ŞEHİR ve KÜLTÜR - 53. Sayı

Page 1



Biz’den…

“Benim Vatanım Burası..Benim Türkiyem..” Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun. / Cahit Sıtkı Tarancı Otuz yıl olmuş, bir sebeple Türkiye’ye gelmiş İskoçyalı hanımefendi.. Sonra geri dönmemiş ülkesine , pek sevmiş Türkiye’yi, mesken edinmiş Bodrum’u yıllarca.. Bir TV kanalında Ülkemizde yaşayan yabancılar başlığında tanıtılan bir portre idi..Çok önemsedim hanımefendinin anlattıklarını.. Çok dikkatli konuşuyordu, dili o kadar güzel kullanıyordu ki, hayran kaldım.. Arada bir aksan teklemesi olmasa ”Bizim şehrin insanı, bir İstanbullu” diyebileceğim bir hanımefendi, hem de İstanbul hanımefendisi, aradığımız özlediğimiz bir portre.. Önce buradaki gözlemlerini anlatıyor, ardından yorumlar yapıyordu.. Lisanı önceleri kitaptan öğrenmeye çalışmış, ancak buradan öğrendikleri ile biraz sıkıntı yaşamış, komik durumlara düşmüş.. Lisan öğrenmek için Türk filmleri izlemeye başlamış Zeki Alasya Metin Akpınar filmlerini, Kemal Sunal filmlerini izlemiş.. yerli filmlerle hem lisan öğreniyor hem de hoşça vakit geçiriyormuş.. Filmlerden öğrendikleri dil telaffuzunu daha sonra romanlarla geliştirmiş, yanlış telaffuzları düzeltmiş.. Şimdilerde çok yalın bir dili var.. İskoçya’da komşuluktan ve insanlıktan eser bulamazsınız diyor, burada benim anahtarım komşudadır, komşularınki bende. Bir kaç saat birbirinin sesini duymasa komşular, hemen kapıya gelirler, bir rahatsızlık varmı? diye.. Biraz rahatsızlık olsa veya uzun yola gitsem dönüşte mutfakta bir yemek yapılmış görürüm, Bunları ben dünyanın hiçbir yerinde görmedim yaşamadım.. Kimse gelmek için izin istemiyor burada, -Çat kapı, insanlar birbirine gelebiliyor, bir samimiyet var, bu beni hergün bu ülkeye ve bu ülkenin insanlarına bağlıyor.. Haftada bir “Pazar” kuruluyor burada.. Mutlaka giderim, 40 derece sıcak olsa, kar ve yağmur yağsa da o pazarı yaşamak için giderim.. Orada önce bir emek görüyorum, üreten insanları görüyorum, ekonomi görüyorum, kültür görüyorum ..Ve o insanların birbirleriyle yardımlaşmasını görüyorum.. Pazarda hanım satıcılar daha çok, bazıları evlerinde yemek yapıyorlar, getirip pazarda satıyorlar.. artık onlarla da çok yakın oldum, o gün pazara gelmeyen görürsem soruyorum niye gelmedi?, hasta !denirse artık bende buralı oldum, köyüne kadar gidip hatırını soruyorum.. Yolda giderken elimde paket veya yük varsa hemen gelip yardım ederler, tanıyan veya tanımayan farketmez , herkes birbirine selam veriyor burada… Hanmlar ın altın günlerinden bahsediyor hanımefendi, -Merak ettim ve davete icabet ettim.. Şaşırdım, adeta bir ziyafet sofrasıydı, herkes her şey den yemek için tabağını dolduruyor ve yiyordu, ama şunu gözlemledim: Hanımlar

her şeyi çokça yiyorlar ama konuştukları -nasıl kilo vereceğiz? Doktor adresleri alınıyor ve bir sonraki altın gününe kadar farklı bir şey olmuyor, işte bu bana göre değil dedim , bir daha gitmedim.. Burada sokak hayvanlarına ilgi ve alaka beni çok mutlu ediyor.. Kediler evlerin asıl sahipleri, bahçede iki köpeğim var.. Kapı önlerinde sokak hayvanları için su ve yem kapları var, burada hiçbir canlı aç ve susuz değil.. İngiltere krallığı yüz sene önce, Çanakkale savaşına İskoç askerlerini de getirmişler.. Savaştan dönenlerden bir komşum vardı, savaş dönüşü evlenmiş ve 6 çocuğu olmuş, geçen yıl bu aile büyük dedelerinin yenildiği toprakları merak edip Çanakkale’ye gelmişler tam 175 kişi, aile 175 kişi olmuş.. Çanakkale savaşlarının gerçeklerini öğrenmişler, nasıl oyuna getirildiklerini görmüşler… Ben de artık bu ülkenin ferdi olarak öğrendiklerimi paylaşıyorum.. Siz cennette yaşıyorsunuz, belki farkında değilsiniz.. İskoç hanımın anlattıkları; Aslında benim ülkemin geleneksel örf ve adetleri , kültürü, yani “Şehir kültürümüz”.. Bizler çok zaman hayıflanırız, kültürümüzü kaybettik diye.. Oysa elde kalan kültürümüzün kırıntıları bile Dünyanın öbür kısmı için ulaşılamaz bir insanlık örneği ve dersi.. Eksiklerimiz, noksanlarımız çok tabii ki, ama karamsarlık yok.. Bizler nakıs taraflarımızı tamamlayacağız, yeni nesillere bunları öğreteceğiz, anlatacağız.. ”Dünyanın iyiliği için: Türkiye” mottosunu söylemişti iki sene önce değerli yazarımız Alev Alatlı … Bu çok önemliydi, Hangi milletten ve hangi dinden olursa olsun onlara insanlığı , erdemi, iyiliği, güzelliği, doğruyu bizler öğreteceğiz.. Müslüman milletlere dahi !.. Bu ülkenin insanlarının örf ve adetlerini, ahlakını özümsemiş İskoç hanımefendi, program sonunda şah cümleyi söyledi: ”Benim Vatanım Burası.. Benim Türkiye’m..” Bu cümleden anlam çıkaracağımız çok şey var elbette, hele bazıları için !… Şehir ve Kültür dergimiz 2018 yılının son sayısı ile , her zamanki gibi saçını taramış, elini yüzünü yıkamış olarak çıkıyor okuyucularımızın karşısına.. Şehirlerimiz ve Kültürlerimizi tanıtmak , yaşatmak için yayın hayatımızı sonsuza kadar yaşatmaktır niyetimiz.. Hz.Mevlâna diyor ki;” Söz söylemek icin önce duymak, dinlemek gerek. Sen de söze, dinlemek yolundan gir..” “Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 10

OTRAR (FARAB) MAĞRUR VE MAĞDUR KADiM ŞEHiR

FARABÎ’NiN ŞEHRi

Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR

DERSAÂDET’E MASALLAR

MEN DAKKA DUKKA Dr.Kâmil UĞURLU

13 14

iBNi HALDUN VE ŞEHiR -ikiMehmet SANCAK

BAYRAMiÇ HADIMOĞLU KONAĞI

Dr. M. Sinan GENİM

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

18

ESiR ŞEHRİN DEĞiŞEN KÜLTÜRÜ VE GÖLGELERi –I-

Mehmet Kâmil BERSE

35 40 68

BÜTÜN DÜNYA, KÜRESEL

ISINMAYI ÖNLEMEK ZORUNDADIR

Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN

AHMET HAMDi TANPINAR'IN

BEŞ ŞEHiR'iNDE

ŞEHiR iMGESi

Mimar Ayşe Gökçe YÜCEL

ABDÜLBAKi GÖLPINARLI

“BEN OKUDUKLARIMI VE YAŞADIKLARIMI YAZDIM…”

Fatih DALGALI

Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,


22 BUDİN (BUDAPEŞTE) OSMANLI’NIN NAZLI ŞEHRİ / Mehmet MAZAK 24 ŞEHİRLERİMİZİN RUHUNU KAYBETTİK / Resul TOSUN

70

26 KKTC GÜNLÜĞÜ “BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT” -üç-/ Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

ARA GÜLER'DEN

FOTOĞRAF ÇEKMEYi ÖĞRENMEK.. H. Yıldırım AĞANOĞLU

30 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ MOSTAR / Hüseyin YÜRÜK 36 HİNDULAR TEKKESİ VE HORHOR ÇEŞMESİ “HİNTLİ MÜSLÜMANLARIN ASIRLARDIR İSTANBUL’DAKİ MERKEZİ” / DR. Şimşek DENİZ 38 MOSKOVA’DAN GELDİM.. / Prof. Dr. Celal ERBAY 44 GOSTİVAR; SANKİ SEKSEN İKİNCİ VİLAYETİMİZ BİZİM / Fahri TUNA

82

YAHYA KEMAL’DE ŞEHiR ANLAYIŞI VE

EYÜP SULTAN RUHU Nidayi SEVİM

47 YOLLARIMIZ, ŞEHİRLERİ BESLEYEN DAMARLARDIR! / Muhsin İlyas SUBAŞI 48 ARAPGİR KAYAARASI KANYONU / Alişan HAYIRLI 54 KARADENİZ GEZİ NOTLARI / Betül AŞKIN 58 İFTİRA ENFLASYONU / Seyfettin ERKMEN 60 CAMA ÜFLEYEN RUH; KAYIRGÜL KAZIBEKOVA / Salih DOĞAN

88

63 YUNUS GİBİ -III- şiir- / Kâmil UĞURLU

ŞEHiRLERiN ANASI

MEKKE-i MÜKERREME -dört-

Münir BALICA

64 ŞEHİR, EDEBİYAT VE TOPLUM /Recep GARİP 67 MEMLEKETİ İSTANBULA TAŞIMAK DR. ALİ KURT -şehir kitap-/ Tanıtım: Fatma DERİN 72 ŞEHİR SOHBETLERİ – 14- ŞEHİRLERDE YOKSULLUK YÖNETİMİ / Ahmet NARİNOĞLU 75 ŞEHİR’İN OKUYANLARI / Recep ARSLAN 76 YAHYA KEMAL VE ERZURUM / İsmail BİNGÖL 79 DARÜSSELÂM’A GİDERKEN -evvel- / Veli DALBUDAK

90

ŞEHiRLERi TANIMAK iÇiN,

EVLiYA ÇELEBi’YE YOLDAŞ OLMAK.. Mustafa UÇURUM

80 NASIL, BİR ŞEHİR KAÇKINI OLDUM? -üç-/ İbrahim BAŞER 92 DERGİLER VE ŞAİRLER ŞEHRİ KAHRAMANMARAŞ’TAN, BİR BAŞKALDIRI ABİDESİ; DOLUNAY DERGİSİ / Serdar YAKAR 94 İSLÂM ÂLEMİNİN MUZDARİP VİCDANI SEZAİ KARAKOÇ / Mehmet Nuri YARDIM

Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal

GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70 Kapak Fotoğrafı: Bayramiç Hadımoğlu Konağı

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv


OTRAR (FARAB) MAĞRUR VE MAĞDUR KADİM ŞEHİR

FARABÎ’NİN ŞEHRİ Fârâbî’nin yetiştiği dönemde Otrar da Buhara, Semerkant, Kaşgar, Gürgenç (Harezm) ve Merv gibi kütüphanesinin çeşitliliği ve zenginliğiyle ün salmıştı. Hatta Otrar’ın İskenderiye’den sonra dünyanın ikinci büyük kütüphanesine sahip olduğu da söylenmektedir. Bu kütüphanede çivi yazılı tabletler ve papirüsler dâhil olmak üzere o günkü dünyanın pek çok ülkesinden toplanmış eserler de bulunuyordu. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//52// aralık 4

eçmişimizin dayandığı Orta Asya/ Türkistan bir unutulmuşluklar coğrafyasıdır, bir anlamda. Genel Türk tarihi için olduğu kadar, İslâm ve dünya tarihinin de şekillenmesinde rol oynayan birçok hâdise buralarda şekillenmiş, cereyan etmiştir etmiştir. Yine bugün, adlarından iftihar hissi duyarak söz ettiğimiz bilginler, düşünürler, filozoflar, fen ve dinî ilimler alanında öncü pek çok insan bu topraklarda dünyaya gelmiş, fikirlerinin nüveleri buralarda şekillenmiştir. Kazakistan Cumhuriyeti’nin güneyinde yer alan, Arapların adlandırmasıyla Fârâb, Türkçe adıyla Otrar da bunlardan biridir. Uzun bir tarihe sahip ve her dönemde önemli bir yerleşim yeri olma özelliği taşıyan Otrar’ı, dergimizin bu sayısında, iki önemli yönüyle anlatmak istiyorum. Birincisi, namı tüm dünyaya yayılmış ve dönemindeki her türlü ilim dalında öncü bir rol üstlenmiş büyük düşünür “Fârâbî”, diğeri de burada yaşanan olaydan sonra Moğolların öfkesini çeken ve o hızla tüm İslâm dünyasının yakılıp yokedilmesine yol açan bir felâket olan “Otrar Faciası”. Ortaçağ’da Orta Asya’nın en büyük şehirlerinden biri olan Otrar, Seyhun (Sirderya) ırmağının güneyinde uzanır. Şehir, tarih boyunca Turar, Tarban, Turband, Yengikent gibi adlarla da anılmıştır ancak, en meşhurları Otrar ve Fârâb olmuştur. İkinci adın İslâmiyet’in bölgede yayılmasından sonra Araplar tarafından verildiği ve Farsça, nehir kenarında uzanan toprak anlamına geldiği rivayet edilmektedir. Bir başka açıklama da, Fârâb adının bölgeyi ifade ettiği, Otrar’ın ise bu bölgenin merkezi olduğu şeklindedir. Bilinen ise Otrar adının Fârâb adından daha eski bir kullanıma sahip olduğudur. Yine bilinen bir başka gerçek, şehirde meskûn halkın çoğunluğunu her zaman Türkler teşkil etmiş olduğudur. Bu cümleden, erken çağlardan itibaren Seyhun Irmağı kıyısını yurt edinen çeşitli Türk boylarının hâkimiyeti altında buluna gelmiştir. Otrar’daki ilk yerleşimin milattan önceki devirlere uzandığı, bölgede İskitlerle birlikte de yerleşik hayatın başladığı anlaşılmaktadır. Şehir, Seyhun Irmağı boyunda yer aldığından önemli tarım merkezlerinden biri durumundaydı. Tarım amaçlı sulama için ırmak yatağından yararlanıldığı gibi, gölet olarak tanımlayabileceğimiz, ırmak suyunun belirli bölgelerde engellenmesiyle toplanan


suların ekili arazilere arıklar yoluyla da sulama yapılmıştır. Nitekim yapılan kazılarda ziraatla ilgili çeşitli aletler bulunması da tarımcılığın ulaştığı seviyeyi ortaya koymaktadır. Şehrin, ortaya çıkışlarından hemen sonra Hunların, ardından da Göktürklerin hâkimiyeti altına girdiği ve sahip olduğu stratejik konum itibariyle siyasi ve ekonomik olarak hızlı bir geliştiği görülmektedir. Bu aynı zamanda yerleşik bir hayatın ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Nitekim Göktürkler döneminde Otrar bölgesinde on civarında müstahkem kale bulunduğu, görülmektedir. Bu da bölgede on ayrı şehir yerleşimi anlamına gelmektedir. Göktürklerden sonra Türgişler, ardından Karlukların hüküm sürmüş, İslâm hâkimiyeti altına geçişini de bu dönemde gerçekleşmiştir. Müslüman Araplar, 9.yüzyılın ilk çeyreğinde hâkim olmuşlar, onu izleyen kısa sayılacak bir Sâmânoğulları döneminden sonra 10.yüzyıldan itibaren Karahanlı Devleti’ne katılmıştır. Otrar’ın, yeniden yükselişi de Karahanlılarla başlamış ve bu dönem şehrin uzun yüzyıllara dayanan geçmişinin en görkemli yılları olmuştur. Otrar, Orta Asya’da İslâmiyet’in yaygınlaşmasından sonra kurulan diğer kadim şehirler gibi üç kısımdan oluşmaktaydı. Merkezde, hükümdarın oturduğu “orda” denilen saray ile devletin yönetimine ait kurumlar, divan, hazine, muhafız birliği, han camii vb. yer alıyordu. Bu merkezi kuşatan iç kalede ise cami ve külliyesi ile kervansaray, imarethane ve diğer sosyal yapılar sıralanıyordu. Şehrin üçüncü halkasını teşkil eden dış kalede ise nüfusun asıl çoğunluğu yaşıyor ve ticarî faaliyetler burada gerçekleştiriliyordu. Bu geleneğin eski Türklerin şehir anlayışından kaynaklandığı, kağanın orda kurmasından sonra ona tabi boyların ordanın etrafına taş, ağaç ya da kilden kalıcı konutlar inşası ve bunların savunma duvarları ile çevrelenmesine dayandığı bilinmektedir. Türkler eliyle kurulduktan sonra sahip olduğu konum itibariyle hep önemli bir ticaret merkezi ve yerleşim yeri olan Otrar, bugün bize, biri, ismi gururla anılan bir şahsiyet, diğeri ise trajik bir hadise ile özdeşleşmiş görülmektedir. İsmi yaşadığı dönemden itibaren hep saygıyla anıla gelen şahsiyet, büyük İslâm düşünürü, eserleriyle dünya düşünce ve felsefe tarihinde derin izler bırakmış olan Ebû Nasr Muhammed

b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Fârâbî’dir. Et-Türkî lakabı da bulunan Fârâbî, 872 yılında Otrar yakınlarındaki Vesiç kasabasında doğmuştur. Babası, kale komutanıydı. Fârâbî mahlasını, ilmî faaliyetlerini Bağdat’ta sürdürdüğü için, şehrin Araplarca bilinen adı dolayısıyla aldığı tahmin edilmektedir. Batı’da Alpharabius ve Abunaser olarak bilinen Fârâbî, döneminde var olan tüm ilimlerle meşgul olmuş, ancak özellikle felsefe, mantık, astronomi ve müzik alanında başat bir rol üstlenmiştir. Yeri gelmişken, tuhaf bir şekilde, kimi çevrelerce onun Fars olduğu iddiasına da değinmek yararlı olur sanırım. Kendisinden sonra yazılan bir eserde, doğum yeri İran Horasanı’ndaki Faryab olarak zikredilmesinden ve aldığı mahlastan yola çıkarak bu kanaate varıldığı düşünülmektedir. Oysa gerek doğduğu muhitin sosyal yapısı gerek yaşantısı gerekse de adında yer alan sıfatlar onun Türk olduğuna dair yeterli delillerle mücehhezdir. Meselâ, kendisine ait bazı el yazmalarında Türkçe bir beylik unvanı olan “Tarhan (Tarkan)”ı kullanır ve kendisini Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Tarhanî olarak takdim eder. Yine Fârâbî’nin hayatıyla ilgili en mufassal bilgi veren kaynaklardan biri olan İbn Halikan, onun Türklüğüne nisbetle “et-Türki” sıfatını eklerken, yaşadığı müddetçe Türk kıyafetleri ile dolaştığını yazar. İlginç olan ise Fârâbî’nin Türk oluşuna en keskin itirazda bulunanların dayandığı kaynakların Dimitri Gutas gibi Rum kökenli Arabiyât uzmanları olmasıdır. Fârâbî’nin, özellikle mantık ilmine katkısı ve İslâm felsefesindeki kurucu rolü uzmanlığımız dışında bulunmaktadır ve zaten hakkında çeşitli dünya dillerinde ciltlerce eser yazılmıştır. Dergimizin muhtevası bakımından üzerinde durulması gereken, o dönemde, Orta Asya’nın pek çok yerinde olduğu gibi Otrar şehrinde de insanları ilme, ilimde gelişmeye yönelten bir kültür iklimin var olduğudur. Meselâ, söz konusu dönemde Otrar’daki medresenin namı her tarafa yayılmıştı. İlk beş yıl TürkçeArapça ve Farsça tedrisat yapılır, daha sonra astronomi, aritmetik, geometri ve musiki gibi ilimlerle farklı dünya dilleri öğretilirdi. Öyle ki, artık yaşamayan bir dil olan Finik dilinin bile öğretildiğine dair kayıtlar mevcuttur. Bunun içindir ki Fârâbî, Bağdat’ta 20 yıl kaldıktan sonra gittiği Şam’da Hamadanî emiri Seyfüddevle’ye -çokluktan kinaye olarak- 70 5


dil bildiğini söylemiştir. (Yeri gelmişken söylemek gerekir ki, her ne kadar ülkemizde hakkındaki araştırma ve çalışmalar daha çok son 15 yılda yoğunlaşmaya başlamış ve adına bir üniversiteler bazında bir değişim programı ihdas edilmişse de, yapılanların yeterli seviyede olduğu söylenemez. Diğer İslâm ülkeleri ise gerekli ilgiyi göstermekten henüz çok uzakta bulunmaktadır maalesef). Yine, Fârâbî’nin yetiştiği dönemde Otrar da Buhara, Semerkant, Kaşgar, Gürgenç (Harezm) ve Merv gibi kütüphanesinin çeşitliliği ve zenginliğiyle ün salmıştı. Hatta Otrar’ın İskenderiye’den sonra dünyanın ikinci büyük kütüphanesine sahip olduğu da söylenmektedir. Bu kütüphanede çivi yazılı tabletler ve papirüsler dâhil olmak üzere o günkü dünyanın pek çok ülkesinden toplanmış eserler de bulunuyordu. İpek Yolu üzerinde canlı bir kavşak olması dolayısıyla ileri bir şehirleşme de mevcuttu. Bölgenin pek çok önemli kurumu Otrar’da kuruluydu. Mesela, Karahanlılar dönemi darphanelerinden biri buradaydı. İşte Fârâbî, böyle bir ortamda büyümüş ve ilmî faaliyetlerine başlamıştır. Ancak, bilindiği gibi Fârâbî yalnız değildir. İslâm medeniyetinin Orta Asya’da yeşerttiği vahada İmam Buhari’den Kaşgarlı Mahmud’a, Ahmet Yesevi’den İbni Sina’ya kadar İslâm ve dünya ilim ve kültürüne yön verecek pek çok bilgin yetişecektir. Aynı şekilde, Otrar’ın kendisinde de Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Fârâbî’nin dışında yine “Fârâbî” mahlası alan daha pek çok tanınmış âlim çıkacaktır. Kıvamuddin el-İtkânî el-Fârâbî, Ahmed b. Yusuf el-Fârâbî, Ebul-Kasım İmaduddin Mahmud b. Ahmed el-Fârâbî, Muhammed b. Hasan el-Hârezmî el-Fârâbî, Hüsameddîn Otrarî, Abdussamed b. Mahmûd el-Fârâbî, Ebu’l-Fadl Sıddîk b. Saîd es-Sunâhî el-Fârâbî, Yahya b. Ahmed Ebû Zekeriyâ el-Fârâbî, Ebû Muhammed el-Makdisî el-Fârâbî’nin yanı sıra Sahâh-ül Cevheri adlı Arapça sözlüğün yazarı İsmail bin Hammâd el-Cevherî ile Dîvânül Edeb yazarı Ebu İbrahim İshak bin İbrahim el-Fârâbî de Otrar’da dünyaya gelmiş ve ilim tahsil etmiş şahsiyetler arasındadır. Dönemle ilgili eserler araştırıldığına daha birçok ünlü ilim adamı, düşünür, edebiyatçı ve musikişinasın doğum yerinin Fârâb olduğu görülecektir. Bu da gösteriyor ki Otrar, o dönemlerde Bağdat’tan sayı//52// aralık 6

binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen ilim ve düşünce hareketleri bakımından son derece velut bir yerdi. Güçlü bir kültür iklimine sahipti. Belki de Fârâbî’nin ideal “medine”sinin oluşmasında, doğduğu ve tahsilini tamamladığı Otrar’ın ilhamı da vardı. Kimbilir! Tarhan b. Uzluğ el-Fârâbî et-Türki’nin en büyük meziyetlerinden birinin gösterişi sevmemesi idi. O, ruh ve ahlâk temizliğini maddî servetlerden üstün tutan bir anlayışa sahipti ve hayatı boyunca ihtiyacının dışında bir servet biriktirmeye tenezzül etmemiştir. Nitekim “Tahsîlu’s-Sa’âde” adlı eserinde kâmil bir filozof olabilme için sıraladığı; tahsili sırasında zorluklara karşı tahammüllü, üstün zekâ ve idrake sahip, doğruyu ve doğruları, adaleti ve adil olanları seven, haysiyetine düşkün, yeme içme, servet sahibi olma hırsından uzak, doğruya ulaşmada kuvvetli bir azme ve kararlığa sahip bir şahsiyet olma sıfatlarını uhdesinde bulunduruyordu. Fârâbî, her insanın iyiliğe ve kötülüğe eşit ölçüde yatkın olarak doğduğuna inanıyordu. Buradan yola çıkarak eğitimin ve edinilen alışkanlıkların son derece önemli olduğu görüşündeydi. Ona göre ahlâk, pratik bir ilimdi, yaparak ve yaşayarak edinilmesi gerekiyordu. Herhangi bir sanatı öğrendikten sonra onu beceri haline getirebilmek için çok tekrar yapmak gerektiği gibi ahlâkı da huy ve karakter haline getirebilmek için iyi ve güzel davranışları benimseyip onları fıtrat haline getirmeye ihtiyaç vardı. Ona göre, ahlâk sonradan edinildiği ve alışkanlık gerektirdiği için sonradan değişebilme özelliğine de sahipti. Söylemek gerekir ki, Fârâbî’nin ahlâk konusundaki bu yaklaşımının günümüz İslâm dünyasının sosyal değişimini anlama da ne kadar önemli ve aydınlatıcı olduğu açıktır. Fârâbî’nin düşüncesinde bilgi kaynağı da önemli bir yer tutmaktadır. Ona göre, doğuştan bilgi söz konusu değildir. Yeni doğan bir çocuğun beyni beyaz bir kâğıt gibi bomboştur ancak yaratılıştan bahşedilen düşünme melekelerine ve duyu organlarına sahiptir. Çocuk, âdeta alıcı halindeki bu duyu organları vasıtasıyla, dış dünyadan devamlı olarak intibalar edinir. Parçalı olarak edinilen bu intibalar birikimi akıl yoluyla tahlil edilir ve çözümlenerek bilgiye dönüşür. Bu anlamda Fârâbî, ferdin çocukluk döneminde içinde bulunduğu ortamın yerini ve bilginin kaynağı olarak önemini vurgulayarak


günümüz Müslüman toplumlarında çocuk eğitimi konusunda önemli bir yol göstericilik yapmaktadır. Mantık alanındaki kurucu olma vasfından dolayı Aristo’dan sonra “muallim-i sani” olarak vasıflandırılan Fârâbî’nin günümüze ışık tutabilecek daha pek çok önemli görüş ve düşüncesi bulunmaktadır. Zaten daha o zamanlar kendi adıyla anılan Fârâbî Okulu teşekkül etmiş; geride bıraktığı onlarca eseri, öğrencileri ve hatta onu tenkit eden düşünürler vasıtasıyla ortaya koyduğu felsefî görüşler kısa zamanda Türkistan’dan Endülüs’e kadar tüm İslâm dünyasında yayılmış, günümüze kadar sürecek önemli etkiler meydana getirmiştir. Ancak, konumuz şehir ve kültür olduğundan onun ile ilgili son bir hususun daha altını çizerek Otrar Faciası’na geçmek istiyorum. Fârâbî’nin en önemli etkilerinden biri de Arapçaya olan katkısıdır. Fârâbî’ye kadar eski felsefî eserlerin Grek dilinden Arapçaya çevrilmesinde ciddi bir problem yaşanıyordu. Çünkü o dönemde Arapça felsefeyle ilgili yeterli kelime dağarcığına sahip olamamıştı. Öyle ki, bu meseleyi aşabilmek için kimi Arap filozoflar Arapça gramer yerine Grek gramerinin alınmasını bile tartışıyorlardı. İşte, mantık ve dil felsefesi üzerinde de çok önemli bir yetkinliğe sahip olan Fârâbî, yaptığı çalışmalar ve yazdığı eserlerle Arapçanın mantık ve felsefe konularını da rahatça ifade edebilecek bir dil haline gelmesinde başat bir rol oynadı. Denilebilir ki, Arapçaya felsefe dili olma özelliğini kazandıran Fârâbî olmuştur. Fârâbî, Otrar’dan sonra yaklaşık 20 yıl kaldığı

Bağdat’tan 942 yılında ayrılıp Halep’e gitti. Orada dersler verdi. Ardından bir müddet Mısır’da yaşadı. Yeniden döndüğü Suriye’de 951 yılında vefat etti ve Şam’a defnedildi. Ardında felsefeden musikiye, siyaset felsefesinden teorik tıbba kadar büyüklü küçüklü 100’den fazla eser bıraktı. Fârâbî Türk’tü ve Türklerin övünecekleri filozoflardan biri olarak bu dünyadan göçtü. Fârâbî Müslüman’dı ve geride Müslümanların gurur duyacakları bir bilgi birikimi bıraktı. O, İslâm dünyasının ilk filozofu, ilk ansiklopedi yazarıydı. Ortaçağ İslâm felsefesinin kurucusuydu. Etkileri Batı düşünce ve felsefesi ne kuşatan bir bilgindi. Ne acıdır ki, İslâm düşüncesine ve beşeriyet kültürüne böylesine önemli katkılarda bulunan bir büyük âlimin doğum yeri olan Otrar, 13.yüzyıla gelindiğinde tarihin gördüğü en büyük felaketlerden birine düçar olacaktır. Tarihe “Otrar Faciası” olarak geçen bu hadisenin ortaya çıkışının ise hazin bir hikâyesi vardır. 13.yüzyılın ilk çeyreği Türk-İslâm ve dünya tarihi için pek çok önemli gelişmenin yaşandığı bir dönemdir. Önce Büyük Selçuklu devleti, kardeşler ve hanedan mensupları arasındaki taht kavgaları ile yıkılmış, parçalanan devletin Irak Selçukluları kısmı Abbasî Halifeliği ve Orta Asya’da yeni bir güç olarak doğan Harzemşahlar Devleti işbirliği ile ortadan kaldırılmıştır. O dönem halife olan Nasır li- Dinillah’ın temel dış siyaseti düşman güçleri birbirleriyle mücadele ettirerek yok etme üzerine inşa 7


edilmişti. Fatih Güzel’in “Moğol İstilasında Halife Nasır li-Dinillâh’ın Rolü” adlı makalesinde naklettiği rivayete göre Halife, “araları kötü olan iki hükümdarı haberleri olmadan barıştırır, araları iyi olan iki hükümdarı da onların haberi olmadan birbirine düşman ederdi”. Nitekim bu siyasetini Irak Selçuklularına karşı da hayata geçirdi. Bağdat’ın hâkimiyeti Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklulara geçmiş, Nasır li-Dinillah 1180 yılında halife olduğunda Irak Selçukluları eliyle devam ettiriliyordu. Halife, önce iç karışıklık çıkardığı Irak Selçuklu Devleti’ni Harzemşahlar yoluyla ortadan kaldırarak siyasi hâkimiyeti yeniden ele almayı düşünüyor, Harzemşahlar ise Büyük Selçuklulardan sonraki hâkimiyet boşluğunu doldurmayı ve hatta Çin’e da hâkim olarak bir cihan devleti haline gelmeyi planlıyordu. Aynı yıllarda Moğollar, Cengiz Han’ın liderliğinde siyasî birlik ihdas ediyor ve kurdukları güçlü askeri teşkilat sayesinde 1215’te Pekin’i ele geçiriyordu. Bu arada bir süre sonra Harzemşah Alaeddin Muhammed Tekiş ile Halife li-Dinillah’ın arası açılacak ve hatta Tekiş, Bağdat’a çok güçlü bir ordu ile sefere çıkacak ancak yolda yaşanılan büyük bir kar felaketi sebebiyle ordusunun büyük bir kısmı zayi olduğundan geri dönmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu arada Halife li-Dinillah, Cengiz Han’a bir mektup göndererek Harezmşah’a karşı yardım talebinde bulunacaktır. Diğer taraftan Pekin’i zaptetme haberi duyulunca Harizm’den Cengiz Han bir elçi sayı//52// aralık 8

heyeti gönderildiğini görüyoruz. Tarihçilere göre bu heyetin gönderiliş sebebi, gelen haberleri tahkik etmek ve Moğolların askeri güçleri hakkında bilgi toplamaktı. Bu arada, Çin’i fetheden Cengiz Han’ın namı her tarafta yayılmaya başlamıştı. Yayılmak için doğuyu seçen ve Çinlileri Moğolların tarihî düşmanı olarak gören Cengiz Han, dönemin en güçlü devleti olan Harzemşahlar’la dostluğa ise büyük önem veriyordu. Çünkü göçebe bir devlet olan Moğol İmparatorluğu’nun yerleşik milletlerle ticarî faaliyet göstermeye ihtiyacı vardı ve Cengiz Han, tebaasının bu tür faaliyetlerine büyük önem veriyordu. Abu’l Farac, bu sebeple Cengiz Han’ın ülkesine gelen tüccarların güvenliğini sağlamak için yollara nöbetçiler koyduğunu kaydetmektedir. Kendisine elçi heyeti gönderilmesinden sonra Cengiz Han da, Harizm ülkesine Müslümanlardan oluşan üç kişilik bir elçi heyeti ve bir ticaret kervanı göndermiştir. 1218 yılı baharında Sultan Alaeddin Tekiş, bu heyeti kabul etmiş; anlatıldığına göre de içlerinde bulunan Mahmud adlı Harezmli elçiden Cengiz Han’la ilgili bilgi almak istemiş ancak reddedilmiştir. Gönderilen üç elçi geri dönüş yolu üzerindeyken Cengiz Han, Sultan Alaeddin’in ülkesine gidip ticaret yapabilecek adamlar belirlenmesi ve bunlara alışveriş için gerekli sermayenin verilmesi emri vermiştir. Bunun üzerine, yine hepsi Müslümanlardan müteşekkil, hatta biri Otrarlı Ömer Hoca Otrari olan dört kişilik bir elçi heyeti ile 400


kişiden oluşan bir kervan Harezm ülkesine doğru yola koyulmuştur. Abûl-Farac, Cengiz Han’ın Sultan’a, heyet vasıtasıyla, “Bundan böyle yeryüzündeki bütün memleketler arasında sulh olmasını emrediyoruz. Tacirler korkmadan her yere gidip gelecekler. Zenginler ve fakirler barış içinde yaşayarak Allah’a şükredecekler” şeklinde bir mesaj gönderdiğini de kaydeder. İşte Otrar’ın ve ardından tüm İslâm dünyasının alt üst olmasına, yakılıp yıkılmasına, yüzbinlerce Müslüman kanının haksız yere dökülmesine, İslâm medeniyetinin birikimlerinin büyük darbe yemesine yol açacak Moğol istilası bu gelişmeden sonra yaşanan olayların akabinde yaşanacaktır. Cengin Han’ın gönderdiği elçi ve kervan Sultan Alaeddin Harzemşah’a gitmek üzere Otrar’a vardığında şehrin valisi İnalcık tarafından yolu kesilir. Sultan’a elçilerin casus gibi davrandıkları bilgisini iletir. Bunun üzerine Sultan hepsinin tutuklanmasını emreder. Ancak vali, yalnızca tevkifle kalmaz, elçileri ve tüm kervan mensuplarını katleder. Getirdikleri malları satar ve parasını Sultan’a gönderir. Hatta İbnü’lEsîr, Vali İnalcık’ın Sultan’a yalnızca kervanın geldiği haberini verdiğini, Sultan Alaeddin’in ise tüccarların derhal öldürülmesini ve mallarının kendisine gönderilmesini emrettiğini kaydeder. Cengiz Han, zaten İslâm dünyasını istilayı düşünüyor muydu, yoksa Çin’in diğer bölgelerini de ele geçirdikten sonra doğuda kök salıp kalıcı olmayı mı seçecekti bilinmez. Ancak, Otrar olayının ardından Cengiz Han’ın Sultan Alaeddin’in bir hükümdar değil hırsız olduğunu söylemesi ve gerçek bir padişah olduğu takdirde elçilerini öldürmeyeceğini ifade etmesi Otrar seferinin bir intikam seferi olduğunu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Yine kimi tarihçiler bu hadise yaşanmamış olsaydı, henüz kendine karşı savaşan Moğolları tamamen dize getirememiş, içerden yönelen isyanları bastıramamış olan Cengiz’in, dönemin en büyük devletlerinden biri olan ve dışarıdan çok azametli görünen Harzemşahlara karşı savaşı göze alamayacağı görüşündedirler. Gerçekten Cengiz’in intikam seferi için uzun bir hazırlık yapması ve Çin’den ayrılarak tüm kuvvetlerini Harezm seferi için toplaması da, en azından söz konusu dönemde, Harzemşah ülkesine bir sefer düzenleme fikrinde olmadığını göstermektedir. Ne var ki, altında yatan saikler ne olursa olsun, Otrar’da yaşanan bu hadise her şeyi değiştirdi ve tarihin akışını farklı bir yöne çevirdi.

Ama bir tağun gibi yayılan ve kaçan Harzemşahlıların ardından acımasızca akıp giden Moğollarca, önce Türkistan ardından Bağdat’tan Anadolu’ya kadar yolları üzerindeki mamur şehirler harap edildi, ihtişamlı saraylar, yıkılmaz sanılan kaleler, büyük sanatkârlıklarla inşa edilmiş göz alıcı camiler yok edildi. İslâm öncesi devirlerine ait ya da dünyanın farklı yerlerinden bin bir çaba ile toplananların da yer aldığı, özellikle İslâm dönemindeki parlak şahsiyetlerin eserlerinden oluşan eşsiz kütüphaneler, ilmî faaliyetleri belli bir seviyenin üstüne çıkıp zengin bir eğitim müfredatı oluşturmuş medreseler, ilim irfan ocakları yer bir edildi. Daha da önemlisi, yüzbinlerce sivil katledildi, kanları ırmaklar halinde akıtıldı. Moğollara karşı kimse duramıyordu, çünkü Halifenin siyasi güç olabilme hırsı ve Harzemşahlıların etraftaki tüm devletleri ele geçirerek etkili olabilecek bey ve komutanları ortadan kaldırmaları geride direnişi örgütleyecek muktedir kimse bırakmamıştı. Daha da önemlisi halifenin, Moğolların Otrar seferi sırasında Moğolların saldırısını kendisine haber veren vezirine söyledikleri ile ilgili rivayetlerdir: “Beni bu iş için mi rahatsız ediyorsun, benim bundan daha önemli işlerim var. Ala renkli güvercinim kayboldu, üç gündür gelmedi?” Sonuç olarak yine Müslümanlar arasındaki siyasî çekişmeler ve iktidar mücadelesi hepsinin de zarar göreceği bir sonuç ortaya çıkardı. O tarihten sonra, büyük bir iktisadî ve sosyal çöküş içine giren Otrar ise uzun yıllar kendini toparlayıp o ihtişamlı günlerine dönemedi. Ancak, 1991’de Kazakistan’ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra ise yeni bir dönem başlamış bulunuyor. Uygulamaya konulan çeşitli politikalarla şehrin yeniden kalkınması ve canlanması için önemli çalışmalar başlatılmış durumda. Bu vesileyle, şehri ziyarete gelecekler için Ahmet Yesevi Hz.lerinin hocası Arslan Baba’nın türbesinin Otrar’da olduğunu, Emir Timur’un ise burada vefat ettikten sonra naaşının Semerkant’taki bugünkü yerine nakledildiğini de kaydedelim. Günümüzde yeni yerleşim yerinin hemen yanında uzanan eski Otrar şehri harabeleri ise, hem o ihtişamlı günler hakkında bilgi vermekte hem de yaşanan felaketin izlerini halen üzerinde taşımaktadır. 9


ir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde bir arslan varmış. Arslan da tam arslanmış. Hayvanlığının ve krallığının verdiği güçle etrafı kırıp geçiriyormuş. “Ben kralım, ülkemin selâmeti adına…” deyip milletin canına okuyormuş. Halbuki yaptıklarıyla sadece nefsinin sesini susturuyormuş.

DERSAÂDET’E MASALLAR

MEN DAKKA DUKKA*

…Kimse senden bilek gücüyle intikamını alamıyorsa sen onları sahipsiz mi sanırdın? Şimdi sesini kes, inine dön ve gözlerini kapamadan bir muhasebe yap. Fakat dürüst ol. Hiç olmazsa kendine karşı dürüst ol.. Men Dakka-dukkayı unutma.. Bu masallarda arslan yerine, naylondan yapılmış ve şişirilmiş bir arslanı, yani İsrail’i, Akkulağın yerine de İngiliz ile sıpası yerine hamakat heykeli ABD’yi koyarak düşünürseniz, masalın maksadına daha kolay ulaşırsınız. Dr.Kâmil UĞURLU

Bu arslanın yanında bir Akkulak varmış ve arslan ona itibar edermiş. Garip bir yaratıkmış bu Akkulak. Yanında da sıpası. Kulağının içindeki kılları ağarmış olduğundan ona böyle diyorlarmış. Yaşlıca bir eşekmiş ve arslanın en yakınındaki dostuymuş. Ona, yani arslana: – Yapma, demiş. “Zulmediyorsun.. Yapacağını usturuplu yap. Kimsenin âhı yerde kalmaz. Gün olur, ettiklerin karşına çıkar, o gün seni ben de kurtaramam” Arslan bu, dinler mi... Dinlememiş ve kırarak, dökerek, can yakarak, can alarak yoluna devam etmiş. Herkesin bir dayanma gücü vardır. Akkulak: – Arkadaş, sana öğüt verirken yoruldum. Ve benim nasihatlarım sana tesir etmiyor, deyip, ayrılmak isteyince, arslan bu sefer ona diklenmiş, – Gitme, demiş, sonra senin hakkında iyi olmaz. Madem yoruldun, git dinlen, ama yine dön. Böylece, binbir düşünce ve yorgunlukla ormanın derinliklerine doğru, kulaklarını sallayaraktan yürümüş yaşlı eşek. O yürüdükçe sıpası ve düşünceleri beyninde bir o yana, bir bu yana seğirdişip durmuşlar. Yorulmuş ve bir çayırlığa ayaklarını uzatıp, dinlenmeye varmış. Ormanın sessizliğinde bir çıtırtı, testere sesine benzer bir ses duymuş. Bir yerde bir şey çıtırdayıp duruyormuş ve başka bir ses, ağlama makamında yalvarıyormuş: – Yapma, o kemirdiğin benim damarımdır. O olmazsa ben ölürüm, susuz kalırım, ekmeksiz kalırım ve ölürüm, kesme, keserek eline ne geçeceğini umuyorsun? Akkulak anlamış ki bir fare bir fidanın toprakla buluştuğu yeri kemirmektedir. Fare ağlamayı dinlemez. Duymazdan gelmiş ve biraz sonra fidan, nazlı çıtırtılarla ve feryat eden seslerle yıkılmış, az sonra da ölmüş. Ay ışığı çayırlığı aydınlatıyormuş ve gecenin bu saatinde çimenler acem halısı gibi parıldıyormuş. Tam bu sırada pınara su içmeye gelen irice bir yılan, karnı tok fareyi görünce sevinmiş. Bir taşla iki ava sahip olurum demiş ve koca ağzını açıp fareyi oraya hapsedivermiş.

sayı//52// aralık 10


Yutmuş fareyi. Suyunu da içip sindirime geçmiş. Suyun kıyısına kıvrılmış. Aylı gecelerde su başları tekinsizdir. Sevgililer oraya buluşmaya gelirler ve mahremiyetlerini bozan her şeye karşı merhametsizdirler. Kirpi, dikenli kürkünü çalılara süre süre çeşmeye yaklaşmış. Orada kıvrılıp yatan yılan, ayın altında gümüş düğmeler gibi parıldıyormuş. Kuyruğunu bulmuş ve onu sallamış. Neye uğradığını şaşıran yılan, asker palaskası gibi açılıp savunma durumuna geçecek iken, buna vakit bulamamış. Tortop olan kirpi, onun üzerinde dam yuvakları gibi yuvarlanmış. Yılanın bedeni kalbura dönmüş. Her gözünden kan fışkıran bir kalbur. Kirpi kan emmeye koyulmuş. Yılan elbette ölmüş.Akkulak bir kenarda perişan, olanları gözlüyormuş. Devam eden her halka onda binbir ibrete vesile olurken, bir ara anırası gelmiş. Ne de olsa eşekmiş. Fakat bazan eşekler bile istediklerini, istedikleri zaman yapma hakkına sahip değildirler. Kendini tutmuş ve olanları izlemeye devam etmiş. Bir tilki peyda olmuş. Ortalıkta dolaşan karnı tok kirpiyi görünce, onu kısmet belleyip üstüne koşmuş. Kirpi dikenli bir top olup, burnu dışında her şeyini dikenli kürkünün altına çekip, kendini sözde güvene almış. Tilki bu, onda bin oyun vardır. Gidip kirpinin tek açıkta olan yerine, burnuna işemeye başlamış. Neye uğradığını şaşıran kirpi telâşeyle, elinde olmadan açılır-açılmaz tilki onu boğazından yakalamış. Ve haklamış.Allah’ın adâleti durur mu, yorulur mu? Devam etmiş. Ötelerden geçen sürünün köpeği su içmek için buraya uğrayınca tilki nereye kaçacağını şaşırmış. Sağda solda in aramış, inlemiş, ama köpek onu dinlememiş ve köpek dişlerini tilkinin boğazına geçirip onu orada halletmiş. Sürüsüne dönüp çobanına müjde vermeyi düşünürken, sürüyü gizliden gizliye ve uzaktan izleyen bir kaplan, önünde hazır bir köpek, bir av görünce, durur mu, durmamış ve bir pençe ile köpeği yamyassı etmiş. Köpeği kendine kahvaltı etmiş. Bu gürültüler olurken, omzunda altıpatları olan bir avcı durumu görmüş, mevzilenmiş ve altıpatlarını kaplanın üzerine boşaltmış. Kurşunlar bir tarafından girip öte tarafından çıkmış zavallı kaplanın. Dermansız, gecenin karanlığına uzanmış ve can vermiş. Parlak ve pahalı bir deriye sahip olan avcı, sonuçtan memnun, kaplanın derisini yüzmüş, tuzlamış, katlamış atının terkisine atmış. Pırıl pırılmış post, pek güzel görünüyormuş. Atını sulamak

için pınara uğrayan bir süvari selâm vermiş avcıya. Gün ışımış artık. Akkulak çalıların içine iyice sokulmuş ve kendini gizlemiş. Süvari, postu satın almak istemiş. – Hayır, demiş avcı. “Ben uzun zamandır bunun peşindeydim. Onu buldum, yendim ve şimdi bu galibiyetimi millete göstermeliyim. Postu bu sebeple satmayacağım.” Süvari: – Ne pahasına olursa olsun, ben bu posta sahip olmalıyım, deyince kavga başlamış. Atını avcının üzerine sürmüş ve kafasına bir topuz vurunca avcı cansız yere serilmiş. Ölmüş gitmiş de, gözleri hâlâ posta bakar gibiymiş. Süvari, postu atının terkisine atıp, hızla, heyecanla ve telâşla oradan uzaklaşmak istemiş. Atını fazlaca mahmuzlamış. At, çok gitmeden ayağı tökezleyince aniden duralamış ve o hızla atın üstünden fırlayan süvarinin kafası bir kayaya çarpıp sekiz parçaya ayrılmış. Meşe çalılarına beyni ve saçları takılmış. Parça parça olmuş. Akkulak, olanların seyrinden şaşkın, belki son olarak bunları duyarsa eski huylarından çıkar, adam olur diye, dostu arslana bir dostluk daha yapmak istemiş. Onu bulmuş ve anlatmış gördüklerini. Fakat sıpası zıplayıp duruyormuş. – Bunlara bu gözlerimle şahit oldum. Daha önce lâf ile bildiklerim vicâhiye dönmüştür. Gel etme, değiştir huylarını, kimsenin âhı yerde kalmıyor, üstelik bunun için zaman da kaybedilmiyor. Eden, hemen karşılığını buluyor. Atalar “men dakka dukka” derken, eden mutlaka bulur, derken masal söylememişler, gerçek söylemişler… dediyse de arslan önce kükremiş ve arkasından gülmüş. – Dostum eşek, sen artık yaşlısın. Yaşlı bilgeler en sıkıcı insanlardır. Kendi yapamadıklarını kimsenin de yapmasını istemezler. Sana uğurlar olsun, fakat sıpan benimle kalsın.. Akkulak bir tarafa, arslan bir tarafa yönelmişler. Akkulak telaşlı ve üzgün, arslan heybetli ve üzgünmüş. Bunca yıllık dostluk böylece soğumaya başlamış Arslan epey uzaklaştıktan sonra, yanında dünya güzeli iki yavrusuyla sudan dönen bir ana ceylân görmüş. Ceylan ailesi tam kaçmaya yeltenmişler iken yollarını kesen arslan: – Durun yahu, siz ne biçim halksınız. Hiç ülkenin hükümdarından kaçılır mı? Hem bu korkunuz neden? diye sormuş. Anne ceylan başına gelecekleri bildiği için yalvarmaya başlamış. Bir gözünden kan, ötekinden yaş geliyormuş. Ağladıkça ormandaki meşeler yapraklarını karartmışlar, çınarların 11


her dalı bir ifrit olup beklemişler, karıncalar bütün trafiklerini ve nafaka koşuşturmalarını durdurup beklemişler. Yakınlardaki pınar suyunu tutmuş, kimseyi yanına yaklaştırmamış ve yaklaşan cinâyet ânının sıkıntısını yaşamaya başlamışlar: – Sen yücesin, demiş ana ceylân, Tanrı senin kısmetini başka bir şekilde de verir. Bunlar benim ciğerparelerim. Ben, efendimize kendi gönlümle ve rızâmla akşam yemeği olacağım. Bunu kendi isteğimle yapacağım. Yalnız onlara dokunma. Onlar daha iyiyle kötüyü tanımadılar. Daha kursaklarına bir tutam ot düşmedi. Benim sütümden başka bir kısmetleri yoktur. Beni al, onlara dokunma.. Arslan: – Peki demiş, önce hafif bir yemekle işe başlayacağım, çocuklarından birisini sen seç yolla bana. Doymazsam ötekini de rica edeceğim. Onunla da muhtemelen doyarım. Seni yuvama götüreceğim. Çünkü iki küçük yavrum orada beni ve onlara getireceğimi bekler durumdalar. Haydi, fazla gevezelik edip beni daha fazla acıktırma” dedikten sonra, anne ceylanın gözyaşlarına, feryat-figanlarına ve beddualarına aldırmaksızın yavru ceylanlardan birini önüne çekmiş ve anasının gözü önünde… yemiş bitirmiş. Sonra diğerini. Sonra annenin ölü bedenini sırtına vurup, ininin yolunu tutmuş. Allah’ın hikmeti, o, ininden uzak, ceylân ailesiyle didişip cebelleşirken, onların canlarını alırken, iki avcı da gelip, arslanın inindeki iki yavruyu görmüşler, onları vurmuşlar, derilerini yüzüp heybelerine koymuşlar ve oradan ayrılmışlar. Arslan inine dönünce orada, postları soyulmuş, al kanlar içinde yatan iki ciğerparesini görmüş ve çılgına dönmüş. Öyle ağlamış, öyle kendini paralamış ki, orman orman olalı böyle acıklı bir ağlama duymamış. Bu zalim hükümdardan elaman diyen halkı bile onun ah ve figanların karşısında olanları unutup ona acımaya başlamışlar. Komşu kurt, bu hengâmede çıkıp yanına gelmiş. Aklı başında bir hayvanmış bu komşu. Ona demiş ki: – Bana bak.. Sen arslansın ama bazı meselelerin farkında değilsin. Öyle etrafta caka satmayla, efelikle arslan olunmaz. Sen kendini şu anda boşuna üzüyorsun. Bu çektiğin senin başkasına yaptığının aynısıdır. Bu senin cezandır. Ceza demek “karşılık” demektir ve ilâhi hükümdür ki, hiçbir şey cezâsız, yani karşılıksız kalmaz. Ve Tanrı, senin sandığından çok daha fazla, ama çok fazla âdildir. Kimse senden bilek gücüyle intikamını alamıyorsa sen onları sahipsiz sayı//52// aralık 12

mi sanırdın? Şimdi sesini kes, inine dön ve gözlerini kapamadan bir muhasebe yap. Fakat dürüst ol. Hiç olmazsa kendine karşı dürüst ol.. Men Dakka-dukkayı unutma.. Bu masallarda arslan yerine, naylondan yapılmış ve şişirilmiş bir arslanı, yani İsrail’i, Akkulağın yerine de İngiliz ile sıpası yerine hamakat heykeli ABD’yi koyarak düşünürseniz, masalın maksadına daha kolay ulaşırsınız. İsrail Filistin’e tam olarak yerleşti. “Ne yapıyorsun?” diye soran olmadığından kolay ilerledi ve yeni yerleşim alanları açtı, açmaya devam ediyor. Son olarak 500 birimlik bir inşaatı Gazze’de başlattı. Herkes kıyıdan seyrediyor ve susuyor. Akkulak ve yavrusu da ona destek, güç ve moral veriyor. Yeni yerleşim alanlarını inşâ ederken İsrail, başlangıçta daha hayalci, kendinden emin ve kalıcı vasfı olan planlar uygulamaktaydı. Rahatça at oynattıkları bir zamanların İspanyasında “Yahudi Mahalleleri” teşekkül etmişti. benzer projeleri burada, Golan Tepelerinde, Batı Şeria’da... uyguladılar. Fakat, önemli bir tesbittir, son olarak iskâna ve inşaata açtıkları alanlarda sanki bu kendinden fazla emin ve küstahça tavırlarından, az da olsa uzaklaşır gibi bir hal içindedirler. Sanki, artık meselenin ciddiyetini kavramış gibi, “geçici konut-muvakkat yerleşim”e kayar gibiler. İşgal ettikleri alanlarda ebediyyen kalamayacaklarını idrak eder gibiler. İnşallah hayra işarettir. Geçmişte bir “İbrani Evi” tipi olmamıştır fakat, yine İspanya misal edilirse orada, Endülüs ve İspanyol kültürünün etkisiyle, fakat o iklime uydurulmuş, Yahudi anlayışıyla bazan zengin, bazan orta sınıf evleri inşâ etmişlerdir. Zengin evleri cephe itibarıyla gösterişten uzak tutulmuştur. Dışardan bakanlar o cephenin derununda “olağandışı bir varlık” vehmetmemişlerdir. Oysa evin içi öyle değildir. Yerleştikleri her farklı coğrafya için, oraya uygun, fakat göze batmamaya gayret ederek şemalar geliştirmişler, onların içinde yaşamaya devam etmişlerdir. İsrail’deki yerleşimlerde, kendi kültürlerine özgü bir “millî üslup ve millî tip” yaratma gayretleri sonuçsuz kalmıştır. Son yerleşime açılan alanlarda bu çaba iyice terkedilmiş gibidir. “Çadır Ev” ve altyapılardaki “muvakkaten” anlayışı daha baskın gibidir. Fakat, ne olursa olsun, bütün olup bitenler dünyanın gözü önünde olurken, Türkiye hariç kimseden ses çıkmaması, küçük bile olsa kimseden bir reaksiyon görülmemesi önce hayret, sonra dehşet uyandırıcıdır, yürek yakıcıdır, vesselâm…


