Biz’den…
“Şehirlerde Toplum ve Ahlâk Metaforu” İster isen bulasın cânânı sen Gayre bakma sende iste sende bul..../ Niyazî-i Mısrî Aile içinde çocuklara verilen eğitim ve kültür, ülkemizin geleceğidir.. Bu kültür, bizim geleneksel aile yapımızdan ve inancımızdan kaynaklanır.. Bizler bu eğitim ve kültürümüzü ailede veremez isek okuldan beklemek iyimserlik olur..” Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.” Aslında Tanzimatla başlıyan gençlerin milli ve manevî şuurdan uzaklaşmasına sebeb olan unsurlar ve özellikle eğitim hakkında, Semiha Ayverdi hanımefendi şunları söyler “Üç kıt’a üstünde vatan kurmuş bir millet olduğumuzu ne çabuk unuttuk ve ne korkunç bir gaflet ile bunu çocuklarımıza da unutturduk. Bu körpe vatan yavrularının ellerine verdiğimiz mecmualar, milli hüviyete o derece uzak ve bigane ki bir İskandinav, bir Avustralya çocuğu da bunları tereddütsüz kendi memleketinin malı sayabilir. İşte bu anlayıştan hareket etmekle de daha çocuklarımızı okuma yazma çağına ilk adımlarını atarken, beynelmilelciliğe doğru arkalarından iterek, köküne, toprağına, ecdadına, mukaddesatına yabancı yetiştiriryoruz.” Semiha hanım’ın bu cümleyi yazdığı tarih 1959..Yani yeni değil, altmış yıl öncede aynı sıkıntıları hissedip yazmış münevverlerimiz.. Üstad Necip Fazıl, Ahlâki durumla ilgili çokça tespit ve teşhisleri vardır yazılarında, şu cümlesi önemlidir”… Devrimizde hangi ızdırap varsa kökü sadece ruhî ve ahlâkîdir. İktisadî ızdırabımızın müessiri ahlâkîdir. Eğer bu ızdıraba cemiyet halinde mukavemet edebiliyorsak ,yine maalesef ahlâkî fedakârlıklar pahasına karşı koyabiliyoruz…Fikir, kültür, politika, idare, ilim, muaşeret bütün ızdıraplarımızın müessiri sadece ahlâkî… İktisaden bir ahlaki düsturumuz olmalı; İşçiye ücretini, alnının teri kurumadan vermeliyiz.. Sadece İşçinin hakkını vermek yetmez toplum ahlakında, mahalle kültüründeki inancımızda; Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir. Maddi olarak ihtiyaç sahiplerine yaptığımız yardıma sadece malımız yetmez; onları güzel huyla hoşnut etmeye gayret etmeliyiz..Alış verişte ahilik geleneğimizin temel düsturuda; Aldatan bizden değildir.. Prof.Dr.Osman Turan hocamızdan konuyla ilgili bir cümlede; “Bugün münevverlerimiz arasında hayır ve fedakârlık duyguları yerine hırs ve menfaat didişmelerinin gittikçe şiddet kazanması, materyalist unsurların kuvvetlenmesi ve büyük şehirlerde ahlâk ve zabıta vak’alarının korkunç bir şekilde çoğalması nasıl bir mefkûre ve maneviyat buhranı içerisinde bulunduğumuzu göstermeye kâfidir.” Bu yazıda 1959 da yazılmış…sanki bugünü anlatır gibi… Bu sıkıntıya da bir reçete yazalım; Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle
düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun.. Kadınlarımız, ülkemizin ve ailemizin ortadirekleridir, bu anlayıştan uzaklaşarak onları hor görürsek ahlaken cahiliye dönemi mantığına döneriz , naif bir yaklaşımla şu tavsiyeye kulak veririz; Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.. Sokak hayvanları şehrin ortak sahipleridir, bakılacak barınakları olur, aç ve susuz bırakılmazlar..onlarada tüm insanlar tarafından sevgi ile yaklaşılır, kötü muameleye muhatab olmazlar.. Hayvanlara eziyet vermeyin sözü bizi uyaran bir söz olarak kulağımızdan gitmesin.. “Hiçbir canlıyı atış için hedef yapmayın.” sözünü Filistinliye ateş eden İsrail askerine de , sokakta kedileri tekmeleyen kişilerede , kuşlara ateş eden insanlara da söylemeliyiz.. Aile arasında, komşular arasında, arkadaşlar arasında hediye alıp vermek çok önemli bir haslettir. Sebebi ; Hediyeleşin ki birbirinize olan sevginiz artsın. Emanet edileni korumak ve sahibine aldığın gibi emaneti geri vermek toplum içindeki ahlâki kaidelerin en önemlisidir..; Sana emanet bırakanın emanetini geri ver. Sana ihanet edene ihanet etme!.. Sevgi deyince Allah, Peygamber sevgisi ve ana baba sevgisi sırayla gelir, ardından insanları belli ölçülerde muhabbetle sevmek gelir, ölçü önemlidir, şu sözdeki gibi; Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir…Şehirlerimizde ahlâkî kurallar ve kaideler milli ve manevî kültürümüzdür.. Yeni bir seneye başlarken bir rüyada “Toplum ve ahlâk metaforu”nun bu dünyada gerçek olması dileğimdir; “Evimin, mahallemin, şehrimin, ülkemin insanları birbirini sever.. Zira,yüksek ahlâka sahiptirler.. Ülkemin İnsanları kardeş gibidirler, her verdikleri kararda adaletli , ahlaklıdırlar.. Şehirlerimiz tertemizdir, evlerimiz yaşayan herkes için kendi cennetidir.. Evlerimizin içi sıcacık sevgi doludur, Evin yüksekliği ağaç boyunu geçmez.. Su kaynaklarımız pırıl pırıl tertemizdir, topraklarımız kimyasal maddelerden uzaktır.. Herkes birbirine yardım eder, Fakirler giydirilir, açlar doyurulur, evsizlere sığınacak haneler olur.. Herkes gücü yettiğince çalışır, üretir.. Kadınlar, güçlerine uygun işlerde çalışırlar, evlerinde işlerinde insanca muamele görürler …” Şehir ve Kültür dergimiz, yeni bir yıla yepyeni bir dünyanın özlemi ile başlıyor… Hz.Mevlâna der ki; “Yarın yaparım deme! Bugün de dünün yarınıydı. Ne yapabildin?” “Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 HiVE
TÜRK-iSLÂM MEDENiYETiNiN
PARLAK MiRASI: Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR
8
BiTLiS
AHMED AĞA KONAĞI
Dr. M. Sinan GENİM
12 16
22
MERSiN'DEKi JAPON HATIRASI
KUSHiMOTO CADDESi VE iKi ŞEHRiN KARDEŞLiK ÖYKÜSÜ
Dr. Mimar Şimşek DENİZ
25
GELECEĞiN KURULUŞLARI,
GEÇMiŞTEKiLERDEN
FARKLI OLACAKTIR
Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN
AK-BEŞiM BiR iLERi ŞEHiRCiLiKTiR
ASYA’DAKi ROMA Dr.Kâmil UĞURLU
ESİR ŞEHRİN DEĞİŞEN
KÜLTÜRÜ VE GÖLGELERİ –IIMehmet Kâmil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.
40
SEVAP DEFTERi’NDEN “BiRGÜN DOLARSA ÇiLEMiZ
EY RABB-I ZÜ’L-CELÂL” Ebubekir EROĞLU
54 iSTANBUL
YAHYA KEMAL VE
Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse
Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu
Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,
20 GÜMÜLCİNE RODOP ETEKLERİNDE YAŞAYAN BİR OSMANLI ŞEHRİ / Fahri TUNA 26 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ ÜSKÜP / Hüseyin YÜRÜK 32 FATİH’İN ÇIRÇIR SEMTİ MEKAN VE İNSAN -evvel- / Erhan ERKEN
58
BU DÜNYA’DAN BiR ARA GÜLER GEÇTi Kâzım ZAiM
36 ŞEHİRLEŞME VE ŞEHİRLİ SORUNLARIMIZA DÜŞÜNCELER VE ÖNERİLER -evvel-/ Y.Mimar Cem ERİŞ 45 ŞEHİRLER NEFES ALABİLİYOR MU? / Muhsin İlyas SUBAŞI 46 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -dört- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 50 EN UZUN GECE “ŞEB-İ YELDA” YA DAİR / Salih DOĞAN
68
52 TOPLUMU “SÖZ” AYAKTA TUTAR.. / Recep GARİP
VUSLAT GECESi’NiN ARDINDAN Prof.Dr. Celal ERBAY
60 ERDEMLİ BİR ŞEHİR; SİVRİHİSAR / Mehmet MAZAK 63 BİZİM KÖYÜN ÂDETİ / Kâmil UĞURLU 64 DÖRTGÜLLÜ ÇEŞME / İsmail BİNGÖL 70 KÜLTÜR HAYATIMIZDA MAHALLENİN YERİ VE ÖNEMİ / Serdar YAKAR 74 RÜYA MI GERÇEK Mİ? KARAKAYA BARAJ GÖLÜ VE FIRAT NEHRİ GEZİSİ /Alişan HAYIRLI
73
AVRUPA’LI SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN
OSMANLI CAMiLERi Mehmet SANCAK
77 YAZMANIN VEBALİ / Recep ARSLAN 78 HAYAL ÇARŞISI’NIN ÇEKİÇ SESLERİ -evvel- / İbrahim BAŞER 80 ŞEHİR SOHBETLERİ – 15 ŞEHRE SOSYOLOJİDEN BAKMAK-I- / Ahmet NARİNOĞLU 82 EYÜP SULTAN’DA BİR VELÎ: SİVRİHİSARLI ŞEYH BABA YUSUF HAZRETLERİ / Nidayi SEVİM 85 İSTANBUL DARÜSSELAM -ikinci- / Veli DALBUDAK 86 ŞEHRE ANLAM KATANLAR: SANATÇILAR / Bilal CAN
94
ANKARA’DA BiR LÂLE ŞAiRiMiZ:
ABDULLAH SATOĞLU Mehmet Nuri YARDIM
Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11
89 KAFKASYA’DA KUNTA HACI YAZAR: ZİYAUDİN MAKHAEV -kitap tanıtım-/ Tanıtım: Fatma DERİN 90 DAĞLARIN EMZİRDİĞİ MEMLEKET: ÇAMARDI / Mehmet BAŞ 92 DÜNDEN BUGÜNE BELGRAD / Davut NURİLER GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV
/DersaadetTv
Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70 Kapak Fotoğrafı: Ara GÜLER
TÜRK-İSLÂM MEDENİYETİNİN
PARLAK MİRASI:
HİVE
Hive hükümdarları, ilme ve sanata değer veren kişilerdi. Şîr Gazi Han, İlbars Han, Timur Gazi Han, Muhammed Rahim Han, Ebulgazi Bahadır Han ile Allahkulı Han gibi hanlar, hem âlim ve edipleri himaye etmişler hem de görkemli mimarî eserler inşa ettirmişlerdir. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*
averaünnehr, Ceyhun (Amuderya) ile Seyhun (Sirderya) ırmakları arasında uzanan coğrafyayı ifade eder. Türk tarihinde Aşağı Türkistan olarak bilinen iki ırmak arası bu bölge, yüzyıllar boyu yalnız Orta Asya’nın değil İslâm dünyasının da başlıca merkezlerinden biri olmuştur. İşte Kızılçöl’ün ortasında kaldığından “kumlara açılan şehir” olarak da Hive bu merkezin en güzel şehirlerinden biridir. Bugün Özbekistan sınırları içinde bulunan Hive, Büyük Türkistan coğrafyasındaki diğer şehirler gibi kadim zamanlardan beri önemli bir yerleşim yeri olagelmiştir. Yapılan arkeolojik araştırmalar, milattan önce 5. yüzyılda da burada bir şehir yaşantısı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hive, İslâmiyet’in de Türkistan’da ilk yayıldığı yerlerden biridir. Maveraünnehr’e adım atan Müslüman orduları, 8.yüzyıl başlarında şehri fethettiler. Yüzyıl sonra önce Samanoğulları, ardından Karahanlıların hâkimiyetine girdi. 10.yüzyıl başlarında, meşhur coğrafyacı El İstahri, dünyanın en büyük otuz şehrini listelerken, aralarında Hive de bulunuyordu. Karahanlılardan sonra da Selçuklu ve nihayet Harzemşahlar Devleti’ne tabi oldu. Bu dönemlerde ulaştığı müreffeh seviye, Otrar Faciasından sonra Orta Asya’ya akmaya başlayan Moğol istilası ile yok oldu. Yeniden yükselişi, Orta Asya’ya Moğol sonrası dönemde ihya ve inşacısı Timur ile başladı. 16.yüzyılda ortaya çıkan ve başkent olması hasebiyle kendi adıyla anılan Hive Hanlığı ile bugünkü görünümünü aldı.
Cuma Camii
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//54// ocak 4
1512’de kurulan Hive Hanlığı, aslında, Orta Asya’da görkemli imparatorluklar çağının sonunu simgeliyordu. Artık, dünyaya nizam veren büyük imparatorluklar beşiği Türkistan’da hanlık denilen bölgesel devletler dönemi başlıyordu. İşte, Hive’nin de içinde yer aldığı bölgeden dolayı “Hârizm Hanlığı” olarak da bilinen ve yeni dönemin klasik devletlerinden biri olarak ortaya çıkan Hive Hanlığı, beş yüz yıldan fazla yaşayacak ve 1924 yılına kadar varlığını sürdürecektir. Ama her ne kadar öncülleri gibi cihanşümul olamayacaksa da, onlardan devraldığı medeniyet ve kültür mirasını görkemli bir şekilde devam ettirerek, bugünkü hayranlık uyandıran Hive’yi inşa edeceklerdir.
Hive hükümdarları, ilme ve sanata değer veren kişilerdi. Şîr Gazi Han, İlbars Han, Timur Gazi Han, Muhammed Rahim Han, Ebulgazi Bahadır Han ile Allahkulı Han gibi hanlar, hem âlim ve edipleri himaye etmişler hem de görkemli mimarî eserler inşa ettirmişlerdir. Bu hükümdarlar arasında Ebulgazi Bahadır Han, çok sıkıntılı, çalkantılı ve başka Türk devlet ve boylarına sığınarak geçirdiği uzun yıllardan sonra, 1642’de, hanlık tahtına oturmuştur. İktidara geldiği yıllar ülke açısından da zor günlerin yaşandığı zamanlardı. Ekonomi çökmüş, sosyal ve kültürel hayatta gerileme başlamıştı. Bahadır Han, ülkeyi hızla toparladı ve uzun yüzyıllar yaşayacak bir siyasî ve iktisadî sistemin temellerini atıp sağlamlaştırdı. Ancak, Türk tarihi açısından Ebulgazi Bahadır Han’ı önemli kılan yalnızca devlet yönetimindeki bu başarısı değildir. Onu asıl ölümsüz kılan, sözlü ve yazılı kaynaklara dayanarak Türkçe kaleme aldığı Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türk adlı eserleridir. Sade bir Türkçe ile yazılan birinci eserde Oğuz Han ve soyu anlatılmakta, Türk damgalarına yer verilmekte ve Türklerin kadim zamanlardan beri sürdüre geldiği kültürel değerler üzerinde durulmaktadır. Şecere-i Türk adlı eser ise, Orta Asya’nın son imparatorluğu olarak tanımlayabileceğimiz Şeybaniler Devleti hakkındadır. Kitap, 1717’de İsveçli bir esir tarafından Sibirya’da bulunmuş ve dört yıl sonra Almanca olarak yayınlanmıştır. Bu anlamda, Batı dünyasında çok erken tanınma imkânı olmuş, güvenilir bir kaynak olarak kabul edilmiştir. Bu eserinde Ebulgazi
Bahadır Han, kendisini de ilk tarihçi hükümdar olarak tanımlar. İlginç olan ise, o dönemde kendi hükümdarları tarafından Türk olarak tanımlanan halklara bugün bizim boy adlarıyla hitap etmemiz olsa gerek. (Bu vesileyle, her fırsatta dile getirmeye çalıştığım bir gerçeği yine ifade etmek istiyorum. Divan-ı Lügatit-Türk gibi Şecere-i Türk de tesadüfen bulunmuş ve kamuoyuna mal edilmiştir. Acaba daha ne kadar kayıp yazılı kaynaklarımız var? Bugün neredeler? Her biri, bugün medeniyet merkezi bilinen pek çok şehrin, halkın daha adının bilinmediği, tarihte var olmadığı zamanlarda kaleme alınmış kaç eserimiz kayıptır? Sanırım bunlara verilecek cevap, bizim kendimizin de boyun eğip razı olduğumuz “göçebe”, “ganimetçi”, “yerleşiklikten bihaber” millet olduğumuz “masalı”nın ortadan kalkmasını temin edecektir.) Bugün, Özbekistan’ın Harezm bölgesinde bulunan Hive, kadim şehir kuruluşunu en çok muhafaza edebilmiş Türkistan şehirlerinden biridir. Eski Türk şehir planına göre iç ve dış kale şeklinde inşa edilmiştir. Özbek Türkçesiyle Dıç(h)an (Dışhan) Kale olarak adlandırılan ve topraktan inşa edilen dış kale surlarının yalnızca kalıntıları bugüne gelebilmiştir. Eskiden, şehre giriş için 11 kapı olduğu göz önüne alındığında, dış kalenin ne kadar geniş bir alanı ihata ettiği ve dönemine göre ne kadar kalabalık bir nüfus barındırdığı açık olarak görülecektir. İç(h)an (İçhan) Kale olarak adlandırılan iç kalesi ise, dış kalenin aksine, büyük oranda sağlam kalabilmiştir. 2 bin 200 metre uzunluğa sahip iç kalenin surları 10 metre yüksekliğindedir ve kalınlığı yer yer 7 metreye kadar ulaşır. İç kalenin dört giriş kapısı var. Güneyden 5
başlayarak Taş Kapı, Ata Kapı, Bahçe Kapı ve nihayet doğu tarafındaki Pehlivan Kapı. Hive Hanlığı döneminde, sahip olunan diğer yerler gibi Hive’de de pek çok cami, medrese ve kütüphane inşa etmişlerdir. Bu eserlerin önemli bir kısmı Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliği döneminde yok edilmişse de, bugüne gelebilenler bile o günlerin ihtişamını anlamamıza kâfi geliyor. Bunların en dikkat çekicilerinden biri Cuma Camii, yerli dille Cuma Mescidi’dir. İslâm cami mimarisinin nadir örneklerinden olan Cuma Mescidi, ahşap kolonlar üzerine inşa edilmiştir. Her biri göz alıcı bir görüntüye sahip olan bu kolonların sayısı 212’dir. Yapının tam ortasının ise üstü açıktır. Sanki, buradan yayılan güneş ışınlarının ibadet mekânına ayrı bir uhrevilik katması için böyle yapılmış gibidir. Kolonların her biri bir beton kaide üzerine oturtulmuştur. Görüntü, âdeta, okkaya batırılmış divit izlenimi verir. Kolonlar bir noktadan sonra incelerek ahşap tavana kadar uzanır. Her bir kolon, ahşap işçiliğinin en narin örneklerini üzerinde bulunduran farklı bir işçiliğe sahiptir. 5 binden fazla kişinin aynı anda namaz kılabileceği genişliğe sahip caminin en önemli özelliği ise, mekânın, herkesin imamı görebileceği bir şekilde tasarlanmış olmasıdır. Cami, ilk olarak Karahanlılar döneminde, 10.yüzyılda inşa edilmiş ve dönem dönem yapılan ilâvelerle 18.yüzyılda bugünkü görünümünü almıştır. Buna bağlı olarak, yapıyı ayakta tutan kolonların da farklı tarihlerde sayı//54// ocak 6
yapıldığı görülmektedir. Meselâ kolonların 21’i 10 ila 12. yüzyıllara aittir. Bunların üzerine, diğer sütunlardan farklı olarak kûfi hatlı ayetler işlenmiştir. Tarihî Hive şehrinin en karakteristik özelliklerinden biri de sahip olduğu abidevî minareleridir. Öyle ki, mesela, Cuma Mescidi’nden 200 metre uzaklıktaki bir hat üzerinde, birbirinden güzel görünümlü beş farklı minare yer alır. Cuma Mescidi’nin minaresi en merkezî konumda bulunur ve devasa bir görünüşüyle Orta Asya dinî mimarisinin klasik örneklerinden birini oluşturur. En uzun minare ise, 57,5 metre yüksekliğiyle İslâm Han Medresesi içinde inşa edilen minaredir. Hive şehrinde birer şaheser şeklinde gökyüzüne uzanan minarelerin en şaşaalı görünüme sahip olanı ise Kalta Minare olarak adlandırılan yarım minaredir. Şehre girer girmez hemen dikkatleri çeken, turkuaz renkli çinilerle bezeli göz alıcı bu minare 28 metre yüksekliktedir. O dönemin üniversitelerinden biri olan 124 odalı Muhammed Emin Han medresesinin bir parçası olarak inşa edilmiştir. Adı olan “kalta” kelimesi, “kısa” anlamına gelmektedir ve bunun ilginç bir hikâyesi vardır. Hive halkı arasında, şehri ziyarete gelenlere anlatılan rivayete göre, mimar, başlangıçta 70 metre olarak planlanan minarenin benzerinin yapılamaması için kendisinin öldürülebileceği endişesine kapılır. Bu korkuyla minareyi tamamlamadan şehri terk eder. Rivayet
Pehlivan Mahmud Türbesi
Muhammed Emin Medresesi
böyle ama gerçek başkadır. Emir Han, bir savaş sırasında öldürülünce yapımı yarım kalır. Medrese ise günümüzde otel olarak kullanılmaktadır.
yaşamış, savaşçılığı ve şairliği aynı kimlikte buluşturabilmiş, yazdığı tasavvuf şiirleriyle tanınan Pehlivan Mahmut’a aittir. Ölümünden üç asır sonra inşa edilmiş olması, Türklerin kahramanlar ve edebî şahsiyetleri hiçbir zaman unutmadığını da göstermektedir aslında. Hive hanlarının mezarları da buradadır.
Her ne kadar ülkemizde, medrese olgusunu, Büyük Selçuklu dönemine, Nizamülmülk’e dayandırarak anlatma yolunda genel bir eğilim varsa da, aslında medreselerin ortaya çıkışı Orta Asya bağlamındadır. Bu anlamda, medrese mimarisi de Anadolu’ya Türkistan’dan taşınmıştır. Bugün, Özbekistan’a seyahat edenler, medrese yapılarındaki ortak mimarinin benzerliğine bizzat şahit olmaktadırlar. Buradaki medreselere de, ön cephede bulunan taç kapıdan girilir ve dikdörtgen bir görünüme sahiptirler. Medreselerin ortalarında geniş bir avlu bulunur. İki katlı inşa edilmişlerdir ve alt katları derslik, üst katları ise yatakhane olarak kullanılmıştır. Hive, bir açık müze şehirdir. İç kalenin içinde geçmiş yüzyılların yapıları göz alıcı bir şekilde uzanır. Her bir köşede bir başka ihtişam karşılar ziyaretçileri. Bunlardan, Kuhna Ark (Eski Saray) ise en çok korunabilmiş yapılardandır. 17.yüzyılda inşa edilmiş sarayda, hanedan mensuplarının yaşadığı mekânlar, cami, mutfak ve muhafızların barındığı odalar günümüze kadar sağlam olarak gelebilmiştir. Hive’nin dikkat çekici yapılarından biri de Pehlivan Mahmut Türbesi’dir ve turkuaz seramiklerle kaplı dev kubbesiyle şehri siluetinde önemli bir yer tutar. 1701 yılında yapılmış olan türbe, 14.yüzyılda
Sovyet ihtilâline kadar Orta Asya Müslümanlarının önemli dinî merkezlerinden biri olan Hive’de doksan dört cami ve altmış üç medrese bulunmaktaydı. 1924’ten sonra medreselerin tamamı ve camilerin büyük bir kısmı kapatıldı. İslâm medeniyetine büyük katkı sağlayan Büyük Türkistan coğrafyasının en önemli şehirlerinden biri olan Hive’nin, yeniden kadim ruhuna kavuşması 1991’deki bağımsızlıktan sonra mümkün olabildi. Camiler de mahzunluktan kurtuldu; şehirle mabetler yeniden buluştu, tıpkı bedenle ruhun bütünleşmesi gibi. Bugün Hive, içinde bulunan tüm tarihî eserleri ile UNESCO Dünya Mirası listesine alınmış durumdadır. Şehri gezenlere sanki bir masal dünyasının içindeymiş hissi veren büyüleyici bir manzaraya sahip Hive, 2 bin 500 yıllık bir kent. İpek Yolu üzerinde bulunan en eski yerleşim yerlerinden biri. Yine çok önemli bir yer olan, üzerinde tarihe yön veren birçok hadisenin vuku bulduğu Ürgenc şehrine yarım saat uzaklıkta. Özbekistan’ın farklı yerlerinden uçakla ve karayolu ile ulaşılabiliyor. Ve Hive, muhteşem görünümüyle kucaklarını açmış, sevenlerini tarihte yolculuğa çıkarmak için beklemektedir. 7
BİTLİS
AHMED AĞA KONAĞI
Bitlis Ahmed Ağa Konağı (İshak Kalkan Evi) ile ilgili iki yayın bulunmaktadır. Bu yayınların birinde evin mimari özelliklerinden, diğerinde ise süsleme özelliklerinden bahsedilmektedir. Sırası ile 2001 ve 1986 tarihli bu yayınlarda evin korunduğunu ve içinde yaşamın devam ettiğini görmekteyiz. Dr. M. Sinan GENİM
aman zaman ziyaret ettiğimiz şehirlerde bizi hayrete düşüren bazı yapılarla karşılaşmaktayız. Bitlis’i ziyaretimiz sırasında da gezme ve görme imkânına sahip olduğumuz bir ev bizi gerçekten hayrete düşürdü. Bitlis gibi imparatorluk merkezinden uzak bir şehirde, biraz geç tarihli de olsa çiçeklerle bezeli bir ev olduğunu gördük. Yaptığımız araştırma sonrası bu evin bazı yayınlarda yer aldığını ama ne yazık ki varlığından haberdar olmadığımızı fark ettik. Bitlis’in merkezinde Müştak Baba Mahallesi, Mutki Sokak’ta yer alan bu evin dışarıdan görünüşü herhangi bir Bitlis evinden farklı değildir. Yamaca yaslanan yapı, arkasındaki eğimli alan nedeniyle üç kat olarak inşa edilmiş, zemin katı; ahır, samanlık ve depolama alanı olarak kullanılan evin birinci katına yandaki sokaktan küçük bir kapı ile girilmekte. İkinci ve esas kat olan üst kata ise kule şeklindeki bir çıkıntının gerisinde küçük bir eyvan şeklinde oluşturulan kitabeli ve her iki yanındaki taş söveler üzerinde süslemeler bulunan iki kanatlı giriş kapısıyla girilmektedir. Yapı cephesinde ve üst kat giriş kapısının üstünde yer alan kitabelere göre, H.1315/1897 yılında inşa edilmiştir. Dikdörtgen bir kartuş içindeki sülüs hattı ile yazılmış kitabede: Bu süslü gönül açıcı sarayı Allah mukaddes kılsın. Allah için açılan bu evler safa yeridir; Yüce Allah onu daima bayındır eylesin, Bu yüce dergâh her zaman açık olsun Dedi Hamdi bin üç yüz on beş tarihi Ahmed Ağa bu haneyi bina etti. Sene 1315/1897-98 sözleri okunmaktadır.
Bitlis Ahmet Ağa Konağı
sayı//54// ocak 8
Giriş kapısı uzunca bir sofanın dar kenarında yer almakta ve sofanın diğer ucunda orta kat ile irtibatı sağlayan dik bir merdiven bulunmaktadır. Sofanın sokak yönünde yan yana iki oda mevcuttur. Sofanın diğer yönünde ise mutfak, tandır evi ve üç basamakla çıkılan ve girişin arka bölümünde yer alan bir hamam bulunmaktadır. Sofanın orta bölümüne açılan kubbeli bir mekân ise helâ olarak kullanılmaktadır. Sofaya açılan bir diğer mekân ise girişin hemen solunda yer alan ve bir kule şeklinde yapının dışına taşan ikinci bir hamamdır.
Ahmet Ağa Konağı’nın en dikkat çeken özelliği giriş kapısının üzerinde ve yanlarında yer alan motifler ile yapı içinde bulunan zengin kalemişi süslemelerdir. Girişin hemen sağında apteslik olarak yapıldığı düşünülen çeşme üst başlığı ile her iki yanındaki taş üzerine işlenmiş motifler ilgi çekicidir. Sofanın girişe göre uzak dar kenarındaki dolabın kapaklarında, bir dönem kalemişi süslemeler olduğu bilinmektedir. Sofanın ve odaların zemini düzgün taş kaplıdır. Döşeme taşıyıcılarının ahşap olduğu göz önüne alındığında taş döşemenin getirdiği ağırlığın yarattığı deformasyon orta sofanın taşıyıcı kirişlerinin bir bölümünün çökmesine yol açmıştır. Girişin karşısındaki odanın tavanında meydana gelen çökme tehlikesi ise oda içine yapılan metal desteklerle önlenmeye çalışılmaktadır. Daha önce bu evi inceleyen araştırmacılar baş odanın yanı sıra diğer odanın da kalemişi süslemelerle donatıldığını belirtmektedir. Ancak bizim gezimiz sırasında orta sofanın bir bölümünün çökmüş olması bu hacme erişmemize mâni oldu. Bu arada ev sahibi diğer odanın bir yangın geçirdiğini ve her tür ahşap malzemenin yandığını söyledi. Fotoğrafları sunduğumuz baş odanın kapısının üstünde bir dönem; “Maşallah İlahi bu makam sahibi daim said olsun Girip Cennet Sarayına Cehennemden bâid olsun”
Sözlerinin yazılı olduğu bir metal levhanın bulunduğu söylenirse de, bu levhanın günümüze ulaşmadığını gördük. Anıtsal bir musandıranın ortasından, sivri kemerli bir açıklıkla seki altına girilmektedir. Musandıranın odaya bakan cephesinin alt bölümünün ortasında iki kanatlı bir kapı, sağında ve solunda yine iki kapaklı birer dolap bulunmaktadır. Musandıranın üst bölümü beş bölüme ayrılmış olup, sağ ve soldaki bölümler duvarlara doğru daha dardır. En geniş bölüm orta bölüm olup, üstü yarım yuvarlak kemer halinde düzenlenmiştir. Musandıranın cephesi genel olarak sarı rengin hâkim olduğu bir altlık üzerine kırmızı, yeşil ve mavi renklerin kullanıldığı bir çiçek bahçesi şeklindeki kalemişi ile süslenmiştir. Giriş kapısının her iki yanı ile dolapların yanlarında şişe benzeri motiflerle donatılmış ahşap kolonçeler bulunmaktadır. Dolap kapaklarında ve dolabın alt bölümü ile üst bölümünde yer alan beş bölümün tamamında çeşitli formadaki vazolar içinde çiçek motifleri bulunmaktadır. Bu odanın ahşap tavanı da,küçük karelere bölünmüş olup, geometrik bir düzenleme ile bazı karelerin içi aşı boyasına yakın bir renkte düz kırmızı bırakılmasına karşın, diğer karelerin sarı zemin üzerine çiçek motifleri ile süslenmesi ilgi çekicidir. Ahşap işçiliğin naifliğine karşın kalemişi süslemelerin usta bir kişi tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Dikkatimizi çeken bir husus evin yapım tarihinin 1897 olmasına karşın yapıdaki kalemişi süslemeler daha erken tarihli bir anlayışın yansımasıdır. XIX. 9
yüzyılın ortalarından itibaren gerek konut gerekse saray yapılarımızda karşımıza çıkan süslemeler çoğunlukla gölgeli barok denilen ve pek te bizim kültürümüzden kaynaklanmayan motiflerden oluşmaktadır. Buna karşın XVIII. yüzyılın başlarından itibaren görmeye başladığımız benzer kalemişi örnekleri Anadoluhisarı Amcazade Yalısı Divanhanesi, Topkapı Sarayı Yemiş Odası, Yenişehir Şemaki Evi, Bayramiç Hadımoğlu Konağı ve benzeri yapılarda karşımıza çıkmaktadır. Vazolar içindeki çiçek grupları yalnız kalemişi olarak değil, Topkapı Sarayı girişindeki III. Ahmed Çeşmesi, Tophane I. Mahmud Çeşmesi, Galata Bereketzâde Çeşmesi ve aynı dönem çeşmelerin mermer kaplı cephelerinde de görülmektedir. Benzer tavan süslemelerine Amcazade Yalısı Divanhanesi, Mudanya Tahir Paşa Konağı, Burdur Taş Oda, Birgi Çakırağa Konağı gibi yapılarda da rastlanmaktadır. Bu anlayıştaki bir süslemenin örneklerinin yüz yıl sonra yapılmış bir evde bulunması, muhtemelen bu çevrede benzer kalemişi süslemelere sahip başkaca yapılar olduğunu, imparatorluk merkezinin süsleme anlayışının pek dikkate alınmadığını yakın çevredeki yapılara özenildiğini ancak bu yapıların günümüze ulaşmamış olduğunu düşünmekteyiz. Bitlis Ahmed Ağa Konağı (İshak Kalkan Evi) ile ilgili iki yayın bulunmaktadır. Bu yayınların sayı//54// ocak 10
birinde evin mimari özelliklerinden, diğerinde ise süsleme özelliklerinden bahsedilmektedir. Sırası ile 2001 ve 1986 tarihli bu yayınlarda evin korunduğunu ve içinde yaşamın devam ettiğini görmekteyiz. Ancak 22 Eylül 2018 tarihinde ziyaret ettiğimizde evin sağ dış duvarında çökmeler olduğunu gördük. Yapının içi ise bizim için büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Orta sofanın bir bölümü çökmüştü, daha önceki fotoğraflarda gördüğümüz sofadaki dolabın kapakları sökülmüştü. Baş odanın bir benzeri olan ikinci odaya giremedik, içinin yandığını söylediler. Baş odanın içine yapılan takviyeler ile tavanın çökmesi önlenmeye çalışılıyordu. Fotoğraf çekecek bir açıklık bulmada zorlandık, bu nedenle bazı karelerde ışık parladı. Tavanı bir bütün olarak görmek mümkün değildi, çektiğimiz kareler bu evin yaşam için gösterdiği direnci en güzel şekilde ifade etmektedir. Bitlis evlerinin büyük bir bölümünün kaderine terk edildiğini belirtmiştik. Ancak İstanbul’dan bu kadar uzaktaki bir özel yapının içinde yer alan bu süslemeler, geç bir tarihte de olsa imparatorluk beğenisinin ne kadar yaygın olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. Döneminde, Erzurum sancağına bağlı küçük bir yerleşme olan Bitlis’in anıtsal yapılar dışında merkezin beğenisine bağlı olarak yaşadığının bir örneği olan bu yapının acilen satın alınıp çökme tehlikesinin ortadan kaldırılması, örnek bir yapı
olarak halkın ziyaretine açılması gerekmektedir. Bu yapının içerdiği kültürel değerlerin ve anlatmaya çalıştığı geçmişin pek çok benzeri gibi kitap sayfalarında kalması gerçekten utanılacak bir durumdur. Dr. M. Sinan Genim 30 Kasım 2018 İstanbul NOT : Ne yazık ki uzun dönem farkına varamadığımız ve günümüzde İsa Kalkancı Evi olarak tanınan bu yapının tanıtımı için yazdıkları makale ve kitaplar için rahmetli Prof. Dr. Özden Süslü ile Yüksel Sayan ve Şahabettin Öztürk’e teşekkür ederim.
Kaynakça •Süslü 1986- Özden Süslü, “Bitlis’te Bezemeli Bir Evin İncelenmesi”, TAÇ Dergisi, 1, İstanbul, 1986, s. 37-40. •Öztürk-Sayan 1996 Şahabettin Öztürk-Yüksel Sayan, “Bitlis’in Tarihi Evlerine Bir Bakış”, •Van Gölü Çevresindeki Kültür Varlıkları Sempozyumu Bildirileri, Van 1996, s. 101-129. Sayan-Öztürk 2001 Yüksel Sayan-Şahabettin Öztürk, Bitlis Evleri, Ankara, 2001 11
AK-BEŞİM BİR İLERİ ŞEHİRCİLİKTİR
ASYA’DAKİ ROMA Orta Asya’da şehirler, oldukça erken bir devirde kurulmaya başlanmıştır. En eski şehir hayatı Maveraünnehir, Horasan, Harezm, Siestan, Dehistan, Cürcan ve Fergana, Talaş, Çu İli ile Tarım Havzası’nda görülür. Dr.Kâmil UĞURLU
ürklerin yerleşik hayata geçişlerinin başlangıcını tesbit ederken batılı araştırıcılar bazı farklı kabullerle ortaya çıkarlar. Türkleri tümüyle göçebe bir kavim olarak kabul edenler, onların fatih bir toplum olarak yüzyıllarca doğudan-batıya hareket halinde olduklarını, dolayısıyla böyle göçebe ve istilâcı bir kavmin ciddi olarak sanatından bahsedilemeyeceğini söylerler. Onların kabulüne göre, “Türkler, fethettikleri topraklar üzerinde bulunan uygarlığa genellikle dokunmamışlar, çoğu defa onu özümsemişler, dolayısıyla orijini farklı bir sanat kompleksinin içinde orijinal olmayan bir kültür hayatı yaşamışlardır.” Onların kanaati böyle. Yabancı araştırmacıları, bilimsel değeri olmayan bu kanaate, gerçekten fatih bir kavim olan Türklerin geniş topraklar üzerinde egemenlikler kurmasından ve bu egemenliği Hıristiyan dünyasının aleyhine geliştirmiş olmasından doğan duygusal davranışları itmiştir. Aslında Türk sanatının kökenlerinin araştırılması oldukça yenidir. Bu araştırmalar da, bir zamanlar Sovyet Rusya toprakları içinde olan Türklerin eski egemenlik alanlarında ve daha çok Rus bilim adamlarınca yapılmıştır. Sovyet araştırıcılar, Orta Asya sanatından bahsederlerken, etnik yapıya dokunmadan, genel ifadelerle konuya girerler. Ayrıca bazı batılı araştırıcılar da İran ve Orta Asya ile ilgili araştırmalarında konuya daha çok İran sanat ve medeniyeti açısından eğilirler. Orta Asya’da şehirler, oldukça erken bir devirde kurulmaya başlanmıştır. En eski şehir hayatı Maveraünnehir, Horasan, Harezm, Siestan, Dehistan, Cürcan ve Fergana, Talaş, Çu İli ile Tarım Havzası’nda görülür. Bu bölgelerden, bilhassa MaveraünnehirHorasan Harezm ve Fergana’nın İslâm dünyasında, ilim ve bilgi hayatı ve sanatın gelişmesinde önemli yerleri vardır. Bazı sanat dallarının kökeni buradadır. İlim dünyasının büyük isimleri olan kişiler burada yetişmiştir. İslâm dünyasına yön veren, dünya tarihini etkileyen önemli birçok politik güçleri buradan doğmuş, başka yerlere uzanıp yayılmıştır. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, bunlardan bir bölümdür. Bu büyük siyasî güçler, elbette birdenbire ortaya çıkmamıştır. Siyasi güç gerçekten sağlam bir kültür altyapısına sahip
sayı//54// ocak 12
olmadıkça “büyük” sıfatını alamaz ve devamlılık kazanamaz. Bu Türk devletlerinin “insan potansiyeline dayalı kültür olayı” yüzyıllar ile ifade edilecek uzun süreler içinde ve yavaş yavaş meydana gelmiştir. Prof. Oktay Aslanapa’nın dediği gibi, “bir Karahanlı, bir Gazneli, bir büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu ve sanatını kuran kavim tamamen göçebe bir kavim olabilir mi?” Maverâünnehir, Horasan ve Dehistan bölgelerinde VI. Yüzyıldan itibaren Türklerin mevcudiyeti artık ispatlanmıştır. Belâzurî ve Taberî’nin Dehistan ve Cürcan’ın fethi ile ilgili yazılarından, bu sırada bu bölgelerde Türklerin hayli kalabalık miktarda ve bir bölümünün şehirlerde, evlerde yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Şehir ve ev hayatının başlangıcına ait ilk işaretler Göktürklerden itibaren görülmeye başlamıştır. Göktürklerin özel bir alfabeden oluşan yazıları olduğunu biliyoruz. Yazı, yerleşik hayatın ürünüdür. Zeki Velidî Togan, Arap coğrafyacısı İbnü’lFakih’le ilgili bir etüdünde özetle şöyle der: “Tamim bin Bahr Tokuz-Oğuz başkenti IsıkGöl yakınındaki Barsgan şehrinden, Hakanın posta atları ile dört aylık mesafeyi kırk günde alarak gelmiştir. Yolun yarısı köy-kasaba bulunmayan bozkırlardan, yarısı ise halkının tamamı veya çoğunluğu Türk ve Maniheist
olan medeni kasaba ve şehirlerden geçmiştir. Elçi, başkente nasıl geldiğini, şehrin demir kapısını, önemli olarak hakanın sarayını, onun beş fersah mesafeden görülecek kadar yüksek ve muhteşem olduğunu, köy ve şehirlerin bayındırlığını” anlatır. İç Asya’da “evin” en erken teşekkül ettiği yerlerden Horasan, Arap istilâsından itibaren, İslâm kültürünün önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Karahanlılar, Gazneliler ve Selçukluların zamanında Horasan, ilim ve sanat bakımından daha da gelişmiş, şehircilik ve mimarlık eserlerinin en önemlileri burada ortaya konmuştur. Göktürklerden sonra Türgişler, Uygurlar, Karluklar ve Karahanlılar gibi Türk devletleri birbirlerini takip ettiler. Uygurlar, doğu Türkistan’da yerleşik bir uygarlığın temsilcisi oldular. Türgişler, Karluklar ve Karahanlılar zamanında Türklük, batı istikametinde ciddi mesafeler kazandı. Göktürkler zamanında, başlangıçta Türklerin yoğun olduğu bölgeler Altay, Sayan dağları çevresi, Tiyanşan Dağları ile Altaylar arasındaki bölge ve Orhun nehri bölgesidir. Uygurlar, ilk devirlerde Karabalgasun ve Tarım havzasındaydılar. Türgiş ve Karluklar Isık-Göl, Çu ve Yedi Su-Talas çevresinde yaşadılar. Türkler yerleşik hayatın yanı sıra uzun süre göçebeliği de birlikte yürütmüşlerdir. Bu bilinçle yapılmıştır. Sebepleri vardır: Şehirleşmenin 13
Bişkek Ak-Beşim
yüksek bir tempoya ulaştığı Karahanlılar devrinde hükümdarlar, savaşçılık (muhariplik) vasıflarını kaybetmemeleri için birtakım Türklerin göçebeliklerini korumasına hususî itina göstermişlerdir. Onun içindir ki. Büyük Selçuklular devrinde bile, oldukça kalabalık bir kesim, göçebe hayatlarına devam etmişlerdir. Karahanlılar ve Selçuklular zamanında, bu geniş göçebe topluluğunun mevcut olması yanında, Türklere has sanat ve mimarlık eserlerinin önemli ölçüde ortaya konulduğu ve bu eserlerin gerçekten yüksek sanat değeri taşıdığı ortadadır.
sayı//54// ocak 14
kırma taş (mıcır). saman veya ot karışımından meydana getirilmiş, sağlam yapı elemanlarıdır (Şehirlerin gelişmesinden önce seramik, tuğla ve maden az kullanılmıştır). Bölgenin önemli yerleşim merkezlerinden Ak-Beşim’de yapılan kazılarda, dört kültür katı tesbit edilmiştir. Birinci kat V-VI. yüzyıllara, dördüncü kat IX-X. yüzyıllara aittir.
Özetle şunu söylemek mümkündür: Türklerde şehir hayatı, dolayısıyla “mesken mimarisi endişesi” İslâmiyet’in kabulü ile başlamış değildir. Türklerin bir kısmı, İslâm’ın kabulünden önce de şehirlerde yaşıyordu. Öte taraftan İslâmiyet’in kabulü ile göçebelik sona ermedi. Yüzyıllar boyunca bu göçebe ve yerleşik hayat birlikte devam etti. Bu durum bütün İç Asya’da söz konusu olduğu gibi, yüzyıllarca Anadolu’da sürüp gitmiştir. Bir taraftan şehirlerde sanat değeri yüksek, mimari bakımdan fonksiyonel mimarlık ürünleri yükselirken, diğer taraftan kendine özgü sanatlarını geliştirerek, devam ettirerek göçebelik varlığını sürdürmüştür.
Ak-Beşim, mükemmel bir şehircilik anlayışıyla kurulmuştur Bu düzenli kuruluş ve sakinlerinin medeni bir şekilde ihtiyaçlarını karşılayabilme endişesi, Batı Anadolu’daki Helenistik devir şehir anlayışıyla burasının karşılaştırılması imkânını verir. İçerik olarak dama formlu, agoralı, tiyatrolu bir Helen şehri elbette AkBeşim’den farklıdır. Ayrıca malzeme de aynı değildir. Helenler taş ve mermere ayrıcalık tanımıştır. Helen şehrinin amfiteatrlı ve yazılı metne dayanan oyunların oynandığı tiyatrosu yanında, Ak-Beşim’de bunca benzerliğe rağmen neden “tiyatro” olmadığını, araştırmacı Ahmet Güner şöyle açıklar: “Oğuz Türklerinin ilk yıllarından itibaren, devletin büyüme ve yayılma çağlarına kadar Türkler devamlı hareket hâlinde bir millet hususiyeti göstermişlerdir. Göçler, fütuhat, yeni devletler, yeni coğrafyalar bu milleti hep at üstünde ve hareket halinde tutmuştur.
Çu havzasında Göktürkler zamanında, şehirlerde önce evlerin yapıldığını, zamanla etrafın tümseklerle çevrildiğini, daha sonra da bunların yerini duvarların aldığını, araştırmalardan anlıyoruz. Bu devirde, söz konusu bölgede bina inşaatlarında en fazla kerpiç kullanılmıştır. Bu özel kerpiçler kil,
Böyle bir cemiyette temaşa sanatının kapalı ve belirlenmiş yerlerde başlayıp gelişmesi elbette beklenemez. Orta oyunu dediğimiz temaşa sanatının ismi bile askerlerin bir dinlenme anında, bir meydanı çevreleyerek, ortada, belli bir olayı alaya alan, bir destanı, bir efsaneyi temsil eden sanatkârları seyir biçiminden
Bişkek Ak-Beşim
ve yerinden almaktadır. Tiyatro, Türklerde hiçbir zaman bir azınlığın, yerleşik, şehirli bir zümrenin hizmetinde olmamış, bir halk sanatı olarak başlamıştır. Oyun biçimiyle, oyun yeriyle ve oyuncularıyla daima hareket hâlinde ve at üstünde olan bir topluluğun tiyatrosu da elbette meydanda, açık havada başlayacak ve gelişecektir Ak Beşim’de evler birbirine yakın inşa edilmiştir. Muntazam caddeler taş döşenmiştir. Kaldırım ve su arkları kesme taştır. Şehrin su ihtiyacı, akarsu ve sarnıçlarla sağlanmıştır. Akarsu, şehre künklerle getirilmiş ve dağıtılmıştır. Su kuyularından başka pis su, çöp ve fosseptik için de kuyu yapılmıştır. Bütün bunlar ileri bir şehircilik anlayışını sergiler. X-XII. yüzyıllar arasında Çu havzasında yerleşim alanlarının etrafı kalın duvarlarla çevrilmiştir. Şehirlerde kaleler ve şatolara benzeyen sağlam meskenler yapılmaya başlanmıştır. Meskenler iki ve üç katlı duruma girmiştir. Mustafa Cezar’ın V. Nusov’dan naklettiğine göre, esas şehir bölümünün etrafın¬daki rabad bölümünde ticaret ve sanatlar gelişmiştir, inşaat için bu devirde, kerpiçten başka tuğla, seramik ve maden de kullanılmaya başlanmıştır. Issık Göl’ün sahilinde bir çalışma yürütüyorduk. Bundan takriben 15-17 yıl öncesiydi. Türk ve Kırgız uzmanlar, mimarlık ve mühendislik alanlarında Türk Dünyasında aynı teknik terimlerin kullanılmasına yardımcı olacak bir lügat çalışması yapıyorduk. Çalışmaya bir aralık verdik ve Ak-Beşim’de o zamanlar hâlâ devam eden kazıyı ziyaret ettik. Rus hanım bir arkeolog kazının başındaydı ve işini ciddiyetle yapıyordu.
