan mezalimden söz etmeye çalışacağım. Ermeni askerleri, Erzurum halkını yol yapımında çalıştırmak bahanesiyle şehirden uzaklaştırarak kurşuna dizmekte ve üzerlerine gazyağı döküp yakmaktadırlar. Günlerce evlerine dönmeyenler olunca bunun bir oyun olduğunu ve gidenlerin bir daha dönmeyeceklerini anlayan Erzurum halkı, başta hanımlar olmak üzere evden dışarı çıkmamaya özen göstermişler, evler arasındaki duvarlarda gedikler açarak birbirine açılan geçişler oluşturarak ihtiyaçlarını komşular arasında gidermeye çalışmışlardır. Şehrin kuzey-doğusunda bulunan derede üç bin civarında Erzurumlu yakılmıştır. Bundan dolayı bu mevkiye ‘Yanık Dere’ adı verilmiştir. Burada şehit edilen Erzurumluların anısına mütevazı bir şehitlik inşa edilmiştir. Ancak burasının mutlak surette yeniden ele alınarak daha gösterişli ve anlamlı bir şehitliğin yapılması arzumuzdur. Mehmet Dağıstanlı, ‘Yanıkdere’ adlı çalışmasında bu mevkideki mezalimi, belgelerden hareketle romanlaştırmıştır. Erzurumlu gençlerin büyük bölümü asker olarak savaş meydanlarında ya şehit olmuşlar, ya esir düşmüş ya da kaybolmuş ve bir daha memleketlerine dönememişlerdir. Şehirde ve köylerde yaşayanların büyük bölümü orta yaş ve üzerindeki erkeklerle, kadınlar, genç kızlar ve çocuklardır. Bu bakımdan şehrin mahalleleri arasında bir dayanışma oluşturularak Ermeni çetelerine teslim olmamak konusunda işbirliği yapılması kararlaştırılmış ve evlerin bacalarında, sokak girişlerinde gece gündüz nöbet tutarak Ermenilerin mahalle ve sokaklara girmelerine mani olunmaya çalışılmıştır. Sözgelimi Kırbaşzade Fevzi Bey, kendi mahallesinde çok iyi bir teşkilatlanma sağlamış, evlerde bulunan kırık dökük de olsa silahlarla yer yer çatışmalara da girerek mahallesini en iyi şekilde müdafaa etmiştir. Ama bazı mahalleler tamamen savunmasız kaldığı için buralarda Ermeniler istedikleri gibi zulüm yapıp evlere bakınlar

düzenlemişler ve pek çok insanın ırzını ve namusunu kirletmişlerdir. Bu genç kızlarımız ve kadınlarımız eğer bu ırz düşmanları tarafından öldürülmemişlerse kendi canlarına kıyarak bu lekeden kurtulmuşlardır. Gerek şehirde ve gerekse köylerde çoğunlukla kadınlar ve genç kızları hedef alan bu caniler, gebe kadınların karınlarındaki bebelerini süngüleyerek çıkarmakta, annelerini duvara ellerinden mıhladıktan sonra bebeyi de annesinin göğsüne süngüleyerek her ikisini de katletmişlerdir. Akla hayale gelmedik işkence ve zulümler yapan Ermenilere karşı şehirde olduğu gibi köylerde de direnişler olmuştur. Sözgelimi Erzurum’un tanınmış şahsiyetlerinden biri olan Alvarlı Efe Hazretleri, Yavi’de imamlık yaparken, Ermenilerin yaptıklarını duymuş ve bir Cuma günü “Vatanımız işgal altındadır. Cuma namazı hür olanlar için farzdır. Biz ise maalesef işgal altında zulme uğramaktayız. Bu durumda Cuma namazı kılamayız. Ben, Ermeniler üzerine gidip tek başıma da olsa savaşacağım” diyerek Cuma namazını kıldırmamış, öğlen namazının peşine ona katılan 60 kişilik bir müfreze ile Haydari Boğazı’na doğru harekete geçerek bir cephaneliği havaya uçurmuş ve rastgeldikleri Ermeni çeteleriyle savaşmışlardır. Türk Ordusu’nun Erzincan tarafından Erzurum’a doğru ilerlediklerini ve köylerle ilçeleri birer birer kurtardıklarını duyan Ermeni zalimleri, bulundukları köylerdeki insanları camilere, mereklere (samanlık) doldurup üzerlerine gazyağı dökerek diri diri yakmış ve hemen orayı terk etmişlerdir. Bu köyler arasında Cinis (Ortabahçe), Alaca, Tepeköy, Tımar, Dutçu (Tuzcu) ve daha niceleri vardır. zulme uğrayan köylerde şans eseri kurtulan küçük çocuklardan bazıları hatıralarını yazmış oldukları için bunlardan hareketle neler olup bittiğini çok iyi bilmekteyiz. Hatıralardan birisi, Tımar köyünde yapılan zulümlere aittir ki bu konuda Servet Tımarlı’nın anılarını “Ermeniler Kaçarken” başlığıyla Palandöken Beyazşehir Dergisi’nde anlatmıştım. Kısmet olursa bu anıları yayınlamayı düşünüyorum. İkinci bir konu benim ailemin de mensubu olduğu Cinis köyünde yapılan katliamdır. Katliam sonrası köye gelen Deli Halit Paşa komutasındaki öncü birlikte genç bir subay olan Şevket Süreyya Aydemir, ‘Suyu Arayan Adam’ isimli kitabında Cinis ve çevresine ulaştıklarında gördüğü manzarayı şu ifadelerle anlatmaktadır: “İleri harekât geliştikçe, karşılaştığımız görüntüler, tabiatın kahrını 85


Alvarlı Efe Hazretleri, Yavi’de imamlık yaparken, Ermenilerin yaptıklarını duymuş ve bir Cuma günü; “Vatanımız işgal altındadır. Cuma namazı hür olanlar için farzdır. Biz ise maalesef işgal altında zulme uğramaktayız. Bu durumda Cuma namazı kılamayız.”

