Biz’den…
“İnsan, Düşündüğünün Aynıdır…” Erbab-ı kemali çekemez nakıs olanlar Rencide olur dide-i huffaş ziyadan.. Ziya Paşa “İyi insanları çekemez noksan olanlar, Rahatsız olur ışığı gören yarasa gibi.” Toplumun iyi yetişmiş, güzel huylu, bilgi ve birikimli insanlardan teşekkül etmesi milletin her konuda gelişmesi ve istikbali için çok önemlidir… Bu hassasiyetlerin önce ailede verilecek eğitimle ve terbiye ile maya tutması muhakkaktır.. Ardından çevrenin etkisi bunda önemlidir.. Bulunduğunuz sosyal çevre, mahalle, kasaba, şehir, ardından eğitim yuvaları.. Eğitimcilerin, öğrenmek için gelen öğrencileri ilimle tanıştırmaları ,irfanla yetiştirmeleri gerekir.. Nihayetinde İnsan hayatı boyunca talebedir.. Bazen hep talebedir, bazen hem öğretmen hem talebedir.. Belli bir yaştan sonra talebeliği terketmek insanın tekâmül eden vasfını körletmesi demektir… İnsan, düşündüğünün aynıdır… Aile, komşuluk, mahalle, köy, kasaba, şehir, okul; insanın hep öğreneceği mekanlardır ve yaşanılan hayat ta insanoğluna bazen ister istemez öğretir, bazen lisan-ı hal ile öğretir, Önemli olan ders almasını iyi bilmektir. Yetişmişlerinde görevi kendi çocuklarına ve çevresine faydalı insanlar yetiştirmektir.. İnsan hayırlı evlat yetiştirmelidir.. Güzel şeyleri dinlemek önemli değil önemli olan onu benimsemek ve onun meyvesini alabilmektir..İyi olana bakmak mühim değil, mühim olan o iyinin senin amel ve davranışlarını güzele yöneltmesidir.. Çocuk kendi başına kalırsa dostu düşmanı bilmez. Zikir ve fikirden anlamaz. Bu tabiatta olan büyüklerde çocuk sayılır, ama çocuklar gibi mazeretleri yoktur. İnsana irfan sırrını verirken, kibirden ve enaniyetten arındırmanın yollarını bilmek lazımdır.. Kendini beğenmek ruhi tekâmülü yok edici sebeplerden biridir. Gönüllerde öyle sırlar vardır ki ifşa edilmesi haramdır. İnsanlığa mal olan büyük şeyler, mutlaka büyük bir bani olan büyük karakterlerin eşidir. Sağlam karakterli insanların, imanı sağlam itikadı düzgün insanlar olduğunu müşahede ederiz.. Mehmet Akif’in millete mal olmuş, bilip söylediğimiz herşeyi, imanından geldiği gibi, onu bütün meziyetleri sarsılmış bir cemiyet içinde seyrek bir insan yapan karakteri de imanına dayanır.. Remzi Oğuz Arık şöyle der; Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki inanmak zor, inanan az, ve inandıran yok gibidir. İnananların başı beladan kurtulmadığı içindir ki dünyamız ve bu dünya içinde cemiyetimiz dostluktan ve dosttan mahrumdur. Dostun da dostluğunda bu yokluğu insanoğluna cemiyet hayatını zehir etmekte; bu hayatı bir merasimler, bir hiçlikler faciasına çevirmektedir. Bu yokluklar, bu facia içinde bunalanlar; Mehmet Akif’in imanla beslediği dürüst, sade, mert ömrünü ne kadar arasalar ,ne kadar
ansalar.. döne döne ansalar azdır…Merhumun dediği gibi “ Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, Ne vicdandır. Fâzilet hissi insanlar da Allah korkusundandır...” İnsan sevdiğinden korkar, ona karşı bir kusur işlemeyeyim diye.. Bizler babalarımızdan büyüklerimizden korkardık, onların bize kötülük yapacağından değil, onlara yanlış yapmaktan korkardık.. Allah korkusu da, Allah’ı çok sevdiğimizden kaynaklı korkudur.. Hani çocukken öğretilenlerden ;– En çok kimi seversin? Küçücük eller 180 derece açılır hatta birazda yaylandırılarak –En çok Allah’ı… Deriz ardından –E ,sonra? , biraz açı daralır – Peygamberimizii.. Sonra Anne Baba… Bu öğretilerde, bugün metodluğunu kaybetmiş görünüyor, Sevgi sözcüğünü bile kaldırmışız günlük lügatımızdan..Oysa herkese en azından selam vererek de sevgimizi ifade edebiliriz.. Her türlü menfaatin dostlukları hiçe saydığı bir dünyada yaşıyoruz, Bunda sınıflamaya dahi gerek yoktur.. Zira bu sefil düşünce ve eylemler her vasatta ve her kesimden insan tarafından icra edilmektedir.. Okumuş veya cahil arasında menfaat hırsı açısından bir farklılık yoktur.. Siyaset ise maalesef bu konunun en çok mustarip olduğu alandır.. Bu hırs, bir yerde ülke menfaatlerini dahi hiçe sayacak duruma getirmektedir kişileri.. Menfaat yapısı Evde işyerinde, okulda, üniversitede, ticarette ve siyasette aklımızı zorlayacak kadar çoktur.. Şehirlerimizde gördüğümüz, yaşadığımız tüm olumsuzlukların temelinde yatan hastalık budur.. Yeni nesli bu hastalıktan kurtarmalıyız.. Bu hastalıklı yapıdan uzaklaştırmanın yolunu bulmalıyız…Yoksa milletimizin ve ülkemizin geleceği, bağlı olarak ümmetin geleceği hiç iyiye gitmeyecektir.. Karamsarlığımızı ancak yeni nesli iyi yetiştirmekle ortadan kaldırabiliriz.. Okullarımızı sadece ilim değil aynı zamanda irfan yuvaları olarak yaşatmalıyız.. Kış bütün şiddetiyle devam ediyor, Hayat bütün hızıyla akıyor, İnsanlar ve devletler bütün hırslarıyla güçlerini gösteriyorlar; Mazlumlar eziliyor, şehirler insanlar kültürler bir kaos girdabında devşiriliyor.. Şehir ve Kültür dergimiz bunca problemler dünyasında, mevcut tabloyu gösterme, iyilikleri güzellikleri öne çıkarma gayretleriyle 2019 yılının küçük ayına ait sayısını da idrak etti çok şükür.. Önce kendimizi düzeltmek için, yanlışımızı düzeltmek sadedinde saçımızı taradık huzurunuzdayız.. Hz.Mevlâna diyorki; “Kusur bulmak için bakma birine, bulmak için bakarsan bulursun, kusuru örtmeyi marifet edin kendine. İşte o zaman kusursuz olursun.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zâtınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 OŞ
2019 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR BAŞKENTi, ÜÇ BİN YILLIK ŞEHiR
Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR
8
DATÇA REŞADiYE’DE BiR EV
Dr. M. Sinan GENİM
12 16
20
PROF. DR. FUAT SEZGİN ANISINA Muhsin DURAN
27ÇÜRÜTÜR
EKONOMiYi iSRAF Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN
HZ. FATiH’İN EMANETi ULU MÂBED
AYASOFYA’YA DAiR AZ BiLiNEN GERÇEKLER-I-
Dr.Kâmil UĞURLU
EMiN ÜSTÜN iLE KONUŞTUK;
" FAiZSiZ SiSTEMLE EVARABA ALMANIN YOLU" Mehmet Kâmil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.
36 42
GÖMERLER BENi Mehmet ÇAVUŞOĞLU
YiTiK COĞRAFYANIN ŞEHiRLERi
MANASTIR VE
KALKANDELEN Hüseyin YÜRÜK
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse
Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu
Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,
24 SİLİSTRE TUNA’NIN NAZLI VE KÜSKÜN GÜZELİ / Fahri TUNA 28 FATİH’İN ÇIRÇIR SEMTİ MEKAN VE İNSAN -ikinci-/ Erhan ERKEN
56
32 BİR CAMİ VE KAYBOLAN MAHALLE HATIRASI; SOFULAR / Dr.Şimşek DENİZ ERDEMLi BiR ŞEHiR;
SiVRiHiSAR İmdat AKKOYUN
34 ERKİLET VAR PAZAR VAR / Mustafa UÇURUM 39 NOKTA ATIŞ / Recep ARSLANI 40 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -beş- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 47 DELİ -şiir-/ Kâmil UĞURLU 48 SAATİ DURMUŞ BİR MUVAKKİTHÂNE / Bilal CAN
60
BiR KiTAP VE
BiR ÜLKE
Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN
50 İSTANBUL KOKUSU / Mehmet MAZAK 52 SAHİ, CEMRELER ŞEHİRLERE DE DÜŞER Mİ? / İbrahim YASAK 54 KİŞİDE SÜKÛT, ŞEHİRDE SÜKÛNET / Recep GARİP 59 İSMAİL TOPRAK’IN HAZIRLADIĞI EBÛ MÜSLİM HORASANÎ HİKÂYESİ VE BATTAL GAZİ HİKÂYESİ -şehir kitap- / Tanıtım: Fatma DERİN 66 ŞEHİRLER SULTANI; MERV /Salih DOĞAN
72
EVLER, DUVARLAR
70 ŞEHİR SOHBETLERİ – 16 ŞEHRE SOSYOLOJİDEN BAKMAK-2- / Ahmet NARİNOĞLU
Prof.Dr.Adem EFE
75 DİL ŞEHİRDE GELİŞİR! / Muhsin İlyas SUBAŞI
VE YAZILAR
76 NEFESLİ SAZDA ERZURUMLU BİR USTA: SEYFETTİN SIĞMAZ / İsmail BİNGÖL 79 DARÜSSELÂM’DA -üçüncü- / Veli DALBUDAK 84 YEDİNCİ GÜZEL ADAM; ALİ KUTLAY / Serdar YAKAR
80
88 İSTANBUL’UN MUHAFIZI BEYAZIT YANGIN KULESİ / Nidayi SEVİM ÖLÜMÜN KIYISINDA HAYAT BULAN SANAT:
91 KAVRUK DUA “KALBİ, HAYAL ÇARŞISI’NDA KALANA” / İbrahim BAŞER
Sabri GÜLTEKİN
92 BURSA BİR VAKIF ŞEHRİDİR / Mehmet SANCAK
TOMBAK
Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11
94 NEŞRİYAT KALEMİZDE BİR AKINCI BEYİ: EROL KILINÇ / Mehmet Nuri YARDIM GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV
/DersaadetTv
Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70
Kapak Fotoğrafı:
2019 TÜRK DÜNYASI
KÜLTÜR BAŞKENTİ,
ÜÇ BİN YILLIK ŞEHİR
OŞ
Oş, ünlü Fergana Vadisi’nin güneyinde yer alan bir kent. Batı Türkistan’daki Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan topraklarının kesiştiği alandan Doğu Türkistan’a uzanan bir koridorda yer alan vadi, çok eski devirlerden itibaren önemli bir medeniyet ve kültür havzası olagelmiştir. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//55// şubat 4
018 yılı Aralık ayında Türk Dünyası Kültür Başkenti unvanı Kastamonu’dan Oş’a devredilince, Türkiye kamuoyu yaklaşık 10 yıl aradan sonra şehrin adını yeniden duymuş oldu. Daha önce gündeme gelmesi de 30 yıl önceydi. Malumunuz Kırgızistan’ın güneyinde yer alan bu kadim şehir, Sovyet döneminin ektiği nifak tohumlarından kaynaklanan Kırgız-Özbek çatışmalarına sahne olmuştu. Oysa Oş, dünya tarihinin en eski yerleşim yerlerinden biridir. Bu bağlamda 2010 yılında Oş’un kuruluşunun 3000. yılı dolayısıyla görkemli törenler yapılmış ve çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir. Ne var ki, kentin bu hususiyetinden çoğumuz bilgi sahibi değiliz. Ata topraklarındaki kadim geçmişimizin üzeri örtülmüş olduğundan, tarihimiz 1071’de Anadolu’ya gelişimiz ile başlamakta, bulunduğumuz coğrafya dışındaki mirasımızdan habersiz bulunmaktayız. Oş’un kurulmasının üzerinden en az üç bin yıllık bir zaman geçtiği hayalî bir ifade değil. Yıllar önce yapılan bir arkeolojik kazıda ortaya çıkarılan insan iskeleti üzerinde yapılan karbon testi ile doğrulanmış bir bilgi. Aynı şekilde çeşitli arkeolojik kazılarda burada milattan bin yıl önce tarım yapılmaya başlandığı ortaya konuldu. Bunlar müşahhas verilere dayalı tespitler tabii. Daha kadim bir geçmişi ortaya koyabilecek henüz bulunamayan nice deliller de vardır kim bilir! Nitekim birazdan sözünü edeceğimiz Süleyman Dağı’nın yamaçlarında Bronz Çağı dönemine ait tarım alanları tespit edilmiştir. Yine, adı geçen dağda bulunan bir mağaranın duvarlarında milattan önceki bin yıllara ait olduğu düşünülen insan ve hayvan figürleri ile geometrik şekiller bulunmuştur. Kazakistan’dan Doğu Türkistan’a, Azerbaycan’dan Anadolu’ya Türklerin yayıldığı tüm coğrafyalarda rastlanan ve birbirine benzeyen bu resim ve motiflerden yola çıkarak Oş’taki yerleşimin çok daha öncesine dayandığını da söyleyebilmek mümkün. Belki bunun içindir ki, yerleşim ne zaman başlamıştır sorusuna karşılık Hz. Âdem’den itibaren cevabı verilen çeşitli efsaneler de işitiyorsunuz bölgede yaşayanların ağzından. Bilinen tarihte ise önce Sakaların, ardından Hunlar ve Göktürklerin yönetimi altında bulunmuş. Hatta milattan önce 4.yüzyıl sonlarında Büyük İskender de bölgeye gelmiş ve bir müddet hükümranlık sürmüş. Ama sadece misafir olabilmiş ve bir süre sonra ülkeyi asıl sahiplerine terk etmek zorunda kalmış.
Oş, ünlü Fergana Vadisi’nin güneyinde yer alan bir kent. Batı Türkistan’daki Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan topraklarının kesiştiği alandan Doğu Türkistan’a uzanan bir koridorda yer alan vadi, çok eski devirlerden itibaren önemli bir medeniyet ve kültür havzası olagelmiştir. Bunun sonucu olarak da tarih boyunca Orta Asya'daki birçok önemli merkez bu vadi üzerinde kurulmuştur. Ancak, yalnız Oş’un değil tüm Orta Asya’nın kaderini en çok etkileyen gelişme Ortaçağ’da vuku bulmuştur. Türklerle meskûn ve milattan öncesinden başlayarak Türkleşmiş olan bu coğrafya, Ortaçağ’la birlikte yeni bir döneme ayak basmış ve İslâmiyet’le tanışmıştır. Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri olan Oş’un adı, yazılı kaynaklarda ilk olarak 9.yüzyılda görülür. İslâmiyet’in bölgede yayılmaya başlamasıyla birlikte Arap yazarların eserlerinde zikredilen yer adları arasında Oş da vardır. Aynı dönemde çeşitli ticarî yolların kesiştiği önemli bir kavşak olarak da kaynaklara geçmiştir. Hindistan, İran, Çin ve Türkistan’ın çeşitli bölgelerinden yola çıkan kervanlar burada karşılaşıyorlar, ardından doğudan batıya kendi güzergâhlarına koyuluyorlardı. Bu canlılık iktisadî hayatı olduğu kadar sosyal ve kültürel hayatı da etkiliyordu şüphesiz. Bu sebeple Ortaçağ’da Oş, dünyanın en çok bilinen şehirlerinden biriydi ve "Hayrü'l-Büldan" adıyla anılıyordu. Şehrin iklimi, yüksek refah seviyeli hayatı ile güzelliği, o devirlerde, ülkede ülkeye nesilden nesile anlatılan bir rivayet halini almıştı. Oş, eski çağlardan beri sahip olduğu canlılığı bugün de sürdürüyor. Halen Kırgızistan’ın en önemli iktisadî merkezlerinden biri durumunda. Aynı zamanda güneyin kültür,
sanat ve eğitim merkezi olma özelliğine de sahip. Deniz seviyesinden yaklaşık bin metre yükseklikteki Oş, tam ortasından akan Akbura ırmağının iki yakası üzerinde kurulmuş bir şehir. Irmak, taşıdığı suyla şehrin hayat kaynağı olurken, iki bin yıldır aynı yerde faaliyet gösteren dünyanın en eski pazarı özelliğine sahip “Jayma (Yayma) Pazar” da iktisadî hayatın can damarı durumunda. Kara Irmak (Derya)’nın sol kolunu oluşturan Akbura Irmağı kenarında yaklaşık 1 kilometre boyunca uzanan bu kadim pazar, göz kamaştırıcı canlılığı ile şehrin en ilgi çeken bölümlerinden biri. Jayma Pazar, Orta Asya’nın en eskisi olduğu gibi en büyük pazar yeri olma özelliğine de sahip. İçinde yok yok. Envai meyveden sebzeye, hediyeliklerden ev eşyalarına kadar her şeyi bulabilmek mümkün burada. Öyle ki içine adım atınca rengârenk bir dünya karşılıyor insanı ve tarihin derinliklerine alıp götürüyor. Adım attığınız her bir köşe sanki geçmişin bir hikâyesini anlatıyor size. Hiç eksilmeyen kalabalığı ve her taraftan yükselen insan uğultuları arasında tıpkı bin yıl öncesinin pazarına gelmiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Sanki aynı satıcılar hiç değişmeden aynı topraklarda üretilen üzümü, pirinci, cevizi, ipeği satmaya devam ediyorlar gibi. Değişen; modern zamanların teknolojik aletleri yalnızca. Bir de, -maalesef- ucuz ve sağlıksız Çin malları istilâsı… Üç bin yıl öncesine dayanan uzun tarihi boyunca Oş, çok çeşitli siyasî hâkimiyetlere sahne olmuş. Ama geçmişinde en çok iz bırakan, tüm Orta Asya coğrafyasında olduğu gibi, Karahanlılar dönemidir demek yanlış olmaz. Türklerin ilk Müslüman devletleri olan Karahanlılar, Orta Asya’da İslâmî dönemin kurucu ataları olmuştur. Bugün adını iftiharla 5
andığımız Divan-ı Lügatit-Türk, Kutadgu Bilig gibi klasik eserler bu dönemin kültür ürünleridir. Devletin resmi dili Türkçe’dir ve dönemin eserleri ya Türkçe olarak kaleme alınmıştır ya da Türklerin hayatı üzerinedir. Dönem dinî edebiyat yönünden de son derece zengindir ve ilk Türkçe Kur’an mealleri bu dönemde yazılmıştır. Karahanlılar döneminde Oş’un adını tarihe yazdıran birçok insan da yetişmiştir. O devirle ilgili kaynaklarda, Oş’lu pek çok tanınmış ilim adamı, edebiyatçı ve fıkıhçıdan söz edilmektedir. Bu âlimlerin kaleme aldıkları eserler, yüzyıllar boyu medreselerde temel eser olarak okutulmuş, nesillerin yetiştirilmesinde yol gösterici olmuştur. Kültürel ve sosyal hayatta olduğu kadar, iktisadî hayatın da canlı bir görünüme sahip olduğu bu dönemde, Oş’ta üretilen mallar, doğu ülkelerine, Doğu Türkistan güzergâhı üzerinden ihraç edilirken, doğudan gelen kervanlar yoluyla da güney ve batıya sevk ediliyordu. Kervan katarlarının bu hareketliliğinde, daha çok nadir rastlanan malların ticareti yapıldığı dikkat çekmektedir. Altın ve gümüşün yanı sıra çeşitli değerli taşlar, halılar, kürkler, cins atlar ve tabii ki baharat… Mübadele edilen mallar arasında başta ise ipek kumaşlar geliyordu. Bunun içindir ki ticaret yollarının adı “İpek Yolu” olmuştu bilindiği gibi. Eski dünyanın bu görkemli şehrine ayak basıldığında, gelenleri, ilk olarak şehrin ufkunu kapsayan, iki hörgüçlü deve siluetine sahip Süleyman Dağı karşılıyor. Yalnız Oş’ta değil tüm Türkistan’da kutsal bilinen dağ, daha şehre girmeden tarihin içinde yolculuğa hazır olunması gerektiği hissi uyandırıyor. Pek çok efsaneye kaynaklık eden Süleyman Dağı’yla ilgili en yaygın rivayet Hz. Süleyman’ın buraya geldiği ve bir müddet konakladığı sayı//55// şubat 6
şeklinde olanıdır. İnanışa göre, Oş’ta kaldığı müddet zarfında ibadetlerini bu dağda ifa etmiş ve burada dinlenmiş. Öyle ki, halk arasında mağaralardan damlayan suların Hazreti Süleyman'ın dua ettiği zaman döktüğü gözyaşlarını temsil ettiği şeklinde bir inanış da yerleşmiş. Tüm canlılarla konuşma hikmeti bağışlanmış ve kendisine hükümdarlık bahşedilmiş olan Süleyman aleyhisselam buraya gelmiş midir bilinmez. Ama bilinen Süleyman Dağı’nın çok eski zamanlardan itibaren bilinen bir yer olduğudur. Dağın yamaç ve tepelerinde Bronz Çağı’na ait tarım alanları, çeşitli dönemlerde yapılmış ibadethaneler ve duvar resimleri bulunmuştur. 101 alanda tespit edilmiş tarih öncesinden kalma resimlerde, insanlar, çeşitli hayvanlar ile geometrik şekiller var. Dağın zirvesi etrafına dağılmış çok sayıdaki ibadet mekânı ise patika yollarla birbirine bağlanmış. Çoğu artık kullanılamaz bir durumda ise de günümüzde halen ibadete açık olanları da var. Tabiidir ki, artık küçük birer mescit haline dönüştürülmüşler. Dağa İslâm öncesi dönemde başlayan hürmet, daha sonra da devam ederek günümüze kadar gelmiş. Bugün de, Süleyman Dağı, Kırgızistan’ın en önemli inanç ve kültür turizm merkezlerinden bir durumunda. Başta Müslümanlar olmak üzere, farklı inanç sahipleri tarafından da ziyaret ediliyor. Aslında, dağ olarak ifade edilen bu yer, yaklaşık 150 metre yüksekliğinde bir tepedir. Deniz seviyesinden ise 1150 metre yüksekliğe sahiptir. Ancak halk muhayyilesinde gücü ve güveni sembolize ettiğinden dağ olarak nitelendirilmiştir. Dağ üzerindeki mağaraların içine bir müze de inşa edilmiş. Mağaranın tabiiliği korunarak göz alıcı bir mimari ile inşa edilen müzede 13 sergi odası bulunuyor. Bu odalarda, en kadim buluntulardan günümüze uzanan ve çeşitli inançları da içinde barındıran geniş bir tarihî devir sergileniyor. Bu bağlamda, müze koleksiyonunda arkeolojik, etnografik ve sanat eseri olarak yaklaşık 12 bin obje bulunuyor. Taht-ı Süleyman ve Bara Kuç adlarıyla da bilinen ve Kırgızca’da Suleiman Too olarak yazılan Süleyman Dağı’nın önemli bir başka tarihi sayfası da ünlü Türk hükümdarı Babür Şah’a ait. Emir Timur’un torunu Babür, Şeybaniler tarafından ülkesinden çıkarılıp Hindistan’a gitmeden önce, daha küçük yaşlarından itibaren her fırsatta buraya gelip, Süleyman Peygamber’in dua ettiği mağarayı ziyaret ediyormuş. Ve buraya eyvanlı bir köşk inşa etmiş. Daha sonra mescide dönüştürülen
köşk, günümüzde “Babür Evi” ya da “Taht-ı Süleyman Mescidi” adıyla kutsal bir yer olarak biliniyor ve dağa ziyarete gelenler burada namaz kılıp dua ediyorlar. Süleyman Dağı çevresinde görülmesi gereken diğer önemli tarihî mekânlar olarak 16.yüzyıla ait Abdullahan Camii ile Hz. Süleyman’ın veziri olduğu söylenen Asaf bin Burhiya’nın kabri üzerine 12.yüzyılda inşa edilen türbenin adları zikredilebilir. Süleyman Dağı’nın yamacında eski dönemlere ait çeşitli mezarlıklar da bulunmaktadır. Burada, evliya mezarı olduğuna inanılan kabirlerin yanı sıra Karahanlılar döneminden başlayarak 14.yüzyıl sonlarına kadarki dönemin çeşitli hanedanlıklara mensup asilzadelerin mezarları da yer alıyor. Oş ve tüm bölge için böylesine önemli bir kültürel merkez olan ve tarih öncesinden itibaren pek çok arkeolojik buluntu ve eseri barındıran Süleyman Dağı, 2009 yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine dâhil oldu. Böylece, şehre gelenleri iki hörgüçlü deveye benzeyen siluetiyle karşılayan kutsal Süleyman Dağı, uluslararası düzeyde koruma altına alınmış oldu. Süleyman Dağı yamaçlarından kuş bakışı seyredilebilen Oş’un muhteşem manzarası arasında bir kadın heykeli dikkatleri çekiyor. Bu heykel, Kırgızların ünlü kadın hükümdarı Kurmancan Datka’ya ait. Kurmancan Kırgız direnişinin liderliğini eline alarak halkın Rus zulmüne uğramasının büyük ölçüde önünü almış bir milli kahraman. 1811 yılında Oş şehri yakınlarındaki Madı köyünde doğan Kurmancan Datka, 21 yaşındayken Altay Kırgızlarının lideri olan Alimbek Datka ile evlenir. Bu evlilikten 5 oğlu 2 kızı dünyaya gelir. Alimbek’in 1862 yılında bir suikaste kurban gitmesinin ardından güney Kırgızlarının başına geçer. Etrafına topladığı baturlardan oluşturduğu 10 bin kişilik ordusuyla, otoritesini Buhara ve Hokand Hanlıkları'na da kabul ettirir. Ne var ki, Ruslar artık Kazakistan bozkırlarını aşarak tüm Orta Asya’yı istilaya başlamışlardır. Ve 1877 yılında Kurmancan’ın yönetimindeki Alay vadisine ulaşırlar. Bunun üzerine Ruslardan kaçarak yönetimindeki Kırgızlarla birlikte Doğu Türkistan’a geçmek ister. Ancak o sırada, Kaşgarya Devleti ile Çinliler arasında savaş çıkmış ve Doğu Türkistan’da istila edilmeye başlanmıştır. Bunun üzerine, Kurmancan Datka’nın karşısından iki seçenek kalır: Ya Kırgızların kırılmasını göze alarak güçlü
orduları ve sahip oldukları güçlü toplarla acımasızca saldıran Ruslarla savaşa tutuşacak ya da sulh yolunu seçecektir. Sonunda ikinci yol tercih edilir ve Alay bölgesi Kırgızlarının kıyıma uğramasının önü alınır. Kurmancan da 1907’deki ölümüne kadar halkının başında kalır. Antlaşmaya göre Türkistan halkı fazla vergi ödemeyecek, dini, dili ve kültürüne Rus baskısı olamayacak, Rus İmparatorluğunun başka ülkelerle savaşa girmesi halinde Türkistan halkı askere alınmayacaktı. Oş’ta bugün yaklaşık 260 bin kişi yaşıyor. Çoğunluk Kırgız ve Özbek Türkleri. Ancak aralarında Ahıskalıların yanı sıra Karadenizli Türkler de bulunuyor. Batum, Osmanlı Devleti’nin elindeyken çalışma amacıyla Doğu Karadeniz yöresinden oraya giden Türkler, 1944 yılında tıpkı Kırım, Kafkasya ve Ahıska Türkleri gibi Orta Asya’ya, Kırgızistan’ın kırsallarına sürgün edilirler. Burada geldikleri yerleri unutmadan horon tepmeden, mıhlama hazırlamaya kadar yöresel kültürlerini ayakta tutmayı başarırlar ve Türkiye’yi hiç unutmadan yaşantılarını devam ettirirler. İşte böylesine renkli bir yerdir, 2019’da Türk Dünyası Kültür Başkenti seçilen Oş şehri. He ne kadar Fergana'nın diğer şehirlerinden farklı olarak, ünlü arkeolog ve Türk tarihi araştırmacısı Aleksandr N. Bernştam'ın sözleriyle ifade edersek, "Yeni binalar altında eski Oş şehri tamamen kaybolmuş” olsa da, hâlâ hakkında anlatılacak daha pek çok hikâye, tanıtılacak yerler bulunmaktadır. Öyle ki insanın karşısına çıkan her taş, çeşme ve mağarayla ilgili bir efsanesi bulunuyor üç bin yıllık bu şehrin. Yeter ki duyulmak, öğrenilmek istensin! 7
DATÇA
REŞADİYE’DE BİR EV
Reşadiye’de bulunan, yapımı iki yüz yılı aşkın bu evin örnek bir “Türk Evi” olarak korunmasının yanı sıra gerek süslemeleri gerekse duvar resimleri açısından korunarak ve gelecek kuşaklara intikalini sağlamak gerekir. Dr. M. Sinan GENİM
e yazık ki artık sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen, içleri nakışlı geleneksel Türk Evleri’nden biri de Datça’nın Reşadiye Mahallesi’nde bulunmaktadır. İki katlı bu ev gerek inşa edildiği alanın büyüklüğü gerekse iç süslemeleri nedeniyle bölgede sözü geçen, ekonomik açıdan güçlü bir ailenin barınması için yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Büyüklüğü nedeniyle çevresinde “Koca Ev” olarak da bilinen bu konağın, Tuhfezâde Mehmed Halil Ağa tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Üç çocuğu olan Mehmed Halil Ağa’nın oğlu Murad Halil Ağa’nın 1895 yılında Rodos’ta İdare Meclisi üyeliği yaptığı bilinmektedir. Zaman içinde, tüm aile üyelerinin çocuksuz olarak ölmeleri üzerine konak satılır. Bir dönem, tütün deposu, sinema, okul ve düğün salonu olarak kullanılır, bu süre içinde bakımsız kalan ve bazı tadilatlar gören yapı 2000’li yılların başında satın alınarak butik otel olarak kullanılmak üzere restorasyon çalışmalarına başlanır. Reşadiye Mehmed Halil Ağa Konağı ile ilgili çok az sayıda yayın bulunmaktadır. Günsel Renda, 1974 yılında yazdığı “Datça’da Eski Bir Türk Evi” isimli makalesinde yapının mimari ve süsleme sanatı açısından önemli olduğunu dile getirir. Konağın baş odasının kapısı üzerinde, çok silik
sayı//55// şubat 8
olmakla birlikte “tarihi sene 1206/1791 veya 1216/1801” kaydının okunmakta olduğu göz önüne alınarak yapının iki yüz yıllık bir geçmişe sahip olduğu anlaşılır. Konağın alt katı yığma taş, üst katı ise ahşap karkas arası tuğla dolgu olup, sıva ile örtülüdür. Yapının dış cephelerinde herhangi bir süsleme izine rastlanmamakla beraber, zaman içinde geçirdiği çok sayıdaki onarım nedeniyle dış cephedeki kalemişi süslemelerin yok olduğu düşünülebilir. Söz konusu yapının planı; Vezirköprü’deki Köprülüler Konağı ile Kula’daki Büyük Göldeliler Evi ile benzerlikler taşımaktadır. Ancak, iklimsel faktörler gereği bu yapının sofasının büyük bölümü dışa açık olup, yan kanatlara doğru da devam etmekte olup, dış sofalı plan tipindedir. 1974 yılındaki inceleme sırasında yapının güney kanadının bir bölümünün yıkılmış olduğu, zemin katın bir dizi kemerle bahçeye açılan revak bölümünün ise tümüyle kapatılmış olduğunu söylemektedir. Aynı yıllarda konağın güney kanadının yanında yer alan hamamın orijinal nakışlarının da bulunduğu belirtilmektedir. Üst kat sofasının kuzey ucunda yer alan yaklaşık 5.00 x 9.00 metre boyutundaki baş oda, üç yanında yer alan dokuz, seki altında yer alan bir adet giyotin pencere ile çok aydınlıktır. Baş oda, iki kolon ile seki altından ayrılmakta
olup, hemen her noktası kalemişi nakışlarla süslüdür. Seki’nin arka bölümünün ortasında kapakları geometrik düzenlemeli bir yüklük ile onun her iki yanında üçer raflı bir niş dizisi bulunmaktadır. Seki altının iki yan duvarında ortasında baklava motifli, kırmızı renk ağırlıklı büyük birer süsleme yer almaktadır. İki kanatlı yüklüğün üst bölümündeki duvar yüzeyi beş bölüme ayrılmış olup, ortadaki üç bölümde, birer adet manzara resmi bulunmaktadır. Ortadaki resim bir İstanbul manzarası olup, Topkapı Sarayı, Haliç girişi anlatılmaya çalışılmıştır. Denizde çok sayıdaki teknenin arasından Kız Kulesi net bir şekilde belli olmaktadır. İstanbul manzarasının sağında yer alan resimde ortasından küçük ırmak geçen bir kasaba canlandırılmıştır. Irmağın üzerinde bir köprü, hemen yanında tek minareli küçük bir mescit, onun sağında ise ikişer şerefeli, iki minareli, üç gözlü son cemaat yeri olan bir selatin cami seçilmektedir. Ön planda ağaçlar arasında iki geyik ve birazda abartılı şekilde çizilmiş ağzında yılan tutan leylek resme hareket kazandırmaktadır. Genellikle bu gibi resimlerde 9
herhangi bir canlı motifi bulunmamasına karşın burada görülen geyik ve leylek figürü ilgi çekicidir. Soldaki resim ise iki burcu ile orta yerinde kırmızı ve sarı renklerinden oluşan birer bayrağın bulunduğu yerleşmedir. Ön plandaki hurma ağaçları bu şehrin Arabistan’a ait bir yerleşmeyi anımsattığını düşünmemize yol açmaktadır. Girişin sağında ortasında yer alan, müsenna-aynalı simetrik “Allahu Ekber-Maşallah” yazısının okunduğu büyük madalyonun sol yanında surla çevrilmiş bir yerleşme, sağında ise üç bölümlü bir son cemaat yeri görülen dört minareli anıtsal bir cami bulunmaktadır. Baş odanın her üç duvarında da birbirlerinden korintyen başlıklı kolonçeler ile ayrılmış, madalyonlu panolar içindeki vazolarda farklı çiçek buketleri yer almakta olup, üstlerinde birbirine benzer çiçekli bir silme yer almaktadır. Baş odanın tavanın tam ortasında çarkı felek motifli büyük bir tavan göbeği bulunmakta olup, bu bölüm tavanın diğer kısımlarından daha çukurdur. Tavanın büyük bölümü ise kırmızı ve sarı renkler ile boyanmış dikdörtgen ve karelerden oluşmaktadır. Yapının diğer odaları baş oda kadar kalemişi süslemelere sahip olmayıp, genelde ahşap oyma işçiliği ile ön plana çıkmaktadır. Sofanın arka bölümünde yer alan dört odanın bazılarında ahşap musandralar bulunmakta olup, bu odalarda silme şeklinde çok az kalemişi mevcuttur. sayı//55// şubat 10
Günümüzde yapının çevresinde yer alan müştemilat yapıları büyük oranda yok olmuştur. Buna karşın 2000’li yılların başlarında yapılan restorasyon sonrasında zemin kat avlusunun ortasında, çevresi çakıl taşı döşeli, iki kademeli bir selsebilin yer aldığını görmekteyiz. Reşadiye’de bulunan, yapımı iki yüz yılı aşkın bu evin örnek bir “Türk Evi” olarak korunmasının yanı sıra gerek süslemeleri gerekse duvar resimleri açısından korunarak ve gelecek kuşaklara intikalini sağlamak gerekir. Bir dönem oldukça bakımsız ve harap durumda olan bu yapı yapılan çalışmalar sonrası restore edilerek günümüzde “Koca Ev” adıyla turizm amaçlı kullanılmaya başlanmıştır. Bu yapının yalnızca sahipleri tarafından korunmasını beklemek giderek yok olan benzeri evler göz önüne alındığında çok fazla bir istektir. Acilen bu yapıya kamu desteği verilerek yaşatılması gerektiği konusunun farkına varılmasını dilerim.
KAYNAKÇA
• Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul, 1968. • Günsel Renda, “Datça’da Eski Bir Türk Evi”, Sanat Dünyamız 2, 1974
11
yasofya ile ilgili toplumda birçok şeyler söylenir, konuşulur. Bunların bazıları gerçek olsa bile, çoğu uydurma, içine fazlaca efsane karıştırılmış şeylerdir. Halk bu fevkalâde önemli eseri, duyduklarına göre kafasında yeniden oluşturur, ona inanır ve onu anlatır. Bu arada önemli bazı ayrıntılar da gözden kaçırılır ve konuşulmaz.
HZ. FATİH’İN EMANETİ ULU MÂBED
AYASOFYA’YA DAİR
AZ BİLİNEN GERÇEKLER-I1573’te, Selimiye inşaatı için Samakov’dan Edirne’ye getirilen palangalar, orada ihtiyaç kalmadığı için İstanbul’a taşındı. Mimar talep etti, Sultan ferman etti ve kısa zamanda bu ileri teknolojik enstrümanlar Ayasofya’nın bahçesine taşındı. Dr.Kâmil UĞURLU
Bu uzunca makale Ayasofya ile ilgili genellikle az bilinen bazı gerçekleri notlar olarak huzura sunmaktadır. I. Ayasofya’nın ilk inşası 4. yy’da İmparator Konstantin (Constantine) devrine rastlar. Semavi Eyice hocaya göre binanın bânisi, herkesin zannettiği gibi İmparator Konstantin değil, onun oğludur. Bugünkü şekli, Ayasofya’nın ilk yapıldığı durum gibi değildir. İlk inşasında, Ayasofya bir bazilikaydı ve üstü ahşap bir çatıyla örtülüydü. Yine Semâvi hocanın kanaatine göre imparator Konstantin Hıristiyanlığı tam kabul etmiş bir kişi değildi. Bu sebepten, kendi zamanında inşa edilen bu kilisenin eski pagan (çok tanrılı din) kültüründen esintiler taşımasına göz yumdu. Aya İrini de böyledir. Fakat daha sonraki dönemlerde yapı çeşitli yangınlar geçirdi, tamamen yandı. İmparator Justinianos zamanında, iki yetkin inşaat ustası, Aydın’lı Anthemios ile Miletos’lu İsidoros Ayasofya’yı yeniden inşa ettiler. Böylece 532-537 yılları arasında kilise, dördüncü defa yapılmış oldu. Bu tarihten itibaren “kutsal hikmet kilisesi” olarak dokuz asırdan fazla bir zaman ibâdete açık kaldı. Ve Ortodoksların merkezi görevini gördü. Yani Papalığı oldu. 1453’te Hz. Fatih İstanbul’u alınca burayı fethin sembolü kıldı. Yapı, bundan sonra kutsal bilgelik vasfını cami olarak devam ettirdi. Bu arada birçok defalar tamir gördü. En kapsamlı tamiri Mimar Sinan yaptı. Bu onarım ciddi ve büyük bir projeydi fakat nedense Sinan’ın hiçbir otobiyografisinde bu projeden bahsedilmez. 1573’te, Selimiye inşaatı için Samakov’dan Edirne’ye getirilen palangalar, orada ihtiyaç kalmadığı için İstanbul’a taşındı. Mimar talep etti, Sultan ferman etti ve kısa zamanda bu ileri teknolojik enstrümanlar Ayasofya’nın bahçesine taşındı.
sayı//55// şubat 12
Proje, Ayasofya’ya tayin edilen mimar Ahmed’in raporuyla başladı. Bilindiği gibi Sinan’ın kurduğu ve mükemmel bir şekilde organize ettiği sistemle, devletin her bölgesinde imar faaliyetleri kontrol altındaydı. Önemli yapıları devamlı gözleyen hassa mimarları vardı. Mimar Ahmed, 1572’de Hassa Mimarlar Ocağına hitaben, Ayasofya camisine, caminin duvarlarına tecavüz eden konutların yarattığı hasarları anlatan bir rapor verince, mesele dallanıp budaklandı. İstanbul kadısı binayı, aralarında kendisinin naibi, caminin imamı, idarî ve mimarî uzmanların bulunduğu bir “ehl-i vukûf”a incelettirdi. Hasarların ciddiyeti doğrulandı. Padişah, bitişik konutların ve yapıların caminin yapısına gerçekten hasar verdiğine kanaat getirdikten sonra, kadıya, bunların yıkılması, bertaraf edilmesi ve buna nezaret etmesi emrini verdi. Caminin vakıf mütevellisine ve hassa mimarı üstad Mehmed’e hitaben yazılan fermanla, eskiyen ahşap minarenin yerine tuğladan yapılacak yeni bir minare ile kaidesinin inşası ve caminin etrafındaki harap pâyelerin onarımı emredildi. Daha sonra, yani birkaç ay sonra II. Selim Ayasofya’yı ziyarete geldi. Vezirler, rical ve ulemâ ordaydı. Sinan usta çağrıldı. Padişahın huzurunda, Sinan ustanın riyâsetinde bir heyet teşkil edildi ve bu heyet tez zamanda bir keşif yaptı. Keşfin sonucunda yapının bir yana doğru bir buçuk “benna ziraı” meylettiği ve yıkılma tehlikesiyle yüzyüze kaldığı tesbit edildi. Bunun üzerine padişah Mimar Sinan Ağa’yı şu mübârek sözleriyle bizzat görevlendirdi: -Gereken yerlere muhkem payandalar inşa et ve takviye amacıyla etrafını genişletiver. Zira şerefli
camiyi kendi sultanî anıtım olarak yenilemek arzumdur. Mimarbaşına bir hi’lât ihsan etti ve caminin bitişiğindeki evlerin yıkılmasını, davacı olacak olanların zararının “ednâ bahâ” ile (düşük bedelle) tazmin edilmelerini emretti. Caminin etrafındaki kaçak evlerle odalar yıkıldı. Dâvâ edenlere bedel ödendi. Caminin sağ ve solunda 35’er arşın yer açıldı ve açılan yerlerde sağlam pâyelerle drenajlar inşa edildi. Medresenin etrafında 3 zira yol bırakıldı. Mirî ambar yıktırıldı. Yarım kubbe üstündeki minare yıkıldı ve onun önündeki pâyenin üzerine yeni bir minare yapıldı. Caminin içinde ve dışında tamir gerektiren yerler onarıldı. Çevrede yıktırılan binaların enkazı değerlendirildi. Bunlardan sağlanan taş ve tuğlalar kullanıldı. Bitişik evlerin, odaların, hattâ helâ gibi kirli yapıların camiye verdiği hasar sebebiyle, bunlara nasıl ve ne şekilde tazminat ödeneceği mesele oldu. Şeyhü’l İslâm Ebussuud Efendi’den fetva talep edildi. Fetva müthişti. Şeyhü’l İslâm, camiye zarar verenleri fermanda sert bir şekilde azarladıktan sonra, verdikleri zararın onlar tarafından eksiksiz olarak tazmin edilmesini, kendilerinin binadan ve çevresinden hemen uzaklaştırılmalarını, onara tazminat ödemek değil, onların tazminat ödemesi gerektiğini anlattı, fetvayı böyle verdi. Bu karara direnerek, “Ayasofya kâfir yapısıdır, yıkılsa ne olur” diyerek inat edenlerin, “bu bize zulümdür, çıkmayız” diyenlerin şer’an kâfir olacakları, zevcelerinin boşanmış sayılacağı ve zor kullanılarak çıkarılmaları lâzım geldiği açıklandı. “İslâm 13
olan hayrata “yıkılsa ne olur” diyenlerin kâfir olacakları ve katledilmelerinin mübâh olacağı” fetvada ayrıntılı olarak açıklandı. Uzun ve şiddetli bir fetvaydı ve aslında Ebussuud Efendi’nin alışılmış üslubuna da uygun değildi. Demek ki Şeyhü’l İslam Efendi çokça sinirlemişti bu işe.. Ayasofya’nın kapsamlı olarak yenilenmesi, II. Selim’in vefatından sonra tamamlandı. Fermanda belirtilenlerin dışında, minarelerin sayısı dörde çıkarıldı ve minareler birer şerefeli tutuldu. Pencereli çevre duvarının köşesine bitişik su sebili inşa edildi. Padişah için kubbeli bir türbe yapıldı ve çevresi hazire olarak ayrıldı. Ayrıca caminin çevresinde bir alan açıldı ve yapı, sonunda, türbeli bir selâtin külliyesine dönüştürüldü. II.
Türk ordusu İzmir’e girdikten sonra İstanbul bayram etmeye başladı. Şehrin her tarafında şehrâyinler düzenlendi. İstanbul hükümeti bu zaferi kutlamak üzere bir mevlid merasimi düşündü ve mevlidin yeri Ayasofya Camisi olarak belirlendi. Bunda şaşılacak çok şey vardı. Ankara’da teşekkül eden hükümetin Sultan hakkındaki fikri biliniyordu, hatta bu durum açıkça belirtiliyordu. Buna rağmen Sultan, kendini devirmeye çalışan kuvvetlerin bir zaferi için Cenab-ı Hakk’a hamdediyordu ve herkesin buna iştirâkini istiyordu. sayı//55// şubat 14
O dönemde İtalya sefiri olarak memleketimizde bulunan Pitero Quaroni, “Elçiliğin Krokisi” olarak tercüme edilebilecek (Croquis d’Ambassade) isimli kitabında, izlenimlerini, ilginç tesbitlerini heyecanla anlatır. Elçi, mevlidin İslâm dinine ait önemli bir merasim olduğunu elbette biliyordu. Uzun süredir Türk milletinin içindeydi. Bu toplantıya sadece Müslümanların katılabileceğini, topluluk içinde gayrimüslimlerin yadırganabileceğini, hoş karşılanmayacağını biliyordu. Fakat büyük camiyi, yani Ayasofya’yı böyle bir merasime zemin olmuşken görmeyi çok istedi. İslam ibâdet şekillerini öğrenmişti. Ve onun kabulüne göre bu ibâdetlerin uygulanmasında asla zorluk yoktu, kolaydı. Yanındakini taklit ederek ibadet edebilir, kimsenin de dikkatini çekmeyebilirdi. Karar verdi ve mevlid günü Ayasofya’ya gitti. Başına, Rusya Müslümanlarının giydikleri, renkli, işlemeli bir takke giydi. Daha önce Kafkaslarda görev yaptığı için ora Türklerinin şivesine de vâkıftı. O yıllarda Rusya’da çarlığın devrilmesinden sonra kurulan müstakil Türk devletlerini kızıllar birer-ikişer yok etmiş oldukları için, o memleketlerden İstanbul’a hicret eden pek çok insan vardı. Mevlid gecesi, Ayasofya’nın nerdeyse yarısını onlar doldurmuştu. Yer bulabilmek için hava kararmadan camiye vardı, büyük kapıdan içeri girdi ve harime doğru fazla ilerlemeden sağ tarafta bulduğu ve loş olduğunu düşündüğü bir yere diz çöktü.
Ve başını kaldırıp bu ulu mâbedi tetkike koyuldu. Kitabında şöyle anlatır: “Bence Ayasofya’nın içi, insan elinin meydana getirebileceği şeylerin en güzellerinden biridir. Yılların cilâ vurduğu o kibar renkli sütunların birbirini çizgi halinde, müthiş bir âhenkle takibedişi ve mermerlerinin göz alıcı menevişleri unutulabilmez.
müminler birlikte secdeye varıp alınlarını yere değdirdikleri anda, kumsala gelip parçalanan dalgaların gürültüsü gibi bir ses yükselir. Ulemadan bir zat, minberde birkaç basamak yükseldi. Ben uzaktan onun sadece ak sakalını ve beyaz sarığını görebildim. Kulaklarım ara sıra bir kelimeyi fark edebiliyordu. Ama etrafımı saran halkın ne derece kendinden geçmiş ve alevlenmiş olduğunu hissediyordum.
O ana kadar Ayasofya’nın gecesini bilmiyordum. Hiç gece gelmemiştim. Şimdi inanılmaz şeyler görüyorum. Binlerce kandilden rûha sükun veren tatlı ışık huzmeleri dökülüyordu. Kur’an âyetlerinin beyaz harfleri boşluklarda yayılarak ve daha büyüyerek alacakaranlık içinde gözleri alıyordu. O dev kubbe şimdi daha büyük ve azametli, âdeta sonsuz bir hal alıyordu. Tâ dipten, çok uzaktan âhenkli ve iyi duyulan sesler geliyordu. Hâfızlar Kur’an okuyorlardı.
Hutbe biter-bitmez bu halktan korkunç bir haykırış yükseldi: - Kahrolsun gâvurlar! Şu anda kendimi yalnız ve daha da fazla gâvur bulan ben, itiraf ederim ki, hiç utanmadan itiraf ederim ki, ben de tıpkı onlar gibi gırtlağım yırtıla yırtıla haykırdım: - Kahrolsun gâvurlar!..
Mihrabın önünde, bu müminler topluluğunun başında majeste Sultan Altıncı Mehmed oturuyordu. Tek başınaydı. Başında gri bir kalpak vardı. İçine kırmızı çuha kaplanmış, maviye çalan paltosunun yakaları açıktı. Osmanlıların imparatoru, müminlerin emiri, zıllullâhi fi’l-arz, krallar kralı, sultanlar sultanı, âlemdeki hüsrevlere tâclar dağıtan ve daha nice ünvanlara sahip sultan. Cemaat halinde edâ edilen namaz kadar ihtişamlı bir manzara tasavvur edilemez. Bütün
Namaz, mevlid, ayin ve dua bitince sert bir komut duyuldu. Bu komutla camide ince bir yol açıldı. Sultan Ayasofya’dan ayrıldı. Yanımızdan geçerken dikkat ettim. Başını hafifçe sağa eğmiş, gözlerini kısmış, dua okur gibi bir hâli vardı. Dirseklerini bükmüş, avuçları hâlâ kıbleye doğru açıktı. Yüzü sararmıştı. Devleti işgâl altındaydı.
KAYNAKÇA
• Gülrû Necipoğlu, Sinan Çağı, İst. 2018, s. 146. • A.g.e., s. 146. • İsmail Kandemir, Ulu Mâbed Ayasofya, İst. 2004, s. 280.
