Biz’den…
“Efendiler, Lisan Gerek Lisan! “ Bir dünya kurduk ağaçtan, Hiç durmadan silkelenir, Hamlarımız dalda kalır Olgunlarımızsa yenir.
Bir Dünya kurduk kalburdan, Hiç durmadan silkelenir, Üstte kalanlar kazanır Alta düşenler elenir…. … Yaşar Fersahoğlu
Güzel Ülkemin insanları, Bu ay içinde mahalli idareler seçimini yaşayacaklar.. Şehirleri, ilçeleri beldeleri köy ve mahalleleri yönetecek idarecileri kendi oyları ile seçecekler ve beş yıl bu yöneticiler tarafından kendilerine hizmet edilecek.. Bu demokrasi anlayışının temelinde şu cümle vardır, -Neyseniz ona göre! Başınızda idare…(NFK) .Üstad Necip Fazıl’ın nazmıyla yazdığımız cümle aslında Hz.Muhammed(s.a.v) in sözüdür... Erdemli Şehir deyince aklımıza gelen önemli Filozofumuz Fârâbî’nin siyaset ve reislik hakkındaki fikirlerinden biraz bahsetmek gerekir… El-Muallimu’s- Sânî Farâbî’nin yoğunlaştığı alanlar içinde en çok ilgi çeken konu; Siyasettir. “İnsanî iyilik ve mutluluğun gerçekte ne olduğu, hangi koşullara bağlı olduğu, bunun toplumsal alanda nasıl gerçekleşebileceği yönlerinden hareketle incelediği gibi, bunlara karşıt olanları da ihmal etmemiştir. Farabî’ye göre her Medine Fazıl değildir.. Fazıl medîne, gerçek mutluluğu kazanmaya yarayan şeylerde birbirine yardımlaşma amacı taşır. İşte bu amaçla bir araya gelen İnsanlar Fazıl bir topluluktur.. Bu olgunluk veya mutluluk, kendisi için istenen, hiçbir zaman başka şey için istenmeyen, hem dünya hem ahiret için talep edilen en üstün iyilik olup, nazarî, fikrî, hulkî ve amelî fazîletlerin insanda hâsıl olmasıyla meydana gelir.. Bu nedenle Servet, Lezzet, Siyaset asla gerçek mutluluk değil, mutluluk zannedilen şeydir.. Mutluluk kendine yeter olmaktır.. Gerçekten mutluluk olanı elde etmeye yarayan ve irade ile yapılan işleri ve melekeleri kontrol altına alıp sağlamlaştıran riyaset; Fazıl Riyasettir.. Saadet zannedilen şeylerin elde edilmesine yarayan işleri ve melekeleri kontrol altına alan riyasette cahil riyasettir.. “Mutlak anlamda ilk reis, başkasının yönettiği değil aksine ilim ve marifeti bilfiil tahsil eden, kendini irşâd edecek kimse olmayan, işlemesi gereken şeyleri iyice idrak kabiliyeti olan, başkalarını bildiği şeylere yönetme istidadı olan ve eylemleri gerçek mutluluk doğrultusunda takdir etme ve yönlendirme kudreti olan kimsedir.. Fârâbî’nin Medinesinde fazıl reis o derece önemlidir ki, sahip olduğu faziletlerin yanı sıra onun idaresiyle halk arasında kaynaşma ve düzen sağlanır.. Fâzıl Medîne halkı, varlık ve değer hakkında ortak tasavvura sahiptir. Akıl yetisi güçlü insanlar varlıkları oldukları şekliyle ve burhanla, diğer insanlar da gerçekliği yansıtan misaller ve temsillerle tasavvur eder.. Bunlar,
Fârâbî’nin siyaset felsefesinin temelini oluşturan temel düşünceler, Doğru karar alacak ve uygulayacak reisi ve arkasındaki siyasi yapıyı özetler niteliktedir... Bilgi, Beceri, Liyakat; yöneticide aranan vasıflardır muhakkak…Bu vasıflara ilave olmazsa olmaz şartlarda; Adalet, Merhamet, Sabır ve Hoşgörüdür…Seçenler ile seçilenler arasında örtüşen bağ ise, yukarıdaki cümlede arz edilendir “ Neyseniz ona göre başınızda idare!” Bugünün dünyasında Müslüman milletlerin Tek umudu, tartışmasız tek lider Ülkesi Türkiye’mizin her konuda dik durması , güçlü olması ; Adalet, Merhamet, Sabır ve Hoşgörüde Bir ve beraber olmasına bağlıdır..Bu birlikteliği temin edecek Güzel Ülkemin Güzel insanlarıdır… 20 Mart ; Kırım’da dünyaya gelen ,Türk ve Müslüman dünyanın Çok önemli Mütefekkiri, Gazetecisi, Eğitimcisi, Yazar’ı, Siyasetçisi, İsmail Bey Gaspıralı’nın doğum yıldönümüdür… “Doğmuşum Avcı köyde/ Bin sekiz yüz elli bir de./ Mekanım Bahçesaray, /Mezarım kim bilir nerde?"…Dizeleri, Gaspıralının ruh dünyasının derinliklerini anlatır.. Gaspıralı, Hayatı boyuca Sadece Kırımdaki hemşehrilerini değil Türk ve İslam dünyasının varlığını ve birliğini düşünen, bu uğurda ömrünü vakfeden öncü çalışmalar yapan muhteşem bir insandır.. “Efendiler, Lisan Gerek Lisan! ” Başlıklı yazısında “Ortak dil edebî Türkçe” dir ifadesiyle Edebî olmayan ,işlenmeyen kaba lisan ile adam akıllı ders edilemeyeceğini vurgular.. “Ana dilde gazete ve kitap basımı, Müslümanların ticaret ve sanayi sahasında gelişmesi, bütün Müslüman halkta Efkâr ve Fehm-i umumiyenin terakkisi.” Gaspıralı’nın her dönemde geçerli olan fikirleridir..Bu terakkiyi sağlamak için Gaspıralı’nın hedefi şuydu: Okyanus kıyısındaki Türk Balıkçılarla, Karaköy Rıhtımındaki hamalların aynı lisanı konuşmalarıydı. Bu ortak lisan “İSTANBUL TÜRKÇESİ” idi… “Dil’de Fikir’de İş’te Birlik” birleştirici vurgusu sonsuza kadar idealimizdir… Gaspıralı’nın bizlere miras MOTTO’su şu idi; “ Milletin için ne yapmak istiyorsan ,elinden gelen işle hemen bugün başla..!” Bu anlayışa sahip Yerel yöneticilerimizin olması beklentimizdir.. Şehir ve Kültür dergimizin olmazsa olmaz gayretleri, Kültürlerimizi Şehirlerimizde yaşatmaktır, kayda geçmektir, hatırlatmaktır… Uygulayanlar kazanır..! Yeni sayımızla, saygı ile sevgi ile karşınızdayız… Hz.Mevlâna der ki; “Her insan bir yağmur tanesi gibidir. Kimi çamura, kimi gül yaprağına düşer.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zâtınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 HOCALI
ADALET BEKLEYEN ŞEHiR:
Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR
8
KUZGUNCUK’TA BiR EV
Dr. M. Sinan GENİM
12 16
20
ÇANAKKALE
BiZ, BiR, BÜTÜN
OLDUĞUMUZ YER
Fahri TUNA
25
DÜNYA EKONOMiK DEĞiL
EKOLOJiK PARADiGMA İSTİYOR Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN
HZ. FATiH’İN EMANETi ULU MÂBED
AYASOFYA’YA DAiR AZ BiLiNEN GERÇEKLER-II-
Dr.Kâmil UĞURLU
EMiN ÜSTÜN iLE KONUŞTUK;
" FAiZSiZ SiSTEMLE EV-
ARABA ALMANIN YOLU"-2-
Mehmet Kâmil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.
32 36
KAHVE HAZRETLERi
BEYANINDADIR Prof. Dr. İsmail GÜLEÇ
BİR KÜLTÜR HAVZASI
EYÜP ÜÇGEN ADA Dr. Şimşek DENiZ
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse
Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu
Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,
22 100 YIL ÖNCE FRIEDRICH SCHRADER’İN AYDOS’A YÜRÜYÜŞÜ / Mehmet MAZAK 26 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ TİRAN / Hüseyin YÜRÜK 30 ALTINDAĞ ANKARA’NIN BAŞKENTİ / Erbay KÜCET
52
ŞEHiR SOHBETLERi -16-
34 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -6- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
AKILLI ŞEHiR
38 ANDIRIN’DA BİR İKİNDİ VAKTİ VE İKİNDİ YAZILARI / Serdar YAKAR
Ahmet NARiNOĞLU
40 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -beş- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
DEDiKLERi
41 YAĞMUR YAĞIYOR -şiir-/ Kâmil UĞURLU 42 SIRATIMÜSTAKİM SEBİLÜRREŞAD DERGİLERİ VE SAİD NURSİ RİSALELERİ / İskender TÜRE 48 ERZURUM LİSESİ / Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN
60
51 DARÜSSELAM'DA GEZİYORUM / Veli DALBUDAK
iKi ŞEHRiN BESLEDiĞi
BiR AŞK HiKÂYESi Muhsin İlyas SUBAŞI
56 EYÜP SULTAN’DA BİR HUZUR VAHASI: ÜMMÎ SİNAN TEKKESİ / Nidayi SEVİM 59 SAĞ OMZUMUN AĞRISI / İbrahim BAŞER 62 UZUN HAVALARDA BİR EKOL URFALI HAMZA ŞENSES /İsmail BİNGÖL 65 KEŞF-İ İSTANBUL - III- -kitap tanıtım-/ Tanıtım: Fatma DERİN 66 YAŞANIR ŞEHİRLERİMİZ OLSUN / Mustafa UÇURUM 68 ŞEHRİN GÖRÜNMEYEN MİMARLARI / İmdat AKKOYUN
70
74 BİR TÜRK DÜNYASI KÜLTÜREL MİRASI “AŞIK OYUNU” / Salih DOĞAN
KADINLARIMIZ Seyfullah ERKMEN
77 YOK OLAN BİR CAMİ: REVANİ ÇELEBİ CAMİ / Mehmet SANCAK 78 BEKLENTİLER SARMALINDA ŞEHİR VE İNSAN / Mehmet BAŞ 81 UMUDA YOLCULUĞUN OYUNU “UZLAŞMA” -şehir tiyatro- / Yorum: Kemalettin İSTANBULLU 82 BİR DÖNEMİN EFSANE YÜKSEKOKULLARI YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜLERİ / Dr. Şakir DİCLEHAN 86 ŞEHİRLEŞME VE ŞEHİRLİ SORUNLARIMIZA DAİR, DÜŞÜNCELER VE ÖNERİLER -2- / Cem ERİŞ
94
ARAF HEYKEL SERGiSi SELÇUKLU VE OSMANLI MEZAR TAŞI YORUMLARI
Sabri GÜLTEKİN
Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11
89 TUBA AĞACINA BAŞKA BAKIŞ / Recep ARSLAN 90 AŞKLA YÜRÜMELİ ŞEHİRDE / Recep GARİP 92 BİR NESLİN ÖNCÜSÜ ŞULE YÜKSEL ŞENLER / Mehmet Nuri YARDIM 94 ARAF HEYKEL SERGİSİ SELÇUKLU VE OSMANLI MEZAR TAŞI YORUMLARI -şehir sergi-/ Küratör : Mehmet Lütfi ŞEN GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com Kapak Fotoğrafı: Kültür ve Turizm Bakınlığı Arşivi http://catab.kulturturizm.gov.tr/TR-176908/fotograflarla-canakkalesavaslari.html
fkesine hâkim olamıyordu. “Dört ay” dedi, “Hocalı kuşatma altında yaşadı, tam dört ay”. Anlattığı II. Dünya Savaşı’ndan uzak ve yabancı bir sahne değildi. Burnumuzun dibinde, daha geçenlerde yaşanmış bir trajediydi. Bütün dünyanın yaşandığı sırada ilgisiz kaldığı, bugünse hatırlamak bile istemediği bir trajedi.
ADALET BEKLEYEN ŞEHİR:
HOCALI Söylenenler ne denli acı olsa da, bir milyon insanın o günlerde yaşadığı dehşeti anlatmaya yetmiyor. Onlara “kaçkınlar” ve “göçkünler” deniyor. Yıllardır evlerine dönecekleri günü hasretle bekliyorlar. Dönecekler mi? İşgal bitecek mi? Bilmiyorlar… Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*
Elman Memmedov, kuşatma altındaki şehrin, Hocalı’nın o sıradaki valisiydi. “Katiyetle aklımıza gelmiyordu ki, biz Hocalı’yı terk edelim” dedi. Ama sivil insanlar nereye kadar dayanabilirdi ki. “1991’in Kasım’ının 1’inden, 1992 Şubat ayının 25’ine kadar çok şehitler verdik, esir düşenlerimiz oldu, ama mukavemet gösterebildik. Sonra gördük ki, artık ahali kırılır. Kırılanların çoğu kadınlardır, çocuklardır. Ve bunları kurtarmak lazımdır. Benim tarafımdan emir verildi ki, artık şehri terk etmeliyiz. Buna göre bir istikametten başladık çıkmaya. O istikameti seçmiştik ki, orada yol yok idi. Çünkü yoldan gittin, Ermeni kontrol noktasıdır. Orda pusuya düşersin. Kış… Meşelik, dağ kardı; soğuk vardı. Mesafe çok uzaktı.” Şimdi Azerbaycan’da Pirşahı kasabasında sürgün hayatı yaşayan Nazile Selimova ise, can derdine düştükleri o soğuk kış gecesini şöyle anlattı: “O gece, öyle bil ki, kar üstüne kar yağmıştı. O karın üstünde ilerleyen insanlar, kendilerine bir aydınlık huzmesi arıyorlardı… Ay Allah, biz nereye gidelim, hangi yana kaçalım. Karlı ırmağı, buz gibi soğukta kim yalın ayak geçebilir. Korku öyle şey ki, buz gibi suları gece geçip gittik. Derelere tepelere düşmüştük. Nine torundan, baba çocuktan, anadan ayrı düşmüştü. Arayıp bulamıyorduk ki, hay Allah, hangi yöne gidelim.”
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//56// mart 4
Söylenenler ne denli acı olsa da, bir milyon insanın o günlerde yaşadığı dehşeti anlatmaya yetmiyor. Onlara “kaçkınlar” ve “göçkünler” deniyor. Yıllardır evlerine dönecekleri günü hasretle bekliyorlar. Dönecekler mi? İşgal bitecek mi? Bilmiyorlar… Evlerinden, atalarının kurduğu dünyadan geriye ne kaldı? Onu da bilmiyorlar… Savaş ve sürgün sırasında doğanlar şimdi 20’li yaşların ortasına geçmiş durumda; ata toprağına ilişkin “Karabağ çok güzelmiş, meyve bahçeleri varmış” diyebiliyorlar en fazla.
Onlar da anlamıyorlar. Kuveyt’i işgal etti diye Irak’ı haritadan silecek denli gazap duyan ABD, onun destekçisi ülkeler, AB, BM neredeler? Karabağ’ın yanı sıra Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal eden ve tam bir etnik temizlik harekâtıyla bu toprakların halkını sürüp atan Ermenistan’a neden ses çıkarılmaz? Dünya halen susuyor ve dünya sustukça Ermenistan konuşuyor; eski devlet başkanlarından biri “Karabağ’ın Ermenistan’a ilhakından başka seçenek kalmadı. Bu konuda bize kimse engel olamaz” diyebiliyor. Ama öte yandan Azerbaycan’ın kararlılığı ve hızla güçleniyor olması, meselenin bir oldu bittiyle çözülemeyeceğini de gösteriyor. Sonuçta çözüm giderek belirsizleşiyor, kaçkın ve köçkünler için gelecek kararıyor, ümitler tükeniyor. Onca ölüm, ıstırap ve çekilen çile de cabası… Aslında her şey 1805 Kürekçay Antlaşması ile başladı. İsimleri değişse de hep Türk devletleri tarafından yönetilen ve son devirde bağımsız bir hanlık olan Karabağ, o tarihte Rus Çarlığına bağlandı. Ardından sonuçları bugüne kadar uzanacak olan 1813 tarihli Gülistan ve 1828 tarihli Türkmençay anlaşmaları imzalandı. Rus Çarlığı ile İran arasında yapılan bu anlaşmaların en önemli sonuçlarından birisi, Azerbaycan coğrafyasının bölünmesi ve bölgeye Ermeni nüfusunun göçüne kapı aralaması oldu. Nitekim Türkmençay anlaşmasının 15. maddesi, İran’dan Rusya’ya göçü serbest bırakıyordu. Bu ise bölgede yaşayan Ermenilerin kitleler halinde bugünkü Ermenistan ve Karabağ’a göçüyle sonuçlandı. Aynı dönemde Ruslarca işgal edilen Osmanlı topraklarından da binlerce Ermeni göç ettirildi. Kayıtlara göre yalnızca 19. yüzyılın ilk yarısında 300 bine yakın Ermeni nüfus getirilmişti. Bunlar
genellikle bugünkü Erivan, Dağlık Karabağ, Nahçıvan, Zengezur ve Ordubad bölgelerine dağıtılmışlardı. Oysa Çarlık Rusyası’nın bu göç politikasını uygulamaya koyduğu ilk yıllarda bile bölgede Türkler ezici bir çoğunluğa sahiptiler. Örneğin, dönemin Rus ordusu komutanı Yermalov tarafından (1805-1822) hazırlanan bir istatistiğe göre, Karabağ nüfusunun yüzde 78.3’ü Azerbaycan Türklerinden, yüzde 21.7’si Ermenilerden oluşuyordu. Tüm gayretlere rağmen bu sayısal üstünlük 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etti. 1886 yılında yapılan bir istatistiğe göre, bugün Azerbaycan’ın ana karasıyla Nahçıvan arasında kalan Zengezur bölgesindeki 326 köyden yalnızca 81’i Ermenilere aitti. Erivan’da da ahalinin yüzde 66’sı Azerbaycan Türkü, yalnızca yüzde 34’ü Ermeni’ydi. Sonraki gelişmeler ve özellikle I. Dünya Savaşı, bölgenin nüfus dengesini alt üst etti; 1916 yılına gelindiğinde Ermeni nüfus ikiye katlandı ve yüzde 46’ya yükseldi. Buna rağmen Azerbaycan Türkleri çoğunluk olmayı sürdürdüler. Karabağ’da da durum farklı değildi; 22 Ağustos 1919 yılına ait bir arşiv belgesinde, bölgedeki Ermeni azınlığın haklarının teminat altına alınmasından söz edilmesi de bunu göstermekteydi. Bu tablo, Sovyetler Birliği döneminde tamamen değişecek; Karabağ olaylarının sıcak çatışmaya dönüştüğü 1990’lı yıllara gelindiğinde ise, 19. yüzyıl başlarındaki durumun tam tersi bir görünüm alacaktı. Rusların 19. yüzyıl boyunca uyguladığı politika istenen sonucu vermedi; bölgede hala Türkler çoğunluktaydı. Nüfus 5
1920’lerde başlayıp 1980’lere kadar geçen süre içerisinde Ermenistan, Azerbaycan toprakları aleyhine üç kattan fazla genişleyerek, ilk kurulduğu yıllardaki 9 bin kilometrekareden bugünkü 29 bin kilometrekarelik alana ulaştı. Zaten, daha ilk fırsatta, 1920-21 yıllarındaki yeni sınır düzenlemelerinden yararlanarak, Nahçıvan ile Azerbaycan arasındaki Zengezur ve Göyçe bölgelerini topraklarına kattı. Böylece, Azerbaycan’ın Nahçıvan, dolayısıyla Türkiye ile olan coğrafî bütünlüğü ortadan kalktı, ülke bugünkü parçalı halini aldı.
dengesi değiştirilemeyince Türklerin zorla uzaklaştırılması gündeme geldi. Bunun yöntemi olarak da, baskı ve sindirme yolu seçildi. Böylece 1905 ve 1907’deki kanlı olaylar yaşandı. Çarlık Rusya’sının desteklediği bu eylemler, bugünkü Ermenistan ve Dağlık Karabağ’daki Azerbaycan Türkleri’nin ilk kitlesel sürgünlerinin de başlangıcı oldu. Bölgedeki Türkleri bulundukları yerlerden zorla çıkarmaya yönelik ikinci büyük sistematik saldırı dalgası ise 1918 yılında ortaya çıktı. O sıralarda, Bakü’de kurulan Bolşevik yönetimin başına Lenin tarafından Ermeni asıllı Şaumyan atanmıştı. Bu gelişmeyle birlikte harekete geçen Taşnaklar, Azerbaycan tarihine “31 Mart kırgınları” olarak geçen ve kısa sürede tüm ülke sathına yayılan tedhiş hareketlerini başlattılar. İki gün içerisinde yalnızca Bakü ve civarında 20 bine yakın insan öldürüldü, binlercesi kaçtı. Azerbaycan tarihinde bu göç hareketine “kaça kaç” ya da “kaça kov” denilmektedir. Bu kırgın ve sürgün politikası, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun, “Kafkas İslâm Ordusu” adıyla, 1918 Mayıs’ında Azerbaycan’a gelmesi ile durduruldu. Yaklaşık dört ay süren bir askerî harekâtla tedhiş sona erdirildi. Sahip olduğu zengin petrol yatakları sebebiyle Rusların göz koyduğu Bakü, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin başşehri ilan edildi. Bugünkü Azerbaycan’ın siyasî sınırları da o tarihte çizildi. Ancak, 1920 yılında tüm Kafkas bölgesi, Sovyetler Birliği’nin yönetimi altına girdi. Ermeniler bu dönemde de etkin konumlarını sürdürdüler. Ermenistan’ın sınırlarının asıl genişlemesi de bu dönemde gerçekleşti. Öyle ki,
sayı//56// mart 6
Sovyet hâkimiyeti kurulduktan üç yıl sonra, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan sınırlarına katılmasına karar verildi. Bu karar, uyandırdığı hoşnutsuzluk nedeniyle, ertesi gün Stalin’in de katıldığı bir toplantıda iptal edildi. Ancak aynı gün, yani 5 Temmuz 1923 tarihinde, Dağlık Karabağ’ın statüsü değiştirilerek, Azerbaycan sınırları içerisinde kalmak kaydıyla, özerk bölge hale getirildi. Ermenistan, elde ettiği toprakları etnik bakımdan tam olarak arındırma fırsatını ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra yakaladı. Diasporanın da desteğiyle, 23 Aralık 1947 tarihinde SSCB Bakanlar Kurulu’ndan “Ermenistan SSC’den Kolhozcuların ve Başka Azerbaycanlı Ahalinin Azerbaycan SSC’nin Kür-Araz Ovalığına Göç Ettirilmesi Hakkında” bir karar çıkartıldı. Azerbaycan’da Atatürk Merkezi Başkanı ve Azerbaycan Milli Meclisi Kültür Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nizami Caferov, bu dönemde Türklerin Ermenistan’dan Azerbaycan topraklarına zorunlu göç ettirilmelerinin Moskova’nın talimatı ile olduğunu belirtiyor. Göyçe, Ağababa, Zengezur, Makalı gibi bölgeler de Türkler nüfusun yüzde 90’ını teşkil ediyorlardı. Bu ise, dönemin Sovyet politikası açısından riskli bir durumdu. Moskova, bunun için Ermenilerin isteklerine sıcak baktı, hatta destekledi. Zaten 1944’te Kırım’dan başlayıp Kuzey Kafkasya’ya, oradan Ahıska’ya kadar tüm Türk halklarını, Türkiye sınırlarından uzaklaştırmak için sürgün etmişlerdi. Bugünkü Ermenistan’da yaşayan Azerbaycan Türkleri’nin kadim topraklarından çıkartılmaları da bu politikanın bir parçasıydı elbette. Ermeniler, 1948’den 1953 yılına kadar geçen sürede, yüz binlerce insanı Azerbaycan’a göndererek, “Batı Azerbaycan” olarak adlandırılan bugünkü Ermenistan’ı Türklerin azınlık olarak yaşadıkları bir bölge haline getirdiler. Bu arada Ermenistan’ın, SSCB Merkez
yönetiminin verdiği bu karardan özellikle stratejik bölgelerdeki Azerbaycan Türklerini boşaltmak biçiminde yararlandığı dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, özellikle Türklerin ekonomik, sosyal ve kültürel yönden güçlü oldukları yerler boşaltıldı. Bunun en somut olanı da başkent Erivan’dan Türklerin sürgün edilmesiydi. Türklerin boşalttığı yerlerin adları da hemen değiştirilmeye başlandı. Ermenistan’ın Türklerden tamamıyla temizlenme süreci ise Mihail Gorbaçov’un SSCB Komünist Partisi Genel Sekreterliğine gelmesi ile tamamlandı. Ermenistan’ın 170 ayrı yerleşim yerinde yaşayan 250 bin civarında Türk, 1988 Kasım ayının 20’sinden itibaren 15 gün içerisinde yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan, planlı bir şekilde ve zorla sürgün edildiler. Bu son olay, bugünkü Dağlık Karabağ ve “KaçkınMecburi Göçkün” olgusunun ana sebeplerinden biriydi. Çünkü bugünün ilk “kaçkınları”, Ermenistan’dan sürgün edilenlerdi. Diğer yandan, bu etnik temizlik ve Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’la birleştirilme çabalarına, her geçen gün kitleler halinde Azerbaycan’a gelen insanların çok zor şartlar altında çadırlarda, tren vagonlarında yaşama görüntüleri eklenince, Azerbaycan kamuoyunda, Ermenilere ve önlem almayan Sovyet yönetimine çok ciddi bir tepki oluşmaya başladı. Nihayet 17 Kasım 1988’de Azadlık Meydanı gösterileri başladı. Yüz binlerce insanın katılımıyla gerçekleşen bu gösteriler, kısa zamanda organize bir halk hareketine dönüştü. Gösterilerin önünü alamayan Sovyet yönetimi ise çareyi askeri müdahalede buldu ve 20 Ocak 1990 gecesinin o meşum olayları meydana geldi. Çeşitli istikametlerden gelen Sovyet tankları, kurulan barikatlar önündeki insanları ezerek, çevreye ağır silahlarla ateş yağdırarak Bakü’ye girdi. Olaylar sırasında onlarca sivil hayatını kaybetti. Bütün bunlara rağmen, Azerbaycan’daki protesto hareketleri güçlenmesini sürdürdü ve Sovyetler Birliğinin çözülmesi yolunda en önemli etkenlerden biri oldu. Öte yandan Ermeniler Dağlık Karabağ’ı Türklerden boşaltma faaliyetini hızlandırdılar. Buna direnen halkla, Ermeni silahlı birlikleri arasında sıcak çatışmalar başladı. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılı sonlarında dağılması ile çatışmalar iyice alevlendi. Karabağ savaşlarının en dramatik sahneleri, Dağlık Karabağ’ın Hocalı şehrinde yaşandı. 1992 yılının Şubat ayının
25’ini 26’sına bağlayan gece, Ermenistan Silahlı Kuvvetleri ile Dağlık Karabağ’daki Ermeni milisleri, SSCB’nin Hankendi’nde yerleşen 366. Motorize Alayının da katılım ve desteğiyle Hocalı şehrine büyük bir saldırı başlattılar. Bir gece içerisinde 613 sivil öldürüldü, bin 200’den fazla insan da esir alındı. Öldürülenler ve esir götürülenler arasında, 1989 yılında Fergana olaylarından kaçarak, Hocalı’ya gelip yerleşen Ahıskalı Türkler de bulunuyordu. Bu rakamların birkaç bin kişinin kaldığı bir şehirde meydana geldiği düşünülürse, trajedinin boyutları daha iyi anlaşılır. Karabağ savaşları süresince 20 bin dolayında Azerbaycanlı hayatını kaybetti, 4 bin 866 insan esir ya da kayıp düştü, 100 bin civarında insan yaralandı ve yaralıların yarıya yakını sakat kaldı. Bu sırada, Azerbaycan’ın yüzde 20’sine denk gelen 17 bin kilometrekarelik toprağı işgal edilmiş; 900 yerleşim yeri, 131 bin civarında ev, 1025 okul, 798 sağlık merkezi, 1500 kültürel mekân, 12 müze, 9 saray tahrip edilmiş ya da yakılmış, müzelerdeki 40 bin civarında tarihî eser talan edilmişti. Bu arada, 927 kütüphanede bulunan on binlerce kitap ve el yazması eser de yok edilmişti. Ermeniler, ateşkesin ilan edildiği 1994’ün 12 Mayıs’ına kadar Dağlık Karabağ’ın tamamını ve etraftaki yedi şehri ele geçirdiler. Buralarda yaşayan bir milyona yakın Azerbaycan Türkü, yerlerini terk ederek, iç bölgelere göç etmek zorunda kaldı. Bugün Azerbaycan, 1990’lı yılların ilk yarısındaki ülke değil. Refahını arttırmış, ordusunu güçlendirmiş, nüfusu iki katına çıkmış ve dünyaca tanınan ve bilinen bir ülke. Ve ümit edilir ki, barış temelli yürüttüğü Dağlık Karabağ’ın özgürlüğü mücadelesi muhakkak başarıya ulaşacak ve “Hocalı için adalet” gerçekleşecektir. 7
uzguncuk evi hem planlama ilkesi hem de süsleme özellikleri açısından ilginçtir. Anıtsal bir yapısı yoktur ancak örnek bir planlama ürünü olarak dikkat çekicidir. Dış görünüşünü pekiştiren geniş saçakları yoktur. Saçaklar ya orijinal yapıda kısa tutulmuş ya da daha sonraki bir tamir sırasında, belki de arka bahçeye yapılan odanın inşası sırasında kısaltılmış olmalıdır.
KUZGUNCUK’TA BİR EV
İstanbul’da dış sofalı Türk Evi’ne rastlamak oldukça güçtür. Sedad Hakkı Eldem’in 1940 yılında tamamladığı Türk Evi Plan Tipleri isimli kitabında örneklenen 115 adet dış sofalı plan tipinden yalnızca onüçü İstanbul evlerine aittir. XVI. yüzyılın sonlarına doğru şekillenmeye başlayan dış sofalı plan tipi XVII. yüzyıl sonlarından itibaren terk edilmeye başlanmış, artan konfor ihtiyacı ve yerleşik düzenin getirdiği yoğunluk evlerin içe dönmesine (İç ve Orta Sofalı) yol açmıştır.
Dr. M. Sinan GENİM
1872-73 tarihleri arasında meydana gelen yangın dışında yazılı kaynaklar Kuzguncuk’ta meydana gelen önemli bir yangından bahsetmezler. Vadi tabanında önemli tahribata neden olan 1872-73 yangını sonrası yapılan tüm yapılar iki katlı olup, hemen hepsi kâgirdir. Vadi tabanında geçmişe dair, anıtsal yapılar dışında hemen hemen hiçbir iz yoktur.
İstanbul’da dış sofalı Türk Evi’ne rastlamak oldukça güçtür. Sedad Hakkı Eldem’in 1940 yılında tamamladığı Türk Evi Plan Tipleri isimli kitabında örneklenen 115 adet dış sofalı plan tipinden yalnızca onüçü İstanbul evlerine aittir.
Ancak, sahilden 500 metre kadar uzakta, Kuzguncuk (İcadiye) Caddesi’nin bitiminde Bozacı (eski Arnavut) Sokağı’nın, Ayçiçeği Sokağı ile kesiştiği noktada yer alan, kısmî bir taş bodrum kat üstüne iki ahşap kattan oluşan küçük bir yapının tarihi XVIII. yüzyıl sonlarına kadar uzanıyor olmalı. Ne yazık ki dış görünüşüne bakılarak değerlendirilen, çeşitli uyarılarımıza rağmen tescil edilmeyen bu ev, yirmi yıl kadar önce yok olmuştur. Tapu kayıdına göre; Üsküdar, Kuzguncuk Mahallesi, 114 pafta, 555 ada, 4 parsel sayılı bu ev Bozacı Sokağı 14 nolu kapı idi. 5.10.1931 tarihli Yako oğlu Mişon Efendi adına düzenlenmiş tapu senedinde Semti Meşhur: Boğaziçi, Mahallesi: Kuzguncuk, Sokağı: Arnavut olarak kaydedilmiş olan, Ma’a Bahçe Ev’in yarısı notu bulunmaktadır. Avram kızı Sara’dan intikal eden bu yarı hissenin, diğer yarısının maliki ise Avrem (Avram) Efendi’dir. Sağ tarafı Güllü Bağcı Sokağı, sol tarafı Yorgi ve
sayı//56// mart 8
Leoni haneleri, arkası Papa Yorgi arsası, cephesi Arnavut Bozacı Sokak olan ev; Şeyhülislam Salih Efendizade, Mehmed Emin Efendi Vakfı’na kayıtlıdır. 5.1.1951 tarihli kadastro tespitinde ise 139.92 m� olarak kayıt edilen söz konusu parselin malikleri Yakoğlu Mişon ile Avram olarak görülmektedir. 7.7.1970 tarihinde Ali Tafralı ve Dursun Ali Şahingöz tarafından satın alınan yapı, bu kişilerin mülkiyetinde iken yıkılmış olup, boş arsa 24.9.1999 tarihinde izale-i şuyu vasıtası ile satılmış ve Fatma Meral Omacan tarafından alınmıştır. 5.11.1931 tarihli satış vesikası 21/279 sayı ile Müdevvere Defteri’ne kayıt edilmiş olup, Müdevvere Defteri’nde bulunan 27637 no’lu not bizi 27 Kanunievvel 1328 (9 Ocak 1913) tarihli bir satış vesikasına ulaştırmaktadır. “Asabı Emlak: Tebay-ı Devlet-i Aliyenin Musevi milleti nisvanından Sara binti Avram Tebay-ı Devlet-i Aliyenin Rum milleti nisvanından Eleni binti Yorgi’nin bila varis vuku vefatı ile Bakkal Yako’nun zevcesi mûmâ-ileyhâ’nın kılındığı emlak-ı vakfiye Müdüriyetinden varit olan 27 Eylül 1328 (9. 8. 1912) tarihli ilmühaber anlaşılmağla ol vechile mezburenin tasarrufuna havi 27 Kanunievvel 1328” Bu kaydın evvel hanesine not edilmiş 25 Temmuz 1301 (6 Ağustos 1885) tarihli bir notta anılan evde Yorgi kızı Eleni’nin oturduğu görülmektedir.*
Görüldüğü gibi varılan en eski tarih 6 Ağustos 1885’dir. Bu evi Eleni’nin babası Yorgi’mi yaptırmış, yoksa o da daha önceki bir tarihte bu yapıyı satın mı almıştır, bilemiyoruz? Ancak bu bölgede yoğun olarak gayrimüslim nüfusun oturduğu da bir gerçektir. 1970’li yılların ortasına doğru bir fırsat bulup incelediğimiz, Bozacı Sokağı’ndan (Yokuşu) çift kanatlı bir kapı ile girilen taşlığın sağında üç pencere ile sokağa açılan alçak bir bodrum katı bulunmaktaydı. Soldaki bölüm daha sonraları tadil edildiği ve bir tuğla duvar ile girişten ayrıldığı için oldukça değişmişti. İçine giremedik, kanımızca cam olmayan kafesli yüksek pencerelerini göz önüne alarak, orijinal yapıda at bağlamak için kullanılan bir hacim olabileceğini düşündük. Zemin taşlığının bahçe ile irtibatı kesilmiş, bu bölüme bir taş duvar yapılmıştı. Sağdan dört basamaklı kısa bir merdiven ile kışlık odaya çıkılıyordu. Çıkma ile sokağa doğru uzatılan bu oda üst kat odası ile aynı konturlara sahipti. Tüm ısrarlarımıza rağmen bu odaya giremedik. Soldaki yarı döner merdiven ile üst kata ulaşılıyordu. Güneye bakan uzun sofanın hem sokağa hem de bahçeye bakan cephesi ikişer pencereli, ahşap taşıyıcılı bağdadi duvardı (Bkz. Foto: 3) Merdivenin solunda küçük bir tuvalet bulunuyordu. Kanımızca XX. yüzyıl başlarında bu bölüme bir oda ilave edilmişti. Belki de daha önceleri burada sofanın köşkü bulunuyordu ve bu köşk bir oda kazanmak amacı ile kapatılmıştı. 9
Bozacı Sokağı’na bakan iki oda çıkmalarla genişletilmiş, özellikle her iki yönde beş pencere ile dışa açılan köşe oda kare haline getirilmişti. Her iki odanın çıtalı tavanlarının, duvarlarla birleşen bölümleri eğrisel pahlarla zenginleştirilmiş ve bu pahlar kalemişi süslemelerle bezenmişti. Özellikle köşe odanın tavan süslemeleri, çıtalar üzerine yapılan ok veya çam ağacı benzeri motiflerle süslenmiş, çıtaların kesiştiği noktalara yonca yaprağı benzeri rozetler takılmıştı. Duvarlar kötü renkli bir badana ile kapatıldığı için kalemişi ile süslü olup olmadıkları konusunda bir fikir ileri sürmek zordu. Eğrisel pahlar üzerinde ise yer yer kıvrılan ve bükülen bir kurdeleye bağlanmış çiçek buketleri bulunuyordu. Çift halka şeklinde düğümlenmiş kurdelenin, halkalarının düğümlendiği noktanın her iki yanına doğru uzanan, yapraklı bir dal üstündeki çiçeklerin tümü farklı birer çiçeği sembolize ediyordu: şakayıklar, lâleler, karanfiller, kır çiçekleri ve güller. Badana fırçasının erişemediği bölümler yapıldığı günkü tazeliği ve inanılması güç bir fırça hakimiyeti ile karşımızdaydı. Kapının sağında bir niş vardı ve içi tümden badana edilmişti. Diğer odanın tavan çıtalaması daha sadeydi, bunun da daha az pahlı tavan, duvar birleşimine badana fırçası erişememişti ve odanın dört duvarı boyunca devam eden bir kurdele üzerine ucunda çiçekler olan bir
sayı//56// mart 10
dal iliştirilmişti (Bkz. Foto: 7). Bu odanın sofaya komşu olan duvarında bir niş yer alıyordu. Derinliği fazlaca olmayan bu nişin kenarları pahlı olarak yapılmış ve her iki düşey kenarına üst üste daha ufak ikişer niş yerleştirilmişti. Nişin üzeri iki kanatlı ahşap kapakla kapatılarak dolap haline getirilmişti. Dolabın kapaklarını açınca karşımıza bir İstanbul manzarası çıktı. Benzerlerine Topkapı Sarayı, Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı gibi anıtsal sivil mimarlık örneklerinde rastladığımız türden bir görüntüydü. Kuzguncuk’un kıyıdan bu kadar uzak sokağında inanılması güç bir seyirlik. Her iki yanında birer kolonun yer aldığı açıklıktan görülen manzarada, ön planda ki yapılar büyük bir olasılıkla Topkapı Sarayı sahil köşklerini anımsatıyordu. Solda, ağaçlıklı bir alanda kule benzeri bir yapı (pek tabii ki Kız Kulesi) ile anıtsal bir çeşme (belki de Göksu Çeşmesi ve Çayırı) görülüyordu. Ön plandaki Pazar Kayığı ve hemen gerisindeki çift yelkenli teknenin dolaştığı küçük bölüm Haliç’in Boğaz çıkışı olmalıydı. Geride ufak yükseltiler halinde adalar ve hızla geçtiği izlenimi verilen büyük tekneler vardı. Fonu bir burun halinde biten Gemlik ve Mudanya sahilleri oluşturuyordu. En arkada birbiri ardına yükselen tepelerin arasında Uludağ tüm haşmeti ile belirtilmişti. 1970’li yıllarda bu ev terk edildiği için harap olmaya başladı. Kısa süre içinde etrafta oturanlar yakmak için ahşaplarını sökmeye başladılar. Çeşitli kereler korumaya alınması için çaba göstersek te başarılı olamadık. Kısa süre içinde harabe haline döndü, bu arada sonra nasıl oldu ise birileri bu evin bulunduğu arsayı satın aldı ve yerine üç katlı çirkin bir yapı yaptı. Yüzyılı aşkın bir ömrü olduğunu sandığımız, yapan veya yaptıran bir gayrimüslimde olsa güzelim
bir “Türk Evi” daha tarihe karıştı. Bence bu evin özel bir önemi vardı. Mütevazi bir yapı bile eğer istenirse, ona malik olanların kültürel seviyesi el veriyorsa pek ala da döneminin örnek bir yapısı olabilir. Her yapının anıtsal olması gerekmez, bazı yapılar görünüşleri ile olmasa da içerdikleri kültürel değer açısından anıtsal olmayı hak ederler. Şimdi İstanbul’da benim bildiğim ve hatırladığım dört ahşap yapı bu niteliklere sahip kaldı. Ancak, ne yazık ki tüm girişimlere rağmen 1699 tarihli Anadoluhisarı Amcazade Hüseyin Paşa Divanhanesi çok uzun senelerdir üzerine kapatılan bir kafesin içinde ne olduğu meçhul bir durumda. Bebek Kavafyan Evi ise Vakıflar İdaresi’nin himmet ve bakımını bekliyor. Geride bakımı yapılan ve koruma altında olan Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı ve geç döneme ait Bağlarbaşı Abdülmecid Efendi Köşkü kaldı. Beş yüz yılı aşkın bir süredir, bu şehirde yaşıyoruz, anıtsal yapılar hariç, geçmişi yüz yılı aşan çok az sivil mimarlık örneğini koruyabildik, bu konu üzerinde ciddi olarak düşünmemiz gerekir. KAYNAKÇA
* Üsküdar Tapu Sicili Müdürlüğü kayıtları. •İstanbul, 24 Şubat 2019 • Daha detaylı bilgi için Bkz. •M. Sinan Genim, “Kuzguncuk’ta Bir Ev”, Nurhan Atasoy’a Armağan, İstanbul, 2014, s. 140-162.
11
HZ. FATİH’İN EMANETİ ULU MÂBED
AYASOFYA’YA DAİR
AZ BİLİNEN GERÇEKLER-II…Şehrin başka bir tarafında Altın Manto denilen bir kapı vardı. Bu kapının üstündeki altın top öyle bir sihirle yapılmıştı ki, Rumlar bu top orada durdukça şehre yıldırım düşmez diyorlardı. Altın topun üstünde altın manto giymiş tunçtan bir heykel vardı ve üzerinde şöyle yazılıydı: “Konstantinopolis’de bir yıl oturan herkes, benimki gibi altın bir mantoya sahip olur.” Dr.Kâmil UĞURLU
yasofya dünyada mevcut en büyük kubbeli binalardan biridir. Böyle büyük yapı organizasyonlarında binanın çalışması ve çeşitli yönlere hareket etmesi normaldir. Bu bilindiği için gerek Bizans zamanında, gerekse Osmanlılar, bina yana açılmasın diye devamlı iki yanına payandalar yaptılar. Binanın zamanımıza sağlıklı bir şekilde gelmesi bu payandalar sâyesindedir. Osmanlı yönetimi yakın sayılabilecek bir geçmişte, Ayasofya için büyük bir “muayene” operasyonu yaptırdı. İtalya, Almanya ve Fransa’dan tarihi yapılar üzerine birinci sınıf uzmanlar getirildi ve bunlar binayı derin bir tetkikten geçirdiler. Vardıkları sonuç, Ayasofya’nın iki yana doğru açılmasının devam ettiği yönündedir. İslam dininin tesir sahasını hızla genişletip Hakk dininin dünya sathına yayılması, 11. yy’da Batılı Hıristiyanları rahatsız etti. Din adamlarının teşvik ve tahrikiyle bir araya geldiler ve Kudüs’ü ve kutsal bildikleri yerleri Müslümanların elinden kurtarmak bahanesiyle teşkilatlandılar. Akıllarında sadece kutsal alanların kurtarılması değil, doğunun esrarengiz ve efsanevi zenginliğine ulaşmak da vardı ve esas sebep buydu. 1096-1272 yılları arasında sekiz sefer yapıldı. Aralıklarla 176 sene sürdü Haçlı Seferleri. Başlangıçta Sultan Alparslan’ın Malazgirt’teki zaferi bu seferlerin sebebini teşkil etti. Malazgirt’ten sonra durumun tehlikeli hâle geldiğini düşündüler ve Bizans, yani Roma’nın doğudaki uzantısı, batılı dindaşlarını imdada çağırdı. Onlar da çağrıya uydular. 1096-1099 yılları arasında ilk sefer yapıldı. Takriben elli sene sonra ikincisi, ondan da elli sene sonra üçüncü sefere çıkıldı. 13. yy’ın hemen başında dördüncü haçlı seferi başlatıldı ve iki sene sürdü. Bu dördüncü sefere, Fransız tarih yazıcısı Robert de Clari de katıldı. Kardeşini de yanına aldı ve komutan Pierre d’Amiens ile birlikte, mukaddes topraklara gitmek üzere yola çıktılar. Zuhuratlar gidiş yolu güzergâhını değiştirdi ve başlangıçta olmamasına rağmen Kostantinopolis’e uğranıldı ve şehrin muhasarasına iştirak edildi. Haçlılar bu kuşatma sonrası, kendilerini dâvet eden Bizans’ın
sayı//56// mart 12
başkentini zaptettiler. Robert de Clari bunlara şahit oldu, gördüklerini ve duyduklarını not etti, kayda geçirdi ve tarihe kaynak sağladı. Kendisinden “şövalye” diye bahseden bu adam gerçekten şövalye midir, değil midir, belli değil, fakat tesbitlerini ve notlarını, “gören gözlerle” yaptığı açıktır. Bir seyyah gibi çıktığı bu seferde “Konstantinopolis’i bir seyyah gibi dolaştı. Manastırlara, kiliselere, heykellere, sütunlara, sanat eserlerine, şehrin ihtişamına meraklı gözlerle baktı, anlatılanları, eğrisini-doğrusunu düşünmeden dinledi ve anlattı. Anlattıklarının arasında, Ayasofya’nın o tarihlerdeki durumu da vardır. Tesbitleri ilginçtir. “… şimdi size Ayasofya kilisesinden ve yapılış tarzından bahsedeceğim. Rumcada Ayasofya, Fransızcadaki Sainte Trinité demektir (Kutsal hikmet). Ayasofya Kilisesi yusyuvarlaktır. Kilisenin içinde, çepeçevre, muhteşem sütunlara dayanan kubbeler vardı. Bu sütunların akikten, somakiden veya kıymetli taşlardan olmayanı ve şifa vermeyeni yoktu. Bazısı, sürtününce böbrek ağrısına iyi geliyormuş, bâzısı böğür, bazıları da başka hastalıkları iyileştiriyormuş. Bu kilisedeki kapı, pencere menteşeleri, sürgü ve buna benzer şeyler demirden değil, gümüştendi. Büyük mihrap değer biçilemeyecek kadar kıymetliydi, çünkü mihrabın üstündeki masa altından ve karıştırılarak bir araya getirilmiş kıymetli taşlardandı. Zengin bir imparator yaptırmış bunu. Bu masa aşağı-yukarı 14 ayak uzunluğundaydı. Mihrabın etrafında, üstteki kuddas dolabını taşıyan gümüş sütunlar vardı. Çan şeklindeki dolap som gümüştendi ve bahâ biçilemeyecek kadar kıymetliydi. İncil’in okunduğu yerin ihtişamını tarife imkân yoktur. Kilisenin bir ucundan öteki ucuna aşağı-yukarı yüz âvize vardı. Bu âvizeler kol kalınlığında gümüşten bir zincirle sarkıtılmıştı. Her âvizede yirmibeş, belki de daha fazla kandil olup, âvizelerin hiçbiri hemen hemen iki yüz gümüş marktan daha aşağı değerde değildi. Kilisenin büyük gümüş kapısının halkasında hangi karışımdan yapıldığı belli olmayan, çoban kavalı boyunda bir boru asılıydı. Bu borunun şöyle bir hassası varmış: Vücudunda şişlik gibi, meselâ karın şişliği gibi bir derdi olan hasta, boruyu ağzına koyar koymaz, boru onu tutuyor
ve bütün hastalığını emerek zehiri ağzından çıkarıyormuş. Boru hastayı öyle kuvvetli tutuyormuş ki, hastanın gözleri yuvalarından fırlıyor ve adam, hastalığı kökünden sökülünceye kadar boruyu bırakamıyormuş. Boru, hasta olmayan biri tarafından ağza alınınca, hiç tutmuyormuş. Ayasofya kilisesinin önünde, aşağı-yukarı üç kulaç eninde, elli kulaç boyunda kocaman bir sütun vardı. Sütun, üzerine tunç geçirilmiş mermerdendi ve demir çemberlerle sarılmıştı. Sütunun tepesinde, hemen hemen onbeş adım uzunluğunda ve o kadar genişlikte bir taş bulunuyordu. Bu taşın üzerinde, tunçtan büyük bir ata binmiş, elini Asya’ya doğru uzatan, tunçtan bir imparator heykeli görülüyordu. Üzerinde Müslümanlarla asla mütareke yapmayacağına yemin ettiği yazılıydı. İmparatorun öteki elinde, üzerinde haç olan altından bir küre vardı. Rumlar bunun Herakleios olduğunu söylediler. Altının sağrısında ve başının üstünde ve kendisinin etrafında, oraya her sene gelen on leylek yuvası görülüyordu. (Herakleios, Doğu Roma imparatorlarından biri.) …Şehrin başka bir tarafında Altın Manto denilen bir kapı vardı. Bu kapının üstündeki altın top öyle bir sihirle yapılmıştı ki, Rumlar bu top orada durdukça şehre yıldırım düşmez diyorlardı. Altın topun üstünde altın manto giymiş tunçtan bir heykel vardı ve üzerinde şöyle yazılıydı: “Konstantinopolis’de bir yıl oturan herkes, benimki gibi altın bir mantoya sahip olur.” 13
…Şehirdeki bir başka harika da, yine tunçtan yapılmış, tabiî ve fevkalâde güzel iki kadın heykeliydi. Bunlar 20 ayak boyundaydı. Heykellerden biri elini batıya doğru uzatıyordu ve üzerinde şunlar yazılıydı: “Konstantinopolis’i zaptedecek olanlar batıdan gelecekler.” Öteki heykel elini çirkin bir yere uzatıyor ve şöyle diyordu: “Onlar buraya sokulacaklar.” Mustafa Tatçı dostumuzun, Hz. Niyâzi-i Mısrî’nin hatıralarını nakleden güzel kitabında, Hazrete nisbet edilen hoş bir not vardır: “Şöyle rivayet edilmiştir ki o gün sabah olduğunda Hz. Şeyh (Niyazi Mısrî) bir makama gelip niyâz halinde oturdu. Pek değişik hallere girdi çıktı. Öyle ki, oturduğu yer hareket ederdi. Tâ ki güneş doğuncaya kadar bu hal ile öylece kaldı. Sonra yine farka geldi önceki haline döndü. Halifelerinden Şeyh Mahmûd Efendi demiştir ki: “Hazreti Pîr efendimize, efendim, bu ne sırdır, diye sual ettim.” Buyurdular ki; “Bu makâma –(tıyn-ı mahtum)- denir ve bir âlâ makamdır.” Şeyh eliyle Tıyn-ı mahtûm’a dokundu. Dokunurken diliyle tevhid eder, salâvat getirirdi. Sonra şöyle buyurdu: – “Bir kimse bir uzvu yaralandığı zaman bu cevherden alıp o yaralı uzvuna tiryâk edip sürse, şifâ bulur. Ayrıca bir kişiyi yılan veya akrep soksa bu Tıyn’ı mahtûm’dan zehirli hayvanın soktuğu yerin üzerine merhem edip sarsalar, bu balçık, Allah’ın izniyle o zehri def eyler.” Şeyh Mahmûd sordu: - Ya Hz. Şeyh, bu ne mâdendir? Şeyh şöyle cevap verdi: – Ya Mahmûd, bu bir cevherdir ki, Hâce-i cihân (a.s.) Efendimizin mübârek ağzı yarıdır (Tükrüğüdür). Dersaadette hâlen Ayasofya Cami-i şerifinin binâsı bu cevher hürmetine durmuştur. Sonra o cami-i şerifde olan rûhâniyet ve hassa, Sultan’ül enbiya’nın hüsn-ü nazarı ve kimya-ı âlileridir. O makamda olan niyâz Beytullah makamında yapılan niyâz gibidir. Bu Limni Adası’na da böyle bir şey nâsib olmuştur. Ya Mahmûd, Cenab-ı Hakk bizleri dahi göğün ve güneşin içinden zerreler gibi bu cezire üzerine düşürdü. Bir rivâyet de şöyledir: İmam Gazâli (r.a.) Mişkatü’l Envari’l Esrar adlı kitabında şöyle beyan buyurmuştur: “Hz. Resûlullah (a.s.) Efendimiz bir gün otuz altı ashâb ile birlikte evinde otururlarken üç kere “Lâ ilâhe illallah” dedi ve ashabına dönüp, “Siz de aynı şeklide Lâ ilâhe illallah deyin” dedi. Onlar da üç kere söylediler. Resûlullah el kaldırıp dua eyledi. sayı//56// mart 14
Bir saat geçtikten sonra yanlarına iki ruhban geldi. Der-i Âliye’de, Ayasofya Camisinin duvarlarının ve kubbesinin imarı için Aleyhisselâm Efendimizin manevî yardımını niyâz eylediler. Hz. Resûlullah bir şişe içinde mübârek ağzının yarını (tükrüğünü) verdi. Sonra onlara dönüp: – Şişeyi ve içindeki tükürüğü yere koymayın, suya atmayın, buyurdu. Ruhbanlar İstanbul’a dönerlerken kışın şiddetinden gazaba uğradılar. Limni’ye uğramak ve ellerindeki şişeyi Tıyn-ı mahtum’un çıktığı yere koymak zorunda kaldılar. Koymamaları gerekirken mecbur kaldılar. Ashâb, Hz. Peygambere sordular: – Ya Resûlullah, ağzınızın tükrüğünü o ruhbanlara niçin verdiniz? Aleyhisselâm Efendimiz buyurdu ki: – Bir gün ola ki ümmetim Ayasofya’da namaz kılsa gerektir. İmdi, Limni Adası’nda vâki olan Tıyn-ı mahtûm denilen balçık, Hz. Peygamber’in tükrüğünün eseridir. Bunu Hz. Mısrî (k.s.a.) Efendimiz ortaya çıkardılar. Ayasofya’nın hariminde, beden duvarlarına asılı olan büyük, yuvarlak hatt levhaları, Sultan Abdülmecid döneminde, dönemin ünlü hattatlarından Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazıldı. 7.5 m. çapındaki yuvarlak levhalar yeşil zemin üzerine yazıldılar. Altın yaldız ile yazılan yazılar, Hz. Allah (c.c.), Hz. Peygamber (s.a.v.), dört halifenin isimleri ve Hz. Peygamberin torunları Hasan ve Hüseyin’e tahsis edilmiştir, 8 adettir. Ahşap askıları, hafif ve dayanıklı olması sebebiyle ıhlamur ağacından yapılmıştır. İslâm dünyasının en büyük hatt levhalarıdır. Ayasofya’nın, camiden müzeye çevrildiği 1935 senesinde yere indirildiler. Ebatları büyük olduğu için kapılardan dışarıya çıkaramadılar ve hünkâr mahfelinde depolandılar. Hatt tarihimizin önemli eserleri olan bu levhalar, ancak 1949 yılında, resmi makamlar tarafından değil, merhum mimar Ekrem Hakkı Ayverdi ve Nazif Beylerin himmeti, fedakarlığı ve cömertliğiyle yerlerine tekrar asılabildi. Ekrem Hakkı Bey, gerçekten yaşayan bir alp-erendi ve fisebilillâh, büyük hayır işlerinde daima vardı. İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Hattatlar adlı eserinde bu olay onun güzel üslûbuyla şöyle anlatılır:
“İsm-i Celâli, ism-i Nebeviyi, esami-i charı yâr-ı güzini ve Hasaneyni ihtiva eden bu elvâh-ı celîle, bir takım kıymet bilmez eşhas tarafından indirilip bir kenâre konulmuş ve bazılarının bazı yerleri zedelenmişti. Bu hâl, bizimle beraber diğer erbab-ı imanı dağdar ettiğinden tekrar asılması için uğraştıksa da muvaffak olamamıştık. Nihâyet Ayasofya Müzesi Müdiri Muzaffer Ramazan Beyi teşvik ve teşci ettiğimde, “para yok, olsa asardım” demişti. Öteden beri bu işe sarf-ı zihn eden yüksek mimar Ekrem Hakkı ve tüccardan Nazif Beyler, icabeden parayı hasbetenlillah vererek Ekrem Beyin nezareti altında levhalar tamir edildi. Yine o zât-ı ekremin himmetiyle levhalar kerimihilkerim 28 Kânunsâni 1949 (1368) de elvâh-ı şerife yerlerine asıldı. Ekrem beni alıp götürdü. Levhaları mahalli-kadiminde görünce ağlamaya başladım. Cenab-ı ekremü’l-ekremine hamd ü senâ ve Ekrem ve Nazif ile Muzaffer’e teşekkür ve dua ettim.” Ekrem Hakkı Bey, Osmanlı’yı yaşayan müstesnalardan biriydi. Bu levhaların yerine asılması için acele edilmesi gerekiyordu. Acele etmek için fazla mesai yapılması gerekiyordu. Fazla mesai için sadece ücret yetmiyordu, işçilerin gönüllenmesi gerekiyordu. Bunun için Ekrem Hakkı Bey, herkesin ücretini ödedikten sonra bahçeye kazan getirtti, gece onlara yemekler hazırlattı ve sabaha kadar asma işini tamamladı. Benzer nice himmetleri vardı rahmetlinin. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, heyecanla yapılmış bir iş, bir uygulama değildir. Yine Semavi Eyice hoca, konuya tarihi takibederek yaklaşıyor ve şunları söylüyor: “Osmanlı’lar fethettikleri şehirdeki en büyük kiliseyi camiye çevirirlerdi. Bu teamüldendi. Camiye çevrilen yapı, bir Cuma namazıyla açılır, imam minbere elinde kılınçla çıkardı. O Kılınçlar muhafaza edilirdi ve her Cuma minbere çıkarılırdı. Sonra o kılınçları yok ettiler. Bu kılınçlarla birlikte daha birçok değerli eşya kayboldu. Mihrabın sağında ve solunda dikkatle muhafaza edilen fetih alâmeti iki sancak-ı şerif, mihrabın önünde serili duran değerli ipek dokuma seccadeler, hattat padişahların yaptıkları istifler, (ki onlar mihraba yakın duvara asılı idiler), üzerinde gümüş tellerle âyetler yazılı yaldızlı örtüler… hepsi gizli bir el tarafından oradan kaldırıldı ve hepsi kayboldu.