Bal Bal
Ak-Beşim’i, kazıyı, buluntuları uzun uzun anlattı ve Prof. Kadıralı Konkabayev uzun uzun bize tercüme etti. Kazı heyeti başkanı bu uzun fakat şirin konuşmasında hep hayranlığını ifade etti, şaşkınlığını belirtti. Haklıydı. Konuyu bildiği için hayranlığı büyüktü. Bu arada Ak-Beşim’in Balasagun’a karşılık geldiğine dair,çoğunlukla kabul edilen görüşten bahsetti. Fakat Balasagun, farklı kaynaklarda ayrıca bir şehir, bir yerleşim merkezi, hatta Türgiş’lerin başşehri olmuş ayrı bir şehir olarak gösterilir. Bu ziyaretimiz esnasında kazıyı yapan asistanlardan biri, hemen o an bulduğu altın bir objeyi getirip başkanına ve bize gösterdi. Onunla birlikte resimler çekildi. Tarihi bir andı. Ayağımızın uğurlu geldiğini söylediler. Heyecanlandık. Dünyanın neresine bakılırsa, bu mübârek milletin bir izini, dalını, yaprağını, sesini, kokusunu görmek, duymak mümkün oluyor. Ve bu koku insanı çoğu zaman mensubiyetiyle ilgili şükür vâdilerine çekip götürüyor. 15
sir şehrin insanları, hergün yeni bir hadiseye uyandı beş yıl boyunca.. Her türlü çaresizliğe , acımasızlığa, zulme, açlığa ve sefalete rağmen sabırla ve metanetle olayları karşılıyorlardı.. Bu millet tarihinde hiçbir zaman esir olmamıştı, olamazdı.. Karamsarlık yoktu.. 9 Şubat 1919 tarihli İstanbul’da yayınlanan Hadisat gazetesinde ”Başmakale olarak neşredilen Süleyman Nazif’e ait Kara Bir Gün yazısı’nda;
ESİR ŞEHRİN DEĞİŞEN
KÜLTÜRÜ VE GÖLGELERİ –IIRomanlarda; Mütareke sonrası gelişmeler, işgal askerlerinin taşkınlıkları, buna katılan ve tahrik eden azınlıklar, işgalcilerle işibirlikçileri arasındaki ilişkiler, karşı faaliyetler, mitingler, ve yerel kahramanlarının hikayeleri yer alır…Kısaca bu karmaşık bir şehrin binlerce hikayesinden çok az kısmı romanlara geçebilmiştir.. Mehmet Kâmil BERSE
“Fransız generalinin dün şehrimize girişi münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından gerçekleştirilen-Alkış ve sevinç dolu gösteriş- ,Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan yüzyıllar geçse ve bugünkü üzüntümüz ve talihsizliğimiz, sevinç ve talihe , mutluluğa dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu acıyı üzüntüyü çocuklarımıza ve torunlarımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras olarak bırakacağız.. Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e girerek ,Büyük Napolyon’un kazandığı zaferlerin taşlaşmış bir kahramanlık şiiri demek olan Zafer Takı’nın altından geçerken bile ,Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah 9 dan onbire kadar hissettiğimiz acıyı ve azabı büyük üzüntüyü duymamıştı. Çünkü Fransız adını taşıyan herkes, çünkü yalnız Hristiyanlar değil Yahudi Fransızlar ile Cezayirli Müslümanlar ve o milli matem, yas karşısında aynı üzüntü yakınma ve utanma ile ağlamış ve kızarmışlardı.. Biz ise yüzyıllardır milliyetlerini ve dillerini engin hoşgörümüze borçlu olan bir kısım halkın, düştüğümüz kötü durum karşısında sevinç çığlıkları atmaları ile kutsal matemimize iyasımıza en acı hakaretlerin,aşağılanmaların bir tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘Bunu haketmedik’ diyemeyiz. Hak etmeseydik bu felakete uğramazdık.Her milletin hayat sayfalarında bir çok yükseliş ve düşüş sayfaları vardır. Fransa kralı 1.Fransuva’yı hapisten kurtarmış ve koca Viyana şehrini birçok kereler kuşatmış bir milletin defterinde, böyle çok acıklı bir satırda varmış. Her durum değişkendir. Arapların çok güzel bir sözü vardır; (Sen sabret, dünya sabretmez; yeni olaylar gerektiği şekilde gelişir ve bir gün hak yerini bulur..)” Satırları yayınlandığında Kıyamet kopar.. İşgaldeki Fransız komutan d’Esperey bu yazıyı
sayı//54// ocak 16
duyunca adeta çıldırır. Süleyman Nazif’in derhal kurşuna dizilmesini ister. Fakat bazı Fransızların araya girmesi ile bu kararından vazgeçer. General’in taşkın davranışları bunlarla sınırlı kalmaz. Bir Türk Albayına kızıp, harbiye nazırının istifasını istemesi, sadrazamı ayağına çağırıp tehdit etmesi, şehzadelere ait konakların Fransız askerlerine tahsis edilmesini istemesi bunlardan bazılarıdır. General d’Esperey’in bu davranışlarının gerçek sebebini kendi sözlerinde buluyoruz; Kızılay Cemiyetinin düzenlediği davette ‘’Bize karşı senelerce muharebe ettiniz ve harbin uzamasına neden oldunuz. Bunun cezasını elbette çekeceksiniz.’’ İngiliz komutan Süleyman Nazif’in infazına karşı çıkar, ve kendisi Bekirağa bölüğü hapisanesine atılır… İngilizler , İstanbul’da Türklerin gerek mahkemelere, gerekse idamlara tepkisi üzerine 28 Mayıs 1919 gecesi Bekirağa Bölüğü Hapishanesi’nden 67 kişiyi gözetim altına alırlar. HMS Ena isimli gemiyle Eylül ayında bunların 12’sini Mondros’a, diğerlerini Malta’ya götürürler. Fransızlar Türk esirlerin yurt dışına çıkarılmalarına itiraz edince, bunun Türk tarafının isteği üzerine yapıldığını bahane ederek, Malta’ya esir göndermeye devam edilir. 16 Mart 1920 günü İngiliz polisi Meclis’in kapısına dayanır. Anadolu hareketine destek veren bazı mebuslar tutuklanır.1920 yılında Malta’ya sürülenler öncelikle bu mebuslardı. Malta Sürgünleri arasında kimler yoktu ki? Eski sadrazam Sait Halim Paşa, Meclis başkanı Halil Menteş, Mebusan Meclisi Reisi Hacı Adil Bey, Şeyhülislam Hayri Ürgüplü, bakanlar: Mithat Şükrü Bleda, Rauf Orbay, Kara Kemal, Ahmet Şükrü, tanınmış milletvekilleri: Zülfü Tigrel, Arif Fevzi Pirinççioğlu, Ali Çetinkaya, valiler: Hasan Tahsin Uzer, ordu komutanları: Ali İhsan Sabis, Fahrettin Türkkan, büyük yazarlar: Süleyman Nazif, Aka Gündüz, seçkin profesörler: Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, gazete başyazarları: Celal Nuri İleri, Hüseyin Cahit Yalçın, gibi tanımış isimlerin hepsi bir arada idi. Malta Sürgünlüğü 145 kişi için ya 20 ay süren bir çile dönemi, yada muhasebe dönemi veya hayatlarının son günleri olmuştu..Malta’dan kurtulduklarında Anadolu hareketinin tam göbeğinde bulurlar kendilerini..Malta’da eli kalem tutanların çok hatıraları yayınlandı, Bu yazılardan çok önemli notları tarihe
kaydedebiliyoruz okudukça.. İngilizlerin Ermeni kırımı bahanesiyle gerek Türk, gerekse evrensel hukuka uymayan usûllerle tutukladığı, hapsettiği ve Malta’ya sürgün ettiği Türklerle ilgili dava çökmüştü. İngilizler yaygara yaptıkları gibi Türklerin Ermeni Soykırımı’na bulaştığına dair deliller bulamamışlar ve Türkler Ermeni Meselesinde aklanmıştı. Bu netice üzerine iki yıldan fazla tutsak tutulan Malta sürgünlerinin çoğu Türkiye’de TBMM Hükümeti’nin elinde tutuklu bulunan İngilizlerle 1 Kasım 1921 günü değiş tokuş yapılarak, serbest bırakıldı.145 Malta sürgününden 15’i orada öldü. Turgut Reis leventlerinin yanına gömüldü. 20 kadarı tek tek veya topluca kaçmayı başardı ve kendi imkânlarıyla yurda döndü. İŞGALCİ İNGİLİZLERDEN” HECK RAPORU” NDA İSTANBUL İÇİN ŞU NOTLAR DÜŞÜLÜYORDU;
"Sağlığı yerinde olan yetişkinler için yaşam koşulları genellikle kaç paran olduğuna bağlı. Parası olanlar için bulunmayacak yiyecek çeşidi hemen hemen yok gibi. Fakat halkın çok büyük bir çoğunluğu sefalet içinde... Enflasyon, savaşın başladığı zamana göre yüzde bin artış göstermiş durumda... Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının üzerinden beş hafta geçti. Şu ana kadar henüz büyük bir bulaşıcı hastalığa rastlanmadı ama şehir çok kirli. Çocuklar ve burada işi olmayan yetişkinlerin kesinlikle buradan uzak durmasını tavsiye ederim." "İstanbul’da su, elektrik, tramvay ve şehir hatları servislerinin verilebilmesi için yaklaşık 1200 ton kömüre ihtiyaç vardır. Almanlar yakın zamana kadar şehre günde 300 ton kömür gönderiyordu ama savaş bittikten sonra bu durdu. Zonguldak’ta Osmanlı ordusunun disiplini altında çalıştırılan kömür madencilerinin çoğu savaştan sonra işi durdurdu. İstanbul’daki kömür stokları hemen hemen eridi. Aldığımız raporlara göre, Almanlar, ülkeyi terk etmeden önce Zonguldak’taki madenlerde kullanılan makineleri bilerek kırdılar. Geçen Kasım ayında (1918) üç haftalık bir süre ile şehre elektrik verilemedi. Bu zaman zarfında şehir halkının güvenliği büyük tehdit altına girdi çünkü geceleri sokaklar hırsız ve soyguncuların kontrolüne geçti. Her gece pek çok insan öldürüldü. Bunların çoğu politik suikastlardı." Raporda, bu siyasi suikastların ve üç haftalık elektrik kesintisinin bir rastlantı olup olmadığı konusunda bir bilgi yok ama bunun da bir olasılık olduğunu gözden kaçırmamak lazım. Kömür krizinin önemli başka bir
17
boyutu da Heck’in raporundan anladığımız kadarı ile tramvayların tamamen durması. Bunun neticesinde sokaklar, işine gidemeyen pek çok insanın da işsizlere katılmasından dolayı yürünemeyecek haldeymiş. Suyun da şehre ancak günde birkaç saat verilebildiğini anlatan Heck, şehrin sokaklarının bu yüzden temizlenemediğini anlatıyor: "Boğaz’daki vapur seferleri de kömür eksikliği yüzünden düzenli yapılamıyor. Kömür bulup sefer yapan birkaç tekne ise tepeleme dolu ve çok tehlikeli seferler yapıyor ama şu ana kadar henüz kaza olmadı. Trenler de bu krizden nasibini aldı ve seferlerin çoğu yapılamıyor.. Anadolu ve Trakya’dan getirilen tahıl gibi önemli gıda maddeleri şehre ulaşamıyor. Bu da şehirdeki kıtlığın ve enflasyonun önemli sebeplerinden biri." Heck raporuna şöyle devam etmiş: "Yine de bu şehirde, özellikle savaşın son iki yılında büyük paralar kazanmış olanlar var. Bu kişiler ya yüksek seviyede devlet görevlileri ya da onlarla yakın ilişkide olanlar. Bu kişiler. Mütareke’den önce zengin olduklarını saklamıyorlardı ama şimdi politik sebeplerden dolayı çok daha gizlilik içinde yaşıyorlar ve paralarının ya savaşta nötr kalmış yada Almanya, Avusturya gibi ülkelere kaçırıyorlar." "İstanbul’daki bütün bu sefalete rağmen bu şehir, yine de özellikle zenginler için dünyanın en büyük stoklarına sahip şehirlerden biri. Burada, yüksek fiyatı ödendiğinde bulunamayacak bir şey yok gibi." Lewis Heck bu iddiasını ispat için İstanbul’daki zenginlere hitap eden bir lokantanın menüsünü raporuna eklemiş ve menüdeki yemeklerin Avrupa başkentlerindeki en lüks lokantalarla aşık atabileceği fikrini okuyucusuna vermiş. Yani İstanbul, işgal altında bile tezatlar şehri olmaya devam etmiş. İşgal altındaki İstanbul yıllarında Müttefiklerin ilgilendiği konular, aslında mevcut hayat şartlarının nasıl iyileştirilebileceği değildi. Onlar, "Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği ne olmalı?" konusu kadar, "İstanbul’un nasıl bir geleceği olmalı?" konusunu da tartışıyorlardı. TÜRK ROMANINDA İSTANBUL İŞGALİNİ ANLATAN, ROMANLARIN SAYISI 28'DİR;
Halide Edip Adıvar (Ateşten Gömlek), Seláhaddin Enis Atabeyoğlu (Cehennem Yolcuları), Münevver Ayaşlı (Pertev Bey'in Üç Kızı), Şükûfe Nihal Başar (Yalnız Dönüyorum), sayı//54// ocak 18
Haydar Berköz (İkinci Ergenekon), Kemal Bilbaşar (Bedoş), Tarık Buğra (Firavun İmamı), Kemal Tahir (Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yorgun Savaşçı ÜÇLEMESİ ), Hasan İzzettin Dinamo (Kutsal İsyan, Türk Kelebeği), Emine Işınsu (Cumhuriyet Türküsü), Attilá İlhan (Dersaadet'te Sabah Ezanları, Sırtlan Payı), Esat Mahmut Karakurt (Allahaısmarladık), Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Sodom ve Gomore), Samim Kocagöz (Kalpaklılar, Doludizgin), Mithat Cemal Kuntay (Üç İstanbul), Ayla Kutlu (Bir Göçmen Kuştu O), Agáh Sırrı Levend (Acılar), Mehmet Rauf (Halas), Burhan Cahit Morkaya (Nişanlılar), Peyami Safa (Biz İnsanlar, Sözde Kızlar), Cevdet Kudret Solok (Sınıf Arkadaşları), Mükerrem Kámil Su (Dinmez Ağrı), Ercüment Ekrem Talu (Kan ve İman), Ahmet Hamdi Tanpınar (Sahnenin Dışındakiler), Hilmi Ziya Ülken (Posta Yolu). Romanlarda; Mütareke sonrası gelişmeler, işgal askerlerin taşkınlıkları, buna katılan, tahrik eden azınlıklar, işgalcilerle işibirlikçileri arasındaki ilişkiler, karşı faaliyetler, mitingler, yerel kahramanlarının hikayeleri yer alır…Kısaca bu karmaşık bir şehrin binlerce hikayesinden çok az kısmı romanlara geçebilmiştir.. Tanzimat'la birlikte Osmanlıda başlayan Batı ile Doğu arasında gidip gelmelerin ortaya çıkardığı yaşama biçimlerine işgalciler, ve Ekim İhtilalinden buraya kaçan Beyaz Ruslar katılınca, dünya kadar sosyolojik vakıa çıkmış… Yazılan romanların genelde aşk eksenli olduğunu görüyoruz. Rıza Tevfik anılarında, tramvayda Müslüman kadınların yanına zorla oturmak isteyen iki sarhoş Fransız subayın, iki adam tarafından nasıl bıçaklanarak öldürüldüğünü anlatır. İngiliz dostu olan birinin bunu yazması ilgi çekicidir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanı Sahnenin Dışındakiler'in İzmir'den gelen Cemal, İstanbul'un kahra karmaşık kimyasını şu sözlerle anlatmaktadır: 'Senegalli nefer, Cezayirli çavuş, siyah sakalı çenesinin altına bağlanmış Hintli gönüllü, İskoçyalı, Kanadalı fedai, Avustralyalı zabit, siyah pelerinli Karabineri, Ermeni tercüman, Rum papazından bozma halk hatibi arasında işte İstanbul'un böyle karışık, derbeder bir hayatı vardı.' HALİDE EDİP ADIVAR;
Ateşten Gömlek'teki Salime Hanım ile Sodom ve Gomore'deki Sami Bey, İngilizin her şeye kadir olduğu inancındadırlar. Sami Bey, bu sayede Osmanlı Bankası'na ikinci müdür
olmuştur. Sessiz ve mütevazı yaşayanlar daha çok şehrin işgal acısını çekerler. BEYAZ RUSLAR , İŞGALİN TUZU BİBERİ OLDU…
Mütareke İstanbulunun çok rastlanan görüntüsü: Sarhoş askerler, otomobil içinde bile yapılan fuhuş, zil zurna İngiliz askerleri, Fransızların küstah koloni askerleri, Rum ve Ermeni kadınlarına iláveten, Bolşeviklerden kaçan Çarlık enkazı, Rus prensesleri, kontesleri. İçkinin bile yetmediği, kokainle artan bir sefahat. O yıllarda Rus göçmenlerinin Avrupa ülkelerine gidebilmeleri hemen hemen olanaksızdı. Wrangel ve Denikin'e her türlü desteği vadeden Batılı ülkeler, yenik düşen Beyaz Rus ordularının döküntülerini kabul etmiyordu. Vize aslanın ağzındaydı. Ancak, İstanbul'da müteneffüz bir yabancının metresi olmayı başaran ve o sayede seyahat izni koparan kadınlar, kocalarını da peşlerinden sürükleyerek diledikleri ülkeye gidebiliyorlardı. O yıllarda kadın bedeni en geçer akçe metaydı. Rus kadınlarının güzelliği, zarafeti İstanbul erkeklerini büyülemişti. Hele tombalacı hatunlara İstanbul erkekleri deli divane oluyorlardı. İşgal yıllarında İstanbul'un kıyı bucak hemen her kahvehanesine Rus kadınları dadanmış, müşterilerle tombala oynamaya başlamışlardı. Divanyolu'nda, Aksaray'da, Kocamusta'paşa'da kahveler doluyordu. Kolları göğüsleri açık, güler yüzlü, sarı saçlı, mavi gözlü Rus dilberlerini karşılarında görenler keselerinin ağzını açmakta fazla direnemiyor; tombala oynayarak evin rıskını Rus dilberlerine kaptırıyorlardı. Rus kızları tombalacılık yanı sıra garsonluk da yaptılar. Zamanla İstanbul'da bir dizi Rus lokantası açıldı. Beyoğlu'nda bu lokantalarda bir liraya nefis bir tabldot yemek yemek mümkündü. Ancak mükellef bir sofra, şarabıyla, şampanyasıyla 18-20 liraya kadar çıkıyordu. Lokantalar yanı sıra Rusların etkin olduğu alt sektörlerden biri de pastanelerdi. İstanbul'a pasta zevkini aşılayanlar Rus göçmenlerdi. Seçkin tabaka muhallebicilere artık yüz vermiyor; pastanelere takılıyordu. Mütareke yıllarında İstanbul'un dört bir yanında açılan pastanelerde servis Rus dilberlerinin tekeline geçti. İstanbul'da fuhuş böyle bir ortamda yeşerdi. Fuhuş Mütareke yılları İstanbulu'nu mesken edindi. Belli başlı üç mıntıkası vardı: Beyoğlu'nda Abanos ve Zibah mıntıkaları ve Galata mıntıkası. Meşrutiyet'in
özgürlük ortamının yarattığı "feminizm", Osmanlı kadınını bir ölçüde geleneksel değer yargılarından kopardı. Ancak savaşların neden olduğu yoksulluk birçok kadını sefalete sürükledi; fuhuş giderek yaygınlaştı. İstanbul, Cihan Harbİ yıllarından itibaren bir çöküntüyü yaşıyordu. Mütareke yıllarında, İstanbul halkının yoksul kalışı, birçok Rus göçmenin, parasız pulsuz İstanbul'a sığınması, alkol, kumar, fuhuş gibi toplumsal sorunları körükledi. 1918 1922 arası İstanbu’u, servet ve sefaleti aynı potada eritti. Ahlâki çöküntü bundan böyle kol gezdi. Bir yandan işgal orduları öte yandan Rus dilberleri ateşle barutu simgelediler. Mazhar Osman çöken payitahtı şu satırlarla ifade ediyordu:"Umumi Harp oldu bitti, Umumi harpte içenler, parası bol bir takım türediler, soysuzlardı. Mısır ekmeği yemekten, şeker hasreti çekmekten insanların çoğu içkinin tadını bile unutmuştu. Lâkin Mütareke oldu, düşman orduları çekirge gibi İstanbul sokaklarına yayıldı, otomobil içinde sarhoş Amerika bahriyelileri kucaklarında zilzurna Rum dilberleri Beyoğlu'nun büyük caddelerinde resmigeçit yapıyorlardı, barlarda İngiliz neferleri viski ile zilzurna olduktan sonra rastgelene saldırıyorlardı. Hele Fransızların koloni askerleri yapmadıklarını bırakmıyordu. Rum ve Ermeni kahpelerinin Aşklarıyla çoşkun ve galibiyet neş'esiyle taşkın bu medeniyet ordusuna Bolşeviklerden kaçan çar enkazı da ilave edildi. Bizans! ömründe görmediği sefahat hayatını sürüyordu. Lokanta ve barlarda hizmet eden birbirinden güzel Rus prensesleri, kontesleri bu sarhoş alayını büsbütün çıldırtmıştı. İçki bu aşkı doyurmuyordu; beyaz toz, kokain... İstanbul'un mahalle kahvelerine kadar sarışın Rus dilberleri beyaz tozla yayıldı. Kokain ile halkın aklı, tombala ile parası çalınıyor, timarhanelere kokainmanlar, eteromanlar,morfinomanlar doluyordu. İstanbul Allahlıktı; her hükümet karışıyordu; hiçbir hükümet bir şey yapamıyordu. Halk kütlesi elden gidiyordu. Topla, tüfekle, tayyare ile, bomba ile dünyanın kırk küsur milleti İstanbul'u ezememişti; İstanbul kokaine,fuhşa esir oldu… " Rahmetli Mazhar Osman böyle bir tablonun son paragrafında Şah cümleyi söylüyor: “Çar ordularına altı yüz sene karşı duran İstanbul, Rus o…..’a mağlup olmuştu.” Esir Şehrin Değişen Kültürünü yazmaya devam edeceğim..Bugünkü durum’a gelişimizin ayak sesleri gibi sanki.. 19
aşayan Osmanlı…Evet evet, yanlış duymadınız: Osmanlı yaşıyor bugün. Kültürü hukuku mektepleri medreseleri gelenek görenekleri sosyal organizasyonları ile Osmanlı dimdik ayakta dersem inanır mısınız? İnanmazsınız değil mi?
GÜMÜLCİNE RODOP ETEKLERİNDE YAŞAYAN
BİR OSMANLI ŞEHRİ Türkiye Cumhuriyeti’nde Sağlık Bakanlığı yapan Dr. Mehmet Müezzinoğlu. Ki kendisi de on beş yaşlarında Türkiye’ye kaçak giren, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden sınıf arkadaşı olan nüfus kâğıtsız birisidir. Fahri TUNA
Ama inanmalısınız. Ben söylüyorum. Yani ömründe hiç yalan söylememiş biri söylüyor. 1912’de çekilmiş idari anlamda Balkanlar’dan Osmanlı. Gümülcine’den de. Hadi tam ifadesiyle söyleyelim, Batı Trakya’dan. Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe’nin yani üçünün birden ortak adı Batı Trakya lugatımızda. Hafızalarımızı tazeleyelim: Lozan’da, ek bir madde konmuş. Manastır’dan İskeçe’ye kadar, bütün Türkler Anadolu’ya, Anadolu’daki bütün Rumlar da Yunanistan’a mübadele (takas) edilecek. Bunun bir tek istisnası olacaktır aynı madde gereği: İstanbul’daki Rumlar’ın hayat garantisi olarak Batı Trakya’daki (az önce saydığım üç vilayetteki) Türkler yerlerinde iskân edileceklerdir. Yaklaşık 150.000 Rum’a karşılık 150.000 Müslüman Türk. Yaklaşık bir asır geçmiş üstünden antlaşmanın. Çok sular akmış köprünün altından bu sürede elbette. Anlaşmanın garantörlüğüne ve bağlayıcılığına rağmen çok acılar çok sıkıntılar çekilmiş. Gözünü karartıp iki ülke sınırı durumundaki Meriç Nehrini boğulma kurşunlanma tehlikesi altında Türkiye’ye kaçak geçen geçene… Özbeöz Türk oldukları hâlde yıllarca Türkiye’de de nüfus kâğıdı çıkartamamış kaçaklar. İki ünlü kaçağı tanırsınız hepiniz: Biri senelerce Galatasaray’da top koşturan, teknik direktörlüğünde de Galatasaray’a 20. Şampiyonluğunu armağan eden Hamza Hamzaoğlu. Diğeri de yıllarca Türkiye Cumhuriyeti’nde Sağlık Bakanlığı yapan Dr. Mehmet Müezzinoğlu. Ki kendisi de on beş yaşlarında Türkiye’ye kaçak giren, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden sınıf arkadaşı olan nüfus kâğıtsız birisidir. Benzeri yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Bir asır içinde Batı Trakya’da nüfusumuz yarı yarıya azalmış. İstanbul’daki Rumlar ise… neredeyse kalmamış; belki beş belki on bin! Lozan pek işlememiş, her şeye her garantiye, o çok ünlü ve meşhur garantör ülkelere (İngiltere, Fransa, Rusya vs.) rağmen. Ama; - şu iyi bilinmelidir ki - kâğıt üzerinde de
sayı//54// ocak 20
olsa Osmanlı dimdik ayakta bugün. Hukuken de. Ne demek bu? Gümülcine’de iki Müslüman Türk aralarında bir sorun yaşadı diyelim. Yunan mahkemesine değil, yasal hakları gereği Seçilmiş Müftü İbrahim Şerif Efendi’ye gidiyorlar. İbrahim Efendi ‘kadı görevi’yle tarafları dinleyip kararı alıyor. Alınan kararı başkente onaya gönderiyor. Atina’daki Yunanistan Devlet Mahkemesi de - Müslüman azınlık arasındaki hukuka karış(a)madığından - Gümülcine Müftülüğünün kararını aynen onaylıyor. Bugüne kadar birkaç istisna dışında aynen böyle yaşanmış uygulamalar. Kısacası; bir nevi uygulama 1918 yılı Osmanlı İstanbul’unda mahkeme / kadı / hüküm neyse 2018 Osmanlı Gümülcine’sinde de o. Osmanlı gitmiş ama uygulama hukuk anlayış kurumlar neredeyse aynen kalmış. Hanefi hukuku - sanki Osmanlı Devleti varmış gibi - Batı Trakyalı Müslümanlar arasında devam ettirilmiş. Altı yüz elli yıllık gelenek hâlâ dimdik ayakta. O kadar Osmanlı o kadar Türkiye ki Gümülcine: Mahalle isimlerini söyleyeyim size mesela: Bahçeli, Yenice, Hacı İpekçi, Şehreküstü, Debbağhane, Narlıbahçe, Hacı Yavaş, Koca Nasuh, Sabuni Ali Mahallesi. Köyler mi? Rodop Dağları eteklerindeki yüzlerce köyden rastgele on tanesinin ismini sunmak isterim dikkatlerinize: Çepelli, Eşekçili, Salmanlı, Yassıköy, Bayatlı, Karamusa, Demirciler, Hasköy, Karagözlü, Üçgaziler. Ne kadar Anadolu, ne kadar biz, bizim, bizden değil mi? Bir gün, bu satırların yazarı kadar Balkan sevdalısı kardeşim Edirneli edebiyat doçenti Rifat Gürgendereli ile Gümülcine’deydik. Yüksek lisans öğrencisi Mehmet’in köyüne Domruk’a gitmiştik birlikte. Rodop eteklerinde yüz haneli bir Türk köyü. Kahvehaneler vs. akşam saatleri. Bir kahveye girdik, ‘Selâmün aleyküm’, ‘Ve aleyküm selâmmm.’ Hemen herkes ayağa kalktı, ‘hoş geldiniz hoş geldiniz hoş geldiniz…’ Herkesin gözü kahvehanedeki televizyonda. Haber izliyor herkes. Televizyona bir dikkat kesiliyorum ki, o da ne. Herkes TRT1’den akşam haberlerini takip ediyor merakla. Kütahya Emet, Afyon Emirdağ, Zonguldak Devrek, Konya Akşehir, Sakarya Taraklı, Bilecik Gölpazarı, Eskişehir Mihalgazi’nin bir köyündesiniz, öylesine Anadolu Domruk. Ne Domruk’u; bütün Batı Trakya köy kahvehaneleri. Bir şey daha öğrendik o akşam;
Batı Trakyalı Türkler, ne Yunan Başbakanının adını biliyorlar ne herhangi bir bakanını. Dünyalarında varsa yoksa Türkiye. Hepsi de Galatasaraylı Beşiktaşlı Fenerbahçeli. Hatta Trabzonsporlu, hatta Bursasporlu. Sokaklarında dolaşın Gümülcine’nin. Öncelikle II. Abdülhamit’in armağanı saat kulesi karşılayacaktır sizi. Sonra Eski Cami kucaklayacaktır. Medreselerimiz, Celal Bayar Lisemiz her şeyiyle dimdik ayakta. 1928’de kurulan Türk Gençlerbirliği’nde çayınızı yudumlarken bir yandan da yıllarca Şafak Dergisini çıkartan şair ve hikâyeci iki yakın dost Rahmi Ali ile Mücahit Mümin’le sohbet edeceksiniz. Genç şairler Emre Ahmet, Sibel Gülistan da sizler gibi o sohbeti izliyor olacaklar yan masada. Gümülcine’nin Malkoçoğulları Koray Hasan ile Necat Ahmet yanlarında da gazeteci İlhan Tahsin, yeni bir organizasyonun hazırlığındalar, kulak kabartınız. Yavuz Bekir arkadaşlarını toplamış Alperen Hacı Osman’nın bağlamasıyla çalıp söylediği Yemen türküsünü, Çanakkale ağıtını veya ‘Âh bir ataş ver cigaramı yakayım / Sen salın gel ben boyuna bakayım’ı dinliyorlar gözleri yaşlı, Asmaaltı’ndaki kahvehanede. Gümülcine budur işte. Çağdaş Malkoçoğlu Sadık Ahmet’in mezarına gittiğinizde ülkesine adamış bir onurlu adama, Gümülcine’deki Osmanlı Türklüğünü ayakta tutmak için bir ömür çırpınmış bir güzel insana saygı duyacak, Fatihalar göndereceksiniz. Sadık Ahmet’in dava ve mahpushane arkadaşı Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif’e selâm veriniz; sanki Gümülcine valisi de o, belediye başkanı da. Kadısı da o müftüsü de. Gümülcine milli eğitim müdürü de o şehrin sağlık ve sosyal ihtiyaçlarından sorumlu yetkilisi de. Sanki Osmanlı’nın son ve hâlen görevdeki Gümülcine Valisi İbrahim Şerif Paşa’mız o bizim; vakur, dirayetli, babacan. Devletlü şevketlü izzetlü valimiz. Osmanlı’nın izzeti ayakta anlayacağınız. Zorluklar ve baskılar onları daha Türk yapmış. Müslüman kalmışlar en çok da bu sayede. Ve Osmanlı’yı yaşatabilmişler. Evet; Rodop Dağları ne kadar ayaktaysa asırlardır, Osmanlı da ayakta Gümülcine’de. Yiğit vakur mert direnen insanlar şehri Gümülcine. Osmanlı’nın yaşadığı yaşanıldığı yaşatıldığı şehir. Rodop eteklerindeki yaşayan Osmanlı o. 21
015 yılının Ağustos ayında Mersin Büyükşehir Belediyesinin daveti üzerine şehre gittim .Önce caddenin ismi nereden geliyor neden Kushimoto ve tarihsel gelişimi üzerine cevaplar arayınca arka planda zengin ve orijinal bir geçmiş gözler önüne serildi.
MERSİN'DEKİ JAPON HATIRASI
KUSHİMOTO CADDESİ
VE İKİ ŞEHRİN KARDEŞLiK ÖYKÜSÜ Türkler 700 yılda İslam ülkeleride dahil olmak üzere bir çok coğrafyada çok sayıda şehit vermiş ancak vefa duygusu en yüksek olan ülkeler Güney Kore ile Japonya olmuştur. Dr. Mimar Şimşek DENİZ*
1887 yılında Japon imparatoru Meiji harp gemisi ile İstanbul u ziyaret etmiş,buna aynı dostlukla cevap vermek için 2.Abdülhamit in emriyle Türk denizcilerini taşıyan Ertuğrul Fırkateyni 1890 yılında Japonya ya gitmişti. İmparatora Osmanlı Devletinin Şeref nişanını sunan heyet yurda dönerken fırtına nedeniyle Kushimoto açıklarında Deniz Şeytanı denilen kayalıklara çarparak battı . Bu elim kazada başta Amiral Osman Paşa olmak üzere 587 Türk denizcisi şehit olmuştu .Oshima köylüleri 69 Türk Denizcisinin kurtarılması ve deniz şehitlerinin gömülmesinde büyük emek vermiştir. Japonlar yıllarca bu hazin hatırayı unutmadılar .Ertuğrul Fırkateyninin battığı yerden balık tutup yemeyerek şehit denizcilerimizin yasını tuttular. Ayrıca Kushimoto yakınlarındaki Oshima da “Türk Şehitleri Anıtı”dikmişler ve bir Türk Müzesi yaptırmışlardır. Türkler 700 yılda İslam ülkeleride dahil olmak üzere bir çok coğrafyada çok sayıda şehit vermiş ancak vefa duygusu en yüksek olan ülkeler Güney Kore ile Japonya olmuştur. Mersin ile Kushimoto arasında Türk Denizcilerinin aziz hatırası adına 1994 yılında kardeş kent protokolü imzalanmıştır. İki şehir kardeş olduktan sonra Kushimoto Belediye başkanı Ali Yorio Hamaguchi ve Başkan Yardımcısı Mehmet Noboru Kishitami ve beş belediye meclis üyesi Mersin i ziyaret etmiştir. Kushimotolu idarecilerin Türklere olan sevgisini göstermesi açısından isimlerinin başına ek olarak Mehmet ve Ali isimlerini getirmeleri bir sevgi ve vefa örneği olarak etkileyicidir. Aynı şekilde Kushimotolular Mersinli belediye yetkililerine Japonca isim vermişlerdir. Kardeş kent ilanından sonra Japon Belediye başkanları dört kez Mersini ziyaret etmiştir. Ayrıca her yıl iki şehrin lise öğrencileri karşılıklı ziyaretler gerçekleştirmektedir.
*S.Zaim Üniversitesi,Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fak.Öğretim üyesi
sayı//54// ocak 22
Günümüzde Ertuğrul Fırkateyninin battığı yerde kazı ve kurtarma çalışmaları devam
etmektedir .Türk ve Japon Dalgıçların yaptığı 120 dalışta 6 top mermisi ,gülleler, ahşap ve metal parçalar çıkarılmış olup Kushimoto daki Ertuğrul Araştırma Merkezi ve Konservasyon Labaratuvarında incelenmekte ve sergilenmektedir. Kushimoto Caddesi Türkiye nin ilk ve tek Japon mimari ögelerine göre uyarlanmış ve uygulanmış örneğini teşkil etmektedir. Öncelikle Mersin Kent Konseyi Başkanı Yasmina Hanım Mersin Büyükşehir Belediyesinden Betül Aykun Dikmen ,Seçil Atasoylar ve Hatice Atalay ile birlikte arazi çalışması ve tasarımlara başladık. Japon mimarisi ve peyzajını inceleyerek eskizler yaptık. İlk olarak caddenin Güney ve Batı girişine ahşap malzemeden iki giriş takı konuldu. Bu taklar iki kalın ahşap sütun üzerine eğrisel üçgen formunda uygulandı. KUSHİMOTO CADDESİ GİRİŞ TAKLARI
Kushimoto caddesi 345 metre uzunluğa sahipti ve güney aksında sahildeki Adnan Menderes Bulvarı,batıda ise İsmet İnönü Bulvarı ile buluşuyordu Caddedeki mevcut küçük havuzun başına kırmızı boyalı bir seyir Köşkü yaptık ve suya Koi balıkları bırakmayı düşündük. JAPON PARKI HAVUZ SEYİR KÖŞKÜ
Parkın girişine cadde aksına diyagonal olarak 4 metre yükseklinde yaptığımız ahşap çerçeve üstte kavisli bir başlık ile tamamlandı .Ahşap giriş saçağının iki yanına yerleştirilen mermer
kaide ve kitabelerde Japonca ve Türkçe anlatımlarla tarihsel gelişim ifade edildi. KUSHİMOTO CADDESİ JAPON PARKI GİRİŞ PORTALI
Elektrik trafosunun sağır duvarlarına Japon ikebana sanatındaki çiçek motifleri kalem işi ile yapıldı. Parkın içindeki ağaçlara çeşitli renkte aşiyanlar( kuş yuvaları) yerleştirildi.Parkın çevresine ahşap çitler dönüldü.Park duvarları Japon çiçek düzenleme sanatı İkebana dan uyarlanan çiçek motifleriyle renklendirildi. Tüm tasarım ve uygulamalarda Japon mimari ve peyzajının hakim rengi olan kırmızı ve siyah ağırlıklı olarak kullanıldı. Kushimoto caddesinin sahile yakın taksi durağını kaldırmak mümkün olmayınca taksi esnafı ile konuşarak tek katlı yapı Japon geleneksel mimarisindeki Tatami Ev olarak tasarlandı ve uygulandı. Kushimoto Caddesinde çok sayıda Cafe mevcuttu.Kaldırım 23
işgalleri ve apartmanların kapatılan ön bahçe mesafeleri en çok şikayet edilen konuların başında geliyordu. Cafe tasarımlarının uygulanması için sahildeki Mersin Kültür Merkezinde kiracılarla ve dükkan sahipleriyle çok sayıda toplantılar yapıldı. Proje katılımcı ve şeffaf bir süreçte ele alındı. Cafelere ahşap ve cam malzemeden saçak tasarımları, karolajlı vitrin tasarımları ve çiçeklikler dizayn edildi .Gündüz ve gece görünümüne ait mimari ögeler ve aydınlatma gereçleri monte edildi. Klasik Japon Feneri ölçeği büyütülerek cadde aydınlatma direği olarak tasarlandı ve 12 metre aralıklarla caddeye yerleştirilerek gece ışıl ışıl bir ortam sağlandı. Caddedeki elektrik panoları Japon kültüründeki güneş, yelpaze ve Fuji Yama Dağı motifleriyle süslendi. Proje ve uygulama Japon turistlerce çok ilgi gördü .Yerli ve yabancı turistler caddeyi sık sık ziyaret edip hatıra fotoğrafı çektiriyorlar .Ayrıca Japon tv kanalları tarafından Mersin deki Kushimoto Caddesi ile ilgili çok sayıda haber ve röportaj yapıldı. Aslında Japon Prensesi Akiko Mikasa nın Türkiye ziyareti ve caddenin açılışını gerçekleştirmesi projenin ana motivasyonunu oluşturmuştu. Ancak Akiko Mikasa yakın zamanda Türkiye ye gelse de bir türlü Mersin e gelemedi .Hikaye Türk Sinemasındaki meşhur “”Dinar Bandosu” filmine benzedi ama bu yaklaşım ve motivasyon Türkiye ve Mersin e bir Japon caddesi ve peyzajı kazandırdı.
sayı//54// ocak 24
GELECEĞİN
KURULUŞLARI,
GEÇMİŞTEKİLERDEN
FARKLI OLACAKTIR
Kuruluşların değişmesi tavanlarından gelen baskılarlardan daha çok, tabanlarından gelen isteklerle gerçekleşir.Bu yüzden kuruluşlarda, değişime direnenler değil, değişimi isteyenler belirleycidir. Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN*
lkelerin olduğu kadar, şehirlerin de kültürel ve ekonomik güçleri, dünya standartlarını belirleyen ürün, hizmet ve bilgi üreten kuruluşlarından kaynaklanır. Güzel ürün, güzel hizmet ve güzel bilgi üretmesini bilen kuruluşlar, ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşümlerin, eşiğinde olan dünyanın yeni mimarlarıdır. Onlar yıldan yıla, yeni boyutlar kazanan üretimleriyle, bütün dünyayı değiştireceklerdir. Dünyada en hızlı değişen kesimlerin başında, sıra dışı yenilikler yapmasını bilen, öncü kuruluşlar gelmektedir. Onlar kültürlerini, misyonlarını, vizyonlarını, fonksiyonlarını, sermayelerini, üretim yöntemlerini, çalışanlarını, tedarikçilerini ve müşterilerini değiştirerek, toplumun bütün kesimlerini değişmeye zorlamaktadırlar. Geleceğin kuruluşlarının geçmişin kuruluşlarından, çok farklı olacağını görmeyenler silinip gideceklerdir.
*T.C. Maltepe Üniversitesi
Kuruluşların gelecekleri, devletlerin ellerinde değil, kendi ellerindedir. Kuruluşlar değişerek gelişmek yerine, değişmeden gelişmeyi tercih ederlerse, pazarlardaki yerlerini koruyamazlar, kendilerini sürekli yenileyen kuruluşlara bırakmak zorunda kalırlar. Kuruluşların değişmesi tavanlarından gelen baskılarlardan daha çok, tabanlarından gelen isteklerle gerçekleşir.Bu yüzden kuruluşlarda, değişime direnenler değil, değişimi isteyenler belirleycidir. Değişimler dünyasında her gün, yeniden başlayan uzun soluklu yarışta, kuruluşların başarılı olmaları, eski ürünlerin eski yöntemlerle üretmeye ve pazarlamaya değil, yeni ürünleri yeni yöntemlerle üretmeye ve pazarlamaya bağlıdır. Bunun için her kuruluşun, büyük riskler alarak, bilinmeyen ürünleri bilinmeyen yöntemlerle üretmesini öğrenmesi gerekir. İmkansız denilen ürünleri düşünmeyenler, imkansız denilen yöntemleri geliştiremezler. Kuruluşların ürünleriyle birlikte, üretim yöntemlerini geliştirmede, işletme ve yönetim fonksiyonlarında, verimliliklerin artırılmasında, ağırlık ve belirleyicilik, mavi yakalı çalışanlardan, beyaz yakalı çalışanlara kaymıştır. Üretim süreçlerinde özel yetenek istemeyen, tekrarlanan işler yerine, sürekli eğitim isteyen yazılım ağırlıklı işler geçmiştir. Ürün, hizmet ve bilgi üretim sürecindeki değişmeler, her alanda ezberleri bozmaktadır. Kuruluşların daha güçlü ekonomik temeller atmak ve daha kalıcı kültürel değerler geliştirmek için, kurumsal kazançlar kadar, toplumsal kazançlara da önem vermeleri gerekir. Toplumlara yararlarla birlikte, zararlar da veren kuruluşlara, dünyanın hiçbir ülkesinde yer yoktur. Geleceğin kuruluşları, çevreye dost ürünlerini tasarlamak, kimseye zarar vermeyen üretim yöntemleri geliştirerek, insanlığın geleceğini güvence altına, alacak adımlar atmalıdırlar. Sürekli kendilerini yenilemeyen kuruluşlar, dünyadaki hızlı gelişmelerin gerisinde kalırlar. Toplumsal etkilerini sorgulamayan kuruluşlar, geleceğin kuruluşları olamazlar. Kuruluşlar geleceğe, yaptıkları yatırımlarla uzun ömürlü olurlar. 25
OĞRAFYA VE TARİHÇE Makedonya‘nın başkenti Üsküp, Vardar nehri kenarında kurulmuş önemli Osmanlı miraslarının yer aldığı bir şehir. 1392 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmiş ve Türkler tarafından Üsküp olarak adlandırılmış. 500 yıldan uzun süre Osmanlı hakimiyetinde kalan şehir önce Rumeli Eyaleti'ne bağlı Üsküp Sancağının merkezi olmuş.