İBNİ HALDUN VE ŞEHİR -ikiİbni Haldun şehirleşme ile alakalı düşüncelerinde büyük Şehirlerin ve yapıların ancak büyük devletler tarafından kurulucağı ve eğer geniş topraklar ve araziler varsa güçlü ve büyük devletlerin çok sayıda insanı biraraya getirerek çalıştırması demektir. Mehmet SANCAK

slam medeniyet Tasavvurunun yetiştirmiş olduğu en önemli kişiliklerden olan Tarihçi,Sosyolog,Tarih felsefesinin kurucu İbni Haldun’un 14.yy’da kaleme almış olduğu ‘’ Mukaddime’’ adlı eseri asırlar geçmesine rağmen güncelliğini koruyarak geleceğede ışık tutmaktadır.İbni Haldunun görüşlerinin ne kadar önemli olduğunu Avrupalı ünlü tarihçi Arnold Toynbee şöyle açıklamaktadır. ‘’Herhangi bir zamanda,herhangi bir ülkede,herhangi bir zihin tarafından yaratılmış,en büyük tarih felsefesinin sahibi’’ diye söz etmiştir. İbni Haldun’un şehirleşme ile alakalı düşüncülerinin bir kısmından geçen ay ki yazımızda bahsetmiştik. İbni Haldun şehirleşme ile alakalı düşüncelerinde büyük Şehirlerin ve yapıların ancak büyük devletler tarafından kurulucağı ve eğer geniş topraklar ve araziler varsa güçlü ve büyük devletlerin çok sayıda insanı biraraya getirerek çalıştırması demektir. Ancak yapıların meydana getirilmesinde insan gücünün yetersiz olduğu yerlerde aletlerin devreye girebileceğini ifade etmektedir.ortaya konulan büyük yapıların çok uzun süreler alacağını ve belikde başka

gekecek devletlerin o yapıyı tamamlaması gerektiğini söyler.Şehrin kurulışları ile alakalı şehirlerin asgari düzeyde huzur ve refahta olması gerektiğini güvenli bir yaşamın sunulmasını ve fiziki anlamda’da coğrafi seçimin önemli olduğu belirmektedir.İbni Haldun’un şehrin kuruluşu ile alakalı vermiş olduğu bilgiler içerisinde coğrafya ve mekanın önemine bianen deniz kenarında kurulan şehirlerle alakalı şunları söylemektedir. Deniz kenarında kurulacak olan şehirlerin asabiyet ruhları yani birlikte yaşama duyguları zayıf olacağından dolayı kendilerini korumakta yetersiz kalacaklarını bunu için bir dağ tepesine yada kalabalık bir şehire yakın olması gerektirdiklerini ifade etmektedir ki aslında. İbni Haldun’un bu görüşüne baktığımız zaman ülkemizde akdeniz bölgesinde çokça bulunan antik kentlerin istila ve ve saldırılarla yıkılması bu noktada bir örnek teşkil edebilir.ayrıca antik dönem dünyasında ‘’akropol’’ denilen şehrin tepelerine inşa edilen yerler daha güvenli bir şehircilik anlayışını göstermektedir. İbni Haldun’a göre bir şehrin kalabalığı gelişmişlik için oldukça önemlidir.Nufusü az olan şehirlerle alakalı İbni Haldun’un endişesi ise buralarsa iş gücü az olduğundan dolayı gıda maddelerinin zamanla azalacağını düşündüklerinden dolayı bu ürünleri depolayacaklarını ve sonrada ürünlerinin pahalalaşacağını ifade etmektedir. Kalabalık olan şehirlerde maharet ve ustalık isteyen ürünlerde işgücü oldukça pahalıdır.yazara göre bunun başlıca nedenleri içerisinde arz talep meselesinin çok olmasıdır.İbni Haldun için devlet umran için zorunluluktur. Bir şehir özellikle hükümdarlığın merkezi ise onun kaderi üzerinde siyasal yönetimlerinin varlığının,gücünün varlığının önemli bir etkisi vardır.Şehrin bayındırlığı eksilerek nufüsü azalmaya başladıktan sonra hüner ve sanayide o nispette azalır.Bunun bir sonucu olarak yapılmamaya başlar.Ahalisi azaldığı için çalışma ve faaliyet de azalır.Pazarlarda alışverişin çoğalmasıyla devletin geliri o nispette fazlalaşacağını ifade ederken aslında burada devletlerin ticari anlamda ne kadar çok önemli olduğunu belirmektedir. Çünki mimari ve şehirleşme ne devletlerin ticari hacmiyle eş orantılıdır.İbni haldun’a göre İslam toplumları,diğer toplumlara göre daha az sayıda yapı ve büyük binalar kurnuşlardır.bunun nedeni olarak göçebe hayat tarzını belirmektektedir.burada İslam medeniyetini oluşturan ilk devir devletlerinin feth etmiş olduğu şehirleri yapılaşmadan ziyade hazır bulunan yapıların kullandılığını ve bunuda şehirleşme için yeterli olacağını ifade söylemektedir.kendi çağında değişik bölge ve kentlerin arasındaki gelişme farklılıklarını ve merkez-çevre arası ilişkilerini çok iyi anlamış olan İbni Haldun kent sosyolojisi ile alakalı olarak öneri ve söylemleri günümüz için önemini birkezdadaha göstermektedir. 13


BAYRAMİÇ HADIMOĞLU

KONAĞI

Bayramiç’in tam merkezinde ana cadde üzerinde birden karşımıza çıkan yüksek duvarlarla çevrili konağı görünce nerede ise nutkumuz tutuldu. Nüfusu beş bini ancak bulan bir yerleşmede böylesi muhteşem bir yapı. Ekibimizde Hüsrev Tayla’nın yanı sıra İlban Öz ve İlhan Öztürk’te vardı. Hemen yapının fotoğraflarını çekmeye, rölövesini almaya başladık. Dr. M. Sinan GENİM

edad Hakkı Eldem, Türk Evi kitabının ön sözünde, 19251930 yılları arasındaki öğrencilik döneminden bahsederken; “… Anadolu’da eski mahalleler en az bir iki yüz yaşantı ve görüntülerini taşımakta idiler. O şehirlerde dolaşmak bir rüya alemine girmek gibi idi. Her yüksek bahçe duvarları arkasında gizli olan evi, bazen açık kalmış bir avlu kapısını aralayarak daha yakından görebilirdiniz. Çoğu zaman oturanlar insanı buyur ederler evin süslü nakışlı odalarında, yoksa yıkana yıkana fildişi gibi beyazlaşmış o geniş kalas döşeli sofalarında kabul ederlerdi.” Ne oldu da kısa süre içinde bu yüzlerce yıllık kültürel birikimi kaybettik? İmparatorluğun ortadan kalkması, daha önce kozmopolit bir yapı içeren toplumun bitmez tükenmez savaşlar sonrası milliyetçilik akımlarının yükselmesi sonucu tek düze bir hale dönüşmesi, yapı sanatının giderek gerilemesi geleneksel Türk Evi’nin yok olmasına yol açtı. Bir dönem Ukrayna’dan Kahire’ye kadar büyük bir coğrafyada gelişen, farklı iklim bölgelerinde gerek kullanılan malzeme gerekse plan tipi olarak uyum sağlayan bu yapı tipine artık nerede ise hiçbir yerleşmede rastlamak mümkün olmamakta. Bu tür bir yapının da restorasyon dışında yeniden yapılması da mer’i imar kanunu ve yönetmelikleri nedeniyle nerede ise mümkün değil. Peki yüzyılların kültürel birikimini nasıl olacak ta geleceğe taşıyacağız? Çanakkale’nin ilçelerinden olan Bayramiç’in geçmişi hakkında yeteri kadar araştırma yapılmamıştır. İlçe sınırları içinde yer alan Kebrene (Çalıdağı Köyü) ve Skepsis (Kurşulutepe) bölgelerindeki yüzey kalıntılarının değerlendirilmesi sonrası bölgenin M.Ö. III. bin yıldan itibaren iskân edildiği düşünülmektedir. Bayramiç ve yakın çevresi daha çok Osmanlı dönemi kültür varlıkları ile tanınmaktadır. Geçmişte mimarlık konusunda çalışan insanlar daha meraklı idiler. Özellikle bir dönem birlikte çalışma imkanına sahip olduğum Sedad Hakkı Eldem, Behçet Ünsal, Oktay Aslanapa, Nurhan Atasoy gibi hocalarım ile Lemi Ş. Merey ve Hüsrev Tayla gibi meslek büyüklerimiz bizleri araştırma için teşvik eder, sık sık Anadolu’yu dolaşmamızı öğütlerlerdi. 1970’li yılların başında Behçet Ünsal’ın Elbistan Ulu Camii’nin

sayı//52// aralık 14


örtü sistemi ile ilgili bir konuşmamız sırasında, “bu yapıya yakından bakmak lazım, örtü sistemi çizimlerden pek anlaşılmıyor. Bir fırsat bulup bu yapıya bir bak” dediğini hatırlıyorum. O günün imkânları ile Elbistan’a gittim ve bir dizi fotoğraf çekip döndüm. Gerek yolculuk sırasında gerekse Elbistan’da kaldığım süre içinde çektiğim sıkıntı ve yokluğu anlatsam roman olur. Gerek Lemi Bey gerekse Hüsrev Bey’le vakit bulduğumuzda, sık sık Anadolu gezilerine çıkardık. Hüsrev Tayla ile yaptığımız bu gezilerinden birinde Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine uğradık, burada eski bir Türk Evi olduğunu biliyordum, ancak fotoğrafını dahi görmemiştim. Bayramiç’in tam merkezinde ana cadde üzerinde birden karşımıza çıkan yüksek duvarlarla çevrili konağı görünce nerede ise nutkumuz tutuldu. Nüfusu beş bini ancak bulan bir yerleşmede böylesi muhteşem bir yapı. Ekibimizde Hüsrev Tayla’nın yanı sıra İlban Öz ve İlhan Öztürk’te vardı. Hemen yapının fotoğraflarını çekmeye, rölövesini almaya başladık. 1970’li yılların başında hepimizin biraz da güçlükle aldığı fotoğraf makinalarımız ve tabiri caizse koklayarak kullandığımız kısıtlı sayıda film rulolarımız vardı. Yapının hemen her noktasını tespit etmeye çalıştık. Bu gezi sırasında Hadımoğlu Konağı’nın yanı sıra Edremit Hacı Kabakçılar Evi, Adatepe Evi (günümüz Hünnap Han) gibi bazı sivil mimarlık örneklerini de görmek daha doğrusu farkında olmadığımız bazı yapıları

tespit etmek fırsatımız olmuştu. İstanbul’a dönünce Hadımoğlu Konağı’nın rölövesini çizdim, bu yapıya ait belgelere ulaştım. Ancak bunca yıldır yayımlama imkânım olmadı. Hadımoğlu Konağı ile ilk olarak Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun 25.11.1967 gün ve 3720 sayılı bir kararına ulaştım. Çanakkale, Bayramiç ilçesinde Reşit Varol’a ait ev hakkında Milli Eğitim Bakanlığı’nın 5. 6.1967 tarihli bir yazısı üzerine Kurul söz konusu yapının “tarihi ve mimari değeri bulunan eski eser olduğuna ve muhafazası gerekli bulunduğuna” karar vermişti. Rahmetli Zarif Orgun’da bir “Eski Eser Fişi” düzenlemiş yapının büyük oranda korunarak günümüze ulaştığı ve “Korunması Gerekli Eski Eser” olduğu konusunda netice bildirmişti. Bayramiç gibi iç kesimlerde kalan ve ziyaretçisi az olan bir bölgede 6 Recep 1211/5 Ocak 1797 tarihli bir kitabesi olan bu yapının günümüze erişmesi büyük bir şanstı.* 15


Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün kutlanmasına karar verildi.”

Aradan zaman geçmesine rağmen yapı hakkında herhangi bir girişimde bulunulmamış ve tahribe açık halde kalmıştı. Bu gezi sonrası hazırladığımız rölöve ve fotoğraflarla Yüksek Kurula baş vuran Hüsrev Tayla, Yüksek Kurulun 10.2.1973 gün ve 6947 sayılı kararı ile Hadımoğlu Konağı’nın “gerek mimari üslubu gerek iç süslemelerinden dolayı, müştemilatları ile birlikte aynen korunması gerekli eski eser olduğuna” karar verilmesini sağladı. Bu karar üzerine İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürü olarak harekete geçen Hüsrev Tayla, 1973 yılı içinde bu yapının kamulaştırılması gerçekleşti. 1974 yılı içinde yapının restorasyon projesi hazırlandı ve 13.12.1974 tarihli İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü yazısı ile Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun onayına sunuldu. Hemen ertesi günü konuyu inceleyen Yüksek Kurul 14.12.1974 gün ve 8175 sayılı kararı aldı. “Çanakkale Bayramiç İlçesinde bulunan tarihi Hadımoğlu Konağı’nın gönderilen projesine göre restore edilebileceğine gerek konuya eğiliş gerek teknik açıdan çok başarılı bir örnek olan bu uygulama için Eski sayı//52// aralık 16

Kamulaştırma sonrası, kısa süre içinde onarılan yapı sanırım 1976 yılında müze olarak ziyarete açıldı. Ancak benzeri çoğu yapıda olduğu gibi bu yapıda Kültür Bakanlığı bürokrasisi için bir yüktü. 1970’li yılların başında yaptığımız geziler sırasında tespit ettiğimiz Edremit Hacı Kabakçılar Evi, kamulaştırma aşamasında yok olmuştu, Adatepe Evi ise kamulaştırma sonrası yapılan onarım sırasında yanmıştı. Sanırım ayakta durması açısından bir yük olarak görülen ve ülkemizde çok az örneği bulunan bu güzelim yapı 1996 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Bayramiç Kaymakamlığı’na tahsis edildi. Sözde “Türk Evi Etnoğrafya Müzesi” olarak faaliyet gösterecekti. Kültür Bakanlığı’nın başına bir iş gelirde biz sorumlu oluruz anlayışı ile Kaymakamlığa devrettiği bu anıtsal yapının günümüzdeki hali içler acısıdır. Bayramiç’in nüfusu 15.000 dolaylarındadır. Bu küçük ilçenin böylesi bir yapıyı ne derece koruyacağı, bakımını nasıl yapacağı hiç akla gelmiş midir. Sanırım kimsenin böylesi bir endişesi de yoktur, biz kurtulalım da ne olursa olsun bürokrasinin vazgeçilmez yöntemidir. Günümüzde Hadımoğlu Konağı ziyarete kapalıdır, 1 Temmuz 2018 günü Kaymakamlığı’n bizim için özel olarak açtırması sayesinde yapıyı tekrar gezme imkânına sahip olduk. Uzun dönemdir bakımsız kalması sebebiyle harap olmuştu, kısa süre içinde etkili bir müdahale yapılmadığı taktirde yok olacak


ve ilgililer de “oh kurutulduk” diyerek rahat bir nefes alacaklardır. Bir ülkenin taşınmaz kültür varlıklarının esasını sivil mimarlık örnekleri teşkil eder. Var olan, ancak ne derecede korumakta olduğumuz konusunda endişelerim olan anıtsal yapıların yönetici sınıflar tarafından yapıldığı ancak gerçek nüfusun farklı olduğu iddia edilebilir. Bu konuda son elli yıldır özellikle Balkan ülkelerinde karşılaştığımız “yöresel mimari” iddialarının çoğu bilinçli olarak yok edilen sivil mimarlık örneklerinden kaynaklandığını unutmamamız gerekir. Bu nedenle Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın acilen yapılan bu yanlıştan dönmelerini ve Hadımoğlu Konağı’nın Kaymakamlığa tahsisini iptal ederek bir an önce koruma altına alıp ziyarete açılmasını sağlamaları gerekmektedir. Ülke genelinde çok az sayıda kalan bu yapıların bir dönemin yaşam kültürünü yansıtmaları açısından mutlaka ama mutlaka korunarak gelecek kuşaklara aktarılmaları gerektiği unutmamamız gerektir. …… Tescil fişinde, bugün kayıp olan iki satırlık bir kitabeden bahsedilerek bu yapının girişteki bilgi panosunda olduğu gibi Mustafa ve Ahmet adındaki iki kardeş tarafından değil Hac Emiri (Hazret-i mîru’l-hac) Osmân isimli bir kişi tarafından 6 Recep1211/5 Ocak 1797 tarihinde yaptırıldığı öğrenmekteyiz. Ömrün efzûn hânesin ma’mûr ide rabbu’lMennân Sa’d ide bünyâdını Hak hazret-i mîru’l-hac Osmân

“Allah, o ihsanı bol Rab, Hac Emiri Osman hazretlerinin ömrünü uzun, hanesini mamur ve yaptırdığı eseri kutlu kılsın” NOT: Merak edenlerin, Bayramiç Hadımoğlu Konağı’nın mimarisi ve süslemeleri hakkında Doç. Dr. Alptekin Yavaş’ın geniş bir kaynakçaya dayalı makalesini okumalarını öneririm. NOT

Merak edenlerin, Bayramiç Hadımoğlu Konağı’nın mimarisi ve süslemeleri hakkında Doç. Dr. Alptekin Yavaş’ın geniş bir kaynakçaya dayalı makalesini okumalarını öneririm. 17


ESİR ŞEHRİN DEĞİŞEN

KÜLTÜRÜ VE GÖLGELERİ –IBiraz daha vakit geçince hava aydınlanır ve gemilerin bayraklarından düşmanlarını çok iyi tanır..Memleketi işgal hareketi payitahttan başlamıştır..yumruklarını sıkar , bıraksalar gemileri topyekün batıracak azmi vardır..Ancak silahı ve mermisi yoktur genç Cemal’in ve tek silahı kalemine sarılır , en iyi bildiği şey, şiir yazar.. Mehmet Kâmil BERSE

arihimizde bilmemiz ve yüzleşmemiz gereken olaylar var. Bunlardan biri de 13 Kasım 1918’de başlayan ve 6 Ekim 1923’de Türk Ordusunun şehre girişi ile sona eren İstanbul’un işgalidir. Cevap bekleyen çokça soru var aslında.. Ancak ne hazindir ki; İstanbul’un işgalindeki olayları bir çoğunu ne bilir, ne konuşur ne de hatırlarız! Halbuki bu yıl yani 2018 yılı Kasım ayında İstanbul’un yaklaşık beş yıl süren işgalinin 100. Yılının başladığı aydır. Biliyorum ki, yakın Türk tarihi aynı zamanda bir ihanetler tarihidir. Onun için başımıza gelenlerin üzeri örtülür, sorumluları ortaya çıkartılmaz ve bir yüzleşmeden kaçılır.. İstanbul’un işgali konusu da böyledir… CENGİZ DAĞCI Korkunç Yıllarda derki; “Türkler, ne olursa olsun yaşama azmini hiçbir zaman yitirmeyen, istiklallerine düşkün ve sağlam karakterli bir toplumdur..” İşte bakın “havanın kurşun gibi ağır” olduğu o acılı ve sıkıntılı süreci birçok kaynaktan okuyup hayal ettiğimizde, yaşananların hiçte basit hadiseler olmadığını görürüz..Dünya’nın altının üstüne geldiği 1800 lerin sonu ve 1900 lerin başı, safların çok kaygan olduğu ,kaypaklığın ise ancak menfaatler çatıştığında ortaya çıktığı zaman dilimidir. Sözüm ona Uygarlık, tekniğin son halkalarıyla sanayi devrimini tamamlamak üzeredir.Teknik ve sanayi geliştikçe sömürü hesapsız boyutlara ulaşmış… Üretenin doymaz hırsı, tüketenin iştahı, alanın hevesi verenin çabası… Ezenin baskısı, ezilenin feryadı ortalığı kasıp kavurmaya başladığı yıllar.. Osmanlı İmparatorluğu, en uzun yüzyılına böyle başlamıştır. Dünya savaşı sona ermiş, müttefiklerimizin kaybetmesiyle kaybedenler sınıfında yer almışız..Sultan Vahideddin, İttihatçıların hâlâ çoğunlukta olduğu Osmanlı Mebusan Meclisi’ni fesheder; Ülkeyi savaşa sürükleyen İttihatçı Talat, Enver ve Cemal paşalar bir Alman gemisiyle ülkeden kaçarlar. ESİR ŞEHRİN İLK KURTARICI FİŞEĞİ ŞİİRDİR…

Cemal Yeşil….O, 1915 yılında Kafkas Cephesi'nde şehit düşen Diyarbekirli Doktor Binbaşı İbrahim Hakkı'nın oğludur. 1900 yılında, babasının görev yaptığı sayı//52// aralık 18


Bağdat'ta doğmuştur. Annesini de babasının şehadetinden bir yıl sonra kaybeder .. Ağabeyi de Irak Cephesinde şehit olmuştur. Ve küçük Cemal İstanbul'a gelip Erkek Lisesinde bir yıl okuduktan sonra, askere Çanakkale cephesine gider, Çanakkaleden gazi olarak döner, 1918 yılında da yeniden açılan Mülkiye Mektebine girer. Mülkiye ikinci kez 5 Kasım1918 de Yıldız Sarayının bir dairesinde açılır, 30 yatılı öğrenciden biri Cemal Yeşil, işte bu okulda henüz bir haftalık öğrenciyken 13 kasım sabahına doğru sabah namazı için kalkar,namazını eda eder ve pencereden bakar, Yıldız sarayından bütün İstanbul çok iyi görünmektedir..hava biraz puslu ve alaca karanlıktır, ancak Sarayburnu açıklarında gemiler görür ,önce anlam veremez.. Biraz daha vakit geçince hava aydınlanır ve gemilerin bayraklarından düşmanlarını çok iyi tanır..Memleketi işgal hareketi payitahttan başlamıştır..yumruklarını sıkar , bıraksalar gemileri topyekün batıracak azmi vardır.. Ancak silahı ve mermisi yoktur genç Cemal’in ve tek silahı kalemine sarılır , en iyi bildiği şey, şiir yazar..Duygularını büyük bir azim ve kararlılığını dile getirir, ve derki; Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz /Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz /Gül ki sen ne'şenle gülsün ay, toprak deniz /Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz. Bir güneştin bir zamanlar, ay kadar kaldındı dün /Dün bir ay'dın, sislenen boşlukta yıldızsın bugün /Benzin uçmuş bak, ne rüyadır bu akşam gördüğün /Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz. Beklesin Türk oğlunun azminde kuvvet bulmayan /Sel durur, yangın söner elbette bir gün ey vatan! /Süslenir oynar yarin, dün ağlayıp matem tutan / Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz.. Arkadaşlarıyla ertesi günü paylaşır şiirini, hepsi aynı duygu ve kararlılıktadır..Bir arkadaşı kendine sürpriz yapar biraz zaman geçince ve bestekar olan bir akrabasına bu şiiri besteletir.. o günden beri 100 yıldır bu şiir Mülkiye marşı olarak söylenir… Cemal Yeşil, Cumhuriyet yıllarında önemli devlet görevlerinde bulunmuştur.. 1942 yılında Başbakanlık Müsteşarı , 1947-1951 yılları arasında da Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapar. . Cemal Yeşil’in daha ilk dakikalarında gördüğü manzara ile şahlanan duyguları, aslında bütün

vatan sathında yayılacaktır…İtilaf Devletlerinin İstanbul’u işgali, Marmara Denizi’ne giren, içlerinde Yunan Averof zırhlısının da bulunduğu 61 parçalık donanmasının, 13 Kasım 1918’de Kadıköy Haydarpaşa önlerine gelmesiyle başlamıştır. O sabah, Haydarpaşa Garı “artık mevcut olmayan ülkelere dönmeye çalışan Alman ve Avusturyalı ve Osmanlı subaylarıyla doludur.” İstanbul, tarihinde hiç yaşamadığı olaylara gebedir..İstanbul’dan insan manzaraları dünyada bugüne kadar hiçbir şehirde yaşanmamış gölgeleri yaşamaktadır..Trenden inen Osmanlı subaylarını, Boğaz’ın karşı kıyısına ulaştıracak buharlı gemi, düşman donanmasının geçebilmesi için durup beklemek zorunda kalır. “İşte geldiler” sözleri karşısında cepheden yeni dönen Osmanlı subayları Mustafa Kemal ve arkadaşları özgür günlere duydukları inancı seslendirirler “Geldikleri gibi giderler…” 13 Kasım 1918'den itibaren müttefiklerin gemilerinden İstanbul'a binlerce asker çıkarıldı. Bu sayı bir yılda elli bini geçti..465 yıllık başkente ilk kez yabancılar askeriyle giriyor, millet esaretle tanışıyordu. İlk etapta Karaya 3.500 kişilik işgal gücü askeri, Beyoğlu’ndaki Hıristiyan azınlıklar tarafından şölenlerle ve “Zito Venizelos” nidalarıyla karşılanır. Kışlalara, yabancı okul ve hastanelere ve bazı özel binalara ve hatta gözlerine kestirdikleri evlere, Türk sahiplerini sokağa atarak yerleşirler. Askerler, azınlıklarla yakın ilişkiler içindeyken Türklere sömürge halkı muamelesi yapar. Azınlıklardan yana olduklarını belli etmek için, Türklere karşı sergiledikleri ölçüsüz ve düşmanca davranışları özendirirler .. İstanbul, denizden ve karadan fiilen işgal edilir..İtilaf devletleri, bütün devlet binalarını ve karakolları denetim altına alırlar, camilerin giriş çıkışları kontrol altında tutulmaktadır...Fransız tankları beyazıt meydanında topunu Harbiye nezaretine çevirmiştir.. Genel karargah ve yüksek komiserleri aracılığıyla Osmanlı başkentine yerleşmelerinin hemen ertesinde, istihbarat servisleriyle de bir örümcek ağı gibi her yana yayılmaya ve kendilerine çeşitli çevrelerden güçlü yandaşlar bulmaya başlarlar. İngiltere, Osmanlı topraklarında nüfus elde etmek için ayrılıkçılığı temel bir yöntem olarak benimser ve bu tür oluşumlara destek olur. Bu “böl ve yönet” politikasıdır. Çünkü Britanya bir sömürge 19


imparatorluğudur ve sömürgeleri yönetmenin en kolay yolu da budur.. Bu davranışlar ve yöntem, bugün dahi bizlere hiç yabancı değil..!

romanı vardır.İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar adlı kitabından bazı paragrafları okuyalım;

İSTANBUL İŞGALDE FUTBOL SAHADA..

"İstanbul'da hala 168 resmi izin günü var. Cumaları Müslümanların, Cumartesileri Yahudilerin, Pazarları da Hıristiyanların tatil günü. Ayrıca Katoliklerin, Müslü­manların ve Rumların hafta içlerinde dini bayramları var. Yahudilerin dini bayramları da cabası. Bu yüzden İstanbul'da her delikanlının emeli bir punduna getirip banka memuru olmak…

Son yılların spekülasyon malzemesi yapılan Taksim kışlası, işgalde İngilizler tarafından kullanılır, ancak orta alanda spor müsabakaları yapılırdı, futbol,güreş , atletizm gibi.. Kışlanın avlusunda cuma ve pazar günleri Beyaz Ruslar bahislerin oynandığı at yarışları düzenliyorlardı.. Türk takımlarının Fransız ve İngiliz askerlerinin oluşturduğu takımlarla yaptığı müsabakalar, işgal altındaki İstanbul halkının moralini yükseltti. Taksim Stadyumu ve Talimhane Meydanı, galibiyetlerin kutlandığı bir alan olmaya başladı. Maçların gördüğü ilgi 31 Temmuz 1922’de kurulan, bugün Futbol Federasyonu’nun karşılığı olan Türkiye İdman Cemiyetleri ittifakının, ilk milli maçın burada oynanması konusunda karar almasını sağladı. Stadyum , işgalden sonrada sadece futbol karşılaşmaları değil, her türlü spor müsabakasına, 19 Mayıs Spor ve İdman Bayramı kutlamalarına, çeşitli eğlence ve etkinliklere de ev sahipliği yaptıktan sonra 1939’da dönemin Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar’ın başlattığı imar hamlesine kurban gitti. Fransız şehir plancısı Henry Proust, stadın yerine büyük bir şehir parkı yapılmasını öngörünce eski Topçu Kışlası, yeni Taksim Stadyumu da 2-3 sene içinde parça parça sökülerek tarihin derinliklerine yolcu edildi. Yerine ilk açıldığında İnönü Gezisi adı verilen ve günümüzde Gezi Parkı adını alan bir şehir parkı kaldı. Milli Takımımız, tarihindeki ilk milli maçı Taksim Stadı’nda 26 Ekim 1923 günü Romanya’yla yapmış ve maç 2-2 berabere bitmişti.. TAKSiM STADI’NIN UNUTULMAYAN ANLARI:

İşgal yıllarında, Fenerbahçe, İtilaf Kuvvetleri’nin kupalı maç teklifini koşulsuz ve şartsız olarak kabul eder. Maça sadece kendi oyuncularıyla çıkacağını belirtir. Türk futbolunun ilk sahası Taksim Stadyumunda oynanan tarihi maçta, General_Harrington_kupasını Fenerbahçe’nin işgal takımını 2-1 yenmesiyle FB kazanır.. Romanlarından tanıdığımız Ernest Hemingway, NOBEL VE PULITZER SAHİBİ Amerikalı bir gazeteci ve yazardır. SİLAHLARA VEDA,GÜNEŞTE DOĞAR,ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR.KILİMANJORANIN KARLARI,ASKERİN DÖNÜŞÜ gibi bir çok sayı//52// aralık 20

Bütün gece boyunca köftecilerle haşlama patates satanlar kaldırımları kaplıyor, kömür yıktıkları ocaklarında, sabaha kadar müşteri bekleyen faytonculara yiyecek hazırlıyorlar. Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa, gece kulüplerine paydos demek için kararlı bir irade gerekiyor… Limandan yukarı çıkan yokuşun orta yerindeki Galata semti, Barbary Coast'un en dehşetli eski günlerine taş çıkartacak kadar küçük bir yer. Her milletin ve bütün müttefiklerin askerleri burada kurulu tuzağa düşürülüyor. Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyor, bir yandan da insanın midesini yakıp kavuran rakılarıyla demleniyorlar. .. Güneş doğmadan kara ve yumuşak topraklı İstanbul sokaklarında yürüyecek olursanız, fareler önünüzden kaçışır; sıska sokak köpekleri çöp tenekelerini karıştırır. Bir barın kapısından sızan ışık sokağa düşerken, içerden patlayan sarhoş kahkahaları duyarsınız. Sarhoşun kahkahası, müezzinin güzel, dokunaklı, içli çağrısına tam bir çelişkidir." Ernest Hamingway, savaş muhabiri olarak işgalde İstanbul’a gelmiştir.. Fransız İşgal Kuvvetleri Kumandanı Franchet d’Esperey ise Fatih Sultan Mehmet’i taklîden işgal ordularının başında beyaz at üstünde İstanbul’a girmişti, bu eylemi yaparken de Osmanlı bandosuna ve askerine hakaretler yağdırmıştı.. Bu pervasız adamın tutumu da Türk İstanbul halkını son derece rencide etmişti. İşgal Devletleri askerleri İstiklâl Caddesi’nden geçerken Rumlar dükkânlarına Yunan bayrağı asmışlardı. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler şehre çıkan İşgal Kuvvetleri askerlerini alkışlayıp, Türklere hakaretler etmişlerdi. Ancak bütün bu incitme ve hakaretlerin altında yatan gerçek, Haçlı ve Siyonist dünyanın son bağımsız Türk Devleti’ni dünya haritasından silmeye kararlı oluşları idi.


MALTA SÜRGÜNLERİ

Padişah tarafından 1918 yılında feshedilen Meclis-i Mebusan, 12 Ocak 1920’de yeniden toplandı ve 28 Ocak’ta Misak-ı Milli’yi kabul etti. Gelişmelerin istedikleri gibi gitmemesi üzerine 15 Mart'ta Yüksek komiserler ve işgal polisi şehri ablukaya aldı. Letafet Apartmanı'nı basarak 8 Türk'ü şehit ettiler. Müteakiben Harbiye Nazırı Cemal Paşa'nın evi basıldı. Harbiye nezareti, İngiliz General Shuttleworth kontrolüne verildi.4 Mart 1920’de Londra Konferansı’nda İstanbul’un işgali kararlaştırılmıştı. 14 Mart’ta telgrafhane işgal edildi. 15 Mart gecesi ise topyekün işgal hareketi başladı. İşgalci İngiliz askerleri, 16 Mart 1920 de Şehzadebaşı karakolunu basarlar, muzıkacı silahsız 8 askerimizi şehit ederler.. Karaya çok sayıda asker çıkarılarak şehrin önemli noktaları kontrol altına alınmaya başlandı. Öğlene doğru şehir tamamen işgal edilmişti. Öğleden sonra ise İngilizler Meclis-i Mebusan’ı bastılar. Ama Meclis-i Mebusan Padişah tarafından feshedilinceye kadar varlığını muhafaza edebildi. 11 Nisan’da kapatıldı. Mebus ve aydınlardan 145 münevver ve aktif vatanseveri tutuklayıp yargılarlar..Ancak öldürmekten çekinirler ve hepsini Akdeniz’in ortasındaki Malta adasına sürgün ederler. Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, gibi yazar ve fikir adamları, Fahrettin Paşa, Ali Sabis Paşa gibi önemli asker ve devlet adamları sürgün edilenler arasındadır.. Mustafa Kemal de yakalanacaklar listesindeydi. İngilizler onu ellerinden kaçırdılar. İngilizlerin Malta’da 3 yıla yakın tuttuğu 145 sürgünden 15’i orada öldü. 20 Malta sürgünü tek veya topluca kaçmayı başardı. Malta Sürgünlerinin kalanları Ankara hükümetinin gayretleri ile esir İngilizlere karşılık takas edilerek kurtarıldı.. Malta sürgünleri, İngilizlerdeki Türk düşmanlığı ve hoyratlığının eseri olarak millî hâfızamızda yerini aldı .. ESİR ŞEHRİN İNSANLARI NELER YAPTILAR…

İşgal edilmiş ”Esir şehir” İstanbul’da yaşananlar elbette bunlardan ibaret değildi. İstanbul halkı ölümü göze alarak eline geçen silâh ve cephaneyi, saman arabaları, yem torbaları sebze küfeleri içinde Karadeniz Boğazı’nın dışına kadar taşıyıp İnebolu’ya gidecek mavnalara yüklüyordu. Vatanseverler kurşuna dizilmeyi göze alarak Selimiye, Maçka gibi silah depolarını boşaltıyordu. Bu tarihi kırılmanın ardından Mebuslardan bir kısmı da kaçarak Anadolu'ya

geçti ve bağımsızlık mücadelesine katıldılar. İşte o günlerde Üsküdar'daki Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi tarihi bir role imza attı. Şeyh Atâ'nın asıl hizmeti, Anadolu'ya geçecek kişileri Tekke'de ağırlaması idi: Feyzi Çakmak, İsmet İnönü, Mehmet Âkif, Halide Edip, Adnan Bey.. Hep Özbekler Tekkesi'nde misafir edilerek, münasip tarzda kaçırılmışlardı. İşgal kuvvetleri Türk limanlarındaki bütün gemi ve motorlara el koymuşlardı. Onun için karada kağnılar, denizde mavnalar tek nakil vasıtaları idi. İstanbul halkı işgal yıllarında aç ve çıplak kaldı. Çünkü İstanbul’u besleyen, giydiren şehirler artık bu görevi yapamıyordu. Bütün bu yokluklara rağmen Türk İstanbul elinde avucunda ne varsa Milli Mücadele’yi desteklemek için Anadolu’ya gönderdi. Kadınlar yatak ve yastıklarındaki yünleri Anadolu’daki askerlere giyecek ve çorap yapmak için kullandılar. Türk İstanbul, işgal kuvvetlerinin dahi engelleyemedikleri, yüz binlerin katıldığı mitinglerle, Türkiye’nin Türklere ait olduğunu bütün dünyaya haykırdı. İşgal yıllarında en büyük ızdırabı, İstanbul’un Türk halkı çekti. Zira şımarık, terbiyesiz, çalımından geçilmeyen işgal ordusu mensupları ile onları alkışlayıp arka çıkan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığın yaptıkları, asırlardır Hür ve efendi olarak yaşayan Türklerin onurunu zedeledi. İşgalcilerin Türklere yaptıkları , hakaretler, tecavüzler, sebepli sebepsiz, gelişi güzel tutuklamalar, her mânada alçakça hareketlerdi. Kadınlara, kızlara laf atmalar, sarkıntılık yapmalar olağandı. İşgal kuvvetlerinin İstanbul halkına revâ gördükleri zulümlerin maddî ve manevî en kötüsü, Kroker Oteli işkenceleri idi. Burada İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin Bennet isimli bir subayının astığı astık, kestiği kestikti. “Bu İngiliz yüzbaşısı içinde yaşadığı şehri, Afrika’da veya Asya’da bir İngiliz sömürgesi sanıyor, halkını da o derece önemsiz sayıyordu.” Türk direnişçiler, bir çete reisi gibi davranan bu İngiliz subayını, Maslak tarafında yolunu keserek kurşunlamış ve cezasını vermişti. İşgal edilmiş İstanbul’da böyle yüzlerce Türk direniş grubu vardı… 100.yılda İstanbul İşgalini çok iyi bilmemiz gerekir…İşgal hevesleri halen kursaklarında olanlar 15 temmuz 2016da da buna kalkışmışlardı.. Esir Şehrin Gölgelerini ve olaylarını anlatmaya , yazmaya devam edeceğim…. 21


azlı yarim sana selam söylesin uçan kuşlar, Nazlı yarim sana haber getirsin rüzgarlar” der şair. Nazlı sevgili kendini ağır satar, ısrar bekler, işveli edalı olur, özen ister, ilgi alaka bekler, hülasa nazlı kişinin mutlu edilmesi biraz zor olur. Osmanlı Devleti’nde ve günümüz şehirlerinde bu tabire uyan tek ve yegâne şehir Budin’den ve Macaristan’dan bahis edeceğim bu makalemde.

BUDİN (BUDAPEŞTE)

OSMANLI’NIN NAZLI ŞEHRİ Avrupa’da otuza yakın başkent gezmiş biri olarak Budapeşte’nin şehir ruhu ve tarihsel panoramik görselliğinin diğer şehirlerde bu kadar etkileyici olmadığını söyleyebilirim. Mehmet MAZAK*

Ecdadımızın 16. ve 17. Yüzyılda feth ederek yönettiği bu topraklardan Nazlı Budin’den işveli Budin’nden sahiplenmesi zor Budin’den ve ayrılması zor Budin’den yola çıkmak istiyorum sizinle. Nazlı Budin sahiplenilmesi zor ve meşakkatli olan şehir. Sevimli ve sıcakkanlı orta Avrupalı Macarların şehri Budapeşte. 2003 yılının aralık ayında ilk resmi ziyaret ve müze incelemeleri için gitmiştim Budapeşte’ye. İlk defa gördüğüm ve gezdiğim bu şehir beni çok ama çok etkilemişti. Avrupa’da otuza yakın başkent gezmiş biri olarak Budapeşte’nin şehir ruhu ve tarihsel panoramik görselliğinin diğer şehirlerde bu kadar etkileyici olmadığını söyleyebilirim. 2003 Aralık ayındaki bu gezide sahaftan almış olduğum Rozsa György tarafından yayımlanan “Budapest Legszebb Latkepei” adlı gravür kitabını incelediğim an bu şehrin niçin bu kadar beni derinden etkilediğini daha iyi anlama fırsatım oldu. Bu kitaptaki ilk gravür 1541 yılındaki Budin’i gösteren bir çalışma olup, son gravür ise 1884 tarihli bir çalışmadır. 1550 ile 1700 yılları arasını gösteren Buda ve Peşte gravürlerinde görmüş olduğum onlarca cami ve minare görüntülerinin yani İslam şehri görüntüsünün 1730’larda azalmaya başladığını ve hülasa 1750’li yıllarda tamamen gravür ve yağlıboya resimlerde kaybolduğunu görmekteyiz. Bu manzara karşında yüreğimin burkulduğunu, acı çektiğini söyleyebilirim. Yazımın bu bölümünde Nazlı Budin’e ve onun karşı kıyısında Tuna’nın kenarında Peşte şehirlerinin Osmanlı eline geçişi ve buraların elimizden çıkışını kısaca bir anlatalım. Bu iki şehir 19. yüzyılda birleşmiş, Budapeşte adıyla Macaristan’ın başşehri olmuştur.

*TC Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//52// aralık 22

1526 yılında Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı Ordusu Mohaç Meydan Savaşını kazandıktan sonra Budin’e gelmişler, şehri feth etmeyip Macarların idaresine bırakmışlardı. Kanuni, Budin


Beylerbeyliği kurarak Bağdat Valisi Uzun Süleyman Paşa’yı Budin’e Mir-i Miran yani mareşal rütbesiyle 1541 Eylül’ünde ilk Beylerbeyi olarak atandı. Budin Eyaletinin kuruluşundan elden çıktığı tarihe kadar 68 Beylerbeyi-Paşa tarafından yönetildi. Budin’in son beylerbeyi ise Arnavut Abdurrrahman Abdi Paşa’dır. (Kasım 1684 - 2 Eylül 1686) Mezarı bugün hâlâ Budin Kalesi içindedir. Osmanlı’nın Macaristan ve Budin önlerindeki ilerleyişini Şair Baki; “Baş eğdi ab-ı tığına küffar-ı Engürüs, Şemşir-i gevherini pesent eyledi Freng” diyerek dile getirmiştir. Benzer duygularını dile getiren Taşlıcalı Yahya Bey; “Alındı avni ile nice bin kıla-ı Freng, Yıkıldı emri ile Engürüs bünyanı” şeklinde şiirine taşımıştır. Osmanlı Devleti’nin idaresinde kaldığı dönemler göze alındığında İstanbul, Bursa ve Edirne’den sonra en sevilen şehir Budin olmuştur. Osmanlı elinde bütün dinlerin, ırkların ve kimliklerin birlikte yaşadığı huzur beldesi olmuştur bu şehir. Dile kolay yaklaşık iki asır Osmanlı yönetiminde mamur ve ümran edilmiş bir belde olarak karşımıza çıkar Budin ve Peşte. Osmanlı aklı Budin ve Peşte şehirlerini geçici bir yurt, yerleşme yeri değil, kalıcı ve anayurt olarak planlamış ve yönetmiştir. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre Türkler Budin’de 25 cami, 47 mescid, 12 medrese, 16 mektep, 10 tekke- türbe, 2 hamam, 9 han, 8 ılıca, 24 mahalle, 75 sebil, 3500 ev, 1 çeşme, 1 baruthane, 1 saat kulesi, 1 bedesten inşa etmişlerdir. Ancak, daha sonraki yıllarda bu şehirler Avusturyalıların (Nemçe-Habsburg) eline geçince Macaristan’daki Osmanlı mimari eserleri “kin ve doymak bilinmez dini hırsla” temellerinden yok edildi. Camiler, türbeler ve kiliseler yağmalandı. Birçok sanat eseri, kilise eşyası, Müslüman, Yahudi ve hatta Macar halkı eşyaları talan edilerek Viyana ve diğer Avrupa şehirlerine satıldı. Yaklaşık iki asır oturulan, büyük bayındırlık eserleri ile donatılan, “nice yüzbin şehidin fethetmek ve elde tutmak için can verdiği” Macar toprakları kaybedildikten sonra yüzyıllar boyu unutulmadı. Osmanlı için Budin ve Peşte İslam’ın savunulmasının ana hattı idi. Budin’in savunması Belgrad, Saraybosna ve İstanbul’un savunulması anlamını taşıyordu. Macar toprakları ve özellikle Budin’in kaybı Osmanlı’da çok büyük

travmalara sebep olmuş psikolojik kaybedişin başlangıcı olmuştur. Budin’in kaybedilmesi arkasında öyle dram ve acılar taşır ki bu travmayı Osmanlı aydını ve halkı hiç üzerinden atamamış ancak 1912 Balkan savaşlarından sonraki Rumeli’den geri çekiliş, dram ve acı Budin travmasını unutmamızı sağlamıştır. Bu konuda Tımışvarlı Gazi Aşık Hasan şöyle der bir dörtlüğünde; “Olmuş idim bir zaman ben sedd-i İslam’a kilid Nice canlar din yolunda uğruma oldu şehid Ta kıyamet haşrolunca kesmezem Hak’tan ümid Bir gün ola açıla baht-ı siyahım der Budin” Budin’in mamur bir Osmanlı şehri olduğunu kaybedildikten sonra yazılan şu dörtlükten anlamamız lazım “Budin'in içinde uzun çarşısı Orta yerde Sultan Ahmet camisi Kabe suretine benzer yapısı Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i” Budin (Macaristan’ın başkenti Budapeşte) tam 167 yıl bir Türk şehri olarak kalmış ve 2 Eylül 1686'da kaybedilmesi büyük bir üzüntüye sebep olmuştur. Budin’in kaybı dolayısıyla yakılan türküler ise yüzyıllar sonra bile yürek yakmaya devam etmektedir. “Budin dedikleri çepçevre meşe, Kurdunu, kuşunu doyurduk leşe, Hüngür hüngür ağlar Genç Ali Paşa, Geldi küffâr, aldı kale Budin'i; Aldı Budin Kal'âsını, geçti bedeni..” Günümüzde Macaristan’ın başkenti olan Budapeşte ortasından Tuna nehrinin geçtiği, Boğaziçi havasını andıran coğrafi özelliği, iki yakasındaki tarihi yapıları, şehir kimliğine uygun mimarisi ile görülmeye değer çok özel bir yerdir. Bu şehrin gizlerinde derinliğinde mistik bir hava olduğunu ilk görüşümde anlamıştım.2003 yılından sonraki senelerde üç defa daha gidip gördüğüm bu şehrin mayasında Gülbaba’nın ve onun gibi erenlerin harcı bulunmaktadır. Osmanlı şehirciğinde Budin, düşünülmesi incelenmesi gerek bir konu olarak karşımızda duruyor. Budin’in kaybı ve yaşanan olaylar ayrıca incelenmeli. Hülasa Budin nazlı ve elimizden kayb olup gitmiş bizlere küsmüş bir sevgili olarak bekler durur yollarımızı… 23


umhurbaşkanı Erdoğan’ın "Son iki asırda sadece siyasi ve askeri üstünlüğümüzü değil aynı zamanda medeniyetimizin kainat tasavvurunu kültürümüzün mayasını, şehirlerimizin maalesef ruhunu da kaybettik. Batı medeniyetinin insan fıtratı yerine bireysel hırsı esas alan estetikten uzak anlayışı ülkemizi işgal ettiğini görüyoruz." tespiti, icranın başı olması hasebiyle, fevkalade önemlidir.