arka plana attı. Savaş bir kan sarhoşluğu halini aldı. Bu sarhoşluk, bir an geldi ki en vahşi haddine ulaştı. Ermeni ordusuna Taşnak komitacıları hâkimdi. Bu komitanın büyük hırsı, sadece bir imha ve intikam savaşından ibaretti. Çılgın hesaplaşmanın bir türlü sonu gelmiyordu. Erzurum yolu üstündeki Cinis köyü karşısında Evreni (Atlı Konak) köyünde kadın, erkek, çocuk bütün köylüler öldürülmekle kalmamıştı. Öldürülenlerin vücutları parçalanarak kollar, bacaklar, kafalar, kasap dükkânlarındaki etler gibi duvarlara, çivilere, çengellere asılmıştı. Fakat bunları yapanların hırsları bununla da sönmemişti. Köyde ne kadar hayvan ele geçmişse, mandalar, sığırlar, davarlar, kümes hayvanları, hatta köpekler öldürülmüş, parçalanmıştı. Yerlere serilmişti. Cinis’te ise bütün köy halkını ayakta ve köyün ağzında bekliyor gördük. Fakat bunlar bir ölü kafilesiydi. Köyden çıkarılan, köye gireceğimiz yol üstünde süngülenirken birbirine sokulan ve yapışan kadın, erkek, çocuk bu insanlar, dayanılmaz bir soğuk altında kaskatı donmuşlar ve öylece kalmışlardı. Bunlara meydan bırakmamak, Erzurum’a bir an önce ulaşmak için yapılan gayretlerse, tabiatın engelleyişi karşısında, daima geç kalıyordu. Bu dayatışı ezmek ve bilinen yollar dışından dağları aşarak, ilerilere daha önce ulaşmak isteyen bir kumandanın (Halit Paşa) yaptığı atak, Cinis civarına vardığı zaman, Halit Bey’in emrindeki hemen bütün birlik, dağlarda erimiş, mahvolmuştu. Erzurum’da kan çılgınlığı son haddini bulmuştu. Şehrin galiba yarı nüfusu öldürülmüştü….” Ermenilerin zulüm ve işkencelerinin boyutlarını gösteren bu ifadelere eklenecek başka söz bulunabilir mi? Belki de bu sözler bile mezalimi anlatmak için yeterli değil ama onların kötü niyet ve çirkin yüzlerini gösteren bir başka canlı belge, Cinis mezarlığında bulunmaktadır. Köydeki katliamlarından sonra Haydari Boğazı istikametine doğru kaçan Ermeni çetesi, yolları üzerinde bulunan Cinis mezarlığının tepe üzerinde ilk görülen mezar taşını da kurşunlayarak köyü terk etmişlerdir. Böyle bir kin, insanlıktan nasiplenmemiş yaratıklara özgüdür. Bunlar, insanlıktan uzak, hayvanlıktan bile aşağı mahlukattır. Ermenilerin Cinis’te yaptıkları katliam, “Erzurum’da Gizli Kalmış Cinis (Ortabahçe) Köyü Mezar Taşları” isimli kitabımızda ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Kitap, Atatürk Üniversitesi Yayınları arasında 2018 yılının başında çıktı. Kitabın titiz bir şekilde

sayı//45// nisan 86

yayınlanmasındaki katkılarından dolayı Atatürk Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Ömer Çomaklı Bey’e teşekkürü bir borç biliyoruz. Erzurum’un merkezinde konaklara doldurulan Erzurumlular da aynı şekilde yakılarak şehit edilmişlerdir. Kâzım Karabekir Paşa, 12 Mart 1918 günü ordusuyla Erzurum’a girdiğinde tiren istasyonundaki manzara için “sanki mezarlık yerin üstüne fışkırmış gibiydi” demektedir. İstasyondaki bütün ambarlar ve meydan ölülerle dolmuştur. Nihayet 12 Mart 1918 sabahı Erzurum, Ermeni katillerinden kurtarılmış, Erzurum halkı da hürriyetine kavuşmuştur. 2018 yılı, Erzurum’un Ermeni mezaliminden kurtuluşunun 100. yılıdır. Bu münasebetle şehrimizde konuyla ilgili paneller, konferanslar sunulduğu gibi, kitaplar, dergiler de yayınlanmaktadır. Çok özet bir şekilde anlatmaya çalıştığım bu olaylar, Ermeniler tarafından gerçekleştirilmiş olup, yeterince faal olmadığımız için haklı olduğumuz bir davada Dünya kamuoyunda anlaşılamamaktayız. Ermeniler ise bu konuda iftiraya dayalı bir kampanya ile aleyhimizde kararlar aldırmaya çalışmaktadır. Kendi yaptıkları tüm insanlık dışı olayları, bizim üzerimize yıkmaya çalışmakta ve bizim bin yılı aşkın zamandır yurt edindiğimiz bu vatanı elimizden almanın hesaplarını yapmaktadır. Yaptığımız mezar taşları ile ilgili çalışmamızda bu konuyu ortaya koymaya çalıştık. Biz bin yıldan fazla zamandır üzerinde yaşadığımız bu coğrafyayı, şehitlerimizin kanlarıyla sulayarak vatan tuttuk. Bedeli şehit kanı olan bu topraklar, bir avuç toprağı bile başkalarına verilemeyecek kadar değerlidir. Nitekim Mithat Cemal Kuntay da “Bayrakları bayrak yapan, üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!” diyerek coğrafyayı vatan yapan değerin, şehitlerimizin kanları olduğunu vurgulamakta değil midir? Öyleyse vatanımızın yaban ellere geçmemesi için çocuklarımıza, küçüklüklerinden itibaren aile içinden başlayarak bir tarih bilinci, vatan ve bayrak sevgisi, milli ve manevi değerlerimizi tanıma ve onlara sahip çıkma şuuru vermeliyiz. Okullardaki eğitimimizde de tarihi, nefret ettirerek öğretmenin yerine sevdirerek içselleştirme yöntemlerini uygulamalıyız. NOT: Okumakta olduğunuz bu yazı, aslında dergimizin Mart sayısında yayınlanmak üzere planlanmıştı. Ancak muhterem pederim Cevdet Özden Bey’in Rahmet-i Rahman’a kavuşması dolayısıyla bu sayıya kaldı.