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
ÜSKÜP Balkan Savaşları’ndan sonra, şehrin en büyük nüfus oranına sahip Türk nüfusu içinden Türkiye’ye büyük göç hareketleri yaşanmış. Hüseyin YÜRÜK
Evliya Çelebi,16. yüzyılda şehirde yaklaşık 10 bin hane olduğunu söylüyor 1683-1699 Osmanlı-Avusturya Savaşları sırasında Avusturya ordu birlikleri Balkanlar’daki Osmanlı İmparatorluğu topraklarına girmiş. 25 Ekim 1689 tarihinde Avusturya birlikleri Üsküp’ü ele geçirmiş ve General Piccolomini’nin emriyle şehir ateşe verilmiş. Bu yangın ve yıkım, iki gün sürmüş. 1908 yılında 2.Meşrutiyetin ilanı sırasında Üsküp’te yaşayan Arnavutların önemli bir tesiri olduğunu Sultan 2.Abdülhamit’in Başkatibi Tahsin Paşa’dan öğreniyoruz. Tahsin Paşa bu olayı hatıralarında şöyle anlatıyor: Açılan mücâhede-ı azimeye Üsküp’ün şimâl-ı garbisinde ve şehirden elli kilometre bu’d-i mesâfede kâin Firezovik’te içtima eden 6000 Arnavud’un keşide ettiği telgrafnâme karar-ı kat’iyi ita eyledi. Arnavutlar bu telgrafnamede sadâkat ve ubudiyetlerinden emin olunmasına Padişah’a temin eyliyor, Meşrutiyet ilân edilmeyecek olursa kendilerine iltihak edecek 50.000 Arnavut’la İstanbul üzerine yürüyeceklerini bildiriyorlardı. (Tahsin Paşa,1990:369:370) 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları sırasında Sırbistan Krallığı tarafından ele geçirilen şehir I. Dünya Savaşı'ndan sonra yeni kurulan Yugoslavya Krallığı'nın bir parçası olmuş. 1991'de Yugoslavya'dan bağımsızlığını ilan eden Makedonya Cumhuriyeti'nin başkenti olmuş. Balkan Savaşları’ndan sonra, şehrin en büyük nüfus oranına sahip Türk nüfusu içinden Türkiye’ye büyük göç hareketleri yaşanmış. Bu yüzden Türk Edebiyatı’nın en önemli şairlerinden Üsküp doğumlu Yahya Kemal Beyatlı, ‘Kaybolan Şehir’ adlı şiirinde Üsküp’ü şöyle anlatır: Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. Halbuki Üsküp
sayı//54// ocak 26
çok değil bundan 100 yıl kadar önce bu toprakların kadim bir parçası imiş. Padişah Sultan Reşat’ın Mabeynciliğini yapan Lütfi Simavi’nin hatıratında yer alan bir bölüm bunu canlı bir şekilde gösterir. Sultan Reşat 1911 yılında trenle bir Balkan gezisi yapmıştı.Bu geziye katılan Lütfi Simavi Bey şu ilginç olayı anlatıyor:29 Mayıs 1911’de Selanik’ten Üsküp’e doğru hareket olundu. Yolda trenin durduğu hemen bütün istasyonlarda kurbanlar kesildi ve bunlar fakir halka dağıtıldı. Bütün çevre halkının, öğrencilerin ve özellikle Hristiyan halk yığınlarının padişaha karşı göstermiş oldukları bağlılık, gerçekten üzerinde durulmaya değer bir hava taşıyordu .Köprülü istasyonunda, daha 11 yaşlarında Dimçe adlı bir Bulgar çocuğu, güzel bir Türkçe ve eksiksiz bir vatanseverlik duygusuyla nutuk atıp başta padişah olmak üzere hepimizi derin etkiler altında bıraktı. Padişahımız onun yanına gidip kucaklamaktan kendini alamadı. (Simavi,2006:137) İlber Ortaylı Seyahatnamesinde şimdi Üsküp’ü de içine alan günümüzün Makedonya’sından şöyle bahsediyor: Etnik bakımdan renkli olan Balkan ülkelerinin içinde en renklisi Makedonya… Burası bir milliyetler deposu… “Karışık dondurma” Makedonya dendiği kadar var. İki milyon nüfusun üçte biri yani 700 bin kadarı başkent Üsküp’te yaşıyor. 1 milyon 400 bin nüfusa sahip olan Slav Makedonyalı, yüzde 64’ü oluşturuyor. Yüzde 30 Arnavut, yüzde 3 de Türk… Geri kalanlar Eflaklı ve Sırp gibi küçük etnik gruplar…(Ortaylı,2013:117-118) ŞAHİTLİKLER
2.Meşrutiyetin ilanının ardından Selanik’te valilik yapan Hüseyin Kazım Kadri
Bey, o dönemlerde bu toprakların nasıl kötü yönetildiğine şahitlik eden devlet yöneticilerinden biridir. “Benim itikadımca Makedonya'yı kurtarmak mümkün idi. Bunun için Babıali'ye müteaddit ve mufassal raporlar göndermiştim. Fakat "varak-ı mihr u vefayı kim okur kim anlar". Şevket Turgut Paşa kolordusunun Arnavutluk'ta îka ettiği mezâlim, memleketin her tarafında fena tesirler ve akisler yapmıştı. Hacı Adil Bey'in ıslahat yapmak (!) maksadıyla ve bir heyet riyasetinde olarak Arnavutluk’a gitmesi "yangına körükle gitmek" kabilinden idi. Babıali'nin aczinden, kararsızlığından, gafletlerinden istifade yollarını arayan Venizelos, kendi tarafından vuku bulan müracaatın reddi üzerine Balkan devletlerini bize karşı ittifakına almaya muvaffak olmuştu. Ordumuz, zabitanın siyasetle iştigallerinden. Aralarındaki ihtilaf-ı efkâr ve âmâlden dolayı perişan bir halde idi.” (Kadri,2000:242) Birkaç yıl sonra 1912 yılında Balkan Savaşı başlar. Bir çok Balkan devleti birleşerek Osmanlı Devletine saldırır. Bu savaşla birlikte Üsküp de dahil olmak üzere Balkan toprakları artık yitik coğrafyanın şehirleri haline gelir. Sultan 2.Abdülhamit Dönemi Devlet Adamlarından Mehmed Selahaddin Bey Balkan Savaşında Üsküp civarında yaşanan olayları şöyle anlatıyor. Garp ordusundaki topçu obüs taburundan biri Komanve'ye sevk edilmiş ve vardığından haberdar olan kolordu, erkânı harbiye başkanlığında bulunan Kaymakam (Yarbay) Faik bey düşmanın Komanye'ye girmekte olduğunu görerek, bu tabura hemen Üsküp'e dönmesi emrini verdi. Bu emir üzerine 27
tabur da Üsküp'e gitti. Üsküp'de düşmana karşı bir mermi dahi atmadan on sekiz adet son sistem büyük çaplı topunu Üsküp istasyonunda bırakarak kaçtı. Üsküp civarında bundan başka yollarda terkedilmiş dört yüze yakın topu Sırplı'lar ele geçirdiler.Durumu gören Şark ve Garp ordu kumandanları, İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarının kışkırtmaları sonucu kaçan askerlerin, durdurulmasının mümkün olmadığı ve bunlarla harp edilemeyeceğinden, siyasi yollarla her ne yapılması gerekiyorsa yapılarak harbe son verilmesi lüzumunu telgraflarla Harbiye Nazırından istediler. (Selahaddin,1989:58) Balkan Savaşına katılan Osmanlı Subaylarından biri olan Albay Rahmi Apak Üsküp’te yaşadığı ilginç bir olayı Hatıralarında şöyle anlatır: Ordumuz Üsküp civarında bozuldu. Esir olmamak için kaçarken bir tekkeye girip saklandım. Bir iki dakika sonra birisi geldi, kolumu dürttü: "Efendi burada yatma kalk...." Bu, tekkenin hizmetçisi imiş: "Neden?" dedim: "Burası şeyhin postudur, İyi değildir, seni burada uyutmazlar" dedi: "Haydi yahu, git İşine. Ben uykusuzluktan ölüyorum. Alayın sırası değil" diye cevap verdim, adam da uzaklaştı. Kafamı koluma dayadım, gözlerimi yumdum. Tam kendimden geçmek üzere iken bu defa birisi yanağıma öyle şiddetli bir şamar attı ki, uyanınca şamarın acısının devam ettiğini ve kulaklarımın çınladığını duydum. Anlaşıldı, bu post üstünde yatmakta ısrar edecek olursam postun sahibi Şeyh Efendi bana sabaha kadar bir araba dayak atacak. (Apak,1988:72-73) Üsküp tekkelerinden bahsedenlerden biri de ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’dır.Yahya sayı//54// ocak 28
Kemal, çocukluk- gençlik hatıralarında ilk şiirini Üsküp’de bir Sadi tekkesinde yazdığını anlatır. Haluk Dursun Üsküp tekkelerinin ve Üsküp’ün 1990’lı yıllardaki halini şöyle anlatır:Üsküp’e ilk gittiğimde o Sadi tekkesini hiç bilen, duyan gören kalmamıştı. Üsküb Mevlevihanesi çoktan unutulmuş, Evlâd-ı Fatihân diyarında sadece Rifailik ve Melâmilik hayatiyetini sürdürebilmişti. (Dursun,2003:89) Haluk Dursun şöyle devam ediyor Üsküp'e birçok yönden girdim: Bulgaristan yönünden, Arnavutluk yönünden, Sırbistan yönünden ve havadan, doğrudan uçakla. Üsküp'e hangi yönden girerseniz girin mutlaka iki şey dikkatinizi çekiyor. Bunlardan biri Üsküp'ün alâmet-i farikası olan Vardar Nehri, diğeri de kubbe ve minareleridir. Üsküp'e girerken yanınızda götüreceğiniz kişiler de mutlaka Sultan Murat, Yıldırım Bayazıd ve Yahya Kemâl olmak gerekir. Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır / Evlad-ı Fatihân'dan onun yadigârıdır, Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o/ Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz'di o. Üsküp'ün alâmet-i farikası Vardar'sa, Vardar'ın alâmet-i farikası da üzerindeki Osmanlı köprüsüdür. Köprünün üzerinden geçerek Bit Pazarı yoluyla eski şehir’in meydanına inip Firuze kubbeleriyle İshak Paşa Camii ve Türbesi'ni karşınıza alıp da uzaklardan tepedeki kaleyi, hemen yanı başındaki benim hep Üsküdar Ayazma Camii'ne benzettiğim Mustafa Paşa Camii’ni, iki katlı mükellef bir konak görünümündeki Kapan Han'ı seyredebilirsiniz. Buradan İshak Paşa Camii’nin biraz ilerisindeki,
tek orijinal kısmı olan uzun minaresiyle dikkat çeken Yahya Paşa Camii'nin revaklarla örülü avlu kısmını geçerek tavanın ahşap işlerindeki marifeti iltifata tâbi kılabilirsiniz. İsterseniz yoldan karşıya geçin. İsa Bey Camii'ni bulup, o ilk nem Osmanlı mimarisinin zaviyeli camiler örneğini can gözüyle inceleyin ve bahçesindeki ulu çınara, dibindeki eski mezar taşlarına doya doya bakarak tarihin derinliklerine dalın. Hemen arkasından da Üsküp’ün en büyük ve en eski camilerinden olan Sultan Murat Camii'nin ahşap sütun başlıklarına nakşedilmiş kalem işlerindeki sıcaklığın, beş kemerli geniş avlusunu okşayıp içeri giren rüzgârı sakinleştirecek derecede olduğunu hissedin. Ardından Fatih Köprüsü başındaki Davut Paşa Hamamı'nın Osmanlı mimarisini aksettiren karakteristik üslubunu, hemen yanı başına inşa edilen modern ve dev bir binanın nasıl bozduğuna acıyla şahit olun. (Dursun,2003:97-98) Haluk Dursun son olarak Yahya Kemal’in Üsküp’ünden bahsediyor: Bütün bunlar bitince Yahya Kemâl'in çocukluğunun geçtiği Sultan Murat Camii'nin avlusuna çıkıp, Üsküp'ü bir başka tepeden temâşâ edin. Sonra, o tarihi hanların birinin avlu kapısı önünde küçük fakat şirin bir yelpaze gibi açılıp, gölgesinde nice insanı barındıran çınarın dibine o fıskiyeli tarihî taş havuzun su şırıltısını, çınarın yaprak seslerini dinleyerek bir kahve için. "Üsküb ki devamıydı Şar Dağı'nda Bursa'nın/ Bir lale bahçesiydi, dökülmüş temiz kanın Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene/ Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” (Dursun,2003:99) Ünlü seyyahlarımızdan Orhan Kural Üsküp’teki Osmanlı eserlerini ayrıntılarıyla şöyle anlatıyor: Üsküp'te eski Türk çarşısının kesme taş sokaklarında yorgan, terlik, hediyelik eşya, bakır, ipek, deri ve amber dükkânlarının arasında şöyle bir yürünür. I. Murat döneminde yaptırılan ve bir Koca Sinan eseri olan 13 gözlü taş köprü üzerinden iftiharla şöyle bir geçilir. İnsanları, çarşıları, köprüleri, hamamları, hanları camileri ile Üsküp bize çok tanıdıktır.Osmanlı döneminde Avrupa'nın en önemli ticaret merkezi olan bu kent bahçeli evleri, yol boyunca dizilmiş çınar ağaçları, ince gümüş örgü el sanatı, Kapan Hanı ve saat kulesi
ile halen Osmanlı'nın izlerini aksettirmektedir. Üsküp' e gelince elbette Osmanlı izlerini de takip edeceksiniz. XV. Yüzyılda inşa edilip, bir mimari şaheser olarak kabul edilen bugünün sanat galerisi bakır kubbeli Davut Paşa Hamamı, yine bugün müze olan Kurşunlu Han, çok sayıda divan şairi yetiştiren İshak Paşa Medresesi, şehre hâkim tepede inşa edilen Üsküp'ün ilk camisi Mustafa Paşa kütüphanesi ve türbesi ile İsa Bey Cami, Bizans döneminde imparator I. Justinyen tarafından yaptırılan manzarası ve içinde hayallere dalabileceğiniz sakin parkı ile Üsküp Kalesi ve Tütünsüz Cami gibi. (Kural,2011:133-134) Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Tayyar Altıkulaç, 1992 yılında, yaptığı seyahat sonrası Üsküp’ten şöyle bahsediyor: Tiran’dan dönüşümüzde Makedonya’nın Üsküp şehrinde bir gece kaldık. Bu şehirdeki İmam-Hatip Okulu’nun pansiyonunda misafir edildik. Tarihî camiler, gök kubbeye uzanan Osmanlı eseri minareler, size Türkiye’de bulunduğunuz ve meselâ Bursa şehrinde olduğunuz hissini yaşatıyor. Öğrencilerle kıldığımız sabah namazında yaşadığımız duygusal anlar da unutulur gibi değildi. (Altıkulaç,2011:961) Her şehri kaleme alırken ‘O şehirle ilgili kimler neler söylemiş?’ mutlaka inceliyorum. Üsküp’ü incelerken karşıma bir Türk gezginin ilginç bir paylaşımı çıktı. Önemine binaen bunu aşağıda sizlerle paylaşıyorum: “Üsküp’te ilk gece barda Makedonlarla tanıştım, bir ilgi, bir itibar. Barmen Türk olduğumu öğrenince benden para almadı.Sohbet ettikten sonra arkadaşlarını arayıp çağırdı. Tarihten, dillerden, kültürlerden bahsettik. Bana kızlı erkekli bir Makedon türküsü söylediler. Türkünün adı “Kadı Doğru Söyler”. Osmanlı döneminde bir Paşa, bir Ortodoks Makedon kızına vurulur, kızla evlenmek ister, ama kız istemez. Bir tarafta üç kıta imparatorluğunun Paşası, öte yanda Hıristiyan azınlıktan bir kızcağız, “hayır” demeye nasıl gücü yetsin? Kız kadıya gidip Paşa da gönlü olmadığını söyler. Osmanlı Kadısı, Ortodoks Makedon kızı haklı bulur ve Paşayla evlenmekten kurtulur. Osmanlı İmparatorluğu’nun her yönüyle öğünen biri değilim. Ama bu hikayeyi dinledikten sonra hangimiz etkilenmez, mutlu olmazdı ki?” İşte böylesine büyük bir milletin mirasçılarıyız
29
bizler.700 yıl sonra Osmanlı’nın adaleti bardaki gençler tarafından bir türkü olarak seslendiriliyor. Ecdadımızın bu topraklarda neleri nasıl yaptığını gösteren adalet tarihine geçecek harika bir örnekle karşı karşıyayız. Bir İslam şehrini ruhaniyetiyle yaşamak istiyorsanız o şehirde yatsı ve sabah namazlarını kılmanız gerekiyor diye düşünüyorum. Bunun için de o şehirde merkezdeki bir otelde konaklamanız gerekiyor. 2015 yılındaki Üsküp gezimizde hava kararmadan Üsküp’ün Türk Bölgesinin ve çarşısının bir kısmını gezme fırsatı bulduk. Üsküp, cami, han, hamam, Türk tipi küçük dükkanlarla dolu. Eski Osmanlı çarşısı gelenekselliğini koruyor, adı hala “çarşiya“. Çarşıda çoğu kişi Türkçe biliyor. Avrupa Birliği’ne üye ve aday 37 ülke arasında Makedonya en ucuz ülke imiş. Gerçekten de Üsküp’te turistik eşyalar hariç hayat çok ucuz. Taksi 130, pizza 250, çay 100,bir kilo muz 45 dinar. Biz çarşıda gezdikten sonra önce Arasta Camii’ni ziyaret ettik. Daha sonra çarşının sonundaki yüksek tepedeki Mustafa Paşa Camii’ne gittik. Üsküp’te bulunan eski Osmanlı camilerinden biri olan Mustafa Paşa Camii Yavuz Sultan Selim ve II. Beyazid’in veziri Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Yakın zaman önce TİKA tarafından tamir edilmiş. Daha sonra Üsküp Kalesini sağımıza alarak aşağıdaki çarşıya indik. Evliya Çelebi’nin ünlü Seyahatname’sinde bu kaleden bahsedilmekte. sayı//54// ocak 30
Kaleden Üsküp ve güzelliklerini güzel bir yerden seyretmeniz mümkün imiş. Buradaki Murat Paşa Camii’nde yaklaşık 60 kişi ile birlikte Akşam Namazını kıldık. Balkanlardaki Cami cemaatinin sünnet namazları kılmama alışkanlığı burada yoktu. Murat Paşa Camii’nin yanındaki ‘Çifte Hamam’ şu anda resim ve sanat galerisi olarak kullanılıyormuş. Namazdan sonra küçük bir gezintinin ardından bir pizzacıda peynirli pizza yiyip bir süre daha gezip yatsı namazını kılmak üzere Arasta Camiine gittik. Ancak bu cami Yatsı namazlarında kapalı imiş. Bunun üzerine tekrar Murat Paşa Camii’ne geldik ve 80 kişilik bir cemaatle yatsı namazını kıldık. Yatsı namazının ardından Üsküp’ün gece haline ve manzarasına şahit olduktan sonra Turan isimli Türk asıllı bir taksi şoförü ile otele döndük. Turan Bey’e kaldığımız otelin ismini ve yerini söyleyince “Eyvah orası Hristiyan bölgesidir” dedi.Nitekim ertesi sabah kahvaltıya inince kahvaltı salonunun girişinde küçük bir şapel ile karşılaştık.Otel sahipleri Şapele yardım için kumbara bile koymuşlardı. Ertesi sabah otelden hareket edip bu kez kafile olarak Üsküp’ün merkezine gittik.Kalenin yanında otobüsten inip gezmeye başladık.Biz buraları dün de gördüğümüz için kafiledekilere göre daha kıdemliydik. Tur Rehberi nedense Üsküp’ün en zirve noktasına dikilen ve her yerden gözüken devasa haçtan bahsetmedi. 2002 yılında Vodno Dağı'na inşa edilmiş haç,66 metre ile Dünya’nın en
büyük haç anıtı ünvanına sahip imiş. Avrupa ülkelerinin de finansal desteğiyle 2011 yılında da resmi olarak açılmış.Şehrin her yerinden görülebilen bu haç, Müslüman şehir sakinleri tarafından yoğun bir şekilde eleştiriliyor. Tıpkı diğer Hristiyan ülkelerde olduğu gibi burada da bir bayan rehber bizim kafilemize katıldı ve rehberin söylediklerine başını sallayarak büyük katkı sağladı.(!) Üsküp Kalesi’nin programda olmaması bizim için bir kayıptı.Kafile dün bizim izlediğimiz yoldan inerek çarşıya girdi.Türk çarsında bir saat kadar gezdikten sonra köprünün üzerinden geçerek yeni Üsküp’e geçtik. Tur Rehberinin söylediğine göre tüm şikayetlere rağmen Üsküp Belediyesi Türk bölgesine sahip çıkmıyormuş. Gezi sırasında Türk tarafındaki bol miktarda dilencinin varlığı dikkatimizi çekti. Türk çarşısı çeşit çeşit dilenciyle doluydu.Halbuki köprünün Batı tarafında tek bir dilenci yoktu. İlginç olan şuydu ki dilenciler daha zengin olan tarafta değil daha fakir olan Türk tarafında dilenmeye çalışıyorlardı. Üsküp, tarihi köprüyle ikiye ayrılıyor. 15. yüzyılda inşa edilen Taş Köprü, Üsküp’ün simge yapılardan biri. Mimarının Mimar Sinan olduğu düşünülen köprü, Fatih Köprüsü, Vardar Köprüsü gibi isimlerle bilinmekte. 12 kemerli köprü, 214 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde imiş. Vardar nehri üzerindeki bu köprünün Türk tarafının başında Davutpaşa Hamamı mevcuttu. Diğer yanı ise İstiklal Caddesi ve Taksim’e benziyordu. Tıpkı Ohri’deki gibi burada da Türk tarafı ile Makedon tarafı arasında zaman farkı mevcuttu. Makedonya Hükümeti köprünün öbür tarafını tam bir put galerisine çevirmiş. Köprünün Batı tarafına geçince karşınıza çıkan Meydanın tam ortasında Büyük İskender Heykeli yer alıyor. Makedonya’nın kuruluşunun 20 yılı anısına Floransa’da yapılmış ve 2011’de buraya konulmuş. ‘Elini sallasan ellisi’ cinsinden her taraf put doluydu.Boy boy,meslek meslek,cins cins put. Bizim Beyoğlu için “Yarım kalmış Fransızlaşma çabası” denir.Anlaşılan buradaki bir Fransız aşığı da Üsküp’ü Paris’e çevirmeye çalışmış
ama başaramamış.Ortaya çok kötü ve başarısız bir kopya çıkmış.Öte yandan Vardar nehrinin çevresi çok biçimsiz ve bakımsızdı. Tur Rehberi geziyi Türk tarafında başlatıp Makedon tarafında bitiriyordu.Halbuki tam tersi olsa iyice yorulmuş olan kafiledekiler dövizleri Türk tarafına bırakacaklardı. Bu durumda tam tersi oldu. Biz yorulmuş olmamıza rağmen tercihimizi Türk tarafından yana kullandık ve yine tarihi Üsküp’e geri döndük. Türk çarşısında bir medrese ve külliye içkili restoran olarak kullanılıyordu.Bu külliyenin bir odasında da ‘Atam İzindeyiz’ posteri yer alıyordu.Çarşının sonuna doğru yürüyüp yolun karşına geçtik ve bu bölgedeki cami ve tarihi eserleri gezmeye başladık. Bu sırada tatlı bir yaz yağmuru yağmaya başladı. Bu güzel ‘Üsküp yağmuru’ altında sırasıyla önce İshak Bey Camii’ni ziyaret ettik.Cami hazirelerindeki ecdadın ruhlarına okuduğumuz bir Yasini Şerif eşliğinde gezmeye başladık. Caminin bitişiğindeki İshak Bey’in türbesinin bir depo olarak kullanıldığına üzüntüyle şahit olduk.Bundan sonra konik çatılı güzel bir eser olan Yahya Paşa Camii’ni daha sonra Hatuncuk Camiini,ardından İsa Bey Camii ve türbesini ve son olarak da Sultan 2. Murat Camiini ziyaret ettik. İsa Bey Camii’nin haziresinde Üsküp doğumlu olan ünlü şairimiz Yahya Kemal’in annesinin mezarı mevcuttu.2.Murat Camii ise tamir ve bakıma muhtaç bir vaziyetteydi. 31
FATİH’İN ÇIRÇIR SEMTİ
MEKAN VE İNSAN
-evvel-
Dedemler Selanik’te bir dönem kaldıktan sonra Balkanlardaki hazin geri çekilişimizin bir sonucu olarak anavatana doğru hicret etmişler ve Manisa’ya yerleşmişler. Bu arada mübadele dolayısıyla kendilerine başka bir bölgede verilen yerleri Manisa ile değiştirmek için belli bir uğraş vermişler ve en son orada karar kılmışlar. Erhan ERKEN
IRÇIRIN KONUMU Fatih ilçesi’nin İstanbul’un en eski yerleşim bölgelerinden biri olduğu herkesin malumudur. Bu yazımızda Fatih ilçesinin sınırları içinde bir semt olan Çırçır’ı merkeze alarak, belli bir dönemdeki insan-mekan ilişkilerini, bazı hatıraları ve yaşanmış olayları nakletmeye çalışacağız.
Çırçır, eski adları ile ifade edersek Haydar, Zeyrek, Unkapanı Cibali ve Gelenbevi ile komşu bir bölge. Bilmeyeneler için önce bu semte nasıl ulaşılır kısaca onu tarif edelim. Fatih Camii’ni hareket noktası olarak alırsak, öncelikle cenaze kapısından çıktıktan sonra İtfaiye istikametine doğru yaklaşık 100-150 metre kadar yürümeye başlamanız gerekiyor. Eğimi fazla olmayan yokuşun bitimine doğru eskiden askerlik şubesi, şimdi ise Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’ne ait olan binanın köşesinden sola doğru sapıyorsunuz. Ondan sonra Bozdoğan kemerinin altından geçerek yaklaşık 300-400 metre kadar daha yürüyorsunuz. Vardığınız yer Çırçır semti oluyor. Çırçır’ın merkezinden sağa doğru devam ederseniz ineceğiniz yokuş sizi Zeyrek’ e ve Unkapanı’ndan yukarı çıkan ana yola kadar götürecektir. Bu yol üzerinde biraz sağa doğru giderseniz, restorasyonu yeni bitmiş olan Molla Zeyrek Camii’ni (eski Pantokrator Manastır Kilisesi) ve Belediye tesislerini de görebilmeniz mümkün. BABA YADİGARI MAHALLE
Çırçır eskiden Sinanağa Mahallesi olarak da bilinirdi. Burasının yazıya konu olmasının en önemli sebebi Rahmetli babamların çocukluk ve gençlik dönemlerinde burada oturmuş olmaları ve sonrasında da o semt ile ilişkilerinin bir şekilde devam etmesidir. Bizler orada yaşamamış olsak da, babam ve ailesinin hayatlarının önemli bir kısmı burada geçmişti. Bir sonraki nesil olarak bizlerle en önemli ilgisi de, nüfus kağıtlarımızın mahallesi ibaresinin karşısında Sinanağa yazacak kadar oraya ait olduğumuz bir yer. Fatih Belediyesinin semtlerin isimleri ve sınırları üzerinde yaptığı bir dizi değişiklikten sonra Sinanağa mahallesinin adı Zeyrek olarak değişti. Bu değişiklikten sonra, yukarıda Çırçır’ın komşusu diye zikrettiğim semtlerin şu an hangisi hangi mahalle adları ile anılıyor inanın onu bilemiyorum sayı//54// ocak 32
RUMELİDEN TÜRKİYEYE GÖÇ
Babamın ailesi, Rahmetli dedemlerin Rumeli’deki hayatlarından başlayarak bu semte gelene kadar bayağı hüzünlü bir zaman dilimi geçirmişler: Rahmetli Osman dedemler ( yani babamın babası) yine Rahmetli babamın anlattığına göre 17 yaşına kadar Selanik’in 40-50 km yakınlarında Kılkış denen bir yerde babaları Topal Ahmet adıyla bilinen büyük dedemin çiftliğinde yaşarlarmış. Ahmet dedenin ölüm tarihini tam olarak bilemiyoruz lakin anlatılan olaylarda adı geçmediği için daha erken bir zamanda vefat ettiğini düşünüyoruz. Balkan Savaşı patladığında Bulgarlar onların bölgesine doğru gelmeye başladıklarında Rahmetli Osman dedem, kardeşlerini ve annesini de alarak trene binip Selanik’e gelmişler. Gelmişler diye söylüyorum ama daha doğru ifade edersek eşyalarından ne alabildilerse yanlarına alıp onlarla birlikte kaçmışlar. 2012 yılında ( ailece ayrılışımızın yüzüncü yılında) bir seyahat vesilesiyle gidip babamın bahsettiği tren hattını ve gar binasını bulup resimlerini çekmiştim. Bu benim için çok hüzünlü bir seyahatti. Bizim Kilkis diye bildiğimiz yerde şu an Christona diye bir tabela gördüğümde bu hüznüm daha da artmıştı. Dedemler Selanik’te bir dönem kaldıktan sonra Balkanlardaki hazin geri çekilişimizin bir sonucu olarak anavatana doğru hicret etmişler ve Manisa’ya yerleşmişler. Bu arada mübadele dolayısıyla kendilerine başka bir bölgede verilen yerleri Manisa ile değiştirmek için belli bir uğraş vermişler ve en son orada karar kılmışlar. Babaannem de Selanik’den bu göç vesilesiyle Türkiye’ye gelen bir ailenin çocuğu. Osman dedemle babaannem Saime hanım Selanik’de iken ailelerin anlaşması ile nişanlanmışlar. Tam o sıralarda göç olayı başladığından nikah Selanik’de kıyılamamış. (Ailenin bir kısmı ise Selanik’te nikah kıyıldı fakat beraber oturmaya Manisa’da başladılar diye de naklediyor) Babaannemin ailesi Türkiye’de ilk olarak Konya tarafına yerleştirilmiş. Oraya giderken tren yolu üzerinde babaannemi dedemlerin ailesine teslim etmişler. Bu değişim Rahmetli babamın dediğine göre Adapazarı civarında olmuş. Ailesi Konya’ya devam etmiş, babaannem ise müstakbel ailesinin büyükleri ile Manisa’ya gitmiş. Babaannem küçüklüğümüzde bir kere anlatmıştı; Bu yolculuktan yaklaşık bir iki
hafta sonra Manisa’da dedemi alıcı gözüyle ilk defa pencereden görmüş. ‘ Eh diyordu baktım eli yüzü düzgün bir adam. Şükrettim.’ Düşünüyorum da ne büyük bir teslimiyyet. Ve ne hazin olaylar. Daha sonra nihai evlilik töreni Manisa’da olmuş. Babaannemin ailesi de daha sonra Manisa’ya gelmişler. Oradan da İstanbul’a. Osman dedem Manisa’da diğer kardeşleriyle geçim derdine düşmüş. Fakat bir türlü istediği düzeni tutturamayınca 1933 yılında İstanbul’a gelmeye karar vermiş. Diğer kardeşleri Manisa’da kalmışlar. Adamcağızın hayatında üçüncü hicreti. Rahmetli babam 1930 doğumlu idi. Demek ki o sıralarda 3 yaşındaymış. İSTANBUL'DA İLK İKAMET VE ÇIRÇIR’A GELİŞ
Yine babamın anlattığından aklımda kalana göre bir dönem Aksaray’da oturmuşlar. Daha sonra Mercan’da dedemin Manisa’dan arkadaşı olan, Hafız Ali adıyla maruf kuyumculuk ve mühürcülük yapan zenaatkar bir kişinin evine taşınmışlar. Hafız Ali bey aynı zamanda ilmi çalışmalar yapan ve tecvitli Kur’an-ı Kerim hazırlamış bir zat idi ki daha sonra o Kur’an-ı Kerim basıldı. Bu Kur’an-ı Kerimde tüm tecvit uygulamalarını farklı renklerle göstermişti. Hafız Ali bey bir dönem Kapalıçarşı’da Hacı Hüsnü Uğurlu adıyla kuyumcu dükkanı bulunan Hüsnü beyin de kayınpederi idi. Hüsnü bey, yakın dostlarımız olan ve şu an Kapalıçarşı Dernek Başkanlığı yapan Fatih Kurtulmuş’un dedesi. Fatih Kurtulmuş’un babası Hilmi amca’nın iki erkek kardeşi daha var. Onlardan bir tanesi Prof. Dr. Numan Kurtulmuş beyin babası Rahmetli Doktor Niyazi Kurtulmuş bey. Niyazi Kurtulmuş bey ve ailesi, Rahmetli olan kayınbiraderi Operatör Dr. Asım Taşer bey ve ailesi ile birlikte Çırçır kulübünün üst sokağında bir evde otururlardı. O bina hali hazırda yine aile apartmanı olarak işlev görüyor. Hatırladığım kadarıyla Dr. Asım bey bizim aile çevresinde bir çok büyüğümüzün ameliyatını yapmıştı. Eski dönemlerde ameliyat kararı daha zor verilirdi fakat Asım bey amca gerekiyor dediğinde onun kararına itibar edilirdi. Hafız Ali beyin evine dönersek, o ev Mercan Uzunçarşı’da şu an daha çok çanta ve deri mamulleri satılan dükkanların olduğu caddenin ortalarında, içeriye doğru adeta cep gibi uzanan küçük bir sokakta imiş. Babamın tarifine göre bir kere gidip o sokakta detaylı bir gezinti yapmıştım. Eskiden meskun mahal olan bu bölge şimdi tamamen iş yeri durumunda. Mercan’dan sonra Vefa ve Zeyrek arasında 33
birkaç ev değiştiriyorlar ve son durakları ise Çırçır oluyor Oturdukları ev şu an hala mevcut. Çırçır’da meydandaki kahvehaneden yukarı doğru çıkarken sağa tarafta tek katlı bir ev. Sonraları o ev satılmış ve Rahmetli babaannemin uzun süre oturduğu yine Fatih’te, Yavuz Selim caddesi üzerinde bir apartman dairesi şekline dönüşmüş. Çocukluğumuzda o ev tüm ailenin önemli bir toplanma yeri idi. Çırçır semtine nasıl gideriz sorusuna cevap sadedinde ilerlerken bir miktar aile tarihine de değinmiş olduk. Şimdi ileride gerektiği yerlerde tekrar temas etmek üzere bu bahsi biraz tehir edip Çırçır semtine doğru yolumuza devam edelim. Yukarıda bahsettiğim İtfaiye’den gelirkenki yol üzerinden semte doğru giderken karşınıza önce Çırçır amatör futbol kulübünün binası çıkıyor. Bahçeli bir bina. Biraz derine indiğinizde buranın eski bir medrese olduğunu öğreniyoruz.. Adı Haliliye Medresesi. 1949'dan bu yana Çırçır Spor Kulübü olarak kullanılmakta. 19. yüzyıl medreselerinden birisi olan eser, kullanılma amacı itibariyle de maalesef medrese özelliğini kaybetmiş durumda. Bu binanın hemen yanı başında da Şeyh Süleyman Mescidi var. Yakın zamanda onarım gören bu Mescid 15. yüzyılın sonunda tekkeye; 18. yüzyılın ikinci yarısında camiye çevrilen bir yapı, Hellenistik ve Roma dönemlerinin nekropol sahasında yer almakta. Çeşitli kaynaklarda bu binanın ilk olarak 4 veya 5’nci yüzyıllarda mezarlık olarak inşa edildiği belirtiliyor. Haliliye Medresesi şimdiki adıyla Çırçır Kulübünün hemen karşısında şu an onarım görmüş olan Hacı Eyyübzade Şükrü Bey Çeşmesi bulunuyor ki çok nefis bir eser. RAHMETLİ BABAMIN ÇEVRESİ
Babamların yetişme çağlarında bu konulardaki hassasiyet fazla olmadığından Haliliye Medresesini o dönem çok önem verdikleri Çırçırspor için vakıflardan uzun dönemli olarak futbol kulübü için tahsis ettiriyorlar. O harap binayı elden geldiğince onarıp kulüp lokali olarak kullanmaya başlıyorlar. Rahmetli babam gençliğinde İstanbul’un bilinen futbolcularından birisi imiş. Takımın da yıllarca kaptanlığını yapmış. Hatta daha sonraki yıllarda ben küçükken ( tahminen ilkokul çağlarımda) bu kulübün başkanlık görevini de yürütmüştü. Babamın kulüp başkanlığı dönemi benim için çok verimli bir dönemdi. Ne zaman Çırçır futbol takımı için bir malzeme siparişi sayı//54// ocak 34
verse onların küçük boylarından bana da yaptırırdı. Ben de bu vesile ile farklı farklı spor malzemeleri kullanırdım. Hatırladığım kadarıyla kulüp başkanlığı dönemi babamın ağabeyleri tarafından hiç iyi karşılanmıyordu. Çünkü amatör kümede bir takımın başkanlığı haddinden fazla maddi ve manevi yük getiriyordu. Bu konuda rahatsız olan büyük amcamların ısrarlarına daha fazla dayanamayan babam semtten gelen karşı baskıya rağmen belli bir dönem sonra bu görevden affını istedi. Gerçi görevi bıraktıktan sonra da kulüp ile ilişkisini devam ettirmiş mahalleli kadim dostlarıyla birlikte Çırçır için daima gayret göstermiştir. O dönemin insanlarına baktığımızda bu mahalle kültürü; yani semtin ortak değerlerine olan gönülden bağlılık, okul, mescit, spor kulübü vs gibi yerlerin sürekli bakılıp gözetilmesi özellikle köklü semtlerde çok yaygındır. Ben bunu Anadolu’dan İstanbul’a göç etmiş kişilerin İstanbul’da kurdukları kendi köy dernekleri ile olan ilişkisine benzetirim. Babamın kendini ait hissettiği bir köyü bir memleketi yoktu. Manisa’dan da çok küçük yaşta ayrıldığından orası ile bu tarz bir yakınlığı bize aksettirdiği kadar bulunmamaktaydı. Manisa ile tek bağlantısı mübadele zamanında aileye verilmiş yerlerden arta kalan yaklaşık 60’ın üzerinde hissesi olan bir arsaydı. Vefat edene kadar o arsanın satılmasını bekledi. Sonucunu göremeden Rahmeti Rahmana kavuştu. Dünya hali böyle bir şey. Dünyaya ait olan şeyler burada kalıyor ve siz onları bir gün terk edip gidiyorsunuz. Onun için Çırçır’ın babamın gözünde önemi çok büyüktü. Onun bir nevi memleketi veya köyü gibiydi. Ben çok küçükken pazar günleri Rahmetli babam bir yolunu bulur ve bizleri pazar gezmesine götürüyorum diye Çırçır’ın maçlarının olduğu semtlere götürürdü. Hem bizleri gezdirir hem de takımı ile birlikte olurdu. Bazen de o zamanki deyimi ile takımın tekaüt maçlarında forma giyer ve sahaya çıkıp oynardı. ( Şimdi bu tekaüt kelimesi yerine veteran kavramı kullanılıyor) Futbola olan merakı ileriki yıllarda da aynı tarzda devam etti. Rahmetli sıkı bir Beşiktaş taraftarı idi. Beşiktaş’ın sadece futbol maçlarını değil hentbol maçlarına kadar tüm takımlarının neticeleri ile sevinir veya üzülürdü. İkinci önemi takımı da Çırçır idi. Hangi kümede olursa olsun hafta sonları Çırçır ne yapmış diye eski dönemlerde radyodan, gazeteden, sonraki
yıllarda da televizyondan maç sonuçlarını takip ederdi. Spor haberlerinde Çırçır ihmal edildiğinde de içten içe kızardı. Babamın ilişki ağında eski futbolculuk dönemindeki dostluklarının çok önemli bir yeri vardı. Bazen çok alakasız yerlerde birilerini görür ve onunla gayet samimi bir şekilde muhabbet ederdi. Baba bu kim dediğimizde, mesela Eyüp takımında sol haf oynardı. Maltepe’de santrafordu. Birinci kümede maçlarımız yöneten şu hakemdi, derdi. ÇIRÇIR MUHABBETİNE YENİDEN DEVAM EDELİM
Çırçır Kulüp Binası veya esas adıyla Haliliye Medresesinin karşısında bulunan Hacı Eyyübzade Şükrü Bey Çeşmesinin hemen arkasındaki evin giriş katında babamın kadim dostu Rahmetli Doktor Osman Nuri Sükas’ın muayenehanesi bulunurdu. Osman amca bizim sülalenin doktoru idi. Uzun yıllar hiç değiştirmediği kocaman bir siyah çantası vardı. İçinde tenekeden iğne kutusu, acil ilaçlar, tansiyon aleti ve sair malzemeleri ile aileden kimin rahatsızlığı olursa gider ve muayeneye gelemeyecek hastaları evlerinde muayene ederdi Kendi muayenehanesinde ise o zamanlar öyle her doktorda bulunmayan, ayna diye tabir edilen bir cihazı vardı. Genelde elleri ile muayene eder, icap ettiğinde hastasını aynanın önüne geçirirdi. Bu ayna dediğimiz alet bir tür röntgen fonksiyonu görür ve Osman amca insanların içini sanki röntgen gibi veya bugünkü ultrason cihazı gibi seyreder ve teşhisini koyardı. Biz baktığımızda derin bir siyahlık görürdük fakat Osman amca o karanlık içinde kendisine lazım olan şeyleri nasıl ayırdederdi, çok merak ederdik. Ailemizden hemen herkesin vücut özelliklerini bilirdi. Kimin şekeri var, kim kalp hastası, kim hangi rahatsızlıkları geçirmiş hemen hepsinin safahatından haberdardı. Cuma günleri Dr. Osman amcanın halk günüydü. Durumu iyi olmayan semt sakinleri o gün muayeneye gelirlerdi. Osman amca ilaç tanıtımı yapanların getirdikleri numune ilaçları genelde tedavi ettiği gariban hastalarına verirdi. Çırçır’da bizim bildiğimiz kadarıyla hemen herkesin bir lakabı vardı. Mesela babamın lakabı Çakır idi. Kendi mahallesinde o Necdet değil bizim Çakır olarak anılırdı. Muhtemelen gözleri mavıye yakın açık renkli olduğundan ona bu ismi takmışlardı. Bazı kişilerin lakabı ise meslekleri ile ifade edilirdi. Kasap Naci, Bakkal Kemal, Kahveci Yusuf gibi. Bakkal Kemaller diye aile arasında ismi geçen
o ailenin oğulları şu an Çırçır’da babalarının bakkal dükkanlarını hala işletiyorlar. Yazının başında bahsettiğim kahvenin sahipleri önceleri Halid ağabey sonra da oğlu Yusuf bey idi. Babamlar için ise onların Kahveci Halid abi veya Kahveci Yusuf’du. O kahvehane de semtte hala faal olarak bulunuyor. Babamın iki dayısı Osman ve Mehmet dayılar, anneleri yani bizim nine dediğimiz Pakize hanım, Osman dayının hanımı Behiye yenge ve oğulları İlhan ve İbrahim ağabey de Çırçır’da otururlardı. Onların en son oturdukları ev Babaannemin evinin iki sokak arkasındaki Hasan baba sokağındaydı. Bizler çocukken o eve çok fazla gittiğimizi hatırlarım. Büyük yenge olan Behiye yengemiz de Çırçır’lıydı ve onun da semtte geniş bir ailesi vardı. Babamın anneannesi Pakize hanım gençliğinde Selanik’de öğretmenlik yapmış o devir için tahsilli ve münevver bir kişiydi. Aile arasında anlatıldığı kadarıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde hanım ile de tanışırmış ve onlarla Selanik’te aynı mahallede otururlarmış. Ondan gelen rivayette Zübeyde hanıma Zübide Molla dediklerinden bahsederdi. Pakize hanımın nikah evrakından gördüğümüz kadarıyla Selanik’de Hacı İsmail adlı bir mahallede otururlarmış. İnşallah bir gün o mahallenin bu gün nereye karşılık geldiğini öğrenebiliriz. Bu anlatılanlar, bir aile üzerinden büyük bir coğrafyadaki insan ve mekân ilişkilerinin analizidir, anlatmaya devam edeceğim…. 35
1-GİRİŞ
ŞEHİRLEŞME VE ŞEHİRLİ SORUNLARIMIZA DÜŞÜNCELER VE ÖNERİLER -evvel-
Bugün şehirlerimizde asli ve asil medeniyetimizi temsil namına ürettiğimiz, kendimize ve insanlığa örnek olma adına sunabileceğimiz, çocuklarımıza miras olarak bırakabileceğimiz çok fazla bir şey yok kadim şehir ve mimarimizden başka Y.Mimar Cem ERİŞ*
Resim ve fotoğraflar: Cem Eriş
Restorasyon Uzmanı ,Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi
sayı//54// ocak 36
Muhterem hocam Prof. Sadettin Ökten, her medeniyetin temsil edildiği simge şehirler olduğundan bahisle “ ….Yeni ve yakın çağların simge şehri de İstanbul’dur. Yani İslam Medeniyeti'nin Osmanlı yorumunun bir kültür olarak ortaya çıktığı , eski tabirle tecelli ve temerküz ettiği şehirdir İstanbul.Bu medeniyetin temel değerleri,batı medeniyetinin temel değerlerinden farklıdır. Dolayısıyla bu değerlerin ürettiği insan tipi de farklıdır.” tespitini yapıyor(1). Şüphesiz bu tespit medeniyetimizin diğer şehirleri için de İstanbul üzerinden değerlendirilmesi gereken hakikatları içermektedir. “Şerefül mekan bil mekin” denilmiştir. İşte biz bugün mekanı şereflendiren, değerli kılan bu insan tipini arıyoruz kadim medeniyetimizden bakiye şehirlerimize ve mimari mirasa bakarak. O insanı ve ruhu kaybettiğimizden bugün yeni yorumları yapmakta zorlanıyoruz. Bu kültürel kesintinin, hafıza kaybının tesiri altında ruhsuz ve çoğu kötü taklitlerden öteye geçmeyen, ne doğuya ait ne de batıya ait bir mimari ile ortaya konan kişiliksiz bina ve mekanların baskısı altında şehirlerimizi dönüştürüyoruz. Bundan en çok zarar görenler de İstanbul gibi simgeleşmiş kadim şehirlerimiz oluyor maalesef. Giderek kaybolan ve yeniden üretmekte zorlandığımız bu insan, şüphesiz Hz. Peygamberin (S.A.V.) ahlakıyla ahlaklanmış insandır(2). Bütün mesele şehri, tüm bize has, bizim olan ve bizi biz yapan, aynı zamanda evrensel olan değerleriyle, iklimiyle, kimliği ile beraber sürdürülebilir kılmaktır. İşte bu yüzden kimliğimizi görünür ve yaşanır kılan mimariyi şehirden bağımsız ele alamıyoruz. Ancak mimari , şehrin kültürel bir bütünlüğü varsa bizim arayışında olduğumuz bir değeri ifade edebilmektedir. Yoksa tek tek yapılar ve usluplar bazında ele almak kültürel kimliğin o şehre hakimiyetinden vazgeçmek ve bugün yaptığımız gibi mimari eserleri anıt eser veya tarihi eser statüsü altında aslında içinde gerçek manada yaşamadan yalnızlaştırmak ve adeta turistik meta haline, sanki şehrin bir aksesuarı, dekoru haline getirmek anlamına gelecektir ki bugün içinden geçtiğimiz ve tecrübe ettiğimiz süreç tam da böyle bir süreçtir. Bu mesuliyetin altında bugünü yani aslında yarını biçimlendirirken kendimizi, şehri
ve mimariyi yeniden analiz edip bize has bir sentezi ortaya koyacak ruh ve biçimin terkibinde ne kadar başarılı olabildiğimiz hakkında kocaman soru işaretleri ve endişeler altında, aslında reçete elimizde olmasına rağmen yanlış mecralarda yol almaya çalışmanın çile ve eziyetini hem kendimize, şehirlerimize, mimariye hem de bize bakan,bizi örnek alan coğrafyamıza karşı çektirdiğimizi de farkında mıyız? Bugün şehirlerimizde asli ve asil medeniyetimizi temsil namına ürettiğimiz, kendimize ve insanlığa örnek olma adına sunabileceğimiz, çocuklarımıza miras olarak bırakabileceğimiz çok fazla bir şey yok kadim şehir ve mimarimizden başka (3). Yukarıdaki tüm tespitler ve tenkitler bu satırların sahibi tarafından tamamen medeniyetimizin varlıkyokluk değerleri zaviyesinden yapılan ve daha önceki yazılarımızda da sürekli üzerinde durulan, ısrarla tekrar edilen değerlendirmelerin naçizane olarak ifade edilmesinden ibarettir. Bu yazıyı okuyan, mesuliyet duyan ve/veya mesuliyet makamında olan kişilerce de bu değerlerin paylaşılması, asgari olarak saygı gösterilmesi her şeyden önce milletimize ve bu coğrafyamızdaki bekamıza karşı bir sorumluluk olacaktır. Tespit, tenkit ve tekliflerimize karşı yapılan tenkit, takdir veya katkıların da bu zaviyeden olması yegane beklentimizdir. Yegane amacımız ise bu toprağın tarihini, kültürünü , kimliği yani bize has medeniyet değerlerini korurken, bu değerlerin mahrecini, yaşandığı sosyal çevrenin ve ailenin huzurunu, yaşam kalitesini de günümüzün, tüketimi tetikleyici, aslında insanı ve toplumu da tüketen pozitivist ve kapitalist değerlerle kurulup empoze edilen küresel düzenin çarklarına kaptırmadan, bize has ve bizden olan analiz ve sentezler ile meşru, ahlaki , helal beklentiler ve ihtiyaçlar çerçevesinde iyileştirmek, kentsel iyileştirmeyi, yenilemeyi, dönüşümü, paylaşımı gerçekleştirebilmek ve müşterek bir miras olarak bırakabilmek olmalıdır. 2- ŞEHİRLEŞME VE ŞEHİRLİ SORUNLARIMIZ
Şehir, şehirli ve şehirleşme üzerine sorun olarak bir çırpıda yapabildiğimiz tüm tanımlamaları basit olarak iki başlık altında değerlendirebiliriz. Birinci sırada günlük hayatımızda, evde, işyerinde,okulda,sokakta,mahallede,çevrede vb. toplumsal hayatın varlığını gösterdiği ve temasta olduğu tüm mekanlarda karşılaştığımız "fiziki sorunlar"; ikincisi ise tüm bu fiziki
sorunların birey ve toplumda meydana getirdiği etkiler sonucu ortaya çıkan "sosyal, psikolojik sorunlar". Daha nitelikli ve kapsamlı tespit ve değerlendirmelerin yapılabilmesi için konunun uzmanları olarak toplumu ölçen, analiz eden sosyolog ve psikologlarla iş birliği içinde derinlemesine bir çalışma yapılması gerektiğini farkında olmakla beraber, bu toplumun bir parçası olarak kendi tecrübe ve gözlemlerimiz çevresinde yapabildiğimiz bu genel tasnifi aşağıda biraz daha ayrıntılı değerlendirmeye çalışacağız. 2-1-FİZİKİ SORUNLAR
Ev,sokak,mahalle,kentsel ve tabii çevre ölçeğinde karşılaştığımız, itiraz edip şikayetlendiğimiz tüm mekansal sorunlardır. Bu sorunların tanımı evden eve, şehirden şehre değişse de bugünün şehirlerinde genel olarak benzer olarak karşımıza çıkan sorunlardır. Başta nitelikli konut alanları ve ulaşım olmak üzere, her türlü alt yapı, temiz hava ve içme suyu, ortak alanların kalitesi , kullanımı ve temizliği, parklar ve yeşil alanlar, eğitim yapıları, sağlık tesisleri , kültürel tesisler vb. nitelik ve nicelik sorunları, tarım, orman, sanayi ve konut alanları ile tabii çevre arasındaki dengeye ilişkin sorunlar gibi sıralayabileceğimiz ve hemen hemen tamamı üst ve alt ölçekli imar planlarında rapor ve muhtelif lejantlarla ifade edilen fiziki yapı ve çevre kaynaklı sorunlardır. Bu sorunların teşhis ve tedavisi disiplinler arası iş birliğini gerektiren sorunlardır şüphesiz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Aile Bakanlığı, 37
Örnek vermek gerekirse, 1983 tarihli ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu'na tabii olan ön görünüm, geri görünüm ve etkilenme bölgelerinden oluşan İstanbul Boğaziçi Sit Alanı'nda karşılaştığımız sorunlar, ilk bakışta fiziki sorunlar olup geçen yüzyılın ortalarından itibaren plansız sanayileşme sonucu göçle beraber gelişen düzensiz ve yasallığı olmayan konut alanlarının ,işgal edilmiş kamu ve orman arazilerinin merkezinde olduğu hepimizce malum bir sorunlar manzumesidir. Boğaziçi, bugün başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi dahil alandaki yerel idarelerin mevcut mevzuatla ve kaynaklarla artık altından kalkamayacağı, şehir ölçeğini de aşan bir mesele haline gelmiştir.
vadeli bir başarıya ulaşma şansı da kalmamıştır. Zira artık alandaki seçmen kitlesini oluşturan mevcut toplumsal yapı ve talep, yerel ve siyasi iradeye karşı bireysel çıkar ilişkisini benimseyen bir sosyolojiye çoktan kaymıştır. Esasen bu sıkıntılı sosyoloji, şehrin başka alanlarındaki emsallerinde, örneğin Fikirtepe'deki gibi kentsel dönüşüm uygulamalarıyla da gayet açık bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Bu durumda fiziki sorunların çözümü için geliştirilecek bir kentsel dönüşümün, Boğaziçi Sit Alanı'nda yaşayanlar için anlamı kamu ile vatandaş arasındaki kentsel paylaşım ve ranttan başka bir şey ifade edemeyecektir. Peki bu alanda yaşamayan ancak alanın kamuya açık kültürel ve doğal değerlerinde hak sahibi olan şehirli açısından yukarıdaki paylaşım beklentisi ne anlam ifade etmektedir? İşte bu soru, başından beri dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştığımız tehlikeye yani ahlak ve adalet kavramı üzerinden değerlendirilen ve toplumsal yapının bütünlüğünün bozulmasına sebep olacak bir potansiyeli taşımaktadır. Ülkemiz üzerine oynan oyunların, dahili ve harici oyun kurmaya çalışanların yakın zamanda yaşattıkları, hep bu hassas zeminin suistimal edilmesi üzerine inşaa edilmeye çalışılmıştır maalesef.