ŞEHİRLERİMİZİN RUHUNU KAYBETTİK Bana göre İstanbul’un ruhunu sur içi (Fatih), Üsküdar ve Eyup Sultan oluşturuyor. Resul TOSUN

Yerel seçimler öncesi verilen bu ‘Şehirlerimizin ruhunu kaybettik’ mesajı hem bir öz eleştiri hem de yeni döneme ışık tutan bir tespit olarak değerlendirebiliriz. Şehirler kurucu unsurların hayata bakışının ve medeniyet anlayışının tezahürüdür. Bir şehrin kimliğini ve ruhunu yapılaşmasına bakarak tanımak mümkündür. O şehri inşa edenlerin kimliklerini ve dünyalarını tanımak da mümkündür. Batı şehirlerinin tarihi semtlerinde gezindiğinizde bir kimlikle karşılaşırsınız. Doğu şehirlerinde de öyle. Paris, Londra, Berlin, Viyana, Roma ve diğerleri size bir şeyler söyler, anlarsınız. Aynı şekilde İstanbul, Kahire, Şam, Bağdat, Kudüs, Beyrut, San’a ve diğerleri de bir şeyler söyler, anlarsınız. Özellikle tarihi semtler sizinle yüksek sesle konuşur gibi kendini tanıtır. Seversiniz ya da sıkılırsınız. Hatta sadece şehirler değil kabristanları bile sizinle konuşur. Sıkılırsınız ya da huzur bulur derin düşüncelere dalarsınız! Bazı şehirler de vardır ki birkaç medeniyete beşiklik etmiştir. İstanbul gibi Kudüs gibi. Oralarda Müslümanı da Yahudi’si de Hristiyan’ı da kendine ait bir şeyler bulur. Bulduklarının hemen hepsi modern çağa ait değil tarihe ait eserler ve kalıntılardır. Modernitenin hakim olduğu şehirler ve semtler -genellikle- ruhsuzdur desek abartmış olmayız.

sayı//52// aralık 24


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işaret ettiği gibi şehirlerimizi ‘insan fıtratı yerine bireysel hırsı esas alan estetikten uzak bir anlayışın’ işgal ettiğini görüyoruz. Mesela Kudüs’ün sur içine girdiğinizde kendinizi bambaşka bir aleme girmiş hissedersiniz. Şehrin ruhu sizi teslim alır. Sur dışına çıktığınızda modernitenin çirkin yüzüyle karşı karşıya gelirsiniz. San’a için de aynı tespiti yapabiliriz. Sur içine girdiğinizde tarihe girmiş gibi olursunuz. çıkınca rüyadan uyanmış gibi hissedersiniz kendinizi. Sur içine o ruhu veren oradaki tarihi eserlerdir. Mesela Üsküb’ün tarihi bölgesini gezince size egemen olan ruh ile modern kısmını gezdiğinizde egemen olan ruh birbirinden yüz seksen derece farklıdır. Birinde tarih vardır medeniyet vardır, insan vardır ötekinde sadece insansız bir modernite. Mesela Kortoba camiine girdiğinizde içinde bir bölümü kiliseye çevrilmiş olmasına rağmen sizi kucaklayan bir ruh hissedersiniz orada! O ruh o şehri ve camii inşa edenlerin ruhudur kimliğidir. Mekke ve Medine’yi saymıyorum. Zira Kabe ve Ravza dışında şehirlerin ruhu katledilmiş ve modernitenin esiri haline getirilmiştir. Dünyadaki örnekleri bir yana kendi ülkemize ve şehirlerimizin ruhuna bakacak olursak, çok çeşitli ve çok zengin bir hazineye sahip olmamıza rağmen üzüntümüzün sevincimize galebe çalacak boyutta olduğunu, modernitenin şehirlerimizin ruhunu katlettiğini söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanımız da bunu açıkça söylüyor! Ruhu olan şehirlerimizden İstanbul, Bursa, Kastamonu, Sivas, Tokat, Niksar, Erzurum, Mardin, Şanlıurfa, Kahraman Maraş, Gaziantep ve emsali şehirlerimizde tıpkı yukarda Üsküp misalinde olduğu gibi tarihi semtlerde o şehrin ruhunu hissederken modernitenin esiri semtlerinde beton yığınlarının iticiliğini hissedersiniz. Şehre ruh kazandıran eserler modern binaların gölgesinde kaldığı için mesela İstanbul’da gezerken tarihi mekanların bulunduğu yerlerde

içiniz ferahlar nefes alırsınız, ruhunuz dinlenir, modernitenin hakim olduğu bölgelerden de bir an önce geçmek istersiniz. Bana göre İstanbul’un ruhunu sur içi (Fatih), Üsküdar ve Eyup Sultan oluşturuyor. Üsküdar ve Eyup Sultan’da şehre ruhunu veren eserleri ihya ve gün yüzüne çıkarma faaliyetleri hissedilirken Fatih’de aynı oranda bir ihya faaliyeti maalesef hissedilmiyor. Asıl İstanbul sur içidir. Fakat sur içine ruh katan tarihi eserler maalesef beton binalarının gölgesinde kalmış, adeta kaybolmuştur. Suriçini tarihi kimliğine kavuşturmak için bütün yüksek beton binaların yıkılması yerine tarihteki gibi en fazla iki katlı otantik binaların yapılması ve tarihi eserlerin görünür hale getirilmesi gerekir diye düşünüyorum. İstanbul bir dünya şehridir. Hele son yıllarda İslam dünyasının yeniden merkezi haline gelmiştir. Hayal emek suç değil ya ben suriçini şöyle hayal ediyorum: Tıpkı Kudüs’te sur içine girdiğinizde başka bir aleme girdiğinizi hissettiğiniz gibi İstanbul suriçi de o kimliğe kavuşmalı. Sultanahmet, Süleymaniye ve Fatih gibi çevrelerde tıpkı Vaşingtonda Connecticut caddesinde olduğu gibi araştırma ve düşünce enstitüleri yer almalı ve uluslararası paneller, sempozyumlar konferanslar bu merkezlerde icra edilmeli. Tarihi gölgeleyen mendebur binaların bu dünya şehrinin canına okuduğunu düşünüyorum. 25


SALI..

KKTC GÜNLÜĞÜ

“BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT” -üçSanki sit alanı gibi Esentepe. Atatürk Heykelinin olduğu küçük meydanda bizi indiriyor sürücümüz ve “Cami burası” diyerek bir yer gösteriyor. Etrafta tarihi binalar var. Cami ise Kiliseden dönüştürülmüş bir mescit. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

sayı//52// aralık 26

Bugün Kurban Bayramı. Otel bir otobüs tuttu bayram namazına gidecekler için. İki ayrı aile camiye özel araçlarıyla gitti. Ben ve dördü çocuk diğer 11 kişi direksiyonu soldaki otobüse bindik. Sabahleyin yollarda sadece bayram namazına gitmek üzere bulunan araçlar var. Çatalköy’den Esentepe’ye yola çıktık. Solumuz deniz. Yollar kıvrıla kıvrıla yükseliyor tepelere. Yeşillik de artıyor. İnşaatlar birbiri ardından yükseliyor. Yeni yerleşim yerleri kuruluyor. Çoğu tek katlı bahçeli evler. Neredeyse bazı evler denize kadar iniyor. İnşaatı bitmemiş evler de bir hayli. Sabah serinliği var ortalıkta. Türkçe levhalar kadar ecnebi dildekiler de az değil. Bol bol kooperatif tabelaları görünüyor. KKTC’de sendikalar ve kooperatifler çok güçlü. ESENTEPE’DE BİR BAYRAM NAMAZI

Karpazlar Kıbrıslı Rumların çok önem verdiği, tutucu güney Kıbrıslıların özellikle burada ibadet ettiği bir bölge. Hala Kıbrıs Rum Kesiminden gelerek bu bölgede ayin yapıyorlar. Rumların taş evlerinden önemli bir bölümü de ayakta. Anayoldan ayrılarak Belediyenin yaptırdığı Esentepe kapısına girdik. Kapının üstünde “Esentepe Demokrasi Kapısı, Hoş Geldiniz” yazıyordu. Artvin’in varyantları gibi bir yolda ilerliyoruz. Henüz minare falan göremedik. Bazen tek arabalık yoldan karşılıklı yol vererek sıvışıyor araçlar. Sanki sit alanı gibi Esentepe. Atatürk Heykelinin olduğu küçük meydanda bizi indiriyor sürücümüz ve “Cami burası” diyerek bir yer gösteriyor. Etrafta tarihi binalar var. Cami ise Kiliseden dönüştürülmüş bir mescit. Caminin içi yeşil yeni halıyla donatılmış. Sanırım Esentepe Camii Koruma Derneği kaynakları yeterli olmadığından iyi restore edilmemiş, ama ibadethane olarak görevini yapıyor. Dilerim ilerde yeniden ve görsel zenginliğe havi bir restorasyon gerçekleştirilir. Esentepe Camii’nde yerli turistler kadar, Pakistanlılar yine önde. Çoluk çocuk beyaz, gri milli giysileri içinde ki camide yerlerini almışlardı. Genç, sakallı Hoca Efendi hangi hayvanların kurbanlık edileceği konusunda vaaz verdi. Keşke bunu son Cuma anlatsaydı. Bugün sevgiyi, paylaşmayı, öğrenmeyi, iyiliği, üretmeyi, donanımlı olmayı falan konuşsaydı. Namazdan sonra da mihraba çıkarak akıllı telefonundan dualar okudu. Zaman zaman da elindeki kağıda bakarak ezberini yeniledi. Cami içinde bayramlaştık. Sonra otobüsün


yolu tuttuk. Tuttuk çünkü geçen defa otelden bayram namazı için konukları camiye getiren sürücü misafirlerini bıraktıktan sonra oteline dönmüş. Nedenini açıklarken de “Siz bekleyip, misafirleri geri buraya getirin demediniz” diye kendini savunmuş. Bu defa hem bize, hem sürücüye iyi tembih edildiği için sorun yaşamadık. Otobüste koltuk arkadaşım Almanya’da yaşayan Kayserili bir işadamıydı. Manhaim’dan aracıyla ülkemize gelmişler. “Türkiye gibisi yok” diyor. “Kayseri de en güzel şehir” diye de ekliyor. Kayseri’den yine araçlarıyla Adana’ya gelmişler. Arabasını oraya park ederek uçakla Kuzey Kıbrıs’a geçmişler. Daha önce Kayseri’den Ercan’a uçak seferleri varmış sonradan kaldırılmış. Kayserili işadamı Beş Parmak Dağlarını sordu, 1974 Kıbrıs Barış Harekatını sordu anlattım. “Almanya’da ne var ne yok?” diye bu defa ben sordum. Bana ilginç şeyler anlattı “Almanya’da Alman işçi çalıştırdığımız çok sayıda işyerimiz mevcut. Çok çalışıyor ve çok üretiyoruz. Bir zamanlar ikinci el mal alırken artık hepimiz sıfır mal sahibiyiz. Araçlarımız evlerimiz, işyerlerimiz yepyeni; sıfır kilometre. Üretiyoruz ve satıyoruz. İnan ki Almanlar bizim çalışkanlığımızı ve ürettiklerimizi kıskanıyorlar!” Bu motivasyon çok iyi, sevindim. 12 kilometrelik yolu sanki birkaç dakikada kat etmiştik. BAYRAMA AİT DİPNOTLAR

Sabahtan itibaren kurban bayramı telefon ve mesajları gelmeye başladı. KKTC yurtdışı sayıldığından akıllı telefonlarla konuşmaların ücreti iki taraf için de tuzlu. Ancak kapatıp telefon konuşmalarınızı whatshopp’tan yaparsanız ücretsiz oluyor(muş). Çoğu kez de öyle yaptık. Yurtiçi ve dışından edilen telefonlar ve çekilen mesajlarla bayramlar böylece yeni bir boyut kazandı. Dur bakalım nasıl olacak? Nostaljilerle teselli mi olacağız, yoksa günümüz toplumu için fakihlerin açıklamasıyla yeni bir bayram kutlama modeli mi ortaya çıkacak? En son ihtimal de mevcut ile idare etmek. Kurban kesmeye gelince çoğu kişi artık yönetimlerin de katkısıyla vekaleten sivil ve resmi kuruluşlara bu görevi yaptırıyor. Siz sadece para veriyorsunuz. Onlar da tercihi size bırakarak yurtdışı ve içinde kurbanınızı kestiriyorlar. Kıyasıya yoğun bir rekabet var nasıl oluyorsa. Her gün mantar gibi böylesi amaçla yeni bir kuruluş fırlayıveriyor. Bir kuruluş kurbanınıza 550 TL alırken, diğeri 950 TL talep ediyor! Dilerim bu konuda sıkı bir denetim yapılıyordur. Amaçları içinde olmayan bazı vakıf ve STK bu tür hizmetler

para kazandırınca çoğu bu işe soyunmuş. Bekleyip göreceğiz, ilerde ellerinde patlayacak denetimsizlikten. Sadece Mehmetçik Vakfı kurbanınızın nerede, ne zaman kesildiğini, belirterek size daha sonra bir kutu da kavurma gönderiyor. Tebrik ederim bu duyarlılığı. KİLİS SİNİ KEBABI MI, HATAY MI?

Bayram yemeğimizi Elexus Hotelde yedik. Binlerce insana ülkemizin muhtelif bölgelerinden damak tatları sunuldu; çiğ köfte, sini, kuyu, patlıcan kebabı, yuvalama, lahmacun, pideler; kuzu, tavşan, hindi, bıldırcın yahnisi, balık ve deniz ürünleri, mantar, onlarca çeşit köfte ve pilav, sulu yemekler saymaya kalksanız yorulursunuz. Yalnız sini kebabın patentini kim aldı belli olmadı, Kilis değil, Hataylılar sahip çıkıyor. Kuyu kebabını ise Siirtliler sahipleniyor, patentini almışlar. Katmer’in patenti Kilis’te ama sorulduğunda “Antakya” cevabı alınıyor. Tatlı ve meyve çeşitleri de öyle. Üstelik meyvelerden resim tablosu gibi öyle tasarımlar yapmışlar ki, meyveyi adeta dalından koparmak ister bir halde kalıyor ve böyle bir psikolojiye giriyorsunuz. Her bölgenin ve her mutfak kültürünün örneklerini bir arada yaşıyorsunuz. Soğuk içecekler ve dondurma çeşitleri de bir başka tercih sebebi. Siz hiç ceviz dondurması yediniz mi? Hem de katmerin üzerinde? SANATÇILARIN BAYRAMI MI? Akşam geç saatte Ebru Gündeş Konseri vardı. Dev salon lebalep doluydu. Pembe tuvalet giyen sanatçı Ebru Gündeş 15 kişilik orkestrası, 4 dansçı, 3 vokalist, arka planda sürekli değişen film ile sahne aldı. Özel uçağıyla gelmiş, aynı gece 1.5 saatlik konserinin hemen ardından da İstanbul’a dönmüş. Ebru Gündeş şarkıları bana hep çağdaş arabesk gibi gelmiştir. En kalın kadın seslerinden biri Ebru Gündeşinki. Ama dev bir orkestra ve teknoloji, sürekli konser sonuna kadar akıtılan film, dikkat çeken üç kız-erkek genç vokalistin güçlü sesi ve dansçılar olunca izleyicilerde dikkat yetmezliği oluyor ister istemez. Ebru Gündeş’in okuduğu eserlere ve sahneye hakimiyeti, izleyicilerle zayıf diyaloğuna rağmen keyifle izlendi. Sevilen birkaç şarkısı fazla alkış aldı. Aynı salonda henüz hastaneden çıkan Selami Şahin de vardı. Ebru Gündeş ustasına iltifatlar etti. Son okuduğu bir kaç hareketli şarkısıyla önde kalan Ebru Gündeş’i, öyle anlaşılıyor ki piyasa tutuyor, gençler tutuyor ve albümünü takip ediyorlar. Diğer Otellerde Candan Erçetin ve 27


İrem Derici sahne almış. Gazeteler “sanatçıların bayram”ı diye manşete taşımış gelişmeyi. Girne akşamları; daha serin ve daha yaşanır bir kent haline geliyor. ÇARŞAMBA

KKTC Gazetelerine bakıyorum bu sabah. Özellikle KKTC’deki bütün camilerin ;kurban dolayısıyla kılınan Bayram namazında dolu olduğunu yazıyor. Özellikle Lefkoşe’deki tarihi Selimiye Camii’nin her zaman olduğu gibi bu defa da genç, yaşlı çoluk çocuk ile dolu olduğuna dikkat çekiliyor. Cami avlusunda kurulan standında ise halka lokma dağıtılmış. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve Eşi Meral Hanım Bayram kutlamaları için KKTC Halkını ilk gün sabahtan itibaren konutunda kabul etti. Bu arada Londra’daki Enfield Belediye Meclisi’nin KKTC’li Başkanı Nesil Çalışkan hanımefendi de konuttaki ziyaretçiler arasındaydı. Gazetelerde “Akşam yatıp, sabah zamla kalkıyoruz” başlığı dikkat çekiyor. Kurban kesimlerinin genelde yasalara uygun yapıldığını belirten günlük KKTC gazeteleri bir lastik garajında kurban kesimini ise hijyenik olmadığından dolayı şikayet ediyorlar. Diğer başlıklardan bazıları da şöyle; Arasta Çarşısında in cin top oynuyor. Alış veriş yok. Başbakan Tufan Erhürman bunun üzerine çarşılarda denetime çıktı. Eski Başbakan Ferdi Sabit Soyer de “Kriz Cumhuriyetçi Türk Partisi CTP’ye seçim kaybettirebiliyor” diyor. Tatil gibi sağlık turizmi de KKTC’de önde gidiyor. Öte yandan Kıbrıs Rum Kesiminin enerji programında kara bulutlar dolaşıyor. Rum hükumetinin petrol ve doğal gaz şirketleriyle sorunları olduğunu kabul ettiği bildirildi. Bir başka haber de şöyle bu konuda “Rum Enerji Bakanlığı Noble, Dellek ve Shell şirketler grubunun doğal gaz çıkarılmasına Akdeniz’de başlanması için Rum yönetimiyle yapılacak sözleşmenin, kendi lehlerine olacak şekilde revize edilmesini istediklerini açıkladı. İLK 5 VE İLK 10’A GİRENLER

Rum basınındaki bir habere göre de Türkiye’nin 1987’den bu yana Güney Kıbrıs’a ambargo uygulamasına karşın iki taraf arasında ekonomik ve ticari ilişkiler az da olsa devam ediyor. Eurostat verilerine göre; Kıbrıs Rum kesimi Türkiye’den 2017 yılında 92 milyonluk ithalatta bulundu, 3 milyon euroluk da mal satışı gerçekleştirdi. Rumlar KKTC’ne akın akın geldiğini belirten Havadis Gazetesi Metehan Sınır Kapısı’nda yoğunluk yaşandığını yazdı. Rumlar Türk tarafını geziyor, yiyor, içiyor ve alış sayı//52// aralık 28

veriş yapıyor, hatta otellerde kalıyorlar. Rumlar Dillirga inciri ve Halicia peynirini Avrupa Birliğinde tescil ettirmek istiyor. Kıbrıs Gazetesi dünyanın en güzel camileri sıralamasını şöyle yapıyor 1)KKTC Gazimağusa Lala Mustafa Paşa Camii, 2)İstanbul Sultanahmet Camii, 3) Malezya Kuala Lumpur Wilyah Yersekutuan Camii, 4) İran İsfahan Nasır El Mülk Camii, 5) Rusya St. Petersburg Merkez Camii. Yeni Bakış da dünyanın en eski 10 şehrini şöyle sıraya koymuş; 1)Şam/Suriye, 2)Atina/Yunanistan, 3) Biblos/Lübnan, 4)Kudüs/Filistin, 5)Varanasi/ Hindistan, 6)Choluta/Meksika, 7)Eriha/Filistin, 8)Halep/Suriye, 9)Filibe/Bulgaristan, 10) Luoyang/Çin, RUSLAR “KKTC” DEDİ! BU NE ANLAMA GELİYOR?

Günlük KKTC Gazetelerinin diğer haber başlıklarından bazıları da şöyle aktarılıyor; ABD Kara Kuvvetleri Komutanı General Mark A. Milley, Rum Milli Muhafız Ordusu Komutanı Korgeneral İlias Leondair ile görüştü. Görüşmede hidrokarbon, Kıbrıs Sorunu ve Türkiye’nin tavrı ele alındı. Gazeteler Rusya Başbakanı Medvedev’in KKTC ifadesini kullanmasını dil sürçmesi olarak değerlendirirken; Rum hükumet Sözcüsü Nikos Anastasiadis da Eylüle kadar Kıbrıs konusunda müdahil tarafların Birleşmiş Milletlere açıklamalarının belirleyici olduğunu belirtti. Girne’de hava sıcak bugün. SANATÇILAR HER ZAMAN KKTC’DE Mİ?

Rüzgar eserse insanlar daha bir rahat oluyor. Çünkü deniz de hamam suyu gibi sımsıcak. Akşam oldu hava hala sıcaklığını muhafaza ediyor. Altay akşam konserinde kendi bestelerinin dışında neredeyse bütün isteklerini yerine getirdi. Bir zengin masa Altay’ın başına elekle para yağdırdı. Altay orkestrasına “coşku ver” diyerek salonu hop oturtup hop kaldırdı. Hep damardan girdi. “Kaşıdı” durdu kendi tabiriyle. Kapalı açık hiç fark etmedi seyirciler şıkıdım şıkıdım oynarken. Daha yeni bebek sahibi olmuş genç aileler bile Altay için çocuklarının mızmızlanmalarını duymaya yanaşmadılar. Kuzey Kıbrıs’ta özellikle belli gün ve haftalarda otellere sanatçı yağıyor. Bu sanatçılar genelde gündemde olan şarkıcılar oluyor. Oteller hangi gün hangi sanatçının kendi mekanlarında sahne alacağını gerek medyaya verdikleri reklamlar ve gerekse bilbortlara astırdıkları ilanlarla duyuruyorlar. Kurban Bayramı ve 9 günlük tatilde sanatçı


yağdı KKTC Otellerine. Magazin basını da bayram içinde bayram ediyor böylece. Funda Arar Selami Şahin, Sertar Ortaç, Ferhat Göçer, Ajda Pekkan, Volkan Konak, Deniz Seki, Emel Sayın, Sibel Can ve Koray Avcı meşhur olanlar. Melis Bilen, Grup Frekans yeniler. Fatih Ürek ise daha farklı. Hem Zeki Müren, hem Bülent Ersoy gibi, hem değil. Hal ve tavırlar aynı, ancak repertuvarı farklı. Klasik Türk Sanat Musikisi söylemiyor. Böyle bir endişesi de yok. İnsanları oynatan, fıkır fıkır eden parçalar var gündeminde. Erzurumlu 9 çocuklu ailenin en son geleni olan Fatih Ürek kendi parçaları da mevcut, ama İzzet Altınmeşe, İbrahim Tatlıses’ten Diyarbakır ve Şanlıurfa Türklerini kendi has stiliyle yansıtıyor. Gaziantep, Kilis Ankara Türkülerini de. Toplumu, otel, kulüp ve konser müşterilerini iyi analiz etmiş, zaaflarını iyi görmüş biri olarak sahnede. 15 kişilik orkestrası var, üç de vokalisti. Kadın vokalist de müthiş bir gırtlak var ve uzun ve barak havaları için muhteşem bir genç sanatçı. Davulcusu da süper. Özellikle resim çektiren çektirene. KANAL D’DEN ÇIKARILDI ARTIK SAHNEDE

Ankara Devlet Konservatuvarında müzik hayatına başlayan Behzat Gerçeker’in yönettiği ve kurucusu olduğu ENBE Orkestrasını pek tuttum. Hepsi de eğitimli sanatçılar. Türkiye’den ve yurt dışından bir çok sanatçıyı barındırıyor bünyesinde. ENBE Orkestrası; opera aryalarından Napolitan hafif müziğe, özel solistlerin yorumladığı Fransız şansonlar ve valslerden Latin müziğine, Arjantin Tangolarından, jazz ve country eserlerine, ünlü müzikallerden, yabancı ve Türkçe pop müziğine uzanan bir repertuvar sundu. Müthiş gırtlak var tümünde. Teknolojiyle de örtüşünce konser salonu kalktı oturdu. Yarım saat sonra sahnede Beyazıt Öztürk(Beyaz) göründü. O

da şarkı söyledi, söylenenlere iştirak etti. Ortak programlar yapacaklarını öğrendik böylece. Konser sonrasında lobide rastladığım Beyaz’a “Fitneler gizlenmiş mahmur gözüne” şarkısını neden yarım bıraktığını sordum. Çünkü çok enfes bir parçadır. Dedi ki “Kimse bilmiyordu bu şarkıyı, iştirak olmayınca değiştirdim” Beyaz çok Türk Müziği Makamı bildiğini de söylemeyi ihmal etmedi. Bütün orkestra ile başta “kızılcıklar oldu mu?” adlı parçayı söylediler, sonra bunu diğerleri takip etti. Konseri “İzmir Marşı” ile bitirdiler. KKTC özellikle bayram tatillerinde sanatçı resmi geçidi gibi bir kimlik kazanıyor. Bütün sanatçılar bazen birkaç, bazen 10’a yakın koruma ile geziyor. Vay anam vay. Sanırım bunların sosyal güvencesi de olacak. Onun için bir konser 100 bin ile 300 Bin TL arasında değişiyor. İKİNCİ PERŞEME Dövizin önlemez yükselmesi KKTC’ye turist ve alışveriş yoğunluğu olarak yansımış yetkililerin ve medyanın açıklamalarına bakılırsa. Türk Lirası karşısında değer kazanan dövizin kullanıcısı yabancılar eskiye göre daha rahat para kazanmaya başlamış. Yaz sezonuna yaklaşırken yeni bir kıpırdanma hissediliyor KKTC piyasasında. Rum kesiminde ise hükümet hala Akdeniz’de petrol ve doğal gaz aramaları konusunda yabancı şirketlerle dirsek temasını artırarak sürdürüyor. Türkiye ise bu konuda uluslararası anlaşmalardan doğan en büyük rahatsız edici ülke olarak karşılarında duruyor ve tedbir arayışları sürüyor. Çok zor ama yine de AB Ülkesi olması dolayısıyla avantajlarını iyi kullanmak istiyor. Nitekim kullanıyor da. Dur bakalım nasıl gelişmeler olacak?

Yavru Vatanımızı anlatmaya devam edeceğim… 29


OĞRAFYA VE TARİHÇE Bosna-Hersek’in başşehri Sarajevo’nun (Saraybosna) 162 km. güneybatısında deniz seviyesinden 59 m. yükseklikte, Sarajevo’yu Adriya denizi kıyısına bağlayan önemli yol üzerinde yer alır. Hersek bölgesinin merkezi olan şehrin ortasından Neretva nehri geçer. Adı Boşnakça’da ve diğer Slav dillerinde “köprü” anlamına gelir.

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

MOSTAR

Mostar’ı 1074 (1664) yazında ziyaret eden ve burayı çok sıcak bulan Evliya Çelebi şehirde elli üç mahalle, 350 dükkân, kırk beş cami ve mescid, kaygan taştan yapılmış, üzeri kiremit örtülü 3040 kadar kâgir evden söz eder. Ev sayısı hakkında verdiği rakam çok abartılıdır. Hüseyin YÜRÜK

Türk-İslâm kültürü bakımından BosnaHersek’in Sarajevo’dan sonra ikinci önemli şehri olan Mostar’ın tarihi fazla eskiye gitmez.14661468’de Blagaj, Osmanlılar tarafından fethedildikten az önce Mostar da zaptedilmiş olmalıdır. Hersek bölgesinin fethi 888’de (1483) tamamlandıktan sonra Mostar’ın stratejik bir merkez olarak önemi arttı. Hersek’in merkezi Blagaj’ın yerini Mostar alınca burası bir askerî ve ticarî merkez sıfatıyla hızlı gelişme kaydetti. Bosna vilâyetine ait 872-873 (1468-1469) tarihli kayıtları ihtiva eden bir icmal tahrir defterinde bu yer Mostar (Köprülü Hisar) adıyla zikredilir. Aynı tarihte küçük bir yerleşim birimi durumundaydı ve on altı hıristiyan hânesi nüfusa sahipti, civarda ise otuz köy bulunmaktaydı. Bu sırada şehirde tedrîcî olarak müslüman nüfus ortaya çıktı. XVI. yüzyılın başlarında inşa edilen Sinan Paşa Camii ve Hamamı müslüman nüfusun toplanmasına katkıda bulundu. Nitekim şehrin en eski müslüman mahallesi de bu cami etrafında oluşmuştur 1522 de burası stratejik önemi dolayısıyla Hersek bölgesinin merkezi haline getirildi. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şehirde müslüman nüfus artış gösterdi, yeni mahalleler kuruldu. İlk yıllarda Neretva nehrinin sadece sol kıyısında bulunan şehir XVI. yüzyıldaki gelişmelerle nehrin sağ kıyısına da yayılmaya başladı. Nezir / Nâzır Ağa ve Tabakhâne (1610) camileri bu gelişmeyi göstermekte, özellikle 1558’de yapılan Karagöz Bey Külliyesi’nin (cami, medrese, kütüphane) Mostar’a damgasını vurduğu anlaşılmaktadır. Mostar’ı 1074 (1664) yazında ziyaret eden ve burayı çok sıcak bulan Evliya Çelebi şehirde elli üç mahalle, 350 dükkân, kırk beş cami ve mescid, kaygan taştan yapılmış, üzeri kiremit örtülü 3040 kadar kâgir evden söz eder. Ev sayısı hakkında verdiği rakam çok abartılıdır. Ancak bu sıralarda şehrin

sayı//52// aralık 30


fizikî açıdan gelişmiş olduğu da bir gerçektir. Evlerin çoğu Neretva nehrinin sol kıyısında yer almaktadır. Bu kısımda Mostar Çarşısı ve pazarı vardır. Batı kısmında ise tabakhâne, on dokuz su değirmeni, iki hamam ve medreseler bulunmaktadır. Ayrıca yine bu kesimde bahçeler ve tarlalar mevcuttur. Evliya Çelebi Mostar halkının Türkçe, Boşnakça ve Latince konuştuğunu belirtir (Seyahatnâme, VI, 483486). 1876 yılında bölgede çıkan isyanı bastırmak üzere Mostar’a giden Gazi Ahmet Muhtar Paşa yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Fevaid vapuruyla İstanbul’dan çıkıp altı günde Kilik’e ve iki günde de Mostar’a vararak böyle bir değişiklikten kimsenin haberi olmağı için herkesi hayrette bıraktım. Merkez olan Mostar’da gerçi fırkanın bir idare meclisini buldumsa da, ne ambarlar ve ne de hastahaneleri vardı. Henüz onlar da ne yapacağını bilemeyip vasıtasızlık içinde çırpınmaktaydılar. Erzak Gabela’ya gelmiş, fakat orada ambarlarda kalmış olduğundan taraf taraf harekette olan askerler zaruret içinde yaşamakta imiş.(Ahmet Muhtar Paşa,1996:117) 1878’de Bosna-Hersek bölgesi Batılı devletler tarafından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu himayesine verildi.1878’de Mostar’ı AvusturyaMacaristan yönetimine bıraktığımız zaman şehirde 45 cami varmış. Şimdi bu camilerden geriye 10 civarında cami kalmış durumda. ŞAHİTLİKLER;

Öksüz bir Osmanlı şehri olan Mostar’ı görmek bize de nasip oldu. Mostar’ın girişinde şehre hakim en yüksek tepeye dikilen dev bir haç bizi karşıladı. Bu tepe Hırvatların Mostar köprüsünü top atışlarıyla yıktıkları yermiş. Papa’nın hediyesi kocaman haç, şehrin en yüksek tepesinden şehre ve minarelere tepeden bakıyor. Sanal ortamdaki ‘Mostar’ isimli video, bu sanat harikası tarihi köprünün nasıl vahşice yıkıldığını gösteriyor. Mostar Köprüsü biz kendisini gördüğümüzde yaşadığı tüm acıların ağırlığına rağmen bir derviş tevekkülüyle boynunu bükmüş susuyordu. Mostar Şehrindeki Neretva nehri üzerinde yer alan Mostar Köprüsü,1566 yılında Mimar Sinan’ın öğrencisi olan Mimar Hayreddin tarafından inşa edilmiş. Bu köprü inşa edildikten sonra bulunduğu bölgede bir sembol, bir başyapıt, bir ilgi odağı ve kültürel

hoşgörü simgesi olarak görülmüş. Mostar, Mostar Köprüsüyle doğmuş bir şehir. Köprü yapılmazdan önce Mostar, 20 haneli bir Hristiyan köyüymüş. Buranın köylüleri, 1557 yılında, Kanuni Sultan Süleyman’a ulaşır ve köprü isteklerini söylerler. Kendilerine, “Olmaz, durun durduğunuz yerde, 20 hane için, hem de Hıristiyan, yüzbinlerce altın harcanarak köprü mü yapılır mı? Tahta köprü neyinize yetmez” denmemiş. Kanuni, hemen baş mimarı, gönül eri Sinan’ı huzuruna çağırarak, “Ey koca mimar! Batı’da gittiğimiz en uç diyarımız Mostar’da öyle bir köprü yaptırasın ki, bugüne kadar eşi benzeri görülmeye; bakan gözü, gönlü fethede; Osman’ın adını hatırlata, yaşata!” der. Koca Mimar “Emriniz başım üzre Hünkarım” diyerek çırağı Mimar Hayrettin’e bu görevi verir. Mostar’ı 1912’de ziyaret eden Avusturyalı R. Michel “Taş kesilmiş bir hilâl... Bütün dünyada eşi olmayan bir eser” diyerek heyecanını vurgular. (arkitera.com) Şair Ali Koç Elegeçmez de Mostar Köprüsü’nün hikayesini şöyle anlatıyor: Mimar Sinan kokulu bir eski çınar, Neretva'nın üstüne bir köprü kurmuş Kanuni'nin emriyle Mimar Hayrettin Köprünün harcına ruhumu koymuş! Kültür ırmağımdan bir şanlı yaprak Bu köprüye taştan bir kemer oymuş Neretva sularına her tanrı günü Bu hilal kemerin aksi vururmuş Dört buçuk asırdır Mostar Köprüsü Mostar'ı süsleyen motifim olmuş Bağrını açmış ta suyun üstünde Bosna'ya doğru selama durmuş Mostar Köprüsü 24 metre yükseklik, 30 metre uzunluk ve 4 metre genişlikten oluşuyor.Köprü dönemine göre oldukça gelişmiş bir teknoloji ve mimari bilgiyle inşa edilmiş. İnşaat sırasında 456 kalıp taş kullanılmış. Şair Şaban Abak’a göre köprünün yapımı fiziki bir başarıdan daha çok ruhani bir seviyenin vardığı zirveyi gösterir : Ustalar vardır Hızır'ı danışman olarak çalıştıran Çile yontucuları Sabır nakkaşları Bir rüyâyı taşlarla yorumlayan Medrese çağıltısından Kütüphane hafızasından Taşlara da bir rüyâ armağan eden 31


Kur'an sesi işlemeli Taç kapılardan görünüveren Ölümsüzlük öğrencileri vardır Köprü, savaş sırasında, 1993 yılında, Hırvat topçuları tarafından yıkılmış. Köprüye ait koca koca taşlar Nevetra’ya gömülmüştü. Bu yüzden Şair İsmail Emre Kan ağla gözlerim./ Gözlerim!Mostar senin için…Diye ağıt yakar. Şair İrfan Karabulut Güneş umuda yarım doğar Mostar’da/Yaşam ilmiğin ucunda/ Yer yok yanlışa der. Mostar Köprüsü’nün yıkılışından sonra halkın üzüntüsü şöyle anlatılıyor:‘Aramızdan kardeşlerimiz, annelerimiz, babalarımız öldürüldü. ‘Neden köprü bombalandığında o ölümlerden daha çok üzüldük?’ diye soruyor ve kendisi cevaplıyor. ‘Çünkü o köprü hepimizindi. Bir tarih ve ortak yaşanmışlığın ifadesiydi’ Mostar köprüsünün yıkılmadan önceki aslına uygun inşasına, UNESCO ve Dünya Bankası desteğiyle, 1997 yılında yeniden başlandı. Köprü, Bosna için o kadar önemliydi ki köprünün yıkılan taşları dalgıçlar tarafından su altından bulunup çıkartılmış vinçler yardımıyla köprünün yeniden yapımında kullanıldı. Köprünün inşasını, bir Türk firması üstlenmişti. Mostar köprüsü, aslına uygun olarak yine 30 metre uzunluğunda, 24 metre yüksekliğinde ve 4 metre genişliğinde inşa edildi. Mostar köprüsü 23 Temmuz 2004 tarihinde açıldı ve 2005 yılında Dünya Miras Listesine eklendi. Yazar Gündüz Vassaf bir söyleşisinde: “Mostar’a ilk geldiğimde köprüye bakmaya kıyamadım. Sanki görücü usulü ile evleneceksiniz, o kişinin neye benzediğini bilmiyorsunuz ama yine de bakmaya çekiniyorsunuz. Köprüyü görür görmez ‘Allahım’ dedim. Beni adeta çarptı. Ertesi gün köprüye gittim ve not defterimi çıkarıp bir şeyler yazdım. Akşam olmuş, gelişimin üzerinden yedi saat geçmiş, hâlâ köprü üzerinde ayaktaydım. Ertesi gün uyanır uyanmaz, kahvaltı dahi etmeden, köprünün yolunu tuttum. Oraya gittim. Köprü beni azad edene kadar aylarca böyle yaşadım.” Tur Rehberinin söylediğine göre savaştan sonra Mostarlılar ‘Unutma, unutturma, ama kin tutma!’ sözünü kendilerine ilke edinmişler. sayı//52// aralık 32

Bu temenni bana trajikomik geldi. Sen istediğin kadar kin tutma! Karşındaki adam kin tuttuktan sonra, sen onun zavallı, masum bir kurbanından başka bir şey olmuyorsun. Biz hem de turist olduğumuz halde Sırbistan’da olduğu gibi burada keskin bakışlı Sırp ve Hırvatlara rastladık. Reelpolitik bundan ibaret.Buna karşı romantik tedbirler alanların uğrayacakları akıbeti kestirmek hiç de zor olmasa gerek. Program gereği önce Mostar’da otele gidecek daha sonra gezmek için çıkacaktık. Kalacağımız otel, şehrin içinde Neretva Nehri kenarında yıkık bir Osmanlı binasının tam karşısında idi.Şehre girerken neredeyse tamamı binlerce kurşun izi taşıyan binaların arasından geçerek otele varabildik. Otelimiz yakınındaki İslam Merkezi’nin duvarında fotoğraflı ölüm ilanları vardı. Demek ki burada böyle bir gelenek var.Bunun yanındaki caminin alt katı ise bir bankanın şubesi olarak kullanılıyordu. Otele eşyalarımızı yerleştirdikten sonra verilen saatte lobide buluştuk ve Mostar turuna başladık.Tur Rehberi, bizlerle birlikte Mostar Köprüsünü geçtikten sonra grubu serbest bıraktı. Bunun üzerine Derviş Paşa'nın, "Doludur güller ile bağ-ı Mostar / Ne var onlara bülbül olsan ey yar" mısraları eşliğinde gezmeye başladık.Garip olan bir şey dikkatimizi çekti. Mostar Köprüsü’ne giden caddenin yolu, deniz kenarında bulunan çakıl taşlarının büyükleri cinsinden taşlardan yapılmış.Ancak bu taşlarda yürümek hiç de kolay değil.Hem çok feci bir şekilde kaygan hem de ergonomik değil. Bu taşların müsait bir vakitte bir an önce değiştirilmesinde fayda var. Mostar’daki bu meşhur yürüyüş yolu üzerinde yaklaşık 10 camii var.Ancak camilerin bir kısmı sahipsiz. Bizim ilk durağımız Mostar Köprünü geçtikten sonra soldaki karşı tepede bulunan Nezir Ağa Camii oldu. Buranın genç imamı Yusuf bey ikindi namazı için hazırlık yapıyordu.Bize ilgi gösterdi. Hat yazısıyla benim ismimi yazıp hediye etti. Buradan ayrıldıktan sonra tekrar Mostar Köprüsü’nün caddesine çıktık.Hediyelik eşya


satan dükkanları ve caddeyi gezerek köprüye doğru yaklaştık.Esnaflar bizi görünce ‘Merhaba’ veya ‘Selamun Aleyküm’ diyorlardı.Burada Türkçe anlaşmak sorun teşkil etmiyor. Mostar köprüsü üzerinde gençler 25 Euro karşılığı nehre dalış yapıyorlar.Gençlerin hali geri kalmış ülkelerin haline benziyor.Bir küçük para karşılığı yoksul ülke halklarının zenginleri memnun etmeye yönelik turizm çabaları gibi Mostarlı gençler de ve Turistleri eylendirmek için ölümüne dalış yapıyorlar. Hayat hüzün ve sevinçlerin perde perde yaşandığı bir oyundan ibaret.Bizim birer turist olarak keyifle gezdiğimiz Mostar köprüsü ve civarında savaş sırasında tam bir can pazarı yaşanmış.İnsanlar buralarda inşaatlarda kullanılan el arabaları ile ölü ve yaralılarını taşımışlardı. Tam bu sırada ikindi ezanı okundu.En yakınımızdaki Tabakhane Camii’ine gittik. İçeride üç Suudi Arabistanlı genç vardı. Ezanın bitmesini beklerken Cami avlusunda hediyelik eşya satan işportacının caminin son cemaat yerini depo gibi kullanması dikkatimi çekti. Suudiler imamet görevini bana teklif ettiler. Burada yaklaşık 600 yıllık bir mazinin ruhaniyeti içinde ikindi namazını kıldırdım. Nice bayram, Cuma, cenaze namazları kılındı. Nice sevinçler hüzünler korkular yaşadı bu mihraptakiler ve camidekiler. Şimdi ise maalesef ıssız ve sahipsiz durumda. Çok şükür ki en azından kapısı ibadete açık. Namazdan sonra Suudiler ile tanıştık. Suudi gençler daha önce İstanbul’a gelmişler. Gezi boyunca bir şey dikkatimi çekti. Gerek bu coğrafyanın insanları gerekse buraları gezen turistler tıpkı bu Suudiler gibi İstanbul’a mutlaka gelmişler.Bu coğrafyada yaşayanların ise İstanbul ve Bursa başta olmak üzere bir çok şehirde akrabaları var. Tabakhane Camii’nden çıktıktan sonra yanındaki Tarihi külliyeye girmek istedik.Ancak içkili bir lokanta konumunda olduğundan vazgeçtik.Daha sonra dönüş istikameti yönünde Mostar Köprüsü’ne varmadan hemen sağda bulunan ‘Narr Kafe’de konakladık. Buradan Mostar Köprüsü altındaki Neretva Nehri kenarına indik.Bu mekan konuklarına köprüyü alttan gören farklı bir bakış açısı sunuyordu.

Daha sonra köprüyü geçerek cadde üzerinde gezimize devam ettik.Yolumuz üzerindeki Koski Mehmet Paşa Camii’ni ziyaret edip iki rekat namaz kıldık. Evliya Çelebi'nin "Bir selatin camii gibidir” dediği bu cami, Sokullu Mehmet Paşa’nın ruznamecisi ve tımar defterdarı Koski Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Koski Mehmet Paşa Camii’nin savaş sırasında Hırvat topçunun ateşiyle minaresi dahil olmak üzere bir çok yeri yıkılmış.Daha sonra yeniden yapılmış ve bir süre biletle gezilen bir müze olarak kullanılmış. Mostar Köprüsü’nün en güzel göründüğü yerlerden biri bu Caminin avlusundaki çay bahçesi… Bizim ziyaretimiz sırasında avlunun girişinde Yunus Emre Enstitüsü, meraklılara Türkçe dersi veriyordu. Ayrıca caminin avlusunda kapalı çarşı tipi hediyelik eşya ve kıyafet satan beş altı dükkan mevcuttu. Buradan çıktıktan sonra yol güzergahımızdaki Halveti Şeyhi Mahmut Efendi’nin türbesini ziyaret ettik.Mahmut Efendi, Koski Mehmet Paşa Camii’nin de yıllarca imamlığını yapmış.Bir depo görüntüsü arzeden türbenin bir bakıma ihtiyacı var. Bir süre yürüdükten sonra Mostar’daki Türkiye Konsolosluğu binası dikkatimizi çekti.Bu yazıyı hazırlarken Büyükelçiliğin sitesinde Mostar Konsolosumuzun bir bayan olduğunu gördüm. Belki mesleğinde başarılı bir diplomat olabilir. ‘Dışişleri Bakanlığı’nın Mostar’da gece gündüz Mostarlılarla oturup kalkacak konumda bir konsolosu görevlendirilmesi daha stratejik bir tercih olurdu’ diye düşündüm. Türbenin tam karşısında kapısında ‘İslam Merkezi’ yazan güzel bir taş bina var.Fakat içeriden kilise ilahisine benzer bir musiki sesi geliyordu.Bu ses, başka gezilerimizdeki kiliselerde rastladığım musikiye benziyordu. Buradan üst caddedeki camiye gittik.Orada avluda oturan Hacı Samir isimli bir Arnavut ve oğlu ile tanıştık. Hacı Samir, kendisine sorunca duyduğumuz sesin ilahi olduğunu söyledi. Bizim ilahi müziğimizin nağmeleri belirgin bir şeklide kilise müziğinin nağmeleriyle benzeşmiş. Bu Caminin avlusundaki hazirede bir çok şehit kabri vardı.Bir Fatiha okumak için şehidin kabrine doğru yaklaştığımda uygunsuz vaziyette kız ve erkeklere rastladım. Maalesef aynı sahneye bir şehit kabrine yaklaştığımda 33


Bosna’da da rastlamıştım. Müteakiben cadde üzerinden gezimize devam etik.Bu arada sol tarafta yine nehir kenarına yakın bir vaziyette tamiratı başlamış ancak yarım kalmış bir camiye rastladık. Caminin inşaat tabelasında ismi ‘Sinan Paşa’ olarak geçiyordu.Buranın devamında Suudi Arabistan Devletine ait bir kültür merkezi binası dikkatimizi çekti. Avlusuna kadar gidip binayı yakından inceledik.Mostar’da ayrıca Alman ve İtalyanlara ait konsolosluklar da dikkatimizi çekti. Akşam namazını cadde üzerindeki Mimar Sinan’ın bir eseri olan Karagöz Mehmed Bey Camii’nde kıldık. Mostar ve Hersek bölgesinin baş camii sayılan Karagöz Mehmed Bey Camii Sadrazam Rüstem Paşa'nın kardeşi Karagöz Mehmed Bey tarafından yaptırılmış. Dubrovnik'ten gelen malzemelerle ustalarca inşa edilmiş Camii, kalem işlemeleriyle dikkat çekiyor. Ayrıca bahçedeki medresenin çatısı, Mostar’a özgü çatı kaplamasının en güzel örneklerinden. Savaşta adete yıkılmış ve TİKA’nın desteğiyle yeniden yaptırılmış bu caminin bir büyük külliyesi de mevcuttu.Arka taraftaki külliye bir cafe olarak işletiliyor,camin kapısına yakın bir bölümde ise Merhamet Derneği’nin tabelası asılıydı. İlginç mezar taşları olan bir de haziresi vardı. Karagöz Mehmed Bey Camii’ndeki Akşam namazına bir Arnavut dede iki küçük torunuyla gelmişti. Namaz kılan cemaat yaklaşık 15 kişi olup çoğu 25-40 yaşlarındaki kişilerden oluşuyordu.Balkanlarda ezan duası geleneği pek yok.Cami cemaatinin çoğu Akşam namazının sünnetini kılmamayı tercih ettiler.Biz akşam namazının ardından şehir içindeki otelimize gittikten sonra yatsı namazı için tekrar bu camiye geldik. Mostar, sayı//52// aralık 34

bir zamanlar inciri, üzümü ve bilhassa narı ile meşhurmuş. Öyle ki, bu yemişler, Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde bile kendisine yer bulmuş: "Üzüm, incir, kayısı, şeftali ve selvi ağaçları meşhurdur. Şehriban narı kadar narı olur. İncir ve üzümünü ve adam kellesi kadar narlarını başka şehirlere hediye götürürler." Ertesi sabah erkenden Mostar’dan yola çıktık. Yolda savaş sırasında Sırplar ve Hırvatlar tarafından zorla boşaltılmış köylerden geçtik. Buralarda savaş zamanında çok şiddetli çatışmalar olmuş.Tur Rehberinin söylediğine yakın zamanda bir kanun çıkmış.Müslümanlar kendi mülklerine dönebileceklermiş. Dubrovnik’e doğru yol alırken sırtını hilal şeklindeki kalesine dayamış Poçitel isimli Türk köyüne uğradık. Poçitel, otuz iki hanesiyle Boşnakların yaşadığı bir köy. Savaş sonrası tamir edilen hamamı, koruyucu kalesi ve dua eden minaresiyle bugün ressamları ve yazlıkçıları ağırlamakta. Turistleri kollarına sepetleri takmış kuru ve yaş meyve satan köylüler karşılıyor. Biraz yolluk ve birkaç kare resim alıp yola devam ettik. Sözün özü şu: Bosna Savaşı sonrası Egemen Devletler buradaki İslam şehirlerini bir ganimeti paylaştırır gibi paylaştırmışlar.Aslan paylarını kendilerine almışlar.Asimilasyona açık ve gerektiğinde müdahale edilecek sorunlu yapıları müslümanlara bırakmışlar. Milliyetçilik benzeşme ve asimilasyon önünde yeterli bir engel değil.Milliyetçi olup bir Sırp veya bir Hırvatla içki sofrasına oturabiliyorsun. Bu yüzden burada yaşayan müslümanların asimilasyonunun önündeki tek engel iyi birer müslüman olmaları.Bu konuda da İslam ülkelerinin hizip, mezhep ve ideoloji endişesi taşımadan bu kardeşlerimize din görevlileri yardımıyla İslam götürmeleri.Asimilasyonun önündeki yegane ilaç Müslümanlık olarak gözüküyor. Öğle saatlerine doğru Bosna Hersek Karadağ Sınırına geldik.Buradaki işlemler her zamankinden daha fazla uzadı.Otobüsümüz uzun bir beklemenin ardından hareket ederken Sırpları çok kollayan Tur Rehberi bile dayanamayıp “Gıcık Sırp, otobüsü bagajlarına kadar aradı.Çıkarmadığı sorun kalmadı” dedi. Halbuki Bosna-Hersek sınırları içindeydik.O gün sıra demek ki Sırp görevlide imiş.Bosna Hersek’te günlük hayatta işte böyle hala Sırp veya Hırvat terörüyle karşılaşabiliyorsunuz.