15
EMİN ÜSTÜN İLE KONUŞTUK;
" FAİZSİZ SİSTEMLE EV-
ARABA ALMANIN YOLU" Emin Şirketler Gurubu Başkanı Emin Üstün; “… Şöyleydi ben iyi hatırlıyorum. Bir Reno Steyşın olmak için müracaat ettim bir otomobil galerisine. Peşin fiyatı 20 milyondu, milyondu o zaman rakamlar. 20 ay vadeli 40 milyondu. Yani 20 ay vadeyle ikiye katlanıyor. Ve o günlerde bu fiyatlarda otomobil almak bile insanlar için bir mesele idi alabilmek bir başarı idi. Böyle bir dönemde hatta otomobil almak için %10’unu peşin yatırıyordun ve 3 ay, 5 ay, 10 ay da sıra bekliyordun. Tabi bu kargaşayla toplumda otomobile karşı acayip bir özenti oluştu. Söyleşi: Mehmet Kâmil BERSE
sayı//55// şubat 16
ürk toplumunda öncelikli olan başını sokacak EV algısı, zamanla inançla özdeş haline getirilmiş; “Dünyada Mekân ahirette iman” sözü toplumun öncelikleri sırasında EV sahibi olmayı öne çıkarmıştır. Ev’e sahip olabilme imkanları arasında tasarruflar ve alınan krediler düşünülür,ancak kredilerde faiz oranları, sahip olduğunuz emlakın fiatının katlanarak büyümesine neden olmaktadır.. Alternatif olarak sunulan faizssiz sistemle ev ve araba sahibi olma konusunda Ülkemizde öncülük yapan Emin Üstün bey ile bu konunun başlangıçtan bugüne serencamını konuştuk.. Mehmet Kamil BERSE: Merhabalar efendim. Şehir ve Kültür Sohbetlerinde Bu sayıda konuğumuz Emin Üstün beyefendi. Emin Şirketler gurubu başkanı. Sizlerle şehirler ve evler üzerine güzel bir sohbet gerçekleştireceğiz. Hoş geldiniz .. Emin ÜSTÜN: Hoş bulduk. Mehmet Kamil BERSE: Biliriz ki medeniyetlerin sayısı bu topraklarda kurulan 20’nin üzerinde. İstanbul’da bugün tespit edilen medeniyet sayısı, üç. Bu medeniyetler; Doğu roma , Bizans, Türk İslam medeniyeti. Bu medeniyetlerin kültürleri var yani medeniyetleri meydana getiren kültürler var. Bu kültürler sosyologların ifadesine göre 160-170 civarında bir kültür. Yani bir yemek yeme kültürü, sohbet kültürü gibi bu tür kültürleri sıralayabiliriz. İnsanların yeme içme gibi temel ihtiyaçlarından biri de bir hane sahibi olmak. İkamet etme, bir eve sahip olma kültürüdür. Bu tarih boyunca bütün insanların üç temel ihtiyaçlarından biri olmuştur. Barınma kültürü, insanlar hiçbir şeyin olmadığı bir yerlerde bile tabiatın kendilerine verdiği taşları bile oyarak evler yapmışlar ki Anadolu’da bu kültürün birçok izlerine rastlıyoruz. Ürgüp’te, Göreme’de, Urfa’da bu kültürlere rastlıyoruz. Osmanlı medeniyetine gelirsek hemen ileriye doğru gidelim. Osmanlı medeniyetinde de geçmişten gelen kültürlerin üzerine imar edilen konut kültürleri var. Yani mesela İstanbul’da Bizans’tan kalan eserler var. Biz bunları kabul etmişiz ve bunun üzerine kendi sitilimizi ifade eden yapılar yaparak bunları devam ettirmişiz. Ve nihayetinde bir İslam mabedi haline getirmişiz. Bu bir başka özellik. Birde İstanbul’da özellikle işte Anadolu’dan şehirlerden kasabalardan göç eden insanların, sadece İstanbul’a değil şehirlere göç eden insanların temel ihtiyaçları önce orda
barınmadır. Eğer imkânları yoksa insanlar ve de şehre mecburen göç etmişlerse ilk etapta yaptıkları şey şehrin uzaklarında, arttık varoş diye tabir edilen yerlerde hazine arazilerine gecekondular yapmak olmuş. Osmanlıda da bu var. Yani Osmanlı’ya da bakıyorsunuz tarihten gelen birtakım bilgi ve kaynaklarda hakikaten Anadolu’dan gelen veya başka ülkelerden gelen göçlerde insanlar önce barınmak için başını örtecek bir yer aramışlar. Sonra zamanla şartlar standartlar değişmiş insanlar çalışarak para kazanmışlar. Kazandıkları paraları tabi ki önce yemelerinde içmelerinde standartlarını değiştirerek devam etmişler. Ama barınma ihtiyaçlarını da zamanla değiştirmişler. Bu bazen paraları yettiğince olmuş bazen de belli bir standarda erişmek için; şöyle derler “Dünyada mekân, ahirette iman.” Bu bizim geleneksel bir örfümüz. Belki dünyada başka bir örneği yoktur bilmiyorum. Sizden bunları dinleyeceğiz tabi. Zamanla bunu bankalar çok istismar etmişler. Faiz sistemiyle insanların iliğini kemiğini sömürmüşler tabiri caizse. Yani bir insan normal şartlarda bir ev sahibi olması için banka kredileriyle faiz batağına girerek faizle ömürlerini bankaya bağlamışlar. Yani hayat boyunca bankaya çalışmak gibi bir şartlara ulaşmışlar. Tabi bu konuda sizler Emin Şirketler gurubu ismi güzel bir şirketler gurubu olarak ve müthiş bir performansla 1990’larda insanların bu temel ihtiyaçlarını faizsiz olarak nasıl çözerim, buna nasıl ulaşırız ve insanları nasıl ev sahibi yaparızdan yola çıkarak bir de Anadolu geleneksel tarzlarını buna uygulamışsınız. Köylerdeki kasabalardaki İmecc usulünü geliştirmişsiniz finans sektörüne getirmişsiniz. Bu bizim aslında kültürümüzün yeni bir objesi olmuş. Yani siz kültüre yeni bir halka taktınız. Bu konuda böyle bir başlayalım Emin bey.
EminÜstün: Şimdi tabi Kamil bey bir medeniyet şehrindeyiz. Dünyanın en medeni şehirlerinden bir tanesi. 1500 yıllık mazisini çok rahat biliyoruz. Böyle bir şehirdeyiz. Bir kere şükretmeliyiz. İstanbul’da olmak, İstanbul’da yaşamak her insana nasip olmayan bir hadise. Allah bizlere de bunu nasip etmiş. Tabi İstanbul’un kıymetini bilmek lazım. Ülkemizin kıymetini bilmek lazım. Bir kere buna şükrederek başlamak lazım. Ama toplum da tabi, güçlü bir toplum dinamik bir toplum. Fakat çözüm üretmekte zorlanmış. Bankaların dışında otomobil sahibi olmadığını zannetmiş. Demiş ki ben ya otomobil sahibi olacağım ya benim param olması lazım ya bankaya gitmem lazım. Tabi bu 90’lı yıllarda faizler çok yüksek. K.B: Ne kadardı mesela? E.Ü: Mesela şöyleydi ben iyi hatırlıyorum. Bir Reno Stajın olmak için müracaat ettim bir otomobil galerisine. Peşin fiyatı 20 milyondu, milyondu o zaman rakamlar. 20 ay vadeli 40 milyondu. Yani 20 ay vadeyle ikiye katlanıyor. Ve o günlerde bu fiyatlarda otomobil almak bile insanlar için bir mesele idi alabilmek bir başarı idi. Böyle bir dönemde hatta otomobil almak için %10’unu peşin yatırıyordun ve 3 ay, 5 ay, 10 ay da sıra bekliyordun. Tabi bu kargaşayla toplumda otomobile karşı acayip bir özenti oluştu. 90’lı yıllarda. Hani hanımların altın günü olayı gibi hani 20 milyonluk bir otomobili 20 milyonun birer milyon 20 kişiden toplarsak 20 bin lirayla bir otomobil alınabilir. Bin, bin, bin toplanıyor 20 bin lira. Dedik bunu bir deneyelim. Biner lira topladık 20 arkadaşımızla. %3 bir organizasyon ücreti koyduk biz bunu takip ediyoruz diye. Ve bunu dedik aramızda bir çekiliş yapalım birine verelim bu ay. Önümüzdeki ay gene toplayalım 17
otomobilin modeli ne ise onun gene 20’de birini toplayalım 2.ciyi alalım 3. Ay 3.yü 4. Derken 20 kişi otomobil sahibi oldu. Ortalama fiyata baktığımız zaman 26 milyona mal oldu. Yani 40 milyonluk bir otomobil 26 milyona mal oldu. Fiyat artışlarından kaynaklanan. O ay otomobil 20 milyonsa 1 ay sonra 21 milyon oldu 3 ay sonra 22 milyon oldu. Piyasada otomobil değişmedi hiçbir şey ilave edilmedi ama fiyat değişti. Ama bir her ay bir otomobil aldık. Her ay bir otomobil almak suretiyle 20 kişiyi otomobil sahibi oldu. Ortalama maliyete baktığımız zaman 26 milyona mal oldu. Şimdi insanlar baktı birisi 40 milyon birisi 26 milyon. 14 milyon fark var. E 3 ay beş ay beklerim on ay beklerim. Hem son model alacağım icabında 1 sene sonra bile alsam hiç olmazsa o seneki modeli almış olacağım. Ve bu ilgi çekti biz 90’lı yıllarda başladık çok ilgi çekti. İşte bir gurup yaptık iki gurup üç gurup yaptık derken artık bunu profesyonelleştirelim dedik. Derken böyle 50 guruba kadar 100 guruba kadar çıktı. Sonra bizi örnek alan insanlar, esnaflar diyelim dostlar onlar da başladı bu işi yapmaya. Bankalar biraz aradan çıktı. Yani insanlar gidip bankadan otomobil alıp 20 milyon lira faiz vermektense kendi aralarında bu çözümü üretmek suretiyle vatandaşın parası cebinde kalmış oldu. M.K.B.: bankalar size kızmadılar mı? E.Ü: O zaman bankalar bize şöyle kızdı; gazeteler reklam almayacağız dedi. Vermediler. Bir iki gazete milli gazete dışında, o zaman milli gazete vardı, akit vardı ya akitti ya vakitti. Onun dışında gazetelere reklam vermedik. Yani bizim şuan muhafazakâr dediğimiz gazeteler de alamadılar reklam. Neden alamadılar? Çünkü baskı vardı bir yerlerden. Sonra Tofaş’tı o zaman otomobil, bir de Reno vardı. İnsanlar ya Tofaş alırdı ya Reno alırdı. M.K.B: Yabancı araba yoktu. E.Ü: Yoktu. Bunun %70’i Tofaş’tı %30’ Reno’ydu. Biz ayda 100 otomobil satmışsak o ay 70 tanesi Tofoş’tı. 30 tanesi Reno’ydu. Tofaş’a gittik dediler ki otomobil vermeyeceğiz size. Parasıyla vermediler. Nasıl çözeceğiz? Bana şöyle dedi Tofaş’ın yetkilisi ve Koç gurubunun ana müdürlerinden birisi “Gazete ilanı vermemek şartıyla sana ayda 50 tane otomobil tahsis edelim dediler.” Bize teminat yatırın dediler. Yatırdık fakat yetmedi otomobiller. Bu sefer insanları tek tek yazdırdım parasını yatırmak suretiyle sıraya soktum. Bir sene sonra otomobil alacaksınız ya size bir seneden sayı//55// şubat 18
evvel yazı yazdırdım. Fakat onlar dediler ki “Biz bunları biliyoruz sizin adamlarınız olduklarını biliyoruz. “Şimdi ben” dedi “kapıdan girsem baksam sakalından, pantolonundan, kıyafetinden” bunların sizden geldiklerini anlarız” dedi. Amma vaziyeti idare ettiler. Bazen yanlış yapıp bizim arkadaşların, vatandaşların numarası olmadıkları için bizim telefonu, bizim şirketin telefonunu yazmışlar. Oradan da yakaladılar. Böyle bir maceralar yaşadık. Sonra Reno’ya gittik. OYAK çok kesindi. Tofaş biraz böyle ortadaydı. Fakat OYAK dedi biz Emin Otomotiv’e, Emin Otomotiv’di o zamanlar. Otomobil veremeyiz. Bayiliği mayiliği iptal ederiz diye tamim yayımladılar çok kesindi. Bütün bayilere yazı gitti. Şimdi bir bayiye gidiyoruz emin otomobile veremeyiz. Bir başka bayiye gidiyoruz Emin Otomotiv’e veremeyiz diyorlar. Niye veremezsiniz? “Efendim yasak bayiliğimiz iptal edilir.” Bir iki bayi bulduk Anadolu’da aldık onların da bayiliği iptal edilme noktasına geldi. Böyle sıkıntılar yaşadık. 90’lı yıllarda başladık. Aşağı yukarı 98-97’lere kadar böyle devam etti. Ve işte tabi ondan sonra Türkiye’de çok ciddi krizler oldu. Yani yazılıyor vatandaş bir kriz geliyor dolar bir anda 600 liradan bin liraya çıkıyor. Bir anda böyle krizler de yaşadığımız için 2000’li yıllarda çok krizler yaşandı fakat 2002 geldiğinde bir rahatlama oldu. Ak Parti iktidara geldi bir istikrar geldi. Artık bizde otomobil baya çeşitlendi. 8-10 marka oldu piyasada. Ama piyasa öldü. Ancak ölü bir piyasayı devraldı Ak Parti. Biliyorsun bankalar batmıştı. Sıkıntılar olmuştu. Boşaltılmıştı. Çok büyük sıkıntılı bir dönemde Ak Parti iktidarı devraldı. Bir rahatlama oldu. İnsanlar nefes aldı. 2002 toparlanma yolumuz oldu. Yavaş yavaş toparlanarak 2005’e geldik. 2005’de dedik ki otomobil toplumda artık kolay elde edilmeye başlandı. Herkes otomobil hayallerini gerçekleştirme imkânını buldu. Bunu konuta çevirelim dedik. Konutla ilgili bir proje geliştirdik 2006’da. 2006’dan 2018’e kadar otomobil artı konut olarak devam ettik. Tabi konutta bir bağımlılığımız olmadığı için karşımızda bir holding yok istediğimiz yerden konut alabiliyoruz. O bakımdan alaka gördü. Vatandaş evi istediği yerden alabiliyor. Sivas’tan alabiliyor, Kastamonu’dan alıyor, Bolu’dan alıyor, İstanbul’dan alıyor. Bu ilgi gördü. Hakikaten de bir ihtiyaç vardı. Böyle bir sisteme de ihtiyaç olduğu anlaşıldı. Yani bunun bir ihtiyaçtan doğduğu anlaşıldı. Bir ihtiyaç
var toplumda. Ve bu ihtiyacı da bir miktar da olsa gidermeye çalıştık. Hayatlarında hiç ev sahibi olmayan insanlar mutlu oluyorlar, ev sahibi oluyorlar. Yani asgari ücretli bir kişi bile geliyor ev sahibi oluyor. Onların tabi ev sahibi, konut sahibi olması bizi de mutlu ediyor. Şimdi efendim bir merhaleyi hallettik fakat başka merhaleler var. Konutu üretmemiz lazım. Konutu üretelim ki bu ürettiğimiz konut bir sosyal konut olsun bir de insanların şartlarına göre konut üretelim ama evvela bir kazanç sağlayalım İstanbul’un şartlarına göre bir konut üretelim. Orda elde ettiğimiz imkânlarla daha ucuz yerlerden arazi almak şartıyla konut üretimini uygulamaya çalışıyoruz. Güzel bir işi zevkli bir iş. Elbirliği çok kazanmıyorsunuz ama gönül kazanıyorsunuz. İnsanları kazanıyorsunuz. Hani %5’lerle 6’larla 7’lerle çalışıyoruz. M.K.B: Çığ gibi büyüyen bir aile oldunuz. E.Ü: Bir aile olduk elhamdülillah. 1200 çalışanımız var. 100’ün üzerinde şubemiz var. Ve belirli şekilde insanlara bir güven verdik. Sonra başka arkadaşlarda başladı bu işi yapmaya. Bu otomobilde de olmuştu. Otomobile biz başladığımızda tek firmaydık. Sonra takriben Türkiye’de 200’e yakın firma çıktı otomobil işinde. M.K.B: Buraya gelmeden önce bir ara hani çok sıkıntılı günler yaşandı dediniz ya. Onun da adını koyalım isterseniz 28 Şubat hadiselerinde siz çok etkilendiniz. Bundan da bahsedebilirseniz. E.Ü: 28 Şubatta liste yayımladılar. İşte birinciye Ülker’i koydular ikinciye Emin Otomotivi koydular, üçüncüye filan diğer firmaları koymak suretiyle simitçiler pastaneler falan bu firmalar irticacı. M.K.B: Bu firmalar bu ülkenin firması değil sanki. E.Ü: Bu belirli bir kesimde çok etkili oldu. Belki bizim muhafazakar kesimde, Anadolu insanında etkili olmadı ama Türkiye’nin kaymağını yiyen zengin kesimde etkili oldu. Onlar çünkü Türkiye’nin kaymağını 70 sendir 80 senedir yiyorlar. O kesimde etkili oldu. Ha demek ki siz irticacı firmasınız, öcüsünüz şeklinde. Ve o günde bizim üzerimize geldiler. İncelemeye aldılar, firmaya el koymaya çalıştılar. Bir eksiğimizi bulmaya çalıştılar. Yaptığımız hizmete değil de nasıl bir şey bulabiliriz diye. E tabi biz de ona karşı tedbir almaya çalıştık.
Mallarımızı mülklerimizi başkalarının üzerine yaptık. Yani korumak için. Devletin bizi kollaması icap ettiği bir dönemde biz devletin baskısından nasıl kurtulabiliriz gibi sıkıntıları yaşadık. Ve bu sıkıntılar tabi dört sene devam etti 97, 28 Şubat başladı. 2002 ye kadar bu sıkıntıları yaşadık. M.K.B: ama bin yıl sürmedi değil mi? E.Ü: bin yıl sürmedi elhamdülillah. O zaman hep böyle bin yıl sürecek denilen şey tamamen Allah’ın lütfuyla inayeti ilahiyle toplumun artık çilesi. Kız çocuklarının üniversite kapılarında beklemeleri, insanlar kız çocuklarını yurtdışında okutmaya başladı. Avusturya’da, kanada da, Avrupa’da okutmaya başladı. Öyle düşünün çocuğunuzu Hristiyan bir ülkede okutuyorsun. Müslüman bir ülkede okutmuyorsun Hristiyan bir ülkede Avusturya’da kızını okutuyorsun. Yurtlar açıldı o bölgelerde. O dönemlerde yetişen güzel bir nesil çıktı ortaya Avusturya’da Kanada’da. M.K.B: Birazda şerden hayır doğdu. E.Ü: tabi her şerde bir hayır var diye bir darbı mesel var. Bunda bir hayır çıktı fedakârlık yapmak lazım sabretmek lazım. Dünyanın tabi bir imtihan alanı olduğunu bilmemiz lazım. Biz olaylara tabi imtihan açısından bakamıyoruz, imtihan açısından da bakamadığımız için buna da önlem alıp tedbir almamız lazım. Buna karşı kendimizi hazırlamamız lazım. Geliştirmemiz lazım. Tabi dünya bir imtihan alanı. Düşman da yaratılmış şer de yaratılmış hayır da yaratılmış. Şer ve hayırdaki mücadeleyi insanoğlu seçmesi icap ediyor diyelim. O hayır ehli diyelim, hayırla uğraşan insanlar daha güçlü olması lazım. Çünkü evet şer de Allah’ımızın yarattığı şeyler. Ama biz ona karşı önlem almamız lazım. Bir imtihan açılmış. Bu imtihanın bize, insanoğluna yapılan bir imtihan bu. O bakımda bu imtihanda yer almak için güçlü olmamız lazım. İşte güçlü olmak için de üretmek lazım, çalışmak lazım. Bir şeyler yapmak lazım. Böyle üniversiteler açmak lazım, iyi bir nesil yetiştirmek lazım. Bizim neslimiz dünyadaki nesillerle yarışacak onları aşacak noktaya gelmesi lazım ki bir eski İstanbul gibi bir medeniyet şehri oluşturalım inşallah. MKB: Sohbetimize devam edeceğiz efendim, siz yıllardır yaptıklarınızla örnek bir ekonomi modeli oluşturdunuz..sizden çok dinleyeceklerimiz var..Gelecek sayımızda inşaallah… 19
PROF. DR. FUAT SEZGİN ANISINA
Biriffoult (876-948) “İnsanlığın Oluşu” adlı eserinde şu gerçeğe parmak basmakta hiç tereddüt etmez “İslâm medeniyetinin modern dünyaya en büyük hediyesi ve yardımı ilimdir. Fakat Avrupa’yı yeniden hayata kavuşturan şey sadece ilimde değildir. İslâm medeniyetinden gelen daha başka tesirler de Avrupa hayatına ilk parlaklığını vermiştir Muhsin DURAN
lim insanlığın ortak malıdır. Hz. Âdem’e Yüce Yaratıcının varlıkları ve eşyaların adlarını öğretmesiyle başlayan insanoğlunun ilim yolculuğu macerası, günümüzde ilmin en son sınırı olan peygamberlerin mucizelerine hayli yaklaşmış bulunuyor. Düne göre ‘âlemi gayb’tan dediğimiz birçok görünmezler görünür, bilinmezler bilinir oldu. Bu ilerlemede hak ve onur şüphesiz bir gurubun, bir inancın değil, ilmin bütün alanlarında başlangıcından bugüne emek verenlerin olmalıdır. Bu cümleden olarak dünya ilim tarihine göz attığımızda Müslümanların emeği azımsanmayacak kadar çoktur. Müslümanlar, yedinci asırdan, on yedinci asra kadar din, fen ve sosyal hayatta birçok kuralla, ilimle insanlık için gerçekten uzun sürmüş olan Ortaçağı aydınlatan kimseler olmuşlardır. Tarih şuna şahittir ki onların yaşadığı toplumlarda hayat daha onurlu ve medenice yaşanmıştır. Ancak dört asırdan bu yana ilim ve sanat çalışmaları el değiştirmiş, hız kazanarak bu şeref Batı dünyasının eline geçmiştir. Hemen ifade edelim ki ‘Müslüman ilim adamı’ tanımlaması Batılılara ait o çağın literatürüdür. O çağın ifadelerinde ırk ve milliyet isimleri az kullanılıyor veya hiç kullanılmıyordu yaygın ifade ‘Müslim-Gayrı Müslim’ idi. Biz de bu sıfatı o çağın literatürü olduğu için kullanıyoruz. Tarihteki ilim serüvenini Batılı bazı ilim adamlarından dinleyelim. Fransız matematikçisi Libri (1803-1869) “Tarihten Müslümanları silecek olursanız, ilimle ilgili olan Rönasansımız asırlarca geri kalır” der. Biriffoult (876-948) “İnsanlığın Oluşu” adlı eserinde şu gerçeğe parmak basmakta hiç tereddüt etmez “İslâm medeniyetinin modern dünyaya en büyük hediyesi ve yardımı ilimdir. Fakat Avrupa’yı yeniden hayata kavuşturan şey sadece ilimde değildir. İslâm medeniyetinden gelen daha başka tesirler de Avrupa hayatına ilk parlaklığını vermiştir. Avrupa’nın ilerlemesinde İslâm kültürünün kesinlikle tesirini göremeyeceğimiz bir basamak yoktur. Bu tesirin bütün açıklık, büyüklük ve devam eden gücüyle kendini gösterdiği, en büyük zaferlerin kazanılışına sebep olduğu alan tabiat ilimleriyle ilim zihniyeti (metodu) olmuştur”. İlmin temellerini Müslümanların attığını ortaya koyan birçok batılı, insaf sahibi bilim insanından birisi de Dr. Sigrid Hunke’dir(1913-1999
sayı//55// şubat 20
Hunke diyor ki “Bugün roket tekniğinin nefes kesen gelişmesi karşısında hayretle dururken bu buluşu kime borçlu olduğumuzu düşünmemekteyiz. Biz Avrupalılar onun sebep ve seyrini hemen hatıra getirmek istemeyen bir halde bulunmaktayız. Daha 1100 yıllarında İslam âlimleri barutun formülünü kesin şekilde tespit etmişlerdir. Avrupa’nın devamlı Haçlı taarruzlarına karşı müdafaa zaruretiyle İslâm hükümdarları, dünyaca meşhur kimyagerlerini, kimyevi bir harp vasıtası olan barutun yakıcı ve tahrip edici tesirlerini araştırmak üzere barut fabrikalarını çalıştırırlar. Müslümanların 13. Yüzyılın yarısında roketler için itici bir enerji olarak barutu kullandıkları kesindir.” Öyleyse Müslüman ilim adamlarını harekete geçiren kuvvet ne idi? Elbette ki inandıkları Kur’an-ı Kerim’in ilme önem vermesi ve Efendimizin öğretileridir. O, daha 600’lü yıllarda toplumuna, bugünün de medeniyet simgesi olan diş temizliği için misvak kullanmayı, temizliği ve hayatın her alanında insana yaraşan toplum ilişkilerini öğretmiş bir muallimdir. Medine ile insanları bedevilikten İslâm ve insanlık medeniyetine yükselten Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz olmuştur. Bu sözlerimi taassup olarak algılayanlar lütfen Asr-ı Saadeti araştırsınlar. O asrın her karesinin kaybolmayıp kitaplara geçmiş olması da ilginçtir. İslam’ın ilk emri “Yaratan Rabbinin adıyla oku”, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin,” “İlim öğrenmek kadın ve erkek her Müslüman’a farzdır,” “İlim Çin’de de olsa alınız,” “Babanın evladına bırakabileceği en kıymetli miras, iyi bir eğitim ve öğretimdir,” “İlim öğrenmek mukaddes bir cihattır,” “Cehaletten müthiş fakirlik olmaz,” “İlim rütbesi rütbelerin en büyüğüdür,” “Ya ilim sahibi, ya ilim öğrenen, ya dinleyen veyahut ilmin dostu ol. Sakın beşincisi bulunma, mahvolursun”… İşte bunlar gibi birçok ayetler ve Hadis-i Şerifler Müslümanları ilme bir ibadet algısıyla yöneltmiş, ilimde adeta sıçrama dönemleri yaşanmıştır. Hemen uygulamalara bakalım. Kitap okuma, kitapla meşgul olma Müslümanların en büyük özellikleriydi. Bu nedenle Bağdat’ta 794 yılında Harun Reşid’in vezirinin oğlu İbn-i Fâzıl (739-805) ilk kâğıt fabrikasını kurdu. Bunu Mısır (800) ve Endülüs (950) takip etti. Avrupa’ya ise Bizans (1100),
Almanya (1228), İngiltere’ye de (1309) yıllarında kâğıt fabrikaları kuruldu. İslâm dünyasının ve insanlığın ihtiyaçları da ilmi gelişmeleri çağına göre hızlandırdı. Câbir Bin Hayyan(721-805) Ortaçağ kimyasının en büyük ismi olan bir Türk’tür. Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve kimyanın babası büyük dâhidir. Kimyanın Hipokrat’ı, Fahreddin-i Râzi ve İbni Sînâ ona ‘üstadlar üstadı’ derler. Fransız Şarkiyatçı Cardonne (1733-1804) Cabir Bin Hayyan’ı dünyanın gelip geçmiş 12 dâhîsi arasında sayarlar. İbn-i Firnas (?-888) Wright kardeşlerden yaklaşık bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştiren bilim adamımızdır. Ömer Hayyam (?-1123) Büyük Selçuklu Devrinin âlim, şair, filozof bilginidir. Cebirdeki ‘binam formülünü’ bularak cebiri en yüksek noktaya ulaştırmıştır. Câhız (1136-1206): Otomatik sistemin sibernetiğin kurucusu ilk ilim adamıdır. Sibernetik, haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama ilmidir. Bu ilmin gelişmesiyle elektronik beyinler, otomosyon denilen sistem ortaya çıkmıştır. Bilgisayarın babası olarak ifade edilebilir. Akşemseddin’i biz Fatih’in Hocası din adamı olarak biliriz. Hâlbuki Akşemseddin (13891459) mikrobun varlığını Pasteur’den 400 sene önce ‘Maddetül Hayat’ adlı tıp kitabında ifade etmektedir. Bazılarına göre ise İbn-i Sina bunu ilk önce kitaplarında yazmıştır. Pasteur bunu daha geliştirmiş, sistemleştirmiş ve patentini almak şerefine ulaşmıştır. İbn-i Cessar (?-1009) Bundan yaklaşık bin sene önce cüzam hastalığının sebep ve tedavilerini bulmuş. Verem mikrobunu da Kambur (?1761) bulmuştur. Ali Kuşçu (?-1474) yaşadığı asrın Batlamyus’u olarak Fatih, Ayasofya Medreselerine o zamana göre çok yüksek, günde 200 akçe bir ücretle hoca tayin etmiş ünlü bir Türk astronomi ve matematik bilginidir. Ayın şekillerini anlatan tasvirleri bugünkü gözlemlere çok yakındır. Ammar (996-1020) ilk defa katarakt ameliyatını gerçekleştiren bir bilginimizdir. Hezarfen Ahmet Çelebi (1636) Galata Kulesi’nden Üsküdar’a 21
çevirmiş, ilim tarihimizin iftihar edeceği bir kutup yıldızı olmayı başarmıştır. Fuat Sezgin minik öğrencisine “Söyle kızım, canlılar nelerdir?” sorusuna karşılık öğrencinin “Öğretmenim; bitkiler, hayvanlar, insanlar, melekler, cinlerdir” cevabı karşısında, “Sondaki ikisi din bilgisidir, onları çıkar. Biz fen bilgisi öğreniyoruz” diyerek yıllar boyunca fen ve din bilgisi ayrımcılığı yaparak ciddi bir hata yapmış, noksan bilgiler vermiş hâlâda vermekte devam eden bir anlayışı düzeltmeye, aklının yanında kalbini de koyarak birlikte çalıştıran fen adamıdır.
uçan bir Türk’tür. Bu uçuşunu Türkistan’ın Fârâb şehrinde olan İsmail Cevheri’yi (1110) örnek alarak gerçekleştirmiştir. İbrahim Efendi (1719) Osmanlılarda ilk denizaltıyı timsah şeklinde gerçekleştiren mühendisimizdir. Üçüncü Ahmet’in şehzadesinin sünnet düğününde bu icadını göstermiştir. Lagari Hasan füzeciliğin atası olup Osmanlı döneminde yine bir şehzade düğününde Boğaziçi’ne karşı Sarayburnu’nda gösterisini gerçekleştirmiştir, yeni marifetini Osmanlı Sultanına ve halka sergilemiştir.(1) Yukarıda bilim ve teknoloji tarihimizden sadece birkaç bilginimizin insanlığa katkısı olan ilmi faaliyetlerini vermeye çalıştım. Aslında şimşekler kadar görünen gök gürültüsü kadar duyulan belirginlikte on bir asır yaşanmış bir tarihimiz, bir bilim temelimiz var. Batılılaşma hareketleriyle başlayan bir süreçte bu tarihi serüvenimiz okullarımızda uyguladığımız Batılı eğitim metodunun kurbanı oldu. Bu nedenle Batının materyallerini yeni ilim anlayışımıza temel kabul ettik, öncesini sildik. Yeni eğitimimizde Türk çocuklarının yukarda sözünü ettiğimiz çalışmalardan haberi olmadı. Bu bilgiler öğretilmedi, tarihin tozlu raflarına terk edildi. İşte Fuat Sezgin sakıncalı bulunarak üniversitelerimizden atılanlar arasında bir mağdur ve mazlumdu. Bu mazlumiyetini yitik tarihimize adayarak büyük bir avantaja sayı//55// şubat 22
Fuat Sezgin, Türk milletinin teslimiyetçiliğinden faydalanarak sanki tarihin derinliklerindeki Nuh’un gemisinden haberi yokmuş gibi asırlar boyunca donanmalar yapan inanları, devletleri bilmiyor kabul ederek suyun kaldırma gücünü Arşimet’e bağlayan anlayışa, onu sevdirmek için uydurulmuş hamamdan sokağa fırlatan mitoloji anlayışına gerçek bilim tarihimizle cevap vermiş bir bilim adamıdır. Kısacası Fuat Sezgin, Türk milletinin ve İslam dünyasının 400 yıldan bu yana her türlü geri kalmışlığıyla moralinin bozuluşuna karşın bir yeşil vadiyi ayaklarının altına sererek milletine, ön yargılardan arınmış ilim adamlarına ‘Yarınki Türkiye’yi yarınki dünyayı’ hedef gösteren bir bilim adamıdır. Fuat Sezgin, “İslâm’la bilim kelimelerini bir arada kullanan kimsenin sanki hafızasını unutarak “İçinde İslâm kelimesi geçen soruya ben cevap veremem” dediği bir zaman diliminde pozitivizm, materyalizm karşısında aciz kalmış, çökmüş bir toplum olmuşuz. Çaresiz kalmış öz kültürüne yabancılaşmışız.” (2) Türk evinin ‘Şark Köşesi’ yerini ‘Amerikan Barı’na terk ettiği bir yozlaşma döneminde… ‘Hayır biz bu değiliz’ diyerek hem Frankfurt’ta hem de Gülhane Parkı’nda açtığı müzelerle, tarihin deriliklerinden çıkardığı unutturulmuş çalışmaları içinde bulunduran 18 ciltlik eseriyle bu yenilmişliğe meydan okuyan yeni bir uyanışın önderidir Fuat Sezgin. Bu çalışmalar Batı karşısında ilmî ve teknolojik eziklikten Türk milletini kurtarmaya yönelik atılmış kararlı ve güçlü bir adımdır. Bunu, tarihin derinliklerinden çıkararak açtığı müzede sergilediği eserleri izlerken daha iyi anlayacağız. Prof. Dr. Fuat Sezgin 1924’te Bitlis’te doğdu. İstanbul Üniversite Şarkiyat Enstitüsü’nde Alman şarkiyatçı Prof.Helmut Ritter’in bir seminerine katıldı. Daha sonra hocası olan
Ritter, bilimlerin temelinin ‘İslam Bilimleri’ne dayandığını söyledi. “Yabancı bir hocanın bu tespiti beni bu ilim dalına yöneltti. İlmi çalışmama yön veren Ritter, bir gün bana sordu “Kaç saat çalışıyorsun?” Ben de “Günde 13-14 saat çalışıyorum” dedim. “Neee! Sezgin bu tempoyla bilim adamı olamazsın. Eğer bilim adamı olmak istiyorsan bunu çok daha artırmalısın” dedi. Kendisi 24 saat çalışırdı. Eğer günler uzun olsaydı, daha çok çalışacaktı. Ben ondan sonra çalışmamı, 17 saate çıkardım. Bu durum 70 yaşıma girinceye kadar devam etti. Yetmiş yaşımdan sonra çalışmamı bir iki saat azalttım. Şimdi gene, 13-14 saat çalışmaya gayret ediyorum. Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm bilimlerinin kaynaklarına inebilmek için 27 dil öğrendi. Yanlış duymadınız 24 lisan. 1960 askeri darbesi iktidarınca üniversiteden atılan 147 akademisyenden birisi de Fuat Sezgindi. Frankfurt Üniversitesi’ne kabul edildi. Araştırmalarını orada yaptı, profesör oldu. Farklı devletlerden çok sayıda ödül aldı. İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı bir eser olan “Arap İslâm Bilim Tarihi”nin ilk cildini 1967 de tamamladı. Bugün 18 cilt olarak tamamlanmıştır. Hocası Şarkiyatçı Ritter bu eseri için böyle bir çalışmayı daha önce kimsenin yapamadığını ve bundan sonra da hiç kimsenin yapamayacağını ifade ederek Fuat Sezgini kutladığını ifade etmiştir. Frankfurt’ta yoğun tempodaki çalışmalarını sergilediği İslâm Bilim Tarihi Müzesi’nde tarih boyunca İslâm bilginlerinin buluşlarını, bilimsel alet, araç ve gereçlerini, yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı sekiz yüzden fazla örnek ve modelleri sergilenmektedir. Aynı binada dünyanın her yerinden büyük fedakârlıklarla temin ettiği 45 bin cilt kitap kapasiteli “Bilimler Tarihi Kütüphanesi de bulunmaktadır.” Bütün bu gözde çalışmalarına rağmen Almanların vatandaşlık teklifini “Türk vatandaşı olmam benim için şeref olarak yeterlidir” cevabıyla nazik bir şekilde reddetmişti. Frankfurt’taki kütüphanesini Türkiye’ye getirme girişiminde bulunulduğunu öğrendik. Fuat Sezgin kendisi gibi bir şarkiyatçı ilim adamı olan Ursula Sezgin’le evli olup kızı Hilâl 1970 doğmuştur. Prof. Dr. Fuat Sezgin, İstanbul Gülhane Parkı içerisindeki binada olağanüstü gayretleri ve çalışmalarıyla yaklaşık 700 eserin olduğu
tamamına yakını kendi çabalarıyla bağış olarak kazandırılmış olan İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni 2008 tarihinde yetkililerin girişimi ve teşvikiyle ikinci bir müze olarak açmış, milletimize armağan etmiştir. Bu müzedeki aletleri tanıtıcı mahiyette yine kendisi tarafından yazılmış, “İslâm’da Bilim ve Teknik” adlı katalog eser bulunmaktadır. Ayrıca Fuat Sezgin Hoca 2010 yılında, İstanbul Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin faaliyetlerini desteklemek amacıyla İslâm Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’nı kurmuştur. Bu güzel faaliyetlere ilaveten Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde de Prof. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Enstitüsü 2013 yılında faaliyete başlamıştır. Hocamız30 Haziran 2018 yılında 93 yaşında hakkın rahmetine kavuşmadan önce enstitüsünde burs vererek yetiştirdiği öğrencilerini görme şerefine de nail olmuştur. Kabri Gülhane Parkı’nda İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin yanı başında sevenlerini beklemektedir. Mekânı Cennet olsun. Not: Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli seçimiyle, İslâm kültür ve medeniyetinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak, yeni nesillere aktarmak amacıyla 2019 yılı Prof. Dr. Fuat Sezgin yılı olarak değerlendirilecektir. Biz de bu örnek, bu güzel insanı bu vesileyle tanımaya çalıştık. 1-Bu makalede rahmet ve minnetle andığım Şaban Döğen’in yazdığı, 1987 de neşredilen, defalarca yararlandığım ‘Müslüman İlim öncüleri Ansiklopedisi’nden faydalanılmıştır. 2- Prof. Dr. Tuncay Zorlu seminerinden. 23
edeniyetimizin büyük şairi Yahya Kemâl merhumun çok hakkı var üzerimizde. Çok etkisi de. Ne zaman Rumeli’den söz edilse, akıncılığımız depreşir hemen, ‘bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen’ oluverir kalbimiz. ‘Ak tolgalı beylerbeyi haykırı’verir hemen, kâh Malkoçoğlu olur yüreğimiz o vakit, kâh Tuna kıyılarında at sürer gönlümüz.
SİLİSTRE
TUNA’NIN NAZLI VE KÜSKÜN GÜZELİ Plevne neredeydi, Tuna nereden nereye akardı, Osman Paşa kimdi? Bilmezdik ama severdik seviyorduk sevecektik hepsini. Onlar bizdi, bizimdi, bizimleydi çünkü. Öyle diyordu kalbimiz. Öyle diyordu marşlar. Öyle diyordu türküler. Yalan söylemezdi onlar.
Fahri TUNA
Balkanlar’da şehirler ve nehirler birbiriyle özdeştir. Bütündür. Tamamlar birbirini. Hepsini de görmek istiyordum. Soyadım olduğundan değil, en çok da Tuna’yı merak ediyordum. ‘Tuna Nehri akmam diyor Etrafımı yıkmam diyor Şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor.’ Çocuktuk; bu marşı söyletirdi Seyfettin Öğretmenimiz ilkokulda. Sınıfça söylerdik, bağıra bağıra. Plevne neredeydi, Tuna nereden nereye akardı, Osman Paşa kimdi? Bilmezdik ama severdik seviyorduk sevecektik hepsini. Onlar bizdi, bizimdi, bizimleydi çünkü. Öyle diyordu kalbimiz. Öyle diyordu marşlar. Öyle diyordu türküler. Yalan söylemezdi onlar. Lise öğrenciliğimizde Silistre eklendi bir de Tuna’ya ve Plevne’ye. Namık Kemâl ‘Vatan Yahut Silistre’ diyordu zira. Hep hayal ettim merak ettim umut ettim, ‘bir gün gösterir bana Yaradan’ım inşallah’ dedim içimden. Gösterdi de. Hem de bir iki değil sekiz defa. Hamdolsun şükr’olsun. Her Türk evladına da nasip olsun. İlk gördüğümde ne mi oldu: Ağzım bir karış açık kaldı. Şaşırdım. Hem de çok. Neden mi? Ben Sakarya Nehri kıyılarında doğmuş büyümüş biriyim. Nehir dediğiniz on, bilemediniz on beş metre genişliğinde olur. Bir insan boyu da derinliği.
*S.Zaim Üniversitesi,Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fak.Öğretim üyesi
sayı//55// şubat 24
Tuna Nehri’ni ilk gördüğümde gözlerime inanamadım; Elli değil, yüz değil, iki yüz değil. Tam dört yüz metre genişliğinde. İstanbul Boğazı mübarek. Üzerinde dev gemiler dolaşıyor. Varın derinliğini de siz hesap ediniz.
Ağzımdan ilk çıkan söz de şu oldu, bugün gibi hatırlıyorum: ‘Tuna’nın yanında bizim Sakarya dereymiş meğer!’ Göz göze geldik Tuna’yla. Yüz kırk yıllık bir sitemle baktı gözlerimin ta içine. Hicranla hüzünle baktı. ‘Neredesiniz siz?’ diyordu açıkça. Gözlerimi indirdim, ‘Sonunda geldim işte, artık hep geleceğim, artık hep geleceğiz’ dedim usulca. Gözleri parladı. Eski günlerdeki gibi güller açtı yüzünde yine Tuna’nın. Daha bir coşkuluydu şimdi. Koynundaki gemilere daha bir hız verdi. Rusçuk’taydım. Rusçuk Müftüsü yiğit adam güler yüzlü kardeşim Aziz Aziz’in köpüklü kahvesini yudumlarken, bir buçuk asırlık dertleri de yudumluyoruz bir yandan. Sonra tarihi binadaki Rusçuk İlahiyat Lisesi Müdürü Tuncay Şerif ve yardımcısı Adem Kılıç rehberliğinde sınıflara giriyor, ‘elif be te se cim’ diye heceleyen yarınlarımızın umudu gençlerle hâlleşiyoruz göz göze. Hüzün ve umut karışımı bakışlar hakim bakışlarda. Selâm ediyorlar Türkiye’deki kardeşlerine, ardımızdan el sallarken. Lisenin eski müdürü Süleyman İsmail ile hasbıhâl ediyoruz Tuna kıyısında. Türkiye’de okumuş bir başka mert yiğit çalışkan adamdır bizim Süleyman. Tam bir Rumelili, tam bir Rusçukludur. Mithat Paşa’nın imar ettiği Rusçuk’u anlatıyor: ‘Şuraya Ziraat Mektebi yaptırtmış Paşamız, şuraya…’ Şu meşhur Mithat Paşa’nın valiliği zamanında (1864-68) imar ve tımar ettiği Rusçuk’u. Tuna Vilayetinin merkeziymiş Rusçuk. Mithat Paşa’nın döşettiği kaldırımlardan yürüyerek sohbetimize devam ediyoruz Aziz ve Süleyman ile. ‘Şurası Mithat Paşa’nın Eviymiş. Şimdi müze’ diye gösteriyorlar. Tren yolları, ziraat okulları, kitapevleri, fabrikalar açtırmış Mithat Paşa Rusçuk’a. Tuna diye bir gazete çıkartmış. Mahir adammış paşamız. Rusçuk onun döneminde en önemli şehri olmuş Bulgaristan’ın. Hâlâ güzel hâlâ şirin hâlâ özgün Rusçuk. Sonra Silistre’yle buluştuk. Âh Silistre. Gezdirdi beni. Osmanlı sonrasının yüz kırık yıllık sürecinde Rus – Romen - Bulgar zulmünden nasibini ziyadesiyle aldığı belliydi. Yirmi üç camisinden tek bir tanesi ayaktaydı şimdilerde. Ama o da Cumadan Cumaya bir saatliğine açılıyordu işte. Boynunu büktü çaresizce Silistre. Yüz yirmi bin nüfusundan yarısı Müslüman Türk’tü oysa. Baykuşlar ötüyordu minarelerinde. Yeller esiyordu güzel günlerin
yerlerinde. Buğulandı gözleri Silistre’nin, benim de tabii. Boynuma sarıldı. Cenaze evi çaresizliğinde sarıldık birbirimize. Sözün bittiği yerdeydik. Gözlerimizden akan gözyaşı değil coşkun akan Tuna’ydı adeta. ‘Olsun, geldin ya sen. Peşinden çok gelen olur, geleceksiniz değil mi?’ diye fısıldadı. ‘Tabii ki’ dedim kararlı bir sesle. ‘Tabii ki. Sorulur mu Silistre…’ Kaleye çıktık birlikte. Kale dediğime bakmayın, asıl adıyla Mecidiye Tabyasına. Şehrin üç beş kilometre arkasındaki tepeye 1844-57 yılları arasında Osmanlı Sultanı Abdülmecit’in Tuna’yı aşabilecek Rus saldırılarına karşı koymak için Almanlara yaptırttığı muhkem tabyalara. Silistre Tunahan Derneği başkanı Güner Hakkı kardeşim de eşlik etti bizlere. Üç eski’mez dost sohbet ede ede tırmandık kaleye. Bizim Topkapı Sarayı duvarlarını andıran yapının koskocaman kapısına geldiğimizde meğer bizi bir sürpriz bekliyormuş: Valentin Petkov adlı bir müze müdürü benden fotoğraf çekebilmem için 20 (yazıyla yirmi) leva yani on Euro (yaklaşık altmış Türk lirası) istemeye kalkmasın mı? Tepem atmış, kendimi kaybetmişim: “- Sen ne dediğinin fakında mısın Valentin? Ne dediğini kulağın duyuyor mu senin? Kendi kalemizin fotoğrafını para vererek mi çekeceğim ben. Sen aklını peynir ekmekle mi yedin arkadaş?” Türkçe de bilen ama hınzırlığına Bulgarca konuşan Müze Müdürü Bay Petkov’un söylediklerini Güner Hakkı kardeşimin tercümesiyle anlıyoruz: “- Bu kale bizim!’ Öfkeyle cevap veriyorum: “- Hayır bizim. Bak yazmışsınız oraya, bizim Sultan Abdülmecit inşa ettirmiş!’ “- O eskidendi. Artık bizim. Hem siz değil Almanlar yapmış bu kaleyi!’ Canım iyice sıkılmıştı. Güner Hakkı’nın Alman malı otomobili, Mercedes’i otuz metre uzağımızda göz kırpıyordu bize. Sağ elimin işaret parmağıyla onu göstererek: “- Bu otomobili hangi ülke yaptı?’ Valentin’in gözleri parladı: “- Almanlar!..” “- Bizim Güner Hakkı bastı parayı satın aldı. Şimdi bu araba Almanların mı Güner Hakkı’nın mı?” Valentin’in suratı ekşimişti şimdi. Golümü atmıştım. Devam ettim: “- Para bizim değil mi kardeşim, ister Almanlara yaptırırız, ister Japonlara. Çekil şöyle bakalım önümden. Haydi.” 25
mezarlıklarımızdan çıkarılan üç beş asırlık zarif mezartaşlarına baka baka yaşamak...
Çekildi kenara Valentin Petkov. Şüphesinden mi merakından mı kararlılığımızı fark ettiğinden mi bilinmez, gezdirdi bizzat kale-müzeyi bize Valentin. Isınmıştık birbirimize yarım saat kırık dakikalık ziyarette. Adeta savaş müzesi gibiydi, çok zengindi gerçekten. Bölgenin yüz kırk yıllık askeri serüvenini fotoğraflarla belgelerle giysilerle silahlarla çok güzel ortaya koyuyordu. Kalenin en üst noktasına çıktım. Ta nerelerden gelip akan giden nazlı Tuna’ya, nehrin karşı yakasında uçsuz bucaksız Romanya düzlüklerine takıldı bakışlarım. Gözlerim yaşlı 93 Harbinde (1877-78 meşhur OsmanlıRus Harbi’nde) buralarda şehit olan veya gazi olup esir düşen ay-yıldızlı Anadolu ve Rumeli kahramanlarına Fatihalar gönderdim. Hissediyordum; onlar da buradaydılar, benimleydiler. Ayrılırken sağ elimi omzuna koydum şirin müze müdürünün: “- Bak Valentin, çok teşekkür ediyorum sana. Gerçekten güzel korumuşsun buraları! Ama senden bir ricam var: Bir gün teslim almaya geldiğimde sen ol burada. Eksiksiz, senden teslim almak istiyorum her şeyi!..” Acı acı güldü yüzüme bakarak Valentin. Tabyalar da biz de acı acı gülümsedik, acı kaderimize. Ama olsundu. Güneş yeniden doğacaktı ya artık. Türkler yine geliyorlardı işte. Müftü Müddesir Mehmed’in acı kahvesini yudumladık daha sonra. Adı gibi sakin, söz yerine düşüncelerini ruhuna bürünmüş biri bizim zayıf güleç yüzlü müftümüz. Camisiz cemaatsiz bırakılmış altmış bin Müslüman Türk’ü ayağa kaldırmak kolay mı? Bin bir engelle yüz yüze üstelik. Avludaki Komünist rejimin nihilizminin eseri olarak, park yapacağız iddiasıyla yıkıp yok ettiği tekkelerimiz sayı//55// şubat 26
Hüznün zirvesiyle karşı karşıyaydık yine. Dulovo’ya geçtik sonra. Bektaşisi sünnisiyle bir Türk kasabası Kral Dulo’nun adı verilen ilçe. Bizim zamanımızdaki adı Akkadınlar. Tunahan Derneği’nde Türk çayı ikram ediyor dernek başkanı kardeşim yakın dostum yiğit adam Güner Hakkı. Eşi Vesile Halil de kız kardeşim gibidir. On beş günlük bebeklerini tutuşturuyor kucağıma: ‘Fahri Ağbi, kulağına ezanla Tunahan adını sen koyasın istedik. Seni bekledik. Sen de Silistre Ailesindensin bizim gözümüzde. Buyur’ diyor Vesile kardeşim. Naçizane seksen bir milyon Türkiyeliyi temsilen, Sarı Saltukların Demir Babaların Ahmed Amiş Efendilerin aciz bir mirasçısı hissiyle minik yavrunun kulağına önce Ezan-ı Muhammediye’yi okuyor, sonra da ‘senin adın Tunahan olsun bundan böyle’ diyerek üç kez, isim koyma merasimini tamamlıyorum. Sonra Tervel’in Turpçular Köyü’ne geçiyoruz hep birlikte. Bir kahramanın elini öpüp hayır duasına talip olmak için. Seksen yıllık ömrü Kur’an ve Türkçe öğretmenle geçirmiş, bu uğurda defalarca Bulgar karakollarına çekilmiş, Bulgar polisinin ‘Allah yok de, seni bırakalım hemen’ tekliflerine ‘evlatlarım yok desem ve var Allah. Ne diyebilirim ki’ diye cevap vermiş; hayatını milletine insanına tarihine adamış Hacı Remziye Teyze’mizin ellerini öpüyoruz. Remziye Teyze karayağız bir Anadolu kadını, adeta Bilecik, Kırşehir, Kütahya, Sivas, Tokat’ta her gün rastladığımız eli öpülesi analarımızdan birisi. Giriyoruz odasına. Duvarda dev bir Türk bayrağı asılı. Gözleri dolarak karşılıyor Remziye Teyze bizi. Selâmlarını iletiyoruz ona Edirne’nin, İstanbul’un, Bursa’nın, Ankara’nın, tüm Türkiye’nin. ‘Şükür milletim ve devletim beni unutmamış. Emeklerim boşa gitmemiş’ diyor usulca, gözleri yaşlı. Ayrılırken bir sözü var ki, yürek parçalar cinsten. Bir vebal, bir dilek, bir selâm Anadolu’ya: ‘Bizi buralarda unutmayın!’ “Sil gözünün yaşını Silistre. Söz, unutmayacağız seni. Hep beraberiz bundan sonra’ diyerek ayrılıyorum Slistre’den. Nazlı nazlı, sitemli sitemli akan Tuna’ya el sallayarak.