Konuya bugüne kadar olan popülist veya pragmatist yaklaşımlar, kalıcı çözüme dair hiç bir sürdürülebilir netice vermediği gibi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Zamanında alınmayan yasal, fiziki ve sosyal tedbirlerden dolayı artık içinde bilimsel, sosyal, kültürel analizler ve sentezler içermeyen, önceliği bu tür problemlerin çözülmesine vermeyen hiç bir yasa ve imar planıyla uzun
İstanbul'dan verebileceğimiz başka bir örnek de Suriçi İstanbul, yani Fatih İlçesi'dir. Tamamı Kentsel Sit olan, aynı zamanda Arkeolojik ve Kentsel-Arkeolojik Sit alanlarını da içinde barındıran alan, adeta medeniyetimizin "hazine dairesi" gibidir. İstanbul demek "Fatih" demektir; Fatih demek "İstanbul" demektir. 20.yy. ortalarında başlatılan ve adına imar hareketleri denilen kentsel dönüşüm, bir tarih
yerel idareler, üniversiteler vs. gibi kurumların karşılıklı iş birliği olmadan ilerlemek mümkün değildir. Kamu kurumlarında muhtelif seviyelerde geçen görevlerimiz sürecinde pek çok düzenleme yapılmasına rağmen şahsen bu iş birliğinin tüm alanlarda sağlanabildiğine maalesef şahit olamadım. İşte bu yazıda benim asıl üzerinde durmak istediğim ve fiziki sorunların da sosyal sorunların da kaynağını teşkil eden asıl mesele de burasıdır.
sayı//54// ocak 38
ve medeniyet kıyımına dönüşerek maalesef tarihi dokunun %80'ini tanınmaz hale getirmiş (Bak. Şekil 1), geri kalan ve çoğunluğu eski Eminönü ilçesi sınırları içinde kalan, Kapalıçarşı, Süleymaniye, Sultanahmet gibi yoğun taşınmaz kültür varlıklarımızı barındıran alanlar, yine 20.yy ortalarından itibaren yerel aile nüfusunu kaybetmeye başlamış, bugün yaklaşık 450 bin nüfuslu Fatih İlçesi'nde Eminönü gece nüfusu 30 binlere kadar gerilemiştir. Oysa bu alanın gündüz nüfusu milyonlarla ifade edilmektedir. Geleneksel (dindar ve/veya dini-milli-kültürel değerlere saygılı) ailenin yaşadığı alanlar, kümeler halinde eski Fatih ilçe sınırları içinde sıkışmıştır. Burada turizmin fiziki tesirlerinin tarihi çevreyi ve sosyal dokuyu nasıl dönüştürdüğü ibretliktir. Zira yerel kimlik yitirilmiş, desteklenmemiş ve korunamamıştır. Sırf turizm beklentisinin arsa ve bina değerleri üzerindeki baskısı Fatih'in bazı semtlerinde yerel kimliği ve aileyi tehdit etmektedir. Bu semtlerden "UNESCO Dünya Miras Alanı" olan Süleymaniye ve Zeyrek gibi karakteristik semtler, varlığının sebebi olan yerel kültürel kimliğini, entelektüel çevresini ve aileyi çoktan yitirdiğinden şehrin merkezinde, içinde marjinal grupları da barındıran, tam manasıyla birer fiziki ve sosyal çöküntü alanına dönüşmüşlerdir. Bu çöküntü alanlarındaki satılık gayrimenkullerin fiyatlarının ise yer yer milyon dolarlarla ifade edilmesi mülk sahipleri(!) ve beklentilerinin Fatih'te nasıl bir dönüşümü arzuladıkları ve medeniyetimizin kadim mekanlarının yerel kimliğinden kopartılarak ne hale getirildiğinin hazin bir misalidir. Bu, tam manasıyla bir sosyal-kültürel erozyondur. Bu erozyon sebebiyle şehre yakın zamanda ve yeni dahil olan insanımızın da kadim kültürel değerlerden beslenerek şehre intibak etme ve bu kültürün taşıyıcısı olma vasfı ve imkanı da ortadan kalkmakta, sonuçta İstanbul'un kalbi başka bir İstanbul'a dönüşmektedir. Hangi alanda olursa olsun toplumun refahını hedefleyen bir kalkınmanın kadim ve milli değerlerle barışık bir düzenleme içinde gerçekleşmemesi, her şeye rağmen elde edilecek bir kalkınma ve refahı kullanacak ve tüketecek legal-illegal başka bir sınıfa , madde için manevi değerlerinden vazgeçebilecek bir topluma dönüşme riskini ve tehlikesini de her zaman içinde barındıracaktır. Bugün eski eserler dışında çoğu 40-50 yıllık b.arme binalardan oluşan konut envanteri ise ailenin güvenlik ve konfor ihtiyaçlarına cevap verememektedir.
Koruma amaçlı imar planlarıyla korunmaya çalışılan Suriçi İstanbul, sosyal dokusunu, yerel ve geleneksel aile kimliğini tamamen kaybetmenin eşiğindedir. Yerel kimliğin korunamadığı bir alanda kalıcı, milli bir sosyal ve toplumsal doku tesis etmeniz hemen hemen mümkün değildir. Kontrol edilmeyen veya edilemeyen demografik yapı, mülkiyet ve nüfus hareketleri ile bunların her alandaki zorlayıcı talepleri medeniyetimizin sembolü olan bir şehrin sürdürülebilirliğini ve kültürel üretkenliğini bitirmiş, onu temaşa edilen ancak içinde yaşanmayan turistik bir meta haline getirmiştir. Bunun yanında 1995 yılında Koruma Kurulunca tamamı Sit Alanı ilan edilen Fatih İlçesi'nin pek çok semtinde, sokağında tek tük bir eski eserin bile görülmediği yaşam alanlarında, bu katı sit statüsü altında ve deprem gerçeği karşısında kentsel dönüşüm bile tartışılamamaktadır (Bak. Şekil 1). Bu ise nitelikli konut talebi olan geleneksel aileyi , fiziki kentsel koşulları daha iyi olan şehrin başka alanlarına göçe zorlarken boşalan alanları kontrolsüz demografik hareketlere maruz bırakmaktadır. Ayrıca Suriçi İstanbul'un sıradan günlük telaşlarımız dışında, adeta gözlerimiz önünde dahili ve harici vesayet odaklarınca muhtelif uluslararası statü, yerli-yabancı kurum ve mevzuat yardımıyla tarihi ve siyasi bir rövanşın zemini haline getirilmesi çabalarının, tüm vesayet odaklarıyla mücadele eden Devletimiz ve Halkımız için ayrı bir çıpa görevi gördüğünü de 15 yıllık Suriçi Koruma Kurullarındaki vazifem sırasında pek çok kez müşahede ve bununla mücadele etmiş biri olarak ayrıca dikkatinizi çekmek isterim. Allah nasip ederse dergimizin bir sonraki sayısında konuyu irdelemeye devam edeceğiz. (mimarcem34@hotmail.com) KAYNAKLAR
(1) ÖKTEN,S.,2009,Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği, İstanbul Kent ve Medeniyet, Marmara Belediyeleri Birliği Yay., s.180. (2) ERİŞ,C.,2015, Değerlerimiz Yerel Kimlik ve Şehir, Şehir ve Kültür Dergisi, sayı:15,s.8. (3) ERİŞ,C. , 2013, Batı ve İslami Mimaride Yerellik ve Evrensellik, VI. Dini Yayınlar Kongresi, İstanbul. Şekil 1- ERİŞ,C.,2014, Suriçi İstanbul’da Kaybedilen Tarihi ve Kültürel Doku veya Kimlik, İBB Kudeb Dergisi, s.10. 39
SEVAP DEFTERİ’NDEN
“BİRGÜN DOLARSA ÇİLEMİZ
EY RABB-I ZÜ’L-CELÂL”
Yahya Kemal; Yunan ordusunun İzmir’i baskına uğratmasından sonra yazdığı bir yazıda şöyle söylemiştir: “Bir gün sulh olacağını düşünüyorum. O gün İstiklâl ordusunun askerlerine denilecek ki “Haydi çocuklar. Artık evlerinize dönünüz. Kur’an’ın devletini kurtardınız. Allah, peygamber, Osman Gazi, Fatih, Selim, bütün büyük cedlerimiz sizden hoşnutdurlar”. “Bu güzel günü tahayyül ederken bir taraftan da içimi bir elem sarıyor”. Kısa bir süre için olsun aklına gelmesini, coşkusunu kesmesini istemediği bir elemdir bu. Göz önünde olup biten olayların sonunda başımıza neler geleceğini şair sezgisiyle önceden ve tamı tamına görmekten doğmuş bir elem sarmıştır onu. Ebubekir EROĞLU
irinci Dünya Savaşı, duyguların gittikçe yoğunlaştığı günleri getirdi. Cepheye gidemeyip mahallesinde kalanlar da günden güne artan bu yoğunlaşmadan nasibini aldı. Yaşanan her olayla birlikte, geçmişin etkili bir bölümü daha İstanbul merkezli toplumu oluşturan bireylerin zihnine hücum ederek toplandı. Gelecek kaygısının şiddeti ve baskısı arttıkça bireysel geçmişler perdelenmiş olmalı; tarihi geçmişin bir merkezde toplanarak yoğunluk kazandırdığı hüzün günden güne kabardı, olup biteni gören herkesi etkiledi, yürekler yufkalaştı. Akıl der ki; herkes aynı ölçüde zarar görmemiştir, dolayısıyla hüzünden yara almamış kişiler vardır; ama yirminci yüzyılın başlarında yazılanlara bakarsak hüzün herkesi kapsamına almıştır. Kimi askerlik hatıraları ve fakirliğe teslim olmuş ailesi dolayısıyla bizzat yaşayarak hüzünle boğuşmuş kimi yazılı dünyada şekillenen vatan fikrine bağlanmasıyla bu hüzne ortak olmuştur; ama az farkla ama çok. Bu manada yazılmış her satır hüznün şahidi olarak yaşadığımız günlere kalmıştır. Yahya Kemal’in satırları ve mısraları zihinleri besleyecek yoğunluktadır. Gençlik günlerinde onların kaleminden çıkanların beslediği bir okur, hüznün kaynağında geçmiş günlerin şahitlerini tanımakla kalmıyor, bir bitişi duyanların ve duymanın mirasçısı da oluyor. Mesele, elli altmış yıl evvelki durumun hatırlanmasıyla karamsarlığı sürdürmek değil, umutsuzluk aşılamak da bizden hiç beklenmemeli. İçinde yaşadığımız günlerin, vaatlerini getirdiği ufukların eteğinde, geçmişin katlana katlana gelerek muhteva verdiği kaygıları yükleniyor, vaktin sorumluluğuna bağlanıyoruz. Şiir bizi eski zamanın hüzün meclislerine ışınlıyor. Tarihi, insan üzerinden okuyan, tarihi süreçleri zihninde yaşamıştır. Osmanlı'yı tüketen son savaşın kaydını tutanlar, başı ve sonu bir yere bağlanamayan uzun bir masalın bir bölümünü anlatıyor gibidirler. Gelelim temiz havanın her taraftan dumana boğulduğu, kasvetin egemen olduğu ve umutların eksilmesiyle kişisel hatıraları batmış günlerden gelen bir şiirin söylediğine. Yıldızın gökyüzünün derinliklerindeki kayışını izlerken yutkunup kalmaktan başka yapacağı olmayan âşığı duyarlı eden çerçeveden geriye ne kaldı? Medeniyetimizin susuşunu nokta nokta müşahede ederek hafızaya yollayan gözlerden
sayı//54// ocak 40
ne kaldı? Birinci Dünya Savaşının ve sonrasının art arda getirdiği acı olayları nefsinde yaşayan Müslüman duyarlığı kendisiyle özdeş dünyanın o günlerde verdiği resmin kararmasıyla birlikte sustu. Duyarlığın kabarmış hali, sonraları sessizliğe gömüldü. Kaybolmadı. Erimedi. Ateşi sönmedi. Dillenmeyi diledi ve dile getirecek olanları beklemek üzere, olduğu gibi kaldı. Acıyı hem yaşayan hem de ilelebet şahidi edecek ölçüde tanıyanların bir çoğu, türlü elemler içinde yeni bir dünyaya gözlerini açtılar, bahtlarına düşen acının ağırlığını yüklenen ise sadece topraktı. Parlamaya hazır umut öğeleri gelmedi, doğmadı değil; çocuklarının yüzünde mutsuzluk gördüler ve umut, hep umut olarak kaldı. Acıyı yükleyen taraflardan ve olaylardan tek karelik bir hayâl öğesinin bile bu çocuklara geçmesini istemediler. Zira genç kuşaklar, önlerinde yeni kaygılar bulacak, miras olarak devr aldıkları ağırlığı, şikayetlerin, sızlanmaların konusu etmeden üstlenecekti. Çaba göstereceklerdi. Bunu biliyorlardı. Bir de vatan toprağı yeni bir umutla aydınlanacaktı, aydınlanmalıydı. Bunca acının âhının çıkma vakti, belki de düşündüklerinden daha yakındaydı. Oysa bu günden o güne duygunun gökkuşağıyla ilmek atan bizler, hayallerin bile duymakta aciz kaldığı tablolara şahit olmakla ne kadar teselli bulacaktık! O günleri düşünmekle köpüren hislerimiz bunu söyleyip durdu bize. Ey baht ne kadar dayanıklısın! Sen bu acıyı toprakla paylaşıyor da onun resimlerini görerek zenginlik kazanmak isteyen hayalimize göndermiyorsun. Eskilerin hafızasını beslemiş öğeler hayalimize gelirken aydınlatıcı duygunun ışığı azalıyor. Zihnimizdeki sis, dünya sevinci dağıtamıyor. Zihnimiz o acıları seninle paylaşmak istiyor da sen; bir yerlerden "boş ver!" emri almış gibi, olsa olsa toprakla paylaşacağını söyleyip duruyorsun. Tercihin böyle. Ey baht, demek sen kapını kapattığın bir acıya kendi cinsinden bir acı ortağının penceresini de kapatıyorsun. Yeterince yas tutup arınamamış insanlara, hüzün neşreden resimlerin birikmesinden beklediğimiz teselliyi bile bırakmıyorsun. Bazı günler, savaş yıllarındaki ev ve şehir hayatını tasvir etmesiyle hayat buluş, romanların, hikâyelerin, denemelerin yazılmadığı, bütün olanların hiç yaşanmadığı bir ülkede yaşıyormuş gibi yazanları düşünüyorum.
Şiiri, neredeyse haberdar olunmadığı için saymıyorum. Sayısı çok değil ama ilgi noksanlığını gözümde büyüttüğüm, bu nedenle kendimi ayıpladığım oluyor. Bir yazı grubunun gönül kaplarına kapalılığı bu kadar olur. İsteyerek böyle olduğunu düşünmüyorum tabii ki. Her nesilde o kadar duygusuz ve gözüyle gördüğü insanı müşahede etmekten bile uzak kişiler az çok bulunabilir. Bunun da arzu edilir olduğunu sanmıyorum. Düşünün. Savaş vardır. Evler bile aşktan birer cephedir de okuyup yazmanın dünyası bunu olduğu gibi görmemek istemez. Nasıl olur? Bir avluda, sac üstünde çocukları için ekmek pişiren anne, ocağın başında iken cepheden kara haberi alır, ekmek ve çocuklar olduğu öylece yerde kalır. Ocaktaki alevler çırpına çırpına erir de bir devrin nesri bunu hak ettiği mertebede kapsayamaz, sığasına alamaz. Sonra bir gün cepheden dönen bir yiğit “Artık rahatız” gibi bir duyguyla evinde kahvesini içmeye hazırlanırken iki gölge onu alp götürür, evdekiler onun ardından bakakalır ve o bir daha dönmez. Bir nesir bu evi hiç görmeyen üsluba sahip olmayı kendisine yakıştırır. Nasıl olabilir bu? Evet, vaktiyle olan bir durumu günümüzün hercümerci haber veriyor. O evin çocukları sonraki yıllarda bu ve benzeri olayları her hatırlayışta kahırla mırıldanmıştır: “Ey baba artık rahatız, amma neden sonra.” Bu evin duvarında bir vatan haritası kalmıştır. Sınırları küçülerek çizilmiş yeni vatanın dışında kalmış olsa bile, her sabah güneşin her tarafı ışığa boğmasından önce açılan kapısında eski vatanın uğultusu devam eder. Bu uğultuyu hissettikçe, o devrin tek odağa ayarlanmış nesrinin gönüllerde tüten duyarlı vatan algısına uzak kaldığını düşünmemek elden gelmez. 41
Yazı erbabına ta’n etmek yakışmaz bize, belki de aradaki zaman uzaklığından ve keder artışından dolayı, onların uğradığı şoku hesaba katmıyor, durumu biz, kendi ölçülerimize göre abartıyoruz. Şok, suskunluk doğurmuştur. Suskunlara yönelik haksızlık olmasın, kanaatler denizinin bu noktasında. Artık dünyayı bağışlasa, okudukça bir uğursuzluğun sizi kuşattığını düşünmekten kaçınamazsınız. Evin avlusunda çember çevirerek büyürken her şeyin birden bir farkına varan çocuğun acısını duyarak onun katlandıklarına ortak çıkarsınız. Bunu yapmakla bir acının azaldığını düşünürsünüz ama yazılı belgelerle gelen uğursuzluğun şiddetine dayanmak acı verir. Ölenler öldü. Kalanlarla muzdarip kaldık Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık Şair, bütün olanları farkına birden bire varır, vardırır. Savaşta son günlere gelinmiş, umudu çoğalta çoğalta sefere çıkan ortak duygular dağılıp gitmiştir. O duyguları paylaşan yürekler, at nalları altında eriyen, taşını toprağını aydınlattığı vatan, bu ışıtıcı yüreklerle birlikte sanki hayâl olmuştur. Bu vatanın toprakla, üstünde yaşayanlarla, şehirlerle bütünleşmiş sahipleri vatan toprağının zorla tutunarak kaldıkları şurasında burasında hangi hayalle yaşasın bundan sonra? Başını hangi duyguyla kaldırsın da ufka bakabilsin, vatanda hor görülen bu cemaat. Savaş yıllarının ateşinden geçmiş bir ailenin üyeleri, geçen günlerini hayatta sayamamış oldukları için belki de hiç yaşamadıklarını düşünmüş olabilirler. Biri diyebilir ki: Daha o zamandan muzdarip kalmış değilsek, kendimiz olarak biz de var kalmadık. Tepemizde acıların sayı//54// ocak 42
bulutuna dönüşmüş bir hâle kaldı. Yaşadığımız günlerin üzerinde bu bulut, bereketli yağmurla yüklü olduğu vehmini vererek bizimle dolaştı. Hayalimizin en geniş sınırlarının üstünde yer aldı. Kendi varlığından ibaret kalmış olan bizi bize anlattı. Çınar dalları arasından geçen fısıltılarda, vatanın güvenli gece seslerinde, yaylalardaki rüzgâr uğultularında dile geldi, anlattı. Ölenler öldü. On yıldan fazla süren, ölümlerin türlü gerekçelere bağlanarak anlaşılabilir kılındığı bu bol ölümlü dönemde, vatanın kaderiyle paylaşılan ölüm, başkaları tarafından bağışlanma duygusunu getirdiği, ortak duygulara merhametin rengini verdiği için mutlu ölüm olmuştu. Güzel düşlerle örülmüş vatan toprağı en sonunda bu mutlu ölümlerin üzerini örttü. Toprak onu kendine çekti, kederini emerek örtülü hale soktu. Bu, ölümler dizisini kısa süre içinde ve aynı karede görmüş kuşaktan birine göre, dünyanın kendisi için seçtiği dağdağaya teslim olmaktansa, vatanın gittiği diyara onunla kaynaşmış olarak gitmek demekti. Evet: Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan Kapanan gözlerde donup kalmış olan son görüntü, eski vatan idi. Gönüllerde örülen, gönülleri örgüleyen, kalbden kalbe ulaşan yolları oluşturan ve çoğaltan vatan. Mekke’den İstanbul’a, İstanbul’dan başlayarak Balkanlar’da ve dünyanın başka herhangi bir yerinde sınırlarını bir Müslüman ayağının çizdiği her toprak parçasına kadar, bir müslümanın tek nefesle soluduğu gök parçasına kadar bütün vatan. Şiirde "eski vatan" olarak anılmış ülke.
Bu gök parçasının altında İstanbul halkının tepesine binen ve acı yağdıran mânâ, 16 Mart 1920 adlı şiirde bir başka noktada teşhis ediliyor. O gün işgalci İngilizler Şehzâdebaşı karakolu’nu basmış, mızıkacı, dolayısıyla silahsız sekiz askerimizi şehit etmiş, öğle saatlerine kadar şehrin önemli noktalarına yerleşmiş, öğleden sora ise meclis-i mebusânı basıp dağılmasına sebep olmuşlardır. O günü yaşayan insanı boğacak derecede etkili duygu yoğunluğu, mısralar üzerinden bize geliyor, (Kara Bir Gün yazısıyla Süleyman Nazif’i hatırlatıyor) ve vekayinâme sayfasındaki tarih bilgisinden daha fazlasını veriyor: Dil var mı kahr-ı dehr ile vîrân edilmedik Beytü’l-hazen mi kaldı perişân edilmedik Bu şiir son beytiyle, dua hâlini ihtiva eden ve genelleşmiş bir insan deneyimini dile getirmiştir: Bir gün dolarsa çillemiz ey Rabb-ı zü’l-celâl Bir şer bırakma der-kef-i mîzân edilmedik Yahya Kemal diyor ki: “Ben kendi milliyetimizin hatıraları nerelere kadar giderse oralara kadar mütehassirim”. İşte o zamanlarda, savaşlara tanıklık ederek kapanan gözlerin ufkunda, içinde yaşandığı kadar hasreti duyulan böyle bir vatan vardı. Yeryüzünde sınırları iman örgüsüyle çizilmiş ve sathı gönül adamlarının iman kumaşıyla kaplanmış bir vatan idi bu. Takatin sonu gelir diyelim; insanın ruhu da bedeninin arkasından giderek amansız mücadeleden usanır mı? Bezginlik dibe vurduğunda, “Bitsin artık bu”, der mi? “Nasıl biterse öyle olsun”, der mi? Büyük vatanımızın taşını toprağını saran Birinci Dünya Savaşı felaketi galiba bizi, daha doğrusu biz dediğimiz ve yakın dönemde yaşamış, atalarımızı bu duyguların ve yılgınlığın kıyısına getirdi. Marmara denizinin iki ucunda, boğaz sularına gömülen geminin içindekiler, mecalsiz kalmış olmayı vatanın kâinatındaki son safhalardan biri olarak değerlendirdi. Kendilerini Boğaziçi'nin manzarasına ve güzelim akıntılarına teslim ettiler. Yahya Kemali az çok bu minval içinde buluyoruz. Boğaziçi'ndeki akıntılara dalmış, bakıyor. Vatana ilişkin şiirinde keder ve elem eksik değil. Kendisi gemilerin batışını seyretmiş, çırpınmak için gerekli mecali bulamamıştır. Ya da O, dalgaların bu son sallayışlarını beşikteymiş gibi algılayarak dinlemiş, son olarak olup biteni seyretmekten kendini alamamıştır.
Yenidünyaya adım atarken, vatanın bu şekliyle kalayım, diyen bir şair olmuştur. Hayatının sonraki safhalarında bu olaylar dizisini ne zaman hatırlasa, şairin dudağında bir leke belirdi. Hürriyeti teneffüs etmek için Boğaziçi'ne bakan tepelere çıktı. Surlarda, eski İstanbul semtlerinde, Boğaziçi'nin kıvrımlı yerlerinde gezintiler yaparak kendini avuttu. Uğrunda ölüme gidenlerin gözlerindeki son ışık kaybolurken eski vatan, adım adım zeval bulmuştu. Öyle ki bu dağdağanın içinden geçenler, tükenen gerçekten vatan mıdır, sahip oldukları hayâl gücü müdür, yoksa bütün bu tükenişler, bedenlerin sonu gelip bitişinden mi ibarettir; anlayamadan uzaklaşıp gittiler. Göçtükleri diyara büyük vatanın kâinatı ile birlikte gittiler ama vatandan geriye, kendilerinden sonrasına kalan nedir; bilemediler. Şiir bize öğretmiştir ki, o dünyayı son olarak gören gözlere mutluluk atfetmek için, kötü günlerde zalimlerden sayılmayacak gerekçeler bulunabilir. Dünyadaki son bakış, gözle görülen en son manzara büyük bir ihtimalle ölenlerin acısını dindirecek nitelikte idi. Çünkü gözlerde kalıcı hale gelmiş son manzara onlar için ebedi idi, bitişi bilinmezdi. Vatanın, onların gözünde parıldamış son biçimi, onlarla birlikte ebediyete ulaştı. Ve göz kapaklarının ardında eski vatan Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyamete dek Her ölüm yalnızdır, yalnızlıktadır. Ama onlar birlikte öldüler, sanki gidişlerinde yalnız olmadılar. Ölümü benliklerinin de içindeki ben olan kendileriyle ve ebedi vatanla paylaştılar. Rabbim! Acaba, bu ortak duygunun, ortak vatanın ve ortak ölümün sahipleri cennette de ortak bir yeri paylaşıyor mu? Cennetteki rüyalarında bu dünyada kalan ölümlülere nasip olarak aynı vatanı görüyorlar mı? Varsın bilmesinler vatandan geriye kalanı. Bâri onların ruhu duymasın vatanda artık hor görülen cemaatin acısını. Bu dağdağa, hayâlleri donduran bir sonlamayla bitti. Ünlü, “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” mısraının şairi: Dünya biter o yerde ki mağlub olur hayâl Temdid-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün dedi. Bu durum, eni sonu biten bir vatan ve onun tükenen insanları karşısında zihinlerin sükût ettiğini dile getirmekti. Çünkü vatan 43
ibaret kalmıştır. 1918 yılının sonuna doğru varılan yerde ve sonraki yıllarda milletin başında dolanan kara bulutu Yahya Kemal bir simgede resmetmiştir. Şiirden yola çıkarak ve şiirin içinden gelen simgelere bakarak soruyoruz: Peki bu günün gönül adamı müslümanı hangi birine dayansın ey o ıstırabın haberini veren? Vatanda düşmanı seyretmiş olmanın ıstırabına mı dayansın? O ıstırabı, ateşin düştüğü yer olarak yaşamış ve duymuş olanların acısına mı yoksa o eski vatanın bugün her bir bölgesinde kol gezen düşmanca duygulara mı göğüs gersin? Dost duyguların hepsi kapanan göz kapaklarının ardından gitmiş olmasın? Fakat hayır! elden giderken içinde bulunan unsurları da yedeğine alarak eridiğini görmüştü. Sınır tanımayan, kendisini gerçeklere bağlı hissetmeyen hayâl acz halini yaşayacaktı. Geride kalanlar, ölmeyenler, pes etmeyenler, geçmişin ve geleceği düşünmenin acısıyla yaşadı. Talihin kendilerine revâ görülmüş azabıyla kaldı. Aşklar tam onbir yıl vatanı merkeze alan duyguyla, vatan düşüncesiyle birleşmişti. Cephedekilerin içinde iki aşk kaynaşıyordu. Sevgilinin kalbi bile yıllar boyunca vatan duygusuyla birlikte kuşanmış ve taşımıştı sevgisini. İşte kör talih onları olduğu yerde ve felakete uğrayarak donduğu halde bıraktı. Aşklar, gözlerde durgun bir bakış, ellerde cansız bir duruş olarak kaldı. Şiirdeki dilberler yeni yen doğan romanlarda veremli kızlar olarak da çıktı karşımıza. Ufukların üzerindeki ışıklı, gönül aydınlatan hâle birden bire göklere çekildi. Birer birer kapanan dudaklardaysa hiddetten bir çizgi vardı: Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek Harâb olup yaşıyor tâli’in azâbiyle Vatanda düşmanı seyretmek ızdırabiyle Toprağın topraktan ibaret olmasını aşarak gönüllerin birliğini kolaylaştıran mekân katına yükselen vatanda, savaşların sonunda düşman ayağının görülmesi, ne demek? Ve o gün doruğuna çıkmış bir azabı o günden sonra değişik biçimlerde yaşamak ne demek?. İşte vatanda hor görülen cemaatin kaderi bu minval üzeredir. Sonra da o uğursuz ayağın getirdiği mantığı, duygusuz anlatımı, yazılı belgelerin bir bölümünde egemen olarak görmek. Yazı dünyasının görüp göreceği bundan ibaret değildir ama bir bağlamda gördüğü bundan sayı//54// ocak 44
İnsan, toprağa kadar düştükten sonra nasıl sendelemesi sona eriyor ve kendisini dayanıklı buluyor, toprakla güçleniyorsa, hayâl de doluluğu yüzünden donduktan sonra bir teselli ve tesellinin hediye ettiği bir cesareti kendisinde buluyor. Burası belki de zihnin artık dinlenmek gerektiğinde karar kılarak durduğu yerdir. Adı 1918 olan şiir son bölümünde zihnin rahatlığa varmak için, ihtiyaç duyduğu dinlenmeye kapı açıyor, kaldığı yerden (topraktan) cesaret buluyor. İnsanoğluna yüzkarası olan lekeyi ateş ve kanla silmek üzere coşmuş gönüllerin cesaretini orada buluyor. Sonraları karmaşayla ve toplum için dirlik ve düzen arayışıyla geçen yıllarda hor görülmesi artık adet olmuş cemaatten arta kalanlar, coşku halini gönüllere iade edecek cesareti hangi nitelikteki yürekte bulabilirdi? Bulabilir miydi? Yahya Kemal; Yunan ordusunun İzmir’i baskına uğratmasından sonra yazdığı bir yazıda şöyle söylemiştir: “Bir gün sulh olacağını düşünüyorum. O gün İstiklâl ordusunun askerlerine denilecek ki “Haydi çocuklar. Artık evlerinize dönünüz. Kur’an’ın devletini kurtardınız. Allah, peygamber, Osman Gazi, Fatih, Selim, bütün büyük cedlerimiz sizden hoşnutdurlar”. Bundan sonra İstiklâl askerlerinin, dillerinde türküleriyle evlerine döneceğini hayal eden şair şu duyguyu yaşamaktan kendini alamıyor: “Bu güzel günü tahayyül ederken bir taraftan da içimi bir elem sarıyor”. Kısa bir süre için olsun aklına gelmesini, coşkusunu kesmesini istemediği bir elemdir bu. Göz önünde olup biten olayların sonunda başımıza neler geleceğini şair sezgisiyle önceden ve tamı tamına görmekten doğmuş bir elem sarmıştır onu. (1975)
ŞEHİRLER NEFES ALABİLİYOR MU? Hemen her şehirde geçişleri sağlayan trafik lambaları, kavşaklarda ve yol güzergâhlarında bekleyen yüzlerce aracın o bölgelere yoğun bir şekilde karbonmonoksit bıraktığı bu güne kadar dikkate alınmadı sanıyorum. Muhsin İlyas SUBAŞI ayınlanan bir istatistikte, yılda atmosfere 19 milyar ton Karbonmonositin bırakıldığı açıklanmıştı. Gelin isterseniz bu konuda yapılan haberi başından sonuna kadar dikkatle okuyalım: “Atmosferi kirletmek konusunda ABD, Rusya ve Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerin başı çektiği sıralamada Türkiye 13’üncü konumda yer alıyor. Rapora göre Türkiye, 1990-2004 yılları arasında yüzde 72. 6’lık bir artış kaydetti ve karbondioksit gazı salınımında dünyada en hızlı artış kaydeden ülke oldu. Türkiye, 2004’te atmosfere bıraktığı 294 milyon ton karbondioksitle dünyayı en fazla kirletenler arasına girdi. 1990-2004 yılları arasında sanayileşmiş ülkelerin atmosfere yaydığı zehirli gazların miktarı sadece yüzde 3 azaldı. Ancak bu düşüş büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Avrupa’daki çevreyi kirleten eski tesislerin kapanmasına bağlı. İŞTE BİZİ ISITAN KARA LİSTE
Atmosferdeki karbon gazı oranı yükseldikçe küresel ısınmanın etkileri daha da artıyor. Son 150 yılda karbon gazı oranı yüzde 40 arttı. İşte dünyaya kirleten ülkelerin her yıl atmosfere saldığı karbon miktarı: 1 - ABD: 5.5 milyar ton 2 - Rusya: 2.8 milyar ton 3 - Japonya: 1.3 milyar ton 4 - Çin: 1.25 milyar ton 5 - Hindistan: 1.23 milyar ton 6 - Almanya: 648 milyon ton 7 - İngiltere: 441 milyon ton 8 - Kanada: 357 milyon ton 9 - İtalya: 345 milyon ton 10 - G. Kore: 321 milyon ton 11 - Fransa: 300 milyon ton 12 - Avustralya: 298 milyon ton 13 - TÜRKİYE: 294 milyon ton 14- Arjantin: 222 milyon ton 15- Hollanda: 178 milyon ton”
Buraya alınmayan diğer ülkeleri de bu işin içerisine kattığınız zaman felaketin boyutları daha da iyi anlaşılmaktadır. Gazete haberi, sadece küresel ısınma açısından değerlendiriyor. Bunun insan sağlığına etkisi konusundaki tehlike küresel ısınmadan çok daha önemli değil midir? Bir dönem bir büyükşehrin hava kirliliğinin ölçümünden sorumlu bir dostumun söylediği ürperticiydi: “Şehirdeki kirlilik, insan sağlığını tehdit eder boyutların üzerindeydi, ancak biz kirliliğin korkulacak durumda olmadığını açıklamak zorunda kaldık. Çünkü gelen şikâyetlerden halkın tedirgin olduğunu biliyorduk. Yapacak da başka bir şeyimiz yoktu. Doğruyu söyleseydik, bizi şehirden kovarlardı.” Üniversiteler bulundukları şehirlerde bu yönde ölçüm yaparlar. Bunun en sağlıklı yolunu da araçların geçtiği cadde üzerindeki esnaftan aldıkları kan örneklerinde görürler. İfade edildiğine göre, trafik ışıklarında bekleyen esnafın kanındaki karbon oranı, aynı cadde üzerinde bulunan esnafın kanındaki oranın hemen hemen iki katına yakın çıktığı ifade edilmektedir. Özellikle kış aylarında, sıkça şehir dışına çıkar ve yüksekçe bir tepeden; mesela 200 metre yüksekten şehre bakarım. İrkilmemek mümkün değil. Siyah bir tabaka altında şehirler adeta kaybolmuşçasına gözükmemekte ve yalvarırcasına bir nefeslik temiz hava istemektedir. Milyonlarca insanı böyle bir atmosfere teslim etmenin sorumluluğu elbette sadece yöneticilerde değildir. Şehirde yaşayan insanların bilinçsiz ısınma malzemeleri kullanımları, arabaların egzozdan bıraktığıyla birleşince, aslında hafif olan karbonmonoksiti tutarak üzerimize bir felaket yağmuru gibi dökmektedir. Görünen o ki, şehirler giderek modernleşiyor, ancak bu modernliğin getirdiği gizli tehdit gözardı edilemeyecek şekilde açıktır. Şehirlere boş ve renkli ışıklar verdik, çok katlı binalarla donattık, yeşillendiremedik, ağaç dikemedik. Hemen her şehirde geçişleri sağlayan trafik lambaları, kavşaklarda ve yol güzergâhlarında bekleyen yüzlerce aracın o bölgelere yoğun bir şekilde karbonmonoksit bıraktığı bu güne kadar dikkate alınmadı sanıyorum. Görünen o ki, şehirler nefes alamıyor. Gelişmeler hayatımızın bir yanına olumlu katkı sağlarken bir yanında da tamiri güç tahribatlara sebep olmaktadır. Buna çare aramak bizim işimiz değildir elbette. Üzerimize düşen, uyarı yapmaktır. Şehirleri yoluyla ışıklarıyla güzelleştirirken, bir tarafını da böylece çekilmez hale getirdiğimizin farkında olmazsak ileride tamiri çok daha güç problemlerle karşılaşabiliriz. Konuyu bir söz fantezisi ile tamamlayalım: Şehir ışıkla güler, ağaçsızlığa ağlar, Egzoz tıkar burnumu, gülmek benim neyime. Gün gelir yas tutarsa şehre bakan bu dağlar, Bu yüzden ağıtları sızıdır yüreğime! 45
ürkçesi ile Gaziler, Rumcasıyla Piroi Rumları; köylerinde bulunan Ay Antipa Kilisesinin durumuna ilişkin bir muhtırayı Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis’e sunmuşlar. Gerekçe de Barış Harekatının 2. aşamasının yıldönümü nedeniyle kiliselerinin restorasyonunun yapılmasını istemeleri. İyi ki gazeteler var. Konuyu gündemde tutuyorlar.
KKTC GÜNLÜĞÜ
BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -dört-
Lefkoşe Havaalanı Rumların kontrolünde idi. Deniz kenarlarında devriyeleri sıklaştırmışlardı. Buna rağmen mücahitler botlarla Erenköy direnişine katılarak kahramanlaşmışlardı. Bugünün aksakalları olan Erdal Onurhan, Zihni Halilhan ve Fuat Efendi bu gençlerin önde gelen isimlerdi. Bu gelişmelerin, isimlerin unutulmaması ve yeni nesle aktarılması gerekir. Bugünlere gerçekten kolay gelinmedi, çok şehit verildi. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Gazeteler olmasa Rum katliamlarını da unutup gideceğiz. Keşke ders kitaplarına girse bu acımasız vahşetler. Kıbrıslı Rumların 1960’lı yallardaki katliamlarından biri daha gün yüzüne çıktı. Türkleri nasıl katlettikleri, boğazlarını kestikleri, çoluk çocuk demeden kurşuna dizdikleri, kör kuyulara attıkları aradan yarım asır geçse de unutmayacak cinsten. Çünkü itiraflar yapılıyor dini, dili, ırkı ne olursa olsun vicdanlı insanlar ve kuruluşlar tarafından. Rum Politis gazetesi üst makamlardan “temizleyin” emri alan Rum Polisinin, Kıbrıslı Türklere yardım eden İngiliz Binbaşı Ted Macey ile şoförü Onbaşı Leonart Platt’ı da öldürüp kör kuyuya attığını yazdı. Büyük bir cesaret örneği göstererek bu cinayetleri yayınlayan Rum Politis Gazetesi “Kıbrıs; cezalandırılmamış suçlar” başlıklı yazı dizisinde kör kuyulara sadece Türklerin değil, Türklere yardım eden yabancıların da atıldığını bildirdi. Gazetenin haberine göre; 1964 BM Barış Gücü’ne atanan İngiliz Binbaşı Ted Macey en son 7 Haziran 1964’te Mehmetçik Köyü’nde görülmüştü. Şoförü Onbaşı Leonard Platt’la köyden ayrılan binbaşıdan bir daha haber alınamadı. Rum yönetimi; İngiliz Binbaşı Macey’i Türklere silah vermekle suçluyordu. Üst makamlarından “öldürün” talimatı alan bir Rum Polis, bir grup EOKA militanıyla Macey ve şoförünü öldürdü ve kör kuyuya attı. 1972’de BM Barış Gücü, Agios Theodoros sahilinde bir kuyuda bulunan iki cesedin İngiliz askerlerine ait olabileceğini rapor etti. İKİNCİ CUMA
İki toplumlu Kültürel Miras Teknik Komitesi’nin katkıları, Birleşmiş milletler Kalkınma Programı UNDP ve Avrupa Birliği’nin yardımlarıyla KKTC’de bir çok tarihi eser restore ediliyor. Ama bundan Lefkoşe Tantin Hamamı nasibini almamış. Çevreye de hassas Kuzey sayı//54// ocak 46
Kıbrıs halkı ve medyası bu konularda duyarlı. “Tarihi eserleri korumak, geleceğe aktırmak, geçmişten bir miras olarak değer vermek ve turizme kazandırmak gerekir” diyor. KKTC aksakalları ve medyanın duayenleri de bu defa ki KKTC ziyaretimizde 1964 yılındaki Antalya’dan Kıbrıs’a çıkarma girişimi gerçekleştiren Erenköy sıcağını anlatıyorlardı. Katliamlar yapılıyordu o yıllarda. 21 Aralık 1963 yılında Kıbrıslı Türk Doktor Binbaşı Nihat İlhan ve eşiyle çocuklarının evlerindeki banyoda Rum militanlarca katledilmeleri bardağı taşıran son damla olmuştu. Çatışmalardan önce 3500 dolayında Kuzey Kaymaklı göçmeni Türk Lefkoşe surlar içine sığınmıştı. Rum saldırısı ve tehdidi nedeniyle göç eden Kıbrıslı Türk Aileler bir odada ikamet ediyorlardı. AMERİKA’YA RAĞMEN ERENKÖY ÇIKARTMASI
Türkiye ise Amerikan Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği tehditvari mektubunu değerlendirirken, bir yandan İstanbul’da Rasim Cinisli liderliğinde MTTB Başkanlığındaki üniversite öğrencileri “Kıbrıs bizim canımız/ Feda olsun kanımız” diyerek miting ve yürüyüş yaparken, İngiltere ve Türkiye’de okuyan öğrenciler savaşmak ve Erenköy bölgesindeki direnişe katılmak üzere girişim başlatmışlardı. Öyle ki İngiliz Ordusunda sözleşmeli bazı askerler bile firar ederek bu girişime dahil olmuşlardı. Ankara-Londra ve Waşhington hattında hızlı bir diplomatik trafik yoğunlaşarak artmıştı. Türk Savaş Gemileri Taşucu’nda demir atarak beklemeye başladı. 563 Mücahit ise Erenköy’e çıkmıştı. ABD ise Türkiye’nin NATO silahıyla çıkarma yapamayacağını sert bir dille açıklayınca üniversiteli mücahitler Ankara, Keşan ve Zir Kampında bir aylık eğitimlerini tamamlayarak yeni bir Erenköy çıkarmasını gerçekleştirmek üzere İstanbul ve Ankara’dan gelerek Antalya’da toplanmışlardı. Gençler ; “Kıbrıs’a çıkıp ailelerimizin yanında savaşmak istediklerini” belirtiyorlardı.
Gazeteler ise Rumların Kumsal’da gerçekleştirdiği bir başka Türk katliamının resimlerini yayınlıyordu. Kıbrıs Türk Cemiyeti’ne başvuran gönüllülerin sayısı da her geçen gün artıyordu. Antalya’da valilik gençleri konuk etti. Birkaç gün beklediler. Görüşmeler netice vermeyince limandan bir gemiyi kaçırarak Erenköy’e gitmek istediler. Ancak liman zincirlenmişti. Bunun üzerine idari
Lefkoşa Selimiye Camii ve askeri yetkililer gelerek Kıbrıslı mücahitlere “Sizler görevinizi yaptınız, bundan sonrası bizim işimiz” diyerek onları yeniden memleketlerine gönderdiler.
Lefkoşe Havaalanı Rumların kontrolünde idi. Deniz kenarlarında devriyeleri sıklaştırmışlardı. Buna rağmen mücahitler botlarla Erenköy direnişine katılarak kahramanlaşmışlardı. Bugünün aksakalları olan Erdal Onurhan, Zihni Halilhan ve Fuat Efendi bu gençlerin önde gelen isimlerdi. Bu gelişmelerin, isimlerin unutulmaması ve yeni nesle aktarılması gerekir. Bugünlere gerçekten kolay gelinmedi, çok şehit verildi. BİR GENERAL CAMİİ
Nurettin Ersin Paşa o günleri ve daha sonrasını yaşayan ve sorumluluk alan bir askerdi. Bu Cuma ibadetini Türkiye Diyanet Vakfı ve KKTC Vakıflar İdaresince yaptırılan Girne Nurettin Ersin Paşa Camii’nde yaptım. Gerçekten çok sanatçının emeği olan bir cami inşa edilmiş. Pırıl pırıl çiçek gibi. Ayrıca yeşillikler içinde ve geniş bir otoparkı da mevcut. Birkaç yıl önce Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve yurtdışından gelen konuklarımızla birlikte ziyaret ettiğimizde caminin etrafı yeşillikti. Şimdi 8-10 katlı binalar yükselmiş. Yazık etmişler Girne’ye. Cuma günü hava çok sıcaktı. Klimaların tümü açılmıştı, vantilatörler çalışıyordu ama yine de hararet yüksekti. Pencereleri karşılıklı açtı gençlerden biri içeride hava sirkilasyonu olsun diye. Sakallı genç hoca önce vaaz etti, sonra minbere çıktı. İman konusunu işledi. “Vatan sevgisi imandandır”ın altını keşke taklidi imanı anlatmadan daha vurgulayarak çizseydi. Çok okumayı, çalışmayı, üretmeyi, paylaşmayı öne 47
çıkarsaydı. 50 yıl önceki vaazların tekrarında bugünkü akıllı telefon sahibi gençlerin tatmin olduğunu sanmıyorum. Din adamlarımızın da kendilerini yenilemesi gerekir. BİR SPORCUNUN VEFATI
Cami ağzına kadar doluydu. Hatta dışarı taşmıştı. Çoğu kişi küçük çocuklarını erkek veya kız demeden camiye getirmişti. Pek ala ve pek güzel. Cemaat genelde gençlerin ağırlığını taşıyordu. Avluda bir cenaze vardı. Türk Ocağı Spor Kulübü bayrağına sarılmıştı. Futbol ve KKTC Liği sporseverler için önemli. Küçük Kaymaklı, Çetinkaya, Yenicamii, Girne Halk Evi, Güzelyurt, Baf Ülkü Yurdu, Lefke Türk Spor, Merit Alsansak Yeşilova, Dumlupınar, Ozanköy gibi takımların yeni sezon çalışmaları her gün gazetelerde yer buluyordu. Türk Ocağı Spor Kulübünde uzun yıllar futbol oynayan ve kaptanlık yapan 71 yaşındaki Erhan Ethemer’in medyada vefat haberi değil de ilanı vardı. İnsani yönü güçlü, sevecen, vefakar ve yardımsever olarak tarif edilen, anlatılan Erhan Ethemer Baf’ta doğmuş, Limasol ve Girne Karaoğlanoğlu’nda yaşamıştı. Cami cemaatinin neredeyse tümüne yakını cenaze namazına iştirak etti. Çok sayıda hanım da vardı. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı başta çok sayıda kişi ve kuruluş çiçek göndermişti. Cenaze namazını kıldıran hoca helallik istemedi de “razı mısınız?” diye sordu. Herkes “razıyız” dedi. Cenaze arabasında ise defin aracı yazıyordu. Sporcu Erhan Ethemer Karaoğlanoğlu Mezarlığında defnedildi. ÇALIŞANLARIN MUTLULUĞU
Bu defa sürücümüz yine Zonguldaklı idi. Askerliğini Girne’de yapmış. O günlerde kendisine “burada kal” demişler ama, o memleketine dönmüş. Kalmamış. Onca yıl sonra yeniden gelmiş Girne’ye. Bir senedir Girne’de çalışıyor. Hemşerileri Girne’de iş bulunca daha sonra onu da çağırmışlar. Mutlu, kızı liseye gidiyor, oğlu Otelcilik ve Turizm Fakültesinde ön büro öğrencisi, ama aşçılık bölümüne geçecekmiş. Hanıma da çalışıyor; -KKTC’de yeme içmenin dışında her şey ucuz. Ben mobilyalı, dayalı döşeli 3 artı 1 evde oturuyorum. Kirası 1200 TL. Burada asgari ücret 2400 TL. İki kişi çalışınca paşalar gibi geçinip gidiyorsunuz. -Eve zam ne zaman geliyor? -Ev sahibi bir sene oldu diye 1500 TL istiyor. Maaşlara zam ise altı ayda bir oluyor. sayı//54// ocak 48
-Çocuklar da sevdiler mi bu ülkeyi, bu toprakları? -Sevdiler. Yalnız okullara kayıt için ikametgah gerek. Muhtarlar kira sözleşmesini gösterince ancak ikametgah veriyorlar. Benimle ev sahibimiz sözleşme yapmamıştı. Muhtar “Senin ev sahibin vergi kaçırıyor. Çok evi var üstelik. Git seninle sözleşme yapsın, 160 TL vergi ödemesi gerekir.” Dedi. Söyledim. Bu vergiyi benim ödememi istedi. Tartıştık. Sonra kendisi ödedi. Burada muhtar ve belediye zabıtalarıyla polisin geniş yetkisi var. Girne’den Çatalköy’e inerken dikkat ettim çok sayıda marka mağaza açılmış. İKİNCİ CUMARTESİ
Günlük KKTC Gazetelerinde bugün en fazla dikkat çeken “Rus Mafya Hesaplaşmasının zanlıları Tatlısu’da yakalandı” oldu. Kıbrıs Postası’nın haberine göre kuralları çiğnediği için Rus Mafyası tarafından öldürüldüğü iddia edilen Rum Ernesto Leonides’in katil zanlılarından dördü yakalandı. Adada uyuşturucu ve sahte dolar çetelerinin de mafya ile işbirliği içinde oldukları ileri sürülüyor. Allah’tan Adada Polis güçlü ve otoriter. Yakalananların çoğu da yabancı. Adada Kayıp Şahıslar komitesi de faaliyet gösteriyor. Bu amaçla 1964 yılından beri kayıp olan iki Kıbrıslı Türk’ün Güney Lefkoşe’ye bağlı Strovolo’da kazılar yapılacağı duyuruluyor. Kıbrıs ile alakalı bir başka haber de şöyle; Rus Ekologlar ve Vatandaşlar İşbirliği, Kıbrıslı Türk ve Rumların Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy kullanmalarının özel kütüğe kayıtla değil, nüfusa kayıtlı olma temelinde gerçekleşmesi gerektiği görüşünde. Ulusal Birlik Partisi UBP’de de ekim ayında olacak genel başkan tartışması şimdiden başlamış. Bugüne kadar 20 kurultay geçiren UBP’de 8 isim genel başkanlık yapmış. 9 Günlük tatil bitiyor, KKTC Ercan Havaalanı başta Türkiye’de de özellikle İstanbul ve Antalya Hava alanlarından yoğunluk yaşanıyor. Okulların açılmak üzere olması da bunda etkili oluyor. Akşam Elexus Hotel de Mısırlı bir sanatçı var. Adı Kadim El Sahir. Bu genç sanatçının adı hiç duymamışım. 2500 kişilik konser salonu ağzına kadar dolu. Nereden, nasıl duyulmuşsa
Lefkoşa Büyük Han
adadaki bütün Araplar konserde, hem de maile. Yer yerinden oynuyor. Büyük bir alaka var. Tarkan’a benziyor biraz da. Büyük bir alaka olacağını demek tahmin ediyor ki organizatörler konser salonları dopdolu. Bu konseri izlememe Fenerbahçe mani oldu. Aynı saatteydi etkinlik. İzmir Göztepe beni üzdü. Benim takım dilerim ilk dört içinde yer alır sezon sonu. Daha da önemlisi Avrupa Kupalarında sıkıntı yaşamaz.
anısına inşa edilmiş. Adına bu harekatta şehit düşen Alay Komutanı Albay Halil İbrahim Karaoğlu’ndan(Denizli Tavas 1924-1974 KKTC) alıyor. Şehitliğin proje müellifi ise Prof. Dr. Muammer Onat.