KİLLİZE

Yazar: Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ Akıl Fikir Yayınları Tanıtım: Ahmet ŞAYIR

UT ELİMİ KİLLİZE’de Türkiye’nin yükselen yıllarında üzüm bağı ve zeytin ağacı denizi görünümlü taşradaki bir sınır kasabası anlatılıyor. Bu kasabada sınırlar mayınlanırken, kaçakçılık ve eşkıyalık dikkat çekiyor. .. Yönetimin intibakı ve toplumla örtüşmesi gecikse de halk içinde bir kıvılcımlanma var; aileler çocuklarını okutmaya arzulu, esnaf mesleğinde iddialı, komşuluk ilişkileri önde, arkadaşlığın demini yaşayan talebeler, okumaya, bilgiye ve yeniliğe açık... Kentler geleneğini ve tarihi dokusunu korumaya azimli bu zaman diliminde; bir askeri darbe her şeyi ters yüz ediyor: Sürgünler, tutuklanmalar, tacizler, işkenceler, örfler, idealizmi ve aşkı tuzağa düşürmeye çalışsa da ufukta onlar değil, yeni şeyler söyleyen yeni bir nesil görünüyor…

ŞEHİR K İ TAP

TUT ELİMİ

87


BİLECİK Şeyh Edebali Hazretlerinin türbesini ziyaret edip Fatiha okuyorum. Türbenin girişinde onun Osman Gazi’ye yapmış olduğu nasihat yer alıyor. Şeyh Edebali nasihatinde;

Mehmet KURTOĞLU

azı şehirler vardır oldukça şöhretlidir, yolunuz düşmese de yolunuzu düşürüp görmek istersiniz. Bazı şehirler de vardır, ismi cismi aklınıza gelmez, yolunuz düşmezse hatırlamazsınız. Yahut kör bir noktada inşa edildiğinden gizli kalmıştır. Oysa yolların kavşağında bulunan şehirler ister güzel olsun, ister olmasın mutlaka yolunuz düşer, ziyaret etme gereği hissedersiniz. Bu şehirlerin kurulduğu yerin, şehirlerin kaderini belirlemede birincil rol oynadığını gösterir. Köşede bucakta kalmış güzel şehirler keşfedildiğinden hemen “saklı cennet” sıfatı yakıştırılır. Aslında bir şehir için “saklı cennet” denilmesi o şehrin güzelliğine olduğu kadar gizliliğine de vurgudur. Bir sempozyum vesilesiyle dört gün kaldığım Bilecik’e yolumun düşmesi benim için tamamen tesadüf olmuştur. Çünkü kolay kolay yolumun düşmeyeceği şehirlerarasında arasında yer alan Bilecik, yolların kavşağında olmayan, sarp kayalar üzerine kurulmuş bir şehir. Ovaya kurulan şehirlerin kendini yenileme, fiziki olarak genişletme imkânı varken, kanyonlarla çevrelenen sarp dağlar üzerine kurulan şehirlerin genişleme imkânı yoktur. Bu şehirlerin bulundukları yer kaderleridir. Genişleyemedikleri gibi büyüyemezler de… Örneğin Bilecik’in ilçesi Bozüyük yolların kavşağında bulunduğundan, şehir merkezinden daha çok gelişmiş. Bilecik, uzun bir şerit şeklinde uzanan sarp kayalar üzerine iliştirilmiş bir şehir. İliştirilmiş diyorum, çünkü şehir bir dağın yamacında açılan yol üzerinde şekillenmiş. Evler çatılı ve dağlara iliştirilmiş bir aksesuar gibi görünüyor. Şehrin kurulduğu dağların alt kesimlerinde kalyonlar, vadiler yer alıyor. Otobüsle şehrin içinden geçtiğimizde ayaklarımızın altında bu derin vadileri görüyoruz. Bir şehri şehir yapan unsurların başında yol, su ve güvenlik gelir. Bu bağlamda Bilecik’e baktığımızda şehrin kuruluş mantalitesi güvenliği öncelemiş sanki. Bunu da buraları bizlere ilk yurt olarak seçen Osmanlı’nın güvenlik kaygısına bağlıyorum. Düşünün Bizans’ın içlerine doğru ilerlemiş, İstanbul’a iki saat uzaklıkta bulunan Bilecik, bu sarp dağlar üzerine değil de, ovaya kurulmuş olsaydı ne denli güvenlikli olabilirdi? Eski dönemlerin savaş ve talanlarını düşünüldüğünde bu şehrin buraya inşa edilmesi kadar doğru ve isabetli bir karar yoktur.

sayı//45// nisan 88


Bilecik, içindeki üniversite öğrencileri de dâhil olmak üzere elli altmış milyon civarında bir nüfusa sahip. Son yıllarda burada porselenciliğin gelişmesi ve üniversitenin açılması dolayısıyla nüfusunda bir artış olmuş. Şehir oldukça sakin. Otuz kırk kilometrelik bir asfalt cadde üzerinde şekillenmiş. Üniversitesi oldukça güzel bir mimariye sahip. On on beş bin öğrencisi bulunuyor. Tipik bir taşra şehri. Bilecik’i önemli kılan İstanbul’a Eskişehir’e, Ankara’ya, Bursa’ya birkaç saat uzaklıkta olması. Bilecik’in bu merkez şehirlere zaman olarak yakınlığı kültürel yakınlığı da beraberinde getiriyor. Gezip gördüğüm şehirlerin doğduğum şehirle olan bağlarını görünce şehir daha bir ilgimi çekiyor. Kendinden bir parça bulmuş gibi oluyorsun. Bir şehirde köklerini bulmak, o şehirle ruh bağı kurmana yetiyor. Bilecik’in tarihini okuduğumda işte böylesine bir ruh bağı oluştu bende. Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya yayılan Türk boyları yurt tutmak için göç ettiklerinde, Kayı boyundan Süleyman Şah, Halep’e giderken Fırat’ta boğulmuş ve Türk Mezarlığı olarak bilinen Ceber Kalesi’ne gömülmüştür. Beylerini kaybedenlerin bir kısmı Urfa-Viranşehir-Mardin-Derik arasında bulunan Beriyye’ye yerleşmiş, kalan diğerleri ise Anadolu’ya yayılmış. Bugün Siverek ve Viranşehir arasında yerleşik olan bulunan Karakeçili aşireti işte bu göç sırasında yerleşen Kayı boyudur. Babasının ölümü üzerine dört yüz göçer evli ile bölgeyi terk eden Ertuğrul Gazi, Selçuklu Sultanı Alaaddin’in çağrısı üzerine Ankara civarına gelmiştir. Daha sonra Selçuklu hükümdarı Alaadin, Eskişehir’de