Son not yine Semâvî Hoca’nın hatıratından bir tesbit: “Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesiyle ilgili uydurulan birçok lâf var ve hepsi uydurma. İşin esası ve doğrusu şudur: 1933 senesinde Atatürk Ayasofya’ya geldi. Uzun süre binada kaldı. İçini-dışını teferruatlı olarak dolaştı. Levhalara baktı. Bu arada gözüne, badananın altında hafif görünen mozaikler takıldı. Bunun üzerine “bunlar açılsa..” diye temennide bulundu. Bunu duyan müdür Muzaffer Ramazanoğlu, hemen ertesi günü, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yazdı. Durumdan vazife çıkardı. Ayasofya’nın müze olması üzerine yazılan tek yazı budur. Bu yazının bir kopyasını ben aldım ve bir makalemin dipnotunda kullandım, bu yazı halen mevcuttur. Fakat hayret ediyorum; yok heyet-i vekile kararı ile olmuş, yok Atatürk kesin emir vermiş, yok efendim sofra başında verilen bir kararmış, hepsi palavra.. O sıvalar kazınıp altında mozaikler meydana çıkarılabilirdi ve pekâlâ içinde namaz da kılınabilirdi. Bizim dinimiz her ortamda namaz kılınabilmesine cevaz verir. Sen yeter ki, yaratanla irtibatını sağlam kur..” Semâvi Hoca’ya Allah rahmetiyle muamele eylesin. Bilim namusu mücessem, düşündüğünü dosdoğru söyleyen nadir bilim adamlarından biriydi. Mekânı cennet olsun.. 15
EMİN ÜSTÜN’LE
ŞEHİR VE KÜLTÜR SOHBETLERİ..
“ELBİRLİĞİ SİSTEMİ İLE
EV, ARABA ALMANIN YOLU..” -2Ekonomi dünya çapında olduğu için bundan Türkiye ayrı kalamıyor. Tabi bu ekonomide de dünyada birileri söz sahibi olmuşlar zamanında. Köşeyi tutmuşlar. Şimdi biz ne yapacağız tabi ki 1,5 milyar Müslüman var 6 Milyarlık bir dünyadayız yani. Daha üretken bir hale gelmemiz lazım. Yani bugün Türkiye enerji problemini çözemediğinden problem yaşıyor. Bu bugünkü hükümetten değil ta geçmişten 50 yıllık politika. Söyleşi: Mehmet Kâmil BERSE
M.K.B: Emin Bey, geçen sayıda başladığımız söyleşimize heyecanla devam ediyoruz..Sizin söyledikleriniz yaptıklarınız. Yani siz vaaddan ziyade yapıyorsunuz.. Ekonomiye getirdiğiniz yenilikler konusunda sizlerin bu gayretleri, bu çalışma azminiz ki ben çok iyi biliyorum Allah razı olsun, sadece Türkiye’de değil dünyada da burada çalışan ve dünyadaki bütün Müslümanları, Türkleri bu konuda çalışmaya üretmeye sevk eden bir insansınız. Biraz önce bahsettiniz 90larda kurulmuş bir firma 28 yıl mı oluyor. 28 yıl. Yani çeyrek asırda 1200 kişilik istihdam yarattınız. Bu müthiş bir şey. Ev üretiyorsunuz, konut üretiyorsunuz. Ve bunu insanlara gönül rızasıyla satıyorsunuz ve insanları ev sahibi yapıyorsunuz bu çok güzel bir şey. Ben çok iyi biliyorum ki sizden kendisi ev almış orada çoluğu çocuğu olmuş ve şimdi o çocukları ev sahibi olması için yine sizlerle iş birliğine giriyor. Ve aile gittikçe büyüyor. Yani bir kendi iç aileniz var istihdam yarattığınız insanlarla. Bir de müşteri aileniz var ki asıl memnuniyet orda. E.Ü: Asıl bizim patronlarımız. Onlara çalışıyoruz. M.K.B: Onlara memnuniyet veremezseniz zaten bu işler yürümez. Ticarette böyledir zaten. E.Ü: Memnuniyetle, onların evvela gönüllerini almak, onlara karşı sorumluluklarımızı iyi yerine getirmek lazım. M.K.B: Bir gıda ürün yapıyorsanız onu kaliteli yapmazsanız bir daha satamazsınız. Hacı Bekir 250 yıldır lokum satıyorsa ne kadar rakibi olursa olsun ama o kalitesini satıyor. Veya istikrarını satıyor. Bu iş genelde böyledir. Bu ev konusunda özellikle konutların gelişmesi büyümesi ve konut ihtiyacının artması ve biraz önce bahsettiniz arabada sekmen deniyor konutta ne deniyor bilmiyorum. E.Ü: A gurubu diyorlar, B gurubu diyorlar, C gurubu diyorlar. M.K.B: İhtiyaçlara göre konut üretmek konusunda son 15 yılda Türkiye’de çok büyük gelişmeler oldu. Bu da merkezi iktidarın büyük gayretleriyle. Gerçi son zamanlardaki bu döviz durumları sizleri etkileyecek mi? E.Ü: Tabi bunu etkiler, etkiler ama bir çözüm üretiyoruz.. M.K.B: Mesela geçende özür dilerim konut firmaları bir araya geldiler baktılar ki insanlar alamıyor onlara fedakârlık yapalım. Elde
sayı//56// mart 16
birikmiş stoklar da var herhalde büyük bir ihtimalle. E.Ü: %20 civarı indirim yapalım dediler. M.K.B: Yani fiyat yükseleceğine geri geldi. Bu da önemli bir şey. E.Ü: Artık insanlar daha rahat ev sahibi olmak için zaman kazandılar. M.K.B: O zaman önemli bir şans bugünler. E.Ü: Tabi ekonomi artık Dünyaya bağlı Kamil Bey. Dünya sistemi içindeyiz. Nazif Abinin(Gürdoğan) dediği gibi Bir ayağımız İstanbul’da olacak bir ayağımız Dünyanın her tarafında dolaşacak. M.K.B: Mevlana’nın pergel teorisi gibi. E.Ü: Bu noktada ekonomi dünya çapında olduğu için bundan Türkiye ayrı kalamıyor. Tabi bu ekonomide de dünyada birileri söz sahibi olmuşlar zamanında. Köşeyi tutmuşlar. Şimdi biz ne yapacağız tabi ki 1,5 milyar Müslüman var 6 Milyarlık bir dünyadayız yani. Daha üretken bir hale gelmemiz lazım. Yani bugün Türkiye enerji problemini çözemediğinden problem yaşıyor. Bu bugünkü hükümetten değil ta geçmişten 50 yıllık politika. Yani siz çözememişsiniz toplumun yatırımlar yaparak sanayi kurmak suretiyle Anadolu’da iş geliştirememişsiniz. İstanbul’da 15 milyon insan toplanmış. İstanbul’a 15 Milyon insan toplanınca bu sefer 200 bin liraya alınacak normal bir daire 500 bin lira 500 bin liraya alınacak bir daire 1 milyon. Neden talep var. Arz yok. Bu arz var fakat yüksek arz var. İnsanların alım gücüne uygun bir arz yok. Bu dengesizlikten. Bugün Türkiye’nin sıkıntıları bugünün değil biz 50 yılın 70 yılın faturalarını ödüyoruz toplum olarak. Bu yığılmalar
olmasaydı Anadolu’da üretim devam etseydi. Hakikaten gidiyorum Çukurova’ya gidiyorum bomboş yerler. Efendim muz üret, portakal üret. Oralarda biraz çalışmalarımız var tarımla ilgili. M.K.B: Onlara da geleceğiz güzel işler yapıyorsunuz. E.Ü: onun için Anadolu’da böyle güzel şeyler var, böyle imkânlar var. Ama bunu Anadolu insanı üretir haline gelirse. İhracatımız artacak. Enerji üretebilirsek ithalatımız azalacak. Hiç olmazsa dışarıdan fazla enerji için doğalgaz ve petrol almayacağız. Bunları dengeleyebilirsek, bu topluca çözüm üretilen bir mesele. Yani bunun bir kısmını çözemiyorsunuz. Türkiye’nin eğer bütçesini ayarlayamazsak işte dolar böyle artıyor yani. Bu da tabi siyasi iktidarları boş tutmuyorlar. Devamlı ayaklarından bağlıyorlar. Devamlı çelme atıyorlar halkın tabiriyle. Çelme atıldığı için iktidar rahat karar veremiyor. Burada vazife topluma düşüyor. Her bireyin çözmesi gereken problemleri var. Her bireyin üzerinde bir sorumluluğu var. Bunu birey bazında vatandaş çözmemiz icap eden hadiselerimiz var. Bunlar çözülebilirse toplum biraz evvel problemlerini çözmüş olacak. Geçen Tayyip beyin Güney Kore seyahati, Özbekistan seyahati vardı. Biz de katıldık. E Güney Kore çözmüş meselesini işte 30-40 bin dolar milli geliri var. M.K.B: Hem de çok yakın zamanda. E.Ü: Yakın zamanda 30 yıl evvel bir şey yok. Bizden daha aşağıdalardı yani. 30 yılda çözmüşler. Türkiye’deki girişimci daha güçlü. Türkiye’de sistem sıkıntısı var. Bürokrasi sıkıntısı var. Vatandaşın önünü açamıyoruz. Açamadığımız için vatandaş bir o yola gidiyor
17
bir bu yola gidiyor. Sonra bıkıyor girişimcilikten vazgeçiyor. Aslında bizim Türkiye’de en çok destek olmamız gereken girişimciler olmalı. Neden? Bugün 100 girişimci çıksa ortaya bundan 5 tanesi muvaffak olsa işte biner kişi çalışsa beş bin kişiye iş vermiş olacak. Biz girişimcileri öldürmememiz lazım. Girişimcileri ayakta tutabilirsek. Elde edeceğimiz neticeyle toplumun problemlerini çözeriz. O zaman konut da rahat alınır, herkese iş üretilmiş olur. Milli gelirin payı fazla olur. Şimdi İstanbul’da insanlar konut alamıyor geliri düşük yani. Konutlar çok pahalı değil eğer dünya standartlarına bakarsanız bugün bir Londra ile Paris’le bir Almanya mukayese edilirse fiyatlar çok yüksek değil. Ama bizim milli gelirimiz düşük olduğu için insanlar onu almada zorlanıyorlar. O zaman biz millete göre bir elbise dikmemiz icap ediyor. Yani elbiseyi millete uydurmamız icap ediyor. O zaman ucuz konut üretmek icap ediyor. Sosyal konut üretmek icap ediyor. Ve İmc suretiyle bir de faiz engeliyle faiz ilavesinden kurtarmak icap ediyor insanları. Yani şimdi Almanya’da konut almak isterseniz yıllık faiz %1,5. M.K.B: Yıllık? E.Ü: Yıllık. Orada da biraz inşaatla meşgul olduk. E Türkiye’de bir konut almak istiyorsun yıllık faiz %15. Şimdi on kat. Burada bir faizlerin düşmesi lazım. Türkiye’nin problemi faiz. Ama bu nasıl düşer? Buna düş demekle düşmüyor. Sizin buna toplum olarak bir alternatif üretmeniz lazım. Paranızı faize değil de üretime yatırmanız lazım. Yani gidip bankaya yatırayım o da benim paramı satsın ben de yatayım dediğiniz zaman toplum olarak toplum üretmez hale geliyor. Bugün bankaların topladığı 1,5 trilyon paradan bahsediliyor. Bugün 1,5 trilyon vatandaştan alınıyor bir başkalarına satılıyor. O vatandaş da yatıyor akşama kadar param bankada nasıl olsa. sayı//56// mart 18
Hâlbuki bu vatandaş bir üretimin parçası olması lazım. Girişimcilere kooperatif kanunu yeniden düzenlenmesi lazım. M.K.B: Dediğiniz gibi eskiden kooperatifler vardı. Ne oldu bunlara? E.Ü: Burada sıkıntı şu Kamil Bey; Yöneticilere bir hak tanınmıyor. Sadece sorumluluk verilmiş. O da bu sefer uyanıksa işini yürütebiliyor. Uyanık değilse kaybediyor. Halbuki genel kurulda bir karar alınsa yönetici %3 - %5 - %10 fazla alabilir kazançtan. Birçok kooperatifler kurulabilir. Diyor ki adam ben kooperatif kuracağım komşum da ben de aynı hakka sahibim. Ben mesai harcayacağım, risk alacağım. Mevzuatın değişmesi lazım. Yani topluma uygun bir kooperatifçiliğin geliştirilmesi lazım. Üretken bir kooperatifin kurulması lazım. şimdi kooperatif Türkiye’de sosyal bir meseleydi ama biz bu kanunları Avrupa’dan bir kısmını getirmişiz bir kısmını getirmemişiz. Getirmediğimiz kısımlar da planlı yapılmış. Yani gelişmesi diye. Biliyorsun bizim Konya’da büyük bir kooperatifimiz var çok başarılı olmuş. 40-50 bin kişilik kadro oluşmuş ortağı var yani. Başarılı olma hedefi var bunun ama işte hükümetin, bürokratların bunu yani bürokratların iş adamlarını desteklemesi lazım. Piyasada çalışan, tarlada çalışan iş adamlarıyla, arazide çalışan iş adamlarının bürokratlarla desteklenmesi lazım. hayvancılık da çok kolay çözümü, tarımın da çok kolay çözümü ama mevzuat ne? İnsanı bir araya getiremiyoruz. İnsanları el ele getiremiyoruz. Bu işin başına gelen insanlara pirim veremiyoruz. Bunun başında elen insanları teşvik edemiyoruz. Devlet güvencesi veremiyoruz. İş adamlarına yeşil pasaport bile verilmiyor. Bu ülkede beş bin kişi çalıştıran adam bir pasaport alamıyor yani. Yani şimdi bir plan var yani. Desteklemiyoruz diyor. Bu hükümetin suçu değil sistemin suçu bu.
M.K.B: Birinci derecede bürokrasi sayın cumhurbaşkanımızın dediği gibi, bürokratik oligarşiden bahseder yıllardır. 15 yıldır mücadele bununla. Bürokratik oligarşinin bir ucu da yut dışında. E.Ü: Tabi. Yani mesela biz bir enerji işiyle uğraştık efendim otuz yerden imza alıyorsun yani burası müze olur mu, bu araziden otobana yola ışık gider mi? Buradan şu olur mu, burdan bu olur mu? Belediye bıktırdı yani bir ruhsat almak için. 6 ay 3 ay boş durdu santral enerji üretemedik yani. Boşa gidiyor. Gidiyorsun diyor ki buradan yol yok. Eyvah. M.K.B: Bırakın 6 ayı 1 ayı bizim bir saate bir dakikaya ihtiyacımız var. E.Ü: Bilecik’te veya bir yerde belediyeye gidiyorsunuz kadın diyor ki burada yol yok. Tarlada her taraf yol. Bir başka tarladan yol yok. Diyor ki kadastrodan buradan yol olması lazım. Bunu yapmak için 6 ay bir seneye ihtiyaç var. Ve enerji santrali bekliyor yani. Efendim diyor mevzuat böyle diyor burada kadastrodan yol olması lazım. Sahile gidiyorsunuz tarlanın istimlak edilmesi lazım çözülmesi lazım birçok problem. E bunların hızlı çözülmesi lazım. Şimdi Avrupa’ya gidiyorsunuz. Avrupa’da adam diyor ki ben binamın çatısına enerji yapacağım. Bir baktım orda bir hurdacı bir fabrika satın almış. Bin metrekare fabrikasının çatısı var. Hemen bin metrekareye bir enerji kurmuş hemen devirde satmaya başlamış. Biz onu burada yapmak için Allah yapamazsınız. Birçok şeyleri aşacaksınız yani. Atlamalardan atlayacaksınız. Önüne yirmi tane şey koymuş yani ondan atla ondan atla. Veya onu başka parasal hediyelerle ikna et. Yani toplumda böyle bir sıkıntı var. Ama bunlar inşallah bu hükümet bu şeyi çözmesi lazım. Belki başkanlık sistemi de tam yetki alınırsa bunlar aşılabilir yani. Devlet memuru işten atılamaz. Öyle bir şey yok. Yapamazsa ayrılması lazım işten yani. Aşamıyorsun yani. Bakan bile alınabiliyor yani. Veya gidiyor mahkemeye ver yeniden dönüyor aynı işe filan. Bu bakımdan aşılmazı lazım. Aşılmazsa ne olur? Kaybederiz, ülke bölünür. Bugün bizim altmış milyar dolar yurtdışında açık veriyoruz ihracatta. Neden? Petrolden. E biz neden güneş enerjisiyle çözemiyoruz. Bugün Almanya’nın güneş enerjisindeki toplam ürettiği enerji 140 bin megavat. Bizim Türkiye’nin ürettiği enerji 76 bin megavatta santralimiz var. Hadi 80 bin megavat diyelim. Daha biz güneşte 2 bini yakalayamadık yani. 2 binlerdeyiz güneşte. Niye biz Almanların 40 bin megavat
olduğu güneşin olmadığı bir ülkede niye biz Türkiye’de 10 20 bin olasın. MK.B: Onların güneş tarlaları var değil mi? Bizim de o kadar boş tarlalarımız var. E.Ü: Bugün 60 milyar doları her sene vermektense bir sefer güneşe yatırsan Türkiye’nin 60 bin megavat enerji elde etmiş oluyor. Bütün problem çözülüyor. Bu rüzgârlı olabilir çeşitlendirebilirsin. Enerji olabilir, nükleer santral olabilir. Ama 60 milyar doları ödüyoruz boşa gidiyor paramız. 10 yılda bu 600 milyar dolar yapacak bunun karşılığı gelmiyor bize. 600 milyar doları biz bir yılda 60 milyar doları bir seferde yatırabilirsek ki millette vardır bu para. Milleti bir araya getirip yapmak istiyorum ama mevzuat müsait değil. Mesela diyelim vatandaşları ortak edip bir enerji santrali kurmak istiyorum. Ama mevzuat müsait değil SPK’ya gideceksin. Oradan müsaade istiyor. Yani alacağın bir enerji santrali 50 yerden müsaade alacaksın. Bakın borsa bugün Türkiye’de niye sıkıntılı? Borsanın %90’nı olan ekonomiyi yürüten kobiler borsada yok. Bugün borsada %10 olan holdingler var. Hâlbuki ekonominin %90’ı kobilerde. Bu kobiler girebilmeli. Ama kobi her şeyi resmi gösteremiyor ki. Ne yapsın resmi göster kalkamaz işin altından. Mevzuatı düzeltmek lazım. M.K.B: Ama çarkı döndüren o kobiler. E.Ü: Türkiye’yi ayakta tutan kobiler, ama kobilerle ilgili ortaya ciddi bir mevzuat konmadığı için adam mecburen kaçak yapıyor. O zaman da resmi olmadığı için gösteremiyor gelirini giderini. Ya bu adam yaşıyor işte bu iş gidiyor yani. Binlerce kobimiz var. Türkiye’de durum budur, tabi bu sanayide olduğu gibi hayvancılıkta da böyledir.. MKB:Sohbetimize devam edeceğiz efendim, siz yıllardır yaptıklarınızla örnek bir ekonomi modeli oluşturdunuz...başarı hikayenizi keyifle yazacağım, Gelecek sayımızda devamla inşaallah… 19
ÇANAKKALE;
BİZ, BİR, BÜTÜN OLDUĞUMUZ YER Yüz dört yıl sonra mezar taşlarına göz atınız: Bosna’dan Yemen’e, Şam’dan Prizren’e, Bağdat’tan Şumnu’ya, Üsküp’ten Urfa’ya, Gümülcine’den Trabzon’a, Manastır’dan Mardin’e, Kırcaali’den Erzurum’a, Edirne’den Eskişehir’e… Fahri TUNA
eksen iki milyona sorsak, ’Çanakkale denince aklınıza ne geliyor?’ diye. Büyük ekseriyet şöyle diyecektir, biliyoruz: Zafer. Elhak öyledir. Sonra? Merhum Mehmet Âkif’in Çanakkale Şehitlerine şiiri elbette: Aslında Âkif Çanakkale’ye hiç gitmemiştir. Savaş sırasında başka görevlerdedir. İttihat Terakki onu isyan-ayrılık istihbaratı gelen Arap şeyhlerini vazgeçirmek, Osmanlıya bağlılıklarını diri tutma yönünde ikna etsin diye Arabistan’a görevlendirmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa (sonraları Milli İstihbarat Teşkilatı’na dönüşecektir) lideri Kuşçubaşı Eşref Bey ile birlikte zafer haberini Medine’de görev sırasında alan Âkif, saatlerce ağlayacak ve kıyamete kadar Türkçenin en güzel eserlerinden biri olan o malum şiirini yazacak, İslâm’ın izzetini, Türk’ün şerefini, insanlığın merhametini tek dişi kalmış canavar dediği Batı Medeniyetinin suratına bir Osmanlı tokadı gibi indirecektir: Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak. … Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; … Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. Yahya Kemal merhum ‘bizim romanlarımız türkülerimizdir’ der. Katılmamak mümkün mü üstada: Muzaffer Sarısözen’in derlediği bir Kastamonu türküsü (ağıtı mı desek) her şeyi apaçık aşikare terütaze anlatmıyor mu zaten: Çanakkale içinde Aynalı Çarşı Ana ben gidiyom düşmana garşı Çanakkale içinde bir uzun selvi Kimimiz nişanlı kimimiz evli Çanakkale içinde bir dolu testi Analar babalar umudu kesti Çanakkale üstünü duman bürüdü On üçüncü fırka harbe yürüdü Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni. Tastamam budur Çanakkale. Böyledir. Acı hüzün onur iç içedir. Peki benim için nedir Çanakkale: Gerçeği söyleyeyim mi? Daha üç ay on altı günlükken babası Çanakkale Triyandafil Çiftliği mevkiinde on altı haziran bin üç yüz otuz bir (bin dokuz yüz on beş miladi) günü şehit düşmüş bir adamın, Raif
sayı//56// mart 20
Hoca’nın torunuyum ben. Kandıra kütüğünde bulmuştuk kaydını. Eskiden Kocaeli Sancağına bağlı olduğumuzdan, kayıtlarımız ordaydı: ‘Adı: Okçuoğlu Raif. Baba adı: Hacı Ahmet. Şeyhler Nahiyesi. Muhsine Divanı. Okçular Köyü. Ölüm tarihi: 16 Haziran 1331. Ölüm sebebi: Şehiden. Ölüm mevkii: Triyandafil Çiftliği.’ Beş altı yaşlarındaydım; bir şey dikkatimi çekiyordu. Büyükbabam Hatipağa Raif Tuna, köy içine evli Okçu Halamı (adı Fahriyeymiş, biz vefatında öğrendik gerçek adını) bir hafta görmese sarılıp ağlıyordu. Anlam veremiyordu küçücük zihnim, elli yaşındaki adamın kendinden dört yaş büyük ablasını, beş altı gün görmese ziyarete gitmesini, sarılıp ağlaşmalarını. Okçu Halam için Çanakkale, henüz dört yaşındayken, asker sevkiyatı sırasında beş on dakika görebildiği babasına ‘bizim bebeğimiz oldu’ sözüdür, sadece. Ve şehit künyesinin gelişidir ardından. Babasız büyümesidir. Yokluk kıtlık boynu büküklüktür hep. Tam da budur Çanakkale. Böyledir. Acıdır hüzündür, boynu büküklüktür onur kadar. Bin dokuz yüz kırk doğumlu annem için Çanakkale, büyüklerinden dinlediği şu sözdür: ‘Bizim Sarıbeyli Divanından yirmi yedi delikanlı gitmiş savaşa. Üçü geri dönebilmiş. Onlar da gazi. Yani yaralı. Yirmi dördü şehit düşmüş seferberlikte. Babam Arif Tuna için en büyük onur şehit torunu olmasıydı. Benim için de. Oğlum Ahmet Arif için olduğu gibi. Herkesin bir Çanakkale’si vardı evet. Herkes için Çanakkale başkaydı, farklıydı, anlamlıydı evet. Bizim ev için böyleydi Çanakkale. Gittim gördüm: Boğazın en dar noktasında bir kale yaptırtmış Fatih. Torunu Yavuz Selim de karşı kıyıya bir kale daha yaptırtmış, boğazı kilitleyip tam kontrol altına almak için. İyi de etmiş. Kilitbahir yani deniz kilidi denmiş adına. Gel zaman git zaman, Anadolu yakasındaki kale etrafında evler oluşmaya başlamış. Halk bu hisara Kalayı Sultaniye demiş önceleri. Yani Sultanın kalesi. Fatih Sultan Mehmed’e izafeten. Sonra uzun gelmiş bu isim. Kısaltmayı sever Türk Milleti: Kale demiş çıkmış işin içinden. Yerleşim büyümüş zamanla. Mahalleye, nahiyeye, kasabaya dönüşmüş. Yukarıdan dağlardan karşıdan bakılınca da dümdüz bir ovada bir kale ve evler; Çanakkale demiş, bitirmiş işi atalar. Boğazdan akıp gitmiş sular asırlarca, üstten aşağıya, alttan yukarıya. Huzur ve sükun içinde.
Devir devran dönmüş zamanla. Medeniyet denen tek dişi kalmış canavarlar üşüşmüş Hasta Adam dedikleri Osmanlı’nın üzerine. İngiliz’i Fransız’ı ve daha bilmem ne sömürgeleri. Dönemin en ileri ölüm kusan topları ile donanmış savaş gemileriyle önce denizden, sonra da karadan işgal etmek istemiş Yedi Düvel. Bir şeyi unutmuşlar; öğrenmişler bunu ama, çok mu çok pahalıya: Bir Türk devleti asla işgal edilemez! Edilememiştir. Edilemeyecektir. Çanakkale budur. Gerisi teferruattır. Yüz dört yıl sonra mezar taşlarına göz atınız: Bosna’dan Yemen’e, Şam’dan Prizren’e, Bağdat’tan Şumnu’ya, Üsküp’ten Urfa’ya, Gümülcine’den Trabzon’a, Manastır’dan Mardin’e, Kırcaali’den Erzurum’a, Edirne’den Eskişehir’e… Sancak sancak, vilayet vilayet, kasaba kasaba, mahalle mahalle, köy köy; bütün bir Osmanlı haritası mezartaşlarında işlidir gergef gergef, Çanakkale şehitliklerinde. Tam da budur Çanakkale. Bir toplumun millet olduğu yerdir. Hamidiye Tabyalarıdır, 57. Alaydır, Conk Bayırıdır, Anafartalardır, Kireçlitepedir Arıburnudur evet. Türk yarlarıdır en çok da. Vatanı söz konusuysa yardan aşağı yuvarlanır bu millet, gözünü kırpmadan. Ta Hoca Ahmed Yesevi’den el alıp bin yıldır Anadolu Coğrafyasını vatan eyleyen bu millet, devleti söz konusuysa gerisini düşünmez. Düşünmemiştir bir kez daha. Düşünmemiştir bin kez daha. Onun vatanının tapu senedi şehitlerin kanıyla yazılmıştır. Hesap kitapla kârla ganimetle değil. Çanakkale artık boğaza nazır bir yamaçta dalgalanan ay yıldızlı bayrak ve şu güzel dörtlükten ibarettir: Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıradağlar gibi duranlarındır / Bir gül bahçesine girercesine / Şu kara toprağa girenlerindir. Birliğimizin ruhu, birliğimizin anlamı, birliğimizin kendisidir Çanakkale. Birliğimizin, dirliğimizin ve devletimizin. Çanakkale tam da budur. Çanakkale biziz. Biz, bir, bütün olduğumuz yer. 21
100 YIL ÖNCE FRIEDRICH SCHRADER’İN
AYDOS’A YÜRÜYÜŞÜ Osmanlı’nın son döneminde Sultanbeylik (Sultan’ın Çiftliği) diye bilinen bu topraklar Padişah Abdülmecid’in kızı Cemile Sultan ve çocuklarının çiftliği olarak kayıtlara geçmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in kız kardeşi olan Cemile Sultan, Sultanbeyli çiftliğini daha sonra dönemin Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’ya satmış ve bu bölge Paşa çiftliği olarak kayıtlara geçmiştir. Mehmet MAZAK*
010 yılından bu yana görev yaptığım Sultanbeyli’de şehrin kimliğine ve kültürüne katkı sağlamaya çalışıyorum. Sultanbeyli gibi çok geç bir dönemde kurulan ve hızla gelişen şehirlerin kültürel birikimi ve tarihsel derinliğini oluşturmak hiç de kolay bir çalışma olmasa da yıllardır planlı bir kültür yönetimi gerçekleştirerek şehrin geçmiş hafızasını iğne oyası titizliği ile günümüze ve geleceğe taşıma gayreti içerisinde çalışmaktayız. Bugün asırlar önce kurulmuş şehirlerimizin bile sahip olamadığı bir Sultanbeyli külliyatına sahip bulunmaktayız. Sultanbeyli ile ilgili bütün araştırmaları yaparak, sempozyumlar, paneller, ilçe tarihi, romanlar, hikâyeler geçmişte burası ile ilgili kayda geçmiş bütün hafızayı yayınlayarak bu şehrin birikimini geleceğe taşıma adına örnek teşkil edecek bir bilgi hazinesine sahip olunduğunu düşünmekteyim. Sultanbeyli sınırları içerinde bulunan Aydos Kalesi’nin bizlere yol göstericiliğinde bölgenin 1328 yılında Orhan Gazi’nin komutanlarından Abdurrahman Gazi ve Akça Koca tarafından fethi ile başlayan tarihsel bilgi birikimiz her geçen gün artmaktadır. Sultanbeyli Osmanlı’nın İstanbul’da ilk feth ettiği topraklar olması nedeniyle, Rahmetli Halil İnalcık’ın ifadesi ile İstanbul’un fethine giden yoldaki ilk duraktır. Halil İnalcık “İstanbul’un fethi Aydos Kalesi’nin fethi ile başlar” cümlesi bizim hizmet ettiğimiz şehre bakış açımızı daha derin ve farklı kılmıştır. Osmanlı’nın son döneminde Sultanbeylik (Sultan’ın Çiftliği) diye bilinen bu topraklar Padişah Abdülmecid’in kızı Cemile Sultan ve çocuklarının çiftliği olarak kayıtlara geçmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in kız kardeşi olan Cemile Sultan, Sultanbeyli çiftliğini daha sonra dönemin Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’ya satmış ve bu bölge Paşa çiftliği olarak kayıtlara geçmiştir. Sultanbeyli tarihi ve geçmişi ile ilgili bulduğum her belge beni heyecanlandırmaktadır. Bu makalemde sizlere 100 yıl önce yazılmış ve tarihin tozlu sayfalarında unutulmuş bir kitapta yer alan Aydos ve kalesi ile ilgili bilgileri paylaşmak istiyorum.
*TC. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//56// mart 22
Friedrich Schrader’in kaleme aldığı Kerem Çalışkan tercümesini yaptığı Remzi Kitabevinden çıkan “İstanbul 100 Yıl Öncesine Bir Bakış” kitabında yer alan Aydos Dağı ve Aydos Kalesi ziyaretini anlatan bölümleri sizler ile paylaşacağım.
FRİEDRİCH SCHRADER KİMDİR?
gri, hala harç izleri taşıyan taşların üzerine bırakıyoruz. Kuzeyden daha kuvvetli bir rüzgâr esiyor ve rengarek yayılan çalılıklar, yeşil bir deniz gibi salınıyor. Dağ dilsiz ve kapanık. Tuhaf bir şekilde, bir çingene kampından arta kalmış gibi, dikenlerde ve çalılarda, kumaş ve bez parçaları asılı. Dağ böylece, tarihine ve sırlarına dair, anlatmak istediğinden fazlasını itiraf ediyor. Antik çağ’da bu bölgeyi saran derin karanlık kalkınca, siyah papaz cübbesi içinde bir adamın taşların arasından çıktığını görüyoruz, ellerini güneyin aydınlık göğüne doğru kaldırıp şöyle sesleniyor: “Bu dağı bana ev olarak umutla sen verdin Tanrım” Bu Suriyeli Auxentius’tu, asık yüzlü günah vaizi ve şeytan kovucu. O sırada dağın çevresinde kutsallığın ve mucizenin kokusu vardı. Ve bu dağın üstünde kaldı. Gerçi Kalkedon (Kadıköy) Konseyi’nden sonra Evliya yakındaki daha alçak bir tepeye, Türklerin sonra Kayış Dağı dediği yere taşındı. Ama Aydos’ta daha sonraki zamanda da hala, dönmüş Sarazen Samonas’ın, Öksüz Leo zamanında kurduğu veya en azından yenilediği manastır vardı. O manastır ‘’ Naos ton Archangellon tu Stiry’’ adını taşıyordu, bu Yunan arkeolog Sideridis’in çok isabetli tahmin ettiği şekilde ‘’ton Stirion’’ yani meyvesiz (kısır) olarak okunabilir. Bazı Yunan arkeologlar ise bu isimdeki manastırın İstanbul’da olduğunu, hem de şimdi tam Mahmud Paşa Camii’nin olduğu yerde bulunduğunu öne sürerler. Ama farklı nedenlerle, bu manastırın mutlaka Demeter’in geniş av bölgesinin yakınında olması lazım, bu yer 14. Yüzyıldan beri Samandıra ismini taşır ve sessiz sokaklarında hala, büyük bir geçmişin birçok taştan tanıdığını barındırır.
AYDOS DAĞI;
“Bölgenin sakinleri arasında şu inanç yaygındı”, diye anlatır Sideris, “yukarda dağdaki yıkıntılar arasında okunacak bir dua, kadın kısırlığına karşı en iyi ilaçtır.” Tabii burada hangi dağın kastedildiği sorunu var, Kayış Dağı mı, yoksa Aydos mu? Buraya dağılmış olan kumaş ve bez parçaları bu sorunu çözüyor. Buraya bu gizemli işaretleri bırakan bu inançtır. Bunlar, Doğu’nun ağır laneti çocuksuzluktan kurtulmak için, bu dağa hac seferlerine çıkan kadınlar tarafından, dağın ruhlarına bırakılmış adaklardır. Demek ki Aydos Dağı ‘’ Kısırların’’ Manastırı’ydı. Bugün dağda hala manastır binasının geniş yıkıntıları bulunabilir. Aydos, 6. Yüzyıldan, Orhan Gazi’nin Türk fethi zamanına kadar, bütün dağ tepeleri üzerine yayılan, Bitinya’nın büyük manastırlar Cumhuriyetine mensuptu. Papazların ve rahibelerin şarkıları, burada acı acı şikâyet eden dağ rüzgârlarında seslerini duyuran
1891-1918 yılları arasında İstanbul’da yaşamış olan Alman gazeteci Friedrich Schrader (1865-1922) İstanbul’u adım adım gezer ve izlenimlerini İstanbul’da çıkan Osmanischer Lloyd gazetesinde, semt röportajları, insan portreleri şeklinde yayınlar. Yazılarında suriçi semtlerini, camileri, türbeleri kendine özgü bir üslupla betimleyen Schrader, Haliç çevresinden fetih döneminin söylencelerini yansıtırken Bizans’ın izlerini de keşfeder. Gerçek bir İstanbul âşığı olan Schrader’in bu yazılarının derlendiği İstanbul kitabı, I. Dünya Savaşı yıllarının çalkantısı içinde günümüze kadar tarihin karanlık sayfalarında kalmıştır. Kitap 100 yıl sonra ilk kez Türkçe olarak yayınlanmıştır. Şimdi burada okuyucularımız ile Friedrich Schrader’in kitabında yer alan “Aydos’a Sonbahar Yürüyüşü” bölümünden Sultanbeyli tarihine ışık tutacağını ümit ettiğim bölümleri paylaşmak istiyorum. Friedrich Schrader Aydos ve ova bölgesini şöyle tarif ediyor. “Dağların ve ovaların üzerinde, içsel, hoş bir huzur yayılıyor. Ormanlar, sararmış yapraklarıyla ağaçlara sonbahar rüzgarı savurup, köklerine kadar sarsmadan önce uyukluyorlar. Her gece ufuklar bir imparator eflatununa bürünüyor ve her sabah güneş altın bir sisin içinden doğuyor… Köylerde hasat çoktan toplanmış. Toprak belleniyor ve tarla yarıklarından bu sadık, eski toprağın kokusu yükseliyor… Uzaklarda sis peçesine bürünmüş tepeler yükseliyor, büyük donmuş yer dalgalarına benziyorlar. Güneş yükseliyor ve peçe düşüyor. Tepeler şimdi kahverengi yamaçlarıyla mavi gökte yükseliyor…” Friedrich Schrader dağları, tepeleri ve ovaları anlattıktan sonran Aydos Dağı’nın zirvesine yaptığı yolculuğu ve zirvedeki gördüğü manzara ve düşüncelerini bizlere anlatıyor: Eski zamanlara geri dönüyoruz, tepelerin arkasından Orhan Gazi’nin akıncılarının, Bitinya’nın fethini tamamlamak için, buralara daldıkları zamanlara… Dar geçit, yapı izleri gösteren bir düzlüğe çıkıyor. Ve üstünde sabah havasında, Aydos’un sivri zirvesi yükseliyor… Defne ve böğürtlenlerle kaplı dağı, kubbesi güçlü bir kale gibi taçlandırıyor. Rahat bir patika bizi, eski bina yıkıntılarıyla dolu tepesine götürüyor. Bakışımız uzaklarda geziniyor. Güneyde Marmara gümüş bir kalkan gibi parlıyor. Suların üstünde karanlık devler gibi Prens Adaları yüzüyor. Hemen altımızda, sarı düzlükten Pendik’e giden yollar uzanıyor. Ondan sonra kendimizi
23
şeytanları ürkütüyordu… Friedrich Schrader bu Aydos Dağı gezisinde her ne kadar burada bahis ettiği Manastır yıkıntı ve harabelerini görememiş olsa da Aydos’un zirvesinde bu Manastır’ın izleri bugün bile hala bulunmaktadır. F.Schrader akşamın yaklaşmasından ve kendisine bölgeyi bilen iyi bir rehber olmamasından dolayı bu Manastır kalıntılarını görememiştir. Ben bugüne kadar Kısırlar Manastır’ı hakkında hiçbir kaynakta bilgiye ulaşamamıştım. Aydos’un zirvesindeki bu Manastır Sultanbeyli’ye turizm açısından inanılmaz fırsatlar sunabilir. Yeter ki tarihçilerimiz bu bölgenin farkına varsın. AYDOS KALESİ;
Yolumuz zirveden kuzeye gidiyor. Kısa süre sonra geçit vermez rengarek çalılara saplanıyoruz ve yolumuzu doğuya çevirmek zorunda kalıyoruz. Orada gözlerimizin önünde birden hayal gibi bir şey çıkıyor. Altımızdaki vadide vahşi yeşilliğin ortasında, alçak yuvarlak bir tepenin üzerinde Ortaçağ’dan kalma bir Bizans kalesi duruyor… Beyaz, kül rengi duvarları onları neredeyse boğacak gibi sarmış nebatın, koyu yeşil mantosundan fırlıyor. Parçalanmış burçların üzerine kale şahinleri dört dönüyor. Gittikçe sıklaşan çalılıkların arasında önce vadiye iniyoruz, sonra epeyce uğraşarak yukarı kaleye çıkıyoruz. Kısa süre sonra sur çemberlerinin içinde duruyoruz, çalılar buraya da durdurulmaz bir düşman gibi dalmışlar. Burası tarihteki adıyla ‘’ Aydos Kalesi.’’ Bu Pamuk Prenses kalesinin yaşlı duvarlarında, çok da efsane sayılmayacak bir olayın anısı duruyor. Bu, arzularına ulaşmak için hiçbir şeye aldırmayan kadın tutkusunun eski şarkısı. Bu olay 1328 yılında olmuştu, o sırada Sultan Orhan’ın maniyetindeki Konur Alp, Akça Koca ve Gazi Rahman, paleologlarla savaşarak Samandra’yı fethetmişlerdi. Oradan civardaki köylere yerleşerek, bu önemli kaleyi de tehdit ediyorlardı. O sırada kalenin Rum Tekfuru’nun kızı bir rüya gördü, Rüyasında, güzel genç bir adam vardı, bu adam kendisini düştüğü derin bir kuyudan çıkarıyor ve baştan aşağı ipekliler giydiriyordu… Aydos Kalesi iç savaş başladı. Rum kızı rüyasında gördüğü adamı, Türk savaşçıların en önünde savaşırken gördü ve tanıdı. Ona karşı duyduğu ateşli aşkın etkisiyle savaşa katıldı ve içinde rüyasını anlattığı ve kaleyi Osmanlılar’a sunduğu bir mektubu da taşa sararak, duvarın üstünden Gazi Rahman’ın ayakları dibine fırlattı. Türk komutan mektubu okudu. Rumları, Türklerin savaştan yorulduğuna inandırmak için Samandra’yı ateşe verdiler. Ondan sonra İslam’ın seçilmiş sayı//56// mart 24
mücahitleri sözleştikleri saatte Aydos Kalesi önünde toplandılar. Aşk acısıyla kıvranan kız, düşmanı sarkıttığı bir halatla, yukarı çekti. Kale halkı ve babası tatlı Pendik şarabının etkisiyle derin bir uykuya daldılar. Tekfur öldürüldü. Aydos Kalesi artık Türklerin elindeydi. Aşık Paşazade, II. Beyazid zamanında kalma eski ve halk ağzı vekayinamesinde böyle anlatıyor. Vahşi hayvanların barındığı bu vahşileşmiş kale avlusunda, her türlü ses yükseliyordu ve hepsinin üstünde yırtıcı kuşların çığlıkları duruyordu. Bize, burada dünyayla bağlantımız kesilmiş gibi geldi. Etrafımızı çepçevre sımsıkı bir orman çevirmişti ve açıklığa çıkabilmek için, ancak kör patikaları izleyecektik. Kalenin yanında vadiye sel halinde akan derenin derin yarığından hafiften sis yükselmeye başladı. Bir şekle bürünüyor. Ve insan gibi kapı yolunun üstünde salınmaya başlıyor. Bu şekilde, her şeyi unutarak, karanlık gecede, yakışıklı Türk komutanı burçların üstüne çeken o genç kızın hayali görülebilir. Güneş çoktan kayboldu. Çünkü Aydos Kalesi, batıdaki dağ tarafından perdeleniyor. Gitmemiz lazım. İnatçı çalılarla boğuşarak, yarıktan geçen yolu izlemek az iş değildi ve parçalanmış ellerle düzlüğe çıkıyoruz ve parka benzeyen güzel ormandan geçerek denize varıyoruz. Aydos Dağı ve Aydos Kalesi Sultanbeyli şehir hafızası ve kültürünün oluşması ve bu bölgenin geleceğe taşınmasında umut köprüsü olabilecek bir potansiyele sahiptir. Şehri yönetenlerin bunun farkında olması bu umut köprüsünün temellerinin atıldığı anlamına gelecektir. 28 Mayıs 2011 yılında gerçekleştirmiş olduğumuz “ Aydos kalesi ve Fetih” sempozyumu günü katılım sağlayan akademisyen ve yazarlarımız ile Aydos Kalesi gezisi yapmıştık. Bu gezi sonrası Beşir Ayvazoğlu çok güzel bir makale kaleme almıştı. Ne diyordu Beşir Ayvazoğu; “Ciddi bir kimlik problemi yaşayan Sultanbeyli, adeta bir cennetin ortasında yükselen bu sarp kalenin Osmanlı tarihindeki önemli yerini ve Tekfur kızıyla Gazi Rahman arasındaki aşk hikâyesini iyi işleyebilirse bir cazibe merkezi haline gelebilir. Son yıllarda ciddi bir gelişme kaydeden ve çehresi tamamen değişen Sultanbeyli, belki de halkını rahatsız eden imajdan Gazi Rahman'a Aydos'un kapılarını açan Tekfur kızının saf aşkı sayesinde kurtulacak. Kim ne derse desin, efsaneler güzeldir; bazan gerçeğe vesikalardan bile daha sahih aynalar tutar.” Evet Aydos Kalesi efsanesinin yanına birde Aydos Dağı zirvesinde yer alan Kısırlar Manastırı hikayesini eklediğimizde Sultanbeyli’nin geleceğini daha iyi inşa edebilecektir.
DÜNYA EKONOMİK DEĞİL
EKOLOJİK PARADİGMA İSTİYOR İnsanlar Fransa''da tasarlanan elbiseler giyerek, Hindistan''daki pamuk yetiştiricisinden, Brezilya ve Türkiye''deki kumaş üreticisine kadar milyonlarca üretici ve tüketicisinin hayatını etkiliyor.Dünya bütün insanların birlikte çalıştığı büyük bir atölyeye dönüştü. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
Dünyanın çok boyutlu çevresel, çok köklü ekonomik, çok önemli siyasal ve çok derin kültürel sorunları vardır. Bu yüzden, bütün ülkelerde hayatın güvencesi olan, ekolojinin ekonomisini ve ekonominin ekolojisini araştıran çalışmalar yapılıyor. İnsanlar Fransa''da tasarlanan elbiseler giyerek, Hindistan''daki pamuk yetiştiricisinden, Brezilya ve Türkiye''deki kumaş üreticisine kadar milyonlarca üretici ve tüketicisinin hayatını etkiliyor.Dünya bütün insanların birlikte çalıştığı büyük bir atölyeye dönüştü. Bütün dünyada, günlük yaşantının vazgeçilmez bir parçası haline gelen, motorlu araçların egzos gazları, dünyanın karşı karşıya olduğu çevre sorunlarına, siyasal, ekonomik, ekolojik ve etik boyutlar getiriyor. İnsanların doğal kaynakların bedelsiz olduğunu düşünmeleri, dünyanın dengelerini dinamitliyor. Ahmet Hamdi Tanpınar''ın mısralarına benzetilerek söylenirse, insanlar ekolojinin ekonomisinin ve ekonominin ekolojisinin ne bütünüyle içinde ne de bütünüyle dışında durur. Ekonominin olduğu kadar ekolojinin de, insanların değerlerinden arındırılarak, onların davranışlarından soyutlanması mümkün değildir. İnsanların rant elde etmek için her yol ve yöntemi mübah görmeleri, dünyayı büyük bir savaş alanına dönüştürdü. Ekonominin olduğu kadar ekolojinin de odak noktasında insan var. Ekoloji ekonomiden, ekonomiyi ekolojiden ayırarak, aralarına aşılmaz duvarlar örenler, fiziksel ürün ve hizmet üretiminden daha çok finansal ürün ve hizmet üretiminde yarışırlar.
koloji, canlıların doğal çevre içinde varlıklarını sürdürürken, birbirleri arasındaki iletişim ve etkileşim ilişkilerini inceler. Ekonomi ise, üretim, sermaye ve tüketim üçgeninde, insanların birbirleriyle olan iletişim ve etkileşim ilişkilerini araştırır. Bütün bilimler gibi, ekoloji ve ekonomi de, her alanda hayatın sürdürebilirliğini sağlamak için, insanın doğal, ekonomik, siyasal ve kültürel çevresiyle, uyumsuzluklarını gidermeye çalışır. Ekonomi ekolojinin yasalarına meydan okuyamaz. Dünyadaki ekolojik dengelerle birlikte ekonomik dengelerin altüst olmaları, çevresel, siyasal, kültürel ve ekonomik sorunların, birbirlerini etkileyen bir bütünlük ve süreklilik içinde, ele alınmazsa doğal afetlar birbirini izler.
