Biz’den…
Vatan, Dil, Millet, Bayrak.. Yaşamanın sırlarını bileydin Ölümün sırlarını da çözerdin; Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok: Yarın, akılsız, neyi bileceksin? / Ömer Hayyam “Aydın olmak için önce insan olmak lâzim. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer . Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişidir. Aydını yapan; ‘uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir çabadır.” diyor Cemil Meriç. Dilimin özelliği ve güzelliği ile beni ve bizi yaşatan kelimeler, cümlelerle var ettiğimiz edebiyatımız ve şehirlerimizdir…Eğer Dil’imi ortadan kaldırırsanız, kültürümüzü ve medeniyetimizi bina ederken kurguladığımız tüm eserler ve temeller yok olur… Asırlar var ki; Temeli beş bin yıla dayanan dilimizi, tarih boyunca çeşitli dillerle çeşitli medeniyetlerle beslemiş olgunlaştırmışız.. Ana dilimiz Türkçemiz, bizlere ana sütü gibi olmuş..Beslenmişiz, gelişmişiz onunla.. Anlaşmışız onunla…Vahdet şuuruna ermişiz bu kelimelerle anlaşarak.. Nicedir ki, Bu birlik ve beraberlik rahatsızlık verince birilerine, dilimizin bozulmasına uğraşmışlar ve bu nedenle milletimizi parçalamak istemişler.. Bu konuda sözde bazı aydın kişilerimiz, millet vatan bayrak devlet konusunda birlik fikrinden yoksun görüşler serdettiler..Bu konuda çaba harcıyanları baltalamak istediler.. Dilimiz artık her yirmi yılda bir revize ediliyor, yirmi sene önce yazılan eserleri yeni nesil anlamıyor, yeni baskılarla yeni bir dille çıkıyor kitaplar.. Nesiller arasındaki anlaşma zemini gittikçe azalıyor..Ne oluyor bize?. Remzi Oğuz Arık şu ifadeleri söyler;Ne türlü düşünsem görüyorum ki her idealin başı ızdıraba dayanıyor. Bir kütlenin kaderi önünde düşünmeyen, acı duymayan insanın ideali anlamasına da, ona kavuşmasına da imkân göremiyorum…Türkiye’nin kalkınmasını, aynı ızdırabı duyan insanların birleşmesinde buluyordu..”Duyan ve duyduğu için kendisini geçmişe ve geleceğe karşı mes’ul bilen seçme insanlardan meydana gelen bir efkârı umumiye yaratmaya mecburuz” diyordu.. “Dünyada mahşerlerin kaynaştığı bir anda, tarihimizin üstüne eğilmek gösteriyor ki, bu vatanı lafla almadık. Buradaki büyük, ebedi Türk devletini lafla kurmadık. Buraları birbirinden ağır tarih hadiseleri yaratarak ”bizim“ yaptık. Yendiğimiz düşman kitlelerin meydana getirdikleri eserleri, yıkmadığımıza, koruduğumuza üzülenler, kızanlar vardır. Biz o düşman milletlerin yapıp bıraktıkları eserleri o kadar geçtik ki; bu memlekete damgamızı öyle iki hayat özüyle ; Zekâyla, kanla bastık ki
buraların artık başkalarına ait olması ihtimali kalmamıştır. Karşımızdakilerin hayatiyeti yanında bizimkinin ne kadar üstün olduğunu bu da gösterir. Sonra buraları yalnız almadık, muhafaza ettik. Hem de bütün dünyaya karşı! Bu da bizim kanımızın kuruyup kurumadığını-İlkin kendimize, sonra bütün cihana- gösterir sanırım. Bu vatan; ancak biz tarihi vazifemizi anlamaktan, bu vazifeye layık olmaktan çıkarsak düşmanların olabilir..” 2013 yılında Kırımda Sürgün’ü lanetleme mitingine katılmıştık, seksen yaşını aşmış bir vatanperver hanımefendi Ayşe Seitmuradova kürsüye çıktı, Lenin meydanında Lenin heykelinin karşısında , çoğu gençlerden oluşan 50 bin kişilik kalabalığa şöyle hitab etti (İki elini yumruk yaptı) - Korkmuyorum senden Moskova !, Dilimi ve Dinimi kaybetmedikten sonra korkmuyorum senden !.. Bu müthiş hitaptan çok etkilenmiştik, duygulanmıştık.. Gençlerin coşkusu ise muhteşemdi..İki cümle ile bile gençlerin beynine o şuuru kazımıştı.. Gençlerin iradesine ve kararlılığına, azim ve cesaretine, gayret ve çalışkanlıklarına, girişimcilik ruhlarına çok ihtiyacımız var.. Şehirlerimiz bu şuurda gençlerle ayakta kalacak, Kültürümüz bu gençlerle gelişecek ve yaşayacak.. Bu şuurla onların yetişmesini sağlamalıyız.. Her konuda yetişmiş , bilime teknolojiye hâkim, okumayı seven, insanlığı bilen, sanat’a yatkın, edebiyatı ve medeniyeti özümsemiş gençlerin yetişmesi için çok çaba sarfetmeliyiz ..Bu gençleri her türlü aksi akımlardan korumalıyız.. Yoksa geleceğimizi tehlikeye atarız.. Bu konularda öğretmenlerimizin gayretlerine, şuurlarına, yeterliliklerine çok ihtiyacımız var..Hayat beşikten mezara kadar bir okuldur.. Sürekli öğrenmeyen öğrencide öğretmende bu ülke için nakıstır.. Kasım ayında Öğretmenler günü münasebetiyle tüm öğretmenlerimizi kutluyoruz, tebrik ediyoruz..Bu vatanın geleceği onlar sayesinde gençlere emanettir.. Şehir ve Kültür dergisi, yeni bir sayı , yepyeni makalelerle huzurunuzda, bizler bu sayılarla huzurunuza gelmeden , aynaya bakıp saçımızı tarıyoruz..Noksanlarımızı kusurlarımızı görmeye çalışıyoruz, onları düzeltmek için gayret ediyoruz.. Biliyoruz ki bu ülkenin tüm insanları ülkesi ve milleti için hatasız iş yapmaya gayret edeceklerdir.. Hz.Mevlâna diyor ki; Cahilin eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara ciladır. Nerede bir gönül varsa sabırla cilalanır. “Hoş bulduk efendim,Hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4
ÜNiVERSiTE TERCiHLERi,
8
DOĞU’NUN BAŞLADIĞI
DiPLOMASi, ARAPÇA,
ÖZGÜVEN VE KARiYER.. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN
YERDEKi CAMiNiN HiKÂYESi
TOKYO "ŞEHiT" CAMii
Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR
11 16
AÇGÖZLÜLÜKTEN KURTULMAK Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN
HZ. BiRGiVÎ’NiN MEKÂNI – I Dr.Kâmil UĞURLU
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu
20
YiTiK COĞRAFYANIN ŞEHiRLERi;
SARAYBOSNA -II-
Hüseyin YÜRÜK
27 iKi MAKALE
iBNi SiNA’DAN
Recep ARSLAN
42 51
DiYARBAKIR; ULU ŞEHiR, MEHMEDLERiN, ÖMERLERiN ŞEHRi
Fahri TUNA
NASIL, BiR ŞEHiR KAÇKINI OLDUM? -II-
İbrahim BAŞER
Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,
12 MEKÂN VE İNSAN ATEŞ DENİZİNDE MUMDAN GEMİ/ Mehmet Kâmil BERSE 23 Yunus Gibi -II-/ Kâmil UĞURLU 24 TÜRKİYE’DE TARİHİ ÇEVRE’NİN KORUNMASINDAKİ TEMEL PROBLEMLER VE MOBİL KORUMA YAKLAŞIMI / Dr. Şimşek DENİZ
52
VATANIN HARÎM-i iSMETiNi KORUMAK iÇiN KURULAN
SÖĞÜT ALAYI Nermin TAYLAN
28 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT-2- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 32 İSLÂM VE BATI KÜLTÜRÜNE KATKILARI BAĞLAMINDA “ENDÜLÜS”-2- / Emir Ali ÇEVİRME 34 SERHAT DİYARI ARDAHAN’DAN AHISKA’YA / Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN 38 MEDENİYETİMİZİN KADİM ŞEHİRLERİ İÇİN, “TOPLUMSAL OBEZİTENİN ARA YÜZÜ ŞEHİR OLUŞUMUNDAN KORUNMA ÇARELERİ, TEKLİFLER, DÜŞÜNCELER…” / Cem ERİŞ 44 KAHRAMANMARAŞ’IN GÜL YETİŞTİREN ADAMLARINDAN: BAHÇECİ HOCA / Serdar YAKAR
56 92
BiR MEDENiYET
DiLi OLARAK SALÂ Nidayi SEVİM
ATLAR, HATLAR VE
SÜLEYMANNAME SÜLEYMAN SAİM TEKCAN
HEYKEL VE GRAVÜR SERGİSİ
Mehmet Lütfü ŞEN
47 SELİM NÜZHET GERÇEK GEÇMİŞ ZAMANLARA DAİR -şehir kitap- / Tanıtım: Fatma DERİN 48 MUSİKİNİN ALTIN İKLİMİNDE ERZURUMLU BİR SANATÇI: KEMÂNÎ HAYDAR TELHÜNER-2-/ İsmail BİNGÖL 55 SELİM NÜZHET GERÇEK İSTANBUL, ŞEHİRLER VE MİMARİ -şehir kitap-/ Tanıtım: Fatma DERİN 59 ŞEHRE ÂŞİNÂ OLMAK / Prof.Dr.Bilal KEMİKLİ 60 KÜLTÜR ÜZERİNE / Seyfullah ERKMEN 63 İNSAN VE MEKÂN / Mehmet BAŞ 64 “TÜRK DÜNYASI” TOPKAPI’DA SİZİ BEKLİYOR… /Salih DOĞAN 68 RUHUN, GÖNLÜN VE AKLIN DİNGİNLEŞTİĞİ MEKÂN TARAKLI / Mehmet MAZAK 70 BURAYA EĞRİ ODUN GİREMEZ / Erbay KÜCET 72 ŞAİR GÖZÜ İLE; BELEDİYE BAŞKANLARININ HASSASİYETLERİ NELER OLMALI… / Ekrem KAFTAN 74 İBNİ HALDUN VE ŞEHİR – 1 / Mehmet SANCAK 76 ŞEHİR SOHBETLERİ – 13 - ŞEHRİN TARİHİ NEDEN YAZILMIYOR? / Ahmet NARİNOĞLU 78 SU GİBİ AZİZ, ŞELALE GİBİ ÇILGIN, KANYON GİBİ VAHŞİ, ELMA GİBİ TATLI: ERKENEK / Alişan HAYIRLI 82 KAYBETMEDEN HATIRLAMAK İHTİFALCİ MEHMED ZİYA BEY’İN UNUTULAN KABRİ / Fatih DALGALI
94
BAHAETTİN KARAKOÇ -ÖRFÜMÜZÜN ŞAİRİ – Mehmet Nuri Yardım
84 ŞEHİRLERİN ANASI MEKKE-İ MÜKERREME -üç- / Münir BALICA 86 MOĞOL İŞGALİNE UĞRAYAN ERZURUM / Muhsin İlyas SUBAŞI 88 ŞEHİRLER KALABALIK.. DİKKAT! “YALNIZ”LAŞIYORUZ / Musa YAŞAROĞLU 90 İSTANBUL’UN HİKÂYESİ GÜNEŞİN KAPISI İSTANBUL / İsmai DELİHASAN
Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal
GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com
Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11
Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70 Kapak Fotoğrafı: John Boolean (Çakırağa Konağı/ Birgi)
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV
/DersaadetTv
elişen olaylar ve etrafında yaşananlar arasında bağ kuran insan mutsuzdur. Ama feylesoflar, hükemâ “düşünebilmeyi” insan olmanın temel şartı olarak belirlediğine göre bundan da kaçış yoktur. Buna bir de “zakire”yi yani “hatırlama gücünü” de ilave etmek yerinde olacaktır. Yani düşünerek mutsuz olacaksın, hatırlayarak da bunu katmerli hale getireceksin. Belli ki bugün kalem (af edersiniz klavye) bizi mutsuzluk deryasında yüzdürecek. Varsın olsun işin ucunda -ölümden beter olsa da- “ölüm” yok ya.
ÜNİVERSİTE TERCİHLERİ,
DİPLOMASİ, ARAPÇA, ÖZGÜVEN VE KARİYER..
Şimdi neye üzülsem bilemiyorum.. Emanet aldığımız genç beyinleri mankurtlaştırdığımıza mı, sahte özgüven verdiğimize mi, hangi birine üzüleyim? Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN*
Nereden başlasam, düşüncelerime tehacüm eden marazı fikirleri mi yoksa hatıraları mı öne çıkarsam? bilemiyorum. Birbirlerinin gıdası değil mi bunlar? Öyleyse birbirine geçmiş bu iki hasletten de yararlanmanın ne zararı var. Maksadım çok yakında başımdan geçen bir hatırayı değerlendirmek idi üniversitelerin yaşadığı sizce de malum olan tercih hüsranından sonra. Zira yeni yetme gençler hayli sarsmış bizi ve sistemi. Burnundan kıl aldırmayan üniversitelere “istemiyorum, başınıza çalın tercih formlarınızı“ dediler… Devletlüler kendilerince tefsir ettiler yaşananları, olmadı ettirdiler. Belli ki bir hayli zaman alacak bu sadmenin tesirleri. Tıpkı benim ve arkadaşlarımın Yüksek Lisans kabulü sırasında farklı üniversitelerden gelen adayların cevaplarında yaşadığım(ız) sadmeler gibi. Eh artık, konuya girmek, düşüncelerimi paylaşmak istiyorum ama ne çare? Sorgulayan daha eski hatıralar öne çıkıyor “bizi, bizi anlat önce” diye.
*FSMVÜ Tarih Anabilim Dalı Başkanı
sayı//52// kasım 4
29 Ekim 1987’de Kahire’de gurup vakti tamamlanmış, o iklimde günün en güzel anı girmişti. Mısır’ın ve pek çok ülkenin hayat kaynağı olan Nil kenarında Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu muhteşem büyükelçilik binasının bahçesindeydik. Kalabalık bir davetli gurubu ile beraberdik. Bakanlar, siyasetçiler, yabancı misyon şefleri ve kançılaryası, Kahire’nin eşrafı ve ayanı. Orada Mübarek, burada da daha mübarek Demirel asırlarındayız. Karşılıklı iltifatlar çağındayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümü resepsiyonu yapılıyordu, kim gelmez ki? Mekan güzel, Kahire’nin parlak ışıklarına karışan belli belirsiz yıldızların altında ikram şahane. Öbek öbek ama sıradan olmayan insanlar kendi aralarında sohbet ediyorlar T.C. Büyükelçiliği bahçesinde içerken ve atıştırırken.
Davetiyede de zaten “Garden Party” yazıyordu hatırladığım kadarıyla veya fiilen öyle olmuştu. Hâlâ da öyle değil mi? Türk davetli mi dediniz? Ben ve benim gibi bir iki kişi var ya. Evet, Kahire’de o zaman bir hayli Türk öğrenci vardı ama çoğu Ezher’de okudukları için elçilik onlardan korkuyor ve etrafına yaklaştırmıyordu. Bana gelince, ben Kahire Üniversitesi’nde zararsız, genç bir “araştırmacı” sayılırdım. Aslında işin doğrusu biraz da mesleki dayanışma gösteren elçilik müsteşarımızın özel ihtimamı ile oradaydım. Daha sonra büyükelçi de olan o müsteşarımız benim tarihçiliği seçmemde önemli rolü olan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” eserinin yazarı merhum Köprülü’nün ailesinden idi ve kendisi de o sıralarda “siyasi tarih” alanında doçentliğe hazırlanıyordu. Sadede gelelim.. Ama ah şu zâkirem rahat bıraksa. Türkiye’de Başbakan Turgut Özal ve Dışişleri bakanı Mesut Yılmaz’ın o sıralarda bambaşka dertleri vardı. Türkiye’nin “komşusu” “turandaş”, ama daha da önemlisi beş yüz yıllık tarih ortağımız olan Bulgaristan’ın başbakanı Jivkov denen “herif-i nâ-şerîf “orada yaşayan Müslüman Türkleri “asimile” etmeye ahdetti. İsimlerini, dinlerini değiştirmeye zorluyor, hatta ölülerine bile müdahale ediyordu. Henüz Turgut Özal Cumhurbaşkanı olmamış ve mağdur Müslüman Türklere Türkiye’nin kapısı açılmamıştı ama büyük bir diplomasi savaşı veriliyordu. Allah için sonradan -bana göre- devlet adamlığında inhiraf etse de o zaman Dışişleri bakanı olarak bu meseleyi anlatmak adına büyük bir diploması mücadelesi veriyordu Mesut Yılmaz. Daha da acı olanı ise burada Müslümanlar zulme uğrarken sorunun Müslüman ülkelere anlatılamamasıydı. Veya anlamak istememeleriydi. Başta Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere hiç bir Arap ülkesinden örtülü olmayan tam bir destek gelmemişti. Bulgaristan gerçekten bu kadar güçlü mü idi? O günleri hatırlayanlar bilir ki zinhar hayır. Üstelik Doğu Bloku da çatırdıyordu? Ben ve bazı arkadaşlarım Üniversite koridorlarında bu durumu anlamak için kafa çatlatıyorduk. Konuştuğumuz akademisyenler ülkelerindeki resmi görüşü tekrarlıyorlardı. Nasıl olur bu diyordum kendi kendime. Biz Müslüman, bunlar Müslüman
ülkeler ve orada açık bir insan hakkı ihlali var. Niye anlamıyorlar? Elbette onların da başta bizim “laik ülke iddiamız” olmak üzere bir çok “mantıklı” cevapları vardı. Artık bunlar da kenarda dursun konuya daha doğrusu “Garden Party”ye dönelim. Bir kenarda bir kaç Arap davetli ile uzun zamandır hasret kaldığım lezîz Türk mutfağı ürünlerini tadarken, şiir sohbeti yapıyorduk. İmrü’l Kays’tan başladı biri diğeri Mütenebbî ile tamamladı. Ben de Fuzuli’den kırık dökük tercümeler yapıyordum. Oysa O büyük şairin Arapça divanı vardı ve hiç görmemiştim. Bugüne kadar da da Türkiye’de bu divan ile ilgilenenin olduğunu duymadım. Ne kadar çok işimiz var aman Ya Rabbim! Bir kulağım da arka öbekte süren hararetli tartışmada idi. Arapça ama alışılmadık bir şekilde fasih Arapça ile bir tartışma sürüyordu. Dikkat kesildim. Konu Bulgaristan’daki zulüm meselesi idi. Daha doğrusu orada Türk mü, Bulgar Müslümanı mı, Bulgar vatandaşı mı oldukları tartışılıyordu. Yaşanan haksızlık ve insan hakları kimsenin umurunda değildi. Dayanamadım, etrafımdakilerden izin alarak o guruba yaklaştım. Uzun boylu esmere çalan yüzü ile bir şahıs hayranlıkla dinleniyordu. Çok düzgün ve fasih Arapça ile konuşuyordu. Çok nadiren Irak lehçesinden ödünç kelimeler de araya giriyordu. İfade ve üslup ikna edici idi ve herkes onaylıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nin bahçesinde, kendi mülk-i ismetinde Bulgaristan tezlerinin doğruluğunu anlatıyordu. Etrafa bakındım ona cevap verecek kimse yoktu. Zaten Arapça bilen Türk davetli olmadığı gibi büyükelçilikte de Arapça bilenler yoktu. İş başa düşmüştü. Ama karar veremiyordum, çocukluğumdaki İsmet hocamın telaffuzu mu yoksa son zamanlarda taklit etmeye başladığım Mısır ammicesi ile mi söze girmeliydim. Öbek belli ki farklı Arap ülkelerinin misyon şefleri idi ama etraflarında da birçok Mısırlı davetli vardı. Tercihimi Mısır lehçesinden yana kullanarak, söze giriş için etkili bir “mealeş” (bu kelime Mısır’da her kapıyı açar, burada kastım affedersiniz idi) ile, beyefendinin anlattıklarının aksini duymak ister misiniz? dedim. Zaten söze girmiştim. Yaşanan şoka aldırmadım ve zihnime hücum eden en iyi kelimelerle ama kırık bir “Mısır ammicesi” ile Türkiye’nin -benim de aslında fazla bilmediğim- tezini anlattım bir 5
solukta. Belki kimse ikna olmadı ama, maksat hasıl oldu. Konu hatta gurup dağıldı, herkes kendine sohbet edeceği belki yeni ikramlar bulacağı başka bir öbek aramaya gitti. Ben de kendime başka birilerini aramaya koyuldum. Bahçe büyük olsa da bir tur attıktan sonra yine ilk karşılaştıklarınızı bulabiliyorsunuz. Gözüm hep o anlatıcıda idi. Zaten boyu da kendini ele veriyordu. Üzerindeki atıştırmalıkların bitmekte olduğu uzun ayaklı sehpanın başından ayrılmadan yanına koştum. Önce çekingen bir tavırla birbirimizi yeniden selamladık. Bana biraz iltifat etti her nedense? Hangi Arap ülkesinden olduğunu sordum. Güldü ve kısmen gururlu, kısmen de müstehzi bir edayla: “Bulgaristan” dedi. İşte ilk sadmeyi aldım, ikinci darbenin nerden geleceğini düşünürken toparlandım. “Ama çok güzel Arapça konuşuyorsunuz, sizin kimse Arap olmadığınızı iddia edemez” derken, içimden de “kendi toprağımızda düştüğümüz hale bak. Adamlar burada Türk mutfağını tadarken Bulgaristan propagandası yapabiliyorsa Ankara ne yapsın?” diyordum. Adam çoktan Türkçeye geçmişti ama ben hala şoktan Arapça konuşmaya çalışıyordum. Birden irkildim. Türkçesinin de güzel olduğunu fark edince, biraz daha yakınlık peyda oldu. Kimsiniz a kuzum? demeden, Bulgaristan Kültür ataşesi olduğunu öğrendim. Olmadı, diplomat olmadan önce Bulgaristan komünist partisinin yönlendirmesi ile önce Irak’ta dil eğitimi aldığını, Irak’a giderken Türkiye yolunu kullandığını bu şekilde de Türkçeye başladığını, sonra buraya atandığını da öğrendim. Hikayesi burayı ilgilendirmeyecek kadar uzun. Ama bana bizim Arap ülkelerine niye derdimizi anlatamadığımızın cevabını vermişti bu bir saat içinde yaşadıklarım. “O zaman” hiç bir diplomatımız, siyasimiz ve pazarlıkçımız Arapça bilmediği gibi, “laiklikten ödün vermemek“ adına da bu dili asla öğrenmemeyi yeğliyorlardı. Hoş sistem de buna müsait idi. İngilizce veya hariciyemizde ölmeye başlamış olan Fransızca ile Araplara Bulgaristan meselesini veya başka bir meseleyi anlatamazdınız. “O zaman” dedim, ya şimdi, yani aradan geçen çeyrek asırdan fazla bir süreden sonra durum nedir? Hariciye ile ilgili fikir ve düşüncelerimizi şimdilik saklı tutalım. Zülf-i yâre dokunmayı da. Ama bu yılki Üniversite fecaatını da hatırlayarak biraz da –iğne yetmez ya-, çuvaldızı kendimize sayı//52// kasım 6
batıralım. Zaten işin başından beri bu yazının konusu da bu değil mi idi? FSMVÜ Edebiyat Fakültesi gerçekten gıpta edilecek bir mekanda. Atik Valide külliyesinde. Öğrenci olmak imkanı olsaydı orada okumak isterdim. Ama hoca olmak nasip olmuş o muhteşem mekana. Küçük ve samimi bahçemiz şimdi çok sakin, ama eğitim-öğretim yılı içinde adeta bal biriktiren bir arı kovanı. Geçenlerde hikmeti ilham eden sütunlu bahçeden odama geçiyordum. Bir genç mütebessim bir ifade ile ama hızlı bir şekilde selam vererek yanımda geçti. Vak’ayı adiyedendir. Aldıracak bir şey yok tabii. Ama biraz sonra aynı genç odama büyük bir tevehhürle girdi ve oda arkadaşım olan bir hocamızı sordu. Zaten hocamız yoktu ve bulamayacaktı da. Bunu ifadeye çalışırken bana meş’um soruyu sordu: “Beni tanıdınız mı?” meş’um diyorum. Zira yüzlerce öğrenci mezun etmiş her hocanın hep karşılaştığı ve cevap vermekte zorlandığı bir soru. Muhtemelen bu soruyu eski bir öğrenciniz soruyor ve siz artık düzeni kaybetmiş, arşivlemeyi bırakmış hafızanızın içinden onu bulmaya, çıkarmaya çalışıyorsunuz. O ise aceleci veya biricik olduğunu düşünüyor ve sohbetin kalitesi değişiyor. Ama benim durumum o anda daha vahimdi. Zira biraz önce selamlaşmıştık, siması yabancı değildi artık ama. Eğer sorunun sahibi yeni bitirdiğimiz dönemdeki öğrencilerimizden ise hafızamı hiç affetmeyeceğimi gösteren bir halet-i ruhiye ile cevap ararken o çoktan masamın önündeki sandalyeye kurulmuş anlatıyordu. “Ben bir kaç gün önce Yüksek Lisans sınavına giren öğrencilerdenim” dediğinde rahatlamıştım. Hafızam ile hesaplaşmayı bıraktım, daha müşfik ve misafirperver bir tavır takındım. O devam ediyordu. “Genellikle kolay hatırlanan bir tipim var, farklı kıyafetlerim var” diyordu. Özgüveni müthiş bir aday ile karşı karşıya olduğumu düşündüm. Bu tür gençlere ihtiyacımız olduğunu her yerde ve her mahfilde söylerim. Ama bu tür ziyaretler sınavdan önce yapılır, sınav sonrası niye yapıldı diye düşünürken o devam ediyordu: “Sınavda konuşamadım şimdi konuşmaya geldim” dediğinde içimden derin bir “eyvah” çektim. Devam etti: “Bana sınavda sorduğunuz sorunun konumuz ve alanımız
ile alakalı değildi. Jüriyi yanlış yönlendirdiniz ve ben cevap veremedim”. Tekrar hafızam ile mücadeleye başladım. Kimdi, ne sormuştuk? Öyle ya 50’ye yakın adayı mülakata almış ve her birine beş-on dakikalık bir zaman diliminde bir kaç soru yöneltmiştik. İkişer sorudan olsa yüz soruyu hatırlamak gerekiyordu o anda. Ne sorduk da cevap veremedin diye soramadan, zaten hazırlanarak gelen o pırıl pırıl genç: Ben Arap Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Tarihten Yüksek lisans sınavına girmiştim diye devam edince, hafızam hizaya geldi ve arşive kaldırdığı dosyayı yukarı çekti. -Bana Bakillanî’den klasik bir metin okuttunuz. Malum biz Arap dilinde daha çok modern Arapça öğreniyoruz. Oysa ne Bakillanî (öl. hicri 403) ve ne de metin bu sınavın konusu değildi, dediğinde tansiyonum yükselmeye başladı ama yılların birikimi ile kendimi teskin ettim. Zira ünlü Eş’arî kelamcısı ve Malikî aliminin adını en son ne zaman andığımı hatırlamıyordum. Ama belki çeyrek asır olmuştu. Yani sınavda değil. Hemen hafızamın sunduğu dosyayı açtım ve mülakatı hatırladım. Aday mezun olduğu fakülteyi söyleyince, heveslendim, Arapçayı bilen bir yakın dönem tarihçisi adayı vardı karşımızda ve bu bizi mutlu etmişti. Bulgaristan’dan bile çok daha geç kalmıştık ama nereden başlasak kar idi diyerek gözlerimizle anlaştık değerlendirme hey’etimiz ile. Ama aday da bunu bize ispat etmeliydi. Masanın üstünde Ürdün’de yayımlanmış olan yeni bir kitap vardı. Bir sahifesini açarak bir kaç satır okuyup tercüme etmesini istedik. Hem kullanacağı kaynak dili bilgisini ölçecek ve hem de adayı kendi alanından sorgulayarak daha kolay bir mülakat yapacaktık. Peki ne mi oldu? İlk iki satırı çok kötü olmasa da okuyabilmişti. Ama bir kelimede takılıp kaldı. Bir türlü okuyamadı. Kalkıp bakınca Arapça imlası ile yazılmış olan “Brockelmann” olduğunu gördüm ve ben okuyarak devam etmesini sağladım. Zaten bu isimleri Arapça imla ile yazmak hep bir beladır. Yazması bir dert, okuması bir başka dert. Kitap, ondan Türk tarihi hakkında bir alıntı yapmıştı. Bu sefer de adaydan tercüme talep ettik ama nafile. Dört yıllık belki de daha fazla Arap Dili ve Edebiyatı mezunu aday mücessem bir şekilde karşımızdaydı ama natıkası tutulmuştu. Heyecandır, diyerek üzerinde durmadık. Ama okuyamamış olsa da Arap Dili ve Edebiyatı mezunu Ortadoğu
araştırmaları yapmak isteyen bir adayın mutlaka o ismi duyduğunu varsayarak Brockelmann ve Fuad Sezgin’in çalışmalarından bahsetmesini istedik. Hüsrana uğradık. Arap Dili ve Edebiyatı Tarihi dersleri de alan aday/lar Brockelmann’ı duymamıştı. Fuad Sezgin ise yerli bir isimden başka bir şeyler çağrıştırmıyordu. İşin daha da tuhafı bu sınavdan etkilenen genç hâlâ kendisine ne sorulduğunu bilmiyordu. Önüne Bakillanî’den klasik bir metin konulduğunu düşünüyordu. Belki de sınav sonrası konuştuğu hocalarının hatırladığı “B” harfinden hareketle sorunun Bakillanî olabileceğini söyleyip onu yönlendirmişlerdi. Ne de olsa Arapça bir metin idi ve bir “gavurun” adı geçecek değildi ya. Benim verecek cevabım kalmamıştı. O ise hâlâ programa girmesinin hiç önemli olmadığını ama o gün konuşamadığından bunları yüzümüze söylemek için geldiğini, koridora da taşıdığı sözleriyle söyleyip mekanı terk etmişti çoktan. Şimdi neye üzülsem bilemiyorum.. Emanet aldığımız genç beyinleri mankurtlaştırdığımıza mı, sahte özgüven verdiğimize mi, hangi birine üzüleyim? Üniversitelerimiz niye tercih edilmiyor, niye dil öğretemiyoruz, niye diplomasinin gereği olan dilleri kullanamıyoruz? Ama en önemlisi bize sunulan bunca imkana ve geçen bunca zamana rağmen niye yapamıyoruz? Her zaman olduğu gibi cevapları siz bulun ve yazıyı tamamlayın sevgili okuyucularım. 7
DOĞU’NUN BAŞLADIĞI YERDEKİ
CAMİNİN HİKÂYESİ TOKYO "ŞEHİT" CAMİİ
Abdulhay Kurbanali ile Abdürreşid İbrahim’in önderlinde Tatar Türklerinin yoğun girişimleri sonucu, Japon halkının da desteğiyle, Tokyo’da bir cami inşasına başlanır ve 1938 yılında ibadete açılır. Japonların gösterdiği alicenaplık sebebiyle camiye, “Tokyo” adı verilir. Tokyo Camii, kısa zamanda Japonya Müslümanları ile özdeşleşir ve onların bir remzi haline gelir. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//52// kasım 8
aponya’nın başkenti Tokyo’yu ziyaret edenler, şehrin en merkezi yerleşim yerlerinden birinde göz alıcı bir cami ile karşılaşırlar. Doğu’nun en uzak noktalarından birinde yer alan bu cami, Tokyo Camii’dir. Japonya’nın bu ilk camiinin ilginç bir yapılış hikâyesi vardır. Çarlık Rusyasının ve akabinde ona mirasçı olan Sovyetler Birliği’nin ilk kuruluş yıllarında pek çok İdil-Ural Türkü Japonya’ya sığınır. Japonya Hükümeti de Rus rejimlerinden kaçıp gelen bu Müslüman Türklere kucak açar ve Tokyo, Kobe, Yokohomo gibi şehirlerde bir arada yaşama imkânı sağlar. Kazan Tatarları başta olmak üzere Japonya’ya göç eden İdil-Ural Türklerini buna yönelten çeşitli saikler vardı. Bunların başında, Japonya’nın 1895’te Çin’e ve hemen on yıl sonra, 1905’te, Rusya’ya karşı kazandığı büyük zaferlerin Çin ve Rus işgali altındaki Türklerde uyandırdığı sempati gelmekteydi denilebilir. Akabinde, Birinci Dünya Savaşından da galip olarak çıkınca, esaret altındaki Türkler için, kendilerine destek verecek bir büyük devlet algısı oluşturmuştu. Böylece, hem baskı hem de sürgünler sebebiyle yurtlarından ayrı düşmek mecburiyetinde kalmış İdil-Ural Türklerinin başlıca sığındıkları ülkelerden biri Japonya olacaktır. 1919 yılında başlayan ve her geçen gün biraz daha artarak devam eden göçlerle Japonya’ya gelenler arasında büyük tüccarlar, zenginler, işçiler, öğretmenler, din adamları gibi toplumun her katmanından insanlar bulunuyordu. Gelen insanlar, belli başlı şehirlerde birbirlerini buluyor ve bir arada yaşamaya başlıyorlardı. Bunun sonucunda, Japonya’nın başkent Tokyo’da da bir Müslüman topluluğu teşekkül etmiş ve kısa bir süre sonra da yaşadıkları yer “İslâm Mahallesi (Mahalle-i İslâmiye)” olarak adlandırılmaya başlanmıştı. Tokyo’da İdil-Ural Türklerinin nüfusu belli bir sayıya ulaşınca dinî ve millî kimliklerini muhafaza için de harekete geçtiler. Bu amaçla, ilk olarak, 1927 yılında çocuklar için bir okul açtılar. Bunun için de, yaşadıkları mahallede kiralanan bir ev okula dönüştürülmüştü. Okul, yalnızca çocukların eğitim mekânı değildi. Aynı zamanda Müslüman toplumun dinî konularda da bilgi alabilecekleri bir yer olmuştu ve bunların yanı sıra mescit olarak da yararlanılıyordu. Ne var ki bu, bir süre sonra ihtiyaçlara cevap veremez hâle gelecekti. Her şeyden önce, sabit ve ibadetlerini daha rahat
ifa edebilecekleri bir yere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Ayrıca, dinî ve millî kimliklerinin bir şiarı olmalı ve yaşadıkları yerin İslam muhiti olduğunun anlaşılabilmesini sağlamalıydı. Yani bir cami inşası zaruret olmuştu. Cami yapma fikrinin ortaya çıkması ve hayata geçirilmesi sürecinde iki önemli ismin ön plana çıktığı görülmektedir: Abdulhay Kurbanali ve Abdurreşid İbrahim. Başkurt Türklerinden olan Abdulhay Kurbanali, Bolşevik devrimi sırasında yaşanan iç savaşta Beyaz Rusların yanında yer almış, yaşanan mağlubiyet sonrası Mançurya’ya kaçmıştı. Burada Japonlarla tanışacak, 1924 yılında da Tokyo’ya yerleşecektir. Ali Merthan Dündar, “Japonya’da Türk-Tatar Diasporası” adlı çalışmasında Abdulhay Kurbanali ve beraberindekilerin gelmesinden sonra Japonya’daki Türk-tatar nüfusunun daha da arttığı ve hayatlarının değişmeye başladığını ifade etmektedir. Artık, daha teşkilâtlı ve birlik içerisinde hareket etmeye başlayan Tatarlar, 1925 yılı Ocak ayından itibaren de, o zamana kadar ifasında aksamalar görülen Cuma namazlarını düzenli olarak eda etmeye başlayacaklardır. “İslâm Mahallesi (Mahalle-i İslâmiye)” de aynı tarihte kurulacak ve yukarıda ifade edildiği gibi Tokyo’daki Müslüman Türklerin yaşadığı semtin adı olacaktır. İki yıl sonra da Tatarca eğitim veren ilkokul faaliyete geçecektir. Kurbanali, bu süreçte, hem okulun müdürlüğünü üstlenmiş hem de öğretmen ve imam olarak vazife yapmaya başlamıştır. Bu vesileyle, söz konusu dönemde yaşanan bir tenakuzu da zikretmek isterim: Okulda ihtiyaç duyulan kitaplar, Türkçe matbaa makinası olmadığından veliler tarafından elle çoğaltılıyordu. Bu ise eğitimde büyük zorluklar yaşanmasına yol açıyordu. Bu çetrefil mesele, Türkiye’de yaşanan bir gelişmeden sonra çözülecektir. 1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılâbından sonra, artık ihtiyaç duyulmayan matbaa kalıpları ile eski huruf satın alınarak Japonya’ya getirilmiş ve “İslâm Mahallesi” adıyla bir matbaa kurulmuştur. Bu matbaa, daha sonra önemli bir baskı merkezi haline gelecek ve burada neşredilen başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere çeşitli dinî ve millî muhtevalı eserler, Müslüman Türk dünyasının yanı sıra Afganistan’dan Mısır’a kadar geniş bir coğrafyada dağıtılacaktır. Ancak, Abdulhay Kurbanali’nin talihi, Ayaz İshakî’nin Japonya’ya gelmesinden sonra değişecek, 1938 yılında, yapımı için büyük
çaba gösterdiği caminin açılışına iştiraki bile önlenerek gözaltına alınacaktır. Ardından Mançurya’ya sürgün edilecek, İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Sovyetler tarafından esir edilerek Sibirya’ya sürülecektir. Uzun yıllar çalışma kampında tutulan Kurbanali, 1972 yılında vefat edecektir. 20.yüzyılın en renkli ve etkili Türk aydınlarından biri olan Kazanlı Tatar Türkü Abdurreşid İbrahim ise Japonya’ya 1934 yılında gelmiştir. Aslında bu onun ülkeye ilk gelişi değildi. 1902 yılından itibaren birçok kereler bu ülkeye seyahat ederek, birçok önemli devlet adamı ve aydını ile tanışacak, ileri seviyede dostluklar geliştirecektir. Aslında, İdil Ural Türklerine Japonya kapısını aralayan da İbrahim’in Japonlarla geliştirdiği bu dostluk olmuştur denilebilir. İkinci gelişi ise daimî ikamet amaçlıydı, nitekim, vefatına kadar bu ülkede yaşayacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli bir döneminde, 17 Ağustos 1944’te ebedî âleme göçtüğünde, vefat haberi Japon radyosu tarafından dünyaya ilân edilecek ve naaşı, uzak yerlerden katılmak isteyen dostlarının yetişebilmesi için, dört gün bekletildikten sonra inşası için büyük gayret gösterdiği caminin haziresine defnedilecektir. Bu arada kendisi Osmanlı vatandaşı olmuştu. Yine Osmanlı Devletine hizmetlerinden birinin daha altını çizmek isterim. Abdürreşid İbrahim, Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus ordusu saflarında savaşa katılıp Almanlara esir düşenlerle İstanbul’da ikamet eden Orta Asyalı gönüllülerden “Türkistan Taburu” altında bir birlik oluşturmuş ve bu birlik, Irak cephesindeki savaşlarda Osmanlı Ordusu 9
Tokyo Camii, Japonya'nın her tarafına dağılmış yaklaşık 100 İslâmî kurum ve kuruluşla 180 kadar mescidin de ilk kilometre taşı olur.
sayı//52// kasım 10
saflarında yer almıştır. İbrahim, ilk baskısı 1911 yılında yapılan ve yayınlandığı yıllarda büyük akis uyandıran “Hatırat-ı Âlem-i İslâm” adlı eserin de sahibidir. Tam bir fikir ve eylem adamı olan Abdürreşid İbrahim’in Türk ve İslâm dünyasındaki yeri kadar Japonya ile ilişkileri de hakkında kitaplar yazılacak kadar derin ve kapsamlıdır. Öyle ki, bu ülkede gösterdiği gayretlerle, İslâmiyet’in resmen tanınmasını sağlamasının hikâyesi bile çok etraflı anlatılacak bir niteliğe sahiptir. Ancak konumuz bağlamında, İbrahim’in Japonya’ya gelmesinden sonra buradaki İslâmî çalışmaların daha da güçlendiği ve cami inşa düşüncesinin hız kazandığını belirtmekle yetinmek istiyoruz. Abdulhay Kurbanali ile Abdürreşid İbrahim’in önderlinde Tatar Türklerinin yoğun girişimleri sonucu, Japon halkının da desteğiyle, Tokyo’da bir cami inşasına başlanır ve 1938 yılında ibadete açılır. Japonların gösterdiği alicenaplık sebebiyle camiye, “Tokyo” adı verilir. Tokyo Camii, kısa zamanda Japonya Müslümanları ile özdeşleşir ve onların bir remzi haline gelir. Tokyo Camii açıldıktan sonra, İdil-Ural Türklerinin yanı sıra başka ülkelerden gelen Müslümanların da ibadetleri ifa ettikleri bir merkez haline gelir. Müslümanların düğün törenlerinden cenazelerine kadar birçok hizmet bu camide görülmeye başlar. Cami, aynı zamanda Müslüman çocuklara dinî bilgilerin öğretildiği bir mektep özelliği de kazanır. Kısacası, Tokyo’daki İslâmî hayatın merkez üssü halini alır. Tokyo Camii etrafında oluşturulan sosyal hayat, İslâmiyet’in Japonya’da tanınmasında ve buraya gelen Müslümanların dinî kimliklerini muhafaza etmelerinde önemli bir rol oynar. Bunun yanı sıra Tokyo Camii, Japonya'nın her tarafına dağılmış yaklaşık 100 İslâmî kurum ve kuruluşla 180 kadar mescidin de ilk kilometre taşı olur. Bugün Japonya'da sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte 50 bini Japon asıllı olmak üzere yaklaşık 150
bin civarında Müslümanın yaşadığı tahmin edilmektedir. (Yeri gelmişken, şu hususu da ifade edip geçmek isterim. Japonya’ya 1900’lerin başından itibaren yerleşen İdil-Ural Türklerine 1953 yılında Türk vatandaşlığı verilir. Bu olay sonrası Türklerin büyük kısmı Türkiye’ye göç ederek Japonya’dan ayrılır.) Ne var ki, zamanla, Japonya’da adeta gündelik hayatın bir parçası haline gelen depremler sonucu Tokyo Camii büyük hasar görür. Bunun üzerine yıkılmasına karar verilir. 1986’da yılında da yıkılır. Japonya’da yaşayan Müslüman Türkler bu olayı “cami şehit oldu“ şeklinde tarif etmektedirler. Onlara göre, Allah’ın evi olan bir yapı yıkıldığında, ona yıkıldı değil “şehit oldu” denilmelidir. Bu gelişmenin ardından, caminin arsası, yerine yine cami yapmak kaydıyla Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’na hibe edilir. Gösterilen bu alicenaplık, inşası 2000 yılında tamamlanarak ibadete açılan yeni caminin kitabesine de işlenir. İdil-Ural Türklerinin inşa ettiği Japonya’daki ilk cami olan Tokyo Camii’nin yerine aynı adla inşa edilen yeni mabedin projesi mimar Muharrem Hilmi Şenalp’e aittir. Klasik Osmanlı camilerinin mimarî hatlarını haiz yeni cami, bir ana ve onun etrafında yer alan altı adet yarım kubbeli olarak yapılmıştır. Caminin bodrum ve zemin katlarında çok amaçlı çeşitli salonlar, bir kütüphane, mutfak ve misafirhane mevcuttur. Ana mekânında ise yaklaşık 630 kişi aynı anda ibadet edebilmektedir. Bu sayı, gerektiğinde son cemaat mahalli ve diğer bölümlerin açılmasıyla, iki bin kişilik bir kapasiteye ulaşabilmektedir. Cami kubbeleri ve minareler, dünyanın her yerinde Müslüman toplumun varlığının birer işaretleri olmuştur. Kentin göbeğinde göz alıcı mimarisi, aydınlık iç mekânı ve minaresiyle Tokyo Camii, Japonya’daki Müslüman varlığının ilk dikkat çeken şiarı gibidir. Daimi görevli bir imamı bulunan camide her gün beş vakit namazı kılınmaktadır. İslâmiyet’te, her ne kadar namaz için özel bir mekân şart olmasa da, dünyanın her yerindeki Müslümanlar cemaat halinde yaşamanın göstergesi olan cami inşasına özel önem vermişlerdir. Tokyo’nun en merkezi yerlerinden birinde yükselen minaresiyle Tokyo Camii bugün, yalnızca ülkeye gelen Müslümanların değil, Japonların da önemli uğrak yerlerinden biri konumundadır. Bu yönüyle de şehrin önemli siluetlerinden biri haline gelmiştir. Aynı zamanda Tokyo’daki ilk camii inşa eden ve Japonya’ya İslamiyet’i getiren Türklerin de aziz hatırasını canlı tutmaktadır.
AÇGÖZLÜLÜKTEN
KURTULMAK Gösteriş tüketiminin baştacı edildiği toplumlarda, dünya ile ahiret arasında uyum değil, çatışma vardır. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN*
Harcama yarışı büyük bir hız ve yoğunluk kazanır. İsteklerin karşılanmasında, en büyük erdem erdemsizlik olur. Gösteriş tüketiminin baştacı edildiği toplumlarda, dünya ile ahiret arasında uyum değil, çatışma vardır. Dünya ahiretin tarlası olma özelliğini yitirince, ikisi birbirinden bağımsız hale gelir. Ahiretin tarlası dünyada, isteklerden önce ihtiyaçların karşılanması hayati önem taşır. İsteklerin ihtiyaçların önüne geçmesi, insanın iç dünyasını yoksullaştırırken, dış dünyasını da savaş alanına çevirir. Tüketim çılgınlığının önüne, “bulunca dağıtan, bulamayınca şükreden insan” geçer. Yalnızca onun elinde tüketim tutkusu, üretim coşkusuna çevrilir. Tokgözlü insana yapılan yatırım geleceğe yapılan yatırımdır. Onun güç ve coşku kaynağı görünen değil, görünmeyen dünyadır. Görünmeyen dünya görünen dünyanın aynasıdır. O insanlardan yoksun bir toplum, iç yoksulluk gibi, dış yoksulluğun da üstesinden gelemez.
nsan ister New York, ister İstanbul, isterse de Tokyo’da yaşasın, açgözlülükle tokgözlülük arasında mekik dokuyor. Aldous Huxley’in “Yeni Dünya”sında olduğu gibi, herkesin “karnı tok, sırtı pek”. Ancak kimsenin gözü tok değil. Çünkü açgözlülüğün bir sınırı yok. Bir isteğin karşılanması, açgözlülüğü azaltmıyor. Her istek karşılandıkça açgözlülük yeni boyutlar kazanıyor. İnsan bir isteğini elde eder etmez, ardından ikincisi geliyor. İnsanın “tüketen el” olma gücü öylesine abartıldı ki, artık herkes Keynes gibi, tüketimi artırma sözkonusu olduğunda “iyinin kötü, kötünün iyi” olduğuna inanıyor. Ünlü iktisatçı haklıdır. Çünkü açgözlülüğün egemen olduğu bir toplumda, “kötü işe yarar, iyi ise yaramaz”. Bu yüzden, bütün dünya açgözlülüğü baştacı edinmiş durumdadır. Açgözlülüğün hayatın odak noktasına yerleştirilmesinin sonucu, tüketim, baştan çıkarıcı bir işlev yüklendi. Bütün isteklerin karşılandığı bir toplum, Zbigniew Brzezinski’ye göre, “Hiçbir ahlaki değerlendirme ölçüsünün olmadığı bir toplumdur”. Açgözlülüğün baştacı edildiği bir toplumda, harcama yarışı bütün değerlerin önüne geçer. Gösteriş tüketiminde iyi ile kötü, doğru ile yanlış ve güzel ile çirkin birbirine karışır. Metafizik değerler ağırlığını yitirir. Onların yerine Seküler değerler belirleyici olmaya başlar. Ahlaki değerlerin ağırlığını yitirdiği bir ortamda, para her şeyin ölçüsü haline gelir. *T.C.Maltepe Üniversitesi
Yağmurun ormanı verimli kılması gibi, tarla da çalışan insana öğrenmesini öğretir. Bunun için, Mevlana öğrenmeyi suya, ağacı da insana benzetir. Su hayattır. Susuz hayat olmaz. Su ağacı nasıl büyütürse, öğrenim de insanı öyle geliştirir. Bu yüzden, toplum öğrenime, ormanın yağmura ihtiyaç duyduğu gibi duyar. Öğrenen insan hayatı anlamlı kılmasını bilir ve bir mıknatıs gibi toplumu çevresinde toplar. Mutluluk öğrenme sürecinin sürekliliğiyle birlikte bütünlüğündedir. Erdem öğrenmesini öğrenme sürecinde gizlidir. Bu süreçte duyan unutur, gören hatırlar, uygulayan öğrenir. İslam kültüründe öğrenme beşikten mezara kadar devam eder. Öğrenmesini öğrenmek için, insanın iki gününü birbirinden farklı kılmasını bilmesi gerekir. Öğrenme sürecinde, öğrenci ve öğretici zaman zaman yer değiştirir, öğrenenler öğretir, öğretenler de öğrenir. Öğrenmesini öğrenme cihad gibi iki boyutludur. Bir boyutu görünen, diğer boyutu da görünmeyen dünyaya dönüktür. Görünmeyen dünyanın bilgisi görünen dünyayı da kuşatır. Ahiretin dünyayı içinde taşıdığı gibi, görünmeyen üniversite görüneni içinde taşır. Görünen dünyada fiziğin ilkeleri geçerlidir. Bu dünya, deney ve gözlemle kavranılır. Görünen dünyanın bilgisi zamanla hem gelişir, hem de değişir. Öğrenen insan, hiçbir zaman görünen dünyayla yetinmez. Deney ve gözlem dünyasının ötesine geçmek ister. Görünmeyen dünyanın kapılarının anahtarları peygamberlerdedir. Kapıları açmanın sırrı, görünmeyen üniversitelerde öğrenilir. Aklın üstünde, ancak aklın dışında olmayan dünyanın perdeleri görünmeyen üniversitelerde açılır. Onlar iç dünyayı zenginleştirmenin yolunu açarken, dış dünyayı da aydınlatır. Onların sayılarının azalması, iç dünyayla birlikte dış dünyayı da yoksullaştırır. Çünkü, iç dünyasının derinliklerine dalmasını bilmeyen, dış dünyanın zenginliklerini de değerlendiremez. Rasyonel üretimle gelen zenginlik, irrasyonel tüketimle yok olur gider. 11
ersaadetin orta yerindedir baba evim, babadan kalma evim.. Bebekliğim, çocukluğum, gençliğim, evliliğim, çocuklarım, torunlarım..Geleneksel bir Türk aile evim.. İlk çocukluğumdan kırıntı hatıralarım, gençlik hayallerim, tatlı hatıralar, doğumlar, ölümler, düğünler, hastalıklar, mutlu günler, acılı günler.. Bu evde yaşandı..