İKİNCİ PAZAR
KARAOĞLANOĞLU ŞEHİTLİĞİ Şehitlik galerisinde bulunan iki adet sütun anavatana açılan kapıyı simgeliyor. Sağdaki heykeL grubu Türkiye’yi, soldaki ise KKTC’yi anlatıyor. İki heykel grubu arasındaki boşluk ise anavatana açılan pencereyi belirtiyor. Heykelin dört ayak üzerinde olması da harekatın 4 gününü hatırlatıyor. Heykel üzerindeki kartal, gemi burnu ve personel figürleri harekatın kara, deniz ve hava kuvvetlerince ortaklaşa yapıldığını gösteriyor. Mehmetçik ve arasındaki Türk Bayrağı Barış Harekatının kendinden emin ve vakur Türk Milleti tarafından gerçekleştirildiğini anımsatıyor.
Kızım Furkan bizi bugün Mavili Köşk’e götürecek. Bütün sahil boyu KKTC’nin turistik tesisleriyle dolu. Dik Karpaz’ın tam tersi istikamette gidiyoruz. Erenköy istikametine rotayı kırdık. Girne’yi geçtik. Lefke’ye doğru yola koyulduk. Bütün sahil dolu. İnsanlar piknik yapıyor, serinlemek üzere denize giriyor, spor yapıyor. Önce yine yol üzerindeki Karaoğlan Şehitliği’ne girdik. Şehitlik anıt mezar olarak çok şık inşa edilmiş. Hemen girişte KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş’ın bir açıklaması var. Şöyle diyor; -Bu ülke senindir.. O’nun egemen sahibi sensin.. Barışcı olmak istiyorsan, barış istiyorsan haklarını bil ve savun. Karşı tarafı bil ve düşün. Bilinçli ol, sabırlı ol davana ve vatanına sahip ol. Geçmişin ile Şanlı Türk Tarihin ile övün. Karaoğlan şehitliğini defalarca KKTC’ye gelmeme rağmen ilk defa gördüm. Çünkü yeni yapılmış. Burası 1974 Kıbrıs Barış Harekatında şehit düşen subay, assubay, erbaş ve erlerin
Şehitlikte 8 subay, 5 astsubay,58 Erbaş ve er yatıyor. Şehit Binbaşı Fehmi Ercan’ın adı ise Lefkoşa-Ercan Havaalanına verilmiştir.
Diğer motifler ise Türk askerlerinin duygusallığını, yardım severliğini, azmini ve kahramanlığını gösteriyor. Şehitlikte grafik ve tablolarda da Kıbrıs Adasında Rumların Türklere yaptığı katliamlar da teker teker sıralanıyor. Megali İdea(Büyük Ülkü) ideolojisi Rumları katliamlara sevk etmiştir. Rumlar megoli idea rüyası içinde Batı Trakya ve Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmek amacıyla katliamlarını artırarak sürdürmüşlerdir. Yavru Vatanımızı anlatmaya devam edeceğim… 49
EN UZUN GECE
“ŞEB-İ YELDA” YA DAİR Birçok bölgede kutlanan “Şeb-i Yelda” yöresel olarak kısmi değişiklikler gösterse de genel olarak İran’da Maderşahi aile yapısı sebebiyle büyük annenin gölgesinde evinde hanesinde ailenin tamamının toplanmasıyla kutlanmaktadır. Salih DOĞAN
eb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir, mübtelâyı gama sor kim geceler kaç saat…’ sabitBeş bin yıllık, somut olmayan kültürel miras geleneği olan, başta İran olmak üzere farklı bölgelerde de kutlanan bir gece… 21 Aralık tarihi ile beraber Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi ve eksen eğimine bağlı olarak mevsimlerin başlangıçlarını belirleyen gündönümü tarihleri oluşmaktadır. 21 Mart ve 23 Eylül tarihlerine ekinoks (gece – gündüz eşitliği), 21 Aralık ve 21 Haziran tarihlerine de solstis (gündönümü) tarihleri denilmektedir. Sonbaharın bitişi, kış mevsiminin başlangıcı olan 21 Aralık tarihine İran kültüründe verilen isim “Şeb-i Yelda”dır.
sayı//54// ocak 50
İran mitolojisinde kötülükler tanrısı Ehrimen’in, kötülüklerinden bıkmış olan insanların iyilik tanrısı Ahura Mazda halk arasındaki ismiyle Ormozd savaşında kötülüklerin üstesinden geleceği beklentisiyle karanlıktan aydınlığa çıkışı da temsil ettiği söylenmektedir. Bazı kaynaklarda ise Kutlu Gün “Horrem Ruz” ,bir kısım eski takvimlerde “Navasard” olarak tanımlanmıştır Şeb-i Yelda benzer bir kutlamada eski Türklerde Şeb-i Yelda gecesinin sabahında kutlanan güneşin yeniden doğuşunu sembolize eden “Nardugan” yeni yılın ilk günü olarak kutlanmaktadır. Birçok bölgede kutlanan “Şeb-i Yelda” yöresel olarak kısmi değişiklikler gösterse de genel olarak İran’da Maderşahi aile yapısı sebebiyle büyük annenin gölgesinde evinde hanesinde ailenin tamamının toplanmasıyla kutlanmaktadır. Bu aile geleneğinin gündüzü sabahtan başlayan büyük bir telaş adeta arefe günü havasında İran’ın geleneksel pazarlarını hareketlendirir. 21 Aralık günü bu büyük bayram telaşı her ailede coşku ve heyecana sebep olur. Alışveriş ürünlerinin başında geceyi bir nevi sembolize eden Hindivane ve Enar (Nar ve Karpuz) yer alır. Karpuz bizim karpuzlardan biraz farklı dışı çimen yeşili uzun bir karpuz çeşidi… Elma hurma, ayva, kuru yemiş çeşitleri, özellikle ceviz, fıstık, üzüm, badem, değişik meyve kuruları, Sohen-i Qum (tereyağlı geleneksel bisküvi ) ve evde yapılan tatlılar… Büyükannenin nezaretinde hazırlanan görkemli bir Yelda Sofrası… Bu görkemli Yelda sofranın orta yerine Divan-ı Hafız konulur. Bir tarafta eski aile yadigârı antika semaverde çay kaynar, bardaklar dolar boşalır Hafzı Divanı’ndan okunan şiirler uzun gecenin içine adım adım sürükler sermest eder bütün aile fertlerini… Tok bir sesin okuduğu Büyük Şair Hafız’ın şiirlerine eski bir tar eşlik eder yakan tınısıyla… Bu kültürel yapıştırıcı geleneği öğrenmek için geçmişte İranlı dostum Hemedanlı Sanatçı Ali Asgar Tahiri ile Fatihte bir sohbet ortamında bulunmuş ondan bu en uzun geceyi bize anlatmasını istemiştik. Dostumuz Ali Asgar Taheri kendi döneminde iyi bir ses sanatçısı olup; klasik İran musikisini çok iyi bilen ve icra eden bir sanatçıdır. Sağ olsun bizi kırmadı anlattı ve bir gün İran’a gelirseniz size bu geceyi yaşatacağım diye bir söz verdi. Gün geldi aradan yaklaşık 4 yıl geçmişti ki kısmet oldu dostlarla birlikte Tahran’a gittik gezilerin sonuna doğru kendisini arayıp Tahran’da olduğumuzu ve ziyaret
etmek istediğimizi söyledik. Doğrusu Şeb-i Yelda provası konusunu unutmuştuk. Kendisi bizertesi günü akşam doktor olan damadının evinde misafir etmek istediğini söyledi bizde memnuniyetle akşam yemeğine geleceğimizi bildirdik. Ali beyin doktor damadı hotelimize gelip bizleri arabasıyla alıyor. Kuzey Tahran’ın yüksek semtlerine doğru çıkıp gidiyoruz. Modern bir sitenin kapısında durup asansörle yukarı çıkıyor ve yanılmıyorsam onuncu katta bir dairenin kapısında duruyoruz. Damat kapıyı çalıyor dostumuz Ali Asgar Bey kapıyı açıyor bize “hoşamedi”, “be ferma”, “Ağayan, “ağa saleh hoşamedi” diye sevinçle ve hürmetle karşılıyor. Geleneksel tarzda döşenmiş zarif ve soylu bir İran evi… Sedir tarzında bizim şark usulüne yakın bir şekilde döşenmiş büyük salona geçiyoruz… Karşıda görkemli bir sofra hazırlanmış insanın gözlerini alması inanın çok zor diyeyim siz anlayın... Masanın üzerindeki yiyeceklerin sunumu ve rahle üzerinde hafız divanını görünce birden benim jeton düşüyor… Ali abi müdür bey hatırladınız mı ne konuşmuştuk yıllar önce Fatihte diye sordu… Şeb-i Yelda’yı konuşmuştuk dedim masadaki karpuz, nar ve kuruyemişler tatlılar adeta bir şölen sofrası… Evet, hatırladım biz bu gece galiba Şeb-i Yelda gibi sevgilinin uzun siyah saçlarını düşleyip sabahın kıyılarına dek güneşin doğuşuna tanık olacağız fecre kadar hafızın esrarlı yolculuğunda yoldaş olacağız öylemi dedim. Ailenin bütün fertleri büyük anne dâhil herkes toplanmış bizim için sırf Şeb-i Yelda geleneğini yasatmak o uzun gecenin bütün ritüellerini bizimle paylaşmak, sahip oldukları bu kültürel mirası gecesini bize göstermek bir taraftan da 21 Aralık’a bir prova yapıyoruz diye espri yapmayı ihmal etmiyor Ağa Ali… Güzel sesiyle başlıyor şiirler okumaya Baba Tahiri Üryan Hemedani’den “Güzel, her iki gözüm senin saraylarındır İki gözümün arası ayaklarının yeridir Korkarım gafil adım atarsın Kirpiklerimle acır ayakların” Büyük kızı Sitar ile eşlik ediyor aile fertleri nakarat kısımlarını hep birlikte terennüm ediyorlar… Sıradışı bir akşam yaşıyoruz gerçekten... Bütün İran enstrümanları geceye dizilmiş tar, setar, santur gibi… Sonra Büyük Şair Şirazlı Sadi’den şiirler okuyor
“Aşk kolay göründü ilkin ama, ne güçlükler çıkmadı ki sonra. Umut içindeydi aşıklar sabâ dağıtacak sevgilinin zülfünü, getirecek misk kokusunu diye” Tıpkı Şeb-i Yeldayı uzun gecenin sıkıntılarını aşıkın çektiği ıstıraba benzetilmesi gibi… İkramlar bitmek tükenmek bilmiyor... Meşhur İran çayı bardaklar bir birini izliyor kan kırmızı... Vakit gecenin yarısını geçmişti ki sıra bütün Şeb-i Yelda gecelerinin Şairler Sultanı Şemsuddin Muhammed Hafız-ı Şirazi’ye geldi. “Dostluk ağacını dik, murat meyvesi verir Düşmanlık fidanını sök, sayısız dert getirir Meyhaneye konukken hürmet göster rintlere Yoksa ey can sarhoşluktan çıkınca başın ağrır Sohbet gecesini ganimet say çünkü bizden sonra Daha çok döner dünya, çok geceyle gündüz gelir Leyla'nın ayın beşiği hükmündeki mahfesini taşıyana İlham ver Rabbim, onu Mecnun'un yanından geçir A gönül, ömrün baharını dile, yoksa bu bahçe her yıl Nesrin gibi yüz gül bitirir, bülbül gibi bin kuş getirir Yaralı kalbim sözleşti zülfünle, Allah aşkına Baldudağa emret de ona tez istikrar versin Irmak kıyısında oturup bir serviye sarılmayı Artık bu bahçede, ihtiyar Hafız Allah'tan istemekte”(Hafız) Santurun nağmeleri arasında gece büyük hafızın şiirleriyle son buluyor, bizler bir Şeb-i Yelda gecesi olmasa da o anlamda bir geleneğin bütün güzelliklerine tanık oluyoruz. Evet, dostlar bu kültürden bir anımı, sizlerle paylaşmak istedim… Şeb-i Yelda gerçekten önemli bir gelenek yaşatıcılığıdır. Giderek yok edilmek istenen, zamanın şartlarıyla devamlı surette yara alan “aile” müessesesi, geleneğin korunmasının ve aktarılmasının sağlanması bakımından kültür emperyalizmine karşı durabilmemizin en büyük dayanağıdır. İnsanlar Şeb-i Yelda gecesini sevdikleriyle, akrabalarıyla, dostlarıyla ruha hitap eden vakit geçirerek şiir okur, hikâye, efsane anlatır, sohbet eder, oyun oynar ve birlikte şarkılar okuyarak geçirir. En uzun ve zorlu bir gece, aşığın çilesi yarın siyah uzun saçları gibi uzayıp gitse de karanlık bitecek, güneş daha bir güçlü doğacak... Tıpkı Bağdatlı Fuzuli’nin dediği gibi ‘Şeb-i yelda’da uzar fecre kadar kıssa-i aşk Ta ki Mecnun bitirir nutkunu Leyla söyler.‘ 51
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz. (Yunus Emre)
TOPLUMU “SÖZ” AYAKTA TUTAR.. “Ya hayır söyle ya da sus” emri imanın tezahürü olarak topluma yansımıştır. Recep GARİP
nsanlar sözleriyle yaşar. Sözü olanlar yaşar. Söz yaşatır insanı öldürür de bir söz. Böylesine önemli ve kutlu bir vergiyle söz söylüyoruz. Sözler veriyoruz sağa sola. Yapıp yapamayacağımızın hesabını, kitabını yapmadan verdiğimiz sözlerle ailemizin, insanların, dostların, çevremizin ya da muhataplarımızın umutlarını kırıyoruz. Demek oluyor ki söz, kırk defa düşünüp bir kez söylenilmesi gereken bir husustur. Sözlerimizle eylemlerimizin birbirini desteklemesi icap eder. Söz sahibinin durumu neyse sözün durumu da odur. Cemiyeti birbirine bağlayan, bireyleri birbirine yaklaştıran en önemli unsurlardan biridir söz. Sözün sahibi olmak sözle yaşamaktır. Sözün etkisi, sahibin durumuyla eşdeğerdir. Kelimeler ağızdan bir kez çıkıverdiğinde pişmanlık fayda etmez. Bu nedenle ağızdan çıkacak sözü dikkatle sarf etmek akıl sahiplerine özgüdür. Cemiyetin tertibinde, memleketin huzurunda söz sahiplerinin etkisi büyüktür. İlim sahiplerinin, sanat ve edebiyat mensuplarının, şairlerin, irfan ehlinin, aile büyüklerinin, bireylerin doğru sözlü olmaları, verdikleri sözleri yerine getirmeleri, çocuklarımızın, ülkemizin ve milletimizin geleceği olan gençlerimiz için çok önemlidir. Büyüklerden, temsilcilerden, öğretmenlerden, yöneticilerden, büyüklerinden gördükleri, dinledikleri her kelamın-sözün etkisi kitabi bilgilerden daha önemlidir. Toplumlar, cemiyetler, milletler değerleriyle yaşar. Değerleri oluşturan en önemli unsur din ve dildir. Dile olan hassasiyet aynıyla dine olan hassasiyet olarak görülmelidir. Yaşadığımız her olayın, hadisenin arka planına bakıldığında bu iki unsurun ihmalleri görülecektir. İhmal ederseniz ihmal edilirsiniz. Rahmetli babam öyle söylerdi; “Oğlum kırk defa düşün, bir defa söyle”. Bu sözün üzerimdeki etkisinin çok değerli olduğunu ifade etmeliyim. Bir tek sözle hayatı anlamlı hale getirebiliyorsunuz. Bir tek sözle hayatı zehre çevirebiliyorsunuz. Demek oluyor ki “sözde sihir vardır”, etkileyicidir. Söz sahipleri zaman zaman değişik
sayı//54// ocak 52
şartlarda farklı karakterlerle çıkmış olsa da bu toplun bir değeri olarak doğru, güzel, bedii ifadelerle halka seslenmesi icap eder. Her hangi bir konuda bireylere, topluma, çevresine söz söyleyen insanın erdemli, vasıflı, sözünün eri, doğrudan şaşmayan, eğriye kaçmayan sözler söylemelidir. Örnek olabilecek davranışlarla bunu pekiştirmelidir. Toplumun genel kabullerine saygı göstermekle kalmayıp, onlarla birlikte aynı kabuller içinde yer almalıdır. Yapacağı hizmetlerin en makbulü yaşadıklarıyla sözlerinin çelişmemesidir. Yaptığını hizmetler sizin aynanız mesabesindedir. Siz toplumun aynası, toplumda sizin aynanız durumundadır. Ona göre davranmalı, yaşamalı ve hizmet etmelisiniz. Kritik süreçler yaşayan ülkemizde, en çok değerlerimize sahip çıkanlar ve yaşayanlarla birlikte olunabilir ancak. Devlet yönetimine talip olanların, doğru sözlü olmaları şarttır. Güvenilir olmaları vaz geçilmezdir. Adaletin, hak ve hukukun uygulanmasında, insan özgürlüklerinde herkese eşit davranacak vasıflarda bulunmalıdır. Toplumun değerleriyle bütünleşmiş bir kişiliğe sahip olmalıdır. Kültürel mirasımızda hassasiyet göstermekle kalmayıp, onun geliştirilmesinde, bireylerin düşüncelerinin artırılmasında zeminler, tesisler oluşturmalıdır. Meslek sahiplerinin kendi emekleriyle rızıklarını kazanmalarına imkânlar sağlanmalıdır. Toplumun ahlakı kuşkusuz İslam ahlakıdır. İslam ahlakına mugayir hallerden, durumlardan, toplun gönlünü, ruhunu ve aklını incitecek durumlardan kaçınmalıdır. Tarihe, coğrafyaya, ,çevreye, doğaya hassas olmalı en fazla hizmetin geleceği alanlar olarak görülmelidir. Gençliğin sanata, edebiyata, şiire, tiyatroya, belgesel ve sinemaya yatkınlıkları özendirilmeli onlara imkânlar verilmelidir.
Topluma verilen sözler takip edilmeli ve mutlaka yerine getirilmelidir. Yapamayacağınız hiçbir sözü vermemelisiniz. Verdiğiniz sözün kölesi olduğunuzu unutmamalısınız. Sözünüz özünüz, özünüz de sözünüz olmalıdır. Bir sözle ihya edebilir, bir sözle ömrü tamamlayabilirsiniz. İnsan doğru sözlü olmalıdır ki sözüyle, eylemleri bir olsun. Bir insanın eylemleri nasılsa, sözü de öyledir. Kelimelerden oluşan söz, bizlere emanettir. Emanete sahip çıkmak, sözünde durmak insanlık ödevidir. İnsan sözüyle erdemli olmanın yolunu açar. “Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir” atasözümüz unutulmamalıdır. Reşat Nuri Güntekin şöyle ifade ediyor; “Adam hiç fena adam değildi. Söz ve hareketleri gayet derli toplu idi.” O sözünün eridir, adam gibi adamdır o, söz verince sözünden asla vaz geçmez. “Söz bir Allah bir, seni ele vermem” Yakup Kadri Karaosmanoğlu böyle ifade etse de Anadolu insanı genellikle bu sözü bilir ve böyle sözleşir. Allah, Kuran hakkı için doğru söylüyorum derler. Bunlar da bize gösteriyor ki bu topraklarda yaşayan insanlar Allah’ın birliğine, Kuran’ın Allah kelamı olduğuna inandıkları gibi sözlerinin de kıymetli olduğunu, sözde durmanın adamlık meselesi, Müslümanlık meselesi olduğunu kabul etmişlerdir. “Ya hayır söyle ya da sus” emri imanın tezahürü olarak topluma yansımıştır. Dolayısıyla toplum öncülerinin (aile reislerinden devlet başkanına kadar) ödevi budur. Dosdoğru olmaktır. Söz söylendiğinde sözün amel olduğu bilinmelidir. Ömer Seyfettin diyor ki; “Söz gümüşse, sükût altındır diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyorum.” 53
YAHYA KEMAL VE
İSTANBUL
Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*
ehirler, ya tarihî eserleriyle, ya eşsiz coğrafi güzellikleriyle, ya önemli şahsiyetleriyle bilinir ve tanınırlar. İstanbul, burada belirttiğimiz ve daha sayamadığımız nice özellikleriyle kendinden söz ettiren, dünyanın müstesna şehirlerinden biridir. Bizatihi kendi varlığı ve sayılamayacak kadar çok tarihî eserleri; dünyada emsalsiz Boğaz’ı ve Haliç’i; tarihe mal olmuş imparatorları, sultanları, şairleriyle bilinen İstanbul, bu şairler içinde de en fazla Yahya Kemal’iyle meşhurdur. İstanbul’u telaffuz ettiğimizde ister istemez hafızamızdan geçen birçok terim ve isimden en önde geleni Yahya Kemal’dir. Yahya Kemal dediğimizde de akla gelen üç şehirden en önemlisi İstanbul’dur. Niçin tek şehir değil de üç şehir dedik? Çünkü Yahya Kemal Üsküp’te doğdu; çocukluğu ve ilk gençlik çağları bu şehirde geçti. Anne sevgisini burada tattı; ilk dinî ve millî duygularını burada annesinden ve çevresinden öğrendi ve annesini kaybetmenin acısını hiç unutmamacasına bu şehirde yaşadı. Sonra liseyi okumak için İstanbul’a geldi, ama Fransa’dan gelen bir uzak akrabasının telkinlerine dayanamayıp, “Memleketi (İstanbul’u) zindan, Avrupa’yı (Paris’i) nurlu bir alem gibi” (Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1986, s. 74.) görmeye başlayıp kaçak yolcu olarak bindiği bir gemiyle 1903 yılının Temmuz ayında, kendi ifadesiyle, Fransa’ya firar etti. Maceralı bir yolculuk sonrası, önce Marsilya’ya ulaştı, oradan da Fransa’nın başkenti Paris’e geçti. Gençliğinin en güzel günlerini bu şehirde geçirdi. Gün oldu Jön Türklerin arasına girdi; gün oldu inancından uzaklaşıp sosyalistlerle beraber enternasyonali söyledi; gün oldu gittiği okullarda hocalarının uyarılarıyla Türk tarihini öğrenmenin zevkine ulaştı ve nihayet Paris’te şiirin büyülü dünyasına girdi. Daha 19 yaşında ve tek kelime Fransızca bilmeksizin Fransa’ya gitme cesareti gösteren Yahya Kemal, tam dokuz yıl kaldığı Paris’ten 1912 yılında Fransızcayı öğrenmiş, Türk tarihi ve şiiri hakkında pek çok bilgiyle donanmış ve memleket aşkıyla tutuşmuş bir vaziyette İstanbul’a döndü.
*TC.Atatürk Üniversitesi
sayı//54// ocak 54
İşte Yahya Kemal’in hayatına yön veren üç şehre ilişkin macerasının çok kısa özeti bundan ibarettir. Her üç şehirle ilgili şiirleri de bulunan Yahya Kemal, doğduğu yer olan
Üsküp’ü, ‘Kaybolan Şehir’ başlıklı şiirinde Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti olan Bursa’ya benzetmektedir. Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Hân diyârıdır. Evlâd-ı Fâtihân’a onun yadigârıdır Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o. Üsküp ki Şârdağı’nda devamıydı Bursa’nın. Bir lâle bahçesiydi dökülmüş, temiz kanın. (Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, s. 77.) Paris, onun için bir rüya şehirdi. Yanlış bilgilendirmeler sonucu İstanbul’da hürriyetinden yoksun olduğunu zannederek oraya hür yaşamak için gitmişti. Bunu da ‘Eski Paris’ isimli şiirinde Eski Paris’te bir ömür geçti İdeal rüzgâriyle hür geçti.” (Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, s. 161) dizeleriyle anlatırken ‘Büyü Şehir’ isimli şiirinde de Paris’i Paris’te genç iken koyu Baudelaireperest idim. Balkon’la, Yolculuk’la, Güzellik’le mest idim. Sinmişti şi’ri rûhuma ulvî kader gibi; Absent’e damla damla sızan bir şeker gibi. Hulyâsının yarattığı iklîm o başka yer! Gür defnelerle çevrili, afyonlu bahçeler... Her zevki bir haram olan efsunlu cennetin Koynunda vardı lezzeti bin türlü nîmetin. Bir gün vedâ edip o diyârın hayâtına, Döndüm bütün bütün vatanın kâinâtına. Lâkin o bahçelerde geçen devre’den beri Kalbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri. (Kendi Gök Kubbemiz, s. 163-164.) mısralarıyla anlatmakta ve içinde hâlâ bir Paris özlemi bulunduğundan bahsetmektedir. Bu şiirde de ifade ettiği gibi Paris’in büyülü atmosferinin etkisinde olarak döndüğünde belki İstanbul’da kalmak için gelmemişti; hatta ilk geldiğinde gördüğü İstanbul, onun gözünde Paris’in yanında bir köy gibi gözükmüştü. Ama okudukları ile gezip görerek tanıdığı İstanbul’u bir araya getirince burayı her gün biraz daha sevmiş, gördükçe ve tanıdıkça Paris’e olan iptilası, İstanbul’a doğru evrilmeye başlamış ve giderek bir İstanbul müptelâsı olmuştur. İlerleyen zamanda İstanbul’a her bakışında, ona olan sevdası daha bir artmıştır. ‘Bir Tepeden’ başlığını taşıyan şiirinin ilk kıtası olan mısralarında, İstanbul’u bir tepeden seyreden bir güzele ve onun güzel sesine benzetmektedir: Rü’ya gibi bir akşamı seyretmeye geldin Çok benzediğin memleketin her tepesinde
Baktım: Konuşurken daha bir kerre güzeldin İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde. İkinci kıtada ise Irkın seni iklimine benzer yaratırken Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış Tarîhini aksettirebilsin diye çehren Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış. (Kendi Gök Kubbemiz, s. 20.) mısralarıyla İstanbul’un çehresinin, burayı fetheden milletimizin verdiği emeklerle bu güzelliğe ulaştığını anlatmaktadır ‘Bir Başka Tepeden’ isimli şiirinde ise İstanbul’a olan sevdasını şöyle dile getirmektedir: Sana dün bir tepeden bakdım azîz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Nice revnaklı şehirler görülür dünyâda Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yâda Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan. (Kendi Gök Kubbemiz, s. 21.) İstanbul’u gezdikçe ve tanıdıkça buranın hem coğrafya, hem de tarih bakımından derinliğini daha iyi anlayan Yahya Kemal, dünyada pek çok şehir gezmesine rağmen, burada hissettiklerini hiçbir yerde duymadığını belirtmektedir. İstanbul’un bir tek semtini bile sevmenin bir ömre bedel olduğunu söyleyen şairimiz, gördüğü hiçbir şehirde insanı büyüleyen ve kendinden geçiren maddi ve manevi güzelliklere rastlamadığını itiraf etmektedir. Sadece yaşayanların değil, İstanbul’da ölüp burada defnedilenlerin bile çok şanslı olduklarını ve onların ölümle değil, uzun bir rüya ile tasvir edilmesinin daha uygun olduğuna vurgu yapmaktadır. İstanbul’un, Bizans’tan alındıktan sonra onların yıkıntıları üzerine kurularak yeni bir veçheye büründüğünü ve böylece bir sentezin ortaya çıktığını da şu mısralarında ifade etmektedir: Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten. Türk’ün âsûde mîzâciyle Bizans’ın kederi Karışıp mağfiret iklîmi edinmiş bu yeri. (Kendi Gök Kubbemiz, s. 49.) O, bu mısralarıyla, yüzlerce yıldır Doğu Roma İmparatorluğu’nun elinde bulunan ve haçlı seferleri sırasında bizzat dindaşları Katolikler tarafından yağmalanan, yakılıp yıkılan Konstantiniyye’ye atıfta bulunmaktadır. Elli üç 55
günlük kuşatmadan sonra Bizans’tan alınan ve Türklüğe başkent yapılan İstanbul’un, eski Bizans’tan devralınan enkaz üzerine yeniden kurulduğunu ve Katolikler tarafından harabeye çevrilen Konstantiniyye’den kalan yıkıntılar üzerinde ecdadımız tarafından yeniden inşa edildiğini vurgulamaktadır. Böylece virane halindeki İstanbul’un, Türk mimarlar ve ustalarca yapılan camilerle, türbelerle, medreselerle, kabir taşlarıyla süslenip Türkleştirildiğini ve Türklüğü en yüksek derecede temsil kabiliyetine ulaştırıldığını ifade etmektedir. O, bu düşüncelerini bir konferansında şöyle dile getirmektedir: “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür. İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski semtlerinden birini, mesela Koca Mustâpaşa semtini yahut Eyüb’ü yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz milli hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki ‘Bu halk bu iklimde ezelden beri sakindir ve bu iklime, bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.’ Evet, gerçek ve hassas bir sanatkâr bu hükmü verir. Vatan toprağı bizde de ecnebi memleketlerinde de her hissedene bu vehmi veren topraktır. Türklük, beş yüz seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bütün beşeriyyetin hayaline böyle nakşetti. Mimarisini bu şehrin her tepesine, her sahiline, her köşesine kurarken gûyâ ‘Artık bu diyar, dünya durdukça Türk kalacaktır!’ dediği hissedilir.” (Yahya Kemal, Aziz İstanbul, MEB. Yayınları, 1995, s. 5.) Yahya Kemal’in, Paris dönüşünde İstanbul’da kalmaya karar verişi, İstanbul’u semt semt, sokak sokak gezmesi ve bu gezişlerde İstanbul’u anlamanın huzuruna ermiştir. Sözgelimi Topkapı Sarayı’nı gezerken öğrendikleri, onun İstanbul’a bağlanışındaki önemli etkenlerden biridir: O, Topkapı Sarayı’nın bünyesinde yer alan ve tam anlamıyla bir Türk sanatını aksettiren Revan Köşkü’nü gezerken derinden gelen bir Kur’an sesi işitmiştir. Bu ses, onun İslâm mimarisinin temel esprisini kavramasına sebep olmuştur. Çünkü İslâm mimarisinin içine bir ruh gibi muhakkak rahle başında bir Kur’an sesi lâzım geldiğini anlamıştır. O ses olmadığı zaman bu mimari kuru bir şekilde görünmektedir. Topkapı Sarayı, maddi bir yapı olmasına rağmen Yahya Kemal orada bir manevilik sezmiştir. Bunun kaynağının Kur’an olduğunu ancak sesi sayı//54// ocak 56
duyduktan sonra keşfetmiş ve diğer mimari yapılarda da hissettiği maneviliği bu sayede çözmüştür. Bu sesi Topkapı Sarayı’na sirayet ettiren nedir? Bu sarayın, kuru bir taş yığını olmaktan çıkıp estetik bir anlam katan musikili Kur’an sesiyle ne ilgisi vardır? Yahya Kemal bunu, sarayın sorumlu yetkilisi ve rehberi Lütfü Bey isimli bir zatın anlattıkları ile tam manasıyla anlamıştır. Kur’an sesinin nereden geldiğini sormuş ve Hırka-i Saadet Dairesi’nden geldiğini öğrenmiştir. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaşmış ve yemşeşil rûhânî bir dâirede, pencereye arkasını çevirmiş bir hâfızın, öteki âleme dalmış bir rûhun istirâhatiyle okuduğunu görmüştür. Diğer bir hâfız da gözlerini yummuş bir köşede tesbihini çekerek beklemektedir. Rehberi Lütfü Bey’e, Hırka-i Saadet’te ne zamanlar bu hatimin indirildiğini sormuş, Lütfü Bey gülümseyerek kulağına eğilip, her gün, her saat, tam dört yüz seneden beri geceli gündüzlü, aralıksız okunduğunu söylemiştir. Hayretten gözleri açılmış vaziyette rehberini dinleyen Yahya Kemal, öğrenmiştir ki Yavuz Sultan Selim, Kutsal Emanetleri Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş, onları Saray’da yüksek bir yere yerleştirmiş, emanetler için asıl konulacakları makam harıl harıl hazırlanırken o, önce geceli gündüzlü Kur’an okunması için, sonuncusu kendisi olmak üzere kırk hafız görevlendirmiş ve o gece Kutsal Emanetlerin karşısında sabaha kadar ayakta beklemiştir. İşte o zamandan bu yana Hırka-i Saadet Dairesi’nde tam dört yüz yıldır Kur’an okunduğunu öğrenen Yahya Kemal, “bu gece, bu saat ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an okunuyor! Siz bu saat benim satırlarımı okurken Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an okunuyor!...” diyerek hayretini gizleyememiş ve Topkapı Sarayı’ndaki insanı rahatlatan manevî sırrın ne olduğunu anlamıştır. (H. Ömer Özden, Bir inanç ve Kültür Terkipçisi Yahya Kemal, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2011, s. 200-201.) İstanbul’u sokak sokak gezerek tanıyan ve anlayan Yahya Kemal, şiirlerinde onun semtlerine tarifi imkânsız methiyeler dizerek her semti adeta kelimelerle resmetmektedir. İşte birkaç örnek: Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak Bir zaman kendini karşındaki rü’yaya bırak! Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan; Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan…
(Kendi Gök Kubbemiz, s. 30.) Kandilli’de, eski bahçelerde, Akşam kapanınca perde perde, Bir hâtıra zevki var kederde… (Kendi Gök Kubbemiz, s. 55.) Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları. Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa… Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa… (Kendi Gök Kubbemiz, s. 59.) Dün Fenerbahçe’de gördüm, Zümrüt içindeydi bahar… Bir mücevherde yalan bir cennet Görünür; Çağlayanlar dökülür yüksekten, Çeşmelerden su akar rengârenk Göğe ser çekmiş ağaçlar yücelir. Bu mücevherde fakat Vatanın en gerçek En sevilmiş ve gezilmiş yeri var; Üç taraftan denizin sardığı yer. Bu büyük zümrütte Varsa her aşkın hâtırası, Varsa her sevgili, her sevdalı, Varsa engin geceler, gündüzler, Bu derin zümrütte Biz de cânanla beraber varız. (Kendi Gök Kubbemiz, s. 61-62.) İstanbul’u bu derece iyi bilen ve seven Yahya Kemal için artık dünyanın hiçbir memleketinin fazla bir değeri kalmamıştır. Elçi olarak bulunduğu ülkelerde, ara sıra yine gitmekten kendini alamadığı Paris’te, hatta çocukluk anılarının bulunduğu Balkanlar’da bile İstanbul’dayken aldığı huzuru ve mutluluğu bulamamaktadır. Cumhuriyetimiz kurulduktan sonra milletvekili olarak bulunmak mecburiyetinde olduğu Ankara bile ona dar gelmektedir. Bu bakımdan sık sık İstanbul’a gitme arzusu duymuş ve her fırsatta da gitmiştir. Bir gün kendisine “Ankara’nın en çok nesini seviyorsunuz?” diyen bir dostuna “İstanbul’a dönüşünü!” diye cevap vermesi, onun İstanbul’a olan tükenmez sevdasını en güzel anlatan bir nükte olarak karşımıza çıkmaktadır. O, gittiği her yerden bir an önce İstanbul’a dönmeyi hayal eden Yahya Kemal, öldükten sonra bile tekrar hayata dönmeyi hayal ettiğinde bile tekrar İstanbul’da yeni hayata başlamayı arzu ettiğini ‘Bedri’ye Mısralar’ şiirinde şöyle dile getirmektedir.
Gelmek’çün ikinci bir hayata, Bir gün dönüş olsa âhiretten: Her rûh açılıp da kâinâta, Keyfince semâda bulsa mesken; Tâlih bana dönse, nazikâne; Bir yıldızı verse mâlikâne; Bigâne kalır o iltifâta, İstanbul’a dönmek isterim ben. (Kendi Gök Kubbemiz, s. 65.) Üsküp’te doğan Yahya Kemal, 1 Kasım 1958 tarihinde çok sevdiği ve adeta gönül verdiği İstanbul’da vefat etmiş ve yine burada defnedilmiştir. Allah mekânını cennet eylesin. Kendisini cenaze merasiminde yalnız bırakmayan sevenleri, onun adına “Yahya Kemal’i Sevenler Cemiyeti” adıyla bir dernek kurmuş ve her ölüm yıldönümünde onu İstanbul’da anmışlardır. Bu yıl Yahya Kemal’in vefatının 60. yıldönümü olması vesilesiyle anma toplantılarından ilkini, Türkiye Yazarlar Birliği (TYB), 2018 yılının yaz başlarında doğduğu şehir Üsküp’te ve ikincisini de Kasım ayında İstanbul’da düzenledi. Üsküp’te küçük bir panelle andığımız Yahya Kemal’i bu kez İstanbul’da 8-9 Kasım günlerinde 35 bilim ve sanat adamının katılımıyla uluslararası bir bilgi şöleniyle hatırladık. Bahçelievler Belediyesi ile TYB Genel Merkezi’ ve İst.Şubesinin katkılarıyla gerçekleştirilen bu bilgi şöleninde Yahya Kemal çeşitli yönleriyle anlatıldı. Lise öğrencilerinin büyük ilgi gösterdiği sempozyum, gençlere Yahya Kemal’in tanıtılması bakımından fevkalade önemliydi. Yeni yetişen gençlerimiz, TV, internet ve telefon gibi iletişim vasıtalarıyla sür’atle kendi kültür değerlerimizden uzaklaşıp yabancılaşma eğilimine giriyorlar. Onları bu yabancılaşmadan kurtarıp milli ve manevi değerlerimizle yeniden tanıştırmamız, ülkemizin geleceğini muhafaza etmek bakımından fevkalade önemlidir. STK’ların, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ile ortak kültür projeleri yaparak ülkemizin manevi temellerini oluşturan şair, yazar, mütefekkir, filozof, mutasavvıf, sanatkâr, bilim adamı, devlet adamı gibi şahsiyetlerimizi tanıtmalarının ve bu konularla ilgili kitapları okumaya yöneltmelerinin önemli olduğu tartışılmaz bir realitedir. Bu tarz programların, özellikle ilköğretimden itibaren lise ve üniversiteler de dâhil olmak üzere her dönem birkaç kez tekrarlanmasını tavsiye ediyorum. 57
928 İstanbul doğumlu Ünlü Fotoğrafçımız Ara Güler 17 Ekim 2018 günü hayatını doğduğu belde olan İstanbul’da kaybetti. Öldüğünde 90 Yaşında olmasına rağmen kendisini foto muhabiri olarak ifade etmekten ve fotoğraf çekmekten hiç vaz geçmedi.
BU DÜNYA’DAN BİR ARA GÜLER GEÇTİ Ara Güler yurt dışında kendisine her kapı açıkken hep Türkiyeli kalmış Milli bir kişiliği vardı, Aklında olanı çekinmeden diline yansıtan bir kişiydi Kâzım ZAİM*
Dünya çapında bir fotoğraf üstadı olmasına rağmen Ara Güler hiçbir zaman sanatçı tafrası ismini benimsemedi.Ona göre kendi yaşadığı çağdaki insanları, şehirleri ,mekânları ve doğayı görsel yönden resmeden geleceğe görüntü bırakan bir tarihçi idi. Öncesinde Sinema ve tiyatro sektöründe çalışan Ara Güler,1950 li yıllarda Yeni İstanbul Gazetesinde başladığı foto muhabirliği mesleğini benimsemiş daha sonra fotoğraf tarafı ağırlıklı olan Hayat Mecmuasında çalışmış pek çok röportaja imza atmıştır. Ara Güler her ne kadar iç ve dış basın sektöründe muhabir olarak çalışmış olsa da bana göre Ara Güler’in babadan kalma İstanbul Galatasaray Tospağa sokağındaki apartımanın çatı katında ofisi ve atölyesi ile bağımsız bir foto muhabiri, fotoğrafçı olarak çalıştığını söyleyebiliriz. Bu bağımsız foto muhabiri tarafı Ara Güler’e başta İstanbul’u fotoğraflamak için geniş bir zaman sunmuş ve pek çok İstanbul fotoğrafı çekmesine vesile olmuştur. Ara Güler bu serbest zamanlarındaki fotoğraf çalışmalarını bir söyleşisinde amatör fotoğrafçı tarafım olarak nitelemiştir. Ara Güler en güzel İstanbul fotoğraflarını işte bu amatör ruhu ile 1950 ler sonrasında çekmiş o devrin İstanbul yaşantısını bu günlere fotoğraf olarak taşımıştır. Bu fotoğraflarda çeşitli semtlerin sokakları ahşap evleri mezarlıkları, satıcıları,haliç kıyısındaki yaşantıları, kayıklar, tekneler, balıkçılar,sokaklarda torbalarla eskicilik yapan insanlar,devrin taşıma aracı at arabaları yer alır.
*Fotoğraf sanatçısı, Şehir ve Kültür Dergisi Ege Temsilcisi.
Ara Güler’in eski İstanbul semtlerindeki harap ahşap evler,camiler,yollar, insanların yamalı elbiseleri dikkat çeker. O devirlerde İstanbul’ un fakirliğinin sebebi olan Osmanlı’nın savaş yorgunluklarını yaşadığını düşünebiliriz. Ara Güler yaşadığı dönemde ülkemizin ve
sayı//54// ocak 58
dünya çapındaki edebiyatçıların ,sanatçıların, devlet büyüklerinin fotoğraflarını çekerek günümüze fotoğraf olarak taşımıştır. Ama onun en tanınmış fotoğrafı Edirne’de eski cami önünde çektiği Allah ve çarşaflı iki kadın fotoğrafıdır. Bu fotoğraflar Ara Güler’in alameti farikası olmuş, Türkiye de bazı kesimlerde çoktan unutulmuş Arapça harfli Allah hat yazısını ezberletmiştir.Bu fotoğrafın hat sanatımızın yeniden canlanmasında ne derece rol aldığını bilemiyorum. Ara Güler e ziyarete gittiğimde yurt dışından gelen telefonlara, arayan kişiye göre İngilizce,Fransızca konuştuğuna şahit oldum. Bu iki lisandan başka Ermenice ve Türkçe yi de sayarsak Ara Güler’in dört lisan bildiğini söyleyebiliriz. Gençliğinde Tiyatro işinde de çalışan Ara Güler kendi konuşma tarzı ile hoş sohbeti zevkle dinlenen bir insandı. Ara Güler yurt dışında kendisine her kapı açıkken hep Türkiyeli kalmış Milli bir kişiliği vardı, Aklında olanı çekinmeden diline yansıtan bir kişiydi.
Eski Evler
Bir vakitler Galatasaray daki atölyemin arka penceresi tospağa sokağa bakardı, o sokaktan komşumdu Ara Güler ..canım sıkıldıkça penceresi açıkken Ara ,Ara ! diye seslenir pencereye çıkınca -he ne var! der sana geleyim mi? Derdim, - he gel derdi sohbet ederdik. Ben Kuşadasına taşınınca - ne halt yemeye gittin oraya ? diye bana çıkışmıştı. Kendisi ile pek çok anım var ama ben onu hep beş altı yıl önceki gibi hatırlayacağım.. Ara Kafe ve İstanbul onsuz nasıl çekilir bilmem artık Not : Şehir ve Kültür dergimizin bu sayısında yayınladığımız Ara Güler fotoğrafları Ara Güler Müzesinden temin edilmiş olup her hakkı müzeye airttir..
Hamallar 59
ERDEMLİ BİR ŞEHİR;
SİVRİHİSAR
Şehrin sesi ve kokusu sizi kendinden uzaklaştırdığı gibi, kendine çekebilir. Sivrihisar,kendine has sesi ve kokusu olan bir şehir olarak hatıralarımda yer ediyor…
Mehmet MAZAK*
arihi dokusu olan yerleşim yerleri hakkında bilgi dağarcığımı arttıracak yazılar okumak ve bu mekânları görmek-incelemek bende önünü alamayacağım bir arzu oluşturmaktadır. Ruhumu kendine çeken şehirleri gidip görmeden incelemeden önce o şehir ile ilgili okumalar yapıyorum. Daha sonra şehre, sokaklarına, mekânlarına, konaklarına ve insanlarına dokunmak yüreğimde hissetmek üzere yazı kaleme alacağım şehri geziyor, inceliyor ve teneffüs ediyorum. Üstat Necip Fazıl’ın “Söndürün lamları, uzaklara gideyim; Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim” diyor ya, bende ruhumu hapis edecek, medeniyet esintileri ile serinleyeceğim şehirlere uzak şehirlere yolculuk yapmayı seviyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar “Ruhumuzun en sanatkâr tarafı muhakkak ki sizin hülyanızla beslenen taraftır” der, benim gönül dünyamdaki şehir ve estetik arayışımda suhulet, uhuvvet, maneviyat, medeniyet vardır. Bütün gezi ve incelemelerimde erdemli bir şehir arayışım vardır. Erdemli şehir ise dünya ve ahiret saadetinin birlikte amaçlandığı şehirlerdir benim için. İşte bu yazımda sizlere erdemli bir şehir olarak gördüğüm Sivrihisar’ı anlatacağım. Sivrihisar’ı ilk gördüğümde bende şöyle bir duygu uyandırdı: “Eski İstanbul’da veciz bir doku görülür; bütün fanilerin evleri ahşap, Allah’ın evleri ise taştandır” sözünün bu şehirdeki karşılığı şudur: “Sivrihisar’da bütün fanilerin evleri gibi Allah’ın evleri de ahşaptır” Sivrihisar’da Allah’ın evleri Camilerimiz dikey (gökyüzüne yükselen) mimari değil yatay mimariye sahiptir ve ahşabın bütün sıcaklığı ve samimiyeti vardır.