Yarış sonucunda, hayatın bütün boyutlarında, canlılar arasındaki doğal yasalardan önce insanların elinde doğallığını yitiren yasalar ağırlık ve önem kazanır. Doğallığını yitiren ekonomi, insanlardan daha çok tekellere hizmet eder, onların gücüne güç katar. Ekolojide olduğu gibi, ekonomide de tekelci bir yapı değil, çokelci bir yapı olmalıdır. Nasıl ekolojide, bütün canlılar arasında eşsiz bir uyum ve düzen varsa ekonomide de insanlar arasında eşsiz bir uyum ve düzen olmalıdır. Ekoloji tabiatın, ekonomi hayatın şarkısıdır. Tabiatın şarkısının güftesi olmadan, hayatın şarkısı bestelenmez. Ekolojik bilinçle ekonomik bilinç ortak alanlarını yitirirlerse, suyu, havası ve toprağıyla çevre, kültürü, politikası ve ekonomisiyle insan kirlenir. Tabiat ekolojinin, hayat ekonominin temelidir. Ekonomi ekolojinin yolunda olmaktır.
*TC.Maltepe Üniversitesi
Hayatı koruyan tabiatı korur. 25
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
TİRAN
Ahmet Cevdet Paşa’nın naklettiğine göre; Arnavutluk iki kısımdır. Biri Kigalık, biri Toskalıktır Hüseyin YÜRÜK
Haci-Ethem-Bey-Camii-Tiran
912 yılında Osmanlı Devleti’nden ayrılarak, bağımsızlığını ilan eden Arnavutluk, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yönetimi ele geçiren Enver Xoca rejimi altında yaklaşık 50 yıl süreyle idare edilmiş.Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip 1992’de yapılan ilk çok partili seçimlerden itibaren demokratikleşme sürecine girmiş. Arnavutluk Meclisi 250 sandalyeyle göreve başlamış. Son Dönem Devlet adamlarımızdan Ahmed Cevdet Paşa bir dönem görev yaptığı Arnavutluk’u şu cümlelerle anlatıyor: "Buradan o kadar hoşnudum ki, keşke Yanya'da idare-i beytiyyeye kâfi çiflikâtım olsa da infisalde dahi burada kalsam ve Koska Caddesi’nde tramvay dinlemektense burada göl kenarında devamlı otursam”
(Dursun,2003:142) Ahmet Cevdet Paşa’nın naklettiğine göre; Arnavutluk iki kısımdır. Biri Kigalık, biri Toskalıktır. Toskalar Yunanlılarla karışmış olduğundan dillerine birçok Yunanca kelime girmiştir. Kigalar da İslâvlarla karışmış olduklarından, Kiga ve Toska dilleri birbirinden uzaklaşmıştır. Yalnız Berat ve Elbasan halkının dili ötekiler kadar bozulmamıştır. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:195) Sultan 2.Abdülhamit’in Başkatibi Tahsin Paşa, Padişahın Sarayda Arnavutlar için özel bir daire kurduğunu ve bunun başına da bir Paşa’yı getirdiğini Hatıralarında şöyle anlatıyor: Sarayda sadece bazı özel konulara bakan daireler vardı. Maiyet-i Seniye Erkân-ı Harbiye Dairesinin vazifesi Balkan hükûmetlerinin ahvâl-i askeriyelerini tedkik ve ona göre planlar tanzim etmekti. Maiyet-i Seniye Erkân-'ı Harbiye Dairesi ara sıra tensikat-ı askeriye hakkında da Hünkâr'a rapor takdim ederdi. Derviş Paşa Dairesi Arnavutluk ahvâlini takip ve tedkik eder ve icabatına göre tedbirler düşünerek Zat-ı şâhane’ye arzeylerdi. (Tahsin Paşa,1990:26) İttihat ve Terakki Döneminde (1909) Selanik valiliği yapmış Hüseyin Kazım Kadri Arnavut topraklarında son yıllarda ortaya çıkan kötü idareden şöyle bahsediyor. Nihayet korktuğumuz başımıza geldi ve en evvel Yunik'ten fırlayan bir şerare bütün Arnavutluk'u tutuşturmaya kâfi geldi... Padişahın tehditlerle, teb'îdlerle, rütbe ve nişanlarla, atıyyelerle ve enva-ı istihaletlerle itaat altında tuttuğu mütegallibe birdenbire başkaldırdılar. Bu hareket-i isyaniye, malisör ihtilalini takip ediyordu. Arnavutluk'ta yapılan gafletlerin, zulümlerin hadd u pâyanı yoktu. Asırlarca müddet on para bile vergi vermemiş, hizmet-i askeriyenin bir vatan borcu olduğunu bir kere olsun hatırına getirmemiş nîm vahşi bir kavimden birdenbire vergi tahsiline kalkışmak, Arnavut gençlerini sürü sürü kışlalara sevk etmek... çok tehlikeli işlerdi. Kışlada kolordu kumandanının-- bulunduğu odaya girince Sait Paşa hemen söze başlayıp dedi ki: "Makedonya'da sû-i idareden, dolayı mahsüs olan fenalık bugün Arnavutluk'a da sirayet etti. Kendimizi pek yakında umumi bir ihtilal karşısında göreceğiz. Bu sû-i idareden, halkın ihtilal çıkarmasına sâik olan zulümlerden mesul olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'dir. (Kadri,2000:124-125) Sorunlar ve şikayetler iyice artınca Arnavutluk'ta ıslahat yapılması için Dahiliye Nazırı Hacı
sayı//56// mart 26
Âdil Bey'in riyasetinde teşkil olunan bir komisyon Arnavutluk'a gitmek üzere Selanik'e gönderilmişti. Hüseyin Kazım Kadri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: O sırada Selanik merkez nâibi olan Ali Himmet Efendi de gelince onu nazıra takdim ettim. Ali Himmet Efendi, Makedonya ahvaline bihakkın vakıf ve hayırhah bir zat idi . Muhavereyi dinledikten Hacı Âdil Bey'e tevcih-i hitap ile "Beyefendi! Çok yaşadım, çok yerlerde dolaştım, pek çok kimselerle arkadaşlık ettim. Fakat (beni göstererek) bu zat kadar bedbaht bir adama rast gelmedim” dedi. Nazırın, "Ne için hâkim efendi hazretleri ?” tarzındaki istîzahı üzerine de "Şunun için ki bu zat size Makedonya ve Arnavutluk ahvali hakkında müteaddit ve mufassal raporlar gönderdi. Ben bunu yakından bildiğim için benim de mütalaalarımı aldı ve yazdığı kâğıtları bana da okuttu. Bunların birini olsun nazar-ı mütalaaya almış olsaydınız bugün bu isyan karşısında kalmazdınız. Siz Arnavutluk’a gidip ıslahat yapacağınızı söylüyorsunuz. Ben eminim ki siz buna muvaffak olamazsınız. Arnavutluk'taki isyanın önünü almak için bir çare vardır: O da en evvel kendinizi ıslah etmek! Onun için buradan İstanbul'a dönünüz ve dediğim gibi memleketleri fesada ve ihtilale vermekten vazgeçiniz. O zaman her işin düzeldiğini görürsünüz” sözlerini söyledi ve bir cevap beklemeden hiddetle çıkıp gitti. (Kadri,2000:126-127-128) Aynı yıllarda (1909) Manastır Valiliği yapan Ahmet Reşit Rey de Arnavutluk’ta yaşananları şöyle anlatıyor: Fakat tahammül hususunda anlayışı diğerleri kadar geniş olmayan Arnavutlar bu son saldırıyla taştılar. Âlimler derler ki kabahati kabahatle örtmeye çalışmak fena bir siyasettir, sonunda sahibini mağlup ve rezil eder. Fakat İttihad ve Terakki reisleri böyle düşünmediler. Arnavutların cüretkârane şikayetlerini kanlı bir darbeyle susturma yolunu seçerek Arnavutluk seferini açtılar. Bu sebeple Arnavutluk'ta isyan çıkması üzerine Arnavutları cezalandırmak için toplarla mitralyözlerle donanmış bir büyük kuvvet gönderilip Kuzey Arnavutluk baştanbaşa vuruldu. (Rey,2007:178179-180) Sultan 2.Abdülhamit Dönemi Devlet adamlarından Mehmed Selahaddin Bey de Arnavutluk’ta İttihat ve Terakki Döneminde ortaya çıkan kötü yönetimden şöyle bahsediyor: Makedonya'da ortaya çıkan Malisur ve Bulgar meselelerine karışmayan Arnavutlar, Hakkı Paşa kabinesinin büyük hataları sonucu olarak (Arnavut halkından silahlarını toplamak, güya
ıslahat yapmak gayesiyle Arnavutlar tehdit edilip, muhalefetteki mebuslarını mahvetmek için İttihat ve Terakki tarafından bölgede sıkıyönetim ilan edilip hapsedildi, idam edildi, işkencelerle öldürüldüler) silahlarını ellerinden almak gibi hareketlerle, onları susturduklarından, İttihatçılara düşman olan Arnavutluk halkı münasip bir zamanda cemiyetten intikam almak sevdasına düştüler. Arnavutlar'ın, Malisur'lar ve Bulgar komitelerinin hareketlerine karşı İttihat ve Terakki Hükümetinin gösterdiği acizlikten de faydalanacakları tabii idi. Malisur'lara verilen müsaadeyi, Bulgarlara karşı gösterilen aczi gören ve bilen Arnavutlar, ayaklanmaya hazırlandılar. Zaten bu sırada Balkanlar'da da yavaş yavaş bir ittifak uyanmaya başladı. (Selahaddin,1989:47) Hüseyin Kazım Kadri, Arnavutluk sorunu ile ilgili nihai kanaatini şöyle açıklar: Benim itikadımca Makedonya'yı kurtarmak mümkün idi. Bunun için Babıali'ye müteaddit ve mufassal raporlar göndermiştim. Fakat "varak-ı mihr u vefayı kim okur kim anlar". Şevket Turgut Paşa kolordusunun Arnavutluk'ta îka ettiği mezâlim, memleketin her tarafında fena tesirler ve akisler yapmıştı. Hacı Adil Bey'in ıslahat yapmak (!) maksadıyla ve bir heyet riyasetinde olarak Arnavutluk’a gitmesi "yangına körükle gitmek" kabilinden idi. (Kadri,2000:242) Haluk Dursun bağımsızlıklarını ilan eden Osmanlı Arnavutlarından şöyle bahseder: Benimsedikleri devlete II. Abdülhamid'in en uzun süreli sadrazamlığını yapmış olan, Avlonyalı Ferit Paşa gibi sadrazamlık dahil yıllarca hizmet ettiler. İmparatorluğun merkezi olan İstanbul onların manevî başkentleri oldu. Zaman zaman isyana da kalkışsalar, aralarında inkâr edenler olsa da, kavmiyet taassubuna girseler de istisnalar kaideyi bozmadı. Hatta içlerinden Ahmet Zogo gibi İstanbul'da yetişip, sonradan Arnavutluk Kralı olanlar ve Şemsettin Sami, Abdullah Fraşeri Kardeşler gibi İmparatorluğun merkezinde Osmanlı Devleti'ne hizmet edip, Arnavutluk Devleti'nin kurulmasında önemli rol oynayanlar da oldu. (Dursun,2003:142) 1912 yılında bir kaç Balkan Devleti bir araya gelip Osmanlı’ya savaş ilan ettiğinde Arnavutlar da bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. İşte tam o günlerde Arnavutluk’ta bulunan Binbaşı İsmail Hakkı Okday şahit olduğu bazı olayları şöyle anlatıyor: “Maliye Nazırının hiç parası yoktu. Dahiliye Nazırı ise yalnız Avlonya, Fieri, Tepedelen ve Ergeri kazalarını idare ediyordu. Harbiye Nazırının komuta ve idaresinde tek bir
27
er bile yoktu. Maarif Nazırı ancak bir mahalle mektebini idare ediyordu. Posta Nazırı Lefkoni, posta pullarını kendi gişesinde damgalayıp satıyordu.”(Okday,1994:159) Binbaşı Okday şahitliğine şöyle devam ediyor: “Bugün, aynı anda Arnavutluk Başkanı, Başbakanı ve Hariciye Nazırı olan, Meclisi Mebusan Eski Berat Vilayeti Mebusu, İsmail Kemal’in yanına gittim. ‘Nazırlarıma bir şey yaptıramıyorum. Hayali bir hükümetimiz var’ dedi. (Okday,1994:166) II. Dünya Savaşından sonra Arnavutluk'ta komünist yönetim kuruldu. 1967 yılında İşkodra'daki camilerin biri dışında hepsi yıkıldı. Komünist yönetimin yıkılmasından sonra şehirdeki tek cami olan Kurşunlu Camii tekrar ibadete açıldı. Mayıs 1945’te Tiran’da toplanan III. İslâm Cemaati Kongresi’nde Müslümanlara yeni bir statü getirildi. Devlet Müslümanların vakıflarına el koydu. Sahip oldukları her türlü yayın organını kapattı. Hacca gidiş yasaklandı. Cuma namazı kılmak ve ramazan ayında oruç tutmak zorlaştı. 1945’ten sonra bu ülkeden hiç kimse hacca gidememiştir. Enver Xoca, Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelmesinden sonra çok daha katı bir dinsizlik politikası başlatıp dine karşı tam bir savaş açarak halkı mücadeleye çağırdı ve 1966’da ülkedeki bütün dinî yerleri kapattı. 18 Aralık 1967’de ise kabul edilen yeni anayasa ile din tamamen dışlanarak devletin hiçbir dini tanımadığı, ateizm propagandasını destekleyip geliştireceği, dinî kuruluşların ve dinî propagandanın her çeşidinin yasaklandığı belirtildi. Arnavutluk 1990’lı yıllarda nüfusu 3 milyon olan bir ülke idi. Bu sayının yaklaşık % 75’i Müslüman’dı. Yani burası Avrupa kıtasının bağrında bir İslâm ülkesiydi. 7 milyondan çok Arnavut da başka ülkelerde yaşıyordu. Bunların 5 milyondan fazlası Türkiye’ye yerleşmişti. Ülkesinin başında 41 yıl hüküm süren komünist Enver Xoca 11 Nisan 1985’te kalp krizi geçirerek ölmüş, yerine Ramiz Alia (Alija) cumhurbaşkanı olmuştu. Ramiz Alia Enver Hoca’nın bıraktığı sosyalist rejimi yürütmeye çalışmışsa da, Sovyetler Birliği’nde esen değişim rüzgârlarından etkilenmekte gecikmedi, reformcu görüntüler sergileme sürecine girdi. Nihayet 22 Mart 1992’de yapılan seçimler sonunda koltuğunu Sali Berişa’ya bırakmak zorunda kaldı. Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Tayyar Altıkulaç, 1992 yılında, ülkenin komünizmden kurtulduğu günlerde yaptığı seyahat sonrası yaşadıklarını şöyle anlatıyor:20 Şubat 1992 Perşembe günü Tiran’a
sayı//56// mart 28
vardığımızda şehrin merkezinde bir otele yerleştik. Ama her taraf cam gibi buz. Hava soğuk mu soğuk. Sırtımızdaki paltolarla biz üşürken otelin çevresinde dilenmek için çıplak ayaklarla, evet yanlış okumadınız, çırılçıplak ayaklarla betonlar üzerinde gezinen çocuklar yürek parçalayacak bir manzara arzediyor. Otelde kaloriferler yanmıyordu. Hiçbir yerde yanmıyormuş. Paltolarımızı çıkaramıyorduk. Ülkede ekmek ve gıda sıkıntısı yaşanıyordu. Bir ara mahfilden 60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir bayan Arnavutça olarak yüksek sesle bir şeyler anlatıyordu. Konuşmayı tercüme edenler onun, “Yıllardır sizden uzak kaldık. Ama İstanbul’daki kardeşlerimize selam söyleyiniz, bilsinler ki biz hâlâ Müslüman’ız. Biz sizden gıda, giyecek değil, dinimizi öğretecek hocalar istiyoruz”, dediğini söylüyorlardı. (Altıkulaç,2011:957-958) Arnavutların Türk Sevgisine şahit olanlardan biri de İlber Ortaylı. Ortaylı, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Üstelik her zaman olduğu gibi; Arnavutluk’ta Türkiye makbul, Türkler seviliyor ve burada yaşayan Türkler her yerde olduğundan daha mutlu. Türkiye’ye gelip giden Arnavutlar da seyahat ve tatillerinden daha memnunlar. Yani Arnavut’suz Türk hayatını düşünmek, bir zamanlar olduğu gibi yine mümkün değil. (Ortaylı,2013:128) Çünkü Osmanlı baş vezirlerinin bilinen yirmi sekiz tanesi Arnavut’tur. (Ortaylı,2013:105) Altıkulaç’dan hatıralarını dinlemeye devam edelim: Camiden çıkarken cemaatten biri bana yaklaşarak bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Hamza Bey’in yaptığı tercümeye göre, ölüleri için kefen bulamadıklarından şikâyet ediyor, kendilerine Türkiye’den kefenlik bez göndermemizi istiyormuş. Bir tarafta dağlar ve ovalar yüzlerce, hatta binlerce beton yığını, diğer tarafta ölüsüne kefen bulamayan Müslümanlar. Cumhurbaşkanı Ramiz Alia bize yaptığı konuşmasında Turgut Özal’dan söz açmış, ona çok müteşekkir olduğunu söylemişti. Çünkü Özal, bu ülke demokratik düzene geçtikten sonra kendilerine iki uçak dolusu yardım malzemesi göndermiş. Bu malzemenin içinde silahlar da varmış. İşin bir başka yanı, ülkelerine yapılan ilk yardım olması itibariyle bu yardım çok olumlu etki yapmış. Benim kendisine eski Diyanet İşleri başkanı olarak takdim edilmemi dikkate alarak dinî konularda kendilerine yardımcı olmamızı ve din görevlileri göndermemizi istemişti. (Altıkulaç,2011:959-960) Altıkulaç’tan bir süre sonra Tiran’a giden İlber Ortaylı, ülkedeki ve
şehirdeki değişime şahit oluyor: Arnavutluk’un büyük şehirleri süratle çehre değiştiriyor. 1823’te kurulan Tiran, Arnavutluk’un küçük hacimli başkentiydi, bugün nüfusu 700 bin. Aşağı yukarı her üç Arnavut’tan biri Tiranlı. Arnavutluk dirilme ve yenilenme peşinde. 1930’ların fakir, sıtmalı, veremli –sıkı duruncüzzamlı Arnavutluk’unu komünist rejim kendince hizaya getirmiş. Ama bu arada asbestli bina, çağdaş siyasi propagandanın etkisiyle eskiyen ve az teşhir edilen bir milli müze, ayrıca kalitesiz okul binaları, kötü bir mirası meydana getiriyor. Müze binasının taşınmasından bile söz ediliyor ama eski bina ne olacak? Ve yenisi hangi bütçe ile yapılacak? (Ortaylı,2013:124-127) ŞİMDİ DE BİZİM 2015 YILINDA YAPTIĞIMIZ ARNAVUTLUK SEYAHATİNDEN NOTLAR AKTARALIM:
Sabah 9.00 da otelin önünden başkent Tiran’a doğru hareket ettik. Sınırdan itibaren yol güzergahlarında bar tipi lokanta ve restoranların çok olması dikkatimizi çekti. Dağ yollarından geçerken Enver Xoca’nın meşhur koruganları dikkatimi çekti.Her ayrıntıyı anlatan Tur Rehberi nedense bu konuya girmek istemedi.Ben “Şu uçan daireye benzeyen şeyler nedir?” diye sorunca Tur Rehberi şu açıklamayı yaptı:“Enver Hoca İtalyan saldırısından çok korkuyordu.Bunun için tam sekiz bin adet korugan yaptırdı.Koruganların sağlamlık ve dayanıklılık testini de bizzat mühendislerine koruganın içinde test ettirdi. Korugan bombalanıyor. Eğer sağlam çıkarsa mühendis de yaptığı işin sağlam olduğunu anlamış oluyordu.(!) Şehrin kamu kurumları ve özel üniversitelere ev sahipliği yapmakta ve ülkenin siyasi, ekonomik ve kültürel yaşam merkezi olduğu söylense de geri kalmış bir görüntüsü var.Şehrin sadece merkezinde biraz düzgün nizam bina ve caddeler var.Onlarda Komünizm döneminin haşmetini göstermek üzere yapılmış askeri kışla tipli ruhsuz binalar. Şehrin merkezindeki kavşakta trafik lambası olmaması dikkatimizi çeken bir başka ayrıntı oldu. Tiran’ın merkezinde klasik birlikte turumuzu yaptıktan sonra serbest vakit için ekipten ayrıldık.Biz eşimle ilk iş olarak Tiran’a yapılacak yeni caminin adresini sorduk.10 dakikalık bir yürüyüşten sonra cami inşaatını bulduk.Cami inşaatının etrafı saç levhalarla kapatılmış bir vaziyetteydi. İnşaatın bu hızla sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir hali vardı. Caminin inşaat tabelasının önünde bir hatıra
fotoğrafı çektirdikten sonra bu kez şehrin merkezindeki Edhem Bey Camii’ne gittik. Osmanlı Devleti zamanında, Tiran'ın merkezindeki meydanda inşa edilen cami, Tiran'ın saat kulesinin yanında bulunuyor. Camii, Arnavutlukta Enver Hoca'nın başlattığı komünist uygulama sonucu 1966'da ibadete kapatılmış ve müze haline getirilmiş. Cami Arnavutluktaki komünist rejim ortadan kalktıktan ve demokrasiye geçildikten sonra yeniden ibadete açılmış. Caminin ve revakların iç yüzeyi kalem işi manzara ve çiçek desenleriyle süslüydü. Burada öğle namazını kıldıktan ve caminin etrafını gezdikten sonra buluşma yerimiz olan büyük parkın yanına doğru gittik.Parkın alt tarafındaki cadde üzerinde bir Arnavut gencin işlettiği ‘Hapyy’ isimli bir pizzacıda peynirli pizza yiyerek açlığımızı yatıştırdık. Arnavutluk sınırları içinde tıpkı Türkiye’deki gibi bol miktarda yarım kalmış bina mevcut.Yollarda bazı tamirat çalışmalarına rastladık.Koruyucu trafik aparatları yerine, bidon, tekerlek, tuğla,teneke gibi şeyler koymuşlar.Arnavutluk’un hali bizi hüzünlendirdi doğrusu. Yol güzergahındaki bazı yerlerde son bağımsızlık mücadelesi sırasında çok şiddetli çatışmalar olmuş. Buralara bir alamet olmak üzere Arnavut bayrağı asmışlar. KAYNAKLAR
• Ahmet Cevdet Paşa,(1973),Cevdet Paşa Tarihi, Cilt:1,İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay, Altıkulaç Tayyar,(2011) Zorlukları Aşarken 3,İstanbul:Ufuk YayınlarıBirol Nurettin,(2009),Sadrazam Halil Rıfat Paşa Dönemi ve İcraatları, Ankara:Cedit Neşriyat • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Kadri Hüseyin Kazım, (2000),Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Hatıralarım, İstanbul: Dergah Yay Okday İ. Hakkı, (1994),Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul:Sebil Yay. • Ortaylı İlber,(2013),İlber Ortaylı Seyahatnamesi, İstanbul: Timaş Yayınları • Rey Ahmet Reşit (2014). İmparatorluğun Son Dönemlerinde Gördüklerim Yaptıklarım, İstanbul: İş Bankası Yayınları • Selahaddin Mehmed, (1989), İttihat ve Terakki’nin Kuruluşu ve Osmanlı Devleti’nin Yıkılışı,İnkılap Yay, İstanbul, • Tahsin Paşa,(1990),Yıldız Hatıraları, İstanbul: Boğaziçi Yayınları
29
ALTINDAĞ
ANKARA’NIN BAŞKENTİ Haftanın bir günü onlar bize, bir diğer gün biz onlara giderdik. Küçük çocukları olmadığından çocukları seven Zarife Teyze elleriyle sobanın üzerinde pişirdiği kestanelerden ikram ederdi. Limon amcanın en çok konuştuğu konuların başında “Savaş çıkacak be mori!..” Erbay KÜCET
ltındağ ilçesi başkentin en eski yerleşim yeridir. Ankara’nın manevî mimarı Hacı Bayram Veli, Ankara Kalesi, 1. Büyük Millet Meclisi, İstiklal Marşı şairimizin bir süre yaşadığı Tacettin Sultan Dergâhı, Cenab-ı Ahmet Camii, Selçuklu mimarisinin Ankara’daki seçkin örneklerinden Arslanhane Camii, Ankaralıların uzun süre mesire alanı olarak değerlendirdikleri eğlencenin de merkezi Gençlik Parkı, Hergelen Meydanı, hastanelerin çoğu, Adliye, sinemalar, alışveriş yerleri ve Roma Hamamı gibi ören yerleri ilk aklıma gelenlerdir. Altındağ’da doğan ve ilk gençlik yıllarım dâhil hayatımın büyük bölümünü geçirdiğim Altındağ’ın karakteristik özelliklerini üzerinde taşıyan birisiyim. Altındağ’a genellikle Ankara’ya dışarıdan gelmiş ve gelir seviyesi fazla olmayan insanlar yerleşmiştir. Gecekondu şeklinde karkas evlerde bir oda bir ara, tuvalet ve kömürlükler avlu içinde ama evden dışarıdadır. Bahçe duvarları hatta ev duvarları komşularla olduğu görülmektedir. Çocukluğumun geçtiği 1965’li yıllar ve sonrasında bahçe duvarımız bitişik olan çocukların kendisinden çekindiği ve çok korktuğu Erzincan Kemaliyeli komşumuz Baki Dayı yaşardı. Yaz aylarında sünnetçilik yapan oğlu Tevfik Keçeli ile birlikte Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde sağlık memuru olarak mesleklerini icra ederlerdi. ‘Fındık’ adını verdikleri minik, şirin bir köpekleri vardı. Diğer bir komşumuz ise Arnavutluk göçmeni İsmail Bubliç’di. At arabasıyla taşımacılık işi yapan İsmail amcanın iki eşi vardı. O günün şartlarında ve ortamında kürk giyen, güzel konuşan İstanbul hanımefendisi olduğunu söyleyen, zaman zaman da Halide Edip’den falan bahseden Kıymet Abla’mıza diğer hanımın çocukları ‘Cici Anne’ diye hitap ederdi. O da öğrenmiş olacak ki, iğne yapardı. Kadınlar Kıymet Abla’ya giderlerdi. İğne dedim de aklıma geldi. Kıymet Abla’ya parası olmaksızın iğne yaptırmanız mümkündü. Evin bahçesinde bir köşede tavuk besleyen biri eline iki adet yumurtayı alır gider iğnesini yaptırırdı. Gecekondumuzun diğer tarafında hem bahçe hem de duvar komşumuz Limon Suyadal ve eşi Zarife oturmaktaydı. Gerçek adının sanırım
sayı//56// mart 30
Numan olduğunu tahmin etmem daha sonraki yıllara rastlamıştır. Çocukluk aklımızla Limon ismi acayip gelse de Arnavutluk göçmeni olduğu için böyle bir isim koyulduğunu zannederdik. O da geçimini at arabasıyla taşımacılık yaparak kazanırdı. Oturduğumuz odanın duvarıyla onların oturduğu evin duvarı ortaktı. Bunun faydası çoktu. Bir kere kış aylarında soba yandığı zaman aradaki duvar bayağı işe yarardı. İkincisi o zaman telefon gibi bir haberleşme aracı olmadığı için annem akşam oturmasına Limon Amcalara gidilecekse yumruk yaptığı elini duvara “tok, tok” diye vururdu. Zarife Teyze’de müsaitlerse karşılık olarak “tok, tok” diye duvara vurunca annem anlardı. Hanımlar duvara kaç kere vurduklarında ne anlama geleceği konusunda önceden anlaşmışlardı. Arada bir evin en küçüğü olmam dolayısıyla da annem beni bir koşu yollar “Akşama bir maniniz yoksa veya müsaitseniz annemler size oturmaya gelecekler” tarzında haberleşmeler yapılırdı. Limon Amca’nın can yoldaşı sadece eşi Zarife değil atı da aynı evde yaşardı. Şaka değil, atıyla aynı çatı altında kalırdı. Ahır gecekondunun arkasında olduğundan aradan geçilirdi. Mutfak kısmı da evin holüydü. Akşam iş dönüşünde arabanın bağlı bulunduğu oklardan ve eğri ağacından kurtulan at ezberlediği evin yolunu tırmanarak bahçeye, oradan evin mutfağından ağır ağır geçerek ahırına girerdi. Bazen mutfağın ortasına münasebetsizlik yaptığı da olurdu. Bu edepsizliğe (!) Zarife Teyze çok kızmış olsa da ‘ekmek teknesi’ deyip sineye çekerdi. Haftanın bir günü onlar bize, bir diğer gün biz onlara giderdik. Küçük çocukları olmadığından çocukları seven Zarife Teyze elleriyle sobanın üzerinde pişirdiği kestanelerden ikram ederdi. Limon amcanın en çok konuştuğu konuların başında “Savaş çıkacak be mori!.. Yarın size ve bize bir çuval un, birer çuval da toz şeker alayım.” der, ertesi gün bizim bir çuval un ve bir çuval toz şekerimizi arabası ile evimize getirirdi. O’nun Yunanlılar ile olacağını söylediği savaş ise çıkmazdı ama evde un ve şekerimiz eksik olmazdı. Annem de tedbirli kadındı. Kışın korkulu rüya görmek istemediğinden Yaz mevsimi gelir gelmez odun ve kömürü erkenden aldırır, istif ettirirdi.. Kömürün o yıllarda karne ile dağıtıldığını benim yaşımdakiler hatırlarlar. Babam işe giderken ağabeyimi yanında götürür, onu kömür
dağıtımı yapılan yerde gecenin karanlığında sıraya sokardı. Benim yaşım biraz ilerlediğinde ise ağabeyimle birlikte gitmeye başlamıştık. Kömür deposunun olduğu yere sabahın ilk ışıklarından evvel gider sıraya geçerdik. Nakliye işini yapan at arabacılarına kömürün tozsuz olması için sigara parası verilirdi. Kok kömürünü kömürlüğümüze attık mı bizden iyisi yoktu. Taşıma işi en zor kısmıydı. Yol yok, iz yok kayalık taşlık gecekondunun kömürlüğüne yakın bir yere kömürü döktürmeniz lazımdı. Yoksa arabacının gönlüne göre boşalttığı yerden çuvallara doldurarak kömür taşınırdı. Kömür taşıma işi imece usulü yapılırdı. Ağzınızdan burnunuzdan siyah kömür tozlarının geniz bölgenize kadar indiğini el yüz yıkanırken fark ederdiniz. Bir keresinde unutmuyorum. İki soba yakılan evimize üç ton linyit kömürü almıştık. Mahalle kahvesinde kâğıt oynayan hamallara söylediğimde iskambil bittiğinde geleceklerini söyleyerek beni akşam hava kararıncaya kadar oyalamışlardı. Akşama yakalandığımda çuval ağzını açan, tutan kürekle dolduran komşuların yardımıyla kömürü tek başıma taşımıştım. Hamallara vermediğim parayla da ertesi gün Ulus’tan eve kahvaltılık malzeme almış, bir güzel afiyetle yemiştik. Şimdi soruyorum: Altındağ Ankara’nın Başkenti mi? 31
Ol nedir kim bir güzel esmer civân Râhat-ı ruhu hayât-efzâ-yı cân Anın içip meyledip erbab-ı dil Iyş u nûş eyler anınla her zamân
KAHVE HAZRETLERİ
BEYANINDADIR Şimdi kahve deyince aklımıza Yemen gelmiyor artık. Onun adı türkülerde kaldı. Dünyanın her tarafından, ismini ilk defa duyduğumuz ülkelerden kahveler geliyor. Kahve deyince aklımıza da büyük kahve dükkanları geliyor. Prof. Dr. İsmail GÜLEÇ
imdiki İstanbulluların pek bilmedikleri bir bilmecedir bu dörtlük. Cevabı ise esmer, cana can katan, gönül ehlinin meylettiği ve her zaman içtiği kahvedir. Aslı şairin dediği gibi; Nefesinden senin ey kahve meşamm-ı câna Bûy-ı Rahman erişir belki Yemen’den gelen Yemen’den gelir. Bazı şeyhler Yemen dağlarını kendilerine yurt edinip dervişleriyle beraber bir tür “kalp” ve “bun” dedikleri taneleri döğüp yerlermiş. Bazısı da kavurup suyunu içermiş. Dervişlerin meşrebine ve mesleğine uygun olan bu kuru ve soğuk gıda dervişler vasıtasıyla tüm dünyaya yayılmış ve; Tütün kahve iki dane birâder Cihânı müşterek zabt eylemişler Şimdi kahve deyince aklımıza Yemen gelmiyor artık. Onun adı türkülerde kaldı. Dünyanın her tarafından, ismini ilk defa duyduğumuz ülkelerden kahveler geliyor. Kahve deyince aklımıza da büyük kahve dükkanları geliyor. Değişen sadece menşei olsaydı keşke. Artık kahve içme adetleri değişmeye başladı. Zemzem bardaklarıyla getirilen sular eşliğinde garip şekillerde imal edilmiş bardaklarda içilen bir içecek oldu. Oysa eskiden öyle mi idi? HAZRETİ KAHVE
Erbabı için mübarek bir içecekti kahve. İçmek için bir zamanı vardı, bir mekanı vardı ve bir adabı vardı. Yolda yürürken, araba kullanırken, çamaşır asarken, yolda telefonda konuşarak yürürken, komşunun çocuğuna çemkirirken içilmezdi. Bir kere kahve çekirdek olarak alınır, dibeklerde öğütüldükten sonra taze olarak pişirilirdi. Kahvenin taze olması birinci şarttı. Ucuz ve kötü kahveyi izinsiz ve kenarda köşede çekenler cezalandırılırdı. İkincisi ise kahve çay gibi ocağa konulup on dakika sonra gelinip demlenen bir şey olmadığı için ihtimam ister. Başında bekleyeceksin, oda sıcaklığında su koyacaksın, suda erimesi için karıştıracaksın, köpüğü olması için ayarlamasını iyi yapacaksın ve bunları da kısık ateşle yapacaksınız. Doğrudan ateşe muhatap olmasın diye de kızdırılmış kum veya taş üstünde pişirilirdi. Hatta bu konuda daha da hassas olanlar mum ateşinde pişirirlerdi ki en lezzetlisi budur. Piştikten sonra ikram edilmesi de ayrı bir ritüel. sayı//56// mart 32
Kulpsuz fincanlara köpükleri kaybolmayacak şekilde fincan yan tutularak usulca dökülür. Dudak payı bırakılır, fincan taşırılmaz. Fincanlar soğumasın diye fincan zarfları içine konulur. Yanında bir bardak su ile ikram edilir. Öyle bir yudumda çekilen ağız ıslatacak kadar az su alan bardaklarla değil, bildiğimiz su bardağıyla. O yüzden kahve ocağının başına herkes geçemez. Kahveci kahveyi pişirirken kahve de kahveciyi pişirir. Olgun kişilerdir kahveciler, her türlü hürmeti hak ederler. İÇME ADABI
Pişirilmesi merasim gibi olan kahvenin içilmesi de merasim gibi olurdu. Kahve bir bardak su ile sehpaya konulduktan sonra bu sefer tiryakisi ilk olarak gönlünden Allah’a şükrederken diliyle de pişirip ikram eden kahveciye teşekkür eder. Bu zaten onun işi, parasını veriyorum ya niye teşekkür edeceğim, diye düşünmez, aklına bile gelmez. Gönülden ve dilden teşekkür ettikten sonra Allah’ın adı anılarak zarfın kulpu tutulur. Ama öncesinde ağzı ve boğazı temizlemek için getirilen suyun yarısı içilir, tamamı değil. Daha sonra fincan yavaşça kaldırılıp burnun önüne getirilir. Kahvenin kokusun genze girmesine müsaade edilir. Kahvenin tadını dilden önce burun tadar. O koku dimağa gider ve ilk etkisini gösterir. O esnada dil sabırsızlanır ben de tadayım diye. Burun ise ilk tatmanın verdiği üstünlük ile biraz büyür. Havasını atar ve sonra buyurun sıra sizde diyerek kaçmasın diye adeta kokuya sarılarak kendi köşesine çekilir. Dil biraz daha beklemek zorundadır çünkü sırada ağzın bekçileri olan dudaklar vardır. Dudaklar ilk olarak fincanı öper, fincanın ılımış serinliğini hisseder. Öpüşmenin hiç bitmemesini ister ama içerideki dil sabırsızdır ve dudakların arasından ilk yudum alınır. Hemen yutulmaz o yudum. Önce ağızda yayılır, dilin her zerresi kahvenin tadını hisseder. Ağzın içi koku ile dolar. O arada artanlar da boğaza doğru akar. Ağız bu anın hiç bitmemesini ister. O yüzden ikinci yudum hemen alınmaz. Tat kaybolmaya başlayınca ikinci yudum ve üçüncü yudum peşinden gelir. Dördüncü yudum olmaz, adaba aykırıdır. Üçleme esastır. Hakikati kaybolur aksi takdirde. Son yudumdan sonra kahvenin telvesinin ağızda bıraktığı tortuları temizlemek için kalan yarım bardak su içilir. Ama hemen suya saldırılmaz, bir müddet beklenir. Çünkü
kahveci kahvesinin tadının kötü olduğu için su içildiğini düşünür. Su yerine soda da tercih edilir ama meyveli soda olmamasına dikkat edilmelidir. Çünkü kahvenin kokusu ve tadı şirk kabul etmez, hemen kaybolur. Kahvenin tadının güzelliği biraz da içecek kişiyi bekletmesindedir. Çabuk erişilen şeyin tadı da çabuk gider. Vuslata doyulur ama hasrete doyulmaz. Şair; Pâyin sadâsı gelse de sen hiç gelmesen Kıyamete dek beklesem vuslat istemem Derken bu duyguyu anlatır. Kahve içtikten sonra artık hasret yeniden başlar. Bir sonraki kahve içme zamanı hasretle beklenir. KAHVE İÇMENİN HAKİKATİ
Kahve içmek Allah’ı zikretmenin yollarından biridir. Dervişler arasında rağbet bulmasının nedeni de onun bir dervişin yolculuğunu sembolize etmesidir. Kahve içmeye heves etmek yola hazırlık yapmak demektir. Kahvenin sırrı renginden dolayı Hacerü’l-Esved’e benzemesiyle başlar. Kahve içmek dirilmek demektir. Dilin bağının çözülmesidir, muhabbetin önündeki engellerin kalkmasıdır. Usulünce içilirse hamlar, cahiller bile yola gelir. Kahve mürittir, kahveci mürşit. Ham halde gelir. Onu riyazat, mücahede ve nafilelerle öğütür. Sonra ortalama sıcaklıkta su ile karıştırır, yani sıradan günlük işlerini yapmasına müsaade eder, ama bu işleri farklı bir şekilde yapmaya başlamıştır artık. Üzerine konulduğu ateş dervişin aşkını artırır, kulluğuna neşve verir, hararetini, arzu ve iştiyakını artırır. Aşk ateşi zamanla günahlarını, kusurlarını yakar, ortadan kaldırır. Köpüklenmesi için zamanla ve kısık ateşte pişmesi gerekir, yani kemâlât birden olmaz. Kötü huylar gittikçe köpük kabarmaya başlar. Aşk ateşi bu sefer muhabbet nuruna döner. Kahvenin görüntüsünü güzelleştiren köpük ise güzel ahlaktır. Artık kahve dervişlik kıyafeti olan fincana dökülür, yani tennuresini, haydariyesini, takkesini giyer. Fincan aynıdır ama zarf farklı farklıdır. Yoksulu, bayı, sultanı, gedası hep farklı fincanlardır. Tekkeden çıktığında mesleği ve meşrebi neyse o şekilde giyinir. Artık halk içinde ama Hakk’ın rengine ve kokusuna bürünmüş bir halde muhabbet nurunu yaymama başlar. Şimdi lütfen cevap veriniz, Amaricano veya cappuccino içmek ile kahve içmek bir midir?
33
PEDOFİLİ, SİLAH KAÇAKÇISI, TÜRK DÜŞMANI BİR TERÖRİST
KKTC GÜNLÜĞÜ
BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -6Bugün Gazimagusa’ya yolculuk var. Esentepe ve Tatlısu dağ yolunu tercih ettik. Yol çatına kadar hep inşaatlar gözümüze çarptı. Çoğu de kooperatif evleri gibi müstakil veya bitişik villalar, evler. Yine oteller var yol üzerinde. Bir de benzin istasyonu. Yol araç trafiği açısından yoğun. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Hemen sordum yazılı veya görsel bu konuda bir broşür, risale, kitap veya kitapçık var mı? Maalesef burada da yok. Üstelik bir batı ve bir de doğu dilinde var mı diye sordum askerlerimize. Burası da askeri bölge olduğu için Mehmetçiklerimiz burada hizmet veriyor. Arzumu kumandanlarına iletmelerini rica ettim. İnşallah çekinmez iletirler. Sonra köşkü gezdik. Avukat, mimar Paulo Paolides’in sadece bir resmi varmış, o da duvarda asılı. Diğer resimlerini bundan yola çıkarak teknolojiyle geliştirmişler. Bekar, hiç evlenmemiş, kısa boylu 1.50 cm dediler. Sadece terlik ve pembe bornozu duruyor. Konuklarının kız ve erkek çocuklar için ayrı ayrı özel odalar yaptırmış, giysiler hatırlatmış. Anlatılanlardan algıladığıma göre çocuk sevicisi bir cinsi sapık, pedofili Paolides. Odasındaki bu resminde başında bir fötr şapka, ağzında sigara, paltosunu giymiş, kaşkolü içinde, kravatlı ve mütebessim bir çehre ile bakıyor. AZILI BİR TÜRK DÜŞMANI.
Analizimi bize verilen bilgilerden çıkarıyorum. Bu köşke gelen misafirlerinin kız ve erkek çocukları için özel oda ve yatak yaptırmış. Kendisi de pembe bornoz ve ramptışambır kullanıyor. Daha ne olsun kendini ele vermek için. Hayatı hakkında öyle detaylı bilgi yok fotoğrafı olmadığı gibi. İddiaya göre İtalya’da mafya tarafından öldürülmüş(1988). Su testisi su yolunda kırılmış. Öldürüldüğünde henüz 50 yaşında falan imiş. ÖLÜMDEN KORKAN BİRİ
Deniz yoluyla gelen silahlar Paolides’in adamları tarafından hayvan sırtında yukarı çıkarılıyor ve saklanıyor. Bir başka iddia da bir tünelle Mavi Köşke ulaşılıyor. Belli olmasın diye kaçarken burayı kundaklamış. Köşkte her türlü ihtiyacı giderecek imkanlar mevcut. Çok sayıda, çok amaçlı oda ve salonlar, yataklar, giyecekler, tablolar, kab kacaklar, buz dolabı, aynalı dolaplar, heykeller, piyano, şarap mahzeni, havuzlar, dua ve istavroz çıkarma yerleri, gezi alanları, geniş bahçe ve meyve ağaçları vs. Paulo Paolides ölümden çok korkuyor. Odasındaki özel aynadan arkasındaki her şeyi rahatlıkla görebiliyor. Depremi haber veren bir de heykeli var. Sarsıntıda hangi haliyle durursa dursun gürültüyle yere yıkılan bir heykel. Mavi köşk de konumu itibariyle Mehmetçiklerin eline zor geçen mekanlardan sayı//56// mart 34
biriymiş. Hemen yanı başına Devlet Su İşlerimiz DSİ bir baraj yaptırmış. Güzel de olmuş. Mavi Köşkü ziyaretçiler ancak gruplar halinde gezebiliyorlar. Bir Mehmetçik hem Mavi Köşkü dolaştırıyor, hem anlatıyor, hem sorulara cevap veriyor. Resim çektirmek ve yasak yerlere girmek yasak. Bahçede ise serbest Bir ziyaretçi memnu mekan olan terasa çıkınca Mehmetçik grubu terk etmesini istedi ve o da öyle yaptı. Mavi Köşk’te bir askeri kantin var. Basit yiyecekler ve su ihtiyacınızı karşılayabiliyor. Bir de zaruri ihtiyaçlar için tuvaleti temiz. ŞEFTALİ KEBABI OLUR MU?
Lefke’yi gitmek geçiyor aklımızdan, hafta sonu trafiğine yakalanırız endişesiyle Girne’ye gitmeyi kararlaştırdık. Önce Lapta’yı bir dolaştık; villalar, bahçeli evler, siteler, çeşit çeşit çiçekleri olan yollar, sessizliğin had safhada olduğu sokaklar, hafif bir rüzgar, bir kuş sesi, dağlara doğru tırmanan evlerin arasında iki çift minare gürültülü şehir hayatından, kargaşasından sizi uzaklaştırabiliyor. Trafiğe yakalanmadan Girne’ye girdik. Beylerbeyi’ne doğru çıktık. Kızım mini Couper’ını aşağıdaki otoparka bıraktı. Biraz yürüdük Bellapais Manastırı’na doğru. Eşim burayı görmediğinden manastırı dolaştı, ama resim sergisi sona erdiğinden görememiş. Bellapais Manastırı KKTC Tarihi bazı yazarlara göre halk ile bağı olmayan, iletişim kuramayan bir dini merkez. Üstelik öyle bir dini merkez ki zevk-ü sefa içinde bir manastır burası. Dolayısıyla müntesipleri arasında öyle diğer manastırlar gibi itibarı fazla değil. Hemen bitişiğinde Kybele Holiday Village adında bir lokanta var. Oğlumuz İsmail ile de burada bulaşarak akşam yemek yiyeceğiz.
Biz erken geldiğimizden manzarası çok güzel olan bu yerde bir şeyler atıştıralım dedik ama personelin kılı kıpırdamıyor. Türkiye’de olsa “tok esnaf” derler. Galiba bunlar da KKTC’nin tok çalışanları, işletmecileri. Tuvaleti de 50 cent ayrıca. Bir patates tava istedik epeyi süre sonra getirdiler. Sos istedik, biber istedik epeyi bir süre sonra hatırlattığımızda getirdiler. Baktık olmayacak kalktık. Kıbrıs şeftali kebabı yememiştik bu gelişimizde. İsmail Tirali bizi Niazi’s diye Girne merkezdeki bir lokantaya götürdü. Bir zincir lokanta. Klasik bir dizaynı var. Temiz. Şeftali kebap istedik mönülerinde yok, ancak karışık istersek iki tane içine koyuveriyorlarmış. Bir porsiyon 70 TL. Öyle yaptık. Şeftali kebabı şöyle yapılıyormuş; dana kıymasını parmak köfte biçiminde yapıp, karın yağına sararak ateşte pişiriyorlarmış. Tavası ve şişi de oluyormuş. Girne’de akşam üzeri bir başka güzel. Hele bir de serinlik var, rüzgar püfür püfür esiyorsa. Keyiflenmemek için hiç bir sebep yok. KKTC’nin en canlı, kıpır kıpır şehri Girne. Zaten marka mağazaların da çoğu burada. Hakeza otellerin de. Sahilde yürüyüş yaptık. Birkaç mağaza dolaştık. Aracımızı park ettiğimiz Osmanlı Baltutan Mezarlığına, yokuş tırmanarak vardık. Sonra ver elini Çatalköy. Ama önce bir marketten haftalık alış verişimizi yaptık. İKİNCİ PAZARTESİ
Bugün Gazimagusa’ya yolculuk var. Esentepe ve Tatlısu dağ yolunu tercih ettik. Yol çatına kadar hep inşaatlar gözümüze çarptı. Çoğu de kooperatif evleri gibi müstakil veya bitişik villalar, evler. Yine oteller var yol üzerinde. Bir de benzin istasyonu. Yol araç trafiği açısından yoğun. Hepsi de lüks araçlar. Kıbrıs hakkında yazacaklarım devam edecek... 35
BİR KÜLTÜR HAVZASI
EYÜP ÜÇGEN ADA İbb kudebte müdür olarak görev yaptığım yıllarda Eyüp Sultana hizmet etmek nasip oldu. İlçe belediyesi ile birlikte şimdi Piyerloti tepesine çıkan teleferiğin yanındaki boş alanda bir geleneksel ahşap atölyesi kurduk. Dr. Şimşek DENİZ *
li yilların başından itibaren Eyüp Sultanı hatırlıyorum .O zamanlar herkes gibi bizde Eyüp Sultan derdik. Sonra Eyüp dendi. Ama günümüzde ilçenin resmi adı doğru bir kararla Eyüp Sultan oldu. Eyüp Sultan minibüsleri Vatan Caddesinde Hammal Dede Türbesinin az ilerisinden kalkardı. En güzel elbiselerimizi giyer minübüse binerdik. Demirkapı yokuşundan inerken ninemin arkadaşı Antepli hacı teyzeye muhakkak uğrardık. Tek göz bir gecekonduda oğluyla beraber yaşardı. İlk durağımız tabiki camide namaz ve sonrasında Eba Eyyubel Ensari Hazretlerinin türbesini ziyaret etmek olurdu .Oradaki huşu ve manevi havayı her zaman hissedersiniz. Yaşlı teyzeler şerbetli kesme şeker dağıtırlardı .Ama sonrası bizim için daha eğlenceli idi .Caminin avlusundaki asırlık koca çınarın altında duran Hacı leylekleri bizim kuşak çok iyi hatırlar. İnsanlardan çekinmezlerdi Buranın sahibi biziz der gibi duruşlarını çok iyi hatırlıyorum. Hacı leyleklerden sonraki durağımız meşhur Eyüp Güveççisiydi .Eski dükkan hala duruyor. Yanına yöresine de güveççi dükkanları açılmış .Güveçler ucuz ve lezzetliydi. Güveç dediysem yanlış anlaşılmasın . Tencerede pişen güveç değil. Küçük oval kıymalı pideler. Günümüzde İstanbulun bir çok yerinde Eyüp Güveççisi adıyla açılan çok sayıda dükkan görüyorum.