EKONOMİYİ İSRAF
ÇÜRÜTÜR
Bir ekonomide insanlar, kurumlar, kuruluşlar üretmediklerini tüketmezlerse, bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan tüketim yarışı, temel ihtiyaçları karşılayan, üretim yarışına dönüşür. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
ünyada ister özel, ister kamu, isterse sivil olsun, bütün kurum ve kuruluşların başta gelen ekonomik sorunu: Ellerindeki kaynakları en doğru yolda değerlendirmektir. Hayatın bir boyutunda üretim varsa, bir boyutunda tüketim vardır. Hayatın hiçbir alanında üretmeden tüketmek mümkün değildir. Ekonomi, hayatın yaşanır kılınmasında, üretim ile tüketim arasındaki uyum, düzen ve dengenin sağlanmasıdır. Ekonomi ekonomi bilmektir, ekonomi insanı bilmektir. Üretim ile tüketim arasındaki uyum ve düzen yazılı ve yazılı olmayan, etik ve ekonomik ilkelerle sağlanır. Bu bağlamda, hayatın odak noktasında, ekonomik insandan önce etik insan vardır. Üretim ve tüketimin yönetilmesinde, insanlar yeteneklerine göre üretirler, ihtiyaçlarına göre de tüketirlerse, kimsenin durumu kötüleşmeden, herkesin durumu iyileşir. Sağlıklı bir ekonomide, temel ihtiyaçların kıtlığı çekilmez ve hayatın bütün boyutlarında savurganlık önlenir. *TC.Maltepe Üniversitesi
Bir ekonomide insanlar, kurumlar, kuruluşlar üretmediklerini tüketmezlerse, bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan tüketim yarışı, temel ihtiyaçları karşılayan, üretim yarışına dönüşür. Doğal hayatta olduğu gibi, ekonomik hayatta da, hiçbir şey israf edilmezse, üretim ve tüketim sonrası oluşan artıklar da ortadan kalkar. Ekonomik hayatta enflasyon başta olmak üzere, israf bütün sorunların anasıdır. İsraf verimsizliktir. Enflasyon sorumsuzluktur. Enflasyon üretilmeyeni tüketmektir. Dünyada enflasyonun ekonomik, siyasal ve kültürel hayatta yol açtığı yıkımlara örnek olarak, savaş yıllarının Almanya''sı verilir. O yıllarda devlet görevlilerine, haftalık, hatta günlük ücret ödenmeye başlanır. Aynı yıllarda Maliye Bakanlığı''nda çalışan Prof. Dr. Neumak'' ın anlattığına göre, sabah verilen ücretlerin, öğle yemeğini karşılamadığı günler olur. Mark değer ölçüsü olma özelliğini yitirir. Bütün kurum ve kuruluşlarıyla Almanya felç olur. İnsanlar ekonominin öznesi olmaktan çıkarlar, herkes ekonominin nesnesi olur. İnsanlar ekonominin nesnesi olurlarsa, kişilikleriyle birlikte sorumluluklarını da yitirirler, ekonomik hayatın her boyutunda yolsuzluklar, haksızlıklar ve soygunlar katlanarak artar. Ayrıca şans oyunlarına gösterilen ilgi ve alkollü içkilerle olan düşkünlük, inanılmaz boyutlara ulaşır. Bir toplumda insanların ekonominin öznesi olma özeliklerini yitirmeleri, o topluma savaşlardan çok daha büyük zarar verir. Toplumun bütün kurum ve kuruluşlarıyla alt üst olur. Dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını israfa ve aç gözlülüğe kurban eden ekonominin sonuna gelindi. Bütün dünya, insanı tüketimin nesnesi haline getiren bir ekonomi değil, insanı üretimin öznesi haline getirecek bir ekonomi istiyor. İnsanlık yatağını yitirmiş bir nehirin denizi araması gibi, kafasını taştan taşa vura vura, ekonomi ve etik arasındaki uyu ve dengeyi arıyor. Yirmibirinci yüzyılda, insan ya ekonominin öznesi olacak, ya da ekonominin nesnesi olarak, dünyayı büyük bir uçurumun kenarına sürükleyecek. Yeni dünya da ekonomi insanı değil, insan ekonomiyi nesneleştirmelidir. Ekonomi de israf insanı nesne etik özne kılar. Yeni dünya yeni ekonomi gerekir. Ağaç büyürse içinden çürür Ekonomiyi israf çürütür. 27
FATİH’İN ÇIRÇIR SEMTİ
MEKAN VE İNSAN
-ikinci-
Akşemseddin Caddesi üzerinde şimdi kurucunun çocukları tarafından işletilen Barbaros Muhallebicisinin ilk dükkanı da Kıztaşı’nda imiş ve babamla dükkan komşusuymuşlar. Erhan ERKEN
sman ve Mehmet dayılar, bir dönem Kıztaşı’nda bakkal dükkanı işletmişler. Bir dönem de bugünkü Sirkeci Garının içerisinde bir kahvehane açmışlar. Daha sonra Osman dayı kalp hastası olduğundan o işe devam edememişler. Küçük dayı İsmail Kazgan daha okumuş bir kişi idi. Banka memuru olarak başladığı hayatında son görevi Osmanlı Bankası Krediler Umum Müdür idi. Çok akıcı bir şekilde Fransızca konuşurdu. Ağzından hiç düşürmediği piposu onun adet mütemmim bir cüzü idi. İki büyük amcamın (Ahmet ve Necati Erken), ki onlar babam kadar semtin iç dünyasına fazla girmediklerinden, bildiğim kadarıyla lakapları yoktu. İş hayatlarına yukarıda biraz detaylı olarak bahsettiğim Hafız Ali beyin damadı Hacı Hüsnü Uğurlu’nun yanında Kuyumcu imalatı yaparak başlamışlar. Daha sonra kendi işlerini açmışlar. Onların en önemli hamleleri Kuyumcuların bilezik ve yüzüklerinin üzerine desen yaptıkları bir makinayı bizzat kendi gayretleri ile imal etmeleri olmuştu. Hayatlarının sonraki dönemlerinde hep bu makinayı yapıp sattılar. Kapalıçarşı’da Sıra odalar diye bilinen bir yerde atölyeleri vardı. 1985 yılında işi bırakıp emekliye ayrıldıkları zamana kadar Türkiye’de bu alanda ciddi bir rakipleri olmadı. Adeta alanlarında tek tabanca gibi idiler. Eski dönemde Kuyumcu imalatı işini yapacak olanlar muhakkak onların makinalarından edinmek zorundaydılar. Onların işi bıraktıkları dönemlerde bu sahada CNC türü makinalar ülkeye gelmeye başlamıştı. Babamın da kuyumculuk işine girmesi ağabeylerinin açtığı bu yoldan olmuştu. Osman dedem Rahmetli babamın anlattıklarından aklımda kaldığı kadar İstanbul’da bir çok iş yapmayı denemiş. Bir dönem Aksaray’da uzunca bir süre İSKİ’nin bulunduğu yere yakın bir yerde bir bakkal dükkanı açmış. Bu herhalde ilk işlerinden bir tanesi. İlk başlarda çok iyi giden işler bizim bakkal dükkanının yakınlarında daha büyük başka bir bakkal veya bugünkü karşılığı olarak bir market açılması ile durgunluğa girmiş. İktisadi hayatta kurallar her dönem benzer şekilde işliyor. Nasıl ki bugün büyük marketler ve AVM’ler bulundukları muhitte küçük esnafın işlerine menfi tesir ediyorsa o zaman da herhalde aynısı vuku bulmuş. Dedem bu rekabete dayanamamış ve dükkanını kapatmış.
sayı//55// şubat 28
Yine bir dönem birkaç ortakla birlikte peynir ve yoğurt imalatına girmiş. İzmit civarında imalat yapıp mavnalarla ürünlerini Eminönü’ne getiriyorlarmış. Fakat o iş de istedikleri gibi olmamış. Bu aralar sıhhati bozulmaya başlamış ve bugün Eminönü’nde, İstanbul Ticaret Üniversitesinin bulunduğu bölgede mevcut olan karpuz halinde, bir ortağı ile birlikte çay ocağı işine girişmiş. Babamla ondan bir büyük amcam ilkokula giderlerken dedemin çay ocağına yardıma giderlermiş. Babamın anlattığına göre bir gün öğretmenleri iki kardeşi kenara çekip; bana bakın böyle giderse ben size bir tane karne vereceğim. Okula gün aşırı geliyorsunuz böyle olur mu demiş. Çünkü aralarında bir yaş olmasına rağmen iki kardeş de aynı sınıfta imişler ve bir gün biri ertesi gün öbürü sabah çay ocağının ateşini yakmak için babalarının yerine işe gidiyorlarmış. Babam daha sonra da vefatına kadar dedemin yanında devam etmiş. Dedem 1947’de vefat edince babamlar çay ocağını ortaklarına devretmişler ve ondan sonra babam başka alanlara kaymış. Taksicilik ve bir dönem Fatih Kıztaşı’nda bakkallık yapmış. Bugün Fatih Akşemseddin Caddesi üzerinde şimdi kurucunun çocukları tarafından işletilen Barbaros Muhallebicisinin ilk dükkanı da Kıztaşı’nda imiş ve babamla dükkan komşusuymuşlar. Rahmetli babam evlenmeye yakın zamanlarda (1960’ları başı) amcamların da teşviki ile Kapalıçarşı’da Kuyumcu dükkanı açmış ve 1977yılına kadar burada Kuyumculuk yapmıştı. Daha sonra Fatih Yavuzselim’de bir yer satın aldı ve Emniyet amirliğinin karşı sırasında yine Kuyumcu Dükkanı açtı. 1980’li yılların anarşik ortamında, çokça vuku bulmaya başlayan hırsızlık olaylarından çekinerek o dükkanı 12 Eylül ihtilalinden az zaman evvel kapattı. Dükkanı da önce kiraya verdi, birkaç yıl sonra da sattı. Dört erkek kardeş olan babamların en küçükleri olan Necmi amcam da bir dönem kuyumcu imalatı yapmıştı. O da çok farklı ve ilginç işlerle iştigal etmişti. Hatta bir dönem Almanya’ya bile çalışmaya gitmişti. Onun ilginç işleri arasında bugün kalabalıktan adeta adım atılamayan Şirinevler de bir yazlık sinemayı bile hatırlarım. Genişçe bir çayırlığın ortasında bir yazlık sinema. Kimbilir şimdi Şirinevlerin hangi noktasına tekabül ediyordur? Necmi amcamın
bir ara, yine Fatih’de Atpazarına yakın bir yerde şirin bir kahvehanesi vardı. Bu kahvehane işi demek ki bir zamanlar bizimkilerin yaygın olarak tercih ettikleri bir iş imiş. Lakaplar bahsine geri dönersek Necmi amcamın da lakabı hatırladığım kadarıyla Hortum Necmi idi. Ona niye bu lakabı taktıklarını hiç öğrenememişizdir. Babamın anlattığına göre Necmi amcam da çok iyi futbol oynarmış. Fakat o babam kadar bu alanda sebat etmemiş. Daha keyfine göre oynarmış. Babamın arkadaşları içinde lakapları ile hatırladıklarım arasında enteresan kişiler var. Albay Pırpır Nihat, biraz esmerce olduğu için kendisine pek de hoş olmayan bir isim takılmış olan Çingene Bahattin. Saçları hafif kızıla çalan bir renkte olduğundan Kırmızı Vasıf. Deniz Yollarında bir vazifesi olan Kaptan Emin.. Vasıf amca bir gün babam yokken Fatih’teki Kuyumcu dükkanımıza gelmiş ve Çakır yok mu diye sormuştu. O ana kadar kendisinin tanımıyor, ismini bilmiyorduk. Çok samimi olduğundan ve Çakır diye hitap ettiğinden Çırçır’dan olduğunu keşfetmiştik. Adını sorduk o da ‘Kırmızı’ demişti. Babama söyleyince hemen tanımış o bizim ‘Kırmızı Vasıftır’ demişti. O dönemin enteresan lakaplı kişileri arasında yine babamların arkadaşı olan Karagümrük’lü Gardrop Fuat’ı ve Yaylı Ferit diye zikrettikleri bir amcayı da Rahmetle anmamız gerekiyor. Semtten herhangi birisinin çocuğu askere mi gidecek hemen Albay Nihat amca devreye sokulur ve gideceği yerde tanıdığı var mı araştırılırdı. Genelde de hep birilerini bulurdu. Sanki tüm mahallenin çocukları onun öz be öz yeğeniydi. Babamla birlikte şehir aşırı yerlere bile gidip askerlikle ilgili semtin çocukları için gayret gösterirlerdi. Vergi dairesinde birisinin işi mi var; ilgili kişi Bahattin amca idi. Bir ara yanılmıyorsam Fatih Vergi Dairesi Müdürlüğü de yapmıştı. Meşruiyyet dairesinde ne yapılabilirse, o bir şekilde yardımcı olurdu. Belediyede bir mesele olduğunda o zamanlar Şube müdürü veya üst düzey bir müdür olan Enis ve Behiç amcalar kesinlikle devrede olurdu. Behiç amca ABD’de Mühendislik okumuş ve babamın iftiharla anlattığı gibi su mühendisleri arasında 160 kişi içinde kendi alanında birinci 29
olmuş bir kişiydi. Babam konu belediye ve o zamanın deyimiyle ‘sular idaresi’ ile ilgili bir yere geldiğinde hemen bu olaydan bahseder ve sanki kendisi veya çocuklarından birisi birinci olmuş gibi çok keyifli bir tarzda detaylı olarak anlatırdı. Belediye ile konularda yine ismi çok geçen kişilerden biri de babamın Fethi abi dediği kişiydi. Fethi abi kulüp ile de çok ilgilenirdi. Ve semtte saygın bir yeri vardı. İtfaiyede işi olanlar için İtfaiyeci Zeki amca semtin o kurumdaki en önemli yardımcısı idi. Yanlış hatırlamıyorsam bir ara İtfaiye Müdürü de olmuştu. Spor camiası içinde bir hayli şöhreti bulunan Güngör Tetik veya nam-ı diğer Arap Güngör de Çırçır’lıydı ve babamın yakın bir arkadaşı idi. Başarılı bir futbolculuk kariyerinden sonra biz kendisinin adını duyduğumuz zamanlarda antrenörlük yapardı. Birçok birinci lig takımını çalıştırmıştı. Babam istikbal vadeden ve kendisinin futbolunu beğendiği bir kaç kişiyi bu Güngör hocaya götürmüştü. Onların içinden daha sonra çok meşhur olan bir iki tanesinin de çıktığını hatırlarım. Çünkü Rahmetli babam onları televizyonda her gördüğünde bak bu çocuğu ilk defa Arap Güngör’e ben götürdüm diye keyifle bahsederdi. Bir keresinde yaz aylarında düzenli olarak gittiğimiz ve senenin 5-6 ayını geçirdiğimiz Florya Şenlikköy’ün, semt takımında beraber top oynadığımız Ercan isimli çok iyi kaleci olan bir arkadaşımı Güngör beye göstermesi için babama söylemiştim. Bahsi geçen arkadaşımın kaleciliğini babam da beğenirdi. O arada benim için de devreye girmesini istemiştim. Hep beraber bir gün Güngör beyin o zamanlarda çalıştırdığı İstanbulspor antrenmanına gittik. Güngör bey Ercan’a antreman maçı için hazırlanmasını söyledi. Baba beni denemeyecek mi diye sordum. Daha sonra alacakmış bekleyelim dedi. Ben de heyecanla beklemeye koyulmuştum. Bütün maç boyu ümitle bekledim fakat denemeye alınmadım. Bir hayli bozulmuş ve Güngör amcaya kızmıştım. Sonradan ‘arkadaşıma kızma, ben ona Erhan’ı sakın antremana alma, bir de beğenirsin sonra futbolcu falan olur okuluna devam edemez, ben taraftar değilim dedim’, diye bana açıklama yapmıştı. Adamcağız da ne yapsın benim hiç yüzüme bakmamış ve soyundurmamıştı. Yani sayı//55// şubat 30
Necdet baba benim okuluma engel olabilecek her şeyden beni sakındırmak isterdi. Okuluma devam etmem onun için her şeyden önemliydi. Babamın kuyumculuk yaptığı dönemlerde, nişan ve düğün töreni olan Çırçır’lılar genelde bizim dükkana bir şekilde uğrarlardı.. Semtin insanları en iyi kaliteyi, alabilecekleri en ucuz fiyata bizim dükkandan alabilirlerdi. Kapalıçarşı’da olduğu gibi Fatih’te de bu olay dükkancılığının son dönemlerine kadar devam etmiştir. Babam bu düğün alışverişleri sürecinde paralarını denkleştiremeyen birçok kişinin imdadına yetişirdi. Alış veriş yapılır ve birçok kere tutarın ya bir kısmı ya da tamamı babamın defterine yazılırdı. Altının gramı sürekli değişiyor olsa da babam Çırçır’dan gelen kadim dostlarına hiç hayır diyemezdi. Sonradan onları peyder pey toplamaya çalışırdı. Bugünün dünyasında pek görünmeyecek garip bir ilişki. Samimi, hesapsız, adeta birbirleri için yaşayan bir topluluk. Yine Çırçır’dan tanıdığı Kemal Büyüksakarya adlı bir Trafik Müdürü vardı. Babam ona dayı, o da babama yeğenim derdi. Çırçır’ın yetiştirdiği üst düzey bir bürokrattı. Bir ara İstanbul Trafik Şube Müdürlüğü de yapmıştı. İstanbul trafiğinde hem babama hem de tüm Çırçır’lılara çok yardımcı olduğunu hep işitmişimdir. Fakat her yerde birileri var dediğimde şu hassasiyeti de belirtmek isterim. Bu insanlardan hiç bir zaman haksız muamele istenmezdi. Sadece istenen işlemlerin usul dairesinde biraz hızlanabilmesi ve çözümü için destek talep edilirdi. Daha ötesi ne talep edilir ne de onlar tarafından yapılırdı. Yine babamdan duyduğum, Çırçır’dan yetişmiş o zamanlar ikinci şubede bir polis memuru vardı. Adı ilginç: Yanağı Kesik Burhan. Muhtemelen yanağında çocukluğundan beri gelen bir yara izi vardı ve bu hemen lakap haline gelivermişti. Kuyumculuk işinde sürekli hırsızlık mallarla ilgili sorunlar olurdu. Babam bu konuda çok hassas olmasına rağmen sanki sakınan göze çöp batar misali bir çok kere başına bu tarz olaylar gelmişti ve bu hal onun çok canı sıkardı. Belki de işi nisbeten genç yaşta bırakmasının önemli sebeplerinden biri de buydu. Bu yanağı kesik Burhan bey, babamları çok eskiden tanıdığından ve esnaflığına güvendiğinden bu tarz problemli durumlar olduğunda da onların lehine şahadette bulunurdu. Bunlar o dönem için çok kıymetli şehadetlerdi. Bir otomobil
elektrikçisi arkadaşları vardı, ismi bana çok ilginç gelirdi; Voksol Adnan. O zamanlar Wauxall adlı bir İngiliz arabası vardı ve Adnan beyin arabasının markası Wauxall’du. Tabii lakabı da hemen o olmuştu. İlginç lakaplı arkadaşlarından birisi de Cımbız Cavit idi. Zayıf bir kişi olduğundan ona bu lakabı münasip görmüşlerdi. İlave olarak, Hamsi Burhan, Dayı Zeki, Deve Seyfi lakaplı arkadaşlarını da zikretmeliyim. Rahmetli babama ciddi ciddi Baba diyen ben ve kardeşimden başka 3 arkadaşı daha vardı. Yaşları babamdan biraz küçüktü. Genç yaşta vefat Alloş dedikleri Alaaddin beyi babam çok severdi. Aniden hasta olup vefat etmesi babamları çok etkilemişti. Diğer sevdiği bir evladı Barbaros amca idi. Barbaros amca çok iyi top oynarmış. Babam onun bir kaç takıma transferi için uğraştığını söylerdi. Menajeri gibi onun adına transferi için ilgili takımların yöneticileri ile konuşurmuş. En son Gemlik spora transfer olmuş ve evlenip orada yerleşmiş. İş yeri de oradaydı. İstanbul’dan Bursa civarına her gidişimizde muhakkak Barbaros amcanın oradaki Şarküteri dükkanına uğrardık. O da bizi kapılardan karşılar babamın bütün yalvarışlarına rağmen arabanın içine koyabildiği kadar zeytin ve peyniri zorla bir kenara bırakırdı. Üçüncü evladı Orhan abi aynı zamanda Necmi amcamın bacanağı idi. İlginç olan, hiç biri bu lakaplarından dolayı en ufak bir menfi tavır takınmaz ve hoşnutsuzluk göstermezlerdi.. Adeta lakaplar üzerlerine yapışmış gibiydi. HACI HASAN CAMİİ, GÖNENLİ MEHMET EFENDİ VE SADRETTİN HOCA
Çırçır da yetişmiş eski hocalardan en önemlilerinden biri Rahmetli Gönenli Mehmet Efendi idi. Mehmet hoca bir dönem Hacı Hasan Camiinde imamlık da yapmış. Benden yaşları büyük olan Babamın dayı oğulları İlhan ve İbrahim ağabeyler, Rahmetli Gönenli’nin adı geçtiğinde kendisinden elif ba okuduklarını zikrederler. Onun oğlu Rahmetli Vehbi bey babamların arkadaşıydı. Babamın anlattığına göre o dönemin nerdeyse tüm gençleri gibi o da futbola meraklı imiş. Babasının ise bu işe pek de taraftar olmadığını söylerdi. Gönenli Mehmet Efendi, babamların ifadeleri ile Mehmet amca, gelmeye yakın oğlunu yakalamasın diye futbol maçlarına çok dikkat ettiklerini tebessümle anlatırdı. . Gönenli Mehmet efendiden demek ki hepsi de çekinirlermiş. Babamdan duyduğumuz, Vehbi bey o zamanların bilinen
kumaş mağazalarından Sultanhamam’daki Gürtoplar’ın da sahibiymiş. Çırçır’dan bahsedilen bir yazıda o semtte uzun yıllar oturmuş olan ve 2004 yılında Rahmet-i Rahmana kavuşan Sadrettin Yüksel Hoca’dan da bir kaç cümle ile de bahsetmemiz gerekir. Sadrettin Hoca 1963 yılında Çırçır’a gelmiş ve vefatına kadar burada ikamet etmiş, gerek ilmi, gerekse de duruşu ile ciddi etki oluşturmuş bir İslam alimi idi. Rahmetli Babamın Rahmetli Sadrettin Hoca ile direk teması olmamıştı. Çünkü Rahmetli Babam 1960 yılında annemle evlenince semtten ayrıldığından ve sonraki gidiş gelişleri daha çok ilk gençlik yıllarının arkadaşlık ve dostlukları üzerinden devam ettiğinden aralarında bir ünsiyet oluşmamıştı. Dolayısıyla bu yazı içerisinde beraberce yaşadıkları bir hatıradan bahsetmemiz mümkün olmadı. Benim ise Rahmetli’nin oğullarıyla belli düzeyde bir hukukum olmuştur. Aynı üniversitede okuduğumuzdan oğulları Edip ve Nedim Yüksel ile 80’li yılların başında tanışmış ve babamların eski semtinde oturduklarını öğrenmiştim. Babam bu tanışıklıklardan bahsettiğim zaman Sadrettin Hoca’yı gıyabında tanıdığını ifade etmişti. Rahmetli Şehit Metin Yüksel, ablaları Rahmetli Süreyya hanım ve diğer kardeşleri Nedim ve Müfit Yüksel, hepsi de dini gayretleri en üst seviyede olan kişiler olarak kendi üslupları ile hizmet etmişler ve etmeye devam ediyorlar. Edip Yüksel ise daha sonraları babasından ve kardeşlerinden daha farklı bir yol tutturarak şu an hayatını yurt dışında sürdürüyor. Çırçır ile ilgili bu yazı çerçevesinde nakledebileceklerim şimdilik bu kadar. Babamların dönemindeki Çırçır acaba bu gün nasıl? Yukarıda anlatmaya çalıştığım o mahalle kültürü hala devam ediyor mu? İsimlerini andığımız o amcaların nesilleri şu an acaba nerelerdeler? Çırçır’da yaşayanlar babalarının ve dedelerinin Çırçır’ı ile bugün arasında ne tür yakınlıklar kuruyorlar? Bu soruların da cevapları belki başka bir yazının konusu olabilir Çırçır’da yaşamış ve ahirete göçmüş tüm büyüklerimize Allah’dan Rahmet diliyorum Kalanlara da hayırlı ve uzun ömürler temenni ediyorum 31
BİR CAMİ VE KAYBOLAN MAHALLE HATIRASI
SOFULAR
Fatih Sultan Mehmet İstanbul un fethinden sonra Bizans İstanbul una Anadolu dan din, ilim ve kültür dünyasının önderlerini getirterek Tarihi Yarımadanın farklı mahallerine yerleştirdi.Tarihe Nimel Ceyş (Fethin Mutlu Askerleri) olarak geçen bu şahsiyetler şehrin her köşesinde kültür ve sohbet halkaları ihdas ederek İstanbul u İslamlaştırdı ve disipline etti.
Dr.Şimşek DENİZ*
Sofular Molla Hüsrev Camii
*S.Zaim Üniversitesi, Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fak.Öğretim Üyesi
sayı//55// şubat 32
ocukluğumda Sofular caddesinden Fatih e doğru çıkan ve Sofular Camisinin önünde daralan yol hep dikkatimi çekerdi. Sağda cami solda ise sofular babanın bulunduğu tarihi hazire ve Ekmel tekkesi bulunurdu .Yaşlı amca ve teyzelerin dua penceresi önünde uzun uzun durarak Sofular Babaya dua etmeleri yüzünden trafik hep Sofular Camisinin önünde tıkanırdı .İki araba karşılıklı geçemezdi Caminin önündeki bu 7 metre uzunluğunda 3 metre genişliğindeki kısım nedense bana her zaman sempatik ve saygın gelmiştir. Mahalleliye göre bu kısım genişletilmeliydi. ama nasıl. bir tarafı mezarlık bir tarafı cami .Bu daracık ve kısacık mesafe bana hep tarihin direnci olarak geldi ve çok şükür yol genişletilmeden bugüne ulaştı. Sofular Caddesinin trafiği sonunda tek yön olarak düzenlendi ama tarih kazandı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul un fethinden sonra Bizans İstanbul una Anadolu dan din, ilim ve kültür dünyasının önderlerini getirterek Tarihi Yarımadanın farklı mahallerine yerleştirdi. Tarihe Nimel Ceyş (Fethin Mutlu Askerleri) olarak geçen bu şahsiyetler şehrin her köşesinde kültür ve sohbet halkaları ihdas ederek İstanbul u İslamlaştırdı ve disipline etti. Mahalleye ismini veren Sofular Baba gibi. Molla Zeyrek,Katip Muslihiddin,Hatip Muslihiddin,Şeyh Resmi,Keçeci Karabaş,İskender Paşa,baba Hasan Alemi Hoca Üveyz Kasap Demirhun,Hasan Halife ,Ördek Kasap ve diğerleri. Yakın zamana kadar isimleri Fatih in 69 mahallesinde yaşatılıyordu . İbb Kudeb te çalışırken Fatih in mahalle isimlerinin tescil edilmesi için 4 nolu Kültür Varlıklarını Koruma Kuruluna resmi yazı yazmıştım. Bu mahalle isimleri gidecek diye sanki içime doğmuştu.Mahalle isimlerinin tescili için yazılan resmi başvuru halen Kudeb in arşivindedir. Koruma kurulu böyle bir görevimiz yok diyerek yazıyı geri gönderdi.Bir sonuç çıkmadı yani. Bir müddet sonra ne yazık ki hizmetlerin bütünleştirilmesi gibi bir sebep bulunarak tarihi mahalle isimleri tabiri caizse kıyıma uğradı. Aslında bana göre kıyıma uğrayan Suriçi nin tarihiydi.Sonuçta mahalle sayısı 34 e düşürüldü ve tarihi mahalle isimlerinin çoğu ortadan kaldırıldı.Eminönü o zaman ilçeydi ve Fatih e bağlı değildi ve mahalle isimleri değişmeden kaldı çok şükür.Bence bu durum İslam –Türk medeniyetinin en kıymetli arsası ,beyni ve kalbi durumundaki Tarihi Yarımadanın kültürel emaneti ve hatırasına yapılan en hafif tabirle büyük bir hatadır. Sofular Molla Hüsrev camisi
1460 yılında inşa edilmiş. Devrin Şeyhülislamı Molla Hüsrev Vakfiyesi tarafından 1460 yılında inşa edilmiş. 559 yıllık bir geçmişe sahip. Ters T planlı ,kagir duvarlı cami, kısmen bağdadi örgü olup dikdörtgen bir plan şemasına sahiptir. Kırma çatıyla örtülmüştür. Ahşap çatılı camiler içinde 17.65 metre açıklığı en geniş camidir. SOFULAR MOLLA HÜSREV CAMİSİ RESTORASYON SONRASI
2.Mahmut döneminde camiye 6 ahşap sütunlu Kadınlar mahfeli ilave edilmiştir. Minberi 4.Mehmet zamanında Girit Valisi Mehmet Bey tarafından konmuştur.1920 yılında Sofular mahallesinde oturan Trabzon lu hayırsever bir hanım rüyasında Peygamber Efendimizden(SAV) aldığı camiyi ihya emri üzerine mahallenin 40 yıllık muhtarı Kemahlı Ahmet Efendiye gidiyor ve Vakıflar İdaresinden gerekli izinleri alarak camiyi inşa ediyor.Bu arada caminin son cemaat yeri genişletilerek üstü kapatılıyor Ben bu teyzenin ismini öğrenemedim belkide isminin açıklanmasını istemedi, Allah ondan razı olsun. Ben ve kardeşlerim Oruç Gazi İlkokulunda okurken 2.sınıftan itibaren yaz aylarında Sofular Camisine Kuran-ı Kerim öğrenmeye gittik. Müezzin Nuri Beyden ders aldık.Çok güzel ezan okurdu .Caminin içindeki bir bölümde otururlardı.Daha sonradan Sofular Tekke sokak köşesinde bakkal açmışlardı .Bazen pijamalarla derse giderdik.Nuri hoca gülümser ama bir şey demezdi.Öğle vaktine kadar ders sürerdi. Sonra Ali Rıza AltunbayHocanın arkasında namazı kılar, Ekmel Tekkesinin önündeki arsada mahalleler arası bayrak maçları yapardık .Ali Rıza Hocanın oğlu Osman mahalle arkadaşımızdı ve çok iyi top oynardı. Ragıp Bey Sokaktaki iki katlı camiye ait meşrutada otururlardı. İİlkokul 5 i bitirdiğimizde ben, kardeşlerim Osman ve Cem Kuran-ı Kerimi hatmettik.Hatim töreni yıllarca kapalı duran Ekmel Tekkesinin bahçesinde yapıldı.Tören içİn tekke açılmış,boyanmış ve temizlenmişti. Hatim günü hepimize yeni gömlek ve kadife pantolanlar alındı.Bembeyaz takkeler taktık. Hatırası bile mutlu olmaya yeter.Yıllar geçti. Sofular Camisi İmamı Ali Rıza Hoca vefat etti. Osman ve ailesi semtten taşındı 1990 lı yıllarda Sofular Camisinin imamlığına Konyalı Hüseyin Sümen geldi.Caminin geçen yıllar içinde boyaları dökülmüş rutubetten dolayı ahşapları çürümüştü.Duvarlarda çatlaklar vardı.Üstelik kırma ahşap çatı iyi durumda değildi.Ancak o yıllarda camiye esaslı bir onarım yapılamadı. Beraber istişare edilerek o dönem Van lı
işadamlarından alınan yardımlarla camide geçici tamir ve iyileştirmeler yapıldı.Hüseyin Hoca camiye mahallenin haylaz çocuklarını çekti onların dilinden konuştu ve cemaat arttı.Büyük oğlum Sinan ın dini nikahını da motosikletiyle gelerek o kıymıştır. 1999 depreminden sonra caminin duvarlarındaki çatlaklar büyüdü ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü 2013 yılında camiyi esaslı restorasyona aldı.2015 yılında ben de restorasyonu yakından görme imkanı buldum. Cami duvarlarında 9 kat boya ve süsleme katmanı vardı ve raspalar yapılıyordu.Hangi katmanın korunması ve açığa çıkarılması gerektiği noktasında restitüsyonlar ve dönem analizleri yapıldı. Harika Edirnekari süslemeler ve Şukufe tarzı kalemişleri gün yüzüne çıkarıldı SOFULAR MOLLA HÜSREV CAMİSİ İÇ MEKAN
Sofular Molla Hüsrev Camisi 5 yıllık titiz bir çalışmanın ardından 10 Mart 2018 yılında yeniden ibadete açıldı.Bir restoratör olarak caminin çok başarılı bir restorasyondan geçtiğini söyleyebilirim.Bilhassa son cemaat yerindeki muhdes eklerin kaldırılması ve tuvaletlerin bodrum katta çözülmesi doğru çözümlemelerdi. Hüseyin Sümen hoca onarım esnasındaki 5 yılı Hattat Fehmi Sokakta bir apartman altındaki küçük bir mescitte geçirerek caminin ismini ve işlevini devam ettirdi. Hala Sofular Camisindeki görevine devam ediyor. Caminin eski müdavimleri Balıkçı Osman, Kibar İsmail Amca, Sobacı Bekir,Urfalı Topal Yaşar , Kazım Abi olmasa da, cami, vakit namazlarında iyi durumda. Mahalleye çok sayıda Suriyeli ve Iraklı göçmen geldi.Bende nadir de olsa bazen cumaya eski mahallemizin camisine gidip sonrasında sofular babaya bir fatiha okumayı ihmal etmiyorum. Ama artık Sofular Mahallesinin ismi yok .Resmi yazışmalarda geçmediği için konuşulurluğu da azalıyor.Fatih in tüm mahalle isimlerinin kahramanları en azından mahallenin belli yerlerindeki tanıtım kitabeleriyle günümüz insanına tanıtılması gerekirken tamamen hayatımızdan çıkarıldılar. Fatih de kaybolan 169 camimizin varlığını biliyoruz Son yıllarda bir kısmı rekonstrüksiyonlarla yeniden ihya edildi. Kanbur Mustafa Paşa, Hoca Üveyz, Kasap İlyas , Süleyman Subaşı,Tarsus, Abdurrahman Çelebi camileri gibi Ancak hiç ders almamış gibi tarihi mahalle isimlerini ortadan kaldırmaya ne denilebilirki. İnşallah aynı akıbet Eminönü mahalle isimlerininde başına gelmez Kökünden mahrum bir kültür popülerleşir ve işportalaşır .Galiba yaşadığımızda bu…. 33
ürkülerin bizi alıp götüren bir yanı var. Bazen acıya, bazen sevince, umuda, uzaklara, yakınlara hayata dair her yere bir şekilde türküler alıp götürüyor bizi. Anadolu kokan, bir sazın tellerinde inleyen ve içimize dokunan ezgiler armağan eden türkülerle yolumuzu bulur, adına yaşamak denen rüyanın bir parçası olmaya devam ederiz.
ERKİLET VAR
PAZAR VAR
Boynundaki askıda destanlar yazan adamlar çıkardı yokuşu. Bir de teyp vardı adamların boynunda. Onları görmeden türkünün sesini duyardık. “Destancı geliyor.” derdi büyükler. Mustafa UÇURUM
Mevsim bahardı ve aylardan nisandı. Erkilet’te doğdum. Bir şehrin ilçesinin kasabasının köyüydü o zamanlar Erkilet. Bu kadar uzun bir anlatımı olsa da Anadolu’dan bir parçada, yeşille yoğrulmuş bir doğa harikasının tam koynunda dünyaya gelmiş olmak içimi dışımı yeşile boyamaya yetmişti. Bağlar, bahçeler, rengârenk çiçekler, baharda yeşeren dağlar, tepeden bakınca önünde uçsuz bucaksız Kazova’yı, Pazar’ı izleyebildiğin bir hakim noktanın tam ortasında köyümüz. Bir çocuğun hayallerinin bütün renklerle donanması için her şey vardı köyümüzde. Akşam olduğunda büyükbabamın –Apducun Ali- evinin yanındaki kayanın ortasına oturup kasabadan gelenleri izlemek bir filmi izlemek kadar keyifliydi. Televizyon yoktu o zamanlar. Film gibi izlerdik yaşadığımız ve şahit olduğumuz ne varsa. Gelenler ya bir eşek ile ya atın sırtında ya da yürüyerek çıkardı tozlu yolların büklümlü yokuşunu. Boynundaki askıda destanlar yazan adamlar çıkardı yokuşu. Bir de teyp vardı adamların boynunda. Onları görmeden türkünün sesini duyardık. “Destancı geliyor.” derdi büyükler. Adam nefes nefese çıktığı yokuşu bitirir, köyün ilk evi olan büyükbabamın evinin önünde dinlenmek ve işini yapmak için bir taşın kıyısına otururdu. Adamın işi boynundaki destan yazılı tabloyu satmaktı. Anadolu’nun bir köşesinde yaşanmış bir acının destanını anlatırdı tablo. Teypten de destanın türküsünü dinlerdik. Adam da anlatırdı destanı başına toplanan herkese. O anlattıkça teyzeler de ağlardı. Türküler ilk olarak bu destancılar ile hayatıma girdi. Cuma günleri Pazar’da pazar kurulurdu, ben de bu yüzden en çok Cuma günleri Pazar’a gitmeyi severdim. Cuma günleri her yer bayram yerine dönerdi. Elbise satanlar, sebze, meyve satanlar, kasetçiler, hırdavatçılar, ayakkabıcılar
sayı//55// şubat 34
derken Cuma günleri Pazar’ın her yeri festivale dönerdi. Pazar’a inerken yokuş aşağı kuş gibi kanatlanırdık ama dönüş o kadar da kolay olmazdı. Yokuşlar çık çık bitmezdi. Pazar yerinin bir köşesinde kasetçiden yüklenen türküler kimseyi rahatsız etmez, hatta bu türkü eşliğinde pazarı gezmekten mutlu olurdu insanlar. Kenan Temiz, Malatyalı Fahri, Ali Seven gibi sanatçıların sesi pazardan başlayıp köylere doğru yayılırdı. Bir de ramazanları vardı Erkilet’in. İlkokulun yanındaki mezarlıkta bir top dururdu ve ramazanda iftar topu buradan atılırdı. İftara az bir zaman kala topu atan amca ağır adımlarla gelir, bizim mezarlığın üzerinden topladığımız çaputları yine ağır ağır topa yerleştirirdi. Önce güneş dağların ardından kaybolurdu, topun fitili ateşlenir, ezan başlar, top patlar, mezarların üstüne doğru çaputlar uçuşurken biz de evlerimize doğru koşmaya başlardık. Tarlaların en bereketlileri Yeşilırmak kıyısında olanlardı. Sadece Pazar’ın değil Yeşilırmak’ın geçtiği her yerde tarlalar bereket olur taşardı. Irmak bu, çağladığı zaman nerden geçerse geçsin oraya kendinden bir iz bırakırdı. Pazar’ın girişindeki taşköprünün yakınlarından ırmağa girmek, balık tutmak, suyun serinliğini hissetmek dünyalara bedeldi. Her zaman bir çoban olurdu ırmağın kıyısında. Hayvanlar ırmak kıyısında serinlerken ya da ağaç altında gölgelenirken çobanın yanık sesi de eşlik ederdi Yeşilırmak’ın akışına. “Niyet çattın kaşlarını / Bilmiyom yar suçlarımı / Ölürsem ben saçlarını / Yolma gayrı yolma leyli leyli” Pazar’da, Erkilet’te balık tutmak dendiğinde akla ilk gelen isim büyükbabamdı. Önceleri üşenmeden Erkilet’ten inerdi balık tutmaya, daha sonra evini ırmağın yakınına taşıyınca her fırsatta soluğu ırmağın kıyısında almaya başlamıştı. Ara sıra belediye görevlileri ırmak kıyısında gezerler, balık avlayanlara avcılık belgelerini sorarlardı. Büyükbabamda belge yoktu. Çünkü o, doğuştan balıkçıydı. Belediye görevlileri gelip gitmeye başlayınca büyükbabam baktı ki sıkıntı olacak belediye başkanının yanına çıkıp bu yaştan sonra belge alamayacağını ama balık tutmadan da duramayacağını söyleyince Belediye Başkanı Adnan Özmen kartını cebinden çıkarıp kartın arkasına; “Ali emmiye balık tutmak serbest.” yazıp kartı imzalayıp kartı büyükbabama vermişti; böylelikle o sorunda çözüme kavuşmuştu.
Hatır bilen, kıymet bilen, toprağa sımsıkı sarılan büyükbabam yaşamanın da gezip tozmanın da yerini ve zamanını çok iyi tayin ederdi. Şimdi sadece onu hatırlamak bir huzur mevsimini hatırlamak gibi geliyor bana. Onun gölgesi bile olamayacaklardan fersah fersah uzakta olmak da bizim için bir şükür vesilesi. İnsan geçmişin kirlerinden arınınca nasıl da rahatlıyormuş bunu da öğretiyor yaşadıklarımız bizlere. Zaman geçti, Erkilet mahalle oldu, Pazar da ilçe. Cuma günlerinin eski neşesi kalmadı Pazar’da. Türkülerin yerini insanın beynine balyoz gibi inan gürültülü şarkılar almaya başladı. Biz büyüdük, doğup büyüdüğümüz toprakları bırakıp büyük şehirlerde büyük hayallerimizin ardına düştük. Yüzümüzün akıyla hayat denen savaşın tam ortasında ayakta durarak geçtik bütün geçitlerden. Zaman geçti tekrar döndük toprağımıza. Dağ, taş, bağ, bahçe aynıydı ama insanların “değer” denen cevheri kaybettiğinde ruhlarını da kaybettiklerini anlayamadan yaşamaya devam ettiklerine şahit olduk. Erkilet’e çocukluğumu ve toprağın bağrına emanet ettiğim annemi bıraktım. Yönümü oraya doğru her dönüşümde boğazıma düğümlenen bir acıyı yutkunmaya çalışıyorum artık. “Erkilet var Pazar var / Yârim sende nazar var / Erkilet’in içinde / El değmedik güzel var” türküsü yankılanıyor düğünde, dernekte. Bu türküyle şen gülüşler atılsa da dünyanın karmakarışık yüzüne benim gözümün önünden Pazar’dan Erkilet’e doğru çıkan kıvrımlı yokuş geçiyor. Yemyeşil bağlar, bahçeler göreni mest etmeye devam ediyor. İçimdeki yara ise büyümeye devam ediyor. 35
GÖMERLER BENİ “Bu yazı,16.01.1959 tarihinde Arapgir postasında yayınlanmışKıymetli dostumuz Selman Gemuhluoğlu, Ocak ayı’nın ilk haftasında telefonla arayarak , Fethi ağabeyin bir zamanlar çıkardığı Arapgir postası’nın eski bir sayfasından bahsetti..Bu eski gazete sayfasında son asrın önemli kişilerinin buluştuğu bir gazete sayfası olduğunu müşahede ettik, mutlaka yayınlamamız gerektiğine kanaat getirdik..60 yıllık hatıra bir sayfa..Hemde, Arapgir Postası..Selman dostumuz, ilaveten tarihe not düşen birde fotoğrafı bizimle paylaştı..Sayfanın orjinalini fotoğrafla sizlerle paylaşıyoruz.. Mehmet ÇAVUŞOĞLU
Büyüklerimizi rahmetle anıyoruz, Selman Gemuhluoğlu dostumuza teşekkürlerimizle.. 13 Mart 1958 de Çemberlitaş Kervan Kıraathanesindeki fotoğraftakiler,Soldan sağa: Mehmet Gökalp, Erol Güngör, ..?, Fethi Gemuhluoğlu, Ziyad Nemli, İsmet Zeki Eyüboğlu, Ziya Nur Aksun, Mehmet Çavuşoğlu..”
“Cumhuriyet devri şairleri arasında pek müstesna bir yeri olan Asaf Halet Çelebi’den, ölümünden sonra pek az bahsedildi. Cumhuriyette Baki Süha Edipoğlu,Vatan ‘da Hilmi Ziya Ülken ,Havadis’te Gökhan Evliyaoğlu..birer yazı yazdılar. Biz’de merhum şairin yakınlarından biri olan arkadaşımız Mehmed Çavuşoğlu’nun bir yazısını okuyucularımıza takdim ediyoruz.” (Fethi Gemuhluoğlu) ir akşamüstü Kabataş’tan Üsküdar’a geçiyordum. Araba vapurunun Amerikan-Bar’lı salonuna oturdum. Sağa sola baktım hiçbir aşina yüz yoktu. Çaresiz cebimden zaman zaman beğendiğim şiirleri mısraları yazdığım kâğıtları çıkardım. Tam okumaya başlarken yan kapıdan içeri acaip bıyıklı, sert bakışlı bir adam girdi. Koltuğunun altında beşaltı kitap, bir miktar dergi gazete vardı. Asaf Halet Çelebi’yi şahsen tanırdım. Hayranlarının çoğu gibi ben de onun ağzından Mariyya’yı dinlemiştim. Kendisiyle tanışmayı çok istiyordum. Fakat bu gibi tanışmalarda vasıta kullanmaktan nefret ettiğim için hep bir fırsat bekledim durdum. Onun ağır ağır büfeye doğru gidip taburelerden birine oturduğunu görünce her ne bahasına olursa olsun tanışmaya karar verdim. Yerimden kalkıp yanındaki tabureye oturdum. Kâğıtlarımdan birini çıkararak Muhiddin Raif Bey merhumun eski harflerle kopya edilmiş bir gazeline göz gezdirmeye başladım. O da bir Fransızca kitap okuyordu. Amstrong’un bize Bozkurt Mustafa Kemal diye çevrilen eseriydi galiba. Önce başını kaldırıp bana baktı. Göz ucuyla hareketlerini tetkik ediyor, bir yandan da gazeli okumağa çalışıyordum. Rahatsız olmuş gibiydi. Yerinden kımıldamağa başladı. Bir şeyler söylemek istiyor galiba, bir türlü cesaret edemiyordu. Cebimden dolma kalemimi çıkarıp aynı gazeli kopya etmeğe başladım. Onun hareketlerinde bir çabukluk, bir telaşlılık meydana geldi. Ben ha sordu ha soracak diyor ve sabırsızlıkla bekliyordum. Önündeki okumaktan çoktan vazgeçtiği kitabı kapadı, çayından bir yudum aldı ve bardakla tabağı yavaşça kaldırıp biraz öteye bıraktı. Bana doğru eğilerek utangaç kalıbına hiç de uymayan bir sesle “af edersiniz…”dedi”… ne yazdığınızı sorabilir miyim?” başımı ona çevirdim. Tam cevap vermek üzereyken ”Eski
sayı//55// şubat 36
37
harfleri biliyorsunuz galiba” dedi. ”biliyorum” dedim. Yazınız gâvur yazısına benziyor dedi. Sonra kendine has, utangaç çocuk tebessümü yüzünü kapladı. Bir müddet konuştuk. Ben Asaf Haleti Çelebi’yim “ dedi. “Sizi tanıyorum dedim ve tanışmayı da istiyordum. Bundan sonra sohbete başladık. Bir aralık bana gayet tabii bir eda ile “Siz Türkçe biliyorsunuz hem de” dedi. Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. “Yani dedi şu yeni gençler gibi değilsiniz. Bazı kelimeler kullanıyorsunuz. Bu benim dilim dedim. Ben Anadolu’nun kullandığı Türkçeyle konuşuyorum. Uydurma kelimelere henüz alışamadım. Bir kısmını da henüz öğrenemedim. Rahatladı. Kaşları çatık gelmiyordu bana. Gözlerindeki o dik ifade sırra kadem basmıştı. Bıyıkları tuhaf, korkulu değildi. Bir sırrı fısıldayacakmış gibi kulağıma eğildi: bilmiyor musunuz dedi ben yeni gençlerin ne yazısını ne şirini anlayabiliyorum ”Geçen gün kütüphaneye bir genç geldi…” Bir şeyler anlatıyordu ama dinlemedim. Bu kalıpta bu kıyafette bir insan bu kadar nasıl ince ve kibar olabilir? Çocuğum ben biraz Fransızca bilirim siz onu da bilmiyorsunuz. Türkçe söylüyorum anlamıyorsunuz. Ben başka dil bilmem ki beyim dedim “ diyerek sözünü bitirdi. İkinci görüşmemizde hususi hayatından bahsetti. Üçüncüsünde meşhur arsalarından…
sayı//55// şubat 38
Bey kalıbının adamı değildi. Onu ilk gören “ne anut ne sert adam” diyebilir, hatta onunla dostluk kurabileceğine, şefkati olabileceğine inanmazdı. Hâlbuki ”Gömerler Beni, gövdemi gömerler. Ben başka yerdeyim diyordu. Tam bu mısraların adamıydı. Her bakımdan öyleydi, 1923 ün gerisinde kalmış kalem efendilerinin son örneği idi. Hâlbuki bir Fransız kontuna şişman bir İngiliz lorduna benziyordu. Bir takım solcu hatta komünist dergilerde onun şiirlerini okumuş olanlar onu (solcu) sanıyorlardı. Hâlbuki muhafazakârdı, dindardı. Ananelerine sıkı surette bağlıydı. Sıhhatinin namaz kılmasına mani olduğunu söylüyordu. Beylerbeyi sakinleri onu namaz kılmasına bayram namazlarında gördüklerini hatırlarlar elbette. Yakınlardan biri “Beyim, Akife şiirinden değil İslamlığından dolayı hücum ediyorlar” dediğini anlatmıştı. O’nun tabiriyle “Hazreti peygamber” veya “Peygamberimiz” herhalde şefaatinden onu mahrum etmez. Asaf Halet Bey, peygamberimizin batıniyle idi zaten. En soylu velilerden Mevlana Hazretleriyleydi. “Gömerler beni Gövdemi gömerler Ben başka yerdeyim” demekte haklıydı. MARİYYA (Asaf Halet Çelebi’nin en güzel şiirlerinden biri)
Eski yazıyı öğrenmeye hevesimi gördükçe çocuk gibi seviniyordu. Yazdıklarımı imla kaligrafi bakımından tashih ediyordu. İlk defa elime kamış kalemi onun elinden aldım. İlk rik’a yazısını ondan meşke başladım. Sat ve ye harfleriyle üzerinde çalıştırıyor, her harf için “bir daha yaz, bu daha iyi” diyor, sonrada beğenmedikleriyle Gâvur yazısına benzemiş “ diye alay ediyor, “Frenkler böyle yazarlar” diye de ne demek istediğini izah ediyordu.