MEKÂN VE İNSAN
ATEŞ DENİZİNDE MUMDAN GEMİ Türkiye'nin en karışık dönemlerinden birinde gerçekleşen kazada, Kabataş ve Kadıköy cephesine bakan evlerin camlarının tamamı patlamanın etkisiyle tuzla buz olur. Sahilden uzakta bulunanların bir kısmı depremden; bir kısmıysa ülkenin bulunduğu durum nedeniyle bir dış gücün büyük bir patlama yaptırdığından şüphelenildi. Mehmet Kâmil BERSE
İlk eğitim ve öğrenimim , ailenin lisan-ı hal ile verdikleri, benim alabildiklerim.. Beş katlı yığma bir ev..Ev deyip geçmeyelim, geçenlerde içinde ve dışında oturup Orhan Veli gibi elim şakağımda, saatlerce yaşanmışları düşündüm.. Taş Mektep (Fatih İlkokulu)te geçen ilkokul yıllarım, Meliye Koşar öğretmenim, Kemal Köktürk müdürümüz hatırladıklarım, keman çalan müzik öğretmenim, ve Evim.. ilk okul arkadaşlarım Alpaslan Aydınlı, Erbil Zeylan,Tevfik, Hikmet, Esengül, Ayşe.. Süt tozundan kaynatılan Sütün, güğümlerle sınıfa getirilip bizlere ikram edilmesi (Sonradan öğrendik ki bunlar ABD nin yardım planıymış!). ve Evim.. Okulun bahçe kısmında küçük bir salon, müsamere salonumuz, bazen film seyrederdik orada bazen folklor oyunları oynardık.. Bahçede ise futbol keyfi çocukça.. Okul çıkışında Fatih camiinin bahçesinde yeşil çimenlerde futbola devam ederdik..ve Evim…Okul çıkışında küçük bir kitapçı Cevat Şen amcamız..Sonraki yıllar meslektaşı olarak yıllarca dostluğumuz devam etti.. Cevat Şen amcamız mesleğinde iyi bir kitapçı idi, Sonraki yıllarda Rahmetli İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmenin çocukları ile ortak matbaacılık yaptılar..ve Evim…Üçüncü sınıfta bir dersimiz vardı unutmam; İstanbul dersi..Yani bugün konulan İstanbul dersi o zamanlar vardı, İstanbul kitabı vardı Cevat Şen Kitabevi tarafından basılan.. İstanbul ile ilgili kitabî ilk bilgileri o kitaptan öğrenmiştim..Okul karşısında bir benzinci yanında kitapçı, aşağı doğru indiğinizde ana cadde, karşıya geçmeden solda tarihi bir çeşme ( Sonradan binalar yapılsın diye yıkıldı!) .ve Evim…Caddenin ortasında içine bir kişinin girebileceği beline kadar boyu olan metalden kapaklı yuvarlak kupa, üstünde Puro –Fay reklamı vardı ( O günlerin tek deterjan markası)..ve Evim… Okul giriş çıkışlarında mutlaka polis amcamız olurdu, sanırım zenci kökenli bir Türk vatandaşıydı polis amcamız, biz çocuklar ona lakap takmıştık; Arap Polis
sayı//52// kasım 12
amca.. Bayramlarda ve özel günlerde sınıflarda para toplanır, Arap Polis amcamız okula çağrılır, kendisine teşekkür edilir hediyeleri takdim edilirdi..Polis amcamızın mutluluğu gözlerinden ve dişlerinden okunurdu, gülümseyince bembeyaz dişleri çok hoş duruyordu.. Dördüncü ve beşinci sınıfa geldiğimde, caddeden karşıya geçtiğimizde sol taraftaki tarihi bina Millet kütüphanesiydi ve okul çıkışında kütüphaneye mutlaka uğrar oranın havasını teneffüs ederdim, kütüphane müdürü ve çalışanları bu ilkokul çocuğunu güleryüzle karşılarlar ve benim okuyacağım kitaplardan vererek bir süre orada kitap okumamı sağlarlardı..O Yıllarda ailenin Kitapçı dükkanıda vardı önceleri Sahaflar çarşısında bir kulübe kitapçı, daha sonra Beyaz Saray da iki kitapçı dükkanı; Kalem Kitabevi, ve kitap virüsü aldığım yılların başlangıcı... EVİMİZ VE İNSANLAR
Evimiz, “dört oda bir hol “ terkibinde idi... İstanbul’da ve o yılların büyük şehirlerindeki ev şekilleri, “Nohut oda bakla sofa” dizaynından çıkmış, şu kadar oda ve hol terkibi yeni moda idi, oturum muhafazakar bir yapıya göre idi (Haremlik selamlık gibi) modernize olmuş adıydı ilk geniş evlerde…Bu tabirler daha sonraları, 2 oda ve salon salomanje gibi Fransızca özentisi terimlerle, muhafazakar ev terkibinden ( Haremlik ve selamlıktan) çıktı.. daha sonra aritmetik tabirler kullanılmaya başlandı günümüzde; 2+1 , 3+1, 1+1 gibi… Evimizin en üst katı; üstte çatı etrafı açık, ancak çatı altında çok sayıda çiçek saksıları çiçek bidonları olan envai çeşit çiçeklerin bulunduğu “Teras” idi.. Geniş bir alanda yerde hasırlar vardı..Genelde hasırlarda ve üzerindeki minderlerde oturulurdu.. Rahmetli Babam, Yazın ve güzel havalarda özellikle Erkek misafirlerini bu mekânda ağırlardı..Havadar bir mekândı, o yıllarda ev ziyaretleri çok olur, hergün evimizden misafirler eksik olmazdı.. Yemek için yer sofrası kurulur, biz çocuklara da hizmet etmek düşerdi, tencereleri bir kat yukarı çocuk olarak ağbimle beraber taşırdık.. Rahmetli gül kokulu anacığımın onca yemekle nasıl uğraştığını ve muhteşem yemekler yaptığını bugün hatırladıkça ona ne kadar minnet borçlu olduğumuzu düşünürüm.. Rahmetli Annem her çeşit yemeği çok iyi yapardı. Kırım kökenli olması nedeniyle hamur işlerinde daha mahirdi, Mantının birkaç çeşidini ( Kaşık, Kocakulak vb
) Çiğbörek , göbete, kol böreği gibi böreklerin tadına doyulmazdı.. Ciğer sarma ise muhteşem olurdu; küçük küçük kıyılmış takım kuzu ciğeri ile bir iç pilav hazırlanır kuzu gömleği ile sarılır ve tepsi fırına verilirdi.. Evde sobalı dönem olduğundan bir odada Maşınga dediğimiz (bugün kuzine diyorlar) odunlu bir soba fırınla bu güzel yemekler hazırlanırdı.. Ortada kurulan sini sofranın çapı 1.5 metre civarıdır, ayrıca ahşap sofra yedekte olur, Yemek ortada bir büyük kaptan veya büyük fırın tepsisinden çatal kaşıkla yenirdi, Herkese açılan tabak servisi âdeti henüz bize gelmemişti.. Besmeleyle yemeğe başlanır afiyetle yenir yemek duası ile mütevazi ziyafet sona ererdi.. Hasırın bir tarafında toprak sırlı büyük küp bulunur, içinde sakadan alınan iyi su doldurulur, maşrapa ile alınıp su servisi yapılırdı.. Bu küp, içindeki suyu yazın soğuk kışın ise ılık tutardı..Bu ortamın neredeyse her akşam veya öğlen misafirleri bol olduğunu yazdım.. Ancak misafirlerimizin de kimler olduğunu hatırladıklarımı yazmalıyım, gün gelip unutulmasın diye.. Çarşamba’da Mustafa İsmet efendi dergâhında Ahıskalı Ali Haydar Efendi ‘ye müntesib olan babam’ın çokça ihvan arkadaşları vardı, Efendi Babamız (Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1960 yılı 10 ağustosta ) vefat etmişti.. Buradan arkadaşları haftada bir gün akşamları Hatme Hace için gelirler, yemekten sonra Hatme yapılır, İbadet , zikir ve ardından çay sohbetiyle gece sona ererdi.. Misafirlerden hatırladıklarımdan bazıları rahmetli oldular..İsmailağa cemaatinden Mahmud efendi, İsmail efendi, Kaptan amca, Kumrulu Mescid imamı Hasan Efendi, Hasbi Ağbi, Beşiktaşlı Hüseyin Efendi, Bandırmalı Tatlıcı Ali efendi , Hafız Alaaddin efendi (Horhorda otururdu), Gönenli Mahmut bayram hoca gibi zat-ı muhteremler neredeyse her hafta bu meclislerin müdavimi idiler, bu kişiler dışında, Efendi Babamızın damadı Nuri Efendi, Abdülhalim Akkul, Dülgerzade imamı Tevfik efendi, Emin Saraç hocamız, Osman saraç hocamız, Bazen Gönenli Mehmed efendi, Üçbaş medresesinden Eşref efendi, Siyasi zevattan Hasan Aksay, İhsan Toksarı, ve daha sonraları (1968 de)Necmeddin Erbakan hoca( üç defa gelmişti) hatırlayabildiklerimden… Rahmetli Emin Ağabeyimin de bir arkadaş gurubu vardı onlarda haftada bir bizim evde toplanırlardı; Ağabeyim İstanbul İmam –Hatip okulundan arkadaşları dışında, o yılların Vefa 13
Lisesi ve Pertevniyal lisesinde okuyan bazı öğrencilerle 15-20 kişi civarında biraraya gelirler çeşitli dini ve ilmi sohbetler yaparlardı, bu kişilerden hayatta olanlara sağlıklı uzun ömür vefat edenlerede rahmet diliyorum, Erman Tuncer, Mahmut ve Vefa Çamdibi, Behlül ağbi, Timurtaş Uçar, M.Akif Gürkan, Osman Fevzi Yenel, Recep Çalık, Veyis Üçer, .. Rahmetli Emin Ağabeyim 1960 ihtilalinde İstanbul İmam Hatip okulundaki müdürün gadrine uğramış, ihtilal mağduru olarak okuldan ayrılmak zorunda kalmış ve 2 yıl kadar Maraş İmam hatip okuluna gitmişti..Aktif bir içtimai yapısı vardı, Maraşta’da tabldoit boy bir gazete çıkarmış ve emniyetin takibine uğramıştı.. Tekrar İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Ve okuluna Yeni gelen müdürle devam etti.. Maraş’ta edindiği çevre ile irtibatını koparmadı, (Aradan 12 yıl geçtikten sonra beraber Maraş’ı ziyaret etmiş bende Maraş İHO da İmtihana girmiştim..) Maraş’taki arkadaşlıklar, İstanbul’da bizim hanenin ilk uğrak yerleri olmasına vesile oldu..Vehbi Vakkasoğlu , Bekir Karlığa, Abdülkadir Kocamanoğlu, Zeki Canan, Ziya Güvenen gibi daha birçok kişinin hanemizle olan dostluklarını hayatta olanlarla bu fakir devam ettirmeye çalışıyor.. Emin ağabeyim, Osman Yüksel Serdengeçtinin kitaplarını İstanbul’da dağıtımını yapardı, Osman Yüksel Serdengeçti İstanbul’a geldiğinde Hanemizde misafir olur, Teras daki Hasır mekânda kalmayı çok severdi.. Hasır mekânı Çok seven bir muhteremde Halk ozanı Rizeli Hafız Edhem Gönüller açar idi, şivesini değiştirmeden okuduğu şiirlerinden çok mutlu olurdum.. Bu satırları yazarken Baba evimde tanıdığım muhterem kişilerin meclislerinde bulunduğum için kendimi çok şanslı addediyorum..Bu isimlerden hatırlayamadıklarım çoktur.. Ancak tarihe not düşmek adına, bu yazıdan sonrada hatırladıkça isimleri ve olayları kayda geçireceğim, bunu bir vazife kabul ediyorum.. YETMİŞLİ YILLAR
Üniversite yıllarım, Bursa’da ve Balıkesirde geçti, Bursa İktisadi Ticari İlimler Akademisi( Balıkesir) İşletme de okudum, O dönemde anlatılacak çok hadise var tabiiki, başka bir yazıda kaleme alınacak.. Can arkadaşım Kemal Ahçı Balıkesirli ve evleri orada idi , çok zaman evlerinde misafir kaldım, rahmetli anneciğini annem bildim, çok emeği var üzerimde, çok yemeklerini yedim, Allah ona ve Kemal’in babasına rahmet etsin… sayı//52// kasım 14
İSTANBUL BOĞAZI YANIYOR
İstanbul’a geldiğinde bazen bizim evde kalırdık Kemal ile..1979 senesi Kasım ayında Kemal İstanbul’da.. günlerden 14 Çarşamba idi.. Günlük işlerimiz ve akşam sohbetimiz ardından Baba evimde doğuya bakan benim odamda uyumuştuk..Ertesi gün 15 Kasım perşembeye döndüğünde sabah 05.30 civarında kulakları sağır eden bir patlama ile uyandık, uyku sersemi ne olduğunu anlayamadık ama ortalık gündüz olmuştu, kızıla bakan bir renkle gökyüzü normal gün ışığından fazla aydınlanmıştı.. Bizim camlardan bazısı kırılmıştı, karşımızda 300 metre mesafede bulunan İstanbul Belediye binasının da camlarının kırıldığını işittik.. Patlama esnasında kulaklarımızda büyük basınç olmuştu… Ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk, o günlerde TV ler SB ve sabah açılıyor, gece 24 te kapanıyordu.. Radyolar ise 07 de haber ajansı açılıyordu.. Haber alabilecek bir mecra yoktu.. O anda düşündüklerimi çok iyi hatırlıyorum… İlk aklıma gelen; bir bombalama falan olmadı , bunun çok üstünde idi ses ve yarattığı etki, atom bombası bile düşündüm ama, atomun etkisini anında yaşayabilirdik.. Kıyametin yaşandığına kanaat getirmeye çalışıyordum, ancak öğrendiklerimize göre şekil uymuyordu… Güneş sabahleyin doğudan değil batıdan doğacaktı, oysa aydınlık normal bir seyirle doğudan başladı…İsrafil’in Sur’unun sesi acaba bu patlamamı idi.. birde kıyamet Cuma sabahı kopacak diye biliyordum, o da tutmadı o gün Perşembe idi… Bir Mehdi masalı hatırladım, sonra bunun kaynağına baktım.. Halkın bazılarının inandığı Mehdi kaynaklarından birinde şöyle diyordu… (Mer’iy b. Yusuf b. Ebi bekir b. Ahmet b. Yusuf el-Makdi’si “Feraidu Fevaidi’l Fikr Fi’l İmam ElMehdi El-Muntazar) Ebu Cafer b. Muhammed b. Ali (ra)’dan rivayet edildi: “Siz üç veya yedi gün, doğudan bir ateşi gördüğünüz zaman Al-i Muhammed’in (Hz. Mehdi (as)’ın) çıkmasını bekleyiniz, inşaallah-ü Teala, bir münadi (gökten bir melek) Hz. Mehdi (as)’ın ismi ile semadan (gökten) nida edecek ki, Doğu’da Batı’da olan herkes bu sesi işitecek. Öyle ki korkudan uykuda olanlar uyanacak, ayakta olan çökecek, oturan ise ayağa fırlayacaktır.”
(Kitab-ül Burhan Fi Alameti-il Mehdiyy-il Ahir Zaman , s. 32.. Bu da inanacağımız bir şey değildi… O anda olayın şokunu atlatamadık uzunca bir süre, dışarı çıkmaya korkuyorduk, Bir düşman saldırısı olabilirdi.. Ama uçak sesi de duymamıştık..Kemal ile dışarı çıkmaya karar verdik..Işığın yükseldiği doğuya doğru gitmeye karar verdik..Ne zamanki Sirkeci’ye vardık işin vahameti ve sebebi anlaşıldı.. Şeyh Galip’in dizeleri aklıma geldi; “Ateş denizinde Mumdan Gemiler”metaforu, gördüğüm manzarayı resmediyordu.. Deniz yanıyordu.. Evet Denizin karşısı , yani Sarayburnu açıklarında deniz tutuşmuştu, türlü görüşlerimizi aramızda paylaşıyoruz Kemal ile, ama bir türlü mantıklı izahını bulamıyorduk.. Yollar kalabalıklaştı, her kafadan bir ses çıkıyordu..Sarayburnu sahil yoluna girmek bile cesaret isterdi, çünkü alev yalazı insana vurdukça saçın, derin tutuşacak noktaya geliyordu, Uygun bir kuytu bulup görüntüyü tespite çalıştık.. Boğazın her iki yakasında, Sarayburnun’ da, Sirkeci’de, Kadıköy‘de ve Haydarpaşa’da İnsanlar bir temsil seyretmeye gelmiş gibiydiler.. Ateşin zararından korkan yoktu.. Zaman geçtikçe olayın gerçeği anlaşılmıştı… Daha sonraki günlerde olayı basından ve dış ajans haberlerinden öğrendik…Bizim tespitimiz, olayın sıcaklığındaki anı yaşamak oldu… “Amerikan Haber Ajansı Associated Press (AP), 1 milyon dakikalık arşivini YouTube’da paylaştı. 1979'da çekilen görüntüler paylaşıldı. İstanbul Boğazı'nda gemi kazasında, Bir Yunan tankeriyle çarpışan İndependenta tankeri alev aldı. Yangın 27 gün sürdü. Kazada 43 gemi mürettebatı öldü. Binlerce ton petrol denize aktı. O dönemi yaşayanlara göre, o kadar duman yükseldi ki gündüz vakti gece yaşandı.” Türkiye'nin en karışık dönemlerinden birinde gerçekleşen kazada, Kabataş ve Kadıköy cephesine bakan evlerin camlarının tamamı patlamanın etkisiyle tuzla buz olur. Sahilden uzakta bulunanların bir kısmı depremden; bir kısmıysa ülkenin bulunduğu durum nedeniyle bir dış gücün büyük bir patlama yaptırdığından şüphelenildi. Meydana gelen patlamadan ve sıcaktan dolayı Haydarpaşa gar binasında O Linneman adlı ustanın yaptığı kurşun vitraylar da hasara uğrar. 1983'ün sonunda dört dış cepheyle iki kulenin restorasyonu tamamlanır. Kazanın 22.gününde
gemide sıkışan petrol ilki kadar olmasa da yine büyük bir patlamaya yol açar. Tanker bir ay boyunca yanmaya devam ederken söndürme çalışmaları da ağır aksak sürer. Kaza sırasında denizden çekilen sular, römorkorlar aracılığıyla tankerin söndürülmesinde kullanılır Zaman geçtikçe her şey normale dönmeye başlar ancak denize akan ham petrol o kadar çoktur ki aylarca bir tabaka olarak Boğaz'da yüzer. Deniz dibinde yaşayan canlıların ölüm oranının %96 olduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle İstanbul halkı uzun süre balık yiyemez. Olaydan sonra İstanbul-Kadıköy, İstanbulHaydarpaşa, İstanbul-Adalar, İstanbul-Yalova ve Mudanya vapur seferlerinin tümü iptal edilir. Tankerin ortadan kaldırılması görevi Deniz Kuvvetleri'ne veriliyor. Deniz Kuvvetleri tarafından da özel bir müteahhit kurtarma firmasına devrediliyor. Ancak 1983 yılının sonlarına doğru, görevi devralan firma iflas ediyor. 1986 yılında, iş başka bir firmaya veriliyor. Tarihler Nisan 87'yi gösterdiğinde ise enkaz Tuzla'ya doğru çekilmeye başlanıyor. Dersaadet’in merkezinde hayatımın şansı ; Mekân ve İnsan güzelliğini paylaşırken, Yaşanmış tarihî bir İstanbul hikâyesini kayda geçirmek istedim.. 15
dı Birgi ile anılan Hz. Birgivî (İmam Birgivî) son derece ilgi çekici bir kişiliktir. Sağlam bir medrese tahsilinden sonra dönemin önemli âlimlerinden ders almış, “Tarikat’ul Şeri’a” konusunda tartışmasız bir uzman ve fetva sahibi olmuştur Bayramîdir. Bilgisinin kaynağında Karaman’lı iki âlim vardır: Âhizade Karamanî Mehmet Efendi ve yine Karamanlı Abdullah Efendi Bayramî.
HZ. BİRGİVÎ’NİN MEKÂNI – II
Sultan Sarı Selim’in hocası ve dostu Atâullah Ataî Ahmet Efendi Birgili idi. Hanedana yakın, varlıklı, nüfuzlu bir zat idi. Birgi’ye bir Medrese inşa ettirdi ve Hz. Birgivî’yi buraya baş müderris olarak atadı. Birgivî burada öğrenci yetiştirdi. İslâm dünyasının her bölgesinden talebesi vardı. Dr.Kâmil UĞURLU
Sultan Sarı Selim’in hocası ve dostu Atâullah Ataî Ahmet Efendi Birgili idi. Hanedana yakın, varlıklı, nüfuzlu bir zat idi. Birgi’ye bir Medrese inşa ettirdi ve Hz. Birgivî’yi buraya baş müderris olarak atadı. Birgivî burada öğrenci yetiştirdi. İslâm dünyasının her bölgesinden talebesi vardı. Bilen insanlara has, özgüven sahibiydi. Ebussuud Efendi Dersaadette, sultanın hemen yanıbaşındaydı ve Birgivî’ye göre bazan takiyye, bazan sultanın gönlünü hoş eden yanlış fetvalar veriyordu. Birgivî bunları duydukça sinirleniyor, bazan kendini tutamıyor, o günün şartlarında yola düşüp Dersaadete gidiyordu. Ebussuud Efendi ile uzun tartışmaları vardır ve aslında Ebussuud Efendi onun amiri makamındadır. Lâfını esirgemez, asla tavizkâr davranmazdı. Gerek Şeyhülislâm, gerek sultan, onun ilmî derinliğini bildikleri için ses çıkarmazlar, bazan hakarete varan sözlerini sineye çekerlerdi. Bir ara Sokollu Mehmet Paşa onu İstanbul’a getirtti ve İstanbul’da kamu görevi verdi. Rumeline yolladı Kassam-ı Askerî göreviyle (Miras bölüşümünde ombudsman) tayin etti. Görevi sevmedi, kalmadı, Birgi’ye döndü. Ebediyen dinleneceği yeri seçti. Oraya kendi eliyle bir çift selvi dikti ve ünlü vasiyetini açıkladı. Sakın insanın ölüsünü insanlardan soyutlayan bir yapı yapmayın bana dedi. Türbe yapılmasını istemedi.
Fotoğraf : John Boolean Çakırağa Konağı/ Birgi
Tarikat’ı Muhammediye en ünlü şeriat kitaplarından biridir ve el’an İslâmi üniversitelerde ders kitabıdır. Fas’ta, Tunus’ta, bilhassa Mısır’da El Ezher’de halen okutulmakta ve kaynak kitap olarak muhafaza edilmektedir. Bundan başka Cilâ-ul Kulûb (Kalplerin Cilâsı) – (Ataullah Ef. Ricasıyla ve ona ithafen) adlı kitabı, vasiyetnamesi ve takibeden, bugün ulaşılabilen 57 kitabı bulunmaktadır. ÇAKIRAĞA KONAĞI
1943 yılında İzmir’deki Amerikan Koleji’nin müdürü Dr. Reed, Ödemişli bir öğrencisini sayı//52// kasım 16
yanına çağırdı. Hafta sonu gezilerinden birinde, Ödemiş’e yakın olan bir yerleşme biriminde yıkılmak üzere harap bir konak gördüğünü anlattı. Onunla ilgili ne bildiğini sordu. Sonra ona bir görev verdi: Sahiplerini bul ve yıkılmak üzere olan bu konağın bazı işlemeli ahşap parçalarını bana satıp satmayacaklarını sor dedi. Daha sonra Ödemiş Belediye Başkanı da olan genç öğrenci Mutahhar Başoğlu, önce babasıyla konuştu. Sonra da o zamanki Bel. Bşk. Dr. Mustafa Bengisu ile görüştü ve konu kaymakama iletildi. Belediye Başkanı ile kaymakam meseleyi İzmir Valisi Kâzım Dirik Paşa’ya anlattılar. Vali meraklandı ve Birgi’ye konağı görmeye geldi. Çakırağa konağından Devletin haberi böylece oldu. Elbette herhangi bir satış olmadı. Yokluğa rağmen konak onarıma alındı. Sedad Hakkı Eldem (ünlü mimar ve mimarlık tarihi uzmanı) konak hakkında enteresan tesbitlere sahiptir: Bu konağın en büyük kıymeti sevimliliği ve ziyaretçisini sihirlemesidir, büyülemesidir. Hiçbir ziyaretçi bundan kaçamaz. Doğan Kuban’ın kanaati de farklı değildir: Hayatlı Türk Evi’nin ve Türk konut mimarlığının en heyecan verici binalarından biri olarak değerlendirir konağı. Bir başka önemli tespit, dostlarımdan biri anlattı; Bir belgesel filmde konuşan kişilerden, Milanolu bir zat, dedesinin veya babasının dedesinin, İzmir civarında bir şehirde çalışan ve kendileriyle alış-veriş yapan zengin tüccar bir Türk için Ödemiş’te konak inşası ve planlamasını yaptığını, bu sebeple birçok defa Türkiye’ye, İzmir’e, Ödemiş’e gittiğini anlatmış. Tarif edilen yer Birgi ve sözü edilen konak burası olmalıdır. Konak, Türkiye’deki 100 mimari şaheser arasında gösterilmektedir. Daha önce sözü edilen, Ödemiş eski Bel. Bşk.larından Rafet Mülazımoğlu, kendisiyle konuşan bir mimara konak ile ilgili, fazla kişinin bilmediği bazı tesbitlerini anlatmış. Şunları söylemiş: • 17. yy’da Birgi Deresi boyunca 40’tan fazla dabakhane vardı. Bunlardan 13’ü Çakırağa ailesine aitti. Önemli bir tüccar olan Mustafa Şerif Çakırağa, sadece Osmanlı memalikine değil, Avrupa’ya da deri ihraç ederdi. Bunlar
bazan ham, bazan yarı mamül derilerdi. İzmir, İstanbul başta olmak üzere Osmanlı topraklarında, hatta İtalya ve Fransa’da tanınmıştı. Sabahleyin erkenden atına biner, Menderes ovasını, Aydın’ı, Kuşadası’nı dolaşır, deri bağlantıları yapardı.
Fotoğraf: Fatih Gökdere Çakırağa Konağı/ Birgi
Dış dünya ile ilgisi bulunduğundan, bir gün oradaki konaklar gibi bir konağın burada yapılmasını düşündü. 1763 yılında, bir kısım malzemenin dışardan, özellikle Venedik’ten gelmesiyle inşaata başlandı. • Mülâzımoğlu’nun hanımı şu şirin dedikoduyu anlatmış: “Büyük dedemiz Çakırağa, yaklaşık 250-260 yıl evvel yakın akrabalarından birinin kızı Saide hanım ile evlenmiş. Saide Hanım tam bir Osmanlı hanımı. 112 yıl yaşamış. Konağın valide sultanı olmuş. Her gelen misafire göre ayrı kıyafet giyer öylece karşılarmış gelenleri. Daha sonra bu kıyafetler hep siyaha dönmüş. Saçları örgülü, beyaz başörtülü, hatırnaz ve bütün bu halleriyle tam bir hanımefendiymiş. Konak sakinleri yıl boyunca esnaftan alışveriş ederler, para ödemezler, yanlarında para taşımazlarmış. İncir hasadı döneminde bütün alacaklılar konağa davet edilir, orada ağırlanır ve paraları ödenirmiş. Bu âdet halini almış. Konağın içinde bir kasa dairesi bulunurmuş. Ve aileleriyle birlikte konağın müştemilatında ikamet eden üç hizmetli ailesi mevcutmuş. Bunlardan biri Bey Ali’si olan bir kahya olurmuş. Atlara bakan kişi ayrıymış. Ve bütün bu saltanat, dönemin Belediye Başkanı olan zata, Çakırağa sahibinin kefil olmasıyla düşüşe geçmiş. Her şey hızla gelişmiş ve Çakırağa’nın sahibi hanedanın son patronu 1961 yılında ekonomik sıkıntı içinde vefat etmiş. 17
Fotoğraf: Metin Erinç Çakırağa Konağı/ Birgi
Konağın devletçe istimlak edilmesi talep edilmiş. Konak sakinleri, geçen her günün eskisi gibi olacağını düşündüklerinden okumamışlar. Çocuklardan bir bölümü terziliğe, bir bölümü gazoz satmaya, bir kısmı kamuda katipliğe başlamışlar. Rafet Mülazımoğlu 1973’te Belediye Başkanı olmuş. KONAĞIN MİMARİSİ
Sanat tarihçileri ve mimarlara göre konak, mimari yapısıyla, 1940-50 döneminde mimarlık alanında yaşanılan II. Milli Mimari Dönemi için esin kaynağı olmuştur. Nitekim bu dönemi hazırlayan mimari seminerin ilk incelediği yapılardan biridir (1934). Bina, zemin katı, her geleneksel şemalı evde olduğu gibi mülkiyet sınırlarına itibar eden taş duvarlarla örülmüştür. Onun üstünde konsollarla, eli böğründelerle desteklenen çıkmalar serbestçe cephelendirilmiştir. Zemin katın üstündeki katlar ahşap karkas dolgu duvarlarla inşa edilmiştir. Pencere oranları, sofa, eyvan, köşk, merdiven, taşlık, avlu,saçak, odalardaki raf sistemi, yüklük ve ocak ile geleneksel evin bütün özelliklerini taşımaktadır Çakırağa konağı. Üç katlı inşa edilmiştir. Zeminde hizmet personeli için mekanlar, bekleme yeri, ahırsamanlık-depo ve mutfak planlanmıştır. Birinci kat açık sofalı, sofası Bozdağlara açık, alçak tavanlı ve beş odalı bir kattır ve kışlık olarak döşenmiştir. Dekorasyon yeşil ağırlıklı olduğu için burası yeşil kattır. İkinci kat da yine açık sofalı her odası eyvanlarla birbirinden koparılmış dört odadan oluşmaktadır. Odaların üçünde ocak mevcut, sayı//52// kasım 18
birinde yoktur. Bu kata kırmızı kat denilmiştir. Çünkü perdeler, sedirler, minderler tamamen kırmızı kumaş ve kadifelerden yapılmıştır. Bu katta, bir eyvanın ayırdığı iki odanın birinde İzmir’den görünüşler sunan resimler, diğerinde İstanbul’u anlatan resimler mevcuttur. Halk belleği bütün konağa olduğu gibi bu odalara da renkli efsaneler yakıştırmıştır. Bu odalardan birinin kapı üstünde (Başodanın) “ya müftallahu bevvap” (ey kapıları açan Allah’ım..) öteki kapının üstünde ise “Bârikallah” yazmaktadır. (Bize hayırlı kapılar aç) niyâzını tamamlayan bir ibare. Aynı kapı niyâzı Karaman imaretinin kapısında da vardır: “Ba’buna meftuhun li’men dahâle, ma’luna mübahen li’men ekele” (Kapımız açıktır girene-malımız helâldir yiyene) Gerek sosyoloji, gerekse kültür ve sosyal davranışlar olarak Karamanoğulları ile Aydınoğullarının enteresan benzerlikleri söz konusudur. Bu konunun mutlaka ayrıntıları araştırılmalıdır. Her iki beyliğin halkı da, yöneticileri de dikbaşlıdır ve talimat almaktan hoşlanmazlar. Sadece bu iki beylik Osmanlı’yı tedirgin etmiştir. Çakırağa’nın zenginliği olan, duvarlardaki naif bezemeler, Tartanzadelerin konağında aynı şeklide ve aynı temalarla mevcuttur. Hatta uydurulan efsaneler bile birebir örtüşmektedir. Oysa inşa tarihleri epeyce farklıdır. İLGİNÇ TESBİTLER
• Paranın ilk basıldığı yer burasıdır (SardesÖdemiş-Birgi) • Türkler Rumeli’ye ilk defa Aydınoğlu Beyliği zamanında geçtiler. Umur Bey denizciydi. Limanda bekleyen 60’a yakın gemisi vardı.
• Ve Umur Bey zamanında ilk defa gemiler bir savaş sırasında karadan yürütüldü ve denize tekrar bırakıldı. Fatih’in buradan ilham aldığı söylenir. • Çakırağa konağına “Çivisiz Konak” da deniliyor. • Birgi’de 34 mezarlık var. Şimdi çok azı biliniyor ve kullanılıyor.
Fotoğraf: Metin Erinç Çakırağa Konağı/ Birgi
• Ulu Cami eski bir kilisenin yerine ve muhtemelen onun malzemesiyle yapılmıştır. • Birgi, Ege’de en iyi korunmuş bölge olarak bilinir. • Çakırağa konağı devletçe alınmadan önce (1975’te) burada iki aile oturuyordu ve konak bir perde ile ikiye bölünmüştü. Kiracılar birbirlerine sokak kapısını kullanarak, yani dışarıya çıkıp öteki kapıya gelerek ziyaret yapabiliyorlardı. • Mehmet Bey üç oğlunu burada kendi türbesinde misafir ediyor. 5 oğlu vardı. Diğer iki şehzâde Tire’de kaldılar. • Birgi İmar Plânı, Ankara dahil, Türkiye’de yapılan 5. İmar Plânıdır. • Dış restorasyon da denilen, kentin yerleşim panaromasını negatif etkileyen çevre tepeler ve oradaki uygun olmayan pürüzler temizleniyor. Bu da Türkiye’de az yapılan bir iştir. • Birçok dizi Birgi’de çekiliyor. Burası doğal ve harika bir plato olarak değerlendiriliyor. Son zamanların en popüler dizilerinden biri olan “Unutursam Fısılda” (Çağan Irmak) burada çekildi. • Daha önce Birgi’de (hatta çok yakın zamanlara kadar) kadınlar koltuklarının altında “ipek böceği kozası kuluçkası” yapıyorlardı. Yani kozanın ilk sıcaklığını onlar veriyorlardı. • “Akşam oldu, hüzünlendim ben yine” Birgi’de yazılmış, bestelenmiş bir şarkıdır. • Malzemelerini bir eşeğe yükleyip dolaşan naif insanlar vardı. Bunlar herhangi bir çağrıyı, daveti beklemeden köy köy, kasaba kasaba dolaşır, gerek yeni, gerekse eski evlerin uygun duvarlarına, ev sahibinin talep ettiği resimleri yaparlardı. boya, fırça ve örnek desenleri yanlarında taşırlardı. Bunlara “eşekli resimciler” denilirdi. Veya “seyyar resimciler”
Fotoğraf: Mesut Kurtçu Çakırağa Konağı/ Birgi
• Birgi’de birçok defalar, sel, yangın ve salgın hastalık yaşandı. Bir ara vebâ ve daha sonra kuşpalazı salgını o kadar yayıldı ki, her gün birkaç ölü oluyordu ve bunların gömülme ritüelleri gecikiyor, hastalık çevreye yayılıyordu. Bunun önüne geçmek ve defni kolaylaştırmak için, vefat edenin bahçesine açılan çukurlara hızla gömülmeler başladı. Karadeniz’deki geleneğe benzetilen bu durum, bir zorunluluktan doğmuştu. Bugün Birgi’de birçok mezar, evlerin bahçesindedir. • Bir ara Ulu Cami’nin minber kapısı (kapı kanatları) çalındı. Birgililer, bir dedektif gibi hareket ettiler. Takip ettiler ve kendi imkânlarıyla bunları bulup yerine taktılar. Bu serüven Agahta Christie’nin bile hoşuna gidecek bir hikâyedir. Olayı yaşayan ve serüvenin başında olan zat şu an Birgi’de yaşamaktadır. Birgi’de 29-30 Eylül tarihlerinde geniş kapsamlı bir “Kültür Festivali” düzenlendi ve bu özellikle yerleşimin konuları müzakere edildi. Başarılı bir düzenlemeydi ve Birgi’yi ve Birgili’nin zenginliklerini ülkenin gündemine bir defa daha getirdi. Müzakereciler meselenin farkındaydılar ve Birgi’nin “yeni bir Alaçatı” olmaması için çaba sarfedeceklerini ısrarla belirttiler. İyiye ve doğruya işarettir.. 19
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ;
SARAYBOSNA -IIBosna Hersek'in ilk Devlet Başkanı Aliya İzetbegoviç'in ölüm döşeğinde kaleme aldığı "Kendime Mesaj" adlı şiiri onun hayat çizgisini gösteren kısa bir özet gibi: Kendime Mesaj Dik dur! Yıldızların altında nasıl başı eğik durursun Hangi yoldan gidersen git Sonunda ölüm bekliyor Ve her şey felaketle sonuçlanıyor Sen de öleceksin Bu dünya da ölecek/Bu yüzden dik dur Hüseyin YÜRÜK
osna halkı kaderlerinde önemli rol oynayan üç kişiyi baba olarak anıyorlarmış. Bunlardan ilki Bosna'yı fetheden Fatih Sultan Mehmed, ikincisi ise Bosna sancakbeyliğinde bulunan yoğun fetih ve gaza faaliyetlerinin yanında, Saraybosna ve çevresinin İslâmlaşmasında çok önemli rol oynayan dinî, ticari ve kültürel binalar yaptıran Gazi Hüsrev Bey, üçüncüsü de Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç. Gazi Hüsrev Bey Külliyesinden sonra bizim hedefimizde Rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in kabrini ziyaret etmek vardı.Bunun için önce tarihi sebilin yanına doğru gittik. Başçarşı’nın giriş kısmında yer alan, taş ve ahşaptan yapılmış Sebil, şehrin simge yapılarından biri. Şehrin buluşma noktası olan sebil 1753 yılında Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Savaş sırasında zarar gören Sebil günümüzdeki halini ise 2006 yılında yapılan yenileme çalışmaları ile kazanmış. Ne var ki restorasyonu başarılı yapılmadığından sebil, eski sıcaklığını ve orjinalliğini kaybetmiş durumda. Yapılan yenileme Yahya Kemal’in tabiriyle ‘harcıalem’ bir çalışma olmuş Sebilin yanından ayrıldıktan sonra tramvay yolunu geçip Aliya İzzetbegoviç’in kabrini bulmak üzere yol aramaya başladık. Tur Rehberinden kısa bir tarif almıştık.Ne var ki Başçarşı’daki sebili yukarıya doğru geçtikten sonra yaklaşık 10 kişiye sorduk.Maalesef İzzetbegoviç kabrini bilen çıkmadı.Kabri gösteren kahverengi renkli bir turistik tabela da yoktu.Bu arada rastladığımız birkaç öksüz camiyi ziyaret ettik.Tam ümidimizi kesmiştik ki 60 yaşlarında bir bey bize bir tarif yaptı.O tariften beş dakika kadar gittikten sonra aynı yaşlarda bir kişiye daha sorduk.O da gözleri nemlenerek bize bir tarif yaptı.Bu son tariften sonra hedefimize ulaştık. Aslında sebile yaklaşık 10-15 dakika mesafede bulunan Şehitliği yaklaşık yarım saat aramış olduk. ‘Şehitlik’ denilen eski bir mezarlığın içinde şehitlerin de kabirlerinin yer aldığı bir mezarlıkta Aliya İzzetbegoviç sade ve mütevazi kabrinde ebediyet uykusunu uyuyordu. Ölümüne yakın kendisine büyük bir anıt mezar inşa edileceğini öğrenen İzzetbegoviç buna karşı çıkarak "Yaşarken arkadaşlarımla birlikte oldum onlarla omuz omuza savaştım, öldükten sonra da onlarla birlikte olmak istiyorum" diyerek bir
sayı//52// kasım 20
şehit mezarlığına gömülmeyi vasiyet etmiş. Ne kadar manidar ki CIA tarafından kontrol edilen meşhur bir internet ansiklopedinin Bosna Savaşı maddesine baktığınızda ‘Aliya İzzebegoviç'in isminden tek satır bahsetmediğine şahit oluyorsunuz. Amerikalılar,Doğunun kahramanlarını pek hatırlamazlar da her Wietnam filminde bir kahraman peydah ederler. Biz aynı hataya düşmeyelim ve Şair Tayyip Bosnalı’nın “Bosna özgürlüğe sevdalı bir kuş olur /Bilge kralın avuçlarında” dediği Aliya İzzebegoviç'i biraz daha yakından tanıyalım: Aliya İzzebegoviç'in aynı adı taşıyan dedesi, Üsküdar'da askerlik yaparken tanıştığı Türk kızı Sıdıka Hanım ile evlenmiş. Dede İzzetbegoviç, Sıdıka Hanım ile evlendikten sonra Şamats'a geri dönmüş. Bu evlilikten Aliya'nın babası Mustafa da Şamats'ta doğmuş. Dinî terbiyesini, önce ailesinden, özellikle de annesinden aldığını söyleyen Aliya İzzetbegoviç, hatıralarında, altı yaşındayken Kur'an kursuna başladığını ve çocuk olmasına rağmen sabah namazlarını camide kıldığını anlatır. Mahalle camisindeki sabah namazlarını ve hocanın okuduğu Rahman suresini unutamadığını söyleyen İzzetbegoviç, henüz on altı yaşında iken ‘Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olduğundan dolayı hapse atılır. İzzetbegoviç "İslâm Bildirisi" (manifestosu) ile "Doğu ile Batı Arasında İslâm" adlı eserleriyle de görüşlerini dile getirmiştir. Emeklilik maaşıyla geçinen Aliya, geride kalanlara servet olarak mal-mülkten ziyade, hürriyet bırakan bir lider olarak 19 Ekim 2003 tarihinde dünyadan ayrıldı. Bosna Hersek'in ilk Devlet Başkanı Aliya İzetbegoviç'in ölüm döşeğinde kaleme aldığı "Kendime Mesaj" adlı şiiri onun hayat çizgisini gösteren kısa bir özet gibi: Kendime Mesaj Dik dur!/ Yıldızların altında nasıl başı eğik durursun/Hangi yoldan gidersen git Sonunda ölüm bekliyor/ Ve her şey felaketle sonuçlanıyor Sen de öleceksin/Bu dünya da ölecek/Bu yüzden dik dur İzzetbegoviç’i vefatından önce ziyaret eden son devlet adamı Dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan olmuştu. İzzetbegoviç,
Recep Tayyip Erdoğan’a ‘Bosna'yı Türkiye'ye emanet ettiğini’ söylemişti. Belki de bu yüzden olacak Başbakan Erdoğan bir Bosna ziyaretinde yaptığı konuşmasını bitirirken ünlü Boşnak şair Dino Merlin'e ait “Sarayova, güzel şehir/ Sensiz bile, seninleyim.” mısralarını okumuş, davetliler tarafından ayakta alkışlanmıştı. Alifakovac Müslüman Mezarlığı şehrin ünlü mezarlığı imiş. Aliya İzzetbegoviç’den başka 1700 şehit mezarı da burada bulunuyor.Bu mezarların çoğunun üstünde ölüm tarihi olarak savaş zamanı olan 1993 yılı yazıyor. Saraybosna’da yer alan birçok mezarlık savaş dönemi ardından şehitliğe dönüştürülmüş. Şehitlikte Yasini Şerif okurken buranın ruhaniyeti ile hiç ilgisi olmayan iki bayanın röportaj çekimi yaptığını gördüm.Bir de Hristiyan mezarlarında gördüğümüz çiçek ve vazoların buradaki şehit kabirlerine kadar uzandığına şahit olduk.Şehirdeki köprünün korkuluk demirleri üzerinde yine bir Hristiyan adeti olan kilitler vardı. Kabir ziyaretinin ardından akşam saatlerine kadar Saraybosna’yı gezdik. İlk durağımız hediyelik eşyalar satan Bakırcılar Çarşısı oldu.15. yüzyılda yapıldığı dönemden bugüne bakır ve alüminyum işlemeciliğinin yapıldığı Bakırcılar Çarşısı’nda hem gezip görülecek hem de alışveriş yapılacak bir yer. Çarşıda gezerken sıkça Türkçe konuşan esnafla karşılaşıyorsunuz.Çarşıda alışveriş yaptığımız gençlerden biri Türk olduğumuzu öğrenince hemen ‘Hangi takımı tuttuğumu? sordu. Ben omuz silkip “Takım tutmuyorum. (Kalbimi göstererek) Tuttuğum tek takım Saraybosna” deyince şaşırdı ve yüzü değişti. Şair Şaban Abak “Bosna'da çocuklar var /Göğsü tomurcuklanmadan/ Gözü bulutlanan çocuklar/ Bombalanmış el yazması şiirler/ Yanmış kitap sayfaları” derken? nasıl takım tutayım? Gezimiz sırasında bazı müslüman ülkelerin yardım kuruluşları burada temsilcilik açmış olduğuna şahit olduk.Akşam saatlerinde otobüse binerek kalacağımız otele gittik. Tur Rehberinin söylediğine göre bir Boşnak’a ait olan bu beş yıldızlı otelde maalesef taharet musluğu yoktu. Bir Müslüman kurduğu otele neden taharet musluğu yaptırmaz anlaşılabilir gibi değil? O geceyi bu sevimsiz otelde geçirdikten sonra ertesi sabah kahvaltının ardından Bosna Savaşının tarihi mekanlarından biri olan ‘Umut Tüneli’ne gittik.Bizim grubumuzdaki yolculardan bir kısmı tünel ziyaretine katılırken bir kısmı 21
otobüste beklemeyi tercih etti. Umut Tüneli, Saraybosna’da savaş döneminde önemli rol oynamış bir tünelin müzeye dönüştürülmüş hali. Sembolik bir ücretle girilen müzede önce bir görüntülü sunum eşliğinde Bosna Savaşı ve Tünelin bu savaştaki rolü anlatılıyor. Bu evde önceden ziyaretçileri karşılayan ‘Kalar Şida’ isimli beyaz başörtülü, nur yüzlü bir nine varmış. Nine, tünel çalışmaları sırasında çevredekilerin şüphelenmemeleri için evini terk etmemiş. Gıda, ilaç ve mühimmat sıkıntısı yaşanırken Bosna ve Saraybosna arasındaki bağlantı buradan kurulmuş. Tünelin inşası Devlet Başkanı İzzetbegoviç ve kurulunun kararı ile başlatılmış.1993 yılında başlayan tünel çalışması 4 ay sürmüş ve 800 metrelik bir tünel inşa edilmiş. 1.6 metre yüksekliğindeki tünelin inşasında askerler ve siviller birlikte görev yapmış. Havaalanı – Butmir arasındaki tünelden vagonlar ile yardım getirilmiş. Mücadele döneminde yaralı ve hastalar da bu tünelden geçirilmiş. Kısacası savaş sırasında abluka altında tutulan şehir bu tünel sayesinde hayata tutunmuş. Umut Tüneli daha sonra buradaki evde yaşayan aile tarafından müzeye dönüştürülmüş. Müze içerisinde mermi izleri, askeri teçhizat, fotoğraflar ve çeşitli belgeleri görmek mümkün. Bosna Savaşı’nda müslümanlar üstünlük sağlayıp Banya Luka şehrine doğru ilerlerken BM devreye girmiş ve savaşı durdurmuş.Bu yüzden Ozan Arif; Birleşmiş milletlerin başındaki Gali'si, Beyefendi adeta Amerikan valisi, Yoksa millet değil mi Bosna'nın ahalisi, BM'nin taraf tutan maskeleri düşüyor, Perişan Saray Bosna hem yanıp hem üşüyor. diyor Tur Rehberi 1984 yılında Saraybosna’da uluslararası bir olimpiyat yapıldığını bu olimpiyatta ‘eylence ve spor’ başlıklarının öne çıktığını söyledi. “Saraybosna eylence şehri iken çıkan iç savaş ile bu hale geldi” dedi. Eylence ve sefahat şehri iken tam bir felaket yaşayan Saraybosna’nın hali aklıma Beyrut şehrini getirdi. Beyrut da tam bir ‘eylence ve sefahat şehri’ iken felaket şehri haline gelmişti. Kendisi de Balkan kökenli olan Tur Rehberi birkaç defa Saraybosna’lı kadınların Bosna Savaşındaki şu halini bir büyük övgüyle anlattı: Savaşın ve kuşatmanın en kesif günlerinde bu kadınlar oyanıp boyanarak Başçarşıya çıktılar ve “Biz sizin bu yaptığınıza aldırış etmiyoruz. İşte hiçbir şey olmamış gibi buradayız” diyerek sayı//52// kasım 22
Sırp Çetniklere el salladılar. Tur Rehberinden birkaç defa dinlediğim bu menkıbe garibime gitti doğrusu. Halbuki bizdeki savaşlarda ‘Nene Hatun’ gibi ‘Kara Fatma’ gibi hanımların efsane ve menkıbeleri anlatılır.Böyle oyanıp boyanarak düşmana gözdağı veren(!) kadın kahramanlarımız yoktur bizim.Demek ki insanın zihni değişince kutsalı da efsanesi de değişiyor.Eğer Bosna’nın menkıbe ve efsaneleri olarak bunlar revaç buluyorsa yazık oldu demektir. Halbuki BM Görevlisi Hollandalı askerlerin kontrolünde Sırplar Srebrenitza’da tarihi bir ayıba imza atmışlar silahsız erkekleri bir hile ile öldürmüşler, kadınlarına da tecavüz etmişlerdi.Bu yüzden Şair Tarık Torun İnsanlığın utancı, on bir temmuz sabahı / Uğradı katliama, Bilge Kralın yurdu, mısralarıyla duygusunu ifade eder. Bilgilendirmenin ardından savaş tünelini gezerken bazı garip şeyler oldu. Tur Rehberi, Bosnalıların kahve merakını uzun uzun anlatı.Sonra birden lafı getirip “Çocukluğumda Bana anneannem hasta olduğum zaman iki damla rakı içirirdi” dedi. Tur Rehberinin bu lafını duyunca benim aklıma bir eski Bakanımızdan dinlediğim bir başka şifa yöntemi geldi. O bir keresinde bana şöyle anlatmıştı:Çocukluğumda hasta olduğumda Annem bize Aras Nehri’nin suyundan katılarak çoğaltılan zemzem suyu içirirdi. Yıkım ve felaketler, sosyolojik ‘başkalaşmaların’ son eşiği oluyor demek ki.Hasta torununa iki damla rakı içiren topluluğun hali ile zemzem suyu içiren topluluğun hali bir olur mu? Tur Rehberi bir yandan “Sırplar ayrı Çetnikler ayrı” diyor birkaç cümle sonra “Benim üç Sırp arkadaşım vardı,savaş başlayınca üçü de Çetnik oldu” diyerek yaşanan derin toplumsal yarılmayı farkında olmadan anlatmış oluyordu.‘Eğer tedbirini almazsak bu ümmetin daha nice Bosnaları ve tünelleri olur’ diye düşünerek hayıflandık ve Saraybosna’dan bir hüzün sağanağı altında ayrılarak Mostar şehrine doğru yola çıktık. Ahmet Cevdet Paşa’nın ‘Maruzat’ isimli eserinde paylaştığı bir ayrıntı manidardır. Ahmet Cevdet Paşa, bu gün Hırvatistan’ın önemli şehirlerinden biri olan Saraybosna’nın komşusu Travnik’ten söz ederken Travnik Müftisi Derviş Efendi ile görüştüm. (Cevdet Paşa,1980:90) diyor. Travnik şehri işte bir zamanlar bu kadar bize ait bir şehirdi.
Yunus Gibi
- Karaman ağzıyla-
Şöyle bakıp geçenler / derviş sanırlar beni Iraktan dolaşırlar Çiğnemezler gölgemi
Oysa gönlümde benim / kırk tilki cevlân eder Kuyruğu değmez birine Kâl-û belâdan beri Dolanıp çarşıya varsam / oturup sohbet kılsam Kimsenin gelmez yâdına Râz nedir, ya Gülşenî Konuşsam hisse tararlar / olmayanı ararlar Belî, allâme sanarlar Abeceyi bilmeyeni Nar taşradan bir görünür / yarıp baksan bin görünür Türlü kumaşlar bürünür Sanırsın Türkmen gelini Udî Cemil göğe mihman / yâren çeşmeleri akmıyor Artık kimse takmıyor Hem demî, hem hemdemî Yenimde yeni urbam / omuzda meşin torbam Kağıt kalem ellerimde Hâzâ, yazamam gündemi Kırklar meydanı tuttular / gözleri kuruttular Kâmil seni unuttular Hem seni, hem de beni… Kâmil UĞURLU
23
TÜRKİYE’DE TARİHİ ÇEVRE’NİN
KORUNMASINDAKİ TEMEL PROBLEMLER VE
MOBİL KORUMA YAKLAŞIMI Taşınmaz kültür varlıklarında zaman zaman anlık ve ivedi koruma müdahaleleri gerekli olabilmektedir. Türkiye’deki koruma mevzuatında bu durumlar için tarif edilmiş bir hüküm bulunmamakta olup tescilli eserin önüne bir paravan çekilerek sorun ötelenmekte ve büyümektedir. Dr. Şimşek DENİZ*
ültürel emanete ve tescilli yapılara sahip çıkmak her zaman bakımlı ve korunmuş olmalarını sağlamak ve bu konuda bir standarda sahip olmak ülkemiz açısından başarılmış bir durum değildir. Dönemsel bazı çabalar mevcuttur. Doğal afetleri bir kenara koyacak olursak Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyete geçişte, 1950 yılı sonrasında, bilhassa İstanbul’da başlayan imar ve yol genişletme çabaları, 1970 sonrasındaki gecekondulaşma ve spekülatif parsel el değiştirmeleri geleneksel tarihi dokulara büyük tahribat vermiştir. Bu durumda metropolitan nitelikli büyük şehirlerden kırsal yerleşmelere kadar her ölçekteki yerleşmelerde ve korunması gerekli alanlarda anıt eser ve sivil mimarlık örneği tescilli yapılarda geri dönülmesi zor sonuçlar doğurmuştur. Gerek ideolojik yaklaşımlar ve gerekse toplumda koruma bilincinin oluşmaması, kullanım ve iklim şartlarından doğan sorunlar, restorasyon ya da bakım-onarım yapılan eski eserlerimizi bir müddet sonra sağlıksız ve bakımsız bir görünüme getirmekte ve koruma açısından sürdürülebilir bir durum oluşmamaktadır. Mevzuatların getirdiği kısıtlamalar ve koruma kurulu kararlarının gecikmesi koruma sürecini olumsuz etkilemektedir. Ayrıca koruma konusunda ilgili idarelerin karar, bütçe ve onay süreçleri uzun sürmektedir. Bazen basit müdahalelerle çözülebilecek deformasyonlar ya da arızi durumlara bu yüzden müdahale edilememekte ve küçük sorunlar, zamanla yapıda büyük tahribatları ve sonunda kapsamlı restorasyonları beraberinde getirmektedir.