Fotoğraf: Taner Varol
*S.Zaim Üniversitesi, Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fak.Öğretim Üyesi
sayı//56// mart 36
Eyüp güveççisinden sonra meydanda otururduk. Sonra ver elini oyuncakçılar .Tahta arabalar, topaçlar,testi düdükler. Hepsinden alırdık. Zaten alınana kadar ağlardık. Azar işitirdik ama oyuncakları da almayı başarırdık. Topaçlarla topaç kırmaca oynardık. Birde topacı en uzun süre döndüren oyunu kazanırdı. Eyüp Sultana gidişimiz ve dönüşümüz hep sevinçli olurdu. Kardeşlerim Cem ve Rahmetli Alparslan Eyüp Lisesinden mezun oldular. Kızkardeşim Nazlıgül ise Eyüp Haydar Akçelik Kız Meslek lisesinden mezun oldu.Sonrasında Eyüp Sultanla irtibatım çocukluğumda olduğu gibi olmasada devam etti. Çok üzüldüğüm zamanlar yada önemli imtihanlar öncesi giderek dua ederdik. Eminönünden Haliç vapuruna biner Kasımpaşa ,Balat, Hasköy İskelelerine uğrar en
son Eyüp Sultan İskelesinde iner camiye gider dua eder, Aksaray minibüsüyle eve dönerdik. İbb kudebte müdür olarak görev yaptığım yıllarda Eyüp Sultana hizmet etmek nasip oldu. İlçe belediyesi ile birlikte şimdi Piyerloti tepesine çıkan teleferiğin yanındaki boş alanda bir geleneksel ahşap atölyesi kurduk.Bu atölye ile Eyüp Üçgen ada ve Feshane Caddesi ve Kızıl Mescit sokağındaki çok sayıda ahşap evin onarım ve restorasyonu yapıldı. Restorasyon kapsamında tarihi evlerin çürüyen ahşap yüzeyleri özgün malzeme ve ölçüye bağlı kalınarak yenilenmiş,çatı aktarımları yapılmış çatı dereleri ve yağmur inişleri tamir edilmiştir. Ahşap evlerin cephelerinde su bazlı ahşap boyası kullanılmıştır. Binaların iç kısımlarında elzem olan bazı strüktürel destekler yapılmış çatıdaki dikme ve mertekler elden geçirilmiştir. Eyüp Sultanda kurduğumuz geleneksel ahşap atölyesi üçgen adada birkaç evin daha restorasyonunu yaptıktan sonra çarşı içindeki Cami Kebir sokağındaki küçük ahşap sıra dükkanların imalatı ve tamiratlarını gerçekleştirdi .Üçgen Ada olarak tanımlanan bölge Feshane Caddesi,Kızıl Mescit sokak ve ve Eyüp İskele Caddesinden oluşmaktadır. Son yıllarda Üsküdarda olduğu gibi Eyüp Sultanda da kültür faaliyetleri hız kazandı . Yerel yönetimlerin öncülüğünde Geleneksel musiki ve el sanatları kursları cami çevresindeki tarihi eserlerde yoğunlaştı . Annem Eyüp Sultanda
uzun bir süre hüsnü hat ve ebru dersleri aldı. Zal Mahmut Paşa Cami ve medresesinin civarı da kültür ve sanat aktiviteleri açısından faal. Enteresandır ramazan kültürünü yaşatması açısından da Eyüp ve Üsküdar başı çekiyor. Bir çok açıdan kardeş gibiler. Büyük sultan camilerinin yanına yapılan küçük mescit geleneği Saçlı Abdülkadir mescidinde olduğu gibi Eyüp Sultandada mevcut .Tıpkı Şehzadebaşı Cami yanındaki Burmalı mescit ve Sultanahmet Cami yanındaki Güngörmez Mescidi gibi. Mimarlıkta meslek büyüğümüz Prof.Nezih Eldemin de Eyüp Sultanda çok sayıda uygulamaları olmuştur.Birçok tarihi evin rölöve,restitüsyon ,restorasyon projelerini ve sokak silüetlerini çizmiş,uygulamaların başında bulunmuştur.Yeri gelmişken onuda rahmetle anmak istiyorum. Geleneksel ahşap atölyesi sürekli olmadı ve bir süre sonra kapandı Aslında Eyüp Sultan Belediyesinde daimi bir taş ve ahşap atölyesinin kurulması gerekiyor. Bu atölyeler hem uygulama yapmalı hemde ilgili meslek gruplarına sertifikalı eğitim vermelidir. Tüm bu çalışmalar parsel bazında ihale açmak yerine düşük maliyetli bir hizmet ihalesiyle yapılabilir. Yıllara sari olarak yapılacak hizmet ihalesi kapsamında hem usta ve kalfa çalıştırılabilir hemde restorasyonlar için gerekli sarf malzemeleri temin edilebilir.İnşallah bu temennilerimizin yeni dönemde gerçekleşmesi temennisiyle… 37
ANDIRIN’DA BİR İKİNDİ VAKTİ
VE İKİNDİ YAZILARI Andırın; Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol istilası ile çöküşü sırasında Maraş ve çevresinde Dulkadiroğulları Beyliği'nin sınırları içinde 200 yıl kadar kalan bir ilçedir. 1515 yılında bu Beyliğin Osmanlı İmparatorluğuna bağlanması ile Andırın da İmparatorluk sınırları içinde kalmıştır. Serdar YAKAR
ir ikindi vaktidir Andırın’da. Andırın; kuş uçmaz, kervan geçmez, şirin mi şirin, güzel mi güzel bir beldedir. İnsanları eğitimli ve de duyarlıdır. Ulu ağaçların altında hasır iskemlelerde çay içmektedir birkaç genç adam. Tanıdık iki yüz vardır aralarında. M.Ali Zengin ve Kamil Aydoğan. M.Ali Zengin (Nedim Ali) şair bir babanın oğlu olup ilçenin tek gazetesi olan Andırın Postası’nı çıkartmaktadır. Kamil Aydoğan (H.İsmail Yasin) ise yakın bir köyden olmakla birlikte okumuş, eğitimini tamamlamış, öğretmen olmuş ve de idareci olarak gelmiştir Andırın Lisesine. Her ikisi de şairdir… Belki de hepsi şairdir. Şiirden, romandan, öyküden konuşulur ve bir ikindi vaktinde karar verilir Andırın’da. Andırın; Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol istilası ile çöküşü sırasında Maraş ve çevresinde Dulkadiroğulları Beyliği'nin sınırları içinde 200 yıl kadar kalan bir ilçedir. 1515 yılında bu Beyliğin Osmanlı İmparatorluğuna bağlanması ile Andırın da İmparatorluk sınırları içinde kalmıştır. Yavuz Sultan Selim 1514 yılında çıktığı Çaldıran seferinden dönerken sefere çağrılmasına rağmen Osmanlı ordusuna katılmayan Dulkadir Beyi Alaüddevle üzerine yürüdüğünde Andırın'ın Akkale mevkiine kadar gelir. Yaygın bir görüşe göre kendisini karşılayan eşrafın gençlerini takdir eden Yavuz Sultan Selim; 'Bunlar arasından Mekteb-i Enderun'a talebe alınsın' diye emir buyurur. Bu mektebe öğrenci olarak gidenlere izafeten yerleşim yerine 'Enderun' denildiği, bu kelimenin daha sonra 'Andıran' ve 'Andırın' şeklinde söylenmeye başlandığı anlatılagelmiştir. Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra Fransızların giremediği Andırın'a giren Ermeniler insanlık dışı imha hareketleri ile bir çok köyü yakıp yıkmışlar, önlerine gelenleri akıl almaz bir şekilde öldürmüşlerdir. Millî mücadele günlerinde Çukurova (Klikya) Doğu Bölgesi’nin merkezini teşkil eden Andırın'ın hizmeti büyük olmuştur. Bu hizmetlerinden dolayı Andırın; 1925 yılında ilçe teşkilatına kavuşmuştur. 1984 yılı Nisan ayında M. Ali Zengin’in yönetiminde yayın hayatına giren haftalık Andırın Postası gazetesinin sanat edebiyat
sayı//56// mart 38
sayfasına ad konur o övülmüş ikindi vaktinde. M. Ali Zengin Andırın Postası’nın “23 Nisan 1985 tarihli 53. sayısında yer alan “İkinci Yıla Girerken” başlıklı yazısında “bütün çabamız, ilçemizin daha güzel bir ilçe olmasını isteyenler için vazgeçilmez bir gazete çıkartmaya yöneliktir” diyerek geride kalan bir yıllık karneyi değerlendirir. Aynı yazının ilerleyen satırlarında ikinci yıl için hedeflenen yeniliklere de vurgu yaparak şu cümlelere yer verilir: “İkinci yıla girişimizde gazetede kimi değişiklikler yapmayı düşündük. Örneğin; bir sanat edebiyat sayfası.” İlk sayısı 23 Nisan 1985 Salı günü iki sayfa olarak Andırın Postası’nın 2. ve 3. sayfalarında yer alır İkindi Yazıları. Alınan karar gereğince onbeş günde bir yayınlanması kararlaştırılmıştır. O günlerde Andırın Postası’nın 23 Nisan 1985 tarihinde yaptığı değişiklikle oluşturduğu İkindi Yazıları’nın birkaç yıl içerisinde ülkenin en etkili sanat edebiyat dergisi haline geleceğini kimseler bilemez. Bu ilk sayıda “Küçük Yorum” başlığı altında İkindi Yazıları imzası ile şu cümlelere yer verilir: “Bizim yöremiz, sanat coşkusu, sanat birikimi bakımından verimli bir yöre. Bu yöre kökenli birçok şair ve yazar bugün Türk Edebiyatı üzerinde etkin kişiler arasında. Onlarla, elbette onur duyuyoruz, göneniyoruz. Ancak bir benzetme de değil amacımız. Amacımız; durağın bir sanat ortamını (yöresel olma kompleks ve duygularından sıyrılmaya çalışarak) canlandırmak yeşertmek.”
H. İsmail Yasin (Kamil Aydoğan) bu ilk sayı için küçük bir şiir ve bir deneme kaleme alırken Ahsen Bedir Aklaf, Ali Tahir ve Musa Yavuz’dan da birer şiire yer verilir. Bu ilk sayıda bir de imzasız bir desen vardır. H. İsmail Yasin “Bir akşam hüznü ve Melengiç Kahvesi” başlıklı yazısında İkindi Yazıları isminin nasıl oluştuğunu dile getirir. Övülmüş olan ikindinin diğer alternatiflere nasıl galebe geldiğini de dillendirerek; “Kimbilir, adı dillerden düşmeyen; yıllar sonrasına uzanan çeşitli dergilerin adları da, böyle konmuştu belki” der, sanki yıllar sonrasını görüyormuş gibi. İkinci sayı 7 Mayıs 1985 tarihli Andırın Postası’nın iç sayfalarında ve yine iki sayfadır. En başta Nedim Ali’den “Ortadoğu’da Kolaydır Ölüm” başlıklı bir şiir vardır. H. İsmail Yasin bu sayı ile birlikte “Günlük” yayınlamaya başlar. Musa Yavuz’dan bir şiir ve Bilal Emre’den bir deneme. Ve bir söyleşi. O günlerde Andırın Lisesi’nin sahnelediği “Tohum” piyesinde Ferhat Bey karakterini canlandıran Murat Taşkın ile M. Ali Zengin söyleşir. M. Ali Zengin, başta “Nedim Ali” olmak üzere farklı müstear isimler kullanarak haftalık Andırın Postası’nın her bir köşesinde yer alır. O yıllarda Andırın Postası, tüm taşra il ve ilçelerinde olduğu gibi kurşun harflerin elle dizilip bir araya getirilmesi ile hazırlanmakta ve basılmaktadır. 39
değiştirme yayın yönetmenliği bakımından gerçekleşir. Bu “el” değişikliği ülkemizde, belki de dünyada ilk kez görülen bir yeniliği de beraberinde getirecektir. Bu tarihten itibaren her bir sayıda yayın yönetmeni değişir.
İkindi Yazıları bu iki sayfalık hali ile bile büyük şehirlerde yaşayan şair ve yazarların dikkatini çekmeyi başarmıştır. Andırın Postası 22 Nisan 1986 tarihli 105. sayısına ulaşırken İkindi Yazıları da birinci yılını geride bırakır. Bu ilk yılda İkindi Yazıları’na emeği geçen yazar kadrosu; H. İsmail Yasin, M. Emre, Yunus Yusufoğlu, Ömer Erdem, Ammar İlkay, R. Emin Garip, Muhsin Zeki, Ahsen Bedir Aklaf, Hüseyin Hendekli, Ali Tahir, Kamil Doruk, Abdulkadir Kaçar, Halil Yakup, İhsan Aziz, Mansur Akgündüz, Mehmet Bal, Leyla Seher, Özlem Özer, Nedim Ali ve Musa Yavuz’dan oluşmuştur. İkindi Yazıları’nın ikinci dönemi 28. sayı ile başlar ve 52. sayı ile son bulur. 53. sayı üçüncü dönemin ilk sayısıdır ve H. İsmail Yasin “İki Yıl Biterken” diyerek yeni bir değerlendirme yazısı kaleme alır. Son paragraf; “İkindi Yazıları, yakında belki de “el” değiştirecek. Daha güzel ellere, daha titiz, daha canlı, daha sağlam, daha usta ellere…” olur. İkindi Yazıları’nın logo değiştirerek “İKİNDİYAZILARI” şeklini alması ve dört sayfalık aylık bir dergi formatına girmesi 57. sayı ile gerçekleşir. Yöneten yine H. İsmail Yasin (her ne kadar görev yeri değişmiş, tayin ile Andırın’dan ayrılmış ise de İkindi Yazıları’ndaki görevini aksatmadan devam ettirir. Üstelik “daha titiz, daha canlı, daha sağlam” bir şekilde), sayfa düzeni Nedim Ali imzasını taşır. İlk sayıdan itibaren isimler yazılırken ve de yeni bir cümleye başlanılırken büyük harf yerine tercihen küçük harf kullanılır. İkindiyazıları 68. sayı ile üçüncü yılı da geride bırakırken sayfa sayısını da dörtten altıya çıkartır. Şubat 1990’a gelinildiğinde “el” sayı//56// mart 40
90. sayının yayın yönetmeni Yunus Develi olurken 91. sayının yayın yönetmeni Fikri Özçelikçi’dir. Bu şekilde sırasıyla; Şaban Abak, Kemal Sayar, B. Yalçın Hatunoğlu, Mevlana İdris, Recep Karip, Feramuz Aydoğan, Ahmet Serin, Ulvi Canayakın, İsmail Aykanat, Fatma Şengil, Nurullah Genç, Serap Ural, İbrahim Kiras, Mehmet Efe, Nazir Akalın, Ebubekir Kurban, Deniz Celal, Ahmethan Yılmaz, Nihat Genç, Hakan Albayrak, Mustafa Aydoğan, Mustafa Oğuz, Mehmet Hakan, Mehmet Ay, Âtıf Bedir, Osman Özbahçe İkindiyazıları’nın yayın yönetmenleridir. 100. sayının yayın yönetmeni olan İsmail Aykanat “Editörden” “Not düşmek asırlara” diye seslenir ve “dalya bir” der. İkindiyazıları’nın ilk sayısından 117. sayısına kadar sayfa düzeni ve düzelti Nedim Ali tarafından gerçekleştirilmiş ve sahibi ve kurucusu olduğu Andırın Sanat matbaasında basılmıştır. 1992 yılı Haziran’ında yayınlanan 118. sayıda ise gelişen teknolojinin imkanlarından yararlanmak için derginin mizanpajı ve sayfa düzeni Ankara’da yapılmaya başlanılır. Necip Evlice’nin hem yönettiği hem de sayfa düzenini gerçekleştirdiği 118. sayının düzeltisini ise Halil Apaydın üstlenir. Öncü büro da dizilip Başar ofsette basılan İkindiyazıları’nın bu denemesi ancak iki sayı devam eder. 120. sayı ile yeniden eski usule ve sanat matbaasına dönüş olur. Böylece sayfa düzeni ve düzelti de yeniden Nedim Ali tarafından gerçekleştirilmeye başlanılır. Okuyucu, 131. sayıda aşağıdan yukarı aykırı bir şekilde yazılmış “edebiyatın 10 p fenniglik değerinin olmadığı ülkede 10. Yıla ulaşmanın yılgınlığını ve yalnızlığını ve hüznünü sizinle bölüşürüz, ya siz?” cümlesi ile karşılaşır. Bu artık İkindiyazıları’nın veda ettiği sayıdır. Nisan 1985’de yayın hayatına başlayan, edebiyat dünyamıza güzel isimler kazandıran İkindiyazıları böylece Ekim 1994’de yayınlanan 131. sayı ile yayınına son vermiş olur.
Yagmur Yagıyor Derin, duru, karanlık bir kuyuydu gözleri Çakır mı, elâ mı, mor mu, belli değil, Üstü dumanlı nûr, - habire yağıyor yağmur
İnsansız gölgeler susanda boşaldı sokak Ve açık pencerede ürperdi çocuk Uçurtmanın ipiyle güneşi gerdi çocuk Sözlerin yok mu, hâlâ içtiğim billûr - nereye yağıyor bu yağmur?
Fırtınanın kopardığı dalından habersiz ağaç Yazgısı böyle neylersin Çayırların üzerinde sâbâ gezinir Ve sûzinâklardan süzülmüş bir mâhûr - makamsız yağıyor yağmur
Derin, çok derin derelerin sahibi Bir Süreyya vardı, komşumuz, hatırlarsınız, Yemyeşil bakardı, ölüm ondan korkardı Âlem ekmek derdindeydi, o, gözlerine mağrûr Şimdi onun kaşına-kirpiğine - ve gözlerine yağıyor yağmur.
Kırık pencerelerden içeri, ey ıslak rüzgârlar atan Kuru hasırım kalmadı, bende isyân yok Sessizim, şikâyetsiz, talepsiz ve vakûr - varsın durmasın yağmur
Kâmil UĞURLU
41
SIRATIMÜSTAKİM
SEBİLÜRREŞAD DERGİLERİ VE
SAİD NURSİ RİSALELERİ Dergi Sıratımüstakîm adı ile 27.08.1908 - 29.12.1912 tarihleri arasında 182 sayı çıkar. Yedi ciltte toplanan bu 182 sayıdan sonra, Sebilürreşad adıyla yayımını sürdürür. Sıratımüstakîm yayın hakkı sahibi Ebululâ Mardin’in ayrılması ile, Tâhirü’lMevlevî’nin yayın hakkını daha önce aldığı Sebilürreşad ismi, Mehmed Âkif beyin ricası ile devralınmış, derginin son sayısı olan 05.03.1925 tarihli 641. sayısına kadar da bu isimle yayınlanmıştır… İskender TÜRE
ıratımüstakim dergisi Ebulula Ali Zeynelabidin (Ebululâ Mardin)’in 29 Temmuz 1908 tarihli başvurusu üzerine yayın hakkı elde etmiş ve 14 Ağustos 1324 (27 Ağustos 1908) tarihinde yayın hayatına başlamıştır. 18 Ağustos 1909 tarihinde de Eşref Edib (Fergan) Efendi’nin mes’ûl müdürlük için müracaat ettiği görülür. Ancak ilk sayıdan itibaren dergi isminin altında derginin müessisi olarak Ebululâ Mardin ile Eşref Edib beylerin isimlerinin birlikte yazıldığı görülür. Yine derginin ilk sayısında derginin kuruluş tarihi 11 Temmuz 1324 yazılmış, ancak 43. sayıdan itibaren II. Meşrutiyet’in ilân tarihi olan 10 Temmuz 1324 (23 Temmuz 1908) şeklinde değiştirilmiştir. İlk sayının isminin altında “Din, felsefe, edebiyat, hukuk ve ulumdan bâhis haftalık risâledir” tanımı yer alır. Daha sonra bazı değişikliklere uğradığı görülür. Normal şartlarda haftada bir gün olmak üzere, Perşembe günleri yayınlanmıştır. Dergi Sıratımüstakîm adı ile 27.08.1908 29.12.1912 tarihleri arasında 182 sayı çıkar. Yedi ciltte toplanan bu 182 sayıdan sonra, Sebilürreşad adıyla yayımını sürdürür. Sıratımüstakîm yayın hakkı sahibi Ebululâ Mardin’in ayrılması ile, Tâhirü’l-Mevlevî’nin yayın hakkını daha önce aldığı Sebilürreşad ismi, Mehmed Âkif beyin ricası ile devralınmış, derginin son sayısı olan 05.03.1925 tarihli 641. sayısına kadar da bu isimle yayınlanmıştır. Ancak kapatma cezası sebebi ile 300 ve 301. sayılarının Sebilünnecât olarak yayınlandığı görülür. Nihayet 5 Mart 1925’te Takrir-i Sükun kanununun basına uygulanması sebebi ile kapatılır. Sebilürreşad’ın ilk yayın hayatı böylelikle sona ermiştir. Yıllar sonra Eşref Edib Fergan 1940-1948 yılları arasında İslam-Türk Ansiklopedisi isimli bir ansiklopedi çıkarır. Bu ansiklopediyi 1948’de 100. sayıdan sonra sonlandırarak Sebilürreşad dergisi haline dönüştürmüştür. Böylelikle Mehmed Âkif Bey’in vefatından 12 sene kadar sonra, derginin ikinci yayın hayatı başlar. 15 cilt, 362 sayı, 1786 sayfa çıkan dergi, Mayıs 1948-Şubat 1966 tarihleri arasında 15 günde bir yayınlanmıştır. Sıratımüstakim ve Sebilürreşad denilince, sanıyorum herkesin aklına ilk gelecek kişi, rahmet ve minnetle andığımız Mehmed Âkif Bey merhumdur. 1908-1925 yıllarında yayınlanmış olan bu dergilerin lokomotifi
sayı//56// mart 42
elbette ki Âkif Bey’dir. Âkif Bey’in Safahat’ında yer alan şiirleri önce bu dergilerde yayınlanmıştır. Ayrıca M. Ferid Vecdi, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’dan yaptığı çevirilerinin de dergilerde büyük yer tuttuğu görülür. Âkif Bey’in ismi 309-311. sayılarda “sermuharrir”, 312 ve sonraki sayılarda ise “başmuharrir” olarak Sebilürreşad logosu altında yer alır. Âkif Bey dergileri Milli Mücadele’nin başlangıcında da çekinmeden İstanbul’da çıkarmış, ancak Meclis’in açılmasından bir gün önce Ankara’ya geçerek mücadeleye ve yayına Anadolu’dan devam etmiştir. Eşref Edib Bey de 6 Mayıs 1920 günü 463 numaralı Sebilürreşad’ı çıkardıktan sonra yanına dergi klişelerini de alarak Kastamonu’ya kayınpederinin yanına gitmiştir. Böylece dergilerin 464-466 (25.11.192013.12.1920) sayıları Kastamonu’da, 467-489 (3.2.1921-24.7.1921) sayıları Ankara’da, 490 (24.9.1921) sayısı Kayseri’de; 491-527 (10.12.1921 – 22.4.1923) sayıları Ankara’da, daha sonraki sayıları ise yine İstanbul’da yayınlanmıştır. Burada Âkif Bey’in ve dergilerin Millî Mücadele’ye ciddî anlamda katkılarının olduğunu da söylemeden geçemeyiz. Bu dergilerde Mehmed Âkif, Eşref Edip, Ebulula Mardin, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Bereket-zâde İsmail Hakkı Bey, Abdürreşid İbrahim Efendi, Baban-zâde Ahmed Naim Bey, Kazanlı Halim Sâbit Efendi, M. Şemseddin Bey, Tâhirü’l-Mevlevî Bey, Aksekili Ahmed Hamdi Efendi, Halil Hâlid Bey, Ispartalı Hakkı, Yusuf Akçura ve Ahmed Bey Agayef gibi son dönem Osmanlı düşünce ve fikir hayatında mühim yer tutan isimler makaleler yazmıştır. Bu isimler şâir, öğretim görevlisi, tefsirci, fıkıhçı, felsefeci, siyaset adamı gibi ünvanlarla anıldıkları gibi, çoğu birkaç dil bilmektedir. Her birinin telif ettiği eser sayıları toplansa yüzlerce cildi bulacaktır. Dergilerin tirajının ne kadar olduğu konusunda net bir şey söyleyemesek de, dönemi içinde Anadolu’ya çok sayıda dağıtıldığı gibi, Balkanlara, Avrupa’ya ve Hicaz’a da gittiğini biliyoruz. Din, felsefe, edebiyat, hukuk ve ilimden bahseden bu dergilerin yayınlandığı yıllarda büyük bir ilgi ile karşılandığı muhakkaktır. Ancak “yayınlandığı günden günümüze ne intikal etmiştir” sorusu akla
gelir. Burada belirtmek gerekir ki; harf inkılabı ile birlikte bu dergiler kütüphanelerin raflarında kalmış, birkaç akademisyenin ilgi alanı olmaktan öteye gidememiştir. Bu dergileri günümüz aydınının okuyabilmesi konusunda yıllardır içinde bir ukde taşıyan M. Ertuğrul Düzdağ’ın gayretleri, Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ve yardımcısı Kenan Gültürk beylerin kültürümüze katkı arzuları sayesindedir ki, dergiler nihayet günümüz harfleri ile de yayınlanmaktadır. Bu mecmuaların yeni harflerle yayınlanması çalışmaları sırasında hayretle karşıladığım pek çok şey olduğunu söyleyebilirim. Ancak bu yazının yazılmasına sebep olan husus meselenin başka bir yönüdür. 1996-1998 yıllarında Kur’ân’da Kehf Suresi’nde anlatılan Zülkarneyn üzerine bir çalışma içindeydim. Yasin Sûresi’nde yer alan “Güneş duracağı yere doğru akar” âyetinden kasdedilenin, -astronomi kitapları sayesinde- “Herkül Burcu tarafında bulunan Vega Yıldızı yakınındaki bir doğrultu” olduğu kanaatine varmıştım. Daha sonra Said Nursi’nin Sözler isimli kitabında da aynı âyetin aynı şekilde tefsir edildiğini gördüm. “Güneşi bütün seyyaratıyla sâniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsüş Şümûs canibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zât-ı Zülcelal'in..” Bu benim çok dikkatimi çekmişti. Said Nursi 1930’lu yıllarda bu bilgiye nereden ulaşmış olabilirdi? Yıllar sonra 2007 yılında Sıratımüstakim çalışmaları sırasında Musa Kazım’ın “Felsefe-i İslâmiyye” makalesindeki şu satırları gördüm: “Hattâ şim¬diki hey’iyyûnun keşiflerine göre şems bile sâniyede sekiz ki¬lometre bir sür’atle tevâbi’i ile beraber Herkül Burcu’na doğru ilerlemekdedir.” Ayrıca Sebilürreşad’da da şu ifadeler vardı: “Arzımız şems ile birlikte Lir burcundaki Vega kevkebine doğru sür’at-i berkıyye ile giderken…” DERGİLERDE VE RİSALELERDE BENZER KONULARIN İŞLENDİĞİ GÖRÜLÜR
Anlattığım bu anekdot bende, Said Nursi’nin risalelerini yazarken Mehmed Âkif’in dergilerinden istifade etmiş olabileceği düşüncesini doğurdu. Yukarıda belirttiğim gibi bu makaleyi yazarken Sebilürreşad’ın 15. cildi üzerinde çalışıyoruz. Yani toplamda 6000 sayfadan fazlasını tamamlamış bulunuyoruz.
43
Bu hacimdeki bir çalışma ile mecmualardaki genel mantığı anlamamak mümkün değil. Ben de bu gözle Said Nursi’nin risalelerinden bazılarına baktığımda çoğu konunun bu mecmualarda işlendiğini gördüm. Diyebilirim ki risalelerde üzerlerinde durulan âyetlerin ve hadislerin çoğunun üzerinde benzeri şekilde bu mecmualarda durulmuştur. Dergilerin yayınlandığı 1908-1925 yıllarında, Türk halkının ve Türk aydınının dertleri müşterektir. Müslümanların birlik ve beraberliğine ihtiyaç vardır. Bir takım batıl itikatlarla uğraşmak yerine, İslâm’ı gerçek manada anlayarak, herkesin birbirine fayda sağlaması, vatana ve millete sahip çıkması beklenmektedir. İslâm ahlâkı ön plana çıkarılmalı, Hz. Muhammed (sav)’in ahlâkı ile ahlaklanmalıdır. İşler ehline verilmeli, atâletten kurtulunmalı, İslâm’ın miskinlik dini olmadığı anlatılmalı, gayret ve şevk aşılanmalıdır. Gayr-i müslimlerin İslâm’a saldırılarına cevaplar verilmeli, milletimizin imanına zarar verecek unsurlar ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca Hıristiyan dünyasının Hz. İsâ (as) ile ilgili yanılgıları ortaya konulmalı, onların da İslâm’ı anlamaları için girişimlerde bulunulmalıdır. Yukarıdaki konular başta olmak üzere dergilerde daha pek çok konunun ele alındığı görülür. Bu konular, Kur’ân’ın “iman hakikatleri”ne dair olan âyetlerinin ele alındığı risâlelerdeki konuları da ihtiva etmektedir. Bu konu birlikteliğini, hem risâlelerde hem de dergilerde defalarca tekrar eden pek çok âyet ve hadisin varlığı ortaya koyar. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: ٰ – (للا َجمٖ يعًا َو َل َت َفرَّ قُوا ِ ّ واعْ َتصِ مُوا ِب َحب ِْل...) َ “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın…” ّ ٰ للا َفا َّت ِبعُونِى يُحْ ِب ْب ُك ُم – (ُللا َ قُ ْل اِنْ ُك ْن ُت ْم ُت ِحب...) “De ki: َ ّ ُّون "Eğer Allâh'ı seviyorsanız bana uyun ki Allâh da sizi sevsin …” – ( َل َق ْد َجا َء ُك ْم َرسُو ٌل مِنْ اَ ْنفُسِ ُك ْم َع ِزي ٌز َع َل ْي ِه َما َع ِن ُّت ْم...) “Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir …” – (ٌون ا ِْخ َوة َ ِا َّن َما ْالم ُْؤ ِم ُن...) “Mü’minler ancak kardeştir…” ٰ َ للا َو َرسُو َل ُه َو َل َت َن – (ب ٖري ُح ُك ْم َ ازعُوا َف َت ْف َشلُوا َو َت ْذ َه َ َ ّ واَ ٖطيعُوا...) sayı//56// mart 44
“Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider…” – (از َرةٌ ِو ْز َر ا ُ ْخ ٰرى َ “Hiçbir günâhkâr, ِ و َل َت ِز ُر َو...) diğerinin günâhını çekmez…” – (ْك َ ُك الَّتِى َبي َْن َج ْن َبي َ “ )اَعْ دَى َعدُوِّ َك َن ْفسEn büyük düşmanın nefsindir.” –(ار َ ضالَ َل ٌة َو ُك ُّل َ “ ) ُك ُّل ِب ْد َع ٍةHer bid’at ِ ضالَ َل ٍة فِى ال َّن dalâlettir, dalâlet ise ateştedir.” – (“ )اَ ْل ُع َل َما ُء َو َر َث ُة ْاالَ ْن ِب َيا ِءÂlimler peygamberlerin vârisleridir.” –(ُف َر َّبه َ ف َن ْف َس ُه َف َق ْد َع َر َ “ ) َمنْ َع َرKendini bilen Rabbini bilir.” –()س ِّي ُد ْال َق ْو ِم َخا ِد ُم ُه ْم َ “Kavmin efendisi ona hizmet edendir.” َّ َ“ )اZekat İslâm’ın –(لز َكوةُ َق ْن َط َرةُ ْاالِسْ الَم köprüsüdür.” Dergilerle Risâleler Arasında Şaşırtıcı Bazı Benzerlikler – Bereket-zâde İsmâil Hakkı, Sebilürreşad’da tefsir yazılarında bazı özel önemli gördüğü konulara “Lem’a” başlığı atmıştır. Said Nursi de bir kitabına Lem’alar isimini verdiği gibi bu kitabında âyetleri “Lem’a” başlıkları altında tefsir eder. – Dergilerde (ِ“ )اَ ْل َح ُّق َيعْ لُو َوالَ يُعْ َلى َع َل ْيهHak her zaman üstündür, hakka üstün gelinemez” hadisi onlarca kere geçmektedir. Hep de bu metinle geçer. Ancak hadisin aslında ( ) اَ ْل َح ُّق yerine ( )اإلسالمkelimesi vardır. Said Nursi’nin risâlelerinde de mecmualarda geçtiği şekli ile beş defa nakledilmiştir. – Bereket-zâde İsmâil Hakkı, Sıratımüstakim’de َ )ع َّز َمن َقن َِع (وذ َّل َمن َطمِع َ “Kanaat eden aziz olur, tamah eden zelil olur” şeklinde bir hadis nakleder. Bu hadis İbnü’l-Esîr’in en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadis isimli kitabında geçmekle birlikte başka hiçbir hadis kitabında yoktur. Said Nursi aynı hadisi benzeri şekilde ele alarak nakleder. – Mehmed Fahreddin, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden (زخدا جوييم توفيق ادب – بي ادب )محروم شد از لطف ربbeytini nakleder. Said Nursi bu beytin ikinci mısraını aynı şekilde
nakletmiştir. Aynı yerde (أ َّد َبنِي َربِّي فأَحْ َس َن ِيبي ِ “ ) َتأدBeni edeblendiren Rabbim ne güzel edeblendirmiş” hadisini de nakleder ki bu hadis de edeb bahsinde dergilerdeki muhtelif makalelerde yer almaktadır. 1-14. ciltler üzerinden kabaca yaptığım çalışma neticesi gördüğüm pek çok şey olmakla birlikte, buraya almaya değer bulmadım. Derginin kalan 11 cildinin yayını tamamlandığında bu konuda başka şeyler ilave edilebileceğini düşünüyorum. Dergilerin yayınlanmaya başladığı 1908 yılında Said Nursi (1877-1960) 31 yaşındadır. Aynı yılda dergi yazarlarından Manastırlı İsmail Hakkı (1846-1912) 62; Bereket-zâde İsmail Hakkı (1851-1918) 57; Abdürreşid İbrahim (1857-1944) 51; Ferid Kam (1864-1944) 44; Baban-zade Ahmed Naim (1872-1934) 36; Mehmed Âkif Ersoy (1873-1936) ise 35 yaşındadır. İslâm, Kur’ân, hadis, fıkıh, edebiyat makaleleri olan bu dergileri Said Nursi’nin görmediğini, bunlarla ilgilenmediğini söylemek ona haksızlık olacaktır. Her yılın dergi sayıları yıl sonunda yine dergi idaresince ciltlenmiş ve ciltli haliyle de yayınlanmıştır. Özellikle Said Nursi’nin İstanbul’da bulunduğu 1918-1922 yıllarında dergileri okumuş olması kuvvetle muhtemeldir. Öyle ki aynı dönemde halkı düşmana karşı birliğe çağırdığı Hutuvât-ı Sitte isimli risâlesini Eşref Edib Bey’in gayretleri ile neşr ettiğini risalelerde söylemektedir. Bu durumda dergilerin yayıncısı olan Eşref Edib beyden böyle bir yardım alıp, aynı dönemde dergileri görmediğini söylemek imkansızdır. Kısacası, dergilerde bulunan konular tamamen onun ilgi sahası içindedir. Dergileri okumuş olması ve onlardan istifade etmiş olması, ona nâkısa getirmez, bilakis risalelerine değer katar kanaatindeyim. RİSÂLELERİN DERGİLERLE UYUŞMADIĞI YERLER
menfaat temin etmek isteyenlerin kullandığı fikrinde olduğu üzerinde durulur. Said Nursi ise bu tür görüşlere itibar etmemiş, risalelerde âyet, hadis ve bazı büyüklerin sözlerini cifir ile hesaplayarak tarihi olaylara işaret ettikleri üzerinde durmuştur. Cifir hesabı ile Felak Sûresi birinci ayetinin İkinci Dünya Savaşı’nın çıkacağı tarihe işaret ettiğini düşünmesi gibi. Devam eden (ِّمِنْ َشر َ ) َما َخ َلقâyetini de Nur şakirdlerinin Denizli hapsinden kurtuluşuna işaret sayar. En’âm Sûresi 161. âyette geçen (ٍَر ٖ ّبى ا ِٰلى صِ َراط “ )مُسْ َتقٖ ٍيمRabbim beni dosdoğru bir yola (iletti)” ibaresinin ebced hesabı ile h. 1316 /m. 1898 yılına işaret ettiğini, bunun da kendisinin tedris ile meşgul olduğu yıllara karşılık geldiğini düşünür. Alak Sûresi 96. âyette geçen (ان َ َكالّ اِنَّ ْالِ ْن َس “ ) َل َي ْط ٰغىGerçekten insan azar” ibâresinin ebced değerinin h. 1344 (m. 1925) karşılık geldiğini; bu dönemde Firavun gibi bir azgınlığın çıkacağına işaret ettiğini; Ankebut Sûresi 69. âyette geçen (ين َجا َه ُدوا فٖ ي َنا َل َن ْه ِد َي َّن ُه ْم ُس ُب َل َنا َ ٖ)والَّذ َ “Uğrumuzda cihad edenleri, kendi yollarımıza eriştireceğiz” ibaresinin de aynı tarihe karşılık geldiğini, bu dönemde Firavun gibi azanlara başka karşı çıkan olmadığına göre, bu âyetin mânasına mazhar olanların Risale-i Nur şakirdleri olabileceğini söyler. Yine kendisinin tamamen özel hayatına işaret ettiğini düşündüğü âyetler olduğu gibi , 2100 yıllarından sonrasına işaret eden âyetlerin olduğunu da düşünmüştür. Burada mutlaka akla geleceğini düşündüğümüz bir hususu da söylemekte fayda var: Denilebilir ki, Said Nursi bu dergilerden istifade etti ise, risalelere neden bir mısra bile olsun Mehmed Âkif Ersoy’dan şiir almadı? Tabii olarak diyebiliriz ki, Said Nursi’nin risalelerde Mehmed Âkif Ersoy’un şiirlerini hiç kullanmamış olması, dergilerden istifa etmediği anlamına gelemez.
Said Nursi’nin dergilerdeki görüşlerin tamamına katıldığını da söyleyemeyiz. Örneğin cifir konusu gibi. Dergi yazarlarının genel kanaati cifrin ilim olamayacağı yönündedir.
Bu noktadan hareketle Said Nursi’nin ya dergilerde yazmak istemediği; ya da bazı dergi yazarları ile arasında bir mizaç uyuşmazlığı olabileceği akla gelmektedir.
M. Şemseddin cifri boş bir hayal ile uğraşmak olarak görür. Ahmed Hamdi Aksekili’nin Reşid Rıza’dan yaptığı çevirilerde ise İbn Haldun’un cifri inkar ettiği ve bu aracı daha çok kendine
Öyle ki Said Nursi’nin, Mehmed Âkif beylerin yayınladığı ilk dönem Sebilürreşad’larda sadece iki makalesi vardır: Birinci makalesi, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’nin fonksiyonunun
45
olmadığına, bu hey’etin Şûrâ-yı Meşîhat-i İslâmiyye adı altında icraat yapan bir şûrâya dönüştürülmesine dairdir. İşgâl İstanbul’unda 4 Mart 1920’de yayımlanmıştır. İkinci makalesi ise, Âkif Bey’in Millî Mücâdele için Ankara’ya hareketinden bir ay kadar sonra 6 Mayıs 1920’de yine İstanbul’da yayımlanır. “Kur’ân-ı Azîmü’şân’ın Hâkimiyyet-i Mutlakası” isimli bu makalede, din ulemasının kitaplarında Kur’ân’ı perdeledikleri, Kur’ân’ın şeffâf bir şekilde ele alınması gerektiği üzerinde durur. Makale sonunda ise Hz. Muhammed (sav)’i rüyâsında nasıl gördüğünü, bu rüyayı yoran bir büyük zâtın da Kur’ân’ın hâkim olacağına işaret saydığını ifade etmektedir. Aradan yıllar geçtikten sonra, Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi siyasî mücadelesinin hızlı olduğu dönemlerde, latin harfleri ile yayınlanmış olan Sebilürreşad dergilerinde Said Nursi’nin yazıları ve risâlelerinden bölümler yayımlanmıştır. Ayrıca bu dergilerde Said Nursi ile ilgili haberler, “Risâle-i Nur Talebeleri”nin yazılarının da sıkça yayınlandığı görülür. Belki denilebilir ki Said Nursi’nin halk tarafından tanınmasına bu ikinci dönem yayımlanan latin harfli Sebilürreşad’lar vesile olmuştur. Çünkü eski dostu Eşref Edib, son zamana kadar onun yanında yer almış, Said Nursi üzerine kitap da yazmıştır. SAİD NURSİ’NİN ÜSLÛBU
Risâleler ve dergiler karşılaştırıldığında dikkate değer bir husus daha göze çarpmaktadır. O da üslûb meselesidir. Said Nursi, 1908 yılında Volkan, Şûrâ-yı Ümmet, Misbah, Kürt Teavun ve Terakki Gazetesi gibi gazetelerde yazılar yazar. İlk yazı yazmaya başladığı bu yıllara ait üslûbu ile sonraki yıllardaki üslûbu arasında bir fark göze çarpmaktadır. 1920’lerden sonra yazdığı yazılardaki üslûbu okuyanların bir kısmı tarafından eleştirilirken, bir kısmı tarafından çok akıcı bulunur. Bu dönemde Volkan gazetesinde yayımlanan iki makaleden yapılan aşağıdaki alıntılar, onun ilk dönemine ait üslûbu konusunda bir fikir verebilir: “İnsanlar hür oldular, ama yine ibadullahtırlar. Herşey hür oldu. Şeriat de hürdür. Meşrutiyet de, mesail-i şeriat de, rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened-i özür olamaz. Yeis, mani-i her kemaldir. Havale etmek menba-i her zillettir. sayı//56// mart 46
Neme lâzım! Başkası düşünsün! İstibdâdın yadigârıdır. Bu cümlelerin mâbeynini rabt edecek olan mukaddimâtı Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havâle ediyorum. Bediuzzaman Said Kürdî.” “Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Bunun[böyle yazılmış] terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı za'f-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir. Bizim cemaatımızın meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Bediuzzaman Said Kürdî.” Daha sonraki yıllarda Said Nursi’nin cümleleri giderek daha uzun kurduğu, kendine göre bir ritim yakaladığı, kimine göre yer yer şiir gibi bir nesir ortaya koyduğu görülmektedir. Burada aşağıya iki paragraf almak istiyorum. Lütfen şu iki paragrafı üslûba dikkat ederek okuyalım: “Kâ’inâtı, Hâlik ı kâ’inâtı işhâd ederiz ki ilâh ı ma’bûdumuz vâhiddir. Sânîsi, sâhibe ve refîkı, evlâdı, ekâribi yokdur. Hâlık ı bîçûnumuz bir mâlikdir ki şerîki yok. Bir melikdir ki vezîri yok. Bir sâni’dir ki yanında müdîr i mu’îni yok. Zâtıyla mevcûddur. Kendisini îcâd edecek bir mevcûda ihtiyâcı yok. Belki her mevcûd varlıkda ona müftekırdır. Bütün âlem zât ı akdesiyle hizâne i ademden sâha i vücûda çıkmıştır. Âsâr ı vücûd ı akdesi nâ-bînâlara da zâhirdir.” “Bu kâinatın sânii ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir; tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muini yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur. Evet intizam tam bir vahdettir, bir tek nazzâmı ister. Münakaşaya medâr olan şirki kaldırmaz.” Birinci paragraf Babanzâde Ahmed Naim’e aittir. İkincisi ise Said Nursi’nin 1930’lardan sonra yazıldığı kabul edilen Şualar isimli kitabından alınmıştır.Babanzâde’nin 1908 yılında yazılmış yukarıdaki satırlarının Said Nursi’nin üslûbuna ne derece benzediğini risâlelere aşina olanlar daha iyi takdir edeceklerdir. Elbette ki her yazarın etkilendiği kimseler olabilir. Ancak burada söylenilmek istenilen şey şudur ki; Said Nursi’nin üslûbu sadece ona has bir üslûb değildir. Belki bu dergiler okunsa, Bereketzâde’nin bazı yazılarında da bu üslûba benzer satırlar görülebilir. Hatta şu da denebilir ki; aynı dönemdeki aydınların dertleri aynı olduğu gibi fikirleri, hatta üslûbları bile aynı olabilir.
Sonuç olarak eğer Said Nursi’nin dergilerden istifade ettiği düşünülecek olursa denebilir ki; Osmanlının son dönem entelektüellerinin bu dergilerdeki fikirleri harf inkılâbından sonra raflarda kalmış, onu özümseyerek risalelerle insanlara duyuran Said Nursi olmuş; onun müntesipleri tarafından da risaleler raflarda kalmaktan kurtulmuştur. KAYNAKÇA
1- Osmanlı Arşivi, DH.MKT, 1273/84. 2- Osmanlı Arşivi. DH.MKT, 2905/92. 3- Adem Efe, “Sebilürreşad”, DİA. Ayrıca 26.10.1916 tarihli 360’ıncı sayıdan sonra kapanarak kesintiye uğrar ve 4.7.1918 tarihli 361. sayı ile yeniden yayınlanmaya başlar. a.g.y. 4- M. Ertuğrul Düzdağ, “Giriş”, SR (Sıratımüstakîm), c. 1, İstanbul, 2012, Yayınlayan Bağcılar Belediyesi, s. X. 5- A.g.y., s. XIV; M. Ertuğrul Düzdağ, İstiklal Şâiri Mehmed Âkif, s. 34. 6- 1986 yılında Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı bünyesinde M. Ertuğrul Düzdağ’ın müdürü olduğu Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi’nin yayın cetveli içinde yayınlanacaklar arasında Sebilürreşad’ın da yer aldığı görülür. 7- Yayın ekibinde bulunan Eski Harfli Türkçe’ye vâkıf arkadaşlarımızın çabaları ile bugünlerde 15. cilt yayınlanmak üzeredir. 8- Said Nursi, Sözler, 21. Söz, s. 673. Literatürümüzde Vega Yıldızı’na “Şems-üş Şümûs” denilmektedir. 9- Musa Kazım, “Felsefe-i İslâmiyye”, SR, c. 1 (sene 1908), aded 23, s. 356. 10- Abdülfeyyaz Tevfik, “Fenniyât”, SB (Sebilürreşad), c. 14 (sene 1916), aded 360, s. 189. 11- Dergilerin 1-14. ciltlerinde, 364 sayıda 4000’den fazla âyet zikredilmiştir. Risâlelerde geçen toplam âyet sayısı ise 620 civarındadır. 12- Âl-i İmrân, 3/103. 13- Âl-i İmrân, 3/31. 14- Tevbe, 9/128. 15- Hucurât, 49/10. 16-Enfâl, 8/46. 17- En’am, 6/164; İsrâ, 17/15; Fâtır, 35/18; Zümer, 39/7. 18- el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 382. 19- el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1971. 20-Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-İlm 10. 21-el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2532. 22- Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, 7066. 23- Beyhâkî, Şuabu’l-İman, 2550, 3038. 24- Bereket-zâde İsmail Hakkı, “Tefsîr-i Şerîf”, SR, c. 6 (sene 1911), aded 139, s. 130; Ayrıca c. 6, aded 140, s. 146. 25- SR, c. 1 (sene 1908), aded 9, s. 137; SR, c. 1 (sene 1908), aded 17, s. 264; SR, c. 1 (sene 1908), aded 18, s. 278; SR, c. 2 (sene 1909), aded 43, s. 266; SR, c. 6 (sene 1911), aded 142, s. 192; SB, c. 9 (sene 1912), aded 217, s. 165; SB, c. 12 (sene 1914), aded 287, s. 20; SB, c. 13 (sene 1914), aded 316, s. 30; SB, c. 13 (sene 1915), aded 319, s. 55… 26- Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-Cenâiz, 78. 27- Said Nursi, Lem’alar, 13. Lem’a, 12. İşaret s. 85 ve
86; Tarihçe-i Hayat s. 76; Divan-ı Harb-i Örfi, s. 45; Nurun İlk Kapısı, s. 160 ve 162. 28- Bereketzade İsmail Hakkı, “Necaib-i Kur’aniyye”, SR, c. 2 (sene 1909), aded 37, s. 164. 29- İbn Esîr, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs, Beyrut, 1979, c. 4, s. 114. 30- Said Nursi, Lem’âlar, 19. Lem’a. 31- Mehmed Fahreddin, “İz âlem testahi fesna’ mâ şi’te”, SR, c. 7 (1911), aded 158, s. 30. 32- Said Nursi, Lem’âlar, 11. Lem’a, 7. Nükte. Yukarıda ( )دشşeklinde geçen fiil, şiirin aslında ( )تشگşeklindedir. Said Nursi bunu ( )دشابşeklinde vermiştir. 33- Salih İhsan, “Tahallakû bi-Ahlâkıllâhi”, SR, c. 4 (sene 1910), aded 91, s. 223; ayrıca Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslâmiyet”, SR, c. 4 (sene 1910), aded 99, s. 352; Mehmed Fahreddin, “…Tesettür-i Nisvân”, SR, c. 6 (sene 1911), aded 148, s. 281… 34- Said Nursi, Şualar, s. 448; Tarihçe-i Hayat, s. 478. 35- M. Şemseddin, “İslâm’da Fen ve Felsefe”, SR, c. 6 (sene 1911), aded 146, s. 246. 36- “Fıkıh ve Fetâvâ”, SB, c. 10 (sene 1913), aded 235, s. 12; Dergilerde eğer bir konuya karşı çıkan varsa, genellikle bir sonraki hafta cevaben makale yazılmıştır. Cifir konusundaki bu görüşlerin aleyhinde bir şey yazılmamıştır. 37- Said Nursi, Âsâ-yı Mûsâ, 1. Kısım, 11. Mesele, s. 86. 38- Said Nursi, Şualar, s. 699. 39- Said Nursi, Şualar, s. 693. 40- Said Nursi, Kastamonu Lâhikası, s. 191. 41- Said Nursi, Sikke-i Tasdîk-i Kalbî, s. 54. 42- Sebilürreşad’ın 18. cildinin 4 Mart 1920 tarihli 461. sayısının 224. sayfasında yer alan “Kürtler ve İslâmiyet” isimli makale ona atfedilse de, dergide makalenin yazar ismi yoktur. Ayrıca bu makâlenin ona ait olması durumunda aynı sayıda iki makalesi olmuş olacaktır. Dergilerde böyle bir durum nadirdir. Bu sebeple günümüzde bazı araştırıcılar, bu yazının Said Nursi’ye ait olmadığını savunmaktadır. Bkz. Abdullah Can, “Said-i Kürdî-KTC ve Şerif Paşa polemiği”, https://www.ilkehaber.com/yazi/said-ikurdi-ktc-ve-serif-pasa-polemigi-ii-14435.htm 43- Said Nursi, “Şûrâ-yı Meşîhat-i İslâmiyye”, SB, c. 18, aded 461, s. 218-220. 44- Said Nursi, “Kur’ân-ı Azîmü’şân’ın Hâkimiyyet-i Mutlakası”, SB, c. 18, aded 463, s. 242-243. 45-“Risâle-i Nurdan: Vecizeler”, SB, c. 6, sayı 126 (Mayıs 1952), s. 4. 46- “Bediüzzaman Said Nur’un Hayatı”, “Abdurrahman Boyacıgili Protesto” SB, c. 6, sayı 131 (Ağustos 1952). 47- “Bediüzzaman Said Nur” (Mahkeme müdafaaları), SB, c. 6, sayı 127 (Mayıs 1952). Bu tür yazılarının hazırlayanı olarak bu isim kullanılmıştır. 48- Eşref Edib, Risale-i Nur Müellifi Said Nur; Hayatı-E serleri-Mesleği, Beyan Yay. 49- Said Nursi, “Hakikat”, Volkan, Nu: 70, 11 Mart 1909, s. 3. 50- Said Nursi, “Yaşasın Şeriat-i Ahmedî, Volkan, Nu: 77, 18 Mart 1909, s. 2. 51- Ahmed Naim, “Akide-i Ehl-i Sünnetin Mücmelen Beyanı”, SR, c. 1 (sene 1908), aded 5, s. 76. 52- B. Said Nursi, Şualar, 5. Hakikat, s. 163. 47
ERZURUM LİSESİ
Unutulmaması gereken bir şey var ki o da Erzurum Lisesi’nin, sadece Erzurum’un değil, aynı zamanda Türkiye’mizin de medar-ı iftiharı olduğu ve olmaya da devam edeceğidir. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*
*TC.Atatürk Üniversitesi
sayı//56// mart 48
smanlı Devleti’nin son kudretli hükümdarlarından olan Sultan İkinci Abdülhamid’in, devleti güçlendirmek için tasarladığı projelerden biri de yeni eğitim kurumları oluşturmaktır. Bunlar arasında, günümüzün liseleri olan idâdîler de vardır. Anadolu’daki muhtelif şehirlerde kurulması planlanan bu yerler arasında Erzurum da bulunmaktaydı. Nitekim Erzurum Mekteb-i İdâdîsi, 1889 yılında bugünkü Şair Nef’i İlköğretim Okulu’nun bulunduğu yerde yapılan mütevazı binasında eğitim ve öğretim faaliyetine başlamıştır. İdâdî, şu an bulunduğu yerdeki binasına kavuşmadan önce birkaç farklı yerde eğitim-öğretim yapmış ve isim değişiklikleri yaşamıştır. 1913 yılında Erzurum Sultanîsi, 1922 yılında da Erzurum Lisesi adını alan kurum, ilk yerinden sonra, bir süre Harbiye Kışlası’nda, 1927 yılında ise bugünkü Nene Hatun Kız Lisesi’nin bulunduğu binada eğitime devam etmiştir. 1924 yılında meydana gelen büyük deprem sonrasında Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Atatürk, bu binayı ziyaret ederek öğretmenlerle bir toplantı yapmıştır. Yarım saat kalmayı planladığı okulda üç buçuk saat kalan Mustafa Kemal Atatürk, öğretmenlerle tanışıp görüşmüş ve sıkıntılarını dinlemiştir. Bu öğretmenler arasında Beş Şehir isimli önemli eserin yazarı, tanınmış edebiyat üstadı, Ahmet Hamdi Tanpınar da bulunmaktadır. Atatürk’ün Erzurum Lisesi’ni ziyaretini Tanpınar şöyle anlatmaktadır. “Atatürk’ü ilk defa Erzurum’da gördüm. Onunla tek konuşmam da Erzurum Lisesi’nde oldu. İki gün evvel Kars Kapısı’nda bütün şehir halkı ile beraber karşıladığımız adam, liseye gelir gelmez beraberindeki ‘huzuru mutad zevatın’ ardından âdeta sıyrılarak aramıza girdi. Sakin, kibar, daima dikkatli ve her şeye alâkaydı. O günü, Erzurum Lisesi’ndeki hocalara, talebelere, orada rastlayacaklarına vermişti. Ne pahasına olursa olsun sözünü tutacaktı. Yemeğe kalmayacaktı, fakat ikindi çayı içmeğe razı oldu. Yarım saatte gidecekti. Üç buçuk saat bizimle kaldı. Kendisine söylenenleri son derecede rahat bir dinleyiş tarzı vardı. Bununla beraber araya garip bir mesafe koymasını da biliyordu. Bu mesafe, yalnız yaptığı işlerden veya mevkiinden gelmiyordu, Mustafa Kemal’liğinden geliyordu. Atatürk her şart içinde kendisini empoze edenlerdendi. Bakışında, jestlerinde, ellerinin hareketinde, kımıldanışlarında ve yüzünün çizgilerinde bütün bir dinamizm vardı. Bu
dinamizm etrafını bir çeşit sessiz sarsıntı ile dolduruyordu. Öyle ki birkaç dakikalık bir konuşmadan sonra bu mütevazı ve rahat adamın, bu öğreticinin anında bir uçtan öbür uca geçebileceğini, meselâ en rahat ve kahkahalı bir sohbeti keserek en çetin bir kararı verebileceğini ve deha gücü bu kararı verdikten sonra yine aynı noktaya dönebileceğini düşünebilirsiniz. En iyisi istim üzerinde bir harp gemisi gibi çevik, harekete hazır bir dinamizm diyelim. Erzurum Lisesi’nin beyaz badanalı, tek kanepesi kırık muallimler odasında bana sorduğu suallere cevap verirken zihnim şüphesiz onunla çok doluydu. Anafartalar’dan Dumlupınar’a zaferden Cumhuriyet’in ilânına kadar hayatımız biraz da onun talihinin veya iradesinin kendi mahrekinde gelişmesi olmuştu… Önce kim olduğumu, ne iş gördüğümü, Erzurum’da ne vakitten beri bulunduğumu, nerde okuduğumu, hocalarımın kimler olduğunu sordu. Sonra birdenbire o günlerin aktüalitesi olan medreselerin kapanmasına döndü ve bunun halk üzerindeki tesiri hakkında fikrimi almak istedi. Ses namına neyim varsa hepsini toplayarak, ‘Medrese survivance (kalıntı haline gelmiş) hâlinde bir müessese idi. Hayatta hiçbir müspet fonksiyonu yoktu. Kapatılmasının herhangi bir aksülamel doğuracağını zannetmiyorum’ dedim. Atatürk bir kaşını kaldırarak ‘evet, survivance hâlinde idi, survivance hâlinde idi.’ diye kendi kendine düşünür gibi tekrar etti ve hemen arkasından ‘Ama bu gibi şeyler belli olmaz... O kadar emin olmayın!’ dedi. Şüphesiz devam edecekti. Fakat Rize mebusu Rauf Bey odaya girerek protokolü hatırlattı…” (Beş Şehir, Dergâh Yayınları, 39. Baskı, İstanbul, 2017, s. 45-46.) Bu Erzurum ziyaretinden sonra Atatürk’ün direktifleriyle planlı bir şehirleşme başlatma görevi yabancı mimarlara verilmiş, binaların yapımında ise Türk müteahhitler ve işçiler görev almış ve kamu binalarının yapımına başlanmıştır. Bugün eğitim yapılan mevcut binanın yapımı da çizilen projeye göre 1930 yılında başlayıp 1939 yılında tamamlanmıştır. Erzurum Lisesi, ana binadan başka pansiyon ve spor salonuna ilaveten 1970 yılında tamamlanan ek bina ve 1986’da başlanıp 2000 yılında tamamlanabilen kültür sitesi ile birlikte tam bir eğitim kompleksi durumuna ulaşmıştır.