*TC:Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//54// ocak 60
Sesini kaybeden, ruhunu kaybeden şehirler vardır günümüzde. Sivrihisar sesini ve ruhunu henüz kaybetmemiş bir Anadolu şehridir. Zamanın kokusu vardır Sivrihisar’da. Yunus Emre’yi dere kenarından odun toplayıp gelirken görebilir, Nasrettin Hoca’yı bütün nüktedanlığı ile halkın arasında gezerken bulabilirsin. İstanbul’un ilk Şehremini Kadısı Hızır Çelebi’yi medrese bahçelerinde arkadaşları ile oyun oynarken temaşa edebilirsin. Gönül Sultanı Aziz Mahmut Hüdai hazretlerini Ulu Camiden çıkarken veya daracık ahşap evlerin olduğu sokaklarda kuytu bir gölgede dinlenirken bulabilirsin bu şehirde. Vel hâsıl zamanın
bütün kokularını hissedebileceğin bir şehirdir Sivrihisar. Sivrihisar geçmişi ve kuruluşu çok eskilere dayanan bir yerleşim yeridir. İlk kurulduğu günden itibaren değişik isimler almış bir yerleşim yeridir. Sivrihisar'a Hititler zamanında Sallpa denilmiştir. Daha sonraları Roma döneminde Spalya , klasik devirde de Abrustula adıyla tarihe geçmiştir. Bir dönem Amuriye olmuştur ismi. Bizanslıların ilk devrilerinde Justinianopolis adı verilmiştir bu şehre. VI.yy.'da Bizans İmparatoru Sivrihisar' a kendi adı olan Jüstinyen'i vermiştir. 1073'de Selçukluların eline geçen Sivrihisar dağlarının renginin siyah olması ve dağlarında bir Hisar'ın olması nedeniyle Karahisar adını almıştır. Daha sonra Seferlerin Sivrihisar'da düzenlenmesi nedeniyle kara sözcüğü kalkarak yerini Sefer-i Hisar-a bırakmış ve Seferihisar olarak anılmıştır. Daha sonra çevresindeki dağ tepelerin sivri oluşu nedeniyle Sivrihisar adını almıştır. Selçukluların 1073'de Ankara'yı almalarından sonra 1073 yılı sonu 1074 yılı başı arasında Sivrihisar feth edilmiştir. Önemli stratejik bir mevkie sahip olması ve savunulma yönünden kolay olması nedeniyle Selçuklular tarafından iskân edilerek uç beyliğinin merkezi olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Sivrihisar önemli bir kent yerleşim merkezlerinden biri olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılması ile birlikte Sivrihisar 1289 yılında Osmanlı Beyliği idaresi altına girmiştir. Bir müddet sonra Osman Bey Sivrihisar'la birlikte bütün Eskişehir ve havalisinin idaresini kardeşi Gündüz Bey'e vermiştir. Osmanlılar zamanında da
Sivrihisar adı kullanılmış ve şehir önemini hep korumuştur. Günümüzde Sivrihisar; Eskişehir iline bağlı bir ilçedir. Doğusunu Ankara, Güneyini Konya ve Afyon il sınırları, Batısını Çifteler, Mahmudiye ve kuzeyini ise Mihallıçcık ilçeleri sınırlar. Adı genellikle Nasreddin Hoca ile özdeşleşen Sivrihisar; taştan sokakları, eski evleri, geleneksel kıyafetli insanı ve yöresel yemekleriyle ilgi çekici yer olarak karşımızda durur. Frig Kralı 'Eşek Kulaklı Midas''tan Bereket Tanrıçası Kibele'ye kadar birçok efsanenin yurdu olduğuna inanılan Sivrihisar'ın kökeni, ilk Türk uygarlığı olan Etilere kadar dayanıyor. Cemal Süreyya Yunus Emre için “Yunus ki süt dişleriyle Türkçenin, Ne güzel biçmişti gök ekinini” der. Yunus Emre ve kullandığı dil Türkçe’nin süt dişleri olarak tarif edilir. Sivrihisar’ı gidip, görüp, gezip, inceleyince hakikaten Anadolu’da Türk şehircilik örneklerinden biri, tıpkı ilk süt dişi örneğindeki gibi gördüm. 61
Silvihisar’ı gidip görmeden önce tipik bir Osmanlı kasabası veya şehri ile karşılaşacağımı düşünüyordum. Fakat Sivrihisar Osmanlı şehrinden öte bir Selçuklu şehri olarak karşıma çıktı. Bendeki şehir çağrışımında, medeniyet algımda Selçuklu ağır bastı Sivrihisar’da. Mustafa Tatçı, Yûnus Emre için; “ Türkçe’nin manâ âlemine açılan bir kapısı ve tercümanlığını yapan bir Cibril’i olmuştur. Yunus Emre, Türkçe’yi vahiy dili haline getiren ariftir” der. Sivrihisar’da erdemli şehircilik anlayışımızın temellerinin atıldığı, fidelerinin dikildiği bir yerdir. Erdemli bir şehir örneği olan Sivrihisar’a geldiğinizde sizi; Sivrihisar Kalesi, Alemşah Kümbeti, Kurşunlu Camii ( Camii Beyda ), Balaban Camii, Yenice Mahalle Camii , Aziz Mahmut Hüdayi Camii, Bayram Musalla, Elmalı Camii ( Hacı Eskici ), Saat Kulesi Surp Yerortutyun Ermeni Kilisesi, Gavur Hamamı, Seydi Mahmud Zaviyesi, Şamdanlar Evi, Babacılar Evi, Kaymazlar Evi, Yazıcıoğlu Konağı, Boyacılar Evi, Ancılar Evi ve Zaimağa Konağı karşılayacaktır. Sivrihisar’a sadece ve sadece Zaimağa Konağını görmek için bile gidilir. Şehrin meydanında manevi kucaklarını sonuna kadar açmış bekleyen Ulu Camii (Emineddin-i Mikail Camii ) bu şehrin kalbidir. Ulu Camii daha önceleri kervansaray iken Emineddin-i Mikail tarafından camiye sayı//54// ocak 62
çevrilmiştir. Anadolu'nun en büyük ahşap direkli camilerinden biridir.1985 m2'lik bir mekana sahiptir. Düz olan çatısını 67 adet ağaç sütun taşımaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir kitabında; “Yapmasını çok iyi bilen şark, muhafaza etmesini bilmez.” der. Sivrihisar erdemli bir şehir olarak, modern zamanın yok ediciliğine hala direnen, değerlerini muhafaza etmeye gayret gösteren bir yer olarak varlığını sürdürüyor. Nasrettin Hoca’nın bir fıkradaki ifadesi ile dünyanın merkezidir aynı zamanda Sivrihisar. Dünyanın merkezine yolculuk yapmak, erdemli şehir ve insan görmek için gidilmesi gereken bir yerdir bu şehir. Farabi’ye göre erdemli şehrin kökeni ve amacı mutlak saadettir. Erdemli şehir tektir. Âlim ve erdemli kişilerin bulunduğu bir yerdir. Bu şehirde toplum üyeleri birbirine yardım eder. Geçmişinde Sivrihisar’ın bu değerler mevcut, geleceğinde olması da şimdiki yöneticilere bağlı. Turgut Cansever, İslam’da Mimar ve Şehir kitabında “İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış” der. Sivrihisar çok kıymetli insanlar yetiştirmiş, övülmeyi hak eden bir şehirdir. Her şehrin bir sesi ve her şehrin kendine has bir kokusu vardır. Şehrin sesi ve kokusu sizi kendinden uzaklaştırdığı gibi, kendine çekebilir. Sivrihisar,kendine has sesi ve kokusu olan bir şehir olarak hatıralarımda yer ediyor…
Bizim Köyün Âdeti
Hepimizin başında hergün bin telâş Bizim başımız dumansız olmaz Kiminin başında sevdâ bulutu Kimi kasketli, bereli, dertli / yeldirmeli, hâreli Kimimizin çemberinde gül oya Bez bulamaz, başına sarık diye / geçmişini sarar Kör Hâfız
Bizim köyün âdeti: Başı açık ortalara çıkmayız.
Bizim dağların başından kar eksik olmaz, Çıkar yücâlarına yıldızlara bakarız, Çoban ataşları yakarız. Kudretten sürmeli garibim Çoban Hasan Gider gider padişahın kızlarına vurulur Toylar kurulur garip gönlünde Hem kırkgün, hem kırkgece Yani delice / severiz biz sevince, doymayız
Bizim köyün âdeti: Sevgiye sınır komayız.
Asya’nın ortasında bir Bilge dede Ötüken’in ormanında oturur Oturur da esen yeller efkârını getirir Dağ gibi yığılsa kemiklerimiz Nehir olsa kanımız, Tınmayız biz, Tövbe dönüp ardımıza bakmayız Bizim köyün âdeti: Doyunca acıkmayız.
Ecdâdın yâdigârı bir cennet vatan, Altından ırmaklar akan. Sularında yeşil ördek göllenir Bir bulut gelir, / dağları çiçeklenir Bulut gider, / bahçaları güllenir Fukaranın dallarında sekiz mevsim bereket Kestane, Kayısı, Ceviz,
Bizim köyün bir âdeti-demesem olmazBiz her şeyi biliriz de Şükretmeyi bilmeyiz… Kâmil UĞURLU
63
aman eşyanın üzerinde olduğu gibi insanlarda da izler bırakır. Bu izlerin, yansımaları, tesirleri, iç âlemde meydana getirdiği etkiler kiminde derin olur, kiminde daha sathî, daha öylesine, daha sıradan ve daha boş vermişlik şeklinde. Kırışıklıkların haritaya çevirdiği yüzler de vardır ki bunlar; okudukları, gördükleri, kavradıkları ve sezdikleri karşısında bir türlü kayıtsız kalmayı beceremeyip, ruhlarını görünmez bir matkapla inceden ince ve derinlemesine oyarlar.
DÖRTGÜLLÜ ÇEŞME Yıllardır suya hasret yaşayan “Dörtgüllü çeşme”, şimdilerde canlı ve neşeli bir halde akışını sürdürüyor. Eski Genel Müdürlüğünün çabaları sonucunda oluşan bu güzel manzara gerçekten övgüye değer.
İsmail BİNGÖL*
Eşyaya ve insana bakışları, algıları ve anlama seviyeleri farklıdır. Sevgileri, dostlukları, bağlılıkları sahicidir. Lügatlerinde günübirlik davranışa ve geçiciliğe yer yoktur ve bu konuda gösterdikleri gayret bütün bir hayatı kapsar. Ömürlerini geçirdikleri şehirleri, çocukluklarının, gençliklerinin maziye karıştığı mahalleleri ve sokakları, şakaklarına düşen akların şahidi olan caddeleri, buralarda yer alan ecdat yadigârı tarihi eserleri, bütün bu mekânları dolduran insan varlığını hiçbir zaman unutmaz, unutamaz, kaldırıp bir kenara atamazlar. Kavgaları, kaygıları, incinmişlikleri, sitemleri, sevinçleri, neşeleri hep buraların köşesine bucağına sinmiştir ve buralardan her geçişte, o hatıraları tekrar tekrar yaşarlar. Çünkü herkesten gizledikleri sırlarını, bembeyaz gecelerde sabahlara değin karda yürüyerek bu mekânlara anlatmışlar, onlarla paylaşmışlardır belki de bütün acılarını, dertlerini, saadetlerini… Yangınlı yüreklerini dolduran, hissiyatlarını her geçen dakikada anbean artıran ve onları aşksızlık cehenneminde çırpınanlardan ayıran inceliklerin en yakın şahitleri; ıssızlığın her yanı sardığı vakitlerde durup seyrettikleri bir eski zaman evi, bir cami, bir mescit, bir han, bir hamam, bir kervansaray ve belki de soğuk suyundan içtikleri, gece demeden gündüz demeden akan bir çeşme olabilir. Bazıları bu saydıklarımıza, anlamsız ve kayıtsız bir yüzle öylesine bakıp, geçip geçerler. Ne ruhlarında bir kıpırdama olur, ne de düşünceden ve düşünmekten ötürü yüzlerinde bir gerilme, bir kırışıklık… Oysa bazı yüzlerdeki yılların derinleştirdiği çizgilerin derin düşünceleri akla getirmesi ve göreni de bu nevi fikirlere sevk etmesi tabii bir neticedir.
* TRT Erzurum Radyosu
sayı//54// ocak 64
Kimileri, ellerinde olmadığı, istemedikleri halde
oluşan, miktarı az olan bu çizgileri bir takım metotlarla yok etmeye, yüzlerinden silmeye çalışır, kimileri ise çoğaltmaya... Aslında sonuç değişmez; her iki çehrenin sahibi de nihayetinde aynı yöne doğru gitmektedir ve bu gidiş sırasında oluşan izlerin ne kadar onarılmaya çalışılsa da durdurulamayacağı bir gerçektir. Ne var ki, mekânlar ve eşyalar böyle değildir. Onlar zamanın yıkıcılığına karşı korunabilir, dirençleri artırılabilir ve yeniden ihya edilerek daha uzun yıllar, güzelliğe yaptıkları katkıyı sürdürmeleri ve sanattaki inceliği vurgulamaları sağlanabilir. Böyle uzun bir girişten sonra gelmek istediğimiz nokta şudur: Mesela yıllardan beri kupkuru bir halde, çeşme olmanın özelliğinden yoksun bırakılan bir yapının, yeniden ihya edilerek, ona çeşme olduğunun yeni baştan hatırlatılması... Suları kurumuş, şırıldamaya hasret bırakılmış çeşmelerin önünden her geçişimde içimi bir hüzün sarar. Onlar artık sadece birer taş yığınıdırlar; önlerinde insan sesleri yoktur ve yürekleri soğutacak sudan mahrumdurlar. Yanık bağırlara su vermekten yoksun bırakılmış taş yığınına çeşme mi denir? Bir başkasının cümleleriyle; “Henüz barajların inşa edilmediği, insanların klorlanmış ve tadı kaçmış baraj suyunu, “pet ” şişelerde satılan teknoloji ürünü suları tanımadıkları devirlerde,” şehirler “sayısız çeşmenin şırıltılarıyla uyur ve yine ay ışıklarını emmiş gümüş tenli çeşmelerin şırıltılarıyla başlarmış güne. Eski zamanda hayatın içinde öylesine sıcak, öylesine dost imiş ki insanlara. Dervişlerin, oturup suyundan abdest aldıkları, yaşmaklı kadınların bakraçlarla suya geldikleri ve çocukların muslukları somururcasına su içtikleri çeşmeler. “Bir velinin kerameti gibi ” köşe başlarında, meydanlarda, cami duvarlarına sırtlarını vermiş, aniden karşımıza çıkıverirler. “Çeşmeler eşyanın arka yüzünün Fotoğrafını çekerler Olayların geçmiş zamanın Toplumun ve tarihin ” (...) Dağların diplerinden şehre haber getiren su anıtları. Alınlarında “ Sahibûl hayrat vel hasenât..” yazısıyla zamana karşı yaşama sınavı vermektedirler. Çiçekler ve süslemeleriyle suyun coşkusuna erişen neşeli çocuklar gibiydi
bu çeşmeler. Şehrin neşeli çocukları... Şimdi yol üstlerinde, meydanlarda taşıtların, kalabalıkların ortasında çoğu öksüz ve suçlu birer çocuk gibi durmaktadır çeşmeler. Şehrin hayatından dışlanmıştır onlar. Yanlarından geçersiniz, önlerine, hatta merdivenlerine oturursunuz da farketmezsiniz bile onları, dönüp bakmazsınız kitabelerine. Ha çöp tenekesi, ha çeşme! Kitabeleri çatlamış, kararmış, mermerleri aşınmış, çeşmelerin alınlarına iğrenç afişler, el ilanları yapıştırılmış, yalaklarına şişeler, kâğıtlar, meyve artıkları ve pislikler dolmuştur. Onları utandıran ve kahreden budur işte. Ne mermerlerinin kırılışı ne kitabelerinin parçalanışı... Sonunda bir çöplük olmaktır çeşmeleri yiyip bitiren... Her gece bu çeşmeler bu ihanete dayanamayıp ağlar ve ay ışıklarına dökerler içlerini, bir de dilinden anlayan şairlere. Çeşmelerin dilinden ancak şairler anlar. Üstad Sezai Karakoç’un söyleyişiyle: “ Benim yalnızlığımdan Damıtılmış çeşmeler Kurumuş unutulmuş Çeşmenin akışıyım İnsanlık içinde.” Şairin kader arkadaşıdır çeşme “Şimdi anlıyorum niçin Eski şairler onların Yapımına Tarih düşerlerdi Kendisine benzediğini Onun doğumunu kutlarlardı Böylece şiirlerle.” Çünkü şairler, çeşmelerin de kendileri gibi toplumun ortasında çağıldayıp durduğunu bilirler. “ O insanların susuzluğunu giderir Arıtır ellerini ayaklarını Şair de giderir ruh susayışını Yıkar çirkefe batmış insan ruhunu.” Şair, kader ortağı çeşmelere bakar bakar ağlar. Çeşmeler, “Ölüm ötesinde açmış menekşeler kimliğinde bir türkü söylemektedir.” artık okunmaz olmuş kitabeleri, kararmış mermerleriyle. Şair, ruhu kararmış gibi sıkılır, belki bir mezar taşına, bir kitabeye yaptığı gibi, ceketini çıkarır, siler çeşmenin kitabesini. 65
(...) Yunup yıkanır şair, yunup yıkansın ister insanlar. Şair, yani Sezai Karakoç, “ Çeşmeler ” şiirinin yazarı.” Şaire göre; zahiren “kuru” olan çeşmeler de “Eski zamanın kartvizitleri” olarak “Ölümsüz bir uygarlığın” “Ölümsüz kitabeleri”dir. Onun içindir ki; artık kullanılmayan, terk edilmiş tarihî çeşmeler birer sanat eseri olmanın ötesinde bir anlam taşırlar. Her biri bir zamandan ses veren çeşmelerin çoğu, o eski neşelerinden ve çağıltılarından uzakta, sükûtun ve sessizliğin resmini çizmekteler bugün. Matemli duruşları; ilgisizliğimizin, vefasızlığımızın, nankörlüğümüzün boyutunu göstermek bakımından büyük önem arz etmektedir. Bir zaman önce, Erzurum’un güzel çeşmelerinden biri olan Dörtgüllü (Fotoğrafta görüleceği üzere, aslında Dörtyüzlü) çeşmenin önünden geçiyorum. Bosna caddesini Çaykara caddesine bağlayacak alt geçit sebebiyle ortalık toz toprak... Yürürken kulağım lülelerinden gece gündüz durmadan dinlenmeden akan suyun sesine takıldı. Birçokları gibi ben de, suyun akışından doğan musikiye ayrı bir sevgi beslerim. Dinledikçe ferahlarım, yüreğim huzurla dolar, ruhum adeta dinginleşir; kendime gelirim. Ve gittikleri yerlerdeki su kenarlarını berbat edenlere öfke duyarım. Yıllardır suya hasret yaşayan “Dörtgüllü çeşme”, şimdilerde canlı ve neşeli bir halde akışını sürdürüyor. Eski Genel Müdürlüğünün çabaları sonucunda oluşan bu güzel manzara gerçekten övgüye değer. Çünkü sayıları giderek azalan bu ata yadigârı eserlerden elimizde pek fazla kalmadı. Kiminin suları kurudu, kiminin suları kirletildi ve bir kenara atıldı. Eski bir şehir olduğunu ispatlamamıza yarayacak mekânlarına gerektiği gibi sahip çıkılmayan bir şehirde, yeniden sularına kavuşturulan bir çeşmeden bu şekilde söz etmemiz garip karşılanmamalı. Çünkü çeşmeler de; geçmişin görkemini, narinliğini ve sanatını günümüze taşıyan diğer tarihi eserler gibi, kökü yüzyıllar ötesine uzanan şehirlerin mümeyyiz vasıflarından biridir. Dörtgüllü çeşme denmesine rağmen üzerinde gül göremezsiniz. Yukarıda bir yerde de yazdığımız gibi, “Dörtgüllü” değil, “Dörtyüzlü” diye geçiyor hakkında yazılan metinlerde... Ama biz yine de Dörtgüllü diyeceğiz. Dörtgüllü, sayı//54// ocak 66
hemen yolun karşısındaki Yazıcızâde ve onun az aşağısındaki, her nedense halktan pekte rağbet görmeyen “Çukurçeşme” bu caddeye ayrı bir hava veriyor. Fakat ne hazindir ki; senelerdir buradan geçip de, buz gibi suların aktığı bu “sahibûl hayrat”ları farketmeyen nice kişi vardır. Etrafını kahvehanelerin çevirdiği Dörtgüllü çeşmenin yakınında oturup, çayını yudumlamak ve suyun sesini dinlemek ne güzel şey, ne bahtiyarlık! Karşıdaki koca koca binaların, üzerinize gelecekmiş gibi duran evlerin ortasında bir küçük huzur adacığı gibi. Uygarlığın mağlup ve mahkûm ettiği insanlar için bir kıymet ifade etmese de, mâzinin hasretiyle yanan ve onu her gün yeniden keşfedenler için küçük bir çeşme elbette büyük önem taşır. Yaz günlerinde, sıcağın buram buram terlettiği vakitlerde fırsat buldukça çökerim çeşmenin yanındaki ağacın dibindeki oturaklara, elimde kalem, önümde kitap, bir yandan okur, bir yandan çiziktiririm. Erzurumlu Tarihçi Mehmet Nusret Efendi, Yakutiye Medresesi yakınında da tarihi Nakışlı Çeşmenin olduğunu belirtir. Bu çeşmeyi, bazı eski Erzurum gravürlerinde görmek mümkündür. Çeşmenin ortasında (kemer aynalığında olmalı) kabartma bezemeli bir taş olduğunu ifade eder ve bu taşla ilgili bir hikâye anlatır. “Çeşmeyi yaptıran Ali ağa, çeşmenin açılışında çalışanlara ziyafet verir. Fırında ortası tereyağlı büyük bir somun yaptırır. Kahveler içildikten sonra Ali ağa şunları söyler. “Yediğiniz bu ekmeği üç akçeye ancak pişirtebildim. Paranın bu şekilde değersizleşmesi, halkın yakında göç etmesine sebep olur. Bunun acilen çaresine bakılmalıdır. Pahalılığın gelecek nesillerimize bir hatırası olarak bu taşı buraya yerleştirdim.” (*)(Bu ne ileri görüşlülük, bu ne basiretle bakış geleceğe… Yazık ki para hâlâ değersizleşiyor ülkemizde ve bunun yanında, göç ise devam ediyor Erzurum’da. Demek ki bu konuda gereken tedbirleri tam anlamıyla henüz alamamışız. İ.B) Çeşme kelimesinin Farsça’da “göz” anlamındaki “çeşm”den geldiği genel olarak kabul edilmektedir. Su çıkan kaynak, pınar ve gözelere “çeşme” denilmesi, bunların akıtıldığı küçük yapılara da çeşme adının verilmesine sebep olmuştur. (**) Dörtgüllü çeşme, Murat Paşa mahallesi Saray
Bosna caddesi üzerindedir. Kitabesinde yazdığına göre 1755 tarihinde İbrahim Paşa (Erzurum’da çeşitli dönemler valilik yapan Paşa, burada kaldığı dönemler içerisinde İbrahim Paşa camiini ve medresesini, Yazıcızâde çeşmesini de yaptırmış, ayrıca Zeynel camiinin onarımını gerçekleştirmiştir. Yazıcı çeşmesini “Dörtgüllü çeşmeden beş yıl önce, 1745 tarihinde inşa etmiştir.) tarafından yapılmıştır. Çeşmenin dört yüzünde birer sivri kemerli niş ve birer lüle bulunmaktadır. Çeşmenin yapımıyla ilgili kitabeler batı ve güney yüzünde, çeşme aynalığında yer alır. Düzgün kesme taşla inşa edilen çeşmenin kemer seviyesine kadar olan kesimlerinde büyük blok taşlar kullanılmıştır. Hitabede yazdığı belirtilen cümleler şöyledir: “Yaşantısı su gibi temiz yüce Asaf, Çeşmenin yapılmasını emredip tamamladı. O Vezirin düşüncesine binlerce aferin olsun. Yeni bir acayip yapı icad edip düzen verdi. Hz. Allah onun babalarına ve dedelerine rahmet eylesin. Susayıp da, suyunu içen özel kişiler ve halk, Hak Teâlâ sevabını Firdevs Cenneti ile versin, Gılmanın elinden Kevser suyu ile dolu içsin dediler. Düşünürken noktalı harflerle tarihi dedim. İbrahim Paşa Çeşmeyi yapıp tamamladı, yıl 1745.” Son tarih mısraının noktalı harfleri, ebcet hesabıyla toplandığında H.1169/M.1755 tarihi ortaya çıkmaktadır ki kitabenin sonunda rakamla yazılan 1159 tarihi ile on yıllık bir fark oluşmaktadır. Herhalde bir yanlış yazım veya ifadeden kaynaklanmış olması gerekir. Çeşmenin güney yüzündeki kitabe kısmen tahrip olmuştur. Üç satır halinde şu ibare yer almaktadır. “Dört bir yandan her tarafını ihya ettin sen ey Ahmet, tarih oldu, her taraf içilen akarsu” Birinci satırdaki Arapça ve Farsça tarihte çeşmenin en eski yapılış tarihinin H.1173-M.1759 olduğu anlatılmak istenmiştir. Üçüncü satırdaki tarih kelimesinden sonraki kelimeler ebced hesabına vurulunca H.1272/ M.1855 yılı çıkar ki bu yılda Ahmet isimli birinin çeşmeyi tamir ettirdiği anlaşılmaktadır. Dere mahallesindeki Kâzım Karabekir İmam Hatip Ortaokulunun ve bugünkü Saraybosna caddesinin batı kesiminden çıkan su, Yazıcı çeşmesi ile Dörtgüllü çeşmeye verilmiştir.
Erzurum çeşmeleri, Erzurum’un simgesi olmuştur. Tarih boyunca havası, suyu ve sağlam karakterli insanı ile tanınan şehrin bu hayati özelliklerini kaybetmemesi gerekmektedir. Çeşmelerin muhafazası, gelecek nesillere aktarılması bizlerin, özellikle de belediyelerin yetkili kişi ve birimlerine düşmektedir. Bu konuda yapılacak çalışma, tarihimizin, kültürümüzün yaşatılması açısından önem arz ettiği gibi, sosyal yapının sağlamlaştırılması, insanlar arasında yakınlaşma ve yardımlaşmanın da gelişmesine yardımcı olacaktır. Çeşmeler de, diğer tarihî yapılar gibi şehrin kimliğidir. Onların yokluğu, kimlik bilgilerinin giderek elden çıkmasına, dolayısıyla belirsizliğe yol açacaktır. Kimliksiz bir toplumun, bir milletin varlığını ispat etmesi ise mümkün değildir.(***) İşte bir vefalı el her zaman, çeşmelerin ve şanlı geçmişimizden bize miras kalan diğer bütün sanat eserlerinin üzerinde durmalı ki, kim olduğumuzun, ne olduğumuzun nişanelerinden olan bu eserlerimiz daima güzel kalsın ve bu güzellikte sağlam bir şekilde bizden evlatlarımıza intikal etsin. O çeşmeler de; dinleyene bir ninni gibi gelen çağıltılarını geri versin. DİPNOT
(*)(Mehmet Nusret, Tarihçe-i Erzurum Yahud Hemşehrilerime Armağan, İstanbul, 1338, s.43-45.) (Aktaran: Dr. Hüseyin Yurttaş-Dr. Haldun Özkan, Tarihi Erzurum Çeşmeleri ve Su Yolları, Erzurum Büyükşehir Belediyesi ESKİ Genel Müdürlüğü Kültür Hizmetleri Serisi-1, Erzurum 2002, s.4/ (Not: Büyük bir gayretin ve çalışmanın ürünü olan eser, baskısıyla da gerçekten göz dolduruyor. Yaşadığı şehrin geçmişini merak eden ve kimliğine sahip çıkması gereken herkesin elinde bulunması lâzım gelen bir kitap. Resimlemelerini Erzurumlu ressam rahmetli Haluk Güçlü’nün yaptığı kitap için emeği geçenlere teşekkür ediyorum.) (**) a.g.e.s.17) (***) a.g.e.s.246, 67
VUSLAT
GECESİ’NİN ARDINDAN ‘‘Sakın bana yazıklanmayın, ‘elveda’ demeyin, zira toprak cennete daha yakın… Size ‘batış’ görünen doğuşun ta kendisidir…Kabir ‘hapis’ değil, kurtuluşun kapısıdır..” Prof.Dr. Celal ERBAY*
azartesi, 17 Aralık büyük bir vuslatın gerçekleştiği, canın cananına kavuştuğu gecenin yıl dönümüydü. Bundan tam 745 yıl önceydi. Hakk’a kavuşmasını bir son değil, yeniden dirilişin başlangıç gecesi olarak ilan eden ve dostlarına vasiyet edercesine ‘‘sakın bana yazıklanmayın, ‘elveda’ demeyin, zira toprak cennete daha yakın… Size ‘batış’ görünen doğuşun ta kendisidir…Kabir ‘hapis’ değil, kurtuluşun kapısıdır…Bugüne kadar hangi tohum toprağa düştü de yeşermedi… Artık kurtulun şüphelerden, zira kabir adı altında toprağın ağuşuna alıp sarmaladığı insan da bir tohumdur. Bir düşün; hangi kova daldı da dolu çıkmadı sudan? Sen de mayalanıp kök salacaksın ebede… Canan’ın lutfuyla yeşerecek ve gam– kasavatın, hile-hurdanın, zulüm ve feryadın, dedi-kodunun, kin ve hasedin, kıskançlık ve bencillğin olmadığı; hakkaniyetin hakimiyetinde, sevginin, saygının kardeşliğin, lütuf ve ikramın, diğergamlık ve fedakarlığın hasılı mutlak adaletin hakim olduğu mutluluk diyarına, huzur yurdunu ereceksin ve bütün Muhammedi güzelliklerine bürünmüş halinle gerçek dirilişini fiilen yaşayacaksın.’’İşte bu anlayış içerisinde vasiyetini bir bakıma mısralara döküyordu Hazreti Mevlana; ‘‘Öldüğümde tabutum geçerken bu yoldan, Sanmayın ki; içimde dert kalır bu dünyadan Cenazemi görünce bahsetme ayrılıktan Ben asıl yaşamaya başlarım öldüğüm an’’ Bu anlayış ve teslimiyet içindeki Hazreti Pir, Hakk’ın rahmetine erdiği 1273’ün 17 Aralık gününü kendisi için gerçek sevgilisine yani Yaradanı’na vuslat ve kavuşma günü olarak kıymetlendirmiş ve bu geceyi kendi deneyimi ile ‘‘Şeb-i Aruz’’ yani ‘‘Düğün Gecesi’’ olarak adlandırmıştı. Kendi kendime düşündüm; bu ne yüce bir irade ve teslimiyet…Herkese ilan ediyordu Hazret; ‘‘geçerken tabutum, şayet gözünüz değerse, hiç içinizden geçirmeyin en ufak bir endişe. Bilesiniz ki gönlümde bu dünyadan mütebaki en ufak bir dert kalmamıştır.
*TC.Yeniyüzyıl Ünv.Hukuk Fak.Dekanı.
sayı//54// ocak 68
Haberiniz olsun, artık ben hasret dolu gönlümle O’na dönüyorum, Rabbime kovuşuyorum’’diye. Elbette ki böyle bir kavuşmanın adı ‘‘Şeb-i
Aruz’’, böyle bir gecenin tesmiyesi ‘‘Düğün Gecesi’’ olacaktı. Devam ettim düşünmeye; Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin insan olarak fizik boyutta bizden farklı bir tarafı varmıydı? Yani bizim gibi iki gözü, iki kulağı, bir kalbi dışında fazladan sahip olduğu ilave bir organımı vardı? Elbette ki hayır, yoktu…Öyleyse biz niçin aynı fiziki boyutta aynı sermayeye sahip olduğumuz halde, onun ölçüsünde olmasa bile O’na yakın ölçüde Yaradanımıza olan bağlılığımızı fiilen ortaya koyamıyoruz? O, ölümü hasretin son bulduğu, aşığın maşukuyla kucaklaştığı bir ‘‘Düğün Günü’’ olarak algılarken, biz ise ölümden ürküyor, O’nu aklımıza hiç getirmiyor, üstelik kendimizden çok uzaklarda dolaştığını kabul ederek yakınlarımıza onu hiç yaklaştırmıyoruz…Birgün ansızın gelip çattığında da feveran edip deprasyonlara giriyoruz. Yalvarmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok; Rabbim, Efendimizin sevgisiyle birlikte Kendi sevgisini yüreğimizde ziyadeleştirsin, bize de dostlarına lütfettiği irade ve teslimiyet misali üstün bir teslimiyet nasib etsin. BIRAKTIĞI İZ
Hz.Mevlana işte bu iman ve teslimiyetinin zeminini oluşturan gönlü ve bu engin kaynağa en üst derecede tercümanlık yapan diliyle beraber, dünya var oldukça eskimeyecek, hak ve hakikat yolcularına rehberlik edecek bir meş’ale eser bıraktı. Bu eserinde, ‘‘ben Muhammed Mustafa yolunun toprağıyım’’ diye bağlılıklarını ifade ettiği Efendimizin insanlık vitrininde muşahhaslaştırıp bütün kainata ilan ettiği davranış ve ahlak güzelliklerini nakış nakış işlemiş, herkesin anlayabileceği sadelik içerisinde örnekleyerek ‘‘Mesnevi’’adıyla bütün insanlığa armağan etmişti. Merhum Yahya Kemal’in ifadesiyle Mesnevi; hem tasavvufun en yüksek merhalesi, hem de CİHAT MEDENİYET’imizin kısve-i tab’a bürünüp iki kapak arasına sığdırılmış halidir. Yine Üstad Sezai KARAKOÇ Mesnevi’yi, ‘‘Kur’an-i Kerim’in aşk kanıyla yazılmış bir tefsiri olarak tanımlar. Kısaca Mesnevi, hikmet ve hakikati mesel formunda, kıssa-kıssa anlatan, coğrafyamızın binlerce yıllık kültür hazinesini hikayelerle geleceğe taşıyan bir bilgelik kitabıdır .O Kadar ki Hz.Mevlana daha hayatta iken Mesnevinin irfan ışığı Endülüs’ten Uzak Asya’ya kadar dünyanın dörtbir köşesine yayılmıştı. O günden bu yana dünyanın neresinde olursa olsun ilim ve
hikmet yolcuları Hazretlerin rahleyi tedrisinde bulunmak için Konya’ya akın etmeye devam edegelmişlerdi. O’nun sözleri ve sohbetleri, her depresyondan sonra bu toprakların yeniden dirilişine hep vesile olmuştu. ONU HER DAİM CANLI TUTAN SIR NEYDİ?
Onu her daim canlı tutan, bütün benliği, şahsiyeti, duygu ve tercihleriyle birlikte sevdiği, her yer ve zamanda VAR ve BİR olan Allah’ın varlığında eriyip yok olmasıydı. Zaten ‘‘aşk’’ kişinin sevdiğinin varlığında eriyip yok olmasıdır. Mevlana’da, Sevgilisi Yaradan’ın varlığında erimiş yok olmuş, tabir caizse ‘‘fena fi’l-lah’’ mertebesine ermişti. O kadar ki onun Yaradan’a olan bu aşk ve sevgisi eserlerine, sözlerine şiirlerine yansımış, bilhassa Mesnevinin mısralarına sinmiş olan bu mesajlar 7.5 asırdan bu yana günümüz dünyasına yansımaya devam edegelmiştir. İşte onun için Mevlana ve Mesnevi canlı ve diri bir şekilde algılanmaya ve anılmaya hem de bütün dünya tarafından devam etmektedir. Gelin ey dostlar, biz de unutulmamak, anılmak ve hep hatıralarda kalmak istiyorsak, Yaradanın varlığında eriyelim, O’nun sevgisiyle, Sevgilisinin Sevgisiyle bütünleşip O’nun rızası doğrultusunda birbirimizi sevelim. Zira; Sevgiden acılıklar tatlılaşır, Sevgiden bakırlar altın kesilir, Sevgiden tortulu bulanık sular arı, duru hale gelir,Sevgiden dertler şifa bulur, Sevgiden ölüler dirilir, Sevgiden padişahlar kul olur! Ne olur ey dostlar, gelin biz de her daim birbirimizi sayalım, sevelim ki; acılıklar tatlılaşsın, dertlerimiz şifa bulsun, gönlümüz huzurla dolsun. 69
KÜLTÜR HAYATIMIZDA
MAHALLENİN
YERİ VE ÖNEMİ
Tahrir belgelerinden elde ettiğimiz bilgiler ışığında Maraş mahallelerinin 14’ünün ismini doğrudan doğruya bir cami veya mescitten aldığını söyleyebiliriz. Serdar YAKAR
üm Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi Maraş’ta da mahalleler ya bir merkez cami çevresinde veya bir mescit etrafında oluşmuştur. Bu mahalleler günümüzdeki gibi büyük mahalleler olmayıp bireylerin birbirini tanıdığı küçük yerleşim birimleridir. Mahallenin dinî ve idarî sorumluluğu cami imamının üzerindedir. Maraş’ta ayrıca bazı meslek kuruluşlarının bir araya gelerek oluşturdukları mahallelerin yanı sıra bir boy ve cemaat adıyla anılan mahalleler de vardır. Bu mahallelerde de yine bir cami veya mescit vardır ve mahallenin sorumluluğu yine imamın üzerindedir. Bunlardan ayrı olarak bir de gayri müslimlerin yaşadıkları mahalleler de mevcuttur. 1526 tahririnde 51 mahallesi bulunan Maraş’ta 1563’de 42 mahalle tesbiti yapılır. Bugün hâlâ varlığını devam ettiren mahalle ve semt isimlerinden Divanlu, Çiçeklü, Hatuniye, Hazinedarlu, İsa Divan, Karamanlu, Begtutlu isimleri sayılabilir. Tahrir belgelerinden elde ettiğimiz bilgiler ışığında Maraş mahallelerinin 14’ünün ismini doğrudan doğruya bir cami veya mescitten aldığını söyleyebiliriz. Bunlara örnek olarak; Mescid-i Hamza Naib, Mescid-i Kara Divan, Cami-i Şadi Bey, Tanrıverdi Hacı Mescid, Mescid-i Hatuniye gösterilebilir. Meslek kuruluşlarının adını alan mahallelere örnek olarak da; Neccârân, Baytarân, Bostanciyân, Dükkanciyân mahallelerini gösterebileceğimiz gibi boy beyi ve cemaat adını almış mahallelere de Gündüzlü, Karacalu, Firuzlu, Beşanlu, Hacılu, Karamanlu, Begtutlu mahallelerini örnek vermek mümkündür. Maraş’ta yaşam göçebe kültürü üzerine kurulmuştur. Halkın ekseriyetinin Oğuz Türkmen boylarına mensup olması, konargöçerliği bir yaşam şekli olarak kabullenmiş olmaları bu sonucu doğurmuştur. Maraş’taki bu tür yaşam şekli çok yakın zamanlara kadar kent merkezinde kendini hissettirirken kırsal kesimlerde bu tarz yaşam halen varlığını sürdürmektedir. Maraş’ta çok sayıda subaşı yerleşim yeri vardır. Bu tür su başlarına hemen bir mescit veya cami inşa edilerek etrafında bir mahalle oluşturulur. Bu suyun biraz çokça olduğu, her evden çıktığı yerler de vardır. Kuytul gibi..
sayı//54// ocak 70
Ama asıl büyük su kaynağı Pınarbaşı’ndadır. Bunun büyük olanları bir kanala alınmıştır. Kanal en üst seviyeden şehre verilmiştir. Eski Maraş’ta bu suyun ilk geçtiği yerler en kıymetli yerlerdir. Divanlı mahallesi, Bahtiyar mahallesi, Kuyucak mahallesi gibi. Ağalar, beyler, varlıklılar bu mahalleleri tercih etmişlerdir. Toprak olarak da suyun geçtiği yerler kıymetliydi. Tabii evlerden kuyusu olan da olurdu. Yine câmilerden de kuyusu olan da bulunurdu. Mahalleler düzlükte biterdi. Düzlükler bahçe olur, bahçe aralarında ise bol dut ağacı olurdu. Dutun siyahı, beyazı, beyazın dârendesi olurdu. Dutun en fazla olduğu yer Kayabaşı’ydı. Zira Kayabaşı, Pınarbaşı’na doğru çoğunluk bahçeydi. Haydarlı da hâkeza öyleydi. Bu bahçe sâhipleri geçimini bir de dut satarak yapardı. Dut silkelenir, küleklere konur, deyneklere geçirilir, üstlerine dut yaprağı konur, deyneğin orta yerinden tutulur, denge sağlanır, çarşı pazar dolaştırılır, satılırdı. Kayabaşı, Pınarbaşı ve Haydarlı, Pınarbaşı suyundan istifade eden yerlerdi ve bahçelikti. Nane tarlasıydı. Marul dikilirdi. Meyvenin her çeşidi buralarda olurdu. Evlerde dut olduğu gibi nâdir evlerde gül ağaçları da olurdu. Maraşlı süs gülünü dikmezdi. Âdî gül dikerdi. Bunun kalın yapraklısına, renklisine rastlanırdı. Âdî gülü şunun için tercih ederdi. Âdî gül güzel koku verir, güzel reçeli ve şurubu olurdu. Hatta gülü kadına benzetirlerdi. Süs için olan güzel olur fakat kokmazdı. Çiçekler yere dikilmekten ziyâde saksılara dikilirdi. Ev olup asması olmayan zor olurdu. Asma bir yere dikilir, alınacak yeri buluncaya kadar budanır, çatısına ulaştı mı bırakılırdı. Orada dallanırdı. Hem üzümü yenir hem gölgesinden istifâde edilirdi. Evlerin çardağı olur, çardakların üstünde asma çatısı olurdu. Çatıları asmalar doldururdu. Üzümler oradan sallanırdı. Üzümler ağırlık kabarcık, bazan da mahrabaşı
olurdu. Üzümün yedivereni tercih edilirdi. Bazı evlerde duvara sıvanan çiçekler de dikilirdi. Eski Maraş’ta evlerin kapıları ayrı ama damları bitişik olurdu. Bu da zahra tutan Maraşlılar için kolaylık sağlardı. Çünkü zahranın en zahmetlisi tarhana idi. Serilirken çok geniş alan isterdi. Yiyeceğin en büyüğü, önde geleni bulgur ve tarhana idi. Bunlar serilirken geniş düz alan gerekti. Böylece herkes kendi damını birbirinin emrine sunmuş olurdu. Birbirinin ihtiyacını karşılamış olurdu. Birbirine yardım etmiş olurdu. Damlar sırayla kullanılırdı. Tarhana ve bulgurda herkes birbirinin damını kullanır fakat onun dışında herkes zahrasını kendi damında tutardı. Domates ahıdını kendi damının bir köşesine koyardı. Domates ahıdı tepsilerde çıkardı. Damların önünde bir tarafı yüksek bir tarafı engin durnalar olurdu. Durnalara çakılı şaptalar da olurdu. Bunların arasına ipler çekilirdi. Bu iplere de patlıcan ve biber asılır, kurutulurdu. Eskiden komşular birbirinden çok şey isterdi. Zaten eşyâ da kıymetliydi. Komşuya muhtaç olmamak pek düşünülmezdi. Gedikler küçük olduğundan karşılıklı damdan dama sıçramak mümkündü. Bir şeyi uzatmak, almak mümkündü. Dolayısıyla çoğunluk, damdan dama atlıyarak mahalle gezmek de mümkündü. Mahallede en büyük ihtiyaç pahalı olan şeylerdi. Bunun başında tarhana kazanı gelirdi. Kazan elle yapılırdı. Bakır pahalı idi. İkisi birleşince kazan pahalı ve nadir olurdu. Kullanırken kalay da isterdi. Kalaysız kazanda tarhana olmazdı. Bu da kazanı daha kıymetli hâle getirirdi. Bu bakımdan kazan evler arasında çok dolaşırdı. Teşt, yoğurt kazanı çok dolaşırdı. Tarhana malzemesi çok kimsenin olmazdı. Şapta, çığ gibi şeyler de çok dolaşırdı. Komşu komşunun işini bitirir. Herkes herkese istenileni verirdi. Kimse kimseden bir şey esirgemez, esirgeyen de kınanırdı. Çok şey imece usulü yapılırdı. Ekmek, tarhana, bulgur vs gibi. Ekmek senede birkaç kere olur, herkes birbirinin yardımına koşardı. Hamur yapılır, yumak yapılır, 3-4 yumağın biri bazlama olurdu. Ekmek yapanlar çoluk çocuk karnını orada doyururdu. Konuya, komşuya, çarşıya giderdi. 71
Ekmek günü düğün bayram günü gibi olurdu. Bazlamanın yanına pekmez konur, peynirlisi pekmeze batırılır yenirdi. Çökeleklisini üzümle yerlerdi. Peynirli de üzümle yenilebilirdi. Ekmek için ince uzun odun alınırdı.
tutup tutmadığını bilirdi. Hangi zahrayı tutamadı takip ederdi. Ayrıca duldur, yetimdir, zahra tutamayacak durumda kim var bilinirdi. Pişen çorbadan dulun, yetimin hissesi gönderilirdi.
Her evin oklası, evrâcı, tahtası olmakla berâber yardım için gelen kadınlar kendi oklâsını, tahtasını getirirdi. “Elim buna alışık, elim bunu alıyor” derlerdi.
Yâni yemekte fakirin hakkı müktesep hak gibi algılanırdı. Gönderilirdi. Hatta kimsesiz ihtiyarlara bakılırdı. “Bizim sonumuz ne olacak bahım” derlerdi. Sonları hayır olsun diye de bu hizmetleri hasseten yaparlardı.
Bulgurda da yardımlaşma olurdu. Ancak tarhana kadar değil. Pişen bulgurun üstüne hedik konur, komşulara dağıtılırdı. Yâni pişmiş nohut badem vs konur komşulara sıcağı sıcağına yesin için yollanırdı. Yardımlaşma başka şeyde de olurdu. Mesela kışlık patlıcan oyulacak. Hemen kadınlar bir araya gelirdi. Tabîî bu bir araya gelmede hanek de yapılırdı. Yani bunlar aynı zamanda bir araya gelme sebebi olurdu. Dili şişen kadınlar dilinin şişini endirir, birbirlerinden haber alırlar, hal hatır sorarlardı. Şire bağda yapılır. Şirede de komşular birbirine yardımcı olurlardı. Bastık yalnız olmazdı. Komşular gelirdi. Kimi taşır, kimi serer, kimi yerinden kaldırırdı. Sucuk da samsa da yalnız olmazdı. O ona o da ona yardıma giderdi. Hele bağlarda bağlardan inme mevsimi oldu mu ziyâretler başlardı. Gelen giden birbiri ile helallaşırdı. “Gidip de gelmemek var” denir helallık istenirdi. Bir cenaze vuku bulsa mahallenin kadınları süratle işi bırakırdı. Hısım akraba gibi eve dalardı. Cenaze kalkıncaya kadar oradan ayrılmazdı. Cenâze sahibi yerinde otururdu. Hısım akraba, konu komşu evinin işini götürürdü. Yemek gelir düzenlerdi. Misafire sunardı. Yemekler kaldırılır, bulaşıklar yıkanır, ev düzene sokulurdu. Sanki evin sâhibi ortalık sakinleşene kadar konu komşu, hısım akraba olurdu. Komşular gelen yemeğe kadar kendini ayarlar ona göre yemekler yaparlardı. Ev sahibi sakinleşir, yeni bir düzen kurar, düzene alışır bir bir ayrılırlardı. Ama yine de yalnız bırakmazlardı. Gelmiyen yeri varsa onu yerine getirirlerdi. Davranışlarını duruma göre ayarlarlardı. Eski Maraş’ta evler birbirine benzerdi. Ev evin garbisini kapatmaz, ev evin güneşini engellemezdi. Herkes herkesi tanırdı. Zahra sayı//54// ocak 72
Olur ya insanlık hâli komşuda ev yandı. Ona komşu, sülâle hemen varın yoğun ortaya koyar ev yaparlardı. Eşya düzerlerdi. Hatta ilgisiz insanlar bile ev yapma işinde işin içine girerdi. Bunu çok sevap telakkî ederlerdi. Komşuya yemek giderken hane halkı yemek yemeden giderdi. Ya’ni artık sırtık gönderilmezdi. Bu çok ayıp telakki edilirdi. Biri onun yemeğini götürüp gelir sonra yemeğe oturulurdu. Sanki borç verilir, kalan kullanılırdı. Dulun yetimin çok olduğu zamanda bu hareket toplum barışını sağlardı. Yardımlaşma sağlardı. Biri verir yerine zayıftan fakirden düâ alırdı. Hatta veren alandan kârlı çıkardı. Çünkü düâdan kıymetli bir şey yoktu. Hele zayıf olanın düâsı bir ni’metti. İnsanın işini rast getirirdi. Uğurdu. “Dünya düa üstüne durur” denirdi. Fakirin evi çökse toplama yapılır, evi onarılırdı. Eski Maraşlılar “ev alma komşu al” derlerdi. Yani komşuyu evin önüne geçirirlerdi. Doğru ya aslolan evin sağladığı rahatlık değil komşunun getirdiği rahatlıktı. Dirlik düzen bir de komşu ile olurdu. Komşular yardımlaşmadan hayatı götüremezdi. Diğer bir ta’birle komşu komşuya muhtaç olurdu. “Komşu komşunun külüne muhtaç” derlerdi. İyi komşu geçim için, hayatın rahat yürüyebilmesi için iyi şeydi. Komşu kötü ise de, “göç kurtul” denirdi. Bu “evi düşünme, evden vazgeç” demekti. Komşuluğun hukukuna önem verilirdi. Hısım kadar önemli kabûl edilirdi. Dînî vecibe bilinirdi. Eski Maraş’ta insanlar erken kalkardı. Rızık erken olurdu. Güneşin insan üstüne doğması ayıptı.
AVRUPA’LI SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN
OSMANLI CAMİLERİ
Müezzinin şerefelere çıktığını ve vakit namazlarını tüm insanlara duyurduğunu ifade eder.Amıcıs ezanla alakalı şu itirafta bulunmaktadır ‘’Hiçbir Çan sesi ruhuma bukadar tesir etmemiştir.’’ Mehmet SANCAK
atılı seyyahlar çoğu zaman Osmanlı coğrafyasını ulaşılmayan bir merak konusu olarak görmüşlerdir. Çünki kendi medeniyetlerinden farklı bir yaşantı tarzı ve Şehirler her zaman Batılıları bu coğrafyalara çekmiştir .Ancak birçok seyyahın Oryantalist bir bakış açısı ile İslam coğrafyasına ön yargılı bakanların yanı sıra Osmanlı coğrafyasını olduğu gibi aktaran ve Osmanlı yaşantısından örnekleri özenerek anlatan seyyahlarda bulunmaktadır. Bunlardan en dikkat çeken unsurlardan bir tanesi İslam medeniyetinin ortaya koymuş olduğu camiler olmuştur. 1698-1700 yılları arasında İzmir’de bulunan Edmund D.Chishull adlı İngiliz seyyah Manisa’da gördüğü camilerin özelliklerini anlatmıştır. Onun söylediğine göre; her caminin önünde ortalarında Şadırvan olan muazzam birer avlu ve bu avluları çevreleyen üç yanda, dindar Türkler için hücreler bulunmaktadır.
Camilerin ön cephelerinin süslenmiş olduğunu anlatan chishull, Türklerin camilere girerken ayakkabılarını çıkardığını ve camiye öyle girdiğini söylemektedir. İçeride bulunan Kuranı kerimlerin gayet sanatkârane yaldızla yazılmış rakamları, dua kitaplarını incelediğini, Pencerelerin harikulade güzel renkli camlarla donatılmış olduğunu caminin içinde çiçek nakış ve dinsel ayetlerle süslenmiş olduğunu ifade ederek hayranlığını ifade etmektedir. 1874 yılında istanbul’a gelen ünlü seyyahlardan biriside Edmondo De Amıcıs’dir. Amıcıs Piyalepaşa’dan bakışta,Eyüp çevresindeki siluetten bahsederken Saray tepesine kadar bütün Altın boynuz ile bütün İstanbul’un görüldüğü harabe haline gelmiş bulunduğunu Dört mil boyunca uzanan bahçeler, Camilerin bir yer yüzü cenneti olduğunu söylemektedir. Amıcıs Piyale paşa camisi ile ilgili Piyale paşa camisinin avlusunda dinlendiğini ‘’altı zarif kubbesi, kemerleri ve sütunlarlarla çevrilmiş bir avlusu ince bir minaresi ve dev gibi selviler olan beyaz bir camidir.’’ Diye tasvir eder. Seyyah civardaki evlerin hepsi kapışı, sokaklar boş camilerin bile avlusunun boş olduğunu söylemektedir. Ancak Öğle vaktinde yoğun bir kalabalığın olduğunu Müezzinin şerefelere çıktığını ve vakit namazlarını tüm insanlara duyurduğunu ifade eder.Amıcıs ezanla alakalı şu itirafta bulunmaktadır ‘’Hiçbir Çan sesi ruhuma bukadar tesir etmemiştir.’’sözlerini söylemiştir. 1814 Temmuz ayında Varşova’dan Osmanlı topraklarına gelen Edward Raczynski Özellikle Antik eserleri tanımaka ve aramak maksadıyla İstanbul ve Çanakkaleye gelmiştir. İstanbulda Sultan Ahmet camisini gezen seyyahın özellikle Avludaki büyük çınar ağaçları dikkatini çekerek manzaraya mehak vermediğini söylemektedir. Ancak yazar Süleymaniye ve Sultan Ahmet camilerini Ayasofya’nın bir taklidi olarak görür. İngiliz Seyyahlardan Wittman 1799 yılında istanbula seyahate gider.Wittman İstanbulda çok sayıda cami olduğunu bunlardan en önemlilerden birisinin Ayasofya olduğunu önemli kutlamaların burada gerçekleştiğini Wittman camilerdeki minareleri ise çok enteresan bir şekilde mumlara benzetmektedir. XIX.yüzyılın sonlarında Türkiye’ye seyahat eden gezgin Spry İstanbul’da gezerken pazardan çıkıp Sultan II.Beyazıt Camiinde gittiğini ve ramazan ayında olduğunu bildirirken sonra bu caminin içine gizlice baktığını bildirmiştir. Gezgin caminin avlusundaki çeşmede abdest alan, namaza hazırlanan kalabalık insanlar gördüğünü, caminin oldukça süslü olduğunu bildirmektedir. 73
RÜYA MI GERÇEK Mİ?