BÜTÜN DÜNYA, KÜRESEL ISINMAYI

ÖNLEMEK ZORUNDADIR Dünyanın doğal dengesinin bütünüyle altüst olmaması için, “sınırsız ekonomik büyüme” kuramlarından, “sürdürülebilir ekonomik büyüme” kuramlarına geçilmesi, bütün ülkeler için, bir var olma sorununa dönüşmüştür. Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN*

vrupa ülkelerinin peşinden, bütün ülkelerin tarım toplumlarından sanayi toplumlarına geçme yolunda attıkları adımlar, dünyadaki petrol ve kömür tüketimini ileri boyutlara taşımıştır.Geri dönüşü olmayan doğal kaynakların, tüketiminin yıldan yıla artması, bütün dünyada küresel ısınmaya ve iklim değişikliklerine yol açmıştır. Dünyada kasırgalar, sel baskınları, toprak kaymaları ve orman yangınları birbirini izlemektedir. Küresel ısınmanın Grönland ve Antartika, buzullarında hızlandırdığı erimeyle, okyonuslardaki su yükselmesi, denizlere kıyısı olan ülkelerin şehirlerini, tehdit edecek seviyeye doğru, milim milim yükselmektedir. Kutuplarda buzullar arasında bulunan, büyük metan gazlarının serbest kalması da, dünya için ayrı bir tehdit konusu olacaktır. Küresel ısınmayla sarsılan, dünyanın doğal dengesi, bütün ekonomik dengeleri altüst etmektedir.

*T.C. Maltepe Üniversitesi

İklim değişikliklerinin bütün ülkelerde, tetikledikleri doğal yıkımların önüne geçmek ve büyük can kayıplarını önlemek için, uluslararası kuruluşlarla birlikte, devletlerin,üniversitelerin, araştırma kuruluşlarının ve gönüllü oluşumların el ele vermeleri büyük önem taşımaktadır. Bütün kuruluşlar üretimlerinin dışsal etkileri kadar, tüketimlerinin de dışsal etkilerini de bilançolarında yer vermek zorundadırlar. Kuruluşların olumsuz dışsal etkilerinin başında gelen ve küresel ısınmanın ana kaynaklarından biri haline gelen açgözlülük, durmadan dünya pazarlarına yenileri çıkarılan tüketim ürünleriyle, Albert Camus’nun vebası gibi hızla yayılmaktadır. Denizleri,dağları,ovaları ve gölleriyle doğal dünyanın, dengesizlik öncesi dengelerine, yeniden dönebilmesi için, bütün küresel kuruluşların, üretim yöntemleriyle birlikte, pazarlama yöntemlerini de sorgulamalıdır. Dünyanın doğal dengesinin bütünüyle altüst olmaması için, “sınırsız ekonomik büyüme” kuramlarından, “sürdürülebilir ekonomik büyüme” kuramlarına geçilmesi, bütün ülkeler için, bir var olma sorununa dönüşmüştür. Ekonomik büyüme kuramlarında, kişi başına gelir ya da kişi başına gider, ekonomik gelişmenin değişmez göstergesi olmaktan çıkmıştır. Sorunlar kişi başına tüketimin azlığından değil, çokluğundan kaynaklanmaktadır. Dünyanın bütün ülkelerinde insanlar, ellerindeki ve evlerindeki, dayanıklı dayanıksız tüketim ürünlerini, tekrar tekrar satın almak için, eskitmede, kırmada, dökmede ve sokağa atmada, birbirleriyle akıllarını yitirmişcesine çılgınca yarışmaktadırlar. Bütün ülkeler yerel Hollywood’larıyla, yerel Disnelland’larıyla, yerel Las Vegas’larıyla,kişi başına tüketimi artırmanın peşinden koşmaktadırlar. Küresel ısınmanın üstesinden, hayatın her alanında yalın yaşamasını bilenler gelir. Ana dillerini öğrenir gibi, bütün insanlar yalınlığın dilini öğrenilmelidirler. Yalınlık bütün dünyanın keşfetmesi gereken bilinmeyen hazinedir. 35


HİNDULAR TEKKESİ VE HORHOR ÇEŞMESİ “HİNTLİ MÜSLÜMANLARIN ASIRLARDIR İSTANBUL’DAKİ MERKEZİ”

Hindular Tekkesi günümüzde tarihi misyonuna uygun olarak kullanılabilir.Türk ve Hint toplumunun ortak konferans ve etkinliklerine sahne olabilir.Bu yönüyle tekke her iki ülkenin medyasında tanıtılmalı ve belgeseli yapılmalıdır. DR. Şimşek DENİZ*

FOTOĞRAF:http://sinanculuk.blogspot.com/2015/05/hindiler-tekkesi.html

indular Tekkesi Fatih İlçesi,eski Gureba Hüseyin Ağa Mahallesi, Horhor Caddesinde olup mülkiyet olarak, 895 ada, 12 parselde bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmet döneminde Buharalı, Hoca Nakşibendi İshak adına inşa edilmiştir. İki katlı ahşap yapıda tekkenin selamlık bölümleri ve seyyah dervişlere ait odalar bulunmakta olup arka kısmında Horhor Hamamı bulunmaktadır. Meşhur Horhor Çeşmesi, tekkenin ön cephesinde bulunmaktadır. Çeşmenin ve haznesinin arkasında tek katlı ahşap meşruta yapı tekke şeyhine tahsis edilen harem dairesiydi. Tekkenin mülkiyeti Vakıflar İdaresine aittir.Taşıyıcı sistemi ve cepheleri ahşap olup zemin +1 normal katlı yapıdır. Yapı süslemesiz dış cephelere ve kiremit kaplı kırma çatı örtüsüne sahiptir Hindular Tekkesi, tarih boyunca Osmanli Devleti ve Hindistandaki iktidar ve tarikat ehli ile köprü işlevini üstlenmiş ,Osmanlı –Hint siyasi ilişkilerini yönlendirmiştir. Tekke, İstanbulun fethinden kapatılana kadar Hindistan ın Büyükelçilik görevini görmüştür. Tekkenin şeyhlerinden Hasan Tahsin Efendi Keşmir müftüsünün oğlu idi. Son şeyhi Hintli mücahit Riyazeddin Babür 1945 yılına kadar ahşap tekkenin 2.katında oturmuştur.Babür, tekkenin şeyhi iken 1.Dünya Svaşında Osmanlı Ordusunda İngilizlere karşı savaşmış ,İstanbul un işgal yıllarında İngilizler tarafından hapse atılmıştır. Nakşibendi Tarikatı’na bağlı olarak faaliyet gösteren tekke, 1925 yılında, tekkelerin kapatılmasından sonra terk edilmiş, tevhidhane bölümü ve mescit 1933 yılında belediye tarafından yıkılmıştır.Tuğla örgülü mescidin mihrap duvarının bir kısmı günümüze ulaşmıştır. Haziresinde tespit edilebilen on adet mezar bulunmaktadır Mihrap duvarının arkasındaa tekkenin banisi Hoca İshak ın mezarının bulunduğu alanda malesef yakın zamana kadar birahane bulunmaktaydı. Vakıf Tahrir Defterlerinde tekkeye senede 1104 kuruş,günde üç çift ekmekle,4 okka et tahsisatının olduğu yazılmıştır. HORHOR ÇEŞMESİ

*S. Zaim Üniversitesi,Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fakültesi. Öğretim Üyesi.

sayı//52// aralık 36

Horhor Çeşmesi, 15. yüzyıl Kırkçeşme Su Şebekesi’nin önemli bir su tesisi olup iki köşesinde iki açık pencereli kulesi bulunmaktadır. Haznesi, Hindular Tekkesi’ndeki derviş hücrelerine bitişiktir. Bozdoğan (Valens) Kemerinden gelen sular Horhor daki hesap çeçmesi ve savaklarla


Aksaray,Langa ,Yusuf Paşa ve Laleli deki evlerin ve kamu yapılarının temiz su ihtiyacını karşılamaktaydı.Horhor Semti savaklardaki bu gürültülü akan su nedeniyle bu ismi almıştır. Horhor Caddesinin üst kımında Abdüllatif Suphi Paşa Konağının yanında bulunan çeşme ise Horhor Acıçeşme olarak bilinir. Hindular Tekkesi ve Horhor Çeşmesi, çocukluğumuzda insanların gelip gittiği, bahçesinde yaz akşamları oturulan,çeşmesinden su doldurulan güzel hatıralarla dolu yaşayan bir binasıydı.Sacide ve Emine teyzeler tekkenin ahşap yapısında çok uzun yıllar kaldılar. Eski Türkev (Tarihi Türk Evlerini Koruma Derneği) başkanı Perihan Balcı Hanım tekkeye sık gelir, teyzelerin ihtiyacını karşılardı. HİNDULAR TEKKESİ VE HORHOR ÇEŞMESİNİN 2009 YILINDAKİ RESTORASYONU

Hindular Tekkesi ve Horhor Çeşmesinin İ.B.B. KUDEB tarafından 2009 yılında kapsamlı bir restorasyonu yapılmıştır.Çalışmada restorasyon ekibinin başında yer almıştım.Bu vesileyle tekkenin ve çeşmenin onarımında yer alan ve 2015 yılında vefat eden Güven Beyi rahmetle anıyorum. Belgeleme çalışmasını takiben, onarımın başında, tekke ve çeşmenin önünü işgal eden ve zarar veren sabit ve seyyar ticari ünitelerin yapı önünden uzaklaştırılması gerekmiştir. Bu kapsamda gerekli tebligatlar yapılarak, söz konusu ticari işgaller ortadan kaldırılmıştır. Ahşap tekke yapısı ve meşruta kısmı ile çeşme ve ihata duvarlarının onarımı eş zamanlı başlanmış olup, tekkenin yalnızca çürüyen dış ahşap kaplamaları değiştirilmiş, raspa yapılarak yağlı boya katmanı alınmış ve su bazlı ahşap boyası tatbik edilmiştir. Aynı işlem bahçe içinde meşruta yapısı için de uygulanmıştır. Belgeleme, restitüsyon ve dönem analizi çalışmalarında, bahçe girişinde bir cümle kapısının mevcut olduğu tespit edilmiş olup, bahçe girişine duvarları kesme taştan, kemerli bir ahşap kapı yapılmış ve ahşap saçakla tamamlanmıştır. Çeşmenin ön kısmında özgün seviyeyi bulabilmek için kazı çalışmaları yapılmış olup, toprağın yaklaşık bir metre altında çeşme yalakları ve lüleleri ortaya çıkarılmıştır. Eğimli çatı örtüsündeki kırılan ve kullanılamaz hale gelen taş plaklar sökülerek bir kısmı yenilenmiş, kullanılabilir durumda olanlar enjeksiyonla tedavi edilmiş, derz boşlukları doldurulmuştur. Ayrıca çatı örtüsünün su yalıtımı çalışması yapılmıştır. Çeşmenin sağ ve sol tarafında bulunan taş kulelerdeki yapısal hasarlar, taşların sökülüp yeniden örülmesi suretiyle giderilmiştir. Çatı

örtüsü, cepheler ve bahçe ihata duvarında bulunan yoğun bitkilenmeler, kök temizliği yapılarak giderilmiştir. Zamanla oluşan insan ve doğal kaynaklı yüzey kirlilikleri, sprey yazılar kimyasallarla temizlenmiştir. Belgeleme çalışması sonucu eğimli çatı örtüsünün ortasına ve iki kulenin tepesine taş alem imal edilerek takılmıştır. Kazı sonucu, Horhor Çeşmesinin özgün seviyesi ile cadde arasında kot farkı oluşmuş olup, çeşme cephesi boyunca yapılan beton merdivenlerle erişim sağlanmıştır. Tekke önünde bulunan haziredeki mezar taşları temizlenmiş, kopmuş olanlar bir araya getirilerek tümleme yapılmış ve bahçenin peyzajı yeniden düzenlenerek çiçeklendirme yapılmıştır. Tekke ve çeşmenin önünde bulunan elektrik direği, elektrik idaresine başvuru yapılarak kaldırılmış, görünüş açısından görsel bütünlük sağlanmıştır. GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

Hindular Tekkesi ve Horhor Çeşmesi’nde tarafımca incelemeler yapılmış ve şu hususlar tespit edilmiştir. • Ahşap tekke yapısının cephe kaplamalarında çürümeler oluşmuştur. • Horhor Çeşmesinde yüzey ve saçaklarda oluşan, bikilenme, rutubetlenme ve renk değişimleri tahribat sürecini hızlandırmıştır. • Taş yüzeylerde erime yoğundur. • Su tesisatındaki giderler tıkanmış ve su yalakları çöple dolmuştur. Musluklar sökülmüş, suyun akmaması ve çevre-insan kullanım şartlarından oluşan pislikler görsel kirlilik oluşturmuştur. Bu yazı vesilesiyle tescilli eski eserlerdeki periyodik izleme ,muayene ,bakım ve onarımın; artık tarihi çevrelerin korunmasında sistematik olarak ortaya konmasının şart ve ivedi olduğunu belirtmek isterim. Tekkenin önündeki sokak ağzıyla Bitirim Kahvesi yada Sabahçılar Kahvesi hala faaldir.Hazindir ki yakın zamana kadar burada kumar oynatılırdı. Türk İnjeksiyon Vakfına tahsis edilen tekke sözkonusu vakıf tarafından kaderine terk edilmiş olup kullanılmamaktadır.Acilen burayı kıymetini bilen ve kültür-sanat amaçlı, kullanarak koruyan bir vakfa tahsis etmek elzem hale gelmiştir. Hindular Tekkesi günümüzde tarihi misyonuna uygun olarak kullanılabilir. Türk ve Hint toplumunun ortak konferans ve etkinliklerine sahne olabilir.Bu yönüyle tekke her iki ülkenin medyasında tanıtılmalı ve belgeseli yapılmalıdır.

KAYNAKÇA

• Değeri unutulmuş bir İstanbul Semti:Horhor,Süleyman Faruk Göncüoğlu,İstanbul,2011 • Türkiye Diyanet Vakfı ,İslam Ansiklopedisi,M.Baha Tanman,c.8,s.68 • BB Kudeb Yayınları,ss.18,2014

37


MOSKOVA’DAN

GELDİM..

Yunus Emre Enstitüsü, Almanların Goethe, İngilizlerin Shakespeare Enstitüsü misali, Türk dilini dünya çapında yaymak, Türk kültürünü tanıtmak gayesiyle 2009 yılında kanunla kurulmuş olan bir kurumumuzdur. Prof. Dr. Celal ERBAY

ençlik yıllarımızı hafızalarımızda canlandırdığımızda bilhassa 68-69 kuşağının karşıt guruplarının kendi etki alanlarında, “yollar yürümekle aşınmaz” diyenlerin sorumsuz bakışları altında birbirini imhaya odaklanmış “faşistlere ölüm”, buna mukabil karşı tarafın “Komünistler Moskova’ya” şeklinde seslendirdikleri sloganları kulaklarımızda çınlıyor sanki… O yıllarını ortaöğretiminin sonlarına doğru yoluna devam eden bir genç olarak, bir gün gelecek ben de dostlarıma yönelik sözlerime “Moskova’dan selamlar” şeklinde başlayacağımı hiç düşünemezdim… Ama şartlar insanı vaktiyle hiç tahmin etmediği noktalara getirebiliyor… Hemen güney dibimizde dünyanın ilk patlamaya hazır çıbanbaşı problemi mahiyetinde, heyecanlı bekleyişlerin sebebi olan İdlib’deki hararetin dindirilmesi, ancak ASTANA süreci doğrultusundaki gayretlerin sonucunda mümkün olabileceği anlaşılmıştı.. Her ne kadar itiraf etmiyorsalar da, ABD’nin ve Batı Bloku’nun beklentisi de bu doğrultudaydı. Nitekim canlı yayın şeklinde basına açık dünyada bir ilk olarak gerçekleşen son Tahran Zirvesinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın “ateşkes” teklifi mevkidaşlarınca hüsnü kabul görmeyince, bütün dünya, bunun başka yolunun olmadığı hususundaki kanaatlerini izhar ile sanki müşterek bir görüş oluşmuş, Tahran’daki iki devletin susuşunu dikkate aldığımızda adeta ateşkes hususunda bir sukut-i icma yani bunun gerekliliği hakkında bir fikir birliği ve olumlu kabulleniş gerçekleşmişti. İşte bu noktada herkes elinden geleni yapmalıydı. Devletler, sivil toplum kuruluşları, şahıslar; güçleri neye yetiyorsa, sözleri kimlere ve nerelere ulaşabiliyorsa, bütün güç kuvvet ve gayretlerini ortaya koymalıydılar.

sayı//52// aralık 38

Biz de bu düşünceyle bir sivil toplum kuruluşu olan Avrasya Yerel Yönetimler Birliğinin oluşturduğu bir program doğrultusunda bir Avrasya Uzmanı olarak mevcut heyetle birlikte 16 Eylül Pazar gününden itibaren bilhassa uçak düşürülmesi olayından sonra Türkiye-Rusya ilişkilerinin normale dönmesinde samimi niyet, gayret, fikir ve düşüncesi olan Rus Türkolog ve aydınlarla, sivil toplum örgütleriyle, Tink-Tank kuruluşlarıyla, DUMA’nın etkin şahsiyetleriyle görüşmeler yapmak ve ilişkilerin normale dönmesinin alt zeminini hazırlayarak liderlerin daha rahat sonuca varmasına katkı sunmak üzere Moskova’da bulunmaktayız. İLK DURAK YUNUS EMRE KÜLTÜR MERKEZİ

YUNUS Emre Enstitüsü, Almanların Goethe, İngilizlerin Shakespeare Enstitüsü misali, Türk dilini dünya çapında yaymak, Türk kültürünü tanıtmak gayesiyle 2009 yılında kanunla kurulmuş olan bir kurumumuzdur. Ben de 2012 yılından bu yana Sayın Cumhurbaşkanımızın tensibiyle Yunus Emre Enstitüsü’nün denetçisi olarak görev yapmaktayım. Bu itibarla işlerimizi kolay kılmak için Erenlerin Piri Yunus Emre’nin ruhaniyetinin üretmiş olduğu sevgi ortamında oluşup O’ndan aldığımız ruh ve mana ile yolumuza devam etmek hep şiarımız olmuştur. Bu itibarla programımız doğrultusunda burada yapacağımız en önemli görüşmemizi 17 Eylül Pazartesi günü saat 15.00 itibariyle Moskova Yunus Emre Kültür Merkezi’nde yaptık… Bu doğrultuda Rusya Cumhurbaşkanı Putin’in Başdanışmanı Aleksandır Dugin ve ekibiyle belirlenen saatte merkezde bir araya geldik. Açılış konuşmasını Kültür Merkezi Müdürümüz Prof. Dr. Ömer Bey yaptıktan sonra biz Yunus Emre’nin “Gelin dostlar tanış olalım, işleri kolay kılalım.. Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” gönül sedaları doğrultusunda aynı çağrıyı tekrarlayarak Soçi’den aynı dozajda sevgi yüklü mesajların gelmesine yönelik temennilerimizi dillendirdik. Söz sırası karşı taraf adına Sayın Putin’in Başdanışmanı Aleksandır Dugin’e gelmişti... Sayın Dugin Türk tarafı olarak hepimizi hayretler içinde bırakacak ölçüde Merhum Yunus Emre’yi tariflemişti… Dugin Türk kültürünün üç temel taşının olduğunu beyandan sonra, milli kültürümüzün oluşumunda asli görev ifa etmiş bu üç kutup insanın adlarını sıraladı; Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli… Bu


kadarla da kalmadı, ilave olarak bunlar içinde en fazla Türk ruh köküne yakın olan ve milletin ana değerlerine dayalı olarak dergahında pişip Hak-Hak diyerek sevginin, dostluğun, kardeşliğin bugünlere kadar gelmesinin, hatta Moskova dahil bütün dünyaya yayılmasının temellerini atmış olanı Yunus Emre’dir diyerek herkesi şaşırtmıştı. Konuşmalardan sonra resepsiyona geçilmişti. Nihayet beklediğimiz haber gelmişti… Soçi zirvesi sona ermiş Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Sayın Putin yaptıkları görüşmeler neticesinde İdlib’de silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturulmasına karar verdiklerini bildirmişlerdi… İDLİB’DE SİLAHSIZ BÖLGE ANLAŞMASI

SAYIN Cumhurbaşkanımız bu yıl dördüncü kez Sayın Putin’le bir araya gelmişti… Bu seferki buluşma Soçi Devlet Başkanlığı Rezidansında gerçekleşmişti. Sayın Erdoğan yapmış olduğu açıklamada, Tahran’da varılmış olan mutabakatın nasıl hayata geçirilebileceğini müzakere ettiklerini beyanla, İdlib’de karşılıklı endişeleri dikkate alan bir çıkış yolu bulunması yönünde çok önemli mesafenin kat edildiğini ifade ettiler. Aynı şekilde Rusya, İdlib çatışmazlık bölgesine saldırılmayacağını temin için gereken tedbirleri alacaktı. Bu doğrultuda gerek üçüncü tarafların provokasyonları ve gerek varılan mutabakata yönelik ihlallerin tespiti ve bunların engellenmesi yine Türkiye ve Rusya tarafından birlikte engellenecekti. BÜYÜK BİR İNSANİ KRİZİN ÖNÜNE GEÇİLDİ

TAHRAN’DA, Sayın Cumhurbaşkanımızın “ateşkes” ısrarının bir sonucu olan Soçi mutabakatıyla İdlib’de büyük bir insani krizin yaşanmasının önüne geçildi. Türkiye, Suriye krizinin doğduğu günden beri üzerine düşeni yaptığı gibi İdlib konusunda da hiç ödün vermeden sergilediği dik duruşla gerekeni yaptı, bundan sonra da yapmaya devam edecektir. Bu mutabakat, Türkiye’nin yeni sorumluluklar altına girmemesi ve altından kalkılmaz etkinliklerle karşılaşmaması açısından olduğu kadar, Rusya başta olmak üzere diğer taraf ülkeler açısından da çok önemli bir kazanımdır. DÜNYA NE DEDİ?

SOÇİ Zirvesi Asya’dan Avrupa’ya çok geniş yankı buldu. Erdoğan’ın “İdlib için silahsızlandırılmış bölge” ısrarının altını çizen Lübnan Gazetesi “Reis için bahse girenler kazandı” başlığını attı. İngiltere’nin GUARDİAN

Gazetesi “Rusya ve Türkiye sivilleri korumak için tampon bölge oluşturacak” başlığını kullandı. İndepedent Gazetesi ise Sayın Erdoğan’ın “İnanıyorum ki bu anlaşmayla İdlib’de bir insani krizi önledik” cümlesine yer verdi. Alman Zeit Gazetesi “Erdoğan ile yapılan anlaşma, Putin’in gücünün sınırlarını gösteriyor” değerlendirmesini yaptı. ERDOĞAN “ANLAŞMAYI KOPARDI”

Fransız Liberation Gazetesi, Erdoğan’ın haftalardır Şam rejiminin muhaliflere yönelik saldırı hazırlığı içinde olduğu İdlib’de silahsız bölge oluşturulması için gerekli anlaşmayı Putin’den “kopardığını” yazdı. Haberde ayrıca, Ankara’nın İdlib’e yönelik Esad rejiminin bir saldırısını önlemek için aylardan beri mücadele ettiği ve bunda başarılı olduğu da kaydediliyordu. Avusturya’nın Die Presse Gazetesi, Erdoğan’ın “Rusya ile sağlanan uzlaşı sayesinde İdlib’de büyük bir felaket önlendi” ifadelerine yer veriyordu… SOÇİ İDLİB’İ KURTARDI

Kuveyt’te çıkan Er-Raî Gazetesi ise başlığına “Soçi İdlib’i kurtardı” cümlesini taşımıştı. Rus basını ise anlaşmayı “Suriye’de barışın tesisi için ümit verici” yorumunu yaparak PutinErdoğan görüşmesinin detaylarına inip, bilhassa İdlib’de askeri operasyon olmayacağına vurgu yapıyordu. KARAÇAY VEKİLİ İLE GÖRÜŞME

EVET sevgili dostlar 17 Eylül Pazartesi akşamı ve ertesi günü sabahı elde ettiğimiz bu bilgilerin mutluluğu içinde az da olsa Türkçe bilen, Karaçay Özerk Cumhuriyeti’ne mensup Duma’da milletvekili olarak görev yapan Resul kardeşimizle bir araya geldik… Yanında Tataristan Sağlık Bakanı ile Dağıstan Milletvekili ve Dağıstanlı, Muhaçkale’den bir kardeşimiz de vardı. Oturduk, sohbet ettik, çok ortak yönlerimiz var. Resul kardeşimizin sözleri çok manidardı. Dilimiz bir, dinimiz bir, kanımız bir, ama siz oradasınız, biz burada… Önemli değil, sohbetten sonra her birimiz olduğumuz yerde, milletimizin inancını, onur ve şahsiyetini özümseyerek davranışlarına ve karakterine yansıtıp onları hep canlı tutmak, böylece bulunduğumuz yerde çevremize örnek insan, kamil insan olmak üzere sözleştik, kucaklaştık birbirimize başarılar dileyerek ayrıldık. Moskova siyasi ve ticari olarak, günübirlik gidip gelinecek mekânımız oldu..Bu , güçlenen bir devlet oluşumuzun göstergesidir.. 39


AHMET HAMDİ TANPINAR'IN BEŞ ŞEHİR'İNDE ŞEHİR İMGESİ Tanpınar, Beş Şehir’de kendi zihninde var olan şehir imgelerini edebi şekilde aktarırken şehir imgesini anlamak ve aktarmak üzerine bir çeşit yöntem geliştirmiştir. Bir edebiyat eseri olan bu yapıta mimarlık, şehir planlama ve kentsel tasarım perspektifinden bakıldığında Tanpınar'ın, Kevin Lynch'in şehir imgesi kuramıyla açıkladığı şehir imgesini, Beş Şehir kitabında edebiyatla ortaya koymaktadır. Mimar Ayşe Gökçe YÜCEL

ehirler, içlerinde taşıdığı türlü heyecanlarla sakinlerine ayrı ayrı kimlikler sunar. Her bir şehirli yaşadığı şehrin farklı bir özelliğinin yarattığı atmosfer içinde yaşar. Bu sebeple de her bir şehirli şehrini farklı algılar ve yorumlar. Şehirlinin, şehri kendi algısı üzerinden okuması sebebiyle şehirler farklı farklı kimlikler kazanır ve var olurlar. Şehirliler farklı algılarıyla var olan şehre katkılarını koyar ve şehri büyütürler böylelikle her bir farklı algı şehre yeni kimlikler kazandırır ve şehrin çok yönlü olarak gelişmesini sağlar. Çok yönlü gelişmenin temeli olan bu farklı algıların belli sosyal gruplarda ortaklaştığı noktalar vardır. Örnek olarak aynı meslek grupları için şehir algısı benzerlik gösterebilir. Her bir meslek grubu şehri kendi özgün algısına göre algılar ve şehri mesleğine özgü farklı kavramlar ile tekrar ve tekrar tanımlar. Örnek olarak bir ekonomistin şehri tanımlaması ile bir doktorun, bir mimarın ya da sanatçının şehri algılaması ve tanımlaması farklı olacaktır. Ruşen Keleş’in ifadesiyle bir ekonomiste göre şehir “mal ve hizmetlerin, üretim, dağıtım ve tüketimi sürecinde toplumun sürekli olarak değişen gereksinimlerini karşılamak için ortaya çıkan ekonomik mekanizmadır.” Bu ifadede bir makine gibi tanımlanmış olan şehir, başka meslek disiplinleri için farklı özelliklerinin ön plana çıkmasıyla farklı tanımlara sahip olmaktadır. Şehir planlama disiplininin kurucusu olarak kabul edilen düşünür Ebenezer Howard’a göre şehir etki alanı oluşturan bir merkez, bir mıknatıstır. Tüm fiziksel yapısının yanı sıra etrafındaki her şeyi; kültürü, sanatı, idari yapılanmayı, siyaseti ve başta insanları ve dolayısıyla yaşamı kendine çeker. Bu mıknatıs, etrafındaki şeyleri harekete geçirir, toplumsal olguları kendine çektiği gibi bireysel bağlamda da döneminin ileri gelenlerini, düşünürlerini ya da sanatçılarını da etkisi altına alır. Tüm bu çekim sayesinde şehir; iktisadi, siyasi, edebi, bilimsel, sanatsal ve entelektüel büyük bir birikimin merkezi olur. Hem tüm konularda öncü konumunda hem de bu konuları ayrı ayrı besleyen de bir kaynak olma özelliği gösterir. Tutkulu bir aktivist olan Jane Jacobs’a göre şehir fikir üretimi yapan bereketli topraklardır. Şehir; siyasi,ekonomik, sanatsal, bilimsel tüm alanlarda yeni fikirlerin üretilmesi imkan sağlayan mecradır.

sayı//52// aralık 40


Bir düşünür ve sosyolog olan Lewis Mumford’a göre şehir; ekonomi, siyaset, sanat gibi tüm unsurlarla birlikte sosyal eylemlerinin sahneye konulduğu ve gereken rollerinin sergilenebildiği bir alan, kendi deyimiyle "sosyal eylemlerin tiyatrosu" ya da "sosyal eylemin sahnesi"dir. Bilge mimar olarak adlandırılan Üstat Turgut Cansever’e göre şehir, insan hayatını yönlendirebilmek ve düzenleyebilmek için geliştirilmiş en büyük fiziki yapıdır. Şehir insanların din, kültür ve tarih kodlarıyla algıladıkları yaşam tarzını biçimsel olarak yansıttıkları bir olgudur. Bu sebepledir ki Cansever şehrin; bu sosyolojik, ahlaki ve kültürel kodların temsili olmasına örnek olarak İslam medeniyetlerinin, şehirleri cennet tasavvuru olarak görmesini verir. Görüldüğü gibi her meslek grubu şehri kendi çalışma disiplini üzerinden algılayarak tartışmakta ve farklı kent tanımları ortaya koymaktadır. Peki şehrin görsel kalitesine en çok müdahale eden mimar ve şehir plancıları şehri, bu insan kalabalıklarını analiz ederek mi incelemektedirler? Şehir imgesi denilen şehre dair tüm algıların bütününün oluşturan bu kavramı analiz etmek için insanların algılarını mı ölçmeye yoksa şehri görsel nitelikleri üzerinden mi analiz etmeye çalışmaktadırlar? Bu şehir imgesini hangi yöntemlerle kavramaya ve tasarımlarını yönlendirmek için kullanmaya çalışırlar? Herhangi bir tasarımda olduğu gibi şehir ya da yapı tasarımında başlangıç noktası, tasarımın var olacağı ya da hitap edeceği çevreyi analiz etmekle başlar. Bir mimar ya da plancı bir şehrin ya da bir bölümünün tasarımına başlamadan önce şehri analiz etmeye, şehrin kimliğini, yapısal özelliklerini oraya koymaya ve böylelikle şehri anlamaya çalışmaktadır. Bu sebeple şehir imgesini ortaya koyabilmek için kuramlar üretmektedirler. Şehir imgesinin anlaşılmasına yönelik en önemli kuram Kevin Lynch’in şehir imgesi kuramıdır. Şehir plancısı ve kuramcı Kevin Lynch’e göre şehir imgesi üç bağlam üzerinden tartışılabilecek kadar somutlaştırılabilmektedir. Bu bağlamlar; kimlik, yapı ve anlamdır. Lynch'e göre "kimlik"; bir şehri oluşturan nesnelerin tanımlanması ve bir varlık olarak ortaya konmasıyla ortaya çıkan özgün değeri ifade etmektedir. Lynch, bu tanımın ortaya konulabilmesi için şehri oluşturan nesnelerin ne olduğuna dair çalışmalar yapmaktadır. İmgenin diğer

bileşenlerinden biri olan “yapı” ise şehirliyle şehri oluşturan nesneler arasındaki mekânsal ilişkiyi, son bileşen olan “anlam” ise, şehirli ile şehir arasındaki duygusal, metafizik ilişkiyi ifade etmektedir. Lynch, somut olarak tartışılabilecek, fiziksel bileşenler oldukları için "kimlik" ve "yapı" bileşenine önem vermiş ve bu bileşenleri inceleyebilmek için bir analiz metodolojisi geliştirmiştir. Bununla birlikte "anlam" bileşenin tartışılmasının zor olması ve şehre yapılan her fiziksel müdahale ile kendiliğinden -bir şekildeoluşacak olan bir kavram olması sebebiyle araştırmasında öncelik tanımamıştır. Peki şehir gerçekten de bu şekilde metodolojik kavramlar üzerinden tartışılabilecek bir yapı mıdır? Şehrin fiziksel görünümüne yön veren şehir tasarımcılarının şehri paftalar, haritalar üzerinden analiz etmesi şehrin içinde barındırmış olduğu türlü heyecanları yakalamayı imkansız hale getirmektedir. Her ne kadar mimar ya da şehir plancıları bir şehri akademik olarak çözümleyebilmek için bu tarz metodolojiler kullansa da şehir, içinde barındırdığı gizem ve heyecanlarla bize bu analizlerle elde edilecek olan imgeden daha fazlasını barındırdığını her daim hissettirmektedir. Şehir tasarımcıları şehri akademik yöntemlerle analiz etmeye çalışadursunlar, şehrin sakinleri şehri farklı metotlarla analiz ederek, zihinlerinde ve yaptığı işlerde şehir imgesini ortaya koymaktadırlar. Bir fotoğrafçı, bir sanatçı, bir düşünür ya da bir çocuk şehri çok daha farklı özellikleriyle inceleyerek sanatları, fikirleri ya da oyunlarıyla ortaya koymaktadır. Her bir sanatçı farklı yorumuyla birlikte bir şehri algılamanın ve aktarmanın kaç farklı türü, çeşidi, yöntemi olduğu ortaya koymaktadır. Sanatçılarda farklı bir etki bırakan şehrin imgesi, farklı bir temsil aracıyla var olmaktadır. İstanbul’un şehir imgesi Ara Güler’in fotoğraflarında, Fausto Zonaro’nun resimlerinde, Yahya Kemal’in şiirlerinde farklı temsillerle var olur. Bu farklı sanatların içinde edebiyat, sanatçılar tarafından şehir imgesinin tartışılması bakımından önemli araçlardan biridir. Şiir, deneme, roman, gezi yazısı gibi farklı edebiyat türleri şehri, her daim konu almış ya da anlatılmak istenen konunun güçlü bir metaforu olarak karşımıza çıkmıştır. Bazı şehirler var olan potansiyelleriyle birçok edebiyatçıya ilham kaynağı olmuş ve adları sanatla özellikle edebiyatla bütünleşmiştir. Örnek olarak Paris’in 41


ünlü katedrali ile Notre Dame de Paris romanı için Victor Hugo'ya ya da sokak ve pasajlarıyla bir flâneur olarak gezmekten keyif alan şair Baudelaire’e ya da Paris şehir gezginleri olan flâneurleri “Pasajlar” denemelerinde yazan Walter Benjamin'e ilham olması verilebilir. Benzer şekilde her romanın ana sahnesini oluşturan Dostoyevski'nin Petersburg’u ya da şiirlerinde kaçıp gidemediği mekan olan Kavafis’in İskenderiye’si... 'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin 'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.' Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey ummaÖmrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de. (Konstantinos Kavafis, Çeviren: Cevat Çapan) Bunun gibi farklı şehir ve yazar tartışmaları arasında bir tane eser özgünlüğü ve derinliği ile her birinden ayrılan çok özgün bir yere sahiptir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”i. Hocası Yahya Kemal gibi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da İstanbul’la derin bir ilişkisi bulunmaktadır. Üzerine düşünür, yazar ve üretir. Kendi deyimiyle İstanbul'un başkahraman olduğu sayı//52// aralık 42

Huzur romanı bir kenarda dursun, Beş Şehir kitabı Tanpınar ile İstanbul'un güçlü ilişkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır.“Beş şehir”; bir gezi yazısı, deneme, anı ya da tarih yazısı olarak değerlendirilemeyecek fakat bunların hepsine ait unsurları da içinde barındıran zengin içerikli bir metindir. Tanpınar, Beş Şehir’de kendi zihninde var olan şehir imgelerini edebi şekilde aktarırken şehir imgesini anlamak ve aktarmak üzerine bir çeşit yöntem geliştirmiştir. Bir edebiyat eseri olan bu yapıta mimarlık, şehir planlama ve kentsel tasarım perspektifinden bakıldığında Tanpınar'ın, Kevin Lynch'in şehir imgesi kuramıyla açıkladığı şehir imgesini, Beş Şehir kitabında edebiyatla ortaya koymaktadır. Kuramın analiz metodolojisinde var olan ögeleri metninde kullanan Tanpınar entelektüel altyapısı ve duygu dünyasıyla anlatımını güçlendirmektedir. Fiziksel özelliklerinin yanı sıra şehrin tarih, sanat, mimari, kültür ve felsefe ile olan ilişkisini tartışmaktadır. Bu bakımdan bir sanatçının gözünden bir şehri anlamak, şehir imgesinin değerlendirebilmek için Beş Şehir önemli bir kılavuzdur. Beş Şehir kitabında Tanpınar şehri belli konular üzerinden anlatmıştır. Örnek olarak İstanbul bölümünde anıtsal yapılar, sivil mimari örnekler gibi mimari yapılardan, Boğaziçi, Adalar, Beyoğlu, Üsküdar, Eminönü gibi farklı semt ve bölgelerden, İstanbul'un özgün topografyasından, ikliminden bahsetmektedir. Bu gibi fiziksel özelliklerinin yanı sıra tarihinden ve tarihin bugün İstanbul üzerindeki etkisinden ayrıca tarih boyunca İstanbul’a mekânsal ya da düşünsel katkı koyan sultan, asker, din adamı, düşünür ya da sanatçı gibi önemli şahsiyetlerinden bahsetmektedir. Bu aktarımları yaparken kimi zaman tarihi bir olayı, anlatmakta kimi zaman bir camiyi tasvir etmekte kimi zaman ise bir anısını anlatarak anlattığı şehirsel olgunun altını duygusal ögelerle de zenginleştirmektedir. Bu zengin anlatım böylelikle Lynch gibi bir kuramcının oluşturmuş olduğu analizin niteliğinin Beş Şehir'de edebi olarak yeniden tanımlanmasını sağlamaktadır. Lynch kuramında, şehir imgelerinden “anlam”ın incelenmesinin fiziksel olarak kolay olmaması sebebiyle fiziksel olduğu için incelenmesi daha uygun olan “kimlik” kavramının üzerinde durmuştur. Kuramda, “Kimlik” bileşenini şehrin bölgeleri, referans, odak noktaları gibi mekânsal elemanlarıyla tanımlanmaktadır. Tanpınar, Beş Şehir’de Lynch'in önem vermiş olduğu fiziksel değerlere


değinmiş ve bunları şehir aktarımında araç olarak kullanmıştır. Fakat fiziksel unsurları ifade ederken bu unsurları içinde barındırdığı tarihi değer, düşünsel altyapı ya da yarattığı his ve duygular üzerinden farklı tasvirlere de yer vermiştir. Bu sayede Lynch göz ardı ettiği “anlam” bileşenin yakalamıştır. Örnek olarak Lynch'in kuramına göre farklı semtler ayrı karakter özellikleri ile birbirinden ayrıştığı için farklı bölgeler oluşturacak yapılardır. Tanpınar, ayrı semtlerin yaratmış olduğu farklı karakterleri Beş Şehir’de“Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minare ve camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları. Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır. Onun için bir İstanbullunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiîdir.” ifadesiyle tanımlamaktadır. Bu ifadeyle sadece semtlerin farklı karakterlerine değinmekle kalmayıp her bir semtlerin yarattığı duyguları da aktarmakta böylelikle fiziksel özellikleri anlamları ile buluşturmaktadır. Şehrin dokusunu sivil mimari yapılarını, sokaklarında gördüğü manzaraları anlatırken “Bizim asıl peyzajlarımız bu köşelerdir. İstanbul halkı onları yaşarken yapmıştır. Kâinata ruhlarındaki birlik çerçevesinden bakan insanların eseridir. Pek az yerde sanat ve mimarî gündelik hayata bu kadar yakından karışır. İşte, İstanbul mahallelerinin asıl çekirdeğini bu peyzajlar yapar.” demektedir. Mimari ögeleri, sokakları, şehrin köşelerini anlatırken şehrin yaşam tarzı, tarihi bilincini, medeniyet tasavvurunu da beraberinde açıklamaktadır. Bir şehrin formunun altında bulunan düşünsel altyapı ortaya koymaktadır. Şehrin kimliğinin bir parçası olan odak noktalarından çarşıları Tanpınar; " Bugün Saraçhane, Okçular, Sedefçiler, Çadırcılar gibi sadece bir semti gösteren adlar bundan yetmiş seksen yıl önce bile an kovanı gibi intizamla işleyen, şehrin hayatında, refahında mühim bir yer tutan, titiz el işleriyle gündelik eşyaya bir sanat çeşnisi veren bir yığın küçük sanatın hususî çarşı ve atelyeleriydi. Çoğu kendimize mahsus yaşama şekillerine bütün bir cevap veren bu çarşılar şehrin asıl belkemiği idi. İstanbul'u onlar besliyor ve yine onlar şehrin iç çehresini yapıyorlardı............ Bu çarşılarda çok değişik kıyafetlerinin aralarındaki mezhep, dil, ırk,

hattâ kıt'a ayrılıklarını ilk bakışta kavranacak hâle getirdiği rengârenk bir insan kalabalığı akardı. Bütün eski şark bu sokaklarda idi. Seyrek, çember sakallı, çıkık elmacık kemikli, yüzleri riyazet ve takva ile süzülmüş, elleri uzun kollu şal hırkalarında kilitli Türkistanlılar, kim bilir kaç senenin Hac kervanından -tıpkı sürüsünden ayrılmış hasta bir leylek gibi- bu şehrin bir köşesinde kalıvermiş" aktarmaktadır. Mekansal bir elemanı anlatırken dönemin yaşayış biçimini, insanların demografik ve sosyolojik özelliklerini ve şehirli olma bilincini de beraberinde aktarmakta ve çarşılara dair bütün bir anlam oluşturmaktadır. Sonuç olarak; bu şekilde zengin bir metin ele alındığında kuramın, fiziksel verileri ön planda tuttuğu Tanpınar'ın ise yaşama dair sosyal olgulara daha çok atıfta bulunduğu görülmektedir. Tanpınar'ın İstanbul imgesini ortaya koyarken şehirlinin yaşam tarzı, şehirli olma bilinci, şehrin tarihi, sanatlarla ve medeniyetle olan ilişkisini aktardığı görülmüştür. Fiziksel özellikler olan şehrin peyzajını, şehrin semt ve bölgelerini, anıtsal ve sivil yapılarını, coğrafi özelliklerini ikinci planda ele almış ve bu fiziksel özellikleri edebi bir aktarımla detaylandırarak anlamlandırmıştır. Böylelikle Tanpınar'ın aktarımı ile Beş Şehir'de "anlam"ını kazanmış olan şehir, tam bir imge olarak ortaya konmuştur. KAYNAKLAR

• Benjamin, W. (2013). Pasajlar. (A. Cemal çev.). İstanbul: Yapı Kredi. • Cansever, T. (1996). Şehir, Cogito Dergisi Kent ve Kültürü, 8, 125-130 • Göğercin, A. (2009). Fransız Edebiyatı ve Paris. Hece Aylık Edebiyat Dergisi, 150/151/152, 368-377. • Işın, E. (2003). A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. • Jacobs, J. (1961). The Death and Life of Great American Cities. New York: Vintage Books. • Kavafis, K. (2010). Bu Kenttir Gidip Gideceğin Yer, (A. – B. Pirhasan çev.). (ss.145-148), İstanbul,: Can Sanat Yayınları. • Keleş, R. (1996). Kentleşme Politikası, İmge Kitabevi, Ankara, 75 • Lynch, K. (1990). "The image of the city." Cambridge Massachussettes • Mumford, L. (1996), What Is A City?, In R. T. LeGates & F. Stout (Ed.), The City Reader. (s.183-188). London and New York: Routledge. • Mumford, L. (2007). Tarih boyunca kent: kökenleri, geçirdiği dönüşümler ve geleceği. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. • Tanpınar, A. H. (2003).Beş Şehir. İstanbul: Dergâh Yayınları. 43


Türkçe kokulu şehir. Türkçe ağlanan Türkçe gülünen şehir. Türkçe yaşanan Türkçe ölünen şehir. Türkçecity.