Bu kadar eski ve önemli bir eğitim kurumu olan Erzurum Lisesi, çok değerli öğretmenleriyle yaptığı eğitimin bir sonucu olarak yıllar içinde verdiği mezunlarıyla siyasetten bürokrasiye, askerlik mesleğinden akademisyenliğe kadar her alanda yetiştirmiş olduğu önemli şahsiyetlerle Türkiye’mizin gelişip ilerlemesine ciddi katkılar sağlamıştır. Böylesi önemli şahsiyetlerin yetişmesi için Erzurum Lisesi, donanımlı derslik ve laboratuvarlara sahiptir. Bu lisenin mezunlarından biri olarak bunları bizzat görerek yaşadıklarımdan kesitler aktarmak istiyorum. Biz ailece Erzurum Liseliyiz. Rahmetli babam Cevdet Özden Bey, Erzurum Lisesi’nin ayniyat saymanı idi ve 1982 yılında emekli olmuştu. Ben, Erzurum Lisesi’nin eğitim ve öğretime ilk başladığı yer olan Şair Nef’i Ortaokulu’ndan mezun olduktan sonra, 1976 yılında Erzurum Lisesi’ne kaydedildim ve 1979 yılında buradan mezun oldum. Nihayet kızım da bu lisenin Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Lisede okuduğum bu üç yıllık sürede Erzurum Liseli olmanın ne derece önemli olduğunu bizzat müşahede ettim. Çünkü okulumuz, hangi alanda olursa olsun girdiği her yarışta ülke çapında başarılar elde ediyordu. Bu başarıların elde edilmesinde, okulumuzda bulunan çok değerli öğretmenlerimizin katkıları vardı. Bizden önceki yıllarda elde edilen başarıları da eskilerden dinleyerek mest olurduk. Bu başarılar arasında hem bilimsel konular vardı hem de kültürel konular. Mesela Tübitak’ın açtığı yarışmalara ister bireysel olarak ister takım halinde katılma sağlandığında mutlaka bir derece elde edilirdi. Şehirde yapılan her türlü bilgi yarışmalarında en önde Erzurum 49
Lisesi olurdu. Bölgesel yarışmalarda yine Erzurum Lisesi birincilikler elde ederdi. Spor ve folklor müsabakalarında mutlaka ilk dereceler, Erzurum Liseliler tarafından kazanılırdı. Hatta uluslararası spor müsabakalarında başarılı olan sporcularımız da vardı. Bütün bunları sağlayan, Erzurum Lisesi’nin donanımı idi. Fizik, kimya ve biyoloji laboratuvarlarımız vardı ve bu derslerimizi buralarda uygulamalı olarak yapardık. İngilizce Fransızca gibi yabancı dil derslerimizi, lisan laboratuvarında; müzik derslerimizi, piyanosu bulunan akustikli bir derslikte işlerdik. Resim dersi, resim atölyesinde yapılırdı. Çok büyük bir kütüphanemiz vardı ve bu kütüphane, kitap sayısı ve kalitesi bakımından çok zengindi. Okulun salonlarının duvarlarında, okulumuzdan yetişen ressamların, tarihimizin çeşitli dönemlerini anlatan çok değerli yağlı boya tabloları vardı ve bunlar halen bulundukları yerlerde mevcut durumdadır. Eskilerin ifadesiyle lisemizin, leyli meccani yani parasız yatılı öğrencileri de vardı. Bir anlamda bölge okulu sayılırdı. Sadece Doğu Anadolu’dan değil, Türkiye’nin her bölgesinden öğrenciler gelirdi. Bu bakımdan okulumuzun çok büyük bir yatakhanesi, çok büyük bir mutfağı ve yemekhanesi, her türlü salon sporunun rahatlıkla yapılabildiği büyük bir spor salonu, reviri, terzisi, berberi mevcuttu. Spor salonunda aletli jimnastik sporunun her türlü aletleri bulunuyordu. Lisemiz, şehrimizin ve hatta Türkiye’mizin en prestijli okullarından biri olduğu için, gündüzlü öğrenciler bakımından oldukça ayrıcalıklı bir konuma sahipti. Hepimiz Erzurum Lisesi rozeti takarak dolaşırdık. Kurulduğu günden bu yana ülkemizin kalkınmasında pay sahibi olan Erzurum Lisesi, 1980’li yılların ortalarında yaygınlaşan Fen ve Anadolu Liselerinin sınavla öğrenci alma sistemine kadar sadece Erzurum’un değil, Türkiye’nin en gözde liselerinden biriydi. Herkes burada ciddi bir eğitim alması için, çocuklarını Erzurum Lisesi’ne kaydettirmenin uğraşını verirdi. Nitekim o yıllara kadar buradan mezun olup da üniversite okuyamayan pek az öğrenci olurdu. Üstelik Erzurum Lisesi mezunları, üniversitelerde de gözde öğrenciler arasında bulunuyorlardı. Bugün ülkemizin yönetim kadrolarından akademik kadrolarına kadar pek çok kurum ve kuruluşta Erzurum Liselilere rastlamanız mümkündür. Fen ve Anadolu Liselerinin açılıp yaygınlaşması sırasında bir talihsizlik sonucu hak ettiği Fen sayı//56// mart 50
Lisesi statüsünü alamayan Erzurum Lisesi, bir süreliğine alışılmış başarılarından uzak kaldı. 2000’li yılların başlarında önce Süper Lise uygulamasıyla yeniden kıpırdanma çabası gösteren Erzurum Lisesi, 2005 yılında Anadolu Lisesi statüsü kazandıktan sonra yeniden o eski başarılı günlerine doğru yelken açmaya başladı. Öğrencilerinin büyük bölümü çeşitli üniversitelerin önemli bölümlerine yerleşmeyi başardı. Yerleştirilemeyenler ise, sınavda yüksek puan almalarına rağmen, gönüllerindeki fakülteye girememe endişesiyle tercih yapmayan öğrencilerden ibarettir. Gelecek zamanda Erzurum’da ikinci bir Fen Lisesi açılması düşünüldüğünde en büyük aday, Erzurum Lisesi olmalıdır. Çünkü Erzurum Lisesi hem bu vizyona, hem de bu konuda sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirebilecek donanıma sahiptir. Yalnız bu önemli misyonun gerçekleşebilmesi için ilgili makamlar nezdinde girişimlerde bulunulması ve bir de okulun tamamlanmayı bekleyen noksanlıklarının ve ihtiyaçlarının giderilmesi gerekmektedir. Bunun için de hem Milli Eğitim Bakanlığı’ndan okulumuzun ödenek imkânlarının artırılmasına katkı sağlaması, hem de yine eğitime gönül vermiş insanların ve tabii ki Erzurum Lisesi’nden mezun olup da önemli mevkilerde bulunanların dikkatlerini Erzurum Lisesi’ne yöneltmeleri beklenmektedir. Herkesin, üzerine düşen bir görev mutlaka vardır. Bu itibarla bütün Erzurum Lisesi mezunlarından lisemize sahip çıkmalarını umuyor ve bekliyoruz. Erzurum Lisesi’nden mezun olmuş bir akademisyen olarak ben de kızımın Erzurum Lisesi Anadolu Lisesi’nde okuması münasebetiyle yaklaşık dört yıl Okul Aile Birliği Başkanlığı yaptım ve üzerime düşen katkıları sağlamaya çalıştım. Lisemizin kurulduğu günden bu yana tarihinin yansıtıldığı bir müzesinin ve aynı zamanda okulumuzun bodrum katında bir deprem tespit yerinin bulunduğunu da bu okul aile birliği başkanlığım sırasında öğrenmiştim. Unutulmaması gereken bir şey var ki o da Erzurum Lisesi’nin, sadece Erzurum’un değil, aynı zamanda Türkiye’mizin de medar-ı iftiharı olduğu ve olmaya da devam edeceğidir. Osmanlı’dan günümüze gelen bu önemli kurumumuzu daha ileri noktalara taşımak, Erzurum Lisesi mezunları için bir görev olarak kabul edilmelidir.
DARÜSSELAM'DA
GEZİYORUM
Arkamı döndüğümde kara kuru, ufak tefek muavinin 'Kariaaakoooo' diye bağırdığını duydum. Veli DALBUDAK
Private bir hizmet bekliyor sizi sırada. Onun adı da 'bajaji'... Motorsikletten bozma 3 tekerlekli, önde sürücü, arkada maksimum 2 kişilk yeri olan küçük pratik bir araç. Kısa mesafeler için düşünülmüş. Fakat o kadar kısa mesafelere o kadar yüksek ücret talep ediyorlar ki pazarlık yapmaktan yoruluyorsunuz. Haydi bunu da beğenmedik gelsin sıradaki! Tabii ki sırada taksi var. Var var ama taksimetre yok... Orada da herkes kafasına göre fiyat çekiyor. Üstelik taksiler de ortalama 15-20 yaşında araçlar. Klima falan hak getire... Arkadaşımın aracı, arkadaşımın arkadaşının aracı, arkadaşımın arkadaşının tanıdığının aracı filan derken bir kaç gün idare ettim durumu buralarda. Fakat bu sabah itibariyle tüm kredilerim bitti. İş başa düştü. Afrika gerçeğiyle yüzleşme vakti gelmişti. Biraz daha direndim... Uber filan denedim ama nafile. Sistem düzgün işlemiyor burada. Tanıdık bir bajaji çağırdım. Kariakoo Market'e gitmek istediğimi söyledim.
slında gezmek istiyorum desem daha doğru olacak. Çünkü gezmeyi engelleyen o kadar çok şey var ki...İlki, sıcak ve aşırı nem... Aslında sonbaharı yaşıyoruz şu anda burada. Yaza göre nispeten iyi havalar. Ortalama 32 santigrat derecede seyrediyor gündüzler. Fakat %80'lere varan nem hissedilen sıcaklığı 40 derecelere çıkarıyor. Akşamları fena değil 26 derece ama bu defada güvenlik problemi çıkıyor karşımıza. İkincisi, maalesef doğru dürüst bir ulaşım aracı yok. En iyi ulaşım aracı eğer varsa arkadaşınızın aracı. Ben şu ana kadar burada hiç belediye otobüsü görmedim. Yerli halk 'dala dala' dedikleri en az 30 yıllık minibüsleri kullanıyor. İstanbul'da beğenmediğimiz hatta kaldırılsın diye kampanyalar yaptığımız bizim minibüslerin gözünü seveyim. Burada 'first class' yada 'beş yıldızlı vip' statüsünde kalırlar. Diyelim ki dala dala'yı gözünüz tutmadı.
Bölgesi olmadığını, polisin müsaade etmediğini falan söyledi. Fazladan para koparmak için mazeretler ürettiğini düşündüm. Ama sonra, bir yere kadar götürür bırakırım, ondan sonra yapabileceğim birşey yok, başının çaresine bakarsın dedi. Herşeyi göze alarak "let's go" dedim bajajiciye. Hint okyanusunun kenarında bir yerde bıraktı beni. Ağaçların gölgesinde bir süre okyanusu seyrettim anlamsızca. Arkamı döndüğümde kara kuru, ufak tefek muavinin 'Kariaaakoooo' diye bağırdığını duydum. Aynı anda, okyanusa bakmaktan kamaşmış gözlerimle bozuk bir radar gibi minibüsü taradım. Gözüme güzel göründü ve üstelik boştu da içi... Atladım hemen... Fakat bir türlü içeri giremiyordum. Üstelik sıska muavin de arkamdan itiyordu. Şoförün böyle bir derdi yoktu, rahat koltuğunda gaza basmış gidiyordu. Ben basamakta, muavinin ise tek ayağı ve vücudunun yarısı basamakta, kalan yarısı ise rodeo yapan bir kovboy gibi sallanıyordu boşlukta. Ben ise bir taraftan sağlam bir şekilde ayakta durmaya çalışıyor, diğer taraftan da cebimdeki cep telefonumu ve paralarımı korumaya çalışıyorum. Rodeocu muavin ise hayatından son derece memnun bir gülümsemeyle 'hakuna matata' diyordu bana. Yani, 'nema problema' yada 'no problem' yada bizim tabirimizle 'sıkıntı yok' anlamına gelen Swahilice kelimelerle... Son durak olan Kariakoo Market'te inip hızla pazar yerinde kaybolurken hala arkamdan bağırıyordu gülümseyen sesiyle, "Hakunaaa Mataaata" 51
1. GİRİŞ
Akıllı Şehirler demek moda oldu. Korkarım onun da içini boşaltırlar. Haydi biraz akıllı şehir neymiş seyahat edelim.
ŞEHİR SOHBETLERİ -16-
AKILLI ŞEHİR
DEDİKLERİ
Akıllı Şehirler (kentler) demek moda oldu. Bu kavram çok tehlikeli. İnsanı şehrin dışına atıp, yerine makinaları koyma çabası güdüyor. Niyette saf görünüyor. İnsana daha hızlı, daha çok, daha verimli, daha kolay hizmet sunmak. Ahmet NARİNOĞLU
Akıllı Şehir demek, içinde akıllı insanların yaşadığı şehir diyelim. Olmadı. İnsanların tümünün aklıyla yaşadığı şehir diyelim. Yine olmadı. Akıllı insanların yönettiği şehir diyelim. Yine olmadı. Akılla sistemler kurularak yönetilen şehirler diyelim geçelim. Akıllı Şehirler (kentler) demek moda oldu. Bu kavram çok tehlikeli. İnsanı şehrin dışına atıp, yerine makinaları koyma çabası güdüyor. Niyette saf görünüyor. İnsana daha hızlı, daha çok, daha verimli, daha kolay hizmet sunmak. En basit yanı, hırsızlığı önlemek için insanları ıslah etmek, sebepleri ortadan kaldırmak yerine habire güvenlik teknolojileri satın almak. Ne yazık ki, küresel sistem önce korkutuyor, sonra yönetiyor. Şehirler bu sarmal altında iken bize sunulanlara “icatlar” diye sarılıyoruz. Şöyle de sorabiliriz. Daha çok teknoloji kullanmak önce insanı, sonra şehirleri akıllı yapar mı? Tespitlerimize göre akıllı yapmıyor, aksine bağımlı yapıyor. Karşımıza enerjisini, dinamiklerini, insan gücünü kullanamayan şehirler çıkıyor. Şehirler modernleşiyor, gelişiyor algısı pompalanırken post modern hayat tarzını dayatıyor. Bakın neler oluyor? • Akşama kadar çarşı pazar gezen ama üç-beş cümle kuramayan insanlar • AVM’lerde tıka/basa alışveriş yapan ama fiyatını bile sormayan insanlar • Yan yana saatlerce oturduğu halde birkaç cümle kurmayanlar • Elinde akıllı harita programı (navigasyon) ile şehri tanımadan şehri gezenler • Seyahatten dönene neler gördün dendiğinde “daha fotoğraflara bakmadım” cevabı verenler • Dijital oyunlar oynamayınca başı ağrıyanlar • Oyunlara bakmadan/oyalanmadan mama yemeyen bebekler • Aynı evde cep telefonu vb. meşgul olup konuşulmadan geçen günler
sayı//56// mart 52
• İnternet yok diye anne baba memleketlerine gitmeyen gençler • Elektrik kesilince çalışmayan sistemler, sistemler çalışmayınca duran hayatlar • Kazan kazan kazan kaba ver misali, kazancını teknolojiye harcayarak hayatını yoksullaştıranlar • Beynini kullanmadan beynini-teslim edenler (beyinsizmiş gibi) • Yeteneklerini tanımadan, keşfetmeden boğulup gidenler • Teknoloji tuzağına düşerek zamanını, enerjisini beyhude/verimsiz harcayanlar Akıllı Şehir, sakinlerin aklını kullanıp sorguladıkları şehir olmalı. Şehirlilerin düşünme, eleştirme, heyecan ve hayallerini elinden almamalı. Şehirde yaşarken biraz çaba ve emek harcanmalı. Yaşamaya bedel ödemeli. “Eli ılık sudan soğuk suya ermiyor” misali her şeyi hazır ve kolay bulmak kent bilinci, kentlilik ruhunu ne kadar diri ve canlı tutar? Akıllı şehirlerimiz olsun kabul. Ama aklımızı tutsak ettiğimiz şehirler olmasın. 2. AKILLI ŞEHİR DEDİKLERİ
Bir “akıl” tutturmuş gidiyoruz. Akıllı şehir, akıllı yaşam, akıllı çevre, akıllı yönetim, akıllı ulaşım, akıllı park/bahçe, akıllı site, akıllı bina, akıllı işletme, akıllı ev, akıllı teknoloji, akıllı sistemler, akıllı vatandaş, Akıllı şehirlere ne isimler takıyorlar? Dijital şehir, düşünebilen şehir, ağ şehri, çevreci şehir, yeşil şehir, yetenekli şehir, sürdürülebilir şehir, Akıllı şehircilerin mantığı şu. Modern şehirlerde insanlar gibi canlıdır. Öylese akılları olması icap eder. Yani akıllı olmak zorundalar. Bilgi-iletişim çağında şehir içine kapanamaz. Bilgi-iletişim teknolojileri, sistemlerini kullanarak hayatı kolaylaştırmak gerekir. Sonra insanlık bu yöne gidiyor diyorlar. Edinilen tecrübelere göre bir şehir “akıllı” olması için nüfusu bir milyonu aşması, tamamen güvensiz hale gelmesi, değerlerin kaybolması, toplumsal sosyal bağlar çözülmesi, kitleleşmesi lazım. Böyle olunca çözülen topluma, artan sorunlar yumağına çare aramak için “akıllı” şehir
imdada çağrılıyor. Tarif etmekte kolaylaşıyor. “Akıllı şehir, vatandaşlarına sürdürülebilir, refah seviyesi yüksek ve katılımcı bir gelecek sunmak için etkin olarak entegre edilmiş sayısal ve beşeri sistemlerden oluşur (İngiliz Standartları Enstitüsü-BSI)” “Akıllı şehirler geleneksel hizmetlerin ve ağların sayısal ve telekomünikasyon teknolojileri kullanarak, yaşayanların ve işyerlerinin fayda sağlayacağı şekilde daha verimli hale getirdiği yerlerdir (Avrupa Birliği)” “Akıllı şehir “bilgi ve iletişim teknolojilerini” şehrin yaşanabilirliğini, çalışabilirliğini ve sürdürülebilirliğini sağlamak için kullanan şehirlerdir (Akıllı Şehirler Konseyi-Smart Cities Council” Akıllı Şehirleri böyle tarif ediyorlar. “şehrin daha yaşanabilir, daha sürdürülebilir, daha verimli olması amacıyla bilgi iletişim teknolojilerinin sağladığı çözümler” Akıllı kent dedikleri düzen nerde tatbikat buluyor? Hayatımıza nerede dokunuyor? Güvenlik, ulaşım, trafik, altyapı (doğalgaz, içme suyu, raylı sistem, yol, köprü, tünel), hava alanı, deniz limanı, e-devlet, atık yönetimleri, gıda, eğitim, sağlık, çevre, yeşil alanlar, iklim değişikliği, ısıtma-soğutma, enerji, ekonomi, kentsel imar, yapılaşma-planlama, veri-bilgi yönetimi, araç yönetimi, vd. Netice olarak “Akıllı şehir; veri-bilgi yönetiyor, ağlar kuruyor, ulaşımı erişimi sağlıyor, hizmeti sunuyor, yaşam kalitesini artırıyor, yaşanabilir, sürdürülebilir şehir düzeni kuruyor” diyorlar. 3. AKILLI ŞEHİR NASIL OLUYOR? Bir şehre akıllı şehir demek; rakamların egemen olması, sayılarla yönetilmesi demek. Daha doğrusu bilgi ile yönetmek demek. Akıllı şehrin olmazsa olmazları var. Bunlara akıllı bileşenler diyorlar.
1. Akıllı hareketlilik/Ulaşım: Bilgi ve iletişim teknolojileri destekli entegre ulaşım sistemleri. 2. Akıllı yaşam: Bilgi ve iletişim teknolojileri ile insanların yaşamlarını kolaylaştırmak, sağlıklı ve güvenilir bir yaşam. 3. Akıllı yönetişim: Birlikte yönetilen bir kent.
53
4. Akıllı çevre: Yenilenebilir enerji ve akıllı şebekeler eliyle yaşanabilir çevre. 5. Akıllı ekonomi: Bilgi ve iletişim teknolojileri kullanarak verimlilik, e-ticaret, ileri üretim, tedarik sistemleri, akıllı kümelenmeler ve iş ortamını kapsayan kent ekonomisi. 6. Akıllı insanlar: Bilgi işlem teknolojilerini kullanan, üretim becerilerini geliştiren, yaratıcı ve inovasyon sağlayan toplum. Akıllı şehirde sakinlerin yeni bilgi teknolojilerini benimsemesi ve öğrenmesi gerekiyor. Bilgiyle yönetilen kent hizmetlerini bilmesi, yararlanması gerekiyor. Böylece yeni kentsel haklar doğuyor. Bu bağlamda kent vatandaşlığı geliyor. Vatandaşa hak ve ödevler doğuyor. Birlikte bakalım; • Kent sakinlerinin bilgi-işlem teknolojilerini bilmesi, aygıtları kullanması • Vatandaşların akıllı kent süreçlerine katılması • İnsan yerine sistem programlarından hizmet beklemesi (Mesela nüfus müdürü hala yakınıyor. Vatandaş nüfus bilgilerini e-devlet üzerinden evinde alabilmesine rağmen hala kuruma geliyor)
• Güvenliği ve huzuru sağlamak • Bireylerin gücünü ve tercihlerini öne çıkarmak • Şehirleri üretken hale getirmek • Kaynakları verimli kullanmak (güç, emek, zaman, para vb) • Hizmetleri hızlı, etkin, verimli sunmak • Şehri sürdürülebilir yapmak, büyütmek, geliştirmek • Şehirdekilerin (araç dışı) hareket kabiliyetlerini artırmak • Şehirde ekonomik büyüme sağlamak (işletme, yatırım, turizm vb) • Tüketicinin “e” yollarla kolay ulaşımını sağlamak, tüketimi artırmak • Şehir imaj ve itibarını geliştirmek, markalaştırmak • İnsan emeğini, zamanını, kaynağını verimli ve doğru kullanmasını sağlamak
• Akıllı şehir konusunda bilgi ve deneyime sahip olması
• Uluslar arası, kent standartları geliştirmek
• Sistemin verdiği hizmetlere razı olması
• Gelişen teknolojiler kullanılarak yeniliklere açık olmak
• Standart, kalıplaşmış, biteviye davranışlar edinmesi
• Enerji kullanımını verimli hale getirir
• Yenilik ve teknolojiye açık olması 4. BEKLENTİLER VAATLER
Akıllı şehir vaatler sunarak beklentiyi artırıyor. Hangi araştırmayı, yazıyı okursanız akıllı şehri sihirli dünya/kent hayatı gibi sunuyor. Gelin vaatler dünyasında gezelim. • Şehri akıl ve strateji ile yürütmek • Akıllı çözümler bulabilmek için veri-bilgi gücünden yararlanmak • Teknoloji olmadan akıllı şehir olmaz. Kültürü olmadan teknoloji yaşamaz öyleyse yeni teknoloji kültürü yaratmak • Yaşanabilir şehir kılmak, yaşam kalitesini, refahı artırmak sayı//56// mart 54
• Hayatı akışkan ve hızlı hale getirmek
Akıllı Şehirler algı pompalıyor. Bol bol gelecek ve umut vadediyor. Bu dünyaya bir yolculuğa çıkalım. Akıllı Şehirlere karşı olamayız. Akıllı Şehirler geliyor. Sayısal sistemler kurarak, programlar uygulayarak hayatı kolaylaştırmak ne güzel. Buradaki tehlike insanın monotonlaşması, yabancılaşması, şehirden kopması. Şehri insan dışındaki güçlerin yönetmesi. Batılıların övündüğü bir yan var. “İnsanla devlet/yönetim arasına bilgisayarı koyduk” der. İnsanı ortadan kaldıran bu sistem ilk bakışta cazip gelebilir. Ama insanı çekerseniz toplumda, sistemde tıkanır. Kentlerde refahın artmasına rağmen memnuniyetin/ mutluluğun artmamasında bunların payı var mı? Sorgulamalıyız. Ancak şehirlerin gereği bir yanda, pompalanan algı bir yanda duruyor.
5. KARŞI DURANLAR
“Akıllı kent” düzeni çağın, modern kentlerin kaçınılmaz gereği artık. Çözülmüş toplum, yönetilemez kitleler, karmaşık hizmet ve ilişkileri bu sistemle yönetmek tek yol sayılıyor. İnsanı devreden çıkaran onun yerine teknolojiyi koyuyor, hatta insan beyni yerine yapay zekayı devreye alıyor. Her ne yenilik varsa kentlerde uygulanıyor. Kentler baş döndürücü ağlar ile örülürken nelere mal oluyor? Ne bedeller ödüyor. Düşünen insanlar bu gidişattan ürküyor. Şimdi karşı çıkanların görüşlerine bakalım. • Akıllı şehirler ölçü getiriyor. Her şey rakamla tartılıyor, insiyatifi elden alıyor. • Akıllı dolandırıcılık, şehirlerin başının belası (telefon, internet, sosyal medya vb) oluyor • Ulaşım-İletişim kolaylaşıyorken gönüller kapanıyor • Akıllı şehirler kopyala yapıştır yöntemiyle uygulanıyor. Bütün şehirler giderek birbirine benziyor • Akılla şehirleri eski kültürleri yok ediyor, yerine yeniyi koyamıyor • Değerler zincirini yok ediyor • İnsan talep etmiyor. Tepeden baskılanıyor • Hayat hızlı değişime zorlanıyor, olağan akış bozuluyor • Sanal şehirler doğuyor Bir kaybımızı hemen söyleyelim. Akıllı şehirlerde veri-bilgilerin haritaya yüklenmesi için cadde ve sokakların numaralı olması gerekir. Yani medeniyetimizin, kültürümüzün mührü olan isimler kalkacak, yerini sayılar alacak. Sayılarla yaşanan şehir soyut şehirler olacak. Ruhu olmayan şehirler. Şu nevigasyon. Türkçesi yol gösteren diyorlar. İngilizler yabancıya yol tarif etmekle övünürler. Fransızlar öyle değil. Paris’te görmüştük. Türklerde yol göstermekle kalmaz kendileri bizzat varacağı yere götürürler. Bu gün öyle mi? Şehirlerin büyüklüğü, ulaşım karmaşıklığı diye itirazlar gelse de bu yanımızı kaybediyoruz.
6. ŞEHİRLERİN SEYRİ
Akıllı şehir üzerine bir yorum kabaca şöyle diyor Bilgi çağı ve küreselleşmenin şehirler üzerindeki en görünen yanı; geleneksel üretimin, gelişmiş hizmet ve bilişim sektörleri ile yer değiştirmesi, yaratıcı endüstrilerin cazibe unsuru olarak sunulması böylece yaratıcılık, yenilikçilik, girişimcilik kentlerin peşinden koştuğu hedefler oluyor. Böyle deseler der üretim azalması, tüketim artması nelere mal oluyor görüyoruz. Bir başka yorum daha insaflı. Zamanın Bilim, Teknoloji Bakanı özetle gidişatı anlatıyor. “Akıllı şehirleri, ülkemizin dijital dönüşüm yol haritasının önemli bir parçası olarak görüyoruz. Akıllı ve dijital şehir uygulamalarını, bir kaldıraç olarak değerlendiriyoruz. Türkiye kadim bir medeniyete ve köklü bir şehirleşme geleneğine sahiptir. Bütün şehirlerimiz kimliklerini tarihimizden, kültürümüzden, sanatımızdan ve geleneklerimizden almaktadırlar. Şehirlerimizi korumaya ve medeniyet ışığımız altında inşa ve ihya etmeye kararlıyız. Bunu yaparken modernliğin getirdiği kavramlara da kucak açacağız. Akıllı şehir uygulamalarını, vatandaşlarımızın hizmetine sunmaya devam edeceğiz.” Akıllı şehir düzeni, kentleri yönetişime zorluyor. Yönetişim de “çoklu yönetim sisteminde tek elden koordinasyon”a dayanıyor. Ancak kentlerde yönetim basamaklarına baktığımızda karmaşa görüyoruz. Eskiden derlerdi. Devlet hadim mi, hakim mi olmalı? Bu güne uyarlayarak soralım. Teknoloji mi insana hizmet edecek, yoksa insan teknolojinin esiri mi olacak? Bunca bilgi- iletişim ağlarıyla donatılmış, onun içinde robotlaşmış bir hayat, kaliteli yaşam sayılır mı? Akıllı şehirlerin tuzak, hatta tutsak ettiği dillendiriliyor. Her ne kadar her şey insan için dense de, insanın ortada olmadığı bir düzen doğuyor. İnsanla bilginin/teknolojinin mücadelesinde nimeti de, külfeti de kentler ödüyor. Bu yolculukta insanın kazanması lazım. İnsanın arkasında inançlar, değerler durdukça. Atalar der ya! “Hem nalına, hem mıhına”. Bizde öyle yaptık. Karar sizin. 55
EYÜP SULTAN’DA BİR HUZUR VAHASI:
ÜMMÎ SİNAN TEKKESİ
Caddeden gelince sol köşede, Gül Baba haziresi vardır. Mehmet Nermi Haskan'ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre Fatih Sultan Mehmed Han'ın dökümcübaşısının kabri burada bulunmaktadır. Semte yanlış olarak Dökmeciler yerine Düğmeciler denmektedir. Nidayi SEVİM
Ümmî Sinan Tekkesi Mescid-Tevhidhânesi Eyüp / İstanbul
atih Sultan Mehmed Han'ın, fethin hemen ardından Eyüp Sultan'da özgün bir Osmanlı semti oluşturmak için kolları sıvadığı kaynaklarda yer alır. Özellikle Eyüp Sultan'ın tercih edilmesinin sebebi malum olduğu üzere Mihmandar-ı Resûl, Hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari'nin burada medfun olmasıdır. (Bundan sonra Eyüp Sultan olarak zikredeceğiz) Fatih, buranın imarı ve ihyası ile özel olarak ilgilenmiş, hocası Akşemseddin Hazretleri'nin desteğini de hassaten rica etmiştir. Bu strateji doğrultusunda Anadolu'nun farklı bölgelerinden müslüman halk kitleler halinde semte getirilerek burada iskânları sağlanmıştır. Geldiğimiz noktada müşahede ediyoruz ki beş asır önce hayal edilen hedefe ulaşılmıştır. Her ne kadar günümüzde vaktiyle olduğu gibi ihtişamlı olmasa da bunun yansımalarını, gözlemlemek, hissetmek hâlâ mümkün. Peygamber efendimizi (s.a.v.) yedi ay evinde ağırlamış, ebediyete irtihallerine kadar en yakınında bulunma bahtiyarlığına erişmiş, âziz misafirimiz Eyüp Sultan Hazretlerine yakın olmak milletimizde adeta tutku hâline gelmiştir. Bunun bir tezahürü olarak fethin hemen ardından oluşturan külliyenin çevresinden başlamak üzere semtin dört bir yanı, cami, çeşme, hamam ve imaret gibi mimari yönden imar edilirken manevî-uhrevî olarak da ihya edilmiştir. Muhtelif tarikatlara ait tekkeler semti adeta bir gülistana çevirmiştir. Bu, kokuları, renkleri neşvereleri farklı farklı olan bir gülistandır. Tekkelerin tasavvuf, edebiyat, sanat, kültür ve tefekkür dünyamızdaki yeri tartışmasızdır. Vaktiyle adeta birer medeniyet üniversitesi gibi fonksiyonlara haiz olan bu mecralardan nice müstesna şahsiyet yetişmiştir. Önyargıdan ve taassuptan uzak olarak geniş çaplı araştırmalar yapıldığında kuşkusuz bu müesseselerin irfan dünyamızdaki yeri ve önemi daha iyi kavranacaktır. İşte bu ruhaniyetli mekânlardan birisi de Ümmî Sinan Tekkesidir. Ümmî Sinan Dergâhı, Sinaniye Tekkesi ve Nasuh Dede Tekkesi olarak da bilinir. Eyüp Sultan, Düğmeciler Mahallesinde, Ümmî Sinan Sokağındadır. Caddeden gelince sol köşede, Gül Baba haziresi vardır. Mehmet Nermi Haskan'ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre Fatih Sultan Mehmed Han'ın dökümcübaşısının
sayı//56// mart 56
İbrâhim Ümmî Sinan’ın Sandukası
kabri burada bulunmaktadır. Semte yanlış olarak Dökmeciler yerine Düğmeciler denmektedir. (c.2., s.256, İst., 2009) Bahse konu hazirenin tam karşısında, caddenin orta yerinde bir kabir daha bulunur. Üzerinde yazılı bulunana tabelaya göre Gül Baba Hazretlerinin kabri buradadır. Ancak etrafı çevrili bu alanda, vaktiyle bir kabir olduğuna dair herhangi bir emare bulunmamaktadır. Bu sebeple kabrin mahalle sakinleri tarafından sonradan oluşturulduğu tahmin edilmektedir. Mekâna uzanan caddenin başlangıcında Eyüp Stadyumu ve Sultan Center diye bilinen bina yer alır. Merkeze biraz uzak kaldığı için pek çokları tarafından bilinmez. Biz dahi Eyüp Sultan'da ikamet etmeye başladıktan yaklaşık yedi yıl sonra ziyaret edebildik. Hayatta her şey bir vesileye bağlı. Hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmiyor. Zannediyorum 2012 senesi idi. Doktora çalışmasını tamamlamak üzere Amerikan'dan ülkemize gelen Timur Hammond'un daveti üzerine gerçekleşmişti bu ziyaret. Daha sonraları ne zaman bunalsam soluğu bu ruhaniyetli mekânda alır oldum. Yukarıda da ifade ettiğim üzere biraz tenha da kaldığı için pek ziyaretçisi bulunmaz. Bu sebeple ortam her zaman sakindir. Banisinin ve civarda medfun şahsiyetlerin ruhaniyetini mekânda hissedebiliyorsunuz. Bu sebeple evet, “mekânlarında ruhu vardır” sözü burada tam anlamını buluyor. Ziyaretlerimin ikisinde tekkeyi yakından inceleme fırsatı buldum. Diğer ziyaretlerimde içeriye giremedim. Hacet penceresinden bir Fatiha ile üç İhlas-ı şerif okuyup gerisin geri döndüm. Ya nasip!..
Buradaki Tekke, 16. yüzyıl ortalarında Ümmî Sinan'ın halifelerinden Şeyh Nasuh Dede tarafından kurulmuştur. Halvetîyye'nin Ahmediye şubesinin Sinaniye kolunun kurucusu Ümmî Sinan'ın türbesinin burada yer alması sebebiyle tekke Sinanîliğin pîr makamı yani âsitanesi olarak kabul edilir. Tekkenin kesin inşa tarihi bilinmemektedir. Kanunî'nin, Topkapı-Şehremini civarında Ümmî Sinan için yaptırdığı rivayet edilen asıl tekke 1551 tarihinde inşa ettirildiğine göre Eyüp Sultan'daki tekke bu tarihten sonra yapılmış olmalıdır. (Haskan, a.g.e., s.256.) Ümmî Sinan'ın asıl adı İbrahim'dir. 16. yüzyılın müstesna mutasavvıflarından biri olarak kabul edilir. Doğum yeri ile ilgili farklı rivayetler vardır. Nuran Çetin, “Osmanlı’da Bir Halvetî Tekkesi: Ümmî Sinân Dergâhı” isimli makalesinde Bursa doğumlu olmasının daha muhtemel gözüktüğünü bildirir.(Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 56:1; 2015. s.162.) Çetin, adı geçen makalesinde, Ümmî Sinan'ın gerçekte medrese eğitimi aldığını, bir âlim olduğu halde Hz. Peygamber'in (s.a.v.) “EnNebiyyü'l-Ummi” diye methedilmesi sebebiyle ve gördüğü rüya üzerine teberrüken “Ümmi” lakabını almayı uygun gördüğünü zikreder. (a.g.m., s.162.) Anadolu ve İstanbul'da ömrünü ilmî ve tasavvufi faaliyetlerle geçirerek 1567 yılında fâni alemden bâki aleme göç eylemiş ve Eyüp Sultan'da türbesinin bulunduğu yere defnedilmiştir. Türbenin Ümmî Sinân Sokağına bakan hacet penceresinde şu beyit yer alır: “Mürid-i râh-ı Hakk'a kıblegâh-ı âşıkândır bu Edeple gir, gözün aç türbe-i Ümmî Sinan'dir bu.”
57
aslına uygun olarak onarılmıştır. Tekke bahçesinde, türbenin arka kısmında zamanla bir hazire oluşmuş ve pek çok tarikat muhibbanı buraya defnedilmiştir. Sokağın bitiminde yer alan kitabesiz çeşmeyi de tekkenin tamamlayıcı bir unsuru olarak kabul edebiliriz. Mutasavvıf şairlerden olan Ümmî Sinan Hazretleri'nin ilahi aşkı ve Efendimize (s.a.v.) olan muhabbetini yansıtan şiirleri milletimiz tarafından pek sevilmiş, bestelenmiş ve günümüze kadar gelmiştir. İşte bunlara bir örnek: “Seyrimde bir şehre vardım Gördüm sarayı güldür gül Sultanının tâcı tahtı Bağı duvarı güldür gül Gül alırlar gül satarlar Gülden terazi tutarlar Gülü gül ile tartarlar Çarşı pazar güldür gül…”
Ümmî Sinan Tekkesi’nin ilk inşasından günümüze ulaşan çeşme
Tekkenin dış kapısından girdiğimizde, muhtelif meyve ağaçlarının yer aldığı, genişçe sayılabilecek bahçeli avlusu bizi selamlar. Hemen sol tarafımızda semahane-mescid ve türbe bulunur. Türbe bölümüne sağ ayakla ve eşiğe basmamak ihtarıyla, edeple girilir. Haskan’ın bildirdiğine göre türbe kapısı üzerinde, günümüze ulaşmayan şu kitabe bulunuyormuş: “Tecelligâh-ı Bâri mültecâ-yı uşşâkandır bu./ Bütün erbâb-ı vecd ü hâk, bir dârü'l-emandır bu./ Tarikatden, hakikatden eğer zevk almak istersen / Dehalet eyle Sa'di-i türbe-i Ümmî Sinan'dir bu.” (a.g.e. s.,258) Türbe içerisinde iki sıra halinde12 sanduka bulunur. Sağ taraftaki beşli grubun ortasında ve etrafı parmaklıklarla çevrili sanduka Ümmî Sinân Hazretlerine aittir. Diğer sandukalar Şeyh Nasuh Dede başta olmak üzere diğer tarikat mensupları ve yakınlarına aittir. Fevkani yapıdaki selamlık bölümünde, günümüzde tasavvuf musikisine yönelik faaliyetler yürütülmektedir. Harem dairesinde ise tekkenin son dönemdeki postnişini Yahya Galip Kargı'nın yakınları ikamet etmektedir. Bilindiği üzere 1925 yılında tekkelerin kapatılmasıyla birlikte mevcut yapılar kaderine terk edilmiş, pek çoğu günümüze ulaşamamıştır. Şeyh Efendinin burayı ikametgâh olarak kullanması tekke ve civarının özgün olarak günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Müştemilat en son 1980 yılında sayı//56// mart 58
Pîr Ümmî Sinan Hazretleri, zaman zaman 17. yüzyılda yaşayan Elmalılı Ümmî Sinan ile karıştırılır. Elmalılı'nın pek çok eseri ona nispet edilir. Azmi Bilgin, Eyüp Sultan Sempozyumları çerçevesinde sunduğu “Ümmi Sinan” isimli bildirisinde konu ile ilgili şu bilgileri verir:”Ümmî Sinan’ın şiirleri müstakil bir divan halinde değildir. Çeşitli şiir mecmualarında, güfte ve beste mecmualarında dağınık haldedir. Ayrıca Bursalı Mehmed Tahir Risâle-i Şerîfe-i Ümmî Sinan adlı bir eserini gördüğünü belirtir. Türkçe Yazma Divanlar Kataloğun’da Ümmî Sinan adına kaydedilen divan nüshaları Elmalılı Ümmî Sinan’a (öl.1657) aittir. Pîr Ümmî Sinan Hazretleri Divanı adıyla yayımlanan (İstanbul 2001) kitapta yer alan şiirlerin de büyük çoğunluğu Elmalılı Ümmî Sinan'a aittir. Ümmî Sinan'ın şiirleri henüz tam olarak tespit edilip yayınlanmamıştır. (c.6. s.51., 2002) İstanbul, sinesinde nice hikâyeleri barındıran, medeniyetlerin kesiştiği kadim bir şehirdir. Evet, bütün olumsuzluklara, hoyratça örselenmesine rağmen İstanbul, hâlâ efsunlu güzellikler membaıdır. Bu özelliğini kıyamete kadar da devam ettireceğine inanıyoruz. Tâbidir ki bu güzelliklere, inceliklere vesileler arayıp emek ve gayret sarf etmekle ulaşılabilir. Bu birazda nasip işidir. Ya Nasip!..
SAĞ OMZUMUN AĞRISI Yokmuş gibi davranmak en iyisiydi. Yolun ortasında durup yolumu kesmeye yeltenecekken, halimden sızan huşunetten mi çekindi bilmiyorum. Sanki içinden geçmeye kararlı bodoslama rotamdan, son andaki kıvrak dönüşüyle kaçabildi dilenci. İbrahim BAŞER ağ omzumun ağrısı depreşti yine. Anladım, hava bozacaktı. Tedirgin oldum. O tedirginlik halka halka vücuduma yayılırken bir tutam ışık değdi gözüme. Göğün dipsiz derinliklerine kaldırdım başımı. Ucu görünmeyen bulut denizindeki iğne ucu delikten bir aydınlık çizgisi çekiliyor, gri semayı yırtan bu 'bir tutam' şavkın ucu gelip gözüme değiyordu. Garipsedim... ...önemsedim. Hatta, söylemesi zor, ifadesi müşkül bir tat bile aldım. O gri denizi göğü delip inen bir tutam şavk, gözüme nur oldu. Anlam veremediğim ve o anda oldukça saçma bulduğum bir kıpırtı hissettim içimde bir yerde... ...o kıpırtıyla gelen anlamsız sevinçle dalgalandım bir an. “-Aman ha, şu halimin keyfini adamakıllı çıkarmadan, o iğne ucundan yol bulan ışığı kaçırmayayım” diye iç geçirdim, ki gözümü kırpsam sahne sanki değişecekmiş gibi geldi... ...gözümü kırpmaya korktum! İskeleye doğru yürümeye devam ederken bakışlarım, semadaki o bir tutam ışıktaydı. "-Allah rızası için sadaka, karnım aç." Oooff; tam da çakralarımı açacak bir detayın peşindeyken bu kirli el, bu duygu taciri ses, bu çapaklı gözler... ...ne yanlış bir zaman ve ne yanlış bir zamanlama! Yokmuş gibi davranmak en iyisiydi. Yolun ortasında durup yolumu kesmeye yeltenecekken, halimden sızan huşunetten mi çekindi bilmiyorum. Sanki içinden geçmeye kararlı bodoslama rotamdan, son andaki kıvrak dönüşüyle kaçabildi dilenci.
İskeledeki dijital saat motorun kalkışına 4 dakikadan geriye saymaya henüz başlıyordu. Durdum bir an... ...öğlen yemeği yememiş bünye, algıda seçiciydi ve taze simit kokusuna döndürdü bedeni. Elime cebimdeki bozuklukları aldım; simit, motor, çay parası derken ucu ucuna denkleşiyordu. Simidi alıp motoru da ödeyip bindim tekneye. Üst kata çıkarken çayla taçlanacak bu akşam üzeri keyfine, nerden geldiğini bilemediğim bir hüzün değdi, avucumda tuttuğum bozukluklardan. Tepsiyi tıklatarak geçen garsona seslenemedim. Bir tepsi dolusu çay, dumanlarını ve kokularını salarak geçtiler önümden. İnsan zihni gerçekten acayip bir makine... ...bağlamından kopmuş bir kaç kelime eko yaptı geriden; ‘açım’, ‘Allah’a değmeden geldi, ‘rıza’ya yakın durdu. Bir de ‘sadaka’ olacaktı derken, avucumdaki çay parası sanki ısındı bir anda ve alelacele cebime soktum onları. Simitten aldığım ilk ısırık ağzımda büyüdü, büyüdü... ...yutamadım! Aah, bu vicdan kumkuması tarafım öldürecek beni... Tekne, iskeleden gelen ‘ayrıl’ işaretiyle suları köpürtmeye başladığında, bakışlarım bir an sahildeki dilenciyi aradıysa da o; çipil çapaklı bakışları ve dilenmenin utancını, açlığına katık ederek, sırra kadem basmıştı. Ağzımda çevirmekten yorulduğum lokmayı yeni bir hamleyle güç bela yutabildiğimde bir kaç martı belirdi tepemde... ... evet, bakışları öyle dimdik, sesleri 'aç' ve uçuşları talepkârdı. Sahildeki talepkâr dilencide kalbime değ/e/meyen ‘rıza’ ise martılarla aramda bir yerdeydi sanki. Simitle vedalaşmam çok zor olmadı bu yüzden. Küçük lokmalar halinde martılara pay ettiğim simit, o saatten sonra zaten bana yar olmazdı. Rızayı kazandığıma dair bir işaret verir mi diye az evvel gözüme ilişen ışığa yol veren iğne ucu deliği aradım gri gökte... ...sonra, bir tutam ışıktan medet uman ruh halime güldüm bıyık altından. Sağ yanımın ağrısı kıpırdayınca anladım ki ışığın mevsimi geçmiş, tek tük atıştıran yağmurun devri başlamış... O üç tel ışığa ağıt yakacak halim yoktu ya! Susturdum iç sesimi. Çok geçmeden birkaç şimşek çakması, üç dört gök gürlemesi eşliğinde gri sema delindi bin bir yerinden. Bu defa gökten inen; ışıktaki hoppa yaşama sevincine inat, damla damla hüzün ve minik minik ağıtlardı sanki. Işığı kaybetmenin hüznünde ıslandım damla damla... O vakit farkına vardım ki, ışık neşesi; gök gürültüsü endişesi ve damla damla yağmur hüznü olmadan tamam olmuyor. İskeleye yanaşan tekneden inip, yürüdüm yağmur altında... ...bir yandan ıslanıp, bir yandan yüzümü yıkayan ışık huzmeleri altında, yürüdüm. Sağ omuz ağrıma şükrederek, yürüdüm. 59
İKİ ŞEHRİN BESLEDİĞİ
BİR AŞK HİKÂYESİ
Arap kültürü Leyla ile Mecnun’u, Acem Kültürü Ferhat ile Şirin’i, Türk kültürü ise, Kerem ile Aslı’yı doğurmuştur. Bu mitolojik hikayeler sosyal hayatı besleyen önemli unsurlardan birisidir. Biz bugün gelin bizim kültürümüzün geçmişten süzülüp gelen bu aşk macerasına bakalım Muhsin İlyas SUBAŞI
uzuli “Aşk derdiyle hoşem / el çek ilacımdan tabip”, der. Yani; ’Ben aşkımın derdinden memnunum; ondan şikâyetçi değilim, sen onu ilacınla tedavi etmeye sakın kalkışma’ demek istiyor. Büyük aşklar, elbette büyük âşıklar doğurmuştur. Tarihe bakın; Mecnun’u çöle düşüren bu aşk değil midir? Ya da Ferhat’a dağı deldiren, Kerem’i yollarda koşturan bu aşk değil midir? Mecnun çöllerde, Ferhat dağlarda, Kerem ise yollarda arar sevgilisini. Bu yolun bir uçunda İsfahan, öbür uçunda Kayseri vardır. Hemen her toplumun bilinen aşk destanları vardır, Arap kültürü Leyla ile Mecnun’u, Acem Kültürü Ferhat ile Şirin’i, Türk kültürü ise, Kerem ile Aslı’yı doğurmuştur. Bu mitolojik hikayeler sosyal hayatı besleyen önemli unsurlardan birisidir. Biz bugün gelin bizim kültürümüzün geçmişten süzülüp gelen bu aşk macerasına bakalım: 16.yüzyılda İsfahan'da oldukça zengin bir bey vardır. Serveti gittikçe artar, ama çocuğu olmamaktadır. Bundan da hayli üzüntü duymaktadır. Bu beyin aynı durumda bir de keşiş komşusu bulunmaktadır. Bir gün bunların hanımları, servet ve saltanatlarının devamını sağlayacak çocuklarının olmamasından yakınırken, Mirza Bey’in babasına gelen yaşlı bir zat, , elindeki elmayı verir ve bunu bir çeşmenin başında hanımının yemesini söyler. O da, Ayazma Çeşmesi diye bilinen çeşmenin başında hanımının elmayı yemesini öğütler. Bunu çevre halkı da duymuştur. Onlar da çeşmenin başına gelirler. Bu sırada çocuğu olmayan Keşiş’in hanımı da gelir ve elmadan bir parça da kendisine verilmesini söyler. Bu elmayı iki kadın bölüşüp yerler. Bu arada bir de adakta bulunurlar; çocukları olursa birbirleriyle evlendireceklerine dair sözleşirler... Bu olaydan dokuz ay sonra ikisinin de birer çocuğu olur. Türk Beyi'nin eşinin çocuğu erkektir, adını Mirza Bey koyarlar. Keşişin karısınınki de, kızdır ona da Han Sultan derler. Aradan yine zaman geçer, bu çocuklar büyür. Bey, oğlu Mirza Bey’in yanına, arkadaş olarak Sofu adında güvenilir bir kişiyi seçer. Keşiş ise, büyüyen kızına, günü gelince, karısının beşik kertmesi yaptığını dikkate alan Bey’in talip olacağını düşünerek bir gün gizlice İsfahan’ı terk eder.
sayı//56// mart 60
Bu sırada 14 yaşına gelen Mirza Han, rüyasında gördüğü bir kıza aşık olur. Fakat sevdiği kızı rüyasında gördüğü için, bir türlü bulamaz. Bir gün, arkadaşı Sofu ile ava çıkar. Bir kuş vurur. Kuş gidip bir evin bahçesine düşer. Kuşu almak için gittiği bahçede, rüyasında gördüğü kızla karşılaşır. Kıza orada; "Rüyam da gördüğüm kızın aslısın sen" diyen Mirza Han, kızdan "Kerem eyle, beni bırak. Görürlerse ikimiz de rezil rüsva oluruz." cevabını alır. Burada geçen “Aslı” Han Sultan’ın, “Kerem”de Mirza Han'ın yeni adları olur. Ve bu karşılaşmanın peşinden takip başlar.
koydurur. ve eline kerpeteni alarak ağrıyan dişini sorar. Kerem, Aslı'nın dizinden başını kaldırmamak ve onu bu vaziyette daha çok seyredebilmek için sırasıyla, "Şu ağrıyordu, bu ağrıyordu, hayır o değil, yanında ki ağrıyordu." diyerek bütün dişlerini çektirir. Bu sırada işin farkına varan Keşiş'in karısı, hiç beklenmedik şekilde, evlerine kadar giren Kerem'i tanıyınca hemen evden dışarı fırlayıp kocasını aramaya koyulur. Bu arada Aslı ile Kerem aralarında anlaşarak kaçmaya karar verirler. Gece buluşacaklar ve birlikte şehri terk edeceklerdir. Kerem, Aslı'dan bu vaadi alınca evden çıkar.