*S. Zaim Üniversitesi-Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğr. Üyesi.
sayı//52// kasım 24
Taşınmaz kültür varlıklarında zaman zaman anlık ve ivedi koruma müdahaleleri gerekli olabilmektedir. Türkiye’deki koruma mevzuatında bu durumlar için tarif edilmiş bir hüküm bulunmamakta olup tescilli eserin önüne bir paravan çekilerek sorun ötelenmekte ve büyümektedir. İç veya dış nedenlerle hasar gören bir tescilli yapıya, acil müdahale mümkün olmamakta ve yapı uzun bir bürokratik sürecin muhatabı olmaktadır. Bu durumda, basit malzemeden bir set yapının önüne engel olarak konup, dış etkilerden korunması düşünülmekte, bu durum koruma açısından istenilen neticeyi vermemekte ve üstelik tescilli yapı can ve mal güvenliği için
tehdit oluşturmakta ve bir görsel kirlilik ortaya çıkmaktadır. Ülkemizdeki anıt eserlerin restorasyonunda bir zaman planlanması mevcut değildir, restorasyon ve onarımların ne zaman yapılacağı konusunda bilimsel verilerden ziyade bütçe, ödenek, konjonkturel durum, medya ve kamuoyu baskısı, siyasi ve ideolojik yaklaşımlar gibi parametreler rol oynamaktadır. Büyük-orta veya küçük ölçekteki bir tescilli yapıda elzem olan periyodik muayene ve tespitler yapılmadığı için bazı müdahaleler geç olmakta ve tescilli eserin özgün ve doğru bir metodolojik restorasyonu mümkün olmamaktadır. Ne zaman, neye göre ve nasıl soruları ortada durmaktadır. Türkiye’de 1.grup tescilli anıt eserlerin ve 2.grup tescilli sivil mimarlık örneklerinin çevreleriyle beraber korunduğunu ve bunun başarılmış bir olgu olduğunu söylemek zordur. Büyük ölçekli abidevi yapılarda çevresiyle beraber korunmuşluk ve iyileştirme çabalarının yakın dönemlerde kısmen gerçekleştiği ifade edilebilir. Orta ölçekli cami, hamam, çeşme gibi tescilli eserlerin bitişik parsellerinde yapılan konut veya iş yeri örnekleri sıkça görülen bir durumdur. Bu durum ise taşınmaz kültür varlıklarının çevreleriyle beraber sürdürülebilir olmasını zorlaştırmaktadır. Türkiye’de taşınmaz kültür varlıklarında oluşan hasarlara ve yapının etkilenme durumuna dair bir izleme yöntemi ve buna bağlı olarak onarım için tayin edilen bilimsel bir zaman dilimi ve aralığı mevcut değildir. Türkiyenin önemli bir bölümü deprem kuşağında bulunmakta ve bu alanlarda çok sayıda sit alanları ve taşınmaz kültür varlıkları bulunmaktadır. Depremin yanı sıra sel, yangın ve olası terör olaylarında hasarları minimize edecek afete yönelik bir hazırlık ve yönetim planı bulunmamaktadır. Türkiye’de halen eski eser tescil özelliklerine sahip ancak farklı nedenlerle ve şartlarla tescili yapıl(a)mayan yapı ve binalar mevcuttur. Sözkonusu eski eser tescili yapıl(a)mayan yapılar özellikle kırsal kesimde ve rant baskısı olan bölgelerde yoğunlaşmaktadır. Türkiye’de taşınmaz kültür varlıklarına yönelik olarak eksik tescil ve belgelemeye kapsamında bütüncül ve kapsamlı bir çaba ve proğram mevcut değildir. Koruma mevzuatı; idari yapılanma, görev dağılımları, tedbirler, mali yardımlar, muafiyetler ve teşviklerde hükümler getirmiştir.
Ancak koruma ilkeleri ve uygulamanın başarıya ulaşması için gereken teknik detaylar, ölçekler, malzeme ve ihale pozlarının çalışma yönetmeliklerinde bilimsel tanımlamaları ve güncelleştirmelerin açıklanması, zorunluluk haline gelmiştir. Türkiye’deki mevcut koruma mevzuatı dinamik ve ihata edici bir özelliğe sahip olmalıdır. Edilgen, süreci ve gelişmeleri arkadan takip eden bir yapıda olmaması için izleme, denetim, periyodik onarım ve restorasyon kararları açısından eşgüdüm ve koordinasyon şarttır. Koruma çalışmalarında yetkili ve uygulayıcı kurumlar arasında eşgüdüm ve ortak bilgilendirme (otomasyon) kurulamamıştır. 5366 sayılı yasa ile yıpranmış tarihi dokulardaki kentsel yenileme çalışmaları, taşınmaz kültür varlıkları üzerinde tahrip edici bir rant baskısı oluşturmuş, sit alanlarında yoğunluğun artması ve özgün dokunun bozulması yönünde gelişim göstermiştir. Türkiye’deki büyük ölçekli I. grup anıt eserler, özellikle camiler ve şehirlerdeki taç yapılar, milli saraylar, nisbi olarak daha iyi korunmaktadır. Ancak, orta ve küçük ölçekli anıt eserler için ve özellikle de günümüzde işlev kaybına uğramış hamam, çeşme, sıbyan mektebi ve tekke gibi yapılar için süreç olumsuz işlemiştir. Eski su yollarının tahrip olması ve haznelerinin yıkılması ile tarihi çeşmeler özellikle büyük zarar görmüştür. Aynı olumsuz süreci sivil mimarlık örnekleri için de söylemek mümkündür. Taşınmaz kültür varlıklarının onarılmışlığının ve bakımlarının sürdürülebilir olmasının ,bu konuda sahada sürekli var olan periyodik ve önleyici bakım - konsolidasyon çalışmaları yapan mobilize karakterli bir 25
metal restorasyon ve konservasyon atölyesi marifeti ile ve çoklu disiplin uzman personel desteği ile gerçekleştirilmektedir. Tescilli eski eserlerde periyodik muayene ve bakımların zamanında yapılmaması ise strüktürel sorunları, yapı ömrünün kısalması ve özgünlük yitimi gibi problemleri beraberinde getirmektedir. Yangın ve deprem gibi doğal afetlere dayanıklı hale getirilen Süleymaniye Kitap Şifahanesinde bulunan tarihi yazma eserler periyodik olarak ve doğal yöntemlerle onarılarak korunmaktadır.
koruma düzeni ile mümkün olabileceği düşünüyorum. Türkiye’de onarım ve restorasyon sonrası korumanın ve bu konudaki mevcut koruma mevzuatının, örgütlenmenin ve kurumsal reflekslerin yetersiz kaldığı, sürdürülebilir olmadığı ve taşınmaz kültür varlıklarının sürdürülebilir korunmasında başarıya ulaşmak için güçlendirilmiş bir koruma merkezi ile aktif/mobilize bir düşünce oluşumunun ve onu gerçekleştirecek hareketli bir koruma sisteminin gerekli olduğu gerçektir. Bir başka ifade ile korumada sürdürülebilirlik sadece statik ve sabit bir kurum yapılanması ile sağlanamaz. Aynı zamanda mobilize bir dış teşkilat yapısına ve bu yapının getirdiği hareket avantajlarına ihtiyaç vardır. Taşınmaz kültür varlıklarındaki hasarların proje ve uygulamaları, ihale dönemlerinde ve tek yapı ölçeğinde ele alınmaktadır. İhale ve uygulama dönemi dışında kalan zamanlarda ise periyodik bakım çalışması ve böyle bir uygulamaya imkan sağlayacak yasal mevzuat mevcut değildir. Taşınabilir kültür varlıklarında, belli dönem ve etaplamalarla periyodik bakımlar yapılmaktadır. TBMM’ne bağlı Milli Saraylar Dairesi bünyesindeki Dolmabahçe Sarayında bulunan Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Daire Başkanlığı bu konuda uygulamalar yapmaktadır. Milli Saraylar Koleksiyonunda bulunan, tablo, cam eşya, metal eserler, mobilyalar, porselen, seramik, hat gibi farklı ve değerli tarihi objeler rutin bakıma alınmaktadır. Söz konusu işlemler kurum içinde bulunan, ahşap- torna atölyesi, porselen-cam atölyesi sayı//52// kasım 26
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı müzelerdeki taşınabilir kültür varlıklarında 4848 sayılı Kültür ve Turizm Bakanlığı, Teşkilat ve Görevleri Yasasına göre periyodik bakım ve onarımlar yapılmaktadır. Taşınabilir kültür varlıkları için Türkiye de var olan periyodik muayane ve onarım proğramı taşınmaz kültür varlıkları için de gerçekleştirilebilir. Bir merkezden desteklenen hareketli bir hizmet şemasını, taşınmaz kültür varlıklarının korunmasına uyarladığımız zaman mobilize sistem düşüncesinin arka planındaki teori ve pratiğe uyarak yeni bir sistemin geliştirilmesi durumunda sorunun çözümü gerçekleşmiş olacaktır. Aktif / mobilize Koruma ve uygulama kapsamında ana başlıklar olarak legal/hukuki, yönetimsel, işletme ve müdahale sistemlerinin ortaya konması ve tanımlanması gerekir. Hayata dair her alandaki hizmetlerin gelecekte ,hareketli ve yer değiştirebilir olması muhtemeldir. Teknolojinin gelişmesi, küreselleşme ve toplumun değişken talepleri mobilize karakterli hizmet oluşumunu desteklemektedir. Tescilli yapıların koruma ilkeleri açısından sürekli bakımlı ve sorunsuz olmaları mümkün müdür? Yaşadığımız çağın getirdiği yeni teknoloji ve yaklaşımlar bu konsepti mümkün kılabilir. Şehirlerde yangına karşı itfaiye teşkilatı örneğinde olduğu gibi,ayrıca su, elektrik ve doğalgaz arızalarına karşı yerel yönetimlerin bünyesindeki teşkilatlar gibi, kültürel ve tarihi mirasın, anıt yapıların acil müdahale edilmediğinde büyüyebilecek sorunlarına karşı ve koruyucu önlem kapsamında teknik müdahaleler yapabilecek bir teşkilat yapısı kurulabilir. Bu yapılanma, merkezle her türlü iletişime açık olarak, mobilize taşınabilir-sevk edilebilir olup günlük, aylık, yıllık periyodik muayene ve bakımlar yapabilir.
İBNİ SİNA’DAN
İKİ MAKALE ‘Ölümü, hayatı sevdiğim kadar seviyorum’ başlıklı yazımda anlattığım ve verdiğim misallerin İbni Sina’da yer aldığını görmek bana akıl için yol birdir dedirtti.
Recep ARSLAN
Hazmi Tura, ‘Eser hakkında İzahat’ başlığı ile yazdığı giriş yazısında ‘ Bu çalışma esnasında İbni Sina’nın gözüme ilişen bazı risalelerini öz dilimize çevirmek fırsatını elde etmiş ve Arapça ile istinsahı olmayan ilim ve felsefe taliplerine bir hizmet telakki ettiğim Hüzün risalesi, Risaletül Fasd –Kan alınacak damarlar Risalesini ve Tedbirül Misafiriyn Risalelerini tercüme ettim. Bu tercümeler Türk Tarih Kurumu ve Süheyl Ünver yayını Türk Tıp Tarihi Arşivi mecmuasında yayınlanmıştı.’ Diye geniş bir izahatta bulunuyor. Ölüm Korkusundan Kurtuluş Risalesi ile Risaletül Salat’ını da Türkçeye çevirmiş ve bu 1959 tarihli kitapçıkta bu iki risaleyi, makaleyi bir arada yayınlamış. İşte Abdullah Işıklar beyefendinin bana hediye ettiği kitapçık bu. Ölüm Korkusundan Kurtuluş adını verdiği makalenin İbni Sina dilindeki adı Risaleti defi gamı mevt. Bu makalelerin değişik Arapça söyleyişlerle İstanbul Kütüphanelerinde kayıtlı ve mevcut olduğu da verilen izahatlar arasında. M. Hazmi Tura hemen her zaman çokça başvurulan hamaset duygularına hitap ederek ölüm korkusunu yenmek adlı risaleyi Türkçeye aktarma sebebini şöyle ifade ediyor:
imi zaman irfan kaynağım diye kendisinden söz ettiğim emekli gazeteci-yayıncı Abdullah Işıklar bir cemilede bulundu. Bana ‘Küçüksu buluşmaları’mızda bir kitapçık hediye etti. 1959 yılında basılmış, çerçeveli sararmış karton kapak ve içinde kapakla aynı derecede sararmış bir kitap. Kapak hariç 48 sayfa. İbni Sina eserlerini Arapça yazıyordu. O dönemde ilim dili Arapça idi. Türkçeye çevirisini yapan isim de hem Işıklar’ın hem benim onun sayesinde tanıdığım M. Hazmi Tura. M. Hazmi Tura tasavvuf ehlinden Uşşaki tarikatı mensubu bir insan.1950’li yıllarda Türk Tarih Kurumu büyük Türk düşünürün 900. Ölüm yıldönümünü vesile kılarak bir çalışma başlatmış. İstanbul Kütüphanelerindeki eserlerinin tetkiki ile yapılacak fişlemenin Türk Tarih Kurumu İbni Sina Heyetine verilmesi resmi bir emir olarak tebliğ edilmiş. Hazmi Tura bu yazılı emirle çalışan kütüphanecilerden birisi. Murad Molla, Hamidiye, Fatih, Hüsrev Paşa kütüphanelerinde ve bunlara bağlı ek kütüphane ve binalarda tetkikatını yaparak İbni Sina kaleminden çıkmış eserleri kaydetmiş. Hazmi Tura o zamanda Murad Molla Kütüphanesi baş memuru olarak çalışıyormuş. 200 adet İbni Sina imzalı eseri kaydederek Türk Tarih Kurumu İbni Sina Heyetine tevdi etmiş.
‘Bugünkü umumi harp dolayısıyla göklerden ölüm yağdığı, yerlerden ve denizlerden ölüm fışkırdığı bir sırada, öteden beri milli maksatların istihsali ve mukaddes vatanın müdafaası hususunda esasen ölümü istihkear eden ve ölümden korkmamak şiarı olan Türk milletinin ölüm korkusundan kurtuluşu bir de en büyük Türk filozofu İbni Sina’nın lisanından duymakta ayrıca bir zevk olduğunu her Türk vatandaşına duyurmayı bir vazife bildim’. 1937 yılında da İbni Sina ile ilgili önemli çalışmalar yapılmış, ancak İbni Sina adıyla yayınlanan kitaba konulmayan bu iki makaleyi ayrıca bir yayın olarak kitaplaştırmayı tercih etmiş. ‘Ölümü, hayatı sevdiğim kadar seviyorum’ başlıklı yazımda anlattığım ve verdiğim misallerin İbni Sina’da yer aldığını görmek bana akıl için yol birdir dedirtti. Ölüm olmasaydı hayat olmazdı. İlk insandan beri yaşasaydı insanlar bugün üst üste daireler yerine üst üste insanlar olarak yaşayacaktık. İbni Sina da böyle anlatıyor risalesinde. Ölüm hayatın garantisidir. Ölümü yok ettiğimizde hayatı yok etmiş oluruz. Ana karnından dünyaya geliş ne ise dünya hayatından berzah hayatına geçiş de odur. Kainatın sahibi bizleri var etmişse, bir süre verdikten sonra yok edeceğini belirtmişse ne gam. Her şey onun. Hüküm de onun. 27
KKTC GÜNLÜĞÜ
BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT-2Her taraf turist kaynıyor KKTC’de.. bu iyi bir gelişme.. oteller dolu.. hizmetler çok güzel ve başarı ile veriliyor.. bu da iyi.. yılın ilk denizine girdim.. Akdeniz sıcak ama yine de ürperiyor insan.. profesyonel turizmcilerin yanında otel hizmetlerini buraya okumaya gelen talebeler de katkı veriyor.. hem okuyor, hem çalışarak para kazanıyor.. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Şehit Hazreti Ömer’in, Halife Ömer ile bir alakası yok. Fetih Halife Hazreti Osman zamanında gerçekleşiyor. Müslüman Araplar, Anadolu, Suriye ve Mısır için stratejik öneme haiz Kıbrıs Adası için bir çok sefer yapıyorlar. İslam’ın yayılması sırasında ilk İslam donanması Hazreti Ömer Komutasında Suriye’de kuruluyor ve ilk büyük çıkartma da Kıbrıs Adası’na gerçekleştiriliyor(647-649). Suriye’deki sahabelerden bazıları Bizanslılarla savaşırken askerleriyle beraber fetih için Kıbrıs Adası’na varmış ve burada şehit olmuşlar. Böylece ilk İslam mührü de buraya vurulmuş oluyor. Burası Osmanlı Hakanı Sultan 2. Selim zamanında ada yeniden fethedildiği sırada duyumlar ve söylentiler değerlendirilerek şehit mezarları ve mağaraları bulunuyor. Cenazeler taşınarak yeni bir defin işlemi ve türbe yapılıyor. İddia o ki cesetlerin hiç biri çürümemiş ve bozulmamış. Bu şekliyle makamlarına nakil ediliyorlar. Osmanlılar daha sonra yeniden burada bir cami yaptırarak türbeyi de içine alan bir külliye inşa ediyorlar. Mevcut hali ise yeni yönetimlerin katkısıyla gerçekleştiriliyor. Ziyaretçilerin de hala ardı arkası kesilmiyor. Görevli bir din adamı ziyaretçileri bilgilendiriyor. Bir sepette ise hanımlar için etek ve başörtüsü bulunuyor. Bölgenin muhteşem bir deniz manzarası var. Tam karşısında ise dev bir otel inşaatı başlamış. DOĞANKÖY’DE VE BEYLERBEYİ’NDE YABANCILAR
BİR SAHABE VE AB KATKISI
Vaktimiz olduğu için Hazreti Ömer Türbesi’ne gittik. Giriş tabelasında “Defin Tarihi 647-649, Türbe Yapımı; 1571” yazılıydı. Burayı daha önce de kısa adı EMU olan Avrupa Müslümanlar Birliği Başkanı Alman Ebubekir Reager, rahmetli Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve diğer arkadaşlarımızla birlikte birkaç yıl önce ziyaret etmiştim. Daha mütevazi bir ziyaretgahtı. Bu defa gördüm ki Çatalköy Belediyesi çok yatırım yapmış. Yeni yollar açılmış, tesisler kurulmuş, oto park hizmete verilmiş, yeni şadırvan ve tuvaletlerde hemen dikkat çekiyor. Ağaçlandırma çalışması yapılıyor. Sonra öğrendim ki KKTC tanınmamasına rağmen bu tür hizmetlerin yapılması AB projelerinde yer alabiliyormuş. Hazreti Ömer Türbesi’ne gittiğimizde hoca evinde namaz önce birkaç ziyaretçiye vaaz ediyordu. Birkaç kadın da türbeyi ziyarete gelmişti. İçerde ayrıca yedi yatır bulunuyordu. Burasının biraz sonra çok kalabalık olacağını söylediler.
Fotoğraf: https://duyguyumagi.blogspot.com/2013/08/kuzey-kibris-turk-cumhuriyeti-girne.html
sayı//52// kasım 28
Hazreti Ömer Türbesinden sonra Nurettin Ersin Paşa Camii’ne gitmek üzere yola çıktık. Öyle bir trafiğe rast geldik ki rotayı hemen yanı başında bulunduğumuz Doğanköy Camii’ne çevirdik. Yeni bir cami burası. Vardığımızda ezan okunuyordu. Sadece dış avluda hasırlar üzerinde yer bulabildik. Otoparkı da var. Tıklım tıklım dolu cami. Üstelik her yaş ve kültür grubundan. Yerli Turistler de kısa pantolonlarıyla camideler. Bazılarının yanında çocukları var. Cemaatin önemli bir bölümü de KKTC’ye çalışmaya gelen Müslüman ülke vatandaşları. Pakistan, Afganistan, Iraklılar hemen belli oluyor. Hoca efendi hutbesinde sadaka konusuna değindi. Vefat edenlerin yaptıkları faydalı eserleri ve hayır hizmetleri yapan çocuklarıyla hasenat defterinin kapanmadığını anlattı. KKTC İslam Coğrafyasıyla da ilgileniyor. Ontarıo Uluslararası Kalkınma Ajansının haberine yer veren gazeteler, Myanmar’da 24 bin Arakanlı Müslümanın öldürüldüğünü yazdı. Toplum
alakadar olmazsa batılı medya gibi olsa bu tür haberler görmezden gelinir. Havadaki sıcaklık sanki giderek artıyor bu Ağustos ayında. Bulunduğumuz bölge Beylerbeyi KKTC’nin zengin ve aristokrat bir semti. Havuzlu villalar, gazino ve casinolar, barlar, oteller sıralanmış. Bellapaıs Manastırı Abbey’e çıktık. Turist grupları fazla, ama o lüks lokantalar, turistik eşya satan dükkanlar pek dolu falan değil. Giriş ücreti eski eserleri koruma fonu için 9 TL alınıyor. Ancak sarı basın kartı olanlar ücret ödenmiyor. KKTC Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Müdürlüğüne Bellapaıs Manastırından başka Vuni Sarayı, Antifonitis Kilisesi, Kanatara Kalesi, Ay Trias(Sipahi) Bazilikası ve Derviş Paşa Konağı da dahil. Etrafta ise çok sayıda bar var. Bellapaıs Manastırı Beşparmak dağlarının eteğindeki kayalık bölgede kurulmuş. Halkıyla örtüşmeyen, sevk-ü sefa içinde bir hayat süren Manastır, yakın doğudaki gotik sanatının bir güzel örneği(1198-1284). Selahattin Eyyubi Kudüs’e fethedince Kıbrıs’a göç eden Augustinian mezhebi rahipleri tarafından kurulduğu, Fransa Kralı 3. Hugh’un inşa ettirdiği söylenmektedir. Osmanlıların fethinden sonra burası Yunan Ortodoks Kilisesine veriliyor. Bir köşede üst üste duran Roma döneminden kalma lahit, bir zamanlar rahiplere lavabo vazifesi görmüş. Kapıda Kıbrıs, Kudüs ve Lüzinyan Krallıklarının armaları asılı duruyor. Papazlara yemek yedikleri sırada vaiz vermek için kullanılan kürsü hala korunmakta. Taş işçiliği ustalığının sergilendiği manastırda merdiven taşıyan adam, deniz kızları, kitap okuyan kadın, kedi, maymun ve kalkanlı bir adam ile pelerinli rahip figürleri bulunuyor. Yemekhanede ise bugün konserler veriliyor. Bir İngiliz turist Kiliseyi gezerken bizimle konuşmak ihtiyacı hissetti. Mihail(Mikail) ikonunu göstererek “Bu hem benim, bu hem sensin” dedi. Anlatmak istediği dinlerin insan için olduğu, hepimizin Hazreti İbrahim neslinden geldiğimiz hususuydu. Bu ismi Müslümanlar da kullanıyor. Mahzen’e indiğimde orada bir resim sergisi vardı. KKTC’nin güzelliklerini yansıtan bir sergiydi bu. Keyifle izledim. SU, ELEKTRİK VE SİVRİSİNEK
Sonra Çatalköy’e indik. Evde bahçe ilaçlanıyordu. Bir hastalık bulaşmıştı ağaç ve çiçeklere. İster misiniz evde sular kesilsin diye şakalaşıyorduk ki öyle oldu. KKTC’de elektrik sarfiyatı fazla, su da. Üstelik önemli bir geliri bu sıcak, sımsıcak ülkenin önemli gelir girdisi
turizmden. Her ikisi de bolca olmalı. Kıbrıs Rum kesimi artık Avrupa Birliği üyesi olduğu için batı böylesi sorun yaşatmıyor. Ancak Türk kesimi için su ve elektrik önemli. KKTC’nin bazı turistik merkezleri deniz suyunu arıtarak kullanma suyu olarak değerlendiriyor. Ancak hepsi değil. Türkiye’nin su aktarımı önemli oluyor. Yine de kafi değil. KKTC’de üç ayrı şirket su üzerine hizmet veriyor. KKTC Hükumeti de bu şirketleri destekliyor. Dağdaki doğal su kaynakları böylece değerlendiriliyor. İçme suyu olarak Türkiye’den bazı kaynak suları ithal ediliyor. Akşam eve tankerle su geldi. İki depo dolduruldu. Susuz hayat mümkün değil. Oh ne güzel. Ah bir de yerel yönetimler kentleri ilaçlasa da sivri ve kara sineklerden insanlar nefes alsa. Bu mücadeleye “hayvan sevenler örgütü” karşı çıkıyormuş nesli kuramasın diye. Ayrıca bu hayvanlar bazı zararlıları da yok ettiğinden doğa ve insan hayatına faydalı imiş. İlk defa duydum ve şaştım kaldım. Taşucu’nda Girne’ye her gün feribot seferleri yapılıyor. Bununla ithalat ve ihracat da gerçekleşiyor. KKTC gazetedeki yorumlara göre İngiliz etkisinin çok olduğu adada, Türkiye ekonomisi sıkıntıya girerse bu gelmeden Londra’da ciddi olarak etkilenebilir. Akıl Fikir Yayınlarının neşrettiği Ünal Sakman’ın Kral Kapanı adlı kitabı okuyup bitirdim. Yazar bu eserinde Tercüman Gazetesi patronu Kemal Ilıcak’ın doğuşunu, yükselişini, zirveye ulaşmasını, sonra çözülmesini ve ardından batışını anlatıyor. ‘ Yılı aşkın süre birlikte çalıştığımız Ünal Sakman Tercüman’ın hem yazıişleri müdürü, hem de her şeyi olan bir fikir emekçisiydi. Babıali’nin böylece simgelerle de olsa ilk romanı yazılıyor. Dilerim diğer patron ve gazetelere sıra gelir. CUMARTESİ
Her taraf turist kaynıyor KKTC’de.. bu iyi bir gelişme.. oteller dolu.. hizmetler çok güzel ve başarı ile veriliyor.. bu da iyi.. yılın ilk denizine girdim.. Akdeniz sıcak ama yine de ürperiyor insan.. profesyonel turizmcilerin yanında otel hizmetlerini buraya okumaya gelen talebeler de katkı veriyor.. hem okuyor, hem çalışarak para kazanıyor.. Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’a gittiğimde de Filipinlilerin böylesi işler yaptığını görmüştüm. Bu defa KKTC’de Nepalli kız öğrenciye sordum. Çok mutlu. Otelini ve işini seviyor. Türkçe de öğrenmiş. Aylık 400 $ alıyormuş. Hemen hemen hepsini de biriktiriyor ve ailesine gönderiyormuş. Geçen hafta annesi vefat etmiş. Nepal’e uçak 29
bileti 1000 $. Parası yetse de birikimi azalacak diye düşünmüş herkes. Oteldeki yönetim ve arkadaşları kendi aralarında para toplayarak bilet parasını toplamışlar. Fakat Nepalli Kız gitmemekte ısrarlı. Herkes hayretler içinde. İnsan annesinin cenaze törenine gitmez mi? Meğer kazın ayağı öyle değilmiş. Kız Nepal’e vardığında köyüne gitmek için de bir gün gerekiyormuş. Üstelik bir dolmuşu varmış köyün, onu da kaçırırsan ikinci günü beklemek gerekiyormuş. Yaya ise 15 ya da 16 saat sürüyormuş. Geri dönüşü de ayrı bir külfet. Dolayısıyla gidememiş Nepal’a, arkadaşlarına teşekkür etmiş. Nepalli Kız KKTC’de çok mutlu, köyünde değil, ülkesinde bile olmayanları mutlulukla yaşıyor ve kazanıyor. KKTC POLİSİ BAŞARILI
Sadece o değil, Pakistanlı çalışanlar da öyle.. bahçe işlerinin aranan personeli olmuşlar. Hintliler başka fasıl.. ne iş versen koşturuyorlar. Çoğu milletten insanlar çalışmak için KKTC’de.. bittabi Türkiye’den de. Bu cazibe nereden kaynaklanıyor diye sordum; “KKTC’de üniversiteler olmasından.. liseyi bitiren gençler internetten bütçelerine ve şartlarına uygun fakülte ararken KKTC imkanı önlerine çıkıyormuş. Bu adayı hemen haritadan buluyor ve ulaşım yollarını araştırmaya başlıyorlarmış. Türkiye üzerinden de Lefkoşe veya Girne’ye ulaşıyorlar. Buradan çok güzel öyküler çıkıyor dinleyebilen biri için. Asya ve Afrikalı gençlerin hikayesi. Avrupa’da yabancı düşmanlığı varken, örgütler hatta siyasi partiler kurulup, yönetimlere gelirken, Türk dünyasında şefkat, merhamet ve sevgi galebe çalıyor. Bunların yanında biraz da insanımız memurluk istiyor esasında. Kolaycılık ve rehavet kene gibi üstüne binmiş insanlarımızın. Geçen bir olay oldu. Asya’dan gelen gençler aylıklarını alınca bankaya yatırmak için gitmişler. 1000 $ kadar para sahte çıkmış. Hemen tahkikat başlamış, polis örtülü bir operasyon ile kamera kayıtlarını incelemiş. Hala otelde konuk olarak kalan ortadoğuda hep sorun olan bir devletin vatandaşının bu sahte dolarları bozdurarak karşılığında TL aldığı tespit edilmiş. Örgütlü olup olmadığı araştırılıyor. Dur bakalım altından ne çıkacak? Mafya mı, çete mi, yoksa bireysel suç mu? Henüz hiç kimsenin haberi yok. Sahte dolar, uyuşturucu adada ciddi bir sorun. Akşam Fenerbahçe’nin maçını izleyip, nargile üfleyeceğim. Eğer kara ve sivri sinekler rahat bırakırsa tabi. sayı//52// kasım 30
PAZAR
Her tarafta bayram telaşı var. Yerel yönetimler hazırlıkları tamamladı, tedbirler alındı. KKTC Partilerinde de bayramlaşmalar olacak. Kurban dolayısıyla meydana çıkan atıklar için de yoğun tedbirler alındı. Otellere turist akını sürüyor. Özellikle Türkiye’den gelenler Kurban Bayramını KKTC’de geçirecekler. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve eşi Meral Hanım bayramın ilk günü halkla bayramlaşacak ve onları konutunda kabul edecek. KKTC Dinişleri Başkanı Talip Atalay bayram dolayısıyla yaptığı açıklamada bayramların tarihe yolculuk yapma, sevinçleri paylaşma, sadakat ve fedakarlığın güzel örneklerinin yaşandığı bir zaman dilimi olduğunu belirtti. Din Görevlileri Sendikası Başkanı Süleyman Çakır da aynı minvalde açıklamalar yaptı. KKTC’de sendikalar güçlü. PAKİSTANLI HASAN ALİ
Bugün Zeytinli var programımızda. Templo Villaggıa Pure Mediterranean’da kol kebabına randevu aldık. Zeytinli tarihi bir yer. Adanın ilk kuruluşundaki mahalleleri hala korumaya çalışıyorlar. Eski evler. Dar sokaklar. Çeşit çeşit çiçekler, yemyeşil ağaçlar, temiz hava ve nezih bir muhit. Yeni yollar da yapılsa artık KKTC büyüyor ve çoğu şey kafi gelmiyor. Çünkü çok araç var. Hem de son model. Fazla aramadan lokantamızı bulduk. Eski evlerin içinde taş yapı, mozaiklerle tabanı renklendirilmiş yine eski bir yapı. Eski resimler asılmış duvarlara. Kalabalık bir Rum ailesi kahkahalarla, derin sohbet ederek yemeklerini yiyorlardı. KKTC’de meze kültürü zengin. Sadece mezelerden karnınız doyabilir. Onun için seçecek ve garsonlara bırakmayacaksınız. Ana yemek masamıza geldi. Daha önceden sipariş ettiğimiz için 40 dakika kadar beklemedik. Damak tadı ustası, turizm sektörünün uzmanı İsmail Tirali maharetli eliyle butu aldı. Hafif silkeledi ve bütün etler tabağa döküldü. Bu kadar hafif ve lezzetli olabilirdi. Bizim kuyu kebaplarına benziyordu ama ayrı bir tat. Yemesi kolay, damak lezzeti fazla. Yanında da arpa şehriyeli ve peynirli pilav. Karışık ama yine peynirli salata. Üzerine kahve. Neden çay değil peki? Çünkü demleme çay yoktu. Garsonumuz milli giysileri içinde değil de günlük sivil kıyafeti, bulicin giyinmiş, üzerine gömlek, ayağında spor ayakkabısı olan Hasan Ali’ye güzel Türkçesini görünce gayri ihtiyari sordum;
-Nerelisin? -Pakistanlıyım! Hemen sordum Pakistanlıyım deyince. -Muhammet İkbali tanır mısın? Önce düşündü, sonra “Hangi Muhammet İkbal?” diye kendisi sordu. -Şair Muhammet İkbal! -Elbette tanırım, maruf bir şairimizdir, tanırım. -Türkiye’de ve bütün dünyada çok sevilir Muhammet İkbal ve büyük saygı görür. Hasan Ali Girne dahil bütün KKTC’de çok sayıda Pakistanlı arkadaşı olduğunu, çoğunun ailesini de getirdiğini, zaman zaman bir araya gelerek hasret giderdiklerini, dayanışmalarının güçlü olduğunu da hatırlatmayı unutmadı. Sevdim bu Hasan Ali’yi. Bahşişi de yemek parası kadar hak etti. İsmail Tirali her zamanki mükrim haliyle bahşişi sıkıştırdı. OSMANLI MEZARLIĞI
Yine dar, sıcak, yeşili bol olan sokaklardan geçerek Girne’ye indik. Aracımızı Osmanlı mezarlığı olarak bilinen, ancak birkaç anıt hariç mezarlardan soyutlanmış gibi görünen, bugün için otopark olarak kullanılan yere park ettik. Ücreti bütün gün 5 TL. Hiç savaş görmediği bildirilen Girne Kalesi bize bakıyor. Liman kalabalık. Taşucu’ndan gelen feribot denizi yara yara yaklaşıyor limana. Tarihi evler korunmuş, ama bir günlük serbesti ile 12 katlı birkaç bina da yükselmişti. Sonra yasak yeniden yürürlüğe konmuş. İki camiden akşam ezanı okundu. Serinlikte giyinip sokağa çıkanlar araç trafiğine yasak sahilde soluğu alıyor. Her renk, her kültür ve her boydan insanlar yürüyüş yapıyor, cafelerde, lokantalarda soluklanıyor. Çin lokantası da var, İtalyan pizzacısı da. En bol olan balık ve kebapçılar. Türkiye Süper Ligi her iş yerinde müşteri çekiyor. Beşiktaş Erzurum’dan gol yiyince derin bir sessizlik oldu ama karşı goller gelince alkışlar birbirini takip etti. Sahil neşelendi. Müzik sonuna kadar açılmıyor, fakat genelde hep batı ve moda müzikleri. Balık, kebap gibi yemekler 50 TL ile açılış yapıyor. Eve dönmek üzere KKTC Cumhurbaşkanlığı konutunun önünden geçtik. Öyle koruma falan göremedik. Ancak bir haber verdi radyo; Kıbrıslı Rumlar Brüksel’de Akdeniz’deki doğal gaz ve petrol aramaları konusunda Exxonmobil yetkilileriyle yeniden görüşmeler yaptıklarını duyurdu. Aracımız klimalı ama yine de terletiyor KKTC’deki hava. Ya denize, ya havuza gireceksiniz, ya da duş olacaksınız. Siz bilirsiniz!. Girne’de ikinci kitabımı da okuyarak bitirdim. Akıl Fikir Yayınları’nın neşrettiği Fırat
Kızıltuğ’un Kop Dağından Birinci Orduya adlı muhteşem eserini yetkim olsa Samsun, Sivas, Artvin’e bir hat çizerek bütün bu bölgelerde ders kitabı olarak okuttururum. -3- PAZARTESİ
Bugün bütün gün oteldeyiz. Yoğun bir Kurban Bayramı hazırlığı yapılıyor; özellikle yemekler ve tatlılar. Hala gelen yerli-yabancı konuklar var. Bayramlara artık tatil uygulaması yapılıyor. Peki boy boy gazetelere ilan verilen konserlerin sanatçılarından ne haber? Eskimez bayramlar gözümün önünden sinema şeridi gibi geçiyor. Daha bir hafta önceden imkanı olan herkes yeni cicilerini terziden, ayakkabılarını kunduracıdan alır. İlla bunlar bayramda giyilmeli. Bayram traşı için berberde epeyi bir sıra beklenir. Evin büyükleri kurban eti dağıtılacakları belirler, herkes o gün bir görev almıştır. Yazın kurban etleri buzdolabı çok zengin evlerinde olduğundan etler su kuyularına sarkıtılarak, günlük yiyecekler ise tel dolapta korunmaya çalışılır. Yeter ki etin kokusunu kuyuya düşmek pahasına da olsa evin kedileri almasın. Yoksa kuyu kullanılmaz hale gelir. Bayram namazını herkes evine en yakın olan camide kılar. Hem de yeni giysileriyle. Çocuklar son Cuma minareden “amin alayı” olarak müezzine iştirak ettikleri duygusal an ve heyecan; büyüklere el öpmeye gidilene kadar devam eder. Fakat babaerkil aileler artık tarih oldu. Çocuklarla birlikte torunlar da bir başka kentte, bir değişik ülkede. TRT dahi artık kadrosunda hızlı tenkisata giderken bile Yahya Kemal Beyatlı’nın Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı hatırlamıyor bile. Mehmet Akif ve Semiha Ayverdi’yi nasıl anımsasın?! Her ne ise, bayramlar akıllı telefonlarla tatil olarak geçiyor. Beş Parmak Dağları hemen karşımda bana bakıyor. Temmuzun cehennemi sıcağında Türk Silahlı Kuvvetlerimiz nasıl çıkarma yapmış, dağları aşmış, düzlüğe inmişiz. Şehitlerimiz var, şehitliğimiz bunu tescilledi. Kıbrıs’ımızı anlatmaya devam edeceğim… 31
İSLÂM VE BATI KÜLTÜRÜNE KATKILARI BAĞLAMINDA
“ENDÜLÜS”-2İberya Yarımadası’nda yaşayan kavimlerin müktesebâtına yabancılaşmayan Müslümanlar, bu birikimin de tesiriyle yeni bir medeniyet tasavvuruna kavuştular. Başta bilim ve teknik olmak üzere; felsefenin, mimarînin, müziğin, şehir kültürünün gelişmesinde mühim pay sahibi oldular.
Emir Ali ÇEVİRME
İSLÂM BİLİMİNİN VE FELSEFESİNİN ENDÜLÜS’TE GELİŞİMİ
Endülüs havâlisinde, Hristiyan ve Yahudiler ile ortak yaşamayı tecrübe eden Müslümanlar, İslâm şeâiri ile çelişmeyen unsurları, etkilenmek sûretiyle onlardan aldıkları gibi, gayrimüslimler üzerinde de aynı oranda müessir oldular. İlk zamanlar, Endülüs’ün Müslümanlarını kabullenmeyen yarımada halkı, İslâm’ın hoşgörü ikliminin yansımalarını yakından müşahede etti. İslâm’ın; baskıcı olduğu, şiddet içerdiği gibi yanlış fikirlere sahip yerel halkların düşüncesi, Müslümanların yaşantısını görmek sûretiyle müsbet bir hal aldı. İberya Yarımadası’nda yaşayan kavimlerin müktesebâtına yabancılaşmayan Müslümanlar, bu birikimin de tesiriyle yeni bir medeniyet tasavvuruna kavuştular. Başta bilim ve teknik olmak üzere; felsefenin, mimarînin, müziğin, şehir kültürünün gelişmesinde mühim pay sahibi oldular. Akla ve mantığa önem veren, “tefekkür” kavramını, olması gereken esaslardan biri kabul eden İslâmiyet, pek tabii olarak her alanda tekâmülü tazammun ediyordu. Bu temel saiklerle yola çıkan Müslümanlar; Kurtuba(Cordoba), Gırnata(Granada), İşbîliyye(Sevilla), Mürsiye(Murcia), Tuleytûla(Toledo) gibi memleketler ekseninde İslâm bilim ve felsefesine altın çağını yaşatmıştır.
sayı//52// kasım 32
İberya’daki ilk tecrübenin başlangıç tarihi olan 711’den, Müslümanların katledildiği 1492 tarihine kadar; Endülüs İslâm medeniyeti, bilim ve felsefe başta olmak üzere pek çok alanda Avrupa ve dünya tarihine damga vurmuş önemli mütefekkirler yetiştirmiştir. Evvelâ Muhyiddin-i Arabî olmak üzere, İbn Rüşd, İbn Hazm, İbn Firnas, İbn Tufeyl, İbn Meserre, Zerkâlî, Zehrâvî, El-Gafıkî, El-Murâdî, El-Mecritî vs. gibi âlimlerin ve mütefekkirlerin yetişmesi, hiç kuşkusuz Endülüs İslâm tecrübesinin bir neticesidir. ORTAÇAĞ KARANLIĞINDAN ENDÜLÜS AYDINLIĞINA
XV ve XVI. yüzyılda Avrupa aydınlanmasının köklerinde Endülüs İslâm tecrübesinin mühim bir rolü olduğu kuşku götürmez bir hakikattir. Ortaçağ karanlığında hayat süren; bilim, teknik, felsefe bir yana şehirleşme kültüründen yoksun Avrupa, Müslümanların ada halkına dâhil olması ile yepyeni bir dünyanın içinde kendisini buldu. Bilim ve tekniğin itici gücü olan felsefeden ve felsefi düşünceden korkan, bunu yasaklayan ve -Galileo örneğinde olduğu gibi- böyle bir girişimde bulunanları Engizisyon mahkemelerinde giyotine mahkûm eden Avrupa, uzun asırlar boyunca dogmatik hayat yaşadı. “İlim, mü’minin yitik malıdır” nebevî düstûruyla hareket eden ve ilme, dolayısıyla ilim adamına saygıyı esas ittihâz eden İslâmiyet, Avrupalının düşünce serüvenine bu bağlamda paha biçilemez bir katkı sunmuştur. Sanatın kısmen var olduğu fakat bilimin çoraklaştığı ortaçağ Avrupasına analitik düşünceyi ve diyalektiği öğreten Müslüman aydınlar, medreseler inşâ ederek İslâm eğitim sistemini kurumsallaştırdılar. O dönem Avrupa’da en seçkin aileler çocuklarını bu medreselere veriyorlardı. Medreseler ve onun bileşenleri, Avrupa eğitim sisteminin gelişmesinde farklı cihetlerde olmak üzere etkileri bugün de devam eden önemli bir olgudur. İbrahim Kalın, George Makdisi’den naklen bu etkiyi şöyle aktarıyor: “Müslüman eğitim kurumları, medreseler ve medrese dışındaki araştırma kurumları, tercüme odaları ve aynı zamanda bilimsel araştırma kurumları olan rasathane ve hastaneler, Avrupa’daki kolej ve üniversite sisteminin gelişimini doğrudan etkilemiştir. Örneğin ‘kampüs sistemi’, ilk olarak medreselerde uygulanmıştır. Doktora, kürsü, cübbe gibi uygulamalar, yine İslâm eğitim sisteminden çıkmıştır.” Günümüz Avrupa coğrafyasında bulunup dünyanın
en seçkin üniversitelerinden olan, başta Oxford ve Cambrıdge olmak üzere pek çok üniversite, sistem ve perspektif olarak İslâm medreselerinden mülhemdir. “Endülüs’te 786 yılından itibaren faaliyete geçen Kurtuba Üniversitesi de, 425 yılında İstanbul’da kurulan üniversite loncası sayılmazsa, Avrupa’nın en eski üniversitesidir. Fransız asıllı Papa II. Silvester(999-1003) buradan mezundur.” Prof. Dr. Ekinci, XII. Asrın ortalarında kurulan Paris Üniversitesi’nin, ilk zamanlar iptidâî şartlarda yani açık meydanlarda, mevsimin kış olduğu vakitlerde yere serili samanlar üzerinde eğitim verdiğini, uzun süre bir binadan yoksun olduğunu ve Oxford, Cambridge gibi üniversiteleri, buradan kovulan İngiliz talebelerin kurduğunu belirtir. Oxford ve Cambridge gibi üniversiteleri kovulmuş talebelerin kurması bir yana, Avrupa’da ilk üniversitelerinin tesisinin, İslâm üniversitelerinin kuruluşunun yaklaşık beş asır sonrasına tekabül etmesi, İslâm eğitim ekolünün ne denli ileri olduğunu ve Avrupa’da ne denli büyük bir etkiye sahip olduğunu göstermesi bakımından önemli bir ayrıntıdır. İslâm eğitim ekolünün, Avrupa üzerindeki bu derece yoğun etkisi, Avrupa’nın ortaçağ karanlığından “aydınlanma çağına” geçmesindeki en önemli âmillerden biridir. Başta Papalar olmak üzere, Avrupa’nın elitist kesiminin İslâm üniversitelerinde eğitim alması, başta yeni üniversitelerin kurulması olmak üzere bilimin ve diyalektiğin gelişmesinde itici güçtür. Avrupa’da, İslâm’ın etkisiyle üniversitelerin tesisi ile Rönesans ve Reform hareketlerinin aynı çağa denk gelmesi tesadüf değildir. Avrupa aydınlanmasında ve Avrupa’nın ortaçağ karanlığından ilk silkinme hamlesi hüviyetindeki Rönesans hareketinde, doğudaki en müessir kuvvet olan Fâtih Sultan Mehmed’in rolünü zikretmekle birlikte, bu aydınlanmada Batı Avrupa’daki Endülüs Müslümanlarının katkısını da belirtmek gerekir. Başta Endülüs medeniyeti olmak üzere, batıdan ve doğudan; kültür, medeniyet, hikmet, felsefe, bilim, teknik, sanat, edebiyat gibi alanlarda yoğun bir etkiye maruz kalan Avrupa’nın, anılan karanlıktan çıkmasında Müslümanların kritik müdahaleleri dikkate şayandır. REDDEDİLEN GELENEK: ENDÜLÜS
İslâm medeniyetinin Avrupa kültür ve medeniyetindeki etkisini bugün kabul etmeyenler olduğu gibi o dönemlerde de kabul
etmeyen zümreler mevcuttu. Kurtuba, Gırnata, İşbîliyye gibi şehirleri kuran ve başta İbn Arabî ve İbn Rüşd gibi filozofları, mütefekkirleri içinden çıkaran, üniversiteler vesilesiyle Avrupa karanlığına ışık tutan İslâm’ın, her şeye rağmen, mantıkîliğini ve ilericiliğini reddeden kişiler var idi. Avrupa düşünce dünyasının zirvelerinden olan ve etkisi “Latin İbn Rüşdçülüğü(Averroısm)” ile adlandırılan İbn Rüşd, büyük tesirine rağmen zaman zaman kabul görmemiş ve skolastik düşünceden nasibini almıştır. Bu mühim tesire son vermek isteyen Psikopos Tempier, sapıklıkla suçladığı İbn Rüşd’ün kitaplarını Paris’te büyük bir meydanda toplu olarak yakacaktır. Müslüman ulemâyı kabullenmeyen skolastik düşüncenin tezahürü bu kadarla sınırlı değil. Bunu pek çok örnekle açıklamak mümkündür. Yaklaşık sekiz asra varan Endülüs Müslümanlarının çoğulcu, kucaklayıcı, kapsayıcı dünya görüşlerine ve yaşam tarzlarına yönelik menfî tavırlar arada nüksetmekle birlikte, bu olumsuz tavır 1492’de zirveye çıktı. Asimilasyonu kabul etmeyip, entegrasyon politikası uygulayan Müslümanlar, bu tarihte büyük bir katliama maruz kaldılar. Sağ kalan Müslümanlar ya zorla din değiştirmeye zorlandı ya da sürgün edildi. Sekiz asırda inşa ettikleri çoğulcu medeniyetin izleri bir çırpıda kazınmaya başlandı. Avrupa şehirleşmesinde örnek teşkil eden başta Kurtuba ve Gırnata olmak üzere pek çok Müslüman şehirleri yakıldı, çok kıymetli mimarî eserler yerle bir edildi. Bu kıyımdan pek tabii olarak kütüphaneler de payına düşeni aldı. Avrupa aydınlanmasında katkısı inkâr edilemeyecek son derece mühim eserlerin olduğu tam 400 bin kitap, şehir meydanlarında günlerce yakıldı. Son söz olarak şunu söylemek gerekir ki; yukarıda kısmen izah edilen insan ve kültür kıyımına rağmen, İslâm dininin ve medeniyetinin etkisi, Avrupa’da bugün de tüm gücüyle sürmektedir. Avrupa’nın aydınlanmasında doğrudan etki sahibi olan İslâm medeniyeti, Avrupa’da milyonları bulan Müslümanlar aracılığıyla, günümüzde dolaylı da olsa etkisini sürdürmektedir. İslâm’ın hoşgörü anlayışının idrâkinde olarak yaşamını sürdüren Avrupalı Müslümanlar; teoride medeniyetin beşiği olduğunu iddia etmekle birlikte pratikte bunun tam tersini gördüğümüz Avrupa kıtasına, her şeye rağmen katkı sunmakta ve bütünün çok önemli bir parçasını teşkil ederek söz konusu medeniyete zenginlik katmaya devam etmektedirler. 33
erhat, sınırların başladığı yer, sınır boyu anlamına gelen güzel bir terim. Güzel ülkemizin dört bir tarafında yurdumuza adeta bekçilik eden serhat şehirlerimiz var. İşte onlardan biri de kuzeydoğudaki serhaddimiz olan yetmiş beş plaka kodlu Ardahan’dır.
SERHAT DİYARI ARDAHAN’DAN AHISKA’YA
Cuma günü öğlen sonrasında okulların hafta sonu başladığı için İstiklal Marşı okunacaktı; programımızı tamamlayıp biz de öğrencilerin arasına karışıp hep birlikte İstiklal Marşı’mızı okuduk. Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN*
Ardahan’a ilk seyahatim, tahminen bundan yirmi yıl kadar önce, resmi bir kurumun davetlisi olarak bir konferans vesilesiyle olmuştu. Henüz beş-altı yıllık yeni bir şehirdi. Öğlenden sonra saat 14 sıralarında ulaştığımızda yemek yiyecek bir lokanta aradık. Açık tek lokanta bulduk ama öğlen saatinde yemekleri tükenmişti. Ricamız üzerine lokanta sahibi salata tarzı bir şeyler hazırladı ve öylece idare ettik. Ertesi sabah kahvaltımızı da şehrin tek pastanesinde yaptık. Ardahan hakkında o zamanki intibaam, valisi, belediye başkanı ve daire müdürleri bulunan bir köy olduğu yönündeydi. Fazla gelen giden olmadığı için lokantasında sadece öğlen saatinde yemek bulunan, akşamın erken saatlerinde dükkânları kapanan ve kabuğuna çekilen köy görünümlü küçük bir şehir. Bundan yaklaşık altı sene evvel, bu kez Gürcistan’dan dönerken akşam saat dokuz gibi Ardahan’a girdik. Bu kez biraz gelişmiş vaziyette olduğunu gözlemlediğim Ardahan’ın caddelerinde in-cin top oynuyordu. Bütün dükkânların kapalı olduğu bu ıssız şehirde duruşumuzun nedeni yine karnımızın aç olmasıydı. Şehirde otobüsle bir tur atınca açık bir lokanta bulundu ama yine aynı durumla karşılaştık. Çorbadan başka yemekleri kalmamıştı. Bir otobüs dolusu aç yolcuya ne sunulabilirdi? Herkese yetsin diye ayarlanan çorbalarımızı bol ekmekle yiyerek karınlarımızı doyurduktan sonra lokantacı vasıtasıyla peynir ve bal satan bir iki dükkân sahibinin dükkânlarını açmaları sağlandı ve akşamın onunda kaşar peyniri ve bal alma imkânına kavuşuldu. Peynir ve ballar otobüse yerleştirildikten sonra Erzurum’a doğru yola revan olundu.