Çin kadar uzaklardan
Oğlu yerinde olduğum halde “Mehmet B ey” diye hitap ederdi. Her seferinde “Ben Türküm, Sünni Müslümanım” derdi. Bir takım solcu ve imansız arkadaşlarının tesirinde olmadığını onlardan ayrı olduğunu anlatmak isterdi. Bir defasında “Hayatımın en büyük hatası… Gibilerle arkadaşlık etmiş olmamdır” demişti. Devrimizin ahlak anlayışını, terbiyesini beğenmiyor adeta ıstırap duyuyordu. Bir gün babasından bahsediyorduk, bir aralık ağzımdan “Halet Efendi” sözü çıktı. O’nun (Halet Bey) efendim deyişi görülecek şeydi. Asaf Halet
Can kadar yakın,
Sen bir masal kızısın. Dün, Çin’den gelmiştin Lizboa’dan. Yüzünde tarçın kokusu Gözünde cin Bir gün buradan gidersin Mariyya… Çin kadar uzak, Lizboa boyalı haritalarla kapanır Bir gün buradan gidersin Mariyya… Aynalarda seni ararım Bu şehirde seni ararım Bu dünyada seni ararım Mariyyaaa… Asaf Halet Çelebi (Om Mani Padme Hum)
NOKTA ATIŞ Merhum Turan Yazgan hocaydı o bilge kişi. Ona hayrandım. O kadar net, o kadar açık, berrak ve kısa konuşuyordu. Ama tüm yanlışları ortadan kaldıracak güçte konuşuyordu. Recep ARSLAN
Fakat orada bir bilge adam vardı. Herkesin istediği kadar konuşmasına izin verdikten, herkes sözünü tamamladıktan sonra o bilge adam bir ya da iki cümle söz söylüyordu. Bütün haddi aşmaları, hükümetle dinin karıştırılmasını ortadan kaldırıyordu. Merhum Turan Yazgan hocaydı o bilge kişi. Ona hayrandım. O kadar net, o kadar açık, berrak ve kısa konuşuyordu. Ama tüm yanlışları ortadan kaldıracak güçte konuşuyordu. Nokta atış yapıyordu. Lafı dolandırmıyor ve sadre şifa şeyler söylüyordu. Kendisini rahmetle anıyorum. Yeni Şafak Gazetesinin yazarı Osman Akkuşak beyefendi, benim çok eski bir ağabeyimdir. Bir yazar, düşünür, şairden söz ediyorduk. Osman abinin yaşdaşı ve yakın arkadaşıydı o kişi. Akkuşak beyefendi benim övgülerime karşılık, ‘Uygulanabilir fikirleri yok’ dedi. Düşündüm sonra, evet, medeniyetten, İslam’dan düzenli biçimde söz ediyordu ama, geleceğe ışık tutacak, uygulandığında milletin bir güçlüğünü giderecek bir düşüncesi yoktu.
ldum olası lafı dolandırmayı sevmem. Açık, berrak, anlaşılır, uygulamaya dönük sözler söylemeyeceklerin, bir şey söylemesinden yana değilim. Siyasetçiler lafı dolandırabilir. Ama devlet adamları dolandıramaz. Hangi şapka ile söz söylediği belli olmalı. Ergenekon tutuklamaları sürdüğü günlerde Türk Dünyası Araştırma Vakfı’ndaki toplantılara katılıyordum kimi zaman. Kendini Ergenekoncu olarak gören kişiler orada toplanıyordu. Hepsi de eli kalem tutan, ağzı laf yapan, aydın denilen kişilerdi. Milli Şair Ayhan Ünal bey, beni davet ediyordu daha çok. Cumartesi günleri öğle yemeğinde kuru fasulye pilav, cacık yeniyordu. Sohbetler ediliyordu. Genellikle siyasi eleştiriler yapılıyordu. Hemen herkes bir şeyler anlatıyordu. Bilindik eleştirileri sıralıyordu. Hükümet eleştirilmek durumundaydı ama, hükümet dini öne çıkaran insanlardan oluştuğu için din de eleştirilerden nasibini fazlasıyla alıyordu. Kimi zaman vicdanım sızlıyor ve ‘Benim burada ne işim var’ diye hayıflandığım oluyordu. Sapla saman aynı muameleyi görüyordu. Hükümetle din eleştiri oklarının hedefindeydi.
Önemli olan bu. Uygulanabilir fikir sahibi olmak, uygulandığında milletin hayatını kolaylaştıracak, yaşama seviyesini yukarıya taşıyacak fikirler olmalı. Değerli yazar Ayşe Tunceroğlu bir yazı paylaşmış. Samsun’da yerel bir gazetede yayınlanmış. Yazının başlığı müstehcen. Ama yine de bir hanımefendi yazar o yazıyı paylaşmış. Yazının başlığı Jalenin donu. Eskiden olsaydı, manevi değerlerimizin değer kaybı yaşamadığı günlerde ya da az yaşadığı günlerde olsaydı, bir hanım bu başlıklı bir yazıyı paylaşmaktan haya ederdi. Bu yazıda Osmanlı geri Batı ileri dedikten sonra Cumhuriyeti de Osmanlı ile rekabete sokanlara karşı nitelikli eleştirel bir yazı. Ama uygulamaya yönelik tek cümle yok. Birilerini mağlup etmekten başka bir amacı da yok. Çözüme yönelik, güçlük giderecek sözü olmayanın yazdığı yazılara üzülürüm. Bir yayınevi sahibesi vardı. Bir kitaba tanıtım yazısı yazmıştı. Süleymaniye Camiinin inşaatı sırasında bir ustanın bir taşı götürüp geri getirmesinin sebebini ve oraya bir hamam yapılmasını konu almıştı. Çok hayret etmiş ve hayretimi kendisine ifade etmiştim. Bir hanım kaleminin bu konuya uzak durmasının daha edebe uygun olacağını söylemiştim. Erkek ve hanım yazar aynı konuları aynı biçimde yazamazlar. Hanımların edebi ile erkeklerin edebi farklı çizgilere sahiptir. Eskiden böyleydi,her konu her cemiyette konuşulmazdı, yazılmazdı da. Kadın varsa, çocuk varsa mecliste, konuşmalar biraz daha edep süzgecinden geçirilirdi. Erkek erkeğe, kadın kadına konuşma deyimleri bu yüzden vardı. 39
RUM KATLİAMLARININ TARİHÇESİ
KKTC GÜNLÜĞÜ
BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -beşEnosis’i gerçekleştirmek amacı ile harekete geçen EOKA terör örgütü üç yılda 200 Türk’ü şehit etmiş, yüzlercesini yaralamış, 33 köyü zorla topraklarından ayırmak zorunda bırakmıştır. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
4 Haziran 1878 yılında Kıbrıs bir anlaşmaya İngiltere’ye kiralanmıştır. Kira sözleşmesi bitmesine rağmen İngilizler çıkmamış, Yunanistan ile işbirliği yaparak megoli idea ideolojisini gerçekleştirmek için katkı vermişti. Rumların bu konuda ısrarlı tavırları ve Türklerin karşı duruşu iki ada halkını karşı karşıya getirmiştir. 1955 yılından itibaren Rumların saldırıları artarak devam etmiştir. Enosis’i gerçekleştirmek amacı ile harekete geçen EOKA terör örgütü üç yılda 200 Türk’ü şehit etmiş, yüzlercesini yaralamış, 33 köyü zorla topraklarından ayırmak zorunda bırakmıştır. EOKA tedhiş ve terör örgütü lideri Grivas; 21 Aralık 1963 günü Türklerle her türlü ilişkiyi, alış verişi, yolculuk etmeyi yasaklamış, aksini yapanları ölümle tehdit etmiştir. Kıbrıs Türkleri böylece yoğun saldırılara, katliamlara, insanlık dışı kuşatma altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Devlet yönetiminde de ekonomiden ve üretimden de soyutlanan Kıbrıs Türkleri sadece Türkiye’den gelen yardımlarla hayatını idame ettirmeye çalışmıştır. 21 Aralık 1963 Kanlı Noel gerçekleştirilmiş, 5 Kıbrıslı Türk, Rum doktorlar tarafından kanları şırıngalarla çekilerek öldürülmüştür. 25 Türk hasta hastaneden kaybolmuştur. Bu Türklerin cesetleri daha sonra boğazları kesilmiş bir şekilde bulunmuştur. 24 Aralık 1963’te Ayvasıl Türkeli köyünde 21 Türk şehit edilmiştir. Sonrasında Mart 1964’de 211 Türk katledildi. 24 Aralık 1964’te Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı, Doktoru Binbaşı Nihat İlhan, eşi Mürüvvet, çocukları Murat, Kutsi, Hakan evlerindeki banyo küvetinde makinalı tüfek ateşi ile şehit edilmişlerdir. Bu ev artık KKTC tarafından Barbarlık Müzesi olarak kullanılıyor. Mutlaka izlemek gerek.
Girne Kapısı
2 Ağustos 1964’te ise Erenköy’de 18 Türk katledildi. 1964 yıl sonuna kadar 500 Türk öldürüldü,198 Türk kayboldu, 103 köyde 527 Türk evi tahrip edilerek oturulamaz hale getirildi. Birleşmiş Milletler ve batı seyirci kaldı katliamlara. 15 Kasım 1967’de Geçitkale ve Boğaziçi Köylerinde 23 Kıbrıslı Türk yakılarak şehit edilmiştir. Türklere yasaklar ve baskılar
sayı//55// şubat 40
artarak devam etmiş, ekonomik ambargo uygulanmıştır. Yavru Vatanımızı anlatmaya devam edeceğim… GARANTÖR BATILI DEVLETLER KATLİAMI SEYREDİYOR
15 Temmuz 1974 tarihinde ise Yunan subaylarının yönetimindeki RMMO ve EOKA-B terör örgütleri Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak üzere Atina cunta hükümetinin desteği ile Nikos Sampson liderliğinde darbe gerçekleştirmişlerdir. Başta İngiltere garantör devletlerin ortak müdahaleye yanaşmaması üzerine Türkiye 1960 Kıbrıs Anayasa’sının Ek-1, madde 4 uyarınca 20 Temmuz 1974 tarihinde adaya asker çıkarmıştır. Taşkent’te(Dohni) 82, Atlılar’da 37, MuratağaSandallar Köyü’nde 89 Kıbrıslı Türk kadın, erkek, çocuk ayırt etmeksizin Rum Yunan ikilisi tarafından önce bağlanmış, sonra kurşuna dizilerek vahşice katledilmiş ve yakılarak buldozerlerin açtığı derin çukurlara gömülmüştür. Bu katliamlarda 16 günlük bebekten 95 yaşındaki ihtiyarlara kadar insan cesetleri bu çukurlardan çıkarılmıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekatını gerçekleştiren günün koalisyon hükümeti başkanları Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ı rahmet ve minnetle anıyorum. AÇIK HAVA MÜZESİ AÇIK, ÖZĞÜRLÜK MÜZESİ AÇIK DEĞİL!
Arabamızı park ederek Karaoğlanoğlu Şehitliğini dolaştık. Bir er gelerek bizlere RumYunan işbirliği ile gerçekleştirilen, garantör devletler, Birleşmiş Milletler ve ABD’nin seyirci kaldığı katliamları ve şehitliği anlattı. O kadar güzel anlattı ki tebrik ettim. Türkçesi ve vurguları da süperdi. Kutladım bu Trabzonlu askerimizi, teşekkürünü Karadeniz lehçesiyle ifade etti. Gülüştük. “Bu şehitliğin bir broşürü, bir kitapçığı falan yok mu?” diye sordum. Yokmuş. Üzüldüm ki ne üzüldüm. Ayrıca bu bilgilerin birkaç dilde olması gerekir. Filmi, CD ve DVD’si olması icap eder.
Askerimiz dileğimizi komutanlarına ileteceğini bildirdi. Vedalaştık. Açık hava müzesine geçtik. Müzede, 1974 harekatı sırasında kullanılan ve Türk Askerinin eline geçen donanımlı modern Rum silahlarını gördük. Hepsini sergiliyorlar. Tanklar, taretler, toplar, jeepler, kamyonlar,
taşıyıcılar vs hepsi bir arada. Barış ve Özgürlük müzemiz ise Pazar günü kapalıydı. Olamaz ki ne olmaz. Hiç bir müze Pazar günün kapanmaz. Hafta için kapanır illa kapanması, çalışanların tatil yapması gerekiyorsa. Ki böyle bir milli konuda daha fazla duyarlı ve fedakar olmak gerekir kanaatindeyim. Müzenin giriş kapısında ise “Yare nişandır tanine erlerin/Mevt ise son rütbesidir askerin/ Altı da bir, üstü de birdir yerin/Arş yiğitler vatan imdadına” diye bir beyit yazılıydı. Keşke şairi Namık Kemal’in ismini de lütfetselerdi ne olurdu? Buradan manzara muhteşem. Aşağıda berrak deniz ve havalı oteller görünüyor. Askerlerimiz çıkarmayı da hemen buradan yapmışlar. Orası da şimdi park artık. Bir de şehitler anıtı yaptırılmış. İyi de etmişler. TERÖR MERKEZİNİN ANA KUMANDA YERİ
Mavi Köşk’e buradan yola çıktık. Epeyi bir yol aldık. Sanırım 30 dakika falan. Lapta’yı geçtik. Güzelyurt’a girdik. Çamlıbel’e gelince hedefimize yaklaştık. Dağları varyantlarına rağmen tırmandık. Askeri bölge burası. Girişte kimlik soruyorlar. Yine biraz daha çıkıyorsunuz, dağın başında bir Mavi Köşk ile karşılaşıyorsunuz. Mavi Köşk terörist başı ve terör merkezinin ana kumanda yeri. Girişinde bakın neler yazılı; -Mavi Köşk1957 yılında İtalyan asıllı Rum Paulo Paolides tarafından yaptırılmıştır. İki kat üzerine 16 bölümden oluşan köşk 20. Yüzyıl modern döneme ait betonarme teknikle yapılmış bir binadır. Doğu ve batı mimari üsluplarının karışımıyla yapılan Mavi Köşk, Kıbrıs’ta dönemin Türk ve Rum mimari özelliklerinin dışında İtalyan ve Akdeniz Bölgesi mimari özelliklerini taşımaktadır. Cephelerdeki kapı ve pencerelerinin basık kemerli alınlıkları ise İslam mimarisinin bir örneğini sunmaktadır. Köşkün asıl sahibi Paulo Paolides o dönemde Kıbrıs Rum Ortadoks Kilisesi Başpiskopozu olan ve daha sonra Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı da yapan Makarios’un da avukatıdır. Kendisi aynı zamanda bir esnaf görünmesine rağmen masum insanların kanları karşılığında servet sahibi olan o dönemin en büyük silah kaçakçısıdır. O dönemde Kıbrıs Türkleri Rum baskısı altında sefalet içinde yaşarken kendisi sefa ve lüks içinde bir hayat sürmüştür. 41
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
MANASTIR VE KALKANDELEN 5 Temmuz 1908’de hürriyetin ilânı için muhtıra verildi. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine muhtelif yerlerdeki yenilgiler neticesinde Manastır 14-18 Kasım 1912’de Sırp kuvvetleri tarafından işgal edildi ve şehirdeki 430 yıllık Osmanlı hâkimiyeti sona erdi. Hüseyin YÜRÜK
akedonya’nın güneybatısında Pelister dağı (2600 m.) eteğinde denizden 590-680 m. yükseklikte eğimli bir yüzeyde kurulmuş. Vardar ırmağının kollarından Karasu’ya dökülen Drahor (Dragor) çayı kıyısında bulunur.Manastır’a ilk Osmanlı akını Umur Bey’in 732’deki (1332) seferiyle gerçekleşti. Ancak şehir I. Murad döneminde 1385’de fethedildi ve Manastır adıyla anılmaya başlandı.Adriyatik kıyıları ile Rumeli’nin iç bölgeleri arasındaki güzergâh üzerinde olduğundan Osmanlılar’ın Balkanlar’daki önemli ekonomik merkezlerinden biri haline geldi. II. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed devirlerinde burası Anadolu’dan ve özellikle Toroslar’dan getirilen Türkmen aşiretleriyle iskân edildi. Yapılan sayımlara göre 1468’de 295 müslüman hâneye karşılık sadece 160 hıristiyan hâne bulunmaktaydı. Bu rakamlar şehirde 2500 civarında nüfus olduğunu gösterir. Zamanla gelişmeye paralel olarak nüfusta artışlar oldu. 1519’da 756 müslüman aileye karşılık hıristiyan aile sayısı 300 civarındaydı (toplam 5000 kişi). XVI ve XVII. yüzyıl seyyahları buranın nüfusça daha da kalabalıklaştığına işaret eder. Özellikle Evliya Çelebi XVII. yüzyıl ortalarında burayı yirmi bir mahalle, 3000 ev, 900 dükkân ve yetmiş cami ve mescidden ibaret büyük bir şehir olarak tanımlar. Şehirde ayrıca büyük bir bedesten mevcuttu (Seyâhatnâme, V, 572-574). (Krıstaq,2003:562)
Fotoğraflar: http://gezmeyiseveriz.biz/kalkandelen-tetovo/ Fotoğraflar: http://www.taksimyapi.tc/manastir-ishak-celebi-camii/ Fotoğraflar: https://www.zdergisi.istanbul/makale/kalkandelen-alaca-camiinin-essiz-duvarlari-53
sayı//55// şubat 42
XIX. yüzyılın sonlarına doğru şehirde 31.347 kişinin yaşadığı, yirmi dört cami, beş kilise, dokuz havra, dokuz medresenin bulunduğu, ayrıca mülkî ve askerî mekteplerin açılmış olduğu, on dört han, 2482 dükkân, yedi hamam, altı un fabrikasının yer aldığı tesbit edilmektedir. Berlin Kongresi kararlarıyla Makedonya ve Manastır ıslahat alanı içinde yer aldı. 1906’da Manastır’daki malî ıslahatın kontrolü yabancı devletlere bırakıldı. Mayıs 1908’de Manastır İttihat ve Terakkî Cemiyeti büyük bir protestoya girişti ve 5 Temmuz 1908’de hürriyetin ilânı için muhtıra verildi. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine muhtelif yerlerdeki yenilgiler neticesinde Manastır 1418 Kasım 1912’de Sırp kuvvetleri tarafından işgal edildi ve şehirdeki 430 yıllık Osmanlı hâkimiyeti sona erdi.
Osmanlı Devleti zamanında şehrin mimarisi İslâmî geleneğe bağlı bir şekilde ciddi değişiklikler kaydetti. Şehrin pazarı XVI. yüzyılda ticaret merkezi olarak inşa edilmiş ve aynı bölgede bulunan saat kulesiyle beraber İslâm kültürünün önemli bir unsuru olmuştur. Yeni Hamam XVIII. yüzyılda yaptırılmıştır. Manastır’a uğrayan seyyahların verdikleri bilgiler ve gerçekleştirilen araştırmalar doğrultusunda Manastır’da 147 vakıf eserinin bulunduğu belirtilir. Bugün bunların bir kısmı yıkılmıştır. Bir kısmı aslî görevi dışında farklı amaçlar için kullanılmakta, bir kısmı da aslî görevini devam ettirmektedir. Şehirdeki en eski yapı İshakıye Camii ve Külliyesi’dir. Bu külliye, II. Bayezid zamanında Manastır’da oturan eski Selânik kadısı İshak Çelebi tarafından 914 (1508) yılında şehrin ortasında inşa edilmiştir.Haydar Kadı Camii yine Manastır Kadısı Haydar Efendi tarafından Karaoğlan mahallesinde Mimar Sinan zamanının çok iyi bilinen projesine uygun olarak 969’da (1561-62) inşa edilmiştir. Kare planlı ve tek kubbeli yapı önde üç birimli bir son cemaat yerine sahipti. (Krıstaq,2003:563) Osmanlı Döneminde Manastır, önemli bir İslâmî eğitim ve kültür merkezine dönüşmüş, XVI. yüzyıldan itibaren medreseler ve okullar açılmıştır. XVII. yüzyılda dokuz medresenin varlığı tesbit edilmektedir. Bunların en önemlileri Kadı Mahmud, Koca Kadı, İshak Çelebi, Haydar Kadı, Sungur Çavuş, Şerif Bey, Tevfîkiye ve Feyziye medreseleridir (Ayverdi,2014:95) 19 Ağustos 1887-28 Mayıs 1889 tarihlerinde Manastır Valiliği yapmış Sadrazam Halil Rıfat Paşa döneminde "Manastır Sancağı'nda eğitim ve öğretim faaliyetlerinde Hıristiyan ahâli, Müslümanlara nazaran daha aktif bir durumdaydılar. Bulgarlar, Ulahlar ve Rumlar birbirleriyle yarışırcasına mekteplerini artırıyorlardı. Müslüman ahâli ise maarifçe henüz geri olup Manastır ve Görice'de birer idadiye-i mülkiye ve diğer liva ve kaza merkezlerinde birkaç rüştiye ve iptidaiye mektepleri var ise de Müslüman ahâlinin çoğu Arnavut olup başka dil bilmediklerinden maarifin gelişmesine mâni olmaktaydılar. Arnavut dilinde yalnız Görice'de iki mektep olup bunlardan biri de Protestan misyonerlerine aitti. Genel kanaate göre 1888-89'da Manastır'da en itibarlı öğretim kurumları Rumlara ait olanlardı. Bunların öğrencileri Hıristiyan, hatta elit Yahudi tabakasından geliyordu. (Birol,2009:156-157)
Halil Rıfat Paşa, Manastır Valiliği sırasında muhâcirlerin iskânı için de önemli çalışmalar yapmıştı. Çünkü 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Müslümanlara reva görülen muameleden ve katliamlardan kaçan muhâcirlerin bir kısmı da Manastır'a geldiklerinden buralarda perişan bir şekilde yaşamaya çalışıyorlardı. Bu kimsesiz, sakat, yetim ve hasta olan birçok Müslüman muhâcire daha önceleri bazı yardımlar yapılmışsa da, bunların barınacak bir meskenleri olmadığından sıkıntıları devam ediyordu. Manastır, diplomasi tarihimizde de önemli bir olaya şahitlik etmiştir. 1903 yılında Manastır’da Karakol kapısında nöbet bekleyen asker kendisini tahrik eden Rus Konsolosunu vurarak öldürmüştü. Manastır'daki jandarmanın bir kurşunla telef ettiği konsolos karıştırıcı, şamatacı insanlardan idi, hâdise şöyle olmuştu: Rus konsolosu bir gün tenezzüh münasebetiyle sokağa çıkar, yolu bir karakol önüne tesadüf eder, kapıda nöbet bekleyen jandarma kavassız dolaşan bu zatın konsolos olduğunu bilmediği için selâm durmaz, konsolos bundan tehevvüre gelerek jandarmaya yaklaşır, ‘niçin selâm durmadığını?’ haşin bir lisanla sorar. Jandarma neferi kendisinin konsolos olduğunu bilmediğini söyler. Tahsin Paşa, bundan sonrasını şöyle anlatıyor: Bir Rus konsolosunun nasıl olup da hüviyeti bilinmediğine büsbütün hiddet ederek konsolos elindeki kamçı ile jandarmanın suratına vurur. Haysiyet-i askeriyesine bu sûretle tecavüz edilen bu jandarma Konsolosun bu ağır hakaret ve tecavüzü karşısında itidalini kaybederek tüfeği ile nişan 43
alır ve bir kurşunla konsolosu yere serer. Daha Metroviçe Konsolosu'nun katli hâdisesi Petersburg kabinesini tatmin edecek derecede bastırılmamış iken Manastır Konsolosu'nun bir jandarma neferi tarafından öldürülmesi Rusya Hükûmeti'ni büsbütün gazaplandırmıştı. (Tahsin Paşa,1990:194) 1906 senesinin Aralık ayında Manastır'a vali tayin olunan Ahmet Reşit Rey Bey’in bu şehirle ilgili tesbit ve gözlemleri çarpıcıdır.
Makedonya sorununun büyük devletler tarafından çözülme zamanı gelince, mesele kaçınılmaz olarak Bulgarların lehinde çözülecek. İşte Makedonya ile meşgul olan iktisadi kuruluşun planı buydu. Bu Amerika seyahati o kadar yayılmıştı ki şehirde çoğu duvarcılık, dülgerlik ve yapı işçiliğiyle meşgul olan Bulgarların azalmasından dolayı inşaat güçleşmiş ve adeta bir bunalım haline gelmişti. (Rey,2007:113-114)
(…) Ertesi gün Selanik’ten Manastır'a doğru yola çıktık. Çatalca'dan başlayarak ta Selanik'e kadar şimendifer hattı, asker nöbetçilerle muhafaza ediliyordu. Köprülerin altında üstünde, tünellerin içinde ve girişlerinde takım takım askerler vardı. Bu muhafaza işi Selanik'ten Manastır'a kadar da aynı şekilde sağlanıyordu. Fakat kara kış ayazı altında gece gündüz şimendifer hattını beklemek Selanik ile İstanbul arasındaki kısımda oldukça zor bir vazifeydi. Selanik'ten sonra, Manastır dağlarında sıfırdan aşağı 25, 28 derecede, vücudunun yarısı karlar içinde gömülü olarak çalışmak tahammül edilmez bir işti. Şimendifer yolcularının güvenliği için tükenmeyen bir sabır ve tahammülle hayatını feda etmeyi göze alan askerlerin çektikleri bu eziyete acıya acıya gece Manastır'a geldik.
Ahmet Reşit Rey Manastır’da valilik görevi, sırasında yaptığı bazı faaliyetleri şöyle anlatıyor: Manastırda işe Evvela emniyet ve asayişi sağlayarak başlamak gerektiğini düşündüm. Manastır'da bulunan Üçüncü Ordu erkan-ı harbiye reisini [kurmay başkanını] makamıma davet ederek şöyle dedim: "Yolda gelirken askerin şimendifer hattını korumak için karlar içinde, tipiler altında hat boyunca nöbet beklediğini üzülerek gördüm. Gelip işe başladıktan sonra da eşkıyanın istediği köye istediği zamanda hücum edegeldiğini, jandarma ve askerin daima olaydan sonra yetişebildiğini, böylece eşkıyanın çoğunlukla cezasız kaldığını, askerin çektiği sonsuz yorgunlukların da yabancıların haksız tepkilerinden başka bir netice yaratmadığını büyük bir üzüntüyle anladım. Eşkıyanın harekâtını tamamen engelleyerek halka güven ve huzur duygusunu yeniden kazandırmak, askeri de bu kötü durumdan kurtarmak için ne türlü tedbirler gerekirse ordu erkân-ı harbiyesince etraflıca düşünülüp plan ve haritasıyla birlikte vilayete bildirilmesini sizin gayretinize havale ediyorum. Reis paşa birkaç gün sonra istediğim projeyi getirdi. Bu projeye göre Babıâli'ye ayrıntılı bir rapor gönderdim. Manastır'dan ayrılana kadar cevabını almak nasip olmadı (Rey,2007:113114-115)
Şehirde hayat durmuştu. Sebebini anlamaya çalıştım. Ortaya çıktı ki saldırıya uğramak korkusundan akşamdan sonra kimse şehir dışına çıkmıyor. Hatta şehir içinde bile gece yalnız gezinmeye cesaret edilemiyor. Çiftlik sahipleri malikânelerine gidemiyorlar; çünkü köylü Bulgarların saldırısından korkuyorlar. Bu sebeple çiftliklerinden gelir de alamıyorlar. Oldukça büyük sermayeli bir Bulgar kuruluşu, Bulgar işçilerini Amerika'ya gönderiyormuş. sayı//55// şubat 44
Dönemin Manastır Valisi Ahmet Reşit Rey’in naklettiğine göre; Manastır'da kimse gece sokağa çıkmaya gündüz çiftliğe gitmeye cesaret edemiyor. Köylerde oturup dururken eşkıya baskınına tutulmak korkusu duymamak kimseye nasip olamıyor. Halk mal ve canını güvende görmüyor. Ahmet Reşit Rey, şehrin hapishanesi ile ilgili yaşadıklarını da şöyle anlatıyor: Hapishaneyi teftiş ettim. İçinde altı yüzden fazla mahpus vardı. Büyük bir kısmı farklı ırk ve mezhepten siyasi suçlulardı. Manastır şehri, içinden ancak bir boğaz vasıtasıyla çıkılabilir, yüksek tepelerin ortasına sıkışmış bir vadide kurulu, çok rutubetli ve gayet soğuk bir memleket olduğu, mevsim de kara kışın ortasına rastladığı halde hapishanedeki pencerelerin birçoğunu camsız gördüm. Zaten hapishane sağlık koşullarından tamamen uzaktı. Ayrıca mahpus sayısı binanın alabileceğinden fazlaydı. Camların hemen taktırılmasını söyledim. Hapishane müdürü, "Tahsisat vermiyorlar" dedi.Defterdardan bunun nedenini sordum, maliye komisyonuna yazılan ödenek çıkarma talebine halen cevap gelmediğini söyledi. Sonunda altı yüz kuruştan ibaret olan masrafını ödeyerek pencerelere cam taktırdım.. (Rey,2007:116-117) 1908 yıllarına gelindiğinde Makedonya ve Manastır o kadar İttihatçıdır ki, Sultan II. Abdülhamit gelişmeler üzerine Manastır valisi Hıfzı Paşa’ya “Manastırda’da ne kadar İttihatçı olduğunu?” sorar. Hıfzı Paşa’nın cevabını hatırladıkça hep gülerim:“Manastır’da benden başka herkes İttihatçıdır padişahım!” (Dursun,2003:113) Gelelim bizim 2015 yılındaki Manastır şahitliğimize… Öğleye iki saat kala Manastır’a vardık. Manastır, Makedonya’nın ikinci en
büyük şehri.Çok kültürlü yapısıyla dikkat çeken Manastır, Osmanlı Döneminde 3. Ordu’nun da merkeziydi. 3. Ordu’nun Manastır’da bulunmasıyla birlikte şehir gelişmiş ve birçok eğitim kurumu açılmış. Şehrin meydanında üzerinde haç olan Osmanlı’dan kalma bir Saat Kulesi vardı. Meğer Makedonlar bu saat kulesini çan kulesi haline getirmişler. Ancak Tur Rehberi bunu bize söylemedi. Osmanlı Saat kulesi sanki rehberin gizlediğini ortaya çıkarır gibi biraz sonra çan çalmaya başladı. Saat Kulesi lisanı hal ile gerçeği açığa vurdu. Demek ki insanlar yalan söylese de saat kuleleri yalan söylemiyor. Yüzyıllar sonra da olsa başlarına geleni söylemeye, doğruyu göstermeye devam ediyorlar. Manastır, yüz bine yaklaşan nüfusuyla büyükçe bir kasaba gibi. Manastır halkı ise cadde üzerindeki birahaneleri doldurmuş boş gözlerle biralarını yudumlamakla meşgullerdi. Manastır’ın ana caddesinde başlayan yaklaşık 30 dakikalık gezinti Atatürk’ün tahsil yaptığı ‘Manastır Askeri İdadisi’ ile sona eriyordu. Gezinti bitip tur yolcuları Atatürk’ün şimdi müze olarak kullanılan okuluna girince biz ekipten ayrılıp Cuma Namazı için Manastır merkeze geri döndük. Meydanı ilk gördüğümüzde buradaki İshak Çelebi Camii’ni Cuma Namazı için gözümüze kestirmiştik. Dönüşte bir küçük turun ardından Cuma Namazı için İshak Çelebi Camiine gittik. Buradaki cami TİKA tarafından çok güzel bir şekilde yapılmış ancak tuvalet tertibatı yapılmamıştı. Caminin arkasındaki tek kişilik komik bir moboyu bir çingene işletiyordu. 45
Şadırvanda abdest alırken İsa isimli bir kişi ile tanıştık. Buralardaki halkın İstanbul denilince gözleri parlıyordu. Arnavut olduğu anlaşılan İmam, namaz öncesi bir koltuk veya sandalye üzerine oturmuş vaziyette mevlit ve Kuranı kerim okudu. Sonra Arnavutça vaazı nasihat etti. Bu sırada bizim 37 kişilik bay bayan gruptan 3 kişi daha Cuma Namazı için camiye geldi. Namazı beklerken yanımda oturan Ramiz isimli bir Arnavut ve Ramazan isimli bir Türk ile tanıştık. İkisinin de İstanbul ve Bursa’da çok sayıda akrabaları mevcutmuş. Cuma Namazını kılıp Camiden çıktıktan sonra cami haziresi olan mezarlığın bakıma ihtiyacı olduğu dikkatimizi çekti. Etrafta küçük bir tur atınca ‘Hacı Mehmet Bey’ isimli bir caminin bar olarak kullanıldığına hüzünle şahit olduk. Cuma Namazı sonrası otobüse tekrar bindiğimizde Kafilemizdeki bazı yolcuların ‘Atatürk’ün yaşadığı yer’ diye Manastır toprağı aldıklarını kendi aralarındaki konuşmalardan duyduk. Dindar halkı hurafecilikle suçlayan şahısların aslında en hurafeci cemaat olduğuna böylece bir kez daha şahit olmuş olduk. Müzeye giren ziyaretçilere de Atatürk’ün sevgilisi olduğu söylenen genç kızın Atatürk’e yazdığı bir mektup hediye ediliyormuş. Manastırdan çıktıktan sonra uzun zamandır ilk defa düzenli ve güzel bir Müslüman köylerine rastladık. Ne var ki mezarlıkların çoğu siyah mermer taşlarıyla Hristiyan mezarlıklarına benziyordu. Çoğunun mermer taşlarının üzerinde fotoğraf ve vazo bulunuyordu. KALKANDELEN
Vardar Nehri’nin doğduğu yeri görerek Üsküp yolu üzerindeki Kalkandelen’e gittik. Süslemeleriyle meşhur Alaca Camii’ne uğrayıp ziyaret ettik. Alaca Camii; 1438 yılında mimarı İshak Bey tarafından yapılmış.Dönem camilerinin çoğu bir sultan, bey, paşa desteği ile yapılırken, Alaca Cami Kalkandelenli iki kız kardeşin mali desteği ile yapılmış. Alaca Camii, genel seramik süslemelerin aksine çiçek desenleri ile süslü. Caminin avlusu da birbirinden güzel çiçeklerle süslenmişti. Duvarlarla çevrelenmiş olan avluda caminin yapımını sağlayan iki kız kardeş Hurşide ve Mensure hanımların türbeleri bulunmakta. İlber Ortaylı’ya göre; Kalkandelen’de ünlü Harabati Baba Tekkesi ve 1833 tarihli Abdurrahman Paşa Konağı, 18-19. asrın Osmanlı Balkanlarındaki yenilenmenin tarihini gösteren eserler. Haluk Dursun, Kalkandelen’den şöyle bahsediyor: sayı//55// şubat 46
Makedonya'da Bektaşiliğin merkezi geçmişte Kalkandelen idi.Üsküp-Arnavutluk yolu üzerinde bulunan bu şehir, Şardağları'nın eteğinde Alaca Camii ile Sünni İslâm'ı, Harabatî Baba (16.-17. yy.) Tekkesi'yle de Bektaşiliği bünyesinde barındırır. Bugün Balkanlar'daki Arnavut milliyetçiliğinin belki en hareketli beldesi olan Kalkandelen, eskiden de erenlerin merkez üssüydü. Harabatî Baba Tekkesi'nin ziyaret edilecek en güzel zamanı Mayıs ayıdır. Çünkü tekkenin bahçesi güllerle bezenmiştir. Bektaşiler‘in manzarayı değerIendirme kabiliyeti ve geleneği göz önüne alınırsa, Kalkandelen'dekilerin de ne derece başarılı oldukları kabul edilir. (Dursun,2003:115) Mehmet Serhan Tayşi, Hatıralarında Kalkandelenli Sabri Bey’den sitayişle bahsediyor:Sabri Kalkandelen de mükerrem bir zat imiş. II. Abdülhamid’in en itimat ettiği insanlardan biri olan Sabri Bey, meşhur Yıldız Yağması’nda kütüphanenin kapısına yatmış, “Beni öldürmeden giremezsiniz!” diye restini çekmiş. Böylece, yağmacıların elinden koca kütüphaneyi kurtarmış. (Tayşi,2009:115) Yazar Sami Önal’ın Eski bisikletine yüklediği bir torba biberi evine götüren yoksul Kalkandelenliyi görünce hayal kırıklığına uğramıştım.” diye bahsettiği Kalkandelen ziyaretimiz sırasında çoğunluğu Müslüman Arnavut olan halk sokaklarda meyve satıyordu. Meyve fiyatları komik denilecek kadar ucuzdu. Burada Ümraniye’de akrabaları olduğunu söyleyen bir Arnavut ile tanıştık. Kalkandelen’den sonraki yolculuğumuz sanki Anadolu Coğrafyasındaymışız gibi Müslüman köyler ve camiler arasından geçerek devam etti. KAYNAKLAR
• Ayverdi Samiha, (2014),Hatıralarla Başbaşa, İstanbul:Kubbealtı Yay • Birol Nurettin,(2009),Sadrazam Halil Rıfat Paşa Dönemi ve İcraatları,Ankara:Cedit Neşriyat • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Krıstaq Prıftı, (2003), Manastır, DİA, cilt: 27; sayfa: 562-563 • Rey Ahmet Reşit(2014).İmparatorluğun Son Dönem lerinde Gördüklerim Yaptıklarım, İstanbul: İş Bankası Yayınları • Tahsin Paşa,(1990),Yıldız Hatıraları, İstanbul: Boğaziçi Yayınları • Tayşi Mehmet Serhan,Kılınç Taha,(2009),Ali Emiri’nin İzinde, İstanbul:Timaş Yayınları
Deli
Rahim ER Beyefendi’ye
Memlekette bir yâr sevdim, dünya iyisi adı Emine. Yüzüne bakınca utanıyor, yere bakıyor, ne söylesem yapıyor, çamaşır, bulaşık, aman Allahım sanki bana tapıyor, Asır yirmibirden çayır yer iken
Leylâ ile Mecnun Jüpitere kaçmışlar, orada dükkân açmışlar, Ve çıkarıp aşklarını aydedeye asmışlar, -Ay bu yüzden sırıtıyorKerem ile Aslı sizin neyiniz oluyor? Bu günlerde anasız-babasız bebek doğuyor, Bir kâlb ile bir ok almış eline, bebek yüzlü aşk adında bir nine, kapıda sizi bekliyor. acımıyor kimselerin haline
Emine deli mi ne?
-Aşk deli mi ne?-
Geçenlerde Sirkeci’de bir adam bana yol verdi, Takım elbiseli, terbiyeli, tıraşlı Üstelik bana “bey” dedi, “dayı” demedi, Herkesin yüzüne gülerekten bakıyor ve kıravat takıyor. Okur-yazar ki, dergi almış eline Adam deli mi ne?
Mardin’den de deli gönül Mardin’den Karacaoğlan ölüp-gider gelinlerin derdinden Ay doğanda karşı dağın ardından Manda gider, yuva yapar söğütlerin daline, Herkes güler şairlerin haline Sevda üstüne hâlâ mısralar dizer Kâğıdı-kalemi almış eline, Şairler deli mi ne? Herkes güler şairlerin haline..
Kâmil UĞURLU
47
SAATİ DURMUŞ BİR MUVAKKİTHÂNE
İstanbul’daki Beyazıt, Sultan Selim, Şehzade, Üsküdar Yeni Vâlide, Lâleli, Yeni Cami, Kasımpaşa, Emirgân, Teşvikiye, Üsküdar Selimiye, Nusretiye, Dolmabahçe, Ayasofya ve Beylerbeyi camilerindeki bu yapılar önemli mimariye sahip yapılardır. Bilal CAN
aman mefhumu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Her eserinde zamana dair, mekâna dair ve insanın kendiliğine dair düşünceleri ile bir hesaplaşma içerisine giren Tanpınar, Bursa’da Zaman adlı şiirinde bunu ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır. Bu gün Türkiye’nin mekânsal unsurlarının analizi yapılarken Tanpınar’dan yola çıkarak, onun ismini kullanmadan yola çıkmak bir tür eksiklik olarak addedilmektedir. Çünkü Tanpınar, Beş Şehir adlı eserinde şehirlerin/mekânların analizini yaparak dilimize önemli bir başyapıt kazandırmıştır. Mekânların bir ruhu olduğunu ve insanların da bu ruhtan etkilendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bir hülya ve rüya adamı olan Tanpınar, eserlerinde insana dair çözümlemelerini ayrıntılı bir biçimde ortaya koyarken genellikle bunu sosyolojik olarak incelenmeye müsait bir biçimde aktarır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü de Tanpınar’ın Türkiye’nin realitesini ortaya koyması bakımından önem atfetmektedir. Bizim bu yazıya Tanpınar’dan yola çıkarak başlamamız, yazının konusunun tamamen bir tür Saatleri Ayarlama Enstitüsü olan Muvakkithâneler üzerine değinmek amacıyladır. Türkiye’nin geçirmiş olduğu değişim ve dönüşümün izlerini zaman cetveli üzerinden Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde izlemek/görmek mümkündür. Bu tarih atlasında, ortaya konulan eserler de nasibini almış, bu değişim ve değişimler karşısında kimi zaman ortadan kalmış, kimi zaman zamana uyarak değişmiş, kimi zaman ise bir anlam kaybına uğrayarak insanlardaki anlamını yitirmiştir. Bu gün bu anlam yitimine şahit olan bir unsur olarak “muvakkithâneler” geçmişten günümüze büyük işlevler görmüş önemli mekânlardandır. Osmanlı coğrafyasında belirli sayıda olan bu mekânların temel işlevi namaz vakitlerini, dini bayramları, Cuma vakitlerini bildirmek için muvakkit tarafından yönetilen saat merkezleridir. Emeviler Dönemi’nde ortaya çıkan bu kurumlar, Osmanlı ile farklı ve estetik bir boyut kazanmıştır. İlk muvakkithâne, İstanbul’da Fâtih Camii avlusundaki muvakkithânedir. 18. Yüzyıldan itibaren ise sayıları gittikçe artan bu yapılar, aslında bir kurum olarak işlev görmekte, insanlara vakitler tayin etmektedir. Muvakkithâneler, son derece estetik binalardır. İstanbul’daki Beyazıt, Sultan Selim, Şehzade,
sayı//55// şubat 48
Üsküdar Yeni Vâlide, Lâleli, Yeni Cami, Kasımpaşa, Emirgân, Teşvikiye, Üsküdar Selimiye, Nusretiye, Dolmabahçe, Ayasofya ve Beylerbeyi camilerindeki bu yapılar önemli mimariye sahip yapılardır. Ayrıca Osmanlı coğrafyasında hemen hemen her önemli vilayetinde bir muvakkithâne olması, bunların coğrafyanın geneline yayılan yapılar olduğunu göstermektedir. Bu yapılar her ne kadar zamanla ilgili, zamanın ölçümü, taksimi konusunda işlemler yapsa da aslında astronomi bilimi ve hava olaylarının takibi konusunda da çalışmalar yapmaktadır. Her yapının başında en az bir görevli bulunmakta, bu görevliler ibnül vakt olarak zamanı soranlara zamanı, zamanı gelenleri gerekli yerlere bildirirdi. Zaman ile yoğun bir temas içerisinde bulunan insanlar, o günün şartları içerisinde pahallı ve takibi zor saatleri bu binalarda görebilirlerdi. Bu binalarda ayrıca saatlerin tamiri ve bakımları da yapılırdı. Bu estetik ve belirli bir işleve yönelik binalar, zamanı ölçerken, zamana dair ne varsa kendinde barındırırken zamanla anlamını ve işlevini yitirdi. Özellikle saat kulelerinin yapılması, mekanik saatlerle, saatlerin artık ceplere sığmasıyla büyük oranda geri plana itildi. Son vurucu darbe ise saatlerin artık kollara takılması, dijitalleşmesiyle birlikte bu gibi mekânların olduğu bile unutuldu. Bu mekânlara dair anlamda kendini yitirdi. KÜTAHYA’DAKİ TEK MUVAKKİTHÂNE
Bu gün farklı amaçlar için kullanılan muvakkithâneler kimi zaman atıl bir biçimde, kimi zaman ise zamanın eskiticiliği ve yıkıcılığı karşısında direnmektedir. Kırtasiyeden bakkalına birçok farklı şekilde değerlendirilen bu yapılar maalesef kuruluş amacına ve muhteşem yapılarına hakaret edercesine horca kullanılmaktadır. Özellikle Kütahya’daki bu yapılardan biri bu gün fotokopi çekilen ve kırtasiye gibi gözüken, kitap satışı yapılan bir mekân haline dönmüştür. Mekân, onu işletenin hükmüne bırakılmış, estetik ve tarihi dokusuna zarar veren birçok unsurla duvarları zedelenmiştir. Osmanlı Devleti’nde Müneccimbaşılık kurumuna bağlı olan merkez ve taşradaki muvakkithâneler, saatin tayini, Ramazan ayı için imsakiye hazırlanması gibi vakitleri tayin eden önemli kuruluşlardı. Uzun zaman varlıklarını sürdüren bu yapılar sanki zamanın da artık
pek önemi kalmamışçasına ortadan kalkmaya başladı ve eski önemini yitirip anlamını da yitirmeye başladı. Kitabesi bulunmayan Kütahya’daki muvakkithâne, Kapıcıbaşı rütbesinde bulunan Kütahya Mütesellimi Halil Kamil Ağa tarafından 1831-1832 yıllarında yaptırılmış, uzunlamasına dikdörtgen planlı kesme taştan inşa edilmiş, dıştan kiremit kaplı geniş saçaklı bir çatı ile örtülüdür. Daha önceden II. Mahmud’un tuğrasının olduğu kaynaklarda rastlanılmış fakat tespit edilememiştir. Ahmet Yakupoğlu’nun Rengârenk Kütahya adlı eserinde bahsettiği üzere, son görevlilerinden biri olan ve ayrıca Kütahya Mevlevihânesi’nin son Neyzenbaşı olan Mustafa Efendi’ye saatçi lakabının da verilmesi bu muvakkithâne ve dolayısıyla burada imal ettiği ahşap saatlerden dolayıdır. Muvakkithânenin son saati de durmasıyla birlikte zaman içerisinde bu mekân unutulmuş, kaderine terk edilerek kendi haline bırakılmıştır. Şimdilerde bir kitapçı olarak kullanılan bu estetik bina, kullanıcıları tarafından duvarlarına hakaretvari bir biçimde saldırılmış, tabelalar asılmıştır. Geçmiş suyun suya benzediği kadar birbirine benziyorsa ve her şey aslına rücu ediyorsa, iyi temennilerle bu mekânın dokusunu, ruhunu incitmeden aslına uygun döndürülmesi ve kullanılmasını diliyoruz. Ki zamana hürmet edercesine kurulan, mimari açıdan eşsiz bir tür olan bu tür yapılar “ibadet eder gibi inşaa eden” ecdadın, “inşaa ederken ibadeti unutan” bir nesle bıraktığı önemli bir mirastır. Unutulmaması, üzerinde durulması gerekli bu yapılara gereken özenin verilmesi, yarının nesilleri için de önem arz etmektedir. En azından zamanın donduruculuğu karşısında saatleri bozulmuş bu mekânları ziyaret ederek, bir kerecik bile olsa, saatimize bakarak, anlamlarına uygun kullanılmalarına vesile olabiliriz. 49
İSTANBUL KOKUSU
İstanbul’u tanımayanlar ve bu şehirde yaşamayanlar İstanbul korkusunu, yaşayanlarsa İstanbul kokusunu hisseder her daim. İstanbul sevgisi bağımlılık yapar. Osmanlı döneminden kalma eski bir İstanbul sözü vardır. İstanbul’a gelip, gezip Tophane Çeşmesi’nden su içenin vay haline… Mehmet MAZAK*
İstanbul’u tanımayanlar ve bu şehirde yaşamayanlar İstanbul korkusunu, yaşayanlarsa İstanbul kokusunu hisseder her daim. İstanbul sevgisi bağımlılık yapar. Osmanlı döneminden kalma eski bir İstanbul sözü vardır. “ İstanbul’a gelip, gezip Tophane Çeşmesi’nden su içenin vay haline, gönlüne İstanbul sevdası düşer, dünyanın neresine gider ise gitsin, gönlüne düşen aşka İstanbul’a kavuşmadan gönlündeki sevda ateşi sönmez” der. Bu sözden de anlıyoruz ki, İstanbul’un insanı kendine bağlayan bir güzelliği ve kokusu vardır. Üstad Necip Fazıl, Canım İstanbul şiirinde; “Gecesi sünbül kokan, Türkçesi bülbül kokan, İstanbul, İstanbul...” diyor. İstanbul ergüvan kokuludur, İstanbul ıhlamur kokuludur, İstanbul ebru kukuludur, İstanbul deniz kokuludur; hülasa İstanbul gökkuşağı gibi bütün renkleri, inançları, medeniyetleri içerisinde barındıran bir aromatik kokuya sahiptir. İşte bu koku İstanbul Kokusudur. İstanbul’un bir semtini, bir yapısını, bir bölgesini sevmek onun kokusu ile yetinmek değil Haluk Dursun Hocanın ifadesi ile "İstanbul''un derûnuna âşina olmak" gerektir diye düşünenlerdenim. İstanbul’un bütününe âşık olamıyorsanız, Yahya Kemal Beyatlı’nın Başka Bir Tepeden şiirindeki ifadeleri ile; ''Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
ehirlerin tarihi, medeniyeti, kimliği, ruhu olduğu gibi kendine has kokusu da vardır. Şehirlerin kokusu olduğunu ruhumuza fısıldayan yazılar ve kitaplar vardır. İnsan yaşadığı ve sevdiği şehrin kokusunu gönlünde hissetmiyorsa o şehre ait olamaz. Şehir ile insan ilişkisi arasında adı konulmamış bir bağ vardır. Koku insanı kendine bağlayan bağımlılık yapan bir duygudur. İstanbul’un şehir kokusu seven gönlü esir alır, kendine ram eder. İstanbul’un Cadde, sokak, meydan, çeşme, çarşı, cami, tepe hülasa şehrin her tarafının insanı etkileyen bir kokusu vardır.