Keşiş, kızını bu Türk Beyi'nin oğluna vermek istememektedir. Bunun için de sürekli olarak İsfahan çevresinden uzaklaşmaya başlar. Kerem de arkadaşı Sofu ile onları takip etmektedir… Bu kovalamaca yıllarca sürer. Keşiş, gelip Kayseri’ye yerleşir. Kerem de İsfahan'dan çıktığı yolculuğunu Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde sürdürerek Kayseri’ye yönelir. Kayseri yakınlarında bir çobanla karşılaşır ve şu türküyü söyler:
Gece olur Kerem ile arkadaşı Sofu, Keşiş'in evinin bahçesine gelirler. Ne var ki, ay tam dolunay dönemindedir. Her taraf iyice aydınlanmaktadır. Bunlar o sırada, oradan geçen Kolcubaşı tarafından yakalanır. Ve hırsızlık isnadıyla hapse atılırlar. Iş mahkemeye düşer. Kerem ve arkadaşı orada kendilerini anlatırlar. Şehrin Bey'i bunları hapisten çıkartır, evinde mükellef bir sofra hazırlar ve Aslı'yı Keşiş'ten isteyip alacağına söz verir. Ertesi günü de, Keşiş’i yanına çağırtır. Durumu anlatır ve kızına dünür olur. Keşiş, Bey’in elinden kurtulmasının imkânı olmadığını anlayınca rıza gösterir. Söz kesildikten sonra, hemen düğüne başlanır, kırk gün kırk gece yenilir, içilir, eğlenilir. Keşiş kızını, büyü yaptığı pembe bir elbise içerisinde gelin alayına teslim eder. Kıza da sıkı sıkı gerdekte elbisesinin düğmelerini kendisinin çözmemesini, Kerem'in çözmesi gerektiğini tembihler.
Eğlen çoban eğlen haber sorayım, Aslıhan’ım Kayseri’ye vardı mı? Mecnun oldum, bâri bir kez göreyim, Aslıhan’ım Kayseri’ye vardı mı? Karadır kaşları, gözü sürmeli, Keten gömlek giyer göğsü düğmeli, Güzeller içinde onu övmeli, Aslıhan’ım Kayseri’ye vardı mı? Dertli Kerem ister Hak’tan yardımı, Mevlâm bir kuluna verme derdimi, Aslı göçtü viran koydu yurdumu Aslıhan’ım Kayseri’ye vardı mı? Kerem, yol arkadaşı Sofu ile İsfahan’dan Kayseri’ye tam yedi yılda gelir. Keşiş'in Kayseri’ye yerleştiğini öğrenince de onun evini aramaya başlar. Nihayet bir çocuktan onun Setenönün'de oturduğunu ve evini öğrenir. Evin önüne gelince, Aslı/yı da pencerede görür. Kendisini tanıtmadan hemen oradan uzaklaşır. Gece, yol arkadaşıyla Aslı’yı nasıl elde edecekleri yolunda plan kurarlar. Keşiş'in karısının dişçilik yaptığını öğrenmiştir. Dişini çektirmek üzere, evine gitmeye karar verirler ve öyle yaparlar. Eve girdiklerinde Aslı kendisini karşılar. Dişini çektireceğini öğrenince de annesine götürür. Kadın gelir dişine bakar, Kerem çekilecek dişini gösterir, Kadın, Kerem'in başını Aslı'nın dizine
Talas'ta bir köşkte gerdeğe giren aşıklar baş başa kalırlar. Kerem'in hakiki çilesi bu defa burada başlar. Aslı'nın düğmelerini çözdükçe onlar kendiliğinden yeniden iliklenir. Sabaha kadar uğraşır bir türlü elbiseyi üzerinden çıkaramaz. Bu ıstırap üzerine öyle bir "Ahh!" çeker ki, bu "Ah"la birlikte, ağzından çıkan alevde tutuşup yanarak kül olur. Aslı da, Kerem'in küllerini, çözdüğü saçlarıyla süpürür ve o da Kerem'in küllerinden saçlarını tutuşturması sonucu yanarak külünü Kerem'inkine katar. Böylece bir aşk hikâyesi sona erer. Olayı haber alan Kayseri’nin Bey’i ile halk toplanır bunlar için muhteşem bir cenaze töreni düzenler. Sonra götürüp iki aşığı Erciyes'e gömerler. O tarihten bu yana her bahar Erciyes’te bir çift gül açar. Birisinin rengi kırmızı diğerininki ise beyazdır. Kırmızı Kerem’i, Beyaz ise Aslı’yı temsil eder…
61
alk müziğimizde gerek kullanılan sazlarla ve gerekse icracıları ve sıra gecesi geleneğiyle, ülke genelinde kendine has bir yer edinen Urfa’nın yirminci yüzyılın başlarında, ilk akla ses sanatçılarından biri Hamza Şenses’tir. Genç yaşında saçı döküldüğü için çevresinde “Kel Hamza” lakabıyla tanınan, plaklarda ise “Urfalı Hamza Şenses” olarak geçen sanatçının, uzun havalara ve hoyratlara kattığı yorumun, devrin diğer sanatçılarından farklı olduğu bir gerçektir.
UZUN HAVALARDA BİR EKOL
URFALI HAMZA ŞENSES Gramofon ve taş plak devrinin önemli isimlerinden olan sanatçı, kayıtlara göre 1904 yılında Urfa’da, Büyükyol’da bulunan Vali Fuat Caddesi, Hilal Sokak’ta 21 nolu evde doğmuştur. İsmail BİNGÖL*
Hamza Şenses’in sesi çok güzel olup güçlü ve yanıktır. Bilhassa hoyrat ve gazelleri çok güzel okumuş ve dinleyenleri etkilemiştir. Sesinin yüksekliği için şöyle bir örnek verilir: Gece Urfa Kalesi’nde okuduğunda, 6-7 kilometre mesafedeki Karaköprü’de duyulurmuş. Türküleri söyleyişteki gücü, makama olan hâkimiyeti ve sesinin tiz, volümünün yüksek oluşu, onun ayırt edici vasıflarındandır. Bundan dolayı kendinden sonraki sanatçılar üzerinde büyük etkisi olmuştur. Günümüzde bile, bu uzun havaları, hoyratları, gazelleri Hamza Şenses’in okuduğu şekilde okumaya çalışan sanatçılar vardır. Gramofon ve taş plak devrinin önemli isimlerinden olan sanatçı, kayıtlara göre 1904 yılında Urfa’da, Büyükyol’da bulunan Vali Fuat Caddesi, Hilal Sokak’ta 21 nolu evde doğmuştur. Anne tarafından Tanburacıoğulları’ndan olup, lakapları “Hacı Hamolar”dır. Kürkçülük yapan babasının ismi Mustafa, annesinin ismi Zeliha’dır. Ailenin iki çocuğundan biridir. “Hanım” isminde dayısının kızı ile evlenmiştir. Eşi, 1978 yılında vefat etmiştir.
*TRT Erzurum Radyosu
sayı//56// mart 62
Çocukluğunun Osmanlı imparatorluğun dağılışına ve bundan dolayı ortaya çıkan çalkantılara, savaşlara ve devlet mekanizmasının çöktüğü, inkıraza uğradığı zamanlara denk gelişi yüzünden, yaşı küçükte olsa, acının, yoksulluğun, yokluğun, gidipte gelmeyişin, gelipte görmeyişin, kaybedişin, parçalanışın, dağılışın şahidi olmuştur. Onun içindir ki, “bir cepheden başka bir cepheye koşan Mehmetlerin hazin öykülerinin yanında, Seferberlik türküleri de çınlar olmuştur kulaklarında...” O hüzün yıllarında, Çanakkale, Sarıkamış, Irak, Kafkasya, Filistin, Yemen, Galiçya, kısacası yedi cephede yedi düvele karşı koymaya çalışan Osmanlı her geçen gün erimektedir. Bütün bu
acılar hasebiyle coğrafyanın her bir yanından gökyüzüne ağıtlar yükselmektedir. “Yaşlı gözler, ucu yanık mektuplar, gözyaşıyla ıslanmış mendiller…” Çoğunlukla elde kalan sadece budur o günlerde. Hamza Şenses, herhangi bir okula gitmemiş, ama meraklı ve gayretli olduğu için okuma yazmayı kendi kendine öğrenmiş, genç yaşından itibaren şiirler yazmış ve besteler yapmıştır. Esas mesleği ise, Keçeciliktir. Keçecilik yaparken sesi güzel olduğu için kendi kendine türkü söylermiş. Yine hoyrat okuduğu bir sırada, ustası ve arkadaşları “Hamza, sesin güzel, niye plağa okumuyorsun?” diye ısrar etmişler. Oysa devrin Urfa’sında müzik; ortama keyif katmak, muhabbeti güzelleştirmek adına yapılıyordu. Para karşılığı çalıp-söylemek ayıp sayılırdı. Türkü sevdalısı bu insanlar; “hüzünden, dünya gurbetinden, yitirişlerle dolu bir iklimin içinden seslenirler. Yaşadıkları neyse onu seslendirirler. Sahicidirler. Yapay değildir söyledikleri…” Dolayısıyla bunu maddi bir karşılık için yapmazlardı. Hamza Şenses de bunu bildiğinden, düşünüp taşınır, önce yakın çevresine, sonra da gidip dayılarına durumu anlatır. Onlardan müsaade alır. Dayıları da “Yetimsin, ihtiyacın vardır, sesin de güzel, sen bilirsin” deyince, böylece çeşitli yerlerde okumaya başlar. Halk tarafından sevilip takdir edilmeye başlanınca da plak yapmaya gider. Plağı çıkınca artık ünü Urfa sınırlarını aşan sanatçı, çalışmak üzere Urfa dışından teklifler almaya başlar. Ve nihayet, vefat ettiği ana kadar, gerek Urfa’da, gerekse başka yerlerde müzik meclislerine, konserlere katılır, ses sanatkârı olarak çalışır. Bağlama, tambur ve cümbüş çalmasını da bilen Hamza Şenses, Urfa’nın ünlü ses sanatkârı Mukim Tahir'le aynı dönemlerde yaşamış, Şanlıurfa'da bulunduğu sıralarda, Çardaklı Kahve ve Aynzeliha Gazinosu’nda programlar yapmıştır. Urfa sıra gecelerine, dağ yatılarına, asbap gecelerindeki müzik meclislerine katılmış, devrin müzik ustalarıyla meşk etmiştir. Urfa Halkevi müzik grubu ile yıllarca sahneye çıkmış, sayısız konserler vermiştir. Bunun yanında bir müddet de Diyarbakır, Gaziantep, Adana ve İstanbul sahnelerinde sanatını icra etmiş, özellikle hoyrat ve uzun havalarda kendine ait bir yer edinmiştir. Az sayıda plak yapmış olmasına rağmen sesi ile yurt çapında tanınmış, devrinin en ünlü
okuyucularından biridir. Bugün elde altı plak kaydı bulunan Hamza Şenses; “Adam ağladan oldum, Aşkın ne derin yâreler açtı ciğerimde, Diyarbakır bu mudur, Kışlalar doldu bugün, Nere gidim kardaş nerem var, Ne hoş olur mahpushane havası, Urfa dağlarında gezdiğim çağlar “ isimli türkü ve uzun havalarda da kaynak kişi olarak görünmektedir ve bunlar TRT repertuarına alınmıştır. Hamza Şenses; çok kibar, çok temiz ve şık giyinen, titiz bir insandır, başında devamlı fötr şapka vardır, takım elbise giyer, kravat takar. Urfa’nın 1930-40’lı yıllarına göre çok modern giyinen biridir. Yine onu yakından tanıyanların anlattığına göre, çocuklarına çok düşkündür, onlarla sohbet etmeyi, şakalaşmayı, onlara hediye almayı çok sever. Annesi ile kıra giden kızı Türkan’ın, kayadan düşerek beyin kanaması geçirmesi, yıllarca hasta yatması ve neticede ölümü, sanatçıya çok tesir etmiştir. Öyle ki; kızının ölümü üzerine, sözleri Yaşar Nezihe Hanım’ın”Aşkın ne derin yareler açtı ciğerimde / Bir makbere döndü koca dünya nezerimde” sözleriyle başlayan uzun havayı bestelemiştir. Söylediği bu eser, Yaşar Nezihe Hanım (Devrinin önemli kadın şairlerinden olan şair, Silivrikapı/ İstanbul’da 29 Ocak 1882 tarihinde Dünya’ya geldi. 5 Kasım 1971’de öldü. Şiirlerini, Kazancı Bedih, Halil Hafız, Tenekeci Mahmut, Kel Hamza gibi sanatçılar da okudu. En meşhurlarından biri de, “Mecnun isen ey dil sana Leyla mı bulunmaz ” (Şanlıurfa-Ahmet Uzungöl-Mehmet Özbek)’ın bir şiiridir. O da bu şiiri küçük yaşta kaybettiği oğluna yazmış. Kel Hamza’yla aynı kaderi paylaşıp, aynı ruh ikliminde yaşayan Nezihe Hanım’ın bu şiiri hüzün ve keder doludur: 63
uzun havayı Hamza Şenses, dinleyenin içine işlememesi mümkün değildir. Türkülerin ruh dünyamıza böylesine tesir etmesi boşuna değildir. Zira bir koca milletin hayat hikâyesi, görüp geçirdiklerinin özeti gizlidir türkülerde…
Aşkın (Mevtin) ne derin yareler açtı ciğerimde Bir makbere döndü koca dünya nezerimde Yaş kalmadı şahittir Hüda didelerimde Gelen ağlar geçen ağlar bu zavallı halıma Gardaş yar ağlar oy oy oy Topraklara seni gömmek varmış şu zavallı kaderimde Hiç (Bir) sönmeyen hicran ateşi vardır içerimde Sen gülünen oyna ben bu zavallı hâlıma Gelen ağlar geçen ağlar bu zavallı halıma Gardaş yar ağlar oy oy oy Bu eseri, Urfalı mahallî sanatçı olarak adı geçen, ancak zamanla iletişimin ve ulaşımın gelişmesiyle birlikte ünü bütün ülkeye yayılan Hamza Şenses’ten dinlediğinizde, bu içten ve derinden gelen sesin, bir büyük hasretin, hüznün, kaybedişin yürekte meydana getirdiği tarifsiz kederin nişanesi olduğunu görürsünüz. Söyleyen ve yazan, dönüşü olmayan bir kapıdan geçip giden sevdiklerinin ardından belki bir teselli olur maksadıyla yüreklerinden geçeni sese ve söze dökerken, dinleyenler olarak bizde büyük bir ürpertiyle Dünyanın fani oluşunu hissederiz. Bu nedenle eserlerinin hemen hepsinin birer hüzünlü hikâyesi vardır. “Kışlalar doldu bugün” ve “Diyarbakır bu mudur” eserlerini ayrılık üzerine, “Urfa dağlarında gezdiğim çağlar” uzun havasını ise vurulup öldürülen dayısı Ali’nin üstüne, “Aşkın ne derin yâreler açtı” uzun havasını çocuk yaşta ölen çok sevdiği kızı Türkân için, “Adanalı esmer olur yan bakar” türküsünü de Adanalı bir arkadaşının üstüne bestelemiştir. Kel Hamza, “Kışlalar doldu bugün/ Doldu boşaldı bugün/ Gel gardaş görüşelim/ Ayrılık oldu bugün” uzun havasını Diyarbakır’da askerlik yapan kardeşini görmeye gittiğinde söyler. Hasretle yüreği dağlanırken duygularını dile getirdiği bu uzun hava, özelliğinden ve güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeden, günümüzde de birçok sanatçı tarafından icra edilmektedir. Öylesine farklı bir şekilde terennüm etmektedir ki bu sayı//56// mart 64
Birçok türküye kaynaklık eden sanatçı, aynı zamanda kendisi de bir türkü yakıcısıdır. Yaşadığı acı, tatlı birçok olaydan etkilenen ve onları türkü haline getiren Urfalı Hamza Şenses’in yaktığı en güzel türkülerinden biri ise; “Diyarbekir bu mudur?” adlı eseridir. Bu türkünün hikâyesi kısaca şöyledir: Onun Urfa dışında sık sık gittiği yerlerden biri de Diyarbakır’dır. Diyarbakırlılar Hamza Şenses’i çok sever. Diyarbakırlı meşhur ses sanatkârı Celal Güzelses de Hamza’nın en yakın arkadaşlarından biridir. Hamza Şenses, yine bir davet üzerine birkaç gün çalışmak üzere Diyarbakır’a gider. Fakat ısrarlı talepler üzerine programını birkaç kez uzatır ve böylece uzunca bir süre Diyarbakır’da kalır. Birkaç günlüğüne gidip, bir aydan fazla kalan Hamza’dan bir haber alamayan ailesi meraklanır. Babasını çok seven kızı, babasına, hem özlemini hem de endişesini dile getiren bir mektup yazarak gönderir. Mektubunun sonuna da şu dörtlüğü yazar: “Diyarbekir bu mudur,/ Testi dolu su mudur,/ Gittin ki tez gelesin, / Tez geldiğin bu mudur?” Hamza Şenses, kızının mektubunu ve sonundaki mısraları okuyunca, içine ayrılık ateşi düşer; eşine ve çocuklarına özlemini mısralara dökerek adeta kızına cevap verir. “Diyarbakır dört köşe,/ İçinde billur şişe, / Allah sabırlar versin, / Yarından ayrılmışa” Gurbette ayrılık hasreti ile kızının yazdığı ve kendisinin kızına karşılık yazdığı mısraları beste haline getirip daha sonra plağa okur. O günden bu güne bu türkü sevilerek söylenmektedir. Hayatı boyunca ayrılık, yokluk, evlat acısı gibi birçok sıkıntılar çeken ses sanatkârı ve aynı zamanda bestekâr olan Hamza Şenses’in talihsizlik bir türlü peşini bırakmamış ve 1939 yılında Urfa’da ara sıra program yaptığı Nacar Pazarı üstünde bulunan Çardaklı Kahve’de dengesini kaybedip düşerek vefat etmiştir. Mezarı Bedi-üz zaman Mezarlığı’nda Hızmalı Köprü’nün karşısındadır. Meraklılarının bugün de severek dinlediği Hamza Şenses’in, yöresinde tanındığı adıyla Kel Hamza’nın, müziğimizin özgün sesi olarak bundan sonra da yaşamaya devam etmesini, unutulmamasını diliyor, bu yazı vesilesiyle kendisini rahmetle anıyoruz.
Yazar: Nidayi SEVİM Akıl Fikir Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN
eşf-i İstanbul serisinin üçüncü, İstanbul yoğunluklu gezi-mekân yazılarımızın beşinci istasyonundayız. Bu çalışmamızda da İstanbul’un pek bilinmeyen veya hakkında çok az malumat bulunan tarihî mekânları, şehirde iz bırakmış bazı şahsiyetleri hatırlamaya ve hatırlatmaya çalıştık.
Diğer çalışmalarımızda olduğu gibi bu çalışmamızda da İstanbul dışından bazı gezi-mekân yazılarımıza yer verdik. Bunlar Anadolu’ya açılan ilk kapımız, Selçuklu döneminden kalan mezar taşları ve beylikler döneminden kalan kümbetleriyle ünlü Ahlat (Kubbet-ül İslam), anlatmaya kelimelerin kifayet etmediği Kahramanmaraş ve Erzincan yazılarından oluşuyor. Elinizdeki dâhil yayımlanan son beş kitap her ne kadar İstanbul merkezli yazılardan oluşuyorsa da bunlar bir bakıma bizim yıllıklarımız gibidir. Gezdiğimiz, gördüğümüz, yazmaya değer bulduğumuz farklı türden yazılardan mürekkeptir. Açıkçası belli bir kurala, tasnife ve tür ayrımı yapmaya gerek duymadık. Her zaman ve zeminde dile getirdiğimiz üzere bizim hikâyemiz yere düşmüş hatırlanmayı ve ayağa kaldırılmayı bekleyen bir mezar taşı ile başlar. Çalışmamızda tarihe mal olmuş bir büyüğümüzün unutulmuş mezar yerini tarif edebildiysek bu bizim için şu fani dünyada en büyük mutluluk ve iftihar vesilesidir.”
ŞEHİR K İ TAP
KEŞF-İ İSTANBUL - III-
Koca Mustafa Paşa semtinde yer alan Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi; Fatih Sultan Mehmed Han’ın mimarları arasında gösterilen Ayas Ağa’nın Saraçhane’de inşa ettiği ve günümüzde esamesi okunmayan camisi bu minvalde kaleme aldığımız yazılardan bazılarıdır. Eyüp Sultan Camii’nin ilk imamı ve Hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari’nin ilk türbedarı, Sivrihisarlı Şeyh Baba Yusuf; İstanbul üzerine kıymetli araştırmaları ve eserleri bulunan Mehmet Nermi Haskan; Şair Nurettin Durman ve Olcay Yazıcı üzerinde durduğumuz şahsiyetler arasındadır. İstanbul tarihinde, kültüründe önemli bir yeri olan ancak Kızkulesi ve Galata Kulesi gibi çok fazla bilinmeyen Beyazıt Yangın Kulesi; yine medeniyet tarihimizde köklü bir yeri alan Salâ kültürümüz ve yakın dönem edebiyat tarihimizde iz bırakmış “Yahya Kemal’in Eyüp Sultanı ve İstanbul’un İmarına Dair Bazı Değiniler” başlıklı yazımız da bu istasyonda bulunuyor.
65
YAŞANIR ŞEHİRLERİMİZ OLSUN
Birçok alanda ileri olmak, çağa ayak uydurmak makbul karşılanabilir ama mevzu şehirlerimiz olduğunda, tarihin dokusu şehre nefes aldırır. Cemil Meriç’in “gerici” tarifi tam da şehirlerimize uygun düşmekte. Eskiyi, bizden olanı, özümüzü canlı tutmaktır gerici olmak., Mustafa UÇURUM
ar bir sokak, ahşap evler, balkonlardan sarkan rengârenk çiçekler, sokakta oyun oynayan mutlu çocuklar, kapı önlerinde sohbet eden, fasulye ayıklayan teyzeler… Bunların arasından huzurla geçtikten sonra birkaç sokak sonra karşımıza çıkan devasa, soğuk, ürperten binalar. Kaçacak yer arayan ruhunu şehrin tarihi, insan kokan dokusuna emanet etmek için soluk soluğa sokaklar arayan günümüzün betona sıkışmış insanları. Her gün biraz daha betonlaşıyoruz. Sanki bu betonlar binaların temeline değil de içimizin en sıcak noktasına dökülüyor. Binalar yükseldikçe birbirimizden ve daha çok kendimizden kopmaya başladık. Uzak, soğuk ve tenha hayatların insanları olarak sürekli bir arayış içindeyiz. Önce kendimizi, sonra da kaybolan insan yanımızı arıyoruz betonlar arasında. MUSTAFA KUTLU’NUN BİNBİR ÇİÇEKLİ ŞEHİRLERİ
Bir Mustafa Kutlu hikâyesi okuyorsanız içinizin çiçek kokusuyla, üstünüzün başınızın çiçek renkleriyle dolup taşmaması imkânsızdır. Onun kahramanları ne yapar eder kendilerine bir avuç da olsa toprak parçası bulup çiçeklerine kök saldırırlar. Evinde, işyerinde, çalıştığı yerin küçük bahçesinde bir fırsat bulup çiçeklerle buluştururlar şehirden kaçırdıkları ruhlarını. Şehirde böyle bir imkân bulamazlarsa “Beyhude Ömrüm” diyerek dağ bayır demeden yollara düşüp bir köyün yeşilliğinde alırlar soluğu. Mustafa Kutlu, şehirlerin hızla insandan uzaklaşmasını hikâyelerinde, denemelerinde sürekli dile getiren bir yazar. Beyhude Ömrüm, Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, Uzun Hikâye gibi eserlerinde yolunuzu sürekli çiçekler keser. Emekle büyütülen, şehrin gürültüsünü dindiren, özellikle insan kokan çiçekler donatır dört bir yanı. Bunların yanında Nur adlı kitabı da tam bir şehircilik kitabıdır. Nasıl şehirler arzu ettiğini aralara sıkıştırır Mustafa Kutlu. Çiçeklerle süslü, renkli, doğanın en güzel dokularıyla bezenilmiş, çok katlı olmayan insanın huzuru için inşa edilecek şehirlerin hayalini yazar Kutlu Nur’da. İnsanın dünya hayatındaki huzurunun teminatı, yaşadığı şehirdir. Romanda mimarlar, mühendisler, modern yapılar arz-ı endâm ederken, Mustafa Kutlu içindeki çiçeği yine hikâyenin en can alıcı yerlerinden birine yerleştirir. Çiçek ile Cüneyt’in
sayı//56// mart 66
hayali, müstakil ve her yeri çiçeklerle çevrili bir evdir. TARİHİNE SAHİP ÇIKMAK ŞEHİRLERİ CANLANDIRIR
Birçok alanda ileri olmak, çağa ayak uydurmak makbul karşılanabilir ama mevzu şehirlerimiz olduğunda, tarihin dokusu şehre nefes aldırır. Cemil Meriç’in “gerici” tarifi tam da şehirlerimize uygun düşmekte. Eskiyi, bizden olanı, özümüzü canlı tutmaktır gerici olmak. Geleneğine sahip çıkarak, kendi öz varlıklarını yaşatarak gerici olmak ve böylece ileriye sağlam adımlarla yürümek. Böyle bir gericiliğe ihtiyacı var şehirlerimizin. Soluklanmak için, demli bir çayı yudumlamak için hep tarihi dokusu yaşayan mekânları tercih ediyoruz. Şehirlerin ayakta duran en gözde hanları, kervansarayları, medreseleri günümüzde hâlâ yaşatılıyorsa şehirlerin kalbi tam da bu mekânlardır. “Şehrin hafızasını yeniden canlandırmak” diyor Mustafa Armağan bu geriye dönüşe. Hafızası yaşatılan şehirlerin ancak geleceğe kalabileceğini anlatıyor her fırsatta. Şehirlerin geçmişinin birer kalıntı deposu olmadığını söyleyerek şehrin mevcut mimarisinin korunmasının ilk hedef olarak belirlenmesi gerektiğini söylüyor. Şehir kendi dilini bulacak, geçmişte eriştiği bilgeliği hatırlayacak ve geleceğe bu bilgeliğin çizdiği yoldan gidecek. Şehirleri ancak bu türden bir irkilmenin ayakta tutacağını söylüyor Armağan.
ŞEHRE ANLAM KATMAK İnsana, imana değer veren yaşanabilir şehirler inşa etmek. Böyle bir kavramlar silsilesinin ardında beliren en net isim Turgut Cansever’dir.
Modern şehirlerin her açıdan insandan uzaklaştığını anlattı ömrü boyunca Turgut Cansever. İnsanı merkeze almak, imanı göz ardı etmeden şehirler kurmak üzerine yazdı, konuştu, inşa etti Cansever. İslam vurgusunu şehirlere nakış nakış işlemek gerektiğini söylüyor Turgut Cansever. İslam şehirlerinin ruhunu yansıtacak en gözde çalışmanın şehirlerin her köşesinde bu ruhun hissettirilmesiyle olabileceğini anlatıyor. Batıyı taklit etmeye gerek olmadığını, İslam coğrafyasının mimari konusunda dünyaya ders verecek bir gücü olduğunu ve bu gücü yaşadığımız çağa da yansıtmak gerektiğini bu işe gönül verenlere duruyor büyük usta. Şehirlerimiz kabul etmesek de her gün biraz daha bizden uzaklaşıyor. Bizden olan her şeyden azade şehirler kuruluyor. Bir hayal olarak kalsa bile içimizdeki yeşeren umutları canlı tutmak adına Mustafa Kutlu’dan bol çiçekli bir bahçe, Mustafa Armağan’dan yüzyıllara meydan okuyan bir kervansarayın gölgesi ve Turgut Cansever’den içimizi aydınlatacak serin ve az katlı bir ev hayal edebiliriz. Umalım ki gün gelir hayaller de gerçek olur. 67
ŞEHRİN GÖRÜNMEYEN
MİMARLARI Şehrin yöneticileri bu anlamda şehir sevdalısı olmalıdırlar evvel ahirde. Her şeyden evvel onlar bu ruhu bilmeli ve ona talip olmalıdırlar.
İmdat AKKOYUN
“Yunus eydur gezerim Dost iledir bazarım Ol Allah’ın didarın gördüm bir dağ içinde” Yunus Emre
sayı//56// mart 68
ehir. “Medeniyetler şehirlerden doğar” denir. Elhak doğrudur. Şehir, Medine’dir. Medine ise Medeniyetin mayası, tohumu. Şimdi buradan devam edelim yani şehirden. Şehir öncelikle bir insan, sonra bir alem tasavvurudur. O âlem de daha çok bir mabed etrafında inşa olunandır. Mustafa Kutlu buna su, toprak ve topografya’yı da eklemeliyiz der. Şehir salt sınai, mimari, yol, su, kanalizasyon vs. değil, kültürdür en çok. Manevi değeri. Kültürel değeri. Mimari değeri. Sosyal alanı gibileri hemen akla ilk düşüverenler. Şehrin süsüdür onlar. Şehrin şehir olabilmesi, dahası bir medeniyet ve medeniyetin öncüsü olabilmesinin yegâne şartı nicelikten ziyade niteliği ve oranın demografik değerleridir. Tarihi bir yaşanmışlık, öğreti, irfan, tarih, sanat, mimari, sosyal hayat, ilim, hikmet ve hikmet ehlidir. Zira şehirlere can veren birer ruhtur onlar. Ancak ehl-i dil, ehli gönül bilir, tanır onları ve onların şahsında bir şehir inşa eder ve onların unutulmaması doğrultusunda çaba harcarlar. Şehrin yöneticileri bu anlamda şehir sevdalısı olmalıdırlar evvel ahirde. Her şeyden evvel onlar bu ruhu bilmeli ve ona talip olmalıdırlar. Şehir sevdalısı. Bu da oranın maneviyat büyüklerini diri tutmaktan geçer. Bilirler ki şehri şehir yapan oranın büyükleri, ruh ve mana katan önden gidenleridir. Dervişleridir. Bilgeleridir. Âlimleridir. Yunuslardır. Mevlanalardır. Hacı Bayram-ı Veli. Şeyh Edabalılarıdır. Molla Güranileridir. Emir Sultanlarıdır. Şehrin hakikate açılan kapılarıdır onlar. Şehrin insanlarını çekip çevirirler. Bizi eğitir, terbiye eder, yol açarlar önümüzde. Güzelliği görünenler de arayanlardan mısınız yoksa görünmeyenler de mi? Sizi bilmem ama benim tercihim daima ikincisinden yanadır. Zira bazen beton duvarlar sizi boğar, gökdelenler sizi tatmin etmez, yapay suni çimler, ışıklandırmalar sizi o derin yalnızlıklarınızdan çıkarıp almaz, alamaz. Kent yazıları ve kentleşme rüzgârları sizi boğaltma nöbetlerine düçar eder. Ruhunuzun paslanmaya göz kırpan köşelerine soğuk yalnızlıklar üfler biteviye. Yukarıda bahsettiğim gibi eğer şehrin manevi önderleri, kutup yıldızları varsa işte o zaman hafifleten tatlı bir deniz meltemi üfler o şehrin sokakları size. Düşkün kalplerinizi sıvazlar bilmem kaç bin asırlık geçmişleriyle. Şehirler insan gölgelerini hapsettikleri o büyük kuyunun sırrıdırlar. Zira her şehir gelecek sınavını döşünde barındırdığı bu sırlardan almaktadır. Bu sırrın yükünü
en başta yöneticiler yüklenmeli ve onların kokusunu bütün sokaklarına salmalıdırlar. O sırrın rengiyle boyamalıdırlar bütün caddeleri, sokakları, evleri, elleri, yüzleri ve dahi gönülleri. Şeref-ül mekân bil mekin” derler eskiler. Yaşadığınız yerin şerefi orada yaşayanlar ve yaşamışların iz düşümlerine bağlıdır. Züht ve takva serpiştirdikleri o topraklar da bir medeniyetin var olabilmesi, şehir olabilmesinin şartı bu değerlerin yaşaması ve yaşatılmasıyla yakın ilintilidir. Bu anlam da şehirden önce şehri kuran irade önemlidir diyen İbn Haldun haklıdır. O bunu güçlü hükümdarlar olarak belletse de biz güçlü iradeler, sağlam ruhlar, bilinçli ve şuurlu inanlar olarak te’vil ediyoruz. Şehrin de halleri vardır. Soğuğu, sıcağı, ayazı, toprağı, havası, mimarisi, kavşakları, kedileri, horozları, parkları, bahçeleri, falanca caddeleri, falanca sokakları, bozacıları, şıracıları, restoranları. En iyi kebapçısı, dönercisi… vs. bir de şehrin manevi bekçileri vardır. İlmi, irfanı, tarihi ve tarihi yaşanmışlıkları, tarihi şahsiyetleri önde tutan onları bir şehrin varoluşunun ön şartlarından gören yöneticilerdir. Manisa’nın büyük şehir olmasıyla merkez ilçeleri Şehzadeler ve Yunus Emre olarak ikiye ayrıldı. Her iki isim de büyük bir ağırlığa sahip. Her iki isim de koca bir hafıza ve koca bir şehre derin bir hafıza olmasıyla tercihteki isabeti işaret ediyor. İlki şehre ismini veren dervişten, diğeri ise bir devre liderlik eden koca imparatorluğun evveliyatına delalet ediyor. Yunus Emre nerede doğduğu belli olmadığı gibi nerede vefat ettiği de belli olmayan fakat Anadolu’nun birçok yerinde makamları bulunan Yunus Emre’yi şehirle özdeşleştirme çalışmaları yapmak artık o şehrin yöneticilerine kalmış bir şey. Yunus buralı olmadığı gibi bir makamı da yoktur bu anlamda belki de. Fakat bunun pek de bir önemi yoktur kanımca. O kültür öncüsünün ruhunu burada kılmak ve o ruhu bir şehri hafızası ve ruhu kılmaktır elzem olan. Şehri onun ismi etrafında toplamak, geçmişle gelecek arasında köprü kılmak yetecektir ona. Gönül istiyor şehre isim olan bir öncü ruh onun bütün caddelerine, sokaklarına ve dahi bütün suretlere sinsin ve bir bulut hüzmesi gibi kaplasın gökyüzünü. O isimle neşv-ü nema bulsun yaşadığımız şehir. Özdeşleşsin bu şehrin kaderi de onunla. Bu toprakların mümbit değerlerinden biri olan ve Türk Tasavvuf ehlinin şiarlarından Yunus Emre ismi. Şehzadeler. Manisa bir şehzadeler yurdu. Bir imparatorluğa değil salt, bir devre, bir döneme, çağa yön veren
padişahların hafızalarının ön kayıtları burada saklı. Bu kayıtlara yön vermiş kutlu bir şehir Manisa. O hafıza ki Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Süleyman Çelebi, II.Murat’ın oğlu II.Mehmet (Fatih) II.Mehmet'in oğlu Mustafa, II. Beyazıt'ın oğulları Abdullah ve Mahmut, Yavuz Selim’in oğlu Süleyman ( Kanuni ), Kanuninin oğulları Mustafa ve Mehmet, II. Selim’in oğlu Murat, II.Murat’ın oğlu Mehmet değerli isimlerdir her biri. 1942 yılın ılık bir sonbahar günü eylül rüzgârlarını arkasına alarak ata yurdundan ayrılan merhum Kemal Karpat şunu notları düşüyordu defterine: “Atalarımızın binalarını, imanımızı korumak boynumun borcudur. Her sokak, her köşe başı tarih ve ruh kokuyor, keşke kuvvetim olsa da toprağa, çamura batmış binalarımızı da kurtarabilsem. Camiye destek olursan, Türk’e destek olursun.” Babadağ’ında kalan bir Türk’ü anlatan bu sözler, aynı zamanda bir tarihi, bir şehri diri tutmanın yollarını da göstermektedir bize. Hoca bu ruhu sadece sözde bırakmaz daha sonra yazdığı bir kitapla ete kemiğe büründürür. Sarı Saltuk Diyarı Babadağ’ı olarak raflarda yerini alır. Bu sözler unutulan İslam diyarı Dobruca’da, Babadağ’ındaki Müslüman cemaati yaşatma, tarihini diri tutma gayretinin de hikâyesi olmuştur aynı zamanda. Böylece “Bir daha seni göremeyeceğim” diyen Vasfiye ablası ve kendisini yetiştiren muhite ve tarihe, kültüre bir nebze de olsa vefa göstermiş oluyordu. Ve aynı zamanda şehri şehir kılan amillerin de izini kazıyordu belleklere. İmdi şehri kentten ayırıp şehre vararak, şehrin hazirelerinde unutulmaya yüz tutmuş derin hafızalarını bir bir kaldırıp milletin önüne dikmeli. Önlerinde saygıyla eğilerek ellerinden tutmalı. O ruhla tarihin izlerine düşülmeli. Şehrin insanlarının o ruhları daha iyi tanıyabilmeleri için değerli akademisyen ve konunun uzmanlarıyla sempozyumlar, paneller düzenlenmeli. Böylece salt şehrin değil, o şehrin insanlarının da o renge boyanmasını arzulamamalı. O renge, ilme, irfana ve hikmete. Kuru bir isim olmaktan kurtarıp o şahsiyetleri ete kemiğe büründürerek halkın önüne getirmeli. Anlatmalı. Sokaklara, caddelere çıkarmalı, sofralara davet etmeli, evlerimizde misafir etmeli. Şehrin caddelerinde üful üful o rüzgârlar yalamalı insanın yüzünü. O vakit şehir şehir olacaktır. Aksi şehir bir kuru kent olmaktan öteye geçemeyecektir. Dev beton yığınlarına gömülmüş ruhsuz binaların kümesi kent. Şehri bir ruhla ruhlandırmalı. Şehri bir manevi ruhla taçlandırmalı.
69
KADINLARIMIZ “… İşte, Türk milletinin kanunlarını bir zamanlar Avrupa’da tâ Viyana içlerine; Asya’da Hint Okyanusu’na, Şimali (Güney) Afrika’nın doğusundan ta batı ucuna kadar yayan büyük fatihleri, hep o kahraman Türk anası yetiştirmiştir…” Seyfullah ERKMEN
öze bu başlıkla başlamak istemezdim, hoşgörün. Neden mi başlamak istemezdim? Çünkü 30’ların 40’ların hatta 50’lerin bu başlıkla çıkan o kadar yazıları vardır ki artık tiksinti derecesinden. Kadınlarımız ve Hakları, Kadınlarımız, Mazide Kadın, 25 Sene Sonra Çirkin Kadın Kalmayacak gibi gibi böyle sanki bir köleymiş de kendileri azat etmiş sonrasında “ne iyi ettik” “bak seni kurtardık” gibi manaları ima eder derecesinde aşağılık bir kompleks ile kadınlarımızı gazete küpürlerinden düşürmemişler. Daha başlamadan söyleyelim ki burada mevzumuz hiçbir suretle bu haklar olmayıp bu hakları dile getirirken onlara karşı bir eziklik duygusuyla yaklaşmayı kendilerine görev addetmiş kimselerin tutumlarını yazmak ve bu güne kadar sürmüş etkisine az da olsa değinmek olacaktır. Bu yazılardan bazıları kendi devrinde herhalde kadınlarımızın başka ülkelerdeki kadınlara nazaran daha az vefalı veya kendilerine denk kadın olmadığını ileri sürenlere bundan başka aradığı zihniyette kadın olmadığını savunanlara cevap vermekle başlamıştır. Buna bir misal Dr. Sadi Irmak’tır. Kadınlarımızın meziyyetlerini anlatan yazısında bazı milletlerin kadınlarına milli marşlarında yer ayırdıklarını söyledikten sonra “Biz de milletçe Türk kadınının değerini daima tanımışızdır” demektedir. Şimdi buraya neden takıldığımızı biraz aşşağıda göreceksiniz. Bu yazı böyle devam ediyor, haklı olarak Yemen’e Arnavutluk’a geri gelmeyecek nişanlısını yolcu edip yıllarca bekleyenlerin meziyetlerini sıralıyor ve buna benzer güzel ilaveler yaparak devam etmektedir. Sadi Bey devam ediyor: “Kadınlarımızın zihni kabiliyetlerine gelince, bu bahsi derin bir hayret ve hayranlık duymadan ele almak mümkün değildir. Ömürleri Çarşaf içinde geçmiş nesillerin ilk çarşafsız kızları arasından bir hamlede değerli doktorlar adil yargıçlar ileri zihniyetli öğretmenler muharrirler yetişmiştir. Bu yetişme başka memleketler ölçüsüyle o kadar ani olmuştur ki buna yerden biter gibi demek caizdir.” Burada bir duralım. Sadi Bey “Ömürleri Çarşaf içinde geçmiş nesillerin ilk çarşafsız kızları arasından bir hamlede değerli doktorlar adil yargıçlar ileri zihniyetli öğretmenler muharrirler yetişmiştir.” Dikkat ederseniz ilerlemeyi katatmişler Sadi Bey’in
sayı//56// mart 70
yazısında “Çarşafsız kızlardır.” Yani daha açık söylemek gerekirse Sadi Bey’in yazısını ismini verdiği Kadınları’mız’daki aidiyet eki olan “mız” içerisine girenler bizatihi Anadolu kadını olmayıp çarşafından soyutlanmış Dini vecibesinden feragat edip kendi kafalarındaki marangozdan geçtikten sonra kendi kurdukları kalıba giren kadınlardır. Ben daha şunun şurasında 15 sene kadar öncesi falan adını bile hatırladığım bir öğretmenimin okula gelince başörtüsünü kapıda çıkarıp çantasının içersine koyduktan sonra okula girdiğini acaip ruh haleti içersinde görürdüm. Şimdi bu ablamız veya annemiz, daha açığıyla kadınımız kendi hür kendi vicdani duygusuyla mücehhez olduğu halde kapıya kadar geliyor, sistemin kendisine açtığı öğretim gibi yüksek bir meslekle ekmek kapısından girebilmek için inancından feragat edip başörtüsünü çıkartıp içeri girebiliyordu. Yani Sadi Irmak’ın kullandığı Kadınlarımız kavramı içerisine ancak öyle girebilmekteydi. Acaba bu Anadolu kadını kapıya kadar kendi toprakları içersindeydi de kapıdan sonra başka bir Dünya’ya mı geçiş yapıyordu? Kimindi bu bina? Burada kimler okuyordu? Neden kendi toplumundan olan kimselere ders vermek için kendi toplumunda yaşadığı şekliyle girememe yasağına takılmıştı? Böylesi hadiseleri satırlarca sıralamak mümkündür. Zira teller arkasında subay oğlunun mezuniyet merasimini izleyip gözyaşları içersinde kalanları daha başka; oğlunun orduevindeki düğününü gözyaşları içersinde izleyen annelerimn iç acısını sağır sultan bile duymuştur. Sadi Irmak bunları
anlatıp ancak bizim söylediklerimizin kendisinden tam 70 küsür sene sonra dile getirileceğini belki de tehayyül bile edemeyerek şunları eklemekteydi: “Kadına en ileri memleketlerin bile tereddüt ettiklerini hakları veren rejimimizin zihniyetini işte bu gerçeklerin ışığı altında kavramalıdır” Yani fazlasıyla ikaram, yani yine bir borçlu bırakma. Neden böyle söylediğimi birazdan sarfedeceğimiz cümlelerle anlayacaksınız. Nitekim Rasulullah (a.s) “Cennet annelerin ayakları altındadır” “Kadınlar size Allah’ın emanetidir” gibi sözlerle onlara hakların Kainatın Yaratıcısı (C.c) tarafından verildiğini beyan ederken onları hiçbir kul rejimine minnet duygusuyla bırakmıyor, kendilerine verilecek değerin en yüksek makamdan verildiğini beyan ediyordu. Gelgelelim Sadi Bey “Kadına en ileri memleketlerin bile tereddüt ettiklerini hakları veren rejimimiz” demekle onları bir aşağılık kompleksine itmekle kalmayıp malesef bir de onları fazlasıyla hak verilmiş birer borçlu addetmektedir. (Ulus, 17.4.1945, Dr. Sadi Irmak, Kadınlarımız ve Hakları) Bu borçlu kavramına bir virgül koyalım ileride değinmeye çalışacağız. Bundan başka kadınlarımızdan olan bir yazıya ilişiyor gözümüz. Yıl 10.6.1941, Tan Gazetesi, Şükûfe Nihal. Türk Kadınının Mazisine bakış. Başlarda yerinde medihleriyle annelerimizi anlatan çok güzel cümlelerle başlıyor bu yazı; “… İşte, Türk milletinin kanunlarını bir zamanlar Avrupa’da tâ Viyana içlerine; Asya’da Hint Okyanusu’na, Şimali (Güney) Afrika’nın doğusundan ta batı ucuna kadar yayan büyük fatihleri, hep o kahraman Türk anası yetiştirmiştir…”
71
Yazısına devam ederken kadına verilen değerden, ilk türk topluluklarından, Orhun Kitabelerinden, Yusuf Hacip’in Kutatkubilg’de anlattığına, İslamiyetin ilk devirlenide kadına verilen değerden bahsetmektedir. Sonra Selçukîler’den, eski Anadolu Türkmen beyliklerinden de bu suretle bahsettikten sonra yazı kendini Evliya Çelebi’nin masallarına bırakmakta. Tahlilde ortası olmayan bu seyyahımız ya Alice gibi harikalar diyarında ya ateş vadilerinde yalınayak dolaşıp dutmuştur. Zaten bu yazının sahibi Şükûfe Nihal de bu abartıların farkında olup şunları söylemekte “… Bize o devir kadınlarının acıklı hayatını, mübalağa da olsa, kafi derecede anlatmıştır” demektedir. Kafi derece dediği Evliya Çelebi’nin Yanya’dan bahsederken “Çarşı ve pazarda avrat gezmek, bu şehirde gayet ayıptır. Avradı taşrada görseler hemen asla aman ve zaman vermeyip katlederler?!” Van’dan bahsederken “Vanlılar gazup (öfkeli), sahib-i namus adamlar oldukları için, hatunlarından biri bile taşra, düğüne, derneğe, dereye filan asla çıkmıyorlar” diyerek şöyle devam ediyor, sıkı durun; “Meğer ki, merhume olup da evi kapısından şehadetle çıka” gibi sadece abartı terimiyle anlatmanın bile kafi olmadığı bu ve buna benzer cümleler. Artık bu son cümleye siz değerli okurlarımıza laubali olmayacak bir yazı kaleme aldığımızı neredeyse unutup günümüz tabiriyle bir emoji koyasım geldi. Yani evinden sadece ölen kadınlar çıkabilir?! Burada tebessüm ettiğinizin farkındayız, ama o “siz hürriyeti buraya borçlusunuz, şuraya borçlusunuz” gibi sanki hakları değilmiş de verilmiş gibi aşağılık kompleks cümlelerinin temeli işte buralarda atıldığını görüyoruz sevgili okurlar. Hatta öyle gösterilecek ya hanımfendi Ziya Paşa’nın bir
sayı//56// mart 72
darb-ı mesel gibi sarfettiği “Avrat gibi mağlubu hava olma, er ol er” diye Ziya Paşa gibi büyük bir şairin kadınlara bakış açısını bir cümlesiyle kendi tasavvurundaki gibi biçip dikip istediği bir ölçüde pazarladığı görülmektedir. Çünkü Ziya Paşa’nın neredeyse meridyene denk gelmiş bir zamanda yaşamış olması, yazarın yeni devri meth için eski devri kötüleyeceği müsait bir alan oluşturmaktaydı. Büyük şair! bir cümlesiyle tüm Hürriyet çabaları, Avrupa hayatı, düzünelerce yazıları, Ali Paşa’ya Zafername’si, gibi birçok fiiliyatı kendisine bir Muhbir’in bile ulaşması mümkin olmayan devirde hevayi bir gaye uğrunda bir cümlesiyle kendisine bir mağlupnâme olarak çevrilmiş oluyordu. Refi’ Cevad Ulunay’ın Adabı Muaşeret yazıları, 25 Sen Sonra Çirkin Kadın Kalmayacak manşetleri, Kadınlar çirkin mi güzel mi gibi çirkin çirkef yazılar, derken birtürlü yakasından düşmüyor yakalarından. Neticede hürriyet verilmişlerdi zenginin fakire para verirken fotoğraf çektirmesi gibi bir tablo. Az kalsın unutuyordum, ta yukarlara hatırlayacağınız üzere bir tane virgül bırakmıştık. Borçlu bırakmak demiştik. Yukarıdan beri anlatılanların hazırladığı zemin bugün tarihçi veya sosyolok veya araştırmacı vasfı altında geçmişe dönük hakları olan eleştiri hakkını kullanarak eleştirilerde bulunmaya çalışan kadınlarımıza belki siz de rastlamışsınızdır ki “eleştiriyorsunuz ama şöyle olmasaydı şöyle olurdunuz, köle olurdunuz, cariye olarak kalırdınız, bilmem ne olurdunuz” gibi sanki kendilerine tanınmış hürriyet babalarının tarlalarından verilmiş ve daima birilerine minnet duygularıyla yaşamaya mecbur imişlercesine mütalaa serdettiklerine rastlamaktayız. Bunu apaçık söylerin adedi çok az da olsa bu
dolaydan söz sarfedenler hissedilir bir varlık göstemektedir. Bunun kendilerine sus payı olarak verildiği hissini oluşturan temellerin az-çok nasıl meydana geldiğini yukarıda söylemeye çalıştık. Derken derken Halkevleri, Kadınlar çalışmalı mı? Diye bir münazara düzenliyorlar Eminönü Hakevinde. Enterasan olan “Kadınlar iş hayatına atılmamalıdır” tezini savunanlar deplasmandan galip ayrılıyorlar. 29 Ekim 1946’da yer Eminönü halkevi, Jüriler: Dr. Adnan Adıvar, Ord. Profesör Ali Fuat Başgil, Ord. Prof. Şükrü Baban, Prof. Halide Edip Adıvar, Doç. Dr. Türkan Rado, Cihat Baban, Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil, Burhan Felek, Nadir Nadi. Münakaşa uzunca hepsini buraya almamız onu başlı başına bir mevzu yapmamız demek olacaktır. Yalnız dikkatimizi çeken “çalışmamalıdır” tezini savunanlardan birinin ilk başbakanlarımızdan ve M. Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilirken yanında “Sağlık Başkan Yardımcısı” vazifesiyle bu heyette bulunan Dr. Refik Saydam’ın sözüne müdafaasını dayandırmasıdır. Bu söz Dr. Refik Saydam’ın “Ben dairede kadın çalıştırmam, çünkü kadının tıbben en az ayda bir hafta istirahate ihtiyacı vardır. Bu da yılda 12 hafta yani üç ay eder. O sene kadının gebe kaldığını da düşünürsek beş ay da bunun için ayırın, geriye senenin 4 ayı kalır, 4 ay için bir senelik maaş veremem” sözüydü. İki tarafın da kadını metheden münazarasının sonucunda münazarayı 4’e karşı 5 oy ile Kadınlar Çalışmalıdır diyenlerin mağlubiyetiyle biterken kürsiye Halide Edip Adıvar çıkıp iki tarafı tebrik ettikten sonra “Galip ekibi kazandığı için, mağlup ekibi de inandığım bir fikri müdafaa etmek cesaretini gössterdiklerinden tebrik ediyorum” dedikten sonra münakaşa sona erer. (Vatan, 30.10.1946) Bu güzellik, çalışmak, mazide, bugün kadın gibi manalardaki gazete küpürlerine gözgezdirirken artık sona doğru aklıma Sait Halim Paşa’nın Buhranlar’ımız isimli eserinde bahsi geçen kadın hürriyeti mevzusu geliyor. Çünkü ilk Dünya Güzeli seçimlerimizden 12 yıl sonradır ki bir kadın prof yetiştiriyoruz. (Ulus, 1 Mayıs 1944) Birincisini Dünya çapında yapmamıza rağmen ikincisini ondan yıllar sonra yapmış ve bugün dahi hala dışarıda yani Dünya çapında bir varlık gösterememiş olmamız ne hazindir. Elbette ki birincisi ikincisine nazaran daha ucuz ve bilime katkısı mevzubahs olmayan birşeydir,
ancak ikincisine de önem vermiş olsaydık Sait Halim Paşa’nın “Önemli olan bu hürriyetin neye karşılık olarak verilmiş olsamasıdır. Acaba bu hürriyet faziletin mi, yoksa zevk ve eğlence aleti olmanın mı karşılığıdır?” sözü belki aklıma gelmeyecekti. Bu sadece kadınlar olarak değil biz erkeklerce de aynı şeydir. Yine de burada farklı bir ufuk açması babından Said Halim Paşa’nın bu bahisteki yazısını buraya aktararak mevzumuza nihayet vermek isterim. “Toplumsal vazife, toplumun ahlakının bozuk veya sağlam oluşuna göre pek çeşitli olabilir. Fakat toplumsal hürriyetin dayandığı esas, asıl mahiyeti gibi değişmez bir halde bulunur. Dolayısıyla toplum kadından, cazip şeyler, eğlenceler, hazlar isteyebileceği gibi, fikri ve ahlaki vasıflar ve faziletler de isteyebilir. Ancak, ahlakı bozuk, sefahatperest bir cemiyetin ihtiyaçlarının tatmini, ciddi ahlaklı ve faziletli bir cemiyetin ihtiyaçlarını tatmin etmekten daha kolaydır. Bu yüzden kadınlar, ciddi bir cemiyetten çok, zevk ve eğlenceye düşkün bir cemiyet içinde geniş hürriyetlere sahip olurlar.O halde bir cemiyette, kadın, kadının sahip bulunduğu hürriyetin derecesi, ne o toplumun yüksekliğini, ne de kadının toplumsal kıymetini belirten bir ölçüdür. Her ikisinin de kıymetinin ve aslının takdir olunabilmesi için bilinmesi gereken bir şey vardır; o da bu hürriyetin neye karşılık olarak elde edildiğidir. Acaba bu hürriyet faziletin mi, yoksa zevk ve eğlence aleti olmanın mı karşılığıdır? Bu tafsilattan, kadınlarımız için istenen hürriyetin, gerçek manası ve içyüzü açık bir şekilde anlaşılabilir” (Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Tercüman, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ, s.142) Sözlerimize nihayet verirken şunu ilave edelim ki Said Paşa burada kadınımızın zevk, sefahatperstlik yahut ilim ile ilgili tahlilini değil burada bir toplumun gelişmişlik seviyesinin kadının ilim yönünden kazandığı hürriyetle mi yoksa sefahatperestlikle kazandığı hürriyetle mi ölçülmesi gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. 73
Dedem Korkut eydur… Meğer Sultanım, Dirse Han’ın oğlancığı üç de kabile çocuğu meydanda aşık oynarlarmış”
BİR TÜRK DÜNYASI KÜLTÜREL MİRASI
“AŞIK OYUNU” Dede Korkut Hikayelerinde ve Kaşgarlı Mahmud’un büyük eseri Divanü Lugati’t Türk’de, Manas Destanında Aşık Oyununun konu edildiği görülmektedir. Salih DOĞAN*
ürklerin orta Asya’dan Anadolu’ya kadar göçebe Kültürel Mirası olarak taşıdıkları üç bin yıllık Aşık Oyunu halen üç yüz milyonluk Türk Dünyasında oynanmakta yarışmalar düzenlenmektedir. Unesco’nun Somut Olmayan Kültürel Miras listesinde bulunan, yaşayan Türk Dünyası Kültürel mirası olarak Anadolu’ya ulaşan Aşık oyununa dair unsurlar varlığını fiilen yitirmiş olsa da anlatı geleneğimizde dillere pelesenk olan “Benimle Aşık Atamazsın, Varmısın Benimle Aşık Atmaya, Herkes Benimle Aşık Atamaz, Cuk Oturmak” gibi sözlerle toplumsal hafızamızdaki yerini korumaya devam etmektedir. Gelişen teknoloji ve İletişim araçlarının sosyal yaşantımızı bu denli işgal etmediği eski günlerde, çocukların el ve göz koordinasyonu strateji düşüncelerini geliştiren bir yanı olan Aşık Oyunu; genellikle köy meydanları ve dam üstleri veya düğün yerleri gibi sosyal alanlarda oynanan oyunların başında geliyordu. Aşık Oyunu, ismini koyun, kuzu ve keçilerin arka bacaklarındaki diz ekleminde bulunan Aşık kemiğinden almaktadır. Türk Dünyasında bazı yüksek kesimlerde Kurt, Geyik, At ve Büyük Baş Sığırların Aşık kemiklerinden de elde edilmektedir. . Bu Aşıklar diğerlerine göre çok daha kıymetli kabul edilirler. Dört köşesi bulunan Aşık kemiği, oldukça dayanıklıdır ve göçebe Türk boyları tarafından oyun aracı olarak kullanıla gelmiştir. Hayvandan alınan bu kemiklere ağırlaştırılmak üzere irilerinden seçilen aşık kemiklerinin orta yerine kurşun dökülürdü. Bir diğer yöntemde kaynar suda uzun süre bekletilen Aşık krem rengini alır ve Aşık sağlamlaşır. Bir nevi çeliğe su verme işlemi gibidir. Bu Aşık’a “Kursa Aşık” denir ve kıymetlidir.