*T.C.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
sayı//52// kasım 34
İlk gidişimden yaklaşık yirmi yıl sonra bu kez yine bir etkinlik için Ardahan’a gittik. Ardahan Üniversitesi’nin tertiplemiş olduğu Kafkaslardan Anadolu’ya II. Şiir, Şair ve Âşık Günleri programına edebiyatla toplum ilişkisinin anlatılacağı panele, panelist olarak davet edilmiştim. Türkiye’nin birçok vilayetinden şair
ve âşıkların davet edildiği programa katılacak olanlar, Erzurum’da toplanmışlardı. Azerbaycan ve İran’dan katılan âşıklar da bulunuyordu. Bütün davetliler, üniversitenin otobüsüyle Erzurum’dan Ardahan’a doğru yola çıktık. Akşam saat yedi buçuk sıralarında şehrin epeyce bir dışında bulunan Ardahan Üniversitesi yerleşkesine ulaştık. Işıklandırması fevkalade güzel olan üniversitenin sloganı da bununla ilgiliydi, “Işığa karışın!” Mavi beyaz ışıklarla aydınlatılmış olan üniversite kampüs alanı, akşam saatlerinde seyrine doyum olmayan bir görüntü veriyordu. Akşam yemeğinin ardından üniversite rektörü Prof. Dr. Mehmet Biber davetlilere hoş geldiniz demek üzere misafirhaneye geldi ve geç saatlere kadar bizlerle bir arada bulundu. Bütün programlara da katılan Rektör’ün, üniversitenin gelişmesi için gece gündüz demeksizin nasıl üstün bir gayret içinde olduğunu da bu vesileyle görmüş olduk. Ertesi gün Ardahan valisinin de katıldığı açılış merasiminin ardından öğlenden sonra Doç. Dr. Zübeyir Saltuklu’nun yöneticiliğini yaptığı “Edebiyat ve Toplum” konulu panelimizi yaptık. Panelde ben fakir edebiyat-felsefe ilişkisinden bahsederken, Prof. Dr. Köksal Alver edebiyat-toplum konusundan ve Şahin Torun da edebiyat-eleştiri bağlamından söz etti. Hemen ardından da tüm katılımcılarla birlikte şehir gezisine katıldık. Şehre ulaştığımızda yirmi yıl öncesinin Ardahan’ı ile aralarında dağlar kadar fark olduğu hemen anlaşılıyordu. Üniversitenin bir şehri ne kadar değiştirdiğinin somut bir göstergesi karşımızda duruyordu. Yirmi yıl önce öğlen saatini biraz geçmiş olmasına rağmen açık olmayan lokantanın yerini şimdi açık vaziyette çok sayıda lokanta almıştı; çarşılarda ve caddelerde insanlar cıvıl cıvıldı ve gerçek bir hareketlilik görülüyordu; pek çok mağaza açılmış ve alış veriş yapılıyordu; kısacası Ardahan şehir olmuştu. Şehrin içerisinden geçerek Ardahan kalesine ulaştık. Kale, Kura nehrinin yanında, bir kısım surları nehir boyunca devam eden ve tabiatın doğallığından istifade edilerek inşa edilmiş muhteşem bir yapı. Kayalar üzerine yapılmış bu sağlam yapının zaman zaman tamir gördüğü anlaşılıyor. Kale kapısının üzerinde yer alan kitabede Selim Han oğlu Sultan Süleyman tarafından inşa ettirildiği yazılı. Bunun bir Kitabe Arapça olarak yazılmış ve altında da
bu günkü alfabemizle Türkçeye çevrilmiş hali var. Kitabenin Türkçesi şöyle: “ Arap, Rum ve Acem ülkelerinin deniz ve karalarının sahibi padişahlar padişahı Selim Han’ın oğlu Sultan Süleyman-ı Azam namına yapılmıştır. Mülkü kıyame kadar baki kalsın.” Yapıldığı tarih: Şevval 963 (Miladi 1556). Kalenin görülmeye değer olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Şehirde birçok taş bina var ve kalenin üzerinden şehre bakıldığında işgal yıllarında Rusların yaptığı taş binaların neredeyse tamamı görülebiliyor. Kaleden sonra yakınında bulunan bir mahallede bulunan ve Ermeniler tarafından içine doldurulan insanlarla birlikte yakılan ve etrafı duvarla çevrilerek belirli hale getirilen Yanık Cami’ye gidip şehitler için Fatiha okuduk. Eski bir yerleşim alanı olan Halil Efendi mahallesinde bulunan bu boş alandan başka pek çok eski taş bina bulunmakta. Bu taş binaların, kırk yılı aşkın Rus işgali sırasında yapıldığı anlaşılmakta. Oradan ayrılıp şehir merkezine geldiğimizde akşam olmuş ışıklar yanmıştı. Yirmi yıl önce hiç kimsenin bulunmadığı çarşının yerini modern binalarla donatılmış çarşılar ve caddeler almıştı. Bütün dükkân ve mağazalar ve de lokantalar açıktı; üstelik de yemek yiyenler, alış veriş yapanlar hiç de az değildi. Tekrar söylemem gerekirse Ardahan, üniversitesiyle adeta evrim geçirmiş durumdaydı. Şehir gezimizin son durağı olan Hamşioğlu Rasim Bey Konağı’nda çay içerek konak hakkında bilgiler aldık. Çok büyük ve kullanışlı olan konakta yapılan restorasyon biraz abartıldığı için renkler ve motifler doğallığından uzaklaşmış. Bu bina çeşitli devirlerde resmi işlerde kullanılmışsa da bugün itibariyle bir müze statüsü kazanmış. Ertesi gün sabah seansında ve öğleden sonra şairler şiirlerini seslendirdiler. Sabah şiir okumayacak olan şair ve yazarlar Ardahan’daki okullara söyleşi için giderken, öğlen sonrası programda sabah şiir okuyanlar okullara giderken, sabah okullara giden şairler salonda şiirlerini okudular. Yunus Emre Anadolu Lisesi’ne ben, İsmail Bingöl, Orhan Ceylan, Yaşar Bayar ve Hasan Akçay gittik. Oturum başkanlığını üstlendiğim bu söyleşi programında şair ve yazarlarımız, öğrencilere şiir ve yazı konularındaki deneyimlerini ve başarılı olmanın yollarını anlattılar ve birer de şiir okudular. Cuma günü öğlen sonrasında okulların hafta sonu başladığı için İstiklal Marşı okunacaktı; programımızı tamamlayıp 35
biz de öğrencilerin arasına karışıp hep birlikte İstiklal Marşı’mızı okuduk. Akşam ise âşıkların türkülerini, koşmalarını ve atışmalarını dinleyip ertesi gün Ahıska’ya gitmek üzere istirahate çekildik. AHISKA
Sabah erken saatlerde yola çıktık ve Türkgözü sınır kapısına doğru yol alırken tabiatın fevkalade manzaralar sunmasının çağrısına dayanamayıp mola verdik. Sonbaharın bütün güzellikleri kendilerini adeta teşhir ediyordu. Dökülmeye yüz tutmuş yapraklar, renkten renge bürünmüş bir vaziyetteydi. Bu renk cümbüşü içinde değerli şair ve yazar Recep Garip, gördüğü güzellikleri telefonuna sözlü olarak kaydederken “sararıp solan yapraklar” diye konuşunca araya girip “Üstat sararıp solan değil, sararıp kızaran yapraklar denilse sanki daha uygun olur” diye kendi duygumu ifade ettim. Sağ olsun o da beni kırmayıp ifadesini “kızaran” şeklinde değiştirdi ve sonra da “böylesi daha güzel oldu” diye iltifatta bulundu. Böyle dememin nedeni, rengârenk yapraklar içinde en fazla dikkat çeken rengin kızarmış yapraklar olmasındandı. Çoğunlukla doğu bölgemiz sadece kar ve kışıyla tanınır; ama böyle bir sonbahar manzarasından hiç söz edilmez. Kendi kendime “sonbaharın bu kadar sevimli ve albenili olduğu başka bir yer daha var mı?” diye sormadan edemedim. Olaylara ve olgulara hep aynı zaviyeyle değil, farklı bir açıdan da, sözgelimi doğu vilayetlerimize buraların da güzellikleri olabileceği şeklinde bakmamız gerektiğini bir kez daha anladım. Posof ilçesinden geçip sınıra ulaştık. Bu, benim Ahıska’ya ikinci gidişim olacaktı. İlki, yukarıdaki satırlarda ifade ettiğim Gürcistan gezimiz sırasında olmuştu. O gezimiz, bir tur seyahatiydi ve Gürcistan’a Sarp sınır kapımızdan girmiş, dört günlük seyahat sonrasında Ahıska’ya gelip Türkgözü sınır kapısından Türkiye’ye giriş yapmıştık. Bu kez Türkgözü’nden çıkıp yine aynı kapıdan ülkemize dönecektik ve bu günübirlik bir seyahat olacaktı. Katılanlar arasından Ahmet Tevfik Ozan, nüfus cüzdanını yanına almadığı için, İran Azerbaycan’ından katılan bir âşık da pasaportunun vizesinden dolayı Türkiye’de kaldılar. Onlar için üzülsek de yapacak bir şey yoktu. Akşama kadar bizim dönüşümüzü beklemekten başka da çareleri yoktu. Ahıska’ya doğru ilerlerken birkaç yerleşim yerinden geçtik. Sovyetler Birliği zamanından kalma sayı//52// kasım 36
taştan yapılarla bizim Bağdadi duvar diye tesmiye ettiğimiz ağaç, saman alçı hamur karışımından inşa edilmiş evler dikkat çekiciydi. Virane olmalarına rağmen halen kullanılıyor olmaları, ekonomik seviyeyi göstermesi bakımından önemliydi. Daha önceki seyahatlerimde de gördüğüm doğal gaz boruları, burada da aynıydı; yerin altından değil, yerin üstünden ve tehlikeli sonuçlara yol açabilecek şekilde döşenmişlerdi. Bu da yine ekonomik yapıyla ilgili bir ayrıntıydı. Bizim sınırımızdan ayrıldıktan yaklaşık yarım saat sonra Ahıska şehrine ulaşmıştık. Şehre girişte bizi her yerden görülebilen muhteşem Ahıska kalesi karşıladı. Kaleye yakın bir yerde otobüsümüzden inip bu devasa kaleye giriş yaptık. Cumartesi günü olmasından dolayı olsa gerek kale ana baba günü gibiydi. Turistlerin konuşmalarına bakıldığında çoğunun Türkiye’den geldiği hemen anlaşılıyordu. Kalenin girişinde sağ tarafta birçoğu kırılmış vaziyette bulunan Türk ve Gürcü mezar taşları var, bunlardan Osmanlıca Türkçesi olanlardan bir ikisini okuyabildim. Kale kapısı çevresinde ve iç kısımlarda yarım yamalak da olsa Türkçe konuşabilen dükkân sahiplerine uğrayıp neler sattıklarına baktık. Turizmin işlek olduğu her yerde olduğu gibi burada da magnet ve bazı hediyelik eşya satılmaktaydı. Kale, filmlerde gördüğümüz Orta Çağ’ın gösterişli kalelerini andırıyor. Çok düzgün surları ve burçları var, adeta yeni yapılmış gibi bir hava veriyor. Oysaki Evliya Çelebi, kalenin Büyük İskender dönemine kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğunu söylüyorsa da bunu kuşkuyla karşılamak gerektiğini belirtelim. Bu kadar eski olmasa da pek çok savaşa, işgale direnebilmiş olan bu yapının bu denli sağlam şekilde ayakta kalması mümkün değildir. Kalenin içerisine girildiğinde de bu sağlamlık ve yenilik dikkatlerden kaçmıyor. Nihayet kısa bir zaman sonra anlıyoruz ki kale çok ciddi bir restorasyona tâbi tutulmuş ve 2012 yılından itibaren ziyarete açılmış olduğunu öğreniyoruz. Çok geniş bir alanda inşa edilmiş olan kalenin içerisinde eski mimariye uygun tarzda çok sayıda ev ve iş yeri inşa edildiğini de yapıları incelediğimizde anlıyoruz. Gürcülerin ve sonra da Safevilerin hâkimiyeti altında yaşayan Ahıska, 1578 yılında Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından alınarak Osmanlı Türk tabiiyetine geçmiştir. Bu tarihten
sonra burada yaşayan Hıristiyan Kıpçaklar da Müslümanlaşmışlardır. Çıldır eyaletinin başkenti olan Ahıska’ya Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden de nüfus kaydırması yapılmış ve demografik yapıda Türkler lehine bir denge kurulmuştur. Kale içerisinde ilk dikkati çeken mekânlardan biri altın rengindeki kubbe örtüsüyle Ahmediye Camii. Cami de bu tadilat esnasında tamir görmüş ama savaş ve işgal yıllarında yıkılan minaresi yeniden yapılmamış. Caminin içerisinde taşınamadığından olsa gerek sadece mihrap duruyor; bir de mihrabın iki yanında bulunan demirden üçer halka. Muhtemelen bu halkalar, camiyi aydınlatmak için konulmuş olan dev şamdanları tutmak için duvara monte edilmiş olsa gerek. Caminin batı tarafında bu külliyenin medrese bölümü bulunuyor. Bir zamanlar pek çok öğrencinin tahsil gördüğü medresenin mimarisi, tıpkı Erzurum’daki Kurşunlu ve Bakırcı medreselerini andırıyor. Caminin doğu yönünde ise yine Osmanlılar tarafından inşa edilmiş olan revaklı bir yürüyüş yolu ve biraz ilerisinde büyük bir şadırvan yer alıyor. Kale içerisinde Hıristiyan mezheplerine ait kiliseler de var. Ancak en dikkat çekici yapılar hisarların aralarına yapılmış olan kuleler. Bu kulelerden birinin içerisine modern anlamda bir toplantı salonu yapılmış, ama salonun duvarlarında bulunan yağlı boya resimlerden dikkat çekeni rahmetle Barış Manço’nun portresi. Onu görmek bile bizleri heyecanlandırıyor. Bir başka kulenin üzerinde bir seyir terası olduğunu, dört katlı kuleye tırmanınca görüyoruz. Tıpkı Kız Kulesi’ni hatırlatan kulenin ahşap merdivenlerini çıkıp terastan Ahıska kalesini ve şehri doyasıya seyretme imkânı var. Biz de öyle yapıyoruz. Kuledeki akustiğin nasıl olduğunu da değerli şair İsmail Bingöl’ün söylediği uzun hava ile ölçüyoruz. Burası adeta bir şato görünümündeydi. Kaleden çıkışta hemen kalenin dibinde yapılmakta olan bir festival dikkatimizi çekti ve biraz da burada kalıp Gürcü çocukların ve gençlerin halk dansları gösterilerini seyrettik ve Rabat olarak adlandırılan kaleden ayrılıp otobüsümüze geçtik. Biraz sonra da şehrin sabit alış veriş merkezi olan pazarına geçtik. Burada
Gürcistan cevizinin tadını bilen bazı arkadaşlar ceviz aldılar. Bir müddet de burada kaldıktan sonra otobüsle şehrin ana caddesini boydan boya geçip sınıra doğru yol almaya başladık. Burada şunu belirtmem gerekir ki önceki Gürcistan gezimizi bir tur şirketi vasıtasıyla yapmıştık ve Batum, Gori, Tiflis gibi önemli şehirleri gezdikten sonra programda olmamasına rağmen Ahıska’yı da görmek istediğimizi belirtmiş ve rehberimiz de bize bu şansı tanımıştı. Ancak o gezimiz sırasında Türkgözü sınır kapısına giden yol üzerindeki köylerden geçmiş ve bir köyde durmuştuk. Buralarda tek bir Ahıska Türk’ünün kalmadığını, tamamen Ermenilerin yerleştirildiğini öğrenmiş ve çok da üzülmüştük. O seyahatimizde isteksiz davranan rehberimiz yüzünden göremediğimiz Ahıska şehrini de bu gezimizde görmüş olduk. Sınırdan geçip sabah bizim tarafta bıraktığımız iki emanetimizi de alarak Posof’a geldik. Burada mahalli yiyeceklerden oluşan bir akşam atıştırması yaptıktan sonra tekrar yola revan olup Ardahan Üniversitesi misafirhanesine ulaştık. Ertesi sabah çok erken yola çıkacağımız için üniversite Rektörü Prof. Dr. Mehmet Biber Bey, buraya gelip bizlerle vedalaştı. Bu kadar yakın ilgisini gördüğümüz değerli Rektör’e, bizimle her an bir arada olan, sabahın erken saatinde uğurlamaya dahi gelen Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Kılrıoğlu’na ve bizleri Erzurum’dan Ardahan’a, Ardahan’dan da Erzurum’a getirip götüren ulaştıran görevlisi arkadaşımıza şükranlarımızı iletiyorum. Burada yeni dostlar edindim, onların da hepsine teşekkürü bir borç biliyorum. 37
BEZ ŞEHİRLER
MEDENİYETİMİZİN
KADİM ŞEHİRLERİ İÇİN, “TOPLUMSAL OBEZİTENİN ARA YÜZÜ ŞEHİR
OLUŞUMUNDAN KORUNMA ÇARELERİ,
TEKLİFLER, DÜŞÜNCELER…”
“İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister; onun gözünü ancak toprak doyurur; tövbe edenlerin tövbesini Allah kabul eder” (Buhârî, “Rikāk”, Cem ERİŞ*
*(Y.mimar-Restorasyon uzmanı) İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi Resimler Cem Eriş (mimarcem34@hotmail.com)
sayı//52// kasım 38
Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü'nün web sayfasında: “Obezite günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli sağlık sorunları arasında yer almaktadır. Obezite genel olarak bedenin yağ kütlesinin yağsız kütleye oranının aşırı artması sonucu boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının arzu edilen düzeyin üstüne çıkmasıdır. Bilindiği üzere beslenme; anne karnında başlayarak yaşamın sonlandığı ana kadar devam eden yaşamın vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. İnsanın büyümesi, gelişmesi, sağlıklı ve üretken olarak uzun süre yaşaması için gerekli olan besin öğelerini yeterli ve dengeli miktarda alıp vücutta kullanabilmesidir.Karın doyurmak: açlığı bastırmak, canının çektiği şeyleri yemek veya içmek değildir.” şeklinde tanımlanıp tehlikeleri açıklanıyor obezitenin. İşte bugünkü toplumun şehirleşme ve şehircilik anlayışı da aynı kendini kontrol edemeyen ve doymak bilmeyen insan nefsinin midesini tatmin etme hırsı gibi nasibine razı olma ve tevekkül etme kabiliyetini kaybederek sınırsız mal edinme hırsını tatmin etme çabasının şehir boyutunda ortaya çıkan bir neticesi. İnsan nefsinin bu ve benzeri her konuda sınır ve ölçü tanımazlığını Hz. Peygamber (Sallallahü aleyhi vessellem) şu Hadis-i Şerifi ile herkesin anlayacağı bir misalle ortaya koyuyor: “İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister; onun gözünü ancak toprak doyurur; tövbe edenlerin tövbesini Allah kabul eder” (Buhârî, “Rikâk”, 10; Müslim, “Zekât”, 116, 119; Tirmizî, “Menâkıb”, 32). Bu Hadis insanın haris ve tamahkar bir tabiata sahip olduğuna delil olarak gösterilmiş, bu duygunun dizginlenmesinin gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuştur. Bu örnekleri arttırmak mümkündür ancak meramımızı anlatmak için bu aşamada yeterlidir. Sonuçta hırs ve tamahkarlık obezite gibi toplumda var olan sosyal, psikolojik, ruhsal bir insan hastalığıdır ve tedaviye muhtaçtır. Reçete ise Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde ortaya konulmuştur. Şüphesiz şehircilik sadece bina yapmak, istediğin yere istediğin kadar büyük binalar, yollar yapmak , Rabbimizin istifademiz için yarattığı ve bize emanet ettiği hayatı, yeryüzünü ve tabiatı dilediğin gibi tüketip israf etmek hiç değildir. Eğer böyle yaparsak ki yaşadığımız süreç buna işaret ediyor, nefsine hakim olamayıp kontrolsüz beslendikçe iflas eden
ve kendini dahi taşıyamayan insan bedeni gibi obezleşen ve sonunda da obez bir şehirle karşı karşıya kalacağız demektir. Gelinen süreçte İstanbul vb. şehirlerimizde bireysel obezleşmenin topluma ve şehre tekabül eden boyutuyla yani obez şehirlerle karşı karşıyayız maalesef. Bu, müslüman bir toplum için kabul edilemez bir durumdur. Yaptığımız benzetmeden hareketle burada şu soru sorulabilir: " Batı toplumlarında da obezite yaygınlaşan bir sağlık problemi olduğu halde şehirleşmelerinde böyle bir gelişme görünmüyor. Yani düzensiz ve hızlı büyüyen, alt yapı sorunlarıyla mücadele eden bir şehir görmüyoruz Batıda". Bu soruya cevabımız ise şu olacaktır: " Tarihte gördüğümüz çok şiddetli iç çatışmaların ardından toplumun umumi menfaati için koydukları kurallara sıkı sıkıya bağlı olan ve hukuki yaptırımlar uygulanan Batı, bu sorunu ülke dışı kaynakları, insanları ve dünyayı tüketerek aşıyor. Yani kendisine ait olmayan gasp ettiği taşıma suyla değirmen döndürüyor. Batının ulaştığı refah seviyesini sürdürülebilir kılması Doğu toplumlarının maddi ve manevi enerjisinin sömürülmesi ile mümkün. Doğu ise meşru-gayrimeşru olsun böyle bir imkan ve güce sahip olmadığı için kendi coğrafyasına ve insanına zarar vererek yaygın olmayan belli bir zümrenin elindeki refaha ulaşmak için kendi kendisiyle savaşıyor. Şüphesiz bu fitnenin iç dinamikleri yanında asıl dış dinamiğini oluşturan Batı ve onun hayat tarzı insanları tüketiyor. Son iki dünya savaşının ve Batı coğrafyası dışında bugün yaşadığımız çatışma ve zulümlerin Batının gözü doymak
bilmeyen hırslarının bir neticesi olduğu aşikar değil mi?" şeklinde olacaktır. Meselenin sadece mevcut veya yeni şehrin planlama anlayışı, mimari estetiği, çok katlı veya az katlı yapılardan, geniş yeşil alanlar ve sosyal donatılardan oluşmasıyla alakalı olmadığını, Batı tipi şehirleşme de olmadığını asıl meselenin medeniyetimizin manevi değerleri istikametinde ahlaklı insan yetiştirmek olduğunu pek çok yazımda vurgulamıştım. Tabii ki şehir genişleyebilir. Ancak ölçüyü koyamadığınız bir zeminde obezleşen bir şehirle karşılaşmanız, onda kaybolmanız ve tarihten silinmeniz mukadderdir. Kötü şehirleşme için benzerlik kurduğumuz ve misal gösterdiğimiz obezite günümüzün önemli bir sağlık sorunu. Çağımızın sanayileşen, üretmek için tüketen, topraktan uzaklaşan, uzaklaştıkça da hizmet sektörünün ağırlık kazandığı bir zeminde kapitalizmin bitmek bilmez hırsının insanda hastalık olarak tezahür eden biçimlerinden biri sadece obezite. Bireysel obeziteyle devletler nasıl mücadele edip gelecek nesilleri kurtarmanın çabasını gösteriyorlarsa obezleşen şehirler içinde aynı yöntemlerin geçerli olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Sağlıklı beslenme, günlük enerji ihtiyacına göre yemek yeme, spor yapıp bedeni aktif tutma, diyet yapma ve yine de başarı sağlanamıyorsa son çare mide küçültme vb. yöntemler nasıl ki bireysel obeziteyle mücadele yöntemlerinden başlıcalarıysa, şehirsel obeziteyle de şehir hangi merhalede ise 39
ona göre mücadele etme zarureti kaçınılmaz gözüküyor. İstanbul gibi istiab haddini aşan, sıkletinin kaldıramayacağı, hava, su, enerji, trafik, sağlık, güvenlik, ahlak sorunlarının tavan yaptığı ve taşıma suyla değirmen çeviren yani kendi kaynakları kendine yetmeyen şehirlerde deprem , salgın hastalık, ekonomik kriz vb. afetler sebebiyle şehrin ve hayatın süratle çökmesi ve bunun bütün ülkeyi etkilemesi kaçınılmazdır. Ne yaparsak yapalım, ne kadar imar kanunlarını ve planlarını revize edersek edelim gelinen nokta şehirleşmede başarılı olduğumuzu göstermiyor. Bu durumda şehir için son çare: "mide küçültme operasyonu" MİDE KÜÇÜLTME OPERASYONU YA DA KANUNLA KAT SAYISI SINIRLAMASI
Medeniyetimizi ve onun kültürel ve imani değerlerini temsil eden, bu değerlerin asgari fiziki hatıralarını barındıran şehrin , insanın ve tarihi dokunun korunması için ilgili mevzuata göre SİT (koruma) alanı ilan edilen kadim şehir bakiyelerinde, mide küçültme operasyonu benzeri bir işlemle bu alanlara ve yapılara komşu konut- ticaret imarlı parsellerde kamu yapıları hariç 2-3 kattan daha yüksek yapı yapılamayacağını ilgili imar kanununa koymadıkça, bu alanlarda imar planlarıyla izin verilen ve sürekli plan tadilatları ile de delinen planların uygulandığı şehrin tabii ve insani boyutlarını aşan çok katlı ve h=serbest gibi daha yüksek irtifalı yapıların yanında ve çevresinde ekseriyet ile 2-3 katlı olan ahşap ve kagir evlerimizi, anıt eserlerimizi imar baskıları karşısında korumanın bugün için başka bir imkanı kalmamış gözüküyor. Tescilden sayı//52// kasım 40
düşürülmeye çalışılan, buna da muvaffak olunamazsa yıkıp yeniden yapma teşebbüsleri ile ortadan kaldırılıp yerlerine çoğunlukla çok kötü kopya yapıların yapılmasına ve sonunda da özgün bir tek tarihi evin kalmayacağı o günle karşılaşmadan önce bu gidişata engel olmanın bir çaresi bu olabilir kanaatimce. En azından bu teklif tartışmaya değer diye düşünüyorum. Zira bu obez yapılaşmanın şehri ve insanımızı madden ve manen obezleştiren, İslam fıtratının dışında bir başka hastalıklı insan türüne çeviren, manevi genetiğimizi tahrip eden ve böylece medeniyetimizi ve varlığımızı tehdit eden bir boyuta evrildiğini daha fazla görmezden gelemeyiz. Şehirlerdeki suç türleri ve oranlarındaki artış, aile içi şiddet ve geçimsizlikler, komşuluk, merhamet ve paylaşma hukukunun zayıflaması, gayriahlaki hadiselerin yaygınlaşmasının mevcut şehir ve şehirleşme anlayışımızdan beslenmediğini söyleyebilir misiniz? Sınırsız , muhteris bir tüketim , pazarlama anlayışından beslenen , insanı ve toplumu güdülecek bir ticari meta olarak gören Batının kapitalist ve pozitivist değerleri yerine kendi imani değerlerimizi ikame eden bir duruş ve direnişe geçebilmek için sağlıklı şehirlere ve sağlıklı insanlara ihtiyacımız var. Burada sosyal bilimlerin, başta sosyolojik analizlerin tespit ve rehberliğine ihtiyacımız var. Ne var ki sosyoloji öğretimini de Batı’dan aynen alıp kopya ettiğimizden bize, toplumumuza ve onun değerlerine has bir analizden çoğu zaman mahrum kalıyoruz. Necaset nasıl ki başka bir necasetle temizlenemez ise, Batının bulaştırdığı sosyal, toplumsal hastalıklar da Batının reçeteleri ile tedavi edilemez. Tıpta "Koruyucu ve Önleyici
Hekimlik" hastalık ve salgınlara yakalanmamak için ne kadar önemliyse toplumun sosyal ve psikolojik hastalık ,zayıflık ve afetlere yakalanmaması için "Koruyucu ve Önleyici Şehircilik" yöntem ve tedavilerini geliştirip tatbik etmek zorundayız. Ancak.....Ancak biliyor musunuz? Bu hukuki tedbirler de bir işe yaramayacak eğer nitelikli insan olmaz ise. Neden mi? Bir şehri, bir semti güzel ve yaşanılır kılan şey mimarisi ve şehircilik özellikleri değildir. Bir semti güzel kılan ancak güzel insanlardır da ondan. Bu güzellikten kast ettiğimiz fiziki güzellik değil elbette. Ahlak, huy, edep güzelliğinden, Hz. Peygamber (Sallallahü aleyhi vessellem)' in ahlakını ve yaşamını kendine örnek ve hedef kılan insanların güzel hasletlerinden bahsediyoruz. Bakın gözümüzün önünde duran bir semtten size örnek vereceğim. Bu semt muhteşem Süleymaniye Camii ve Külliyesi'nin merkezinde bulunduğu Süleymaniye mahallesidir. Hani bugünlerde hava kararınca içinden geçmeye dahi korktuğumuz Süleymaniye. Hani seyyahların, öve öve bitiremediği, sokaklarında , mescidlerin ,tekkelerin hazirelerinde salih ve veli zatların medfun olduğu, evlerinde, çarşılarında güzel insanların yaşadığı Süleymaniye. Medeniyetimizin sembol şehri İstanbul'un kalbindeki, merkezindeki Süleymaniye. Bugün bir sosyal ve fiziki çöküntü alanı olarak işgal edilmiş ve gözümüzün önünde eriyip giden Süleymaniye. Dile gelseydi bu semt ve içindeki kadim hatıralarımız bize neler anlatırlardı sizce? Hakkını helal eder miydi bu sırtımızı döndüğümüz kadim semt? Fazla söze ne hacet. İşte Süleymaniye semti sosyal, kültürel
ve şehircilik olarak ne seviyede olduğumuzu tam olarak ortaya koyuyor. Semtteki o güzelim ahşap evler, bahçeler, mescitler, tekkeler, çeşmeler hepsi çöktü güzel insanlar birer birer oradan göçtükçe. Bu göç bazen bir kabristana oldu; bazen de başka bir semte. Böylece semt çöktü. O insanı yeniden inşaa edemedikçe de daha nice Süleymaniyeler göçüp gidecek şehrimizden. Bütün Süleymaniye'yi restore edip ayağa kaldırsak dahi o insan olmadıkça mahalle hakiki ruhuna kavuşamayacak. Gezip görülen turistik ve ticari bir alan olarak kalacak sadece. Aynı Sultanahmet gibi. Tekrar başa dönersek, en yukarıda teklif ettiğimiz fiziki ve hukuki tedbirler ancak bir nebze nefes aldıracaktır İstanbul ve benzeri şehirlerimize. Bu bir nefeslik zamanı da Hz. Peygamber (Sallallahü aleyhi vessellem) 'in ahlakını örnek, hedef ve rehber edinen nesli yetiştirmek için kullanabilirsek belki İstanbul ve diğer şehirlerimiz için bir ümidimiz olabilir. 41
utlu şehir. Mutlu şehir. Hz. Ömer’in fethettiği şehir. Surun kapılarını sahabenin açtığı şehir. 37 sahabenin on dört asırdır bizzat beklediği şehir. Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
DİYARBAKIR;
ULU ŞEHİR, MEHMEDLERİN,
ÖMERLERİN ŞEHRİ Üç şairdir meselâ benim için Diyarbakır: Bizlere ‘memleket istemeyi öğreten’ Cahit Sıtkı Tarancı, bir ömür bizlere ‘hasret prangaları eskittiren’ Ahmet Arif ve bize ‘yarış bittikten sonra da koşmayı öğreten’ Sezai Karakoç.
Fahri TUNA
Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Evet evet; Diyarbakır güzeller güzeli bir memleket, güzeller güzeli bir şehir, güzeller güzeli bir beldedir. Ne fakirdir ne zengin; gönüler gönülden günülce bir şehirdir o. Üç yapıdır benim için Diyarbakır: Ulucamii, Hasanpaşa Hanı, Cahit Sıtkı Müzesi. Üç şairdir meselâ benim için Diyarbakır: Bizlere ‘memleket istemeyi öğreten’ Cahit Sıtkı Tarancı, bir ömür bizlere ‘hasret prangaları eskittiren’ Ahmet Arif ve bize ‘yarış bittikten sonra da koşmayı öğreten’ Sezai Karakoç. İkisinden icazet alan Hattat Hâfız Saim Özel büyüğümden dinlemiştim: ‘Şeref Hocam ile (Özyazıcı) ve Hâmit Hocam (Amedî) 20. Yüzyıl Türk hat sanatının en büyük iki üstadıdırlar’ demişti. Evet Hâmit Bey Amedî mahlasını kullanıyordu. İcazette de görüyorduk bunu. Amedîydi o. Amed Diyarbakır’dı. Diyarbakırlı Ziya Gökalp, öğretileriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne, Diyarbakırlı Hamidi Amedî eserleriyle Türk hat sanatına, Diyarbakırlı Sami Hazinses beste ve filmleriyle Türk sinemasına yön veren insanlardı; evet bereketli topraklardı Diyarbakır toprakları. Velut verimli cömert. Bana Diyarbakır’ı ilk sevdiren adam kadim dostum, emekli albay, İstanbul Şehir Tiyatroları Eski Müdürü Mehmet Abdullah Kaplann olmuştur. Tipik bir Diyarbakırlıdır bizim Mehmet karayağız, yere sağlam basan mert; ağırbaşlı, vatanperver, inançlı. Hoşgörülü,
sayı//52// kasım 42
kültürlü, insancıl. Türküsever, sanatsever, vatansever. Vefalı, dengeli, edepli. Eksiği var fazlası yoktur bu dediklerimin. Ve asıl esas gerçek Diyarbakırlı budur işte. Böyledir. Bana Diyarbakır’ı sevdiren ikinci adam Tarih ve şehir araştırmacısı Mehmet Ali Abakay’dır. O da adaşı Mehmet Abdullah gibi Türk edebiyatı öğretmenidir, orijin olarak. Bir insanın doğup büyüdüğü şehre nasıl sevdalanabileceğinin destanını yazan adamdır bizim Abakay. İki ev parası harcayarak iki de ev tutarak Diyarbakır Tarih ve Şehir Araştırmaları Merkezi’nin kuran adamdır o, on binlerce kitabıyla. Kuran ve ayakta tutan. Her şeyi cebinden harcayarak üstelik. Bu iki Mehmed (Kaplan ve Abakay) gibiler Diyarbakır’ı Muhammedler Mehemmedler Mehmedler şehri yapan adamlardır. Sevdiren adamlardır. Hz. Ömer’in şehrini Mehmed’ler imar ve tımar etmiş şehrede gelmişlerdir asırlardır. Üç türküdür benim için Diyarbakır; Suzan Suzi, Diyarbakır Etrafında Bağlar Var, Mardin Kapı Şen Olur. Yıllar önce Diyarbakır’a ilk gidişimde, ‘Diyarbakır etrafında bağlar’ vardı ya hani, o bağları aramak sormak görmek olmuştu. Meğerse o bağlar şehir olmuş. Merkez ilçelerinden biriymiş Bağlar Kaymakamlığı. Helal hoş olsun, ne diyelim. ‘İçteki yâre’ durduktan sonra bağ olsa ne yazar olmasa ne yazar ama. Ulu Camii taşları gibi gri renkli şehir Diyarbakır. Ciğeri de karpuzu gibi lezzetlidir ha. Tattım yedim şahitlik ettim. Bir de kırıklarını dinledim çok. İlk Seyithan Kızıl’dan dinlemiştim onları. Sonra bizim iki Mehmed’lerden. Doğruymuş meğer. Kırık dedikleri bir nevi külhanbeyi. Kavga gürültü patırtı ehli. İlla niza kavga çıkaracak. Raconu geleneği filan olan bir kültür. Müş. Yani eskide kalmış. Kalmış olmalı. Kalmıştır inşallah. Bir kırık, siz son Osmanlı kabadayısı Yandım Ali varsayın, ona özentili biri, yolda gidiyor salına salına, bir gün. Yemin etmiş, önüne ilk çıkanı pataklayacak. Karşıdan da uslu mu uslu, mülayim mi mülayim, ana kuzusu biri geliyor. Görenler merak ediyor, ne olacak bakalım diye. Bizim ki yarı korkulu yarı çekingen tam geçerken kırık kükremiş:
“- Dur!’ Bizimki boynu bükük ceylan gibi korkak ürkek: “- Ne yaptım kırık ağbi?” Kırık bu, bir kusur bulacak illa. Bulacak ki dövebilsin karşısındakini, narayı yapıştırmış: “- Gölgeme bastın üleyn!..” Biz anlatanın yalancısıyız. Eskiden Diyarbakır biraz da bu kırıklarıyla ünlüymüş. Ha bir de Malabadi Köprüüs gelir Diyarbakır denilince benim aklıma. Hangimiz dinlemedik ki bu türküyü çocukluğumuzda. Dinlemedik sevmedik ve üzülmedik. Hani Rana-Selçuk Alagöz söylerlerdi tek kanallı siyah beyazlı günlerimizde: Malabadi köprüsü / Malabadi köprüsü, Orda başladı bitti / Şu garibin öyküsü, Karşıki aşiretten / Bir kıza gönül verdi, Aşkı uğruna hergün / Bu köprüye giderdi, Siirt'in dağlarında / Uçan kuşu vururdu, Fatmayı okşadıkça / Kalbi sükun bulurdu, Ooof garibim ooff, Karar hakkı şeyhteydi / Fatma’nın babasında, Katı ve insafsızdı / Bu aşkın karşısında, Kararlıydı zalim şeyh / Onları öldürmeye, Yine bir seher vakti / Pusu kurdu köprüye, Tabancalar patladı / Sevgililer susmuştu, Malabadi köprüsü /Aşka mezar olmuştu, Of garibim of, Of garibim of Fatma ile Xerip bir türlü kavuşamamışlardır bu köprüyü geçip. Hain eller aşklarına seviye de insanlığa da kıymışlardır. Sırf bu türkü yüzünden gidip gördüm Malabadi Köprüsü’nü, biliyor musunuz? Sonra da sadece Fatma ile Xerip’e değil, Kerem ile Aslı’ya da, Leyla ile Mecnun’a da, Ferhat ile Şirin’e de, Yusuf ile Züleyha’ya ve bilcümle kavuşamayan âşıklara Fatihalar gönderdim. Garipleri seven milletiz biz. Ve kavuşamayanları severiz en çok. İçin için üzülürüz. Evet; efsaneleri kadar gerçekleri, türküleri kadar şairleri, kalesi kadar köprüleri, hanları hamamları kadar yirmi sekiz çeşit kahvaltıları, ciğerleri kadar karpuzları… Rengârenk bir şehirdir Diyarbakır. Ulu şehirdir. Mehmedlerin Ömerlerin şehri. Mehmedlerle Ömerlerle güzel şehir. 43
asim Özdenören memleketi Maraş’ta yaşamış bir “meczub”un hayatından kesitler sunan romanı “Gül Yetiştiren Adam”da “tuhaf insanlar” olarak tanımlar onları. Onlar gül yetiştiren adamlardır. Yetişen o güllerin bir kısmı ebedi aleme intikal etmiş olsa da çoğu aramızda yaşamaktadır hâlâ...
KAHRAMANMARAŞ’IN GÜL
YETİŞTİREN ADAMLARINDAN:
BAHÇECİ HOCA
“Bu adamlar hakkında çeşit çeşit hikâyeler uydururlardı. Söz gelimi, birisi için: “karısı öldükten sonra bu hallere düştü zavallı” diyorlardı. Bir başkası için: “harpte kulağının dibinde bir bomba patladıktan sonra böyle olmuş” diyorlardı. Fakat uzun uzadıya durulmazdı bunların üstünde. Konuşulup geçilirdi.”
Haşarı bir gençlik döneminden sonra yaş kemale ererken Hafız Ali Efendi, Güllü Hoca, Hacı Şakir Efendi ve Hakkı Hoca’dan ders almış, yazdığı şiirleri belediye bandocusu Nazlı Bekir tarafından bestelenmiş ve dost meclislerinde söylendiği gibi cami minarelerinden sâlâ şeklinde de okunmuştur.
“Genel olarak zararsız deliler gibi bakılıyordu bunlara. Böyle konuşanların çoğu da onlardan herhangi birinin yüzünü bir kerecik olsun görmüş değildi. Aslında kimsenin içtenlikle önemsediği de yoktu onları.”
Serdar YAKAR
Öyle demiş olsa da önemsemişti öykü yazarı Rasim Özdenören onları... Ve onlardan birini tek romanı “Gül Yetiştiren Adam”a kahraman yapmıştı. Önemseyenlerden biri de emekli eğitimci, araştırmacı yazar Ömer Kaya oldu... Yıllar süren bir çalışmanın ardından onlarca kişi ile görüşüp Gül yetiştiren bir adamı, Bahçeci Hoca’yı çıkardı orta yere... Hem de şiirleri, dostları ve öğrencileri ile birlikte... “Boşa böbürlenme insanım diye İnsan nerededir sen neredesin İnsan o ki aklı ere her şeye İz’an nerededir sen neredesin?
Kaahramanmaraş Şeyh Camii (Şıh Camii)
Ne medresen vardır ne de mektebin Ahlâkta gerisin yoktur edebin Cehâlettir bütün serin sebebin İrfan nerededir sen neredesin? Bilgidir insana insan dediren Bilgidir tehlike ânında firen Bilgide akranın geçmeye diren Akran nerededir sen neredesin? Bilgiye önem ver kalanı boşa Bilginlere katıl git koşa koşa Bilmeyerek yolu vurma yokuşa Kervan nerededir sen neredesin?
sayı//52// kasım 44
Bilgi edinmekçin yok vaktı zaman Bilgini bul öğren dediğin heman Hasta isen bilgi derdine derman Derman nerededir sen neredesin? Hâsılı insanlık kolay değil pek İnsan olmak için çekmeli emek İmkânsız iş olmaz buna etme şek İmkân nerededir sen neredesin? Kâmil’in fikrini yorma boşuna İş yap ki Hâlık’ın gitsin hoşuna Akmaz hiçbir zaman su yokuşuna Ceryan nerededir sen neredesin?” Ömer Kaya’nın “Bahçeci Hoca” dediği gül yetiştiren adamlardan biri olan Muhammed Kâmil Ağdaş 1325 (M. 1909)’da Maraş da, Topraklık mevkii diye bilinen Şıh Camii civarında dünyaya gelmiş. Babası aslen Elbistanlı olup bahçecilik yaptığı için “Bahçeci” lakabı ile tanınan Osman Ağdaş’tır. Annesi ise Hartlap, o zamanki adıyla Elmacık’tan Huriye hanımdır. Haşarı bir gençlik döneminden sonra yaş kemale ererken Hafız Ali Efendi, Güllü Hoca, Hacı Şakir Efendi ve Hakkı Hoca’dan ders almış, yazdığı şiirleri belediye bandocusu Nazlı Bekir tarafından bestelenmiş ve dost meclislerinde söylendiği gibi cami minarelerinden sâlâ şeklinde de okunmuştur. İsmen tespit edilen yüzü aşkın öğrencisi arasından hafız olarak yetiştirdikleri arasında; Yaşar Alparslan, İsmet Karaokur, Kadir Kızdırıcı, Ahmet Pakdamar, Vehbi Şirikçi gibi isimler de vardır. Ömer Kaya’nın “Bahçeci Hoca” adlı çalışması ile karşılaşmam şehrimizde hâlen yerel tv’lerin var olduğu 1990’lı yılların sonuna denk gelmekte idi. Yunus TV’de “Ukde” adı altında haftada bir sanat edebiyat programı yapmakta idim. Kent kültürüne katkıda bulunan kişilerle yapılan söyleşilerden oluşan programlardan birinde ise lise öğrencilik yıllarımdan ismen tanıdığım Ömer Kaya hocamı konuk etmiştim. O programda bahsettiği “Ulu Ağaçlar” çalışmasını çok merak etmiş ve evinde ziyarette bulunarak on cildi aşkın bu çalışmayı bizzat görmüştüm. Doğrusu Maraş üzerine araştırma yapanlar için bir hazine idi “Ulu Ağaçlar”. Yayınlanmasında büyük fayda vardı. Bir gurup arkadaşla birlikte kurmuş olduğumuz Ukde Yayınları bünyesinde yayınlamak imkanı yoktu. Bu hacimde bir
çalışmayı yayınlamak Ukde’nin boyunu aşan bir iş olacaktı. (Bugün onsekiz cildi bulan bu çalışmayı yayınlayacak birisi hâlâ çıkmış değil.) Başka ne var diye Ömer hocamı sıkıştırırken tek ciltlik “Bahçeci Hoca” çalışmasını uzattı elime... “Zaman hoşuna gitmediği için” yarım asra yakın bir süre evinden çıkmayan bir âlimdi Bahçeci Hoca. Tıpkı Rasim Özdenören’in “Gül Yetiştiren Adam”ı gibi... Ukde yayınlarının 22. kitabı olarak “Bahçeci Hoca”yı 1999 yılı içerisinde neşrettik. Tarafımdan yayınevi adına kısa bir not düşülmüştü esere: “Gül Yetiştiren Adam yıllardır beğeni ile okuduğumuz ve okuttuğumuz bir eserdi. Üstelik bizden birinin anlamlı tavrı vardı orada... O tavırdı bizler için örnek olan... O tavrı ortaya koyabildiğimiz gün sosyal problemlerimizi de kavramış olacaktık... İşte o tavrın anlaşılmasına bir adım daha atmış olmak için “Gül Yetiştiren Adam” veya gül yetiştiren adamlardan biri olan Muhammed Kâmil Ağdaş’ı sizlere tanış kılalım istedik...” diye... Bir kaybımız daha can bulmuştu bu eserin yayınlanması ile... Yetiştirdiği öğrencileri dışında kimsenin haberdar olmadığı bir yitikti bulunan... Hüseyin Yorulmaz “Bahçeci Hoca Gül Yetiştiren Adam mı?” diye bir yazı kaleme aldı ulusal bir gazetede. Sonra Kahramanmaraş Sempozyumuna taşıdı konuyu. “Rasim Özdenören’in Yazılarında Maraş” konulu sunumunun bir yerinde şöyle diyordu: 45
“Gül Yetiştiren Adam’ın mazmunları arasında Sütçü İmam ve Rıdvan Hoca’dan sonra Bahçeci Hoca’yı da sayabiliriz. Bahçeci Hoca birkaç yıl önce Maraş’ta yayımlanmış bir kitaptır. Bahçeci Hoca’nın hayatına baktığımız zaman Gül Yetiştiren Adam’la çok yakın benzerliklerin olduğunu görürüz. Biri gerçek hayattan kesitler taşımakta, diğeri ise adı üstünde yaşanmış yahut yaşanması mümkün olayları anlatan bir ‘roman’. Bahçeci Hoca’yı okuyup bitirdiğimizde, Gül Yetiştiren Adam’ın sadece hayâl mahsulü bir roman olmadığını anlıyoruz.” Muhammed Kâmil Ağdaş’ın söylediği ve öğrencilerinin defterlere kaydettiği yüzü aşkın şiirin yer aldığı “Bahçeci Hoca” kitabının girişinde ise söyleşiler yer almakta. Söyleşi yapılanlar arasında Ağdaş’ın dostları, akrabaları ve öğrencileri var. Dostlarından Halil Osman Bağsürücü’nün anlattığı bir anekdot var ki zikretmeden geçmek olmaz. “Birgün akşamleyin evinde oturuyoruz, dedi ki, “Sen Allah’tan korkar mısın?” İkimiz başbaşa kalmıştık, aman hocam bu nasıl söz, Allah’tan korkmayan kâfirdir, dedim. Allah’tan korkulmaz mı dedim. Bunu neden sorup söylediğini bilemiyorum, sonra soramadım da. “...Sus!” dedi. “Allah bizim hasmımız mı ki, ondan korkalım? Ben onun aşıkıyım. Cenabı Hak kendini sevenlere zulmetmekten zevk mi duyar? Asıl ben kendi günahlarımdan korkarım. Allah, haşa kimseye zulmetmez. İnsan ancak kendi kendine zulmeder. Allah, haşa insanlar gibi katı değildir” dedi.” Hüseyin Yorulmaz, 337 sayfalık eseri sempozyum sunumunda şu cümlelerle özetlemektedir: “Ömrünün son yıllarında Hoca içeride adeta kendi kozasını örmüştür. Basit bir hayat yaşamıştır. Cömerttir. Evine giren ve çıkanın haddi hesabı yoktur ve onlara elinden geldiği kadar ikram etmiştir. Geçimini kendi el emeği ve göz nuru ile kazanmıştır. Güçlü kuvvetli bir yapısı vardır. Usta bir radyo tamircisidir. Yıllar yılı fare fakı imal etmiştir. Orijinal kitap ciltleri yapmıştır. sayı//52// kasım 46
Kendi kurduğu tezgâhlarda aynı zamanda yorgan iğnesinin âlâsını yapmaya başlamıştır. Günde beş yüz iğne yaptığı rivayet edilir. Mamulleri Diyarbakır, İskenderun ve Mersin’e kadar ihrac edilmiş ve tutulmuştur. Öyle ki şehirdeki halk Avrupa iğnesini değil, Bahçeci’nin iğnesini aramaya başlamıştır. Mucid bir yanı vardır. Gençlik yıllarında bu yanını keşfeden bir Alman mühendis onu cazip bir para teklifiyle Almanya’ya götürmek istemiş, ancak bu teklifi hiç düşünmeden reddetmiştir. Onu yakından tanıyanlar, öğrencileri, eğer eline imkân verilmiş olsaydı, Bahçeci Hoca’yı o zamanlar dünya çapında buluşlara imza atmış bir kâşif olarak tanıyacaktık, ortak görüşünde birleşirler.” “Bâğ-ı İslâmı harab eyledi soysuz cühelâ Kurudu her tarafı kalmadı bir yerde nemâ Bir dahî gelmemek özre gidiyor mürg-i hümâ Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Bugün İslâme düşen âh-ü figân etme günü Bak bu gün hâl-i perişânına hayırla dünü Mâtem icâb ediyorken yaparız biz düğünü Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Edeb ahlâkı bıraktık neye doğru gideriz Râh-i Kur’ân’ı bırakmakla ne maksat güderiz Acebâ hangi zafer şânına bayram ederiz Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Çocuğu yollamayız mektebe bilmem ki neden Bizleriz yavrıları göz görerek câhil eden Artıyor durmadan irfânın aleyhinde geden Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Mâ’bedi süslüyoruz menberi mihrâb ap açık Ne imam var ne hatib var der isem ortaya çık Yok ise bizde telaş yok bu hususta azıcık Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Sabredin gökten imam olmağa İsa gelecek O zaman bâtılı hakkı tanıyıp halk bilecek Kâmil’im halimiz el yevm değil ama gülecek Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ” Şiirlerinde Arapça ve Farsça kelimelerin yanısıra mahalli şiveyi de ustalıkla kullanan, aslen Elbistan Güblüce’den Delibekirli Muhammed Kâmil Ağdaş 3 Aralık 1966’da Maraş’ta vefat eder. Onu bize tanış kılan Rasim Özdenören ve Ömer Kaya’ya şükranlarımızı sunarken kendisine Allah’tan rahmet niyaz eyleriz.
GEÇMİŞ ZAMANLARA DAİR
•GEÇMİŞ ZAMANLARDA EĞLENCELERİMİZ ESKİ RAMAZAN GECELERİ VE SOHBETLERİ • KİTAP VE OKUMA KÜLTÜRÜ
Büyüyen Ay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN
Bu eser 1939’dan başlayarak 1944 yılı dahil olmak üzere Selim Nüzhet Gerçek’in dergi ve gazete yazılarından seçilmiş olup, konu ve tema bütünlüğü gözetilerek hazırlanmıştır. Yaklaşık 80 yıl önce kaleme alınmış bu yazılar, bugünün bakışıyla, ilk olarak neler kaybettiklerimizin birer envanteri sayılsa yeridir. İkinci olarak bu kitabı meydana getiren her bir yazı vaktiyle sahip olduğumuz güzelliklerin, hayat algımızın dokusunu oluşturan estetik değerlerin, yaşama kültürünün öğretici, hatırlatıcı birer arşiv belgesi hükmünde. Üçüncü olarak bugün konuştuğumuz bazı problemlerin o zamanlardan tespit ve teşhis edildiği, çözümü için önerilerin getirildiği ve bunların dikkate alınmadığının açığa çıktığı bir eser.
elim Nüzhet Bütün Eserleri serimizin ilk kitabı Geçmiş Zamanlara Dair. Selim Nüzhet'in gazete ve dergilerde kaleme aldığı yazılarını bir araya getiren bu kitap 6 temanın oluşturduğu bölümlerden meydana gelmekte. İlki, kitaba da adını veren Geçmiş Zamanlara Dair. İkinci bölüm, Eski Eğlencelerimizden, üçüncü bölüm Eski Ramazan Geceleri, dördüncü bölüm ise Ramazan Musahabeleri. Bu bölümler yazarın üst başlık halinde yaptığı gazete ve dergi tefrikalarının yayın tarihleri dikkate alınarak gruplandırılmasından meydana geliyor. Beşinci bölüm de benzer temadaki yazıları biraraya getiriyor: Kitap ve Okuma Kültürü. Son bölüm ise bir tema ile adlandıramadığımız, dergi sayfalarında da kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı yazılardan meydana gelmekte.
Dördüncü olarak, kültür, şehir-mekân, insan, toplumsal hayat, eğlence konularında geçmiş yaşantımızın temel saiklerini ve işleyişini, anlamlar evrenini, güzelliklerini ve zarafetini öncelikle fark etmemiz için kılavuz olacak, estetik dikkatimizi uyandıracak ve canlandıracak hatta geliştirecek bir eser. İçinde yaşadığımız toplum ve mekâna samimi ve hasbi bir yönelime sahip olmak, onu, yekpareliği içinde birbirine bağlı ilişkiler, bağlar bütünü olarak görmek, duyarlılığı şiar edinerek düşünmek bu yazıların temel karakteri sayılsa yeridir. Son olarak bu yazılar satır satır bir dil zevkinin yüksek bir sadelikle örneğini vermekte. Selim Nüzhet kendisinden önceki zamanı üstün bir dil zevki ve duyarlı bakışlarıyla kendi zamanına taşıma sorumluluğunu yerine getiriyor. O halde biz de onun anlayış ve kavrayışını örnek alarak, geçmiş zamanı onun kaleminden öğrenirken ümit edelim ki bu anlayıştan ve kavrayış tarzından nasibtar olalım.