Rumlara karşı kazandığı zaferde ordunun akıncılığını üstlenen Ertuğrul Gazi’ye Söğüt, Domaniç ve Ermeni Beli’ni yaylak ve kışlak olarak vermiş. Ertuğrul ile birlikte Bilecik gelen Türkler, daha önce yerleşmiş oldukları UrfaMardin hattındaki mekân isimlerini bu defa yeni yerleşmiş oldukları yerlere vermişlerdir. Örneğin Güneydoğu Anadolu’daki Siverek, Karacadağ, Demircili, Birecik, Şekerli ve Koçhisar (Bugünkü Kızıltepe) gibi yer adlarının Orta Anadolu’daki bazı yerlere vermişler. Urfa’nın ilçesi Birecik, Bilecik olmuş, Siverek, Konya’ya bağlı Sıvarık olmuş. Mardin Kızıltepe’nin eski adı Koçhisar’dır. Aynı isim bugün bu civardaki bir yere verilmiştir. Dört günlük Bilecik gezimizde Osmanlı’nın kurulduğu başkent Söğüt’ü görmeden gidemezdik. Söğüt sarp dağlar arasında kalmış küçük bir vadi. Bir tarafı Zincirli Kaya, öbür tarafında Şeyh Edebali’nin kabri. Kabrin hemen altında ise camii. Zincirli Kaya, kayaya çakılmış zincirler adını alıyor. Kayaya zincirin çakılması hakkında çeşitli hikâyeler anlatılıyor. Rivayete göre bu sarp dağdan kayalar kopuyormuş. Onu engellemek için kayayı zincirle bağlamışlar. Bu bana pek inandırıcı gelmedi ama şehirler efsaneleriyle anlam kazandığından halkın inandığı gibi inanmak gerekir. Birçok yerde zincirli medrese görmüş biri olarak Zincirli Kaya’nın başka bir hikâyesi olabilir diye düşünüyorum. Cuma günleri Söğüt’te Cuma namazı çıkışında etli pilav dağıtıyorlar. Bizim ziyaret ettiğimiz gün Belediyenin vermiş olduğu pilav ziyafetine katılıyoruz. Ama diğer zamanlarda halk 89


adaklarını ve yemek dağıtım işini burada yapıyor. Ayrıca büyük bir çadırda çaylarımızı içiyoruz. Çadır aynı zamanda gelen yolcuların dinlendiği, yemek yiyip, çay içtiği bir lokanta gibi… Belediye Başkanı ile fotoğraf ve haritalarla Osmanlının kuruluşundan yıkılışına kadar ki dönemin tasvir edildiği duvar müzesini geziyoruz. Duvar müzesi diyorum çünkü hem padişah fotoğrafları, hem padişahların kazandığı toprak parçaları haritalarla duvara işlenmiş. Ayrıca her padişahın karşısında gelip durduğunuzda hem sesli olarak tarih anlatılıyor hem de hareketli resimleriyle padişahlar gözleriyle sizi takip ediyor. Şeyh Edebali Hazretlerinin türbesini ziyaret edip Fatiha okuyorum. Türbenin girişinde onun Osman Gazi’ye yapmış olduğu nasihat yer alıyor. Şeyh Edebali nasihatinde; “Oğul, İnsanlar vardır, şafakta doğar, gün batarken ölürler! Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir! İki paralık güneşe aldanıp sonrada karda, ayazda kavrulup gitme. Güçlüsün akıllısın söz sahibisin! Ama bunları nerede nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârında savrulup gidersin. Öfken ve benliğin bir olup aklini yener! Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Azminden dönme! Çıktığın yolu taşıyacağın yükü iyi bil! Her işin gereğini vaktinde yap. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün söyleme, bildin bilme sözünü unutma! Sözü söz olsun diye söyleme! Ananı atanı say bereket büyüklerle beraberdir! Sevildiğin yere sik gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibar olmaz. Üç kişiye acı; Cahiller arasında âlime, Zenginken fakir düşene, Hatırlı sayı//45// nisan 90

iken itibarini kaybedene! Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Ululanma, düşmanını hor görme! Düşmanını çoğaltma, düşmanlığın başını da sonunu da sen belirle! Haklı olduğunda kavgadan korkma. Bilesin ki atin iyisine doru yiğidin iyisine deli derler ! Ey oğul! Beysin... Bundan sonra öfke bize, uysallık sana... Gücengeçlik bize, gönül almak sana... Suçlamak bize, katlanmak sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana... Kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana... Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana... Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana... Ey Oğul! Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun.” Şeyh Edebali’nin nasihati her insana yol gösteren, hayatını kolaylaştıran hikmet ve irfan dolu. Bu sözler dolu dolu bir ömrün, bir yaşam tecrübesinin, ilmi derinliğin ve aşkınlığın sonucu söylenmiş. Bu sözler her devlet adamını bağladığı gibi her Müslümanı bağlayıcı ahlaki, etik ve dini değerler içeriyor. Büyük sözleri ancak büyük adamlar söyleyebilir diye düşünüyorum. Ve Şeyh Edebali’nin nasihati de söylenmiş büyük sözler arasında yer alıyor çünkü oldukça anlamlı ve aşkın ifadelerden oluşuyor. Günlerden Cuma ve seferi olduğum için Cuma’yı kılmak içimden gelmiyor. Ama beni