GOSTİVAR; SANKİ SEKSEN İKİNCİ

VİLAYETİMİZ BİZİM Sokaklarında çarşılarında okullarının öğretmen odalarında herkesin Türkçe konuştuğu şehir Gostivar. Fahri TUNA

itmeden, görmeden, yaşamadan bilinmez, değil mi? Ben gittim gördüm yaşadım. İtiraf ediyorum işte: Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilişinden yüz yıl sonra Türklüğün, Müslümanlığın bu kadar samimi yaşandığı bir şehir olabileceğini söyleseler, Gostivar’ı görmeden inanmazdım ben! Yeminle size, Makedonya Gostivar, Anadolu’dan bir şehir. Anlayın ki Düzce. Nüfusları da aynı zaten. Sokaklarında çarşılarında okullarının öğretmen odalarında herkesin Türkçe konuştuğu şehir Gostivar. Türkiye’yle yatar Türkiye’yle kalkar, Türkiye’yle ağlar Türkiye’yle güler; Türkiye’yle yaşar Gostivar. Hâlâ Osmanlı Gostivar’ı orası. Osmanlı, Müslüman Türk ruhu Saat Camii’nde ve Saat Kulesi’nde ne kadar sembolleşmişse evlerin oturma odalarında da o kadar yaşanmaktadır. Abarttığımı sanıyorsunuz, ‘Hadi oradan Fahri Ağbi’ diyorsunuz değil mi? Anlatayım: 2004 Ağustosu. Yirmi dört kişilik Adapazarlı arkadaş grubu Balkanlar’dayız. Eşlerimizle beraber. Bir Gostivar akşamı. Çeşit çeşit dondurma ve pastaların damaklarımızı süslediği bir pastanedeyiz. Köftesi kadar kırık çeşit dondurması, otuz beş çeşit pastasıyla meşhur çünkü Gostivar. Ekibimizde Çiçekçi Boşnak Ahmet (Ürküt) ile Giyim Kuşamcı Makedon Necmettin (Çetin) da var. Akşam turuna çıkıyorlar. Çarşılarında ne alıp ne satılıyor diye ‘ekonomik gözlem’ peşindeler muhtemelen. Rahatlar, dil problemleri de yok nasıl olsa. Öyle ya; Ahmet’in ana dili Boşnakça, Necmettin’in Makedonca. Vitrinlere baka baka dolaşıyorlar. Derken, yollarının üzerinde bir kahvehaneye çay içmeye giriyorlar. Arkalarda iki sandalye bulup oturuyorlar. İçerideki herkes büyük bir heyecanla televizyondaki lig maçını seyrediyor. Ahmet, Necmettin’e dönüyor: ‘Galiba Makedon liginde derbi haftası, baksana herkes hop oturup hop kalkıyor’ diyor. Tam da çaylarını söyleyecekleri sırada ‘goooollll’ diye havaya fırlıyor bütün kahvehane. ‘Atttık şükürrrr’ diyor biri. Herkes ‘cimbombom’ diye tempo

sayı//52// aralık 44


tutunca bizim iki kafadar televizyondaki skora bakıyorlar, bir de ne görsünler; Galatasaray galibiyet golünü atmış meğer: Dk. 85. Sakaryaspor-1, Galatasaray:2. Şehirdeki okulun adı mı? Gözyaşlarınızı hazırlayın; sanki Türkiye’desiniz: Gostivar Atatürk İlköğretim Okulu. Okulun içindeki tüm duvarlar İstiklâl Marşı’yla süslü kıta kıta, Yunus Emre şiirleriyle süslü dize dize, Mevlana sözleriyle süslü öğüt öğüt. Abartmadım; gittim gördüm de söylüyorum. Gostivar budur. Tam da budur, tam da böyledir. Hep böyledir. Doksan bin nüfusludur. Halkının büyük bölümü Arnavut’tur. Yani Müslüman Arnavutların çoğunlukta olduğu bir şehir Gostivar. Balkanlarda şehirli dili Türkçe olduğu için, Türkçe Türklerin dili olduğu kadar bir dinin de dili olduğu için, hemen her şehirli Türkçeyi bilir anlar konuşur zaten asırlardır. Gostivar Arnavutlarının Türkçe bilmesi kadar doğal ne olabilir ki. Ayrıca Makedonya’daki en yoğun Türk nüfus Gostivar’da yaşamaktadır elan. Yüz yirmi kişilik Makedon Parlamentosunda sadece iki Türk milletvekili seçilebilmektedir. Onun ikisi de Gostivar’dandır. Gosti misafir demekmiş. Var da bizim var, Türkçedeki var. Mevcut. Gostivar, misafirperver şehir demekmiş. Aynıyla vakidir. En az yirmi kez gitmiş biri olarak şahidim buna. Bir keresinde kırk beş kişi bir otobüs gelmiştik Gostivar’a. Şairler yazarlar belediye başkanları, eşlerimiz filan. Evlâdımdan ayırmadığım Abdülmecit Nureddin biliyordu geleceğimizi. Bir yaz günüydü, hiç unutmam: Gostivar’a iki kilometre mesafede büyükçe bir Türk köyü vardır Banisa. Evlerinin bahçelerine davet etti bizi Abdülmecit. Köy meydanında davul zurnalarla ve dev Türk bayraklarıyla karşıladı bizi köy halkı. Eşim Gülseren Hanım sordu bana: ‘Fahri, bugün Çarşamba, ne düğünü ki bu böyle?’; dedim ‘düğün değil, kafilemizi karşılıyor Türk halkı!’ Evet, ekibimizi iki milletvekili ile birlikte sayıları yüzü bulan köy halkı karşılamıştı. Gözyaşlarına boğulmuştuk hepimiz. Nureddin Ailesinin bahçesine doğru, iki yüz elli metre kadar birlikte yürüdük. Adeta miting yürüyüşü gibiydi. Avluya girdiğimizde

bir büyük sürpriz daha bekliyormuş meğerse bizi: Beş komşu aile aralarında anlaşmışlar, ‘Türkiye’den gelecek kardeşlerimizi hep birlikte ağırlamalıyız’ diye. Beş çeşit et yemeği, beş çeşit tatlı, beş çeşit içecek, beş çeşit börek vardı sofralarımızda. El emeği hepsi de. Marketten değil. Lezzet cennetindeydik adeta. İmece usulü yapmışlar her şeyi. Orta Asya’dan beri devam ettiriyorlarmış hâlâ imece geleneğini meğer. Görür görmez eşimin dilinden şu cümle dökülüverdi: ‘Burası bizden daha Anadolu, daha Türk, daha Müslüman!’ Tam da buydu işe Banisalı. Tam da böyleydi işte Gostivarlı. Hep böyleydi; Türkiye’ye âşık, Türkçeye âşık, ezan-ı Muhammediye’ye kara sevdalı. Makedonya’da yaşayan Türkler, özellikle devletten uzak tutuldukları için, özellikle Anadolu’ya sürgüne zorlandıkları için daha bir zordu geçim durumları. Ama onlar Osmanlıydılar. Onların Türkçesiyle söylersek ‘Osmanli.’ Müslüman Türk’tüler. Bir Türk dünyanın her yerinde, tarihin her çağında aynıydı: Misafirine, borç bulur, ödünç alır, gene de en lezzetlisini ikram ederdi. Öyle de yaptı Banisalılar. Galatasaray 2000’de UEFA Kupası Şampiyonu olduğunda, Gostivar sokaklarında Türk bayraklı ve Galatasaray amblemli yüzlerce arabanın şampiyonluk turu attığını söylersem ne düşünürdünüz. Ertesi gün yedi yüze elli kişilik bir düğün salonunun tutulduğunu halk oyunları türküler halaylar eşliğinde 45


şampiyonluk yemeği verildiğini de. Haftalarca Gostivar caddelerini ayyıldızlı bayrağımızla sarı kırmızılı flamaların süslediğini de. Gostivar tam da budur. Tam da böyledir. Hep böyledir. Unutmadan: Gostivar’ın, Makedonya’nın, bütün bir Rumeli’nin büyük bölümü Galatasaraylıdır. Her yüz Müslümandan, Türk’ten altmışı yetmişi. Kalanı da Beşiktaşlıdır. Sonra Fenerli. Trabzonsporlu da vardır. Özellikle de Gostivar’da. Banisa’da Trabzon sokağı da var Trabzonspor kahvehanesi de. Köyün neredeyse üçte biri Trabzonsporlu. Geçmiş senelerde Ankara’da oynanan TS-FB Türkiye Kupası finaline Banisa’dan iki otobüs Trabzonsporlu taraftar geldi gerçekten de. İyi biliyorum. Bir şey daha. Ben ‘Üsküp’e gömülmeyi vasiyet etmiş’ biriyim, mâlum. Gostivarlılar ise beni ‘Gostivar Milletvekilimiz’ diye takdim ederler, sağ olsunlar. İtiraf ediyorum: İki yerin fahri milletvekili olarak anılmaktan / takdim edilmekten mutlu oldum ömrümce, Taraklı ve Gostivar. Gostivar benim için Doç. Dr. Abdülmecit Nurettin’dir. Ve ailesidir. Onun bir grup yakın dostu ile birlikte çok büyük fedakârlıklarla kurduğu, Türkçe diliyle eğitim veren Avrupa’nın tek kurumu Gostivar Vizyon Üniversitesi rektörü Fadil Hoca’dır. Anayasa Mahkemesi Üyesi Salih Murati’dir, fizik öğretmeni Kazım Kazım’dır. Adeksam’dır, Genç Kalemler Derneği’dir. Genç Kalemler deyince; kurucu başkanı Türker Kamber kardeşimin yıllar önce anlattığı bir sahnedir Gostivar tam da. Türker Kamber’e kulak verelim: sayı//52// aralık 46

‘- Ömrü Gostivar’da geçen anne tarafımdan dedem, bir ay kadar önce vefat etti. Rahmetli olmadan üç gün öncesiydi. Son ziyaretimmiş meğer…’ Yaşı doksana yakın piri fani bir ihtiyar düşünelim. Nur yüzlü, aksakallı bir mümin Türk. Artık son günleri. Ölüm döşeğinde. Uzanmış yatağına. Zor konuşuyor. Türker kardeşim anlatmaya devam ediyor: “- Dedem, titreyen parmaklarıyla köşedeki radyoyu gösterdi, kısık bir sesle: ‘Türker torunum, şu radyoyu açıver. Seksen beş yıldır ‘Osmanlı ordusu Selanik’ten Üsküp’e doğru yola çıktı’ diye bir haber bekliyorum. O haberi duymadan ölürsem gözlerim açık gider. Belki şimdi söyleyecek. Hadi aç evladım radyoyu!’ Gostivar tam da budur. Tam da böyledir. Hep böyledir. Gostivarlılar bir ömür bu radyo haberinin hasretiyle doğan, büyüyen, yaşayan insanlardır işte. Gostivar Vardar Nehri’nin doğduğu şehirdir. Kuru Dağ’a karşı kurulu Gostivar şehri bir ova şehridir bir bereket şehridir. Gelenek vefa hoşgörü şehri olduğu kadar. Gostivar’da rastladığınız her kime ‘niye Anadolu’ya göçmediniz de burada kaldınız?’ diye sorsanız, hepsinden alacağınız cevap aynıdır: “- Osmanli getirdi bizi. Osmanli’yi bekleriz. Hiçbir güç de bizi gönderemez buradan. Biz Osmanliyiz!’ Evet; Gostivar bir Türk vilayetidir. Bir Türkçe şehridir. Sanki Türkiye’nin seksen ikinci şehri. Gerçekten de öyledir. Şeksiz şüphesiz öyle.


YOLLARIMIZ, ŞEHİRLERİ

BESLEYEN DAMARLARDIR! Bunun içindir ki, bir devlet politikası olarak topraklarının bir ucundan öbür ucuna, bütün ulaşım güzergâhlarına kervansaraylar yaptırarak, Anadolu topraklarını ticaretin merkezi haline getirmiştir. Muhsin İlyas SUBAŞI

Bunun içindir ki, bir devlet politikası olarak topraklarının bir ucundan öbür ucuna, bütün ulaşım güzergâhlarına kervansaraylar yaptırarak, Anadolu topraklarını ticaretin merkezi haline getirmiştir. Günümüzde yolların güvenlik sorunu yoktur, ancak ulaşım rahatlığı meselesi vardır. Kültürümüze “Kervan Yolları” kavramıyla giren, ancak daha sonra ticaretten hayatın bütün safhalarına kadar önemli bir fonksiyona kavuşan yollar, bugün gelişmişliğin dışa yansıyan en önemli unsuru haline gelmiştir. Şehirlerin gücü ve albenisi yollarıyla eşdeğerdedir. Eğer bir şehre ulaşım rahatsa, cazibe merkezi haline gelerek orası gelişip büyümektedir. “Büyükşehir” statüsüne kavuşan bütün şehirlerimiz göç veren değil, göç alan şehirlerdir. Bu şehirler büyürken, memleketinden kopup gelen insanların sıkça kendi bölgelerine gitmesi yol rahatlığının sağladığı bir avantajdır.

ir menzil hanından yola çıkınız, eğer bu yol asfaltla kapatılmamışsa, size geçmişimizin kaderini adeta yansıtan dilim dilim bir izin hüznünü verir. Asırlar öncesine uzanan bu yollar, insanoğlunun ruhuna hem gurbetin, hem de vuslatın etkisini bıraktı. Çinin, Hindistan’ın steplerinden başlayıp, binbir engebeyi; dağı, ovayı, nehirleri aşarak Mezopotamya’nın düzlüklerine inen bu yollar, sadece ticaret kervanlarının yükünü taşımakla kalmaz, hayatın bütün ihtiyaçlarını karşılamak üzere adeta insan vücudundaki damarlar, hayatımızı sağlayan değerleri de bize sunar. Bu bakımdan yollar, sadece getirilen ve götürülen eşyanın, umudun, hatta askerlerin iziyle yoğrulmaz. Yolların hayatımızdaki stratejik önemini ilk defa kavrayan, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat olmuştur. Onun Selçuklu topraklarında soyulan bir kervanın, bütün kayıplarını, olayın yaşandığı bölgenin Emirine ödetmesi ve ”Bir devletin varlığı ve o varlığını koruyan gücü yollarında sağladığı güvenliktir”, demesi bunun önemli bir işaretidir.

Günümüzde, dünün karayoluyla sınırlı olan ulaşım hatlarına; zamanla demiryolları, havayolları, sahillerle bağlantılı da olsa denizyolları da eklenmiş ve çeşitlilik bir türlü ulaşım alternatifleri zenginliğine dönüşmüştür. Ve bu ulaşım konforu milletlerarası ilişkileri de geliştirerek, ‘Turizm Sektörü’ dediğimiz yeni bir alanın doğmasına sebep olmuştur. Geçtiğimiz yıl, dünya genelinde 1 milyar 322 milyon insan kendi ülkesinin dışında bir başka ülkeyi ziyaret etmiştir. Türkiye, son beş yılda 150 milyonun üzerinde turist ağırlamıştır. (2107 yılında ülkemize gelen Turist sayısı 40 milyon civarındadır.) Türkiye turistlerin ilgisi bakımından dünya genelinde 6. Sırada yer almaktadır. Bunlar, ulaşım rahatlığı ve güvenliğindin getirdiği olumlu etkilerdir. Her ülke ve özellikle Türkiye, yolu bir medeniyet projesi olarak görmeyi sürdürdüğü sürece gelişmekteki hızını arttıracak ve insanımız daha huzurlu bir refah seviyesine çıkacaktır. 47


oğumuz, Malatya’nın bir ilçesidir deyip geçip gideriz. Peki, hiç düşündük mü, Arapgir nedir? Sadece bir ilçe midir? Arapgir’i benzerlerinden farklı kılan özelliği nelerdir? Yetiştirdiği devlet adamları, işadamları, edebiyatçı, gazeteci ve yazarları;

ARAPGİR KAYAARASI KANYONU

“Sırat köprüsünden daha ince”

Göğe doğru yükselen dağların, geçit vermeyen kanyonların, gürül gürül akan derenin, gökyüzünde kanat çırpan bir kuşun, sarp kayaların arasında uçar gibi dolaşan keçilerin bir sahibi var. Bize bir şey anlatıyor. Tabiat diliyle konuşuyorlar ve diyorlar ki, “Bizim sahibimiz Allah’tır ve biz kendi lisanımızla şükrediyoruz.” Alişan HAYIRLI

Siyah üzümü, reyhanı, dutu, cevizi; Millet hanı, tarihi camileri, roma köprüleri, cem evleri, kaya mezarlıkları; Beş şehre komşu olması, eski ipek yolu üzerinde bulunması; Halen yayın hayatına devam eden 60 yıllık Arapgir Postası gazetesi; Fehmi Gür’ü, Fethi Gemuhluoğlu’su ile dillere destan, gönüllerin sultanı bir ilçemizdir Arapgir… Ve tabi doğası, yürüyüş yolları, dereleri ile Arapgir bambaşka bir belde… Doğası dedik… İlk akla gelen doğa harikası yeri de Kayaarası Kanyonu… Bugün buradayız, aşılmaz ve geçilmez denilen bu kanyonu keşfe çıkacağız. Arapgir Kayaarası Kanyonu, Kozluk çayı üzerinde bulunan, Allah’ın biz insanlara bahşettiği muazzam bir tabiat harikası… Yüce dağların, uçurumların, sert kayaların, gökyüzünü delen sivri zirvelerin arasında, suların çınar ve kavak ağaçlarının ortasından gürül gürül aktığı muhteşem bir kanyon… Ve daracık kayaların oluşturduğu büyüleyici bir kanyon… Bu güzellik, bu harikuladelik gizli bir tehlike ve ürkütücü bir görünüm de saklıyor aslında… Her bir kaya parçası, dağ ve kanyon aralığı, “Beni elde etmeniz, beni geçmeniz için cesur olmanız, korkusuz olmanız lazım…” der gibi bakıyor size… Her nimetin bir külfeti vardır. Arapgir Kayaarası Kanyonu’nu gezmenin külfeti de düşüp ölme tehlikesini yaşamak, aşağı yuvarlanma riskini hissetmek, yıpranmak, yorulmak, tir tir titremek, düz ve güvenilir bir yere vardığınızda da bir felaketin, bir uçurumun kenarından kılı kılına kurtulmanın içimize sığmayan mutluluğunu, sevincini yaşamak… “Oh be kurtuldum, çok şükür sağ salim indik”… Bunu kaç defa söyledim, kaç defa kurtuldum, sayamadım… Kayaarası

sayı//52// aralık 48


Kanyonunun uçurum kenarlarında yürürken aslında ölümle yaşam arasındaki ince çizginin üzerinde yürüyorsunuz… Tıpkı sırat köprüsü gibi… En ufak bir dikkatsizlik, en küçük bir hata hayatınıza mal olabilir. Tırmanış ve iniş sırasındaki aşırı korku ve tedirginlik kanyonun doğal güzelliğini doya doya yaşamamıza engel oluyor. Bunu ben eve gelip fotoğraflara bakarken anladım. Meğer ne güzel yerlermiş, ne muhteşem bir atmosfermiş, inanılmaz kanyonmuş da haberim yokmuş… Sahi buraları biz mi gezdik? Aman Allahım! Sahi bu kayaların üzerinden ben mi geçtim? Öyledir, doğa sevgisi, aslında korkak birine bile cesareti öğretiyor. Hayatından vazgeçecek kadar kendi canını doğanın vahşi kucağına bırakıveriyorsun. Allah’ın büyüklüğünü, gücünü, kudretini, kullarına olan ikramını, nimetinin sonsuzluğunu, güzelliğini anlıyor ve şükrediyorsun. Doğayı gezmek, sevmek ve doğayla iç içe yaşamak bir ibadettir. Allah’ın, elçisi Muhammed’e (sav), Cebrail vasıtasıyla gönderdiği ilk vahiydeki “Oku” emri, bir kitap ya da yazı okuma değil, hayatı ve doğayı okuma emridir. Dön bak etrafına, bu kusursuz dünyayı kim yarattı, bu tabiattaki ince sanatın eseri kimdir? İşte “Bu Gücün” emrine teslim ol! Demektir. Arapgir Kayaarası Kanyonu’ndaki gördüğümüz güzelliklerin ve harika işçiliğin arkasındaki Yüce Yaratıcıyı görmedikten sonra, sen körsün ve hatta nankörsün! Bu kanyonun bir yaratıcısı var, bunu yaratan boşuna yaratmamıştır. Göğe doğru yükselen dağların, geçit vermeyen kanyonların, gürül gürül akan derenin, gökyüzünde kanat çırpan bir kuşun, sarp kayaların arasında uçar gibi dolaşan keçilerin bir sahibi var. Bize bir şey anlatıyor. Tabiat diliyle konuşuyorlar ve diyorlar ki, “Bizim sahibimiz Allah’tır ve biz kendi lisanımızla şükrediyoruz.” Ya biz? Ey nankör! Hala görmez kör müsün, hala duymaz mısın sağır mısın? Biz Arapgir Kayaarası Kanyonu’nu gezerken işte

bu ibadet aşkını, huşuyu ve trans halini yaşadık. Bir kere daha Allah’ın büyüklüğünü ve biz kulların acizliğini, zayıflığını ve nankörlüğünü anladık. Hak etmediğimiz, hiç para ödeyerek satın almadığımız tabiatın arasında şuursuzca gezen kullar adına utandık. Uzun bir yazı yazmayı düşünüyordum, anladım ki kimsenin uzun yazı okuduğu yok, boşuna emek çekiyoruz. O halde Arapgir Kayaarası Kanyonunu kısa yoldan sizi hiç sıkmadan, özet olarak anlatayım. Her zaman olduğu gibi gezi arkadaşım Selahaddin-i Eyyübi (Kürün) ile sabah namazına müteakip yola koyulduk. Arapgir’de bizi mihmandarlarımız Basri Aknar ve oğlu Ahmet karşıladı. Araç değişiminden sonra, kahvaltı ürünlerimizi alıp doğruca eski tarihi evlerin bulunduğu mahalleden geçerek Hacı Şerif Ağa tarihi camii, hamamı ve çeşmesini görüp, reyhan tarlalarını seyrederek Berenge Deresi’nden Koru köyünün Badia mezrasındaki üzüm bağlarına vardık. Belediye eski Başkan Yardımcı ve Meclis üyesi Basri Aknar’ın Kozluk Çayı üzerinde Atgölü mevkiindeki bağ evine gittik. Zorlu kanyon gezisi öncesi organik gıda, temiz hava ve enerji stok ettik. Ahmet’in kara çaydanlıkta yaptığı tavşan kanı çay, Basri abinin hazırladığı organik kahvaltı: Domates, biber, kavurma, yoğurt vs… Hele domates… Selahattin dedi ki, “Alişan abi domatesi özellikle yaz, bu kahvaltının şampiyonu domatestir” dedi. Dersiniz ki, yahu altı üstü bir domates, hiç mi domates yemedik. Yemediniz. 49


Yolcu yolunda gerek, istikamet Kayaarası kanyonu… Şoförümüz Basri abinin oğlu Ahmet… Genç ve temiz bir çocuk… Büyüklerine saygılı, biz sormadan konuşmaz. Çevik, atak ve mütevazı… Kanyon başlangıcındaki Meydan Köprüsüne varmadan önce yolumuz üzerindeki Koru köyüne uğradık. Taştan yapılmış tarihi evleri görünce hayli şaşırdık, İzmir’in Ödemiş İlçesindeki Birgi köyüne çok benziyordu. Koru’da köylülerle ve iğ yapan teyzelerle sohbet edip yolumuza devam ettik. (Bu köy aklımda, mutlaka bir daha gideceğim inşallah)

Rengi kıpkırmızı, doğramaya başladığınızda suyu akıyor (Bir domatesten en az yarım bardak suyu çıkıyor), aroması mükemmel, lezzeti doyumsuz, ağızda pamuk gibi eriyor, baldan daha tatlı… Neden? Çünkü Basri abi bu domatesi yetiştirirken hiç ilaç kullanmamış, havyan gübresi atmış ve temiz su vermiş… Doğanın duru havasında büyümüş… En küçük bir kirlilik, sentetik/kimyasal bileşimle temas etmemiş… Nasıl bir dünyada yaşıyoruz anlamadım gitti, bir domatese bile hasret kaldık. Tam organik bir domatesi dahi bize çok gören çağdaş, demokratik, laik ve ilerici dünyanın gelmişine geçmişine! Tövbe neuzibillah! Arapgir, bildiğiniz üzre siyah üzümü ile meşhur… Biz de tam üzüm bağlarının ortasındayız. Sulak vadilerin yamaçlarında kurulmuş üzüm bağlarında şimdi hasat zamanı… Bir bahçeye girip fotoğraf çekmeye çalışırken mal sahibi teyze bizi gördü, telaşlandı ve korktu, fakat arkasından Basri abiyi görünce rahatladı, “Buyrun istediğiniz kadar üzüm toplayabilirsiniz” dedi. Rehberimiz Basri Aknar, Arapgir’de sevilen sayılan bir siyasetçi, esnaf ve hemşeri… Nereye gitsek ve kiminle karşılaşsak herkes Basri abiyi kucaklıyor ve ona sevgi, saygı gösteriyor. Hatta “Belediye başkanlığına aday ol, bütün köyümüz sana oy verir” diyenler bile oldu. Öyle seviliyor. Allah işini rast getirsin, hakikaten söylendiği gibi var, dürüst, çalışkan, donanımlı, vefalı, iyiliksever, aynı zamanda asil bir aileden geliyor. Bence de Arapgir Belediye Başkanlığına yakışır. sayı//52// aralık 50

Nihayet Meydan Köprüsü’ne ulaştık. Kanyon gezimizin başlama noktası… Yukarıya, suyun aktığı ters tarafa doğru tırmanacağız. Meydan Köprüsü’nün bulunduğu noktada dağınık ve düzensiz, derme çatma yapılarda yeme içme tesisleri mevcut… Biraz ilerleyince Kozluk çayı üzerinde sizi bir sürpriz bekliyor. Klarnetçi Ümit abi… Yıllardır burada yaşıyor, bir çınar ağacının altına baraka şeklinde tesis yapmış, burada yatıp kalkıyor, belden yukarısı çıplak, tamburu ve klarneti ile gelenlere hizmet veriyor. Ününü çok duymuştum. Şen şakrak bir adam… Tam doğa aşığı… Arada bir kafayı çekiyormuş, klarneti ve sesi ile Kozluk Çayı’nın aktığı dereyi inletiyor. Bizim için de bir kayanın üzerine oturup başladı çalıp söylemeye: Yeşil ördek gibi daldım göllere Sen düşürdün beni dilden dillere Başım alıp gidem gurbet ellere Ne sen beni unut ne de ben seni Sevdiğim cemalim güneşim mahım Seni seven aşık çeker ezvahın Getir el basayım kelamullahın Ne sen beni unut ne de ben seni Gel seninle bir ahduman kuralım Bağlanalım bir karara varalım Verdiğimiz sözde hemen duralım Ne sen beni unut ne de ben seni Hayat dolu, canlı, sevecen, sempatik biri Ümit abi… İnsana yaşama sevinci veriyor. Kendisine bu doğanın içinde ayrı bir dünya kurmuş, gelen gidenle hemen hemhal olup çalıp eğleniyor. Şehrin gürültüsünden, tantanasından, kirinden pasından uzakta doğal kalmış… Sırf Ümit abiyi dinlemeye ve onunla sohbet etmeye değer


Arapgir’e gitmeye… Yolcu yolunda gerek. Biraz ileride bu sefer bizi Garipler Meyhanesi karşıladı. Bir mağarayı kafeye dönüştürmüşler, Kozluk Çayı üzerinde, piknikçilerin piknik yaptığı gölün karşısında kendi halinde bir vatandaş, gelenlere hizmet veriyor. Fakat “Meyhane” kelimesi sizi yanıltmasın, içki içilmez… Zaten adamcağız da bu isimden dolayı bıkmış olmalı ki, mağaranın girişine yazmış: “Burada içki içilmez” diye… Ama niye Meyhane? Niye Garipler? Onu da bir dahaki sefere öğreneceğiz inşallah… İlerlemeye devam ediyoruz… Kozluk Çayı üzerinde yukarı doğru çıktıkça piknik yapan birçok aile ile karşılaştık. Daha ileride ise balık avı için gelmiş gençleri görüyoruz. Böyle yaklaşık 3,5 kilometre hiç zorluk çekmeden göllerin içinden, dere boyunca, kimi zaman da derenin kenarındaki patika yoldan ilerleyerek, tahta köprülerden, kavaklıklardan geçerek nihayet avcıların konakladığı yere vardık. Burada kaynak suyumuzu içtikten ve biraz dinlendikten sonra kanyonun başlangıç noktasına ulaştık. (Meydan Köprüsü ile Kanyonun başlangıç bölgesine kadar olan güzergâhın isimleri: Memişin bağı, Güvercinlik, Tandırlık, Feracullah, Arıbendi, Çınarın Pağarı, Serin Mağara…) Buraya kadar herkes, yaşlısı genci, çağası çoluğu rahat bir şekilde yürüyebilir, yüzebilir, piknik yapabilir. Fakaaaaaaat! Bundan ötesini hiçbir şekilde tavsiye edemem, hiçbir yere kefil olamam. Eğer profesyonel bir dağcı değilseniz, üstelik bir de yükseklik korkunuz varsa kesinlikle bu noktadan itibaren ileriye gitmemenizi ve hemen geri dönmenizi tavsiye ederim. Hatta emrederim! Artık korkunun, tedirginliğin, heyecanın hüküm süreceği, bütün bedenimizin tir tir titreyeceği, kalbimizin küt küt atacağı, belki de (Allah korusun) ayağımızın kayıp düşeceği asıl tehlikeli ve zorlu noktaya ulaştık. Arapgir Kayaarası Kanyonu’nun tam başındayız. Karşımızda nerdeyse bulutlara komşu yüksek dağlar ve geçit vermez kayalar… Mevkinin adı “Kurt Salı”… Neden “Kurt” dediklerini birazdan anlayacağız. Aman Allahım! Nasıl tırmanacağız

burayı, nerden çıkardım bu kanyon gezisini başıma? Kim dedi buraya gel? Geri mi dönsem acaba? Hayır, bunu gezi arkadaşlarıma hissettirecek kadar yüksek sesle düşünmedim. Ne de olsa Şeyh Hasan’ın oğluyum ve korku bana yakışmaz, geri dönmenin lafı bile edilmez. Kolları sıvadık, bildiğimiz bütün duaları okuduk, ya Allah bismillah deyip Kanyonun yoluna attık kendimizi… Allah kerimdir! Önce Allah’a, Basri abi ve oğlu Ahmet’e, sonra da yaptığımız iyiliklere güvenerek hayatımızın en tehlikeli yürüyüşüne başladık. Burada ilk tehlikeli tırmanışımızı gerçekleştirdik. Rehberlerimiz sırtlarında ağır yük olmasına rağmen sanki düz yolda yürüyormuşçasına rahat ve sakin bir şekilde tırmanıp inebiliyor, bizim ise her tarafımızdan acemilik dökülüyor. Dağcı olmadığımız her halimizden belli… Bakmayın siz böyle fotoğraflarla hava attığımıza, o yüzlerce metre yükseklikteki tahta merdivenlerden, çivi ile tutturulmuş tellere tutunarak uçurum kenarlarından geçerken halimizi bir görseniz… Kalbimiz duracak gibi… İlk tahta köprüden geçişte başım döndü, gözüm karardı, yükseklik fazlaydı ve tahta köprü gıcır gıcır ediyordu, sanki köprüyü tutan tel kopacak gibiydi… Panikledim. Üstelik rehberimiz “Sakın tele güvenme” deyince iyice korktum. Geri döndüm, yeniden kendimi toparladım, köprüye bir daha giriş yaptım. Öteki tarafa geçtiğimde sanki “öteki tarafa” gitmiş gibi hissettim. Ödüm patladı. Bunca yeri gezmiş bir seyyah olarak karizmayı biraz çizer gibi oldum. Şeyh Hasan’ın oğluna yakışmadı, daha cesur olmalıydım. Ama değer! Düşme tehlikesine ve bütün risklere değer… Karşımızda öyle bir manzara var ki, korkularımızı ve bütün endişelerimizi bir çırpıda silip atacak vahşi bir güzellik adeta büyülüyor bizi… Sırada 90 derece eğimli, bir santimetrelik hata yapsak kendimizi aşağıda bulacağımız, tahtanın ucuna basarak geçmek zorunda kalacağımız parkurun en tehlikeli ve zorlu geçidine geldi. Ahmet geride, Basri abi en ileride… İki acemiyi ortalarına almış, bizim sağsalim geçişimiz için ellerinden geleni yapıyorlar. Üstüne 51


üstlük Ahmet tek elle kayaya monte edilmiş, uçurumun kenarındaki tahta korkuluklardan geçerken bir elle de fotoğraf makinesini kullanıyor. Şu gördüğünüz muhteşem karelerin sahibi Ahmet’tir… Bizi uçurumlardan, kayalıklardan, derin sulardan, asma köprülerden geçiren Yüce Allah’a hamd, rehberlerimize de teşekkür ediyoruz. Ooooooh, çok şükür burayı da geçtik, derin bir nefes aldık, biraz daha ilerledikten sonra bizi artık Kayaarası Kanyonunun sembolü haline gelen, herkesin üzerinde fotoğraf çektirmek ve ne kadar cesur olduğunu göstermek için hayal kurduğu asma köprüye geldi. Gezi akıncısı olduğumuzu göstermek için iyi bir fırsattı. O kadar tehlikeli yolları aşıp geldiğimize göre hava atmak, kendimizi kahraman gibi sunmak hakkımızdı. Rehberimiz Basri abi, önce kendisi asma köprüyü geçerek test etti, demirden ipi kopar ya da kırılırsa (Allah korusun) kendi canını feda etmeye hazırdı. Sırayla köprüden geçtik. Ve biz buna “Sırat köprüsü” adını koyduk. Sağa düşseydik cennete, sola düşseydik cehenneme gidecektik! Her açıdan, alttan üsten, uzaktan yakından bol bol fotoğraf çektik. İleride çocuklarımıza ve torunlarımıza gösterip, “Bakın çocuklar, dedeniz ne zorlu yollardan geçti, ne yerler feth etti!” demek için bir hikâyemiz oldu. Sevdik biz bu masalımsı yolculuğu… Her bir zorlu engeli aştıkça kendimize güvenimiz geldi. Meğer biz ne kadar cesur, ne kadar yiğitmişiz sayı//52// aralık 52

de haberimiz yokmuş. Gelsin bütün engeller yolumuza! Çıksın bütün köprüler karşımıza! Haydi ya Allah ileri! Kendi kendimize gaz verdik. Manevi bir donanımla bünyemizi yeniden enerji ile doldurup yola koyulduk, fakaaaaat, o da ne, karşımızda aniden korkunç bir yamaç görünce birden irkildik, iki adım geri attık! Anaaaaaa! Buradan keçi olsak geçemeyiz! Selahattin hem yorgunluktan hem de gördüğümüz bu yeni engelden dolayı pes etti. “Ben gelmiyorum arkadaşlar, yoruldum, ben burda sizi beklerim, siz gidin gelin” dedi. Belki de “gelin” derken kendisi de gelemeyeceğimizi anlamıştı. Moralimiz bozulmasın diye bize korku vermedi. Belki de içinden bize peşinen rahmet okumuş, “Mekânları cennet olsun” demiş de olabilir, en doğrusunu Allah bilir. Selahattin haklı, çünkü daha göreceği günler var. Benim ise dünya üzerinde emanet olarak taşıdığım kuru bir candan başka bir şeyim yok. Neyin endişesini duyacağım ki? Vurdum gittim, ya hara ya vara! Şeyh Hasan’ın oğlu asla davasından vazgeçmez, ucunda ölüm de olsa hedefine doğru ilerler! diyerek kendi kendimi ateşledim. Kanyonun en zorlu, eh tehlikeli, en korkunç, en vahşi yerini, adına “Güney Salı” denilen uçurumu dağ keçisi kıvraklığında, sanki uçarak geçtim. Yaklaşık 150 metrelik parkuru 45 dakika gibi kısa bir zamanda tamamladım. Sevinç naraları attım! “Oleeeeeey” sesleri dar


kayalıkların oluşturduğu kanyonda yankılandı, etrafımızdaki vahşi hayvanlar, “Kanyonu bir deli basmış” diyerek kaçıştı! Fakat sevincim ve kahramanlık gösterilerim kısa sürdü… Eyvah dedim! Birden dönüş aklıma geldi. İnişin, tırmanmadan (çıkıştan) daha zorlu ve tehlikeli olduğunu yüzlerce kez tecrübe etmiştim. Şimdi önümde iki tercih var: Ya aynı yoldan döneceğim ya da kanyonun derinliğini bilemediğimiz gölünden yüzerek döneceğim. Suda boğulma tehlikesi yaşamak, uçurum kenarından yuvarlanıp aşağı düşmekten daha cazip geldi bana! Rehberimiz Basri abi ile ayaküstü kısa bir durum değerlendirmesi yaptık, kararımızı verdik: Yüzerek dönüyoruz! Ahmet’e fotoğraf makinemizi verdik, “Sen yukarıdan dönüş yap, böylece bizim fotoğrafımızı da çekmiş olursun!” Sağolsun, Ahmet’in bu gezimizdeki katkısı çok büyük! İnanılmaz bir misafirperverlik gösterdiler. Bize yaptıkları hizmet unutulacak gibi değil! Su sefer kaya tırmanma ve uçurumları aşmadaki maharetimi yüzmede göstermenin sırası geldi. “Ey Yüce Allahım, kollarımıza güç ver, bizi bu dibini göremediğimiz gizemli kanyon gölünden sağsalim güvenli bölgeye ulaştır!” Duanın eylemle birleştiği zaman gücünü kimse inkâr edemez. Cesaret, eylem ve dua… Duasını elleri, beyni ve kalbiyle destekleyenlerin aşamayacağı hiç bir engel olamaz. Tahmin ettiğiniz gibi kanyonun en tehlikeli ve zorlu bölgesini yüzerek geçtik ve Selahattin’in yatıp dinlendiği çınar ağacının dibine ulaştık. Selahattin bizi karşısında görünce komadan çıkıp hayata yeniden dönen bir kişiyi görmüş gibi sevindi! Döndünüz ha dedi. Evet döndük, bizi sarp yamaçtan götüren Allah, geri dönüşte suyun içinden de getirdi. Hani mutlu sonla biten Türk filmleri olur ya, sevinçten ağlardık filmin sonunda… Bizimki de öyle oldu, efsanevi kanyon gezimizin sonu da mutlu bitti. Geri dönüşümüz ilk gidiş kadar zorlu olmadı. El ele kolkola, güle oynaya başladığımız

noktaya, Meydan Köprüsü’nün bulunduğu noktaya döndük. Böylece 13 kilometrelik Kayaarası Kanyonu’nun sadece beş kilometresini görmüş olduk. Daha ilerisine gidebilirdik ancak akşam karanlığına kalabiliriz diye vazgeçtik. Bu beş kilometrenin 3,5 kilometresi biraz yorucu olmakla birlikte zaten düz çay ve rahat bir yürüyüş yolu. Geri kalan 1,5 kilometresi kanyonun en tehlikeli ve zorlu bölgesiydi… Dönüşte avcıların barınağında ateş yakıp közde domates biber pişirdik, buz gibi kaynak su içtik, karnımızı doyurduk. Arapgir’in meşhur tandır kebabı mı yoksa doğal biber kebabı mı derseniz tabi ki biberi tercih ederim. Kanyonda Kozluk çayı üzerinde sarı balık yakalamak mümkün, eğer ağımız yanımızda olsaydı, balık tutup yiyecektik. İnşallah bir dahaki sefere… Rehberlerimiz Basri Abi’ye ve oğlu Ahmet’e canı gönülden teşekkür ediyor, en samimi ve içten şükranlarımı sunuyorum. Ayrıca bize uzaktan bilgi veren görünmez rehberlerden biri de Said Bilgiç abimizdir. Bizimle geziye katılmayı çok istedi ama nasip değilmiş… İşte size bir kanyon hikâyesi… Şimdi karar sizin, bu kanyonu gezmek ister misiniz istemez misiniz? 53


ek çok kişi bir gün Karadeniz turuna çıkma hayali kurar ve kısmet olur o gün gelir planlar yapılır yola çıkılır. Biz gibi.. 2.5 yaşında bir oğlunuz varsa ona göre şekil verirsiniz planınıza, biz gibi.. Ana tema yorulmadan gezmek zira gezinin kabusa dönmesini kim ister ki. Bu süreçte blogger'ların tecrübeleri yol gösterici oldu. Tavsiyeler önemli, benim de nacizane tavsiyem olacak birkaç. Efendim bir Karadenizli olarak tekrar hayran kaldım ben Karadeniz'e. Karadeniz böyleyse cennet nasıldı, Cennet numunesi olarak görüyorum Karadeniz'i. Abartmıyorum.

KARADENİZ

GEZİ NOTLARI

Yaz sıcağında bile gürül gürül akan Fırtına deresinin sesiyle uyanıp yeşile göz açarak güne başlamanın keyfi tarifsiz. Betül AŞKIN

Ordu, Fırtına deresi ve Ayder'de ikişer gece konakladık. İyi dinlenemeyeceğimizden tek gece düşünmedik. Muhammed Salih keyifli olsun ki güzel gezelim. Gerçi o yorulmuyor biz yoruluyoruz. Bizi zorlayacağını düşündüğümüzden Artvin'de konaklamayı iptal ettik. Bir sonraki sefer inşallah. Arkadaşlar tercih meselesidir gezilecek yerleri belirlemek. Ama can alıcı nokta Rize. Nokta atışıyla Rize'yi karış karış gezin. Rizelilere olan hürmetim arttı . Tatlı bir telaşla “Bismillah” diyerek İstanbulumuzdan güle oynaya çıktık yola. İlk hedef noktamız Fatsa. Malum yol pek uzunca. Ne zaman varırız, nasıl biter yol derken tahminimizden daha kısa sürede çok sıkılmadan ulaşıverdik. Yolculuğu sıkıcı hale getirmemekte hepimizin katkısı var. Gezeceğimiz yerler hakkında sohbet etmemiz, Muhammed Salih’le güreşlerimiz, bin bir çeşit oyun kurmamız (stratejik davranmalıydım, epeyce enteresan oyuncak zulası hazırlamıştım), eşimin dondurma jestleri ve hele ki Muhammed Salih uyumuşsa sükuneti koruma hallerimiz eğlenceliydi. Gidene kadar namaz, yakıt, yeme-içme, park görme derken yanlış hatırlamıyorsam yedi-sekiz kez mola vermişizdir. Nitekim amacımızdan şaşmamalıyız, ne idi: yorulmadan gezmek. İlk konaklayacağımız yeri Fatsa olarak belirlemiştik. Samsun da olabilirdi aslında fakat biraz daha yol almak istedik ilk günden. Samsun’da yol üzerinde güzel olduğu için yoğun talep gördüğünü düşündüğümüz bir pidecide mola verdik. Tahminimiz de doğru çıktı, meşhur olduğunu duyduğumuz Samsun pideleri gerçekten de lezzetliydi. Moladan

sayı//52// aralık 54


kısa bir süre sonra Fatsa’da kalacağımız otele yerleştik. Standartların üzerinde bir otel olduğunu söyleyemem ama oldukça misafirperverdiler. Gezi bloggerlara göz atarak birkaç gezilecek yer belirledik civarda. Önce Gaga gölüne uğradık. Burası için beklentimizi yüksek tutmuşuz. Yolu uzun olanlar için mutlaka görülmesi gereken bir yer değil ancak derseniz ki ben Ordu’yu gezmek istiyorum, o zaman da derim ki mutlaka görün Gaga gölünü. Akabinde navegasyona Çiseli şelalesinin adresini yazarak yola koyulduk. Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, nice yokuşlar indik çıktık yok. Kulaklarda çınlayan bir ses “rota yeniden oluşturuldu.” Kırsal alandaysanız ve internet bağlantısı zayıf ise bunlar karşılası durumlar. Eski usul devam: -Selamun Aleykum Sayın Abim -Ve Aleykum Selam Kardeş -Abi bu Çiseli şelalesine nasıl gidiliyor? -Şimdi buradan geri döneceksin, 100 mt sonra virajı dönünce sola yol ayrılyor vs. vs. -Abi ne kadar sürer? -Çok sürmez, yarım saate çıkarsınız. Bir saatten fazla yolda olduğumuz ve yolun durumu düşünülürse bu süre bizim için oldukça fazla. En azından rotayı öğrendik, yolculuğa devam. İşin güzel tarafı Muhammed Salih derin derin uyuyor. Ne yapsın yavrucak araba sallandıkça derin uykulara dalıyor. Her işte bir hayır vardır deriz ya hep, rotayı kaybetmemizin de hayrı Fatsa’nın köylerini dolaşmak oldu. Fındık ve çay bahçelerini görmeyi çok arzu ediyordum. Şimdi uçsuz bucaksız fındık bahçelerinin arasında yavaş yavaş yol alıyoruz. Manzara harika, her taraf

fındık. Arkadaşlar bahsederdi işte şu kadar ton fındık topladık bu yıl diye hayal edemezdim. Şimdi çok iyi anlıyorum tonlarca fındığı gördükçe. Sağım solum önüm arkam “fındık” Bu kadar fındık görmüşken tadına bakmadan gidilir mi buralardan hem de hasat zamanı. Eşime “Ben buradan taze fındık tatmadan gitmem” diyorum. Diyorum da fındık satan yok. Evlerin avluları fındık sergisi, görsem biri tadımlık isteyeceğim ama rast gelmedik bir türlü. Eşimi ikna edip gözümü kestirdiğim bir evin önünde durduk. Zile bastım: -Selamun Aleyküm Teyzeciğim -Aleyküm Selam Kızım (Güneş gelen gözlerini kısıp beni tanımak için bakmaya çalışıyor) -Ben yabancıyım Teyze, gezmeye geldik buralara. Fındıklarınızdan tatmak istedik ama satan yok. Biraz fındık satar mısın bize. -Olur mu öyle şey yavrum bekle geliyorum. (Elinde poşetle gelir) -Nerelisiniz, nerelerden geldiniz bakalım? (Bu arada poşeti fındıkla dolduruyor) -Ben Zonguldaklıyım eşim Gümüşhaneli, İstanbul’dan geliyoruz Teyze. Bu kadar fındık yeterli tadına baksak yeter -Taa nerelerden gelmişiniz, kapımı çalmışınız olur mu hiç (Para uzatıyorum Teyzeye) -Yeterli teyzecim buyur. -Aaaa bak şimdi ne bu. Hadi alın gidin varın yolunuza -Bizim de paramız nasib olsun teyzem size -Yok yoook dua ediverin, Allah kazadan beladan korusun, bunun parası alınır mı. Afiyet olsun yiyin, yavruna da yedir. Yiyin ama çok yemeyin, fındıklar yağlıdır karnınız ağrır. Şöyle böyle derken eli açık, gönlü güzel Teyzeyi ikna edemedik vesselam. Fındığımızı 55


yiye yiye Çiseli şelalesine ulaştık çok şükür. Manzara güzel, sessiz sakin. İstanbul’da geride bıraktığımız sıcak havayı düşündükçe oldukça serin ve temiz bir hava. Muhammed Salih hemen taş toplayıp taş atıyor suya. Bu aralar favorisi. Buraya da Gaga gölü için söylediklerimi yineliyorum. Yolunuz uzunsa ulaşımın meşakkatli oluşundan dolayı buraya uğramamak daha isabetli olur.

Birkaç yıl önce Trabzon’u ziyaret edip güzelliğini müşahade ettiğimizden dolayı bu kez Trabzon’da sadece Akçaabat’ta mola verip Çamlıhemşin’de konaklayacağımız yere geliyoruz.

hadi dereye taş atmaya gidelimmm” diyor Muhammed Salih. Sonu gelmeyen taşları attıktan sonra zar zor ikna ederek avuç içi kadar olan Çamlıhemşin merkezinden geçerek gezi güzergahımıza yöneldik. Civarın en büyük kemer köprüsü olan Şenyuva köprüsünde durduk. Bu mıntıka pek çok diziye filme ev sahipliği yapmış. Biz de bir iki poz verip yeşilin içinden seyreyle seyreyleye Zil Kale’ye çıkıyoruz. Güzergahta yol alacağınız manzara süper. Hele ki kaleden göreceğiniz manzara süper ötesi. Kale, gözetleme ve kervan geçişlerinde konaklama amaçlı kullanılmış. Manzarayı seyreylerken düşünmeden edemiyorum; buraya düşman gizlense ağaçların arasından nasıl seçilir ki? Ya da düşman buranın yerlisi değilse bu manzara karşında büyülenip işini gücünü bırakır merhamete gelir, beni de aranıza der. Ya da aksine “Bu güzellikler bizim olmalı” mı der. Falan filan düşünmeceler. Polovit şelalesinde de güzelliği seyrettikten sonra Ayder’e geçiyoruz. Ayder evet çok güzel ama yukarı kısımlar için geçerli. Giriş panayır havasında, kalabalık alan. Taksim'i Ayder'de yaşamak istiyorsanız buyrun, dediğim gibi tercih meselesi. Pokut ve Sal yaylası hayal ettiğim yayla ortamı. Ressam çizmiş, ben de köşeden izliyorum. Öyle zaten. Bir de sis çöktü, off dumanlı dağlar. Ama bir çıkışımız var, iç organlarımın acısı henüz geçmedi. Yollar kötü, aracınız 4x4 değilse özel aracınızla çıkmak mümkün değil. Günübirlik turlar var. Bir turla anlaşıp çıktık. Bizim şöförümüz kanı deli bir Karadeniz evladıydı. Mahvetti bizi. Değdi mi, kesinlikle.