ŞEHİR K İ TAP
SELİM NÜZHET GERÇEK
47
MUSİKİNİN ALTIN İKLİMİNDE
ERZURUMLU BİR SANATÇI:
KEMÂNÎ HAYDAR
TELHÜNER-2-
Bir Müddet sonra sanatına devam etmek üzere yola çıkan Haydar Telhüner‘i, bu şehirden göçmesi de Erzurum’dan koparmamıştır. İsmail BİNGÖL*
yıllarda sanatçıların parayla araları iyi olmamıştır çoğunlukla... Çünkü his âleminde gezinen bu insanlar, maddiyatın baş tacı edildiği bir dünyanın kurallarını kavramakta zorlanmışlardır. Dolayısıyla, pek çoğunun hayatı, sefillik ve perişanlıkla noktalanmıştır. İmparatorluk döneminde sarayın kanatları altındaki bazı sanatçılar bu durumdan biraz olsun kurtulabilmişlerdir. Gerçi artık günümüzdeki bazı sanatçılar da(!) parayla ünsiyet peyda etmeyi öğrenmiş durumdalar. Zamaneye göre davranmayı da sanatlarının bir parçası haline getirmeyi başardılar da denebilir buna. Ama ne yazık ki, sanatın ve sanatçının, hele özellikle de Türk müziğiyle uğraşanların hemen hiç bir kıymetlerinin olmadığı bir devirde bestekârlıkla uğraşıp, sanat yapmaya kalkışan Haydar Telhüner’in sonu da diğerlerinden farklı olamazdı. O da maalesef “hiç bir şeyin sahibi olamamış, yoklukla dolu bir hayat sürmüş”tür. Hayat ve sanat hikayesine devam edeceğiz… Erzurum’da yaşayan birçok kişinin, adını bile duymadığı Haydar Telhüner’in hayatı hakkında şu bilgilere ulaştık: “Halk havalarının kendine has, elle tutulur ısdırabını” duyduğumuz bestelerin sahibi Kemânî Haydar Telhüner, 1911 yılında Yüzbaşı Derviş beyin ve Cemile Hanımın oğulları olarak Erzurum’da dünyaya gelir. İlk çalgısı Ney olan sanatçı, daha sonra, dinlediği şarkılarda duyduğu keman ve ud sesinden etkilenerek, bu sazlara yönelir. O günün şartlarında bu sazı öğretecek birini bulmadığından olsa gerek; kendi kendine çalışıp, bu yolda ilerler.
*TRT Erzurum Radyosu
sayı//52// kasım 48
“Yaratılışındaki kabiliyetin musikide büyük ufuklara yönelttiği” Telhüner, kendindeki eksikliği gidermek için, bir dönem, Erzurum Lisesi müdürü Murat Uraz’ın yardımıyla, bu okuldaki musiki derslerine devam eder ve bu sayede nota öğrenir. Bir müddet Erzurum öğretmen okuluna devam ettiğini gördüğümüz Telhüner’in, içindeki sanat aşkı, onun bu mesleğe intisap etmesine mani olur ve okulu bırakarak, notaların izinde yürümeye devam eder. (Sebahattin Bulut, Erzurum’da İz Bırakanlar, s.146, Kültür Yayınları, İstanbul 1995). Erzurum’un kültür adamlarından merhum Feyyaz İbrahimhakkıoğlu’nun söylediği bir cümleye bu noktada yer vermek istiyoruz: “Dikkatinizi bir noktaya çekmek istiyorum; O zaman ki Erzurum lisesinde okutulan müzik derslerinin seviyesi musikide bir zirve olacak sanatkâra yetiyor.” Bir müddet sonra sanatına İstanbul’da devam etmek üzere yola çıkan Haydar Telhüner‘i, bu şehirden göçmesi de Erzurum’dan koparmamıştır. Sılasından ayrı düşmenin ıstırabını hep yaşamış ve bunu bazı bestelerinde dile getirmiştir. Ölümüne yakın bir zamanda bestelediği sanılan türkü formundaki bir eserinde, yerinden yurdundan ırak düşmenin matemini ruhunda ne kadar derinden yaşadığı apaçık görülmektedir: “Erzurum dağları görünmez oldu Zümrüt ovaları bilinmez oldu Hayali kalbimde görünmez oldu Benden ıraklara kalan Erzurum Hayali gözümde tüten Erzurum” Elde olmasa da, birçok plak yaptığı ve böylelikle Erzurum ismini taş plaklara kadar taşıdığı bilinen Haydar Telhüner’den, ilimizin renkli simalarından, 1984 yılına kadar TRT Erzurum Radyosunda çeşitli statülerde profesyonel saz sanatçısı ve Türk sanat müziği koro şefi olarak görev yapan Kıyasettin Temelli’nin de, solfej ve bestekârlık dersleri aldığını, internette yayımlanan hayat hikâyesinden öğreniyoruz. İlk eserini 1930 yılında, Faruk Nafiz’in; “Soldukça günün matemi altında çiçekler, Bir gölge tanırdım ki, uzaktan beni bekler. Kalbimde emel, yolda vefasız kelebekler Bir gölge tanırdım ki, uzaktan beni bekler” şeklindeki şiirini besteleyerek, böylece bestekârlığa ilk adımını atar. Bestelerinin sayısı yüzleri aşan sanatçı ne yazık ki eserlerine sahip çıkmamış ya da çıkamamış ve ancak otuz kırk kadar eseri günümüze kadar gelebilmiştir.
Kemani Haydar Telhüner’in eserlerini dinlediğinizde; aşkın sembol ismi olan Leyla onda hep öne çıkar. O yıllarda Erzurum’daki Mumcu Caddesinde bulunan Ankara Saz’da ses sanatkârı olan Leylâ Hanımla(Bu isimle ilgili herhangi bir bilgiye ulaşamadık. Acaba Leyla Saz mı?) tanışmış olmasının bunda bir payı var mıdır, bilinmez. Çünkü ondan sonra hayatı değişmiş. İstanbul’a göçmüş. Onun besteleri arasında Karabağlı Seyyid Nigârî’nin hasbihâl tarzındaki aşağıdaki şiiri de var. Fakat internette yaptığımız aramada bestekârı olarak ne yazık ki hâlâ “meçhul” yazılı: Nice ağlamayam kılmayam feryâd Giriftâr-ı aşkın bî-nevâsıyam Leylânındır Mecnûn Şîrînin Ferhâd Ben de Şeh Nigârın mübtelâsıyam Neylerem dünyâyı neylerem mâlı Neylerem atlası neylerem şalı Ben divâne oldum aşkın pâmâli Server-i hûbânın bir gedâsıyam Oysa Feyyaz İbrahimhakkıoğlu ağabey hatıralarında bu konunun canlı şahidi olarak şunları anlatıyor: “Ölümünden bir yıl önce, yani 1962 yılında kendisini tanımak nasip oldu. Rahmetli babamı yemeğe davet etmişti. Kumkapı’da bir balıkçıda birlikte yemek yemiştik. Mizacen melankolik bir yapıya sahipti. Babama: Ağabeyi, keşke Erzurum’dan ayrılıp buralara gelmeseydim, dedikten sonra kemanını eline aldı. Erzurum’un mahalli makamı olan İbrahimiye’ye giriş yaptıktan sonra sözü babama bıraktı.Rahmetli babam da bestesi Haydar Telhüner üstâdımıza ait olan şu gazeli okudu: Nice ağlamayam, kılmayam feryâd / Giriftâr-ı aşkın bî-nevâsıyam… Gazel bittiğinde üstadın gözleri yaşardı, öylece kaldı. Bu uzayan sessizliği rahmetli babam bozdu: “Haydar can, senin bir sıkıntın var galiba. Ben senin ağabeyin sayılırım. Sıkıntın ne ise anlat, belki bir hâl çaresi buluruz” deyince açılmak istemedi. Babam da ısrar etmedi. Daha sonra babamdan, sözleri merhum Mustafa Nafiz Irmak’a ait olan Muhayyer makamında bestelediği şarkıyı okumasını istedi. Gurbette bir çiçek açmadı bu yaz / Ömrümün baharı tez geldi geçti O ceylan gözüyle baktı da biraz / Kalbimi hem vurdu, hem deldi geçti Güfte onun halini anlatıyordu. Babam da galiba sıkıntısına vâkıftı ki, ona Üstad Necip Fazıl’dan dinlediği bir eserin son cümlesini hatırlatarak: Haydar, mademki ıstırap çekiyorsun, o halde sen de gençsin, dedi. Geceyi böylece noktalayıp ayrıldık.
(...) Istırap dolu hayatını belki dile getirir ümidiyle otuz yıl aradan sonra onun aziz hatırasına hürmeten şu mısraları yazdım. Şiirimi tamamen üstadımın ruh dünyası ile bütünleşerek dile getirdiğimi ümit ediyorum: Ruhum ki fırtınalarda sesini dinler, Hayalinle avunur, hasretinle inler, Çileyi ne bilsin ah, hiç sevilmeyenler, Kalbim senin artık, koy ne derse desinler. Sönüşü yok, bu ateşi birlikte yaktık, Bağrımda hançersiz bir yarasın sen artık, Kapısı yok gönlümün, çıkabilirsen çık Koy ne derse desinler, kalbim senindir artık. Nedendir böyle hayâle bağlandı gönül, Sönmeyen bu ateşlerle dağlandı gönül Şifa mı? İstemem, derdinle yandı gönül, Kalbim senin artık, koy ne derse desinler. Bulutları seyret buğulu gözlerinle Derdimle yüklü akşam rüzgârını dinle, Arıyorum şimdi seni, senin derdinle Kalbim senin artık, koy ne derse desinler” İstanbul’da devrin üstatlarına eşlik eden Kemani Haydar, devrin büyük icracılarından Diyarbakırlı Celâl Güzelses’le de tanışmış, ona da keman çalmış. Ama bunu nerede ve ne zaman yapmış olduğu konusunda bir bilgiye erişemedik. Belki onun Erzurum’a yaptığı seyahatlerden birinde bu durum gerçekleşmiş olabilir. Ancak şarkın bu iki büyük sanatkârını bir araya getiren uzun havanın bir yerinde şöyle bir ibare geçiyor: “Böyle bağlar.../ Şark bülbülü Celâl tarafından.../ Erzurumlu Kemânî Haydar’ın iştirakiyle....” Ardından cızırtılı keman sesi. Geçmiş zamanların cızırtılarıyla taş plaktan kasete aktarılan yanık bir ses. Kemânî Haydar’ın iştirakiyle Celâl söylüyor: Böyle bağlar, Yar başını böyle bağlar, Kuş uçmaz kervan geçmez, Yıkılsın böyle bağlar../ Güne düştüm, Gölgeden güne düştüm, Felek çarkın kırılsın, Dediğin güne düştüm. Onun eserlerindeki tesir edicilik; anlamını ve kaynağını büyük bir yaşanmışlıktan, yani yüreğinde yer etmiş olan derin aşktan alır. Ne var ki; öğrencisi Ali Sarcan’ın da söylediği üzere, ölünceye kadar hiç kimse onun kime âşık olduğunu tam olarak bilemez. Belki bu konuda bazı işaretler vardır, ancak tam bir kesinlik yoktur. Çünkü hem evlidir ve hem de galiba âşık olduğu kişi tarafından reddedileceğinden korkmaktadır. Belki bunları da aşabilirdi; ancak sahip olduğu terbiye ve içinde bulunduğu durum; bu derin aşkını ifadeye yine de izin vermez. Çünkü etrafındakiler; o günün meşhur bir ses sanatçısı ve sinema artistine (Suzan 49
Yakar) tutulduğunu tahmin ederler. Ve bu umutsuz aşk, en nihayetinde onun hayatına son vermesine sebep olur. Devrin ünlü bestekârları Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar’ dan “feyz” alan sanatçı, hayatının son yıllarında, “Yolları beklerim, hiç gelenim yok Ağlarım, yaşımı hiç silenim yok Hastayım, derdimden hiç bilenim yok Büküyor belimi zalim ayrılık” diyerek, içine düştüğü durumu müziğin yardımıyla hazin bir şekilde ifade eder. Burada şunu dile getirmek istiyoruz ki; adı hala pek çok kişi tarafından tanınmayan, bir zamanlar ismi adeta unutuluşa terkedilmiş Erzurumlu bir bestekâr sanatçıyı ERVAK(Erzurum Kalkınma Vakfı) bir vefa örneği göstererek, ilk olarak, 13.04.2002 tarihinde cumartesi günü akşamı adına düzenlenen gecede andı. Burada Feyyaz İbrahimhakkıoğlu’nun, sanatçının ölümünden 32 yıl sonra, ERVAK’ın anma gecesi münasebetiyle ertesi gün yazdığı yazıda da işaret ettiği gibi; “Erzurum’un şairi bol, bestekârı yok gibidir.” Yukarıda bir yerde adından sözettiğimiz ve Kemânî Haydar’ın öğrencisi olan merhum Ali Sarcan, sağlığında kendisiyle yaptığımız bir sohbette hocasıyla ilgili şu hatırasını anlatmıştı: “Hoca konser için Erzurum’da Mısır Oteli’ndeyiz. Birçok sanatçı var hocanın etrafında. Ben o gün eve gittim, geldim hoca uyumamış, insanlar başını sarmış. Bana dediler ki hoca bir beste yaptı ama biz soramıyoruz. Niye ağlıyor. Bana dediler ki, sen hemşerisi olduğun için sana bir şey demez, bir sor bakalım niye ağlıyor. Oğlu da var o zaman, Güven, öyle zannediyorum küçük oğlu… Dedim ki hocam niye ağlıyorsunuz. Dedi ki evladım bunu ben sana diyemem, şimdi bu eserimde bak, göreceksin. Eser şu: “Sonsuz karanlıklarda güneşim Leyla/ Hem eşim hem yoldaşım Leyla” Muhayyer kürdi bir eser. Bu sefer herkes bakıyor, bütün sanatçılar. Bana; çıkar klarnetini, bu eseri çal. Korktum doğrusu. Çalamazsam fırça yerim diye. Çünkü orada birçok sanatçı var. Aşağı yukarı yirminin üzerinde sanatçı. Neyse, alnımızın akıyla çaldık, ama hocanın niye bu kadar ağladığını öğrenemedik. Ama o andan geriye bu güzel bir şarkı kaldı.” Telhüner’in şarkı ve türkülerini okuyan sanatçılardan bir kısmı şunlar: Bekir Sıtkı sayı//52// kasım 50
Sezgin, Abdullah Yüce, Suzan Yakar, Zehra Bilir, Zeki Müren, Mustafa Keser, Müzeyyen Senar; Emel Sayın, Erol Armutlu, Zara, Hilal Çelebi v.s. Şarkılarında çok yoğun olarak gurbetin ve karşılıksız bir aşkın derin izlerine rastlanan Haydar Telhüner’in eserlerinden bazılarının adları şöyle: Güftesi ve bestesi kendisine ait olanlardan bazıları: Gönülde neşemiz ziyade sanki, Gurbette bir çiçek açmadı bu yaz, Dediler yar sevme pişman olursun, Eşini kaybetmiş bir garip kuşum, Palandöken dağlarının yaylası, Gurbet elde ben garibe kim baksın, Gönülde neşemiz ziyade saki, Şafak söktü yine sunam uyanmaz, İsmini demeğe dilim varmıyor, Çılgın deli gönül, uslanmıyorsun, Mecnun, hülyasına daldı Leyla'nın, Sen seher yelisin, esersin serin, Geceler yârim oldu, Sonsuz karanlıklarda güneşim Leyla, Bir selâm vermeden geçip gidersin, Bir güneş ki doğmayacak, Leyla Ah Leyla. Güftesi başkalarına, bestesi kendine ait olan bazı şarkılar: Gurbette bir çiçek açmadı bu yaz-Güfte: Mustafa Nafiz Irmak-Beste: Kemânî Haydar Telhüner Eşini kaybetmiş bir garip kuşum-G: Mustafa Nafiz Irmak, B: Kemânî Haydar Telhüner Şafak söktü yine sunam uyanmaz-G:Vecdi Bingöl / Beste: Kemânî Haydar Telhüner Hüsnüne güvenme, ey ruy-i mâhım/ Niceler bu tarz-ı revişten geçti-G: Seyrani, B: Kemânî Haydar Telhüner. Derlediği türküler: Pencereden ay doğdu, Nasıl ağlamayam kılmayam feryat, Sabah yıldızı doğarken, Bağa girdim ben kiraza, Esmer gitme akşam oldu, Erzurum'un dağları görünmez oldu, Gazel döktü gül oldu(Mavi yelek mor düğme),Belinde acem şalı Ali’m,v.s. Meşhur tiyatrocu Zafer Algöz’ün dedesi olan Haydar Telhüner’in, 1963 yılında Yeşilköy civarında banliyö treninden kendini atarak can verdiği yazar kimi yerlerde. Kimi yerlerde ise-bir çeşit saygıdan kaynaklı olsa gerek- "tren kazasında vefat ettiği" söylenen sanatçının, gurbet acısından, aşk yarasından geriye kalan bedenini, samimi arkadaşı udi Kadri Şençalar, Şişli’deki kendi aile kabristanına defneder. Hasretliği, ölümünden sonra da devam eden sanatçının durumunu, sözleri Mustafa Nafiz Irmak’a ait, kendi bestesi olan şu hicaz şarkı daha iyi açıklar: “Eşini kaybetmiş bir garip kuşum Yuvamı yel aldı, kanadım kırık Ben gurbet elinde unutulmuşum Sesimden gitmiyor zalim hıçkırık.”
Çok bunalan ruhlarımıza değdi mi bilmem ama köfteyle başlayıp dondurmalı helvayla taçlanan ve göle karşı yudumlanan kahvelerin tadı damaklarda yankılanırken ... ... ve havasını,
NASIL, BİR ŞEHİR
KAÇKINI OLDUM? -IIEtrafındaki kırık dökük kerpiç dostları arasında öyle şeyler fısıldadı ki kulaklarımıza ağzımız açık kaldı. İbrahim BAŞER
...ve suyunu bedenimize katıp ; bir 'ilk görüşte aşk'ın ilk titremeleriyle kalplerimiz şaşkınken anladık ki bu toprağın bize söyleyecek sözü var. Bazen söyleşmek için kelimeler fazla gelir ya! Bizim takımı göz ucuyla süzünce gördüm ki kalplere ilk cemre düşmüş bile... Beton labirentlerin gri dehlizlerinde yaşamaya alışan bünyelerimiz, sentetik güzelliklere mecbur edilen zihinlerimiz, başka bir hayatın da mümkün olabileceğini sadece belgesel kuşaklarında izleyen yapılarımız bu ilk tanışmanın sarhoşluğunda aklı başında teklifler getiremeyebilirdi... ... ta ki ; “-Çevre köyleri bir dolaşsak. Belki ayağımızı toprağa basacağınız bir dam altı alıveririz” fikri, faili meçhul biçimde önümüze düşüvermeseydi... İnikli, Çakırca, Tacir, Göllüce, Elbeyli, Hisardere, Sansarak, Yörükler, ... ve Ömerli. Elbette haris bir emlakçı üslubuyla 'yatırımlık' araziler, ‘kupon’ mekânlar aramak değildi derdimiz.
ehir geride kaldıkça aslında geride kalanın sadece şehir olmadığını fark ettiğimizde sebepsiz bir neş’e halinin kollarında 'pirlere niyaz ederiz' nağmelerine eşlik etmekteydi araba ahalisi... Eeee, "yalan dünya neyderiz?" Yaa Hakk! İstikamet, kadim kültürleri bağrında uyutan mütevazı dünya güzeli ... Yüksek dağlar arasındaki sırlı güzellikler mekânı ... Sudan başlayan hayatlarımıza nazire yapan su kenti ... Zeytinin ve zeytinyağının; çininin ve sanatın ; yavaşlığın ve sükunetin demine devranına... Huu !
Hepsinin kendine göre güzel hatıraları, şahane manzaraları , sıcakkanlı kavruk insanları vardı bu kadim meskûn mahallerin. Gezdiğimiz onca yerden bize anlatacak en toprak kokan hikayeler vaat edenini Ömerköy saklamış bünyesinde. Etrafındaki kırık dökük kerpiç dostları arasında öyle şeyler fısıldadı ki kulaklarımıza ağzımız açık kaldı. Yüzyıllık cümle kapısı açılınca örümcek ağları arasında hasbıhal eden yarım asırlık koşum takımları ile miadını doldurmuş yorgun bir düvenin hemen yanlarındaki koca toprak küplere yaslanmış halleri bizi bir zaman yolculuğuna çıkardı sanki. Kendimize geldiğimizde tapu dairesinde evin son sahibi olarak bir önceki sahibinden nöbeti devralıyorduk. Dönüş yolunda teypteki ses gene ‘pirlere niyaz’ ederken artık bir kaçış aradığında can havliyle deniz kenarlarına koşturan pek çok ‘şehir kurbanı’ benzerimizden farklı bir hikayeyi yaşayarak yazacak olmanın keyifli endişesi içindeydik.
51
VATANIN HARÎM-İ İSMETİNİ
KORUMAK İÇİN KURULAN
SÖĞÜT ALAYI
“Oğul : beylik dermekle, ağalık vermekledir Sofranı ve keseni yoksullara açık tut” Nermin TAYLAN
sayı//52// kasım 52
aşı sıkıştığında, gönlü daraldığında, etrafındaki dost görünümlü hainlerin farkına vardığında ULU HAKAN; Dedesinin açtığı yolun memba’ına varıp yeniden o memba’dan yararlanmak, kökleri sökülmeye çalışılan asırlık çınarın yeniden hayat bulmasını sağlamak için; yine Söğüt’te, yine Karakeçili Aşireti’nde… Bilindiği gibi Selçuklu sultanının kendilerine yer göstermesinin akabinde 2.000 çadırlık obasıyla Ahlat’tan yola çıkan Kayı Aşireti Reisi Gündüzalp yolda hayatını kaybetmiş ve bunun neticesinde ise aşiret küçük bir dağılma sürecine girmiştir. Aşiret içerisindeki karışıklıkları farkeden Hayme Hatun oğlu Ertuğrul’un henüz küçük olmasından mütevellit hiç vakit kaybetmeden aşiretin başına geçerek Obasını Söğüt/Domaniç’e ulaştırmayı başarmıştır. Hayme mana itibari ile çadır demektir ve bir diğer meali ise suyun kaynağı/suyun toplandığı yer anlamına gelmektedir. Başsız kalan bir aşireti Söğüt’te adeta yoktan var etmeye çalışan Hayme Ana, obasına isminin de manası misali çadır olmuş, onları her türlü zilletten korumayı başarmış, bir arada tutmaya çalışarak suyun kaynağı meali itibariyle aşiretinin bireylerine sanki birer ab-ı hayat misali can vermiştir. Âbâsı olmayana âbâ örmüş, aşı olmayana aşından katmış, dünyaya doğana ebe, dünyadan göçenin son suyunu yedinden vermiştir. Vakti gelip beylik nişanını oğluna vereceği hengâmda ise Ertuğrul Gazi'yi karşısına alarak; “Oğul, Anayurttan ayrılalı yıllar geçti. Deli rüzgârlar önünde oradan oraya savrulduk. Beylik otağını kurduğumuz şu yaylalar artık son durağımız, son konağımız olsun. Oğuz’un yurtlarına diktiğimiz ağaçların kökleri kara yerin derinliklerinde, dalları gökyüzünün yüceliklerinde uzansın. Ak-boz atlara binip yağı üstüne yel gibi vardıkta Kadir Tanrı gözü pek yiğitlerimizi korusun. Göğsü kaba yerli kara dağlar gibi duran erlerimiz ile kır çiçekleri gibi saf ve temiz, ak yüzlü, ala gözlü kızlarımız Kutlu Kayı Boyumuza gürbüz evlatlar versinler. Altın başlı otağlarımız Çarşamba Yaylasını bürüsün. Kayı’nın ve diğer bütün boyların oğullarını Ertuğrul’umla bir tutarım. Onların hepsini soyumuz için Hakk’ın kutsal birer emaneti bilirim. Oğul; Boyundan, soyundan olsun olmasın insanlara âdil davran. Adaletten ayrılma ki, insanların birlik ve dirlik kazansın. Yurdunda, obanda herkes gezsin. Ululuk isteyen töreden ayrılmasın. Bu dünya bir oturma yeri değildir. Yapacağın iyi ve doğru
işlerde insanların hizmetinde bulunursan güzel övünçler senin olur. Yüreğinden inancı, ağzından duayı, davranışından erdemi hiç eksik etme. Bir de: Sabırlı ol oğul, ekşi koruk sabırla tatlı üzüm olur.” “Oğul : beylik dermekle, ağalık vermekledir Sofranı ve keseni yoksullara açık tut” demişir. Ertuğrul Gazi anasından aldığı öğüdü tutar. Toprağını yurt bilir, sofrasını bereket. Temelini attığı bu devlet yedi iklimi aşar, üç kıtaya otağ kurar, milletlere huzur götürür. İşte bu sebeple diyebiliriz ki; Hayme Ana'nın bu öğüdü “asırları aşmış, Osmanlı’yı karmıştır.” Ve gün gelmiş, Osman Gazi’nin doğumunu gören Hayme Ana’nın vazifesi dolmuş ebedi aleme intikal etmişir. Cefakâr, vefakâr kutlu Kayı boyunun lideri, Türk Milletinin anası Hayme Ana bu dünyadan göçtüğünde kendi otağının yer aldığı Çarşamba köyünde gömülür. Burada ilginç bir detay vardır. Biliyorsunuz şehitler öldüğü yerde gömülürler. Peygamberler de öldüğü yerde gömülürler. Kayı Aşireti mensubu, Karakeçili Hayme Ana kendi öldüğü yerde gömülüyor. Çünkü 3.500 km'lik bir yoldan gelmiş, savaşmak gerektiğinde savaşmış, annelik gerektiğinde annelik yapmış, başlık gerektiğinde ise başlık yapmış. İşte bu sebeple Kayı Aşireti'nin lideri hükmünde olan Hayme Ana da öldüğü yere defnedilmiştir. Hayme Ana çadırının içerisinde defnedildikten uzunca bir süre sonra mezar yeri kaybolmuş ve fakat mevcut olan bir mezar yerinin Hayme Ana’ya ait olduğu dilden dile dolaşmış ve nihayetinde Söğüt’te bulunan akrabalarınca bir mezar yeri belirlenmiştir. Muhtelif rivayetlerden dolayı emin olunamayan bu yerinin Hayme Ana’nın gerçek mezarı mı, yoksa makamı mı olduğu bir türlü netlik kazanmamıştır. Ve nihayet tarih 1890'lı yıllara ulaştığında Sultan II. Abdulhamid Han’ın gönlüne Hayme Ana düşüyor. Yıldız Sarayından bir yaverini Çarşamba köyüne gönderiyor ve Hayme Ana'nın mezarının kesin ve kat’i surette bulunmasını istiyor. Çünkü Sultan Kayı Boyu’ndan ve Karakeçili Aşireti’ndendir. Hayme Ana ise Söğüt’te bulunan Karakeçili akrabalarının ve kendisinin büyük büyük atası, devleti kendine emanet kılandır. Padişahın çok defa malumu olan mezar yeri meselesi sebebiyle Sultan Abdülhamid Han tam olarak kesin yerinin bulunmasını ister. Bu iş içinde en güvendiği yaverini görevlendirir. Yaver, birkaç adamıyla beraber Çarşamba köyüne gider ve en nihayetinde yapılan araştırmalar sonrasında İstanbul'a gelinir ve Padişaha
rapor sunulur. Raporu alan II. Abdulhamid Han yine kendi isteğiyle oraya bir türbe ve bir misafirhane, misafirhanenin hemen yanıbaşına da bir medrese yapılmasını emreder. (Ecdadın bir kabrin yanına neden medrese yaptırdığını anlayabilirsek bizler yine o bir çadırdan nasıl imparatorluğa dönüştüğümüzü ve nasıl dönüşebileceğimizi şu durumda çok iyi algılayabiliriz.) Sultan II. Abdlhamid’in Hayme Ana türbesini yenilemesinden sonra her yıl Eylül ayının ilk Pazar günü Hayme Ana’nın ve yörüklerin yazlıktan kışlağa göç vakitlerinde orada şenlikler düzenlenir. Hayme Ana’nın ve Ertuğrul Gazi’nin türbeleri ziyaret edilir. kurbanlar kesilip, mevlitler okunur. Kayı Boyu’nun Karakeçili aşireti mensupları da bu şenliklere öncü olmakta ve Osmanlı’nın bu en kutlu vatanında yaşamaktalar. Dedik ya dönem Abdülhamid Han dönemidir. Hava oldukça puslu, düşman da bir o kadar sinsidir. Bir padişah tahttan indirilerek öldürülmüş, diğeri akli dengesi bozularak hal edilmiştir. 19 yy.’da kara elmas keşfedilmiş, Osmanlı topraklarının masa başında parçalanma planları yapılmaya başlanmış, tüm milletlerin gözbebeği İstanbul hedef tahtasında, Türkleri Anadolu’dan sileceğiz nidaları ile ikindi çaylarını boğazda içme lakırdıları birbirine karışmış. Ve 20. yy… Doğu yanıyor, Batı kaynıyor, güneyde feryad asumana ulaşmış. Yıldız Sarayı’nda ışıklar 24 saat sönmüyor, ceddinden aldığı emaneti gelecek nesle taşımak isteyen bir sultan, vatan toprağını vermemek adına harici ve dahili düşmanlarla canhıraş savaşta. Saltanatı boyunca türlü hainliklerle karşı karşıya kalan sultan tabir yerinde ise yalnızlık içerisinde. Suikastler, isyanlar, yalan haberler derken devletin beka meselesi de oturunca yüreğine yalnızca “kendi canından, kendi kanından, kendi obasından, kendi sofrasından olup devleti kuranların neslinden gelenlere güven duyabileceğini anlıyor.” Anadolu’yu yurt bilenlere, korkusuzca düşmanın yanıbaşına göçedenlere, haçlının sinesinde devlet kurup, “ilâ-yı kelimatullahı” güngörmemiş topraklara götürme yolunda can verenlere duyduğu muhabbet ve farkındalık neticesinde Kayı Aşireti’nden Karakeçili neslinden mürekkeb bir alay kurma kararı alıyor. Daha evvel gönlüne düşen Hayme Ana’nın nesli, yine düşüyor sultanın gönlüne. Sultan II. Adülhamid, Yıldız Sarayı duvarlarının çevresinde Orhaniye ve Ertuğrul kışlaları yaptırarak bu kışlarara; Arnavut, Boşnak ve Araplardan oluşan 15 bin asker yerleştiriyor ve bu muhafız alayının 53
içerisine de Osmanlı hanedanının mensup olduğu, tamamının Karakeçili Aşireti’nden Türklerin oluşturduğu Söğüt Alayı’nının kurulmasını istiyor. Süvari 200 kişiden oluşacak Söğüt Alayı’na alınacak olanlar sakallı veya sakalsız olabilecekleri gibi bizzat sultanın emriyle şöyle tarif ediliyordu. “Atam Ertuğrul Gazi ile Söğüt’e gelmiş ailelere mensup, çok iyi ata binen, yakışıklı, güzel ahlaklı, beş vakit namazını kılan, kendi işi ile uğraşan, mazbut, cengâver ve boylu poslu kimseler olsun. Ana yurdu yurt bilip, vatan için canından geçsin”. Söğüt Alayı’na alınacak olanlar sultanın sürekli muhafızlığını yapacak olmalarından dolayı memeleketleri ile ilişkileri kesilecekti. Bu sebeple alaya katılacaklar tamamiyle kendi arzu ve istekleriyle katılmalıydı. Nitekim öyle de oldu. Sultan II. Abdülhamid bu iş için başkâtibi Tahsin Paşa’yı görevlendirdi. Yıldız Saray’ında hazırlığını yapıp yola revan olan Tahsin Paşa birkaç adamıyla birlikte Söğüt’e ulaştığında Karakeçili Aşireti’nden pek çok kimse bu alayın bir ferdi olmak için adeta birbiriyle yarıştı. Saraydan gelen görevlilere o vakitlerde Kayı Beyi olan ve Eskişehir’in Seyyitgazi İlçesi’nde yaşayan Hacı Bekir Bey’de yardımcı oldu. Hacı Bekir Bey’in aşireti tanıması ve yöreyi bilmesi işlerini büyük ölçüde kolaylaştırdı. Söğüt Alayı için ilk evvela tamamı Kayı Boyu/Karakeçili aşiretinden olan 425 kişi seçildi. Sonrasındaki birkaç eleme ile sayı 200’e indirildi. Sultanın tariflerine göre alaya kabul edilen kişilere görevleri tevcih edildi ve Ertuğrul Gazi türbesine götürüldü. Muhafızlar diz çöküp “emirlere son nefeslerine kadar mutlak itaat edip, padişaha sadakatle kusur etmeyeceklerine dair yemin edip, and içtiler”. Yeminden hemen sonra ayağa kalkan nefere Ay Yıldızlı bayrağa sarılı ünüformaları veriliyor ve artık hedef Payitaht ve dahi Yıldız Sarayı oluyordu. Sultan II. Abdülhamid’in yıllarca başkâtipliğini yapan Tahsin Paşa, Söğüt Alayı mensuplarını hatıratında şöyle anlatır: “Yıldız Sarayı’ndaki insanların her çeşidini, ahlaki davranışların her rengini, iyilik ve kötülüklerin her derecesini görmüş bir insan sıfatıyla şunu söylemeyi kendime vicdan borcu bilirim ki, damarlarında Türk neslinin temiz ve mübarek kanı dolaşan bu Karakeçili bölüğünden hiçbir fert, hiçbir şekil ve surette ne şahsen ne de birisine aracı olarak fenalık etmemiş ve fenalığa alet olmamıştır. Bunlar Yıldız Sarayı’na bir kaya gibi girdiler, dönüş zamanı geldiğinde yine bir kaya gibi tertemiz ve lekesiz çıktılar. Allah kendilerinden razı olsun.” Sultan II. sayı//52// kasım 54
Abdülhamid ata yurdundan, ana bağrından kendisi için kopup gelen Karakeçililer’den daima sitayişle bahseder, onlara çok güvenir ve kendilerini “öz hemşerilerim” diye nitelendirirdi. Yabancı ülke elçileri geldiği vakit, geçit töreni hemgâmında Söğüt Alayı geçerken sultan elçiye dönerek “bunlar benim akrabalarım” der ve alayı bu şekilde tanıtırdı. Sultan öylesine güven duyuyordu ki Söğüt Alayı’na; kendi canını bir tek onlara emanet edebiliyordu. Yıldız sarayı evrakları ve dönem hatıratlarından edinilen bilgilere göre Sultan, uyuduktan sonra yatak odasının dışında bir Harem Ağası ve Karakeçili Aşireti’nden bir muhafız bulundururdu. “Ertuğrul Süvari Alayı” ya da “Söğütlü Maiyet Bölüğü” diye adlandırılıp, Sultanın hemen yanıbaşında görev yapan bu Süvari Neferler belirli hizmet süreleri dolunca terfi ettirilir ve jandarma kuvvetlerinde üst rütbelerde göreve atanırlardı. Saraydaki hizmetlerinden sonra memleketlerine dönmek isteyenler ise üç senelik hizmetlerinden sonra Söğüt’e dönebilirlerdi. Hani Osmanlı’nın Kayı Boyu’ndan olup olmadığı hep tartışılır ya; Sultan II. Abdülhamid’in evraklara yansıyan “akrabalarım” sözlerinden ve canını bizzat kendi kanından olanlara teslim etmesinden sonra artık bu konuda kelam etmek boş ve beyhudedir. Ve son söz olarak diyebilirim ki; Ardı ardına Bayazıtlar, Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler, Abdülhamitler gibi dehaları çıkarabilen Karakeçili aşireti aşireti gibi bir aşiret var mı!!! Rahmet olsun, Kayı’ya, Aksungur’a, Ertuğrul’a Osman’a…Rahmet olsun Turgut Alplere, Akça Kocalara, Çandarlı Halil Hayrettin Paşalara..Rahmet olsun Bayazıd, Fatih, Yavuz ve Kanunilere.. Rahmet olsun Abdülhamid’e, Söğütlü Süvarilere..Rahmet olsun bu vatanı bizlere yurt kılanlara, bu toprakları bizlere vatan bırakanlara..Tazim,hürmet ve dua ile. SANCAK MARŞI Ertuğrul'un ocağında uyandın Şehitlerin kanlarıyla boyandın Nice düşman kalesine uzandın Sana selam ey şanlı Türk sancağı Çırpınarak dalgalanır kanadın Gökyüzüne çıkmak mıdır muradı Gölgende can vermek ister evlâdın Sana selam ey şanlı Türk sancağı Ey şerefin, büyüklüğün fermanı Ey kavgalar tarihinin destanı Seni ister şu toprağın her yanı Sensiz tütmez Osmanlı ocağı Sensiz tütmez Osmanlılık ocağı.
Büyüyen Ay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN
elim Nüzhet Bütün Eserleri serimizin ikinci kitabı İstanbul, Şehirler ve Mimari. Selim Nüzhet'in gazete ve dergilerde kaleme aldığı yazılarını biraraya getiren bu kitap 3 temanın oluşturduğu bölümlerden meydana gelmekte. İlk bölüm, İstanbul Yazıları, ikinci bölüm, Şehirler adını taşımakta. Bu bölüm seyahat konulu bir yazı ile birlikte İstanbul dışında 9 şehir hakkında kaleme alınan yazılardan meydana geliyor. Üçüncü bölüm Şehir ve Mimari başlığını taşıyor. Bu eseri meydana getiren yazılar ağırlıklı olarak 1941’dan başlayarak 1944 yılı dahil olmak üzere yaklaşık 80 yıl önce o zamanın gazete ve
dergilerinde tefrika edilmiş olup bir kitap hüviyetiyle ilk kez okurlarımızla buluşuyor. Bugünün bakışıyla bu yazılar ilk olarak neler kaybettiklerimizin birer envanteri sayılsa yeridir. İkinci olarak vaktiyle sahip olduğunuz güzelliklerin hayranlık verici bir anlatımı olarak okurları selamlamakta. Üçüncü olarak bugün konuştuğumuz bazı problemlerin o zamanlardan tesbit ve teşhis edildiği, çözümü için önerilerin getirildiği, bunların dikkate alınmadığının açığa çıktığı bir eser. Dördüncü olarak, başta İstanbul olmak üzere kültür, şehir-mekân, mimari, tarihi-kültürel miras gibi bir türlü doğru yolu bulamadığımız ve neredeyse daima sınıfta kaldığımız konuların önemine dikkat çekmesi. Selim Nüzhet yazılarına hakim olan estetik bakışıyla ve şehir-mekân dikkatiyle vaktiyle sahip olduğumuz güzellikleri, incelikleri farketmemizi sağlamasının yanında, onlara gözümüz gibi sahip çıkma sorumluluğunu da aşılıyor. Şehirde yaşama kültürü, şehir-insan bağının birbirini inşa eden -insanın şehri, şehrin de insanı- karakteri, geçmişten gelen eşsiz mirasın bugünden başlayarak gelecek kuşaklara bizim tarafımızdan ulaştırılması bilinci bu kitabın en temel kaygısı. Nihayet bu yazılar satır satır bir dil zevkinin yüksek bir sadelikle örneğini vermekte. Bu yazıların yazarı doğup yaşadığı şehri, gezip gördüğü şehirleri üstün bir dil zevki ve duyarlı bakışlarıyla dile getirme, kendi zamanına taşıma sorumluluğunu yerine getiriyor. O halde biz de onun anlayış ve kavrayışını örnek alarak, içinde yaşadığımız şehri ve şehirlerimizi onun kaleminden öğrenirken ümit edelim ki bu anlayıştan ve kavrayış tarzından nasibtar olalım.
ŞEHİR K İ TAP
SELİM NÜZHET GERÇEK İSTANBUL, ŞEHİRLER VE MİMARİ
55
BİR MEDENİYET DİLİ OLARAK
SALÂ
Nuri Özcan “Salâ” isimli makalesinde salâyı şöyle tarif eder: “Arapça’da ‘dua’ ve ‘namaz’ anlamlarına gelen salâ (salât) Hz. Peygamber’e Allah’tan rahmet ve selâm temenni eden, onu metheden, onun şefaatini dileyen, aile fertlerine ve yakınlarına dua ifadeleri içeren, çeşitli şekillerde tertiplenmiş hürmet ve dua cümlelerini ihtiva eden, belirli bestesiyle veya serbest şekilde okunan güftelerin genel adıdır. Nidayi SEVİM
alâ, medeniyetimizde kadim bir iletişim ve haberleşme yöntemidir. Mahiyeti zaman içerisinde unutulmuş olsa da etkilerini günümüzde de açık ve net bir şekilde hissettiğimiz incelikli bir geleneğimizdir. Mana ve musiki ritmi açısından ruh dünyamızda apayrı bir yeri vardır. Yüzyılların imbiğinden süzülerek oluşturulan bu form dinleyenleri bambaşka âlemlere götürür. Hakkı verilerek okunan ezan ve salâlar vesilesiyle pek çok insanın İslam ile müşerref olduğunu zaman zaman duyarız. El Hak böyledir. Sabah ezanından önce davudi ses tonuyla içli içli okunan salânın dinleyenleri etkilememesi, hüzünle karışık, uhrevi bir düşünceye sevk etmemesi mümkün müdür?!. Okunuş şekline ve içeriğine göre müminlere bir ibadeti hatırlatmak veya önemli bir olayın, durumun haberini vermek için daha ziyade minarelerden okunur. Artık o yanık sesli müezzinlerimiz yok. Olsa dahi minareye çıkmalarına izin verilmiyor. Sesler mekanikleşti. Hayatın hengâmesinden artık bu mekanik sesleri de duyamaz hale geldik. Dîni, dolayısıyla âhiret odaklı bir hayat tarzını cemiyet hayatından ötelemeye çalıştığımızda, yok saydığımızda berâberinde yüzlerce yıllık binlerce geleneği, göreneği de saf dışı bırakmış oluyoruz. Tanzimatla belirginleşen, cumhuriyetle devâm eden günümüzde ise had safhaya ulaşan sözde modernleşme-körü körüne batı taklitçiliği, pek çok geleneğimizi, göreneğimizi hayâtımızdan birer birer alıp götürdü. Kapitalist yaşam tarzı-normları bizleri sürekli dönüştürüyor. Artık bizler de materyalist bakış açısıyla yorumluyoruz dünyâyı. Ben merkezli, menfaat odaklı ve dünyâ ile sınırlı bir mefkûre yapısı! Çıkmayan candan ümit kesilmez misali biz yine bize dair olanı paylaşmaya, dertleşmeye devam edeceğiz. Nuri Özcan “Salâ” isimli makalesinde salâyı şöyle tarif eder: “Arapça’da ‘dua’ ve ‘namaz’ anlamlarına gelen salâ (salât) Hz. Peygamber’e Allah’tan rahmet ve selâm temenni eden, onu metheden, onun şefaatini dileyen, aile fertlerine ve yakınlarına dua ifadeleri içeren, çeşitli şekillerde tertiplenmiş hürmet ve dua cümlelerini ihtiva eden, belirli bestesiyle veya serbest şekilde okunan güftelerin genel adıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Ahzâb 33/56) ve hadislerde Hz. Peygamber’in adı anıldığında
sayı//52// kasım 56
ona salâtü selâm getirilmesi tavsiye edilmiş, bundan dolayı özellikle Osmanlı kültüründe salâvat getirmek, salâvat çekmek, salâ vermek gibi adlarla pek çok salâ metni ortaya çıkmıştır. Sözleri Arapça olup bir kısmı besteyle okunan salâlar okundukları yere ve zamana göre sabah salâsı, cuma ve bayram salâsı, cenaze salâsı, salât-ı ümmiyye, salâtü selâm gibi adlarla anılmıştır…” (TDVİA, c.36, s.15-16, 2009) Yine aynı şekilde Terâvih namazının her dört rek’atı arasında getirilen “salâvât-ı şerife” ile Kurban bayramında zikrettiğimiz “teşrik tekbirleri”nin belli bir formda, uyum içerisinde icra edilmesi ne büyük zenginliktir. Bazılarının zaman zaman bizim bu güzel adetlerimizi şu veya bu sebeple gölgelemeye çalıştıklarına üzülerek şahit oluyoruz. Onlara Sultan Alparslan’a atfedilen bir sözle cevap vermek isteriz:”Bizler temiz Müslümanlarız. Bid’at nedir, bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı…” Osmanlı cihan devletinin yüzyıllar boyu barış ve adaletle hüküm sürmesinin hikmetini işte bu sevgi, saygı ve muhabbete yoruyoruz. Zira Allah (c.c.) ve Resulüne gösterilen bu ihtiram herhangi bir zorlama veya yaptırımdan değil, milletimizin kalbi birlikteliğinden ve irfanından teberrüz etmiştir. Anadolu Müslümanları yüzyıllar boyunca oluşturdukları bu irfan medeniyetiyle adeta İslam’ın sesi, soluğu, sancaktarı olmuşlardır. Mevlidi şerifler ve kandil geceleri dışında Salâ, günümüzde daha ziyade iki durumda okunur. Birincisi her Cuma Namazından bir müddet önce okunan Cuma salâsıdır. İkincisi ise bir Müslüman’ın ölüm duyurusu ve cenaze namazına çağrıdır. Şayet Cuma günü değilse Salâyı duyduğumuzda bir cenazenin olduğunu anlar, ister istemez hüzünlenir, ölüm gerçeği ile yüzleşiriz. Bu dünyanın fani, ebedi âlemin ahret yurdu olduğunu daha yakinen hissederiz bu anlarda. Yakın zamanda, tarihte olduğu gibi Perşembe günleri yatsı ezanından önce de Cumanın bir habercisi olarak salâ okunmaya başlandı. Ne güzel! Salâlar, Türk mûsikisi literatüründe daha ziyade dinî mûsikinin cami mûsikisi formları arasında gösterilir. Ancak tekkelerde ve çeşitli dinî-tasavvufî toplantılarda bazen bir kişi tarafından, bazen de toplu olarak bir kısmı besteyle, bir kısmı irticâlen okunan salâların epey yekûn tuttuğu kaynaklarda yer alır. Şair ve yazarlarımız sâla temasını eserlerinde severek
kullanılmışlardır. İşte Yunus Emre’ye ait bir dörtlük: “Aşkın pazarında canlar satılır / Satarım canımı alan bulunmaz / Yunus öldü deyu selân verirler / Ölen beden imiş, âşıklar ölmez” Nuri Özcan adı geçen makalesinde Salâ’nın tekkelerde “çağırma, davet etme” anlamında da kullanıldığını, Mevlevî dergâhında yemek vakti geldiğinde somatçılık hizmetini yapan can, mevlevîhânenin orta yerinde “lokmaya salâ!” diye bağırdığını, mukabele vakti geldiğinde dış meydancının her hücrenin kapısını vurup “destûr, tennûreye salâ yâ hû!” diyerek mukabeleyi haber verdiğini zikreder. Çabuk unutan bir milletiz. Hayatı günübirlik yaşıyoruz. Geçmişten ibret alıp geleceğe dair plan program yapma hususunda ciddi eksikliklerimiz var. Salânın bu davet etme, çağırma yönünü, özelliğini pek çoğumuz 15 Temmuz hain darbe girişiminde öğrendi. Oysa tarihte pek çok önemli olay, gelişme, bizde olduğu gibi diğer İslam ülkelerinde de halka yüzyıllar boyu salâ ile duyurulmuştur. Bu gelenek sayesinde savaş ve afet gibi olağanüstü durumlarda halk bilgilendirilmiş, tepki vermek üzere moralleri yüksek tutularak, canlı ve zinde olmaları sağlanmıştır. Murat Bardakçı bir yazısında 1703’te patlayan ve ikinci Mustafa’nın tahttan indirilmesi ile neticelenen “Edirne Vak’ası” ve 1730’da yaşanan Patrona İhtilalı’nda günlerce minarelerden salâ okunduğunu zikreder. Keza mili mücadele yılları ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında da günlerce aralıksız salâlar verilmiştir. O günlere tanıklık edenler hala aramızdadır. Buradan salânın hayati öneme haiz bir haberleşme ve motivasyon gücünün de var olduğunu anlıyoruz. Askeri ve stratejik açıdan göz ardı edilemeyecek müthiş bir haberleşme ağı! Denebilir ki “yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede bundan daha doğal ne olabilir?” Evet, yerinde ve güzel bir soru. Ancak bu yüzde doksan dokuzdan kopuk yüzde bir, bu gerçeği bir türlü kabullenmek istemiyor veya bunlara öyle davranmaları telkin ediliyor. Bunun başka izahı yok. Bütün eksikliklerimize ve yıpranmışlığımıza rağmen biz halkı Müslüman bir ülkeyiz ve yeri geldiğinde bunun gereğini bi hakkın yerine getireceğimizi dünya âlem bilir. Rahmetli Mehmet Akif'in dediği gibi: “Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? / Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum…” Bu şuuru kaybetmemek ve her daim zinde kalmak için ara sıra dönüp çektiğimiz sıkıntılara, 57
ruh olan şan sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.”
atlattığımız badirelere bir göz atmakta yarar görüyoruz. Cemaatle kılınan namazın fazileti, ehemmiyeti tartışmasızdır. Bu konuda pek çok tavsiye niteliğinde rivayet vardır. Toplu ibadet yapmanın manevi hazzı yanında farklı bereketleri de vardır. Birlikte hareket etme, teyakkuzda bulunma, aynı amaç etrafında birleşme, kenetlenme gibi kolektif bilincin oluşmasını da sağlar. Biz farkında olmasak da bu böyledir. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama veya sadece cenaze namazlarına katılanlar dahi bu etkileşim içerisine girerler. Daha da çemberi genişletecek olursak ezan ve salâ sesine aşina olan, muhabbet besleyenler de bu bereketten, feyizden nasiplerini alırlar. Sevinçte, kederde birlikte olma, aynı hissiyatı paylaşma, aynı gaye etrafında toplanma hali ve hissiyatı. Belki biz bunun farkında değilizdir ancak bu aidiyet duygusu bilincimizin bir yerlerinde saklı vaziyette durur. Çünkü biz hatırlamasak da doğar doğmaz kulağımıza ezan-ı Muhammediye okunmuştur bir kere. Sevdiğimiz birini kaybettiğimiz, kendimizi yapayalnız hissettiğimiz zaman salâ sesi yine bizim yanımızdadır. En sevinçli olduğumuz bayramın, cumanın, mübarek gün ve gecelerin gelişini salâlar vesilesiyle öğrenmişizdir. Belki bazı vecibelerimizi yerine getirememişizdir lakin bu “ilahi-uhrevi davete” aşinayızdır. Yabancı değilizdir. Ne büyük nimet! Yahya Kemal Beyatlı, “Ezansız Semtler” isimli yazısında bu durumu şöyle açıklar: “Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir sayı//52// kasım 58
Beyatlı, halkın çoğunluğunun öyle ya da böyle yukarıda da ifade edildiği gibi bir Müslüman kimliğine kavuştuğunu ancak batı tarzı hayat biçimini tercih eden bir kesimin bundan mahrum kaldığını da ekliyor ve şöyle diyor: “Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocuklarının milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor…” (Altınoluk Dergisi, Sayı: 328) Çocuk eğitiminin ana rahminden itibaren başladığını, helal anne sütü ile devam ettiğini bilmeyenler, anlamak istemeyenler onun kulağına okunan ezanın ne anlama geldiğini de anlayamazlar. Bunlar salânın insani, duygusal, faniliği hatırlatan, ebediyete hazırlayan, çok yönlü uyarıcı yönünü bir tarafa bırakıp, tam tersine bir takım psikolojik kaygı bozukluğu ve negatif etkisinden söz ederler. Çünkü pozitif bilimin sınırları bu kadardır. İnsanı et ve kemik yığınından oluşan bir robot olarak görüyorlar. Onun nazarında insan üretim bandındaki makine dişlisinden farksızdır. Varsa yoksa tüketmek. Tüketerek tükenmek! Bu sebeple günümüz insanı bunalımlar arasında bocalayıp durmuyor mu? Ezandan, salâdan, camiden ve cemaatten rahatsız olanlar bilmelidir ki bu ülkenin kaderi bir salâ ile değişmiştir. Birbirinden incelikli nice geleneğimiz, yüzlerce yıllık birikimimiz zihnimize kodlanmıştır. Bunlar üstü kül ile kaplanmış köze benzer. Farkında bile değilizdir. Ancak hafif bir üfleme ile kül uçar, ateş meydana çıkar ve bu ateşin önünde de hiçbir güç duramaz. Bu sebeple örfümüze, kültürümüze, değerlerimize, geleneğimize burun bükmek, tanınamazlıktan gelmek şöyle dursun, bunlara sıkı sıkıya bağlanmalıyız. Şu saatten sonra zaten başka çaremiz de kalmadı!..