namaz kılmaya zorlayan bir his ister istemez beni abdest almaya zorluyor. Lavaboya geldiğimde içimden bu soğukta nasıl abdest alacağım diye geçiriyorum. Çoraplarımı soyup abdest almak için oturup, musluğu açtığımda sımsıcak bir su akıyor. Oysa biraz önce girişteki lavaboda elimi buz gibi su ile yıkamıştım… Edebali’nin türbesinin bulunduğu tepeden ve mezarlıklar içinden aşağı iniyorum. Bir taraf derin bir vadi. Sendeliyorum az kalsın düşeceğim. Diz bağım çözülüyor kendimi yola vuruyorum. Camiye girdiğim sekiz on kişi oturmuş hocanın vaazını dinliyor. Köşeye çekilip vaaz dinliyorum. Hayatımın en güzel Cumasını burada kılıyorum. Tadili erkâna uyduğum bu Cuma namazında bir aşkınlık yaşıyorum. Erenlerin kerameti bu olsa diye geçiriyorum içimden… Osmanlının kuruluşunun ve Ertuğrul Gazi kutlamalarının yapıldığı yere geliyoruz. Burada Osmanlının kurucusu Ertuğrul Gazi’nin kabri bulunuyor. Büyük bir türbe, kapısında iki tane dalyan gibi Kayı boyu elbiseleri içinde asker nöbet tutuyor. Askerlerle fotoğraf çektiriyoruz. Askerlerin yanında nokta gibi duruyoruz. Daha sonra türbeye girip fatiha ve ihlas okuyup çıkıyorum. Kısa bir müddet türbenin yanına defnedilmiş olan Osman Gazi’nin kabri bulunuyor. Daha sonra kabrini Bursa’ya taşımışlar. Bu yüzden ilk defnedildiği yer kaybolmasın diye bir mezar taşı dikmişler. Yine türbenin girişinde Ertuğrul Gazi’nin eşi Halime Hatun’un mezarı bulunuyor. Her yıl burada şenlikler yapılıyor. Çevre bu şenliklerin rahat icra edilmesine uygun şekilde tasarlanmış. Türbenin yanında üstünde kitabesi ve şarıl şarıl suyu akan bir de çeşme… Abdülhamit döneminde beri Osmanlının kuruluş şenliklerine Karakeçili aşiretinden (Urfa-Siverek’ten) gelip katılanlar oluyormuş. Abdülhamit döneminde Karakeçili aşiretinden gelenlerin fotoğrafları sergileniyor. Ertuğrul Gazi türbesini ziyaret ettikten sonra Hamidiye Külliyesine gidiyoruz. Burada bir cami, bir mektep ve Söğüt ile ilgili resimlerin ve eşyaların sergilendiği bir müze bulunuyor. Hamidiye mektebi oldukça güzel. Kapının üzerinde devasa bir Osmanlı Tuğrası var ki görenlerin gözü kamaşıyor. Cumhuriyet ile birlikte bu atuğranın üstünün kapatılması istenmiş. Bunun üstünü alçıyla kapatan usta öyle bir ustaca kapatma yapmış ki, tuğrayı tekrar ortaya çıkarırken hiçbir zarar görmemiş. Hatta ustanın bu tuğrayı kapatırken “bunu açacakları zaman

bu tuğraya bir şey olmayacak” demiş. Yani yaptığı işin farkındaymış usta. Çünkü tuğranın üstünü alçıyla kapatırken tekrar açılacağını düşünmüş. Daha doğrusu Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ecdat düşmanlığının bir gün son bulacağını halk bilgeliğiyle tahmin etmiş usta. Hamidiye okulunun hemen karşısında cami bulunuyor. Cami de oldukça güzel. Külliye bana göre Söğüt’ün en güzel mekânı. Ve Söğüt’ün en güzel bu üç tarihi mekânı ilginçtir Abdülhamit döneminde yapılmış. Abdülhamit, Söğütlüleri hemşerisi olarak kabul etmiş. Rivayete göre kendisine suikast yapıldığında Söğütlü bir asker kendini padişahın üstüne atarak onu korumuş. Bunun üzerine Abdülhamit, yalnızca Bilecik/söğütlülerden oluşan bir muhafız alayı kurmuş. Söğüt’e özel bir önem vermiş. Hemşerisi olarak kabul etmiş Söğütlüleri. Atası Ertuğrul Gazi’nin türbesini onarmış. İşgal döneminde Yunan güçleri gelip Söğüt’te Ertuğrul Gazi’nin türbesine saldırmış, sandukasını alıp götürmüşler. Kurşunlamışlar. Türbe Cumhuriyet döneminde restorasyon görmüş. Bilecik çok ta göz önünde olan bir şehir değil. Hatta sapa bir nokta olduğundan içlerde kalmış. Sarp dağlar üzerinde kurulduğundan büyümeye imkân vermeyen bir konuma sahip. Bilecik’i öne çıkaran, onu şöhretli yapan İmparatorluk Osmanlısı. Dört yüz çadırla gelip bu sarp dağların eteklerinde konaklayan Kayı boyundan bir imparatorluğun çıkacağını hiç kimse düşünülmezdi. Hele hele ilk yerleşim yerleri olan Söğüt gibi küçük ve içte kalmış bir yerden üç kıtaya yayılan bir imparatorluk… Bu da gösteriyor ki özgürlüğüne düşkün, ufku geniş ve hep hareket halindeki(göçebe) Osmanlıları bu sarp kayalar engellememiş, bilakis onların yeni yurtlar, yeni ülkeler ve şehirler kurmasına zemin hazırlamıştır. Bilecik’te bana sempatik gelecek herhangi bir fiziki güzellik göremedim, ama, Söğüt’te tohumu atılan o imparatorluk ruhu içimde devinip durdu. Beni en çok sarsan ve etkileyen de bu ruh oldu…. 91


MUHAFAZAKÂR KESİMDE SANAT;

AŞİL’İN TOPUĞUNDAKİ

KURU NOKTA!