Yaz sıcağında bile gürül gürül akan Fırtına deresinin sesiyle uyanıp yeşile göz açarak güne başlamanın keyfi tarifsiz. “Babaaa Anneee

Rize’den ayrılırken methini duyduğumuz Kıbledağı camiini ziyaret etmek istedik. Yol virajlı ama asfalt. Zirveye çıkış manzarası

Her ne kadar hava bulutlu olsa da gün batımında Yason Burnu’nda vakit geçirdikten sonra dinlenip bir sonraki güne enerji toplamak üzere otelimize geliyoruz. Uzunca tüneli geçtikten sonra güzel Ordu’nun güzel sahilinde turlayıp teleferikle Boztepe’ye çıkıyoruz. Manzara muhteşem. Bu ifadeyi gezi boyunca çokça kullanacağım sanırım. Gerçekten de çok güzel. Daha önce de teleferik tecrübelerimiz olmuştu ama maviyi, şehri ve yeşili bir arada görmek farklı kılıyor Boztepe’yi. Biraz Boztepe’de vakit geçirdikten sonra Giresun Kalesi’nden şirin Giresun’u seyreyleyip meşhur Akçaabat köftesini tatmak için Akçaabat’ta yine arabaların fazlaca olduğunu fark ettiğimiz talep gören bir yerde duraklıyoruz. Tercih isabetli, lezzet şahane.

sayı//52// aralık 56


muhteşem. Abartmıyorum ki. Çay bahçelerinin arasında yolculuk. Gözünün alabildiğince çay. Top top yeşilliklerin arasından yuvarlanıveresi geliyor insanın. Ordu-Giresun fındık diyarıydı, buralar ise çay. Bahçeleri hayranlıkla izlerken “belki denk gelir de bu çayları biz içeriz” diye gülüşerek el sallıyoruz çaylara ve yavaş yavaş zirveye ilerliyoruz. Zirvede manzara eminim çok güzeldir. Güzeldir diyorum çünkü kısmetimize sis karşıladı bizi. Camiyi bile zor seçtim. Efendim yediğiniz içtiğiniz size kalsın derler de muhlamayla turşu kavurmadan bahsetmeden olur mu. Rize’den muhlama ve turşu kavurma yemeden çıkmayın. Aç olmasınız bile yiyin efendim yiyin. Tabi bir de Çayeli’nde kuru fasulyenin hakkını da vermek gerekin, yol üzerinde zaten. Yemek önemli, gastronomi gezisi de olsun değil mi. Buralara kadar gelip de Muhammed Salih memleketini görmesin miydi? Nerelisin diye soranlara “Gümüşhaneliyim” diyor. Çok da hoşuma gidiyor. Gerçi %50 Gümüşhaneli, %50 Zonguldaklı. Sevemiyorum ben “İstanbulluyum” söylemlerini. Doğmasan da büyümesen de taşıyorsun arkadaş, anne baba aktarıyor hem şifahi hem genetik. Genlerle memleketin de taşındığına kalben ve mantıken inanıyorum. Oranın havasına, suyuna, yetişen bitkisine, etine sütüne ihtiyacı var vücudun. Herkes memleketine sahip çıkmalı, benimsemeli ve memleketiyle bağını koparmamalı. Neyse bu, uzun uzadıya tartışılacak bir konu. Biz Gümüşhane’ye yol alalım. Enteresan bir coğrafyaya sahip Gümüşhane. İnsanı şaşırtır derecede. Gümüşhane’ye ilk gidişim değil ama her defasında hayret ederek geçiyorum bu yolları. Coğrafya derslerinde coğrafi bölgeler ayrılırken bölgeler bir anda farklılaşmaz, benzer özellikler devam eder derdi hocalarımız. Burası istisna. Zigana dağını geçince resmen bıçak gibi kesiliyor, bitki örtüsü bir anda değişiyor. Trabzon ve Gümüşhane bambaşka bitki örtüsüne sahip. Daha çok Doğu Anadolu illeriyle benzerlik gösteriyor. Bu değişimi görmek, meşhur pestil-kömeyi tatmak için buralara kadar gelinir arkadaş. Yani ben Gümüşhane pestil-kömesini yemeden önce yediklerimi pestil-kömeden saymıyorum. Gümüşhane ziyaretimizin ardından bizim dönüş yolculuğumuz başlıyor. Önümüzde

bayram var. Bayramın hakkını vermek, büyükleri mutlu etmek gerekir. Anılarımıza bu keyifli seyahatimizi ekleyerek güzel dualarla selam ediyoruz.. İlave: Gezdiğim gördüğüm yerlerin hep güzelliklerinden bahsettiğim doğrudur. Peki hiç mi can sıkıcı bir şey olmadı, her şey çok mu güzeldi? Tabiiki de hayır. Yazının seyrini bozmak istemedim. Her biri doğa harikası olan Rabbimin yarattığı bu güzellikleri kirli ellerimizi sürerek mahvediyoruz. Bile bile, göz göre, canlı canlı ciğerlerini deşmişiz yaylaların. Sadece yaylalar da değil, şehirler de öyle. Çarpık kentleşmenin önünü neden alamıyoruz? Hadi eskiden bilinçsizce yapılan inşaatlar için yapılacak bir şey yok diyelim. Hali hazırda devam eden inşaatlar da bilinçsizce değil adeta bilinçsizlik ötesi. Bazı yapıları görünce bunu yapanlar vatan haini olmalı diyorum. Gördüğüm diğer vatan hainleri de etrafa çöp atanlar. Yaylalara çıkarken yol boyu çöp topluyor temizlik işçileri. Belirli periyotlarla temizlediklerini tahmin ediyorum. Çünkü torbalarda biriken çöpü gördüğümde içimden neler geçirdim o da bana kalsın. Keşke büyük şehirlere bu kadar sıkışmak zorunda kalmasak da memleketimizin her köşesindeki toprağı her açıdan hakkını vererek değerlendirebilsek. İnternette gördüğüm bir duvar yazısıyla derin düşüncelere dalıyorum: “Allah seni nereye diktiyse orada çiçeklen” Olumsuzlukları şu kenarcıkta değerlendirivereyim istedim. Yok saymadım. Hayatımızdaki olumsuzlukları da yok sayamayız ama böyle bir kenarda tutsak, güzelliklerin içine karıştırmasak ama varlıklarının farkında olarak onlarla birlikte yaşasak daha mı mutlu oluruz ki. 57


Neye atsam elimi, hatta tutsam dilimi, Yanlış çıkar karşıma, Kâr bildiğim kalemler, Akıbet, zarar kalır.. Kâmil Uğurlu

İFTİRA ENFLASYONU

Unutmadan söyleyelim ki mevzuumuz kültürümüze sahip çıkmak olacaktır. Tabiî ki “kültür” denilince bunun ne kadar büyük bir mecraya yayıldığını hepiniz takdir edersiniz. Seyfettin ERKMEN

uhterem Kamil Uğurlu Bey “Şiir bitince, bitmemelidir” der. Bu sözün gerçekten sözler içinde bana tesiri büyüktür. “Mugalata ve söz kalabalıklarıyla uzayan şiir daha baştan bitmiştir” demek ister. “Hatasız teşbih olmaz” deyimine yaslanarak başlayalım isterseniz. Eğer bütün yaşantılar kendi mecrasında birer şiir olacak olsaydı, birazdan sizinle okuyacağımız satırlarda 80 senedir başlamış ve bitmemiş aynı zamanda Kamil Uğurlu Bey’in deyimiyle başlamadan bitmiş mugalatalarla dolu bir şiire şahitlik edeceğiz. 2000’li yıllar, galiba geçmişten kopmak ve nefret etmek için kurulan iftira ve yozlaştırma mekanizmanın iflasına şahitlik ediyor. Maalesef bir iftira ve yaftalama enflasyonu var şu sıralar (Yoksa iflasyonu mu diyecektik). Unutmadan söyleyelim ki mevzuumuz kültürümüze sahip çıkmak olacaktır. Tabiî ki “kültür” denilince bunun ne kadar büyük bir mecraya yayıldığını hepiniz takdir edersiniz. Yazımıza başlamadan önce Mahir İz Hoca’nın Yılların İzi isimli değerli eserinden konuya az çok açıklık getirerek başlamak isteriz. Bizim mevzuumuz Harf İnkılâbı olmadığını evvela belirtelim sonra mevzuumuzda da alakasının olduğunu düşündüğümüz kısımları Mahir Bey’in harf inkılâbında ileri sürülen görüşleri naklederken yazdıklarını aktaralım; “… bir milletin varlığı milli kültürü ile payidar olur. Maziden alakasını kesen bir millet görülmemiştir. Amerika’ya gelince, o milletler halitasıdır(farklılıklardan oluşmuş bir bütün), milli kökten mahrumdur; orda ancak madde ve teknik ayaktadır ve bütün varlığını buna dayamıştır. Fakat beşeri duyguların, insani hislerin, ecdad, anane ve mefahirin o cemiyette yeri yoktur; kendinden üstün başka bir kuvvetin zebunu (ortaya çıkışı) olduğu gün eşya mertebesine iner”. (Mahir İz, Yılların İzi, İrfan Yay., İstanbul, 1975, s.85) Zannedersem bunu okuyan herkes Osmanlı’nın son devirlerinden başlayarak gerek Birinci Dünya Harbi’nde gerekse de Milli Mücadele devrinde her sahada bizden kat-kat üstün olan

sayı//52// aralık 58


düşmana karşı dini ve milli kültürümüzün verdiği bir vecd ile nasıl ayaklanıp mücadele ettiğimizi hatırlayacaktır. Konumuzu açacak olursak değerli okuyanlar bütün bu yazılanların milli değerimiz olan Sultan Süleyman’a “Salak” diyecek kadar meydanı at ahırı zannedenlerle bir nebze de olsa bir alakasının olduğunu herhalde yazandan daha iyi anlayacaklardır. Geçmişe kalkıp sövmeyi ilericilik telakki etmek gibi bir dimağ hastalığımız var maalesef. Aslında milli değerlerimizi, fenni ve teknolojik ilerlememiz ile mezcettiğimiz (bütünleştirdiğimiz) takdirde bunda sebat edersek büyük faidelerini göreceğimiz aşikardır. Yukarıda bahsettiğimiz Mahir İz Bey’in söylediklerini yine kendi sözleriyle açıklarsak daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. “Teknik sahada “Eğitim” işleriyle uğraşmanın ne kadar faydalı olduğu her gün biraz daha anlaşılmakta ve teberrular bu sahada devamlı artmaktadır. “Kültür” sahasına da bu alaka gösterilecek olursa madde ve mana bir arada kemale ulaşır.” (a.g.e ,s.397) Her neyse 1950’li yılların Din’de reform gibi safsatalarını öne sürerek evvelki ulemaya dil uzatanları o dönemin dergi ve gazetelerinden bir süre takip edebiliyoruz. Yani artık “dini yaşayamazsınız” değil de hiç olmazsa “Hayır, öyle yaşanmaz böyle yaşanır” ya da “Bütün Dünyada şöyle okunsa da, benim namazla işim olmasa da böyle okunması gerek” diyen sözde âlimlerin ifsadının türediği vakitlerdi o sıralar. Bu yazımı aylar önce ilk defa yazdığım sırada “o sıralar” demeyi uygun görmüştüm. Bugün bazen öyle boşboğazlardan sesler yükselse de biz yine geçip gitmiş bir lekeli vakitmiş gibi “o sıralar” diyelim. Onlar belirli bir dönem etkili olmuşlar ise de bereket versin devamlılık gösterememişlerdi. Ne olursa olsun bugün bile geçmişten kopmak, dini tahrif etmek isteyenler Hasan Basri Çantay’ın deyimiyle “Türkiye’yi ıslah için Avrupa’dan damızlık getirelim” diyen Abdullah Cevdet gibilerine nazaran “daha toydurlar”.. (Sebilürreşad, Sayı:256, Cild:11, s.82) Fakat üzülerek söylemek gerekir ki, tarih sahasında milli değerlerimiz olan ve manevi duygularımızın diri kalmasını sağlayan kültür değerlerimize bunu yapan toy değil daha çok sağa sola “cahil” gibi kavramlar kullanarak sataşan oldukça besili ve tok bir güruh var. Farklılık göstermek ve revaçta kalabilmek için şok tesiri yapma müsabakalarına şahitlik

ediyoruz şu sıralar. Hatta birinin tesirini üzerimizden atamazken bir diğer akıl tutulması iddiayla karşı karşıya kalıyoruz. Bir yerden sonra oturup son kerteye kadar izleyip hepsine birden gülmeyi istiyor ama arada kıkır kıkır gülmemek elde mi? Hani önceden bir iddia ortaya atılır günlerce belki aylarca sıhhati tartışılırdı şimdi öyle mi? Müfterilik de çağ atladı, hızlı bir gelişme içerisinde, yetişene aşk olsun. İşte bu olaylar ister istemez iftira kampanyası ve geçmişten kopmak için ellerinden gelen gayreti sarf edenler arasında bir enflasyon ortaya çıkarmaktadır. Zira “felanca paşa içiyordu” diyen adamdan sonra diğer bir kimse ne yapayım da gündeme gelirim diye düşünürken aklına “hah o paşa padişahla beraber içiyordu” dersem bir tık daha fazla gündemde kalırım diye söyleye-yazıyordu ki diğeri atlayıp “Fatih Müslüman değildi” demez mi? Al bir de buradan yak. Diğeri geceler boyu düşünsün üzerine daha ne tür bir spekülasyon yaparım diye biri çıkıp tüm piyasayı darmadağın etsin. Sonra tekrar oturur şuna cahil deyip şöyle delillerle izaha çalışayım diye kalemi oynatmaya başlıyor ki diğeri tekrar çıkıp ben senden daha bir semizim diyerek “salak” deyip noktayı koymaz mı? Diğer toy gayretşinâsın karaladığı birkaç cümle tekrar çöp… Anlaşılan bu konuda da hak gözeten kalmamış. Gördüğümüz üzere karmakarışık bir piyasa var müfterilik mecrasında. Teknoloji sahası bile birden şok etkisi yapmayacak şekilde uyumlu giderken bu mecranın böyle hızlı gitmesi gerçekten hayranlık verici. Nihayet bir sektörde dünya devi olacak mevkie gelmek üzereyiz. Helal olsun. Refi’ Cevat Ulunay, Neyzen Tevfik için “kalemini önce lağıma batırır sonra yazmaya başlar” demişti. Ancak biz bunları yazıların yanı sıra sözlerin sahiplerinin ağızlarından da duyduğumuzdan kalem yerine ağzı kullanıp yazamıyoruz maalesef. Yoksa bu misalde kalem devrimizde yerini herhalde ağızlara bıraktı. Buna benzer bir misal geliyor aklımıza fakat bizim kalemimiz lağıma değmesin. Değerli okurlar, ağyara dokunduk ise affoluna, ağalara dokundu ise ne mutlu bize. Şunu da söylemekte fayda var; biz bunları yazarken de bir akıl tutulması meydana gelmiş olabilir. Ne yapalım kulağımız kirişte beklemekteyiz… 21. Yüzyılın geçmişe söveni; bir komik tiyatro şöleni; yaslanın arkanıza, gülün doyasıya. 59


stanbul Büyükşehir Belediyesi’nin destekleriyle Kazıbekova’nın “Cama İşlenen Sanat” sergisi Türk Dünyası Kültür Mahallesi’nde açıldı. Kırgızistan, Rusya ve Kazakistan’da 20’den fazla sergiye imza atan Ressam ve Dekoratif Cam Sanatçısı Kayırgül Kazıbekova’nın “Cama İşlenen Sanat” sergisi 17 Kasım’da Topkapı Kültür Parkı Türk Dünyası Kültür Mahallesi’nde açıldı. 30 Kasım’a kadar ziyaret edilebilecek sergide; sanatçının cama işlenen kolye, küpe, soyut ve natürmort tablolarının yanı sıra kara kalem çalışmalarından eserler yer alıyor.

CAMA ÜFLEYEN RUH; KAYIRGÜL KAZIBEKOVA

Cam boyama, Kırgızistanda yeni yeni gelişen bir sanatdır. Bu dekoratif sanatın Kırgızistan’daki ilk uygulayıcısı ise Kayırgül Kazıbekova’dır Salih DOĞAN*

İstanbul Kırgızistan Başkonsolosluğu öncülüğünde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraki Kültür A.Ş.’nin destekleriyle Topkapı Türk Dünyası Etnografik Müze Evler Sergi Salonunda açılan bu sergi de Ressam ve Dekoratif Cam Sanatçısı Kayırgül Kazıbekova göçebe Türk kültürünü sembolize eden ,taştaki Türk izleri petroglifler, kaya resimleri temalarını işlemiştir. Kazıbekova’nın çalışmalarından cama işlenen kolye, küpe, soyut ve natürmort tabloların yanı sıra kara kalem çalışmalarından da eserler sanatseverlerle buluştu. Kişiye özel tasarımlar da yapan sanatçının çalışmaları arasında cam üzerine özel ev dekorları, avize, masa, sehpa ve cam üzerine istenilen ölçüde yaptığı tablolar yer almaktadır. İstanbulda bulunan Türk Dünyası temsilcileri ve STK ları başta olmak üzere sergi bir çok ziyaretinin ilgisiyle karşılanmıştır.Resimlerinde çağdaş teknikleri de kullanan sanatçı Kazıbekova; özellikle Antalya’da bulunduğu dönemde etkilendiği Akdeniz ve akdeniz insanının sıcaklığı samimiyetini resimlerinde gözlemlemek mümkündür. Eserleri Kırgızistan müzelerinde, özel koleksiyonlarda ve ayrıca Asya ülkeleri başta olmak üzere Amerika, İngiltere, Fransa, Kore, Kanada, Almanya ve diğer ülkelerin özel koleksiyonlarında bulunan Kazıbekova, Kırgızistan, Rusya ve Kazakistan’da 20’den fazla sergiye imza atmış bir sanatçıdır.

*İBB Panorama 1453 Müdürü

sayı//52// aralık 60

Kayırgül Kazıbekova “Cama İşlenen Sanat” sergisi 30 Kasım 2018 tarihine kadar her gün 08.00 – 17.00 saatleri arasında Topkapı Kültür Parkı Türk Dünyası Kültür Mahallesinde


ziyarete açık olacaktır.Türk Dünyası kültürel mirası adına önemli bir sergi tanrı dağlarından izleri İstanbula taşıyan sıradışı objeler semboller imgelerle dolu , gezip görmek herkese geçmiş kültürlere dair farklı duygular yaşatacaktır diye düşünüyorum. KAYIRGÜL KAZIBEKOVA HAKKINDA

Kırgızistan’ın Oş şehrinde doğan Kazıbekova, Kırgız Cumhuriyeti Sanatçılar Birliği’nin üyesidir. Chuykov Kırgız Devlet Sanat Yüksekokulu Dekoratif bölümünden 1991 ve Oş Devlet Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Çizim Fakültesi’nden 2003 yılında mezun oldu. Cam boyama, Kırgızistanda yeni yeni gelişen bir sanatdır. Bu dekoratif sanatın Kırgızistan’daki ilk uygulayıcısı ise Kayırgül Kazıbekova’dır. Avrupa’daki ortaçağ katedrallerinin vitray pencerelerini sanat dünyasının örnekleri olarak saydığımızda, cam boyama tekniğinin oldukça eski olduğu anlaşılmaktadır. Tabi ki mimarlıktaki küçük resim ve vitray pencerelerinin tekniği ile cam boyama sanatı tıpatıp aynı değildir. Fakat her ikisi de camla bağlantılı olduğu için birbirlerine yakındır. Ressam öncelikle grafik sanatına ilgi göstermiş ve 90’lı yıllarda sergilenen “Aile” , “Kutsal Süleyman Dağı”, “Yeni Hayatın Doğuşu”, “Başkalaşım” gibi toplamda 150’yi bulan zarif eserlerini sunmuştur. Oş ve Bişkek şehirlerinde düzenlenen kişisel sergide insan varlığının anlamı, mutluluğun değişken anları, ümit, beklenti ve çöküşler hakkında ressamın iç dünyasını yansıtan eserler bulunmaktadır.

Kara kalem ve yağlı boya resimlerinin dışında da farklı bir alan oluşturarak, usta çizimlerini cam boyama tekniğine taşımıştır. Bu sergide, Kazıbekova’nın çalışmalarından cama işlenen kolye, küpe, soyut ve natürmort tabloların yanı sıra, kara kalem çalışmalarından da eserler bulunmaktadır. Sanatçı, kişiye özel tasarımlar da yapmaktadır. Cam üzerine özel ev dekorları, avize, masa, sehpalar ve cam üzerine istenilen ölçüde tablolar yaptığı çalışmalar arasındadır. Kayırgül Kazıbekova’nın sanat eserleri emsalsiz ve evrennserliği ile farklılaşmaktadır. Ünlü Anna Ahmet Ova’nın “Keşke, bilseydiniz nasıl bir çöpten hiç utanmayarak şiirler büyümekte” demesi gibi ressamın elindeki her madde bir sanat eserine dönüşmeye eğilimdedir. Kazıbekova’nın “şiirleri” olay örgüsüne uygun, plançetelere yapıştırmak üzere hazırlanan çeşitli, renkli, parlak kağıt parçalarından oluşmaktadır. Bu teknik “Dekupaj” olarak adlandırılmaktadır. Dekupaj örnekleri nadirdir. Bu nedenle ressamın eserleri öncü ve yenilikçi niteliktedir. Eserler sadece emsalsizliği ile değil komposizyonu ile, olay örgüsünün içeriği ile ve biçimin uyumsallığı ile de tanınmaktadır. Ressam için içerik ile biçimin kombinasyonu büyük önem taşımaktradır çünkü ancak o zaman eser seyircinin gönlüne dokunmakta, onu ikna etmektedir. 2003 – 2007 yılları arası ressamın hayatındaki önemli bir dönem aralığıdır, bu dönem içerisinde ressam kendi profesyonel varlığını denemiştir. Bununla birlikte uzun süren ekonomik bunalım koşullarında ailesiyle 61


Dağlık bölgede bulunan ulusal kültür eserleri sergilenmektedir. Ressam etnik stilin imkanlarını kullanmakta ve çağdaş enteriyöriyi ulusal ruhta modernleştirme arzusunu sergilemektedir.

birlikte yaşam mücadelesi vermiştir. Moskova’ya seyehati “memleketinden uzaktaki hayat okulu “ niteliğindedir. “Fayin – ferro “ stüdyosu, Tehplas, “Restar” araba servisi, tekstil dizaynı stüdyosundaki çalışmaları hem yeni bilgiler edinmesini hem de avangard biçimler öğrenmesini sağlamıştır.Aografi, serigrafi ve retro otomobillerin boyanma ( Zim – 1949 yıl yapımlı) çalışmaları için, “Tabii, onlar için büyük sanat eserleri demekten uzağım, ancak ailemi geçindirmemi sağlayan karlı ticari eserler” demektedir ressam Kayırgül Kazıbekova. Öğrendiklerive yeteneği hem cam resimlerini yapmasına ve hem de Moskova’daki İtalyan restoranlar zincirini süslemeye yardımcı olmuştur. Kazıbekova, memleketine döndüğünde Koşoy – Korgon (Narın bölgesi, Atbaşı ilçesi, 2007 yılında) tarih – arkeolojik müzesini sanatıyla donatmak için sipariş almıştır. Müzenin dekorasyonunda boz üy (boz ev) şekli verilen binanın dış bölümünün dekore edilmesi ve dış alanın dekorasyonu (büyük giriş kapısı ve çit) bulunmaktadır. Tarihi – arkeolojik bölüm konumundaki birinci katın iç dekorasyonu friz döşeme ile göçebe hayatı sergileyen öykülerden oluşmaktadır. Dikey dekorasyonlar petroglyphs resimlerini içeren özel taşlar ile süslemiştir. Merkezde ise Kazıbekov’nın çizimi ile hazırlanan, spiral şeklindeki, tüm alanı aydınlatan vitrinler yerleşmektedir. İkinci kat etnografik bölümünden oluşmaktadır. sayı//52// aralık 62

Kazıbekova’nın ikinci büyük işi “Dorboy” (2008) camiisidir. Caminin alanı 800 metrekaredir. Geleneksel müslüman camilerin mimari ögesi olan kemerli giriş ve neşter pencerelere uygun gelen bir dekorasyon yapma düşüncesinde olduğu için daha önceki çalışmalarında olduğu gibi tasarımı yapmadan önce derinlemesine araştırmalar yapmıştır. Müslüman grafiğini, ornöman, Arapça metin yazmalarını öğrenmiştir. Tasarımın son hali, nakış resimler ve ağaç üzerine oymalar, bazı yerlerde altın varak ögeler içermektedir. 2009 – 2010 yılları “Supura” etno – kompleksin çizimlerinin bir kısmının (3,5 m çapındaki avizenin, kapıların, boz üyün bir bölümü) süslemesini yapmıştır. Günümüzde Kazıbekova dokuma, nakış, kurak gibi ulusal sanat kültürüne ilgisini sergileyen camdan eserleriyle ile sanatseverleri buluşturmaktadır. Ressam Camın yapısıyla ilgili bilgisi ve resim ile bu yapıya yaptığı vurguyu, hayatı boyunca edindiği tüm beceri, yetenek ve bilimleri S.A Çyukov isimli okulunda öğrencileri ile cömertçe paylaşmaktadır.Günümüze kadar ressam 20’den fazla sergi düzenlemiş ve bazı eserleri müze ve özel koleksiyonlarda yer almıştır. (Toktosunova G.İ. Kırgızistan Cumhuriyet’inin Sanat Akedemisinin Yedek Üyesi) ÖDÜLLER:

• 2011 “İğne Formülü” sergisinin düzenleyicileri tarafından ana stand tasarımı için sertifika ve teşekkür belgesi ile onurlandırılmıştır. • 2008 “Sıfır kilometre “ en iyi kroki dalında Bişkek şehrinin belediyesinin teşekkür belgesi • 2008 “Şabıt” Gençlik Festivali’nin düzenleyici sertifikası. Astana, Kazakistan • 2007 Kırgız Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın şeref belgesi • 2006 “Kültürün Mükemmel İşçisi”madalyası • 2000 “Barış Adına” uluslararası festivalde Oş bölgesi Valiliği Teşekkür Belgesi •1999 Oş bölgesi Valiliği Şeref Belgesi


Yunus Gibi

- Karaman ağzıyla-

Âlemi yaradan hazretî Yezdan Şu benim hâlimi görüp durma mı? İllerin sesi arşa ulaşır Benim arz-ı hâlim dile gelme mi?

Çeşmende nöbete girdim Yetmiş yılımı yetirdim Sıramı illere verdim Gayri benimkisi dolma mı?

Desturla yola düştüm Nice mâniler aştım Eşiğine ulaştım Merâmım sana varma mı?

Rüsvây olmuşum nice Günahlarım irice İllerin dileği recâ Benimki yalvarma mı?

Kara tencerede kaynar yüreğim Neyim varsa, âriyettir, vereyim Hod ömrümü bulutlara sereyim Rahmetin bol, buralara yağma mı?

Kâmil bunda hor söyleme Dağlarca günâh eylersin Gerçi sahibin Çalap Naz ettiğini bilme mi?

Azığım yok, suyum artık Aklım ezelden karışık Sağım sarhoş, solum âşık Bunda yolculuk olma mı?

Kâmil UĞURLU

İller: Eller, başkaları Hor: Kötü, hoşa gitmeyen Destur: İzin, müsâade Rüsvay: Rezil, perişan hâl Hod: Değersiz

63


anat, edebiyat ve estetik alanlar, toplumsal yani sosyal alanlardır. Fikirlerin, düşünce hareketliliklerinin, felsefi oluşumların, bedii sanatların birbirleriyle olan irtibatları, kuşkusuz toplum bireyleriyle de irtibatlıdır. Edebiyatı toplumdan, toplumu edebiyattan ayrı düşünemeyiz. Bireyin dile muhtaçlığı neyse, edebiyata, sanata muhtaçlığı da odur. Buna “birbirini etkileme nazariyesi” diyebiliriz.

ŞEHİR, EDEBİYAT

VE TOPLUM Şehirler ;Edebiyat, sanat, musiki, estetik ve şiir ile her daim yenilikler peşinde, farklılıklarını yansıtırken aykırılıklarını da beraberinde taşır.

Recep GARİP

Edebiyatın dili, konuşma dilinden kuşkusuz farklıdır. Sanat ve estetik kaygılarını içinde besler. Seçkin ve seçilmiş kelimeler dünyasından derlediği kelimelere edebi bir lisanla hükmünü icra eden yazar, edebiyatın dışındaki kalemlerden böylelikle ayrılır. Edebiyat yazarı, mutlak surette bir meselenin halline dair endişelerden yola çıkar. Toplum içinde yaşanılmış olan kırılmalardan faydalanarak çıkış yolları gösterir. Her türlü kargaşanın, karışıklığın, siyasi karanlıkların içinden aydınlık bir geleceği görmeye çabalar yazar. Bunu yaparken kalemin ustalığıyla dilin esrarından faydalanır. Edebiyat, toplumun hafızasıdır. Bedii alanların varlığı aynıyla medeniyetin de varlığıdır. Asırları yani geçmişi bugüne taşıyan sanat eserleridir. Edebî ürünler, fikri hareketlilikleri yansıttığı gibi, siyasi ve sosyal hadiseleri de yansıtır. Yalnızca savaşa dair notlar bile dönemde var olan hareketlikleri, kırılmaları da bizlere gösterir. Dünü doğru teşhis ederseniz, bugüne doğru tedaviler hazırlarsınız. Sanatın taşıyıcı iksiri, toplumun seviyesini gösterir. Edebiyat, toplumun dilini, dil ile ilgili verilerin tamamını kullanır, şehrin dilini kullanır. Dil, var oluşun anlamı, Allah’ın insanlığa lütfettiği en büyük hazinedir. Kelimeler sesle birleşerek dilin ahengini, coşkusunu, hüznünü yansıtır. Şiirler, ağıtlar, maniler, halk şiirleri, türküler ve folklor gibi unsurlar dilin alanıdır. Dil, varlığımızın kendisidir. Varoluşumuza işaret eder. Dildeki hassasiyet, toplum hafızanın tezahürü olduğu kadar, dinin yani inancın anlaşılması ve yaşanılmasını da bize gösterir. Dili düzgün kullanan insan, emanetin farkındadır. Emanet, hayat ve içindekilerin tamamıdır. Dil canlı bir varlıktır, sürekli hareket halindedir. Dilini kaybeden dinini de, devletini de kaybeder.

sayı//52// aralık 64


Toplumun değerler sistemi, dil üzerinden inşa edilir. Dilimizdir bizi köklü kılan, tarihimizin yaşanmışlığını aktaran. Emperyalistler, toplumları dilleri üzerinden bozar. Bu nedenledir ki dile sahip çıkmak, kimliğine sahip çıkmaktır. Dile sahip çıkmak; dine, vatana, edebiyata, şiire ve sanata sahip çıkmaktır. Edebiyat, toplumun seviyesini, kültürünü, bulunduğu iklimi gösterir. Dil bozulunca, millette, devlette, kültürde bozulur. Emperyalizmin en büyük tuzağı, dille oynamak ve o dili kök değerlerinden uzaklaştırmaktır. Başka bir milletin dilini öğrenerek o toplumu doğru anlayabilir, yorumlayabilirsiniz. Çünkü kelimeler geldikleri dilin yani toplumun ahlakını da, karakterini de, kültürünü de yansıtır. Edebiyat, toplumun dili, aklı ve yüreğidir. Toplumun fikirlerini, düşüncelerini, inanışlarını, edebi ve sanat kuramlarını geliştiren, bizlere ulaştıran büyük bilgelere, ustalara, sanat ve edebiyat mensuplarına, ilim ve irfan adamlarına çok şey borçluyuz. Örneğin, Dede Korkut'tan, Yunus'a, Celalettin’i Rumi'den, Nesimi'ye, İbn-i Arabi’den, İbn-i Haldun'a, İbn-i Sina’dan İmamı Rabbani ’ye, Gazali’ye, Kaygusuz Dede'den, Sinan Paşa'ya, Nedim'den Şeyh Galip'e yollarımız uğrar. Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’na, Namık Kemal'den, Tevfik Fikret'e, Yahya Kemal'den, Mehmet Akif'e, Necip Fazıl’dan, Sezai Karakoç'a değin isimsiz binlerce fikir, düşünce, ilim ve edebiyat camiası bizleri beslemiş, bugünlere erişme imkânı vermişlerdir. Her birisinin kıymet ve değeri ortaya koydukları gerçekler ve eserleridir. Edebiyat, edeple, irfanla, düşüncelerimizi, hayallerimizi estetik bir anlayışla ifade edebilme sanatıdır. Aklı kullanma, düşünme, tefekkür etme, hayal kurma, hissetme gibi vasıflar insana ait unsurlardır. Edebiyatın, şiirin ve sanatın bir yönü ilim, diğer yönü hayaller, düşler, duygular olmalıdır ki birbirini tamamlasın. Bu unsurlar, eserlere yansır. Dolayısıyla toplumlar hakkında bilgiler verir. Demek oluyor ki edebi ürünler, medeniyeti inşa eder. Yüzyıllar evvelinde yazılmış bir eser, ait olduğu toplumdun izler taşır. Edebiyatı ayakta tutan ruh, canlı ve hareketli olmasındadır. Yanı toplumda olup biten olaylar karşısında tavır alıp, söylem geliştirdiği gibi, toplumu yönlendirmeye, savaşın başlamasına, bitmesine de yardımcı olur. Toplum problemlerine duyarlıdır şair ve yazar. Duyarsızlık, kalem erbabının işi değildir.

Kültür, sanat ve edebiyat dünü beslemekle kalmaz bugünü de besler, geleceği de. Bu nedenle dünde var olan toplum problemlerini çözer, çözüm yolları önerir geleceğe öyle yürür. Sahici edebiyatın işlevi, ödevi budur. Bireyin mutluluğundan yola çıksa da sanat ürünleri, toplumun mutluluğunu önde tutar. İnsanlar üzerinde oluşturduğu psikoloji, büyük insanlık için dilin, sanatın, estetiğin dolayısıyla edebiyatın ödevlerindendir. Okuyucu ile yazar arasındaki bu ülfet, kaleme yemin edilen unsurların etkisine işaret eder. Büyük devletlerin, uygarlıkların, medeniyetlerin ürettikleri, edebiyatları, sanatları, felsefeleri de büyüktür. Büyük düşünürlere sahip değilseniz başkalarının erdemlerinden, bilgelerinden beslenmek durumunda kalırsınız. Burada sıkıntı şudur; her kelimenin ve düşüncenin kendi kotları üzerinden yükseldiğini, izler taşıdığını, kelimelerin ahlak yapısının gittiği yere ahlakını götürdüğünü göz ardı edemeyiz. Burada felsefe devreye girmelidir. Çünkü felsefe; düşüncenin, ilimlerin, insan hafızasındaki çözümlerin merkezidir. Felsefenin varlığı insanın da bir bakıma varlığıdır. Tefekkürün bağında, bahçesinde bulunan her şey felsefenin alanıdır. Edebî eserler, örneğin romanlar, tiyatrolar, masallar kendi ülkesiyle sınırlı kalmaz, sınırsız yeryüzünde insanlığın nefesi olmayı sürdürürken, doğduğu toplumun, milletin sözcülüğünü de yapmış olur. Büyük romanlara, romancılara, yazarlara, toplum bilimcilerine ihtiyacımız her zamandan daha fazladır. Büyük dünya devleti olmanın en belirgin özelliği, dünya çapında kalemlere ve eserlere sahip olmaktan geçer. Edebiyatımızı farklı sıfatlarla anarak toplumdan koparmak, parçalanmalara, çatlamalara neden olur. Örneğin Divan Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Serveti Fünun Edebiyatı, Milli Edebiyat, Cumhuriyet Edebiyatı, Eski Türk Edebiyatı, İslâmî Edebiyat, Halk Edebiyatı, Toplumcu Edebiyat, Köy Edebiyatı gibi ifadeler genel anlayışımıza, okuyuşumuza zarar vereceği gibi kimi bölünmelere, ayrılmalara zemin hazırlar. Kuşkusuz burada kast ettiğimiz bir tartışmanın içinde yer almak değil, bilakis zihin birlikteliğini sağlamaya çalışmaktır. Alanların varlığı kıymetlidir ve ana başlık içinde küçük başlıklar oluşturur. Şairin, sanatkârın, bilgeliğin işi, zahirdeki olandan ötelere yürüyebilmek ve geleceğin tanziminde yol gösterebilmektir. 65


Bundan kurtulmanın hafızamızın güçlenmesine katkısı olacağını düşünmekteyim. Aynı husus musikimiz üzerinde de yaşanmıştır. Türk İslam Edebiyatı genel ifademizdir, öyle ifade edilmelidir. Türk Musikisi ifademizde kucaklayıcı, bütünleştiricidir. Bölmenin anlamı yoktur. Her bölünme kendi etrafında kümelenmelere sebep olacağı gibi dağılmayı, kırılmayı, zayıflatmayı da içinde taşır. Elbette ki bu bölünmeler, yani kollara ayrılmalar; o alanda ilerlemeyi de getirir. Lakin büyük düşünüldüğünde bölünmeler hayra değil, hakka değil, tevhide değil, tesanüte değil, uhuvvete değil, vahdete değil, ittihada değil bozulmaya, dağılmaya daha meyyaldir. Böl ve parçala anlayışının hayatın bütün alanlarına sirayet ettiğini göstermektedir. Bundan kurtularak bir bütün halinde hayatı kucaklamak, toplumu, devleti, vatanı, değerleri kucaklamak anlamına gelir. Güzel olan her şey, görebilen gözler için güzeldir. Zahirden bakışa, duruşa aldanma. Mesele gönüle girebilmektir. Ne varsa oradadır. Bundandır aynalara dönüp dönüp bakışın. Konuyu özetleyecek olursak eğer; Divan edebiyatını bireyci olarak görmek haksızlık olur. Şiire ve medeniyete isim olmuş “şiir medeniyetini” hafife almış olursunuz. Kişisellikler her zaman vardır, toplumdan kopuk ve faydasızdır. Dün vardı, bugün de, gelecekte de var olacaktır. Tanzimat Edebiyatının toplumla diyalektiği belki konuşulabilir. Lâkin sözdeki tesirin, şiirdeki tılsımın gücü her zaman var olmayı sürdürecektir. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi edebiyatçılar bireyci tavırlara genel itibariyle karşı çıkmışlardır. Toplumun, cemiyetin genel durumu ve problemlerini çözümleyen eserler sayı//52// aralık 66

ortaya koymuşlardır. Geçmiş dönemleri tamamıyla bireyci düşünmek haksızlık olur. İlim, irfan sahipleri ve edebiyatçılar, topluma yol gösteren yıldızlardır. Örneğin Farabi, Hoca Ahmet Yesevi, Mimar Sinan, İbni Sina gibi… Zaman zaman içe kapanma oluşsa da büsbütün öyle olmuştur denilemez. Bu durumu aslında Dede Korkut'tan Yunus'a, Mevlana'dan Hoca Ahmet Yesevi'ye, Fuzuli'den Şeyh Galip'e, Baki’ye, Nabi'ye, Hacı Bayramı Veliden, Hacı Bektaşi Veliye bu konuyu taşıyabiliriz. Serveti Fünun’ da böyledir. İçe dönüş yansıması olsa da yani ferde ait bir edebiyat eğilimi gözlense de hepsini böyle görmek haksızlık olur. Aslında baskı dönemleri her dönemde mevcuttur. Kalem erbapları-sahipleri, her türlü engele, muarızlığa, teröre, sisteme rağmen yazmanın yolunu bulan-bilen adamlardır. Diyebiliriz ki; Edebiyat, bedii sanatların bütününde olduğu gibi, insanlığın derdiyle ilgilenir, yani toplumun derdini, ıstırabını üstlenmiştir. Halkın, toplulukların, cemiyetin içinde var olan her hal ve durum edebiyatçının alanına girer ve edebi metinlerle dile gelir. Cemiyetten, milletten, halktan kopuk bir edebiyat yaşayamaz, düşünülemez. Çünkü edebiyat toplumun dili, dini, ifadesi, karakteri ve aynasıdır. Toplumun aklı, kalbi ve ruhu olan edebiyat kuşkusuz problemlerin işlendiği, çözümlerin arandığı laboratuvarlardır. Değişim ve gelişimi edebiyat metinlerinde öğrendiğimiz kadar tahlillerin, tasvirlerin ve tarihi vesikaların da dili, kalbi ve havzası durumundadır. Şehirler ;Edebiyat, sanat, musiki, estetik ve şiir ile her daim yenilikler peşinde, farklılıklarını yansıtırken aykırılıklarını da beraberinde taşır. Yenilenmenin, gelişmenin, felsefenin, tefekkürün yollarını böylece açmış olur.


İSTANBULA

TAŞIMAK

DR. ALİ KURT AK Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN

stanbul, özellikle 1950’li yıllardan sonra Türkiye için en önemli olgulardan biri olan “içgöç” ün simge şehirlerinden biri olmuştur. Anadolu insanı çeşitli sebeplerle “taşını” ve “toprağını” bile değerli görerek yollarına düştüğü İstanbul’a göç etmekle kalmıyor “memleketlerini” de buraya taşıyordu. Göç, sadece bir yer değiştirme ve göçülen mekânlara sığınmak değil aynı zamanda göç edilen coğrafyaya kendinden bir şeyler ekleyerek orayı benimsemek ve kök salmaktır da... İşte elinizdeki bu çalışmada, toplumun değişim ve dönüşümünde etkili kırılma noktalarını gözlemlemeye uygun tür olan romanlar üzerinden 1950-1980 yıllarında yayınlanmış Türk romanlarında ele alınan göç olgusu odağa alınarak roman kahramanı göçmenlerin göç yoluna düşme sebepleri, bu uğurda yaşadıkları ve nihayetinde İstanbul’a adım atmalarıyla hem kendilerinde hem de İstanbul’da başlayan değişim, dönüşüm akademik bir yöntemle irdelenmiştir.

ŞEHİR K İ TAP

MEMLEKETİ

67


ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI “BEN OKUDUKLARIMI VE YAŞADIKLARIMI YAZDIM…” Abdülbaki Gölpınarlı’nın yetiştiği çevre, kültür ve tasavvuf ile iç içedir. Babası Ahmed Agâh Efendi, Rusçuk’ta bulunduğu sıralarda Bektaşilik’e, İstanbul’a geldiğinde de Nakşilik’e intisap etmiştir. Fatih DALGALI

ence’nin Gökçay bucağının Gölpınar (Gölbulâh) köyünden Abbas Ağanın oğlu Mustafa İzzet Efendi, Rusçuk’a yerleşmiş ve burada Eytam Müdürü görevini üstlenmişti. İzzet Efendi’nin oğlu Ahmed Agâh Efendi de Vilayet Mektubi Kalemi’nde hizmetlerde bulunmuştu. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında İstanbul’a göçen Ahmed Agâh Efendi, Evkaf Nezareti’nde görev almış ve daha önceleri Rusçuk’ta takdirini kazandığı Ahmed Midhat Efendi’nin yanında, ömrünün sonuna kadar Tercüman-ı Hakikat gazetesinde görev yapmıştır. Tercüman-ı Hakikat gazetesinde uzun yıllar verdiği hizmetlerden dolayı Şeyhülmuhabirin ya da baba gibi unvanlarla anılan Ahmed Agâh Efendi, İstanbul’a geldiği yıllarda Dağıstan göçmenlerinden ve Çerkes olan Aliye Şöhret hanım ile evlenmiş ve bu evliliklerinden 12 Ocak 1900 tarihinde Abdülbaki Gölpınarlı dünyaya gelmiştir. Sultanahmet Dizdariye’de dünyaya gelen Abdülbaki Gölpınarlı’ya, ilk olarak dedesinin ismi olan Mustafa İzzet ismi verilmişse de uzun ömürlü olması düşüncesiyle daha sonra Abdülbaki ismi verilmiştir. Kendisinin seçtiği Gölpınarlı soyadı da köyleri olan Gölpınar’dan gelmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın yetiştiği çevre, kültür ve tasavvuf ile iç içedir. Babası Ahmed Agâh Efendi, Rusçuk’ta bulunduğu sıralarda Bektaşilik’e, İstanbul’a geldiğinde de Nakşilik’e intisap etmiştir. Engin bir kültür çevresinde yetişen ve yedi sekiz yaşlarında Bahariye Mevlevihanesi’ne devam eden Gölpınarlı, babasından aldığı eğitimin yanı sıra tasavvuf ve tarikat kültürü ile alakadar olmuştur. Daha küçük yaşlarda Bektaşilik, Nakşilik ve Mevlevilik yolunda bilgi sahibi olmaya başlayan Gölpınarlı, eğitim hayatına Babıali yokuşundaki Hoca Tahsin Medresesi’ndeki Yusuf Paşa İlkmektebi’nde başlar. Sonra özel Menbau’lirfan Rüşdiyesi ve ardından da Gelenbevi İdadisi’ne devam etmiştir. Gelenbevi İdadisi’nde okurken, 1916 yılında babası Agâh Efendi’nin vefatı üzerine tahsil hayatını yarıda bırakarak çalışma hayatına başlamıştır. Çalışma hayatına mezun olduğu Menbau’l-irfan Rüşdiyesi’nde coğrafya ve Farsça öğretmenliği ile başlayan Gölpınarlı, Vezneciler’de kâğıtçılık ve kitapçılık da yapmıştır. Sonraki yıllarda geçim sıkıntısı çekmeye başlamış ve dostlarının daveti üzerine 1919 yılında Çorum’un Alaca ilçesinde Kenzu’l-irfan İlkmektebi’nde başmuavin ve

sayı//52// aralık 68


başöğretmen görevlerini yürütmüştür. Alaca’da geçirdiği 3-4 yıllık çalışma hayatında Hüseyin Dede Dergâhına bağlanmıştır. Daha sonra İstanbul’a döner ve babasından kalan evi satarak paranın bir kısmını tahsiline ayırır. 1924 yılında Erkek Muallim Mektebi’nin son sınıfına kabul edilen Gölpınarlı, 1926’da İstiklal Lisesi’nden, 1930’da da Edebiyat Fakültesi’ndeki yüksek tahsilinden mezun olur. Tahsil hayatından sonra Konya, Kayseri, Kastamonu ve Balıkesir liselerinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Balıkesir’deki öğretmenli esnasında, tarihçilerin kutbu Prof. Dr. Halil İnalcık hoca da Abdülbaki Gölpınarlı’nın öğrencisi olmuştur. Bu öğretmenlik görevleri esnasında İstanbul’a gelerek İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde, Vefa Lisesi’nde ve Haydarpaşa Lisesi’nde de öğretmenlik yapmıştır. Hatta Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciler, diğer derslere girmeyip Gölpınarlı’nın derslerine girmeye başladıklarında bu sorun oluşturmuş, herkes bizim dersten kaçıp Baki’nin dersine diyor denmiştir. Bunun üzerine Gölpınarlı, “tembel talebe yoktur, dersini sevdirmeyen hoca vardır” demiştir. Kültürel zenginliğe sahip bir ailede büyüyen Gölpınarlı, tasavvuf terbiyesine babası Ahmed Agâh Efendi ile başlamış daha sonra Bahariye Mevlevihanesi Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede ve Hoylu Hacı Şeyh Ali Efendi ile devam etmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı İsmail Saib Sencer, Ömer Ferid Kam, Ahmed Naib Bey, Ahmed İzzet Efendi ve Fuad Köprülü’den dersler almış ve daha sonra yapacağı çalışmalara kaynaklar toplamıştır. Sonraki yıllarda Fuad Köprülü ile araları açılan Gölpınarlı, metodolojiyi Köprülü’den öğrendiğini de her zaman söylemektedir. Abdülbaki Gölpınarlı 1939 tarihinde Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi’nde okutman olarak, Yunus Emre Hayatı adlı eseri doktora tezi sayılması üzerine de doçent kadrosuyla akademik hayata adım atmıştır. 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine geçerek İslam-Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı dersini okuttu ayrıca Gölpınarlı 1945 yılında bu görevdeyken komünist bir örgütle ilişkisi olduğu iddiasıyla gözaltına alınmış ve 318 gün tutuklu kalmıştır. Tutuklanmasının sebebi İlerici Gençler Birliği tüzüğünü arkadaşlarına okumasıdır. Beraat ettiği mahkemede maddeci doktrin ile alakasının bulunmadığını söyleyerek 24 sayfalık yazılı ifadesini okur. Bu mahkemede Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver de Gölpınarlı’yı savunmaya

gider. Ünver, o gün için; Gölpınarlı’nın dostlarından kimsenin olmadığını, yalnız kendisinin ve hukuk fakültesinden bir doçent Baki’yi savunduk der. 1946’da beraat eden Abdülbaki Gölpınarlı, 1949 yılında kendi isteğiyle İstanbul Üniversitesi’nde emekli olur. 25 Ağustos 1982 tarihinde İstanbul’da vefat eden Gölpınarlı, Seyitahmet Deresi Kabristanı’na defnedilmiştir. Kendisinin yazdığı metni, Melami üslubuyla yapılan mezar taşına Gölpınarlı’nın talebesi olan ve hattın son büyük üstadlarından Prof. Dr. Ali Alparslan işlemiştir. Farklı bir yapıya sahip olan Abdülbaki Gölpınarlı çabuk parlayan, bir görüşten onun tam karşıtı bir görüşe geçebilen mizacına mukabil bütün hayatı boyunca Şiilik ve Mevlevilik’e sadakatle bağlı kalmıştır. Büyüklü küçüklü 114’e varan kitabı ve 400’ün üstünde ilmi makaleleri yanında gençlik yıllarında ilk mekteplerde okutulmuş ders kitapları da yazmıştır. “Benim yazdıklarım sadece okuduklarım değil, yaşadıklarımdır” diyen Gölpınarlı, önemli eserlere imza atmış, velûd bir şahsiyettir. Telif çalışmaları yanı sıra yaptığı çevirilerle ve bu çevirilere koyduğu açıklayıcı notlarla önemli bir çabada bulundu. Kur’an-ı Kerim ve Mesnevi çevirilerini yaptı. Eski Türk Edebiyatı’na, tasavvufa ait çalışmaları birçok yerde yayınlandı ve kaynak olma özelliği kazandı. Yunus Emre Hayatı, Melamilik ve Melamiler, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Ca’feri Mezhebi ve Esasları, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Hz. Muhammed ve Hadisleri, Kur’an-ı Kerim ve Meali gibi çok sayıda kaynak eseri yanında Gölpınarlı’nın, gençlik yıllarından itibaren yazdığı bir divanı da bulunmaktadır. 69


ra Güler, bir fotoğrafçı. Ama ne fotoğrafçı! Siz ona isterseniz beyefendi deyiniz, ister sanatçı ya da feylezof da diyebilirsiniz. Ama o, gerçek bir İstanbul ve Türkiye sevdalısı. O birden fazla iş biliyordu. Ama foto muhabirliğinde, işinin en iyisiydi. Kendisiyle tanışma ve bir hatırası olma şerefine eren bir kişi olarak bahtiyarım. 1990'lı yıllardı. Bir Amerikan dergisi, Osmanlı Arşivi ile ilgili bir haber yapacakmış. Muhabirler Türkiye'ye gelince onun fotoğraflarıyla haber yapmak istemişler. Ankara'dan gerekli izinler alınmış, yanında iki Amerikalı ile geldi.

ARA GÜLER'DEN

FOTOĞRAF ÇEKMEYİ ÖĞRENMEK.. Fotoğraf çekmekten çok anlamam ancak bu uyarısına hep dikkat etmeye çalıştım. Habersiz çekilen insanlı tüm fotoğrafların ne kadar güzel olduğunu halen müşahede ediyorum.. H. Yıldırım AĞANOĞLU

Amirlerim tarafından refakat etme görevi bana verildi. Yaşlıydı, biraz zorlanarak iki büklüm yürüyordu. Ama fotoğraf çekmeye gelince sanki bir delikanlı oldu. İşine bağlılığı ve sevdasını deklanşöre basışındaki heyecandan, kalp çarpıntılarından hissedebiliyordum adeta. O zamanki 1 Nolu depo diye adlandırdığımız Hazine-i Evrak binamızın anahtarıyla kapıyı açtım. İçeri girdi. Ben onu öncelikle daha derli toplu ve adeta müze olan Sadaret Arşivi'nin yer aldığı üst katımıza çıkarmak istedim. O ise açık olan kapıdan Hariciye Arşivi'ni gördü. "Burası çok güzel be" diye bağırdı. Üzerinde Osmanlıca yazılı orijinal dosya kapaklı Hariciye fonlarımızın ve Osmanlı'dan kalma dolap raflarımızın fotoğraflarını çekti. Sordukları soruları cevapladım. Fotoğraf çekerken ben kenara çekildim. O beni uyardı. İstanbul Ermenilerine mahsus bir ağızla "Evladım, neden geri çekiliyorsun. İnsanlı fotoğraf her zaman daha iyidir. Fotoğrafa hareket katar. Sen dosyaları çıkar işini yap, bana bakma" dedi. Fotoğraf çekmekten çok anlamam ancak bu uyarısına hep dikkat etmeye çalıştım. Habersiz çekilen insanlı tüm fotoğrafların ne kadar güzel olduğunu halen müşahede ediyorum. Böylece kısacık bir eğitim de olsa, o benim fotoğraf ustam oldu bir manada... O yaptığı Osmanlı Arşivi'ne ait yaptığı dergi haberini göremedim maalesef. Hangi fotoğraflarını kullanıp bastıklarını da bilmiyorum. Keşke görebilsem ve bu vesileyle hatıralarımızı tekrar hayırla yad edebilsem. Toprağı bol olsun. O bize hiç tanımadığımız İstanbul'un ve Türkiye'nin penceresini açtı. O pencere sonsuza kadar açık kalacak.

sayı//52// aralık 70


Kendisiyle bir saat kadar süren bir tanışma ve birliktelik yaşadım. Bu kadar kısa ancak benim için çok özel olan bir hatıra kaldı hafızamda. Ne güzel olurdu bu büyük usta benim bir siyah beyaz fotoğrafımı çekebilseydi. O zaman yanımda ne cep telefonu ne de bir fotoğraf makinem vardı. Dolayısıyla işimizin verdiği aceleyle birlikte fotoğrafımız da olamadı. Buna halen çok üzülürüm. Kendisiyle tanışmadan önce de fotoğraflarına hayrandım. Hatta en çok beğendiğim ve ona ait olduğunu bilmediğim birçok siyah beyaz fotoğrafın sonradan bu usta tarafından çekildiğini görünce hayranlığım kat be kat arttı. Eyvallah be Ara Usta, bizi çektiklerinle mutlu ettin. Arkanda o kadar güzel hatıralar ve eserler bıraktın ki, Biz seni unutsak da sen kendini bir usta olarak daima hatırlatacaksın.