ŞEHRE
ÂŞİNÂ OLMAK Demek ki, şehirlilik bilinci, biraz çaba gerektiriyor. Bursalıyım, İstanbulluyum, Ankaralıyım Harputluyum veya Sivaslıyım demek, meseleyi halletmiyor. Çarşısına, pazarına çıkacak, kutsal mekânlarını ve mabetlerini gezecek, tarihi şahsiyetlerini tanıyacak, folklorik ve kültürel mirasını idrak edeceksin…
Prof.Dr.Bilal KEMİKLİ* ent tarihi, kent kültürü ve kentlilik bilinci gibi kavramları, son yıllarda yerel yöneticilerden, bazı aydınlardan ve yazarlardan sıkça duyuyoruz. Hemen şunu söyleyeyim, bana kent kelimesi biraz soğuk geliyor. Bu yüzden hâlâ şehri tercih ediyorum ve bu kavramları, şehir tarihi, şehir kültürü ve şehirlilik bilinci şeklinde kullanıyorum. İster kent, ister şehir diyelim, ister büyük şehir, ister metropol diyelim, bu kelimelerin tarih, kültür ve bilinç kelimeleriyle birleşip kavramsal mahiyet kazanması önemlidir. Yaşadığımız şehrin tarihini, tarihi süreç içerisinde oluşan kültürü tanımak önemlidir; çünkü her şeyden önce bu çaba, yaşadığımız şehri içselleştirmemiz, onunla barışık olmamız, onu anlamamız ve anlamlandırmamızı sağlar. Şimdi bir kısım okuyucularım şöyle sorular sorabilir: Şehirle barışık olmak ne demektir? Yahut anlamak birinin duygularını ve düşüncelerini hissetmektir; şehri anlamak mümkün müdür? Yahut da şehri nasıl anlamlandıracağız? Bu sorulara burada cevap verecek değilim. Çünkü her bir soru bir yazı konusudur. Belki daha sonraki yazılarda fırsat buldukça bu sorular etrafında konuşmak mümkündür. Şu kadarını söylemek mümkün: Şehir de insana benzer. Mamafih tıpkı bir insan gibi onu kavramamızın mümkün olacağını düşünüyorum. Buradan yola çıkarak nasıl insanın şahsiyetinden söz ediyor isek, şehrin şahsiyetinden de söz edebiliriz. Hatta nasıl insanla sohbet ediyorsak, şehirle de, her gün gelip geçtiğimiz sokakla, uğradığımız parkla, pazar yeriyle ve belki semtimizin çarşısıyla sohbet etmemiz mümkündür. *T.C.Uludağ Üniversitesi
Şehirlilik bilinci, her şeyden önce içinde yaşanan şehri içselleştirmekle kazanılıyor. Belki bu bilinci, şehrin değerlerini ve şehri paylaştığımız insanları benimsemek açısından hemşehrilik olarak da nitelendirmek mümkündür. Hemşehrilik, aynı şehirden olmak, aynı damak zevkine, aynı estetik kaygıya ve aynı ağza sahip olmaktır. İnsanın kendisini bir şehre nispet etmesi, ben şu şehirdenim demesi, sadece bir iddia olmamalıdır. Şehirli olmak, şehrin türkülerini, ağıtlarını, masallarını, efsanevi ve tarihsel şahsiyetlerini, mitlerini, kutsal mekânlarını, deyimlerini, bilhassa bazı kelimeleri ifade şeklini, yemeklerini, sularını, dağlarını, bağ ve bahçelerini, düğünlerini, özel gün ve gecelerde kurulan derneklerini velhasıl o şehrin bariz kültürel özelliklerini bilmekten geçer. Demek ki, şehirlilik bilinci, biraz çaba gerektiriyor. Bursalıyım, İstanbulluyum, Ankaralıyım Harputluyum veya Sivaslıyım demek, meseleyi halletmiyor. Çarşısına, pazarına çıkacak, kutsal mekânlarını ve mabetlerini gezecek, tarihi şahsiyetlerini tanıyacak, folklorik ve kültürel mirasını idrak edeceksin… Şehri tanımak, insanı tanımak gibidir. Günümüzde, bir görüşte aşk gibi, bir görüşte insanı tanıdığını sanan pek çok kimseye rastlarsınız. Bu gibiler, “ben insan sarrafıyım” diyerek söze başlar yahut “sizi tanıyorum” der. Geçenlerde birisi bana bu cümleyi kullandı, “Ben sizi tanıyorum, sizi çok iyi tanıyorum” dedi. Doğrusu şaşırdım. “Nereden tanıyorsun beyefendi?” dedim, bir kahve içimi sohbet ettiğim bu kişiye, “Ben kırk küsur yıldır kendimi tanımak için çabalıyorum, bir türlü tanıyamadım da!” Muhatabım benim bir kitabımı okumuş, oradan tanıyormuş. Haklıydı. Biz sanıyoruz ki, yazar okuduğumuz kitaptan ibarettir. Yok öyle bir şey, bir kitabı okuyarak tanımak, belki o kitabın sınırları içerisindeki yazarı tanımaktır. Oysa bir insan olarak yazarı tanımak çok kolay değildir; şart da değil. Herkesi her yönüyle tanımak zorunda da değiliz. Ama “tanıyorum” demek, büyük bir iddia… Şehri tanımak da öyle; uzun ve meşakkatli, ama heyecan verici bir tanıma sürecidir şehri tanımak. Bursa tarihî bir şehirdir; mekânları, mabetleri, ulu çınarlarıyla tarihî olduğu kadar, yetiştirdiği âlimleri, devlet adamları, şairleri ve sanat adamlarıyla da tarihî. Tarihî şehirleri tanımak daha da zordur. Özel ilgilerin, özel desteklerin olması gerekiyor. Bursa göç alan bir şehirdir; sadece Yeşilçam filmlerinden aşina olduğumuz içgöçler değil, ta kuruluşundan beri Balkanlar’dan, Kafkasya’dan göç alan bir şehir. Her göç kafilesiyle birlikte yeni yeni şehirler, zevkler, tatlar ve kültürler de taşınır. Göç alan şehirleri tanımak daha da güçtür. Bu güçlüğü aşmak için ne yapabiliriz? Burada yerel yönetimlere ve il yönetimlerine büyük görevler düşüyor… Sokakların, mahallelerin tarihini yazmak, anlatmak ve öğretmek… Tarihî yapıları ve şahsiyetleri tanıtmak, onlar adına etkinlikler düzenlemek. Şehir içinde tarihi kültürel geziler düzenlemek… Pek çok şey yapılabilir. Hep birlikte, yaşadığımız şehri tanımaya ve oradan yola çıkarak yeni tanımlara ulaşmaya ihtiyacımız var. Şehir kimliği böyle oluşuyor. 59
KÜLTÜR ÜZERİNE Neydi kültür adamı, eski bir sahaf kasasında 1950’lerde Osmalıca el yazması birkaç dolu sahifeye denk gelmiştim. Kimin olduğunu hatırlamıyorum ama deniliyordu ki “Kültür adamı, yeni hayatı deşifre etmeyi bilendir”. İşte ta kendisi. Belki de bu sayfaları dolduran o eski toprağın kendi yazısındandır. Bilemiyorum.
Seyfullah ERKMEN
iz de eskiden gelen bir teamüle uyarak “Kültür bir bütündür, olduğu gibi alınır mı?” sorusuyla başlamış olalım. Ne dersiniz? Pekâlâ. Her aklı başında fert gibi elbette ki alınmaz dediğinizi duyar gibiyim, ya da diyeceğinizi. Nitekim Kültür eşittir Millî olan demektir. Bunu zorla insanlara dayatamazsınız. Bunu misallendirmek istedim de aklıma ülkemizde testin ilk uygulanacağı yahut yeni yeni yaygınlaşacağı zamanlardaki test tartışmalarından birinde geçen bahis geliverdi. Dünya Gazetesi, 18 Nisan 1954 Testler faydalı mıdır değil midir?” A. Rıza Yalt’ın makalesi. Fransız yazar Georges Duhamel o günlerde İstanbul ve Ankara’da verdiği konferanslarda “Kültürün ancak kitapla kurtarılacağını söylemesinin yanında radyo, televizyon ve testleri kültür vasıtası saymadığı görülmektedir. Georges bizim sözüm yabana mutlak batıcı aydınlarımızın gözünde gerici olması gerekir. Zira teknolojiden olan bu şeyleri kültür vasıtası saymıyor. Dolayısıyla teknolojiye karşı çıkıyor, dolayısıyla ilerlemeye mani, velhasıl gerici... Bereket versin bunu Georges kullandı da malzeme yapacakları bir münevverimiz kullanmadı. Yoksa birkaç satır önce sizin de saçma bulacağınız dolaylamayı derhal yafta ederlerdi. Eğer bu mütalaayı serdedecek olurlarsa hepimize komik geleceğini biliyorum, ancak dolaylı yoldan yaptıkları şey bazen bundan başkası olmuyor maalesef. Ee dolaylı olunca da cehalet bir kılıfa bürünüyor doğal olarak. Yani ince nokta şurası aslında; bilgisayarın geliştirilmesine karşı çıkmak gericilik olabilir, ancak bunun sosyal hayattan kopma derecesinde kullanılmasına karşı çıkmak ise tam aksinedir. Hemen belirtelim ki sözümüz bunu konuşmaktan bir yerlere varamayanlara, beceriksizliklerine Din ve dinî yaşayışı alet edenleredir. İleriyi konuşmaktan ilerlemeye vakit bulamayanlara. Bugün bile cehl-i meşhut işleyen ışıklı aydınlarımızdan Cemil Meriç ce bahsedemeden edemeyceğim. Cemil Meriç’in Bu Ülke’si. Doğu’yla Batı’nın, sağ ve solun az-öz konuşulduğu kitap. Cemil Meriç’in aslında iç Dünyası’nı yansıtan bu kitabı fazlasıyla okunasıdır. Benim Cemil Meriç denince aklıma ilk başta “Bizim aydınlarımız din düşmanı değil, İslam düşmanıdır” sözü geliyor. Takdir edersiniz ki nadirdir taşı gediğine bu derece koymuş bir cümle kurmak. Bu söz Din düşmanı olarak meşhur olup sadece İslam’a
sayı//52// kasım 60
saldıranları deşifre eden bir kültür adamını meydana getiriyor aynı zamanda. Neydi kültür adamı, eski bir sahaf kasasında 1950’lerde Osmalıca el yazması birkaç dolu sahifeye denk gelmiştim. Kimin olduğunu hatırlamıyorum ama deniliyordu ki “Kültür adamı, yeni hayatı deşifre etmeyi bilendir”. İşte ta kendisi. Belki de bu sayfaları dolduran o eski toprağın kendi yazısındandır. Bilemiyorum. Tabi Cemil Meriç denince akla bu cümle gelir de bu cümle söylenince akla kimse gelmez mi? Elbette ki gelir. Hem de onlarca. Belki yüzlerce. Aziz Nesin geliyor mesela diyeceğim ama pek geliyor da denmez. Yani geliyor da pek samimi gelmiyor. Neden mi? Aziz Nesin’i hepimiz tanırız. Tanırız tanırız da yakın zamana kadar kendisinin de Osmanlıca yazdığını pek azımız biliriz. Daha açığı ömrünün sonuna kadar gerici bildiği kesimin alfabesini bırakamamıştı. Burda aklımıza iki soru geliyor. Ya Nesin kendi bütünleşemediği milletine reva gördüğü %60’lık aptal kesimine kendisi de dahildi ki bir türlü Latinceyle iktifa edemeyip Arabî harflere müracaat ediyordu. Yahut gericilik diye bildiği kesimi zahirde hor görürken alfabesine muhabbet beslemek gibi bir iki yüzlülük içersindeydi. Yaşıyor olsaydı sorardık. Yahut başka bir çıkar yol bulalım da kendisini Cemil Meriç merhum şu sözleriyle kurtarmış olsun; “Avrupalı dostları acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına: “Hayır delikanlı” diye fısıldadırlar, “Sen bir az-gelişmişin”. Az gelişmiş. (Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay. 54. Baskı 2017, İstanbul, s.98) Geçmişe hürmet etmek teknolojiye karşı çıkmak demek değildir. Eğer böyle olsa idi belki “Gerici” kavramı muhtevasını işaret etmiş olacaktı. Nitekim devrime giyim kuşamla başlamayıp da her türlü ilim dalında Dünya devi olmanın çarelerini arasaydık bir başka olacaktı. En büyük misalini Japonya her anlamak istemeyenin gözlerinin içerisine sokarak ifade etmekte. Şimdi bile bırakamadıkları kültürel giyimleri olan “Kimono” 8. Yüzyıl’dan başlayarak bugüne kadar Japonya’nın kültürel giysisi olmayı yitirmemiştir. Hiç de öyle Hollywood model bir giyimi andırmamakla bugün teknolojide dudak uçuklatan seviyelerdedir ora insanları. Bu sözlerimizden mutlak geçmiş elbiseleri giymek çıkmaz lakin geçmişe hürmet ederek bu doğrultuda teknoloji çağını benimseyebilmenin kabil olduğunu söylemekteyiz. Aslında karanlık aydınlarımızın obje olarak kullanmayarak az
tefekkür, yanlış oldu düşün diyecektik. Az düşün ile bakacak olsalar Merhum Meric’in haklı görecekleri şu sözleri bunları ifade ediyor; “Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. VI. Murat’a Süleyman devrine dön! Diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini iki ezeli hakikatin ışığında yazar: Klise ve krallık. Dostyevski maziye aşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostyevski gerici!” demektedir. (Cemil Meriç, a.g.e, s.82) Gelelim kültür nedir sorusunun 1940 senelerde Kültür ve Medeniyet (Ulus, 25 Haz. 1943, Kültür ve Medeniyet, Dr. H. Fikret Kanad) başlığıyla çıkan makaleyle cevabına. Bu makalede kültürün ve medeniyet kavramlarının kimilerince ayrı ayrı, kimilerince ise aynı kategoride değerlendirildiğini görmekteyiz. Mesela Rousseau’nun Dijon Akademisinin bir sualine cevap verirken ilimlerin ve güzel sanatların tümüne kültür dendiğini söylemekle beraber, kültürün yükselmesiyle ahlakın aşağılandığını öne sürmektedir. Burada bizdeki kültür anlayışıyla tezat oluşturan bir tez savunulmuş olsa gerek. “Kültür yükseldikçe ahlakın düşmesi”. Kültür zaten hars demektir ve milli olandır. Dolayısıyla kültürün yükselmesiyle ahlakın düşmüş olması ora insanlarının milli değerleriyle alakalıdır. Tıpkı değerli mütefekkirimiz Ali Fuat Başgil’in Avrupada’ki Engizisyon ve Kilise sultasını baz alarak dinleri topyekün reddeden Batılı düşünürleri eleştirdiği şu yazısında olduğu gibi; “… Hiçbir ilmi ve tarihi esasa dayanmayan ve sırf onsekizinci asrın politika mücadelelerinde hem mutlakıyet rejimi, hem de kiliseyi devirmek için, iki ağızlı bir balta gibi kullanılmış olan bu telakki (dine karşıtlık) ve isnatlar, maalesef zamanımızın bazı cahil ve inatçı insanları muhitine kadar süre gelmiştir! Bugün bile bazı yarıaydın ve yapmacık mütefekkirler tarafından bu fikirlerin ciddiye alınıp, müdafaa edildiği görülmektedir. Hülasa Dinlerin iflas edip tarihe karışacağını zannedenler, tıpkı kendi hayallerini hakikat sanan çocuklar gibi yanılmışlardır… Hayır. Din iflas etmedi, ilim bugün aczini anladı. İnkar ise, mücerret bir cehalettir. Ancak cahillerdir ki, inkara cesaret bulur!”(A. Fuat Başgil, Din ve Laiklik eserinden naklen, Türkiye’de Din Özgürlüğü, Mehmet Emin Gerger, Cemre Yayınları, Haziran 1995, s.15) Eğer Kültür ahlaki değerlere önem veriyor ise ki bizde İslam 61
bunun en büyük mihrakıdır, bu yükseldiği takdirde ahlakında bununla beraber yükselmesi gayet tabiidir. Aynı zamanda eğer kültür yani milli telakki ahlaktan yoksun ve bilakis bunu törpülüyor ise dolayısıyla aşağılanmış oluyordur. Yazımıza devam edecek olursak mesela Alman Filozofu Herder “medeniyet” ve “kültür” kavramlarının aynı manayı ifade ettiğini savunduğu halde W. V. Humboldt kültür kavramını medeniyet kavramının içine almış ve medeniyeti “milletlerin zahiri müesseselerinde ve adetlerinde ve bunlarla ilgili olarak derin inançlarında insanileşmesi, kültür ise içtimai (toplumsal) vaziyetin bu asilleşmeye ilim ve güzel sanatları ilave etmektir” demektedir. Yani Humboldt demesinden yola çıkılırsa eğer ki inancın kendisi insanileşmeyi öğütlemekle, İslam inancının kendisi başlı başına bir medeniyet simgesi halindedir. Kaldı ki bununla da kalmamış Osmanlı İslam’ın mihraktarlığını üstlenerek bunu 6 asır gibi bir süre içerisinde bunu yapabildi en güzel şekilde gerçekleştirmeye azmetmiş ve büyük ölçüde de muvaffak olmuştur. Farklı görüşlerde konuyu ele alan yazar (Dr. H. Fikret Kanad) bu uzunca makalesinde arada şu analizi yapmaktadır; “Görülüyor ki yukarıda Humboldt’un müdafaa ettiği ayrılık şekilleri birçok tarihçiler ve sosyologlar tarafından kabul edilmiş gibidir. Bugün (1943) kültürün çok vakit P. Barth’ın dediği gibi “insanların tabiat kuvvetlerine ve tabiat unsularına hakim olması ve medeniyetin de insanların kendilerine, yani süfli ve ibtidai temayüllerine hakim olması” manası anlaşılmaktadır.” Devam ediyor yazar “Almanya’da “garbin (batının) batması” isimli eseriyle şöhret bulan O. Spengeler, bazı zati ve hususi görüşlerine rağmen İngilterede’ki telakkiye uygun olarak kültür ve medeniyeti birbirinden ayırmaktadır. Ona göre, içten yükselme bir milletin kültürünü teşkil eder. Buna mukabil harici hayat kıymetlerinin şekil alması, teknik iktidar, dünya ticareti ve fütuhat politikası gibi vaziyetler bir milletin medeniyetini teşkil eder. Spengler’e göre milletlerin yükselmeleri kültürlü olduklarına ve batmaları da medeniyet devrine girdiklerine alamettir. Bu ters telakki Amerika’da sosyolog Gidding tarafından hayli tadil edilmiştir. Ona göre medeniyet “cemiyetin unsurlarını muayyen (belirli) içtimai (toplumsal) gayelere göre organize eder. O halde medeniyet, yukarıda izah ettiğimiz gibi, iç âleme teveccüh ederek insanların iptidai ve süfli temayüllerine hâkim sayı//52// kasım 62
olması manasına gelmektedir. Filhakika bir cemiyetin uzuvları, muayyen içtimai gayelere uymak için mutlaka süfli ve iptidai temayüllerini kendi iradeleriyle yenmek zorundadırlar. Başka türlü herhangi bir insan yığınını içtimaileştirmek mümkün olamaz!” İşte burada bir duralım. “Filhakika bir cemiyetin uzuvları, muayyen içtimai gayelere uymak için mutlaka süfli ve iptidai temayüllerini kendi iradeleriyle yenmek zorundadırlar. Başka türlü herhangi bir insan yığınını içtimaileştirmek mümkün olamaz!” Bu ülke insanlarına sanayileşmeyi, kalkınmayı ve bilime ehemmiyet göstermeyi öğretmek yerine onlara farklı toplumların kültürlerini dayatmak zoraki garplı yaşam tarzına yaka-paça zorbaca itmeye çalışmak ahmakça bir metot olduğu aşikâr ortadadır. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız hal tekrar ettikçe Batı karşısında kendilerini bir aşağılık duygusuyla besleyenler hiçbir ilerleme katedemedikçe zira bu tür beceri kabızı olanlar sanki bir icada imza atacakmış da elinden tutan varmış gibi “hep bunun yüzünden şuraya gidemedik, buraya ulaşamadık” gibi boş lakırtılar sarfetmeye devam ederek milleti ayrıştıramasalar bile kendilerini milletten ayrıştırmaktadırlar. Ziya Gökalp de Kültür makalelerinde bu mevzuyla ilgili şunları söylemektedir; “Bir cemiyetin bütün fertlerini birbirine bağlayan, yani aralarında tesanüt husule getiren müesseseler, harsî (kültürel) müesseselerdir. Bu müesseselerin tamamı o milletin harsını teşkil eder.” “Bir millete, münteşir (yayılmış) terbiye tarikiyle (yoluyla) cemiyetten fertlere geçen ruhiyetlerin tamamına hars (kültür) namı verilir.” “Hars, bir milletteki bütün nazari içtihatların ve hissi intibaların tamamıdır.” Medeniyete gelince Gökalp bu konuda Batı medeniyeti taraftarı olmakla beraber bu mevzu hakkındaki mütalaası şöyledir: “medeniyet bütün milletler arasında müşterek olması lazım gelen müsbet ilimlerle fenni ameliyelerin mecmuudur (toplanmış halidir).” (Ulus, 25 Haz. 1943. Ayrıca Bkz: Beşocak, 5 Ocak 1948) Her düşünürümüz, mütefekkirimiz ya da aydınımız İslam’ın müspet, fenni ilimlere mani olmadığı idrakine varmış olsaydı belki de Mehmet Akif gibi Medeniyeti İslam’ın kendisinde bulmuş olacaktı. Nitekim Mehmet Akif Ersoy’un bir dönem ülkeye girişi yasaklanan eseri Safahat’ında “Süleymaniye Kürsüsünde” medeniyeti yine İslam’da bilmekte ve kaybolmuş ahlakı yine onda aramaktadır.
İNSAN VE MEKÂN
İnsanın mekânı süslemesi ve yaşadığı yerleri derin bir estetik kaygısı duyarak güzelleştirmesi içindeki cennet özleminin bu dünyadaki bir yansımasıdır. Mehmet BAŞ
İnsan kendine dönen bir ok gibi mekânın yayında gerilerek zamanın kalbine doğru atılır. Haktan gelip yine Hakka dönecek olanların kendini bir mekâna sabitlemesi yolculuğun doğasına aykırıdır. Hammaddesi hava su toprak ve ateş olan canlıların varoluş serüveninde toplanış kadar dağılışta belli bir ahengin içinde gerçekleşir. Bu noktada ölüm esasında bir yok oluş değil sadece bir mekân değişikliğidir. Fakat bu mekân değişikliği içinde gurbet ve sıla kavramlarını barındırdığı için kişileri derin üzüntülere sevk eder. Esasında bu sıla ve gurbet kavramları varlığın ve yokluğun birbiriyle kesiştiği noktada tek bir kavram haline dönüşerek “Onun vechinden başka her şey helâktedir, hüküm onun ve nihayet döndürülüp ona götürüleceksiniz” ayeti ile yeniden inşa edilir. Aynı anda birden çok mekânda olmak ise farklı evrenlerde olmayı gerektirir. Topraktan bir binanın içine giren insan ruhunun semavi ülkelerin heyecanına kapılması yadırganamaz. Bir insanın bedenen bulunduğu yer ile aklen bulunduğu yerin çoğu zaman çeliştiği görülmektedir. İnsan uykudayken, ruhun kısmen özgürlüğe kanatlanıp rüyalar âlemine açılması tecrübe ile sabittir. İnsanın ruhsal anlamda maddi kayıtları azaldıkça mekânla olan bağları asgariye iner. Bu durumda insan tensel dünyanın eteklerinden ruhsal dünyanın zirvelerine doğru kanatlanabilir. Burada önündeki en büyük engel yine insanın kendisidir.
wn kökünden gelmekte olan makân "yer, pozisyon, uzam, uzay, varoluş” anlamlarına içinde barındırır. Lâmekân ise mekânsızlık anlamına gelmektedir. İnsanın yeryüzü macerası bir zaman çizgisi içinde bir mekân dâhilinde gerçekleşmektedir. Âlem-i ervahtan dünyaya gelen ruhlar anne karnında belli bir süre durduktan sonra doğarak rızıkları bitene kadar dünyada kalırlar. Bu yolculuk ezel bezminde takdir edilmiştir ve daireseldir. En son noktada insan tekrar başladığı yere döner. Bu döngünün sonradan bir rüyayı andırması ise gerçekliğin esnekliği olarak algılanabilir. Bu algı hakikatin mihengi ile gerçekliğin mihenginin aynı olmamasından doğar. Gerçeklikte zaman ve mekân kaydı varken hakikat kayıtlardan azadedir. Bu noktada insanın gördüğü en büyük serap ve halüsilasyon bizatihi bu dünyanın kendisidir.
Mutasavvıfların çoğu mekân olarak bedeni ve yaşadığımız bu âlemi esas olan âlemin bir gölgesi olarak görürler. Bu mekân esasında bir sürgün yeri olup insanın bedeni ruhun bir kafesidir. Dünya ise bütün bu döngünün içinde geçici bir konak yeri, gelip geçici bir menzildir. İnsanın kalbini bir mengene gibi sıkan duyguların kaynağı insanın bu mekâna ait olmamasından kaynaklanmaktadır. İnsanın mekânı süslemesi ve yaşadığı yerleri derin bir estetik kaygısı duyarak güzelleştirmesi içindeki cennet özleminin bu dünyadaki bir yansımasıdır. Tüm bu gayretler, ana vatanı ve sürgün yeri olan cennetin izlerini dünyaya taşımak içindir. Esasında bütün mekânlar birer emanettir ve zamanı gelince herkesin elinden çıkıp gidecektir. Gelişen teknoloji ile şimdi herkes istediği adresi saniyeler içinde bularak birbirlerine konum atmaktadır. Bu konumlar evlerin ve sokakların konumu olup ruhun konumuna erişmekten uzaktır. Mekânları asıl olan konuma eriştirecek olan karşılıksız bir sevgi ve derin bir saygı olacaktır. Selamın ve iyi niyetin gölgesinde cehennem zakkumları birer cennet tubasına dönüşebilir. 63
rta Asya’dan Avrupa’ya uzanan büyük Türk göçü ile birlikte Türk Kültürü de Anadolu’ya yerleşti. Kardeş Türk Cumhuriyetlerin gerek göçebe kültürüne dair yurtlar, gerekse o kültürlere ait Etnografik objeler Topkapı’da "Türk Dünyası evlerinde sergileniyor. Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, KKTC, RF.Tataristan ve RF. Başkortostan’dan oluşan 8 ev ,2 yurt ve bir de Türk Dünyasının manevi dinamiklerinin başında gelen Türkistanlı büyük mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevi otağ müzesi bulunmaktadır.
“TÜRK DÜNYASI” TOPKAPI’DA SİZİ BEKLİYOR…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Topkapı'da kurduğu "Türk Dünyası Kültür Mahallesi" Türk Dünyasının İstanbul’daki buluşma noktası oldu. Salih DOĞAN*
İstanbul'da 1994 yılında Sn. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı döneminde başlayan büyük dönüşümlerden birisi de Topkapı Otogarının taşınması ile tarihi yarımada içerisinde kurulan en büyük kültür parklardan birisi ortaya çıktı.360 binm2 bir büyüklüğe sahip bu alanın Anadolu otogarı kısmında 2005-2009 yılları arasında savaşın yaşandığı surların önünde İstanbul’un Fethini anlatan muhteşem bir müze “Panorama 1453 Tarih Müzesi” inşa edildi. Buna paralel olarak 20082009 yılları arasında parkın üst kısmında (Trakya otogarı) ise İBB Kültür AŞ tarafından Topkapı Türk Dünyası Etnografik Müze Evler kardeş Türk Cumhuriyetlerinin İstanbul’da bulunan başkonsoloslukları ile birlikte Topkapı Türk Dünyası Kültür Mahallesi projesini gerçekleştirdik. İBB Kültür AŞ Yerleşkesi içerinde bulunan “Topkapı Türk Dünyası’na girdiğinizde sizi dünya Türk’lerinin ortak mirası kabul edilen Türk tarihinin en eski yazılı belgeleri olan Orhun yazıtları karşılıyor. Runik harflerin kullanıldığı taş tabletlerde o çağlardan günümüze Bilge Kağan, Kültigin ve Vezir Tonyukuk ne söylüyor ? Türk kelimesinin geçtiği ilk belge, her taşın üstünde binlerce yıllık nasihatler kazılmış bengü taşlar üzerine. Orijinali ile yaklaşık boyutlardaki bu maketler sizi modern bu şehrin orta yerinden alıp Moğolistan’a kadar götürüyor.
*İBB Panaroma 1453 Müze Müdürü
sayı//52// kasım 64
Türklerin Avrupa’ya girdiği kapının önünde şehrin tarihi mekanlarından Topkapı'da kurulan "Türk Dünyası Kültür Mahallesi" ziyaretçilerine, Mahalledeki "Türk Dünyası Evlerinde, kardeş cumhuriyetlerin kültürel
miras objelerini özenle sergiliyor ve tanıtımını yapıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin İstanbulluları ve Türk dünyasını buluşturduğu bu mekanda, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Tataristan ve Başkurtistan'ı temsil eden birer "Müze Evi" bulunuyor. Mahallede Türklerin göçebe kültürünün vazgeçilmezi olan Kırgızların bozüy, Kazakların kiyiz ve bizim de çadır yada Türk dünyasında ki yaygın adıyla "YURD" dediğimiz biri Kırgızlara ait olan ve Kırgızistan Meclisinin bu müzeye armağanı olan Issık göl şehrindeki ustaların elinden çıkmış 6 kanat keçeden yapılmış kök boya kullanılmış ahşap çubuklar işkenceyle söğüt ağacından yapılmış,Türk motifleri ve Türk renkleriyle bezenmiş zeminde Narın bölgesinde yapılmış “Şırdak” bulunan ziyaretçileri bulundukları yerden alıp Tanrı dağları eteklerine götüren bir çadır. İkinci çadırımız ise Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev'in, Başbakanlığı döneminde Recep Tayyip Erdoğan'a hediye ettiği Kazakların Kiygiz üy dediği 10 kanat yine aynı özelliklerde tipik Kazak Türk çadırı bu mahallede sergileniyor. YURD'lar ve içlerindeki otantik dekor ziyaretçileri adeta büyülüyor binlerce yıllık bir hikayenin içine taşıyor gibi… Türk Dünyasının İstanbul’da nabzının ortak attığı bu mahalle , Türk dünyasında her yıl özenle kutlanan büyük bahar bayramı "Nevruz “ve daha ziyade Tatar ve Başkortların kutladığı “Sabuntuy" bayramlara ev sahipliği yapıyor .Kardeş Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlık günleri ,milli bayramları, festivalleri ve özel
günleri yine bu alanda devlet büyüklerinin katılımları ile kutlanmaktadır. Kültür Evlerinde, Türk Cumhuriyetlerine özgü ev eşyaları, günlük hayatta ve özel günlerde kullanılan giysiler, takılar, müzik aletleri, oyuncaklar, halılar, kilimler, mutfak eşyaları, av ve tarihi savaş malzemeleri sergileniyor. Kültür Evleri'ndeki televizyonlarda ise Türk cumhuriyetlerine dair kültürel yaşamın tarihi ve turizmi. Esas alan belgeseller videolar gösteriliyor. Üçüncü Yurd olarak “Hoca Ahmed Yesivi Otağ Müze”diye adlandırdığımız 2016 Yılı Unesco tarafından Hoca Ahmed Yesevi yılı ilan edilmesi vesilesiyle Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi ile ortaklaşa gerçekleştirilen Hoca Ahmed Yesevi’nin hayatını anlatan onun yaşamında sembolleşmiş temaların işlendiği dönemine dair replikalar ve yaşam alanları, çalışmalarının canlandırıldığı, ünlü eseri Divan-ı Hikmettin tanıtıldığı bir otağ müze oluşturuldu ve ziyaretçilerin en çok zaman geçirdikleri mekanlardan birisi oldu. Her ülke için sembolleşmiş bir yapının maketi projesi kapsamında Kırgızistan için Yusuf Hashacip ‘in şehri Balasagun da bulunan Karahan’lılardan kalan Burana Minaresinin maketi, Azerbaycan için meşhur Bakü eski şehirdeki Gız Galası ve Kazakistan için Büyük mutasavvıf Hoca Ahmed Yesevinin Türkistan’daki türbesi maketi yapılmış olup proje Özbekistan ve Türkmenistan’a dair eserlerin maketlerinin yapımı ile devam etmektedir. 65
ETNOGRAFİK MÜZE EVLER
Azerbaycan Evi Azerbaycan, bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılından itibaren, yaşadığı birçok soruna rağmen ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kendisini hızla geliştiren Türk devletlerinden biridir. Kazakistan Evi En büyük Türk halklarından olan Kazaklar, aynı zamanda oldukça eski bir geçmişe ve kültür mirasına sahiptir. Bu zenginliklerin paylaşılıp, geldiğimiz kültürün anlaşılması amacına hizmet eden Kazakistan Kültür Evi, bu yelpazeyi mümkün olduğunca aralamaya çalışıyor. Özbekistan Evi Orta Asya’nın zengin ilim ve medeniyet merkezlerinden olan Semerkand, Buhara ve Hive gibi şehirlere ev sahipliği yapan Özbekistan, özellikle ortaçağa ait mimari eserleriyle şehirlerinin eşsiz tarihine tanıklık ediyor. Kırgızistan Evi Kırgızistan, dünya edebiyatına mal olmuş milli destanlarının yanı sıra, yetiştirdiği Cengiz Aytmatov gibi çağdaş yazarlarıyla Orta Asya topraklarından dünyaya seslenen bir Türk devletidir. Türk Dünyası Kırgız topraklarından dünyaya seslenen bir Türk devletidir. Türkmenistan Evi Dede Korkut, Karacaoğlan, Sultan Sencer, Oğuz Han ve Mahdumkulu Piragi gibi Türkmen topraklarında yetişmiş ya da yolu buradan geçmiş büyüklerin yükselttikleri, Kül Tigin Yazıtları, Orhunsayı//52// kasım 66
Yenisey Yazıtlarından kaynaklanan Türkmen halk kültürü ve edebiyatının seçkin örnekleri ve tarihi serüvenleri Türk Dünyası Türkmenistan Kültür Evi’nde geçmişe tutulan bir ayna olarak karşımıza çıkmaktadır. KKTC Kültür Evi Çok partili parlamenter demokrasi ile yönetilmekte olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulmuştur. Türkiye ile yakın coğrafi ve insani bağları olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, ticaret yollarının kesiştiği Akdeniz’deki üçüncü büyük ada olan Kıbrıs’ın kuzeyinde yer almaktadır. Yüzölçümü 324,168 km2 olan KKTC’nin komşuları Türkiye, Suriye, Mısır, İsrail, Lübnan ve Güney Kıbrıs’tır. RF Tataristan Evi Kazan’ın bin yıllık geçmişiyle başkentlik ettiği R.F. Tataristan Cumhuriyeti, tarih boyunca Sibir, Kırım, Altın Orda, Rus etkisinde kalmış bir coğrafyada kurulması dolayısıyla ilginç mimari eserleriyle akıllarda yer etmiştir. Tatar Evi’nin girişinde yer alan bu eserlere ait görseller, mimari yelpazenin genişliği hakkında fikir vermektedir. RF Başkortostan Evi En kaliteli bal çeşitlerini üreten Türk soyu olan Başkortların ismi ‘ana’ anlamına gelen ‘baş’ ve ‘arı’ anlamına gelen ‘bal’ kelimesinin birleşmesiyle ‘başkırt’ kelimesinden türemiştir. R.F. Başkortostan Cumhuriyeti, diğer Türk halklarından ayrılan bu özelliğine R.F. Başkortostan Evi’nde sergilenen farklı bal çeşitleriyle de şahit olmak mümkündür. Turkuaz Hediyelik Gezip gördüğünüz birbirinden güzel eşyalara sahip olmak isterseniz kolayı var. Sergilenen eşyaların önemli bir kısmı
"Hediyelik Eşya Evi"nde satılıyor. Kâr amacı güdülmeden satılan birbirinden ilginç hediyelik eşyaların tümü Türk cumhuriyetlerinden getiriliyor.
aralıkları ile Dombıra, kopuz, bağlama gibi otantik enstrümanlarla Türk Dünyasının bilinen sanatçıları tarafından resitalleri verilmektedir.
MÜZE AKTİVİTELERİ
İstanbul’un her bölgesinden önceden yapılan rezervasyonlarla gelen okul grupları Türk Dünyası Kültür Mahallesi de atölye dersleri yapıyor Türk Geleneklerini tanıyor ortak tarih kültür birlikteliğimizin sembolü olan kültürel miras eserlerini kullanım alanlarını ve ritüellerini öğreniyorlar.
-Anma Programları Türk Dünyasını aydınlatanlar programı kapsamında Kardeş Cumhuriyetlerin İstanbul Başkonsolosluklarıyla yapılan etkinliklerde Cengiz Aytmatov, Zeki Velidi Togan ,Hoca Ahmet Yesevi, Abay , Nursultan Nazarbayev, Turgut Özal , Mahdum Kulu, Elishan Batur, Abdullah Tukay, Sadri Maksudi Arsal, Şehriyar, Bahtiyar Vahapzade, Uluğ Bey ,Servet Somuncuoğlu gibi Türk Dünyasında önemli öncü şahsiyetler için Türk Cumhuriyetlerinden gelen sahasında uzman akademisyenlerin katılımı ile gerçekleştirilmektedir. •Sergiler Türk Dünyası sanatçılarına ait Resim Sergileri, Tematik Türk Kültürü ve Fotoğraf Sergileri yapılmaktadır. •Gösteriler Türk Dünyası alanı içerisinde Türk Cumhuriyetlerinden gelen sanatçı grupları ,ve İstanbul’da bulunan Türk Dünyası STK’larının yapmış oldukları çeşitli gün ve gecelerde etnik oyunlar ,dansları geleneksel kıyafetlerle gerçekleştirmektedirler. KAZAK ÇADIRINDA DOMBIRA RESİTALLERİ
Bu Kazak çadırı (YURD) Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev tarafından, Başbakan Tayyip Erdoğan'a hediye edilmiş. Şimdi Türk Dünyası Mahallesi'nde sergileniyor… Bu Kazak çadırında ,belli zaman
OKULLAR DÜZENLİ GEZİLER YAPIYORLAR
TÜRK MUTFAĞI ZİNNET RESTORAN
Yılın her günü yerli ve yabancı misafirler tarafından ücretsiz olarak gezilen bu mekanda ziyaretçiler, Orta Asya'dan Türkiye'ye gelen kebabın Şaşlık başta olmak üzere birçok türünün, geleneksel yöntemlerle elle yapılan makarna örneğinin de içlerinde bulunduğu Lagmen, Türkistan pilavı, buharda Özbek mantısı, Samsa böreği, Çüçüre çorbası, Göşnan gibi yüzlerce yemek çeşidini mahalledeki restoranda tatma imkanı bulacaksınız. HAFIZA MEKANI TOPKAPI
İstanbul’un orta yerinde modern şehrin stresinden uzaklaşmak ve farklı bir gün yaşamak üzere sizleri Topkapı Türk Dünyası Etnografik Müze Evlere davet ediyoruz. Binlerce yıllık geçmişe açılan bir kapıdan girip geçmişe bir yolculuk yapabilirsiniz .. Otobus, Tramway, Metro ve Metrobüse yürüme mesafesinde olan İstanbul’un bu hafıza mekanına Topkapı’ya basitçe ulaşmanız mümkün…Tüm vatandaşlarımızı tarihin yazıldığı Topkapı’ya bekliyoruz ! 67
RUHUN, GÖNLÜN VE AKLIN
DİNGİNLEŞTİĞİ MEKÂN
TARAKLI Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önce, Ertuğrul Gazi zamanında, Osman Bey’in komutanı Samsa Çavuş, Sakarya vadisinde yer alan Sorkun, Yenice Tarakçı (Taraklı) ve Göynük taraflarına akınlar düzenlemiş, 1289 ile 1293 yılları arasında ihtilaf olmakla birlikte, Taraklı’yı Osmanlı Beyliği topraklarına katmıştır.
Mehmet MAZAK
uhun kabına sığmadığı zamanlar vardır. Gönlün durulmadığı, azgın bir kısrak misali insan bedenini savurduğu anlar vardır. Aklın Afrika gibi sıcak, Antarktika gibi soğuk anlarını hissettiğin karmakarışık duyguların Everest Tepesine tırmandığı zamanlar vardır. Şehrin ışık kirliliğinden, gürültü desibelinden, insan kalabalığından kurtulmak ve özgürleşmek istediği zamanlar vardır. Ruh derinliğine, Gönül iklimine, Akıl süzgecine ihtiyacı olan insanların sığınmak istediği limanlar vardır yeryüzünde. Bu tarife uyan mekân ve şehir ilişkisi üzerinden bir arayışa gittiğimizde karşımıza çıkacak şehir sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek düzeydedir. İşte tozu tarih kokan, dağlarında beyaz duvak gibi tuğ olan, deresi Yenisey ve İrtiş gibi çağlayan, kalesi Kafkas Dağları gibi mağrur ve özgürlüğe açılan Taraklı gelir benim aklıma. Taraklı denince; Ruhun, Gönlün ve Aklın dinginleştiği topraklar gelir aklıma. Taraklı bir medeniyet havzası, Osmanlı kokusunu doya doya içerinize çekebileceğiniz bir şehir. Şeyh Edebali’nin tohum saçtığı, Osman Gazi’nin fideler diktiği topraklardır Taraklı. Tarihi ipek Yolu üzerinde bir durak, Hıdırlık Tepesinden seyrine doyum olmayan bir yağlıboya veya suluboya sanat eseri gibi karşınızda duran bir mekân Taraklı. Şeyh Edabali’nin evinde Osman Gazi’nin rüyasındaki çınar ağacını Taraklı’da Yusufbey Mahallesinde gördüğünüz çınara benzetecek ve Osmanlı’nın köklü geçmişine bu şehirde yolculuk yapacaksınız. Taraklı, İpekyolu üzerinde Göynük ve Mudurnu ile birlikte her zaman sakin ve dingin yolcularını bekleyen bir kervansaray gibi bizleri bekler durur asırlardır. Taraklı şehrin keşmekeşi ve gürültüsünden kurtulabileceğiniz bir mekân olduğu gibi şehrin vücudunuza sindirdiği maddi ve manevi kirlerden de arına bileceğiniz bir mekândır benim için. Şimdi burada insanı arındıran, tarihe yolculuk yaptıran Taraklı’nın geçmişine, mazisine bir yol alalım birlikte. Antik çağlarda Dablais, Doris, Deblis ve Dablai isimleri ile bilinen Taraklı’nın, Hellenestik dönemde “Bytinia” adını alan bölge içinde olduğu bilinmektedir. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bahsettiği üzere, ilçe halkının çoğu şimşir kaşık ve tarak yapımı ile meşguldür. Bu nedenle ilçenin “Yenice Tarakçı” olarak anıldığı belirtilmektedir. Bu isim zamanla halk dilinde “Taraklı” olarak değiştiği düşünülmektedir.
sayı//52// kasım 68
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önce, Ertuğrul Gazi zamanında, Osman Bey’in komutanı Samsa Çavuş, Sakarya vadisinde yer alan Sorkun, Yenice Tarakçı (Taraklı) ve Göynük taraflarına akınlar düzenlemiş, 1289 ile 1293 yılları arasında ihtilaf olmakla birlikte, Taraklı’yı Osmanlı Beyliği topraklarına katmıştır. Fas asıllı ünlü Arap seyyahı İbni Batuta (13041368), 1333 yılında Bursa, İznik, Mekece üzerinden Sakarya vadisini ulaşarak, Geyve ve Taraklı’dan geçmiş ve bu kasabaya “Yenice” diyerek, gördüklerini eserinde şöyle aktarmıştır; “Burası şirin ve büyücek bir kasabadır. Orada yine bir Ahi tekkesi aradık. Yolda gezginci dervişlerle karşılaştık. Ona, bu Ahi tekkesi midir diye sorunca, evet cevabını almış ve Arapça bilen biriyle karşılamaktan ötürü sevinç duymuştum. Ancak, mevzuu biraz karıştırınca dervişin Arap dilinden sadece evet kelimesini bildiği ortaya çıkmıştı. Zaviyeye indiğimiz zaman Ahi orada bulunmadığı için, hizmetimizi bir öğrenci gördü ve bize yemek çıkarttı. Onunla ahbaplığı ilerlettik. Bizim dilimimizi bilmemekle beraber elinden gelen misafirperverliği gösterdi. Belde naibi ile konuşarak, onun sipahilerinden birini bize koşmasını sağladı. Bu suretle hep birlikte Göynük’e doğru yöneldik.” Diyerek 1333 yıllarında Türk yurdu olan bu belde hakkında bizlere malumat vermiştir. Ünlü Türk Seyyahımız Evliya Çelebi seyahatnamesinde Taraklı’dan şöyle bahseder; "Osman Gazi’nin fethi olan Taraklı, Bursa Tekfuru tarafından yaptırılmıştır. 150 akçeli kazadır. Halen kalesi virandır ama bağlı, bahçeli, 500’e yakın mamur evi, üzeri tahta ve kiremitlerle örtülü şirin bir kasabadır. 11 camii ve 7 mahallesi vardır. Çarşı içindeki camii (Yunuspaşa Camii) çok güzeldir. Bir hamamı, beş hanı, altı mahalle mektebi ve 200 dükkânı vardır. Hemen herkes, kaşık ve tarak yaptığından, bu şehre ‘Taraklı’ derler. Dağlar safi şimşir ağacı kaplı olduğundan halkı bunları işleyip Arap ve Acem’e gönderirler. Suyu ve havası çok güzeldir. Bütün dağlar ormanlarla kaplı av yeridir. Deresi içinde aktıktan sonra, diğer bir nehir vasıtasıyla Sakarya Nehri’ne kavuşur." Evliya Çelebi’nin tarif ettiği kent dokusundan izler hala yaşıyor burada. Taraklı üç katlı ve bahçeli evleri, kafesli pencereleri, ahşap cumbaları, tarihi alınlıkları ve ilginç figürlere sahip kapı tokmaklarıyla geleneksel mimarinin zarafetini gözler önüne seren bir mekân günümüzde. Fransız Coğrafyacı ve Oryantalist Vital Cuinet, 1894 tarihli La Turquie
d’Asie adlı eserinde;, Taraklı hakkında ayrıca şu bilgileri nakletmektedir: “Taraklı’nın 29 köyü vardır. Toplam nüfusu, 5.470 Müslüman, 3.832 Ermeni ve 291 Rum’dan oluşan toplum, 9.593 kişidir. Nahiyenin merkez nüfusu, 1.318 Müslüman’dır. Nahiye’de 10 büyük cami, 20 mescit, 5 medrese, 1 hamam, 10 çeşme, 6 fırın, 12 han ve otel, 83 dükkân, 20 çiftlik ve 20 değirmen vardır.” Diye belirterek Osmanlı’nın son döneminde Taraklı’nın durumuna ışık tutmaktadır. Taraklı şehir merkezi günümüzde Hacı Murat, Ulu Camii, Yeni Doğan ve Yusuf Bey mahallerinden oluşan idari yapısı, merkezine Kurşunlu (Yunus Paşa) Camiini alan mekânsal tasarımı ile çevresindeki tarihi konak ve evler ile insanı kendine bağlayan akustiği ile yaşamaya devam ediyor. Taraklı evleri nefes alan ve yaşayan evlerdir. Taraklı insanının her biri Nasrettin Hoca nüktedanlığında Yalaza kültürü ile karşılar sizleri onlara ulaşabilirsen günümüzde. İtalya merkezli Yavaş Şehirler Birliği (Cittaslow) üyesi olan Taraklı, sakin ve dingin yapısı ve insanı cezbeden mimari tarzı ile bu sakin şehir kimliğini fazlası ile hak eden bir yerdir. Taraklı’ya sabah ezanında Hisar Tepesi ve Hıdırlık Tepesi’nden bakarsan şehrin üzerindeki manevi sis bulutlarını görebilirsin. Sislerin arasından Doğuya doğru yürüyen Akşemsettin Hazretlerini görebilir, Yavuz Sultan Selim’i askerlerini teftiş ederken bulabilir, Yunus Paşa’nın Kurşunlu Camiini ibadete bir an önce açabilmek için canhıraş koşuşturduğuna şahit olabilirsin. Yeter ki şehrin üzerindeki sis bulutları dağılmadan görmek istediklerine bak, bakan gözler görür bu şehirde. Taraklı’nın sıcaklığını, samimiyeti, birlikteliğini Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Büyük Şehirleri Takdim Ederim” şiirinden bir bölüm ile sizler ile paylaşmak isterim. “büyük şehirlere bağlanma mehmedim öyle bir şehre yerleş ki küçük fakat bizim olsun sokakların da tanımadığın yüz ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın her ağacına elin her karış toprağına terin değsin ve kuytu evlerden birinde senden habersiz ölenler olmasın” işte Taraklı bu şiirde anlatılan bir şehir, gerisi size kalmış dostlar… 69
şk bahrına dalmayan Canını feda kılmayan Senin Cemâlin görmeyen Meydana gelmez Allah’ım”
BURAYA EĞRİ
ODUN GİREMEZ Şeyhine ‘Ne hizmet varsa yaparım’ diyen Yunus'u, Tabduk, himmete ulaşmanın ilk şartı teslimiyet ve hizmete talip olmaktır diyerek dergâhın odunculuğuna görevlendiriyor. Erbay KÜCET
Sözü yağ ile bal eden hepimizin ‘Yunus Emre’sine ‘Bizim Yunus’ diyoruz. Onun ırkı, mezhebi, tarikatı, şeyhi ilgilendirmedi bizi hiçbir zaman. O nedenledir ki, ‘Bizim Yunus’ derken içimiz rahatlar ve ferahlar. Bugüne kadar Yunus’la ilgili çok kitap, yazı ve belgesel film vb. çalışmalara göz atmışsınızdır. O nedenle bizim bu yazdıklarımız çok önemli görülmeyebilir. Ancak Yunus’u birazcık da olsa tekrar zihinlerle buluşturmaktır gayemiz. Yunus’un gönlüne Tapduk Emre düşünce bir haller olmuştu. Elbette dergâhta kalsa idi bizim olmayacaktı Yunus. Tekkenin şeyh efendisi olup postuna yerleşecekti. ‘Risaletü’n Nushiyye’ gibi bir mesneviyi yazacak kadar ilmî derinliği olduğundan ete kemiğe bürünen, Yunus diye görünenin gerçeği ortada iken O, ‘gel gör beni aşk neyledi’ diye kırk yıl inliyor. Yunus Emre eser bırakan sûfî şairlerdendir. Mesnevi nazım şekliyle yazılmış, manzum, didaktik, nasihatnâme tarzındaki eser 563 beyittir. Bu eser Yunus’un bilge yönünü, tasavvuf kültürüne vukufiyetini ve temasını göstermesi açısından önemlidir. Bu eserinde Arapça ve Farsça kelimeler bir hayli yer almış olduğundan üzerinde fazlaca durulmadığını ifade edebiliriz. Şeyhine ‘Ne hizmet varsa yaparım’ diyen Yunus'u, Tabduk, himmete ulaşmanın ilk şartı teslimiyet ve hizmete talip olmaktır diyerek dergâhın odunculuğuna görevlendiriyor. Bu yapılan görünüşte sıradan gibi görünse de hatta manevî olgunlaşma sürecinde nasıl bir sonuca yol açacağı bilinmediğinden bu görevle birlikte nefsi kırmak ve manevî rehbere bağlılığı ölçmektir aslında yapılan. Yunus'un bu görevinde hangi hikmetlerin gizli olduğu daha sonra belli olacaktır. O da bunu kavramış olarak hizmette kusur etmeksizin titiz seçimle en düzgün odunları seçerek dergâha eğri bir odun getirmemiştir. Yani Yunus, işini ciddiye almıştır. Bir başka ifade ile Yunus, görünürde odunların eğriliklerini düzeltmeye çalışırken kendi nefsini düzeltmiştir. Yunus, için bu hizmet bu yüzden bütün yönleriyle tam bir olgunlaşma sebebidir. Dili çözülüp şiirler söylemeye başladıktan sonra Yunus’u bekleyen imtihan gurbettir.
sayı//52// kasım 70
Menkıbelere ve şiirlerinden çıkan neticeye göre Yunus Emre diğer sûfîler gibi çok yer gezmiştir. Seyahat etmenin tasavvuf geleneğinde önemli ritüellerden olduğu bilinmektedir. Hikâyenin geri kalanına menkıbeden devam edebiliriz: “Fedakâr derviş tam kırk yıl bu hizmette bulundu. Odunu sırtına vurup getirirdi. Ama yaşını ve eğrisini kesmezdi. Bir defasında Tabduk Emre: ‘Yunus Can, dağda hiç eğri odun yok mu ki hep düzgün odunlar getirirsin’ diye sordu. Yunus da ‘Şeyhim, burası öyle bir Hak ve doğruluk kapısı ki, buraya değil eğri adam, eğri odun bile giremez.’ dedi.” Bizler Yunus’u yaşadığı asırdan bu yana öylesine benimsedik ki hiç birimiz ona ait belgelere dayalı bir biyografiye ihtiyaç duymadık. Onun hayatını eserlerinden ibaret gördük. Onu her zaman şiirleriyle yaşattık. Onun ne dediğini yine onun sözleriyle açıkladık. Yunus Emre’nin çağı zaman dilimi olarak, Anadolu Selçuklularının sonu ile Osman Gazi devirlerini içine almaktadır. Haçlı seferleri, Moğol akınları, Babaî isyanları, saltanat kavgaları ile sosyal rahatsızlıkların boy gösterdiği bir manzarayı tahayyül ederek, “Ben gelmedim da’vî için benüm işim sevi için Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldüm.” beyitini düşünelim. Tarihimizin bu dönemlerine ait sayfalarını farklı bilgi ve belgelerle karıştırırsak Yunus’un yaşadığı döneme göz atarak onun yazdıklarını okursak daha gerçekçi anlamlar yükleriz onun yazdıklarına ve dediklerine. Hüseyin Hatemi bir yazısında “ Şunu bilelim ki Yunus Emre bir efsane değildir. Tarihi bir kişiliktir.” der. Bir insan düşünün ki, asırlar önce yaşasın, fakat sizinle aynı duygu ve düşünceleri paylaşıp, aynı dili konuşuyor olsun. Günümüz insanının düşünüp söyleyemediği, hissedip anlatamadığı şeyleri en akıcı ve en güzel üslup ile hem de şiir diliyle, adımıza yıllardır söyler durur. ‘Bizim Yunus’ olmak budur işte. Sade diliyle ve kendine özgü bir şiir diliyle ki bu aşk’ın dilidir. Bu sûfîlik yolunun bir gerçeğidir. Bütün varlığa ve eşyaya aynı gözle bakarak, dünyevî
algıları ikilikten usanmış bir ruh haliyle görmektir. “Dağlar ile taşlar ile Çağırayım Mevlam seni Seherlerde kuşlar ile Çağırayım Mevlam seni” Allah'a yakınlığı bu kadar güzel ifade ederken, Hz. Peygamber'e olan sevgimizi, “Canım kurban olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed” Her şeyden geçip Allah'a yönelmenin önemine vurguyu, “Cennet dedikleri ne ki, birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onları, bana seni gerek seni.” Hesap gününden ümitle çıkmanın daha önemli olduğuna ise, “Sırat kıldan incedir Kılıçtan keskincedir Varıp anın üstüne Evler yapasım gelir” “Miskin Yunus gidisersin Uzak sefer edisersin Hasret ile kalısarsın Ah nideyim ömrüm seni” Dedikten sonra yazımızı “ Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir” diyerek noktalayalım ve dua edelim. 71
eni bir mahalli seçime yaklaşıyoruz. Her seçimde başkan adayı olarak karşımıza çıkarılan insanların kahir ekseriyeti siyasetin en tepesindeki insanlara bir şekilde yakın olmayı ve kendini aday yaptırmayı başarmış insanlardır…
ŞAİR GÖZÜ İLE;
BELEDİYE BAŞKANLARININ HASSASİYETLERİ NELER OLMALI…
Osmanlı şehircilik anlayışında kimse kimsenin güneşini kesemez ve mabedden yüksek bina yapılamazdı. Ekrem KAFTAN
Şehirler insanların hayatına derinden tesir ederken, insanların zengin ve aç gözlü olanları da şehirlerin katili olmaya devam ediyor maalesef. Siyasetçiler de rant denilen ne idüğü ancak ehlince malum kazançlara kısa yoldan ulaşmak adına, zenginlerin dümen suyuna girerek, şehirleri katletmede suç ortağı olmaktan asla çekinmiyorlar. İstanbul’da 31 yıldan beri yaşayan bir gazeteci ve az çok kültür insanı olarak, henüz 25 yaşında olduğumuz ve 1991 yılında yazdığımız romanımızda, “İstanbul’da son 50 yılda yapılan binaları yıkmak gerek” demiştik. İstanbul, tarih boyunca daima mühim bir şehir ve payitaht olma vasfını korumuş olmakla, bugün de dünyanın alakasını celb etmeye devam ediyor. Hazindir ki bu kadim şehir, tarihinin hiçbir devrinde olmadığı kadar, Cumhuriyet devrinde ve bilhassa son 20 senede büyük bir tarih, kültür ve çevre katliamına maruz kalmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla beraber payitaht veya devletin makarrı olmaktan çıkan bu aziz İstanbul, o yılların iktidarı ile ardından gelen iktidar elinde hoyratça tarihi eser katliamına maruz kalmış, kurtulabilenlerin kahir ekseriyeti ya kaderine terk edilmiş veya yeni devletin kurumlarında içlerinde hiç de insaflı olmayan değişiklere uğratılarak kullanılmıştır. Son 20 yılda ülkemizde yaşanan iktisadi kalkınmanın lokomotifi olan bu aziz İstanbul, kurtulabilen tarihi eserlerin restorasyonla yeni sahiplerine kavuştuğunu görürken, bu eserlerin hemen yanlarına ve bu eserleri gölgede bırakacak mesafelerde çok yüksek katlı beton veya çelik binaların istilasına uğramıştır. Şehirleşmeyi yüksek katlı binalar yapmak olarak anlayan, Osmanlı Cihan Devleti’nin şehircilik anlayışının uzaktan yakından yanına uğramamış belediye başkanlarının izin vermesi veya göz yummasıyla tarihi eserlerin süslediği kadim
sayı//52// kasım 72
şehir, uzaktan bakınca gözleri ve gönülleri perişan eden iğrenç bir manzaraya sahip hale getirilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımız da İstanbul’a ihanet edildiğini itiraf etmiş ve şehrin henüz istila edilmemiş boş sahalarının “Millet Bahçesi” haline getirilerek kurtarılacağını vaad etmiştir. İstanbul hemen her ilçesi aç gözlü, asla da doymak bilmeyen müteahhitler elinde katledildikten sonra, bugüne kadar havaalanı veya bir başka maksatla kullanılan boş sahaların kurtarılması ancak bir teselli vasıtasıdır. Nasib olursa 31 Mart 2019’da mahalli seçimler var ve yeni başkanlar seçilecek. Bari bu seçimde aday olacak kişilerin taşıması gereken vasıflar ile alakalı düşüncelerimizi yazalım da vazifemizi yerine getirmiş olalım. Sayın Cumhurbaşkanımızın İstanbul’un içine düşürüldüğü vaziyetten son derece mustarip olduklarını hissediyoruz. Bir devletin iktisadi kalkınması için şehirlerin gelişmesi elbette mühimdir. Ancak şehirlerin gelişmesi demek, beton yığınlarına boğulması, gelecek nesillerin hakkı olan çevrenin katledilmesi demek değildir. Hele şehirlerin karakteristik vasıflarını ortaya çıkaran iklim, coğrafya, inşaat malzemesi gibi şartların tamamen göz ardı edilerek, her şehrin yalnız beton denilen iğrenç malzemelerle inşa edilmesi kadar kötü bir şehirleşme olamaz, olmamalıdır. Yeni seçimde aday yapılacak kişilerin öncelikle Safranbolu, Birgi, Kastamonu, Amasya, Tokat gibi kadim Osmanlı şehirlerini görüp, bu şehirleri vücuda getiren anlayışın ne olduğunu çok iyi bilmeleri şarttır.
tabiatın tabii bir parçası imiş gibi bir görüntü içinde inşa etmiştir. Ahşap veya taş işçiliğinin insan ruhunun bir tezahürü olduğu bu şehirlerde yaşamak da insana dünyada iken cennet hayatının muhayyel zevkini tattırmaktır. Turgut Cansever gibi şehir kültürü ve medeniyetimizin mimari zenginliğini ortaya koyan insanların eserleri çok iyi okunup anlaşılmalı, Mimar Sinan’ın taşa nasıl hayatiyet kazandırdığı ve şehrin siluetini mükemmelleştirdiği bilinmelidir. Çevre ile binaların birbirini tamamlayan, bütünleyen bir güzellik içinde bulunduğu da çok iyi idrak edilmelidir. Bugünkü şehircilik anlayışı terk edilmediği takdirde önümüzdeki yıllarda İstanbul başta olmak üzere birçok büyük şehir yaşanmaz hale gelecektir. Şehirlerin altına istediğiniz kadar metro rayları döşeyin. İnsanlar, yaşadıkları mahallelerden huzur bulmadıkça şehir onları boğacak ve kaçıracaktır.