KARAKAYA BARAJ GÖLÜ VE
FIRAT NEHRİ GEZİSİ…
Mağaraları gezip fotoğrafladıktan sonra botumuza binip son varış noktamız Keban’a doğru hareket ediyoruz. Dört-beş kilometre sonra Arguvan topraklarını geride bırakıp artık Arapgir sınırına girdik. Alişan HAYIRLI
azım Hikmet, “Saman Sarısı” adlı uzun şiirinin bir yerinde ünlü ressam Abidin Dino’ya soruyor: “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” Abidin Dino da bu soruya şöyle cevap veriyor bir şiirinde: “Yapardım mutluluğun resmini Buna da ne tual yeterdi; Ne boya…” Bana da “Karakaya Baraj Gölü Fırat nehri üzerindeki botla gezini anlatabilir misin?” diye sorsanız, “Tabi ki anlatırım geziyi, Buna ne kelime yeterli, Ne de sayfa…” derdim. Ne İstanbul Boğazı’ndaki tekne gezisi, ne Kelebekler Vadisi’ndeki paraşütle atlayış, ne de Bodrum koylarındaki gezi hiçbir zaman Fırat Nehri üzerindeki botla seyahatimizin tadını veremez. Çok iddialı ve abartılı bulan okuyucularımın görüşüne saygılıyım, ama müsaade ederseniz Türkiye’de tatmadığım gezi zevki kalmamış, gezmediğim yerler bana küsmüş biri olarak anlatayım, neden Karakaya Baraj gölü diye… Hazır mısınız? Sabah daha imsak vakti girmeden yola koyulmuşuz, rehberimiz Ömer Velioğlu ile birlikte Arguvan yolu üzerindeyiz ve bot yüklü aracımızın istikameti Karakaya Baraj gölünü gösteriyor. Yaklaşık 60 kilometre sonra, Arapgir yolu üzerinden sağ tarafa toprak bir yola sapıyoruz. Altı kilometre uzunluğundaki stabilize yol üzerindeki Çiftlik köyünü geçtikten sonra Baraj Gölü sahiline ulaşıyoruz. Karanlık yerini aydınlığına terk etmek için doğum sancısı çekiyor. Karanlık ile aydınlık arası sabahın koyu mavi renkleri hakim gökyüzüne… Baraj Gölü, siyaha çalan mavisiyle âdete büyülüyor bizi… Çarşaf gibi serilmiş, yumuşacık bir görüntüsü var gölün… Ortalık sessiz, ne balık uyanmış ne de kuşlar… Gezimiz başladığında, botu gölün üstüne saldığımızda, çalışan motor sesi birazdan bu sessizliği bozmuş olacak. Baskil tarafındaki ışıkları yanan köyler derin uykuda… İki şehri Malatya ile Elazığ’ı (Arguvan ile Baskil’i) birbirinden ayıran nehir, bizi, davetli iki misafiri (beni ve Ömer’i) kucağında misafir etmek için sanki sabırsızca bekliyor. En azından biz öyle sanıyoruz. Gündüzbeyli Yamagil’in Selver’in oğlu Suat
sayı//54// ocak 74
Kaya’ya ait, emanet aldığımız botu bir an evvel şişirip hazırlayıp, kendimizi Fırat Nehri’nin kollarına bırakmak için tatlı bir telaş içindeyiz. Yeri gelmişken söyleyeyim, Suat beni Gündüzbey’de ilkokul sıralarında iken mahallede dövmüştü. Aradan geçmiş yıllar, ben hesabını şimdi soruyorum: “Suat beni neden küçükken dövdün?” “Alişan abi o yıllar önceydi, çocuktum.” dedi. Ben de dedim ki, “Olsun, ben hala hatırlıyorum”. “Botu verdik ödeştik” dedi. Böylece Suat’la helalleşmiş olduk. Rehberimiz Ömer Velioğlu, tam profesyonel bir gezgin, avcı ve doğa hayranı… İşinin ehli… Güvenilir ve sağlam… Zaten o yüzden Allah’tan aşağı kendimizi Ömer’e emanet ettik. Buraların kurdu olmuş… Yazıhan, Arguvan, Arapgir, Sivas bölgesinde ayak basmadık dağ, dere, göl, orman ve yol bırakmamış… Avlamadığı havyan kalmamış… Avcılığın kitabını yeniden yazan adam… Karakaya Baraj gölünün efendisi, dağların kralı… Peki, diyeceksiniz ki, asıl gezi arkadaşın Selahattin-i Eyyubi (Kürün) hazretleri nerede? Onun boynu altında kalmış, hastalanmış o yüzden gelemedi. Sanırım şimdi bu yazıyı okuduğunda, fotoğraflara baktığında çıldıracak ve iyice hasta olacak. Ve botumuz hazır. Ya Allah bismillah diyerek botu gölün üzerine saldık, motoru çalıştırdık. İlk defa bir bot üzerinde Karakaya Baraj gölünü gezecek olmanın içimize sığmayan mutluluğunu tarif edecek cümle bulamıyorum. Karadan gölün ortasına doğru açıldıkça, sanki sonsuzluğa doğru, evrenin boşluğunda uçuyormuş gibi hafif hissediyorum kendimi… Arkandan bıraktığın hiç kimseyi, hiçbir şeyi, acı tatlı hiçbir olayı düşünmeden, sıfır hafıza ve bilgiyle başlıyorsunuz bu eşi benzeri görülmeyen geziye… Dünyayı satıp çıkıyorsunuz sanki hiç bitmeyecek olan bu yolculuğa… Doğanın içinde, vahşi dağların arasında, masmavi ve buz gibi gölün üstünde sana sadece martılar eşlik ediyor, uzak zirvelerin ve sarp kayaların arasında gezen keçiler selam veriyor, altımızda yüzen balıklar hiçbir şeyden habersiz avlanmayı bekliyor… Saatte 30 kilometre hızla ilerleyen botun üzerinde gölün serin esen rüzgârı hem bedenimizi hem de ruhumuzu okşayıp geçiyor. Etrafımı aç kurtlar gibi seyrediyor, dağlara, göle, kıyılara
ve martılara sanki yiyecekmiş gibi bakıyorum. Seyahat boyunca gördüğüm her yeri ve güzelliği iyice içime çekemeden, beynime ve kalbime kaydedemeden geçtiğim için üzülüyor ve fakat biraz sonra önüme çıkan yeni güzellikler ve harika manzaralar ile seviniyorum. Hareketimizden yaklaşık 700 metre sonra erken denilecek bir vakitte sahile yanaşıp karaya çıktık. Neden? Çünkü 30 kilometre boyunca, ta Keban Barajı gölüne kadar olan mesafede görebileceğimiz en önemli tarihi ve arkeolojik mekânla buluştuk. Gölün her iki tarafında da yüksek kayalar ve bu kayaların içinde bulunan mağaralar, delikli taşlar, oyuklar… Kaç yıllık kalıntı, hangi çağdan kalma, kimler yaşamış, nedir neyin nesidir, hiç bilmiyoruz… Ne Malatya cephesi ne de Elazığ tarafında bir araştırma yapıldı mı, onu da bilmiyoruz. Bu kayalara ve mağara içlerine tırmanmak neredeyse imkânsız… Keşfedilmeyi bekleyen göle nazır muhteşem görüntüler… Valilikler, Kültür ve Turizm Müdürlükleri, Belediyeler, Üniversitelerde unvan kapmak için yarışan öğretim elemanları ne iş yaparlar, bilmiyorum. Gölün kenarında tarihi bir hazine yatıyor, kimsenin haberi yok. Tarihçilerimiz, yazarlarımız ne iş yapar, onu da bilmiyoruz. Gelin, araştırın, ayağa kaldırın, yol açın, düzenleyin ve turizme kazandırın beyler! Bazı ülkeler uyduruk tarih üzerinden turizme yatırım yaparken bizimkiler ayakta uyuyor. Ve burası tamamen terk edilmiş, balık tesislerinin ve hazine avcılarının insafına bırakılmış… Halbuki, bu mağaralar öyle bir turistik su yolu ve yürüyüş güzergahı olur ki, Malatya dünya turizminin en önemli seyahat destinasyonlarından biri haline gelir. Ama ne gelen var ne giden… Türkiye varlık içinde yokluk yaşıyor. Geziden döner dönmez, Malatya Kültür ve Turizm İl Müdürü Çetin Şişman’ı aradım, görevini yapmaya davet ettim. Dur bakalım bir sonuç çıkacak mı? Mağaraları gezip fotoğrafladıktan sonra botumuza binip son varış noktamız Keban’a doğru hareket ediyoruz. Dört-beş kilometre sonra Arguvan topraklarını geride bırakıp artık Arapgir sınırına girdik. Botla yaptığımız Karakaya Baraj Gölü (Fırat Nehri) gezimiz yaklaşık 30 kilometre sürdü. Arguvan Çiftlik sınırında başlayıp Sögütlüçay, Deregezen, Kaynak, Kazanç, Sinikli ve Ballıca köy ve 75
mevkilerini geçip Elazığ’ın Keban ilçesinin Pınarlar köyünde son buldu. Gün yetmediği ve karanlık bastırdığı için Keban Barajı’nın gövdesine sekiz kilometre kala botumuzu karaya çekmek zorunda kaldık. Yani Keban’ı görmek yine nasip olmadı. Gezimiz boyunca güneşli ve serin bir hava vardı. Yansıma olduğu için dağların ve kayaların gölgesi gölün üzerine düşüyor ve harika bir görüntü veriyordu. Allah’ın iyi kulları olduğumuz ve doğayı sevdiğimiz için Allah da bize yardım ediyordu. Nereye gitsem, hangi mekânı gezsem işim rast gidiyordu. (Çok şükür) Gölün Elazığ tarafında su içmek için dağlardan akıp gelen koyun sürüsü ile karşılaşmamız Allah’ın bize bağışladığı büyük bir lütuftu. Geyikkayası mevkiinde Sinikli köyünden Tekneci Bayram ile karşılaştık, teknesinde kahvaltı yapıp, eski terk ettiği balık çiftliğine gittik. Orada hayatımda ilk defa gerçek anlamda, rol icabı olmadan balık tuttum. Hayatımın ilk ve tek balığını Tekneci Bayram’ın terk edilmiş mekânında tuttum. Rehberimiz Ömer bana, oltayı nasıl kullanacağımı tarif etti, ben de çok zeki olduğum için, iki dakikada öğrendim ve “Ya Allah bismillah” diyerek göle savurdum. İlk atışta tutamadım ama ikinci atışta oltanın ucunda sevimli bir alabalık görünce sevinçten nara attım. Şimdi balığın kanı buna bulaştı ya, söylenene göre bende daha sönmeyecek olan bir ateş tutuşmuş ve ben hergün balığa gitmek isteyecekmişim. Ertesi günü sabah kalktığımda Ömer’i aradım, “Hadi gardaş balığa gidelim!”… Laf balıktan açılmışken, Baraj gölü üzerinde kurulan balık üretme çiftlikleri hakkında büyük bir parantez açmamız lazım… 30 kilometrelik göl hattı üzerinde 20’nin üzerinde irili ufaklı, aktif ya da terk edilmiş alabalık üretme çiftliklerine rastladık. Bu çiftlikler bir yandan üretim yapıp ülke ekonomisine katkı sağlarken gölü ve çevreyi kirletmemesine de dikkat etmek gerekiyor. Tekneci Bayram’ın anlattığına, bizim de gözlemlerimize göre göl ve çevresinin kirletilmekte olduğu anlaşılıyor. Tekneci Bayram, ayrıca balık ve diğer kara hayvanlarını avlamak üzere ya da gezinti amaçlı gelenlerin geride büyük bir çöp yığını bıraktıklarını söyledi. sayı//54// ocak 76
Baraj Gölü ve çevresi Malatya ile Elazığ için büyük bir nimet… Göl ve çevresi muhteşem güzellikler ve manzara barındırıyor. Buraları korumak, planlı gelişmesini sağlamak, kontrollü ve korunaklı bir şekilde turizme açmak vatan borcudur. Bilhassa Arguvan Çiftlik köyü alanındaki mağara ve harabeleri acilen sit alanı ilan etmek birinci görevimiz olmalı… Baraj gölü ve çevresindeki yaban hayatını bilinçsiz avcıların, hazine arayıcıların, doymak bilmez üreticilerin tasallutundan kurtarmalıyız. Bu vesileyle şunu da üzülerek ifade etmeliyim ki Baraj gölündeki su seviyesi büyük tehlike arz edecek boyutta ciddi manada düşmüş bulunuyor. Küresel ısınma, su yönetimindeki zaaflar, bilinçsiz kullanma gibi sebepler yüzünden baraj gölü yok olmak üzere… Gölün etrafındaki kayalarda suyun daha önceki seviyesinin izleri bulunuyor. Şimdiki su seviyesi ile yıllar önceki su seviyesi arasında nerdeyse üç metre mesafe bulunuyor. Yani mevcut nehir suyunun iki katı su eksilmiş… Tehlike çanları çalıyor. Kuraklık kapımızda… Felaket bizi bekliyor. İnsanoğlu gezip dolaşınca, seyahat edince memleketin her yerinin ne kadar güzel ve cennetten bir köşe olduğunu anlıyor. Biz de Karakaya Baraj Gölünü gezip dolaştık, gördük ki ne güzelliklere sahipmişiz de haberimiz yokmuş… Fakat bir o kadar da üzüldük, çünkü bu güzellikleri koruyamıyoruz, sahip çıkamıyoruz. Rehberimiz Ömer’le yaptığımız bot gezisi yaklaşık 30 kilometre ve 17 saat sürdü. İnanın bu sürenin nasıl geçtiğini anlayamadık. Sanki 17 dakikalık bir rüya gibiydi… Tadı damağımızda kaldı… Ve Elazığ Keban sınırlarından karaya çıkıp bizi bekleyen araçla Malatya’ya dönerken sözleştik: “En kısa zamanda yeniden gelelim” Balıklar mı? Rehberimizin gözü gönlü tok, tuttuğumuz bütün alabalıkları bana verdi. Güzel mekânları güzel insanlarla gezeceksin, Selahaddin-i Eyyubi gibi, Ömer Velioğlu gibi… Teşekkürler Ömer, sağolasın Suat Kaya… Abidin Dino’nun dediği gibi Karakaya Baraj Gölü, Fırat Nehri ve çevresini anlatamadım, ne kelimeler yetti ne de sayfalar…
YAZMANIN
VEBALİ
Ben de yazarım diye yola çıkan her kişi yazmaya devam ediyor. Aradan yıllar geçiyor. Dün yazdıklarına bugün baktıklarında ne kadar çok yanlış yaptıklarını görüyorlar. Sahi görüyorlar mı? Bakmıyorlar zaten. Recep ARSLAN
üteveffa Celal Bayar, ‘Ben de Yazdım’ adını verdiği çok cilt kitabında hatıralarını anlattı. Herkes yazıyor. On binlerce ağnette onlarca, yüzlerce yazar yazıyor. Herkes birkaç arkadaşının, birkaç aile ferdinin teşviki ile yazmaya başlıyor. Bir gazete ile, ağnet ile yakınlık kuran yazmaya başlıyor. Hulasa Türkiye’de okuryazar olan herkes yazıyor. Ama ne yazıyor? Onların her biri, kimselerin bilmediği, duymadığı, söylemediği şeyleri yazdıklarına inanıyorlar. Yazılarını kendileri de okumuyorlar. Sanal medya denilen alanda yazıları yayınlayarak daha çok okurla buluşmayı umuyorlar. ‘Ben sana sen de bana’ kuralıyla herkes birbirinin yazdığını beğeniyor. Beğeniyor ama okumuyorlar. Bu yüzden kimin ne zaman ne dediğinden kimsenin haberi yok aslında. Haberi olmaması da bir bakıma iyi. Çünki kimse yeni bir şey söylemiyor. Yeni bir şey söylemenin vebali var. Hem dünya vebali var hem ahiret vebali. Gelgelelim aslında kimse vebalden çekinmiyor. Ahiret vebali kimsenin umuru değil. Dünya vebalini ise aşmanın yolu belli. Gücü elinde bulundurana razı olduktan sonra, onun hoşuna gidecek şekilde sonsuz konuşma ve yazma özgürlüğü var insanların.
Kültür-Sanat adına yapılan toplantılarda da aynı vebal tanımazlık sürüp gidiyor. Konuşmacılar ellerinde balta, ağaç budamaktan yorulmuyorlar. Çünki 40 dakika, bir saat balta salladıklarında en az bir asgari ücret alıyorlar. Ağızdan çıkan laf elfazı küfür. Ne söyleyenin, ne dinleyenin böyle bir endişesi yok. Ama siyasi akıma, lidere karşı hafif kavisli bir kelime söylendi mi ortalık toz dumana boğuluyor. Ben de yazarım diye yola çıkan her kişi yazmaya devam ediyor. Aradan yıllar geçiyor. Dün yazdıklarına bugün baktıklarında ne kadar çok yanlış yaptıklarını görüyorlar. Sahi görüyorlar mı? Bakmıyorlar zaten. ‘Dün dündü, bugün de bugün’ deyip yollarına devam ediyorlar. Her ne kadar Mevlana Celaleddin ‘Dün geçmişte kaldı, bugün yeni şeyler söylemek lazım’ diyorsa da bozuk pilak gibi hep aynı notayı tekrarlayanlar da az değil. Bütün bu bocalamaların sebebi vebal tanımamaktır. Vebalden, mahşerden, mahşerdeki hesaptan iman sahibi olan insan hassas olur. Yazılan her kelimenin, ağızdan çıkan her sözün hesabı var elbette. Ağızdan çıkan söz bir kere duyulur sonra uçar gider ama yok olmaz. Ulaştığı kulaklarda, zihinlerde varlığını sürdürür. Yazı ise bundan bin beter bir durumla insanı karşı karşıya getirir. Yazı durdukça, insanlık devam ettikçe, birileri o yazıya ulaştıkça vebal halka halka büyür, yayılır gider. Onu yazan ölmüş olsa bile durum değişmez. O kelimeden zarar gören her zihinin manevi borçlusu olunmaya devam edilir. İşleyen iyilik defteri gibi işleyen seyyiat defteri de olur. Yazmak, söylemek kolay da vebalini çekebilecek misin? Dünyadaki vebalden kurtulmanın yolunu bulabilir insan. Güce biat edince vebalden kurtulur ama ahirette Allah’ın hesap gününde vebalden kurtulmanın yolu yok. Efendim ne olacak, başkasının sözüdür. Ben sadece naklettim demekle vebalden sıyrılmak mümkün değil. Efendim ben iyi maksatla dedim demekle de işin içinden sıyrılmak mümkün değil. Herkes ağzından çıkanın elfazı küfür olup olmamasına, yazdıklarının Allah’ı inkear olup olmamasına dikkat etmek zorunda. Siz vebali tanımasanız da vebal herkesi tanır ve yakasına yapışır. Hadi bakalım. Ben de yazdım, ben de yazarım diyerek konuşun yazın bakalım.
77
HAYAL ÇARŞISI’NIN
ÇEKİÇ SESLERİ -evvelBu küçük odadan çıkarken atlar kişniyor, toynaklarından kalkan toz bulutu her yanı kaplıyor, mehteranın zil sesleri kös vuruşlarına kur yapıyor, kırmızının en güzel tonları gün batımlarını boyuyor… İbrahim BAŞER
ağ duvar üç buçuk adımdı gene... ...tavan hep ortasından kirişli, soba gene ürkek alevlerle cilveleşmekte ve masadaki lambanın sarı ışığı gene gölgelerle oynaşmaktaydı. Oda gene küçüktü. Masa minicik, perde özensiz çekilmişti. Raftaki kâğıt hala sarkıyor, en tepedeki dosyalardan bir minik örümcek ağı sallanıyordu... ...oda değişmemiş, tıpkı bıraktığım gibi kalmıştı. Ya da o, öyle zannediyordu. Zannediyordu; çünkü çıkarken söyledikleriyle şimdi anlattıkları öyle farklıydı ki, akla ziyan! ‘Sanki yanlış bir odaya gelmiştim' den fazlasıydı yaşadığım. Sanki yanlış bir eve; yanlış sokak, yanlış mahalle, yanlış vilayetteki bir mekândaydım! Odayı hazırlıksız yakalamış, zamanı faka bastırmıştım. Yanlış yer ve yanlış zamandaydım, bazı vakit yaptığım gibi. Hâlbuki ne serin çarşılar, ne parlak bakır siniler, kaplar, kazanlar, cezveler, ...ne ritim tutan çekiç sesleri, şakaktan süzülüp çeneden damlayan alın terlerine güneşin giydirdiği ışıltılı elbiseler, ...demirci körüklerinin heybetli üfleyişlerinde gizli ne hamasi hikâyeler vardı, kulağıma fısıldanan. Bu küçük odadan çıkarken atlar kişniyor, toynaklarından kalkan toz bulutu her yanı kaplıyor, mehteranın zil sesleri kös vuruşlarına kur yapıyor, kırmızının en güzel tonları gün batımlarını boyuyor… …ve serin pınar başlarındaki kara gözlü, elâ gözlü, mavi gözlü güzellerin bakışları, çapkın sözlü âşıklara umut veriyor, kalpler hızlanıyordu. Ya şimdi? Şimdi oda ne kadar boş, ne kadar soğuk, ne kadar plastik bakıyor suratıma! Hayalimdeki o çarşı için geciktim mi yoksa? Bu üç buçuk adımlık oda bana yeniden o canlı, o rengârenk, yaşantılar için bir şans vermez mi ki... Kaçırdım mı şansımı yoksa? ...yoksa! Haydi, sil baştan!
sayı//54// ocak 78
Gözlerimi bir açtım ki Hayal Çarşısı’nın kuytu bir köşesindeyim. Ayazdan korunmaya; yüzümde, gözümde, ürperen sırtımda kış rüzgârının şapIağını yemekten yorulmuş bedenime üç-beş satır nefes aldırmaya çalışıyorum. “Bir, iki, üç...” ‘- Huh, huh, huh!’. Ellerim de buz kesmiş be birader! “Bir, iki, üç...” Sağ bacağımda iki kere, solumda üç kere yekiniyorum. Üşümek denen şey neden olur bilmem lâkin üşüyorum. Hareketin faydası ne ölçüde, anlamam fakat kıpır kıpırım şu an... Üşüyorum. “Bir, iki, üç ...” Hayırdır? “Bir-ki, bir-ki-üç, bir-ki, bir-ki-üç, bir-ki… “ Kesildi! "Hıfffss…" Başlıyor gene. “Bir-iki, bir-ki-üç-dört...” Aaah, bu olmadı, ritim bozuk, musiki de yok. Acemi çaylak! Yanımdaki demir kapı aralandı. Kan ter içindeki Balaban Ağa kapı önünde derin bir soluk çekti, ağır ağır bıraktı sonra... Döndü, içeri girdi. Evet; şu ayaz akşamüzeri sığındığım kuytuda, kılıç ustası Balaban’ın çekiç seslerindeki mehter adımı yürüyüş kalbimi çeldi. "Tak-tıs, tak-tıs-tık, tak- tıs, tak-tıs-tık..." Yumdum gözlerimi... Sıcak bir ağustos ikindisinde kılıç-kargı, bağrışşamata, toz-toprak içinde kaldım birden. Elimde Balaban ağamın çifte su verilmiş çeliği... "- Urun haa!" Vurmadayız ağam, demesen de vurmadayız. Harp bu, şaka mı? Göğüs göğüse vuruşmadayız ki bir lahza vurmasan yandın. "-Koman haa!" Hey gidi Kavruk Çavuş, koçlar gibisin maşallah be! Ak atmaca marifetinde oynar elindeki yatağan. Kavruğumm! “-Allah Lillah aşkına!” nidasına taa ilerden, düşmanın dal orta yerinden gümbür gümbür
bir ses omuz veriyor. "-Hoydaa, piir aşkına!"... Sadece sesler duyuyorum, birbirine karışan ve sadece gölgeler görüyorum artık, oynaşan... Ne aşkına vuruyorsak bilmiyorum lakin göğsüme sığmayan kalbim kös gibi vuruyor artık. “-Gümm... gümm... gümm...” Açıklayamadığım bir zevk denizindeyim. Güneş karşı dağların gerisine çekiliyor, "-Dinlenin" dercesine... Omuzundaki sızlamayı yeni fark ediyorum. Bir dalyan sipahi geliyor yanıma: ”-Ağam, yararı tımar edelim", diyor. Karşı ağacın altındaki yanan ateşe gidiyoruz. Yaraları dağlayacak şişlerin ısındığı kor kümesine dalıyorum bir vakit. “-Boouzıaa!” Sıçrıyorum. Gözlerim, kor kümesindeki şişleri arıyor, yok! Çarşıdayım. Baktığım noktadaki ateş, artık demirci ocağının. Balaban ağa körüğe asılıyor. "- Hıfffsss...” Yeni baştan, iştiyakla örs üstünde musikiye devam ediyor. "-Tak-tıs, tak-tıs-tık... " Yürüyorum mehter adımı aşağı doğru, sıra sıra dükkânlar arasından... Balaban’ın mehter yürüyüşü çekiç vuruşları geride kalırken, narin hanımların taşıyacak yaylının teker halkası, arabacı Mehmet ağanın incitmekten korkan dokunuşlarıyla kıvam buluyor "- Tık, tık-tık-tık.. tık, tık-tık-tık..” Örsteki demiri döven nalbant Ali de koşmayı ezberletir gibi sanki doru taylara. "- Tak, tıkı-tık.. tak, tıkı-tık.." Demircileri geçip Hayal Çarşısı'ndan çıkıyorum akşam ezanları okunurken. “Allahuekber'e karışan çekiç sesleri bir vakit sonra kesiliyor. Akşam, ezan ve ahşap binaların, birbirine yaslanmış yorgun evlerin çatıları arasından görünen mor-kızıl gökyüzü kalıyor sadece... Yürüyorum... Fransa Cumhurbaşkanı Macron, sarı yeleklilere..." Kapatıyorum radyoyu. Sessizlik... O adam yine üç buçuk adımdı işte! Çekiç seslerinin yankısı sürse bile hâlâ... 79
çinde yaşadığımız şehre nasıl bakıyoruz? Sohbetin anahtar cümlesi buydu. Şehre yahut kente bakmak. Evvela bir tespit yapalım. Şehre çeşitli bakış yolları var.
ŞEHİR SOHBETLERİ – 15 ŞEHRE SOSYOLOJİDEN BAKMAK-IŞehirlerde önce insan var, toplum var, toplumun katmanları var. Göç var. Yerliler, Yabancılar var, yerliler var. Cemaatler, gruplar, cemiyetler, hem şehriler var. Ekonomik, sosyal, kültürel tabakalar var. Kısıtlılar, engelliler, yoksullar, yoksunlar, fakir, orta halli zenginler var. Ahmet NARİNOĞLU
Şehre inanç ve değerlerden bakmak. Şehre en kolay bakış açısı budur. Hiç fikir üretmeden yorulmadan ağza geleni söyler gibi konuşuruz. Bu açıdan bakanlar genelde karamsar olurlar. İyiye değil, kötüye gidiş görürler. Çünkü hiçbir şey istediği gibi gitmez. Aksini taşıyanlarda elbet vardır. Şehre medeniyet ve kültürden bakmak. Aslında doğru bir bakış açısıdır. Ancak şehrin bütününü görmeye yetmez. Büyük bakanlar geçmişin şaşalı, görkemli günleri/devirlerine takılır kalırlar. Göz önünü göremezler. Övünmeyi severler. Düne takılır kalırlar. Gidişattan hayıflanırlar. Çarenin kendimize, öze dönüşü olduğunu savunurlar. Şehre ideolojiden bakmak. Şehre ideolojik görüş ve düşüncelerden bakanlar karamsar bir tablo çizerler. Her şeye muhalefet ederler. Bütün ömür eleştiri ile geçer. Çelişkili bir hayat sürerler. Şehirle barışık olamazlar. İsyankâr halleri vardır. Şehre değişimden bakmak. Şehre değişimden bakmak moda oldu. Nedense bu sihirli kelimeyi sevmeyen yok. Değişmeyen tek şey var değişim diyorlar. Şehrinden hızlı, hemen değişmesini beklerler. Hâlbuki kadim şehirler, değerleri, varlıkları değişmeyen bilakis üstüne bina edilen şehirlerdir. Şehir tabiatı gereği değişiyor, dönüşüyor. Savundukları muhal kalır. Değişimciler toplum yani şehir mühendisliği peşindeler. Şehre günübirlik bakmak. Böyle bakanlar çıkarlarından, günü birlik kaygılarından bakarlar. Şehrin dünü, bugünü, yarını gibi kaygıları olmaz. Günü, vaziyeti kurtarma peşindeler. Gelen ağam giden paşam derler. Şehri değil kendilerini merkeze alırlar. Her yakaladığını fırsat sayarlar. Kural tanımazlar. Şehre çıkarlardan bakanlar şehri dev bir çıkarlar ağı ile örülü makyevelist bakarlar. Bu ağız içinde fırsatçılı ve kazanmak esastır. Şehre yabancı gözüyle bakmak. Şehre yabancıların kendi gözleriyle bakması
sayı//54// ocak 80
normaldir. Ancak şehirde yaşadığı halde yabancılaşan insanların bakışları biraz sakattır. Bu bakışlar gözlemlere dayanır. Aslında şehir için yabancıların gözlemlerinden yararlanmak lazımdır. Yabancılar şehri bütün olarak göremezler. Gerçek şu ki, insanlar şehirde yabancılaştıkça bakışları da yabancılaşır. Şehirle uyumlu yaşayamazlar.
Evvela şehri var edenlere göz atalım. Şehirlerde önce insan var, toplum var, toplumun katmanları var. Göç var. Yerliler, Yabancılar var, yerliler var. Cemaatler, gruplar, cemiyetler, hem şehriler var. Ekonomik, sosyal, kültürel tabakalar var. Kısıtlılar, engelliler, yoksullar, yoksunlar, fakir, orta halli zenginler var.
Şehre sosyolojisinden bakmak. Bir insanın takınacağı en geniş bakış açısı sosyolojik bakıştır. Şehri tanımasında en kestirme yolu şehre sosyolojik bakmadan geçer. Ancak şehri tanımadan, şehir üzerine okumalar, inceleme, araştırma gözlem yapmadan yapılır. Yani dolmadan nasıl taşarız.
Nüfus, mekân/yerleşim, varlıklar, kurumlar var. Medeniyet, kültür, birikim, yaşam tarzları var. Eğitim, ilim, irfan, medeniyet, kültür var. Tarih, idare, siyaset, kavga, barış, konuşma, tartışma var. Bölüşme, paylaşma, birikim, fırsatlar, tehditler var.
Sosyolojinin bütün bakışlara çatı olduğunu gördük. Sosyoloji akıllı, yansız, durumu okuyan çok yönlü çok boyutlu bir bakış demektir. ŞEHİR TANIMI
Biliyoruz. Kent sosyolojisi diye bir kavram var. Toplumun şehre yığılması üzerine kentli toplulukları inceleyen bilim dalı haline gelir. Kenti sosyoloji bilimine bırakalım. Biz sosyolojik bakışa bakalım. Şehri nasıl anlamalıyız? Nasıl tanımlamalıyız? Nasıl kavramalıyız? En çok şehir tanımını batılılar yapar. Şehre sosyolojik yaklaşan ilk bilim adam İbni Haldun. O toplumu ikiye ayırır. Bedeviler yani köylüler ve şehirliler. Bu ayrım bugünde yarında var olacak. İbni Haldun modern şehir yönetimlerinde her şehre özgü kanun yaklaşımını ta o günden görür ve değişmez şehir kanunları koyar Mukaddimede. Hâlbuki batılılardan önce bizim medeniyetimizin şehirleri vardı. Bizim medeniyetimizde, şehirler çoktan ilmek ilmek işlenir. Ciltler dolusu kitaplar yazılır. Fikirler üretilir, tespitler yapılırdı. Üreten, dağıtan, yöneten şehirlerimiz. İlim, irfan şehirleri idiler. Medeniyet üreten, medeniyet yayan şehirler idiler. Batı mantalitesinden şehirlere bakınca kentleştik. Kentlerin en bariz yanı üretmeden tüketiyor olması. Kendi nevi şahsına münhasır olmaktan çıkması, tekdüzeleşmesi. Kentlerin belası bu. Şehir üzerine tanımları bir sepette toplarsak şunu görüyoruz. Şehir elle tutulan, tutulmayan yönleriyle bir varlık, bir sistem. Kanaatim o ki, şehri tarif etmekten ziyade anlatmak daha kolay.
Ekolojik, çevre, fiziki yapılar, mekân, canlılık var.Ticaret, sanayi, sermaye, üretim, tüketim, tarım, imalat var. inşaat, yatırım, rant var. Kurallar, kaider, kentlilik, kent bilinci var. İnançlar, değerler, çatışma, bans, uyum, tutunma var..Evet, sosyolojinin bir şehir tanımı var. Esasen asırlardan beri ilim adamları önceleri şehir yenilerde kent üzerine kafa yorarlar. Şehri anlamaya çalışırlar. İşin teorik, akademik tarifleri bizim işimiz değil. Biz içinde yaşadığımız şehirleri anlamaya çalışıyoruz. Geçmişten getirdiğimiz, yarında ilerilere taşıyacağımız şehirlerin sosyolojisini anlamak istiyoruz. ŞEHRE SOSYOLOJİK BAKMAK
Sosyoloji şehirlere çok yönlü bakar ve tarif eder. Sosyolojik bakmak şehri tanıma, anlamanın anahtarıdır. Kente sosyolojiden bakmak bize ne kazandırır? Biraz üzerine düşünelim. Bize toplumu tanımayı, bilmeyi, görmeyi sağlar. Bize tespitler yaptırır • Toplumun/içindeki devri ölçmeyi görmeyi, analiz yapmayı sağlar • Eldeki veriler ışığında nerden nereye yönelişimizi, geleceği görmeyi sağlar • Sosyoloji toplum dair stratejiler geliştirmeyi sağlar • Kentin değerlerini, görmeyi, bilmeyi, tanımayı sağlar • Kentin medeniyet ve kültür çizgisi/tablosu içindeki yönünü gösterir • Kentin kültürel, sosyolojik değişim ve dönüşümünü gösterir • Kentteki kuşakları tanıtır, kuşaklar arasındaki geçişi ortaya çıkarır • Bizi Kentin içine çeker 81
EYÜP SULTAN’DA BİR VELÎ:
SİVRİHİSARLI ŞEYH BABA YUSUF HAZRETLERİ
Şeyh Baba Yûsuf, genel kanaatlere göre bugün Eskişehir’e bağlı olan Sivrihisar ilçesinde doğmuştur. Kimi kaynaklarda Seferihisar ve Karahisarlı olduğu da zikredilir. Nidayi SEVİM
Sivrihisarlı Şeyh Baba Yusuf Hazretleri Türbesi Haziresi
ilindiği üzere Eyüp Sultan Camii çevresinde yer alan mezarlıklar, hazireler bir nevi devlet mezarlığı gibidir. Buralarda medfun isimleri incelediğimizde, vaktiyle devletin çeşitli kademelerinde görev almış bürokratlardan, hanedan üyelerinden, hoca efendilerden, sanatkârlardan ve bunların yakınlarından müteşekkil olduğunu görüyoruz. Elbette bazı istisnalar vardır. Mesela Derviş Eyyûbî Seyyid Hüseyin Efendi ve Meczûb-ı ilâhî Derviş Hasan Efendi bunlara örnek verilebilir. Özellikle Eyüp Sultan Türbesi ile Bahariye Yolu arasında kalan, şadırvan avlusuna cepheli bölümde, tarihte iz bırakmış önemli simalar vardır. Uzay bilimci Ali Kuşçu, Şaire Zübeyde Fitnat Hanım, Hattat Muhsinzâde Abdullah Bey, Abdülhamid Han’ın halline fetva vermeyen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, Sultan Genç Osman’ın muhterem valideleri Mahfiruz Sultan, Seyyid Kasım Gûbarî, Sâliha Sultan, Gazî Edhem Paşa ve Hacı Abdullah Paşa bunlardan bazılarıdır. İstanbul’da 15. ve 16. Yüzyıllara ait mezar taşlarından pek azı günümüze ulaşmıştır. Çok iyi korunmasına rağmen bu hazirede de durum değişmemiştir. Yeni mezar yeri açıldıkça eskileri yavaş yavaş kaybolmuştur. Hazirede günümüze ulaşan en eski mezar taşlarından birisi de Şeyh Baba Yûsuf’a aittir. 1512 tarihlidir. Mezar taşında şöyle yazar: “Merhum Şeyh Baba Yûsuf Efendi’nin merkadi’dir. El-Fatiha. Sene: 918/1512” Eyüp Sultan Camii şadırvan avlusunda, Dömeke Kahramanı Gazî Edhem Paşa ve Kallavi kavuklu Abdullah Paşa’nın kabirlerinin hemen arka tarafındadır. Dört köşeli şahidesinin üzerinde, benzerine pek rastlamadığımız, sekiz köşeli üstüvani bir başlık bulunur. Vaktiyle bu başlığın üzerinde “Bayrami gülü” motifinin varlığından söz edilir. Ancak biz bu ize rastlamadık. Yazı biçimi, metin üslubu ve mimari form açısından 16. Yüzyılı yansıtmadığı söylenebilir. Özellikle Sultan II. Mahmud döneminde türbeler kapsamlı bir şekilde elden geçirilirken tarihe mal olmuş bazı simalara ait mezar taşlarının yeniden ihdas edildiği biliniyor. 16. Yüzyılın başlarında vefat eden İdris-i Bitlisî’ye ve Fatih Sultan Mehmed Han’ın sakası Mustafa Ağa’ya ait sütun tarzı mezar taşları bu cümleden sayılabilir. Şeyh Baba Yûsuf, genel kanaatlere göre bugün Eskişehir’e bağlı olan Sivrihisar ilçesinde doğmuştur. Kimi kaynaklarda Seferihisar ve
sayı//54// ocak 82
Karahisarlı olduğu da zikredilir. Ancak inşa ettirdiği 898 / 1493 tarihli, Sivrihisar, Tekke Sokağındaki “Kurşunlu / Baba Yûsuf Camii”nin varlığı bu tezleri zayıf göstermektedir. Ahmet Kartal, “Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî ve Eserleri” isimli makalesinde, A. Bican Atmaca ve Tahsin Özalp’e atıfla Şeyh Baba Yûsuf’un evlatlarının da Kurşunlu / Baba Yûsuf Camii yanında yer alan türbede medfun oldukları bilgisini verir. Şeyh Baba Yûsuf’un ismi kimi kaynaklarda, “Yûsuf Baba”, “Baba Yûsuf”, “Baba Yûsuf Sivrihisârî”, “Sivrihisarlı Şeyh Baba Yûsuf”, “Şeyh Haliloğlu Sivrihisarlı Baba Yûsuf” olarak da geçer. Şeyh Baba Yûsuf’un ilk tahsilini babası Şeyh Baba Halil’den aldıktan sonra, Sivrihisar medreselerinin en ünlülerinden olan Selçuk Medresesi’nde öğrenimini tamamlayarak icazet aldığı kaynaklarda yer alır. Fıkıh, tefsir, hadis, siyer ve akaid gibi İslami ilimlerle tasavvufa dair geniş bilgi sahibi olduğu kaydedilir. Daha sonraları ise muhtelif yerlerde vâizlik yaptığı biliniyor. Ahmet Kartal, adı geçen makalesinde iyi bir müderris olan Şeyh Baba Yûsuf’un hattatlığına ve şairliğine de dikkat çeker. Kendisine atfedilen Farsça tefsirli Kur’an-ı Kerimi hat yönünden beğenilmektedir. Ahmet Sevgi, bir makalesinde onun şiirlerinde “Şeyhoğlu” mahlasını kullandığını zikreder. Rivayetlere göre Tarik-î Bayramiye’den olup Akşemseddin Hazretlerinin’de halifesidir. Kimi kaynaklarda zikredilen Hacı Bayram-ı Velî’nin halifesi olduğuna dair bilgiler tartışmalıdır. Zira Hacı Bayram-ı Velî’nin vefat tarihi olan 1430 tarihinde, Şeyh Baba Yûsuf’un ya henüz doğmamış veya çocuk yaşta olabileceği düşünülüyor. Eyüp Sultan eski müftülerinden Recep Akakuş, Şeyh Baba Yûsuf un Bayramî tarikatının ileri gelenlerinden ve Eyüp Sultan Hazretlerinin de türbedarı olduğunu zikreder. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Şeyh Baba Yûsuf’u Sultan II. Bâyezîd zamanındaki şeyhler arasında saymıştır. Bu bilgiler ışığında, Şeyh Baba Yûsuf'un Akşemseddin Hazretleri’nin halifelerinden olduğu görüşü kuvvet kazanmaktadır. Bilindiği üzere Akşemseddin Hazretleri, Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin halifelerindendir. Kimi kaynaklardan ve şifahi bilgilerden öğrendiğimize göre Şeyh Baba Yûsuf, İstanbul’un fethinde bulunmuş, Eyüp Sultan Camii’nin ilk imamlarından ve Eyüp Sultan Türbesi’nin de ilk Türbedarlarındandır. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, Mecmua-i Tevarih
isimli eserinde Şeyh Baba Yûsuf hakkında şu bilgileri verir:”İstanbul fethinde mevcud ve mu’ammerînden bir şehy-i mes’ud idi. (…) İstanbul’a gedikte 918 (1512) tarihinde rıhlet ve ibtida türbedarı olduğu Hazret-i Ebi Eyyub Ensarî Radiyallahu’l-Bârî türbesi kapısı haricinde şehrâha nâzır pencere dâhilinde defn olundukta…” Bu bilgi de Şeyh Baba Yûsuf’un Eyüp Sultan’ın ilk türbedarlığını teyit eder mahiyettedir. Ayvansarâyî, Hadikatü’l-Cevami isimli eserinde de Şeyh Baba Yûsuf’un kabri ile ilgili bilgi verir. Ancak buradaki bilgiler mevcut tabloya farklı bir katkı sağlamaz. Arşivlerden derlenen bu döneme ait yazılı belgelere ulaşamadık. Sicil-i Osmanî’de Sultan II. Bâyezîd Velî dönemine ait bazı bilgiler vardır. Buradaki bilgilere göre de Şeyh Baba Yûsuf, Sivrihisarlı olup Bayramiye tarikatındandır. Beyazıd Camii ibadete açıldığında huzur-u hümayunda vaaz eylemiş, devamında mabedin Cuma ve kürsü vaizliğini üstlenmiştir. Eyüplü Meşhurlar isimli eserde Sicili Osmanî’ye atıfla, Sultan II. Bâyezîd Velî Hazretleri ile hac yolculuğuna hazırlanan Şeyh Baba Yûsuf arasında geçen bir konuşmadan bahsedilir. Buna göre: “Padişah bir miktar altın çıkarıp ’Bu benim elim emeğiyle hâsıl olmuş bir helal maldır. Bunu Ravza-i Mutahhara’daki kandillerin tezyinine sarf eyleyesin, Bâyezîd nam günahkâr ve asi ve suçlu selam söyledi ve kandillerin ziyneti için gönderdiği helal malı kabul buyurmak babında yalvardı diyesin’ diye ifade buyurdular…” Halim Baki Kunter, Şeyh Baba Yûsuf'un Sultan II. Bâyezîd’in hocası olduğunu da ifade eder. Sicili Osmanî’deki bilgiler bu görüşü destekler mahiyettedir. 83
Şeyh Baba Yûsuf’un doğum tarihi belli değildir. Ahmet Kartal, adı geçen makalesinde, Şeyh Baba Yûsuf'un doğum tarihinin kesin olarak bilinmemekle beraber, “Mevhûb-ı Mahbûb” isimli eserindeki: “Fet(i)h idüp gelüp İslâmbolı ol / Emân u emnile şehr oldı ma’mûr” beyitinden Şeyh Baba Yûsuf’un İstanbul’un fethini görebilme ihtimalinden söz eder. Buna göre Baba Yûsuf ‘un doğum tarihi 15. Yüzyılın ikinci çeyreği olarak düşünülebilir. Beyazıt Camii 1506 yılında, Eyüp Sultan Camii ise1458 yılında tamamlanmıştır. Şeyh Baba Yûsuf, Beyazıd Cami açılışından yaklaşık altı yıl sonra 1512 yılında vefat ettiğine göre bu sıralar 85-90 yaşlarında olmalı. Eyüp Sultan Camii, Şeyh Baba Yûsuf ‘un vefat tarihinden yaklaşık 54 yıl önce inşa edilmiştir. Şeyh Baba Yûsuf ‘un 85-90 yaşlarında vefat ettiğini kabul edersek, Eyüp Sultan Camii’nin inşa edildiği tarihlerde 30-35 yaşlarında olmalı. Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin Hazretleri’nin de halifesi olması münasebetiyle Şeyh Baba Yûsuf ‘un Eyüp Sultan Camii’nin ilk imamlarından ve ilk türbedarlarından olması mümkün gözükmektedir. Malum olduğu üzere Eyüp Sultan hazretlerinin kabri şerifleri, Akşemseddin Hazretleri’nin manevî keşifleri sonucu tespit edilmiş, Fatih Sultan Mehmet Han’ın iradeleriyle de buraya bir türbe ihdas edilmiştir. En iyisini Allah bilir. Rivayetlere göre Şeyh Baba Yûsuf ‘un bir “Divan”ı, “Risâletü’n-Nûriye” ve Mesnevi nazım şekliyle yazılmış “Mevhûb-ı Mahbûb” isimli eseri ve Farsça tefsirli iki cilt Kur’ân-ı Kerîm’i vardır. Ahmet Kartal adı geçen makalesinde, Ahmet Bican Atmaca’ya atfen verdiği bilgilere göre bahse konu Kur’ân-ı Kerîm’in 1. Cildi Şeyh Baba Yûsuf tarafından yaptırılan, Sivrihisar, Kurşunlu / Baba Yûsuf Camii’nde muhafaza edilmektedir. Ayrıca “Mir’âtü’l-Aşikîn ve Mişkâtü’s-Sâdikîn” isimli eseri şerh etmiştir. Şeyh Baba Yûsuf’un eserleri incelendiğinde Kur’an-ı Kerime ve Sünnet-i Seniyye’ye sıkı sıkıya bağlı, samimi bir müslüman olduğu görülür. Şiirlerinde kimi bozuk düşünceleri ve sapkın ekolleri zemmederek onları sıratı müstakime, ehlisünnetin temiz ve berrak yoluna davet eder. Bu minvalde kaleme aldığı manzumelerden birisi şöyledir: sayı//54// ocak 84
Elâ ey tâlib-i râh-ı hidâyet Dilersen ki ine Hakdan inâyet Olasın rahmet-i Rahmâna vâsıl Yüzün ak ola hem işün de hâsıl Yirün Firdevs ola matlûb-ı a’lâ Cemâl-i Hak ola Celle Ta’âlâ Ne yola gitdise sultân-ı levlâk Gidelüm biz dahı cellâk u câlâk Kadem ırmayalum şer'-i Nebîden Baîd olmayalum merdân-ı dînden Kabûl eylen anı ne dirse Kur'ân Netîce dîn ola İslâm u îmân Şeyh Baba Yûsuf Hazretleri geniş halk kitleleri tarafından pek bilinmese de örnek yaşantısıyla, kültürümüze kazandırdığı kıymetli eserleriyle, Anadolu irfanının kurucu isimleri arasında yer almış, medeniyet tarihimizde iz bırakmış, müstesna bir şahsiyettir. Allah-u Teâlâ onun mübarek şahsında cümle geçmişlerimize rahmet eyleye… DİPNOT
1- Kartal, Ahmet, “Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârî ve Eserleri”, Bilig, 7, s.138, 1998. 2- Kartal, a.g.m. s.140. 3- Sevgi, Ahmet, “Şeyhoğlunun ‘Kitab-ı Mahbubiye’ Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme” www.isamveri.org. Erişim Tarihi: 03.12.2018 4- Haskan, Mehmet Nermi, Eyüp Sultan Tarihi, c.2., s. 631, Eyüp Sultan Bel. Yay. İst. 2009. 5- Eyüplü Meşhurlar, Editör: Seyfettin Ünlü, Neşre Haz. A.Şükrü Çoruk, c.2. s.56. Eyüp Sultan Bel. Yay. 2015. 6- Akakuş, Recep, Eyüp Sultan ve Mukaddes Emanetler, s.242., İstanbul, 1973. 7- Kartal, a.g.m. s.139. 8- Köseoğlu, Mehmed Akif, “İstanbul’da Bayramî Şeyhlerinin Postnişîn Olduğu Tekkeler Ve Günümüzdeki Durumları” Uluslar arası Hacı Bayram-ı Veli Sempozyumu Bildiriler Kitabı, s.431, Ankara, 2016. 9- Güven, Erman, “Eyüp Sultan Türbesi Haziresinin Önemine Dair Bir İnceleme” Eyüp Sultan Sempozyumu (V.), s.237, İstanbul, 2002. 10- Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, Mecmua-i Tevarih, s.86., Haz. Fahri Ç. Derin - Vahid Çabuk, Edebiyat Fak. Basımevi, İst. 1985. 11- Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, Hadikatü’lCevami,s.247. 12- Eyüplü Meşhurlar, s.56. 13- Kartal, a.g.m., s.138. 14- Kartal, a.g.m., s.142. 15- Kartal, a.g.m., s.141-143. 16- Kartal, a.g.m., s.140.