Hazine-i Evrak binası (Osmanlı Arşivi)

Bir İstanbul aşığı Ara Güler’in 1950’lili yıllardaki bir fotoğrafı

71


YOKSULLUK KAVRAMI

ŞEHİR SOHBETLERİ – 14-

ŞEHİRLERDE YOKSULLUK YÖNETİMİ Yoksulluğun temel sebebi göç. Göçle gelen insanlar kentin yeni sahipleri yani yoksullar. Geldikleri yere geri dönmediklerine göre yoksulluk daim var olacak. Öyleyse yoksulluğu kent var etti. Kent/çare yolunu bulacak. Artık kentsel yoksulluk var. Ahmet NARİNOĞLU

ehirler üzerine sohbete devam ediyoruz. Şehir, toplum, insan deyince iş yoksulluğa gelip dayanmasın mı? Evet. Aklen, vicdanen kabul ediyoruz. Şehirlerde yoksulluk var. Eskiden şehirlerde göçün az oluşu/olmayışı, üretmesi, paylaşması hayatın takasa dayanması; yoksulluğu kendi içinde hallediyordu. Fakirlik vardı ama fakru zaruret yoktu. İhtiyaç sahibi vardı ama ömür boyu muhtaç yoktu. Aç açıkta insan vardı ama çaresi vardı. Şimdi öyle mi? Şimdi öyle değil. Şehirlerde kentlerde desek de olur. Kalıcı, geri dönülmeyecek, çıkmaza girmiş, sarmal hale gelmiş, karma karışık yumağa dönmüş yoksulluk var. Ve hep var olacak. Artık şehir varsa yoksullukta vardır. Cisimle gölgesi gibi. O zaman yoksulluktan başlayalım. Yoksulluğun temel sebebi göç. Göçle gelen insanlar kentin yeni sahipleri yani yoksullar. Geldikleri yere geri dönmediklerine göre yoksulluk daim var olacak. Öyleyse yoksulluğu kent var etti. Kent/ çare yolunu bulacak. Artık kentsel yoksulluk var.

sayı//52// aralık 72

Yoksulluk kavramı, beşeri ihtiyaçlar kavramına dayanır. İnsan fiziki varlığını sürdürmesi için gerekli olan beslenme ihtiyacının yanı sıra giyim, barınma, eğitim, sağlık, kültür, yaşama, dinlenme gibi pek çok ihtiyaçları var. Beşeri ihtiyaçlar, temelde iki ana grup altında karşımıza çıkıyor. Ekonomik şartlara bağlı olarak karşılanabilen ihtiyaçlar. Yani maddi nitelikte olan ihtiyaçlar. Ekonomik şartlara bağlı olmayan ihtiyaçlar. Yani manevi nitelikte ve kişilere özgü ihtiyaçlar. Bu itibarla; yoksulluk tanımının yalnızca beşeri ihtiyaçların; içinde bulunulan toplum ve koşullara göre yeterince karşılanmasını değil; yaşam boyunca tatmin edilmesi gereğini de kapsaması lazım gelir. Bu açıklamalardan sonra net bir tanım yapalım. Yoksulluk; asgari yaşam standardının gerektirdiği temel ihtiyaçların karşılanabilmesi için; asgari ihtiyaçları karşılayacak gelirin olmaması veya gelir kaynaklarından yoksun olması durumudur. Yoksulluğun giderilememesi halinde kişisel ve toplumsal yapı zarar görmekte, beraberinde başta gelir dağılımında bozukluk olmak üzere pek çok meseleye temel teşkil etmekte. Yoksul insanların üretime katılamaması, toplumsal yükü artırır. Sağlık, eğitim ve pek çok kamu hizmeti yükü artar. Yani kamu hizmetleri daha pahalıya mal olur ve kalite düşer. Çoğu liderlerin “ben zenginleri severim” demesinin altındaki sır bu olmalı. YOKSULLUĞUN TEMEL NEDENLERİ

Yoksulluğu böyle çizelim. Yoksulluk durup dururken ortaya çıkmayacağına göre, zaruret sebeplerini bakalım. • Coğrafya • Toplum düzeni • Üretim kaynaklarının yetersiz olması • Nüfus yoğunluğu • Eğitimsizlik • Mesleksizlik • İktisadi ve sosyal politikalar • Göç • Ötekiler Bunlardan en önemlisi ise iktisadi ve sosyal politikalardaki yanlışlar. Ülkemizde şimdiye kadar uygulanan ekonomik ve sosyal politikalar bölgeler arasında gelir dengesizliğine yol açmış bu da beraberinde kırsal kesimden büyük kentlere göçü zorunlu kılmıştır. Büyük kentlere göç eden vatandaşlarımızın eğitim seviyesi, meslek edinmelerine engel teşkil etmiştir. Mesleksiz insanların oluşturduğu işsizler


ordusu, sosyal ve ekonomik yapıyı bozmakta ve kamu üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır. Kamu hizmetlerini pahalılaştırmaktadır. İşsizlik, temel konularda büyük meselelere yol açmakta, hatta toplumun güvenliğini risk altında tutmaktadır. İşsiz insanların üretime katılamamaları nedeniyle oluşturulan sosyal politika harcamaları, diğer kamu hizmet ve yatırımlarını aksatmaktadır. Yoksulluğun maliyetinin yüksek olması hem bireylerin, hem toplumun dolayısı ile şehrin yaşam kalitesi seviyesini de düşürmekte. Sosyal devlet gereği işsiz insanların beslenme, barınma, sağlık ve eğitim sorunlarının devlet tarafından karşılanması zorunluluğu bu alanlara yatırımı güçleştirmekte, hizmet kalitesi istenilen düzeye gelememektedir. Yoksulluğun şehir ve çevreye olumsuz etkileri beşeri bir hakikattir. Mesela kentlerde gecekondulaşma, varoşlar bunu anlatır. Yoksul insanların barınma ve istihdam talepleri yeterince karşılanamamaktadır. Bu durumlar toplum sağlığını, güvenliğini, kamu hizmetlerini, yaşam kalitesini olumsuz etkilemekte. Yoksulluğun çevreye, şehre, topluma ve geleceğe dair tehditlere bakalım. • Düzensiz şehirleşme • Şehirlerde kaçak ve çarpık yapılaşma • Kalıcı kentsel yoksulluk • Çevrenin kirlenmesi ve bozulması • Geçim vasıtalarının daralması • Açlık derecesinde yaşam boyutu • Doğal kaynakların hızla tüketilmesi • Toplumsal değer ve kültürlerde yozlaşma • Ötekiler Bu ve sayamadığımız diğer sebepler maalesef ülke kalkınmasını engelliyor. SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA

Peki devlet ne yapıyor? Devlette aşırı göç nedeniyle biriken şehirlerdeki yığılmalara çare bulmak amacıyla kurumlar kuruyor, politikalar geliştiriyor. Ne yazık ki kültür ve medeniyetimizin bir gereği olan sosyal yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma kentlerde giderek azalıyor. Kentlerde yoksulun yükü devlete kalıyor. Hâlbuki benim şehirlerimde yoksullar, aileler, mahalleler vakıflar tarafından yüklenilir, yük hafiflerdi. Şimdi sadece devletin omuzlarına kalınca maliyeti artıyor da artıyor. Çare; yoksulluğu beslemek değil yoksulluğu ortadan kaldıracak tedbirlerden geçiyor. Yani iş, istihdam, üretim, eğitim, meslek edinme birer kurtarıcı olarak bekliyor.

Fertlerin refah ve mutluluğunu sağlamak ve toplumsal yaşamı daha güvenli hale getirmek ancak ve ancak yoksullukla mücadelede başarılı olmakla mümkün. Bunun için gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermeye yönelik iktisadi politikalar yanında sosyal devlet ilkesi gereği yoksul insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik düzenlemelerin yapılması ve faaliyetlerin yürütülmesi kaçınılmaz oluyor. Toplumsal yaşamı tehdit eder hale gelen yoksullukla mücadele, merkezi yönetim, yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri/özel sektör, bireyler tarafından birbirinden bağımsız ve kopuk bir şekilde yürütülüyor. Bu kurumlar • Sosyal hizmet kurum ve kuruluşları • Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları • Belediyeler • Sivil Toplum Kurumları • Hayırseverler Aynı alanda aynı kişilere farklı yöntemlerle hizmet getiren kurumlar kaynak, personel, zaman israfı içinde. Kurumlar koordine edilemiyor, denetimleri aksıyor. VAZİYET

Vaziyet vahim. Yoksulluğa sosyolojiden bakmak zorundayız. Yoksulluğu önlemeye yönelik her çare yoksulluğu artırıyor. Göç artıyor, kentler yığılıyor. Aileler küçülüyor, küçüldükçe dağılıyor. Toplum çözülüyor. Bütün bunlar oldukça yoksulluk artıyor. Yoksulluğu önleyen bütün tedbirler ortadan kaldırmak yerine yoksulluğu daha da artıyor. Yani yoksulluk bir geçim yolu oluyor, yaşanabilir hale geliyor. İlginçtir üretim azalıyor tüketim artıyor, beraberinde yoksulluk artıyor. Neticei kelam yoksulluk kısır döngü haline geliyor. Bu alana girenler çıkamıyor. Bir kısım fakirliği meslek haline getiriyor. Fakir kalarak geçim sağlıyor. Maalesef devlette bu kısır döngüyü kıramıyor. Yoksulluk hem kişinin, hem toplumun yaşam kalitesini düşürür. Mesela otuz yaşında bir kişi düşünün eğitimsiz, mesleksiz, işsiz. Kalan ömründe bir elli yıl devlet mi bakacak? Nüfusun belli bir oranın yükü nasıl taşınacak? Doyurmak bakmak çare mi? Değilse? Çare sistem kurmakta. Bir yeni gerçeğimizde yaşlılık. Gelecek zamanda yaşlılık giderek artacak. Genç nüfusu yönetemeyen sistem yaşlı nüfusla da uğraşacak. Yaşlılık hem yoksunluk, hem yoksulluk sarmalına dönüyor. Bunun manası, devletin sosyal maliyetleri artacak. Yani almadan vermeye devam edecek. 73


Devletin yükünü paylaşacak olan aile de toplum da kendine düşeni yapamıyor. Karşımızda yeni aile, yeni toplum var. Yeni kentler var. Yeni kentler değer üretemiyor.

• Tek bir muhtaçlık tanımı yapılmalı, ölçütleri belirlenmeli ve sosyal yardım miktarları, asgarî sosyo-kültürel ihtiyaçları karşılayacak seviyede ayarlanmalı

TEKLİFLERİMİZ

• Yardım miktarları, yerel kriterlere uygun olarak belirlenmeli

O zaman tekliflerimize geliyoruz. Yoksulluk, geleceğimizi tehdit eden genel bir sosyal risk olarak kabul edilmeli ve sosyal güv enlik sistemi içinde değerlendirilmeli • Yoksulluğa karşı sosyal politikalar, bir bütün olarak ele alınmalı ve tek bir bakanlık (kurum) çatısı altında toplanmalı • İl ve ilçeler bazında da yoksullukla mücadelede tek bir kurum sorumlu tutulmalı. Bu kurumun bünyesinde kamu, yerel yönetim, sivil toplum, hayırseverler birlikte yer almalı. • Sosyal yardım programları da bu kurumsal çatı altında sistematik olarak yeniden yapılandırılmalı • Bu kurum, gerçekçi bir veri tabanı oluşturmalı. Veri tabanı bütün kamu, yerel, sivil toplum, özel sektör bilgi ve verilerini kapsamalı • Kurum saha araştırmaları ve performans değerlendirmeleri, bağımsız kuruluşların denetimi altında, sürekli olarak yapılmalı • Maddî yoksulluğu ve bunun muhtemel olumsuz sosyo-kültürel yansımalarını (yoksulluk kültürü) topyekûn olarak ortadan kaldırmak maksadıyla sosyal yardım ve sosyal hizmetler faaliyetleri birlikte yürütülmeli • Büyük nispette proje, üretim ve istihdam şartına dayalı verilmeli • Yoksullara ödenecek nakdi yardımlarda yoksulluğun tanımı yeniden yapılmalı (yoksulluk alanı daraltılmalı ve ağırlaştırılmalı). Mesela genç kesimde fakru zaruret şartı aranmalı • Nakdi yardımlar; belirli sosyal-kültürel şartlara bağlı (meslekî eğitim, çocuğu okula gönderme vb.) şartlarını taşımalı • Nakdi yardımlar; kişinin ekonomik bağımsızlığına kavuşması durumunda (kısmî) geri ödemeli olarak yapılmalı • Acil durumlar dışında sosyal yardımlar yoksul girişimciler için mikro-finans projeler geliştirilmeli • Çalışmaya muktedir olmayan yoksul özürlü, malul ve yaşlılara, şartsız olarak sosyal yardım yapılmalı • Yoksullukla mücadele konusunda ortak bir dil ve tanım birliği oluşturulmalı sayı//52// aralık 74

• Ailenin sosyal refahını artırmak için, anneye (ev hanımı) asgari ücret ödenmeli ve sosyal güvenlik ağına alınmalı • Aile yardımı sistemi getirilmeli. Ödenekler miktarları ailenin ve çocukların zaruri ihtiyaçlarını ve diğer sosyal giderleri karşılayacak şekilde tespit edilmeli • Sosyal yardım ve hizmetler için yeterli kamu kaynağı aktarılmalı • Kaynaklarının maksadına uygun olarak kullanımını sağlamak için, fonlar bağımsız kuruluşların ve STK’lerin denetimine açık olmalı NETİCE

Dikkatlice baktığınızda önerilerimizin kamu yoğunluklu olduğu ortada. Ne yazık ki kamu olmadan da toplumsal meselelerimizin üstesinden gelemiyoruz. Doğrusu toplumu asli görevlerine çekmek olmalı. Ne yazık ki toplum görevlerini devlete terk ediyor. Devlette gördüğümüz gibi ağırlaşan yükün altından kalkamıyor. Önce sosyal hizmet kurumlarından başlamalıyız. Yukarıda dediğimiz gibi sosyal hizmet tek çatı altında toplanmalı, kaynaklar burada toplanarak sosyal yardım havuzu oluşmalı, katılımcı sosyal yardım yönetimi anlayışı ile taraflar bir araya gelerek sosyal yardım meclisi kurulmalı. Bu karar organı yerel inisiyatif almalı. Şehirlerin yapısına ve ihtiyaçlarına göre esnek çalışma yaparak hızlı çözümler geliştirilmeli. Diyeceğimiz o ki. Şehirlerde hızlı ekonomik, sosyal, kültürel değişim yaşanıyor. Bu da yoksulluk kartopunu giderek büyütüyor. Güçlü şehirler yoksulluklarına çare arayan şehirlerdir. Üretmeden, paylaşmadan, dağıtmadan güçlü olamayacağımız da kesin. Şehirlerde yoksulluk yönetimi bir strateji ve projeler yumağıdır. Mikro ve makro düzeyde yani ferdi ve toplumsal projeler ile yönetişim sistemi kurularak çareler üretilmedikçe, yoksulluk sarmalı artacak. Unutmayalım yoksulluğu kaynak aktararak/dağıtarak değil sistem kurarak çözeriz. Rehberimizle medeniyetimiz, kültürümüz ve değerlerimiz.


ŞEHİR’İN OKUYANLARI

Akademi mensupları birbirini okumazlar, alttakileri okumazlar. Ama onların da okudukları var. Peki her derece unvanlı akademi mensupları kimleri okur? Tarihte kalmış yıldız isimleri okurlar. Recep ARSLAN

nsanların okuma alışkanlığı varsa, okuma alışkanlığı olanların durumu, toplumbilimi açısından incelenmeye değer bir alandır. ‘Hangi türleri kimler okur?’ sorusu önemli bir araştırma alanıdır. Daha önce ilmi yazıların, makalelerin okunma şansının çok az olduğunu izah ederken, bunun sebebini tanımlamıştım. İlmi bir makaleyi kim yazmış diye bakılır. Akademi mensubu olup olmadığı birinci engeldir. Makaleyi yazanın akademik bir unvanı yoksa, ilim adamları o makaleyi okumaz. Yazan sadece dr. unvanına sahipse daha üsttekiler o makaleyi okumayı zül sayarlar. Doktor unvanı olanlar da ‘ben de onun kadar biliyorum’ kibriyle okumazlar. Akademik unvanı olmayan, düşünce, ilim, inceleme, araştırma yazanlar ya da üniversite öğrencilerinin kimileri okurlar. Özetle ilmi bir yazı en az okunma şansına sahip olan yazı türüdür. Akademi mensupları birbirini okumazlar, alttakileri okumazlar. Ama onların da okudukları var. Peki her derece unvanlı akademi mensupları kimleri okur? Tarihte kalmış yıldız isimleri okurlar. Ama o yıldızlar günlerine ışık saçıyorken günümüz için bir geçerli görüş üretmiyor olabilir. O zaman da o akademi mensupları nakilci olmaya meylederler.

Basın İlan Kurumu’na bir tasarı sunmuştum. Yanımdaki doçent arkadaşa da bir göz atmasını istediğimde bana bir uyarıda bulundu. ‘Pilan yanlış, plan diye yazılır’ dedi. Ona ‘Medeniyet Türkçesi’ adlı kitabımı okuyup okumadığını sordum okumamıştı. Aradan yıllar geçti yine de okumadı. Çünki o doçent. Ben akademik unvanını kullanmayan bir yazarım. Bir akademisyen benim yazdığım kitabı okumazdı elbette. Halbuki okusaydı orada kendisine söylediğim ‘aydın züppeliği, müstemleke aydını’ nitelemelerine muhatap olacaktı. Çok şey öğrenmiş olacaktı. O günden bugüne hiçbir aşama kaydetmedi o değerli dostum. Bravo kelimesi İtalyanca asıllıdır. Türkçeye oradan geçmiş. Kelimenin aslı, İtalyancadaki anlamı; cesur, gözü pek, korkusuz demek. Türkçe’de takdir ifade etmek için kullanılıyor. 1876 basımlı Lugat i Osmani’de yer almış ilk defa. Geçtiğimiz günlerde iki değerli imza bravo kelimesini bıravo şeklinde yazdığım için bana sataştılar. O iki arkadaşın birisi akademik unvanlı, diğeri de kemiyeten çok kitap yayınlayan bir yazardı. Türkçe’de iki sessiz harfle başlayan kelime olmaz. Önce bunu öğrenmeleri gerek. 40 yıl önceki gazete başlıklarına bakıldığında İskandal kelimesini görürler. Bu kelimenin Batı dillerinden dilimize ilk girdiği yıllardır. Sonraları skandal diye yazmaya karar verilmiş. Ama yanlış. Türkçe’de hiçbir kelime iki sessiz harfle başlamaz. Onun için ilk yıllarda kelimenin başına bir sesli harf olan İ konulmuştur. Diller arasında kelime geçişleri çok doğaldır. Ama her millet o kelimeye kendilerine göre anlam yükleyebildikleri gibi, kendilerine özgü telaffuz da edebilirler. Aslına bakılırsa başka milletlerden alınan kelimeleri kendine özgü telaffuz etmekle o kelime millileştirilmiş olur. Aferin kelimesi var dilimizde. Farsçadan alınma. Afrin, Afritan,Afirin şekilleriyle erken ve geç dönem Farsça’da kullanılır. Anlamı övgü, kutsama, alkış diye veriliyor. İlk defa 1500 yılından önce Gülistan tercümesinde bu kelime kullanılır. Gülistan tercümesi Ahmed bin Kadı i Manyas imzasını taşır. Gel gelelim bu kelime Türkçe’de daha çok çocuklar için, maiyettekiler için kullanılabilirken, büyükler için, yukarıdakiler için kullanılmaz Türkçe’de. Başka dillerden alınan kelimelere yeni anlamlar yüklenebildiği gibi onlar kendi ağzımıza, şivemize, mahreçimize göre telaffuz etmekle o kelime millileşir. Bravo kelimesini bıravo şeklinde telaffuz ettiğimiz halde bravo diye yazmanın bir değeri yok. Müstemleke aydınlarına anlatmakta zorlandığım mesele bu. Türkçe’de iki sessiz harf yan yana gelerek kelimenin başında bulunmaz. Kelimeyi hecelediğiniz zaman bu hakikati herkes görebilir. Bu yüzden akademik unvanınız olsa da Bazan makalelerimi okumalısınız. Bir şey söylemeyen hiçbir yazıya rastlamazsınız. 75


YAHYA KEMAL VE

ERZURUM

Büyük şairimizin Erzurum şehri hakkındaki intibaları, iki günlük bir misafirliğin mahsulü idi. - Erzurum; Bursa gibi, Üsküp gibi ruhanî bir şehir; çeşmeleri, camileri, kümbetleri, evlerinin inşâ tarzı, insanların sükûtu ve mütevekkil hali ile tam bir İslâm-Türk şehrini resmediyor. İsmail BİNGÖL*

*TRT ERZURUM RADYOSU

sayı//52// aralık 76

rzurum; doğudan gelen yolların kesiştiği kavşak noktasında, ipek yolu üzerinde kurulmuş, savaşlar ve başka felaketler sebebiyle birçok kere yıkılıp, yeniden yapılmış, her defasında küllerinden yeniden doğmuş bir Anadolu şehri… Yüzyıllardır bulunduğu bu noktada, döktüğü kanlar, verdiği canlar ve bağrından çıkan adamlar karşılığında, ülkenin birlik ve bütünlüğü açısından kendine düşen vazifeyi her hâl ve şartta yerine getiren Erzurum, merkeze uzaklığından dolayı bazen gözden ırak edilse de, o yine de bu tavırdan, bu bakış açısından hiç gocunmaz ve elinden geleni yapmaya çalışır. Hele de nasibin ve kaderin yolunu düşürdüğü kişiler tarafından, her zaman sevilmiş, adını hatıralara yazdırmış, ayrıca birçok şairin, yazarın şiirlerine, yazılarına konu olmuş sayılı şehirlerimizden biridir de Erzurum... Tabii şiir ve yazı konusu edilen şehirlerin başında İstanbul’un geldiğini söylemeye bilmem gerek var mı? O İstanbul ki; yaşa¬yanlarının her biri “az çok şairdir. Çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar... Ve bu, tarihten, gündelik hayata, aşktan, sofraya kadar genişler... ‘Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak.’ Ya-hut, ‘Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır.’ diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular, bu masalın içinde ve sadece bununla ya¬şardı. Mevsimleri ve günleri renk ve kokusunu yaşadığı şehrin semtlerinden alan bir yığın hayal halinde görürdü. Yazık ki, bu şiir dünyası artık hayatımızda eskisi gibi hâkim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı ‘daüssılalar’ idare ediyor. Ne çıkar, İstanbul semtleri bütün vatan gibi orada duruyor, büyük mâzi gülü bir gün bizi elbette çağıracaktır.” Edebiyat dünyamızı aydınlatanlardan biri olan ve “Beş Şehir” gibi önemli bir eserinde, görev yaptığı yılların Erzurum’unu anlatan Tanpınar’ı, yeri gelmişken bir kere daha rahmetle anarken, ne yazık ki bu dileğinin yerine geldiği hususunda müteredditiz. Fakat biz aslında İstanbul’dan bahisle sözü, bu şehrin taşına toprağına, her köşesine meftun birine, “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel” diyerek, burayı semt semt, sokak sokak mısralarına nakşeden şair Yahya Kemal Beyatlı’ya getirmek istiyoruz. Beşir Ayvazoğlu’nun onun hakkındaki


satırlarıyla: "Yahya Kemal, ölümsüzlüğün sırrını keşfetmiş bir şair olmalı. Çünkü hâlâ zaman zaman ondan söz etme ihtiyacı duyuyoruz, hâlâ dilimize mısraları takılıyor ve şiirlerinin çoğu hâlâ içimizdeki telleri titretiyor. Bu, her şairin ulaşabileceği bir büyüklük değildir." Adı İstanbul’la neredeyse yan yana telâffuz edilen, bu şehre yürekten âşık bir şairin, Yahya Kemal’in şiirlerinden İstanbul’u çıkarırsanız, geriye pek bir şey kalmayacağı aşikârdır. Peki, o halde, daha çok şiiriyle, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de edebiyat dünyamızın yıldızlarından biri olmaya devam eden ve görünen odur ki bundan sonra da dillerdeki, gönüllerdeki yerini korumaya devam edecek olan, yazdıklarından hareketle yeni kitapların ve etkinliklerin konusu olan şairin Erzurum’la ne gibi bir ilgisi var? Bu sorunun cevabını, 12 mart 1960’da ikinci sayısı yayımla¬nan Yakutiye Dergisindeki Dr. Turhan Tûfan Yüce (1926 doğumlu, ErzurumPasinler ilçesinden... 1969-1978 yılları arasında Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde, bu tarihten 1987 yılına kadar Ege Üniversitesi’nde görev yapmış ve 2.01.1987 tarihinde kendi isteği ile emekli olmuştur. Babası da, 50 yıl adalet hizmetinde bulunmuş, 1944 yılında Erzincan Asliye Hukuk Hâkimliğinden emekliye ayrılmış Ali Sabri Yüce’dir.)’ye ait bir yazıdan alalım: “1957 yazında, tahsilde bulunduğum İsviçre’den izinli olarak Erzurum’a dönüyordum. Birkaç talebe arkadaşla birlikte İtalya’nın Napoli limanında Marsilya’dan İstanbul’a dönmekte olan Adana vapuruna

bindik. Yahya Kemal (2 Aralık 1884, Üsküp - 1 Kasım 1958, İstanbul) ’de vapurda idi. Paris’ten, tedaviden dönüyordu. İstanbul’un tanınmış iş adamlarından Sayın Kemal Dönertaş, edebiyatı çok sevdiğimi bildiği için beni, uzun yıllardan beri iyi tanıdığı Yahya Kemal’le tanıştırmak istedi. Kemal Bey’in tekli¬fini ele geçmez bir fırsat bildim ve sevinçle kabul ettim. Böylece büyük sanatkârın küçük bir yol arkadaşı oldum. Yol boyunca, her gün, üstâd hayranlarının saygı ve ilgisiyle çevrili idi. Yahya Kemal çok nazik ve samimi bir alaka ile benim nereli olduğu¬mu sordu. Kendisine Erzurumlu olduğumu söyleyince Üstâd, Erzurum’dan, Erzurumlu bazı müelliflerden ve Erzurum’daki eski mimarî eserlerden bahsetti. Cazip anlatışı sayesinde oradakiler Erzurum’la hiç ilgisi olmadıkları ve Erzurum’la ilgilenmeye de niyetli bulunmadıkları halde Yahya Kemal’i zevkle dinliyorlardı. Büyük şairimizin Erzurum şehri hakkındaki intibaları, iki günlük bir misafirliğin mahsulü idi. - Erzurum; Bursa gibi, Üsküp gibi ruhanî bir şehir; çeşmeleri, camileri, kümbetleri, evlerinin inşâ tarzı, insanların sükûtu ve mütevekkil hali ile tam bir İslâm-Türk şehrini resmediyor. Üstad böyle söze başladı. Sonra Erzurum’daki eski mimarî eserlerden bahis açtı. Çifte Minarelerin sanat değerini hayran olunacak bir vukufla uzun uzun izâh etti. Bundan sonra şair, Lala Paşa Camii ’nin methe lâyık güzel bir eser olduğunu söyledi. Erzurumlu müelliflerden Mehmet Arif Bey ve “Başımıza Gelenler” adlı eseri üzerinde çok durdu. Yahya Kemal, “Başımıza Gelenler”i, üslûbu, taşıdığı fikir ve tertip bakımından uzun 77


beni yaşatan şunlardır diye şiirlerimi önüme fırlatıverdi, dedi. Artık yokluğun kenarına geldiğini hisseden hasta ve ihtiyar şair, “eserinin ve adının unutulmayacağına delâlet eden her ha¬diseyi derin bir teselli duygusu ile bir daha, bir daha anmak ve başkalarına anlatmak istiyordu.”

uzun övdü. Üstâdın tarih sahasındaki bilgisi ve heyecanı, merhum hemşerimiz Mehmet Arif Bey’in eseri vesilesiyle dinleyicilerinin yeniden hayranlıklarını topladı. Dinleyicilerden şimdi adını unuttuğum bir zat, Başımıza Gelenler’in Türk harfleriyle basılıp basılmadığını sordu. Din¬leyici, “Türk Harfleri” tabiri ile Latin harflerini kastediyordu. Zannederim ki Üstâd bundan alındı: – ‘Evet, tabii Türk harfleriyle basılmıştır. Ya hangi harflerle basılacaktı?’ – ‘Hayır Üstâdım’ dedi dinleyici, ‘yeni harflerle mi yoksa eski harflerle mi basılmıştır demek istedim.’ – ‘Canım, bizim harflerle, bizim eski harflerimizle.’ Kendi tabiri ile “kökü mâzide olan âtî” Yahya Kemal, yeni Latin harflerinin Türk harfleri olarak vasıflandırılmasından eski harfler Türk harfleri değildir manasını çıkarmış ve mâzideki bir Türk-İslâm kültür unsurunun yabancı telâkki edilmesine kızmıştı. Başka bir vesile ile büyük şairden Erzurum’da nerede misafir kaldığını sordum. Üstad: – Beni Erzurum’da emekli bir posta müdürü misafir etti. Şehrin görülmeye değer yerlerini gezdirdi. Şehir, taşıdığı tarihi kıymetlere rağmen çok bakımsız ve haraptı. Bu durumu, şimdi maalesef adını hatırlayamadığım emekli posta müdürüne anla¬tınca müdür bana: – Evet beyefendi, şehrimiz haraptır. Bu harabeler ortasında ben işte bunlarla yaşıyorum, dedi ve iç cebinden benim şiirlerimi hâvi bir defter çıkarıp masanın üzerine koydu. Yahya Kemal bunu söyler söylemez emekli posta müdürünü harabeler arasında yaşatan kuvvetin etrafındaki yüzlere vuran aksini görmek istercesine dinleyicilere göz gezdirdi ve bu sefer sağında oturan dinleyiciye nisbeten yavaş sesle bir daha; – Yaa adamcağız bu harabeler ortasında sayı//52// aralık 78

Türk şiirinin büyük üstadı Yahya Kemal, büyük bir vefa gös¬tererek, etkilendiği ve sevdiği, yukarıdaki satırlarda da kendisi tarafından ifade edildiği üzere, Erzurum’a olan hayranlığından dolayı bir gazeline adını-içinde Erzurum’la ilgili herhangi bir şey geçmese de-, verir ki, bu da gerçekten onur verici ve sevindirici bir durumdur. Zira onun şiirlerinde İstanbul dışında yer bulmak öyle kolay değildir. Ancak Erzurumlu da gerek bu durumu bilerek ya da bilmeye¬rek, onun yaptığına bir karşılık olmasa bile, bir ortaokula onun adını vermiştir. Şiirin yazılış tarihi 1939’dur ve bu tarihin oraya konulması tesadüfî değildir. Yukarıda da anlatıldığı üzere Erzurum’da iki gün kalan şair; 5 Eylül 1939 yılında açılışı yapılan TCDD Erzurum garına, yeni trenin Erzurum’a gelişi vesilesiyle gerçekleştirilen törene Tekirdağ milletvekili olarak davet edilir. Buraya gelir gelmez kullandığı ilk ifadenin, “Kahramanlık methiyelerini çokça duyduğum Erzurum’u Dünya gözüyle görmekten büyük haz duydum.” şeklinde olduğudur. Şairi bu vesileyle bir kere daha rahmetle anarken, adı geçen şiirini aşağıya alıyoruz: ERZURUM GAZELİ -1939-

Yârin ki her tebessümü dâğ üstüne bâğ olur Destinde câm-ı neşve semâvi cerâğ olur Her fasl-ı ömrü silsile-î nev-bahâr kıl Zannetme ayş ü işret için başka çâğ olur Dehrin devâmı âb-ı hâyat içtiğincedir Âdem bu dâr-ı köhnede bir kerre sâğ olur Ahd-î vefâyı va’d-i tehî sanmasın ki dost Gözden ırâğ olunca gönülden irâğ olur Nâkes bir adem oğlu merâret verir Kemal Nâmert olursa sineye bir fazla dâğ olur Eski Şiirin Rüzgârıyla, s.89-90 DİPNOT

(İsmail Bingöl, Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum, Dergâh Yayınları Erzurum Kitaplığı 8, 2.Baskı:Nisan 2018, s.145.Genişletilerek buraya alınmıştır.)


Karlı dağları görebileceğimiz yüksekliklere kadar indik korkudan. Dağların zirvesinde bir yılan gibi çöreklenmiş göllerin enfes manzarasını izledik.

DARÜSSELÂM’A

GİDERKEN -evvel-

Kara kıta çekiyor kendine. Dünyanın heryerinden farklıdır herşeyi. Veli DALBUDAK

Nil'in etrafına sıra sıra dizilmiş şehirlerin, yıldızlardan geri kalmayan parlak ışıkları bir sonraki seyahate davetiye çıkarıyordu adeta. Kara kıta çeker insanı derler... Dünyanın hiçbir yerine benzemez burası. Herşeyi farklıdır, herşeyi kendine özgü. Dağlar, göller, ülkeler, şehirler kayıyor altımızdan... Ekvator çizgisine yaklaşıyoruz. Dünyayı ortadan ikiye bölen çizgi. Tüm mevsimler tersine dönüyor çizginin öbür tarafında. Ekvatoru geçer geçmez uçağın burnu yine havaya kalkıyor. Yine yıldızlara sürüyor kaptan çılgınca... Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, Yıldızlı, parlak güzel günler göreceğiz diyor adeta.

içbir yere benzemez. Toprağı farklıdır. Toprağın altındakiler de farklıdır, üstündekiler de. Büyük ayıyla küçük ayının arasından geçtik az önce. Koca demir yığını öyle bir homurdadı ki, ikisi de uyandılar kış uykusundan. Büyük, çok umursamasa da küçük korktu epey... Abisine sarılmak ister gibi heyecanlı hareketler yaptı. Hızlıca yerinden doğruldu, çakmak çakmak gözleri kırpışıp duruyordu. Büyük bayağı bir sinirlendi. Öyle bir homurdadı ki, bizim koca uçağın homurtusunu bastırdı. Daha fazla sinirlenmesin diye kaptan biraz daha dokunup, dümeni de daha aşağılara kırdı. Büyük ayı arkamızdan hala dayılanıyordu. Bir daha gelmeyin buralara, ne işiniz var sizin bu yüksekliklerde, aşşağıdan aşşağıdan gidin der gibiydi.

Samanyoluna dalıyoruz vals yaparak. Tüm ışıkları sönüyor uçağın, Samanyolu'nun sisli, puslu ortamında tüm sevgililer sarılıyorlar birbirlerine. Kara kıta çekiyor kendine.Dünyanın heryerinden farklıdır herşeyi. Hiçbir yere benzemez. Toprağı farklıdır. Toprağın altındakiler de farklıdır, üstündekiler de. İnsanı farklıdır, hayvanı farklıdır, kuşu ağacı çiçeği böceği farklıdır. Geri kalmıştır, gelişmemiştir. Otantiktir böyle olduğu için. Böyle olduğu için belki de geniş toprakların doğal dengesi bozulmamıştır. Böyle olduğu için aslanlar aslan kalabilmiştir. 79


epeden tırnağa mı demeli, çatıdan bardağa mı bilemedim şimdi. Elbette mekâna ait değerler korunmalıydı ama bir etnografya müzesi de değildi maksadımız. Kulaklarımızı bugüne ve yarına tıkamadan, geçmişin seslerini geleceğe taşıyacak bir mekan hem aslı gibi korunmayı hak etmekte ve hem de boynu bükük benzerlerinin yanında şehirli tarzda inşa edilmiş mağrur yeniyetme binalara da “-Höt!” diyebilmeliydi.

NASIL, BİR ŞEHİR

KAÇKINI OLDUM? -üç-

Bayram şekeri yanında kitap dağıttığımız çocuk sevinçleriyle tanıştık... İbrahim BAŞER

Ve biz dahi başladık ‘taşla toprak arasında yapılır olmaya’... Kalabalık bir usta grubu çatı ve duvarları elden geçirirken bize düşen, ilk etapta kapı ve pencerelerle ilgilenmek oldu. Öyle ya, kapısı kapanmayan, penceresi açılmayan ev mi olurdu? Gelen meslek erbabının önerisi; her biri asırlık hafızaya sahip bu ihtiyarlar meclisini emekli edip, yerine gıcırından yepyeni kapı ve pencereler koymak oldu... ...ki evet, ticari karlılık bunu gerektirse de hiçbiri mevcudu tamir ve tadile yanaşmayınca iş başa düştü. Fark ettim ki içimde bir ömür saklanmış dülger pek mesut, akabinde bizim takımın ellerine fırçaları tutuşturdum... ...kapısından penceresine pırıl pırıl ikinci bahar sevinci görülmeye değerdi doğrusu. Çatıyı elden geçiren usta ekibinden iki muhacir, taş duvarlara ve özellikle de toprak sıvaya talip olmasaydı emin olun operasyon sekteye uğrayabilirdi. Çünkü toprak evlerin çocukları olan bizler, çocuklarımızla tanışacak yeni toprak evler yapacak ekonomiyi maalesef yaşatamamıştık. Bitti mi? Tabii ki hayır! İyi sıva toprağı sadece bir yerden alınabiliyordu ve resmi izin gerekliydi. Haliyle belediyenin kapısını çaldık. Başkan yardımcısına derdimizi söyleyince yüzümüze öyle bir bakışı vardı ki acıdı mı yoksa takdir mi etti hâlâ bilemem. Bitti mi?

sayı//52// aralık 80


Nerdee, biter mi!? Kerpiç sıva için birkaç çeşit saman gerekiyordu ve maalesef her tarafı yemyeşil olan bu coğrafyada saman bulamadık. Evet evet, saman bulamadık, çünkü hayvancılık yapanlar da dağ köylerine doğru çekilmişlerdi. Bu neticesiz saman arama mesaisinden iyice bunalıp, of çekecek kıvama gelmiştim ki... ...işte tam da burada kadim şehrin kenar mahallesinden geçerken tanıştığım ve adı da o anki ruh halime 'cuk' oturan; neşeli kavim mensubu ('çingene’ sıfatını bir hakaret algısı oluşmasın diye kullanmaktan imtina ettim), İmdat isminde bir celep çıktı önümüze... ...ve emin olun bir daha şahsen tanışmadan hiç kimseyi mensubiyeti sebebiyle yaftalamamaya söz verdim. Bir yandan o gün ihtiyacımız olan samanı arabamızın bagajına bizzat yükleyen ve para teklifimizi 'ne münasebet?' edasıyla reddeden bu dünya iyisi insan daha sonraki ihtiyaçlarımızı da yeğenleri vasıtasıyla ta 70-80 km mesafeden hallettirecekti. 0 vakitler oturup çayını da içtiğim İmdat, bir de kanser tedavisi görüyordu ki son durumu nedir bilemesem de gıyabında şifa dileklerimi tekrarlamalıyım bu vesileyle.

Aslında hikaye uzun da özet geçelim: Domateslerimizle tanıştık evvelâ, biberlerimizle, buram buram nanelerimizle... Diktiğimiz yıl cüsselerine inat meyve vermeye çalışan fidanların gayreti görülmeye değerdi mesela.... Bize hüsnü kabul gösteren, selamsız geçmeyen, her tarla dönüşü kasa kasa meyve bırakan, bazen de sessizce bahçe kapısına bırakıp mahcupça kaçıveren köylü komşularımızla tanıştık... Bayram şekeri yanında kitap dağıttığımız çocuk sevinçleriyle tanıştık... Kuş sesiyle, davetsiz kaplumbağayla, köyün en kabadayı köpeği Sarıbaş'la tanıştık...

Özel izinle alabildiğimiz koca bir kamyon kırmızı toprağın, İmdat’ın yardımlarıyla gelen samanlarla karışıp ıslatılması; bir hafta süreyle aktarıIması belgesel tadında malzeme verdi dimağlarımıza... Bu otantik malzeme, çamur adamlara dönen ustalarca odalara, hanaylara, dış duvarlara ikinci doğum tadında güzellikler hediye edince, etraftaki köylüler de yapılan işin duygusal paydaşları oldular birer ikişer. Mimarlık okuyan kızım kerpiç sıva yapmayı hem öğrendi, hem uyguladı ki bu keyfi anlatmaya inanın kelimeler yetmez.

... ve hüzünlü ölümünden sonra Sarıbaş'ın yavrularıyla devam eden hukukumuz üzerinden 'vefa'yla tanıştık.

Hayvansever oğlumuz ise her selâm veren köpeğe yemek verme sevdasına düşünce bir kocaman çuval ‘yal unu’ aldım ve her akşam köyün köpeklerine tabldot çıkarır olduk. Bedeli, o hayvan kalplerin sevgisi oldu ki paha biçilemez.

Liste uzun; biz belki de bu vesileyle ikinci bir hayatla tanıştık.

Dış duvarları çevirip bahçe kapılarını da taktırınca ev virane günlerine sırt çevirip sıcacık gülümser olmuştu bile. Sonrasında ne mi oldu?

Kasa kasa domatesleri bila bedel getirip, kazanlarını da sırtlanıp bahçemizde yaktığımız ateşte salçamızı kaynatan komşularımız sayesinde imeceyle tanıştık. Üniversite çağına gelen evlatlar kurban kesme âdetleriyle bizim hatıralarımızda değil kendi hayatlarında tanıştılar ilk defa ...

Şimdilerde her fırsatta şehirden kaçma sebebimiz olan bu hayat, ilerleyen yıllarda belki de ilk tercihimiz olacak ve şehrin hengâmesini toprak kokusuna değişeceğiz... ... kimbilir! 15 Kasım Perşembe / 2018 / Halıcıoğlu 81


YAHYA KEMAL’DE

ŞEHİR ANLAYIŞI VE EYÜP SULTAN RUHU Yahya Kemal, İstanbul’u mütemadiyen gezer. Onu bazen Yedikule’den Ayvansaray’a uzanan sur kalıntıları yanında bir taşın üzerinde oturmuş, tarih muhasebesi yaparken bulursunuz. Nidayi SEVİM

ahmetli Yahya Kemal’in yazıları ve şiirleri incelendiğinde milli ve manevi öğelerin bütün ihtişamıyla ön planda olduğu görülür. Üstad, bunları dile getirirken öylesine coşkulu, öylesine yürekten dile getirir ki zannedesiniz bütün bir milletin sorumluluğu, temsiliyeti onun üzerindedir. O, pek çok muasırı gibi dönemin koşullarına uygun bir çizgide değildir. Zaman, onda süreklilik arz eder. “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz” düsturunu özümsemiş, yaşamış ve bunu her fırsatta dile getirmiştir. Ziya Gökalp ile aralarında geçen meşhur diyalog buna iyi bir örnektir. Gökalp, bir sohbetlerinde, Yahya Kemal’in maziden kopamamasını şiirle eleştirir. Gökalp, Yahya Kemal’e, yarı şaka olarak:"Harâbîsin, harâbâtî değilsin. Gözün mâzide, âti değilsin." der. Yahya Kemal ise cevaben ve irticalen şöyle mukabelede bulunur: "Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim. Kökü mâzide olan âtiyim." Yahya Kemal, “Aziz İstanbul” dediği bu şehrin bütün semtlerini, sokaklarını arşınlar. Yazılarıyla her muhitini adeta resmeder. Ona göre hepsinin meziyetleri, hususiyetleri farklıdır. Zaman zaman bu kutlu beldenin semtlerini birbiriyle kıyaslar. Ancak bu diğerini kötülemek değil, durum tespiti içindir. “Bir Başka Tepeden” isimli meşhur şiiri meramımızı özetler mahiyettedir:“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! / Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. / Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! / Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer...” BİR RÜYADA GÖRDÜĞÜMÜZ EYÜB

“Ruhanî Eyüb” dediği Eyüp Sultan semti, onun nazarında bambaşka bir âlemdir. “Bir rüyada gördüğümüz Eyüb” isimli müstakil makalesi, semte dair en bilinen yazıdır. Bunun dışında da Eyüpsultan’ın zikredildiği yazı ve şiirlerine rastlıyoruz. Yahya Kemal’in farklı zaman ve mecralarda yayımlanmış yazıları Aziz İstanbul ismi ile il defa 1964 yılında, İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından yayımlanmıştı. Elimizdeki eser, 2014 yılı baskısıdır. Biz bu yazımızda adı geçen eserden hareketle Yahya Kemal’in Eyüp Sultan’ını ve İstanbul’un imarını konu alan bazı düşüncelerini kısaca irdelemeye çalışacağız. Zira Yahya Kemal, Aziz İstanbul’da milletimizin bu kadim şehri, hangi usul ve ruh dinamikleriyle inşa/imar ettiğini teferruatlı bir şekilde anlatır. Üstad, Fethin mukadder olmasında Eyüp Sultan Hazretlerinin manevi himmetinin sayı//52// aralık 82


bulunduğuna ve bu zaferin adımının ta o günlerde atıldığına inanır. El Hak böyledir, bizde böyle inanıyoruz. O, Eyüp Sultan’ı şöyle tarif eder:"Eyüp, bir sütçü köyü iken, fethin ruhanî hatıralarının etrafında, millî mimarînin bütün güzellikleriyle bezenmiş, zamanla genişledikçe genişlemiş, ölümü güzel gösteren nazirsiz bir ölüm şehri mertebesine ermiştir..." "Fatih'in ilk temelini attığı yapılar Eyüb Sultan Türbesi (1453) ve Camii (1458) oldu. Bütün Türkiye'de, belki bütün dünyada en uhrevî şehir olan Eyüb'ün başlangıcı budur. Orada ölümü güzelleştiren hava Türkiye Türklerinin verdiği bir havadır…" Eyüp Sultan Camii, III. Selim (1800), Türbesi ise II. Mahmud (1819) döneminde bugünkü görünümüne kavuşmuştur. Başka bir bölümde:“Ölümü manevi bir istirahat gibi gösteren mezarlıklar şehrinin güzelliği haricinde Eyüb, asırlarca bir irfan kaynağı oldu. Musiki, yazı sanatı, tasavvuf Eyüb’te…” der. Gerçektende Eyüp Sultan, tarihte olduğu gibi işlevsel olmasa da günümüze kadar ulaşmayı başaran çeşmeleri, tekkeleri, mektepleri, medreseleri, türbeleri ve benzeri kültür mirasıyla adeta bir müzeyi hatırlatır. Fatih Sultan Mehmed Han, Anadolu’dan getirdiği Müslümanlarla bu uhrevî semti adeta Medine-i Münevvere’ye kardeş şehir yaptı. Bu yeni oluşumda Eyüp Sultan’ın kabrini manevi keşif yoluyla tespit eden Akşemseddin hazretlerinin de özel gayreti ve himmetleri vardır. Ahde vefanın, kadirşinaslığın, misafirperverliğin gereği de bu değil midir? Üstad, bir iftar programında dostlarıyla Eyüp Sultan’ın ruhani ikliminde iftar yaptığını, sokaklarını köşe bucak dolaştığı, türbeleri vecdle ziyaret ettiğini ve bu uhrevi geceyi hayatı boyunca unutamayacağını da zikreder. Yahya Kemal’in İstanbul’unda, mezar taşlarının apayrı bir yeri vardır. Özellikle Eyüp Sultan’da, adeta mezar taşlarıyla konuşur:"Bütün o kabirlerin aralarından geçtiğim bir gün sahâbî Halid’in yanında fetih askerlerinden birinin burma kavuklu taşına vecidle uzun uzun baktım; tiryaki bir ocak ihtiyarın vücûdunu haber veren o metin taş, ölümün ortasında kavuğu yıkmış, hâlâ fetih rü’yâsını görüyor gibi dalgın duruyordu. Zâten Eyüb, o rü’yânın toprakta mücessem bir devamı değil mi?.." Zannediyorum 2008 senesi idi. Türkiye Yazarlar Birliğinde, Yahya Kemal’i anma toplantısı düzenlenmişti. Kazım Yetiş Hocamız, Yahya Kemal’in mezar taşlarıyla ilgili şu veciz ifadesini

paylaşmıştı:”Hiçbir şiir bir mezar taşı kadar milli olamaz. Çünkü onda el emeği, göz nuru, sanat vardır ve onlar, bize bizi anlatır.” Daha sonraları bu ifadeyi yazılarımda severek kullandım. Bazıları ise bu ifadeyi biraz abartılı bulmuştu! Yahya Kemal’in mezar taşlarımızla ilgili benzer daha pek çok ifadesi vardır. İşte bunlardan bir tanesi:“Eyüb'de türbeye yakın bir mezar taşı vardır. Üstündeki burma sarıktan hemen anlaşılır ki altında İstanbul'a Fatih'le beraber gelmiş olan Türklerden biri yatıyor; bugün yaşayan en millî şâirimizde bu taşta hissedilen Türk ruhu yoktur diyebilirim. Bu taş, fetih devrinin keyifli askeri gibi, önümde kavuğu yıkmış duruyordu; etrafındaki toprağa bir vatan rengi veriyordu…” Sadece bu ifade bile ecdat yadigârı mezar taşlarımızın hakkını teslim etmek ve onlara tekrar yüzümüzü çevirmek için yeterli bir sebeptir diye düşünüyoruz. Sadettin Ökten, bu minvalde, Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı isimli eserinde şu tespiti yapar:"Modernitenin yalın, rasyonel ve ne dediği açıkça anlaşılan şehirlerinin karşısında 83


veya yanında İstanbul hâlâ bir remizler şehri olmak niteliğini sürdürmektedir. (…) Efsunlu bir şehirde maverâî âlemden gelen esintiler, şehirde maddî düzleme intikal eder ve o maddî varlıkların arkasında maverâî âlemin haberi duyulur. Kitleler o maddî vakıa üzerinden yola çıkarak maverâî habere doğru yol alırlar..." RUHU OLAN MİMARİ

Kadim medeniyetimizde hayat bir cami etrafında oluşan külliye ile şekillenir. Bu, bir birbiriyle organik, manevi bağı olan bir bütündür. Parçalardan birisini ihmal ettiğinizde, günümüzde olduğu gibi sistem dumura uğrar, felç olur. Zira külliyenin şehre değer katan, anlamlı kılan çeşme, hamam, aşhane, tabhâne, dârüşşifa gibi unsurları milletimizin dünyaya bakışını ve insana verdiği değeri açıklar mahiyettedir. Üstad, bunu şöyle resmeder: "O camii vakfedenin devrini gösterir bir manzumeydi; camiin yanında medrese, imaret, tâbhâne, hamam, mektep, muvakkithane, camiin mihrap tarafında vakfedenin türbesi, akrabasının ve yakınlarının gömüldüğü mezarlık... Hâsılı bütün şekliyle, vakfedenin adını taşıyan ve devrini temsil eden bir levhaydı..." Yunus Emre Tozal, bu bağlamda şu tespiti yapar:“Şehir, mekân ile onu şekillendiren insan arasındaki karşılıklı özne-nesne ilişkisinden doğacak medeniyet ile özgünlüğünü yakalar. İstanbul da tarih boyunca yaşadığı toplulukların medeniyetleriyle Fatih zamanına kadar gelmiş, Fatih’le birlikte şehir nesne konumundan özne konumuna geçerek âdeta çağ atlamıştır.” İşte bizim göz ardı ettiğimiz temel nokta budur. Şehir de bizim gibi yaşayan, canlı sayı//52// aralık 84

bir organizmadır. Keyfe keder ameliyata alamazsınız, hayatına kastedecek müdahalelerde bulunamazsınız!..Yahya Kemal’e göre bizim mimarimiz sadece taş ve mermer yığınından ibaret değildir. Ruhu olan bir mimaridir, medeniyettir. Kırk hafızın beş asırdan beridir hatim indirdiği Hırka-i Saadet dairesi ve Ayasofya’dan şöyle söz eder:”Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fatih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim'in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur'ân ki hâlâ okunuyor!” Üstad, başka bir bölümde mekânın ruhunu başka bir açıdan okuyor ve yorumluyor. Bu aynı zamanda top yekün bir milletin, devletin, adeta bir medeniyetin yorumudur:"Revan Köşkü'nde gezerken kulağıma derinden bir Kur'an sesi geldi. Birdenbire İslâm mimarîsini tam mânâsıyla gördüm. Çünkü İslâm mimarîsinin içine bir ruh gibi muhakkak rahle başında bir Kur'an sesi lâzım. O ses olmadığı zaman bu mimarî kuru bir şekilde görünüyor..." TOPRAĞI OKUMAK

Yahya Kemal, İstanbul’u mütemadiyen gezer. Onu bazen Yedikule’den Ayvansaray’a uzanan sur kalıntıları yanında bir taşın üzerinde oturmuş, tarih muhasebesi yaparken bulursunuz. Bazen de Kâğıthane derelerinde vaktiyle şırıl şırıl akan şelalelerin sesini dinlerken. Burma sarıklı bir mezar taşıyla konuşurken veya bir türbenin penceresinde fetih rüyasını seyrederken de görebilirsiniz. Adeta medeniyeti dinliyor, maziden atiye köprü kurmak için. Bu minvalde çağdaşlarını eleştirir ve işin özüne inmelerini tavsiye eder. Şüphesiz bu çağını aşan bir mesaj ve okuma yöntemidir. Şöyle diyor üstad:”Yeni şâirler, yeni


nâsirler, yeni ressamlar hep bu meyildedirler; hepsi de millî ruhu ya bugünkü neslin sağlam insanlarında yahut da eski kitapların sahifelerinde aramayı düşünüyorlar. Acaba bir defa gözleri önünde duran toprağa baktılar mı?” Yahya Kemal, 1935 yılında, İstanbul Valisi'nin başkanlık yaptığı bir toplantıda, şehrin imarıyla ilgili düşüncelerini açıklıyor:“İstanbul'un imarı mevzû-i bahis olurken daima üç bahis serdedilir: Biri transit, ikincisi sınaî bir şehir, üçüncüsü de turist şehri olmasına dairdir.”

yıkılmadan muhafaza edilmesinden yanadır. Herhangi bir düzenleme, ekleme-çıkarma yapmadan, takviye ile aynen ihya etmek! Günümüzde Mezar taşlarının, tarihi binaların tazyikli kum ve su ile ağartılmasını, tarihten arındırılmasını gördükçe aradan bunca zaman geçmesine rağmen maalesef zihniyetimizde pek bir şeyin değişmediğini üzülerek müşahede ediyoruz. Bunlar incelikli konulardır. En azından Zürcher’in yetkinliğe ve olgunluğa ulaşmamız gerekmez mi?!