İnsanları köylerden koparıp, kat kat mezarları andıran beton yığınlarının iki tavanı arasına hapsetmek de ayrıca o insanlara zulümdür.
Son derece mahdut bir zaman diliminde ömür sürdüğümüz hakikati nasıl bu kadar unutulur da ebedi bir hayat yaşayacakmış gibi sürekli binalar dikilir, paralar kazanılmaya çalışılır, anlamak gerçekten mümkün değil…
Osmanlı şehircilik anlayışında kimse kimsenin güneşini kesemez ve mabedden yüksek bina yapılamazdı.
Konuşurken Osmanlı kültür ve medeniyetinin takipçisi/varisi olduğunu söylemekle iş bitseydi, İstanbul bugünkü feci manzaraya ulaşmazdı.
Sadece bu iki şartı yerine getirerek şehirler inşa etsek bile yetecektir. Kaldı ki ecdadımız şehirlerini insanların gözlerini ve gönüllerini sıkan, rahatsız eden, boğan bir görüntü ile değil,
İlmiyle amil olmayan insanlar helak olmuştur. Bu gerçeği bilerek başkan adaylarının tesbiti ve bugünkü şehirleşme anlayışından vazgeçmek, en mühim husustur vesselam… 73
İBNİ HALDUN
VE ŞEHİR – 1
ibni Haldun, Kentlerin kuruluşu sırasında bazı koşullara uyulması gerektiğini söyler. Bunlardan bazıları ‘’Zararlardan sakınmak için bütün ev ve barınakların etrafı sur ve duvarlarla cevrilmelidir. Şehir aşılması ve çıkılması zor olan bir dağın tepesinde bina edilmeli yada yapılan inşanın etrafı surlarla çevrili olmalıdır’’ Mehmet SANCAK
yy’da İslam Medeniyetinin yetiştirmiş olduğu en önemli Sosyolog ve Tarihçilerden ola ibni Haldun’un görüşleri yüzyıllar geçmesine rağmen güncelliğini korumaktadır. Ancak Yine İbni Haldunun sözü olan ‘’ Çoğrafya kaderdir’’ sözü ışığında şehirleşme ile alakalı söylemiş oldukları her Coğrafya’da aynı unsurları ve olguları taşımayabilir. Öncelikle İbni Haldun İnsanları ikiye ayırmaktadır Bedevilik (Göçebilik) Hadarilik (Yerleşiklik) Göçebe ve yerleşik hayat tarzının hem doğal hemde zorunlu aşamalardan geçtiğini ve Ne zamanki insanların istediklerinden daha çok kazanma hırsına düştüler ozaman yerleşik hayata geçmeye başladılar. Çünkü ister Yerleşik Hayat olsun İster Göçebe insan, geçim derdini maddiyat oluşturmaktadır. Toplumlar her ne kadar Vatanları diye topraklarında kalsada Ekonomik anlamda Yıllar boyu sürebilecek gurbet hayatını yaşayabilmektedir.İbni Haldun’a göre insanlık, yerleşik hayata geçtikden sonra önce köyler ve kasabalar daha sonrada kalabalık nufüsları barındıran şehirler kurmaya başlamıştır. Ancak İbni Haldun’a göre Şehirliyi anlamak için bedevilik (köylüleşme) kavramını iyi anlamak gerekmektedir. Şehirli yaşam bedeviliğin bir uzantısıdır, Bedevilik insan için şehirliliğe geçiştir. Bedeviliğin Şehirlileşmeden önce geldiğini vurgulamaktadır. Bedevi toplumlarda yanı kırsal yerleşimlerde asabiyet ( beraberlik,yardımlaşma) ruhunun daha yoğun olduğunu ifade etmektedir.Başlangıçta bütün insanlar bedevidir ancak Sosyal statü gereği ve daha çok Maddi kazanç elde etmek isteyenler şehirlere göçmektedir. Ancak zarurı ihtiyaçdan dolayı şehirlere göçtüklerinden dolayı Şehirde Mecburen katlanmaları gereken bir toplum vardır. İbni Haldun şehirleri bedevilerin kurduğunu ve bedeviliğin şehirlilikten daha eski olduğunu ifade eder. Şehirlinin bedevilerden daha az cesur ve hatta güvenlik ve bir takım ihtiyaçlar konusunda ona muhtaç olduğunu anlatırken tüm bu kişilik özelliklerinin tabiat ve mizacı değil İnsanın imkanları ve alışkanlıkları olduğunu söyler. Yani aslında kişi içinde bulunduğu şartların etkisi altında ve onun şekillendirmesi ile edilgendir. İnsan zamanla alışkanlık haline getirdiği durum zamanla onun için bir ahlak hatta bir meleke haline gelir. Tüm bunlara karşın bedeviler Şehirlilere göre daha eksiktir. Asgari geçimlerini
sayı//52// kasım 74
bile karşılamak için şehirliye muhtaç olan bedevi ona mahkumdur. Ona bağlanmak ve hatta çağırdığı zaman gitmek zorundadır. Şehirler, kurucularının bakış açıları, iklim ve çoğrafi şartların etkisiyle şekillenir. Her şehrin bir ruhu vardır sözü aslında Şehri bina edenlerin kültürel birikimidir, buda doğal itibari ile Şehirlerin ruhunu yansıtmaktadır. Şehirler yapılırken İklim ve Coğrafi şartlar önemlidir, bu unsurlar Şehirleşme kültürünüde oraya koymaktadır. Şehir verimli topraklar üzerinde ve inşaat için malzemenin bol olduğu yerlerde kurulursa doğal ve daha büyük gelişken bir şehir olacağınıda ifade etmektedir. İbni haldun’a göre Bir toplumun siyasal örgütlenmesi ile Şehirlerin kurulumu arasında çok sıkı bir bağ vardır. Kent ve Kasabaların kuruluşu, Devletlerin kuruluşundan önce olup söz konusu yerleşim birimleri devletin ikinci evresinde gelişirler. Şehir ve Devletin ömrü doğru orantılıdır. Eğer devletlerin ömrü kısa olup yıkılırsa şehrin imarı durur ve giderek yıkılmaya yüz tutar. Aksi durumda devletin ömrü uzun olursa, kale, hisar, köşk gibi büyük bina ve yapıları inşa edilmesinin ardı arkası kesilmeden devam eder, nüfus artar pazarlar ve şehirler genişleyip gider Birçok islam medeniyetine ev sahipliği yapmış kentler bu şekilde gelişmiştir. Eğer kentlerin etrafında ve civarında dağlar ve verimli topraklar bulunursa o zaman o şehirler varlıklarını sürdürebilirler. uygun çevresel ve ekonomik olanaklara sahip olmayan kentlerin bayındırlığı kısa zamanda kaybolur. Mevcut devletlerin yıkılmasıyla birlikte kentleri yıkılmaktan kurtaran bir başka faktörde, yeni kurulan devletin bir kenti kendisine başkent olarak seçmesidir. ibni Haldun, Kentlerin kuruluşu sırasında bazı koşullara uyulması gerektiğini söyler. Bunlardan bazıları ‘’Zararlardan sakınmak için bütün ev ve barınakların etrafı sur ve duvarlarla cevrilmelidir. Şehir aşılması ve çıkılması zor olan bir dağın tepesinde bina edilmeli yada yapılan inşanın etrafı surlarla çevrili olmalıdır’’ der Ancak burada görülmektedir ki İbni Haldun bu kavramı Şüphesiz Ortacağ Dünyası için kullanmıştır.Çünki bu ihtiyaçların çoğu savaşçı toplumlar içindir. Şehirin kurulması ile alakalı bahsetmiş olduğu ve üzerine durduğu diğer kavramlardan biriside Şehrin sağlık durumudur.
Ona göre ‘’ Şehirin havası hoş ve temiz olmalı, Şehrin havası hastalıklı ve zararlı olan sular ve yahutta pis kokulu su yatakları rutubetli Çayırların yanına kurulursa İnsanlar ve hayvanlar Çok çabuk hastalanabilir.’’ İbni Haldun Şehirlerle alakalı ‘’Kentin Etrafında tarım için elverişli ve verimli topraklar bulunmalı, Kentin kuruluşu ve kentsel yaşam için elzem olan yakıt ve yapı malzemeleri de kentten çok uzaklarda olmamalı, kentin ırmak ve deniz kenarında kurulması, ulaşım ve naklıyat sorunu’da Çözmektedir.’’ Önerilerinde bulunmaktadır. Araplar, İslamiyet’in ilk Çağlarında Irak’ta ve Kuzey Afrika’da Şehirler kurarken, bu Şartlara pek uymamışlardır. Bu Yüzden kurulan şehirler, çabucak yıkılmaya yüz tutumuşlardır. Afrikada Keyrevan Şehri gibi, Basra, Kûfe gibi şehirler örnek gösterilmektedir. 75
ohbet geldi geçmişe oradan tarihe dayandı. Halkadakiler her biri ayrı şehirden insanlardı. Hiç biri şehirlerinin yüz yıl ötesini aydınlatamadılar. Yani koca bir medeniyetin 150 yıl gerisi karanlık. Hani biz bin yıldır bu topraklarda idik? Medeniyetimiz bu coğrafyaya kök salmıştı? Beklentilerimizle bilgilerimiz örtüşmüyor. Öyleyse dedik. “Şehirlerin tarihi yazılmalıdır”.
ŞEHİR SOHBETLERİ – 13
Şehir demek yerel demek. Şehir etrafıyla yani saran coğrafyayla bir bütündür. Öyleyse şehir tarihi yerelin tarihi demek. Yine öyleyse sormadan edemiyoruz. Yerelin tarihi neden yazılmıyor?
NEDEN YAZILMIYOR?
Yerelin tarihi üzerine çalışanı kafa yoranı, araştıran tarihçiler, aydınlar var. Emekleri inkâr edilemez. Ama Anadolu’da varoluşumdan bu yana hatta eski medeniyetlerinde kapsayacak şekilde tarih mantığı ve meteorolojisi ile yerel tarih yeniden yazılmalıdır.
ŞEHRİN TARİHİ Yerelin tarihi yazmak genel tarih yazmaktan daha ötedir. Tarihçi Halil İNANCIK Osmanlının gerçek tarihi yerelde yaşayan tarih görüşünü savunur. Gerçektende bin yıldır vatan kıldığımız coğrafyanın daha geriye elli yılını bile bilememezlik ne acı. Bütün şehirler buna dâhildir. Ahmet NARİNOĞLU
Yerelin tarihi yazmak genel tarih yazmaktan daha ötedir. Tarihçi Halil İNANCIK Osmanlının gerçek tarihi yerelde yaşayan tarih görüşünü savunur. Gerçektende bin yıldır vatan kıldığımız coğrafyanın daha geriye elli yılını bile bilememezlik ne acı. Bütün şehirler buna dâhildir. Öyleyse tarih metodolojisinden yararlanarak yerel tarih yazılmalıdır. Sadece yerelin değil diğer yerleşimlerin tarihi bütünlük içinde yeniden yazılmalıdır. Önce bir yerel tarih nasıl yazılır? Buna bakalım. Önce bir çerçeve çizilmelidir. Bir yerel tarih (şehir tarihi)yazmaya içice geçmiş halkalar süzgecinden geçerek başlanmalıdır. Bir yerel tarihin yedi halkası var. Tarih yazanlar bu ayakların süzgeçlerinden geçirerek yazılan tarih anlaşılır. 1. İnsan. İnsanların ferdi, içtimacı yapısı, yaşayışları, inançları, değerleri 2. Toplum. Yaşam toplumlar 3. Şehir. Kuruluşundan bu yana şehirde birikenler 4. Bölge. Köy, belde, il, ilçe, bölge 5. Ülke. Vatanın geneli 6. Dünya. İçinde yaşanılan çağ 7. Düzen. İnsan-toplum-devlet hayatının sürdüğü yürütüldüğü sistemler halkası Bir yerel tarih yazarken atacağımız somut
sayı//52// kasım 76
adımlar olmalıdır. Bir eseri oluşturan malzemeler, kaynaklar gibi. Yerel tarih yazılırken önce kaynaklara bakılır, planlanır, derlenir, sonra işlenir. Tarih yazmak iğneyle kuyu kazmaya benzer. Yani ilimdir. Yerel tarih kaynakları yerelde var olan, elle tutulan ve tutulamayan varlıklardır. İnsanlar /Eserler/ Aileler /Yapılar / Yerler / Mekânlar /Mezar taşları /Olaylar / Öyküler / Hafızalar Miras kalanlar / Hatıralar / Yaşayan insanlar Yerel tarih yazmaya geçmişten başlanır geleceğe devam edilir. Asla gelecek yazılamaz. Çünkü yoktur. Ancak geçmiş süzgeçten geçe geçe gelecek tablosu ortaya kor. Yerel tarih genel tarihten kopuk yazılamaz. Onu genel tarihten ayrı tutamayız. Geçmişe doğru gittiğimizde karşımıza medeniyet kuşakları çıkar. Hele Anadolu zengin medeniyetler üzerine oturan bir yerin/şehrin yerel tarihini yazıyorsanız izleri kalan bütün medeniyetlere eğilmeniz gerekir. Bunları sıralayalım: Önceki medeniyetler / Selçuklu/ Osmanlı / Cumhuriyet. Her dönem yereldeki durumuna göre ayrıntıları ele alınır, işlenir. Yerel tarih yazılırken aşağıdaki hususlara uyulmalıdır. Yerel şehirleşme kültürü, Yerel coğrafya isimleri, Yerel lehçe, Yerel gelenekler,Yerel önceki araştırmalar, Yerel kültür Yerel tarih, yaşayan insan toplumunun bir bakıma geçmişini yazmaya dayanır. Geçmişin yeniden toplumun önüne sunulması rahatsızlık yaratabilir. Bu yüzden yerel tarih yazamaya niyetlenip yazmaktan vazgeçen kişiler vardır. Burada geçmişi topluma mal olmuş yanları ile işlemek çözüm olacaktır. Yerel tarih yazmak insanların biyografisini yazmak anlamına gelmez. Tarih yazarken kaynak derlemek zordur. Kaynaklara ulaşmada zorluk çekilir. Hele bizim gibi yüzyıl öncesi karanlık iken, yani geçmişin cahili iken. Bu zorlukları aşmanın yolları yine yerelde bulunmalıdır. Bazıları: Sohbetler, Ziyaretler, Görüşmeler, Toplantılar, İnceleme, araştırmalar, Yazılı belgeler, Vesikalar , Resimler , Araç-gereçler, Taramalar, Derlemeler, Önderler ile işbirliği, Kamu/yerel desteği , Yerelde uygulanacak diğer adımlar ile birlikte kimi zorluklar aşılır. Esasen yerelde zorlukları aşmanın bazı ipuçları vardır. Bunlara bakalım. İyi niyet (samimiyet), Güven,Toplum yararına çalışmak, Çıkar duygularından uzak durmak,
Yerel değerlere saygı, Biz duygusu mesajı vermek, tarih yazmanın hikâye yazmak olmadığını herkes bilir. Olayları hikâye ederek yazmak tarihi birikim ve zenginlik ister. Yerelde (Andırında)o kaynakları derlemek kolay değildir. Demek ki tarih yazmaya önce araştırmadan başlanır. Araştırmadan öncede plan yapılır. Yerel tarih bir “yerel tarih yazımı projesi” ile başlar. Proje hazırlanır, ekip kurulur, kaynaklar tespit edilir, süre konur. Önce araştırma edilir, süre konur. Önce araştırma sonra yazma gelir. Yerel(şehir) tarihi yazmak bir proje çalışmasıdır dedik. Proje disiplini ve mantığı içinde yerelin tarihi yazılmalıdır. Yerel tarih yazmaya hevesli insanlar çıkıyor. Bir süre sonra yalnız kalarak vazgeçiyor. Önce yerel tarih yazımı teşvik edilmeli, okullarda yerel tarih projeleri, çalışmaları yapılmalı. Üniversitelerde kürsüler açılmalı. Tarihçi akademisyenler yerelle çalışmalı. Doktora, yüksek lisans, inceleme-araştırmalar, makaleler, görüşmeler için teşvik edilmeli. Yerel tarih üzerine çalışanlar desteklenmeli. Ülke çapında yerel tarih kongreleri yapılmalı. Yerel tarihçilere akademisyen ünvanı kazandırılmalı. Unutmayalım yerel(şehir) tarih orada yazılır. Yerel tarihi yerelde yaşayan araştırmacılar yazar. Onlar her gün her saat bir bilgiye, bir belgeye ulaşırlar. Yerel tarih birikim olmadan yazılamaz. Bunun için yerlilik gerekir. Rahatlılıkla söyleyelim. Yerelde eli kalem tutan, araştırma kabiliyeti olan, heveslenen insanlar emek vere vere yerel tarihçi olurlar. Her şehrin birden fazla yerel tarihçileri olmalı. Araştırmaları toplumla paylaşılmalı. Nesiller geçmişini, içinde yaşadığı şehrin tarihini bilmeli, bu sayede tarih şuuru taşımalı. Velhasıl yerel tarih uzmanları veya ehilleri tarafından yazılmalıdır.Sonuç olarak niye yerel/ şehir tarih yazılmalı sorusunu sormalıyız. Cevabını da kendimiz vermeliyiz. Geçmişi tanımak için, Geçmişten dersler çıkarmak için, Geçmiş-gelecek köprüsü kurmak için, Geleceğimizi öngörmek için, Kendimize güvenmek için, Medeniyet iddiamız ve davamız için. Yerel tarih yazanların elinden tutalım. Yar ve yardımcısı olalım. Yerel tarih yazanlara selam olsun. Kolay gelsin. 77
SU GİBİ AZİZ, ŞELALE GİBİ ÇILGIN, KANYON GİBİ VAHŞİ, ELMA GİBİ TATLI:
ERKENEK Erkenek soğuk ve sulu bir belde olduğu için tam elma memleketi… Elma iki şeyi çok seviyor: Soğuğu ve suyu… Bu yüzden Doğanşehir’in (Erkenek’in) elması meşhurdur… Sulu ve lezzetlidir, Amasya elmasına kafa tutacak kadar cesurdur. Alişan HAYIRLI
alatya’nın Doğanşehir İlçesi’ne bağlı Erkenek Kasabası’nı anlatmak için 10’larca sayfa yazı yazmak mümkün… 500 sayfalık kitap yazsanız yine bitiremezsiniz. O halde uzatmanın bir anlamı yok Erkenek demek su demek, elma, dere, kanyon, şelale demek, serin hava, sert rüzgâr, korku, tehlike, adrenalin, macera demek, piknik, alabalık, içli köfte, gezinti, kafa dinleme, serinleme demek… Ne arasanız var, gezi adına bütün istek ve arzularınızı yerine getirebileceğiniz ender bir doğa, tarım ve gezi mekânı… Soğuk bir memleket ama insanları olanca yardımseverliği ve sıcakkanlılığı ile sımsıcak kalmış… Onu da anlatacağım. Hepsi bir yana iki şeyi ön plana çıkıyor: Elması ve suyu… Erkenek soğuk ve sulu bir belde olduğu için tam elma memleketi… Elma iki şeyi çok seviyor: Soğuğu ve suyu… Bu yüzden Doğanşehir’in (Erkenek’in) elması meşhurdur… Sulu ve lezzetlidir, Amasya elmasına kafa tutacak kadar cesurdur. Zaten yöre haklının en önemli geçim kaynağı da elmadır. Dağ, dere, tepe bütün arazi elmalık bahçelerle kaplı… Ve Ağustos ayının sonuna yaklaşmamıza rağmen baktım ki, elma ağaçları yemyeşil, elma rengi de koyu yeşil… Öyle bir canlı ve parlak ki… Tabiata bunun rengini veren Allah’ın buraya bir nimeti olan su ve soğuk hava… Gelelim suyuna… Bölge ve Türkiye’de paket içme suyunda giderek hakim olmaya başlayan “Erkenek” isimli içme suyu markasından da anlamışsınızdır Erkenek’in suyunun meşhur olduğunu… Bizim Gündüzbey topraklarında dünyanın en güzel, en temiz, debisi en fazla ve en lezzetli suyunun çıktığını herkes bilir… Akseki eteklerinden çıkan saniyede yaklaşık 3 bin litrelik suyuyla bütün Malatya’yı besliyor. Musluklarımızda şırıl şırıl kaynak su akıyor. Bu doğru… Peki Erkenek? İşte burada duracaksın, herkesin hakkını vereceksin. Erkenek’in dağından taşından kaynak su fışkırıyor… Adeta su cenneti… Türkiye’deki
sayı//52// kasım 78
bütün sular kurusa, sırf Erkenek suyu Türkiye’yi beslemeye yeter. Ama ne su? Sakaltutan mevkiindeki mesirede gezi arkadaşım Selahaddin-i Eyyübi ile suda ayağımızı en fazla tutma yarışana girdik de, Selahaddin ancak 10 saniye tutabildi, tabi ben Şeyh Hasan’ın oğlu olduğumdan dolayı dakikalarca suda ayağımı tuttum… Bana soğuk tesir etmiyor :) Buz gibi… Berrak, yumuşak, leziz ve temiz… O yüzden Erkenek’te daha 1970’li yılların başında HES yapılmış, şimdilerde ise Erkenek suyu fabrikası kurulmuş… Erkenek su fabrikası bölgede ikinci şantiyesini kuruyor. Erkenek’te hangi mevkiden, ne kadar debide, hangi sular kaynıyor ve bu sular nerede nasıl kullanılıyor, en son nereye dökülüyor, bunları ilerleyen sayfalarda anlatmaya çalışacağım… Şimdi biz filmi başa saralım ve sabah erkenden kalkıp yola koyulalım… Yazının başında belirttiğim gibi gezi arkadaşım her zamanki gibi Selahaddin Eyyubi… Peki, neden Selahaddin? Çünkü Selahaddin uyumlu, sorunsuz, ne zaman kalk desem kalkıyor, ne zaman gidelim desem geliyor, doğa ve yeşil tutkunu, gezide bana zorluk çıkarmıyor, doğanın tadını çıkarmasını biliyor, sözümden dışarı çıkmıyor, bana güveniyor ben de ona güveniyorum, ortak bir ruh yakaladık. Kaprisleri yok… Latifeden anlıyor, kafası çalışıyor, sohbet etmesini biliyor, en azından sıkıcı değil… Gelelim gezimize… Erkenek, Malatya-Adıyaman sınırının serhat kasabası… Malatya’ya yaklaşık 80 kilometre uzaklıkta ve Adıyaman Gölbaşı sınırında… Sabah saat 06.30’da Erkenek topraklarına girdiğimizde bizi rehberimiz Mehmet Pörçek karşıladı… Sağolsun, fırında biberimizi, domatesimizi hazırlamış, peynir, zeytinden oluşan güzel bir kahvaltı yaptık sahibi olduğu Karaca Çayevinde… Kendisine yürekten teşekkür ederim. Rehberimiz Pörçek, Erkenek’te daha çok yer görebilmemiz için verimli ve akıllı bir güzergâh çizdi, grafiksel anlatımı ile Erkenek’i gözümüzün önüne getirdi. Şimdi siz de bize takılın ve elinizle koymuş gibi gezmeye başlayın.
İlk yer: Sakaltutan… Erkenek’ten Adıyaman tarafına doğru giderken yaklaşık üç kilometre sonra, karayolu tüneline girmeden, (İnşaat halindeki HES’in yanından) sola dönüyorsunuz. Zaten tabela var, görürsünüz: Sakaltutan mesire 500 metre… Yarım kilometrelik yol toprak yol… Dere sağınıza düşüyor. Burada, buz gibi bir su kaynıyor. Sakaltutan Mesire’de dere içine masalar yerleştirilmiş, ayağınızı tertemiz buz gibi suya tutup serinliyorsunuz. Tabi ne kadar dayanırsınız bilmiyorum. Bu Ağustos sıcağında burası size ilaç gibi gelir. Etrafınız elma bahçeleriyle dolu, tel örgülerden yola doğru sarkan elmalardan koparıp yiyebilirsiniz, göz hakkıdır, fetva veriyorum. Ya da içinize sinmiyorsa, Erkenek’ten geçerken bir kasa elma alın arabanın bagajına atın! Burada dışarıdan yiyecek getirebilir, kendiniz mangal yapabilir, tesisten faydalanabilir, çadır açabilir, yukarı dere boyu su kaynağına kadar yürüyüş yapabilirsiniz. Eğer çadır kuracaksınız, yanınıza battaniye almayı unutmayın, gece donabilirsiniz. Çadırın yanında gece ateş yakıp ısınabilirsiniz. (Fakat burası alkollü bir yer, bu sizin için bir sıkıntı yaratır mı yaratmaz mı, sizin taktirinize kalmış…) Ancak bir alt kısımdaki yerde içki yok, orada çayınızı demler, karpuzunuzu keser, pikniğinizi yapabilirsiniz, illa içkisiz bir yer isterseniz tabi… Alternatifi de var. Sakaltutan mesire sahipleri ağaçların gövdesine yatacak yer yapmış, böcek ve vahşi hayvanlardan korunmak için yüksekte yatıyor, siz de bu duyguyu tatmak için kısa süreli de olsa yatıyormuş gibi yapabilirsiniz. Buraya Sakaltutan denmesinin sebebi, şiddetli soğuk ve dondan insanların sakalları donarmış, ondan dolayı… Anlayın işte, burada nasıl bir serin havanın hakim olduğunu… Okuyucu: “Neyse lafı uzatma, anladık Sakaltutan’ı, sen başka yere götür bizi, bilhassa Erkenek Şelalesi ve Kanyonunu merak ediyoruz, hadi çabuk!” Peki, tamam kızmayın, gidiyorum. Sakaltutan mesiresinden, anayola (MalatyaAdıyaman karayoluna) kadar dere içinden yürüyerek (700 metre), suları aşarak indim. 79
Fakat Selahattin, “Ben korkuyorum, ayağım suda donar” dedi ve kendisi arabayla döndü. (Kimse duymasın!) Anayola çıktıktan sonra tekrar yönümüzü Erkenek tarafına çevirdik, geri döneceğiz merak etmeyin, şelaleye ve kanyona da gideceğiz. Neden Erkenek’e döndük? Çünkü Erkenek’in hemen üst tarafında başka bir kaynak su daha var… Bu su Akdağ’dan çıkan Akdere suyu… Burada 1970 yıllarında HES yapılmış… Ve bölgenin elektriği buradan sağlanmış… Dağların yamacından kaynayan ve gürül gürül akan kaynak su hem santralı çalıştırıyor hem de yörenin bahçe sulamasında kullanılıyor. Santralın bulunduğu bölgede şimdi pek kullanılmayan küçük bir mesire var. Bu noktadan güzelim Erkenek’i seyredebilir ve kartpostalları aratmayacak görüntüler elde edebilirsiniz. Santral bölgesini henüz keşfetmeye gelmiştik ki, Allah tarafından, patika yol üzerinde, bahçesine gitmekte olan Mehmet Can isimli 67 yaşlarında emekli bir vatandaş ile karşılaştık. Bu arada yeri gelmişken sevinçle ifade etmeliyim ki, ben nereye gidersem gideyim, Allah beni hiç rehbersiz bırakmamıştır. Ne zaman sıkışsam, ne zaman bir kılavuza ihtiyaç duysam, bakıyorum ki pat diye karşıma bir adam çıkıyor. Manevi keramet sahibi olmak demek ki böyle bir şey… :) Mehmet Can amcamız da, çakıl taşlarıyla dolu zorlu ve kötü yoldan dolayı, “Siz arabanızı park edin, benim pikaba binin, arabanıza yazıktır” dedi. İnsanlığa bakar mısınız? İlk defa karşılaştığı tanımadığı şahıslara kim böyle iyilik yapar? Üstelik bizim gibi anarşist görünümlü tipsiz kimselere? Arabasına attı, rampa ve çakıllı yollardan geçirerek bizi bahçesine götürdü. “Ne bulursanız yiyin” dedi. Elma, kayısı, böğürtlen ve şeftali… Evet, yanlış okumadınız, bu vakitte hâlâ dalında kayısı vardı. Niye? Çünkü Erkenek yüksek yerde, soğuk ve dağlık bölgede… (Anti parantez: Kuş burnu… henüz daha kızarmamış ama ben hayatımda böyle iri ve canlı kuşburnu görmedim, keşke toplama mevsiminde olsaydık. Çalı diplerinde yetişen c vitamini kaynağı kuşburnu zamanı buraya mutlaka gelin, sırf toplamak için bile değer.) Evet, tamam, sizi sıktığımın farkındayım, sabırla şelaleyi ve kanyonu bekliyorsunuz. Biz de öyle sabırsız ve heyecanlıyız… Kalbimiz küt küt atıyor. Hatta bir ara kalp atışımın sesleri, arabanın motor sesini bile bastırıyordu. Selahattin, “Arabanın bir yerinden ses geliyor sayı//52// kasım 80
ama…” dedi. Zavallı Selahattin, o sesin kalp atışlarımdan geldiğini anlayamadı. Tekrar Adıyaman yoluna girdik, yönümüz Erkenek çıkışı… 3-4 kilometre sonra tünel ağzına geliyorsunuz ancak bu sefer sol tarafa Sakaltutan'a değil sağa (Eski, kullanılmayan yola) giriyorsunuz. 250 metre kadar gittiğinizde… yolun sağında, kuş uçuşu 500 metre kadar uzakta, dağların arasında bir gelin gibi süzülen (ama yanına yaklaştığınızda canavarlaşan) şelaleyi göreceksiniz. Uzaktan bakınca, “Bu ne ki, ben ne şelaleler gördüm” diyebilirsiniz. İşin aslı öyle değil… Fakat şelale yolculuğuna başlamadan önce, eski yol kenarında kalmış, artık unutulmuş ama hala inadına işletilen, küçük ve eski bir dinlenme yeri göreceksiniz: Can Baba’nın yeri… Asıl adı Cihangir olan Erkenekli, uzun saçlı, ilk bakışta 60 yaşında olduğu anlaşılmayan, tabiatın kucağında yaşadığı için genç kalan, farklı, orijinal bir vatandaş… Bir nevi “Erkenek’in Tarzanı” diyebiliriz. Ne gelen var ne giden ama her an sıcak taze çayı demleniyor. Hoş sohbet birisi… Çayı da mükemmeldi. Tahtadan yapılmış dinlenme yerinin hemen arkası tam bir uçurum, aşağı bakınca ödünüz kopar. Çok fazla rüzgâr olduğu için birazdan inip içinde yürüyeceğimiz derenin sesi bize kadar ulaşmıyor. Pekiiii, şelaleye nasıl gideceğiz? İşte burada zorluklar başlıyor. Çünkü şelalenin tam önüne HES yapılıyor… Tek çıkış yolunu kapamış… İnşaat çok büyük ve dereyi tamamen işgal etmiş… Şelaleye gitmek için önce HES engelini aşmanız lazım, biz kolay aştık çünkü hem Şeyh Hasan’ın oğluyum hem de gazeteci… Başka türlü gidemezsiniz, ya da özel bir rehber tutup, şelalenin arkasından dolanıp gelmeniz lazım ki, o yol hangi yol, bilemezsiniz ve Erkenek dağlarında kesin kaybolursunuz. Kollarımızı sıvayıp, “Ya Allah Bismillah” deyip, keskin bir uçurumun başından aşağı dereye doğru inmeye başladık. Beton harç dökülmüş patika yoldan inip dereyi geçip HES sınırlarına girdik. Bir bekçi koşarak geldi. Bizi görünce hemen “Kusura bakmayın, siz miydiniz?” dedi ve “Buyrun geçin!” Biz hiçbir engel tanımayız. Bu sefer bizi şelaleye götürecek olan patika yola girdik. Şöyle yaklaşık 300 metre kadar tırmandıktan sonra (Aman dikkat, ayağınız bir kaysa doğruca uçuruma…) patika yol ikiye ayrılıyor, biz solu aşağı doğru inen tarafı tercih ettik, sağa ve yukarı doğru çıkan yol nereye
gidiyor, bilemedik. Yanınıza su almaya gerek yok, çünkü patika yol boyunca hep kaynak su ile karşılaşacaksınız. Zaten Erkenek’in her tarafında adım başı kaynak su… Allah verdikçe vermiş… En sonunda şelalenin döküldüğü göle ulaştık… Çok şükür. Şimdi nasıl anlatmalı, bilmiyorum ki? Bir insanın sevgilisine kavuşurken duyduğu hazzı bilir misiniz? Belki de böyle bir duygu… Benzer bir hissi Artvin’in Arhavi İlçesi’ndeki Mençuna Şelalesi’nde duymuştum. Şelale, kayalık dağın tam içinden bir canavarın ağzından çıkan lavı andırıyor. Yaklaşık 90 metreden aşağıya, gölün içine dökülüyor. Göle girebilirsiniz, hatta dökülen yere kadar yüzebilirsiniz ama altına girebilir misiniz? Sanmıyorum. Çünkü ben deneyemedim. Su öyle yüksekten ve sert akıyor ki, sizi ya parçalar ya da alıp kayanın birine fırlatır. Ben hemen göle daldım, zaten yorulmuşum, terlemişim… Kim tutabilir ki? Buz gibi suyun içinde dakikalarca ayağımı tutacak dayanıklılığa sahip olmama rağmen bu suyun içinden dalar dalmaz çıkmak zorunda kaldım. Şelalenin gölünde yüzmek… Aman Allahım ne tatlı bir rüya! (Laf aramızda bizim Selahattin üşendi, belki de korktu, bilemem… Suya girmeyi bırak ayağını bile sokmadı. Sakın Selahattin’e söylemeyin) Şelale’nin suyu, dere ağzında, HES’in yapıldığı yerde yukarıdan gelen Sakaltutan suyu ile birleşiyor ve iyice azgınlaşıyor. Şimdi şelale suyunu ve deresini takip ederek tekrar geldiğimiz yönden aşağı indik. Bitti mi? Bitmedi. Sırada kanyon var… Şelale ve Sakaltutan suyunun birleşerek aktığı, yaklaşık 2,5 kilometrelik dünyanın en heyecan verici kanyonu var. Selahattin önce çekindi, karşıdan karşıya geçmeye gözü kesmedi, ona cesaret verdim ve manevi yönden tutup karşı tarafa aldım. Hep suyun sığ aktığı ve mümkünse kuru bölgelerini takip ederek yürüdü. Ben ise azgın suların akışına bıraktım kendimi… Hayatta ne kaybedecek he de kazanacak bir şeyim vardı. Selahattin öyle değil ki, hele ne hayalleri var çocuğun… Fakat Allah’ı var, hakkını yemeyelim, bu geziye, çektiği videolar ve fotoğraflarla büyük katkıda bulundu. Emeğini inkâr eden nankör olur. Macera arayan ve adrenalin yaşamak isteyenler Erkenek Kanyonu’nda unutulmaz ve heyecan verici anlar yaşar. Fotoğraf tutkunları da kuşların yuva yaptığı, bazen gökyüzünün görünmediği,
derin boşlukların bulunduğu, bu ıssız ve ayak değmemiş bakir kanyonda çok güzel kareler çekebilir. Biz doğrusunu isterseniz, kanyonu baştan sona gezemedik, HES’ten başlayarak yaklaşık 200 metre kadar gittik. Çünkü Selahattin’in işleri varmış erken dönmek zorunda kaldık. Ama gördük mü gördük, kanyon ve şelale heyecanını yaşadık mı yaşadık. Yeter. Fakaaaaat her güzelliğin ve gezinin, çılgınca kendini derelere atmanın bir bedeli vardır. Bu bedel, sıcağı sıcağına belli olmuyor. Eve gidince, vücudum soğuyunca üzerimdeki ağrılar ve sızıları hissetmeye başladım. Ellerimdeki çizikler de neyin nesi, aaa ne zaman çıktı? Ya ayaklarımdaki kanamalar, peki ya dizimdeki morluklar… Meğer canım ne kadar yanmış da haberim yokmuş… Sonra Selahattin’i aradım, dedim ki; “Parmağımı kımıldatacak halim kalmamış…” Ne dese beğenirsiniz, “Ben sana delisin dedim de inanmıyorsun” Eeee buraları gezmek ve tadını çıkarmak için biraz deli olmak lazım. Halbuki benim kadar olmasa da kendisi de deli. Deli olmasa deliyle gezer mi? İşte Erkenek, işte mesireler, işte dereler, kaynak sular, şelaleler ve kanyonlar… Burası Malatya’nın hiç bilinmeyen, keşfedilmeyi bekleyen bakir güzellikleri… Bırakın yabancı ya da yerli turistleri, Malatya’nın öz halkı Erkenek’i ne kadar biliyor, kaç kişi gelmiş de bu doğa harikası yerleri gezmiş. 22 ülke, 66 şehir gezmiş bir seyyah olarak ben bile yeni geldiğime göre… varın siz düşünün. Hiç zaman kaybetmeyin, hemen atlayın gelin, Erkenek bağrında yaşattığı Allah’ın bahşettiği muhteşem güzellikler barındırıyor. Artık gün bitiyor ve biz Erkenek’i arkada bırakıp Malatya’ya dönüyoruz. Döndük mü? Hayır. Malatya’ya dönerken yol üzerindeki Sürgü Takaz’a uğramadan, dünyanın en güzel alabalığını yemeden gidersek herkes bize ne der? İşte o zaman deli der. Tadı damağımızda kalan alabalık, tadı hayalimizde kalan kanyon ve şelale macerasıyla bir gezimizi daha tamamladık. Teşekkürler Erkenekli dostlar, teşekkürler Mehmet Pörçek… Notlar:
Erkenek’in kuru fasulyesi de meşhurdur. Ayrıca Su fabrikasına gelen suyun kaynağının olduğu Körç Deresi’nin hemen başında Battalgazi’nin oğlu Hüseyin Gazi’nin ziyaret mezarının olduğu söyleniyor.) 81
KAYBETMEDEN HATIRLAMAK
İHTİFALCİ MEHMED ZİYA BEY’İN
UNUTULAN KABRİ
İstanbul Muhipler Cemiyeti kurucuları arasında olan Mehmed Ziya Bey, kendisinin Eski Eserleri Koruma Encümeni’ne atanmasıyla Encümen Arşivi olarak bilinen dosyaların hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. Fatih DALGALI
nutulanlar kervanında yer alan Mehmed Ziya Bey'in doğum tarihi ve yeri hakkında farklı bilgiler bulunmaktadır. Sicil kayıtlarına göre 1866-1867 tarihlerinde Süleymaniye'de dünyaya gelen Mehmed Ziya Bey, oğlu Celâl Ergun'un verdiği bilgiye göre de 1871 tarihinde doğmuştur. Mehmed Ziya Bey'in kabir taşında ise 1282 tarihi kayıtlıdır. Bu da 1865-1866 tarihlerine denk düşmektedir. Tokat Evkâf-ı Hümâyûn Müdürü Osman Vasfi Bey'in oğlu olan Mehmed Ziya Bey'in dedesi, Baltacı Kethüdası İsmail Ağa'dır. 1886 yılında Mekteb-i Sultani'den, 1890 yılına doğru da Sanayi-i Nefise Mektebi'nden mezun olan Mehmed Ziya Bey, daha sonra Edirne, Halep ve Konya'da öğretmenlik görevinde bulunmuş, 1892 yılında da Bursa İdadisi'ne müdür olmuştur. Mehmed Ziya Bey, Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki eğitimi sırasında Maliye Nezareti Muhasebe-i Umumiye Defter-i Kebir-i Umûmi kısmında memuriyete başlamıştır. Ardından Gümülcine İdadisi Tarih-i Umûmi ve Hikmet-i Tabiiyye muallimliğine tayin edilen Ziya Bey, İstanbul’da Mahmudiye Rüşdiyesi ile Vefa, Numûne-i Terakki ve Mercan idadilerinde de çeşitli dersler vermiştir. İstanbul Muhipler Cemiyeti kurucuları arasında olan Mehmed Ziya Bey, kendisinin Eski Eserleri Koruma Encümeni’ne atanmasıyla Encümen Arşivi olarak bilinen dosyaların hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. Hatta dosyaların birçoğunu İhtifalci Mehmed Ziya Bey hazırlamıştır.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi Medresesi’nde Mehmed Ziya Bey (arkada Halil Paşa Camii)
Araştırmacı, yazar ve ressam olan Mehmed Ziya Bey’in tarihî eserlerin korunması ve tanıtılmasına yönelik çok sayıda notu ve eseri bulunmaktadır. Ziya Bey, lise yıllarından itibaren Mevleviliğe ilgi duymuş, Galata, Yenikapı, Eskişehir, Edirne ve Konya mevlevihanelerini ziyaret etmiştir. Çok sayıda kaynak eser kaleme alan Mehmed Ziya Bey, Târîh-i Sanâyi, Vesâik-i Kadîme-i Edebiyye, Resimli İlm-i Nebâtât, Âlem-i İslâmiyyet: Açe Tarihi, Rehber-i Usûl-i Tercüme, Kariye Câmi-i Şerîfi, Konya Seyahati Hâtıratından, Bursa’dan Konya’ya Seyahat, Yenikapı Mevlevîhânesi, İstanbul ve Boğaziçi:
sayı//52// kasım 82
Mehmed Niyazi Bey, Örümceksiz Dede Türbesi’nde
Bizans ve Osmanlı Medeniyetlerinin Âsâr-ı Bâkıyesi, İstanbul’daki Âsâr-ı Atîka Hakkında Muhtasar Mâlûmat, Siyer-i Nebî adlı eserlerinin yanında Tasvîr-i Efkâr, İkdam, İleri, Büyük Mecmua gibi gazete ve dergilerde de yazılar yazmıştır. İstanbul'un doğal ve tarihî güzelliklerinin tanıtılması ve korunması için çaba gösteren, mirasımıza sahip çıkan, ihtifalci özelliğiyle tarihe mâl olmuş kişilere düzenlediği anma törenleriyle bilinen Mehmed Ziya Bey, şimdi unutulmuşluğun ve terk edilmişliğin bir göstergesidir. Bahariye Mevlevihanesi’nin sol çaprazında bulunan, her gün insanların haberi olmadan önünden geçtiği, içerisine çöplerin atıldığı, kabir taşlarının toprağa gömüldüğü kabristanda metfun olan Ziya Bey, kabrinin düzenlenmesi hakkında yazılan yazılara, isteklere ve şikâyetlere rağmen hâlâ hak ettiği değeri bulamamıştır. Günümüzde yapılan birçok çalışmaya kaynak olan eserler ortaya koyan, unutulmaktan ve kaybolmaktan kurtaran velûd şahsiyetin en kısa zamanda hatırlanması ümidiyle, sizleri Mehmed Ziya Bey’in kabrine davet ediyorum. Kaybetmeden hatırlamak gerektiğini bugüne kadar çok defalar yaşamış olmamıza rağmen, bu millete ve vatana sayısız hizmetleri geçmiş kişilerin kabirlerine ve emanetlerine sahip çıkmamız temennisiyle…
Mehmed Niyazi Bey
Kaynaklar
• Eyice, Semavi, İhtifalci Mehmed Ziyâ, DİY.İ.A., C. 21, İstanbul , s.560. • Eyice, Semavi, Mehmed Ziya (İhtifalci), TVİA, C. 5, İstanbul 1994, s. 369-371. • Sevim, Nidayi, İhtifalci Mehmed Ziya Bey ve Kaybolan Mezarlık… (http://www.kemahlilar.com/ihtifalci-mehmed-ziya-bey-ve-kaybolan-mezarlik-64yy.htm) • Sevim, Nidayi, Bu Tarihi Şahsiyetler Saygıyı Hak Etmiyor Mu? (https://www.dunyabizim.com/portre/bu-tarihi-sahsiyetler-saygiyi-hak-etmiyor-mu-h15948.html 83
ehirlerin anası Mekke-i Mükerremeyi farklı bir gözle anlatmaya devam ediyorum… Bu kutsal beldedeki kutsal mekânları kısaca özetlemeye çalışıyorum… MAKAM-I İBRAHİM
ŞEHİRLERİN ANASI
MEKKE-İ MÜKERREME -üç-
Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) döneminde Mekke şehri, bu günkü Mescid-i Haram yeri kadar alanı ancak kaplıyordu. Bütün güzide sahabenin evleri bu civarda bulunuyordu. Hz. Ebubekir’in (r.a) o günkü evinin bulunduğu yerde bu gün Hilton Otelinin görkemi yükselmektedir. Hilton Otelinin bir alt sokağında Hz. Hamza (r.a.) evi bulunuyordu Münir BALICA
Hz. İbrahim kabe’yi inşaat ederken bir taşın üzerine basmış ve mübarek ayak izleri bu taşın üzerin;de kalmıştır. Bu taş, muhafaza içinde, Rükn-i Yemani ve Rükn-i Irak’i arasında durmaktadır...! ZEMZEM KUYUSU
Kabe’nin kapısının çaprazında bulunan bu kuyu, oğlu Hz. İsmail’e su ararken Allah’ın bir lütfu olarak Hz. Hacer tarafından bulunan Zemzem su’yu. Efendimiz Peygamberimizin (s.a.s ) müjdesi içenlerin ile dertlerine, hastalıklarına derman olmaktadır....! MİRAÇ SÜTUNU
Rivayetlere göre, Efendimiz (s.a.s ) amcasının kızı Ümmühan’ın evinde iken Miraç’a yükseltilmiştir. Bu mübarek mekanın yerini işaretlemek üzere Yavuz Sultan Selim Han tarafından revakların altına gelen bu kısma kırmızı granitten bir sütun yerleştirilmiştir. Bu gün bu sütun, Rükn-i Yemani’nin tam karşısına gelen köşenin yakınında, halen aynı yerinde durmaktadır...! ABBASİ REVAKLARI
Kabe’nin son olarak etrafındaki tavaf alanı ( metaf ) son kez Abbasi Halifesi Mehdi tarafından genişletilmiştir. Bu gün halen tavaf için aynı alan kullanılması ile revak sütunları tüm orijinalliğiyle ile durmaktadır...! OSMANLI KUBBELERİ
Abbasi Halifesi Mehdi’nin yaptırdığı revaklar düz ahşap çatıydı. Bunların eskimesi ile Osmanlı Padişahı 11. Selim’in tarafından bu alan Mimar Sinan gözetiminde soğan kubbeler ile kapatılmıştır...! SAFA VE MERVE TEPELERİ
Kabe’nin kapısına bakan cephede uzanan iki ayrı tepe, Hz. Hacer’in Hz. İsmail’e su bulmak için 7 defa koştuğu tepe, burada sa’y ibadeti gerçekleştirilmektedir. İBN-İ ERKAN’IN EVİ
Safa tepesinin 8 m. kadar sağında bulunan genç sahabenin ev. Peygamberimiz (s.a.s ) İslam’ın sayı//52// kasım 84
ilk yıllarında Müslümanların gizlice buluştuğu mekan. Ebu Zer ve Hz. Ömer ve gibi birçok kıymetli sahabe burada Müslüman oldular...! BABÜSSELAM
Selam kapısı olarak adlandırılan bu kapı, Efendimiz Muhammed ( s.a.s ) Mekke’ye ilk girişlerinde Mescid-i Haram’a girerken kullandıkları kapıdır. Bu kapıdan Mescid-i Haram’a girmek sünnettir....! EFENDİMİZ (S.A.S ) EVİ
Hz. Hatice ile izdivacı sonrası, Efendimiz (s.a.s) tarafından satın alarak, ikamet ettikleri ev. Medine’ ye hicret sonrasında Hz.Ali’nin kardeşi Akil tarafından satıldı. Bu ev Osmanlılar tarafından çok hürmet gördü. Ve mescit olarak muhafaza edilse de, Hz. Fatıma’nın dünyaya geldiği bu ev tarihin belirsizliği içersinde yoktur. Evin tam yeri Merve kapısının 20 m. kadar ilersindedir...! KABE VE 19 SAYISI
Besmele’nin harf sayısı da 19 mucizesi ile ilişkilidir. Evet, Besmele tamı tamına 19 harflidir. 19 sayısının gizemi Kabe ve çevresinde çıktığı görülmektedir. Kabe’nin içinde bulunan Mescid-ül- Haram’ın kapıları 19 dur. Hacerül Esved ile Makamı İbrahim’in arasındaki mesafe 19 metredir. Kabe’nin içersinde bulunan levaların toplam adeti 38’dir. ( 2X19 ) Bu levhaların 19 tanesi yeşil renktedir. Kabe’nin güney köşesi ( Rükn-ül- Yemani ) ile doğu köşesi ( Rükn-ül Esved- Hacer-ül Esved’in bulunduğu köşe arasında 19 taş bulunmaktadır...! Kabe’nin tavaf alanı ve Say Mekanı arasında yetmiş Peygamber’in yattığı sanılmaktadır. Bunların bir tanesi de Arabistan Yarımadasının güneyindeki Ad Kavmine gelen Hz. Hud’dur. Kavminin helaki sonrası, kendisini inanan az bir insanla Mekke civarına yerleşen bu peygamberin varlığını, veda Haccında bizzat Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) tarafından bildirmiştir.....! Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) döneminde Mekke şehri, bu günkü Mescid-i Haram yeri kadar alanı ancak kaplıyordu. Bütün güzide sahabenin evleri bu civarda bulunuyordu. Hz. Ebubekir’in (r.a) o günkü evinin bulunduğu yerde bu gün Hilton Otelinin görkemi yükselmektedir. Hilton Otelinin bir alt sokağında Hz. Hamza (r.a.) evi bulunuyordu.