İSTANBUL
DARÜSSELAM -ikinciAfrika pazarını geç keşfeden işadamlarımız Türkler'e özgü çekingenlik ve tedirginliği pasaportları gibi taşıyarak adımlarını eskiye nazaran daha sık atıyorlar bu topraklara. Veli DALBUDAK
ürkiye'den Tanzanya'ya gitmenin en kestirme yolu Türk Hava Yolları... Üstelik 3 ayrı destinasyon var. Klimanjaro, Zanzibar ve elbette Darüsselam. Başka direkt uçuş yok. Aktarmayı göze alıyorsanız Katar Airways ile Doha'dan yada Emirates ile Dubai'den aktarmalı gidebilirsiniz. Bu belki duruma göre 300-500 TL. avantaj oluşturabilir. Vize derdi yok. Aşı da mecburi değil artık. Ama benim tavsiyem, eğer Tanzanya'nın kırsalında çok vakit geçirecekseniz gitmeden 10 gün önce aşı yaptırın, ilaçları kullanın. Ama bunları yaptırdınız diye de çok rahatlamayın çünkü herşeyi yaptırdığı halde yine de sıtma olan, sarıhummaya yakalananların sayısı epey fazla. Bunların tümünü halledip uçağa bindiğinizde hiç şaşırmayın... Afrika'nın göbeğine giden bir uçak dolusu insanın içinde siyahi olanlar bir elin parmaklarını geçmez. İngilizler başta olmak üzere Avrupalılar ezici çoğunlukla hakimler uçağa. Bir de biz Türkler tabii ki...
Afrika pazarını geç keşfeden işadamlarımız Türkler'e özgü çekingenlik ve tedirginliği pasaportları gibi taşıyarak adımlarını eskiye nazaran daha sık atıyorlar bu topraklara. 7,5 saatlik uçuştan sonra, körükten inme ayrıcalığını tanısa bile, körükten sonra merdivenlerden aşağı indiğinizde yalnız ve güzel ülkemizde kasabalarda dahi göremeyeceğiniz içler acısı bir havalimanı terminali ile karşılaşacaksınız. Sakın şaşırmayın! Sakın moralinizi bozmayın! Sakın burası böyleyse içerisi kimbilir nasıldır gibi kıyaslamalara abanmayın! Sakin ve güleryüzlü bir şekilde formu doldurun. Lütfen formu itina ile doldurun. Baştan savma olmasın. Havalimanından en son çıkmak istemiyorsanız size yardımcı olan polisle iyi diyalog kurun. Çünkü pasaportlar içlerine konan 50$ ile birlikte içerideki odaya gidiyor. Siz de beklemeye. Kimin pasaportu çıkarsa o valizini alıp kara kıtanın karanlık sokaklarına atıyor kendini. Ufak tefek sorunları ve bekletilmeyi büyütüp agresif davranmamanızı öneririm. Bu fayda değil zarar getirecektir. Burayla ilgili önemli bir hatırlatma yapmak istiyorum. 2007 öncesi basılmış dolarları hiçbir şekilde kabul etmiyorlar. Buraya gelirken yanınızdaki dolarlar mümkün mertebe en yenilerden olsun. Ben bir miktar dolar lazım olur diye 1, 5, 10 ve 20 lik yaptırmıştım. Birkaç markette bunları kabul ettiremedim. Havalimanından şehre transferinizi önceden ayarlamalısınız. Çünkü maalesef Darüsselam geceleri pek tekin değil. Gerçi gündüz de dikkatli olmalısınız ama geceleri asla yalnız dolaşmamalısınız. Tanzanya, Ekvator kuşağının hemen altında tropikal iklimin hüküm sürdüğü sıcak ve nemli bir ülke. Türkiye ile aynı boylamda. O yüzden saat farkı yok aramızda. Afrika'nın ortadoğusunda Hint Okyanusu kenarında yer alıyor. 943.000 kmkare ile yüzölçümü bizden biraz fazla ama nüfusu 53 Milyon ile bizden epey az. Swahili dili konuşuluyor. Ülkenin % 30'u müslüman, % 30'u hristiyan, kalanı da yerel kabile dinleri... Ülkenin Atatürk'ü Julius Nyerere... Neden mi? Ülkeyi 1961'de Birleşik Krallık'tan kurtaran, sonra 1962'de her birinin kendine has dili olan 120 kabileyi birleştirip Tanganika Cumhuriyetini kuran o. 1964'te is Zanzibar ve Pemba adalarıyla birleşerek bugünkü Tanzanya'yı kuran o. Tanzanlıların ona sevgi ve bağlılığı çok büyük. Ülke Başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Ama Başbakan'da var. 2015'ten beri başkan John Magufuli. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'da yakın zamanda Tanzanya'yı ziyaret etti. Türkiye ile ilişkiler çok iyi seviyede. Tanzan halkı da Türkler'i çok seviyor. Ama sakın "Turkey" yada "Türkiye" falan demeyin. "Uturiki" diyor onlar bize, biz de öyle söylersek anlıyorlar, yoksa boş boş bakıyorlar… Afrika’yı dolaşmaya devam edeceğim… 85
ŞEHRE ANLAM KATANLAR:
SANATÇILAR
Fahri Çetinkaya, bu coğrafyanın bir insanı olarak, bu topraktan aldıklarını bu toprağın kültür çeperiyle oluşturmaya ve bunu da dünyaya duyurmaya çalışan nadide isimlerden biridir. Yaptığı çalışmalarla toprakla ünsiyetini kopartmayan ve bunu önemseyen bir sanatçıdır. Bilal CAN
ir şehri anlatmak için o şehri şehir yapan unsurları iyi belirlemek gerek. Tanpınar’ın Beş Şehir’de İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara üzerinden aktardığı şehir ve medeniyet fikri bu gün ısrarla üzerinde durulması gerekli olgulardan bazılarıdır. Şehirler bir toplumun medeniyet tezahürleridir. Medeniyetlerin gelişmişliği, etki alanı bu şehirler üzerinden okunabilir. Kütahya da bu medeniyet okumalarının yapılacağı geçmişiyle bu günüyle ve kent olmaya direnen durumuyla gelenek ve modernin bir arada yoğun şekilde okunabileceği şehirlerden biridir. Ahşap konakları ve asırlık çınarlarıyla zaman içerisinde eşsiz bir yolculuğa çağıran, su sesinin eksik olmadığı eski mahallelerde dolaşırken geçmiş ile geleceği bir anda yaşıyor havasına kapılırsınız. “Dünyada mekân” diyen büyüklerimiz dünya mekânının geçiciliğini unutmamız için bunu mekânlar üzerinden yansıtmışlardır. Rahatlıktan ziyade mahremiyet ve komşuluk ilişkilerini önemseyen eski yapılarda gözümüze çarpan en önemli unsur “karakter”dir. Geleneksel mimarî tarzıyla yapılan mekânlardaki karakter, onlarda bir heybet, bir güven, bir sıcaklık uyandırmaktadır. Fakat modern yapılarda “karakter” özelliğinden bahsedemeyiz. Beton yığını olarak yapılan ve sadece maddi beklentiler için yapılan yapılar ne tarihle ne de geleneğimizle bağlantısı bulunmamaktadır. Kütahya’nın tarihi MÖ. VI. Yüzyılda Frigyalılara kadar uzanmaktadır. Bizanslıların şehre egemen olmasıyla birlikte bu gün “Hisar” denilen kale ve burçların inşası yapılmış, Germiyanoğulları ve Osmanlı döneminde düzenlemeler yapılarak kale olarak kullanılmıştır. “Hisar” denilen bu kale tarih sahnesinde birçok defa kayıtlarda altı çizilerek anılmaktadır. Bunlardan biri Malazgirt’te Sultan Alparaslan’a yenilen Romanos Diogenes tahtını geri almak için giriştiği mücadelede yenilip esir düşünce, Kütahya kalesine getirilerek gözlerine mil çekilerek hapsedilmiştir. Türk hâkimiyetinin bir uç şehri olan Kütahya, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın kardeşi Melik Mansur tarafından 1074 yılında Bizanslılardan alınmış Haçlı Seferleri neticesinde tekrar Bizanslıların eline geçmiştir. Türklerin tekrardan Anadolu’yu fethetmeye başlaması neticesinde Kütahya’nın Türkler eline geçmesi 1230 tarihinde İmaüddin Hezar Dinari tarafından gerçekleşmiştir.
sayı//54// ocak 86
Germiyanoğlu Beyliğine uzun bir dönem ev sahipliği yapan Kütahya, Süleyman Şah’ın kızının çeyizi olarak Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı döneminde bir sancak merkezi olan şehir İshak Paşa’nın Anadolu’nun Beylerbeyliğini buraya taşıyarak şehrin önemi artmıştır. Ankara Savaşı’nda Bir dönem Timur’a ev sahipliği yapan Kütahya birçok tarihi yapı, medrese, kilise, konak gibi yapılara sahiptir. Şehirde en önemli cami Yıldırım Beyazid tarafından yaptırılan “Yıldırım Han Camii”dir. Ayrıca bu gün “Dönenler Camii” olarak kullanılan Mevlevihane, yine bu gün Adalet Sarayı olarak kullanılan Eski Hükümet Konağı Kütahya’daki önemli yapılardandır. ŞEHRİ, ŞEHİR YAPANLAR: SANATÇILAR
Kütahya, geleneksel Türk bezeme sanatlarından olan çini alanında önemli bir yere sahip şehirlerdendir. Bu gün kendine özgü bir tarz, motif, form kazanan Kütahya çinisinin ünü dünyaya yayılmıştır. Bunda elbette ki bu alanda çalışmalar yürüten çini ustalarının, çini sanatçılarının katkısı vardır. Bu gün çeşitli vesilelerle dünyaya açılan sanatçılar, ortaya koydukları eşsiz eserlerle öncelikli olarak ülkemize, sonra Kütahya’ya ardından da Türk çinisine çeşitli vesilelerle katkılar sunmaktadır. Her eserlerine gururla imzalarını atan bu sanatçılardan biri Fahri Çetinkaya’dır. Fahri Çetinkaya, bu coğrafyanın bir insanı olarak, bu topraktan aldıklarını bu toprağın kültür çeperiyle oluşturmaya ve bunu da dünyaya duyurmaya çalışan nadide isimlerden biridir. Yaptığı çalışmalarla toprakla ünsiyetini kopartmayan ve bunu önemseyen bir sanatçıdır. Açtığı sergilerde toprakla olan bağını
ısrarla dile getirir. En son açtığı sergilerden biri olan “Benim Adım Toprak” sergisiyle dikkatleri üzerine çeken Fahri Çetinkaya ile yaptığımız görüşmede ortaya koyduğu çalışmaların farklı tarzların terkibinden oluştuğunu, genellikle belirli konular etrafında çalıştığını ifade etmiştir. Bu konulardan, temalardan bazıları Piri Reis, Matrakçı Nasuh, Orhun Abideleri, Göktürk Alfabesi gibi temalar olduğunu belirtmiştir. Çini sanatında büyük ebatlarla çalışan Çetinkaya, bu ebatların yapımının çok zahmetli ve riskli olduğunu ifade ederek, aykırı ebat olarak adlandırılan bu çalışmaların 40x40’dan daha büyük ebatlarda olan çalışmaların aykırı ebat olarak adlandırıldığını, fırınlanma süreçlerinin çok zor ve uzun olduğunu belirtmiştir. Ecdadın yapmış olduğu eserleri önemseyen Çetinkaya, asıl amacın geçmiş dönemlerde yapılan eserlerin aynısını yapmak değil, onlardan faydalanarak, onları kendine çıkış noktası alarak farklı terkiplerle yeni ve özgün eserler üretmek olduğunu ifade etmiştir. Bu gün maalesef sanatın “kopyala yapıştır”a dönüştüğünü özgün eser üreten çok az kişinin kaldığını ifade etmiştir. Sanatçıların özgünlük konusunda daha hassas olması gerektiğini söyleyen Çetinkaya, sanattan muradın aslında farklı bakış açılarıyla yeni eserler üretmek olduğunu ifade etmiştir. ÖZGÜN ESERLER ÖZGÜN TEKNİKLERLE BAŞLAR
Ortaya koyduğu eserlerde farklı tarzları yenilikçi biçimde kullanmaktan çekinmeyen Çetinkaya’nın eserleri yapım ve sırça aşamasında keşfettiği tekniklerle kendini hemen farkettiren eserlerdendir. Özgünlüğü önemseyen Çetinkaya, 100 yıl sonra gelecek 87
olan neslin 2000’li yıllarda “hiç mi yenilikçi ve teknik açısından incelenmeye değer bir sanatçı olmadı?” sorusunu şimdiden kendisine sorarak geleceğe kalabilecek eserler üretme derdinde. Bu bir dert meselesidir, geleceğe kalacak eserler üretebilmek için bu günden çok sıkı çalışılması gerekmektedir. Zanaatkar ve sanatkarın birbirinden farklı olduğunu, bu konunun özellikle üzerinde durulması gerektiğini ifade eden Çetinkaya, Çini sanatıyla uğraşan binlerce insan bulunabileceğini fakat bu binlerce kişi arasından tarz ve özgünlük açısından dikkatleri çeken kişilerin azlığından yakınmaktadır. Eserin ikincisi yapılabiliyorsa bu eserin özgün olmadığını ifade edem Çetinkaya, koleksiyonlarda ve kataloglarda sergilenen eserlerde hep özgün eserlere yer verdiğini, bu eserlerden hiç birinin bir diğerinin aynısı olmadığını ifade etmiştir. TEKNİK, İŞİN SIRRIDIR
Her sanat eserinde olduğu gibi çinide de belli başlı bazı teknikler vardır. Eserlerinde geleneksel tekniklerden ziyade kendi geliştirdiği tekniklerle eserler üreten Çetinkaya, bu işin hamurun yoğrulmasından fırınlanmasına, sırçalanmasından bezemesine kadar her alanda dikkatle takibinin yapılması gerektiğini söylemiştir. Sırçalama başlı başına bir iştir, sırçaya katılacak maddelerin bilinmesi, hangi maddeden hangi oranda katılması gerektiğini, bu işin sırrını çözenlerin bilebileceğini söyleyen Çetinkaya’ya göre bunun devamında fırınlama sürecinde hangi ısı derecesinde neler yapılması gerektiğini özgün ustaların bilebileceğini, ihtimalleri göz önünde bulundurarak farklı değişkenlerle farklı farklı binlerce ihtimalin çıkabileceğini söylemiştir. Kendi eserlerinde kullandığı teknik noktasında iddialı olduğunu, sayı//54// ocak 88
eserlerini bu teknikle hazırladığını belirtmiştir. Bu güne kadar 46 farklı ülkede sergiler açan Çetinkaya, Kütahya’da ortaya koyduğu eserlerini Yalıkavak’ta bulunan galerisinde sergilemektedir. Dünyanın farklı ülkelerine eserler göndererek sanatseverlerin ilgisine sunan Çetinkaya, hem Türkiye’nin hem Türk Çinisinin ve Kütahya’nın bir nevi tanıtımını, kültür ataşeliğini yapmaktadır. 1982’de okulda başladığı çini işini bu güne kadar devam ettiren Çetinkaya, bu işi ilkin okul sıralarında ardında da bir çini şehri olan Kütahya’da evlerinin olduğu mahalledeki çini atölyelerinde öğrendiğini ifade etmiştir. İşe ilkin çini yaparak değil, daha çok malzemeleri tanıyarak başladığını söyleyen Çetinkaya, bir nevi gözlem yaparak otodidaktik biçimde kendi tarzını ve stilini oluşturmuştur. “PİRİ REİS’İN SIRRI SIR ALTINDA”
Eserlerini bir tema doğrultusunda ortaya koyan Çetinkaya, Unesco’nun 2013 yılını “Piri Reis Yılı” ilan etmesiyle birlikte zaten daha önce hazırladığı eserler dolayısıyla ilgiyle karşılanmıştır. Piri Reis’in haritalarını çiniye işleyerek yaptığı 54 parçalık dev eseri Kültür Bakanlığı’nın devreye girmesiyle bir sergide sergilendi, bu sergisine de “Piri Reis’in Sırrı Sır Altında” başlığını kullandı. Genellikle tematik çalışmalara ağırlık veren Çetinkaya’nın eserlerinin mihenk noktası kültürümüz ve tarihimizdir. Piri Reis’ten sonra Matrakçı Nasuh’un minyatürleri, II. Abdulhamit Han’ın projeleri, mozaik sanatını İslam sanatıyla birleştirerek ortaya koyduğu çalışmalar alanında özgün ve tematik çalışmaları olarak gözükmektedir. Bütün bu tematik çalışmalarını ise bir başlık altında toplayan Çetinkaya, “Benim Adım Toprak” konusuyla eserler üretmeye devam ediyor.
KUNTA HACI Hayatı, Tesiri, Tasavvufî Çizgisi ve İki Risalesi • Müridin Sorularına Feyiz Sahibi Üstadın Cevapları • Soranlar İçin Cevaplar ve Müridler İçin Deliller Yazar: Ziyaudin MAKHAEV Büyüyenay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN
arih içinde büyük devletlerin menfaatlerinin çakıştığı yer olan Kafkasya, her zaman uzun süren savaşlara sahne olmuştur. Coğrafî konumu ve etnik zenginliği sebebiyle düşmanlara karşı birleşemeyen Kafkasya halklarını, ilk defa 18. yüzyılda İslâm dininin çatısı altında toplayarak Birleşik Kafkasya mefhûmunu ortaya koyan Çeçenistanlı sûfî Şeyh Mansûr olmuştur.
O zamandan beri Kafkasya halkları işgalci durumunda olan Rusya’ya karşı olağanüstü direniş gösterebilmiş ve kendi gücünü hep tasavvuftan almıştır. Elinizdeki eserde Kafkasya’daki tasavvûfî hareketlere kısaca değinildikten sonra özel olarak Kadirî tarikatının 19. yüzyılda o bölgede ortaya çıkması, yayılması ve günümüze kadar yaşadığı değişimler incelenmektedir. Bu çalışmanın asıl konusu ise Kadirî tarikatını temsil eden Kunta Hacı. Onun hayatı, görüşleri ve iki risalesinin yer aldığı bu çalışmada öncelikle Kunta Hacı’nın nesebi, silsilesi, onun ve ailesinin yaşadığı hâdiseler gibi, Sovyetler döneminin getirmiş olduğu zorluklar neticesinde meçhûl kalmış konular araştırılmıştır. Araştırma yaparken öncelikle Kunta Hacı’nın sözlerini ihtiva eden ve mürîdlerinin kaleme almış olduğu eserler incelenmiş; kişisel görüşmeler yapılmış, Kunta Hacı’nın yaşadığı döneme ait arşiv bilgileri, neşredilmiş araştırmalar ele alınmıştır. Daha sonra da Kafkasya’da Kadirîliğin ortaya çıkışı, gelişmesi ve Kafkas halklarının hayatlarında oynamış olduğu rol araştırılmış, Kunta Hacı ve Şeyh Şâmil'in görüşleri ve ilişkileri hakkında tesbitlerde bulunulmuştur. Kitabın son bülümünde ise Kunta Hacı’ya ait elimizdeki en iyi kaynak olan, onunla birlikte zindanda bulunmuş mürîdi Abdüsselâm Tutgirîyev’in kaleme almış olduğu Cevâbu’s-Sâilîn ve Hüccetü’lMürîdîn ve Ecvibetü’l-Üstâzi’l-Müfîz li Mesâili’l-Mürîdi’l-Müstafîz” adlı iki risale bulunmaktadır. Arapça kaleme alınmış olan bu iki risalenin matbu nüshası tercümeleriyle birlikte karşılıklı sayfalar halinde eserin sonunda yer almaktadır.
ŞEHİR K İ TAP
KAFKASYA’DA
89
DAĞLARIN EMZİRDİĞİ MEMLEKET:
ÇAMARDI Çamardı insanı tüm Türkiye’ye yayılmış ve dondurmacılık üzerine ülke çapında söz sahibi olmuştur. Her gittiğimiz yerde bir Çamardılı dondurmacıyla karşılaşmak mümkündür. Mehmet BAŞ
amardı Niğde’nin güneydoğusunda bir zincir gibi uzayan Toros Dağlarının eteklerinde kurulmuş bir ilçedir. Burası dağların emzirdiği bir çocuk gibi başı dik alnı açık durur. Çamardı dağların ve suların memleketidir. Ortalama olarak 1600 metre yükseltisi ile zamana ve mekâna yukardan bakmak isteyenleri kendine çağırır. Eski isimleri Şamardı ve Bereketli Maden’dir. 1910 yılından 1948 yılına kadar mülki taksimata göre bucak teşkilatı olarak kalmış,1948’de ilçe olmuştur. Belediyesi ise 1927’de kurulmuştur. Tarihsel açıdan baktığımızda ilkçağdan günümüze önemli bir yerleşim yeridir. Çamardı ve çevresinin tunç çağından itibaren önemli bir yerleşim bölgesi olduğu Celaller Köyü civarında Göltepe Kestel ören yerinde yapılan arkeolojik kazılar sonunda anlaşılmıştır. İlçe sırasıyla Hitit, Roma, Selçuklu, İlhanlı, Eratna ve Karamanoğlu beyliği ve Osmanlı egemenliğine girmiştir. Çamardı kesin olarak 1471 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Çamardı’nın yüzey şekilleri coğrafi açıdan oldukça engebeli ve 2/3’ü dağlıktır. Torosların en yüksek zirvesi olan 3756 m. yüksekliğinde ki Demirkazık tepesi Çamardı hudutlarındadır. Çamardı’da arazinin büyük bir bölümü yayladır. Çamardının en önemli akarsuyu olan Ecemiş çayı doğduğu yerden itibaren verimli ve dar bir vadiden akarak etrafına hayat vererek ilerler. Karapınardan çıkan dere ile ilçenin güneyinde birleşerek Adana topraklarında Seyhan Nehri’ne karışır. Milli park statüsünde olan Aladağlarda dört yükselti grubu bulunmaktadır. Demirkazık 3756 metredir. Kızılkaya 3725 metredir.Kaldı grubunda Kaldı dağının en yüksek tepesi 3688 metredir. Torasan grubunda Vayvay dağının en yüksek tepesi ise 3565 metredir. Çamardı harika doğası, manzarası ve bitki örtüsü ile bölgenin en güzel yerlerinden birisidir. Bir kale gibi ilçeyi saran Aladağlar ise üzerinde gezi ve tırmanış yapacak olan araştırıcı ve dağcılar için bir cazibe merkezidir. Gelen misafirler genellikle Niğde-Çamardı –Çukurbağ köyü üzerinden Aladağlar’a giriş yaparlar. Aladağların yalnız Demirkazık doruğuna tırmanış yapmak isteyenler, Demirkazık Köyünden de Aladağlara giriş yapabilirler. Burası Türk dağcılığı açından bir okul görevi görmektedir. Ayrıca Demirkazık Tepesi yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmeye devam
sayı//54// ocak 90
etmektedir. Demirkazık eteklerinde turistlere hizmet veren bir dağ evi mevcuttur. Ayrıca ilçe yayla turizmi açısından da son yıllarda büyük atılımlar içine girmiştir. Çukurova’nın sıcağından kaçanlar için önemli bir merkez olmuştur. Çamardı denince halka tatlıdan bahis açmamak olmaz. Her yerde meşhur olan ucuz ve bol bulunan fakirin fukaranın tatlısı halka tatlının icat edildiği yerin Çamardı’nın Üskül Köyü olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Şerbetli hamur tatlıları sınıfının bir numarası olan tatlımız ülkemizin her yerinde severek tüketilmektedir. Zamanın behrinde yağ şeker ve unu birleştirerek bu tatlıyı yapan ustalar zamanla Türkiye’nin her tarafına dağılarak başlarının üstünde tepsilerle duraklarda pazarlarda bu tatlıyı satmaya başladılar. Üskül’den, Çardacık’tan, Kışlakçı’dan, Bekçili’den, Elekgölü’nden giden ustalar evlerini tatlı yapıp satarak geçindirmeye başladılar. Tatlıcılık Çamardı’nın bütün köylerine yayıldı. Her köyden insanlar ilkokulu bitirir bitirmez ta çocuk yaşta ülkenin her tarafına tatlı satmaya gitti. Bekâr odalarında çoluktan çocuktan uzak bir şekilde yıllarca gurbetin izbe köşelerinde hemşerilerimiz bu tatlıyı yapıp sattı. Şimdi bile çoğu yerde Çamardılıyım dediğinde hemen tatlıcı mısın sorusuyla karşılaşmamız mümkündür. Şimdi her ne kadar Adanalılar bu tatlıya sahip çıksalar da bu tatlının doğduğu ve yayıldığı yer Niğde’nin Çamardı ilçesidir. Hatta Çamardı’nın girişine bir dondurma ve tatlı resmi konulup tatlının ve dondurmanın anavatanına hoş geldiniz yazısı dahi yazılabilir. Bunun dışında Türkiye’nin her tarafına dağılmış Çamardılı tatlıcılar ve dondurmacılar aracılığıyla Niğde’nin tanıtımını içeren broşürler ülkemizin her yerine ulaştırılabilir. İlçenin ekonomisi hayvancılığa dayanır. Tarım sınırlı ölçüde yapılır. Başlıca tarım ürünleri tahıl ve baklagillerdir. Meyvecilik yaygın olarak yapılır, en çok elma yetiştirilir. İlçe topraklarında demir, çinko, kurşunlu çinko, antimon yatakları vardır. Çamardı insanı tüm Türkiye’ye yayılmış ve dondurmacılık üzerine ülke çapında söz sahibi olmuştur. Her gittiğimiz yerde bir Çamardılı dondurmacıyla karşılaşmak mümkündür. Çamardı hem doğası hem insanı ile yüz akı ilçelerimizden birisidir. Bu yazımızı memleketimizden ilham alarak yazdığım “Çamardı destanı” isimli şiirle tamamlamak istiyorum.
Toros dağlarına kurulmuş yurdum Güzeller güzeline vurulmuş yurdum Akmış yücelerden durulmuş yurdum Güllerin içinden bakar Çamardı Elekgölü köyümdür akar özleri Doğar Toroslardan suyun gözleri Yaylalara varır tatlı sözleri Miski amber gibi kokar Çamardı Mahmatlı yolunda sıra kavaklar Tarlalar içinde büyür başaklar Kızarmış gül gibi elma yanaklar Koluna inciler takar Çamardı Çardacık evleri sıralı taştan Davacı değilim o hilal kaştan Bir kere yananlar yanmaz ataştan Ayları yıllara yazar Çamardı Bekçili üstünde büyür kevenler Kavuşur birbirine orda sevenler Dolaşır dağlarda yavru cerenler Kartallar misali uçar Çamardı Celaller yüksekte uçan şahindir Kavaklıgöl göller gibi dingindir Üskül’ün kalbi tok gönlü zengindir Bir yokluk elinden naçar Çamardı Akar Karamık’tan incecik arklar Aladağ eteğine kurulmuş parklar Çukurbağ içinde dönüyor çarklar Verdiği sözleri tutar Çamardı Şu Toroslar Akdeniz’e duvardır Yeletan’dan Pozantı’ya yol vardır Kışlakçı’da giydikleri şalvardır Canına canana satar Çamardı Burç’un külahına dolar dondurma Kem gözle bakanı Rabbim ondurma Muhannet kuşunu gelip kondurma Cennetin katına çıkar Çamardı Ören’in barajı ne güzel olmuş Üçkapılı dağı gül ile dolmuş Yârini arayan orada bulmuş Sarar dört yanını efkâr Çamardı Bademdere, Pınarbaşı bakışır Bulduruç suları durmaz akışır Sulucaova’ya güller yakışır Yaylalara türkü yakar Çamardı Orhaniye köyünün bir adı Çerkez Kocapınar içinde kaynıyor pekmez Eynelli üstünden bulutlar gitmez Dağların kalbinde yaşar Çamardı Bereketli Maden iniş çıkıştır İşlenmiş güzellik nakış nakıştır Ey ceylan bakışlım o ne bakıştır Aşılmaz dağları aşar Çamardı Niğde’nin incisi dağlar koyağı Türkmenler vatanı güller konağı Yurdun dört yanını gezer ayağı Diyardan diyara koşar Çamardı 91
ara Avrupa’sını Karadeniz’e bağlayan en büyük nehir yolu olan Tuna’nın, sayılı limanlarından biri de Budapeşteden sonra, Belgrad’dır. Batıdan gelen Sava nehrinin Tuna’ya katıldığı noktada tarihi Belgrad şehrinin merkezi yer alır. Bu merkezin en önemli yapısı Osmanlı döneminde inşa edilmiş anıtsal kaledir. Semt adını bu eserden alır: KALEMEYDAN.
DÜNDEN BUGÜNE
BELGRAD
Osmanlı orduları, bir asır boyunca Belgrad’ı feth etmek için defalarca akınlar düzenledi, hatta Fatih Sultan Mehmed, bir seferinde bizzat yaralanmasına rağmen, şehri fethe muvaffak olamadı. Bu güzel şehrin fethi, Kanuni Sultan Süleyman’a nasip oldu. Davut NURİLER
Üç asırdan fazla Osmanlı’nın Avrupa’da askeri ve ticari merkezi konumunda olan şehir, Tarih boyunca çok sayıda savaşa sahne olmuş bir toprak parçasıdır. Doğu-batı arasındaki stratejik coğrafi konumu, onu, büyük güçlerin hedefi ve doğal çatışma alanı haline getirmiştir. Tarih kitapları, ikibin yıldan bu tarafa Belgrad’da hükümranlık sürmüş devletlerin sayısının 50 yi geçtiğini yazar. Sadece 20. asırda, 2 dünya savaşının dikkate değer cephelerinden birini teşkil etmiş olan Belgrad, Yugoslavya’nın dağıldığı doksanlı yıllarda, Miloşeviç’in dünyaya kafa tutması sebebiyle, 1999 yılının 3 ayını, NATO uçaklarının bombardımanı altında, geçirmek zorunda kalmıştı. Osmanlı orduları, bir asır boyunca Belgrad’ı feth etmek için defalarca akınlar düzenledi, hatta Fatih Sultan Mehmed, bir seferinde bizzat yaralanmasına rağmen, şehri fethe muvaffak olamadı. Bu güzel şehrin fethi, Kanuni Sultan Süleyman’a nasip oldu. 1521 yılının 29 ağustos günü, Muhteşem Süleyman, şehri feth ederek, üç asırdan fazla sürecek Osmanlı dönemini başlatan kişi oldu. Bundan sonra Belgrad, Osmanlı’nın Avrupa’daki en önemli askeri merkezi konumuna gelecektir. Avusturya ve Macaristan’a yönelik fetih hareketlerinin buradan sevk ve idare edildiğini söyleyebiliriz. Osmanlı’nın Tuna’daki donanmasının karargahı, tophane ve baruthane gibi askeri tesislerin yanında, ordunun ihtiyacı için kışla ve gıda ambarları gibi önemli yatırımlar bu şehirde yapıldı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde şehirden uzun uzadıya bahsederken 98.000 kişilik bir nüfustan bahseder ki bunların çoğunun Müslüman olduğunu zikreder. 217 cami, 3 mescit, 17 tekke, 9 dar-ül-hadis, 8 medresenin faal olduğu şehirde oldukça canlı bir ilim ve kültür hayatının olduğunu anlıyoruz. Devamında, Belgrad’da, 6 kervansaray, 7 han ve 3700 dükkanı bünyesinde barındıran bir çarşının var
sayı//54// ocak 92
olduğunu, Evliya Çelebi’den öğreniyoruz. XIX. Asır başlarında yeniçeri ocağının lağv edilmesiyle zirveye çıkan iç karışılıklar, Osmanlı devletinin her alanda güç kaybettiğinin işaretleri idi. Ordunun zayıflaması ve bazı mahalli yöneticilerin keyfi idaresi sonucu, devlet otoritesi zaafa uğramış, aynı yıllarda Balkanlarda başlayan isyanlarla baş edilememiş, önce Yunanistan bağımsızlığını ilan ederek kopmuş, ardından Sırbistan muhtar bir prenslik olmayı başarmıştı. Batının sömürgecilikle artan gücü karşısında Osmanlı orduları, Avrupa’lı güçler karşısında üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetmeye, zorlanmaya başlamıştı. Rusya, Avusturya ve İngiltere’nin desteğini alan Sırbistan Prensliği, adım adım yürüttüğü sistemli saldırı politikaları ile, başta Belgrad olmak üzere cıvardaki şehirlerde yaşayan Müslüman ahaliyi Sancak ve Bosna gibi yerlere sürdü. Bu saldırgan politikaların hedefi sadece Sırplardan oluşacak bir ulus devlet kurmaktı. 1867 yılında Sultan Abdülaziz’in saltanatı döneminde son Osmanlı askeri birliği çekilirken, Belgrad şehrinin anahtarları Sırp Prensliğine teslim edildi. 1804 yılında ilk Sırp isyanı ile başlayan, tam bağımsız Sırbistan ulus devletini kurma süreci Berlin kongresi ile hedefine ulaşmıştır. Bağımsız Sırbistan ulus devleti kurulduktan sonra Osmanlıİslam kimliği taşıyan cami tekke ve medrese gibi eserler kısa zamanda yıktırılmış ve bugünkü Belgrad imar edilmiştir. Benzer yıkım hareketlerine, Saraybosna, Yeni Pazar ve Üsküp şehirleri, içinde barındırdıkları Müslüman nüfus sebebiyle maruz kalmamıştır. Müslüman ahalinin Belgrad ve diğer şehirlerden sürgün edilmesi sonucunda, Osmanlı döneminde inşa edilmiş çok sayıda anıtsal eser, yıkıldı, başka bir deyişle 3 asırlık tarih yok edildi. Aslında benzer kıyım sadece Sırbistan’da değil, Balkanlarda Osmanlı’ya isyan ettirilerek ortaya çıkan devletlerin tamamında yaşandı. Söz konusu devletlerin kuruluş felsefesinde, Osmanlı-Türk idaresini işgalci sayan ırkçı düşmanca anlayış vardır ki bu anlayışlar günümüzde bile canlılığını korumaktadır. Osmanlı’dan kalma sadece bayraklı camiinin varlığına izin verilmiş diğer eserlerin tamamı yerle bir edilmiştir. Bayraklı camii dışında Belgrad’da Osmanlı’yı ait günümüze kadar varlığını sürdürmeyi başarmış kültürel değer olarak semt adlarını sayabiliriz. Kalemeydan, Tereziye, Dörtyol, Topçuderesi bu semt
adlarının en meşhurlarıdır. Birinci Dünya savaşından doksanlı yıllara kadar Belgrad, her iki Yugoslavya rejiminin başkenti olarak bölgenin en etkin ve güçlü başşehri rolünü sürdürmeyi başarmıştı. On yıl öncesine kadar Türkiye ile sıradan bir ilişki içinde olan Sırbistan yeni açılımlar peşinde. Eski Yugoslavya ülkelerinin tamamı ile ihtilaf yaşayan Sırbistan, Bosna-Hersek ve Kosova ile problemleri çözmek konusunda zor günler yaşıyor. AB üyeliği için 5 yıldan beri devam eden müzakereler, Kosova sebebi ile tıkanmış durumda. Her fırsatta NATO karşıtı olduğunu ilan etmekten çekinmeyen Belgrad hukümetlerinin, AB üyeliği ile NATO düşmanlığını nasıl bağdaştıracağı merak ediliyor. 90 lı yıllarda çok kanlı olaylara sahne olan Yugoslavya dağılma sürecinin, hala bitmediği, başta Avrupa olmak üzere dünyanın başını ağrıtmaya devam ettiğini görüyoruz. Artan bölgesel gerginlikler, ülkede yaşayan Müsslüman nüfüsü olumsuz etkiliyor. Toplam 2 milyon cıvarında kişinin yaşadığı Belgrad’ın % 10 dan fazlasının Müslüman olduğu tahmin ediliyor. Boşnak Arnavut ve diğer farklı etnisitelere mensup Müslümanların yanında, Ortadoğu kökenli 10.000 bine yakın Arap Müslüman’ın da Belgrad’da yaşadığı tahmin ediliyor. Doksanlı yıllarda Sırbistan’la Bosna arasında yaşananlar sebebiyle Boşnakların insan haklarını kullanmaları konusunda çok ciddi ihlaller yaşandığını ve bu sıkıntıların hala devam ettiğini biliyoruz. Cuma ve bayram namazı kılmak için cami bulamayan çoğu Boşnak Müslümanlar, son 10-15 yıl içinde 15 den fazla yerde apartman bodrumlarında illegal ve olumsuz mekanlarda ibadetlerini yapmaya çalışıyor. Sırbistan devletinin aynı Atina’da olduğu gibi Müslümanların problemlerini çözmek için olumlu bir tavır içinde olmadığını belirtmek isterim. Hatta geçen yıl Belgrad yakınlarında bir semtte Boşnakların inşa etmeye başladıkları bir cami inşaatının bazı bahanelerle yıktırıldığını üzülerek ifade edebilirim. Türkiye ile her alanda dostluk ilişkilerini artırmaya çalışan Sırbistan hukümetine, Belgrad’ın Osmanlı tarihini hatırlatmanın tam zamanı diye düşünüyorum. TİKA ve Yunus Emre Enstitüsü’nün bu konulara da el atması uygun olur diye düşünüyorum. Bu şekilde Belgrad’da insan hakları konusunda yıllardır çile çeken Müslümanlar bizden Belgrad hukümeti nezdinde yardım bekliyor. 93
ANKARA’DA BİR LÂLE ŞAİRİMİZ:
ABDULLAH SATOĞLU
Bir kısım şiirlerinde İsmetî mahlasını ve bazı yazılarında da Bülent Müşker imzasını kullandı. Satoğlu’nun şiirine olduğu gibi şiir kitaplarının isimlerine de ‘lâle’ ismi egemendir.. Mehmet Nuri YARDIM
bdullah Satoğlu, Ankara’da yaşayan değerli bir şair ve yazarımız. Şiiri hakkında yıllar önce kendisiyle bir röportaj yapmış ve bu konuşmayı Şiirimizden Portreler kitabıma almıştım. Orada şiire başlayış mâcerasını, tesiri altında kaldığı şairleri ve şiir çalışmalarını mükemmel bir şekilde anlatıyordu. 15 Mayıs 1934 tarihinde Kayseri’de doğan şairimiz, ilk ve orta öğrenimini Kayseri’de yaptıktan sonra, İstanbul Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. İlk şiiri 15 yaşında iken Halkevi dergisi Erciyes’te çıktı ve 17 yaşında gazeteciliğe başladı. 1956’dan itibaren 15 yıl süre ile Kayseri’de günlük siyasi Hakimiyet gazetesini ve aylık fikir sanat dergisi Filiz’i yayınladı. Bu arada Son Posta, Milliyet ve Tercüman gazeteleriyle Anadolu Ajansı’nın Kayseri muhabirliğini yaptı. Edebiyat çevrelerinde “Lâle Şairi” olarak tanındı. Şiirleri Orkun, Türk Sanatı, Erciyes, Filiz, Boğaziçi, Çağrı, Gülpınar, Bahçe, Türk Edebiyatı, Milli Kültür ve Türk Dili gibi seçkin dergilerde yer aldı.
sayı//54// ocak 94
Bir kısım şiirlerinde İsmetî mahlasını ve bazı yazılarında da Bülent Müşker imzasını kullandı. Satoğlu’nun şiirine olduğu gibi şiir kitaplarının isimlerine de ‘lâle’ ismi egemendir. Kitaplarına verdiği Bir Demet Lâle, Lâle Üstüne, Lâle Bahçelerinde ve Gönlümde Açan Lâleler isimler, bu iddiamızı ispatlar. Ayrıca Türk Şiirinde Lâle, Âşık Hasan, Kayseri- Erciyes ve Çevresi, Kayseri Pastırmacılığı, Başlangıçtan Bugüne Kadar Kayseri Şairleri, Mevlâna’nın Hocası Seyyid Burhaneddin, Kayseri’nin Efsane Adamı: Osman Kavuncu, Halk Şairi Molulu Revaî, Mimar Sinan Şiirleri Antolojisi ve Kayserililerin Ticaretteki Başarı Sırları isimli kitapları mevcut. Selçuklular zamanından beri “Makarr-ı Ulemâ” diye vasıflandırılan Kayseri ve çevresi ile ilgili olarak Kayseri Ansiklopedisi isimli önemli bir eseri kültürümüze kazandıran şairimizin bu eseri, 2002 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıktı. Ayrıca Erdoğan Ünver ve Hüseyin Yurdabak’la Bahçe Şairleri Antolojisi’ni, Feyzi Halıcı ve Hüseyin Yurdabak’la Gönül Sohbetleri Güldestesi’ni kültür hayatımıza armağan etti. 1970 yılında Ankara’ya yerleşerek burada As Matbaası’nı kuran Satoğlu, 1983’te hac farizasını ifa etti. Sürekli basın kartı sahibidir. Yayınladığı yüzlerce makale ve yirmiye yakın eseriyle, Türk kültürüne ve folklor hazinemize önemli katkılarından dolayı Kayseri Sanatçılar Derneği tarafından 1982’de “Folklor Ödülü”, Folklor Araştırmaları Kurum tarafından 1996’da “Türk Kültürüne Hizmet Ödülü” ve Kayseri’de Sahabiye Mahallesi’ndeki bir sokağa “Şair Satoğlu Sokağı” ismi verildi. “Orhan Şaik Gökyay 2006 Yılı Şiir” ödülü’nü kazandı. Abdullah Satoğlu, millî ve milletlerarası birçok sempozyum ve kongreye katılarak ilgi çekici bildiriler sundu. 1996’da dâvet edildiği Bağdat’taki “Merbid Şiir Akşamları”na, 2004’te Azerbaycan-Bakü’deki “Hazar Şiir Akşamları”na katıldı ve 2008’de Makedonya’da düzenlenen Uluslarası “Struga Şiir Akşamları”nda Türkiye’yi, Yahya Akengin’le birlikte temsil etti. “LÂLE, LEKESİZ BİR AŞKIN SEMBOLÜDÜR”
Şairimize mülakatımız esnasında, “Şiir kitaplarınızda ‘lâle’yi çok kullanıyorsunuz. ‘Lâle Şairi’ olarak biliniyorsunuz. Bu lâle merakı nereden geliyor?” diye sormuştum. Şu cevabı vermişti: “Efendim bilindiği gibi Arapça yazılı lâle kelimesinin ism-i Celâl harflerine benzemesinden de bulunmasından ve belki de Yaratıcının yarattıklarında tecelli
etmesinin bir tezahürü olarak ebcet hesabında Allah, Lâle ve Hilâl’in 66 sayısını vermesinden dolayı lâleye “cevahir-i huruf” yani ‘harflerin mücevherleri’ denilmiştir. Ayrıca yine eski yazı ile lâle tersten okununca hilâl çıkmaktadır. Hilâl de İslam’ın ve Osmanlı Devleti’nin remzi olduğu içindir ki camilerimizde, çeşme, türbe, çini ve halılarımızda kutsi bir sembol olarak nakşedilmiştir. İşte böyle bir ilahî mânâ halesi içinde lâle, Sadabat ve Çırağan şenlikleriyle Türk tarihi de müstesna bir safha teşkil eden Lâle Devri’nin de coşkunluğu ile ben de Türk ruhu ile zevkinin ve lekesiz bir aşkın sembolü olmuştur.” “SABA, KISAKÜREK VE ASYA BENİ ETKİLEDİ”
Şüphesiz her şairin ve yazarın etkilendiği, eserlerinden ve fikirlerinden istifade ettiği edebiyatçılar vardır. Şairimiz, İstanbul’da ve daha sonra yerleştiği Ankara’da bir çok şairden, yazardan, gazeteciden ve kültür adamından faydalandığını, iyi bir çevreye sahip olduğunu belirtmişti. Kimlerle dostluk ve yakınlık kurduğunu sorduğumda şu karşılığı almıştım: “İstanbul’da okurken Hakkı Tarık Us, Halil Lütfü Dördüncü gibi usta gazetecilerden gazetecilik mesleğinin inceliklerini ve Fehmi Yahya Tuna, Murat Uraz ve Burhan Toprak gibi ediplerden sanat ve edebiyata dair çok şeyler öğrendik. Özellikle Milli Eğitim Basımevi’nde staj gördüğümüz sırada zamanın ileri gelen şairlerinden Ziya Osman Saba ile tanışma mutluluğuna eriştik. Ziya Osman Saba o zamanlar Milli Eğitim Basımevi’nde Tashih Bürosu şefiydi. Zaten bana şiir hayatında etkisi olan şairler arasında Ziya Osman Saba, Necip Fazıl ve Ârif Nihat Asya gibi şahsiyetler gelmektedir.” “ÜSTAD KAYSERİ’DE MİSAFİRİMİZ OLURDU”
Abdullah Satoğlu, Şairler Sultanı üstat Necip Fazıl’ın şiirinden etkilenmiştir ama aynı zamanda fikir dünyasının da içinde yer almıştır. Üstatla dostluğu o kadar sağlamdır ki, Büyük Doğu Cemiyeti’nin ilk şubesinin açıldığı Kayseri’ye geldiğinde Abdullah Satoğlu’nun misafiri olurmuş. Sanatkârımızdan dinleyelim: “İstanbul’da ayrıca üstad Necip Fazıl’la tanışma fırsatımız oldu. Kayseri’ye her gelişte bizde misafir olurdu. Büyük Doğu Cemiyeti’nin ilk şubesini Kayseri’de açmıştı. Ve onun büyük doğu’yu günlük çıkardığı safhada ben gazetenin Kayseri muhabiriydim. Osman Yüksel Serdengeçti ile Ankara’da görüşürdük. O beni gazetecilik okulundayken tanırdı. Çıkardığı
Bağrıyanık adlı mizah gazetesi yazıişleri müdürlüğü için beni çağırdı. Gidememiştim. Ankara’ya geldiğimizde bürosunda sık sık görüşürdük. Bana çok mektupları var. Milliyetçilik, ahlâk konusunda. Kendisinin mücadele azmini dile getiren bu mektuplarıyla da Serdengeçti bizi yönlendirmeye çalışırdı. Ankara’da Ârif Nihat Asya ve Halide Nusret Zorlutuna yakından tanıdığım değerli iki şairimizdi. Kendilerini 1958’de Kayseri’de yaptığımız edebiyat matinesine davet ettiğimiz sırada tanıdık. Sonra dostluğumuz ve nâçiz şahsım hakkındaki teveccühleri ölünceye kadar devam etti.” EDEBİYATIMIZDAN HOŞ SEDÂLAR
Abdullah Satoğlu vefa konusunda örnek bir şahsiyettir. Tanıdığı bütün şairleri, yazararı, ilim, fikir ve kültür adamlarını portreler halinde kaleme almış sonra da bunları kitaplaştırmıştır. Öyle ki tek esere sığmayan bu hatıralar demeti, şimdiden beş cildi buldu bile. Edibimizin Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar adıyla kitaplaştırdığı hâtıralar üzerinde bir nebze durmak istiyorum. Aslında her şair ve yazarın hatıralarını kaleme alması, tanıdığı edebiyatçıları, devlet adamlarını, meşhurları ve kayda değer hizmetleri olan kişileri anlatması, yazması lâzım. Ki bu bilgi ve birikimler, gelecek nesillere intikal edebilsin. Bu bir bakıma insanî hatta millî bir görev esasında. Nesiller arasında böyle köprü olunur. Yazarımızın bu kıymetli eserinin ilki 2004 yılında yayımlandı, ikinci cildi ise 2008’de günışığına çıktı. 3’ncü cilt 2011’de okurlara ulaştı. 4’ncü cilt 2017, beşinci cilt ise 2018 yılında edebiyatseverlerin eline ulaştı. Şairimizin “Yunus” şiiri, Türkmen Dervişin dünyasını dört kıtada veriyor, ama biz ilk mısralarla yetinelim: “Gönlümüzü bir Ulu’nun / Yakışında Yunus vardır. / Hakk’a giden aşk yolunun / Yokuşunda Yunus vardır.” 95