Yahya Kemal’in reyi turizm şehri İstanbul yönündedir. Ancak bu günümüz yeme, içme, eğence odaklı turizm anlayışından çok farklı bir turizm anlayışıdır. Bir bakıma, kültür, sanat, medeniyet turizmi denilebilir. Gerçektende kadim şehrin böyle bir kapasitesi, dinamiği dünde bugünde vardır. Kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Elverir ki var olan bu potansiyel harekete geçirilebilsin! İlginçtir bu fikri savunan namuslu bazı batılılarda vardır. Zira daha bir iki asır evvel Avrupa’da şehirler beynelmilel eller tarafından hunharca enkaza çevrilmemiş miydi?! İstanbul şehrinin imarı bağlamında Ergötz, bakın ne diyor: “

ŞEHİR HALKININ İMAR KUDRETİ

Bir şehrin inkişafı yalnız ecnebi mütehassısların eline bırakılamaz… Türk şehirci mütehassıslar tarafından başarılabilir…” Bizim milletimiz, eskiye dair ne varsa, derleyip, toparlayıp, yaşatmak yerine, yıkmak, dümdüz etmek eğiliminde. Son birkaç asırdan beridir bu böyle. Düzlediğimiz alanı, alelade bir park, veya alışveriş merkezi yapmak daha cazip geliyor bize. Biz derken üstadın tabiriyle “ekmek peynirle geçinen” halktan bahsetmiyoruz elbette. Karar verici mekanizmaları işgal eden, kendi öz kültüründen medeniyetinden ayrı dünyalarda yaşayan kesimden bahsediyoruz. Bir tarafta eğerlerinin farkında olmadan hayatını sürdürmeye çalışan çoğunluk, diğer tarafta her türlü zenginlikten istifade edip gereğini yerine getirmeyen miras yedi azınlık! Oysa yukarıda da zikrettiğimiz üzere mesleki ahlakı bulunan, şehir sevdalısı ecnebiler dahi şehrin ruhunun okunmasından ve korunmasından yanadır. Bu minvalde Yahya Kemal savaş yıllarında ülkemize gelen ve hükümetçe Rumeli hisarının ihyası için görevlendirilen Mimar Zürcher’den bahseder. Zürcher, tarihi eserlerden bir parça koparılması şöyle dursun, vaktiyle mekânın girişinin bir yerine iliştirilmiş bekçi kulübesinin dahi

Yahya Kemal, geçtiğimiz asrın başlarında medeniyetimize dair izlerin hoyratça silinmesini, Prens Sabahattin’den ödünç aldığı, “sınaat-ı cesime” ve “ticaret-i şedide” kavramlarıyla yani büyük sanayi ve acımasız ticari anlayışa dayalı şehircilik yaklaşımıyla açıklar. Tablo şimdi daha da vahim değil mi?. Şedid, şeddeli oldu!.. Üstadın tabiriyle “kör kazmayı” eline alan medeniyetimize dair izleri, ‘yenisini yaparız’ diyerek bir bir yok etmiyor mu?! Yahya Kemal, şehrin imarıyla ilgili düşüncelerini açıklarken bir hususun altını özellikle çizer: "şehir halkının imar kudreti" Üstad, son kerte de diyor ki:"İstanbul'un imarını yapacak olan, bizzat İstanbullunun kendisidir. Bu bir planda vücuda gelecektir. Bir defa bunu düşünmek lazımdır." Evet, ev sahibinin müdahil olmadığı her eylem akim kalmaya, sorunlu olmaya devam edecektir. Bugün de yarında!.. KAYNAKÇA

1-Yahya Kemal Beyatlı, Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2014. 2- Beyatlı, a.g.e., s.37. 3- Beyatlı, a.g.e., s.39. 4- Beyatlı, a.g.e., s.6. 5- Beyatlı, a.g.e., s.110. 6- Beyatlı, a.g.e., s.121. 7- Sadettin Ökten, Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı, Ötüken, İstanbul, 2015. 8- Beyatlı, a.g.e., s.38. 9-Yunus Emre Tozal, “Kentsel Dönüşüm Yahya Kemal'in ‘Aziz İstanbul’unu imar edebilir mi?”, Hendese Dergisi, sayı:3 10- Beyatlı, a.g.e., s.100. 11-Beyatlı, a.g.e., s.96. 12- Beyatlı, a.g.e., s.122. 13- Beyatlı, a.g.e., s.147.

14- Beyatlı, a.g.e., s.149. 15-Beyatlı, a.g.e., s.119. 16-Beyatlı, a.g.e., s.156.

85


ŞEHİR, DİL VE ZAMAN EKSENİNDE

VAROLUŞ MACERASI

Evet, hepimiz dünyaya gelirken sembollerle dolu bir evrenin içine geldik. Yaşadığımız coğrafya ve şehirler, bize bu sembolleri birer zırh gibi giydirdi. Hepimiz bir dil zırhı içinde doğduk. Somut ve soyut kavramlarla dolu bir dünya etrafımızı kuşattı. Mehmet BAŞ

nsan idrak eden bir varlıktır. Bu idrak kişinin akli ve kalbi kapasitesi ile sınırlıdır. Her insan yaşadığı hayatı anlamlandırmak ve anlamlı kılmak ister. Bu anlam kaygısı çoğu zaman bir anlamsızlığa dönüşür. Geçmişten bu zamana kadar bütün düşünce serüvenlerinin felsefelerin ve dinlerin temelinde bu anlam arayışı vardır. İnsanın ölümlü bir varlık olması ve hayatın geçiciliği insanı kalıcı bir zaman ve zemini aramaya sevk etmiştir. Bundan dolayı kurguladığı anlama dair düşünsel yapıları çeşitli kavramların etrafında oluşturmuştur.Etrafımızda olup bitenler bizi derin bir merak duygusunun içine çeker. Merak kelimesi karnın ve kulağın yumuşak kısmı anlamına gelen Arapça kökenli bir kelimedir. Sözcük “rakka “ "inceldi, incelik ve duyarlık gösterdi" fiilinin masdarıdır. Kara sevda, melankoli, cinnet, arzu, heves, iptila, kaygı gibi anlamlarla yüklü olan kelime genel anlamda bir şeyi bilme ve öğrenme isteğini karşılar. İnsan merak ederek başladığı ilim yolculuğunda karşılaştığı meseleleri sayılar ve harflere bürünmüş anlam örgüleri ile yorumlar. Bu noktada dil insanın varoluş macerasının en önemli saç ayağı olarak karşımıza çıkar.

sayı//52// aralık 86

Dilin bu durumu ile ilgili olarak bir filozof “ dil varlığın evidir” cümlesini kullanmıştır. Bu evin kaplumbağanın kabuğu gibi daima sırtımızda taşınan bir ev olduğunu ve her nereye gidersek bizimle birlikte geldiğini söyleyebiliriz. Peki, insan dilin dışına çıkarak yeni bir “mana”nın atmosferine girebilir mi. Bu noktada, mevcut dilin dışına çıkarak yeni bir anlam evreni geliştirmek esasında yeni bir dil inşa etmek olacağı için dilin dışından söz etmek mümkün görünmemektedir. Sözlü ve sözsüz iletişim kanalları, sembollerin elbiselerine bürünerek gelen anlamı çoğu zaman değiştirerek ve dönüştürerek taşır. Bu durum anlam kaymalarına ve iletişim süreçlerinin sekteye uğramasına yol açar. Bunun engellenmesi için üst bir dilin kurgulanması ihtiyacı her zaman gündeme gelmiştir. Bir üst dile olan ihtiyaçtan dolayı güzel sanatlar gelişmiştir. Resim ve müzik gibi sanatların arka planında bir üst dile olan ihtiyaç vardır. Bir sembolün iyi güzel ve doğru olanı aynı anlam bulutu içinde taşıması çoğu zaman sanatla mümkün olabilmektedir. Vicdan merhamet ve adalet duygularını barındıran dil ise inancın dilidir. Bu dilin kaynağını vahye dayanır. Bu dil ontolojik çıkmazlara sürüklenen insanı toparlar ve yeniden formatlar. Bu dil kurgusal bir dil değildir ve fıtridir. Din dilinin karşısında oluşturulan diller daha çok ideolojilerin kendine dinsel bir hava katmasıyla sonuçlanır. Din diline göre dilin ve hikmetin kaynağı yaratılıştan gelmektedir ve her insan doğuştan bu kavram haritasına sahip olarak doğmuştur. Evet, hepimiz dünyaya gelirken sembollerle dolu bir evrenin içine geldik. Yaşadığımız coğrafya ve şehirler, bize bu sembolleri birer zırh gibi giydirdi. Hepimiz bir dil zırhı içinde doğduk. Somut ve soyut kavramlarla dolu bir dünya etrafımızı kuşattı. Bu durumun artı ve eksileri olduğunu söyleyebiliriz. Artısı, kişi mevcut dil ve kültür mirasının varisi olduğu için zengindir ve tecrübe etmeden birçok şeye sahip olur, eksisi ise merak ve hayret etme yetisi köreleceği için alışkanlıkların sarmalını kıramaz ve yeni bir bakış açısı geliştiremez. Bu noktada merak ve hayret duygusunu kaybetmiş kişiler cehaletin okyanusunda boğulmaya mahkûmdur. Kendilerine verilmiş olan hazır şemaların dışına çıkmadan düşünsel ve ruhsal anlamda iğdiş edilerek kısacık hayatlarını tamamlar ve zamanın çöplüğüne atılmaktan kurtulamazlar. Düşünce mekanizmalarının hazır dilsel kalıplardan kopamaması ise ayrı bir sorun


olarak karşımıza çıkmaktadır. Sırf var olan semboller ve paradigmalar yüzünden yeni düşünceler kurgulamaya cesaret edilememektedir. Bilhassa insani bilimlerde bu sorun gittikçe derinleşmektedir. Yaşanılan şu postmodernite sürecinde ise ısrarla eşyanın kutsanması insanı kendi ürettiği nesnelerin bir kölesi kılmaktadır. Reklamların ve propagandaların ezici tavırları ruhları sindirirken insanı kendi inşa ettiği bir evrende gittikçe yabancılaştırmaktadır. İnsanın anlam arayışında elimizde ki en büyük malzeme dil ve tarihtir. Kişi tarihin kanatları ile dilin vadilerinde dolaşarak varlığı temaşa edebilir. Tarihten kopuk bir dil insanı sadece şimdiki zamanın varlığı kılar. Bundan dolayı tarihten ve insandan kopuk olarak inşa edilen diller ve jakoben tavırlarla kurgulanan semboller kalıcı olmayacaktır. Zaman kelimesi ise “süre, vakit” anlamına gelir. Bu kelimenin kuşatıcılığında insan kendi varlığını anlamlandırmaya çalışır. Zaman geçmiş ve gelecek arasına konulmuş ve durmadan geçilen bir köprü gibidir. Esasında bu geçişin kendisi zaman diye anılabilir. Bu noktada zaman kişiden kişiye değişebilen bir yapı arz eder. Kimi bu köprüden hızlı geçerken kimi çok yavaş geçebilir. Çok hızlı geçenlerin hissettikleri zaman saniyeye karşılık gelirken yavaş geçenlerinki dakikalarla anılabilir. Bu durum zamanın göreceli bir kavram olduğunu göstermektedir. İnsanın yaşam süresi yaşadığı yıllarla değil hislerinin yoğunluğu ile ölçülmelidir. Esasında insan hissettiği kadar yaşar. Bazı noktalarda zaman bir oluş ve hareket içinde algılanabilir. Hareketin olmadığı yerde zamanın geçme hızı tespit edilemez. Ayın ve güneşin hareketleri, dünyanın dönüşü bir hareket içerdiği için insanlar zaman kavramını bu hareketlere göre ölçmeye çalışmışlardır. Bir hayatiyet belirtisinin olmadığı yerde zamanı algılamak ölülerin nefes almasını beklemek gibidir. Zamanın mekâna göre bir renk ve şekil aldığını söyleyebiliriz. Bazı mekânlarda durgun bir zaman göze çarparken bazı mekânlarda daha hareketli bir zaman göze çarpmaktadır. İnsanın yaşadığı yer ile hissettiği zaman arasında derin bir bağ vardır. Anadolu’nun bir kasabasında yaşayan insan ile İstanbul’un hareketli bir semtinde yaşayan insanın saati aynı hızda ilerlemez. Anadolu’da zaman dingin ve yavaş ilerlerken İstanbul’da dörtnala koşan bir at gibi geçer. Şimdiki zamanın sürekliliği içinde insanlar hadiseleri anlamlı kılmak için geçmiş ve

gelecek zamanı birer hayali koşul olarak ortaya sürmüşlerdir. Geçmiş zaman yaşanmış bitmiş ve bir daha geriye dönülmesi mümkün olmayan zamandır. Gelecek zaman ise henüz gelmemiş ve geleceği meçhul olan zamandır. Bu noktada zaman sadece şimdiki zamandan ibarettir. Şimdiki zaman ise sadece bir andan başka bir şey değildir. İnsanın sonradan meydana gelen bir varlık olması onun belli bir zaman içinde var olmasını gerektirmiştir. İnsan esasında bir varlık tasarımı olarak yaratıcının külli iradesinde ezelden beri varlığını sürdürmektedir. Tüm zamanların ve mekânların yaratıcısı olan Allah dilediği an dilediği her şeyi yoktan var edebilir. Tüm boyutları ile zamanda onun yaratılış tezgâhından çıkmıştır. İnsan varlığını biyolojik bir çerçevenin içine sığdırmak ve bir zaman dâhiline indirgemek insanın varoluşuna karşı manevi bir suikasttır. Zaman mahlûkunun içinde hüküm sahibi olanın asra yemin ettiği gibi bir hüsrana bürünürken zamanın kandan çerçevelerle çizdiği bir hayatı yaşamaya devam ediyoruz. Bir çölün kumları sayısınca kederle ruhumuzu beden denen kafesin içinde avuturken başucumuzda “her nefis ölümü tadıcıdır” ayeti durmakta. İnsan varlığını zaman yağmurunda hayat şemsiyesini açarak ebedi kılmaya çalışırken diğer tarafta kırılmış mezar taşları duruyor. Ömür bir akşam güneşi gibi yavaş yavaş batarken geriye solmuş resimler ve süpürülmüş takvimler kalıyor. Dil, mekân ve zaman çerçevelerinden insanın anlam arayışı ile ilgili bir girizgâh yapmaya çalıştık. Fakat bu meseleyi ele almak için daha geniş bir kavram haritasına ve daha derinlikli bir dile ihtiyaç vardır. Mevcut kütüphaneleri dolduran kitapların hepsi bu arayışın yazıya dökülmüş halidir. Hayata dair sözlü ve sözsüz bütün izler işaretler ve imajlar bu anlam arayışının bir yansımasıdır. Göreceli ve öznel bir bakış açısı ile herkes kendine ait bir anlam örgüsü geliştirebilir. Bu noktada objektiflik iddiası sadece bir iddia olmaktan öteye gitmez. Bizde bu konuya eğilirken öznel bir bakış geliştirmeye çalıştık. Anlam arayışına dair bir meselede nesnellik iddiasının riyakârlık olacağını düşünüyorum. Allah cümlemize idrak eden bir beyin hisseden bir kalp versin. Bizi kendi kurguladığımız tasarımların kölesi olmaktan kurtarsın ve Hz. Ali’nin “ilim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı” sözüyle bahsettiği o hakikat noktasına eriştirsin. 87


ŞEHİRLERİN ANASI MEKKE-İ MÜKERREME -dört-

Mekke ve Medine olmak üzere civarında Osmanlının tamir ettirdiği ve bizzat Osmanlı tarafından yapılan eserleri bir hayli fazladır. Bunların çok azı günümüze kadar gelebilmiştir...! Münir BALICA

ekke’nin doğusunda yer alan Handeme dağ silsilesinden Ebu Kubeys ve Ecyad dağları tarihe tanıklık etmektedirler. Ebu Kubeys’in eteklerindeki yapılar bu gün devlet konuk evleri olarak kullanılmaktadır. Ebu Kubeys’in devamının biraz ilersinde Kral Abdülaziz tarafından yaptırılan Kütüphanenin binasının hemen yanında kubbeli bir mescit bulunmaktadır. Çünkü bu mescidin olduğu yerde bulunan mekan, kainatın doğumu ile şereflendirdiği, Hz. Amine’nin Peygamber Efendimizi (s.a.s ) dünyaya getirdiği ve yer yüzünün Nurlar ile donandığı muhteşem mekan olmakla beraber Peygamber Efendimiz (s.a.s ) akrabalarının bulunduğu “ Beni Haşim “ mahallesindeki inanan insanlar bulunuyordu.. Sahabe dönemi, Emevi, Abbasi, Memlüklü ve Osmanlı’ya kadar bir çok medeniyetin Haremeyn’e hizmet delillerinin gözüktüğü, kitabeler, tarihi objeler ve nice tarih yadigarı eserler ile tanışmanın sağlandığı Mekke Müzesi, Kabe örtüsünün dokunduğu binanın hemen yanında bulunmaktadır... Mekke şehrini çeviren dağlardan baktığınızda, güzellik baktığımız yerde değil, güzel olan gönül gözüyle baktığımızda dağ silsilelerin ortasında Kabe’nin bir ateş parçası olarak yüreğimizi yaktığını görürüz. Kabe manzarasına kalp gözüyle bakıldığında, her dağ namaz kılacak insan görüntüsünde görülmektedir. Tüm dağların hepsi dikine Kabe’ye doğru bakmaktadırlar...! Murakabe binasının üzerinde bulunduğu tepenin eteklerinde beyaz bir camii bulunmaktadır. Kubbeli yapısı ile dikkat eden bu cami İslam’ın zuhurundan önce Peygamber Efendimiz (s.a.s ) artık Mekke’de duramıyordu. Yalnız kalabileceği yerler arar, sık bir şekilde Nur dağına çıkarak, Hira mağarasına çekiliyordu. Son zamanlarda uzun kalışlarında Hz. Hatice, Peygamber Efendimiz (s.a.s ) için hazırladığı yiyecek torbasını vermek için getirdiğinde Efendimiz (s.a.s) de dağdan aşağıya inerek buluştukları mekan olan beyaz cami’ye “ İcabe Mescidi “ denilmektedir. Bu insanların şereflendirdiği mekanda yapılan dualara “ İcabet” edileceği düşünüldüğü için buraya “ İcabe Mescidi” denilmiştir. Bu gün

sayı//52// aralık 88


yenilenmiş şekliyle tek kubbeli bir yapı olup, üzerinde 3 adet kitabe bulunmaktadır. İlki Emevilere, diğeri Osmanlı Padişahı 1. Ahmet ait olmakla, sonuncusu da günümüzde idare tarafından konmuştur....! Hira Nur dağı, sarp kayalık bir dağ. Üst kısmı oldukça sivri. Peygamber Efendimiz (s.a.s ) şereflendirdiği mübarek mağara da tam dağın zirvesinde bulunan noktada. Mekke’nin buradan çok güzel görünmesi ile şehre hakimiyeti görülmektedir. Mağara dendiğinde insanların aklına büyük dehlizler gelmektedir. Aksine burası 3-4 kayanın baş başa Allah’ı zikrettiği minik bir korunaktır...! Mescidi İcabe’ye hayli yakın, Mekke Belediyesi binasının karşısında beyaz, küçük ve şirin bir yapı dikkati çekmektedir. Burası bir su yapısıdır. Bir kuyu ve yan haznesi bulunmaktadır. Kuyunun adı Tuva, Arapça adıyla” Bi’r-i Tuva denmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.s ) Miladi 630 yılında Mekke’nin fethi için yola çıktığında Mekke’ye girmeden önce 2 gününü “ Cumuh” denilen bu yerde geçirmiş, bu kuyunun başında istirahat ederek buraları nuru ile şereflendirmiştir. Bahsi geçen Bi’r-i Tuva’nın hemen önünde uzanan caddenin adı, Fetih caddesi, yani Mekke’nin fethinde Peygamber Efendimiz (s.a.s ) üzerinde ilerlediği meşhur yoldur. Mekke ve Medine olmak üzere civarında Osmanlının tamir ettirdiği ve bizzat Osmanlı tarafından yapılan eserleri bir hayli fazladır. Bunların çok azı günümüze kadar gelebilmiştir...! Mescid-i İcabe’nin hemen arkasında bulunan son Osmanlı Valisi Osman Nuri Paşa’nın kaldığı hükümet konağı cumbaları, kepenkli pencereleri ile ve orijinal mimarisi ile zamana karşı ayakta kalmayı başarmıştır. Bu yapıyı ve diğerlerindeki ruh inceliğini inceleyen sanat tarihi bilim adamları, Osmanlının buralara hükmetmek ve yönetmek için değil, hadimlik için geldiklerini ifade etmektedirler. Tepedeki en yetkili kişi olan Vali olmak üzere hepsi “Hadimü‘l- Haremeyn olmayı kendilerine en büyük şeref ve paye sayıyorlardı. Bu gün Topkapı Saray’ının Hazine-i Amire bölümünde sergilenen padişah sorguçları bile bu anlayışın en güzel örneklerindendir. Dikkatle bakıldığında bu sorguçların

üzerinde bir takım tüyler göze çarpmaktadır. Bunun açıklaması izahı, Mekke ve Medine’ deki mukaddes mabetlerde yapılan temizlik işlerinde Tavus kuşu tüyünden yapılan süpürgeler kullanılıyordu. Bu süpürgelerden birkaç telek İstanbul’ a gönderilir ve padişahlar bu tüyleri sorguçlarına takarak “ bizler senin evinin hadimleriyiz ya Rabbi! “ der ve öyle dolaşırlarmış...! Osmanlının buralarda yaptırdığı sebillerin sayısı önemli bir sayı olsa da, günümüzde ayakta kalanları arasında Vali konağının tam karşısında bulunan sebil, insanlara devamlı olarak göz kırpmakta, her ne kadar suyu akmasa da, günümüze gelene kadar geçirmiş restorasyonlar sonucunda sağlam ve görenleri etkileyici bir şekilde zamanın akışında hayatına devam etmektedir. Sebilin az ilersinde bir başka Osmanlı yapısı “Seyyid” konakları bulunmaktadır. Mescid-i Haram’ın hemen yanındaki 4 kubbeli Kanuni Süleyman’ın yaptırdığı Süleymaniye Medreseleri, II. Mahmud’un hanımı Bezmialem Valide yaptırdığı Guraba Hastaneleri, Sultan II. Abdülhamid Han tarafından Mekke’de yaptırılan ve mimarı güzelliği bu gün halen devam eden Kız mektebi, Osmanlının son çırpınışlarında bile Mekke ve Medine’ye olan insan üstü ilgilerinin en güzel örnekleridir.. Mekke Belediye binasının ile Kral Abdülaziz’in Mescid’i arasında bulunan, bu iki yapı arasına “ Hayrü Beni Kinane” denmektedir. Mekkeli müşrikler Müslümanlara uygulanacak 3 senelik boykot kararını burada aldılar. Bu boykotu acımazsızca uygulamaları sonucunda buradaki insanlar çok zor günler geçirdiler. Bu günlere ait bir anısını Sa’d bin Ebi Vakkas şöyle anlatıyordu ; “ Günlerdir ağzıma bir şey koymamıştım, yerde bir deri parçası buldum. Onu temizledikten sonra ağzımda emdim ve bu bana üç gün yetecek gıda oldu “ Bu boykot günleri Peygamber Efendimiz (s.a.s ) en büyük manevi desteklilerinden olan hanımı Hz. Hatice ve öksüz ve yetim kaldığında çocukluk günleri dahil olmak üzere, onu (s.a.s ) her türlü tehlikeden koruyan ve korumaya çalışan amcası Ebu Talip’i kaybetti....! Şehirlerin anası kutsal beldeyi anlatmaya devam edeceğim… 89


611 yılının İstanbul’u. Osmanlı’nın -küçük çalkantılar yaşasa da- gücünün yerinde olduğu yıllar. Dünya; Osmanlı’nın varlığını ve gücünü kabul etmeye devam ediyor. Savaşlar, mücadeleler sürerken ülkenin kültür sanatla olan bağları da tüm etkisiyle yerli yerinde.

ŞEHİRLERİ TANIMAK İÇİN,

EVLİYA ÇELEBİ’YE

YOLDAŞ OLMAK..

Ülkeler arası mektuplaşmalar vasıtasıyla ya da savaşa katılmak için gittiği ülkelerde de seyyahlık görevinden hiç taviz vermeyen Çelebi, Melek Ahmet Paşa’nın maiyetinde uzun süre bulunarak birçok devlet adamıyla da tanışmıştır. Mustafa UÇURUM

Unkapanı’nda dünyaya gelen Evliya Çelebi Bin Derviş Mehmed Zillî, varlıklı bir ailenin çocuğu olmasından dolayı iyi bir eğitim almış, saray ve çevresinde bulunmuş, devletin birçok kademesinde bulunmuş, asıl ününü yaptığı seyahatlerden kazanmış bir seyyahtır. Döneminin padişahıyla da arası iyi olan Evliya Çelebi bazen kendisine verilen görevlerle, bazen seyahat amacıyla Anadolu’dan başlayıp dünyanın dört bir yanını gezmiş ve gezdiği yerlerle ilgili izlenimlerini yazarak dünyanın en önemli ve kapsamlı seyahatnamelerinden olan 10 ciltlik seyahatnamesini vücuda getirmiştir. Ülkeler arası mektuplaşmalar vasıtasıyla ya da savaşa katılmak için gittiği ülkelerde de seyyahlık görevinden hiç taviz vermeyen Çelebi, Melek Ahmet Paşa’nın maiyetinde uzun süre bulunarak birçok devlet adamıyla da tanışmıştır. Bu tanışmalar Çelebi’nin yolunu ve ufkunu açmış, birçok ülkeye yaptığı seyahatlerde Osmanlı’nın şanına yakışır bir üslupla ağırlanmıştır. Peki, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini diğer seyahat kitaplarından ayıran en önemli özelik nedir dersek en dikkat çekici nokta olarak onun kendine has abartılı ve nükteli üslubunu gösterebiliriz. Tarihi gerçekliklerden bahsederken, aynı zamanda olayları anlatırken kullandığı abartılı üslûp onun eserini daha okunur ve çekici kılmıştır.

İnfografik: Erol POLAT

Örneğin; Hazerfen Ahmet Çelebi’den bahseden tek kaynak Seyahatname’dir. Bu tarz kendine has özellikleri olan bir eser ortaya koymuştur Evliya Çelebi. “Evvela Okmeydanı’nın minberi üzerinde, rüzgârın şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada uçarak talim etmiştir. Sonra Sultan Murad Han Sarayburnu’nda Sinan Paşa Köşkü’nde seyrederken, Galata Kulesi’nin taa tepesinden lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar’da Doğancılar Meydanı’na inmiştir… Sonra Murat Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: ‘Bu adam pek korkulacak adamdır. Her ne isterse,

sayı//52// aralık 90


elinden geliyor. Böyle kimselerin durması doğru değil.” diye Cezayir’e sürmüştür. Orada vefat eyledi.” İstanbul’dan başlıyor Evliya Çelebi’nin seyahati. İstanbul tarihi her şeyiyle anlatılıyor. İstanbul’un ve fetihten sonra Osmanlı Devleti’nin tarihini yazar. Devletin yapısı, sancakları, gelirleri, bütün padişahların saltanat yılları da ayrıntılı olarak yer bulur Seyahatname’de. Son olarak Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde cilt cilt nereleri ve neleri anlattığına da değinmek istiyorum. I. Cilt: İstanbul ve civarı Eserin birinci cildinde İstanbul'un târihi, kuşatmaları ve fethi, İstanbul'daki mübârek makamlar, câmiler, Sultan Süleyman Kânunnâmesi, Anadolu ve Rumeli'nin mülkî taksimâtı, çeşitli kimselerin yaptırdığı câmi, medrese, mescit, türbe, tekke, imaret, hastane, konak, kervansaray, sebilhane, hamamlar... Fatih Sultan Mehmed zamânından îtibâren yetişen vezirler, âlimler, nişancılar, İstanbul esnâfı ve sanatkârları yer almaktadır. II. Cilt: Nisan 1640'ta yaptığı Buca, Batum, Trabzon, Kafkasya, Girit seferi, 1645'te Erzurum, Azerbaycan ve Gürcistan. Osmanlı Devletinin kuruluşu, İstanbul'un fethinden önceki Osmanlı sultanları, Bursa'nın âlimleri, vezirleri ve şâirleri.

III. Cilt: Şam-Suriye, Filistin-Urmiye, Sivas, El-Cezire, Ermenistan, Rumeli (Bulgaristan ve Dobruca) IV. Cilt: İstanbul'dan Van'a kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar, Evliyâ Çelebi'nin elçi olarak İran'a gidişi, İran ve Irak hakkında bilgiler. V. Cilt: Van, Basra seyahatinin sonu, Oçakov seyahati, Rakoçzi'ye karşı sefer, Rusya seferi, Anadolu asilerine karşı hareket, Çanakkale yolu ile Bursa'ya avdet, Boğdan'a gidiş, Transilvanya seyahati, Bosna'ya gidiş, Dalmaçya seferi, Sofya'ya avdet. VI. Cilt: Transilvanya seferi, Arnavutluk'a gidiş, İstanbul'a avdet. Macar seferi, Uyvar'ın muhasarası, müellifin 40.000 Tatarla, Avusturya, Almanya, Flemenk'e ve Baltık Denizine kadar gitmesi. Uyvar'ın zaptı, Belgrad'a avdet. Hersek'e gönderilmesi, Raguza seyahati, Karadağ seferi, Kanija seferi ve Kanizsa-Hırvat memleketi.

KAYNAKÇA

• VII. Cilt: Avusturya, Kırım, Dağıstan, Deşt-i Kıpçak, Esterhan. • VIII. Cilt: Kırım, Girit, Selanik, Rumeli. • X. Cilt: Garbi Anadolu, Suriye, Mekke ve Medine seyahati. •X. Cilt: Mısır.

91


DERGİLER VE ŞAİRLER ŞEHRİ

KAHRAMANMARAŞ’TAN, BİR BAŞKALDIRI ABİDESİ;

DOLUNAY DERGİSİ

Rahmetli Şairimiz Bahaettin Karakoç iki elin parmaklarını geçmeyen bir arkadaş gurubuyla Dolunay Dergisi’ni çıkartma kararı almış ve derginin ilk sayısı Ocak 1986’da okurla buluşmuştur. Serdar YAKAR

evir, cahillerin hükümran olduğu ve okumuşlardan öç aldığı bir devirdir.”der Üstad Bahaettin Karakoç. Cahillerin hükümran olduğu bu devirin karşısına ise bilinçli bir şekilde DOLUNAY dergisini sürer. Dolunay “tefekkürün hür kalesi”dir. Üstadın kendi ifadesi ile Dolunay; “bir aşk dergahı, bir iman yoğunlaşması, bir umut ışığı, bir sevgi harmanı bir gönül havuzu, bir güzellikler kılavuzu”dur. Bu gayelerle çıkar yola. Üstad Cemil Meriç’in ifadesi ile “tefekkürün hür kaleleri” olan dergiler büyük şehirlerde dahi yaşam şansı bulamazken millî mücadelenin ilk kıvılcımını ateşleyen Kahramanmaraş’tan gür bir ses tüm bir Anadolu’yu sarsar bir anda. Şair Bahaettin Karakoç iki elin parmaklarını geçmeyen bir arkadaş gurubuyla Dolunay Dergisi’ni çıkartma kararı almış ve derginin ilk sayısı Ocak 1986’da okurla buluşmuştur. Asırlık bir ağacın kök kıvrımlarını kapağına taşıyan dergi 32 sayfadan oluşmaktadır. İlk sayıda yazıları bulunan isimler kapaktan verilirken Dolunay imzalı başyazı “Özenti Değil Özden” başlığını taşır. Kimlik’te derginin sahibi ve mesul yazı işleri müdürü olarak Bahaettin Karakoç ismi yer alır. Yine derginin kimliğinden anlaşılan odur ki kapak başlığı Ali Yurtgezen’e, kapak fotografı ise Enver Karakoç’a aittir. Dolunay imzalı başyazı yaşadığımız asrın olumsuzluklarına dikkat çeker. Kirlenen dünyanın anlatıldığı yazıda “Kısır politik çekişmeler yüzünden gönüller kirlendi” denilerek “Hava kirliliğinden kuşlar ve insanlar, gönül kirliliğinden de nice güzellikler öldü” denilir. Sonra sanat ve edebiyatın kirliliğinden dem vurularak; “Kirli bir sanat, edebiyat ve kültür ise ancak sömürge sanatı, edebiyatı ve kültürü çerçevesine sığar, millî kültür çerçevesine değil” hükmü verilir. Sonra asıl meseleye şu cümlelerle yer verilir: “Burası Kahraman Maraş... Çok çileli zamanlar yaşamış, ama yiğitliğine hiçbir zaman gölge düşürmemiş bir Anadolu kenti. Burada bizim de söylenecek sözlerimiz, sergilenecek özlerimiz var. İstiyoruz ki sesimiz, ışığımız dağları ve ufukları sıyırsın. İşte DOLUNAY bu gaye için açılan ilk bayraktır.” Bahaettin Karakoç şu bilgileri aktarır bize:

sayı//52// aralık 92


“Yıl, 1985, aylardan aralık ayı. Bir dergi çıkarmaya karar verdik. Bu dergi için bir isim düşünüldüğünde onlarca isim atıldı ortaya. Sonunda finale üç isim kaldı, üçü de beni tatmin etmedi. Çıkaracağımız derginin ismi kesinleşmeden geçici olarak ikamet ettiğimiz o mekândan ayrıldık. Ayrılırken, “Siz hiç merak etmeyin, yarın en güzel bir isimle ilgili mercilere resmen başvururum, işte o zaman öğrenirsiniz derginin ismini” dedim ve gittim. Sonunda dergimize yakışan ismi buldum ve besmele çekip, kulağına ezan okuyup ismini DOLUNAY koydum.” Üstad Bahaettin Karakoç. Said Yaylalı ismi de müstear olarak kullandığı bir diğer imzadır. Şubat 1986’da yayınlanan ikinci sayıdan itibaren başyazılarda Üstad kendi ismini kullanır. Başyazının yanı sıra bir de şiir yayınlamaktan vazgeçmez tabii ki. Ali Akbaş, Nazan Bekiroğlu, Bayram Bilge Toker, Şükrü Karaca, Kamil Aydoğan, Mehmet Önder, Mustafa Tatçı, O. Olcay Yazıcı, Şaban Abak, Ayhan İnal, Mehmet Narlı, Hasan Latif Sarıyüce, Cemal Sayan, Bahaettin Kabahasanoğlu, Cezmi Yurtsever gibi yazar ve şairlerin kimi sık sık kimi zaman zaman görünürler. Londra’dan Yusuf Mardin, Amerika’dan Talat Halman yazı ve şiir gönderirler. Arif Bilgin, Adem Konan, Avni Doğan, Celalettin Kurt, Seyit Ahmet Kutuzman ve Fatma Şengil..Bir dergi üç ay, beş ay çıkar ve kapanır» kanaatini kökünden yıkmaya kesin kararlıyız. Okuyucularımıza her şeyin en güzelini, en doğrusunu, en gerçeğini, en helâlini vermek yayın politikamızın temelini oluşturacak. Dolunay’ın 5. sayısından itibaren yarım forma daha ilave edilerek 32 sayfadan 42 sayfaya çıkılır. 24. sayı için düşük kalitede bir gazete kağıdı bulunur ve 22, 23 ve 24. sayılar birleştirilerek yayınlanır. Bu birleştirmenin gerekçesi ise “Bir Açıklama” başlığı ile ilk sayfalardan şu şekilde verilir: “Yaşadığımız genel seçim atmosferinin karaborsada bile gazete kağıdı bırakmaması onca ağır zamlara rağmen kağıt hâlâ karaborsada. Üç sayıyı mecburen birleştirerek ilk defa gecikmeli olarak çıkıyoruz….” Üstad Bahaettin Karakoç 1988 Aralığında yayınlanan 35-36. sayıların ardından uzun bir sessizlik dönemine girer. 37. sayısını Haziran

1990’da yayınlar. Üstad Bahaettin Karakoç’un Başyazı’sı “Mola Bitti, Kaldığımız Yerden Yola Yine Devam” başlığını taşır. Üstad bu yazıda verilen 1,5 yıllık molanın gerekçelerini ve yeni dönemde yapacaklarını dile getirir: Dolunay’ın 37. sayısının coşkusu uzun sürmez. Beklenen 38. sayı ne var ki yola çıkamamıştır. Üstad’ın müjdesi yarım kalmıştır. Ancak dokuz yıl aradan sonra 1999’da 38. sayı özel bir amaca yönelik olarak farklı bir formatta yayınlanacaktır. Dolunay Şiir Şöleni’nin 12. si münasebeti ile 1999’da çıkartılan özel sayıda Üstad şunları söylüyordu: “Çoklarınız hatırlarsınız. Ocak/1986’da DOLUNAY dergisiyle sanat – edebiyat - kültür dünyamıza ayak basmış, yeni ufuklara doğru dev adımlarıyla 37 adım atıp durmuştuk. Kimse inanamıyordu Dolunay’ın kapanacağına. Kapattığımızı bağıra bağıra ilan etmemize rağmen hâlen inanmak istemeyen, her ayın başında postacının kapılarını çalıp, ellerine taze mürekkep kokan bir Dolunay dergisi bırakacağı umuduyla yaşayan dostlarımız vardı. Üstad Bahaettin Karakoç’a Allahtan Rahmet dilerken bir gün Dolunay’ın bir köşeden çıkıp geleceğine inanıyorum. Üstad Necip Fazıl Kısakürek boşa demiyor: Tohum saç, bitmezse toprak utansın! Hedefe varmayan mızrak utansın! …. Ustada kalırsa bu öksüz yapı, Onu sürdürmeyen çırak utansın! 93


İSLÂM ÂLEMİNİN MUZDARİP VİCDANI

SEZAİ KARAKOÇ 1933’de Diyarbakır Ergani’de doğdu. İlkokulu Ergani’de, ortaokulu Diyarbakır ve Maraş’ta, liseyi Gaziantep’te okudu. Lise sonda Necip Fazıl Kısakürek’le tanıştı. Burslu öğrenci olarak girdiği Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni 1955’de bitirdi. 1959–1965 yılları arasında Maliye Müfettiş Yardımcılığı ve Gelirler Kontrolörlüğü görevlerinde bulundu. Mehmet Nuri YARDIM

slâm âleminin muzdarip vicdanı Sezai Karakoç, bir şiirinde “Yak yıldızlarını, ayını ey kutlu gece / Bir kurban gibi yeniden başlamak gerekiyor işe.” diyor. Şairimizin Gün Doğmadan adlı kitabında güzel bir şiiri vardır: “Rüzgâr”. 1951 yılında yazılmıştır. Okuyalım: “Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım! / Gelin duvağından kopan bir rüzgâr. / Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım; / Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar... // O ceviz dalları, o asma, o dut, / Gül gül, mektup mektup büyüyen umut... / Yangından yangına arta kalmış tut. / Muhabbet sürermiş bu rüzgâr kadar.” Daha ilk şiirlerinden itibaren hayata tebessüm, umut ve dirençle bakan, yüreğindeki inancı mısra mısra terennüm eden Karakoç, Müslümanların ‘rahmet’ diye adlandırdığı ‘yağmur’u şöyle anlatıyor. “Melekler Bir demir parçasının üzerine oturmuşlar / Her biri bir damla atıyor aşağıya / İşte Yağmur bunun için yağıyor / Ben bunun için yağmuru seviyorum / Yağmur bizim için yağıyor.” İşte bu mümin bakışı ve şuuru ile seviliyor ve okunuyor şairimiz. O, kışın felâket sanılan hadisesi olan ‘kar’ı bile ‘hikmet gözüyle’ görebilen bir his ve fikir adamıdır: İşte “Kar” şiirinden bir kaç mısra: “Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi / Öyle kar yağdı ki elim üşüdü / Ruhum seni düşününce ışıdı / Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın” HAYATI HEP İSTİKAMET ÜZRE OLDU

Sezai Karakoç’u İkinci Yeni’nin bir şairi olarak gören ve fikir cephesini es geçenler var. Onlar, şairimizin asıl dâvâsını, kutlu yürek yangınını görmek istemezler. Ama bir sanatkârı bütün cepheleriyle görmek mecburiyetindesiniz. Meselâ hayatına kısaca bakalım: 1933’de Diyarbakır Ergani’de doğdu. İlkokulu Ergani’de, ortaokulu Diyarbakır ve Maraş’ta, liseyi Gaziantep’te okudu. Lise sonda Necip Fazıl Kısakürek’le tanıştı. Burslu öğrenci olarak girdiği Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni 1955’de bitirdi. 1959–1965 yılları arasında Maliye Müfettiş Yardımcılığı ve Gelirler Kontrolörlüğü görevlerinde bulundu. 1967 yılında İslâm’ın Dirilişi ve Yazılar adlı kitaplarından dolayı yargılandı. Büyük Doğu, Hisar, Akpınar, Dernek, Düşünen Adam, A dergilerinde deneme ve şiirler, Yeni İstanbul, Sabah ve Milli Gazete’de fıkra yazıları yayımlayan Sezai Karakoç, Mart-Nisan 1960’ta iki, Mart 1966 – Mart 1967’de oniki, Ekim 1969 – Ocak 1971’de onaltı sayı olmak üzere Diriliş dergisini sayı//52// aralık 94


yayımladı. 1974’ten itibaren düzenli olarak 18 sayı yayınlanan, 1976’dan itibaren gazete biçiminde çıkan Diriliş dergisi yerli düşünce ve edebiyatın en önemli dergilerinden biri oldu. 1977–78, 1980 ve 1983 yıllarında da yayımlanan Diriliş, son olarak 1987–1993 arası altı yıl haftalık olarak yayımlanmıştır. Diriliş Dergisi, gerek edebiyatımız gerekse fikir ve kültür hayatımız için bir okul olmuş, çok sayıda aydın ve sanatçı yetiştirmiştir. 1990 Diriliş Partisi’ni kuran Sezai Karakoç, 1997 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılışına kadar da bu partinin genel başkanlığını yürüttü.

başak, / Artık inan bana muhacir kızı, / Dinle ve kabul et itirafımı, / Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı / Alev alev sardı her tarafımı, / Artık inan bana muhacir kızı, /Altın bilezikler, o korkulu ten, / Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne; / Bir tüy ki, kapalı geceye, güne; / Altın bilezikler, o korkulu ten! / Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne / Bir tüy ki, kapalı geceye, güne; / Altın bilezikler, o korkulu ten! / Monna Rosa, siyah güller, ak güller, / Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak, / Kanadı kırık kuş merhamet ister; / Ah, senin yüzünden kana batacak, / Monna Rosa, siyah güller, ak güller!”

Başlıca şiir kitapları: Körfez, Şahdamar, Hızırla Kırk Saat, Sesler, Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu, Zamana Adanmış Sözler, Leyla ile Mecnun, Mona Rosa, Gün Doğmadan. Yunus Emre, Mevlâna, Mehmet Âkif, İslâm’ın Dirilişi, İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Ölümden Sonra Kalkış, Mağara ve Işık ise üstadın bazı fikir kitapları ve biyografik eserleridir.

TAMAMLANAN ŞİİRLER Üstadın bu son eserinde yer alan şiirlerden “Rüzgâr”, 1951’de Hisar dergisinde, “Yağmur Duası” 1952’de Mülkiye dergisinde, “Monna Rosa I” 1952 Haziran’ında Hisar dergisinde, 1953’te Mülkiye dergisinde, 1956’da Büyük Doğu’da, “Mona Rosa II, III” ve “Monna Rosa”, 1953’te Mülkiye dergisinde, “İşaret” adlı şiir 1954’te Hisar’da yayınlanmış. Yazıldıkları tarihte yarım kalmış olan “Kader Yolu” ve “Kayboluş” şiirleri ise, tamamlanarak, ilk kez bu kitapta yayınlanmış oluyor.

TÜRK ŞİİRİNİN GÜNÜMÜZDEKİ KUDRETLİ TEMSİLCİSİ

Sezai Karakoç, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde mühim bir yere sahip olan Mehmed Âkif, Yahya Kemal ve Necip Fazıl çizgisinin günümüzdeki en kudretli temsilcisi ve doruk noktasıdır. O, şiiri, düşüncesi ve eserleriyle bir nesli derinden etkilemiş, güçlü bir şair olduğu kadar kuvvetli bir mütefekkirdir aynı zamanda. “Diriliş Nesli” olarak tanımlanan bu nesil, öz değerlerine sahip çıkarak metafiziğe yelken açmış ve yerli sanatın gür sesini çeşitli yayın organlarında seslendirmişlerdir. Tabii ki toplumun bir kesimini etkileyen şahsiyetlerin bütün eserleri önemlidir. İlk şiirlerinden son yazılarına kadar bütün fikrî birikimleri kayda değerdir. Bu noktadan hareket eden Diriliş Yayınevi, Karakoç’un ilk şiirlerini, nihayet uzun zamandan sonra “Şiirler-Monna Rosa” adıyla okuyuculara kavuşturdu. Şu mısralarla başlar üstad Sezai Karakoç’un “Aşk ve Çileler” veya yaygın adıyla “Monna Rosa” şiiri... “Monna Rosa, siyah güller, ak güller; / Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak. / Kanadı kırık kuş merhamet ister; / Ah, senin yüzünden kana batacak, / Monna Rosa, siyah güller, ak güller!” 1952’de kaleme alınan 14 kıt’alı bu muhteşem şiirin son beş kıtası şöyle: “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa: / Henüz dinlemedin benden türküler. / Benim aşkım uymaz öyle her saza, / En güzel şarkıyı bir kurşun söyler... / Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. / Yağmurlardan sonra büyürmüş

HİÇ BİR ZAMAN UMUDUNU KAYBETMEDİ

Sezai Karakoç bir ümit şairi, bir iman sanatkârıdır. Farklı devirlerde esen sert rüzgârlara karşı hiç bir zaman ümidini yitirmedi, inancını kaybetmedi. “Diriliş Nesli”nin yeşermesi için çabaladı, durdu. . O yeryüzünde yaşayan bütün mazlumların sesi, Müslümanların ise vicdanıdır. Farklı coğrafyalarda akan kanları gördükçe, acıları hissettikçe bağrı yanan bir ahlak ve fazilet âbidesidir. Ama işgalcilere, sömürgecilere, emperyalistlere karşı tavrını açık, net ve cesur bir biçimde ortaya koyar. Huzuru bulmak isterseniz Karakoç’u okuyun: “Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır / Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır / Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır / Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır / Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır / O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır / Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır / Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır / Gün batsa ne olur geceyi onaran bir imar vardır / Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır”. Aziz ağabeyimize, kıymetli mütefekkirimize, üstat Sezai Karakoç’a Cenab-ı Allah’tan sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum. 95





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.