*İBB Kültür A.ş. Panorama 1453 Müzesi Müdürü
sayı//56// mart 74
Göçebe Türkler kendi giysilerini, çadır sergilerini keçeden Şırdakları yünden ürettiklerinden bu kumaş tiplerini boyamak için bitkilerden, topraktan yaptıkları kök boyalar kullanmaktaydılar. Türk çocukları sahip oldukları Aşıkları ailelerin boyama yaptıkları zamanlarda kırmızı, yeşil, turkuvaz, sarı renklere boyarlar onlarla oynarlardı bozkırda.. Dede Korkut Hikayelerinde ve Kaşgarlı
Mahmud’un büyük eseri Divanü Lugati’t Türk’de, Manas Destanında Aşık Oyununun konu edildiği görülmektedir. Ayrıca Çatalhöyük’te yapılan kazılarda Anadolu’daki tarihinin de çok eskilere dayandığı ortaya konmuştur. Gaziantep Karkamış’ta bulunan Anadolu Medeniyetleri Müzesinde M.Ö. 717-691 yıllarına ait bir Geç Hitit dönemi kabartmasında Kral Araras’ın çocukları aşık oynarken tasvir edilmiştir. Daha çok erkek çocuklar tarafından tercih edilen Aşık oyunu yer yer bölgelere göre değişiklik gösterse de Alçı, Aluk, Aşşıh, Aşuh gibi adlar yaygın olarak kullanılmaktadır. Alçı veya Kazak; Aşığın kulağa benzeyen kısmına denir. Togan; Aşığın düz kısmı (Alçının ters tarafı), Bök; Aşığın tümsek kısmı, Cik; Aşığın çukur kısmı olarak adlandırılır. Genellikle çocuklar ve gençlerin toprakta oynadığı Aşık oyununda oyuna başlarken Aşık atan şu sözü söyler; “Aş Sakkaları Teper Tokuş Değmeleri Menim” bunu söylemekteki maksat; Aşık atıldığında taşa, çöpe, yada ayağa çarptığı zaman rakip oyuncuların herhangi biri Aşığı almak konusunda herhangi bir hak iddia etmemesi içindir. Aşık Oyununda esas alınan nokta kemiklerin yüzleridir. Değişik oynama biçimleri ve oyunda esas alınan taş sayılarına göre oyun şekli belirlenmektedir. Oyunlar en az iki kişi ile oynanır. Aşığın, farklı kuralları olan “Ütmeli Aşık” “Hüllüoğlu” “Mireli” ve “Aşığım Ne Adam” gibi birkaç oyun
türü vardır. Bütün oyunlarda aşık kemikleri, oyuncunun malıdır ve oyun sonunda yeni Aşıklar kazanmak yada kaybetmek riski mevcuttur.. Bu oyunlardan bir tanesinde, oyunu oynayacak kişiler, birer veya oyunun türüne göre birden fazla Aşık kemiğini hizalı biçimde yatay olarak yere dizerler. Yerdeki kemiklere atmak üzere belirlenecek Aşık Kemiği, büyük olanlar arasından seçilir ve ağır olması için içerisine kurşun, kara sakız, mum dökülür yada etrafına tel sarılır, bu kemiğe “elcik” veya “enek” denilir. Sonra dizilen kemikleri vurmak için atacakları Aşıkları en uzağa fırlatarak oyunun sıralamasını belirlerler. Birinci gelen ilk atış hakkını elde eder en sonuncuda oyunun kalesini belirleyici olur. Oyunda dizilen kemiklerin sol veya sağ başından biri taraf Kale olarak seçilir. Sonra kemiklere yaklaşık beş metre uzaktan bir çizgi çizilir ve o çizgiden sırayla yerdeki kemiklere atış yapılmaya başlanır. Yere atılan kemik dört farklı şekilde durabilir ve yukarı gelen, gökyüzüne bakan kısmının şekline göre muhtelif adlar alır. Aşık kemiğinin daha yatay, enli olan kısmının çukur tarafı yukarı geldiğinde “Aç“, tersi gelirse “Tok” adı verilir. Dar olan kısmın çıkıntılı tarafı üst kısma gelirse “Kıt“, tersi gelirse “Bey” adı verilir. Bu adlar Kazakçada “Sige, Büge, Alşı, Täyke” şeklinde söylenir. Kaleyi vuran bütün kemikleri alır, kaleye ne kadar yakın vurabilirse o kadar kemik alır. Oyunda kazanılan Aşıklardan boyalı olanlar diğerlerine göre iki misli daha değerlidir.
75
Anadolu’da eskiden “Zıda” denilen çukurlar kazılarak oynanan aşık oyunu bugün renkli cam bilyeler ile tarihteki Aşık kemiğinin dönüşmüş şekli olarak varlığını sürdürmektedir. Eski zamanlarda bazı konularda iddaya girmek veya tahminde bulunmak kura atmak için kullanıldığı da bilinmektedir. Aşık oyunu günümüzde hâlâ en orijinal formuyla Kırgızistan, Kazakistan, Uygur Bölgesi gibi Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde oynanmaktadır. Özellikle Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından sonra kardeş cumhuriyetler Türk Dünyası Ortak Kültürel Mirasına dair çalışmaları artırmışlardır. Her yıl yerel ve uluslararası çeşitli yarışmalar organize etmektedirler. Son yıllarda içinde Aşık oyunlarının da tertip edildiği Dünya Göçebe Oyunlarıyla Kırgızistan ve Kazakistan’a Etno
sayı//56// mart 76
Festivallerine Türkiye’de yapmış olduğumuz Etnospor Festivalleriyle ortak kültürel mirasımıza önemli katkı yapılmaktadır. Bu kapsam giderek genişlemeye başlamış olup Türkmenistan, Azerbaycan, Tacikistan, Moğolistan, Rusya, Yunanistan, Hollanda, Almanya, Kore, Japonya ve Çin gibi ülkelerden katılan oyuncularla büyük yarışmalar organize edilmektedir. Bugün Kazakistan’da Milli spor olarak kabul edilen Aşık Oyunu ülkedeki tüm orta dereceli okullarda beden eğitimi dersi kapsamında öğretilmektedir. Kırgızistan’da bugün 25 bin kişinin aktif olarak oyunu oynadığı bilinmektedir. Son yıllarda Türk Dünyası Kültürel mirası konusunda Tika, Türksoy, Türk Konseyi, Dünya Etnospor Federasyonu başta olmak üzere bir çok kamu kurumu ve STK ciddi çalışmalar yapmakta kardeş cumhuriyetler arasında ortak organizasyonlar, işbirlikleri artırılmaktadır. Türk Dünyası Kültürel Mirası festivallerle gelenekten geleceğe taşınmakta geleceği kurgulayacak şey medeniyetimizin kendi öz değerlerimizin yeniden özümsenmesi ile mümkün olacağı bilinmekte ve hedeflenmektedir. Yol uzun ve meşakkatli olup yapılacak çok işin var olduğu görülmektedir. Bu minvalde yorulmadan, usanmadan, bıkmadan çalışmaya, araştırmaya ve Kültürel Mirasımızı gelecek kuşaklara aktarmaya devam etmeliyiz.
YOK OLAN BİR CAMİ: REVANİ ÇELEBİ CAMİ ‘’ Hey Koca Ayasofya, sen yılda bir mescid doğurursun ! Ayasofya camilerin en büyüğüdür. Onun Mütevellisi her sene bunun gibi birçoklarını bina etse hayret edilmez’ Mehmet SANCAK
stanbul, Fatih semtinde Bozdoğan kemerlerini hemen arkasında bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanlığının bulunduğu binanın yerinde II.Beyazıd, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni devrinde faaliyet gösteren Revani Çelebinin bir camisi bulunmaktaydı. Revani Çelebi’nin gerçek adı ‘’İlyas Şüca’’dır Revani denmesinin sebebi Edirne’deki evinin yakınından Tunca Nehri’nin geçiyor oluşudur. Nehrin ilham veren akıcılığı ve hareketinden dolayı ‘’akıp giden, Yürüyen’’ anlamına gelen ‘’Revani mahlası takılmıştır. Revani Çelebi Sultan II.Beyazıd devrinde Sürre alayları içinde Mekke ve Medine halkına gönderilen hediyelerden sorumluydu. Ancak bu dönemde Revani Çelebi hakkında Sultan Beyazıd’ın kulağına yardım paralarını zimmetine geçiriyor dedikodusunu duyunca Revani çelebiyi görevden aldı. Başına dahada fena işlerin gelmemesi için Çareyi İstanbul’dan gitmekte bulmuştur.Trabzon Sancakbeyi Yavuz Selim Şair kişiliğinden dolayı
Revaniye sahip çıkarak Trabzon’a yanına aldırmıştı. Şehzade olan Yavuz Selim padişah olunca Revani Çelebinin de ikbali parlamış oldu Kendisi bu dönemde Ayasofya Camii Mütevelliğine getirilmişti. Rivayetlere göre Sultan Selim, Caminin bulunduğu Bozdağan kemerinin yanından geçerken Revani Çelebinin yaptırmış olduğu camiyi görerek. ‘’ Hey Koca Ayasofya, sen yılda bir mescid doğurursun ! Ayasofya camilerin en büyüğüdür. Onun Mütevellisi her sene bunun gibi birçoklarını bina etse hayret edilmez’’ dediği rivayet edilir. Revani Çelebi Yavuz Sultan Selim devrinden sonra Kanunı devrinde’de bir müddet yaşamış ve daha sonra 1524 yılında vefat etmiştir. Revani Çelebi cami vakfiyesindeki bir kayda göre 1520’de tamamlanmış Revani Çelebi,mescide gelir getirmesi amacıyla kiraya verilen on beş hücre yaptırmıştır.Cami şehrin merkezi noktalarından biri üzerine yerleştirilmiştir. Ancak cami İstanbul’un o Meşhur yangınlarından’da nasibini almıştır. IV.Murad zamanında çıkan ve İstanbul’un beşte birini yok ederek Unkapanı,cibalı,zeyrek,taraflarını kavuran yangın,muhtemelen revani çelebi camisinide etkilemişti.1908 yılındaki Vefa yangınında’da etkilenmiş bir yapıdır. Revani Çelebi Cami Çevre duvarının içinde yükselen, dikdörtgen planlı, evvelce üstü ahşap bir çatı ile örtülü bir camiydi içerisinde iki sıra halinde pencerelerden oluşuyordu yapı, mimari bakımdan fazla gösterişli ve iddialı bir eser olmamakla beraber 16.yüzyılın sanatı hüvviyetini göstermekteydi sağ tarafına bitişik olan minaresi kürsü kısmı pahlı yuvarlak biçimdeydi uzun bir pabuç kısmında ise herhangi bir geçiş unsuru bulunmuyordu. Birçok yangından tahribat alan cami Cumhuriyet döneminde’de nasibini almıştı.1 Mart 1924 tarihine gelindiğinde Revani Çelebi haziresinde bir çalışma başladı. İhtifalci Mehmet Ziya Bey, bu caminin hemen bitişiğinde bulunan Neyzen Yusuf Paşa Türbesi’nde Yusuf Paşa’ya ait kalıntıları Revani Çelebi Camisi haziresine aktarmıştı. Bundan sonra Revani Çelebi’nin mezarını açtırmış ve onun kemiklerini de caminin mihrabı önünde yeni bir mezar alanına defnettirmiştir. Tüm bu çalışmaların gerçekleşmesinin sebebi bölgede hayata geçirilen bir yol çalışmasıydı. Nitekim Osmanlı devrinde önemli görevlerde bulunan Yusuf Paşa’nın viran olan türbeside yıkılmıştır. Bu çalışmalar devam ederken 1924 yılında yol genişletme esnasında Revani Çelebi camisi korunmuş. Ancak caminin tarihten günümüze gelen talihsiz durumu daha sonra onu ilerleyen yıllarda tekrar yakalayacaktı. 1942-1943 yıllarına gelindiğinde ise Atatürk Bulvarı’nın açılma çalışmaları sırasında bu cami ortadan kalkacaktı bu caminin yerine daha sonra Hıfzısıhha binası yapılacaktır. Medeniyetimizdeki nice eser zaten Avrupa’da birer birer yok olurken bunlara artık bu tarihlerde imar çalışmaları ile yeniler İstanbul’da eklenmekteydi. 77
BEKLENTİLER SARMALINDA
ŞEHİR VE İNSAN En basitinden şiir gibi inşa edilen şehirlerimiz yerini birer betondan kütleye bırakmış durumdadır. Güven kaybının açtığı boşluk güvenlik kameraları ve mobeseler tarafından doldurulamamaktadır. Menfaatsiz ilişkiler yerini çıkara dayalı ilişkilere bırakmış durumdadır. Mehmet BAŞ
aşadığımız çağa dair notlar düşmek istiyorum. Çünkü insan ölür ve yazı kalır. Her ne kadar kelimeler bazı şeyleri anlatmaktan aciz kalsa da yine kelimelere sığınmaktan başka çaremiz görünmüyor. Evet, adına “post-modern, modern, ultra modern, dijital çağ, ahir zaman vb.” adların konulduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın en büyük özelliği tepeden tırnağı insanların her an her dakika bir şeyler bekliyor olmasıdır. Bu bitip tükenmeyen beklenti hali şimdiki zamanın büyüsünü bozmuş insanı gelecek zamanın esiri haline getirmiştir. Hatta çoğu kimse neyi beklediğini dahi unutup beklemenin kendisini beklemeye başlamıştır. Ve bu bitip tükenmez bekleyişler çoğu kişiyi yaşarken ölenler kervanına katmıştır. Yaşarken ölmek ve bir beklentinin mezarına gömülmek insanın ontolojik intiharının diğer adı olsa gerektir. Dilin anlamsızlığı kavramların güdüklüğü ve metafizik bakışın yokluğu insanı kendi ürettiği eşyanın bir kölesi haline getirmiştir. İnsan sırtına aldığı yükün altında ezilmiş ve bu ezilişi bir zafer olarak sunmuştur. Bu hikâye, kendi iç dünyasında yenilen insanın dışarıya bunu bir başarı gibi göstermesinin hikâyesidir. Tüm bu göz boyamalar ve büyülenmeler insanın çaresizliğini ve zayıflığını örtmekten acizdir. İnsan zayıftır ve bu zayıflığını saklamak için kendinden daha zayıf gördüklerine zarar verir. Bu durumda insanın merhametten başka bir çıkışı yoktur. Merhamet denilen duygunun kaynağında ise insanın kendini bilmesi hakikati yatar. Kendini bilmeyen insanın acıma duygusu bile sahtedir. Bu sahtelik tüm şubeleriyle toplumsal yapıyı esir aldığında geride realiteden kopmuş ve artık efsanelere bürünmüş bir insanlık anlayışı kalacaktır. Bu durum aç bir insanın yemek hayali kurması gibidir. Bize lazım olan gerçekliği olan ve hayatta karşılığı bulunan gerçek insanlıktır. İnsan kendisine ve çevresine karşı artık yabancılaşmıştır. Tüm bilmeler ve bilme iddiaları birer taklitten öteye geçememektedir. Kitaplardan ve bilgisayar kayıtlarından öteye gidemeyen bilmeler zihinsel bir yükten başka bir şey değildir. Çağımızın insanı kendine dahi yabancılaştığının şuuruna henüz erişememiştir. En basitinden şiir gibi inşa edilen şehirlerimiz yerini birer betondan kütleye bırakmış durumdadır. Güven kaybının açtığı boşluk güvenlik kameraları ve mobeseler tarafından
sayı//56// mart 78
doldurulamamaktadır. Menfaatsiz ilişkiler yerini çıkara dayalı ilişkilere bırakmış durumdadır.
ile kitleleri kontrol altında tutmaya devam edeceklerdir.
İnsanın anlamını yitirmiş bu dünyada yeni anlamlar inşa etmesi uzun yıllar alacak gibi duruyor. Yaşadığını zanneden çoğu insanın aslında bir rüya denizinde kulaç attığını anlamasını beklemek mümkün değil. Balıklar misali suyun içinde yaşadığı halde suyun farkına varmayan, kendisini dört yandan çevreleyen sudan habersiz yaşayan insanlara ne diyebiliriz ki. Sanal bir dünyanın hakikatten uzak çerçevesinde hissiz bir resim gibi gülümsemek insanın varoluş sırırına ne kadar uzak duruyor. Çamurdan bir koşuşturmaca içinde en sonunda toprağa bağlanan bir sermayeyi taşıyıp durmanın gerçekten bir anlamı olmalı.
Evet, İnsan yeryüzüne sonradan gelmiş ve burada geçici bir süre konaklayan bir varlıktır. İnsanın bu macerasını basit ve anlamsız işlerin peşinde harcaması sermayeyi heba etmekten başka bir şey değildir. Tarih dedikleri “seçilmiş kronolojiler atlası” insanın yeryüzü macerasını hakikatiyle anlatmaktan mahrumdur. Herkes doğumun ve ölümün kapısından sessizce gelip geçmektedir. Vicdanımızı sızlatan acılar ve haksızlıklar pusuya yatmış bir eşkıya gibi gönül kervanımızı darmadağın etmektedir. İnsanın trajedisi kendisinde başlayıp kendisinde bitmektedir. Kimsenin yaşadığı dram başkasını ilgilendirmemektedir. Artık insan, sevincin ve neşenin adı konmamış defterinde karalanmış bir satırdan ibarettir.
Bu zamana kadar çeşitli felsefeler ve dinler hep “neden var olduk” sorusunun cevabını aramışlardır. İnsanın ontolojik gerçekliğini keşfetmeye çalışmışlar. Bunun için birçok farklı bakış açısı ortaya koymuşlar. Elde ettikleri neticeler farklı olsa da ortak bir nokta olarak hep “neden var olduk” sorusunu dert edinmişler. Yaşadığımız çağda ise her şey insana bu soruyu sordurmamak üzerine inşa edilmiş. İnsanı kendisiyle baş başa bırakacak bütün yollar tıkanmış. Ev taksiti ödeyen dizi seyreden ve çekirdek çitleyen insanların neden var olduk sorusuna bir cevap aramasını insanı bir tüketim nesnesine çeviren mekanizmaların istemediği ortadadır. Eğer insan kendi gerçekliğini keşfederse reklamların tesirinden çıkacak daha az tüketecek lüksten kaçacak ve gösterişi bir kenara bırakacaktır. Bu durum elbette ki tüketim canavarının hoşuna gitmeyecektir. Bunun için post-modern uyuşturucular vasıtası
Hayatın dekorunda ölüme yer yok. Mezarlıklar şehirlerin dışına atılmış ve ölüm gerçeği hayattan tecrit edilmiş durumda. Her canlının ölümü tadacağı gerçeği yaşanan hayatın defterinden silinmiş sanki. En basitinden sanki sağ elinin verdiğini sol elin duymayacak diyen bir medeniyetimiz yokmuş gibi yapılan iyilikler birer gösteri haline dönüştürülmüş durumda. İyilik yap denize at felsefesi artık yerini iyilik yap internete at felsefesine bırakmış gibi. Toplumdaki bu çürüyüşü izah edecek bir teori bulmak gerçekten çok zor. Evet, sosyal medya çıktı mertlik bozuldu. Artık insanlar yaşamak içinde değil de sosyal medyada paylaşım yapıp sağa sola hava atmak için çalışıyorlar. Herkes bir star havası içinde dolaşıyor. Dünyanın
79
merkezine kendini koyan insanlar birbirleriyle ego yarıştırıyorlar. Kendilerinden başka herkesi haksız gören bu zihniyet her gün kurban edecek bir şeyler bulabiliyor. Susturucu takılmış vicdanları sızlamasın diye durmadan kendilerini haklı çıkarak mantıksal giydirmeler yapıp duruyorlar. Artık gösteriş ve gösteri merkezli bir toplumsal yapının parçası haline geldik. İnsanın kendi iç dünyasında samimiyetle yaşaması gereken manevi haller bile gösteriş ve şekilciliğe yenik düşmüş durumda. Hatta bu konudaki yanlış temsiller yüzünden çoğu kişi bizi biz yapan değerlere düşman olup çıkıyor. Tüm bu durumlar ahlaki yozlaşmışlığın ve tükenmenin bir işareti olarak karşımızda duruyor. İnsanların bu kadar dışa dönük yaşamaları esasında kendi iç dünyalarının iflas ettiğinin bir işaretidir. Kendisiyle barışı sağlayamayan insanlar başkalarıyla kavga ederek bu durumu telafi etmeye çalışıyorlar. İnsanın mutluluk kaynağının kendi iç dünyası olduğu gerçeği unutumuş durumda. Dış dünyanın vereceği mutluluk geçici bir uyuşturmadan ve sanrıdan ibaretken iç dünyanın vereceği mutluluk daha kalıcı ve sahicidir. Fakat bu durumu anlayıp sayı//56// mart 80
ayırt etmek gittikçe zorlaşmaktadır. Tüketim ve israf sarmalına yakalanan kimselerin büyülenmiş gibi bu durumdan kurtulmaları zor görünüyor. İnsan onurunu eşya karşısında sıfırlayan ve yaşanmamış ve yaşanma garantisi olmayan ömürleri banka kredilerinin kölesine haline getiren anlayışların karşısında olmak bir insanlık ve vicdan meselesi olarak karşımızda duruyor. İnsan, daha çok tüketerek ihtiyaç duymadığı şeyleri ihtiyaç haline getirerek kendini köleleştirdiğinin farkında mıdır? İnsan dünyaya bade içip güzel sevmeye mi gelmiştir. Def-i hacet kapısında bir uşak gibi durmadan boyun eğen insanın imparatoru o doymayan gözü o harıl harıl çalışan midesidir. Ne yiyebilirim ne içebilirim nerde nasıl hazlar elde edebilirim düşüncesi koskoca insanları birer maymuna çevirmiştir. Gelip geçici hazların kölesi olup bunları elde etmek için olmadık işlere girişenlerin akıl ve vicdanları nasıl bir perdeyle kapanmıştır. Manevi bir körlükle karanlıklar içinde yolunu bulmaya çalışan insanların bu arada kırıp döktüklerinin hesabı mahşer yerinde kendilerine sorulacaktır. O gün gelmeden kalp gözünü açmanın bir yolunu bulunmalıdır.İnsanlar hem ruhsal hem de bedensel olmak üzere sağlıklarının kıymetini kaybetmeden anlayamıyorlar. İnsani ilişkileri kullan at ilişkiler haline dönüştüren vefalı olmayı literatürden silen bir bakış açısı ne yazık ki toplumları esir almış durumda. İki kişilik yalnızlıklar korosunda herkes birbirinden kaçıyor. İnsan olmanın erdemini her türlü menfaatin ötesinde gören bir bakış iflas etmiş durumda. Menfaatler bittiğinde ortada hiçbir sebep yokken insanlar hemen diyalogu kesiyorlar. Kişilerin birbirlerinin nezdinde ki itibarı kullanıp atılan bir peçete konumuna düşmüş durumda. Eğer bu yıkım bu hızda devam ederse çok yakın bir zamanda ortak insani değerler kaybolup gidecek. Dünyada gerçekten mutlu olmak isteyen insanların dikkat etmesi gereken iki temel unsura dikkat çekerek yazımızı nihayetlendiriyoruz. Bunlardan birincisi başkalarının elinde olanı kıskanıp haset etmemektir. İkincisi ise hiç kimseden bir şey beklememektir. Çünkü insan beklentilerin kapısında bir köle haline gelmektedir. İnsan beklenti hastalığından kurtulmak istiyorsa şunu iyi bilmelidir ki bir şey onun kısmetiyse bütün dünya birleşse bunu onun elinden alamaz. Eğer bir şey onun nasibinde yoksa bütün dünya birleşse bunu ona veremez. Vesselam…
“UZLAŞMA” YORUM: Kemalettin İSTANBULLU
stanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın yeni oyunu Uzlaşma’nın galası, 25 Şubat 2019 Pazartesi günü Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde gerçekleştirildi. Chloe Lambert’in yazdığı Aslı İçözü’nün yönettiği Uzlaşma, seyircisinin büyük beğenisini kazandı. Oyunun galasına İstanbul Vali Yardımcısı Bahattin Atçı, İBB Kültür Daire Başkanı Rıdvan Duran, Şehir Tiyatroları Müdürü Necip Sedat Çakır, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Süha Uygur, Muhsin Ertuğrul’un eşi Handan Ertuğrul ve sanatçılar Işıl Yücesoy, Emel Çölgeçen, Gül Erda, Anta Toros, Saadet Sun, Suna Keskin, Seçkin Selvi, Miray Akovalıgil’in de aralarında bulunduğu birçok sanatçı, gazeteci ve eleştirmen katıldı. OYUNUN KONUSU:
Bir süre önce ayrılan Anna ve Pierre artık bir çift olmasalar bile hala ebeveyndir
ve oğullarıyla iletişim konusunda sıkıntı çekmektedirler. Bu nedenle sürekli birbirlerini suçlayıp tartışarak hem kendilerinin hem de çocuklarının yaşamını cehenneme çevirirler. Sonunda sorunu çözmek için aile mahkemesinin atadığı arabulucular eşliğinde uzlaşma toplantılarına katılmaya ikna olurlar. Toplantılar boyunca sadece ayrılan çift değil, olaya profesyonel olarak dahil olsalar da özel yaşamlarında benzer sorunlar yaşayan arabulucular İsabelle ve Jeanne da sarsıcı iç hesaplaşmalarla karşı karşıya kalır… Trajikomik bir oyun olan Uzlaşma, ayrılık sonrası çocukları için sağlıklı bir düzen kurmaya çalışan ebeveynlerin psikolojik sürecini anlatırken, ülkemizde de uygulanan ve tarafların uyuşmazlıklarına dostane yollarla çözüm getirmeyi amaçlayan “arabuluculuk sistemi” konusunda fikir edinmemizi sağlıyor. Oyunda Gökçer Genç, Işıl Zeynep, Yeliz Şatıroğlu, Zeliha Bahar Çebi rol alıyor.
Ş E H İ R TİYATRO
UMUDA YOLCULUĞUN OYUNU
81
BİR DÖNEMİN EFSANE YÜKSEKOKULLARI
YÜKSEK İSLAM
ENSTİTÜLERİ
Bu müessese, Millî Eğitim Bakanlığı’nın ihtiyaçları dışında Diyanet İşleri Teşkilatı’na müftü, vâiz vesaire gibi din elemanlarını yetiştirmekle de vazifelidir. Enstitü ayrıca, Türkiye’de İslâm ilimleri alanında araştırmalarda bulunmak ve araştırma neticelerini yurt ve dünya ilim âlemine sunmak amacıyla da görevlidir. Dr. Şakir DİCLEHAN
ek parti döneminin baskıları ve dini hayat konusundaki arayışlar sonucu, ülkede bu amaca yönelik Yüksek Öğretim ve eğitim veren okulların açılması ihtiyacını doğurmuştur. Çünkü hayat, hem çok zengin ve hem de çok yönlüdür. Diğer yandan yaratılış, akla ve hayale gelmeyecek alternatifler tablosunu içermektedir. Yeter ki insan zekâsı arasın ve bulacak güç ve formasyonda olsun. Cumhuriyet halk partisi dönemindeki dini yasaklar, baskılar ve şiddetli takiplere rağmen, dönemin sonuna gelindiğinde, bir takım girişimler ve faaliyetler neticesinde, ülkede kalıcılığı olan kurumların hayata geçirilmesi sağlanmış ve Yüksek İslam Enstitülerinin açılması düşünülmüştür. Çünkü hayat, dinamiktir daima. Yeni sayfalar açmak gerekli hep hayatta. Yeni çıkış yolları aramalı ve denenmeli sürekli olarak. İnsanların ve toplumların büyüklüğü, yeni çözümler bulma yeteneği ile orantılıdır daima. Problemler çok karmaşık olabilir. Ama çözüm bulmaktan ümit kesmedikçe, çözüm aramaya devam edildikçe ve hele bu arayış derli toplu, düzenli, metotlu oldukça korkulacak bir şey yoktur zaten. Zamanı geldiğinde çözüm bulunur. Çözüm, insan ya da toplum kaderinin, zaman dehâsının bulgusudur. Türkiye’de özellikle I. Dünya Savaşı ve sonrasıyla ülkenin ağır toplumsal, kültürel ve siyasal çalkantılardan geçtiği Cumhuriyet döneminin ilk otuz yılı boyunca din bilimleri ve din hizmetleri alanında derin boşluklar doğmuştu. 1946 yılından itibaren başlayan ve giderek gelişen demokratik ortamda halktan gelen ısrarlı talepler neticesinde bazı aydınların, devlet ve siyaset adamlarının da çabalarıyla dinî eğitim ve öğretim hususunda siyasî irade oluşmaya başlamış, 1950 seçimlerinin hemen ardından 1951-1952 ders yılında İmam-Hatip okulları açılmıştır. 1951-1952 Ders yılında 7 vilayette açılan İmam-Hatip okullarının sayısı, gittikçe artan bir tempoyla çoğalmış ve 19 Kasım 1959 yılında zamanın Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılışında yaptığı konuşmada bu sayı 19 olarak belirtilmiştir. 1957-1958 öğretim yılı sonunda İmam-Hatip okulları, ilk mezunlarını verir. İstanbul’daki
sayı//56// mart 82
mezuniyet törenine katılan dönemin başbakanı Adnan Menderes, Millî Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı ’ya bu okul mezunları için bir dinî yükseköğretim kurumunun açılması için talimat verir. Celâl Yardımcı’nın görevlendirdiği Millî Eğitim Bakanlığı Müdürler Komisyonu 29 Ağustos 1958’de, “Orta dereceli okullara din bilgisi öğretmeni, İmam- Hatip okullarının birinci devrelerine yeter sayı ve değerde bir tedris(okutma) heyeti kazandırmak” amacıyla Eğitim enstitüleri seviyesinde bir din okulunun açılması önerir. Gerek dinî eğitim ve öğretimde, gerek din hizmetlerinde ve gerekse akademik alanda İslâm dininin temel kaynaklarına dayanan, İslâmiyet’in dinî ve kültürel birikimiyle bağını sürdüren, aynı zamanda çağdaş dünyanın bilimsel ve insanî değerlerini doğru kavrayıp değerlendiren bu yeni zihniyet sayesinde topluma yönelik din ve kültür hizmetlerinde önemli mesafeler kat etmek için Yüksek İslam Enstitülerinin açılması kararı verilerek eğitime başlanır. Orta ve dengi okullar ile öğretmen okullarına yeteri derecede din dersleri öğretmenlerini yetiştirmek ve bu arada memleketimizin muhtaç olduğu hayati derecede önemli müspet bilgilerle mücehhez din adamlarının yetiştirmesine zemin hazırlamak amacına yönelik bu okulların açılması, oldukça isabetli ve yerinde bir karar olmuştur. Yüksek İslam Enstitüleri, 1951 yılında açılan İmam-Hatip okullarından mezun olanların dinî yükseköğrenim görmelerini sağlama düşüncesinin ortaya çıkardığı bir kurumdur. İmam-Hatip Okulu mezunları, 1949’da açılan Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi dahil hiçbir yüksek öğretim kurumuna giremiyordu. Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yüksek tahsil görmüş din görevlisine olan ihtiyacını, giderek sayıları artan İmam-Hatip okullarındaki meslek dersleri öğretmeni ve diğer okullara yeniden din bilgisi derslerinin konulmasıyla meydana gelen öğretmen açığını sadece Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin karşılaması mümkün değildi. Bu müessese, Millî Eğitim Bakanlığı’nın ihtiyaçları dışında Diyanet İşleri Teşkilatı’na müftü, vâiz vesaire gibi din elemanlarını yetiştirmekle de vazifelidir. Enstitü ayrıca, Türkiye’de İslâm ilimleri alanında araştırmalarda bulunmak ve araştırma neticelerini yurt ve dünya ilim âlemine sunmak amacıyla da görevlidir.
Demokrat Parti döneminin (1950-1960) Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Tevfik İleri’nin: “Bu müessese, milletimize İslamiyet’i bütün halisiyetiyle (doğruluğuyla) telkin edecek münevver din adamları yetiştirecektir” cümleleriyle nitelendirdiği bu okul, yani İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü, ilk defa 1951 yılında açılan İstanbul İmam-Hatip Okulu’nun Fener semtinde bulunan binasında eğitime başlar. Daha sonra Kabataş/ Fındıklı’daki Namık Kemal İlkokulu’nun üst katında 6-7 sene eğitimini sürdürür ve kendi binası tamamlanınca Bağlalbaşı’na taşınır. Bağlarbaşı’nın ilk talebeleri olarak burada çok rahat bir eğitim gördük. Çünkü yurt binası, Eğitim gördüğümüz binanın yanı başındaydı ve her türlü imkana sahipti bu yurt. Okulun ilk açılışında kalabalık bir kitle huzurunda Bakan Tevfik İleri bir konuşma yapmış, bunun yanında müdürlüğü vekâleten yürütecek olan Gündüz Akbıyık ile açılışa davet edilen Ankara İlahiyat Fakültesi Dekanı Bedii Ziya Egemen de birer konuşma yaparlar: Egemen: “Bu Enstitü, hurafelerden uzak tertemiz ruhuyla geleceğin din ve ilim adamlardan aynı hak ve imkânlarını sağlamış olacaktır.” şeklindeki konuşmasıyla bu okullardan yetişecek öğrenci profilini de çizmiş olur. Ayrıca talebe cemiyeti adına idealist bir genç olan Mustafa Saim Yeprem de bir konuşma yapar ve onun bu konuşması sansürden geçmiş olsa da oldukça seviyeli, coşkulu ve amacını dile getiren ifadelerden oluşur onun bu konuşması. Bu okulda, sonradan toplum hayatında isim yapan Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, Mustafa Saim Yeprem ve Tayyar Altıkulaç gibi bir kısmı idareci ve bir kısmı da akademik hayatta yer alarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Okula, başlangıçta 60 talebe kayıt yaptırmıştır İlk defa İstanbul’da açılan ve faaliyetlerini sürdüren Yüksek İslam Enstitüsü ile daha sonra vatandaşların kurduğu ve derneklerin de katkılarıyla Konya (1962), Kayseri (1965), İzmir (1966), Erzurum (1969), Bursa (1975), Samsun (1976) ve Yozgat’ta (1980) Yüksek İslâm enstitüleri açılmıştır. OKUL MÜDÜRLERİ
İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün açıldığı 25 Kasım 1959 tarihinden bu okula müdür bulmak pek te kolay olmamıştır. Çünkü bu okulda müdürlük yapabilecek nitelikte
83
hoca, hemen hemen yok gibidir. Başlangıçta vekâlet ile yürütülen müdürlük, daha sonraki zamanlarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden izinli olarak atanan Hocalardan yararlanılarak sürdürülmüştür. Açıldığı tarihten, kapandığı ve İlahiyat Fakültesi haline getirildiği 1982-1983 ders yılına kadar 12 kişi, bu okulda müdürlük yapmıştır. Sırasıyla 1-Gündüz Akbıyık (Vekil) (15.11.1959-13.05.1960). 2Kemal Edip Kürkçüoğlu (Tedvirle Görevli) (13.05.1960-29.04.1961). 3-Prof. Dr. Celal Saraç (29.04.1961-30.04.1962). 4-Ahmed Davudoğlu (30.04.1962-18.05.1965). 5Doç. Dr. Nihad Çetin (18.05.1965- 31.04. 1967). 6- Doç. Dr. Bekir Kütükoğlu (31.04. 1967-30.04.1969). 7- Doç. Dr. Salih Tuğ (18.09.1969-01.10.1970). 8-Mehmet Zeki Canan (25.12.1970- 06.11.1972). 9-Ömer Çam ( 06.11.1972-01.02.1974). 10-Nuri Ünlü (01.02.1974-14.03.1978). Bu tarihe kadar müdürlük yapanların ataması, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılmıştır. Seçimle ilk defa müdürlüğe atanan Ali Özek Hoca olmuştur. 11. Müdür olarak seçilen Dr. Ali Özek (14.03.1978-15.01.1982 ) tarihleri arasında müdürlüğü sürmüştür. 12 ve son müdür ise M. Saim Yeprem’dir. ( 15.01.1982….) Böylece Prof. Dr. Mustafa Saim Yeprem’le bir dönemin efsane Yüksekokulu olan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün son müdür halkası kopmuş ,gelecek olan müdür, beklenen kişi olmuştur. Fakat Prof. Dr. Saim yeprem sonradan İlahiyat Fakültesi’ne dönüştürülen bu okula Dekan olarak atanmış ve görevini başarıyla sürdürmüştür. İLK PROROGRAM
24 Eylül 1959 tarih ve 240 sayılı Tâlim ve Terbiye Dairesi kararının hükümleri gereğince İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne öğrenci kayıt işlemleri ve diğer uygulamalar Eğitim enstitüleri yönetmeliğine göre yapılmıştır. Kararda deneme mahiyetinde olduğu ifade edilen dersler, haftada yirmi sekiz saat olmak üzere birinci sınıfta on bir, ikinci sınıfta on dört, üçüncü sınıfta yirmi, dördüncü sınıfta yirmi dersten meydana gelmiştir. Bu yoğun programda yer alan dersler şunlardır: Kur’ân-ı Kerîm, Vücûh İlmi (Kur’an-i Kerim’in türlü türlü okuma kaideleri), Tefsir, Belâgat-i Kur’âniyye, Hadis, Siyer, İlm-i Tevhid, Kelâm, İslâm Hukuku, Fıkıh ve Üsûl-i Fıkıh, İslâm Dini ve Mezhepleri Tarihi, Mukayeseli Dinler Tarihi, İslâmî Türk Edebiyatı Tarihi,
sayı//56// mart 84
Tasavvuf Tarihi, Ahlâk, İslâm Felsefesi Tarihi, Mantık, İslâm Tarihi, Muasır İslâm Ülkeleri Tarih ve Coğrafyası, Arap Dili ve Edebiyatı, Dinî Psikoloji, Dinî Pedagoji, İslâm Sanatları Tarihi, Hitabet ve İrşad, Dinî Mûsiki, Yabancı Dil (Almanca, Fransızca, İngilizce) ve İnkılâp Tarihi. Bu program, 1971 yılına kadar uygulanmıştır. 1971 DEKİ DEĞİŞİKLİK
İlk programdaki Vücûh (Kur’an-i Kerim’in türlü türlü okuma kaideleri) İlmi, Belâgat-i Kur’âniyye, Muasır İslâm Ülkeleri Tarih ve Coğrafyası gibi dersler çıkarılırken, Din Sosyolojisi, Halk Eğitimi ve Toplum Kalkınması, Teşkilât ve İdare adıyla yeni dersler konulmuştur. Dinî Pedagoji yerine beş ayrı dersten oluşan öğretmenlik bilgisi dersleri ilâve edilmiş ve bütün sınıflardaki dersler haftada otuz iki saate çıkarılmıştır. Ayrıca öğrencilere öğretmenlik ve din görevliliği uygulaması ile seminer çalışması yapma zorunluluğu getirilmiştir. 1973’te üçüncü ve dördüncü sınıfların programlarına Medenî Hukuk Dersi eklendiyse de 1978’de programdan çıkarılmıştır. 1978 DEKİ PROĞRAM
Baştan beri derslerin öğretim yılı esasına göre okutulduğu Yüksek İslâm Enstitüleri için 1978’de yürürlüğe giren yeni ders dağılım çizelgesi ve yönetmelikle on dörder haftalık yarıyıllara göre ders yapma esası getirilmiştir. İlk iki yıl ortak dersler alan öğrenciler üçüncü ve dördüncü sınıflarda Tefsir-Hadis, FıkıhKelâm, İslâm Dini ve Esasları Bölümlerine ayrılmıştır. Bu arada ders grupları, seçmeli dersler ve pedagojik formasyon dersleriyle ilgili yeni düzenlemeler getirilmiş ve mezuniyet tezi konulmuştur. 1978’den önceki düzenlemelerde Yüksek İslâm Enstitüsü müdür ve müdür yardımcılığına tayin konusunda bir ölçü belirlenmemişti. Bir ortaöğretim kurumunda görev yapan yönetici veya öğretmen, bakanlık tarafından enstitü müdürlüğüne yahut müdür yardımcılığına tayin edilebiliyordu. 1978’de uygulanmaya başlanan yönetmelikle müdürlerin öğretim elemanları tarafından seçilmesi şartı getirilmiştir. Talim ve Terbiye Kurulu’nca Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılışı için hazırlanan kararda enstitüde ders verecek öğretmenlerde akademik bir seviye aranmasından bahsedildiği halde o dönemde bu niteliği taşıyan yeterli eleman bulunamadığından bu gerçekleştirilememiştir.
Nitekim enstitü öğretim elemanları için öğretmen sıfatı kullanılmaktaydı. Öğretmenlerin bir kısmı doğrudan, bir kısmı da sınavla tayin ediliyordu. 1978 yönetmeliğinde öğretim elemanları, öğretim üyesi nitelemesiyle tanıtılmış ve yeni tayinlerde doktora şartı aranacağı belirtilmiştir. Yine bütün yönetmeliklerde Yüksek İslâm enstitülerine öğretim elemanı temininde asistanlık usulüne vurgu yapılmakla birlikte bu yolla öğretim elemanı olanların sayısı çok sınırlı kalmıştır. Ancak 1977’de tahsis edilen 100 asistanlık kadrosu enstitülerin akademik gelişiminde âdeta dönüm noktası olmuştur. Bu kadrolar, o dönemde mevcut yedi Yüksek İslâm Enstitüsü’ne paylaşılmıştır. Bir Batı dilinde, Arapça ve bilim dalı sınavlarında başarılı olanlar asistanlık kadrosuna tayinden sonra üç yıl süreyle bir tez hazırlamakla yükümlü tutulmuş ve tez savunmasında başarı gösterenler öğretim üyeliğine tayin edilmiştir. 6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu uyarınca Yüksek İslâm enstitüleri İlâhiyat fakültelerine dönüştürülüp üniversitelere bağlandıktan sonra Üniversitelerarası Kurul tarafından 1983’te alınan bir kararla enstitülerdeki öğretim elemanlarının daha önce hazırladıkları tezleri incelemekle görevli akademik jüriler oluşturulmuş ve tez savunmasında başarılı bulunanlar doktor unvanını almışlardır YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜLERİNİN İLÂHİYAT FAKÜLTELERİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Yüksek İslâm enstitülerinin ilk yıllarından itibaren bir yandan öğretim elemanları, öğrenciler ve bu kurumlara destek veren sivil çevreler, enstitülerin İslâmî İlimler Akademisi veya İlâhiyat Fakültesi’ne dönüştürülmesi konusunda çalışmalar yaparken, diğer taraftan bazı kesimler enstitülerin sayısının azaltılması, hatta kapatılması yönünde faaliyet göstermekteydiler. 1974-1980 yılları arasında kurulan hükümetlerin programlarında Yüksek İslâm Enstitülerine geniş araştırma imkânları sağlanacağı, İslâmî ilimler akademisi veya manevî ilimler üniversitesi kurulacağı ya da enstitülerin akademilere dönüştürüleceği gibi vaadler yer aldıysa da bunların hiçbiri gerçekleşmemiştir. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra çıkarılan Yüksek Öğretim Kanunu’nun 2. maddesi gereğince yükseköğretim üst kuruluşları, bütün yükseköğretim kurumları,
bağlı birimleri ve bunlarla ilgili faaliyet esasları bu kanunun kapsamına alınmıştır. Aynı kanunun amaçları, kapsamı ve ilgili maddeleri doğrultusunda 20 Temmuz 1982’de 41 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnâme yayımlanmıştır. Bu kararnâme, 1983 yılının ilk aylarında Danışma Meclisi’nde görüşülüp 2809 sayılı kanun haline getirilmiş ve sekiz yeni üniversite kurulmuştur .İktisadî ve Ticarî İlimler akademileriyle Devlet Mimarlık ve Mühendislik akademileri ve Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bazı yüksek okullarla birlikte Yüksek İslâm Enstitüleri de fakülte haline getirilerek üniversitelere bağlanmıştır. Bu çerçevede Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi ile Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü birleştirilerek İlâhiyat Fakültesi adıyla Atatürk Üniversitesi’ne, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Marmara Üniversitesi’ne, Konya Yüksek İslâm Enstitüsü Selçuk Üniversitesi’ne, Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Erciyes Üniversitesi’ne, İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü Dokuz Eylül Üniversitesi’ne, Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü Uludağ Üniversitesi’ne, Samsun Yüksek İslâm Enstitüsü Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ne bağlanmış ve 1982-1983 öğretim yılından itibaren İlâhiyat Fakültesi adıyla faaliyetlerine devam etmişlerdir. Yozgat Yüksek İslâm Enstitüsü ise, 1981’de bakanlıkça kapatılmıştır. Böylece 1983 tarihli Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu ile ülkedeki tüm yüksek din öğretimi kurumları ilahiyat fakültelerine dönüştürülerek yaklaşık otuz yıldır sürmekte olan yüksek din öğretimindeki faaliyetler ve sözde bölünmüşlük ortadan kalkmış olur. Yüksek İslâm enstitülerinin 1982’de İlâhiyat fakültelerine dönüşmesi esnasında ve sonraki yıllarda, birçok yeni İlâhiyat Fakültesi’nin açılması sürecinde öğretim elemanı sıkıntısı çekilmemesinde enstitülerin sağladığı potansiyelin katkısı büyük olmuştur. Yine Türkiye’de radikal dinî oluşumların tutunamaması, bu noktada sağduyulu bir toplumsal tavrın yerleşmiş olması ve Türkiye’nin İslâm ülkeleri arasında büyük itibar kazanmasında da Yüksek İslâm enstitüleri yanında enstitü mensuplarının akademik ve popüler düzeydeki yayınlarının da önemli rolünün bulunduğunu belirtmek gerekir. Kelebeklerin aynı anda kanatlarını çırptığında oluşan rüzgarlarının gücü, bu şekilde kasırgadan kuvvetli ve etkili olur.