*TC Sultanbeyli Belediyesi Kültür müdürü
sayı//55// şubat 50
Düşüncesi ışığında bu şehrin bir semtini bile sevmeniz, onun kokusunu içerinizde taşımanız şehrinize olan vefanızı yerine getirecektir düşüncesine saygı duyarım. Fuzuli’nin “Bu şehr-i stanbul ki bi misl ü behadır, Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır” beytinde belirttiği gibi İstanbul’un bir parçasına değil Acem ülkesini dünyayı bile değişmeyenlerdenim ben. Anadolu''da mayalanan Türk dünyasının ruhu bu şehirde İstanbul kokusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Çamlıca Tepesi’nden şehri temaşa ettiğinizde Suriçi’nde Sultanahmed Camii, Yeni Cami, Nuru Osmaniye Camii, Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih camii ve Külliyesi, Bayazıt Camii ve Ayasofya ilk dikkatinize çekecek noktalardır. Bunların yanında sur içinde yüzlerce binlerce etrafına koku yayan, burada sayamayacağımız Anadolu mayası ile mayalanmış medeniyet eserlerinin gökteki yıldızlar gibi serpilmiş olduğunu görecek ve idrak edeceksiniz. Hemen Haliç’te surların kenarında Eyüb Sultan Camii
ve Kabrine bakışınız uzanacak, Eyüpsultan semtinin sokak ve caddelerine dağılmış İstanbul kokulu mekânlar bizlere selam verecektir. Eyüp Sultan sırtlarında Haliç’e bakan yamaçlarda servi ağaçları altında nice bu bu şehre değer katmış, renk vermiş, koku üretmiş insanımızın yatmakta olduğu bilecek, halinize şükredeceksiniz. Beyoğlu eskinin eskinin ifadesi ile Pera tarafına baktığınızda Cihangir Camii, Nusretiye Camii, Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa Camii, Dolmabahçe Camileri görülecek biraz ilerleyince Beşiktaş Sinan Paşa Camii, Yıldız Hamidiye Camii, Yahya Efendi Dergahı ve Camii ve biraz ilerleyince Mecidiye (Ortaköy) Camii Boğaziçi’nden size el sallayacaktır. Çamlıca’nın eteklerinde Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camii, Üsküdar Valide-i Cedid Camii, Mihrimah Sultan Camii ve Hüdai Camii ve Üsküdar’ın daracık sokak ve kaldırımlarına, meydanlarına dağılmış her biri nadide bir inci misali çevresini aydınlatan İstanbul kokusu ile insanları serhoş eden değerler ve medeniyet eserleri ile donatılmıştır. Çamlıca’dan Ataşehir’e Ümraniye’ye, Beşiktaş Levent tarafına, Zeytinburnu’na Bakırköy’e ve Kadıköy’e bakarsanız ruhu ve kokusu olmayan çirkin kuleleri, çarpık kentleşmeyi, gücü, iktidarı, dünyaya tapmayı, cinselliği görürsünüz. İşte o zaman İstanbul kokusu birden yok olur, şehir rant kokar, müteahhit kokar, para kokar, çürümüşlük kokar bu şehir sizi depresyona sokar hemen ondan uzaklaşmak istersiniz. En azından ben böyle düşünüyorum. 1990’lı yıllarda İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda liseden Osman Kar Hocamın şu ifadesi kulaklarımda hep çınlamıştır. “Gençler Anadolu’da en iyi üniversite ve bölümlerde okumaktansa, İstanbul’da dört yıllık en kötü bölümde okuyun. Bu dört yılda bilinçli bir şekilde İstanbul sokaklarında dolaşın, Anadolu’da iyi bir üniversite ve bölümde okuyandan daha kültürlü ve eğitimli olursunuz.” Be bu sözün peşine takılanlardan oldum. İlk geldiğim yıllarda 1991-92 bir ulusal bir gazetenin arka kapağında tam sayfa bir haber okumuş ve etkilenmiştim. Haberde üst başlıkta şöyle yazıyordu, “İstanbul’a Vali olacağına Üryanizade Camiine İmam Ol…” hakikaten Kuzguncuk’ta deniz kenarındaki bu küçücük Üryanizade Esad Efendi tarafından yaptırılan camiye gidip incelemiş ve ne demek istiyor bu haberde diye düşünme fırsatım olmuştu. İşte bu şehrin künhüne vakıf olmaya ve öğrenmeye başladığım, İstanbul Kokusunu hissetmeye
başladığım noktalardan biri olmuştu. Yeni doğmuş bir bebeğin annesinin kokusuna olan bağlılığı neyse, benim için İstanbul kokusuna olan bağlılık odur. Ersin Nazif Gürdoğan Hoca “İki kıtanın, iki denizin ve iki kültürün odak noktasında yer alan İstanbul, Anadolu insanının değer hazinesidir. İstanbul Türklerin bütün alanlardaki değerlerine, yeni açılımlar kazandırmıştır” der bu şehir için. Biz Doğu ile Batı arasında şehir sentezi yapmamız lazım, yoksa salt Batı şehir modelini İstanbul’a dayatırsak, bu şehir bizi affetmez, küser ve bizi cezalandırır. İstanbul hiç bir Batı şehrinde olmayan sıcaklığa ve sevgiye sahip bir yerdir. Bu sevgi ve sıcaklıktan doğan terleme ile oluşan rehayadır İstanbul kokusu. İstanbul Kokusu denince aklıma gelenleri bana bu şehri sevdiren semtleri, konakları ve eserleri burada belirtmeden geçemeyeceğim. İstanbul Kokusu benim için; Hocapaşa’daki küçük esnafdır, Sirkeci’de balık ekmek, Fatih’te Fevzipaşa’da salep içmektir. İstanbul Kokusu; BOA Devlet Arşivleri, Atatürk Kitaplığı, Beyazıt Devlet, , Ali Emiri Efendi, Şemsipaşa Kütüphanesidir. İstanbul Kokusu Malta’da kahvaltılık satan bir dükkan, Fetih Yurdu, Çarşama sokakları, Erenköy’de bulunan Zihnipaşa camii, Sami Efendi Yurdu, Çobanyıldızı Sokaktır benim için. İstanbul Kokusu benim için, Bostancı semti, Kanlıca Yoğurtçusu, Kadıköy Rıhtımı ve Muhallebicileri, İstiklal Caddesi, Bahariye Caddesi ve dahi Alemdağ Caddesi olmuştur. İstanbul Kokusu karşıma bazı zamanlar Aydos Kalesi, Rumeli Hisarı, Edirnekapı ve Topkapı olarak çıkmıştır. İstanbul kokusu gönül iklimime Mehmet Zahit Kotku, Aziz Mahmut Hüdayi, Sümbül Efendi, Merkez Efendi olarak ulaşmıştır. İstanbul kokusunu şiir olarak bize ulaştıran Yahya Kemal, Necip Fazıl, Orhan Veli, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Ümit Yaşar Oğuzcan, Ziya Osman Saba, Atillah İlhan, Özdemir Asaf, Sezai Karakoç ve onlarca şairimizin İstanbul’una sevdalanmışız biz. Samiha Ayverdi Hanımefendinin Boğaziçi anlayışına, İtalyan Edip ve Seyyah Edmomdo de Amicis’in İstanbul’a bakışına, aslen Malta’lı olan ancak kendisini Osmanlı kabul eden İstanbul Ressamı Amadeo Preziosi hayranlığı ile sevdalanmışız biz bu şehre ve kokusuna. Bu şehrin İstanbul’un ruhuna ve kokusuna sahip çıkacak, muhafaza edecek, yeni değerler üretecek bir zihin zenginliğimiz ve idrakimiz olması dileğiyle… 51
ok özlemişim… Kaç yıl oldu bilmiyorum, kaç yıl… Böylesine yağmurda sırılsıklam olduktan sonra, sobası yanan sıcak sımsıcak bir odaya girip sedire oturduktan sonra pencereden uzakları, çok uzakları, o ipil ipil yağan yağmuru seyretmeyeli çok oldu…
SAHİ, CEMRELER
ŞEHİRLERE DE DÜŞER Mİ? Sahi, yağmur yağdıktan sonraki güneşin toprağın üzerine şavkımasıyla çıkan o mis gibi toprak kokusunu, toprağın üzerindeki dalgalar hâlinde yayılan buharları şimdiki nesil hiç görmüş müdür?... İbrahim YASAK
Biliyorum, yağmur şimdilerde de hep yağıyor. Yağmaya yağıyor ama o toprak sokağı, o geniş araziyi ve o soba ile ısınan sıcak odada pencereden yağmuru izlemeyeli çok oldu… Çocuktuk ve çok ıslanırdık yağmurda… Yağmur, tarlaların ve bahçelerin topraklarına damla damla düşüşünü, toprak tarafından sindirile sindire emilişini, sonra yaz güneşinin aniden parlayarak, toprağı buharlaştırmasını ve kabartmasını izlemek, çocukluğumuzda kaldı. O gün bugün, bu ortamı göremiyoruz, teneffüs edemiyoruz. O ortam kaybolup yok oldu. Şimdilerde yağan yağmur, asfalt yollarda ve kaldırımlarda önce küçük akıntılar sonra seller oluşturup bir felaket gibi üzerimize üzerimize geliyor. Yağmur toprakla buluşmuyor artık… Çünkü toprak kalmadı şehirlerimizde… Sahi, yağmur yağdıktan sonraki güneşin toprağın üzerine şavkımasıyla çıkan o mis gibi toprak kokusunu, toprağın üzerindeki dalgalar hâlinde yayılan buharları şimdiki nesil hiç görmüş müdür?... Yağmur sonrası çiçeklerde, yapraklarda billurlaşan o domur domur su taneciklerine dokunmuş mudur? Bir papatyayı dalından koparıp, mavi gökyüzüne bakarak her bir yaprağını heyecan ve özenle koparıp fal açmış mıdır?... Yeni kuşaklar toprağın, yağmurun ve yeşilin hâkim olduğu doğayla uyumlu tabiatın kucağında değil, bir apartman dairesinde, bir kreşte veya bir nevi balkonda bir dünya kuruyorlar kendilerine... Caddeler arasında yetersizde olsa bulunan oyun parklarına ve salıncaklarına, hayatın zorlu şartlarında bir ömür törpüleyen anne ve babalarıyla fırsat bulabilirlerse haftada bir kaç saatinde ancak çıkabiliyorlar. Ve salıncakların her salınışında ruhlarına rahatlık bahşeden bir kaç saatiyle sevgiyle ve özgürlükle coşabiliyorlar. Hayat ekonomik cenderesiyle ömrümüzü yeryüzünün tabiiliğinden yapay ve yapmacık doğasına mahkûm etti. Ve şehirler yeni baştan
sayı//55// şubat 52
ekonominin ve rantın mekânsal planlamasıyla insanları fizikî ve ruhî olarak kuşattı. İnsan şehre yeniden şekil verirken, şehirler insanı kısıtlayan ve şekillendiren bir mertebeye erişti. Ne yazık ki, modern şehirler, beton binalar, asfalt sokaklar, parke kaldırımlar, toprağı hayatımızdan alıp götürdü. Evlerin küçük de olsa muhakkak bahçelerin bulunduğu, her bahçenin bir köşesinde hane halkının yeşil sebze ihtiyacını karşılayacak kadar küçük bir bostanının yer aldığı ve bir iki çeşit meyve ağacının avlunun bir köşesini gölgelediği dönemler bitti. Evlerimiz yatay şekilde yer alırdı sokak boyunca… Sokakların birbirine kucak açtığı, mahallelerin şehre can kattığı dönemlerde, yağmur topraklarımıza yağardı, çiçekleri, çayır çimenleri sulardı. Biz çocuklar yağmurda ıslanırdık. Gün geldi, beton ve demir hayatımıza girdi. Modern şehir planlaması, dikey binaları bitişik nizam usulüne göre sıralayarak beton duvarlarla ufuklarımızı kararttığı bir döneme sürükledi bizi… Ne bahçe ne ağaç ne de yağmurla ıslanan toprak kaldı. Ve yeni nesil, bu çağın çocukları ayakları toprağa değmeden, yağmur sırtlarını ıslatmadan ve de bir çiçeğe dokunmadan büyüyorlar artık… Artık, topraktan koparılan yeni nesil, yağmursuz büyüyor. Şehirler ise beton binaların istilası, araçların ablukası altında boğuluyor. İnsan bu boğuşmadan sıkışan ve bunalan her anında kendini yeşilin, toprağın ve ağaçların olduğu bir huzur ve sükûnet iklimine atmak için can atıyor. Bir tabiat köşesi, bir ırmak kenarı, bir söğüt gölgesi arıyor. Hafta sonu dinlenmek ve bir nebze huzura ermek için şehrin beton ve araç kıskacıyla kuşattığı sıkışık sokaklarından, tabiatın geniş ve engin ikliminde soluklanmak istiyor. İster hafta sonu ister yaz tatili ve de ister deniz, ister yayla turizmi veya doğa yürüyüşü, günümüz insanının sığınağı konumunda şimdi... Çünkü insan topraktan geldi, toprağı özlüyor. Ve insan kendi elleriyle beton, demir ve araç yığınına kaptırdı şehri; şimdi hiç değilse doğayı kaptırmak istemiyor... Derelerin ırmakların ve yeşilin hâkim olduğu, rengârenk çiçeklerin, cıvıl cıvıl kuşların ve tabiatın her bir köşesinde kendi hâlinde yaşayan onca canlının varlığını
sürdürmesi için, o bölgelere kurulacak tesislere, santrallere, açılacak maden ocaklarına karşı, “Dokunmayın toprağıma, yeşilime, ormanıma!...” diye yürüyor, bağırıyor ve direniyor... Çevre için eylem yapıyor. Nafile... Modern çağın insanı sürüklendiği hayat standardında bir tüketim mekanizmasının dişlisi gibi hep açlığa aşina ve mahkûm... Değil bir gün birkaç saat elektriğin olmadığı, iletişim koptuğu, cep telefonun çekmediği, benzinin darlığa düştüğü, bir hayat bugün düşünülemez bile... Ayakta durabilmek için bu ve benzeri kendi ellerimizle ürettiğimiz ve tüketimini her geçen gün katbekat artırdığımız her şeyi her geçen gün daha fazla üretmeye mecburuz. Modern hayatın, insan ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli ve zorunlu bunlar... Her geçen gün kişi başına artan elektrik tüketimini santraller kurulmazsa ne ile karşılayacağız? Unutmayalım ki her kurulan santral doğayı tahrip ediyor, toprağı, ormanı, yeşili ve yağmuru elimizden alıyor, bizden koparıyor. Yenilenebilir enerji çare gibi algılansa da yarınki kuşaklarda ne gibi sorunlar doğuracak farkında değiliz. O zaman insan kendi “toprağına da, yeşiline de, ormanına da” dokunuyor, dokunmak zorunda kalıyor... İnsanoğlu ürettiği modern gelişimin kıskacında kendini tüketiyor aslında. Korkarım ki gelecek nesiller toprağa, suya ve temiz havaya hasret kalacak bu gidişle... Daha dün, çocukluğumuzda yoğun kar yağışının altındaki uzun kış aylarından sonra, cemrelerin birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düşüşünü beklerdik. Hava ısınır, su ısınır ve toprak ısınırdı. Yağmur yağar, çiçek açardı. Leylekler geldiğinde, Sultan Navruz’da, Eğrilce’de, kırlar, bayırlar biz çocukların özgürce koştuğu, çiçeklerin, ağaçların yeşilliklerinde coştuğu günlerdi... Şimdi yine cemreler düşüyor... Ama küresel ısınma bütün bir yeryüzünü kuşattığından, toprak ayağımızın altından kaybolduğundan, cemre nerelere düşüyor bilmiyoruz? Fark etmiyoruz da... Sahi, bir gün, cemreler şehirlere de düşer mi? Cemreler şehirleri de ısıtır mı? 53
KİŞİDE SÜKÛT, ŞEHİRDE SÜKÛNET
Bizim neslin hocaları arasında Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Faruk Timurtaş gibi hocalarımız vardı. Ama öte yanda Ötüken Ocağı’nda Nurhan ve Erol ağabeyler, Dergâh’ta Ezel ve Mustafa ağabeyler, Türk Edebiyatı Vakfı’nda Ahmet Kabaklı Hoca, Kubbealtı’nda Sâmiha Ayverdi Hanımefendi vardı. Recep GARİP
ükût, ruhun huzur bulduğu iklimin adıdır.” Kuşkusuz insan zamanla yoruluyor. Yorgunlukların bazıları izafidir bazıları kalıcı. İzafi olanlar daha ziyade mutlu, mesrur, neşeli, coşkulu, huzurlu olunan vakitlere özgüdür. Kalıcı yorgunluklar ise, yaşadığınız hayatı sıkboğaz eden, daraltan, iğneleyen, rahatsızlık veren, tedirgin eden, kahredici, nefret ettirici, unutmak isteseniz de unutulması mümkün olmayan durumlarla örülüdür. Ömür bunlarla iç içedir. Hayatı, unutulanlar ve unutulmayanlar diye başlıklara ayırdığımızda unutmanın da bir ikram olduğunu evvelemirde kabullenmek gerekir. Unutmamak, insan zihnini, kalbini, yüreğini, ruhunu, düşüncesini, aklını, idrakini yorar. Bu yorgunluk bireyin hafızasını sağlıksız hale çevirmekle kalmaz, aynı zamanda vesveselere, tedirginliklere, rahatsızlanmalara doğru yollar açar. Bu bireyin hem ruhi hem de bedeni olarak arızalanmaya başladığını bize gösterir. Unutmak ise zihni genel anlamıyla kirlenmelerden korur. Yeni bilgilere, yeni duyuşlara, anlayışlara, kavrayışlara yollar bulur. Unutmanın güzelliklerinden birisi de kini, nefreti, düşmanlığı, dedikoduyu, fitne ve fesadı zayıflatır, unutturur. Burada kast edilen, hastalıklı bir unutma değildir.
sayı//55// şubat 54
Aslında sakinlik, suskunluk, sekine hali ya da münzeviliği de çağrıştırıyor. Eskiler –ilim irfan sahipleri çoğunlukla- zaman zaman yalnız kalarak tefekküre zaman ayırırlar. Bizim kültürümüzün tefekkür menşei, kuşkusuz vahye dayanır. Bundan dolayıdır ki tefekkürün kıymeti ölçüsüzdür. Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (sav)’nın Hıra mağarasına giderek tefekkürün kapılarını açması önemlidir. Tur Dağında Musa (as)’ı hatırlarız örneğin. Nuh (as)’un gemi yapmasındaki yalnızlığını da buraya ekleyebiliriz. Bunu çoğaltmak mümkündür. Antakya’ da Habib-ü Neccar Camii içindeki çilehane, Küçük Çamlıca’daki Aziz Mahmut Hüdai Çilehanesi de bizi aynı noktaya götürür. Buradaki münzevilik, yalnız kalarak sükûtun yollarında pişmektir. Kelimelerden arınarak dili, gönlü, kulağı; çevredekilerden, yaşanılanlardan, tabiattan arınarak sukut kazanında kaynatmaktır. Sırların kapıları, düşüncenin ufukları, zikrin tezahürü sükûnette açılabilir ancak. İşte konu başlığı ettiğimiz sükût - sükûnet, böyle bir menzilde insanı karşılar. Unuttuklarınızın bir bakıma mükâfatı gibidir sükûnet. Sükûnet, sakinlik, tevazu, teslimiyet, ünsiyet, barış, kardeşlik, dostluk, mükâfat, ödül gibi unsurları çağrıştırıyor bana. Sakin olmayı özendiriyor. Sakinliğin sekineyle ilintisine yönlendiriyor. Huzurlu, mutlu, mesrur, tebessüm sahibi, selam ve kelamı muhabbete götüren, ehli dil, ehli gönül insanları gibi ya da sanat, meşk, edebiyat, estetik, şiir gibi unsurlarla yakınlıklar kurduruyor. Siz konuşmuyorsunuz sanatınız konuşuyor. Sanatkâr, sanatını üretmekle mükellef, konuşan ise üretilen sanattır. Mekânın nezihliğine, makamın sessiz ve derinliğine, aynıyla huzura, barış ve esenliğe doğru yönlendirirken, insanın iç huzurundaki teslimiyet duygusunun, yüzüne, gözlerine, davranışlarına da sirayet ettiğini pekâlâ söyleyebiliriz. Yorgunluktan dermanı biten bir adamın haliyle, her eyleminde sükûn hali olan bir bireyin halini yanyana koyduğumuzda, insanların sükûnetten yana durduklarını ifade edebiliriz. Hiçbir kimse tedirginlik duyduğu mekânda-makamda uzun süre kalmak istemez. Şartlar onu zorlasa o mekândan kurtuluşun ya da o durumları unutabilecek farklı uğraşlarla kurtulmaya çalıştığını unutmamak icap eder. “Sükûnet” kelimesi Arapça kökenli bir kelimedir. Kubbealtı Lügatinde şöyle anlam verilmiş; “Durgunluk, hareketsizlik, telaşsızlık, sakinlik”. Peyami Safa sükûnet kelimesini
“Teşhisinden emin bir doktor sükûnetiyle cevap verdim” diye kullandığı tespit edilmiş. Ayrıca, “gönül rahatlığı, iç huzuru” diye de anlam yüklenmiş. Reşat Nuri Güntekin ise bu kelimeyi; “Bu büyük azim ve kararın verdiği sükûnetle gazinodan çıktım” diye kullanmış. “Sükûnet bulmak, yatışmak, sakinleşmek” anlamlarına da geliyor. Reşat Nuri Güntekin; “Büyük gürültü gibi sükûnetin büyüğü de insanı yoruyordu.” Sait Faik Abasıyanık ise şöyle kullanmış; “Sükûnu uykuda arıyor, ama o da bir türlü gelmiyor”. Kelimeye anlam yüklemeyi sürdürüyor TDK; “dinme, yatışma, bulmak, sakinleşmek, rahatlamak”. Hüseyin Rahmi Gürpınar, bakınız kelimeyi nasıl anlamlandırmış; “Babam gelinin gözyaşlarının dinmesini, sükûnet bulmasını bir müddet bekledi.” Refik Halit Karay ise; “Azıcık sükûnet bulduktan sonra odayı terk etmediğime sevindim” diye ifade ediyor. Sükûnet hali, sükûn hali, sakinliği, sessizliği, huzuru anlatıyor. Bu çağda en çok bireylerin, ailelerin, cemiyetin, toplumun huzura ihtiyacı var. Huzuru yakalayabilmenin yolu, iç sakinliğe ulaşmakla mümkündür. İç huzur, yani sakinlik, esenlik içerisinde olmakla mümkündür. Gönül huzurunu sağlayacak ana reçetemiz; “Kendimiz için arzu ettiğimizi, kardeşimiz için de arzu etmektir. Kendimiz için arzu etmediğimizi kardeşimiz için de arzu etmemektir.” Nefsin dizginlenmesiyle sağlanabilir iç huzur. İç denetim olmadan sükûnete eremezsiniz. Kalbin güzelleşmesi, gönlün berraklaşması, aklın zıyalaşması fazlalıklardan arınmakla mümkünüdür. “Ya hayır söyle ya da sus” emri hayatımızın direksiyonu olmalıdır. Fazlalık dediğimiz hususlar dünyevileşmenin, maddeleşmenin adıdır. Maddede hapsolan insan, diğer insanların da hapsolmasını ister. Maddenin istila ettiği ruh, tedirgindir, huzursuzdur, sıkıntılıdır. Sıkıntılı insanlarla birlikte olan ruhlarda da sıkıntılar peyda olur yani gözükür. Sıkıntılı alanlardan, insanlardan uzak durmakla, kendi huzuruna, sükûnetine yönelmiş olursun. İç huzurun anahtarı ise kendini idrak, yani bilme, tanıma eylemidir. Birey kendini tanıdıkça huzurun anahtarını elde etmiş ve o alanda yolculuğa çıkmış demektir. Kendisini bilmek, sükûnetin de kendisidir. Sükûneti sağlayan husus ise, inanmış olmanın teslimiyetiyle “yaratılanı severim yaratandan ötürü” diyebilmektir. Tabiatta var olan, yeryüzünde, gökyüzünde var olan her
şey bireyle ilintilidir. Bireyin yaratılış sırrını idrak edişiyle sükûnet hali başlar. Öyle demek oluyor ki her bir husus, her bir ayrıntı, her bir yaratılışta var olan sır, biraz da insanın kendi bilgeliğini artırmasına yöneliktir. Önemli kalemlerimizden ilim adamı Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar şöyle ifade ediyor; “sükût, bir sığınak yeri, bir yenilenme imkânı. Dili gereksiz kelimelerin yükünden kurtar ki ruhunun toprağı dinlensin. “Ya hayır söyle ya sus” ki o toprakta hikmetin filizleri yeşersin. Sus ki için büyüsün, sen sus ki dile gelmemiş olan konuşsun. ”Bazen sükûtun altın olduğunu söylerdi babaannem. Atasözlerimizden mülhemdir konuşmanın gümüş olması da. Dili tutunca insan beyni çalışmaya başlıyor. Dil konuşunca, beyin konuşmasını dile bırakmış oluyor. Oysa insan susmayı bilebilseydi sükûtun kıymetini de idrak ederdi. Fethi Gemuhluoğlu; “Kırk senedir söz orucu tutuyorum. En az yirmi senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum. Ne yazarım, ne çizerim.” diyor ve “Sükût da tevhittir” diye ekliyor. Ömer Ekinci Micingirt bir beytinde şöyle ifade ediyor; “Tahsisatın hüsranı su-i zan’ı emiştir Büyüklerin pek çoğu sükût tembihlemiştir” Görüleceği üzere sükûtun ve sükûnetin insana kazandırdıkları dinginlik, iç huzur bu çağın insanının en çok muhtaç olduğu bir durumdur. Tabiata baktığımızda, yeryüzüne, gökyüzüne, nehirlere, varlıklara baktığımızda onların neler söylediğini tefekkür edebilseydik eğer; daha asil, asaletli, sabırlı, barış ve kardeşliğin önde durduğu bir toplum oluşturduğumuz gözlemlenirdi. Savaşlar, tefekkürün yokluğundan kaynaklanır. İmam-ı Şafi Hazretleri şöyle diyor; “Sefih ve cahil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Sükût, ona cevap vermekten daha hayırlıdır.” Demek oluyor ki har hâlükârda dili tutmak çoğunlukla insanı hayra götürüyor. Haksızlık karşısında mutlak surette yapılması gerekeni yapmanın adı insana sahip çıkmaktır, hakkı söylemektir, hayra davettir. Son söz yerine Şemsi Tebrizi’nin “Sükûtunda bir sesi vardır. Onu anlayacak yürek lazımdır” İfadesi, gecenin dilini, yağmurun sesini, çiçeğin kokusunu alabilmek için yürek sahibi olmak icap ediyor. -Baba çocuğuna sadece şöyle bir baktı. -Çocuk sessizce başını önüne eğdi. 55
ERDEMLİ BİR ŞEHİR;
SİVRİHİSAR
İnsanlar vardır. Farkındadırlar kuşkusuz bu coğrafya da, bu mekanlarda olup bitenin, olup bitmişin. Ve dahi fevkindedirler olacak olanların. İmdat AKKOYUN
eryüzü mekândır insana. İl, ilçe, köy, kasaba. Ve dahi coğrafya mekândır insana. Şehir mekândır. Ki insan vardır ve umarsızca girmiştir onun sokaklarına. Caddelerine. Sorgusuz, sualsiz. Gördüklerinin, duyduklarının, baktıklarının farkına varmaksızın patlatılmış flaşlar eşliğinde açmaksızın gözlerini, bir hakikatin körlüğünde hiçbir şeyin farkına varmaksızın geçip giderler. Hoyrat bir miras yedi olarak yaşadığımız coğrafyayı yaşanabilir olmasının özünün bu mekânları/isimleri yaşatmanın umarsızlığında, kadir kıymet bilmeksizin geçip giderler. İnsanlar vardır. Farkındadırlar kuşkusuz bu coğrafya da, bu mekanlarda olup bitenin, olup bitmişin. Ve dahi fevkindedirler olacak olanların. Basiret ve feraset sahipleri olarak. kıymeti ve kıymetli olanı, kıymetli verileni bilirler. Onlar bu kıymetle, kıymetli bir bakışın ve hissin sahibi olarak girerler şehirlere, mekânlara. Onların sakladığı insan, düşün, bilim, kültür, sanat, edabiyat ve siyasa birikiminden azami istifade ile ayrılmak isterler. Ayrılmak mı? Ruhlarını oraya teslim ederek ebeden orada kalmak isterler demeliyim belki buna. İnsan şehre bakmalı. Şehre evi olarak bakmalı. Kendi yaşadığı nefes alıp verdiği biricik mekanı olarak bakmalı. Kendi olarak bakmalı. İnsan şehre bakmayı bilmeli. Görmeyi değil, dikkatinizi çekerim bakmayı. İnsan her şeyden önce bulunduğu şehre bakmalı. Susarak ve dinleyerek. Yüksek dağların üzerinden. Gri bulutlar içre. Acıkarak ve susayarak. Koşarak ve örterek. Dağdan kopan bir çığ gibi. Örterek şehri yakıp yıkan, kasıp kavuran, kötülüğü setreden, vicdanı örseleyen ne varsa yakan bir ateş menendi. Bakmalı ve yakmalı. Bir ateşgede olarak bakmalı şehre. İnsan şehre bazen içten bakmalı. İçte çürümenin eyvahını yaşamamak için. İçten dirilmenin ve diriltmenin yollarına ulaşmak için. Suyun halelenmesi menendi bir uyanışın halkalarını canlandırmak adına insan şehre bakmalı. Şehri diriltmeli. Ki şehirler, diri ruhlu şehirler olarak baki kalabilsin. YÜRÜMEK BİR SEFER HAYALİYDİ HAYATIN. YÜRÜDÜKÇE ANLADIM ZAMAN HEP YORGUN GEÇER ÜZERİMİZDEN.
Bu duygularla ilerledim şehre kuş bakışı bakan o tepenin üzerine kurulu dergâha ulaşmak için. Handiyse yedi yüz yıl önce bozkırın ortasından kopup gelen o dervişin hangi duygularla o tepeyi yurt edindiğini anlamaya çalışarak sayı//55// şubat 56
yürüyordum. Yürümek anlamanın kılcallarında yeni ufuklar açmaktı biraz da kendine. Yürümek ve hu hu’lara karışarak hiçleşen o dervişanların zikir halkasında hiçleşmek istedim belki de. Bu yüzden arabayla değil de yürüyerek gitmeyi tercih ettim. Tabakhane mahallesinden Spil dağına doğru tırmanıyorum. Şehir burada 13. yy.’ı koklatmasa da en azından 20. yy.’ın o kasvetli havası yok. Şehri ören beton duvarlara yenik düşmeyen bu kenar mahalleyi yuta yuta ilerliyorum.
tarafından yapılmıştır burası. Tarihe mühür vurmaya devam eden İshak Çelebi hemen aynı tarihlerde 1366-1369 yıllarında Ulu Cami Külliyesi’nin bir şubesi olarak yapılmıştır. Çelebi şehri sadece fethetmekle kalmayıp ruhunu da fethedip coğrafyayı İslamlaştırmak gayesini hedefler anlaşılan. Konya Dergâhı tarafından aldığı Çelebilik unvanı da bunun emarelerinden birisidir. Vakfiyenin amacı Mevlevilik aracılığıyla İslam’ın Batı Anadolu’da yayılması ve yaşatılmasıdır.
Şehrin bu daracık sokaklarında birbiri üstüne yapılmış, mimarların planlarını ulaştıramadığı, kimi terkedilmiş metruk, kimi iç içe, iç avlulu kimi. Yarı açık avlu kapılarından dışarıya bazen burun sızlatan taze tandır ekmeği kokuları geliyordu. Sakinleri dış kapının hemen önüne attıkları minderlerde ikindi çaylarını yudumluyorlardı. Yol yokuş ve oldukça tehlike imliyordu. Kavisli yolu geçerken bir öınar ve önünde bir birikinti. Yazdan kalma bir gün. Yukarından çocuklar altlarına aldıkları tekerlekli ahşap arabalarla adeta uçarak geliyorlardı. Kaçmak en iyisi. Şehir bambaşka bir havayla vuruyordu insanın yüzüne burada. Şehri yaşanmaz kılan yüksek binalar, sessiz, sedasız kasvetli sokaklar, insanlar arası kalın duvarlar ören, apartmanlar, site evleri yoktu. İşte buradayım nihayet. Şehre kuş bakışı bakan o dervişin mekânında. Ölümü şeb-i arus, vuslat olarak gören 13. yy. mutasavvıfı Mevlana’nın Manisa dergâhında. “Olmak” bir çileye talip olmaksa bunu birazcık da olsa yerine getirdiğime inanmaya başlamıştım tırmandığım yokuş sonrası. Sürgünde açarmış en güzel çiçekler.
BİR ÇİÇEĞİN NEDEN GÜZEL OLDUĞUNU TAŞLARA BAKARAK ANLARSIN BAZEN.
Kim derdi Moğol saldırılardan nefes alamayan Bahattin Veled’in o sürgün çiçeği Nişabur, Bağdat, Kufe, Mekke, Kudüs, Şam’dan dolanarak Konya merkezli bütün Anadolu’da açacaktı. Açacak ve taze nefesiyle ve kokusuyla diyar-ı Rum’un bir İslam beldesi olmamasında baş aktörü oynayacaktı. İbn Arabi, Feridüddün Attar, Kadı Burhanettin’in yolundan giden bu kıymetli mürşit ilahi aşk ve mana aleminin sıkı eğitmenlerinden biri olarak. Sadece kendisi değil, onun yetiştirdiği öğrencileri de gerek Anadolu, gerekse Balkanlarda oluşturdukları dergâhla büyük feyiz kapılarını aralamışlardır. İshak Çelebi’nin 1368-1379 yılları arasında yaptırmış olduğu Ulu Cami’nin vakfiyesinde “Ceddim Hazreti Mevla’na” sözcüğünü kullanmasından mülhem kendisinin de bir Mevlevi olduğunu anladığımız İshak Çelebi
Manisa’ya kuşbakışı bakan Spil Dağı eteklerinde kurulan bu Mevlevihane’nin mimarı Emetullahoğlu’dur. Şer’i sicillerden öğrenildiğine göre yapı Selçuklulardan sonra Osmanlı döneminde de Mevlevihane işlevini sürdürmüş ve 1664, l665,1681 ve1694 yıllarında onarım görmüştür. Tekke ve dergâhların kapatılmasıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mülkiyetine geçmiştir. Ve o geçişle de kaderine terkedilmiş atıl bir yer olarak kalmıştır. Bir zamanların gözde mekânı, zikir halkalarının döndüğü, bir okul hüviyeti gören mekân atların, eşeklerin uğrak yeri bir mezata dönüşmüştür. Ta ki 1960’lara kadar. l960-1961 yılında Y. Mimar Süreyya Yücel tarafından, ardından 1982’de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, bir kez daha restore edilmişse de yapı tam olarak korunamamıştır. Nihayet yapı Manisa Yöresi Türk Tarih ve Kültürünü Uygulama Merkezi’ne devredilen yapı 19992001 yılında yeniden restore ve dekore edilerek ziyarete açılmıştır. Celal Bayar Üniversitesi tarafından restorasyonu yapılan Mevlevihane bugün ziyaretçilere kapılarını aralayarak bugün kısmen de olsa 13. yy.’ın o havasını soluklatmaktadır gelenlerine. Evliya Çelebi Mevlevihane’den şöyle söz etmiştir: “ Ve şehrin şark tarafında bir mürtefi mesiregah, bir de astanei Hazreti Mevlana vardır. Acayip teferrücgâh Mevlevihanedir. Bimahanesi ve müteaddid fukara hücreleriile mamurdur. Zamanı kadimde kinisa imiş amma abı havası lâtif bağ irem misal bir kânı dervişane yeridir. Cümle şehir andan nümayandır. Ve kapusu üzre tarikânı dervişane yeridir. Cümle şehir andan nümayandır. Ve kapusu üzere tarihi budur.” Müslümanlardan önce Hristiyanların yaşadıkları bölgelerde kiliselerin şehrin biraz uzağında ve hakim tepelerde yapıldığını görürüz. Bunun bir örneğini de burada görmekteyiz. Bunun 57
öğrencilerin dünyanın meşgalelerinden uzakta ders yapma olanaklarını olduğu gibi belki şehre ve oradan dünyaya tepeden bakma arzusu da olabilir. Teslim olmamış bir ruhla şehre bakmak. Evliya Çelebi’den öğrenildiğine göre; Mevlevihane de daha önce burada var olan bir Bizans kilisesi yerine yapılmıştır. 1870 yılına kadar da bu işlevini sürdürmüştür. Bu tarihte Manisa’ya Konya’dan Çelebi olarak gönderilen Nakibzade Çelebi Mustafa Efendi Ali Bey Camisinin yanına yeni bir Mevlevihane yapılmıştır. Mevlevihane hemen girişte geniş bir salon, sağında ve solunda çilehaneler ile karşılamaktadır. Biraz ileride kiler, semahane, türbe, matbah-ı şerif, hücreler ile harem ve selamlıktan meydana gelmiştir. Mevleviliğin merkezi Konya’dır. Çeşitli yerlerdeki dergâhlara da buradan yetişmiş postnişinler gönderilmiştir. Manisa’ya da Mustafa Efendi’nin ölümünden sonra Fahrettin Efendi postnişin olarak gönderilmişse de Konya çelebinin ölümü üzerine kısa bir süre sonra Konya’ya dönmüştür. Bunun üzerine boş kalan Manisa Mevlevihanesi’ne Halim Çelebi gönderilmiştir. Halim Çelebi 1900 yılına kadar Manisa’da kalmış, onun da Konya’ya post makamına gitmesi ile yerine kardeşi Murtaza Efendi gelmiştir. Celalettin Çelebi dergâhların kapatıldığı 1924 tarihine kadar bu görevde kalmıştır. TUHAF HİKÂYELERİMİZ VARDIR BİZİM. İÇİMİZE KURŞUN GİBİ İŞLEYEN.
Tekke ve Tarikatlarla beraber kapatılan dergâhlardan geçmişin derin soluklarının nefesi de tüketiliyor yavaş yavaş. Nihayet önce kapatılan dergâh 1933 yılında da Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından Ali Bey Camisi yanındaki Mevlevihane 100.000 TL’ ye satılıyor. Tuhaf hikâye burada bitmiyor, Mevlevihane’yi alan kişi de Mevlevihane’nin matbah-ı şerif dışında kalan kısımlarını yıktırıyor zamanla. En nihayet dergâhın arta kalan kalıntılarını da 2000 yılında Manisa Belediyesi kepçe dibinden kazıyarak bu tarihi değeri yerle yeksan ederek burasını park yani mesire alanı haline getiriyor. Sıcak bir yaz günü ziyaret ettiğim bu mekânda ziyaretim uzun sürüyor. Yakından ilgilendiğimi fark eden türbedarın da bana ilgisi artıyor. O saatten sonra önüme düşüp daha bir ayrıntılı anlatıyor bana mekânla ilgili. Bitlisli türbedarla alüminyum çaydanlıkta demlediğimiz çaylar eşliğinde Mevlevihane’yi tam karşımıza alarak koyulttuğumuz muhabbette sohbet uzadıkça sayı//55// şubat 58
uzuyor. Doğu ve Batı cephelerinin şehre baktığı dergâh kesme ve moloz taş ile yer yer de yatay tuğlalardan yararlanılarak dikdörtgen plan üzerine inşa edilmiştir. Genel olarak 27.60x20.25 m. ölçüsünde yapılmıştır. Yapının köşelerinde kesme taşa, kemer ve tonozlarda tuğlaya, ana duvarlarda ise yığma moloz taş ile tuğlaya yer verilmiştir. Pencerelerin lento ve sövelerinde kesme taş kullanılmıştır. EŞİĞİ GEÇMEKLE BAŞLAR HER ŞEY. ALLAH Kİ KUŞLARIN RIZIK SAHİBİ.
Hayat çile demektir. Dergâhta bu talimlerin en sıkça ve güçlü olarak yapıldığı yerlerdir. Bitlisli türbedar her gelenin kabul edilmediği, günde bir öğün çorba ile günlerce handiyse kapının eşiğinde bekletilen. Sonra günlerce Yunus misali dağdan doğru taşıttırıldığını, sonra günlerce ayağına çan takılarak, boğazına geçirdiği heybe ile pazarda somun sattırıldığını, kuşlara yem attırıldığını. Oradan mutfağa, çilehaneden “olma”ya doğru giden uzun hikâyeyi uzun uzun anlatıyor. Çaylar soğuyor, sonra yenisi ekliyor. Sağlam yapısıyla alt katı kapalı avlulu bir medrese planına benzeyen Mevlevihane üzeri kubbeli kapalı bir orta avlu, köşelerde dört eyvanlı simetrik haçvari bir şekilde yapılmıştır. Girişte çapraz tonozla örtülü küçük bir hol bulunur. Bu orta avlu aynı zamanda semahane olarak kullanılmaktadır. Doğusunda ve güney odası mescit olarak kullanılan birer oda bulunmaktadır. Sivri kemer alınlıklı eyvanların üzeri beşik tonozlarla örtülü olup sivri kemerler üzerini orta avlunun kubbesi örtmektedir. İki katlı ve temelleri kadar duvarları da sağlam bir bina olan Mevlevihane’nin ikinci katı güneye doğru açık “U” şeklindedir ve alt kattaki orta avlu, köşe odaları ve derviş hücrelerinin üzerinde bulunur. Mevlevihane’nin içerisinde ve dışında bezeme elemanına rastlanmamıştır. Bununla beraber 1693 tarihli şer’i sicil kayıtlarında nakkaşa para ödendiği yazılıdır. Buna dayanılarak o dönemde iç mekânın bezeli olduğu anlaşılmaktadır. Önümde ne zamandır içmeyi unuttuğum çayımı tazeliyor dervişan ruhlu türbedar. 13. yy.ın ferah sokaklarında gezer gibi geziyor, sonra orada bir dergâhta bir mürşidin dizleri dibinde oturur gibi oturuyor, muhabbette uzadıkça uzuyor. Ve biz oradan kalkıp o ruhla Bitlisli türbedarın gözüyle şehri ve o şehrin ruhunu yeniden irdelemeye devam ediyoruz. Çay soğuyor dedi türbedar. Demek ki muhabbet iyi gidiyor dedim.
EBÛ MÜSLİM HORASANÎ HİKÂYESİ VE
BATTAL GAZİ HİKÂYESİ Yazar: Ziyaudin MAKHAEV Büyüyenay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN
aha önce yayımladığımız Hazreti Ali Cenkleri’nden sonra şimdi de Ebû Müslim Horasanî Hikâyesi ve Battal Gazi Hikâyesi Büyüyenay kitaplığına katıldılar. Bu üç eser Halk Hikâyelerimizin en meşhurları olup bu eserlerde Anadolu’nun Türk vatanı olma sürecindeki mücadeleler bir kahraman kişilik üzerinden hikâye edilmektedir. Bu kahraman tarihî varlığı sabit bir şahsiyet olsa da anlatılar semboliktir. Kahraman mağripten maşrığa yeryüzünün her köşesinde ve göğün yedinci katından yedi kat yeraltına kadar her yerde zalimlerle savaşır.
Bu kahraman tarihî varlığı sabit bir şahsiyet olsa da anlatılar semboliktir. Kahraman mağripten maşrığa yeryüzünün her köşesinde ve göğün yedinci katından yedi kat yeraltına kadar her yerde zalimlerle savaşır. Zalimler bazen insan bazen de devler, cinler, cadılar, ejderhalar olabilir. Onun misyonu nereden ve kimden gelirse gelsin zulmü ortadan kaldırmaktır. Bu yolda ümitsizliğe mahal yoktur. Çünkü, iyilere Allah yardım eder. Ebû Müslim Horasanî Hikâyesi, hicrî ikinci yüzyılın ilk yarısında yaşamış ismi ve nesebi hakkında kesin bilgiler bulunmayan Ebû Müslim lakaplı kişinin Emevi Hanedanına karşı savaşlarının anlatıldığı hikâyelerdir. O Türk halkının muhayyilesinde Horasanlı bir cengâver, batılılar için de bir Türk kahramanıdır. Aynı şekilde Battal Gazi de sekizinci yüzyılda yaşamış, Emevi ordusunda kahramanlıklar göstermiş bir şahsiyet ise de Türk halkının muhayyilesinde Malatyalı bir cengaver, batılıların gözünde de bir Türk kahramanıdır. Dolayısıyla Halk Hikâyeleri Türklüğün bir ırka mensup olma hâli ile açıklanamayacağını göstermektedir. Hikâyelerde Ebû Müslim’in ve Battal Gazi’nin Türk olduğunu işaret eden bir ifade olmadığı gibi onlar, Hakk’a uymaya razı olmayan Türklerle de savaşmaktadır. Çünkü Türkçede zulmün adı gavurluktur ve Türk her türlü gavurluğun karşısında olandır. Yani gavurla savaşana Türk denir. Türk dili ve kültürünü milletin her ferdine ulaştıran Halk Hikâyeleri modern edebiyatın şiirden romana, hikâyeden tiyatroya, masaldan mektuba bütün unsurlarını içerir. Halk Hikâyelerinin dili Türkçedir. O halde Türkçeyi öğrenmek bu hikâyeleri bilmekle mümkündür.