Dünya Tiyatro Günü Münasebetiyle… ..Halbuki İslam özünde sanatı barındırmaktadır. Leonardo Da Vinci’nin “Çizgide sonsuzu ararken İslam’ın hat sanatını ile karşılaştım.” sözü bulunmaktadır. Yasin ÇETİN*

aslow, felsefede insan ihtiyaçlarını bir piramit olarak en temel olanlardan başlayarak sırasıyla bir kuram olarak sunmuştur. Buna da “ihtiyaçların hiyerarşisi” piramidi demiştir. Bu piramide göre bir insanın ilk ihtiyacı nefes alma, sonra yeme içme, ardından barınma, akabinde güvenlik ihtiyacı gelmektedir. İnsanın bu temel ihtiyaçları elde ettikten sonraki ilk açığa çıkan ihtiyaç ise estetik-sanat ihtiyacıdır. Yani sağlık problemi olmayan, karnı tok, güvenlik ve barınma ihtiyacı olmayan bir insanın ilk hissettiği eksiklik sanattır. Bu, ya o sanattan faydalanmak ya da sanatı icra etmek üzere iki kutba ayrılırken burada önemli olan sanatın insanlık tarihi kadar eski antik dönemlerin de öncesine dayandığıdır. Sanatın geçmişi bu kadar eskiyken, ve dünya üzerindeki etnik, siyasi, coğrafi konumlarından dolayı gruplandırabilecek topluluklarda çeşitlilik gösterirken bu incelemede “Müslümanlarda Sanat” bağlamında ele alınacaktır. Antik Yunan Mitolojisinde “Aşil” diye bir tanrı vardır. Mite göre annesi doğduğunda onu Atina’daki ölümsüzlük nehrine topuklarından tutarak batırıp çıkartır. Dolayısıyla artık ölümsüz olmuştur ve tüm savaşları kazanmaktadır. Aşil bir gün Hektor ile yaptığı savaşta topuğundan bir ok yer ve ölür. Ölümsüz bir tanrı nasıl ölür diye birbirlerine sorduklarında halka arasında şu ifade dolaşır; “Annesi onu doğduğunda ölümsüzlük nehrine sokarken eliyle tuttuğu topuğunda bir nokta kuru kaldı. Ve oku da o noktadan yediği için ölümsüz tanrı öldü.” derler.

*Tekâmül Tiyatrosu

sayı//45// nisan 92

Yine bir güzel Osmanlı atasözü vardır; “Teşbihte hata olmaz, hatasız teşbih olmaz.” Bu atasözünün ışığında Aşil- Müslümanlarda sanat benzetmesi yapılmıştır. İslamiyet doğuşundan bu güne kadar hükümleriyle, emirleriyle, sosyolojik olarak toplu yaşama getirdiği düzen ve adalet bağlamında yapılan akademik ve ilmi araştırmalar sonucu dünyanın en “ölümsüz” dünya görüşü denilebilir. Fakat bugünün şartlarında “Müslümanlarda Aşil’in topuğundaki kuru nokta gibidir.” Sözünde de bir beis ya da hatalı bir teşbih olduğu pek söylenebilir bir durum olarak görülmemektedir. Dünya’nın en ölümsüz dünya görüşüne inanılıyor. Fakat o topuktaki ölümlü kuru nokta sayılabilecek sanat yüzünden tüm ölümsüzlük bir anda farklı bir boyuta taşınabilmektedir. Bugün komünizmin haklı yanları vardır. Sosyalizmin,


Feminizmin, Leninizmin, Marksizmin ufak tefek hakikate yaklaştığı yerler vardır. Fakat İslamiyet tüm bu dünya görüşlerinin haklı ve hakikat yanlarını barındırarak hataya düştükleri yerleri reddetmektedir. Ayrıca İslamiyet sonrası aralarında İslamiyet’ten etkilenen düşünce biçimleri de vardır. İşte böylesine hakikatin merkezinde bir dünya görüşünün bugün şartlarında onu ölümlü kılan karşısındaki sorunsal; Sanat olarak tespit edilmektedir. Ve İslam karşısında duran kendine “rakibi” sıfatını koyan kişiler ise bunu bildiği için hep en zayıf olan topuğundaki o ölümlü noktadan vurmaktadırlar. Halbuki İslam özünde sanatı barındırmaktadır. Leonardo Da Vinci’nin “Çizgide sonsuzu ararken İslam’ın hat sanatını ile karşılaştım.” sözü bulunmaktadır. İslam’ın ilk doğduğu yıllarda Hz. Peygamber’den en büyük övgüyü alan sahabelerden birisi de Hasan B. Sabit’tir. Hasan B. Sabit ilk meddah olarak kabul etmektedir. Yine İslam’ın ilk 10 asrına bakıldığında sanatsal anlamda dünya üzerinde sanata büyük yön vermiş eserleri bulunmaktadır. Bugün günümüze ulaşan tiyatronun antik Yunan dönemindeki 3000 yıllık Aristoteles, Aiskilos, Sofokles’in başyapıtları ortaçağda kilise tarafından yakılıp yok edildiğinde İslam buna sahip çıkarak Arapça’ya çevirerek muhafaza ettiği bilinmektedir. Rönesans’tan sonra Arapçadan tekrar Yunanca, Latince ve İngilizce’ye çevrilmiştir. Antik birçok tiyatro metni İslamiyet’in hoşgörüsü ve sanata verdiği değer sayesinde günümüze ulaşabilmiştir. Bu sorunsala tabii ki birçok çözüm önerileri getirilebilir. Sanat deyince çok büyük bir derya iken onu da tiyatro üzerinden örneklendirmek, ortak-paydaş ile sınırlılık getirerek daha bilimsel bir şekilde ifade edilebilir. İlk belirtilen mitte ölümsüz bir tanrı olduğu için Aşil, Hektor’u çok küçümsemekteydi. Bugün de tiyatroya baktığımızda ilk karşılaşılan durumun tiyatro için bir eğitime, bilgi, birikime ihtiyaç duymadan direkt yapılabileceği kanısıdır. Hatta öyle ki ömründe kendi yaptığı oyunlar harici 20 tane oyun izlememiş kişiler günümüzde tiyatroya ömrünü adadığını beyan edebilmektedir. Dolayısıyla bu alanda ilk yapılabilecek çözüm önerisi mahiyetinde olan bilgi; başta tiyatro olmak üzere sanatın her alanında akademisyenlerin yetişmesidir. Müslümanlar tıp, mühendislik, hukuk başta