85
ŞEHİRLEŞME VE ŞEHİRLİ
SORUNLARIMIZA DAİR, DÜŞÜNCELER VE ÖNERİLER -2Dergimizin 54. sayısında yayımlanan ve birinci bölümünü dikkatlerinize arz ettiğimiz "şehirleşme ve şehirli sorunlarımıza dair düşünceler ve öneriler" başlıklı yazımızda şehirlerimizin "fiziki sorunlar"ı üzerine düşüncelerimizi paylaşmış ve bu durumun özellikle şehrin sosyal hayatı üzerindeki menfi tesirlerine işaret etmiş idik. Cem ERİŞ *
2-2-SOSYAL SORUNLAR VE SORULAR
Genel olarak savaş, afet vb. olağan üstü haller dışında birinci bölümde saydığımız hemen hemen tüm fiziki sorunların kaynağı olan, fert ve toplumsal hayata ilişkin içtimai sorunlardır. Gayri nizami mekan organizasyonlarından ve demografik hareketlerden kaynaklanan fiziki sorunların tamamı, sosyal, ahlaki ve temelinde hak ve adalet kavramlarının tartışıldığı sosyal sorunların bir yan ürünüdür aslında. Sosyal sorunlardan beslenen, aslında sadece bir sonuç olarak karşımıza çıkan fiziki sorunların her biri artık yeni sosyal sorun alanlarının oluşmasında tetikleyici bir vazife icra edecek ve karşılıklı olarak bu sorunlar bir orman yangınındaki rüzgarın ateşi, ateşin de rüzgarı beslemesi gibi birbirini besleyecektir. Tüm bu fiziki ve sosyal sorunların neticesinde asıl sorun ise yukarıda da belirttiğimiz gibi toplumsal bütünlüğün zayıflaması ve parçalanması tehlikesidir.
*Y.Mimar,Restorasyon Uzmanı - Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi
sayı//56// mart 86
Kamu-vatandaş-yatırımcı/girişimci merkezli bir organizasyonda, başta turizm olmak üzere, sanayi, inşaat vb. herhangi bir sektörün baskısı altında yerel kimliğini yitirmiş, özellikle de bugün şehir merkezinde kalan bir tarihi çevrede, mesela Suriçi İstanbul'da, turizm ve imar artışına dayalı arazi rantı, maalesef çoğunlukla alanda bulunması ve yaşaması beklenen özgün yerel kimlik ve ailenin aleyhine gelişim göstermekte, bu gibi alanlar kaçınılmaz olarak kestirmeden turizm-konaklama alanları olarak değerli görülmeye ve dönüşmeye başlanmaktadır. O zaman kendimize şu soruları sormak zorundayız: - Git gide birer bina deposuna dönüşen, aslında maişetinden başka bir motivasyonun insanımızı mekana bağlamadığı bir şehir, nasıl milli-manevi değer ve ideallerin yaşayarak paylaşıldığı, kültür ve medeniyet boyutuyla beraber, miras bırakılan bir şehir olabilir ? - Kadim medeniyetimizin bugün de yaşayan ve yaşatılarak çocuklarımıza emanet edilmesi gereken, nefes alan ve aldıran değerlerinden hareketle özü ve kökü aynı, hayatın her alanında, insanımıza dokunan ve mesajı bize has olan bir dil, tarz, uslup geliştirebildik mi ? (1) Şehirlerimizin tarihi dokusunun ihyasının, sadece kadim mimarisinin fiziki korumasıyla mümkün olamayacağını, bunun yanında onu var eden, biçimlendiren ve sürdürülebilir kılan sosyal ve demografik yapısı, medeniyet ve yerel kimlik değerleri ile beraber korunmasının vazgeçilemez bir zaruret olduğunu, bu hayati yaklaşımın sadece kadim semtlerimizin istikbali için bir model ve yöntem değil aynı zamanda birer sosyal-kültürel mürebbi gibi faaliyet icra eden bu semtlerin şehre yeni eklemlenen alanların da sağlıklı bir şekilde gelişmesini ve şehirle bütünleşmesini sağlayacak bir eylem olacağını düşünüyorum. 3-SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCE VE ÖNERİLERİMİZ 3-1-MERİ MEVZUAT VE KURUMLARARASI KOORDİNASYONUN ÖNEMİ
Vatanımıza her cihetten hadsiz ve hayasızca her türlü saldırının yapıldığı ve Devletimizin, pek çok legal/meşru görünümlü direnç noktalarına rağmen "Milli Seferberlik" ilan ettiği bir süreçte, medeniyetimizin ve kültür mirasımızın korunmasında, bu vatanı vatan yapan ve milletimizi bir arada tutan, maddi ve manevi değerleremizle bütünleşmiş, milletimizin ruhunu, ve inancını yansıtan bir mevzuatı talep
etmemiz en tabii vatandaşlık hakkımızdır. Şüphesiz milli ve manevi varlığımıza yönelik bir tehdit olarak göreceğimiz menfi gelişmelere karşı her türlü maddi-manevi, sosyal, kültürel ve ekonomik tedbirleri almak, Milletimiz adına Devletimizin, bizi temsilen iş gören tüm kurum ve kuruluşlarımızın ve destekleyici sivil inisiyatiflerin asli görevidir. O halde toplumumuzun bu konuya hassasiyeti ne seviyededir ve daha da önemlisi Devletimiz bu hayati konuyu ne kadar farkındadır? Bunu anlamak ve ölçebilmek için ilk yapacağımız şey tabii ki Anayasa ve Yasalarımıza bakmak olacaktır. İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı,Sağlık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Çalışma Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı gibi Bakanlıkların her birinin temel eylem alanı şüphesiz şehirlerdir. İnsanın, toplumun, şehir ve şehir çevresinin olmadığı bir yerde bu Bakanlıkların varlığından söz edebilir miyiz? Bunun yanında daha önce bahsettiğimiz kurumsal koordinasyon ve iş birliği bakımından bu Bakanlıklarımız, şehir zemininde ne kadar buna muvaffak olabilmişlerdir? Ya da klişeleşmiş mevzuat hükümleri dışında böyle bir niyet ve hedefleri bulunmakta mıdır? Tüm bu soruları çeşitlendirerek arttırmak mümkündür. Bu yazının ölçeğinde tüm bu Bakanlıklarımızın mevzuatlarının ve iş birliklerine ilişkin bir analiz yapmamız mümkün olamamakla birlikte bu konuda kurumlarımızın pek istekli olmadığı da yaşanan örneklerden anlaşılmaktadır. Ancak yeni geçtiğimiz Cumhurbaşkanlığı Yönetim Modeli ile beraber beklentimiz bu hayati eksikliğin giderilmesi ve her kurumun sorumluluğu nispetinde iş birliğine ve bilimsel katkılara hazır olmasıdır. Bu ise ancak iyi planlanmış ve yapılandırılmış bir koordinasyonla mümkün olabilecektir. Yeni sistemimiz bu alt yapıyı sunmakla beraber uygulamanın nasıl olacağı ve ne sonuç vereceği zaman içinde değerlendirilebilecektir. 3-2-ŞEHİR PLANLAMA VE İMAR PLANI YÖNTEM VE SÜREÇLERİNİN YENİDEN DEĞERLENDİRİLMESİ
Örneğin TOKİ gibi bazı kurumların yerel kimlik ve mimari odaklı proje yarışmalarına yönelerek nitelikli konut ve yerleşim alanlarına olan talebi daha kültürel ve bilimsel yöntemlerle
karşılama ve bu iradeyi kurumsallaştırma kaydıyla gelecek için bir model ortaya koyma gayreti içinde olmaları, geçmiş uygulamalar ile karşılaştırıldığında son derece değerli, ümit verici, ancak şehrin bütünü için yeterli değildir. Bu model ve buna bağlı öneriler yeni konut alanları için planlanıp geliştirilirken kadim şehir merkezlerinde talebe cevap vermek çok daha zorlu gözüküyor. İstanbul'da bunun henüz bir örneği bile yok. Zira bu alanların çoğu sit alanları ve koruma(!) altında. İhtiyaç ve talebe cevap verecek yeni arsa üretimi de çok sınırlı. Bu durumda aileyi ve kültürel çevreyi buralarda tutabilmek için tek çare mevcut konut alanlarında Koruma Amaçlı İmar Planları ile yeni tedbirler geliştirmek olacaktır. Ama nasıl? Daha önce de belirttiğim gibi, bir yanda deprem tehdidi altında da bulunan Fatih gibi kadim merkezlerde parsel ölçeğinde yeni yapı üretimi ve-veya güçlendirmesinden vazgeçip tamamen ada, sokak ve mahalle ölçeğinde sosyal çözümler içeren kentsel donatı ve alt yapı, mimari-fiziki yenileme ve iyileştirme ile bir taraftan taşınmaz kültürel mirasını korurken diğer yandan kentsel kaliteyi ve yaşanabilir çevreyi oluşturmak zorunlu gözüküyor. Bunun için yerel ve merkezi idare, ilgili bakanlıklar ve kurumlar, üniversiteler ile beraber ailelerin ve mülk sahiplerinin ciddi işbirliği ve koordinasyon içinde olması gerekiyor. Bu gibi sit alanlarında amaç tamamen bir imar artışı değil, mevcut yasal hakların korunarak asgari "yapı adası" bazında mimari çözüm ve alt yapı düzenlemelerini finansman çözümleri ile beraber ortaya koyan modeller oluşturmak; yapı müteahhitlerini de kat karşılığı mantığı ile değil "yapım hizmeti ücreti karşılığında" çalıştırmak olmalıdır. Aksi halde özel mülk sahiplerinin başka kentsel dönüşüm alanlarında şahit olduğumuz ahlak sınırlarını zorlayan ve bazen aşan talepleri ile karşılaşmak şaşılacak bir durum olmayacaktır. Peki "bu değişimi ne sağlayabilecektir?" diye bir soru sorduğumuzda, cevabı Sayın Cumhurbaşkanımızın 3. Milli Kültür Şurası'nın açılış konuşmasında yaptığı ve odaklanmamız gereken bir ikazda görüyoruz: " Unutmayalım ki, medeniyetimizden koparsak her şeyimizi kaybederiz. Kültürümüzü kaybedersek yok oluruz. Kimliğimizi, kişiliğimizi, özgünlüğümüzü terk edersek yığınların içinde kaybolup gideriz ." Buradan hareketle "nerede eksik kalıyor ve hata yapıyoruz?" diye sorduğumuzda benim buna cevabım ; "
87
FİZİKİ PLANLAMA ANLAYIŞIYLA EŞGÜDÜMLÜ OLARAK SOSYAL-KÜLTÜREL PLANLAMA ANLAYIŞINA GEÇMEMİZ GEREKTİĞİ" OLACAKTIR.
Mesela imar planlarında tanımladığımız sosyal-kültürel donatı alanlarının kullanıcısı olacak konut ve ticaret alanlarındaki insan ve ailenin sadece niceliksel özelliklerine odaklanan bir planlama anlayışından niteliksel özelliklerini de değerlendiren bir planlama modeline geçilmesini artık tartışmamız gerektiği kanaatindeyim. Bugün giderek topraktan uzaklaşan ve yaklaşık %80'i şehirlerde yaşayan toplumumuzun geçirdiği dönüşümle beraber şehirleşme ve şehircilik anlayışının, adeta kendini kontrol edemeyen, doymak bilmeyen ve obezleşen insan gibi nefsini tatmin etme hırsı ,nasibine razı olamama ve tevekkül etme kabiliyetini kaybederek sınırsız mal edinme hırsını tatmin etme çabasının şehir boyutunda ortaya çıkan bir neticesi olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hırs, tamahkarlık, kanaatsizlik, obezite gibi toplumda var olan sosyal, psikolojik, ruhsal bir insan hastalığıdır ve tedaviye muhtaçtır. Gelinen süreçte İstanbul vb. şehirlerimizde bireysel obezleşmenin topluma ve şehre tekabül eden, fiziki ve sosyal boyutuyla yani "obez şehirlerle" karşı karşıyayız maalesef. Bu, müslüman bir toplum için kabul edilemez bir durumdur. Ancak tüm bu vahyi esas alan ve imani değerlerimizden beslenen medeniyet anlayışımızdan kaynaklanan bakış açısı ve değerlendirmelerimizin, bugün pozitivizmin ve pozitivist sosyolojinin boyunduruğundaki akademik eğitim sistemi ve bir kısım akademik camia tarafından kabul görmeyeceğini de farkındayım. İşte meselelerimizin düğümlendiği ve içinden çıkılmaz bir hale geldiği ve getirildiği nokta tam da burasıdır. Ne yaparsak yapalım, ne kadar imar kanunlarını ve planlarını revize edersek edelim gelinen nokta şehirleşmede başarılı olduğumuzu göstermiyor. Bu durumda şehir için son çare: "mide küçültme operasyonu(!)"
kamu yapıları hariç 2-3 kattan daha yüksek yapı yapılamayacağını ilgili imar kanununa koymadıkça, bu alanlarda imar planlarıyla izin verilen ve sürekli plan tadilatları ile de delinen planların uygulandığı şehrin tabii ve insani boyutlarını aşan çok katlı ve h=serbest gibi daha yüksek irtifalı yapıların yanında ve çevresindeki daha düşük yoğunluklu konut alanları ile ekseriyet ile 2-3 katlı olan ahşap ve kagir evlerimizi, anıt eserlerimizi imar baskıları karşısında korumanın bugün için başka bir imkanı kalmamış gözüküyor. Tescilden düşürülmeye çalışılan, buna da muvaffak olunamazsa yıkıp yeniden yapma teşebbüsleri ile ortadan kaldırılıp yerlerine çoğunlukla çok kötü kopya yapıların yapılmasına ve sonunda da özgün bir tek tarihi evin kalmayacağı o günle karşılaşmadan önce bu gidişata engel olmanın bir çaresi bu olabilir kanaatimce. En azından bu teklif tartışmaya değer diye düşünüyorum. Şehirlerdeki suç türleri ve oranlarındaki artış, aile içi şiddet ve geçimsizlikler, hırsızlık, gasp, darp olayları, komşuluk, merhamet ve paylaşma hukukunun zayıflaması, gayriahlaki hadiselerin yaygınlaşmasının mevcut şehir ve şehirleşme anlayışımızdan beslenmediğini söyleyebilir misiniz? Sınırsız , muhteris bir tüketim , pazarlama anlayışından beslenen , insanı ve toplumu güdülecek bir ticari meta olarak gören kapitalist değerler yerine kendi medeniyet değerlerimizi ikame eden bir duruş ve direnişe geçebilmek için "sağlıklı şehirlerde yaşayan sağlıklı insanlara ve aileye" ihtiyacımız var. Burada sosyal bilimlerin, başta sosyolojik analizlerin tespit ve rehberliğine ihtiyacımız var. Ne var ki sosyoloji öğretimini de Batı’dan aynen alıp kopya ettiğimizden bize, toplumumuza ve onun değerlerine has bir analizden çoğu zaman mahrum kalıyoruz. Allah nasip ederse dergimizin bir sonraki sayısında "helal ve kendine yeten şehir" başlığı altında kaldığımız yerden devam edeceğiz.
MİDE KÜÇÜLTME OPERASYONU YA DA KANUNLA KAT SAYISI SINIRLAMASI
Medeniyetimizi ve onun kültürel ve imani değerlerini temsil eden, bu değerlerin asgari fiziki hatıralarını barındıran şehrin , insanın ve tarihi dokunun korunması için ilgili mevzuata göre SİT (koruma) alanı ilan edilen kadim şehir bakiyelerinde, mide küçültme operasyonu benzeri bir işlemle bu alanlara ve yapılara komşu konut- ticaret imarlı parsellerde
sayı//56// mart 88
KAYNAKÇA
(1) ERİŞ,C.,2017, Koruma Mevzuatımızda Kültür Yerel Kimlik ve Tarihi-Sosyal-Ekonomik Çevre, Şehir ve Kültür Dergisi, sayı:31,s.32.
TUBA AĞACINA
BAŞKA BAKIŞ
Satı bey ve ötekiler ise bilinen ağaç modelini teklif ediyorlar. Yani Emrullah Efendi Darül Fünun’da yenilik ve iyileştirme yaptıktan sonra, iyi yetişmiş insanlarla ilk, orta, liselerde gereken yenileştirme ve iyileştirmelerin yapılması gerektiğine kanidir. Recep ARSLAN
Dr. Mustafa Ergün D.T.C.F çalışmasını Celal Demirci özetlemiş bir yazısında. Üç öğrenci de Emrullah Efendi ve Tuba ağacı üzerine bir tez hazırlamışlar. Tuba Yavaş Taşdelen, Cemil Dinç, Volkan Çiçek imzasıyla yayınlana araştırma gayet başarılı. Medeniyetçiler denilen bir öbek var İttihat ve Terakki Fırkası içinde. Osmanlının dine hürmet içinde basit değişikliklere razı olarak devam ettirilmesini umanlar. İttihat Terakki birlikteliğinde çok farklı çözümler öneren arkadaş öbekleri var. Tuba ağacı kökü yukarıda, dalları aşağıda olan bir cennet ağacı olduğu söyleniyor ve ağacın görüntüleri de mevcut. Satı bey ve ötekiler ise bilinen ağaç modelini teklif ediyorlar. Yani Emrullah Efendi Darül Fünun’da yenilik ve iyileştirme yaptıktan sonra, iyi yetişmiş insanlarla ilk, orta, liselerde gereken yenileştirme ve iyileştirmelerin yapılması gerektiğine kanidir. Ötekiler ise eğitimin başladığı yerden başlayarak adım adım iyileştirmeler,i üniversiteye kadar yaymak gerekir. X Bana göre Emrullah Efendi Osmanlı’nın yıkılış ve tarihten çekiliş sancılarını çok derinden duyan bir münevver. Eline fırsat geçince de çok kısa sürede üniversitede niteliği artırarak, orada iyi nitelikte insanlar yetiştirip ilk, orta, liselerde o iyi yetişmiş kişilerin iyileştirmeyi üstlenmesini istiyordu.
ttihat Terakki Fırkasının iktidar olduğu, başvezir ve nazırlar çıkardığı yıllarda iki kere ama birer yıl Maarif Naazırı olan Emrullah Efendi 1858-1914 yılları arasında dünya hayatında görünüp gitmiş bir fani. O dönem son derece sancılı. Devlet-i aliye ortadan kalkacak gibi sadmeler, darbeler yaşıyor. Dışarıdan büyük devletler, içeriden ahmaklar saldırıp duruyorlar. İttihat Terakki çok aceleci, zamanı yok. Telaş içinde. Yıkılışın ayak sesini duymayan aydınlar da var o zaman. Onların da çözüm teklifleri var ama, aceleci değiller. Maarif Naazırı olan Emrullah Efendi aceleci, onun karşısında acelesi olmayan bir Satı bey var. Emrullah, Efendi ama Satı, bey. Efendi ve bey içtimai alanda çok derin anlamlar içermektedir. Özetle dindar olanlara efendi, batıcı olanlara bey deniliyor.
Öte yandan ilk, orta lise denildiğinde çok büyük bir kitle ile karşı karşıya kalınacak ve onların hepsini aynı amaç etrafında birleştirmek çok da mümkün olmayacaktı. Ama bir tane üniversite vardı. Çok mahdut sayıda talebe ve öğretim üyesi, elemanı vardı. Bunları aynı amaç etrafında toplamak daha az emek ve maliyet istiyordu. Emrullah Efendi’nin derdi bu idi. Yine de Üniversitede iyileştirmeler yaptırırken, ilk öğretim kanunu çıkarmayı da ihmal etmemiştir. Üniversitede yabancı dillerin Dil ve Edebiyatı bölümlerini açtırdı. O zaman şube denilen Fakülte sayısını 3’ten 5’e çıkarttı. Nizamnameler yayınladı. Bazı okul adları değiştirildi. Derleme-toparlama faaliyetleri yapıldı. Satı beyin görüşü yanlış değildi ama Osmanlı devletinin zamanı yoktu. Yaralarını çok hızlı sarmak ve tedavi etmek zorundaydı. İttihat Terakki’nin bu algısı bir telaş buhranı şeklinde olduğu için devletin nihayete ermesinin sebebi oldu. İttihat Terakki’nin umumi kâtibi Ziya Gökalp, Emrullah Efendi’den yana tavır koyuyordu. Çünki o, Satı bey de Arap ırkçılığını görüyordu. Öteki felsefeci Mehmet İzzet ise Ziya Gökalp’in bu konuda aldandığını düşünüyor, Satı beye Arap ırkçılığını konduramıyordu. Fakat zaman her şeyin gerçeklik aynasıdır. Bir süre sonra Ziya Gökalp’in haklı olduğunu anlayan Mehmet İzzet, özür dilemek zorunda kaldı. 89
Yolların başladığı ve bittiği nokta aynı, geliş neredense dönüş de oraya. Mutlak inanış ve mutlak gerçekliktir bu. Kalk ve yürü, kurtulsun gemi
AŞKLA YÜRÜMELİ ŞEHİRDE Şimdi vaktidir İstanbul'dan, Konya’dan, Bursa'dan Edirne'den, Diyarbakır'dan, Cizre'den, Çukurova’dan, Antakya'dan bir Mekke bir Medine hasretiyle ezana durmanın, kıyamda kalmanın. Recep GARİP
dam, evden çıktığında şehrin ışıkları hala yanıyordu. Issız sokak lambaları kavruk yüzlü çocukları andırıyordu. Her sabah bu vakitlerde evden çıkar, ağır ağır mahalle caminin cemaatinden olmak için hüznü kuşanmışçasına yürürdü. Yürüyüşünde bir asaleti olmalı diye düşünür, dilinde tekrar edip durduğu zikrin temposuyla sessizliğin diliyle buluşur, kalbinde zikrin yankısı yağmur gibi duyulsun isterdi. Ellerini paltosunun cebine sokmuş bir vaziyette yürürken gece okuduğu kitaptan bir cümle dilinin ucundan seslice tezahür etti; “Aşk, kılavuz istemez, tek başına yol alır” diyordu Muhammed İkbal. Hiç gerek yoktu dolambaçlı yollara sapmaya. Bütün yollar sonuçta aynı noktaya çıkıyordu. Bunu öğrenmek içindi yolculukların nedeni. Bulmak için, yolda olunması gerekliydi. Dur durak bilmeksizin yürüyüş sürdükçe yolların kıvrıla kıvrıla, döne döne geldiğini, gittiğini görürsün ya, aslında gördüğün bütün yollar aynı merkezden yine aynı menzile döner.
sayı//56// mart 90
Kalk ve yürü, yürekler genişlesin Kalk ve yürü, dev bir ordu olduğunu göresin Kalk ve yürü, ardından yürüsün şehir Kalk ve yürü, yeniden dirilişin ışığı vursun gözlerine Şimdi vaktidir, kıyamda durmanın Şimdi vaktidir, asil bir duruşla asrı yıkamanın Şimdi vaktidir, Kudüs’ün alnından öpmenin Şimdi vaktidir Suriye’nin, Bağdat’ın, Halep’in, Şam’ın, Kurtuba’nın, Semerkant’ın, Yemen’in, Türkistan’ın, Hindikuş ve Himalaya dağlarının mavi bir sonsuzluğun ışığıyla aydınlanmaya, iman sancağıyla dalgalanmaya. Şimdi vaktidir İstanbul'dan, Konya’dan, Bursa'dan Edirne'den, Diyarbakır'dan, Cizre'den, Çukurova’dan, Antakya'dan bir Mekke bir Medine hasretiyle ezana durmanın, kıyamda kalmanın. Maide suresi 35.ayette şöyle ifade ediliyor; "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cihat edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." Yolculuk hali, dünya halidir. Olup bitmekte olan her şey, bir duruşla, bir tavırla, bir inançla şekillenmektedir. Kavgaların, savaşların, önü alınmaz kıskançlıkların, hınçların, kinlerin yüzyıllar boyu unutulmadan döne döne geliyorsa ve dur durak bilmeksizin canları, çocukları, kadınları öldürüyorsa; insanda var olan iyiliklerin, güzelliklerin, aşk ikliminin susuzluğundandır, ilgisizliğindendir. İnsan şerefli bir varlık olma hüviyetiyle var edilmiştir. Onun şerefsizliğini- bayağılığını, sıradanlığını, zalimliğini, kıskançlığını ortaya çıkaran hususlar; vahiyden nasibini almamış olmalarından ileri gelmektedir. Müslüman oldum demek yetmiyor, çünkü Müslüman; “elinden ve dilinden herkesin emin olduğu kimsedir” buyrulmuştur. Âlemlerin sevgilisi Peygamber efendimiz bizlere öyle olmayı öğütlemiştir. Meselemiz, insanın mayasının doğru iklimde demlenip demlenmediği meselesidir. Doğru iklim Kuran ve sünnet iklimidir. Kuran ve sünnete ittiba ederseniz, hak ve hukuk çizgisinde, aşkın bir anlayışla yeryüzünde bulunur ve öyle yaşarsınız. Dünya tepeden tırnağa değin yoldan ve yolculuklardan ibarettir. Dolayısıyla böyle bir gerçekliği fark ederek hazırlıklı olmak icap eder. Yolda ne lazım, yolculukta en çok neye muhtacız bunu
bilmek gereklidir. Gereklidir çünkü ona göre hazır olmak, şartları lehe çevirmek kişinin kabiliyetine, anlayışına, manevralarına, zekâsına, gönlüne kalmıştır. Gönül işi, zekâ işi değildir. Öncelikli meselesi değildir aslında. Sonraki zamanlarda, süreç başladıktan sonra aklın devreye girmesi elbette ki kaçınılmazdır. Çünkü yolculuğun belirlenişi akılla ilgilidir. Aklın idraki doğrultusunda ancak aşkla yürünebilir. Aşkla yürümekle, aşka yürümek farklı şeylerdir. Meselelerin çözümünde, olaylar karşısında, ya da herhangi bir işe yoğunlaştığımızda o işi, o meseleyi aşkla yapmak icap eder ki ondan bereketler tezahür etsin. Aşka yürümek ise gönülle göz arasındaki ünsiyetten meydana gelen ve asla aklın müdahale etmesinin imkânının olmadığı bir durumdur ve en asli, en sahici ve en sarsıcı bir vakıadır. Bu süreç başladıktan sonra devreye girer; akıl, mantık, düşünce, felsefe. Aşka yürümek, gönle yürümektir. Gönül, aşkla boyanınca tepeden tırnağa insan aşk olur. “Aşkolsun” denildiğinde, ironi yapılmış olsa da böyle bir benzetmenin özlemi de söz konusudur. Hayata, insana, tarihe, coğrafyaya, bitkiye, ağaca, denize, çiçeğe, çocuğa, kuşa, kurda, dost olmak gereklidir. Öyle olunca her şey başka gözükmeye başlar. Yazıda, şiirde, hikâyede, romanda, edebiyatta anlamını güçlendirmiş olur. Yazıya aşk bulaşmış olur. Gönlün akmadığı, bulaşmadığı, olmadığı hiçbir eylemin insanda da, doğada da, çevrede de faydası yoktur. Bir işte gönül varsa bereket vardır. “Gönülsüz aş, ya karın ağrıtır ya baş.” Gönlümüzle yaptığımız, gönüllülükle yaptığımıza işaret eder. Gönüllü olmak, gönlü olmaktır. Gönül gözüyle bakmak, zahirden öteye geçebilmektir. Kabuğu kırıp, içeriye girmek, içte olan bitene şahit olmaktır. Gönül inciten kendi gönlünü incitir. Gönül kıran kendi gönlünü kırar. Her şey aslına dönüyor ya, kaleme emredildiğinde kalem yazmış yazılması gerekenleri ve onu duyanlar yazar, edebiyatçı, bilim adamı, ilim adamı mı olmuş? Öyle olmalı. Bilmenin, keşfetmenin, duymuş olmanın hazzıyla bu dünyada yazılıp çizilmektedir ve genellikle şöyle ifade eder eli kalem tutanlar; “benim hayatım, okumak ve yazmaktan ibarettir. Eğer okumaz ve yazmaz isem ben yaşayamam. Yaşama kaynağımdır kitaplar, yazılar ve şiirler.” İşte bundan dolayıdır ki,
sorumluluklar farklı farklıdır. Yükümlülükler de öyledir. Her insanın yükü, taşıyabileceği, sorumluluğu ve sorumlu oldukları değişkendir. Devleti yönetenlerin yüküyle yalnızca kendinden sorumlu olanın ya da ailesinden sorumlu sayılanın durumunu yan yana koymamız mümkün değildir. Bu nedenledir ki kazanımlar ve kaybedişler bu oranda büyür ya da azalır. Demek oluyor ki hayata yürüyüş, anlamsız değildir. Yükümlülüklerle dopdoludur, bu nedenledir ki hayatı aşkla yürümek, aşka yürümek ve aşk içinde bir ömür sürmek insana kazandırır, kaybettirmez. Aşkla bakmalıyız baktığımız her şeye. Aşkla koklamalı ve aşkla dokunmalıyız, kokladıklarımıza ve dokunduklarımıza. Aşkla yürürken; yürüyüşteki asaletin tezahüründe erdemlilik vardır, tevazu vardır, duygusallık vardır, teslimiyet vardır, şuur vardır, şiir vardır. İnsanlığın içine düştüğü zulüm çukuru, zalimleri mutlaka boğar. Er ya da geç zalimler kaybeder. Mazlumların ahları yeryüzünde yeni hamlelere, uyanışlara neden olur. Sancı büyüktür. Lakin doğumun da büyük olacağına işaret eder. Büyük düşlerin, büyük sancıları ve büyük doğuşları, muştuları olur. Aşka gözleri, yürekleri ve akılları değmiş olsaydı Haçlıların; merhametten nasiplerini alır giderlerdi. Nasipsizlik hayatta en kötü olanıdır. Nasipsiz Haçlılar, zulmün adıdır. Şimdi aşka yürüyen ve aşkla yürüyen hilal taraftarlarının şemsiyesinde merhamet, şefkat, insanlık ve hukuk vardır. Bütün insanlığa gerekli olan bu ve benzeri vasıflar, ancak aşktan beslenir. Bizde ki aşk, yaratılış sırrında ki aşktır. Yaratılışın bize lütfettiği ihsan, ikram ve in’am; iman ve İslam şemsiyesidir. Aşk, âlemleri var eden gücün, yaratıcımızın, Allah’ımızın ikramından başka bir şey değildir. Buna sebep her halimiz aşktır bizim diyerek şiire tutundu; Zahirem yalnızlık dolu Sana verebileceğim nedir biliyor musun? Bende kalan sen, yalnızca sen Yalnızca kırmızı, kırmızı bir kalem / Birden bire düşler sofrasından ayıkırcasına sağına soluna bakındı. Sanki saatlerce yürümüş gibi sokakları geçti, cadden karşı tarafa geçerken alışkanlıkla sağına soluna bakındı ve caminin avlusunda içeriye girdiğinde cemaatten gelenlerle göz göze gelince tebessümle selamün aleyküm sabahımız bereketli olsun deyip camiden içeriye girdi.
91
“Şule Yüksel” hakikaten efsaneleşen bir isim olarak gönüllerde taht kurmuştu. Başörtüsü davasının âdeta sancaktarı, bayraktarı ve yılmaz mücahidesidir. Şule Yüksel Şenler’in hayat hikâyesini kısaca da olsa hatırlatmakta fayda vardır:
BİR NESLİN ÖNCÜSÜ ŞULE YÜKSEL ŞENLER
Anadolu’nun hemen her yerini dolaşarak konferanslar veren ve davasını sonuna kadar cesaretle ve büyük bir inançla savunan Şule Yüksel, Mehmed Şevket Eygi’nin neşrettiği Bugün gazetesinde kaleme aldığı yazılarla büyük bir okur kitlesine kavuştu. Mehmet Nuri YARDIM
Fikirleri, yazıları ve eserleriyle nesilleri doğru istikametlere yönlendirmiş olan Şule Yüksel Şenler, 29 Mayıs 1938 tarihinde Kayseri’de doğdu. Babasının memuriyetinden dolayı Anadolu’nun birçok şehrinde bulundu. Ailesi İstanbul’a yerleştikten sonra yedi yaşında okula başladı. Gençlik yıllarında çok okuyan, iyi derecede dikiş bilen, resim ve müzik gibi sanat dallarıyla da ilgilenen Şule Yüksel, bugünkü tabirle ‘çağdaş’ yani asri bir hayat yaşıyordu. Onun için bir röportajında “Birleşen Yollar filmindeki ‘Feyza’ benim.” diyordu. Annesinin rahatsızlığı ve babasının meşguliyetleri sebebiyle eğitimini yarım bıraktı. Bu arada hikâyeler yazıyor, yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanıyordu. MİTİNGLERDE ŞİİRLER OKUDU
azı isimler vardır ki soyadlarını anmasanız da olur. Büyük şairimize Mehmed Âkif veya kısaca Âkif deriz. Yaşayan değerlerimizden de böyle efsaneleşenler vardır. Şule Yüksel Şenler, artık aziz milletimizin “Şule Yüksel”idir. Hatta şulesi yani ışığıdır, Şule Abla’sıdır. Necip Fazıl gibi, Arif Nihat gibi… Madem ki üstadı andık, konumuzla ilgili bir nüktesini paylaşayım: Şairler Sultanı’na sorarlar: “Üstadım Şule Yüksel Şenler Hanımı nasıl bilirsin?” Necip Fazıl’ın cevabı ona yakışan tarzdadır: “Bu âlemde ben nasıl Necip ‘Fazıl’sam, Şule Hanım da ‘Fazıla’dır.” Genç nesiller, bu ismi çok fazla tanımayabilir, yeniler belki bu isme çok aşina değildir. Ama Anadolu’da
Aksiyoner bir kişiliğe ve heyecanlı bir mizaca sahip olan Şule Yüksel, daha gençlik yıllarından itibaren toplum hayatında aktif rol alıyor ve insanlarımızı yerli düşünceye, millî çizgiye ve daha sonra da İslamî anlayışa doğru yönlendirmeye çalışıyordu. 1960’lı yıllarda düzenlenen Kıbrıs mitinglerine katılıyor, kürsülerden hamasi şiirler okuyordu. Daha sonra muhafazakâr kesimin desteklediği Adalet Partisi’nde görev aldı. Bir yandan da hayattaki konumunu ve düşüncelerini sorgulamaya devam ediyordu. Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden olan merhum ağabeyi Özer Şenler’in isteği üzerine katıldığı Risale-i Nur toplantılarında Şule Yüksel’in dönüşümünün ilk tohumları atılmış oldu. Huzur Sokağı adlı meşhur romanı da işte bu yıllarda gazetede tefrika halinde yayınlanmaya başlandı. Kitap olarak basıldığı dönemde rekor satışlara ulaşan, elden ele dolaşan roman, 1970 yılında merhum yönetmen Yücel Çakmaklı’nın rejisiyle “Birleşen Yollar” ismiyle sinemaya aktarıldı, seyirciler tarafından çok beğenildi. Filmin başrollerinde Türkan Şoray ve İzzet Günay oynuyordu. DAVASINI BIRAKMAYAN İDEALİST
Anadolu’nun hemen her yerini dolaşarak konferanslar veren ve davasını sonuna kadar cesaretle ve büyük bir inançla savunan Şule Yüksel, Mehmed Şevket Eygi’nin neşrettiği Bugün gazetesinde kaleme aldığı yazılarla büyük sayı//56// mart 92
bir okur kitlesine kavuştu. 1967 yılında Yeni İstiklal gazetesinde yayınlanan “İslam Kadınına Hitap” başlıklı yazısından dolayı hakkında dava açıldı.Daha sonra “Ağlayın Ey Müslüman Kardeşlerim Ağlayın” başlıklı yazısında dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a hakaret ettiği iddiasıyla 1971 yılında hapse girdi. “Bir doğum müddeti” olarak saydığı 9 ay 10 gün hapis yattı. Politik hayatında karşılaştığı tatsızlıklar, çoğu defa özel hayatını da olumsuz yönde etkiledi. Yazılarını bir araya getirmek suretiyle bir neslin dönüşümüne tesir edecek yeni kitaplar hazırladı. 1960’lardan bu yana birçok gazete ve dergide yazan Şenler’in neşredilen eserleri şunlardır: Bize Ne Oldu, Gençliğin Izdırabı, İslam’da ve Günümüzde Kadın, Her Şey İslam İçin, Uygarlığın Gözyaşları, Kız ve Çiçek, Sağ El, Bir Bilinçli Öğretmen, Yılanla Tilki, Hidayet, Huzur Sokağı. Demet Tezcan Bir Çığır Öyküsüdür Şule Yüksel Şenler adlı eseri kaleme aldı. DOĞUM GÜNÜ İÇİN ALLAH’A ŞÜKÜR
Şenler’in, Bize Ne Oldu? isimli eserinde “Doğum Günüm” başlıklı bir yazısı vardır. Orada doğumunun bir tarihî güne rastlaması üzerine şu satırları yazar: “29 Mayıs… Bu tarihin benim için ayrı bir hususiyeti daha vardır. Çünkü merhûme anneciğim, bir 29 Mayıs gününün sabahında dünyaya getirmiş beni. Ve ben, gerek çocukluk, gerekse İslam’dan gâfil olarak yaşadığım cahiliye dönemimde, doğum günümün 29 Mayıs oluşunda büyük bir sevniç ve gurur duyardım. Her sene, o büyük günde yapılan tantanalı merasimler, sanki aynı zamanda benim için yapılır, mehter benim için vurulur, Boğaz’daki Hisarlar, sanki benim için ışıl ışıl ışıklarla donatılırdı. O zamanlar beni böyle şanlı şanlı bir tarihî günde dünyaya getirdiği için Rabbime şükrederdim.” Yazarımız, doğum günü ile alakalı bu neşesinin devam etmediğini belirttiği yazısında bizi farklı bir âleme, değişik bir iklime taşır ve şöyle devam eder: “Gaflet uykusundan sıyrılıp imani ve İslamî hakikatlere vâkıf olduğum günden bu yana, geçirdiğim her 29 Mayıs günü, benim için bir sevinç ve bayram değil, âdeta bir elem ve keder günü olmuştur. Evvelce sâfiyane neş’elenip, güldüğüm, eğlendiğim bu tarihî günde, artık daha elemliyim, kederliyim. Ve bu elemimin, Ayasofya’nın esaret zincirlerinden kurtarılıp yeninde ibadete açıldığın ve cemiyetimizin kadın-erkek, genç yaşlı, fert fert Fatih’in torunları vasfına lâyık gerçek Müslümanlarla, hakiki mü’minlerle müzeyyen
kılındığını görmedikçe dağılıp, izale olacağını hiç mi hiç sanmıyorum…” Yazar, satırlarının sonunda ümidinin gençlikte olduğunu belirterek, “Ardımızdan azimle iradeyle gelecek gençler için Allah’a şükrediyorum….” “ÜMİTVAR OLUNUZ!” Şule Yüksel Şenler daima ümitlidir. “İslam Güneşi” başlıklı yazısında karamsarlıktan uzak, kötümserlikten ırak olduğunu ifade ederek şöyle der: “Büyük mürşit, vefatından evvel inanan gönülleri şu müjdeyle serinletmişti: ‘Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılabatı içinde en gür seda, İslam’ın sedâsı olacaktır.’ İnanan insan, esasen ümitvardır. Allah’ın rahmet ve kudretinden ümidini kesenlerin imanlarından şüphe edilir. ‘İslam’ ise; zuhurundan bu yana hatta kıyamete kadar her zaman ve her an ‘seda’sı ‘en gür’ olandır.” Türkiye’de en çok okunan romanlardan birisi de Huzur Sokağı’dır. Satış rekorları kırmış olan, her yaştan ve kesimden binlerce kişi tarafından hâlâ ilgiyle okunan Huzur Sokağı, ilk olarak 1969 yılında Bugün gazetesinde tefrika edilmeye başlanınca büyük ilgi çeker. Feyza ile dindar bir üniversite öğrencisi olan Bilal’in ‘Huzur Sokağı’nda yaşadıkları temiz aşkı anlatan kitaba ilgi hiç azalmadı. Huzur Sokağı, 100’ncü baskıyı çoktan aştı. Şenler, sadece Huzur Sokağı’nın yazarı değildir. O, İslami kadın hareketi açısından da önemli bir isim olup bu dava uğruna hapsi bile göze almış kahramandır. Hasan Aksay, Şule Yüksel’in 1960’lı yıllarda yazdığı sırada Türkiye’nin zor dönemden geçtiğini belirterek, “Erkeklerin bile mücadele edemediği o yıllarda bir kadın olarak cesur yazılar yazıp konuşmuştur.” demişti. 80 sonrasında, bilhassa 28 Şubat’ta yaşanan başörtüsü zulmü ve utancı unutulmayacağı gibi Şule Yüksel’in fazilet mücadelesi her zaman saygıyla ve sevgiyle hatırlanacaktır. Yazarımız bir kaç yıl önce rahatsızlığı dolayısıyla hastaneye yattığında Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, eşi Emine Hanımla birlikte kendisini hastanede ziyaret etmişti. Örnek bir devlet adamındaki bu vefa hissi unutulmayacak derecede ulvi bir haslettir. Bir nesle mihmandar oldu Şule Yüksel, mücadele etti, derdini anlattı, davasını yazdı. Anadolu’yu karış karış gezerek genç kızlarımıza başörtüsünü sevdirdi. Hastalıklarıyla uğraşırken bile Rabbine şükretti. Örnek bir hayatı yaşayan, hayırlı ve müspet bir çığır açan Şule Yüksel Şenler Hanımefendiye sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum. Allah kendisinden ebeden razı olsun. 93
Ş E H İ R SERGİ
ARAF HEYKEL SERGİSİ SELÇUKLU VE OSMANLI MEZAR TAŞI YORUMLARI
A. Aysun Sandıkcıoğlu Küratör : Mehmet Lütfi ŞEN Sergi Süresi: 21 Şubat - 22 Nisan 2019 Yer: Şerefiye Sarnıcı - Sultanahmet / İstanbul Araf Heykel Sergisi, medeniyetin üç boyutlu birikiminin özel bir alanından yola çıkılarak hazırlandı.
sayı//56// mart 94
erefiye Sarnıcı İstanbul Büyükşehir Belediyesinin beğenilen restorasyonuyla 16 Asır sonra Nisan 2018’de yeniden İstanbullulara hizmet vermeye başladı. Elbette günümüzdeki işlevi su ihtiyacını karşılamak değil ama su kadar önemli kültür ihtiyacı için tarihle ve çağdaş sanatla buluşmanın adresi oldu Şerefiye Sarnıcı. Araf Heykel Sergisi, medeniyetin üç boyutlu birikiminin özel bir alanından yola çıkılarak hazırlandı. Bu proje tema olarak Ahlat Selçuklu ve Osmanlı mezar taşlarının sadece plastik değerlerine odaklandı. Bu mezar taşı anıtları, başta hat sanatı olmak üzere hakkâklıktan edebiyata birçok sanatın birleşmesinden doğuyor. Bugüne kadar daha çok tarihî değeri, sosyal değerleri, hat sanatı ve edebiyat üzerinden okundu bu anıtlar. İlk kez bu projeyle mezar taşları form değerleriyle öne çıkıyor. Sanatçı Aysun Sandıkcıoğlu, 2010 yılında gerçekleştirdiği yeniçeri başlıklarını yorumlayan olağanüstü heykel serisinden sonra Araf projesine yoğunlaştı. Eskiz, çamur, kurutma, ilk pişirim, düzeltmeler, sırlı pişirim gibi uzun ve heyecanlı bir yolculuktan sonra 32 heykelden oluşan bu önemli proje İstanbul’un çok önemli tarihî yapılarından Şerefiye Sarnıcı’nda sizlerle buluşuyor. Araf projesiyle, tarihin imbiğinden süzülüp gelen formlar, çağdaş sanat eserlerine dönüşerek sarnıcın sularında çoğalıyor ve gölgeleriyle 1600 yıllık duvarlarla bütünleşiyor.
AYSUN SANDIKCIOĞLU
1962 Balıkesir doğumlu ilk ve ortaokul öğrenimini Balıkesir’de tamamlamıştır.Dört yıllık lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik-Cam Ana Sanat Bölümünde tamamlamıştır.
“GELENEKSEL FORMLARA ÇAĞDAŞ YORUM”
Mehmet Lütfi ŞEN (Küratör) Sanat eserleri yaratıldıkları toplumun ve dönemin kimliğidir. Bu özellikleriyle sadece sanat eserleri incelemeleriyle bir tarih yazılabilir. Bu eserlerde kullanılan malzeme, biçim ve içerik üslubu, kompozisyon yapısı gibi veriler eserin yapıldığı toplumun sosyal, ekonomik, kültürel ve dinî yapısını ele verir. Toplumların sanat ve bilim alanındaki ifade biçimlerinden medeniyet algısı oluşur. Globalleşmenin maksimuma ulaştığı çağımızda bir medeniyete ait olma durumu kendiliğinden değil, bizim çabalayarak varabileceğimiz bir yerdir. Bizler kendimize has kültürü, önce global dünyanın bizleri hizaya soktuğu saf düzeninden ayrılarak fark etmek zorundayız. Bu fark ediş bir medeniyete ait olmak için başlangıçtır. Ait olma durumu, kendine has yapıyı bilmenin ötesine geç- meyi gerektirir. Kimlik bir aksiyon ifadesidir, gelecekte bir yere varmak için ulaşılabilen geçmişten yola çıkmak gerekir. Bizi öbüründen ayıran şeyleri bilmek yetmez; ancak bu “furkan”ı yaşanılan çağda yeniden inşa etme çabası, yaşayan bir medeniyetin imkânlarını hazırlayabilir. Sizlere takdim ettiğimiz Araf Heykel Sergisi, medeniyetimizin üç boyutlu birikiminin özel bir alanından yola çıkılarak hazırlandı. Bu proje tema olarak Ahlat Selçuklu ve Osmanlı mezar taşlarının
sadece plastik değerlerine odaklandı. Doğrusu bu mezar taşı anıtları, başta hat sanatı olmak üzere hakkâklikten edebiyata birçok sanatın birleşmesinden doğuyor. Bugüne kadar daha çok tarihî değeri, sosyal değerleri, hat sanatı ve edebiyat üzerinden okundu bu anıtlar. İlk kez bu projeyle mezar taşları form değerleriyle öne çıkıyor. Sanatçı dostum Aysun Sandıkcıoğlu, 2010 yılında birlikte gerçekleştiğimiz yeniçeri başlıklarını yorumlayan olağanüstü heykel serisinden sonra Araf projesine yoğunlaştı. Eskiz, çamur, kurutma, ilk pişirim, düzeltmeler, sırlı pişirim gibi uzun ve heye- canlı bir yolculuktan sonra bu önemli projeyi İstanbul’un çok önemli tarihî yapılarından Şerefiye Sarnıcı’nda sizlere takdim etmenin heyecanını yaşıyorum. Araf projesiyle, tarihin imbiğinden süzülüp gelen formlar, çağdaş sanat eserlerine dönüşerek sarnıcın sularında çoğalıyor ve gölgeleriyle 1600 yıllık duvarlarla bütünleşiyor. Ben sizleri bu büyüleyici projeyle baş başa bırakırken bütün yoğunlukları arasında uzun zaman birlikte çalıştığımız Sayın A. Aysun Sandıkcıoğlu’na,
95
yetkin değerlendirme yazısı için Sayın Prof. Dr. Halil Yoleri’ye, tanıtım filmi için Sayın Burak Süzer’e, koordinasyon için Sayın Ali Yıldır’a ve emeği geçen mesai arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Şerefiye Sarnıcı’nı restore ederek İstanbullulara ve İstanbul’un misafirlerine, tarihle ve çağdaş sanatla buluşmalarına imkân sağlayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi üst yönetimine gönülden şükranlarımı sunuyorum. VAR OLMANIN YALIN HÂLİ
Prof. Dr. Halil YOLERİ (Dokuz Eylül Üniversitesi Seramik ve Cam Bölümü Bölüm Başkanı) Sanatçı A. Aysun Sandıkcıoğlu’nu, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde seramik bölümündeki öğrenciliğinden bu sayı//56// mart 96
yana izliyorum. Seramiğin yanı sıra farklı malzemelerle gerçekleştirdiği deneysel çalışmaları büyük bir tutku ve disiplinle yaptığına tanık oldum. Bu sergiyi oluşturan işlerine yakından bakarken, Sandıkcıoğlu’nun sanat eğitimi aldığı dönemlerde kendine özgü biçim arayışlarını içeren renkli eskiz dosyalarını hatırladım. Çizgileri, gök kubbe ile sınırlayarak yarattığı üç boyutlu tasarımlar onun, günümüzde oluşturduğu özgün sanat dilinin doğduğu özel mekânları gibidir. A. Aysun Sandıkcıoğlu’nun sergide yer alan heykellerinde Selçuklu döneminde değerli metallerden üretilen eserler, seramik malzeme ile anlamlandırılarak, aynı görselliğe ulaşmayı amaçlayan seramik sanatçılarının ustalığı ile masif yapılı formlarda, geometrik çizgilerle yeniden tasarlanmıştır. Heykellerde, sonsuzluğu arayan Osmanlı dönemi sanatçılarının tavrını görmek de mümkündür. Seramik heykel sergisinde, yaşanmışlığın belgeleri olarak binlerce yıldır ayakta duran, mermer ya da kayalardan yontularak şeklini bulmuş mezar taşlarını görebilirsiniz. İlk bakışta varoluştan kopmanın yalın haliyle karşılaştığınız duygusuna kapılır, daha sonra tarihe, kendi şifrenizin kaydını düşmenin hesaplarını yaparsınız. Seramiğin bağımsız ve hırçın doğası düşünüldüğünde, onunla ilgili gerçek tecrübenin yalnızca onunla çalışır- ken edinildiğini biliriz. Edinilen bu bilgiler bazen hiç işe yaramasa bile, aslında daima kendi dilinde şifrelenerek kaydedilmiştir. Tıpkı sanatçı A. Aysun Sandıkcıoğlu’nun seramik heykellerinde olduğu gibi...