ŞEHİR K İ TAP
İSMAİL TOPRAK’IN HAZIRLADIĞI
59
BİR KİTAP VE
BİR ÜLKE
Şehirde gezerken dikkatimizi çeken en önemli şeylerden biri, herkesin Azerbaycan Türkçesiyle konuşmasıydı. Biz konuşulanları anlıyorduk, onlar da bizi anlıyordu. Erzurum ağzının neredeyse aynısını konuşuyorlardı. Sözgelimi ‘gezmek’ yerine ‘dolanmak’ diyorlardı. Bazı dükkânların tabelaları Türk alfabesiyle yazılmıştı; mesela Orman Mobilya gibi. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*
eyahat etmeyi, yeni yerler görmeyi seviyorum. Bu seyahatlerimden bir kısmı bilimsel toplantılar-konferanspanellerden dolayı olurken, bazıları da kafa dinlemek ve tatil yapmak için oluyor. Yurt dışı seyahatlerimi, eğer bilimsel değilse, tur firmaları aracılığıyla gerçekleştirmekteyim; çünkü rehberler işlerini oldukça başarılı bir şekilde yapıyorlar. Hangi vasıtayla olursa olsun, her seyahatimde mutlaka kitap okurum. Çünkü kitap okumak, yolda geçen ölü zamanı değerlendirmeye yarıyor. Eğer daha önce görmediğim bir yere gidiyorsam, zaman zaman tabiatı gözlemeyi de ihmal etmemeye çalışırım. Birçok seyahatim içerisinde oldukça ilginç olanlar da, sıradan olanlar da, olağanüstüler de olmuştur. Bu yazımda, her üçünü de ihtiva ettiğini düşündüğüm bir yolculuk ve gittiğim ülkeden söz etmeye çalışacağım. Üstelik bu seyahatin asıl sebebi, kitap. Yaklaşık dört yıl önce AŞK’LA isimli kitabımın, Farsçaya çevrilerek yayınlanması dolayısıyla kitabın tanıtım-imza gününe katılmak üzere İran’a davet edilmiştim. 12 Mart 2015’te yapılacak imza günü için 11 Mart günü sabah 04:45’de otobüsle Erzurum’dan, Doğubayazıt’a doğru yola çıktık. Yol arkadaşım, benim gibi gezip görmeye meraklı olan, İstanbul Sağlık Üniversitesi öğretim üyesi Erzurum Bölge Eğitim Hastanesi’nden Doç. Dr. Ali Kurt’tu. Ali Bey ile birlikte sabah 08:30 gibi Doğubayazıt’a ulaştık. Tuttuğumuz bir taksiyle sınıra gittik. İlçe merkeziyle sınırın arası 30 km.lik bir mesafe. Sınıra 17 km. kala başlayan TIR kamyonları kuyruğu çift sıra halindeydi. Demek ki tek sıra olsalardı 34 km.lik bir kuyruk oluşmuş olacaktı. Sabahın erken saatleri olması dolayısıyla şoförler, sabah kahvaltılarını tırların arasına kurdukları pratik sofralarda yapıyorlardı. Sınıra ulaştığımızda yaklaşık 150-200 metrelik bir yürüyüşle resmi işlemlerin yapıldığı bölüme uluşabildik. Pasaport işlemlerinin ardından Türk topraklarından İran topraklarına geçtik. Sınır kapısında bizi bekleyen İran’daki iki üniversitede hukuk hocalığı yapan doktora öğrencim Faramarz Cabbarzade, pasaport işlemlerimizle ilgilendi ve böylece İran’a girmiş olduk. HOY
*T.C. Atatürk Üniversitesi
sayı//55// şubat 60
Yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculukla, Anadolu’da Ahîlik teşkilatının kurucusu Ahi
Evran’ın doğduğu şehir olan Hoy’a gittik. Burada öğlen yemeğini bir otelin oldukça temiz olan lokantasında yedik. Önce İran’a özgü değişik bir çorba içtik, lezzeti fena değildi. Sonra her birimize, büyük salata tabaklarında pirinç pilavı geldi. Üzerine safran dökülmüş olan uzun taneli pilav, tabaklara en az beş kişiyi doyuracak kadar konulmuştu. Ortaya bizim Adana kebabını hatırlatan, en az otuz-otuz beş cm. boyunda şiş kebap geldi. Tabaklarımıza yiyebileceğimiz kadar aldık; çok lezzetli olan bu kebabın üzerine ince kıyılmış tavuk etleri de konulmuştu ve ikisi birlikte pişirilmişti; çok da lezzetliydi. Ancak ben ve Ali Bey, önümüzde bulunan koca tabaklardaki pilavın ancak beşte birini yiyebildik. Şehirde gezerken dikkatimizi çeken en önemli şeylerden biri, herkesin Azerbaycan Türkçesiyle konuşmasıydı. Biz konuşulanları anlıyorduk, onlar da bizi anlıyordu. Erzurum ağzının neredeyse aynısını konuşuyorlardı. Sözgelimi ‘gezmek’ yerine ‘dolanmak’ diyorlardı. Bazı dükkânların tabelaları Türk alfabesiyle yazılmıştı; mesela Orman Mobilya gibi. Bir dükkânın üzerinde ise yine Türkçe olarak ‘Herkesin ihtiyacı için’ diye yazılıydı; muhtemelen hırdavatçılıkla ilgili bir yerdi. Geniş ve açık bir alanın önünde durduk ve arabalarımızdan indik. Duvarlara asılı bazı tanıtım afişlerine bakınca üzerlerindeki Şems ifadelerini okuyabildim. Mihmandarlarımız burasının Mevlânâ’nın arkadaşı Şems-i Tebrizî’nin kabrinin bulunduğu yer olduğunu söylediler. Ülkemizde, öldürüldüğü veya kaybolduğu şeklinde bilinen Şems’in mezarını Hoy’da bulmuştuk. Demek ki Şems’in, Konya’dan başka bir de Hoy’da kabri vardı. Mezara yaklaşık on metre uzaklıkta çok dikkat çeken bir minare gözümüze çarptı; minarenin tuğlalarının aralarında çok miktarda koçboynuzu bulunuyordu. Muhtemelen Hoy, bir vakitler Akkoyunlu veya Karakoyunlu Türk devletlerinden birinin egemenliğinde bulunmuştu. Tebrizli Şems’in kabrinin bulunduğu meydandan ayrılarak şehrin caddelerinde dolaşmaya devam ettik. Erzurum’dan giderken Ali ağabeyi, ‘keşke Tebriz’de bir âşıklar kahvesine gidebilsek de âşıkların atışmalarını dinleyebilsek’ diye temennide bulunmuştu. Bu fırsatı gündüz gözü Hoy’da yakaladık. Gezerken bir kahvehanenin önünden geçiyorduk. ‘Şuraya girip birer çay içelim!’ dedik. Girerken içeriden
saz sesi geldiğini işittik. Kahvehaneye girince bir âşığın elinde sazla Türkçe deyişler söylediğini gördük ve tam karşısına oturup dinlemeye başladık. O bitirince, herkes “varol!” dedi; sonra yanına oturduğumuz kişi başladı söylemeye. O da diyeceklerini söyleyince yine “varol!” denildi. Anladık ki karşılıklı atışıyorlar ve alkış yerine “varol!” deniyor. Bitirince birbirlerine ve dinleyenlere “daha diyah mi?” (tekrar söyleyelim mi?) diye sordular. “Diyin!” (söyleyin) denince tekrar başladılar. Çaylarımız geldi, onlar da ara verdiler. Biraz sohbet ettik. Yanına oturduğumuz âşık, eski bir TIR şoförüymüş, Erzurum’a ve pek çok şehrimize defalarca gelmiş. Türkiye’yi sevdiğini söyledi ve bizi de mutlu etti. Bizim isteğimiz üzerine tekrar bir atışma yaptılar; sonra vedalaşıp ayrıldık. Hoy, sanki Ahî Evran’ın doğduğu şehir olduğunu kanıtlar gibi bir ticaret şehri. Öğrencim bizi devasa bir kapalı çarşıya götürdü. Çok çeşitli ürünlerin satıldığı, kuyumcuların da bulunduğu bu çarşı, bana Kahramanmaraş’ta gezdiğim kapalı çarşıyı hatırlattı. Çarşıdaki gezmelerimizi tamamlayıp, ayaküstü bir pastanede yeni bir lezzeti tattık. Dondurmalı havuç suyu. Havuç suyunun içerisine dondurma konularak servis edilmekte. Meşrubatımızı içip serinledikten sonra akşama doğru, kitabımızın tanıtım ve imza galasının yapılacağı Culfa şehrine doğru yola çıktık. CULFA
Akşamın ilk karanlığının çöktüğü vakitlerde Culfa’daydık. Peyam-ı Nur Üniversitesi’nin önüne imza gününün kocaman bir afişi asılmıştı. Bu üniversite, uzaktan eğitim yapan yarı burslu bir üniversiteymiş. Geceyi üniversitenin misafirhanesinde geçirdik. Ertesi gün imza töreni öncesinde Culfa şehrini gezmeye çıktık. Culfa, Erzurum’da da kullanılan bir terim olup, ehram dokuyanlara verilen bir isim. Burada karşımıza çıkınca oldukça şaşırdık. Culfa, Nahcıvan’la sınır olan bir şehirmiş. İki ülkeyi birbirinden ayıran da bizim Erzurumlu Aras nehrimizmiş. Yol, Aras nehrinin kıyısında inşa edildiği için aracımız, nehrin yanı sıra ilerlemekteydi. Aras, Culfa ve çevresine adeta damgasını vurmuş. Şehrin her yerinde Aras adını görüyorduk. Dükkânların isimleri, caddelerin ve sokakların adları hep Aras’tı. Restorasyonu yapılan Hace Nazar Kervansarayı’na geldik. Kervansaray’da tamirat olmasına rağmen, bir bölümü kafe olarak kullanılmaya devam ediyormuş. Bizim eski Erzurum’da kullanılan tüm ev aletlerini orada 61
gördük. El değirmeninden tutun, yün tarağına kadar her şey aynıydı ve sergilenmişti. Buradan ayrılıp Culfa ile Nahcıvan arasında bir tampon bölgede bulunan Çoban kilisesine gittik. Dışarıdan burayı da gördük, çünkü kapısı ve pencereleri kapalıydı. Kervansaray ve kilisenin bulunduğu Aras kıyılarına paralel dağ silsilesi, tam bir kanyon görüntüsündeydi ve bizim Narman peri bacalarını andırıyordu. Ama ikisi arasında önemli bir farklılık vardı; o da Narman’dakiler kırmızı topraktan NahcıvanCulfa arasındakiler ise taştan dik kayalıklardan oluşmuştu. Şehre dönerken Aras nehri üzerinde bulunan tarihi bir köprünün yıkık ayaklarını gördük. Belli ki yıkılmadan önce, devasa bir köprüymüş. Yine yol üzerinde bulunan bir tepe üstüne çıktık, buradan Culfa seyredilebiliyor, ama asıl dikkatimizi çeken, çok geniş bir araziye kurulmuş olan ve içerisinde havuzların da bulunduğu bir park oldu. Bir süre de burada durup etrafı seyrettikten sonra şehre döndük ve saat 15:30’da imza günü için üniversitenin konferans salonuna geçtik. Yayıncı olan diğer doktora öğrencim Ferzane Bagheri Raouf, Tahran’dan koltukları ve bagajı kitap dolu arabasıyla gelmişti. Benim kitabımın tercümesi yanında Faramarz Cabbarzade’nin Yağma adlı Farsça romanını da yayınlamış, onu da getirmiş. O sırada yine bir başka İranlı doktora öğrencim Dariush Jahani Namini de salona girdi. Erdebilli olan Dariush, otomobille üç buçuk saat çeken bu yolu, sırf konuşmamı dinlemek ve imza gününe katılabilmek için gelmiş. Nihayet açılış seremonisinden sonra Aşk hakkında mini bir konferans vermek üzere sahneye davet edildim. 20 dakika süren bir konuşma yaptıktan sonra sahneden indim. Ancak şunu müşahede ettim ki Profesörlere karşı son derece saygı ve hürmet gösteriyorlar. Konuşmadan sonra yerime oturdum ve biraz sonra imza için tekrar sahneye çağrıldım. Faramarz Cabbarzade ile birlikte masaya oturduk ve o sırada tüm salon dışarı çıktı. Ben her halde kimse kitap imzalatmayacak diye hayal kırıklığına uğradığımı düşündüğüm sırada, salon dışında kurulan stanttan kitaplarını alanlar içeri girip sahneye doğru yürüdüler ve tam kırk dakika boyunca imza attık. Benim Aşk’la kitabımın Farsça adı “Ve Aşk…” olarak tercüme edilmişti. Akşam Culfa caddelerinde dolaşıp otantik bir lokantada yemeğimizi yedikten sonra misafirhaneye döndük. Ertesi sabah (13 Mart sayı//55// şubat 62
2015) erkenden Dariush’un arabasıyla Tebriz’e doğru yola çıktık. Yol boyunca bize hiç de yabancı olmayan tanıdık tabelalar gördük Gelinkaya Köyü, Çırçır gibi. Bu isimler bize, Erzurum’daki Gelinkaya Köyü’nü ve yine Erzurum’daki Çırçır mahallesini hatırlattı. 13 Mart, Erzurum’da karların yerde bulunduğu bir tarih olmasına rağmen, Culfa-Tebriz arasındaki arazilerde ekinler belirginleşmişti. Yolda Merand ve Süfyan şehirlerinden geçerken, Süfyan’da büyük çimento fabrikaları ve büyük petrol depoları görmüştük. Buna göre bu iki şehir, birer sanayi bölgesiydi. TEBRİZ
İki saatlik bir yolculuktan sonra Tebriz’e ulaşıyoruz. Çok büyük bir şehir olduğu hemen anlaşılıyor. Birçok rüzgârgülü görüyoruz; bunların, rüzgâr enerjisiyle ve kanalizasyon sularından üretilen elektrik santralleri olduğunu öğreniyoruz. Otomobille Tebriz’in caddelerinden geçerek önceki adı Şah Gölü, şimdiki adı El Gölü olan çok büyük bir havuzun bulunduğu yere ulaştık. Bu havuz, İran’ın şah yönetiminde bulunduğu dönemde, Şah’ın dinlenme alanı olarak yaptırılmış. 12 metre derinliğinde bir göl. Şimdi adı değiştirilip halka açılmış. Kimileri bu gölün etrafında spor amaçlı yürüyüş yaparlarken, kimileri de gezinti amaçlı yürüyorlardı. Geldiğimiz gün Cuma idi ve İran’da tatil günü Cuma olduğu için El Gölü oldukça kalabalıktı. Gölün etrafındaki yürüyüş yolları boyunca pek çok heykel bulunuyordu. Bunlar arasında özellikle dikkat çeken, İran Azerbaycanı’nın büyük ve önemli şairi Şehriyar’ın ağaçtan ve metalden yapılmış heykelleriydi. Dini bir yönetime sahip olan İran’da görmeyi hiç tahmin etmediğimiz heykelleri görünce oldukça şaşırmıştık. Kocaman beton saksılarda ağaç tarzı çiçekler vardı ve kulpları, koç başındandı; bunları çok sık aralıklarla yerleştirmişlerdi. Her saksının üzerinde Şehriyar’ın şiirlerinden birer beyit yazılıydı. Niçin her yerde koç başı figürleri olduğunu sorunca, o yılın koyun yılı olması dolayısıyla bunların yapıldığını öğrendik. Eski on iki hayvanlı Türk takvimi, Güney Azerbaycan’da uygulanmaya devam ediyormuş. Bu da beni oldukça şaşırttı. İnsanların konuşmalarına kulak verince Erzurum’da olduğumuzu bile düşündüm. Sözgelimi “Allah görsetmesin!” (göstermesin), “kirpit” (kibrit), “yarpah” (yaprak), “torpah” Toprak) gibi kelimeler duyduk. Gölün yanındaki büyük lokanta ve kahvaltı salonunda açık büfe olarak
kahvaltımızı yaptıktan sonra Tebriz’i gezmeye başladık. Tebriz Üniversitesi’nin önünden geçiyoruz. İran’da çok sayıda üniversite varmış. Her şehirde ve ilçede mutlaka en az üçer üniversite bulunuyormuş. Her yerde Seraseri adı verilen parasız olan bir devlet üniversitesi, yarı devlet destekli yarı özel olan ve adına Peyam-ı Nur denilen bir üniversite ve nihayet bir de Âzâd adı verilen özel üniversite. Ama Tebriz gibi büyük şehirlerde bu üç tür üniversitenin her birinden daha fazla varmış. Çok üniversite bulunmasından dolayı her 100 kişiden 97’si üniversiteliymiş. Şehirde büyük kütüphaneler bulunduğunu duyuyoruz. Kitap okumayan kimse yok gibiymiş. Herkes günde 15-20 dakika kitap okumaya ayırırmış. Diğer şehirlerde gördüğümüz gibi Tebriz’in de her yanı İran bayraklarıyla donatılmıştı. Her zaman öyleymiş. Ama bir de her şehirde siyah bayraklar görmüştük. Burada da vardı. Sebebi, Hz. Fatıma’nın ölüm yıldönümü olduğu için bu hafta onların “Eyyam-ı Fatıma” adıyla bilinen keder haftası olmasıymış. Tebriz’de büyük bir metro gördük, ama yer altında değil, yer üstünde olduğunu gözlemledik. Bunun nedeni de arazinin çok büyük olması ve toprak altının kullanılmasına gerek duyulmamasıymış. Cuma günü olduğu için en azından bir Cuma namazı kılmak ve nasıl bir uygulamaları olduğunu görmek istedimse de İran’da Cuma namazları bizdeki gibi değilmiş. Şehrin sadece tek camisinde Cuma namazı kılınıyormuş ve fevkalade kalabalık oluyormuş. Bu bakımdan “camiye giremeyiz, çünkü yer bulamayız!” dediler. Zaten seferî olduğumuzdan dolayı bu isteğimizden vaz geçtik. Tebriz’e giden herkesin ziyaret ettiği yerlerden biri olan ve toplam 410 şairin mezarlarının bulunduğu “Mekberetü’ş-Şuarâ”ya gittik. Burada Şehriyar’ın kabri en ayrıcalıklı durumdaydı. Müze şeklinde tanzim edilmiş bulunan bu özel yerde şairlerin resimleri, heykelleri, şiir kitapları sergilenmiş. Ayrıca kitap ve değerli eşya satış reyonları da hem içeriye hem dışarıya yerleştirilmiş. İçerde açılmış olan satış reyonundan Şehriyar’ın Türkçe şiirlerinin bulunduğu bir kitap ve bir başka reyondan da hatıra olarak saklamak maksadıyla İbni Sînâ heykelciği satın aldım. Ne de olsa İbni Sînâ üzerine çalışmış bir akademisyendim. Makberetü’ş-Şuarâ’nın hemen yakınlarında
bulunan “Seyyid Hamza b. Musa” türbesini gezdikten sonra Şah İsmail tarafından yaptırılan Göğ (Gök) Medrese’ye gittik. Ama ne yazık ki biraz gecikmişiz, kapanış vaktine denk geldiğimiz için cami ve medresenin içine giremedik ama dıştan seyredebildik. Etrafı tamamen mavi çinilerle kaplı olduğu için bu adı almışsa da çinilerin neredeyse tamamı dökülmüş. Sadece duvarlardan birinde bir miktar çini gözüküyor. Tebriz’de dikkatimi çeken görüntülerden biri de hiç kuşku yok ki araba yolu ile kaldırım arasında gidişli dönüşlü olarak inşa edilmiş olan bisiklet yollarıydı. Culfa’dayken bize acı badem kurabiye ikram edilmiş ve bunların Tebriz’den geldiği söylenmişti. Arabayla gezerken bir üretim pastanesinin önünden geçiyorduk. Buranın, yediğimiz acı badem kurabiyelerinin üretildiği yer olduğunu öğrenince durmalarını rica ettim. İçeri girdik; çok büyük bir pasta üretim atölyesi olduğunu anladım. Fırından yeni çıkmış kurabiyelerden yedim ve tadına bayıldım. Birkaç kutu hediyelik yaptırıp geziye devam ettik. Bir süre sonra Dariush, Ferzane ile Faramarz’dan izin alıp bizi Erdebil’e götürmek istediğini söyledi. Doğrusu bu, beklemediğimiz bir durumdu. Biz o akşam Türkiye’ye doğru yola çıkacağımızı düşünürken, öğrencim Dariush’un ısrarıyla Erdebil’e doğru yola revan olduk. ERDEBİL ve HAZAR DENİZİ
Dariush, yol üzerinde kaplıcalar bulunduğunu ve buralara gidebileceğimizi söylemesine 63
rağmen kabul etmedik ve üç saatlik bir yolculukla Erdebil’e ulaştık. Tüm ısrarlarımıza rağmen öğrencim, otelde kalma isteğimize olumlu cevap vermedi ve bizi evine götürdü. Bacanağı da bizi karşılamak üzere ailesiyle birlikte onlardaydı. Kısa bir dinlenmeden sonra Erdebil’in yanı başındaki Şorabil Gölü’nün kıyısına gittik. Gece olduğu için gölün büyüklüğünü fark edemedik ama arabalarla etrafını aşağı yukarı 15-20 dakikada ancak turlayabildiğimize göre demek ki fazla büyük olmayan bir doğal göldü burası. Gölün etrafında çeşitli tesisler ve ışıklandırmalar bulunuyordu. Yemeklerimizi şehrin güzel lokantalarından birinde yedik. Yine bildiğimiz kebaplar geldi. Sonra yine arabalarla şehri gezdik. Bir çarşının önünde durup el işi kumaşlara baktık. El yapımı ibrişim bir bohça beğenip aldım. Ali ağabey de ertesi sabah bu bohçaya karar vermiş ki gidip benzerini ona da aldık. 14 Mart 2015 Cumartesi günü sabah kahvaltılarımızı yapıp Dariush’un arabasıyla doğduğu yer olan Namin’e doğru yola çıktık. Meğer Dariush, Namin’den Erdebil’e birkaç ay önce göç edip yerleşmiş. Eşinin idarecisi olduğu okul da Namin’deymiş ve sabah gidip akşam dönüyormuş. Zaten iki yerleşim yerinin arası yaklaşık 15-20 dakikalık bir mesafeden oluşuyor. Namin’e gidip Dariush’un eski oturduğu mahallesine gittik oradaki evlerini, ortağı olduğu mağazayı gördük ki vitrin camında Farsça harflerle “Türk Malı” diye yazılıydı. Namin’de, Dariush’un posta idaresinde çalışan bacanağını da arabamıza alarak Hazar sayı//55// şubat 64
Denizi’nin yanı başında bulunan Astara şehrine gitmek üzere yola koyulduk. Erdebil, deniz seviyesinden 1350 m. yukarıda bulunan bir şehir. Hazar denizi ise çok aşağılarda bir iç deniz. Astara’ya doğru giderken harikulade bir manzara eşliğinde Hayran dağlarının arasında sürekli aşağı doğru iniyoruz. Hayran dağlarının içinde bulunduğumuz yanı İran Azerbaycan’ı, öbür yanı da müstakil Azerbaycan toprağı. O muazzam manzaranın seyredilmesini sağlamak için teleferik tesisleri kurulmuş. Her taraf çam ağaçlarıyla kaplı, aşağılarda akan Akçay nehri, sınırı belirliyor. Nehir yetmemiş olacak ki iki ülke, dikenli tellerle de ayrılmış. Her iki taraf da alabildiğine ormanlık alanlarla kaplıydı. Bu fevkalade güzellik içerisinde nihayet inişimiz tamamlanıyor ve bu kez de çiçeklerin türlü türlü renkleriyle ve yemyeşil otlarla kaplı çayırlar arasında ilerliyoruz. Erdebil’den bu yana 75 km. kat edip Astara’ya girerken bizi kivi bahçeleri ve pirinç tarlaları karşılıyor. Astara caddelerinde ilerliyoruz ve liman gümrüğünün yanından geçiyoruz. Buraya, Rusya’dan gelen büyük gemiler, ticari emtia getiriyormuş. Burası Hazar Denizi’nin İran tarafındaki en önemli liman şehriymiş. Biraz ilerleyerek Hazar Denizi’nin kıyısına ulaştık. Aracımızdan inip denizin kenarına geldik. Bir süre kıyıda gezinip yukarı Azerbaycan’a baktık, çünkü birbirlerine çok yakınlar. Ali Kurt ağabeyle Hazar kıyısında, Erzurum’un tanınmış şairi Sadi Akatay’ın, Bar şiirinden “Aman Aras, han Aras, Bingöl’den kalkan Aras / Al başımdan sevdamı Hazar’da çalkan Aras!” mısralarını bir ağızdan koro halinde okumadan edemiyoruz. Bir süre Hazar kıyısında kalıp ayakkabılarımızı
çıkarıyor ve dizlerimize kadar Hazar Denizi’ne giriyoruz. İç çekerek Hazar kıyılarından ayrılıyor, aracımıza binip geri dönmek üzere yola koyuluyoruz. Tıpkı bizim güzel ülkemizde olduğu gibi yollarda durak yerleri var. Kahvaltı, yemek, çorba, çay servisi olan yerler. Dönüşte bu yerlerden birinde çay içmek için durduk. Bizim yoğurt çorbamıza benzer bir çorbaları var. Dariush bunu methedip mutlaka içmemiz gerektiğini söylüyordu. Bu durak yerinde “evvel yemek, dayı ne demek” dedi ve çorba içmemizi istedi. Bu sözü bizim “önce taam, sonra kelam” sözümüze benzettim. Çorbanın kapağını açıp koklayınca bizim damak tadımıza uygun olmadığını anladım. Çünkü içinde türlü tevir sebzeler vardı. Çaylarımızı içip Namin’e doğru yola çıktık. Bu kez sürekli yukarı doğru tırmandık. Sıfırdan 1350 metreye doğru çıkıyorduk. Aynı güzellikleri seyrederek ilerliyorduk. Nihayet Namin’e ulaştık. Namin’i gezdikten sonra müzesine gittik. Müzede pek çok ilginç eser vardı ama en ilgimi çeken eser, eski yıllara ait Farsça bir felsefe tarihi kitabı oldu. Namin’den ayrılıp Erdebil’e farklı bir yoldan girdik. Erdebil’in içinden geçen bir nehrin kıyısı boyunca giden yolda ilerledik. Balıklı Çay adı verilen bu nehrin üzerinde beş tarihi köprü varmış. Birinin yanından geçip şehrin içine girdik. Bir lokantaya girip yemek yedik. Dariush ile oğlu, Erdebil’e özgü bir yemek olan Abdüş yediler. Toprak bir kabın içerisinde gelen yemeğin salçalı ve ağır et yağı bulunan suyunu, genişçe bir tasın içine doğradıkları tandır ekmeğinin üzerine döküp yedikten sonra nohut, patates, biber, domates, soğan ve et bulunan tanelerini bu tasa döküp bir tokmak yardımıyla ezdi, yine tandır ekmeğine katık yapıp yediler. “İyi ki bundan istememişim” diye geçirdim içimden. Biz yine damak tadımıza uygun yemeklerden yedik. Lokantadan ayrılıp içinde Şah İsmail’in türbesinin de bulunduğu külliyeye girdik. Erdebil, Safevî ailesinin memleketi. Bu nedenle çok geniş bir alana yapılmış türbeler, Safevîleri anlatan müze ve diğer tarihi şeyler hep burada bulunuyor. Bahçede Şah İsmail Safevî’nin, oldukça heybetli yapılmış bir heykeli vardı. Altında Şah İsmail yazısından başka şiirlerinde kullandığı mahlası olan Hataî de yazılıydı.
Bilindiği gibi Şah İsmail, bir Türk şairidir ve bütün şiirlerini de Türkçe olarak yazmıştır. Şah İsmail külliyesine girişler paralı. Yabancı misafirlerden yerlilerin beş altı katı para alıyorlar. Önce müze bölümünü gezdik, sonra türbe bölümüne geçtik ve oraya da para ödeyerek girdik. Şah İsmail’in babası, kardeşleri, Safevî ailesinin diğer üyelerinin bulunduğu mezarların hepsi oldukça şaşaalıydı. Kabirlerden sonra firuze seramiklerden inşa edilmiş olan ve Lafza-i Celal’in sürekli tekrar edilerek yazılmasından dolayı “Allah Allah Kümbeti” denen kuleyi dıştan gezdik. Zaten kümbetin içinde Şah İsmail’in mezarı bulunuyordu. Artık buradan da ayrılma vakti gelmişti. Dariush’un aracıyla Tebriz’e doğru yola çıktık. Erdebil’le Tebriz arasında bir şehirde mola verip çay içtik. Çay içtiğimiz salonun duvarları, İran’ın eski kültürünün izlerini taşıyordu. Büyük İskender’le savaşan eski İran kralı Dariush’un ve diğer kralların, seramikler üzerine yapılmış resimleriyle süslenmişti. İranlılar, İslamiyet’i kabul etmeden önceki Zerdüşt kültürünü de kabul ediyor ve savunuyorlardı. Bunu öğrencim Dariush’a da teyit ettirdim. Nihayet akşam saat sekiz buçuk gibi Tebriz’e ulaştık. Buradan Türkiye sınırına kadar otomobille gittik. Sınırda epeyce bekledikten sonra vedalaşıp, İstanbul’a giden bir İran otobüsüne geçerek Türkiye’ye doğru yola çıkmıştık ki bir dakika sonra bizim polis ekiplerimiz otobüsü durdurup pasaport ve kaçak eşya olup olmadığını kontrole başladılar. Bizim pasaportlarımız yeşil olduğu için bize bakmadılar ama biraz sonra Ali Bey’le beni aşağı davet ettikleri bilgisini bize ulaştırdılar. Bazı yolcuların eşyasını didik didik ararken benim Aşk’la kitabımın tercümesini bagajda görmüşler ve ne olduğunu öğrenmek için bizi çağırmışlar. Ben de Atatürk Üniversitesi’nde Profesör olduğumu ve bunun kitabımın Farsça çevirisi olduğunu anlatınca biraz da mahcup bir vaziyette özür dileyerek bizi uğurladılar. Sabah saat 07.30’da Erzurum’da İran otobüs ve tır kamyonlarının mola verdikleri petrol istasyonuna ulaştık. Yarım saat sonra ise evlerimizdeydik. Hiç kuşku yok ki İran, üç günde gezilecek kadar küçük bir ülke değil. İleriki bir zamanda İran’ın diğer tarihi şehirlerini görmek de nasip olur temennisiyle yazımızı tamamlayalım. 65
ŞEHİRLER SULTANI ;
MERV İnsanlar vardır. Farkındadırlar kuşkusuz bu coğrafya da, bu mekanlarda olup bitenin, olup bitmişin. Ve dahi fevkindedirler olacak olanların. Salih DOĞAN*
eryüzü mekândır insana. İl, ilçe, köy, kasaba. Ve dahi coğrafya mekândır insana. Şehir mekândır. Ki insan vardır ve umarsızca girmiştir onun sokaklarına. Caddelerine. Sorgusuz, sualsiz. Gördüklerinin, duyduklarının, baktıklarının farkına varmaksızın patlatılmış flaşlar eşliğinde açmaksızın gözlerini, bir hakikatin körlüğünde hiçbir şeyin farkına varmaksızın geçip giderler. Hoyrat bir miras yedi olarak yaşadığımız coğrafyayı yaşanabilir olmasının özünün bu mekânları/isimleri yaşatmanın umarsızlığında, kadir kıymet bilmeksizin geçip giderler. İnsanlar vardır. Farkındadırlar kuşkusuz bu coğrafya da, bu mekanlarda olup bitenin, olup bitmişin. Ve dahi fevkindedirler olacak olanların. Basiret ve feraset sahipleri olarak. kıymeti ve kıymetli olanı, kıymetli verileni bilirler. Onlar bu kıymetle, kıymetli bir bakışın ve hissin sahibi olarak girerler şehirlere, mekânlara. Onların sakladığı insan, düşün, bilim, kültür, sanat, edabiyat ve siyasa birikiminden azami istifade ile ayrılmak isterler. Ayrılmak mı? Ruhlarını oraya teslim ederek ebeden orada kalmak isterler demeliyim belki buna. İnsan şehre bakmalı. Şehre evi olarak bakmalı. Kendi yaşadığı nefes alıp verdiği biricik mekanı olarak bakmalı. Kendi olarak bakmalı. İnsan şehre bakmayı bilmeli. Görmeyi değil, dikkatinizi çekerim bakmayı. İnsan her şeyden önce bulunduğu şehre bakmalı. Susarak ve dinleyerek. Yüksek dağların üzerinden. Gri bulutlar içre. Acıkarak ve susayarak. Koşarak ve örterek. Dağdan kopan bir çığ gibi. Örterek şehri yakıp yıkan, kasıp kavuran, kötülüğü setreden, vicdanı örseleyen ne varsa yakan bir ateş menendi. Bakmalı ve yakmalı. Bir ateşgede olarak bakmalı şehre. İnsan şehre bazen içten bakmalı. İçte çürümenin eyvahını yaşamamak için. İçten dirilmenin ve diriltmenin yollarına ulaşmak için. Suyun halelenmesi menendi bir uyanışın halkalarını canlandırmak adına insan şehre bakmalı. Şehri diriltmeli. Ki şehirler, diri ruhlu şehirler olarak baki kalabilsin. YÜRÜMEK BİR SEFER HAYALİYDİ HAYATIN. YÜRÜDÜKÇE ANLADIM ZAMAN HEP YORGUN GEÇER ÜZERİMİZDEN.
*İBB Panorama 1453 Müzesi Müdürü
sayı//55// şubat 66
Bu duygularla ilerledim şehre kuş bakışı bakan o tepenin üzerine kurulu dergâha ulaşmak için. Handiyse yedi yüz yıl önce bozkırın ortasından kopup gelen o dervişin hangi duygularla o tepeyi yurt edindiğini anlamaya çalışarak yürüyordum. Yürümek anlamanın kılcallarında
yeni ufuklar açmaktı biraz da kendine. Yürümek ve hu hu’lara karışarak hiçleşen o dervişanların zikir halkasında hiçleşmek istedim belki de. Bu yüzden arabayla değil de yürüyerek gitmeyi tercih ettim. Tabakhane mahallesinden Spil dağına doğru tırmanıyorum. Şehir burada 13. yy.’ı koklatmasa da en azından 20. yy.’ın o kasvetli havası yok. Şehri ören beton duvarlara yenik düşmeyen bu kenar mahalleyi yuta yuta ilerliyorum. Şehrin bu daracık sokaklarında birbiri üstüne yapılmış, mimarların planlarını ulaştıramadığı, kimi terkedilmiş metruk, kimi iç içe, iç avlulu kimi. Yarı açık avlu kapılarından dışarıya bazen burun sızlatan taze tandır ekmeği kokuları geliyordu. Sakinleri dış kapının hemen önüne attıkları minderlerde ikindi çaylarını yudumluyorlardı. Yol yokuş ve oldukça tehlike imliyordu. Kavisli yolu geçerken bir öınar ve önünde bir birikinti. Yazdan kalma bir gün. Yukarından çocuklar altlarına aldıkları tekerlekli ahşap arabalarla adeta uçarak geliyorlardı. Kaçmak en iyisi. Şehir bambaşka bir havayla vuruyordu insanın yüzüne burada. Şehri yaşanmaz kılan yüksek binalar, sessiz, sedasız kasvetli sokaklar, insanlar arası kalın duvarlar ören, apartmanlar, site evleri yoktu. İşte buradayım nihayet. Şehre kuş bakışı bakan o dervişin mekânında. Ölümü şeb-i arus, vuslat olarak gören 13. yy. mutasavvıfı Mevlana’nın Manisa dergâhında. “Olmak” bir çileye talip olmaksa bunu birazcık da olsa yerine getirdiğime inanmaya başlamıştım tırmandığım yokuş sonrası. Sürgünde açarmış en güzel çiçekler.
Kim derdi Moğol saldırılardan nefes alamayan Bahattin Veled’in o sürgün çiçeği Nişabur, Bağdat, Kufe, Mekke, Kudüs, Şam’dan dolanarak Konya merkezli bütün Anadolu’da açacaktı. Açacak ve taze nefesiyle ve kokusuyla diyar-ı Rum’un bir İslam beldesi olmamasında baş aktörü oynayacaktı. İbn Arabi, Feridüddün Attar, Kadı Burhanettin’in yolundan giden bu kıymetli mürşit ilahi aşk ve mana aleminin sıkı eğitmenlerinden biri olarak. Sadece kendisi değil, onun yetiştirdiği öğrencileri de gerek Anadolu, gerekse Balkanlarda oluşturdukları dergâhla büyük feyiz kapılarını aralamışlardır. İshak Çelebi’nin 1368-1379 yılları arasında yaptırmış olduğu Ulu Cami’nin vakfiyesinde “Ceddim Hazreti Mevla’na” sözcüğünü kullanmasından mülhem kendisinin de bir Mevlevi olduğunu anladığımız İshak Çelebi tarafından yapılmıştır burası. Tarihe mühür vurmaya devam eden İshak Çelebi hemen aynı tarihlerde 1366-1369 yıllarında Ulu Cami Külliyesi’nin bir şubesi olarak yapılmıştır. Çelebi şehri sadece fethetmekle kalmayıp ruhunu da fethedip coğrafyayı İslamlaştırmak gayesini hedefler anlaşılan. Konya Dergâhı tarafından aldığı Çelebilik unvanı da bunun emarelerinden birisidir. Vakfiyenin amacı Mevlevilik aracılığıyla İslam’ın Batı Anadolu’da yayılması ve yaşatılmasıdır. BİR ÇİÇEĞİN NEDEN GÜZEL OLDUĞUNU TAŞLARA BAKARAK ANLARSIN BAZEN.
Manisa’ya kuşbakışı bakan Spil Dağı eteklerinde kurulan bu Mevlevihane’nin mimarı Emetullahoğlu’dur. Şer’i sicillerden öğrenildiğine göre yapı Selçuklulardan 67
sonra Osmanlı döneminde de Mevlevihane işlevini sürdürmüş ve 1664, l665,1681 ve1694 yıllarında onarım görmüştür. Tekke ve dergâhların kapatılmasıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mülkiyetine geçmiştir. Ve o geçişle de kaderine terkedilmiş atıl bir yer olarak kalmıştır. Bir zamanların gözde mekânı, zikir halkalarının döndüğü, bir okul hüviyeti gören mekân atların, eşeklerin uğrak yeri bir mezata dönüşmüştür. Ta ki 1960’lara kadar. l960-1961 yılında Y. Mimar Süreyya Yücel tarafından, ardından 1982’de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, bir kez daha restore edilmişse de yapı tam olarak korunamamıştır. Nihayet yapı Manisa Yöresi Türk Tarih ve Kültürünü Uygulama Merkezi’ne devredilen yapı 19992001 yılında yeniden restore ve dekore edilerek ziyarete açılmıştır. Celal Bayar Üniversitesi tarafından restorasyonu yapılan Mevlevihane bugün ziyaretçilere kapılarını aralayarak bugün kısmen de olsa 13. yy.’ın o havasını soluklatmaktadır gelenlerine. Evliya Çelebi Mevlevihane’den şöyle söz etmiştir: “ Ve şehrin şark tarafında bir mürtefi mesiregah, bir de astanei Hazreti Mevlana vardır. Acayip teferrücgâh Mevlevihanedir. Bimahanesi ve müteaddid fukara hücreleriile mamurdur. Zamanı kadimde kinisa imiş amma abı havası lâtif bağ irem misal bir kânı dervişane yeridir. Cümle şehir andan nümayandır. Ve kapusu üzre tarikânı dervişane yeridir. Cümle şehir andan nümayandır. Ve kapusu üzere tarihi budur.” Müslümanlardan önce Hristiyanların yaşadıkları bölgelerde kiliselerin şehrin biraz uzağında ve hakim tepelerde yapıldığını görürüz. Bunun sayı//55// şubat 68
bir örneğini de burada görmekteyiz. Bunun öğrencilerin dünyanın meşgalelerinden uzakta ders yapma olanaklarını olduğu gibi belki şehre ve oradan dünyaya tepeden bakma arzusu da olabilir. Teslim olmamış bir ruhla şehre bakmak. Evliya Çelebi’den öğrenildiğine göre; Mevlevihane de daha önce burada var olan bir Bizans kilisesi yerine yapılmıştır. 1870 yılına kadar da bu işlevini sürdürmüştür. Bu tarihte Manisa’ya Konya’dan Çelebi olarak gönderilen Nakibzade Çelebi Mustafa Efendi Ali Bey Camisinin yanına yeni bir Mevlevihane yapılmıştır. Mevlevihane hemen girişte geniş bir salon, sağında ve solunda çilehaneler ile karşılamaktadır. Biraz ileride kiler, semahane, türbe, matbah-ı şerif, hücreler ile harem ve selamlıktan meydana gelmiştir. Mevleviliğin merkezi Konya’dır. Çeşitli yerlerdeki dergâhlara da buradan yetişmiş postnişinler gönderilmiştir. Manisa’ya da Mustafa Efendi’nin ölümünden sonra Fahrettin Efendi postnişin olarak gönderilmişse de Konya çelebinin ölümü üzerine kısa bir süre sonra Konya’ya dönmüştür. Bunun üzerine boş kalan Manisa Mevlevihanesi’ne Halim Çelebi gönderilmiştir. Halim Çelebi 1900 yılına kadar Manisa’da kalmış, onun da Konya’ya post makamına gitmesi ile yerine kardeşi Murtaza Efendi gelmiştir. Celalettin Çelebi dergâhların kapatıldığı 1924 tarihine kadar bu görevde kalmıştır. TUHAF HİKÂYELERİMİZ VARDIR BİZİM. İÇİMİZE KURŞUN GİBİ İŞLEYEN.
Tekke ve Tarikatlarla beraber kapatılan dergâhlardan geçmişin derin soluklarının nefesi de tüketiliyor yavaş yavaş. Nihayet önce
kapatılan dergâh 1933 yılında da Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından Ali Bey Camisi yanındaki Mevlevihane 100.000 TL’ ye satılıyor. Tuhaf hikâye burada bitmiyor, Mevlevihane’yi alan kişi de Mevlevihane’nin matbah-ı şerif dışında kalan kısımlarını yıktırıyor zamanla. En nihayet dergâhın arta kalan kalıntılarını da 2000 yılında Manisa Belediyesi kepçe dibinden kazıyarak bu tarihi değeri yerle yeksan ederek burasını park yani mesire alanı haline getiriyor. Sıcak bir yaz günü ziyaret ettiğim bu mekânda ziyaretim uzun sürüyor. Yakından ilgilendiğimi fark eden türbedarın da bana ilgisi artıyor. O saatten sonra önüme düşüp daha bir ayrıntılı anlatıyor bana mekânla ilgili. Bitlisli türbedarla alüminyum çaydanlıkta demlediğimiz çaylar eşliğinde Mevlevihane’yi tam karşımıza alarak koyulttuğumuz muhabbette sohbet uzadıkça uzuyor. Doğu ve Batı cephelerinin şehre baktığı dergâh kesme ve moloz taş ile yer yer de yatay tuğlalardan yararlanılarak dikdörtgen plan üzerine inşa edilmiştir. Genel olarak 27.60x20.25 m. ölçüsünde yapılmıştır. Yapının köşelerinde kesme taşa, kemer ve tonozlarda tuğlaya, ana duvarlarda ise yığma moloz taş ile tuğlaya yer verilmiştir. Pencerelerin lento ve sövelerinde kesme taş kullanılmıştır. EŞİĞİ GEÇMEKLE BAŞLAR HER ŞEY. ALLAH Kİ KUŞLARIN RIZIK SAHİBİ.
Hayat çile demektir. Dergâhta bu talimlerin en sıkça ve güçlü olarak yapıldığı yerlerdir. Bitlisli türbedar her gelenin kabul edilmediği, günde bir öğün çorba ile günlerce handiyse kapının eşiğinde bekletilen. Sonra günlerce Yunus misali dağdan doğru taşıttırıldığını, sonra günlerce ayağına çan takılarak, boğazına geçirdiği heybe
ile pazarda somun sattırıldığını, kuşlara yem attırıldığını. Oradan mutfağa, çilehaneden “olma”ya doğru giden uzun hikâyeyi uzun uzun anlatıyor. Çaylar soğuyor, sonra yenisi ekliyor. Sağlam yapısıyla alt katı kapalı avlulu bir medrese planına benzeyen Mevlevihane üzeri kubbeli kapalı bir orta avlu, köşelerde dört eyvanlı simetrik haçvari bir şekilde yapılmıştır. Girişte çapraz tonozla örtülü küçük bir hol bulunur. Bu orta avlu aynı zamanda semahane olarak kullanılmaktadır. Doğusunda ve güney odası mescit olarak kullanılan birer oda bulunmaktadır. Sivri kemer alınlıklı eyvanların üzeri beşik tonozlarla örtülü olup sivri kemerler üzerini orta avlunun kubbesi örtmektedir. İki katlı ve temelleri kadar duvarları da sağlam bir bina olan Mevlevihane’nin ikinci katı güneye doğru açık “U” şeklindedir ve alt kattaki orta avlu, köşe odaları ve derviş hücrelerinin üzerinde bulunur. Mevlevihane’nin içerisinde ve dışında bezeme elemanına rastlanmamıştır. Bununla beraber 1693 tarihli şer’i sicil kayıtlarında nakkaşa para ödendiği yazılıdır. Buna dayanılarak o dönemde iç mekânın bezeli olduğu anlaşılmaktadır. Önümde ne zamandır içmeyi unuttuğum çayımı tazeliyor dervişan ruhlu türbedar. 13. yy.ın ferah sokaklarında gezer gibi geziyor, sonra orada bir dergâhta bir mürşidin dizleri dibinde oturur gibi oturuyor, muhabbette uzadıkça uzuyor. Ve biz oradan kalkıp o ruhla Bitlisli türbedarın gözüyle şehri ve o şehrin ruhunu yeniden irdelemeye devam ediyoruz. Çay soğuyor dedi türbedar. Demek ki muhabbet iyi gidiyor dedim. 69
osyolojik bakış, şehri sistem kabul eder, inceleyen öteki bilim dallarının tespit ve önerilerini dikkate alır. Yani bütüne bakan bir bakış açısı getirir. Sosyolojik bakış, şehri merkeze alır. Yani şehri, coğrafyanın, mekânın, ekonomik, sosyal-kültürel hayatın, merkezinde kabul eder.
ŞEHİR SOHBETLERİ – 16 ŞEHRE SOSYOLOJİDEN BAKMAK-2Şehirlerde önce insan var, toplum var, toplumun katmanları var. Göç var. Yerliler, Yabancılar var, yerliler var. Cemaatler, gruplar, cemiyetler, hem şehriler var. Ekonomik, sosyal, kültürel tabakalar var. Kısıtlılar, engelliler, yoksullar, yoksunlar, fakir, orta halli zenginler var. İçinde yaşadığımız şehre nasıl bakıyoruz? Sohbetin anahtar cümlesi buydu. Şehre yahut kente bakmak. Ahmet NARİNOĞLU
Biliyoruz ki, Sosyolojiden bakmak halden anlamayı getirir. Halden anlamakta insanı anlamak, toplumu anlamak, ahvali anlamak demek. Biliyoruz ki, toplumun tabi seyrini değiştirerek istenilen kalıba/ yöne sokmayı planlayan toplum mühendisliğini ancak sosyolojik bakış çözer. YAŞAM KALİTESİ
Şehre tepeden baktığımızda herkes bir koşuşturma içinde. Hayat telaşlı geçiyor. Kentte yaşam koşturmaya dayanır. Kentte sakin yaşam yerlilere mahsus. Sonradan gelenler kentte tutunabilmek için koştururlar. Kentleştikçe yaşam sakinleşir. Sakinleşmek veya sakin yaşamak kentten beklentilerinin kalmaması ile eş yürür. Dolayısıyla üstten baktığımızda yarışa yeni katılanlar, yarışanlar ve yarıştan çekilenler görürüz. Modern kentler denize benzer. Yarışmayanı atar. Yarıştan çekilenler kent içinde etkisiz kalırlar. Kaybedenler kıyıya vurur. Bu da daim kentlerde yaşanır durur. Sosyolojide çok önemli bir kavramda tutunmak. Bunun altında yatanda kimlik ve aidiyet. Bir kimliğiniz olmalı. Kimliğinizle bir yere ait olmalısınız. Aidiyetinizle tutunmalısınız. Bu üç kavram bir sarmal gibi. Biri birine sarar. Herkesin ortak kanaati şehirde yaşamak zor. Şehirde yaşamak zorunda olduğu halde şehirden bıkması, o şehirde yaşama sevinci, yani hayata bağlılık bırakır mı? Şehirde tutunmak gibi bir meselemiz var. İstanbul için, İstanbul denize benzer, tutunamayanları atar derler ya. Öteki şehirler içinde doğru. Ne yazık ki, nereye gitseler orda tutunamıyorlar. Hatta geldikleri memleketinde de yabancı hale geliyorlar. Görünen şu. Şehirden hem şikayetleniyorlar, hem bırakamıyorlar. Yeni dille söylersek şehirlerin pozitif bir enerji ihtiyacı var. Karamsarlık şehirleri bitiriyor.
sayı//55// şubat 70
Geçmişe bakarsak bizi şehre göçe mecbur ettiler. Bir devrin Başbakanı “gelin, şehirler/ geceleri ışıl ışıl yolları parıl parıl, tozu yok çamuru yok” manasına gelen sözler söylerdi. Köyden şehre göçenler için, kadınların eli ılık sudan soğuk suya değmezmiş, her şey varmış, yediğin önünde, yemediğin arkanda dediler. Bir masal şehri anlatır gibi şehri anlattılar. Yine masal ülkesinin kuyusu gibi, şehre giren çıkamadı. Şimdi önümüzde kocaman şehirler var. Yetmedi her yeri şehirleştirme peşindeyiz. Gidişat şehre sosyolojiden bakmadığımızı gösteriyor. NE DESEK?
Eskiden toplum katmanları basitti. Köy, kasaba, şehir vardı. Birbirinden ayrıydı. Şimdi toplum tamamen şehre doldu. Kasaba giderek kalkıyor. Köy şehrin ablukası altında. Artık toplum deyince şehir anlaşılıyor. Sosyolojide şehre kayıyor. Toplum bilimciler/sosyologlar şehir toplumuna kafa yoruyor. Artık şehir toplumu var ve onun şehir sosyolojisi var. Aslına bakılırsa şehrin sosyolojisi de bozuldu. Eskiden şehir yerleşim sınırları olan bir çerçevede kabul edilirdi. Şimdi kentler coğrafyaya yayılıyor. Mesafelerin önemi kalmıyor. Çevresi ve etkileşim alanıyla bir coğrafya kabul ediliyor. Yani eskilerin kale şehirlerine geri dönüyoruz. Merkezde kale var, etrafında yerleşimler. Çevrede kaleyi besleyen coğrafya. Şehir kaleden yönetiliyor. Buna kale devleti denirdi tarihte. Öte yandan tek başına, kendi kendine yeten şehirler kalmadı. Bizde köy sosyolojisi var, şehir sosyolojisi var, kasaba sosyolojisi yok. Kasaba şehirlere geçiş basamağı. Sanayilerde KOBİ gibi, şehirlerinde
dinamiği kasabalar. Hatta şehir denen çok yerler aslında kasaba. Kasaba kültüründen geçemeyenler, şehirlerde tutunamıyorlar. Özal, zamanında kasabalar üzerine çokça düştü. Hem idare merkezi, hem toplumsal kalkınma merkezi denemeleri yapıldı. Hakikaten sahillerdeki küçük yerleşimler baştan sona kasaba değil mi? İlçelerin çoğunluğu kasabadır. Kasabadan kültüründen vazgeçemeyiz. Yaşatmalıyız. Kasaba sosyolojisi üzerine film yapmalar dışında, kasaba için çalışılmıyor maalesef. Medeniyet ve kültür bağlarımızın zayıf oluşu, şehir birikimlerin hayatımızda az yer alması, bizi tökezletiyor. Bizim tek eksiğimiz geçmişle bağlarımız olmayışı. İki yüze yakın üniversite, binlerce yayınevi, yine binlerce akademisyenimiz var. Selçuklu, Osmanlıdan kalan on binlerce yazma eserlerden kaçını gün yüzüne çıkarıyoruz. Bunların içlerinden şehre dair olanların kaçıyla tanıştık. Bu dev gücümüz sahipsiz iken batıya dilimiz var mı? Kaç tane şehir kürsüleri, araştırma merkezleri var? Şehirler üzerine kitaplar dergiler… Bir yerin şehir olabilmesi için bir kimliği varlığı olması lazım. Kendi kendine yeter, her şeyi, tamam olması lazım. Bu olmayınca eleştiri anlamında şehre “büyük köy” derler. Gerçektende oda şehre eleştirirken “köy gibi” derler. Taha Akyol sosyolojiye çok inanırım der. Sosyolojiyi önemseyenleri kalıcı gördüm. Başarılı devlet adamlarının, politikacıların kılavuzu sosyolojisidir. Toplumu yönetmek için toplum sosyolojisini izlemek, hatta yönetmek gerek. Toplum mühendisleri sosyolojiyle boşuna uğraşmıyorlar. Hakikatte bu. Eksiğimizde bu. 71
EVLER, DUVARLAR
VE YAZILAR
Isparta’da evlerin özellikle giriş kapılarında veya ön taraflarında dini sembol, motif ve yazılar yaygın bir biçimde kullanılıyor(muş). Birçok evin giriş kapısının üzerinde alınlık denen yerde “Mülk Allah’ındır ….Apartmanı” yazısı vardır. Prof.Dr.Adem EFE*
ugün ilk defa sırt çantamı almadan erkence bir vakitte evden çıkıp merkeze doğru yürürken yol üzerinde birçok insan, mekân ve olaylara rast geldim. İlkin bir kadın ile kocasının odun parçalarını evlerine götürmek için istiflediklerini gördüm selam verip ‘kolay gelsin’ dedikten sonra iş makinası gürültüsü gelen bir ara sokağa girdim. Makine; Sol yanında Hüseyin Bey Camii, sağ yanında ise büyük bir residans olan mütevazı evi yerle bir ediyordu. Kamyonlar taş, toz, toprak kalıntılarını yüklenip şehrin kenarlarında bir yerlere dökmek için sabırsızlanıyorlardı. “Gitmiş yine onca yaşanmışlıklara tanıklık eden duvarlar …” dedim ve biraz izlemeye başladım. Bizim toplumun iş makinesi izlemek gibi milli bir zevk ve alışkanlığı var(dır). Birçok insan bir yerde bir iş makinesini çalışırken gördüğünde deyim yerindeyse işini gücünü bırakır, ayağın biri önde diğeri biraz geride, eller cepte veya arkada bağlanmış vaziyette saatlerce operatörün her bir hareketini hayranlıkla adeta hayatında ilk kez görüyormuşçasına izlerler(di). Parantez içinde (di) diyorum. Şimdiki gençlerin, kendi deyimleriyle, böyle basit işlerle ilgilenmek, onları izlemek için ne zamanları ne de ilgi, istek, ihtiyaç ve merakları var. Beş on dakika kadar duvarların yerle bir olmasını izledikten sonra yine ara sokaklardan ilerliyordum. Bu arada bir ev gördüm. Küçümen bir bahçede küçücük, “kutu gibi” veya “nohut oda, bakla sofa” diye tabir edilen türden bir evdi bu. Sermet Mahallesi’nde bulunan evin dış duvarında sonradan monte edilmiş gibi duran bir levha gördüm. Tam orta yerinden iki şak olmuş köfeki taşına celi sülüs hatla nakşedilmiş “Maşallah fetebârekallah 1285/1869” yazısı mevcuttu.