tüm alanlarda akademik anlamda varlık gösterirken sanat alanında akademisyeni yok denilebilecek niteliktedir. Bugün bazı belediyelerde, sivil toplum kuruluşlarında başta tiyatro başta olmak üzere birçok sanat alanında kurslar açılmaktadır. Fakat bu kurslar bu alanda donanımlı insanların yetişmesi için yeterli gelmemektedir. Öncesinde akademik bir kadro ile hazırlanmış, tamamlanmış dört yıllık fakülte müfredatının yerine eşdeğer olmadığı herkesin malumudur. Bu eksiklikten dolayı yapılan eleştiriler de yerini bulmamaktadır. Örneğin Müslüman bir insan sanat eleştirisi yaptığı zaman sanat çevrelerinde pek de karşılık bulmamaktadır. Bunun sosyolojik nedeni de şöyle olarak kabul edilebilir. Bir telakkiye, anlayışa karşı olmak için önce insanın kendi telakkisi olmak durumu gerçeği bulunmaktadır. Yani kişi bir tiyatro yapısına anlayışına karşı olabilmek için önce kendi üslubunu, anlayışını ve estetiğini göstermelidir. Dolayısıyla yapılan yorum-eleştiri ehliyeti olmayan bir insanın ne kadar da aracı sert kullan ralli şoförüne “düzgün sür” ya da “sert kullanıyorsun” demesi ile eş değerdir. Eğer sanat kavramı hafife alınmadan gerekli önem gösterilerek incelenirse bu sefer “beklenilen kültür devrimi” gerçekleşebilir. Bir referans olması bağlamında örnek vermek gerekirse bir tiyatro sanatçısının bu alanda yapacağı lisans ve yüksek lisans sonrası öğreneceği tek şey tiyatro öğrencisi olduğudur. Bunların üzerine yapacağı doktora çalışmasında da öğreneceği şeyin de öğrenciliğinin devam ettiği olduğu düşünülebilir. Aslında bir çok insanın yukarıdan bakınca dibini gördüğü bir okyanusta içinin de sığ olduğunu sanması gibi bir örnektir sanat. Her oyun izlerken bazı karakterleri kendinin de yapabileceğini sanması ya da ebru yapmayı rastgele suyun üzerine boyayı sıçratmak sanması gibi. Hülasa; “bir kültür devrimi” ideası güdülüyorsa sanat alanında ciddi bir planlı programlı çalışma yürütülmelidir. Sanat alanın da çok daha fazla bilim insanları yetiştirilirse tahayyül edilen ideaya yaklaşmak bu şekilde mümkün olabilir. Ölümsüz bir dünya görüşüne inandığını savunan bir Müslüman, ne zaman ki topuğundaki kuru olan ölümlü noktayı ıslatırsa o gün ölümsüzlüğünü ilan edebilir. 93


DESTANLARI YAŞATAN AYDIN:

MEHMED NİYAZİ Mehmed Niyazi Bey meşhur Marmara Kıraathanesi’nde Ziya Nur Aksun, Sezai Karakoç, Erol Güngör ve dostlarından devşirdiği irfanı, heybesine doldurduğu bilgiyi bugün gençlere cömertçe aktarıyor. Bir çok mahfilde bu düşüncelerini gençlerle paylaştı. Mehmet Nuri YARDIM

sayı//45// nisan 94

ir milletin bütün fertleri, bazen bir yazar, bir aydın, bir mütefekkir, bir sanatkârlarıyla rahatlıkla iftihar edebilir. Hizmetiyle, gayretiyle, erdemleriyle temayüz etmiş bir âbide şahsiyet, koca bir millete şan ve şeref verebilir. Mehmed Niyazi Bey de varlığıyla, eserleriyle, hizmetleriyle ve irfanımıza kattıklarıyla Türkiye’de çok sevilen, sayılan, fikirlerine değer verilen üstün bir yazar, seçkin bir münevverdir. Bu ülkenin ruh köküne, toprağına bağlıdır; bu memleketin çocuklarına bağrını açmıştır ve 1960’lı yıllardan beri kafası ve gönlüyle kendi insanına bağlı soylu bir romancımız, has bir mütefekkirimizdir. Pek çok eserinden aklıma ilk geliveren ve masamda gözümün önünde olanları sıralayayım: Yazılmamış Destanlar, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Varolmak Kavgası, Millet ve Türk Milliyetçiliği, Daha Dün Yaşadılar, Varolmak Kavgası, Bayram Hediyesi, İki Dünya Arasında, Çanakkale Mahşeri, Yemen Ah Yemen, Plevne ve Doğunun Ölümsüz Çocuğu... Mehmed Niyazi Bey demek biraz da hatıra demektir. Yine bir Kurban Bayramı’nda bilge tarihçimiz Ziya Nur Aksun’un evine gitmiştim. Her zaman olduğu gibi mükrim ev sahibesi Belma Aksun Hanımefendi’nin mütebessim çehresiyle karşılaşmıştım önce. Ziya Nur Bey her zamanki gibi salonda ve koltuğunda oturuyor, misafirlerini dinliyordu. Mehmed Niyazi, Cemal Aydın, Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Dursun Gürlek ve diğer misafirler var... Konuşulan mevzular her zaman olduğu gibi memlekete dair. Tarih, özellikle yakın tarih revaçta... Belma Aksun’un mükemmel ev sahipliği yaptığı günde Ziya Bey her zamanki yerinde konuşulanları dikkatle, tebessümle ve ârifane dinliyor. Sohbet esnasında Mehmed Niyazi Bey iki nükte nakledip hazirunu güldürüyor. Her ikisi de büyük iman, aşk ve heyecan adamı Osman Yüksel Serdengeçti hakkında. Mehmed Niyazi Bey. Osman Yüksel’in imanını, Necip Fazıl’ın zekâsını, Erol Güngür’ün ilmini, Ziya Nur’un önderliğini de anlatıyor. Ülkemizin meseleleri hakkında düşüncelerini aktarıyor. Problemlere derin vukufiyetini, peşin hükümlerden uzak çarpıcı tahlillerini ve kıymetli fikirlerini bizlerle paylaşıyor. Mehmed Niyazi Bey gibi münevverlerimiz hakikaten Türkiye için birer büyük şans. Öz kültürüne bağlı, medeniyetini bilen ve anlatan, köksüz aydınları her zaman uyaran bir vicdan adamıdır