Osmanlılar bu bahadırın evini koruyabilmek için burasını Mescit haline getirdiler. Bu mescit Hint mimarisinin güzellikler içeren mimarisi ile yenilendi. Halen mescit’in ismi Mescidü’lHamza olarak anılmaktadır. Buranın hemen solunda bulunan tepenin adı, Hz. Ömer’in evinin burada bulunmasından kaynaklanarak Cebel-i Ömer, yani Hz. Ömer tepesi olarak anılmaktadır....! Bir zamanlar Ebu Cehil’in evinin bulunduğu yerde, ne hikmetse günümüzde umumi tuvalet haline gelmiş olduğunu görülmektedir....! M.S. 630 yılında muzaffer İslam orduları başlarında “ Yer- gök onsekiz bin alemin iki cihan serveri, kainatın efendisi, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) olduğu halde, Mekke’ye ilk girdiklerinde, Mescid-i Haram etrafında toplanmış olan halkın gözlerindeki korku ve endişeleri Mekkelilere hitap ettiği konuşmasında; “ Sizlere bu gün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizleri bağışlasın. O, merhamet edenlerin en efendisidir. Sizler hür bir şekilde serbestsiniz; ” Beklemedikleri bir af af ile karşılaşan halkın zaman içersinde tamamına yakını İslamiyet ile şereflendiler...! Mekke’nin Fethi sonrasında Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) Kabe’nin kapılarının anahtarlarının, cahiliyet devrinde olduğu gibi, yine Osman Bin Talha’da kalmasını istemiştir. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen Kabe’nin anahtarlı hala “ Beni Şeybe” kabilesinin kişileri tarafından muhafaza edilmektedir. Günümüzde bile bu insanların en yaşlısında Kabe’nin anahtarları bulunmaktadır....! 85
MOĞOL İŞGALİNE UĞRAYAN
ERZURUM
Erzurum’u savunmak üzere, Anadolu’dan gönderilen ordu, Erzincan’da iken şehir düşmüş, yağmalanmış ve yakılıp yıkılmıştı. Muhsin İlyas SUBAŞI
237 sonrasıdır; Babailerin büyük tahribat yaptığı Erzurum, şimdi Moğolların tehdidi altındadır. Aladdin Keykubad’ın ölümünden sonra, oğlu Moğollara her yıl verilen bahşişleri göndermedi. Buna kızan Moğollar, Tebriz dönüşünde Erzurum’a uğradı. Bu geliş büyük bir felaketi de beraberinde getiriyordu. Daha şehre girmeden halkın Ilıcalar dediği kaplıcalara baskın yaptılar. Burada yüzlerce kadını yıkanırken ele geçirdiler. Kaplıca baskını öğle üzeri olmuştu. Kadınlar yarı çıplak vaziyetteydiler. Neye uğradıklarını şaşırdılar, feryatlar edip bağrışarak sağa sola kaçışmaya başladılarsa da, acımasız Moğol askerlerinin kırbaçlarıyla bir araya toplandılar. Askerler, kadınların giyinmelerine bile izin vermediler, yolda birçoğuna tecavüze kalkıştılar. Yaşananlar dayanılacak gibi değildi. Feryat eden, yalvaran, intihara kalkışanlar vardı. Askerler hem merhametsizce saldırıyor, hem de eğleniyorlardı. Kadının bir tanesi, kendisini kenara sürükleyip tecavüz etmek isteyen askerin gözlerine iki parmağını birden sapladı. Adam feryat ederek kaçarken kılıcını sağa sola savuruyordu. Arkadan gelen bir asker okunu kadının kalbine sapladı ve orada öldürdü. Bir başkası, yol kenarında ağlayarak ilerlerken uçurumun kenarında olduğunu fark etti. Yanındaki askeri var gücüyle uçurumdan aşağı iteledi, arkasından kendisini kayalıklardan aşağı bıraktı. Asker de ölmüştü, kadın da. Kucağındaki çocuğu korkudan ağlayan kadının yanına yaklaşan atlı bir asker, çocuğu kaptığı gibi dereye fırlattı. Kadın, çıldıracak gibi oldu, dereye koştu, adam arkasından kılıcı ensesine indirdi, yere düşen kadının üzerinden atıyla geçerek ezip öldürdü. İki asker, kadınlara karşı çok acımasızdı ve sarkıntılık yapıyorlardı. İki asker de bunların durumundan rahatsızlık duymaya başladı. Birisi, bir kadına sarkıntılık yaparken ikaz etti. Adam aldırmadı, bir daha ikaz etti, adam yine aldırmadı. Kadın yarı baygındı, elle yapılan sarkıntılığa tepki verecek hali yoktu. Bunun durumundan rahatsız olan asker, kadından uzaklaşan askeri takip etmeye başladı. İkisi de at üzerindeydi. Bir uçurumun kenarına geldikleri vakit, asker sarkıntılık yapanı sıkıştırdı ve atıyla birlikte dereye yuvarladı. Hemen bulunduğu yerden uzaklaştı, düşen askerin beli kırılmıştı, diğerleri de aldırmadılar, bağırarak yardım bekleyen askeri orada bırakıp yollarına devam ettiler. Gün batmıştı, artık insanların davranışları net bir şekilde seçilmiyordu. Öbür asker de, bir kadına tecavüz edeni takip ediyordu, asker uzaklaşınca kadının
sayı//52// kasım 86
yanına geldi. Kamasını uzattı yarım yamalak bir Türkçe ile ‘sakın belli etme, bu adama yaklaş, ‘gel şimdi beraber olalım’ de, bir kenara çek, o yürürken sen kamayı arkadan sırtına sapla ve hemen uzaklaşarak diğer kadınların arasına katıl’, dedi. Kadın denileni yaptı. Bu defa kamayı veren asker bağırıp hakaret ederek hızla kadının yanına geldi, kadına yaklaştı, kırbaçla vuruyor gibi yaparak üzerine yürüdü kamasını aldı, kadını iterek grubun içine kattı. Öldürülen askerle arkadaşları ilgilenmediler bile. Bu iki asker bir ara yan yana geldiler, ikisi de Müslüman olmuş Moğol’du. Ancak, kendilerinin teşhis edilmesini de istemiyorlardı: ‘Dikkatli olmalıyız, sezerlerse, bizi de tepelerler’, diyerek askerlerin arasına karıştılar. Böyle bir acılı yolculuktan sonra gece geç vakitte kadınları, Moğol Kumandanın önüne getiren askerler, mutluydu, birisi öne çıktı ve kadınları takdim etti: “Komutanım, size sayısız cariye getirdik. “Aferin, iyi bir iş yapmışsınız. Bu durum, Erzurumlunun moralini çökertir ve işimizi kolaylaştırır.” “Bunları ne yapmamızı emredersiniz? Biz deriz ki, bunları ordunun içine dağıtalım, askerlerimize dans edip şarkılar söylesinler.” “Yo, hayır olmaz. Bu, askerin disiplinini bozar. Bunların hepsini öldürün…” Kadınları komutanın önünden aldılar kenara götürdüler ve iplerle birbirine bağladılar. Neye uğradıklarının korkusu içerisinde kadınlar titriyor ve hepsi birbirine sımsıkı sarılarak ağlaşıyordu. Bu, insanlık tarihin görmediği bir dramın feryadıydı. Savaş ahlakını kaybedenlerin vahşeti birçok kadının yere yığılıp bayılmasına sebep olmuştu. Kadınlarda yürüyecek hal yoktu. Kılıçlarını büyük bir keyifle kadınların göğüslerine saplayan askerler, vahşeti eğlenceye dönüştürmüşlerdi. İçlerinden bir kadın haykırarak öne çıktı. Kendisinin Moğol ailesinden geldiğini söyledi ve bağırdı: “Namussuzlar, iffetsizler, ahlaksızlar! Ben Moğol milletinden bir kadındım, bunlara esir düştüm, beni efendim, eş edindi ve bu şehrin en onurlu kadını haline getirdi. Onların yaptıklarına bakın, sizin yaptıklarınıza. Zulüm ile zengin mi olacaksınız?” Kadın bunları söylerken hıçkırarak ağlıyordu. Askerlerin başındaki komutan; “Demek bunlara hanım olmanı kutsuyorsun sen, öyle mi?” diyerek okunu kadının sırtına sapladı. Kadın yığılıp kaldı. Askerlerine başıyla işaret etti, askerler önlerine gelen kadınların kalbini hedef alarak ne tarafı rast gelirse kılıçlarını
oradan saplamaya başladılar. Çığlıklar, ağıt ve gözyaşları çaresizliğin örtüsü oldu. Yarım saat içerisinde beyaz elbiseleri kanla kaplanmış bir ceset ormanına dönüştü ortalık. Sonra atlarını sürüp olay yerinden uzaklaştılar… Haber, Erzurum’a ulaşınca şehirde panik başladı. Hem öfke, hem de korku vardı. Kadınlara yapılanları kabullenemiyorlardı: “Bunu, bırakın bir din düşmanı kâfir, hayvan bile yapmaz”, diyorlardı. Böyle utanç verici saldırıya uğrayan kadınların evlerinden feryatlar yükseliyordu. Birçoğu kale kapılarına geldiler, kendilerinin dışarıya bırakılmasını istediler, yalvarıyorlardı: “Bırakın gidelim, bu din ve ırz düşmanları bizi de öldürsünler! Hiç olmazsa bir ikisini de biz gebertiriz bu namussuzların!” Erzurum halkı infial halinde böyle bir tepki verirken, şehri koruyan ordunun Babai İsyanları dolayısıyla, Anadolu’nun içlerinde olmasının, Moğollara korktukları direncin gösterilememesi şansını vermişti. Şehrin savunmasını üstlenen Sinaneddin Yakut’un emrindeki ordu, üzerlerine gelen ve kurdukları on iki mancınıkla şehir surlarını döven Moğollara karşı kahramanca direnmesine rağmen, düşmanı püskürtmeye muvaffak olamadı. Erzurum halkı haftalar boyu kahramanca direndi. Ne var ki, daha önce Sinaneddin Yakut’la kavgası olan Erzurum Valisi Şerafeddin Duvinli, kendisinin ve ailesinin bağışlanması karşılığında, Moğol askerleri kendi savunduğu kale surlarından içeri alacağını bildirdi. Moğol Komutan Baycu Noyan, bu konuda ona güvence verdi. Bunun üzerine, Duvinli, kontrolündeki surlardan Moğol askerlerini içeri aldı. Buradan şehre giren askerler kale kapılarını kırarak, şehrin işgalini gerçekleştirdiler. Artık Erzurum düşmüştü. Korkunç bir katliam başladı. Moğollar Sinaneddin Yakut, oğlu ve karısını komutanlarının önüne getirdiler. Üçünün de elleri zincirlerle bağlanmıştı. Baycu Noyan, bunların kendi önünde hemen öldürülmesi emrini verdi. Askerler, üçünü de yüzükoyun yere yatırdılar ve üç asker aynı anda üç kılıç darbesiyle bunların başlarını gövdelerinden ayırdı. Aynı askerlere, bu Selçuklu Komutanının evine gidip yağmalamalarını, evde bulunan bütün eşyaların kendisine getirilmesi talimatını verdi. Erzurum’u savunmak üzere, Anadolu’dan gönderilen ordu, Erzincan’da iken şehir düşmüş, yağmalanmış ve yakılıp yıkılmıştı. Ordu, Erzurum’a geldiği zaman, sokaklarında kan ırmakları, parçalanmış cesetler, yakılıp yıkılmış harabe bir şehir buldular. 87
ŞEHİRLER KALABALIK.. DİKKAT! “YALNIZ”LAŞIYORUZ
Sezai Karakoç’un dile getirdiği “Yitik cennet”ini arayışı hiç bitmemiş ve bitmeyecek olan kullar; Âdem ve Havva’nın birbirlerini bekleyişi gibi uhrevi nefesi soluma arzusundan da hiçbir zaman kurtulamayacağının farkındalar. Musa YAŞAROĞLU
nsanlık “yalnızlaşma” mefhumunun kucağına her geçen gün biraz daha düşmekte ve amansız bir buhranın içerisine sürükleniyor. Her yeni adım insanoğluna yeni bir kimlik ve yeni bir çehre kazandırırken geçmişle olan bağlarını da bir o kadar törpülüyor. Yeni ve yenilikçi akımlar dünyanın sınırlarını tekrardan oluşturuyor ve “âdem”i “adam”lık noktasında bir kez daha hizaya sokuyor. Sadi Şirazi’nin deyişiyle “üç beş damla kan ve bolca tedirgin ve kararsız” insan, aynı pervasız yanıyla hayatın inişli çıkışlı güzergâhında boy göstermeye devam ediyor. Sezai Karakoç’un dile getirdiği “Yitik cennet”ini arayışı hiç bitmemiş ve bitmeyecek olan kullar; Âdem ve Havva’nın birbirlerini bekleyişi gibi uhrevi nefesi soluma arzusundan da hiçbir zaman kurtulamayacağının farkındalar. Her geçen gün daha da yalnızlaşan insan, dünyanın kıskıvrak sarmaladığı benliğini, o çıkılmaz sokak hengâmesinden kurtarmak yerine aynı kayıtsızlık hezeyanıyla kıvranmaktan kendini alamıyor. Âdem’in çocukları, önü alınamaz bir “tüketme” hırsıyla sarsılan nefislerini, aynı iflah olmaz serkeşlikle bütün mana kalelerini de art arda ve anormal bir pişkinlikle yıkıp ardı sıra da bu lakaytlığa alkış tutuyor. 18. Yüzyıldan itibaren maddeci akımların hayatın en mahrem alanlarına kadar sokulduğu günler, ne yazık ki aynı hüsran esaretiyle devam ediyor. Sanayi devrimiyle birlikte yırtılan maneviyat perdesi, pozitivist ve pragmatist ideolojilerin arsız haykırışları sonucu, tamamen kaybolup gitme riskiyle karşı karşıyadır. Kapitalist Garp’ın aç gözlü çocukları, kapanmaz bir iştahla manayı yutma heveskârlığında sınırları zorlarken ve tüketme hırsıyla bölmeye, parçalamaya devam ederken bütün dünyayı da peşlerinden sürüklemekteler. Her yeni buluş her yeni adım insanoğlunu gelenekten koparırken yalnızlaşma tehlikesinin de iyice kucağına itmekte ve bireyleri “bencillik” hissiyatının insafına terk etmektedir. Her bencillik düşüncesi de sonunda amansız bir ayrışmanın temellerini hazırlıyor. “Ben” duygusunun tavan yaptığı bir yüzyılda yaşıyoruz ve ne yazık ki bir veba hâlini alan bu ”benlik” hastalığı, insanlık vücudunun en uç noktalarına kadar ilerlemeye devam ediyor. Hükümrân olma asaletine dayanamayan insanoğlu, aslında kendine “kul” gördüklerinin kölesi olma yolunda her geçen gün biraz daha ileri gidiyor.
sayı//52// kasım 88
“Bilimsel” etiketi altındaki her gelişme insanlığın tekâmülünde oldukça etkin ve baskın özelliğini koruyor. Sosyal bir varlık olma özelliğine sahip bireyler, modernitenin dayanılmaz albenisi karşısında, kendi benliğinin olmazsa olmazlarından feragat etmeye başladı. Şimdilerde sosyalleşme unsuru olarak lanse edilen birçok etkinlik, aslında asosyal toplum oluşturma amacının can alıcı noktaları hâlinde karşımıza çıkıyor. Maddenin tüm imkânlarıyla alaşağı ettiği “maneviyat ruhu” ne olursa olsun insan için ehemmiyetini koruyor ve aynı seçkin konumunu sürdürüyor. Maneviyata karşı aynı hassasiyet ve bakış açısı dünyanın her bölgesinde olduğu gibi kendi coğrafyamızda da değerini bazı kesimlerce korunuyor. “Bir” olma ya da “birlikte” olma hassasiyetini her kültürden daha fazla öne çıkaran öz dinamiklerimiz de ne yazık ki aynı buhranın aynı ayrışmanın etkisinden kurtulamıyor. Bir araya gelme yahut “cem” olma yeteneğini yitirmeye yüz tutan toplumların içine düştükleri dehlize maalesef ki biz de uygun adım ilerliyoruz. Kültürel birikim ve deneyimlerimizden yüzyıllarca faydalanmış olan Garp medeniyeti şimdilerde alaycı çehrelerle bize “kültür ihraç etme” yarışına giriyor. Son üç yüz yıllık yönelişlerimizle hiç de hak etmediği bir yüksekliğe çıkardığımız bu “madde birikintisi” uygarlık, ne yazık ki pişkin bir edayla “mana erleri”yle yücelmiş bir medeniyete “ayrılık” tohumları ekme gayretinde. Komşunun aç yattığı bir gecede tok yatmayı ziyan kabul eden bir önderin bayraktarlığını yapan toplumun, hayatı sömürmek ve sekülerleştirmek amacıyla anlamlı bulan bir gürûhtan nasıl bir “kültür” talep edeceğini iyice düşünmek gerekiyor. Yunus Emre’nin yüzyıllar öncesinde seslendirdiği ve dünya milletlerinin şimdi sıkı sıkıya sarılma yarışına girdiği “Gelin canlar ‘bir’ olalım. Sevelim, sevilelim; bu dünya kimseye kalmaz.” öğretisi, taze ve dinamik duruşunu hala muhafaza etmektedir. Yalnızlaşan bireylerin her geçen gün arttığı ve kendine dokunmayana bin yıl ömür bahşedenlerin sayısının artık milyonları bulduğu bir dönemde yeni bir “cem”e yeni bir “birlik”e muhtacız. Bunu yaparken içine kapanıp başkalarını dışarıda bırakan bir çembere değil; hedeflerini dünyanın enlem ve boylamlarının en uç noktalarına kadar belirleyen geniş bir ufka gereksinimimiz var. Dünya amansız bir “ayrışma” süreci yaşıyor. Her
millet kendi çekirdeğine gerilerken ve neredeyse “öteki”leştirmeyi elzem görürken yalnızlaşmanın zirve yapması işten bile değil. Yeni blokların her geçen gün belirginleştiği, her devletin kendi kabuğuna çekilip ardı ardına kalın duvarlarla benliğini çerçevelediği bu düzende, hiç şüphe yok ki “birlik” ve “beraberlik” hassasiyeti her geçen gün biraz daha önemini hissettirecek. Karşılıklı anlayış ve hoşgörünün yerini tereddüt ve “acaba”lı önyargıların aldığı bugünlerde birbirimize biraz daha sokulmalı ve bizi belimizden “birlik ruhu”na bağlayan ipe daha fazla sarılmalıyız. Mevlana’mızın geniş ve sınırsız gönül dünyasının asırlara ve tüm mekânlara yönelttiği terennümü: “Ne olursan ol yine gel; bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil.” bize kutsi amaçlara ulaşma iştiyakı için en güzel referans olacaktır. Biliyoruz ki “yalnız” bir ömür hüsran ve kayıplarla örülü bir örümcek ağından farksız ve ruhsuz olacaktır. İnsanı insan kılan paylaşma, “bir” olma ve birlikteliklerden mutlu olma duygusudur. Yunus’un deyişiyle “bir” olmayı becerip “diri” kalmayı sağlayanlar gelecek dünya düzeninin hissedilen ama görünmeyen gönül erleri, sessiz kahramanları olacaktır. 89
ünya gibi Türkiye ve İstanbul da önce zihinlerde kurtulacaktır. Kurtulmak, iyiliğe yönelmek anlamında, insanlığın ortak ana yolu, hedefidir. Sorumluluk duyup düşünmek de insan olmanın gereği ve sorumluluğudur. Daha güzel yarınlar, daha güzel akılların, düşüncelerin ve insanların eseri olacaktır. Sevmek ve yüceltmek isteği, bütün makamlardan üstün, insani bir dilektir. İnsanı sevenler, isteyenler ve araştıranlar, yarının kurucuları, güzel insanlardır.
İSTANBUL’UN HİKÂYESİ GÜNEŞİN KAPISI İSTANBUL
İstanbul, Türk-İslam kültürüyle, yeni bir kimlik kazanmış ve aslında bu kimlik İstanbul’un kimliğinin tamamlandığı, taçlandığı bir kimliktir. İsmai DELİHASAN
Kalıpların dışında özgürlük vardır ve burası bilimin olduğu yerdir. Düşünce, kalıbını kendi çıkarır ve sonsuzluğunda oluşturduğu yeninin sorumluluğunun sınırlarını çizer. Türklerin askeri yapıda yaratılışları ve yaşayışlarının, İslam’la birleşmesi; ordusuna Mehmetçik (Küçük Muhammed) adını vermiştir. Tarih boyunca İstanbul, Türklük ve İslam için en önemli şehirlerdendir. İstanbul’un geçmişi, Roma ile bağıntılı olduğu halde, geleceği de “kızıl elma”dan, “İlayı Kelimetullah” a kadar yine Roma ile bağıntılıdır. Ancak, bugün için kültürel ve dini ilimler için anlam içermez. Roma’nın iman boyutundaki anlamı, daha derin ilmi bir konudur ki bu nedenle aslında Roma bir İslam şehridir diyoruz. Türkler kültürlerini İslam’ın üzerine bina etmişlerdir ki bu aslında bütün toplumlarda böyle olmasına rağmen, Avrupa-Batı, aydınlanma ile bunu yenebilmeyi ve aklını kullanmayı başarmıştır. Fatih, şair, birçok dil bilen, askeri deha, iyi eğitimli tarihin en önemli insanlarından biri olarak, kendi çağına göre iyi yetişmiştir. Dini ve dünyevi derin bilgiye sahiptir. Birçok dil bilmesi ve o günün koşullarında-coğrafyasında birçok toplumla iç içe yaşamı, o kültürleri de öğrenmesini sağlamıştır. Ailevi ve kişisel temelinde de Türk ve İslam kültürü vardı.. İstanbul’un Fethi’nden sonra, Bizans’ın kültürüne saygılı davrandığı ve sahip çıktığı halde, Türk ve İslam kültürünü de İstanbul’a taşımış ve köklü bir şekilde yerleştirmiştir. Ondandır ki Fatih İstanbul’un Fatiha’sıdır. Fatih’ten söz etmeden, İstanbul’dan söz edilemez. İstanbul, Türk-İslam kültürüyle, yeni bir kimlik kazanmış ve aslında bu kimlik İstanbul’un
sayı//52// kasım 90
kimliğinin tamamlandığı, taçlandığı bir kimliktir. Türklerin İstanbul’u almaları, hem batıyla, hem de İslam’la bağlarını kuvvetlendirmiştir. Türk Bayrağında Ay ve Yıldız vardır. İstanbul Batı’da doğan ilk gün güneşidir. Güneş zamanı ve akıl İstanbul’dan başlar. İstanbul zamanın mekândaki önemli bir dönümüdür. Biliyoruz ki Medine, medeniyet kavramının türediği şehirdir; Mekke ise şehirlerin anasıdır. İslam şehir dinidir ve asıl şehir, insan bedeni ve kalbidir. Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mekke’den Medine’ye Hicret’inde, Eyyüb el Ensari’nin evinde yaklaşık altı ay -evi yapılıncaya kadarmisafir olmuştur. Eyüp el Ensari ise İstanbul’a gelmiş ve türbesi adını alan Eyüp İlçemizdedir. Elçimizin elçisi evindedir İstanbul’da. Bu bize Mekke, Medine ve İstanbul arasındaki kutsal bağı göstermektedir. Ayrıca Kudüs, insanlığın ruhunu temsil eder. Temsili olarak Hz. Peygamber Eyüp Sultan Hazretlerinin şahsında İstanbul’a gelmiş ve temsilcisi olarak da Eyüp Sultan burada bulunmaktadır. Hakikatte İstanbul’a gelişi, Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye Hicret’inin devamıdır. O da İstanbul’a Hicret etmiştir. Eyüp el Ensari İstanbul’a gelmiştir ki bu İslam’ın geleceğinin İstanbul’dan doğan bir Güneş olacağının da müjdesi, işaretidir. İnsanlık Mekke’de doğmuştur; İslam’la tam olarak aslına dönmüş, kendini bulmuştur ve tamamlanmıştır. İstanbul da böylece Türkler ve İslam’la tam olarak aslına dönmüş, kendini bulmuş ve tamamlanmış; yarının başlangıcı ve ışığı olma görevini almıştır. İşte bu tamamlanma Fatih Sultan Mehmet’in şahsıyla bütünleşmiştir. Edebiyatta, sanatta, sporda, teknolojide, mimaride, 19. yüzyıldaki değişimin bir örneği olarak; Avrupalı ressamların Osmanlı’ya gelip resimler yapması, resim tarzında olduğu kadar, mimaride de doğu ve batı kültürü mezcedilmiştir… Minyatürden, perspektifi olan resme geçilmiştir. Türk resim tarihinin dönüm noktası, II. Mahmut (1808–1839)’un dönemi olmuştur ve kendi resmini yaptıran II. Mahmut, ilk defa duvarlara astırma cesaretini göstermesi, kültür ve sanattaki değişime ve Avrupa etkisine somut bir örnek oluşturmuştur. Dervişlik, Lâle, Gül, Hilal, Nargile, At ve Deve, Silah, Lokum, Türk Kahvesi; Türk-Müslüman
kültürünün olduğu kadar, İstanbul kültürünün de ana teması olmuştur. Tarihimizdeki ilk grev, Beyoğlu telgraf işçilerinin 1872 yılında yaptığı grevdir ki bu da siyasi kültürün nasıl şekillenmeye başladığının ve Avrupa’dan nasıl etkilendiğinin de göstergesidir. İstanbul’da –geneli Osmanlı’da- 18. yüzyıldan beri süren değişim ve yenileşme hareketleri, özgürlükler anlamında bir deforme (biçimi, kalıbı bozulmuş) dönem olarak görmemizi de sağlayan, ilk kumarhanenin (1870); ilk gece kulübünün (1870) ve ilk genelevin (1884) açılmasıdır. Yenileşme hareketleri ve yabancı okulların açılması da toplum yapısında ve kültüründe kendine karşı bir güvensizlik ve Avrupa hayranlığı oluştursa da özündeki Türk, İslam ve Osmanlı kültürü sıcak ve canlı kalmaya devam etmiş, bugüne kadar da diriliğinden yüzeysel olmanın dışında bir şey kaybetmemiştir. Tezhip, Minyatür, Çini, Hat, Ebru, Kâtı, Sanat Müziği, Divan ve Halk Şiiri; bugün için Avrupa kültürüne yenik düşmüş eski İstanbul (Türkİslam) kültürünün parçalarıdır. İstanbul, insanlığın geleceğinde görmesi ve bilmesi gereken ilk şehirdir. Dünyanın geleceği İstanbul’dan doğacaktır. Dünyaya misafir gelen insanoğlu ancak İstanbul’da zamanın gerçek misafiridir. Zaman İstanbul’un zamanıdır ve zamanı yakalamanın yolu simgesel amaçlı İstanbul’a turist gelmektir. KÂBE VE ŞEHİR
Hz. Âdem, Mekke’de Kâbe’yi ilk yapan, yerini belirleyip, temellerini atan insandır. “İbrahim, İsmail ile birlikte Beytullah’ın (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor”(Bakara Suresi 127). Kâbe’nin temellerini Hz. Âdem atmış, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail, temellerini yükseltmiştir. İnsanın bedeni evidir ve şehir de bedenin evidir. Kâbe hem Hz. Âdem’in evi olmuş, hem de Allah’ın evidir ve bütün Camiler Kâbe’nin şubeleri olarak Allah’ın evleridir. Şehir kavramı, “beden şehri”, “kalp şehri” gibi, yaşanılan âlem, mekân anlamlarında özel bir içerik taşır. Şehir insanı doğurur; şehir, insanın anasıdır. İnsanın bedeni şehir olduğuna göre, onda yaşayan, barınan insan için ev de şehirdir ve bugünkü anlamda şehrin ilk kurulduğu yer olarak Kâbe’dir, Kâbe’nin kendisidir. İstanbul ise Kâbe toprağıdır…
ŞEHİR
SERGİ
ATLAR, HATLAR VE SÜLEYMANNAME
SÜLEYMAN SAİM TEKCAN
HEYKEL VE GRAVÜR SERGİSİ
Sarnıca inip ata yükselmek Hazırlayan: Mehmet Lütfü ŞEN Sergi Süresi: 24 Ekim 2018 - 7 Ocak 2019 Yer: Şerefiye Sarnıcı /Küratör : Mehmet Lütfi Şen
sayı//52// kasım 92
illetlerin zamanda bıraktığı iz, sanatçılarının yaşadığı çağı tanımlama ve belirleme çabasından beslenir. Bir üst kültürün inşasında, coğrafyanın birikimleriyle yüzleşme, kendini tanımlama, ötekinden ayrışma ve öteki kültürlerle etkileşim biçimi etkin olur. Bizim çağdaş plastik sanatlarımıza ilişkin kuramsal bakış ve metodoloji barındıran ilk yaklaşımlardan birini Ressam Malik Aksel kaleme almıştır. 90 yıl önce yayınladığı yazısında Aksel, yeni kurulmuş Cumhuriyetimizde birlikte alınması beklenen yolun kilometre taşlarını belirlemiştir. Kendimiz olma zaruretini, sanatçının başka bir muhite gözünü çevirdiğinde yabancılaşacağını, batı sanatına benzemenin sanata katkı sağlamayacağını, dünyayı etkileyenlerin kendi muhitini iyi bilen sanatçılar olduğunu, Japon ve Rus resminin kendi olduğu için dünyayı etkilediğini ve daha fazlasını Aksel bu yazısında ifade ediyor. Bütün eğitim ve sanat hayatı boyunca bu yaklaşımın mücadelesini veriyor örneği oluyor. Yazıya Malik Aksel’i anarak çağdaş sanatımızın problemlerine değinerek başlamamın iki önemli sebebi var. İlki 1963-64’te Avrupa’nın 5 başkentinde açılan Çağdaş Türk Resim ve Heykel Sergisi sonrası aldığımız eleştiriye rağmen, halen ve halen sanat dünyamızda kendi olamayan, kimlikten yoksun, batıyı taklit etmenin takdir edilesi bir yenilik ve çağdaşlık olduğu varsayımının devam etmesi. İkinci sebepse, sanatçımız Süleyman Saim Tekcan’ın önce Malik Aksel’in öğrencisi daha sonra aynı eğitim kurumunda birlikte eğitim verdiği arkadaşı ve daha önemlisi Türk Çağdaş Sanatı için alınması gereken yolun yetkin bir örneği olması. Tekcan, Octavio Paz’ın Yalnızlığın Diyalektiği’nde ifade ettiği gibi, gelecekte varılacak bir yere gitmek için, geçmişte bulunduğu yerden yola koyulmanın tüm çağdaş gereklerini yerine getirdi. Yurtiçinde ve yurtdışında katıldığı birçok sergiyle, aldığı ödüllerle, akademideki hocalığı ve yöneticiliğiyle, grafik sanatlarına ilişkin dünya çapındaki öncülüğüyle, çağdaş müze anlayışına katkı sunan müzesiyle ve daha birçok çabasıyla çağdaş Türk ve dünya sanatının geleceğine kaynaklık edecek bir yerde duruyor. Şerefiye sarnıcındaki beraber gerçekleştirdiğimiz bu projeyle, Türk sanatının çağdaş dilini İstanbul’un tarihi değeriyle buluşturmanın heyecanı yaşıyoruz. Tekcan tarihimizin ve varoluşumuzun kökenlerindeki
at imgesini çağdaş sanatta yeniden yaratarak, bildiğimiz at türlerine bir yenisi eklenmiş oldu.1600 yıllık tarihi sarnıçla bu Süleyman Saim Tekcan atı, heykel ve gravür formlarıyla buluşuyor. Sarnıcın sularına yansıyarak çoğalan çağdaş atlar ve hatlar, kadim müsennâ (aynalı) değerlere dönüşüyor. Eserlerin gölgeleri yüzyıllar öncesinin duvarlarıyla bütünleşiyor. Ben sizleri bu büyüleyici projeyle baş başa bırakırken bütün yoğunlukları arasında uzun zaman birlikte çalıştığımız Sayın Süleyman Saim Tekcan’a, yetkin değerlendirme yazısı için Sayın Beşir Ayvazoğlu’na ve emeği geçen mesai arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Şerefiye Sarnıcı’nı restore ederek, İstanbullulara ve İstanbul’un misafirlerine, tarihle ve çağdaş sanatla buluşmalarına imkân sağlayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi üst yönetimine gönülden şükranlarımı sunuyorum. https://www. facebook.com/events/780651858946673/ SÜLEYMAN SAİM TEKCAN KİMDİR?
Süleyman Saim Tekcan, 1940 yılında Trabzon’da doğdu. 1963’te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nden lisans diploması aldı. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Mimar Sinan Üniversitesi) Resim Bölümü’nde lisans ve Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Sanatta Yeterlilik eğitimini tamamladı. 1968 ve 1975 yılları arasında Atatürk Eğitim Fakültesi’nde eğitim görevlisi olarak çalıştı. 1970’de bir yıl boyunca Almanya’da baskı eğitimi üzerine araştırmalarda bulundu. Daha sonra 1975 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim kadrosuna girdi. 1985’te profesör oldu ve aynı yıl Grafik Sanat Dalı Başkanlığı görevine atandı. Yugoslavya’da Sarajevo Sanat Akademisi ve Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde özgün baskı seminerleri verdi. 1991 yılında Almanya, Bonn’da “Türk Grafik Sanatında 12 Sanatçı” ve “Çağdaş Türk Resminden Bir Kesit” başlıklı iki ayrı konferans verdi. 1994-1995 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi Dekanlık görevini, Grafik Bölümü Başkanlığı ile beraber yürüttü. 1996 yılında Büyükada’da eğitime başlayan Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kurdu ve ilk eğitim yılı süresince Dekanlık görevini yürüttü. 2007 yılında, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Kurucu Dekanlığı görevini yürüttü. 2008 yılında, 1.Uluslararası Özgün Baskıresim Bienali jüri üyeliği yaptı. 2004 yılından bu yana İMOGA-İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi Kurucu Yönetim Kurulu Başkanı olarak çalışmalarına devam etmektedir. 93
BAHAETTİN KARAKOÇ
-ÖRFÜMÜZÜN ŞAİRİ – Her hayrın başı olan Bismillah, onun şiirlerinde de vücut bulur. “Beyaz Dilekçe”ye şöyle başlar: “Rahmân ve Rahîm olan adına sığınarak Açtım iki elimi: Kor gibi iki yaprak... Bir edep ölçeğinde umutlu ve utangaç, İşte dünya önümde; benim ruhum Sana aç”. Mehmet Nuri YARDIM
azı şahsiyetler vardır ki, onlar sadece şiirleriyle, eserleriyle, hizmetleriyle hatırlanmazlar. Varlıklarıyla büyük bir alanı da kaplarlar aynı zamanda. Dönemlerini hatırlatır, çevrelerini yaklaştırırlar bize. Meselâ Bahaettin Karakoç böyle bir âbide şahsiyetti. Kahramanmaraş’ın bu asil sanatkârı, bir bakıma büyük Anadolu rüyamızın sembolleşen isimlerindendi. Onu görünce, sohbetini dinleyince farklı ufuklar açılırdı âlemimde. İstanbul’a geldikçe bulunduğum Köprülü Medresesi’ne uğrardı. Sohbet ederdik. Daha doğrusu o anlatır, ben dinlerdim. Şiirimizden Portreler kitabıma da aldığım mülakatımızda şiire bakışını, sanat anlayışını, çevresini, dostlarını ne güzel anlatmıştı. Birleştirici kişiliğiyle, edebiyat çevrelerinin gerçek ‘ağabeyi’ idi. Evet şiir semamızın parlak bir yıldızı daha kaydı. Türk şiirinin “Beyaz Kartal”ı, edebiyatımızın “aksakal”ı, Kahramanmaraş’ın medar-ı iftiharı, edebiyat dünyamızın ‘yüzakı’, büyüğümüz, gönül insanı Bahaettin Karakoç ebediyete göç etti. Allah rahmet eylesin, Rabbim mağfiret etsin. Ruhu şad, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. O, gönüllerde taht kurmuş müstesna şair, elbette şiirleriyle yaşayacaktır. Türkiye’nin başı sağolsun! Saçı, kaşı ve yüzü beyazdı... Yüreği, ruhu ve vicdanı ak. Eserlerinin kapakları ve isimleri bile beyaza bürünmüş: Zaman Bir Beyaz Türküdür, Bir Çift Beyaz Kartal, Kar Sesi, Beyaz Dilekçe... Bembeyaz fikirler, ap ak hisler.. Anadolu deyince, Maraş anılınca onu hatırlarım. Günlerdir hüzünlü ruh hâlimle, kutlu tezgâhında ilmek ilmek dokuduğu şiirleri arasında dolaşıp duruyorum. Her hayrın başı olan Bismillah, onun şiirlerinde de vücut bulur. “Beyaz Dilekçe”ye şöyle başlar: “Rahmân ve Rahîm olan adına sığınarak / Açtım iki elimi: Kor gibi iki yaprak... / Bir edep ölçeğinde umutlu ve utangaç, / İşte dünya önümde; benim ruhum Sana aç”. Şairimizin “Bismillahirrahmanirrahim” isimli kısa şiiri ise her mukaddes sözün önüne gelmesi gerekeni işaret ediyor: “Sırlı bir gözeden bengisu içer gibi / Senin isminle başlarım işe başlarken. / Rabb-ül âlemînsin ey sahipler sahibi; / Rahimsin, Kerimsin, kin tutmazsın sen. / Lâtifsin, Rezzâksın, Samedsin ey Nûr; / Esirgemek, bağışlamak sana mahsustur!”
sayı//52// kasım 94
Bir volkan gibi gür, bir şelale misali rahat, bir deniz derinliğinde temiz, bir sema genişliğinde aydınlık... Temiz Türkçeyle ördüğü şiirlerinde, hissi öne çıkaran insanların güzelliği kaleme alınmış: “Hayâlin gelip dikilir / Hüzün içime ekilir / Gözlerime mil çekilir / Bağıramam avaz avaz.” Şair, toplumun bir vicdan aynasıdır aslında. Şiirlerinde bazen hâl, bazen mazi, bazen de istikbal vardır. “Geçit” şiirinde duygularını şöyle dillendirir: “Derinden derine bir kaval sesi / Akardı körpe ruhlara / Ne temiz aşklar doğardı / Bulutlara, gökler mer’a.” Daha sonra eski hayata duyduğu hasret ve yaşanmışlıklar dikkat çeker: “Köyden şehirden dönenler / Yayla dışı haberleri / Gece bir yerde toplanıp / Tatlı tatlı verirlerdi.” Okuyucu, şairin mecazi ve hakiki aşklar arasındaki geliş gidişlerine tanık olur bu seyeranda. Şöyle der bir yerde: “Gönül a’layı arar, Hak Teâlâ’yı gerçek sılayı arar / Muhammed Mustafa’da gerçek sılayı arar / Bu çemberin merkezî olmayan bir gönül / Putlaşır – putçulaşır ve hep belâyı arar.” Şüphesiz şairin daveti umumidir, sadece yaşadığı şehrin insanları tanımaz onu, herkes özünden haberdardır. “Ses Ta Uzaklardan Gelir” şiiri âdeta bir ilahi tadında okunuyor: “Ses tokmak, gökyüzü davul; / Yürek – dil Allah’ı söyler / Bayram eder oymak, davul; / Ehlidil Allah’ı söyler. / Allahu Ekber /Allahu Ekber / Lâ İlâhe İllallah / Lâ İlâhe İllallahu / Vallahu Ekber, / Allahu Ekber / Ve lillahil Hamd!” Peki ya şu mısralara ne demeli: “Ta eski günlerde döndüm; / Beş kıtada ışık köküm... / Asırlar ses verdi güm güm, / Gök çil çil Allah’ı söyler / Allahu Ekber Allahü ekber / Lâ ilâhe illallâhu / Vallahu Ekber, / Allahu Ekber / Ve lillahil hamd!” “Mut Yollarında” şiirinde mübarek Anadolu’yu, yaptığı seyahatler eşliğinde anlatıyor. “Karakoç der: - Bindim gönül atına, / Aşka pervazlandım, bakmam çetine; / Götür kılavuzum yârin katına, / Otağına direk diye çat beni!..” O, şiirlerinde kır saadetine, dağlara, ovalara, atlara, cümle çiçeklere geniş yer verir. Mısralar arasında dolanırken püfür püfür bir Anadolu ve tabiat soluklanır. Bütün maverayı dolaştıktan sonra Yaradan’a sığınır, şefkatiyle herkes için iyilik dileyip “Affet Allah’ım” der: “Sana olan îmânımdır küfrün yıldırımlarından / Rûhumu koruyan tek paratoner ağı / Kadir-i Mutlak’sın ve tövbe kapısını açan, / Sensin insanda tecellî eden nûrun menbâı. / Sevdiklerimle olmak isterim nârında-nûrunda, / Rabb’im kimseyi bırakma günah çukurunda.” Şair, tefekkürle seyrettiği koca kâinattan tafsilatlı şekilde bahseder.
Her olayın ardındaki sırrı, her işteki hikmeti anlamaya çalışır ve bu muammaları mısralarında tahlil eder. “Sana Mahsustur”, bu mealdeki şiirlerinden: “Yaratmak ve yaşatmak ancak sana mahsustur; / Sen ölüyü diriltir, diriyi öldürürsün. / Sayısı bilinmez ki verdiğin nîmetlerin, / Kimini ağlatırsın, kimini güldürürsün. / Çok kaçaklar tanıdım, hepsi bu dünyaya yük; / Çok âşıklar tanıdım gül gibi boynu bükük...” Bir vefa anıtı gibiydi Karakoç. Arasıra yetim-i akran olduğunu hatırlatırdı ve kaybettiği dostlarına ağıtlar yakardı. Necip Fazıl’dan, Fethi Gemuhluoğlu’na Erol Güngör’den Şehriyar’a kadar yüreğini bütün şairlere, sanatkârlara açar, onlara rahmet dilerdi. O “Gözlerim Can Evimde” derken biz, kutlu bir deyişe tanık oluruz: “Ay dolanıp orta yere gelende, / Salâvat getirdim, kıyama durdum. / Kim yürek alır ki aşksız şölende? / Ben aşka adanmış bir sofra kurdum.” Şairin “Nât”ı bir güzellemedir: “Ey mi’rac’ta sevgiliyle buluşan / Gül yüzlü sevdalı, emin Muhammed / Allah, ümmetine saçmış nurunu / Ne güzel vuslattır, ne güzel rahmet” Şairimizin “Binboğa”sı “Anadolu’nun bağrında / Bir çatal yürek gibisin. / Bir edan var ki Osmanlı; / Saygıya durak gibisin.” diye başlar. “Erciyes”teki son kıtayla selamlayalım bilge şairimizi: “Başı âti, kökü mâzi; / Koynunda Hızır’ın izi... / Hep cihat yapan bir gazi, / Şimşekler çakar Erciyes.” ŞİİRİMİZİN TÜRKMEN DERVİŞİ
Şairimiz 5 Mart 1930’da Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü kasabasında doğdu. Beş erkek, dört kız çocuğu vardır. İlköğrenimini köyünde tamamladı. Adana-Düziçi Köy Enstitüsü’nde okudu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nden mezun oldu. Kahramanmaraş’taki sağlık kuruluşlarında sağlık memuru olarak çalıştı. Son görev yeri olan Kahramanmaraş Verem Savaş Dispanseri’nden 1982 yılında emekli oldu. Çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Kahramanmaraş’ta 1986-1987 yıllarında Dolunay dergisini çıkardı. ‘Dolunay Şiir Şölenleri’ni başlattı. Başta TYB ve ESKADER olmak üzere pek çok kurumdan ödül aldı. 1991’de Diyanet Vakfı’nca düzenlenen “Münacaat Yarışması”nda “Beyaz Dilekçe”si ile birinci oldu. Birçok şiiri bestelendi. 27 Haziran 2013 tarihinde düzenlediğimiz “Bâbıâli Sohbetleri”nde onu “Şiirimizin Türkmen Dervişi” olarak selamladık. Eserleri: Mevsimler ve Ötesi, Seyran, Zaman Bir Beyaz Türküdür, Sevgi Turnaları, Ay Şafağı Çok Çiçek, Kar Sesi, İlkyazda, Bir Çift Beyaz Kartal, Menzil, Uzaklara 95
Türkü, Güneşe Uçmak İstiyorum, Beyaz Dilekçe, Güneşten Öte, Dolunay Şiir Güldestesi, Leyl ü Nehar Aşk, Aşk Mektupları, Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman, Ay Işığında Serenatlar, Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri, Ben Senin Yusuf’un Olmuşum. Nar Yayınları, Karakoç’un bütün şiirlerini beş cilt halinde ve mükemmel bir şekilde neşretti.
belli olacak.’ derdi. Medeniyet tarihlerinde şiirin özel yeri olduğuna inanan Bahaettin Karakoç, “Bütün milletlerin medeniyet tarihinde şiirin geniş bir yeri vardır. Şiir iç kirliliğinden arınmaktır, duadır. Şiir en büyük medeniyet taşıyıcısıdır.” diyerek görüşünü beyan ederdi. O, kadim şiirimizin, Divan edebiyatının da iyi bilinmesi gerektiğine inananlardandı.
KAHRAMANMARAŞ’IN İSTANBUL YÜZÜ
Kendisiyle yapılan konuşmalarda, babasından sonra şiirde kendisini en çok Karacaoğlan’ın etkilediğini söylerdi. Bir soru üzerine başucu kitapları arasında Dede Korkut Hikâyeleri ve Yunus Emre’nin ilahileri olduğunu söylemişti. Divan edebiyatından da bir çok şairi sever ve okurdu. 11 Şubat 2014 tarihinde sosyal medyada şu satırları paylaşıyordu: “Ben bir inkılapçıyım; şiiri, şiire ve kelâma saygı duyduğum, sevgi duyduğum ve şiiri çok iyi bildiğim için yazarım. Dilimi taçlandırsın diye yazarım... Zikreden kalbimin riitmik coşkusunu artırsın,imza olsun, mühür olsun diye yazıyorum. Nakavt olmuş koloni kültürümü ayağa kaldırmak ve özgür kılmak için yazıyorum. Kısacası milletim ve sizler gibi şiirsever dostlar için yazıyorum, yadellerde de yazacaklarım bu çerçevenin dışına taşmayacaktır.”
Bahaettin Karakoç elbette bir Anadolu şairiydi. Şiir çerağını Kahramanmaraş’ta yakmış ve dalgalandırmıştı. Uzun yıllar Dolunay edebiyat dergisini çıkarmıştı üstelik. Şiir kitapları Anadolu’dan İstanbul’a bir muştu gibi gelirdi. İsmi bu güzide şiir şehirle özdeşmişti. Ama ikinci adresi de İstanbul’du. Son yıllarda çeşitli davetler üzerine neredeyse bir ayağı burdaydı. Onun adına Üsküdar’da, Bâbıâli’de ve Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde üç saygı toplantısı düzenlemiştik. Başka kuruluşlar da programlar yaptı. Edebiyat dünyamızın sevilen ve sayılan aksakalıydı. Bulunduğu yer bir cazibe merkezi olur, şiirseverlerin etrafında dolaştığı bir hâleye dönüşürdü. Yurtiçinde çok gezdi, dolaştı, dostlarıyla hep irtibat hâlindeydi. Sosyal medyayı son yıllarında çok iyi kullanıyor, yazdığı şiirleri, seyahatlerini, duygularını dostlarıyla, sevenleriyle, takipçileriyle paylaşıyordu. Tabiatın, erdemin, dostluğun, tefekkürün ve vefanın şairiydi elbette ama kanaatimce aynı zamanda inancımızın, örfümüzün ve geleneklerimizin de gerçek sanatkârlarındandı. “Ben daha çocukken şiiri Allah’ın rızasını gözeterek yazacağıma söz verdim. Şiirlerimi beğenseniz de beğenmezseniz de ben mükafatımı alacağım yerden fazlasıyla alıyorum.” diyordu. Ardından hüzünlü, anlamlı yazılar yazıldı. Hâlâ vefatına alışamayanlar var. Ama o, ölüm hakikatini 2 Eylül 2014 tarihinde yazdığı şiirinde şöyle seslendiriyordu: “Umut bağlanmaz ki deli rüzgâra / Ses alan ses veren aynı mağara / N’olur rötar yapma başka bahara / Dedim… dedim amma o anlamadı. // Sabah geldi bana sabah da gitti / Karlı dağlar üzerime çığ itti / Anladım ki oracıkta söz bitti / Ben ölmüşüm ama o anlamadı.” Tam 75 yıl emek vermişti şiire. Ona göre sanata değer vermeyenlerden iyi şair çıkmazdı. Sanata çok kıymet verir ve “Şiir yazdın mı, üslup sahibi olacaksın. Üslup sahibi oldun mu altına kimin imzasını atarlarsa atsınlar, üslubundan sayı//52// kasım 96
Bir ara Bâbıâli Sohbetleri’ne katılmış, orada hatıralarını anlatmıştı. Biz de büyük bir heyecanla kendisini dinlemiştik. Bir dergide şiiri yayımlanınca Nihad Sâmi Banarlı kendisine, “Zengin bir hayal dünyanız var. Şiiri iyi biliyorsunuz. Devam ederseniz iyi bir şair olursunuz.” deyince karar alır ve büyük medeniyetimize ve kültürümüze hayatını adayacağını, bunun için Allah’a söz verdiğini söyler. Bahaettin Karakoç, paylaşmayı seven şairlerdendi. Küçükçekmece’de “Gölbaşı Şiir Akşamları”nda yaptığı konuşmada gençlere bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Aziz milletimiz için daha çok çalışacağını belirten Karakoç, “Hayatımın bundan sonraki döneminde görevim, öğrendiklerimi herkese öğretmek. Bu vazife benim için farzdır.” demişti. İyi şair Bahaettin Karakoç da her insan gibi bu fani dünyadan baki âleme göç etti. Ama ardından ‘sağlam söz’ler ve ‘sağlam şiir’ler bıraktı. Şiirlerini okudukça sesini ve yüzünü hatırlayacak, onu unutmayacağız. Gönül dağlarında her daim yankılanacak o büyük söz ustasına, inancımızın sözcüsüne rahmet olsun.