*TC.S.Demirel Üniversitesi
sayı//55// şubat 72
Küçümen evin sokağa bakan kireç badanalı duvarında o güzelim yazı kırık haliyle biraz kırgın mıydı? Veya iki kırık parçanın bir araya getirilmesinden memnun muydu? Bilemiyorum. Taşların dilinden veya Süleyman gibi kuşların dilinden anlamak gerek. Söz konusu yazının hemen sağ yanında ise The Neighbourhood Grubu’nun “I Love You” albümündeki en çok dinlenen dolayısıyla en kaliteli olan bir şarkısının ismi “Sweater Weather” yazıyordu. Duvardaki ilkyazı anlam, yazı ve birçok bakımından bir zevk-i selim eser(i) olarak görünürken ikincisi bir şarkı sözü
olarak anlamlı ve güzel lakin sprey boyayla yazılmış sanattan, incelikten yoksun sadece bir duvar yazısından ibaretti benim düşünceme göre. Bunları düşünürken Kutlubey Camii’nin önüne gelmişim. Isparta’nın en eski ve muhteşem camilerinden olan Kutlubey Camii (1429) halk arasında daha ziyade Ulucami olarak anılıp bilinmektedir. Isparta kent merkezindeki birçok cami ve tarihi eserler gibi bu cami de küfeki/köfke taşından yapılmıştır. Bilindiği gibi küfeki taşı ocaktan çıkmadan önce yumuşaktır. Bundan dolayı işlenmesi oldukça kolaydır. İşlendikten sonra havadaki karbondioksit gazını alarak sertleşir. Bu sertleşme uzun bir süre devam eder, yıllar geçtikçe mukavemeti daha da artar. Mimar Sinan’ın, küfeki taşı üzerinde özel araştırmalar yapmış ve kolay işlenmesi, estetiği ve mukavemeti vb. gibi özellikleri sebebiyle eserlerinde kullanmıştır. Ulu Camii’nin önünden müftülük tarafına geçip oradan biraz geriye gelerek bir başka sokağa saptım. İskender Mahallesi 2011 nolu sokağın başına yenileyin girmişken dört yol ağzında eski ama yenice restore edilmiş bir ev dikkatimi çekti. Eve şöyle bir aşağıdan yukarıya bakarken çatısına yakın bir köşesinde Osmanlıca yazılmış güzel bir yazı gözüme ilişti. Hemen “bunu çekip arşivime alayım” dedim. Böylelikle eski Isparta evleriyle ilgili arşivime bir yenisi daha eklendi. Buradaki yazıda “12 Maşaallah 87 (Hicri 1287=Miladi 1870) Açıldıkça kapısın çeşm-i âdâ Bi-hakk-ı suretü’l-İnnâ Fetehnâ” yazıyordu. İki katlı olan aynı evin birinci kat seviyesinde iki ucun bir tarafında küfeki taşı üzerinde üst üste geçmiş iki ters üçgenle oluşturulmuş altı köşeli yıldız ya da “Mührü Süleyman” ve onun etrafında daire şeklinde tuğlalar dizilmişti. Bunun karşı tarafı uçta da yine daire aynı tür taşa kazınmış tek bir üçgen motifi yer alıyordu. Bu üçlü manzara eve müstesna bir güzellik katarken evin ön cephesini teşkil eden kısmında ise sprey boyalarla yazılmış yazılar da o kadar görüntü kirliliği meydana getiriyordu. Bu ev kimlerindi, kimler yaşıyordu merak ediyordum devrisi gün bunu sormak için zile bastığımda üniversite öğrencisi bir genç kapıyı açtı. Kendimi tanıttıktan sonra merak ettiğim
soruları sordum ama genç“Biz bu evi yeni aldık. Bizden önce kimler yaşıyordu, kimlerindi ben bilmiyorum. Babamlar da evde yok.” dedi. Akşamüzeri yine aynı yoldan eve doğru giderken o sokaktan akşam vakti için camiye giden yaşlı bir amcaya rast geldim. Selam kelamdan sonra ona da aynı evle ilgili bazı sorular sordum ama ondan da doyurucu bilgiler alamadım. Birkaç gün sonra yine aynı evin önünden geçerken bir arkadaşımın yan evin kapısından içeriye girmeye çalıştığını görünce bir bilgi alabilirim umuduyla ona seslendim. Arkadaşa “yan evin eskiden kimlere ait olduğunu” sordum. O da “hocam bu ev Hatice Kapılı adlı bir teyzeye aitti. Teyze on sene kadar önce vefat edince çocukları bu binayı sattı. Bina sit alanı olduğundan, belediye, yeni sahibine evin aslına uygun olarak restore edilmesinde yardımcı oldu” dedi. Bu haliyle ev dışarıdan güzel görünüyor. Isparta’da evlerin özellikle giriş kapılarında veya ön taraflarında dini sembol, motif ve yazılar yaygın bir biçimde kullanılıyor(muş). Birçok evin giriş kapısının üzerinde alınlık denen yerde “Mülk Allah’ındır ….Apartmanı” yazısı vardır. Bazı apartmanlarda da kutsal kitabımızda, (elMülk, 67/3-4; el-A ‘r⃠7/54); Yûsuf, 12/40, 67; el-En’âm, 6/62; el-Kasas, 28/70, 88; el-Mü ‘min, 40/12) vb gibi daha birçok ayette geçen “elMülkü lillah” ibaresi yazılıdır. “Çocuklar Allah’ın bir emanetidir. Emanetleri iyi koruyunuz’. Emanet Apt.” Günümüzde “Bârekallah”, “Maşallah” yazısı hâlâ birçok evin girişini süslemektedir. Bunların yanı sıra “Her şeyi koruyan, muhafaza eden” anlamına gelen “Ya Hafız” güzel ismi de birçok evi koruyacağı düşüncesi ve inancıyla 73
kapıların üstünde mermere nakşedilmiş bir vaziyette yazılı durumdadır Isparta’da. Yukarıda yıkılmalarından çok hayıflandığımı bahsettiğim gibi bu tür evler bir bir yıkılıp yerlerine dikey yoğun yerleşim mekânları olan apartmanlar yer almaya başladıkça herhalde bu dini sembol, motif ve yazılar da gün geçtikçe azalıyor. Isparta’nın eski mahallelerindeki söz konusu olan yıllanmış evler zamana karşı ne kadar daha dayanabilecek? İçinde acısıyla tatlısıyla koca bir ömür geçiren insanlar kaç yıl daha “yıktırmam” diye direnebilecek? Dayanma ve direnmelerin uzun süreli olacağını zannetmiyorum. Bir iki on yıl daha dayandıktan sonra insanların da mekânların da nefeslerinin yetmeyeceğini, ayaklarının taşıyamayacağını, kol ve kanatlarının sarıp sarmalayamayacağını dolayısıyla yok olup gideceklerini ve hiç bekletmeden yerlerine çok katlı ama ruhsuz, bir o kadar kuru, oldukça soğuk binalar inşa edileceğini, birçok yaşanmışlığın, hatıranın ve değerin üzerine beton döküleceğini düşünüyorum. Ülkemizde zenginlik ve gösterişin en büyük göstergelerden birisinin (diğerleri lüks arabaya sahip olmak, AVM’lerde alışveriş yapmak ve büyük bütçeli tatil yerlerinde eğlenmek) büyük, geniş ve şatafatlı evlerde oturmak olduğu zihniyeti devam ettiği müddetçe bu aşırı betonlaşma devam edecek. (…) Bir başka gün yine aynı yollardan eve sayı//55// şubat 74
dönüyordum. Yıkılmış evin olduğu yerden geçerken burada yaşamış olanlara ait bir şey bulabilir miyim derken toza toprağa karışmış bir pasaport gözüme ilişti. Tozunu toprağını silkeledikten sonra “kime ait acaba?” diye merak edip, şöyle bir açıp baktım. Makbule A. isimli bir teyzenin umreye gitmek için çıkarttığı belgeymiş. Bu belgeden yıkılmış evin Makbule teyzeye ait olduğunu öğrenmiş oldum. Pasaportu, komşu evin duvarına bitişik olarak yapılmış olduğundan ayakta kalabilmiş ocaklığın (şömine) üzerine koyarak taş toprak yığınlarının üzerinden ayrıldım. Büyüğünün isminin Süleyman olduğunu öğrendiğim iki kardeş Afganistanlı çocuk bir gülüş cümbüş eğlence havasında yıkımdan artakalan odun parçalarını toplayıp, sırtlanmış evlerine götürüyorlardı. Zira kış gelip çatmıştı. Bu yıl da kış kışlığını bihakkın yapıyordu hani. Bir başka gün öğleye doğru oradan geçerken Hüseyin Bey Camii’nin imamı ve birkaç cemaat caminin güney kısmında vakti beklerken imama yaklaşarak ona pasaport ve içindeki iki fotoğraftan bahsettim. İmam da Makbule teyzeyi tanıdığını hatta umreye beraber gittiklerini söyleyerek pasaportu alıp kendisine ulaştıracağını söyledi. Her geçen gün eski bir ev yıkılıp yerle yeksan oluyor. Ben de böyle taş toprak yığınlarını üzerinde etrafa uzun uzun bakar dururum…
DİL ŞEHİRDE GELİŞİR! 7.500 dolayında kelimeden oluşan bu lügat, o yıllardaki şehir hayatının bir anlamda kültürel fotoğrafını da ortaya koymaktadır. Günümüzde insanların bundan daha fazla kelimeyle konuştukları ve eser ürettikleri pek düşünülmemektedir. Muhsin İlyas SUBAŞI
7.500 dolayında kelimeden oluşan bu lügat, o yıllardaki şehir hayatının bir anlamda kültürel fotoğrafını da ortaya koymaktadır. Günümüzde insanların bundan daha fazla kelimeyle konuştukları ve eser ürettikleri pek düşünülmemektedir. Bir milletin kimliğinin belirleyicisi dildir. Dil mükemmelliğine şehir ortamında ulaşır. Çünkü eğitim kurumları şehirlerdedir. Sosyal hayatın çeşitliliği dile de yansıyacaktır, dolayısıyla dil bu yolla da bir gelişme imkânı bulacaktır. Köyde, ya da daha genel anlamıyla kırsal kesimde insanlar üç-beş yüz kelimeyle meramını anlatabilir. Şehirde öyle değildir, sosyal ilişkiler geliştikçe kelime çeşitliliği de kendiliğinde varlığını hissettirecektir. Ayrıca eserlerini meydana getiren aydınların da bu yönde ciddi bir kelime çeşitliliğine ihtiyaçları olacaktır. Bu bakımdan Kaşgarlı Mahmut’un, ondan dört asır sonra gelen Ali Şir Nevai’nin dilimize kazandırdıkları azımsanacak bir olay değildir. Biz çoğu zaman bu işin farkında değiliz, ama bakınız Batılı meseleye nasıl bakıyor:
aşgarlı Mahmut,’un hayatı hakkında etraflı bilgiye maalesef sahip değiliz. Bildiğimiz tek şey, 11 Asırda, Kaşgar’da yaşarken, Türkçe’nin Arapça ve Farsça’dan daha geri bir dil olmadığını ispat için yolara düşmüş olmasıdır. Dil o yıllarda mükemmelliğin şehir kültüründeki medreselerde yakalar. Bu bakımdan, dönemin medreselerinde bu konu öylesine tartışılır hale gelmiş olmalı ki, kalkıp şehir şehir dolaşarak kendi dilinin gücünü ispata çalışmıştır. 1077 yılında tamamladığı eserine beş yılını veriştir. Adına “Divan-ı Lügat-it Türk”, dediği kitabında bu çalışmasını nasıl gerçekleştirdiğini şöyle anlatır: "Ben onların (yani Türklerin) en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde onların şarlarını ( şehirlerini)) baştanbaşa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belleyerek faydalandım. Öyle ki, bende onlardan her boyun dili en iyi şekilde yer etti. Ben onları en iyi surette sıralamış, en iyi düzenle düzenlemişimdir."
“İngiliz Devlet Adamı Çörçil, İngilizcenin sadeleştirilmesi için üniversite camiasından bir komisyon kurdurur, bunlar bir süre çalıştıktan sonra, toplar ve sonucu sorar, özellikle de sadeleştirme sonrasında Şekspir’in eserlerinin durumunun ne olacağını bildirmelerini ister. Bilim adamları İngilizcedeki yabancı kökenli kelimelerin azımsanamayacak kadar çok oluğunu, Şekspir’in eserlerinin de mevcut niteliğini koruyamayacağını söyleyince çok ilginç bir cevap verir: “Britanya Adalarının yarısını vermeye razıyım, ancak Şekspir’in bir eserinden vaz geçemem, bırakın bu çalışmayı!” Bugün üniversitelerimizde 150 binin üzerine çıkmış Türkçe’nin zenginliği ile eğitim verilebiliyorsa bunu biz, Dil Seyyahımız Kaşgarlı Mahmut’un dikkat ve gayretine borçlu olduğumuzu düşünüyoruz. Dönemin Türk bölgelerindeki şehirlerini karış karış gezerek böyle bir çalışmanın yapılmış olması, bizim o asırda bile dikkatten uzak tutulmayacak bir dil zenginliğimizin olduğunu göstermektedir. İşin iç sızlatan tarafı, bir dönem dile musallat olan bir zihniyet, arılaştırma çabasına girdi, ancak, sonradan kendi eserlerini de kendi yandaşlarının anlayamaz bulmaları üzerine bundan vazgeçtiler. Şimdi yeni bir tehlike ile daha karşı karşıyayız,; bu da siyaset adamlarımıza sirayet eden ve özellikle sanat camiasında yer alan argo ifadelere yönelme eğilimidir. Dili şehir geliştirir, ancak şehir de katletmemelidir! 75
NEFESLİ SAZDA ERZURUMLU BİR USTA:
SEYFETTİN SIĞMAZ Peki; dağıyla, ovasıyla, sokağıyla, çarşısıyla türkülerde yaşayan şehirlerimiz, kendine özgü renklerini niçin bu kadar çabuk kaybetti? Bu iş olup biterken, konuya sahip çıkması gereken kişiler neredeydi ve bugün neredeler? Bu ve benzeri sorular sorulmalı ve cevapları aranmalıdır. İsmail BİNGÖL*
ürküleri dedik... Peki, acaba kaçımız, yöremize ait bir türküyü baştan sona söyleyebiliriz? Ya da sözlerini bilebiliriz. O halde, dışarıda bir yerde geçici veya kalıcı olarak bulunduğumuzda, yöremize ait bir tek türküyü bile tam olarak bilmiyorsak, mahallî kimliğimizi nasıl ispatlayacağız? Türkü deyip geçmeyin... Arada bir de olsa, şehrimizin eski insanlarını, o şehri temsil salahiyetine haiz kişilerini anarak, artık bu vasıfları taşıyanların olmadığından ya da çok azaldığından şikâyet ederiz. Peki; dağıyla, ovasıyla, sokağıyla, çarşısıyla türkülerde yaşayan şehirlerimiz, kendine özgü renklerini niçin bu kadar çabuk kaybetti? Bu iş olup biterken, konuya sahip çıkması gereken kişiler neredeydi ve bugün neredeler? Bu ve benzeri sorular sorulmalı ve cevapları aranmalıdır. Meselâ bugün hayatta olmayanlardan, derledikleri türküler ve besteledikleri şarkılarla musiki dünyamıza eşsiz eserler kazandıranlardan, birkaçının da olsa, adını şimdiki nesilden kaç kişi duymuştur ya da onlarla ilgili ne bilmektedir? Onların çoğu şimdi kabirlerinde vefadan uzak bir halde yatmaktadırlar. Bu uzaklığı; isimlerini, türkü ve şarkı anonslarında ara sıra dile getirmek-ki bunu da TRT’den başka yapan kalmadı artıkbir nebze azaltsa da, bunun yeterli olmadığı ortadadır. Bu toprağın insanını anlamak isteyenler, bu toprakların "Ne oldu?" diyerek sordukları insanını arayanlar, yörelerinin türkülerini dinlesinler. İnsanlıklarıyla, kahramanlıklarıyla, mertlikleri ve vakarlarıyla türkülerde yaşıyor bu insanlar... Bu yaşayışı Ahmet Hamdi Tanpınar, bakın nasıl hikâye ediyor:
*TRT Erzurum Radyosu
sayı//55// şubat 76
"Hiç unutmam: Uludağ'da bir sabah saatinde, dinlediğim çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm anda, gözlerimden sanki perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse, moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır." (Tanpınar, Beş Şehir, s.37.)
Türkülerin hakkını teslim eden bu cümlelerde de görüleceği üzere, onlar Anadolu insanının mertliği ve insanlığını sembolize etmektedirler ve türkülerin; kötülüğü, kini tavsiye edenine rastlayamazsınız. Onlar, kederin, ıstırabın, aşkın, güzelliğin, çilenin, başka söyleyişlerle ifadelendirilemeyecek olan sevdaların ve halka ait daha birçok değerin ölmez temsilcileri çıkanı ve söyleyeni sınırlı olsa bile... Çünkü “Türkülerimiz, dilimizin çiçek açması, meyve vermesidir. Acaba bir dil, türküsüz nasıl yaşar? Türkülerini sevmeyen bir kişi nasıl Türk kalabilir? Bir millet türküsüz olabilir mi? Onlar bizim boy aynamız, vakarımız, şah damarımızdır. Adımız, andımız, maksadımız, ağız tadımızdır. Bütün dünyayı güzelleştiren sesimizdir. Yüzyıllardan beri Altaylardan Tuna’ya uzayan nefesimizdir. Anadolu toprağını birazda onlarla vatan yaptık. Dağımıza, bağımıza, havamıza, suyumuza onlarla nakış vurduk. Sevdamızı-öfkemizi onlarla duyurduk. Acımızı-sevincimizi onlarla dile getirdik. Gidenlerimizi onlarla uğurladık, gelenlerimizi onlarla kucakladık. Bu bakımdan türkülerimiz bizim sedef çerçeveli boy aynalarımızdır.” (**) Son zamanlarda, Anadolu insanının his dünyasını dolduran ve onu yeniden eski sevdaların yakıcı ve inceltici zamanlarına geri götüren türkülere dönüşün ise; Tanpınar'ında belirttiği gibi, moda olarak değil de, “hayatın kendi bünyesine bir geri dönüş olarak” görülmesi gerektiği açıktır. Zira insanımızın bir bölümü, bütün bir tarih maceramızı içinde yaşatan türkülerimizi yıllardan beri hep dinlediler ve yüreklerinde yaşattılar. Kendilerinden bir parça olan ve kendilerini en iyi anlatan dostlarını, vefasızlık edip, koparıp atmadılar bir kenara... Diğer bir bölümü ise; köklerinden koparılmış olmanın acı tecrübesini bizzat yaşayarak, yaşatılarak, gün be gün uzaklaştıkları türkülerimizi, şimdilerde sanki yeni bir şey bulmuşlar gibi, yeniden keşfetmenin hayreti ve sevinci içerisindeler. Manzaraya hangi cepheden yaklaşırsak yaklaşalım, netice değişmez. Öyle ya da böyle, Anadolu insanı, unutturulmaya çalışılan tarih macerasıyla yeniden karşılaşmış ve türkülerini bulmuştur. Türkülerle ilgili bu girişten sonra, gelelim asıl anlatmak istediğimize… Yukarıda bir yerde, “….derledikleri türküler ve besteledikleri
şarkılarla musiki dünyamıza eşsiz eserler kazandıranlar” şeklinde bir cümle kurduk. İşte sözünü ettiğimiz bu şahsiyetlerden biri de, Erzurumlu ünlü mey ve klarnet sanatçısı Seyfettin Sığmaz… Konuyla yakından ilgilenenler dışında pek fazla kişinin tanımadığı Seyfettin Sığmaz, Erzurum’da doğduğunda tarihler 1921 yılını gösteriyordu. Geriye gidip, o yılların ülkemiz ve yöremiz için ne ifade ettiği üzerinde şöyle bir düşündüğümüzde, karşımıza hiçte iç açıcı bir tablo çıkmayacağı kesindir. Henüz ne “Kurtuluş Savaşı” bitmiştir ve ne de Türk milletini esir etmek isteyen emperyalist güçlere nihai darbe indirilmiştir. Ama bir farkla ki; sanatçının doğduğu coğrafya, yani Doğu Anadolu bölgesi düşman çizmesi altında değildir; yorgun ve fakir olsak da, artık esir değilizdir. İşte çocukluğu böyle bir döneme denk gelen Seyfettin Sığmaz, müziğe küçük yaşta dilli kaval çalmayla başlar. Ailesi maddî açıdan ona bazı imkânlar sunacak durumda olmasa da, yine de onu okutmak ister. Ama o, ne yazık ki ilkokuldan sonra, bir yandan yokluk, diğer yandan saz çalma tutkusu yüzünden tahsiline devam edemez ve bu yolda ilerlemeye başlar. Daha küçük yaşlar¬dan itibaren düğünlerde klarnet çalar. 1938 yılında, Erzurumlu birçok kişinin hayatını değiştirecek çok güzel bir gelişme olur ve Erzurum’da Askeri Silah Fabrikası açılır. Buranın halk arasındaki adı “İş Ocağı”dır. Bu durum onu da yakından ilgilendirecek bir olaya sahne olur ve burada kurulan askeri bando takımında klarnet çalmak üzere işçi olarak göreve başlar. Fabrikanın bando şefi emekli astsubay Muharrem Bey’den nota dersleri alır ve kısa zamanda notayı öğrenerek, klarnet icrasını kuvvetlendirir, nazariyatla ilgilenir ve halk müziği üzerine derlemeler yapmaya başlar. 1949 yılında Seyfettin Sığmaz’ın önünde yeni bir yol açılır. Zira o yıl, Erzurum Bar Ekibi Türkiye birincisi olmuştur ve ülkemizi temsilen Venedik'te yapılan Uluslararası Halk Oyunları Yarışmasına katılacaktır. Kendisi de bu ekibin müzisyenidir ve gidilecek yerde, Türk Halk Müziğimizin efsane ismi Muzaffer Sarısözen’le tanışma fırsatını yakalayacaktır. Çünkü halk müziğimizin bu ünlü ismi, Türkiye’yi temsil eden Erzurum Bar Ekibinin olduğu kafileye, devrin iktidarı tarafından idareci başkan tayin edilmiştir. 77
Bu festivalde Erzu¬rum Ekibi dünya birincisi olur. Seyfettin Sığmaz, festivale katılan bütün yabancı ekiplerin ne¬fesli sazlarını ellerinden alır ve ustaca çalar. Gösterilen bu kabiliyet gözden kaçmaz ve Muzaffer Sarısözen'in de gönlünü çeler. Hemen ardından ise Sarısözen düşündüğünü yapar ve Seyfettin Sığmaz'ı Ankara Radyosu Yurttan Sesler Korosuna sanatçı olarak alır. Uzun zaman Ankara Radyosu Yurttan Sesler Korosunda mey, zurna ve klarnet sanatçısı olarak görev yapan Seyfettin Sığmaz, en büyük gelişimini de bu sanat yuvasında ortaya koyar. Yapılan bu işle aynı zamanda bir ilke de imza atılmış ve mey böylece yayın hayatına ilk kez 1952 yılında Ankara radyosunda girmiştir. Konunun uzmanlarının yazdığına göre, bu çalgının Türk Halk Müziği programlarında ilk olarak kullanılmasını sağlayan kişi ise, Seyfettin Sığmaz’dır. Ancak o yıllarda ana meyde akort sorunu yaşandığından, Seyfettin Sığmaz türkülere eşlikte klarneti kullanmak isteyince, Ankara radyosundaki topluluğun yöneticisi Muzaffer Sarısözen meyin gelişmesine engel olabilir kaygısıyla bu uygulamaya izin vermez. Sarısözen’in, geleneksel çalgılarımızdan olmayan klarneti yayınlarda yasaklaması Seyfettin Sığmaz’ı oldukça üzer ve Halk Müziği Topluluğundan ayrılmak ister. Fakat bu isteğini gerçekleştirmesi için biraz daha beklemesi lâzımdır. Onun için de, birkaç yıl daha bu toplulukta faaliyetlerine devam eder. 1955 yılına gelindiğinde ise, Halk Müziği dalında olduğu kadar, Türk Sanat Müziğinde de iyi bir icracı olduğunu ispatlar ve kurum içi bir sınavda başarılı olarak, bilahare Ankara Radyosunun Türk Sanat Müziği korosuna klarnet sanatçısı olarak geçer. Sanatçı 1963 yılında, o yıllarda “kısa dalga” üzerinden yayın yapan Erzurum Radyosunun “Doğudan Sesler” adıyla tanınan topluluğuna koro şefi olarak atanır. Burada kısa bir müddet kaldıktan sonra, tekrar Ankara Radyosu Türk Sanat Müziği korosuna döner. Ne var ki; buradan ayrılsa da, o da musikiye gönül vermiş bir diğer Erzurumlu, Kemani Haydar Telhüner gibi, memleketinden kopmamış ve yüreği hep sıla hasretiyle yanmıştır. Müziğe çok erken yaşlarda başladığını yazdığımız Türk müziğinin bu değerli isminin, ne yazık ki ömrü de pek uzun olmamış, henüz elli üç yaşında iken, 1974 yılında geçirdiği bir sayı//55// şubat 78
rahatsızlık sebebiyle Ankara‘da vefat etmiştir. Memleketini çok seven sanatçının, ”kendim gurbet elde gönlüm sılada” adlı bestesinde yazılı olduğu gibi, mezarı ebediyen gurbette kalmıştır. Erzurum türkülerinin ve oyun ezgilerinin önemli bir kaynak kişisi¬ olan Seyfettin Sığmaz’dan geriye, Türk Halk Müziği repertuarımıza kaynak kişi olarak kayıtlı olduğu türküler ve oyun ezgileri kalmıştır. Ayrıca 2 adet sözsüz bar ezgisi vardır. Özellikle yöre insanı tarafından birçoğu bilinen ve yeri geldikçe söylenip oynanan bu türkü ve barların isimleri şöyledir: “Ülkerler Teraziler, Aşahtan Gelirem, Ha Bu Diyar, Ben Bir Kavak, Pınar Başından Bulanır, Bir Elinde Nergile Balam, Bu Tepe Pulli Tepe (Yaylalar), Çift Beyaz Güvercin, Bayburt'un İnce Yolunda, Galalıyam Galalı, Kınayı Ezerler Tasda, İki Dağın Arasında Kalmışam, Kavurma Koydum Tasa, Peştemalin Bağları, Muallim (Penceresi Cam Cama), Mavi Yelek Mor Düğme, Bayburdun İnce Yolunda (Bar)” Hakkındaki yazılarda, Erzurum yöresine ait oyun türkülerini, mahalli kırık havaları titizlikle derleyip notaya almasının yanı sıra, çok az da olsa birkaç beste yaptığı yazılıdır. Sözleri Âşık Veysel’e ait olan; memleket sevgisini ve sıla hasretini anlatan Muhayyer-kürdî makamındaki bestesi çok ünlüdür: “Kendim gurbet elde gönlüm sılada Mevla’m sen eriştir bizi murada Bahar geldi güller açtı orada Tütüyor burnumda sıla gülleri” Erzurumlu ünlü mey ve klarnet sanatçısı Seyfettin Sığmaz’ı bu yazı vesilesiyle bir kere daha saygıyla anıyor ve unutulmanın, belki ölümden de acı olduğu gerçeğini hatırlatma ihtiyacı hissediyoruz. Değerlerimizin unutulmaması dileğiyle…
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
• (*)(**)Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, İstanbul, Ötüken Yayınları 1994) 1. Ali YILMAZ, Meyin Gelişimi ve Türk Halk Müziğine Katkıları, Motif Dergisi, Sayı:29 2. Sebahattin BULUT, Erzurum Türküleri 3. Kenan TUNA, Erzurum Türküleri ve Nazariyatı 4. M.Zeki KURNUÇ, Erzurum ve Türk Musikisi
DARÜSSELÂM’DA -üçüncü-
Eskileri atıyorum üstümden. Ruhuma yeni birşeyler giydiriyor rüzgar. Bilmediğim, görmediğim farklı yerel kıyafetler bunlar. Veli DALBUDAK
AR, Oyster Bay İLK SABAH.. Çan sesleriyle uyanıyorum bu sabah... Askeri tesislerin arkasındaki protestan kilisesinden geliyor ses. Bütün gece çalışan klimanın soğuttuğu odada biraz üşümüş gibiyim. İnce, beyaz, pamuklu çarşafı çekiyorum üzerime. Kefene sarılır gibi sarıyorum kendimi. Bu sıcak ülkenin, bu şirin köşesindeki, bu güzel evde. Kilisenin çanı uyandırıyor... Üşüyen bedenimi saran kefen ölümü hatırlatıyor. Sabahın sessizliği davetiye çıkarıyor derin düşüncelere...Tekrar dalacak gibiyken, "Allahü ekber, Allahü ekber" sesiyle ayılıyorum. Biraz daha uzaktan geliyor bu defa ses. Sabah yürüyüşünde o sesi arayacağım. Biraz fazla yürümem gerekebilir, ama olsun yürüyeceğim. Bulmam gerekiyor... İnce, beyaz, pamuklu çarşafı atıyorum üzerimden. Yol yorgunu olmama rağmen dinlenmiş kalkıyorum yataktan. Bu iyiye işaret. Burayı sevebilirim diyorum. Elimi, yüzümü yıkıyorum. Hava sıcak, su da sıcak akıyor. Soğuk aksın diye sağa sola çeviriyorum musluğun kolunu ama nafile. Musluğu ilk açtığım andan bile daha sıcak akıyor şu anda. Hızlıca şortumu, tişörtümü ve spor ayakkabılarımı giyiyorum. Hava daha fazla ısınmadan yürümeliyim erkenden. Günaydın diyorum sitenin kapısındaki siyahi güvenlik görevlisine. O da cevap veriyor ve tanımak istiyor, adımı soruyor. Onun adı Ali. "Müslüman mısın" diye soruyorum "evet" diyor.Büyük sürgülü kapıdan dışarı çıktığımda, bilmediğim sokakları keşfedecek olmanın derin hazzıyla, taze bir yabancı olmanın ürkekliği arasında duygularım.
Hiç fena değil sokaklar.. Asfalt ve tertemiz heryer. Çok sayıda araç ta geçmiyor buralardan. Yol kenarları mütemadiyen ağaçlık. Ağaçların altından kah toprağa basarak, kah çimlere basarak devam ediyorum yoluma. Tretuar yok. Yol kenarlarındaki ağaçlık kesim doğal tretuar vazifesi görüyor. Düzenli, planlı bir semt burası. Afrika demeye bin şahit lazım. Köşeyi dönünce 40-50 dönümlük ağaçlık ve çimenlik bir yeşil alanla karşılaşıyorum. Tüm doğallığıyla duruyor karşımda. Hiçbir düzenleme yapılmamış. Çok hoşuma gidiyor. Belediyelerin doğal dokuyu tarumar eden dokunuşlarını sevmiyorum ben. "Go Green İnsiative" diye bir tabela gözüme çarpıyor. Altında da "by local gowerment authority" yazıyor. Yeşil alanın etrafından devam ediyorum yürüyüşe.Yolda rastladığım Tanzanya halkına "mamboo" diye selam vermeyi ihmal etmiyorum. Onlar da "powa" diye cevap veriyorlar. Yüksek duvarlı geniş bahçeli evlerin olduğu sokaklardan, keskin Afrika güneşini bile kesen iri yapraklı büyük ağaçların gölgesinde devam ediyorum yürüyüşe. Genellikle tek yada iki katlı evler bunlar. Arada bir 4-5 katlı binalara rastlıyorum. Biraz ileride bir "Go Green İnsiative" daha. Ama bu daha büyük. İçinde eğri büğrü ağaç dallarından yapılmış karşılıklı iki kale var. Belli ki burada zaman zaman futbol oynanıyor. Ben de severim oynamayı. Sıcaktan dolayı ya sabah erken, yada akşam üzeri oynamaları gerekir diyorum kendi kendime. Bu saatleri kollayıp ben de katılmalıyım bu eğlenceye. Birbirine benzeyen sokakları takip ederek devam ettiğim yürüyüş beni "Tour Drive" a çıkarıyor."Tour Drive" Hint Okyanusu'na paralel bir şekilde şehri, içinde bulunduğumuz yarımadaya bağlayan uzun cadde. Prestijli bir yer olduğundan Türk Büyükelçiliği dahil birçok büyükelçilik bu caddenin üzerinde. Yolun karşısına geçiyorum. Yol ile okyanus arasında 50-60 mt. lik yer yer çim ve ağaçlık bir alan var. Ufuk noktasında, dünyanın çok çok uzak bir yerini görüyor olmanın hazzıyla derin derin iyot ve yosun kokusunu çekiyorum içime. Sabah sabah pek bir mutlu hissediyorum kendimi. Okyanustan esen rüzgarın stres sökücü bir özelliği olsa gerek. Tüm korku ve endişeler dökülüyor üzerimden. Rüzgara veriyorum onları. Evde koyacak yer bulamadığı eski, püsküyü, bir de üzerine kullanışlı kap, kacak alarak eskiciye veren 80'lerin bir evkadını gibi mutluyum. Eskileri atıyorum üstümden. Ruhuma yeni birşeyler giydiriyor rüzgar. Bilmediğim, görmediğim farklı yerel kıyafetler bunlar. Dokunmaya tanımaya çalışıyorum. Yabancıyız birbirimize... Ama yadırgamıyoruz, Ama yargılamıyoruz. Daha çok sokuluyoruz birbirimize. Yakınlaştıkça hissediyoruz huzuru. Dökülüyor üstümden eski kaftanın incileri... 79
ÖLÜMÜN KIYISINDA HAYAT BULAN SANAT:
TOMBAK Tombak, altın ve cıva karışımından elde edilen yumuşak kıvamdaki amalgamın bakır eşyalar üzerine fırça ile sürülerek, altın görünümü kazandırılan nesnelere verilen isimdir.
Sabri GÜLTEKİN
smanlı Devleti yeni bir medeniyet inşa ve ihya ederken, sömürü ve asimilasyon politikalarını elinin tersiyle tarihin derinliklerine gömüp adaleti dünyaya yaydı. Bunu yaparken de ilim, bilim ve sanatta zirve yaparak dünyayı unutulmayacak eserlerle bezedi. Biz bugün bunlardan sadece “tombak”tan bahsedeceğiz. Ölümün kıyısında bu sanatı icra edenlere dokunup, kaybolmaya yüz tutmuş yitik hazinemizi serdedeceğiz; Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından yayınlanan eser ve sergiden ilham alarak. Tombak, altın ve cıva karışımından elde edilen yumuşak kıvamdaki amalgamın bakır eşyalar üzerine fırça ile sürülerek, altın görünümü kazandırılan nesnelere verilen isimdir. Tombak kelimesinin Malaycada bakır anlamına gelen “tombaga” sözcüğünün dönüşmesiyle Türkçeye geçtiği düşünülmektedir. Tombak tekniğinin ana malzemelerinden cıva; altın ve gümüş gibi madenleri çözme özelliğine sahiptir. Cıvanın saf altınla karıştırılmasıyla elde edilen bileşiğe amalgam denilmektedir. Tombaklama; amalgamın hazırlanması, yumuşak kıvamdaki altın-cıva amalgamının kaplanacak parça yüzeyine sürülmesi ve kaplanan parçanın kor halinde ateşte ısıtılarak cıvanın yüzeyden buharlaştırılması olmak üzere 3 temel aşamadan oluşuyormuş. TOMBAK SANATI KISA SÜREDE BÜYÜK RAĞBET GÖRDÜ
Altın-cıva karışımı ile kaplanmış bakır ve bakır alaşımından meydana getirilen geleneksel kültür miraslarımızdan olan Tombak Sanatı; 16. yüzyılın başında altın ve gümüşün çok pahalı ve günah olmasından dolayı ortaya çıkmış. İslâm inanışında, altın eşya kullanmak hoş karşılanmadığı için Osmanlılar bu sanat tekniğini geliştirmiş. Maddî ve dinî unsurların yanı sıra, gelen konuklara ihtişamın ve zenginliğin göstergesi niteliği taşıyan altın ve gümüş eşyalarla ikramda bulunmak görgüsüzlük sayıldığından, bu sanat kısa zamanda büyük rağbet görmüş. Tombak kullanımı hem gündelik hayatta hem askeri alanda tercih edilmiş. Başlarda Osmanlı sarayı ve saray mensupları için üretilen tombak eşyalar, zamanla varlıklı kimselerin de günlük hayatına nüfuz etmiş. Tombaklar, kap-kacaktan temizlik eşyalarına, aydınlatma gereçlerinden sayı//55// şubat 80
askeri tören teçhizatlarına kadar birçok alanda kullanılmaya başlamış. Başlangıçta kabaca altın plakalarla kaplanan eşyalar, zamanla cıva, altın ve ateşin kullanıldığı kimyasal yöntemin bulunmasıyla mükemmel altın yüzeylere kavuşmuş. Bu sihirli kimyayı tombak adıyla Türk maden sanatına kazandıran Osmanlı zanaatkârları, bakır ile altının mükemmel uyumunu fark ederek, hem korozyon problemini ortadan kaldırmış, hem de sivil ve askeri alanlarda kullanılabilen göz kamaştırıcı parlaklıkta zarif eşyalar üretmiş. Osmanlı Dönemi’nde tombaklanan bakır eşyalar, kimi zaman gerçek altınmış gibi işlem görmüş ve sahteciliğe neden olmuş. Bu nedenle çok iyi tombaklanmış araç ve gereçlerin üzerine gerçek altın olmadıklarının anlaşılması için “taklit” veya “tombak” yazan soğuk damga darp edilmiş. “İSTANBUL İŞİ”NİN YERİ BAŞKA
Tombak sanatı, Osmanlı Devleti döneminde dini mekânlarda, mimari yapılarda ve askeri alanlarda sıkça yer bulmuş. Türk, Ermeni ve Rum ustaların göz alıcı parlaklıkta imal ettiği tombaklar, “İstanbul İşi” olarak ününü dünyaya duyurmuş. Bu yüzden İstanbul’da yapılan eserler kaliteli olduğu için ayrı bir kıymete sahipmiş. Eserlerin kime ait olduğunu belli etmek için bu sanat dalına ait şekiller ve teknikler kullanılmış. Zamanla mimarî süslemelerde ve kemer tokaları, vazo, kahve fincanı ve güğümü, tepsi, ibrik, hamam tası, sahan gibi eşyalar tombak tekniği ile vücut bulmuş. Uzun yıllar deforme olmadan muhafaza edilen ve sağlam pürüzsüz yapıya sahip olan teknik, hâlâ bu özelliğini korumaktadır. USTALAR SANATLARINI ÖLÜMÜN KIYISINDA İCRA ETTİ
Osmanlı tombaklarını özgün kılan asıl önemli unsur, bu tombakların Ermeni-Rum ustalar ile kökeni Orta Asya sanat geleneğine kadar uzanan Türk ustaların buluştuğu İstanbul’da üretilmesidir. Tombak sanatı aşkla yoğrulan emekle birlikte, tehlikeli bir serüvenin ürünü olma özelliğini de taşıyordu. Ünlü Türk gezgini Evliyâ Çelebi Seyahatnâme’sinde “esnaf-ı cıvacıyan” dediği zanaatkârlar, nesiller boyu süren usta-çırak ilişkisinin en verimli ürünlerine aracılık eden tombak tekniğini uygularken ağır bedeller ödüyordu. Altın ve
civanın harmanlanması için bir dizi işlem gerçekleştirilirken, zehirli bir maden olan cıvadan zehirlenen ustalar erken yaşlarda hayata veda ediyordu. Sanatkârlar, hasta olacaklarını, belki de hayatlarını kaybedeceklerini bile bile birbirinden nadide eserleri üretiyordu. Bu nedenle tombak ustalarının isimleri ve yaşamları, bugün tombak eşyalara atfedilen paha biçilmez değeri daha da anlamlı kılıyor. Her ne kadar mesleki olarak nesilleri kesilmiş, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış olsalar da… TOMBAK: ALTINDAN SÜZÜLEN ZERAFET
Fedakârlığın ürünü olan Tombak sanatında hayat bulan ışıltılı eserler, “Tombak: Altından Süzülen Zarafet” adı altında kitaplaştırılıp, Beyoğlu’ndaki Yapı Kredi Müzesi’nde sergilenerek Osmanlıların unutulmuş ve gizli kalmış hazinelerini gün yüzüne çıkardı. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. tarafından özenle yayına hazırlanan “Tombak: Altından Süzülen Zarafet” isimli sergi kitabı, unutulmaya yüz tutmuş bir sanatın örneklerini sanatseverlerle buluşturmak üzere yayına hazırlanmış. Tülay Güngen hanımefendi, “Tombak: Altından Süzülen Zarafet sergisinin hazırlıkları sırasında önümüze büyülü bir dünya serildi” diyerek gördükleri karşısında hayranlığını gizleyemiyor. Ve sonrasında sözlerine şu ifadelerle devam ediyor: “Yapı Kredi koleksiyonundaki tombaklardan yola çıkarak çalışmaya başladığımızda, altınla meydana getirilen zarif ve görkemli kültürün arkasında bin yıllara dayanan bilgi ve deneyim bulunduğunu gördük.” 81
Unutulmaya yüz tutmuş ve henüz hakkında yeterince araştırma yapılmamış tombak sanatını tanıtmak amacıyla hazırlanan bu kitapta, erken dönemlerden itibaren altın kaplama konusuna eğilmekle birlikte, Osmanlı maden sanatının zirvesini oluşturan tombak eserler üzerine yoğunlaşılmış. SERGİ 5 BÖLÜMDEN OLUŞUYOR
Beyoğlu Yapı Kredi Kültür Sanat’ın birinci katında bulunan Yapı Kredi Müzesi, kendi koleksiyonundaki tombaklardan yola çıkarak hazırladığı ve T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı’nın ortaklığında açtığı “Tombak: Altından Süzülen Zarafet” sergisiyle, Osmanlıların unutulmuş bir sanat dalını ve gizli kalmış bir hazineyi tarih ve sanat meraklılarıyla buluşturuyor. 19. yüzyılda altın çağına ulaşmış ancak günümüzde artık icra edilmeyen tombak sanatının müzeler ve özel koleksiyonlardan seçilen en nadide örneklerin yer aldığı sergi; “Sofra ve Yemek Sunumu”, “Su, Temizlik ve Güzel Koku”, “Giyim Kuşamda Tombak”, “Osmanlı’nın Altın Ordusu” ve “Işığın Kaynağı” başlıkları altında toplamda beş bölümden oluşuyor ve tombakları kullanım alanlarına göre sanatseverlere tanıtmayı amaçlıyor. 138 ADET OSMANLI TOMBAĞI BİR ARADA
Sergide, başta Yapı Kredi Koleksiyonu olmak üzere, Topkapı Sarayı Müzesi, Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi, Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı, Semahat ve Nusret Arsel Koleksiyonu, Çiğdem Simavi Koleksiyonu, Gökhan Turhan ve Göksel Turhan Koleksiyonu, A. Naim Arnas Koleksiyonu, Ercan Topçu Koleksiyonu ve sayı//55// şubat 82
Adell Âb-ı Hayat Koleksiyonu gibi Türkiye’nin önemli müze ve koleksiyonlarından ödünç alınan 138 adet Osmanlı tombağı ilk kez bir arada sergileniyor. Günümüze ulaşan göz alıcı güzellikteki bu kıymetli tombakların her biri, üzerinde ustasının hâtırasını taşıyor. “Tombak: Altından Süzülen Zarafet” sergisi, tombak ustalarının hünerli elleriyle asırlar önce yaktıkları ateşe atılan ve bu hatıraları canlandıran bir çıra gibi insanın ruhunu ve ufkunu aydınlatıyor. Sergi, Osmanlı Dönemi’nde eşyalara altın görünümü vermek için altınla kaplanan ve tombak olarak adlandırılan yemek kapları, fincan zarfları, leğen-ibrikler, buhurdanlar, gülabdanlar ve şamdanlar ile ziyaretçilere Osmanlı saray hayatının zarafetini sunarken; Osmanlı ordusu için üretilen tombak miğfer, kalkan, at alınlığı ve koşum takımları ile askeri törenlerin ihtişamını gözler önüne seriyor. Osmanlı’ya özgü bu altın kaplama sanatının en nadide örneklerinin yer aldığı sergi, estetik ve kalite açısından Osmanlı zanaatkârlarının eriştiği seviyeyi de görmeye imkân sunuyor. “Tombak: Altından Süzülen Zarafet” isimli sergi 21 Kasım 2018’den beri sanatseverlerin yoğun ilgisini görüyor. Küratörlüğünü Nihat Tekdemir, danışmanlığını Prof. Dr. Sümer Atasoy ve Güner Liman, tasarımını ise Yeşim Demir’in yaptığı sergi, 28 Nisan 2019 tarihine kadar gezilebilecek. ASKERİ TOMBAKLARDA KAYI SİLAH DAMGASI
Oğuzların Kayı boyuna mensup Osmanlılar, cephaneliklerine aldıkları miğfer, kalkan, at alın zırhı gibi savunma silahlarına Kayı Silah Damgası vururlardı. Askeri malzemelerin
üretim ve tombaklama işlemi bittikten sonra silahhanede vurulan bu damga, bazen seferlerde ganimet olarak alınıp ikinci defa kullanılan silahlara da vurulurdu. SOFRA VE YEMEK SUNUMU
Osmanlı Devleti’nde saray mutfağının sunumu için özel üretilen tombaklar, devletin ihtişamını ve zenginliğinin özellikle yabancı konuklara hissettirilmesinde önemli rol oynardı. Ülkenin dört bir yanından getirilen en iyi malzemelerle hazırlanan yemekler, belirli bir sofra düzeni ve âdabı eşliğinde sunulurdu. Sofra düzeninde, önce yaygı denilen örtü yere serilir ve üzerine sini konulurdu. Yaygının uçları dizlerin üzerine çekilerek, sininin etrafında hep birlikte oturulurdu. Yemekler şık ve zarif tombak sofra takımlarıyla ikram edilir, işlemeli sini üzerine konan saraya özel çorbalık, kapaklı sahan, kâse ve tabaklarda yenilirdi. Yemeğin üstüne ikram edilen kahve, bakır cezvelerde mangal ateşinde pişirilir, kulpsuz fincanlar için tasarlanmış zarif tombak zarflarla servis edilirdi. Kahve ikramında kullanılan tombak kahvedan, fincan zarfı, tepsi, şekerlikler, kahve keyfini görsel şölene dönüştürürdü. SU VE TEMİZLİK
İslâm dininin şartları arasında temizliğin ayrı bir tutması ve temizlikte suyun arz ettiği önem, Osmanlı’da leğen, ibrik gibi su kaplarının üretimini zorunlu kılmıştı. Saray mensuplarına düzenli olarak ibrik hizmeti verilir, kullanılan ibriklerin tombak olmasına özen gösterilirdi. Yemekten önce kıymetli tombak leğen ve ibriklerle eller yıkanır, sırma başlı havlularla eller silinir, sofraya öyle oturulurdu. Zengin konaklarında el ve ayak temizliği için tombak leğen-ibrik kullanılır, leğenlerin altına kırmızı çuhadan kenarları şeritli yaygılar serilirdi. El yıkanırken elinden sabunu kaçırmak, kırmızı yaygı üzerine su akıtmak, leğene tükürmek ayıp sayılırdı. Kasım ayından sonra ibriklere muhakkak ılık su konurdu. Kış iyice bastırdığında ise sultanlar için kor ateş haznesi bulunan ve içindeki suyu ısıtan özel tasarım tombak ibrikler kullanılırdı. TEMİZLİK VE GÜZELLİK
Osmanlı’da temizlik, arınma ve sosyalleşme mekânları olarak yoğun ilgi gören hamamlar gündüzleri kadınlara ayrılırdı. Hamama giderken “hamam bohçası” hazırlanır, ütülü ve işlemeli bu bohçalara fildişi taraklar, tombak hamam tasları, sabunluklar ve hamam keseleri koyulurdu.