yazarımız. Yaklaşık iki saati bulan sohbet, çok istifadeli geçiyor. Bazen bir cümle ile bir şahsı veya hadiseyi mükemmel bir şekilde hülâsa ediyor ve işin esasını ortaya çıkarıyor. Mehmed Niyazi Bey meşhur Marmara Kıraathanesi’nde Ziya Nur Aksun, Sezai Karakoç, Erol Güngör ve dostlarından devşirdiği irfanı, heybesine doldurduğu bilgiyi bugün gençlere cömertçe aktarıyor. Bir çok mahfilde bu düşüncelerini gençlerle paylaştı. Oturup çay içerken çevresindekilerle ufuk açıcı sohbetler etti. Kelimeleri seçerek kullandı, kavramları yerli yerine oturttu, kimseyi darıltmadı ve bir nesil yetiştirdi. O sadece akl-ı selim sahibi değil, aynı zamanda kalb-i selim, hiss-i selim ve zevk-i selim sahibidir. Gündeme gelen veya getirilen meselelerin arka plânına derinlemesine bakabilen ve mühim tespitler yapabilen bir kalem erbabıdır. Fikirlerini tam mânâsıyla anlayabilmek, anlattıklarını hakkıyla kavrayabilmek için eserlerine yönelmek gerekiyor. Zaten his, heyecan ve hareket kadar akıl, sükûnet ve iman sahipleri de Doğu’nun bu mustarip aydınını, Türkiye’nin bu mümtaz fikir adamını tanıyor, okuyor ve çok seviyor. Mehmed Niyazi Beyi anlatabilmek zor. Onun yürek yangınını, idealist yönünü, nüktedan tarafını, hadiselere tefekkürî bakışını, karagün dostluğunu, ümmete aynı gözle bakan müşfik yanını velhasıl mükemmel bir münevver olarak bu ülkede nasıl büyük hizmetler ettiğini bilen bilir. Bugün Türkiye’de iyi kötü bir tarih şuuru uyandıysa bunda Mehmed Niyazi ağabeyin katkıları çok büyüktür. Niyazi ağabey bu eseri yazabilmek için yıllarca Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nden dışarı çıkmamıştır. 2011 yılının Ramazan ayında “Beyazıt Ramazan Sohbetleri”ni düzenliyoruz. Konuşmacımız yine kendisi. Çok şeyler anlattı. Bir bölümünü kaydetmişim, şöyle ki: “1500’lü yıllarda Latin dünyasının beyni olan Sarbon Üniversitesi, Germen dünyasının beyni olan Frankfurt Üniversitesi ve İslâm dünyasının beyni olan Fatih Medresesini esas alalım. Sarbon’daki tıp kitapları yedisi bizden çevrilmiş ve toplam 12 adet, Frankfurt’taki tıp kitapları sekizi bizden çevrilmiş ve toplam 16 adet, Fatih Medresesi’nde ise 920 adet tıp kitabı mevcuttu. Biz 16. ve 19. asırlar arasında kafa üstü düştük veya ona benzer bir şeyler oldu. Çözüm için bu dünyayı isteyen, ahireti isteyen, hem bu dünyayı hem de ahireti isteyen ilme sarılsın.”

Yıllar önce Mehmed Niyazi ağabeyle birlikte yakın dostu, ağabeyimiz şair yazar Abdurrahim Balcıoğlu’nu birlikte ziyaret etmiştik. Uzun zaman görüşememişlerdi. İki nehrin kavuşması gibi birbirlerine sarıldılar, muhabbet ettiler, sohbetten ben de çok istifade ettim. Balcıoğlul büyüğümüzün hatıraları Sanatalemi.net’te yayımlanmıştı. 12 Ağustos 2011 tarihli yazıda, aziz dostu Mehmed Niyazi için şöyle diyordu: “Bizim ‘Derviş Niyazi’, bizim ‘Gandi Niyazi’; şuurlu, ruh köküne bağlı, özünden sapmamış, benliğini kaybetmemiş, engin kültürlü, ağırbaşlı, sakin ve yavaş tabiatlı olmasına rağmen; konferanslarında mikrofon O’na değil, O mikrofona yardım eden, hitabetiyle dinleyenleri coşturan çok iyi bir hatip. Mehmet Niyazi, doğuyu, batıyı ve dünyayı derinlemesine incelemiş; gerçeği yalandan ayırarak somut hale getirmiş; milletler camiası içinde Türkİslam milletinin geçirdiği istihalelileri, yükseliş ve çöküş sebeplerini imbikten geçirmiş ender beyinlerimizden biridir.” İslâm hakkında konuşurken ikisi esas ve ikisi yardımcı kaynak kullanmak şarttır.” Allah’ın elçisi Hazreti Muhammed Aleyhisselatü Vesselam hakında da, “O bizim peygamberimizdir, kâinata rahmet olarak gelmiştir ve Peygamberliğinin ispatı olan sünnetleri bağlayıcıdır.” demişti. Peygamber Efendimizin vefatının ardından gelen dört halifenin seçilme biçimini hukukçu olarak değerlendirdiğinde birbirinden farklı olduğunu ve bu seçim şekillerinin günümüz dünya rejimlerinin dört ana temel noktasını temsil ettiğini anlatan Mehmed Niyazi, Hz. Ebubekir'in seçilmiş bir zümre tarafından, Hz. Ömer'in tayinle, Hz. Osman'ın şura ile ve Hz. Ali'nin demokratik denilebilecek oylama sistemiyle seçildiğini detaylarıyla anlatmış ve hitabesini şöyle noktalamıştı: “Teokrasi İslâm'da yoktur, Hıristiyan dünyasında vardır.” Başta ESKADER olmak üzere bir çok kuruluş Mehmed Niyazi Beye ödüller verdi, hakkında saygı toplantıları düzenledi. Edebiyat sanat dergileri de özel bölümler yaptılar. Bütün bunları ziyadesiyle hak eden bir münevverimizden bahsediyoruz. Eserleriyle gençlerimize yerli ve millî bakış açısı kazandıran, onlara romanlarında ve sohbetlerinde tarih şuuru ve Osmanlı sevgisi aşılayan, İslam ahlakını anlatan, Türkiye’mizin mümtaz mütefekkiri Mehmed Niyazi ağabeyimize Cenab-ı Allah’tan sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum. Allah kendisinden ebediyen razı olsun! 95





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.