Evlerde el ve ayak yıkamak için leğen-ibrik, gusülhanelerde gusül abdesti almak için hamam tası kullanılırdı. Yemek kokularını gidermek için sofradan kalkınca ellere dar ağızlı ve armudi gövdeli tombak gülabdanlardan gülsuyu dökülür, tombak buhurdanlarda öd ağacı ve günlük amber yakılırdı. Buhurdan ve gülabdanlar takım halinde üretilir, misafirlere aynı tepsi içinde sunulurdu. Osmanlı saraylarında padişahın gideceği mekânlarda, verilen ziyafetlerde, haremde yemeklerin ardından ve namaz öncesinde tombak buhurdanlar yakılır, ortama hoş kokular salınırdı. Nezih misafirlerin ziyaret ettiği hane ve konaklarda ise gösterilen hürmete istinaden gümüş ev eşyaları kullanılmaz; tepsi, buhurdan, gülabdan gibi eşyaların bilhassa bakır üzerine yaldızlı tombaktan olmasına özen gösterilirdi. GİYİM KUŞAMDA TOMBAK
Payitahtta varlıklı kadınlar giyim kuşama ve takıya son derece önem verirdi. Kaliteli ve göz alıcı kumaşlar özel terzilerin ellerinde eşsiz kıyafetlere dönüşürdü. Kuşaklar ve kemerler kadınların vazgeçilmez aksesuarları arasındaydı. Dışarıya çıkılırken bu elbiselerin üzerine dizlere kadar inen mantolar giyilir ve yarı saydam peçeler takılırdı. Bel kısmına ya kuşak bağlanır ya da işlemeli kemerler takılırdı. Kullanılan kuşağın ipek, kemerin ise tombak olmasına özellikle özen gösterilirdi. 83
YEDİNCİ GÜZEL ADAM;
ALİ KUTLAY Anlatıldığına göre, yüzlerce yıldır Maraş ve çevresinden, özlemlerine rağmen kutsal topraklara (Mekke-Medine) gidemeyen iman ehli ziyaret için Afşin’deki Eshab-ı Kehf’e giderler, Ramazan’ın son on gününde burada itikafa girer, dönüşte zemzem niyetine aldıkları mağara suyundan evlerine götürürler. Serdar YAKAR
ıssaları Kur’an’da anlatılan “Yedi Güzel Adam”a dünyanın dört bir tarafından sahip çıkıldığı gibi ülkemizde de birden çok sahipleneni vardır. Bunlardan en çok bilineni Tarsus ve Afşin’dir. Daha başkaları da vardır. Tarsus’taki “Yedi Güzel Adam”a izafe edilen mekan derin ve soğuk bir mağara kütlesidir. Afşin’deki ise mağara ile birlikte büyük bir külliyedir ve son yıllarda bir de mahkeme kararı vardır, Kur’an’da anlatılan kıssaya uygundur diye… Anlatıldığına göre, yüzlerce yıldır Maraş ve çevresinden, özlemlerine rağmen kutsal topraklara (Mekke-Medine) gidemeyen iman ehli ziyaret için Afşin’deki Eshab-ı Kehf’e giderler, Ramazan’ın son on gününde burada itikafa girer, dönüşte zemzem niyetine aldıkları mağara suyundan evlerine götürürler. Onların kıssaları gerçektir ve Kur’an’da Kehf Suresi içerisinde anlatılır. Cahit Zarifoğlu tarafından kaleme alınan ve “Yedi Güzel Adam” adıyla 1973’de yayınlanan eser Türk şiirine yeni bir soluk getirmiş, farklı yorumlara kapı aralamıştır. Bu farklı yorumlardan biri de Zarifoğlu’nun eserini “Mağara arkadaşları” olarak da bilinen Eshab-ı Kehf’den etkilenerek yazdığı yönündedir. Zarifoğlu şiirine; “Bu insanlar dev midir Yatak görmemiş gövde midir Bir yara açar boyunlarında Kolkola durup bağırdıklarında” Mısraları ile başlar. Mağara arkadaşları müşriklerden kaçarak sığındıkları mağarada uykuya vardıklarında onları takip eden müşrikler mağaraya kadar gelmiş ve içeride taşlar üzerine yatmış olan yedi adamın haşmetinden korkarak gerisin geri kaçmışlar ve çareyi mağaranın duvarına ördükleri duvarda bulmuşlardır. “-Yar kurbanın olam Dağlar önüme durmuş Ki dağlanam” Zengin imgelere sahip bu uzun şiir şu mısralar ile son bulur: “Yedi adamdan bir dağ göreni Buyruğu dağa diyeni
sayı//55// şubat 84
Dağdan buyrukla kente ineni Suları yürüyerek geçeni Çekip mavzerini çıkardı oyluk etinden Durdu yarin kapısında” Türk şiirine yeni bir soluk getiren “Yedi Güzel Adam” TRT’de aynı isimle dizi olarak yayınlandığında ise mağazinleşmiş, ruhu yok edilmiş ve bambaşka bir anlam kazanmıştır. Kazandığı yeni anlam çerçevesinde “Yedi Güzel Adam”, aynı dönemde liseyi okuyan, henüz 16 yaşında yazarlığa soyunan Nuri Pakdil (diğerleri ile arasında birkaç yıl var), Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan (lise son sınıfta Maraş’a gelir), Alaeddin Özdenören, Rasim Özdenören ve Ali Kutlay’dan ibarettir. Edebiyat dünyasını takip edenler yukarıda isimleri geçen ilk altı ismi yakinen tanır, sever ve okur. Eserlerine her bir kitapçıdan ulaşmak mümkündür. Ne var ki yedinci sırada yer alan isim olan Ali Kutlay mechul bir isimdir… Bilinmezliklerle doludur. Adı hiçbir eserde yer almaz. Araştırmacılar Maraş nüfus kayıtlarında böyle bir isme ve aynı soyismi taşıyan herhangi bir aileye ulaşamaz. Ondan bahseden tek isim Rasim Özdenören’dir. “Ali Kutlay, benim öykü yazmama vesile olan arkadaşımdı” diyen Rasim Özdenören ile Ali Kutlay Maraş lisesinde sınıf arkadaşıdırlar. Cahit Zarifoğlu, kardeşi Sait Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt onlardan bir sınıf geridedir. Alaeddin Özdenören de Ali Kutlay’ın kardeşi Ahmet Kutlay ile aynı sınıftadır. O yıllarda aynı sıraları paylaşan yazma heveslisi başka isimler de vardır, Şeref Turhan, Gültekin Yazıcıoğlu, Ahmet Çelebi, Mustafa Uslu gibi.. Ali Kutlay’ın öykü yazdığını Rasim Özdenören’e Erdem Bayazıt haber verir. Öyküyü merak ettiğini dile getiren Rasim Özdenören yine kendisinin anlatımıyla Ali Kutlay’dan okumak
için öyküsünü ister. Ali Kutlay, “Sen de bir öykü yazmaya söz verirsen, öykümü okuturum” şartını ileri sürer ve ertesi gün Rasim Özdenören de yazdığı öyküyle okula gelir. Yalnız bu kez Rasim Özdenören’in de bir şartı vardır. Ali yeni bir öykü yazmaya söz verirse kendi öyküsünü okutacaktır. “Böylece Ali ile aramızda aylarca devam eden bir öykü yazma teatisi başladı” der Rasim Özdenören. Onun öykülerinden sitayişle bahsederek “sağlam cümle kurardı” der ve ilave eder “benim yazdığım öykülerde kusurlar bulurdu” diye… Öykü yazmaya 16 yaşnda başladıklarını da belirtir ki yıl 1956’dır. Rasim Özdenören’in anlatımlarından yola çıkan nice mağazinci Ali Kutlay’ın peşine düşer ise de bir sonuç elde edemez. Nerede ne zaman yazdı, neler yazdı bu sorular da yıllar yılı cevabını bulamamıştır. Tâ ki 9 Kasım 2008’de Rasim Özdenören’in “Müessif Bir Yitim; Ali Kutlay Öldü” yazısını kaleme alıncaya kadar. Rasim Özdenören “öykü yazmaya 16 yaşında başladı 18’inde bıraktı” dediği Ali Kutlay’ın 7 Kasım 2008 tarihinde vefat ettiğini ve cenazesinin İstanbul’dan kaldırıldığını dile getirir. Yazısına Ali Kutlay ile ilgili şu hüküm ile son verir: “Kadere kahretmenin anlamı yok. Ancak inanıyorum ki eğer yazmaya devam etseydi bugün Türk edebiyatı kayda değer bir kalemden mahrum bulunmamış olacaktı. Kendine yazık etti.” Bugün Türk edebiyatının yaşayan büyüklerinden olan Rasim Özdenören’in “kendine yazık etti” diyerek bu denli sitayişle bahsettiği Ali Kutlay’ı magazinleşmeden yerli yerine koymak için peşine takılanlardan biri de biz olduk. Otuz yılı aşkın zamandır Maraş 85
ve Maraşlı ile ilgili çalışmalar yapan bir kalem olarak bu iş biraz da boynumuza borç olmuştu. En başta artık bir şehir efsanesi olan “Hamle” dergilerine ulaştık. 1958 tarihli üç sayıda Ali Kutluay’ın bir öyküsü ve iki yazısı vardı. “Kutlay” olan soyismini anlamsız bularak yazılarında “Kutluay” soyadını kullanmıştı. İlk öyküsünün 1956’da Varlık’ta yayınlandığını da tespit etmiştik. Ayrıca Maraş mahalli gazetelerinden “Gençlik” ve “Demokrasiye Hizmet”te de yazılarına ulaşmak mümkün oldu. 1949’dan bu güne her yılın 12 Şubat’ında yayınlanan “Edik” dergisinin 1959, 1960 ve 1961 yıllarına ait nüshalarında da yazılarını bulduğumuz Ali Kutlay’ı 1965 tarihli “Yeni İstiklâl”in sanat ve fikir sayfasında da görmek mümkün oldu. Kardeşi Ahmet Kutlay’a da Mustafa Sıddık Uslu hocamın aracılığı ile ulaşınca sır çözüldü. Artık bir Ali Kutlay biyografisi yazabilirdim ve bu yazı da böyle çıktı ortaya… Ali Kutlay baba tarafından aslen Niğdeli imiş. Babası Kaymakam Halit Bey Niğde’nin sayılı tüccarlarından birinin oğlu olup Hafız-ı Kuran’dır. Annesi ise Maraş’ın köklü ailelerinden Bağdatlıoğlu İlyas Efendinin kızı Naile hanımdır. Ali Kutlay’ın kendisinden 1 yaş büyük bir ablası (Hacer) ve 1 yaş küçük bir kardeşi (Ahmet) vardır. Naile hanım babası İlyas Efendiyi küçük yaşta kaybetmiş olup amcası olan Hasan Efendiyi baba bilmiştir. Kaymakam Halit Bey görev gereği sürekli yer değiştirir. Naile hanımla evliliği de böylesi bir yer değişikliği içerisinde Pazarcık kaymakamlığı yaptığı yıllarda gerçekleşmiştir. Ali ve Ahmet Kutlay kardeşler Isparta’nın Uluborlu ilçesinde doğarlar. Ablaları (Hacer) ise Babaeski doğumludur. Baba Halit bey çocuklarının henüz çok küçük olduğu bir tarihte emekli olur ve memleketi olan Niğde’ye yerleşir. Emeklilik hayatı uzun sürmez ve çok geçmeden bir yolculuk esnasında vefat eder. Ali 5, kardeşi Ahmet 4, ablası 6 yaşlarındadır. Kaymakam Halit Beyin vefatı ile anne ve üç evladı gurbet elde sahipsiz kalır. Maraş’tan yola çıkan Bağdatlıoğlu Hasan Efendi kardeşi Hacı İlyas’ın emaneti olan üvey kızını ve üç evladını alarak Maraş’a getirir. Takvimler 1945 yılını göstermektedir. Kutlay ailesi artık Maraşlıdır… Ali Kutlay, ilk, orta ve liseyi Maraş’ta okur ve hukuk tahsili için İstanbul’a gider. Abla ilk ve sayı//55// şubat 86
orta okuldan sonra kız enstitüsüne devam eder ve evlenerek Maraş’tan ayrılır. Ahmet Kutlay ise ilk ve orta okulu Maraş’ta bitirmiş ve liseye de Maraş’ta başlamış olmakla birlikte son sınıfı İstanbul ve İskenderun’da okur ve felsefe tahsili için İstanbul’a gider. Takvimler 1958-1959’u gösterirken Kutlay ailesinin de Maraş ile bağları kopmuştur. Ali Kutlay’ın yazmaya ne zaman başladığını bilmiyoruz ama 1956 yılının Ağustos ayında Varlık dergisinin “Köyden Sesler” sayfasında Ali Kutluay adı ile yayınlanmış bir hikayesi vardır. “Çocuğun Bilmediği” başlıklı bu kısa hikayenin ardından yine Varlık’ta “Teselli” ve “Ebe Ne Pişiriyon” adlı hikayeleri yayınlanır. Ali Kutlay’ın hikayeleri Varlık’ta yayınlanırken Rasim Özdenören de Varlık dergisine bir mektup yazarak “gönderilen hikayelerden beğendiklerinizi basar mısınız?” diye sorar. Aldığı olumlu cevap üzerine gönderdiği “Akar Su” ve “Kasap” adlı öyküleri 1957’de Varlık’ın “Köyden Sesler” sayfasında yayınlanır. Yazı hayatı Varlık’ta başlayan Ali Kutlay – Rasim Özdenören birlikteliği Maraş’ta yayınlanan “Gençlik” ve “Demokrasiye Hizmet” gazeteleri ile “Hamle” ve “Edik” dergilerinde devam eder. Yayınlanan son öyküsü “Çapar” adını taşır. Yeni İstiklâl’in 3 Mart 1965 tarihli nüshasında yayınlanmış ve Christina Imhoof’a ithaf edilmiştir. Ne var ki bu hikâye Yeni İstiklâl’de yayınlanan diğer hikayeler gibi Ali Kutlay’dan habersiz olarak kardeşi Ahmet Kutlay tarafından gazeteye verilmiştir. Bu tarihten sonra Ali Kutlay veya Kutluay ismine hiçbir yayın organında rastlamak mümkün değildir. Rasim Özdenören onun o yaşta yazdığı öyküleri “kaliteliydi” diye tanımlar. “Sanıyorum hep kusursuz olmanın ardına düşmüştü. Bu yüzden zor beğenirdi” dediği Ali Kutlay’ın kendi öykülerinde kusurlar bulduğunu da dile getirir. Rasim Özdenören açık yüreklilikle “Halen de aynı beğenimi muhafaza ediyorum” derken onun öykü yazmayı bıraktıktan sonra kendisinin yazdıklarına ilgi duymadığını da dile getirmekten çekinmez. Rasim Özdenören ve Ali Kutlay Maraş lisesini 1958’de bitirmiş ve yüksek tahsil için İstanbul’un yolunu tutmuşlardır. İstanbul’da Maraşlı yüksek tahsil gençliği tarafından çıkartılan “Edik” dergisindeki birliktelik de bu
yıllarda başlar. Aslında Rasim Özdenören ile Ali Kutlay arasında sürekli bir kader birlikteliği vardır. Her ikisinin de baba tarafı Maraşlı olmayıp anne tarafı Maraşlıdır. Her ikisinin de anne ve babaları yaşıttır ve anne-baba arasında 30 yaş fark vardır. Ahmet Kutlay’ın söylediğine göre bir düğün evinde her ikisinin annesi yan yana otururken bir başka kadın yanındakine onları göstererek; “Yazık, bu kızları ziyan ettiler; ikisini de yaşlı adamlara verdiler” der. O yaşlı adamlardan Halit Bey (Ali Kutlay’ın babası) Hakkı Bey’den (Rasim Özdenören’in babası) 25 yıl önce vefat eder.
İnan, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt peş peşe öbür aleme hicret eder. Ahmet Kutlay bu peş peşe ayrılışa dikkat çekerek “sağlıklarında “Güzel Adam” sıfatını kendilerine mal etmediler” der. “Yedi Güzel Adam”ın yazarı Cahit Zarifoğlu için ise şu cümleleri kurar:
Rasim Özdenören ile birlikte hukuk tahsili yapan Ali Kutlay ağır hukuk metinlerini okuyup ezberine alırken kararını verir, artık öykü yazmayacaktır. Bu kararın sebebi sorulduğunda da “Ben bir hukuk kitabındaki kadar tumturaklı cümle kurmasını beceremediğim sürece elime kalem almayı kendime yasaklıyorum!” der.
Başta Yedi Güzel Adam’ın birincisi Cahit Zarifoğlu olmak üzere Akif İnan’ı, Alaeddin Özdenören’i, Erdem Bayazıt’ı ve 7 Kasım 2008’de vefat eden Ali Kutlay’ı rahmetle anıyoruz…
“Cahit’in kaderine kimse yanmadı. Şiirinden pay kapmak için yarışa girdiler. O 47 yaşında en verimli çağında dayanılmaz kanser acılarıyla can verdi. Son defa hastanede ziyaret ettiğimde acı çekmeye bile mecali kalmamıştı” der ki o mecalsiz günlerin bizler de şahidiyiz…
Anlatıcı yine Rasim Özdenören; “Ona dedim ki: “Ali yanlış karar veriyorsun; sen bir idare hukuku kitabı yazmaya teşebbüs etseydin Sıddık Sami Onar’ın kurduğu cümleler gibi cümle kurmaya özenebilirdin. Oysa sen öykü yazmak istiyorsun” dendiğinde şu cevabı verir: “Hayır ben o sağlamlıkta cümle kurmayı başaracağıma aklım kesmedikçe elime bir daha öykü yazmak için kalem almayacağım.” Dediği gibi de yapar ve bir daha öykü yazmak için kalemi eline almaz. Varlık’ta üç, Hamle’de bir öyküsü yayınlanmış olup diğer gazete ve dergilerdeki yazıları ve Alaeddin Özdenören’in kendisi ile yapmış olduğu 13 Nisan 1958 tarihli röportajı ayrı bir yazıya konu olacak olan Ali Kutlay (Kutluay) İstanbul’da arkadaş gurubundan kopar… Daha doğrusu arkadaşları İstanbul’da yeni bir çevre edinmiş, dünya görüşleri değişmiş ve Ali Kutlay’dan kopmuşlardır. Yıllar… Yıllar… Hızla geçer, gider. Hukuk eğitimi sonrası çalışma hayatına 1965’de Migros’ta başlayan Ali Kutlay buradan Genel Müdür yardımcısı olarak 1990’da emekli olur. Kısa bir süre avukatlık dener ise de meslek ile mizacı uzlaşmaz. İkinci eşinin eczacı olması dolayısıyla emeklilik yıllarında eşi ile birlikte bir eczane açarak eczacılığa başlar. Rahatsızlığı dolayısıyla 2016’da eczane kapatılır. Bu arkadaş gurubundan Cahit Zarifoğlu, Akif 87
İSTANBUL’UN MUHAFIZI BEYAZIT YANGIN KULESİ eyazıt Kulesi olarak bilinen yapının ilki Küçükpazar’da çıkan büyük yangının ardından, 1749 yılında İstanbul’daki yangınları gözlemlemek ve acil çağrı yapmak maksadıyla ahşap olarak inşa edilmiştir. Nidayi SEVİM
eyazıt meydanına hangi yönden çıkarsak çıkalım Sultan Beyazıd-ı Veli Camii şerifini (16.yy.) ve onun hemen karşısında bütün ihtişamıyla duran İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısını görürüz. Bu âbidevî yapı, mimarisi ve üzerinde yer alan nefis hat yazılarıyla adeta güzellikler meşheri, şehrin ziyneti ve sembolüdür. Bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak faaliyet gösteren mekân, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’da yaptırdığı ilk saray olan Sarây-ı Atîk’in (Eski Saray) bulunduğu alan üzerine kurulmuştur. İnşaatı 1458’de tamamlanan Eski Saray, Harem dairesi ve çeşitli köşklerden oluşmaktaydı. Bir zamanlar yeniçeri ağalarının ikametgâhı olarak da kullanılan mekân, Sultan II. Mahmud döneminde, Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin en üst rütbedeki kumandanı olan seraskerin resmî makamı ve idare merkezi olarak yeniden inşa edilmiştir. Seraskerlik ikametgâhı için ilk müstakil yapı Sultan Abdülaziz zamanında yaptırılmıştır. Daha sonraları pek çok ilaveler yapılarak onarım görmüştür. Beyazıt Meydanına cepheli giriş kapısı üzerinde ki “Dâire-i Umûr-ı Askeriyye “ yazısı bu dönemlerin hatırasıdır. Kapı “Bâb-ı Seraskerî” veya “Serasker Kapısı” olarak da bilinir. “Dâire-i Umûr-ı Askeriyye” yazısının sağında Fetih sûresinin birinci âyet-i kerimesi “İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ / Doğrusu biz sana apaçık bir fetih açtık.”, solunda ise aynı sûrenin üçüncü âyet-i kerimesi “Ve yansurakallâhu nasran azîzâ / Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.” Yazısı yer alır. Yeşil zemin üzerine altın varaklı bu kitabe Şefik Bey imzalıdır. Soldaki âyet-i kerimenin altında 1282 (1865-66) tarihi bulunmaktadır. Bu yazıların üzerinde Sultan Abdülaziz’in tuğrası bulunmaktaydı. Vaktiyle bir talihsizlik örneği olarak bu tuğranın üzeri kapatılmış, yakın zamanda ise bu hatadan dönülmüş ve tuğra yeniden görünür hale getirilmiştir. Bâb-ı Seraskerî’nin kurulup teşkilâtlandırılmasından sonra sadrazamlar artık “serdâr-ı Ekrem” unvanıyla askere kumanda etmeyi terk etmişlerdir. Gerek barış gerekse savaş zamanlarında bütün askerî işler bu dairece yürütülmüş, serasker de Osmanlı kara kuvvetlerinin en büyük kumandanı olmuştur. 1835 yılından sonra rütbece şeyhülislâmlıkla, hatta zaman zaman sadrazamlıkla aynı seviyede tutulan seraskerliğin sadrazamlıkla birlikte aynı
sayı//55// şubat 88
şahısta birleştiği de olmuştur. Bâb-ı Seraskerî’nin bünyesinde zamanla bazı değişiklikler ve yenilikler yapılmıştır. 1879 yılında Harbiye Nezâreti’nin kesin olarak kurulmasıyla bütün askerî işler bu nâzırlığa bağlanmış ve bu durum Cumhuriyet’in ilânına kadar devam etmiştir. 1923’te diğer bakanlıklar gibi Harbiye Nezareti de Ankara’ya taşınmış ve bina, kuruluşu Fatih Sultan Mehmed Han’a kadar uzanan Darülfünun’un kullanımına tahsis edilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 31 Mayıs 1933’te aldığı karar uyarınca Darülfünun 31 Temmuz 1933’te kapatılmış ve bir gün sonra, 1 Ağustos 1933’te, İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Mekân o günden itibaren İstanbul Üniversitesi Merkez Kampusu olarak anılacaktır. Bu sebeple İstanbul Üniversitesinin kuruluş tarihi 1453 olarak kabul edilir. İSTANBUL’UN AFET GÖZLEM KULESİ
Galata Kulesi ve Kız Kulesi gibi pek ön plana çıkmamış olsa da İstanbul’un tarihinde, kültüründe önemli, hatta -hayati derecedeönemli bir yer tutmuş kulelerden birisi de yine bu kampusun içerisinde yer alır. Beyazıt Kulesi olarak bilinen yapının ilki Küçükpazar’da çıkan büyük yangının ardından, 1749 yılında İstanbul’daki yangınları gözlemlemek ve acil çağrı yapmak maksadıyla ahşap olarak inşa edilmiştir. Lakin itfaiyeciliğin kurumsallaşma tarihi daha gerilere doğru gidiyor. Tarihi içinde en fazla yangın geçiren şehirlerden biri olan İstanbul’da şehri yangınlara karşı korumak üzere ilk defa Damad İbrâhim Paşa tarafından 1720 yılında Tulumbacı Ocağı kurulmuştur.1749’da yaptırılan kulenin adı “Harik Köşkü”dür. Bu dönemde yangın kulesi
olarak adlandırılır. Ne hazindir ki, 1774’teki Cibali yangınında, bir vesile kendi kaderi de yangınla kesişmiş ve kule tamamen yanarak kül olmuştur. 1826 yılında Sultan II. Mahmud tarafından yeniden ahşap olarak yaptırılan kule, Yeniçeri Ocağı’nın buna bağlı olarak Tulumbacı Ocağı’nın dağıtılmasıyla ihtiyaç kalmadığı gerekçesiyle yıktırılmıştır. Ancak iki gün sonra çıkan bir yangın yeniden bir kule yapılmasının gerekli olduğunu gösterince yeni bir ahşap kule yaptırıldı. 21 Haziran 1826’da tamamlanan bu kule de kundaklanarak yakılınca 1828 yılında Vezir Ağa Hüseyin Paşa tarafından Balyan ailesinden Senekerim Balyan’a, İstanbul Üniversitesi yerleşkesinin tarihi giriş kapısı arkasındaki bahçenin içerisine şimdiki kâgir kule yaptırılmıştır.1849 yılında kulenin ilk şekli değiştirilmiş, bekçilerin bulunduğu bölümün üstünde kalan ahşap kısım tamamen kâgir yapılmış ve kule bugünkü biçimine kavuşmuştur. Bu tadilat sırasında yangın kulesi işlevini Süleymaniye caminin üç şerefeli minarelerinden birinin gördüğü kaynaklarda yer alır. 1889’da kulenin üzerine demirden bir gönder dikilmiş, 1894 depreminde zarar görmüş ve onarılmıştır. Beyazıt Yangın Kulesi, yukarıdan aşağıya doğru “Sancak Katı” (bayrak bulunurdu), “Sepet Katı” (yangın bölgesine doğru sepet sarkıtılırdı), “İşaret Katı” (yangın durumunda memurlar buradan işaret verirdi) ve “Nöbet Katı” (yangın gözetleme memurlarının bulunduğu kat) olmak üzere dört bölümden oluşur. Zaman içerisinde yapılan ilavelerle kulenin yüksekliği 85 metreye ulaşmıştır. Kulenin gözetleme yerine kadar 180, buradan 89
rivayet edilir. Yangının yerini bildiren sepetler de 1934 yılına kadar yangınlarda sarkıtıldı. Zaman içerisinde Beyazıt Kulesi’nin bazı gelenekleri de oluşmuş. Bunlardan birisi şöyle hikâye edilir: Yangını gören kule nöbetindeki köşklü: “Ağa! Bir çocuğun oldu” derdi. Ağa da sorardı: “Kız mı, oğlan mı?”. Anadolu yakası, Beyoğlu ve Boğaz’ın Rumeli yakası yangınları “kız”, İstanbul içi yangınları da “oğlan” olarak anılırdı. Haberi alan Ağa hemen kalkar, dolaptan bir çanak maytap çıkarıp yakarak İcadiye Kulesi’ne haber verir ve İcadiye’den yedi pare top atılarak yangın tüm ahaliye ilan edilirdi. üste kadar 76 olmak üzere toplam 256 ahşap basamağı vardır. İlk yapıldığı tarihlerde yangın kulesi olarak tasarlansa da ilerleyen zamanlarda her türlü afet anında, ulaşım konularında ve hava durumu hakkında bu kuleden istifade edilmiştir. Kulenin Beyazıt Meydanı tarafına bakan cephesinde yer alan, Sultan II. Mahmud (Adlî) tuğralı kitabesi Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi (öl. 1849) tarafından kıta nazım şeklinde kaleme alınmış ve yine onun hattıyla yazılmıştır. Kulenin yapım tarihi son beyitte 1244 (1828– 29) olarak verilmiştir. AĞA! BİR ÇOCUĞUN OLDU
Yangın, Beyazıt Kulesi’nden gündüz sarkıtılan sepetlerle, Galata Kulesi’ne asılan bayraklarla ve geceleri de fener yakılarak haber verilirdi. Bu bayrak ve fenerleri gören İcadiye Kulesi top atışı yaparak yangını bütün İstanbul’a duyururdu. Beyazıt Kulesi’nden; bütün İstanbul, Kadıköy’den Vaniköy’e kadar Anadolu yakası ile Bebek’e kadar olan Rumeli yakası; Galata Kulesi’nden; Galata, Beyoğlu ve Eyüp tarafı, İcadiye Kulesi’nden; Vaniköy ve Bebek’ ten öte Boğazın iki yakası gözetleniyordu. Top sesini duyan İstanbul halkı yangının semtini öğrenmek için “köşklü”leri beklerdi. Yangın kulesine “yangın köşkü”; yangın gözcülerine de “köşklü” deniyordu. Kulelerin kapasitesine göre mevcut köşklüsü bulunurdu. Beyazıt Kulesinin mevcudu 20 kişi idi. 1923’e kadar göreve devam eden bu köşklüler kulelerdeki odalarda yatar kalkardı. Yangının başlamasından söndürülünceye kadar geçen süre boyunca kuleden sepetler ve fenerler asılırdı. Beyazıt yangın kulesi Cumhuriyet döneminde de kullanıldı. Hatta 1962 yılında havanın açık olduğu bir gün Büyükada’da meydana gelen bir yangının, gözetleme yapan itfaiyeci tarafından sokağına kadar belirtildiği sayı//55// şubat 90
TRAFİK DENETLEME VE METEOROLOJİ İSTASYONU
İstanbul’un deniz trafiğinin yönlendirilmesinde önemli payı olan kule, aynı zamanda hava durumu hakkındaki uyarılarıyla adeta meteoroloji istasyonu görevi yapıyordu. Galata ve Unkapanı köprülerinin açık ya da kapalı olduğu Beyazıt Kulesi’nden bildirilirdi. Kulede sabaha karşı saat 04.00 ile 06.00 arasında yeşil ışık yandığı zaman, Haliç’teki gemilerin Marmara denizine geçtiği; kırmızı ışık yandığı zaman Marmara denizindeki gemilerin Haliç’e geçtiği; çift kırmızı yandığı zaman ise köprülerin kapalı olduğu belirtilirdi. Kule, uzun süre geceleri farklı renklerde aydınlatılarak İstanbullulara ertesi günün hava tahminin duyurulması için kullanıldı. Kulenin mavi renkte aydınlatılması ertesi gün havanın açık olacağını, yeşil renk yağmuru, sarı renk sisi, kırmızı renk ise karı haber verirdi. Kule, Cumhuriyet’in ilanına kadar, yani 1923 yılına kadar, faaliyetini sürdürdü. Aradan geçen yıllarda yapı sadece hava tahminlerinin ilanı için kullanıldı. Bu uygulamaya 1995 yılında son verildi. 2010 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin girişimi ve İstanbul 2010 Kültür Başkenti projesi kapsamında kule tekrar restorasyona alındı. Restorasyon çalışmalarına kadar kullanılamayacak durumda olan kule iki yıl süren çalışmalar sonucunda eskiden olduğu gibi tekrar faaliyete geçti. Pek çok kimse bilmese de günümüzde halen düzenli bir biçimde yangın, gözetleme, meteoroloji ve yol durumunu hakkında İstanbul halkını bilgilendirmektedir. Kule, 2013 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından “Özel Müze” olarak tescillenmiştir. “İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kulesi Anıt Müzesi” olarak faaliyet gösteriyor.
KAVRUK DUA
“KALBİ, HAYAL ÇARŞISI’NDA KALANA” Fısıltıydı önce, mırıltı oldu, bitti kelâm... İbrahim BAŞER
Öğlenden beri bu sıcak, bu hareketsiz, bu taşlık koydaki en belirgin kıpırtı olarak dikkat çekti karınca. " Tak-tık, tok-tık, tak-tık, tok-tık, tak-tık..." Bezgin nalların kuru toprakla temasından husule gelen bir sünepe at yürüyüşü sesi yaklaştı... Yaklaştı... Yaklaştı... Deniz, güneş, esmeyen rüzgâr ve nerede olduğu belirsiz martılar ve sivri taşın altındaki karınca oralı bile olmadı “...tak, tık, tok. Koya inen patikada at ve süvarisi göründü sallana yıkıla. Hava bezgin, deniz bezgin, at bezgin ve attaki... Kavruk'tu gelen!!! Yarabbim! Her şeyin söneceğine inanıp, söneceğine inanmadıkları Kavruk’un gözü feri, gözü ışıltısı, gözü nûru?! Ama olamazdı! Ama olmuştu! ...ve ama yoktu!
aprak oynamıyordu. Temmuzun dal orta yerindeki bugün; sanki Tanrı'nın lânet ettiği, lânetini bile bile belli ettiği, bir de üstüne üstlük bir ateş gömleği giydirip kavurduğu bugün... ...bugün bir başka tatsızdı canım. Ufukta belli belirsiz gölgeler halinde Bizans, mağrur dikilmedeydi her vakitki gibi. Deniz hafif çalkanmada; Boğaz, ufukta oynaşan surlara doğru hafif tertip akmadaydı. Karınca yürüse sesi duyulacak, bir martı kuşu ötse kazara, gök gürlüyor sanılacaktı. Zaten martı kuşu filân da yoktu bu bitirici ikindi sıcağında Bir karınca, yalnızca bir karınca kıpırdadı yassı taşın dibinden. Bütün sessizliğe rağmen kıpırdamaya devam etti utanmadan(!), üstüne bir de alelacele çıktı, güneşi filân duymaz adımlarla yürüdü, ilerdeki sivri taşın altında kayboldu.
Kavruk’un gözlerinden kara bir beddua akıyordu ilk defa. Gözünün feriyle yalanladığı, gözünün nûruyla tersini söylediği her vakitki beddualarında olan o tövbekâr ifade ilk defa, ilk defa kara bir bedduaya destek veren bir karanlık söylemedeydi. "...tak-tık, tok-tık, tak-tık, tok." Can yoldaşı, yol haldaşı, hal gardaşı durdu, ayakları suya erince. Kavruk inmedi, attı kendini sanki suya. Düştüğü yer, yerin yakını Kavruk’tan gelen boz bulanık toprak ve boz bulanık ümitsizliğe bulanıverdi. Yüzünün yarısına gelen su ve yüzünün yarısına gelmeyen suyla, yarı çamurlu Kavruk yüzü daha bir ağırlaştırdı havanın sıkıntısını. Kara bakışlı, ışıltısız Kavruk gözleri ufukta oynaşan belli belirsiz sorulara dikildi zifirce. Çatlak dudaklar aralandı: "-Yarab, nerdesin? Arkada Timur, önde küffar, aradayız… …daraldık hey sevdiğim. Nerdesin?!" Sustu. Fısıltıydı önce, mırıltı oldu, bitti kelâm... ...gök gürlemesinde ağdı, gideceği menzile.
91
BURSA BİR VAKIF ŞEHRİDİR
Osmanlı orduları, bir asır boyunca Belgrad’ı feth etmek için defalarca akınlar düzenledi, hatta Fatih Sultan Mehmed, bir seferinde bizzat yaralanmasına rağmen, şehri fethe muvaffak olamadı. Bu güzel şehrin fethi, Kanuni Sultan Süleyman’a nasip oldu. Mehmet SANCAK
llah yaratmış olduğu kullarına kendisine iman ettikten sonra salih amel işlemeyi emretmiştir. Salih amel işlemenin en çok tavsiye edilenlerden biri de kişinin sahip olduğu mallardan başkalarının istifade etmesini sağlamaktır. Zira insanlar mal mülk sahibi olma konusunda eşit değildirler. Çalışarak zengin olmak mümkündür, ama bu her zaman geçerli değildir. İnsanoğlu bir anda sahip olduğu bütün servetini kaybedebilir. Yani her an başkasına muhtaç duruma düşebilir. İslamiyet bu durumlarda başkalarına yardım etmeyi emretmiş ve bu durum ; zekat, fitre, sadaka gibi kavramlarda ifade edilmiştir. Bu yardım kurumları İslam’daki asgari yardım durumlarını ifade etmek için kullanılmıştır. Kur’an’da hayır işlemek ve insanlara faydalı olmakla ilgili bazı ayetler Şunlardır: ‘’ Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda Harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.’’ (Al-i imran Suresi,92.) ‘’İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.’’ ( Maide suresi 2.) Fetih ve Gazalarla Gelişimini tamamlayan Osmanlı Devleti Bir taraftan da Şehri İmar etmesi gerekiyordu. Bunun için en önem verdiği müessese Şüphesiz vakıflardı. Feth edilen yerlerde şehri yenileştirerek kültürel dokusunun değiştirilmesi ve Müslüman kimliğine bürünmesi Vakıflar aracılığıyla inşa edilen yapılar sayesinde hızlandırılmıştır. Müslüman bir şehrin kimliğinin başlıca unsuru olan camiyi merkeze koyan bu yapılaşma faaliyeti, cami etrafında çeşitli sosyal donatılardan oluşan imaret siteleri-külliyeler teşkil ederek şehrin yeni bir ruh ve mana kazandırmıştır. Bursa’nın 1326 tarihinde Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle beraber şehirleşme açısından önemli gelişmeler yaşanmış ve buna bağlı olarak vakıfların yaygınlaşması da bu tarihten itibaren olmuştur. Bursa Feth edildiği tarihte Bursa’nın bugün ki sur içi denilen bölgeden başka yerleşim yer bulunmamaktaydı. Şehir Osmanlının fethi ile artık yeni bir şekil almaya başlayacaktı Surdan dışarıya doğru genişletme
sayı//55// şubat 92
söz konusu olacaktır. İlk olarak Hamam yapıları ile şehir ihya olmaya başlanmıştı. Şehiri mimari eserler olarak Camiler, Hanlar, İmarethaneler, Medreseler inşa etmeye başlamışlardı. Orhan Gazi fethettiği Bursa’da Çeşme cami ve birçok eseri vakıf bünyesinde gerçekleştirmiştir. Ancak Bursa’nın Vakıf eserleriyle süslenmesi Osmanlı’nın balkan seferlerinden sonra daha’da artmaya başlamıştır.Murad Hüdavendigar Balkanlardaki seferlerden esir aldığı bazı gayrımüslümleri Muradiye semtine yerleştirirken vakıf anlayışı ile hayata geçirmiştir. İlk Osmanlı Sultanı Osman Gazi devrinde günümüze kadar gelen belge olmadığından onun kurduğu vakıflar hakkında kesin bir şey söylemek oldukça güç.Ancak Osman Gazi’nin eşi Aporça Hatun’a ait bir vakıf kaydının nüshası günümüze kadar ulaşmıştır.Söz konusu Vakıf kaydında Asporça Hatun Bursa’ya bağlı bazı köyler ile Bursa yakınlarında bulunan Ürün’lüye bağlı kimi yerleri vakfetmiş ve elde edilen gelirden kendisi ve çocuklarının ruhuna Kur’an okunmasını şart koşmuştur.Burada da aslında Müslüman olan bir Gayrimüslimün vakıf kültürü noktasında nasıl hayır işleriyle ilgilendiğini görüyoruz. Padişahlar Bursa’da vakıf yoluyla dinî hizmet yapıları, eğitim-öğretim hizmetlerine ait yapılar, beledî ve sosyal hizmet yapıları kurmuşlardır. Padişahların bu hizmet alanları arasında en çok ilgi gösterdikleri alan, beledî ve sosyal hizmet alanı olmuştur. Vakfiyelere göre üç hizmet alanında toplam 26 yapı kuran padişahlar, dinî hizmet alanında 8, eğitim-öğretim hizmetleri alanında 5, beledî ve sosyal hizmet alanında 13 yapı kurmuşlardır. Padişahların kurduğu dinî hizmet alanındaki yapılar arasında camiler ve türbeler bulunmaktadır. Yıldırım Camii ve Türbesi , Ulu Cami , Muradiye Camii ve Sultan II. Murad Türbesi, Yeşil Cami ve Yeşil Türbe bu yapıların başlıcalarıdır. Bursa’da ilgili dönemde adı geçen tek darüşşifa olan Yıldırım Darüşşifası’nın bânisi Yıldırım Bayezid’dir. Bu padişah’ın diğer vakıf yapıları arasında, Yıldırım İmareti, bedesten, han, hamam ve su yolu çeşme yer almaktadır. Muradiye İmareti’nin kurucusu olan Sultan II. Murad aynı zamanda Muradiye Hamamı’nın ve Tavuk Pazarı (Yeni Hamam) Hamamı’nın da bânisidir. O Muradiye semtindeki külliyesine
su getirmek amacıyla bir de su yolu ve çeşme yaptırmıştır. Geyve Hanı ve Yıldırım Bedesteni’nin batısındaki han ise Sultan Çelebi Mehmed’in vakıfları arasındadır. XV. yüzyıl Bursa’sının gelişmesinde üçüncü sırayı alan grup ilmiye sınıfıdır. Bu sınıf, toplam 9 yapı kurmuştur. Bunların kurdukları yapılardan 5’i, dinî hizmet yapıları, 3’ü eğitimöğretim hizmeti yapıları ve 1’i de beledî ve sosyal hizmet yapılarıdır. Görüldüğü üzere ilmiye sınıfının kurduğu yapıların çoğunluğunu biri cami ve dördü de mescid olan dinî hizmet yapıları oluşturmuştur. İlmiye sınıfının kurduğu bu cami ve mescidler şunlardır: Molla Fenari tarafından Bursa’da bina ettirilen Molla Fenari mescidleri (üç adet) ve Molla Yegan adıyla anılan Mevlana Mehmed b. Armağan’ın inşa ettirdiği Molla Yegan Mescidi’dir. Molla Fenari’nin kardeşi olan Molla İsa Bey ise Bursa kalesindeki Kaplıca kapısı içerisinde bir cami yaptırmıştır. Bunlarla birlikte Molla Fenari’nin kurdurduğu Pınarbaşı’ndaki Molla Fenari Medresesi ile Molla Yegan’ın kütüphane vakfını bu yapılar arasında saymak gerekir. Bursa’da o dönemde yaşayan insanların manevi hayatında önemli bir yeri olan Emir Sultan, daha sonra oluşacak külliyesinin ilk nüvesini kurdurduğu zaviye ile atmıştır.30 Mevlana Şemseddin Fenari’nin torunlarından olan Mevlana Ali Çelebi ise kurduğu aile vakfına gelir getirmek üzere bir hamam yaptırmıştır. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde, fethedilen şehirlerin yeniden yapılandırılması, dinî, kültürel, sosyal yardım, ticarî ve ekonomik alanlarda geliştirilmesi genellikle vakıflar yoluyla gerçekleştirilmiş olup Bursa şehri de bu konudaki ilk örneklerden birini teşkil etmiştir. *Dipnot: Keleş,Hamza. ‘’Vakfiyelere Göre XV. Yüzyılda Bursa’da İmar Faaliyetleri’’. G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 21, Sayı 1, Ankara 2001. 93
NEŞRİYAT KALEMİZDE BİR AKINCI BEYİ:
EROL KILINÇ izim neslin hocaları arasında Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Faruk Timurtaş gibi hocalarımız vardı. Ama öte yanda Ötüken Ocağı’nda Nurhan ve Erol ağabeyler, Dergâh’ta Ezel ve Mustafa ağabeyler, Türk Edebiyatı Vakfı’nda Ahmet Kabaklı Hoca, Kubbealtı’nda Sâmiha Ayverdi Hanımefendi vardı. Mehmet Nuri YARDIM
nsanoğlu yaşarken pek çok kişi ile tanışır, onlarla dostluklar da kurar, hatta sık sık bir araya gelir ve hâlleşir. Bazen tanışırsınız, fakat şartlar elvermez her zaman buluşamaz, görüşemezsiniz. Ne var ki, sizi etkileyen o şahsiyetin üzerinizde bıraktığı sağlam intiba hiç eskimez, yıpranmaz, pörsümez. Her dem taze kalır. İşte benim yayın, basın ve kültür dünyamızda böyle her zaman irtibat hâlinde olmasam da hep saydığım, sevdiğim ve gönül dağarcığımda baş köşeye oturttuğum büyüklerim vardır. Onlardan biri de adı Ötüken Neşriyat ile özdeşmiş isimlerden Erol Kılınç ağabeydir. İstanbul’da yaşadığım şu son 40 yılda Erol Kılınç Beyle diyebilirim ki beş on defa bile oturup sohbet etme, değerli fikirlerinden ve birikiminden istifade etme şansım olmadı. Ama onun zihin dünyasının çok canlı olduğunu, bir saniyesini bile boşa geçirmediğini, rahatsızlığına rağmen bereketli, feyizli ve dualı kalemi elinden hiç bırakmadığını, mütemadiyen eser ürettiğini bilirim.Ötüken henüz, Klodfarer Caddesi’nde iken yaptığım ilk ziyareti hatırlıyorum. Merhum şair ve yazar Olcay Yazıcı ile birlikte gitmiştik. İkimiz de Türkiye gazetesinde çalışıyor, kültür sanat sayfasını birlikte idare ediyorduk. Bu ziyaretimiz esnasında arka cepheye bakan büyük odada Erol Kılınç oturuyordu. Heybetli ve uzun boyluydu. Bana Anadolu’daki Murat Çobanoğlu gibi ozanları hatırlatır hep Erol ağabey. Bir süre sohbet etmiştik. Neredeyse 35 yıllık bir mazisi olan o ziyaretten hatırımda kalan bir manzara da büyük romancımız Tarık Buğra’nın arka duvarı süsleyen çerçeveli, büyük ve yakışıklı fotoğrafıydı. Sonra Ötüken Beyoğlu’na, geçmişte Cadde-i Kebir diye anılan bugün ise İstiklal Caddesi olarak bildiğimiz yeni yerine taşındı. Ağa Camii’nin karşısındaki bir binanın üst katlarında. Halen orada irfan ocağını tüttürmeye devam ediyor. Ötüken demek bizim için Nurhan Alpay ve Erol Kılınç ağabeyler demekti. Eksiğimiz olan kitapları tamamlar, onları okur, sonra karınca kaderince o müstesna eserleri yazıp tanıtmaya çalışırdık. Peyami Safa hakkında düzenlenen bir anma programına katılmak için Erol ağabey ile birlikte yayınevinden Tünel’e kadar yürüyüşümüzü ve yolda sohbet edişimizi unutamıyorum. Bizim neslin hocaları arasında Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Faruk Timurtaş gibi hocalarımız vardı. Ama öte yanda Ötüken Ocağı’nda Nurhan ve Erol ağabeyler,
sayı//55// şubat 94
Dergâh’ta Ezel ve Mustafa ağabeyler, Türk Edebiyatı Vakfı’nda Ahmet Kabaklı Hoca, Kubbealtı’nda Sâmiha Ayverdi Hanımefendi vardı. Bu mahfiller, yayınevleri ve kültür kurumları da bizim için âdeta ikinci fakülte oldular. Hatta bir türlü mezun olamadığımız ve hâlâ devam ettiğimiz yüksek okullarımızdı. Bu sivil mekteplerde bize yol gösterdiler, ufuk açtılar, medeniyetimizi işaret ettiler ve nesilleri yetiştirdiler. Allah hepsinden razı olsun. Ötüken’de Erol Ağabeyin arkada küçük bir odası vardı. Biyografisine baktığımızda o bereketli eserlerin bu mütevazı mekândan doğup ülkemize, hatta Türk ve İslâm âlemine yayıldığını görüyoruz. Ötüken zaten aralarında rahmet-i rahmana kavuşmuş olan Nevzat Kösoğlu, Mehmed Niyazi ve Ahmet Nuri Yüksel ile Ahmet İyioldu, Fehim Üçışık ve Özer Revanoğlu gibi büyüklerimizin henüz talebe iken emekleriyle vücut bulmuş feyizli bir müessese idi ve temelinde Lâleli’de kurulan Yaprak Kitapevi vardı. Sonra yayınevi büyüdü ve Türkiye’nin seçkin kuruluşlarından birisi oldu. KONYA’DAN İSTANBUL’A
Erol Kılınç’ın hayatı oldukça hareketli, heyecanlı ve renklidir. 1945 yılında Konya’nın Bozkır ilçesinde doğdu. 1949 yılında ailesiyle birlikte Aydın’ın Söke ilçesine yerleşti. Söke Kemalpaşa İlkokulu’nu bitirdi. Parasız Yatılı imtihanlarını kazanarak Aydın Lisesi’ne kaydoldu ve ortaokulu burada bitirdikten sonra lise 1. sınıfta Denizli Lisesi’ne nakledildi. Buradan 1967 yılında mezun oldu. Bir ara 8 aylığına Aydın/Çine’de noter başkâtipliği, sonra Söke’de noter kâtipliği yaptı. Aynı dönemde Söke’de Türkçüler Derneği 2. Başkanlığı ve Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği Şube 2. Başkanlığı yaptı. CKMP’nin Söke teşkilatı kurucuları arasında yer aldı. Söke’de 2 yıl boyunca Özü Sözü Gerçek isimli gazeteyi yayımladı. 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi. Üç yıl bu bölümde okuduktan sonra, ara verdi ve 1971’de Tarih bölümüne geçti. Bu bölümden 1975 yılında mezun oldu. 1968-69 yıllarında İstanbul’da yayınlanan Millî Hareket dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. İSA YUSUF ALPTEKİN’İN ÖZEL KÂTİBİ
Erol Kılınç, bu yıllarda Edebiyat Fakültesi Ülkü Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı. 1967-1971 yılları arasında Doğu Türkistan Türklerinin efsanevî lideri İsa Yusuf Alptekin’in
özel kâtipliği görevini yürüttü. Yine bu dönemde İstanbul Ülkü Ocakları Birliği’nin kurucu başkan yardımcılığını yaptı. Osman Bahadır’dan sonra da başkanlığa getirildi. 1971’de Kutluğ Yayınları’nı kurdu. 1977 yılı sonuna kadar bu yayınevinde yöneticilik ve editörlük yaptı. Devlet, Millî Hareket, Türk Yurdu dergilerinde az sayıda makalesi yayınlandı. 1975-76 yıllarında Recep Haşatlı’nın (şehîd) başkanı olduğu MHP İstanbul İl yönetiminde sekreter görevini üstlendi. 1978 yılı Mart’ından 2012 yılı Ocak ayına kadar Ötüken Neşriyat’ta yönetici ve genel yayın yönetmenliği yaptı. Ağır derece KOAH rahatsızlığı sebebiyle emekliye ayrıldı. Çalışmalarına hâlen evinde devam ediyor. KÜTÜPHANE OLUŞTURAN ESERLER
Erol Kılınç’ın telifi olan ve yayıma hazırladığı eserleri bir araya getirdiğimizde neredeyse bir küçük kütüphane oluşuyor. Bilge tarihçimiz olan ve tarihimize orijinal bir bakış getirmiş olan merhum Ziya Nur Aksun’un bütün eserlerini neşre hazırladığını ve yayımlanmasına büyük emekleri olduğunu bir ziyaretimiz esnasında Belma Aksun Hanımefendiden duymuştum. Önce telif eserlerini görelim: İhtilal, İhtiras ve İdeal- 68 Kuşağı Hakkında (2008), Çanakkale Savaşları Günlüğü (2011), Damla Damla Yaşadıklarım (2012) adlı kitapları Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanmıştır. Dr. Rıza Nur’un 12 ciltlik Türk Tarihi’ni yeni harflere çevirdi. J. Von Hammer’in Devlet-i Osmaniye Tarihi’nin Mehmet Ata tarafından tercüme edilmiş olan ciltlerini sadeleştirerek yayına 95
hazırladı. Bundan başka Mahmut Muhtar Paşa’nın Maziye Bir Nazar isimli kitabını ekler ve notlarla yayınladı. Osmanlıcadan yaptığı birçok iç-çevirilerinin en önemlilerinden olmak üzere, Yusuf Akçura’nın eserlerinden çoğunu ve son olarak yeni harflerle basılmış olmakla beraber Haydar Rifat’ın Gustave Le Bon’dan tercüme ettiği Bir Târih Felsefesinin İlmî Esasları isimli eseri yayına hazırlamıştır ki, bu kitaplar da Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanmıştır. Bunların dışında, Deguignes’in ünlü Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sâir Batı Tatarlarının Târih-i Umûmîsi adlı ve H. Cahit tarafından tercüme edilmiş olan 8 ciltlik eserini, üç büyük cilt halinde yayınlanmak üzere hazırlamış olup yakında Ötüken tarafından okuyucuya sunulacaktır. 1979 Şubat’ında İbrahim kızı Şerife Hanımla evlendi. 2 oğul, 2 kız (ikiz), iki gelin, bir damat babası, bir de torun dedesidir. DAMLA DAMLA BİRİKMİŞ HATIRALAR
Erol Kılınç’ın hatıraları çok değerlidir. Damla Damla Yaşadıklarım, Devlet ve Millet Üzerinde Zihin Sancıları ile İhtilal İdeal ve İhtiras 68 Kuşağı isimli kitapları, yazarımızın duygu ve düşüncelerini topladığı ve topluma sunduğu birer öz eserdir. Ve bu kitaplarda şahsi hatırattan ziyade Türkiye’nin son yarım yüzyılında yaşadıkları, süzülmüş hatıralar eşliğinde ve akıcı bir üslup ile okuyuculara sunulmuştur. Bu eserlerden Türkiye belgeselleri hazırlanabilir, yakın tarihimizin envanteri çıkarılabilir ve millet/devlet olarak dün yaşadıklarımız gözler önüne serilebilir. Erol Bey, bir vatan evladı ve bu ülkenin bir münevveri olarak hatıralarını kaleme alırken temel hedefini, Damla Damla Yaşadıklarım’ın şu satırlarınla dile getiriyor: sayı//55// şubat 96
“Yaşadıklarımdan bölük pörçük aktardığım şeyler bu kitapta toplandı. Bunları isteyen bir gençlik macerası, isteyen ibretlik işler ve yaşanmışlıklar, isteyen sıradan bir ülkücünün ilk gençliğinden kocamışlığına kadar hayatının şahsî veya davası bakımından kendisince sivri yanları ile sosyal araştırmalar için malzeme olabilecek yönlerinin kaydedildiği bir hatıra defteri telakki ederek okusun… Bilinsin ki, küçük şeyler de olsa, tarihe doğru notlar bırakmak arzusu, bunları kaleme alırken en başta gelen duygumuzdu. İnanıyorum ki, bizim kuşağın hayat serüvenleri aşağı yukarı böyleydi… Onun için, zannederim, Damla Damla Yaşadıklarım’da okuyucu, kendi vicdanı ile yüzleşecek, hayatının muhtelif veçhelerinin yansılarını bulacaktır…” Yazar, diğer hatıra kitabında da hormonlu bir şekilde efsane haline getirilmek istenen “68 Kuşağı”nı silkeliyor ve bu aldatmacaya dikkat çekiyor. Yabancı ideolojilere ram olmuş bir kuşağın nasıl aldatıldığını, kandırıldığını ve ihanete sürüklendiğini çarpıcı bir şekilde dile getiriyor. Türkiye’yi başka güçlere peşkeş çekmeye çalışanların yanısıra bu ülkeye, devlete ve aziz millete sahip çıkan sağlam ülkücü-milliyetçi nesillerin varlığına işaret ediyor. Vatan aşkını yüreğinde tutuşturmuş kadroların bazı nâdânlar tarafından yok farzedildiğini ama güneşin balçıkla sıvanamayacağını söylüyor. Erol Kılınç, Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllaradaki üniversitelerde yaşanan hareketlilik ve öğrenci olaylarını, samimice ve bizzat yaşamış biri olarak anlatırken okuyucularını da o dönemlere alıp götürüyor. Tespitleri ve teşhisleri çok önemli. Keskin gibi gözüken bazı hükümlerine baktığımızda aslında bir mümin ferasetiyle nasıl doğruları işaret ettiğini görebiliyoruz. Zira dün sol/sosyalist/marksist olarak öne çıkan bir çok ‘aydın’ görüntülü ünlünün bugün nasıl savrulduklarını, fikir istikameti ve namusundan mahrum kaldıklarını, hatta bazılarının PKK veya FETÖ terör örgütlerine yamandıklarını, kalan bir kısmının ise dün sövdükleri Amerika ve Batı emperyalizmi ile kanlı Siyonizme nasıl yanaştıklarını ibretle seyrediyoruz. Erol Kılınç örnek hayatını vatanına adamış idealist bir insan, fikirleriyle istikamet sahibi Müslüman bir Türk münevveri ve düşünce dünyamızın emekleri ve hizmetleri unutululmayacak öncü isimlerindendir. Kendisine sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum.